DİNLER TARİHİ…Prof. Dr Günay TÜMER ve Prof. Dr.Abdurrahman KÜÇÜK
ÖNSÖZ
Bu kitap, çoğunluğu günümüzde yaşayan bazı dinleri tanıtma gayesiyle
yazılmıştır. Bunun için şimdi varlığını sürdüren bir dinin geçmişteki köklerine
kısa bir temas dışında, bir istisnasıyla (Eski Türk İnançları), tarihî dinlere
yer verilmemiştir. İlk iki bölümde din, dinler tarihi, din bilimleri hakkında
genel bilgi verildikten sonra dinlere geçilmiştir. Son kısımlarda sinkretik
dinî hareketlere, misyonerlik faaliyetlerine ve karşılaştırmalara yer verilmiştir.
Dinleri bölümlere ayırmak gerçekten zordur. Buddizm ile Yahudilik, tespit
edilen şemaya yerleştirilirken bu sıkıntı iyice hissedilir. Buddizm, Islâm ve
Hiristiyanlık gibi evrensel bir dindir; fakat sınıflamada onlar gibi İlâhî
menşeli dinlere dahil edilmemektedir. Yahudilik ise İlâhî dindir,
ancak evrensel sayılmamaktadır. Biz, Imam-Hatip Meslek Liseleri için yazdığımız
"Dinler Tarihi" kitabındaki şemayı, Buddizm'i ayrı bir bölüm yapma
dışında, bu kitabımızda da muhafaza ettik. Ancak bu, daha sonra
yazakcaklarımızda da aynı şemayı devam ettireceğimiz anlamına gelmez. Burada
ideal bir bölümlemenin coğrafî ağırlıklı olarak, ilkel kabîle dinlerini ilk
maddeye almak suretiyle, Hint dinleri, Uzakdoğu Dinleri, Önasya (veya Ortadoğu)
Dinleri şeklinde yapılabileceğine işaret etmek isteriz. Ancak bu bölümlemede
İran'dan Hindistan'a kendi cemaati ile göç etmiş olan Parsîlik göze batacaktır.
Bununla beraber başka çare de yoktur. Söylenenler yaşayan dinlere göredir.
Tarihî dinler işin içine girerse yine çözüm, coğrafî yoldan hareket edilerek
bulunabilecektir.
Bibliyografya, yazar soyadının alfabetik sırasına göre, her bölümün sonunda
verilmiştir. Az dipnot verilerek metin çalışmasıyla konu edinilen dinlerin
tanıtılması düşünülmüştür. Dipnotlar bölüm sonlarına konulmuştur. Bilgiler
objektif olarak sunulmakla beraber yeryer bazı değerlendirmelerden de
kaçınılmamıştır. En sonda yerverilen günümüzde yaşayan dinlerin bazı
noktalardan karşılaştırılması, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi yönünden
malzemenin bir ölçüde sunulması kadar, bunların kısa bir değerlendirilmesini de
içine almaktadır.
Kitabımızda ele alınan dinlerin mezheplerine temas edilmişse de bu hususta
fazla ayrıntıya inilmemiştir.
Prof. Dr. Günay TÜMER-Prof.Dr.Abdurrahman KÜÇÜK
I. BÖLÜM DİNLER TARİHİNE GİRİŞ
A. DİN VE TARİH KELİMELERİNİN İNCELENMESİ
· 1. Din
Din; insanla beraber varolmuş, insanla beraber varolmakta ve öyle görünüyor
ki insanla beraber varolacak bir kurumdur. İnsanlık tarihinde ne kadar gerilere
gidilirse gidilsin, dinî inançlardan yoksun bir topluma rastlanmamaktadır.
Tarihî devrelerde olduğu kadar tarih öncesinde de insanoğlunun bazı inançlara
sahip olarak yaşadığı, yapılan İlmî araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bütün
bunlardan, toplumu ayakta tutan temel esasların başta gelenlerinden birinin din
olduğu açıklık kazanmaktadır. Öte yandan felsefe, hukuk, ahlâk gibi bir kısım
insan ilimlerinin kaynağının din olduğu kabul edilmektedir. Hattâ Viktor Kuzin
(Victor Cousin), bu hususa, "Her şey, din etrafında, din için, dinle
teşkil olundu" diyerek daha genişlik kazandırmaktadır.
İnsanlık tarihinde çok önemli bir yeri bulunan "din"in kelime ve
terim anlamlarının verilmesi, bu kavramın anlaşılmasına yardım edecektir.
a. Dinin Lügat ve Terim Anlamı
Dinin lügat ve terim anlamını Islâm ve diğer dinlerdeki şekliyle ele
alacağız.
aa. Islâm'da
Arap dilindeki "din" kelimesinin kökü ile ilgili olarak çeşitli
görüşler ileri sürülmektedir. Bu kelimenin Arâmî-lbranî bir kökten geldiği,
Orta İran'dan alındığı, Öz Arapça olduğu tartışılmakta, fakat kesin bir sonuca
ulaşılamamaktadır.
"Dâne-yedînu-dînen ve diyâneten" şeklinde lügatlarda yer alan ve
çoğulu "edyân" olan bu kelime, şu anlamlara gelmektedir: Ceza,
mükâfat, hüküm, hesap, itaat, boyuneğme, ibâdet, âdet, hâl, şeriat, kanun, yol,
mezhep, millet vb.
Bununla beraber borçlanma, ödünç alma anlamındaki "deyn" kelimesi
de (1) "dâne-yedînu" kökünden
gelmektedir.
Arap Dilinde bu kökten gelen kelimelerin ifade ettiği çeşitli anlamları
aşağıdaki şekilde gruplandırıp, misallendirebiliriz:
· 1.
Ceza, mükâfat, hüküm, hesap: Bir Arap atasözünde "Kemâ tedînu
tüdânu" (Ettiğini bulursun; ne yaparsan onu görürsün) denilmektedir.
Burada din kelimesi ceza, mükâfat, karşılık anlamında kullanılmaktadır. Fâtiha
Sûresindeki "Mâliki yevmi'd-Dîn" (din gününün sahibi) Âyetinde de
"din" kelimesi ceza, hesap anlamındadır.
· 2.
İtaat, tâat, teslimiyet, hizmet, ibadet: Araplar arasında itâat, boyun eğme
anlamında "Dintehum fedânu" (Onlara üstün geldin, onlar da itaat
ettiler); hizmet anlamında "Dinte'r recule" (Adama hizmet ettin)'
denilir. Bakara Suresinin 132. Âyetinde "Innallâhestafâ
leku-mu'd-Dine" de (Allah sizin için din seçti) "din" kelimesi
şeriat, tâat, boyun eğme, ibadet anlamlarında kullanılmıştır.
· 3.
Üstün gelme, hâkimiyet, zelil kılma, zorlama: Arap Dilinde
"Dâne'n nâs" (İnsanları itâate zorladı), "Dinte'l kavme"
(Kavmi zelil kıldın, köle edindin) gibi misallerde "din"; itaate
zorlama, zelil kılma anlamlarında kullanılmıştır. Nahl Sûresinin 52. Âyetinde "Ve
lehû mâfi's-Semâvâti ve'l-ardı ve lehu'd-dînu
vâsiben"de (Göklerdekilerin ve yerde-kilerin hepsi Allah'ındır. Din,
daima onundur) "din" kelimesi hâkimiyet, itâat anlamındadır.
Ayrıca Arapça'da hâkim, kahhâr, idare eden, hesaba çeken, cezalandıran
anlamında "deyyân" kelimesi de kullanılır (Lügatlarda bu kelimenin
Allah'ın ismi olduğu da kaydedilmektedir). Hz. Peygamber'e bir defasında
"Yâ seyyidin nâsi ve deyyâne'l-Arab" (Ey insanların efendisi ve
arab'ın hâkimi) şeklinde hitap edilmiştir.
· 4.
Âdet, yol, kanun, şeriat, millet, mezhep: Araplar; "Mâzâle zâlike dînî
ve deydenî" (Benim, âdetim budur) demekle, din kelimesini "âdet"
anlamında kullanmış oluyorlar. Bir Hâdiste "Innehu Aleyhis-selâm
kâne alâ dîni kavmihi" (Resûlüilah kavminin âdeti üzerinde idi)
denilmektedir. Bu hadîsin "dîni kavmihi" ibaresinde geçen din
kelimesiyle Hz. İbrahim'den (A.S.) kalan tevhid, hac, nikâh, miras gibi
hususlar yanında, Peygamberin (S.A.S.) kavminin cömertlik, yiğitlik gibi iyi
âdetleri ifade edildiği belirtilmektedir.
Yusuf Sûresinin 76. Âyetinde "Mâ kâne liye'huze ehâhu fi dîni'l
meliki" cümlesinde. (Kralın dinine göre kardeşini yanında alıkoyması
mümkün değildi) "din" kelimesi şeriat, kanun anlamındadır. En'am
Sûresinin 161. Âyetinde, "İnnenî hedânî rabbî ilâ sırâtın mustakîmin dînen
kıyamen millete Ibrahîme hanîfen"de (Bana gelince, Rabbim, beni doğıu
bir yola iletti. Doğru dine, dosdoğru bir tevhidçi olan İbrahim'in milletine),
"millet" din anlamında kullanılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'de "din" kelimesinin geldiği kök ile ilgili
kelimeler, yüzü aşkın Âyette, yukarıda verilen dört grup anlamı ifade ettikleri
gibi, yer yer bu dört grup anlamın tamamını içinde bulunduran bir nizamı da
belirtir. Bu nizamı belirtmek ve diğer din kelimelerinden ayırmak üzere
Kur'ân'da "dînu'l-hak" (hak din) (1), "Dinen kıyemen",
dînen kayyimen" (dosdoğru din) (2), "dînullah" (Allah'ın dini)
(3) gibi deyimler kullanılır. Öte yandan Kur'ân-ı Kerîm'de "din"
kelimesi, iki tarafı hedef alan anlamları içinde bulundurur. Bu iki taraftan
biri, Allah'a nisbetle, hâkim olma, itaati altına alma, hesaba çekme,
cezalandırma; öteki de kula nisbetle,boyun eğme, itaat etme, teslim
olmadır. Bu iki taraf arasındaki münasebeti düzenleyen kanun, nizam, yol,
dindir.
Kur’ân-ı Kerîm'de din terimi ile yüksek bir otoriteye boyun eğme, o
otoritenin emir ve yasaklarına uyma; bu emir ve yasaklara uygun yaşadığı
takdirde mükâfat, aksi takdirde ceza göreceğine inanma şeklindeki bir hayat
nizamının kastedildiği anlaşılmaktadır (4).
ab. Diğer Dinlerde:
Her toplumda "din" kavramını ifade etmek üzere ayrı bir kelime
kullanılmaktadır.
Din kelimesi tarihî derinlik içinde Avesta'da "daena"; Pehlevî
dilinde (Eski Farsça'da) "den", sonraki Farsça'da "din"
gibi kelimelerle ifade edilmekte; yol, mezhep, âyin, üslûp, tarz gibi anlamlara
gelmektedir. Bugün din kavramı, sadece "din" kelimesi ile
karşılanmaktadır.
Ibranîce'de önceleri ibadet, kurban ve dua işlerini nitelendirmek üzere
kullanılan "abodath elohim" deyimi, aynı zamanda "din"
kavramını da ifade etmekte idi. Din kavramını belirtmek üzere, arasıra
psikolojik terimler olan "yir'ah" (korku, haşyet),
"emanath" (iman) gibi kelimeler kullanılmıştır. Ancak Kutsal Kitap
sonrası literatüründe "dath” kelimesi din için umûmî terim olmuştur.
Bu kelimenin Farsça "dâd"dan alındığı, Ezra ve Ester kitaplarında
hüküm, emir, kanun anlamında kullanıldığı ileri sürülmektedir.
Eski Yunanca'da din, korku ile karışık saygı anlamına
gelen"thrioheya" kelimesiyle ifade edilmekte idi (bu kelime, örf,
âdet anlamına gelir).
Sözlüklerde, Türkçe'de kullanılan "din" kelimesinin Arapça'dan
geldiği kaydedilmektedir. Islâm'dan önce Türklerin, din kavramını ifade etmek
üzere, çeşitli dönemlerde, "drm", "darm", "nom",
"den"gibi kelimeler kullandıkları kaynaklarda yer almaktadır.
Bunlardan "drm", "darm" din, akide anlamında Sanskritçe
"dharma"dan (Pali dilinde dhamma); "nom", din, inanç, kanun
anlamında, Soğdca'dan geçtiği anlaşılmaktadır. Ancak tarihî devreleri içinde
Türk boyları ve devletlerinde din kavramını ifâde etmek üzere hangi kelimelerin
kullanıldığını belirlemek güçtür. Bununla beraber Uygur Türkleri arasında din
ve mezhebi ifâde etmek üzere "din” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir.
Arapça'daki "din" kelimesinin kaynağı olarak Orta Iran
gösterilmektedir. Kısacası Arapça, eski Iran ve eski Türkçe'deki din
kelimesinin esas kaynağı konusunda kesin bir sonuca ulaşılamamıştır.
Batı âlemi, felsefî, İlmî bazı husûsiarda, Rönesans'tan sonra eski
Yunan'dan etkilenmesine rağmen, "din" deyimini eski Yunan'dan da,
Hıristiyanlığın içinden çıktığı Yahudilikten de almamış, eski putperest
Roma'dan almıştır. Latince'de din deyimi için büyük saygı, itina, titizlik
gösterilen, ta'zim edilen şey anlamında "religio" kelimesi
kullanılmakta idi. Bu kelimenin bir şeyi vazife edinmek, tekrar tekrar okumak,
yapmak, ihmal etmemek, anlamına gelen ve uluhiyete karşı vazifesini
titizlikle yerine getirmeyi ifade eden "re-leaere" den
veya bağlamak anlamına gelen v'e insanla Tanrı arasındaki bağı ifade eden "re-liaare" den
çıktığı ileri sürülmüştür. Öte yandan şimdi Batı dillerinde kulanılan
"religion" kelimesinde, belirtilen her iki anlamın bulunduğu da
savunulmuştur.
Hinduizmin kutsal dili olan Sanskritçe'de din anlamında "dhr” kökünden
gelen "dharma" kelimesi kullanılır. Kelime, Sanskritçe'den gelişmiş,
Buddizmin kutsal dili olan, Pali dilinde doktrin anlamında "dhamma"
şeklindedir. Bu kelime, din, hakikat, kanun, yol görev nizam, doğruluk, fazilet
gibi anlamları da içinde bulundurur. Dharma, insanların nasıl davranacaklarını
tespit eden "Disiplin"! belirtir. Bunda, dinî ve ahlâkî düzen
sözkonusu olduğu kadar Kozmik düzen de sözkonusudur. Bu terim, Hinduizm’de
olduğu kadar, Buddizm ve Cay-nizm'de de "Ebedî Kanun"u ifade etmek
için kullanılır.
b. Dinin Tarifi
Aşağıda Dinler Tarihi araştırıcılarının üzerinde tartıştıkları din
tarifleri ele alınacak ve daha sonra Islâm'daki din tarifine yer verilecektir.
ba. Dinler Tarihi Araştırıcılarına Göre:
Dinin yüzlerce tarifi vardır. Din tarifleri, bir kitap dolduracak kadar
çoktur. Çeşitli bilim dallarından bilginler, kendilerine göre bir din tarifi
yapmışlardır. Bu tariflerin hiçbiri üzerinde bir birlik sağlanamamıştır. Din,
çok çeşitli yönleri olan bir olgudur. Bu sebeple her bilgin, tarifini, onun bir
yönüne ağırlık vererek yapmıştır. Böylece çok çeşitli tarifler ortaya çıkmıştır.
Aşağıda bu tariflerden birkaç tanesi misal olarak verilecektir:
"Din, insanın kutsal saydığı şeylerle olan ilişkisidir."
Rudolf Otto
"Din, ruhî varlıklara inançtır."
E.B. Taylır (Tylor)
"Din, insanın sonsuzu kavramasını sağlayan, akıl ve mantığa tabi olmayan
zihnî bir meleke veya yeteneğidir."
Maks (Max) Müller
"Din, mutlak itaat duygusundan ibarettir."
Şlayirmaher (Schleiermacher)
"Din, melekelerimizin serbest olarak kullanılmasını engelleyen
yasaklar bütünüdür."
Salmon Reynah (S. Reinach)
"Din, bir inançlar, davranışlar ve sosyal hayatın muayyen şartlarına
göre oluşturulmuş kurumlar sistemidir".
W. Tilok (Witold Tyloch)
"Din, dua, kurban ve inançla kendini gösteren bir arzudur."
Föyerbah (Feuerbach)
"Din, en yüksek içtimâî değerlerin şuurudur."
Edvırd S. Amıs (Adward S. Ames)
"Din, daima hayat sahibi bir Tanrı'ya, yani bir İlahî Şuur ve
Irade'nin kâinatı yönettiğine ve insanlıkla alâkalı ahlâki münasebetleri elinde
tuttuğuna inanıştır."
Ceymis Martinö (J. Martineau)
"Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan âyin ve inançlar
sistemidir."
E. Durkheim
Bu tariflerde din; kutsal kavramı, inanç, zihnî meleke, mutlak itaat
duygusu, arzu, içtimâî değerler şuuru ve Tanrı fikri gibi hususlara ağırlık
verilerek açıklanmak istenmiştir. Bu şekilde bir yönüne ağırlık verilerek
yapılan tarifler, herkesin üzerinde birleştiği bir tarif olmamaktadır. Bu
tariflerdeki ayrılık; bir yandan din probleminin çetrefilliğinden; öte yandan,
bu tarifleri ortaya atan kimselerin sübjektif görüş, duyuş ve sahip oldukları
dünya görüşleriyle, yaşadıkları ortamın umûmî havasından kaynaklanmaktadır.
Dinin gerçeğe yakın bir tarifi, yani bütün dinleri içine alacak bir tarifi
ancak din teriminin sınırları belirlendikten sonra yapılabilir. Bundan dolayı
Din Bilimleri açısından bir şeyi "din" yapan hususlar şöyle
sıralanmaktadır: 1. İnsanüstü yüce varlıklara inanç (Tanrı-tanrılar, melekler,
cinler vb.), 2. Kutsal olanla olmayanı belirleyen hususlar, 3. İbadet, dinî
âyin ve törenler, 4. İlâhi bir kaynağa dayandırılan kutsal kitaplar-metinler,
şifahî gelenekler, ahlâkî kanunnameler, 5. Tabiatüstü, insanüstü kutsal
varlıklarla ilgili dinî duygular (korku, sır, güven, günahkârlık, tapınma,
bağlılık, tevbe vb.), 6. İnsanüstü ile irtibat (vahiy, ilham, peygamber, dua,
niyaz vb.), .7. Bir âlem ve insan görüşü, hayat ve ölüm ötesi inancı, 8. Hayat
nizamı, 9. Cemaat, 10. Orjinal bir muhteva taşıması, taklit olmaması,11. Siyasî
gayelerle veya çıkar hesaplarıyle kurulmuş olmaması, saf ve temiz bir yapıya
sahip bulunması...
Yukarıdaki hususları özetleyecek olursak, genellikle bir dinde şu elemanlar
yeralır: Tanrı kavramı, inanç, ibadet, ahlâk, kutsal kitap, vahiy-ilham,
peygamber-kurucu ve cemaat. Bu elemanları gözönünde tutarak Dinler Tarihi
açısından dini şöyle tarif edebiliriz: "Din, bir cemaatin
sahip olduğu,kutsal kitap, peygamber veya kurucu, Tanrı kavramını da
genellikle içinde bulunduran, inanç sistemi ve bu sisteme bağlı olarak yaptığı
ibadet, yerine getirmeye çalıştığı ahlâkî kurallar bütünüdür."
bb. Islâm Bilginlerine Göre:
Islâm bilginleri, dinin çeşitli tariflerini yapmışlarsa da bu tariflerin
birbirine çok yakın olduğu dikkati çekmektedir. Bunlardan birkaç misal
vereceğiz.
Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413), "Ta’rîfât" başlıklı eserinde
dini şöyle tarif eder: "Din, akıl sahiplerini Peygamberin bildirdiği
şeyleri kabule çağıran İlâhî bir kanundur" (5).
Bu tarife biraz daha açıklık getiren bir başka tarif de şu şekildedir:
"Din, akıl sahibi insanları, kendi irade ve arzularıyla bizzat onlar için
hayırlı olan şeylere sevk eden İlâhî bir kanundur. Yani o ,
Yüce Allah'ın, zâtî hayra, ebedî saadete ulaşmak üzere kullarına
vaz'ettiği hükümlerdir" (6).
Ayrı bir din tarifi de şöyledir: "Din, akıl sahiplerini kendi
iradeleriyle halde salâha, âhirette felâha sevkeder" (7) (Tahanevî).
Bu son tarif, dindar kimsenin dünya ve âhirette mesut olacağını anlatmak
istemektedir. Yukarıda verilen bu üç tarif, aşağı yukarı, aynı muhtevayı içinde
bulundurmaktadır. Bu tariflerin ışığında, İslam'a göre din; akıl sahibi şuurlu
insanları, kendi irade ve arzularıyla hayırlı olan şeylere sevkeden İlâhî bir
kanundur. Din, peygamberlerin vahiy ve ilhâma dayanarak tebliğ ettikleri
şeylerin bütünüdür. Din, insanların kemâle erişmek üzere takip edebilecekleri
en doğru yoldur. Dini ancak Allah koyar. Hiçbir insan, hattâ peygamberler bile
İlâhî dini meydana getiremez. Peygamberlerin görevi sadece tebliğdir (8). Din,
ancak insanlar içindir. Dinden onlar fayda göreceklerdir. Çünkü din, aklı
başında olan insanlara iyi ve kötüyü öğretecek; onları iradeleriyle iyi şeyleri
yapmaya, kötülüklerden kaçınmaya yöneltecektir.
Gazzâlî de "din" i kul ile rabbi arasındaki muamele olarak tarif
eder (9).
Asrımızdaki Islâm bilginlerince de dinin tarifi yapılmıştır. Bunlardan biri
şöyledir: "Din, iman ve amel mevzuu olarak akıl ve ihtiyara teklif
olunacak hak ve hayır kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır ki millet ve şeriat
dahi tabir edilir.” (10).
· 2.
Tarih.
Tarih, Arapça bir kelime olmakla beraber, ortak Sami "v-r-h"
kökünden gelmektedir. Buna göre tarih, "ay"ın tarifi demektir. Bu
terim, bir taraftan, "bir hadisenin, tarihî olayın vadesinin tayin ve
tesbitini" diğer taraftan da, "bu olayın oluş anını, zaman devresini,
kronolojisini" ifade etmektedir. Dolayısıyle bir olayın gününü, ayını ve
yılını bildirmek de "tarih” kelimesi ile ifade edilmektedir.
Kelime anlamı dışında "tarih", bir ilim dalının da adıdır. Buna
göre tarih; toplumları, milletleri etkileyen olayları zaman ve yer göstererek
anlatan; bu olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini gösteren bir bilim
dalıdır. Geçmişi gerçekte olduğu gibi anlatmaya çalışan bu bilim dalı,
insanların yaşayış ve medeniyetlerini de konu edinir. Bunun yanında tarih, millî
şuurun ve millî duygunun ana mayası; millî birliğin de temel harcıdır.
Bir bilim dalı olarak tarihi nitelendiren çeşitli tarifler vardır. G.
Monod, tarihi "İnsan eylem ve düşüncelerinin birbirini takip etmesi,
gelişmesi ve bir zincir oluşturması bakımından ortaya çıkan olaylar
bütünü" şeklinde tarif eder. E. Beruhaym (Beruheim) ise tarihi
oldukça uzun bir anlatım içinde tarif eder: "Tarih İlmi, insanların zaman
ve mekân çerçevesinde husule getirdikleri gelişmeleri-bunların içtimâî bir bünyenin
fertleri ve toplulukları sıfatıyla yaptıkları eylemlerinde, bu içtimâî hayatta
söz konusu ayrı durumlardaki rol ve önemlerini tayin ve tesbit eden psiko-fizik
etkenlerin meydana getirdiği sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde-sonuçları
itibariyle inceler ve nitelendirir."
Hiç bir bilim dalı yoktur ki tek başına bir gelişme göstermiş olsun. Her
bilim dalının diğerleri ile çeşitli yönlerden ilişkisi vardır. Tarihin
arkeoloji, coğrafya, sosyoloji, felsefe, hukuk, iktisat vb. bilim dallarıyle
ilişkileri vardır. Tarihin felsefe ile ilişkisinden tarih felsefesi doğduğu
gibi, felsefenin de bir tarihi vardır (Felsefe Tarihi). Hukuk, tıp, iktisat vb.
alanların tarihi söz konusu olduğu gibi (Hukuk Tarihi, Tıp Tarihi, iktisat
Tarihi), dinin, dinlerin de bir tarihi vardır. Bir bilim dalı olarak bu alan,
Dinler Tarihi şeklinde adlandırılmıştır.
· B.
DİNLER TARİHİNİN TARİFİ:
Dinler Tarihi, dinleri yer ve zaman göstererek inceler. Bu incelemeleri
yaparken zaman zaman karşılaştırmalara da yer verir. Bazı bilginler dinleri
tarihî seyirleri içinde oldukları gibi anlatmayı uygun bulurken, bazıları da
karşılaştırma yapmayı gerekli görürler. Her iki görüşün savunucuları da Dinler
Tarihinin tarifinde bu hususları gözönünde bulundurur. Bundan dolayı Dinler
Tarihinin tarifi, tarihî ve karşılaştırmalı incelemelere göre iki şekilde
yapılabilir.
Tarihî incelemelere göre Dinler tarihi; tarih ve filoloji metodlarını
kullanarak dinleri doğuş ve gelişmesinden inanç, ibadet, ahlâk vb. konularına
kadar, tarihî seyir içinde inceleyen bir disiplindir. Karşılaştırmalı
incelemelere göre Dinler Tarihi; dinlerin diğer dinlerle olan münasebetlerini
benzer, farklı ve ortak hususlarını karşılaştırmalı olarak ele alan bir bilim
dalıdır.
"Dinler Tarihi" deyimi, çoğul kullanıhşiyle ("dinler"
şeklinde) her dinin ayrı tarihî bir vakıa olarak ele alınması keyfiyetini ifade
eder. "Din Tarihî", tarihî devamlılığı içinde, "din"in
mahiyeti ve hakîkatını incelemek anlamına gelir. Dinler Tarihi, bazı bilginler
tarafından titizlikle Din Mukayesesi ve Din Fenomenolojisinden ayrı tutulur.
Bununla beraber pratikte tarihî bir dinin bu zikredilen iki disipline bir
ölçüde başvurulmaksızın incelenmesi zordur. Dinler Tarihi, büyük önemi bulunan
bir bilim dalıdır. Çünkü herhangi bir dinin tarihî verileri, bir
değerlendirmeye girişilmeden önce, uygun bir şekilde belirlenmeli ve
araştırılmalıdır. Bu da ancak Dinler Tarihi yardımıyle mümkün olur.
· C.
DİNLER TARİHİNİN KONUSU
Dinler Tarihinin konusu, tarih sahnesinde görülmüş bütün dinlerdir.
Günümüzde yaşamakta olan dinler bulunduğu gibi, bugün mensubu kalmamış dinler
de vardır.
Her iki din çeşidi de Dinler Tarihinin konusudur. Dinler Tarihi, hak, bâtıl
ayrımı gözetmeksizin, hem İlâhî dinleri, hem de diğerlerini inceler. Tek tek
dinlerin prensiplerini, onların çıkış ve gelişmelerini konu edinir.
Kısaca ifade etmek gerekirse Dinler Tarihi, bugüne kadar gelmiş veya
gelmemiş olsun, insanlık âlemindeki bütün dinleri inceler, icabında
karşılaştırır.
Dinler, çeşitli şekillerde sınıflandırılmaktadır. Ancak bütün bilginlerce
kabul edilen bir din tarifi olmadığı gibi, kesin bir sınıflandırma da yoktur.
Yoakim Vah (Joachim Wach), dinleri "kurucusu otan dinler",
"geleneksel dinler"; Güstav Menşing (Gustave Mensching) ise
"millî dinler", "evrensel dinler" şeklinde ikiye ayırır. A.
Şimmel (Annemarie Schimmel) de dinleri; "ilkel kabile dinleri", "millî
dinler", "evrensel dinler" diye üçe ayırır (11). Dinlerle ilgili
bir başka tasnif de şöyle yapılmaktadır:
· 1.
Sakramental (dinî âyin ve törene dayanan) din,
· 2.
Profetik (Peygambere dayanan) din,
· 3.
Mistik (tasavvufî) din.
Ayrıca dinler, "ensâbî" ve "eşkâli" olarak da; çıkış
yerlerini esas alan coğrafî durumlarına göre de sınıflandırılmaktadır. Bunların
dışında da çeşitli tasnifler yapılmıştır? (2)
İslâm bilginleri, dinleri "hak dinler", "bâtıl dinler"
veya vahye dayanan İlâhî dinler, vahye dayanmayan tabiî dinler diye ikiye
ayırır. Ibn Hazım (Ö.456/1064) ve Şehristânî (Ö.548/1183) gibi Müslüman Dinler
Tarihçileri, hak dinler karşılığında "milel", bâtîl dinler
karşılığında ise "nihai” deyimini kullanmışlardır (12).
· D.
DİNLER TARİHİNİN METODU
Her bilim dalının kendine mahsus bir metodu vardır. Dinler Tarihinin tarih,
sosyoloji ve filolojinin metotlarından da faydalanmakla beraber, kendine has
bir "nitelendirici" (desknptif) metodu vardır. Din Felsefesi hariç,
diğer din bilimleriyle paylaştığı bu "nitelendirici" metodu ile
Dinler Tarihi, herhangi bir dinin savunmasını üzerine alan teoloji (ilâhiyat),
Kelâm vb. gibi bilim dallarından ayrılır. Bu bilim dalı, dinleri, oldukları
gibi ele alır. Dolayısıyla Dinler Tarihi alanında çalışan bilginler, aslında
bir dine mensup olsalar da, olmasalar da, ilmî araştırmalarda tarafsız
davranmak zorundadır. Çünkü genelde Din Bilimleri, kural
koyucu (normatif/değildir; değer yargılarıyla uğraşmaz, olayları, olduğu
gibi, ayrıntılarıyla tanıtmak ve nitelendirmek ister.
Dinler Tarihi'nde, nitelendirici metot yanında, karşılaştırma metoduna da
başvurulur. Dinlerde çeşitli fenomenler bulunur.
Bu fenomenlerin belirlenmesi, fenomenolojik metoda bağlıdır.
Fenomenolojik me-todla belirlenen "fenomen'ler, karşılaştırma metodu ile
karşılaştırılabilir.
· E.
DİNLER TARİHİNİN DİĞER BİLİM DALLARIYLA İLGİSİ
Modern bilginler, bilimleri sınıflandırırken, din ile ilgili bilim
dallarını bir anabölüm altında biraraya getirmişlerdir.
Daha sonra "Din Bilimleri" başlığı altında toplanacak bu bilim
dalları; Dinler Tarihi, Din Fenomenolojisi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi ve
bazı bilginlere göre Din Felsefesinden oluşur.
Orta Çağlarda Kilise tek otorite idi. Kilise, Hiristiyanlık dışındaki
dinlerle ilgilenilmesine izin vermiyordu. Sömürgecilik sonucu Batı, temasa
geldiği toplumların, ilkel kabilelerin dinlerini incelemeye başlamış, Kiliseye
karşı gerçekleştirilen reform sayesinde serbest araştırma imkânları doğmuştur.
Böylece evrimcilik cereyanı moda haline gelmiş, bu etkilerle dinin kaynağı
hakkında tezler ileri sürülmüş ve tartışmalar başlamıştı. Dinin kaynağı
konusundaki bu tartışmalar, ileride üzerinde durulacağı gibi, evrimcilik ve
diğer tezlerin ilk heyecanının geçmesi ve karşı tezlerin ortaya atılmasıyla,
dinin ilmî ve tenkidî bir şekilde incelenmesinin gerektiğini ortaya koymuştur.
Bu ilmî ve tenkidî araştırmaları yürütebilmek için üniversitelerin bünyesinde
Dinler Tarihi kürsüleri, araştırma enstitüleri kurulmuş; bu, yukarıda adı
verilen diğer bilim dalları için de tekrarlanmıştır. Bu bilim dallarında
zamanla yapılan çalışmalar gelişmiş ve din probleminin çeşitli veçhelerini
aydınlatmaya dayanan bu bilim dallarının arasındaki yakınlık göz önünde
tutularak, bunlar Din Bilimleri başlığı ile bir çatı altında toplanmıştır.
Dinler Tarihi ile aynı Din Bilimleri çatısı altında bulunan diğer bilim
dalları üzerinde de kısaca durmakta fayda vardır.
Din Fenomenoloiisi: Fenomen, görünen şeydir. Fenomenoloji, görünen şeyin sistematik olarak
tartışılmasıdır. Dinin görünen, dışa akseden yönlerini sistematik olarak
inceleyen bilim dalı da Din Fenome-nolojisidir. Din Fenomenolojisi, tarihî
gelişmesini dikkate almaksızın, dinî olguları, görünen yönleriyle konu edinir.
Çeşitli dinlerin ibadet ve âyinlerini, kutsal yer, zaman, eşya ve şahsiyetlerini
inceler, ortak noktaları bulmaya çalışır. Bununla beraber dinde görünmeyen
şeyler de bulunmaktadır. Bunlar da bir zemine yerleşip kendilerini
hissettirdiklerinde, tezahürleri ortaya çıktığında inceleme konusu olmaktadır.
Din Fenomenolojisi, dinî duygunun ve bu duygunun tezahürlerinin hemen hemen
bütün dünyada birbirine benzediğine işaret eder; bütün dinlerin aslının ve
gayesinin bir olduğunu isbat etmeye çalışır, bunun yanında, dinî rumuzlarda
gizli olan manayı ortaya çıkarmaya ve mecazî sözlerin kutsal anlamını çözmeye
uğraşır.
Din Fenomenolojisi, materyelini Dinler Tarihi'nden alır. Ancak o, bu
materyelini tarihî olmaktan ziyade sistematik bir açıdan değerlendirir. Böylece
dinî prensipleri, dinî fenomen ve gelişmeleri karşılaştırır. Din
Fenomenolojisi, diğer din bilimleriyle bazı noktalarda birleşmesine rağmen, bir
bilim dalı olarak, ayrıldığı yönler de vardır.
Din Sosyolojisi: Din-toplum münasebetlerini, bu münasebetlerden doğan olayları ve dinî
grupları inceler. Dolayısiyle bu bilim dalı, sosyal dinî kurumlan, dinin
devlet, millet, aileye karşı tutumunu, din alanında meydana gelen sosyolojik
olayları, çeşitli dinî cemaatlerin toplumla olan münasebetlerini konu edinir.
O halde,Din Sosyolojisinin konusu, toplumun ana şekilleri ve dinin
dış belirtileri ile sosyolojik süreçler, bunların yapı ve kanunlarıdır. Diğer
bir anlatımla bu bilim dalı, tarih boyunca özel ve müşahedeye dayanan din ve
toplum araştırmalarını; dinin sosyal hayattaki tezahürlerini konu edinir.
Din Sosyolojisi, bir yandan toplum, öte yandan din bilimlerine dayanır; bu
iki ayak üzerinde köprü kurmaya çalışır.
Din Sosyolojisi, dinin teorik, pratik ve sosyolojik anlatımlarını
incelerken Din Psikolojisi ve Karşılaştırmalı Dinler Tarihi ile konusunu
paylaşır. Tabiî ve dinden doğan grupları incelerken, Din Bilimlerinin genel
verilerinden ve toplum bilimlerinden yararlanır. Yine dinî gruplardan olan
cemaat, mezhep, tarikat ve gizli cemiyetler de Din Sosyoloji-si'nin konuları
arasındadır.
Din Psikolojisi: Bu bilim dalı, modern psikolojiye paralel olarak gelişmiş ve onun bir
dalı haline gelmiştir. Din Psikolojisi her şeyden önce, insana ait dinî hayatın
çeşitli yönlerini psikolojik açıdan ince.ler. Yani Din Psikolojisi dinin
psikolojik yönünü, ferdin dinî tecrübesini ve tecrübenin çeşitli tezâhürlerini
açıklamaya çalışır. Dolayısiyle o, dinin insan ruhundaki temel özelliklerini,
davranışlara etkilerini konu edinir. Ruh-beden ilişkisi ile çevre-kültür
etkilerinin bütünlüğü içinde ele alınan dinî inanç, fertlerin iç dünyasında
çeşitli gelişmeler gösterir. Bu sebeple, Din Psikolojisi, dinî yetenekten
başlayarak insan tiplerini dikkatlice inceleyip özel tipolojiler tesbit eder;
büyük dinî şahsiyetlerin iç hayatlarını ele alarak onların ruhî halleriyle
uğraşır. Öte yandan kişinin dinî duygu, düşünce ve yaşayışını konu edinir.
Fertte din duygusunun nasıl doğup geliştiğini, ihtida ve inkâr olaylarını,
dinden doğan ruhî gerginlikleri ve şüpheleri inceler.
Din Psikolojisi, genel psikolojinin bütün metodlarından faydalanarak kendi
alanına giren konuları inceler. Bu bilim dalı, dindarlığın fert ruhundaki
gelişim seyrinin araştırılmasında genel psikolojideki temel prensiplerden,
verilerden hareket eder, anketlerden, testlerden, gözlemlerden faydalanır.
Din Felsefesi: Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi gibi konusu "din" olan Din
Felsefesi, "din"i felsefî açıdan inceler. Bu inceleme sırasında aklî
ve tarafsız bir yol tutar. Bu bilim dalı, Tanrı inancına felsefî bir temel
bulmaya çalışır. Dolayısiyle Din Felsefesi alanında çalışanların gayesi, dinin
hak veya batıl olduğu meselesiyle uğraşmak değil, dinî hükümlerin mantığını
ortaya koymaktır. Bu gaye ile onlar, en başta Allah'ın varlığı ile ilgili
delillerin tenkit ve tahlilini yapar, bunların ne ölçüde tutarlı ve başarılı oldukları
üzerinde durur.
Din Felsefesi'ni diğer din bilimlerinden ayıran, ondaki hüküm verme
özelliğidir. Diğer din bilimleri, nitelendirici metoda dayanarak dinî
meseleleri açıklamaya çalışırken; Din Felsefesi, onların vardıkları sonuçlardan
geniş ölçüde yararlanır ve bu sonuçların ışığı altında bir takım hükümlere
ulaşır. Hattâ Din Felsefesi, dini konu edinen bilim
dallarımı! vardıkları sonuçları ve bu sonuçlara varmak için onların
kullandıkları metodları hakkında da hüküm verir.
Din Felsefesi, dinin mâhiyetini, insanın dinî hakîkatlarla alâkasını konu
edinir. Bu bilim dalının ele aldığı konuların başında Allah'ın varlığı,
sıfatları, Allah-âlem ilişkisi, yaratma, âlemin gayesi, yeniden dirilme,
peygamberlik ve vahiy gibi geniş ölçüde metafizik bir karakter taşıyan
meseleler yeralır. Ayrıca ilim-iman, ilim-din, din-kültür (din-sanat,
din-siyaset, din-dil edebiyat), dinî tecrübe, dinî şuur vb. gibi hususlar da bu
bilim dalının uğraştığı meseleler arasındadır.
Dinler Tarihinin bu belirtilenler ile yakın ilgisi dışında, destek aldığı
birtakım bilim dalları daha vardır. Bunların başında tarih gelir. Tarih, yer ve
zaman göstererek geçmişteki olayları ele alan bir bilim dalı olması itibariyle,
gerek geçmişteki dinler ve gerekse yaşayan dinlerin tarihî gelişmesi bakımından
Dinler Tarihine malzeme verir.
Dinî metinlerin değerlendirilmesi dile bağlıdır. Bu bakımdan, Dinler
Tarihinin destek aldığı diğer bir bilim dalı da Filolojidir. Ayrıca Mitoloji,
Etnoloji, Arkeoloji, Sanat Tarihi, Folklor ve benzeri bilim dallarından da
Dinler Tarihi araştırmalarında faydalanılır.
· F.
DİNLER TARİHİNİN ÖNEMİ, LÜZUMU VE GELİŞMESİ
· 1.
Dinler Tarihinin Önemi ve Lüzumu
Günümüzde, çeşitli sebeplerle diğer dinleri öğrenmek, bir aydın için
kaçınılmaz bir vazife haline gelmiştir. Çünkü onun genel kültürü içinde, Dinler
Tarihi kültürüne de ihtiyacı vardır.
Dinler Tarihi, çeşitli dinleri en doğru biçimde öğreten bir bilim
dalıdır. Dinler Tarihi sayesinde, din olgusu karşılaştırılmalı olarak daha
iyi anlaşılabilir.
Günümüzde insanlar ve toplumlar, bir yandan birbiriyle yakın ticâri,
iktisâdî, siyâsî, kültürel, askerî, dinî münasebetler içindedir. Bu
münasebetlerin sağlıklı bir şekilde yürümesi, dinî inançların bilinmesi ve ona
göre davranılmasına bağlıdır. Öte yandan basın-yayın, seyahat, sportif
faaliyetler vb. vasıtalarla insanların birbirleri hakkında bilgi edinme yol ve
imkânları artmıştır. Bütün bunlar sonucunda diğer inançlar ve hattâ geçmişteki
insanların inançları da merak konusu olmuştur. Bunun yanında dinlerarası rekabet,
misyoner faaliyetleri, insanları hem kendi dinlerini, hem de diğer dinleri daha
iyi öğrenmeye itmiştir. Şurası bir gerçektir ki, bir dini savunmak, diğer
dinleri iyi bilmeye bağlıdır. Aksi takdirde başarıya ulaşmak mümkün değildir.
Bundan dolayıdır ki Şehristanî, "el Milel ve'n-Nihal" adlı eserini,
"okuyanlara ibret, bundan ibret alanlara da bir ışık olsun diye bir özette
topladım" demektedir (3).
Nedvî, özet olarak, bunun önemini şöyle belirtmektedir: "Mukayeseli
çalışmaya olan ihtiyaç büyüktür. Çünkü Müslüman, mukayese yapmadıkça, Islâm'ın
ve bu ebedî ve kâmil din kanalıyla Allah'ın kendisine verdiği nimetin değerini
bilemez. Müslüman, Islâm'ın ibadet ve inanç esaslarını diğer dindekilerle
mukayese etmedikçe, Islâm'a olan şükür ve övgüyü hakkıyla takdir edemez".
Nedvî, ayrıca Hz. Ömer'in "Islâm'ın içinde büyüyüp de Cahiliye Dönemi'ni
bilmeyen bir kimse Islâm'ı merhale merhale bozabilir" dediğinin rivayet
edildiğini de kaydetmektedir (13)
Kanunî'nin, Süleymaniye Camiî Vakfiyesi'nde, Süleymaniye Camii imamında
aranacak vasıflar arasına, "Islâm'ın yüce gerçeğini ortaya koyabilmesi
için mukayeseli dinler ve dinler tarihini bilecektir" şartını da koyduğu
belirtilmektedir (14). Bu, dört asır önce bile Dinler Tarihi'nin öneminin
kavrandığının delilidir. Bunun için bütün dinleri olduğu gibi vermeye çalışan
Dinler Tarihi'nin ve Karşılaştırmalı Dinler Tarihi'nin önemi ve lüzumu
ortadadır.
Dinler Tarihi alanında ilk ve önemli çalışmaları yapanların Müslüman
bilginler olduğunu görmekteyiz. Çünkü onlar bu konuda Kur"ân-ı Kerimi
örnek almışlardır. Kur'an-ı Kerim'de diğer dinler hakkında bilgi verilmektedir.
Müslümanların, Kur’ân-ı Kerim'de zikredilen diğer dinlerle ilgili bilgileri
hakkıyla anlayıp değerlendirmeleri de yine ancak Dinler Tarihi sayesinde mümkün
olabilir.
Müslümanların diğer dinlerle ilgilenme sebeplerini şöyle sıralamak
mümkündür:
· 1.
Islâm'ın yayılması sonucu Müslümanların hâkimiyetleri altında bulundurdukları
veya komşu oldukları toplulukların inançlarını öğrenme ihtiyacının doğması,
· 2.
Islâm'ı diğer din ve inanç sahibi milletler arasında yayabilmek için onların
sahip oldukları dinlerin öğrenilmesi ve Islâm'ın üstünlüklerinin ortaya
konulabilmesi,
· 3.
Müslüman olanlar arasında eski inançlarını devam ettirenlerin bulünması
sebebiyle bu inançların kaynaklarının Islâm öncesine dayandığının
gösterilebilmesi,
· 4.
Diğer din ve mezheplerin İslâm inanç esaslarını bozmak yolundaki faaliyetleri
karşısında İslâm'ın savunulabilmesi, diğer din ve inançların yanlış ve eksik
noktalarının ortaya konulabilmesi,
· 5.
Kur'ân'ın kendisinden öncekileri tasdik etmesi, her kavme uyarıcı
gönderildiğini ve onların "Islâm çizgizi" üzerinde bulunduklarını
bildirmesi şeklindeki bilgilerin izah edilebilmesi ve değerlendirilebilmesi,
Ç. İslâmî müsamahanın gösterilebilmesi ve anlatılabilmesi,
7. Kur'an-ı Kerîmin, diğer İlâhî kutsal kitaplarda Hz. Muhammed'in
geleceğinin yazılı olduğunu haber vermesi dolayısıyle, hem bunun tetkiki ve hem
de bu hususa diğer din mensuplarının dikkatinin çekilmesi.
· 2.
Dinler Tarihinin Gelişmesi
İnsanlar başkalarının inançlarını merak eder, araştırıp öğrenmek ister. Bu
bilgiyi ilk defa eski Yunan ve Roma yazarlarında görüyoruz. Bunlardan Heredot
(M.Ö.V. Yüzyıl;, araştırma yaptığı milletlerin dinleri hakkında bilgi
vermiştir. Bu merak Ortaçağ Avrupasında da vardı. Ancak diğer dinlerden söz
eden yazarlar, Hıristiyanlar kapılmasın diye o dinleri kötüleme yolunu tercih
ediyorlardı. Bu ölçüsüz gidişe son veren Müslüman yazarlar olmuştur. Böylece
dünyadaki çeşitli dinler hakkında bilgi verilmiş ve bu bilgiler, bugün için de
malzeme teşkil etmiştir.
Günümüzdeki modern Dinler Tarihi çalışmalarının başlangıcı bir buçuk yüz
yıla yakın bir süreye dayanmaktadır. Aslında bu devreyi Islâm Âlemi ve
Batı'daki bazı çalışmalar hazırlamıştır. Bu çalışmaların gelişmesi özet olarak
şöyledir:
· a.
İslâm Âleminde Dinler Tarihi Çalışmaları
Islâm Âlemindeki Dinler Tarihi ile ilgili çalışmalar açıklanmadan önce bu
konuda ilk kaynağın Kur'ân-ı Kerîm olduğu belirtilmelidir. Çünkü Kur'an'da
"Ehi-i Kitap" deyimi kullanılmakta, Yahudilik, Hıristiyanlık üzerinde
durulmakta, Hanîflik, Sabiîlik, Mecusîlik ve Putperestlikten de
bahsedilmektedir.
Hicrî ilk yüzyılda dinî tartışmaları ihtivâ eden "makale"ler
(daha sonraları "makâlât"), ikinci yüzyıldan itibaren de diğer
dinlerle ilgili "reddiye" ler yazılmıştır. Takip eden yüzyıllarda
fırka-mezheplerle beraber diğer dinlerden de bahseden "el-fırak"
(fırkalar), "er-redd", "ed-diyânât" (dinler) ve "ei-milel"
(milletler) tarzında eserler ortaya çıkmıştır. Bunlar, sonunda, "el-Milel
ve'n-Nihal" şekline dönüşmüştür. Milel, hak dinler; nihai
(dinler-mezhepler), bâtıl dinler karşılığında kullanılmıştır.
Islâm Âlemi'nde Dinler Tarihi ile ilgili olarak yazılmış çok sayıda eser
vardır. Bunlardan birkaç örnek verelim: "el-Fırak" tarzında
el-Bağdâdî'nin (Ebu Mansûr Abdulkâhir el-Bağdâdî, Ö. 429/1038) "el-Fark
Beyne'l-Fırak" ; "el-Milel ve'n Nihal" tarzında el-Bakiilânî'nin
(Kadı Ebu Bekir, Ö.403/1012) "El-Milel Ve'n-Nihal"ı, îbn
Hazım'ın (Ebû Mu-hammed Ali b.Hazm. Ö.456/1064) "Kitâbu'l-Fasl
fi'l-Milel Ve'l-Ehvâi Ve'n Nihal"ı; el-Esferâinî'nin (Ebu'l Muzaffer,
Ö.471/1078) "el-Milel Ve'n-Nihal"i ve Şehristânî'nin (Ebu'l-Feth
Muhammed b. Abdilkerîm eş-Şehristânî Ö.548/1183) "e!-Milel
Ve’n-Nihal" adlı eserleri, içinde çeşitli dinlere yer veren önemli
kaynaklardır. "ed-Diyânât" tarzında Haşan b. Musa en-Nevbahtî’nin (Ö.
298/910) "el-Ârâu ve'd-Diyânât"; "el-edyân" tarzında
Ebu’l-Maâlî Muhammed b. Ubeydullâh'ın (Ö. 485/1092)" Beyânu'l-Edyân"ı
Islâm Âlemindeki genel anlamda ilk Dinler Tarihi çalışmaları sayılabilir.
"er-Redd" tarzında yazılmış çok sayıda eser vardır. Bunlara Gazâlî'nin
(Ö.505/1111) "er-Reddü'l-Cemîl" i misal olarak verilebilir. Bütün bu
çalışmalar yanında yalnız Islâm öncesi Arap müşrikliğini konu edinen Ibn
Kelbî'nin (0,204 ? 206/819-821)" Kitâbu-I Esnâm" ı zikre değer
bir çalışmadır.
Islâm Âlemi'nde Karşılaştırmalı Dinler Tarihi alanında da kayda değer
çalışmalar yapılmıştır. Bunların en başta geleni el-Bîrûnî'nin (el-Beyrûnî)
(Ebur-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Birûnî, Ö.440/1048 sonrası, muhtemelen
453/1061) "el-Âsâru'l-Bâkiye" ve "Kitâbu't-Tahkîk mâ
li'l-Hind" adlı eserleridir.
Bunların yanında Ibn Nedim'in (Ö.380/990) "Fihrist'i; Muhammed
· b.el
Huzeyl'in (Ö. 226/840) "Kitâbu'l-Mecûs ve "Kitâbu's Saneviyye"
si; Ebu'l-Abbâs Ahmed b. Muhammed es-Serahsî'nin (Ö.286/899) "Risâle fî
Vasfı Mezâhibi's-Sâbiîn'i; Ebû Zeyd el-Belhî'nin (Ö.300/941) "Kitâbu
Şerâyii'l-Edyân'ı; Abdullah b. Mukaffâ'nın (Ö. 142/759) eski Iran dinleriyle
ilgili tercümeleri vardır. Ayrıca Arapça yazılmış çok sayıda Dinler Ta-rihi ile
ilgili eserlere rastlanmaktadır (4).
b. Batıda Dinler Tarihi Çalışmaları
Batı'da modern anlamda Dinler Tarihi çalışmaları Maks (Max) Müller
(1823-1900) ile başlamıştır. Maks Müller, 1856'da "Karşılaştırmalı
Mitoloji" ve 1870'de yayınlanan "Dinlerin Esası ve Gelişmesine Ait
Ders Notları" adlı eserleri ile diğer dinleri inceleme yolunu açmış ve
büyük ilgi görmüştür. Ingiltere'de yerleşmiş, Oxford Üniversitesinde Dinler
Tarihi dersleri vermiş olan Alman asıllı Maks (Max) Müller,"Doğu'nun
Kutsal Kitapları Tercüme Serisi"ni başlatmış, ilk defa "Din
Bilimleri" deyimini kullanmıştır. O ve takipçileri, dinlerin ilmî
incelenişinde filolojiyi anahtar kabul etmiş ve dinin özüne ancak dil
araştırmaları yoluyla gidilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Daha sonraki yıllarda Hollanda'da C.P. Tiyel (Tiele) ve Şantopi dö la Sosi
(Chantepie de la Saussaye), bu alanda önemli çalışmalar yapmışlardır. Böylece
zamanla Paris, Brüksel, Roma gibi merkezlerde Dinler Tarihi, üniversite ders
programları içinde yer almıştır.
XIX. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Dinler Tarihi alanında yapılan
çalışmalar zamanla gelişmiştir. Günümüze kadar gerek doğrudan doğruya bu alanda
ve gerekse karşılaştırmalı veya fenome-nolojik alanda yapılan çalışmalar
dikkati çekmektedir. Bu devrede, çeşitli ülkelerde zikredilen alanlarda bir
hayli bilgin yetişmiştir. Bunlar arasında R. Pettazzoni, M. Elyad
(Eliade), Van der Löv (Leeuw) başta olmak üzere, R. Otto, G.Menşing
(Mensching), J. Vah (Wach), F. Hay-ler (Heiler), G. Dumezil, E.G. Parrinder,
S.G.F. Brandın (Brandon), Erik F. Şarp (Eric F. Sharpe), Ninian Smart, M.
Kitagavva, R.C. Zaeher, Ugo Bianchi, W. Cantvvell Smith, Ake V.Strom, Hans J.
Schoeps ve Michael Pye'yi sayabiliriz. Bati'da Dinler Tarihi ve
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi çok ilgi görmüş;, çeşitli üniversitelerde
kürsüler kurulmuş ve ilmî dergiler çıkarılmaya başlanmıştır.
· c.
Ülkemizde Dinler Tarihi Çalışmaları
Islâm Âlemi ve Batı'daki Dinler Tarihi çalışmalarından yararlanarak Osmanlı
İmparatorluğunun son devresinde bu alanda bazı çalışmalar yapılmıştır. Aslında
Islâm Âleminde yerleşmiş "Milel-Nihal" ve "Kasas-ı Enbiyâ"
tarzındaki eserlerin tercüme geleneği XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Sonunda yenileştirme hareketleri çerçevesinde kurulan Dârulfünûn Edebiyat
Fakültesinin 1874 yılı ders programında, Tarih-i Umumî ve Din-i Esâtîri'l Evvelin
dersi bulunmaktadır.
II. Meşrutiyetten sonra 1911'de "Ulûm-ı Şer'iyye dersleri arasında 6
saat "Târîh-i Dîn-i Islâm" ve "Târîh-i Edyân" dersleri
birlikte programda yeralmıştır. 1914'de "Ulûm-i Şer’iyye Şubesi"nin
Medresetu'l Mütehassısîn’e dönüştürülmesinden sonra "Kelâm, Tasavvuf ve
Felsefe Şu'besi"nin ders programında da "Târih-i Edyân" vardır.
1918'de Medresetu'l-Mütehassısîn Medrese-i Süleymâniyye'ye çevirildiğinde
"Hikmet ve Kelâm Şu’besi"nde yine bu ad altında Dinler Tarihi
okutul-muştur.
Tevhîd-i Tedrisat Kanunu çıkınca, Medrese-i Süleymâniyye llâhiyat Fakültesi
adını almıştır. Bu ilk İlahiyat Fakültesinin ders programında "Türk
Târîh-i Dînîsi" ve Târîh-İ Edyân" bulunmaktadır. 1933'de llâhiyat
Fakültesinin kapatılmasından sonra kurulan Islâm Tetkikleri Enstitüsünde,
"Türk Dinleri ve Mezhepleri Tarihi", "Umumi binler Tarihi"
dersleri vardır. 1936'da bu Enstitü de kapatılmıştır. 1949'da Ankara İlahiyat
Fakültesi, daha sonra Imam-Hatip Okulları, Yüksek Islâm Enstitüleri ve Erzurum
İslâmî İlimler Fakültesi açılmıştır. Günümüzde Yüksek Islâm Enstitüleri de
llâhiyat Fakültesine çevrilmiştir. Halen, açılmasına karar verilenler dışında,
Türkiye'de dokuz llâhiyat Fakültesi vardır. Bütün bu belirtilen orta ve yüksek
dereceli eğitim kurumlannda "Dinler Tarihi" dersi yeralmaktadır.
Dinler Tarihi alanında ülkemizde yayınlanmış belli başlı eserler ve
yazarları şunlardır:
· 1.
Şemseddin Sami, Esâtîr (1878).
· 2.
Ahmet Mithat Efendi, Târîh-i edyân (1911).
· 3.
Mahmud Es'ad b. Emîn Seydişehrî, Târîh-i Edyân (1912-1915)
· 4.
Es'ad, Târih-i Edyân, İstanbul (1911-1912).
· 5.
M. Şemseddin (Günaltay), Târîh-i Edyân (1922).
· 6.
H. Ömer Budda, Dinler Tarihi (1935).
· 7.
Ömer Rıza Doğrul, Yeryüzünde Dinler Tarihi, İstanbul (1947).
· 8.
Annamari Şimel (Annemarie Schimmel), Dinler Tarihine Giriş, Ankara (1955).
· 9.
Mehmet Taplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi (1966).
· 10.
Hüseyin G. Yurdaydın-Mehmet Dağ, Dinler Tarihi (1978).
· 11.
Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, (1983).
BİRİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI
· 1.
Bkz. Fetih 28; Saff 9; Tevbe 29-33
· 2.
Bkz. En'am 161; Rum 43; Tevbe 36; Yusuf 40
’ 3. Bkz. Nur 2; Nasr 2
· 4.
Bu konuda bkz. Tevbe 29, 33; Gâfir 26; Âl-i Imrân 19, 85; Enfâl 39; Nasr 1-3
· 5.
Seyyid Şerif Cürcânî, Ta'rifât, İstanbul H. 1253, 72
.6. Abdusselâm el-Eknî, Cevheretü’t-Tevhid Şerhi
· 7.
Muhammed Ali el-Fârûkî et-Tahânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Kahire 1963,
II/305
· 8.
Bkz. H. Akseki, Islâm, İstanbul 1943, 1-16
· 9.
Gazâlî, Ihyâu Ulûmi'd-Din, Mısır 1967, IV/531
· 10.
Elmalılı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1/90
· 11.
Bkz. J. Wach, Sociology of Religion, Chicago 1951, 130; Paris 1951, 130; G.
Mensching, Şociologie Religieuse, Paris 1951, 10-21; A. Schimmel, Dinler
Tarihine Giriş, Ankara 1955, 3
· 12.
Bkz. Ibn Hazm, "Kitâbu'l-Fasl fi'l-Milel Ve'l-Ehvâi Ve'n-Nihal" ve
Şehristanî, "el-Milel ve'n-Nihai"
· 13.
Ebu'l Hasen Ali El-Hasenî en-Nedvî, el-Erkânu'l-Erbeâ, Beyrut 1968, 8
· 14.
Bkz. Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, Ankara 1981, 194. (Biz, Kemal Edip
Kürkçüoğlu tarafından hazırlanmış "Süley-maniye Vakfiyesi" Ankara
1962 isimli eserde Dinler Tarihi ile ilgili şartları bulamadık).
I. BÖLÜMÜN BİBLİYOGRAFYASI
· -
A. Hamdi Akseki, İslam, İstanbul 1943, 1-16
· -
Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir 1987, 1-14 vd.
· -
Ugo Bianchi, The History of Reiigion, Leiden, 1975, 1-27, 36, 62, 66 vd.;
· -
Seyyid Şerif Cürcâni, Ta'rifat, İstanbul 1253, 72
· -
A Dictionary of Comparative Reiigion, neşr. S.G.F. Brandon, London 1970 (Bkz.
Religionsgeschichte, Comparative Reiigion, Phenomenology of Reiigion,
Philospohy of Reiigion, Sociology of Reiigion Pychology of Reiigion mad.)
· -
D.B. Mc Donald, "Din", İslam ansiklopedisi, ist.
1963., II/590-591
· -
Dictionnarie des Religions, Bas. Dir. Paul Paupard, France 1983, 1421-1435,
1552
· -
Henry Dumery, Phenomenologie et Religions, Paris 1962, 4-6, 77-78.
· -
Mircea Eliade, La Nostalgie des Religions, Editions Gallimard 1971,
17-77 (Ing. The Ouest-History and Meaning in Reiigion, Chicago 1969,
12-37.) Bu eser, Mehmet Aydın tarafından "Dinin Anlamı ve Sosyal
Fonksiyonu" başlığıyla Türkçe'ye tercüme edilmiş ve 1990 yılında Kültür
Bakanlığı yayınları arasında çıkmıştır.
· -
Encyclopedia of Reiigion and Ethics, neşr. J. Hastings, New York 1951
· -
Robert S. Ellvvood, VVords of the Worlds Religions, New Jersey 1977, 4-19 ,
· -
Gazalî, Ihyâu Ulumi'd Din, Mısır 1967, IV/531
· -
M. Şemseddin (Günaltay), Tarih-i Edyan, İstanbul 1338, 3-13,
26-39
· -
The History of Religions, neşr. M. Eliade-M. Kitagavva, Chicago 1973.
· -
Historie des Religions, Editions Gallimard 1971, I/3-59
· -
Ibn Manzur, Lisanu'l Arab, Beyrut 1958, Xlll/169-171
· -
Râgıp el-lsfehâni, Müfredat, Kahire H. 318, II/26-27.
· -
Toshiko Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, Çev. Süleyman Ateş, Ankara 1975,
187-217.
· -
Ahmet Mithad, Tarih-i Edyan, İstanbul 1911, 2-13
· -
Ebu'l Alâ el-Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, Ter. O. C acı-l.
Kaya, İstanbul 1982, 109-122.
· -
Ebu'l Hasen Ali el-Haseni en-Nedvî, el Erkânu’l-Erbea, Beyrut 1968, 8.
· -
G. Mensching, Sociologie Religieuse, Paris 1951, 10-21.
· -
Michael Pye, Comparative Religion, London 1975, 220-251.
· -
Salamon Reinach, Histoire Generale des Religions, Paris 1976, 1-5
· -
Helmer Ringgren-Ake V. Ström, Religions of Mankind, Çev. N.L. Jensen, London
1966, XVII.
· -
Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, 13-18
· -
Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 3-7
· -
Ninian Smart, The Phenomenon of Religions, Gr. Britaîn 1978
· -
H. Joachim Schoeps, An Intelligent Person's Guide to the Religions of Mankind,
Çev. R-Clara VVinston, London 1967, 3-5, 48
· -
Eric J. Sharpe, 50 Key VVords-Comparative Religions, Gr. Bri-tain 1971, 52-54
· -
Mahmud Es'ad b. Emin Seydişehri, Tarih-i Edyân, İstanbul 1911-1914, 3-12
· -
Ebu'l Feth Muhammed b. Abdulkerim es-Şehristanî, el-Milel Ve'n Nihal, Kahire
1975
· -
Muhammed Ali El-Faruki et-Tahanevi, Istılahatu'l Fünun, Kahire 1963, II/305.
· -
Marguerite-Marie Thiollier, Dictionnaire des Religions, Belgique 1982, 312-313.
· -
Hikmet Tanyu, "Türkiye'de Dinler Tarihi'nin Tarihçesi" A.Ü. İlahiyat
Fak. Der. Ankara 1961, VIII/109-124.
· -
Zeki Velidi Togan, Tarihte Usul, İstanbul, 1969, 6-23
· -
Günay Tümer, "Çeşitli Yönleriyle Din", A.Ü. İlahiyat Fak. Der. Ankara
1986. XXVIII/213-267.
· -
The Üniversel Jewish Encyclopedia, New York, 1948, IX/125 vd.
· -
G. Van Der Leeuw, La Religion dans son Essence et ses Ma nifestations
(Phenomenologie de la Religions), Ter, Jacques Marty, Paris 1970, 654-79.
· -
J. Wach, Sociology of Religion, Chicago 1951, 130.
· -
Elmalılı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1/90
İL BÖLÜM
A. DİNİN KAYNAĞI HAKKINDA DEĞİŞİK
GÖRÜŞLER:
Dinin nasıl başladığını, Kutsal Kitapların verdiği bilgiler dışında, ortaya
koyacak bir belge yoktur ve İlmî yollarla bilebilmek de mümkün değildir.
Bilinebilen, nerede insan varsa orada dinin olduğudur. Tarih boyunca ve
insanların en eski kültürlerinin karanlık zaman diliminde din, insan hayatının
her tarafına yayılmış ve onun ayrılmaz bir vasfı olmuştur. Bundan dolayı insan
hayatı ve insanlık tarihini anlamak dini anlamakla bir tutulmuştur. Din Bilimi,
geçmişte de, günümüzde de dinsiz bir topluma rastlamamıştır. Fert plânında
dinsiz kimselerin bulunmuş olması bu kuralı değiştirememiştir. Bunun için din,
insanla beraber varolmuş ve insanla beraber de varlığını sürdürecek bir
"kurum" olarak görülmektedir.
Toplum hayatının vazgeçilmez ana unsuru haline gelmiş olan dinin kaynağı
meselesi, bilim adamlarını meşgul etmiştir. XIX. Yüzyılın ikinci yarısından
sonra Darvvin'in evrim nazariyesinden etkilenerek dinin kaynağı hakkında da
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Darvvin'in "Türlerin Kaynağı"
başlıklı eseriyle 1859'da başlayan materyalist ve po-zitivist propaganda, Ogüst
Komt (Auguste Comte) ve L. Buhner (Lud-vvig Buchner) ile doruk noktaya
ulaşmıştır.
Dinin kaynağı hakkında kutsal kitapların verdiği bilgilerin dışında bir
bilgi yoktur. Kutsal kitaplar, dinin kaynağını ilk insana ve dolayısıyla onu
yaratan Allah'a bağlamaktadır. Aydınlanma Devri filozofları da çeşitli dinlerin
bir ilk dinden oluştuğunu ve din duygusunun insanda tabiî olarak bulunduğunu
savunmuştur.
Antropolog Edvard Börnet Taylır (Edvvard Bürnette Tylor), 1871'de
yayınladığı "Primitive Culture" (İlkel Kültür) başlıklı kitabıyla,
dinin başlangıcının "Animizm"e dayandığı nazariyesini ortaya
atmıştır.
Bu nazariyesinde, dinin kaynağının Animizm olduğunu, Atalara Tapınma,
Fetişizm ve Büyü gibi inançların ondan doğduğunu ileri sürmüştür. Onun Animizm
Nazariyesine göre uyku, rüya ve nefes alma gibi durumlarda bedeni yöneten ve
ölüm ile ondan ayrılan manevî, hayat verici bir cevher vardır. Bu cevher ilk
insan tarafından hareket eden, canlılık gösteren ırmak, Güneş, Ay, ağaç gibi
varlıklarda da var kabul edilmiştir. Böylece insan; onlara korkusu, saygısı,
ihtiyacı ölçüsünde tapınmaya başlamıştır. Önce bedenden ayrı bir ruh fikrine
ulaşan insan, sonra çevresindeki hayvan ve maddelere, daha sonra da tabiî
olaylara bu düşünüşünü uygulamıştır. Buradan çoktanrıcılık (Politeizm)
doğmuştur. Bir çok tanrının kuvvetinin bir tek tanrıya verilmesiyle
de tektanrıcılık (monoteizm) meydana gelmiştir.
Animizmin politeizmin kaynağı olduğunu kabul etmekle beraber, animizmden
önce bir ilk safhanın bulunduğunu kabul eden diğer bir evrim nazariyesi
"animatizm" adını alır. Animatizm, bir taraftan maddelerin husûsî bir
kuvvete sahip olduğuna, diğer taraftan ruhlara inanılmasıdır. Bu terim, bütün
tabiatın canlı olarak kabul edildiğini ifade eder. Bu nazariyeye göre ilkel
insan, ayrı ayrı varlıklara şahsiyet kazandırmadan önce, bütün âleme yayılan
tek bir hayat veren "güç" düşünmüş olmalıdır. Böyle bir kavram,
"mana" fikri ile desteklenmiş görünmektedir. Taylır'ın öğrencisi olan
R.R. Marett'in, 1909'da, yayınladığı "Dinin Başlangıcı" adlı
kitabında, ilk defa açıklanan bu nazariyesinde, dinin kaynağının, şahsiyeti
bulunmayan umûmî dinamik güçte aranması tavsiye edilmektedir. Bu güç için
bilginler mana deyimini kullanmaktadır.
Ingiliz Filozofu H. Spensır (Herbert Spencer), ilkel kabîle dinlerinin
kaynağının korku sonucu "atalara tapınma" olduğunu ileri sürer. H.
Spensir, sosyolojik delillere dayanarak, hayat korkusunun dinlerdeki üstün
yerine işaret eder. Bu korkunun atalara ibadeti, atalara ibadetin de diğer
bütün ibadet şekillerini geliştirdiğini ve tanrıların sivrilen veya kahraman
olan atalardan seçildiğini savunur; her dinde atalara saygının yer aldığını
göstermeye çalışır. Iskoç W.R. Simit (Smith)ve S. Reynah (Reinach) gibi
bilginler, evrimi totemcilikten başlatırlar. Aslında psikolog olan Z. Fröyd'ün
(Freud) dinin kaynağı ile ilgili bir nazariyesi varuır. Fröyd, "Totem ve
Tabu" adlı kitabında totemciliği psikoanalitik açıdan ele alır.
Totemcilik, klan üyelerinin kendilerinin "totem" denilen bir hayvan
veya bitkiden geldiklerini sanıp onu kutsal kabul etmeleridir.
Totemci görüşe göre, bütün insanlar, bir noktada, bu merhaleden
geçmişlerdir. Çeşitli kabileler, kendilerini belli bir hayvan veya bitki
(totem) ile kan bağı içinde akraba telâkki ederlerdi. Totem'e tapınılır ve özel
âyinlerle, belirli zamanlarda yenilirdi. Böylece, zamanla İlâhî varlıklara
tapınma ve kurban gelişti. Bu nazariyeden şimdi tamamen vazgeçilmiştir. Artık
Totemcilik, herhangi bir hayvan veya bitkinin tüketiminin iktisâdî bir sebeple
yasaklanması sonucu dinî bir görüntü kazanmış olması şeklinde açıklanmaktadır.
J.G. Freyzir (Frazer), 1890'da "Altın Dal" başlıklı kitabında ve
bütün eserlerinde, insanın varlık güçlerine karşı ilk tepkisini hatalı bir
düşünüş tarzına dayanan "büyü" hareketleriyle onları kontrol altına
almaya çalışmak olduğu üzerinde durur. Bu nazariye, insanın, büyü J) vasıtaları
etkisiz kalınca, dine döndüğünü ileri sürer. Büyü, bir şahsiyeti olan güçlerle
değil, bir şahsiyeti bulunmayan güçlerle ilgilidir, insan, İlmî teknolojinin
yokluğunda tabiattaki bu güçleri kontrol altına alıp onlardan faydalanmayı
ummuş ve büyü, aslında dinin değil, ilmin öncüsü olmuştur.
Sosyolog olan E.Durkaym (Durkheim), 1912'de yazdığı "Dînî Hayatın
Ibtidaî Şekilleri" adlı eserinde, dinin kaynağını sosyolojik bir temele
bağlar. Bu nazariyeye göre, dinin temel fikri, "kutsal"dır ve o da
İçtimaî yaptırıma dayanır. Kutsal, toplumun kutsal kabul ettiğidir. Böylece o,
toplumun kutsal kabul ettiği şey olarak aslında kendine tapındığını ifade
etmektedir. Yine inananların güvendiği bir manevî güç vardır, o da toplumdur.
I Maks (Max) Müler'e (1823-1900) göre dinin kaynağı, tabiat olaylarının
insana verdiği korkudur. Bu görüşe "Naturizm" denir. Naturizm, fizikî
çevrede rastlanan kuvvet ve varlıkların kişileştirilmesi ve tanrılaştırtması
demektir. Bu görüşü, bir sistem haline getiren M. Mülier, Hinduizmin kutsal
kitabı Vebalara dayanmıştır. Vedalar’daki tanrı isimlerinin tabiat olayları ile
yakın ilgisi bulunduğunu ileri sürmüş; "AgnFnîn ateş, "Dyaus"un
gök anlamına geldiğini, bu kelimeden Fransızca "Dieu" (Lat.
Deus), İspanyolca "Dios" kelimelerinin çıktığını belirtmiştir.
Müller, hemen bütün dinlerde tanrı adları, başta ateş olmak .üzere, tabiat
olaylarını ifade ve temsil ettiğini; tabiat kuvvetlerine tabiat üstü değerler
verme meylini uyandırdığını ve dil yanılmaları sayesinde dinlerdeki bütün
kutsal tasavvur ve inançların meydana geldiğini ileri sürmüştür. M. Müller,
bilhassa "Güneş tapınması" üzerinde durmuş; fakat gökyüzü, dağlar,
taşlar, ağaçlar ve genel olarak tabîî nesnelerle ilgili tapınmalardan da sözetmiştir. Ona
göre, ilk insan için tabiat; büyük bir korku ve hayret sebebi, eşsiz bir mucize
ve şonsuz bir harika idi. M. Müller, dinî düşünceye ilk hız veren şeyi, bu
hayret, korku ve saygıda aramak gerektiğini, dinin kaynağının tabiatçılık
olduğunu; bunun daha sonra "atalara tapınma"ya yol açtığını,
böylelikle diğer safhaların ortaya çıktığını savunmuştur.
Bütün bunların yanında dinin kaynağını Yüce Tanrı inanışına bağlayan bir
tez geliştirilmiştir. Bu teze göre, insanoğlunun en eski inancı, tek Tanrı
inancıdır. Taylır'ın animizm nazariyesine ilk ciddî itiraz, "Dinin
Oluşumu" başlıklı kitabı ile, 1898'de öğrencisi Endriyuv
Lang'dan (Andrevv Lang) geldi. Lang, son araştırmalarda elde edilen bilgilere
göre Güneydoğu Avustralya ilkel kabilelerinde animizme rastlamadığını, fakat
insanların ahlâkî âdâba uyup uymadığını denetleyen ve gökte bulunan bir Yüce
Tanrı kavramına her yerde rastlandığını açıkladı. Böylece Lang, dinin ilk
şeklinin monoteizm (tektanrıcılık) olduğunu savundu. Lang'dan sonra benzer bir
görüş AvusturyalI Cizvit papazı VVilhelm Şmit (Schmidt) tarafından savunuldu.
Şmit, bütün ilkel kabilelerde bir Yüce Varlık inancının bulunduğunun
delillerini ortaya koymayı gaye edindi. Onun 1912-1955 yılları arasında
yayınlanan "Tanrı Kavramının Kaynağı" adlı eseri bu tezin öncüsü
oldu. Onun başkanlığını yaptığı Viyana Etnoloji ekolü, ilkel kabile inançları
arasında tesbit edilen Yüce Varlığın merhametli, şefkatli, lütuf sahibi olarak
tasavvur edildiği ve gökte varlığını sürdürdüğü sonucuna ulaştı.
Bu araştırmalar sonunda önce bir tektanrıcılık devresi bulunduğu;
sapmaların, çoktanrıcılık vb. durumların ondan sonra ortaya çıktığı görüşü
ağırlık kazandı. Nathan Söderblom da, "Tanrı İnancının Kaynağı"
adıyla 1914'de yayınlanan kitabında, bu konuya ağırlık verdi. Yüce Varlığın
yaratıcı bir tanrı, kabilenin ve içtimâî kurumlarının kurucusu olduğu üzerinde
önemle durdu. Daha sonra Pettazoni, G. Wideng-ren, M. Eliade vb. bilginler bu
tezi destekleyici ve geliştirici mahiyette çalışmalar yaptılar.
Bir kısım nazariyelerin ortaya atılmasına sebep olan Darwin'in evrim
nazariyesi ise, önce pek ilgi çekmes’ne rağmen, zamanla çok tenkitlere uğradı.
C. Darwin (1809-1882), "Türlerin Kaynağı" adlı kitabiyle dikkatleri
üzerine çekmişti.
Aslında evrimle ilgili olarak XVIII. Yüzyıldan beri bazı nazariyeler ileri
sürülmüştür. Darvvinin dedesinin de aralarında bulunduğu bazı evrimciler,
canlıların çevreden etkilenip bazı özellikler kazandıklarını ve bu özellikleri
irsiyetle sonrakilere intikal ettirdiklerini, evrim konusu olan bazı organların
ihtiyaçlar sonucu geliştiği, ya da köreldiğini iddia etmekte idiler. Bir hekim
ailesinden gelen Darwin, tıp tahsiline başladığı halde bitirememiş, babasının
papaz olmasını istemesi üzerine "İsa'nın Kolejine devam edip diploma almıştır.
Seyahatleri sırasında incelediği hayvan türleri, etkilendiği kimseler ve bu
arada T.R. Malthus'un fikirleri, onda evrimle ilgili olarak ileri süreceği
canlılar âlemindeki hayat mücadelesi sonucu "tabiî ayıklama"nın
kuvvetlileri yerinde bırakıp, zayıfları ortadan kaldırması iddiasının temelini
hazırlamıştır. Ancak o, A.R. Valleys (VVallace) ona bir mektupla, mevcut
türlerin basit hayat şekillerinin evrimi sonucu ortaya çıktığını telkin etmesi
üzerine, 1859'da, bu konudaki fikirlerini açıkladığı eserini yayımlamıştır.
Danvin'in yaşadığı asrın umûmî havasına pek uygun düşen, daha doğrusu o ortamın
doğurduğu evrim nazariyesi, bir anda, büyük bir taraftar kitlesi toplamıştır.
Batı'da ilmî çevreler, aydınlar, dine, kiliseye düşmanlık duyanlar, dinî
duyguları zayıflatmaktan siyasî, içtimâî, İktisadî sonuçlar çıkarmak
isteyenlerin herbiri, ayrı bir ümit, gaye ve planla bu nazariyenin tutunmasını,
üstelik onun resmî, İlmî bir "dogma" olmasını sağlamaya çalıştılar.
XIX. Yüzyılın sonları ve XX. Yüzyılın başlarında yapılan araştırma ve
incilemeler, keşifler, buluşlar hep evrimin lehine geliştirilmek istenmiştir.
Evrimcilerin iddiasına göre insanın, hayatın, canlı varlıkların, tabiatın
sırları çözülüyordu. Bu durum, dinin sorumluluk ve yaptırımlarından bunalanları
heyecanlandırıyor ve derin bir nefes almalarını sağlıyordu. Fakat bu nazariyeyi
tereddütle karşılayanlar ve karşı fikirde olanlar da vardı. Böylece evrim
nazariyesi sadece biyolojinin konusu olarak kalmamış, bütün bilim dallarına
sıçratılmış; evrim, bazı bilim adamlarının bir "dogma"sı haline
gelmişti.
Darvvin, canlıların tesadüflerle varlık kazandıklarını, bugünkü hallerine
tabiî ayıklama ile geldiklerini ileri sürüyordu. Bundan bir buçuk yüzyıl önce,
hayatı oluşturan en küçük yapı taşı, hücrenin sırrı çözüldüğünde gayeye
ulaşılacağı düşünülüyordu. Fakat, bugün dahi, bütün modern imkânlara
rağmen, hücrenin karmaşık yapısı konusunda son söz söylenememiştir. Belki
hücrenin bu hayret verici yapısı Darvvin zamanında bilinseydi, o nazariyesini
ortaya atmaz, işi tesadüfle izah etmeye kalkmazdı.
Evrimciler; hayatın suda bir tek hücrenin tesadüfen
oluşmasiyle. başladığını, zamanla dalgaların karaya taşıması sonucu
yeryüzünde çeşitli değişmelerle bir çok canlı türünün geliştiğini ve böylece
günümüzdeki canlıların birbirinden evrimleşme ile meydana geldiğini ileri
sürmüşlerdir.
Hücrenin, karmaşık yapısına dikkati çeken evrime karşı olan düşünürler;
evrimcilerin cansız kimyevi maddelerin ilk hayat sahibi, yaşayan, sonra da
üreyen tek hücreliye, basit bir hücreden oluşan organizmaya nasıl dönüştüğünü;
öte yandan hayatın hayat sahibi olmayan maddî varlıklardan nasıl oluşabileceği
sorusunu sormakta ve bu sorulara evrimcilerden cevap alamamaktadırlar. Bu
durumda hayat, hayat sahibinden, yani yaratıcı bir Tanrı'dan gelebilir. Ne
tesadüf, ne tabiat, ne madde, ne de kendiliğinden oluşma yaratıcıdır. Ayrıca
bugün, insan, elindeki bu kadar imkanlara rağmen, cansız maddelerden
bir hücre, basit bir canlı varlık, maymundan insan yapamamaktadır. Evrimciler,
ilmî verilerden çok, hayâlî iddialara önem vermekte ve açıklayamadıkları
olayları tesadüflere havale etmektedirler. Halbuki kainatta hiçbir
şey tesâdüfi değildir. Her şeyin bir "oluş kanunu" vardır.
Evrimciler, yaratıcı bir Tanrı'yı kabul edemediklerinden, herşeyi tesadüflerle
izah etmeye çalışmışlardır. Halbuki, üzerinde 1'den 10'a kadar
rakamlar yazılı on kâğıdı bir torba içinden rakam sırasına göre çekebilme,
milyarda bir ihtimaldir. Bu ve benzeri misalleri çoğaltmak mümkündür.
Darwin, insanın maymundan geldiğini açıkça söylememiş, fakat insanın akılla
seçkinleşmiş bir hayvan olduğunu ileri sürmüştür. Onun düşüncelerini daha ileri
götüren Darvvinciler, insanın maymunun akrabası olduğunu, milyonlarca senelik
bir evrimden sonra bugünkü duruma geldiğini, çok eski bir tarihte insana benzeyen
gelişmiş maymunlarla insanın ilkel tipinin ortak oldukları bir kökten ortaya
çıktığını iddia etmişlerdir. Onlara göre, ortak halka, maymun gibi ağaçta
yaşarken, dallardan aşağıya inmiş, toprak üzerinde yaşamaya başlamış, böylece
zamanla değişikliğe uğramıştır. Darvvincilerin insanın menşei konusundaki
nazariyelerine karşı çıkanlar, maymunla insan arasındaki geçiş şekillerinin hiç
bir zaman mevcut olmadığını savunmuşlardır.
Evrimcilerin iddiasının aksine, benzerlikle akrabalığın aynı şeyler
olmadığı anlaşılmıştır. Evrimciler, geçiş türlerinde eski organların kaybolması
üzerinde dururken, yenilerinin nasıl meydana geldiğini açıklayamamıştır.
Evrimcilerin kendilerini desteklediğini ileri sürdükleri "Piltdovvn
insanı"nın fosilinin şempanze çenesi ile birleştirilmiş insan kafatası
olduğu anlaşılmıştır. Şimdiki insan tipinde iskeletlerin bulunduğu kütle
tabakalarının daha aşağısîndakilerde başka fosillere rastlanmamıştır. Bunun,
hayatın birdenbire başladığım ve çeşitli canlıların doğrudan doğruya ortaya çıktıklarını
gösterdiği savunulmuştur. Ayrıca maymundan zaman içinde insan olması lâzım
gelirken, bu güne kadar böyle bir olay olmamıştır. (Topraktan yaratılan
insan yine toprak olmaktadır. Yapılan deney ve incelemeler, hiç birşeyin
tesadüfî olmadığını, herşeyin İlâhî irade dahilinde gerçekleştiğini
göstermektedir.)
Sayısız canlının ortaya çıkışını "tesâdüf'e bağlayan evrimciler, bugün
mevcut olan türlerin taksimini tabiî ayıklama ile izah etmektedirler. Hayat
savaşında kuvvetliler hayatta kalıp özelliklerini irsiyet ve üreme yoluyla
sürdürmüş, zayıfların türleri ortadan kalkmıştır. Evrimcilerin bu nazariyeleri
de çok tenkitlere uğramış ve zaman onların yanıldığını isbatlamıştır. Çünkü
mamut, dinazor gibi dev yapılı hayvanların nesli tükenirken, sayıları milyarlarla
sayılamayacak kadar çok zayıf canlılar varlıklarını sürdürebilmiştir.
Öyle görünüyor ki evrim felsefesinin asıl gayesi, kâinatın varlığını bir
yaratıcıya ihtiyaç kalmaksızın açıklayabilmektir. Bu, materyalist felsefenin
bir "can kurtaran simidi"dir. Çünkü, bu nazariyeyle,
tesadüfen yaratılmış, başıboş bir kâinat modeli ortaya konulmakta; insan da bu
kâinat modeli içerisinde gayesiz ve endişesiz olarak bulunmakta; gününü gün
edip, dünyayı bir imtihan yeri değil, zevk ve sefa yeri olarak düşünmektedir.
Böylece insanın bütün yaratıkların en şerefli ve üstünü kılındığı, en güzel
biçimde yaratıldığı hikmeti ortadan kaldırılmakta; insan, bir hayvan mesabesine
indirilmektedir.
Darvvincilik, bu ve benzeri tenkitlere uğradığı gibi, evrimin dine
uygulanması sonucu ortaya atılan dinin animizm, totemcilik, büyü, atalara
tapınma, tabiatcılıktan geliştiği şeklindeki tezler de çok tenkitlerle
karşılaşmıştır. Maymunun insana bazı hususlarda benzemesi gibi, bu.
anılan tezlerdeki bazı noktalar da dine benzer; fakat din değildir; din,
daha değişik bir olgudur. Animizm, atalara tapınma, totemcilik ve ta-biatçılık;
insanda, hayvanda, bitkide, cansız şeylerde ve tabiat güçlerinde, görünmeyen,
fakat kendini, varlığını belli eden bir kuvvet aramak demektir. İlkel
kabilelerde çeşitli şekillerde ifade edilen bir Yüce Tanrı inanışının oldukça
yaygın olduğunu görüyoruz. Bu Yüce Varlığın görünmemesinden, insanoğlunun onu
çeşitli şeylerde aramış olması mümkündür. Öte yandan totemcilik, dinden daha
çok bir bitki veya hayvan neslinin korunmasını hedef alan sosyal bir olgudur.
Büyü ise, ilmin gelişmediği yerlerde ve devrelerde tabiata hâkim olmak isteğini
aksettiren bir teknik olarak göze çarpmaktadır.
B-DİNİN KAYNAĞINA İSLÂM'IN BAKIŞI
Islama göre insanlığın ilk dini, tevhid dinidir. Dinin kurucusu, Yüce
Allah'dır. Allah, kâinatı, insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler
göndermiştir. İnsanlar, bir erkek ve bir de dişiden yaratılmıştır. Hz. Âdem'e
her şeyin ismi öğretilmiş ve kendisi ilk peygamber olarak görevlendirilmiştir.
Hz. Âdem, Allah'dan aldığı vahiy ve ilham ile kendi
devrindekiler! irşat etmiştir. Sonra insanlar tevhid esaslarını
unutup, Allah’tan başka şeylere, tabiat kuvvetlerine, kendi elleriyle
yaptıkları putlara tapınmaya ve bunları Allah'a ortak koşmaya yöneldikçe; Allah
da elçiler gönderip onları "hak dine", hak yola davet etmiştir. Hak
din, Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar yoluyla akıl ve irade sahibi
insanlara bildirilmiştir. Bunun için sapmalar ondan sonra olmuş, çok tanrıcılık
tektanrıcılıktan sonra gelişmiştir.
Yüce Allah, insana kendisini bulması, gerçeği anlaması için akıl, emrettiği
yolda yürümesi için irade, yanıldığında yolunu düzeltmesi için ömür vermiş ve
insanı yeryüzünün halîfesi kılmıştır. Allah, bununla da kalmamış; insana
gerçekleri ve vazifelerini öğretmek üzere zaman zaman elçiler ve kitaplar da
göndermiştir. Bazılarına kitap da verilen bu elçiler, dünyanın her tarafındaki
insanlara uyarı ve irşat vazifelerini yerine getirmişlerdir.
Islâm, evrimcilerin anlattığı şekilde insanların ve dinlerin evrimini kabul
etmez. Kur*ân-ı Kerîm Yüce Allah'ın, insanı en güzel biçimde (1) ve inanma
ihtiyacı içinde (2) yaratmış olduğunu bildirmektedir. İnsan, en güzel biçimde
ve fıtratında Allah’ı arama duygusu içinde yaratılmış olmasına rağmen, başıboş
bırakılmamış, "Uyarıcı'larla desteklenmiştir. Bu konuda, Kur'ân-ı Kerîm'de
şöyle denilmektedir: "Biz, seni müjdeci ve uyarıcı olarak gerçekle
gönderdik. Geçmiş her millet içinde de mutlaka bir uyarıcı
bulunagelmiştir" (3). Bu "uyarıcfnm vazifesi, "Andolsun ki her
ümmete Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının diyen bir elçi
göndermişizdir" (4) şeklinde açıklanmadadır. Bu konuya daha açıklık
kazandıran bir başka Âyetin anlamı da şöyledir: "Biz elçi göndermedikçe
azap etmeyiz" (5). Yine Ra'd Sûresi’nde "Her milletin bir yol
göstereni vardır" (6) denilmektedir.
Zikri geçen elçilerden bazılarının adları Kur'ân-Kerîm'de verilmekte ise
de, aslında elçilerin sayısı bunlarla sınırlı değildir. Bu, Nîsa Sûresi’nde şu
şekilde açıklanmadadır: "Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı
bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir
kısmim daha önce sana anlatmış, bir kısmını da anlatmamıştık". Bu ve
benzeri bazı âyetlerden Hz. muham-med'e kıssası bildirilen peygamberler yanında
bildirilmeyenlerin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir hadiste 124.000.
peygamber gönderildiğinden bahsedilmektedir (7).
Peygamberler; yollarını değiştirdiklerinde, insanları yeniden hak dine
çağıran elçilerdir. Kitaplar, peygamberlerden sonra, onların getirdikleri hükümlerin
devamını sağlamıştır. Ancak belirli peygamberlerin kitapları vardır. Diğerleri
onlara tâbi olmuşlardır. Kitaplardaki hükümler iyi korunmayıp değiştikçe, bir
sonraki kitap öncekini düzeltip tamamlamış, yenilemiştir. İnsanlar çoğalıp
toplumlar geliştikçe, dinin hükümlerinde de durum ve ihtiyaca göre gelişmeler
olmuştur. Kitaplar, önce "suhuf" (sahifeler: tabletler, levhalar,
papirüsten sabiteler) halinde iken sonra kitap haline dönüşmüş ve Kur'ân-ı
Kerîm ile son şeklini almıştır. Ancak bu suhuf'tan kitaba, basit ahkâmdan
mütekâmil ahkâma doğru gelişme devam ederken tevhîd ve imanla ilgili öz
değişmemiştir. Çünkü vahyin kaynağı Yüce Allah'tır, peygamberler de aynı
esasları tebliğ etmişlerdir (8). Görüldüğü gibi, Islâm'a göre, dinin
kaynağı İlâhîdir. Bir ibtidaî durumdan (totemizm, animizm,
naturizm gibi) çok tanrıcılığa, oradan da tektanrıcılığa geçiş değil, kendi
içinde bir tekâmül söz konusudur. İlk insandan bu yana, Allah’ın bütün elçileri
aynı tevhid esasını tebliğ etmişlerdir. Bu tebliğ anlaşılsın ve tatbik edilsin
diye her peygamber kendi kavminin dili ile gönderilmiştir (9).
Islâm, diğer dinler arasında, adını kendi kutsal kitabından alan yegâne
dindir (10). Kur'ân-ı Kerîm'de Allah, "Bugün size dininizi ikmâl ettim,
üzerinize olan nimetimi tamamladım ve din olarak Islâm'a razı oldum"
(Mâide 3) demekte ve Islâm'dan başka bir din güdeninkinin kabul edilmeyeceğini
(Bkz. Âl-i Imran, 85) bildirmektedir. Dolayısıyla Islâm’la din müessesesi ikmâl
edilmiş, Allah'ın yarattığı insanlara olan nimeti tamamlanmıştır.
Hz. Muhammed, Allah'ın elçisi ve son peygamberidir (11). Bir Âyet-i
Kerîm'de Hz. Isa'nın şöyle dediği bildirilmektedir: “Ey Israiloğulları! Doğrusu
ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı
Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir
peygamberiyim" (Saff 6). Bu âyet ve diğer bazı âyetlerden (12)
peygamberlerin aynı esasları tebliğ, vahyedilen kitapların kendinden öncekini
tasdik ve te'kit ettiği, daha sonra gelecek olanları müjdelediği ve peygamberler
zincirinin son halkası Hz. Muhammed (S.A.S.), kitapların sonuncusu, Kur'ân-ı
Kerîm olduğu anlaşılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hıristiyanlar ve Yahudiler "Ehl-i Kitap" kabul
edilmektedir. Bu dinlerin de asıl, orijinal yapıları itibariyle hak din ve ana
"İslâm çizgisi" üzerinde olduğu açıklanmaktadır (13)
Bütün bunlardan, Islâm inancına göre, dinin kaynağının vahiy ve nübüvvet
olduğu anlaşılmaktadır. Vahiy ve nübüvvet, tarihen sabittir. Ancak vahiy ve
nübüvvet olmasaydı, insan aklının dini bulup bulamayacağı konusunda çeşitli
görüşler vardır. Mu'tezile'ye göre akıl, dinî esasları kesin olarak
anlayabilir. Eş'arîye göre akıl, ilâhî hitabı anlamak için bir vasıtadır;
bundan dolayı vahiy ve nübüvvet olmaksızın dini idrak edemez. Dolayısıyla
peygamber gönderilmedikçe Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek insanlara
vacib değildir. Mâturîdî'ye göre ise, vahiy ve nübüvvet olmasa bile, insanların
akıllarıyla Allah'ın varlığını, birliğini bulmaları icap ederdi. Hanefî
bilginlerin çoğunluğuna göre akıl, Allah'ın varlığını ve O'nun kemâl
sıfatlarını idrak edebilir. Bu da, akıl yürütme ve müşahede ile mümkündür.
Bundan dolayı insan, mükelleftir. Dinî hükümleri anlamak ise ilâhî hitaba
bağlıdır.
Dinin akla uygun ve insan fıtratında mevcut olduğunu bütün Islâm mezhepleri
kabul eder. Tartışmalı konu, mükellef olmada akıl ve fıtratın, vahiy ve
nübüvvet olmaksızın, tek başına yetip yetmediğidir.
· C.
DİN DUYGUSUNUN KAYNAĞI
Din duygusu, fıtrîdir. Din bilimleri alanında yapılan araştırmalar, din
duygusunun fıtrî olduğu gerçeğini doğrulamaktadır. Max (Maks) Müller, yaptığı
titiz ve ince araştırmalar sonucu, din duygusunun insan tabiatında fıtrî bir
keyfiyet olduğunu açıklığa kavuşturmuştur. Benjamin Constant, "Din, insan
tarihine en fazla hâkim olmuş bir âmildir. Dinî hayat, tabiatımızın ezelî bir
niteliği ve ondan ayrılmayan bir keyfiyetidir" demiştir. Din duygusunu,
korku, ümit veya herhangi bir vesile ile sonradan kazanılmış birşey gibi görmek
yanlıştır. Çünkü bu duygu, fıtrî bir olgudur.
İnsan, yaratılışından bugüne kadar, her zaman ve her yerde, yüce, kudretli
ve ulu bir varlığa sığınma ve yardım dileme ihtiyacını duymuştur. Bu ihtiyaç,
ondaki din duygusunun fıtrî olduğunun delilidir.
İnsan, diğer varlıklar arasında en seçkin bir varlıktır. Yüce Allah, onu
yeryüzünün halîfesi kılmıştır (14). Dağların, göklerin yüklenemediği emaneti,
vazifeyi o yüklenmiştir (15). Bu ağır yüke katlanabilmesi için Yüce Allah onu
çeşitli istidat ve kabiliyetlerle donatmıştır. Din duygusu da bunlar
arasındadır. Rum Sûresinin 30. Âyetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sen, yüzünü bir hanif olarak, dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O,
insanları bunun (fıtrat) üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması
değiştirilemez".
Aynı konu ile ilgili Ebu Hureyre'den (R.A) rivayet edilen bir Hadîs-i Şerîf
de şöyledir: "Her doğan, Islâm fıtratı üzere doğar. Sonra anası, babası
Yahudi ise onu Yahudi, Nasrânî (Hıristiyan) ise Nasrânî, Mecûsî ise Mecûsî
yaparlar" (16). Bu Hadîste din duygusunun fıtrîliği; tertemiz, masum
yaratılmış bir insanın, aile ve çevresinin etkisiyle onların sahip olduğu dini
kabul ettiği belirtilmektedir. Ayrıca bu Hadîs ile, Hıristiyanlıktaki
insanın doğuştan günahkâr olarak aslî suç ile doğmasının aksine, insanın
günahsız doğduğu ve aldığı eğitim ve terbiyeye göre şekillendiği ortaya
konulmaktadır.
· D.
İNSAN İÇİN DİNİN LÜZUMU
Din, insanla beraber varolmuş, insanla beraber varlığını sürdürmekte ve
insanla beraber varolacaktır. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın,
dinsiz insan bulunsa da, dinsiz bir toplum görülmemektedir. Nerede bir toplum
varsa, orada bir de din vardır. İnsanlık tarihinde, insanın önemli
sayılabilecek daha başka nitelikleri bulunsa da, din, onun en bariz niteliği
olmuştur. İnsanlık tarihinin her döneminde din, canlılığını korumuş ve insan
hayatının ayrılmaz bir vasfı olma karakterini sürdürmüştür. İnsan, herzaman
kendisinin insanüstü bağları bulunduğunu, ihtiyaçları için kendini aşan bir
kudrete yönelmesi gerektiğini düşünmüştür. Çünkü insan, melekle hayvan arasında
bir yaratılışa sahiptir. Bu iki cinsin birbirine zıt tabiat çizgileri, insanda
sa-natkârâne bir şekilde birleşmiştir. İnsanın bu şekilde yaratılması, aday
seçildiği makama ulaşması içindir. Bu makam; "Allah’ın halifesi" olması,
emanetin merkezinde bulunması, emirleri yerine getirip nehiylerden kaçınması ve
"kul" olduğunun şuuruna varmasıdır.
İnsanın veya toplumun dinden kopması mümkün değildir. O, hem tarihin her
yerinde, hem de hayatınızın her köşesinde kendini gösteren bir olgudur.
İnsanlara güç veren, toplumu düzenleyen, fazilet ve iyiliğe yönelten,
yalnızlığı, sıkıntıları gideren, güven duygusu aşılayan, sadece insanlara
mahsus bir dost, bir arkadaş olan dindir.
İnsan maddî tarafı yanında manevî tarafı da olan bir varlıktır. Maddî yönü
itibariyle, biyolojik ihtiyaçlarını karşılamaya, manevî dünyası (tarafı)
itibariyle de beslenmeye, desteklenmeye ihtiyacı vardır. Onun bu ihtiyaçlarını
karşılayan, manevî olguların en başta geleni dindin Belli bir kültüre ulaşarak
tarihte yer alan bütün milletlerin manevî dünyaları bir dinî inançla
şekillenmiştir.
Din olgusu, fıtrî (doğuştan gelen) bir özellik olarak, insanın kendi öz
varlığı hakkındakLşuur ile birlikte ortaya çıkar ve bu şuur ile birlikte
gelişir. İnsanın karşılaştığı temel mes'ele, insanın kendisini ve âlemi kimin
yarattığını araştırması, böylece kendi varlığını aşan düşüncelere varmasıdır.
Bu düşünceyle müşahhasdan mücerrede geçen insan, önce kendisinde çevresindeki
varlıklardan daha üstün bir öz, manevî varlık sezdiği gibi, kendisi ve
çevresindeki varlıkların, tabiatın fevkinde bir Yüce Varlık'ın, Allah'ın
mevcudiyeti şuuruna da içten bir zorunluluk ve sezgi ile varır. Böylece her
şeyi var eden bir yaratıcının bulunduğuna kâil olup O'na bağlanır. İnsanın yüce
bir kudrete gönülden bağlı olması, onu kuvvetlendirir. Dua, niyaz, Allah'a
sığınma insanı yüceltir. Allah sevgisi ve bu sevgiden kaynaklanan korku insanı
pişirir, hamlığını giderir; kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter
kazandırır. Böyle kimselerin içinde yeraldığı toplumlarda fazilet yarışı
başlar.
Din, fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, top-lumları
yükselten ve geliştiren bir kurumdur. Din, insanlara yön veren, kanun ve
nizamların kavuşamadığı yerlerde de onları iyi ve faydalı şeyleri yapmaya
yönelten bir hayat nizamıdır. Çünkü din, anarşinin, haksızlığın, âdaletsizliğin,
kötülüğün düşmanıdır. Din, toplum düzenini korumayı gâye edinir. Tarihte
İktisadî, maddî bakımdan güçsüz toplamların yaşadığı görülmüştür; fakat dinî
duyguları zayıflamış, manen çökmüş toplumların varlıklarını devam ettirebildiği
pek görülmemiştir. Dinin zayıflaması, arkasından ahlâkî ve hukukî suçları
çağırır. Çünkü din olmayınca ahlâk için hiçbir yaptırım gücü kalmaz.
Helal-haram anlayışı kalkınca toplumun düzeni sarsılır; insanları, insan
gruplarını hiçbir şey tutamaz olur; anarşi ortaya çıkar ve böylece çeşitli
sıkıntılar başlar. Halbuki her yerde kendini kontrol eden bir
Yaradan'ın varlığına inanan insan, daima iyi olanı yapıp kötü olandan kaçmaya
gayret eder. Din olmayınca hayatın tadı kalmaz, ahlâk için de bir müeyyide
bulunmaz.
,
Din, ahlâk için de bir kaynaktır. Dinden kaynaklanmayan ahlâk, bekleneni
vermez. Mehmet Akif Ersoy bu hususu şöyle dile getiriyor: "Ne irfandır
veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah
korkusuzdandır".
Yalnızlık, çaresizlik, korku, keder, hastalık, musibet ve felâketler
karşısında insanın yegâne teselli kaynağı dindir. İnsanın ölüm karşısındaki
tutumunda en önemli rol, dine düşmektedir. Ahiret inanışı, sadece ceza, mükâfat
olarak değil, aynı zamanda, insanın içindeki ebed duygusuna cevap vermek
bakımından da önem taşımaktadır. İnsan, ölümden değil, yok olmaktan korkar.
Islâm'da insan, ölümle yok olmamakta, başka bir dünyada hayatına devam
etmektedir. Bu hayatın dışında bir başka dünya inancı, insanı yarınki hayata
alıştırır. Suçlardan arınıp ebedî bir kurtuluşa ulaşma, huzura, cennet gibi
büyük bir nimete kavuşma, Allah'ın rızasını elde etme ideali, insanda ümit ve
arzu doğurur, dünyanın ızdırap ve sıkıntılarına karşı durmayı sağlar.
İnsan, yapısı itibariyle de dine muhtaçtır. Çünkü insan, ruh ve bedenden
ibarettir. İnsan için bedenî ihtiyaçları karşılamak nasıl yaşamının bir gereği
ise, manevî varlığının devamı da ruhî ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır.
Fert için en önemli manevî destek, iyilik ve fazilet kaynağı olan dindir.
Din, ruhların yağmurudur. Milletler için lüzumludur. Çünkü onun yağmuru
milletlerin ruhunun gıdasıdır. Ümitsizlikten uzak, ümitle dolu olan hayatın
geleneğine, nefretsiz bir geleceğe, hoşnutluğa ve sükûnete götüren, kuşkuları
ve hurafeleri gideren de "din"dir.
Bütün bunlara rağmen, din ve ahlâka lüzum olmadığını ileri sürüp, dini
ilerlemeye mani gören, ilim ve fennin din yerine kaim olmasını isteyen; dinin
tabiî ve sosyal yetersizliklerin bir yansıması ve insanları uyuşturan bir afyon
olduğunu savunan, dolayısıyla beşeriyetin dinsizleşmek suretiyle ilerleyeceğini
iddia edenler de bulunmuştur ve bulunmaktadır. Bu düşüncede olanlar, kaldırmak
istedikleri din yerine başka şeyleri koymaya çalışmışlardır. Ancak zamanla,
insanların bu fikir sahiplerine tapar hale gelmeleri, dinsizliği din haline
getirmeleri, insanın "birşeye" inanmak zorunda olduğunu göstermektedir.
Toplumları dinsizleştirmek için okullar açıp, baskı ile dini ortadan kaldırmak,
dinsizliği hâkim kılmak isteyen rejimlerde bile insanlardaki inanma, tapınma
duygusunun söndürülememesi; baskıdan kaçıp ormanlarda, kuytu yerlerde ibadet
eden ve âyin yapan insanlara rastlanması da inanmanın fıtri ihtiyaç olduğunun
delilidir. Yine II. Dünya Harbi’nde, Marksist Blok'ta şeflerin kiliselere
koşması, milletin ve papazların mabetlerde dua etmelerine izin verilmiş olması
ve bu Blok'ta, 70 yıldır dine baskı uygulanmasına rağmen, dine yönelme
duygusunun giderilememiş olduğunun gözlenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir
husustur.
Sonuç olarak, dinsiz bir toplum yaşayamaz. Dini kaldırmakla
toplumlar! ileri götüreceğini iddia edenlerin fikirlerinin din yerine
geçirilmek istenmesi, dinsiz, inançsız bir toplumun yaşayamayacağını
doğrulamaktadır.
· E.
MONOTEİZM
Politeizm çoktanrıcıhk demek olduğu gibi, monoteizm de tek-tanrıcılık
anlamına gelmektedir (mono: tek; teizm: tanrıcılık). Daha önce görüldüğü gibi,
dinin kaynağı konusunda, Batı'da diğer tezlere karşı monoteizmi savunanlar da
olmuştur. Onlara göre yeryüzündeki diğer dinler, tektanrıc.ı bir
dinin bozulmuş şeklidir. Onlar, bu görüşlerini ispatlamak için ilkel kabileler
üzerinde yoğun bir araştırmaya girişmişlerdir. Bu araştırmaların sonucu da
onları desteklemiştir. Öte yandan tarihî devrelerdeki milletlerin
kalıntılarından tarih öncesi insanlarıyla ilgili buluntulara kadar yapılan
araştırmalar da onların görüşlerini kuvvetlendirmiştir.
Bugün Dinler Tarihi alanında yapılan araştırmalar, geçmişin dinlerinde de,
günümüzün dinlerinde de tektanrı inanışı bulunduğunu ortaya koymuştur. Eski
Mısır'da (M.Ö. XIV. Yüzyılda) IV. Amenofis, "Aton" adlı bir tek tanrı
inancı getirmiştir. Eski Yunân'da tektanrı inancını kabul eden filozofların
bulunduğu bilinmektedir. Babil Kralı Buhtunnasır'ın tektanrıcılığa yakın bir
görüşü olmuştur. Sümerler'de Tanrı'nın insanı balçıktan yaratıp ona can verdiği
görüşü yanında, "mana" inancına sahip toplumlarda
"tektanrı" inancının bulunduğu belirtilmektedir. Islâm'dan önce
Türklerde bir tektanrı (Gök Tengri) inancı vardır.Zerdüşt, Eski İran'a,
tektanrı inanışını getirmiştir. Çinlilerde tarihî gelişmesi içinde Şang-ti,
Tien, Tao şeklinde adlandırılan bir "Yüce Tanrı" inanışı varolagelmiştir.
Hindistan'da çoktanrılı ve üçlemeli bir yapı içinde bile bir
"tektanrı" inanışı vardır (Hind Kutsal kitabı Vedalarida "Tanrı
tektir" denilmektedir). Hıristiyanlıkta üçleme (Baba-Oğul, Kutsal Ruh),
günümüzde, bir tanrının üç ayrı tezahürü olarak izah edilmeye çalışılmaktadır.
Yahudi dininde de bugünün tektanrı inanışı vardır. Islâm'dan önce Arap
Yarımadasında bir tek tanrıya inanan Hz. İbrahim'in (A.S) getirdiği Hanîf
Dini'ne uyan insanlar yaşamaktaydı.
Bütün dinler arasında tevhid inancını en saf şekliyle muhafaza eden, Islâm
Dini olmuştur. Islâm'daki tektanrı inanışını hem aydın, hem halk rahatlıkla
anlayabilir. Çünkü Islâm'da Allah, birdir, doğmamış, doğurmamıştır; eşi,
benzeri ve ortağı yoktur. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Herşey onunla kâimdir.
Kendine mahsus sıfatları ve Esmâ-i Hüsna'sı vardır. Tanrı ile insan, Yaradan’la
yaratık arasındaki mesafe muhafaza edilmiş; ne insan tanrılaştırılmış, ne de
Tanrı insan-laştırılmıştır.
Yahudi Dinindeki tek tanrı, millileştirilip Yahudilere hasredilmiş ve
insani sıfatlarla nitelendirilmiştir. Hıristiyanlıktaki üçleme (teslis), tek
tanrı şeklinde yorumlanmış, Hz. Isa (A.S.) tanrılaştırılmış, Tanrı da insani
niteliklerle nitelendirilmiştir.
Bütün dinlerde dikkati çeken husus; Islâm'daki gibi saf bir tek tanrı
anlayışını koruyamamış olmakla beraber, tektanrı inanışından da vazgeçilememiş
olmasıdır. Hemen her dinde ayrıntılar farklı olsa da, özde bir
"tektanrı" telakkisi vardır. Zaten Islâm, ilk peygamberlerden
sonuncusuna kadar, bütün peygamberlerin tektanrı, Allah inancını tebliğ ettiklerini
açıklamaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM DİPNOTLARI
· 1.
Tîn Sûresi 4
· 2.
Rum Sûresi 30
· 3.
Fâtır Sûresi 24
· 4.
Nahl Sûresi 36
· 5.
Isrâ Sûresi 15
· 6.
Ra'd Sûresi 7
· 7.
Nisâ Suresi 164-165. Peygamberlerin sayısı konusunda çeşitli rivayetler vardır.
Bunlardan en yaygın olanı 124.000 peygamber geldiğini açıklayan hadistir. Ahmed
b. Hanbel'in "Müsned"inde Ebû Umâme'den rivayet edilen bu hadis
şöyledir: "Enbiyânın sayısı 124.000'dir. Bunların içinden 315'i
resul'dur".
· 8.
"Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e,
İsmail'e, Ishak’a, Yakub'a, torunlarına, Isa'ya, Eyub’a, Yunus'a, Harun'a ve
Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik" (Nisa 163). Ayrıca bkz.
Bakara 136.
· 9.
"Kendilerine apaçık anlatabilsin diye her peygamberi kendi kavminin dili
ile gönderdik" (İbrahim suresi, Ayet 4) .
· 10.
"Allah katında din, Islâm'dır" (Al-i Imrân 19)
· 11.
Bkz. Ahzab 40
· 12.
Bkz. Mâide 46-48
· 13.
Hz. Musa, kavmine şöyle demişti. "Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah'a
iman ettiyseniz. O'na ihlas ile teslim olmuş Müslümanlarsanız, artık ancak O'na
güvenin, dayanın" (Yunus 84). "Havariler de Hz. Isa'ya şöyle
demişlerdi: "Biz Allah'ın yardımcılarıyız. Allah'a inandık. O'na teslim
olduğumuza şahit ol (Al-i Imrân 52). (Ehl-i Kitaptan bir grup, Kur'ân-ı Kerîm
işittikleri zaman) "Buna inandık. Şüphesiz ki bu, Rabbimizden gelen bir
haktır. Hakikat biz, daha önceden müslüman olmuş kimseleriz” (Kasas 53).
· 14.
Bkz. Bakara 30
· 15.
Bkz. Ahzâb 72; Haşr 21
· 16.
Bkz. Buhârî, Cenâiz, Bab 92; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV/ II. BÖLÜMÜN
BİBLİYOGRAFYASI
· -
A. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969, 29-44, 392-444
· -
A. Hamdi Akseki^ Islâm, Ankara 1943
· -
Şemşeddin Akbulut, Darvin ve Evrim Teorisi, İstanbul 1980
· -
Ugo Bianchi, The History of Religion, Leiden 1975, 61 vd.
· -
Dictionnaire des Religions, "Histoire Compare'e des Religions",
"Religion", France 1983
· -
Emile Durkheim, Dinî Hayatın İptidaî Şekilleri, Çev. H. Cahit, İstanbul 1923,
l-ll (I/55-94 vd. y)
· -
Mircea Eliade, Traite' d' Histoire des Religions, Paris 1975, 15-41
· -
Mircea Eliade, La Nostalgie des Religions, Editions Gallimard 1971,
79-107 (Ing. The Quest... Chicago 1969, 37-54)
· -
Sigmund Freud, Totem ve Tabu, Çev. Niyazi Berkes, İstanbul 1971,5-29
· -
Duane T. Gish, Fosiller ve Evrim, Çev. Âdem Tatlı, İstanbul 1984
· -
M. Şemşeddin (Günaltay), Tarih-i Edyan, İstanbul 1338, 22-26-36-60
· -
Ali Gürbüz, Darvin ve Tekâmül Nazariyesi, İstanbul, 1980
· -
Namık Kemal, Renan Müdafaanâmesi, Haz, Abdurrahman Küçük, İstanbul 1988
· -
Jean Holm, The Study of Religions, London 1977, 67 vd.
· -
David Hume, Din Üstüne, çev. Mete Tunçay, Ankara 1979, 7-45
· -
Salomon Reinnach, Histoire Generale des Religions, Paris 1976, I/37
· -
Eric J. Sharpe, Corparative Religions, London 1975, 47-72
· III. BÖLÜM İLKEL KABîLE
DİNLERİ
İlkel kabileler, günümüzde yaşamakta olan veya yakın zamanlara kadar
yaşamış bulunan; gelişmiş bir hayat tarzına ulaşamamış, geçimlerini avcılık,
balıkçılık ve toplayıcılıkla sağlayan küçük topluluklara denir. Günümüzde
Afrika, Avustralya, Pasifik Okyanusu, Cava, Brezilya gibi yerlerde
yaşamaktadırlar.
Batı'da, uzun zaman ilkel kabile mensupları barbar, vahşi, putperest olarak
nitelendirilmiş; onların insan sayılıp sayılmayacağı tartışma konusu olmuştur.
Kilise önce onların insan olmadıklarını savunurken, 1512'de Papa II. Paul,
Amerika yerlilerinin de Âdem'den geldiğini ilan etmiştir.
Önceleri bunlar, "ilkel" (primitif) kelimesi ile ifade edilirken,
etnolojinin gelişmesiyle, onlar için "yazısız halklar" veya
"tabiat halkları" gibi daha yumuşak deyimler kullanılmaya
başlanmıştır. Biz, çağın seviyesine göre onların yaşayış tarzını gözönünde
tutarak, "ilkel kabile” deyimini kullanıyoruz. Bugün yeryüzünde yerleşik
hayata geçmişi ilkel kabileler vardır. Bunlardan bazıları başka inançları
benimsemiş olmakla beraber, eski inanç, adet ve geleneklerinden de tam olarak
kopa-mamışlardır. Bugün ilkel kabile mensuplan dünya nüfusunun % 5'ini
oluşturmaktadır. Bu kabilelerin sahip oldukları inanış şeklini ifade etmek
üzere "ilkel kabile dinleri" deyimi kullanılmaktadır. Aşağıda bu
dinlerle ilgili ortak kavramlar, özellikler ve örnekler verilecektir.
A. İLKEL KABÎLE DİNLERİ İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
İlkel kabile dinlerinde çeşitli kavramlar vardır. Bu kavramlar, her
kabilede değişik kelimelerle ifade edilse de, özde aynıdır. Bu ortak
kavramlardan en yaygın olanları aşağıda kısaca açıklanacaktır.
· 1.
Mana: Malenezyalılar, tabiat üstü, görünmeyen gücü ifade için
"mana" kelimesini kullanmışlardır. Diğer kabilelerde başka
kelimelerle ifade edilse de aynı kavram mevcuttur. Dinler
Tarihinde; ilkel kabilelerde güçlü, etkili veya toplum yönünden önemli şeyler
(hayvanlar, bitkiler, taşlar vb.) ve kişilerde (kabile reisi, sihirbaz hekim)
bulunduğu kabul edilen gizli kuvveti ifade etmek için "mana" deyimi
kullanılmıştır. İlkel kabile mensuplan, kendilerinin görünmez kuvvetlerle
kuşatıldığına inanırlar.
Malenezyaca bir kelime olan "mana" gizli bir gücün, saklı bir
enerji kaynağının eş anlamlısı olarak kullanılır. Bu kelime, bir şeye veya bir
insana mahsus, tabiat üstü kudret, fevkalâde bir kuvveti ifade eder.
Bu terimi ilk defa 1878'de Ingiliz bilgini Kodrington (Codrington)
Male-nezyalılar hakkındaki eserinde kullanmıştır. Kodrington "mana"
adı verilen evrensel bir kuvvetin her şeyde mevcut olduğunu; hem büyük, hem
şahsî ruhlara inancın kaynağını teşkil ettiğini ileri sürmüştür. İlkel kabile
mensuplarına göre şekli acaip olan bir taşın veya çok başarılı bir savaşçının
”mana"ları vardır. Aynı şekilde vücudun muayyen halleri, doğum ve ölüm
gibi olaylar veya bir sihir sözü, bir kutsal ilahi mana ile doludur.
İlkel kabile dinlerinde her mahlûkun bir mana'sı vardır; onlara göre bazı
insanlar, bazı cinler bile, hemcinslerinden fazla mana'ya sahiptir. Mana ile
dolu olan herşey, kıymetlidir. İlkel insanlar kendilerinin çok büyük sayıda
görünmez kuvvetler tarafından kuşatıldıklarını tasavvur ederler.
Mana'ya sahip bulunduğuna inanılan ve taşıyanlara güç verdiği kabul edilen
değişik taşlar, zincirler, muskalar, maskotlar ve kaba tasvirlere
"fetiş" denilir. Fetiş'in kelime mânâsı "yapılmış"tır.
Muskalar, tılsımlar, uğur getirdiği veya uğursuzluğu giderdiği kabul edilen
şeylerin Fetişizm'den kaldığı ileri sürülmektedir. Fetiş kelimesini, ilk defa,
1760'da yayımlanan "Fetiş Tanrılar Kültü" adlı eserinde dö Bros
(Charles de Brosses-1709-1777) kullanmıştır.
· 2.
Yüce Tanrı: Bütün ilkel kabilelerde, yaratıcı bir tanrı, Yüce bir
varlık inancı vardır. Ancak tasavvur şekilleri farklıdır. Bu Yüce Tanrı, hükmeder
veya daha aşağı derecede bulunan ruh ve tanrıları yönetir. O, tabiat
kuvvetlerini idare eder, yükseklerde durur; izah edilemez; inşadan ve herşeyi
yaratır. Bu Yüce Tanrı veya yüksek Ruh, göğün tâ yükseklerinden dünyaya
hükmeden bir Yüce Varlıktır. O'na, dinî hayatta, ön planda yer verilmiştir.
Aşağı ruhlar ve tanrılar, daha yakın ve samimî görülür. Yüce Tanrı'ya ancak
büyük felaketlerde dua edilir.
F.W. Şimit (Father Wilhelm Schmidt); yaptığı araştırmalar sonucu, önce bir
Yüce Tanrı inanışı, tektanrıcılık devresi bulunduğunu, sonra animizm, fetişizm,
çoktanncılık gibi sapmaların olduğunu savunarak, dinin kaynağını başka şekilde
açıklayan görüş sahiplerine karşı mücadele etmiştir. Şimit, arkadaşları ile
işbirliği yaparak araştırmalara girişmiş ve önemli sonuçlar elde etmiştir. Bu
araştırmalar sonucu; hemen hemen bütün ilkel topluluklarda şu veya bu şekilde
bir Yüce Tanrı kavramının bulunduğu belirlenmiştir. Ölümünden sonra
arkadaşları, bu çalışmaları devam ettirmişlerdir. Şimit Ekolü (Viyana
Tarihî-Kültürel Ekolü) diye bilinen bu grup, dinleri belli bir dinin bozulmuş
veya değiştirilmiş şekilleri olarak görmüş ve dinin Yüce Tanrı
tarafından vazedildiğini ; Yüce Tanrının var olduğunu savunmuştur. Bu
görüşün aksine görüş ileri sürenler olmuşsa da, yapılan araştırmalar, Şimit
Ekolünün haklılığını ortaya koymuş; dinin fıtrî olduğunu göstermiştir.
· 3.
Tabu; Tabu, Polinezyaca bir kelimedir ve haram anlamına gelmektedir.
Bir şeyin tabiatüstü ve tehlikeli kudretini belirtir.
Bir Polinezya deyimi olan tabu, mana gücü bakımından tutulması tehlikeli
yasakların dokunulmazlığını ifade eder. Mana inanışının tabiî bir sonucu olarak
mana'ya sahip olduğuna inanılan kimse, yer ve nesneler kutsal, dolayısiyle tabu
kabul edilir. Kabîle reisleri, sihirbaz hekimler, mana güçlerinden dolayı
kutsaldır ve dolayısiyle tabu'dur. Öte yandan murdar sayılan insan (meselâ âdet
gören kadın) ve maddeler de tabu olarak kabul edilir. Yeni doğmuş çocuk, cenaze
ve kanlı bir şey de tabu sayılır.
Tabu'nun, sârî bir hastalık gibi, başka şeylere geçtiği kabul edilir. Tabu
sayılan şeye yaklaşmak için uzun hazırlık âyinleri gerekir. Totemler tabu'dur.
Yahudi Kutsal Kitabında Ahit Sandığını taşıyan öküzlerin tökezlemesi sonucu
Uzza adlı birisinin, düşmemesi için, sandığı tuttuğu ve orada hemen öldüğü
yazılıdır. Bazı yazarlar, tutulması, yaklaşılması yasak sayıldığı için,
Yahudilerdeki Ahit Sandığını da tabu olarak görür.
· 4.
Totem: Totem, kelime olarak, alâmet, işaret anlamına gelir. Deyim
olarak totem, genellikle ilkel kabîle mensuplarının kendilerine akraba
saydıkları hayvan, bitki veya cansız şeylere verilen addır. Totem, kabilenin
büyük atası olarak kabul edilir. Aynı toteme bağlı kimseler kendi aralarında
evlenmezler. Totem, yenilmez. O, tabu kabul edilir. Ona dokunulamaz. Toplumlann
en ilkel şekli olan klanın inanç ve teşkilâtına, bu totem anlayışından dolayı,
"totemizm" denilmiştir. Dinlerin totemizm'den çıktığını savunanlar da
vardır. Onlara göre, "totem" yerine tanrıyı koyunca, yeni dinler için
bir açıklama şekli bulunabilmektedir.
İlkel kabilelerde tabu ile kabile reisleri, totem inanışı ile de özelliği
olan bir hayvan veya bitkinin türünün korunması hedef alınmış olabilir.
Totemizm aslında dinî olmaktan daha çok içtimai ve iktisadi bir olgudur.
· 5.
Şaman: Kelimenin aslı hakkında çeşitli görüşler vardır. Bir kısım
araştırıcılar, bu kelimenin Tunguzca "saman"dan geldiğini ileri
sürerken, bir kısmı da "ruhlarla desteklenmiş adam” anlamına gelen
Sanskritçe "sramana"dan (Pali dilinde samana) veya "kendinden
geçmiş kimse” anlamında Sibirya menşeli bir kelimeden türediğini ileri
sürmektedirler.
İlkel kabilelerde dinî âyin ve törenlerle meşgul olan rahipler ve sihirbaz
hekimler vardır. Bunlardan başka, çoğu zaman kendinden geçerek ruhlar âlemine
aracılık yapmaya yetenekli sayılan kimseler de bulunur. Bunlara
"şaman" adı verilir.
İlkel kabîle insanına göre şaman, mana'ya sahiptir, ruhlara hâkim olabilir.
Şamanın sihirli olduğu kabul edilen bir davulu vardır. Davulun üzerinde gök ve
yerin resmi bulunur. Şaman, bazı afsunlarla ruhları bu davula girmeye zorlar.
Bu arada vecde gelmek için bazı danslar yapar. Onun kendinden geçtikten sonra
cennetleri ve cehennemleri dolaştığı kabul edilir. O, orada, ata ruhlarından
bazı bilgiler alır. AsyalIlar arasında şamanın yüksek itibarını sağlayan, bu
alışılmamış bilgilerdir. Bu mevkii kazanabilmek için şaman, bazı bedenî
egzersizler yapar; yeme ve içmesini en aza indirir.
Şaman kelimesinden Şamanizm türetilmiştir. Yanlış olarak Türklerin eski
dinî inançlarına .Şamanizm denilmiştir. Türklerin Şamanizm diye bir
dinleri olmamıştır. Türkler'de "şaman" kelimesi de yoktur (Kam
vardır). Şamanizm ne kendine özgü bir din, ne de büyünün bir şeklidir. Her iki
alanı da ilgilendiren yanları bulunan çeşitli din ve dünya görüşlerini birleştiren
bir inanç ve bir tekniktir. Bir teknik olarak Şamanizm; değişik ve farklı
şekillerde Kuzey ve Orta Asya'da, Eskimoların yaşadığı yerlerde, Orta Afrika ve
Kuzey Amerika'daki ilkel kabilelerde görülür. Bazı araştırıcılar, Sibirya'da
görülen Şamanizm'i psikopatolojik belirtiler olarak açıklamaktadırlar.
· 6.
Büyü: Büyü, tabiatüstü güçlerin yardımı sağlanarak belirli bir gayeye
ulaşmak veya bir durumu gerçekleştirebilmek için uygulanan işlem ve eylemdir.
Büyü, belli bir teknik ile belli kaideleri gerektiren ve büyücüler tarafından
uygulanan pratik bir sanattır. Büyü, tabiatüstü güçleri zorlayıcı bir yapı
taşır; eşyayı bir gayeye ulaşmak için kullanmak ister. Bir cemaati yoktur.
Birkaç ortak nokta dışında, dinin karşısındadıı (Büyü, olumlu veya olumsuz
yönde kullanılabilir). Din ile büyü, farklı şeylerdir. İnsan, dinde Tanrı'ya
kulluk eder; büyüde insanüstü gücü kendi gayesine yöneltmeye çalışır. Dinin
özü, alçak gönüllülük ve güvendir. Büyününki ise kendini yükseltmeye cür'ettir.
Dinde bir cemaat vardır. Büyüde ise müşteriler vardır. Gayeye ulaşılınca,
müşteriler dağılır.
Din ile büyü, bütün bunlara rağmen, ilkel kabîle insanları arasında
birlikte yaşar. Buna karşılık medenî toplumlarda büyü bilime dönüşmüş; simya,
kimya; astroloji, astronomi olmuştur.
· 7.
Efsane: Bu kelimeyi ifade etmek üzere Batı'dan dilimize aktarılan
"mit" kelimesi Yunanca "rhithos" dan (hikâye,
masal anlamında) gelir. Tanrıların, kahramanların, kâinatın oluşumunun
hikâyeleridir. Mitoloji ise, bütün efsaneleri içine alan ve onları belli bir
tarzda inceleyen bir disiplindir.
İlkel kabile insanlarının dünya ve kendilerini tasavvurdan ibaret bir
çok efsaneleri vardır. Bunlar, dünyanın nasıl meydana geldiğini ele alan
yaratılmış masallarından günlük dinî âyin ve törenleri anlatan hikâyelere kadar
uzanır.
Efsaneler, çoğu zaman, açıklayıcı bir karaktere sahiptir ve şu konulara
cevap bulmaya çalışır: 1. Tanrıların nereden geldikleri (teogoni),
· 2.
Kâinatın yaratılışı ve kâinattaki tabiî olayların oluşumu (kozmogoni),
· 3.
insanların nereden geldikleri (antropogoni), 4. İnsanın ve dünyanın geleceği
(eskatoloji). Efsaneler; bunlardan başka, ilk günahı, ilk ölümü, tufan
hadisesini, tanrıların insanları nasıl cezalandırdığını; diğer yandan,
avcılığın ve hayvancılığın başlangıcını, ateşin elde edilişini, ilk ailenin,
âdetlerin ve İçtimaî kurumların ortaya çıkışını konu edinir. Dinî dünya
görüşlerini yansıtan efsaneler, kutsal sayılır; şiirli bir dille, yalnız belli
zamanlarda, belli kişiler tarafından anlatılır.
· 8.
Ayin: Bir dinin pratiğiyle ilgili kurallar ve törenler birliğidir.
Âyin kavramı, dinî ve ahlâkî kurallarla ilgilidir.
İlkel kabilelerde din, tapınma, büyü, ergenlik ve geçiş dönemleriyle ilgili
geleneksel törenler yapılır. Bu törenlerde danslara da yer verilir. İlkel
kabile mensupları, danslar yoluyla ruhî durumlarını bedenî hareketlerle açığa
vururlar. Bu danslar, din ve büyü ile ilgilidir. Savaş, av, totem, bolluk,
ölüm, ergenlik âyinlerinin danslarında genellikle maskeler takılır. Âyinlerde
belirli kurallara uyma mecburiyeti vardır. Âyinler.genellikle kapalı
bir düzen içinde işler.
B- YAŞAYAN İLKEL KABîLE DİNLERİNİN ÖZELLİKLERİ
· a.
İlkel kabile dinleri bir kabileye mahsustur; genellikle o kabilenin adıyla
anılır (Meselâ Ga, Maori, Aynu, Dinka, Nuer...dinleri gibi).
· b.
Bu dinler mahallî bir özelliğe sahiptir. Bu dinlerden evrensel bir din
gelişmemiştir.
· c.
Bu dinlerin kutsal bir kitabı ve yazılı bir kaynakları yoktur.
· d.
İlkel kabîle dinlerinde genellikle bir Yüce Tanrı inanışı göze çarpar. Her
kabîle onu kendi diliyle ve kendisine mahsus bir şekilde adlandırır. Bu Yüce
Varlığın nitelikleri, diğer tanrı ve ruhlardan farklıdır.
· e.
İlkel kabilelerde fert, dinin tabiî üyesidir. Ayrı din seçme şansı yoktur.
· f.
ilkel kabilelerde kutsal olanla olmayan birbirinden ayrılmıştır. Mana’ya sahip
olan kutsaldır ve tabu'dur.
· g. İlkel
kabîle mensupları büyüye ve büyücüye çok ilgi gösterir.
· h.
İlkel kabîle dinlerinde din kurucusu söz konusu değildir.
· i.
İlkel kabîle dinlerinde ruhun çeşitli şekillerde yaşadığına inanılmakta, fakat
ahiretle ilgili telâkkilerinde açıklık görülmektedir.
C. YAŞAYAN İLKEL KABİLE DİNLERİNDEN ÖRNEKLER
Bugün dünya nüfusunun %5’ini oluşturan ilkel kabîle dinlerine mensup
insanlar, genellikle, dört kıtada bulunmaktadır. Bu kabilelerden, büyük gruplar
halinde yaşayanlar olduğu gibi, bir kaç yüz kişiyi geçmeyenler de vardır. İlkel
kabîle dinleri genellikle kabilenin adıyla anılır: Dinka Dini, Maori Dini, Aynu
Dini, Ga Dini, Pigme Dini gibi.
1., Dlnka Dini: Dinkalar, Güney Sudan'da yaşayan bir gruptur. Dinkalar, "cok"
(kuvvet) dedikleri insanüstü kuvvetlerin varlığına inanırlar. Bu kuvvetlere
bazen "Nhialik" de (Göktekiler) derler. Onlara dua eder, hediyeler
sunarlar. Onların kendileriyle yakından ilgilendiğine inanırlar. Ancak
Dinkalar, Nhialik'i yukarıda zikredilen insanüstü kuvvetlerin en büyüğü için
şahsî ad olarak da kullanırlar. Onu yaratıcı olarak görür,, kendilerine
hayat, kuvvet ve sağlık verdiğine, yağmur yağdırdığına inanır; ona dua ederler.
Dualar, devamlı tekrarladıkları cümleler halindedir. '
...........-
· 2.
Ainu Dini: Ainular, Japonya'nın kuzeyindeki adalarda yaşarlar.
Ainular, göğün en yüksek tabakasında bulunduğunu kabul ettikleri
"Kando-koro Kamui" dedikleri bir Yüce Tann'ya inanırlar. Çok uzakta
kabul ettikleri bu Yüce Varlıktan başka çok sayıda tanrı ve ruhlara saygı
gösterirler. Bu ruhların bazısının iyi, bazısının da kötü olduğunu kabul
ederler. Bunun sonucu, fetiş kullanma, fal, cin çıkarma, büyü, atalara tapınma
bu dinin nitelikleri arasında göze çarpmaktadır. Ainular, âhirete ve Yüce Tanrı
önünde muhâkemeye inanırlar.
· 3.
Maori Dini: Güney Pasifik Okyanusu adalarında yaşayan
Polinezyalılardan bir grup, Maoriler diye adlandırılır.
Maoriler, Yüce Tanrılarına ”lo” derler. lo'nun, herşeyden önce var ve her
şeyin kaynağı olduğuna, yerde ve gökte yaşayan her şeyin en içinde bulunduğuna
inanırlar, lo, bütün tanrıların en büyüğüdür. Onun adını ancak rahipler
söyleyebilirler. Maorilerin ibâdeti, rahiplerin onlara öğrettiği İlâhi
tarzındaki özel dualardan ibarettir. Hep beraber bu duaları okurlar.
· 4.
Ga Dini: Ga'lar, Gana'nın başkenti yakınlarında yaşarlar. Ga'lar, tabiata
ve insan işlerine etkili çok sayıda ruh ve kuvvet bulunduğuna inanırlar; ancak
bunlara tapınmazlar. Onlar, "Naa Nyonmo" dedikleri çok güçlü bir
varlığa inanırlar. O, gökte yaşar. Her şeyi yaratan odur. Ancak onun kutsal
yeri ve rahipleri yoktur. Ga'ların başka tanrıları da vardır. Onlar için
hazırlanmış kutsal yerleri ve görevli rahipleri bulunmaktadır.
· 5.
Namba'lar Dini: Güneybatı Pasifik'te Malekula adasında ilkel kabile
hayatı yaşayan bir grub, kabile erkeklerinin avret yerini örtmek için
kullandıkları püsküle "namba" denildiğinden, Namba'lar diye
adlandırılmıştır. Ingilizler bu ismin başına Türkçe "büyük",
"küçük" anlamına gelen kelimeler, sonuna da çoğul eki olan
"s" harfini eklemişlerdir. Böylece kabile Büyük ve Küçük Nambalar
olarak iki gruba ayrılmıştır. Bunlar, "tabiatüstü güçlere"
inanmaktadır. Bunların en üstünde, herşeyin yaratıcısı ve yönlendiricisi
"Tana" adı verilen bir Yüce kudrete inanılmaktadır. Bunun yanında
"iyi ve kötü ruhlar"ın her zaman kişilerin çevresinde bulunduğu ve her
davranışı kontrol ettiği kabul edilmektedir.
Hastalık, belâ ve ölümlerin sebebi "kötü ruhlar"dır. Kişinin
hastalanması; vücuduna "kötü ruhun” girmesiyle, kabîle törenlerine
uymamakla veya kabîle reisine saygısızlıkla izah edilmektedir. Ölüm, kötü
ruhların en ağır cezası olarak değerlendirilmektedir. Ölüm törenleri sıradan
insanlar ve kabîle reislerine göre farklılık göstermektedir. Cenaze 100 gün
dışarıda' bekletilmekte ve iskelet gömülmektedir. Reislerin iskeleti gömülmeden
bırakılmaktadır. Ölümden sonra 100 gün süreyle yas tutulmaktadır.
Nambalar’da "tabu"lar vardır. Yakınlar ”tabu"dur ve
mahremiyet esası bulunmaktadır. Zina yasaktır ve zina işleyene çeşitli cezalar
verilmektedir. Bu ceza, evli ve bekârlık durumuna göre artıp eksilmektedir.
Sünnet olmak esastır. Çocuklar 10-12 yaşlarından sonra kabîle reisinin
izniyle, topluca sünnet edilmektedir. Erkek çocuk, ancak sünnet olduktan sonra
"namba örtüsü" takabilmekte, köyodasına girebilmekte ve kabîledeki
rütbe alabilme basamaklarına tırmanabilme haklarına sahip olabilmektedir.
Kendilerine has dinî törenleri, dansları ve "kurban” usûlleri
bulunmaktadır.
III. BÖLÜMÜN BİBLİYOGRAFYASI
· -
David A. Brown, A Guide to Religions, London 1975, 14-50
· -
Dictionnaire des Religions, France 1983
· -
Mircea Eliade, From Primitives to Zen,London 1967, 3-18
· -
Mircea Eliade, Traite d'Histoire des Religions, Paris 1975, 38-41 (Ing.
Patterns in Comparative Religion, Gr. Britain 1976, 30-32)
· -
Robert S. Ellu/ood, Words of the VVorld's Religions, New Jersey 1977
· -
Bronislaw Malinovvski, Magic, Science and Religion, Gr. Britain 1974, 69-143
· -
Sedat Veyis Örnek, Etnoloji Sözlüğü, Ankara 1970
· -
Dr. Nadir Paksoy, "Güneybatı Pasifik'te, Büyük Nambasların Arasında
Kabilede Yaşam: Tabular, Yasaklar, İnanışlar, Âdetler", Cumhuriyet
Gazetesi (İlavesi), 13.1.1985
· -
W. Radlof, Sibirya'dan (Seçmeler), Çev. Ahmet Temir, İstanbul 1976
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, Gr. Britain 1965, 45-78
· -
Marguerite-Marie Thiollier, Dictionnaire des Religions, Belgique 1982
· IV. BÖLÜM MİLLİ DİNLER
Dinler Tarihi açısından dinlerin ilkel kabile dinleri, millî dinler ve
evrensel dinler tarzında üçe ayrılabileceğini; Islâm bilginlerinin de dinleri
"bâtıl dinler" ve "İlâhi dinler" diye tasnif ettiklerini
belirtmiştik. Bir önceki bölümde ilkel kâbîle dinleri hakkında bilgi verildi.
Bu bölümde millî dinler anlatılacaktır. Ancak Buddizm ne millî, ne de İlâhî bir
dindir. Bunun için Buddizm'e ayrı bir bölüm ayırdık. Bununla da evrensel
hüviyete sahip İlâhî dinlere bir geçiş sağlamış olduk.
Millî dinler, bir topluluk veya millete ait dinlerdir. Millî dinlerde
ortaklaşa bir kurtuluş ve mutluluğa ulaşma söz konusudur. Toplumun bütün
fertleri, bu ortaklaşa kurtuluş ve mutluluğu paylaşır. Aynı zamanda bu husus,
toplumun bütün üyelerini birbirine bağlayan bir bağ vazifesi görür. Fert,
kurbanlara ve kutsal törenlere katılmakla kendi millî tanrılarıyla temas
kuracağına inanır. Geçmişte de millî dinler vardı, günümüzde yaşayanları da
vardır.
Bazen millî bir dinin hâkim olduğu çevreden evrensel bir dinin çıktığı
(Hinduizmin hâkim olduğu Hindistan'dan Buddizm'in çıktığı gibi), bazen de
evrensel bir yapıya sahip dinin millîleştirildiği görülür (Yahudi dini gibi).
Millî dinlerden bazıları örnek olarak aşağıda anlatılacaktır. Bu örnekler
dünyanın değişik bölgelerinden seçilmiştir.
A. KONFÜÇYÜSÇÜLÜK
Çinide, şimdi, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm hariç olmak üzere, resmî
niteliğe sahip üç din vardır. Çinlilerin San Kiao (Üç din) dedikleri bu dinler;
Konfüçyanizm (Konfüçyüslük), Taoizm ve Buddizm'dir. Konfüçyanizm ve Taoizm,
yerli ve millî; Buddizm, dışardan gelme ve evrensel niteliklidir.
Çin'de bu zikredilen dinlerden önce atalara saygı, gök ve tabiat
tanrılarına tapınma, gelecekten haber verme, kutsal varlıklara kurban ve
"Sang-ti" diye adlandırılan bir Yüce Varlık inanışı vardı. Çin halkı
dinî geleneğinde atalar kültü çok önemli idi. Çin'de her devrin dinî özelliği;
atalara gösterilen bağlılık ve saygıdır. Bazı ilkel kabilelerde atalara tapınma
önemli ise de, Çin dininde kendini gösteren akrabalık ve aileye bağlılık hissi
kadar değildir. Bir Çin atasözünde şöyle denilir: "Her şeyin kökü
göklerdedir. İnsanın kökü ise atalarındadır." Çinli, "Göğün
Oğlu" sayılan imparator ve ailenin reisi olan babaya itaat ve saygı
geleneğine sahiptir. Çinliler, insanın evlenmeden veya geride bir oğul
bırakmadan ölmesini büyük günah ve elemli bir azap sayar. Ata ruhlarına ibadeti
devam ettirecek bir oğul yoksa, ölü, felaket getiren acayip bir mahluk
şeklinde, çok uğursuz bir hayat sürmeye mecburdur.
Her aile, ata ruhlarını özel koruyucu olarak görür ve evin güneybatı
köşesinde onlar için bir yer ayırırdı. Her evde, üzerinde ataların adları özel
tarzda yazılmış levhalar bulunurdu. Aile reisi, evin ana salonunda veya atalar
için ayrılmış olan yerdeki bu levhaların önünde onlara yiyecek, tütsü vb.
sunardı. Nişan, evlenme gibi önemli işler de burada yapılırdı. Bütün ailenin
önünde yapılan bu törende baba, üç tütsü çubuğu yakar, levhaların önüne gelir (bu
levhalar, üç-dört nesil korunup, atalara ait tapınağa bırakılır); tütsü
çubuklarını alnına kadar kaldırıp buhurdanlığa koyar, ya üç kere diz çökerek
dokuz vuruş yapar, ya da üçkere baş eğerdi. Bazen atalar çağrılır, onlara
önemli konular haber verilip yardım istenirdi.
Şimdiki atalar kültü; levhalar, cenaze töreni ve mezar etrafında odaklaşır.
Cenaze törenlerine çok önem verilir. Mezarlar, ilkbaharda süpürülür ve oralara
hediyeler sunulur (hediye sonbaharda tekrarlanır). Mezarlar, bereket versin
diye tarlalarda yapılır.
Çinlileri atalara saygı konusu kadar birleştiren ikinci bir husus,
"Yin" ve Yang" prensipleridir. Bu prensipler, üç Çin dinî
geleneğinde de bulunur. Yin, olumsuz; Yang ise olumlu durumu ifade eder. Yer
ile gök arasında meydana gelen her olayın bu iki prensibin işbirliği
yapmasından meydana geldiği kabul edilir. Yin ve Yang prensiplerini Çinli
kötü-iyi, karanlık-aydınlık, soğuk-sıcak, dişi-erkek, yer-gök gibi örneklere
uygular.
Yer ve göğü temsil eden dişi Yin ile erkek Yang prensiplerinin her ikisi de
âlem düzeni için gereklidir. Onların uyum kaynağı ve böylece âlemdeki bütün
düzenlerin dayanağı "tao"dur. Tao, doğruluk, yol, tabiî dünya nizamı,
dünyanın değiştirilemez kanunlara göre gidişi demektir. Tao deyimi, hem
Konfüçyüs'ün, hem de Laotzu'nun fikir sisteminin.temeli olmuştur.
Ancak Konfüçyüs, kendisinin irtibatlı bulunduğunu açıkladığı Yüce Varlığı ifade
için Şangti (Şhangdi-Changti: Yukarıdaki Hükümdar) ile eş anlamlı
"Tien"i tercih etmiştir. Tien, Göğün Rabbi, göğün kendisi demektir.
Çin geleneğinde Gök önemli bir yer tutmaktadır.
Konfüçyüs tarafından kurulan Konfüçyüsçülük; Çin'de, âlimlerin, ediplerin,
bürokratların, prenslerin ve imparatorluk ailesinin dini olarak kabul
edilmiştir. Bu din, Vu-ti (M.Ö. 140-87) zamanından başlayarak 1912 yılına kadar
devlet dini olarak tanınmıştır, imparator, başrahip sıfatıyla, bu ahlâkî-siyasî
kültü, gelenekleri, dinî tören ve âdetleri devam ettirmiştir. M.S. I. Yüzyıl'da
Buddizm'in Çin'e girmesi ve Taoizm'in M.S. II. Yüzyılda gelişmesi sonucu, bu
ülkede, ilk defa ferdî din seçimi sözkonusu olmuştur. Son yediyüz sene içinde
Çin'de resmî niteliğe sahip "Üç din" (San Kiao), geniş ölçüde bir
"halk dini" de oluşturmaktadır. Burada, bunlardan Konfüçyüsçülük ve
Taoizm üzerinde durulacaktır. Çin Buddizm'ine ayrıca bir yer ayrılmayacak ve
Buddizm Bölümü'nde temas edilecektir.
1. Konfüçyüs'ün Hayati (M;Ö. 551-479):
Konfüçyüs kelimesi, Üstad K'ung anlamında' K'ung Fu Tzu'nun Latincesidir.
Çinlilerde bu ad, K'ung Ch'iu (Chung Ni) şeklindedir. Konfüçyüs, Çin'in büyük
bilginlerinden, filozoflarından biri ve Konfüçyüsçülüğün kurucusudur. Yin
Krallık ailesinden kabul edilirse de ataları ve ailesi hakkındaki bilgiler,
sonraki kaynaklara ait olup, güvenilir bulunmamaktadır.
Konfüçyüs, Çin'de şimdiki Şan-tung'un bir bölümü olan Lu eyaletindeki
Tsou’da dünyaya geldi ve üç yaşında babasını kaybetti. Hayatının ilk yılları
yoksulluk içinde geçmesine rağmen, öğrenmeye merakı dolayısıyla iyi bir eğitim
gördü. 19 yaşında evlendi ve iki çocuğu oldu. Yirmi yaşında iken öğrenci
yetiştirmeye başladı. Metodu, eskilerin hikmetini yorumlamak idi. Şöhreti
yayıldı, taraftarlar kazandı. Lu'da pek önemli sayılmayacak memuriyetlerde
bulundu. Ancak o, eski hakimlerin faziletlerine dayanan bir yolla
insanlara barış ve refah getirebileceğini düşündüğü siyasî bir sistem
geliştirdi. Bu sistemin temelinde, bütün insanların saadeti için, insanın
fıtraten iyi olduğuna itimat ve örnek olmanın önemi yatmaktaydı.
Bu sistemine kulak verecek ve nasihatlerini dinleyecek bir hükümdar bulmak
için kendi eyaletini terketti. Çin-imparatorluğu Sınırları içinde, bir bölgeden
diğerine, kendini anlayacak yöneticiler aradı. Siyasî entrikalara alışmış
idareciler ona ilgi göstermedi. Onun mizacı da siyasî ortama uygun değildi.
İstediğine ulaşamamış olarak geri döndüğünde artık ihtiyadamıştı. Hayatının son
beş yılını meşhur eserlerini yazmak, öğrenci yetiştirmek ve doktrinini
öğretmekle geçirdi. Onun en önemli eseri Konfüçyüsçülük oldu. Millî bir dinin
kurucusu olmanın dışında, teşkilatçı olarak da saygı gördü. Ch'iu fu’da, bilge
kişi olarak öldü. Ölümünden sonra şöhreti her tarafa yayıldı. Mezarı, bir
ziyaret (hac) yeri oldu. Adına tapınaklar yapıldı. 1912'ye kadar Çin
İmparatorları yılda iki defa, ilkbahar ve sonbaharda, ona hediyeler sundu.
Konfüçyüs, kendi hayatını şu şekilde özetlemektedir: "15 yaşında
kendimi öğrenmeye verdim. 30 yaşında irademe sahip olabildim. 40 yaşında
şüphelerimden kurtuldum. 50 yaşında Gök'ün emrini öğrendim. 60 yaşında seziş
yoluyla herşeyi kavradım. 70 yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden,
kalbimin bütün isteklerini yerine getirebildim." X
K Bkz. Konfüçyüs, Konuşmalar, Çev.: Muhaddere Nabi Özerdim, Ankara
1974, 4; Vlarimir Grigorieff, Religions du Monde Entier, Belgigue 1989,
335.
Hayatı boyunca Çin’in "kadîm"liğini ortaya koymaya ve kültürünü
ihya etmeye çalışan Konfüçyüs, kendini, "ben, eskileri seven ve onların
bilgilerini elde etmek için bütün gayreti gösterin bir kimseyim” şeklinde
vasıflandırmıştır.
2. Konfüçyûsçûlükte Kutsal Metinler:
Konfüçyüs, bütün eski Çin metinlerini gözden geçirdi. Gayesi yönetimle
ilgili bilgileri toparlamak, sosyal hayat ve törenlerle ilgili hususları bir
araya getirmek, yaşayan ahlâk ve geleneklerin devamını sağlamak; böylece atalar
kültüne dayalı Çin medeniyetini ortaya koymaktı;
Böylece Konfüçyüs ve öğrencileri, daha önceki Çin filozof ve mürşitlerinin
yazılarını derlediler ve yorumladılar. Konfüçyüs'e büyük bir bağlılık gösteren
ve ondan edebiyat, tarih, felsefe-ahlâk öğrenen öğrencileri, ölümünden sonra
onun sözlerini de topladılar.
Konfüçyüsçülüğün kutsal kitaplarını oluşturan iki koleksiyon vardı. Bunlar;
"Beş Klasik" (Wou King) ve "Dört Kitap"tır (Se Chou).
Bes Klasik: 1. Değişiklikler Kitabı (Yi King): Mistik ve Metafizik olayları, 2. Tarih
Kitabı (Şu King): Dokümanları, tarihî bilgileri ve geçmişe ait önemli
vesikaları, 3. Şiirler Kitabı (Şi King): 305 muhtelif şarkıyı, 4. Törenler
Kitabı (Li King): Âyin ve merasimlerle ilgili hatıraları (Ahlâk ve adâb), 5.
İlkbahar ve Sonbahar Vekayinameleri (Kun Kiyu): İlkbahar ve Sonbaharla ilgili
olarak günügününe yazılmış olayları ihtiva ederM
Dört Kitao: XI. Yüzyılda Sung Hanedanı sırasında biraraya getirildi. Bu koleksiyon,
yönetici sınıfın eğitiminin temelini oluşturdu. Yöneticiler, memur alınması
için yapılan imtihanlarda bu kitaplardan faydalanırlardı. Bu dört kitap
şunlardır: 1. Konfüçyüs'ün Konuşmaları (Lun Yü), 2. Mensiyus'un Sözleri
(Mong-tse), 3. Orta Yol Doktrini (Tchöng Yong), 4. Büyük Bilgi (Ta-Hio).
(x) M. Şemseddin, bu kitapların muhtevası hakırıda bilgi vermektedir.
Bkz.
M. Şemseddin (Günaltay), Tarih-i Edyan, 247-248
3. Konfüçyüsçülükde Tanrı İnancı:
Konfüçyüs'ün öğrettiklerinin Çin'in millî dini olması uzun bir gelişmenin
neticesidir. Konfüçyüs, kendine "din kurucusu" unvanını vermemiştir.
Buna rağmen, onun dortrini kendinden sonra bir din olarak kabul edilmiştir.
Onun ana gayesi, ülkenin karışık olan siyasî durumunu düzeltmek için, eski
törenleri yeniden ihya etmek olmuştur. O, asırlardan beri hüküm süren millî
dinin geleneklerini yeniden canlandırmıştır.
Konfüçyüsçülük, Konfüçyüs'e dayandırılan, Çin'e ait inanış ve âyinler
birliğidir. Çin'in dinî tarihinde, ne kadar gerilere gidilirse gidilsin, büyük
tanrı olarak Gök Tanrı bulunur. Bu, "Tien" ile ifade edilir. Bu gök
tanrı "Tien", yukarıdaki tanrı, göğün efendisidir. Onun aşağısında,
görünmeyen varlıklar dünyası; hava cinleri, perileri; bulut, su, dağ cinleri ve
ata ruhları bulunur.
Konfüçyüs, insanlar arasındaki ilişkilerin önemi yanında hayat, ölüm, şeref
hepsinin gökten geldiğini ifade etmiştir. Şang-ti diye adlandırılan Yüce
Varlığa inanışı onda da devam etmiştir. Ancak o, bu yüce Varlığı ifade için
daha önce kullanılan "Tien" deyimini tercih etmiştir. Ona göre
"Tien", o zaman anlaşıldığı üzere, gökte oturan, kötü hükümdarları
cezalandıran, yeni hanedanlar kuran ve iyileri mükafatlandıran atalara
verilen bir ad değildir. Tien; yüce varlık, tabiat düzeninin idarecisi; her
şeyin üstündeki varlık, yaratıcı kudret idi. Bu konudaki diğer terim, Tao'dur.
Tao, insanın yürüyeceği doğru yol, yani ahlâk prensibidir. Konfüçyüs, bu terimi
de kullanmıştır. Konfüçyüs, "sabah Tao'yu zikreden kimse, akşama rahat
ölür" demiştir. Konfüçyüs, kendisini koruduğu ve görevlendirdiğine
inandığı azametli bir yüce varlığa inanmakta idi. Ona göre yüce hükümdar olan
Tanrı, hürmet ve ibadet edilmesi gereken bir varlıktır. Kâinatın düzenini
kuran O'dur.
Konfüçyüsçülüğün belirli bir inanç sistemi, bir dinî teşkilatı yoktur;
fakat kurucusu, Tanrı kavramı ve kutsal metinleri vardır. Konfüçyüsçülük'te
Tanrı, düşgün insanları korumak için hükümdarlar,
"Tanrı YoIıTnda yardımcı olsunlar ve ülkenin her yanında huzuru
sağlasınlar diye öğretmenler göndermektedir. O, uludur, yücedir, yerdeki
insanlara hükmedicidir ve kötü olanlar çoğalınca da hükmü amansızdır. Ölmek ve
dirilmek, şeref ve zenginlik, Tanrı'nın takdirindedir. Tanrı, herşeyi açıkça
görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir^
4. Konfüçyüsçülük'te Ahlâkî Prensipler
Konfüçyüsçülük, dinden daha çok bir ahlâk ve hikmet yolu olarak gösterilir.
Konfüçyüs'ün ahlâk sistemi, cemiyet ve millet içindir. Gâyesi, milleti siyasî
bir terbiye ile saadete kavuşturmaktır.
Konfüçyüs, dinî faaliyet olarak, Çin'in eski dinî tasavvurlarını ihyaya
çalışmıştır. Üzerinde münakaşa etmekten kaçınmasına rağmen, "öbür
dünya"nın varlığını inkâr etmemiştir. O, yapılan günahların cezasız
kalmayacağım, öbür dünyadan daha çok bu dünyada görüleceğini; kötülük yapanın
hatasını ödeyerek affedilmesini istemesi gerektiğini belirtmiştir. Dua, ibadet
bir vazifedir; fakat devamlı değildir. Bu, dinî mânada, oruç tutulup temiz
olduktan sonra ifâ edilen kurbandan ibarettir.
Konfüçyüs ahlâkının ana temeli, "Büyük Bilgi"de kendini, ev
halkını, milletini yönlendirme, barışı sağlamanın yolunu bulma şeklinde
açıklanır. Konfüçyüs, "Konuşmalar" da (*), dünyada beş şeyi, herşeye
uygulayabilmek yeteneğine "mükemmel erdem" demektedir. Bu erdemler;
ağır başlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezakettir. Bunları da şöyle
açıklamaktadır: "Ağır başlı isen, saygısızlık görmezsin. Cömert isen,
herşeyi elde edersin. Samimî isen halk şana güvenir. Doğru isen çok şeyi
başarırsın. Nazik isen başkalarını hizmetinde kullanabilirsin". O, üstün
insanı, "Düşkünlere yardım eder, zenginlerin servetini artırmaz"
olarak tarif etmektedir. Üstün insanla küçük insan arasındaki farkı da şöyle
belirtir; "Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatını düşünür.
Üstün insan kanunlar üzerinde kafasını
3. Konfüçyüsçülükde Tanrı İnancı:
Konfüçyüs'ün öğrettiklerinin Çin'in millî dini olması uzun bir gelişmenin
neticesidir. Konfüçyüs, kendine "din kurucusu" unvanını vermemiştir.
Buna rağmen, onun dortrini kendinden sonra bir din olarak kabul edilmiştir.
Onun ana gayesi, ülkenin karışık olan siyasî durumunu düzeltmek için, eski
törenleri yeniden ihya etmek olmuştur. O, asırlardan beri hüküm süren millî
dinin geleneklerini yeniden canlandırmıştır.
Konfüçyüsçülük, Konfüçyüs'e dayandırılan, Çin'e ait inanış ve âyinler
birliğidir. Çin'in dinî tarihinde, ne kadar gerilere gidilirse gidilsin, büyük
tanrı olarak Gök Tanrı bulunur. Bu, "Tien" ile ifade edilir. Bu gök
tanrı "Tien", yukarıdaki tanrı, göğün efendisidir. Onun aşağısında,
görünmeyen varlıklar dünyası; hava cinleri, perileri; bulut, su, dağ cinleri ve
ata ruhları bulunur.
Konfüçyüs, insanlar arasındaki ilişkilerin önemi yanında hayat, ölüm, şeref
hepsinin gökten geldiğini ifade etmiştir. Şang-ti diye adlandırılan Yüce
Varlığa inanışı onda da devam etmiştir. Ancak o, bu yüce Varlığı ifade için daha
önce kullanılan "Tien" deyimini tercih etmiştir. Ona göre
"Tien", o zaman anlaşıldığı üzere, gökte oturan, kötü hükümdarları
cezalandıran, yeni hanedanlar kuran ve
iyileri mükafatlandıran atalara verilen bir ad değildir. Tien; yüce
varlık, tabiat düzeninin idarecisi; her şeyin üstündeki varlık, yaratıcı kudret
idi. Bu konudaki diğer terim, Tao'dur. Tao, insanın yürüyeceği doğru yol, yani
ahlâk prensibidir. Konfüçyüs, bu terimi de kullanmıştır. Konfüçyüs, "sabah
Tao'yu zikreden kimse, akşama rahat ölür" demiştir. Konfüçyüs, kendisini
koruduğu ve görevlendirdiğine inandığı azametli bir yüce varlığa inanmakta idi.
Ona göre yüce hükümdar olan Tanrı, hürmet ve ibadet edilmesi gereken bir
varlıktır. Kâinatın düzenini kuran O'dur.
Konfüçyüsçülüğün belirli bir inanç sistemi, bir dinî teşkilatı yoktur;
fakat kurucusu, Tanrı kavramı ve kutsal metinleri vardır. Konfüçyüsçülük'te
Tanrı, düşgün insanları korumak için hükümdarlar,
"Tanrı YolıTnda yardımcı olsunlar ve ülkenin her yanında huzuru
sağlasınlar diye öğretmenler göndermektedir. O, uludur, yücedir, yerdeki
insanlara hükmedicidir ve kötü olanlar çoğalınca da hükmü amansızdır. Ölmek ve
dirilmek, şeref ve zenginlik, Tann'nın takdirindedir. Tanrı, herşeyi açıkça
görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir^
4. Konfüçyüsçülük’te Ahlâkî Prensipler
Konfüçyüsçülük, dinden daha çok bir ahlâk ve hikmet yolu olarak gösterilir.
Konfüçyüs'ün ahlâk sistemi, cemiyet ve millet içindir. Gâyesi, milleti siyasî
bir terbiye ile saadete kavuşturmaktır.
Konfüçyüs, dinî faaliyet olarak, Çin'in eski dinî tasavvurlarını ihyaya
çalışmıştır. Üzerinde münakaşa etmekten kaçınmasına rağmen, "öbür
dünya"nın varlığını inkâr etmemiştir. O, yapılan günahların cezasız
kalmayacağını, öbür dünyadan daha çok bu dünyada görüleceğini; kötülük yapanın
hatasını ödeyerek affedilmesini istemesi gerektiğini belirtmiştir. Dua, ibadet
bir vazifedir; fakat devamlı değildir. Bu, dinî mânada, oruç tutulup temiz
olduktan sonra ifâ edilen kurbandan ibarettir.
Konfüçyüs ahlâkının ana temeli, "Büyük Bilgi"de kendini, ev
halkını, milletini yönlendirme, barışı sağlamanın yolunu bulma şeklinde
açıklanır. Konfüçyüs, "Konuşmalar" da (*), dünyada beş şeyi, herşeye
uygulayabilmek yeteneğine "mükemmel erdem" demektedir. Bu erdemler;
ağır başlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezakettir. Bunları da şöyle
açıklamaktadır: "Ağır başlı isen, saygısızlık görmezsin. Cömert isen,
herşeyi elde edersin. Samimî isen halk şana güvenir. Doğru isen çok şeyi
başarırsın. Nazik isen başkalarını hizmetinde kullanabilirsin". O, üstün
insanı, "Düşkünlere yardım eder, zenginlerin servetini artırmaz"
olarak tarif etmektedir. Üstün insanla küçük insan arasındaki farkı da şöyle
belirtir; "Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatını düşünür.
Üstün İnsan kanunlar üzerinde kafasını
çalıştırır, küçük insan ise kendi faydasını aramaya bakar. Büyük ve üstün
insan yalnız doğruluğu, küçük inşan ise yalnız faydayı düşünür". Sadakati
ve samimiyeti birinci planda tutmayı ve ağırbaşlı olmayan bir bilgine saygı
göstermemeyi tenbîh ediyor. Kendisi için şöyle söylemektedir: "Yaşlı
olanlara rahatlığı sağlamak, arkadaşlara samimiyetle, gençlere de nezaketle
davranmak isterim".
Kendisinden tavsiye isteyen bir idareciye "doğruluktan ayrılma,
yanlışlarını düzelt" demiştir. Doğru olan birşeyi görmek ve bunu yapmamak
cesaretsizliktir. İnsanlar doğruluk için dünyaya gelmişlerdir. Bir insan
doğru yoldan ayrılıp iyi bir hayat sürerse. Ölümden kurtuluşu sadece bir
şans eseridir.
Konfüçyüse göre bir kimse dış güzellikten ziyade iyi ahlâka değer verirse,
ailesine hizmette en büyük gayreti gösterirse, efendisine bütün hayatında
bağlı kalabilirse,arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde samimî ise, o
insan için birşey bilmiyor denilse bile, o insan bilgilidir. Kendini bilgiye
verenler, üstün ve büyük insandır. Büyük ve üstün insanlar, davranışlarında
düşünceli ve dikkatli olmaya, yüz ifadelerinde samimiyete, sözlerinde nezâket
ve şerefliliğe önem verirler. Onlar akrabalarına, anne ve babalarına iyi>
muamele eder, halkını faziletle yükseltirler. "Eğer ‘büyük ve üstün insan'
törenleri severse,halk saygısızlık etmeye cesaret edemez. Eğer o
doğruluğu severse halk ona uyruk olmaktan çekinmez. Eğer o sadakati severse
halk samimî olur. İşte bunları elde edince memleketin her tarafından halk,
çocuklarını arkalarında taşıyarak ona gelecektir".
Konfüçyüsçülük'te iyilik, doğruluk, edeplilik, akıllılık ve
güvenilebilirlik beş temel fazilettir. Bu, başarı şartına bağlı değildir. Çünkü
Konfüçyüs, "Başarı her zaman faziletin varlığına delil olmaz. Hikmet ve
fazilet, başarı elde edilse de, edilmese de, herşeye rağmen, iyilikte devam ve
ısrardır" demektedir. Konfüçyüs'ün telkini, dört konu etrafında döner: 1.
Kültür, 2. İş Yönetimi, 3. Üste karşı dürüst davranma, 4. Verilen sözde
durma. 5
Konfüçyüsçüiük'te beş temel İnsanî ilişki vardır: 1. Amir ile Memur, 2. Anababa
ile Çocuklar, 3. Karı ile Koca, 4. Kardeşler, 5. Arkadaş ve dostlar arasındaki
ilişki ve saygı. Bu beş temel, bütün hayatın en önemli ilişkilerini içinde
bulundurur. İnsanın rahat bir hayat sürebilmesi için hayatın her safhasında
orta yolu tutması, aşırılıktan kaçınması, iyiliğe iyilik, kötülüğe karşı da
adâlet göstermesi gerekir. Konfüçyüs israfa karşı ve ekonomik olmaktan yanadır.
Gösterişi sevmez, hayırseverliği ve adaleti iki mühim meziyet olarak görür.
Onun "Yi" dediği adalet, belli bir vaziyette yapılması mecburi olan
harekettir. Bu değişmez bir emirdir. Fertler, toplulukta birtakım şeyleri
yalnız o şeyler için yapmak zorundadır. Çünkü o şeyler ahlâk icabı
yapılmalıdır; ahlâktan başka şeyler için yapılırsa adâlet tecellî etmez.
Adâletin gerçekleşmesini menfaat önler. Konfüçyüs, adâlet ve menfaat konusunu
şöyle hükme bağlar. "Yüksek insan, adâleti; alçaklar da menfaati
anlar".
Amirin riayet etmesi gereken ilk esaslar; yönettiklerinin güveni ve onların
sevgisini kazanmasıdır. Eğer insanlar, korku ve dehşetle itaate zorlanırsa;
yönetenle yönetilen arasındaki bağ kopar, işler zorlaşır, ahlâk sarsılır ve
nefislerde fesat meydana gelir.
Konfüçyüsçüiük'te genç, ana ve babasına sâdık ve diğer büyüklerine saygı
göstermelidir. Onlara sevgi ve bağlılık, itaatsizlik etmemekle olmaktadır.
Kişinin babasının yolundan gitmesi; anıfek ona bağlı olmasıyla mümkündür. Eski
Çin Atalar Kültü'nde oğulun bilgeliği ne olursa olsun babasından önce
sunulanları yiyemez, sofraya uzana-maz.
Karı ve koca, kardeşler, arkadaş ve dostlar arasındaki ilişkiler de belirli
kurallara bağlanmıştır: Evin erkeği, ailesi hayatta iken onu bırakıp uzak
diyarlara gitmemelidir. Aileye hizmet ederken onlara tenkitte nazik olunmalı,
onlara terbiye icaplarına göre hizmet edilmeli, aile sıkıntıya düştüğünde de
genç çocuklar aileye yardımcı olmalıdır. Büyük ve üstün insan kendini esas olan
şeye verir, bu esas şey meydana gelince prensipler gelişir, anaya babaya
sadakat ve kardeşlik sevgisi de kendini gösterir. "Kendine uygun olmayan
kimselerle arkadaşlık etme" Konfüçyüs'ün tavsiyelerindendir. Bu
arkadaşlığı da faydalı ve zararlı olmak üzere iki gruba ayırmaktadır:
"Dürüst, samimi ve anlayışlı bir arkadaş faydalıdır. İki yüzlü,
kurnaz ve çok konuşan bir arkadaş zararlıdır."
Konfüçyüs'ün ahlâk anlayışı devlet yönetiminde de geçerlidir. Ona göre
memleketini erdemi ile yöneten bir kimse kutup yıldızına benzer. Memleketi
yönetmek, halkı doğru yola götürmek demektir. Eğer halk doğru yola yöneltilirse
kimse doğru davranmamaya cesaret edemez. Memleketine hizmetten kaçınan kimseye
akıllı denilemez.
Konfüçyüs’e "Bir ülkeyi idare etmeye çağrıdaydınız ilk iş olarak ne
yapardınız?" diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: "Önce dili
düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa, kelimeler düşünmeyi iyi anlatamazlar.
Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler iyi yapılamaz. Gereken
yapılamazsa, ahlâk ve kültür bozulur. Ahlâk ve kültür bozulursa, adalet yolunu
şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa, halk güçsüzlük ve sarhoşluk içine düşer.
Ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bu sebeple söylenilen sözü doğru
söylemeli. Hiçbirşey bunlardan dolayı dil kadar mühim değildir" (*).
Konfüçyüs’e göre hükümeti iyi bir şekilde yönetmek için iktidarda olan
kimsenin beş üstün şeye değer verm=si ve dört kötü şeyden kaçınması gerekir.
Beş üstün şey; aşırı derecede harcama yapmadan faydalı olmak, halkına pişmanlık
getirmeyecek görevler vermek, aç gözlülük etmeden istediği şeyi almak, gururlu
olmadan itibar kazanmak, korkunç olmadan yüce olmaktır. Dört kötü şey ise;
halkı öğretmeden ölüme sürüklemek, buna "zulüm" denir. Onları
haberdar etmeden ani olarak iş yüklemek, buna "baskı" denir. Acele
olmayan buyruklar çıkarıp, sonra bunların hemen uygulanmasını istemek. Buna
"gaddarlık” denir. Genel olarak insanlara birşey verirken veya mükafatlandırırken hasis
davranmak. Buna "yersiz davranış" denir.
Konfüçyüsçülük'te ana-baba sayğısı; evlat sevgisi önemli bir yer tutar. Bu
da insanın yakınlarına karşı borcundan kaynaklanır. Toplumda âhenk aranır,
âhengin temeli, ailedir. Ailede ana-baba sevgisi faziletlerin başında gelir.
Konfüçyüsçülüğün ahlâkî tarafı, diğer yönlerinden daha ağırlık
taşımaktadır. Bu sistem; hükümdar için bir idare sanatı, soylular için siyasî
bir ahlâk, halk için bir geleneğe bağlılıktır.
Konfüçyüsçülük, aileye ait faziletleri, disiplini, İçtimaî düzeni,
kardeşlik sevgisini ve halkın eğitimini içinde bulundurur. Bunun için de
Konfüçyüs'ün ahlâkî sisteminde şu dört fazilet yeralmaktadır: İnsanlık, adâlet,
davranış, bilgi.
B. TAOİZM
Çin millî dinlerinden biri de Taoizm'dir. Taoizm'i Lao-tzu (Lao-tse)
kurmuştur. Bu din, "Tao" kavramı üzerinde kurulmuştur. Büyücüleri,
rahip ve rahibeleri ve dinî şefleri vardır. Kendilerine has âyinleri; bu
âyinlerin eski bir geleneği vardır. İlkbahar bayramında ateş yakılır. Taoist rahipler,
yarıçıplak durumda, ateşe pirinç ve tuz atıp, yalınayak koşarak üzerinden
geçerler.
Ölülerin, yaşayanları rahatsız etmeksizin, mezarda güven içinde rahat
ettiğine inanılır. Mezarların seçilmesinde bazı kurallar vardır. Ölüye zarar
gelmemesi İçin çeşitli tedbirler alınmıştır. Bu tedbirlere sıkı sıkıya bağlılık
yüzünden, uzun zaman, mezarların bulunduğu alanda araştırma yapılmasına izin
verilmemiştir.
1. Lao-tzu'nun Hayatı (Lao-tse, doğumu M.Ö. 604 veya 570)
Bir Çin filozofu ve Taoizm’in kurucusu Lao-tzu’nun hayatı hakkında fazla
birşey bilinmemektedir. Onun, hemen hemen efsanevî olan hayatı, M.Ö. 100 yılına
doğru Sseu-ma Tsi'en tarafından yazılmış, 6 Çin'in bir tarihi olan, "Che Ki" ile
tanınmıştır. Lao-tzu'nun Honan'da doğduğu sanılmaktadır. Asıl adı, Li Tan'dır.
Lao-tzu, ona verilmiş lakaptır ve ihtiyar bilgin anlamına gelmektedir. Çok
yaşadığı söylenir. Çu sarayında arşiv memurluğu yapmıştır. Konfüçyüs ile aynı
yüzyıl içinde yaşamıştır. İkisinin bir vesileyle karşılaşması, çok önemli bir
olay sayılmıştır. Bu karşılaşma zamanında Lao-tzu çok yaşlı, Konfüçyüs ise genç
bir bilgindir.
Çu Hanedanının yıkılmaya yüz tuttuğunu gören Lao-tzu, hükümet merkezini
terkederek batıya doğru gitmiş, Honan geçidine geldiğinde buranın muhafızı ve
öğrencisi, Tsi, ondan mesleği hakkında birşey yazmasını istemiş; o da,
"Tao te King"i yazmıştır. "Tao", yaratıcı prensip;
"te", insan fazileti; "king" de kitaptır. Bu kitap, bugüne
kadar, bütün Taoist düşüncelerin kaynağı olmakta ve "tao"nun ne
olduğunu açıklamaktadır. Anlaşılması oldukça zor olan bu kitap; Çin'in büyük
klasikleri arasına konulmuştur. Çok sayıda ilim adamı, Tao te King'i batı
dillerine çevirmeye çalışmış, fakat pek başarılı olamamıştır. Kitabın adı bile
tam olarak tercüme edilememiştir. Her mütercim, kitabın ismine çeşitli anlamlar
vermiştir. Bu küçük kitabın sırrının, en eski mistisizmin bir numunesi
olmasından ileri geldiği kabul edilmektedir. Lao-tzu, bu eserinde, mistik tabir
ve tasavvurlara anadilinde ilk defa bir şekil vermeye çalışmıştır. Bunun için,
seçtiği tabirler, gösterdiği remizler açık ve belli değildir.
Lao-tzu'nun 80 yaşını geçtiği bilinmekte ise de, ölüm tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. Lao-tzu'dan hemen sonraki Taoizmin tarihi de karanlıktır.
Taoizmin daha sonraki gelişmesi, Lao-tzu'dan sonra gelen ve Taoizm hakkında
bilgiler veren yazarlar sayesinde kısmen öğrenilebilmektedir.
2. Taoizmin Prensipleri (x)
Lao-tzu’nun doktrininin temeli, mistik bir panteizm'dir. Taoist ahlâk zühde
dayanır. Tao, dünyayı yöneten sebeptir; insan olu bilmelidir.
Tao, âlemden önceki yaratıcı prensiptir. O;görülemez, işitilemez ve
kavranılamaz. O, ezelî ve ebedîdir; kendiliğinden vardır; herşeyde hazır ve
nazırdır. O, hiçbir tasvire sığmaz. Herşeyin temeli O'dur. O yokluk
değildir. Tabiat ve evrenin var olması O'nun sayesindedir. O, herşeyin
arkasında ve altındadır. Herşeyi yaratan ve besleyen de O'dur. Bundan
dolayı Tao, bazen "Ana" diye de adlandırılır. Çünkü herşey O'ndan
gelir. Tao'dan bir doğar, birden iki, Yin ve Yang; iki'den üç, Yin, Yang ve
nefes; üç'ten yaratılmış evren. Tao, göğün ve yerin kaynağı, yaratıcı ve aynı
zamanda yaşatıcı prensiptir. Herşeyi yaratan Tao'nun hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur. Başka güçlerle rekâbet etmez. Dolayısıyla insanlar da hırstan
uzaklaşırlarsa, iyi bir hayata sahip olurlar.
Lao-tzu, insanların kanunları dünyadan örnek alarak yaptıklarını, dünyanın
gökten, göğün de Tao'dan aldığını, Tao'ya sahip olan bir memleketin uzun zaman
var olacağını ve dünyanın "Tao" vasıtasıyla yönetilmesi durumunda
şeytanların kutsallık kazanamayacağını belirtmiştir. Lao-tzu'ya göre
"göksel Tao" mücadele etmez, fakat iyi bir yolda daima zafer kazanır;
konuşmaz, fakat cevap alır; çağırmaz fakat getirir, sâkindir ve planları gayet
mükemmeldir.
Lao-tzu, bilginlerin Tao'yu anlama ve kavrama durumlarını şöyle
açıklamaktadır: Yüksek bilginler, Tao'yu işittikleri zaman hareket ederler ve
ona doğru giderler; orta dereceli bilginler, Tao'yu duydukları zaman ne
yaptıklarını bilmezler; aşağı derecedeki bilginler Tao'yu işittiklerinde
kahkahalarla gülerler. Üstün ve mükemmel bir insan ise, sadece herşeyin ruhu
kendisinde olan Tao'yu izler.
Taoizm'de "Tao" ile beraber bir de "Te" kavramı vardır.
Tao'nun erdemi veya onun gizli gücü olarak bütün varlıklarda bulunan
"Te", "Tao"nun tabiattaki herşeyi değiştiren gücünün kendisidir.
"Tao" kaybolduktan sonra "Te" onun ayrılmaz vasfı olur, akı
karayı bilir, muhafaza eder ve dünyanın şeklini vücuda getirir. Dünyanın şekli
vücuda geldikten sonra ölümsüz "Te", onu hatadan korur ve yükseltir.
W Taoizm'in Prensipleri başlığı altında verilen bilgilerde temel kaynak;
Laû-tzu, Taoizm, Çev. Mukaddere N. Özerdim, Ankara 1978 adlı eser olmuştur.
Bütün varlıkları Tao meydana getirir; "Te" ise onları besler,
büyütür, madde olarak şekil verir, kuvvetini tamamlar. Bundan dolayı bütün
varlıklar Tao'yu yükseltir ve Te'ye değer verir.
Lao-tzu, öğretilerinde, ahlâkî değerler üzerinde de durmuştur. Lao-tzu'ya
göre insan ancak manevî faziletleriyle insandır. Örnek insan iyi, merhametli,
sadık, dürüst ve mütevazî olmalıdır. Onun bu vasıfları elde etmek için, tavsiye
ettiği yol menfîdir: İnsan, Tao'ya benzemeye çalışsın; iş yapması, iş
yapmaması; çalışması çalışmaması gibi olsun. Vu vey (Wou wei: hiçbir şey
yapmamak, sükûnet) prensibi, Taoizm’in ülküsüdür. İnsan, dünyâ nizamına uyarak
yaşamalı, gayret sarfetmek-sizin Tao'nun kanunlarına tabî olmalıdır. Böyle bir
sükûnet içinde yaşarken, dünyanın tabiî nizamını muhafaza etmek suretiyle,
mesut bir hayat sürebilir. Hükümdar bile, böyle yapmakla, devletini en iyi bir
şekilde idare eder. Çünkü memlekette ne kadar fazla şey yasak edilirse, millet
o kadar fakir olur. İnsanlara karşı alınan tedbirler ne kadar ustalıklıca
hazırlanırsa, onların arasından, o kadar inanılmaz hileler or-taya çıkar. Ne
kadar çok kanun ve emirler bildirilirse, o kadar eşkiya ve hırsız zuhur eder.
Lao-tzu, "Düşüneceğin şey daima iyi ve derin olmalıdır; birşey
verirken iyi ve lütufkâr olmalısın. Birşey söylediğin zaman dürüst ve sadık
olmalısın. Dürüst olursan memleketi iyi yönetirsin, bir iş yapmak istersen
doğru ve kabiliyetli olmalısın" tavsiyesinde bulunuyor.
Lao-tzu, dünyadaki insanların güzel olan şeyleri güzel olarak bildiğinde,
çirkin olan şeyleri de tanıyacağını; iyi olan şeyleri bildiğinde, fena olan
şeyleri de bileceğini; böylece iyileri yayıp, fenalıklardan kaçınacağını, başkasını
kandırmaya çalışmayacağını söylemektedir.
Lao-tzu, prensip olarak, kibir ve gururu yermektedir. Yalnız kendisi için
çalışan insanların yükselemeyeceğini, kendisiyle övünenlerin bir iş
göremeyeceğini, çok yüksekten konuşan insanların bunu uzun zaman devam
ettiremeyeceğini belirtmektedir. Ayrıca o, ihtirasının esiri olan insanların
büyük bir yanılma içinde olduğuna ve hiçbir zaman başarılı olamayacağına da
dikkat çekmektedir.
Lao-tzu, savaşa karşıdır. Bunun için o, savaş aletlerini iyi görmez ve
bunları yüksek insanların kullanamayacağını söyler. Yüksek insanların barış ve
huzura değer vereceğini açıklar. O, savaşa karşı olmakla beraber, devletin
ferde fazla karışmasını istemez.
Taoizm'e göre bu ahlâkî prensipler; sadece fertler için değil,
milletlerarası münasebetler için de geçerlidir. Saygı ve itaatle herşeyin ele
geçirileceği; sevgi ile düşmanların bile yenîlebileceği; kadının itiraz
etmeksizin itaat etmesiyle kocasını idaresi altına alabileceği savunulmaktadır.
Lao-tzu'nun felsefesi; "iyilere karşı iyilik gösteriyorum; iyi olmayanlara
karşı yine iyilik gösteriyorum. Bu suretle hepsi iyi olur" şeklindedir.
Taoizm'de devlete müspet vazifeler düşmez. Harp tenkit edilir. Maddî ilerleme
küçümsenir. Pekçok memuriyet ve müessese lüzumsuz görülür. Tao'nun devleti
sessiz ve kendi kendine yürümelidir. Belirli bir ideal, müspet bir hedef
olmamalı; bir sükûnet ve hareketsizlik durumu takip edilerek, Tao'yu tanımaya
gayret edilmelidir.
Lao-tzu, insanın kendine hakimiyetinin nefsini bilmekten
geçtiğini, iç dünyanın araştırmasının çok konuşmaktan daha iyi olduğunu;
başkalarını bilenin zeki, kendini bilenin akıllı, başkalarına karşı zafer
kazananların kuvvetli, kendi nefsine karşı zafer kazananın ise kudretli
bulunduğunu belirtmektedir.
Lao-tzu, birşeyi bilmeyen insanın en olgun insan olduğunu, bilinmeyen bir
şeyi de biliyor görünmenin hastalık olduğunu söylemektedir. Lao-tzu'ya göre şu
üç şeyi insanın değerlendirdiği hâzinesidir: Birincisi, nezaket ve sevgi;
İkincisi, ekonomi; üçüncüsü, alçak gönüllülüktür. Nezaket bir insanı yüceltir
ve saygılı yapabilir. Ekonomi bir kimseye özgürlük kazandırır. Alçak gönüllülük
ise bir kimseyi yetenekli yapabilir. Halbuki insanlar; nezaketi bırakarak
küstah, ekonomik olmayı terkede-rek bağımlı, alçak gönüllülüğü terkederek de
yeteneksiz oluyorlar.
Lao-tzu'ya göre insanlar, doğuşlarında zayıf ve yumuşaktır; öldükleri zaman
kuvvetli olur ve asıllarına dönerler. Esasa dönüşe sükûnet, sükûnete de
mukadderat denir. Mukadderata gidişe ölümsüzlük, ölümsüzlüğü bilenlere de
akıllıdır deriir.
Taoizm'de, İlâhî kaynaklı dinlerdekine benzer, iyilik ve kötülük, alçak
gönüllülük ve kanaatkâr olma gibi ahlâkî prensipler bulunmaktadır. Ancak, ölüm
ve ölüm sonrasından bahsedilmesine rağmen, Cennet ve Cehennem kavramı ve
konusunda pek açıklık yoktur. Bununla beraber ruhun ölümsüzlüğü ve dünyada iyi
bir hayat sürenlerin Tao'yla beraber olacağı gibi anlayışlara rastlanmaktadır.
3. Lao-tzu'dan Sonra Taoizm
Lao-tzu'dan sonra Taoizm adını alan inanç sistemi, çeşitli din ve
kültürlerin de etkisinde kalarak şekillenmiştir. Değişik ekoller oluşmuş ve
farklı mezhepler doğmuştur.
Taoizm'den kaynaklanan ekoller şunlardır:
· 1.
Mistik Ekol: Temsilcileri Chuang-Tzu ve Lieh-Tzu'dur (M.Ö.IV.
Yüzyıl). Her iki filozof da bu ekole ait kitaplar yazmıştır. Chuang-Tzu
Lao-Tzu'nun mesleğini yükseltmiş ve güzelleştirmiştir. O da, Tao gibi genel bir
tabiat kanununa inanmakta ve herşeyin mistik bir
duyguyla, meditasyon yoluyla anlaşılabileceğini savunmaktadır.
Chuang-Tzu şöyle demektedir: "Biz bu kanunu keşfedemeyiz, aklımız buna
ermez. Onu ancak duygularımızla anlarız, bunun için kendimizi diğer şeylerden
ayırmalı ve kalbimizi boşaltmalıyız".
Lieh-Tzu'nun ekolü ise, Taoizm'in popüler bir şeklidir.
O, kainatın sonsuz bir kanuna göre hareket ettiğini kabul etmektedir.
Ona göre insanlar kendini bu kuvvete uydurur, hiçbir iş yapmaz ve ruhunu
kuvvetlendirmeye devam ederse daha çok yaşayabilir.
· 2.
Ferdiyetçi Ekol: Temsilcisi Yang Tzu'dur (M.Ö.IV Yüzyıl).
Taoizm'den gelmekle beraber ona hem yakın, hem de ondan uzaktır. Aşırı bir
kaderciliği savunur. Bu ekole göre herşey kadere bağlıdır ve herşeyi yöneten
kaderdir. Felsefesinde Tao olmayan bu ekol sadece ferdin refah ve saadetini
düşünmüş; cemiyetin idaresine ait prensipler değil, kendi kendini düzeltmek
için kaideler getirmiştir.
· 3.
Legalist Ekol: Bu ekolün temsilcisi Han-Fei-Tzu (olan.M.Ö. 230),
Li-Ssu, Shang-Tzu'dur. Bu ekolün görüşleri M.Ö. III. Yüzyılda Çin'de tatbik
edilmiştir. Bu ekole göre; dünyada herşey, yıldızların yolları gibi, muayyen
kanunlara göre hareket etmektedir. Bundan dolayı bu ekol, devletin halkı kendi
haline bırakmamasını ve kanunlara tâbi kılmasını savunmaktadır.
4. Simyacı Ekol: Chiang Tao Lin (M.S. 34), bu ekolün savunucusudur. Bu ekol, dinî veya
felsefî olmaktan daha çok, sihirbazlıkla ilgisi olan bir ekoldür. Sihir ve büyü
büyük bir yer tutmaktadır. Büyücülükle ilgilendirilen bugünkü Taoizm bu ekole
bağlanmaktadır.
M.Ö. 221'de Çin Imparatoru'nun Taoizmi kendine ebedî hayat sağlayacak bir
din olarak kabul ettiği ileri sürülmektedir. Daha sonra Taoizm, Buddizm ve
diğer mahalli inançların tesirinde kalmıştır. Bud-dizm Çin'e geldiği zaman
Taoistler, Çin'e gelen bu dinde kendi fikirlerine benzeyen bazı hususlar
bulmuşlardır. Taoizm'e ait olan bazı Tanrılar, Buddizm'in tesiri ile
şekillerini değiştirmiştir. Buddizm en büyük tesirini Taoizm'deki rahip
cemaatinin gelişmesinde göstermiştir. Çünkü Lao-tzu'nun fikirlerinde, bu gibi
cemaatlere ait tek söz bulunmamaktadır.
Lao-tzu, ilk planda, sadece ferdin kurtuluşunu hedef alan sözler
söylemiştir. M.S. I. Yüzyılda Çin'de bir Taoist teşkilât ortaya çıkmıştır. Bu
teşkilâtın Papa gibi bir dinî şefi vardır. O, siyasî bir kuvvete de sahiptir.
Bu dinin büyüycüleri, rahip ve rahibeleri vardır.
Buddizm ve diğer mahallî inançların etkileri sonucu, XII. Yüzyılda
"Gerçeği Geliştirme" adı altında bir yenileştirme hareketi ortaya
çıkmıştır. Bu hareket, rahiplerin evlerini terketmesi, et yememesi gibi sert
kurallar getirmiştir.
Çin'de 1949'daki siyasî harekete kadar iki büyük Taoist mezhep varlığını
sürdürmüştür. ''Tao'nun Yayılan Birliği" ve "Tao'nun Toplantı
Salonu" şeklinde adlandırılan bu iki mezhebe göre Tao, insanın bir
bölümünü oluşturdğu evrensel bir enerji idi. İnsan, bu enerjiye boyun eğerek
sağlık, zenginlik, çok çocuk ve huzurlu bir hayat elde edebilir. Bu mezheplerin
mensupları, Tao ile bağ kurabilmek için büyü, afsun ve tılsım'a başvurmaktadır.
Çeşitli dinlerden tasvirler alıp tazim ve saygı gösterilmiştir. 1957'de
Pekin'de "Çin Taoistler Birliği" kurulmuştur.
C. ŞİNTOİZM
"Şinto" tanrıların yolu demektir. Çin dilinde "Şin"
veya "Şen": tabiat ruhu, tanrı; "to" ("tao"): yol
anlamına gelir. Japonca'da "Kami no miçi" şeklinde ifade edelin
Şinto, Japonların yerli dinî inançlarını karşılar. Japonlar, VI. yüzyılda,
Buddizm Japonya'ya geldikten sonra, eski dinî inançlarını Buddizm'den
ayırabilmek için "Şinto" deyimini kullanmışlardır. Şintoizm de bu
deyimden türemiştir.
Şintoizm; millî, iptidaî, politeist, diğer dinlere tepki göstermeyen ve
resmî inanç sistemine sahip olmayan bir dindir. Bir kurucusu yoktur. Herhangi
bir tarihî olaydan da kaynaklanmamaktadır. Bu dinde tabiat güçlerine ve ruhlara
tapınma göze çarpmaktadır. Her şeyde ruh görülmektedir. Bu dinin iki hususiyeti
vardır: 1. Tipik bir millî dindir. 2. Tabiata perestiş bu dinde önemli bir rol
oynamaktadır.
Japonya'ya Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Buddizm'in etkileri ile atalara
tapınma, ahlâk, fal, kehanet, büyü, züht geldi. M.Ö. VI. Yüzyılda başkentini
kurmuş Japonya'da Yamato Hanedanı, Amatera-su’nun nesli olarak hükmetmeye
başlamış ve bu imparatora tapınma, bir kült oluşturmuştur. 1868'lerde bir millî
uyanış devresi başlamış ve Şintoizm de bunu körüklemiştir. İmparator kültü, bir
devlet siyaseti haline gelmiş ve devleti Şinto'nun desteğine bağlamıştır?
İkinci Dünya Savaşı sırasında Şintoizm çok toleranssız olmuştur. Japonya'nın
1945'deki mağlubiyetinden sonra, Şinto'nun devleti kontrol durumu ortadan
kalkmıştır. İmparator, kendisinin tanrı olmadığını ve artık tanrıların
zürriyeti olarak kendisine tapınılamayacağını açıklamak zorunda kalmıştır.
1. Tanrı Anlayışı
Şintoizm'de ruh veya tanrıyı, kutsal, acayip, sırlı, korkulan, güçlü, insan
kavrayışının üstündeki varlıkları ifade etmek üzere "karni" kelimesi
(üstün, yüksek anlamında) kullanılır. Ruhun ölümden sonra yaşadığına ve
ataların nesilleri koruduğuna inanılır. Ölen herkes "karni" olur.
Ancak her karni tanrı olmayabilir. Japonlar göremedikleri karnilerin tanrı evinde
olduğuna inanırlar. Şintoizm'de ruh ve tanrıların sayısı konusunda verilen
rakamlar oldukça kabarıktır. Sekiz milyon tanrı bulunduğuna inanılır. Bunların
en büyüğü Güneş Tanrıçası Amaterasu'dur. Amaterasu'nun tanrılık sembolü ayna ve
merkezî kült yeri Ise'dir. Ateş tanrısı "AtagoT önemli
tanrılarından olup tehlikelidir. Gök ülkesini güneş tanrıçası Ama-terasu
yönetir. Şintoistler, Amaterasu'nun bulunduğu en büyük kült yeri olan
Ise'deki bu.yeri ziyaret edip, Amaterasu'nun doğuşunu izleyerek
"hacı" olurlar.
Şintoistler Amaterasu'dan başka ay, deniz ve fırtına, ateş tanrısından
gıda, ev, ocak, mutfak, belirli yerler, yollar, çeşitli mesleklerin tanrılarına
kadar çok sayıda tanrının içinde yer aldığı bir panteona sahiptirler. Bu
panteona, Amaterasu'nun neslinden geldiğine inanılan İmparator
da dahildir. Büyük devlet adamlarından, kumandanlardan da
tanrılaştınlanlar vardır. Saygıdeğer insanlardan ölmüş bulunanların ve bu arada
atalarının ruhları "karni" kabul edilir.
Şintoizm'de tanrılar panteonunun zirvesinde bulunan Güneş Tanrıçası
Amaterasu, sadece Gök ülkesi'ni temsil eder. Dünyanın idaresi ise, bir tanrılar
meclisinin elinde bulunur. Ay Tanrısı Tsukiyomi'nin rolünü kısmen fırtına ve
deniz tanrısı Susanovva almıştır. Ateş Tanrısı Atago'dur. Eski zamanların gıda
tanrısı Inari, bugün "Prinç Adam" olmuştur. Onun kutsal hayvanı
tilkidir. Bunun için mabedlerde tilki beslenir veya tilki heykelleri
bulundurulur.,
Şintoistler; dünyanın gök, yer ve yeraltı olmak üzere üç tabakadan ibaret
olduğuna; herüç tabakada da tanrıların oturduğuna; yeraltı dünyasında ise
ölülerin ve devlerin bulunduğuna inanırlar.
Tanrılar, muhtelif resimlerle temsil edilmişlerdir. Ancak onların bu
resimlerden daha kıymetli birer timsalleri de vardır. Bu timsaller, halka
gösterilmeyip mabetlerin gizli bölümlerinde saklanır. İki kutu içinde muhafaza
edilen bu timsaller; bir ayna, bir kılıç veya başka sembolik bir ı maddedir.
,
2. Kutsal Yazıları
Şintoistlerin Tevrat, Incil ve Kur'ân gibi bir kutsal kitapları yoktur;
fakat Kojiki ve Nihongi denilen kutsal vekâyinameleri vardır. Çin yazısının
kabulünden önce kendilerine has bir yazıları olmayan Japon-lar'ın daha önceki
dönemlere ait olayları sözlü olarak rivayet edilmiştir. İlk olarak 712’de,
İmparatorun emriyle, Kojiki yazılmıştır. Bu kitapta tanrıların kaynağı,
insanların başlangıcı, imparator ailesinin ve devletin İlâhî kaynağı gibi
konular yeralmaktadır. Nihongi ise, 720'de yazılmış olup, Kojiki'nin yorumudur.
Tanrıların sayısı Kojiki'de 800.000,. Nihon-gi’de ise 80.000'dir. IX. ve
X. Yüzyıllarda tespit edilen din ve devlet kültüyle ilgili mecmualar ise, 1927
yılında, 50 kitap halinde neşredilmiştir. "Engishiki", bunların en
önemlilerindendir.
3. Âyin ve İbadet
Şintoizm, bilinen anlamda put kullanmaz. Tanrılara, tapınaklarda, onları
sembollendiren nesneler (Mitama-Şiro) vasıtasıyla tapınılır. Şenliklerde
tanrılar gökten çağırılır; bu nesneler onların vücudu veya hulûlü sayılır.
Amaterasu'nun sembolü sekiz köşeli ayna, Susano-wa'nınki kılıçtır.
İbadet, tapınakta veya evde yapılır. Japonya'da yüzbin tapınak bulunur.
Bunların en önemlisi, Ise'de Amaterasu adına yapılmış olanıdır. Tapınaklarda
genellikle ayna, kılıç, mücevherli taç ve Amaterasu'nun heykeli bulunur. Bu
ayna, kılıç ve mücevherli taçın Amaterasu tarafından torunu ilk Japon
İmparatoruna verildiğine inanılır. Tapınaklarda ancak rahibin girebileceği
kutsal bir hücre ile yanında ibadet edenlere ayrılmış dua salonu yer alır.
Buraya "miya" veya "cinca" denilir.
İbadet, dua ve kurbanlardan (özellikle yemek kurbanlarından) ibarettir.
Eskiden hayvan kurban edilmesine rağmen, bugün hayvan kurbanı pek yoktur.
Ayrıca kendi arzularıyla, insan kurbanı varken, şimdi rastlanılmamaktadır.
İmparator Meycİ'nin kabre konulduğu gün, General Nogi ve karısı "harakiri”
(karnına bıçak saplayarak kendini öldürmek) ile kendilerini kurban etmişlerdir.
Her jnşanjuasınçla kendi isteklerini ifade edebilirse de, ibadetin gerçek
merkezi, rahiplerin resmî dualarıdır. Eskiden asil ailelere mensup kadınlar da
rahibe vazifesi görürlerdi (Evlenen kadınlar mabet görevinden çekilir). Duaların
konu-lan farklıdır. Bunlar; hastalık, kuraklık, deprem gibi konularda
olabilir. Dua, en basit şekilde yüz yıkanıp eller birbirine vurulduktan sonra
zihnen edilir. Mabetlerdeki dualar da aynı şekilde zihnen yapılabildiği gibi
yüksek sesle de yapılabilir. En ağır ibadet soğuk su ile yıkandıktan sonra,
ıslak elbise giyip, mabedin etrafında yüz defa dönmektir. İlahlara kesilen
kurbanlar, takdimeîer genellikle şunlardır: İpek kumaş, renkli kağıtlar,
kılınçlar, yaylar, oklar, kalkanlar, geyik boynuzları, ayı postları, tuz,
balık, sebzeler, pirinç rakısı, beygir, horoz, domuz, yaban domuzudur. Önceleri
insan kurbanına da rastlanmakta iken, bugün artık görülmemektedir.
Karnilere' tapınma; dua okumak, pirinç ve pirinç şarabı sunmakla (kurban
olarak) yapılır. Tapınağa girecek olan, ağzını suyla çalkalamış ve özel tören
temizliğini yapmış olması gerekir. Bazı özel durumlarda bir nevî gusûl de
yapılır. Temiz olmamak en büyük günâhtır. Diğer ahlâkî günahlar bunun yanında
hiç sayılır. Özel tören temizliğini yaptıktan sonra tapınağa giren, dua salonu
önünde eğilip sunacağını sunar, el çırparak tanrının dikkatini çeker ve duaya
başlar. Büyük bayramlardan (Matcuri) önce, bir veya üç gün "oruç"
tutulmaktadır.
Tapınak işlerini rahipler idare eder. Rahipler, özel okul ve fakültelerden
yetişir. 'Rütbelerine göre rahipler yukarıdan aşağıya doğru sıralanır.
İmparator, birinci derecede rahiptir ve rahip kıyafetiyle tasvir edilir.
Rahipler evlenebilir. İbadet sırasında beyaz bir şapka, beyaz bir cübbe giyer
ve bir baston taşırlar. Tapınağa, özel tören temizliği yapılarak girilir.
Şintoist olan kişi aynı zamanda başka dinlere de mensup olabilir. Bir Japon
Sanat Tarihçisi, Ortadoğulu misafirlerine, "Şinto doğdum, Buddist olarak
öleceğim, bu arada Hıristiyanlık dahil bütün öteki dinlerin
öğretilerine tümüyle açığım, benimkisi böyle bir yol, sizinkisi nasıl bilmek
isterdim" diyerek anlayışını ortaya koymuştur. Bu anlayış şöyle formüle
ediliyor: "Biz, Şintoist doğar, Buddist ölürüz". Bütün bunlara
rağmen, hangi dinden olursa olsun bir Japon'un asıl yolu "Japon-
luk"tur. Japon dilinde dil ve milliyet eş anlamda kullanılmaktadır.
Japon halkı, belli bir dinden daha çok, gelenesel halk inançlarının etkisi
altındadır. Ata'ya tapınmada amaç çile birliğinin devam etmesidir. Ruhun
ölümden sonra yaşadığına inanılsa da, iyi ve kötü amellerin karşılığının
görüleceği inancına rastlanmaz? Ataların nesillerini koruduğuna inanılmaktadır.
Bundan dolayı ölen herkes "karni" olmaktadır.
Evlenmeler, görevli rahibin huzurunda, Şinto tapınaklarına bitişik evlenme
salonlarında yapılır. Çocuklar 3, 5, 6 yaşlarında kutsal yere alınır ve bu
sırada onlara en güzel Japon kıyafetleri giydirilir. Cenaze işlerini ise
Buddist rahipler yerine getirir. Yaslı aile, mahallî Buddist tapınağını ziyaret
eder.
İbadetler, evlerde tanrı rafı (kami-dana) yönünde yapılır. Önce el ve yüz
yıkanır, ağız çalkalanır. İki defa eller birbirine çırpılıp, diz üstü
çökülerek, başı önünde dua edilir.
Şintoizm'de neyin ne zaman ve nasıl yapılacağı kurallara bağlanmıştır.
Bağlayıcı olan bu kurallara "töre" denilmektedir. Töreler vazgeçilmez
emirler, uyulması gereken görevler kabul edilmekte ve Japon kültürünün nesilden
nesile aktarılmasını sağlamaktadır.
Dinî ve millî bayramları takvime bağlanmıştır. En büyük bayram Tanrı'yı
çağırmak, tanrının önünde-hizmetinde bulunmak anlamındaki Matcuri'dir: Genellikle
bu bayramdan önce üç gün "oruç" tutulmaktadır. Dinî temizlik
(Oh-harehe), mahsulu koruma (Toshikgoi) ve hasat için Tanrı’ya teşekkür
(Kanna-niîname) gibi bayramlar da bulunmaktadır.
D. ESKİ TÜRK İNANÇLARI
Islâm'ı kabul etmeden önce Türkler, çeşitli din ve kültürlerle çevrili bir
bölgede yerleşmişlerdir. Bundan dolayı Türkler'ih Buddizm, Zerdüştîlik,
Hıristiyanlık, Maniheizm, Yahudilik gibi çlinlerle temasları olmuştur. Türkler,
bunlardan bazılarını din olarak kabul etmiş olmalarına rağmen, hiçbirini sahip
oldukları inanç ve gelenekleriyle bağdaştıramamışlardır. Bu dinler, bilhassa
Buddizm, Türkler'in yüzyıllardan beri yaşadıkları hayata, sahip oldukları
inanç, örf ve âdetlere aykırı görülmüştür. Bunun için Türklerin çoğunluğu, bu
dinleri-benimsememiş ve hiçbirinde devamlı olarak karar kılmamıştır. Çünkü bu
dinler, onların karakterlerine uygun değildi ve onları pasifleştiriyordu. Hattâ
Göktürk Hakanı Bilge Kağan'ın Buddist tapınağı yaptırma isteğine veziri
Tonyukuk, bunun kürklerin kendi dinlerine, aykırı olduğunu, bu dini
benimsemenin Türkleri pasifleştirip felâketlerine sebep olacağını savunarak
karşı çıkmıştır. Tonyukuk, bu itirazında, tek Tanrı inancını ve töreyi
savunmuş, böylelikle yabancı kültür ve inanca karşı çıkmıştır. Ancak savaş ile
barış, madde ile ruh, bu dünya ile öbür dünya, fert ile toplum arasında denge
kuran İslâm ile karşılaştıklarında durum değişmiş ve Türkler, kendi ruh ve
karakterlerine çok uygun buldukları Islâm'la, artık bir daha ayrılmamak üzere,
topluca bütünleşmiş ve ona hizmeti en büyük görev saymışlardır.
Türlerin Islâm'ı bu derece gönülden benimsemelerinde dikkati çeken en
önemli nokta; onların daha önce tektanrılı bir inanışı devam ettirmeleri ve
eski dinleri ile Islâm arasında büyük benzerliklerin olmasıdır. Çünkü Türkler,
çok eski çağlardan beri "Gök Tanrı", "Tek Tanrı" inancını
devam ettirmişler ve bu inanışlar onların hayatlarında etkili olmuştur (1).
Nitekim Mengü Han'ın, din adamlarını huzurunda münakaşaya çağırdığında onlara,
"Biz sadece tek bir Tanrı'nın varlığına, onun sayesinde yaşadığımıza ve
onun emriyle öldüğümüze inanıyoruz" demesi Moğollar'da da tek Tanrı
inancının yaşadığının bir delilidir. Yine bütün Türk ve Moğol boyları
arasında "Gök Tanrı" inancının bulunduğunu ve bu "Yüce Tanrı"
inancını diğer milletlere göre en iyi onların muhafaza ettirdiğini belirten M.
Eliade (2), Mengü Han'ın Fransa Kralına gönderdiği bîr mektupta iman formülünü
şöyle belirttiğini kaydetmektedir: "Ebedî Tanrı'nın emri şudur: Gökte
ancak sadece bir Tanrı var ve yeryüzünde de sadece bir efendi, Tanrı'nın oğlu
Cengiz Han olacaktır". Zaten Orhun kitabelerinde bir tek Tanrı'nın
varlığı, ona gösterilen hürmet ve onun iradesiyle işlerin olduğu inancı dikkati
çekmektedir. Bu tektanrılı inanış ile Islâm'dan önce Araplar'daki Hanîflik
arasında benzerlik bulunmaktadır. Oğuz Han, tek bir Tanrı'ya iman etmedikçe
hiçbir kadını zevce edinmemiş; putperestliğe karşı açtığı mücadelede babasını
bile affetmeyip onu tahtından indirmiş ve tek Tanrı inanışını hâkim kılmıştır
(Bu, Hz. İbrahim'in babası Âzerie olan durumuyla karşılaştırılmalıdır) (3).
Bugün eski türk inançlarını devam ettiren Altay'larda ufak bir kitle
vardır. Gagauzlar (Hıristiyan) ve Kâraîler (Yahudi dinine bağlı) dışında
yeryüzünde yaşayan ana Türk kitlesi Müslümandır. Islâm dışındaki dinlere mensup
bu adları verilen iki Türk topluluğunun mensuplarının sayısı da birkaç yüzbin
ile ifade edilmektedir.
1. Dinî inançlar
Kaynaklarda, Orta Asya ve Kuzey Asya'da devlet kurmuş olan Türk Boylarının
hemen hepsinde tek Tanrı (Gök Tanrı) inancının bulunduğu belirtilmektedir.
Hunlar, Gök Türkler ve Uygurlar gibi Türk devletlerinde dinî sistemin
merkezinde Gök Tanrı inancı yer almaktadır. Gök Tanrı, tektir; ezelî ve
ebedîdir, herşeyin yaratıcısıdır; öldürücüdür; kâinatın efendisidir. O,
görülemez ve sonsuzdur. İnsanların ne kadar yaşayacağını tayin eden O'dur.
O'na kurbanlar sunulur.
Türk lehçelerinde "Gök Tanrı"; "Tengri",
"Tangara", "Tingir" şeklinde ifade edilmiştir. Altay
Tatarları ve Yakutlarda, Çin Denizinden Baltık Denizine kadar uzayan Türklefin
akrabalarının hemen hepsinde, "Yaratıcı Tanrı" olarak Tengri'ye
rastlamaktadır. Tengri, M.Ö. ÎK Yüzyılda, Hunlar'da "Semavî büyük
Tanrı" sıfatıyla meşhurdur ve ulu-lanmaktadır. Tengri veya Tanrı kelimesi,
Islâm'ı kabul etmiş Türk topluluklarında Allah kelimesi yanında, aynı anlamı
ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Gök Türk Kitabelerinde Gök Tanrı'ya minnet ve şükran duygulan ifade
edilmektedir. Hakanları tahta çıkaran ve Türkleri felaketten koruyup zafere
ulaştıranın O olduğuna inanılmaktadır. Bu metinlerde Tanrı adı tekbaşına, başka
tanrılarla karıştırılmadan, söylenmektedir.
Eski Türkçe'de "tengri" kelimesi,gözle görünen gök
(sema) ve yüce Tanrı'yı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Gök Tanrı deyimindeki
Gök, Tanrı kelimesi için sıfattır ve yüce, ulu anlamını verir. Islâm'ı kabul
ettikten sonra Türkler, gök kelimesini sema, Tanrı kelimesini Allah lafzını
karşılamak üzere de kullanmışlardır. Ancak hem Allah, hem de tanrı kelimeleri
beraber kullanılagelmiştir. Türk kültüründe bu iki kelime, hiçbir zaman, karşı
karşıya getirilmemiş, yanyana yaşatılmıştır (4).
Eski Türkler'de Gök Tanrı, millî bir tanrı olarak kabul edilmiştir. Onun
yüce sıfatları vardır. O, hayat veren, yaratan, öldüren, iradesine göre
hükmeden, yardım eden, cezalandıran, insanlara bilgi veren, yol gösteren bir
yüce varlıktır. Türkler, hiçbir zaman Tann'yı İnsanî sıfatlarla
sıfatlandırmamışlardır. Türkler, bu tek Tanrı (Gök Tanrı) inanışlarını Müslüman
oluncaya kadar devam ettirmişlerdir. Seçkin tarihçimiz rahmetli
Bahaeddin Öğel.Türkler'deki bu "Tektann", "Gök
Tanrı" inancının Çinlilerde derin etkileri olduğunu ve onların Tann'yı
ifade etmek üzere kullandıkları "Tien" kelimesini Türkler’den
aldıklarını belirtmektedir (5). Ayrıca Türkler, iyi ve kötü ruhların varlığına
inanıp ata ruhlarına saygı ve bağlılık göstermişlerdir.
Eski Türkler, içinde hareketli bir hayat geçirdikleri tabiatı Tann'nın bir
yaratığı kabul etmiş ve kutsal saymışlardır. Yer-Su (Yer-Sub); yeryüzünde
yaşayan iyi ruhların bütünü, sonsuz bir varlık ve güzellik kaynağıdır. Bunlar
Tanrı tarafından gönderilmiş kutsal hediyelerdir. Bu Yer-Su deyimiyle ifade
edilmiş olan kutsallık, büyük imparatorluklar devrinde, giderek bir yurt inancı
haline gelmiştir. Gök Türk Kitâbeleri'nde kutsal Yer-Su şeklinde ifade edilen
bu kavramla hem koruyucu ruhlar, hem de vatan kasdedilmiştir.
Eski Türkler'de dağ, ağaç, orman, mağara, su (pınar, ırmak, göl) ve kayanın
kutsallığına inanmak, onların Yer-Su inançlarının bir bölümünü oluşturmaktadır.
Türkler, atalara saygı ve bağlılığı Çinlilerle; ateşi kutsal saymayı
IranlI'larla paylaşmakta idi. Ateşe bakıp kâhinlik yapılırdı. Öte yandan ateşin
herşeyi temizlediğine, kötü ruhları kovduğuna inanılırdı. Ailede ocak kutsaldı.
Bu kutsallık, atalara saygı ile ilgiliydi. Ağaç ve orman da kutsaldı. Ancak
kayın ağacının ayrı bir yeri vardı. Kamlar, bu ağaç olmaksızın âyin
yapamazlardı. Dağlar arasında Altaylar, Ötüken ve Tanrı Dağları özel bir yere
sahipti.
Eski Türkler'de âhiret inancı da vardı. İnsanın ölümlü olduğuna, Tanrı'nın
tayin ettiği vâde yetince ölmek üzere doğduğuna ve sadece Tanrı'nın ölümsüz
bulunduğuna inanılmaktaydı. Öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına, iyilik
ve kötülüklere dair hesap verileceğine, mahşer gününe, hesapların görülmesi
için mahkeme kurulacağına, ruhların ebedîliğine inanılıyordu.
Eski Türkçe'de ruh, can anlamında "tin" kelimesi kullanılıyordu.
Bu, aynı zamanda "nefes" demekti. Ölümü, nefesin kesilmesi, ruhun
bedenden bir kuş gibi uçup gitmesi olarak görüyorlardı. Bunun için bazen
"öldü" yerine "uçtu" diyorlardı. Ölülerin kefenlenerek
gömülme geleneği vardı. Ruhları öbür dünyaya göçen ataları için at, sığır ve
davardan kurban keserlerdi. "Ölü aşı" denilen ziyafetler yapılırdı.
Islâm'dan önce Türklerde, insan düşmanı, gizli bir kuvvet şeklinde tasavvur
edilen bir "kader" inancı da vardı. Bunun yanında mukaddes kabul
edilen dağlara, yılın belirli zamanlarında, ziyaret yapılır, kurbanlar
sunulurdu. (Mesela Gök Türkler her sene beşinci ayın 10-20. günleri içinde
"Altın Dağ"a çıkıp Tanrı'ya ibadet etmek suretiyle
”hac"ederlerdi) (6).
Kısacası, Türkler'de Islâm'dan önce tek Tanrı, âhiret, cennet cehennem,
melek, şeytan, ruh,ruhun ölmezliği, kurban ve haşir gibi inançlar,
gelenekler vardı. Bütün bu gibi inançları ve daha sonra belirtilecek ahlâkî
nitelikleri gözönünde bulundurulacak olursa Türklerin niçin topluca ve kolayca
Müslüman oldukları anlaşılmış olur.
2. Dinî Törenler
Türkler'in muntazam günlük ibadetleri ve ibadethâneleri olduğuna dair açık
bilgilere sahip değiliz. Ancak Çin kaynakları "Fu-yun-se” diye
adlandırdıkları bir tapınak veya ibadethanenin Türkler'de mevcut olduğunu
bildirmektedir.
jGök Türklerin müşterek âyin ve bayramlarında, mukaddes yerlerde
dua ettikleri, kurbanlar sundukları; sefere çıkarken bir mabede gidip zafer
duası yaptıkları ve ondan sonra da orduları harekete geçirdikleri bilinmektedir.
Türklerin bazı müşterek âyin ve merasimler dışında, iste-nildiği
veya ihtiyaç duyulduğu zaman, baş açıp, yüzü ve elleri göğe kaldırıp Tanri'ya
dua ettikleri; bunun yanında yüzlerini Şarka çevirip üç defa diz çökerek ebedî
bir Tanri'ya tapındıkları da belirtilmektedir (7).
Eski Türkler'in dinî âyin ve törenleri, belirli zamanlarda veya tesadüfî
olaylar dolayısıyla yapılanlar şeklinde iki bölüme ayrılabilir.
Bunlardan ilkine, ilkbahar, yaz ve güz mevsimlerinde yapılanlar girer. Eski
Türk İmparatorlukları devrinde bu âyinler devletin resmî dinî bayramları idi.
Meselâ ilkbaharda yapılan âyinde kam (şaman), bir yer belirlerdi. Ortaya kayın
ağacı dikilmiş çadır kurulurdu. Tabiatın yeniden dirilmesi dolayısıyla yapılan
âyinde at kurban edilirdi. Âyin sırasında kam, göklere çıkmayı temsil eder,
özel İlâhîler söylerdi. Kurban etiyle ziyafet verilirdi. Kam, ruhları ve
ataları çağırırdı. Sihirli davulunu çalarak göğe yükselip inmeyi temsil ederdi.
Âyin üç gün sürerdi.
İkinci gruba giren âyinler ise kötü ruhlara karşı veya adak hayvanını
başıboş bırakma, yağmur yağdırma gibi olaylar dolayısıyla
yapılırdı (Başıboş bırakılan hayvana, ıdık-ıduk denir. Iduk;
"salıverilen, gönderilen", yani Tanrı için salıverilen,
"mübarek-makaddes” anlamındadır. Yapılan bir adak karşılığı, yünü
kırkılmayan, sütü sağılmayan, yük vurulmayan, başıboş bırakılan hayvan
Iduk'tur). Eski Türkler'de ölen için duyulan acı, çeşitli şekillerde bazı âyin
ve törenlerle ifade edilirdi. Saçlarını keserler, ölen kahramanlar için
yüzlerini bıçakla yaralayıp, kanlı gözyaşları dökerlerdi. Buna "yug"
töreni denirdi. Cenaze törenleri, büyük halk kitlelerinin, ordunun ve yabancı
temsilcilerin bir geçidi şeklini alırdı. Türk hakanlarının cenaze töreni, uluslararası
bir hüviyet taşırdı. Törende ağlayıcılar tutulur, yas törenleri yapılırdı.
Genelde ölenler için at yarışları yapılır ve "ölü aşı" denilen
ziyafetler verilirdi. At, sığır ve koyundan kurbanlar da sunulurdu. Ölüler
gömülürdü.
3. Kam
Eski Türkler'de âyin ve törenleri yürütüp ruhlarla teması olduğuna inanılan
kimselere "kam" (Moğollarda baksı) denilirdi. Kam, Tunguzca
"şaman" kelimesiyle eş anlamlıdır. Şaman kelimesine dayanarak
Türklerin eski dini, "Şamanizm" şeklinde nitelendirilmişse de bu
yanlıştır (Değerli ilim adamı, Türkiye'de ilk Dinler Tarihi profesörü, ilk
defa Türk dininin Gök Tanrı-Tektanrı dini olduğunu savunan merhum Hikmet Tanyui
şaman kelimesinin Türklere yabancı olduğunu, Türklerin Şamanizm diye bir
dinleri olmadığını, bu adlandırmanın yanlışlığını ortaya koymuştur. Bkz. H.
Tanyu, Türklerin Dini Tarihçesi, İstanbul 1978, 10-12; "Şamanlık veya
Şamanizm", Türk Ankislopedisi, XXX/203-205). Çünkü şaman, dinde sadece bir
elemandır. Öte yandan hiçbir dinde din adamına dayanarak o dine ad verilmemektedir.
(Hıristiyanlığa Papaz Dini; Yahudiliğe Haham Dini denilemeyeceği gibi). Ayrıca
Çarlık Rusyası devrinde Türk boylarından bir grup, Rus Çarına giderek,
dinlerinin şamanlık olmadığını belirtmiş; batılı müsteşrik ve misyonerlerin bu
nitelendirmelerine itiraz etmişlerdir.
Kaşgarlı Mahmut, "kam" kelimesini Arapça "kâhin"
kelimesiyle karşılamıştır. Kam, aynı zamanda hekim ve sihirbazdır. Onun
tanrılarla insanlar arasında aracılık yapan yetenekli, seçkin kimse olduğuna
inanılırdı. Büyük tanrılara ve kötü ruhlara ancak kam âyin yapabilirdi.
Kam, tanrılar tarafından tayin edildiğine, ruhları emrinde bulundurduğuna,
tabiattaki bazı sırları bildiğine inanılan geniş hayalli, mistik ve şair
tabiatlı kimsedir. Vecd halinde iken ruhunun göklere yükseldiğine veya yer
altına indiğine, kamlı kudretinin onun başı üzerine gelip ebekuşağı şekline
girerek başını, vücudunu doldurduğuna inanılırdı. Bunun için kamın davulunda
ebekuşağı resmi bulunurdu.
Kam mesleği soydan gelirdi, öğrenmekle elde edilemezdi. Hiç kimse kam olmak
istemezdi. Ancak bir kimse, ata ruhunun zorlamasıyla kam olmaya mecbur kalırdı.
Kam adayı, yaşlı, tecrübeli bir kamın yanında eğitilirdi. Kamlar, çoğunlukla
erkeklerden, nadiren de kadınlardan olurdu. Kamın âyin için cübbesi, davulu ve
külâhı bulunurdu.
4. Eski Türklerde Ahlâk
Eski Türkler, ahlâkî bakımdan da yüksek meziyetlere sahipti. Onlarda özde,
sözde, işte doğruluk temel hususiyet idi. Cinayet, zina, yalan yere yemin,
aldatma, riya, yerme, kovuculuk, kibir gibi davranışlardan çekinir ve bunları
kötü görürlerdi. Hırsızlık, zina, öldürme, yalan yere yemin gibi bazı suçları
işleyenlere ölüm cezası verilirdi. Türklerde nefse hâkimiyet önemlidir. Zina
yasaktır ve hattâ Türkler'e çok yabancıdır. Zina yapana şiddetli ceza verir,
onun vücudunu ikiye bölerlerdi; bazı yerlerde de yakarlardı. Homoseksüellik de,
Türkler arasında çok büyük bir günah sayılmaktaydı. Adam öldürme ve savaştan
kaçmanın cezası da çok büyüktü.
Eski Türkler yaltaklanma ve yaldızlı sözlerden, yapmacık
hareketlerden hoşlanmaz, arkadaşlarına kötülük etmezlerdi. Hileli yollarla
başkalarının mallarını ele geçirmek istemez, böyle davranışları hoş
karşılamazlardı. Devletin en küçük birimi olan aile, mukaddesti. Karı ve koca,
birbirlerine ihanetten çekinirlerdi. Sınıf farkı gözetilmezdi.
Vatan sevgisi, topraklarına bağlılık, ülkesini savunma, yiğitlik, mücadele,
askerlik yine onlara ait meziyetler arasında sayılabilir. Türkler azimli,
gayretli, hareketli, çalışkan; beklemeye, durgunluğa tahammülü olmayan, ateşli,
hareketli, anlayışlı kimselerdi (8). Türkler, te'vîlî ve aşırı övgülü şiirleri
sevmezlerdi.
Bütün bu anlatılanların Islâm'ın beğendiği ve telkin ettiği davranışlar
olduğu gözönünde bulundurulursa, Türkler'in niçin bir zorlama olmadan kendi
istekleriyle ve topluca Islâm Diniyle şereflendikleri daha kolay anlaşılmış
olur.
E. HİNDUİZM
Hinduizm, Hint yarımadasında yaşamakta olan halkın çoğunluğunun dinî inanç
ve geleneklerini ifade eden bir kelimedir. Bu kelime, Indus nehrinin etrafında
oturan anlamına gelen Farsça bir kelimeden faydalanılarak Batıklarca bu bölge
halkının dinini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Hindular ise kendi dinlerini
"Sanatana Dharma" (ezelî-ebedî din) diye adlandırırlar.
En geç M.Ö. 1500 yıllarında (bu tarihin M.Ö.2500-M.Ö.1500 arasında,
muhtemelen M.Ö.2000'ler olduğu sanılmaktadır), Doğu Anadolu steplerinden kopup
gelen Arîler Hindistan'ı istilâ ettiler. Onların dinî inanç ve gelenekleriyle
yerli koyu renkli halkınki birbirine karıştı. Yüzyıllar boyunca bir gelişme
çizgisi takip eden bu karışımdan Hinduizm ortaya çıktı.
Bu gelişmeyi ana çizgileriyle beş devreye ayırmak mümkündür: 1. Vedalar
devri (Tah. M.Ö.200.0 veya 1500-800), 2. Upanişadlar devri (M.Ö.
800-500/400), 3. Klasik devre (M.Ö. 500/400-M.S.500), 4. Orta Çağdaki llâhiyat,
felsefe gelişmeleri devresi (Vedanta), 5. Modern devre.
Hinduizm, millî bir dindir. Dünya nüfusunun aşağı yukarı %12'si bu dine
mensuptur. Hinduizmin bir kurucusu, bir âmentüsü (inanç sis-temi)yoktur; fakat
çok hacimli bir kutsal kitap koleksiyonu vardır.
1. Kutsal Kitaplar
Hinduizmin kutsal kitaplarının dili Sanskritçe'dir. Bu kitap koleksiyonunun
en başında Vedalar yeralır. Veda, kelime olarak "İlâhî bilgi"
anlamına gelir. Hindistan'ın en eski kutsal metinleri olan Vedalar dörde
ayrılır: 1. Rigveda, 2. Sâmaveda, 3. Yajurveda, 4. Atharvaveda.
Rigveda, Tanrıları ta'zim için yazılmış 1017 İlâhîden ibarettir. Her ilâhi,
10 civarında "âyef'ten oluşmaktadır. Bu İlâhiler on kitaba (Mandala)
ayrılmıştır. Bunların en uzunu birinci ve onuncusudur. En uzun olanlarında 191;
en kısa olanında 43 İlâhi bulunmaktadır. Rigveda'nın ayrı-bir edebî vezni
bulunduğundan yüksek sesle okunur. Veda'ların en önemlisi ve en eskisidir. Bu
veda, şükür ve dilek, takdis ve beddua tarzındaki duaları ihtiva etmektedir.
Sâmaveda, Melodiler vedasıdır. Bu vedanın metni üç form halindedir. İlki
Rigveda'dan alınan "ayetlerden, İkincisi çeşitli konulardaki
"ayetlerden ve üçüncüsü rahiplerin okuduğu melodili İlâhîlerden ibarettir.
Kurban esnasında rahipler tarafından okunur.
Yajurveda, kurbanla ilgili formüllerin vedasıdır. Siyah Yajurveda ve Beyaz
Yajurveda olmak üzere iki kısımdır. Bazı kısımları nesir şeklinde, bazı
kısımları ise manzum olarak yazılmıştır; kurbanla ilgili sözleri ve duaları
ihtiva eder. Bu İlâhîler kurban esnasında alçak sesle mırıldanarak söylenir.
Atharvaveda, dördüncü vedadır. Kozmik (âlemle ilgili), mistik parçalardan
ve büyüyle ilgili dualardan ibarettir. Brahmanlar, bu metinleri hayatın çeşitli
durumlarında okumak mecburiyetindedir. Diğer veda'lardan sonraki devirlerde
yazılmıştır. Bu veda 730 ilâhilik bir kol-leksiyondur. Halk inanışları,
hekimlik, büyücülük gibi konularda da bilgiler ihtiva etmektedir.
Veda'larda İlâhiler, niyazlar, dualar, yaşayış kaideleri,
tılsım, ; büyü vb. konular yeralır. Veda’ların "rişi" denilen
tabiatüstü güçlerle temasa geldiği kabul edilen hakîm kimselere vahyedildiğine
inanılır. Aslında Hinduizmin kutsal metinleri sadece Veda'lardan ibaret olmayıp
geniş bir koleksiyonu ihtiva eder. Bu koleksiyonu ikiye ayırmak mümkündür: 1.
"Şruti" (vahye dayananlar), 2. "Smriti" (destan şeklinde
olanlar). Veda'lar (M.Ö. 600 yıllarında Samhitalar’ın içinde toplanıncaya
kadar sözlü olarak nakledilmiştir.
Veda'lar ve bu kutsal metinlerin tamamlayıcısı mahiyetinde bulunan
Brahmanalar, Upanişadlar ve Aranyakalar "Şruti"ye (vahye dayanan
anlamında); Mahabharata ve Ramayana destanları, Manu Kanunnamesi Puranalar
"Smriti"ye girer.
Veda'lardan sonra, Hint ilâhiyat ve felsefesinde Upanişadların önemli bir
yeri vardır. Upanişadlar; Tanrı, âlem, ruh, ölüm ötesi, hayatın tekâmülü ve
kaderi gibi konuları ele alır. Geleneğe göre yüzden fazla Upanişad mevcuttur.
Ancak bunlardan sadece elli tanesi, Moğol . Hükümdarı Şah Cihan'ın
himayesinde Farsça'ya tercüme edilmiştir. J Upanişadlar, XIX. Yüzyılın başında
Farsça'dan Latince'ye çevrilmiştir. Upanişadlarda telkin edilen bilgiler, kısa
açıklamalar tarzında, (sutralar halinde) bir şerhi Badarayan tarafında
"Brahmasutra" adı altında hazırlanmıştır. Bu şerhte âlemin
başlangıcı, Brahma, kâinatın geleceği konusunda bilgiler vardır.
Mahabharata destanı, 240 000 cümleden oluşur. Dünyanın en * uzun
destanıdır. Pandava'lara karşı Kaurva'ların savaşı konu
edilir.! Hintlilerin efsanevî kahramanlık menkabelerini ihtiva eder.
Bu destanın bir bölümü "Bhagavad -Gita" başlığını taşır. Gita,
Krişna'nın şarkısı demektir. (Krişna, Tanrı Vişnu'nun hulül ettiğine ;
inanılan efsanevî kraldır). Gita'da Arjuna ile Krişna'nın diyalogu
anlatılır ve Tann'yı bulma yolu olarak "yoga" üzerinde durulur.
Önemli destanlardan biri de Ramayana'dır. Rarnayana’nın Rişi Valmiki
tarafından yazıldığı ileri sürülmektedir. Bunun M.Ö. IX. Yüzyılda yazıldığı
kabul edilmektedir. Bu destan, Tanrı Vişnu'nun avatarası olan Rama'nın
hayat hikayesidir. 24000 beyitten oluşmaktadır. Tulsidas tarafından şerhi
yapılmıştır.
2. Kast Sistemi.
Hint toplumu çeşitli sınıflara ayrılır. Buna kast sistemi denir. Kast,
"aynı işle meşgul olan; atadan miras kalan hakları, vazifeleri ve
âdetleriyle birbirine sımsıkı bağlanan şahıslar grubu"dur. Kast seçilmez,
ancak onun içinde dünyaya gelinir. Bu sistem dört sınıftan oluşur:
1) Brahmanlar (rahipler, din adamları), 2) Kşatriya (hükümdar sülâlesi ve
j savaşçılar), 3) Vaisya (tüccar, esnaf ve çiftçi), 4) Sudra (İşçiler). Ayrıca
l kast sistemine girmeyen, kast dışı kabul edilen gruplar da vardır. Bun- J
lara "dokunulmazlar" denir. Kast yapısı Hint inançlarına dayanır. Bu
inançlara göre kastlar, yaratıcı tanrı Brahma'nın insan şeklinde tasav-vur
edilen vücudunun çeşitli yerlerinden yaratılmıştır. Bundan dolayı -toplum
hayatında görülen farklar, bu yaratılış olayına dayandırılır. Buna göre
Brahmanlar, Brahma'nın ağzından, Kşatriyalar kollarından, Vais-» yalar
midesinden, Sudralar da ayaklarından yaratılmıştır.
Brahmanlar, kast sisteminde en önemli ve üstün yeri ellerinde tutarlar.
Brahman kelimesi, Sanskritçe'de Brahma'ya vakfolunmuş kimse anlamına gelir.
Brahmanların görevi, kutsal kurban âyinlerini j yönetmektir. Brahmanlar, kutsal
bilgilerin (Veda'ların) muhafızıdır. Dinî ? âyinleri icra, onların
irsî hakkıdır.
Aynı kasta mensup olanlar ancak kendi aralarında evlenebilir, aynı sofrada
yemek yiyebilir. Meslekler de kastlara göre ayrılmıştır. İlk ’ üç
kasta dahil olanlar daha itibarlıdır. Sudra kastından olanlar, diğer
kasttakilere hizmet ederler. Her kastın kendine mahsus nişan ve düğün
merasimleri; yeme içme, giyim ve meslek kuralları vardır. Kast sistemine karşı
gelinmez. Kast sistemine karşı gelmek, karşı gelenin kasttan çıkarılmasına
sebep olur. Bu da o kimsenin varlığının sona ermesi demektir.
3. Dinî Kavramlar.
· a.
Tanrı Kavramı: Hinduizm, tanrı kavramındaki değişik ifadeleri
yadırgamaz. Her insan ve toplum, kendi şahsiyetine ve geleneğine uygun bir
şekilde Tanrı'ya yönelebilir. Hinduizme göre, her dinî gelenek Tanrı'yı kendine
göre açıklar. Kimi onu kahredici bir kudret, kimi de kut- § sal bir sevginin
kaynağı olarak görür. Fakat hepsi aynı sonuca ulaşır. Hinduizm, peygamberli
dinlerin vahiylerine de, Tanrı'nıh kendini gösterdiği diğer dinî şekillere de
karşı çıkmaz. Hindistan'da çok sayıda tanrı ve tanrıça heykelleri göze çarpar. Hintli,
bunu Tanrı'nın çeşitli şekillerde görünüşü olarak telâkki
eder.
Hindu tanrılar panteonunda bir üçleme dikkat çeker. Bu üçleme içinde
Brahma, yaratıcı; Vişnu, koruyucu; Şiva ise yok edici tanrıdır. ‘ Bazı
devrelerde ve bazı yerlerde Vişnu veya Şiva'nın ön plâna çıktığı olmuştur.
Meselâ Şiva'nın üstünlük kazandığı yerlerde halk onu, bütün hata ve kusurlardan
uzak, âlemlerin Rabbı olarak görür. Âlemi o yıkacak ve yine o yenileyecektir.
Hinduizm'de çoktanrıcılık, üçleme, tanrı-âlem birliği (panteizm) bulunmakla
beraber tektanrıcı inanış da vardır. Bir Rigveda cümlesi, , "Tanrı birdir.
Hakîmler onu çeşitli şekillerde adlandıryorlar"
şeklindedir. î Bir Hint atasözü de şöyledir: "Kâinattaki bütün
varlıkları sadece bir tanrı doldurur." Tasvirlerin ise ibadet için
yardımcı semboller olarak görüldüğü ileri sürülmektedir.
· b.
Hulûl (avatara:enkarnasyon): Avatara (Avatar), Tanrı Vişnu'nun
insan şeklinde cisimleşmesini ifade etmek üzere kullanılan Sanskritçe bir
kelimedir ve "İnen” anlamına gelmektedir.
Hinduizm, Tanrı'nın tek tezahürü olduğu fikrine karşıdır. Hintliler,
Tanrı'nın kendisini tarihin her devresinde çeşitli şahsiyetlere bürünerek
insanlara gösterdiğine inanırlar. Böylece Tanrı, kötülüğü yok edecek ve
insanlara ihtiyaç duydukları vazifeleri ve kanunları bildirecektir. Peygamber
konusunu da böyle açıklarlar. Ancak Hinduizme göre hiç bir peygamber veya dinin
mesajı sonuncu değildir; bu iş, hulül yoluyla, sonsuza kadar devam edip
gidecektir.
Hinduizm'de Vişnu'nun zaman zaman kurtarıcı tanrı sıfatıyla dünyaya
indiğine ve zamanın icaplarına göre muhtelif şekillerde kendini gösterdiğine
inanılır. Vişnu'nun çeşitli hulülleri (avatara) vardır. Bunlardan iki önemli
"avatara"sı Rama ve Krişna'dır.
Hulül inancı, tanrılar veya yüksek ruhların beşer hey'etiyle İlâhî
alâkasını ifade eder. Hulül, insan hey'eti içine İlâhî varlığın girmesiyle
kötülüğü yok etmek, Gita'da denildiği gibi, Krişna'nın ağzından insanlara,
onların ihtiyaç duydukları vazifelerini ve kanunlarını bildirmek için olur.
Yine Gita'da şöyle bir cümle yer almaktadır: "Ben çeşitli devirlerde,
çeşitli şekillerde görünürüm.”
· c.
Karma: Karma, bir sebep-sonuç kanunudur. Dolayısıyle insan, geçmişte
ne yapmışsa, gelecekte onu görecektir. İnsanın geçmişi, bugün kendisiyle karşı
karşıyadır. Bugünün meyveleri yarın alınacaktır. Buna göre her hareket, eninde
sonunda meyvesini verecektir. İyiden iyi, kötüden kötü çıkacaktır.
Karma, fizikî âlemde olduğu gibi, ahlâkî ve zihnî âlemde de insanın takip
etmesi gerekli bir kanun bulunduğunu ifade eder. Ahlâkî bir kâinat nizamı olan
karma kanuna göre, bu hayatta işlenen ameller, canlının kaderine tesir eder
vewun tekrar vücut bulmasında rol oynar. Bunun neticesi olarak bütün canlılar,
kendi durumlarını kendi amelleriyle kazanırlar. İyi bir canlının durumu kötüye
gidiyorsa, daha önceki hayatında işlediği kötü amellerin; eğer iyiye doğru
gidiyorsa daha önceki hayatında işlediği iyi amellerin karşılığıdır. Bu, daha
önceki hayat şeklinin ceza ve mükâfat olarak kendini göstermesidir. İnsan,
geçmişte ne ekmişse, gelecekte onu görecektir.
Karma, her kararın doğru ve yanlış sonuç vermesini belirleyen şeydir. Her
davranış, eninde sonunda meyvesini verecektir. Karma; muzu zehirli bir meyve
veren ağaçtan beklememeyi ifade eder. Karma, aynı zamanda, mükâfat
beklemeksizin hareket etme anlamına da gelir. Böylece sonuç bekleme arzusu
firenlenmiş olur. Bhagavad-Gita'da Rab Krişna, şöyle demektedir: "Siz,
sadece vazifenizi yapmakla mükellefsiniz. Eğer bir
semere hasıl olursa, onu bana bırakın."
Hinduizme göre, insan sonu olmayan bir tenasüh zinciri içerisinde gidip
gelmektedir. Buna göre ölüm, bir korku vasıtası, bir yokluk değil, bir halden
diğerine geçiştir. Onlara göre karma doktrini, insanın arzularını gerçek
anlamda ölümsüzlüğe ulaştırır. Bunun için her Hintli, tekrar dünyaya gelişte,
iyi amellerle gelecekteki hayatını garanti altına almaya gayret sarfeder.
İşlediği günahlar sebebiyle bitki veya hayvan olarak dünyaya gelmekten çekinir.
Onlara göre, içinde doğdukları kast bile işledikleri amellerin bir neticesidir.
· d.
Tenasüh (ruhgöçü: sanskritçesi samsara; batı dillerinde
rein-karnasyon, transmigrasyon...).
Karma doktrinine bağlı olarak tenasüh, yani ruhun bir bedenden ötekine
geçtiği inancı doğdu. Böylece ölümden sonra devamlı varolma, ruhun bedenden
ayrı olduğu fikri gelişmiş oldu. Bu inanışa göre, ruh kendi derecesi içinde
yüksek veya alçak olarak doğar. İnsan, yaptıklarına göre hayvan, bitki, insan
veya tanrı şeklinde doğar (Buna göre insan, kendi kaderinin mimarıdır). Bu
doğuş, bir sebep sonuç ilişkisi içinde gerçekleşir. Manevî ve ahlâkî karşılık,
yani yapılanların sonucu ruhun tenasühü ile mümkün olur. Sonraki hayatta mutlu
olmak, doğru harekete bağlıdır. Her şahıs, işlerinden sorumludur. Ölümden
korkmaya gerek yoktur. Devamlı yeniden doğuşlarla insan, arzularına ulaşır,
devamlı bir tatmin elde eder. O, tanrı Brahma'da yaşar. Bu inanışın Hintliyi
kuvvetli bir iyimserliğe ulaştırdığı ileri sürülmektedir.
Hint düşüncesinin temelini teşkil eden tenasüh inancı, Yunanlılarda,
Fisagorcutarda, Yeni Eflatuncularda, Eski Mısır'da, Manihaizm'de, Orfizm'de ve
Gnostisizm'de rastlanan bir düşüncedir. Bazı Hıristiyan mezheplerinde ve
Ihvânûs-Safâ gibi fırkalarda da benzeri düşüncelere rastlanmaktadır. (Tenasüh
inancına, ayrıca Harbiyye, Cenâhiyye, Hâbıtıyye ve Hadesiyye, Hadbiyye,
Muammeriyye, Nusay-riyye gibi itikadi mezheplerde, Bektaşîlikte, Yahudi
Dönmelerinde de rastlanır) (9).
· e.
Yoga: Sanskritçe, "bağlamak", "birleştirmek"
anlamına gelen Yuj veya "Joug" kökünden gelmektedir. İnsanın
enerjisini belli bir gayeye yöneltmeyi hedef alan bir disiplindir. Bir irade
eğitimi yoludur. Egzersiz ve antrenman anlamına da gelmektedir. Gita'da
insanları kurtuluşa ulaştıran yol olarak gösterilir.
Yoga, ihsanın hem bedenî,hem de zihnî ve manevî gücünü bir araya
getiren egzersizdir. Yoga yapana yogi denir. Yogi,
nefesine hakim olur ve zihnini bir noktada toplar. Böylece o, beden
ile ruh, hareket ile zihin, his ile sezgi arasındaki ahengi sağlayarak ezelîye,
kâinatın değişmez özüne ulaşmaya; tabiat üstü güçlerle temas kurmaya
çalışır.
Bu yoga sistemi, IV. yüzyılda, Patanjali'nin Yoga Sutrası'nda
açıklanmıştır. Buddist ve Caynistler tarafından uygulanmıştır. Daha sonra diğer
grup ve kastlardan ayrı olarak gelişmiş; ayrı bir sistem halini almıştır.
4. Dinî Âyin, ibadet ve Gelenekler
Hinduizm'de ibadet her yerde yapılabilir. Tapınak vardır, fakat cemaatle
ibadet yoktur; ibadet, ferdîdir. Öte yandan ibadetin belirli bir şekli yoktur.
Onlara göre Tanrı, her yerdeki ibadeti görebilir. Dolayısiyle ibadet; her
yerde, her zaman, her şekilde yapılabilir.
Bir Hintli kendisiyle tapındığı tanrı arasında zihnini odaklaştıracağı bir
vasıta arar. Bundan dolayı Hindistan’da çok sayıda tanrı tasviri bulunur. Ancak
kişi hikmete ulaştığında artık bu vasıtalara ihtiyacı kalmayacağı kabul edilir.
Hintlilerde ortak bir ibadet sembolü, Om'dur. Om kelimesi, bir çeşit
besmele gibi, yemekten, Veda'ları okumaya başlamadan, duadan, herhangi bir
işten önce söylenir. Om; İlâhî kuvvetle dolu, kutsal sırlı bir kelime olarak
kabul edilir. Uzun, özel bir tarzda nefes alarak söylenir. Bu kelimenin
harfleri, Brahma'yı veya Brahma-Vişnu-Şiva üçlemesini ifade eder.
Hintli, sabah şafaktan önce kalkar, evde veya nehir
kıyısında yapabileceği sabahibadetine hazırlanır; tanrısının adını zikreder,
yıkanır. Gayatri İlâhisini okur. Sabah İbadetinde yüzünü doğuya dönerek oturur.
Vücudunun etrafına su sepeler. Nefesini kontrol eder. Tanrısının putuna
yakarır. Öğle ve akşam da bu yaptıklarını tekrarlar. Puta hediye sunar.
Evlerde, genellikle, tapınılan puta tahsis edilen bir oda veya köşe
bulunur. Burada ya Vişnu'nun helezonu, ya da Şiva'nın düz bir sütuna benzeyen
putu vardır. Put, kutsal kitap okunarak yağlanır. Onun önünde oturarak
tefekküre dalınır. Tütsü çubukları yakılır. Kutsal oda ya da köşenin önüne
ışıklar, çiçekler, yiyecekler konulur. Putlara su dökülür. Onlara taze meyve
sunulur.
Diğer tanrılara, atalara, misafirlere, kutsal inek gibi hayvanlara, fakirlere
yiyecek sunulur. İnekler, yer, gök ve hava âleminin anası olarak görülür. İnek
ve öküzler, caddelerde, alış veriş ve iş yerlerinde serbestçe dolaşır. Yola
yatarlarsa trafik ona göre düzenlenir. Onlar kesilmez, yenmez.
Hindistan'ın bir çok eyaletinde inek kesimine izin verilmediği gibi,
sığır eti hemen hemen hiç yenilmez. 1981'de Hindistan'ın batısında Kopargaoh
şehrinde, Müslümanların dört kutsal ineği kestikleri yolunda söylentilerin
çıkması üzerine büyük olaylar patlak vermiş, Müslüman mahalleleri ateşe
verilmiş ve bölgede süresiz sokağa çıkma yasağı konulmuştur (10). Et yiyen veya
vejeteryan (et yemeyen, bitkilerle beslenen) Hindular yanında, şehvet
şenlikleri yapan, sıkı bir züht hayatı süren Hindular da vardır. Hindistan'da
bitkilerle beslenenlerin sayısı 1/4 civarındadır. Bunun yanında, Müslüman
olmayan Hindular arasında da domuz eti yememe alışkanlığı vardır.
Hinduizm'de tapınaklarda yapılan ibadet, evdekinin biraz gelişmiş şeklidir.
Brahmanlar, gecenin son 8. saatinde kutsal metinler okuyarak taptıkları putu
uyandırırlar. Boru çalınarak dışardakilere ibadetin başladığı bildirilir.
Dışarıdakiler de yapılanları seyre gelebilirler. Put yıkanır, yağlanır. Önünde
ışıklar yakılır; ona çiçek, öğlen ve gece yemek sunulur. O, gündüz istirahate,
gece giydirilip uykuya bırakılır.
Tapınaksız köy yoktur. Kasabaların ve şehirlerin büyük tapınakları vardır.
Bu tapınaklar geniş duvarlarla çevrilidir ve yanlarında kutsal yıkanmaya
elverişli havuzlar bulunur.
Tapınakların yıllık şenlikleri vardır. Bu şenliklerde putlar, arabalarla
çekilerek ırmaklara götürülür, yıkanır. Ayrıca ilkbaharda, sonbaharda yeni
yılda yapılan şenlikler de vardır.
Hinduizm'in bazı mezheplerinde, reislerine ulûhîyet atfedilerek ta'zimde bulunulur.
Ölmüş kahramanlara ve azizlere de yardım için dua edilir. Köylüler, genellikle
çevresine tesir ettiğine inandıkları mahallî köy ulûhîyetlerine kurban
sunarlar. Cinlerin varlığına da inanılır ve onlardan korkulur.
Hindistanın dinî temayülüne göre insan, üç ayrı yoldan kurtuluşa gidebilir.
Bunlardan birisi, ameller (yani kurbanlarla); diğeri, bilgi ve marifet (yani
İlâhî hakikati tanımakla); üçüncüsü ise, insanın şahıs şeklinde tasavvur edilen
bir tanrıyı severek kendini ona teslim etmesi vasıtasiyle kurtuluştur. Kurban,
Hinduizmde çok önemli bir yer tutar. Veda'ların emrettiği dinî hayat kurbanlar
etrafında toplanmıştır. Tanrılar bile kudretlerini ancak kurbanlar sayesinde
gösterebilmektedir. Tanrıların takdim ettikleri kurbanlar yeryüzündekilere örnek
olmuştur, insanları tanrılarla iyi münasebette bulunduran kurbanlardır.
Tanrılara sunulan herşey kurbandır. Bunun yanında yaz ve kış gün dönümleri
münasebetiyle kanlı kurbanlar da takdim edilmiştir. Ayrıca büyük hazırlık ve
merasimleri gerektiren kurban, "Soma" kurbanıdır. Somanın
hazırlıkları sırasında keçi, inek gibi hayvanlar kanlı kurban olarak takdim
edilmektedir. Tanrıların öfkesini teskin etmek maksadıyle takdim edilen
kurbanlar yanında, özel hediyeler de kurban olarak sunulmuştur. Eski zamanlarda
evin sahibi, bazen de karısının yardımiyle, tanrılara kurbanlar takdim
etmiştir. Fakat her kurban, gittikçe zorlaşan hazırlıkları gerektirmiştir; her
merasimden önce ve sonra zühd ve riyazet gerekli olmuştur. Zamanla kurbanları
icrâ edebilmek ve kurban törenlerindeki vazifeleri yerine getirmek, Veda'ları
okumak için bir rahip sınıfı ortaya çıkmıştır. Bunlara brahman adı verilmiştir.
Brahmanların işi, sadece kurban merasimlerini icra etmek değil, aynı zamanda
sihir ve büyü yapmak, insan ve tanrıları idaresi altında tutmaktır.
Hindistan'ın ziyaret edilen yedi kutsal yeri vardır. Bunların en meşhuru
Benares'tir. Bu kutsal yerlere yapılan ziyaretler ve "hac" seferleri,
Hinduların hayatlarında önemli rol oynamaktadır. Hintliler, ölülerini yakar,
küllerini Ganj nehrine dökerler. Bir yüzyıl öncesine kadar kadın, ölen
kocasıyla birlikte yakılırken şimdi bu âdetten vazgeçilmiştir.
İbâdet, kutsal kitap, erkeklere ve kast sisteminin ilk üç sınıfına ait
kabul edilirken, Gandi'den bu yana biraz değişme olmuşsa da; hâlâ ilk üç sınıf,
omuzlarından bellerine kadar iplikten yapma, ayrı bir işaret taşırlar.
F. CAYNİZM
Hindistan, ırklar ve diller konusunda çeşitlilik gösteren bir ülke olması
yanında, bugün yaşayan birçok dinin de çıkış yeridir. Aşağı yukarı dörtbin
yıllık bir geçmişe sahip olduğu kabul edilen Veda'ları esas alan, ağırlık
merkezini brahmanlar oluşturan ve kast sistemine dayanan Hinduizmden sonra,
M.Ö. VI. Yüzyılda Buddizm ve Caynizm; M.S. XVI. Yüzyılda da Sihizm ortaya
çıkmıştır. Hinduizmdeki kast sistemine ve brahman sınıfının otoritesine karşı
bir tepki olarak doğan bu dinlerden Buddizm (ileride müstakil bir bölüm olarak
incelenecektir), evrensel; Caynizm ve Sihizm, millî bir karaktere sahiptir. Bu
son ikisi (Si-hizmd^ki bazı istisnalar hariç), Hindistan dışına çıkmamıştır.
Bunlardan, burada', kısaca bahsedilecektir.
Hindistan’a mensup bir din olan Caynizm, bazı bilginlerce bir mezhep veya
tarikat olarak görülmüştür. Caynistlerin sayıları 1,5-2 milyon civarındadır. Bu
dinin kurucusu Mahavira (M.Ö. 599-527) olarak gösterilirse de, aslında Caynizm
Parsva'ya (M.Ö. VIII. yüzyıl) kadar geri giden bir geçmişe sahiptir. Parsva'nın
ortaya koyduğu doktrini Mahavira geliştirmiş ve sistemleştirmiştir. Batılı
yazarlar Mahavira'yı önceleri bu elinin kurucusu olarak gösterirlerken şimdi
onu reformcu olarak nitelendirmektedirler.
1. Mahavlra'nın Hayatı
Benares'te doğduğu kabul edilen Parsva'ya, "Parsvanatha"
(muzaffer) adı verilmiştir. Parsva, dünya hayatını terk etmiş; her şeyi
öğrenince vaaza başlamıştır. Yüz yaşında ölünceye kadar, aylarca perhiz
yapmıştır. Parsva, Mahavira ve Budda'nın hayat hikâyeleri arasında büyük
benzerlikler dikkati çekmektedir. Her üçü de kşatriya (prensler ve savaşçılar)
kastındandır.
Parsva'nm doktrini ve cemaati, Vesali'li bir prens, Vardhamana tarafından
yenileştirilmiş ve geliştirilmiştir. Vardhamana, otuz yaşında evini, karısını
ve çocuğunu terketmiş; rahiplik elbisesi giymiş ve rahiplik işareti olarak
saçından beş perçem koparmıştır. Bir müddet sonra elbiselerini atarak
çırılçıplak dolaşmaya başlamıştır. Otuz ay murâkabe egzersizlerinden sonra o,
onüç sene kendisini şiddetli riyâzete hasretmiş ve bir ağaç altında düşünceye
dalmıştır. Ruh göçü (samsara) çemberinin özüne nüfuz edinceye kadar murâkabe
ile dolu bir züht hayatı yaşamış ve nihayet ruh göçünden kurtuluş yolunu
bulmuştur. Bundan dolayı Vardhamana'ya "büyük kahraman" anlamına
Mahavira; "muzaffer" veya "İnsanî ihtiraslardan kurtulmuş"
anlamında Cina denilmiştir.
Cina (Cayna),doktrinini asiller ve halk arasında yaymıştır. O, vaazlarını
kutsal dil olan sanskritçe ve mahallî Magadhi lehçesinde yapmıştır. Etrafında
çeşitli kastlardan insanlar toplamış ve büyük bir cemaat oluşturmuştur. Otuz
sene kadar bu işi yürütmüş ve 72 yaşlarında (M.Ö. 527'de) Bihar'da ölmüştür.
Tirtankara (geçit yapan, tekrar edip / duran doğum çemberi selinden geçit
bulan; yol gösteren) ölarak Ma-havira'ya ta’zim edilmiştir. Onun Nirvana'ya
varışı, Caynist takvimin başlangıcı olmuştur. Caynizm kısa zamanda, önce
Mahavira'nın memleketi olan Bihar-Orissa'da; daha sonra M.Ö. III. Yüzyılda, bir
kıtlık sebebiyle, Hindistan'ın güney ve batısında yayılmıştır. Ancak bu
yayılma, rahiplerin giyinmesi konusundaki tartışmayı ve arkasından da bölünmeyi
beraberinde getirmiştir.
Vardhamana taraftarlarına "Caynisf'denir. Bu kelime, Mahavi-ra'ya
atfedilen muzaffer anlamındaki Cina sıfatından türemiştir. Cina'nın doktrinine
de "Caynizm” denilmiştir. Cina, Sanskritçe bir terimdir.
Mahavira'nın (Cina) çağı ve memleketiyle Budda'nınki aynıdır. Onların
hayatları, inançları ve eserleri arasında benzerlikler vardır. Ma-havira,
Budda'dan önce doğmuş; fakat Budda'nın doktrinini va'zettiği dönemi görmüştür.
Her ikisi de brahmanlara, onların âyin usûllerine düşmandır; umûmî ruh göçü
teorisinden esinlenmektedir. Bu iki hareket, brahmanların otoritesine karşı bir
mukavemet; çoktanrıcılığa, çok katı kast sistemine ve kanlı kurbanlara karşı
bir reaksiyondur. Ara-; farındaki fark, Caynistlerin zühde daha büyük bir yer
ayırmaları ve kendi nefislerine işkencede daha aşın
gitmeleridir. Halbuki Buddizm, bu konuda daha müsamahakârdır. Öte
yandan Caynistler, hey-keltraşlıkta, insanları tamamen çıplak
göstermektedirler.
Caynizm, brahmanların etkisine ve bazı Hint düşünce sistemlerine karşı
olarak ortaya çıkmasına rağmen, Hint düşüncesinin genel çerçevesini ve bazı
mabet âyinlerinde brahmanların rolünü kabul eder. Ahimsa'yı (şiddete gitmeme,
öldürmeme) prensip olarak alır; her türlü yaratığı öldürmeyi yasak eder. Bundan
dolayı ziraatla uğraşmaz, iş hayatını tercih ederler. Beslenme rejimi, oldukça
sıkıdır. Beslenmeleri için biraz meyve ve biraz sebze kâfidir. İyi bir Caynist
içtiği suyu, aldığı havayı süzmek zorundadır. Bunun için de daima ağzında bir
bez taşımak, küçük bir canlıyı öldürmemek için yürürken önünü süpürmek
mecburiyetindedir.
2. Tanrı Anlayışı, Mezhepleri ve Kutsal Kitapları.
Caynizm, ateist bir din olarak gösterilir. Bu ateizm tanrının varlığını,
ruhun ebedîliğini, kurbanın faydasını, kurtuluşun imkânını inkâr etmek
anlamında değildir. Mahavira, Budda gibi, tanrı fikri üzerinde durmamış olsa
bile, bazı Caynist mezheplerde tanrı inancının varolduğu anlaşılmaktadır.
Tapınaklarında tanrı heykelleri bulunur. Fakat M.S. XV. Yüzyılda kurulan
Sthanakavasi mezhebi, ilk Caynizmin tanrı tanımaz bir karaktere sahip olduğunu
savunmaya, tapınaklardaki heykelleri, resimleri reddetmeye başlamıştır.
M.Ö. III. Yüzyıldan itibaren rahipler arasında giyinme konusundaki
tartışma, Caynistleri iki mezhebe ayırmıştır: 1) Digambara (hava
giyinenler), Mahavira'ya uyarak tamamen çıplak gezerler. Daha sonra Müslümanlar
onlara asgari bir elbise giymeyi kabul ettirmişlerdir. 2) Svetambara (beyaz
giyinenler).
Bu iki mezhep arasında doktrin bakımından büyük farklılıklar yoktur.
Yoga'yı uygularlar; Cina, Tirtankara ve "mükemmel azizler'ln varlığına
inanırlar. Tirtankaraların zamanın her devrinde 24 kadar olduğunu ve
Mahavira'nın bunların sonuncusu bulunduğunu kabul ederler.
Mahavira'nın vaazları önce sözlü olarak rivayet edilmiştir. Daha Sonra
toplanan bir konsil, bu vaazların bir kısmını biraraya getirmeye muvaffak
olmuşsa da, rivayetlerin büyük bir kısmının kaybolmasını
önleyememiştir. Sözlü rivayetlerden kalanlar, Mahavira'nın ölümünden on asır
sonra toplanan "Beyaz giyinenler" konsili tarafından "Agama'lar
veya "Siddhanta" adlı kitapta bir araya getirilmiştir. Bu kitap "Ganipidaka''diye
de adlandırılmaktadır. Bu kitapta, rahiplerin uyması gerekli kurallar,
Caynizmin öğretileri ve efsaneleri yer almaktadır. Hava Giyinenler mezhebi,
Beyaz Giyinenlerin bu kitabını apokrif (gayr-i sahih) sayar ve onu kabul
etmezler. Onlar, Caynistlerin bütün kitaplarının Hint filozofu Şankara
tarafından yok edildiğini iddia ederler. Kaybolan kitapların yerine, büyük
üstadlarından dört kişilik bir grubun meydana getirdiği bir eseri koyarlar. Bu
kitap Caynistlerin kâinat tasavvurlarını, felsefelerini, ahlâk ve ibâdet
hakkındaki görüşlerini ihtivâ eder. Bu kitapların sayısız tefsirleri olmuştur.
Bu iki mezhebin sahih kabul ettikleri kitaplardan başka, pek çok ilâhiyat,
hikâye ve ahlâk kitapları da bulunmaktadır.
3. Ahlâkî Prensipler, Kurtuluş ve Hidâyet Doktrini
Caynist ahlâk prensibi, Mahavira'ya dayandırılan kutsal metinlerde yer
almaktadır. Ahlâkî kurallar rahip olmayanlarda bile oldukça serttir. Bu
kurallar şu beş esastan ibarettir: Öldürmemek, yalan söylememek, hiçbir şekilde
çalmamak, mümkün olduğu kadar cinsî münâsebetten kaçınmak, asgarî bir mal ile
yetinmesini bilmek. Zühde götüren diğer hususlar ise, daha ziyade rahip ve
rahibeler içindir. Bunların çoğunluğu manastırlarda yaşar.
Kendi inançlarını yayma çabası göstermeyen Caynistler, dürüstlüğe ve sade
bir hayata çok dikkat ederler. Caynizmin gaye ve hedefi, ruhu doğumla ölüm
arasında cereyan eden bağdan, karma'dan kurtarmak ve nirvana'ya ulaştırmaktır.
Ancak bütün ruhlar ; bu hedefe ulaşamaz, doğumla ölüm çemberinde
ebediyen döner durur. Bunun yanında özel kabiliyete sahip ruhlar,
sayısız vücutların ; sonunda nirvana'nın sükûnetine girebilir. Bunu
gerçekleştirebilmeleri için karma maddesinin ruha nüfûz etmesini önlemeleri;
ruhtaki mevcut \ karma'yı imha etmeleri gerekir. Karma'ya karşı kendini koruma,
/ yukarıda bahsedilen beş yasağa uymakla olabilir. Bu beş yasağa ;/ uymak; sıkı
bir disiplin, güçlüklere sabır, nefsin öldürülmesi, tahsil ve / murakebe ile
sağlanır. Kısacası sıkı bir züht hayatına girenler, dünyayı tamamıyla
terkedebilen rahip ve rahibeler, ruh göçünden kurtulup nir-/ vana'ya
ulaşabileceklerini ümit edebilirler.
Caynistlere göre, bu dine uyanlar ölümsüz ve ebedîdirler. Bu âlemin
kurucusu yoktur. Âlem ebedîdir ve yaratılmamıştır. Onun cennetleri ve
cehennemleri vardır. Cennetler, tanrıların yeridir. Cehennemler, Tirtankaralar
ve kurtuluşa ulaşmış hayat cevherlerinin bulunduğu âlemin en üst bölümüne göre
çok aşağıdadırlar. Tekrar bu dünyaya gelme zahmetinden kurtulmuş olanlar,
gökler âlemi üzerinde bir başka, âlemde bulunurlar. Ortada, üstteki cennetler
ile alttaki cehennemleri ayıran, insanlar, hayvanlar vb. varlıkların meskûn
oldukları bölge yeralır. Canlı varlıklar, sahip oldukları duygulara göre
sınıflandırılır.
4. Âyin ve İbadet
Caynistler, güzel mabetler inşa etmişlerdir. Caynist cemaatin idaresi,
rahip ve rahibelerin elindedir. Önceleri gezici zahitler olarak yaşayan
rahipler, daha sonra manastırlara yerleşmişlerdir. Kutsal yazıları okuyarak,
ruh ve bedenlerini terbiye ederek vakitlerini geçirirler.
Rahipler gibi halk da, günlük belirli ibâdetleri yerine getirir. İbâdet
esnasında Tirtankaralarla ilgili İlâhiler söyler, tefekkür eder, tövbede
bulunur, belirli hareketleri yerine getirir, hiçbir canlı varlığı incitmemeye
gayret ederler. Bunun için nebatî gıdalarla beslenir, sarhoş edici içkiler
kullanmazlar. Bütün hayvanların tedavi edildiği hastahaneler vardır. Dindar
Caynistler, açlıktan ölmeye büyük önem verirler.
Semada pek_ço,k4âfflJM bulunduğuna; fakat onların da ruh göçüne
mahkûm olduğuna, insanlara kurtuluş yolunda yardımları olamıyacağına inanırlar.
Bununla beraber Caynist mabetlerde bulunan-heykeller takdis edilir. Önlerinde
İlâhiler söylenir. Onlara meyve ve sebzeler sunulur. Önlerine lambalar ve
tütsüler konur; putları yıkanır, yağlanır ve çiçeklerle süslenir.
Tirtankaraların yaşadıkları kabul edilen yerler ziyaret edilir; dünyevî
istekleri için onlara ve tanrılara duada bulu-nulur.Bazı Caynistler, Hindu
tanrılarına bile dua ederler. Mabetlerindeki ibadetler, rahipler tarafından
değil, halk tarafından idare edilir. Brah-manlar ücretle Caynist mabetlerde
çalıştırılır.
G. SİHİZM
1. Nanak’ın Hayatı
Sihizm, Hindistan'daki bazı gelişmeler sonucu XVI. Yüzyılda ortaya çıkmış,
Islâm ve Hinduizm karışımı bir dinî harekettir. Kurucusu Nanak'dır (1469-1539).
Günümüzde Hint dinî ve siyasî hayatında önemli bir yer tutan bu dinî hareketin
6-7 milyon mensubu vardır. Hindistan'a bağlı millî bir dinî hareket olmakla
beraber, Sihizmin dünyanın çeşitli yerlerinde üyeleri bulunur. Orta Çağ boyunca
Hindistan'ın dinî, siyasî ve İçtimaî durumu Hindular arasında hoşnutsuzluklara
yol açmıştı. Bu hoşnutsuzlar grubu, gayelerinin gerçekleşmesini, Hindistan'da
eksik olmayan dinî reformatörlerden bekliyorlardı, reformcuların ortaya
arttıkları fikirlere ilgi gösteriyorlardı. Yüzyıllardan beri devam, eden
"tektanrı" inancı yönündeki gelişmeler, Islâm'ın Hint yarımadasında
görülmesiyle daha da hızlanmıştı. Hinduizmdeki Mutlak Varlık ve onun birliğinin
politeizm içinde kaybolması karşısında, Islâm'ın Allah inancındaki açıkhk ve
berraklık Hintlileri cezbetmeye başlamıştı.
Bunun yanında, hak ve adâlet ölçüsüne dayanan, kast ayrımını reddeden, insanlararasında
eşitliği esas alan, takvâdan başka üstünlük tanımayan, sultan ile köle arasında
fark görmeyen Islâm'ın cihanşümûl esprisi Hinduların gönüllerinde ihtilâle
sebep olmuştu. Bir kısmı bu dine bağlanırken, bir kısmı da kendi kültürlerinden
kopamayarak Hinduizm ile Islâm'ı uzlaştırmaya çalışmışlardı. Bu konuda, XV.
Yüzyılın ikinci yarısında, kendini kabul ettiren ilk büyük isim, Kabir/Kebir
(M.S. 1435-1518) olmuştur. Kabir (Kebir), Hinduizmin bazı önemli kavram ve
düşüncelerini muhafaza etmekle beraber "bir tek Tanrı" inancını
yerleştirmeye çalışmıştı. Kabir'den sonra aslında Müslüman bir hükümdar olan
Ekber (1542-1605), dinî olmaktan daha çok felsefî bir monoteizm içinde
Hıristiyanlık ve Yahudilik de dahil, Hindistan’da bulunan bütün dinleri
uzlaştırmayı denemişti. Fakat bu denemelerin en ilgi çekicisi ve kalıcısı,
Kebir'in açtığı yolda yürüyen, onu sistemleştirerek bugünkü "Sihizm’ln
ortaya çıkmasını sağlayan Nanak'ınki olmuştur.
Nanak, M.S. 1469 yılında, şimdi Nankana Sahib adını taşıyan, Lahor'un güneybatısına
60 km. mesafede bulunan, Talvandi Köyünde doğdu. Nanak'ın çocukluğu ve
yetişkinlik çağı, bu köyde geçti. O, bu köyü terketmeden önce evlendi ve iki
oğlu oldu. Fakir olmasına rağmen, yüksek sayılabilecek bir kasta mensup aileden
Hindu bir çevrenin çocuğudur.
Nanak, henüz genç iken, Talvandi Köyünü (Nankana Sahib) ter-kedip Sultanpur
şehrine gitti; orada Müslüman bir idarecinin hizmetine girdi ve senelerce bu
görevini sürdürdü . Boş zamanlarda da ormana çekilip düşüncelere
daldı. Rivayete göre, bu zahidâne gezilerin birinde, kendisine ''Yaratıcı,
korku ve düşmanlıktan beri, doğmamış, zâtı ile kâim, yüce bir Tann'nıri
bulunduğu" şeklinde va'zetme görevi verildi. Bunun üzerine Nanak, 1500
yılına doğru, vazifesini ve Sultanpur'u ter-kedip, bir tek ve gerçek olan
"tanrr'sı hakkındaki düşüncelerini yaymaya çalıştı. Bu_ konudaki
vaazlarıyle şöhrete kavuşan Nanak, kutsal yerleri ziyaret etti ve muhtelif din
mensuplarıyla tartışmalara girişti. Bu sırada bir zengin tarafından şerefine
Ravi Nehri kıyısında kurulan Kar-tapur Köyüne yerleşti ve hayatının son on
yılını burada geçirdi. Bu köyde yeni inancını yaymaya başladı. 1539 yılında, 70
yaşında iken bu köyde öldü. Geride iki oğul ve çok sayıda Sih (şakirt) bıraktı.
· 2.
Sihizmin Doğuşu
Islâm'ın Hindistan'a girmesinden sonra, Islâm ile Hinduizm arasında bir
uzlaşma zemini arama çalışmaları başlamıştı. Nanak'ınki bunların en dikkat
çekicisidir. İslâmî fikirlerden istifade eden Nanak, önceleri, bir din kurma
iddiasında bulunmamıştır. O, Hinduizmin örf, âdet ve kültürünü tasfiye etmek;
politeizmi, putçuluğu ve kast sistemini ortadan kaldırıp Islâm ile Hinduizm
arasında orta bir yol bulmak istemiştir. Önce siyasî olarak başlayan bu
hareket, daha sonra dinî bir veçheye kavuşmuştur. Islâm mutasavvıflarının
etkisinde kalan Nanak, Kuzey Hindistan'da vaazlarda bulunmuş ve sinkretist
(uzlaştırmacı) Sih hareketini ortaya çıkarmıştır. O, Islâm'ın bir tek Tanrı ve
onun sıfatları gibi bazı hususlarını benimsemiştir. Ona göre Tanrı; tektir,
ebedîdir, görünmez, sözle anlatılmaz, heryerde hazır ve nâzırdır. Bunun yanında
o; hint felsefesinden gelen "Maya" ve "Nirvana"
tasavvurlarını benimsemiş, tenâsuh fikrini kabul etmiş, fakat avatara'lara
inanmayı reddetmiştir.
Tanrı'nın birliği, ibadette İlâhî adın tekrar tekrar zikredilmesi, çeşitli
kastlardan insanların eşitliği, putlara tapınmanın kötülüğü, kardeşçe sevginin
önemi ve rehber olarak "guru”ya ihtiyaç bulunduğu şeklinde özetlenen bu
dinî anlayış Nanak tarafından herkese uygun bir şekilde sunulmuş ve hayat nizamı
olarak sistemleştirilmiştir.
· 3.
Nanak'tan Sonraki Durum
Nanak, ölmeden önce, en sadık tilmizlerinden Angad'ı Sihlerin
"guru"su (rehber, havârî) olarak kendine halef tayin etti. Nanak'ın
ölümünden sonra, halefleri arasında Nanak'ın telkin ettiği tenâsuh inancı
gereği, onun ruhunun sırasıyla kendini takip eden "guru''ya geçeceği fikri
ortaya çıktı. Bunun için guruların hepsi, Nanak'ın yeni tezahürü olarak
görüldü. İki yüzyıla yakın bir süre cemaat, bir seri guru tarafından idare
edildi. Bu silsile, X. Guru Govind Singh’in 1708'de ölümüyle sona erdi.
Bu guruların tilmizleri, önce "Nanakpanthi"ler (Nanak
taraftar-ları)olarak adlandırılmış ve bir müddet sonra "Sih"
(Sanskritçe çırak veya tilmiz) adını almışlardır. Sahip oldukları sistem de
Batıklarca Sihizm olarak adlandırıla gelmiştir (Kendileri "Gurmat"
kelimesini kullanırlar).
Nanak'ın 1539'da ölümünden sonra yerine 2. guru olarak Angad geçti.
Nanak'ın oğlu Sri Chand'a uyanlar Udasis cemaatini oluşturdu. Bunlar sakal,
sarık gibi hususları yerine getirmemekle diğerlerinden aynldılarsa da yine Sih
kaldı. 1552'ye kadar guruluğa devam eden Angad, Nanak'ın şiirlerini topladı.
Pencap'ta kullanılan Gurmukhi kutsal metni Angad'a dayandırıldı. Sihler
arasında birliği ve beraberliği sağlayan 3. guru Amar Das (Ö. 1574) oldu. O,
kendisini ziyaret edenlerin şakirtlerle birlikte yemek yemesinde ısrar etti.
Öte yandan doğum ve evlilik âdetlerinde Sihlerin kendilerine mahsus törenler
yapmalarını sağladı. Ondan sonra damadı Ram Das (Ö. 1581), misyoner faaliyetleriyle
taraftar kazanma yoluna giden 4. guru olarak kısa bir süre görev yaptı. Cemaat
ve inanç bakımından en önemli gelişme Ram Das'ınen küçük oğlu 5. guru Arjun'un
zamanında oldu. Arjun, Amritsar'da Altın Mabedi (Harimandir) yapım işini sona
erdirdi. Bu mabedin yapımına Ekber Şah'ın verdiği arazi üzerinde Ram Das
zamanında başlanmıştı. Yanında havuz bulunan bu mabed, Sihler için çok kutsal
olup merkezî öneme sahiptir; ziyaret edilir. Yine Arjun zamanında Sihlerin
kutsal kitabı olan Adi Granth biraraya getirilmiş; bu kitapta Sihlerin dinî
inanç ve ahlâkî kuralları ortaya konulmuştur. Arjun etkili bir hitabete de
sahipti. Ancak Ekber zamanındakinin aksine oğlu Cihangir devrinde Arjun,
hükümdara isyan eden oğlu Hüsrev yanlısı olduğu gerekçesiyle, yakalandı ve cezalandırıldı.
Hargobind (Ö. 1664) , babası Arjun'un 1606'da ölmesi üzerine 6. guru olarak
Sihlerin başına geçti. Onun zamanında bu topluluk, Cihangir ve daha sonra oğlu
Şah Cihan'a karşı askerî teşkilatlanma yoluna gitti. Ancak düzlük yerlerde onun
askerî gücü Moğollarınkine denk değildi. Bu sebeple Himalaya eteklerindeki
Kirat-pur'a çekildi. O ve 7. guru Har Rai (Ö. 1661), kendilerine bağlı
Sililerden zaman zaman ayrı bulunmak zorunda kaldı. 8. guru Hari Kishen, amcası
Tegh Bahadur'u (Ö. 1675) 9. guru olarak tayin edip öldü. T.
Bahadur, halktan büyük destek alarak, Pencab'da ayak diredi. Sonunda
yakalandı ve Delhi'de cezalandırıldı. Onun oğlu Gobind, 10. ve sonuncu olarak,
Sihleri askerî bakımdan güçlendirdi.
Gobind'in başlıca icraatı taraftarlarını "khalsa" denilen bir
cemaat teşkilatı içinde sıkı sıkıya kaynaştırmasıdır. Khalsa'ya girenler Pahul
denilen bir takdis merasiminden geçerler ve "k" ile başlayan şu beş
esası yerine getirirleri. Saç ve sakalların kesilmemesi (kesh), 2. Tarak
takılması (kangha) ve sarıkla onların intizamının sağlanması, 3. Diz altında
bağlanan kısa pantolon giyilmesi (kach), 4. Sağ bilek üzerine çelik bilezik
takılması (karâ), 5. Kama taşınması (kırpan). Khalsa'ya pahul merasimiyle giren
üyelere "Sih adabı” açıklanırdı ve onlar "singh” (aslan) olurlardı.
Khalsa'ya kabul edilenler sıkı bir disipline alıştırılırlardı. Onlar, alkollü
içki kullanmaz, sigara içmez, İslâmî usulle kesilmiş et yemezlerdi.
Gobind'le birlikte guru silsilesi sona erdi. O, kendisine uyanlara artık
Granth'ı guru edinmelerini söylediği için, Sihler kutsal kitaplarını Guru
Granth diye de adlandırırlar. Arjun zamanında Kutsal Metin belirlenmiş olmasına
rağmen Gobind, Arjun'un ve babası Tegh Bahadur'un İlâhilerini de içine alan
genişletmeler yaparak metne son şeklini verdi. Bugün Gobind'e nispet edilen
dinî, felsefî vb. yazıları içinde bulunduran Dasam Granth denilen ayrı bîr
metnin bazı parçaları Sih ibadetinde ve diğer bazı vesilelerle kullanılırsa da
bu Adi Granth'la bir tutulmaz. Adi Granth, çoğunluğu ilk, beşinci ve dokuzuncu
guruya ait 6.000 İlâhiyi içinde bulundurur. Bunların 2.000'den fazlası Arjun'a
aittir. İlk düzenlemede ağırlık Nanak'da idi. Sihlerin günlük ibadetlerinde
merkezî öneme sahip sabah duası da Nanak'a ait idi. Adi Granth'da
guru-larınkiler dışında Ferid (X|ll. Yüzyıl ?), Nam Devir (1270-1350), Kabir
(Kebir) (tah. 1440-1518) gibi Hindu ve Müslüman kaynaklar, özellikle
bhakta'lar ve sâfiler'den alma İlâhîler de bulunmaktadır.
Gobind'in tuttuğu yol bazı sosyal problemleri de beraberinde getirdi. Çünkü
mahalli Sih önderlerinden birçoğu, Kşatriya ve Vaisya gibi üst kastlardan
oldukları için, Hinduizm'le bütün bütün bağlarını koparmak istemiyorlardı.
Böylece yeni cemaatte güç çoğunluğu çiftçilikle uğraşan Jatlara geçti. Bu
Khalsa ile bağlantısını sürdürmekle beraber yeni cemaatin beş temel alâmetini
kabul etmeyenlerin durumu iki grup ortaya çıkardı: 1. Kesadharîler (traş
olmayan Sihler), 2. Sahajdhâriler (inancın bütün gereklerini yerine getirmek
için vakit isteyenler). Dinî kökleri Sri Chand'a dayanan Udasis cemaati de bu
ikinci grup içinde yer almaktaydı. Gurdvara denilen mabedlerin idaresi uzun
süre bunların elinde kalmıştı.
Sih askerî hâkimiyeti, Ranjit Singh'in (1780-1830) zamanında, Pencap millî
güçlerine dayanarak kurulmuşsa da bu Sih krallığı, Britan-yalılarla iki harp
sonunda yıkıldı ve ortadan kalktı (1849). Bununla beraber Ranjit Singh’in
devrinde Sihlerin itibar kazanması sonucu, Khal-sa'ya girmeseler de büyük
sayıda Hindu kitlesi Sihlere katıldı. Bunlar, bir veya iki erkek çocuklarını
Kesadhari olarak yetiştirdiler. Keşmir'de önceleri bunlar kuvvetli idiler.
· XIX.
Yüzyılın ikinci yarısında Arya Samaj ve Hıristiyan misyoner faaliyetleriyle
mücadele gayesiyle ve Britanyalı işgalcilere karşı Si-hizm'in itibarını
güçlendirmek için reform hareketleri başlatıldı. Khal-sa'nın desteklediği
okullardaki eğitim-öğretimi geliştirmek için düzenlenen Signh Sabha teşkilatı
bunun örneğidir. Böyle faaliyetler Hinduizm'e geri dönüşü engellediği gibi,
onlardan yeni katılmalara da fırsat verdi. Udasis cemaatinin kontrolündeki
mabetlerin bu yarı Hindu çevreden alınması, Akali Dal'ın 1920'lerde kurulması
akabinde onların askerî politikaları sayesinde başarıldı» 1947'de
Hindistan'ın bağımsızlığı üzerine Akaliler ve diğerleri Pencap'ta ayrı bir Sih
eyaleti istediler. Sonunda Hint Devleti bunu kabul etti.
· XX.
Yüzyılda Sahajdhârî Sihleriyle ilgili kayda değer bir gelişme, Kesadhârîler
arasında ayrı bir Khalsa hüviyeti oluşması sonucu, Hinduizm tarafından
yutulmaya başlamalarıdır. Bu yüzden Gobind'in reformunun yerinde olup olmadığı
gündeme gelmiştir. Gobind'e uyanlar, o khalsa'ya girenlere Singh (aslan)
lakabını verdiği için Singhizm'i oluşturmuşlar ve böylece Sihizm ile Singhizm
arasında bir ayrım yapılmaya başlanmıştı. Bununla beraber Sihizmin ilâhiyatı pek
değişmedi; tek Tanrı ve tenasüh inançları devam etti.
4. Sihlerin İnanç, Ayin ve İbadetleri
Sihler, bir tek Tanrı'ya ve Adi-Granth adlı kutsal kitaba, bir kimsenin
fiillerinin gelecek hayattaki haline tesir edeceğine (karma) ve ruh göçüne
(tenasüh) inanırlar.
Sihlerin ibadeti, basit ve sadedir. Dinî ve İçtimaî faaliyetlerinin merkezi
Amritsar'daki Altın Mabeddir (Harimandir-). Altın Mabedin havuzunda ibadet
kasdıyla yıkanırlar. Mabette sembol olarak Adi-Granth ve bir kılıç bulunur.
Seremonileri (âyin ve ibadetleri) basit bir duadan, bir nevi abdest
almaktan (yıkanmak) ve Amritsar'a "hac" için gitmekten ibarettir.
Dindar bir Sihin günlük ibadeti, üç dinî hüküm altında toplanmaktadır:
1) Adi Granth'tan ve Guru Nanak'a ait pasajlardan ezber okunması, 2)
Ailevî bir vecibe olarak her sabah toplanıp Adi-Granth'tan herhangi bir yerin
okunması, 3) Tapmağa (gurdvvara) ibadet için gidilmesi.
Sihizmin inanç ve ibadet usullerinde mezhepler arasında bazı farklar
vardır. Hindulardan tamamen ayrı, farklı bir cemaat teşkil eden Sihler, doğum
ve evlenmelerde Hindu âyinlerine riâyet etmez, brah-man'a ihtiyaç duymaz ve
Veda'lara başvurmazlar. Kast yapısına dikkat etmeden evlenirler. Evlenmelerde
Adi-Granth'dan metinler okunur.
Sihler, Hindular gibi, ölülerini yakar, fakat geride kalan dul kadınlarını
yakmazlar; dul kadın ve erkeklerin evlenmelerine izin verirler. İneğe saygı
inancını devam ettirirler, fakat genelde et yemekle, Hindulardan ayrılırlar.
Sihler, sigara ve şarap içmezler (şimdi bu konuda oldukça
müsamahakârdırlar). Traşlı ve traşsız olmak üzere de ikiye ayrılırlar. Nanak'a
tabi olup Khalsa'ya dahil olmayanlar, saç ve sakallarını traş eder;
Khalsa'ya dahil olanlar uzatırlar. Ölüm cezası, hemen hemen hiç uygulanmaz.
Şahıslara karşı işlenen cinayetler, para ile karşılanır.
'Sihler, talim ve terbiyeye önem verirler. Çocuklarını çocukluk çağından
itibaren sıkıntılı, yorucu bir hayata alıştırırlar. Onlar Hindistan'ın en iyi
at binicileri ve askerleridir. Bundan dolayı bugün, Hîndis-tan'ın koruma ve
güvenlik görevlilerinin çoğunluğunu Sihler oluşturur. Askerlik yanında ziraata
da önem verirler. Fabrika sahibidirler, Hind'in meşhur iyi kalite yünlü
kumaşlarını ve ateşli silahlarını bunlar imal ederler.
Bugün Hindistan'da 6,5 milyon kadar Sih vardır. Sayılarının azlığına rağmen
askerlik, taşımacılık, siyaset, spor, eğitim ve ekonomi alanlarında söz
sahibidirler. Hindularla, inanç ayrılığı yüzünden, aralarında zaman zaman
tartışmalar olmaktadır.
· H.
ZERDÜŞTÎLİK
Iran dinleri içerisinde, tek Tanrı inanışına yer vermesi bakımından, en
dikkat çekicisi Zerdüştîlik'tir. Bu din, adını kurucusundan alır. Kurucusu
Zerdüşt'tür. Bu dine, dayandığı tek tanrı Ahura-Mazdah'a nisbeten
"Mazdeizm" de denilir.
· I.
Zerdüşt'ün Hayatı
Zerdüşt kelimesi (Zoroaster), Zarathustra'nın Yunanca karşılığıdır (Zarath:
güzel, doğru; üstra: develer demektir. Güzel develere sahip olan anlamını ifade
eder. Halk dilinde Zerdüşt, yaşayan yıldız olarak nitelendirilir). Zerdüşt'ün
doğumu, M.Ö. 570 olarak tahmin edilmektedir. Zerdüşt, Iran dinleri üzerinde önemli
bir etki bırakmıştır. Tektanrılı bir inanç telkin ettiği için onu bir peygamber
olarak kabul edenler bulunduğu gibi, ona bir hakîm veya şaman olarak bakanlar
da vardır. Gatha'lar diye adlandırılan kutsal metinler ona dayandırılır.
Zerdüşt, Yüce Tanrı olarak telkin ettiği Ahura Mazdah ile yakın irtibatı
bulunduğunu ilân etti. Ona göre âlemde mücadele eden, İyilik ve Kötülük diye
adlandırılan iki aslî ruh (ilkine "Spenta Mairiyu", İkincisine
"Angra Mainyu" denilir) var idi. Ahura MazdalTın bu iki ruhla alakasını
bugün pek iyi bilemesek de o, iyilikle beraberdir. İnsanoğlu, bu iki
ruh arasından birini seçmeye mecburdur ve bu seçimi onun kaderini
etkileyecektir.
Zerdüşt'ün ölümünden sonra insanlar, onun karşı çıktığı Mitra, Anahita gibi
tanrılara tekrar tapınmaya başladılar.
2. Gathalar-Avesta
Zerdüşt'ten sonra yine çoktanrılı inançlar yayılmışsa da ona nis-bet edilen
kutsal Gatha'lar, İran'da etkisini sürdürmüştür.
Avesta, Eski İran'ın ve bugün Hindistan'da yaşayan Iran asıllı Parsîlerin
kutsal kitabıdır. Dili Pehlevî'dir (Eski Farsça). Avesta (hikmet, bilgi
anlamında), üç bölümden oluşur:
· 1.
Yasna: Dinî törenlerde okunan İlâhîler. Zerdüşt'ün Gathalan bu
bölümdedir. Gatha'lar, Avesta'nın eski metinleri ve kısımlarıdır. Gat-halar,
Zerdüşt'ün sözleri sayılır ve hususî bir saygı görür. Pehlevî dilinde Gatah'nın
her şiirine "Gas" denir. Gatahların tamamının 17 fasıl, 338 kıta, 896
mısra ve 5560 kelimeden ibaret olduğu belirtilir. Aves-ta'daki Gatahlar; Eşnud
Gat, Uştud Gat, Spentmed Gat, Vonu Hişter Gat ve Vehiştvet Gat olmak üzere beş
tanedir.
· 2.
Yast: Çeşitli tanrılara yöneltilen İlâhîler.
· 3.
Videvdat: "Şeytanlara karşı kanun" diye de adlandırılır;
şeytanlara karşı tılsımlar ve temizlenme kaideleri bu bölümde yer alır.
Avesta'nın büyük bir kısmının dili pek güç anlaşılır. Avesta, Şapur II
(309-380) zamanında biraraya getirilmiştir.
3. Zerdüşt'ün Getirdiği Dinî Prensipler.
Zerdüşt, Eski İran'a tevhîd inancını getirmiştir. Onun getirdiği din,
tektanrıya dayanmakta idi. Ondan önce İranlIlar, bir kısım tanrılara tapınmakta
ve rahiplerin hazırladığı uyuşturucu bir kutsal içkiyi içmekle uygulanan Haoma
kültünü devam ettirmekte idiler (Haoma, bütün âlemi sıvı şekilde doldurduğuna
inanılan hayat tanrısı idi).
Zerdüşt, daha sonraları Ormazd şekline dönüşmüş ve Islâm kaynaklarında da
"Hürmüz" olarak yer almış Ahura Mazdah'a ibadeti telkin etti. Ahura
Mazdah (Hakîm Rab anlamında), Daryus (tahminen M.Ö. 500'ler) ve takipçileri
tarafından Batı Asya'ya getirilen ve birkaç yüzyıl içinde Turfan'dan
Habeşistan'a, Indus nehrinden Ege Denizine kadar yayılan bir Yüce Tanrı idi. O,
âlemin tanrısı idi. Âlemin gayesi; yalanın, kötülüğün hakikat tarafından
yenilmesidir. Âlemdeki maddî ve manevî nizamı yaratan, tabiat kanunlarını
koyan, Ahura Mazdah'dır. Kötülüklerin kaynığı, Ehrimen’dir.
Ahura Mazdah önce manevî bir varlık olarak kabul edilirken sonraları,
Zerdüşt'ten önce olduğu gibi, onun nuru ateşin ihtiva ettiği yaratılmamış bir
ışık olarak düşünüldü ve böylece ateş kültü gelişti (Mecûsîlik). Ahura
Mazdah'ın yanında altı baş melek bulunur. Bunlara Ameşa Spenta'lar (Kutsal
Ölümsüzler) denilir. Bunlar; İyi Akıl, Adalet (veya Hakikat), İlâhî İrade
Ülkesi, Tevazu (veya Dindarlık), Mükemmeliyet ve Ölümsüzlük şeklinde, Ahura
Mazdah'ın sıfatları, çeşitli veçheleri ve fonksiyonları olarak telâkki edilir.
Zerdüşt'e göre bir tarafta sağduyu, iyilik ve aydınlıktan oluşan "Aşa"
(Âlem Nizâmı), öteki tarafta da suç, kötülük ve karanlığı, içinde bulunduran
"Drug" (yalan, anarşi, fesat) vardır. İnsanın iyilik tarafını seçmesi
gerekir. İnsanın bu seçimi, öteki dünyada sonuç verecektir.
Zerdüşt'ün ölümden sonraki muhakeme ile ilgili telkinleri vardır. Ahura
Mazdah'a inananların ruhu, ölümden sonra dördüncü gün muhakeme edilir. O, önce
Çinvat Köprüsünden geçecektir. Bu köprü, bu âlemden ötekine götürür. Dinsiz, bu
köprüden geçemeyip cehenneme düşer. Dindar kimse ise geçer ve cennete ulaşır
(ona altı Ameşa Spen-ta'ya sonradan katılan "İtaat" yol gösterir).
Çinvat Köprüsünün ortası, kılıç yüzü gibi olur ve dinsiz cehenneme düşer; ancak
iyi insanın ruhu geçerken geniş tarafı döner ve o da geçme imkânı bulur.
Zerdüşt, gelecek bir âlemşümül muhakemeden de bahsetti. Kendinden üç bin
yıl sonra Ehrimen'in gücü zeval bulacak ve hakikat- 1 adâlet
ülkesi kurulacaktır. Böylece itaat ruhu zafere ulaşacaktır. Muha-; keme,
ateş ve erimiş maden ile olacaktır. Bütün bu işler, Saoşyant
de-nilen kurtarıcının doğmasıyla gerçekleşecektir. O, Kansava Gölünde yıkanan
bîr bakirenin, o gölde bulunan Zerdüşt'ün tohumuyla gebe kalması sonucu
doğacaktır. Böylece ölülerin dirilmesi başlayacaktır. İlk insan Gayomart'ın
kemikleri hayat kazanacak, bütün ölüler tekrar vücutlarına kavuşacak ve bir
yerde toplanacaktır. İyiler, kötüler
ayrılacak; iyiler cennete, kötüler cehenneme gidecektir. Üç gün kalınacak,
sonra bütün yaratıklar ateş ırmağından geçecek, ateş kötüleri temizleyecek ve
şeytanlarla bütünleşenler hariç, herkes Ahura Mazdah'ın ülkesine girecektir.
Zerdüşt'ten önce, "deva" denilen ve Ehrimen'in avenesi olan
şeytanlara, onları yatıştırmak üzere, kurban kesilirdi. Onların kurbanlardan
çıkan buğu ile beslendiklerine inanılırdı. Böylece onlara ibadet edilmiş
olurdu. Zerdüşt’ün kurban kesimi ile mücadelesi bu sebebe dayanır. Zerdüşt,
sığır eti yemeyi de yasakladı (Hindistan'da da bu yasak vardır. Islâm ile
Yahudilikte ise domuz eti yemek yasaklanmıştır).
Günah, insanı kötü güçlerin esiri kılar; fazilet iyiliğin nihâî galebesine
yardım eder. Zerdüştîlikte, doğru yaşama, ahlâkî emirlere uyma esastır. Ahlâkî
emirler; iyi düşünce, iyi söz, iyi iş diye özetlenir. Fakirlere, cömert
davranma, yabancılara misafirperverlik, bütün lekelerden uzak kalma, toprağı
sürme, sığırlara bakma, sıkıcı şeyleri imha da faziletli işlerden sayılır.
Temiz hayvanlan, özellikle köpekleri öldürme büyük günahtır. Zina, yasaktır.
Bazı cinsî konular ve ölü bedenine temas, kirlenmeye yol açar; özel âyinler
gerektirir.
4. Zerdüşt'ten Sonraki Dinî Hayat ve Mecûsîlik.
Zerdüşt, ölümden sonra ahlâkî emirlere göre ceza veya mükâfattan bahseden
ilk dinî lider olarak nitelendirilir. Onun iyilik ve kötülük prensibi, insan
iradesine dayanır. Böylece Ahura Mazdah'a tapınmayı, irade ve ameli esas alan
Mazdeizm, insanın aktifliğine dayanan bir dindir.
Zerdüşt'ün telkinleri gittikçe artarak Iran kabileleri içinde yayılırken bu
telkinler, diğer inanç şekillerinden etkilenip değiştiği kadar, onları
etkileyip değiştiriyordu da. Bugün Eski Iran dinî elemanlarının hangisinin
Zerdüşt öncesi veya sonrasına ait olduğu, hangisini Zerdüşt'ün getirdiği
konusunda büyük bir güçlük içindeyiz. Bununla beraber, Zerdüşt sonrası İran'da
önemli bir kült haline gelen ve Islâm kaynaklarında o bölgenin inançlarını
ifade için kullanılan ateş kültünün (ateşperestlik) Zerdüşt'ten önce de merkezî
bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Bu kült, eski Ârilere dayanır.
Zerdüşt'ten sonra rahipler, dinî temizlik idealini ateşle
sembollen-dirdiler. Avesta’da bu rahipler, "ateş yakan" şeklinde
nitelendirilirler. Sâsânîler devrinde hükümdarın sarayında millî birliğin
sembolü olarak kutsal bir ateş geleneği vardı (11). Müslümanların İranlIları
"ateşe tapıcılar" şeklinde nitelendirdiklerinde ateş kültü, Iran dinî
yapısının en göze çarpan özelliğini teşkil etmekteydi. Eski ateş tapınaklarının
yıkıntılarının inceleniş! sonucu, bir salon halindeki ateş hücresinin gün
ışığının sızmasından korunmuş bir şekilde yapılmış olduğu görülmüştür. Bu
hücredeki kutsal ateşe insan eli değmezdi, nefesle kirletilemezdi. Maşa ve
kürekle ateşi besleyen rahipler, ellerine eldiven giyer, ağızlarını örterler;
günümüzdeki operatörlere benzer bir kıyafet taşırlardı. Kutsal hücredeki ateş,
âyinle temizlenmiş odunlarla beslenir, bu hücreden evlere alınan ateş artık
söndürülmezdi.
Zerdüşt, Doğu İran'da yaşamıştı. Zerdüştîlik (Mazdeizm), batıya doğru
yayılırken Ragha (Tahran yakınında) bu dine merkez olmuştu. Ancak Zerdüşt'ün
telkinlerinden de uzaklaşılmaya başlanmıştı. Kabîle dinlerine ait
"Yazata'lar" da tanrı edinilmişti. Öte yandan zamanların sonunda
Zerdüşt'ün ikinci defa yeniden geleceği fikri ortaya atıldı Onunla ilgili
çeşitli efsaneler yayıldı. Ragha'da Zerdüştîlik, bir Med rahip sınıfınca
yürütülüyordu. Bunlara Mecûsî (Maci'ler) deniliyordu.
Mecûsîler, aslında Zervanist idiler. Zervan (Zurvan), zaman tanrısı olarak
kabul ediliyordu. Mecûsîler, zaman ve âlemin devreleri konusunda oldukça zengin
bilgilere sahiptiler. Böylece Mecûsîler, Zerdüştîlik ile Zervanizm arasında bir
sentez kurdular.
Ahamenidler (M.Ö. 550-331), Ahura Mazdah'a tapınmak, Zerdüşt'e yer vermekle
beraber, Eski Iran tanrıları Mitra ile Anahita'ya da tapınıyorlar, kanlı kurban
sunuyorlardı. Dolayısiyle Zerdüşt'ün yasakladığı şeyleri yapıyorlardı.
Partlar (M.Ö. II. Yüzyıl-M.S. III. Yüzyıl), Zervanist idiler. Zervan
(Zurvan), Ohrmazd (Ahura Mazda'nın Pehlevîcesi, Islâm kaynaklarında Hürmüz) ve
Ehrimen'in (Zerdüşt, Gatha'larda Angra Mainyu diyor) yaratıcısı olarak kabul
ediliyordu. Bu devirde bir üçleme mevcuttu. Bu üçlemeye Zervan, Ohrmazd ve
Mitra (Mihr) girmekte idi. Ehrimen, bu üçlemenin karşısında yer alıyordu.
Mitra, kurtarıcı olarak görülüyordu, Boğa kurtsam, kültte önemli bir yere
sahipti (Partlar'da ayrıca Man-deizm ve Maniheizm şeklinde iki din daha vardı).
Sasânîler devrinde (226-650), çeşitli Iran dinleri birbiriyle mücadele
halinde idi. Zervanist Mecûsîlik, Maniheizm ve Mitraizm bu arada
belirtilebilir. I. Behram, Maniheizm'i yasakladı. Sasanîlerin mahallî
kabîlelerinde eski Fars geleneğini yürüten ateş kültü rahipleri "herbaf'lara
karşı Mecûsî geleneği rahipleri "mobaf'lar üstünlük kazandılar.
Kendilerine mahsus Zervanist gelenek içinde Zerdüştîliği yaşatan Mecûsîler
olduğundan, bu din böylece Sasanî İmparatorluğunun devlet dini oldu (Erdeşir
zamanında). Ancak bu, saf bir Zerdüştîlik değil, Zervanizmin bir hayli
elemanıyla karıştırılmış ve benliğini kaybetmiş bir bakiye idi. Şapur II
zamanında "Avesta" yazdırıldı. Bununla beraber bu gelişmeler,
Zerdüştîliği katı âyincilik ve şekilciliğe düşürüp yayılmasını durdurdu. Zervanizm;zaman,
gök ve kaderin her şeyi kontrolü altında tuttuğu, insanın takdir edilen
karşısında bütün bütün güçsüz olduğu telkiniyle Islâm dünyasında daha sonra
görülecek Cebriye durumuna düştü.
Sasanî İmparatorluğu Müslümanlar tarafından ortadan kaldırılmakla beraber,
Mecûsî geleneğinin Mobat'ları varlıklarını korudular. Hattâ XIX. Yüzyılda
Pehlevî dilinde eski metinler düzenlendi. Ancak bu dinin mensupları gittikçe
azaldı.
İran, Müslüman oldu; ancak eski Iran geleneği de tamamen ortadan kalkmadı.
Bu topraklarda ortaya çıkan Islâm mezheplerinde eski inançların izlerini bulmak
mümkündür. Cebriyye'de (İran'da kalanlara "Geber" denildiği
hatırlanmalıdır), Şiî İmam ve Mehdî-yi Muntazar (Beklenen Mehdi)
doktrinlerinde, derviş geleneklerinde bu görülebilir.
5. Parsîlik ve Günümüzdeki Ateş Kültü
Parsî, Iranlı anlamına gelir. Özellikle Bombay'da oturan Kuzeybatı
Hindistan'daki Zerdüştî topluluğuna bu ad verilir. Parsîler, 641'de
Müslümanların İran'ı fethetmeleri sonucu, VIII. Yüzyıldan itibaren Hin-
distan'a göç eden IranlI'lardır. İran'da kalıp inançlarını devam ettirenler
de olmuştur, bunlara "Cebefler (Geber'ler) denir. Parsîler, önce
Kat-hiavar'daki Diu, sonra Gucarat'taki Sencen'e, daha sonra da şimdi
kaldıkları diğer yerlerde ikamet ettiler. Onların kaldıkları önemli bir merkez
Surat yakınındaki Nausari idi. Surat batılı tüccarlar için önem kazanınca
Parsîler maddî refaha kavuştular. Daha sonra ticaret merkezi Bombay'a geçince
onlardan çoğu büraya göç etti. XIX. yüzyılın ilk yarısında Britanya usulü
öğrenim Bombay'a girdiğinde Parsîler hızla bu kültürü benimsediler. Böylece
ticaret ve imalatta önemli bir durum kazandılar.
Hindistan'da yerleşen Parsîler, bir Hindu kastı gibi teşkilatlandılar.
Onların büyük bir kısmı şimdi ileri gelen tüccarlar, endüstriciler ve
bankerlerdir. Dolayısıyla Parsîler, Hindistan'a gelmele-
.
rinden bu yana ticaretle uğraşan bir topluluk olarak kendi inançlarını da
büyük bir muhafazakârlıkla devam ettirmişlerdir. Gerçi Müslümanlar daha sonra
Hindistan’ı da fethetmişlerdi; ancak Parsîler bu defa ne başka bir yere göç
etmişler, ne de İran'a dönmüşlerdi. Onlar, XV. Yüzyılda İran'da kalan
Ceber'lerle temas kurmuş, Pehlevî literatürünü getirtebilmişîerdi.
Böylece Şapur II zamanında tertiplenen Avesta, eski materyalle genişletilmiş
oldu. Ancak bu, önce XVIII. Yüzyılda takvimden kaynaklanan bir mezhep
ayrılığına yöl açtı. Sonra XIX. yüzyıldaki reform hareketi kendini gösterdi.
Yeni araştırma ve incelemeler sonucu, rahip zümresinin âyin tarzının Avesta'ya
uygun olmadığının belirlenmesi üzerine bu yola gidilmişti. Bununla beraber bazı
yorumlarla eski geleneği savunanlar da vardı. Reform, tedricî olarak tuttu.
Cemaatte bir yandan dünyevileşme, öte yandan da mecazî açıklama yollarıyla
muhafazakârlığı sorgulayan teosofik eğilimler ağırlık kazandı.
Şimdiki Parsîlik, kuvvetli monoteist karakterlidir. Merkezi âyine dayanan
tanrı sembolü ateştir. Kültün tapınakları vardır. Bu tapınaklara Parsî
olmayanlar alınmaz. Günde beş defa ateşin temizliğini korumak için temizleme
âyinleri yapılır. Bu âyinler, rahiplerin nezaretinde yürütülür. Âyinlerde
Avesta'dan İlâhîler, parçalar okunur. Sunu ve kurbanlara önem verilir. Ölüler,
şehirden uzak "dakhma" denilen ölü kulelerine (sessizlik kuleleri)
bırakılır. Bu kuleler, necis sayılır. Kuleler, 4-5
metre yüksekliğinde, silindirik yapılardır. Terasında çıplak ölüler
sıra halinde yatırılmıştır. Yırtıcı kuşların, akbabaların etlerini gagalaması
ve güneşin kemikleri kurutması sonucu bu kemikler, kulenin içinde depolanır.
Böylece toprağın kirletilmediğine inanılır. Hindistan'daki Parsî toplulukları,
bu dinî geleneği devam ettirirler. Onlar, oturulmayan, cin, şeytanın top
oynadığı yerlere "sessizlik kulesi" derler. Halk,
dakhmalar-dan korkar. Dakhmaların özel hizmetçileri vardır.
Parsîlikte ayrıntılı takdime veya kurbanlar bir sistem içinde yürütülür.
Eski Iran dinî geleneğindeki Haoma veya benzeri Hint geleneğindeki Vedik
Soma’dan rahiplerce ilk sıkmayla elde edilen acı bir bitkinin suyu olan ve yine
"haoma" diye adlandırılan sıvının takdimesl gibi. Hayatını doğru
sürdürme, ahlâk ve temizlik kurallarına bağlı kalma "aşa" diye
adlandırılır (Vedik "rta" terimiyle eşanlamlı). Ahura Mazdah'ın Ameşa
Spentaları denilen altı sıfatı (veya meleği) arasından biri Ardibe-heşt
şeklinde Tanrı'nın kozmik yaratıcı düzenini ifade eder ki aşa da bu düzenle
ilgilidir. Ahlâkî prensipler üç maddede özetlenebilir: 1. İyi düşünce (humata),
2. İyi söz (hukhta), 3. İyi iş (huvarşta). İyilik, yardıma önem verilmesi bu
topluluğun öğretim ve sosyal refahını artırmıştır. Caynistler gibi Parsîler de
kast sisteminin cemaat dışından evlenmeme gibi bazı özelliklerini
benimsemişlerdir. Bununla beraber AvrupalIlarla evlenenler vardır. Parsîlerin
az bir kısmı diğer dinlere dönmüşlerse de bu topluluk böylece varlığını devam
ettirebilmiştir. Bugün sayıları Hindistan'da birkaç yüz bin kadardır.
1772'de Anguetil du Perron, bir Parsî Avesta nüshasını Fransa'ya getirerek,
Avrupa'da eski Iran kültür, din ve literatürüyle ilgili çalışmaları
başlatmıştır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI
(1) Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş,Ankara 1978,
1/57-61; B. Ögcl, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Ankara1979, 311-312.
· 2)
Bkz. Mircea Eliade, Traite d'Histoire des Religions, Paris-1975, III/'65 ve
Türkler'deki Gök Tanrı İnancı için ayrıca 62 66. sahifeler arası ve M. Eliade,
Histoire des Croyonces et des Ideas Religieuses, Paris 1984 111/10-13.
· 3)
Bkz. Oğuz Destanı, Haz. Zeki Velidî Togan, (İstanbul 1982 (2. Baskı).
· 4)
Türkler, savaşlarda "Allah Allah" diye düşmanlarına hücum edip son
nefeslerinde "Allah" diyerek göz kapamak, Allah lafzına Esmâ-i Hüsnâ
içinde Ism-i Azam olarak hürmet gös-terip zikretmekle beraber, yeri geldikçe
"Tanrı dostu", "Tanrı buyruğu", "Tanrı Misafiri"
de demişlerdir. Mevlid’de "Birdir Al-lah, O'ndan artık Tanrı yok"
denilir.
Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Allah, kendisi için genellikle Allah, kendinden
gayrı tapınma konusu edilmiş şeyler için "ilâh" kelimesini kullanır.
(Mesela; Lâ ilâhe illallah:Allah'tan başka Tanrı yoktur). Allah
lafzı, Ism-i Azam'dır. Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ'sı vardır. Bununla beraber
Allah'ın kendisi için "İlâh" kelimeşini kullandığı da olmuştur:
"llâhuküm ilâhun vahidun : İlâhınız bir tek llâh'dır
(tanrı)" (Bakara, 163; Nahl, 22 vd).
Allah kelimesinin çoğulu yoktur. İlâh kelimesinin çoğulu ”âlihe”dir. Eğer
sadece Allah kelimesi kullanılabilir, Tanrı (ilâh) kelimesini kullanmayalım
denilirse bu, hem Kur'an'ın tarzına uy-maz, hem de bazı mahzurlar ortaya
çıkarır. Mesela bir müterci-min çevirdiği romanın başlığı "Allah'lar
Susamıştı” şeklindedir. Al-lah kelimesi çoğul olmadığından, burada Tanrı
kelimesinin kulla-nılması gerekeceğinden mütercim hatalıdır. Ancak mütercimin
yaptığı bu hata, Allah'ın da, Tanrı'nın da dilimizdeki yerini göster-mesi
bakımından düşündürücüdür. Dolayısıyla Allah için Tanrı kelimesini kullanmakta
bir mahzur görmediklerinden atalarımız, her iki kelimeyi de kullanmışlar;
onları yan-yana yürütmüşler, karşı karşıya getirmemişlerdi.
· (5)
Bkz. Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, 1/61
· (6)
İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, Konya 1978 (2. baskı),
79-82.
· (7)
Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi,
İstanbul 1979, 1-11/112-113.
· (8)
Bkz Ebû Osman Amr b. Bahr el-Câhız, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin
Faziletleri (Menâkıb Cund el-Hilâfe ve Fezâil el-Etrâk, Çev. Ramazan Şeşen),
Ankara 1967, 76; Ibni Fadlan Seyâhatnâmesi, Çev. Dr. Lütfi Doğan, İlahiyat
Fakültesi Dergisi, (Ankara 1954), I-II/59-80.
· (9)
Yaşar Kutluay, Islâm ve Yahudi Mezhepleri, (Ankara 1965), 218; A. Yaşar Ocak,
"Bektâşi Menakıpnamelerinde Tenasüh", İL Milletlerarası Folklor
Kongresi Bildirileri, (Ankara 1982), IV/397-408; A. Schimmel, Dinler Tarihine
Giriş, (Ankara 1955), 252.
· (10)
Hindistan'da bazen camiye girmiş bir kutsal ineğin çıkarılması bile
Müslümanlarla Hindular arasında büyük olaylara yolaçmaktadır. Hindistan’da 250
milyon kutsal inek olduğu belirtiliyor. Bu ineklerin kesilmesi haberi
Hinduların kendi aralarında da Sihlerle de olaylara sebep olmaktadır. Hint
yönetimi, yıllardır ineği asıl konumuna getirmek için uğraşıyor; fakat başarılı
olamıyor. İneği, Hintlilerin anası gibi görmeyi devam ettiren tarikatlar
vardır.
· (11)
Hz. Muhammed’in doğduğu gün, doğum mucizesi olarak, Kisra’nın Sarayında ondört
sütun yıkılmış, Mecûsîlerin o güne kadar sönmeyen kutsal ateşi sönmüş ve Sâvâ
Gölü kurumuştur (Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, Ter. Ö. Rıza Doğrul, İstanbul
1977, 1/125).
IV. BÖLÜMÜN BİBLİYOGRAFYASI
A. KONFUÇYÜSÇÜLÜK
· -
David A. Brown, A Guide to Religions, London 1975, 89-93.
· -
A. Hilmi Ömer Budda, Dinler Tarihi, İstanbul 1935,370-377,
· -
Wing-tsit Chan, "Religions of China", The Great Asian Religions,
London 1969, 99-149.
· -
A. C. Graham, Confucianism, The Concise Encyclopedia of Li-ving Faiths, neşr.
R. C. Zachner, London 1971, 357-374.
· -
Guillaume H. Dunstheimer, "La Chine Depuis les Han", Histoi-res des
Religions, Editions Gallimard 1976, III/375-382, 398-400, 411-413.
· -
Mircea Eliade, Histories des Croyances et des Idees Religieu
· -
Lewis Hodous, Confucianism, The Great Religions of the Modern World, New Jersey
1947.
· -
Konfüçyüs, Konuşmalar,J^evHsfftihaddere Nabi Özerdim, Ankara 1963.
· -
Cheng te K'un, The Chinese, Our Religions, London 1975, 40-61.
· -
E. G. Parrinder, A Book of World Religions, London 1965, 35-38, 79, 126, 166.
· -
E. G. Parrinder, Asian Religions, London 1977,
· -
E.G. Parinder, The Wdrld's Living Religions, London 1974, 89-96.
· -
Ezra Pound, Konfüçyüs, Çev. A. Yücel, İstanbul 1981.
· -
H. Ringgen-Ake V. Ström, Religions of Mankind Today and Yestarday, Ed. J.C.G.
Greig, tr. Niels L. Jensen, Gr. Britain
1966, 398-401.
· -
Saloman Reinach, Orpheııs, Histoire Generale des Religions, Paris 1976,
1/217-220.
· -
H. Joahim Schoeps, An Intelligent Person's Guide to the Reli gions of Mankind,
Çev. R.C. Winston, London 1967, 188-196
· -
Ninian Smart, The Religions Experience of Mankind, Gr. Britain 1977, 194-206.
· -
D. Hovvard Smith, Chinise Religions From 100 B.C. to the Pre-sent Day, U.S.A.
1971, IX-XIII, 12-13.
· -
Lin Yutang, The VVisdom of China, London 1954.
· -
Marguerite-Marie Thiollier, Dictionnaire des Religions, Belgique 1982, 85-87.
· -
F. Tomlın, Les Grands Philosophes de L'Orient, Paris 1952, 264-276.
· -
The VVisdom of Confucius, Çevr. Lin Yutang, New York 1938.
B. TAOİZM
· -
David A. Brown, A. Guide to Religions, London 1975, 98-103.
· -
Wing-tsit Chan, Religions of China, The Great Asian Religions, London 1969,
150-162.
· -
A Dictionary of Comparative Religion, neşr. S.G.F. Brandon, London 1970,
189-203-5, 601-602.
· - VV.A.C.H.
Dobson, "The Religions of China", A Reader's Guide to the Great
Religions, London 1977, 90-105.
· -
Guillaume H. Dunstheimer, "La Chine, depuis Les Hân", Histoire des
Religions, E. Gallimard 1976, III/388-392, 435-438.
· -
VVerner Eichhorn, "Taoism", The Concise Encyclopedia of Lİ-ving
Faiths, London 1971, 374-393.
· -
Mircea Eliade, Histoire des Croyances et des Idees Religieuse, Paris 1981,
III/30-46.
· -
Lewis Hodous, "Taoism", The Great Religions of the Modern VVorld, New
Jersey, 1947, 22-44.
· -
Lao-tzu, Taoizm, Çevr. Muhaddere Özerdim, Ankara 1963.
· -
E.G. Parrinder, A. Book of VVorld Religions, London 1975, 82.
· -
E.G. Parrinder, The VVorld's Living Religions, London 1974, 97-102.
· -
E.G. Parrinder, Asian Religions, London 1977, 97-101.
· -
H. Ringgren-Ake V. Ström, Religions of Mankind, Çev, J.C.G. Greig, Gr. Britain
1966, 396-398.
· -
H. Joachim Schoeps, An intelligent Person's Guide to the Religions of Mankind,
Çev. R.C. VVinston, London 1967, 185-188.
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, Gr. Britain 1977, 211-220.
· -
Ninian Smart, Background to the Long Search, London 1977, 250-267.
· -
Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 16-19.
· -
D. Hovvard Smith, Chinese Religions, Lİ.S.A. 1971, 69-112.
· -
F. Tomlin, Les Grands Philosophes de L'Orient, Paris 1952, 256-264.
· -
Lin Yutang, The VVisdom of China, London 1954, 23-65.
ı -
.
'
'
C. ŞİNTOİZM
· -
G. Bovvnas, Shinto, The Concise Encyclopedia of Living Faiths, London 1971,
342-357.
· -
D.A. Brown, A Guide to Religions, 53-57.
· -
A Dictionary of Comparative Religions., neşr. S.G.F. Brandon, London 1970,
575.
· -
Histoire des Religions, E. Gallimard 1976, III/495-540.
· -
Daniel C. Holtem, Shintoism, The Great Religions of the Modern World, New
Jersey 1947, 141-178.
· -
Bozkurt Güvenç, Japon Kültürü, Ankara 1983, 81-115.
· -
Joseph M. Kitagawa, Religions of Japan, The Great Asian Religions, London 1969,
238-305.
· -
Joseph M. Kİtagawa, The Religions of Japan, A. Reader's Guide to the Great
Religions, London 197?, 247-282.
· -
H. John Lewis, "The Shintoists”, Our Religions, London 1973, 62-69.
· -
A.A. Masdusî, Yaşayan Dünya Dinleri, Çev. N. Sadak, İstanbul 1981,164-168.
· -
E. G. Parrinder, Asian Religions,.London 1977, 116-135.
· -
E.G. Parrinder, The VVorld's Living Religions, London 1974, 111-124.
· -
E.G. Parrinder, A Book of World Religions, London 1965, 35, 81, T31, 168.
· -
Salomon Reinach, Orpheus, Paris 1976, 1/221-223.
· -
H. Ringgren-Ake V. Ström, Religions of Mankind, Ed. J.C.G. Greig, tr. N.L.
Jensen, Gr. Britain 1966, 408-419.
· -
Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, 180-184.
· -
Annamarie Sçhimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 23-24.
· -
H.J. Schoeps, An intelligent Guide to the Religions of Man-kind, Çev. R.C.
VVinston, London 1967, 199-203.
· -
Jean Swyngedouw, "Shinto", Dictionnaire des Religions, Fran-ce 1983,
1576-1578.
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, Gr. Britain
· 1977,
252-258.
· -
Ninian Smart, Background to the Long Search, London 1977,
268-278.
,
· -
S.C. Woodwrad, Shinto, The VVorld's Religions, London 1965, 136-151.
D. ESKİ TÜRK İNANIŞLARI
· -
Ebu Osman Amr b. Bahr el Câhiz, Hilafet Ordularının Menkıbeleri ve Türklerin
Faziletleri, Çev. Ramazan Şeşen, Ankara 1967, 61-93.
· -
Saadet Çağatay, "Türkçe Dinî Tabirler", Necati Lugal Armağanı, Ankara
1968, 191 -197.
· -
İsmail Hâmi Dânişmend, Tarihî Hakikatler, İstanbul 1979, II/ 504-507.
· -
İsmail Hâmi Dânişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, Konya
· 1978,
60-82, 257-269.
· -
Mircea Eliade, Histoire des Croyances et des Idees Religieu-ses, Paris 1984
III/9-30.
· -
Mircea Eliade, Traite d'Histoire des Religions, Paris 1975, 62-66.
· -
Mircea Eliade, Le Chammanisme et Les Techniques Archai-ques de L'Extaâe, Paris
1951, 17-27, 141-165, 197-201.
· -
Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul 1986, 18-98.
· -
Harun Güngör, "Orta Asya'da Mani Dininin Yayılması ve Türk Kültürüne
Etkisi", Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul, Ekim 1989, Sayı: 62,
sahile: 199-213.
· -
Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul 1976, 1-62 vd.
· -
Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara 1972, 22-47, 72-90.
· -
Kaşgârlı Mahmud, Divanu Lugati't-Türk, Besim Atalay, Ankara 1939-1941, l-lll.
· -
İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara 1980.
· -
Şaban Kuzgun, Islâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Hanif-lik, Ankara 1985,
148-162.
· -
Abdurrahman Küçük, "Islâmiyetten Önce Türkler’de Tek Tanrı İnancı",
Boğaziçi Dergisi, Nisan 1984, Sa. 22, sf. 28-31-
· -
"Ibn Fadlan Seyahatnâmesi", Çev. Lütfü Doğan, A.Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Ankara 1954, l-il/59-80.
Oğuz Destanı, Haz. A. Zeki Velidî Togan, İstanbul 1982, 17-31
· -
Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1978, I/55- • 71.
· -
Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Ankara 1979, 302-317.
· -
W. Radloff, Sibirya'dan Seçmeler, Çev. Ahmet Temir, Ankara 1986, 212-240 vd.
· -
H. Ringgren-A. V. Ström, Religions of Mankind, London 1966, 240.
· -
Jean-Paul Roux, "La Religion des Turcs de l'Orkhon des Vll'e et Vlll'e
siecles", Revue de l’Histoire des Religions, 1962, 1-24, 199-231.
· -
Ekrem Sarıkçıoğlu, B.G. Dinler Tarihi, İstanbul 1983, 88-98.
· -
Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 14-15
· -
P.W. Schmidt, "Tukue'lerin Dini", Çev. Sadettin Buluç, I.O. Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1966, XIV/63-80.
· -
Hikmet Tanyu, Türkler'in Dinî Tarihçesi, İstanbul 1978.
· -
Hikmet Tanyu, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986.
· -
Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili Inanaçlar, Ankara 1987, 38-61 vd.
· -
Hikmet Tanyu, "Türklerde Ateşle İlgili İnançlar", I. Uluslararası
Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1976, 129-142 vd.
· -
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul
1979,107-14.
· -
Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1980, 3-42 vd.
E. HİNDUİZM
· -
John Clark Archer, "Hinduism", "The Great Religions of the
Modern World, New Jersey 1947, 44-90.
· -
A.C. Basham, "Hinduism", The Concise Encyclopedia of Living Faiths,
Gr. Britain 1971, 217-255.
· -
The Bhagavat Gita, Çev. Juan Mascaro, London 1970.
· -
Ahmet Çelebi, Mukarenatü'l Edyân, Kahire 1984, IV/23-80.
· -
A Dictionary of Comparative Religions, neşr. S.G. F.Brandon, London 1970,
330-333.
· -
Sir Charles Eliot, Hinduism and Budhism, New York 1971, l-lll.
· -
Anne Marie Esnöul, "L'Hindouisme", Histoire des Religions, E.G. 1970,
1/995-1103.
· -
Michel Delahoutre, "Hindouisme", Dictionnaire des Religions, France
1983, 705-708.
· -
Kürşat Demirci, Hinduizmin Kutsal Metinleri Vedalar, İstanbul 1991.
· -
Mircea Eliade, Histoire des Croyances et des Idees Religieu-ses, Paris 1980,
I/225-250, II/225-235.
· -
Norvin J. Hein, Hinduism, A Reader's Guide to the Great Reli-gions, London
1977, 106-156.
· -
Edvvard VVashburn Hopkins, The Religions of India, New Delhi 1970,
· -
Edvvard Moor, Hindu Pantheon, Delhi 1968.
· -
S.A. Nigosian, World Religions, Gr. Britain 1975, 103-139.
· -
Svvami Nikhilananda, Ruhun Kurtuluşunda Hinduizm, Çev. Sedat Ümran, İst. 1968.
· -
E.G. Parrinder, Asian Religions, London 1977, 31-62.
· -
Louis Renou, Hinduism, New York 1962.
· -
H. Ringgren-A.V. Ström, Religions of Mankind, Gr. Britain1966, 334-335.
· -
H J. Schoeps, An Intelligent Guide to the Religions of Mankind, London 1967,
148-160.
· -
Çlizabeth Seeger, Eastern Religions, New York 1973, 7-55.
· -
Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, Beyrut 1975, II/250-255.
· -
Dharam Kumar Vohra, The Hindus, Our Religions, London 1973, 1-23.
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, Gr. Britain 1977, 81-130.
· -
F. Tomlin, Les Grands Philosophes de L'Orient, Paris 1952, 231-255.
· -
Upanişadlar, Der. Mehmet Ali Işın, İstanbul 1976.
· -
Valmiki, Ramayana, Türk. Tere. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1975.
F. CAYNİZM
· -
A.L. Basham, Jainizm, The Concise Encyclopedia of Living Religions, Gr.
Britain, 1971, 255-263.
· -
Gölette Caillat, "Le Jainisme", Histoire des Religions, E. Galli-mard
1970, 1/1105-1144.
· -
A Dictionary of Comparative Religions, neşr. S.G.F. Brandon London, 1970, 336-7
· -
Michel Delahoutre, "Jainisme", Dictionnaire des Religions, France
1983, 825-828.
· -
Sir Charles Eliot, Hinduism and Buddhism, New York 1971, I/ 105-129.
· -
Kendall W. Folkert, "The Jainas", A Reader's Gülde to the Great
Religions, London 1977, 231-247.
· -
S. Gopalan, Outlines of Jainism, New Delhi 1973.
· -
Edward W. Hopkins, The Religions of India, New Delhi 1970, 280-298.
· -
Sir Monier MonierVilliams, Hinduism, London 1925, 221-224.
· -
E.G. Parrinder, The VVorld's Living Religions, London 1974, 53-57.
· -
E.G. Parrinder. A Book of World Religions, London 1965, 29.30
· -
E.G. Parrinder, Asian Religions, London 1977, 41-44.
· -
P.T. Raju, "Jainism", The Great Asian Religions, London 1969, 67-70.
· -
H. Ringgren-A.V. Ström, Religions of Mankind, Gr. Britain 1966, 332-334.
· -
K.M. Sen, Hinduism, Gr. Britain 1976, 63 vd.
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, London
· 1977,
100-109.
G. SİHİZM
· -
A Dictionary of Comparative Religions, neşr. S.G.F. Brandon, London 1970,
576-578.
· -
Muhammed İkbal, "Sikhs", Encyclopedie de L'lslâm, Paris 1934,
VI/435-441.
· -
K.S. Duggul, Secular Perceptions in Sikh Faîth, Delhi 1982.
· -
E.E. Kollet, A Short History of Religions, London 1948, 410 vd.
· -
Abdurrahman Küçük, "Sihizm", A.Ü. Ilâhiyat Fak. Der. Ankara 1986,
XXVIII/391-417.
· -
W.H. Mc Leod, Guru Nanak And The Sıkh Religion, Delhi
· 1978.
· -
Man's Religious Ouest, neşr. Whitfield Foy, London 1978, 265-313.
· -
A.A. Masdusi, Yaşayan Dünya Dinleri, Çev. M. Sadak, Ist. 1981, 150-162.
· -
E.G. Parrinder, Asian Religiouns, London 1977, 51-55.
· -
E.G. Parrinder, A Book of World Religions, London 1965,31.
· -
E.G. Parrinder, The VVorld's Living Religions, London 1974, 57-62.
· -
H. Ringgren-Ake V. Störm, Religions of Mankind, London 1966, 358.
· -
Khush Want Singh, "The Sikhs", A Reader's Guide to the
Great Religions,London 1977, 223-231.
· -
Ninian Smart, Background to the Long Search, London 1977, 225-227.
· -
N. Smart, The Religous Experience of Mankind, Gr. Britain 1977, 177-179.
· -
Pamela VVylan, "The Sikhs", Our Religions, London 1973, 120-133.
H. ZERDÖŞTlLİK
· -
A Dictionary of Comparative Religion, neşr. S.G.F. Brandon, London 1970, 663.
· -
Jacque Duchesne-Guillemin, "Mazdeisme", Dictionnaire des Religions,
France 1983, 1068-1075.
· -
Mircea Eliade, Histoire des Croyances et des Idöes Religieıı-ses, Paris 1980,
1/316-347.
· -
R. Ghirshman, Iran, Gr. Britain, 1978, 314 vd.
· -
E.E. Kellet, A. Short History of Religions, London 1948, 373-392.
· -
Man's Religious Ouest, neşr. W. Foy, Gr. Britain 1978, 599-659.
· -
S.A. Nigosian, World Religions, Gr. Britain 1975, 173-191
· -
VVilliard G. Oxtoby, The Ancient World, A. Reader's Guide to the Great
Religions, London 1977, 62-66.
· -
E.G. Parrinder, A Book of World Religions, London 1965, 64-115.
· -
E.G. Parrinder, The VVorld's Living Religions, London 1974, 62-68.
· -
H. Ringgren-Ake V. Ström, Religions of Mankind, London 1966, 358.
· -
H.J. Schoeps, An intelligent Person's Guide to the Religions, London 1967,
76-89.
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, Gr. Britain 1977,302-315.
· -
Ninian Smart, Background to the Long Search, London 1977, 222-225.
· -
Şehristanî, el-Milel ve'n Nihal, Beyrut 1975, I/233.
· -
I.J.S. Taraporewala, The Religion of Zarathustra, Tehran 1980.
· -
F. Tomlin, Les Grands Philosophes de l'Orient, Paris 1952, 131-150.
· -
R.C. Zaehner, The Teaching of Magi, London 1975.
· -
R.C. Zaehner, The Concise Encyclopedia of Living Faiths, Gr. Britain 1977,
200-217.
· -
Zerdüşt'ün Gatalan, ter. Ali Nihad Tarlan, İstanbul 1935
· V. BÖLÜM BUDDİZM
Buddizm, M.Ö. VI. Yüzyılda Hindistan'da Budda tarafından kurulmuş ve
evrense! nitelik kazanmış bir dindir. Bu din, Hindistan'da doğmuş
olmasına rağmen mensupları daha çok bu ülke dışında bulunan, günümüzde yaşayan
büyük dinlerden ilk beşi içine girebilen bir özelliğe sahiptir. Şimdi
mensuplarının sayısı 300-400 milyon civarında gösterilmektedir. Günümüzde en
çok mensubu Hindistan, Çin, Mançurya, Moğolistan, Seylan, Tayland, Burma,
Kamboçya, Laos, Doğu Bengal, Vietnam, Bhutan, Birmanya, Singapur, Malezya,
Tayvan, Tibet, Kore, Japonya gibi Güney Asya ülkelerinde ve Uzak Doğu'da
bulunmaktadır. Bazı batı ülkelerinde özellikle yeni bir Buddist mezhep olan Zen
Buddizm ilgi görmüş ve taraftar kazanmıştır.
Buddizm adı batı ülkelerinde Budda'nın kurduğu din için kullanılmaktadır.
Buddist Asya ülkelerinde bu din, Budda disiplini, dini anlamında "Budda-Sâsana"
diye bilinmektedir. Buddizm'in bir kurucusu, kutsal kitabı, doktrini, yap-yapma
telkinleri, bir cemaatı vardır. Bununla beraber onun bir din, mezhep, tarikat
ya da felsefî bir ekol olup olmadığı tartışılmıştır.
Buddizm, Asya ve Ön Asya'ya doğru yayılırken, I. Yüzyılda Batı
Türkistan'da, daha sonra Doğu Türkistan'da Türkler bu dinle tanışmıştır. Ancak
içinde kutsar dilencilik, oturup bağdaş kurup tefekküre dalmak (meditasyon)
bulunan bu din, onlara cazip gelmemiştir. Et yemeye, kurban kesmeye, ata binip
kılıç kuşanmaya alışık, tabiatla haşir neşir olmuş Türkler; vejeteryan bir
diyete dayanan Buddizme ısınamamışlardır. Onların daha sonra Islâm'ı büyük bir
hevesle benimsemelerinde bu hususlar ve "cihat anlayışı" yanında,
Buddizm'de göze çarpmayan, ancak hem eski Türkler'de, hem de Islâm'da bulunan
kuvvetli tek Tanrı inancı rol oynamıştı.
Buddizm, Hz. Muhammed'in (S.A.S.) zamanındaki büyük dinlerden biriydi.
Ancak ne Kur'ân'da, ne de Hadis kitaplarında bu konu ile doğrudan ilgili bir
bilgi yoktur. Bununla beraber eski ve yeni bazı kaynaklarda, Kur'ân'ın Tin
Sûresi'nin 1. Âyetinde geçen incir'in (tîn) Budda'nın altında ilhama
kavuştuğundan bahsedilen yabani incir ağacını ifade ettiği ileri sürülmektedir.
Budda'nın doğum yeri olan Kapi-lavustu şehrinin ise Zu'l-Kifi (Kif’li olan
kimse, yani Arapça'da "p" harfi olmadığından, Kapila'iı) adındaki
peygyamberin isimlendirilmesine sebep olduğu da belirtilmektedir (1). Zu'l-Kifl
hakkında Kur’ân, Hadis ve diğer Islâm kaynaklarında fazla bir bilgi yoktur.Sadece Kur'ân'da
iki defa zikredilmektedir (2).
A. Budda'nın Hayatı (M.Ö. 563-483)
Buddizm, M.Ö.VI. Yüzyılda, Hinduizm'deki Brahman şekilciliğine, kast
taassubuna karşı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bu tepkiyi Caynizm,
Ajivika hareketi de paylaşmıştır. Budda'nın babası Suddho-dana, Himalaya
eteklerinde şimdiki Nepal'in bulunduğu bölgede başkenti Kapilavastu olan küçük
bir hükümdarlığın başında idi. Budda Kuzey Hindistan'da bulunan bu
hükümdarlığın başkenti Kapilavastu yakınlarındaki Lumbini koruluğunda doğdu.
Adı Siddhartha Gotama (Gotama aile lakabı) idi. Sakya kabilesine mensuptu.
Bunun için ona Sakyamuni, yani "Sakya Kabilesinin Bilgesi, Sakyalıların
Sessiz Zahidi" denildi. Budda, ona "ilhama kavuşmuş ,
aydınlanmış, uyanmış" anlamında sonradan verilmiş bir lakaptır. Ona
sonradan verilen bir lakap da "Tathagata" (hakikate ulaşan) idi. Asıl
adı Siddhartha, gayesine ulaşan anlamına gelmekte idi.
Rivayete göre annesi Maya, Budda'nın doğumundan önce bir rüya görmüş ve ona
bu rüyada doğacak olan oğlan çocuğunun ileride meşhur bir mürşid
olacağı bildirilmiştir.Maya, Budda'nın karnına beyaz bir fil şeklinde
girdiğini de görmüştür.
Annesi, zamanı gelince Budda'yı Kapilavastu'dan ailesinin
· 1.
Bkz. Muhammed Hamidullah, Islâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ,
İstanbul 1980,1/700-701.
· 2.
Bkz. Sâd, 48; Enbiyâ, 85.
yanına giderken yolda Lumbini Koruluğunda doğurmuştur. Geleneğe göre
Maya, bir kutsal incir ağacının dalından tutunmuş ve o arada onun sağından
Budda dünyaya gelmiştir. Tanrılar, onu beyaz bir çamaşır içinde bulmuş ve ona
banyo yaptırmışlardır. Ona,her arzusuna, gayesine kavuşan anlamına gelen
Siddhartha adı verilmiştir. Doğumundan bir müddet sonra Siddhartha'nın annesi
ölmüş ve o, teyzesi ve aynı zamanda da üvey annesi olan Mahaprajajati
tarafından büyütülmüştür.
Siddhartha'nın babası, oğlunun geleceğini öğrenmek için, o zamanki âdete
uyarak, falcılara başvurmuş ve onun ya kudretli bir hükümdar, ya da bir
"budda" olacağını öğrenmiştir. Bunun üzerine kral, oğlunun budda
olmasına engel olmak için çalışmış; onu saray zevkleri içine hapsetmiş, refah
içinde geçen bir hayat ve iyi bir eğitim imkânı sağlamıştır. Siddhartha,
evlenme çağına gelince, yakın akrabalarından birinin güzel kızı Yaşodara ile
evlenmiş ve Rahula (engel) adında bir oğlu olmuştur.
Siddhartha, sarayda mesut ve endişeden uzak bir hayat yaşıyordu. Fakat bir
gün, babasının yasağına uymayarak saraydan dışarı çıktı; gerçek hayatın sarayda
gördüğünden ibaret olmadığını anladı. Çünkü o, ilkgün bir ihtiyara, ertesi gün
bir hastaya, üçüncü gün bir cenazeye ve dördüncü çıkışında da bir dilenci
keşişe rastladı. Gördükleri onu sarstı; her şeyin boş olduğunu anladı ve dünya
nimetlerine sırt çevirdi. Bu düşünce, onu evini terketme kararına ulaştırdı.
Yirmi dokuz yaşında iken, bir gece, ailesi uykuda bulunduğu bir sırada, bir ata
binerek evi terketti. Bir ormana vardı. Ormanda, üzerindeki mücevherleri
çıkarıp uşağına verdi ve onu at ile geri gönderdi. Saçlarını kökünden keserek
suya attı. Oradan geçmekte olan bir gezginci rahip ile elbiselerini değiştirdi.
Siddhartha, sarayı terkettikten sonra, eski âdetlere uyarak tanınmış hikmet ve
murakabe üstatlarını aradı, onların nezareti altında zihnî gelişmeyi sağlayan
yoğa metodlarını öğrenerek manevî sükûn ve huzura ulaşmada ehliyet kazanmak
istedi. Ancak o, insan, hayat ve hakikat hakkında kendisine telkin edilen
programları beğenmedi. İçinde bulunduğu zahitler grubunu terkederek yalnız
başına ormana çekildi. Gotama ismini kullanarak, altı yıl, bir deri bir kemik
kalıncaya kadar en sert bir züht hayatı yaşamaya başladı. Fakat bu hayat da onu
tatmin etmedi. Sonunda ondan da vazgeçti. Hikmete ve zihnî berraklığa ulaşmak
veya bedenî, zihnî iğvalardan kurtulmak için riyâzet ve çile yolunun kâfi
gelmediğini; bu yolun vücudu zayıflatmak ve zihni bulandırmaktan başka bir işe
yaramadığını anladı. Çünkü o, önce saray hayatının zevk ve sefasını, daha sonra
da nefse işkence yoluyla ikinci bir aşırılığı tattı. Böylece iki aşırılık
arasında orta bir yol aramaya koyuldu.Bunun için yeniden yiyip içmeye
başladı. Bu durumda onunla çilede bulunan beş zâhit, mücadeleden yılıp
mağlûbiyeti kabul ettiğini düşünerek onu terketti. Gotama ise hakikat ve huzuru
başka yollardan aramaya başladı.
Gotama, Uruvela yakınında Neranjara Nehri kıyısındaki yabâni bir incir
ağacı (Bodhi Ağacı) altında oturup düşünceye daldı. Hayatın, ölümün, evrensel
acı ve ızdırabın sırrını araştırmaya başladı. Sonunda (35 yaşlarında) 1 Temmuz
dolunayında gayesine ulaştı, zihni aydınlandı ve "budda" oldu. Bu
aydınlandığı yer, Buddistler için kutsal bir yer haline geldi (Bodhi Gaya).
Budda, bulmuş olduğu hakîkatı yaymaya karar verdi. İlk vaazını Benares'deki
Sarnath Geyik Parkında kendinden ayrılan beş zahide yaptı. Bu vaaz,
"kanunun tekerliğini döndürmek" diye adlandırıldı. O, bu vaazında,
kendisinin doğru yolu bulduğunu, "budda" olduğunu, onlara da bu yolu
göstereceğini ve doktrinini (dhamma) öğreteceğini söyledi.
Budda, Kusinagara'daki (Patna'nın kuzeybatısına 160 km. mesafede küçük bir
şehir) Uttar-pradeşt'te 80 yaşında ölünceye kadar, hayatının son 40-50 yılını
Hindistan'ın kuzeyinde ve ortasında vaazlarla geçirdi. Taraftarları oldu.
Bunlar arasından "bhiksu"denilen dilenci rahiplerin meydana getirdği
"Sangha" diye adlandırılan teşkilat doğdu. Sangha, dünyanın en eski
bekâr rahipler teşkilâtıdır. Sangha, Budda ve bulduğu gerçek, doktrin (dhamma)
ile birlikte Buddizmin temel prensipleri arasında yer aldı. Budda, üzün zaman
kadınların Sangha'ya alınmasını reddetti; fakat halası ve karısının ısrarlı
ricaları üzerine, kadınlar da teşkilâta dahil edildi, rahibe
manastırları da ortaya çıktı. Daha sonraki devrelerde keşişler yanında evli
olanlar da yer aldı.
B. Budda'nın Telkinleri-Buddizmin Prensipleri
Buddizm'de Budda'nın doktrinine Pali dilinde dhamma" denilir.
Budda'nın dhamma'yı, yani ulaştığı hayat kanununu ilan ettiğinde verdiği ilk
vaazının, kanunun tekerleğini döndürmek şeklinde açıkladığına işaret edilmişti.
Bunun için tekerlek Buddizmin sembolü olmuştur. Budda, saray hayatı ve çile
gibi iki aşırdık arasındaki orta yolu telkin etmiştir. İki aşırılık ızdıraplı
iken orta yolda bilgi, kurtuluş ve mutluluk vardır. Bu orta yol, kişiyi elem ve
keder denizi olan bu dünyadan, bir kere daha dönmemek üzere, kurtararak
Nirvana'ya ulaştıracaktır. Kişi, ızdırap ve onun giderilmesi hakkındaki
gerçekleri öğrenir, iyi bir Buddist olarak yaşarsa Nirvana'ya ulaşır.
Nirvana'ya ulaşmak için kötü huylara sahip benliği, arzu ve ihtirası yoketmek,
hikmet olgunluğuna kavuşmak gerekir. Kişi ancak Nirvana'ya ulaşarak tenasuhtan
kurtulabilir.
Aslında Buddizm, Caynizm, Ajivika hareketi, M.Ö. VI. yüzyıldaki katı
brahman şekilciliğine, kast taassubuna karşı çıkışı da ifade etmekteydi. Bu sebeple
Budda'nın doktrini brahmanlarca küfür olarak görüldü. Onlar, bu hükümlerini,
Budda'nın ocrktrinine, bir yaratıcı tanrıya, brahman âyin ve görevlerine yer
verilmemiş olmasına bağladılar. Buddizm, Hindistan'ın kuzeydoğusunda, Ganj
nehrinin suladığı toprakların güneydoğusundaki Kosala (şimdiki Oudh) ve
Ma-gadha (şimdiki Bihar) krallıklarının içinde yer aldığı, brahman kültürünün
merkezinden uzak, brahmanizmin tam giremediği bir coğrafi alanda doğdu.
Dolayısıyla brahmanların Tanrı'yı İnsanî nitelikler içerisinde yaptığından
pişmanlık duyan, aldatılabilen, zaafları bulunan, sihirden hoşlanan, insanlar
tarafından acze düşürülebilen bir varlık şeklindeki açıklamaları karşısında
Budda sessiz kalmıştır. Onun bu açıklamalara katılmadığı bellidir. Ancak
Tanrıyı inkâr eden oir ifadesi de yoktur. Bud-distler'e göre bu kadar uzun
müddet var olan âlemin nasıl yaratıldığı insan bilgisinin, insanın bilme
gücünün ötesindedir. İnsana düşen, mânevî ilerleme, ahlâkî kötülüklerden
uzaklaşma, ızdırapların sebebi olan ihtiraslardan, tenasüh çemberinden
kurtulmadır.
Buddizm'in ana telkini, insan ile hakikat arasında hayatın ızdıraplarla
dolu olmasıdır. Dört kutsal temel gerçek, Budda'nın kurtuluş telkininin özünü
oluşturur: 1) İnsan varlığının mahiyeti ızdırap, acı, kötülük, tatminsizliktir
(dukkha). Doğum, hastalık, yaşlılık, ölüm vb. ızdıraptır. 2) Izdırabın sebebi
arzu, ihtirastır. Bu da yeni "karma" ve sudûra, yeni tenasüh ve ölüme
yolaçar. 3) Izdırap dindirilmelidir. Yoksa fani, süreksiz işler sürüp
gidecektir. Bu sürekli tekrarlanan devrelerden kurtulmanın yolu
"nirvana"dır (nibbana). 4) Hürriyete, yeni hayata, nir-vana'ya
ulaşabilmek ancak Budda'nın sekiz dilimli yolu ile mümkündür. Bu sekiz dilimli
yol, ilk kutsal gerçeğin kavranılması, İkincisinin anlaşılması, üçüncüsünün de
gerçekleşmesini sağlar. İlk üç kutsal gerçek, Budda'nın telkininin felsefî
yönünü, dolayısıyla sadece aydınlara bakan yanını kapsar. Dördüncü kutsal
gerçek ise Buddizm'in amelî ahlâkiyat yönünü, halka bakan, kısacası onu din
yapan veçhesini içinde bulundurur.
Budda, Vedalar'ın otoritesini ve Vedik kurban sistemini, kişinin kendine
eziyet vermesini (yoga ve benzeri yollarla), ferdî ruhu, manastır düzeninde
kast ayrımını reddetti; brahmanların ilgi duyduğu metafizik meselelerden
kaçındı. Ancak genel Hint inançları olan karma-tenasuh, feragat yoluyla
tenasuhtan kurtulmayı muhafaza etti.
Budda'nın doktrininin felsefi yönü kötümserdi. Çünkü o hayatın tabiî
olaylarını bir ızdırap olarak görüyor ve bundan kurtuluşu bütün arzu ve
ihtiraslardan uzaklaşmaya bağlıyordu. Bu aslında Upanişadlar'da rastlanan hayat
görüşünün geliştirilmiş bir şekli idi. Öte yandan Buddizm'in Hindistan'ın
meşhur altı felsefe sisteminden biri olan Samkhya ile ortak bazı noktaları
bulunduğundan bu sistemin Buddizm’den etkilendiği söylenebilir. Bu felsefi
hususlar bir kenarda bırakılırsa, Buddizm'deki amelî ahlâk, insanlara,
hayvanlara, bütün varlıklara sevgi ve şefkati ihtiva etmektedir. İşte bir din
olarak Bud-dizm'in Brahmanizme karşı orjinalliği burada yatmaktadır. Zira
brahman-lar metafizik tartışmalar arasında işin bu yanını unutmuşlardı
(sonradan "bhakti" hareketiyle, bu tamamlanmak istendi). Buddizm'in
bir dünya dini haline gelmesinde bu hususun ve Budda’ya olan aşırı bağlılık
sonucu Mahayana hareketinde zamanla, Buddizm'in yayıldığı çevrelerdeki temayüle
göre, Budda bütün heykellerin kırılmasını emretmiş olmasına rağmen, heykelleri
yapılıp ona tapınılmaya başlamasının rolü olmuştur. Dünyanın üç büyük evrensel
dininden önce Buddizm, sonra da Hıristiyanlık, yayılabilmek ve diğer insanlar
tarafıdan kabul edilebilmek için, aslî prensiplerinden feragat etmek zorunda
kalmıştır. Bu konuda tek istisna Islâm’dır. Islâm, yayılırken böyle bir
fedâkârlıkta bulunmamış, aksine onun yayılması, prensiplerinin sıkı sıkıya
korunması sayesinde olmuştur.
Buddizm'e felsefi-teolojik bir hareket, bir mezhep, bir tarikat olarak
bakanlar bulunsa da, bu sistemde bütün bu hususları akla getirecek noktaların
mevcudiyetiyle beraber, o bir kurucusu, kutsal kitabı, inanç esasları, ayrı
cemaatı, mabetleri, kendine has özellikleriyle daha ziyade bir din olarak
nitelendirilmektedir.
C. Budda, İlk Buddistler ve Konsiller
Buddist literatüre göre Budda'dan önce 24 Budda daha gelmiştir.
O, 25. Budda'dır. Ondan sonra da Metteyya (Maitreya) gelecektir. Budda Tusita
cennetinde iken, zamanı gelince dünyaya geldiği gibi, Metteyya da öyle
yapacaktır. Buddist kaynaklarda Budda'nın doğumundan öncesi, çocukluk ve
gençlik yılları, sarayı terki, sonraki zühd hayatı, altında 7 hafta geçirdiği
incir ağacı (Bo, Bodhi ağacı) ve daha sonrasıyla ilgili çok sayıda mitolojik
legendler yer almaktadır. Budda, incir ağacı altındaki aydınlanmaya kadar bir
''Bodhisatva"dır (Budda adayı). Onun İlk şakirtleri; beraber züht hayatına
girdikleri, onun zühdi yaşayışı bırakmasıyla ondan ayrılan, kendilerine bulduğu
gerçeği ilk va’zettiği, böylece Sangha'ya aldığı beş zahit ve incir ağacı
altında ona yiyecek getirip onun doktrinini kabul eden iki tacirdir. Daha sonra
başta toprak sahipleri, ticaret ehli, esnaf olmak üzere yığınla
insan, içinde az sayıda brahman da bulunarak, Buddist oldu.
t • .
Bunlardan
bazıları Sangha'ya keşiş olarak kabul edildi. Budda,
î keşişleri
doktrini va'zetmek üzere görevlendirdi. Onlar, bu görevi her
yerde dolaşıp insanlara kendilerini tutma, basit ve sade bir yaşayış,
> alçak
gönüllülük öğreterek yerine getireceklerdi. Bu keşişler arasında,
ilk beş zahidden Assajı vasıtasıyla hakikati öğrenen ve Budda
tarafından Sangha'ya alınan Sariputta ve Moggalana da vardı (Bunlar i
Budda'dan önce öldüler).
Yine ilk Sangha üyelerinden, Budda'nın
ölümünde onun da katılabilmesi için cesedin yakılması tehir edilen ve
j ilk konsile
başkanlık eden, Büyük Kasyapa ile aynı konsilde Vinaya
metnini okuyan Upali önemli üyelerdendir. Ancak Budda'nın gözde
şakirdi, yeğeni Ananda idi (Yahudi dininde Hz. Harun'un Hz. Musa'ya,
Hıristiyanlık'ta Yuhanna'nın Hz. Isa'ya, Islâm'da Hz. Ali'nin Hz. Muham-med'e,
karşı durumu gibi). Ananda, sağlığında Budda'ya büyük bir
ihti-[ mamla
hizmet etmiş, onu yine diğer bir yeğeni olan Devadatta'nın ze
hirleme teşebbüsünden kurtarmış, kadınların da ayrıca Sangha’ya alınmaları
konusunda üstadını ikna etmişti.
i-
Budda,
Kral Bimbisara'nın desteğini kazandı, Magadha krallığı
sınırları içinde ve özellikle Rajagâha ve Sravasti etrafında,
geleneksel olarak Kuzeybatı Hindistan'a, Pencap'a kadar uzandığı söylenen
alanda 40 senenin üstünde dolaştı. Ona topraklar, yapılar bağışlandıysa da bir
yere bağlı kalmadı. Bu bağışlar arasında bir kral çocuğu olan Jeta'nın yağmurlu
mevsimlerde keşişlerin istirahat ve ikameti için yaptırdığı manastır (vihara)
ve tahsis ettiği park en önemlisidir (Sravas-ti'de). Budda, hayatının sonuna
kadar va'zetti, öğretti. Anlattıkları ge-ı
nellikle büyük bir
şevk içinde kabul gördü. Zaman zaman ona muhale
fet edenler de çıktı. Geleneğe göre 80 yaşını geçtiğinde artık öleceğini, ı
böylece
şakirtlerini ve görevini bırakacağını anlayan Budda, beraberin-
ı de
Ananda ile Uttar-Pradesth'te Malla'lıların ülkesinde bulunan Kushi-
nagara'ya gitti. Orada bir sedir hazırlatıp başı kuzeye gelecek şekilde sağ
yanı üzerine yattı, Ananda ve keşişlere son öğüt ve tenbihlerini ; verdi,
son şakirdi Subhadra onun telkiniyle Buddist oldu.
Budda, oradaki beşyüz şakirdine, telkininde ve Sangha kurallarında
anlamadıkları bir şey olup olmadığını sordu. Sorusu üç defa tekrarlandı.
Ananda, böyle birşey bulunmadığını bildirdi. Budda da orada bulunan beşyüz
kişinin nihâî kurtuluşunun garantili olduğunu açıkladı ve onlara şöyle hitap
etti: "Kardeşlerim, şimdi sizden ayrılacağım. Her şey geçicidir.
Kurtuluşunuza gayret ediniz". Budda, bu sözleri sonunda nihâi nirvana'ya
kavuştu. Kasyapa'nın da beraberinde beşyüz şakirtle gelmesi üzerine Budda’nın
cesedi yakıldı, kemikleri ve kalıntılar muhafaza edilip on parçaya ayrıldı.
Orada bir stupa yapıldı, diğer parçalar da birer stupa yapılıp koruma altına
alındı. Sonraki stupalara bu on merkezden kalıntı verildi.
Budda’nın ölümünden hemen sonraki yağmurlu devrede Kasya-pa, özellikle
Ananda'nın vâkıf olduğu Budda’nın önemli konuşmaları ve Sangha kurallarının
tekrarlandığı Rajagaha (Magadha krallığının başkenti) konsiline başkanlık etti.
Bu konsile beşyüz rahip katıldı. Aşağı yukarı bir yüzyıl sonra keşişler
arasındaki fikir ayrılığı dolayısıyla Vesa-li'de ikinci bir konsil toplandı. Bu
konsile yedi yüz rahip katıldı. İhtilaf giderildi. Kral Kalaşoka himayesinde
gerçekleştirilen bu konsilde, ilkinde olduğu gibi, sutta ve vinaya’nın yeni
düzenlemesi yapıldı. Üçüncü konsil, M.Ö. III. yüzyılda doktrinde çıkan bir
ihtilaf üzerine, kendisi de bir Buddist olan İmparator Aşoka (M.Ö. 273-236)
zamanla toplandı. Bu konsil, bin keşişin katılmasıyla Rajagaha'nın yerini almış
yeni başkent Pataliputta'da (Patna) gerçekleşti. Aşoka (Asoka), bu konsilde bir
tarafı tutmadı. O, daha ikinci konsil öncesi başlamış doktrindeki fikir
ayrılığının yeniden alevlenmesi üzerine, tebaası arasındaki ahengi sağlamak ve
mezhep kavgasını önlemek için böyle bir konsile destek verdi (Kons-tantin'in
Hıristiyan tarihindeki yeri ile karşılaştırılabilir). Konsil sonunda Sthavira
denilen eskilerin geleneksel görüşü tercih edildi. Karşı grup
Sarvastivadin'ler, aşağı Ganj ovasının kuzeybatısından Madhura'ya doğru
çekildiler. Konsil sonrası o günün Hindistan'ındaki dört krallıktan birisi olan
Magadha'dan Buddizm Hindistan'a yayıldı.
Aşoka devrinde Magadha, tabiî kaynakları, madenleri, tarım ve
milletlerarası ticaretiyle bir imparatorluk haline geldi. Aşoka Buddist olmadan
önce topraklarını genişletmek için giriştiği savaşlardan birinde bu kanlı,
katliamlı zaferlerden iğrenmeye, canlılara karşı acıma duymaya başladı.
Eşlerinden birisinin telkiniyle Buddist olduktan sonra hayatını ülkeler yerine
gönüller kazanmaya, düşmanla savaşma yerine nefsiyle savaşmaya adadı. O, zaten
güney uç hariç hemen hemen bütün Hindistan'a hükmetmekteydi. Buddist
düşünceleri, unutulmaması için, Hindistan'ın çeşitli yerlerinde taş ve kaya
kitâbelere yazdırttı.
Böyle güçlü bir imparatorun himayesine kavuşmak, Buddizm'e diğer din ve
mezheplere göre bir devlet dini avantajı sağladı. Bununla beraber Aşoka onların
mensuplarına da hoşgörülü davrandı. Bu devirde Buddizm'in propagandası sadece
bütün Hindistan'da değil, uzak yabancı ülkelere kadar genişlik kazandı. Bu
faaliyetlerin ilk sonucu Seylan'ın Buddizm'e kazandırılması oldu. Aşoka,
Seylan'a oğlu (veya kardeşi) Mahinda’yı göndermişti. Bunu Gandhara, Keşmir,
Mysore ve zamanla batıya, Ön Asya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika'ya gönderilen
özel görevli keşişler takip etti. Türkistan'a Buddizm'in girmesi daha sonra
bilinirken bunun Aşoka zamanında olduğunu ileri sürenler vardır.
Kendilerininkini en güvenilir ve Budda'nın telkininin orjinai şekli olduğunu
ileri süren Theravada Buddizminin (şimdi Seylan, Burma, Tayland ve Kamboçya'da)
kutsal kitap metinlerinde Aşoka'nın adı geçmez. Bundan Pali dilindeki kutsal
metinlerin (Ti-Pitaka) daha önce tamamlanıp tespit edildiğini çıkaranlar
vardır. Öte yandan Aşoka zamanından kalma kaya kitâbelerindeki bazı ifadelerden
de bunun anlaşıldığı ileri sürülmektedir. Seylan'ın Buddist geleneği, o gün
Ma-gadha'da Pali dili konuşulduğu, dolayısıyla kutsal kitaplarındaki Budda'ya
nisbet edilen cümlelerin bizzat onun sözleri olduğunu kabul eder. Ancak modern
dil çalışmaları Magadhi ile Pali arasında önemli farklılıklar bulunduğunu dâ
ortaya koymuştur. Bu konudaki tartışmalar Theravada kutsal metinleri olan
Tipitaka'nın dilinin Pali olup onun çeşitli parçalarının Hindistan'ın değişik
bölgelerinden gelmesi dolayısıyla farklı mahallî dillerden kelime ve ifadelerin
birleştiği, aradan yüzyıllar geçtikten sonra da bu şifahi nakillerin yazıya
geçirildiğini göstermektedir.
D. Hindistan’da Mahayana'nın Doğması
Aşoka'dan sonra İmparatorluk küçük hükümdarlıklara bölündü. Aşoka'nın
ölümünden 100 yılına kadarki 330 senelik devrede Buddizm Kuzey Hindistan'da
yerini sağlamlaştırdı. Bu devrede önce Sung hanedanının hükümdarları Buddizm'e
karşı çıkmışlarsa da M.Ö. 2. yüzyılda kuzeybatıda Greko-Hint hükümdarların
himayesiyle Buddizm canlandı. Bu hükümdarlardan Menander (Milinda), M.Ö.
100'de, Buddist oldu. O sırada Buddizm Seylan'da her zaman devam edecek
üstünlüğünü sağlamış ve Hindistan'dan Çin'e doğru yayılmaya başlamıştı.
Hindistan’da ise öyle bölünmeler ortaya çıkmıştı ki gelenekçi Buddizm 18
mezhebe ayrılmıştı. Bu arada kendisine "Büyük Araba" (Mahayana) adını
veren ayrı bir Buddist mezhep doğdu. Bu adla insanların kurtuluşundaki
cihanşümul gayelerini ifade eden ve ne zaman doğduğu kesin bilinemeyen
(tahminen M.Ö. 1. yüzyıl-M.S. 1. yüzyıl arası) bu mezhebin mensupları; gelenekçi
eski muhafazakâr kanada, içinde Theravadin, Sarvastivadin vb. 18 mezhebi
bulunduran öncekilere "Kınayana" (küçük araba) adını verdiler.
Mahayanacılar, Hinayana mezheplerinin belirli, âz, sınırlı bir alandaki
kimselere kurtuluş yolu gösterdiklerini, kendilerinin Hinaya-nacılar kadar
akıl, irfan, hikmete yer vermekle beraber onlardan daha fazla sevgi, şefkat
üzerinde durduklarını açıkladılar. Bu yeni mezhebin bir diğer özelliği de
"bodhisatva" (Budda adayı) kavramına getirdikleri yeni önem ve genişlik
idi. Onlara göre bütün insanlar, hatta "nefs"e sahip olmayan
varlıklar bile Budda olabilir, aydınlanmaya ulaşabilirdi. İnsan hayatının en
büyük gaye ve ideali bu olmalıydı. Mahayanacıların bu açıklamaları zamanın
aydın kitlesi arasında tartışmalara yol açtı. Böylece bu yeni mezhep mensupları
Pali yerine Sanskirt dilini kullanmaya mecbur kaldılar. Ancak onlarınki artık
bir melez Sanskrit,Budist Sankskriti idi (Kutsal Kitapları
Tri-pitaka). Mahayana'nın cihanşümul ideali, onun yayıldığı yerlerdeki yerli
dinlerden inanç ve uygulamalar almasına yol açtı. İşte bu etkilenmelerin ilki
Hindistan'ın kuzeybatısında ve kuzeyinde Iskitler (M.Ö. 130'larda), daha sonra
Yüecilerle geldi. Yüe-ciler, Kuşan Krallığını kurdular ve önce Pencab'ı, sonra
Kuzey Hindistan'ı ele geçirdiler. Böylece Zerdüştî, Hiristiyan, Roma, Yunan
etkileri Buddizm'e girdi. Aslında bu etkiler, Mahayana'nın doğmasına yolaçtığı
da düşünülebilirse de, en azından Mahayana'yı yönlendirdi.
Dördüncü bir konsil, 120'lerde (128 veya 144) tahta çıkan Kuşan İmparatoru
Kanişka zamanında toplandı. Aşoka gibi o da Buddizm'i kabul edip desteklemişti.
Jalandhar'da (bazılarına göre Keşmir'de) toplanan bu konsili Theravadinler
kabul etmezler. Halbuki Theravadin keşişlerin bu konsile katılmadığı
yolunda kesin bir bilgi yoktur (Bütün Buddist mezhepleri ilk üç konsili kabul
ederler. Sonraki konsiller ihtilaflıdır). Mahayana'nın kopmasıyla Buddizm'in
ikiye ayrılması 4. konsil sonrası olmuştur. Kanişka'nın adı Seylan
dinî literatüründe geçmez. Artık Pali metinlerine dayanan eski tarz
Buddizm 1. yüzyıl.'an itibaren Hindistan'da gözükmedi. Hinduizmin etkisiyle
Buddizm'i de etkileyen bhakti cereyanı sonucu Budda, brahmanların Vedanta
sistemindeki müşahhas ulûhiyetin yerini alarak resmi, heykeli yapılan bir
şahsiyete büründürüldü. Daha önceleri buna izin verilmemişti. Kanişka, üzerinde
Budda'nın kabartmaları bulunan paralar bastırdı. Budda, eski brahman
inançlarındaki Rama ve Krişna gibi, insan biçiminde dünyaya gelmiş bir tanrıya
dönüştürüldü. Böylece Budda heykellerinin yapılmasına başlandı.
Mahayana Buddizminin yazılı metinleri"Sânskritçe düzenlendi. Hem
Mahayanacılar, hem de Hinayanacılar eski kutsal metinlerin (ne zaman
düzenlendiği kesin olarak bilinemese de M.Ö. 1. yüzyıla kadar Seylan'da yazılı
hale getirildiği anlaşılıyor) mevsukiyetini kabul etmekteydiler. Ancak
Hinayanacılar, Mahayanacıların kutsal metinlerini bunların eski gelenekte
bilinmediğini ileri sürerek kabul etmiyorlardı. Ma-hayanacılar da buna kendi
kutsal kitaplarındaki Nirvana'ya ulaştıracak doktrin yorumuyla ilgili
açıklamaların Hinayananınkini düzenleyenlerce anlaşılamadığı, bunların son
derece yüksek gerçekler olduğu; öncekilerinkinin zihnen gelişmemiş kimseler
için muvakkat hakikattan başka bir şey olmadığını söyleyerek cevap veriyorlardı
(Tartışmanın tafsilatı için bkz. L. de la Vallee Poussın, "Mahayana",
ERE, VIII, 335).
E. Mahayana’nın Hindistan'daki Kolları
I. yüzyıldan başlayarak Mahayana Buddizmi bir koldan Kuşan imparatorluğunun
sınırları içinde kalmış Batı Türkistan'a, diğer koldan da Çin'e sızdı. Hindistan'da
İL yüzyılda Buddist düşüncenin analitik prensiplerinin Mahayana içinde
geliştirilmiş bir şekli olan Madhyamika ekolü ortaya çıkti. Bu ekolde Buddist
mantık analizi en yüksek doruğuna ulaştı. Ekolün kurucuları Najarguna ve
öğrencisi Aryadeva idi. 226'da Kuşan İmparatorluğu yerini küçük beyliklere
bıraktı. Magad-ha, IV. yüzyılda önemli bir dev<et oldu. Bu devrede Hinduizm
yeniden canlanmaya başladı. Öte yandan şuuru gerçek bilmeyen Buddist Madhyamika
ekolünün aşırı zihinciliğine karşı Asanga ve kardeşi Vasu-bandhu'nun başlattığı
şuuru gerçek bilip onu temizleme ve aydınlatma yoluyla mânevi hakikati doğrudan
doğruya kavramaya dayanan Yoga-cara (Vijnanavada) ekolü aynı yüzyılda ortaya
çıktı. Mahayana’nın Hindistan'da son gelişme merhalesi VIII. yüzyılda Mantrayana
ve daha sonra Vajrayana ekolleriyle oldu.
Hinduizm, VIII. ve IX. yüzyıllarda Sankarâ (788-820) ve Kurnanla gibi
Buddistlerin çekindikleri iki büyük filozofun da etkisiyle atağa kalktı.
Yogacara ekolünün önem verdiği meditasyon metot ve disiplinini daha
ileri götüren Mantrayana; mantra, yani kutsal İlâhiler, semboller ve jestlerde
odaklaşan gayri Buddist elemanlara yer vererek aydınlanmayı sağlama yolunu
tuttu. Kısmen karşılaştığı kuvvetli muhalefet, kısmen de bozulmaya yüz tutması
sonucu Buddizm gittikçe artan bir şekilde Hinduizm'e yaklaşmaya ve itibarını
kaybetmeye başladı. 712'de Sind'in; Müslümanlarca alınışı bu gidişi
hızlandırdı. İşte, bu sırada Mant-rayana'nınkine büyülü afsunları katarak uzak
nirvana hedefinden ziyade zihnî tecrübeyi yoğunlaştırmayı esas alan ve Doğu
Hindistan'da (şimdiki Bihar, Orissa, Bengal) gelişen Vajrayana veya Tantra
ortaya çıktı. Bu, Tantrik Hinduizmin bir kopyası idi. Bu sebeple XII. yüzyıldan
itibaren ortadan kayboldu. Bengal'deki Pala hanedanı hükümdarları (800-1050)
Buddizm'i korumuşken, onlardan sonraki Sena hükümdarları Hinduizmi tuttular.
Buddizm, 1200'de Magadha'nın Müslümanların eline geçişiyle Hindistan'dan
silinmeye başladı.
Oudh'da 1220’de henüz ortadan kalkmamıştı. XVI. yüzyılda Bengal'de hâlâ az
bir taraftarı vardı. Aynı yüzyıl ortalarında Orissa’dan Buddizm çekilmişti.
Keşmir'de 1340'da bu dine son verilmişken Nepal'de o, Hin-duizm'e yakınlaşarak
bozulmuş bir şekilde günümüze kadar geldi.
F. Hindistan Dışında Buddizm
Mahayana; Çin'e Chen-yen, Japonya'ya Shingon adlarıyla intikal etti. O,
günümüze kadar gelen şekliyle 9-11. yüzyıllar arasında Tibet'te idi. O sırada
Buddizm misyoner keşişler vasıtasıyla Deken ve Hint yarımadasının batısında
yayılmakta idi. Doğuda Aşoka zamanında Seylan'a gitmişti. Onun Bengal
Körfezinden karşıya Burma'ya, Tayland’a girmesi milâdın ilk yüzyıllarında
Mahayana şekliyle oldu. Sonra Seylan'dan gelen Theravada Buddizmi
buralarda hakim oldu. Theravada Buddizmi Hinayana'nın 18 kolundan
günümüze gelen tek eski Buddizm şeklidir. Seylan ve Tayland'dan Theravada
Buddizmi, Kamboçya ve Laos,'a yayılırken; Mahayana Buddizminin de Çin'den
Vietnam'a girmesi 13-14. yüzyıllarda oldu. Bu ülkelerde ve diğerlerinde
Buddizm tarihi, coğrafî, millî ve mahallî şartlara göre şekillendiği gibi iki
önemli Buddist mezhep elemanlarının yer yer kaynaştığı da gözden kaçmamaktadır
Hindistan'da Buddizm'in Tantrik veya Vajrayana şekli Hindu bhakti ve Tantrik
kültlerine yerini bıraktı; manastırlar ortadan kalktı, artık kuzeydoğudaki
küçük bir topluluk dışında 13. yüzyıldan itibaren gözükmez oldu. Bununla
beraber Seylan'ın % 6O'ı; Burma, Tayland, Laos ve Kamboçya'nın % 9O'ı hâlâ
Buddisttir. Seylan'dan Pali diline dayanan Buddizm'le ilgili bilgiler XIX.
yüzyılda Avrupa ve Amerika'ya geldi. Böylece başta Ingiltere, Almanya ve
Amerika Birleşik Devletleri'nde Budda'nın hayatı ve doktrinine ilgi arttı. Bu
ülkelerde doğudan gelme keşişler de bugün yaşamaktadırlar. Batıda keşiş olmayan
Buddistler de artmaktadır. Bunlardan Sangha'ya alınanlar da vardır. Günümüzde
Hindistan'da aydınlar arasında Hinduizm'deri memnuniyetsizlik sonucu bu eski
mirasa dönenler olduğu gibi, kast dışı kimselerden Buddizm'e girmiş ayrı bir
topluluk da vardır.
G. Çin Buddlzmi
Çin, Tibet ve Japon Buddizminin herbirinin kendine mahsus özellikleri ve
Hint Buddizminden farklı yanları vardır. Bununla beraber üçünde de en bariz
ortak yan Mahayanist olmaktır. I. yüzyıldan itibaren merkezî Asya ipek yolu
boyunca Çin'e kadar gelen Buddizm, Han Hanedanının sonunda (tah. 220)
dağınık yabancı gruplarına münhasır kalmıştı. Bununla beraber onun II. yüzyılın
ortalarında saray çevrelerini etkilediği de kaydedilmiştir. Bu konuda
Buddistlerin ilk yardımcıları Taoist bilginler oldu. Buddist fikirleri tercüme
etmek için Taoist deyimler kullanıldı. Böylece iki din arasındaki benzerlikler
ortaya çıktı. Han hanedanının yıkılması sonucu Kuzey Çin'i işgal eden Çinli
olmayan halklara 300 senelik hakimiyetleri sırasında Mahayanacı
keşişler siyasî, askerî işlerde danışmanlık yaptılar. Onlar sihirbazlıkta da
büyük şöhret kazandılar. Buddist vaizler, özellikle Fo T'u-teng (ö. 349) hemen
hemen bütün Kuzey Çin'i inançlarına döndürdüler.
O sırada meşhur bir tercüme ekolü Kumarajiva'nın (344-413) başkanlığında
başkent Ch'ang-an'da çalışmakta idi. Böylece Çin bilginleri irşat ediliyordu. Fa
Hsien adlı meşhur Çin seyyahı, 399'da, Hindistan'a gitmek ve oradaki ziyaret
yerlerini görmek üzere Ch'ang-an'dan yola çıktı. Altı senelik yolculuktan sonra
altı sene de Hindistan'da gezmek, çeşitli ekollerin kutsal kitaplarını toplamak
ve kopya etmek için harcadı; 414'te dönüşünde Buddist kutsal kitaplarını
tercümeye başladı; ayrıca meşhur seyahat hatıralarını kaleme aldı. IV. yüzyılda
tahsilli ve zengin kimseler Sangha'yı himayeleri altına alıp tercüme
masraflarını üstlendiler, manastır ve ma'betler kurdular, Buddizm'in beş ahlâk
kaidesini benimsediler.
Güney Çin'de iki temayül gelişti: Zihni kontrol ihtirası bastırmayı esas
edinen özde Hinayanist dhyana ekolü; nihâi hakikat meseleleriyle ilgilenen,
Mahayana sutra'larına dayanan, Sangha ile aydınlar arasındaki irtibatı sağlayan
Prajna ekolü. Bu devrede Tao An (312-385), Hui Yuan (344-416) ve Tao Sheng
(360-434) gibi yetişkin şahsiyetlerin etkisiyle büyük manastırlar yapıldı,
Vinaya kaideleri tercüme edildi ve Mahayana'nın spekülatif fikirleri yayıldı.
Böyle büyük Çinli üstadların eserlerinden Sui ve T'ang hanedanlarının ayrı
Mahaya-nist ekolleri içinde gelişen fikirleri öğrenebilmekteyiz. Konfüçyüsçü ve
Taoist klasiklerle Mahayanist eserlerdeki fikir ve telkinler birleşince ortaya
ayrı bir Çin buddist geleneği çıktı. İşte bu gelenek içinde T'ien T'ai, Temiz
ülke (Cennet), Hua Yen ve Ch'an ekolleri gelişti.
Bunlardan T'ien T'ai, T'ang Hanedanı zamanında Chih K'ai (538-597)
tarafından güneydoğu Çin'deki T'ienT'ai dağındaki meşhur manastırda ortaya
atıldı. Chih, Hintli Najarguna'ya dayanmakta idi. O, bütünlük fikrine önem
verdi. Bütün ve parçaları özdeş idi. Bütün âlem ve bütün Buddaiar, bir kum
tanesinde mevcut idiler. Mutlak Akıl, âlemi onun mükemmelliği içinde
kucaklamakta idi. Özde ikisi aynı idi, ancak görevde farklı idiler. Bu ekolde
dinin pratik ifadesi zihni bir yere toplama ve her şeyin içyüzünü kavrama
yoluyla mânevî irfan ve hikmete bağlanmıştır. Ekol, sadece Çin'de değil, IV.
yüzyılda Buddizm'e kapısını aralayan Kore'nin güneyinde de tutunmuş, IX. yüzyılın
ilk yarısında da Japonya'ya "Tendai" adıyla geçmiştir.
Temiz Ülke (Ching T'u) ekolü, muhtemelen Çin'de en eski
Ma-hayana topluluğudur. "Beyaz Lotus" adı altında Hui Yüan
tarafından kurulduğu sanılan ekolün adı sonraki takipçilerinden bir grup tarafından
şimdiki haline döndürülmüştür. Ekolün temel felsefesi zihni, kişiye sonsuz
inayet, güç, fazilet verebilecek olan Budda ve, bodisat-va'lara
döndürerek onların yardımını kazanmaktır. Ekolün dayandığı sutra'da aşkın
(transendental) Budda için Amitabha (ezeli ışık) deyimi kullanılır. İşte kişi
kurtuluşa ulaşmak için ona böyle bir cenneti verecek olan Amitabha Budda'ya
(Japonya'da Amida) kendisini adar. Cennete hükmeden ezelî Budda'ya iki
bodisatva (Budda olmaya bir merhale kalmış semavi varlıklar), Kuan-Yin ve Ta
Shih Chih yardım eder. Bunlardan Kuan-Yin (ağlamayı işiten) adına Çin'de
tapınaklar yapılarak kadın ve çocukları koruduğuna inanılan bu botisatva'ya
büyük alaka gösterildi. Onu Taoistlerin ana tanrıçalarından
ayırmak imkansızdı. Bu temiz ülke ekolünü en İyi dile getiren Shan-tao
(613-681) oldu.
Hua Yen ekolü, ilk iki ekol Hintli Najarguna'ya dayanırken, yerli Çin
düşüncesini göstermesi bakımından önemli sayılan bir harekettir. Diğer Buddist
ekoller (meselâ Ch'an) var olan da, olmayan da hayaldir derken bu ekol, hedefte
cihanşümul ve bütün fenomenal tezahürlerin temeli olan sürekli sabit bir zihin
telkin eder. Ekolün ilk üstadı Tu-shun (557-640), en iyi açıklayanı ise
Fa-tsang'dır (643-712).
Ch'an ekolü, Çin zekâsının orjinal bir mahsulüdür. Ch'an Sans-kritçe
"dhyana"dan çıkmıştır ve ekol, Meditasyon Ekolü diye bilinmektedir.
Ekolün gayesi, ikilik sözkonusu olmayan bir varlık halinde afâkî ve enfusînin
üzerine çıkarak hakikati birden kavramaktır. Ch'an, tek hakikatin felsefî veya
dinî düşünce, meditasyon veya âyin, büyü uygulaması ile kavranılamayan
Budda hikmeti olduğunu telkin etti. O öğrenilemez, kitaplardan veya
mürşitlerden alınamazdı. Ch'an, düşünce ve mantıkî idrakin durduğu anda ortaya
çıkan bir mânevî aydınlanmayı esas edindi. Her şey Budda aklının bir tezahürü
idi. Ch'an'ın Tibet Mahamudra'sıyla benzerlikleri vardı. Daha önce dhyana
egzersizlerinden bahsedenler olsa da ekolün başlangıcı Bodhidhar-ma'ya
(470-543) dayandırılır. O, 520'de Çin'e geldiği kabul edilen Hintli bir keşiş
idi. Ekole hizmet eden üstadlar arasında temel metni yazan Hui Neng (ö. 713)
sonrasında meditasyon salonu bütün Ch'an manastırlarına girdi. Öte
yandan keşiş olmayan bütün Buddist erkek ve kadınların
evlerinde meditasyon yapmaları teşvik edildi. Ch'an ekolü Sung
Hanedanının Yeni Konfüçyüsçü hareketini etkilediği gibi, Japon Zen'iyle bu
ülkenin medeniyetinde unutulmayacak izler bıraktı.
Çin'de, 420'de, 1786 ma'bet ve 24.000 erkek ve kadın
keşiş vardı.Buddizm'in gittikçe gelişen gücü, sarayı etkilemesi,
keşiş hayatının Konfüçyüsçü aile ve ahlâk telakkilerini sarsan doktriner
veçhesi tenkitlerin çoğalmasına yol açtı ve arkasından şiddetle engellemeyi
getirdi. Tang Hanedanı devresi (618-907) Buddizm’in Çin'de en olgunluğa
ulaştığı yıllar da olsa ilk imparator Kao Tsu ile baskı başladı. Bununla
beraber genelde bu hanedan Buddizm'e mültefit idi. Bu devrede Orta Asya ve
Hindistan ile bağlantılar oluşturuldu. Çin'e birçok yabancı getirtildi. Meşhur
Çinli bilgin ve seyyah Hsüan Tsang (Chuang) (tah. 596-664), Orta Asya
yoluyla Hindistan'a gitmek üzere, 629'da yola çıktı. 645'de geri döndü.
Hindistan'da 10 yıl boyunca seyahat etti ve geri döndüğünde getirdiği çoğu
Yogacara ekolüne ait eserleri, imparatorun himayesinde, hayatının sonuna kadar
tercüme etmeye çalıştı. IX. yüzyılda Çin Buddizmi zirvesine ulaştı. Manastır
hayatının refahı, itibarı, ihtişamı arkasından fesat getirdi. İmparator
Wu-Tsung 845'te görülmedik bir zulüm başlattı, 4000 ma'bede el kondu veya
tahrip edildi, 250.000 erkek veya kadın keşiş tekrar dünyevî hayata döndürüldü.
Buddist sanat eserleri ve kitapları yakıldı. Tang Hanedanı zamanında 8-10
Buddist ekol parlamıştı; ancak Sung hanedanı zamanında Temiz ülke ve Ch'an
ekolleri faaliyetlerini devam ettirebildir-ler.
Çin'de Moğol Yüan Hanedanı 1280-1368 tarihleri arasında hükmederken Tibet
veya Lama Buddizmi önde gelen dindi. Mahaya-na'nın bir uzantısı olan
Lamaizm, Moğolistan'da XVI. yüzyıla kadar sathi ölçüde, sonra siyasî otorite
olarak, 1920'ye kadar hükmetmiş, daha sonra ise Sovyetler Birliği içindeki bir
halk cumhuriyeti hüviyetiyle dine karşı kampanya sonucu rahipler başka
mesleklere yönlendirilmiş, rahip sayısı 100.000'den 200'e indirilmiş,
manastırlar devlet kontrolü altına girmiş, Buddizm'in etkisi süratle
azalmıştır.
Çin'de son yedi yüzyılda, manastırlarda züht hayatı yaşayan keşişlerden
ayrı Buddizm, içinde Buddist, Taoist elemanlar birbirine karışmış bir halk dini
tarafından yutulmuştur. Aydınlar, halk kitlelerinin bu dini telakkilerine pek
karışmadılar, ancak onları bir hurafe yığını olarak hakir gördüler. XIX.
yüzyılın sonları XX. yüzyılın başlarında özellikle T'ai Hsü (1890-1947) ile Çin
Buddizmi bir zihni uyanış ve ahlâkî diriliş yaşadı. Fakat komünizm ve Mao tse
Tsunğ ile o, yine bulutların arkasına girdi.
H. Burma Buddizmi
Burma Buddizmi Güneydoğu Asya'da, diğer yerlerde olduğu gibi, manastır
hayatına girenler ve girmeyenlerden oluşmuş iki veçhe arzeder. Bu iki veçhe
biri diğeri olmaksızın düşünülemeyecek bir ilişki içindedir. Burma'da,
Theravaoa dışında, az sayıda tecrit edilmiş Ma-hayana manastırları vardır.
Mahayana'nm mensupları kuzeydeki dağlık bölge ve doğu Burma Shan eyaletlerinde
yaşayan mahallî Gurka ve Rangoon'daki Çin topluluklarındandır.
Buddizm Burma'ya III. yüzyılda geldi. İlkin Sarvastivada ve Ma-hayana,
Sanskritçe'ye dayanan Buddizm vardı. Sonra Pali Buddizmi geldi. VII. yüzyıldan
itibaren hem Theravada, hem de Sarvastivada mensuplarının bulunduğu Çinli
seyyahların kayıtlarından anlaşılmaktadır. Mahayana Buddizminin Aşağı Burma'da
VIII-IX yüzyıllarda bulunduğu görülmektedir. Özellikle Prome’deki bu tip
Buddizm buraya Kuzeydoğu Hindistan'daki Bengal'den gelmiştir. Çok geçmeden bu
Buddizm Hindistan'daki gelişmeyi takip ederek Tantrik yapıya ulaştı. Yukarı
Burma'da XI. yüzyılda Tantrik Buddizmin bozulmuş bir şekli vardı. Mon'lar,
Güneydoğu Burma'da yerleştiklerinde artık Burma krallığında merkezî nehir
etrafında yaşayanlara günümüze kadar gelecek Theravada Buddizmini getirdiler.
Bu Theravada Budizmi ile yerli mahallî inançların zaman içindeki karışımı
Burma Buddizmini oluşturdu. Bu noktada Burma'nın diğer Theravada
ülkeleri özellikle Seylan ile irtibatı oldu. XIX. yüzyıldaki Britanya istilâsı
Burma'daki Sangha teşkilâtının geleneksel yapısına zarar verdi. Burma 1947’de
istiklâlini kazanınca Sangha eski itibarını kazandı. 1956'da Budda'nın
nirvana'ya kavuşmasının 2500. yıldönümü Ran-goon dışında özel olarak halkın
yardımlarıyla hazırlanmış bir mağara salonunda Tipitaka'nın bütün metninin
okunması ve gözden geçirilmesiyle gerçekleştirilen bir Buddist konsiliyle
kutlandı. 1961'de Rangoon Parlamentosunda, nüfusun % 20'sîni oluşturan Buddist
olmayan halktan bir ayrım ortaya çıkarmamak üzere Buddizmi resmî din kılan bir
karar alındı. Bu karar 1962'de general Ne Win'in askeri hükümetince
feshedilmişse de bu bağımsızlık devresinde Burma'da Buddizm himaye edilmiştir.
Burma'da manastırlar halkın moral ve eğitim işlerinde yardımcı olur.
Krallar tarafından yaptırılan pagodalar (tapınak gibi kutsal yer) dikkat
çekicidir. Birçok şehir ve kasabalarda keşiş olmayanlar da ma-' nastırlara
bağlıdır. Halk tarafından hibe edilmiş altın yapraklarla kaph Rangoon Shwe
Dagon pagoda'sı Mandalay'dakiler gibi ziyaret yeridir. Şenlik günleri büyük
insan kitleleri buralarda toplanır.
İ. Seylan Buddizmi
Seylan Buddizmi eski Buddizm'in önemli bir merkezidir. V. yüzyılda Pali
dilinde yazılmış bir vekayinameye göre Budda Seylan'a üç defa gelmiştir. Bir
defasında o Sumanakata tepesine çıkmış ve orada ayak izi kalmıştır. Burası
şimdi "Adem zirvesi" diye bilinmektedir. Bu rivayetin tarihî bir
dayanağı bulunmasa da bu yer, şimdi önemli ziyaret merkezlerinden birisidir.
Seylan'da halk, bu adanın Budda'nın telkinatının muhafızı olduğuna inanır.
Aşoka zamanında Seylan kralı Buddizmi kabul edince başkent Anuradhapura'da bir
"vihara" (manastır) açtırdı. Bu vihara'nın ilk sakinleri Aşoka'nın
oğlu Mahinda ile beraber oraya gelen sangha üyesi keşişler (bhikku) oldu.
Seylan'da uzun asırlar başta gelen mezhebin ilk müjdecileri bunlardı.
Hindistan'dan V. yüzyılda gelip bu Mahavihara cemaatının bir üyesi olan
Buddhaghosa, Tripitaka üzerine yazılmış Sinhalese şerhlerini Pali dilinde
yeniden kaleme, aldı, ayrıca Buddist telkinatın geniş bir özetini yaptı. Bu iki
eser Seylan Theravada geleneğinin gelişmesinde önemli katkıda bulundu. Seylan'a
Buddizm'in gelişinden 1815'deki Ingiliz işgaline kadarki devrede ülkeyi idare
edenin Buddist olması istendi. Miladın ilk yüzyılında yaşamış bir kralın
Mahavihara'ya değil, münferit keşişlere hediye vermesi Abhayagiri mezhebini
doğurdu.
Telkin ve manastır düzeninde farklı bir özelliğe sahip olmasa da bu yeni
mezhep, dış etkilerin odağı oldu. Önceki Mahavihara'nın keşişleri, Theravada
gelenekçiliğinin koruyucu bekçileri olarak, Abhayagiri doğmadan önce, Theravada
kutsal metinleri olan Tipitaka'yı I. yüzyılda yazılı hale getirdi. Yeni mezhep,
Abhayagiri mensupları, hem Theravada, hem de Mahayana telkinatını inceleyerek
dışa açık bir yol takip etti. Daha sonra bir üçüncü mezhep, Jetaana da bir
önceki mezhebin yolunu tuttu.
Sonraki yüzyıllarda bu üç mezhep Seylan'daki sangha'nın temelini oluşturdu.
Bu yüzyıllarda Güney Hindistan ve Hindu etkisi giderek arttı ve bu etki, 11-12
yüzyıllarda Vişnu, Şiva gibi Hint tanrılarına tapınaklar yapılmaya kadar vardı.
Bununla beraber yine 11. yüzyıldaki millî uyanış sonucu Buddizrh yeniden güç
kazandı. Theravada gelenekçiliği altında mezhepler birleştirildi. Hint
Buddistlerinden sağlanan Budda'nın dişiyle ilgili Abhayagiri keşişleri
nezaretinde başlafrıış kült bu devrede yeniden canlandırıldı. Buna diğer bir
yâdigâr, Budda'nın sadaka kâsesi de eklendi (şimdi bu kâse kayıptır).
Portekizliler 16. yüzyılda başkenti alıp bu dişi ortadan kaldırdıklarını ileri
sürmüşlerse de yerli halk onun taklit olduğuna, esas yadigarın hâlâ
Kandy'de mevcut bulunduğuna inanırlar.
Seylan'da halk keşişlerin yaşadığı vihara'ları kutsal ziyaret yeri olarak
görürler. İlk vihara'lar, içinde bir yadigarın gömülü olduğu
daga-ba'lar (pagoda) ve bir de "bo ağacı"ndan oluşan bir bütündü.
Şimdi Anuradhapura'daki bo ağacının Budda'nın altında ilhama kavuştuğu
Gaya'daki ağaçdan kesildiği ve Mahinda'nın kızkardeşi tarafından Seylan'a
getirildiği söylenir. 4. yüzyıldan bu yana Budda'nın heykellerinin konduğu
yerler, dagaba ve bo ağaçlarıyla birlikte bugün de Seylan'daki vihara'ların
değişmez özellikleri olmuştur. Ayrıca vihara'larâ 12. yüzyıldan itibaren
"devalaya” denilen Hint tanrılarının putları da girmiş, 15. yüzyıldan
itibaren de onlar aynı yapıda, ayrı bir bölümde yer almıştır.
Sangha, Portekiz, Hollanda ve Ingiliz istilâsı sırasında geri planda
kalmışken 19. yüzyılın sonlarına doğru güç kazandı. Zamanla iki Buddist
üniversite (Vidyalankara, Vidyodaya) kuruldu. 1947'den bu yana Buddizm'in
gelişmesiyle millî kalkınma atbaşı sürdürülmektedir.
K. Tayland Buddizmi
Tayland Buddizmi, Vietnam dışında diğer Güneydoğu Asya ülkelerindeki gibi
Theravada mezhebindedir. TaylandlIların % 94'ü Buddisttir. Tayland'da
Buddİzm'in tarihçesi 6. yüzyılda başlar. Merkezi aşağı Burma'da olan Mon
krallığının bir bölümü olan Tayland'ın güneyinde önce Hinayana hakimdi.
8-13. yüzyıllar arası bölgede Ma-hayana önde gelen mezhepti. Kimerlerin
ülkenin büyük bir kısımını ele geçirmesi sonucu 11-14. yüzyıllar arasında
onların Hindu geleneği üstünlük kazandı. 14. yüzyılda Çinlilerle yakınlıkları
bilinen Tayların millî tarihi başladı. Bu yüzyılda Seylan'a giden Siyamh
keşişler dönüşlerinde Tayland'da kaldılar ve oradaki yeni Buddist gelişmeleri
yaydılar. Bu zamandan itibaren Tayland'da Theravada
Buddizmi hakim oldu. Hanedan ve başkent değişiklikleri, dışarıdan
gelen işgaller akabinde 1851'de tahta çıkıp 17 sene hükmeden Mongkut, bir
Buddist keşiş olarak modern Tayland'ın temellerini attı ve Buddizm'de reform
sayılabilecek sangha teşkilatıyla ilgili yenilikler yaptı. Onun yaptıkları
şimdiki Tay Buddizmi üzerinde derin izler bıraktı. Oğlu da babasının yolunda
gitti. Modernleştirme çabaları yanında, Tipitaka'yı Tay nitelikleri içinde,
fakat Avrupâî ciltler halinde bastırması dikkat çekicidir. 2. Dünya Savaşı'ndan
bu yana gittikçe artarak Tayland'ın şehir bölgelerinde batı etkisi kendisini
göstermekteyse de şehir dışı bölgelerde Buddizm kültür, inanç ve geleneklerde
ağırlığını belli etmektedir.
Vietnam, 939'a kadar 1000 yıllık bir süre Çin İmparatorluğunun bir eyaleti
olarak kaldı. Bu sürede Çin'den her hususta, bu arada dinî bakımından da
etkilendi. Bugün de Vietnam'da Buddizm, Taoizm bu etkilenme sonucu hâlâ
ayaktadır.
L. Japon Buddizmi
Buddizm'in Çin yoluyla VI. yüzyılda ulaştığı Japonya, bu dinle ilgili
gelişmeler bakımından önem taşır. Buddizm kozmoloji ve eskatoloji-si, ayrıntılı
mânevî disiplin ve yetiştirme sistemleri, teşkilâtlı rahip teşekkülleriyle
Japon halkının hayatında başlıca dinî güç haline geldi. Felsefî düşünceyi
kamçıladı, sanat ve edebiyatı, öğrenimi, estetik duyguları etkiledi. Bu din, bir
halk dini olarak bir yandan ölü ayinleri getirirken, diğer yandan dünyevî
çıkarlar için büyüsel ve tabiatüstü yardım iddiasında da bulundu. Büyük Buddist
Jodo ve Shingon mezhepleri Japonya'da doğdu ve Amida Budda inancını
kökleştirdi.
Bunlardan Jodo; Honen tarafından 1175'de kuruldu, Shinran (tali.
1173-1263) tarafından da geliştirildi. Çinlilerin "Temiz Ülke"
(Ching T'u) ekolünün Japonca karşılığı olan Jodo'ya göre Budda ezeli nur, çok
merhamet, hikmet, sevgi sahibi bir varlık olarak sunuldu ve bu mezhep, iman ve
inayet ile kurtuluşu telkin ederek, Japonya'da Bud-dizm'in en popüler şekli
haline geldi. Amida, Japon Buddizminde aşkın (transendental) Budda için
kullanılan bir addır. Hindistan'daki Mahaya-na'da bu aşkın Budda, ezelî Hayat
ve ezelî Nur olarak bilinir. Amida, kullarını saadet ülkesi cennete
göndereceğine inanılır. Kurtuluş için en kolay yol olarak görülen, Jodo'nun
Japonya'da birbirinden az farklı dört kolu vardır: Jodo (1970'lere doğru
taraftarı 4 milyon kişi), Shinshu (13 milyon), Yuzunembutsu ve Ji (taraftarları
fazla değil). Bunlardan halkın en çok tuttuğu Shinshu'yu (1173-1263) kurdu. O,
manastır kisvelerini attı, evlenme ve aile hayatının kurtuluşa engel
olmayacağını ileri sürdü.
Jodo'dan daha da önce, tahminen 806'da, Kobo Daishi (774-835) tarafından
kurulan diğer bir Japon Buddist mezhebi mistik ve uzlaştırmacı
(sinkretist)yapılı Shingon'dur. Birçok dinlerin tanrı ve melekleri Shingon'da
(Çincesi "Chen Yen": doğru söz), vücudu bütün âlemi kuşatan Budda'nın
tezahürleri olarak görülür. Bu mezhepte âlemin sırları görülebilir ve
kavranılabilir şekilde takdim edilmeye ve sembollen-dirilmeye çalışılmıştır.
Kobo Daishi (Kukai), Çin'de kendini yetiştirdi ve Japonya'da panteist ve mistik
yapılı, Tantrik mezhebini telkin etti. Ona göre âlem, Budda'nın dışta tezahür
etmiş şeklidir. Onun gerçek vücudu birbirini tamamlayan iki parçadan
oluşmuştur: Zihnî, maddî. O, Hinduizm, Konfüçyüsçülük, Taoizm ve diğer Buddist
mezhepleri de içine alarak, din ve mezhepleri 10 gelişme derecesi içinde görür.
Bu piramitte en üstte Buddalığın bütün mukaddesliği gerçekleşmiş Shin-gon'un
mistik panteizmi bulunur. Onun uzlaştırmacı tutumu Ryobu Şinto'nun ortaya
çıkmasını sağladı. Böylece ortaçağ Japonyasında XII. yüzyılda başlayan ve XIII.
yüzyılda en canlı devresini yaşayan Bud-dizm'den etkilenmiş Şinto kendini
gösterdi. Birleşik Şinto-Buddist kutsal yerlerinde her iki dinin rahiplerinin
birbiriyle kaynaştığı, Şinto kutsal yer-terinde Buddist ayinlerin icra edildiği
görüldü. Böylece Şinto felsefî bakışı ve ahlâkî muhtevası derinleşmekle beraber
tek başına Şinto taraftarları bu gidişe şiddetle karşı çıktılar. Böylece Meiji
devrinin başlarında bu kaynaşma bozuldu ve ondan sonra da doktrin ve tören
olarak bir daha görülmedi.
Kobo Daishi gibi Hei devrinin diğer meşhur şahsiyeti, Japon Buddist ekolü
Tendai'yi kuran Dengyo Daishi'dir (767-822). Çin'de T'ien T'ai idealist
telkinatını öğrendikten sonra Dengyo Daishi (Saicho), Japonya'ya döndü ve
Tendai'yi kurdu. Tendai, Japon Buddizminin birleştirici gücü oldu. Tendai'nin
esası, bütün sırlar, faziletler ve hikmetin bir kimsenin kendi şuurunda
Buddalığı gerçekleştirebilmesi için olduğuna dayanır. Dengyo Daishi, kurtuluş
ve Buddalığı kazanmanın en genel gaye olduğunu açıkladı. O, Hiei Dağında (Kyoto
yakınlarında), büyük bir Tendai merkezi olarak, asırlarca devam edecek bir
manastır kurdu. Shingon ile birlikte Tendai, Japonya'da dinî inanç ve felsefî
düşüncenin itici gücü oldu.
Çin'de ’Ch'an" diye bilinen, Japonya'da Zen adını alan Bud-dizm'in bir
şekli, Buddist ekolleri içinde parladı ve Sâdece Japonya'da kalmayıp bütün
dünyaya yayıldı. Bu çok önemli ve etkili mezhep, bir iç tecrübeyi geliştirme
yoluyla hakikatin doğrudan ve mistik olarak kazanılmasına dayanır. Zen Buddizm,
kutsal metinlere, söz ve kavramlara, onlara dayanan yorumlamalara değil,
Buddizm'in esas öz ve ruhunu aksettirdiğini iddia ettiği kendi telkinatına önem
verir. O, derûni mânevî aydınlanmayı gerçekleştirmeye çalışır. Bunun için,
insanın cer haleti dolayısıyla gerçekleştiremediği Budda tabiatının fıtratının
temel taşı olduğunu iddia ederek meditasyon veya murakabe
uygulamalarını teşvik eder. Zen, en güzel sanat ve edebiyat eserlerinin
ilhamını vererek Japon kültürünün üzerinde büyük ve derin bir etki bıraktı.
Zen’in prensipleri "Judo" ve "Kendo" (Kılıç oyunu) askerî
sanatlarına, çay törenlerine, çiçek tanzimi, çiçek bahçesi peyzajı
çalışmalarına uygulandı. Zen manastırları sessizlik, düzen, temizlik ve titiz
dinî disiplinleriyle dikkat çekicidir. Keşişlerin hayatı meditasyon,
ibadet ve faal el işleriyle geçer. Züht uygulamaları için büyük bir teşvik söz
konusu değildir. Pratik işlerde ve meditasyonda kendini idrak ve
Budda tabiatı eşit şekilde bulunur.
Zen Buddizmin Japonya'da birkaç kolu vardır.Bunlardan Solo,
Çin'de Tung-shan(807-869) ve Ts'ao-shan (840-901) tarafından kuruldu. Başlıca
felsefesi Mutlak ile nisbînin fenomenal bakımdan birliği idi. Eğitim,
meditasyonda bağdaş kurup oturarak konsantre olmak, beş merhale sistemi
(gerçek nefsi tanı maktan, mutlak gerçekle tam birliğin gerçekleşmesine kadar)
bu tarzın esaslarını oluşturuyordu. Gerçek irfana kavuşma sessiz aydınlanma ile
gerçekleşeceğine inanılıyordu. Japonya'ya bu hareketi getiren Dogen
(1200-1253), halka mâleden Kei-zan (1268-1325) oldu. Dogen, 23 yaşında Çin'e
gitti, 1227'de aydınlanmayı kazanmış olarak Japonya'ya geri döndü. İlk müstakil
Zen manastırı 1236'da onun önayak olmasıyla kuruldu. O, insan ve bütün şeylerin
özünün Budda fıtratı olduğunu; bu fıtratın, ego'nun tasfiyesiyle, kötü
arzuların giderilmesiyle ve kendine tam hakim olmakla gerçekleşeceğini
telkin ederek bu manastırda keşiş olan, olmayan kimseleri yeştiştirdi.
O, meditasyonda bağdaş kurup oturma ve beli dik tutma tarzında
"zazen" uygulamasını destekledi. Zazen tekniğinde zihin bütün
alakalarından, arzu, fikir ve hükümlerinden arındırılmak yo-luyle nefes almanın
düzenlenmesi, böylece ''satori" denilen büyük haz ve sekînete ulaşma
hedefi Zen meditasyon geleneğinin gayesidir. Safaride Budda adayı,
kendi Budda fıtratını esas hikmet görerek zihnî bir ayrıma gitmeksizin, Budda
zihninin şuuruna, saf şuur olarak, varmak ister. Bu tecrübe, zihnî veya
duygusal olarak nitelendirilirse satori olmaz. Satori, tarif ve tasvirin
ötesinde bir tecrübedir. Temelde o, insanın, bedenindeki şuursuz güçlerden
hürriyetini kazanarak, mânevî bütünlüğe kavuşmasıdır. İşte Dogen, zazen'de
Buddizm'in ana prensibinin bulunduğu, Budda fıtratının böyle çiçekleneceğini
savundu. Felsefî yönden onun monistik panteizmi; üstünlük, aşkınlığı bir kenara
iterek, Mutlakla fenomenal âlemin denklenmesine dayanıyordu. Dogen, diğer Zen
üstadlarının aksine, sutra'ların okunmasını Buddist kutsal nesnelere tazim
gösterilmesini savundu. Öte yandan o, Zen üstadlarının şakirtlerine, zihni
hürriyeti kazanmak ve "satori"yi bir anda gerçekleştirmek için
verdikleri egzersizleri (koan) ikinci dereceden buldu. O, Buddizm'in kollara
ayrılmasına ve bu arada Soto'nun da bir mezhep olarak ortaya çıkmasına karşı
idi. Bununla beraber Eiheiji Tapınağında (Echizen eyaletinde) Soto telkinleri
günümüze kadar sürüp geldi.
Zen mezhebinin diğer bir kolu da Rinzai'dir. Bu mezhep Çin Bud-distlerinden
Lin Chi veya l-hsüan (ö. 867) tarafından kuruldu ve Eisai (1141-1215)
tarafından da Japonya'ya sokuldu. Rinzai, Soto'dan ani aydınlanma kazanmada
alışılmışın dışında vasıta kullanmasıyla ayrılır. Bu farklılıklar; vurma ve
haykırma, anlaşılmaz söz ve paradokslar kullanmak, şakirtlere egzersiz vermek
gibi şeyler idi. Eisai (Zencho Kokus-hi), iki defa Çin'e gitti, orada Lin-Chi
mezhebinde aydınlanmaya ulaştı. Japonya'da ilk Rinzai tapınağını 1191'de kurdu.
Zen geleneğini Kama-kura'ya soktu. Dinî hamiyet ve millî ideali birleştiren,
yorumlar yaptı. Zen meditasyonunu açıkladı ve Zen'in müstakil bir
ekol olarak bilinmesini, tanınmasını sağladı. Çayı Japonya'ya ilk getiren o olmasa
da, Japon çay kültürünün babası olarak telakki edildi. Rinzai tapınakları
kültür ve sanat merkezleri oldu. Rinzai'yi yenileştiren büyük Zen üstadı Hakuin
(1685-1768), Dogen gibi bir üne sahip oldu. O, 24 yaşında aydınlanmaya
ulaşmıştı. 1716'da artık Tokugavva devrinde en güçlü Buddist merkez olarak
Shoinji tapınağında sürekli kalmak üzere yerleşti. Hakuin'in Zen çevresinde
aydınlanma, kuvvetli vecd ve mistik tecrübelerle içten sanat kabiliyetleri
birleşti. O, Amida geleneğinin kolay tarzını kötüledi ve Zen meditasyonunun mukayese
kabul etmez gücünü ve "koan" egzersizlerini savundu. Onun mistik
tecrübesi üç deyimle özetlenebilir; Büyük Şüphe, Büyük Aydınlanma, Büyük Haz.
Üçüncü bir Zen Buddist kol da Obaku'dur. Kurucusu Ingen’dir (1592-1673).
Ingen, 60 yaşını geçmişken devamlı davetler sonucu Çin'den 20 şakirdiyle
birlikte Japonya'ya geldi. Diğerleri gibi Obaku da Çin kaynaklıdır. Obaku,
XVII. yüzyılda süratle yayıldı. Züht uygulamaları dolayısıyla Rinzai'den biraz
ayrılmakta olan Obaku, ani aydınlanmanın üstün inayete dayandığını, daha az
kabiliyetli olanlar için tedrîcî yolun daha uygun düşeceğini telkin etti. Ani
satori'ye ulaşmak için zazen ve koan, tedrici yoldan aydınlanmak için de Amida
Budda'nın adını herkesin onun cennetinde doğacağına inanarak, devamlı tekrarlamasına
ağırlık verdi. Amida, bir kimsenin zihninin dışında varlığı bulunmayan, her
duygulu varlıktaki Budda ruhu olarak kabul edilir. Çin etkisi Obaku'nun
tapınak mimarisi ve dini törenlerinde kendini aksettirir.
Japonya'da Buddist keşişlerin gayretiyle son 1000 yılı aşkın bir süre
içinde eski yerli din Şinto, Buddizm'in içinde eridi. Bu iki dinin ilişkileri
büyük değişmeler geçirdi. Önceleri karşılıklı hoşgörü içinde başlayan
ilişkiler, XVII. yüzyıldan itibaren şovenizm ve yabancı düşmanlığı sonucu Şinto'yu
canlandırdı ve onun millî inanç haline gelmesine yol açtı. Buddizm baskı gördü.
Buddist rahip zümresi sıkıcı sınırlamalara maruz kaldı. Bu arada
belirtilmelidir ki Hıristiyanlığın Japonya'ya girmesinde Buddizm'e nefret duyan
Şogun Nobunaga'nın büyük rolü olmuştu. Bugün Japonya'da materyalist fikirler,
din dışı hayat ve dinden uzaklaşma Japonya'daki bütün dinlerin ortak
problemidir. II. Dünya Savaşı sonucu Devlet ŞÎntosu ortadan kalkmışsa da, yeni
gelişen bir yığın sinkretist Şinto mezhebi, içinde Buddizm de bulunan bazı
dinler, gizli bilimler, telkinle tedaviden oluşan karmaşık yapılara sahiptir.
Buddizm, Japonya'da çeşitli mezhepleriyle gelenekleşmiş birhayata sahipse de
ilk canlılığını kaybetmiştir.
M. Buddlzmde Sekiz Dilimli Yol
Çeşitli mezhepleri, çeşitli ülkelerde kazandığı değişik inançları, farklı
uygulamaları, bazı dinlerle kaynaşmış şekilleri olsa da Buddizm'in
kendine mahsus bir yapısı vardır. Bu yapının temeli, ızdırabın
kaynağı olan arzu ve ihtirasların giderilmesinde başvurulan Sekiz Dilimli Yoldur.
Bu sekiz madde, Maha Parinibbana Sutta'da geçen üç ana maddenin sonradan
genişletilmiş şeklidir ve eski metinlerde bulunmamaktadır. Üç ana madde
şunlardır: Sila (ahlâk), Samadhi (meditasyon), Panna (hikmet).
Sila'ya Sekiz Dilimli Yoldan üç madde girer: doğru söz, doğru davranış (iş),
doğru geçim (hayat). Doğru söz ve doğru davranışa her Buddistin uyması gereken
beş emir açıklık getirir: öldürmemek ve zarar vermemek, çalmamak, duyularını
yanlış yola yöneltmemek, yalan-yanlış konuşmamak, içki-uyuşturucu kullanmamak.
Doğru geçim beş yasağı içine alır: kasaplık, meyhanecilik, esrarcılık, silah ve
zehir imalatçılığı yapmamak. İyi bir Buddist, çocuk düşürmeye karşıdır. O;
avlanmaz, balık tutmaz, silah kullanmaz; et, içki ve zehir satın almaz, zina
yapmaz.
Buddist, her durumda hayatı koruyacaktır. Buddist, çocuk düşürmeye
karşıdır; fakat doğum kontrolüne karşı değildir. Buddist mümkün olduğu kadar,
hakikata uyar tarzda konuşmak, başkalarını rencide edecek konuşmalardan
kaçınmak zorundadır.
Samadhi. bir hedefe zihnini yöneltmek, konsantre olmak anlamında
meditasyona delâlet eder. Bu ana maddeye doğru muhakeme, doğru murakabe girer.
Budda'dan telkinini, bir kelime ile özetlemesi istendiğinde o, "sati"
(muhakeme, düşüncelilik) cevabını vermiştir. Dolayısıyla doğru muhakeme,
Buddistin söylediği, yaptığı, düşündüğü işlerde gösterdiği zihin keskinliği,
zihnî nüfuz zarafetini ifade eder. Doğru murakebe de bir yandan zihnin bir
konuya yöneltilmesi, nefesin kontrolü, akla gelen düşüncelerin tahlili; onların
özüne inilerek iyi, kötü veya nötr olduklarının anlaşılabilmesi; öte
yandan hırs, kin, hile vb. şeylerin neden kaynaklandığının belirlenmesi gibi
hususları içine alır.
Panna, Buddistin hayatının üçüncü ve en yüksek seviyedeki durumuna işaret
eder. Bu âlem ve insan ile ilgili gerçeklerin önce inanç olarak kabulü, sonra
da tecrübî olarak hedefe ulaşılması gayedir. Panna'ya doğru anlayış,
doğru düşünce, doğru niyet girer. Doğru anlayış, âlemi ve insan
varlığını dört kutsal gerçeğe göre anlamadır. Doğru düşünce; zihnin duygusal
arzu, kötülük, zulüm gibi tutumlardan arındırılmasıdır. Doğru niyet (ceht,
gayret) ise sonunda pişman olunacak veya başarısızlığa düşülecek yollara
gitmeyip ihlasla zihinde iyi duygular beslemeyi ifade eder.
Budda, geride bir kitap bırakmadı, yerine geçecek bir kimseyi de
belirlemedi. O, herkesin kendisine ışık tutmasını istedi. Ancak telkinini
yaşatmayı kurduğu Sangha teşkilâtı üstlenmişti. Budda'nın cenaze töreninde onun
sözleri ve işlerinin unutulmadan muhafaza edimesi fikri ortaya atıldı. Böylece
ilk konsil Budda'nın ölümünü takip eden ay içinde Rajagaha'da toplanıp daha
sonra Pali metni denilecek kutsal kitabın ilk şifâhi çalışmalarını başlattı. Bu
çalışmalar Vesali'deki 2. kon-silde de devam etti. Kral Aşoka zamanındaki 3.
konsilde Pali metninin 3. bölümü tamamlandı. Pali metinlerinde Aşoka'nın adının
geçmemesini bu metinlerin daha önce tamamlanmış olmasına (M.Ö. 3. yüzyıl)
bağlayanlar varsa da en eski Buddist Pali tarihî vekayinamesi olan Dipavamşa'ya
göre Pali metinlerinin yazılı hale intikali M.Ö. 1. yüzyılın ikinci yarısında
Seylan'da oldu.
N. Buddizmde Kutsal Metinler
Theravada Buddistlerince sahih görülen Pali metinlerine Tıpitaka (üç sepet)
denir. En eski Buddist kutsal kitabı olan Tıpitaka üç bölüme ayrılır:
1) Vinaya-Pitaka (disiplin sepeti): Sangha ve keşişler ile ilgili usul ve
kaideleri içine alır. Rahip olan, olmayanlarla ilgili hususlar, rahip ve
rahibelerin uyması gerekli kaideler, ayinler, vaaz, beslenme, giyinme gibi
konular bu bölümde yer alır. Bu bölümün en eski materyelini; suçlu keşişin
suçunu itiraf ettiği ve topluca keşişlerin 200 kadar suçu ihtiva eden listeyi
okuyup suçlunun cezasını da tayin ettiği, ikisi itirafa hasredilen aylık dört
kutsal günde (dolunay ve yeni ayla ilgili) okunması âdet haline gelmiş,
Patimokha kaideleri oluşturur. 2) Sutta-.Pitaka (vaazlar sepeti): Budda ve bazı
şakirtlerinin devirlerindeki kimselerle konuşmaları, vaaz ve hitabelerini içine
alır. Beş Nikaya'dan oluşur. Bu koleksiyonda Buddizm öncesi doğum hikâyelerini
de ihtiva eden Jata-ka ve doktrinin bir özetini veren Dhammapada gibi kitaplar
da vardır. Sutta'lar, Ananda'nın Rajagaha Konsilinde "Böylece
işittim" diye Budda'nın ölümü sonrasında naklettiği şeylerdir.
Tipitaka'nın en önemli kısmı Budda'nın fikirlerini veren, bunun için "dhamma
sepeti" de denilen bu kısımdır. 3)Abhidhamma-Pitaka (genişletilmiş
doktrin, felsefî ve psikolojik yorumlar sepeti) : suttalarda halk için
ve. savunma tarzındaki doktrinin yedi kitap içinde özetlenmesi ve
başlıklı listeler halinde sistem-leştirilmesinden ibarettir. Buddizm'in felsefe
ve psikolojisi bu bölümdedir.Theravada kolundan olmayan Buddist
mezheplerin kutsal kitapları (Tripitaka), en başta Sanskritçe'den Çince'ye
tercümeler, Tibetçe ve Buddist melez Sanskritçe olarak muhafaza edilmiştir. Çin
Buddist kutsal kitap metinleri (San Tsang), özellikle Çin ve Japon Ma-hayana'sı
için en önemli kaynaktır. Buddizm'in Çin'e girmesinden itibaren Sanskritçe
metinlerin elde edilmesi ve tercümesine büyük ilgi gösterilmiştir. Zamanla bu
tercümelerin kataloglarının yapılması gerekmiştir (eskilerin en meşhuru 730'da
tamamlanan K'ai Yüan). Çince Tripitaka, J. Takakusu tarafından 1924-1932
arasında 85 cilt halinde basıldı (Bu geniş koleksiyonun az bir kısmı
İngilizce'ye çevirildi).
Theravada kutsal metni gibi üç bölümden ibaret olsa da, diğer Buddist
mezheplerin kutsal kitap bölümlerinin muhtevası ve yapılarında farklılıklar
vardır. Meselâ Tipitaka'nın Sutta-Pitaka bölümünde bir Çin koleksiyonunda ilk
dört "nikaya'"ya tekabül eden dört ağama bulunur. Sarvastivada'nın
Abhidharma-Pitaka’sı, Theravada'nınkinden, bazı konu başlıkları uysa da, kitap
adları bakımından tamamen farklıdır. Çin kutsal metnine birçok Çin Buddist
yazıları (Zen de dahil) alınarak dördüncü bir bölüm oluşturulmuştur.
Ayrıca Çin metninde üç bölümde de birbirine karşı her iki tarafın kutsal
yazıları da bulunur. Ancak belirtilmelidir ki Hinayana taraftarları,
Mahayana'nıh kutsal metinlerini bunlar tarihen bilinmiyor diye kabul etmek
istemezler. Mahayanacılar ise Hi-nayana’nın kutsal metinlerini güvenilir
bulmakla beraber, kendi sutra’larına kendilerinin inandıklarını, onların da
tarihî kökeni bulunduğunu, Budda'nın onlardaki gerçeği telkin ettiğini, fakat
Hinaya-nacıların anlayamadıklarını, nirvana'ya ulaştıracak gerçek doktrinin
ken-dilerininkinin olduğunu ileri sürerler.
O. Budizmde İnanç Esasları
Buddizm'de iman ikrarına "tri-ratna" (üç cevher) denir:
"Budda'ya sığınırım, dhamma'ya. (doktrin) sığınırım, sangha'ya
sığınırım". Bu iman ikrarı Pali metninde (Samyutta-Nikaya'da) geçmektedir.
Sutta'lardan birinde Budda'nın kim sımsıkı üç cevherin faziletlerine güvenirse
onun karşıya geçmek üzere nehre girdiğini (sotapanna), yani aydınlanmaya
kavuşmaya, nirvanaya ulaşmaya namzet olduğunu söylediği anlatılır. Bu üç
esastan birisini kabul etmeyen buddist olamaz. Rahip olsun, olmasın bütün
Güneydoğu Asya Buddistleri üç esası ayrı bir ezgi ile okurlar.
Budda, üç cevherin ilkidir. O, dinin kurucusudur. Ancak Buddist telakkiye
göre, Gerçeği (dhamma) bilmesiyle diğerlerinden temayüz eden bu insan, zaman
içinde dünyada gerçeği bilen kalmayınca gelmesi beklenen Budda'lardan
birisidir. Bu anlamda daha önce 24 Budda gelmiştir. Buddizm'in kurucusu,
bunların 25. sidir. Theravada düşüncesine göre Budda nihâi duruma erişince
bedenî hayatıyla ebe-dileşmiştir, artık zaman-mekân boyutları içindeki âlemle
bir ilişkisi kalmamıştır. Mahayana'ya göre, Budda'lar, ölümlü insanların yardım
için başvurdukları aşkın varlıklardır.
Dhamma, Budda’nın telkininin esasını, doktrini, cihanşümul hakikati ifade
etmekle Hıristiyanlık'ta Hz. Isa, Islâm'da Kur'an'ın yerine benzer bir öneme
sahiptir. Dhamma, ontolojik olarak Budda'dan öncedir. Budda, dhamma'nın
ifadesi, tarihî tezahürüdür. Budda'lar zamam zinciri içinde gider, gelirler;
fakat dhamma ebedîdir. Bu, bir anlamda Yunanca Logös'a tekabül eden bir
durumdur. Buddistler dhamma'ya bu anlamda sığınırlar. Budda’nın hitabeleri, bu
dhamma gerçeğini konu edinmiştir. Bu gerçek, doktrindir. Bu gerçeğe uygun
yaşanan hayat, ; Budda tarafından "istikamet" olarak
nitelendirilmiştir. Buddist inanca göre Budda'dan önceki 24 Budda gibi ondan
sonra da, şimdiki Budda > devresini takiben Budda'lar gelecektir. Her
Budda, insanların hakikati kaybetmesi üzerine doktrini telkin için gelir. Pali
metninde ilki ve en önemlisi Metteyya olmak üzere gelecek 10 Budda adı verilir.
Pali gele- î neğine göre bunlar Hind kozmolojisinin 4
bölgesinden biri olan Jambu- î dipa (Hindistan'da) bölgesinden gelirler. Her
Budda, dhamma'yı j öğütler, bir Sangha kurar ve din tutunmadıkça nirvana'ya
girmez. z
Sangha, dünyanın en eski bekâr keşişler, rahipler topluluğudur. Rahipler
manastırlarda topluca münzevî olarak yaşarlar. Ayrıca rahibe topluluğu da
vardır. Dilenci rahiplere "bhiksku" (Pâli: "bhikkhu"),
rahibelere ise "bhikshuni" (Pâli: bhikkhani") denir. Ruhban
hayatı fakirlik,bekârlık ve sessizliğe dayanır. Katil, hırsız, esir,
asker, bulaşıcı hastalığa yakalanan, bedenî maluliyeti olan dışında herkes
rahip veya rahibeliğe başvurabilir. Rahip olmak için en az 20 yaşında olmak
gerekir. Ancak 15 yaşını bitiren teşkilata alınabilir. Hattâ 7 yaşını bitiren
bile, eğer ailesi razı ise alınabilir. Başka din ve inançlardan dönenler, bir
sınama devresinden sonra rahipliğe kabul edilebilirler. Teşkilâta ilk giren saç
ve sakalını keser, sarı elbise giyer, yetkili rahibin önünde üç defa iman
ikrarında bulunur. Rahiplik adayı en az onrahip önünde başkan rahip tarafından
imtihan edilir. İmtihan olumlu sonuçlanırsa kendisine, dört vacip, dört büyük
günah başkan tarafından belletilir. Bir rahip, bu günahlardan birisini işlerse
muvakkat olarak veya süreklice Sangha'dan çıkarılabilir. Rahip, Sangha'dan
kendi isteğiyle de ayrılabilir, evlenebilir. Ancak rahip ve rahibe iken evlenme
yasaktır. Buddistler arasında en büyük ayrılık, rahiplerle rahip olmayanlar,
arasındadır. Rahip olmayanlar, nirvana'ya eremezler (önceki hayatında rahip
olanlar hariç).
Rahibin sadece bir takım elbisesi olur ve o da üç parçadan oluşur: Gömleğe
benzer bir altlık, bir kuşakla bağlı ve dize kadar varan bir çeşit etek,
dizlere kadar inen ve bir tarafından sol omuza atılmış (böylece sağ omuz çıplak
bırakılmış) bir örtü. Kıyafet eskiden sarı (Tayland, Kamboçya ve Seylan'da hâlâ
öyledir), orta çağda ise kırmızı idi (şimdi Burma'da portakal rengi, Japonya'da
siyah). Ayrıca rahibin yiyecek için sadaka kâsesi, ayda iki defa kullanmak
üzere traş bıçağı, teşbihi bulunur. Rahip günde bir defa (öğle) yemek yer, tam
bir cinsi perhiz sürdürür, hiçbir eğlenceye katılmaz, para alıp vermez, mal
edinmez. Ayda iki defa rahiplerin suç itirafında bulundukları dolunay ve yeni ay
günlerine, uposatha (upavasatha) günleri yani oruç günleri denir. Bu âdet,
Brahmanizm'deki soma kurbanı devresindeki oruç günlerinden aktarılmıştır. Yeni
ayın ve dolunayın 7. günlerine de oruç günleri denir, fakat bu günlerde itiraf
yoktur. Bu günlerde rahip olmayanlar da en iyi elbiselerini giyerler, dindar
Buddister dünyevî işlerle uğraşmazlar. Rahiplerin suç itirafı, en az dört
rahipten oluşan toplulukta olur. Patimok-ha kaidelerini okuması sırasında
okuyucu, her bölüm sonunda, bulunanların böyle bir suç işleyip işlemediklerini
sorar. Varsa itirafı dinler, cezayı takdir eder. Buddist manastırlarına
"vihara" denir. Sayısı 227'ye varan birtakım kaidelere, ufak tefek
farklarla, bütün Buddist manastır ve ekollerinde büyük bir titizlikle uyulur.
ö. Budlzmde İnançla İlgili Kavramlar
a. Tanrı Kavramı: Budda'nın ve Buddizm'in tanrı konusundaki tutumu daima tartışıiagelmiştir.
Budda'nın yaratıcı Tanrı hakkında ne söylediği açık değildir. Aslında onun
devrinde tanrı kavramı bilinmeyen bir kavram değildi. Ancak brahmanlar, Tanrıyı
insanlar tarafından zarar verilen, yaptığından pişman olan, aldatılabilen,
sihirle etki' altına alınabilen, zaaf ve düşkünlükleri bulunabilen bir varlık
olarak nitelendiriyorlardı. İşte brahmanlara ve onların temsil ettiği dine
tepki olarak yaratıcı Tann ve ona yöneltilmiş diğer dini kavramlara (ibadet,
kurban vb.) ilgisiz, hatta karşı görülen Teravada Buddizmi, Caynizm ve Ajivika
hareketi; kurtuluş, ahlâk, gerçek gibi şeylere yer vermekle tanrı, ruh, kurban,
kurtuluşu inkâr eden Karvaka materyalistlerinin dine karşı ateizminden
farklıydı.
Hint geleneğinde monoteist, politeist, monist ve panteist tanrı anlayışları
vardı. Budda'dan nakledilen iman ikrarı, üç cevher arasında veya Sekiz Dilimli
Yolla ilgili maddelerde tanrı ile ilgili bir anlatıma rastlanmaz. Ancak
Budda'nın tanrıya karşı söylediği bir söz de bize intikal etmemiştir. Bu
konudaki sessizliğin, Yahudilerin ahiret inançlarında olduğu gibi, kutsal
metinden kaynaklandığı dikkatten kaçmamaktadır. Pali metni Budda'dan aşağı
yukarı dört yüzyıl sonra yazıya intikal ettirilmiştir. Bu uzun şifâhi devrede
gelişmeler, ihtilaflar gözönünde bulundurulursa durum daha iyi anlaşılacaktır.
Bunun yanında Buddistlerin ilgilerini kainatın kimin tarafından
yaratıldığından çok ızdıraptan, tenasüh çemberinden kurtulmak çekmiştir. Ayrı
bir nokta olarak Budda'nın Hıristiyanlık'ta Hz. Isa'nın olduğu gibi, ilgi odağı
haline gelmesi, onun tanrılaştırtmasına yol açmıştır. Budda bütün putların
kırılmasını emret-meşine rağmen onun heykelleri yapıldı, zamanla tanrılaştırıldı.
Eğer bir tanrı kavramı olmasaydı Budda'ya böyle bir durum nisbet edilmezdi.
Caynizm de Buddizm gibi ateist bir din olarak nitelendirilir. Ancak
Sthanakavasi adlı bir Caynist mezhebi taraftarlarının önceki Cay-nizm'in
ateist olduğunu ileri sürmeleri hatırlanırsa, benzeri bir durumun sonraki
Theravada Buddistlerince ileri sürülmüş olabileceği düşünülebilir. Öte yandan
Buddizm, yayıldığı yerlerde birçok din, inanç, kültle karışmıştır. Böylece
Mahayana'nın çeşitli ülkelerde ayrıntıda farklı bir tanrı anlayışı oluşmuştur.
Bu anlayış, insanlığın kaderini elinde tutan bir yaratıcı Tanrı yerine, ezeli
Budda'yı koymakla gerçekleştirilmiştir. Adi-Budda kavramı Nepal ve Tibet'ten
Buddist Asya ülkelerine yayılmıştır. Bu kavramın Islâm’ın, Asya'da gelişmesi sonucu,
Buddizm'de de Islâm'daki gibi bir tanrı kavramı bulunduğunu göstermek üzere
geliştirildiği de ileri sürülmüştür (Bk. DCR, 29 b). Budda böylece Mutlak
Varlıkla bir tutulunca onun üç tabiatı olduğu gündeme getirilmiştir.
(Budda-kaya). Bunlardan ilki Budda'nın mutlak, ezeli varlık olarak dhar-ma,
yani gerçekle ilişkili vücudu (dharma-kaya); İkincisi semavî, ölümsüz ve mes'ut
varlığı; üçüncüsü de Gotama olarak beşerî varlığıdır. Tibet'te Avalokitesvara,
Budda'nın merhamet ve hikmetini ifade etmekle, dinî lider Dalay Lama onun bir
hululü olarak görülmüştür. Yine Nepal ve Tibet'te Adi Budda’nın pratik bir
dharma-kaya ifadesi, Çin ve Japonya'da da Amitabha (amida) adıyla
yaygınlaşmıştır. Bu, iradesi, hikmet ve sevgisi bulunan, inayet, merhamet,
kudret ve bilgi sahibi bir yüksek ulûhiyeti ifade etmektedir.
b. Karma ve Tenasüh:
Hint dinlerinde ortak "karma" ve "tenasüh" (samsara)
inançları Buddizm’de de vardır. Karma; iş, davranış anlamına gelen, fakat çoğu
defa işleri yöneten, bu ve gelecek hayatta bir çok maddî etkileri
bulu-/ nan kanunu ifade eden bir terimdir. Bu terim eski Vedalar devrinde
; gözükmez, Upanişadlaria ortaya çıkar. Karma, bu ve gelecek hayatda-ki sosyal
farklılıklar, iyi-kötü kaderin önceki hayatta yapılan iyi-kötü işler sonucu
oluştuğunu ifade eder. Budda'dan önce karma böyle biliniyordu. Karma kişinin
içinde bulunduğu kast dilimine göre değişmeyen görevi, bir çeşit mecburi kader
anlayışı idi. Budda iradî davranışa işaret etti. Her şey yapılan fiile, o da
anlayışa bağlıdır. Karma, Buddizm'de anlaşılması zor bedeni bir güç olarak
görülür. Karmanan çıkmasıyla hayat cevheri asli bilgisini yeniden kazanacak ve
orada hareketsiz kalmak üzere âlemin zirvesine yükselecektir. İşte bu hayat
gücü, bir dinamo gibi, insanın hislerini, ümitlerini, sevdiklerini-sevmediklerini
ve ömür boyu yaptıklarını, potansiyel olarak taşıyarak, yeni bir varlığa
aktarmakta yeterli imkana sahiptir. Dolayısıyla karma, kişinin
iradesiyle yaptığı şeyi ve bunun sonucunu kapsar. Yapılanlar, kişi için
kaçılamayacak bir sonuç getirir. Herkes böyle bir karma'yı miras alır. Bunu
diğer karma takip eder. Bu bir determinizm değildir. Çünkü kendi
karması içinde herkes iyi veya kötü iş yapmakta hürdür. Kişinin kendi karma'sı
onu mecbur etmemektedir. Buddist görüşe göre yeni karma için önemli i olan
davranış değil, iradedir. Karma'nın semerelerini fail, ya bu hayatta ya yeni
doğumda, ya da daha sonraki doğumda görecektir. Buddist / görüşe göre hırs, kin
ve hilenin aldattığı kimsenin karma'sı kötü, aksi, de iyidir.
Budda'dan önce Hindistan'da tenasüh ve karma inanışı var mıydı? Budda bu
iki kavramı insanda sürekli bir nefs, ruh bulunmadığını ifade eden
"anatta" doktrini ile nasıl uzlaştırdı? sorusu Buddistler
için önemli bir konuyu ortaya çıkarır. Zira bu Hindistan'da tamamen
bud-distlere has bir doktrindir. Buddistler, ayrı bir ruh yerine ruhsal
tezahürleri (duygu; irade, şuur, idrak vb.) bedenle bir bütün
olarak almak yoluyla insan kavramına giderler. Yani insan, bedenle zihnî
özelliklerin bir bütünüdür. Bunlar güzel bir anda, doğumda bir araya gelmiştir;
acı bir anda, ölümde ayrılacaklardır. Buddizm'de beşerî bir fert, 5
"khanda" (grup) içinde düşünülür. Bunlar bedenî, hissî, şuûrî, irâdî
ve aklî parçalardır. Bu 5 grup, ömrün çeşitli safhalarında değişik görüntüler
ve nitelikler sergiler. Ruhu kabul etmemek ve "anatta" doktrini
Buddistleri tatmin etmediği için "Pudgalavadin'ler" denilen bir
mezhep, ferdî ruha yeniden yer vermek zorunda kalmış; fakat diğerleri bu
gelişmeye karşı çıkmışlardır.
Karma ile ilgili ve ülkemizde daha çok bilinen bir buddist dinî ve felsefî
kavramı tenasühtür (samsara: yeniden doğuş, tekrar-tekrar gelme). Tenasüh, bir
hayattan ötekine geçişi ifade eder. Ondan kaçınmak mümkün değildir. Zira
Buddist ana ızdırap doktrininin, tek bir hayat süresinde -anlaşılması gerçekleşmez.
Tenasüh bitmek bilmeyen bir yeniden doğuş silsilesidir ve içinde bir eziyet,
çile yumağı taşır. Tenasüh, sadece insan şeklinde değil, en küçük sinekten
insana kadar bütün canlı kategorilerini içine alan bir yeniden hayata dönüştür.
Ancak sadece insan olarak gelindiğinde tenasuhtan kurtulup nirva-na'yı kazanmak
mümkün olabilir. Bu arada belirtilmelidir ki Budizm'de tenasuhla yeniden doğan
nedir? sorusu, ruhu kabul etmeyen buddist-lerin onun yerine ikame
ettikleri kavramı anlamak kadar zordur.
c. Nirvana:
Nirvana (Pali dilinde Nibbana), kelimesinin kökü olduğu kabul edilen
"nibbati" fiili üfleyerek serinletmeyi ifade etmektedir. İlk Buddist
geleneğinde bu kelime, ideal adam "serinlemiş", yani arzu ve
ihtirasların, kötülüklerin ateşinden kurtulmuş, sakinleşmiş olmayı dile
getiriyordu. Böyle bir insan "aydınlanma"ya kavuşmuş, nirvana’ya
ermiş olarak nitelendiriliyordu. Buddizm böylece yeni bir insan tipi getirmiş
oluyordu. Buoinsan, "klesa" denilen ve sayısı mezheplerarasında 10,
16, 26, 30 olarak değişen mânevî kirlerden arınmış, fakat ömrünün geri kalan
kısmını tamamlayan bir kimse idi. Bu kimse, "klesanirvana’ya ulaşmış, ömrü
bitip cismanî hayata veda edince de nirvana tamamlandığından
"pari-nirvana"ya varmış sayılıyordu.
Nirvana (nibbana), Pali metinlerinde durgunluk, dinginlik, huzur,
arınmışlık ve ölümsüzlük şeklinde nitelendirilir. Bazı batılı bilginler
nirva-na'yı yokolma şeklinde anlamışlarsa da bu isabetli değildir. Budda,
insani duygu ve azruları bir ateşe benzetmiş, nirvana'yı da bu ateşin sönmesi şeklinde
açıklamıştır. Budda'nın baş şakirdi Sariputta Upatis-sa, nirvana'yı "İstek
ve tutkuların, kin ve nefretin yokolması, yanılarak yolunu şaşırmaktan
kurtulma" şeklinde tarif etmiştir.
Hinayana mensuplarına göre nirvana; varlık, ihtiyarlık, Ölüm ve ızdıraplardan
kurtulmadır. Ancak nirvana; yokolma değil, yüce gerçeğin gerçekleşmesi,
ihtirasın yokolmasıdır. Mahayana mensuplarına göre de nirvana yokolma değildir;
fakat o , bir barış, mükemmellik kazanma, hikmet kemaline ulaşma,
sonsuz mutluluğa kavuşmadır. Mahayana felsefî ekollerinin gelişmesiyle nirvana,
Budda'nın mahiyeti ile ilgili Mutlak kavramı, nihâî realite ile bir tutuldu.
Buddizm'de nirvana'ya ulaşmış bir kimsenin ölüm sonrasıyla ilgili açık bir
bilgi yoktur. Öldükten sonra Budda'nın ne olduğu sorusu Buddizm'de hep sorula
gelmiştir. Budda’nın kendisi de nirvana'ya erişmiş bir kimsenin öldükten sonra
varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği konusunda kesin bir açıklama yapmamış, bu
konuda herhangibir şey söylemenin yararı olmayacağını savunmuştur. Çeşitli varlıklardan
birisinin şeklinde tenasuhla tekrar dünyaya gelineceğini kabul eden Bud-dizm'e
göre, kötü amel işleyenler kötü karmalarıyla içinde bulundukları kalpa’nın
sonundaki cehennemde, iyiler de gökde, cennette tanrılarla birlikte
(Mahayana'ya göre) ikamet ederler. Ancak bu cennet-cehennem devresi İlâhî
dinlerdeki gibi nihâî ve devamlı değildir. Bud-distler, tanrıların saadetti
hayatlarının da geçici olduğunu kabul ederler. Onlara göre gerçek saadet,
nihâî, tenasuhsuz kurtuluş, yani ızdıraplı hayata tenasuhla tekrar, tekrar
gelmekden muaf olma, ancak nirvana'ya kavuşmakla mümkün olabilir.
d. Metteyya:
Hıristiyanlık'taki Mesih, Faraklit gibi Buddizm'de gelecek bir kurtarıcı
şahsiyet, inancı ve beklentisi vardır. Bu kurtarıcının şecere, sülale adı
Metteyya (Maitreya), esas adı Ajita'dır. O, şimdi devalar âleminde Tusita
cennetindedir. Onun hayatının safhaları, Gotama Budda'nınkiyle benzer olarak
geçeceği kutsal metinlerde yazılıdır. Bu gelecek Budda inancı ile ilgili
eskatolojik ümitler, diğer bir deyimle âhiret beklentileri, bir kurtarıcı
tasavvuru içinde, bir çeşit Buddist mesihçiliği olarak özellikle Orta Asya ve
Burma başta olmak üzere, Buddist ülkelerde önemli bir konu oluşturur. Tibet ve
Moğolistan dağlarındaki kayalara "Gel, Maitreya, gel!" yazısı kazılmıştır.
Budda, dini tamamlayamadığını, kendinden sonra Metteyya, yani herkese, âlemlere
rahmet bir kimsenin gelip bu işi tamamlayacağını ifade etmiştir (Le Saint
Coran, trc. Muhammed Hamîdullah, Paris 1989, s. 375 Bk. Mehdi, Mesih,
beşâirûn-nubuvve). Metteyya, şimdi bodisatva'dır.
P. Buddizmde İbadet, Ma'bet ve Ahlâk:
İbadet ve dua.ulûhiyet anlayışına bağlıdır. Bu sebeple bazı
dinler tarihçileri Buddizm için varsaydıkları ateizme paralel olarak bu dinde
dua ve ibadet bulunmadığını yazmışlardır. Bununla beraber onlar da
buddistlerdeki dinî bağlılık ve dinî uygulamaların farkındadırlar. Budda
zamanında bütün iş, ızdırabın kavranılması ve giderilmesiyle ilgili dört kutsal
gerçek, Sekiz Dilimli Yol, kısacası nirvana idi. Budda sonrası, ondan
kalanlarla ilgili stupa, onun heykellerinin konulduğu yerler olarak pagodalar
ortaya çıktı. Vihara'lar (manastırlar), ilk şeklini Budda devrinde gezici
keşişler ve yardım toplayıcıların biraraya geldiği bahçelerden (aramalar) alır.
Öte yandan mağaralardaki basit ikamet yerleri zamanla muhteşem mağara
manastırlarına dönüştü. Budda’dan sonra kutsal şeyler, yerler ve günler, onunla
ilgili olarak belirlendi. Ayrıca dinî vesilelerle kutlanan şenlik günleri de
vardır.
İster Sangha üyesi, isterse de keşiş veya rahip olmayan kesimden olsun bir
Buddist, "üç cevher" (Buddist amentüsü), "Sekiz Dilimli
Yol" ve "beş emr"e bağlıdır. Beş emir içinde en önemlisi
"ahimsa"dır (öldürmemek, zarar vermemek). Buddizm'de canlılar
birbirinin akrabası sayılır, hiçbir canlıyı incitmemek hedef alınır. Tenasüh
inancına göre bugün hayvan olanın sonraki hayatta insan, insan olanın da hayvan
olarak gelebileceği kabul edildiğinden hayvanlara zarar vermekten çekinilir.
Hayvana zarar verenin sonraki hayatta dünyaya hayvan olarak geleceğine ve aynı
muameleyle karşılaşacağına inanılır. Dolayısıyla bir Buddist için kan dökmemek,
zarar vermemek çok önem taşır.
Hindistan'da önce "cetiya" denilen tümsek veya toprak yığınıyla
ilgili halk kültü, Buddizm'de Aşoka zamanından itibaren keşiş olmayan buddist
halk kesiminin içinde Budda ve önemli Buddist erenlerinin (ara-hant)
hatıralarının saklandığı için tazimde bulundukları stupa'lara dönüştü. Buddist
kutsal metinlerinden Maha Parinibbana Sutta'ya göre Ananda, Budda'ya ölümünden
sonra ondan kalanların nereye konulacağını sormuş; o da stupa yapılıp orada
muhafaza edilmesini istemiştir. Buddizm araştırmacıları bazı sebeplere
dayanarak bu bilgiyi isabetli bulmamaktadırlar. İlk stupaiar genellikle taştan
yapılmış yarı küre, kubbe ve etrafı parmaklıklı yapılardı, Hindistan dışındaki
stupalara örnek, Burma Buddistlerinin günümüze kadar haftada bir defa ziyaret
ettikleri, içinde Budda'nın saçından bir tutam saklanan Rangoon civarındaki
Shway Dagon verilebilir. Seylan'da stupa’dan gelişmiş Buddist kutsal yapılarına
"dagaba" denilmiştir. Bununla beraber bu iki kelime her zaman aynı
anlama da gelmez. Bütün stupa’lar dagaba değildir. Çünkü onların bir hatıra
odası bulunmayanları da vardır. Avrupa'da Portekizliler ve Ingilizler'den
kaynaklanarak dagaba'nın pagoda haline getirildiği düşünülmektedir. Ancak bu
konudaki bilgi eksiliği Farsça'daki "bütgede" (Put evi) kelimesinin
unutulmasından ileri gelmektedir. Pagodalarda Budda'nın heykeli bulunmaktadır.
Önceleri bulunmazdı. Buddizm dışarıdan etkiler almış ve bu değişmeler oluşmuştur.
İlkin Hindistan'da M.Ö. 1. yüzyıl ve milad arası ya bhakti dindarlığındaki
tanrı kavramından veya Kuzeybatı Hindistan'daki helle-nist etkilerden bu heykel
kültüne bağlı tanrılaştırma eylemi gelişti. Bu gelişme, çeşitli Asya
ülkelerinde mahallî tezahürler gösterdi.
Bir Buddist pagoda'ya girdiğinde Budda'nın heykeline ta'zimde bulunur. Ona
çiçek, tütsü sunar, ışık, ateş, mum yakar. Bu arada sunduğuyla ilgili bazı
şeyler okur. Meselâ "Ben bu güzel ışığı Aydınlanmış Olana sunuyorum. Bu
değerli hareketle karanlığı dağıtmak istiyorum"der. Buddist, Budda'nın
heykeli karşısında ta'zim davranışı olarak diz çöker, ellerini yüzünün önünde
avuçlarını birleştirmiş olduğu halde tutar; bazı ta'zim durumlarında alnını
yere koyarak tam secdeye kapanır. Manastır toplanma salonlarında topluca
tazimler, genellikle kutsal metinler veya bunun için hazırlanmış yazılardan
okunarak birlikte yapılır. Bu iş keşişler için her gün sabah-akşam tekrarlanır.
Kutsal günlerde keşiş olmayanlar da günün özel programına katılabilirler. Bu
programın sabit bir şekli yoktur. Programın düzeni ve genişliği, yönetici
yetkili keşişe bağlıdır. Kutsal günlerde-genellikle ileri gelen bir keşiş
Buddizm'in telkinatı veya ahlâkî, mânevî emirleri konusunda vaaz verir.
Çin Buddizminde az sayıdaki tahsilli keşiş ve mistik dışında dindar
Buddistler için Budda'lar ve bodisatva'lar tapınma nesnesidir. Bu Amida'cı veya
Temiz Ülke mezhebine bağlı olanlar için böyledir. Bu mezheplerin
manastırlarındaki ezberden birlikte okuma salonlarında Amitabha (aşkın Budda
ebedî ışık) ve iki büyük yardımcısının heykelleri bulunur. Bunlara
"Budda'nın adına" diye ta'zim edilir, tapınılır. Bunun sebebi, bütün
canlı varlıkları kurtarma ve bir budda olmadır. Bununla beraber Çin'deki
Buddist ve Taoist tapınaklarda keşiş veya rahip olmayanlar; hastalıktan
kurtulma, refah, başarı, oğlan çocuğu isteme gibi dünyevî sebeplerle
tapınırlar. Çin'deki bu Amida tapınmasını gerçek bir teizm olarak görenler
vardır. Onlar, Amitabha'nın aşağı yukarı tanrı sıfatlarına sahip olduğunu;
Avalokitesvara'nın, bir bodisatva olarak, kurtarıcılığını; Temiz Ülke'de
yeniden doğmanın ebedî kurtuluşa tekabül ettiğini kabul ederler. Bu sebeple
yine onlar, dindar buddistle-rin alçakgönüllülükle ateşli bir şekilde ve uzun
uzun gönülden dua ettiklerini de buna eklerler.
Budda ile ilgili olarak, ondan sonra, belirlenen kutsal şeyler şunlardır:
1)Budda'nın heykelleri, 2) Budda’nın hatıraları, 3) Bo veya Bodhi Ağacı. Budda
heykelleri aşağı yukarı M.Ö. 1. yüzyılda kullanılmaya başlamadan önce Budda'yı
temsil eden semboller olarak Budda'nın hatıraları, Bo ağacı vardı. Budda
heykelleri, genellikle onun oturup bağdaş kurmuş incir ağacı
altındaki meditasyona dalmış halini tasvir eder. Ayakta ve yatan
heykelleri de vardır. Budda heykelleri yanında, Hıristiyanlık'ta Meryem, azizler
ve meleklere tekabül eden bo-disatva'ların heykellerine de ta'zim gösterilir.
Budda'nın öldükten sonra yakılmış cesedine ait bazı kalıntılar, hatıraların
hâla büyük pagodalarda bulunduğuna inanılır. Mesela Seylan'da Kandy'de Kutsal
Diş Tapınağında onun dişi, Burma'da Rangoon'da Shwe Dagon Pagodasında ise saçı
bulunmaktadır. Bodhi (Bo) Ağacı, Budda'nın Neranja-ra nehri kıyısında şimdiki
Gaya, Uruvela'da aydınlanmaya ulaştığı incir cinsinden ağaçtır. Budda'nın gözde
şakirdi Ananda'ya sorarak bu ağacın tohum fidanı alınıp yetiştirildi ve birçok
yere dağıtıldı denilmekteyse de kutsal ağaç kültü, Budda'dan önceki
Hindistan'ın bir geleneği idi.
Budda ile ilgili kutsal yerler olarak ziyaret edilen Kuzeydoğu Hindistan'da
dört yer vardır: 1) Budda'nın Nepal'deki doğum yeri olan Lumbini, 2)
Bihar'da şimdi Bodhi Gaya denilen aydınlanma yeri. 3) İlk vaazını verdiği
Benares yakınındaki Sarnath'daki geyik parkı, 4) Öldüğü yer olarak
Uttar-pradesh'te Kushinagara. Bu dört yer, adları verilmeksizin Pali metnindeki
Maha-parinibbana Sutta'da geçmektedir. Lumbini, Kapilavastu'da bir koru idi.
İmparator Aşoka burayı ziyaret etmiş ve üzeri kitâbeli bir de sütun
diktirmişti. Gaya'da bir Seylan kralı tarafından "Büyük Aydınlanma
Manastırı" yaptırıldı. Sarnath, Buda devrinde içinde hikmet ve ilâhiyat
konularının tartışıldığı bir geyik parkı idi. Aşoka burada da bir sütun
diktirmişti. Sarnath'da manastır kalıntıları büyük bir alanı kaplar. Burada
yapılmış iki stupa bilinmektedir. Kushinagara (eski adı Kusinara), Budda'nın
bedeninin ölümü sonrası yakıldığı yerdir. Burada bir stupa yapılıp onun
kalıntıları orada muhafaza edilmiştir. Geniş manastır kalıntıları yanında
stupanın da bugün ayakta olmadığı görülmektedir. Bütün bu dört yer ziyaret
edilir. Çinli meşhur seyyah Fahsien ve Hsüan Tsang da buraları ziyaret etmiş ve
haklarında bilgi vermişlerdir.
Buddistlerin kutsal günleri aylık ve yıllık olarak iki çeşit olup Budda'yla
ilgilidir. 1) "Mahallî" manastırlarda Patimokha kurallarının Okunduğu
dolunay ve yeni ay günlerine eklenen iki çeyrek ay gününden oluşan dört
Uposattha günü kutsal bilinir. Seylan'da bu günler Hıristiyanların pazar günü
gibi tatildir. Burma ve Tayland'da böyle değildir. Milletler arası pazar tatil
günüdür. Bu dört gün geleneğe göre keşiş olmayanlar için dinî tören zamanıdır.
Onlardan daha dindar olanlar, Sekiz Dilimli Yol ile ilgili çalışma yapar, oruç
tutar ve manastırda meditasyona vakit ayırırlar. Güney Asya
ülkelerindeki Buddistlerden yaşlılara ait az bir kesim, böyle yapar. Keşişler
Uposottha günlerinde saçlarını yeniden kazırlar. 2) Mayıs ayının dolunay
gününde, yıllık kutsal gün olarak, Budda'nın doğumu, aydınlanması ve nihaî
nirvana'ya girmesi kutlanır ve anılır. Güneydoğu Asya ülkelerinde bu ortak
tatil günüdür. Bu gün, Buddizm'i tanıtan yayımlarla, özel törenler ve halk şenlikleriyle
kutlanır. Bu günden üç ay önce şubat dolunay günü, Budda'nın manastır disiplin
kurallarını ilân ettiği vinaya'ya atfen kutlanır. Yine yıllık bir dinî devre,
Muson, yağmurları dolayısıyla keşişlerin manastırlardan ayrılmamaya mecbur
kaldıkları Temmuz'un ilk günü ayın doğmasından Aralık dolunayına kadarki
süredir. Keşişler bu sürede halkı vaazlarla eğitirler. Buddistlerin şenlikleri
ya böyle kutsal günler dolayısıyla veya manastır hayatındaki keşişlerin
görevlendirilmesi, dere: celendirilmesi, giydirilmesi gibi vesilelerle yapılır.
Buddizm'de ahlâk, kişinin tutum ve davranışıyla aydınlanmaya ulaşması
gayesine bağlıdır. Beş temel ahlâkî prensip keşiş olsun, olmasın her buddisti
bağlar. Bunlara keşiş olmayanlar için üç, olanlar için de beş emir daha
eklenir. Sekiz Dilimli Yol da bütün buddistler içindir. Ayrıca keşişler için
Patimokkha kuralları vardır. Kadınlarda da ahlâk-fazilet esastır. Bekâret, en
yüksek idealdir. Buddist felsefesi, cinsî tatmini, bütün kötülüklerin kaynağı
olarak görür. Buddizm'in ilk bin yıllık gelişmesinde evlenme tahkir edilmişse
de, zamanla bazı tavizler verilmiştir. Buddist cömert olacak, maddî şeylere
bağlanmayacaktır. Yeni pagoda ve manastır yaptırmak, keşiş adayına kefil olmak,
hayır işlerine yardım etmek, keşişlere yiyecek yardımı yapmak, misafir
ağırlamak gibi yardım, yardımlaşma, dayanışma faaliyetleri teşvik edilir.
Buddist; zihnini, nefesini, bedenini kontrol edecek; hareketlerini
yavaşlatacak; kin, nefret, hırs, hile, şehvet vb. kötü huylardan uzaklaşacak;
zihni olgunluk ve parlaklığı, bedenî sükuneti kazanacaktır.
Bir-Buddistin yaptığı, söylediği ve düşündüğü her şeyin farkında olması, bunu
gün boyunca sürdürmesi istenir.
Buddistler, önemli kimselerin mezarına çiçek sunar, mum yakarlar. Ölüler
yakılsa da bu genel bir uygulama değildir. Çocuklar, çok fakir kimseler vb.
yakılmaz, gömülür. Yakılmayan cesetler açık bazı alanlara konup onların vahşi
hayvanlarca parçalanması, kokuşması, bozulmasından keşişlerin ibret alması
istenir. Günümüzde ceset için uygulamalar farklıdır. Seylan'da ancak zengin
aileler yakma yönüne giderler, büyük çoğunluk ölüleri gömerler. Güneydoğu
Asya'da hem yakma, hem de gömme yoluna gidilir, ancak yakma daha alışılmış
yoldur. Bu, ölümden sonraki 3-7 gün arasında yapılır. Bu yakma işinde, 7 gün boyunca
çeşitli keşiş gruplarının büyük katkılarının geçtiği, çeşitli törenler icra
edilir. Bu törenlerde, ölünün ruhunun ilgili âleme geçmesi için yardım gibi,
özde Buddizm'e uymayan (Buddizm'de ruh kavramının olmaması açısından) şeyler
yapıldığı gibi, ölünün ailesini teselli, doktrinle ilgili konuları telkin de
yer alır. Burma ve Tayland gibi nüfusun çoğunun buddist olduğu yerlerde ölüyü
yakma, aile üyeleri ve dindaşlar arasında malî ve dinî yakınlık oluşturduğuna
inanılır. Buddist-ler, teşbihi kutsal görür. Onların bazı inanç ve dinî
gelenekleri mezheplere göre değişir.
V. BÖLÜMÜN BİBLİYOGRAFYASI
Andre Bareau, "Le Buddhisme Indien", Histoire des Religions, Ed.
Gallimara 1970, 1/1146-1215.
A Dictionary of Comparative Religion, neşr. S.G.F. Brandon, London 1970,
152-157.
Dictionnaire des Religions, France 1983, 196-206.
Sir Charles Eliot, Hinduism and Buddhism, New York 1971, l-lll.
Richard A. Garol, Buddhism, New York 1962.
George Grimm, The Doctrine of Buddha, Delhi 1973
Ilhan Güngören, Buda ve Öğretisi, İstanbul 1981.
Erich From, Psikanaliz ve Zen Budizm, Çev. Ilhan Güngören, İstanbul 1981.
E.W. Hopkins, The Religions of India, New Delhi 1970.
Christmas Humphreys, Buddhism, New York 1962.
Trevor Ling, The Buddha, Gr. Britain 1976.
Mah's Religious öuest, neşr. W. Foy, Gr. Britain 1978,171-265.
S.A. Nigosian, World Religions, London 1975, 139-173.
H. Oldenberg, Le Bouddha, Fransızcaya ter. A- Foucher, Paris 1921, 1-14,
98-136, 148-173, 261-270.
E.G. Parrinder, Asian Religions, London 1977, 62-87.
E.G. Parrinder, The VVorld's Living Religions, London 1974, 68-111
E.G. Parrinder, A Book of World Religions, London 1965, 32, 71, 120, 161.
A. Kari Relschauer, "Buddhism", The Great Religions of the Modem
World, New Jersey 1947.
Walter Ruben, Buddhizm Tarihi, Çev. Abidin İtil, Ankara 1947.
Frank E. Reynolds, "Buddhism", A Readefs Guide to the Great
Reli-gions, London 1977, 156-223.
H. Ringgren-Ake, V. Ström, Religions of Mankind, London 1966, 359-390.
H.J. Schoeps, An intelligent Person's Guide to the Religions of Mankind,
London 1967, 161-181.
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, Gr. Britain 1977,
109-150, 220-228, 258-268.
Ninian Smart, Bakcground to the Long Search, London 1977, 49-105.
DT. Suzuki, An introduction to Zen Buddhism, Gr. Britain 1977.
Edward J. Tomas, The History of Buddhist Tought, London 1971.
F. Tomlin, Les Grands philosophes de l’Orient, Paris 1952, 194-230.
F. Tomlin, The life of Buddha, London 1975.
Alan W. Watts, The Way of Zen, Gr. Britain 1979.
Russel Webb, "The Buddhists", Our Religion, London 1973, 23-40
· VI. BÖLÜM
İLÂHİ DİNLER
İlâhî din; Allah tarafından, peygamberler vasıtasıyla insanlık âlemine
gönderilen, vahiy mahsulü olan dinlere denir. Yüce Allah tarafından gönderilen
bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din, İlâhî din olarak nitelendirilir. İlâhî
dinlerde esas, vahye dayanmalarıdır. Bu vahiy de Allah'ın (C.C.) insanlar
arasından seçtiği kimselere özel bir tarzda bilgi vermesidir. Vahyi alan
kimseler, yani peygamberler, onu insanlara bildirir ve ona uymalarını isierier
Zamanla bir peygamberin getirdiği hükümlere insanların uymakta ihmal
göstermesi, doğru yoldan ayrılması durumunda yeni elçilerle emirler yenilenir
ve 'pekiştirilir. Bu gelişme en sonunda din olarak Islâm, kitap olarak Kur'ân,
peygamber olarak Hz. Muhammed ile noktalanmıştır.
İlâhî dinler; kök ve özde, asıl yapılarında tevhîde, tek Tann'ya
dayanırlar; kitaplı ve peygamberi! dinlerdir.
Ülkemizde "ilâm din" yerine "semâvî din" deyimi kullanıldığı,
bazen bu deyimin başlık yapıldığı da görülmektedir. "Semâvî" kelimesi
göğe ait, gökle ilgili anlamına gelir. Bu kelime, "İlâhî" kelimesinin
tam karşılığı olmadığı gibi, bir mekân ifade etmektedir. İslâmî anlayışta Yüce
Allah mekândan münezzehtir. Dolayısıyla din, bir mekâna değil, doğrudan
ulûhiyete nispet edilmelidir. Belirtilmelidir ki bu deyim ancak göğü Tanrı'nın
mekânı olarak gören dinler için doğru olabilir. Öte yandan birtakım dinlerde
gök tanrıları (sky gods) bulunmaktadır. Yüce Tanrı (high god) terim ve kavramı
özde farklıdır. İlâhî dinlerde Yüce Tanrı inancı olduğundan bu
"semâvî" deyimi yine uygun düşmemektedir.
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Âdem’den (A.S.) Hz. Muhammed'e (S.A.S.) kadar gelen
vahye ve peygamberlere dayanan dinî geleneğe "Islâm" adını
vermektedir. Yahudilik ve Hıristiyanlık, esaslarında ve kutsal kitaplarında
tahrifat bulunsa da, kaynağı itibariyle, İlâhî din olarak nitelendirilmektedir.
Bugün, tahrifata uğramadan, geldiği gibi muhafaza edilip "hak din"
geleneğini en iyi temsil eden din, Islâm'dır.
"Hak din" deyimi, Kur'ân-ı Kerîm'de dört yerde geçer (1).
Kur'ân-ı Kerîmin bazı sûrelerinde yer alan ve aynı şekilde başlayan üç âyet
(2), konuya açıklık getirir. Bu âyetlerden ikisine ait ortak ibârenin meâli
şöyledir: "Ortak koşanlar istemese de, O, peygamberini, bütün dinlerin
üzerine üstün kılmak üzere, hidayet ve hak din ile gönderdi" (3).
İlâhî dinler başlığı altında Yahudilik, Hıristiyanlık ve Islâm
işlenecektir.
A. YAHUDİLİK
1. Genel Bilgi
Yahudilik, yaşayan İlâhî kaynaklı dinlerden en eskisi, fakat mensubu en az
olanıdır. Bugün yeryüzünde 15-20 milyon civarında Yahudi vardır. Bunların
4.500.0001 İsrail'de, 6 milyonu ise, Yahudî nüfusun en yoğun olduğu, A.B.D.’de
yaşamaktadır.
Yahudiliğin Dinler Tarihi'nde özel bir yeri bulunmakta ve bu din, en eski
İlâhî kaynaklı din olarak nitelendirilmektedir. Geçmişi birkaç bin yıl geriye
giden bu dinin başta olan özelliklerinden biri, Israiloğulları ile Tanrı
arasındaki "ahde" kutsal kitaplarında geniş yer ayrılmasıdır.
Dolayısıyla bu din, bir "ahit" dini olarak da bilinmektedir.
Israiioğullarının başına gelen bütün sıkıntıların onların bu ahde uymamalarından,
verdikleri sözü yerine getirmemelerinden kaynaklandığı, hem kendi kutsal
kitaplarında, hem de Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilmektedir.
Yahudilik, Babil Sürgünü'nden bu yana millî bir din haline getirilmiştir.
Ancak bu din, tek Tanrı'ya, vahye dayanan kutsal kitaba ve peygamberlere yer
vermesiyle millî dinlerden, millileştirilip bir ırka tahsis edilmesiyle de
İlâhî dinlerden farklı bir durum göstermektedir. Aslında bugünkü Yahudiliğin
bir din mi, ırk mı, millet mi olduğu pek açık değildir. Tartışmayı bir kenara
bırakarak, onun kendine ait özellikleri ve nitelikleri bulunan bir din olduğu,
benzerinin bulunmadığı ve bu sebeple de tarifinin güç olduğu söylenebilir. Zira
Yahudilikte din ile ırk içiçe girmiş, birini diğerinden ayırmak zorlaşmıştır.
Onu en iyi, kutsal kitaplarında yer alan
"Balam" hikayesindeki şu cümle tarif etmektedir: "İşte
ayrıca oturan bir kavimdir ve milletler arasında sayılmayacaktır" (4).
Kutsal kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak Yahudiler, kendilerini
dünya milletleri arasından seçilmiş kavim olarak görürler. Tanrı, Sina'da bu
kavmi kendine muhatap kılmış, onlarla ahitleşmiş, onlardan emirlerine
uyacaklarına dair söz almış ve Hz. Musa'nın (A S.) şahsında Tevrat'ı onlara
göndermiştir. Yahudi dininin odak noktası, Kudüs'teki Ma’bed'dir (İbranice, Bet
ha-Mikdas; Arapça, Beytu'l-Makdis). Tahrip edilmeden önce Ma'bed'in bir
odasında Ahit Sandığı bulunurdu. Yahudiliğin sembolü, yedi kollu şamdan ve altı
köşeli yıldızdır.
Bu kavim, dünya literatüründe Yahudi, İbranî, Israiloğulları gibi
terimlerle adlandırılır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi, bu terimlerin
bilinmesine bağlıdır. Bu sebeple, burada, bu terimler kısaca açıklanacaktır.
a. Yahudi, İbranî ve İsrail Terimleri
Yahudi: Ishak oğlu Yakub'un on iki oğlu vardı; dördüncü oğlunun adı Yuda veya
Yahuda idi. Dolayısıyla onun adına izafeten Israiloğullarına Yahudi
denilmiştir. Filistin'in güney bölgesinde kurulan Yuda veya Yahuda Krallığı da
ayrıca bu adın kaynağı olarak ileri sürülmektedir. Zira Ürdün'ün batısı,
Samariye'nin güneyindeki bölge, Yuda veya Yahuda adına nispet ediliyordu.
Esaretten sonra umûmî olarak halk İsrailliler diye adlandırılırken, şahıslar
birbirine Yahudi diyorlardı. Böyiece onların torunları da günümüze kadar bu
isimle anıldılar.
Şehristanî, Yahudi kelimesinin Arapça "hade" kökünden
"dönmek" ve "tevbe etmek" anlamına geldiğini, bu ismin
Yahudilere verilmesinin de Hz. Musa'nın "Biz sana dönüp yalvardık" sözü
sebebiyle olduğunu belirtmektedir. (7)
ibrânî: Bu kelime, "Ibrî" veya "Hibrî" kelimelerinden
gelir. Bu kelimeler, M.Ö. XV-XIV. Yüzyıllarda Filistin'de görülen göçebe bir
kabîlenin âdıdır; "öte tarafın insanları" anlamında, Fırat ve Ürdün
nehirlerinin öbür kıyısından gelmiş olan göçmenleri ifade eder. Yahudilere bu
ad, Ken'an ülkesinin yerlileri tarafından verilmiştir. Bu konuda Yahudi kutsal
kitabında bilgi verilmektedir (5).
İsrail : Bu kelime, Tanrıyla ve insanlarla güreşip yenen anlamında
Yakub'a Tanrı tarafından verilmiş bir lâkabdır. Bu husus, Tevrat'ta yer
almaktadır (6). Evrensel Yahudi Ansiklopedisinde kelimenin asıl anlamının
belirsiz olduğu, Tevrat'ta "Tanrı ile güreşen" şeklinde yer almasına
rağmen, "Tanrı ile mücadele eden" anlamına gelebileceği
belirtilmektedir (7). Taberî, Hz. Yakub'a "gece içinde Allah'a giden"
anlamında "İsrail" denildiğini kaydetmektedir (8). On iki Yahudi
kabilesi de İsrail adıyla anılmaktadır (9). Ancak belirtilmelidir ki bu ad, Hz.
Süleyman'dan sonra ikiye ayrılan ülkenin kuzeyde kalan bölümünü oluşturan
kabilelerin krallığını nitelendirmek üzere kullanılmıştır. Bununla beraber,
Babil Sürgününden sonra Yuda'ya (Yahuda) geri dönen Ibrânîler, Yuda kabilesine
mensup olmalarına rağmen, genelde İsrailliler adını aldılar.
"İsrail" kelimesine, ilk defa, II. Ramses’in oğlu Mineptap (M.Ö.
1232-1224) tarafından diktirilen ve "İsrail Anıtı" diye anılan
kitabede rastlanmadadır.
Yahudi inancına göre Yakub'a bu ad, Tanrı tarafından verilmiştir. Bundan
dolayı Yahudilik millî bir din, Yehova da millî bir tanrı olarak kabul
edilmiştir. Onlara göre Israiloğulları, seçkin bir kavimdir. Bu ad, sonradan
genelde bütün Yahudileri içine alacak bir şekilde kullanılmıştır. Şimdiki
İsrail Cumhuriyeti de bu adı kullanmaktadır.
Kur'ân'da 40 âyette, 41 defa "Benî İsrail" (Israiloğulları)
kelimesi geçmektedir. Bu âyetlerde, Allah'ın Israiloğulları'na verdiği nimetler
hatırlatılmaktadır. Bu nimetlere karşı Israiloğullan'nın verdikleri sözler ve
onların sözlerinden dönmeleri işlenmiştir: Israiloğullan'ndan Allah'a
inanmaları, O'ndan başkasına kullukta bulunmamaları, ibadet etmeleri, namaz
kılıp zekât vermeleri, peygamberlere uymaları, adam öldürmemeleri, anaya,
babaya, akrabaya, yoksullara iyilik yapmaları, kendilerine haram ettikleri
dışındaki bütün yiyecekleri yemeleri. Bütün bunlara rağmen onlardan azı hariç
sözünden dönmüş, küfredenlerden olmuştur.
Bu kavim, Ken'an diyarına (Filistin) yerleşmeden önce İbranî, orada
Israilli, Sürgün'den sonra da genelde Israiloğulları, ferden Yahudi diye
adlandırılmıştır. Ancak bu üç terim, birbirinin yerine kullanılmış ve
kullanılmaktadır. Üçüyle de aynı din mensupları ve aynı topluluk ifade
edilmektedir.
b. Tevrat’a Göre Yahudiliğin Tarihçesi
Yahudiliğin tarihçesi, kutsal kitaplarına dayanır. Kutsal kitap, âlemin ve
ilk insanın yaratılışından peygamber Malaki'ye kadar geçen olayları içinde
bulundurur; aynı zamanda onların kutsal tarihini oluşturur.
Samî ırktan sayılan Ibrâniler, Kildânîlerin Ur şehrinden Çıkarlar ve
Harran'a gelirler (10). Tanrı (Yahve), Abram'a (Hz. İbrahim) Harran bölgesinden
Ken'an diyarına göçetmesini emreder. O da karısı Sara'yı, kardeşinin oğlu Lut'u
(Hz. Lut) ve Harran'da kazandıklarını da yanına alarak Ken'an diyarına varır. O
vakit orada Ken'anîler bulunuyordu. Tanrı, Abram'a görünüp o ülkeyi onun
zürriyetine vereceğini bildirir. Abram da kendine görünen Rab için bir mezbah
yapar. Ülkede kıtlık çıkınca Abram Mısır'a gider. Mısır'a yaklaştıklarında Abram,
karısı Saray'a şöyle der:
"İşte biliyorum ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın ve olur ki,
Mısırlılar seni görünce: Bu onun karısıdır, derler ve beni öldürürler; fakat
seni sağ bırakırlar. Senin yüzünden bana iyi davranılsın, senin sebebinle canım
yaşasın diye: Onun kızkardeşiyim, de. Ve vaki oldu ki, Abram Mısır'a girdiği
zaman, Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler ve Firavun'un emirleri
onu gördüler ve onu Firavun'a medhet-tiler; kadın Firavun'un sarayına alındı.
Ve onun yüzünden Firavun Abram'a karşı iyi davrandı; ve onun
koyunları, sığırları oldu. Ve Rab Abram’ın karısı Saray'dan dolayı, Firavun'u
ve onun sarayını büyük vuruşlarla vurdu. Ve Firavun, Abram'ı çağırıp dedi: Bana
bu yaptığın nedir? Bu senin karın olduğunu niçin bana bildirmedin? Niçin bu
benim kızkardeşimdir, dedin, ben de onu karı olarak aldım? Ve şimdi, işte
karın, al ve git. Ve onların hakkında Firavun adamlarına emretti; onu ve
karısını ve kendisine ait olan her şeyi gönderdiler" (11).
Abram ve beraberindekiler, Mısır'dan böylece çıkarlar. Çok zengindirler.
Çobanlan arasındaki bir tartışmadan sonra Abramla Lut, birbirinden ayrılırlar.
Lut, şarka doğru gider. Abram ise Ken'an diyarında oturur. Abram, bulunduğu
bölgede hâkimiyetini kabul ettirir ve bu arada esir edilen kardeşi (daha
önce kardeşinin oğlu olarak belirtilir. Bkz. Tekvin XII : 5. Karş.
Tekvin XIV : 14-16) Lut'u kurtarıp yanına alır (12).
Bu olaylardan sonra Rab, rüyasında Abram'a görünür, ona yardım edeceğini
bildirir. Abram, O'ndan zürriyet ister. Tanrı da ona vereceğini va'deder.
Karısı Saray'ın teklifi üzerine cariyesi Hacer'le evlenir ve ondan İsmail
doğar. Bu sırada Abram, seksen altı yaşındadır (13). Doksan dokuz yaşına
geldiğinde Tanrı ona görünür ve onun zürriyetini çoğaltacağını bildirir. Bunun
üzerine Abram, yüzüstü düşer ve Allah onunla şöyle konuşur: "Ben ise,
işte, ahdim seninledir ve birçok milletlerin babası olacaksın ve artık adın
Abram (yüce baba anlamında) çağırılmayacak, fakat adın İbrahim (cumhurun babası
anlamında) olacak; çünkü seni birçok milletlerin babası ettim. Ve seni
ziyadesiyle semereli kılacağım, ve seni milletler yapacağım, ve
senden sonra zürriyetine, Allah olmak için seninle ve senden sonra zürriyetinle
benim aramda ahdimi, nesillerince ebedî ahit olarak sabit kılacağım. Ve senin
gurbet diyarını, bütün Ken'an diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine ebedî
mülk olarak vereceğim ve onların Allah'ı olacağım" (14).
Allah, İbrahim'den ve zürriyetinden gelecek olanlardan ahit olarak her
erkek çocuğun sünnet edilmesini ister. Yine Allah, İbrahim'e, karısı Saray'ın
bundan sonra Sara (prenses anlamında) olarak çağirılmasını ve ondan bir oğul
vereceğini, adının da Ishak olacağını bildirir. Böylece Sara, Hacer’i
kıskanmaktan kurtulmuş olacaktır.
İbrahim, ahit gereği, kendisi doksan dokuz, İsmail de on üç yaşında iken,
aynı gün sünnet Olurlar, öte yandan Sara, Ishak'ı doğurur. İbrahim, oğlu
Ishak'ı sekiz günlük iken sünnet ettirir. Çocuk büyüyüp sütten kesildiğinde
İbrahim, oğlu için büyük bir ziyafet verir.
Bu sırada İsmail'in güldüğünü gören Sara, İbrahim'den onu kovmasını ister.
Bu durum İbrahim'e kötü gürünün Ancak Allah, İbrahim'e, Sara'nın dediğini
yapmasını, çünkü, neslinin Ishak'ın adıyla çağırılacağını söyler.
Hacer, İsmail'i alıp çöle gider (15).
Birgün Allah, İbrahim'i denemek için, ondan biricik oğlu ishak'ı kurban
etmesini ister (16). İbrahim, emri yerine getirmek üzere bir mez-bah yapıp
bıçağı eline aldığında Rabbın Meleği göklerden ona çağırıp çocuğu
boğazlamamasını, çünkü emri yerine getirdiğini bildirir. Bunun üzerine İbrahim,
gözlerini kaldırdığında, çalılıkta bir koçun hazır olduğunu görür veionu kurban
eder. Bu olay üzerine Rab, ona süzünü yerine getirdiğinden dolayı, zürriyetinin
düşmanlarının kapısına hâkim olacağını ve zürriyetinden gelen bütün milletlerin
mübarek kılınacağını bildirir (17).
İbrahim, yüz yetmiş beş yaşında iken ölür. "Ve oğulları Ishak ve
İsmail onu Mamre karşısında olan Makpela Mağarasına, Hitti Tsohar oğlu Efronun
tarlasına, İbrahim'in Het oğullarından satın aldığı tarlaya gömdüler. İbrahim
ve karısı Sara oraya gömüldüler. Ve vaki oldu ki, Allah İbrahim'in ölümünden
sonra oğlu İshak'ı mübarek kıldı" (18).
Ishak'ın çocuğu olmadığından Rabba yalvarır, Esav ve Yakub adlı iki oğlu
olur. Bir gün ülkesindeki kıtlık dolayısıyle Ishak, Filistîlerin kralı
Abimelek'in ülkesi Gerara'ya gider. Orada karısını kızkardeşi olarak takdim
eder. Durumu anlayan Abimelek, niçin böyle yaptığını sorar. O da, elinden
alınıp kendisine zarar gelme korkusundan böyle yaptığını söyler (19). Abimelek,
bunun üzerine onları korur. Varlık sahibi olurlar. Ancak Filistîler, onları
kıskanıp ülkelerinden çıkarırlar.
Ishak yaşlanıp gözleri görmez olunca Yakub, babasının sevdiği Esav'ın
yerine hile ile kendisini mübarek kıldırır. Esav, bunu öğrendiğinde çok kızıp
onu öldüreceğini söyler. Yakub, Haran'a gitmek üzere ayrılır. Gecelediği bir
yerde rüya görür. Rüyasında yerden göğe doğru yükselen bir merdiven vardır. Bu
merdivenden Allah'ın melekleri çıkıp inmektedir. Başı, göklere ermiştir. Rab,
ona şöyle der: "Baban İbrahim'in Allah'ı ve Ishak'ın Allah'ı Rab benim:
üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; senin
zürriyetin yerin tozu gibi olacak, garba ve şarka, şimâle ve
cenuba yayılacaksın; ve yerin bütün kabileleri sende ve zürriyetinde
mübarek kılınacaktır..." (20).
Yakub, uyanınca burası Allah'ın evidir ve bu, göklerin kapısıdır deyip
oraya "Beyt-el" (Allah'ın evi) adını koyar, yoluna devam edip Haran'a
varır. Orada annesinin kardeşi Laban'ın yanında çalışır. Onun, Laban'ın iki
kızından ve bunların yanında gelen iki de cariyeden on iki oğlu ve bir kızı
olur. Onları alıp babasının yanına Ken'ana döner.
Yakub çocukları arasında en fazla Yusuf'u sever. Kardeşleri bundan dolayı
onu kıskanırlar. Yusuf, bir rüya görüp onu kardeşlerine anlatır. Rüyasında
kardeşleriyle birlikte bir tarlada buğday demetleri bağladıklarını, kendi
demetinin dik durduğunu, ötekilerin demetlerinin ise kendisininkinin etrafını
kuşatıp eğildiğini söyler. Kardeşleri, bu rüyadan onun kendilerine hâkim
olacağını çıkarırlar ve ona karşı kin ve kıskançlıkları artar. Yusuf, diğer bir
rüyasında Güneş, Ay ve on bir yıldızın kendisine secde ettiğini görür. Bu
rüyayı babası ve kardeşlerine anlattığında babası onu azarlayıp "Gerçek,
ben ve anan ve kardeşlerin yere kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?"
der. Kardeşleri onu kıskanır, babası da bu sözü yüreğinde tutar. Yakub, Yusuf'u
sürüleri otlatmakta olan kardeşlerinin yanına gönderince onlar da onu
elbiselerini çıkararak bir kuyuya atarlar. Daha sonra da kuyudan çıkarıp onu
Mısır'a giden tüccarlara yirmi gümüşe satarlar. Babalarına, kardeşlerini bir
canavarın yediğini söyleyip onun kana batırılmış entarisini gösterirler.
Yusuf, Mısır'da Firavun'un bir memuru olan Potifar tarafından satın alınır.
Potifar'ın karısı Yusuf'a aşık olup ilgisine karşılık görmeyince
iftira ederek onu hapse attırır (21). Yusuf, hapiste iken, Firavun'un gördüğü
bir rüyayı tabir ederek hapisten kurtulur ve Firavun'un yanında önemli bir
mevkiye yükselir (22). Daha sonra Filistin'de bulunan babası Yakup ve kardeşlerini
Mısır'a getirtir. Israiloğulları, böylece Mısır'a yerleşmiş Olurlar (23).
Mısır'da önceleri rahat bir hayat geçirmekte olan Yahudiler, zamanla büyük
sıkıntılara, köleliğe düşerler (24). Onları bu sıkıntılardan kurtarıp
"Arz-ı Mev'ud"a (vaadolunmuş toprak Filistin) döndüren Moşe (Hz.
Musa) olur (Tah .M .0.1250).
Musa, Firavun'un ordusunun Kızıl Deniz'de boğulup onları takip edememesi
sonucu, Yahudileri Sina'ya getirir. Burada, Sina Dağında, Hz. Musa'ya Tevrat ve
On Emir verilir. Yahudiler Sina Çölünde kırk yıl dolaşırlar. Musa'dan sonra
Yeşu, onları Filistin'e götürür (25). Filistin’de Hâkimler ve Krallar devrinden
(26) sonra Kral David (Hz. Davud 1013-973), Kudüs'ü alır ve Yahudilerin en
parlak devresini başlatır (27). Oğlu Kral Şelomo (Hz. Süleyman : M.Ö.
973-933), babası tarafından hazırlatılan yere kutsal Ma'bed'i yaptırır. O
zamana kadar bir çadırda muhafaza edilen ve içinde On Emir tabletleri bulunan
kutsal Ahit Sandığı, Ma'bedin bir odasma konulur (28).
Hz. Süleyman'ın ölümünden sonra, krallık, güneyde Yuda (Ya-huda), kuzeyde
İsrail olmak üzere ikiye ayrılır (29). On kabîle, İsrail'e; ikisi de Yuda
Krallığına tâbi' olur. Önce İsrail Krallığı, Asurlular tarafından M.Ö. 721'de;
sonra da Yuda Krallığı, Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yıkılır. Ma’bet,
tahrip edilir ve Yahudiler Babil'e sürgün edilir. Sürgünde Yahudi halkı,
Ezra'nın etrafında birleşir ve M.Ö. 538'de Kudüs'e döner. Ma’bet, M.Ö. 520'den
sonra yeniden onarılır (30).
Yahudi Kutsal Kitabı, önceki peygamberler kadar, sonraki küçük peygamberlere
de yer verir. Babil Sürgünü devresinde Işaya, Yermiya (Yeremya) gibi
peygamberler gelmiştir. Ilya-Mesih'ten önceki peygamber, Malaki'dir,
Yahudi tarihinde Kudüs, İskender'den sonra Agid'ler, Se-lefkî'lerin eline
geçti. Ma’bet, M.Ö. 168'de yağma edildi. Makkabiler, yeniden hâkimiyeti
sağladılarsa da, M.Ö. 63'de başlayan Roma esareti devresi, M.S. 70'de Romalı
kumandan Titus'un Kudüs'ü ve bu arada Ma'bedi de yakıp yıkmasiyle sonuçlandı.
Yahudiler, dünyanın her tarafına dağıldılar. Ma'bed'den arta kalan Batı Duvarı
(Ağlama duvarı) yüzyıllarca onlarda millî ve dînî şuuru ayakta tutmuştur. Mesîh
inancının verdiği ümit, onlarda bu şuurun devamlı varlığını sürdürmesini
sağlamıştır.
c. Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Yahudilik.
Kur'ân-ı Kerîm'de Yahudilerden bahsedilen âyetlerin sayısı oldukça
fazladır. Onlardan "Benî İsrail”, "Yahûd" gibi deyimlerle
bahsedilen âyetler bulunduğu gibi, bir kısmında bazı peygamberler konu
edilirken (meselâ Hz. Yakup gibi), Yahudiler hakkında da bilgi verilir. Ayrıca
"Ehl-i Kitap” deyiminin genel çerçevesine onlar da girer.
Kur'ân-ı Kerîm'de Yahudiler ile ilgili olarak verilen bilgiler şöyle tasnif
edilebilir:
· 1.
Allah tarafından Yahudilere bahşedilen nimetler.
· 2.
Uymaları gereken dînî hükümler.
· 3.
Kendilerine peygamberler tarafından getirilen hükümleri ve teblîgâtı
değiştirmeleri, doğru yoldan sapmaları.
· 4.
Allah’a karşı ahitlerini bozmaları, verdikleri sözden dönmeleri ve bunu âdet
edinmeleri.
· 5.
Yahudilerin, yaptıkları işlerin kötülüğünden dolayı, zillet ve meskenete
uğramaları.
· 6.
Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmaları.
· 7.
Bazı peygamberlere ve salih kimselere iftira etmeleri veya onları öldürmeleri.
· 8.
Basit çıkarları uğruna hakikatlara yüz çevirmeleri.
· 9.
Allah'ın Yahudilere tavsiyeleri.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Yahudilerin' tarihçesiyle ilgili olarak, Hz. Musa'ya
(A.S.) kadarki devre hakkında yer alan bilgiler şu şekilde özetlenebilir:
Hz. İbrahim (A.S.), Yüce Allah'ın seçkin kıldığı peygamberlerden biridir
(31). O, ne Yahudi, ne de Hıristiyandır. O, müşriklerden de değildir. Allah'ı
bir tanıyan gerçek Müslümanlardandır (32). Yüce Allah, onu dost edinmiştir
(33). O, çok içli, yumuşak huylu, misafirperver ve kendini Allah'a adamış,
dosdoğru bir kimsedir (34). O, vazifesini tam yapan (35) ve kendisine suhuf
verilen (36) bir peygamberdir.
Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin sırları, yakînî bilgi bahşedilmiştir. Bu
konuda Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle denilir: "Biz İbrahim’e, yakînen
bilenlerden olması için, göklerin ve yerin melekûtunu şöylece
gösteriyorduk" (37). Hz. İbrahim; Allah'tan gayrı putlara, yıldızlara, Ay
ve Güneş'e tapınan babası Âzer ile kavmine karşı, görmeyen, işitmeyen,
konuşmayan, hakkını savunamayan, bir fayda veya zarar, rızık vermeyen; batan,
zevâl bulan şeylere, Şeytan'a tapınılmayacağım anlatmaya çalışır. Kendisinin
Yüce Allah'a tapındığını, ona hiçbir şeyi ortak koşmadığını, onları ve
yonttuklarını O'nun yarattığını, dolayısıyle O'na ibadet, şükür etmeleri
gerektiğini, çünkü O'na döneceklerini bildirir. Onlar, hattâ babası, bu da'vete
uymadılar. Ona, babalarını da böyle bulduklarını söylediler (38). Hz. İbrahim,
düşmanının putlar, dostunun da Âlemlerin Rabbı olduğunu belirterek şöyle dedi:
"Beni yediren de, içiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni
öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Âhiret Gününde, yanılmalarımı bana
bağışlamasını umduğum O'dur” (39). Hz. İbrahim (A.S.), vazifesini yapmış,
tebliğde bulunmuştur. Onu ateşe atarlar, fakat Yüce Allah onu ateşten kurtarır
(40).
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim'le ilgili olarak verdiği kıssalarda, insanlara,
Allah ve âhiret inancı konusunda yol göstermekte, ibret vermekte ve onları
düşünmeye davet etmektedir (41).
Yüce Allah, Hz. İbrahim'i (A.S.) ve onun soyundan gelenleri peygamber kıldı.
Onlara iyi işler işlemelerini, namaz kılmalarını, zekât vermelerini emretti
(42). Hz. İbrahim, Allah'tan (C.C.) iyilerden olacak bir çocuk istedi (43).
Allah da ona ihtiyarlığında İsmail ve Ishak'ı verdi (44).
İsmail çocuk iken babası, rüyasında onu kurban ettiğini gördü ve bunu ona
açtı. İsmail, babasına emrolunan şeyi yerine getirmesini, kendisini
sabredenlerden bulacağını söyledi. Böylece Hz. İbrahim (A.S.) oğlunu kurban
etmek için yanı üzere yatırdı. Yüce Allah, rüyasındaki emre bağlılıkları dolayıSıyle,
bir kurbanlık gönderdi (45). Hz. İsmail (A.S.), doğru, uysal, sabırlı, sözünde
sadık bir kimse olarak Cebrail aracılığıyla kendisine vahyedilen Allah'ın bir
peygamberidir; çevresine zekâtı, namazı emretmiştir (46).
Hz. Ishak da doğru, salih, mübarek kılınmış, hidayete erdirilmiş, ahiret
yurdunu düşünen, gönülden Allah'a bağlı bir peygamber idi (47). Hz. Ishak
(A.S.), annesi çok yaşlı iken Allah'ın bir lütfü olarak bahşedilmiş ve annesi
bu olaya çok sevinmiştir (48). Hz. Ishak da, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail gibi,
kendisine vahyolunan peygamberlerden olmuştur (49).
Hz. Yakub (S.A.), Hz. Ishak'ın ardından müjdelenen, kendisine vahiy
indirilen peygamberlerden, dinde kuvvetli, halis, salih, sabırlı, hidayete
erdirilmiş bir kimse idi (50). Hz. Yakub'un en sevgili oğlu Hz. Yusuf; ihlaslı,
ilim ve hikmet sahibi, güzel bir yaratılışa sahip, rüya tabirini bilen,
kendisine vahiy gelen peygamberlerdendi (51).
Hz. Yusuf (A.S.), çocukluğunda bir gün babasına "rüyamda on bir
yıldız, Güneş ve Ay'ın bana secde ettiklerini gördüm" dedi (52). Bu rüyayı
dinleyen babası, oha, bunu kardeşlerine anlatmamasını tenbih etti (53). Ayrıca
Hz. Yakup, ona Allah (C.C.) tarafından seçileceğini, kendisine rüya tabiri
öğretileceğini, daha öncekilere olduğu gibi, Allah'ın hem ona, hem Yakup
ailesine nimetini tamamlayacağını söyledi (54). Kardeşleri, rüyasında gördüğü
gibi, Hz. Yusuf'u kıskandılar. Onu ortadan kaldırmayı planladılar. Babalarını
ikna ederek onu yanlarında götürüp kuyuya attılar. Yusuf'u bir kurdun yediğini
söyleyip onun kanlı gömleğini babalarına gösterdiler. Bir yolcu kafilesi,
Yusuf'u kuyudan çıkarıp beraberlerinde Mısır'a götürerek bir vezire sattı.
Vezirin karısı, Yusuf'un kendisine sahip olmasını istedi. Yusuf reddedince,
kadın ona iftira etti. Bundan dolayı Yusuf zindana atıldı. Zindanda rüya tabir
etti. Mısır meliki, bir rüya gördü. Bu rüyayı kimse tabir edemedi. Yusuf'la
beraber hapishanede kalmış iki arkadaşı, onu melike tavsiye ettiler. Melikin
rüyasını yorumlayan Yusuf, saraya alındı. Mısır hâzinesine memur yapıldı. Bir
müddet sonra, zahire almak için Mısır'a gelen kardeşleri, onun huzuruna
çıktılar. Yusuf, kardeşlerini tanıdı, bir vesile ile ailesini Mısır'a getirtti.
Israiloğulları, böylece Mısır’a yerleştiler (55).
Hz. Yusuf zamanında Mısır'a yerleşmiş olan Israiloğulları, daha sonra,
Firavun'un zulmüne uğrayarak, uzun bir esaret hayatı yaşamaya başladılar.
Onları bu sıkıntıdan Hz. Musa kurtardı.
· 2. Hz. Musa ve On Emir
a. Tevrat'a Göre Hz. Musa
Yusuf'un ölümünden sonra Yahııdiler Mısır'da çoğalmaya başladı. Yeni
Firavun Yusuf'un yaptığı hizmetleri unuttu ve Yahudilerin çoğalmalarından
endişelendi. O, ileride ülkelerine yönelecek bir tecavüzde, onların düşmanla
birlikte olması korkusuyla, onlara eziyet etmeye başladı. Bu arada onların
çoğalmalarını önlemek için, her doğan erkek çocuğun öldürülmesini emretti.
Musa, böyle bir devrede dünyaya geldi. Annesi onu ancak üç ay kadar
saklayabildi. Sonra onu ziftle sıvanmış bir sepete koyup ırmağa attı. Nil kıyısındaki
sazlıklara bıraktığı sepetin akıbetini, kızkardeşi Meryem takip ediyordu.
Nil'de yıkanan Fir'avun'un kızı, onu ırmakda buldu, bir İbrani çocuğu olduğunu
anlayıp ona acıdı. Meryem, gelip çocuğu emzirmek için bir İbrani kadını
çağırabileceğin! söyledi. Firavunun kızı bunu kabul edince gidip çocuğun
öz annesini getirdi. Çocuk ona teslim edildi ve çocuğa sulardan çekilmiş
anlamına gelen "Moşe" (Musa) adı verildi (56). Musa, gençlik
yıllarında Yahudilerin yanına gider, onların şikâyetlerini dinlerdi. Yine bir
gidişinde, Mısırlılardan birinin bir Yahudi'yi dövdüğünü gördü. Yahudi'yi
koruyarak Mısırlıyı öldürdü. Olayın duyulması üzerine Musa, Midyan'a kaçtı.
Orada Midyan kâhininin kızı ile evlendi (57). Kâhinin sürüsünü otlatırken,
Tanrı'nin meleği, Horeb'de bir çalı ortasında, ateş alevinde, ona göründü.
Yanan çalının ateşi bir türlü bitmek bilmiyordu.-Bunu merak edip geri dönen
Musa'yı çalının ortasından Allah çağırıp şöyle dedi:"... Ben, babanın
Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı , Ishak'ın Allah'ı ve Yakub'un
Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmağa korkuyordu. Ve Rab
dedi: Gerçekten Mısır'da olan kavminin sıkıntısını gördüm... Onların feryadını
işittim; çünkü onların acılarını bilirim... Ve şimdi gel ve benim kavmimi,
Israiloğullannı Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim" (58).
Böylece Musa, Yahudileri Mısır'dan çıkarmak üzere görevlendirilmiş oldu.
Kardeşi Harun da ona yardımcı verildi. Bu görevi yerine getirmek üzere Musa,
Mısır'a geri döndü. O, Israiloğullarını Mısır'dan çıkarıp Ken'an diyarına
götürmek istediğini, bunun Allah'ın emri olduğunu söyleyince Firavun,
"Allah kimdir ki ben ona itaat edeyim" diyerek onları saraydan kovdu.
İkisi arasında mücadele başladı. İş, mucize göstermeye kadar vardı. Firavun,
bütün sihirbazlarını topladı. Onlar da bütün hünerlerini ortaya koydular.
Musa'nın asası kocaman bir yılan olup onların bütün sihirlerini yuttu. Bütün
bunlara rağmen Firavun, Israiloğullarının Mısır'dan çıkmalarına izin vermedi.
Bunun üzerine Rab Yahve, Mısırlılara belâ vereceğini, insandan hayvana kadar
bütün ilk doğanları öldüreceğini bildirdi. Allah, Musa vasıtasiyle Mısır
topraklarına on felâket verdi. Firavun, bu işlerin vuku-bulduğunu görünce,
Israiloğullarının Mısır'dan çıkmalarına izin verdi.
Israiloğulları, Kızıl Deniz'e doğru yola çıktılar. Ancak Firavun, verdiği
karardan pişman olarak onların arkasına düştü. Kızıl Deniz'e ge- linçe Musa,
elini denize uzattı, sular yarıldı, Israiloğulları geçti; sonra tekrar Musa
elini uzattı, sular eski haline döndü ve Firavun ile ordusu boğuldu (59).
Kızıldeniz'den geçtikten sonra, Mara'da acı suyu içemeyen Israiloğulları
için Allah, Musa'ya suya bir dal parçası atmalarını bildirdi; su tatlılaştı.
Çölde yiyecekleri bitince Israiloğulları' Musa ve Harun'a söylenmeye
başladılar. Allah, göklerden ekmek yağdıracağını bildirdi. Musa da
onlara akşam üstü et (bıldırcın eti), sabahleyin de ekmekle
doyacaklarını söyledi. Gökten beyaz kırağı tanecikleri şeklinde "man"
diye adlandırdıkları İlâhî gıda yağdı (ballı yufka gibi bir şey). Kırk sene man
yediler. Sonraları su sıkıntısı çektiler ve Allah'a yalvardılar. Allah, Musa'ya
elindeki asasiyle bir kayaya vurmasını emretti. O da bir kayaya vurdu, ondan su
fışkırdı.
Israiloğulları, Mısır'dan çıkışlarının üçüncü ayında Sina Çölü'ne geldiler.
Orada Allah, Sina Dağı'ndan Musa'yı çağırarak, onlara verdiği nimetlere
karşılık Israiloğullarının iyi bir kavim olma sözünü almak üzere, onu
'görevlendirdi. Musa emri yerine getirdi, sözü aldı ve Rabbe bildirdi. Üçüncü
gün, Tanrı, Sina Dağı'nın üzerine, dağın tepesine, ateş içinde indi ve Musa'yı
yanına çağırdı ve ona On Emri verdi (60).
Musa, Israiloğullarını çetin ve uzun bir mücadele devresinden sonra
ve'dedilen topraklara yaklaştırdı ve 120 yaşında iken öldü (61).
b. On Emir.
Hz. Musa'ya Sina Dağı'nda vahyedilen On Emir, Tevrat'ın iki ayrı bölümünde
geçer (62). Bu on emir şöyle sıralanır:
· 1.
Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah benim.
· 2.
Benden başka tanrın olmayacak. Boşlukta, yerin üstünde veya altında, denizlerin
derinliklerinde mevcut olan varlıkların resimlerini yapmayacak, onlara: hiç bir
surette tapmayacaksın.
• 3. Allah'ın ismini boş yere ağzına almayacaksın.
· 4.
Cumartesi (sebt) Gününü daima hatırlayıp onu kutsal kılacaksın. Haftanın altı
gününde çalışacak yedincisinde istirahat edeceksin. Cumartesi Günü, Allah’ına
tahsis edilmiş umûmî dinlenme günüdür. O gün, ne sen, ne de oğlun, ne kızın, ne
uşağın, ne de hayvanın, kısaca hiçbiriniz çalışmayacaktır.
· 5.
Anne ve babana hürmet edeceksin.
· 6.
Öldürmeyeceksin.
· 7.
Zina yapmayacaksın.
· 8.
Çalmayacaksın.
· 9.
Yalan şehadette bulunmayacaksın.
· 10.
Hiç kimsenin evine, barkına, karısına, hizmetçisine, öküzüne, eşeğine velhasıl
sana ait olmayan bir şeye göz dikmeyeceksin.
Bu On Emir, Yahudilerin temel prensiplerini içinde bulundurur. Hz. Musa,
Sina Dağı’ndan indiğinde iki taş tablet (levha) üzerinde yazılı olarak bu
emirleri getirmiştir.
c. Kur'ân'a Göre Hz. Musa.
Hz. Musa, Yüce Allah'ın Israiloğulları'na gönderdiği, kendisine kitap
verilen büyük peygamberlerden biridir.
Israiloğullan Mısır'da çoğalıp varlık sahibi olunca, Firavun, bunu önlemek
için, mallarını ellerinden aldı, onları esir yaptı ve yeni doğan erkek
çocuklarının öldürülmesini emretti (63). Musa doğunca, annesi onu bir müddet
sakladı. Daha fazla saklayamayacağını anlayınca, Allah'ın ilhamı üzerine onu
bir sandık içinde suya bıraktı. Firavun'un adamları onu buldu; karısının isteği
üzerine çocuk öldürülmedi. Musa'nın annesi ona süt annesi oldu. Musa
büyüyüp ergenlik çağına ulaşınca, ona Allah tarafından hikmet ve ilim verildi
(64).
Hz. Musa, halkın haberi olmadan bir gün şehre indi. Biri kendi soyundan,
diğeri de düşman, iki adamı döğüşür buldu. Kendi soyundan olan adam ondan
yardım isteyince, onun yardımına koştu ve onun düşmanına bir yumruk attı. Adam
öldü. Mazlumu korurken olsa da , bu durum onu üzdü ve Allah'tan af
diledi. Olay duyuldu. Hakkında öldürme kararı alındığı haberini öğrenen Hz.
Musa, orayı terketti. Med-yen'e gitti (65). Orada evlendi. Kayınpederiyle
kararlaştırdıkları süreyi tamamlayınca ailesiyle birlikte yola çıktı. Sina
Dağı'na yöneldiğinde karanlık bir gecede yolunu şaşırdı. Bu arada bir ışık
gördü. Isınmak ve yolunu bulmak için ateşin bulunduğu tarafa gidince,
"Ben, şüphesiz senin Rabbinim; ayağındakini çıkar, çünkü sen, kutsal bir
vadi olan Tuvâ'dasın" diyen bir hitapla karşılaştı. Orada ayrıca kendisine
Allah'dan başka tanrı olmadığı, ona ibadet etmesi, dosdoğru namaz kılması
bildirildi. Asâsı ile ilgili mu'cize verildi ve Firavun'a gitmesi emredildi.
Kardeşi Harun da ona yardımcı kılındı (66).
Hz. Musa ve Hz. Harun, Allah'ın emrini Firavuna tebliğ ettiler ve
Israiloğullarının serbest bırakılmasını istediler. Firavun, teklifi kabul
etmediği gibi, Hz. Musa'nın peygamberliğini tuhaf karşıladı1. Firavun,
Hz. Musa ile Allah’ın “Âlemlerin Rabbı" olması konusunu tartıştı (67).
Firavun, Hz. Musa'dan peygamberliği ile ilgili mu'cize göstermesini istedi.
Hz. Musa asâsını yere bıraktı, o da bir ejderha oluverdi. Bunun üzerine Hz.
Musa, Firavun ve adamlarını ülkesinden çıkarmak isteyen bir büyücü olarak
suçlandı. Firavunun bütün büyücüleri, hünerlerini göstermek üzere toplandı. Hz.
Musa'nın asâsı, onların hünerlerini sergiledikleri ip ve değnekleri yutuverdi.
Bu durum karşısında bütün büyücüler, hep beraber secdeye kapanıp
"Âlemlerin Rabbına, Musa ve Harun'un Rabbına iman ettik" dediler.
Firavun hepsini ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesmekle tehdit etti; fakat
hiçbiri, kararından vazgeçmedi (68).
Firavun, Hz. Musa'yı Mısırlıların dinini değiştireceği endişesiyle,
öldürmek istedi; fakat ailesinden iman eden biri, bunu engelledi. Sonunda Hz.
Musa'ya kavmini gece yola çıkarma emri geldi. Bunun üzerine Hz. Musa, kavmini
Mısır'dan çıkardı. Firavun ve adamları, onları takibe başladı. Hz. Musa'nın
beraberindekiler, yakalanma korkusuna kapıldı. Yüce Allah, ona asasını denize
vurmasını emretti. Hz. Musa asâsını denize vurunca, deniz ikiye ayrıldı. Hz.
Musa ve adamları, karşıya geçti. Onları takip eden Firavun ve beraberindekiler
boğuldu (69).
Hz. Musa ve Israiloğulları, Firavun'un zulmünden kurtulup yollarına devam
etti. Israiloğulları, putlara tapan bir kavim görünce, Hz. Musa'dan kendilerine
öyle tanrılar yapmasını istediler. Hz. Musa, onlara "Sizi âlemlere üstün
kılmış olan Allah'dan başka bir tanrı mı arayacağım?" dedi. Onlara
Firavun'un zulmünü ve Allah'ın onlara yardımını hatırlattı. Sina'ya
vardıklarında yiyecek-içecek sıkıntıları oldu. Allah, onlara su, kudret helvası
ve bıldırcın ihsan etti.
Hz. Musa'ya Yüce Allah Tur-ı Sînâ'ya çıkmasını, orada 30 gün oruçlu olarak
ibadet etmesini emretti. Hz. Musa bu süreyi tamamlayınca, ona 10 gün daha oruç
tutması ve ibadetlerini tamamlaması emredildi. Hz. Musa, bütün bunlardan sonra,
Allah'ın cemâlini görmek istedi. Yüce Allah da bunun imkânsız olduğunu; dağa
bakmasını, tecelli ettiğinde dağ dayanabilirse, onun da kendisini
görebileceğini bildirdi. Hz. Musa, dağa baktığında Cenâb-ı Hakkı’ın tecellii
sonucu, onun yerle bir olduğunu gördü, düşüp bayıldı. Kendine geldiğinde, tevbe
etti. Yüce Allah, ona uymaları gereken bütün kuralları ihtiva eden levhaları
verdi. Kavmine bu levhaları getirdiğinde, onların bir altın buzağıya
taptıklarını gördü, daha önce verdikleri sözden döndükleri için, onlara kızdı.
Kavminden tevbe etmelerini istedi. Onlar da tevbe ettiler. Yüce Allah,
tevbelerini kabul etti (70).
Hz. Musa, getirdiği levhalardaki hükümleri kavmine tebliğ etti ve onları
ıslaha devam etti; ancak onlardan şiddetli bir itiraz gördü. O zaman Yüce
Allah, Tûr-ı Sînâ'yı onların başına indirmekle tehdit etti; onlardan namaz
kılacaklarına, zekât vereceklerine, peygambere uyacaklarına dair söz aldı.
Ancak Israiloğulları, sıkıntıda iken söz verip sıkıntı biter bitmez sözlerini
unuttular ve bunu da alışkanlık haline getirdiler (71).
Filistin göründüğünde Hz. Musa, va'dedilen topraklara dönebilmek için,
orada bulunanlarla mücadele etmeleri gerektiğini Israiloğullarına söyledi.
Ancak onlar, Hz. Harun hariç, onu tekbaşına bıraktılar. Bunun üzerine Hz. Musa,
Rabbine dua edip, kendileriyle fâsıkların arasını ayırmasını istedi. Allah da,
"Muhakkak orası kendilerine kırk yıl haram edilmiştir. Onlar (oldukları)
yerde sersem sersem dolaşacaklardır. Artık o fâsıklar güruhuna karşı
tasalanma" (72) buyurdu.
Bundan sonra Israiloğulları, çöllerde yollarını kaybettiler. Bir kısmı helâk
oldu, bir kısmı da yıllarca çöllerde dolaştı. Allah'a karşı gelmeleri, onun
Âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, onlara
uymamaları ve taşkınlık yapmaları yüzünden, Israiloğulları gazaba uğradı (73).
· 3. Tevrat ve Zebur.
Yahudilerin kutsal kitap külliyatı, Tanah (yazılı dinî edebiyat) ve Talmut
(sözlü dinî edebiyat) şeklinde ikiye ayrılır. Yahudilerin Tanah adını
verdikleri kutsal kitaplarına Hıristiyanlar Eski Ahit derler. Tanah, üç
bölümden oluşur: Tora (Tevrat), Neviim ve Ketuvim. Tanah adı, bu üç bölümün
Ibranice baş harflerinin birleştirilmesinden meydana gelmiş bir kelimedir.
(Bazen Tora, kutsal kitabın tamamını ifade etmek ve Tanah'la eşanlamlı olmak
üzere de kullanılır). Tanah'ın ihtiva ettiği kitapların sayısı konusunda sadece
Yahudilerle Hıristiyanlar arasında değil, Hıristiyanların kendi aralarında da
ihtilaf vardır. Yahudiler ve Pro-testanlarca apokrif (sahih olmayan) sayılan
bazı kitaplar (Tobit, Judith, I ve II. Makkabiler, Hikmet, Eklesiyastik, Baruh,
Yeremya'nın Mektubu, Daniel'6 Yunanca ilâveler, Esterin Bakiyesi), Katolik ve
Ortodokslarca kanonik (sahih) sayılır. Yahudiler ve Protestanlarca,
Hıristiyanlar tarafından Eski Ahit diye nitelendirilen Yahudi kutsal kitabı
Tanah'ın 39 kitaptan oluştuğu kabul edilir. Yahudiler ise Tanah'ı ,
bazı kitapları birleştirerek, 24 kitap olarak kabul ederler.
a. Tevrat (Tora).
Tora:Tevrat: kanun, şariat, emir, ders, rehber gibi anlamlara gelir. Yahudi
kutsal kitabının birinci bölümüne Arapça Tevrat, Ibranîce Tora denir. Bu ilk
bölüm, beş kitaptan oluşur. Beş kitabı ifade etmek üzere Ibranîce
"humaş", Arapça "el-Esfâru'l-Hamse" (sifr: kitap, çoğulu
esfâr), Yunanca "Pentateukhos" (penta: beş, teukhos: kitap), batı
dillerinde Pentatök (Pentateuch-Pentateuque gibi) kelimeleri kullanılır. Beş
kitabın, Allah'ın 7704 kelimeyle Hz. Musa'ya verdiği dinî esasları ihtiva
ettiği kabul edilir.
Modern bilginler, Yeşu kitabının da beş kitapla aynı kaynaktan geldiğini
kabul ederek hepsini Heksatök (Hexateuch) başlığı altında toplarlar. Onlar,
şimdiki beş kitabın metinlerinin üç ana kaynak veya gelenekten geldiği
düşüncesindedirler: 1) Yahvist, 2) Elohist, 3) Ruhban metinleri. Ancak
belirtilmelidir ki bunların dışında birkaç kaynak daha ilâve edilmektedir. Tora
metinlerindeki çelişki ve tutarsızlıklar birbi-riyle uyuşmayan tekrarlar,
araştırıcıların dikkatini çekmiş ve böylece ilkin Tanrının adını Yahve, daha
sonra da Elohim olarak zikreden iki ayrı kaynak belirlenmiştir. En eski kaynak
olması tahmin edilen Yahvist metinler, M.Ö. 1000 yılları civarında; daha fazla
teolojik meseleler üzerinde duran Elohist metinler, M.Ö. 800'lerde yazılmış
olmalıdır. Bundan bir yüzyıl sonra, bilinmeyen birisi bu iki, belki de daha
fazla kaynaktan gelen metinleri biraraya getirmiştir. Hz. Musa'nın (A.S.) M.Ö.
XIII. Yüzyıl civarında yaşadığı gözönünde bulundurularak bütün bu Tora metin
gelişmelerinin M.Ö. 1000-400 arasında vukubulduğunun günümüzde tesbit edilmiş
olması hatırlanırsa çelişki ve tutarsızlıkların sebebi anlaşılm'ış olur.
Tora, yazılı ve sözlü olarak ikiye ayrılır. Yazılı Tora, Yahudilere göre
Yahve'nin Sina Dağında Musa'ya vahyettiği kitaptır. Sözlü Tora ise yazılı
Tora'nın açıklaması mahiyetinde olarak nesilden nesile intikal eden ve
Yahudilerce o olmaksızın Tora'nın anlaşılması mümkün olamayacağı kabul edilen
Talmud'dur.
Yazılı Tora'ya Hz. Musa'dan sonra gelen peygamberlerin sözleri de eklenmiş,
böylece Hıristiyanlarca Eski Ahit, Yahudiler'ce Tanah denilen kutsal kitap,
tahminen M.S.I. Yüzyılda Jamnia'da toplanan bir meclis tarafından nihaî
hale kavuşturulmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de Israiloğullarına verildiği belirtilen
Tevrat ile Yahudilerin beş kitap olarak kabul ettikleri Tora'nın kasdedildiği
anlaşılmaktadır. Yahudi kutsal kitabı Tanah'ın Tora'dan başka Neviim
(peygamberler) ve Ketuvim (kitaplar) bölümleri de vardır. Tora 5, Neviim 21,
Ketuvim ise 13 kitap olmak üzere Tanah 39 kitaptan oluşur (74). Bunların
muhtevası hakkında aşağıda kısaca bilgi verilecektir.
Tora : Bu bölümde tarihî bilgiler dışında Allah'ın Yahudilere Musa
vasıtasıyle verdiği dinî esaslar bulunur. Tora'da yer alan beş kitap şunlardır:
· 1.
Tekvin (Ibr. Bereşit : Genesis : Yaratılış): İlk insanın ve
kâinatın yaratılışı; Âdem'in işlediği suç, yeryüzüne inişi ve çocuklarının
hikâyesi anlatılır. Ayrıca Tufan olayından, Yusuf'un Mısır'daki hayatından ve
Israiloğullarının Mısır'a gelişlerinden bahseder; 50 baptır.
· 2.
Çıkış (Şemot : Exodus) : Israiloğullarının Firavundan çektikleri, Musa'nın
ortaya çıkışı ve Mısır'dan Sina'ya gidişleri anlatılır; 40 baptır.
· 3.
Levililer (Vayikra : Leviticus) : Kâhinler ile yardımcılarının (kohen levi)
Çadır Mabedindeki (Mişkan) görevleri ve bazı önemli ahlâkî kurallar anlatılır.
Ayrıca günahların kefareti, haram kılınan yiyecekler, yasaklanmış evlilikler,
dinî âyinler, bayramlar ve adaklar yer alır; 27 baptır.
· 4.
Sayılar (Bamidbar: Numeri) : Israiloğullarının çölde geçirdikleri hayat ve
olaylardan, birtakım sayımlardan, bazı şeriat kanunlarından, kayadan su
çıkarılmasından, ölüm ve yılan vasıtasıyle şifadan bahseder; 36 baptır.
· 5.
Tesniye (Dvarim : Deuteronomium : İkileme, tekrarlama) : Musa'nın ölmeden
önce din konusunda Yahudilere verdiği öğütleri, onun ölümünü, gömülmesini ve
tutulan yası anlatır; Musa zamanında bulunmayan birçok âdet ve geleneklere
temas eder; bazı şariat kanunlarını tekrarlar ve insanların birbirine ve
Tanrı'ya karşı nasıl davranmaları gerektiğini açıklar; 34.baptır.
Neviim (Peygamberler) : Bu bölümde peygamberler, öncekiler 6, sonrakiler 15
kitap olmak üzere sıralanır. (Yahudilerce ilk peygamberler 6; sonrakiler
de, 12 küçük peygamber bir kitap sayılarak, 4 kitaptır. Tamamı 10 kitap
ediyor). Toplam 21 kitap, Hz. Musa'dan sonraki peygamberlerden bahseder. Hz.
Musa (A.S.), en büyük peygamberdir. Ondan önceki peygamberler, Tora'da
anlatılır.
Yahudilerce Neviim bölümündeki peygamberlerden öncekiler, "İlk
Peygamberler" (Neviim Rişonim), sonrakiler "Son Peygamberler"
(Neviim Ahoranim) diye tasnif edilir (75).
· 1.
İlk peygamberler : Bu bölümde yer alan kitaplarda Hz. Musa'nın (A.S.)
ölümünden sonra Yahudilerin Tanrı tarafından va'dedilmiş topraklara
yerleşmeleri, krallığın kuruluşu, kralların idaresi ve davranışları,
Yahudilerin putperest topluluklarla yaptıkları mücadeleler ve Kutsal Ma'bedin
(Bet ha-mikdaş) kuruluşu, yıkılışı anlatılır.
İlk peygamberlerden bahseden kitaplar şunlardır: Yeşu, Hâkimler (Şoftim), I
ve İL Samuel (Şemuel), I. ve İL Krallar (Melahim).
· 2.
Son peygamberler: Bu bölümde yer alan kitaplarda peygamberlerin putperestliğe
karşı devamlı mücadeleleri, tek bir tanrı fikrini bütün insanlara yaymak için
gösterdikleri gayret, halka dinî telkin ve öğütleri anlatılır.
Son peygamberlerden bahseden kitapların başlıkları şu şekildedir: Işaya
(Yeşaya), Yeremya (Yirmiya), Hezekiel (Yehezkel), Hoşea (Oşea), Yoel, Amos,
Obadya (Ovadya), Yunus (Jonas), Mika (Miha), Nahum, Habakkuk (Habakuku),
Tsefanya, Haggay (Hagay), Zekerya (Zaharya), Malaki (Malahi).
Ketuvim .- Kitaplar, yazılar anlamına gelen Ketuvim, Yahudi Kutsal Kitabının
üçüncü bölümünü oluşturur ve bu bölümde yer alan 13 kitap (Yahudilerce 9 olarak
tasnif edilir) şunlardır:
· 1.
Mezmurlar (Tehilim): Yahudilerce çoğu Kral David (Hz. Davud) tarafından
yazıldığı ileri sürülen 150 Mezmur'dan oluşur. Mezmur'lardan 73'ünün Kral
David'e ait olduğunu ileri sürenler de vardır. Mezmur'ların bazıları dinî
âyinlerde, bazıları da Yahudi bayramlarında ve önemli günlerde okunur (Bugün
Hıristiyan Kiliselerinde de Mezmurlar İlâhî olarak okunmaktadır).
· 2.
Süleyman'ın (Şelomo) Meselleri (Mişle): Bu kitap, Kral Süleyman'a (Hz.
Süleyman) atfedilir. Atasözleri, ahlâk ve doğru yolu gösteren sözleri ihtiva
eder; 31 baptır.
· 3.
Neşideler Neşidesi (Şir aşirim): Kral Süleyman'ın bir şaheseri olarak kabul
edilir. Bu kitapta Allah ile Yahudiler'in karşılıklı sevgi bağları, iki
nişanlının birbirine karşı sevgilerine benzetilerek anlatılır; 8 baptır.
· 4.
Eyüp (lyov-Job): Bu kitapta lyov'un (Hz. Eyüp) ibret verici hikâyesi ve
Tanri'nın iradesine boyun eğişi anlatılır; 42 baptır.
· 5.
Vaiz (Kohelet): Bu kitap, Kral Süleyman'a atfedilir. Kitapta hayatın zevkleri
teker teker sıralanır ve onların geçici ve boş olduğu anlatılır. Neticede de
yalnız Allah korkusu ve Allah'ın emirlerine uymanın boş olmadığı hükmüne
varılır; 12 baptır.
· 6.
Rut: Bu kitap, hâkimler zamanında vukubulan bir olayı hikâye eder. Bu olayda
yabancı bir kadın olan Rut'un dul kalması ve hiçbir tesir altında kalmadan
Yahudi Dinini kabul etmesi ve kayın validesi Neomi ile birlikte yaşaması konu
edilir; 4 baptır.
· 7. Ester
: Bu kitapta Yahudiler'in Ester adlı bir Yahudi kızı
tarafından kesin bir katliamdan kurtarılışları anlatılır. Pers Kralı
Ahaşveroş’un veziri Haman (Aman), kraldan ülkesindeki Yahudileri yok etmek
yetkisi alır; fakat kralın karısı olan Ester, kadınlığını kullanarak,
Yahudileri kurtarıp Haman'la adamlarının öldürülmesini sağlar. Kitap, 10
baptır.
.
· 8.
Yeremya'nın Mersiyeleri : Kudüs'ün, dolayısıyie Yahudi devletinin
yıkılması üzerine peygamber Yeremya'nın duyduğu büyük üzüntüyü dile getiren bir
mersiyedir; 5 baptır.
· 9. Daniel
: Bu peygamber, Kutsal Ma'bedin yıkılışı ve Yahudilerin Babil'e sürgünü
devresinde yaşamıştır. Zamanında gördüklerini bu kitapta toplamıştır; 12
baptır. M Ö. 164 tarihinde yazıldığı tahmin edilmektedir. Yunan Kralı Antiyokus
Epifanes'in baskısı sırasında Yahudilerin dinlerine sadık kalmasını sağlamak
üzere yazılan bu kitap, Yahudi folklorunun tanınmış kahramanı Daniel'e nisbet
edilmiştir. Daniel kitabı, apokaliptik literatürün (76). Hıristiyanlarca
Eski Ahid diye adlandırılan Yahudi Kutsal Kitabındaki gelişmesinde önemli bir
yer tutar. Öte yandan ölüm ötesi, öldükten sonra dirilme ve yargılanma
konusunda Daniel Kitabında verilen bilgi bu husustaki Yahudi inancı için kaynak
teşkil eder. (Gelecek hayatla ilgili olarak Daniel kitabında yer alan bu
bilgiler, Iran tesirine bağlanmaktadır. Çünkü ondan önceki dönemde Yahudiler
arasında ve önceki kutsal kitaplarında bu konuda bilgiye rastlanma-maktadır).
· 10.
11. Ezra (Üzeyir) ve Nehemya : Bu kitaplar, Yahudilerin Babil
esaretinden dönüşlerini, Kudüs'ün ve Ma'bedin yeniden tamirini anlatır. Ezra 10
bap; Nehemya ise 13 baptır.
12, 13. I ve II. Tarihler (Divre Ayamim) : Dünyanın kuruluşundan Babil
esaretinin sonuna kadar geçen bütün olaylar bu kitaplarda Özetlenir. I.
Tarihler 29; İL Tarihler 36 baptır.
b. Zebur :
Zebur, Arapça kitap, Ibranîce mektup anlamına gelir. Islâm'da Hz. Davud'a
indirilen kutsal kitabın adıdır. Ibranîce "Sefer Tehilim" (Şarkılar
Kitabı) diye adlandırılır. Batı’da Zebur'un kitap olarak tek bir adı yoktur;
Yetmişler Tercümesinde (Septuagint) çeşitli baplar Mezmur (Yun.
psalmos) diye aydlandırıldığından, tamamına Mezmurlar (Ing.
Psalms) denilmesi âdet haline gelmiştir. Mezmurların ancak bir kısmı
Davud'a njsbet edilir.
Mezmurlarda, Tevrat'ta olduğu gibi, Yahudi dininin kurallariyle, ibadet
şartlariyle, kurumlarla ve onların yönetimiyle ilgili emirler yoktur. Ancak
insanlara iyiliği, doğruluğu, fazileti ve,ahlâkî meziyetleri tavsiye
eden telkinler vardır.
Yahudilerin ibadetlerinde ve günlük hayatlarında Mezmurların önemli bir
yeri vardır (Hıristiyanlarda da aynı öneme sahiptir). Şeytana uyma tehlikesi
karşısında, buhranlı anlarda, cesaretin kırıldığı, canın sıkıldığı,.yalnızlık,
endişe, hastalık ve ağrı zamanlarında belirli Mezmurlar okunur.
Yahudiler, sinagogdaki evlenme törenlerinde, Şabat Günü'nde evde ve
ibadethanelerdeki dinî ayinlerde, ölülerin gömülmesi sırasında Mezmurlardan
parçalar okurlar. Mezmurların belirli bir melodi ile söylenmesi gelenek haline
gelmiştir. İbadet sırasında ibadet yönünü Kudüs'e göre belirlemek üzere duvara
üzerinde Mezmurlar yazılı levhalar asılır. Bu levhalara "Misrah
Levhası" denilir.
Geleneğe göre Mezmurlar kendisine atfedilen Davud (M.Ö. 1013-973) (77),
Yahudiler indinde önemli bir yere sahiptir. Bu önem, onun Kudüs'ü alması, büyük
bir saray yaptırması, Ma’bed’in inşasını düşünmesi ve kudretli bir hükümdarlık
kurup Yahudilerin en parlak devresini başlatmasından kaynaklanır. Yahudilere
göre Kral Davud (Hz. Davud), Saul'den (Şaul) sonra Ibranîlerin ikinci
kralıdır. Kırk yıl krallık yapmıştır. Davud'un hayatı, krallık devresi
ve karakteriyle ilgili bilgiler, Yahudi Kutsal Kitabının I. ve II. Samuel, I.
Krallar ve I. Tarihler başlığını taşıyan kitaplarında yer alır. Bu kitaplarda
Davud'un Yahudiler üzerindeki etki ve nüfuzu, devlet adamlığı ve kumandanlığı
övülmekle beraber, onun karakterinin iyi ve kötü yönleri de yer alır. Davud,
Betle-hem’li bir Yahudi ailesinden gelen, çobanlık yapan güzel sesli, şair,
savaşçı bir kimsedir. Saul'ün bir savaşta öldürülmesi üzerine, otuz yaşında
iken, Hebron'da meshedilerek (yağlanarak) kral olmuştur. Daha sonra da bütün
İsrail'in kralı seçilmiştir. Davud, Kudüs'ü alarak İsrail'in başkenti yapmış,
Ma'bed'i inşa etmeyi düşünmüşse de bu , oğlu Kral Süleyman'a (Hz.
Süleyman) nasip olmuştur.
Yahudi Kutsal Kitabına göre Davud; güçlü bir kumandan, mes-hedilmiş bir
kral, hanedan kurmuş, Yahudileri geniş topraklara hâkim kılmış bir kimse
olmakla beraber, aynı zamanda emrindeki bir savaşçının karısını beğenip ona
sahip olan, adamı da savaşta ön safa sürdürüp desise ile ölümüne sebebiyet
veren bir kimsedir (78).
c. Kur’ân-ı Kerîm'e göre Tevrat ve Zebur
ca. Kur'ân-ı Kerîm'e göre Tevrat :
Hz. Musa'ya (A.S.) vahyedilmiş olan Tevrat, Kur'ân-ı Kerîm'de ismen 18 defa
geçer. A'lâ Sûresi'nin 19. Âyetinde de Hz. Musa'ya verilen sahifelerden
bahsedilir. Allah (C.C.) tarafından gönderilen dört büyük kitaptan ilki olan
Tevrat'ın içinde hidayet ve nur, Allah'ın hükümleri bulunduğunu bildiren
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Isa (A.S.) ve Hz. Muhammed'in (S.A.S.) onu doğrulayıcı
olarak gönderildiğine işaret eder (79). Kur'ân, bu konuya şöyle açıklık
getirir: "Sana Kitabı hak ile ve kendinden öncekini doğrulayıcı olarak
indirdi. Bundan önce de, insanlara doğru yolu göstermek için, Tevrat ve Incil'i
indirmişti" (80). Bununla beraber Kur'ân, Yahudilerin Tevrat'ın
hükümlerini uygulamadıklarını, Tevrat'ın hükümlerini ve verdiği bilgileri
gizlediklerini, değiştirdiklerini (tahrif ettiklerini), bile bile, hasîs
menfaatleri uğruna bü yola gittiklerini, bâtılı hakka tercih ettiklerini
bildirmektedir (81). Bundan dolayı Kur'ân, Tevrat ve diğer kutsal kitapların
tahrife uğramamış aslî şeklini tasdik eder (82).
Yukarıda belirtilenler, Mâide Sûresi'nin 44. Ayetinde şöyle açıklanmaktadır
: "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda hidayet ve nur vardır. Kendisini
Allah'a teslim etmiş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi.
Rabbaniler ve bilginler de, Allah'ın kitabını muhafazaya memur olmaları
sebebiyle, onunla hükümde bulunurlardı. Hepsi de onun üzerine şahit idiler. O
halde insanlardan değil, benden korkun. Âyetlerimi az bir bahâya satmayın. Kim
Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte kâfirler onlardır."
Kur'ân, Tevrat'ın Yahudilere helâl ve haramı getirdiğini, yenilip
yenilmeyecek şeyleri açıkladığını belirtir (83). Ayrıca Tevrat ve Incil'de de
Allah'ın kendi yolunda ölenleri
cennetle mükafatlandıracağının müjdelendiğini, inanan insanların
simâlarında ibadetlerini yerine getirmelerinin nişanesi olarak izlerin
bulunduğunu bildirir (84). Yine Kur'ân, Tevrat ve Incil'de Hz. Muhammed'in
müjdelenmesin! şöyle açıklar: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve Incil'de
yazılı buldukları o .Elçi'ye, o ümmî peygambere uyarlar" (85). Aynı
husus, bir başka Âyette şöyle yer alır: "Meryem oğlu Isa da 'Ey
Israiloğuları, ben size Allah'ın elçisiyim; benden önce gelen Tevrat'ı
doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmet adında bir peygamberi müjdeleyici
olarak geldim' demişti" (86). Kur'ân'da Tevrat'ı yüklenip de hüküm ve
emirlerini yerine getirmeyen Yahudiler, esprili bir şekilde kınanmaktadır (87).
Allah (C.C.), Tevrat'ı insanlara yol gösterici olarak indirmiştir (88). O,
Hz. Musa'ya Kitab'ı (Tevrat) iyilik işleyenlere ni'meti tamamlamak, her şeyi
uzun uzadıya açıklamak, doğruyu göstermek ve rahmet olmak üzere göndermiştir
(89). Tevrat, doğruluk rehberidir. Allah, Israiloğullarını da, akıl sahipleri
için bir öğüt ve doğruluk rehberi olan Kitab'a (Tevrat) vâris kılmıştır (90).
cb. Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Zebur :
Zebur, Hz. Davud'a (A.S.) Allah (C.C.) tarafından verilen dört büyük
kitaptan biridir. Tevrat'tan sonra gönderilmiştir (91). Kur'ân-ı Kerîm'de Zebur
kelimesi üç yerde geçer. Kur'ân'da bir de "zübür" kelimesi vardır. Bu
kelime, suhuflara da şamil olmak üzere, genelde kitap anlamına gelen zebur
kelimesinin çoğuludur.
Kendisine Zebur verilen Hz. Davud'un (A.S.) adı Kur'ân'da 16 defa geçer,
çeşitli vesilelerle övülür. Hz. Davud, Hz. Muhammed tarafından da ümmetine
örnek olarak gösterilmiştir. O, Allah'a dönük bir kimse idi. Hz. Davud'a
peygamberlik, ilim, hitabet, güzel ses, fazilet, hikmet, mülk verildi; yeryüzünde
halîfe kılındı, demirden zırh yapma öğretildi, Allah'ı teşbih etmek üzere
dağlar ve kuşlar ona bağlı kılındı (92).
Zebur hakkında Kur'ân'da Tevrat, Incil kadar bilgi bulunmamakta, sadece Hz.
Davud’a (A.S.), böyle bir Kitabın verildiğine temas edilmektedir. Hz. Davud
hakkında Yahudi Kutsal Kitabında yer alan kadın hadisesi Kur'ân'da yoktur. Zira
Yahudi geleneğinde, çok önem verilse de, Davud bir kraldır. Islâm'da ise hem
kral, hem de bir peygamberdir. Peygamberler, masumdur.
d. Talmut.
Daha önce Yahudilerin kutsal kitap külliyatının Tanah ve Talmut şeklinde
ikiye ayrıldığından bahsedilmişti. Bu külliyatın yazılı olmayan ikinci
bölümüne, yani şifahî geleneğe Talmut denir. Talmut "öğrenim"
anlamına gelir ye Tevrat'ın yorumudur. Önceleri bu yorum sözlü olarak
yapılırdı. Daha sonra öğrenilecek konuların akılda tutulamayacak kadar
çoğalması, zaman zaman Tevrat ve Tefsir öğreniminin yasaklanması, Yahudi
Dininin istikbalini tehlikeye düşürüyordu. Bu durumu gözönüne alan Yahudi din
bilginleri (Rabbiler), sözlü olan Tevrat'ı yazılı hale getirdiler. Meydana
getirilen bu yazılı metne Talmut denildi.
Talmut, Yahudiler indinde, Tevrat kadar öneme sahiptir. Onun da ilham ve
vahiy mahsulü olduğu kabul edilir. Talmut'u kabul etmeyeni Yahudiler gerçek
Yahudi saymazlar.
Talmut, iki bölüme ayrılır: Mişna ve Gemara. Mişna (tekrar ederek öğrenim
anlamında), Yahudiliğin dinî, ahlâkî kurallarının açıklanmasından ibarettir. O,
Ibranîce'dir. M.S. 190-200 yılları arasında Yuda ha-Nasi (135-220) tarafından
derlenmiştir. Gemara (son olarak gözden geçirilen, an'ane haline gelmiş
"öğrenim'1, "öğrenilen" anlamında) ise Mişna'nın
açıklanmasını ve bunların bir esasa bağlanması için Rabbilerin tartışmalarını
ihtiva eder. Gemara, Yahudi din bilginlerinin ahlâk öğretimini misallerle
canlandırır; ahlâkî, hukukî, felsefî ve sosyal konulardan geniş olarak
bahseder. Gemara'nın iki ayrı versiyonu vardır: Babil ve Kudüs
Gemarası. Babil'de yapılmış olanına Babil Tal-mud'u; Kudüs'tekine de Kudüs
Talmudu denilir. Kaynaklarda, Babil ve Kudüs Gemarası şeklinde olduğu gibi
(Babil Gemarasının dili Doğu Aramcası, ötekinin ise Batı Aramcasıdır), Babil ve
Kudüs Talmudu şeklinde de geçer. Kudüs Talmudunun toplanması,
M.S.IV.; Babil Tal-mudununki ise VII. Yüzyıla kadar gelmiştir. Babil
Talmudu Kudüs Tal-muduna göre daha uzundur; daha olgun ve daha detaylı
fikirleri ihtiva eder. Farklı zaman, farklı yer ve şartlarda Talmud tefsir
edilmiş ve açıklanmıştır.
e. Yahudi Kutsal Kitabında Tahrif Belirtileri ve Çelişkiler.
Yahudi Kutsal Kitabını oluşturan bölümlerin ilk nüshaları bugün elde
bulunmamaktadır. Tanah'ı oluşturan kitaplar M.Ö. Xlll-i. Yüzyıllar arasında
yazı ile tespit edilmiş olmasına rağmen bugün elde bulunan en eski İbrani
elyazması nüshalar, M.S.VII. ve X. Yüzyıla aittir. Hz.
Musa'nın M.Ö.XIII. Yüzyılda yaşadığı gözönünde bulundurulursa, bu uzun
süre içerisinde cereyan eden olaylar sebebiyle, ilk nüshanın günümüze kadar
korunabilmesi zaten imkânsızdır.
Hz. Musa, taşlara yazılmış ilk Tevrat nüshasını Israiloğullarının
bilginlerine ve ileri gelenlerine teslim ederek onun Ahit Sandığına konulup
korunmasını istemiştir. Israiloğulları, Kudüs'ü alıp Kutsal Ma'bed'in
yapılmasından sonra, Ahit Sandığı'nı onun bir odasında muhafaza altına
almışlardır. Ma'bed'i yaptıran Hz. Süleyman Ahit Sandığını açtırdığında içinden
sadece On Emir yazılı iki tablet (levha) çıkmıştır. Daha önce Israiloğulları
yedi defa dinden dönmüşler, putlara tapmışlar ve Tevrat'ı unutmuşlardır.
Tevrat, tek nüsha idi. Ezberleme geleneği yoktu ve çoğaltılmamıştı. Ancak
onun, 3 veya 7 senede bir, Ahit Sandığından çıkarılıp halka okunması Hz. Musa
tarafından vasiyet edilmiştir. Ezra (Hz. Üzeyr) zamanına kadar Tevrat
kaybolmuş, bulunmuş, Yahudiler sürgüne gönderilmiştir. Ma'bet yıkılmış ve
sürgün dönüşü tekrar onarılmıştır. Yahudi ve Hıristiyan bilginler, Tevrat'ın
Ezra zamanında (M.Ö. V. Yüzyıl) yeniden ilhamla yazıldığında fikirbirliği
etmektedir. M.Ö. II. Yüzyılda Suriye Kralı Antiyokos Epifanes, Ma'bed'i yakıp
yıkmış, eldeki Tevrat nüshalarını parçalamıştır. Ma'bet, M.S. 70'de Romalılar
tarafından tamamen yıkılmıştır. Bütün bu olaylar sebebiyle Yahudi kutsal
metinlerinin ilk şekilleri günümüze gelmemiştir. Bugün Yahudilere ;
ait Ibranîce, Hıristiyanlara ait Yunanca ve Samirîlere ait Samirî Dilinde
; metinlerin verdiği bilgiler birbirini tutmamaktadır. Öte yandan herbir nüsha
içindeki bilgiler arasında da çelişkiler ve tutarsızlıklar vardır. Bunlardan
birkaç misâl verilecektir:
· 1.
Tekvinin ilk iki bâbında Allah'ın adı bir yerde Elohim, diğerinde Yahve olarak
geçmektedir. Yine I. ve II. bablarda yaratılış hikâyesi birinde insandan
başlayarak, ötekinde insanda biterek verilmektedir. İnsanın yaratılışı da bir
tarafta Tann'nın insanı kendi suretinde, "erkek ve dişi" olarak
birden; öteki tarafda ise önce erkek ve onun kaburga kemiğinden kadının yaratıldığı
şeklinde yer almaktadır.
· 2.
İki defa On Emirden (93), iki defa yasak yiyeceklerden. (94) ve iki defa da
İsrail lâkabıyla Yakub'un adlandırılışı (95) olayından bahsedilmektedir. Ancak
verilen bilgiler arasında fark vardır.
· 3.
Tufan olayının anlatılmasında Tufan'ın bir yerde 40, öteki yerde 150 gün
sürdüğü; Nuh'un gemisine getirilen hayvanların her cinsinden bir yerde 2, öteki
yerde 7 çift alındığı söylenmektedir (96).
· 4.
Hz. İbrahim'in ve Hz. Ishak'ın karısını kızkardeşi olarak takdim ettiği yer
almakta ve bu birkaç yerde de tekrarlanmaktadır (97).
· 5.
Hz. Lût'u kızlarının şarap içirerek sarhoş etmeleri ve onunla zina yapmaları
yer almaktadır (98).
· 6.
Yüce Allah'a insânî nitelikler verilmektedir. Onun âlemi altı günde yaratıp
yedinci gün dinlendiği, ruhunun suların üstünde estiği, Hz. Yakup’la güreştiği,
Yakub'un onu yenip İsrail adını aldığı zikredilmektedir (99).
· 7.
Hz. Musa'ya nisbet edilen Tevrat'ın son bölümünde (Tesniye) onun ölümü ve
gömülmesi yer almaktadır (100).
S.Tanrı, İsrail'in sayımı için, bir yerde, Davud'u görevlendirmekte; bir
başka yerde, aynı konunun, şeytanın tahrikiyle olduğu belirtilmektedir (101).
Allah'a ve peygamberlere onlara yakışmayacak nitelikler verilmesi,
çelişkiler ve tutarsızlıklar, Yahudilerin kutsal kitaplarının geldiği gibi
muhafaza edilmediğinin, tahrife uğradığının, değişik zamanlarda ve değişik
kimseler tarafından yazıldığının delilidir. Bu hususlar, Kur'ân-ı Kerîm'de yer
alan Tevrat'ın tahrif edildiği yolundaki beyanları doğrulamaktadır (102).
4. Yahudi Mezhepleri
Yahudi mezheplerini üç ayrı grup halinde incelemek mümkündür. Bunlardan
birincisi, M.Ö. II. Yüzyılda Makkabiler devrinde var olan Hıristiyanlık öncesi
Yahudi mezhepleri (Klasik Mezhepler), İkincisi Islâm sonrası Yahudi mezhepleri
(Ortaçağ Mezhepleri), üçüncüsü de günümüzdeki Yahudi mezhepleridir (Modern
dönem mezhepleri).
a. Hıristiyanlık Öncesi Yahudi Mezhepleri
aa. Hasidîler (ibr, Chasidim, ing. Hasldaeans); Adlan Ibranice "dindarlar"
anlamına gelen bu mezhep mensuplan, M.Ö.II. Yüzyıl başlarında IV.
Antiyokus'un Helenleştirme siyasetine karşı çıkmış ve işkence görmüşlerdir.
Onlar Makkabîleri desteklemişler, ancak siyasete ilgi duymadıkları için başarıya
ulaşıldıktan sonra kendilerini Mabedin onarımı ve temizlenmesine
vakfetmişlerdi. Onların dinî hükümlere sıkı sıkıya bağlı fakîhleri vardı.
Onlar, Ferisîler ve Essenîlerin öncüleri idi.
Bu mezhebin XVIII. Yüzyılda Doğu Avrupa'da Rabbi Israel ben Elieser
(1698-1759) tarafından kurulmuş, Talmud'un yavanlığını savunup Kabbala'ya
dayanarak, vecd içinde, Tanrı'yla birlik sağlamaya çalışan ve Pânteizm'e
meyletmiş bir Yeni Çağ mistik Yahudî mezhebi olan Chassidim
(Hasidim) ile, isim benzerliği dışında, bir alâkası yoktur.
ab, Ferisîler (Peruşim): Ferisîlik kelimesi, Ibranîce "PeruşinT'dir ve
"P.R.Ş." kökünden gelmektedir. İki anlamı bulunmaktadır: 1). Kendini
ayrı tutmak veya saf ve temiz olmayan şahıs veya eşyadan uzaklaşmaktır. 2).
Açıklamak, tefsir etmektir. Birinci anlamı kabul görmüştür. Bunlar dindar
Hasidîlerin devamıdır. M.Ö. II. Yüzyıldan itibaren Tora'ya harfi harfine
bağlılıklarıyla tanınırlar. Kendilerine bilginler veya din kardeşleri
denilmesini isterlerdi.
Ferisîlik, daha sonraki Yahudiliğe şekil veren büyük bir mezheptir.
Yahudilik, Ferisîliğin prensipleri doğrultusunda şekil almış ve gelişmiştir.
Ferisîliğin prensipleri doğrultusunda gelişen ve devam eden Yahudilik, Islâm
döneminde Rabbani Yahudilik, Modern dönemde ise, Ortodoks Yahudilik adını almış
ve daima ana bünyeyi teşkil etmiştir.
Ferisîler, yazılı Tevrat'ın (Tora) yanında, Hz. Musa'dan sözlü olarak
nakledilegelen bir de sözlü Tevrat kabul etmişlerdir. Bu sözlü Tevrat, yazılı
Tevrat'ın yorumu olan ve daha sonra yazıya geçirilmiş bulunan Mişna ve
Talmud'dur. Ferisîler, yazılı Tevrat'ta bulunmayan fakat, sözlü
Tevrat'ta yer alan naslardan hareketle bir. inanç sistemi
geliştirmişlerdir. Onlar, herşeyi Allah'ın kontrol ettiğine, hür iradenin
varlığına, ölümden sonra dirilmeye, ceza ve mükafata ve Davud'un
soyundan bir Mesîh'in geleceğine inanırlardı. Cennet, cehennem ve meleklerin
varlığını da kabul ederlerdi.
Onlar, İsrail'in putperest krallarına düşmanlıklarıyla bilinirler. Tarihçi
Josephus, Talmud ve Yeni Ahit onlar hakkında hayli bilgi verir. Incil'lerde
onların Isa Mesih'e düşmanca davranışları, onun da onların katılığını
kötülemesinden bahsedilse de doktrinde, özellikle âhiret konularında bir
benzerlik vardır. Birçok Ferisî, Kudüs Hıristiyan Kilisesine katılmıştır. Bir
topluluk olarak Ferisîler, 70 yılından sonra görünmezler. Ancak onların
inançları Rabbinik Yahudilik'te yaşamıştır. Ferisîler millî kültürün ve
geleneğin korunmasından yanaydılar. Bu mezhebin mensuplarını genellikle orta
sınıf oluşturmuştur.
ac. Sadukîler (Saduklm}: Sadukîlik, Tevrat'ın hükümlerinin tatbikatı ve mabed
hizmetleri konusunda, yani itikad ve amelde Ferisîliğe karşıt olması ile
tanınan bir mezhebin adıdır. Sadukî (Sadu-kim) kelimesinin menşei hakkında
kesin bilgi yoktur. Bazı araştırmacılar,
bu mezhebin mensuplarının Hz. Süleyman'ın başkâhini Sadok'un soyundan
geldiğini savunmakta ve bundan dolayı bu mezhebe "Sadukîm"
denildiğini ileri sürmektedir. Ferisîlerin Yahudi dünyasının
mutlak hakimi olmalarından dolayı, Sadukîler hakkında fazla kaynak
yoktur.
Sadukîler, Ferisîlerin aksine aristokrat sınıfı teşkil etmiş ve Romalı
idarecilerle işbirliğine girişmişlerdi. Isa Mesih'i bertaraf etmeye
çalışmaları, sosyal ve siyasî düzeni ellerinde tutma arzularından
kaynaklanmıştı. Yahudilerin Helen kültürüyle yoğrulması için çaba
göstermişlerdi.
Sadukîler, eski Yahudiliğin savunucusu olduklarından, sonradan ortaya çıkan
ve Ferisîlerin benimsediği sözlü Tevrat'ı kabul etmemişlerdir. Bunlar kendi
inanç ve amellerini yazılı Tevrat'taki naslardan çıkardıklarından, sözlü
Tevrat'ı kabul eden Ferisîlerin görüşlerine muhalefet etmişlerdir. Ferisîlerin
zıddına olarak şu görüşleri benimsemişlerdir: İnsan kendi kaderini belirler.
Ruh Ölümsüz değildir. Yeniden dirilme yoktur. Yazılı Tevrat'ın dışında Tevrat
yoktur. Tevrat hükümleri harfiyyen ve yorumsuz uygulanmalıdır.
Sadukîlerin Ferisîlerden ayrıldıkları en önemli husûs, yeniden dirilme ve
gelecek dünyadır (olam-ha’Ba). Bu farkın sebebi de, daha önce belirtildiği
gibi, Sadukîlerin yalnız Tevrat'ı esas almış olmalarıdır.
Genel olarak kabul edildiğine göre Sadukîlik, Mabed'in Romalılar tarafından
tahribinden sonra halk üzerindeki etkisini yitirmiş ve, zamanla,
tarih sahnesinden silinmiştir.
ad. Essenîler (Isslylmj: Essenîlik, Ferisîlik ve Sadukîlik'in çağdaşı olan,
mistik yapılı bir mezheptir. Bu mezhep hakkında yeterli kaynak bulunmamaktadır.
"Issiyim" ismi yeni metinlerde yer almaz. Yunan kaynaklarında bu
mezhebin taraftarları "Essaioi" (Latince'de "Essaei"),
Essenoi isimleriyle anılmaktadır. Ibranice şekli olan "İsiyim"
kelimesine ilk kaynaklarda rast-lanmamaktadır Muhtemelen, Italyan Yahudi
araştırmacı Azariah dei Rossi, Latince "Essaei" kelimesini Ibranice
"İsiyim" şeklinde transkribe etmiştir. "Isiyim"in ifade
ettiği anlam hakkında değişik görüşler vardır. Bu görüşlerden
"İsiyim" kelimesinin "dindar zahidler" anlamına geldiği
görüşü kabul görmüştür (8).
Issiyim'e "Ölüdeniz Yazmaları Mezhebi" de denilir. Bunun sebebi;
1947'de Ölüdeniz’deki Kumran mağaralarında bulunan yazmaların bu mezhep
hakkında bilgi vermiş olmasıdır. Issiyim hakkındaki bilgiler daha çok bu Kumran
Yazmaları’ndan elde edilmiştir. Kaynakların verdiği bilgiye göre Essenîler,
toplu halde, komünal hayat yaşarlardı. Mezhep bir sır tarikatı gibiydi. Mezhebe
girişin ritüel belli kuralları vardı. Mezhep üyeleri daima beyaz
giyerdi. Tarımla uğraşırlardı. Bekâr yaşamayı tercih ederlerdi. Ticaret yapmaz,
mal mülk istemez, hayvan eti yemezlerdi. Abdestvari temizliğe önem verirlerdi.
Muhtemelen M.Ö. II. Yüzyılda ortaya çıkmış, 66-70'deki Yahudi savaşında ortadan
kalkmışlardır. Bunlar, Tora'nın âyin ve ibadet kurallarını titizlikle yerine
getiren, sıkı bir hayat disiplinine sahip olan, üç yıl bir adaylık devresi
geçiren, eşyası ortak bir topluluktu. Essenîler inançları sağlam Yahudi-ler
olmakla beraber, onların Güneş'e tazim gösterdiği ve tenasuha inandıkları ileri
sürülmüştür. Bazı bilginlerce Kumran cemaatinin Essenîlerden bir grup olduğu
düşünülmektedir.
Essenîlerin inanç esasları Ferisîlerinkine yakındır. Essenîler kadercidir.
İnsanlar daha doğmadan aydınlık veya karanlık taraflardan birine aittir.
Kaderleri ebediyyen tespit edilmiştir. Bu, yıldızlara yazılmıştır. Essenîler,
ölümden sonra dirilmeye ve son yargılamaya da inanırlar. Melek inancı
bakımından Ferisîlerden ayrılmamakla beraber görüşleri daha teferruatlıdır.
Meleklerden kutsal yaratıklar, Göklerin Oğulları vb. şekillerde bahsederler.
Melekleri yaptıkları işlere göre sınıflandırırlar: "Işıklar Prensi",
"Karanlık Meleği", "Gerçeklik Meleği", "Tahrir
Meleği", "Mastemah" (Şeytan) gibi. Bunların dışında bir de
"Muhafız Melekler" vardır. Bunlar da Gabriel, Mihael, Rafael, Suriel
veya Uriel'dir. Essenîler Mesih'e de inanırlar.
Essenîler, çölün maneviyatıyla yaşıyorlardı; Kudüs (Jarusalem) kültüne
katılmaktan kaçınmıyorlardı. Onların ritleri (törenleri), özel mitleri vardır.
Bu kült ve ritlerde pitagorcu, hatta Iranî etkiler görülmektedir. Bunlarda
özellikle son günün gelmiş olduğu kanaati bulunmaktadır. Bu günler, Tanrı
tarafından İbrahim'e yapılmış şu vaadin gerçekleştirileceği günlerdir: İsrail
büyük halk olacak; o, hem kendi ve hem de herkesin kurtuluşunu garanti eden
şeriatını bütün dünyaya empoze edecektir.
Essenîler ile Hıristiyanlık Arasındaki İlişki
Bazı araştırmacılar, aralarındaki birtakım benzerliklerden dolayı,
Essenîler ile Hıristiyanlar arasında bağ kurar ve Hıristiyanlığın Essenîliğin
bir kolu ve devamı olduğunu ileri sürer. Onları bu görüşe sevkeden amil, Kumran
Yazmalarıdır. Kumran Yazmalarında, Essenîler ile Hıristiyanlar arasında,
şaşırtıcı derecede benzerlikler bulunmuştur. Yine bazı Yahudi araştırmacılar
da, Hıristiyanlığı, Essenîliğin bir kolu olan Yahudi Mezhebi olarak
görmektedir.
Essenîler ile Hıristiyanlar arasındaki benzerlikler şunlardır:
· 1.
Filistin'deki ilk Hıristiyanlar ile bu mezhep mensubu toplulukların
"Eda" kelimesi ile isimlendirilmesidir.
· 2.
Essenîliği idare eden oniki kişilik idareci grubu ile oniki havari arasındaki
benzerliktir.
· 3.
Essenîlğin oniki kişilik idareci grubunun üçü daha yüksek mevki sahibidir. Bu,
Kilisenin üç direği Yakub, Kifas ve Yuhanna'yı hatırlatmaktadır.
· 4.
Mezhepte, düzenli bir teşkilat halinde "Mevakrim" (müfettişler)
vardır ve Hıristiyanlıktaki Bişhopların karşılığıdır.
· 5.
Mezhep mensupları kendilerini "Çölde yol hazırlayanlar" diye tarif
ederler. Aynı kelimeleri Vaftizci Yahya da Ahd-i Atik'den alarak kendi
vazifesini tarif ederken kullanmıştır.
· 6.
Bugüne kadar Yunanca metinler halinde intikal eden ilk Kilisenin apostolik
kuruluşuna ait dökümanlar, tekrar İbranî veya Aramî dillerine tercüme edilecek
olursa ifadeler arasında büyük benzerlikler olduğu ortaya çıkar.
Essenîlain Sonu: Titus'un son Yahudi direnişini de kırarak Mabed'i tahrip ettiği 70 yılına
kadar Lut Gölü kenarında yaşayan Essenîlerin bundan sonraki tarihi
bilinmemektedir.
Buraya kadar ele aldığımız ilk Yahudi mezheplerinden Sadukîlik ve
Essenîlik, Yahudiler arasında yaygınlaşmadığından, kısa zamanda tarih
sahnesinden silinmiştir. Ferisîlik ise, geniş halk tabakalarına yayılma imkânı
bulduğundan, değişik yapı ve adlarla günümüze kadar gelmiştir. Ferisîlik, Islâm
döneminde Rabbanilik (veya Rabbinik), günümüzde ise "Ortodoks" adını
almıştır.
ae. Zealotlar (Zelotes): Kısacası, işgalciye direnenlerdir. Onlar şiddete başvurmakta tereddüt
etmezler. M.S. 6 yılında Galile'li Yuda tarafından Yahudiye'nin Roma
İmparatorluğuna katılmasına karşı çıkmak üzere kuruldu.
Zealotlar, Roma İmparatoruna haraç ödemeyi ve onu "rab" tanımayı
reddettiler. Onlar, İsrail'in Rabbı Yahve'den başkasını rab edinmek dinden
dönmektir diyerek ayaklandılar. İsyan bastırılıp Yuda öldürüldükten sonra
Romalılar ile Yahudi işbirlikçilerine karşı gerilla direnişine geçtiler. Bu, 66
ayaklanmasına kadar böylece sürdü. Kudüs'ün muhasarasında Zealotlar Mabedi
korudular. 70'de Kudüs düşünce bunlar, Mısır'a gidip oradaki Yahudileri
ayaklandırmaya çalıştılar. Yakalandılar ve İmparatora "rab"
demedikleri için işkence ile öldürüldüler. Masada'da 73 yılına kadar kadınlı
çocuklu 960 Zealot, Romalılara teslim olmaktansa, ölünceye kadar direnmeyi
tercih etti. Yahudi tarihçisi Josephus (37-100), Kudüs'ün düşüşündeki suçu
zealotlâra yükledi. Isa Mesîh'in bir Şakirdi Zealot asıllı idi. Çarmıh olayının
da iki zealot arasında geçtiği ileri sürülür. Zealot lakabının Yahudi Kutsal
Kita-banının Tora bölümündeki Sayılar 25/6'da "Tanrı için gayretli"
ifadesinden geldiği ileri sürülür. Zealotların aşırı bir kolu
"sicarii" (kamalı adamlar) adını taşır.
b. Ortaçağ/İslâm Sonrası Yahudi Mezhepleri
Ortaçağ Islâm Döneminde Yahudi dünyasında iki büyük Yahudi mezhebi vardır.
Bunlardan biri, Ferisîliğin devamı olan Rabbani Yahudilik; diğeri ise, bu
mezhebin karşısında yeralan ve kısmen Sadukî görüşleri benimseyen Karaîlik'tir.
ba. Rabbani Yahudilik: Rabbani Yahudilik, ilk dönem Yahudi mezheplerinden gelenekçi Ferisîliğin
bir devamıdır. Bu, M.S. 5. Yüzyılda Talmud çalışmalarının tamamlanmasından
sonra teşekkül etmiştir.
Rabbani Yahudîler, Yazılı Tevrat'tan ziyade, önceki hahamların çeşitli
meselelerdeki görüşlerinden oluşan Talmud'a önem vermiş ve Tevrat'ı sadece
ibâdet alanına hapsetmişlerdir. Bağdat yakınlarındaki Sura ve Pumpethi Talmud
akademilerinin en parlak dönemini yaşadığı sırada Talmud Şerhçiliği, ön plana
çıkmış ve tek şer'i kaynak Talmud olmuştur. Rabbani Yahudîler, Talmud'un
dışındaki yeni oluşumlara karşı katı davranmışlardır. Rabbani Yahudîlerin
Talmudçu bu katı tutumu, zamanla, tepkilere yol açmıştır.
bb. Karaîlik (Karaim): Rabbani Yahudiliğin katil Tal-mudçuluğuna tepkilerin en önemlisi ve bugüne
kadar, ufak bir grup da olsa, varlığını devam ettiren Karaîlik mezhebidir.
"Karaim", kelime olarak Ibranice "K-R-A" kökünden gelir
ve Arapça "Kıraat” kelimesi ile aynı anlamdadır. Tanah’ı çok
okumalarından, Talmud'u ve diğer Rabbani eserleri kabul etmemelerinden dolayı
bu mezhebin mensuplarına "Karaim" adı verilmiştir.
Karaîliğin Menşei hakkında pekçok fikir ileri sürülmüştür. Rabbani
Yahudiliğe aykırı bir hareket olmasından dolayı daima heretik bir mezhep olarak
görülmüştür.
Karaîlik, yapı olarak, Rabbani Yahudiliğin öncüsü Ferisîliğin karşısındaki
Sadukîlikle aynı konumdadır. Karaîler, tıpkı Sadukîler gibi, Rabbanilere karşı
Talmud'u ve diğer Rabbani eserleri reddetmiş, Tanah'ın dışında delil kabul
etmemişlerdir.
Karaîliğin kurucusu olarak Anan ben David gösterilir. Rabbani Yahudîlere
göre Anan ben David, Yahudî cemaatının başkanlığı mücadelesinde yenik düşüp,
hapse girdiğinde orada İmam Azam Ebû Hanife ile görüşmüş ve mezhebin ilkelerini
ondan almıştır.
Karaîlik, Talmud'u reddetme noktasında Sadukîlerle aynı
görüşte, fakat, âhiret ve mesihle ilgili meselelerde onlardan
ayrılmaktadır.
Karaîliğin benimsediği iman esasları "On Emir" sayısınca olup
şunlardır:
· 1.
Bütün varlıkları yaratan Allah'tır.
· 2.
O, Alem yaratılmadan önce vardı; yardımcısı yoktur.
· 3.
Bu âlem sonradan yaratılmıştır, hadistir.
· 4.
Allah, Musa'ya ve Tanah'da adı geçen bütün peygamberlere hitap etmiştir.
· 5.
Musa'nın koyduğu kanunlar haktır.
· 6.
Tevrat'ın dilini bilmek dinî görevdir.
· 7.
Kudüs'teki Mabed, dünya "ldarecisi"nin makamıdır.
· 8.
Mesih'in gelmesine ve yeniden dirilmeye intizar haktır.
· 9.
Hesap günü vardır.
· 10.
Bu hesaptan sonra mükafat ve ceza haktır.
Karaîlerde ibâdet, günde, sabah ve akşam olmak üzere, iki defa farzdır.
Nisan'ın 13'ünde başlayan 70 günlük oruçları vardır. Siyon'un büyük önemi
vardır. Bundan gaye; İsrail'in kurtulması, Mabedin yeniden inşa edilmesidir.
Evlenme ve diğer bazı hususlarda Tevrat'a uymaktadırlar.
Karaîlik; Rabbani Yahudiliğin baskısı karşısında fazla yayılma alanı
bulamamıştır. Bugün küçük bir grup Mısır’da ve İsrail'de yaşamaktadır. Hazar
Türklerinden çok az bir grup da Karaî'dir. Ancak bunlar, Türklük özelliklerini
devam ettirir ve kendilerini Türk görürler. Bu özellikleriyle diğerlerinden ve
Yahudilerden ayrılırlar. Türkçe Tevratları vardır ve Türk kültürüne ait
özelliklerini yaşatırlar (103).
bc. İseviyye: Adını kurucusu, Ebû Isâ Ishak b. Yakub el-Isfahânî'den almıştır. Ebû Isâ,
Halife Mansur zamanında yaşamış, son Emevi Halifesi Mervan b. Muhammed
el-Hammar zamanında fikrini yaymaya başlamıştır. Yahudilerden büyük bir
çoğunluk ona uymuştur. O, kendisinin beklenen Mesih olduğunu, Yahudîleri
kurtarmak için Allah'ın kendisini gönderdiğini ileri sürmüştür. Yahudîlerin günde
üç defa olan ibadetini, yediye çıkarmış, bu ibadetleri yerine getirmelerini
taraftarlarına emretmiş; Kudüs'ten ayrı kalındığı müddetçe et yenilip, şarap
içilmesini yasaklamıştır. Tevrat'ta emredilen dinî hükümlerin bir kısmında
diğer Yahudilerden ayrılmıştır.
bd. Yudgâniyye ve Sazkaniyye: Iseviyye'nin kurucusunun Ölümünden sonra yerine Yudgân
geçti. O, Iseviyye'nin bir kısım inançlarını muhafaza etmiş, cennet-cehennem
ile ilgili dinî inançları te'vile gitmiş, insanın mutlak hürriyetini savunmuş,
bir İsrail Peygamberi gibi görünmüştür.
Yudgân, taraftarlarına zühdü, çokça namaz kılmayı emretmiş; et ve içkiyi
yasaklamıştır. Tevrat'ın te'vili üzerinde durmuş; kadere meyletmiş; fiilin kula
ait olduğunu savunmuştur. Bu mezhep mensupları, Hz. Isa ve Hz. Muhammedi peygamber
kabul etmeleriyle tanınmaktadır.
c. Çağdaş Yahudi Mezhepleri
1789 Fransız Ihtilâli'nin meydana getirdiği değişiklikler Yahudî Dünyasını
da etkilemiş ve sarsmıştır. Fransız Ihtilâli'nden sonra Avrupa'da Yahudîlere
karşı tavır değişmiş ve Yahudîler, kısmen de olsa, rahata kavuşmuştur. Bu rahat
ortam Yahudilerin Yahudîlik anlayışını etkilemiştir.
Yıllardır beklenen Mesîh'in gelmemesi de Yahudîlerin ümidini kırmıştır.
Bunun üzerine Avrupa Yahudîleri, bulundukları ülkenin şartlan altında yaşamaya
karar vermiştir. Bu ise onların geleneksel Ortodoks Yahudîlik anlayışını gözden
geçirmelerine sebep olmuştur. Zira, geleneksel Yahudiliğin Yahudi
kimliği ve inançları hakkındaki görüşleri mevcut duruma uymamaktaydı. Neticede
Yahudiliği çağdaş dünyanın şartlarına uydurma çalışmalarından dört ayrı mezhep
ortaya çıkmıştır.
ca. Ortodoks Yahudilik: Ortodoks Yahudilik, diğer mezheplerin ayrılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu
mezhep, Ferisîlikle başlayan ve Rabbani Yahudilikle gelişen ana akımın
günümüzdeki yansımasıdır.
Tevrat, Talmud ve diğer Rabbinîk eserlerden elde edilen klasik Yahudi
şeriatı Halakha'ya bağlı gruba günümüzde Ortodoks adı verilmiştir. Ortodoks
Yahudilik, Yazılı Tevrat'ın Tanrı tarafından Hz. Musa'ya dikte ettirildiğine ve
sözlü Tevrat'ın (Mişna, Talmud) da sözlü olarak vahyedildiğine inanır. Ortodoks
inançta, Yahudîlerin Tevrat'ın kanunlarına uymadıkları için sürgüne
gönderildikleri yer alır. Maymonides’in onüç maddelik iman esasları dogma
olarak kabul edilir. Ortodoks Yahudiliğe göre, Yahudi halkı, tevbe eder ve
Tevrat’ın bütün kurallarını gözetirse; Mesih gelecek, sürgün sona erecek ve
Yahudîler gerçek evine dönecek, Mabed yeniden inşa edilecektir.
Ortodoks Yahudilik, bu sebeplerden dolayı, Yahudi şeriatı Ha-lakha'da bir
değişiklik yapmaya, yeniden yorumlamaya gitmez. Bununla beraber onu, günümüz
şartlarında yaşayabilmek için, hileli yollarla (hile-i şeriyye) ayakta tutmaya
çalışır. Mesela; Halakha'ya göre Cumartesi günü ateş yakmak yasaktır. Ortodoks
Yahudîler, otomatik elektrik ayarlayıcı ile, elektrikli eşyaya
dokunmadan ateşten yararlanır. Bunun, Halakha'ya aykırı olmadığını ileri
sürerler. Cumartesi günü, araba kullanmaz, elektrikli aletlere dokunmazlar.
Kaşer (koşer) kuralına sıkı sıkıya uyarlar (Kaşer, yiyecek ve içeceklerin dine
uygunluk kuralıdır). Kaşer kuralına uygun olmayan yiyecekleri yemez, bu tür
yiyecek satan dükkanlardan alışveriş yapmazlar. Ayrıca, Kaşer kuralı
gereği, et ile sütü birarada yemezler; et pişen kapta süt, süt pişen kapta da
et pişirmezler. Ortodoks Yahudîler, kendi dışında kalanları gerçek Yahudi kabul
etmezler. Ortodoks olmayan Yahudi günahkârdır. Ortodoks Yahudîlerin büyük
çoğunluğu siyonisttir.
İsrail'de, Ortodoks Yahudilik devletin resmî mezhebidir. Yakın zamanlara
kadar diğer Yahudi mezheplerin faaliyetlerine izin verilmiyordu. Son zamanlarda
bütün mezhepler İsrail'de teşkilat kurmaya başlamıştır; fakat bu mezhepler,
devletin kaynaklarından pay almamaktadır.
cb. Reformist Yahudilik: Reformist Yahudilik, XIX. yüzyılın başlarında Alman Yahudileri arasında
çıkmıştır. İlk fikir babası Abraham Geiger ile Moses Mendelsohn'dır. Mendelsohn
(1729-1786), Orta Avrupa'da yaşayan Yahudileri bulundukları ülkenin kültürüyle
asimile olmaya çağırmıştır. Reform, daha sonra Amerika'ya taşınmış ve asıl
gelişmesini Amerika Yahudileri arasında göstermiştir. Reformist Yahudi-ler,
bugün Amerikan Yahudilerinin %40'ını oluşturmakta ve çoğunluğu teşkil
etmektedir. İsrail'de beşbin civarında Reformist Yahudi vardır.
Reformist Yahudiler "Ortodoks" görüşleri benimsemezler. 1885
Pittsburg Platformu'nda aldıkları kararlarda Ortodoks inançları
reddetmişlerdir. Onun yerine şunları benimsemişlerdir:
· 1.
Yahudilik en yüce Tanrı fikrini sunar.
· 2.
Reform, bedensel dirilmenin yanında, cehennemdeki semavî ceza
ve mükafatla ilgili bütün inançları reddeder.
· 3.
Reform, artık şahsî Mesîh'in gelişini beklemez.
.4.Yahudilerin Filistine dönüşü araştırılmaz.
· 5.
Yahudiler artık bir millet değil, bir cemaatdir.
· 6.
İsrail, tek Tanrı öğretisini telkin eden bütün inançlara hoşgörülüdür.
· 7.
Sosyal adâleti sağlamak Yahudinin görevidir.
· 8.
Eski Yahudi şeriatinden sadece modern hayata uygun olanlar kabul edilebilir.
Yiyip içme, giyinme, rituel temizlik ile ilgili dini kurallar kaldırılmıştır.
· 9.
Yahudilik sürekli gelişen bir dindir. Geçmişle bağını korur; Jakat, artık Tanah
ve Talmud bütünüyle bağlayıcı değildir.
· 10.
Yahudilik ile bilim çatışmaz. Kutsal Kitaptaki mucize hikayeleri ve
diğer olaylar eskilerin geleneğinden başka birşey değildir.
Bu prensipler, bazı tepkilerden dolayı, 1937'de kısmen değiştirilmiştir.
Bugün Reformist Yahudilik, lâikleşmiş Yahudilik şeklini almış durumdadır.
Yahudiliğe sadece kültürel bir olgu olarak bakılır. Tanah'ın ilâhîliği ve
günlük hayattaki etkisi tartışmalıdır. Sabat kurallarını, Kaşer kurallarını
gözetmezler. Sinagogda kadınlarla erkekler yanyana oturur. Sinagoglarda
kadınlar da haham olarak görev alır ve âyinleri yönetir. Sinagogda başa kipa
giyilme zorunluluğu yoktur. Dış evlilik kabul edilir. Yahudiliğe ihtidada
hiçbir sınırlama yoktur. Diğer din ve inançlara saygıyla bakılır. Dinde yenilik
taraftarı olarak bilinirler. Sinagog âyinlerini azaltmış, müziğe yer vermiş,
Cumartesi yasaklarının bazısını kaldırmak istemişlerdir. Talmud'u inkâr etmiş,
Mesihciliği reddetmişlerdir (Bu düşüncede olanlardan çok azının samimi olduğu
görüşünde bulunan bilim adamları vardır).
Reformist Yahudîlik, bu aşırı reformları neticesinde, bugün kriz
yaşamaktadır. Yahudi kimliği hakkında problemleri vardır.
cc. Muhafazakâr Yahudîlik: Muhafazakâr Yahudîlik, Reformist Yahudîlik'e, bir tepki olarak doğmuştur.
Reform hareketinden bazı hahamlar, 1885 Pittsburg platformunda alınan kararlara
muhalefet etmiştir. Başta Isaak Bermays ve Zacharia Franklen olmak üzere
muhalif hahamlar ayrı bir grup oluşturmuştur. Bu gruba Muhafazakâr
(Conservative) Yahudîlik adı verilmiştir. Bugünkü muhafazakâr Yahudiliğe asıl
kimliğini veren ise Solomon Schatter olmuştur. Bugün Amerika'da Reformist
Yahudilik'ten sonra ikinci büyük mezheptir. İsrail'de Ortodoksluktan sonra
ikinci sırayı alır.
İlk ortaya çıktığı dönemlerde Muhafazakâr Yahudîlik, Ortodoksluktan
ayırdedilemezdi. Sinagogda Ortodoks Siddur dua kitaplarını kullanırlardı.
Kadınla erkek ayrı ayrı otururlardı. Tek fark ibadetin Ibranice yerine İngilizce
yapılmasıydı. Muhafazakâr Yahudîlik, yapısı itibariyle Ortodoks Yahudiliğin
Amerikan versiyonuydu. Daha sonraları, Reformist ile Ortodoks Yahudîlik
arasında, orta bir çizgiye çekildi.
Bugün, Mahafazakâr Yahudilik eski Yahudi şeriatı Halakha'yı reddetmez;
ancak değişebilirliğini kabul eder. Sinagogda, Reformda olduğu gibi, kadın
erkek yanyana oturur, kadınlar haham olabilir. Kadın "minyan" denilen
on kişilik cemaate katılabilir. Sabat kurallarını uygulamada Ortodokslar kadar
titiz değillerdir. Dış evliliği kabul etmezler. Yahudiliğe ihtida konusunda
Ortodokslar kadar titiz davranırlar. Reformistlerin aksine, Yahudi bir anneden
doğmayan çocuğu Yahudi kabul etmezler.
Mahafazakâr Yahudiliğin en belirgin özelliği ise Siyonist olmasıdır.
Solomon Schatter, "Katolik Siyonist İsrail” teorisini ortaya atmıştır.
cd. Yeniden Yapılanmacı (Reconstructionist) Yahudilik: Temden yapılanmacı hareketi, 1983'de, 102
yaşında ölen Amerikan Yahudîsi Mordecai Kaplan kurmuştur. Kaplan daha önce
Muhafazakâr Yahudilik içerisinde yeralmaktaydı. O, uzun süre Muhafazakâr
Yahudilik akademisi "The Jewish Theological Seminary"de hizmet
etmiştir. Daha sonra o, Muhafazakâr Yahudiliğin ortaya çıkış amaçlarına ters
düştüğü gerekçesiyle, Muhafazakâr Yahudilikten ayrılmış ve 1968'de kendi grubunu
kurmuştur. Grubun adını ise "Yeniden Yapılanmacı" (Reconstructionism)
olarak belirlemiştir. Bugün bazıları Yeniden Yapılanmacı hareketi
muhafazakârlığın sağ kanadı olarak tanımlarlar.
Mordecai Kaplan, önemli bir Yahudi düşünür ve filozofudur. Onun düşünceleri
Reformist, Muhafazakâr ve hatta modern Ortodoks-lara bile tesir etmiştir. Onun,
"Judaism as a Civilisation" isimli eseri Yahudi dünyasında kabul
görmüştür.
Kaplan, Yahudiliği, Yahudi halkının kültür değeri olarak görür; Yahudi
dininin bugüne kadar geçerli oluşunun sebebi İlâhî oluşunda değil, kültürel
değer oluşundadır. Yahudi kanunu ise, muhafaza edilmesi gereken bir kültür
unsurudur. Çünkü bunlar, Yahudîlerin dramatik bir şekilde, halk oluşunun
ifadesidir. Kaplan, kendi yazdığı ibadet kitabında, diğer Yahudi mezheplerinin
ibadet kitaplarında varolan "Seçilmiş halk" inancına yer vermemiştir.
Ona göre, Yahudiler de, diğer halklar gibi bir halktır. Tanrı Yahudileri değil,
Yahudiler Tanrı’yı seçmiştir. Bu yüzden "Seçilmiş Halk" inancının
anlamı yoktur. O, Siyonizm! de benimser. (9)
Kaplan’ın fikirleri çerçevesinde oluşan Reconstructionist hareketin
inançları Reformist Yahudîliğinkine yakındır. Ölümden sonra dirilmeyi, âhireti
reddeder. Bu hareket, Tevrat’ın Tanrı vahyi değil, Israiloğullarının tarih
boyunca oluşturdukları bir eser oluduğunu ileri sürer. Mesihçiliği kabul etmez.
Reformist ve Muhafazakârlarda olduğu gibi Sinagogda kadın erkek yanyana oturur.
Kadınlar haham olabilir.
Yukarıda zikredilenlerin dışında Amerikan Yahudîleri arasında ortaya çıkan
başka ufak ve radikal gruplar da vardır. 1966’da kurulan Humanistik Yahudilik
bunların en aşırılarındandır. Hümanist Yahudiler, Tanrı’yı ırkçı bir. Şovenist,
Tevrat'ı da Şovenist doküman olarak değerlendirirler^10).
Bu mezhepler dışında da Yahudi Grupları vardır. Bunları "Ortodoks
Yahudiler" Yahudi Cemaatı dışında görürler. Bunların en başında
gelenlerinden biri, bugün halen varlığını davam ettiren Samirîler'dir.
d). Yahudi Dinine Uymakla Birlikte Yahudiler Tarafından Yahudi Kabul
Edilmeyen Samirîler (Şomronim)
"Şomronim", Ibranîce "S-M-R” fiil kökünden türemiş "görüp
gözeten, birşeyi dikkatle izleyen" anlamına gelmektedir.
Samirîlerin tarihi oldukça eskidir. M.Ö. 722 yılında Kuzey İsrail Krallığı
yıkılınca, Asur İmparatoru Sargon, bura halkından otuzbin kadarını yerlerinden
alıp Asur'a ve Medlerin Şehirlerine sürmüş (II. Krallar, XVIII/11); Babil, Kuta
ve Avva'dan adamlar getirerek Israiloğullarının yerine yerleştirmiştir (II.
Krallar, XVII/24). Böylece Şomron şehrinin sakinleri ortaya çıkmış ve bunlara
"Şomronim" denmiştir.
Tanah’ın II. Krallar Kitabında Samirîlerin nasıl Yahudîleştiği anlatılır.
Yahudîler, Yahudiliğe ihtida eden Samirîleri Yahudi olarak kabul etmez.
Yahudiliğe ihtidanın mümkün olmasına rağmen, Samirîlerin samîmî olmadıkları
bahanesiyle onları Yahudi Cemaatından saymazlar. Yahudiler, Samirîleri sürekli
dışlamışlardır. Hatta Samirîler kullanıyor diye İbranî harfleri ile yazılan
Aramca'yı terketmişlerdir (Bkz. Sanhedrin 21 b).
Yahudîler, tarih boyunca, hiçbir zaman Samirîleri gerçek Yahudî olarak
görmemişlerdir. Fakat Samirîler, tıpkı Yahudiler gibi, yok olmadan günümüze
kadar gelmiştir. Halen İsrail'de Nablus ile Tel Aviv yakınlarındaki Holon
kentlerinde yaşamaktadırlar.
Yahudîler ile Samirîler arasında birçok fark vardır. Yahudîlerin Tevrat'ı
ile Samirîlerin Tevrat'ı arasında altı bine yakın fark bulunmaktadır.
Samirîler, Kudüs'ün yerine Gerizim'i kutsal mekân olarak kabul ederler ve
kendilerini gerçek Yahudî olarak görürler.
Samirîlerin İnanç Esasları
Itik^dda dayanakları sadece Tevrat'tır. Tevrat ise Musa'ya vah-yedilen beş
kitaptan ibarettir. İnanç esasları da buna uygun olarak beştir:
· 1.
Eşi ve yardımcısı olmayan Allah tektir. Sıfatları insan sıfatlarına benzemez.
· 2.
Musa; Allah'ın yegane resulü ve bütün devirler için de peygamberdir.
Vahy onunla son bulmuştur. Onun gibi peygamber bir daha gelmeyecektir.
· 3.
Tevrat, mükemmel ve tamdır, hiçbir zaman değişmeyecek ve neshedilmeyecektir.
· 4.
Gerizim dağı ebedî hayat yurdu, bereket dağı ve Allah'ın yeryüzündeki tek
makamıdır.
· 5.
Yeniden dirilme günü olacaktır. İyiler cennetle, kötüler
cehennemle mükafatlandırılacaktır.
Samirîlerin ibadet şekilleri Müslümanlarınkine çok benzer. Müslüman gibi
abdest alırlar. Abdestte, sırasıyla, elleri, ağzı, burnu, yüzü, kulakları, sağ ayak
ve sol ayağı yıkarlar. Abdest esnasında Tevrat'tan parçalar okurlar.
İbadet dili Aramca'dıt
Sinagogları, Müslümanların mescidi gibidir. İçeride masa veya sıra
bulunmaz. İbadetlerinde rükû ve secde vardır. Müslümünların namazına benzer
şekilde namaz kılarlar. Bundan dolayı bazı araştırıcılar, bu durumu, uzun süre
Islâm ülkelerinde, Müslümanların yönetimi altında yaşamaları dolayısıyla
Müslümanların etkisine bağlamaktadır. Halbuki Yahudiler de asırlarca
Müslümanların idaresinde yaşamışlardır. Fakat böylesine bir etkilenme söz
konusu olmamıştır. Dölayısiyle böyle bir etki iddiası tutarlı değildir. Bu,
Samirîlerin Hz. Musa şeriatını, diğer Yahudîlerden daha çok aslına yakın bir
şekilde devam ettirmiş olmalarıyle izah edilebilir.
5. Yahudilikte; İnanç, ibadet, Dinî
Gelenek ve Bayramlar
a. İnanç
Yahudilikte, bütün Yahudilerce kabul görmüş dogmatik iman esasları yoktur.
Kur'ân'da olduğu şekilde Tevrat'ta ve diğer Yahudî Kutsal Kitaplarında nelere
inanılması gerektiğine dair sistematik bilgi bulunmaz. Tevrat'ta (Çıkış 20. Bab
ile Tesniye 6. Bab'da) yeralan On Emir'de (Asarat ha-dıvarîm), sadece Allah'a
iman meselesi üzerinde durulmaktadır. Peygamberlere, kitaplara, kaza ve kadere,
hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna ve hattâ âhiret hayatına inanmakla ilgili
kesin ifadeler Tevrat'ta yeralmamaktadır.
Yahudilikte Allah birdir; yaratılmamıştır, önü-sonu yoktur, yücedir,
herşeyi bilir, bütün varlıkların Rabbidir. Alemlerin yaratıcısı ve sahibi
de O'dur. Tanrı'nın en sevgili milleti, Yahudi milletidir. Tanrı, onları
seçmiş ve onlarla Sina'da ahitleşmiştir. Bu ahitleşme, Hz. Musa'nın şahsında
Israiloğullarıyla olmuştur. Varlığına, birliğine inanılan Allah, görülemez,
resim ve heykeli yapılamaz. Bununla beraber ona yorulmak, güreşmek, .dinlenmek
gibi İnsanî nitelikler atfedilir. Onun en sevgili milleti Yahudî milleti
olduğundan O, onların millî tanrısıdır. Tanrı'nın birliği Tevrat'ta şöyle ifade
edilir: "Dinle ey. İsrail; Tanrınız Rab, bir tanrıdır" (104).
Bütün insanlığı aydınlatmak, uyarmak, mutlu kılmak için Tanrı
Israiloğullarıhı seçmiştir. Bütün Yahudi Peygamberleri de bu sebeple ortaya
çıkmış ve seçilmişlerdir. Tanrı, insanları aydınlatmak için
"nebî"leri görevlendirmiştir. Yahudî Kutsal Kitabı Tanah'ın bir bölümü,
Neviim (nebîler) adını taşır. Nebî, Ibrâni Dilinde kendisine görev verilen,
çağırılan kimse demektir. Yahudilikte en önemli yer, Hz. Musa'ya (A.S.) aittir.
Çünkü Tora (Tevrat) ona verilmiştir. Bununla beraber Hz. Musa'dan öncekiler
dışında Hz. Musa'dan sonraki peygamberler iki grup altında (önceki
peygamberler, sonraki peygamberler) ele alınıp Malaki ile sona erdirilir.
Ilya-Mesîh, beklenir.
Tanrı, sürekli olarak âlemi yönetir. Onu bıraktığı gün, âlemin sonu gelmiş
demektir. Tanrı'nın kudreti sonsuzdur. O'nun gücü yetmeyecek iş yoktur. O,
bütün varlıklara hâkimdir. Alemde onun iradesi dışında bir varlık,
bir oluş yoktur. Tanrı, bir güh bir görevli göndererek bütün haksızlıkların,
zulümlerin ortadan kalktığı evrensel bir devlet kuracaktır. Bu, "Tanrı'nın
Krallığı" kalıcı olacaktır. Bu Krallık, gökte değil, yeryüzünde olacak;
Tanrı'nın idaresinde ve insanların emeğiyle kurulacaktır. Bu inanç, Yahudilerin
ümit kaynağıdır. "Tanrının Devleti" Mesih'le kurulacaktır.
Yahudilikle âhiret inancı, tarihî bir gelişme takip eder. Yahudi Kutsal
Kitabı'nda, Daniel Kitabına kadar, âhiret inancı hakkında açık ifadelere pek
rastlanmaz. Işaya'da "Senin ölülerin dirilecekler; benimkilerin cesetleri
kalkacaktır. Ey sîzler, toprak içinde yatanlar, uyanın ve terennüm
edin... ve her yer ölülerini dışarı atacak" (Işaya 26:19)
şeklinde yeniden dirilme inancına delîl sayılabilecek ifadeler vardır. Daniel
kitabında ise ebedî hayatla ilgili şu ifadeler yer almaktadır: "Ve yerin
toprağında uyuyanlardan birçoğu, bunlar ebedî hayata ve şunlar utanca ve ebedî
nefrete uyanacaklar. Ve anlayışlı olanlar gök kubbesinin parıltısı gibi,
birçoğunu salaha döndürenler de yıldızlar gibi ebediyen ve daima
parlayacaklar" (Daniel 12:2-3).
Eski Mısır Dini'nde olduğu gibi eski Yahudî Dini'nde de yeniden dirilme
inancına delîl sayılabilecek metinlerin günümüze ulaşmamış olmasından dolayı,
eski Yahudilikte âhiret inancının bulunmadığı, Ya-hudilerin sonradan bu inancı
(yeniden dirilme, yargı, cennet-cehennem) İran'dan aldığı ileri sürülmektedir.
Eski Yahudilikte iyi olsun, kötü olsun bütün İnsanların öldükten sonra
"Şeol" adı verilen bir yere gidecekleri, orada kederli bir şekilde
varlıklarını sürdürecekleri, ruhların mezarda kalacağı inancı vardı. Bunun
umumî bir kader olduğu, ölümden sonra bir muhakemenin bulunmadığı kabul
edilmekte idi. Ölümden sonra hayat, kısmen mezarda, kısmen de Yahve (Tanrı)
veya insanlarla münasebette olmaksızın, ölülerin bir gölge gibi varlıklarını
sürdüreceklerine inanılan ölüler âleminde, yani Şeol'de geçecektir.
Tanah'ın aksine Talmud'da âhiretin mahiyeti hakkında detaylı bilgiler
vardır; fakat bu bilgiler zaman zaman birbiriyle çelişmektedir. Sa-muel, bu
dünya ile âhiretin aynı olduğunu ileri sürmektedir (Berahirh 68 b). Berekot'da
ise âhiretin bu dünyaya benzemediği belirtilmektedir. Çünkü orada yeme, içme,
üreme, çalışma, düşmanlık, haset, rekâbet gibi dünyevî şeyler olmayacaktır.
Salihler başlarında taçla, İlâhî lezzeti tadacaklardır (Berekot 17b). Roş
Ha-Şana'da, bedeniyle günah işleyen Yahudiler Yahudi olmayanlar gibi cehenneme
gidecekler ve orada oniki ay müddetle cezalandırılacaklardır (Roş Ha-Şana, 17
a).
Yahudilerin Fars ve Yunan kültürüyle temasa geçmelerinden sonra aralarında
kelâmî tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmalar, Allah'ın sıfatları,
Israiloğullannın seçkinliği, Mesîh ve ölümden sonraki hayat çerçevesinde
cereyan etmiştir. Bunların en önemlisi, ölüm sonrası hayat ile ilgilidir. Bu
husustaki tartışma genelde ilk Yahudî mezheplerinden Ferisîlikle Sadukîlik
arasında cereyah etmiştir. Sadukîler Tevrat'tan başka şer'î kaynak tanımadıklarından,
Tevrat'ta âhiretle ilgili bir şeyin bulunmadığını iddia ederek âhireti inkâr
etmişlerdir. Ferisîler ise, Tevrat'ın dışında sözlü geleneğin de Musa'ya
Sina'da verildiğini, şer'î kaynak olarak kabul edilmesi gerektiğini, ölümden
sonraki hayatın varlığına inanmanın zorunlu bulunduğunu kabul etmektedir.
Ferisîlere göre, ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenlerin âhirette yeri yoktur
(Tal-mud Babli, Sanhedrin 90 a). Onlar, sözlü gelenek ışığında, ölümden sonra
hayatın varolduğuna ait delilleri Tevrat'tan çıkarmaktadır (Sanhedrin 90 a).
Daha sonra, yukarıda verilen metinlerden de anlaşılacağı gibi, Yahudilikte
âhiret inancı konusunda, bir gelişme olmuş, yeniden dirilme, ebedî hayat,
yargılanma inançları ortaya çıkmıştır. Böylece iyi insanlar yargılanıp temize
çıktıklarında Aden (Eden) denilen cennete gideceklerdir (Aden, Babil dilinde
bahçe anlamına gelen Edinu veya Adenu kelimesinden gelir). Kötüler ise
cehenneme gidip cezalarını çekeceklerdir. Cehennem kelimesi, Ibranice "Ge
bne Hinnom" (Hinnom Oğullarının Vadisi) kelimesinden çıkıp önce Gehenna,
sonra da şimdiki şeklini almıştır. Yahudilikte cennet-cehennem, yargı günü ile
ilgili emirler Talmud’da açıklanır. Talmud'un bildirdiğine göre, kötü
insanların çok azı hariç, diğer suçlular oniki aylık bir ceza sonunda cennete
gideceklerdir.
XII. Yüzyıla kadar belli bir inanç sistemine sahip olmayan Yahu-diler,
Tevrat'ı tefsir eden din bilginleri sayesinde, Islâm ve Hıristiyanlıktaki gibi,
iman esaslarını benimsemişlerdir. Yahudilikte iman esaslarının belirlenmesine
ilk defa Yahudi filozof İskenderiyeli Philo (M.Ö. 20-M.S. 50) teşebbüs
etmiştir. Onun dört maddelik iman esesları daha çok tevhidle ilgilidir.
Philo'dan sonra ikinci isim Irak'taki Sura Tal-mud Akademisinde başkanlık etmiş
Rabbi Saadya Gaon (veya Islâm dünyasındaki adıyla Saîd el-Feyyumî) dur. Gaon'un
sekiz maddelik iman esasları İslâmî özellik gösterir. Allah'ın birliği, âlemin
hâdisliğî, vahy, ceza ve mükafaat, yeniden dirilme ve Mesih, Gaon'un iman
esaslarını oluşturur. Bu bilginlerden Rabbi Moşe ben Maymon (Mûsâ b. Meymûn:
Maimonides: 1135-1204), Yahudîler için, şu 13 esası bira-raya getirmiş ve bu
esasları içinde bulunduran inanç sistemi benimsenmiş ve günümüze kadar
gelmiştir.
Tam bir imanlalnanırım ki:
· 1.
Allah, var olan herşeyi yarattı ve onlara O hükmeder.
· 2.
Allah birdir ve O'ndan başka tanrı yoktur.
· 3.
Allah'ın bedeni yoktur ve hiçbir şekilde tasvir edilemez.
· 4.
Allah'ın başlangıcı yoktur ve nihayet olmayacaktır.
· 5.
İbadet sadece Tanrı'ya mahsustur. O'ndan başka ibadete lâyık olan yoktur.
· 6.
Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur.
-7. Efendimiz Musa, bütün peygamberlerin en büyüğüdür.
· 8.
Elimizde olan Tevrat, Allah tarafından Hz. Musa'ya verildiğinin aynıdır ve
değiştirilmemiştir.
· 9.
Dinimiz İlâhî bir dindir ve değiştirilemez.
· 10.
Allah, insanların bütün hareket ve düşüncelerin’ bilir.
· 11.
Allah, emirlerini yerine getirenleri mükâfatlandırır, getirmeyenleri
cezalandırır.
· 12.
Allah, Mesîh'i (Maşiah) gönderecektir ve geciktiği halde yine beklerim.
· 13.
Ruhum ölümsüzdür ve Allah, dilediği zaman ölüleri hayata kavuşturacaktır.
Musa b. Meymûn'a göre bu esaslardan birini kabul etmeyen kimse, kâfir
olmakta ve Yahudî cemaatinden çıkmaktadır.
Moşe ben Meymûn'un iman esasları, bugün, Sefarad ve Aske-naz Ortodoks
Yahudilerce kabul edilmektedir. Bu onüç maddelik iman esâsı, hem Sefarad, hem
de Askenaz Yahudilerinin dua kitabı "Sid-dur'larda yeralmakta ve hergün,
sabah ibadet vakti olan "Şharif'te söylenmektedir.
Reformist Yahudîler, Ortodoksların kabul ettiği Moşe ben Meymûn'un iman
esaslarını kabul etmez. Onlar; Mesih'e, ruhun ölümsüzlüğüne, yeniden dirilmeye,
ceza ve mükafaata inanmaz. Onlara göre Yahudilik sadece bu dünyayla ilgilidir.
Bundan dolayı, Sadukîler gibi, âhiretin varlığını kabul etmezler. Ayrıca
Tevrat'ın ilâhîliğine (Tora min ha-Şamayim) de inanmazlar.
Reformist Yahudilikten ayrılıp ayrı bir mezhep oluşturan Muhafazakâr
Yahudiler, inançla ilgili birçok meselede Ortodoks Yahudilere yakındır.
Ancak âhiret.ve Tevrat'ın ilâhîliği konusunda onlardan farklı görüşe
sahiptirler. Bunların bir kısmı Reformistlerin, bir kısmı da Ortodoksların görüşünü
benimsemektedir. Yeni bir hareket olan "Yeniden Yapılanmacı
Yahudilik", inançla ilgili bazı konularda Reformistlerin görüşlerini kabul
etmektedir.
Mesih inancı, Yahudiler için çok önemlidir. Mesih, ergeç gelip Yahudileri
kurtarıp dünyada barışı sağlayacaktır. Böylece Tanrı'nın Krallığı kurulacak ve
Yahudîlerin dünya hakimiyeti ülküsü gerçekleşmiş olacaktır. Mesih,
Ibranice yağlanmış anlamındaki "Maşiah" kelimesinden gelmektedir
(İsrail krallarından Saul ve Davud, yağlanarak işe başlamışlardır). Yahudiler,
kendilerini kurtarmak üzere, Davud soyundan Allah tarafından gönderilecek
kimseyi ifade etmek için bu terimi kullanmaktadırlar. Bu, Yahudîlerin gelecekle
ilgili ümitlerinin kaynağıdır (apokaliptik literatür bu konuyu
işler). Mesih inancının dayanağı, Yahudi Kutsal Kitabındaki bazı ifadelerdir.
Bu ifadelerin ağırlığı, Daniel ve Işaya Kitaplarındadır. Yahudilere göre
"Yahve" Mesîhi gönderip Yahudileri kurtaracak ve düşmanlarını da
cezalandıracaktır. Babil sürgününden sonra başlayan bu ümit, zamanla sayısız
Mesih'in ortaya çıkmasına yolaçmıştır. Bu Mesttiler gelip geçmiş, Yahudîlerin
kutsal topraklara yeniden dönme arzusunu canlandırma dışında, geride pek birşey
bırakmamıştır. Ancak XVII. Yüzyılda İzmir Yahudileri arasından çıkan
"Şabtay Tsvi (Sabatay Sevi) Hareketi", bunların en dikkat çekicisi ve
kalıcısıdır. Onun mensuplan bugüne kadar varlıklarını devam ettirmiştir. Bu
hareket, OsmanlI İmparatorluğunun sınırları içinde cereyan etmiş, fakat bütün
dünya Yahudilerinin ilgisini çekmiştir. Padişah IV. Mehmet, Sabatay Sevi'den
Mesîhliğinin ispatı olarak mucize göstermesini isteyince o, kurtuluşu müslüman
olmakta bulmuş, daha sonra bu görünüş altında eski inançlarını devam
ettirmiştir. Ölümden sonra mensupları da aynı yolu takip etmişlerdir. Onlar,
görünüşte Müslüman-Türk; içten Yahudilere ve Sabatay Sevi'ye bağlıdır. Türklere
Türk ve Müslüman olduklarını; Yahudîlere de Yahudî olduklarını söylerler. İki
de isim taşırlar. Birisi Müslüman-Türk, diğeri Yahudî ismidir. Bundan dolayı
onlara "Dönme" denilmiş ve bugüne kadar bu adla bili-negelmiştir
(105).
b. İbadet
Yahudîler, ibadetlerini "sinagog'larda (kendileri "Bet ha
Kneset" derler) yaparlar. Sinagog, Kudüs'teki Ma'bed'in yıkılmasından
sonra Yahudîlerin ibadet için kullandıkları yapılara verilen addır. Türkiye'de
havra olarak bilinir. Sinagoglarda rulo halinde elyazması Tevrat tomarlarının
saklandığı "Aran ha-Kodeş" denilen Kudüs'e yönelik bir kutsal bölme
vardır.
Sinagoglarda Yahudîlerin dinî ve millî sembollerinden biri olan yedi kollu
şamdan (Menora) bulunur. Onların diğer sembolü, Kral David'in mührü olarak
kabul edilen iki üçgenden meydana gelmiş "Magen David" denilen altı
köşeli bir yıldızdır.
İbadet esnasında en önemli an, Tevrat rulolarının bohçalar içerisinden
çıkarılması ve haham tarafından okunmasıdır. Sinagog'da Yahudîler sesli bir
şekilde Tevrat parçalarını okurlar. Okunan İlâhîler Ibranîce’dir. Yahudîlerde
ibadet, sadece sinagogda değil, evlerde de yapılır. Evlerde, giriş kapısının
pervazında "Mezuza" denilen, uzun bir boru içine rulo halinde konmuş Tevrat'tan
cümleler yazılı, mahfazalar asılıdır. Eve giriş ve çıkışda Yahudîler, Mezuza'ya
dokunup parmaklarını öperler. İbadet sırasında Kudüs'e dönülür; buna
"misrah" doğru yönü denilir. Başa bir takke, sırta da bir cübbe
alınır. Kadınlar, ibadete katılamaz. Ancak başları örtülü olarak ibadeti
seyredebilirler.
Yahudilikte ibadet, Islâm'da camideki huşu ve belirli bir disiplin içinde
yapılan ibadete benzemez. Yahudî ibadetinde bir düzen, disiplin yoktur. Herkes
canının istediği gibi İlâhîlere katılır veya yanındakilerle sohbet eder.
Sinagogun içinde cemaat dolaşır, bîrbiriyle konuşur, okunanları dinleyen pek
azdır. Onlara göre sinagog, bir tapınaktan ziyade, bir toplantı yeridir.
İlâhîler, Yahudî ibadetinin esasını teşkil eder.
Yahudilikteki İlâhî ve dualara BanuJTun İlâhîsi ile Şema Israel Duası en
iyi örnek olacaktır. Baruh'un İlâhîsi şöyledir:
/ Hamdedin Tanrı’ya,
/ Adı yüce olana hamdedin.
1 Hamdedin, evet, Tanrı’ya hamdedin,
I Adı Yüce olana;
Bugün de, sonsuzluğa kadar da.
Eskiden beri Yahudîler dinlerine bağlılığı ve imanlarını Şema Israel Duası
ile açıklarlar.
Dinle (işit) Israel,
O, bizim Tanrımızdır, O tektir;
Onun için sev
Onu, Senin Tanrını,
Bütün kalbinle, bütün canınla, bütün gücünle...
Hayli uzun olan bu duayı, Yahudiler, doğumdan ölüme kadar bütün
hayatlarında daima tekrarlar. Dindar Yahudilerin hayatında
dua, en büyük rolü oynar.
Yahudilerde ibadet, günlük ve haftalık olmak üzere ikiye ayrılır. Günlük
ibadet; sabah, öğle ve akşam yapılır. Haftalık ibadet, Cumartesi günü Singogda
olur.
Sabah âyininde bir dua atkısı (Tallit) alınır. Elbisenin altında taşınan
küçük bir kumaş parçası da (arba kahfot) bunun yerine kullanılabilir. Şabat’ın
(sebt) dışındaki günlerde sabah âyininde iki dua kayışı bağlanır. Bu kayışlara,
içindeki kağıdın üzerine Tevrat’ın Çıkış ve Tesniye bölümleri, .den
(106) ikişer parça yazılı birer küçük kutu takılır.
Duaların en önemlisi sayılan 16 tanesi, ayakta yapılır. Ötekileri okurken
dize gelme, vücudu sallama, secde etme gibi hareketler yapılır. Dua ederken
geleneklere bağlı Yahudilerde özel elbise giyme usûlü de vardır.
Günde üç vakit yapılan günlük ibadet, 13 yaşına girmiş en az 10 kişinin
katılmasıyla yapılır. Bu, tercih edilen bir durumdur. Mecburî hallerde fert,
tekbaşına da dua edebilir.
Haftalık Cumartesi ibadeti (ŞâbatıSebt), Cuma akşamı Güneş'in batışıyla
başlar, Cumartesi akşamı sona erer. Bu ibadet, Sinagogda yapılır. O gün, ateş
yakmak, çalışmak, hatta taşıt kullanmak bile yasaktır. Yahudi inancına göre
Tanrı âlemi altı günde yaratmış, yedinci günü istirahat etmiştir. Bunun için
Yahudîler, yedinci gün olan Cumartesi gününü dinlenmeye ve ibadete tahsis
etmişlerdir. Cumartesi onlar için resmî tatil günüdür.
Sinagog, Islâm'daki "cami" gibi, topluca ibadet edilen
yerdir. Sinagogda toplu ibadet ancak erginlik çağına ulaşmış (onüç yaş) en az
on erkekle yapılabilir. Buna "Minyan" denir. İbadeti haham veya
cemaatten biri yönetir.
Sinagogların belli bir mimarî stili yoktur. İklime ve kültüre göre yapı
şekli değişiklik gösterir. Ancak bütün sinagoglarda mutlaka üç eleman yeralır.
Bunlar; Aron Ha-Kodeş, Ner Ha-Tamid ve Teva'dır. Aron Ha-Kodeş, içinde Tevrat
tomarlarının bulunduğu yerdir, camideki "mih-rab" benzeri bir
fonksiyona sahiptir ve giriş kapısının tam karşısında yer alır. Üzeri, kaliteli
bezden dokunmuş; Yehuda aslanı denilen aslan resimleri, yedi kollu şamdan
(Menora), altıgen Davud Yıldızı (Magen David) ve çeşitli Ibranice yazılarla
süslenmiş bir örtü ile örtülüdür.
Sinagoglar kutsal yerlerdir. Oralarda heykele benzer şeyler bulunmaz. Çünkü
bunların bulunduğu yerde ibadet, yasaktır.
Sinagoga mütevazi elbiseyle girmek ve baş örtmek gerekir. Baş açık
olarak Sinagoga girmek, oranın kutsallığına ve Tanrı'ya saygısızlık kabul
edilir. Bunun için Musevî erkekleri başlarına "Kipa" denilen ve
takkeye benzeyen birşey giyer. Kadınlar da başlarını örtülü tutar. Sinagogda
ibadet ederken kadınlarla erkekler ayrı ayrı oturur. Kadınlar için, genelde,
arka tarafta, camilerdeki "Mahfife benzer, ayrı bir bölüm bulunur.
c. Dinî Gelenek ve Bayramlar
Günümüz Yahudîlerinde doğumdan ölüme kadar birtakım dinî vazifeleri,
gelenekleri yerine getirme mecburiyeti bulunduğu inancı yaygındır. Yeni doğan
çocuğa belirli bir süre içinde ad konulur. Kızlara ad verme töreninin sadeliği,
onların erkekler kadar itibar görmeyişlerindendir. Çocuk, sekizinci gün sünnet
edilir. Sünnette geleneklere uygun törenler yapılır. Sünnet edilecek çocuğu
tutan kimseye kirve anlamına gelen "Sandek" denilir. Sandek'in
gelenekleri, dinî konuları iyi bilmesi gerekir.
Tevrat’ta İbranî kadınlarının çok güçlü oldukları, ebesiz doğurdukları
belirtilmekle beraber, Talmud'da onların lohusahkta ölmeleri üç sebebe
bağlanmaktadır: Aybaşlarına aldırış etmemeleri, hamur ayırmada ve Şabat
kandilinin yakılmasında kusur işlemeleri.
Çocuk sünnet edilince ailesi beşiğin etrafında toplanır, beşiğe bir Tevrat
tomarı (bir müddet çocuğun başı üzerinde tutulur), mürekkep ve kalem konulur.
Böylece çocuğun bir Tevrat hattatı olması dileği gösterilmiş olur. Tevrat'ı
öğrenmesi ve koruması için dua edilir.
Yahudiler, çocuklara okula başlamadan önce en azından bir sabah, bir de
akşam duası öğretirler. Okula törenle gidilir. Haham, bu konuda bir konuşma
yaparak öğretimi başlatır. Çocuğa Sinagogda 6-7 yaşında dinî eğitim verilir.
Her erkek çocuk, oniki yaşını bir ay geçince, şeriatın oğlu anlamında "Bar
Mitzva” adını alır. O, artık Yahudî şeriatına uymak zorundadır. Bu> bulûğ
çağına erme anlamındadır. Çocuk artık sinagoga gitmeye, "tefilim” denilen
ibadet kayışını, "tallit" denilen dua atkısını kullanmaya başlar. O,
oruç tutmakla da mükelleftir; Sinagogda Tevrat okumaya çağrılır.
Yahudilikte evlenme, dinî bir hükümdür. Evlenme kuralları Talmud'da
belirtilmiştir. Evlenmek isteyen çift, nikâh gününden önce nikâh muamelesini
yerine getirecek hahamı ziyaret eder. Haham da onlara Yahudi Dininin evlilik
konusundaki esaslarını anlatır. Bu konuda hahamlar çok geniş yetkilere
sahiptir. Haham, yerine göre evliliğe izin vermeyebilir. Yahudilerde başka din
mensuplarıyla evlenmek caiz değildir. Bununla beraber böyle bir evlenme olursa,
doğacak çocuğun Yahudi Dini kurallarına göre yetiştirilmesi şart koşulur (uzun
bir deneme devresinden sonra, bazı gayelerin gerçekleşmesi için, başka din
mensuplarıyla evlenmeye müsamaha gösterilmiştir).
Yahudilikte evlenmeyi gerçekleştiren işlem nikâhtır. Nikâh, iki şahit
önünde yapılır. Yahudi nikâhı, belirli bir paranın veya değerli birşeyin
verilmesi, bir belgenin imzalanması ve zifafla tamamlanır. Nikâh, genellikle
sinagogda yapılır. Evlenme günü yeni çift oruç tutar ve tören öğle vakti
yapılır. Evlenme töreni, çiftin daha önce yaptıkları hatalardan
temizlenmelerine yönelik bir günah itirafı şeklindedir. Gelinin oruç tutması
dışında bir akşam öncesinden hamamda suya dalması gerekir. Cemaatten evlenme
izni alma, ancak bu şarta bağlıdır (Yahudîlerde gusûl, ya tamamıyla suya dalmak
veya akan su, yağmur suyu ile yıkanmak suretiyle olur).
Gelin anası, damat babasıyla .sinagogda "hubba" denilen
örtünün altında yerlerini alırlar. İlâhîler okunur. Haham, bir bardak şarap
alıp dua ettikten sonra, gelinle damat şaraptan içerler. Sonra damat, gelinin
duvağını açar ona, "Bak, sen bana bu yüzük ile Musa ve İsrail Şeriatı
gereğince nikâhtandın" der ve yüzüğü onun parmağına takar. Gelinin
evlenmeyi kabul ettiğini söylemesi gerekmez. Nikâh böylece tamamlanmış olur.
Yahudilikte kadının boşanma hakkı yoktu. Erkek, istediği zaman karısını
boşayabilirdi. Şimdi ülkelere göre değişik uygulamalara rastlan-maktadır.
Cenaze gömüldükten sonra matemli kimse yedi gün evde kalıp ta'ziyeleri kabul
eder.
Günlük hayatta, İlâhî huzur hissi, Yahudinin bütün davranışlarını hazırlar
ve yönlendirir. Uyanır uyanmaz bir Yahudinin ilk düşüncesi, Tanrı'ya ait
olduğudur. Günlük yıkanma bittikten sonra ilk görev, Sabah Duası yapmaktır.
Duadan önce, Tora'nm öğrenimi ve incelenmesi hariç, hiçbir çalışmaya teşebbüs
edilemez.
Tanrı'nın, insanı dinlediği düşünüldüğü için dua ve yakarmalar O'na
yöneltilir. Talmud'un ve Liturji'nin bazı metinleri, duanın en samimî anlamda
yapılmasını ister ve kabul edilmesinin buna bağlı olduğunu açıklar. Ferdî
duanın yanında, zaman içerisinde, belirli anlarda, müşterek olarak söylenmeye
ayrılmış, önceden oluşturulmuş formüllerde kollektif dua da geliştirilmiştir.
Bu dua, umumî toplantıda bulunamayan fert için de zorunludur.
Yahudilikte, dinî bayramlar oldukça fazladır.- Bunların önem derecesi ve
anlamları birbirinden farklıdır. Kronolojik olarak bu bayramları şu şekilde
sıralamak mümkündür:
· 1.
Floş ha Şana: Yahudi takviminde yılbaşıdır. Islâm'da olduğu gibi
Yahudilikte de dinî takvim güneşe değil, aya göre belirlenir. Roş ha Şana,
Tişri (Eylül-Ekim) ayının birinde başlayıp iki gün devam eder. Yahudi inancında
Roş ha Şana, kâinatın ve insanın kaderinin yeniden yaratılışını ifade eder.
Yahudiler, bu iki günü ibadet ve tövbe ile değerlendirmeye çalışır. Bu günlerde
eğlence yapılmaz.
· 2.
Yom Kippur: Roş ha Şana'nın ilk gününden itibaren devam eden on günlük
tövbe zamanının sonundaki keffaret (günahları örtme) günüdür. Yom Kippur'da
hayat adeta durur. Yahudiler bu günde devamlı ibadetle meşgul olur. Hiçbir iş
yapılmaz; İsrail'de gazete çıkmaz, radyo ve televizyon yayın yapmaz, araba
kullanılmaz, Arife günü akşamından başlayıp ertesi gün akşamına kadar, yirmialtı
saat oruç tutulur. Yahudi inancına göre, Roş ha Şana'da (Yılbaşı) planı yapılan
insanın bir yıllık kaderi, Yom Kippur'da yapılan ibadet ve tövbe derecesinde,
onaylanarak son şeklini alır.
· 3. Pesah
(Fısıh): Pesah, Mısır'dan çıkışın anısına dinî bayramdır, hac
bayramıdır. Nisan ayının onbeşinde başlar 8 gün devam eder. Bu bayramın
özelliği, bayram süresince mayalı hiçbir şey yenmerriesidir. Onun için
Türkiye'de, yanlış bir kullanım olarak, bu bayrama "Hamursuz" bayramı
derler. Pesah'dan önce evde en küçük bir parça bile mayalı birşey bırakmamak
gerekir. Tevrat'ın emriyle bu yasak edilmiştir. Pesah'ın başka bir özelliği
"seder" yemeğidir. Bu yemekte sofra oldukça mükellef bir şekilde
donatılır.
· 4. Şavuot: Haftalar
Bayramı veya On Emir'in verilişi bayramıdır. Tevrat'ın Tanrı tarafından
Yahudilere verilişini kutlama bayramıdır. Şivan (Haziran-Temmuz) ayının
altısında kutlanır, iki gündür.
· 5.
Şukot: Çadırlar Bayramıdır. Sukkot, Yahudi’lerin Mısır’dan çıktıktan
sonra kırk yıl çölde dolaşmaları anısına yapılan bir hac bayramıdır. Yahudîler
eskiden bu bayramda Kudüs'e hacca giderlerdi. Bugün bu gelenek devam
etmemektedir. Sukkot, sekiz gündür. Eğlence yönü ağırlıklıdır. Her Yahudi,
Sukkot günleri boyunca, bir gelenek olarak, evlerinin yanına çadır kurar.
Çadırlarda millî oyunlar oynanır. Bu bayramın başka bir özelliği, bayram
süresince elde "Lulav" taşınmasıdır. Lulav, dört bitkinin dallarının
biraraya getirilmesiyle oluşmuş bir demettir. Bu gelenek bugün yaygın değildir;
sadece "Hare-di" denilen aşırı dindar grup bu geleneği olduğu gibi
devam ettirmektedir.
· 6.
Simha Tora: Tevrat'ın hatim bayramıdır. Her yıl bir defa Tevrat
hatmedilir ve sonunda bayram yapılır (Yahudîlerde herkesin bir Tevrat'ı vardır.
Tevrat'a saygı, herşeyin başında gelir. Bir toplulukta Tevrat yere düşürülürse,
orada bulunanların 30 gün oruç tutması gerekir). Suk-kot'un hemen ertesi günü
kutlanır. Tevrat tomarları kucaklanarak Sina-gog'daki "Bima”nın etrafında
dans edilir. Dinî ve eğlenceli bir bayramdır.
· 7. Purim: Şeker
Bayramı. Buraya kadar sıralananlar Yahudîlerin dinî bayramları iken, Purim ve
Hanuka millî bayramlardır. Purim, Kudüs'te bir, diğer yerlerde iki gün devam
eder. Bu bayram, Yahudîlerin İran'da Ester adlı Yahudî kızının sayesinde
katliamdan kurtulmalarını hatırlatır. Bunun için neşeli eğlenceler yapılır,
oyunlar oynanır.
· 8.
Hanuka: Kandil Bayramıdır. Suriye Kralı Antiyokus'a karşı Ya-hudilerin
zaferini hatırlatır. Millî ve tarihî bir bayramdır. M.S. 148'de Ya-hudilerin
Seleuicuslara (SelevkoSlar) verdiği mücadele sırasında Mabed'deki Yedi Kollu
Şamdan'ın (Menorah) bir günlük yağla sekiz gün yanması anısına yapılan
bayramdır. Kislev (Kasım-Aralık) ayının onbeşinde başlayıp sekiz gün devam
eder. Normal günlerden tek farkı, Hanukiya denilen dokuz kollu şamdandan hergün
birinin yakılmasıdır.
B. HIRİSTİYANLIK
1. Genel Bilgi.
Günümüzde dünyanın her tarafında mensupları bulunan ve dünya nüfusunun
1/5'inin dini olan Hıristiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuştur. Bu evrensel
dinin bir milyar civarında mensubu vardır. Hıristiyanlık, vşhiy ve kutsal
kitaba dayanan, özde tektanrılı olmakla beraber, sonradan üçlemeye (teslis) yer
vermiş İlâhî kaynaklı bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret,
kader gibi dinî kavramlar bulunsa da, bu kavramların açıklanışı Islâm'dakinden
farklıdır.
Hıristiyanlıkta Isa, merkezî bir öneme sahiptir. Bugünkü Hıristiyanlık,
Yahudiliğin inanç, ibadet ve gelenekleriyle Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin
kültlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir.
Hıristiyanlık, Nâsıralı Isa'yı merkez alan bir Yahudi Mesîhî hareketidir.
Isa, İsrail'i gelecek Tanrının Krallığına hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü
Hıristiyanlık, Isa'nın havarilerinin arasına sonradan giren Pav-lus'un yorumlariyle
değişik bir nitelik kazanmıştır.
Hıristiyan, Mesîh'e bağlı demektir. Bu kelime, Yunanca
"Hris-tos"tan gelir. Ibranîcesi Maşîah'dır, yağlanmış anlamını ifade
eder. Krallar vazifeye başlamadan önce kutsal yağla yağlandıklarından
Yâ-hudiler, gelecek kurtarıcılarını böyle adlandırmışlardı. Hz. Isa da bir
Yahudi idi ve Mesîh olduğunu açıklamıştı. Yahudiler, ona inanmadılar. Çünkü
onlar, Mesih'in Davud soyundan geleceğine, Kral olacağına, sadece Yahudileri
kurtaracağına ve onları dünyaya hâkim kılacağına
inanıyorlardı. Halbuki Hz; Isa (AS.), bir peygamber olarak, insanları
doğruluğa, kardeşliğe, sevgiye, fedakârlığa, kısacası hak yola çağırıyordu.
Yahudi din adamları, dinin özünden kopmuş, şekilciliğe ve çıkarcılığa
düşmüşlerdi. Hz. Isa'nın söyledikleri onların işine gelmedi. Ancak halkdan saf,
temiz, günahkâr da olsa samimî, bazı kimseler ona inandı. Bunun sonucu, resmî
Yahudi çevreleri ve Romalıların dikkati Hz. Isa ve etrafındakilerin üzerine
çevrildi. Ancak Yahudiler; çeşitli istilâlar, savaşlar, esaretler, sıkıntı ve
baskılar sonucu, kendilerini bunlardan kurtarıp Hz. Davud devrindeki ihtişama
ulaştıracak, onları dünyaya hâkim kılacak bir kurtarıcı, kral beklemekteydi.
Hz. Isa, onlara, gelecek Tanrının Krallığından bahsetmekle beraber, onları
dünyevî değil, uhrevî, manevî, ahlâkî konulara çağırıyordu. Bu davete uymak
istemeyen ve menfaatlerini ön planda tutan Yahudiler, çarmıh olayının
vukubuİmasına sebeb oldu. Daha sonra Hıristiyanlar, bu çarmıh olayı üzerinde
inançlar geliştirirken; Yahudiler, Mesîh muzaffer olâcak, çarmıhda ölemez
diyerek Hz. Isa'nın Mesîh olmadığına hükmetti ve onu peygamber olarak kabul
etmedi. Böylece Yahudiler, Hz. Isa’yı âsî, suçlu, sıradan bir İnsan olarak
görürken; Hıristiyanlar da onu tanrılaştırdı. Islâm, çarmıh olayına yeni bir
anlayış getirip çarmıha gerilenin Hz. Isa olmadığını açıkladı. (Nitekim
Inciller’de Hz. Isa'nın havarilerle, çarmıhdan üç gün sonra, 40 gün sürecek
birlikteliğinden bahsedilmektedir). Bunun yanında İslâm Hz. Isa'nın, Tanrı'nın
değil, Meryem'in oğlu olduğunu; Allah'ın kulu ve elçisi bulunduğunu belirtti.
Böylece Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki ihtilâf konusu aydınlandı, orta
yol bulundu.
a. İncillere Göre Hıristiyanlık
Inciller’de "Hıristiyan", "Hıristiyanlık" gibi terimler
yer almaz. Bu terimler, ilk defa, Hz. İsa'dan 20-30 sene sonra, Antakya’da
kullanılmıştır (107). Bu İnciller, Hz. Isa'yı merkez almakta ve onun
hayat hikayesi kitabı niteliği taşımaktadır.
Hıristiyanlık, aslında monoteist bir dindir. Inciller’de ve diğer yazılarda
bu hükme ulaştıracak ifadeler vardır. Allah'ın birliğinden söz edilmektedir
(108). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha
sonraları bir üçleme anlayışına yol açmıştır. Bu konuda Incil yazarları,
kendilerine kadar gelen rivayetleri toplamış ve değerlendirmişlerdir. Kilisece
sahîh (kanonik) tutulan bu Incil metinlerinde Isa "Tanrı'nın Oğlu",
Allah da "Baba" olarak nitelindirilmektedir. Yine bu metinlerde Isa
için "bir peygamber" ve "peygamberden ziyadesi” deyimi de
vardır. İncillerde, Isa'nın Allah'a dua ettiği de, bunun yanında bazı
kimselerin Isa’ya secde kıldığı da, onun günahları bağışladığı da
yeralmaktadır.
İncillerde Allah ile ilgili açıklamalar Isa'ya nazaran pek azdır. Bununla
beraber Allah'ın "Göğün, yerin Rabbi" olduğuda, "Bir"
olduğuda belirtilir.
Hıristiyan Kutsal Kitabında üçleme açıkça hiçbir yerde zikredilmemektedir.
Ancak "Ben ve Baba biriz", "Babanızın ruhu”, "Allah'ın
ruhu” gibi deyimler, zamanla Allah'ın yanında Isa ve Kutsal Ruh'un da tanrı
sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır. Bu yorumları ilk başlatan,
havarilere sonradan katılan Pavlus olmuştur. "Isa'nın asrının en büyük
ilâhiyatçısı" diye nitelendirilen Pavlus, bugünkü Hıristiyanlığın kurucusu
olarak görülmektedir. Modern bilginlere göre günümüzün Hıristiyanlığı, Hz.
Isa'nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus'un yorumlarıdır. Hattâ denilebilir ki
sonraki yüzyıllar da Hıriştiyanlar, dinî inançlarını İncillerden çok, onun
yazılarına dayandırdılar. Pavlus'un telkinleri, Allah'ı değil, Isa Mesîh'i
ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre Isa, sadece bir insan değil,
Tanrı'nın kudretiyle diriltilen bir kimsedir. Isa, Mesîh idi. Pavlus, Isa'nın
doğumu, hayatı, telkin ve faaliyetleriyle ilgilenmez. Onun odak noktası sadece
Isa'nın haça gerilmesi ve tekrar dirilmesidir. Hz. Isa'nın üzerinde durmamasına
rağmen, Pavlus, aslî suç hakkındaki düşüncelerinde pek titizdir. .Ona göre
insan, katı Tevrat •gayretiyle değil, Isa'nın ölümü ve yeniden dirilişiyle
kendini bütünleştirecek olan vaftiz yoluyla ancak kurtulabilir (109).
Pavlus'a göre Tevrat'ın gayesi, bir aynada suretin aksi gibi, insana
günahkâr tabiatını göstermekti. Ölümün sebebi ise günah idi ve Pavlus, günahın
kaynağını insanlığın babası Hz. Âdem'in itaatsizliğine kadar geri götürüyordu
(110). Bu aslî suç inancı, sadece Pavlus'un değil, birçok rabbî çevrelerinin de
görüşlerinden biri idi. Ancak bu görüş, Hıriştiyanlar kadar Yahudilerin
arasında taraftar bulamamıştı.
Pavlus'a göre, bütün insanlar günahkârdı. Pavlus, "aslî suç"
görüşünü bu noktadan başlatmıştır. Ona göre her doğan, Âdem'in yediği yasak
meyvenin suçuyla dünyaya gelir. Bu suç, onların yaptıkları kötü şeylerden
değil, kirli ve günahkâr tabiatlarındandır. Ancak Isa, insanların tabiatındaki
bu kötülüğe çare buldu. Isa'nın ölümü bütün insanlığın günahı için kefaret olmak
üzere, kendini kurban etme idi. Isa'nın yeniden dirilişi de, bu kefaretin, ölüm
ve günah üzerindeki zaferinin delili idi. Âdem ve Isa, insanlığın iki
temsilcisidir. Biri, insanlığa günahı getirmiş; öteki, bu günahı giderecek yolu
bahşetmişti. Bu yol, vaftiz idi. Kişi, vaftizde Isa'nın ölüm ve yeniden
dirilişiyle kendini bütünleştirerek kurtulabilecektir (111).
Aslında Isa'nın kimliği ve yeniden dirilişi konusundaki Pavlus'un
düşünceleri, bir çok problemi beraberinde getirdi. Bu problemler,
şöyle sıralanabilir: Isa'nın Tanrı ve insanla ilişkisi nedir? O, bir insan veya
tanrı olarak telâkki edilebilir mi? Yoksa o, kısmen tanrı, kısmen de insan
mıdır? O, bir bakıma "Tanrı'nın bir yaratığı" mı, yoksa ondan sudur
etmiş bir varlık mıdır? Kültürel temelleri başka olsa da, bütün insanlar
günahkâr ve Isa'nın yolundan ayrı olmakla imtihanı kaybetmiş mi oluyor?
Âdem'den gelen bütün insanlar, otomatik olarak günahkâr doğduklarından, Isâ'nın
ölüm ve yeniden dirilişiyle yargılanabilirler mi?
Yirmi yüzyıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bu sorular henüz
cevaplandırılabilmiş değildir. Bu hususlar, Hıristiyanlıkta sayısız düşünce
akımları, mezhep Ve fırkaların doğmasına yol açmıştır.
Isa’nın tabiatı, üçleme, Kutsal Ruh, aslî suç, sünnetin ve Yahudi dinî
geleneğindeki bir kısım yasakların kaldırılması vb. konulardaki tartışmalar,
bölünmeler, mezhepler ve hâlâ devam etmekte olan kopmalar, sapmalar, ayrılmalar
da büyük ölçüde Pavlus'un görüşlerinden ve Hıristiyan Kutsal Kitabındaki bazı
ifadelerden kaynaklanmıştır.
Bugünkü Hıristiyanlık, görüldüğü gibi, Pavlus'un yorumlarına dayanır.
Aslında İncillerdeki "Babamdan işittiğim", "Bana verdiğin
sözler", "İnciller" gibi bir kısım ifadeler değerlendirilirse,
bugün Hıristiyanların ellerinde bulunan İncillerden önce de bazı İncillerin
mevcut olduğu anlaşılır. Luka Incili'nin başında bulunan şu cümleler, bu konuya
açıklık kazandırır: "Aramızda vaki olmuş şeylerin hikâyesini, başlangıcından
gözleriyle görenlerin ve kelâmın hizmetçisi olanların bizlere naklettiklerine
göre tertip etmeye birçok kimseler giriştiklerinden, ben de ,
ta başından beri hepsini dikkatle araştırıp tahkîk ederek, ey faziletli
Teofi-los, olduğu gibi sırasiyle sana yazmayı münasip gördüm; ta ki sana
öğretilen kelâmın doğruluğunu bilesin" (112).
Dikkati çeken diğer bir husus da, en önemli Incil yazarı Luka'nın Pavlus'un
öğrencisi olmasıdır. Dolayısiyle kutsal metinler, ilk Kilise, ilk Hıristiyan
inançları, kısacası Hıristiyanlık Pavlus'un eseridir. Pavlus'un getirdikleri
çıkarılırsa, Hz. Isa bir peygamberdir; Allah birdir; sünnet vardır, domuz eti
yemek yasaktır. Dolayısiyle aslı korunamamış, tahrîfe uğramış olsa da, Incil
Hıristiyanlığında tevhid izleri bulmak mümkündür (Üçleme vb. inançlar sonradan
ortaya çıkmıştır). Bu tarz Hıristiyanlık, Hıristiyanlar kabul etmeseler de,
Barnaba İncili ve Ebionitlerin kutsal metinlerinde daha açık bir şekilde göze
çarpmaktadır.
b. Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Hıristiyanlık
Kur'ân-ı Kerîm'de Hıristiyan için "Nasrânî", Hıristiyanlar için
de "Nasârâ" kelimeleri kullanılır. Ancak "Ehl-i Kitap"
deyiminin yer aldığı Âyetlerde Hıristiyanlar da muhatap alınmıştır (11). Meselâ "De ki ; Ey Ehl-i Kitap!
Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah'a tapalım ve O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayalım" (113) Âyetinde olduğu gibi. Bu Âyette Yüce Allah,
Hıristiyanlığın aslında tevhit inancının bulunduğunu belirtmektedir. Yine
Kur'ân, Hz. İbrahim için "ne Yahudi, ne de Hıristiyandı" derken onun
"hanîf" ve "müslim", yani tevhid ve Islâm çizgisinde
olduğunu da açıklamaktadır (114). Böylece Kur'ân, her üç İlâhî dinde de büyük
peygamber sayılan Hz. İbrahim'in, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki aşırılıklardan
uzak olduğunu, tevhid yolunun önemli bir temsilcisi bulunduğunu bildirmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, genellikle Hıristiyanları, Yahudilerle birlikte ve hitap
sırasına göre, Yahudilerden sonra muhatap alır. Yahudi ve Hıristiyanlar, sadece
kendilerinin cennete girebileceklerini ileri sürüp tartışmaya girişmektedirler
(115). Onlardan herbiri doğru yol olarak kendi dinini ileri sürmekte,
karşısındakinin ancak o dine girmekle kurtulabileceğini söylemektedir (116).
Buna karşılık Yüce Allah, onları Allah'a ortak koşulmayan "İbrahim'in
Dini"ne uymaya çağırmaktadır (117). Çünkü Âyet, Hz. İbrahim'in,
"Rabbı (İbrahim'e) 'Islâm ol', demişti. O da Âlemlerin Rabbına teslim
oldum, dedi" (118) şeklinde, "Islâm yolu”nu tutup teslim olduğunu
belirtmektedir. Bu yol, diğer peygamberlerin de yoludur: "Allah'a, bize
indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, Ishak'a, Ya'kub'a ve torunlarına indirilene;
Musa ve Isa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rab tarafından verilene inanırız,
onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız, deyin"
(119).
Kur'ân, bütün peygamberlerin yolunun "Islâm" olduğunu, onların
Müslüman olarak ölmeyi çocuklarına vasiyet ettiklerini (120), Allah'a (C.C.)
kendilerini teslim olanlardan kılması, nesillerinden de "teslim” olan bir
ümmet göndermesi için duada bulunduklarını (121) zikredip şu soruyu
yöneltmektedir: "Yoksa siz, İbrahim, İsmail, Ishak, Ya'kub ve
torunlarının Yahudi, yahut Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Deki
: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" (122).
Kur'ân'a göre, Yahudiler gibi, Hıristiyanlar da verdikleri sözde
durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır. Hz.
Muhammed (S.A.S.), onlara da gönderilmiş bir elçidir. O, Ehl-i Kitap'ın
gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır. Ancak Yahudi
ve Hıristiyanlar, kendilerinin "Allah'ın oğulları ve sevgilileri"
olduklarını söyleyerek, Hz. Muhammed'e karşı çıkmışlardır. Onlar, Üzeyr'i,
Isa'yı Tann'hın oğlu kılan kimselerdir ve insanları tanrılaştırdıkları için
küfre girmişlerdir (123). Halbuki Allah, tektir, birdir, ortağı
yoktur, mutlak hüküm sahibidir, hiçbir şeye muhtaç değildir; doğurmamış,
doğurulmamıştır. Kur'ân, bu konuyu çözüme kavuşturmuş ve onların bu gibi iddiaları
bir Âyet-i Kerîme'de şöyle cevaplandırılmışdır: "Öyleyse Allah, Meryem
oğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini yoketmek istese, Allah’a
karşı kimin elinde bir şey var?" (124).
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Isa'nın da (A.S.) Yüce Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu,
onun da tevhîdi tebliğ ettiğini açıklar. Hz. Isa'nın tanrılaştırılmasına karşı
çıkar, onun bir peygamber olduğunu ve kendisine Incil verildiğini belirtir.
Incil, bir hidayet ve nur kaynağıdır; öğüt vericidir, yol göstericidir. Onda,
Hıristiyanların, Allah'a, âhiret gününe inan-
maları ve iyi işler yapmaları emredilmiştir. Fakat Ehl-i Kitap,
kitap-larındakilere uymamış, dinlerinde aşırı gitmiş, ahitlerin! bozmuş,
uygulamaları gereken hükümlere sırt çevirmiştir. Yahudi hahamları gibi,
Hıristiyan rabbânîleri de üzerlerine düşenleri yapmamış, çevresindekileri günah
söz söylemekten, düşmanlıktan ve haram yemekten
alıkoymamışlardır. Halbuki Hz. Isa ve Incil, Tevrat'ı doğrulayıcı,
daha sonra gelecek, adı Ahmed olan, peygamberi müjdeleyici olarak gönderilmiştir.
Kur'ân'da, Incil sahiplerinden Allah'ın onda indirdiği ile hükmetmeleri
istenmiş, böyle yapmayanların sapıtmış olduğu bildirilmiştir (125).
Bununla beraber onlardan Allah'a ve ahiret gününe inanan ve iyi işler
yapanlar için korku yoktur (126). Halbuki onlar "Meryem oğlu
Mesih'i tanrı edinmişlerdi. Oysa o, "Ey Israiloğulları, benim Rabbim ve
sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin"diyen bir elçiden başka bir şey
değildir (127).
Meryem oğlu Isa'yı tanrı edinen Hıristiyanlar, "Allah, üçün
üçüncüsüdür" (128) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhit çizgisinden
uzaklaşmışlardır. Tevhidden uzaklaşan Hıristiyanları Yüce Allah, dinlerinin
özüne, tevhit ve İslam yoluna çağırmaktadır (129). Hz. Muham-med'in (S.A.S.)
şahsında bütün din mensuplarına aralarındaki ihtilaflar konusunda şöyle
buyurmaktadır: "Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları
kollayıp koruyucu olarak bu Kitabi gerçekle indirdik. Onların aralarında
Allah’ın indirdiği ile hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların
keyiflerine uyma! Sizden herbiriniz için bir şeriat, bir yol belirledik. Allah
isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi
sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O,
size ayrılığa düştüğünüz şeylerin hakîkatını haber verecektir" (130).
Kur'ân-ı Kerîm'e göre mü'minler, Yahudi ve Hıristiyanları dost
edinmemelidirler. Çünkü onlar, birbirlerinin dostudur (131). Mü'minlere en
yaman düşman, Yahudiler ve müşriklerdir. "Biz Hıristiyanlarız"
diyenler, sevgice mü'minlere daha yakındır. Çünkü onların içinde kibirlenmeyen
keşişler ve rahipler vardır (132).
c. Hıristiyanlığın Tarihçesi
Hz. Isa’nın doğduğu yıllarda Filistin, Roma İmparatorluğumun hâkimiyeti
altında idi. Yahudiler, çeşitli mezheplere bölünmüş, dinî konular çıkar
meselesi olmuştu. Kudüs'teki Kutsal Ma'bet ticaret yeri haline getirilmiş,
şekilcilik samimîyeti boğmuştu. Tektanrı inanışına sahip Yahudiler, putperest
Romalılardan kurtulma yollarını arıyorlardı. Bunun için bir kurtarıcı, Mesih
bekliyorlardı. Hz. Isa, bu sırada ortaya çıktı. O, insanları doğru yola
çağırdı. Fakat Havariler dışında ona çok az kimse inandı. Şikâyet üzerine
"Çarmıh hadisesi" oldu. Hz. Isa'dan sonra inananlarda bir artış
başladı. Hz. Isa'nın telkinlerine karşı bir ilgi uyanınca, Roma'nın baskı ve
zulmü de arttı. Hz. Isa'dan bir müddet sonra ona inananlar bir araya geldi.
Onlar kendilerini "Hıristiyan" olarak adlandırıyordu. Hıristiyanlık,
ona inananlar vasıtasiyle, değişik bölgelere ulaştırılıyordu. Ancak Pavlus'un
Hıristiyan oluşu cemaata yeni bir hamle kazandırmakla beraber, fikrî
ayrılıkların doğmasına ve onların ikiye ayrılmasına sebep oldu. M.S. 49
yıllarında Havariler ve Hz. İsa'nın yakınları toplanıp meseleleri müzakere
etti. Bu toplantı, Havariler Konsi-li diye bilinir. İhtilâfın çıkış noktası,
yeni Hıristiyan olanların Yahudi âdetlerine uyup uymayacaklarından başlayan bir
kısım konulardı. Bu ilk konsilde Pavlus'un temsilcisi oluduğu görüşe ta'viz
verildi. Böylece Pavlus, hem sonraki Hıristiyanlıkta yerini almış, hem de Hz.
Isa'nın tanrılaştırılmasına kadar varan onun tabiatiyle ilgili konuları
başlatmış oluyordu. Pavlus'a karşı çıkanların başında "havarilerin
reisi" Petrus ve "Ebionitler"in reisi Yakobus bulunuyordu.
Bu ilk "Yahudi Hıristiyanlar”, diğer Hıristiyanlardan farklı özelliklere
sahiptiler. Bunlar, Hıristiyanlığı Yahudiler arasında yaymayı gaye
edinmişlerdi; bu dinin Yahudilerin dışında yayılmasını istemiyorlardı. Bu
sebeple Yahudi dinî geleneğinden bazı şeyleri, yeni dinle birlikte
yürütüyorlardı. Yahudi geleneğinden korudukları ve devam ettirdikleri şeylerin
başında da tevhid geliyordu.
Roma İmparatoru Neron, 64'deki Roma yangınından ma'nen Hıristiyanları
sorumlu tutuyordu. Bundan dolayı Hıristiyanlara karşı şiddetli bir baskı ve
zulüm devresi başladı. Pavlus ve Petrus, Roma'da öldürüldü (133). Roma
tanrılarına saygı göstermeyen Hıristiyanlar hapsedildi, işkenceye tâbi tutuldu
ve öldürüldü. Bununla beraber Hıristiyanlık yayılmaya devam etti ve İL Yüzyılın
sonlarına doğru, Ön Asya'dan Güney Galler'e kadar olan alanda varlığını
hissettirdi. Bu gelişmeden, tabiî olarak, Roma İmparatorluğu da etkilendi.
313'de İmparator Konstantin'in Hıristiyanlara karşı müsamahası başladı. Böylece
Hıristiyanlar, serbest olarak inançlarını yaymaya ve yaşamaya başladı,
Yukarıda temas edilen Hıristiyanlar arasındaki ilk ihtilaflara giderek
yenileri eklendi. Konstantin, bu ihtilafları gidermek için 325'de Iznik'de
(Nicaea) bir konsil topladı. Hıristiyan inançları, bu konsilde tartışıldı.
İmparator Konstantin'in desteğiyle, Hz. Isa'nın tanrılığını reddedip onun
yaratık olduğunu savunan Aryüsçülere karşı, Isa'nın tanrılığını savunan Pavlus
geleneğine tâbi olanlar hâkimiyet sağladı. Önce Ebionitlerin yaşattıkları
tevhid, Hz. Isa'nın sadece peygamber olması, sünnet, bir çeşit abdest-gusül
gibi inanç ve gelenekler IV. Yüzyıldan sonra artık görünmez oldu.
İmparator Büyük Teodosyüs (Theodosius), 380'de Hıristiyanlığı tek resmî
inanç haline getirdi. Roma Piskoposu, diğerleri karşısında güç kazandı ve Papa
(Baba) ünvanını aldı. 476'da Roma'nın siyâsî yönden çöküşü sonucu Papa, sadece
Kilise'nin değil, bütün Batı dünyasının reisi oldu. Roma'ya karşı Doğu
Kiliselerini Bizans Patrikliği temsil etmeye başladı. Ayrıca İskenderiye ve
Antakya'da da patriklikler vardı. Doğuda Ermenî, Süryanî, Habeş ve Kıbtî
Kiliseleri millî ve müstakil bir durumda idi.
Batıda İrlanda Kilisesi, hür bir kilise idi. IV. Yüzyılda Roma'ya bağlı
olarak Vizigotlar; V. Yüzyılda ise Bulgarlar, Franklar Hıristiyan oldu. Daha
sonra Anglo-Saksonlar bir Roma misyoner hey'eti ' vasıtasiyle Hıristiyanlığa
girdi. VIII. Yüzyılda geride kalan Avrupa ülkelerinin Hıristiyanlaşması
başladı. Alman ve İskandinav ülkeleri Hıristiyanlaştı. Saksonlar, VIII.
Yüzyılda zorla Hıristiyanlaştırıldı. DanimarkalIlar, IX. Yüzyılda Hıristiyanlar
arasında yer aldı. Norveç, İzlanda ve İsveç'in Hıristiyanlaşması 1000
yıllarında tamamlandı. Slavların Hıristiyanlığa girmesi, Roma ile Bizans
arasında rekabet konusu oldu. Polonya, Bohemya, Moravya ve Baltık ülkelerinde
Roma; Rusya ve Balkan ülkelerinde Bizans galebe çaldı.
Batıda Hıristiyanlık, siyasî münasebetler, misyoner faaliyetleri ve bazen
de zorla yayıldı. Bu yayılma devresi, XI. Yüzyılda İskandinav ülkelerinin
HıristiyanlaştırıImaslyla tamamlandı.
Bütün bunlar olurken, bu gelişmeler, beraberinde iç mücadeleler de
getirmişti. Bu dinî ve siyâsî mücadeleler, 1054'de kesin bölünmeye yolaçtı.
Roma Kilisesi’ne "Katolik" (cihanşümul anlamında), Bizans Kilisesi’ne
de "Ortodoks" (öze bağlı anlamında) denildi. Bununla beraber Islâm'ın
yayılması karşısında Türklere karşı Haçlı Seferleri başlatıldı. Ancak Haçlı
Seferleri bile onların bir araya gelmesini sağlamaya yetmedi. Aralarındaki
düşmanlık öyle bir noktaya varmıştı ki Haçlı Seferleri (1096-1204) sırasında
Latinlerin Bizans'ta yaptıkları zulüm ve haksız! k karşısında Ortodokslar,
Türk sarığını "kardinal" (Latin-Katolik) külahına tercih eder hale
gelmişlerdi. 1453'de Türkler, Bizans'a son verdi ve İstanbul'daki çeşitli
Hıristiyan gruplarına, hiç kimsenin yapamayacağı şekilde, dînî müsamaha
gösterdi.
\
Batıda Şarlman (Charlemagne), Papa ve piskoposlara dünyevî otorite tanıdı.
Böylece Kilise ve devlet arasında Orta Çağ'da büyük sıkıntılara yol açan
gerginlikler başlamış oldu. Filistin'deki kutsal toprakları Müslümanlardan
kurtarmak gayesiyle Haçlı Seferlerini başlatan ve yetkilerini kötüye kullanan
Roma Kilisesi, reform hareketlerinin sebebi oldu.
2. Hz. İsa
a. İncillere Göre Hz. İsa,
Hz. Isa'nın hayatı ile ilgili bilgiler, Hıristiyanlarca kabul edilen dört
Incil'e dağılmış durumdadır. Bu bilgiler, aşağıda özetlenecektir.
Allah, Cebrail'i Galile’nin Nâsıra şehrinde Davud soyundan Yusuf'un
nişanlısı Meryem'e gönderir. Melek, Meryem'e, Allah'ın huzurunda inayet
bulacağını, bir oğlan doğuracağını, bu oğlana "Allahın Oğlu"
denileceğini, adının Isa konulacağını, Davud'un tahtının ona verileceğini bildirir.
Ayrıca bu doğumun Kutsal Ruh vasıtasıyla olacağı da haber verilir (134). Bu
sıralarda Yahuda şehrinde Zekeriya'nın karısı EIi-zabet bir çocuk doğurur.
Allah'ın emrettiği gibi çocuğun adı Yahya konulur (135). Kayser Avgustus
tarafından nüfus sayımı yapılması emredilir. Herkes yazılmak için kendi şehrine
gider. Yusuf da yazılmak için, nişanlısı Meryem ile Nâsıra'dan Beytlehem'e
gelir. Orada iken Meryem oğlunu doğurur. O civarda bulunan çobanlara Rabbın bir
meleği, bir kurtarıcının doğduğu müjdesini verir. Bu kurtarıcı, "Rab
Mesîh"dir. Onlar da, bu kurtarıcıyı görmek üzere, Beytlehem'e gider ve
orada Meryem ile beraber çocuğu bulurlar. Onun bir kurtarıcı olduğuna inanıp
Tanrı'ya hamdederek geriye dönerler. Çocuk, sekizinci gün sünnet edilir, adı
Isa konulur (136).
Isa, kırk günlük olunca, Meryem ile Yusuf, onu Tanrı'ya sunmak üzere
Kudüs'e götürürler. Kudüs'te İsrail'in kurtulmasını bekleyen Simon adında bir
adama Kutsal Ruh, Mesih'i görmeden ölmeyeceğini bildirir. Ruh'un şevkiyle
Simon, Ma'bed'e gelir. Isa'yı kucağına alır. Kurtarıcıyı gördüğünden dolayı
Tanrı'ya şükreder. Isa'nın anasiyle babası, çocuk Isa ile beraber Nâsıra'ya
geri dönerler (137).
Kral Hirodes zamanında müneccimler, Yahudilerin Kralı Mesih'in doğduğunu
haber veren yıldızları görürler. Mesih'i görmeye gelirler. Hirodes,
müneccimlerden doğan çocuk hakkında bilgi alır, onu bulmalarını ister.
Müneccimler, Meryem ile Isa'yı bulurlarsa da, Hirodes'e haber vermezler (138).
Müneccimlerden sonra melek, Yusuf'a rüyasında görünüp Kral Hirodes'in Isa'yı
öldürmek istediğini, bunun için onu ve anasını Mısır'a götürmesini söyler.
Yusuf da öyle yapar. Kral Hirodes, müneccimler tarafından aldatıldığını anlayıp
iki veya daha küçük yaştaki çocukların öldürülmesini emreder. Hirodes'in
ölümünden sonra Rabbın meleği Yusuf'a görünüp haberi verir. Bunun üzerine
Yusuf, çocukla anasını alır, geri dönüp Nâsıra'ya yerleşir (139).
Isa öniki yaşında iken geleneğe uyarak Fısıh Bayramı dolayısıyle Kudüs'e
götürülür. Anası babası geldikleri yere dönerken küçük Isa Kudüs’te kalır.
Onlar, bunu farketmez. Daha sonra ailesi, Isa'nın orada kaldığını farkedip
ararlar. Onu Ma'bed'de muallimler arasında dînî tartışmalar yaparken bulurlar.
Isa'nın sorduğu sorular ve verdiği cevaplar, oradakileri hayretler içerisinde
bırakır. Ailesi onu alıp Nâsıra'ya geri döner (140).
Isa delikanlılık çağına geldiğinde, Vaftizci Yahya Yahudileri tevbe
ettiriyor ve vaftiz ediyor. O, kendisinin su ile, kendinden
sonrakinin Kütsal Ruh'la vaftiz edeceğini bildiriyor. Onunla beraber Yahudiler,
büyük bir ümitle Mesîh'i beklemeye başlıyorlar (141). Bu sırada Isa, vaftiz
olmak için Ürdün'e gidiyor. Vaftizci Yahya onu vaftiz ettiğinde Kutsal Ruh
güvercin şeklinde gelip onun başına konuyor ve gökden "Benim sevgili oğlum
budur. Ondan hoşnudum" diyen bir ses işitiliyor (142).
Yahya zindana atıldıktan sonra Isa, Galile'ye gider. Vaktin tamam olduğunu,
Tanrının Krallığının yakında geleceğini, tevbe etmelerini ve "Incil'e iman
getirmeleri"™ bildirir (143). Üç gün sonra, Kana'da, bir düğüne gider.
Suyu şarap yaparak ilk mu'cizesini gösterir. Bir gün sonra balık mu'cizesi bunu
takip eder (144). İnananlar çoğalır. O da inananlar arasından bir gün;
"havari" adını verdiği oniki kişi seçer. Havariler şunlardır: Simon
(Petrus), kardeşi Andreas, Yakup, kardeşi Yuhanna, Filipus, Bartelomeus, Matta,
Tomas, Alfeus’un oğlu Yakup, gayretli denilen Simon, Yakub'un oğlu Yahuda,
Isa'ya ihanet eden Yahuda Işkariyot (145).
Günün birinde insanlar şehirden akarak Isa'nın etrafında toplanırlar. Isa,
onlara vaaz eder; ne demek istediğini çeşitli misallerle açıklar (146).
"Göklerin Hükümdarlığımın insanların sahip olacağı en değerli şey olduğunu
bildirir. Tanrının Hükümdarlığına girebilmek için bütün varlıklarını vermeye
hazır olmalarını tebliğ eder (147). Isa, havarilerine nasıl dua edeceklerini öğretir.
Bu duada Tanrı'ya "Baba" denilmesini, dileklerini "Göklerdeki
Baba"dan istemelerini bildirir (148).
Isa, kötü ruhlara karşı kudretini gösterir. Şeytan ve cinlere hükmedip
onları kaçırır (149). Yine Isa, inmeli bir hastanın günahlarını affedip onu
şifaya kavuşturur (150). Bir kötürümü iyileştirir (151). Isa, ölü bir kıza
"Talitakum" (Kızım, sana kalk diyorum) diyerek onu diriltir (152).
Bir gün kayıkta giderken gölde büyük bir fırtına olur. Kayık batmaya başlayınca
şakirtleri feryat eder, Isa da rüzgâra ve göle emreder, her taraf sütliman
olur. Böylece göldeki fırtınayı dindirir (153). Isa, beş bin kişilik bir
topluluğu beş ekmek ve iki balıkla doyurur. Beş ekmek ve iki balığı takdis
ederek şakirtlerine verir, onlar da halka dağıtır; hepsi yiyip doyar. Isa, Petrus'u
su üzerinde yürütür. Kayıkta olanlar, Isa'ya "Gerçekten sen Allah'ın
Oğlusun" diyerek onun ayaklarına kapanırlar (154).
Isa, havarilerin arasında, kendisinin kim olduğunu sorar. Petrus, ona
"Sen Mesih, Allah'ın Oğlusun" cevabını verir. Isa, Simon Petrus'u
tasdik eder, bunu gizli tutmalarını ister. Petrus'u kendine vekil seçer (155).
Isa, küçük çocukları takdis eder (156). Kendisini dinleyenlere Tanrı'yı ve
komşuyu sevmeyi öğütler (157). Yaşanılan dünyanın sonunun geleceğini,
"ahiret mahkemesi''nin kurulacağını bildirir. Isa, havarilerine, Kudüs'e
gidileceğini, orada peygamberlerin "İnsanoğlu" hakkında bütün
yazdıklarının yerine geleceğini, putperestlerin eline verileceğini, onunla alay
edileceğini, üzerine tükürüleceğini ve kırbaçlandıktan sonra öldürüleceğini,
fakat üç gün sonra dirileceğini sÖyler(l58).
Isa, "Allah'ın Ma'bedi"ndeki satıcıları dışarı çıkarır, oranın
kendi evi, dua evi olduğunu bildirir (159). Paskalya (Fısıh:Pesah) Bayramı
geldiğinde Baba’ya gideceği saatin yaklaştığını haber verir. Yemekten kalkıp
şakirtlerin ayaklarını yıkar ve bir peşkirle siler; şakirtlerine de birbirlerine
öyle yapmalarını tavsiye eder. Başkâhinlerle yazıcılar ise Isa'yı nasıl
öldüreceklerinin yolunu ararlar. Oniki havariden biri olan Yahuda Işkariyot,
onlara Isa'nın yakalanması için yardımcı olur. Isa, oniki havari ile sofraya
oturunca, ekmeği alıp şükrettikten sonra kırar ve onlara şöyle der: "Bu,
sizin için verilen benim vücudumdur. Bunu, beni anmak için yapınız".
Yemekten sonra kadehi de alıp "Bu kadeh, sizin için dökülen benim kanımla
yeni ahiddir" diyerek aynı şekilde kadehi onlara verir. Kendisini ele
verecek olanın elinin kendisiyle birlikte sofraya uzandığını haber verir (160).
Isa, havarileriyle Getsemani denilen yere varır. Ölüm korkusuna kapılır.
Isa, onlara “Kalkın gidelim, işte bana ihanet edecek olan
yaklaşıyor" der. Isa, henüz konuşurken oniki havariden
biri olan Yahu-da ile beraber başkâhinler ve kılıçlı sopalı kalabalık bir insan
grubu gelir. Yahuda, "Kimi öpersem odur. Onu tutun" diye onlarla daha
önceden anlaştığından, Isa'ya yaklaşır ve onu öper. Isa, yakalanır; şakirtlerinin
hepsi onu terkederek kaçarlar.
Isa, hakaretler altında meclisin önüne getirilir. "Eğer Mesih isen
bize söyle" derler. Isa da "Eğer size söylersem inanmayacaksınız.
Eğer size sorarsam, cevap vermeyecek ve beni serbest bırakmayacaksınız. Fakat
bundan sonra İnsanoğlu her gücü yeten Allah'ın sağında oturacaktır"
cevabını verir. Hepsi "Öyle ise sen Allah'ın Oğlu musun" diye sorunca
Isa, "Evet, ben oyum" der. Onlar da "Artık şahitlere ne
ihtiyacımız var? Zira kendi ağzından işittik” derler. Sabah olunca, bütün
başkâhinlerle kavmin (halkın) ihtiyarları toplanıp Isa’nın suçluluğuna, ölüm
cezasını hakettiğine karar verirler (161).
Isa'yı başkâhin Kayafa'nın evine götürürler. Bu sırada Petrus, onları
uzaktan takip eder. Bir cariye onu tanır ve onun Isa ile beraber olduğunu
söyler. Petrus, "Kadın, ben onu tanımam" diye inkâr eder. Bu inkâr
işi üç defa tekrarlanır. O sırada horoz öter. Isa, dönüp Pet-rus'a bakar.
Petrus, Isa'nın "Horoz ötmeden önce üç kere beni inkâr edeceksin"
demiş olduğunu hatırlar, pişman olup ağlar. Isa'yı ele veren Yahuda,
Isa'nın mahkum olduğunu duyunca, ihaneti karşılığında almış olduğu
otuz gümüş lirayı Ma'bede fırlatıp gider (162).
Daha sonra Isa, Romalı vali Pilatus (Pilate) tarafından sorguya çekilip
yargılanmak üzere hükümet konağına götürülür. Pilatus, dışarı çıkıp bu adama
karşı ne şikâyetiniz var diye sorunca onlar, "Eğer bu adam kötülük etmemiş
olsaydı, onu sana getirmezdik" cevabını verirler. Pilatus, "Onu siz
alıp şeriatınıza göre yargılayınız" deyince Yahudiler, "Kimseyi
öldürmek hakkımız yoktur" derler. Bunun üzerine Pilatus içeri girer,
Isa'yı çağırtıp ona, "Yahudilerin Kralı sen misin? diye sorar.
Isa, "Sen bunu kendinden mi söylüyorsun, yoksa başkaları mı benim hakkımda
söylediler?" deyince Pilatus, "Ben Yahudi miyim? Seni kendi milletin
ve başkâhinleri bana teslim ettiler. Sen ne yaptın?" şeklinde bu soruyu
cevaplandırır. Isa, ülkesinin bu dünyada olmadığını söyler. Bunun üzerine
Pilatus'un "Öyleyse sen kral mısın?" sorusuna Isa, "Evet,
kralım" cevabını verir (163).
Isa'nın haça gerilmesi istenir. Pilatus, onun doğru bir adam olduğunu,
bunun için onun kanına girmek istemediğini söyler. Fakat bütün halk, Isa'nın
haça gerilmesinde ısrar eder. Pilatus, Barabbas'ı usule göre salıverir (valinin
bayramlarda suçlulardan birini affetme adeti vardı. O da Yahudilere,
"Isa'yı mı, yoksa Barabbas'ı mı salıvereyim" diye sormuştu). Isa'yı
kırbaçlattıktan sonra, haça gerilmesi için, onlara teslim eder. Valinin
askerleri, onun elbiselerini çıkarır, üzerine erguvanî bir kaput örter,
dikenlerden örülü bir taçı başına koyar ve sağ eline de bir kamış verirler.
Sonra diz çöküp "Selâm sana ey Yahudilerin Kralı" diye onunla alay
eder, üzerine tükürür ve kamışla başına vururlar. Daha sonra da kendi
elbiselerini giydirir, haça germek üzere götürürler (164).
Isa'yı götürdükleri yer Golgota (Kafa Kemiği) diye anılmaktadır. Saat 6'dan
9'a kadar bütün dünyaya karanlık çöker. Krene’li Simon haçı taşımaya zorlanır.
Saat 9'a doğru Isa, "Allahım, Allahım, beni niçin bıraktın?" diye
çağırır. Orada bulunanlardan bazısı, "llya'yı çağırıyor" der. Birisi,
sirkeye batırılmış bir süngeri kamışa takar ve "Bakalım llya onu kurtarmak
için gelecek mi?" diyerek içmesi için ona verir. Fakat Isa, yüksek sesle
yeniden seslenip ruhunu teslim eder. Ma'bedin perdesi yukarıdan aşağıya kadar
ikiye ayrılır. Karşısında olan yüzbaşı, onun ruhunu nasıl teslim ettiğini
görünce, "Bu adam hakikaten Allah'ın oğlu idi" der. Aralarında
Mecdelli Meryem, küçük Yakup ile Yusuf'un annesi Meryem ve Salome bulunan
birçok kadın uzaktan bu durumu seyreder (165).
Isa'nın baçakiarının kırılması istenir. Fakat öldüğü için bundan
vazgeçilir. Askerlerden biri, onun böğrünü mızrakla deler. Oradan hemen kan ve
su çıkar (166). Isa'nın cesedini kabre koymak üzere pi-latus'tan izin alırlar.
Yahudilerin âdeti üzerine onu kokulu otlarla bera-ber kefene sarıp mezara
koyarlar (167).
Cumartesiden sonra Mecdelli Meryem ile diğer Meryem, Isa'nın mezarını
görmeye gelirler. Isa'nın kabrinin boş olduğunu farkederler. Melek, onlara
Isa'nın ölüler arasından kıyam ettiğini, Galile'ye gittiğini ve orada onu
görebileceklerini söyler. Onlar da sevinçle şakirtlere haber vermek için
koşarlar. Birden bire Isa ile karşılaşırlar. Isa, onlara, kardeşlerine
Galile'ye gitmelerini söylemelerini ve onu orada görebileceklerini bildirir
(168).
Isa, şakirtlerinin yanına gelir. Onlara, "Size selâmet. Babam, beni
gönderdiği gibi ben sizi gönderiyorum" deyip üzerlerine üfler ve
"Kutsal Ruh'u alın. Kimin günahlarını bağışlarsanız, ona bağışlanmış olur
ve kimin akkorsanız, ona alıkonmuş olur" der (169). Böylece Isa,
havarilerine günahları affetme yetkisi vermiş olur.
Isa, Petrus'u kilise'nin başı ve kendi vekili seçer. Ona kendini sevip
sevmediğini sorar. Petrus'un olumlu cevabı üzerine Isa ona, "Koyunlarımı
güt" der. Bu soru ve cevab aralarında birkaç defa tekrarlanır (170).
Onbir havari, Galile'ye, Isa’nın tayin ettiği dağa giderler. Orada, Isa'yı
gördükleri zaman, ona secde ederler, Fakat bazıları şüpheye düşer. Isa, onların
hepsine şöyle hitap eder: "Gökde ve yeryüzünde bütün hâkimiyet bana
verildi. Şimdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin. Onları Baba, Oğul ve
Kutsal Ruh adiyle vaftiz edin; size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara
öğretin. İşte ben, dünyanın sonuna kadar her gün sizinle beraberim" (171).
İncillere göre ölümünden üç gün sonra dirilen ve kırk gün havarilerle
birlikte yaşayan Isa; Allah'ın ülkesi hakkında konuşur; onlara iman edip,
vaftiz olanların kurtulacağını, iman etmeyenlerin ise cehenneme gideceğini
bildirir. Isa'ya inananların cinleri kovacaklarını, ellerine yılan
alabileceklerini, zehir içerlerse ölmeyeceklerini ve hasta iyileştirme gibi
mu'cizelere sahip olacaklarını haber verir. Bunları söyledikten sonra Isa, göğe
yükselip Baba'nın sağına oturur. Onlara Kutsal Ruh'u gönderir. Hepsi Kutsal
Ruh'la dolar. Kutsal Ruh'un kendilerine verdiği sözlere göre, başka başka
dillerde konuşmaya başlarlar. Halk, bu durum karşısında şaşırır. Petrus, onlara
bir konuşma yapar, tevbe etmelerini, Isa-Mesîh namına vaftiz olmalarını söyler.
Böyiece ilk Hıristiyanlar, havarilerin öğrettikleri şekilde bir cemaat halinde
yaşamaya başlarlar (172).
Yukarıda İncillere göre Hz. Isa'nın hayatı özetlendi. İncillerde Hz. Isa
için hem "Allah'ın Oğlu", hem de "İnsanoğlu" deyimleri
kullanılmaktadır. Ayrıca o, "Rab", "Kral”, "Yahudilerin
Kralı", "Mesih", "Allah'ın Kuzusu", "Yusuf
oğlu", "Davud oğlu", "Adem oğlu" şeklinde de
İncilerde nitelendirilmektedir. Öte yandan o, "peygamber",
"küdretli bir peygamber" olarak da belirtilir. Bu gibi deyimler ve
bir kısım ifadeler, Hz. Isa'nın şahsiyeti konusunda büyük bir karışıklık
meydana getirmektedir. Diğer yandan Inciller'de, Hz. Isa'nın Meryem'e Kutsal
Ruh'la ilkah edileceğini bildirirken, Meryem'le Yusuf nişanlı gösterilmekte ve
beraber yaşadıkları yer almaktadır.
Matta İncilinde, "....beni kabul eden, beni göndereni kabul eder. Bir
peygamberi peygamber olduğu için kabul eden, peygamber karşılığını
alacaktır" (Matta, 40-41) denilmektedir. Bunun yanında "Ben ve Baba
biriz", "Babanın bende ve benim Babada olduğum" (173) gibi
ifadelere de rastlanmaktadır. Hz. Isa'nın gerçek şahsiyeti, bir sonraki konuda
görüleceği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de en açık ve aslına uygun şekilde yer
almaktadır.
Hz. Isa’nın doğum tarihi Miladî Takvimin başlangıcı sayılmış ve bu tarih
sıfır (0) olarak alınmıştır. Ancak, daha sonra yapılan hesaplamalara göre, onun
bu tarihten 4, 6 veya 10 sene önce doğduğu tesbit edilmiştir.
b. Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Hz. İsa
Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçen dört seçkin aile vardır. Hz. Isa'nın annesi
Meryem bunlardan "Âl-i lmrân"a mensuptu.
Benî Isrâîl'den Imrân'ın karısı (Islâm kaynaklarında Hanne, Hıristiyan
kaynaklarında Anna) hamile kalır ve karnındakini Allah'a adar. Bir kızı olur,
adını Meryem koyar. Onu ve soyunu koruması için Allah'a dua eder. Meryem'in
himayesi Hz. Zekeriya'ya verilir. Adağa uyularak Meryem Ma'bede konulur, orada
hayatını ibadetle geçirir. Allah tarafından rızıklandırılır. Hz. Zekeriya,
oraya her geldiğinde Meryem'in yiyeceğini hazır bulur. Sorduğunda "Allah
tarafından" cevabını alır.
Meryem; iffetli, temiz, faziletli olarak büyür ve annesinin duasına uygun
her çeşit kötülüklerden uzak tertemiz bir şahsiyete ulaşır. Bir gün melek, ona
şöyle seslenir: "Ey Meryem! Allah, seni seçip temizledi ve seni dünyaların
kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbın divanına dur. Secde
et. Rüku edenlerle birlikte rükû' et" (174).
Yüce Allah, Meryem'i önemli bir durum için hazırlıyordu. Bu durum O'nun
kudretinin bir tecellisi olacak; Hz. Âdem'in anasız-babasız yaratılmasındaki
hikmet tekrarlanacak (175), analı-babah yaratılmaya iyice alışmış, bunu
alışkanlık haline getirmiş ve bundaki İlâhî kudreti görme basketini kaybetmiş
olanlar için ayrı bir imtihan konusu haline gelecekti. Böylece Yüce Allah,
bununla yaratmanın bütün çeşitlerini bildiğini (176) ve kendi koyduğu yaratılış
kanunlarının üstüne çıkabileceğini göstermiş olacaktı.
O an gelir. Cebrail, Meryem'e insan şeklinde görünür. Meryem, irkilir ve
ondan Allah'a sığınır. Cebrail, kendisinin Allah'ın ona bir erkek çocuk
vereceğini müjdelemek üzere görevlendirildiğini söyler. Meryem, kendisinin
iffetli bir kimse olduğunu, kendisine hiç kimse dokun-mamışken bunun nasıl
vukubulacağını sorması üzerine Cebrail, bunun Allah'a kolay olduğunu söyler.
Bütün yaratılışlardaki mu'cize, burada da kendini gösterir. Meryem’e kimse
dokunmamıştır. Allah, dilediğini yaratabilir. O, "ol" der, dilediği
de oluverir (177). Öyle de olur (178).
Melekler, Meryem'e Isa'yı şöyle müjdeler: "Ey Meryem! Allah, sana
kendinden bir sözü, adı Meryem oğlu Isa olan Mesih'i, dünya ve ahirette şerefli
ve Allah'a yakın kılınanlardan olarak müjdeler. Beşikte ve yetişkinlikte
insanlarla konuşacak ve iyilerden olacaktır... Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve
Incil'i öğretecektir. Onu Israiloğullarına elçi yapacaktır..." (Âl-i Imrân
45-49).
Meryem, gebe kalınca uzak bir yere çekilir. O, bir hurma ağacının altında,
doğum sancıları içinde bunaldığında birisi ona şöyle seslenir: "Sakın
üzülme! Rabbın karnında bulunanı şerefli kılmıştır..." Meryem doğum
yapınca çocuğunu alıp gelir. Onu kınarlar. Bu durum karşısında Meryem,
beşikteki çocuğun cevap vermesini işaret eder. Beşikteki çocukla nasıl
konuşabileceklerini sorduklarında, çocuk da, kendisinin Allah’ın kulu ve elçisi
olduğunu, Allah'ın ona kitap vereceğini, insanlara yararlı olmak üzere gönderildiğini,
namaz kılmak, zekât vermek ve annesine iyi davranmakla emredildiğini söyler
(179).
Kur'ân’da "Allah'ın Kelimesi", "İlâhî ni'mete ermiş” ve
"salihler-den" olarak nitelendirilen Hz. Isa, büyür, peygamberlikle
görevlendirilir. Allah'ın emirlerini Israiloğullarına tebliğ eder. Alacalıyı
iyi etmek, körlerin gözünü açmak, ölüleri diriltmek, suretten kuş yapmak gibi
mu'cizeler gösterir, fakat Israiloğulları, ona inanmazlar (180).
Hz. Isa'nın yanında yer alan havariler, "Biz Allah'ın (dininin)
yardımcılarıyız. Allah'a inandık. Sen şahit ol ki biz teslim olanlarız
(Müslümanlarız)'' derler. Havariler, Hz. Isa'ya uyarlar. Incil'e inanırlar.
Onlar, peygamberleri tanıyan, Allah'ın birliğini bilen kimselerdir. Havariler,
Hz. Isa'dan bir mu'cize olarak Rabbının-gökten bir sofra indirip
indi-remeyeceğini sorarlar. Bunu kalblerinde kanaat hasıl olması için
isterler. Hz. Isa, "...bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en
hayırhsısın" diy.e dua eder. Sofra iner, yerler. Böylece onun
hak peygamber olduğuna inanırlar (181).
Benî Isrâîl, Hz. Isa ve havarilerin Allah yolundaki çalışmalarını önlemek
için Isa'yı öldürmeye karar verirler. Allah da onların
planlarını boşa çıkarır (182). Isa sanarak ona benzeyen başka birini yakalayıp
çarmıha gererler. "Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük"
derler. Halbuki onlar Isa'yı değil, başka birini öldürmüşlerdir.
Isa'yı Allah kendi katına yükseltmiştir (183).
Hz. Isa'nın ref'i (yükseltilmesi) olayından sonra ona inananlar artar.
Ancak Hıristiyanlar da, Israiloğulları gibi, ana yolu kaybederler, sapıtırlar.
Zira onlardan bir kısmı Hz. Isa'ya Allah, bir kısmı Allah'ın oğlu, bir kısmı da
üçden biridir diyerek küfre düşerler (184). Onların bu taşkınlıkları karşısında
Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Ehl-i Kitap! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah
hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu Isa Mesîh, Allah'ın peygamberi,
Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve elçilerine
inanın, üçtür, demeyin. Çünkü Allah, yalnız bir tek tanrıdır" (185).
Kur'ân, Allah'tan başkalarını tanrılaştıran Hıristiyanları uyarmak üzere,
Yüce Allah'ın Hz. Isa'ya şu soruyu soracağını temsîlî olarak anlatır: "Ey
Meryem oğlu Isa! Sen mi insanlara, beni ve annemi Allah'dan başka iki ilah
olarak benimseyin dedin?" (186).
Kur'ân, Hz. Isa'nın gerçek şahsiyetini onun Israiloğullarına şu hitabıyla
açıklar: "Ey Israiloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı
doğrulayan ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi
müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim" (187). .
3. Teslis (Ekanim-i Selâse)
Bu başlık altında Hıristiyan inançlarının en önemlisi olan üçleme (teslis)
anlatılacaktır. Ancak, daha önce Hıristiyan inançlarını özet olarak vermekte
fayda vardır. Bunlardan bir kısmına daha önce yer yer temas edilmişti.
Hıristiyanlıkta inanç esasları üzerinde asırlardır tartışmalar
yapılmaktadır. Bir kimsenin Hıristiyanlığa girişi, vaftiz ve iman ikrariyle
olur. İman ikrarına giren esaslar, Hıristiyan Kutsal Kitabında açık olarak yer
almaz. Bu esaslar, ilk Havariler Konsilinden başlayarak özellikle 4 ve 5.
Yüzyıllardaki konsillerde tesbit edilmiştir. Daha sonraki konsillerde de, diğer
konular yanında, inançla ilgili olanlarn bir esasa bağlanılmasına
çalışılmıştır. Ancak inançlar konusunda Kiliseler, mezhepler arası ortak
konular bulunduğu gibi, farklı olanlar da vardır. Biz burada hemen hemen bütün
Hıristiyanlarca kabul edilen Havariler İnanç Sistemi (Havariler Kredosu)
denilen ortak inançları vereceğiz.
IV. Yüzyıla ait üç bölümlü, oniki maddeli Havariler İnanç Sistemi şu
şekildedir:
İ. 1. Ben, Tanrı'ya, kudretli Baba'ya;
· II.
2. ve O'nun biricik oğlu Rab Isa'ya,
· 3.
Bâkire Meryem ve Kutsal Ruh'tan doğmuş olduğuna,
· 4.
Pilatus zamanında çarmıha gerildiğine, öldüğüne ve gölmüldüğüne,
· 5.
Üçüncü gün ölüler arasından dirildiğine,
· 6.
Göklere yükseldiğine,
· 7.
Baba'nın sağında oturduğuna,
· 8.
Oradan ölüleri ve dirileri yargılamak üzere ineceğine;
· III.
9. Ve Kutsal Ruh'a,
· 10.
Kutsal Kilise'ye,
· 11.
Günahların bağışlanacağına,
· 12.
Ölülerin dirileceğine, sonsuz hayata, inanırım.
Yukarıda sıralanan oniki madde, üç bölüme ayrılabilmektedir. Bunlardan ilki
Tanrı, İkincisi Isa ve üçüncüsü de Kutsal Ruh'la, dolayısiyle Kilise ile
ilgilidir. Bundan dolayı Hıristiyan inançları, teslisin üç maddesi etrafında
kümelenmektedir.
Hıristiyan Kutsal Kitabında teslis kelimesi ve teslise imanı açıklayan
sarîh (açık) bir ifadeye rastlanmamaktadır. Bununla beraber Hz. Isa'nın
havarilere "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz eyleyin" (188)
şeklinde emir verdiği bilinmektedir. Ancak ilk konsillerde bu konu tartışılmış;
İznik Kohsilinde (325) Baba ve Oğul'un, İstanbul Konsilinde dö (381) Kutsal
Ruh'un tanrılığı karara bağlanmıştır. Böylece bugüne kadar kabul edilegelen
"teslis inancı" ortaya çıkmıştır.
Yahudi geleneğinde tektanrıcılık hâkim olmasına rağmen böyle bir çevreden
çıkmış olan Hıristiyanlıkta teslisin yer alması, Isa'nın tanrılaştırılmasının
teolojik bir sonucu olarak görülmektedir. Kutsal Ruh'un da ayrı bir İlâhî
varlık olarak görülmesi, üç ayrı tanrı ortaya çıkarmıştır. Bu duruma çare
bulmak için, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un bir ulûhiyetin üç ayrı tezahürü
olduğunu ihtiva eden teslis formülü bulunmuştur. Yunanca üçleme terimi (trias),
ilk defa Antakyalı Teofilos tarafından muhtemelen 180 yıllarında
kullanılmıştır. Üçleme doktrini, Hıristiyaniarâ göre, tek başına insan akliyle
değil, ancak ilhamla anlaşılabilen bir sırdır. Bundan dolayı teslis, "izah
edilmesi zor, fakat inanılması gerekli bir sır" olarak
formülleştirilmiştir. Ancak belirtilmelidir ki teslis, Hıristiyanların ilk defa
buldukları bir doktrin de değildir. Diğer bazı dinlerde ve felsefî-teolojik
cereyanlarda, Hıristiyanlıktan önce, teslise rastlanmaktadır. Sümerlerde
Anu-Enlil-Ea; Mısır'da Osiris-lsis-Horus; Hinduizmde Brahma-Vişnu-Şiva;
Tibet'te Om-Ha-Hum şeklinde; Eski Yunan'da Zeus etrafında kurulan teslis
(Zeus-Hera-Apollo) dikkati çekmektedir.
Hıristiyanlık yayıldıkça, yayıldığı alanda hâkim din, inanç ve kültürlerin
etkilerinden kurtulamamış, onların bazı özellik ve niteliklerini benimsemiştir.
Böylece aslî bünyesinde bulunmayan teslis inancı, Hıristiyanlığa sonradan giren
çok çeşitli unsurlardan sadece birisidir.
Teslisin Unsurları:
Teslis; Baba, Oğul, Kutsal Ruh gibi üç unsurdan oluşur:
a. Baba (Allah):
Hıristiyanlıkta teslisin ilk ve asıl unsuru, Baba'dır. Hıristiyanlıkta
Allah, Baba olarak nitelendirilir. Allah, en mükemmel ve sonsuz saf bir ruhtur.
O, her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Sonsuzdur, her yerde vardır ve her şeyi
bilir. Fakat Allah'da bütün bu özellikler ayrı değil, bir bütün olarak
birleşiktir. Allah, her şeyi görür. Kimse onu göremez (Hıristiyan Kilisesine
göre, varlığı görülmeyen Allah, Mesîh Isa vasıtasiyle görünmüştür).
Hıristiyanlara göre, Allah'ın özü sevgidir. Allah, bu sevgiyi biricik oğlu
Isa'yı insanları günahtan kurtarmak için dünyaya göndermekle göstermiştir.
Allah'ın özü, Baba Allah, Oğul Allah ve Kutsal Ruh Allah olarak görünürse de
yine o birdir. Bölünmez bir özdür, cevherdir. Çünkü bu cevher, ruhtur. Ruhta
bölünme kabiliyeti yoktur. Bunun için de Allah birdir. Allah mukaddes üçlüktür.
"Kutsal Üçlük'ün üç şahsının herbiri Tanrı'dır: Baba Tanrı, Oğul Tanrı
ve Kutsal Ruh Tanrı". Bunlar bir Tanrı'nın değişik tezahürleri, sıfatları
olarak izah edilmeye çalışılmaktadır. Hıristiyanlarca bu üçlük, "izah
edilmesi zor, fakat inanılması gereken bir sır" olarak formüle edilmiştir.
Dört Incil'de de Tanrının birliği, yüceliği, sonsuz gücü, yaratıcılığı
vardır. İnciller, Tanrının varlığı konusunda ayrıntılı bilgi ve düşünceler
ileri sürmez. Yalnız Tanrının önsüz-sonsuz olduğundan bahseder. İncillerden
meselâ Yuhanna İncili, Tanrı konusunda yalnız "var idi" der, başka bir
açıklamada bulunmaz (189). Bununla beraber bu durum, Tevrat'ta da öyledir.
Hıristiyan inancına göre "Baba" olarak nitelendirilen Tanrı,
nurdur; Isa da onun oğludur. Tanrı , Isa'nın şahsında insan ile
birleşmiştir. Isa'nın bedeni insan, ruhu tanrıdır. Onda tanrılık bir öz vardır.
İnsanı Tanrı ile birleştiren, sevgidir. Tanrı, insanı Âdem'den beri devam edip
gelen aslî suçtan kurtarmak için oğlunu göndermiştir. O da çarmıhta kendini
feda ederek insanlığı kurtarmıştır.
b. Oğul (İsa Mesîh):
Baba, Oğul, Kutsal Ruh birbirinden farklı olarak telâkki edilmiştir.
Aralarındaki münasebet, 381'de İstanbul'da toplanan konsilde şöyle
açıklanmıştır: Tanrı Baba, doğmamış, doğurulmamıştır. Oğlu Isa ise doğmuş,
doğurulmuştur. Kutsal Ruh, Tanrıdan çıkmıştır. Daha sonra 431'deki Efes Konsilinde
Meryem, Tanrının Anası, Tanrı Doğuran (Teo-tokos); Isa ise gerçek bir tanrı,
ilâhî-beşerî iki tabiata sahip bir insan ve Baba ile aynı cevherden olduğu
kabul edilmiştir. Kadıköy konsilinde ise (451’de) Isa'da bir şahısda ayrı iki
tabiatın bulunduğu, Bakire Meryem'in Baba'sı tarafından İlâhî, anası bakımından
beşerî Isa'yı doğurduğu karar altına alınmıştır. Ancak bu karara Isa'da tek
tabiat bulunduğunu, yani onda İlâhi tabiatla beşerî tabiatın birleştiğini
savunanlar itirazda bulunmuş ve daha sonra bunlar Monofizit olarak
adlandırılmıştır.
Bazıları, teslisi, içinde yine Isa bulunmakla beraber, Kutsal Ruh'un yerine
Meryem’i koyarak kurmuşlardır. Hıristiyanlıkta Isa ve Meryem konusunda
yazılanlar; "Kristoloji" ve "Mariyoloji" diye adlandırılan
iki ayrı bilim dalının oluşmasına yol açmıştır.
İncillere göre Isa konusu işlenirken, onun şahsiyetiyle ilgili tartışmalara
yolaçacak Incil ifade ve deyimlerine; ayrıca Pavlus'un Isa'nın ölümü, dirilmesi
ve tanrılığıyla ilgili görüşlerine de temas edilmişti. Bütün bunlara Isa'nın
doğumu, hayatındaki olağanüstü olaylar, mu'cizeleri de katılabilir. Dolayısiyle
"Allah'ın Oğlu" deyimiyle başlayan gelişme, onun tanrı kabul
edilmesine kadar varmıştır.
Pavlus, Hıristiyanlığı, merkezi İsa'nın insanı kurtaran ölümü olan bir mister
(sır) dini haline getirmiştir (Eşki.Yunan'daki gibi). Bu yeni görüşte Isa,
ilk şakirtlerinin gördüğü gibi, yalnız tarihî bir insan olarak değil, ölen,
dirilen ve göklere yükselen Rab (Kyrios) olarak tasvir edilmiştir. Bu
"Kyrios" terimi, Hıristiyan teolojisine göre hem muallim, hem İlâhî
Rab, hem de kral anlamlarını içinde bulunduran bütün şeref ümranlarını ifade
eder. Bu "Kyrios" lakabı, Isa'ya yöneltilen dualarda büyük bir önem
taşır. Dolayısiyle eskiden beri Hıristiyanlar, İlâhî Rab olarak kabul ettikleri
Isa Mesîh’e dua veya onun adiyle Tanrıya niyaz ettiler.
Hıristiyanlıkta Isa, insan şeklinde bir ilahtır. Allah, Isa'da
beden-leşmiştir. Baba Allah, insanlara, sevgi ve merhametini göstermek için,
Isa Mesih suretinde yaklaşmış ve aralarında yaşamıştır. Böylece Allah'ın
inayeti, insanlara Isa Mesih vasıtasiyle erişmiştir. Isa'ya tapınmak, ona kul
olmak, Baba Allah ile temas kurmaktır. Çünkü o, Baba ile aynı cevherdendir ve
Baba gibi mükemmeldir. O gerçek Allah'dır. Çünkü o, çeşitli mucizeleriyle, ölmesi
ve sonra dirilmesiyle "Tanrı" olduğunu göstermiştir. Allah'ın
oğludur. O, aynı zamanda gerçek insandır.
Bir insanın tanrılaştırtması; peygamberde görülen mu'cizelerin Allah'a
değil de o insana verilmesinden kaynaklandığı gibi, tarihte benzeri görülen
olaylardanda etkilenmiş olabilir.
c. Kutsal Ruh:
Hıristiyanlıkta teslisin üçüncü unsuru, Kutsal Ruh'tur. 381 tarihinde
İstanbul'da toplanan konsilde Kutsal Ruh'un Baba ve Oğul gibi tanrı olduğuna
karar verilmiştir. Katoliklere göre Kutsal Ruh, hem Baba, hem de Oğul'dan
çıkar. Ortodokslar ise Kutsal Ruh'un Oğul yoluyla Baba'dan çıktığına inanırlar.
Kutsal Ruh, Baba ile aynı cevherden, fakat ayrı bir mahiyet olarak kabul
edilmektedir. Baba'nın bütün kudret ve iradesini kendinde taşımaktadır. Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh, tek bir cevherde toplanmış üç ayrı şahıstır; hepsi de
ebedîdir.
Kutsal Ruh, Isa'nın vaftizinde, onun tanrılığını açığa vurmak için bir
güvercin şeklinde üzerine konmuştur. Kutsal Ruh, Allah gibi her yerdedir. Fakat
o, öldürücü günahlardan uzak olan inanmışların içinde oturmaktadır. Kutsal Ruh,
iyi düşünceler verir; tevbe, dua ve niyaz öğretir. Sembolü, beyaz güvercindir.
Kutsal Ruh, vaftiz ile insana gelir. Baba'dan çıkan, Oğul'da bütün doluluğu ile
duran ve Oğul'dan insanlara verilen Ruh Allah'tır. Fâil ve müessir Allah,
budur. Baba bütün işlerini bu Mukaddes Ruh ile yapar ve daima onunla kudretini
gösterir. Kutsal Ruh, azizlere ve iyilere peygamberlerin ve havarilerin
seslerini ilham eder. Kilise'yi Allah'ın nimeti ve armağanlariyle doldurur,
Kilise'yi hatalardan o korur.
Sonuç olarak Hıristiyanlıkta Baba Allah, yaratıcı; Isa Mesih, kurtarıcı ve
Kutsal Ruh da takdis edicidir.
4. İnciller
"Incil", kelime olarak müjde, iyi haber anlamına gelir. İnciller,
Hıristiyan Kutsal Kitabının (Kitâb-ı Mukaddes: Bible. Yunanca biblia:
kitap'dan) bir bölümü olan Yeni Ahit'te bulunur. Diğer bölüm, Eski Ahit
adını alır. Hıristiyanlar, bir başka dinin (Yahudiliğin) kutsal kitabına kendi
kitapları içinde bölüm olarak yer veren tek örnektir. Ancak Hıristiyanların
elindeki Eski Ahit, Tanah'ın Yunanca'ya Yetmişler Çevirisi olmakla beraber,
içindeki kitap sayısı aynı değildir. Eski Ahit, 39 kitaptan ibarettir. Yeni
Ahit ise 27 kitap ihtiva eder. Dolayısıyle Hıristiyan Kutsal Kitabı toplam 66
kitaptır.
Yeni Ahit'te 4 Incil, 21 mektup, Resullerin İşleri ve Vahiy vardır. Bunlar
III. Yüzyıldan sonra Yunanca yazılan 27 kitaptır. Yeni Ahide giren bu
kitapların havarilerden geldiği ve sahîh olduğu kabul edilmektedir. Bununla
beraber Inciller'in Hz. Isa'nın eseri olmadığını, sonradan ve ihtiyaca göre
yazıldığını, Isa'nın düşüncelerinden uzaklaşıldığmı ileri sürenler de
bulunmaktadır. Ayrıca, Inciller'de, Isa'nın söylediklerinin tamamı yeralmadığı
gibi, Isa'ya ait olmayan bazı fikirlerin de yeraldığını kabul eden
Hıristiyanlar ve hattâ Hıristiyan din adamları vardır. Günümüzde Inciller'in,
Kur'ân gibi değil, Hadîsler gibi düşünülmesinin gerektiğini samîmî olarak
itiraf eden Hıristiyan din adamları ve yazarlarına da rastlanmaktadır.
s Hıristiyan Kutsal Kitabının her iki ana bölümü için Kilisece sahîh
(kanonik) görülmemiş metinler bulunmaktadır. Bunlara apokrif metinler denilir.
Apokrif metinler üzerinde teologlar ve mezhepler arasında tartışmalar vardır.
Eski Ahidin Yunancaya Yetmişler Çevirisi ndeki bazı yazılar, Yahudilerin Kutsal
Kitabına tahminen 100 yılında Jamnia'da toplanan
konsilcd dahil edilmemiştir. Aşağı yukarı M.Ö. 300-MS. 100 yılları
arasındaki Yahudi hayat ve düşüncesi yanında, aynı zamanda Hıristiyanlığın
başlangıç yılları hakkında da bilgi veren bu yazılardan hangilerinin Hıristiyan
Kutsal kitabına (Eski Ahid kısmına) alınabileceği konusunda ilk Kilise
yetkilileri arasında fikir ayrılıkları sürüp gitmişse de, bunlardan bir kısmı
Vulgat'a (Jerome tarafından, tahminen 404'te, Papa Damasus'un emriyle
Hıristiyan Kutsal Kitabının Latince'ye çevirisi) alınmış ve sahih
görülmüştür. (Bu yazıların listesi daha önce Yahudi Kutsal Kitabı (Tanah)
tanıtılırken verilmişti). Protestan liderler, bunların okunmasında fayda
bulunmakla beraber, onlardan bir doktrin çıkarılamayacağını ileri sürmüşlerdir.
Trent Konsilinde (1548) bunların sıhhati te’kit edilmiştir.
Yeni Ahid'in apokrifleri, bazısı ikinci yüzyıla kadar geri giden
yazılardır. Isa ve diğer Yeni Ahit şahsiyetleriyle alâkalı bu yazılar, Yeni
Ahid'eidahil değildir. Bunlar, kanonik olmamakla beraber, halk seviyesinde ilk
Hıristiyan hayat ve düşüncesini aksettirmeleri bakımından önemli bulunmaktadır.
Bu yazılar, dört gruptur: 1) İnciller: Bunlardan "Ibranîlere
Göre" ve "Tomas İncili" gibi bir kısmı, ilk şifahî geleneği
ihtiva eder. Diğerleri, Isa'nın çocukluğu ve hayatı ile ilgili daha fazla bilgi
edinmek gayesiyle umûmî arzu üzerine yazılmıştır. Bunlara "Tomas'ın
Çocukluk İncili", "Nikodemus İncili",
"Protoevangelium", "Marangoz Yusuf'un Tarihi" misal olarak
verilebilir. 2) Petrus, Pavlus, Yuhanna gibi ilerigelen kimselerin yaptıklarını
anlatan "Resullerin İşleri". 3) Mektuplar: Isa ile Abgafın haberleşmesi,
Pavlus'uri kayıp mektubu, Lentuluus'un Mektubu gibi. 4) Vahiyler: Meselâ
Petrus'unki gibi.
a. Dört İncil
Dört Incil; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleridir. Birtakım
ayrılıklara rağmen, ilk üç Incil arasında benzerlik bulunduğundan bunlara
Sinoptik İnciller denilir. Sinoptik İncillerin 60-85 yılları arasında yazıldığı
düşünülmektedir. Dördüncü Incil olan Yuhanna İncili, 100 yılı sonrasında
yazılmış olup ilk üç Incil'in yorumlarını da ihtiva etmektedir.
Metin araştırmaları sonucu çoğunluğu oluşturan bir kısım bilginlere göre en
eski Incil Markos'tur. Matta daha sonradır. Luka İncili, ilk iki Incil'e
dayanmaktadır. Ancak üç Incil’in de ele geçmemiş Âramca bilinmeyen bir Incil'e
dayandığı kabul edilmektedir. Hz. Isa'nın (A.S.) M.Ö. 6 veya 4 yılında doğduğu,
vaftizinin 28, hizmetinin başlamasının 30 ve çarmıh olayının 33 yaşında iken
olduğu gözönünde bulundurulursa, eldeki en eski Incil'in ondan en az 30 sene
sonra yazıldığı anlaşılır.
Hz. Isa'nın şakirtleri arasında okuma yazma bilenler yok denecek kadar
azdı. İncillerde verilen bilgiler, ağızdan ağıza nakledilen rivayetler halinde
idi. İncillerin yazıya geçirilmesi konusu, bilinmeyen noktaları çok olan bir
konudur. Eldeki İncillerde Hz. Isa'nın onları yazdırdığını belirten ifadelere
rastlamak zordur. Gerçi "bana verdiğin sözleri onlara verdim"
(Yuhanna 17:8,14) gibi açıklamalar vardır. Ancak İncillerin nasıl yazıldığını
bilemiyoruz. Bazı kaynaklarda ilk Hıristiyanların İncilleri bulunduğu kaydedilir.
Bu İnciller, Yahudiler ve Romalıların takibi dolay isiyle yazarlarınca korunmak
için bazı yerlerde saklanmış veya ele geçirilerek yok edilmiştir. Bugünkü
İncillerin bilinmeyen kaynaklarının bunlar arasında bulunduğu ileri
sürülmektedir.
Sonraki İncillerin yazılmasında sözlü geleneğin tesbit edildiği, önceki
bazı İncillerden faydalanıldığı yolunda iddialar varsa da bu konuda kesin bir
kanaata ulaşamıyoruz. Ancak bazı Hıristiyan kaynaklarında bu Incil metinlerinin
üç veya dört defa değiştirildiği de açıklanmaktadır. Bu, daha önce de temas
edildiği gibi, ilk Hıristiyanların arasında çıkan fikir ayrılıkları dolayısiyle
olmuştur. Onlar, kendi görüşlerini desteklemek veya inanmayanları ikna etmek
için böyle bir yola gitmişlerdir. Ayrıca İncillerin yazılmasında belirli ölçülerin
olmadığı, bunların kontrol edilmediği, her önüne gelenin Incil yazdığı ve
böylece yüz civarında Incil'in ortaya çıktığı bilinmektedir. Eldeki dört Incil,
bu yüz kadar Incil arasından birbirlerine en yakın bulunarak seçilmiş ve
bunların sahîh olduğu, Kutsal Ruh’un himayesi altında yazıldığı kabul
edilmiştir. Kilise, ayrıca Pavlus, Petrus, Yuhanna, Yakub ve Yahuda'nın
mektuplarını, Resullerin İşleri (tahminen Luka'nın) ve Vahiy (Yuhan-na'nın)
kitaplarını da sahih sayarak hepsini Yeni Ahid'e dahil etmiştir.
Kilisenin sahih saymayarak Yeni Ahit dışında bıraktığı İnciller ve yazılar
arasında Ebionitlerin İncili ve Barnaba İncili meşhurdur. Bu İnciller; bugünkü
Hıristiyanlığın aksine, Allah'ın birliğini, Hz. Isa'nın Allah’ın kulu ve resulü
olduğunu, ilâh olmadığını, çarmıha gerilenin o olmadığını ve Hz. Isa'dan sonra
bir peygamber geleceğini bildirmektedir. Görüldüğü gibi burada verilen
bilgilerle Kur'ân'da verilen bilgiler arasında uygunluk görülmektedir.
b. Yeni Ahitteki Çelişki ve Tutarsızlıklar
Kilise, İnciller yanında, bir kısım mektup ve kitapları da Yeni Ahit adı
altında toplayarak kesin bir kutsal metin bulunmaması eksikliğini gidermek
istemiştir. Ancak bunlar, bizzat Hz. Isa'nın söyleyip yandırttığı sözler
değildir. Çünkü o, Ârâmca konuşmakta idi. Halbuki Yeni Ahit metinleri
Yunanca'dır (Eldeki en eski Yeni Ahit metinleri Yunanca'dır).
İnciller, belirli bir senetle Hz. Isa'ya dayanmamaktadır. Meselâ Luka,
Incili'nin başında Teofilos adlı bir dostuna hitap eder, onun için yazdığını
açıklar (190). Bu yazılar, tabiî ki Hz. Isa'ya değil, Luka'ya aittir. Hattâ
metin incelemeleri sonucu, en kuvvetli Incil olarak kabul edilen Luka
Incili'nin bazı bölümlerinin ona ait olmadığı da ortaya çıkmıştır.
Şimdi Yeni Ahid'i oluşturan kitaplardaki çelişki ve tutarsızlıklardan
birkaçını misal olarak vereceğiz.
· 1.
Hz. Isa'nın nesebi, Luka İncilinde Matta İncilinden farklı anlatılır. Meryem'in
kocası Yusuf, Luka'ya göre Heli'nin, Matta'ya göre Yakub'un
oğludur (Bkz. Luka 111:23; Matta I: 16).
· 2.
Markos Incili'nde “Incil", Allah'a ("Allah'ın İncili" şeklinde),
Pav-lus'un Romalılara mektubunda Hz. Isa'ya nisbet edilir ("Oğlumun
İncili" şeklinde) (Bkz. Markos 1:14; Romalılara 1:8-10).
Öte yandan aynı Markos Incili'nde bir yerde "Isa Mesih'in İncili"
diğer bir yerde de "Allah'ın İncili" denilmektedir (Bkz.
Markos 1:1; 1:14).
· 3.
Luka İncilinde bir yerde "Kurtarıcım Allah", diğer bir yerde de
"kurtarıcı Isa" denilmektedir (Bkz. Luka 1:47; 11:11).
j 4. Hz. isa için sık sık hem "Allah'ın Oğlu", hem de
"Yusuf Oğlu", "Davudoğlu”, "Âdem oğlu" deyimleri
kullanılmaktadır.
· 5.
Bir Incil'de bulunan bilgi, ötekinde yoktur. Bazen bir bilgi, dört Incil
arasında sadece bir tanesinde bulunup ötekilerde bulunmaz. Bazen de üç Incil'de
bulunup dördüncüsünde bulunmaz. Meselâ Hz. Isa'nın Vaftizci Yahya tarafıdan
vaftizi Matta, Markos ve Luka’da mevcut iken Yuhanna’da yoktur (Bkz. Matta III:
3-17, Markos I: 9-12, Luka III: 21-22, 4:1).
· 6.
İlk üç Incil’e göre Hz. Isa'nın esas memleketi Galile, Yuhan-na'ya göre Yahudiye'dir
(Bkz. Matta XIII: 54-58, Markos Vl:4, Luka IV:29 Yuhanna IV:3, 43-45). Matta ve
Luka'ya göre Isa Bethlehem'de doğmuştur (Bkz. Matta 11/1 ;Luka IV/4,15).
Markos ve Yuhanna’da bu konuda bir açıklık bulunmamaktadır ve İsa'nın
Galile’den geldiği belirtilmektedir (Bkz. Markos I/9; Yuhanna VII/42).
· 7.
Matta'ya göre oruçlu olup Hz Isa'ya soru soranlar Yuhan-na'nın talebeleri,
Markos'a göre Yazıcılar ve Ferisîlerdir (Bkz. Matta IX: 14, Markos II: 18).
· 8.
Hz. Isa Eriha memleketinden çıktığında, kendisine Matta'ya göre iki, Markos'a
göre bir kör, gözlerinin açılması için başvurmuştur (Bkz. Matta XX:30, Markos
X:46).
· 9.
Matta ve Markos'ta Hz. Isa'nın görevi Vaftizci Yahya hapse atıldıktan sonra, Yuhanna’da
ise hapisten önce başladığı kaydedilmektedir (Bkz. Matta IV:12-17,
Markos 1:14-15,-Yuhanna III: 22-26, IV:1-3).
· 10.
Havarilerden Isa'yı ele verecek kimsenin tarifi İncillerde farklı olarak
zikredilmektedir. Bu konuda Yuhanna İncilinde Isa'nın lokmayı batırıp kendisine
verdiği, diğer İncillerde farklı anlatımlar altında eli Isa'nın eliyle beraber
sofrada olan kimse denilmektedir (Bkz. Yuhanna XIII: 26, Markos XIV20; Matta
XXVI: 23 Luka XXII: 21)
· 11.
Kudüs'e giderken Hz. Isa'nın sıpaya binmesi, bindirilmesi şeklinde birbirine
tezat teşkil eden ifadeler yanında, konuyla ilgili farklı anlatımlar göze
çarpmaktadır (Bkz. Markos Xl:7; Matta XXI: 5; Luka XIX: 30-35; Yuhanna Xll:14).
· 12.
Zebedî'nin zevcesi Meryem'in Mesih'e gelmesi konusu, Matta ve Markos'ta farklı
bir şekilde anlatılırken, Luka ile Yuhanna İncillerinde bu konuda bir şey
söylenmez (Bkz. Matta XX: 20-22; Markos X:35-40).
· 13.
Matta'da Yahya'nın (Hz. Yahya) bir yerde çekirge ve yaban balığı yediği, bir
başka yerde de yiyip içmediği söylenmektedir (Bkz. Matta lll:4; XI: 18-19).
· 14.
İncillerde Tanrıyı görme konusunda farklı, birbiriyle çelişen açıklamalar
bulunmaktadır (Bkz. Yuhanna V: 37, XIV: 7-9; Matta XVIII: 1-14; Markos IX:
1-8).
En kuvvetli Incil sayılan Luka İncilinin yazarı, Pavlus'un talebesidir ve
havarilerden değildir. Luka, İncilini Pavlus'un telkinleri doğrultusunda
yazmıştır. O, İncilini, diğer İncilleri inceleyerek yazdığını en başta
söylemektedir. Ancak diğer İncillerle arasındaki farklar gözönünde
bulundurulursa ya onunki, ya da diğerlerininki doğru değildir. Diğerlerine
bakıldığında, onların birbirleriyle ve kendi içinde çelişkiler, tutarsızlıklar,
farklı açıklamalarla dolu olduğu, bazen birinde bulunan bir anlatımın ötekinde
bulunmadığı göze çarpmaktadır. Bütün bunların yanında onların muhteva ve ifade
tarzı bakımından insan eseri olduğu, yazarın kendi görüşlerini aksettirdiği ilk
bakışta anlaşılmaktadır.
Bu gibi çelişki ve tutarsızlıkların Allah'a nisbet edilen bir kitapta
bulunmayacağına, öte yandan bir peygamberin kendini tanrılaştırıp Tann'yı da
insanlaştırmayacağına göre, Hıristiyan Kutsal Kitabının sonradan insan eliyle
yazıldığı ve tahrif edildiği anlaşılmaktadır.
5. Kilise ve Âyinler.
a. Kilise
Kilise, Yunanca "eklesya" (ecclesia) kelimesinden gelmektedir. Bu
kelime, meclis, cemaat anlamındadır. Sonraları ibadet yeri için de
kullanılmıştır. Isa’nın yolunu benimsemiş olanların bir yerde meydana getirdiği
topluluk, "Kilise" diye adlandırılmıştır.
İlk Hıristiyanların ibadet ettikleri ayrı bir yer yoktu. Onlar, uygun
yerlerde toplanıyorlardı. Daha sonra bu toplanmalar, Kilise özel mülküne
kavuşunca oralarda oldu. Nihayat IV. Yüzyılda ma'betli devre başlamış,
Hıristiyanlar Kilise adını verdikleri yapılarda ibadetlerini yapma imkânı
bulmuşlardır.
Hz. Isa'ya göre 12 havari, başlayan yeni devrenin ilk nüvesi
idi. Onların .lideri Petrus'tu. Petrus, Isa'nın çarmıh ve tekrar
dirilişinden sonraki Pentakost günü, Kutsal Ruh'un Kudüs'te ilk Hıristiyan
topluluğu üzerine dökülmesi sonucu meydana gelen Kilise'nin başı oldu. O gün,
onlar, çeşitli dilleri konuşur oldular. Cemaata 3.000 kişi katıldı. İlk Kilise,
Kutsal Ruh vasıtasiyle İlâhî güçle dolmuş oldu. Böylece Kilise'nin, Isa'nın
bedenî hatırasiyle değil, ma'nevî varhğiyle bütünleşmiş olduğu kabul edilmişti.
O günden sonra Isa'nın Kilise'de hazır bulunduğuna inanıldı.
Pavlus, önce katı bir Hıristiyan düşmanı iken, 32 yılında Şam yolunda
Isa'yı ma'nen gördüğünü iddia ederek Hıristiyan oldu. Daha sonra Hıristiyanlığın
Yahudi olmayanlar arasında yayılmasında büyük rol oynadı. Başta Petrus ve
Pavlus, ilk Hıristiyanlar, çeşitli yerlere giderek oralarda cemaatlar
oluşturdu. Bu cemaatlar, dinî âyin ve törenleri, ibadet işlerini yürütmek üzere
birer idareci seçti; bu idareciler, ruhban sınıfının başlangıcı oldu.
Petrus ve Pavlus, Roma'da öldürüldü. Onların mezarının Roma'da bulunması,
Roma Kilisesinin bütün Hıristiyanlığı temsil ettiği iddiasına yolaçtı. Bu
sırada mahallî Kiliseler de kurulmuştu. Görüş ayrılıkları ortaya çıktı.
Konstantin, IV. Yüzyılda Hıristiyanlığa serbestlik tanıyıp görüş ayrılıklarını
gidermek istedi. Böylece konsiller devresi başlamış oldu.
325'de İznik'te toplanan konsilde, Isa'nın mahluk olduğunu
savunan Aryüsçülere karşı, Isa'nın tanrılığını, Baba'nın Oğlu olarak onunla
aynı cevherden geldiğini ileri sürenlerin görüşü kabul edildi.
381'de İstanbul'da toplanan ikinci konsilde Kutsal Ruh'un da Baba ve
Oğul'la aynı cevherden olduğu, dolâyısiyle onun da ilah sayılması gerektiği
kararlaştırıldı.
431'de Efes Konsilinde, Bâkire Meryem'in Tanrının Anası olduğu, Mesih'in
gerçek bir tanrı ve iki tabiata sahip bir insan bulunduğu kararına varıldı.
Ancak bu konsilde Isa'nın insanlık ve tanrılık unsurlarının birleşme konusu
halledilemedi. Bunun için 451'de Kadıköy Konsili toplandı. Bu konsilde Isa'nın
iki tabiata (insânî ve İlâhî) sahip olma konusunda önceki konsilde
halledilemeyen hususlara yeni açıklamalar getirilerek karar altına alındı.
Ancak Isa'da insânî ve İlâhî iki tabiatın birleştiğini savunanlar (Monofizitler),
bu konsilde alınan kararları kabul etmediler ve ayrıldılar. Böylece Hıristiyan
dünyasında ilk ciddî bölünme ortaya çıkmış oldu. Her Kilise, kendinin haklı
olduğunu, geleneğinin havarilere dayandığını ileri sürüyor ve kendi dinî
konularını halletmek için özel konsiiler (sinod'lar) oluşturuyordu.
Kadıköy (Kalkedon) Konsilini diğerleri takip etti. 869'da İstanbul'da
yapılan 8. Konsilde Kutsal Ruh'un kimden çıktığı ve Roma Kilisesinin otoritesi
gibi konular tartışıldı. Bu tartışmalar, Doğu ve Batı Kiliselerinin ayrılmasına
yolaçtı. Zaten asırlarca doğu ile batı arasında üstünlük, âyin ve ibâdet usulü
ile doktrinde gerginlik vardı. Nihayat 1054'te Roma Papa'sının İstanbul
Patriğini afaroz etmesiyle kesin bölünme ortaya çıktı. Doğu Kilisesi Ortodoks,
Batı Kilisesi de Katolik adını aldı.
XVI. Yüzyılda Batı Kilisesi kendi içinde bir defa daha bölündü. Çünkü
reform hareketleri başlamıştı. Bunun sonucu Protestanlık ortaya çıktı. Böylece
çeşitli Kiliseler doğdu. Her Kilise, bir mezhep görünüşü kazandı.
b. İbadet ve Âyinler
ba. İbadet
Hıristiyanlıkta ibadet, kiliselerde cemaatla ve papaz
nezaretinde olur. Bununla beraber ferdî dua ve "oruç" da vardır.
Kilisenin sembolü, "haç"tır. Hiristiyanlar, çeşitli vesilelerle haç
çıkarırlar. İbadete çağrı, çanla olur. İbadetler; günlük, haftalık ve
yıllıktır.
· 1.
Günlük İbadet: İbadet, önceden günde yedi defa yapılmakta iken,
sonraları sabah, akşam olmak üzere ikiye indirilmiştir. Kilise, toplu
ibadetleri ferdî ibadetten üstün gördüğü için, mecburî olmasa da, sabah, akşam
ibadeti papaz nezaretinde kilisede yapılır. İbadet saatleri, iklime ve hayat
şartlarına göre ayarlanır. Bu ibadetlerde Hıristiyan Kutsal Kitabından parçalar
okunur. Ayrıca İlâhîler söylenir.
· 2.
Haftalık ibadet: Pazar günü, sabah ve akşam olmak üzere iki vakitte
yapılır. Pazar günü yapılan ibadetin Hiristiyanlar için büyük önemi vardır. Her
Hıristiyan, temiz olarak gelmeye itina gösterir. Bu ibadete katılmak,
Katoliklerde mecburî, diğerlerinde farklıdır. Öyle mezhep vardır ki senede
birkaç defa Pazar ibadetine katılmayı yeterli görür.
Bunu Kiliseye bağlılığın bir işareti olarak kabul eder. Çünkü her
Hıristiyan, bir Kilise'ye kayıtlıdır.
Hıristiyanlıkta Pazar Gününe verilen önem, bu günün Hz. Isa'nın diriliş
günü olarak kabul edilmesinden kaynaklanır. Pazar Günü, Ekmek-Şarap Âyîni
(evharistiya) ile Isa'nın ma'nevî vücuduna iştirak edilmiş olunacağına
inanılır. Bu ibadet, mutlaka kilisede ve papaz nezaretinde olur.
Pazar ibadetinde Hıristiyan Kutsal Kitabından parçalar okunur,
İlâhîler söylenir.dua edilir, vaazlar verilir.
· 3.
Yıllık İbadet (Noel, Epitani, Paskalya, Haç Yortusu, Meryema-na Günü): Bayram
ve anma günü şeklindedir. Kilise yılı, normal yıldan farildir. Bazı bayramların
günü sabittir, bazıları her yıl yeniden tesbit edilir. Meselâ Noel sabittir;
Paskalya ise 22 Mart-19 Nisan arasında bir Pazar Günü yapılır ve hersene
yeniden tesbit edilir. Kilise yılında genellikle dört devre bulunur:
1) Advent devri: Isa'nın doğum gününü hazırlayan dört haftalık bir tevbe
zamanı, 2) Noel devri: Isa'nın doğum günü, 3) Büyük Paskalya Oıtıç Hazırlığı,
4) Paskalya devri.
Yıllık ibadetlere birkaç misal:
Noel :
Isa'nın doğuşunun hatırasına yapılan bir bayramdır. Hıristiyanlığın ilk üç
yüzyılında böyle bir gelenek yoktur. Bu, IV. Yüzyılda başlamıştır. Isa'nın
doğumunun kutlanması Batı'da 25 Aralık'ta, Doğu ve Ermeni Kilisesinde 6
Ocak'tadır. Noel, 24 Aralık akşamı Hıristiyanların kilisede âyinle ve evlerinde
yaptıkları kutsal gece eğlencesiyle başlar. 25 Aralık sabahı ise, kilisede
şenlikler yapılır. İkinci bayram günü olan 26 Aralık'ta genellikle misafirler
ağırlanır, ziyafetler verilir, hastaneler ve kimsesiz çocuklar ziyaret edilir.
İlk Noel, 336'da Roma'da kutlanmaya başladı. Aslında Isa'nın doğum yılı ve
günü kesin olarak bilinmemekte idi. Hıristiyanlar, Romalıların İran'dan
aldıkları Mitra Dinindeki ölümsüz Güneş Tanrısının doğum günü bayramını Isa
için kullanmaya başladı. Bu putperest Roma bayramı, 21-31 Aralık tarihleri
arasında kutlanıyordu. Milâdî takvim yılı başlangıcı olan yılbaşı ile Noel
Bayramının bir ilgisi yoktur. Aziz Nikolas'la "Noel Baba"nın bir
ilgisi olmadığı gibi. Noel Baba, Noel gecesi çocuklara hediyeler
dağıttığına inanılan efsanevî bir kişidir; gerçek bir şahsiyet değildir. Bugün
kutlanan Noel gecesiyle ilgili olarak yapılan çamlı, eğlenceli uygulamalar,
dinî olmaktan çıkıp tamamen folklorik bir mahiyet almıştır.
Hıristiyanlıkta Noel, belli bir tarihin yıldönümü olmaktan daha çok,
insanlara bir "Işık" getiren "Tann'nın Oğiu"nun, yeryüzünde
Tanrı'nın ci-simleşmiş bir şekli olarak görünmesidir.
Noel ile ilgili ve onun devamı olarak kutlanan diğer bir Hıristiyan
bayramı Epifani'dir (Epiphanie). Bu kelime
"görünme", "beliriş" anlamındadır. Soylulara, çobanlara
çocuk Isa'nın görünmesidir. Başlangıçta bu bayram, Noel'inkine bağlanmıştır.
Sonradan kutlanma günü ve şekillerinde Kiliseler arasında ayrılıklar olmuştur.
Batı'da, Noel 25 Aralıkla, Epifani 6 Ocak'ta; Doğu Kiliseleri'nde, Gregoryen
Ermeni Kilisesinde, Noel ile Epifani, başlangıçta olduğu gibi, birlikte 6
Ocak'ta kutlanmaktadır. Önceleri bu bayram Isa'nın Betlehem'de (Beyt Lahim),
Ürdün nehrinde vaftiz esnasında, Kana'da bir düğünde kendini göstermesi,
"Tanrılığını açıklaması" hatırasına kutlanmıştır. Daha sonra Isa'nın
vaftizinin hatırasına kutlanan bir bayram olmuştur. Bu, Isa'nın doğumunu,
sünnetini ve "Tanrılığını" da hatırlatmaktadır.
Aslında Hıristiyanlık öncesi dönemlere, eski inanç ve kültürlere ait ve
onların karakteristiği olan ölen ve dirilen tanrı bayramları, kutlamaları
Hıristiyanlığa da geçmiş; Hıristiyan! bir şekle bürünmüştür.
Paskalya : Ibranîce geçiş anlamına gelen "pesah", Yunanca
"paskhalia"dan gelir. Hıristiyanlığın ilk devirlerindeki Yahudi Pesah
bayramına denk olan bir bayramdır. O zaman Hıristiyanlar, Isa'nın Pazar Günü
dirilişini her Pazar kutlarlardı. Kilise teşkilatının yerleşmeye başladığı
sırada kiliselerde özel bir Paskalya günü kabul edildi. Paskalya en büyük
Hıristiyan bayramlarından biridir. Paskalya, doğu Kilisesi için çok önemlidir.
İnsanı ebedî ölümden kurtaracağına inanılan Isa'nın yeniden dirilişi olayı
Kilise'nin ve her insanın hayatının merkezi sayılmaktadır. Ortodokşlar ile
Katoliklerin Paskalyaları arasında tarih bakımından fark vardır.
Haç Yortusu : Haç, birbirine dik iki ağaç ve benzeri şeylerden meydana gelen şekle
denir. Hıristiyanlık öncesi devrelerde de çeşitli milletlerde haç sembolü
vardı. Isa'nın çarmıh olayından sonra haç, Hıristiyanları diğer dinlerin
mensuplarından ayıran bir sembol olmuştur. Bu sembol, Hıristiyanlara Isa'nın
çarmıhta çektiği acıları ve ölümünü hatırlatır. Bu anı hatırlamak için
Hıristiyanlar (Protestanlar hariç) haç sembolünü kiliselerinde, mezarlarında,
yol kavşaklarında, üzerlerinde bulundururlar. Konstantin zamanında Isa'nın
çarmıha gerildiği ağaçların bulunduğu (326 yılında) savunulmuş ve bu olayın
hatırasına, bir bayram başlatılmıştır. Ortodoksların haçının kolları genellikle
birbirine eşitken, Latin {Katolik) haçının alttaki kolu diğerlerinden
uzundur.
Meryemana Günü : Meryem'in günahsızlığını, lekesizliğlini, ahlâk ve iffetini
tanıtmak için Roma'da 1477'de başlatılan bir anma günüdür. Advent devresine
dahil olduğundan anılma .günü yıldan yıla değişir.
Protestanlar dışında, Katolik ye Ortodoks Kiliseler, Meryem'e büyük saygı
duyarlar; ona özel dua, bayram ve İlâhîler tahsis ederler. Isa gibi Meryem'in
de günahsız oluduğunu kabul ederler.
bb. Âyinler (Sakramentler)
Kilise, mensuplarına, Isa tarafından konulduğunu açıkladığı yedi
"sakrament"i bildirdi ve onlardan buna uymalarını istedi. Sakrament,
kutsal şey, âyin anlamına gelir. Zamanla sakramentler konusunda ihtilaf çıktı.
Kiliseler birbirinden ayrıldıktan sonra, kabul edilen sakramentle-rin sayısında
görüş ayrılıkları oldu. Katolik ve Ortodokşlar, yedi sakrament kabul etti.
Gregoryen Ermeniler, bunlardan altısını, Protestanlar ise iki tanesini
benimsedi. Unitaryenler ve Kuveykırlar (quakers), Tanrı ile insan arasında
hiçbir şeyi kabul etmediklerinden, bunların hepsini reddederler. Bu
sakramentler şunlardır:
t. Vaftiz (bapteme: batem) : Sakramentlerin ilki
vaftizdir. Hıristiyan olmak da, bir Kiliseden diğerine geçmek de vaftizle olur.
Vaftiz olmak, Hıristiyan olmanın ilk şartıdır. Vaftiz âyini, baba, Oğul, Kutsal
Ruh adına yapılır ve Hz.Isa tarafından konulduğu kabul edilir. Vaftiz, Isa'nın
ma'nevî vücuduna iştirak edişi, Kutsal Ruh'la yeniden doğuşu ifade eder. Aslî
suçun vaftizle giderilebileceğine inanılır. Vaftiz, Yunanca suya batırmak
anlamına gelir. Vaftiz, kilisede yapılır. Kiliseler arasında vaftiz uygulaması
farklıdır. Suya daldırmak, batırmak, su sepe-lemek ve su dökmek gibi çeşitli
yollarla vaftiz yapılabilir. Vaftiz yapılacak olanın yaşı Kiliselere göre
değişmektedir. Genellikle küçük yaşlarda yapılır. Vaftizsiz ölenin aslî suçtan
temizlenmediği için, günahkâr öldüğü kabul edilir.
Bunun için herkesi vaftiz etme, bir ideal olarak, bir "sevap
unsuru" olarak görülür.
· 2.
Ekmek-Şarap Âyini (Eucharistie: Evharistiya : Ökarist) : Bu âyin,
Hıristiyanlıkta önemli sakramentlerden İkincisidir. Evharistiya, çarmıha
gerilmeden önce Hz. Isa'nın havarilerle yediği son akşam yemeğinin hatırasıdır.
İncillere göre, son akşam yemeğinde Hz. Isa, ekmeği böldü, parçaladı; bu benim
etimdir diyerek havarilere verdi. Sonra bir kâse içindeki şarap için, bu benim
kanım deyip onlara içirdi. Pavlus, bu olayın yorumunu yaptı. Kilise, onu âyîn
haline getirdi. Önce senede, bir defa yapılırken, sonra her hafta yapılır oldu.
Eski Hıriştiyanlar, evharistiyayı bir çeşit kurban olarak gördüler. Bugün de
kiliselerde yapılan evharistiya âyininde verilen ekmek ve şarap, kurban olarak
nitelendirilir.
Evharistiya, Pazar Günü kilisede yapılan bir âyindir. Bu
âyinde Kiliseler arasında, bölge ve kültürlerden kaynaklanan, farklı bazı
noktalar dışında genelikle aynı şeyler yapılır.
· 3.
Kuvvetlendirme (Confirmation: Konfirmasyon): Vaftiz edilen çocuğun,
takdis edilmiş bir yağla, vücudunun çeşitli yerlerinin yağlanmasıdır. Vaftiz
âyininin kuvvetlendirilmesidir. Bu sakrament, Doğu Kilîseleri'nde vaftizden
hemen sonra, Batı Kiliselerinde ise daha sonra yapılır.
Vaftizle konfirmasyon arasında yakın bir ilgi bulunduğundan bunların
arka arkaya yapılması tercih edilir.
Yağlanmış çocuk, kilisenin bu iş i£in ayrılan yerine götürülür. Orada
ona konfirmasyon ekmeği yedirilir; yiyemeyecek durumda ise dudağına
dokundurulur. Böylece o, kilisenin bir üyesi olur.
· 4.
Günah İtirafı (Penıtence) : Kaybolan vaftiz inayetini yeniden elde
etmek için yapılan âyindir. Günah işleyen, günahlarını itiraf eder, papaz,
affetme yetkisine sahip Kilise adına, itirafda bulunanın günahlarını bağışlar.
Kişi, ne kadar günahkâr olursa olsun, pişman olup tevbe ve itirafda bulunursa,
günahları affolunur; kaybettiği inayeti yeniden kazanır. Bazı durumlarda papaz,
kefaret olarak, ceza takdir edebilir.
· 5.
Son Yağlama (Extreme-Onction) : Takdis edilen yağın, hem şifa, hem
günahların bağışlanması, hem de rahat ölüm için hastalara sürülmesi âyinidir.
· 6.
Rahip takdisi (Ordre, Ordo) : Kilise hiyerarşisinin üç üst
merhalesinde bulunan diyakos, papaz ve piskoposların takdisi âyinidir. Bu
görevler, sadece tayinle değil, takdis âyiniyle verilir. Takdis, piskopos tarafından
yapılır.
· 7. Nikâh
(Mariage) : Katolik Kilisesine göre nikâh, Isa ile Kilise arasındaki
çözülmez ruhanî münasebetin bir sembolü ve bundan dolayı kutsal bir
sakramenttir. Bir âyin olarak evlilik, iki kişinin anlaşmasının Kilise
tarafından takdis edilmesi ve bu çiftin kilisede mukaddes bir bağla
bağlanmasıdır. Evlilik, Tanrı'nın meydana getirdiği bir kurum sayıldığı için,
ilk çağlardan beri kutsal sayılmıştır. Evlenme âyinleri, genellikle kadının
bağlı bulunduğu kilisede yapılır. Katolik ve Ermeni Kiliseleri, boşanmaya
kesinlikle izin vermez. Ortodoks Kiliselerinde boşanma belirli şartlara
bağlıdır.
6. Temel Hıristiyan Mezhepleri
Hıristiyanlar arasında inanç, âyin vb. konulardaki ihtilafların ilk
asırlardan itibaren başladığından ve Kadıköy Konsili ile ciddî bölünmelerin
ortaya çıktığından bahsedilmişti. Daha sonra XI. Yüzyılda Doğu-Batı kopmasına,
XVI. Yüzyıldan sonra da reform hareketini
diğerlerinin takip ettiğine temas edilmişti. Bu bölünmelerden sonra
ortaya çıkan belli başlı mezhepleri, şu şekilde sıralamak mümkündür: Katolik,
Ortodoks, Protestan ve monofizit.
а. Katolik Mezhebi:
Hıristiyan dünyasında en fazla mensubu bulunan bir mezheptir. Bu mezhep,
kendisini Hz. Isa'nın vekili Petrus'a bağlamaktadır. Ruhanî
reisi Papa'dır. Papa, bugün, aynı zamanda Vatikan Devleti’nin başkamdir.
Papa’yı kardinaller seçer. Hiyerarşide kardinallerden sonra piskoposlar ve
rahipler gelir. Bu mezhebin başlıca özellikleri şunlardır:
· 1.
Dînî başkan, Papa'dır. Papa, Isa'nın vekili, petrus'un halefidir.
· 2.
Papa, yanılmaz otoritedir. Roma, diğer Kiliselerin ruhanî merkezidir ve
hepsinden üstündür.
· 3.
Kilise, evrenseldir (katolik kelimesi, evrensel anlamına gelir); onun dışında
kurtuluş yoktur. Kilise, Kutsal Ruh tarafıdan sevk ve idare edilmektedir.
Incil'in yorumu Kilise eliyledir.
· 4.
Kutsal Ruh, Baba ve Oğul'dan çıkar.
· 5.
Isa'da, İlâhî ve İnsanî, iki tabiat vardır.
б. Gelenek kabul edilir.
· 7.
Isa gibi Meryem de günahsızdır, aslî suçtan uzaktır. Meryem, Tanrı yanında
şefaatta bulunabilir. O, göğe yükselmiştir (191).
· 8.
Azizler de Tanrı katında sözcü olur, şefaatte bulunabilir. Onların resimleri ve
kutsal emanetlerine saygı gösterilir. Adlarına hemen her gün âyîn düzenlenir.
· 9.
İnsan, aslî suçun içindedir. Buna karşı kötülüğe temayül, günah değildir,
günaha sevkeder. Günah çıkarma çok önemlidir. Bunun, günah çıkarma hücresinde,
papaza itiraf şeklinde olması gerekir. Ergenlik çağma giren her Hıristiyanın
yılda en az bir defa günah çıkartması 1215'de toplanan Lateran Konsilinde
karara bağlanmıştır.
· 10.
Sakramentler, yedi tanedir. Ruhban zümresi evlenemez. Ruhban sınıfı dışında
olanlardan evlenenler boşanamaz. Kilisede yapılmayan nikâh, sahîh sayılmaz.
Boşandıktan sonra evlenme zina kabul edilir. Vaftiz, su dökülerek yapılır.
Vaftiz olmadan ölen, cehennemlik sayılır. Evharistiya Âyininde ekmeğe maya
katılmaz. Evharis-tiya'da (Ekmek-Şarap Âyîni'nde) konfırmasyon, ilk komünyondan
sonra herhangi bir vakitte yapılır.
· 11.
Yirmi bir konsil ve kararlarını kabul ederler.
· 12.
Cuma günü et ve yağlı yiyecekler yemezler. Boğulmuş hayvan etini ve kanını
mubah görürler.
· 13.
Son yargı gününü, cenneti, cehennemi ve a'rafı kabul ederler.
· 14.
Âyin dili Latince'dir (1965'deki II. Vatikan Konsili'nde değişik dillerde
yapılmasına izin verilmiştir).
b. Ortodoks Mezhebi:
Ortodoks, doğru görüş ve inanç anlamına gelir. Roma'nın üstünlük iddiasına
karşı Bizans Patrikliği, kendisinin doğru yolda bulunduğunu, üstün olduğunu
belirtmek üzere bu adı almıştır. 1054'deki Doğu-Batı ayrılığından sonra Bizans,
Ortodoksluğun merkezi olmuştur. Birbiriyle inanç ve âyinler bakımından ortak
yönleri bulunan birçok Ortodoks Kilise, Bizans'a bağlı idi. 1453'ten sonra Rus
Ortodoks Kilisesi, İstanbul Ortodoks Patrikliğiyle mücadeleye girişti. Ancak O,
1917'deki Rus İhtilalinden sonra bundan vazgeçti. Rus Ortodoks Kilisesi
patriklik halini aldı.
Ortodoks dünyasında dört büyük patriklik vardır. Bunlar; İstanbul,
İskenderiye, Antakya ve Kudüs'tür. Çok sayıda millî Kiliseler, bu dört
patrikliğe bağlıdır. Ancak özerk ve kısmen özerk Kiliseler de vardır. Monofizit
Kiliselerle beraber bu sayılanlar, tek bir "Doğu Kiliseleri” başlığı
altında gösterilmektedir. İstanbul Patrikliği; Fener Patrikliği veya Rum
Ortodoks Patrikliği diye de adlandırılır.
Ortodoksların özellikleri, Katoliklerden ve diğer Hıristiyan mezheplerinden
ayrıldıkları noktalar genellikle şunlardır:
· 1.
Ruhanî başkanları Patrik'tir.
· 2.
Papa'nın üstünlüğünü, Isa'nın vekili olduğunu, yanılmazlığını kabul etmezler.
Kutsal Ruh'un Oğul yoluyla Baba'dan çıktığını ileri sürerler.
· 3.
İlk yedi konsili ve kararlarını kabul ederler. Sonraki konsilleri ve
kararlarını kabul etmezler.
· 4.
İkonlara geniş yer verir, saygı gösterirler (Ikon; Isa, Meryem ve azizleri
tasvir eden, özel bir tarzda yapılmış olan, kilise ve evlerde bulunan
resimlerdir).
· 5.
İbadet, her ülkenin diliyle yapılır.
· 6.
Haçlarının kolları birbirine eşittir. Sağdan sola haç çıkarırlar.
· 7.
Evharistiya Âyininde ekmeğe maya, şaraba su katarlar.
· 8.
Konfirmasyon, vaftizden hemen sonra yapılır.
· 9.
Papazlar evlenebilir. Keşişler, piskoposlar ve Patrikler evlenmez. Boşanma,
bazı şartlara bağlı olarak vardır.
· 10.
A'rafı kısa bir bekleme yeri olarak kabul ederler. Günahkâr bir kişi, günah
derecesine göre, bir bedel ödeyerek hatasından kurtulabilir.
c. Protestan Mezhebi :
Protestan kelimesi, başkaldıran, itiraz eden anlamına gelir. XVI. Yüzyılda
Martin Luther (1489-1546), Roma Katolik Kilisesi'nin günahları bağışlaması,
bunu mâlî bir kaynak haline getirmesi, Kutsal Kitap yorumu ve hüküm çıkarmayı
kendi inhisarında tutması, âyîn dilinin Latince olması gibi hususlara karşı
çıkarak ilk itirazı başlattı. Bu itirazlar, büyük bir genişlik kazandı. İş
sadece itirazda kalmadı. İtirazcılar, kendi görüşlerini de açıkladı. Böylece
reformasyon başlamış oldu. Bunun sonucu, çeşitli Protestan Kiliseler oluştu.
Aralarında bazı farklı noktalar bulunmakla beraber Protestan mezhepler, genelde
ortak bazı özelliklere sahiptir. Protestanları diğerlerinden ayıran özellikler
şunlardır:
· 1.
Papa'nın otoritesini ve yanılmazlığını reddederler. Hıristiyanlığı bilen
herkesin otorite olduğunu kabul ederler.
· 2.
Kilisenin Kutsal Kitap yorum yetkisi yoktur. Her Hıristiyan, Kutsal Kitabı
yorumlayabilir. Kutsal Kitap esastır. İbadetin büyük bir bölümünü oluşturan
vaazlar, Kutsal Kitap'tan çıkarılır.
· 3.
Sakramentlerden ilk ikisini (vaftiz, evharîstiya) kabul ederler. Evharistiya
âyinini bir kısmı hatıra yemeği olarak görürken, bazıları Isa'nın eti ve kanı
olarak kabul eder. Günah itirafının mecbûrîliğini ve Kilise mensuplarının günah
çıkarma yetkisine sahip olduklarını kabul etmezler.
· 4.
Kiliselerde resim ve heykellere yer vermezler.
· 5.
Anglikanlar hariç, harç bulundurmaz ve haç çıkarmazlar.
· 6.
İbâdet ve âyinler anadillerinde yapılır. Vaazları, âyin ve ibâdetin bir bölümü
olarak görürler.
· 7.
A'rafa ve ebedî cezaya inanmazlar.
· 8.
Meryem konusunda diğer mezheplere katılmazlar. Ona önem vermezler. .
· 9.
Azizleri kabul etmezler. Azizler için kiliselerde özel âyinler yapmazlar.
· 10.
Teslis (Üçleme) bütün protestanlarda vardır. Bu konuda diğer Hıristiyan
kiliselerinden farkları yoktur.
· 11.
Protestan Kiliseler; Luterân, Anglikan, Reforme Edilmiş Kiliseler gibi kollara
ayrılabilirse de, Metodist, Kongregasyonalist vb. müstakil kiliseler de vardır.
Öte yandan Protestan dünyasından Adven-tistler, Mormonlar gibi birçok dinî
hareket de ortaya çıkmıştır.
d. Monofizit Kiliseler
Hz. Isa'da İlâhî ve İnsanî tabiatın birleşecek tek tabiat olduğunu savunan
ve diğer kiliselerden bu noktada ayrılmış bulunan Kiliseler, Monofizit diye
adlandırılır (Monofizit, tek tabiat demektir). Monofizitler, Doğu Ortodoks
Kiliseleri içinde gösterilmelerine rağmen, bağımsız ve özerk Kiliselerdir.
Bunlar; Ermenî, Süryanî, Habeş ve Kıbtî Kiliseleridir. Bunlardan misâl olarak
sadece Süryanî Kilisesi ile Gregoryen Ermenî Kilisesi'nin özellikleri aşağıda
verilecektir. Diğerleri de, küçük bazı ayrılıklarla, aşağı yukarı aynı
özelliklere sahiptir.
da) Süryanî Kilisesi :
Süryanîler, Mezopotamya bölgesinde, Suriyede yaşadıkları için bu adı
almışlarsa da, 38 yılında, Hıristiyan olduklarında, Antakya'yı merkez edinmiş
bir topluluk halinde idiler. Doğu Ârâmcası ve hatta bütün Ârâmca
diyalektlerinde Süryanîce'nin ağırlığı vardır. Süryanîler, Hıristiyanlığı
havari Petrus, arkadaşı Tomas, onun kardeşi Aday ve onların şakirtleri Agay va
Mara'dan öğrendiler. Hıristiyan olduktan sonra Ârâmî adını kendileri için
kullanmayıp bunu putperest kalanlara bıraktılar ve bir mezhebi ifade etmek
üzere Süryanî adını benimsediler. Daha sonraki bir gelişmede Yakubî diye
adlandırılıp Nasturî ve Melkit Kiliseleri'nden farklı bir yapıya kavuşan
Süryanîler; kendilerini ilk Hıristiyan ve en eski "Ortodoks" bir
cemaat olarak nitelendiren Monofizit bir Kilisedir. İbadetlerini Süryanîce
yaparlar. Yine kendileri gibi Süryanî kökten gelen (doğu Süryanîleri), fakat
zamanla Asya'ya, ta Çin'e kadar yayılıp çeşitli milletlerden mensuplar edinen
Nasturîlerle Isa'nın şahsiyeti, Meryem'e "Teotokos" (Tanrı doğuran,
Tanrının anası) denilip demlemeyeceği (Süryanîler denileceğine inanırlar) gibi
konularda ayrılırlar.
Kalkedon (Kadıköy) Konsili'nden (451 yılında) sonra Monofizit Kiliselerin
(Süryânî, Ermenî, Habeş, Kiptî) Bizans'tan ayrılmasına sebep olan Isa'nın
tabiatı tartışmaları, aslında Pavlus'un Isa'yı tanrılaştırmasından kaynaklanan,
asırlarca çözümlenememiş bir çıkış noktasına sahipti. Bu iddiayı monoteist
gelenekle bağdaştırmak gerekiyordu. Ancak bu defa iki tanrı ortaya
çıkıyordu. Aryüs (tahminen 250-336), bu çelişkiyi gidermek için, Tanrının
oğlu olan Isa'nın ezelî olmadığını, Baba tarafından yaratıldığını, onun
tanrılığının sonradan Baba tarafından bahşedildiğini ileri sürünce, İznik
Konsilinde (325 yılında), Isa’nın Baba gibi ezelî ve ona eşit, onunla, aynı
cevherden olduğu karara bağlandı (Aryüs'e, daha sonra Kutsal Ruh'un tanrılığını
da savunan Athanasyus-tahminen 296-373-karşı çıkmıştı). Böylece ikinci bir
tanrı olmaksızın onun da tanrı olduğu karar altına alınmıştı. Ancak bu defa
Isa'nın Baba Tanrıyle belirtilen râbıtası başka bir soruya yolaçtı. Eğer o
gerçekten Tanrı ise o zaman nasıl gerçek bir insan
ola-bielcekti?... Apollinaryus (tah. 310-390), Isa'nın beşerî bir
beden ve ruha sahip iken "Logos"un (Kelâm) onun beşerî zihnini
istilâsı sonucu Isa'nın kusursuz tanrılığa sahip olduğu, böylece bütün
beşeriyetini kaybettiğini ileri sürmüş ve İstanbul Konsilinde (381 yılında),
Aryus gibi, Kiliseden atılmıştı.. Nestoryus (382-451), bir başka açıklama
getirdi: Isa'da biri İlâhî, öteki beşerî iki ayrı şahıs vardı. O da Efes
Konsilinde (481 yılında) aynı akibetle karşılaştı. Kristoloji alanında Monofizit
görüş, Isa'nın bir tek tabiata, sadece İlâhî tabiata sahip olduğunu
savunuyordu. Kalkedon konsilinde karşı görüşün başarıya ulaşması sonucu ayrılan
Monofizit Kiliseler üzerinde büyük bir baskı başladı.
Süryanîler de bu kaderi paylaşıyorlardı. Ancak bir Gassâni emiri-nin,
imparatoru, Sâsânîlere karşı Süryanilerin birleştirilmesi konusunda ikna etmesi
sonucu takdis edilen iki piskopostan biri olan Yakob Bar-dayos, Suriye
Monofizitlerini teşkilatlandırdı. Bunlara Yâkubîler denildi. Mısır ve
Suriye'nin Müslümanların eline geçmesiyle Yâkubilerin yıldızları parladı. Ehl-i
Kitap olarak onlara iyi muamele edildi. Onlar da, bilim ve kültür
hareketlerinde rol aldı.
Günümüzde Türkiye'de Süryani Kadim Kilisesine 25.000 kişi bağlıdır. Bunlar,
Mardin, Antakya gibi güney illerimizde yaşarlar. Yeni patrikleri, "Antakya
Patriği" diye adlandırılarak, Şam'da seçilmiştir.
Süryanilerin inanç, ibadet, teşkilât özellikleri şöyledir:
· 1.
Üçlemeyi üç sıfat olarak ifade ederler. Bu üç sıfat bir cevherde toplanır ve
bir vahdaniyet oluşturur.
· 2.
Allah'a, meleklere, vahiyle gelen kitaplara, peygamber ve resullere, ölüm ve
kıyamete, cennet ve cehenneme, şeytanın insanın düşmanı olduğuna, irade
hürriyetine, Allah'tan hiçbir şer gelmediğine inanırlar.
· 3.
Süryanilerin benimsediği dinî temel prensipler şunlardır: Allah'a iman, kıyamet
gününden sonra Isa'yla beraber ebedî hayat ve saadete kavuşmak ümidiyle
yaşamak, herkesi sevmek.
· 4.
Süryaniler; İznik (325), İstanbul (381) ve Efes (431) Konsiîleri-ni, bu konsillerde
alınan kararlan kabul ederler.
· 5.
Monofizit olmakla beraber bazı meselelerde Ermenilerden ayrılırlar. Mesalâ
Ermeniler, Isa'nın vücudunun, diğer insanlardan farklı olmamasına rağmen, ebedî
ve çürümekten muaf olduğuna inanır; Süryaniler ise Isa'nın İnsanî varlığının
fânî ve çürüyücülüğünü kabul eder.
· 6.
Kilise, Isa tarafından kurulmuştur ve ebedîdir. Ancak onun dünyevî bir
idarecisi yoktur. Patrik, Petrus'un halefidir. Bununla beraber bu temsil
patriğin şahsında değil Kilisededir.
· 7. Havarilerden
gelme üç dinî rütbe derecesi vardır: a) Diyakos-îuk : Okuyucu, mürennim,
mürettip, başdiyakos, başdiyakos başkanı, b) Keşişlik (Papazlık): Keşiş,
horepiskopos (başpapaz), c) Episkopos-luk: Episkos, metropolit, mafiryan
(patrik mülhakı), patrik.
· 8.
İbadet veya sakramentler tartışmalıdır. Ülkemizdeki Süryanîlere göre
şunlardır : namaz, oruç (perhiz), vaftiz, evlenme,, ölüm-defin.
· 9.
Namazda kıble Doğu'dur. Pazar ve bayram günleri dışındaki günlerde ibadetler
secdeli ve rek'atlıdır. Pazar ve bayramlarda ruhanîlerin başkanlığında büyük
âyînler yapılır. Komünyonlarâ önem verilir. Yedi namazın
vakitleri şunlardır : Sabah, kuşluk, öğle, ikindi, akşam, yatsı,
geceyarısı. Bu namazların dördü farz, üçü sünnet sayılmıştır. Kuşluk, ikindi,
yatsı sünnettir. Sabah, öğle, akşam namazları kilisede topluca kılınır.
· 10.
Yıllık beş oruç ve perhiz şöyledir: Büyük oruç (40 güne Elem Haftasının 7 günü
de eklenir), Ninova orucu (3 gün. Hıdırillas), Şubat'ta. Haziran başı
perhizi, 3 gün (Havarilerin orucu sayılır). Ağustos Perhizi (10-15’inci günleri
arası, Meryemana Orucu). Aralık Perhizi (15-25'inci günleri arası, Hz. Isa'nın
doğuş bayramı orucu, Noel).
Bu oruçlardan 48 günlük olanı hem perhiz, hem de oruç olarak tutulur.
Diğerlerinden Ninova orucu da perhiz ve oruç olarak tutulur. Geri kalanlar, hep
perhiz olarak yerine getirilir.
· 11.
Süryanîler de vaftiz olurlar. Vaftizi mâ'nevî, sünneti sıhhî bir olay olarak
görürler, Ancak Tanrının insanda ne fazla, ne eksik bir uzuv yaratmadığını
ileri sürer ve sünnet olmayı reddederler.
· 12.
Süryanîlerde boşanma olamaz. Zina, tıbbî gereklilik ve 3 mu'teber şahidin
ifadesi dışında boşanma yoktur. Tek evlilik kabul edilir.
· 13.
Ruhânîlerden diyakos ve papaz sınıfından olanlar evlenebilir. Bekâr iken bu
rütbeleri alamazlar. Diyakosluktan diyakos başkanlığına kadar yükselenler,
karısı ölünce evlenebilir. Papaz sınıfından olanlar karısı öldükten sonra
evlenemezler. İstifa ederse evlenebilirler. Episkos sınıfı rahipler ve diyakos
başkanlığına kadar yükselenler, karısı ölünce evlenemezler. Karısı ölen bir
papaz, eğer lâyıksa, episkopos, hatta patrik de olabilir.
· 14.
Günah itirafı Süryanîlerde de ruhânîlere yapılır. İşlenen günaha göre
maddî-manevî cezalar verilir. Maddî ceza, kiliselere, hastanelere, hayır
yerlerine yardım şeklindedir. Manevî ceza ise namaz ve oruçla yerine getirilir.
Takdir edilen cezalar yerine getirilince ilgili ruhânîye haber verilir, itiraf
biter. Kişi tevbesini ruhânînin huzurunda yapar.
db.) Ermeni Kilisesi :
Ermeniler, Hıristiyanlığın yayıldığı ilk yıllarda, Thade (Thadeus: 35-43)
ile Barthelemy (Bartholemeus : 46-60) tarafından aydınlatıldıklarını, 301
yılında da Saint Grigor'un (Gregoire) öncülüğünde toptan Hıristiyanlığı
benimsediklerini kabul ederler. Onlar, toplu olarak Hıristiyanlığı ilk kabul
edenlerden olduklarını ve "Apostolik" (havarilere ait) bir özellik
taşıdıklarını ileri sürerler.
Ermeniler, Aziz Grigor'a, kendilerini Incil'in ışığı ile aydınlattığı için,
"aydınlatıcı" anlamında "Lusavoriç" derler. Bu Grigor, ilk
Ermeni Kilise-si'ni Eçmiyazin'de (Rusya'da Erivan yakınında) kurar ve onu 25
yıl kadar yönetir. Ölümünden sonra bu Kilise, onun oğullan ve ailesinden
gelenlerce yönetilir. Bu Eçmiyazin Kilisesi'nin Ermeniler yanında önemli bir
yeri vardır. Onlara göre, Isa, Eçmiyazin'e inmiş, Ermeni Kilisesi'ni kurmuş;
onu Doğu ve Batı'daki Kiliselerden müstakil olarak ortaya çıkarmıştır. Bundan
dolayı Eçmiyazin, "Allah’ın yegâne mevlûdunun indiği yer" anlamına
gelir. Ayrıca "Kutsal Yağ”ın yapıldığı "Sağ El" (Aziz Grigor'un
"Sağ Eli"), ilk havarilerden bazısının mezarı orada bulunduğuna
inanıldığı için Eçmiyazin husûsî bir öneme sahiptir. Ermeniler'in en yüksek
dinî makamı olan katolikosluk orada kurulmuş, 901 ile 1441 yılları arası hariç,
bugüne kadar da varlığını ve itibarını (Ermeniler arasında) sürdürmüştür.
Ermeniler, Hıristiyanlığı kabul etmelerinden 451'deki Kalkedon (Kadıköy)
Konsili'ne kadar, bazı ayrılıklarına rağmen, genel Hıristiyanlık içinde yer
almışlardır. Kalkedon Konsilin'de Isa'da iki tabiat bulunduğu (İlâhî ve İnsanî)
karar altına alınmıştır. Bu görüş karşısında Isa'da yalnız bir tabiat (İlâhî ve
İnsanî tabiatın birliği) bulunduğunu savunanlar da bulunmaktadır. Ermeniler
kendi iç mes'eleleriyle uğraştıkları için, bu Konsil'e katılamamışlardır. Daha
sonra da öğrendikleri bu kararları kabul etmemişlerdir. Kadıköy Konsili'nde
alınan kararlara karşı çıkan, Isa'da bir tabiat bulunduğunu kabul eden ve
"Monofizit” diye adlandırılan Kiliseler ortaya çıkmıştır. Bunların başında
da Ermeniler ve Süryanîler gelmektedir.
Kiliselerinin millî özelliğe sahip olduğunu, Isa'nın yaydığı Hıristiyanlıkta
bu özelliğin bulunduğunu, Isa'nın İnsanî tabiatının İlâhî tabiatı içinde
eriyerek tek bir tabiat oluşturduğunu, Hıristiyanlıklarının kadîm ve apostolik
karakter taşıdığını savunan Ermeniler; daha sonra Katolik ve Ortodoks diye
ikiye bölünecek olan, Hıristiyanlardan ayrılmışlardır. Bundan sonra Ermeniler,
Hıristiyan dünyası'nda, ayrı bir Hıristiyanlığın temsilcisi olmuş; Gregoryen
(kendileri "Lusavorçagan" derler) Ermeni Kilisesi olarak
bilinegelmişlerdir. Bu ve aşağıda belirteceğimiz özelliklerinden dolayı hem
Katolik ve hem de Ortodoksların baskı ve zulmüne maruz kalmışlardır. Bizans
hâkimiyeti döneminde, ayrı inanca sahip olmaları yüzünden çok zulüm görmüşler
ve hâkim Hıristiyan unsurları onlara kendi inançlarını kabul ettirebilmek,
onları kendi içlerinde eritebilmek için her türlü yolu, metodu denemişlerdir.
Onlar, bu sıkıntıdan, Türklerin Malazgirt Zaferi sonucunda Anadolu'ya
gelmesiyle kurtulmuşlardır. Türklerin hâkimiyeti altında, rahat ve huzur
içinde, serbestçe dinî inanç ve ibadetlerini yerine getirmişlerdir. Fâtih
Sultan Mehmet, İstanbul'u aldıktan sonra, İstanbul Ermeni patrikliğini
kurdurmuş (1461 yılında), Rumlara verilen hak ve yetkilerin aynısını onlara da
vermiş, din işlerinde ve içişlerinde onlara serbestlik tanımıştır.
Ermeniler, Türklerin hâkimiyetinde rahat , ve huzur içinde
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bugüne kadar Ermeni Gregoryen Kilise-si'nin
varlığını sürdürmesi Türkler sayesinde olmuştur. Buna rağmen misyoner
faaliyetleriyle Türk topraklarında gözleri olan süper güçler, Er-meniler'e
elatmış; bir kısmı onları Katolikleştirmeye çalışırken, bir kısmı Protestan
yapmaya bir kısmı da Türkler'e karşı isyan ettirmeye uğraşmışlardır. Buna
rağmen hâlâ Türkler'in hâkimiyet ve idareleri altında Ermeniler ve Süryaniler
din hürriyeti içinde serbestçe yaşamakta, varlıklarını sürdürmektedir.
Ermeni Kilisesi'nin Özellikleri ve Diğer Hıristiyan Kiliselerinden
Farkları:
· 1.
Gregoryen Ermeni Kilisesi millîdir (Ermenilerle Kilise ve millet bir ve aynı
şeydir; içiçe girmiştir). Bütün kiliselerin millî olduğu kabul edilir.
· 2.
Ruhanî başkan, "katolikos" (milletin temsilcisi anlamında) diye
adlandırılır.
· 3.
Ermeni Kilisesi’nin Merkezi, Rusya’da Erivan yakınındaki Eçmiyazin'dedir.
Eçmiyazin, Isa'nın indiği yer anlamındadır. Kilisenin Petrus tarafından değil,
Isa tarafından gönderilen havariler tarafından, dolayısiyle Isa tarafından
kurulduğunu kabul etmektedirler. Bundan dolayı da Papa'nın liderliğini,
Hıristiyan Kilisesi için, bir dogma olarak kabul etmezler.
· 4.
Bugün Gregoryen Ermenilerin Eçmiyazin (birinci derece) ve Beyrut'ta (ikinci
derece) katolikosluklarr, İstanbul ve Kudüs'te patriklikleri vardır.
· 5.
Ermeni Kilisesi, dogmaların kesin kaynağının ökümenik konsil-ler olduğunu ve
ökümenik konsil olarak da ilk üç konsili kabul eder. Ondan sonra yapılan
konsilleri kabul etmez. (Ortodokslar yedi, Katolik-ler yirmi bir konsili kabul
eder). İlk üç konsilde Isa-Mesîh'in ve Kutsal Ruh'un tanrılığının, Isa'nın
tabiatlarının birliğinin açıklandığına inanır.
· 6.
Dogmaların izahında Ermeni Kilisesi, eski izahları titizlikle muhafaza eder;
dogmatik tarifleri açıklama yetkisinin de sadece gerçekten ökümenik olan
konsillerde olduğunu kabul eder.
· 7.
Isa'da tek tabiat kabul eder (İlâhî ve İnsanî tabiatların Isa’da birleştiğine
inanır).
· 8.
Filyök (Filioque : Kutsal Ruh'un "ve Oğul'dan” çıkması mes'elesi)
takısını reddeder.
· 9.
Papa'ya ait otoriteyi ve onun yanılmazlığını kabul etmez. Kilisenin günahları
bağışlaması görüşünü reddeder. .
· 10.
Sakramentleri altı kabul eder. Son Yağlamayı kabul etmez ve uygulamaz.
· 11.
Evharistiya'da (Ekmek-Şarap Âyini) ekmeğe maya, şaraba su katmaz. Hepsinin saf
ve temiz olması esas alınır. Ekmek ve şarabın Isa'nın etiyle kanına dönüştüğü
inancını kabul etmez.
· 12.
Vaftiz, çocuklara yapılır ve tam olarak suya daldırma veya batırmayla olur.
Günümüzde su serpmek veya dökmek şeklinde uygulama da vardır (Su kaynatılır ve
çocuğun anası tarafından vaftiz suyunun ılık olup olmadığı kontrol edilir).
Vaftiz edilen, vaftiz günü hangi azîzin bayramı kutlanıyorsa, onun adını alır
(Ermenilerde yılın yarısı kutsal gün ve bayramlarla geçmektedir).
· 13.
Vaftiz, Konfirmasyon ve Evharistiya (Hostie) aynı anda yapılır.
· 14.
Kilisece günahların bağışlanmasını kabul etmez; büyük günahlarda itirafı kabul
eder; fakat hemen olmasının lüzumuna inanmaz. Daha sonra da (kendi kendine)
olabileceğini kabul eder. Papazların günah çıkarma yetkileri olduğunu kabul
etmez. Tevbe ve itirafı sakrament olarak alırlar.
· 15.
Gregoryen Ermeniler çok dikkatli şekilde organize edilmiş kilise hiyerarşisine
sahiptir. (Kilise hiyerarşisi şöyledir: Diyakos (papaz yardımcısı), papaz
(priest), piskopos (bishop), patrik ve katolikos. Ayrıca vartabetler akademik
ünvana sahip, evlenmemiş papazlar) bulunur.
· 16.
Piskoposlar ve piskopos adayları evlenemez: Evlenmiş olanlar terfi edemez,
bulundukları hiyerarşinin bir üstüne yükselemez. Ancak karısı ölen, evlenmemek
şartiyle yükselir. Patrik ve katolikoslar bekârdır.
· 17.
A'raf ve özel bir yargılamayı kabul etmezler.
· 18.
Ermeni Kilisesi’nde kanlı kurban (hayvan kurbanı) vardır.
· 19.
Nihaî karar mercii ruhban ve laiklerden oluşan meclistir.
· 20.
Zina dışında boşanmaya izin verilmez. Ermeniler arasında çok küçük yaşta, bazen
de doğar doğmaz nişanlanma (beşik kertme) yoluyla evlenme usulü vardır.
· 21.
Ermeniler, ikonları eski putperest âdeti sayarak reddederler. Evlerinde kutsal
bir şey bulundurmazlar.
Gregoryen Ermeniler arasında misyoner faaliyetleri, dinî ve daha çok siyasî
sebeplerle, etkili olmuştur. Netice'de Katolik ve Protestan olan Ermeniler
ortaya çıkmıştır. Fransa’nın tavassutu ile İstanbul'da 1830'da Katolik Ermeni
Kilisesi; Amerika ve Ingiltere'nin destek ve himayesiyle de 1847 yılında Protestan
Ermeni Kilisesi resmen teşekkül etmiştir. Bugün dünyada Gregoryen Ermeniler
dışında, Katolik ve Protestan Ermeniler de bulunmaktadır. Türkiye'de, büyük
çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere, 50 bin civarında Ermeni vardır.
e. Diğer Bazı Hıristiyan Mezhep ve Grupları:
Önceki sahifelerde Hıristiyanlar arasındaki görüş ayrılıklarına, bunlara
bağlı olarak ortaya çıkan Kilise ve mezheplere temas edilmişti. Ancak
Hıristiyanlıktaki mezhep ve gruplar bunlardan ibaret değildir; bunların sayısı
yetmişden fazladır. Bunların bir kısmı (Ebiyonitler hariç), V. Yüzyıldan sonra
ortaya çıkmış ve günümüze kadar gelmiş; bir kısmı da, Reform hareketiyle ve
ondan sonra görünmeye başlamıştır. Bunlardan bir kısmı radikal, bir kısmı da
Hıristiyanlıktan uzaklaşmış dinî hareketler, gruplardır.
Biz, bunların bugün varlığını sürdüren bazılarına geçmeden önce, bu mezhep
ve grupların büyük bir kısmının oluşumunda rolü olan Reform hareketleri
hakkında kısa bilgi vereceğiz.
XVI. Yüzyılda Papa X. Leon, Sen Piyer Kilisesinin yapılmasında para sıkıntısına
düştü. Endülüjans kâğıtları çıkarttı. Para verenlere, bunlardan vererek,
ma'nevî lütuflar va'detti. Katolik Kilisesi, halktan ağır vergiler almakta,
bedenî cezalar uygulamaktaydı. Mâlî imkânlarını genişletmek için Kilise çeşitli
yollara başvurmaktaydı. Endülüjans da bunlardan birisi oldu.
Kilise, bir taraftan Hıristiyanların mâlî imkânlarını sömürürken, diğer
taraftan da kendi koyduğu inançları zorla kabul ettirmeye çalışmaktaydı.
Kilise'ye ters düşen bilime ve bilim adamlarına karşı sert tedbirler
almaktaydı. Karşı çıkan bilim adamlarını afaroz ediyor ve dinsizlik ile
suçluyordu. Engizisyon mahkemelerinde binlerce insan cezalandırılmıştı.
Kilise, bütün bunları "din" adına yapıyordu. Bu sırada bilime •
büyük önem veren, bilim adamlarına saygıyı ön planda tutan, Allah'la kul
arasında vasıta kabul etmeyen, insanı doğuştan saf ve temiz kabul eden Islâm;
her tarafta yayılmaktaydı. Hıristiyan Dünyası'ndaki bu baskı ve taassup
karşısında Islâm'ın toleransı, insanların uyanmasına vesile oluyordu. İstanbul'un
alınışı, Hıristiyan Dünyası'nın yıkılmaz kabul edilen kalelerinden birinin
düşüşü, Avrupa'da da kıpırdanmalara sebep olmuştu. Rönesans başlamış ve bunun
akabinde dinde reforma ihtiyaç olduğu gündeme gelmişti.
Reform hareketinin en hareketli öncüsü, bir Alman rahibi olan Martin
Luther'dir. 1517'de Endülüjans satışlarına karşı vaaz ederek ve VVittenberg
Saray Kilisesi kapısına 95 maddelik tezini asarak reform hareketini
başlatmıştır. Roma'ya gittiğinde, hayalindeki Roma'nın manevî havasını
bulamamış ve bizzat içinde bulunduğu ruhban teşkilâtının kötülüklerle içiçe
olduğunu görmüştür. Bütün bunlar, onun bu çıkışının sebepleri olmuştur.
Luther'in bu çıkışları ve astığı ferman, bütün Almanya'da yayılmış ve
çeşitli tartışmalara yolaçmıştır. Bunun üzerine Papa tarafından afa-roz
edilmiş, ancak o, afaroz emirnâmesini halkın gözü önünde yakmıştır. Böylece
Papa'nın buyruğunu yakan ilk kişi olmuştur. Eyalet Beyi'nin arzusu ile Luther,
Worms Meclisi'nde imparator tarafından sorguya çekilmiş, Papa ve konsil'in yanılmazlığı
aleyhindeki yazılarını reddetmesi istenmiş; fakat o, bunu kabul etmemiştir. O
sırada prenslerin baskısından usanan köylülerin ayaklanıp hürriyet istemeleri
hareketinde Luther tarafsız kalmıştır.
Luther, tövbeye, papazların Kilise'nin rahmetiyle günah Çıkarmalarına karşı
çıkmış; hidâyetin tamamen Tanrı'nın lütfuyla olacağını ileri sürmüştür. Hidâyet
edilen kimsenin, papazların takdisi ve azizlerin aracılığı olmadan, Tanrı'ya
serbestçe ulaşabileceğini savunmuştur.
Luther, Ortaçağ kilisesi'nin kısıtlamalarını kaldırmış, Almanlar için
Kitab-ı Mukaddes'! Almanca'ya tercüme etmiştir. Kilise'nin aracılığı olmadan
herkesin okuyup yorum yapabileceğini bildirmiştir.
Luther gibi aynı konu ve problemlerle uğraşanlardan biri de, İsviçre'de
Ulrih (Ulrich) Zvvingli'dir (1484-1531). O da, Kilise'ye karşı tepki göstermiş
ve daha ahenkli bir çözüm yolu bulmuştur. İsviçre'nin politik durumu,
Zvvingli'nin görüşlerini daha rahat ortaya koymasına yardımcı olmuştur.
Zwingli'ye göre, komünyon âyininde Isa ruhen bulunur. O, Evharistiya üzerinde
Luther ile tartışmaya girmiştir. Bu konuda, Luther ile Zwingli anlaşmaya varmak
istemişlerse de, kendilerine engel olunması sebebiyle, başarılı olamamışlardır.
Zvvingli, İsviçre'deki bir iç savaşta taraftarlarıyla birlikte, Protestanlık uğrunda
öldürülmesi sonucu, gayesine ulaşamamıştır. Fakat İsviçre'de ilk kıvılcımı
parlatmıştır.
Jan Kalvin (Jean Calvin: 1509-1564), Reformcuların ikinci kuşağından
sayılır. Hukuk tahsilinden sonra protestan fikirleri benimsemeğe başlamıştır.
Fransa'yı terkettikten sonra Basel'e yerleşti. Orada, 1536'da, "Hıristiyan
Dini'nin Öğretimi" adlı eserini yazdı. Hayatının sonuna kadar
Protestanlığı sistemli bir şekilde yaymaya çalıştı. İlâhî kudret ve değişmeyen
arzuyu, reformların en önemli hususu olarak açıklamak istedi. Hidâyetin ve
küfrün, hidâyete ulaşmanın kaynağının Tanrı'nın değişmez karariyle olduğunu
açıkladı.
İyi ameller Luther için imanın; Kalvin-için İlâhî seçkinliğin işaretidir.
Kalvin'e göre "İlâhî Devlet" getirilebilirdi. Bunu, kurduğu
disiplinli bir cemaatle uygulamayı denemiştir.
Katolik Kilisesi’ne karşı başlayan reform hareketi, yeni bir mezhebin
doğmasına yol açmıştır. XV. Yüzyılda başlayıp bu güne kadar devam eden
Portestanlık, bu hareketin neticesidir. Bugün dahi çeşitli mezhep, grup ve
fırkalar ortaya çıkmakta, etrafına taraftarlar toplamaktadır. Luther ile
başlayan Reformun neticeleri şöyle özetlenebilir:
· 1.
Kilisenin her dediği doğru değildir ve onlar da tenkit edilebilir.
· 2.
Yanılmaz bir otorite yoktur ve Hıristiyanlığı bilen herkes otoritedir (Kilise
önde olmakla beraber millî kiliseler önemli bir mevkiye sahiptir).
· 3.
Hıristiyanlıkta temel esas Kitab-ı Mukaddestir ve ondan herkes istifade
edebilir.
· 4.
Evharistiyada yenilen ekmek ve şarabın Isa'nın vücudu ile ilgisi yoktur. O, bir
hatıra yemeğidir.
· 5.
Hiç bir kimse, bir başkasının günahını bağışlama yetkisine sahip değildir.
· 6.
İsteyen herkes, kendi anadilinde ibadet edebilir ve Kutsal Kitab'ı başka
dillere tercüme edebilir.
· 7.
Ruhban sınıfı da evlenme hakkına sahiptir.
· 8.
Katolik Kilisesi, bazı konularda taviz verebilir.
Bu hareket, Katolik Kilisesinin katı ve dogmatik tutumlarına karşı ortaya
çıkmasına rağmen Hıristiyanlığı inkâr etmemiş, Hıristiyanlığa yeni yorumlar
getirerek ona ayrı bir yön ve hız vermeye çalışmıştır.
Şimdi, çok sayıda mezhep ve gruplara örnek olmak üzere, bazı Hıristiyan
topluluklar tanıtılacaktır:
ea). Ebiyonitler: Yahudi asıllı ilk Hıristiyanlardan bir cemaatin üyeleridir. Ebiyonit
kelimesi Ibranice "yoksul, fakir" anlamındadır. Bundan dolayı
hasımları "fakirler-yoksullar" (ebiyonit) kelimesini onları
küçümsemek için kullanırlar. Onlar ise, ebiyonitliği (fakirliği), Isa'nın "Dağdaki
Vaazı"nda (192) bahsettiği o muhtevada ve "ruhta fakir olanlar"
manasında anlamaktadırlar.
Bunlar, Isa'nın Tanrılığını reddeder; sünnet olurlar. Reisleri olarak Hz.
Isa'nın kardeşi Yakobus'u kabul ederler. Yahudi âyin ve ibadetlerini yerine
getirirler. Pazarı kabul etmekle beraber Şabbat'a (Cumartesi) uyarlar. Isa’yı
son Yahudi peygamberi olarak tanır, fakat Mesîh olduğunu kabulde tereddüt
ederler. Pavlus'u samimî bir Hıristiyan görmez ve onu dönme (içi başka dışı
başka) sayarlar. Pavlus'tan önce "komünyon" âyininin hatıra olarak
kutlandığını ve Hz. Isa'nın "kan kadehi" yerine su kadehini koyduğunu
savunurlar. Ekmek-Şarap âyinindeki "ekmek ve şarab”ın Hz. Isa'nın
"eti ve kanı" olduğu görüşünü reddederler.
Kan dökmeyi reddettikleri için et yemezler ve ideal hayatın
bitkilerle beslenmek olduğunu savunurlar. Boy abdestine benzer dinî banyo
geleneğine sahiptirler. Cünüplük ve ihtilâmdan sonra yıkanırlar.
Ebiyonîtlerin V. Yüzyıla kadar yaşadıkları, ondan sonra görünmez oldukları;
bir kısmı Hıristiyan gruplara, bir kısmının "gnostik" gruplara
katıldıkları ileri sürülmektedir. Bunun yanında "Ebionit” karaktere sahip
Hıristiyanların günümüze kadar geldiği ve halâ varolduğu dâ belirtilmektedir.
eb) . Maronîler : Hz. Isa'da "Yalnız bir hareket gücü", "yalnız bir
arzu" (monotelisme) bulunduğunu kabul eden Doğu Hıristiyanlan'ndan bir
gruptur. Bunlar, VII. Yüzyılda Azîz Moran adlı bir ruhanî ile önem kazanmış ve
VIII. Yüzyıldan sonra Maronîler adıyla bili-negelmişlerdir. Bunlar, daha sonra
eski inançlarını terkederek, Kadıköy Konsili'ni kabul ettiklerini açıklayarak,
Katolikliğe yaklaşmışlar; 1445'de Floransa Konsilinde Katolikliği kabul
etmişlerdir. Maronîler, önce komşuları olan ve "heretik" (sapık)
saydıkları Hıristiyan gruplarla; sonra Müslümanlarla çatışmalara girmişlerdir.
Önceleri Sünnîlere karşı Dürzîlerle işbirliği yaparken, sonraları onlarla da
kanlı kavgalar yapmışlardır.
Dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmalarına rağmen, bugün, Suriye ve
Lübnan'daki katolik cemaatini teşkil etmektedirler. Âyînle ilgili kitapları
için Arapça'yı kabul eder, fakat Süryânî harfleriyle yazarlar, ibadetlerde
Süryanîceyi kullanırlar. Papazların takdisten önce evli olmalarına izin
verirler. Maronîler, Suriye ve Lübnan'da yaklaşık 400.000; Mısır'da 15.000
civarındadır.
ec) . Cizvitler : 1534 yılında Paris'te Loyola'lı Ignas (Ignace de Loyola) tarafından
kurulmuş, Roma Katolikliğine bağlı ve "Isa'nın Arkadaşları" adiyle
bilinen bir Hıristiyan tarikatıdır.
Kuruluşunda, Filistin'e gitmeden Önce, Isa'nın askerleri olarak, fakirlik,
iffet ve itaat ahdi ile birbirine bağlanan altı öğrenciyi ihtiva etmektedir.
Kudüs'e gitmeye muktedir olamayan bu grup, başka bir grupla tanışarak
Venedik'te kalmıştır. 1537'de Roma'ya, va'zetmek tel-kinatta bulunmak için
gelmişler ve 1540'da Papa II. Paul tarafından tarikatın kuruluşu tasdik
edilmiştir. Bu tarikat, üyelerinin sertlikleriyle, askerî karakteriyle ve
entellektüel özellikleriyle diğerlerinden ayrılmaktadır. "Karşı
Reform" hareketinde önemli rol oynamışlardır.
Loyolalı Ignas'ın tesbit^ettiği kaideler, halen günümüzde de devam
etmektedir. Gruba katılan her Cizvit; iffetli olmaya, fakir kalmaya ve baştaki
idarecilerin istediği her yere misyoner olarak gitmeye yemin etmektedir.
Cizvitler, tarikatın kurulmasından bu tarafa, bazen iyi karşılanmışlar,
bazen takibata uğramışlardır. Daha sonra prestijlerine kavuşmuş ve
Hıristiyanlar arasında etkili olmuşlardır. Bugün dünyanın her yerinde üyeleri
bulunmakta ve misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler. Sayıları, yaklaşık
olarak 30-40 bin civarındadır ve 32 koldan faaliyette bulunmaktadırlar.
ed). Anglikan Kilisesi : XVI. Yüzyılda, Reform hareketinden sonra Ingiltere'de
ortaya çıkmış bir Hıristiyan mezhebidir.
Anglikanizm, Protestanlığın Ingiltere'ye mahsus bir şeklidir. O,
Katoliklikle Reform hareketi Protestanlık arasında uzlaştırmam bir yol takip
etmektedir. VIII. Henry ve daha sonra I. Elisabeth döneminde, Roma ile olan
mücadelelerinden sonra, Katoliklikle bağlarını kesmiş olan Ingilizler, o
dönemin görüşleriyle modern hoşgörü arasında bir orta yol takip etmişlerdir.
Ingiltere'ye has olan bu mezhep, Kutsal Kitab'a bağlı ve kısmen reforme edilmiş
bir Katoliklik olarak görülmektedir. Anglikanlık, teşkilât ve kült hayatı
bakımından Katolikliğe yakındır. Liturji, doktrin ve dinî tatbikat, Umumî Dua
Kitabında (The Book Of Common Prayer) düzenlenmiştir (1552'de). Burada dini
liderliğin önemli bir yeri vardır.
Anglikanlar, Papa'nın otoritesini reddederler. XVI. Yüzyıldan beri Latince
yerine İngilizce'yi kullanırlar; Kutsal Kitab'ı İngilizce olarak taraftarlarına
sunarlar. Anglikan Kilisesi'n'ın başı kral ve kraliçedir. Bu Kilise, devletin
resmî Kilisesidir ve devlet tarafından korunup desteklenir. Kiliselerdeki âyin
ve törenlerde millîlik esastır. Resmî Anglikanizm, Kalvi-nizmle Katolik dogma
arasında bir uzlaşma ve uyuşma sağlar. Anglikan Kilisesi, Kutsal Kitabı, iman
esaslarını, müşterek ibadet kitabını esas alır ve iki sakramenti temel kabul
eder. Diğer beş sakramentin yeri farklıdır (Bütün Hıristiyan mezheplerinde
vaftiz ve evharistiya esastır).
XVIII. Yüzyıldan itibaren Anglikanizm, Amerika, Kanada, Hindistan,
Avustralya, Yeni Zelanda, Afrika vb. yerlere yayılmıştır. Bu Kiliselerin çoğu
bağımsızdır, fakat ana Kilise ile aynı inanç, aynı merasim, âyin ve törenleri
paylaşırlar.
II. Vatikan Konsili'nden (1962-1965) beri Katoliklikle Anglikanizm arasında
anlaşma zemini aranmaktadır. Mensuplan, 30 milyon civarındadır.
ee) . Luteran Kiliseler : Başlıca bulundukları yerler, Almanya, Amerika
Birleşik Devletleri ve İskandinav ülkeleridir. Bu Kiliseler, Roma Katolik
Kilisesinden ayrılmışlarsa da, Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Alman
Kiliseleri dışında, piskoposlar, kilisenin yapısındaki bazı düzenlemeler,
evharistiya (mass) ve kilise yılı gibi bazı özellikleri devam ettirmişlerdir.
Kilise dili, daima millî dildir. Vaazlar, Kutsal Kitaptan seçilmiş kısımların
açıklaması ve uygulanışiyle ilgili hususları içinde bulundurur. İbadetin büyük
bir bölümünü vaazlar oluşturur. Diğer bölüm ise dualar, Kutsal Kitaptan
okumalar vb. gibi altar (kilisede papazın, koronun bulunduğu ön kısım)
servisidir. Komünyon, sık olsa da, servis-de daima bulunmaz.
Üç sakrament vardır : Vaftiz, günah itirafı, evharistiya. Ancak günah
itirafı mecburî değildir ve sıkça yapılmaz. Konfirmasyon, çocuk önceden
yetiştirildikten sonra, 14 yaşında yapılır.
Kilise yılı, Roma Katolik azizlerine ait günlerden çoğunu almaz. Kristmas,
eski Alman dininden aldığı bir kısım uygulamalara yer verir. Oruç-perhiz
devreleri uygulanmaz. Kilisede görevi bulunmayanlar için Kutsal Kitap okuma,
dua ve Kiliseye devam önemlidir. Mensupları, dünyada 100 milyona yakındır.
ef) . Reforme Edilmiş Kiliseler : Batı Avrupa, Iskoçya ve Amerika
Birleşik Devletlerinde 47 milyonu geçen mensubu bulunan ve Presbiteryen tarzda
ihtiyar meclisleriyle yönetilen, 140 müstakil Kiliseden oluşan topluluk. Bu
kiliseler, demokratik yollarla seçilmiş meclis ve komitelerce idare olunur.
Papaz yoktur; servislere "pastör" denilen kimseler tarafından nezaret
edilir. İbadet yerleri son derece sade olup burada dua, Kutsal Kitap okunması,
vaaz ve İlâhi işleri yürütülür. Katolik devreden kalma bazı Kilise bölmelerinde
şimdi sadece bisikletler parke-dilmektedir. Bu kiliselerde resim-heykel vb.
bulunmaz. Sakramentler ikidir: vaftiz (bir itaat davranışı olarak), evharistiya
komünyonu (bir hatıra yemeği olarak).
Müstakil cemaatleriyle Kongregasyonalistler (Ingiltere'de ve Kuzey
Amerika'da 6-7 milyon) ve Metodistler, Reforme Edilmiş Kiliselere pek
yakındırlar.
eg). Presbiteryenler : Piskoposluğu reddeden, "İhtiyar Meclisi" tarafından
yönetilen Kalvinist sistem Protestanların yer aldığı Reforme Kilise
mensuplarına verilen addır.
Onlar, Presbiteryanizmin havariler tarafından vaz'edilmiş bir sistem
olduğunu kabul ederler. Modern Presbiteryen Kilisesi, reformdan etkilenmiş ve
dinî muhtariyet kazanmıştır. Bu hareket, İsviçreli U. Zwingli (1484-1531)
tarafından ortaya atılmış, Fransız J. Kalvin (1509-1564) tarafından da
geliştirilmiş ve 1572 yılında Kraliçe Elizabet devrinde Ingiltere'ye girmiş,
çeşitli tartışmalara yolaçmıştır.
Bu kilise, "presbiter” diye adlandırılan "yaşlılar,
kıdemliler" tarafından yöneltildiği için bu ismi almıştır.
Disiplin Kitabı'nda geçen Kilise düzeninin kurallarını ve yazılı iman
ikrarını kabul eden yönetici ihtiyarlarla öğretici ihtiyarlardan (papaz:
minister) oluşan mahallî bir heyete ruhanî niteliği olmayan bir kimse başkanlık
eder. Mahallî heyetlerin üstünde belirli bir bölgede Presbiteri denilen ve
piskopos görevi yüklenen bir üst idare merkezi bulunur. Bu merkezi her alt
topluluktan seçilmiş birer temsilci ile öğretici ihtiyarlar yürütür. Papaz görevi
yapan ihtiyarları seçmek de bu kurulun işidir. Bu Presbiterilerin üzerinde de
bir genel meclis bulunur. Bu idare şekli XVII. Yüzyıl İsviçre şehir-devlet
sisteminden örneklenmiş ve değişik ülkelerde de benimsenmiştir. Bir Katolik
rahibi olan John Knox (1505-1572), Iskoçya'da Presbiteryen Kilisesi’ni
kurmuştur. Daha sonra İrlanda, Galler, Ingiliz dominyonları, Amerika vb.
ülkelerde de faaliyetler başlamıştır. Ingiltere'de Presbiteryenler zulüm
görmüşlerdir.
Presbiteryenlerin temel doktrinleri, 1643-1644 yılları arasında,
Ingiltere'de "Westminster Asamblesi" tarafından tesbit edilmiş,
"West-minster İman İkrarında açıklanmıştır. Bu, Presbiteryen Kiliselerinde
dogmalar konusunda ihtilaflar bulunmasına rağmen, âyin ve törenlerindeki
kolaylık ve sadelik hepsinde aynıdır. Mabetleri gösterişsizdir. İlâhîler,
Kitab-ı Mukaddes'ten alınmaktadır. Tanrı'ya dua ve ibadetleri, gizli bir
şekildedir. Zühd ve riyazete önem verirler. İlk Kiliseleri ve ilk
Hıristiyanları taklit etmeye çalışırlar.
eh) . Baptistler : Bugün 25-30 milyon mensubu bulunan Hollanda'da doğmuş bir
Protestan mezheptir. Bu mezhep, eski Anabap-tistlerle Ingiliz
Kongregasyonalistlerinin inançlarının bir karışımından ibarettir.
Anabaptistler, küçük çocuklara vaftiz yapılmasına karşı reformist bir
gruptur. Bunlar, 1521-1525 arası Almanya'daki köylü ayaklanmasına
katılmışlardır. Luther zamanında» Anabaptistler, bir cemaatin üyesinin
şahsî iman ve itaatim yetişkin iken vaftiz olmak veya yenilemekle
gösterebileceğini ileri sürdüler. Onlar, Dağdaki Vaazın cemiyette "Isa'nın
Şeriatı" olarak uygulanabileceğini belirtip, onu odak edinerek, çoğu defa
Eski Ahidi reddettiler. Aslında Menno Simons da (öl. 1561) bir Katolik
papazı olmasına rağmen, çocuk vaftizini (hattâ bütün resmî kredo'ları, askerî
hizmeti vb.) reddetmiş ve "Mennonit" hareketini kurmuştu.
Baptizm; vaftizde vücudun suya tamamen batırılmasına dayanan, bunu, kişinin
Isa'ya kendi iradesiyle imanının kesin bir sembolü olarak gören ve dolayısiyle
sadece yetişkinlere bu işin uygulanabileceğini kabul eden bir mezheptir. Bu
mezhepte komünyon bir hatıra işlemidir. İstenen, kesin ve açık bir ikrardır.
ei) . Unitaryenler: Bu deyim, teslisi (Üçlü bir Tanrı anlayışı) reddeden, bir tek Tanrı'yı
kabul eden dinî düşünce ve mezhep taraftarlarını ifade etmektedir.
"Unitaryen" adı, "Tanrının Birliği" inancından
gelmektedir. Hıristiyanlığın aslında olmayan ve Pavlus ile ortaya çıktğı ileri
sürülen teslis doktrinine karşı, ilk yüzyılda başlayan ve Aryus'la şekillenen
bir muhalefet bulunmaktadır. 325 yılında yapılan İznik Konsili'nde Aryus'un
görüşleri reddedilmiştir. Bu tarihten sonra Aryus'un görüşleri Aryanizm adıyla
biline gelmiştir. Ancak "Unitaryenizm” adıyla bir hareket haline gelmesi
XVI. yüzyıldadır. Avrupa’da ve Ingiltere'de Unita-ryenliğin yayılması
Reformasyon devresinde ve sonrasında Kutsal Kitabın serbest ve bağımsız
incelenişiyle at başı yürümüştür. Böylece üçlemeye karşı tenkitler, XVI. yüzyıl
ve sonrasında ortaya çıkmıştır. Ispanya'da Michael Servetus (1511-1553), bu
yolda hayatından olmuştur. John Biddle (1616-1662), Ingiliz Unitaryenliğinin
babası diye nitelendirilirken Faustus Socinus (1539-1604), Isa Mesih'in şahsı
ile ilgili inançları, onun sadece insan olduğu şeklinde netleştirmiştir.
Bu hareket, bir çok Hıristiyan memlekette yasaklanmış ve
taraftarları göçetmeğe zorlanmıştır (XVII. Yüzyılda). 1605 yılında yazılan
"Cracovie İlmihâli" ile bilgi sahibi olan küçük gruplar, Hollanda'da,
Almanya’da ve Jean Sigismond'un krallık döneminde Transilvanya'da ortaya
çıkmıştır.
Unitaryen hareketi, dinî konulardaki geniş toleransıyla, XVIII. Yüzyılda
gelişmesini sürdürmüştür. Saygı gören bir piskopos olan Theophilus Lindsey,
Unitaryenler toplantısı yapmış ve toplantı yeri mabet olmuştur. İlim adamı olan
Joseph Priestley, Unitaryenlerin liderliğine getirilmiştir. Fakat bu yeni
hareketin üyeleri sürgün ve hattâ 1813 yılına kadar ölüm cezasıyla
cezalandırılmıştır. Onların çoğu, merkezi Boston'da bulunan ve "Amerika
Unitaryen Cemiyeti"nin kurulduğu Amerika'ya göçetmiştir. Ingiltere'de
yeniden teşkilatlanan Unitaryenler, 1825 yılında, "The British and Foreign
Unitarian Association" (Britan-yah ve Yabancı Unitaryenler Birliği)
oluşturmuşlardır. O günden bu tarafa da varlıklarını sürdürmüşlerdir. Birçok
Avrupa ülkesinde teşkilatlanmakla birlikte, en yoğun olarak Amerika, Kanada, Macaristan,
Polonya, Transilvanya ve Ingiltere'de faaliyette bulunmuş olan Unitaryenler;
bugün, Avrupa ve Amerika ülkelerinde yaşamaktadırlar.
Unitaryenler'in inanç esasları; Tanrı'nın birliği, Tanrı'yı ve insanları
sevmekten, ebedî bir hayata inanmaktan ibarettir.
İnançla ilgili meselelerde, otoritelerin belirlediğini değil, aklın kabul
ettiğini; çeşitli din ve görüşlere karşı hoşgörüyü esas alırlar. Hz. Isa'nın
hatırasına gereken saygıyı gösterirler, ancak "Tanrılığr'nı reddeder ve
"yanılmaz" olduğunu kabul etmezler. Hıristiyan Kutsal Kitaplarını
insan tecrübesinin bir belgesi olarak görür, fakat yazarlarının, insan
oldukları için, hata yapabileceklerini ileri sürerler. Unitaryenler, insanın
günah işlemeğe, hata yapmağa eğilimi olsa da, asıl itibariyle günahkâr olduğuna
inanmazlar. Onlar, cehennem ve ahiret konusunda farklı düşünceye sahiptirler.
Tanrı'nın her dönemde insanlara doğru yolu göstermek için peygamberler
gönderdiğini kabul ederler. Isa Mesîhi de bunların en üstünü olarak görürler.
Onlar, dualarda herhangi bir destek ve dilekte bulunmayı Tanrı'nın işine
karışma olarak telakki ederler. Ölümden sonra insan ruhunun yaşadığına; ahiret
hayatının nasıl ve nerede olacağını bilemeyeceklerine, fakat Tann’ya
sevgilerinden dolayı cehennemde olmayacaklarına inanırlar.
ek). Kuveykırlar (ûuakers): XVII. yüzyılda George Fox tarafından kurulmuş bir Hıristiyan dinî
hareketidir.
G. Fox (1624-1691), Anglikan Kilisesi'nden beklediğini bulamayınca, 1652
yılında, "Hakikat Dostları Cemiyetini veya daha kısaltılmış olarak "Dostlar
Cemiyetini kurmuştur. Bu dinî hareket, ilk Hıristiyanlığın manevî ve sâde
şekline dönmeyi, hiçbir aracı olmaksızın, dogmalar, resmî âyin ve törenlere
ihtiyaç duymaksızın, sessizlik ve dinleme halinde, "Tanrı" ile temas
kurmayı prensip olarak benimsemiştir.
Sahip olduğu fikirlerden dolayı mahkeme önüne çıkan Fox, titremeye
başladığı için onlara "Titreyenler (Ouakers) adı verilmiştir. Bu ismin
onlara "Tanrı Kelâmı" önünde titremelerinden dolayı verildiğini
belirtenler de olmuştur. Kuveykırlar çok fazla zulüm görmüşler ve deli diye
hapsedilmişlerdir.
Kilise'nin ve hattâ Kutsal Kitab'ın (Bible) otoritesini reddedip sadece
Kutsal Ruh'un otoritesini kabul ederler. Tanrı'nın direkt olarak insan kalbinde
ortaya çıktığına inanan Kuveykırlar; ibadet, kredo, sak-rament, rahip ve din
görevlisi kabul etmezler (Bu yönleriyle Mennonitle-re benzerler). Onlar,
sessizce düşünceye dalma toplantıları yaparlar ve Kutsal Ruh'un ilhamını
beklerler.
Kuveykırlar, büyük, bir kayıtsızlık gösterir, başına buyruk olarak yaşar;
herkese "sen" diye hitap eder ve hiç kimseye selâm vermezler. Sâde
giyimleri, dürüstlükleri, yardım severlikleri, ağırbaşlılıkları ile tanınırlar.
Kuveykırlar, öldürmek için hiçbir bahane kabul etmez, inançları gereği askerlik
yapmaz ve andiçrrieyi istemezler. Köleliğe de karşıdırlar ve dünyada barışı
temel prensip olarak alırlar.
Kuveykırların "Dostlar Cemiyeti", başkalarına, savaşlarda
savaşzedelere yardım ederler. Sakramentli bir inancı benimseyen Ku-veykırlerda
ibâdet tamamen ruhîdir; her samîmî taraftarı aydınlatan iç ışığa inanılır.
Toplantı salonları, basit ve sâdedir. Evlenmeler, basit bir dinî törenle olur.
Üç büyük toplantı zamanları vardır; aylık, üç aylık ve yılık. En önemlisi,
yıllık olanıdır.
Kuveykırlar, Hıristiyan ülkelerinde olduğu kadar, Hıristiyan olmayan
ülkelerde de misyonerlik faaliyetinde bulunurlar. Sayıları, bugün oldukça
artmıştır. A.B.D.'de halen 150.000 civarında Kuveykır vardır. Ingiliz
dominyonlarında, Çin'de, Danimarka'da, Fransa'da, Almanya'da, Hollanda'da;
Japonya, Hindistan, İsveç, Norveç, İsviçre vb. yerlerde de Kuveykırlar
bulunmaktadır. Bugün dünyada yaklaşık 300.000 kadar taraftarları vardır.
el). Metodistler: XVIII. Yüzyılda Protestan ilâhiyatçı John Wesley'in (öl. 1791)
öğretileri neticesinde ortaya çıkmış mezhep mensuplarıdır.
VVesley, kardeşi Charles ve arkadaşları George VVhitefield (bunlar,
Anglikan papazlarıdır), Anglikan Kilisesi bünyesinde, Oxford Üniversitesi'nde,
bir manevî hayat metodu vaz' ederek dinî bir uyanışı başlattılar. Bunlar, dua
ve oruçlarında yeni bir yol tutmaları, Oxford hapishanesindeki tutukluları
düzenli olarak ziyaret etmeleri, yoksul çocukların eğitim ve öğretimlerini
üstlenmeleri, dinî günlerde ve benzeri şeylerde metodik bir düzen takip
etmelerinden dolayı "Metodistler" diye adlandırıldılar. Metodistler,
aktif küçük bir grup olarak başladılar, fakat devamlı arttılar. Ingiltere
Kilisesi mensubu olmalarına rağmen VVesley kardeşler, heyecanlarından dolayı,
ibadet yerlerinden kovuldular.
Amerika'da bir Metodist piskoposluk kuruldu. Ingiltere'de Metodistler
arasında bölünmeler ve farklılaşmalar oldu. 1932 yılında Britanya Metodist
Kilisesi'ni ortaya çıkaran ilk birleşme, 1917 yılındadır. Ayrıca bağımsız
Metodist gruplar da bulunmaktadır.
1936'da Metodist Kilisesi için bir kitap hazırlandı. Bu kitapta; sabah
duası, teslis inancı, kısa dualar, komünyon âyini, ergenlik ve çocukluk
vaftizinin su serpilerek yapılış şekli, çocuk doğuran annenin tebrik edilmesi,
yeni taraftarlar için rehberlik kuralları ve benzeri hususlar yeralır.
Bugün, dünyada, Metodistlerin toplam sayısı 25-30 milyon kadardır.
em). Mormonlar: Joseph Smith tarafıdan 1830'da New York'da kurulmuş dinî hareketin
mensupları bu adla anılırlar.
J. Smith (1805-1844), bazı ilhamlardan sonra, 1823'de Ver-mont'taki
Sharon'da yoksul taraftarlarına, Moroni adlı bir
meleğin kendisine vahiy getirdiğini açıkladı. Moroni, ona New
York'daki Cumorah'da bir tepeye gömülü, eski Mısır dilinde yazılmış metinleri
ihtiva eden altın tabletleri haber vermişti. Smith, bu metinleri bulduğunu,
okuduğunu ve melek vasıtasiyle tercüme ettiğini (Urim ve Thummin için bkz.
Çıkış 28:30) ileri sürdü va basına bunları dikte etti. Böylece 1830'da
Mormon Kitabı basıldı. Taraftarlarının Tann'nın sözü kabul ettikleri Mormon
Kutsal Kitabına göre yeni bir Kilise kuruldu. Bu Kilise, "Isa'nın Son Gün
Azizleri Kilisesi" diye adlandırıldı. Taraftarlara "Mormonlar"
denildi.
J. Smith'e göre Amerikalılar, İsrail kabilelerinden gelmiş ve
kızılderililerle beyazlardan oluşmuştur. Isa, dirildikten sonra, beyazlar
arasında faaliyette bulunmuş, fakat onun Kilisesi kızılderililerce tahrip
edilmiştir. Son beyazlar, XV. Yüzyılda yaşamış Mormon ile oğlu Moro-ni'dir.
Tabletleri onlar gömmüş ve Smith de bulmuştur.
Smith, yeni Kudüs'ün kirtland'da kurulmasına dair, 1831'de bir vahiy
aldığını açıklamıştır. Bu yeni inanç sistemi, orada, büyük bir gelişme
göstermiştir. Değişik yerlerde taraftar bulmak için, 1835’de, 12 kişiyi
misyoner olarak göndermişlerdir. İlk Mormon misyonerleri Liver-pooi'e ulaşmış
ve 8 ay içinde 200 kişiyi kendi inançlarına kazandırmışlardır.
Mormonlar, dinî ve siyasî muhalefetle karşılaşmış, Kirtland'ı terke-derek
Missouri'ye; orada da aynı muhalefetle karşılaşınca Mississipi'yi geçerek
lllinois'e gitmişlerdir. 1840'da "Nauvoo" şehrini kurmuşlar ve
başarılı olmaya başlamışlardır. Ingiltere ve güney bölgelerden birçok taraftar,
bu yeni kurulan şehre göçetmiştir.
Başarılı geçen birkaç yıldan sonra Smith, Mormon Kitabında aksi bulunmasına
rağmen, yeni bir vahye dayanarak (!) çok evliliği telkin etmiş ve uygulamıştır.
Buna karşı konulmuş; Smith, kardeşi ve bir taraftarıyla birlikte, kalabalık bir
hapishaneye konulmuştur. Kısa bir müddet sonra da mahkûmlar tarafından
öldürülmüşlerdir. Bundan dolayı bu dinî hareketin lideri martir (şehit) olarak
kabul edilmiştir.
Smith'ten sonra Mormonlar'ın başına, ölümünde geride 17 hanım ve 49 çocuk
bırakan Brigham Young geçmiştir. O, "Oniki Havariler Konseyi" adına
Mormonlar'ı Utah'a kadar götürmüştür. Utah'ta "Büyük Tuz Gölü"
kıyısında, "Tuz Gölü Şehri"ni kurmuşlardır. Bu şehre de, Ingiltere ve
İskandinav ülkelerinden birçok göçmen (mormon) gelmiştir. Bu şehir çok kısa bir
zamanda gelişmiş ve 1850'de Amerika hükümeti tarafından Utah eyalet
yapılmıştır. Brigham Young da ilk vali seçilmiştir. Mormonlar burada çok
güçlenmişler ve büyük bir Mormon tapınağı meydana getirmişlerdir.
"Isa Mesîh'in Son Gün Azîzleri" olarak kendilerini gören
Mormon-lar'ın inanç sistemi Joseph Smith tarafından tesbit edilmiştir.
Kilise'nin başı başkan olarak isimlendirilmektedir.
Mormonlar Tanrı'ya, Isa Mesih'e ve Kutsal Ruh'a inanırlar. Onlara göre;
Incil Tann'nın sözüdür, doğru olmak üzere, tercüme edilebilir. Mormon Kitabı da
Tanrı'nın sözüdür. Isa'nın yeniden döneceği yer Amerika'dır, Yeni Kudüs
Amerika'da kurulacaktır; bizzat Isa hükümdar olacak, dünyayı yenileyecek ve
tıpkı cennet gibi yapacaktır. Isa, bin yıllık bir saltanat sürecek ve ona
inananlar, yardımcı olanlar (Mormonlar) kurtulacaklardır.
, Vaftizde suya daldırmayı uygularlar. Kudsiyette gelişmeyi ve hattâ
ilâhîliğe yükselmeyi kabul ederler. İnanç esasları arasında yera-lan çok
kadınla evlilik, 1895'te W. Woodruft tarafından kaldırılmıştır. Komünyon, tütün
ve içki yasak olduğundan, sadece ekmek-su ile yapılır.
Mormonlar, şiddetli bir misyonerlik gayreti içindedirler ve bütün dünyada
faaliyet göstermektedirler. Her üye iki yıl misyonerlik yapmalıdır. Misyonerlik
faaliyetleri, bugün, 4Ö00'den fazla kadın ve erkek Mormon tarafından
sürdürülmektedir. Bunların büyük çoğunluğu gençtir ve hayatlarını misyonerlik
faaliyetine adamışlardır. Fransa'da 10 bin, dünyada 4 milyon kadar Mormon bulunmaktadır.
en). Adventistler: 1831 yılında VVilliam Miller (1782-1849) adlı bir çiftçi tarafından Amerika
Birleşik Devletleri'nde kurulmuş bir Mesîhî harekettir. Bunlar, Isa'nın
gelişini umutla bekleyen bir gruptur. Miller, Eski Ahit üzerinde çalışmış, Isa'nın
ikinci gelişinin önce 1843'de, olmayınca 1844'de vuku bulacağı kanaatine
ulaşmıştır. O, ikinci gelişin çok yakında vuku bulacağına dair konferanslar
vermeye başlamış ve bunun için de "The Midnight Cry” adlı bir gazete
çıkarmıştır. Miller, Isa'nın ikinci gelişinin 22 Ekim 1844'de olacağı şeklinde
bir vahiy aldığını açıklamış ve bunu ilân etmiştir. Ancak ilân edilen tarihte
Isa gelmeyince, Miller bu işten vazgeçmiş ve taraftarlarınca da başka tarihler
verilmeye başlanmıştır.
İkinci geliş tarihi ve ruhun ölümsüzlüğü konusunda ileri sürülen muhtelif
görüşler, grup içinde hizipleşmeye yolaçmıştır. Bu grubun asıl hizbini temsil
eden ve ölümden sonrası ile ilgili inançta Katolikliğe bağlı kalan
"İncile' bağlı Adventistler" ortadan kalkmıştır. Bugün.ise "İkinci
Advent Adventistleri" ile "Yedinci Gün Adventistleri"
bulunmaktadır. Bunların da en önemlisi ve misyoner karatere sahip olanı,
Yedinci Gün Adventistleridir.
Yedinci gün Adventistleri, Kitab-ı Mukaddesin kurallarına sıkı sıkıya
uyarlar. 1844'de Isa'nın "Seçkinler"in yazılmasını başlattığını kabul
ederler. Ruh'un öldüğüne, yalnız âdil olanların, hakkı kabul edenlerin (yani
kendilerinin) öldükten sonra dirileceğine inanırlar. Yahudi Kutsal Kitabı'na
diğer Hıristiyanların göstermediği sadakati gösterir; ibadet günü olarak, Pazar
yerine, Cumartesi'ni kabul eder ve bugünün yasaklarına uyarlar. Ahlâkî sert
kurallar uygularlar. Bir Adven-tist, et yemekten, kahve, çay, tütün ve alkol
içmekten kaçınmak zorundadır. Vaftizi suya batırma şeklinde uygularlar.
Yedinci Gün Adventistlerinin genel merkezleri VVashington'dadır. Dünyada
2,5 milyon, Fransa'da ise 10 bin civarında taraftarları bulunmaktadır.
Türkiye'de de faaliyet göstermekte, Ermeni ve Süryaniler arasında
propagandalarını sürdürmektedirler. İstanbul'da bir Adventist Kilisesi vardır.
eo) . Asopsiyonlstler: 1843'de Papaz Emmanuel d' Alzon tarafından kurulmuş bir cemiyet üyelerine
verilen isimdir.
Bü grubun gayesi; Katolik düşüncesini basın yoluyla öğretmek ve yaymaktan
Bunun için Fransa'da çok sayıda eser, dergi ve gazete çıkarmışlardır. Bu gazete
ve dergilerin en tanınmışları "La Croix" ve "Le
Pelerin"dir.
ep) . Pentakostalistler (The Pentecostal Revival): Amerika Birleşik Devletlerinde Los
Angeles'de, 1906'da, zenci vaiz W. J. Seymour'un gayretiyle ortaya çıkmış ve
Norveçli Thomas Barratt tarafından aynı yıl Avrupa'ya yayılmıştır. Bu dinî
hareket, günümüzde aşağı yukarı 2,5 milyon üyeye sahiptir.
Bu hareketin mensupları, Kutsal Ruh'un vaftizi denilen bir aydınlanma ile
kazanılan ihtidâya önem verirler. Böyle bir aydınlanma, arkasından alâmet
olarak çeşitli dillerde konuşmayı getirecektir (Görüldüğü gibi hareket
Hıristiyanlıkla Zen Buddizmi uzlaştıran sinkre-tist bir gelişmedir). Bu
harekete bağlı cemaatlar, birbirlerine karşı müstakildir.
Harekete bağlı üyeler, ilk Hıristiyanlar hakkında Kutsal Kitap'ta
kaydedilen şeylere göre kendi hayatını düzenlerler. Pentakostalistlerde bir
teşkilat ve servis düzeni bakımından konulmuş kurallar yoktur. İsveç'teki
Pentakostalist oranı diğer ülkelerden daha fazladır.
C. İSLAM DİNİ
1. Genel Bilgi.
a. İslâm'ın Doğuşu ve Doğduğu Çevredeki İnançlar
Islâm, VII. Yüzyılın hemen başında Arabistan'da doğdu. Bu dinin doğuşunda
yeryüzünde çok sayıda din vardı. Islâm'a ihtiyaç var mı idi sorusu, bir Batılı
tarihçinin (P.K. Hitti) "Aslî şekli ile İslâmiyet, Samî ka-vimlere ait
dinlerin mantıkî mükemmelleşmesidir" cümlesinde cevap bulur.
O sıralarda dünyada büyük bir huzursuzluk vardı. Savaşlar, haksızlıklar,
zulümler, peşin hükümler, maddecilik almış yürümüştü. Manevî hayattan zevk
alanlar, bu gidişe karşı dünyadan el etek çekmişler, kendi kurtuluşlarını
düşünüyorlardı. Mevcut dinler, insana yön vermede yeterli olamıyordu. Zira
zaman, bu dinlerin ilk aslî hüviyetini almış götürmüş; geride tartışmalar,
tatminsizlikler, ayrılıklar kalmıştı. Bir uyarıcıya, insanları mutluluğa
ulaştıracak yeni bir yola ihtiyaç vardı.
Bu gidişe karşı uyarıcı ses, Arabistan'dan geldi. O devirde Arabistan,
kıtalar arası ticaret yollarının geçtiği, önemli limanları bulunan bir ülke
idi. Hz. İbrahim'in (tahminen M.Ö. 2000) kurduğu Kâbe, bir dinî merkez olarak
Kudüs'teki Tapınaktan daha eski idi. Dolayısiyle Kâbe'yi içinde bulunduran
Mekke, yüzyıllar boyunca hem dinî, hem de ticarî bakımdan Arap yarımadasında
önemli, bir rol oynamakta idi. Araplar, ülkelerinin iklimi sebebi ile göçebe
idiler. Ancak şehir hayatı yaşayan yer ve bölgeler de vardı (Mekke,
Medine, Yemen gibi). Araplar, kabileler halinde yaşarlardı. Bu kabileler
arasında devamlı geçimsizlikler çıkar, savaşlar olurdu. Ancak yılda dört ay
(haram aylar) savaş yapmamak gelenek olmuştu. Mekke yakınlarındaki panayırlar,
bu sürede kurulurdu. Bu panayırlarda şiirler okunur, hitâbelerde bulunulurdu.
Araplarda yazıya dayanan gelenek kuvvetli değildi. Okuma yazma bilenler azdı.
Ancak şiire karşı ilgi çoktu. Ukaz Panayırı'nda yarışmalar yapılır, kazanan
şiirler altınla yazılıp Kâ'be duvarına asılırdı. Yedi kaside böylece meşhur
olmuştu ("Muallakat-rSeb'a"). Arap dilinde, bu alanda, büyük ifâde
gücü vardı.
İşte Hz. Muhammed (571-632), böyle bir çevreden geldi. Mekke'nin ileri
gelen on ailesinden Haşim oğulları kabilesine mensuptu. Babası Abdullah, annesi
Âmine idi. Onun hayatı ile ilgili yeterli bilgi bulunmaktadır. Peygamberler
arasında hayatı hakkında en fazla bilgiye sahip olunan da Hz. Muhammed'dir.
Çucuklûğundaki ağırlığı, gençliğindeki "emin"liği, olgun yaşındaki
firâseti de bilinmektedir. Bu olgun yaş kırka ulaşınca Nur Dağı'nın Hira
Mağarasında, 610 yılının Ramazan Ayının 27. günü, Yüce Allah'ın melek elçisi
Cebrail, ona seslendi. Kendisinin Cebrail olduğunu, Yüce Allah'ın onu Muhammedi
peygamber seçtiğini haber vermek üzere görevlendirildiğini bildirdi ve ona
abdesti, temizlenmeyi öğretti. Hz. Muhammed'e (s.a.s.) üç defa "Oku!”
dedi. O, her defasında okuma bilmediğini söyledi. Melek, onu kolları arasına
alıp daha kuvvetli sıkarak bıraktı ve şöyle dedi:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku!
O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.
Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.
Kalemle yazmayı öğreten odur.
İnsana bilmediğini O öğretti" (Alâk, 1-5).
Islâm Dini böyle başladı. Bu sırada Arap toplumu ahlâk bakımından bir
çöküntü içinde idi. Halk, putlara tapınıyor, çeşitli hurâfeler, batıl-boş
inançlar içinde ömür tüketiyordu. Hz. İsmail'den sonra bu topluma bir uyarıcı
gelmemişti. Bununla beraber Hz. İbrahim'den kalma yüce, tek, her şeye kadir bir
tanrı fikri varlığını devam ettirmekte idi. Öte yandan sayısı çok az da olsa
"Hanîf" denilen kimseler vardı ki bunlar putlara tapmaktan titizlikle
kaçınmaktaydı.
Arabistan'ın kuzeyindeki Bizans'ın dini Hiristiyanlık, Sasanîlerin ise
Mecûsîlik'ti. Batıya düşen Habeşliler de Hıristiyan idi. Ancak bu dinlerin
Araplara etkileri fazla olmadı. Öte yandan Arap yarımadasında Yemen, Taif ve
Medîne gibi yerlerde Yahudiler; Yemen'de (Necran) Hıristiyanlar bulunmaktaydı.
Ayrıca Mecusîlik ve Sâbiîlik de vardı.
Araplarda puta tapıcılık yaygındı. Putlar, taştan, tahtadan ve madenden
yapılırdı, j Madenden insan şeklinde yapılan puta "sanem" (çoğulu
"esnâm"); yine insan şeklinde, fakat taştan veya ağaçtan yapılan puta
"vesen" (çoğulu "evsân") ve belirli bir şekli olmayıp
tapmak için kullanılan taşlara da "nusub" (çoğulu "ensâb”)
denilirdi. Ka'be'de, Arap kabileleri sayısınca, 360 put vardı. Bu putların
içinde en büyüğü "Hübel" idi.
Arapların bunlardan başka "tâğut" denilen tapınakları vardı
(sayısı 100 kadardı). Ka'be gibi bu tapınaklara da saygı gösteren Arap-lar,
onların önünde kurban keser, kur'a okları çekerler ve tavaf ederlerdi.
Bellibaşhları; "Uzza" (Batn-ı Nahle'de), "kât" (Taif'de) ve
"Menaftır (Kudeyf'de).
Putları Allah ile kendi aralarında ortak tutan Arapların bu tutumuna
"müşriklik" denir. Kişi kabilesinden çıkmadıkça putunu
değiştiremezdi. Değiştirirse çok kötü karşılanırdı. Evlerinde de put bulundurup
tapınırlardı.
Arabistan'da putatapıcılık dışında yıldızlara, atalara tapınma kültleri de
vardı.
Kızlarını diri diri gömüp merhamet etmeyen, elleriyle yaptıkları putlara
tapan, bazen un ve benzeri yiyecek maddelerinden put yapan, ona ibadet eden,
sonunda da kıtlıkta onu yiyen; maddeye, servete, dünya malına, eğlenceye
kapılmış Arap toplumundan bir peygamber çıkmıştı. Hz. Muhammed, şahsiyeti,
güzel ahlâkı, doğruluğu, zekâsı, kısacası bütün meziyetleri ile daha
çocukluğundan/gençliğinden itibaren dikkatleri üzerine toplamıştı. Ona
"Muhammedu'l-Emîn" demişlerdi. Çünkü yalan bilmiyor, kavminin
hafifliklerine katılmıyor, dürüstlükten ayrılmıyordu. Kâ'be’nin onarılmasında
"Hacerü'l Esved'I yerine koyma konusunda çıkan kabileler arası tartışma,
onun bir örtü getirtip her kabileden bir temsilciye tutturup kendisinin de onu
elleriyle alıp bu örtünün ortasına koyuvermesiyle hemen orada
sonuçlanıvermişti. Ancak sıra kavmini dine dâvete gelince durum yine böyle mi
olacaktı?
İlk Vahiyden sonra 40 günden 3 yıla kadar sürdüğü tartışmalı olan zor bir
devre onu bekliyordu. Bu devreye geçmeden vahiy üzerinde biraz durulmalıdır.
Vahiy, sadece peygamberlerin ulaşabileceği normalin üstünde bir bilgi
edinme yoludur. İlham, onu anlamaya biraz yardımcı olabilir. Ancak bu bir deney
ve gözlem konusu değildir. Peygamberlerle sınırlıdır. Ancak peygamberin
çevresinde bulunanların bu konuda gözlem şansları vardır. Kâinatın
yaratıcısının, insana, yine onun gibi bir insan ile, onu niçin
yarattığını, görevlerini, hayatın ve kâinatın sonunu akıl ile
sonuçlandırılmayacak konuları haber vermesi için vahiyden başka daha güzel
hangi yol olabilir? Dolayısıyle peygamberler, sadece insandır; vahyi veren Yüce
Allah'tır. Bir Âyette Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şahsında bu gerçek şöyle ifade
edilmektedir: "De ki: Ben de sizin gibi bir insanım; ancak bana tanrınızın
tek bir Tanrı olduğu vahyo-lunuyor" (Kehf, 110). Bu husus, şairin
"Muhammed bir insandır, ancak diğer insanlar gibi değil. O, taşlar
arasındaki yakut gibidir" demesiyle tezat oluşturmaz.
Yukarıda vahiy konusunda peygamberin çevresindekilerin imkânından söz
edilmişti. Nitekim Hz. Muhammed’in ilk vahyinin şahidi yoksa da, sonrakilerin
olmuştur. Sahâbe, yirmi sene civarındaki bir devrede, bu olaya şahitlik
etmiştir. Onların verdikleri bilgilere göre, Hz. Peygamber böyle durumlarda
önce heybetli bir ses ile vahye hazır hale getiriliyordu. Sonra vecd hali onu
kavrayıp öyle heyecanlandırıyordu ki;
o sakin ve ağır şahsiyet, soğuk bir günde buram büram terliyordu. Bu
anda büyük bir ağıhk ona baskı yapıyor, eğer bir deve üzerinde ise hayvan onu
taşıyamaz oluyor, yere çökmek zorunda kalıyor; şayet çökmezse bacakları yay
şeklinde eğriliyor ve sanki kırılacakmış gibi bir durum alıyordu. Yanında
oturup dizi önündekine değen, bacaklarının çatırdadığını sanıyordu. Ayrıca arı
vızıltısı gibi bir ses duyulduğu da verilen bilgiler arasındadır.
İşte bu başlangıçların sonucunda, gökgürültüsünden sonra yağmurun gelmesi
gibi, Ayetler nâzil olmuş ve yine böylece gelen bazı Âyetlerde insanlardan,
hattâ cinlerden bu sözlerin bir benzerini
ortaya ( koymaları
istenmişti. (Kur'ân Âyetlerinin nazım ve nesirin üstünde
değişik bir uslûbu vardır. Âyetlerin hem dil yapısı ve okunuş
musikisi, hem de anlam genişliği pek çarpıcıdır). O edebiyat ve şiir devrinde
ümmî bir kimseye karşı meşhur şairler âciz kalmıştı. Dil ile ona karşı
çıkamayınca kılıçlar çekilmişti.
Bu daha sonraki gelişmelerle ilgili hususları bir kenara bırakırsak ı
vahyin hem Hz.
Muhammed'e, hem de kavmine bir takım problemler
getirdiğini söyleyebiliriz. Hz. Peygamber, nefret ettiği büyücü ve
kâhinler gibi bir duruma mı düştüğü konusunda tereddütler geçiriyor, bazen bir
dağdan kendisini aşağıya atmayı bile düşünüyordu. Bu gibi ,
durumlarda Cebrail
ona görünüyor, gerçekten Allah’ın elçisi olduğunu
o'na hatırlatıyordu. Böyle ağır ruhî tereddütler geçirip acaba bu
durum Allah (c.c) tarafından bir görevlendirme mi, yoksa şeytanî bir tahrik mi
diye endişelendiğinde ona ilk teselli daima sadık eşi Hz. Hatice'den (r.a.)
şöyle geliyordu: "Sen, kendi menfaatini gözetmez, hayır işlersin. Allah,
senin üzerine şeytanı musallat etmez".
] Hz.
Musa'ya (a.s.) Sina Dağında 80 yaşında vahiy gelmişti.
Budda, 35 yaşında, bir incir ağacı altında ilhama kavuşmuştur. Bundan
dolayı Kur'ân'daki Tîn Suresindeki "İncir" ile irtibat kurup
Budda'riın şahsiyetine aydınlık getirmek isteyenler vardır (Bkz. Buddizm).
i Hz.
Muhammed'e vahiy gelmeye başlamış ve bir süre kavminin
yanına dönememişti. Hz. Isâ'ya (a.s.) 30 yaşında ilk vahiy gelmişti.
Kut-
sal Ruh (Müslümanlara göre Cebrail) bir güvercin gibi gelip başına
konmuş, sonra kırk gün çölde bir deneme devresi geçirmişti. Hz. Isâ (a.s.) ile
ilgili çarmıh olayı, o 33 yaşında iken olmuştu (Müslümanların inancına göre
çarmıhta ölen, Hz. Isâ'nın hain şakirdi Yahuda'dır; İncillerdeki "Ey
Allah'ım beni niçin terkettin" cümlesi, ona aittir). Yani Hz. Işâ'nın
hizmeti üç yıl sürdü. Hz. Muhammed'e vahyin 40 yaşında iken gelmeye başladığı
ve onun 43 yaşında "resul" olduğu belirtilir. Bu üç seneye varan
devrede vahyin kesildiğini gören müşriklerin "Allah'ın seni terketti"
demeleri üzerine Cebrail'in Duhâ Sûresini getirdiği nakledilir. Bu Sûrenin bir
Âyetinde, "Rabbin seni terketmedi, darılmadı da!" denilerek,
Peygamberin kalbi hoşnut kılınıyordu. Ancak önemli husus, "Rabbinin
nimetine gelince (başkalarına) durmayıp söyle" şeklinde tebliğin
başlatılması emri idi.
Bu noktada Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ilk inananın kesinlikle Hz. Hatice
(r.a.) olduğunu söyleyebiliriz. O, Hz. Muhammed'in durumunu akrabalarından biri
olan Nevfel oğlu Varaka'ya ulaştırdı. Varaka, Hıristiyan dininde idi. Olayı
dinleyince Hz. Musa'ya gelen büyük meleğin Hz. Muhammed'e gelmiş olduğu
müjdesini verdi. Daha sonra Hz. Muhammed'le karşılaşınca, ona "Sen bu
ümmetin peygamberi olacaksın. Sana gelen, Musa'ya gelen büyük melektir. Sana
yalancı diyecekler, eziyet edecekler, yurdundan çıkaracaklar, seninle
harbedecek-lerdir. Ben şayet o günlere yetişirsem, sana Allah için yardım
ederim" dedi. Varaka'nın Müslüman olup olmadığı konusunda kesinlik yoktur.
Hz. Muhammed, dedesi Abdulmuttalib'in ölümü üzerine kendisini yanına alan
amcası Ebu Talib'in oğlu Ali'yi, kıtlık dolayısiyle kalabalık ailesi içinde
sıkıntı çekmemesi için, evinde barındırmakta idi. Beş yaşından itibaren Hz.
Muhammed'in yanında bulunan Hz. Ali, Hz. Muhammed ile hanımı Hz. Hatice'nin
Kur'ân okuyup Allah'a dua ettiklerini görünce ne yaptıklarını sordu. Hz.
Muhammed, ona "Biz, kâinatı yaratan Allah'a secde ediyoruz. O, bana
peygamberlik verdi. Putlara tapmayı yasakladı. Allah birdir, ortağı ve benzeri
yoktur...” dedi ve Kurân okudu. Hz. Ali, duyduğu Âyetler karşısında hayran
kalmıştı, Müslüman olmak istedi. Ancak aklından önce babasına danışmak geçti.
Sonra bundan vazgeçti. Hz. Muhammed'in yanına geldi. "Allah beni
yaratırken Ebu Talib'e sormadı. Ben, Allah'a ibadet etmek için neden ona
sormaya lüzum göreyim" dedi ve Müslüman oldu.
Hz. Ali gibi ilk müslüman olanlardan biri de Harise oğlu Zeyd idi. Kendisi
Hz. Muhammed'in azâth kölesi idi. Peygamber'in yanında kalmayı tercih etmişti
ve üçüncü Müslüman olma şerefini kazanmıştı.
Hz. Ebû Bekr, şerefli ve zengin bir tüccar idi. Hz. Peygamber'in yakın
dostu idi. Mekkeliler arasında itibarı fazla idi. Hz. Muhammed, evinin dışında
ilk onu Islâm'a çağırdı. O da tereddütsüz Müslüman oldu. Çünkü o, Peygamber'in
şahsiyetine büyük güven duymakta idi. Hz. Ebû Bekr'in vasıtası ile birçok kimse
Islâm'a girdi.
İlk Müslümanlar, ibadetlerini gizli yapıyorlardı. Çünkü zulüm ve baskı
altında idiler. Üç sene içinde Hz. Ömer ile Müslüman sayısı kırkı bulabildi.
Bundan sonra Müslümanlar inançlarını saklamadılar. Açıkça ibadet etmeye ve
dinlerini yaymaya başladılar. Islâm'ın doğuşu böyle oldu.
b. Din olarak Islâm
Adını kendi kutsal kitabından alan, Kutsal Kitabı (Kur'ân-ı Kerîm) ilk
şeklini günümüze kadar değiştirmeyen tek din Islâm’dır. Günümüzde bir milyarı
geçen insanın dini olan Islâm, evrenseldir. Bir milletin, bir zümrenin, bir
bölgenin dini değildir. Islâm, insanlığın ortak manevî meş'alesidir.
Aslında bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din, "lslâm"dır
denilebilir. Islâm, ma'nevî bir ağaç gibidir. Bu ağaç, en ekmel meyvesinde
nüvelenmiş, isimlenmiş ve gayesine ulaşmıştır. Islâm; ilâhi dinlerin genel adı
iken, Hz. Muhammed'e yirmi üç yıllık bir sürede gelen vahiylerle en son şeklini
almış ve kıyamete kadar insanlığın ihtiyaçlarına cevap verecek bir muhtevaya
kavuşmuş, tamamlanmış, ikmal edilmiş dinin özel adıdır. Nitekim bu durum Maide
Sûresi'nin üçüncü âyetinde şu şekilde açıklanmıştır: "Bugün size dininizi
ikmâl ettim, üzerinize olan ni'metimi tamamladım ve din olarak Islâm'a razı
oldum."
Kur'ân-ı Kerîm, bütün peygamberlerin, başta tevhit olmak üzere, inanç
bakımından aynı esasları tebliğ ettiklerini açıklar. Bu inanç esasları,
Islâm'ın özünü oluşturur. Aslında Islâm, Hz. Adem’e (a.s.) kadar geri
gider. Peygamberler tarihi içinde zaman ve mekâna göre değişen, İlâhî vahyin
sadece ahkâm yönü olmuştur. Böylece Hz. Muhammed'e kadar gelen "Islâm
geleneği" tedrîcî gelişmesinin son ekmel noktasına Islâm Dini ile
ulaşmıştır.
Islâm'ın hitabı, bütün insanlığadır. Hz. Muhammed'in bütün insanlığa
gönderildiği, Kur’ân-ı Kerîm'de açıkça yer almaktadır (193). Kur'ân-ı Kerîm'de
aynca "Yâ eyyühennâs!" (Ey insanlar!) hitabında da aynı husus
düşünülmelidir.
Islâm, inanç, ibadet ve ahlâkî hükümlerinde ferdi olduğu kadar, toplumu da
hedef alır. Fertler düzeldikçe, toplum da ona bağlı olarak düzelecek ve ideal
bir toplum ortaya çıkacaktır. Islâm, dünya-ahiret dengesini kurarak, orta yolu
tavsiye ederek, insanların birlik içerisinde beraberce huzurlu olarak
yaşamalarını gâye edinir.
Islâm, çeşitli İslâmî bilim dallarının ana konusu olduğundan, burada
ayrıntılı bilgi verilmeyecektir. Ancak diğer dinlerle karşılaştırılabilmesi
için o, anahatlariyle tanıtılacak ve bir kısım özellikleri üzerinde
durulacaktır.
Islâm'ı iman, ibadet ve ahlâk şeklinde üce ayırarak işlemek gelenek haline
gelmiştir. Biz de bu çerçeveye uygun olarak önce iman ve islâm terimlerini,
sonra İmanın Esasları'nı Islâmın Şartları'nı ve Islâm'da ahlâk konularını,
sonuç olarak da Islâm'ın diğer dinlerden üstünlüklerini ve farklı olduğu
hususları ele alacağız.
2. iman ve Islâm
a. iman
Kelime olarak "iman", inanıp itimat etmektir. Terim olarak ise
mutlak tasdik anlamındadır. Böylece iman, bir şeyi doğru olarak kabul etmek ve
onun doğruluğuna inanmaktır. Tasdikin üç mertebesi vardır: 1)
kalb ile, 2) dil ile, 3) fiil ile tasdik. Dil ile tasdik, kalbin
tasdikiyle birleşirse bu, gerçek bir tasdik olur. Bu tasdikin sahibine
"mü'min" denir. Böyle olmayıp kişinin ağzıyla söylediği kalbindekini
tutmazsa bu, görünüşteki bir tasdiktir. Bu şekildeki bir tasdikin sahibine
"münafık" denir. Fiil ile tasdik, kişinin inandığını işiyle
göstermesidir. Yani yapılması gerekeni yapması ve yapılmaması gerekeni de
yapmamasıdır.
İman "dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve uzuvlarla amerdir. Ancak
bunlardan ilk ikisi imanın aslî rüknü iken amel, imanın aslî rüknü değildir,
kemâlidir. Ameli olmayanın imanı olabilir. Bazı hadislerde imanın 60 veya 70
küsur şu'besi olduğu belirtilir. Bunların altı tanesi (İmanın esasları), imanın
asıl rükünleri (asl-î iman); geriye kalanları kemâlidir (Kemâl-i îman). Bu
noktada şu hadîs-i şerifi hatırlamakta fayda vardır: "Sizin iman
bakımından en kâmil olanınız, ahlâk bakımından en güzel elanınızdır."
· b.
İslâm
Kelime olarak "Islâm", teslim olmak, itaat etmek, boyun eğmek
demektir. Terim olarak ise, Peygamberin haber verdiği şeyleri kabul ve onlara
bütün varlığiyle teslim olmak demektir. Dolayısiyie Islâm, kalben teslim
olmakla beraber, zahiren Allah'ın ve Peygamberlerinin emirlerine uymaktır. Bu
anlamda her mü'min, müslim; her müslim de mü'mindir. Mü'min ile müslim ayrı
ayrı hükümlere tâbi değildir. İman ruh, islâm onun bedenidir. Islâmsız iman,
imansız İslâm olmaz.
Islâm, Hz. Muhammed'in (S.A.S.) tebliğ ettiği dinin de adıdır.
· c.
İman ile Islâm Arasındaki Münasebet
Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şeriflerde "iman" ve "İslâm"
kelimelerinin kullanışı, Islâm bilgilnlerini bu iki kelimenin arasındaki
münasebeti araştırmaya yöneltmiştir. Lügat bakımından iman ile islâm kelimeleri
arasında fark vardır. İman, daha husûsî; islâm, daha umûmîdir. İman, tasdik;
islâm, teslimiyettir. Tasdikin bulunduğu yerde, teslimiyet de vardır. Fakat her
teslimiyet, tasdik değildir. Sözü, yahut işiyle teslimiyet
gösteridiği halde, kabiyle teslim olmamış kimseler vardır.
Şerî bakımdan İslâm ile iman birdir. Mü’min ile müslim aynı hükümlere
tâbi'dir (Öldüğünde yıkanır, cenaze namazı kılınır, Müslüman mezarlığına
gömülür, Müslümanlarâ varis olur). Hz. Muhammed zamanında insanlar, mü’min,
kâfir ve münafık olmak üzere üç kısımdı; ayrıca bir dördüncü kısım yoktu. Bu
konuda Imâm-ı A'zam Ebu Hanîfe şöyle diyor: "..lügat bakımından iman ile
İslâm arasında fark vardır: fakat şeriat bakımından islâmsız iman, imansız
İslâm olmaz.”
3. İmanın Esasları
İman, iki bölüme ayrılır: 1) Icmâlî iman: Kelime-i Tevhîd ve Keli-me-i
Şehadet, 2) Tafsîlî İman: Âmentü.
İman esasları, Kur'ân-ı Kerîm’de vardır. İmanın bir arada altı esası
hadisle sabittir. Bu altı esasın "Âmentü” ile başlayan ibaresi Imâm-ı
Â'zam'ın "Fıkhu'l-Ekber" adlı kitabından yaygınlaşmıştır. Bu maddeler
sırayla ele alınacaktır.
a. Allah'a İman
Allah'a iman, Âmentü'nün ilk esasıdır, dinin de temelidir. Din, öncelikle
Allah'a iman esasına dayanır. Aşağı yukarı her din, Allah'a inanmayı temel
prensip edinir. Her devirde Allah'a inanmayan insanlar bulunmuştur, fakat
tarihin hiçbir devresinde bir toplumun bütünüyle Allah’ı inkâr ettiği
görülmemiştir. Demekki Allah'a inanmak normal, O'nu inkâr etmek anormal bir
davranıştır. İlmî buluşlar, Allah'a inanmayı zayıflatmamış, aksine
kuvvetlendirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm’de Allah'a iman üzerinde önemle durulur. Bazen yarattığı
şeylere bakarak, düşünerek, ibret alarak Allah'a iman telkin edilir. Bazen
Allah'a ve elçisine inanmak konu edinilerek peygamberlerin O'na inanmayı telkin
ettikleri belirtilmiş olur. Bazen de Allah'a ve âhiret gününe iman üzerinde
durularak insanoğlunun akibetini düşünmesi gerektiği hatırlatılır ve Allah'a
inanması tavsiye edilir. Kur'ân'da ve hadîslerde, bu yolda, birçok metodun
takip edildiği bilinmektedir.
Allah'ın varlığı, birliği, yüce sıfatları ve güzel isimleri (Esmâ-i Hüsnâ)
üzerinde düşünmesine izin verilen insanoğlu, O'nun zatını düşünmekten
menedilmiştir. Bu konuda yasak çizgiyi aşan, Allah'ın zatiyle sıfatlarını
birbirine karıştıran, Allah'ın bazı varlıklara (meselâ tabiata, insana vb.)
hulül ettiğine inanan insan ve toplumlar, yanlış sonuçlara ulaşmış (panteizm,
insanı tanrılaştırmak, Tann'yı insanlaştırmak gibi), Allah'a ortak koşmuş,
doğru yoldan uzaklaşmışlardır. Bu yanlış sonuçlarla karşılaşmamak için Hz.
Muhammed'in şu öğüdü ibret vericidir: "Allah'ın varlığını anlamak için göklere
bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın; bütün bunların yaratılışındaki
incelikleri ve bunların kendiliğinden olup olmadığını düşünün. Çünkü bunlar,
Allah'ın varlığını, birliğini gösteren belirtilerdir. Ancak Allah'ın zatını
düşünmeyin. Çünkü buna kudretiniz yetmez". Yine bir başka hadîste o,
“Kalbine ne gelirse, Allah ondan başkadır" demektedir. Bu iki hadîsten
insanın kendi varlığıdan başlayarak gökdeki ve yerdeki canlı, cansız varlıklar
üzerinde dikkatle düşünmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Böylece insan, bu
varlıkları var eden yüce bir varlığın farkına varacak ve bu üstün varlığa
gönülden bağlanacaktır.
Islâm'da Yüce Allah; vardır, birdir; doğurmamış, doğurulmamıştır; ezelî ve
ebedîdir; eşi ve benzeri yoktur, hiçbir şey O'nun benzeri değildir; hiçbir şeye
muhtaç değildir, her şey O'na muhtaçtır. Her şeyin yaratıcısı ve Rabbı O'dur.
Eşi ve ortağı yoktur. O, hayy ve hayat vericidir. Her şeyi bilir, görür,
işitir. Her şeye gücü yeter. Her şeyi O yaratır, rızıklandırır, yokeder. Her
şey, O'nun iradesiyle meydana gelir. O, akıl sahiplerine hitap eder, kitap
yollar. O, her yerde hâzır ve nâzırdır; zaman ve mekândan münezzehtir.
Gözlerimiz, bu dünya şartlarında O'nu görmeye muktedir değildir. Allah'ı
görmek, ancak cennette mümkün olacaktır. Dünyada insanlar, gayba inanmaya
mecburdur. Allah'a iman, gaybîdir.
Görüldüğü gibi, bir din için en önemli ve temel olan Allah inancında Islâm,
çok ölçülü ve dengelidir. Islâmda üçleme şeklinde Allah'ın sıfatları başka
varlıklara verilmez, yaratıklara dağıtılmaz. Bunun yanında yaratıkların
sıfatları da. Allah'a atfedilmez. Allah'a kötü güç, Şeytan denk tutularak
"ikileme"ye gidilmez. O'na hiçbir şey ortak kılınmaz. Putlardan,
canlı-cansız varlıklardan O'na aracı, yardımcı, hizmetçi tayin edilmez.
Islâm'da Allah, insanlara şah damarından daha yakındır. Bütün dualar,
doğrudan doğruya O'na yöneltilir. Yalnız O'na ibadet edilip, yalnız O'ndan
istenir. Kalblerin hâkimi, yerin-göğün Rabbı O'dur. O, dilediğini yapar;
dilediğini azîz, dilediğini zelîl kılar; dilediğine hikmeti verir. Mülkün
sahibi O'dur. Mülkünde istediğini yapar. Din gününün sahibi de O'dur.
O, Tek Tann'dır.
b. Meleklere İman
İnsan, ruh ve bedenden ibarettir. İnsana bedenî yönden benzeyen yaratıklar
bulunduğu gibi, ora ruhî yönden benzeyen yaratıklar da vardır. Bunlar; melekler
ve cinlerdir.
Melekler; nurânî, latif varlıklardır; yemek, içmek, evlenmek, çoğalmak,
doğmak, ölmek gibi niteliklerden uzaktır. Allah'a isyan etmezler. Durmadan
Allah'ı teşbih ve O’na ibadet ederler. Allah tarafından kendilerine verilen
vazifeleri aynen yerine getirirler.
Dört büyük melekden başka, yazıcı hafeze (Kirâmen Kâtibîn), sorgulayıcı
Nekir ve Münker gibi, çeşitli görevleri bulunan sayısız melekler vardır.
Melekler; insanları hayırlı ve güzel işlere teşvik ederler, insanlara hayır
dua ve şefaatta bulunurlar, iman sahiplerini destekler, ilâhî cezaları yerine
getirirler.
Melekler, insanlar için bir ma’sumiyet örneğidir. İnsan, ruhî yönünü
geliştirerek, ahlâkını olgunlaştırarak ve günahlardan, kötülüklerden arınarak
melekleşmeyi gaye edinir. Melekler imtihan altında değildir. İnsanlar için
imtihan bulunduğundan başarılı insan, melekten üstün olur.
Melekler, görünmeyen varlıklardır. İnsan, bazı suçları kendisini kimsenin
görmediğini düşünerek yapar. Dolayısiyle meleklerin varlığı, caydırıcı bir rol
oynar. İnsan, meleklere inanç sayesinde kötülüklerden, günahlardan uzaklaşır,
hayırlı işlere yönelir.
Kur’ân-ı Kerîm'de görünmeyen varlıklar olarak melekler yanında cinlerden de
bahsedilir. Bir Sure'nin adı "Cin"dir. Cinler, melekler gibi ma'sum
olmayıp, insanlar gibi imtihan altındaki varlıklardır. Mü'minleri de vardır,
kâfirleri de.
Görünmeyen varlıklara inanç, bütün dinlerde yer alır. Ancak bu varlıkların
mahiyeti ve görevleri birbirine karıştırılmıştır. Bazı dinlerde melekler,
cinler veya görünmeyen diğer varlıklar tanrılaştırılmıştır. Bazen onlara
"Tanrı'nın Kızları" da denilmiştir. Öte yandan melekle şeytan
arasındaki fark kaybolmuştur. İslâm, bu görünmeyen varlıkların tasnifini,
görevlerini en güzel biçimde açıklamıştır. Diğer dinlerin iman esasları
arasında melek inancına rastlanmaz.
c. Kitaplara İman
İslâm'da iman esaslarından biri de kitaplara imandır. Kur'ân-ı Kerîm,
"Allah'a, meleklerine, kitaplarına peygamberlerine" (Bakara 285)
imandan bahsederken, görüldüğü gibi, kitaplara imanı yalnız kendisiyle
sınırlandırmamaktadır. Kitaplara iman, "suhuf ve dört kitaba imanı çine
alır. Suhuf, o günkü yazı imkânlariyle tesbit edilen tabletler, levhalar,
çeşitli malzemeden yapılmış (meselâ papirüs) sahifelerdir. Suhuf olarak bugüne
gelebilmiş bir şey yoktur. Suhuf'lar'dan sonra büyük kitaplar gelmiştir.
Bunlardan Hz. Musa'ya "Tevrat", Hz. Davud’a "Zebur", Hz.
Isa'ya "İncil" ve Hz. Muhammed'e "Kur'ân-ı Kerîm"
verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm'de diğer kutsal kitapların muhtevası hakkında bilgi
verilmekte ve ”Zebur"dan ise sadece ismen bahsedilmektedir.
Kur'ân, kendisi dışındaki kutsal kitapların tahrif edildiklerini belirtir.
Dolayısiyle Kur'ân ve Hadîs'te zikredilen "kitaplara iman", Allah
tarafından gönderilmiş kitapların aslına imandır. Bugün eldeki kutsal kitaplar
(Tevrat, Incil, Zebur), çok büyük değişikliklere uğramıştır. Bu sebeple onların
bugünkü şeklini Allah kelâmı olarak görmek mümkün değildir. Yeryüzünde mevcut
kutsal kitaplar içerisinde Kur'ândan başka aslını muhafaza edebilmiş bir başka
kitap yoktur.
Kur'ân-ı Kerîm, son peygamber Hz. Muhammed'e (s.a.s.) yirmi seneyi aşkın
bir süre içinde vahiy yoluyla gönderilmiştir. Kur'ân, Hz. Peygamber tarafından
hem yazdırılmış, hem ezberlettirilmiş, hem de kontrol edilmiştir. Böylece onu
muhafaza edeceğini va’deden Yüce Allah'ın bu va'di yerine gelmiştir (194).
Kur'ân, hem sözü, hem mana-siyle Allah kelâmı olduğu için, taklit olunamaz ve
olunamamıştır da. Zira Kur'ân kendini taklide çağırdığı halde bu çağrıya cevap
verebilen çıkmamıştır.
Kur'ân, belli bir millete hitap eden, sınırlı bir zaman için
gelmiş bir , kitap değildir. Dünyanın sonuna kadar gelecek bütün
insanlık âlemi onun muhatabıdır. Kur'ân, geçmişten bahseder, hal üzerinde durur
ve gelecek için de yol gösterir.
d. Peygamberlere İman
Peygamber, Farsça bir kelimedir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın seçip
görevlendirdiği kimseleri ifade etmek üzere "resûl" ve
"nebî" kelimeleri kullanılır. Kendisine kitap verilen peygamberler
yanında, bir de onlara tâbi' olan peygamberler vardır. Peygamberler, insanlara
Yüce Allah'ın emir ve yasaklarını bildirirler. İnsanların kurtuluş ve saadete
ulaşmaları, onların getirdiği hükümlere uymalarına bağlıdır. Peygamberler de
insandır; yer, içer, evlenir, çoluk çocuk sahibi olurlar. Ancak onlar, aynı
zamanda sıradan bir insan da değildirler. Beden ve ahlâk bakımından insanlar
tarafından tenkide uğramayacak ölçüde mükemmeldirler. Peygamberlerde
"sıdk", "emanet", "ismet", "fetanet" ve
"tebliğ" gibi ortak özellikler bulunur.
İnsanlar, kendi gayretleriyle peygamber olamazlar. Peygamberlik, Allah
tarafından verilir. Peygamber, vahiy ve mu'cize ile desteklenir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, adı geçen 25 peygamber ve peygamber olup olmadığı
tartışılan üç kişi dışında da peygamberler bulunduğu, her topluma peygamber
gönderildiği âyetlerle açıklanmıştır. Bu peygamberlerin sonuncusu, Hz.
Muhammed'dir. Onun peygamberler arasında müstesna bir yeri vardır. Çünkü ondan
sonra peygamber gelmeyecektir. O, peygamberlik divanının mühürleyicisi ve
peygamberler zincirinin son halkasıdır.
Hz. Muhammed'in getirdiği nizam, kendisi hayatta iken uygulama zemini
bulmuş ve o, Yüce Allah'ın bu lütfunu hayatta iken görmüştür. Bu, hemen hemen
hiçbir peygambere nasip olmayan bir imtiyazdır. Onun getirdiği nizam, bütün
eski dinlerin hükmünü kaldırmıştır. Kıyamete kadar devam edecek "tek
nizam" onunkidir. Kur'ân-ı Kerîm gibi günümüze kadar orijinal şekliyle
gelebilmiş ve kıyamete kadar da muhafaza edileceği va'dedilmiş tek kutsal kitap
ona verilmiştir. O, bütün insanlara gönderilmiştir; bütün âlemlere rahmettir.
Mi'raç, Yüce Allah'ın ona bahşettiği üstünlük delillerinden birisidir.
Islâm'da, Hz. Muhammed de dahil, peygamberlerin belirli nitelikleri
vardır. Onlar, diğer insanlardan ma'sumluk, ahlâk ve faziletleriyle ayrılırlar.
Bununla beraber onlar, yine de bir insan olarak kabul edilip
tanrılaştırılmazlar. Onların elinde zuhur eden mu'cizeler, onlara değil,
Allah'a nisbet edilir. Islâm'da bütün peygamberler haktır. Peygamberlik
noktasında aralarında bir ayrım yapılmaz. Bununla beraber onlardan bazılarının diğer
bazılarına üstün kılındığı da kabul edilir (kitap verilmesi, şahsî fazîlet ve
yerine getirdiği görev gibi yönlerden).
Diğer İlâhî din mensuplarından Yahudi’ler, Hz. Isa ve Hz. Muhammedi;
Hıristiyanlar, Hz. Muhammedi peygamber olarak kabul etmezler. Fakat
Müslümanlar, bütün peygamberleri kabul ederler. Diğer ilâhî dinlerde
peygamberlere bakış, Islâm'daki gibi değildir. Bu dinlerde kadınlardan da
peygamberler vardır. Yahudilikte Hz. Yakup Tanrı ile güreştirilir. Hz.
İbrahim'in karısını Firavun'a kardeşim diye takdim ettiği, Hz. Lut'un sarhoş
olup kızlariyle zina yaptığı, Hz. Davud'un bir kumandanın karısını ele geçirmek
için onu savaşa yolladığı da kutsal kitaplarında yer alır. Yahudiler Üzeyr'e
(Ezra) "Allah'ın Oğlu” dediler (Yapılan araştırmalar sonucu Yemen'de bir
Yahudi topluluğunun bu inanca sahip olduğu tesbit edilmiştir12). Onlar, "Mesîh'1 bir peygamber olarak değil,
dünyevi hakimiyet sahibi bir kral olarak görürler Hz. Harun'u
Allah'ın değil, Hz. Musa'nın peygamberi olarak nitelendirirler (195).
Hıristiyanlıkta ise Hz. Isa, "Tanrı'nın Oğlu" ve tanrı, havariler
de Isa'nın resulleri olarak nitelendirilir. Hz. Isa'ya secde ve dua edildiği;
onun günahları bağışladığı İncillerde belirtilir. Hıristiyanlara göre Mahkeme-!
Kübrâ'nın idare edicisi de Isa'dır.
Hinduizmde Tanrı Vişnu, insanlarla münasebet kurmak için, dünyaya iner,
bazı insanlara hulül eder. Bu din mensuplarına göre peygamberler, onların
tanrılarının birer "avatara''sıdır (hululü). Bazı dinlerde peygamber
yoktur. Bazılarında ise bir kurucu vardır, fakat bu kurucunun ne olduğu kesin
olarak belli değildir.
Bütün bu hususlar gözönünde bulundurularak, 124.000 peygamber geldiğinden
bahseden Hz. Muhammed'in bir Hadîsi'ne göre, tarihen bilinen birçok meşhur
şahsiyetin aslında bir peygamber olduğu düşünebilir: İran'da Zerdüşt; Yunan'da
Ksenofanes; Çin'de Konfüçyüs,Laotze, Mensiyüs; Hindistan'da Budda vb.
gibi.
e. Ahirete İman
Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîslerde "Allah'a ve âhiret gününe
inananlar" şeklindeki hitaplarla âhiret gününün önemi belirtilmiştir. Âhirete
iman da, Allah'a iman gibi, gaybîdir. Öte yandan Kıyametin ne zaman kopacağını
Allah'dan başka kimse bilemez (Bu, "Mugayyebât-ı Hamse", bilinemeyen
beş husus arasındadır).
Âhiret, yani insanın ölümünden, kıyametin vukuundan sonra neler olacağı,
Islâm'da şöyle açıklanır: İnsan, öldükten sonra tekrar dirilecek, dünyada
yaptıklarından hesaba çekilecek, ceza veya mükâfat görecektir. Dünya, ebedî
değildir. Kıyametten sonra bütün insanlar diriltilip Mahşer hayatı
başlatılacak, bunu hesap, kitap, ceza-mükâfat, cennet-cehennem takip edecektir.
Islâm'daki âhiret inancı, fert ve topluma sorumluluk duygusu kazandırır.
Dünyada yaptıklarının karşılığını göreceğini düşünen insan, ölçülü, dengeli
olmaya; iyi ve meşru şeyleri yapıp kötülüklerden kaçınmaya çalışır. Ahirete
iman, kişiyi ihtiraslardan kurtarır, hayatın acı ve sıkıntılı olaylarına
tahammül ve sabretmesini sağlar.
Islâm dışındaki İlâhî dinlerde de öldükten sonra dirilme inancı vardır.
Yahudilikte ahiret konusu pek fazla işlenmemiş, dünyevî yön daha ağırlık kazanmıştır.
Hıristiyanlıkta ise ikinci bir âlem inancı bulunmakla beraber, Hıristiyanlar,
"son"un her an geleceği korkusu içerisinde ruhban hayatına ağırlık
vermişlerdir. Islâm, dünya ahiret dengesini kurarak, her iki dindeki aşırılığı
gidermiştir. Hinduizm gibi bazı dinlerde âlemin ezelî-ebedî olduğu kabul
edilir. Bu dinlerde tenasüh inanışı bulunduğu için âhiret anlayışı ona göredir.
f. Kazâ ve Kadere İman
Kader, ileride olacak şeylerin Yüce Allah tarafından önceden bilinip tesbit
edilmesidir. Kazâ ise, bu bilinen ve tesbit edilen şeylferin zamanı ve yeri
geldiğinde Allah tarafından yaratılmasıdır. Kazâ ve kadere inanmak demek iyi ve
kötü, hayır ve şer ne varsa hepsinin Allah tarafından ezelde takdir edildiğine
ve zamanı gelince de yine Allah tarafından bu takdire göre yaratıldığına
inanmak demektir.
Kişinin irade hürriyeti, diğer bir deyimle seçim hürriyeti vardır. Ancak bu
seçim hürriyeti, Yüce Allah'ın hazırlamış olduğu imtihan şartları
çerçevesindedir. İnsanın ne zaman, hangi anne-babadan doğacağı; boyu, rengi,
kalbinin ve midesinin çalışması kendi elinde değildir. O, iradesinin dışındaki
şeylerden sorumlu da değildir. İnsanın iradesiyle seçtiği işleri yaratmak
Allah'a mahsustur. İnsan neyi seçerse, Allah onu yaratır. İmtihan şartlarını
hazırlayan Allah, seçen insan; insanın seçtiğine göre yaratan Allah'tır. Yüce
Allah, insanın neyi seçeceğini ezelden bildiğinden, bu bilgisine göre, Levh-i
Mahfuz'da olacakları yazmıştır. Allah yazdığı için insan Allah'ın yazdığı
şekilde hareket etmiyor, fakat Allah, insanın ne şekilde hareket edeceğini
bildiği için, o şekilde yazıyor. Bu konu, "İlim ma'luma tâbi'dir"
şeklinde formüle edilmiştir. Dolayısiyle insanın sorumluluktan kurtulmak-üzere
"Ne yapalım alın yazım böyleymiş" demeye hakkı yoktur. İnsana düşen,
yapması gerekeni yapmak, çalışmak, gayret etmek, gerekli tedbirleri almak ve
bütün bunlardan sonra gerisini Allah'a bırakıp tevekkül etmektir.
Islâm'da hem çalışmak, emek; hem de iradesinin dışındaki sonuçları
tevekkülle karşılamak vardır. Ahiret inanışındaki denge, kader inanışında da bu
şekilde kendisini göstermektedir. Islâm'da insan, fiilen yaparak, dua ederek
bir şeyin olmasını isteyebilir. Ancak istediği gerçekleşmediği takdirde hayırlı
olanın böyle olduğuna kanaat getirmek de vardır. Bu husus, bir Âyette şöyle ifade
edilir: "Sizin iyi sandığınız hakkınızda kötü, kötü sandığınız da iyi
olabilir; Allah bilir, siz bilmezsiniz" (Bakara 216). Diğer dinlerde böyle
açık-seçik bir kader anlayışına rastlamak mümkün değildir. Meselâ
Hıristiyanlıkta, konu aslî suçla ilgilendirilerek tartışılır (aslî suç olduğu
için mi kötülüğe temayül vardır, yoksa kötülüğe temayül olduğu için mi aslî suç
vardır şeklinde). Hinduizm'de "karma" inanışı bir çeşit kader
anlayışı haline getirilmiş ve insanın bugünkü hayatı, bir önceki hayatının tabiî
sonucu olarak görülmüştür. Gelecek hayat ise bugünkü hayatın sonucu olacaktır.
Kast dilimleri, bir "karma" sonucu olarak değerlendirilmektedir.
Bud-dizmde karma, irâdî'davranışa dayandırılır.
4. İslâm'ın Şartları (İbadet)
"Islâm'ın Binası" Hadisinde Hz. Muhammed, Islâm'ın beş şartını
açıklamıştır. Buna göre Islâm'ın beş şartını yerine getiren bir kimse, Allah'a
ibadet borcunu ödemiş olur. Aslında Islâm'ın beş şartından ilki, Allah'a ve
Peygamberine şehadettir. Bu imanın özü, Islâm'ın da başlangıç noktasıdır. Bu
şart yerine getirilmedikçe, ötekileri yapmanın hiçbir önemi yoktur. Islâm'ın
Şartlarının geri kalan maddeleri dört büyük ibadeti açıklar. Bunlar; namaz,
oruç, zekat ve hac'dır.
İbadet, kulluk demektir. Kulluk, ancak Allah'a yapılır. Amelî tatbikat,
imanı kuvvetlendirir. İbadetler, iman nurunu koruyan bir mahfazadır. İbadetin
şeklini ve miktarını Yüce Allah belirtmiştir. Islâm'ın Şartlariyle ilgili
hususlar, Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde yer alır. İbadet, Allah'ın
hakkıdır ve yalnız O'nun rızâsı için yapılır. Allah katında, O'nun rızâsına en
uygun olan ibadet, samimiyetle ve devamlı yapılanıdır. İbadetin çokluğundan
ziyade devamlı olması önemlidir. İbadetlerin vakitleri ve ibadet yapanın
niyeti, iç ve dış temizliği bu işte önemlidir. İbadet, ruhun gıdasıdır.
Bu dört ibadet sırayla anlatılacaktır.
a. Namaz
Beş vakit namaz, ergenlik çağına girmiş, akıllı her kadın ve erkek üzerine
farz olan bedenî bir ibadettir. Tek başına da kılınabilir. Ancak cemaatla
kılmak, daha sevaptır. Günlük namaz dışında, haftalık Cuma Namazı, erkeklere
bir farizadır. Yıllık namaz olarak Bayram Namazları vaciptir. Vakte bağlı
olmayan Cenaze Namazları, farz-ı kifâyedir.
Namaz, dinin direği, mü'minin mi'racıdır. Namazın içinde Islâm'ın şartlarını
teşkil eden diğer esaslar da bulunur. Namaz kılan bir şey yiyip içmediği için
namazda bir çeşit oruç da vardır. Namazda Tahiyyât Duasında Şehadet Kelimesi de
bulunur. Namaz kılan Kâ'be'ye yöneldiği için, namaz içinde sembolik bir hac da
yer alır. Namaz kılan maddî gelirini bir tarafa bırakıp namaza vakit ayırdığı
için, namazda zekâtın esprisi de vardır. Bunun için namaz, vakit vakit kılınan
ve kulun Yüce Allah'ın dîvanına durarak O'nun rızâsını aradığını isbat ettiği
bir ibadettir.
Hiçbir dindeki ibadette namazın oniki farzının tamamı bulunmaz. Ancak
bunlardan biri veya birkaçı bulunabilir; Vakit kavramı, hiçbir dinde Islâm'daki
kadar belirli ve disiplinli değildir. (Meselâ; Hıristiyanlıkta ibadet
saatlerini kilise yetkilileri belirler, vakit dinin kendi kaynağından gelmez).
Hiçbir dinde niyet Islâm'daki kadar ibadetin ana rüknü olmamıştır. Islâm'da
ibadet şuuru, niyetle başlar. Yine hiçbir dinde ibadetten önce Islâm'daki
hadesten ve necasetten temizlenme kadar titiz bir hazırlık göze çarpmaz.
Namazın dışındaki farzlar, namaz süresince devam eden farzlardır. Namazın
içindeki farzlar, intikalî farzlardır. Biri, diğerini takip eder. Böylece
namazda hem ayakta durma, hem de oturma; hem rükû, hem de secde bulunur. Öte
yandan namazda okuma da vardır, yer yer sessizlik de. Bütün bunlar niyeti takip
eden başlangıç tekbiriyle başlar.
Namazda kul, Rabbinin huzurunda olduğunun şuurundadır. Bu şuur
(konsantrasyon) onun kalbini ve fiillerini nurlandırır.
· b.
Oruç
Her yıl Ramazan Ayında bir ay oruç tutmak, her Müslüman üzerine farzdır.
Orucun vakti, fecirden akşama kadardır. Oruçlu, oruçlu olduğu müddetçe, yemez,
içmez, ruhî hayatla bağdaşmayan cinsî zevklerden sakınır.
Oruç, Allah rızası için yapılan bedenî ibadetlerin en önde gelenlerinden
biridir. Birçok sıhhî faydaları bulunsa da oruç, dinî bir görevi yerine
getirmek üzere tutulur. Oruç, iradeyi kuvvetlendirir. Oruçlu iken helâli
terkedebilen Müslüman, orucun dışında da harama el uzatmamak alışkanlığını
kazanır. Ramazan bir ibadet ayıdır. Birçok kimse, Ramazan Ayından sonra
ibadetlerini devamlı yapma, disiplinli bir hayata ulaşma imkânı bulur.
Kutsal kitabında oruçla ilgili en fazla bilgi bulunan din, Islâm Dinidir.
Islâm'daki oruç, belli bir zümreye mahsus değildir. Geceli gündüzlü de
değildir, sadece gündüze mahsustur. Perhiz de değildir. Sınırları, ayrıntıları
açık-seçiktir. Hastaya, misafire, yaşlıya, şartları içinde, kolaylıkları
vardır. Bazı dinlerde oruç yoktur. Bazılarında ise ya önemini kaybetmiş, perhiz
şekline dönüşmüş veya aşırı züht uygulamaları haline gelmiştir. Hz. Musa ve Hz.
Isa'nın 40 gün oruç tuttukları bilinmekteyse de bugün, Yahudilikte' ve
Hıristiyanlıkta böyle bir tatbikata rastlanmaz. Her ne kadar Hıristiyanlıkta
Paskalya'dan önce 40 günlük bir perhiz devresi bulunsa da bu, mecburî değildir.
· c.
Hac
Zengin ve sağlıklı Müslümanın ömründe bir defa yapacağı mâlî ve bedenî
ibadettir. Bütün mü'minlerin kıblesi Kâ'be'yi tavaf, Peygamberimizin bir deve
üzerinde Veda Hutbesini verdiği Arafat'ta vakfe, haccın iki önemli farizasıdır.
Hacı adayı, ayrıca Medine'de Mescidu'n-Nebiyy'i ziyaret eder. Islâm'ın çıktığı,
çeşitli gelişmeler geçirdiği mübarek yerlerdeki bütün İslâmî hatıraları yaşar.
Hacı adayı, kefen gibi "ihram" giyerek Yüce Allah'a
"Lebbeyk...", buyur Rabbım, sen ecelle, kefenle çağırmadan, ben
ihramla huzuruna geldim, defmişçesine ma'nevî bir havaya girer. O, en
sevdiklerini Allah'a ibadet, O'nun rızasını kazanma gayesiyle bir müddet için
geride bırakmış, ihram şartlan içinde bir velî hayatına kavuşmuştur.
Hac, aynı zamanda dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar için bir şûrâ,
bir kongre mahiyetindedir. Kabul olunan hac (hacc-ı mebrûr), günahları giderir.
Ancak bu söylenilenler, ticarî-turistik bir zihniyete dayanmayan, sırf Allah
rızası için yapılan bir hacca göredir.
Bütün dinlerde kutsal kabul edilen yerler vardır. "Hacı" olmak
için buralar ziyaret edilir.
d. Zekât
Zekât, mâlî bir ibadet olup varlıklı kimselerin yapması gereken bir
farizadır. Zekât, fakirin zenginin malındaki hakkıdır. Zekât, artma ve
temizlenme anlamına gelir. Zekât veren kimse, servetini temizlemiş olur.
Böylece temizlenerek eksilen servet, gerçekte çoğalmakta ve bereketlenmektedir.
Zekât, çeşitleri (altın, gümüş, para, ticaret malları, küçük ve büyük baş
hayvanlar gibi) ve nitelikleri (üzerinden bir yıl geçmesi, artıcı olması gibi)
belirlenmiş malların, belirli oranlarda, uygun yerlere-kişilere verilmesidir.
Dünyada "Biri yer, biri bakar, kıyamet bundan kopar” kabilinden
zenginlerin hayatına bakıp onları kıskanarak düzen değiştirmek üzere ayağa
kalkan varlıksız kesimler, anarşiye ve totaliter rejimlerin doğmasına
yolaçarlar. Aslında çok fazla olmayan zekâtın verilmesiyle zaman içinde orta
zümre oluşur ve çoğalır, denge sağlanmış olur.
5. Islâm'da Ahlâk
Islâm Dininde ahlâk, iman ve ibadetten sonra üçüncü esastır. Peygamberimize
"Din nedir? diye sorulunca "Güzel ahlâktır" cevabını
vermiştir.
Islâm ahlâkının kaynağı İlâhî vahiydir. Bu yönüyle o, diğer ahlâk
sistemlerinden ayrılır. Islâm ahlâkında insan davranışları niyete bağlıdır. Bir
hadîste, "Ameller, niyetlere göredir" denilmektedir. Gerçekten de
mü’minin niyeti esastır.
Islâm, ahlâkî kaynağını Hz. Muhammed'den alır. İnsanlar için en güzel örnek
olan Peygamberimizin ahlâkı da Kur'ân'dan kaynaklanır. O, güzel ahlâkı
tamamlamak üzere gönderilmiştir. O, en güzel ahlâk üzerindedir. O'nu Yüce Mevlâ
terbiye etmiştir.
Islâm ahlâkı, "beyne'l-havfi ve'r-recâ" (Korku ve ümid arasında)
oir çizgi takip eder. Allah sevgisi ve korkusu mü'minin bütün davranışlarının
temelinde yer alırsa, o olgun bir ahlâka ulaşır. Hikmetin başı Allah
korkusudur. Bu korku; sevgi, saygı ve ta'zime dayanan bir korkudur. Takvâ, bu
olgunluğun sonucu elde edilen bir mertebedir. Yüce Allah'ın katında ikrama en
lâyık olan kullar, ondan en fazla korkan mut-takîler, takvâ sahipleridir.
Müslüman, tevhid inancını ahlâkî davranışlarına da aksettirir. Allah'tan
başkasına tapınmaz, taabbüt etmez. Allah'dan başkasından istemez. Allah'dan
başkasından korkmaz.
Toplum hayatında iyilikler tavsiye edilir, kötülüklerden kaçınmak
öğütlenirse; ortak bir ahlâk standardı oluşturulmuş olur. Dolayısiyle Islâm
ahlâkında toplum düzenini sağlayan, ferdi ve toplumu huzura kavuşturan,
insanları saadete ulaştıran temel prensipler mevcuttur.
Sonuç olarak Hz. Muhammed, sahabeler, velîler örnek dav-ranışlariyle nasıl
Islâm'ın yayılıp benimsenmesine yolaçmışlarsa; onları örnek edinen
Müslümanların da sadece dilleriyle değil, davranışlarıyla, kısacası hal diliyle
(lisân-ı hâl) Islâm'ı anlatmaları, yansıtmaları gerekir.
6. Islâm’ın özellikleri ve Diğer Dinlerden Üstünlükleri
Buraya kadar çeşitli dinler ve bu arada İlâhî dinler de işlendi. Son olarak
anahatlariyle Islâm Dini üzerinde duruldu. Görüldüğü gibi, her dinin kendine
ait özellikleri vardır. Bu özellikler verilirken yer yer karşılaştırmalar da
yapıldı ve Islâm'ın üstünlüklerine, dinlerin en ekmeli olduğuna temas edildi.
Burada önce Islâm ve diğer dinler karşılaştırılacak, daha sonra da Islâm'ın
özellikleri ve diğer dinlerden üstün olduğu hususlar, maddeler halinde
sıralanacaktır.
a. Islâm Ve Diğer Dinler
Kur'ân-ı Kerîm'e göre Islâm, "hak din" (196), "dosdoğru
din" dir (197). Yüce Allah'ın katındaki gerçek ve makbul din Islâm olup
(198) bu din, O'nun râzı olduğu, beğendiği dindir (199). Hz. Muhammed (S.A.S.),
"Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur (200). Hz. Muhammed'in
"benden sonra peygamber yoktur" dediği rivâyet edilmektedir. Verilen
Âyet ve Hadîste Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu açıklığa kavuşturulmuştur.
Ayrıca yine bir Âyette, Yüce Allah, Kur'ân'ı kendisinin yolladığını, onu
kendisinin koruyacağını va'detmektedir (Hicr.9). Daha önceki hiçbir kitapta bu
garanti yoktur. Nitekim Hz. Muhammed, Kur'ân'ı, 23 senelik bir devrede
yazdırmış, ezberletmiş ve kontrol ettirmiştir. Böylece bu asıl metin, aynen
muhafaza edilerek, günümüze gelmiş yegâne Kutsal Kitap daha sonraki nesillere
teslim edilebilmiştir.
Bu açıklama, Islâm'ın diğer dinlere üstünlüğünün ilk maddesini
başlatmıştır. Bu maddede Kur'ân'ın akıl ve bilim önünde tazeliğini koruyabilmiş
yegâne kitap olduğunu belirtmek de gereklidir.
Islâm evrensel bir dindir. Mesajı bütün insanlığadır. Bir Âyette bu husus
şöyle belirtilir: "Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderdik" (Sebe', 28). Yalnız Hıristiyanlık ve Buddizm, Islâm gibi
evrenseldir. Diğer dinler millîdir. Bunlardan Yahudi dini, aslında evrensel
iken millîleştirilmiştir.
Islâm, tektannlı bir dindir. Bu dinde üçleme, ikicilik, ortak koşmak
yoktur. Yüce Allah'ın sıfatları; yaratıklara, başka varlıklara, insanlara,
canlı, cansız varlıklara verilmez. Tabiatı oluşturan elemanlar, tabiat güçleri
kutsallaştırılmaz. Allah'dan başkasına tapınılmaz. Yüce Allah'ın kendine mahsus
sıfatları, Güzel İsimleri (Esmâ-i Hüsnâ)
vardır. Halbuki Hıristiyanlık ve Hinduizmde üçleme vardır. Hinduizm,
ayrıca çoktanrılı bir dindir (Her iki dinde tektanrı inanışı bulunsa da).
Buddizm, tanrı kavramına sonradan kavuşmuştur (bu dinde dua yoktur). Taoizm
sonraları çeşitli dinlerden tanrılar almıştır. Yahudi dininde her ne kadar
tektanrı inanışı korunmuşsa da Tann'ya istirahat etmek, güreşmek gibi
yakışıksız sıfatlar verilmiştir.
Hz. Isa, Budda, Konfuçyüs tanrılaştırılmıştır. Hinduizmde zaten tanrıların
insan şekline girdiği (avatara) kabul edilir. Yahudi dininde bazı peygamberlere
yakışıksız durumlar nisbet edilir (Hz. Yakub'un Allah'la güreşmesi, Hz.
Davud'un bir kumandanın karısına göz dikmesi gibi). Islâm dininde Hz. Muhammed,
sadece bir insandır. Kendisine vahiy gelmektedir. O, Allah'ın kulu ve
elçisidir. Onun görevine uygun nitelikleri vardır.
Islâm, Allah ile peygamber arasındaki çizgiyi korumuştur. Bu çizgiyi
peygamber, hiçbir şekilde geçemez (Meselâ Islâm'da Hesap Gününün sahibi sadece
Allah iken Hıristiyanlıkta bu yetki Hz. Isa'ya verilmiştir). Ayrıca Islâm'da,
Hıristiyanlıktaki Kilise ve Buddizmdeki Sangha gibi bir rahip teşkilâtı,
ruhbanlık, hiyararşi, aracılık, misyonerlik yoktur. Yüce Allah ile kulun
arasına fetiş, put, peygamber, rahip, melek vb. hiçbir şey giremez. Fert,
hürdür, serbesttir. Doğrudan doğruya Allah'tan istenilir, sadece O'na dua
edilir. Nitekim Fatiha Sûresinde “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım
dileriz" hitabıyla bu hususa işaret edilmektedir.
Islâm'da günah işleyince tevbe edilir, affetmesi için ancak Yüce Allah'a
başvurulur. Allah'dan başkasına günah itirafı
yoktur. Halbuki Hıristiyanlık ve Buddizmde böyle değildir. Rahip,
rahip zümresinin varlığı bu noktalarda kendisini belli eder. Hıristiyanlıkta
genellikle rahip bulunmaksızın sakramentler uygulanamaz.
Tarihî gelişmesi içinde Islâm aslî yapısını koruyabilmiştir. Bu hüküm,
diğer dinler için tekrarlanamaz. Hinduizm farklı dinlerden çeşitli elemanlar
almış, bunların bir yığını haline gelmiştir. Belirli kurucusu, inanç sistemi,
ibadeti olmamıştır. Taoizm de diğer dinlerden bir çok eleman
almıştır. Hıristiyanlık, daha en başlarda Pavlus'un yorumlarıyla değişik bir
yapı kazanmış, gittiği yerlerdeki kültlerden etkilenmiştir. Bu hususta Islâm'ın
farklılığı, bir ölçüde, Kutsal Kitabının değişmeden günümüze ulaşması
özelliğinden gelmektedir (Diğer dinlerin kutsal kitapları daha sonraları yazılı
hale getirildiğinden asıl yapı korunamamıştır).
Islâm’daki inanç esasları, dinî kavramlar, sade, kuvvetli, açık seçik,
anlaşılması, anlatılması, kabulü kolay, akh-mantığı zorlamayan
maddelerdir. Halbuki meşalâ inkarnasyon (hulül), aslî suç, tenâsuh,
vb. kavramlarda bu kolaylık bulunmaz. Islâm'ın tarihî gelişmesinde kutsal
kitabı ve dinî kavramlarının açıklığı sebebiyle konsillere rastlanmaz. Fakat
evrensellikte ona arkadaşlık eden iki büyük dinde (Hıristiyanlık ve Buddizm)
konsillere ihtiyaç duyulmuştur.
Önem taşıyan bir nokta olarak, Islâm'da dünyaya günahsız gelindiğine
inanılır. Bu dinde Hıristiyanlıktaki aslî suç, Hint dinlerindeki tenâsuh
yoktur. Her doğan, Islâm yaratılışı üzerine temiz, suçsuz doğar. Zümer
Suresinin 7. ve Fâtır Suresinin 18. Ayetinde belirtildiği gibi, kimse
başkasının suçunu yüklenmez. Sorumluluk, ferdîdir. Suç ve beden, ferdîdir
(Doğıjştan gelen suç yoktur, bir beden bir ruh içindir, önceki kimselerin veya
önceki hayatların suçu doğuştan gelir şeklinde Hıristiyanlık ile Hint
dinlerinin benzerlik taşıyan doktrinlerini Islâm kabul etmez).
Islâm'da ağır, aşırı züht emirleri, güçlük yoktur. Kolaylık, kolaylaştırma
vardır. Hz. Muhammed, "Din, kolaylıktır”; "Kolaylaştırınız,
güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" diyerek Islâm'ın bu
niteliğini belirtmiştir. Caynizmde yürürken küçük canlıları öldürmemek için
önce yer süpürülür. Caynizm'in bir mezhebinde dünya malı diye elbise giyilmez.
Islâm'da böyle aşırı buyruktur yoktur. Evlenmemek veya boşanmamak (bazı
Hıristiyan mezheplerinde) şeklinde sert kayıtlar göze çarpmaz.
Islâm'da dünya-âhiret dengesi vardır. Meselâ Yahudi Dininde âhiret motifi
işlenmemiştir. Gözler dünyaya çevirilmiştir. Hıristiyanlıkta tersine, gözler
âhirete dikilmiştir. Islâm'da dünya, âhiretin tarlasıdır. Bir Âyette
belirtildiği gibi dünyadan nasip de unutulmayacaktır. Islâm'da çalışılmayan gün
yoktur. Çalışma ve kazanma, ekmek-alınteri övülür. Zekât ve hac gibi
ibadetlerin yapılabilmesi, maddî imkâna bağlıdır.
Islâm'da ibadet ve ahlâkla ilgili konular gelişmiştir. Islâm'ın her an
istediği kulluk da vardır (iman), ömürde bir defa istediği kulluk da (hac).
Tabiî senede (bir defa zekât; bir ay oruç), haftada (Cuma Namazı), günde
(beş vakit namaz) istedikleri de var. Halbuki meselâ Buddizmde dua,
Hinduizmde cemaatle ibadet olmadığı gibi Hıristiyanlıkta âyinler papaz
nezaretinde kiliseye tahsis edilmiştir. Yahudi dininde kurban yıkılan Kudüs
Tapınağına bağlı görüldüğünden uygulanmamaktadır. Islâm'da ibadet, hem
cemaatle, hem de tek başına; hem camide, hem cami dışında her yerde
yapılabilir.
Islâm; sadece zühde, tasavvufa, ahlâka, felsefeye, geleneğe dayanan ve her
şeyi toplamaya çalışıp asıl hüvviyetini kaybeden bir din değildir. Bu dinde ölçü,
akıl, bilim, düşünce, öğrenme, çalışma, fert ve toplum konularına gereken yer
ayrılmıştır.
Islâm'ın kendi orijinalliğini gösteren yukarıda bir bölümü sıralanan
hususlar yanında diğer dinlerle paylaştığı noktalar da vardır. Bunların en
başta geleni tektanrı kavramıdır. Islâm, bu Yüce Tanrı kavramının en ideal
şekline sahiptir. Islâm, diğer İlâhi dinlerin kitap ve peygamberlerine de yer
verir (bu kutsal kitapların değişmemiş asıllarına inanılır). Kur'ân-ı Kerîm'de
ancak 25 peygamberin adı bulunur (üç tartışmalı olanla 28). Ancak dünyada hayli
peygamber görev yapmıştır. Hemen hemen bütün topluluklarda Yüce tanrı
inanışının bulunması bunun bir isbatıdır.
Islâm; vahiy, âhiret, kader, melek-şeytan, helâl-haram (yap-yapma), nefsi
terbiye, iyilik, erdem vb. birçok elemanlarını diğer dinlerle paylaşır. Ancak
Islâm'da bu elemanlar, bir ölçü içinde, aşırılıklardan uzak olarak yer alır.
Bir misal olarak temizliği ele alalım.
Temizlik önce dış ve iç temizliği olarak ikiye ayrılır.
Dış temizliğin'de; 1) Beden (Islâm'da pis sayılan şeylerin bedenden
giderilmesi, yıkanmak, diş temizliği, bedenden tırnak ve benzeri kesilmesi
istenilen şeylerin atılması, sünnet, abdest, boy abdestinin maddî temizliği
vb.), 2) Elbise (pis sayılan şeylerin temizlenmesi veya kirliliğin giderilmesi),
3) Çevre ve gıda temizliği (kendimizi tehlikeye atmamamızı emreden Âyete göre
suyun, havanın, evin, kentin; imanın en aşağı derecesinin yolda ayağa takılan
taşın bir kenara atılması olduğunu açıklayan Hadîs'e göre yol temizliği) gibi
maddî elemanlar bulunur.
İç temizlik, çok daha geniştir: 1) Kalp temizliği (önce tasdîkî, sonra
yakînî iman ile çekten şüpheden, kötü düşüncelerden kalbi arındırmak, tövbe ile
günahtan temizlenmek), 2) Ahlâk temizliği (kötü ahlâkı atıp iyilerini
benimsemek), 3) Düşünce-niyet-davranış temizliği (iyi davranış, ihlâs
kazanmak), 4) Vicdan temizliği (suçluluk duygusu içinde kalmamak; kul hakkını
almamak, helallaşmak), 5) Hükmî temizlîk (ab-dest, boy abdesti, Islâmm beş
şartının her bir maddesinin uygulanışı ile günahlardan arınmak) vb. bir
çok hususu içinde bulundurur.
b. Islâmm Dîğer Dinlerden Üstünlükleri
· 1.
Islâm hak ve İlâhî dindir; vahye dayanır; evrenseldir; mesajı bütün
insanlığadır; Kıyamete kadar geçerlidir.
· 2.
Islâm, adını kutsal kitabından alan; kutsal kitabı peygamberi tarafıdan
yazdırılan, ezberlettirilen ve kontrol edilen, böylelikle değişmeden günümüze
kadar gelebilen; akıl ve bilim önünde tazeliğini koruyabilen Kutsal Kitaba
sahip olan tek dindir.
· 3.
Islâm'da tevhidin en güzel ve en orjinal şekli vardır. Islâm en mücerret, en
mükemmel Allah inancını yerleştirmiştir. Islâm'da Allah'ın sıfatları,
yaratıklara, başka varlıklara; insanlara, canlı-cansız varlıklara verilmez.
Islâm'da Yüce Allah insana benzetilmez; O, hiçbir şeye benzemez, ne Tanrı
insanlaştırılır, ne de insan tanrılaştırılır. Islâm'da Allah'ın Esmâ-i Hüsnâsı
vardır. Islâm'da Allah'dan başkasına tapınılmaz, dua edilmez; Allah'dan
başkasından istenilmez; Allah'dan başkasına secde, rüku' edilmez, kurban
kesilmez, yemin edilmez, tövbe edilmez, günah itirafında bulunulmaz.
· 4.
Islâm'ın belirli bir inanç sistemi, peygamberi, kutsal kitabı vardır.
· 5.
Islâm'da Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır; aralarında
bu noktada bir ayırım yapılmaz. Peygamberler, Yüce Allah'ın kulu ve elçisidir.
Islâm'da peygamberler tanrılaştırılmaz. Onlara yakışık almayan durumlar isnat
edilmez, uygun olmayan deyimler kullanılmaz. Onlar için ortak beş özellik kabul
edilir.
· 6.
Hz. Muhammed, son peygamberdir. Ondan başka hemen hemen hiçbir peygamber ve din
kurucusu, getirdiği nizamın kendisi hayatta iken uygulama zemini bulduğunu,
devlet olduğunu görmemiştir.
· 7.
Islâm'da en yüksek otorite, Kur'ân'dır. Dünyanın her tarafındaki Kur'ân
nüshaları aynıdır.
· 8.
Islâm'da dünya-âhiret dengesi vardır. Dünya âhiretin tarlasıdır.
9 Islâm'da inanç esasları, dînî kavramlar; sade, kuvvetli, açık-seçiktir;
anlaşılması, anlatılması, kabulü kolaydır; aklı, mantığı zorlamaz.
· 10.
Islâm, kolaylık ve müjde dinidir. Kimsenin zorla Müslüman yapılmasını kabul
etmez. Kalbleri fethederek yayılmayı esas alır. Dili, ırkı, dini ne olursa
olsun Kelime-i Şehadet getiren herkesi Müslüman sayar. Sınıf, zümre, ırk farkı
gözetmez, kimseye imtiyaz tanımaz. Eşitlik ve adâlet esasına dayanır.
· 11.
Islâm; akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar, akla ve bilime ön planda yer
verir. Islâm'da ölçü, akıl, bilim, düşünce, öğrenme, çalışma konularına; fert
ve toplum münasebetlerine gereken yer verilmiştir.
· 12.
Islâm'da insan, en güzel biçimde yaratılmış, yeryüzünde halife kılınmıştır.
Doğuştan gelen suç yoktur. İnsan, ma'sum ve Islâm fıtratı üzere doğar. Islâm'da
sorumluluk, suç ve beden ferdîdir.
· 13.
Islâm'da ibadet ve ahlâkla ilgili hükümler gelişmiş ve nihâî hale gelmiştir.
Islâm'da, hac hariç, ibadet, belirli bir yere bağlı değildir, her yerde
yapılabilir. Duruma göre hem cemaatla, hem tek başına olabilir. Ma'bette resim
ve heykel bulunmaz. İbadete da’vet ezanla olur. İbadette Allah ile kulun
arasına kimse giremez. Islâm'da ruhban sınıfı da, afaroz da yoktur. Evlenmeme
ve boşanmama şeklinde sert, ağır ve aşırı züht emirleri de yoktur. Ancak iç ve
dış temizliğe önpm verilmektedir. Sünnet vardır.
· 14.
Islâm, kadına gerçek hakkını ve değerini vermiştir.
Bütün bu ve benzeri özellikleri ve üstün noktalariyle Islâm, her devirde,
her yerde kendini kabul ettirir.
ALTINCI BÖLÜMÜN DİPNOTLARI
· (1)
: Tevbe 29, 33; Fetih 28; Saff. 9.
· (2)
: Tevbe 33; Fetih 28; Saff. 9.
· (3)
: Tevbe 33; Saff. 9.
· (4)
: Sayılar XXIII:9
· (5)
: Tekvin XI: 27-28; Tesniye XXVI :5-6
· (6)
: Tekvin XXXII: 28; XXXV: 9-15; Hoşea XII: 4-5
· (7)
: The Universal Jevvish Encyc. V/613. Bu lakabın aslında
Tanrı yolunda mücadele eden anlamına geldiği düşünülebilir.
· (8)
: Taberî, Târîhu't-Taberî, I/320
· (9)
: Çıkış III: 16
· (10)
: Tekvin XI : 27-30
· (11)
: Tekvin XII ; 1-20
· (12)
: Tekvin XIII-XIV. Bap.
· (13)
: Tekvin XV-XVI. Babp.
· (14)
: Tekvin XVII: 1-8
· (15)
: Tekvin XVII: 19-27; XXI-XXII. Bap.
· (16)
: Islâm'da ise Hz. İsmail.
· (17)
: Tekvin XXII: 1-20
· (18)
: Tekvin XXV: 8-11
· (19)
: Abram'ın aynı davranışını karşılaştırmak için bkz. Tekvin
XII: 10-20 XVI: 6-12.
· (20)
: Tekvin XXVIII: 13-15.
· (21)
: Tekvin XXXIX: 20
· (22)
: Tekvin XLI: 40
· (23)
: Bkz. Tekvin X L III. Bap
· (24)
: Çıkış 1:12-13
· (25)
: Bkz. Çıkış VII-XL. Bap; Yeşu l-XXIV. Bap.
· (26)
: Bkz. Hâkimler ve Krallar.
· (27)
: Bkz. II. Samuel V-IX. Bap
· (28)
: Bkz. I. Krallar V-IX Bap.
· (29)
: I. Krallar XI, XII. Baplar vd.
· (30)
: Bkz. Daniel, Ezra, Ester.
· (31)
: Al-i Imrân 33-34; Meryem 58-59
· (32)
: Al-i Imrân 67, 95; Meryem 43-47.
· (33)
: Nisa 125
· (34)
: Hud 75; Tevbe 114; Meryem 41: Buhârî, Tecrîd-i Sarih
Tere. XV/107.
· (35)
: Bakara 124.
· (36)
: A'lâ 19.
· (37)
: En'am 75.
· (38)
: En'am 74-80; Enbiya 58-67; Saffat 85-95; Meryem 44;
Ankebut 17, Şuarâ 70-82.
· (39)
: Şuarâ 79-82.
· (40)
: Ankebut 24; Enbiya 70; Saffat 93.
· (41)
: Bkz. Bakara 260; En'am 76-79; Saffat 85-94; Enbiya 58-
65.
· (42)
: Enbiyâ 73.
· (43)
: Saffât 100-101.
· (44)
: İbrahim 39.
· (45)
: Saffât 102-107.
· (46)
: Saffât 101; Meryem 54-55; Enbiyâ 85; Sâd 48; Çakara
156; Âl-i Imrân 84; Nisa 163.
· (47)
: Enbiyâ 72; Enâm 84; Saffât 113; Sâd 45-47.
· (48)
: Zâriyât 29-30; Hûd 72-73; Meryem 49; Saffât 112; En'âm
84-87.
· (49)
: Nisâ 163; Hud 71.
· (50)
: Bakara 136; Âl-i Imran 84; Nisâ 163; Hud 71.
· (51)
: Yusuf 4-8, 15,21-24; Enâm 84; Mü'min 34.
· (52)
: Yusuf 4.
· (53)
: Yusuf 5.
,
· (54)
: Yusuf 6.
· (55)
: Yusuf 7-100
· (56)
: Çıkış 1:8-22; 11.1-7.
· (57)
: Çıkış 11:11-17.
· (58)
: Çıkış III: 1-13.
· (59)
: Çıkış VII: 9-12; XII: 12-14; XIV: 21-31.
· (60)
: Çıkış XVI-XIX. Bap.
· (61)
: Tesniye XXXIV: 1-12.
· (62)
: Çıkış XX: 1-17; Tesniye V: 6-21.
· (63)
: Bakara 49-50; Kasas 4.
· (64)
: Kasas 7-14
· (65)
: Kasas 15-22.
· (66)
: Kasas 29-32; Tâhâ 83-97; Bakara 54.
· (67)
: A'râf 104-105; Şuarâ 18-28.
· (68)
: A'râf 106-126.
· (69)
: Mümin 26-34; Şuarâ 52-67; Yunus 90-92.
· (70)
: A'râf 138-141, 160
· (71)
: A'râf 142-145; Tâhâ 83-97; Bakara 54.
· (72)
: Mâide 20-26.
· (73)
: Fâtiha 7; Bakara 61.
· (74)
: Yahudiler; I ve II. Samuel'i, I ve II. Krallar'ı, Ezra ve
Nehemya'yı, I ve II. Tarihler'i birleştirirler.
· (75)
: Bkz. Ibrâni Din Bilgisi (özetler), İstanbul 1969, 8-11; Nişim
Behar, Ibrâni Tarihi, İstanbul 1969.
· (76)
: Apokaliptik Literatür: Gelecekte ne olacağını, Tanrı'nın
gayesi yönünden konu edinen literatürdür.
· (77)
: Yahudilere göre krallık süresi olarak gösterilen bu tarih
(Hz. Davud'un 30 yaşında kral olduğu hatırlanmalıdır), Hıristiyan
kaynaklarına göre, M.Ö. 1000-96Tdir. Krallığının sonu ile ölüm tarihi aynı
zamana gelen Hz. Davud'un mezarı, Kudüs yakınındaki Sion Dağı'ndadır.
· (78)
: Bkz. İL Samuel II: 1-27.
· (79)
: Mâide 43-46; Sâff 6.
· (80)
: Al-i Imrân 3-4; Ayrıca bkz. Al-i Imrân 50; Mâide 43-46.
· (81)
: Bakara 41, 75; Mâide 13, 41, 44, 46-48, 66-68, 79.
· (82)
: Al-i Imrân 3-4; Nisa 46-48.
· (83)
: Al-i Imrân 93.
· (84)
: Tevbe 111; Fetih 29.
· (85)
: A'râf 157.
· (86)
: Sâff. 6.
· (87)
: Cum’a 5.
· (88)
: Âl-i Imrân 3-4; Mâide 43-46.
· (89)
: En’am 154-157; Ahkâf 12.
· (90)
: Mü'min 53-54
· (91)
: Enbiyâ 105; Nisâ 163; Isrâ 55.
· (92)
: Bakara 249-250; Sâd 17-26; Nemi 15; Enbiyâ 78-79;
Sebe'10-13.
· (93)
: Çıkış XX: 1-7; Tesniye V:6-21.
· (94)
: Levililer ll:l; Tesniye XIV: 1-29
· (95)
: Tekvin VIV.24-31; XXXV: 10.
· (96)
: Tekvin Vll:4,12,17,24; Tekvin Vll:9-10,14-16.
· (97)
: Tekvin XII:10-13; XX:1-3; XXVI:6-12.
· (98)
: Tekvin, XIX: 30-36.
· (99)
: Tekvin ll:2; XII:1Ö-13; XX:1-3; XXV1:6-12
· (100)
: Tesniye XXXIV:4-8
· (101)
: II. Samuel XXIV:1-6;I Tarihler XXI:1-7.
· (102)
: Mâide 13, 44-48, 68; Cuma 5.
· (103)
: Karailer için bkz. Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri,
Ankara 1985, 154-215.
· (104)
: Tesniye Vl:4. ’
· (105)
: Bkz. Abdurrahman Küçük, Dönmeler Tarihi, Ankara 1992.
· (106)
: Çıkış XIII: 1-10, 11-16; Tesniye VI: 4-9; XI: 13-21.
· (107)
: Resullerin işleri XI: 26
· (108)
: Yuhanna V:44
· (109)
: Pavlus’un Romalılara Mektubu VI: 3-11
· (110)
: Pavlus’un Romalılara Mektubu V: 18-21.
· (111)
: Pavlus’un Romalılara Mektubu V: 18-21; Galatyalılara II: 3-
15; I Konintoslulara XV: 2-13.
· (112)
:Luka 1:1-4 (Luka İncili, Hıristiyanlarca en kuvvetli Incil ola
rak kabul edilir).
· (113)
: Al-i Imran 64.
· (114)
: Al-i Imran 67
· (115)
: Bkz. Bakara 111
· (116)
: Bkz. Bakara 113, 135
· (117)
: Bakara 130, 135
· (118)
: Bakara 131
· (119)
:ÂI-i Imrân 84
· (120)
: Bakara 132.
· (121)
: Bakara 128
· (122)
: Bakara 140
· (123)
: Mâide 12-18; Tevbe 20.
· (124)
: Mâide 17
· (125)
: Mâide 46-47, 62-69, 72-77; Sâff 6.
· (126)
: Mâide 69
· (127)
: Mâide 72, 75
· (128)
: Mâide 72-75
· (129)
: Mâide 46-47
· (130)
: Mâide 48
· (131)
: Mâide 51
· (132)
: Mâide 82.
· (133)
: Pavlus ve Petrus'un Roma Kilisesi'ni kurmaları, orada
ölmeleri konusunda Hıristiyan mezhepleri arasında farklı görüşler
vardır.
· (134)
: Luka I: 26-38
· (135)
: Luka 1:39-80
· (136)
: Luka II: 1-21
· (137)
: Luka II: 21-40
· (138)
: Matta II: 1-12
· (139)
: Matta II: 13-23
· (140)
: Luka II: 41-52
· (141)
: Markos I: 4-9
· (142)
: Matta III: 13-17
· (143)
: Markos I: 14-15
· (144)
: Luka V: 1-11
· (145)
: Luka VI: 12-16
· (146)
: Luka VIII: 4-15
· (147)
: Matta XIII: 44-48
· (148)
: Luka Xl:1; Matta V: 9-13
· (149)
: Luka IV: 31-36
· (150)
: Markos II: 1-12.
· (151)
: Matta VIII: 5-13.
· (152)
: Markos V: 22-24, 35-42
· (153)
: Matta VIII: 23-27
· (154)
: Matta XIV: 13-23
· (155)
: Matta XVI: 13-19
· (156)
: Markos X: 13-16
· (157)
: Luka X: 25-37
· (158)
: Luka XVIII-XlX. Baplar
· (159)
: Matta XXI: 16-17
· (160)
: Luka XXII: 14-22; Yuhanna XIII. Bap
· (161)
: Matta XXVI: 46-68; XXVII: 11-45; Luka XXII: 47-71
· (162)
: Matta XXVI: 57-75; XXVII: 1-5; Luka XXII: 54-71
· (163)
: Yuhanna XVIII: 28-37
· (164)
: Matta XXVII: 11-37
· (165)
: Markos XV: 24-41
· (166)
: Yuhanna XIX: 31-37 , <
· (167)
: Yuhanna X|X : 38-47
· (168)
: Matta XXVIII: 1-10
· (169)
: Yuhanna XX: 19-23
· (170)
: Yuhanna XXI: 15-18
· (171)
: Matta XXVIII: 16-20
· (172)
: Markos XVI: 15-16; Resullerin İşleri 11:1-20, 30-47
· (173)
: Yuhanna X: 30, 38; XIII: 3, 16
· (174)
: Al-i Imrân 42-43
· (175)
: Al-i Imrân 59
· (176)
:Yâsin 79
· (177)
: Al-i Imrân 33-47
· (178)
: Meryem 21
· (179)
: Meryem 23-33
· (180)
:Nisâ 171; Mâide 110; En'am; 85 Saff 6.
· (181)
: Al-i Imrân 52-53; Mâide 111-112
· (182)
: Al-i Imrân 54-55
· (183)
: Nisâ 156-158
· (184)
: Mâide 72-73; Tevbe 30
· (185)
: Mâide 171
· (186)
: Mâide 116
· (187)
: Saff 6.
· (188)
: Matta XXVIII: 19
· (189)
: Bkz. Yuhanna 1:1-3
· (190)
: Bkz. Luka I: 1-3
· (191)
: Papalık; Meryem'in Isa gibi günahsızlığını 1854‘te, göğe
yükseldiğini 1950'de karara bağlamış ve bu hususları doğma olarak ilan
etmiştir.
· (192)
: Matta V:1-11
· (193)
:Sebe 28
· (194)
:Hicr9.
· (195)
: Bkz. Çıkış Vil: 1 (Kohen olarak Hz, Harun'un
görevlendirildiği hakkında bkz. Çıkış XXX. Bap)
· (196)
: Saff 9; Tevbe 33; Fetih 28
· (197)
: Rum 30
· (198)
: Al-i Imrân 19,85
· (199)
: Mâide 3.
· (200)
:Ahzâb 40.
ALTINCI BÖLÜMÜN BİBLİYOGRAFYASI
A. YAHUDİLİK
· -
W.F. Albight, Yahvveh and the Gods of Canaan, London
· 1968.
· -
Nesim Bahar, İbrani Tarihi, İstanbul 1969.
· -
D.A. Brown, A. Guide to Religions, London 1975, 104-122.
· -
Seymour Cain, "Medieval and Modern Judaism", A Reader's Guide to the
Great Religions, London 1977, 321-345.
· -
Ahmet Çelebi, Yahudilik, Çev. Ö.F. Harman-A.M. Büyükçınar, İstanbul 1978.
· -
A Dictionary of Comparative Religion, neşr. S.G.F. Brandon, London 1970, 364,
374, 378-385, 451-2, 620.
· -
Mircea Eliade, Histoire des Croyances et des Idöes Religieu-ses, Paris
1980, I/348-380, 111/161-190.
· -
Isidore Epstein, Judaism, A Historical Presentation, Gr. Britain 1972.
· -
George Fohrer, History of Israelite Religion, London 1975.
· -
Sigmund Freud, Musa ve Tektanrıcılık, Çev. E. Sevil, İstanbul
· 1976.
· -
David Goldstein, "The Jews”, Our Religions, London 1973, 69-89.
· -
Ernest Gugenheim, “Le Judaisme", Histoire des Religions, E.G. 1972,
II/697-745.
· -
Ernest Gugenheim, Le Judaisme dans la Vie Ouotidienne, Paris 1970.
· -
İbranî Din Bilgisi (Özetler), İstanbul 1969.
· -
Mordecai Kaplan, Judaism as a Civilisation, USA 1981.
· -
Yehezkel Kaufman, The Religion of Israel, Çev. Moshe Greenberg, London 1961.
· -
Yaşar Kutluay, Islâm ve Yahudi Mezhepleri, Ankara 1965, 114-218.
· -
Yaşar Kutluay, Siyonizm ve Türkiye, İstanbul 1973, 11-73, 389-395.
· -
Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1985, 147-210.
· -
Abdurrahman Küçük, Dönmeler Tarihi, Ankara 1992 (Gözden geçirilmiş ve
genişletilmiş ikinci baskı).
· -
Maimonides, Commentory on the Tractate Sanhedrin, trans by Freed Rosner, New
York 1981, 155-156.
· -
Man's Religious Guest, neşr. W. Foy, London 1978, 351-417.
· -
Ebu'l Kasen Ali el-Hasenî en-Nedvî, el Erkânu'J-Erbea, Beyrut
· 1968,
63-66, 171-174, 259-268.
· -
Abraham A. Neuman, Judaism, The Great Religions of the Modern World, Nevv
Jersey 1947, 224-284.
· -
S.A. Nigosian, World Religions, London 1975, 7-43.
· -
Hayrullah örs, Musa ve Yahudilik, İstanbul 1966, 316-446.
· -
James Parkes, A History of The Jevvish People, Gr. Britain
· 1969.
· -
The Jevvish Encyclopedia, Copyright 1904.
· -
The Universal Jevvish Encyclopediea, Nevv York 1948.
· -
E.G. Parrinder, A Book of World Religions, London 1965, 16, 52, 88, 140.
· -
E.G. Parrinder, The World Living Religions, London 1974, 143, 164.
· -
Vicomte Leon de Poncins, Judaism and the Vatican, Çev. T. Tindal-Robertson,
London 1967.
· -
Salomon Reinach, Orpheus, Histoire des Religions, Paris
· 1976,
1/248-311.
· -
Emest Renan, Histoire de Peuple d'lsrael, Paris, 1/1-34, 127-165,
11/82-192.
· -
H. Ringgren-A.V. Strom, Religions of Mankind, London 1966, 113-137
· -
Roy A. Rosenberg, Judaism: History, Practice, Faith, USA 1991,64-65.
· -
H.J. Schoeps, An Intelligent Person's Guide to the Religions of Mankind,
London 1967, 207-227.
· -
Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 100-116.
· -
Gershom G. Scholem, Majör Tfends in Jewish Mysticism, New York 1974.
· -
Siddur (sefaradi), New York 1981, 43-44.
· -
Sylvam D. Schwartzman, The History of Reform Judaisme, 1953.
· -
Ninian Smart, Background to the Long Search, London,
· 1977,
159-184.
· -
Robertson Smith, The Religion of The Semites, New York 1972.
· -
Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Kahire 1975, 1/210-220.
· -
Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, İstanbul 1979, 1/15-126
vd.
· -
Hikmet Tanyu, "Yahudiliğin Kutsal Kitapları ve Esasları", A.Ü.
İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara 1967, XIV/95-124.
· -
Kurt Uruby, "Judaism", Dictionnaire des Religions, France 1983,
868-74.
· -
R.J. Zwi Werblowsky, "Judaism", The Concise Eneyclopedia of
Living Faiths, London 1971, 3-40.
· -
Zaferu'l-lslâm Han, Yahudilik'de Talmud'un Mevkii ve Prensipleri, Çev.
Mehmet Aydın, İstanbul 1981.
B. HIRİSTİYANLIK
· -
Muhammed Atâurrahîm, Jesus Prophet of Islâm, England 1977.
· -
Donald Attvvater, Christendom, London 1969.
· -
Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı Reddiyeler ve
Tartışma Konuları, Konya 1989.
· -
G. Barker, O'nun izinde (Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi), İstanbul 1985.
· -
La Bible, Paris 1977.
· -
David A. Brown, A Guide to Religions, London 1975, 155-182.
· -
Chateaubriand, Genie du Christianisme, Paris 1966, l-ll.
· -
The Concise Eneyclopedia of Living Faiths, London 1977, 40-166.
· -
Horton Davies, Christian Deviations, Gr. Britain 1972.
· -
Giussupe Descuffi, Hıristiyan Dini, İzmir 1963.
· -
J.G. Davies, The Christian Church, London 1965.
· -
A Dictionary of Comparative Religion, neşr-. S.G.F. Brandon, London 1970,
138-139, 190-195, 310, 359, 372-373.
· -
Dictionnaire des Religions, France 1983.
· -
C.H. Dodd, The Founder of Christianity, London 1971.
· -
Muhammed Ebû Zehra, Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, Çev. Aktif Nuri,
İstanbul 1978.
· -
Emile Gillabert, Saint Paul ou le Closse oux Pieds d'Argile, Editions
M'tanoia 1974.
· -
Rene Guennau, "Les Missions Cathologues", Histoire des
Religions, Ed. Gali. 1972, 11/1144-1187.
· -
Ch. Guignebert, Jesus, Paris 1938.
· -
Harold A. Guy, "The Christians", Our Religions, London 1973,
89-104.
· -
Harun Güngör, Gagauzların (Gagavuzlar) Dinî İnanışları Üzerinde Bir
Araştırma, Ankara 1982 (basılmamış doktora tezi).
· -
Alfred Hail, The Beliefs of A Unitarian, Gr. Britain 1932.
· -
Mc Veigh Harrison, First Century Christianity, New York 1958.
· -
Leonard Hadgson, The Doctrin of Trinity, London 1964.
· -
A. Houtin, Courte Histoire du Christianisme, Paris 1924.
· -
J.L. Hromadka^G.G. Walsh-John A. Mackay, Eastern Ortho-doxy, Roman Catholicism,
Protestantism; The Great Religions of the Modern Worid, New Jersey 1947,
284-307, 307-337, 337-371.
· -
P. Luigi lannitto, Hıristiyan Dininin Esasları, İstanbul 1982.
· -
Xavier Jacop, Incil Nedir? Tarihi Gerçekler, Ankara 1985.
· -
R. Janin, Les Eglises Oriantales et les Rites Orientaux, Paris 1955.
· -
S. Kaloustian, Saints and Sacrements of the Armenian Church, New York 1969
· -
Abdurrahman Küçük, "Ermeni Katoğikosluğu ve Meselesine Dair Bir Arşiv
Vesikası Üzerine", A.Ü. Ilâhiyât Fak. Dergisi (İFD), Ankara 1983,
XXVl/727-750.
· -
Pierre de Lobriolle, The History and Literatüre of Christianity, Çev. H.
VVilson, London 1968.
· -
John H. Leith, Creeds ol the Churches, Oxford 1973.
· -
Man's Religous Quest, neşr. W. Foy, London 1978, 417-467
· -
Thomas Michel, Hıristiyan Tanrıbilimine Giriş, İstanbul 1992.
· -
Einar Molland, Christendom, London 1965.
· -
Ebu'l-Hasen Ali el-Hasenî en-Nedvî, el-Erkânu'l-Erbea, Beyrut 1968,
67-69, 175-176, 259-268.
· -
S.A. Nigosian, World Religions, London 1975, 43-47.
· -
Malachia Ormanian, L'Eglise Armenienne, Lübnan 1954.
· -
The Oxford Dictionary of The Christion Church, Ed. F.L. Cross, New York 1983.
· -
E.G. Parrinder, Jesus in the Quran, London 1965.
· -
Salomon Reinach, Orpheus, Paris 1976, 11/515-558.
· -
Ernest Renan, Vie de Jesus, Paris 1944.
· -
H. Ringgren-Ake V. Sfröm, Religions of Mankind, London 1966, 137-175.
· -
Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983,
206-274.
· -
Ekrem Sarıkçıoğlu, Dinlerde Mehdi İnancı ve Tasavvurları, Erzurum 1976
(basılmamış doçentlik tezi).
· -
H.J. Schoeps, An Intelligent Person's Guide to the Religions of Makind,
London 1967, 242-313.
· -
Anemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 117-150.
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, Gr. Bri-tain 1977,
401-475.
· -
Ninian Smart, Background to the Long Search, London
· 1977,
105-159.
· -
Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İstanbul 1980.
· -
Şehristânî, el-Milel ve'n- 'Nihal, Kahire 1975, I/220-229.
· -
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980,
l-ll.
· -
Abdullah Tercüman, Hıristiyanlığa Reddiye, İstanbul 1970. •
· -
Marguerite-Marie Theollier, Dictionnaire des Religions, Belgi-que 1971.
· -
Etienne Trocme, "Le Christianisme des Origines ou Concile de
Nicee", Histoire des Religions, Ed. Gali. 1972, 11/185-260.
· -
Günay Tümer, Hıristiyan ve Islâm Dinlerinde Meryem, Ankara 1979
(basılmamış doçentlik tezi).
· -
H.H. Walsh, Christianity, A Reader's Guide to the Great Religions, London
1977, 345-407.
· -
G. VVelter, Histoire des Sectes Chretiennes, Paris 1950.
· -
Hüseyin G. Yurdaydın-Mehmet Dağ, Dinler Tarihi, Ankara
· 1978,
184-200.
C. İSLAM
· -
Charles J. Adams, "Islâm", A Reader's Guide to the Great
Religions, London 1977, 407-467.
· -
A. Hamdi Akseki, Islâm, İstanbul 1943.
· -
A. Hamdi Akseki, İslam Fıtrî, Tabiî, Umûmî Bir Dindir, neşr. H.T.
Feyizli, Ankara 1981.
· -
David A. Brown, A Guide to Religions, London 1975, 182-218.
· -
David A. Brown, A Guide to Religions, London 1975, 182-218.
· -
Mircea Eliade, Histoire des Croyences et des Idees Religieu-ses, Paris
1984, 111/71-93.
· -
Toufic Fahd, "L'lslâm et Les Sectes lslâmiques", Histoire des
Religions, Ed. Gali. 1976, 111/3-179.
· -
İsmail Râgı el-Fârûkî, "İslam", The Great Asian Religions,
London 1969, 307-379.
· -
Fazlurrahmân, Islâm, Çev. M. Aydın, İstanbul 1981.
· -
H.A.R. Gibb, "Islâm", The Concise Encyclopedia of Living
Faiths, London 1977, 166-200.
· -
Muhammed Hamidullah, Islâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İst. 1980. I-II.
· -
Edward J. Jurji, "Islâm", The Great Religions of the Modern
VVorld, New Jersey 1947, 178-224.
· -
Man's Religous Quest, neşr. W. Foy, London 1978, 467-529.
· -
Muhammed Naseem, "The Muslims", Our Religions, London
1973,89-104.
’
· -
Ebu'l-Hasen Ali El-Hasehî en-Nedvî, el-Erkânu'l-Erbea', Beyrut 1968.
· -
S.A. Nigosian, VVorld Religions, London 1975, 77-103.
E.G. Parrinder, A Book of VVorld Religions, London 1965, 12, 60, 100,
147.
· -
E.G. Parrinder, Asian Religions, London 1977, 5-31.
· -
E.G. Parrinder, THe VVorld's Living Religions, London 1947, 9-31
· -
H. Ringgren-A.V. Ström, Religions of Mankind, London 1966, 175-202.
Maxime Rodinson, Mohammed, Gr. Britain 1976.
H.J. Schoeps, An Intelligent Person's Guide to the
Religions of.Mankind, London 1967, 227-242.
Mevlâna Şiblî, Asr-ı Saâdet (Islâm Tarihi), Ter. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul
1977-1978.
Ninian Smart, Background to the Long Search, London 1977, 184-218.
Ninian Smart, The Religous Experience of Mankind, Gr. Britain 1977,
475-543.
W. M. Watt, Modern Dünyada Islâm Vahyi, Çev. M. Aydın, Ankara 1982.
J. Alden Williams, Islâm, New York 1962.
VII. BÖLÜM
BAZI SİNKRETİST VE YENİ DİNÎ HAREKETLER
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Hıristiyanlık veya Islâm temeline
dayanan, diğer bazı din ve kültürlerden de istifa edilerek, sink-retist
(uzlaştırmacı) ve eklektik (seçmeci) yollarla, "dinî hareketler"
ortaya çıkmaktadır. Bunlar, bir dini temel alıp (Islâm veya Hıristiyanlık
gibi), diğer dinlerden de işlerine gelen veya beğendikleri bazı inanç ve davranışları
alarak, onları uzlaştırarak (sinkretizm), yeni dinî hareketler ortaya koymaya
çalışmaktadır. Bu derleme hareketler, siyasî, dünyevî bazı faydalar
gütmektedir.
Burada, günümüzde de faaliyetlerini devam ettiren bu sinkretist
hareketlerden sadece Hıristiyanlık temeli üzerine oturanlardan Yehova Şahitleri
ve Mooncular; Islâm temeli üzerine dayananlardan Babîlik, Bahaîlik ve
Kadiyanîlik üzerinde durulacaktır. Bu hareketlerin hepsinin ortak tarafı;
mesîh-mehdî fikri üzerine düşüncelerini bina etmeleri ve insanların ortak
kurtuluşunu mesajlarının odak noktası yapmalarıdır. Bunlar, "din"
değil, siyasî ve dünyevî gayelerle ortaya çıkan "dinsi hareketler” olarak
değerlendirilmektedir.
A. YEHOVA ŞAHİTLERİ
1. Yehova Şahitleri Kimdir.
"Yehova", aslında Yahudilikte Tanrı için kullanılan
"Yahve" kelimesinin galatıdır. Yehova şahitleri bu adı 1931'deki bir
kongrede almışlardır. Bu da, bir Eski Ahit ifadesinden çıkarılmış ve
benimsenmiştir: "Siz benim şahitlerimsiniz, der Yahova” (1). Bunlar, daha
önce, "Russelistler", "Ciddi Kutsal Kitap araştırıcıları",
"Milletlerarası Kutsal Kitap Öğrenme Cemiyeti" gibi adları
kullanmışlardır.
Yehova Şahitleri, Mesihî bir harekettir. Onlar, Isa'nın ikinci Gelişinin
vukubulduğuna ve onun 1914'te gökte "Tanrının Krallığım" başlattığına
inanırlar. Onlara göre; 1914'te hayatta bulunan nesil, onun yeryüzüne inerek
beraberindeki 144.000 Yehova Şahidiyle bütün siyasî kuruluşları, devletleri,
milletleri, kısacası "Şeytanın güçleri"ni yokedeceğini görecektir.
Böylece yeryüzünde de Tanrının Krallığı kurulmuş, dünyaya hâkim olan Şeytan
safdışı bırakılmış olacaktır. Bu, Armagedon Savaşıyle sağlanacaktır.
2. Mesîhî Hareketler
Yehova Şahitlerinin mahiyetinin anlaşılabilmesi, Mesihî hareketlerin
bilinmesine bağlıdır. Önce Yahudilikte, sonra hem Yahudi, hem de Hıristiyan
dinlerinde zaman zaman büyük bir ilgi toplayan Mesîhî hareketler olmuştur.
Yahudilikte Mesîh, Yahudileri Hz. Davud devrindeki ihtişama ve
dünya hakimiyetine ulaştıracak ideal bir kral olarak
bek-lenegelmiştir. Bu ideal, aslında Babil Sürgünü ve çeşitli sıkıntılar
sonucunda ortaya çıkmış ve dinî-millî bir veçhe kazanmıştır. Böylece XVIII.
Yüzyılın ortalarına kadar hemen hemen her yüzyılda Mesîhler ortaya çıkmıştır.
Bunların arasında Yahudileri uçarak Kudüs'e götüreceğini va'dederek
mensuplarının herşeylerini sattırıp dağlık bir burundan tepeüstü denize atlatan
Giritli Moşe, yine Iran Yahudilerini aynı metod-,Ia Kudüs'e götürmek isteyen
David Alroy da vardır. Bu Mesîh adayları hem aldatmış, hem de aklanmışlardır.
Zira işlerinde o kadar Mesîh olduğuna inananı vardı ki; başını uzatıp, kılıcın
kesmeyeceğini iddia ederek, başından olmuştu. Bütün bunlara rağmen Mesîh
gelmedi, beklenenler gerçekleşmedi.
Hıristiyanlıkta ilk yüzyıllar, Hz. Isa'nın "ikinci
dönüşü" beklentisi içinde geçti. Ancak zamanla diğer konular ön plana
çıktı ve bu husus, bir inanç konusu olarak, geleceğe bırakıldı. Bu konuda,
aslında, İncillerin telkini de o doğrultuda idi. Matta İncilinde şöyle
denilmektedir: "Isa, Zeytinlik dağı üzerinde otururken, şakirtleri ayrıca
gelip ona dediler; Bize söyle, bu şeyler ne zaman olacak? Ve senin gelişine,
dünyanın sonuna alâmet ne olacak? Isa cevap verip onlara dedi: Sakın kimse sizi
saptırmasın! Çünkü bir çokları Mesîh benim diye benim ismimle gelip bir
çoklarını saptıracaklar.. Ve bir çok yalancı peygamberler kalkıp bir
çoklarını saptıracaklar...O zaman eğer bir kimse size: İşte Mesîh
burada, yahut şurada derse inanmayın. Çünkü yalancı Mesîhler
ve yalancı peygamberler kalkıp büyük alâmetler ve harikalar yapacaklar; şöyle
ki, mümkünse seçilmiş olanları bile saptıracaklar. İşte size önceden söyledim.
Eğer size: İşte çöldedir deseler de çıkmayın. İşte iç odalardadır, deseler de
inanmayın. Çünkü şimşeğin şarkta çakıp garpta dahi görüldüğü gibi, insanoğlunun
gelişi de böyle olacaktır... İnsanoğlunun göğün bulutları üzerinde kudretle ve
büyük izzetle geldiğini görecekler... Fakat o gün ve saat hakkında ne göklerin
melekleri, ne de Oğul, yalnız Baha'dan başka, kimse bir şey bilmez. İmdi uyanık
olun. Çünkü Rabbınızın hangi gün geleceğini bilmezsiniz... Zira sanmadığnız
saatte insanoğlu gelir" (2).
Bu cümlelerden: yalancı, sahte Mesîhlerin, peygamberlerin geleceği,
insanları saptıracağı; Mesih şurada-burada diye iddiada bulunanlara inanmamak
gerektiği, "insanoğlu"nun gelişinin insanlarca biline-miyeceği
anlaşılmaktadır (3).
İncillerdeki bu gibi açıklamalardan, âlemin sonu ve Mesih’in gelişinin
yalnız Allah tarafından bilinebileceği anlaşıldığından, ana Hıristiyan kitle bu
konuda ihtiyatlıdır. Ancak Protestanlar, Katoliklere göre daha fazla kutsal
kitaplarıyle meşgul olduklarını ispatlama gayreti içinde, bu bir kenarda duran
Mesîhî konulara el attılar. Böylece onlar, Yahudilerin "kabbala"
denilen kutsal kitabın harf düzeninden gelecekle ilgili sırlar çıkarmak
usulünden faydalandılar.
Yahudi Mesîhî hareketleri XVIII. Yüzyıl ortalarından sonra gözükmez iken,
aynı tarihten itibaren bu çeşit hareketler Hıristiyanlık Âleminde ortaya
çıkmaya başladı. Bunlar, şöyle iki yol takip ettiler: 1) Hesaplamak, 2) Rüyada
veya vizyonda ilhamla bilgi almak: Bunlardan ilkine J.A. Bengel'in (1687-1752),
İkincisine de E. Svvedenberg'in (1688-1752) sistemleri misal olarak
verilebilir..
Yehova Şahitlerini anlıyabilmek hususunda, bu konuda, en önemli Mesîhî
hareket , "Adventizm"dir. Bu hareketin kurucusu W. Miller (1782-1849),
Isa'nın dönüş tarihini önce 1843, sonra 1844 olarak Kutsal Kitap'tan hesaplama
yoluyla çıkardı. Taraftarlar, herşeylerini ter-kederek büyük bir ümitle
beklemelerine rağmen, hayal kırıklığına uğradı. Sonradan E. White (1827-1915),
yeni bir yorum getirdi, verilen tarihin doğru olduğunu, Isa'nın geldiğini,
gökte muhakemeyi başlattığını ileri sürdü. Yehova Şahitliği hareketinin
kurucusu da bu görüşü aynen kopya etti.
Mesîhî hareketler, böyle hesaba, ilhama dayananlarından hulûlî olanlarına
kadar büyük bir çeşitlilik gösterir. Bahâîliğin kurucusu Mirza Hüseyin Ali'den
(1817-1892) Hintli çocuk Krişnamurti'ye kadar Isa'nın kendilerine hulûl
ettiğini ileri sürenler de olmuştur. Son iki yüzyıl böyle hareketlerle doludur.
Kaynağı, kökü, gayesi ile söyledikleri, yayınları birbirini tutmayan, uçtaki
saf kimselerin hiçbir şey bilmediği, gizli, özel metodlarla yönetilen, hemen
büyük çoğunlukla Mesîhî, Kabbalist, sırrî, mistik, kapalı açıklama ve yorumları
bulunan ve çeşitli dinlerin içinden başlatılan bir hayli cereyan ve hareket,
zamanla "din"leştirilmek istenmektedir. Bu cereyanlardan biri de
Yehova Şahitleri'dir.
3. Yehova Şahitliğinin Tarihçesi
Yehova Şahitliğnin kurucusu C.T. Razıl'dır (Charles Taze Rus-sell:
1852-1916). Razıl, ciddî bir dinî eğitim görmedi. Ancak bir Kitab-ı Mukaddes
topluluğu kurdu, kendini grubun "pastör"ü seçti. 1879'da
"Siyon'un Tarassut Kulesi" dergisini çıkartmaya başladı, birkaç sene
sonra da aynı ad altında bir cemiyet kurdu (daha sonra "siyon"
kelime-/ .
si atıldı).
Razıl, kurduğu cemiyetin yüzde doksan hissesini elinde tutuyordu. Karısı,
evindeki evlatlığa kur yaptığı iddiasıyla Razıl'dan ayrıldı. Razıl, bir
defasında "Mu'cizeli buğday" satışı dolayısıyle kendisini itham eden
bir gazeteyi; bir defasında da gerçekte dinî bir hüviyeti, derin araştırması ve
klasik dillere vukufu bulunmadığını yazan bir risale yazarını mahkemeye verdi.
Ancak mahkemeleri kaybetti. Bu mahkemelerde onun şahsiyetiyle ilgili bazı
önemli hususlar ortaya çıktı: "Pastör" olmadığı, 14 yaşından sonra
bir tahsil görmediği, klasik dilleri bilmediği, yalan söylediği, hatta yalan
yere yemin ettiği, çıkarcı olduğu gibi.
Razıl, büyük iddialarına rağmen öldü. Yerine hareketin avukatı J.F.
Rutherford. (1869-1942) getirildi. O, zamanla teşkilâtı ele geçirdi. Kendisinin
"Yehova'nın Sözcüsü" olduğuna inandığından ve Razıl'ın
şahsiyetinin yıprandığına kanaat getirdiğinden
"Russelistler" adını 1931'de "Yehova Şahitlerine çevirdi. Yüzden
fazla eser yazdı. Fakat o da va'dedilen olayları görmeden öldü. Yerine N.H.
Knorr (1977'ye kadar) geçti. Bunun zamanında Gilead'da Kutsal Kitap Mektebi
kuruldu ve 15.000 civarında Krallık misyoneri yetiştirildi. Knorr’dan sonra
teşkilatı bir idare heyeti yürütmektedir. Bu idare heyetinin altında çeşitli
hizmet kademeleri vardır.
4. Yehova Şahitlerinin İnançları
Yehova Şahitleri'nin inanç ve âdetleri şöyle maddelendirilir:
· 1.
Mukaddes Kitap, Tanrının Sözüdür ve hakikattir. Mukaddes Kitaba her türlü insan
sözünden daha çok güvenilir. "Yeni Ahit", ruhî İsraillilerle
yapılmıştır. Tanrının Kanununa insanların kanunundan ziyade itaat edilmelidir.
Yehovanın Şahitleri, bütün insanlara, Mukaddes yazılardaki hakikati bildirmek
sorumluluğu altındadır. Mukaddes Kitabın ahlâk standardına uyulması şarttır.
· 2.
Tanrı tektir ve ismi Yehova'dır. Tanrı, dünya üzerindeki kötü sistemi Armegedon
Harbi ile ortadan kaldıracaktır. Tanrı, her fert için kader veya alın yazısı
çizmemiştir; herkes davranışlarından bizzat sorumludur.
· 3.
Isa Mesîh, Tanrı tarafından mu'cizevî olarak doğması sağlandığıdan, Tanrının
Oğludur ve Tanrıya eşit değildir. Isa'nın insan öncesi hayatı vardır; Tanrının
yarattığı ilk varlıktır. Isa Mesîh, bir haç üzerinde değil bir direk üzerinde
ölmüştür. Isa, hayatını, insanlığın kurtuluşu için gerekli olan fidye olarak
ödemiştir. Kurtuluş için Isa'nın kurbanlığı yeterlidir. Isa Mesîh, ölümünden
sonra ruhî bir şahıs olarak diril-tilmiştir ve şu anda, ruhî varlık olarak
yaşamaktadır. Isa'nın yönetimindeki "Gökteki Tanrısal Krallık",
yeryüzünü adaletle ve sulh içinde yönetecektir. Bütün milletlerden seçilen ve
sayıları 144.000 olan sadece küçük bir sürü, Isa Mesih ile birlikte hüküm
sürmek üzere "Göğe" gidecektir. Isa, cemaatı kendi üzerine bina etmiştir
(Petrus'un üzerine değil). Dua, tanrı Yehova'ya ancak Isa Mesîh vasıtasıyla
yapılır. Isa, Tanrıya hizmet etmekde takip edilmesi gereken bir örnek
bırakmıştır. Isa'da İlâhî tabiat bulunmaz.
· 4.
İlâhî Krallık, yeryüzüne insan için en iyi hayat standardını getirecektir.
Yeryüzü asla imha veya yok edilmeyecektir. Kötülük ebediyen yok edilmiş
olacaktır. Hayata götüren yol, ancak bir tanedir. Şimdi biz son günlerde
yaşamaktayız.
· 5.
İnsanlık, Âdem'in günahından dolayı ölmektedir. İnsan onu, ölümle birlikte yok
etmektedir. Ölüler, insanlığın müşterek mezarına giderecektir. Ölümden
kurtulmak için yegâne ümit, diriltilmektir. Bu da Yehova Şahidi olmaya
bağlıdır. Âdem'den miras alınan günah sona erecektir. İnsan, tekâmül etmemiş,
fakat yaratılmıştır.
· 6.
Cehennem diye insanların ruhlarının azap çektikleri bir yer yoktur.
· 7.
Din, sadece Yehova Şahitlerininkidir. Diğerleri sahtedir.
· 8.
Şeytan, bu dünyanın görülmez yöneticisidir.
· 9.
Tapınmada suret, resim, haç, teşbih, mum kullanılamaz. Mabed yerine
"Krallık Salonları" kullanılacaktır.
· 10.
Ruh çağırmak, fal bakmak, büyücülük, ispirtizma yasaktır.
· 11.
Yehova Şahidi, dinlerarası işbirliği faaliyetine katılamaz. Yehova Şahidi,
kendini bu dünyadan uzak tutmalıdır. Yehova'nın şahidi, Yehova'nın askeridir;
askerlik yapmaz, bayrağı put olarak görür.
· 12.
Ağızdan veya başka bir yolla bedene kan almak "Tanrının Kanunu"nun
ihlâlidir.
· 13.
Yehova Şahitleri, millî marşı, millî duyguları, millî sınırları kabul etmez.
· 14.
Sebt Günü, sadece Yahudilere verilmiştir ve Musa'nın Kanunu ile birlikte son
bulmuştur.
· 15.
Ruhanî sınıfı, dinî rütbe veya ünvanlar Kutsal Kitaba uygun değildir.
· 16.
Sakramentlerden sadece, vaftiz ile Ekmek Şarap Âyinini "Hatıra
Yemeği" şeklinde nitelendirerek kabul ederler. Vaftizin çocuklara değil,
yetişkinlere ve tamamen suya daldırmakla olacağına inanırlar.
· 17.
Kendini Yehova Şahitliğine adama (vakıf), vaftiz vasıtasıyla sembolize edilir.
· 18.
Yehova Şahidi olmayan herkes "keçi"dir ve onlara karşıdır.
B. MOONCULUK
1. Hareketin Ortaya çıkışı
Moonculuk, Kuzey Koreli Sun Myung Moon tarafından Güney Kore'de kurulmuş
bir harekettir. Hareket, Kore'de "Tong I", Batı'da ise "Birleşik
Kilise", "Kutsal Ruh Birliği”, "Birleşik Aile", "Moon
Teşkilatı" gibi adlarla adlandırılmıştır.
Moon, 1920 yılında, Kuzey Kore'de, köylü bir aileden dünyaya gelmiştir. O,
önce Buddisttir, sonra Protestan Hıristiyan Kiliselerinden biri olan
Presbiteryen Kilisesine katılmıştır. Daha sonra, Yehova Şahitlarının inancına
benzer bir anlayışa yönelen Moon; 1936'da, Hz. Isa'nın kendisine görünerek,
"Tanrı Krallığı"nı kurma görevini teklif ettiğni iddia etmiştir. Onun
bu iddiası Presbiteryer Kilisesi tarafından sapık bir iddia olarak görülmüş ve
o, Kiliseden kovulmuştur. Bunun üzerine Moon, Güney Kore’ye gitmiştir.
Kilise'den kovuluşunu takibeden yirmi yıl içerisinde Moon’un, Hz. Musa,
Buddha ve hatta bizzat Allah'la konuştuğu söylentisi etrafa yayılmıştır.
Moon’un telkinleri taraftarlarınca kaydedilmiş ve İngilizce "Di-vine
Principle" (İlâhî Prensip) adı altında neşredilmiştir.
Kore'de diğer din mensupları ve İdarî çevrelerin muhalefet ve baskılarıyla
karşılaşan Moon ve taraftarları, zaman zaman hapse
atılmışlardır. Fakat, Moon’un fikirleri, taraftar toplamaya devam
etmiş, 1950 yılının sonlarında Güney Kore’nin sınırlarını aşarak Japonya'ya ve
Batı'ya yayılmıştır. Neticede, 1954'de, Güney Kore'nin başkenti Seul'de, bütün
dinleri birleştirmeyi amaçlayan, sinkretik (uzlaştırmacı) "Birleşik Kilise"
hareketi ortaya çıkmıştır. Bu hareket, daha yaygın kullanımla, Moonculuk
(Moonculâr) olarak da isimlendirilmiştir.
Moonculuk hareketi, 1959'da, Amerika'ya taşınmış ve burada gelişmeye,
çeşitli kesimlerden taraftar toplamaya devam etmiştir. Moonculâr tarafından
Milletlerarası kongreler düzenlenmiş ve bu kongrelere çeşitli üklekerden ileri
gelen bilim adamları davet edilmiştir. Bu tür faaliyetler halen devam
etmektedir.
Hareket, malî kaynak temin etmek için, ticarî hayata el atmış; balıkçılık,
bitkisel kök ticareti gibi yollarla zenginleşme imkânı bulmuştur. Moonculuk,
bir yandan sermaye kazanmak için çalışırken, diğer yandan kültürel faaliyetlere
yönelmiştir. Yüksek tahsil araştırmaları için bir "llâhiyat okulu"
kurulmuştur. Mooncular, bütün bunların yanında basın-yayına da el atmış, Tokyo,
New York ve daha sonra VVashington'da gazete çıkarmışlardır. "New York
City Tribüne" isimli, siyasî-kültürel nitelikli gazete, önde gelen
kişilerin okuduğu iddia edilen bir gazetedir. Bu gazete, güvenlikle ilgili
konulara, özellikle Doğu'daki gelişmelere ayrıntılı bir şekilde yer
vermektedir. Gazete, 1976'dan beri, âilevî ve muhafazakâr değerleri
savunmaktadır. Amerika'nın bazı resmî yayınları da bu gazeteden zaman zaman
iktibaslar yapmaktadır. Amerika'da yayınladıkları diğer bir önemli gazete de
"The VVashington Times"dır. VVashington'da yayınlanan iki gazeteden
biri olan bu gazete, Moon'a göre Amerika'da en hızlı büyüyen gazetedir ve onun,
en üst seviyede politikacılardan halk temsilcilerine kadar varan çok sayıda
okuyucu kitlesi vardır. Ayrıca Ortadoğu'da yayınlanan tek İngilizce gazete,
"Middle East Times" (Ortadoğu Ahvâlî) onların 1983'den itibaren
Kıbrıs'ta çıkardıkları bir gazetedir.
Birleşik Kilisenin "Free Press International" adında bir de haber
ajansı bulunmaktadır. Bu teşkilât tarafından mâlî yönden desteklenen dergiler
de vardır: "Insight on the News" (Haberlerin İç Yüzünü Kavrama),
"The VVorld and I" (Dünya ve Ben), "Free Press International"
(Melletlerarası Hür Basın) vb.
"Birleşik Kilise”ye katılanlar, genellikle iyi tahsil görmüş, yirmi
yaşını geçmiş orta sınıf gençleridir. Japonya'da ve Batı'da bütün vaktini bu
dinî harekete ayıranlar (fultaym üyeleri), topluluğun merkezlerinde kalmakta,
Kore'dekiler ise bu işi kendi evlerinde yürütmektedirler. Kendini tamamen
harekete vakfeden üye sayısı Batıda onbini geçmezken, Doğuda bu rakam, aşağı
yukarı, Batı'dakinin iki katı kadardır. Fultaym üyelerin hayat tarzı, hareketin
teolojisinin gerektirdiği "yenileştirme"yi sağlamak için, çok çalışma
ve fedakârlığa dayanır. Hareketin mal varlığını artırmak, ya da yeni katılmalar
sağlamak için çok zaman harcanır. Üyelerden evlilik öncesi ve hatta sonrasında
hizmet için bekâr kalmaları beklenir. İki üç sene hizmet etmiş üyeler Moon
tarafından eşlendirilir; yüzlerce, hatta binlerce çift aynı anda bir evlendirme
töreniyle takdis edilir. Takdis, önemli bir âyindir. Ayrıca her tarafta, ay ve
yılın ilk gününde, ya da hareketin kutsal günlerinde and içilir.
2. Moonculuğun Görüş ve Düşünceleri
"Birleşik Kilise"nin teolojisi, yeni bir dinî anlayış üzerine
kurulmuştur. Bu hareket mensupları, Mesîhî bin yıllık devre anlayışına
sahiptir. Onlar, hayatlarını "Göğün Krallıığı"nın yeryüzünde yeniden
hâkim olması gâyesine adamışlardır. Bu noktada diğer Mesîhi yeni dinî
hareketlere ve bir bakıma Yehova Şahitlerine benzerler. Moon'un "İlâhî
Prensip" kitabı, Hıristiyan Kutsal. Kitabının, bütün dinleri birleştirmek
üzere, yeni bir yorumunu sunmaktadır. Bu kitapta Tanrı, birtakım temel,
evrensel prensiplere göre âlemi yaratan, zâtî nitelikleri bulunan bir
varlıktır. Bütün yaratıklar olumlu ve olumsuz (erkek ve dişi) elemanlardan
ibarettir. Bunlar, sıra ile, daha büyük bir bütün teşkil etmek üzere,
bir verme-alma ilişkisi vasıtasıyla, daha geniş fertler içinde birleşirler.
Âdem ve Havvâ, Tann'nın onlarla bir sevgi verme-alma ilişisi içine girebileceği
için yaratılmıştır. Aslî gaye; onların evlilikte takdis edilecekleri bir
mükemmellik merhalesine ulaşmaları ve böylelikle onların çocukları,
çocuklarının çocukları Tanrı ile tam uyumlu, günahsız bir dünya kurmalarıydı.
Bu, olmadı. Kovulma, sadece bir yasak elmanın yenilişi değil, bütün güçlerin en
üstünü olan sevginin istismarını içinde bulunduran bir itaatsizliğin sonucudur.
Tanrı, başmelek Lusifer'e (şeytan) Âdem ile Havvâ'ya göz kulak olmasını
istemişti. Ancak o, Tann'nın Âdem'e olan sevgisini kıskandı ve Havvâ ile
(ruhanî bir şekilde) cinsel ilişki kurdu. Bunun üzerine Havvâ, Âdem'i
kendisiyle (bedenî) cinsel ilişi kurmaya ikna etti. Bu şekilde, Tanrı merkezli
değil de, Lüsifer merkezli; vaktinden önce, zamansız birleşme sonucu Aslî Suç,
sonraki bütün nesillere geçti. Tarih, Havva ile Şeytanın âdi davranışıyla
bozuldu. Moon'un "İlâhî Prensip" kitabı, bu olayı şöyle
bitirmektedir: Bütün tarih, Tanrı ve insan tarafından âlemin Tann'nın istediği
duruma getirilmesi girişimi olarak görülebilir. Kutsal Kitab'ın bazı anahtar
figürleri de bunu göstermektedir.
"İlâhî Prensip''e göre yanlışın düzeltilmesi Mesîh ile
gerçekleşecektir. Mesîh ve karısı, Âdem ile Havvâ'nın yapamadığını yapacaktır.
Onlar, Gerçek Ana-Babayı oluşturacaklar ve onların evlilikte takdis ettikleri
kimseler, asli suçsuz doğan çocuklara sahip olacaklardır. Bütün bunların
olabilmesi için insanın Mesîh'i kabul etmeye hazırlanacağı bir kuruluş
olmalıdır. Böyle bir kuruluş, geçmişin kötülüklerini, kötü borçlarını silecek,
iyi işlerin bir garantisi olacaktır. Mesih'in rolü, aslî suçtan âzâde, beşerî
ana-babadan doğma bir kimsenin üstleneceği bir iştir. "İlâhî
Prensip"e göre Isa böyle bir kimse idi, âlemi yeniledi. Ancak Vaftizci
Yahya'nın hatası sonucu evlenme fırsatı bulamadan öldürüldü. Böylece o, âleme
ruhânî bir kurtuluş getirdiyse de, ölümüyle bedenî bir kutuluş sağlayamadı.
Isa'dan önceki devre ve sonraki iki bin yıl arasındaki çok sayıdaki benzerleri
günümüzün "İkinci Geliş Zamanı" olduğuna delâlet ettiği kabul
edilebilir.
İşte bu düşünceler altında Birleşik Kilise Mensupları, Moon ve karısının
gerçek ana-baba olduklarına inanırlar. Hareketin mensuplarına
ait literatüründen Moon'un, kendisini Mesîh olarak gördüğü ve
takipçilerinden de böyle görmelerini beklediği anlaşılmaktadır. Mensupları da
Moon'u "Tanrı'nın göndermişi" kabul etmektedir.
Mooncular'ın sigara, içki kullanmaları, zina yapmaları kesinlikle yasaktır.
3. Günümüzde Mooncular ve Türkiye
Birleşik Kilisenin telkinleri her tarafta muhalefetle
karşılaşmıştır. Bu hareketin beyin yıkama yoluyla veya zihin kontrolü
teknikleriyle üyelerini celbettiği ve alıkoyduğu, aileleri böldüğü, liderleri
lüks içinde yaşarken üyelerinin istismar edildiği, teşkilat baskısıyla yürütüldüğü,
komünizme karşı bir hareket olarak programlandığı, Güney Kore haber alma
teşkilâtıyla (KCIA) alâkası bulunduğu, silah imâlâtıyla uğraştığı, dünyaya
hâkim olup Moon'la bir teokrasi kurmak istediği, fitneci bir teşkilât olduğu,
vergi ve muhaceret kurallarını bozduğu gibi suçlamalar
yapılmıştır. 1982'de, Amerikan Federal Mahkemesi, vergi yolsuzluğu
suçuyla, Moon'u onsekiz ay hapse mahkum etmiştir. Bu olay sonrasında
Moon, faaliyet alanını Güney Amerika, Avrupa ve Ortadoğu'ya yöneltmiştir.
Hareket, 1989'lara kadar, antikomünist mücadelesini sürdürmüştür. Şimdi artık
Amerika'da Muhafazakârların desteğini kazanmaya çalışmaktadır. Ancak
Amerika'daki Protestan çevreler Moon’u ve taraftarlarını kabullenememiştir.
A.B.D.'de Hıristiyan Kiliseleri Millî Konseyi'nin Moonculuk hakkındaki kararı
şöyledir: "Bu bir Hıristiyan Kilisesi değildir".
Mooncular, ülkemize de son onyıl içinde, dört misyoner göndermiştir.
Bunlardan biri hem Müslüman, Hem de Mooncu olan Mu-hammed Yahya
Thompson'dur. O ve iki arkadaşı, gördükleri tepki sonucu, geri dönmüştür,
Dördüncü görevli kalmış ve dünyanın çeşitli yerlerindeki toplantılara
politikacıların, bürokratların, gazetecilerin, bilim ve din adamlarının
davetini üstlenmiştir. Bu, bütün dünyada yapılagelmektedir (onlar meşhur siyaset
adamlarının, basın mensuplarının toplantılarına katılmalarını, bütün masrafları
üstlenerek, sağlarlar). Mooncular; İstanbul'da, Ortadoğu'ya hitap eden
"Middle East Times" gazetesinin Türkiye temsilciliğini açmak ve
"Dünya Dinleri Üzerine Gençlik Semineri" düzenlemek gibi programları
yanında, 22-26 Eylül 1991'de (President Otel'de), "Council for the World
Relgions” (Dünya Dinleri Konseyi) toplantısını gerçekleştirmiştir. Bu
toplantının belli başlı konularından biri de "Islâm-Hıristiyan Diyaloğu"dur.
Dünya Dinleri Konseyi Yönetim kurulu Başkanı Dr. Frank Kaufmann; bu
toplantıdan sonra bir dergiye beyanatta, önce Hıristiyanken sonra Buddist
olduğunu, daha sonra "Birleşik Kilise"ye katıldığını belirtmiş ve
"Doğu Bloku ülkelerinde uzun zamandır yeraltında yapılan faaliyetleri
artık legal olarak gerçekleştireceğiz" demiştir.
Ocak-Şubat 1992 yılında, Amerika'da, Türkiye'den çağırdıkları ilim adamı,
siyasetçi ve basın mensuplarına, masrafları teşkilâta ait olmak üzere, 40
günlük seminer düzenlemişlerdir. Bu çeşit faaliyetler devam etmektedir.
Hareketin bir başka faaliyeti de, her yıl başka bir ülkede düzenlediği
gençlik kamplarıdır. Değişik ülkelerden çeşitli dinlere men-
sup gençler, masrafları teşkilâta ait olmak üzere, bu gençlik
kamplarına davet edilmektedir. Bu kamp süresince (onbeş gün gibi), kampa
katılan din mensubu gençler arasında diyalog kurulmaya çalışılmaktadır.
Ülkemizden de, zaman zaman, bu kamplara katılanlar olmuştur.
Halen dünyada iki milyon müntesibi vardır. Bunun 400.000'i Güney Kore'de,
1000 kadarı Fransa'da, geri kalanı Amerika ve diğer ülkelerdedir.
C. BABÎLİK VE BAHAÎLİK:
1. BABÎLİK
Babîlik, Imâmiyye Şîası içinde teşekkül eden Şeyhîlik adlı bir tarikatın
mahsulüdür. Şeyhîliği kuran Şeyh Ahmed el-Ahsâî (ö. 1241/ 1826); Hz.
Muhammed'in hakikatinin kendinden önceki peygamberlerde kısmen belirdiğini;
sonra bizzat Hz. Muhammed ve Oniki Imam'da apaçık bir tarzda tecelli ettiğini;
ancak bu hakikatin bin yıl gizli kaldıktan sonra şimdi kendisinde, kendisinden
sonra da müridi Kâzım Reştî'de (Ö1. 1259/1843) ortaya çıktığını
söylemiştir. Kâzım Reştî, 26 yaşlarındayken, Şeyh Ahmed el-Ahsâî ile görüşmek
üzere Tahran'a gitmiştir. Sonra o, el Ahsaî ile birlikte Kerbela'ya gelmiş ve
orada onun talebesi olmuştur. Kâzım Restî, hocasının görüşlerine uymakla
kalmaz, aynı zamanda zuhurunun çok yakın olduğunu söylediği Mehdi'nin
vasıflarını da açık bir şekilde bildirmiştir. Ancak nitelikleri bu kadar açık
olarak bildirilen Mehdi, Kâzım Reştî'nin ölümünden sonra zuhur edecektir. Onun
tariflerine göre bu Mehdi, talebeleri arasından Mirzâ Ali Muhammed'dir. Kâzım
Reştî'nin 1843'te ölümünden sonra, talebeleri yerine bir halef ve
"Mehdi" aramaya başlamışlardır. Ali Muhıammed de, bundan istifade
ederek, ortaya çıkmış ve "Bâbîlik"i kurmuştur.
Hocası Kâzım Reştî'nin ölümünden sonra o, 1844'te, Şiraz'da kendisinin
beklenen imama açılan bir "Bab" (Kapı) olduğunu ilan etmiştir. İleri
sürdüğü sapık fikirleri karşısında, Islâm âlimleri faaliyete geçmiş ve Mirza
Ali Muhammed, 1850'de, idam edilmiştir.
İşte Mirza Ali Muhammed Rıza'nın başlattığı bu harekete "Babîlik" adı
verilmiştir. Bâbîlik, XIX. Yüzyılın önemli dinî cereyanlarından birisi ve
Bâhâlîğin de başlangıcı olmuştur. Bâbîlik ve Bahâîlik, Islâm'a karşı bölücü ve
yıkıcı emeller besleyen Siyonist ve "haçlı dünyası"nın emrinde ve
hizmetinde bir fesat cereyanıdır, Isrâiliyat ile süslenmiş sathî ve tamamen
tutarsız fikirlerden ibarettir (4).
Mirza Ali Muhammed, önce kendisinin beklenen Mehdi'ye açılan
"Bab" (Kapı), kısa bir müddet sonra bizzat "Mehdi" olduğunu
iddia etmiştir. Mirza Ali, "Allah daha önceden Muhammedi göndermiş olduğu
gibi şimdi de beni göndermiştir. Beyan'da indirilenden başka bir şeye asla
uyma; çünkü o size fayda vermez" demektedir.
Mirza Ali, bu konuda, oldukça ileri gitmiş ve kendisini Hz. Muhammed ile
mukayese etmeye başlamıştır. Hz. Muhammed'in 40 yaşında İlâhî vahye mazhar
olmasına rağmen kendisinin 25 yaşında iken "Âyet"ler aldığını ve
hepsinin de fevkalâde "mûciz" olduğunu söylemiştir. Ayrıca o şöyle
demiştir: "Ben Mühammed'den daha faziletliyim. Nitekim benim Kur'ân'ım da
Muhammed'in Kur'ân'ından daha üstündür. Muhammed beşerin bir Kur'ân sûresi
yapmaya aciz olduğunu söylemişse, ben de beşer benim kur'ân'ımın bir harfini
bile yapmaya acizdir, derim. İşte size kitabım el-Beyan; bol bol okuyunuz.
Kur'ân'dan daha fasîh ibareleri olduğunu, içindeki hükümlerin Kur'ân ahkâmını
kaldırdığını göreceksiniz". Mirza'nın, el-Beyan adlı eserinde şu ifadeler
yer almaktadır. "el-Beyan'da nazil olandan veya ondan çıkan harfler
ilminden, yahutta el-Beyan'a taalluk eden şeylerden başka hiç bir şey
öğrenmeyiniz".
Bâbîlikte, vahyin devam edeceği ve Müslümanların inandığı gibi
peygamberliğin de son bulmayacağı kabul edilmektedir. Bâb'a göre şeriat, her
bin yılda bir değişir. Nitekim Bâbîlik de Islâm'dan bin yıl sonra zuhur
etmiştir. Bundan sonraki şeriat da, Bâbîlikten bin yıl sonra zuhur edecektir.
Ona göre Hz. Âdem'in çağı ile kendi zamanına kadar 12210 yıl geçmiştir.
Mirza Ali (Bâb), Kur'ân-ı Kerîm'de emrolunan namaz, oruç, evlilik, boşanma
ve miras gibi ibâdet ve muamelatla ilgili hükümleri ilga etmiş, âhiret ve
kıyamete dâir esasları da keyfine göre te'vil etmiştir. Ona göre Hz.
Muhammed'in nübüvvet çağı 1260/1844'de sona ermiştir ve kendisi Islâm dininin
hükümlerini değiştirmekte mutlak hürriyete sahiptir. Bundan dolayı, keyfî
değişiklikler yapmıştır.
Mirza Ali Muhammed'in en önemli eseri, Kur’ân ile mukayeseye çalıştığı "el-Beyân"ıdır.
Bir kısmı Arapça, bir kısmı da Farsça birkaç eseri daha vardır.
Mirza'nın çok övündüğü, Kur'ân-ı Kerîm'in hükmünü neshetfiğini söylediği ve
herkesin inanmasının zarûrî olduğunu iddia ettiği el-Beyan, dil ve dil bilgisi
hatalarıyla, edebî yönden düşüklüklerle dolu bir kitaptır. Ayrıca bu eserdeki
fikir, düşünce zaaf ve bozuklukları onun vahiy mahsulü olması bir yana, sıradan
bir bilginin eseri olmasını bile mümkün kılmamaktadır. Kur'ân'ı taklide
çalışmış, fakat gülünç olmaktan öteye gidememiştir. Buna misal olarak
el-Beyân'dan bir kaç cümle durumu iyice anlaşılır kılacaktır: "Ondan sonra
gelen beşincisi : Öküze binmeyiniz, eşek sütü içmeyiniz. Eşek
üzerine, ne de başka bir hayvana gücünün dışında yük vurmayınız. Allah'ın size farz
ettiği budur; belki sakınırsınız. Hayvana gemsiz ve özengisiz binmeyiniz. Ancak
bunlarla binersiniz. Kendinizi koruyamıyacağınız hayvanlara binmeyiniz. Allah
sizi bunlardan şiddetle nehyetmiştir"?!
2. BAHAÎLİK
a) Bahâîliğin çıkışı ve gelişmesi
Bâb diye tanınan Mirza Ali Muhammed'in ölümüyle Bâbîlik duraklamadı, onun
talebelerinden olan Mirza Hüseyin Ali ile daha geniş boyutlara ulaştı. Mirza
Hüyesin Ali, 12 Kasım 1817'de, Tahran’da doğdu. Saraya mensup olduğundan iyi
bir tahsil görmüştü. Babasının ölümünden sonra, 20 yaşlarında iken, saraydan
ayrılarak muhtelif yerleri dolaşmaya başladı. Otuz yaşlarında iken Molla
Abdulkerim Kazvînî'nin yol göstermesi ile Mehdiliğini ilân etmiş bulunan Mirza
Ali Muhammed'e bağlandı. Tahran’da Mirza Ali'nin görüşlerini yaymaya başladı.
Bâbîlerin Nasûriddin Şah'a karşı giriştikleri başarısız suikast teşebbüsünden
sonra, diğer Bâbîllerle birlikte, tevkif edilerek hapse atıldı. Rus ve Ingiliz
sefaretlerinin hükümete yaptığı baskı üzerine dört aylık bir tutukluluktan sonra
15 Ekim 1852 tarihinde Bağdad'a sürgün edildi. Böylece Mirza Hüseyin Ali ve
ailesi Bağdad'a yerleşti. Bâbîlerle arasında bir takım anlaşmazlıklar ortaya
çıkınca Mirza Hüseyin Ali gizlice Bağdad’dan kaçtı.
Bağdad'daki âlimlerin ve halkın şikayeti üzerine, Iran ve Osmanlı
hükümetleri arasında varılan anlaşmaya istinaden, 1863'de, Bâbîlerin İstanbul’a
sürgün edilmesine karar verildi.
Mirza Hüseyin Ali, bu sürgünden önce Bağdat'ın kenarında oniki gün, yakın
dostlarıyla veda toplantısı yaptı. Mirza Hüseyin Ali, bu toplantı günlerinin
birinde, Bâb'ın halifesi olmayı yeterli görmeyerek, va'dedilenin, yani Allah'ın
ortaya çıkaracağı zâtın kendisi olduğunu ileri sürdü.
Karar gereği, 3 Mayıs 1863'de Bağdat’tan İstanbul'a getirilen Mirza Hüseyin
Ali, Mirza Yahya Nûri ve yakınları, burada dört ay tutulduktan sonra, 1864 yılı
başında topluca Edirne'ye sürüldüler. Orada iki kardeş arasında tartışma ve
düşmanlık son haddini buldu. Bunlar işi, birbirlerini zehirleme teşebbüsüne
kadar ilerlettiler. Mirza Hüseyin Ali, Edirne'de, kardeşi Mirza Yahya Nuri'yi
saf dışı bıraktı. O, kendisine, aynı zamanda, "Bahaullah" adını
taktı. Bu adı kendisine taktıktan sonra, yakın dostlarına, kendisinin
"Allah'ın ortaya çıkaracağı Zât" olduğunu açıkladı. Böylece Bâbîleri
kendi etrafında toplanmaya çağırdı. O, ayrıca büyük devletlerin başkanlarına
mektup yazarak kendisine uymaya davet etti. Bu faaliyetleriyle o, Bâbîlerin
çoğunluğunca, Bâb'ın halefi ve Bâhâîîiğin gerçek kurucusu olarak kabul edilmeye
başlandı. Daha sonra Akka'ya sürülen Hüseyin Ali, 29 Mayıs 1892'de, orada öldü.
Mirza Hüseyin Ali'ye (Bahaullah) nisbetle "Bahaîlik diye
ortaya çıkan bu hareket, çağımızda da canlı şekilde faaliyetlerini
sürdürmektedir. Bahâîlik, Islâm'a karşı çevrilen tarihî entrikaların son
merhalesini teşkil etmektedir. Bu hareketin, Mecûsî bâtinîliği ile başlayıp,
milletlerarası Siyonizm, misyonerlik ve Islâm'a karşı olan emperyalist güçlerin
yardımıyla desteklenip beslendiği ileri sürülmektedir.
Mirza Hüseyin Ali, irili ufaklı bir çok eser ve risale yazmıştır.
Bunların ilki e/-/kân'dır. Mirza Hüseyin Ali'nin Bağdad'da iken yazdığı bu
eserin aslı Farsça'dır. Bu eser, pek çok dile tercüme edilmiştir. Eser, bâtinî
teviller, asılsız hikâyeler ve temelsiz iddialarla doludur. Mirza Hüseyin
Ali'nin "İlâhî irade semasından geldiğini iddia ettiği diğer eseri, "Kitabu'l-Akdes'dir. O,
daha önceki kitapların insanlığa yetmediği için, "Kitabu'l
Akdes" ile neshedildiklerini ileri sürmüş; Kur’ân-ı Kerîmin
uslûbunu ve sözlerini taklit etmeye çalışmıştır. Bu iki eser Bahâîler için
önemlidir.
’
b. Babaîliğin Temel Prensipleri
Yahudilik, Hıristiyanlık ve Islâm'dan alınmış esaslarla kendilerini ayrı
bir dine mensup olarak göstermeye çalışan Bahâîler, iman ve ibadetle ilgili bir
takım hükümlere sahiptirler.
ba. İman Esasları
Bahâîlere göre Allah'a, kitaplarına, resullerine, kıyamete, Bâb ve Bahâ'ya
inanmak, iman esaslarındandır. Ancak bu iman esaslarında, Islâm inancından
saparak sapıklığa düşmüşlerdir.
Bahâullah da kendisinin zikreden (zâkir), zikredilen (mezkûr) ve
"Tur'da konuşan" olduğunu ileri sürmüştür. Böylece Bahâ, Tanrı'nın
kendisinde şahıslaşmış olduğunu ileri sürmüştür, yani ilâhlık iddiasında
bulunmuştur. Talebeleri de onun için "Bahâ bizzat ilâhtı",
"Allah, Bahâ'nın vücuduna hulül etti", "Bahaullah, kendini izhâr
etti" demektedirler. Bahâîlere göre Allah, bir kralın teb'asına muhtaç
oluşu gibi, yaratıklarına muhtaçtır. Teb'asız kral olmıyacağı gibi mahlûku
olmayan Hâlik yoktur. Varlık, Allah'ın ezeliyet ve ebediyeti gibi ebedîdir.
Bahâîlere göre peygamberler, Allah'ın zuhurudurlar. Bunun için de
peygamberlere nebi veya resul demek yerine Tanrı zuhurları adını verirler.
Onların inançlarına göre Allah, kullarına tecelli edebilmek için, onlara
muhtaçtır.
Bahâullah'a göre peygamberlerin beşerî ve İlâhî iki vasfı vardır. Onlar,
beşerî nitelikleri itibariyle yer içer, uyur, hastalanır ve ölür; İlâhî,
nitelikleri itibariyle ise Allah'ın aksettiği tertemiz bir aynadırlar.
Peygamber, İlâhî niteliği ile bir anlamda Tanrıdır.
Bahâîlere göre, Hz. Âdem'den bu yana gelip geçmiş bütün nebî ve resüller,
sadece Tanrı zuhuru olan Bahâ'yı müjdelemek için gönderilmişlerdir. Çünkü o,
bütün dinlerin sözünü ettiği "Mev'ud"dur. Bütün dinler, Bahâ’nın
görüşleri ve zuhuru için birer başlangıç olarak indirilmişlerdir. Hepsi de
noksandır ve Bahâ'nın gelişi ile tamamlanmıştır. Hz. Muhammed'den sonra, önce
vazifesi dokuz yıl süren. Bâb gelmiştir. Bâb'dan sonra ise Bahâullah gelmiştir.
Ondan sonra da peygamberler gelecektir. Hz. Muhammed son peygamber değildir.
Hz. Âdem ile başlayan nebîler devri, Bâb ile sona ermiş ve Bahâî devri
başlamıştır. Bu devir de en az 500.000 yıl devam edecektir.
Bahâîlere göre insan öldüğü zaman, kıyamet kopar. Cesetlerin yeniden
dirilmesi söz konusu değildir. Diri olan, ebediyyen ölmeyecek olan ruhlar,
insanların dünyadaki işlerine göre lutufa veya azaba uğrayacaktır. Azap, ruhun,
âhiretteki gelişmesiyle birlikte sona erektir; lütuf ve bağış ebedîdir.
Bahâîler, Bahâullah'ın bütün yanlışlıkları düzelttiğine, cennet ve
cehennemin gerçek manasını öğrettiğine inanırlar. Bahaullah'a göre cennet
Allah'a yakınlık, cehennem de O'nun bağışından mahrum olmaktır.
Bahâîler, daha önceki mukaddes kitapların insanlığa yetmedikleri için
Kitabu'l-Akdes'le neshedildiğini ve onun da vahiy mahsulü olduğunu kabul
ederler. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerinin de geçmiş olduğunu iddia
ederler.
bb. Amelî Esaslar
Bahâîlikte, bazı amelî hükümler mevcuttur. Onbeş yaşını bitiren her kız ve
erkek Bahâî'ye, yetmiş yaşına kadar, Bahâîliğin hükümlerini yerine getirmesi
farzdır. Bunlar; namaz, oruç, hac, zekât, kutsal âyetlerin okunması gibi
hususlardır.
Namaz: Bahâîlere göre namaz, samimî bir kalple Allah'ı anmadır. Namaz
ferdîdir; kimseye duyurmadan ve kimsenin davetine lüzum kalmadan kılınır.
Aslında Bahaullah'ın kutsal kelimelerinin tekrarından ibaret bir dua olan
namaz, Bahâî kıblesi olan Akkâ şehrine yönelerek yerine getirilir.
Namaza başlamadan önce, el ve yüzün yıkanmasından ibaret olan abdest
alınır. Su yoksa veya suyu kullanamıyacak derecede hastalık varsa, abdest
yerine, beş defa "Temizler temizi Tanrı'nın adı ile" denilir.
Namaz üç çeşittir: Büyük namaz, orta namaz, küçük namaz.
Bu üç çeşit namazdan birine karar verip kılmak kâfidir. Karar verilen ve
kılınan dışındaki namazların artık o gün kılınması vacip değildir. Namaz, bazı
hareketlerle duadan ibarettir.
Oruç : Bahâîlerde oruç, Bahâîlerin ondokuzuncu ayı olan Alâ ayında,
yani 2 Mart-21 Mart arasında, 19 gün olarak tutulur. 21 Mart günü oruç
bayramıdır; Aynı zamanda bugün, Bahâî yılının ilk ayıdır. Oruç, güneşin,
doğuşundan batışına kadar hiçbir şey yiyip içmemek, kötülüklerden uzak
durmaktır. 15 yaşından küçük, 70 yaşından büyükler, hamileler ve emzikli
kadınlar oruçla mükellef değildirler.
Hac: Yalnız erkeklere
ve malî durumu iyi olanlara farzdır. Bu şartları taşıyanlar, Allah'ın
yeryüzündeki iki mübarek evi olarak gördükleri ya Bâb'ın Şirâz'daki evini,
yahutta Bahâullah'ın Bağdad'da ikamet ettiği evi ziyaret ederler.
Zekat: Farz olan zekât, vergi olarak alınır. el-Beyân'a göre, sene
içinde azalmaması şartiyle, sermaye üzerinden malların beşte biri nis-betinde
alınacağı söylenen zekât; Bahâî tatbikatında bazı farklılıklara uğramıştır.
Bahâullah'ın Kitabu'l-Akdes'inde, Kur'ân-ı Kerîm'de zekât için konulan
hükümlerin aynen benimsendiği görülmekle beraber, bir de gelirin % 19'undan
ibaret bir vergiden söz edilir. Zekât, "Umumî Adalet Evi"nin gelir
kaynağı durumundadır.
Kutsal Âyetlerin Okunması: Her sabah ve akşam, yorgunluk vermeyecek kadar Bahâullah'ın
dualarını, sözlerini okumak, her Bahâî için vaciptir. Bundan başka her Bahâî
için günde, bir defa abdest alıp kıbleye (Akkâ'ya) doğru oturup, 95 defa
"Allahu ebhâ" (tekbir) demesi dinî bir hükümdür.
Evlenme ve Boşanma : Evlilik, Bahâîlikte dinî bir farz değildir; fakat makbul ve teşvik
edilen bir iştir.
Onbeş yaşından küçük olanların evliliği caiz değildir. Nişan
ile nikah arasındaki fasıla 95 günden fazla
olamaz. Nikah ile gerdek aynı günde olur. Nikah, Bahâîlerin
inandıkları kutsal kitaplardaki şekil ve dualarla
yapılır. Nikah esnasında erkeğin kadına mihr vermesi şarttır. Mihr,
şehirlerde 19 miskal altın; köylerde ise 19 miskal gümüştür (Bir miskal
yaklaşık dört gramdır). Bahâîlerin, Bahâi olduklarını gizlememeleri şartıyla,
Bahâî olmayanlarla evlenmeleri caizdir. Bu durumda evlilik ve nikah, Bahâî
usulüne göre yapılır.
Bahâîlikte boşanma olabilir; fakat hoş karşılanmaz. Her iki taraf
geçimsizlik durumunda boşanma talebinde bulunabilir. Ruhânî Mahfil, çiftlere,
kesin ayrılıktan evvel, bir senelik bekleme müddeti verir. Bu müddet zarfında
anlaşma ve birleşme sağlanmamazsa Mahfil onları boşar.
Kitabu'l-Akdes'te çok kadınla evliliğe izin verilmesine rağmen, Abdulbahâ,
eşitliğin sağlanamıyacağı gerekçesiyle tek kadınla evliliği esas kılmıştır.
bc. Dünya Görüşleri
Bahâîliğe göre dinî hakikat, mutlak değil, izâfîdir. Bahâullah'ın gayesi;
kendisinden önce gelen peygamberlerin telkinlerinde bulunan esas hakikatları,
içinde yaşadığımız asrın ihtiyaçlarına cevap verecek, problemlerine,
fenalıklarına ve kararsızlıklarına tatbik edilebilecek tarzda yeniden ifade
etmektir.
Bahâîler, kendilerini "evrensel" kıldığına inandıkları dünya
görüşlerini ve başlıca prensiplerini şu başlıklar altında ele alırlar:
· 1.
İnsanlık âleminin birliğini (bütün insanlar kardeş olmalı),
· 2.
Bütün dinlerin birliğini (onlara göre bütün milletlerin dini, bir tek din
olmalı),
· 3.
Dil ve yayın birliğini (insanlar için ortak bir dilin bulunması),
· 4.
Kadın, erkek eşitliğini,
· 5.
Her türlü dinî, ırkî, millî, vatanî, siyasî ve benzeri taassupların
terkedilmesini, •
· 6.
Din ve ilim arasında ahengi,
· 7.
Genel ve mecburî öğretimi,
· 8.
Aşırı zenginlik ve fakirliği kaldırarak içtimâi meseleleri dinî esaslarla
çözmeyi,
· 9.
Genel barışı (Mirza Hüseyin Bahâ'nın gelişinin dünyaya barışı getirdiğine
inanırlar),
· 10.
Mesih'in Ruhu'l-Kudüs'ten olduğunu kabul ederler.
c. Günümüzde Bahâîlik «:
Bahâîler, özellikle yaptırdıkları mabetler çerçevesinde propaganda
faaliyetlerine yönelmişlerdir. Bugün dünyanın birçok büyük merkezinde Bâhâî
mabetleri vardır. Türkiye'de de mabet yapma girişiminde bulunmuşlar, fakat
Bahâîlik din olarak kabul edilmediği için, ma'bet yapılmasına izin
verilmemiştir. Ülkemizde Bahâî propagandası yoğun bir şekilde yapılmaktadır.
Bâbilîk ve Bahâîliğin insanlığa yeni bir şey getirmediği görülmektedir.
Bahâîliğin yeni dediği ve benimsediği dinî hükümler, kısmen Yahudilik,
Hıristiyanlık ve bilhassa Islâmdan alınmış unsurlardır. Şiîliğin Şeyhîlik
tarikatını şekillendiren fikirler Bahâîlikte yeni bir kalıba sokulmuştur. Bunun
kaynağı, Şiîliğin Mehdi inancından doğan bazı anlayışlara, müfrit batini
te'villere ve Hurûfîliğe dayanmıştır.
Bahâiliğe Şiîliğin sapık bir tarikatı denilebileceği gibi, İslâmî fırkalar
arasında Islâm kültüründen kaynaklanan, fakat Islâm dairesinden çıkan sapık
fırkalardan biridir de denilebilir.
Bahâîler, kendilerinin ayrı bir dine mensup olduklarını, Bahâîliğin
cihanşumül bir din sayılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bunun için de
hukukî bir karar almak için uğraşmışlardır. Onların bu gayretleri, Amerika,
İsrail ve Avrupa'nın bazı ülkelerinde semeresini vermiş; buralarda, ayrı dine
mensup insanlar olarak, bazı azınlık hakları elde etmişlerdir. Ülkemizde de bu
yolda teşebbüsleri olmuştur. Ayrı dine mensup sayılmaları ve Bahâîliğin yeni
bir din olduğu yolunda aldıkları bilirkişi raporlarını delil olarak
kullanmışlarsa da Türk Yargıtayı, Bahâîliğin ayrı bir din sayılamayacağına
karar vermiştir (5).
Çeşitli inanç sistemlerini uzlaştırma teşebbüsü olarak değerlendirilen
Bahâîlik; Islâm'a karşı çevirilen tarihî entrikaların birini ve son merhalesini
teşkil ettiği; yıkıcı Batînilik ile başlayıp, "Siyonist ve haçlı
dünyasının, emperyalistlerin aleti olarak vazife görmüş ve görmekte
olduğu" şeklinde görülmektedir (6).
D. KADIYÂNÎLİK (AHMEDÎLİK)
1. Doğuşu ve Gelişmesi:
Kadıyanîlik, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru Mirza Ğulam Ahmed Kadiyanî
tarafından kurulan fırkaya verilen addır. Fırka, önce, kurucusunun adından
dolayı Mirzâiyye, sonra da mensup olduğu yerden dolayı Kadiyanîyye diye
anılmıştır. Ancak, Gulam'ın 4 Kasım 1900 tarihinde yayınladığı bir bildiri ile
fırka, "Ahmediyye" adını almıştır. Bu hareket, "mehdîlik”
konusuyla doğmuştur.
Mirza Ğulam Ahmet, 1839/1840 yılında, bugün Pakistan sınırları içinde kalan
Lahor şehrinin güneydoğusunda, Pencap eyaletinin Gur-daspur bölgesindeki
Kâdiyân'da doğmuştur. Gulam'ın ailesinin, 1526'dan 1857'ye kadar sürecek
Gurkanlı Devleti'ni (Hind-Türk İmparatorluğu) kurmak üzere Babür ile birlikte
(tahminen 1530 yıllarında) Hindistan'a giren Türk'lerden olduğu ileri
sürülmektedir.
İyi bir eğitim gören Mirza Ğulam Ahmed, babasının isteğiyle 1864'de
Sialkot'a memur olarak gitmiş ve burada bir süre çalışmıştır. O, Sialkot'da,
günlük işi dışında, inzivaya çekilmiş; devamlı Kur'ân, Tefsir, Hadis okumuş;
diğer dinler ve temasa geçtiği misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş
bilgi edinmiş, onlarla ve Hindûlarla tartışmalara girmiştir.
Ğulam'ın, "melankoli" dışında, başağnsı, kalp çarpıntısı,
dizanteri, şeker ve histeri gibi hastalıkları olduğu belirtilmiştir. Bu
hastalıkların, Ğulam'ın şahsiyetini ve psikolojisini etkilediği ileri
sürülmüştür. O, 1876'h yıllarda, Allah'ın huzuruna çıktığını ve vahiyler almaya
başladığını iddia etmiştir. Babası Ğulam Murtaza'nın ölümüyle Ğulam Ahmed'in
hayatında yeni bir devre başlamıştır.
Ğulam Ahmed, babasının ölümünden sonra, inzivaya devam etmiş ve
"riyâzet"te bulunmuştur. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara
ve Hıristiyanlara karşı yazılar yazmıştır. Ğulam'ın kişiliği yazdığı bu
yazılarla öne çıkmıştır. O, 1880'de, "Barâhin-i Ahmediyye" adlı kitabının
ilk iki cildi ile yayın hayatına girmiştir. Bu kitabın ilk iki cildinde Islâm'ı
diğer dinlere karşı savunmuştur. Bundan dolayı Müslümanlar, önceleri, kitapta
bulunan "İlâhî ilhamlara”, kerâmetlere, kehanetlere, şahsî övünmelere
tepki göstermemiş ve ondan şüphelenmemişlerdir. Üçüncü ve dördüncü ciltlerde
ise, vahyin kesilmediğini, Hz. Peygamber'e tam anlamıyla uyan birisinin,
Peygamber'e verilen zahirî ve batınî bilgilerle bezeneceğini ve bu kimselerin,
sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığını söylemiştir.
Bunun yanında, bu yoldan pek çok vahiy aldığını bildirmiştir. Ayrıca Ingiliz
Hükümetine övgülerde bulunarak "Cihad"ın gereksizliği üzerinde -
durmuştur. Başlangıçta 50 cilt olarak yazacağını söylediği "Barâhin-i
Ahmediyye"nin beşinci cildi 1905'de yayımlanmış; fakat, söz
verdiği diğer ciltleri yazamamıştır. Bu durumda beşle elli arasındaki farkın
sıfırdan ibaret olduğu şeklinde bir savunma yapmıştır.
Ğulam Ahmet, kendisini, 1885'de, o yüzyılın (Ondördüncü Hicrî)
"Müceddidi" ilan etmiştir. Aynı yılın Eylül ayının sonunda, Urduca
kaleme aldığı, "Şurne-i Çeşm-i Arya" (Arya'nın Gözüne Sürme) adlı
kitabını yayımlamıştır. 1888 tarihinde, Luziyana'da, bir bildiri yayınlamış ve
Allah'ın kendisine taraftarlarından "bey'at" alarak ayrı bir
"cemaat" oluşturmasını buyurduğunu bildirmiştir. Ahmed, 1891'de,
hayatının üçüncü döneminin parolasını ilan etmiştir. Aldığı vahiylerle
bildirilen parolada, Isa b. Meryem'in tabiî bir ölümle öldüğü, kendisinin
Müslümanların beklediği "Mesih" ve "Mehdî" olduğu iddia
edilmiştir. Bu konudaki görüşleri, arka arkaya yayımlanan, "Feth-i
Islâm", "Tavzih-i Meram” ve "lzale-i Evhâm" adlı Urduca
kitaplarda açıklanmıştır.
Ğulam Ahmed, 1893-1894 yıllarında yeni kitaplar yazmıştır. Arapça yazılmış
olan bu eserler; "Kerâmâtu's-Sâdıkîn”, "Hamâmetu'l-Buşrâ",
"Nûru'l-Hak" ve "Sırru'l-Hilâfe"dir. Arapça'nın bütün
dillerin anası olduğu fikrini ispatlamak için 1895 yılında yazdığı eser,
"Minanu'r-Rahmân"dır. O, 1895 yılının Eylül ayında, Nanak'ın Islâm'ın
gerçeğine inanmış ve Hindularla Müslümanları birleştirmiş bir aziz olduğunu
ileri sürmüştür. Ğulam, aralık 1896'da, Lahor'da "Dinler
Konferansı"na katılmış ve bir tebliğ sunmuştur. Sunduğu bu tebliğ,
hakkında övgüler yapılmasına ve ilgi odağı olmasına sebep olmuştur.
Mirza Ğulam Ahmed, daha sonraki yıllarda "Sinkretik din” (uzlaştırmacı
din) anlayışına yönelmiştir. 1904 Kasım'mda Sialkot'da kendisinin, Müslümanlar
için "Mehdî", Hıristiyanlar için "Mesîh", Hindu-lar için de
"Krişna" olduğunu ilan etmiştir.
Mirza'nın, Ekber Şah gibi, dinlerarası bir uzlaştırma faaliyetinin son
perdesini sahneye koymak gayreti içine girmiş olduğu görülmektedir. Ona göre
bütün dinler, âhir zamanda, kendileri için birer kurtarıcı beklemektedir. O
halde bütün dinlerin bekledikleri kurtarıcı, bir tek kişi olursa,
dinlerarasındaki uzlaşmazlık kaldırılmış ve dinler, dolayısıyle insanlık,
âhenkli bir bütün haline gelmiş olacaktır. Ancak gerek Ekber, gerek aynı
düşüncenin ürünü olan ve aynı gayeyi taşıyan Babîlik-Bahâîlik başarıya
ulaşamamıştır.
Hareketli geçen yıllardan sonra hastalıkları sebebiyle zayıf düşen Ğulam
Ahmed, 26 Mayıs 1908 tarihinde, Lahor'da ansızın ölmüştür. Cenazesi Kâdiyân'a
nakledilmiştir. Mezarı, taraftarlarının ziyaret yeri olmuştur.
Mirza Ğulam Ahmed'in ölümünden sonra görüşleri taraftar toplamaya devam
etmiş ve neticede "sinkretik Kadiyânîlik/Ahmedîlik Hareketi" ortaya
çıkmıştır. Kadiynîlik, Kadîyân Ahmedîleri ve Lahor Ahmedîleri olarak varlığını
sürdürmüştür.
2. Ğulam Ahmed'in İddiaları ve Kadiyanîlerin Bazı Görüşleri
Ğulam Ahmed, 1885 yılında yayımladığı bir bildiri ile, kendisinin
Ondördüncü Yüzyıl için Allah tarafından müceddid (yenileyici) olarak tayin
olunduğunu bildirmiştir. Bu konuda; "Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için
imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında, insanları karanlıklardan
aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi" demiştir.
Mirza Ğulam Ahmed'in mesîhlik iddiası, doğrudan doğruya Isa b. Meryem'in
tabiî bir ölümle öldüğü esasına dayanır. 1891 tarihinde Müslümanların Isa'nın
ref'i (yükseltilmesi) konusunda yanlışlık içinde bulunduklarını, onun da diğer
nebîler gibi öldüğünü ve Allah'ın kendisini, Isa'nın gücü ile Mesîh olarak
gönderdiğini ileri sürmüştür. Bu konuda, "Eğer, Isa bir peygamberdi,
binaenaleyh onun benzerinin de peygamber olması gerekir denilirse, cevap olarak
derimki: Efendimiz (Muham-med s.a.v.) beklenilen Isa için peygamberliği şart
koşmadı; bütün açıklıkla, onun Kur'ân şeriatına tabi müslüman bir adam
olacağını, bundan başka da bir özelliğinin bulunmadığını açıkladı" ve
"Beni Allah gönderdi. O'na iftira etmek mel'unların işidir. O, beni
beklenilen Isa yaptı ve dünyaya gönderdi" demiştir.
Ğulam Ahmed, mesîhlik iddiası ile birlikte mehdîliğini de şöyle ortaya
koymuştur: "Mehdî olârak görevim, Allah'ın birliğini, semavî alâmetlerle
yeniden kurmaktır. Efendim gibi ben de Mukaddes ruh'la yardım edildim. Eski
Peygamberlere, Musa'ya Sina'dan, Isa'ya Seir'den, Muhammed'e Hira'dan görünen
Rab, bana bütün haşmetiyle göründü".
Mirza'nın başlangıçta, peygamberliğin son bulması konusundaki inancı, Müslümanlarınki
ile aynı idi. Yani, nübüvvet Muhammed (s.a.s.) ile kesilmiş ve kıyamet gününe
kadar da ondan sonra bir peygamber gelmeyecektir. 1901 yılında bir "Cuma
Hutbesinden sonra taraftarlarından Mevlevi Abdülkerim'in, Mirza için "nebi"
ve "resul" sıfatlarını kullanmasına itiraz etmemiş ve bu husus açıkça
konuşulmaya başlamıştır. Önce kendisinin "Muhaddes" (kendisine hitap
edilip konuşulan) olarak tayin edildiğini söylemiş, sonra, Muhaddesliği bir
anlamda cüz'î nebilik olarak nitelendirmiş; tam nebîliğin kapandığını, fakat
cüz'î nebîliğin açık kalacağını savunmuştur.
1901 yılında Ğulam Ahmed, yeni bir hüviyetle ortaya çıkmıştır. Bu yılda
"llhamî Hutbesi"ni neşretmiştir. Bunun mukaddimesinde; bu kitabı
"kulların Rabbi"nden ilhamla aldığını, bir bayram gününde Cebrail’in
işbirliği ile hazır olanlara okuduğunu; bunların vahiy yoluyla aldığı âyetler
olduğunu açıklamşıtır. Bu, bir nevî, onun peygamberliğini ilan etmesi demektir.
Nihayet 1902 yılında şu ifadelerle gerçek niyetini ve durumunu açıkça
ortaya koymuştur: "Tekrar tekrar söylediğim gibi, size okuduğum bu sözler,
kati ve kesin bir şekilde Kur'ân ve Tevrat gibi Allah'ın sözüdür. Ben Allah'ın
zıllî ve Buruzî nebisiyim. Ve her Müslümanm, dinî işlerde bana itaat etmesi
gerekir. Her Müslümanm, benim Mev'ud Mesîh olduğuma inanması gerekir. Çağrımın
ulaştığı herkes beni işlerinde hakan tanımaz, benim Mev'ud Mesîh olduğuma
inanmaz ve bana gelen vahiylerin Allah'tan geldiğini kabul etmezse, bir
Müslüman bile olsa, zamanında kabul etmesi gereken şeyi reddettiği için
semalarda cezayı hak etmiştir, sorumludur".
1904 yılında, kendisinin Müslümaniar için "Mehdî", Hıristiyanlar
için "Mesîh", Hindûlar için de "Krişna" olduğunu iddia
etmiş ve şöyle demiştir: "Bana vahyolunduğuna göre Raca Krişna, benzeri
Hindû Kişiler ve Avataralar arasında bulunmayan, çok büyük ve kâmil bir
insandı. O, zamanının bir Avatarası, yani nebîsi idi ve kutlu ruhu Allah'tan
almıştı... O, devrinin gerçek bir nebîsi idi, fakat sonraları öğretisine birçok
bozukluk sokuldu. Yüce Allah, âhir zamanda onun manevî bir mümessilini
çıkaracağını vaad etmişti ve işte şimdi Allah, bu sözünü benim vasıtamla
gerçekleştirmiş bulunmaktadır".
Kadiyânîlere göre Meleklere iman şarttır. Onlar, Allah'ın yarattığı manevî
varlıklardır. Melekler gözle değil, ruhla görülebilirler. Melekler vahiy
getiren, Allah'ın buyruklarını elçilerine öğreten, iman sahiplerine kuvvet
veren, insanlar için şefaatte bulunan, insanların ruh bakımından yücelmelerini
ve iyi işlere yönelmelerini sağlayan varlıklardır.
Kadiyanîler, Kitaplara iman konusun, "vahy" ile içiçe ele
almaktadır.
Ğulam Ahmed, Hz. Muhamdde'den sonra nebevî (şeriat getiren) vahyin
gelmeyeceği görüşünü benimseyerek, gerçek nebîlik için Cebrail'in mutlaka
gelmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Ğulam Ahmed, ''şeriat'', Kur'an ve Hz. Muhammed'le en olgun haline
geldiğini ve tamamlandığını; ancak şeriat getirmemekle birlikte, Cebrail'in
kendisine geldiğini iddia etmiştir.
Lahor Ahmedîleri, Hz. Muhammed'in şefaatini kabul etmekle beraber, asıl
şefaat edenin Allah olduğunu, fakat Kur'an-ı Kerim’de meleklerin de şefaatçi
olduklarının belirtildiğini savunmaktadır.
Ahmedîlerin itikadî konulardaki en ilginç görüşleri Âhiretle ilgilidir.
Ahmed'lere göre, âhiret, yeni bir durum değildir; gerçekte o, şimdilik manevî
hayatımızın tam ve kusursuz bir imajıdır; âhiretin nimetleri manevîdir.
3. Bugünkü Durumu
Ahmedîyye'nin her iki kolu da, Pakistan Parlementosunun, uzun görüşmelerden
sonra, aldığı 7 Eylül 1974 tarihli kararıyla, Pakistan'da "Islâm dışı bir
azınlık" olarak kabul edilmiştir. Bununla onlar, Pakistan Anayasası'nın
diğer azınlıklara tanıdığı haklardan ancak yararlanabilen bir duruma düşmüştür.
Çeşitli tarihlerde mahkeme önüne çıkarılıp sorgulanan fırka mensupları,
dolambaçlı cevaplar vererek kurtulmuşlardır. Ancak zaman zaman, faaliyetlerine
sınırlar getirilmiştir. Kadîyanîler, Pakistan dışında, dünyanın pek çok
ülkesine yayılmış ve görüşlerini yayma gayretine girmiştir.
Pakistan'daki Ahmedîier, kendilerini gizleyeceklerini, ama yine de
Ahmedîliğe inanacaklarını, dışarıdakilerin de hiçbir şey olmamışçasına
faaliyetlerine devam edeceklerini ifade etmeşlerdir. Lahor Ahmedîleri, kararın
kendileri için haksızlık olduğunu; çünkü kendilerinin Ğulam'ın nebiliğine
inamadıklarını ve ona inanmayanlara "kâfir" demediklerini ileri
sürmüşlerdir. Onların, Pakistan'da yayın yapma ve propaganda faaliyetlerinde
bulunma, özel okul açabilme ve işletebilme imkânları kısıtlanmıştır.
Kadiyanîlik mensupları için bugün 5-6 milyona varan sayı verilmektedir. Bu
sayı abartmalı kabul edilmektedir. Milyonlarla ifade ediien Pakistan dışındaki
Ahmedîlerin en kalabalık oldukları yerler Afrika ve İngiltere için 10 bin
sayısı verilmektedir; ancak, bu da, abartılmış olarak değerlendirilmektedir.
1960'lardaki tahminlere göre Batı Afrika'da 35 bin, Doğu Afrika'da 5 bin dolayında
Ahmedî vardır. Amerika için verilen rakam 1975 itibariyle, 50 bindir.
Günümüzde, Pakistan da dahil olmak üzere bütün dünyadaki
Kadiyanîlerin toplam sayısının iki milyonu aşmayacağı ileri sürülmektedir.
Kadıyanîlik’in bilhassa Siyah Afrika'daki propaganda faaliyetleri çok
yoğundur. Burada putperest zencilerle birlikte Hıristiyanlaşmış olanları da
”mezhep"lerine celbetmektedirler. Fakat yapılan istatistikler, yeni
mûhtedîlerin çok geçmeden mezhebi terkedip, ekseriyeti teşkil eden Müslüman
cemaatine katıldıklarını göstermektedir (7).
Gelirleri üç kaynağa dayanır. Bunların başında zekât gelmektedir. Bazıları
kendisi verir, bazılarından da görevliler toplar. Diğeri, heray yapılan mecburî
ödemelerdir. Her Kadıyanî aylık gelirinin onaltıda birini vermek zorundadır.
Bunların dışında Kadıyanî olan kimsenin öldüğü zaman malının onda birini
mezhebe ayırması ve bunu vasiyetine yazması istenir.
XIX. Yüzyıl Hint coğrafyasının bir proto tipi olarak değerlendirilen
Kadiyanîlik için şu kanaate varılmıştır; "Hemen hepsi de, Islâm kültür
tarihinde daha önce söylenmiş görüşleriyle, bunların hem bozuk bir sentezi, hem
de gerek bunların ve gerek Hıristiyan misyonerlerinin temsil ettiği görüşlerin
bir antitezidir" (8). Bu hareket, Islâm'daki bazı değerler ve düşünceler
üzerine, Hind dünyasına ait düşünceleri, Hıristiyanlığa ait bazı anlayışları
yerleştiren, onları kaynaştırmaya çalışan bir sentezdir, sikretik bir
harekettir.
E. YIKICI CEREYANLARA KARŞI TEDBİRLER
Hemen hemen tarihteki her fikrin, her akımın ve her dinin karşısında
çeşitli cereyanların ortaya çıktığı görülmektedir. Her hâkim görüşün mutlaka
muhalifleri de olagelmiştir. Islâm, başlangıcından beri, yıkıcı cereyanlara ve
karşı saldırılara hedef olmuştur. Bu cereyanlar, Hz. Muhammed'in sağlığında pek
etkili olamamıştır. Ancak Peygamberin intihalinden sonra, Müslüman olanların
sayısı artmış; bu sayı arttıkça çeşitli fikir ve cereyanlar da Müslümanların
arasına sızmıştır. Bunların başında Isrâiliyat gelmektedir, Isrâiliyat,
fikirde, kültürde kendini göstermekle başlamış, daha sonra fiiliyata dönüşmüştür.
Müslümanlar arasına sızan bazı fikir ve düşünceler, zamanın idaresindeki,
kendilerine göre, bazı haksızlıkları bahane ederek, karşı saldırıya ve yeni
gruplar oluşturmaya başlamıştır. Neticede hem inanç ve hem de fiiliyat yönünden
ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Bunlar öyle bir noktaya varmıştır ki; sahabeler
bile birbirine karşı kılıç çekecek hale gelmiştir.
Böylece İslâm'ın yayılma alanı genişledikçe, çeşitli inançlara mensup
kimselerden Müslüman olanların sayısı arttıkça; Müslümanlar arasında farklı
düşünceler, çeşitli mezhepler ve cereyanlar ortaya çıkmıştır. Her cereyan da
etrafına bir takım insan gruplarını toplayıp faaliyetlerini genişletme gayreti
için girmiştir. Hemen hemen her yüzyılda bu tür hareketlere şahit olmaktayız.
Müslümanların güçlenmesi, Hıristiyanlık karşısında hem sayı, hem ilim, hem
medeniyet ve hem de inanç bakımından rakip olması, galebe çalması Hıristiyanlar
için büyük bir tehlike teşkil etmiştir. Bu gelişmeyi kılıç ve silah zoruyla
durdurmak için Haçlı Seferleri düzenlenmiştir. Fakat bu da netice vermeyip,
kaleler bir bir düşmeye başlayınca (İstanbul'un fethi gibi), bunu durdurmak
için, çeşitli sinsî yollara başvurulmuş, nifak tohumları saçılmış ve
müslümanları çeşitli gruplara bölmeye, çeşitli cereyanlara kaydırmaya gayret
sarfedilmiştir. Bunda oldukça başarılı da olmuşlardır.
Bu gayret ve faaliyetler, Islâm'ın yegâne kalesi ve temsilcisi OsmanlI
İmparatorluğunun gerilemesine, nihayet parçalanmasına sebep olmuştur. XVI.
Yüzyılda başlayan bu faaliyetler, XVİl. Yüzyılda meyvelerini vermeye başlamış
ve nihayet emellerine ulaşmışlardır. Bu sinsi cereyanlar, XIX. ve XX. Yüzyılda
çeşitli yeni taktik ve stratejilerle gittikçe gelişerek ve kuvvetlenerek
varlığını sürdürmüştür. Bu cereyanlar, şahsî ihtiraslardan, mevki ve makam
hırslarından, menfaat duygularından, kıskançlık, kin ve rekabet konularından
gayet ustaca faydalanmasını bilirler.
Bencil, çıkarcı, cahil ve hatta ruhen hasta kişilerin Öncülük ettikleri bu
gibi cereyanlar, kıyamlar, dinsî hareketler, kısa zamanda etraflarında birçok
insan toplayabilmiştir. Toplumların İçtimaî ve kültürel yapıları, bu tür
cereyanlar için oldukça müsaittir. Genellikle cahil, kültürsüz toplumlarda
gelişen ve bazen çok tehlikeli boyutlara varan bu tür cereyanlar, çoğunlukla
dinî kültür ve bilgiden mahrum kişilere cazip gelmektedir. Bazen dinî yönden
cahil kişileri ruhî boşluktan kurtaran bu gibi cereyanlar, toplumda
tutunabilmekte ve hatta yüzlerce, binlerce mensup edinebilmektedir. Bu
hareketler, zaman zaman hem toplum, hem de Islâm için tehlikeli olmuştur ve
olmaktadır. Ülkemizde de, yıllarca olduğu gibi, şimdi de bu tür cereyanlara ve
onların zararlarına rastlanmaktadır.
Yıkıcı cereyanlar, çeşitli dünya güçlerinin dinî, siyasî, İktisadî,
kültürel gayelerle yönlendirdikleri gruplaşmalardır. Onlar, kendilerinin de
ayrı bir din, ayrı bir cemaat olduklarını ileri sürerler. Ancak, tarihî gelişme
içinde, en eski tarihî devrelerden itibaren, din denilen orjinal kurumun
nitelikleri, özellikleri, diğer taklit hareketlerden daima farklı olagelmiştir.
Günümüzde de dine benzetilerek oluşturulan hareketler, cereyanlar, ne kadar
ustalıkla taklit edilirse edilsin, orijinal bir din sayılamazlar. Bunlar, dinsî
hareketler, din taklitleri, "türedi dinlerdir. Çeşitli dinlerden bazı
elemanlar alınarak ortaya çıkarılan bu hareketler; bazen dinî ve cinsî
sapıklıklarla, bazen siyasî ideolojilerle, bazen gizli güçlerin hesaplarıyla
bir arada yürütülür. Genellikle insan çalmak, şartlandırmak, toplumları
pasifize etmek, dünya dengeleri kurmak, iktisadî-ticarî sonuçlar elde etmek,
siyasî gelişmeler sağlamak için özellikle yüzyılımızda binlerce din iddialı
hareket, mezhep ve tarikat bozması cereyanlar dünyayı istila etmiştir.
Amerika'da son on senede bu kabil binlerce hareketin ortaya çıkarıldığı
söylenirse mübalağa edilmediği anlaşılır.
Bu cereyanlar, hiçbir dine hayat hakkı tanımazlar. Tek gerçek onlarınkidir.
Millet, toplum, milliyetçilik, toplu yaşama âdâbı tanımazlar. Ağlarına
düşürdükleri insanlara hiç bir hürriyet, şahsî fikir, tasarruf, mülkiyet
bırakmamaya gayret gösterip onları esir ederler, kukla, robot gibi kullanıp
militanlaştırırlar. Böyle insanlardan toplumlarına, vatan ve milletlerine hiç
bir fayda gelmez.
Yıkıcı cereyanlar, büyük vâadlerde bulunurlar. Cennete sadece kendilerinin
gidebileceğini, sadece onların kurtuluşa erişebileceğini ve sadece onların
mutluluğa ulaşabileceğini ileri sürerler. Ümitleri istismar, onların en büyük
dayanağıdır. Bunalıma düşmüş, geçim zorlukları içinde bunalan, ilgiden yoksun,
şefkat veya merhametten uzak kalmış, hayatta başarıya ulaşamamış, aile bağları
gevşemiş, kendine güven duymayan kimseler onların avlarıdır. Özellikle gençler
için tehlike büyüktür. Bu cereyanlar arasında uyuşturucudan, seksden, spordan,
elektronik cihazlardan faydalananlar da vardır.
Genellikle bu gibi cereyanların kendilerini en
güzel kamufle vasıtaları Mesîhî konular olagelmiştir. Günümüzde de
Mesîhî hareketler, bir yandan insanların ümit, mutluluk duygularını istismar
edip, bazı menfaatler elde etmekte, diğer yandan da dini istismar ederek bazı
siyasî sonuçlara ulaşmaktadır.
Mesîhî hareketlerin arkasına sığınan güçler din taklitleriyle büyük dinleri
yıpratmak, dünya çapında bazı gayeleri gerçekleştirmek istemektedirler.
Ancak din istismar edilmemeli ve kötü niyetlerle kullanılmamalıdır. Bazı
menfaatler, çıkarlar, siyasî entrikalar, milletlerarası hesaplar, gizli
emeller, dünyevî gayeler için din alet edilmemelidir.
Ülkemiz, çeşitli dünya güçlerinin heveslerinin yöneldiği, üç kıt'anın
ortasında yer alan merkezî öneme sahip bir bölgedir. Islâm Âlemiyle, Türk
Dünyasıyla olan ilişkileri ve çeşitli dünya dengeleri gözönünde bulundurulursa,
yıkıcı cereyanların niçin ülkemize ayrı bir önem verdikleri daha iyi anlaşılır.
Bunun yanında, ülkemizdeki anarşik olayların, yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin
sebepleri kavranılmış olur.
Bu cereyanlara karşı alınacak tedbirleri şöyle sıralayabiliriz:
· 1.
İnsanımızı dinî ve millî kültürle beslemek; aklen ve ruhen tatmin etmek.
Bunun için ;
· a.
İnsanımıza, özellikle gençlerimize, her yaşta ve her çağda ders, seminer ve
konferanslarla Islâm'ı ve millî kültürümüzü iyi bir şekilde öğretmek,
benimsetmek.
· b.
Radyo-televizyon programlarıyla dinî kültürü kuvvetlendirici, dinî ve millî
şuuru uyandırıcı yayınlara ağılık vermek.
· c.
Bu konuda kitap ve broşürler bastırmak ve vatandaşın okumasını sağlamak.
· 2.
Yıkıcı cereyanlar karşısında ;
· a.
Yıkıcı cereyanları tanıtmak.
· b.
Bu cereyanların zararlarını ve tehlikelerini çeşitli yollarla anlatmak,
tanıtmak.
· c.
Başta gençler olmak üzere, bütün halkı bu zararlı faaliyetler karşısında
uyarmak.
· d.
Bu tür cereyanların sırf Islâm'ı, millî birliği ve beraberliği parçalamaya
yönelik olduğu; emperyalist emeller taşıdığını ve kökünün dışarıda bulunduğunu
belirtmek.
· e.
Yıkıcı cereyanların mahiyetini ve dayandıkları prensipleri çok iyi bilen
ihtisas sahibi kimseler yetiştirmek; bu konularda İlmî araştırmalar yaptırmak.
· 3.
Dinî kuruluşlar ve din adamları yönünden ;
· a.
Vaiz, imam-hatip, müftü gibi din görevlilerini, yıkıcı cereyanlar karşısında
yayınlar, kurslar, yazılarla uyarmak ve yetiştirmek.
· b.
Vaaz ve hutbeler yoluyla zaman zaman halkı bu konuda uyarmak.
· c.
Mahallî tedbirler alınmasına çalışmak.
· d.
İdarî mercilerle ve halkla bu konuda işbirliği yapmak.
· 4.
Devlet kuruluşları açısından ;
· a.
Millî birlik ve beraberliği korumakla yükümlü bulunan görevlileri bu konuda yetiştirmek.
· b.
Bu görevlilere hem Islâm, hem de Türk örf ve âdetlerini iyice öğretmek.
· c.
Yıkıcı cereyanların en zararlılarını tesbit edip, onlara karşı tedbirler almak
ve vatandaşın onların ağına düşmesini, çalışmasını önlemek.
· d.
Kanunî meyyideler getirmek.
· e.
Başka inançlara saygılı olmayan, vatanı yıkmaya, Islâm'ı yok etmeye çalışan
yıkıcı cereyanlara bu hürriyeti vermemek.
· 5.
Müslümanlar açısından ;
· a.
Aralarında birliği sağlamak (asgarî müştereklerde).
· b.
Karışıklı müsamaha.
· c.
Yıkıcı cereyanların ağına düşenleri tatlılıkla, incitmeden, şahsiyetini rencide
etmeden uyarmak.
· d.
Doğru ve gerçek olanı öğretmek.
· e.
İslâmî bilgileri köklü ve derin bir şekilde elde etmelerini sağlamak.
· f.
Sinsî propagandaların arkasındaki gâyeyi sezmek.
· g. Herkese
hemen kanmamak, ihtiyat payını elden bırakmamak.
YEDİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI
· (1)
: Işaya XLl|| :1Q,
· (2)
: Matta XXIV ; 4-45.
· (3)
: Kurân-ı Kerim'de "Meryem Oğlu" deyimiyle nitelendirilen Hz.
Isa, İncillerde "İnsanoğlu" şeklinde zikredilir. Ayrıca ondan
"peygamber", "peygamberlerden de öte", "Tann'nın
Oğlu", "Rab", "Davad'un Oğlu", "Kuzu" vb.
şekillerde de söz edilir. Islâm'da da gaybı ancak Allah bilir, insanlar bilemez
(Bkz. En'am, 59; Nemi, 65; Lokman, 34).
· (4)
: Bkz. E. Ruhi Fığlalı, Bâbîlik ve Bahailik, Ankara 1981, 5 vd.
· (5)
: 13.10.1962 tarih ve 1252 esas, 2435 sayılı karar.
· (6)
: Fazla bilgi için bkz, : Ethem Ruhi Fığlalı, Bâbîlik ve Bahâilik,
Ankara 1981; Muhsin Abdulhamid, Islâma Yönelen Yıkıcı Hareketler (Bâbilik
ve BahâiHğin İçyüzü), Çev. M. Saim Yep-rem- Haşan Güleç ,
Ankara 1975; Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, İstanbul
(İkinci baskı), I/264-273; Şevki Rabbani, Bahaullah'ın Dini, Ter. Mecdi İnan,
İstanbul 1974; Baha'i Dini, İstanbul 1985; Ninian Smart, The Religious
Experience of Mankind, London 1971, Giriş.
· (7)
: Bkz. Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüzde Islâm Mezhep
leri, Ankara 1968, 144.
· (8)
: Bkz. E. Ruhi Fığlalı, Kâdiyânîlik, İzmir 1986, 185-186.
YEDİNCİ BÖLÜMÜN BİBLİYOGRAFYASI
Muhsin Abdullahamid, Islâm'a Yönelen Yıkıcı Hareketler (Bâbîlik ve
Bahâîliğin İçyüzü), Ter. Saim Yeprem-Hasan Güleç, Ankara 1975, 69-255.
· -
M. Zerrin Akgün, İslâmiyet Bakımından Bâbîlik ve Bahâîlik ve Hukukî
Durumları, Ankara 1975.
· -
Esmahan Aykol, "Amerikan Moon Tarikatı Türkiye'yi Örgütlüyor",
Nokta, 13 Ekim 1991, Sa: 3, 36-40
· -
Bahâî Dini, İstanbul 1985 (Türkiye Bahâi'ler yayını).
· -
Baha'i World Faith, Illinois 1952.
· -
Eilen Barker, "Unification Church" The Encyclopedia of
Reli-gion, XV/141-143
· -
J.E. Esselemont, Bahaullah ve Yeni Devir, Ter. Mecdi Çelebi, İstanbul
1932.
· -
Ethem Ruhi Fığlalı, Bâbîlik ve Bâhâîlik, Ankara 1981.
· -
Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyanilik, İzmir 1986.
· -
Yves de Gibon, "Moonisme", Dictionnasre des Religions, Paris
1983, 1144-1145
· -
Cl. Huart, "Bab" ve "Bahâullah", Islâm
Ans., İstanbul 1970, 11/163-165, 223.
· -
Yaşar Kutluay, Islâm ve Yahudi Mezhepleri, Ankara 1965.
· -
S.M. Moon, Divine Principle, VVashington 1973
· -
Outline of the Principle, Level 4 (New York 1980)
· -
N. Özşuca, Bahai Dini, Ankara 1967.
· -
Şevki Rabbani, Bahaullah'ın Dini, Ter. Mecdi İnan, İstanbul 1974.
· -
Julien Ries, "Baha'ie", Dictionnaire des Religions, France
1983, 143-144.
· -
F. Sondağ, S.M. Moon and the Unification Church, Nashville 1977.
· -
Ninian Smart, The Religious Experience of Mankind, London 1971.
· -
Şehristânî, el-Milel ve'n Nihâi, Kahire 1975 (Keylânı'nin Zeyli),
11/41-56.
Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler,
İstanbul 1979,1/264-273.
Hikmet Tanyu, Yehova Şahitleri, Ankara 1973.
· -
Günay Tümer, Yeni Dokümanların Işığında Yehova Şahitleri, İstanbul 1987.
· -
S.T. Ünal-A. Akdamar, Türkiye'de Laiklik İlkesi ve Yehova Şahitleri',
Kule Kitapları, İstanbul.
· -
Ahmed Yezdanî, Bahaî Dinine Toplu Bakış, Çev. S. Can, 1960.
· -
Muhammed Zerendî, Nebil Tarihi, Çev. Minu Derahşan, Sabit, Ankara 1973.
VIII. BÖLÜM :
MİSYONERLİK FAALİYETLERİ VE GÜNÜMÜZDE DİYALOG ÇALIŞMALARI
A. MİSYONERLİK FAALİYETLERİ
1. Misyon-MIsyoner
Misyon ve Misyoner kelimeleri Latince "missio" kelimesinden
türemiştir. İngilizce'de ve Fransızca'da misyon (mission) ve misyoner
(missionaire-missionary) şeklinde kullanılmıştır.
Misyon kelimesi, sözlükte görev, yetki, vekâlet; bir kimseye bir işi
yapması için verilen özel vazife anlamına gelir. Doyayısiyle misyoner yetkili,
görevli kimse; Hırisyitanlığı yaymayı vazife edinmiş, kendisini bir fikrin
yayılmasına adamış kimse demektir. Bu görev ve yetki diplomatik olabildiği
gibi, dinî de olabilir. Dinî faaliyet ve propaganda için kendisine özel bir
görev verilen din adamı, rahip ve rahibe, misyoner olarak adlandırılır.
Bu kelime, bugün genellikle kiliselerin Hıristiyanlığı Hıristiyan olmayan
ülkelerde yaymak gayesiyle oluşturdukları kuruluşlar ve bu kuruluşlarda
faaliyet gösteren kimseler için kullanılmaktadır. Bu gaye ile kurulan
kuruluşlara misyon; bu misyonlarda vazife yapanlara misyoner; bu
faaliyetede misyonerlik denir.
Misyon, misyoner ve misyonerlik kelimeleri, özel olarak Hıristiyanlara,
genel olarak da diğer evrensel dinlere şamil bulunmaktadır. Böylece kendi dinî
inanç ve kanaatlerini bir ülkede yaymaya çalışan herkese misyoner
denilmektedir. Misyonerler, başka dinde, başka inanç ve düşüncede olan
insanları mensubu bulundukları dine kazanmayı gaye edinirler. Misyoner
kuruluşları, bu işi organize eden, misyoner yetiştiren odaklar olarak çalışır.
Bir din bilimi olan Dinler Tarihi alanında çalışan bazı dinler tarihçileri,
misyonerliği genel anlamda kullanırlar. Bu münasebetle dinleri misyonerliğe yer
verip vermemelerine göre de tasnif ederler. Misyo-nerli dinler, belli sınırlara
bağlı olmayan, mesajını her tarafa, herkese yaymaya çalışan dinlerdir. Belli
bir bölgeye, belli bir gruruba bağlı olan, başkalarına aktarılmayan dinler de
misyonersiz dinlerdir. Bu ölçüye göre Hıristiyanlık, Islâm, Buddizm misyonerli;
geri kalan dinler de misyonersiz dinler olarak görülür.
Misyonerlik, özel olarak Hıristiyanlığa şâmil kılınmasına rağmen, genelde
diğer bazı din, inanç, fikir, tarikat ve grupların başvurduğu bir yayılma
metodudur. Çünkü doğru kabul ettiği inanç, düşünce, fikir ve kanatini yaymak,
mensuplarını çoğaltmak isteyen her teşkilat, misyonerliğe başvurur. Bu,
yayılmak, taraftar kazanmak isteyen hemen hemen her dinî-fikrî kuruluşta temel
esaslardandır.
2. Misyonerlerin Gayesi
Yeryüzünde bazı fikir, düşünce, din ve inanç sahipleri, onların yayılmasını
istemez. Bunların başında sır dinleri mensupları gelir. Bazıları da yayılmak,
çoğalmak isterler. Bunlar, yegâne doğrunun ken-disininki ve tek kurtuluşun da
onda olduğu inanç ve gayesine sahiptir. Bunun için herkesin aynı inançlara
sahip olup saadete ermesini isterler (Müslümanlar gibi). Ancak bunların bir
kısmı, kendi din ve inançlarından kuvvetli bir diğeri karşısında, kendi
mensuplarının onu benimseyip ayrılmaması için faaliyette bulunma gereğini
duyarlar. Bu arada başka din, inanç ve fikir mensubu insanları da
kendisininkine katmaya çalışırlar. Bunda başarılı olmasa da en azından rakib
dinin mensuplarının zihnini karıştırmaya veya kendi mensuplarını birlik içinde
tutmaya çalışırlar (Hıristiyan misyonerleri gibi).
Tarihte, sahip olduğu fikir, inanç, din veya mezhebi hâkim kılma veya yayma
gayesiyle çeşitli mücadele ve savaşlara şahit olmaktayız. Bugün de ideolojisini
veya inancını dünyaya hâkim kılma mücadele ve savaşı devam etmektedir. Bunların
yanında dünyanın bir çok bölgesinde yoğun faaliyet gösteren misyoner
teşkilatları vardır.
Hıristiyan misyonerlerinin gayesi, yeni Hıristiyanlar kazanmak, en azından
kendi mensuplarını birlik içinde ayakta tutabilmek, Batı emperyalizminin nüfuz
alanını genişletmektir. Roma Katolikliği, Avrupa'ya hâkim olduktan sonra,
dünyanın her tarafında yaşayan insanları Hıristiyanlaştırmağa çalışmıştır. Bu
arzusuna ulaşmak için önce kılıç yolunu denemiş ve böylece Haçlı Seferleri
başlamıştır. Bu seferler, öncelikle Islâm dünyasına yönelmişti. Bu sırada
dünyaya hâkim olma gayesindeki Hıristiyanlığı durdurabilecek tek din Islâm, tek
kuvvet Müslümanlardı. Islâm, günden güne ilerlemekte, mensuplarının sayısı da
artmakta idi. Ancak Hıristiyan Dünyası Müslümanların ilerlemesini kılıç zoruyla
durdurmayı başaramadı. Çünkü Müslümanlar, Türklerle güç kazanmış ve Türkler
Islâm’ı dünyaya yaymaya cehdetmişlerdi. Türkler, XVII. Yüzyılın ortalarına
doğru Avrupa'nın merkezine kadar ilerlemişlerdi.
Müslüman Türklerin başarısı, Hıristiyan Kilisesinin başarısını iflâs
ettirmişti. İstanbul alınmış, Islâm'ın gayesi, hoşgörüsü ve akla uygunluğu
insanları büyülemişti. Bu durumda Hıristiyan dünyasının yapacağı tek iş,
çeşitli yollarla bu İslâmî yayılmayı durdurmaktı. Bunun için çeşitli
toplantılar yapılmış, çeşitli teklifler görüşülmüştü. Takip edilecek yollar
çoktu. Bunlardan biri de misyonerlikti. Misyonerlik faaliyetinin ana gayesi;
yeni propaganda metodlarıyla Hıristiyanlığı yaymak, mensuplarını artırmak ve bu
arada Müslüman olanları kandırmak, Hıristiyanlığa kazanmakdı. Hıristiyanlığa
kazanamadıkları takdirde, taktik, onları kendi dinlerinden soğutmak, dinsiz
yapabilmekti. Bunun için gizli çalışma me-todları geliştirilmiş; insanlara ve
yaşadıkları yerlerin özelliklerine göre takdikler bulunmuştu. Kongrelerin
birisinde; Islâm alemindeki tasavvuf ve tarikat anlayışı, bu
anlayışlara olan bağlılık üzerinde durulup tartışılmış; şeyhleri veya ileri
gelen müritleri kandırmak, kendilerine alet etmek ve onları yanıltmak; bu
gayeye ulaşabilmek için de eleman yetiştirip bu teşkilâtlara sokmak suretiyle
Müslümanları ikna edebilecekleri kararına ulaşılmıştı. Çünkü açık düşmanlık,
ayniyle mukabeleyi gerektirir. Bu konuda en tesirli silah, ondan gözükerek,
sinsice yapılanıdır. En tesirlisi de budur ve bu olmuştur.
3. Misyonerliğin Tarihçesi
Dünyada mevcut dinlerden bazıları, yayılma gayesi gütmez. Bunlardan bir
kısmı yukarıda temas edildiği gibi, "sır dinleri" şeklinde olup
hususiyetlerinin başkaları tarafından öğrenilmesini istemez. Bir kısmı da,
Yahudilik gibi, evrensel çerçeveden çıkıp belli bir kavme hasredilmiştir. Bunun
için başkasının o dine girmesi mümkün değildir. Onun için bu din yayılmak,
tanınmak ve benimsenmek arzusu taşımaz. Bir kısmı ise millet, kabîle veya ilkel
kabile dinleri şeklindedir, millîdir. Öte yandan bazı dinlerde de (Eski Avrupa,
Mezopotamya ve Ön Asya) tanrı alış-verişi vardır. Bu dinlerde, diğerlerinin
tersine, zörla kabul ettirme yoktur. Bir kabîle veya millet, temasa geldiği
veya fethettiği kabîle veya milletin tanrılarını kendi isteğiyle benimser, alır
ve kendi tanrıları arasına katar.
Islâm'a göre Allah tarafından gönderilen elçiler, belirli bir topluluğa
gönderilmiş gibi görülmesine rağmen onların davet metodları ve getirdikleri
hükümlerde umumîlik vardır. Elçiler insanların Allah'ı bilmelerini, hak yolda
yürümelerini ve saadeti elde etmelerini gaye edinmişlerdir. Çünkü hedef;
insanların bir arada, barış içinde yaşamaları ve kurtulmalarıdır. Mücadelede,
tebliğde yakından uzağa doğru gitme esastır. Hz. Muhammed de (s.a.s.), Kur'ânın
metoduna göre tebliğini yakından uzağa doğru yapmaya çalışmıştır. Aşağı yukarı
İlâhî dinlerde bu, ortak niteliktir.
İslâm'dan önceki dinlerden Yahudilik ve Hıristiyanlığa geçmeden, bazı
dinlerin misyonerlik konusundaki tutumlarına gözatmakta fayda vardır. Bunlardan
M.Ö. VI. Yüzyılda Hindistan'da ortaya çıkan Bud-dizm, misyonerliğe yer verip
doğduğu yerin sınırlarından taşarak Çin, Kore, Japonya, Güney ve Güneydoğu
Asya'ya yayılmıştır. Bugün de Buddizm'in felsefesinin çeşitli ülkelere
yayıldığına ve faaliyetlerini çeşitli yerlerde gösterdiğine şahit olmaktayız.
Yine M.S. III. Yüzyılda Mani-heizm, bütün insanlara hitap etmek iddiasıyla
ortaya çıkmıştır, sinkretik (uzlaştırması, karma) bir dinî harekettir. Yani
Hıristiyan, Mecûsî ve Hint inançlarının bir sentezi mahiyetindedir. Bu hareketin
kurucusu olan
Mani, gezginci idi. Mani ve rahipleri gittikleri her yerde inançlarının
propagandasını yapmışlardır. Her yerin özelliklerine uygun olarak inançlarını
(Maniheizm'i) yaymaya çalışmışlardır. Fakat Maniheistler, zaman zaman etkili
olmuşlarsa da, belirli bir devreden sonra varlıklarını devam ettirememişlerdir.
Yukarıda kısaca temas ettiğimiz Yahudilik, tamamen Yahudi’lere hasredildiği
için dinî yönden misyonerlik niteliğine sahip değildir. Bir kimsenin Yahudi
dinine girmesi için Yahudi ana-babadan doğması gerekir. Yahudilik, Yahudilerle
özdeşleşmiş bir dindir. Başkalarının Yahudiliğe girmesi istenmez. Bunun için de
bir propagandaya ihtiyaç duyulmaz. Yahudiler, hâkimiyetlerini siyasî, İktisadî
ve kültürel yönden kurmaya azamî gayret sarfederler. Onun için Yahudileri
siyâsi misyonerler olarak kabul edebiliriz. Onlar, kimsenin Yahudiliği kabul
etmesini istemez; fakat herkesi kendi gayelerine hizmet ettirmek isterler. Dinî
ol-mamakla beraber siyasî, İktisadî ve kültürel yan kuruluşları vasıtasıyla
bunu gerçekleştirmeye çalışırlar.
Islâm Dinine gelince, Hz. Muhammed, Islâm'ı gerek Araplara ve gerekse diğer
milletlere tebliğ etmeye çalışmıştır. Sahabeler ve ondan sonra gelenler de
Islâm'ı yaymak için büyük gayret sarfetmişlerdir.
<
Müslümanlar, Islâm'ı yaymada dünyevî hiçbir menfaat gütmemiş, onu bir
sömürü aracı olarak kullanmamış, sadece tebliğ vazifesini yerine
getirmişlerdir. Bunun ilk misalini, Hz. Muhammed'in, onu yolundan çevirebilmek
için, "Ya Muhammed; mal istiyorsan mal, reislik istiyorsan seni başımıza
reis yapalım, yeter ki sen bizim dinimize dokunma" denildiğinde, "Bir
elime Ay'ı, öbür elime de Güneş'i verseniz, siz iman etmedikçe ben bu işten
vazgeçmem" cevabında bulmaktayız. Fakat dini kabulde de, güzel sözlerle
hakkı tebliği esas almıştır. Islâm'da zorlama yoktur. "Dinde zorlama
yoktur" (1) ve "Ya Muhammed insanları Rabbi-nin yoluna hikmetle ve
güzel sözlerle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et" (2)
emriyle tebliğin metodu ortaya konulmuştur.
Islâm, tarih boyunca, yayılmasında zor ve yoğun bir propaganda metodunu
kullanmamıştır. Çünkü eğer zor kullanılsaydı, ta Viyana'ya
kadar giden, öç kıtaya hükmeden Türkler ve Islâm yegâne ve hâkim din
olurdu. Aksine Türkler, sadece "l'lâ-yı Kelimetullah" yolunda cihad
etmiş ve tebliği esas almışlardır. Müslümanlar bilir ki zorla inanandan fayda
gelmez. Fakat Müslümanların yapmak istemediğini diğer dinden olanlar, bilhassa
Yahudi ve Hıristiyanlar, bilerek yapmışlardır. Onlar, görünüşte Müslüman
olarak, Müslümanları kandırma yoluna gitmişlerdir. İşte Islâm, yayılma, dünyaya
din olarak hâkim olma durumuna gelince, onun karşısında mensuplarını günden
güne kaybetmekte olan Hıristiyan kiliseleri, yeni taktiklere girişmişlerdir.
Bunlardan birisi de misyonerlik faaliyetleridir.
Misyonerlik genel bir anlam ifade etmesine rağmen günümüzde;
Hıristiyanlıkla özdeş hale gelmiştir. Misyonerlik denilince ilk akla gelen,
Hıristiyanlık propagandası olmuştur. Onun için Hıristiyan misyonerliğinin
tarihçesine bir gözatmakta fayda vardır.
Aslında Hz. Isa'da (a.s.), başlangıçta, dini yayma idealinin olması pek
tabidir. Çünkü bu din, İlâhîdir ve evrenseldir. Gayesi de doğru yoldan ayrılmış
insanları doğru yola, hak yola davet etmektir. Hz. Isa, akla uygun hak dini,
tevhid dinini yaymaya çalışıyordu. Kur'ân, Hz. Isâ'nın "Ben, benden önce
gelen Tevrat'ı tasdik ve benden sonra gelecek adı Ahmed olan bir peygamberi müjdelemek
üzere gönderildim" (3) dediğini bildirmektedir. Fakat, Hz.
Isâ'nın tebliğ ettiği dine, zamanında inananların sayısı çok azdı. Hz. Isa'dan
sonra ona uyanlar artmış, onun getirdiği esaslar çeşitli vesilelerle ve birçok
defa değiştirilmiştir. Bunun içindir ki Müslümanlar, Allah'ın Hz. Isa'nın da
haber verdiği Hz. Muhammedi gönderdiğini, artık tebliğ sırasının Islâm'ın
olduğunu ve buna rağmen Hıristiyanların teslis esasına dayanan tahrif edilmiş
dini yaymaya çalıştığını, Hz. Isa'nın tasvip etmediği yolu benimsediklerini
kabul etmektedir. Hz. Isa'dan sonraki ilk asırlarda Hıristiyanların arasında
ayrılıklar olmuş ve mücadeleler devam etmiştir. Islâm, onların ihtilafa
düştükleri konuların doğrusunu bildirmiştir. Buna rağmen onlar, hem kendi
aralarında, hem de Islâm Dini mensuplarına karşı mücadelelerine devam
etmişlerdir. Önce hâkimiyeti elde eden katolikler, misyonerlik fa-liyetlerine
başlamışlardır.
Hıristiyan misyonerleri, hareket noktası olarak, Hz. Isa'nın şu sözünü
almışlardır; "İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edinin. Onları Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh ismi ile vaftiz eyleyin, size emrettiğim herşeyi tutmalarını
onlara öğretin" (4). Bunun üzerine havariler, dünyanın dört bir yanına
dağılmış, Hz. Isa'nın öğrettiklerini yaymaya başlamışlardır. Bugünkü Hıristiyan
misyonerleri de havarileri ilk misyonerler olarak kabul etmekte ve onların
yolundan gittiklerini ileri sürmektedirler. Isa'nın bu sözlerinin insanlar
arasında "Tanrı Devleti" tesis edin şeklinde yorumlanması,
Yahudiler'den sonra ikinci bir "arz-ı mev'ud" ideali doğurmuştur.
İlk devrelerde Hıristiyanlığın yayılmasında önemli faaliyetler gösterenler
arasında, Hıristiyanlığın şiddetli düşmanı iken bir vizyonla, Şam yolunda,
Isa'yı görüp onun kendisine niçin böyle eziyet ettiğini sormasından sonra, Hıristiyan
olan "Yahudi dönmesi" Pavlus yer almaktadır. Pavlus; çalışma alanı
olarak putperestlerle AvrupalIları seçmiş, Hıristiyanlığı onlara kabul
ettirebilmek için, Hıristiyanlıktaki bazı hükümleri değiştirmiş, bazı hükümleri
kaldırmış, bazılarını faaliyet gösterdiği toplumlarda var olan inançlarla
değiştirmiş ve böylec© Hıristiyanlığı onlara benimsetmeye çalışmıştır.
Pavlus'un yanında o devrede ve ondan sonraki devrelerde çeşitli Hıristiyan
azizleri misyoner olarak görev yapmışlardır. Havariler ilk yüzyılda,
Hıristiyanlığı yaymak için bugünkü Rusya sınırları içindeki Erivan ve çevresine
gitmişlerdir.
Ermenilerin toptan Hıristiyan olmasını sağlayan ve Ermeni kralı Tridat'ı
Hıristiyan eden Gregor (5) olmuştur. M.S. 313'de Konstantin, Hıristiyanlığa
sempati duymaya başlamış ve İstanbul'u başşehir yapmıştır. İmparator Konstantin
Hıristiyanlara din hürriyeti tanımıştır. Bundan sonra Hıristiyanlar, bir devlet
desteğinde, dinlerini yaymaya başlamışlardır. Hıristiyanlık, Roma hâkimiyetinde
olan Şam, Mısır, Habeşistan, Yemen, Avrupa ve Anadolu'da merkezlere
kavuşmuştur. Bununla beraber ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Bu anlaşmazlıklara
son vermek için de konsiller toplanmıştır.
Konstantin, ilk konsili 325'de İznik'te (Nicea) toplamıştır. Ayrılmalar ve
dolayısiyle konsiller birbirini izlemiştir. 415'de Kadıköy Konsili ile
ayrılıklar zirveye çıkmış, Monofizitler (Ermeniler, Süryaniler, Habeşliler,
Kiptiler vs.) ana Kiliseden kopmuştur. Böylece mücadeleler devam etmiştir.
Kalkedon (Kadıköy) Konsili'nden iki asır sonra, Islâmın zuhuru
Hıristiyanlığı sarsmaya başladı. Artık onlar için yegâne düşman Müslümanlar
oluyordu. Islâmın gelişmesi onları düşündürüyordu. Zamanla Hıristiyan kaleleri
düşüyor; Anadolu Selçuklu Türkleriyle beraber hem İslâmlaşıyor, hem de
Türkleşiyordu. Bu hâdise, bütün Hıristiyanların ayrılıkları bırakıp
Müslümanlara karşı ortak cephe oluşturmasına yolaçtı. Böylece Haç'ın yerini
alan Hilâl'i kaynağında boğmak için asırlarca süren Haçlı Seferleri başlatıldı.
Fakat neticede yine kazanan Müslümanlar oldu. Islâm yayıldı ve ilerledi.
Sonunda Hıristiyan dünyasının (Bizans'ın) kalesi İstanbul, 1453'de düştü ve
Türkler İstanbul'u fethetmiş oldu. İşte bundan sonra silahla netice almanın
mümkün olmadığı kanaatine varan Hıristiyanlar, Türkleri, dolayısiyle
Müslümanları durdurabilme yollarını görüşmek için kongreler düzenlemeye
başladılar. Çeşitli ülkelerde bulunan görevlilerinden raporlar istediler.
Sunulan raporlar değerlendirildi; Müslümanları içten yıkmaktan başka bir çare
olmadığı neticesine varıldı. Hatta, bu arada, Islâm ülkelerine
gönderilmek için Arapça'yı iyi bilen misyoner papazlar yetiştirecek okullar
açıldı. Burada yetiştirilen papazlar Islâm ülkelerine gönderildi.
Ingiltere'de 1646'da Ingiliz parlementosü, Hıristiyanlığın neşri için bir
cemiyet kurdu. 1662'de Vatikan'da Propaganda Bakanlığı kuruldu. Bu teşkilat,
Paris'te misyoner papaz okulu açtı, sonraları bunlara yenileri eklendi. Bu
teşkilâtlar zamanla yeni şubeler açmaya devam etti. Bu sıralarda Martin Luter,
Kalvin ve Zwingli ile Protestanlık zuhur etmişti. Almanya, İsviçre, Danimarka,
Amerika ve Rusya'da binden fazla teşkilat kuruldu. Misyonerlik faaliyeti
bakımından başta Ingiltere ve Amerika ve daha sonra Fransız katolikleri
gelmektedir. 1820'den sonra sahnede Amerikan misyonerleri görülmektedir. Ingilizlerin
metodunu takiple işe başlayan Amerikan misyonerleri, menşe (kök, temel) olarak
protestandır. Fakat faaliyetleri Hıristiyanlık için olmuştur.
Türkiye'de ise hemen hemen ilk misyoner hareket Sivas'ta Ermeni Mekhitar
ile başlamaktadır (1701). O, Ermeniler arasında millî şuuru uyandırmaya
çalıştı. Ermeniler arasında Katolik propagandası 130 sene kadar sürdü ve
nihayet OsmanlI Devleti, Fransa'nın tavassutu ile, 1830'da Katolik
Ermenileri ayrı bir cemaat olarak tanıdı. Daha sonra Amerikalı misyonerler,
Protestanlığı Ermeniler arasında yaymaya başladı. Amerika ve Ingiltere'nin
desteğiyle 1847'de de Protestan Ermeniler ayrı bir cemaat olarak kabul edildi.
Kısaca tarihî gelişimini sunduğumuz misyonerlik faaliyetleri,
memleketimizde ve Islâm dünyasında durmuş değildir. Her yerin özeliklerine göre
faaliyet göstermektedir. Ülkemizde, Katolik, Ortodoks, Protestan, Ermeni
Kilisesi gibi büyük Hıristiyan mezhepleri, kilise ve okullarıyla faaliyet
göstermektedir. Bunların yanında Adventistler, Baptistler, Morman-lar'dan sinsî
ve dinsî bir görünüş altında yoğun faaliyet gösteren, tehlikeli boyutlara
ulaşmış Yehova Şahitleri'ne kadar bir yığın dinî cereyan vardır. Bu konuda
ayrıca doğudan gelen meditasyon, tenasüh, hulul vb. fikir, inanç ve
bedenî-zihnî tekniklerin arkasına sığınan veya bunları istismar eden
cereyanları da unutmamak gerekir.
4. Misyonerlerin Çalışma Metodları
Misyonerler, çeşitli metodlarla çalışırlar. Göstermelik olarak bazen açık
faaliyetleri yanında (kanunlar çerçevesinde), çok defa gizli ve dolaylı faaliyetlerde
bulunurlar. Bu metodlarda her zaman din ilk sırayı almayabilir. İlmî ve İçtimaî
sahalarda faaliyetlerini yoğunlaştırır; vereceklerini bu kisveler altında
vermeye çalışırlar. Misyonerler giriştikleri faaliyetlerde başarılı olabilmek
için çeşitli metodlar uygularlar. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a. Dinî Teşkilatlar Kurma ve Yayın Yapma : Misyonerler, önce faaliyete geçecekleri
yeri tesbit eder ve orada bir teşkilât kurarlar. Bu teşkilatı o bölgeye göre
yetiştirilmiş elemanlar yürütür.
Misyonerler, Kitab-ı Mukaddes'!, dinî kitap, broşür ve dergileri o
ülkenin dilinde neşreder ve dağıtırlar. Çeşitli telkinler, maddî ve manevî
yardımlarla Hıristiyanlığı sevdirmeye çalışırlar. Müslüman olan ülkelerden geri
kalmış olanların geri kalmışlıklarını istismar eder ve bunu Islâm'a bağlayarak
mensuplarını Islâm'dan soğutmak isterler. Dinî kuruluşları vasıtasıyla
kendi dinlerini üstün göstermek, diğer dinlerin kutsal kitaplarında çelişki
zannettikleri hususları öne çıkararak, dinî bilgileri yeterli şekilde kavrayamamış
insanları tesbit edip onları kendi dinlerine çekmeye çalışmak, bunları
yapamadıkları yerde, sahip oldukları dinden soğutmak veya ona düşman
yapabilmek, fakir aile insanlarının fakirliklerini istismar etmek onların
taktiklerinden bir kısmını oluşturur.
· b.
Okul ve Çeşitli Tesisler Açma, Yardım Yapma : Azınlıkta bulunan
Hıristiyan çocuklarının eğitim ve öğretimlerini içinde yaşadıkları toplumun
çocuklarından üstün hale getirirler. Bu vesile ile, bu okul ve
kuruluşların propagandasını yaparak, Hıristiyan olmayan ailelerin çocuklarının
da oralara akın etmesini sağlarlar. Buraya çektikleri başka dinden çocukları
Hıristiyan yapmaya, bunu yapamazlarsa onların en azından millî ve dinî
karakterini bozmaya uğraşırlar. Hıristiyan çocuklarını ise daha da şuurlandırırlar.
Bu okullarda, yabancı dil öğretimi vermek görüntüsü altında, misyoner papazları
derslere sokup Hıristiyanlık propagandası yaparlar. Bu gayelerini
gerçekleştirmek, telkin vasıtalarını çoğaltmak için de okullarda propagandaya
yönelik kitapların çoğunlukta olduğu kütüphaneler, musiki
salonları? pansiyonlar ve kamplar kurarlar. Bu teşkilâtlar, maddî ve
manevî yardım yapmaktan kaçınmazlar. Bu gaye ile kolejler, yabancı okullar ve
kuruluşlar açarlar. Bu okullarda yetişenlere dolgun ücretli ve etkili işler
bulmakla da onları cazip hale getirirler. Bu vesileyle kanca taktıkları
gençleri kendi idealleri doğrultusunda şuurlandırmaya çalışırlar.
· c.
Maskeli Teşkilâtlar Kurma : Bu teşkilât mensupları,
kılık-kıyafet, dil, din, örf ve âdet gibi kültüre yönelik yollarla içinde
bulundukları toplumdanmış gibi görünür ve gayelerine erişmek için perde
arkasından çalışırlar; yani sinsi ve iki yüzlü hareket ederler. Misyonerler,
gidecekleri yerlerin özelliklerine göre yetiştirildikleri için çok beceriklidirler.
Maskeli çalıştıkları için kuzu postuna bürünerek saf halkı kolayca
aldatabilirler. Bunların hedefi siyasî ve dinî bakımdan milleti kargaşaya
düşürmek, halkı her türlü ilerlemeye karşı kayıtsız ve hattâ düşman yapabilmek,
geri kalmış halde bırakmaktır. Bu hususta bazı yollara başvururlar. Meselâ
Müslümanlara, "Asr-ı Saadetle teknik var mıydı? Elbise var mıydı? Diyanet
teşkilâtı var mıydı?" şeklinde sorular sorarak onları bütün sonradan olan
şeyler aleyhine kışkırtır ve hatta olmayacak şeyleri saf inanmış insanlara
yaptırarak devlet güçleriyle karşı karşıya getirirler. Ayrıca hâkim unsurla
çeşitli yönlerden nüansları olan insanları karşı karşıya getirerek;
hem devleti acze ve hem de Müslümanları birbirine düşürmeye çalışırlar.
Müslümanların çeşitli gruplara ayrılarak zayıflamasına, bölünmesine ve
birbirine düşman olmasına gayret gösterirler.
Bu maskeli teşkilatların OsmanlI İmparatorluğu içinde
yaptıkları faaliyetlere bir kaç misal verelim:
1877'de Ingiliz Liberal Grup Lideri Lord Gladston, Avam Kama-rası'ndaki
konuşmasında, dünyayı Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırtmak için ağırlığını
koymuş ve Rusya karşısında OsmanlI'yı yalnız bırakmıştır. Bu konuşması
sırasında elinde tuttuğu Kur'ânı göstererek "Bu kitap yeryüzünde kaldıkça
bu Batak katliamı gibi vahşetler de yeryüzünden eksik olmaz!" diye
haykırmıştı. Halbuki Batak Köyünde ve diğer yerlerdeki Bulgar
ihtilâlini yapanlar misyoner teşkilatlarının yetiştirdiği talebeler idi.
Cihan Harbi mütârekesinde Loyd Geoge, Türklerin Hıristiyanları
katlettiklerini; Türklerin Avrupa'dan kovulmasını, Ayasofya'nın tekrar kilise
yapılmasını istedi.
Misyonerler, yalnız Hıristiyanları ayaklandırmağa çalışmakla kalmıyor,
Türklerin giriştikleri yenilik hareketlerini Islâmdan uzaklaşmak olarak
gösteriyorlardı. Bu vesileyle Müslüman Araplar ve diğer Islâm unsurlarla
Türklerin arasını açmaya çalışıyorlardı. Yine I. Dünya Harbi'nde Mekke Emirini
Hilâfet makamına karşı isyan ettiren, çöl Arap-larını Türk ordularına arkadan
saldırtanlar bu maskeli misyonerler olmuştur. Bu maskeli misyonerlerden maskesi
düşen sadece meşhur Ingiliz casusu Lavvrens'tir. Halbuki onun
arkasında ortaya çıkmamış nice benzerleri vardır.
Misyonerlerin çalışma metodlarını özetlersek, genelde dün de, bugün de aynı
metodların yürürlükte olduğunu görürüz. Şöyle ki:
· 1.
Misyonerler, Hıristiyanlığı yaymak için gittikleri ülkenin önce dinî, İçtimaî
ve kültürel durumunu incelerler. O ülkenin kültürünü yozlaştırmaya ve yıkmaya
çalışırlar.
· 2.
Milleti millet yapan maddî ve manevî değerleri yıkmaya uğraşırlar. Önce mevcut
kültürü eritme, sonra da ona istedikleri gibi bir şekil verme yolunu takip
ederler.
· 3.
Islâm ülkelerindeki faaliyetlerinde genç neslin dinden ve millî değerlerden uzak
yetişmesine çalışırlar. Bundan sonra hiçbir değer tanımayan kişilere, bunalım
devrelerinde kurtarıcı din olarak Hıristiyanlığı sunarlar.
· 4.
Israrla gayelerinin dünya sulhunu gerçekleştirmek olduğu üzerinde dururlar.
· 5.
Hıristiyanlığın kolay, Islâmdaki namaz, oruç gibi ibadetlerin zor olduğunu
ileri sürerler; haftada bir kiliseye gitmekle dinî vecibelerden kurtulmanın
mümkün olabileceğini telkin ederler. Hıristiyanlığın sevgi ve kolaylık;
Islâm'ın zahmet ve şiddet dini olduğunu işlerler.
· 6.
İnsanların kiliseye giderek, papaza günah itirafında bulunarak sorumluluktan
kurtulup rahatlayacağını söylerler. Öte yandan insanların ruhî durumlarına
hitap etmeye çalışıp kurtuluşu hedef alırlar. Onlara göre Isa'nın gelmesi
yakındır. Isâ gelecek ve inanan Hıristiyanları kurtaracaktır. Bunun için
herkesin bir an önce Hıristiyan olmasını isterler.
· 7.
Misyonerleri, ülkelerin özelliklerine, o yerin insanlarının Hıristiyanlığın
hangi konularını bilip hangilerine itiraz edebileceklerine göre yetiştirirler.
Bazan Müslümanların inançlarına hoş görülü davranır, Isa'ya Tann'nın Oğlu
demekten kaçınırlar. Hatta önce İslâmî bilgilerle Müslümanlara yaklaşırlar.
· 8.
Harp, yangın deprem vb. anlarını seçip yardımlarda bulunurlar.
· 9.
Şarkiyatçı, oriyantalist yetiştirip İlmî inceleme adı altında Müslüman
aydınının zihnini bulundırmaya, kafasına bazı fikirleri sokmaya çalışırlar.
· 10.
Siyasî işleri çok iyi takip edip Müslüman ülkelerdeki bazı gelişmeleri
gayelerine göre yönlendirmek isterler.
· 11.
Dünya siyasetini, siyasî gelişmeleri yönlendirip, Müslüman ülkeleri birbirine
düşürüp Müslüman sayısını azaltmaya veya Müslümanların elindeki
tabiî imkanları heder etmeye çalışırlar.
· 12.
Müslümanların her meselesine el atıp bunları kendileri çözümlemek isterler.
Bundan gayeleri, gelişmeleri kendi kontrollerinde tutmak ve menfaat elde
etmektir.
· 13.
Zaman zaman diyalogdan bahsederek sulhçu bir görünüş altında karşı tarafı
pasifleştirmek, yanıltmak isterler.
· 14.
Tarikatlara adam yerleştirerek veya bazı aşırılarını destekleyerek, onları şu
veya bu sebeple tahrik ederek, bazı gayelerini gerçekleştirmeyi düşünürler.
Müslümanların arasına ajanlar yerleştirmeye özen gösterirler.
· 15.
İlmî, edebî eserlerde, özellikle filimlerde konunun içine ustalıkla
Hıristiyanlığa ısındırıcı, hoş gösterici sahneler yerleştirerek kafa ve
gönüllere girmeye çalışırlar.
· 16.
Haçlı Seferlerinde gerçekleştiremediklerini, modern, ileri bir hayat görüntüsü
altında (müzikten, tiyatroya, spora, siyâsete kadar) çeşitli vesilelerle
gerçekleştirmeye çalışırlar.
· 17.
Objektifliği, tarafsızlığı, hümanistliği kimseye bırakmazlar.
· 18.
Turistik geziler vesilesiyle gittikleri yerlerde kitap dağıtma, iyilik yapma ve
benzeri yollarla propaganda yaparak; Hıristiyanlığı sevdirmeye ve benimsetmeye
çalışırlar. Bazı insanlara sağladıkları seyahat imkânlarıyla onları kendilerine
bağlamaya çalışırlar.
· 19.
Çeşitli yardım kuruluşları kurar veya kurulmuş olanlara girerler. Böylece fakir
ve yoksul kimselerle temas kurarlar. Maddî yardım, yakınlık gösterisi, şefkat
ve merhamet duygulan altında sempati toplar, insan çalmaya çalışırlar.
· 20.
Misyonerler, çekmeğe çalıştıkları kimseleri belirli yollarla kendilerine
bağlarlar. Bunun için edebî yollara, hitabet ustalıklarına baş vururlar.
İlmî gelişmeleri çok iyi takip edip bunlardan faydalanırlar.
5, Misyonerlerin Yetiştirilmesi :
Misyonerlerin ana gayesi; Hıristiyanlığı yaymak ve yeni Hıristiyanlar
kazanmaktır. Bundan dolayı bu işi yapacak kimselerin kültür seviyeleri ve
hitabetlerinin mükemmel olması, gittikleri veya içinde bulundukları toplumda
kendilerini kabul ettirecek şahsiyet ve kabiliyette bulunmaları, siyaseti,
çalışma metodlarını çok iyi bilmeleri ve uygulamaları gerekmektedir. Bu
gayelerine varmak için Misyoner teşkilâtlar, misyonerlerini çok iyi
yetiştirmeye son derece dikkat ederler. Misyonerler şöyle yetiştirilir:
· 1.
Okullardan, ailelerinin izniyle en zeki ve çalışkan çocuklar seçilir ve
misyonerlik hizmetlerine göre hazırlanır.
· 2.
Misyonerlik için seçilen çocuk, genç veya şahıs, misyonerlik yapacağı ülkenin
okullarında özel eğitim altına alınır. Hedefine varabilmesi için şuurlandırılır.
t
· 3. Hıristiyanlık
iyice öğretilir. Hıristiyan heyecanı verilir. Misyonerlik hizmeti için,
dünyanın en ücra yerlerine seve seve gidecek şekilde vazife şuuru ve sevgisi
aşılanır.
· 4.
Misyonerlere mümkün olduğu kadar meslekî eğitim de verilir. Doktorluk,
misyonerlik faaliyeti için çok önemli bir vasıtadır. Hastahane hizmetleri,
hemşirelik, misyonerlik için en Önemli ve tesirli vazifelerdendir.
· 5.
Her misyonere, malî yönden büyük bir destek sağlanır. O da bulunduğu ülkedeki
işsiz, fakir ve kimsesizlere malî destek sağlayarak Hıristiyanlık propagandası
yapar.
· 6.
Misyonerler, bağlı oldukları teşkilatla irtibatını daima devam ettirecek
şekilde yetiştirilir. Kendisinin yalnız başına başaramadığı veya yetersiz
kaldığı yerde teşkilat onun yardımına koşar.
· 7.
Islâm ülkelerinde faaliyet gösterecek misyonerlere Arapça, İslâmî bilgiler ve
Islâm Felsefesi öğretilir. Bunun yanında onlar, Müslümanlarca Hıristiyanlığa
yöneltilecek tenkitler hususlarında çok iyi hazırlanır. Onlara ne gibi
itirazların yapılabileceği ve o itirazlara nasıl cevap verecekleri öğretilir.
Ayrıca Islâm'a veya Müslümanlara hangi hususlarda tenkit yöneltebilecekleri
veya gençlerin zihinlerini hangi noktalarda çelebilecekleri hususlarında
yetiştirilirler.
· 8.
Her misyonere, teoloji (ilâhiyat) tahsili yanında, diğer tahsiller de
yaptırılmaya çalışılır.
· 9.
Misyonerin birden fazla dil öğrenmesi teşvik edilir.
· 10.
Çeşitli yardım dernekleri kurmaları, oralarda görev almaları ve bu yollarla
dolaylı olarak propaganda yapmaları sağlanır.
· 11.
Islâm ülkelerinde dinî tedrisat yapılan yerlerdeki zeki, fakir ve yardıma
muhtaç öğrenciler tesbit edilir. Bu öğrenciler, dil öğretme, maddî yardım, gezi
imkânı gibi yollarla elde edilmeye çalışılır.
· 12.
Tanınmış meşhur şahsiyetleri veya kendileriyle başka gayelerle temas kurmuş
kimseleri Hıristiyanlığı kabul etmiş gibi gösterirler. Vaftiz listeleri
neşredip onların adlarını kullanırlar.
· 13.
Küçük edebî ve romantik broşürlerle insanların hissiyatına tesir etmeye çalış ı
rlar.
· 14.
Bıkmadan, usanmadan propagandaya devam ederler. Netice alamıyacaklarına kanaat
getirdikleri insanların peşini bıraksalar da ümitlendiklerini takip etmekten
vazgeçmezler.
· 15.
Telefon rehberlerindeki isimlere mektup, broşür ve kitap gönderirler.
· 16.
Kadınlara, kadınlar kanalıyla aileye ve dolayısiyle cemiyete nüfuz etmeye
çalışırlar.
B. GÜNÜMÜZDE DİYALOG ÇALIŞMALARI
(HIRİSTİYAN-MÜSLÜMAN DİYALOĞUNA GENEL BİR BAKIŞ):
1. Misyonerlikten Diyaloğa Geçiş:
Kelime olarak Diyalog; karşılıklı konuşma iki veya daha fazla kişinin
karşılıklı konuşması anlamına gelmektedir. Daha geniş anlamda ise diyalog;
farklı ırk ve kültürlerden insanların, medenî ölçüler içerisinde, birbiriyle
konuşması ve anlaşması yoludur.
Dinî alanda "Diyalog"; aynı dinden kaynaklanan grupların kendi
aralarında olduğu gibi, farklı dinlere mensup insanların, inanç ve
düşüncelerini zorla birbirlerine kabul ettirme yoluna gitmeden, birbirlerine
sıcak ve hoşgörüyle bakabilmesi, ortak meseleler etrafında konuşabilmesi,
tartışabilmesi ve işbirliği yapabilmesi anlamına gelmektedir.
Bu çerçeve içerisinde, tarihte, hem Hıristiyanların kendi aralarında, hem
Müslümanlarla diğer din mensupları arasında "diyalog" faaliyetlerine
rastlanmaktadır. Ancak bu, Hıristiyanların II. Vatikan Kon-sili'nden sonra
gündeme getirdikleri resmî "Diyalog" şeklinde olmamış; tabiî ve
kendiliğinden oluşmuştur. Hıristiyan dünyasının, Müslümanlara karşı Haçlı
Seferleriyle başlattığı ve Misyonerlik Faaliyetleriyle devam ettirdiği soğukluk
ve düşmanlık II. Vatikan Konsili'nde giderilmeye çalışılmıştır.
XX. Yüzyıl'ın başlangıcından itibaren dünyada meydana gelen siyasî ve
ekonomik gelişme ve değişmelerden Hıristiyan Kiliseleri, özellikle Katolik
Kilisesi de etkilenmiştir. Bundan dolayı Katolik Kilisesi, Kiliseler arasında
varolan anlaşmazlıkları ve düşmanlıkları gidermek, bazı alanlarda işbirliği
yapabilmek için bir "Konsil" toplamaya karar vermiştir. Yapılan görüşmeler
sonucunda, üç yıl sürecek (1962-1965) bir konsilin Vatikan'da toplanması
sağlanmıştır. Konsile 141 ülkeden 2860 kadar temsilci katılmıştır. Papa XXIII.
Jean, Konsili açış konuşmasında, Kilise'nin çemberini kırmasını, dışarıya
açılmasını, dışarıyla ilgilenmesini istemiş ve bütün insanlarla
"diyalog"a girmenin önemini belirtmiştir. Papa'nın bu mesajı,
Konsil'in gündemini ve tartışılacak konuların ne olacağını belirlemiştir. Bunun
üzerinde Kon-sil'de, ayrılmış Hırlstiyanları yeniden kazanma ve onlara yaklaşma
yolları üzerinde durulmuştur. Bunun yanında, asırlar boyunca, Hıristiyanlarla
Müslümanlar arasında devam eden düşmanlıkların unutulması için gayret
sarfedilmesi istenmiştir (6).
Katolik Hıristiyanların, Vatikan Konsili’nde, diğer Hıristiyan mezheplerine
mensup olanlar yanında, Müslümanlarla "diyalog" yollarını arama
gayretleri; tarihte yaşanmış ve tesirleri uzun asrrlar almış "Haçlı
Seferleri" anlayışının yanlışlığının kavranılması ve o savaşların
zararlarının telafisi şeklinde değerlendirilebilir. Günümüzdeki gelişmeler için
bu çeşit teşebbüsler normal görülebilir. Çünkü insanlar bugün, eskiye oranla,
birbirleriyle daha yakın ticarî, siyasî, askerî, dinî ve kültürel münasebetler
içerisindedirler. Bu münasebetlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi; karşılıklı
hoşgörü ve iyi niyet esaslarına bağlıdır. XXI. yüzyıla girerken, hemen hemen,
her dinin hâkimiyet alanında olduğu gibi, Müslümanların hâkim olduğu yerlerde
Hıristiyanların, Hıristiyanların hâkim olduğu yerlerde Müslümanların bulunması
da; karşılıklı olarak, her iki tarafın birbiriyle iyi münasebetler içerisine
girmesini zorunlu kılmaktadır.
2. Bir Diyalog Kurumu Olarak Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası'nın Ortaya
Çıkışı
1962 yılında başlayan İL Vatikan Konsili’nde, Kiliselerarası diyalog
yanında, diğer din mensuplarıyla diyaloga girmenin önemi üzerinde durulmuş ve
1964 yılında, "Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryâsı" kurulmuştur. Bu
Sekreterya'ya üst seviyede bir Kardinal başkanlık etmektedir. Sekreterya,
devamlı olarak Roma'da bulunan bir ekiple, bölgesel piskoposlar ve çeşitli
uzmanlarla işbirliği yaparak çalışmasını sürdürmektedir. İlk başkanlığını
Kardinal Marella (1964-1973) yapmıştır. Daha sonra, sırayla Kardinal Pignedoli
(1973-1980) ve Mgr. Jean Jadot (1980-1984) başkanlık görevinde bulunmuştur.
Günümüzde de bu görevi kardinal Arinze yürütmektedir (7).
Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası'nın bünyesinde, ilk kuruluşundan
itibaren, Islâmia ilgili bölüm bulunmaktadır. Bu bölümün ilk başkanlığını, on
yıl süreyle, Afrika Misyonerler Topluluğu'ndan Fr. Couq yapmıştır. Couq'un
ayrılmasından sonra bölümün başına, Rum Melkit Patriği V. Maximos'un Roma
Temsilcisi Suriyeli Abou Moukh getiril-' miştir. Bu bölümün başında halen, Dr.
Thomas Michel bulunmaktadır. Islâm bölümünün bir kısmı Roma'da, bir kısmı da
değişik Islâm ülkelerinde görev yapmakta olan 11 tane danışmanı vardır (8).
Sekreterya'nın kuruluşundan itibaren Islâm ülkeleriyle "diyalog"
yolları aranmış ve Hıristiyanların Müslümanlarla "diyalog"a girmeleri
1966 Broumana-Lübnan Kongresinden sonra başlamıştır. Dünya Kiliseler
Konseyi'nin, "Dünya Misyonu ve Evangelizm"programının bir parçası
olan Broumana kongresi'ne katılanlar; Hıristiyanların Islâm hakkında konuşmayı
bırakmaları ve Müslümanlarla konuşmaya yönelmeleri gerektiği üzerinde
durmuştur. Burada, ayrıca, Hıristiyan Dünyası'nda Islâmia ilgili olarak yapılacak
çalışmaların Müslümanlarla yapılacak Diyalog'a taşınabilecek nitelikte olması
da tavsiye edilmiştir (9).
3. Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası'nın Diyalog Faaliyetleri
19 Mayıs 1964'de Papa VI. Paul tarafından kurulmuş olan Hıristiyanlık Dışı
Dinler Sekreteryası, 1974'e kadar, kayda değer aktif faaliyet gösterememiştir.
Bu, Sekreterya'nın ilk yıllarda takip ettiği politikadan kaynaklanmıştır. Çünkü
Sekreterya kurulduğunda, diyaloğun doğrudan değil, mahallî kiliseler yoluyla
sürdürülmesi öngörülmüştür. Bu politika, başarısızlık üzerine, Kardinal
Pignedoli'nin başkanlığı sırasında, 1974 yılında, değişmiş ve danışmanların
tavsiyesi üzerine, Sekreterya'nın diyalog çalışmalarına bizzat katılması
kararlaştırılmıştır.
Sekreterya'nın diyalog programları çerçevesinde ilk önemli faaliyeti, 1974
yılında yapılmıştır. 1974 Nisan'ında Sekreterya'nın başkanı Kardinal Pignedoli,
Kral Faysal ve bazı dinî liderlerle görüşmek üzere Suudi Arabistan'a gitmiştir.
Aynı yılın Eylül ayında Kardinal Pignedoli, Sekreteri Fr. Abou Moukh ile
birlikte Kahire'deki İslâmî Araştırmalar Yüksek Konsili'ni ziyaret etmiştir.
Daha sonra, Ekim ayında, Pignedo-li'nin ziyaretine cevaben, Adalet Bakanı
başkanlığında bir grup Suudi ArabistanlI hukukçu, görüşmelerde bulunmak üzere,
Vatikan’a gitmiş ve Papa VI. Paul tarafından kabul edilmiştir.
Sekreterya'nın Islâm Komisyonu ilk toplantısını 1975 yılında yapmıştır. Bu
toplantısında Komisyon, ilk baskısı 1969'da yapılan "Gui-delines for
Dialogue Betwen Christians and Muslims" adlı eserin yeniden gözden
geçirilmesine karar vermiştir. Komisyon, ayrıca, Islâm'ın teolojik yapısı
hakkında çalışma yapılmasını, diğer bir ifadeyle, Islâm'ın "kurtuluş
tarihindeki yerini Hıristiyanların nasıl gördüğünün tespit edilmesini teklif
etmiştir.
Belirlenen program gereği, diyalog ziyaretleri devam etmiş; 1975
Eylül'ünde, Mgr. Rossano Türkiye'deki dinî liderlerle görüşmüş ve Fr. Abou
Moukh da Nijerya'ya giderek Niamey'deki Hıristiyan Müslüman münasebetleriyle
ilgili bir konsültasyona katılmıştır. Fr. Abou Moukh daha sonra
birkaç batı Afrika ülkesini de ziyaret etmiştir.
Sekreterya'nın Hıristiyan-Müslüman diyaloğu programı çerçevesinde
gerçekleştirdiği ilk en önemli faaliyet, 2-6 Şubat 1976 tarihlerinde Libya'nın
Tripoli kentinde yapılan Islâm-Hıristiyan Diyaloğu Semineri'dir.
Libya Başbakanı Abdusselam Callud, İtalya'yı ziyaret sırasında Vatikan'a da
uğramış ve Papa VI. Paul tarafından kabul edilmiştir. VL Paul görüşme
sırasında, Vatikan'ın Libya'da bir elçilik açmak ve Libya'yla münasebetleri
geliştirmek arzusunda olduğunu bildirmiştir. Callud da, bu görüşü
paylaştıklarını, ancak Islâm ile Hıristiyanlık arasındaki bağların daha geniş
bir çerçevede tartışılmasını yararlı gördüklerini belirtmiştir.
Başbakan Callud’un temaslarını takiben Kardinal Rossano başkanlığında bir
Vatikan heyeti, 2-5 Kasım 1975 tarihlerinde Libya'yı ziyaret etmiş ve
Trablusgarb'da Islâm'a Çağrı Derneği Genel Sekreterliği yetkilileri ile
görüşmeler yapmıştır.
Görüşmeler sonunda bir Islâm-Hıristiyanlık diyaloğu semineri için anlaşmaya
varılmış ve seminer 1-5 Şubat 1976 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Seminere,
konuşmacı, olarak, her iki taraftan onikişer kişi katılmıştır. Ayrıca, muhtelif
ülkelerden gözlemci olarak, çok sayıda din adamı da bulunmuştur. Türkiye'den de
yedi kişilik bir heyet ye-ralmıştır.
Seminerde ele alınan konular şunlardır:
· 1.
Islâm ve Hıristiyanlığın modern dünyada bir hayat ideolojisi olma şansları,
· 2.
Tanrı inancının sosyal adalet idealine erişmedeki rolü,
· 3.
Islâm ve Hıristiyanlık arasındaki ortak inanç temelleri,
· 4.
Batıl itikadlar ve iki dinin müntesiblerini (11) birbirine düşüren hurafelerle
mücadele metotları.
Bu seminerin neticesinde Vatikan istediğini elde etmiş ve Binga-zi'de bir
Katolik Kilisesi açılmıştır.
1976 Haziran ayında, Kardinal Pignedoli, Mgr. Rossano ve Fr. Abou Moukh ile
birlikte İran'a gitmiş, Şah ve bazı dinî liderlerle görüşmelerde bulunmuştur.
Pignedoli, daha sonra aynı yılın Eylül ayında, Fr. Abou Moukh ile birlikte
Kuzey Yemeni ziyaret etmiştir. Taki-beden yılın baharında, Mgr. Rossano, Irak,
Pakistan, Bangladeş ve Hindistan'a giderek çeşitli kesimden dinî liderlerle
görüşmeler yapmıştır.
Kardinal Pignedoli, Mgr. Rossano ve Fr. Abou Moukh'un bu ziyaretlerinin
karşılığı olarak, daha sonraki yıllarda, çeşitli Islâm ülkelerinden delegeler
Roma'ya gelmiş ve görüşmeler yapmıştır.
Kardinal Pignedoli, Islâm ülkelerine yaptığı ziyaretleri daha sonra da
devam ettirmiştir. 1978 yılı Nisan ayında, yanına Mgr. Rossano ile Sekreterya
danışmanlarından Fr. Ary Roest'i alarak Mısır'a gitmiş ve orada, el-Ezher
Hocalariyle Peygamberlere inanç, barış, işbirliği ve yeni bir diyalog
zirvesinin yapılması konularında konuşmalar yapmıştır. Bu yıllarda daha bazı
gelişmeler de olmuştur. 1977'de Pignedoli dünyadaki bütün katolik piskoposlara
diyalogla ilgili birer mektup göndermiş, onların tavsiye ve tekliflerini
almıştır.
Sekreterya'nın 1979'da gerçekleştirdiği en önemli faaliyet; üyeleriyle bazı
danışman ve eksperlerini biraraya getirmesidir. Bu toplantıya
gözlemci olarak, Yunan Ortodoks Kilisesinden Başpiskopos At-hanasios
Yannoulatos ile Dünya Kiliseler Konseyi'nden Dr. Mulder ve Dr. Samartha
katılmıştır. Çünkü Sekreterya, Hıristiyanlık dışı dinlerle diyaloğa girerken, diyaloğun
Kiiiselerarası Ökümenik boyutunu da daima gözönünde bulundurmuştur.
Bu toplantının gâyesi; kaynak temin etmek ve gelecek için plan yapmak
olmuştur. Toplantıda Müslümanlarla diyalog konusu da ele alınmış ve Mgr.
Rossano, yaptığı konuşmada, "Müslümümanlarla Diyalog, gelecekte kilisenin
temel görevlerinden biri olacaktır" demiştir.
1979 yılında Papalığa seçilen II. John Paul, selefi VI. Paul tarafından
kurdurulan Sekreterya'nın diyalog faaliyetlerini desteklemiş ve yetkilileri, bu
hususta çalışmalarını devam ettirmeleri için teşvik etmiştir. II. John Paul'un
bu olumlu tavrı üzerine Sekreterya faaliyetlerine hız vermiştir. Mgr. Rossano,
Mayıs 1979'da Lübnan, Suriye ve Irak’ı; Bro Sabanegh ise bütün Arap ülkelerini
dolaşmıştır.
27 Haziran 1980'de Kardinal Pignedoli'nin ani ölümü üzerine, Sekreterya'nın
başına Belçikalı Mgr. Jean Jadot getirilmiştir. 1981 yılı, Sekreterya’nın yayın
faaliyetleri bakımından önemlidir. İlk baskısı 1969'da yapılan Fr. Maurice
Borrmans'ın hazırlamış olduğu "The Gui-delines for Dialogue Between
Christians and Muslims" başlıklı eser gözden geçirilmiş olarak yeni
baskıları ve çeşitli dillere tercümeleri yapılmıştır (12). Diğer yayın ise,
Papa İL John Paul'un Islâm ülkelerine yaptığı ziyaretleri sırasında
Müslüman-Hıristiyan diyaloğu üzerine yaptığı konuşmalardan derlenen
kitapçıktır.
Mgr. Jadot'un başkanlığı döneminde, Kardinal Pignedoli'nin dönemine
nazaran, Sekreterya'nın toplantı faaliyetleri pek olmamıştır. Bununla birlikte,
Sekreterya'nın ileri gelenleri Vatikan’ın diğer kuruluşlarınca düzenlenen
faaliyetlere katılmışlardır. 1981'de Dr. Saba-negh, biri Roma'da, diğeri de
Kahire'de olmak üzere, Konrad Adenaur Foundation tarafından düzenlenen iki
seminerde tebliğ sunmuştur. Roma'daki seminerin konusu "İnanç ve
Kültür", Kahire'dekinin konusu ise "Tolerans''tır.
Dr. Sabanegh aynı senede daha birçok faaliyetlere aktif olarak katılmıştır.
Bunlardan biri, International Progress Organization tarafından 17-19 Kasım
tarihlerinde Roma'da düzenlenen "Islâm ve Hıristiyanlıkta Monoteizm"
konulu seminerdir.
1982 senesinde Mgr. Rossano ve Dr. Sabanegh Ürdün'e gitmiş ve Prens
Hasan'la bir Müslüman-Hıristiyan Diylaloğunun imkânları üzerinde durmuşlardır.
1982 senesi, Sekreterya'ya yeni bir güç kazandırmıştır. Uzun süre
Endonezya'da kalarak Islâm hakkında tecrübesini artıran Fr. Tho-mas Michel,
Sekreterya'nın Asya masasına getirilmiştir. Michel Sekrete-rya'daki ilk
faaliyetlerinden olarak, Fransiskenlerle Müslümanlar arasında bir diyalog
oluşturmayı gâye edinen, İtalya'nın Assisi kentindeki "Aziz Fransuva ve
Islâm" konulu toplantıya Dr. Sabanegh ile birlikte katılmıştır.
Ekim 1983'de Roma'da toplanan Katolik Kilisesi Piskoposlar Sy-nodu'nda
Sekreterya'nın başkanı Mgr. Jadot, Sekreterya'nın çalışmaları hakkında bilgi
sunmuştur. Mgr. Jadot, konuşmasında, diyaloğun yerel kiliselerin en önemli
görevi olduğunu, Islâmla diyaloğun ise birinci derecede ehemmiyet arzettiğini
ifade etmiştir.
Dr. Sabanegh ve Fr. Michel, 1983 yılında yapılan toplantılarda görev
almışlardır. Dr. Sabanegh, mahallî kiliseleri diyaloğa teşvik amacı güden Kuzey
Afrika Episkopal Konferansı'na; Fr. Michel ise, Asya Piskoposlar Federesyonu
tarafından Varanasi'de (Benares) düzenlenen "Asya'daki Müslümanlar
Arasında Hıristiyan Varlığı" konsültasyonuna katılmıştır.
1984 yılında Mgr. Jadot, sağlık durumunu ileri sürerek, başkanlıktan istifa
etmiş ve onun yerine, Papa John Paul tarafından Mgr. Francis Arinze tayin
edilmiştir. Arinze, daha önce Nijerya’nın Onitsha Başpiskoposu idi.
Mgr. Arinze’nin ilk faaliyetlerinden biri 23-31 Ağustos 1984'de Nairobi'de
düzenlenen "IV. Assembly of the World Conference on Reli-gion and
Peace" konferansıdır. Bu konferansa, dünyanın bütün bölgelerinden, Bahai,
Buddist, Hıristiyan, Hindu, Caynist, Yahudi, Müslüman, Şintoist, Sih, Zerdüştî
temsilciler katılmıştır.
Mgr. Arinze, selefi Mgr. Jadot'a oranla başkanlığının ilk yıllarında,
birçok faaliyette bulunmuş ve çeşitli toplantılara katılmıştır. Bunlardan biri,
Ürdün Prensi Hasan'ın başkanı bulunduğu "Al-Beyt Foundation'la yaptığı
temastır.
Mayıs 1985'de, Sekreterya, "Islâm’da ve Hıristiyanlık'ta
Kutsallık" konulu bir kollogyumun organize edilmesine yardım etmiştir.
Kollo-gyum, Roma'daki "Pontifico Istıtuto di Studı Arabie
D'lslamistica" tarafından düzenlenmiş ve kollogyumda sunulan tebliğler
"Islamochris-tiana" dergisinde yayınlanmıştır.
25 Ocak 1986'da, Papa John Paul, dünyadaki bütün dinî liderlere, İtalya'nın
Assisi kentinde yapılacak olan barış için dua gününe, birlikte dua etmek için,
davette bulunmuştur. Dua, 27 Ekim'de yapılmıştır. Sekreterya, diğer dinlerden
dua törenine katılacak dinî liderlerin gelmesine katkıda bulunmuştur. Duaya
birçok müslüman da katılmıştır.
1986 yılı, Sekreterya'nın faaliyetleri bakımından oldukça yoğun geçmiştir.
Fr. Zago, 20-21 Mart tarihlerinde, Lüksemburg'da düzenlenen Avrupa Piskoposlar
Konsultasyonu'nun "Avrupa'yı tehdit eden Islâm" konulu toplantısına;
Cardinal Arinze ve Fr. Michel, 21-23 Nisan tarihlerinde CERES tarafından
Tunus'ta organize edilen IV. Müslüman-Hıristiyan Konferansına
katılmışlardır. Daha sonra Fr. Michel, Ordoğu Kiliseler Konsili'nin
Kıbrıs'taki "Ortadoğu'da Müslüman-Hıristiyan Münasebetleri" konulu
toplantısına gitmiştir. Kardinal Arinze ise, 14-20 Ekim tarihlerinde Nijerya'da
düzenlenen, Anglopon Batı Afrika Episkopal Birliği'nin "Islâm ve
Hıristiyanlık" konulu konferansında hazır bulunmuştur.
Ekim 1986'da Sekreterya'da görev değişikliği olmuş; Islâm masası şefi Fr.
Zago, Sekreterliğe, Mgr. A. Salama da onun yerine getirilmiştir.
1987 yılı Sekreterya'nın Türkiye'ye yönelik faaliyetleri bakımından
önemlidir. Bu yıldan itibaren Sekreterya Türkiye'deki faaliyetlerine hız
vermiştir. 13-21 Mayıs tarihlerinde Sekreterya'nın Başkanı Kardinal Arinze
Türkiye’yi ziyaret etmiştir. İstanbul'daki Episkopal Konferans toplantısına
katılan Arinze, bu esnada bazı dinî liderlerle de görüşmüş ve Ankara Üniversitesi'nde
bir konferans vermiştir (13).
Kandinal Arinze'nin ziyaretinden sonra Ankara Üniversitesi ile Roma
Pontifical Gregorian Üniversitesi arasında karşılıklı işbirliği anlaşması
imzalanmıştır. Bu anlaşma gereğince, Fr. Thomas Michel Türkiye'ye gelmiş; 1987'de
Ankara, 1988'de İzmit ve 1989'da Konya llâhiyat Fakültelerinde Hıristiyanlık
üzerine ders ve konferanslar vermiştir. Thomas Michel'in bu faaliyetlerine
karşılık olarak, Ankara llâhiyat Fakültesinden Prof. Dr. Hüseyin G. Yurdaydın
Roma'ya gitmiş, 1987-1988 Öğretim Yılında Gregorian Üniversitesi ile Pontifical
Institu-te of Arabic Studies'de Islâm Tarihi üzerine dersler vermiştir. Daha
sonra Roma'da, Türkiye'deki llâhiyat Fakültelerinden 12 öğretim üyesi ile
Roma'daki Katolik Enstitülerinden bir o kadar uzmanın katıldığı bir kollogyurh
düzenlemiştir. Bu kollogyum vesilesiyle daha önce imzalanan anlaşma
yenilenmiştir. Bu toplantılara, daha sonra, Ankara'da (1990) ve Vatikan'da
(1991) olmak üzere, devam edilmiştir.
Sekreterya, bu yıllarda Türkiye'ye yönelik faaliyetlerinin yanında diğer
bölgelerde de çalışmalarını sürdürmüştür.
1989 yılında Sekreterya'nın bünyesinde bir değişiklik olmuştur. Islâm
masası şefi Mgr. Salama, Papa II. John Paul tarafından İskenderiye Katolik
Kıptî Patrikliğine yardımcı tayin edilmiş; onun yerine ise, daha önce
Türkiye'deki bazı llâhiyat Fakültelerinde Hıristiyanlık üzerine dersler vermiş
olan ve o zaman Asya masası şefi görevini sürdürmekte bulunun Fr. Thomas Michel
getirilmiştir.
Vatikan bünyesinde kurulan Hıristiyanlık Dışı Dinler Sekrete-ryası'nın,
yukarıda zikredilenlerin d şında, daha birçok faaliyeti
olmuştur. Sekreterya, halen, Müslümanların bulunduğu bütün ülkelere yönelik
faaliyetlerini, daha organize bir şekilde, devam ettirmektedir. Sekreterya'nın
bu faaliyetleıT, yayın organı Bulletin ile yine Roma’daki Pontificio Instıtuto
dı Studı Arabi e D'lslamıstıca'nın yayın organı "Isla-mochristiana"
adlı yıllık derginin "Dokümanlar" kısmında tafsilatlı olarak
anlatılmaktadır.
4. Diğer Diyalog Kurumlan ve Faaliyetleri
Diyalog, "Saint-Siega Sekreteryası" veya Kilise Ökümenik Konseyi
gibi kuruluşların da işbirliğiyle sürdürülmektedir. Bunun dışında, bazı
kuruluşların insiyatifiyle de çalışmalar yapılmıştır. 1971 yılında, merkezi
Cenevre'de olan "Zamanımızın İnanç ve İdeolojileri ile Diyalog
Komisyonu" (D.C.I.) kurulmuştur. Kiliseler Ökümenlik Konseyi, bu kuruluşun
bünyesinde, Islâm Alt Komisyonu Bölümü açmıştır. Bu Komisyon, Dünya Kiliseler
Konseyi'nin "Dünya Misyonu ve Evange-lizm" programı çerçevesinde,
kuruluşundan itibaren, çeşitli ülkelerde Diyalog faaliyetinde bulunmuştur (14).
D.C.I.'nın düzenlediği faaliyetlerden bazıları şunlardır:
Brumana (Lübnan) Toplantısı : 12-18 Temmuz 1972. Bu toplantıya 25 Hınstiyan ve 20 Müslüman
katılmıştır. Diyalog hususunda, karşılıklı saygı, birbirinin inancına şehâdet,
din ve vicdan özğürlüğü atmosferinin yaratılması gibi konular ele alınmıştır.
Acra (Gana) Toplantısı : 17-21 Temmuz 1974. D.C.I.'nin girişimi ile yirmi kadar Müslüman ve
Hıristiyan Afrikalı biraraya gelmiş ve şu konulan ele almıştır: İnanç, şehadet
ve çalışma da Afrikalı Müslüman ve Hıristiyanların işbirliği; Tanrı ve insan
cemaatinin birliği.
Hong-Kong Toplantısı :4-10 Ocak 1975. D.C.I'nin girişimi ile otuz kadar Hıristiyan ve
Müslüman biraraya gelerek, Müslüman ve Hıristiyanların sosyal yaşayışları;
Güneydoğu Asya'da iyi niyetli çalışma ve danışma ortamı meselesini ele
almıştır.
Cenevre-Chambesy (İsviçre) Toplantısı : 26-30 Haziran 1976. Dokuz Hıristiyan
ile dört Müslümanın katıldığı bu toplantıda "Hıristiyan Misyonerliği ve
Islâm Dâvası" konusu tartışılmıştır.
Beyrut (Lübnan) Toplantısı : 14-18 Kasım 1977. Bu toplantıda yirmi civarında Hıristiyan ve
Müslüman, "İnsanlığın Geleceği Açısından İnanç, Bilim ve Teknik"
konusunu tartışmıştır.
Cenevre-Chambesy (İsviçre) İkinci Toplantısı : 12-14 Mart 1979. Yine D.C.I.'nin
girişimi ile düzenlenen bu toplantıda beş Müslüman ile on Hıristiyan, birarada
yaşayan Hıristiyan ve Müslümanlar konusunu ele almıştın
Yukarıda zikredilen tüm faaliyetler Katolik Hıristiyanlar tarafından
düzenlenmiştir. Toplantılara katılan Hıristiyan ve Müslümanların sayısı
dikkatle incelendiğinde, genelde Müslümanların azınlığı teşkil ettiği
görülmektedir. Bundan ve diğer bazı hususlardan, Hıristiyan tarafın, ele alınan
konuların tespitinde ve toplantıya katılacak elemanların seçiminde, daima kendi
lehlerine olmak üzere, Müslüman tarafa baskın çıkmaya ve kontrolü elinde
tutmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Katolik Hıristiyanların yanında Ortodoks Hıristiyanlar da, 1984'lü
yıllardan başlayarak, Müslümanlarla "diyalog"a girmiş ve bir seri
toplantılar düzenlemiştir... "Müslüman ve Hıristiyan Konsültasyonu"
(Mus-lim-Christian Consultation) adı ile yapılan dialog toplantıları,
Isviçre-Chambesy Ökümenlik Patrikliği Ortodoks Merkezi ile Ürdün Kraliyet
Akademisi'nin organizatörlüğünde başlamıştır. Altıncısı 10-14 Eylül 1989
tarihlerinde İstanbul'da yapılan bu toplantıların ilk beşi (1984-1988), sırayla
Ürdün veya İsviçre'de gerçekleştirilmiştir. İstanbul'da yapılan ve "Dinde
Çoğulculuk” konusu etrafında yapılan VI. Toplantı, Türkiye Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanlığı ile Ürdün Kraliyet Islâm Medeniyeti
Araştırmaları Akademisi'nin işbirliği ile yapılmıştır. Bu toplantılarda sunulan
tebliğler kitap haline getirilmiştir.
5. Hıristiyanların Müslümaniara Yönelik Diyalog Çağrılarından Duyulan
Endişeler:
Yukarıda gelişimine kısaca temas edilen "Diyalog
Faaliyetleri"ne hem Katolik Hıristiyanların, hem Ortodoks
Hıristiyanların ve hem de Protestan Hıristiyanların, birdenbire ve
yoğun bir şekilde, ortaya çıkıp, "Diyalog" adı altında Müslümaniara yaklaşması
şüphe ve ihtiyatla ( karşılanmıştır. Müslümanlar yanında
Yahudi, bazı Hıristiyan ve diğer din mensupları arasında da bu çeşit şüphelere
rastlanmaktadır.
Hıristiyanların, Haçlı Seferleri denemesi ve başlangıcı miladî ilk asra
kadar geri giden, Anadolu'nun ve İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesiyle
de "modern" bir anlayışa kavuşan "Misyonerlik"
faaliyetlerinden sonra, birdenbire, dönüş yapıp, "Diyalog"a
yönelmeleri bu şüphelerin kaynağı olmuştur. Günümüzde medenî ve medenî olduğu
kadar İnsanî kabul edilen böyle bir faaliyetin, yani "Diyalog"un
şüpheyle karşılanmasının birkaç sebebi vardır:
1. Bu sebeplerden birisi, bizzat II. Vatikan Konsili'nin Kilise ile ilgili
olan Üçüncü Bölümü (Lumen Centium-lnsanlann Işığı) yeralan ifadelerden
kaynaklanmaktadır. Lumen Gentium adlı bölüm içinde "Kilise ve Hıristiyan
olmayanlar" başlığı altındaki kısımda şöyle denilmektedir:
"Nihayet Incil'i henüz kabul etmemiş olanların, çeşitli biçimlerde
Tann'nın Halkı'na katılmaları için yola koyulmaları öngörülmüştür... Ama
Tanrı'nın Kurtuluş tasarısı, Yaratıcı'yı tanıyanların hepsini ve bunların
arasında özellikle İbrahim Peygamberin imanım uygulayarak, bizimle birlikte
merhametli ve Kıyamet Günü'nde insanları yargılayacak olan tek Tanrı'ya tapan
Müslümanları da kucaklayacaktır... Kilise, Tanrı'nın şerefini yükseltmek ve
bütün bu umutsuz insanların kurtuluşunu gerçekleştirmek için
Efendimizin 'Her yaratığa Incil'i vaazedin' (Markos, 16/16) şeklindeki
buyruğunu daima hatırlayarak, özenle bütün dünyaya Incil'in yayılmasını
amaçlayan Misyonlarını kalkındırmakta ve desteklemektedir".
"Kilise'sinin Misyonerlik Karakteri" başlığı altında da şu hususlara
yer verilmektedir: "Gerçekten de Peder tarafından Oğul'un gönderilmesi
gibi, Mesîh Isa da Havarilerini: 'Öyleyse gidin ve bütün insanları Peter, Oğul
ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin, size emrettiklerime uymayı onlara öğretin ve
eğitin; işte dünyanın sonuna kadar bütün günler sizinle beraber olacağım'
(Matta, 28/18-20) diyerek yollamıştır. (Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi
gönderiyorum. Yuhanna 20/21). Mesîh Isa'nın Kurtuluşunun hakikatini müjdelemeyi
amaçlayan bu önemli buyruğu, Kilise yeryüzünün son sınırlarına varıncaya kadar
yerine getirmek için havarilerden teslim almıştır (Bkz. Hav. İş. 1/8).
Bundan dolayı Havari Pavlus'un 'Vaaz etmez isem vay halime' (Korintoslu-lara I
Mektup, 9/16) şeklindeki sözlerini Kilise kendisine söylemişcesine mevcut
olmayan yerlerde cemaatler tam anlamıyla kuruluncaya ve bunlar Incil'i yayma
görevini sürdürecek hale gelinceye kadar, Misyonerlerini göndermeye devam
etmektedir." (15).
İL Vatikan Konsili döneminin ikinci Papası VI. Paul da, Konsili ziyaretinde
şöyle demiştir: "Incil, 'her yaratığa Incil'i vaaz için tüm dünyaya gidin'
demektedir. Ben ise buna şunları da ilave ediyorum: 'Misyonerlik için yeni
yollar hazırlamak, yeni vasıtaları gözden geçirmek, yeni enerjiler meydana
getirmek' gerekir" (16).
Görüldüğü gibi İL Vatikan Konsili'nde, bir taraftan diyalog gündeme gelmiş,
diğer yandan Kilisenin görevinin yeryüzünde herkesin Hıristiyanığı kabul
edinceye kadar süreceği kararlaştırılmıştır.Buna göre, Kilisenin
görevini hakkıyla yapması, bütün insanların Hıristiyan olmasına bağlıdır. Bu
görev, İncillerin ifadelerinden (17) ve Pavlus'un "Vaaz etmez isem vay
bana" (i8) sözünden çıkarılmaktadır. Yuhanna Incil'indeki "Sen beni
gönderdiğin gibi ben de onları dünyaya gönderiyorum"(19) sözlerini Kilise,
Isa'nın bu tebliğatının bütün insanlara ulaştırılması yolunda bir emir
saymıştır. Ancak Hz. Isa'nın, peygamberliğinin gereği olarak, Allah'ın
emirlerini insanlara ulaştırma yolunda gayret göstermesi ve Havarilerinin de
bunun devam ettirmesi normaldir. Onlar, bunu yaparken, "Irşad ve
tebliği" esas almışlardır. Ancak Hıristiyanlık'ın yayılmasında takip
edilecek yol Pavlus'ta yeni bir anlayışa kavuşmuştur. Bunu, Pavlus'un şu
sözlerinden anlamak mümkündür: "İmdi benim ücretim nedir? Incil'de olan
selahiyetimi ifratla istimal etmek için, Incil'i meccaneri arzetmektir. Çünkü
herkesten azad-ken, daha çok adam kazanayım diye, kendimi herkese kul ettim.
Yahu-dileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim şeriat
altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye, şeriat altında
olanlara şeriat altında gibi davrandım. Allah'a karşı olmayanlara, Mesih'in
şeriatı altında olduğum halde, şeriatı olmayan gibi davrandım. Zayıfları
kazanayım diye, zayıflara, zayıf oldum; her ne suretle olursa olsun, bazılarını
kurtarayım diye, herkese herşey oldum. Hepsini Incil içi;i yapıyorum,
tâ ki ondan hissedâr olayım" (20).
Pavlus'un Korintoslular’a Mektubu'nda yeralan cümlelerde onun,
Hıristiyanlığı yayabilmek için, Yahudilerle Yahudi, Putperestlerle putperest,
diğer inançlarda olan insanlarla da onların inancında imiş gibi hareket ettiği
görülmektedir. Pavlus'un bu ikili rolü, daha sonraki Hıristiyan misyonerleri
için örnek alınmış ve onun sözleri bayraklaştırılmıştır (21).
Pavlus'un Hıristiyanhk'ı yaymaktaki ikinci yolu-metodu, bugün
Hıristiyanların ençok sözünü ettikleri, "sevgi"dir. O, bunu da şöyle
açıklamaktadır: "Eğer insanların ve meleklerin dilleriyle söylersem, fakat
sevgim olmasza, ses çıkaran bir bakır, yahut öten bir zil olmuş
olurum. Eğer peygamberliğim olursa, bütün sırları ve her ilmi bilirsem ve eğer
dağları nakledecek bütün bir imanım olursa, fakat sevgim olmazsa bir
hiçim" (22). Pavlus, yapacaklarını, uyanık ve imanda kararlı olarak
"sevgi" ile yapmalarını şu şekilde formüle etmektedir: "Uyanık
olun, imanda kararlı bulunun, yetenekli-kabiliyetli kimseler olun (soyez des
hommes), kuvvetli olun. Herşeyiniz sevgi ile olsun" (23).
Bunun için de Kilise, bir yandan diyalog derken, öte yandan da misyonerleri
göndermeye ve onları desteklemeye devam etmektedir (24). Bu durum da,
"diyalog"un, şartları ve metodu değişmiş bir "misyonerlik"
şeklinde görülmesine yol açmıştır. Böyle bir metod değişikliği Hıristiyanlar
için bir zorunluluk halini almıştır. Çünkü; Miladî ilk asırdan
başlayan Hıristiyanlığı yayma yolu olarak görülen Misyonerlik, Müslüman ve
diğer din mensupları arasında "antipati"ye yolaçmıştır. Hangi şekilde
olursa olsun bir Hıristiyan'ın, Hıristiyan olmayan birişine yaklaşması ihtiyat
ve şüpheyle karşılanmıştır. Hıristiyanlar, kendilerine karşı olan menfi tutumu
değiştirme, asırlardır bütün gayretlerine rağmen başarısızlıklarını başarıya
çevirme yolunu "sıcak" münasebetlerde görmüşlerdir. Bu yol, II.
Vatikan Konsili’nde "Diyalog" şeklinde olgunlaşmıştır. Bu da,
Müslümanlar arasında uzun zaman görev yapmış "Misyonerlerin ulaşmış
oldukları kanaatin neticesidir (25). İslâmî gelişmenin silahla
durdurulamayacağının anlaşılması üzerine "Misyonerlik" faaliyeti
sistemli olarak başlatılmıştır. Haçlı Seferlerinden sonra ortaya çıkan (1208)
ve Papa III. Innocente tarafından da onaylanan Fransizken tarikatının kurucusu
Franços d'Assise, Müslümanlara karşı yapılan Haçlı Seferleri'nin faydasızlığı
ve Müslümanlara ancak "Sevgi" ile yaklaşılacağını, İslâmî gelişmenin
bu yolla durdurulabileceği kanaatini uygulamaya koymuştur. Daha sonra
Fransizken tarikatına katılan Ispanyol Raymond Lulle, aynı metodu benimsemiş,
Arap dili ve Islâm felsefesini öğrenerek, Müslümanlar arasında faaliyet
göstermiştir (26).
Bütün gizli ve açık faaliyetlerine rağmen Hıristiyan Misyonerleri,
Müslümanlar arasında istenilen neticeye ulaşamamış ve antipati ile
karşılanmışlardır. Misyonerlere karşı takınılan menfî tavır, onları daha
sempatik metodlar benimsemeye sevk etmiş görünmektedir. Bu metod da;
Müslümanların kalbini Hıristiyanlığa ısındırma, onları etkileme yolu olarak
"sevgi", "samimiyet" ve Müslümanların inançlarına
"saygılı davranmaktır. Bu yolu merkezi Londra'da bulunan
"International Missio-nary Concil” sekreterliğinde bulunmuş VVilliam
Paton, özetle, şöyle belirtmektedir: Müslümanlara yaklaşmakta dikkatli
olmalıyız. Hıristiyanın Müslümana ilk mesajı doktrin değil, "sevgi"
olmalıdır. Islâm ülkelerine yayılmış olan büyük misyoner okulları, kolejler ve
hastaneler bu yaklaşımın göstergesidir, şahitleridir. Eğer Hıristiyanın ilk
mesajı sevgi olursa, burada, Hıristiyanlık'ta Müslüman'a cazip gelecek unsur,
Isa Mesîh'in karakteridir. Tecrübeli bir Islâm araştırmacısının anlattığına
göre Modern Müslümanlar, Muhammed'de Isa-Mesîh'in karakterine dayalı bir figür
oluşturmaya çalışmaktadır. Isa-Mesiîh'in karakteri Müslümanları,
Hıristiyanların ona olan tutumlarını anlamaya götürecektir. Müslüman, Isa'da
Tann'nın ahlâkî karakterini görecektir (27).
Uzman bir misyoner olan Erich
Bethmann'ın, başarılı.olmaları için, Misyonerlere tavsiyelerinin
başında "sevgi" gelmekte ve Müslümanlara sevgi ile yaklaşmak
gerektiğini savunmaktadır (28). Bunun yanında o, Müslümanların inancı konusunda
Hıristiyanların nasıl bir tavır takınması gerektiğini özet olarak şu şekilde
dile getirmektedir: Müslümanların dininden ve dinî kurumlarından konuşurken çok
dikkatli ol. Muham-med'den yalancı peygamber olarak bahsetmek, Müslüman'ın Isa
için "Fahişe'nin oğlu" demesi gibi birşeydir (Bu ne kadar başarılı
ise, o da o kadar başarılıdır). Sen, "Muammed Islâm Peygamberidir"
demekle hiçbir şey kabul etmiş olmazsın (29). Ayrıca, Isa’dan Allah oğlu diye
bahsetme; çünkü Müslümanın nazarında bu bir küfürdür (30).
Misyonerlerin Hıristiyanhk'ı yaymada ve Müslümanlara yaklaşmada takip
edecekleri metotlar, "Method of Mission Work Among Moslems" adlı
kitapda da tavsiye edilmiştir. Bunlardan birisinin Şu olduğu belirtilmektedir:
"Birinci planda öyle yapalım ki, Müslümanlar, onları sevdiğimize kânî
olsunlar. Böylece onların kalbine girmeyi öğrenmiş oluruz. Misyonerlere gerekli
olan, zahirde bütün Doğu ve Müslüman milletlerin adetlerine saygılı olmalıdır.
Tâ ki bununla kendilerini dinleyenler arasında, fikirlerini yayma fırsatına
kavuşabilsinler. Meselâ 'Hz. Isa mutlaka Allah'ın oğludur' demekten kaçınılmalı
ki buna inanmayan kimseler nefret etmesinler. Onlara yaklaşmak mümkün olunca
istenildiği şekilde propaganda yapılabilir" (31).
Islâm ülkelerinde uzun zaman görev yapıp, Müslümanları yakınen tanıyan
Hıristiyanların tavsiyeleri II. Vatikan Konsili'nde gündeme gelmiş, tartışılmış
ve Müslümanlara yaklaşma metodunda değişikliğe gidilmesinin kabul görmüş olduğu
anlaşılmaktadır. Konsil'de Hıristiyan olmayanlara, Müslümanlara Hıristiyanların
müspet bakması, sıcak, samimî ve sevgi ile yaklaşması kararlaştırılmıştır. Bu
kararda Müslümanların, Isa Mesih'i, ilah kabul etmeseler de, peygamber olarak
onu ve annesini yüceltmiş olmaları etkili bir unsur olarak görülmüştür.
Yine bunun yanında Hıristiyanların, İslâm hakkında konuşma yerine
Müslümanlarla konuşmaya ağırlık vermesi istenmiştir. Hıristiyan Dünyası'nda
Islâmla ilgili çalışmaların, Müslümanlarla diyaloğa taşınabilecek nitelikte
olması da tavsiye edilmiştir (32).
Kur'ân'nın sınırlarını belirlediği esaslar içerisinde Müslümanlar, diğer
din mensuplarına "en güzel şekilde ve hoşgörü" ile yaklaşmış; Islâm
ülkelerinde Müslüman olmayanlar Müslümanlarla günlük hayatta, beraber ve
işbirliği içerisinde yaşamıştır. Müslümanlar, diğer din mensuplarıyla olan
münasebetlerinde müsamaha ve adâleti temel olarak benimsemiş, Kur'ân'ın
"Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde
tartış" (Nahl, 125) emriyle hareket etmiştir. Islâm'ın hoşgörüsü ve
Müslüman'ın anlayışı, din olarak Islâm'ın geniş alanlara kısa zamanda
yayılmasına sebep olmuştur.
Islâm'ın yayılması karşısında Hıristiyanların gerilemesi ve Hıristiyanlarca
kutsal kabul edilen yerlerin Müslümanların eline geçmesi; Hıristiyan
dünyası'nda ikili bir "taarruz"un başlamasına vesile olmuştur.
Bunlardan birisi Haçlı Seferleri, diğerleri Misyonerlik'tir. Her iki tavır da
müslümanlar üzerinde menfi tesir meydana getirmiş, her Hıristiyan
"Misyoner" görülmüş, ihtiyatla karşılanmış ve Müslüman-Hıristiyan
yakınlaşmasını dondurmuş, asgarî seviyeye düşürmüştür. Bunu normal seviyeye
çıkarmak, Haçlı Seferleriyle başlayan ve "Misyo-nerlik'le doruk noktasına
ulaşan menfi durumu nüspete çevirmek için, Hıristiyan dünyasında arayışlar
başlamış ve yeni "oluşumlar"a ihtiyaç hissedilmiştir. Bu
"oluşum", Müslümanlar arasında faaliyet gösteren misyonerlerin ve
Oryantalisterin raporlarında yeralmıştır. Uzun zamanın mahsulü olan raporlar ve
görüşler katolik Kilisesi'nce değerlendirilmiş ve "Müslüman-Hıristiyan
Diyaloğu" planında etkisini göstermiştir. Bu, tartışmalara yolaçmış ve
Hıristiyanlar arasındaki farklı anlayışlardan kaynaklanan ayrılıkları giderme
yolu da, "diyalog" tartışmalarında görülmüştür. Müslüman-Hıristiyan
münasebetlerinin yeni bir tipi olan "Diyalog", müsbet karşılanmıştır.
Burada önce karşılıklı sevgi ve saygı sözkonusu edilmiştir. Bu hareketin
öncüleri; aralarında Tunus Arap Dilleri Enstitüsü'nün kurucusu P. Demersaman,
Louis Massignon ve birçok ülkenin Hıristiyan Oryantalistleridir. Bunlarca
önerilen teklif, Kilisece de kabul edilmiş ve İL Vatikan Konsili'nde Hıristiyan
olmayan Dinler konusundaki açıklamada müşahhaslaşmış ve "Hıristiyanlık
Dışı Dinler Sekreteryası"nda Islâm Bölümü kurulmuştur (33).
· 2.
Diyalog'da şüpheye yolaçan diğer bir husus; diyalog çalışmalarında görev almış
olan kimselerin, daha önce bizzat Misyonerlik görevlerinde bulunmuş
olmalarıdır. İL Vatikan Konsili'nde oluşan "Hıristiyanlık Dışı Dinler
Sekreteryası"nın başkanlığına getirilen Kardinal Pignedoli, bu göreve
getirilmeden önce, "Halkları Hıristiyanlaştırma Ce-maati"nin
sekreterliğini yapmıştır, Sekreterya'nın Islâm Bölümü başkanlığını üstlenen Fr.
Couq, Afrika Misyonerler Topluluğu (Beyaz Babalar) üyeliğinde bulunmuştur (34).
Bunun yanında Müslümanlar arasında "diyalog" adı altında ve
"tolerans" yolları denenerek Hıristiyanlaştırma çalışmalarının
yapıldığı, Hıristiyanların sayısını artırma gayreti içinde bulundukları dikkati
çekmektedir. Endonezya'da, eğer doğruysa, kendilerinin verdiği istatistiklerde,
bir yılda Hıristiyanların % 1,9'dan % 12'ye varan bir artış göstermesi bu
şüpheleri artırmaktadır. Çünkü bu artış, normal bir artış değil, ancak
Hıristiyanlaştırma yoluyla olabilecek bir artıştır (35).
· 3.
Diyalog'un "Misyonerlik'ln yeni bir şekli olarak görülmesidir. Bu,
Hıristiyan araştırıcılar ve hatta "diyalogcular" arasında tartışma
konusu olmuştur. Wilfred C. Smith, Diyalogu "Misyonerlik''in bir şekli
olarak görmenin erken olduğunu belirtirken bazı ipuçları vermektedir. O, şöyle
demektedir: "'Diyalog' kelimesi, son yıllarda hem Roma Katolik, hem de
Protestan Kilisesi'nde ön plana çıkmıştır. Büyük hareketler (Misyonerlik) halâ
zihinlerdedir. Fakat bu düşüncenin önceki Evangelis-tik Misyoner hareketin bir
tarnsformasyonu olup-olmadığını söylemek henüz erkendir" (36).
Islamo-Christiana dergisindeki bir makalesinde Taylor, bu konuyu açıkça şöyle
ortaya koymaktadır: "... Müslümanlar arasındaki Misyonerlik (mission),
çalışmaları diyalogun önemini ortaya koymuştur. Burada sözkonusu
"diyalog", misyonerliğe bir alternatif değil, bizzat şartlara uygun
misyonerliktir (mission)" (37).
Kanaatimizce Taylor, burada, "Diyaiog"un nasıl anlaşılması
gerektiğini ortaya koymuştur. Bunun yanında bir Katolik Başpiskoposu olan
Antonio Jose Peteiro Freire, 1990 yılında, "Diyaloğu" çağın
ayırdedici özelliği görmekte ve II. Vatikan Konsili'nden sonra, Katolik
Kilisesi'nin "Misyonu"nu icra etmek için "Diyalog"u
seçtiğini belirtmektedir (38). Ayrıca, Türk gazetelerinde yeralan haberlere
göre, Papa'nın Katolik misyonerlerinin faaliyetlerini artırması yolundaki
raporunu (39) ve "AT'a Müslümanların alınmasını istemiyor" şeklinde
yorumlanan görüşlerini (40); Kiliseler Birliği'nin Türkiye’ye yönelik
"Bölücü faaliyetleri" destekleyen faaliyetlerini (41) de ilave etmek
gerekmektedir.
Katolik Hıristiyanlar yanında Ortodoks Hıristiyanların da tavrını ve
"Diyalog”daki samimiyetlerini değerlendirmek lâzımdır. Ortodoks
Hıristiyanlar, 1984'lerde, Müslümanlarla "Diyalog"a girmişlerdir.
Ortodoks Hıristiyanların temsilcisi sıfatıyla "Diyalog toplantıları"™
organize eden İsviçre Ortodoks Merkezi Başkanı Metropolit Prof. Dr. Damaski-nos
Papandreou'dur. Yunanistan'da Müslüman Türklere karşı takip edilen dinî siyaset
karşısında, öncelikle Diyalog çalışmalarının faydasına inanmış gibi görünen
Metropolit Damaskinos'un çıkması beklenir. Çünkü Yunanistan'da Müslüman
Türklere karşı başlatılan siyasette başrolleri bizzat rahipler ve metropolitler
oynamıştır (42). Bunlar ve gelişen olaylar karşısında, ne Damaskinos'un, ne de
İstanbul'da yapılan "Diyalog Toplantısı"na Yunanistan'dan katılan ve
aralarında hukukçuların da bulunduğu tebliğcilerin müsbet bir tavrına
rastlanmıyor. Halbuki bunlar İstanbul toplantısının "Sonuç
Bildirisine katılmış ve kabul etmişlerdi. Böyle "çift standartlı"
tavırlar, ister istemez "Diyalog''un samimiyetine gölge düşürmektedir.
Yukarıda üç madde altında özellenmeye çalışılan hususlar gözönüne
alındığında; Hıristiyanların misyonerlik faaliyetlerinden vazgeçmedikleri ve
"Diyalog"un da bunun kılıfı (43), çağın şartlarına uydurulmuş
"misyonerlik" olduğu söylenebilir.
Kilise, bir yerde Hıristiyanlığı yerleştirmek için üçlü bir yol takip
etmiştir. Biri doğrudan Hıristiyanlaştırma; diğeri o ülkenin aydınlarının
eserlerine nüfuz etme ve kültürlerine girme; üçüncüsü Batı Medeniyetiyle
Hıristiyanlığı aynı gösterme gayretidir (44). Tabiî Slav miletlerinin din
değiştirmesinin, Hıristiyanlaşmasının Misyonerlerin parlak bir zaferi olarak
görüldüğü (45) gözönünde bulunursa işin önemi daha iyi anlaşılır.
Hıristiyanların 1964'de başlattıkları "Diyalog"u Islâm, diğer
dinlere sıcak bakışında ve Hıristiyanları Ehli Kitap görüşünde göstermiştir.
Bunun için, "Dialog" ismiyle olmasa da, uygulamadaki örneklerle,
bugün "diyalog" diyebileceğimiz bir anlayış, Islâm'ın yayıldığı
döneme kadar geri gitmektedir. Kur'ân'ın yaklaşımı Müslümanlar tarafından daima
uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır. En güçlü dönemlerinde bile Türkler,
hâkimiyetleri altındaki diğer din mensuplarına hoşgörü örneklerini göstererek
ve işbirliği yaparak en iyi misal olmuştur.
Günümüzde, inanan insanlar arasında, girişte belirtilen anlamda, dialog
çalışmalarının faydalı bulunduğu kanaatindeyiz. Bu, İnsanî ve ahlâkî bir
davranıştır. Art niyet taşımayan, samimî ve gerçek anlamdaki bir dialogda
Müslümanlarında da istifadeleri olacaktır. Çünkü Islâm'da "tebliğ"
esası vardır. Islâm İlkelerimin, gerek Müslümanlara ve gerekse Müslüman
olmayanlara ulaştırılmasının yolu tebliğdir. İslâmî tebliğde, aldatma,
kandırma, baskı yapma hileli yollara sapma gibi esaslara yer yoktur. Açıklık,
samimiyet ve doğruluk temel prensiptir. Bu metodu Kur'ân şu şekilde ortaya
koymaktadır: "Ey Muhammedi Bundan ötürü sen birliğe çağır ve emrolunduğun
gibi doğru ol; onların heveslerine uyma ve şöyle de: 'Allah'ın indirdiği
Kitab'a inandım, aranızda adâletle hükmetmekle emrolundum. Allah, bizim de
Rabbimizdir, sizin de Rabbj-nizdir; bizim işlediklerimiz bize, sizin
işledikleriniz kendinizedir" (45). "Ey Muhammedi Rabbinin yoluna,
hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin,
doğru yolda olanları da sapıtanları da iyi bilir" (46). "Ehl-i Kitap
ile en güzel bir şekilde mücadele edin ve 'Bize indirilene de, size indirilene
de inandık. Bizim Tanrımız da, sizin Tanrınız da birdir. Biz O'na teslim
olanlarız (müslümanlarız) deyin" (47). Kur'ân hak ve hakîkat yolunu
açıkladıktan, mesajını ulaştırdıktan sonra, inanıp-inanmamayı insanın
ihtiyarına bırakır; inanıp, yararlı iş yapmanın kişinin menfaatine olduğu
hakikatini de ortaya koyar. Neticede "Sizin dininiz size, benimki de banadır"
(48) prensibini yerleştirerek, bugünkü "Diyalog" çalışmalarındaki
ölçüyü ve metodu en veciz şekilde açıklar.
Isiâmla ilgili olarak verdiğimiz bu bilgiler; sadece "tebliğ" ile
"misyonerlik" arasındaki farkı belirtmek ve Müslümanların da gerçek
anlamdaki bir "dialog"dan korkacak birşeylerinin bulunmadığını ortaya
koymak amacına yöneliktir. Aslında Müslümanlar da, hakikî anlamdaki bir
"dialog"a kendi düşüncelerini taşımamalıdır.
6) Gerçek Anlamda Bir Diyalogda Aranması düşünülen Prensipler
Biz, herkesi, Allah'ın bir yaratığı ve kutsal bir emaneti bilmekte; Yunus
Emre'nin, "Yaratılmışları severiz Yaratan'dan ötürü" ifadesindeki
anlayışla görmekteyiz. Bundan dolayı yazdıklarımızın ışığında, bugün, insanî ve
İnsanî olduğu kadar da medenî bir davranış olarak değerlendirdiğimiz
"dialog faaliyetlerimin hedefine ulaşması ve istenilen gâyenin elde
edilmesi için, şu hususların gözönünde bulundurulmasında fayda mütalâa
etmekteyiz;
· 1.
Dialoglarda, sinsî, gizli, siyasi vb. gâyeler güdülmemeli; samimiyet esası
benimsenmeli; "Misyonerlik"in veya "propagandamın yeni bir
metodu gibi görülmemeli ve bu çeşit görüntüler giderilmelidir.
· 2.
Dialog olsun diye dinî emirlerde te'vile, zorlamaya gidilmemeli, her din olduğu
gibi sunulmalıdır. Bütün gerçekler ortaya konulduktan sonra, Kur'ân'ın
ifadesiyle, "Sizin dininiz size, benim dinim bana" deni-lebilmelidir.
· 3.
Dialog toplantılarında her din; inanç, ibadet, muamelet ve ahlâk esaslarıyla da
ortaya konulabilmeli; ayrıldıkları noktalarla, ortak noktalar belirlenebilmeli
ve bu gerçekler bilindikten sonra herkes kendi dininin sınırları içinde
kalabilmelidir. Dialog'da sadece "tolerans", "sevgi" vb.
gibi konularla sınırlı kalınılmamalı, ilk adım, dinî meseleler konusunda,
günlük hayatla ilgili esaslarda ve yardımlaşma hususunda olmalıdır.
· 4.
Her dinin mensupları, diğer din mensuplarıyla dialoğa girmeden önce, kendi
dinine mensup gruplar arasında dialoğu gerçekleştirmeye çalışmalıdır.
· 5.
Müslüman ülkelere yönelik "Misyonerlik" çalışmalarının sona
erdirilmesi için ortak tavır alınmalıdır.
· 6.
Zulme uğrayan milletler yanında, din ve milliyet farkı gözetilmeden,
yeralınmalıdır.
· 7.
Dialog, eşit şartlarda ve eşit zeminlerde olmalıdır. Her dini tem-silen uzman
kişiler, bu sahada uzmanlaşmış kişiler dialog çalışmalarında görev almalıdır.
· 8.
Dialog, lafta kalmamalı, fiiliyatta da kendini göstermelidir. Gerçek samimiyet,
karşılıklı saygı ve sevgi esasına dayanmalıdır.
· 9.
Din konusunda ortak noktalardan hareket edilmeli; farklı din mensupları, inanç
ve ahlâkî değerler yönünden birbirlerini anlamaya yönelmelidir.
· 10.
Diyalog taraftarları, karşı taraftakilerin de kendi dinini kesin doğru ve
gerçek bildiği hakikatini gözönünde bulundurmalıdır.
· 11.
Her din mensubu, kendi mensubu olduğu dinden taviz vermeden, diğer din
mensuplarına da "dindaş" muamelesi yapabilmelidir.
· 12.
Dialogda, sadece temas kurulan dinlerin değil, dünyada mevcut olan bütün
dinlerin mensupları da aynı ölçüler içerisinde değerlendirilmelidir.
· 13.
Dialogda taraf olan dinlerin âlimleri ve kurumlan, kendi aralarında
münasebetleri şıklaştırmalı, dinlerin yasakladıkları fiiller karşısında ortak
hareket edebilme yolları aramalıdır.
· 14.
Türkiye ve hatta Müslüman ülkeler için, bu "Dialog" faaliyetlerinin
faydalı olması isteniyorsa; Dialog, resmî bir politika çerçevesinde ve belirli
bir kurumca yürütülmelidir. Çünkü Hıristiyan taraf,-organize olarak ve resmî
sayılabilecek bir politika ile bu işi yürütmektedir. Türkiye'de de bu işi
yürütecek bir "Dialog Enstitüsü" kurulmalı ve bu işi çalışma alanı
olarak seçecek, hem İslâmî ve hem de Hıristiyanlığı iyi bilen, birkaç dilde
konuşup yazabilen elemanlar yetiştirilmelidir.
SEKİZİNCİ BÖLÜMÜN DİPNOTLARI
· 1)
Bakara, 286
· 2)
Nahl, 125
· 3)
Safi, 6
· 4)
Matta XXVIII: 19-20
· 5)
Gregor'un lakabı "aydınlatıcı"dır. (Gregory: Gregoire:
Kırkor)
· 6)
Bkz. Concile Occumenigue Vatican II, Paris 1967, 696; M.L.
Fitzgerald, "The Sekretariat for Non-Christians is Ten Years Old",
Islamochristiana, Rome 1975, 1/88-90; Paul Peupard, "Concile Vatikan
II", Dictionnaire des Religions (DR), Paris 1983, 305-308
· 7)
Bkz. Fitzgerald, "Secretariat for Non-Christians...",
Isla-mochristiana, 1/87; Maurice Borrmans, Müslümanlarla Hıristiyanlar Arasında
Diyaloğa Yönelişler, Çev. E. Mehmet Ümit, İstanbul 1988, 140
· 8)
Bkz. Fitzgerald, "Secretariat for Non-Christians...",
Isla-mochristiana, I/87; Fitzgerald "Twenty-five years of Dialo-gue"
Islamochr'ıstiana, Rome 1989, XV/114.
· 9)
Bkz. John B. Taylor, "The Involvement of the World Concil of
Churches in International and Regional Christian-Muslim Dialogue",
Islamochristiana, Rome 1975, I/97; Fitzgerald, "The Secretariat for
Non-Christians...", Islamochristiana, I/ 87-88; Jacque Jomier,
"Dialogue Islamo-Chretien", Dictionnaire des Religions (DR), Paris
1983, 411
· 10)
Bu kısımdaki bilgiler için bkz. M.L. Fitzgerald, "Twenty-Five Years
of Dialogue", Islamochristiana, XV/109-120
· 11)
Bu seminerin hazırlık çalışmaları, katılan delegeler ve sunulan
tebliğler, "Documents of Research of Seminar of the Is-lamic-Christian
Dialogue" adı altında Libya Hükümeti tarafından 1981 'de bastırılmıştır.
· 12)
Kitap, Fransızca olarak, "Orientations pour un Dialogue entre Chretiens et
Musulmans" adıyla 1981'de Paris'te basılmıştır. Kitap, 1984'de
Flemenkçe'ye, 1985'de Alman-ca'ya, 1986'da Arapça'ya, 1988'de İtalyanca ve
Türkçe'ye, 1989'da da İngilizce'ye tercüme edilmiştir.
· 13)
Kardinal Arinze'nin bu konferansta yaptığı konuşma Isla-mochristana'nın
1987 sayısında "Interreligious Dialogue at the Service of Peace" adı
altında yayınlanmıştır (Bkz. a.g.d. yıl 1987, 13)
· 14)
M. Bormans, 140-145; J. Jomier, DR, 412
· 15)
Tanrı'nın Ailesi (Lumen Gentium), Latince'den Türkçe'ye Çev. Padre Vincenzo R.
Succi, İstanbul 1984, 36-38
· 16)
Bkz. Mehmet Aydın, Hıristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsili, Konya
1991, 80
· 17)
Bkz. Matta, XXVIİI/19-20; Markos, XIII/9-11; Yuhanna, XVII/18-21
· 18)
Korintoslular'a L Mektup, 1X/15
· 19)
Yuhanna, XVII/18-21
· 20)
Korintoslulara I. Mektup, IX/18-23
· 21)
Bkz. Tanrı'nın Ailesi, 37
· 22)
Kontoslulara I. Mektup, XIII/l-3
· 23)
Korintoslulara I. Mektup, XVI/13-14; La Bible, Paris 1977
· 24)
Bkz. Lumen Gentium (Tanrı'nın Ailesi), 37; A. Perbal, "Pro-jets,
Fondation et Debuts de la Sacree Congregation de la Propagande", Histoire
Üniverselle des Missions Catholi-ques (HUMG), Paris 1957, 11/109-110
· 25)
Bkz. Ahmet Rıza Batı'nın Doğu Politikasının Ahlâken İflası, Fransızca'dan
Çev. Ziyad Ebuzziya, Ankara 1988, 83-90, 117-118; G. Ostrogorsky, Bizans
Devleti Tarihi, Çev. F. Işıltan, Ankara 1981, 490-527; M. Halidî-Ö. Ferruh,
İslam Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, Çev. Ö. Şekerci, İstanbul 1985,
s.71; J. Jomier, "Dialogue...", DR, 412
· 26)
Bkz. Richard, "Les Missions Chez les Mongols aux XIII6 Siöcles", Histoire
üniverselle des Missions Catholiques (HUMC), Paris 1956, 1/177-178; Raymond
Sugranyes de Franch, "Raymond Lulle, Ses Ideees Missionnaire", HUMC,
1/207-210, 216-218; G. Berker, O'nun İzinde, İstanbul 1985, s. 71;
Marguerite-Marie Thiollier, Dictionnaire des Religions, Belgique 1982, 147,
223-224
· 27)
VVilliam Paton, Jesus-Christ and World Religions, London 1938, 33-34; Ayrıca
Bkz. W. Paton, Christianity in the Eas-tern Conflicts, London 1937, 9-10
· 28)
Bkz. Erich W. Bethmann, Bridge to İslam, Gr. Britain 1953, 204-205
· 29)
Bethmann, 205; Ayrıca Bkz. 205-208
· 30)
Bethmann, 208
· 31)
M. Halidi-Ö. Ferruh, 59
· 32)
Bkz. Concile Oecumenique Vatikan II, 696, 692-700; Fitz-gerald, "The
Secretariat for Non-Christians...", Islamo-Christiana, I/88-90; John B.
Taylor, "The Involvement of the World Concile...", Islamo-Christiana,
I/97; Bormans, Müslümanlarla Hıristiyanlar Arasında Diyaloğa Yönelişler, 79-80.
· 33)
Bkz. J. Jomier, "Dialogue...", DR, 412
· 34)
Bkz. Fitzğerald, "The Secretariat for Non-Christians...",
Isla-mochristiana, I/87; Fitzğerald, "Twenty-Five Years of
Dialo-gue", Islamochristiana, XV/114; Baki Adam, "Misyonerlikten
Diyaloğa: Tarihî Gelişimi İçerisinde Hıristiyanların Müslümanlara Yaklaşımı",
Ankara 1990 (Basılmamış Doktora Semineri), 17-18, 22-23
· 35)
Bkz. François Raillon, "Chretiens et Musulmans en Indonesie: Les Vois de
la Tolerance", Islamo-Christiana, XV/153-157
· 36)
VVilfred C. Smith, Religious Diversity, New York 1976, 150
· 37)
J.B. Taylor, a.g.m., Islamochristiana, I/97 (Burada mission kelimesi,
misyonerlik olarak tercüme edilmiştir).
· 38)
Bkz. A.J. Poteiro Freire, "Dialogue With İslam", L'Osservatore
Romano, N. 42-15 October 1990, 3
· 39)
Bkz. Zaman Gazetesi, 23.5.1991,1
· 40)
Bkz. Milliyet Gazetesi, 19 Ekim 1990
· 41)
Bkz. Zaman Gazetesi, 23.5.1991,1
· 42)
Bkz. Milliyet Gazetesi, 30.6.1990
· 43)
Bkz. J. Danielou, "L'ldâe Missionnaire dans L'Eglise", HUMC, 1/19-22
· 44)
Bkz. Sir Charles Eliot, Avrupa'daki Türkiye, Çev. Adnan Sınar-Şevket Serdar
Türet, Tercüman 1001 Temel Eser, II/22, 49-50.
· 45)
Şurâ, 42/15
· 46)
Nahl, 16/125
· 47)
Ankebût, 29/46
(48) Kâfirûn, 109/6
SEKİZİNCİ BÖLÜMÜN BİBLİYOGRAFYASI
A. MİSYONERLİK FAALİYETLERİ
· -
A Dictionary of Comparative Religion, neşr. S.G.F. Brandon, London 1970,
124-125, 444-46
· -
Hüseyin Atay-Ali A. Aydın, Yehova Şahitlerinin İç Yüzü, Ankara 1973;
Samiha Ayverdi, Misyonerlik Karşısında Türkiye, İstanbul 1969.
· -
Osman Cilacı, Hıristiyanlık Propagandası ve Misyoner Faaliyetleri, Ankara
(t.y.)
· -
T.G. Djuvara, Türkiye'yi Parçalamak için 100 Plan, Ter. Yakup üstün,
İstanbul 1979.
· -
Muhibbiddîn ei-Hatib, Islâm Âleminde Misyonerlik Faaliyetleri, Ter.
Yusuf Uralgiray, Ankara 1977.
· -
Doğan Irdel Hayatbulan, Zaman ve Sonsuz Olay, Batı Almanya
1983 (Misyonerlik Yayınlarından}.
· -
Histoire Üniverselle des Missions Catholiques, Paris 1956, l-IV.
· -
E. Kırşehirlioğlu, Türkiye'de Misyoner Faaliyetleri, İstanbul 1963.
· -
M. Asım Koksal, Hıristiyan Propagandaları Münasebetiyle Açıklama, Ankara
1982.
· -
Abdurrahman Küçük, "Ermeni Meselesi Üzerine Bir Araştırma",
Millî Eğitim ve Kültür Dergisi, Ankara 1982, sa.: 17, s.55-67
· -
Şaban Kuzgun, "Misyonerlik ve Hıristiyan Misyonerliğin Doğuşu",
Erciyes Üni. Ilâhiyat Fak. Der. 1984, sa.: 1, s. 59-82
· -
Seni Mutlu Edecek İyi Haber, Mukaddes Kitap Ku-sları Derneği Yayımları,
İstanbul (t.y.) (Misyonerlik Yayınlarından).
· -
Tanrı İnsan Sorunlar, Almanya 1974 (Misyonerlik Yayınlarından).
· -
H. Ringgren -A.V. Ström, Religions of Mankind, London 1966, 167-169.
· -
Hikmet Tanyu, Yehova Şahitleri, Ankara 1973.
· -
Günay Tümer, Yeni Dokümanların Işığında Yehova Şahitleri, İstanbul 1987
· -
S.T. Ünal-A. Akdamar, Türkiye'de Laiklik İlkesi ve Yehova Şahitleri, Kule
Kitapları, İstanbul.
B. DİYALOG ÇALIŞMALARI
(Hıristiyan-Müslüman Diyaloğuna Genel Bir Bakış)
· -
Mehmet Aydın, Hıristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsül, Konya
1991.
· -
Maurice Bormans, Müslümanlarla Hıristiyanlar Arasında Diya-loğa
Yönelişler, Çev. E. Mehmet Ümit, İstanbul 1988.
· -
Erich W. Bethmann, Bridge to İslam, Gr. Britain 1953.
· -
Concile Occumenique Vatican II, Paris 1967.
· -
Sir Charles -Eliot, Avrupa’daki Türkiye, Çev. Adnan Sınar-, Şevket Serdar
Türet, Tercüman 1001 Temel Eser, II/22, 49, 50.
· -
M.L. Fitzgerald, "The Secretariat for Non-Christians is Ten Years
Old", Islamochristiana, Rome 1975, Sayı: 1.
· -
M.L. Fitzgerald, "Twenty-Five Years of Dialogue",
Islamoch-ristiana, Rome'1989, Sayı : 15.
· -
M. Halidi-Ö. Ferruh, İslâm Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, Çev.
Ö. Şekerci, İstanbul 1985.
· -
Jacque Jomier, "Dialogue Islamo-Chretien", Dictionnaire des
Religons (DR), Paris 1983.
· -
G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev. R Işıltan; Ankara 1981.
· -
Raymond Sugranyes de Franch, "Raymond Lulle, Ses Idees
Missionnaires", HUMC, I.
· -
W. Paton, Christianity in the Eastern Conflicts, London 1937.
· -
VVilliam Paton, Jesus-Christ and World Relgions, London 1938.
· -
A. Perbal, "Projects, Fondation et Debuts de la Sacree Congregation
de la Propagande", Histoire üniverselle des Missions Catholiques (HUMC),
Paris 1957, C.ll.
· -
Paul Peupard, "Concile Vatikan II", Dictionnaire des Reli-gions
(DR), Paris 1983.
· -
J. Richard, "Les Missions chez mes Mongols aux XIII6 Siec-les",
HUMC, Paris 1956, I.
· -
Ahmet Rıza, Batı'nın Doğu Politikasının Ahlâken İflası, Fransızca'dan
Çev. Ziyad Ebuzziya, Ankara 1988.
· -
François Raillon, "Chrâtiens et Musulmans en Indonâsie :
Les Vois de la Tolerance", Islamochristiana, Sayı: 15.
· -
VVilfred C. Smith, Religiouns Diversity, New York 1976.
· -
Tann'nın Ailesi (Lumen Gentium), Latince'den Türkçe'ye Çev. Padre
Vinconzo R. Succi, İstanbul 1984.
· -
John B. Taylor, "The Involvement of the World Concil of Churches in
International and Regional Christian-Muslim Dialogue", Islamochristiana,
Rome 1975, Sayı: I.
IX. BÖLÜM :
KARŞILAŞTIRMALAR :
A. GÜNÜMÜZDE YAŞAYAN DİNLER ARASINDA, İNANÇLA İLGİLİ BAZI NOKTALARDA, KISA
BİR KARŞILAŞTIRMA
Günümüzde dünyada çeşitli dinlerin yaşamakta olduğunu görmekteyiz. Bu
dinlerden bazısı sadece bir ada ahalisine ait olabilirken, bazısı bir milletin,
bazısı da birçok milletin dinidir.
Yüzyılımızda hâlâ ilkel kabileler bulunmaktadır ve bunlar dünya nüfusunun %
5'ini oluşturmaktadır. İlkel kabileler, Okyanus adalarında, Güney ve Orta
Afrika'da, Avustralya'da, Hindistan içerisinde, kutuplarda bulunmaktadır. İlkel
kabile dinleri adlarını kabile adlarından almaktadır: Nuer, Ga, Maori, Aynu,
Dinka, Pigme dinleri gibi.
Günümüzde yaşayan millî dinler; Konfüçyüsçülük. Taoizm, Hinduizm, Caynizm,
Sihizm, Şintoizm ve Yahudiliktir. Yahudi dini, önce evrensel iken sonra Babil
sürgününü müteakiben millîleştirilmiştir. Hindistan'daki Parsîlik, aslında bir
İran dinidir. O, Mecusîliğin kalıntısıdır; bir "deplasman" dinidir.
Asrımızda da evrenselliğini sürdüren üç büyük dîn; Buddizm, Hıristiyanlık
ve Islâm'dır. Buddizm; Asya ülkelerinde, çıkış yeri olan Hindistan'da (çok az
sayıda), Tibet, Çin, Kore, Japonya, Hindi Çinî'de (Laos, Kamboçya, Vietnam) ve
Hint adalarında nüfus yoğunluğuna sahiptir. Hıristiyanlık; Avrupa, Amerika,
Avustralya'da yaygın ve dünyanın diğer yerlerinde de mensupları bulunan bir
dindir. Islâm; Balkanlarda, Anadolu'da, Asya ülkelerinde, Kuzey ve Orta
Afrika'da yaygın ve dünyanın her tarafında mensupları bulunan bir dindir.
Üç büyük evrensel din, dünya nüfusunun yarısını oluşturmaktadır. İlkel
kabile dinleri çıkarılırsa, geriye kalan miktar millî dinlere mensup olanların
sayısıdır.
Günümüzde bu sayılanlara ilâveten ayrıca "din'leştirilmiş,
mez-hebimsi, tarikatımsı, taklit, sun'i, türedi, din görüntüsü altında siyasî,
ticarî, İktisadî, kültürel gayelerle yürütülen hareketler, cereyanlar da
vardır. Bunları konu dışında tutuyoruz.
Öte yandan dinleri bir bir ele alıp uzun boylu anlatma yerine günümüzdeki
dinlerde yer alan inanç sistemi (amentü-kredo), tanrı kavramı, ahiret,
kurucu-peygamber, kutsal metin, dinin adı, ibadet-âyin sistemi, mezhepleri,
aktüel değeri gibi hususlar üzerinde durulabilir.
a. Din Adlan
Önce dinlerin adlarından başlayalım, ilkel kabîle dinleri, o kabîlenin
adına göre adlandırılır.
Millî dinlerden Konfüçyüsçülük'e bu ad, Satıhlar tarafından verilmiştir.
Çinliler, Konfüçyüs'ü takip edenlere "Ju-çiya" (edipler) derler.
Hinduizm, Batıklarca verilmiş bir addır. Hindular, dinlerine
"Sana-tana dharma" (ezelî, ebedî din) derler.
Buddizm de batıklarca kullanılan bir addır. Buddistler, Asya'da bu din için
"Budda Sâsana" (Budda disiplini) adını kullanırlar. Kelime, Budda'dan
kalan ahlâkî-manevî prensipleri, ibadet diye yapılan
şeyleri, meditasyonu (tefekkür-mürakabe) ve sosyal ilişkileri ifade
eder.
Taoizm, "tao" deyiminden kaynaklanır. Tao; yol nizam; bir ferdin,
bir hükümdarın, bir devletin tutması gereken yol; gök nizamının insan
davranışına verdiği örnektir.
Şintoizm, Japonların Buddizmle karşılaştıklarında daha önceki inançlarını
ifade etmek üzere kullanılmıştır. Kelime, Çince "Shen-tao"dan
(tanrıların yolu) gelir.
Caynizm, bu adı reformcusu Mahavira'ya verilen "cina" (Muzaffer)
lakabından gelen "cayn, cayna" kelimelerinden almıştır.
Sihizm ve Sih Dinî Hareketi ise "Şakirtler" anlamına gelir.
Parsîlik, Iranlılığı ifade eden Fars (Pers) kelimesinden kaynaklanmıştır.
Yahudilik, Hz. Yakup'un 12 oğlundan olan Yuda veya Yehu-da'ya mensubiyetten
bu adı almıştır. Tarihî gelişmesi içinde ikiye ayrılan devletin güneydeki
bölümüne de bu ad verilmiştir (Ayrıca Isrâil ve İbranî kelimeleri de aynı gaye
için kullanılır).
Hıristiyan kelimesi, I. Yüzyıl içinde ilkin Antakya'da kullanılmıştır. Bu
dine bağlı olanlara Antakya'da Hıristiyan denilmiştir. Kelime Yunan-ca'da
"yağlanmış" anlamına gelen ve İbranî Dilinde "Maşiah"
tarzında yazılan Hıristos, Mesîh kelimesinden kaynaklanmış olup "Mesih'e
bağlı" anlamına gelir.
Islâm, her hangi bir kimse veya grup tarafından değil, doğrudan doğruya
dinin kutsal kitabından gelen bir addır. Kelimenin geldiği kök Islâmdan önce
Arap toplumunda kullanılmış olmakla beraber, "Islâm" tarzı Kur'ân'la başlamıştır.
Kelime; teslim olmak, boyun eğmek, itaat-inkiyat anlamlarına gelir.
b. Din Kurucusu-Peygamber
Burada dinlerin kurucusu veya peygamberleri konu edilecektir. İlkel kabîle
dinlerinde bur kurucu söz konusu değildir. Hinduizm ve Şintoizm için de durum
aynıdır.
Konfüçyüsçülüğün kurucusu, Kung Fu-tzu'dur (M.Ö. 551-479). Ona "Büyük
Mürşid" denilirdi. Çin'de Lu eyaletinde dünyaya geldi. Babasını 3 yaşında
kaybedince yetim büyüdü, yoksulluk çekti. Bununla beraber büyük bir şevkle
tahsilini tamamladı ve bir muallim oldu. O öğrencilerine tarih, edebiyat ve
hikmet öğretiyordu. Sosyal düzen ve idare ile ilgili çalışmalar yaptı.
Sistemini uygulayacak bir idareci arayarak bütün Çin'i dolaştı. Ömrünün son 5
yılını eski Çin klâsiklerine hasretti. Öğrencileri, onun ve öncekilerin telkin
ve talimlerini birleştirdi.
"Lao-tzu" (ihtiyar bilgin anlamında) diye lakaplandırılan Li
Poh-Yang da (Doğumu M.Ö. 600 veya M.Ö. 571?) büyük bir Çin hakîmi idi. Lao-tzu,
sarayda arşiv memuru idi. Emekliye ayrıldığından ondan bir kitap yazması
istendi, "Tao te-king''i (Tao fazilet kitabı) yazdı.
Buddizm'in kurucusu, "Budda" (aydınlamış, uyanmış) diye
lakap-landıfılan Siddhattha Gotama'dır (M.Ö. 563-M.Ö. 483). Budda, Hima-laya
eteklerinde Sakya kabilesinin hükümdarının oğlu olarak şimdiki Nepal'de Lumbini
koruluğunda doğdu. Sarayda yaşadı, 29 yaşında, oğlunu, karısını ve saray
hayatını terketti. Altı sene çile hayatı sürdürdü. İki hayat tarzı da onu
tatmin etmemişti. O, gerçeği arıyordu. Otuzbeş yaşında Neranjara nehri
kıyısında bağdaş kurup tefekküre dalmış iken, bir Temmuz gecesi dolunayında
zihni aydınlandı, gerçeği, orta yolu ve hayattaki ızdırapları gidermenin yolunu
buldu ve ömrünün geri kalan kısmını bunları öğretmekle geçirdi.
Caynizmin kurucusu olan Parsva da (M.Ö. VIII. Yüzyıl), reformcusu olan
"Mahavira" (Büyük kahraman) lakaplı Vardhamana da (diğer lâkabı Cina:
muzaffer anlamında) aristokrat zümreden, Hint Kast yapısında Kşatriya
sınıfından idi. Mahavira’nın (M.Ö. 599-527) çilesi 13 sene sürdü. O da
sarayını, çoluk çocuğunu terketmişti.
Parsîlik, İran'dan Hindistan'a gelmiş ve bölgeden etkilenmiş olmasına
rağmen, Zerdüşt'ü unutmuş değildir. Zerdüşt'ün ne zaman yaşadığı kesin olarak-
bilinmemektedir. Bununla beraber M.Ö. 7'nci veya M.Ö.6'ıncı Yüzyılda yaşamış
olması kuvvetli bir ihtimal dahilindedir. Zerdüşt, tek tanrılı bir inancın
İran'daki en kuvvetli temsilcisidir.
Nanak, Sihizm'in kurucusu ve ilk "guru" su (mürşit rehber) olarak
kabul edilir (1469-1538). Bir müslüman ailenin yanında yetişmiş olan Nanak,
Hinduizm ile Islâm Dinini birleştirmek istedi.
İlâhî kaynaklı dinlerden Yahudiliğin en büyük Peygamberi Hz. Musa'dır.
Yahudiler, ona Moşe (Sudan çekilmiş anlamında) derler. M.Ö. XVI-XIII. Yüzyıllar
arasındaki bir zaman diliminde yaşadığı düşünülmektedir. M.Ö. XIII. Yüzyılda
yaşamış olması ihtimali daha kuvvetlidir. Yahudileri Mısırdaki esaretten
kurtarmış ve Sina dağında vahiy almıştır. Tora (Tevrat) ve On Emri, Yahudilere,
o getirmiştir.
Hz. Isa'nın Milad diye bilinen tarihten-6 veya 10 sene önce doğduğu kabul
edilmektedir. Bu konudaki hatanın Ortaçağda yaşamış bir Hıristiyan keşişin
düzenlediği takvimden kaynaklandığı bilinmektedir. Isa, Mesîh olduğunu
açıklamış; fakat Yahudiler kabul etmemiş ve böylece çarmıh olayı vukubulmuştur.
Hz. Muhammed, Medine'de doğdu (571). Doğumundan önce babasını, 6 yaşında
annesini kaybetti. Yetim büyüdü. Kırk yaşında vahiy başladı. Altmışüç yaşında
vafat etti.
Islâm, hem Hz. Musa'yı ve hem de Hz. Isa'yı Peygamber olarak kabul eder.
Hıristiyanlık ise Hz. Musa'yı kabul eder, fakat Hz. Muham-med'i kabul
etmez.. Yahudilik ikisini de kabul etmez. Zerdüşt, Konfüçyüs, Lao-tzu,
Budda, Mahavira vb. birer Peygamber olarak değerlendirilebilir. Hinduizmde
Vişnu, insan suretinde dünyaya gelip insanlara bir örnek önder (Rama,
Krişna) gibi kabul edilmiştir. Onlara göre bu bir çeşit peygamber
anlayışıdır. Onlar, ayrıca diğer dinlerin * önemli şahsiyetlerini Vişnu'nun bir
"avatara"sı (hulül) olarak görürler.
c. Dinlerin İnanç Sistemleri
Dinlerin inanç sistemlerine gelince, bu konuda Hıristiyanların
"kredo", Müslümanların "âmentu" deyimlerini kullandıkları
belirtilmelidir. Hinduizm, Şintoizm, Konfüçyüsçülük gibi dinlerde bir
âmentü-kredo söz konusu değildir. Buddizmde bu konuda "tri-ratna" (üç
cevher) vardır: "Budda'ya sığındım dhammaya sığındım, sangha'ya
sığındım". Bu cümledeki "dhamma", doktrin; "Sangha"
ise bekâr rahipler topluluğu, cemaatıdır.
Yahudi Dininde Moşe ben Meymun'un (Ibni Meymun, Maimoni-des: 1133-1204)
düzenlediği 13 maddelik inanç sistemi XIII. Yüzyıldan bu yana, Yahudilerin
âmentüsü olmuştur (daha önce yoktu). Bu âmentü şöyledir: "Tam bir imanla
inanırım ki; 1) Allah, var olan her şeyi yarattı ve onlara o hükmeder, 2)
Allah birdir ve ondan başka tanrı yoktur, 3) Allah'ın bedeni yoktur ve hiçbir
şekilde tasvir edilemez, 4) Allah'ın başlangıcı yoktur ve nihayeti
olmayacaktır, 5) Yalnız Allah'a dua etmeliyiz, 6) Peygamberlerin bütün sözleri
doğrudur, 7) Musa, bütün Peygamberlerin en büyüğüdür, 8) Elimizde olan Tora,
Allah tarafından Musa'ya verildiğinin aynıdır ve değiştirilmemiştir, 9)
Dinimiz, İlâhî bir dindir ve değiştirilemez, 10) Allah, insanların bütün
hareket ve
düşüncelerini bilir, 11) Allah, emirlerini yerine getirenleri
mükafatlandırır, getirmeyenleri cezalandırır, 12) Allah, Mesih'i (Meşiah)
gönderecektir ve geciktiği halde yine beklerim, 13) Ruhum ölümsüzdür ve Allah,
dilediği zaman ölüleri hayata kavuşturacaktır.
Hıristiyanların IV. Yüzyıla ait, üç bölümlü ve oniki maddeli Havariler
Kredosu şöyledir:" 1) Ben, Tanrıya, Kudretli Baba'ya, 2) ve O'nun
biricik oğlu Rab Isa'ya, 3) Bâkire Meryem ve Kutsal Ruh'tan doğmuş olduğuna, 4)
Pilatus zamanında Çarmıh'a gerilmiş ve gömülmüş olduğuna, 5) Üçüncü gün ölüler
arasından dirilmiş olduğuna, 6) Göklere yükselmiş olduğuna, 7) Baba'nın sağında
oturmuş olduğuna, 8) Oradan ölüleri ve dirileri yargılamak üzere ineceğine, 9)
ve kutsal Ruh'a, 10) Kutsal Kiliseye, 11) Günahların bağışlanacağına, 12)
Ölülerin dirileceğine inanırım. Bu maddeler üçe ayrılabilir. İlki Tanrı,
İkincisi Hz. Isa ve üçüncüsü de Kutsal Ruh'la ilgilidir. Dolayısıyla bütün
Hıristiyan kredo'ları teslisin (üçleme) üç maddesi etrafından kümelenmektedir.
Islâm'da imanın altı esasının beşi Kur'an'da, tamamı hadislerde arka arkaya
sıralanmaktadır. Bildiğimiz "Amentü", Imam-ı A'zam Nu'man b Sâbit'in
(80-150) ”el-Fıkhu'l-Ekber" (En büyük bilgi) başlıklı eserinde
yaygınlaşmıştır: Allah'a, peygamberlere, meleklere, kitaplara, Ahiret Gününe ve
Kadere inanırım.
d. Dinlerde Tanrı
Dinlerde Tanrı kavramına girmeden önce belirtilmelidir ki bazı dinlerde
farklı isimlerle, farklı şekillerde nitelendirilmişse de bütün dinlerde bir
yüce Tanrı inanışı bulunduğu araştırmalar sonucu belirlenmiştir.
İlkel kabîle dinlerinde totemistik, animistik inançlar, büyü, atalar kültü
yanında bir de Yüce Varlık, Yüce Tanrı, Yüce Ruh inancı vardır.
Hinduizmde politeizm, panteizm, monizm yanında monoteizm de vardır. Brahma,
Vişnu, Şiva'dan oluşan teslisde (üçleme) Brahma yaratıcı; Vişnu, yapıcı,
koruyucu; Şiva ise yıkıcı, yokedici güçtür. Bütün bunlarla beraber en önemli
Hint kutsal kitabı Vedaların Rigveda bölümünde şöyle bir cümle vardır:
"Tanrı tektir, fakat hakimler onu değişik şekillerde
nitelendiriyorlar".
Buddizm ve Caynizm, ateist dinler olarak nitelendirilir. Ancak bu ateizm;
Tanrıyı inkâr anlamında değil, şahsî kurtuluşu, nirvana'da (nib-bana) ferdî
davranışı, kasıtlı kişi seçimini ön plana alma şeklindedir.
Sihizm'de monoteizm esastır. Tanrı, "Allah" ve "Rama"
olarak adlandırılır.
Parsîlik, Zerdüşt Dininin ve Mecûsîliğin bakiyesidir. Zerdüşt, İran'a
monoteist, tevhitçi bir inanış getirmişti. Bu dinde Yüce Tanrı "Ahura
mazdah" diye adlandırılıyordu. Şimdi Parsîlik, Mecûsilikteki ateş kültünü
devam ettirmekte ve bu inanışın nefsinde bir monoteizm sürdürmektedir.
. Konfüçyüsçülük'ten de önce Çin'de uzun devrelerde Yüce Tanrı
"Şang-ti" diye adlandırılmıştı., Konfüçyüs zamanında ise
"Tien" kelimesi kullanılmakta idi.
Taoizm, Çin'deki "Tao" deyimini, uluhiyeti ifade
sadedinde, kendine mahsus bir anlatım tarzı içine çekmişti. Aslında çok
anlamları bulunan "Tao", âlemin anası idi. Her şey ondan gelmişti.
Başı sonu yoktu. Hiçbir şeye muhtaç değildi.
Japonya'da politeist, animist bir inanış şekli uzun devreler devam etmişti.
Tanrı, ruh gibi varlıklar "karni” kelimesiyle ifade ediliyordu. Onlar,
tabiatta bir çok şeyleri tanrılaştırmışlardı. Sekiz milyon, sekizyüz
bin rakamlarıyla ifade edilen tanrıları vardı. İmparatorları da tanrı kabul ediliyordu.
O, kültün başı idi. Bununla beraber en büyük tanrı "Amate-rasu” (Güneş
tanrıçası) idi. Onlara göre imparator onun neslinden gelmişti.
Yahudilik, en eski monoteist dinlerdendir. Bu dinde Tanrı, Yahve (Yehova),
Elohim kelimeleriyle adlandırılır. Onun adı boş yere ağza alınmaz (On Emre
göre). Ayrıca Hâ-şem ve Rab anlamında "Adonay" kelimeleri kullanılır.
Yahve yalnız İsrail'in Rabbıdır ve Yahudilerle Moşe (Hz. Musa) vasıtasıyla
ahitleşmiştir. Yahve, tek Rab'dır, yaratıcıdır. Başı, sonu yoktur. Âlemi yaratırken,
altı günde bu işi yapmış, yorulmuş, yedinci gün (Cumartesi, sebt:
"Şabat") dinlenmiştir. Cumartesi günü hiçbir şey yapmamak buradan
gelir. Yakup, Yahve ile güreşmiş ve O'nu yenmiş, bu sebeple Yakub'a
"İsrail" (Yahve'yi yenen) denilmiştir.
Hıristiyanlık da, özde monoteist olmakla beraber, üçleme'ye (teslis) gitmiş
bir dindir. Üçleme, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'dan oluşur. Bu üçü aynı
cevherdendir. Bununla beraber üçü de ayrı ayrı şahıslara sahiptir. Baba,
yaratır; Oğul, kurtarır; Kutsal Ruh da takdis eder. Isa Mesîh'de hem İlâhî, hem
de beşerî, iki tabiat vardır.
Islâm'da Allah vardır, birdir; ezelîdir, ebedîdir. O, hiçbir şeye benzemez.
Varlığı kendisindendir. Onun da, peygamberinin de resim ve heykeli yapılmaz.
Peygamber, O'nun sadece kulu ve elçisidir.
Görüldüğü gibi, bütün dinlerde bir yüce Varlık inancı, şu veya bu adla, şu
veya bu ifadenin içinde, vardır. Ancak bazı dinlerde bu yüce varlığın
nitelikleri farklılaştırılmış; o, bazen bir panteon, bazen de teslisin içine
oturtulmuştur. İslâm'da tevhid, en açık-seçik ve sade bünyeye kavuşmuş,
Allah'la Peygamberin, insanların, yaratıkların arasındaki çizgi
belirginleşmiştir.
e. Dinlerde Kutsal Kitap-Metin
Dinlerde kutsal kitap, kutsal metin, daha geniş bir karşılaştırmayı
gerektirir. Burada kısaca temas edilecektir.
İlkel kabîlelerde yazı olmadığından bir kutsal metin de söz konusu
değildir.
Hinduizm'de çok sayıda ve hacimli, dili Sanskritçe olan kutsal metinler
vardır. Bunlar genelde ikiye ayrılır: 1) Şruti, yani vahye-ilhama
dayananlar, 2) Smriti, yani destânî olanlar. İlk grubun en önemli metinleri,
Vedalardır. Bunların "rişi" denilen hakîm kimselere vahyolun-duğuna
inanılır. Bununla beraber Rigrveda, Yajur-veda, Atharva-veda ve Sâma-veda diye
adlandırılan bu metinlerin kime ait olduğu bilinmez, belirli bir yazarı yoktur.
Vedaları, aynı grupta Brahmanalar, Upanişadlar ve Aranyakalar takip eder.
İkinci gruptaki destânî metinlerinin önemlisi, Mahabharata Destanı ve onun bir
bölümü olan Gita'dır. Bu destan, dünyanın en uzun destanıdır. Onu, Ramayanalar,
Puranalar ve Manu Kanunnamesi takip eder.
Buddizmin kutsal metinleri Pali dilinde yazılmış Ti-pitaka'dır (Üç sepet).
Üç bölüme ayrılır. 1) Vinaya-Pitaka), 2) Sutta-Pitaka, 3) Abhid-hanama-Pitaka.
Bu metinler, Budda'dan çok sonra, M.Ö. I. Yüzyılda Seylan'da yazıya
geçirilmiştir. Hinduizmin metinleri gibi bunlar da asırlarca şifahî olarak
nakledilmiştir.
Caynizmin kutsal metinleri, "Ağama" veya "Siddhanta"
diye adlandırılır. Onbir bölümden oluşur. Mahavira'dan çok sonra yazıya
geçirilmiştir.
Sihizm'in kutsal kitabı "Adi-Granf'tır. Metin içinde sadece Nanak'ın
değil, Ferit ve Kabir'in şiirleri, İlâhîler de yer almaktadır.
Parsîiiğin kutsal kitabı, "Avesta"dır. Üç bölümdür:
1) Yasna, 2) Yaşt, 3) Videvdat. Zerdüşt'e nisbet edilen
"Gatha'lar", bunlardan ilki içindedir.
Konfüçyüsçülüğün kutsal metinleri, beş kitap ve dört klasiktir. Beş kitap;
1) Şiir kitabı, 2) Tarih kitabı, 3) Ayın kitabı, 4) Değişiklikler kitabı,
5) İlkbahar ve Sonbahar vekayinâmesi'dir. Dört klasik ise;
1) Konfüçyüs'den Seçmeler, 2) Orta Yol Doktrini, 3) Mensiyus'den Seçmeler,
4) Büyük Bilgi'dir. Bu metinler, Konfüçyüs'den sonra talebeleri tarafından
toplanmış, bazıları ona, bazıları daha öncekilere ait bilgileri ihtiva eden
metinlerdir.
Taoizmin kutsal metni, "Tao te-king" dir (Tao'nun fazilet kitabı);
anlaşılması güç, mistik bir metindir.
Şintoizmde bildiğimiz anlamda olmasa da, "Kojiki" ve
"Nihongi" (açıklamaları Engişiki) kutsal vekayınâmeler olarak saygı
görür. Bu metinler, bütün Japonya'nın imparatorluk hanedanının belirli
tarihlere kadar tarihçesini ihtiva eder.
Yahudiliğin kutsal kitabı "Tanah"dır. Üç bölümdür: 1) Tora,
2) Meviim, 3) Ketuvim. Tora (Arapça'da ve İslâm âleminde Tevrat), beş kitaptan
oluşur ("esfâr-ı hamse": Pentatök). Tora, Sina'da Moşe'ye (Hz. Musa)
Yahve tarafından vahyedilmiştir. İçinde “On Emir" iki yerde geçer. Neviim,
Peygamberler; Ketuvim, kitaplar demektir. Şifahî gelenek olan ve Hz. Musa'ya
vahyedildiği kabul edilen diğer kutsal kitap Talmud'tur. O da, kutsal kitap
olarak saygı görmektedir.
Hıristiyanlar, Yahudilerle ilgili bu kutsal kitabı kendi kitab-ı
Mukaddeslerinin (Bible) ilk bölümüne alıp ona "Eski Ahid" derler,
ikinci bölüm "Yeni Ahid"dir. Yeni Ahid'de İnciller (Markos, Matta,
Luka ve Yuhan-na), 21 Mektup, Resullerin İşleri ve Vahiy yer alır. Hıristiyanların
tasnifine göre Yeni Ahid 27, Eski Ahid ise 39 kitaptan oluşur. Eski Ahid'de bir
kısım apokrif (sahte, sahîh olmayan, kanonik sayılmayan) metinler konusunda
Hıristiyan mezhepleri arasında ihtilaf vardır. Protestanlar, Yahudilere uyarak,
bu konuda, Katolik ve Ortadokslardan farklı görüşe sahiptirler. İnciller Hz.
Isa'dan sonra yazılmıştır. Yüzlerce metin arasından birbiriyle alâkalı dört
tanesi seçilmiş ve Kilise onları muteber saymıştır. Bunların ilk
üçüne''Sinoptik İnciller" (birbirine benzeyen) denilir. Döndüncüsü,
Yuhanna ise tasavvufî bir metindir. Bu İncillerin arasında da hayli farklı
ifadeler vardır. Bazen birisinde bulunan ötekinde bulunmaz. Bunlar, Hz. Isa'dan
sonra yazılmış metinlerdir. Matta, 86; Markos 66-75; Luka, 80-90; Yuhanna'ntn
100-200 yıllarında yazıldığı tahmin edilmektedir. Bu metinlerin ne dereceye
kadar Hz. Isa'ya nisbet edilebileceğine, İncillerde onun çarmıh olayının da
anlatılması misal olarak verilebilir (Tora’da Hz. Musa'nın Ölümününde yer
aldığı gibi).
Islâm'ın kutsal kitabı Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân, Hz. Muhammed'e 20-23
sene içinde âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber, gelen vahiyleri,
kendine ait sözlerle karıştırtmamış, kendisinden Kur'ân'dan başka bir şey
yazılmamasını emretmiştir. O, âyet ve sûreleri vahiy kâtiplerine hem yazdırtmış,
hem ezberletmiş, hem de yazılanları kontrol etmiştir. Böylece Kur'ân, Hz.
Ebubekir zamanında bir araya getirilmiş, Hz. Osman zamanında ise
çoğaltılmıştır. Günümüze tek nüsha olarak intikal etmiştir. Günümüzde yaşayan
dinlerin kutsal kitaplarının hiçbiri, Kur'ân hariç, peygamberi veya din
kurucusunun zamanında yazılmamış, daha sonra yazılmıştır. Bu sebeple çok sayıda
nüshalar, bu nüshalar arasında' tutmazlıklar, ihtilaflar, çelişkiler ortaya
çıkmış, bu da dinlere intikal etmiştir. Kur'ân’ın böyle zaaf noktaları
bulunmaması Islâm Dini'nde de kendini belli etmiştir.
f. Dinlerde Âhiret Anlayışı
Yine bir karşılaştırma konusu dinlerin âhiret inançlarıdır. İnsan ve âlemin
sonu, bir yerde dinlerin en önemli mesajlarını oluşturur. Meselâ Kur'ân,
"Allah'a ve ahirete inanma"yı sık sık bir arada zikreder.
İlkel kabile dinlerinde bu konuda fazla bir şeyle karşılaşmıyoruz.
Hint dinlerinde âlem kadîm olarak kabul edilir. Onlarda ölüm ötesinde
tenasüh, ruh göçü inancı vardır.
Buddizmde ruh kavramı yoksa da tenasüh vardır. Tanrı kavramında olduğu
gibi, yine bu konunun ayrı bir anlatımı vardır. Buddizmde insan, bir
beden-zihin birliği içinde düşünülür. Bununla beraber yine de bir "Pudgaia
vadin" kavramı oluşmuştur ki bu da aşağı yukarı ruhun yerine kullanılan
bir deyimdir.
Hinduizm'de insan Brahma'ya, Buddizm'de "nirvana"ya (nibba-na)
ulaşınca tenasuhtan kurtulur. Caynizmde de tenasüh ve kurtuluş vardır. Sihizm
ne kadar monoteist bir karaktere bürünmüşse de tenasuhtan kopamamıştır.
Buddizmde cennet-cehennem inançları vardır. Ancak orada devamlı kalınacağına
inanmazlar. Onların kozmolojik inançlarına göre uzun zaman dilimleri devreleri
vardır. Bunlara "kalpa" derler. Dört devre vardır: Âlemin sona ermesi
devresi, karışıklık devresi, âlemin teşkili devresi, âlemin devamı devresi. Bir
kalpa, yüzbinlerce yıl sürebilir. Kalpaların sonu da gelmez. Her kalpa'nın
Buddası da, sonunda cenneti, cehennemi de vardır. Kalpa'ların sonu yoktur.
İnsan için son, nirvana'ya ulaşmaktın Âlem için bir sona inanmazlar. Hinduizmin
eski şekli olan Vedizm'de, Veda İlâhîlerinde de görüleceği gibi, ölen kimsenin
ya ateşte yakılmak suretiyle temizlenip Ateş Tanrısı Agni tarafından göklerdeki
kutsal varlıkların arasına gönderildiği veya toprak dünyasında kaldığına
inanılırdı. Upanişadlar devresinde (M.Ö. 8-4. yüzyıllar arası) bu inanç değişti
ve tenasuha inanılmaya başlandı. Sonraki hayat, bir "karma" tüzahürü
olarak görülüyordu. Ruhlar, ya dünyevî zeminde veya bir cennet-cehennemde
yeniden doğmaya mahkumdu. Ancak bu durumlar sürekli değildi. Bir ruh,
zaman olur bir cehennemde (naraka) azap çeker, zaman olur bir cennette saadeti
yaşayabilirdi. Bhakti kültünde cennet, Tanrının ikâmetgâhı ve bir hürriyet yeri
olarak kabul edildi. Bütün bunlara rağmen bir üst sınıftan Hindunun cenaze
töreninde ölüye ve atalarına sunulan hediyeler, onları yatıştırmak gayesini,
onlardan korkulduğunu, bu Vedik inançların hâlâ yaşadığını gösterir.
Parsîliğin dayandığı Zerdüştî inanca göre, ölüyü bekleyen, altında erimiş
madenler bulunan, Çinvat Köprüsünü geçme imtihanı vardır. Ruh, eğer bu köprüyü
geçebilirse, ameline göre iyi veya güzel sonuca
ulaşır. Alemde Ohrmazd (Hürmüz) ve Ehrimen arasındaki mücadele,
ölülerin dirilişi, muhakemesi ve kötülerin erimiş madenlere atılmasıyla sona
erecektir. Sonunda kötülük yokedilecek ve günahlarından arınmış olan
günahkârlar da dahil bütün geri kalanlar, ebedîlik için, yeniden
diriltilmiş olacaktır.
Konfüçyüsçülüğün bir eskatolojisi yoktur. Bir hüküm günü, kıyamet ve
yeniden diriliş inancına Çin'de pek rastlanmazken, Bud-dizm'in Çin'e girmesi
sonucu bu dindeki tenasüh, özellikle zaman kategorileri gibi inançlar Taoizme
geçmiştir. Bu konuda Buddist ve Taoist telkinat şöyledir: Ölür ölmez ruh,
ölülerden seçilmiş 10 hâkimden oluşan bir mahkeme önüne
getirilir. Onlar büyük bir tarafsızlıkla o kimsenin âkıbeti konusunda karar
verirler. Buddist ve Taoist mitoloji'ye göre ruh, bu karara göre, cennet veya
cehennemlerden birinde bir müddet kalır. Böylece nirvanaya (nibbana) ulaşıncaya
kadar ruh, sayısız tenasuhlar geçirir. Çin Buddizminde Budda'dan 3000 yıl sonra
Buddizmin çökeceğine, bu sırada Maitreya (Mi Lo Fo) denilen kurtarıcının
gelerek, bin yıllık bir kurtuluş devresini başlatacağına, böylece bütün
canlıların kurtulacağı bir hayat devresi yaşanılacağına inanılır. Maitreya,
Tuşita Cennetinden inecektir.
Japonların da bir eskatolojileri yoktur. Onlar da öldükten sonra kişinin
ruhunun yaşadığına inanırlardı. Buddizmin gelişiyle Çin'deki gibi inançlar
ortaya çıktı.
Yahudi geleceğine göre ölüm hayatın sonu idi. Kalan şey, "Şeol"
denilen yerde, kederli varlıklardan ibaretti. Öldükten sonra bir muhakeme
olduğuna dair eldeki kaynaklardaki îmalar kapalıdır. Metin tarihlerindeki
ihtilâf bu konuda kesin bir şey söylemeyi mümkün kılmamaktadır. Ölümden sonra
hayat, mezarda ve ölüler âleminde (Şeol) geçecektir. Ölenler, ölüler âleminde,
bir gölge gibi varlığını sürdürecektir. Ölmüş kimselerin ne
Yahve ile, ne de diğer insanlarla bir münasebeti vardır. Eski
Mısırlılarda, Ken'anîlerde hayata dönüş inançları bulunmaktadır. Zerdüştîlerde
ahiret inancı kuvvetli idi. Kaynaklar, Yahudiliğe ve onların kutsal kitabına
yeniden dirilme inancının İran'dan geçtiğini, Dâniyel Kitabının 12:2.
cümlesine dayanarak ileri sürmektedirler. Yahudiler, İran'da, M.Ö. 6. Yüzyılda
esir olarak 50 yıl bulunmuşlardır. Daniyel kitabı ise M.Ö. 2. yüzyıla aittir.
Bu konudaki belirsizlik, kutsal metin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Yahudilikte yeniden dirilme ve ölülerin muhakeme edilmesi inancı M.Ö. 2.
yüzyılın sonlarında, bazı çevrelerde, ortaya çıkmış ve M.S. 70'lerde artık
yerleşmiştir. Bu eskatoloji, münferit kaderden daha çok, İsrail'in kurtuluşu ve
Yahudi olmayanların cezalandırılmasını konu edinen Apokaliptik (gelecekten
haber veren) literatüre bağlıydı ve gelişi, mevcut dünya düzenine son
verecek Mesih fikrini içine almaktaydı. Eski Yahudi mezhebi olan Saddukîler, bu
inancı, Tevratta bulunmadığı için, kabul etmediler. Diğerlerinin bu konudaki
inançları ise ayrı bir âlemde değil, dünyada bu işleri kabul etmek tarzında
idi. Yahudi dinî ve siyasî inançlarının en önemlisi Mesîh inancı oldu. Mesîh,
Kral David (Hz. Davud) soyundan gelecek ve yeryüzünü kaplamış dinsizlik,
ahlâksızlık, bereketsizlik, onun gelişiyle son bulacak; bereket avdet edecek,
çöller cennetleşecek, insanlar düzelecek, vahşi hayvanlar evcilleşecektir.
Mesîh, Mabed'i yeniden kuracak, bütün dünyaya, Yahudi olsun-olmasın herkese
hükmedecek. Tevrat'ı bütün milletlere öğretecektir. O, Kudüs'ü kuşatacak;
Ye'cüc ve Me'cüc'ü Yahve imha edecektir.
Mesîh'in hakimiyeti dünyanın 6 bininci yılında sona erecektir.
Bin yıllık bir devreden sonra insanlar diriltilecek, ceza-mükâfat
göreceklerdir. Maymonides'in hazırladığı 13 maddeli inanç esaslarında (dünyanın
sonunda umûmî muhakeme) ceza-mükafat, mesih, ölülerin dirilmesi de Yahudilerin
mutlaka inanması gerekli hususlar arasında sayılmaktadır.
Hıristiyanlar, beklenen Mesîh'in Isa olduğuna inandıklarından dolayı
eskatolojilerini buna göre belirlemişlerdir, Onlara göre, öldükten sonra
dirilen ve göğe yükselen Isa Mesîh, kıyamete yakın geri dönecektir. Âlemin sonu
yakındır. Filistin'de İlâhî mesih devleti kurulacaktır. Bu İlâhî devlet,
kıyametin başlangıcı olacaktır. Mesîh'in gelişini insanların kalplerinden
kötülük, istek ve arzularının çıkarılışı, peygamberlerin va'dettikleri yeni
kalplerin takılması gibi olaylar takip edecektir. İlâhî hâkimiyet, ansızın
gerçekleşiverecektir. Ancak havarilerden itibaren bu beklenti bir türlü
gerçekleşmedi. Bu, hayal kırıklığı doğurdu. Bununla beraber haftanın ilk günü,
Pazar, haşir günü olarak kabul edildi. Isa'nın bir pazar günü dünyaya geri
döneceği, ahiret hayatını başlatacağına inanılıyordu. İlk yüzyılar, hep bu
beklenti ile geçti. Ahire-tin yakın olduğu inancı bir zühd hayatı doğurmuştu.
Bütün ahiret hallerinin gerçekleşmesi Isa Mesîh'in ikinci gelişine bağlanmıştı.
O, zelzeleler, harpler, kıtlıklar akabinde gökten, bulutların arasından şimşek
çakar gibi ansızın geliverecekti. Onun gelmesiyle bir devre geçecek, bu devrede
Mesîh hükmedecekti. Bu devre iyilerin dirilmesinden itibaren başlayacak,
bitiminde de kötüler yeniden dirilecek ve genel muhakeme bunu takip edecekti.
(Milenyum: bin yıllık devre inancı 5. yüzyıldan itibaren pek gözükmese de
Protestanlar onu diriltmişlerdir). Hıristiyanlıkta iki muhakeme vardır: İlki,
ölür ölmez kişi yaptıklarından muhakeme ediîir ve a'rafa gönderilir (A'raf'ı
kabul etmeyen Hıristiyan grupları da vardır). O, orada ikinci muhakemeye kadar
kalır. A'raf'da beşerî günahlarını itiraf etmemiş olmakdan suçlu bulunmayan ölü
ruhları, affedilebilir; küçük günahlarının kefaretini çekerler. Burada bedensiz
bir durumda olmalarına rağmen bedenî azap çektikleri şeklinde kuvvetli bir
kanaat hakimdir. Ancak a’rafdaki azap muvakkat, cehennemdeki farklı ve
ebedîdir. Orta çağdaki Papalık Endülüjans Beratları a'raftaki "zayıf ruh-
!
439
lan" affetme gâyesiyle düzenlenmişse de bu tavır, reformcuların a'rafı
inkârlarına yol açmıştır. Hıristiyan inanışına göre ölen kimse ilk muhakemesi
sonunda a'rafda kalacak, burada onun ruhu beşerî günahlarının kefaretini
ödeyecek, İsa'nın ikinci gelişinden sonra bin yıllık devrenin başında iyiler,
sonunda kötüler yeniden dirilecek, daha sonra Hz. Isa'nın başkanlığında büyük
genel muhakeme kurulacak ve sonunda iyiler cennete, kötüler cehenneme gidip,
orada ebedî kalacaklardır.
Islâm Dininde kıyametin küçük ve büyük alâmetleri vardır. Bu alâmetlerden
sonra ansızın kıyamet kopacaktır. En sonunda Yüce Allah, "mülk kimin"
diye soracak ve yine bu sorunun cevabını kendi verecektir. İnsanların tek tek
ölümüyle ilgili melek Azrail, kıyametle ilgili olanı Isrâfildir. Her ölen,
kabir sorgulamasiyle karşılaşacak, iyi ise başında yapılan telkini işitip
sorulara cevap verecek, kötü ise veremeyecektir. Kıyamet sonunda yeniden
dirilme, mahşer, hesap-kitap vardır. Herkes, yaptığı zerre kadar hayrın ve
şerrin karşılığını görecektir. İlâhî adalet tecelli edecek, suçlar, suçlular
ortaya çıkacak, organlar insanların yaptıklarına şehâdet edecektir (iki
melek her insanın yaptıklarını bilip şehadet edecektir. Bunlara, "Kirâmen
Kâtibin", yazıcı melekler denir); şefaat dışında, kimsenin kimseye faydası
dokunmayacaktır. Hesap-kitap sonucu bazılarının amel defteri sağından,
bazılarının da solundan verilecektir. Mîzan ve kul haklarının ödenmesi sonucu
kişi, eğer mü'min ise, Sırat Köprüsünü geçip Cennete gider; mü'min değilse veya
günahları ağır geldiyse Cehenneme düşer.
! Günahkâr olan mü'min, günahı kadar Cehennem'de kalır, cezasını | çeker,
sonra Cennete gider (A'raf inancı farklıdır.) Cennet 8, Cehennem 7 tabakadır.
Herkes ameline göre yerleştirilir. Cennet, ne sıcak, ne î
de soğuk, altından ırmaklar
akan, bahçeli-köşklü bir mekândır. Orada
1 ihtiyarlık, hastalık,
çalışma ve ibadet yoktur. Hem bedenî, hem de
| manevî zevkler ve bu arada en önemlisi rü'yet (Yüce Allah'ı görme) I
cennetin nimetlerindendir. Cehennemde ateş azabı (soğuk olanı da vardır) ve en
kötüsü Cennettekileri görüp "keşke toprak olsaydık da..."
1 diye hayıflanmak vardır. Cennet ve Cehennem, ebedîdir.
I
I
•
I®-
1
Dinlerde âhiretle ilgili inançlarda Hint dinleri arasında âlemi sonsuz
görüp tenasuha inanmak; Çin-Japon dinlerinde ölümden sonra sadece ruhun
yaşadığını kabul etmek; Zerdüşt Dini, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Islâm'da
öldükten sonra ceza-mükâfat, Cennet-Cehenneme yer vermek bakımından
benzerlikler vardır.
Hint dinlerindeki, tenasüh anlayışı bu son sıralanan dinlerde yoktur. Bu
dinlerde ruh, bir bedenle sorumluk altına girmiştir. Islâm, ahirete bakış
bakımından diğer iki İlâhî dinden ayrılmaktadır. Yahudilikte ayrı bir âlem, öte
dünya söz konusu değildir. Her şey bu dünyadadır. Gözler, dünyaya çevrilmiştir.
Hıristiyanlıkta her şey âhirete göredir, âhiret yakındır; bu, aşırı bir züht
hayatına, ruhbanlığa, dünya nimetlerini terke yol açmıştır. Islâm'da
dünya-âhiret dengesi vardır. Gaybı kimse bilemez, Kıyamet de bilinmeyen beş şey
arasındadır (Mugayyebât-ı Hamse). Kişi için çalışmak esastır. Dünyadan nasip de
unutulmayacaktır. Dünya âhiretin tarlasıdır. Islâm'da ruhbanlık yoktur.
Islâm'da âhiret muhakemesini Yüce Allah yürütür. Zira "Din gününün
sahibi" O'dur. Hıristiyanlıkta, bu görev Hz. Isa'ya verilmiştir.
ğ. Dinler Arasında İslâm ve Farkları
Dinlerin adları, dikkat edilecek olursa o din kurucusu ve peygamberi veya
dayandığı uluhiyet tarafından verilmemiş, sonradan onlara
atfedilmiştir. Bunun tek istisnası "lslâm"dır. Islâm, Kur'ân-ı
Kerîm'de hem yeni din, hem de dinin dayandığı "tevhid caddesinin genel adı
olarak kullanılmıştır. Batılı müsteşrikler (Oryentalistler), önce bu din için
"Muhammedanizm" kelimesini kullanırken, sonra hatalarını anlamış,
"Islâm" adına alışmışlardır. Tekrarlarsak, dinlerin adları Islâm
dışında dinin ana otoritesinin ötesindeki bir kaynakdan geldiği, genel olarak
bir kabîle, millet veya kişiye bağlılığı ifade ettiği görülmektedir.
Yaşayan dinlerin kurucu veya peygamberleri ya Önasya, ya Çin, ya da
Hindistan'da yaşamışlardır. Bunlardan bazılarının getirdiği nizam sadece kendi
ülkesinin sınırları içinde kalmış, bazılarınınki de bu sınırlardan taşmış,
diğer ülkelere, hatta bütün dünyaya yayılmıştır. Bu dinlerden bazıları ihtida
kabul eder, bazıları da etmez. Bu şahsiyetler, sadece bir sosyal sınıftan
değil, çeşitli tabakalardan çıkmışlardır. Sadece bir devirde değil, çeşitli
devirlerde yaşamışlardır. Getirdikleri nizamın devlet sistemi haline geldiğini
hayatlarında pek görmemişlerdir, Bunun tek istisnası Hz. Muhammed'dir. O, aynı
zamanda Yüce Allah'ın kulu ve elçisi olarak kalmış, tannlaştırılmamıştır.
Islâm'da, peygamberler için ismet (masumluk, günah işlememek), sıdk (doğruluk),
tebliğ (kendisine vahyolunanı, tevhidi bildirmek), emanet (emin, güvenilir
olmak) ve feta-net (zeki, uyanık olmak) gibi ortak nitelikler kabul edilir.
Peygamberler arasında bir ayrım yapılmaz; ancak bazılarının bazılarından daha
faziletli olduğuna inanılır. Peygamber ve din kurucuları, genel olarak ya
yetim-babasız, ya da baba ocağını terketmiş kimselerdir. Hepsinde ahlâk,
fazilet, nefse hâkimiyet, takva, tebliğ, maddeden feragat esastır. Aşağı yukarı
hepsinin tahsili vardır. Hz. Muhammed ümmî olmakla müstesnadır. Islâm'da
Allah'ın sıfatlarının Peygamberinkiyle karıştırılmamış olması dikkatten
kaçmamaktadır.
Dinlerden inanç sistemi bulunanlarında bu sistem (kredö) dinin özünde,
kutsal metninde bulunmayıp sonradan belirlenmiştir. Yine İslam bu konuda
istisna teşkil etmektedir. Islâm’da "âmentü", Kur'ân ve Hadîslere
dayanır. Hadiste altı maddesiyle aynen geçer (Imâm-ı Â'zamın yaptığı; sadece
mevcut ibareyi birkaç kelime ilâve ederek ferdî ikrar haline getirmekten
ibarettir).
Dinlerde tanrı kavramı çok karmaşık bir görüntü arzeder. Bir dini din yapan
bu çok önemli kavramın bazı dinlerde pek belirgin olmadığı, bazı dinlerde ise
politeist, panteist, monist bir karakter gösterdiği görülmektedir. Monoteist
olan dinlerde bile tanrı kavramının bir üçlem içinde açıklanmaya çalışılması,
peygamberle tanrının birbirine karıştırılması, sıfatlar konusunda hataya
düşülmesi yanında; Islâm'da melek, peygamber ve Tanrı'nın sıfatlarının
birbirine karıştırılmamış olması dikkat çekmektedir. Islâm'da Tanrı kavramı sade,
açık ve herkesin anlayabileceği makul bir anlatıma kavuşmuştur.
Kutsal metin, bir dinin geleceğinin ve değerinin garantisidir. Belirtilen
dinlerin kutsal kitapları (Japonlarınkine kutsal vekayiname denilebilir), hem
çok hacimli veya nüshalı, hem de sayıca çoktur. Ancak kutsal metinlerle ilgili
vahiy inancı, hemen hemen bütün yaşayan dinlerde yaygındır. Bununla beraber bu
husus biraz da vahiyden ne anlaşıldığına, diğer bir anlatımla vahyin nasıl
anlaşıldığına bağlıdır. Meselâ Islâm'da vahiy sadece Peygamberle ilgili bir
konu iken, Hıristiyanlar Incil yazarlarına da, hattâ Katolikler Paya'ya da
vahiy geldiğine inanırlar. Günümüzde mevcut kutsal metinler arasında çok
nüshası bulunmayan, yani elimizde tek nüshası olan kitap, Kur'ân'dır. Kur'ân'ın
hacmi, dikkat çekecek kadar matluba uygundur. Kur'ân en iyi korunmuş; aslı
üzere günümüze intikal etmiş tek kutsal kitaptır. Kur'ân'ın muhtevasiyle diğer
kutsal kitaplarınki karşılaştırılırsa, bazı benzer noktalar yanında, farklı
noktalar da açıkça görülür. Kur'ân, akla ve bilime daha çok yer verir.
Dinlerde âhiret inançları Uzak doğuya, Hindistan'a ve Önasya'ya göre farklı
görüntüler arzeder. Çin ve Japonya’da öldükten sonra ruhun varlığını
sürdürmesiyle sınırlı inancı, Buddizmin getirdiği tenasüh ve kozmoloji genişletti
ve böylece bir mahallî eskatoloji oluştu. Diğer evrensel dinler de, kendi
âhiret inançlarını gittikleri yerlere taşıdılar. Bu durumda iki önemli
eskatolojik odak göze çarpmaktadır: 1) Hint "âlem kadîm, ruh
dâim" inancı ki karma ve tenasüh bu inancın iki önemli karakteristiğidir.
2) Önasya İlâhî dinlerinin eskatolojisi: Önasya dinlerinde dünya-ahiret
dengesi, Yahudiliğin ilkine, Hıristiyanlığın da İkincisine talip olmasıyle tek
standartlı kalmıştır. Islâm bu iki kefeyi dengede tutmakla kalmamış , suç ve
bedeni ferdî kılarak, diğer iki evrensel din, Hıristiyanlık ve Buddizmden
ayrılmıştır.
B. DİNLERDE İBADET VE MABED KONUSUNDA BİR KARŞILAŞTIRMA
Her dinde, inançtan sonra ibâdet gelmekte ve o dinin inanç esaslarına uygun
olarak yerine getirilmektedir, ibadetlerin yerine getirilme arzusu, ibadetlerin
yapılabileceği bir yeri ortaya çıkarmıştır. Yaşayan dinlerin bazısında ibadet
yeri bulunmamakta, bazısında bazı ibadetler mabede bağlı kılınmakta, bazısında
bir mabedde yapılan ibadet ferdî yapılandan üstün görülmekte ve cemaatle
yapılması teşvik edilmektedir.
Dinin temel unsurlarından olan ibadet; Hıristiyan ilâhiyatçı Saint
-Augustin'e göre, "Tanrı'ya doğru sevgi dolu bir gayret"; Saint Jean
Da-mascen'e göre "Ruhun Tanrı'ya doğru yükselmesi" veya
"Tanrıdan uygun olan şeylerin istenmesi'dir (1).
Kur'ân-ı Kerîm'de, insanın Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmesi
de (2), müşriklerin putlara tapınması, dua etmesi de ibadet olarak
belirtilmektedir (3). Zâriyât Suresinin 56'ıncı Ayeti'nde Allah; "Ben,
Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler (kulluk etsinler) diye
yarattım"; Hac Suresinin 67'inci Ayetinde de, "Her millete takip
edebilecekleri bir ibadet yolu kıldık" buyurmaktadır. İbadette iki husus
vardır: 1-Allah'a tapınma, ibadet, itaat ve saygı arzusu, 2- Allah'ın iyilik,
lütuf ve nimetlerini isteme ve bu nimetlere şükretme arzusu. Zaten A.H. Akseki
de, ibadeti, "Allah'a saygı ve ta'zim göstermektir" (4) şeklinde
tarif etmektedir.
Genel olarak ibadet, şöyle tarif edilebilir: Kulun inandığı ve bağlandığı Yüce
Varlığa, Allah'a karşı kulluk borcunu yerine getirmesi; samimî olarak O'ndan
yardım talep etmek için kurmaya çalıştığı manevî bir irtibat halidir.
Tarihî eserler ve arkeolojik kazılar, her dönemde kulun kul olduğunu idrak
edip Allah'a karşı kulluk borcunu yerine getirmeye çalıştığını ortaya
koymaktadır. Geçmişte olduğu gibi bu gün de insan, aynı görevleri yerine
getirme gayreti içinde bulunmaktadır. İnsanoğlu, varolduğundan bu tarafa, bazı
dinlere ve bunlara bağlı olarak da Tanrı veya Tanrılara, Yüce Varlığa
inanagelmiştir. İnanmakla da kalmamış, yaratılışının bir gereği olarak,
inandıklarına uygun olarak bazı davranışları ile de bunu göstermeye ve kul
olduğunu isbatlamaya çalışmıştır. Çünkü insan her ne kadar yeryüzünün halifesi
kılınmışsa da, ihtiyaç, sığınma ve yardım dileme duygusu içinde yaratılmıştır.
Bu eksikliğini, zayıflığını farkeden insan; eksikliğini tamamlamak, hamlıktan
tamlığa ulaşmak istemiştir. Bundan dolayı insan, daha kuvvetliye, daha
mükemmele, Yüce Varlığa, yani Allah'a bağlanmak ve teslim olmak ihtiyacını
kavramıştır.
Bütün dinlerde dikkati çeken husus; inanılan, bağlanılan "Yüce
Varlık" ile insanlar arasında manevî yakınlaşmayı sağlayan çeşitli ibadet
şekillerinin bulunmasıdır.
Dünyadaki insanların büyük çoğunluğu, her hangi bir dinin mensubudur ve
mensubu bulundukları dinin hükümlerini yerine getirme gayretindedir. Bu
dinlerdeki ibadetler şekil, kemiyet ve keyfiyet bakımından farklı olsa da gaye
ve anlam bakımından birbirine yakındır. Dinler Tarihi alanında yapılan son
araştırmalar, ilkel kabilesinden gelişmişine kadar bütün toplumlarda ve
dinlerde bir ilk dinin, tevhid dininin kalıntıları olarak değerlendirmekte;
yaşayan dinlerdeki inanç ve ibadetlerdeki anlam yakınlıklarını buna
bağlamaktadır.
flmî araştırmaların varmış olduğu bu netice, Kur'ân-ı Kerim'in, Islâm'ın,
1400 sene önce tebliğ ettiği hakikatleri teyid etmektedir. Çünkü Islâm'a göre
insanlığın ilk dini, "tevhid" dinidir. İlk insan ile din başlamıştır.
Sonra insanlar çoğaldıkça, zaman zaman, yer yer doğru yoldan uzaklaşmış, Allah'tan
başka şeylere de tapmaya başlamış; bunun üzerine Allah, elçiler göndererek
onları uyarmış, "Hak Din"e, "Hak Yol"a davet etmiştir.
Böylece Hak Din, Allah’ın gönderdiği peygamberler ve kitaplar ile akıl ve irade
sahibi insanlara bildirilmiştir. Tev-hidden ve Hak Yoldan ayrılmalar, çok
çeşitli tanrılara yönelmeler daha sonra olmuş ve dolay isiyle de çeşitli dinler
ortaya çıkmıştır.
Allah; insanlara doğru ve eğri yolu gösterdiğini (5), şeytandan kaçınıp
Allah'a kulluk etmelerini elçileri vasıtasıyla tebliğ ettiğini (6), elçi
göndermedikçe azap etmeyeceğini (7); açıkça anlatabilmeleri için her peygamberi
kendi kavminin diliyle gönderdiğini (8) bildirmektedir. Yine ilk dinin
Tevhid dini olduğunu, Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin aynı esasları
tebliğ ve telkin ettiklerini, bunların Islâm çizgisi üzerinde ceryan ettiğini;
son din olan Islâm'ın, ilk "Islâm Dini" geleneğinin tekâmül etmiş
şekli bulunduğunu (9); Islâm ile din müessesesinin ikmâl edildiğini, Allah'ın
insanlara olan nimetinin tamamlandığını (10); Allah katında dinin Islâm
olduğunu (11), fakat insanların çoğunun bunu bilmediklerini (12) Kur'an
açıklamaktadır.
İbadeti ele alırken, Islâm'da ibadetle namaz, dua, oruç, zekât ve haccın
kastedildiğini göz önünde bulundurarak, diğer dinlerde de bunları aramayı uygun
bulduk. Bu çerçeveyi tesbit ettikten sonra bir nevi fenomenoloji yapmaya,
fenomenolojik bir yaklaşımla meseleye bakmaya; yaşayan dinlerden bir kısmını
ele alarak mevcut ibadet tarzları üzerinde kısaca durmaya çalıştık. Ancak, her
dini kendi mantığı içinde değerlendirmek gerektiğini hatırlatarak, Islâmdaki
ibadet şekillerini ve diğer dinlerde bunlara yakın olanları ortaya koymaya
gayret ettik.
1. DİNLERDE İBADET
a) Namaz, Dua:
Namaz, Kur’ân'da "Salât" kelimesi ile ifade edilmektedir. Arapça
"salât", kelime olarak, namaz, dua, niyaz, rahmet, mağfiret, istiğfar
gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelime anlamı yanında "salat";
Hicretten iki yıl kadar önce, Hz. Muhammed'in Miraç Mucizesi ile Müşlümanlara
günde beş vakit farz kılınan, belli bir disiplin içinde, kıyam, kıraat, ruku ve
secde ile yerine getirilen özel bir ibâdet tarzını ifade etmektedir.
Salât kelimesi dua anlamına da gemektedir. Mecburî olan namaz yanında duada
serbestlik vardır. Dua, belirli bir şarta bağlı değildir. Islâm dışındaki
dinlerde, dua, yakarma, tevbe şeklinde kulun inandığı tanrıya karşı görevlerini
yerine getirdiği bazı davranışlar bulunmaktadır.
Islâm'daki Namaz; vaktin girmesiyle farz olur; ön hazırlık yapıldıktan
sonra niyet ile başlar ve belirli bir disiplin içerisinde şartlarının yerine
getirilmesiyle ifâ edilir.
Islâm'a mahsus olan namaz, aklın ve kalbin katıldığı bir ameldir. Bu namaz,
beden için kıyâm, rüku, secde; dil için dua ve teşbih; akıl için düşünme
ve anlama; kalp için huşu' ve manevî bir lezzettir.
Allah, namazın şuurlu olarak ve huşu içinde kılınmasını emretmiş (13),
böyle kılınan namazın "hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyduğunu" (14)
belirtmiştir. Kur’ân, bu özellikleriyle namazın önceki ümmetlere, Hz. İbrahim'e
ve soyundan gelenlere (15), Hz. Meryem'e (16) ve Hz. Isa'ya zekâtla birlikte
emredildiğini haber vermektedir (17). Beş vakit namaz farz kılınmadan önce Hz.
Muhammed'in, sabah ve yatsı olmak üzere, günde iki vakit namaz kıldığı da
bilinmektedir.
Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Muhammed'in risâletinden ve namazın farz
kılınmasından önce, kendilerine namaz farz kılınan milletlerin sonraki
nesillerinin namazı bıraktıklarını, şehvetlerine uyduklarını (18); mü'minleri
Mescid-i Harâm'a girmekten alıkoyan müşriklerin "Kâbe'deki namazlarının
ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka birşey olmadığını" (19) ortaya
koymakta ve Müslümanlara şu ihtarı yapmaktadır: “Allah'a dönüp itaat edin. O'ndan
korkun. Namazı dosdoğru kılın ve sakın müşriklerden olmayın" (20).
Bugün mensubu olan dinlerde ibadet, belirli yerlerde konuşma, dua, yakarma
şeklinde ferdî veya cemaat halinde sesli veya sessiz olarak yerine
getirilmektedir. Aşağıda bu dinlerin bazılarında ibadet (namaz, dua, âyîn) ele
alınacaktır:
aa. Yahudilikte İbâdet (Âyin, Dua):
Yahudilikte namazın emredilmesi, hükümleri ve durumunda bir açıklık yoktur.
Bunun için bütün yüzyıllar boyunca kılınagelen namaz konusunda tek ve açık bir
şekilden bahsetmek, tarih boyunca kıldıkları namaz şudur diyebilmek zordur. Yahudi
Kutsal Kitabı'nda namazı emreden açık bir hüküm bulunmamakla
beraber, namaz ye dua Allahla yaklaşma vesilesi kabul edilmiştir. Dua ve ibâdet
anlamına gelen Ibranîce "Tephillah" kelimesi, Yahudilerdeki namaza ve
ondan kasde-dilen anlama gelmektedir.
Yahudi Kutsal Kitabı'nıda (Tanah) geleneksel ibadetler, hemen hemen
kurbanlara hasredilmektedir. Kurbânlar ile ibadet arasında bir bağ
bulunmaktadır. Kurban, ibâdetin esasını teşkil etmektedir. Mecburî ibadet,
Tanah'ta, Mabed'de gerçekleştirilen âyinler çerçevesinde mez-murlar
şeklindedir. Mabed'e bağlı olmayan ibadet merasimi, Babil Sürgünü'nden sonra
ortaya çıkmıştır.
Mabed döneminde dindâr Yahudiler, ferdî ve cemaat halinde namazı sabah,
öğle ve akşam olmak üzere üç vakitte yerine getirmişlerdir. Bugün de
Yahudilerde sabah, öğle ve akşam yapılmakta olan günlük; Cumartesi (Şabat)
Sinagog'ta yapılmakta olan haftalık; yalnız Kipur gününde yapılmakta olan
yıllık ibâdet, âyin, dua bulun-maktadır.
Şabah duası (tefillat sahrit), günlük işler başlamadan önce; öğleden
sonraki dua (tefillat minhah), günün yarısı geçtikten sonra; akşam duası
(tefillat arvit), resmî bir dua olarak, güneş battıktan sonra yapılmaktadır. Bu
günlük üç duaya, ilâve bir kurbanın sunulduğu "mus-saf" duası
da dahil edilmektedir. Şabah duasında, diğer vakitlerden farklı
olarak, dua atkısı (tallit) örtülmekte; sol pazıya ve alına muska şeklinde
"Dua Kayışı" takılmaktadır.
Yahudilikte ibadet ferdî ve cemaat halinde yapılır. Ferdî ibâdet evlerde;
cemaatle ibâdet sinagog'da (havra) 12 yaşını bir ay geçmiş en az on kişinin
bulunması ile yerine getirilir. İbadette kadınlarla erkeklerin ayrı olması
gerekir ve kadınlar sadece başları örtülü olarak dışarıdan ibadeti
seyredebilir. Önemli an, Tevrat rulolarının bohçalar içerisinden çıkarılması ve
haham tarafından okunmasıdır. Tevrat okunurken başın bir takke ile örtülmesi
şarttır. Cemaat sesli bir şekilde, Tevrat parçalarını okur.
Yahudiler, Allah'ın huzuruna çıkmak için lüzumlu hazırlıkları yapmakla emrolunduklarından, dua
ayininden önce^ hazırlık yapar, vücutlarının bazı kısımlarını yıkarlar.
(Yahudilikte takdis edilmiş suya el daldırmak veya bileğe kadar el yıkamak
abdest almak sayılır). Yom
Kipur'da bütün vücut yıkanır. Toprağa el sürerek teyemmüm de vardır.
Özel âyin elbiseleri giyilir. Dua sırasında Kudüs'e dönülür; buna
"Mis-
rah" (Doğu yönü) denilir. Bu dua şeklinde olan namaz, alçak bir yerde,
ayaklar bitişik olarak ve ayakta olur.
Ayaklar bitişik, eller uzatılmış, baş öne eğilmiş, gönül Allah'a bağlanmış
olarak dua edilir. Bundan dolayı buna "Amidah" (Ibranîce, ayakta
durma) denilir. Dua. eden, şükür ve ta'zim esnasında rükû'ya varır ve
"besmele" çekerek kalkar. "Amidah" duasından sonra üç adım
geri giderek sağa sola eğilir (Yahudi’lerin coğrafî dağılımlarına göre farklı
âyin ve törenleri olmuştur).
Duaları arasında bazı Aramîce eski dualar bulunmasına rağmen, Yahudi ibâdet
dili İbranîcedir. Mişna, diğer dillerde dua edilmesini kabul etmektedir.
Hellenik diasporada dualar Grekçe yapılmıştır. XIX. yüzyıldan sonra,
konuşma dilinde ve dualarda Ibranîceye sadık kalınmıştır.
Yahudilikte ibadet (âyin), Islâm'da cami'de huşu ve belirli bir disiplin
içinde yapılan ibadete benzemez. Yahudi ibadetinde bir düzen ve disiplin
yoktur. Cemaat Sinagog'da dolaşır, birbiriyle konuşur. Okunanları dinleyenler
azdır. Onlara göre sinagog, bir mabedden daha çok bir toplantı yeridir.
ab. Hıristiyanlıkta Âyin (Namaz, Dua):
Hıristiyanlıkta ibâdet iki esasa dayanmaktadır:
1. Hz. Isa'nın ibadet ibadet (âyin, dua) konusundaki telkini, 2-Hz. Isa'nın
yaşayan ibâdeti (âyin, dua).
Hıristiyan Kutsal Kitab'ında Isa tarafından tavsiye edilmiş dinî bir
uygulama bulunmaz. Ancak orada, kalben dua edilmesi yer almaktadır.
Dua konusunda da Hz. Isa'nın telkinleri menfî ve müsbet olmak
üzere iki şekildedir. Hz. Isa; putperestler, Ferisîler gibi ibâdet etmemek
(21); onu odaya kapanarak ve gizlilik içinde yapmak gerektiğini (22) .telkin
etmiştir. Isa'nın ibâdet ettiği, namaz kıldığı ve geceyi ibadetle geçirdikten
sonra havarilerini seçtiği (23) tartışılan konulardır.
Hıristiyanlıkta dua, âyin, 325 İznik Konsili'nde kabul ve tesbit
edilmiştir. Vatikan, İznik Konsili'nde kabul edilen dua (namaz) konusunda zaman
zaman değişiklik yaparak Katolik Hıristiyanlara bildirmiştir. İleri gelen
kiliseler de , daha sonra ortaya çıkan protestanlar da kendilerine
göre değişiklikler yapmışlardır.
Hıristiyanlıkta mevcut ibadet (âyin) şu özellikleri ihtiva etmektedir:
· 1-
Tanrı, İbadetin tek kaynağıdır (Tanrıya yönelmek, vaftiz olmak).
· 2-
İbadetin gayesi, Tanrı'da birleşmektir (Ekmek-Şarap âyini, kurban yolu
ile).
· 3-
İbadet nitelik bakımından hayatı değiştirici olacaktır (Ruh, yeni
dünyaya yönelmeli, gözler de o dünyaya çevrilmelidir).
· 4-
Tanrı'nın iradesinde birleşme, ancak Kutsal Ruh'un öncülüğünde
gerçekleştirilebilecektir (Kurtuluş, Kutsal Ruh'un öncülüğünde olabilecektir).
Bu dört husus, Hıristiyanların kurtuluşlarının temel dört noktasıdır.
İbadet; Tanrı'nın Hıristiyanlara bir sırrıdır. Bu sır, Tanrı'ya varmak ve onu
tanımaktır. Tanrıya yarmanın ve O'nu tanımanın yolu da_duadır. Dua
Isa merkez olmak üzereT^ranrı ^Peder) ve Kutsal Ruh etrafında
dönmektedir.
---
"
Bugün Hıristiyanlıkta, özel âyin vardır ve buna Katolik Kilisede
"Messe" (Mass) denilmektedir. Âyin, kiliselerde cemaatle ve papaz
nezaretinde yapılmaktadır. Bu âyinler; günlük, haftalık ye yıllıktır, Kilişeler
arasında uygulamada bazı farklılıklar bulunsa da, genelde öz aynı
sayılmaktadır.
Günlük ibadet (âyin): Sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa
yapılmaktadır. Kilise, toplu halde yapılan ibadeti ferdî yapılandan üstün
görmüştür. Bunun için, mecburî olmasa da ibâdet, .sabah ye akşam, kilisede,
papaz nezaretinde yapılmaktadır. Zamanı, iklime ve hayat şartlarına göre
ayarlanmaktadır.
Haftalık İbâdet (âyin): Pazar günleri sabah ve„
akşam-olmak üzere günde iki vakittir ve kilisede yapılmaktadır. Pazar günü
yapılan âyinin (Messe) özel bir yeri ve önemi vardır.
Yıllık İbâdet (âyin): Noel, Paskalya ve Haç Yortusu'dur.
Kiliselerde yapılan âyin; rahiple cemaat arasında konuşma; tevbe,
günahların bağışlanması için dua ve Kitab-ı Mukaddes'ten parçalar okuma
şeklindedir. Kutsal kitap okunurken ayağa kalkılır. Pazar ayininde (Messe),
diğer günlerdekinden farklı olarak, duruma göre, bir vaaz ve inanç tazeleme
vardır. Hz. Isa'nın sıfatları sayılırken, cemaat (isteyen) diz çökmektedir.
Mess âyininde, ayrıca, oturma ve ayakta durma da bulunmaktadır. Fakat cemaatin
buna uyma mecburiyeti yoktur. Âyin; "Ekmek-Şarap" dağıtılarak ve dua
edilerek bitirilmektedir.
ac. Hinduizmde ibadet (dua):
Hinduizmde ibâdet, inandırıcı ve tutarlı sözler vasıtasıyle haberleşmedir.
Bu haberleşme, büyülü sözler söyleme, dilekte bulunma, yakarma, tavassut, övgü
ve bilhassa tapınma şeklinde icra edilmektedir.
Hinduizmde ibadet her yerde yapılabilmektedir.
Mabed vardır, fakat cemaatle ibâdet yoktur. İbadet, ferdîdir. İbadetin belirli
bir şekli yoktur. Tann'nın her yerdeki ibadeti gördüğüne inanılmaktadır. Bundan
dolayı, ibâdet, her yerde, her zaman ve her
şekilde yapılabilmektedir.Bu Hintli, kendisi ile tapındığı tanrı
arasında zihninin odaklaştıracağı bir vasıta aramaktadır. Bundan dolayı çok
sayıda tanrı tasvirleri bulunmaktadır.
Hinduizm'e mensup olan biri, sabah şafaktan önce kalkar, evde veya nehir
kıyısında, yapacağı sabah ibadetine hazırlanır; tanrısının adını zikreder ve
yıkanır. Yüzünü doğuya dönerek oturur. Vücuduna su sepeler. Nefesini kontrol
eder. Tanrısının putuna yakarır, öğle ve akşam yaptıklarını tekrarlar. Evlerde,
genellikle, tapınılan puta tahsis edilen bir oda veya köşe bulunur. Onun önünde
tefekküre dalar. Hintli, tanrısını evindeki bir misafir olarak kabul eder, ona
hoşgeldin der. Tanrısının putunun ayaklarını yıkar, güzel kokulu bir ağaç ve
pirinç takdim eder. Puta ipten gerdanlıklar takılır, alnına koku sürülür, tütsü
verilir, fener yakılarak etrafında dolandırılır. Önüne yemek, meyve konulur,
çiçek sunulur. Sonunda veda edilir.
Mabedlerde yapılan ibadetler, evdekinin biraz gelişmiş şeklidir. Brahmanlar
gecenin sekizinci saatinde kutsal kitap okuyarak putu uyandırırlar. Boru
çalınarak dışarıdakilere ibadetin başladığı bildirilir. Put yıkanır, yağlanır,
elbise giydirilir. Önünde ışıklar yakılır; çiçek ve yemek sunulur. Put, gündüz
istirahate, gece uykuya bırakılır. Put, bayram ve özel günlerde bir kral gibi
gezmeye çıkarılır; arabalarla çekilerek ırmaklara götürülür ve törenle yıkanır.
Hinduizmde ibadette kurban önemli yer tutar. Tanrılara sunulan her türlü
takdime "kurban" olarak kabul edilir. Tanrının öfkesini gidermek için
özel hediyeler de "kurban" olarak sunulur.
Hinduizmde ibadet eden kimse, özellikle dinine bağlı olan, tapınmaya
başlamadan önce büyük bir hazırlık yapar: yıkanır, temizlenir, yiyeceklerini
sınırlar, nefsini frenlemeye çalışır. Sükunet içinde kutsal sözleri
durmadan tekrarlar. Kutsal kitapları okumak da ferdî ibadettendir. Yapılması
gereken ibadetler, ferdin evinde yapılacak cinstendir. Kişi bunları
sabah, kuşluk ve akşam olmak üzere günde üç vakitte yapar.
" ' ~
................
Ölüler yakılır, külleri Ganj nehrine dökülür. Yakılamayanlar Ganj’a
bırakılır.
ad. Buddizm'de İbadet (dua) :
Buddizm'de "Yüce Varlığa" karşı belirli bir ibâdet ve dua söz
konusu değildir. Budda tanrılaştırılmış ve ibâdet ona yöneltilmiştir. Budda'ya
dua edilmekte ve ondan bazı şeyler istenmektedir.. Bir Budist, tapınağa
(Pagoda) girdiğinde, Buda'nın heykeline ta'zimde bulunmaktadır. Budda'nın
putuna çiçek, tütsü, meyve, sebze sunulmakta ve tefekküre dalmakla ibadet
yerine getirilmektedir. Buddist'in evinde Budda'nın heykeli bulunmaktadır.
1
Buddizm'de tek ibadet; rapihlerin ayda iki defa, aybaşı ve ayın ondördüncü
günlerindeki "Oruç günü” bir araya gelip yaptıkları" alenî ve resmî
ıtiraf'dır.
Budist için üç şey önemlidir: Budda'nın heykeli, Budda'nın hatıraları ve
Budda'nın altında ilhama kavuştuğu Bodhi Ağacı.
. ae. Caynlzm'de İbadet:
Caynistlerin idaresi rahip ve rahibelerin elindedir. Önceleri gezici
zahitler olarak yaşayan rahipler, daha sonra manastırlara yerleşmişlerdir.
Rahip ve rahibeler kutsal yazıları okuyarak, ruh ve bedenlerini terbiye ederek
vakit geçirirler. Halk da, bunlar gibi günlük belirli ibadetleri yerine
getirir; Tirtankaralar ile ilgili İlâhîler söyler, tefekküre dalar ve tövbede
bulunur; belirli hareketleri uygular; hiç bir canlıyı incitmemeye gayret eder.
Onlar, "Ahimsa Prensibi"ni sıkı bir şekilde yerine getirir, nebatî
besinlerle beslenirler. Caynistler, mabetlerinde bulunan heykelleri takdis
eder; önlerinde İlâhiler söyler, meyve ve sebze sunarlar. Putların önlerine
lamba, tütsü koyar; yıkar, yağlar ve çiçeklerle süslerler.
af. Sihizm'de ibadet:
Tek tanrıya inanan Sihlerin ibadetleri basit ve sadedir. Dinî ve içtimâî
faaliyetlerinin merkezi Amritsar Altın Mabedi'dir. Altın Mabedin havuzunda
ibâdet kastiyle yıkanılır.
Âyin ve ibadetleri basit bir duadan, bir nevi abdest almaktan (yıkanmak) ve
Amritsar'a "hac" için gitmekten ibarettir. Dindar bir sihin gülük
ibadeti, üç dinî hüküm altında toplanır: 1-Adî Grant'tan ve Gru Nanak'a ait
pasajlardan ezber okumak, 2- Ailevî bir vecibe olarak, her sabah toplanıp, Adi
Grant'tan herhangi bir yer okumak, 3- Mabede (gurdvvara) ibadet için gitmek.
ag. Şintolzm’de ibadet (dua):
Şintoizm'de ibadet, tapınak veya evde yapılmaktadır. İbadet, dua ve
kurbanlardan (bilhassa yemek kurbanları) ibarettir.
Tanrılara ibadet; dua etmek, pirinç ve pirinç şarabı sunmakla yerine
getirilir. İbadet için tapınağa girecek bir Şintoistin, ağzını su ile
çalkalamış ve özel âyin temizliğini yapmış olması gerekir. Bazı özel durumlarda
bir nevi "gusül” de yapılır. Özel tören temizliğini yaptıktan sonra
tapınağa giren, dua salonu önüne gelip sunacağını sunduktan sonra, el çırparak
tanrının dikkatini çeker ve dua etmeye başlar.
ah. Islâmdakl Namazın Diğer Dinlerdekilere Göre Değerlendirilmesi:
Namaz; ergenlik çağına gelmiş akıllı her kadın ve erkek üzerine farz olan
bedenî bir ibâdettir. Tek başına da cemaatle de, kılınmaktadır. Günlük namaz
dışında, haftada bir kılınan Cuma Namazı, yılda iki defa kılınan Bayram namaz
ve vakte bağlı olmayan Cenaze Namazı vardır.
Namaz dinin direği, mü'min'in miracıdır. Namazın içinde Islâm'ın şartlarını
teşkil eden diğer esaslar da bulunmaktadır. Namaz kılan bir şey yiyip içmediği
için, namazda bir çeşit "Oruç"; namazda, Tahiyyat-Duası'nda şehadet
kelimesi yeraldığından "Kelime-i Şehadet"; namaz kılan Ka'be'ye
yöneldiği için namaz içinde sembolik bir "hac"; namaz kılan maddî
gelirini bir tarafa bırakıp namaza vakit ayırdığı için namazda bir çeşit
"Zekât" da vardır. Bunun için namaz; vakit vakit kılınan ve kulun
Yüce Allah'ın divanına durarak O'nun rızasını aradığını isbat ettiği bir
ibadettir.
Hiçbir dindeki ibadette namazın 12 farzının tamamı bulunmaz. Ancak
bunlardan biri veya birkaçı bulunabilir. Vakit kavramı, hiç bir dinde Islâm'daki
kadar belirli ve disiplinli değildir. Çünkü Allah, vakitleri belli bir farz
olarak namazı bildirmiştir (Bkz. Nisa, 103). Hiçbir dinde niyet, Islâm’daki
kadar ibadetin ana rüknü olmamıştır. Islâm'da ibadet şuuru, niyetle başlar.
Yine hiçbir dinde ibadetten önce Islâmdaki ha-desten ve necasetten temizlenme
kadar titiz bir hazırlık göze çarpmaz.
Namazın dışındaki farzlar, namaz süresince devam eden farzlardır. Namazın
içindeki farzlar ise, intikali farzlardır; biri diğerini takip eder. Böylece
namazda hem ayakta durma, hem de oturma; hem rükû, hem de secde bulunur. Öte
yandan namazda, okuma da, yer yer sessizlik de vardır. Bütün bunlar, niyeti
takip eden başlangıç tekbiriyle başlar.
Namazda kul Rabbinin huzurunda olduğunun şuurundadır. Bu şuur, onun kalbini
ve fillerini nurlandırır.
Bütün bu özellikleriyle, Islâmdaki namaz, diğer dinlerle mukayese kabul
etmez ve Islâm'a has bir ibâdettir.
b. Oruç:
Kur'ân'da, Allah, şöyle buyunmaktadır: "Ey İnananlar! Sizden
öncekilere olduğu gibi Oruç size de farz kılındı. Olur ki sakınırsınız"
(Bakara 183).
Aklı selim tarafından açık olarak görülen faydalan ile fıtrata uygun
düştüğü için olacak ki Allah, kullarına rahmet, ihsan, siper ve kalkan olarak
orucu her millete farz kılmıştır.
Tarihte bilinen hemen hemen bütün dinlerde oruç var olmuş ve mensuplarından
da tutmaları istenmiştir. Bugün de mevcut dinlerin çoğunda oruç veya perhiz
şeklinde bir ibâdet yer almaktadır.
ba. Yahudilikte Oruç:
Yahudilik, Hz. Musa tarafından emredilmiş "kefaret" orucunu
benimser. Yahudiler, belirli ve alışılmış birçok bayramdan, özellikle Yom
Kippur'dan önce oruç tutar. "Keffaret" orucu tutulması mecburî olan
oruçtur.
Bunun yanında Yahudi takviminde belirtilmiş oruç günleri de vardır. Meselâ,
Babil esaretinde çekilen ızdırapları hatırlatan (Temmuz, Ağustos, Tishril,
Tebet aylarına rastlayan) oruçlar bu çeşittendir. Bazı Talmud yorumcuları,
Yahudiler başka devletlerin hâkimiyetleri altında yaşarken bu oruçların
mecburî, bunun dışında mecburî olmadığı ka-naatindedirler. Yahudilerin maruz
kaldıkları diğer felâketleri hatırlatmak için tutalan oruç günleri zamanla
ötekilere ilâve edilmiş, fakat çoğunluk tarafından ilgi görmediği için mecburî
sayılmamıştır. Bazı küçük değişikliklerle bu çeşit oruç sayısı 25 güne
ulaşmıştır.
Yahudilerin ikâmet ettikleri çeşitli ülkelere göre değişen mahallî oruçları
da vardır. Bu oruçlar, Yahudilerin o ülkelerde çektikleri ızdırapları sembolize
etmektedir. Diğer taraftan aynı amaçla bazı Yahudi zümrelerince tutulan oruçlar
da vardır. Bunlar sadece, matem için değil, bazı kişilerin yaşadıkları müstesna
günler içindir. Bazı Yahudi zümreleri arasında sene başında oruç tutma geleneği
yaygındır. Bunlardan başka halka ağır gelen kanun ve emirleri protesto etmek
veya ülkede yağmur yağmayıp kıtlık başgösterdiğinde yalvarmak gayesiyle hahamlar
tarafından konulan ve tutulması emredilen oruçlar da vardır.
Yahudi tarihinde öteden beri yaygın olan oruç çeşitlerinden biri de bazı
şahısların tuttuğu oruçtur. Bu oruç ferdîdir; günahları affettirmek veya bir
musibet anında Allah'ın rahmetini celbetmek gayesini taşımaktadır. Ancak bu
oruçta, bu konuda, bilgili ve söz sahibi olma şartı vardır. Korkulu rüya gören
kimsenin de arkasından hemen oruç tutması gerekmektedir.
Yahudilerde oruç, şafağın sökmesinden ilk yıldızın doğmasına kadar devam
eder. Keffaret günü orucu ile Ağustosun 9'una rastlayan oruçlar bir akşamdan
ötekine kadar devam eder. Mutad oruçlar için konulmuş ayrı bir hüküm ve gelenek
yoktur. Yahudilerin, Kutsal Kitaplarında oruç, nefislerin alçaltılması, ona
azab edilmesi ve oruçlunun hiç bir iş yapmaması olarak belirtilir (Bkz.
Levililer, XVI/29-31; XXIV/26-28; Sayılar, XXIX/7).
Ağustosun ilk 9 günü ile 17 Temmuz ve 10 Ağustos arasındaki bazı günler
yalnız et yeme ve içki içme yasağını taşıyan kısmî oruç günleridir. Ayrıca,
"Beyt Ha-Kineset"te (Mabed'de-Sinagog-Havra) Tevrat yere düşerse
haham (Rav) alır. O kimse ve orada bulunanlar (bütün cemaat) 30 gün oruç
tutmaya mecbur olur. Buna Cumhur (cemaat) orucu (Taanit Tsibur) denir. Taanit,
nefse eza etmek demektir. Yalnız cemaat reisi (rav), taanit orucu (topluluk
orucu) koyabilir.
Yahudiler ve Hicazdaki Arapların birçoğunun tutageldikleri "Aşure
Orucu" vardı. Hz. Muhammed Medine'ye geldiğinde Yahudilerin Aşure Orucunu
tuttuklarını gördü. Bunun üzerine "Bu nedir?" diye sordu. "Bu
hayırlı bir güdür; Allah'ın Benî İsrail'i (Israiloğullarını) düşmanlarından
kurtadığı gündür. Hz. Musa da bu günde oruç
Namazda kul Rabbinin huzurunda olduğunun şuurundadır. Bu şuur, onun kalbini
ve fiilerini nurlandırır.
Bütün bu özellikleriyle, Islâmdaki namaz, diğer dinlerle mukayese kabul
etmez ve Islâm'a has bir ibâdettir.
b. Oruç:
Kur'ân'da, Allah, şöyle buyunmaktadır: "Ey İnananlar! Sizden
öncekilere olduğu gibi Oruç size de farz kılındı. Olur ki sakınırsınız"
(Bakara 183).
Aklı selim tarafından açık olarak görülen faydaları ile fıtrata uygun
düştüğü için olacak ki Allah, kullarına rahmet, ihsan, siper ve kalkan olarak
orucu her millete farz kılmıştır.
Tarihte bilinen hemen hemen bütün dinlerde oruç var olmuş ve mensuplarından
da tutmaları istenmiştir. Bugün de mevcut dinlerin çoğunda oruç veya perhiz
şeklinde bir ibâdet yer almaktadır.
ba. Yahudilikte Oruç:
Yahudilik, Hz. Musa tarafından emredilmiş "kefaret" orucunu
benimser. Yahudiler, belirli ve alışılmış birçok bayramdan, özellikle Yom
Kippur'dan önce oruç tutar. "Keffaret" orucu tutulması mecburî olan
oruçtur.
Bunun yanında Yahudi takviminde belirtilmiş oruç günleri de vardır. Meselâ,
Babil esaretinde çekilen ızdırapları hatırlatan (Temmuz, Ağustos, Tishril,
Tebet aylarına rastlayan) oruçlar bu çeşittendir. Bazı Talmud yorumcuları,
Yahudiler başka devletlerin hâkimiyetleri altında yaşarken bu oruçların
mecburî, bunun dışında mecburî olmadığı ka-naatindedirler. Yahudilerin maruz
kaldıkları diğer felâketleri hatırlatmak için tutalan oruç günleri zamanla
ötekilere ilâve edilmiş, fakat çoğunluk tarafından ilgi görmediği için mecburî
sayılmamıştır. Bazı küçük değişikliklerle bu çeşit oruç sayısı 25 güne
ulaşmıştır.
Yahudilerin ikâmet ettikleri çeşitli ülkelere göre değişen mahallî oruçları
da vardır. Bu oruçlar, Yahudilerin o ülkelerde çektikleri ızdırapları sembolize
etmektedir. Diğer taraftan aynı amaçla bazı Yahudi zümrelerince tutulan oruçlar
da vardır. Bunlar sadece, matem için değil, bazı kişilerin yaşadıkları müstesna
günler içindir. Bazı Yahudi zümreleri arasında sene başında oruç tutma geleneği
yaygındır. Bunlardan başka halka ağır gelen kanun ve emirleri protesto etmek
veya ülkede yağmur yağmayıp kıtlık başgösterdiğinde yalvarmak gayesiyle
hahamlar tarafından konulan ve tutulması emredilen oruçlar da vardır.
Yahudi tarihinde öteden beri yaygın olan oruç çeşitlerinden biri de bazı
şahısların tuttuğu oruçtur. Bu oruç ferdîdir; günahları affettirmek veya bir
musibet anında Allah'ın rahmetini celbetmek gayesini taşımaktadır. Ancak bu
oruçta, bu konuda, bilgili ve söz sahibi olma şartı vardır. Korkulu rüya gören
kimsenin de arkasından hemen oruç tutması gerekmektedir.
Yahudilerde oruç, şafağın sökmesinden ilk yıldızın doğmasına kadar devam
eder. Keffaret günü orucu ile Ağustosun 9'una rastlayan oruçlar bir akşamdan
ötekine kadar devam eder. Mutad oruçlar için konulmuş ayrı bir hüküm ve gelenek
yoktur. Yahudilerin, Kutsal Kitaplarında oruç, nefislerin alçaltılması, ona
azab edilmesi ve oruçlunun hiç bir iş yapmaması olarak belirtilir (Bkz.
Levililer, XVI/29-31; XXIV/26-28; Sayılar, XXIX/7).
Ağustosun ilk 9 günü ile 17 Temmuz ve 10 Ağustos arasındaki bazı günler
yalnız et yeme ve içki içme yasağını taşıyan kısmî oruç günleridir. Ayrıca,
"Beyt Ha-Kinesefte (Mabed'de-Sinagog-Havra) Tevrat yere düşerse haham
(Rav) alır. O kimse ve orada bulunanlar (bütün cemaat) 30 gün oruç tutmaya
mecbur olur. Buna Cumhur (cemaat) orucu (Taanit Tsibur) denir. Taanit, nefse
eza etmek demektir. Yalnız cemaat reisi (rav), taanit orucu (topluluk orucu)
koyabilir.
Yahudiler ve Hicazdaki Arapların birçoğunun tutageldikleri "Aşure
Orucu" vardı. Hz. Muhammed Medine’ye geldiğinde Yahudilerin Aşure Orucunu
tuttuklarını gördü. Bunun üzerine "Bu nedir?" diye sordu. "Bu
hayırlı bir güdür; Allah'ın Benî İsrail’i (Israiloğullarını) düşmanlarından
kurtadığı gündür. Hz. Musa da bu günde oruç tutmuştur" dediler. Hz.
Muhammed, "Ben, Musa'ya sizden daha yakın ve lâyığım" buyurdu; o
günün orucunu tuttu ve tutulmasını da emretti. Ramazan Orucu farz kılınınca bu
orucun üç gün olarak (birgün önce ve bir gün sonra olmak üzere) tutulmasını
tavsiye etti.
bb. Hıristiyanlıkta Oruç:
Hıristiyanlıkta oruç, tarihî gelişimi içinde çeşitli değişikliklere
uğramıştır. Hz. Isa, peygamberliğinden önce 40 gün oruç tutmuş ve bunun dışında
Yahudilikteki "Keffaret" orucunu da yerine getirmiştir. Isa döneminde
ve Hıristiyanlığın ilk yıllarında oruç çok takdir edilen bir ibadet şeklidir.
Kur'ân, önceki milletlere de orucun farz kılındığını belirtmektedir. Ancak,
bu orucun mahiyeti ve şartları hakkında kesin bilgiye sahip değiliz. Hz.
Isa'nın oruç konusunda hükümler koymadığı, geride bazı prensipler bıraktığı ve
bu konuda kiliseye serbestiyet tanıdığı belirtilmektedir. Bununla beraber
Tertulliyen, "Oruç Üzerine" başlıklı eserinde havarilerden kalma
mecburî bir oruçtan bahsetmektedir.
Bugün Hıristiyanlıkta iki çeşit oruç vardır: Okaristik (Le Jeûne
Eucharistique), Eklesiyastik oruç (Le Jeûne Eccbsiastique).
Okaristik Oruç: Bu oruç, Kominyondan (Ekmek-Şarap âyini) önce belirli bir süre katı
besinlerin yenilmesinin yasaklanmasıdır. Ökaristiya'yı (Ekmek-Şarap âyinini)
karşılamaktan dolayı "Okaristik Oruç" diye adlandırılmıştır. Bu oruç,
eskiden gecenin saat 12'sinden Kominyon zamanına kadar hiçbir şey almamak
(yememek-içmemek) şeklinde iken şimdi, II. Vatikan Konsilinden sonraki
değişiklikle, Kominyondan 1 saat önce hiçbir şey yememek ve 3 saat öncesinden
alkol almamak şeklinde icra edilmektedir.
Eklesiyastik Oruç (Le Jeûne Ecclesiastique) : Bu oruç, Katolik kilisesinde 40
günlük perhiz dönemidir. Kilise takvimine göre yılın belirli dönemlerinde
yerine getirilen bir "Keffaret" (Tevbe) uygulamasıdır. Bu oruç,
günümüzde, oldukça hafifletilmiş ve azalmıştır. Tutulması; gündüz tek bir yemek
almak, sabah ve akşam da hafif yiyeceklerfe yetinmek şeklindedir.
Ortodokslar oruçta eski geleneğe bağlıdır. Onlarda orucun daha sert ve uzun
dönemleri vardır. Bazı cemaatler (gruplar) hariç, Protes-tanlar orucu reddederler.
Bunlardan Anglikan Kilisesi oruç günlerini tayin ve tesbit etmiş; fakat takip
ve tatbik edilecek hükümleri oruçlunun vicdanına ve sorumluluğuna bırakmıştır.
Hıristiyanlıkta orucun ülkelere göre değişen hüküm ve gelenekleri vardır.
Bazıları yumurta ve meyve yemekten kaçınır; bazıları yalnız kuru ekmek yer;
bazıları da bunların hiçbirini yemez. Bazıları hayvanî besinleri yemeyip nebatî
besinleri yiyerek orucu gerçekleştirir.
bc. Hinduizm'de Oruç:
Hinduizm'de nefis temizliği için senenin belirli günlerinde ve bayramlarda
oruç tutulur. Hinduizm mensuplarının dua ve ibadetle geçirdikleri özel günleri
vardır. Bu günlerde çoğunluk yemek yemez, bütün gece kutsal kitaplarını
okuyarak ve tanrıyı düşünerek vakit geçirirler. Oruç daha çok, çok sayıda
besini yememe şeklindedir (bir nevi perhizdir). Bu hal, bütün Hinduist
gruplarda yaygındır.
Bazı günlerde yalnız kadınlar oruç tutar ve "Tanrının kadınlık
sıfatlarının tecelligâhı" olan tanrıçaya dua ederler. Bu günlere, özel bir
önem verildiği için, "Âhd" denilir. Bu günler nefsi temizlemeye
ayrılmış günlerdir. Gayeleri de ruhanî (manevî), bir gıda ile ruhu
gıdalandırmaktadır.
Brahmanlarda oruç geniş bir yer tutmakta ve uygulanmaktadır.
Brahmanlar, hâlâ mahallî ayların 11 ve 12'inci gülerinde oruç tutarlar.
Böylece tuttukları orucun sayısı, bu geleneği devam ettirenlere göre, 24 güne
ulaşmaktadır.
bd. Caynizm'de Oruç:
Caynistlerde oruç geniş bir yer tutar. Daha ağır şartlar ve hükümler taşır.
Caynistler arka arkaya 40 gün oruç tutarlar. Bu oruç, çok sayıda besini yememe
şeklindedir. Caynistler haklı bir sebep için oruçla intiharı kabul ederler.
Ayrıca Caynistlerdeki "Ahimsa Prensibi" yaygındır. Bu prensibe göre
hiçbir canlıya zarar vermeme bir ibadettir.
be. Islâm'da Oruç ve Diğer Dlnlerdekllerle Bir Mukayese
Orucun en belirli ve en mantıkî şekline Islâm'da rastlanmaktadır.
Islâm'daki orucun şartları, zamanı ve hükümleri açıktır. Istisnâlar bir tarafa,
keyfî bir durum söz konusu değildir. Hiçkimsenin, hiçbir kurumun belirtilen
hükümleri değiştirme yetki ve selâhiyeti yoktur. Kitap ve Sünnetle tesbit
edilmiştir.
Islâm dışındaki dinler, oruç günlerini başlangıç ve sonuçlarıyla
belirlememiş, bağlayıcı hükümler koyarak tam bir ibâdet disiplini haline
sokamamış; işi tamamen oluruna bırakmıştır. Birçok dinde insanlar, oruç
tutacakları günleri seçmekte, sayılarını tayin etmekte, tamamen veya kısmen
yeme ve içmeden kesilme çekilerinden birini tercihte serbest bırakılmıştır. Bu
din mensupları bazı yiyecekleri bırakmak ve bazılarını tercih etmekle
emrolunmuşlardır. Hint dinlerinde bu şekildeki uygulamalara rastlanmaktadır. Bu
din mensuplarının bazıları et, bazıları ateşte pişeni yemezler; bazıları da
yalnız bir kaç çeşit yemekle veya tuzlu suyla yetinirler.
Bu keyfî durumlar orucun kıymet ve kuvvetini zayıflatmış; oruçtan bekleneni
verememiştir. Orucun isteğe bırakılması insanların haddi aşmalarına, oruçtan
beklenen ahlakî fayda ve fonksiyonların kaybolmasına sebep olmuştur.
Islâm, bütün ibadetlerde olduğu gibi oruçta da köklü bir yenilik ve
tamamlama getirmiştir. Islâm, orucu belirli bir disiplin ve kurala bağlamış;
insanların keyfî tasarrufundan çıkarmış, fıtırata en uygun, en kolay, manevî
faydaları en fazla içinde bulunduran, fert ve topluma en çok etkili bir hale
sokmuştur.
Islâm'ın yaptığı yeniliklerden biri de; Yahudilikte matemin ve tarihî
felâketlerin hatırası olan orucu, uğursuz ve karanlık bir çerçeveden kurtarıp
iyimserliğin hakim olduğu aydınlık ve sevinç verici, sonu bayramlı
bir devreye dönüştürmesi ve umûma şâmil kılmasıdır.
Yahudi Kutsal Kitabında oruç nefsi alçaltma, ona eziyet etme olarak
yeralmış; mukîm olsun, misafir olsun oruçlunun hiçbir şey yapmayacağı
belirtilmiştir (24).
Islâm, bütün lüzumsuz kayıt ve hükümleri kaldırarak orucu nefse işkence
etmekten ve ceza olmaktan çıkarmış; Allah'a yaklaşma vesilesi olan bir ibâdet
kılmıştır. Islâm akıl bâliğ olan her Müslüman için, istisnalar
bir yana,orucu mecburî kılmış; inşanın gücünün dışında kalan, nefse
eza verecek şeylerle mükellef tutacak hükümler koymamış; sahurun
geciktirilmesini müstahap saymış; sahura kalkmayı, iftarda acele etmeyi sünnet
kılmış; gece ve gündüz uyumayı, istirahat etmeyi mübah addetmiş; san'atla, ticaretle
ve faydalı işlerle uğraşmayı serbest bırakmıştır. Islâm dışındaki dinlerin
çoğunda oruç, güneş aylarıyla hesap edildiği için, belirli bir mevsimde donup
kalmasını gerektirmiş, matematik hesaplara, astronomik bilgilere ve bir
takvimin yapılmasına ihtiyaç hissettirmiştir. Islâm'da oruç hilâle bağlanmış,
kameri aylar esas alınmış ve bundan dolayı en az 45 yıl yaşayan insan, her
mevsimde oruç tutmanın zevkini tadabilmiştir.
c. Zekât:
Islâm'ın beş şartından biri olan zekât Kur'ân'da genel olarak, namazla
birlikte zikredilir. Kelime olarak zekât; artma, çoğalma, temizleme anlamına
gelir. Terim olarak, Islâm'da nisaba mâlik olan bir Müslümanın malının belirli
bir kısmını fakirlere veya ihtiyaç sahiplerine vermesidir.
Islâm'daki zekâtın bir benzerine hiçbir dinde
rastlanmaz. Zekatın hem ibâdet olarak uhrevî yönü, hem de sosyal ve
İktisadî bir nizam olarak dünyevî bir yönü vardır. Yahudi ve Hıristiyan Kutsal
Kitaplarında Islâm'daki zekât benzeri mecburî bir ibadet sistemi bulmak zordur.
Ancak ahlâkî ve ruhî yönelmelerden öteye geçmeyen genel mahiyette bazı
tavsiyeler serpiştirilmiş olarak bulunur. Kimlere, hangi maldan ve ne kadar
olduğuna dair bir şey çıkarılamaz. Halbuki Islâm'da Kur'ân, Hadîs ve
Fıkıh kitaplarında açık olarak belirtilmiştir. Hıristiyanlar tarafından
hazırlanmış Fransızca bazı lügat ve ansiklopedilerde zekât karşılığı kelimeye
ya rastlanmamakta veya "aumone lâ'gale: mecburî sadaka” kelimesi altında
sadece Islâm'daki zekat ele alınmaktadır.
Bazı araştırıcılar; Yahudilerde zekât mallarının Beyt-i Mukaddesin zekât
sandığına verildiğini; 1/10'u veraset yoluyla haham olan Harun soyundan kabul
edilen Levililere taksim edildiğini; 1/601 diğer dinî makam sahiplerine
ayrıldığını ve çok az miktarı da Beyt-i Mukaddesi (Beyt-Ha-Miktaş-Süleyman
Mabedi) ziyarete gelenlerin ağırlanmalarına harcandığını belirtmektedirler.
Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, Yahudilerden Allah'tan başkasına ibadet
etmeyeceklerine, ana babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikte
bulunacaklarına; insanlara iyi söz söyleyeceklerine, namazı dosdoğru
kılıp zekat vereceklerine dair söz aldığını, çok azı hariç, yüz
çevirdiklerini beyan etmektedir (Bkz. Bakara, 83).
Yahudiler, kendilerine vazifelerini hatırlatanları, üzerlerine farz
kılınmış olan zekât ve sadakaların verilmesini isteyenleri terslemiş; bazen de
kovmuşlardır. Allah'a fakirlik isnad etmiş, Allah'a "Zorla almak"
suçlamalarında bulunmuşlardır. "Gerçekten Allah fakirdir, biz
zenginleriz" (Al-i Imrân 181); bazen de "Allah'ın eli bağlıdır"
(Maide 64) demişlerdir. Kur'ân, Yahudi ve Hıristiyanlara bildirilen hükümlerin
gerçeğini de ortaya koymakta ve Müslümanlara şu husûsu hatırlatmaktadır:
"Ey iman edenler! Hahamların ve Rahiplerin çoğu, insanların malların batıl
sebeplerle yerler. (Onları) Allah yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp
da Allah yolunda harcamayanları elem verici bir azab ile müjdele" (Tevbe
34).
Yukarıda belirtilen âyetlerde Yahudi ve Hıristiyanlara zekât ve sadakanın
emredildiğini, ancak onların buna uymadıklarını görmekteyiz.
Bugün Yahudilerde olduğu gibi Hıristiyanlarda da farz olan bir zekâta açık
olarak rastlamak mümkün değildir. Hıristiyan Kilisesi, oruç günlerinde,
yemediklerini başkalarıyla bölüşmeyi mensuplarına tavsiye etmekte ve bunu da
herkesin vicdanına bırakmaktadır.
d. Hac:
Hac, genel olarak, dinî mecburiyet veya mucize elde etmek gayesiyle kutsal
bir yere doğru gerçekleştirilen yolculuktur.
Tarihin her döneminde, büyük saygı duyulan bu yerlere doğru yolculuk
yapıldığının izine rastlanmaktadır. Hac olayı, dinî antropolojinin temel
konularından biridir. Dinî akd olarak hac, övgülü bir karakter taşımaktadır.
Hac, bir kurtuluş vasıtası, temizleme vesilesi ve bir ibadet törenidir. Haccın
insan hayatında ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Hemen hemen her dinden insanların gidip ziyaret ettiği "Mukaddes
yerler" bulunmaktadır. Bu yerlerin ziyaret edilmesi teşvik edilmekte,
bunun için de bir takım şartlar ve hükümler konulmaktadır.
İnsan, daima ta'zim edeceği ve yaklaşmak konusundaki isteğini tatmin
edeceği, aşkını söndürebileceği, arzularını yönelteceği ve gözüyle görebileceği
bir şey aramaktadır. Aynı şekilde günahlarını af-fettirebilmek, hatalarını
bağışlattırabilmek için uzun ve yorucu bir işi, meşguliyeti de arzulamaktadır.
Bunun yanında insan, her zaman, din kardeşleriyle ve manevî bağlarla bağlı
bulunduğu kimselerle bir araya gelebileceği büyük toplantılara da ihtiyaç
duymuştur. Bundan dolayı tarihin her döneminde insanlar, Allah'a ve inandıkları
kutsal varlıklara ibadet etmek ve kurban kesmek için büyük toplantılar
yapmışlardır. Zaten Allah, Hac Suresi 34. Âyette bunu şöyle belirtmektedir.
"Biz, her ümmete, ibadet mahiyetinde kurban kesmeyi meşru kıldık".
-Tarihî eserler ve arkeolojik kazılar, geçmiş topluluklarda da bu çeşit
toplantı ve ibadetlerin bulunduğunu göstermektedir. Tarih de aynı hususta bilgi
sunmaktadır. Eski dinlerin toplantı ve ibadetlerinin tam olarak, nasıl
olduğunu, zamanını, hükmü ve kurallarını ortaya koymak oldukça zordur. Bunun
için İlâhî menşeli dinlerden başlayarak dünyada mevcut olan dinlerdeki
"Hac" ibadetine göz atmak uygun olacaktır.
da. Yahudilikte Hac:
Yahudilikte hac, Beyt-i Mukaddes'e (Bet ha Mikdaş=Süleyman Mabedi)
yapılmaktadır. Hac, Şavvat (Gül Bayramı), Pesah (Mayasız ekmek, Fısıh) ve Kipur
(Kefaret, günah çıkarma) bayramlarında yapılmaktadır. Bu hac; küçükler, körler,
kadınlar, akıl ve beden hastalıkları olanlar hariç, her Yahudiye farzdır.
Yahudilik, ibadeti yerine ge-
Bazı araştırıcılar; Yahudilerde zekât mallarının Beyt-i Mukaddesin zekât
sandığına verildiğini; 1/10'u veraset yoluyla haham olan Harun soyundan kabul
edilen Levililere taksim edildiğini; 1/601 diğer dinî makam sahiplerine
ayrıldığını ve çok az miktarı da Beyt-i Mukaddesi (Beyt-Ha-Miktaş-Süleyman
Mabedi) ziyarete gelenlerin ağırlanmalarına harcandığını belirtmektedirler.
Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, Yahudilerden Allah'tan başkasına ibadet
etmeyeceklerine, ana babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikte
bulunacaklarına; insanlara iyi söz söyleyeceklerine, namazı dosdoğru
kılıp zekat vereceklerine dair söz aldığını, çok azı hariç, yüz
çevirdiklerini beyan etmektedir (Bkz. Bakara, 83).
Yahudiler, kendilerine vazifelerini hatırlatanları, üzerlerine farz
kılınmış olan zekât ve sadakaların verilmesini isteyenleri terslemiş; bazen de
kovmuşlardır. Allah'a fakirlik isnad etmiş, Allah'a "Zorla almak”
suçlamalarında bulunmuşlardır. "Gerçekten Allah fakirdir, biz
zenginleriz" (Al-i İmrân 181); bazen de "Allah'ın eli bağlıdır"
(Maide 64) demişlerdir. Kur'ân, Yahudi ve Hıristiyanlara bildirilen hükümlerin
gerçeğini de ortaya koymakta ve Müslümanlara şu husûsu hatırlatmaktadır:
"Ey iman edenler! Hahamların ve Rahiplerin çoğu, insanların malların batıl
sebeplerle yerler. (Onları) Allah yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp
da Allah yolunda harcamayanları elem verici bir azab ile müjdele" (Tevbe
34).
Yukarıda belirtilen âyetlerde Yahudi ve Hıristiyanlara zekât ve sadakanın
emredildiğini, ancak onların buna uymadıklarını görmekteyiz.
Bugün Yahudilerde olduğu gibi Hıristiyanlarda da farz olan bir zekâta açık
olarak rastlamak mümkün değildir. Hıristiyan Kilisesi, oruç günlerinde,
yemediklerini başkalarıyla bölüşmeyi mensuplarına tavsiye etmekte ve bunu da
herkesin vicdanına bırakmaktadır.
d. Hac:
Hac, genel olarak, dinî mecburiyet veya mucize elde etmek gayesiyle kutsal
bir yere doğru gerçekleştirilen yolculuktur.
Tarihin her döneminde, büyük saygı duyulan bu yerlere doğru yolculuk
yapıldığının izine rastlanmadadır. Hac olayı, dinî antropolojinin temel
konularından biridir. Dinî akd olarak hac, övgülü bir karakter taşımaktadır.
Hac, bir kurtuluş vasıtası, temizleme vesilesi ve bir ibadet törenidir. Haccın
insan hayatında ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Hemen hemen her dinden insanların gidip ziyaret ettiği "Mukaddes
yerler" bulunmaktadır. Bu yerlerin ziyaret edilmesi teşvik edilmekte,
bunun için de bir takım şartlar ve hükümler konulmaktadır.
İnsan, daima ta'zim edeceği ve yaklaşmak konusundaki isteğini tatmin
edeceği, aşkını söndürebileceği, arzularını yönelteceği ve gözüyle görebileceği
bir şey aramaktadır. Aynı şekilde günahlarını af-fettirebilmek, hatalarını
bağışlattırabilmek için uzun ve yorucu bir işi, meşguliyeti de arzulamaktadır.
Bunun yanında insan, her zaman, din kardeşleriyle ve manevî bağlarla bağlı
bulunduğu kimselerle bir araya gelebileceği büyük toplantılara da ihtiyaç
duymuştur. Bundan dolayı tarihin her döneminde insanlar, Allah'a ve inandıkları
kutsal varlıklara ibadet etmek ve kurban kesmek için büyük toplantılar yapmışlardır.
Zaten Allah, Hac Suresi 34. Âyette bunu şöyle belirtmektedir. "Biz, her
ümmete, ibadet mahiyetinde kurban kesmeyi meşru kıldık".
Tarihî eserler ve arkeolojik kazılar, geçmiş topluluklarda da bu çeşit
toplantı ve ibadetlerin bulunduğunu göstermektedir. Tarih de aynı hususta bilgi
sunmaktadır. Eski dinlerin toplantı ve ibadetlerinin tam olarak, nasıl
olduğunu, zamanını, hükmü ve kurallarını ortaya koymak oldukça zordur. Bunun
için İlâhî menşeli dinlerden başlayarak dünyada mevcut olan dinlerdeki "Hac"
ibadetine göz atmak uygun olacaktır.
da. Yahudilikte Hac:
Yahudilikte hac, Beyt-i Mukaddes'e (Bet ha Mikdaş=Süleyman Mabedi)
yapılmaktadır. Hac, Şavvat (Gül Bayramı), Pesah (Mayasız ekmek, Fısıh) ve Kipur
(Kefaret, günah çıkarma) bayramlarında yapılmaktadır. Bu hac; küçükler, körler,
kadınlar, akıl ve beden hastalıkları olanlar hariç, her Yahudiye farzdır.
Yahudilik, ibadeti yerine getirecek herkesin beraberinde Tanrı’ya sunacağı bir
takdime götürmesini gerekli kılmıştır.
Kadın ve çocuklar hariç tutulmuş olmasına rağmen, birçok kadın kocaları,
çocuklar da ebeveynleri ile haccedebilmektedirler. Bu ziyarette büyük sayıda
kurbanlar kesilmekte ve derileri de karşılıksız olarak hacıların hizmetinde
bulunanlara verilmektedir.
Yahudi Kutsal Mabed'inin Romalılar tarafından yakılıp yıkıldıktan sonra
(M.S. 70), bir müddet oraya bağlı ibadetler yapılamamış ve kurbanlar
sunulamamıştır. Mabed'in yıkılmasından sonra geriye kalan Batı Duvarı,
"Ağlama duvarı" (Hakotel ha-Mavravi) olarak görülmüş ve ziyaret
edilmiştir. Selahaddin Eyyûbî'nin Kudüs'ü fethetmesi ile Yahudiler haC etme
serbestliğine kavuşmuş; 1492 yılında Ispanya'dan Osmanlı İmparatorluğuna
sığınan Yahudilerden hac için Kudüs'e gidenlerin sayısında artışlar olmuştur.
Yahudilerde meşhur olan kral peygamber ve veli kimselerin kabirlerinin
ziyaret edilmesi de yaygındır: Sion Dağı'nda Hz. Davud'un mezarı, Karmel
Dağı'nda llyas Mağaraları, Meymonides'in mezarı, Haham Meir ve Talmudik önemi
olan diğer yerler.
Yahudiler Süleyman Ma'betinin "Batı duvarf'nın karşısında, 17 Temmuz
akşamından 19 Ağustos'a kadar 23 gün devamlı toplanmakta ve bu ibadeti yerine
getirmektedir.
Belirtilen bu yerlerin dışında Yahudilerin çeşitli ülkelerde ziyaret
ettikleri kabirler ve mahallî ziyaret yerleri de bulunmaktadır.
db. Hıristiyanlıkta Hac:
Hıristiyanlıkta, Hz. Isa'nın yaşadığı ve hatıralarının bulunduğu yerler ile
ilk Hıristiyan azizlerinin mezarları haç yerleridir. Hz. Isa'nın doğduğu
Bethlehem (Beytlahim) en büyük saygı gören "hac" yerlerinden biridir.
Isa'nın yaşadığı yerler ile Kudüs'ten sonra Roma en çok ziyaret edilen
yerlerden olmuştur. Kudüs'ten sonra Roma'nın "hac" merkezi olması
Petrus ve Pavlus'un mezarlarının orada bulunmasından kaynaklanmıştır. Bu
gelenek yerleşip yaygınlaştıktan sonra Roma'ya ziyaret hiç eksik olmamıştır.
Hac gayesiyle Roma'ya böylece akın edilmesi "Bütün yollar Romaya
çıkar" atasözüne konu olmuştur.
Günümüzde Hıristiyan hac yerlerinde bazı değişiklikler olmuş, yeni yeni ve
mahallî ziyaret yerleri ortaya çıkmıştır.
dc. Hlnduizm'de Hac:
Hindistanda ziyaret edilen yedi kutsal yer bulunmaktadır. Hima-laya'nın
yüksek tepeleri, Ganj ve Jamna nehrinin kıyıları, Brindaban ve bilhassa iki bin
tapınağın bulunduğu Benares bunlardandır. Bu kutsal yerlere yapılan ziyaretler,
"hac" seferleri Hinduların hayatında önemli rol oynamaktadır.
dd. Buddizm'de Hac:
Sadık Budistler için Budda'nın hayatının geçtiği ve hatıralarını taşıyan
yerler kutsal ziyaret yerleridir:
Büdistlerin hac yerleri şunlardır: 1- Budda'nın Nepal'deki doğum yeri olan
Lumbini.
· 2-
Budda'nın altında ilhama kavuştuğu Bodhi ağacıyla Bodh Gaya.
· 3-
Budda'nın "nirvana”ya ulaştıktan sonra ilk vaazını verdiği Benares
yakınındaki Sarnath Geyik Parkı.
· 4-
Budda’nın öldüğü Uttar-pradeş şehri. Ganj da kutsal yerlerdendir.
Ayrıca Budda'nın kutsal eşyalarının bulunduğu stupalar ziyaret yerleridir
(Efsaneye göre 84.000 stupa vardır). Ancak bütün Budist gruplâr
"hacca" aynı önemi vermezler. Bunun yanında her Budist memlekette
kutsal hac yerleri bulunmaktadır. Meselâ Tİbette: Lhosa, Samye, Gaden,
Tashilimpo, Sera. Bugün Hindistanda ise şu yerlerdir: Benares yakınında
Sarnath, Modh-Gaya, Ajanta, Sanehi ve eski Stupalar. Bu yerler, Budda'ya ait
tapınmada önemli bir yer tutar.
Bu kutsal yerlerde bayramlar yapılır, panayırlar kurulur.
de. Caynlzm’de Hac:
Ziyaret edilen çok yer bulunmaktadır.
Hindistanda Buddizm, Caynizm ve Hinduizm'de mabetler ve mukaddes yerler
çoktur. Oraların büyük şerefe ve özel kutsallığa sahip olduğuna inanılmaktadır.
Dinî önderlerin oralarda hakîkata ulaştığı, bazı ilâhların oralarda özel olarak
tecellî ettiği inancı bulunmaktadır.
Bu yerlerde dinî havaya bürünen bayramlar ve panayırlar yapılmaktadır.
Kutsal yerlerin büyük çoğunluğu Ganj nehri kıyısında bulunduğundan, Ganj
nehrinde yıkanmanın da büyük bir fazilet sayıldığıdan kalabalıklar halinde
buralarda toplanılmaktadır. Bu toplantıların bazısı senede bir, bazısı birkaç
defa ve bazısı da, Ganj'la Jamna nehrinin birleştiği yerde oluduğu gibi, oniki
yılda bir yapılmaktadır.
df. Islâm'da Hac ve Değerlendirme:
Islâm’da hac, Mekke'ye yapılmaktadır. Haccedilmeğe en lâyık yer de
Beytullah'dır (Kâ'be), Orada açık âyetler vardır. Burası İlâhî menşeli üç dinde
de kabul edilen Hz. İbrahim'in hatırasını taşımaktadır. Bunun dışında, Müslüman
tarafından mukaddes kabul edilip ziyaret edilen Madîne, Kudüs gibi yerler de
vardır; ancak bunlar haccın rükünlerinden değildir.
Islâm; hayalde mücerretliği, düşüncede yüceliği, irade ve niyette
temizliği, amel ve tatbikatta ihlası, Allah'dan başkası ile alâkıyı kesmeyi
isteyen bir dindir.
Diğer din mensuplarında olduğu gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar hac ve
ziyarette aşırı gitmişlerdir. Ziyaret yerlerine verdikleri önem, oraları takdis
etmeleri, bu yerlerin uğrunda katettikleri uzun ve meşakatli yolculuklar,
onların duygu ve düşüncelerine hâkim olmuş, takdis ve ta'zimde haddi aşıp şirke
düşmüş ve Allah'tan başkalarına tapmalarına yol açmıştır. Hz. Muhammed, bu gibi
aşırı davranış ve âdetlere karşı tepki göstermiş, böyle âdetlerin ümmetine
sirâyet etmesinden endişe duymuş; kendi kabrinin her türlü şirk ve tapınmadan
uzak kalması için gayret göstermiştir. Bu endişeler son hastalığında bile onu
meşgul etmiştir. Buna sebep de; Yahudi ve Hıristiyanlardaki mezar ve türbelere
tapınma fitnesinden ümmetini korumak istemesidir.
Hz. Muhammed; Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerinin, azizlerinin
mezarlarını secde yeri yaptıklarını belirterek, kendi kahirinin tapılan bir yer
yapılmamasını istemiştir (Bkz. Buharı, Tecrıd-i-Sarîh Tercümesi, Ank. 1972,
11/367-381).
2. DİNLERDE MABED
Kur'ân'ın temiz elbiselerle girilmesini istediği Mabed, genel olarak bir
ulûhîyete, yüce bir varlığa saygı göstermek için yapılmış önemli yapıdır. Özel
olarak, Mabed, Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmek için insanların
biraraya geldikleri yerdir.
Din deyince, akla o dine inanan insanların yerine getireceği görevler ve bu
görevlerin ifâ edileceği mabedler gelmektedir. Her din, insanların biraraya
gelip ibadet edecekleri, kendi aralarında toplanabilecekleri yer mes'elesini
ortaya çıkarmıştır. Hemen hemen bütün dinler, ilk ortaya çıkıp yayılmaya
başladığı sıralarda, belirli bir toplantı yerine sahip olmamıştır. Biraraya
gelmeler inananlardan birinin evinde veya müsait bir yerde olmuştur. Zamanla
mensupların sayısında artış olunca, umûma şâmil yerler ortaya çıkmıştır.
Yeryüzünde ilk "mabed"in Hz. Adem ile başladığı ileri
sürülmekte; Kur'ân, bu yerin "Allah'ın evi" Kâbe olduğunu
belirtmektedir (25). Dünyada meşhur olan, bütün peygamberlerce hürmet gören bu
makam, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail ile yüceltilmiş (26); sonunda putlardan
tamamen temizlenerek asıl gayesine hizmet etmesi Hz. Muhammed ile
gerçekleşmiştir.
Yahudi Kutsal Kitabı'nda (Tanah), Allah'ın Hz. İbrahim'e, Hz. Ya'kub'a
Allah için bir mezbah yapmayı emrettiği; onların da bu emri yerine getirdikleri
(27); Hz. Yakub'un yaptığı yerin adını "el Beytel" koyduğu (28);
Tanrının evinin istenilen şekilde bir "Mabed" olarak Hz. Süleyman
tarafından gerçekleştirildiği (29) görülmektedir.
Kur'ân'da Ka'benin yüceliği, fazileti ve haccedilmesi dışında bir bilgiye
rastlayamıyoruz. Fakat Tanah'ta, Süleyman Mabedi'nin (Bet ha-Mikdaş) yapılışı,
eni, boyu, yüksekliği ve diğer teferruat yeralmaktadır. Kutsal iki kitapla
belirtilen bu mabedler sonrakilere model alınmıştır. O dinin mensupları
arttıkça mabedler de çoğalmıştır.
Yeryüzündeki mabedleri iki kısma ayırabiliriz: 1) Allah tarafından
yapılması emredilen mabedler (Ka'be ve Yahudi Kutsal Kitabı'ndaki bilgilere
itibar edilirse Süleyman Mabedi gibi). 2) Sonradan ortaya çıkan mabedler.
Her dinin veya her toplumun kendine mahsus ibâdet yerleri, ma-bedleri
vardır. Her mabed; o dinin muhtevasına göre şekillenmekte; ya aslî görevini,
yani "Allah'ın evi" vazifesini ifâ etmekte (Islamdaki gibi); ya bir
toplanma yeri, "Tanrının bulunduğu yer" fonksiyonunu icra etmekte
(Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki gibi); ya da sadece dinî liderlerin
heykellerinin bulunduğu yer, "putevi" hüviyetini taşımaktadır
(Buddizm, Caynizm, Hinduizm vb. olduğu gibi).
Aşağıda bugün yeryüzünde mevcut olan dinlerden bazılarındaki mabedler
hakkında bilgi verilecektir.
a) İslâm'da Mabed (Mescit, Cami)
Islâm'da ibadet yeri cami veya mesciddir. Cami, "bir yere toplayıcı ve
bir araya getirici" anlamındadır. İslâm'da cami ile eşanlamda olan mescid,
"dik durmak, eğilmek, baş eğmek, alnı yere koymak" gibi anlamlara
gelen bir mekân ismidir.
Mescit kelimesi, Kur'ân'da, "Mescidu'l Harâm" (30), "Mescidu
'I Aksa” için kullanılmıştır (31). Islâm'dan önce mukaddes bir türbe de,
Tann'ya adanmış ve içinde Tanrı'ya dua edilen ibadet yerleri de
"mescid" ile ifade edilmiştir. Şu âyette umûmî anlamda kullanılmıştır:
"Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savmamış olsaydı herhalde
manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah ismi çokça anılan mescidler
yıkılıp yok olurdu...” (Hac, 40).
Mekke'de, ilk Müslüman cemaatin husûsî bir ibadet yeri yoktur. Peygamber,
Ali ve en eski arkadaşlariyle birlikte, Mekke'nin dar sokaklarında, gizlice
namaz kılmaktaydı. Hz. Muhammed, umumiyetle bazen Ka'be civarında, bazen kendi
evinde, tek başına namaz kılmıştır.
İslâmî hükümler, esas olarak, bir ibâdetgâhın mevcudiyetini zarûrî
kılmıştır. Allah nazarında her yer birdir ve namaz vasıtası ile Allah'ın
huzurunda secdeye varmak her yerde mümkündür. Peygamberimiz bütün dünyayı bir
mescid olarak tanıdığını belirtmiş; bunun yanında Namaz zamanı geldiğinde
namazın kılınmasını ve bir mescidde kılınmasını.istemiştir (32).
Mescid, daha başlangıçta, cemaat halinde ibadet için kullanılmıştır. Cemaat
arttıkça mescid, cemaatin dinî ve siyasî merkezi haline gelmiştir. Cami,
mü'minlerin, namaz kılmak için, peygamberlerin etrafında toplandıkları yer
olmuştur. Peygamber orada, Mü'minleri Allah'a itaate davet etmiş, Müslümanların
dinî ve siyasî meselelerini halletmiştir.
İslâm'da ibadet yeri mescid ile başlamıştır (Mescid-i Nebevî, Küba
Mescidi). Medîne Mescidi, Islâm'daki camilerin umûmî şekline örnek olmuş;
ibadet yeri vasfı ağırlık kazanmıştır. Bu ilk mescidler, Müslümanların
çoğaldığı, Islâm'ın yayıldığı yerlerde, yenileriyle takviye edilmiş ve büyük
camiler ortaya çıkmıştır. Bu camiler, Islâm'ın işareti ve o bölgenin Müslüman
olduğunun delili olmuştur. Müslüman olan toplum, Islâmi duygusunu camilere
yansıtmış; işlemeleriyle, yapı tarzlarıyla ona verdiği önemi göstermiş;
fethettiği yerlerde camileri vücuda getirmiştir. Zamanla millet mabedlerle bir
ve aynı sayılır hale gelmiştir. Böyle mabedlerin inşası dinî sevap vesilesi
olmuş ve hayırda yarış başlamıştır. Hatta Türk şairlerinin, düşünürlerinin
şiirlerine millî marşlarına konu olmuştur. Yahya Kemal, "Süleymaniye'de
Bayram Sabahı" şiirinde,
"Ulu mâbed, seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum";
Mehmet Akif Ersoy da, "Değmesin ma'bedimin göğsüne nâmahrem eli
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli"
diyerek mabede verilen önemi en iyi şekilde göstermişlerdir.
b) Yahudi'lerde Mabed
Yahudilerde mabed önemli brr yere sahiptir. Mabed, Yahudilerin dinî merkezi
olmuştur. Yıllarca kendilerini mabedle bir ve aynı gören Yahudiler, Babil
Sürgünü (M.Ö. 586) dönüşü "Mabedi" yeniden yapmış ve M.S. 70 yakılıp
yıkılıp yok edilmesinden sonra, hep onun hayaliyle, onu yeniden ihya etmenin
ülküsü ile yaşamışlardır. Bu mabed Yahudilerin gönlünde taht kurmuştur.
Yahudiler, Beyt-ha Mikdaş denilen Süleyman Mabedine Bağlı olarak yaptıkları
ibadetleri (Kurban gibi) bir müddet yapamamışlardır. Sonraları bu mabed örnek
alınarak, gittikleri yerlerde, ibadet yeri olarak "Beyt-ha-Knesset"
(Sinagog, havra) vücuda getirmişlerdir.
Sinagog, Yahudilerin toplanma yeridir. Kudüs Mabedi'nden uzakta kaldıkları
sürece, ibadetlerini yerine getirecekleri, Ahit Sandığını muhafaza edecekleri
yer olarak büyük mabed modeli sinagoglar inşa etmişlerdir. Buralarda,
ibadetler, dualar yerine getirilmekte ve kutsal kitap okunmaktadır. Mabedler, Yahudilikte,
Ahd-i Atik’in (Tanah) sembolü, "İsrail'in gerçek tanrısı", Tanrının
görünmez varlığın bulunduğu yerdir, Tanrının evidir.
Yahudiler için Süleyman Mabedi, bir Tanrı ile bir ma'bed aynı övgüde
birleşmiştir. Her yıl çok sayıda Yahudi, Süleyman Mabedi'ni ziyaret eder,
mecburî dualarını yerine getirir. Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) önünde
geleneklerini sürdürürler.
Sinagog (Beyt-ha Knesset), ibadet yapılması, kutsal kitapların okunması ve
dinî emirlerin öğrenilmesi için Yahudi cemaatinin toplandığı yapıyı ifade eder.
Toplanmalar, Şabbat günü ve günde üç defa olur. Bu sinagoglarda yapılan
ibadetlerde kurbanlar yer almaz. Kurbanlar ancak Kudüsteki Süleyman Mabedinde
icra edilebilir.
Sinagogda, Tevrat özel bir dolapta saklanır, törende okunur ve dua edilir.
Sinagogdaki tören son derece sadedir. 12 yaşını bir ay geçmiş 10 erkekle
sinagogda ibadet yapılır. Kadınlar ibadete katılamaz ve erkeklerle bir arada
olamazlar. Kadınların yeri ya arkada, ya da perde veya kafesle kapatılmış yan
taraflardadır. Bugün din, Yahudi'lerin tek devleti olan İsrail'in temelidir.
İsrail, bir bakıma dinî devlettir. Hastanelerde, her yapılan mahallede muhakkak
bir mabed (Bet-Ha-Knesset) vardır. Her üniversitenin de bir mabedi
bulunmaktadır.
Islâmdaki cami disiplini Yahudi mabedierinde yoktur. Halk sohbet için de
buraya gelmektedir.
· c.
Hıristiyanlıkta Mabed
Hıristiyanların ibadet yerlerine, mabedlere Kilise denilir. Kilise,
Tanrı'nın evi kabul edilir. Kilise, meclis veya cemaat anlamına gelmektedir.
Hıristiyanlıkta Kilise'nin fonksiyonu diğer ibadet yerlerinden farklıdır.
Kilise'nin hem bina, hem de teşkilat anlamı var. Bina olarak, Hıristiyanların
ibadet ettiği yeri kasdettiği gibi, teşkilat olarak, "Ruhban sınıfın da
ifade etmektedir. Kilise, Isa'nın manevî vekili kabul edilmektedir. Katolik,
Ortodoks, Anglikan vb. kiliseler vardır. Kiliseler arasında yapılan ibadetlerde
bazı farklar bulunmaktadır. Sabah, akşam ve pazar günleri ibadet kiliselerde
yapılmaktadır. Mabed, "Kominyon Âyini", tevbe ve benzeri ibadetlerin
yapıldığı yerdir.
Hıristiyanlıkta da ilk zamanlar bir mabed yoktur. İbadet, evleri müsait
olanların evlerinde veya katakomp denilen yeraltı mabedierinde yapılırken, daha
sonra muhteşem kiliseler ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlar millî kültürlerinin
temelinin kiliselerde atıldığını kabul ederler. Kilise, hem milletin, hem de
dinin odak noktasıdır.
· d.
Hinduizmde Mabed
Hinduizmde ibadet her yerde yapılabilir anlayışı olmakla beraber, mabed de
vardır. Mabedlerde ibadet, evdekinin biraz gelişmiş şeklidir. Ma'bedlerin
yıllık şenlikleri vardır. Bu şenliklerde putlar arabalarla çekilerek, ırmaklara
götürülür, yıkanır.
Tapınaksız köy yoktur. Kasaba ve şehirlerde büyük mabedler vardır. Bu
mabedlerin yanında, kutsal yıkanmaya elverişli, havuz bulunmaktadır.
· e.
Buddizm'de Mabed
Buddizmde mabed, putevi anlamında "pagoda" kelimesiyle
belirtilir. Pagodalarda Budda'nın heykelleri bulunur. Pagoda'ya giren bir
Buddist, Budda'nın heykeline ta'zimde bulunur; ona çiçek ve tütsü sunar.
· f.
Caynizm'de Mabed
Caynist Mabedlerinde heykeller bulunmaktadır (Tırtankaralar). Bu heykeller
önünde İlâhiler söylenir, onlara meyve ve sebze sunulur; önlerine lamba ve
tütsüler konulur. Bu heykeller yıkanır, yağlanır ve çiçeklerle süslenir.
Mabedlerdeki ibadetler rahipler tarafından değil, halk tarafından idare edilir.
· g. Sihizm'de
Mabed
Sililerde dinî ve İçtimaî faaliyetlerin merkezi Amritâar Altın Mabe-di'dir.
Kutsal kitapları bu mabedde muhafaza edilir. Buraya "hacı” olmak için
gidilir. Bunun yanında gurdvvara denilen mahallî mabedleri de vardır. Bunlar,
sihlerin hayatında önemli rol oynar. Gurdwara'da yapılan ibadet, Kutsal
Kitaptan pasajların okunmasından ibarettir. Buraya giren bir Sih, hemen Kutsal
Kitab'a kadar ilerler, alnını yere dayar ve bir takdimede bulunur. Cemaat,
sihlerin geçmiş sıkıntılarını dile getiren ve muzaffer olmasını isteyen duaları
beraber okur.
· h.
Şintoizmde Mabed
Japoya'da 100.000 Ma'bed bulunmaktadır: Bunların en önemlisi Ise'deki
Amaterasu adına yapılmış olanıdır. Mabedlerde genellikle ayna, kılıç,
mücevherli taç ve Amaterasu'nun heykeli bulunur. Ma'bedler tanrıların mekânı
olarak görülür. Ma'bedlerde ibadet edenlere ayrılmış salonlar vardır. Tanrılara
tapınma, dua okumak, pirinç ve pirinç şarabı sunmakla olur. Mabed işlerini
rahipler idare eder.
Islâmdaki ma'bed disiplini ve ma'bedi "Allah’ın evi” kabul edip saygı
gösterme anlayışı hiç bir dinde yoktur. Yahudilerde ma'bed, sohbet yeridir.
İbadette bir disiplin söz konusu değildir. Hıristiyanlarda da kiliseler bir
toplantı, papazla cemaat arasında konuşmaların cereyan ettiği; diğer dinlerde
sadece tanrı heykellerine hizmet sunma yeridir.
"ı—
DOKUZUNCU BÖLÜMÜN DİPNOTLAR!
· (1)
: Andre Dodin, "Priere Chretienne", Dictionnaire des Reli-
gions, France 1934, 1352.
· (2)
: Kehf, 110; Meryem, 65.
· (3)
: Yunus, 29; Meryem, 82; Ahkâf, 5.
· (4)
- A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ankara-1976, 110.
· (5)
: Beled, 10
· (6)
: Nahl, 36
· (7)
; Isrâ, 15
· (8)
; Ibrâhim, 4.
· (9)
: Al-i imrân, 52; Yunus, 84; Kasas, 53; Saf, 6.
· (10)
: Mâide, 3
· (11)
: Al-i İmrân, 19.
· (12)
: Rum, 30.
· (13)
: Nisâ, 43; Hac, 77
· (14)
: Ankeout, 45.
· (15)
: Enbiya, 73: Bakara, 83 '
· (16)
: Al-i İmrân, 43
· (17)
: Meryem, 31-32, 55-59.
· (18)
: Meryem, 55-59.
· (19)
: Enfâl, 35.
· (20)
: Rum, 31.
· (21)
: Matta VI/5-7; XV/7; XXII/13-15
· (22)
: Matta, V1/6-8
· (23)
: Matta 111/7; XIV/22; XVll/5; Markos l/35;lll/13; VI/45-48;
Luka V/16; VI/12-14; IX/18; XXl/37.
· (24)
: Levliler XVI/29-31; XXIII/26-28; Sayılar XXIX/7.
· (25)
: Al-i Imrân, 96-97.
· (26)
: Bakara, 124, 128.
· (27)
: Tekvin, XII/7-10; XXVIII/18-20; XXXV/I
· (28)
: Tekvin, XXXV/5-8
· (29)
: I. Krallar, Bap: VI ve VII.
· (30)
: Bakara, 143-191; Maide, 2; Enfâl, 34-35; Tevbe, 17, 19,
28; Isrâ, 1; Hac, 25; Fetih, 25-27
· (31)
îsrâ, 1
· (32)
Buhârî, Enbiya, 40; Müslim, Kitabu'l-Mesacit, 4,9.
1
Bkz. Bakara 282; Nisa 11-12: (Ey inananlar I Birbirinize belirli bir süre
için, borçlandığınızda; onu hemen yazınız).
2
Dinlerin çeşitli şekilde tasnifleri için ayrıca bkz. M. Şemseddin
(Günaltay), Tarih-i Edyan, İstanbul 1338 (1922), 26-36
3
Şehristanî, el Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, 1/11
4
Bunların dışında da Islâm Dünyası'nda bazı çalışmalar ve bu sahayla
ilgilenenler olmuştur. Bunlardan bazıları için bkz. M. Şemseddin, Tarih-i
Edyan, 13-18
5
Bu kısımdaki bilgilerin çoğu için bkz. Konfüçyüs, Konuşmalar, Çev.: M.
Nabi Özerdim, Ankara 1974.
6
Faruk K. Timurtas, "Bozulan Türkçemiz", 2 Şubat 1979, Tercüman
Gazetesi, sf. 2.
7
Bkz. Ebu’l Feth Muhammed b. Abdilkerim eş-Şehristanı, el Milel ve'n-Nihal,
1/210
8
Bkz. David Flusser, The Spiritual History of the Dead Sea Sect, translated
into English by Carol Glucker, Tel-Aviv 1989, 10
9
Bkz. Mordecai Kaplan, Judaism as a Civilisation, USA. 1981, 23 vdy.
10
Bu hareket ve görüşler için bkz. Sherwin T. Wine, Judaism Beyond God, A
Radical New Way to be Jevvish, USA. 1985
11
Bkz. Bakara, 62, 111, 113; Âl-i Imran, 67.
12
Bkz. Ibn Hazm, Kitabili fasi fi'l Milel ve'n Nihal, Beyrut 1975, I/99
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar