Şevahidün Nübüvve Peygamberlik Müjdeleri
Yazan
:
Mevlânâ Abdûrrahman Câmî
KİTABIN
YAZARI MOLLA CAMİ «Kuddise sirruh» HAKKINDA
KISA
BİLGİ
Bu bilgiyi Resehât kitabının türkçe
tercemesinden aldık.
Molla
Câmî hazretlerinin ismi Abdurrahmandır. Babası Nizâmeddin Ahmed isminde ilm ve
takva sahibi bir zâtdır. Hicrî sekiz yüz on yedi senesi Şa’ban ayının yirmi
üçüncü günü yatsı vakti, İran’da, CÂM kasabasında doğmuşdur. Bu sebebden
kendisine CÂMÎ denilmekdedir. Nesebi Imâm-ı Muhammedin «ralıme-tullahi aleyh»
nesebine erişir.
Küçük'yaşda
babası ile beraber Hırat’a gelerek, zemânm meşhur âlimlerinden zahirî ilmleri
tahsil etdi. Çok zekî idi. Hocalarının içinden çıkamadığı meseleleri herkesin
anlayabileceği şeklde çözerdi. Âlim, veliy-yi kâmil idi. Şeyhül-İslâm idi. Çok
kitâb yazdı. Bunlardan Nefehât ve Şevâhid-ünnübüvve türkçeye terceme edilmiş ve
İslâm harfleriyle basılmışdır. Kerametleri görülmüşdür. Fatih Sultan Mehmed,
kendisini İstanbul’a da’vet etdi. Konya’ya kadar geldi. Fatih’in vefat haberini
alarak geri döndü. Önceleri sâhib-ı cemâl birine mübtelâ oldu. Sonra Hırat’dan
Semerkand’a giderek vilâyet yolunda ilerlemeğe başladı. Birgün rü’yâ-smda
Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgarî hazretlerini gördü. Kendisine: Ey kardeşim, öyle bir
sevgili ele geçir ki, ondan ayrılmak mümkin olmasın, dedi. Bu sözün tesiriyle
Horasan’a gidip Sa’deddîn Kaşgarî’nin «kuddise ' sirruh» sohbetine ka-vuşdu.
Mevlânâ Câmî «kuddise sirruh» vilâyet yoluna girince âlimler, beşyüz yıldan
beri Horasan’da kuvvetli bir âlim yetişrnişdi. Onu da Sa’deddîn Kaşgarî kapdı
dediler. Zemânımn diğer evliyası ile de görüşmeleri oldu.
Mevlânâ
Câmî «kuddise sirruh»un sözleri: Bir insan başkasının ayblarım saymağa
başlarsa, önce kendisinde olan kötülükleri sayar. Çünki, kendi aybları, kendi
fehmine, idrâkine daha yakındır. Hiçbirşey düşünmeden vakt geçirmek akili olmak
alâmeti değildir. Hüzn ve düşüncesi olmayan kimseden gaflet kokusu, üzüntülü
kimseden cem’iyyet, huzur kokusu gelir. Allah adamlarının sözleri hakîkat-i
Muhammediyyenin ışığından almmışdır. Kur’an-ı kerîm ve hadîs-i şeriflere ta’zîm
etmek lâzım olduğu gibi evliyanın sözlerine de hürmet etmek lâzımdır. Seâdet
isteyen kimse, evliya sözüne hürmet etmeli, edeble dinlemelidir.
Şeyh
Kemâle'ddin Abdürrezzak Kâşî «Kuddise Sirruh» bir kitabında, besmelenin
tefsirinde Allahın ismiyle demek, insan-ı kâmil ile demekdir, yazmışdır. Bu söz
o vaktin âlimlerine çok ağır gelmişdir. Bu mesele Mevlânâ Câmî’den «Kuddise
sirruh» sorulduğunda, insan-ı kâmil besmeledeki ismin açıklanmasıdır, Allah
lafzının açıklanması değildir. Her şeyin ismi, kendisini hatırlatır. İnsan-ı
Kâmil de Allahü teâlâyı hatırlatdığmdan, Allahü Teâlânm ismi, insan-ı kâmil
olur, buyurdular.
Mevlânâ
Camiden «Kuddise sirruh» sordular ki: (İnsanlar her sarfetdiği şeyden sevab
alır, yalnız su ile toprağa sarf etdiğinden sevab almaz) hadîs-i şerifini
sordular. Çünki, o zeman câmi’ ve medrese yapdıranların âhıretde sevap
kazanmamaları icâb eder. Cevâbında, insanoğlu âhireti hiç düşünmeden, yalnız bu
dünyâdaki zevki için, menfaati için sarfetdiği şeylerden sevâb almaz demekdir,
buyurdular.
Bir
kimse bütün ilmleri tahsil etse, onun son nefesinde elinden tutamaz. Bütün
ilmleri hafızasından silinir, gider. Fekat, huzûr ve daima uyanık olmak,
gafletde olmamak alışkanlığını elde edenlerin bu âgâhlıkları, son nefeslerinde
kendilerine yardımcı olur. Gençlik, ganîmetdir, büyük fırsatdır. Gençlikde bu huzuru
elde etmeğe çalışmak lâzımdır, buyurdular.
Büyüklerimizin
«Kaddesâllahü teâlâ esrarehüm» yolunda başlangıç, diğer yolların sonudur. Bu
büyüklerin, kabul etdiği kimselerden el çekmeleri çok az vâki’ olur. Nefsine
uyup bu dairenin dışına çıkanlar olsa da, yine onları bu dâirenin içine
çekerler.
Birgün
zühd ve takvadan bahseden bir küstah kimse, Mevlânâ hazretlerinin, lıuzûruna
gelmişdi. Yemek yiyecekdik. Tesadüfen sofrada tuz yokdu. O küstah adam,
hizmetçilere, tuz getirin de tuz ile yemeğe başlayalım, dedi. Mevlânâ
hazretleri lâtife yollu ekmekde tuz vardır buyurdular. Yemeğe başladık. O adam
sofradakilerden birisinin ekmeği tek eliyle kesdiğini g-örerek, yapdığın iş
mek-rûhdur, dedi. Mevlânâ hazretleri, sofrada başkasının eline ve ağzına
bakmak, ekmeği bir el ile kesmekden daha ziyâde mekrûhdur, buyurdular. O adam
susdu. Fekat biraz sonra yine konuşmağa başlayıp, yemek yerken konuşmak
sünnetdir, dedi. Mevlânâ hazretleri, çok fazla konuşmak mekrûhdur, buyurdular.
Artık o adam, yemeğin sonuna kadar hiç konuşmadı.
Birgün
bir kimse, Mevlânâ Câmî’den «Kuddise sirruh» bana bir şey öğretin, ömrümün geri
kalan kısmında onunla meşgul olayım, dedi. Cevâbında, Hocam Sa’-deddin
Ka.şgarî’den «Kuddise sirruh» de sizin gibi birisi aynı soruyu sormuşdu.
Mübarek ellerini sol memesinin üzerine koyup, kalb-i sanavberîyi göstererek,
buna meşgul olun buyurmuşlardı. Bu ma’nâda bir de rubâî söylemişlerdi:
Ey
kalb, ehli irfan köyünü menzil et
Kalb
ehlinin sayesinde bir kalb elde et.
Görmek
istersen eğer, yârın yüzünü, Teveccühü kalbe kıl, aynanı kalb et.
MEVLÂNÂ
CÂMÎNİN «KUDDİSE SİRRUH» KERÂMETI.ERÎ:
Hicaz
seferinde Hirat’dan Mevlânâ hazretlerinin kafilesine katılan bir zat anlatıyor:
Bağdad’da hastalandım. Hastalığım çok uzadı ve şiddetli idi. Mevlânâ
hazretlerinin benim hastalığımı sormalarındaki çok gecikmelerinden huzursuz
idirn. Bir gün dostlarımdan biri acele geldi. Mevlânâ hazretleri sizin
ziyaretinize geliyor, dedi. Bu müjde ile biraz kendime gelip, başımı yasdıkdan
kaldırıp yatağıma oturdum. Mevlânâ hazretleri içeri girip bana yakın oturdular.
Hâlimi sordular. Hastalığınız de uzadı diyerek şu beyti okudular:
Beyt:
Âşık,
maşukun kendisini, ziyaret edeceğini bilse
Hasta
kalmayı tercih eder, yüz yıl bile geçse.
Bundan
sonra bir mikdar murakabede sesiz kaldılar. O sırada biraz canlandım. Mübarek
başlarını kaldırıp alnımdaki ter damlalarını görünce, artık oturma, yat, bu ter
ile hastalığın hafifler, buyurdular. Ben yatdırn, Mevlânâ hazretleri gitdiler.
Odada bulunan dostlarım üzerimi iyice örtdüler. Terledim, humma o gün benden
gitdi.
Mevlânâ
hazretlerinin yakınlarından bir sâlih kimse anlatmışdır: Hicaz mübarek
seferinden dönüp Haleb’e geldiğimizde, herkes bir yerde konaklamışdı. Ben de
bir kervansaraya gitmişdim. Orada hasta oldum. Çok zaîfledim. Hayat-dan ümidi
kesmişdim. Arkadaşlarım da bulunduğum odanın kapısını dışarıdan kapamışlardı.
Bir ara kapı açıldı. Bir sarık tülbendi görüldü. Kim olduğunu anlayamadım.
Fekat herhalde bir arkadaşımdır, benim uyanmamı bekliyor diye içimden geçdi.
Kapıda kim varsa, içeri girsin! dedim. Mevlânâ hazretlerinin benim hasta
olduğundan haberi olduğunu biliyordum, fekat beni iyâdete geleceğini tahmin
etmiyordum. Kapı açıldı. Mevlânâ hazretlerinin yüzünün nûrundan oda aydınlandı.
O zemana kadar kımıldamağa dahi gücüm olmadığı halde, kendimde kalkmağa kuvvet
buldum. Kımıldama! buyurdular. Ben de hareket etmedim. Yanıma oturdular. Hâlimi
sordular. Bize gösterdikleri iltifatdan cesaret alarak, kendilerinin aklıma
gelen bir beytini okudum. Bey t:
Seni
her hatırlamak, âşıka çok hoş gelir,
Fekat
yüzünü görmek, bambaşka sürür verir.
Sonra
sağ elimi tutup yenlerimi dirseklere kadar kıvırıp yanlarına koydular. Mübarek
ellerini dirseklerime kadar abdest aldırır gibi sığadılar. Elimi tutarken
kendilerinden geçdiler. Ben de onlara uyarak gözlerimi kapayıp müteveccih
oldum. Bir zeman sonra Mevlânâ hazretleri acaba kendilerine geldiler mi diye
gözlerimi açıp bakdım. Henüz gayb âleminde idiler. Ben de tekrar gözlerimi
yumdum. Bir müddet sonra mübarek başlarını kaldırıp, elini göğsümün üzerine
koyarak fâtiha okudular. Sonra, tabîbler sana hangi şerbeti münasib gördüler?
diye sordular. Ayva mürabbâsını (katı reçel) tavsiye etdiler dedim. O zeman
Haleb’de ayva mürabbâsı bulunmaz idi. Biz sana göndeririz, diyip gitdiler. Ayva
mürabbâsını gönderdiler. Hemen kendimde bir hafiflik hissetdim. Üç gün sonra
temamen sıhhat buldum.
Mevlânâ
Abdül-Gafûr «rahmetullahi aleyh» anlatıyor: Birgün Mevlânâ Câmî’-nin «Kuddise
Sirruh» adetlerine muhalif bir zemanda odalarına girdim. Odalarına girilmiyecek
bir zeman olduğunu düşününce beni bir üzüntü aldı. Üzerime öyle bir ağırlık
çökdü ki, odada oturamadan dışarı çıkdım. Bu hal ile hastalandım. Doktorlar
teşhis koyamadılar. Yedinci günü ızdırabım çok şiddetlendi. Öleceğimi zan
etdim. Mevlânâ hazretlerinin mübarek yüzlerini görmek istedim. O sırada
geldiler. Hâlimi anlatıp, üzerimdeki ağırlığın giderilmesini istedim. İşaret
buyurdukları şeyleri yapdım ve râbıta etdim. Kendileri de murakabeye meşgul
oldular. Bir müddet sonra benden ağırlığın gitdiğini hissetdim. Kendimde kuvvet
bulup dizlerimin üzerine oturdum. Mevlânâ hazretleri beni oturuyor görünce,
merak etme, üzülme buyurdular ve fâtiha okuyup gitdiler. Kapıya kadar onları
uğurladım. Hastalık o gün benden temamen gitdi. Bundan birkaç sene sonra Hâce
Ubeydul-lah-ı Taşkendînin «kuddise sirruh» talebelerinden biri Hâce
hazretlerinin tasarruflarını anlatıyordu. Ben de bu hikâyeyi anlatdım. O talebe
de hemen gidip Mevlânâ Câmî’den «kuddise sirruh» bu hâlin açıklanmasını
istemiş. Mevlânâ hazretleri de buyurmuşlar «d: Mevlânâ Abdül Gafurun
hastalığının şiddetli olduğunu duyunca üzüldüm. Yanma gidip o yükün ondan
kaldırılmasına meşgul oldum. O» yük ondan kaikdı. Fekat bu sefer bana geldi.
Tekrar tazarru’ ederek bu yüke tehammül edemiyeceğimi, kaldırılmasını istedim.
Benden de kaldırıldı.
Geylân
büyüklerinden biri birkaç gün hasta oldu. Sonunda akraba ve komşuları artık
öldü diye ağlaşmağa, teçhiz ve tekfin işleriyle uğraşmağa başladılar. O sırada
hastada his ve hareket eserleri görülmeğe başladı. Ölüm hâlindeki hasta o gün
temamen iyileşdi. Bu hâli gören kimseler hayretler içinde kaldılar. O büyük zat
birkaç sene sonra en yakınlarına şöyle söylemiş: Hastalığımın en şiddetli
zemânmda, rûhum bedenimden ayrılacağı sırada, Mevlânâ hazretleri öyle bir hâl
ve iltifat gösterdiler ki, hastalık benden gitdi. Bu hâdiseden sonra Geylanlı zat,
Mevlânâ hazretlerine yirmibin altınlık yün ve keten, çeşidli kıymetli
hediyyeler gönderip, yalvararak kendisini talebe olarak kabul etmesini
istemişdir. Mevlânâ. hazretleri de büyüklerin yolunu anlatan bir risale
göndermişdir. Risalenin sonunda şöyle yazmışlardır: Bu gibi sözleri söylemek bu
fakirin âdeti değildir. Fekat o taraftan zevk derecesine erişen ihlas ve şevk
kokusunun gelmesi bu yazıların yazılmasına sebeb oldu. Beyt:
Aranan
hazînenin yolunu gösterdim sana, Belki sen yetişirsin biz varamadıksa da.
Hicaz
yolunda bir arab, develerini Mevlânâ hazretlerinin kafilesinde bulunanlara
kiraya verir. Arab Mevlânâ hazretlerinin çok güzel olan devesini görür. Çok:
ısrar ederek kendisinin söylediği bir fiatla satın alır. Arab yüklerini bu
deveye yükler. Yolda bir sahrada bir kum yığınının üzerinde o deve ölür. Arab,
Mevlânâ hazretlerine gelip edebsizce sözler söyleyerek, sen bana hastalıklı
deveyi satdm deyip paramı ver, der. Mevlânâ hazretleri devenin parasını geri
verir ve buyururlar ki: bu arabın görünüşünde bir değişiklik var, galiba ölümü
yakındır. Hicazdan dönüp devenin öldüğü yere gelince arab ölür. Kum yığınının
dibine o arab defn edilir.
Mevlânâ
Câmî hazretlerinin hizmetinde bulunup sonradan rafızîlerle işbirliği yapan
Fethi ismindeki kimse Hicaz seferinde Bağdad’a kadar gelip, orada râfızî olup
Mevlânâ hazretlerine ve talebelerine yakışmayan sözlerde bulunur. Bağdad’-dan
Hicaz’a gitmiyerek Tebriz’e döner. Mevlânâ hazretleri henüz Hicaz’dan dönmeden
Fethi Tebriz’de bir akşam atma arpa verir. Bir müddet sonra gelip, acaba at
arpayı yedi mi diye torbaya bakar. At, Fethi’nin işaret parmağını ısırır ve
koparır. Bu yaranın acısı ile Fethi ölüp cezasını bulur.
Sa’deddîn-i
Kaşgarî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Rûcî' «Rahmetullahi
Aleyh» anlatıyor: Suların çoğaldığı bir mevsimde bir dere kenarında Mevlânâ
Câmî «kuddise sirruh» ile oturuyorduk. Bir ölmüş kirpi, suyun üzerinde göründü.
Mevlânâ. Câmî hazretleri o kirpiyi mübarek elleriyle tutup, sırtını
sığaladılar. Hiçbir canlılık eseri olmayan kirpi harekete geldi. Mevlânâ
hazretlerinin kucağında şehre gidinceye kadar durdu. Kalkıp giderken arkamızdan
gelmeğe başladı. Kalabalıkdan onu göremeyinceye kadar bizi ta’kîb etdi.
Bir
genç anlatıyor: Mevlânâ Câmî hazretleriyle bir seferde bir kervansarayda
konaklamışdık. Geniş bir odada herkes bir köşeye geçip uyudular. Mevlânâ
hazretlerine en uzak yerde de ben vardım. Uyudum. Bir iki saat sonra sebebsiz,
kendimi iki dizimin üzerinde oturuyor gördüm. Temamen uyumuşken bu şeklde
oturduğuma hayret etdim, Bakdım, Mevlânâ hazretleri de iki dizi üzerinde
murakebe halinde oturuyordu. Tekrar uyudum. Biraz sonra yine kendimi iki dizim
üzerinde oturuyor gördüm. Hayretim dahâ da artdı. O gece birkaç kere böyle
oldu. Artık, bunun Mevlânâ hazretlerinin teveccühü ile olduğuna kanaat
getirdim. Dışarı çıkıp abdest aldım. Sabaha kadar iki dizim üzerinde
mukabelerinde oturdum.
Mevlânâ
Caminin «kuddise sirruh» bir talebesi anlatır: Bir zeman Hiratın şehrinden
çıkıp uzak mahallelerinde ikamet etmek fikri kafamı kurcaladı. Mevlânâ
hazretlerine arzetdim. Çok iyi olur. Acele edin, hiç ihmal etmeyin buyurdular..
Hattâ hizmetçiyi çağırıp bir ev buldurdular. Çabuk taşınınız dediler. Şehre
geldim. Ba’zı şebeklerle ev taşıma işinden vazgeçdim. Bir hafta sonra evime
hırsız girip,, bin altın ve evin bütün eşyasını götürüp bizi açıkda bırakdı.
Mevlânâ
Câmînin «kuddise sirruh» âlim talebelerinden biri anlatıyor: Bir gün şehirden
uzakda bulunan Mevlânâ Muhyiddîn tekkesine gitmişdim. Orada güzel yüzlü bir
civân vardı. Ona bir iki kere bakdım. O sırada yoldan iki şahs geçiyordu. Biri
sağ gözümün köşesine dokundu, okla vurdular sandım. Bir müddet tekkenin
kapısında oturdum, gözümden yaş akdi. Sonra Mevlânâ hazretlerinin huzû-z runa
vardım. Mescidde sohbet ediyorlardı. Bir yere oturdum. Bir müddet sonra: Bir
derviş, haremde tavaf ederken gözü sâhib-i cemâl bir gence takılmış. O arada
bir el peyda, olup, dervişe bir tokat vurmuş. Dervişin gözünün yaşı bir müddet
dinmemiş. Ondan sonra (Bir bakmağa bir tokat vurulur. Ne kadar bakarsan o-kadar
tokat vurulur) diye bir ses duymuş.
Bu
sözü söyleyip açıkladıkdan sonra bana dönerek, herkesin lâyık olmayan yerlere
bakmaması lâzımdır ki, ona da el uzatmasınlar, buyurdular.
Talebelerinden
bîri anlatmışdır:
Bir
gün Mevlânâ. Câmî hazretlerine hizmet' etmek niyyetiyle evlerine gitdim.
Odalarında idiler. O asrın sofilerinden biri de kapıda bekliyordu. O sofi ile
konuşmağa başladık. Söz Muhyiddîn-i Arabîye «kuddise sirruh» geldi. O sofi dedi
ki: Muhyiddîn-i Arabi buyurmuşdur ki, orucun farz olması on iki aydan birisin-dedir.
Ramedan olması şart değildir. Bu sözü duyunca müteessir oldum, üzüldüm.
Muhyiddîn-i Arabi «kuddise sirruh» hazretlerine tanı bir bağlılığım vardı.
Ondan böyle bir sözün sâdır olduğuna razı değildim. O üzüntüyle Mevlânâ
hazretlerini görmeden şehre geldim. O sofi de arkamdan evine gitdi. Başka bir
gün bu sözün hakikatini anlamak için Mevlânâ hazretlerinin meclisine gitdim.
Ben soruyu sormadan, kendileri ba’zı konularda konuşmağa başladılar. Bir sırası
gelerek buyurdular ki: Biz, kendi zemanrmızdaki fıkh alimlerinin sözlerine
bakmalıyız. Zîrâ, Muhyiddîn-i Arabi «kuddise sirruh» hazretleri Fütûhat-ı
Mekkiyye kitabında, kendi zemânında yaşayan fıkh âlimlerini kötülerken, Mısır
edimlerinden biri Sultanın arzusuna uygun olsun diye orucun farziyyeti oniki aydan
birindedir, dediğini yaz-mışdır. O zeman anladım ki, bu söz Muhyiddin-i
Arabînin «kuddise sirruh» değil, Mısırda, sultana yaranmak isteyen bir zararlı
âdimin sözü imiş.
Mevlânâ
Câmî «kuddise sirruh» hazretleri hicrî sekiz yüz doksan sekiz senesi-Muharrem
ayının önüçüncü Cumartesi günü hastalanmışlar. Altı gün sonra Cuma günü öğle
ezanı okunurken vefat etmişlerdir. «Rahmetullahi aleyh».
ŞEVÂHİD’ÜN - NÜBÜVVE
Allahü
teâlâya hamd olsun ki, kâinatdaki alametlerle zâtının sırlarını tanımağı
gösterdi. Yarattığı herşey ile Rab olduğunu ıkrâr etmemize yol gösterdi. Fadl
ve ihsan ederek bize hidâyet verdi. Acımağı ve afv etmeği kayyûmiyyetinin
hibesi olarak verdi. Kalblerimizi Onu tanımanın sırları ve Ona inanmanın
nûrlarıyle aydınlatdı.
Resûlüne
salât ve selâm olsun ki, Allahü teâlâ kendisini insanlara ve cinlere peygamber
olarak gönderdi. Kur’ân-ı Kerîmi ona indirdi. Bütün peygamberlerden
«aleyhimüsselâm» üstün yapdı. Arabî, Kureyşî, Hâşimî ve kitâb okumamış olan
Resulü ile bütün dinlerin hükmünü kaldırdı. Âline ve eshâbına «radıyallahû
anhüm» en iyi dualar olsun ki, herbiri din semâsının yıldızlarıdır. Şeytanları
taşlıyanlardır. Hangisine uyulursa kurtuluş vardır. Tabiîn ve tebe-i tabiîn ve
büyüklerimize «radi-yallahü anhüm» en iyi ve bol dualar olsun-.
Biliniz
ki: İslâmın ilk şartı kelime-i şehâdetin ma’nâsmı kalb ile tasdik ve dil ile
söylemekdir. Yanî Allahü teâlânın birliğine, ondan başkasının ibâdete hakkı
olmadığına ve Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» de Allahü
teâlânm kulu ve peygamberi olduğuna inanıp dil ile söylemekdir. Fekat Allahü
teâlânm birliğine inanmak peygamberlik kaynağından alınmalıdır. Felsefeciler
gibi aklın gösterdiği delillerle inanmak insanı kurtarmaz ve yüksek derecelere
kavuşduramaz. O halde, Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem»
peygamberliğine ve onun getirdiği her hükme inanmak, Allahü teâlâya nübüvvet
yolu ile inanmak olacağından bütün ni’metlerin sermayesi ele geçirilmiş olur.
insanlar,
ona inanmakda derece derecedir. Asr-ı seâdetde yaşayanlar Hazret-i Muhammedin
«sallallahü aleyhi ve sellem mübarek yüzünü, vücûdünü görmekle îmanları
kuvvetli oldu. Meselâ Abdullah bin Selâm «Radiyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’ye geldikleri zeman kendisini görmek için
gitdim. Mübârek yüzümü görünce, yalancı yüzü olmadığına hemen inandım.
Emir-ül
mü’minîn Ömer «radiyallahü anh» Abdullah Bin Selâm’dan «radiyallahü anh»
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» hâlini sordu. (Onun Peygamberliğine
olan imânım, oğluma olan bilgimden kuvvetlidir.) dedi. Ömer «radiyallahü anh»
bu nasıl olur? deyince, (oğlumun annesi bana hıyânet edip oğlum benden
olmıyabilir, fekat Muham-medin «sallallahü aleyhi ve sellem»’ peygamber
olduğunda hiçbir şübhem yokdur dedi. Bunun üzerine Ömer «radiyallahü anh» onu
kucaklayıp yüzünden ve gözünden öpdü.
Bunun
gibi eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürridvan» bazıları mübârek yüzünü görmekle
peygamber olduğuna inanmışlardır.
Câmi’
bin Şeddâd «radiyallahü anh» arkadaşı Târıkdan hikâye eder: Hazret-i Muhammedi
«sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’de gördüm. Fekat tanıyamadım. Hiç satılık
bir şeyin var mıdır? diye sordu. Bu devemi satıyorum dedim. Neye satarsın?
buyurdular. Şu kadar hurmaya satarım dedim. Devenin yularına yapışıp götürdü.
Sonra kendi aramızda biz deveyi tanımadığımız birisine verdik diye
konuşuyorduk. İçimizden bir kadın, ben devenize kefilim, yüzü aym ondördü gibi
olan bir kimseden kötülük gelmez dedi. Sabahleyin bir kişi bir mikdar hurma ile
geldi. «Beni Allahın Resulü «sallallahü aleyhi ve sellem» gönderdi. Buyurdu ki:
Bu hurmaları yesinler ve gelip devenin behâsı olan hurmaları ölçüp alsınlar»
dedi. Beyt:
Sende
bu hüsn-i cemâl ve hulk-ı cemîl
Şanına
gün gibidir rûşen delil.
Hazret-i
Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» yalnız mübarek: yüzünü görerek îmân
edenler, mu’cizeler de görerek, muhabbetleri kuvvetlenir ve yakînleri daha
fazla olur.
Eshâb-ı
kirâmm «aleyhimürrıdvân» bir kısmı ise ancak mu’cize görmekle îmân etmişlerdir.
îmândan sonraki mu’cizelerle de yakînleri art-mışdır.
Eshâb-ı
kirâmm «aleyhimürridvan» hâricindeki îmânlı insanlar da iki dürlüdür. Bir kısmı
Resûlullahm «Sallallahü aleyhi ve sellem» sözlerini, hâllerini ve ahlâkını
duysalar, bunlar mu’cize kabilinden olmasa bile hemen inanırlar. Mu’cizeleri de
duyunca yakînleri ve muhabbetleri artar, ikinci kısımdakiler ancak mu’cize
kabilinden şeyler duyunca Onun «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğine
inanırlar. Diğer mu’cizeleri de-işiterek itikâdları artar.
Bir
kısım bedbahtlar da Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» ve mu’cizelerini
görmüşlerdir. Fekat inanmamışlardır. Bunlar Resûlul-lahdan «sallallahü aleyhi
ve sellem» mu’cize isterler, görünce bu sihr-dir derlerdi. Kendilerini ve
mu’cizelerini görmiyenlerden de Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
peygamberliğine hattâ âhiret hallerine inan-mıyanlar bu gruba girerler.
Bir
kısım bedbahtlar da zâhiren mu’cize ve harikul’ade şeylere inanmış gibi
görünürler, fekat kalblerinde îmân yokdur. Böyle olmakdan Al-lahü teâlâya
sığınırız.
Şu
halde: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cize ve hari-kul’âde
şeylerini duymak, insanların îmânına asi sebeb veya yakînlerinin artmasına
sebeb olmakdadır. Bunun için din âlimleri insanların îmânlarının yakîn hâsıl
etmesi, sünnete uymağa teşvîk olması, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem»
muhabbetin artması için peygamberlik delillerinin anlatılması ve risâlet
şahidlerinin yazılması husûsunda birçok ki-tâblar telif ve tasnîf etmişlerdir.
Bunlardan
biri de sonra gelen âlimlerin büyüğü, ilm denizine dalanların reîsi, ışıklı
yolun aydınlatıcısı ve şerî’at ve tarikat mesleklerinin yolcusu Mevlânâ
Abdurrahmân Câmî «teğmedehullahü bilutfihissâmî» eski kitâblardan ve yeni
risâleierden sahîh, meşhûr haberleri alarak ŞE-VÂHİD-ÜNNÜBÜVVE LİTAKVİYETİ
EHLİLFÜTÜVVE adlı bir kitâb yazmışdır.
Kulların
en aşağısı ve âcizi Mahmud bin Osman Lâmi’î «Allahü teâ-lâ bu ikisinin
günahlarını afvetsin» bu kitâbı başdan sona kadar okumakla müşerref oldum.
Muhabbetin kuvvetlenmesindeki fâidelerinin sayısız olduğunu gördüm, Resûlullaha
«sallallahü aleyhi ve sellem» uymanın sonsuz güzelliklerini buldum. Üstâd-ı
Kâmil ve İmâm-ı Fâdıl Mevlânâ Abdurrahmân Câmînin «kuddise sirruh» bu kitâbm
tasnifinde çok zahmet çekdiğini müşâhede etdim. Açık, mu’teber, fâideli ve kısa
olması için çe şidli rivâyetleri ve dürlü isnadları almadığını gördüm.
Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cizelerinden sonra, es-hâb-ı kirâmm,
tâbi’în ve tebe-i tâbi’înin «aleyhimürrıdvân» âdet dışı işlerini ve kerâmetlerini
de mu’cize kabilinden yazmışdır. Çünkü «Velînin ke-râmeti nebinin mu’cizesidir»
denilmişdir. Ümmetde parlıyan fazilet ve ke-râmet nûrları, tâbi olmak
dolayısiyle, hakîkatde peygamberin parlak nârlarıdır. Bunun için ümmetden hâsıl
olan kerâmetler, peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cizelerinden
sayılmışdır.
Mevlânâ
Câmî «kuddise sirruh» bu kitâbı fârisi dil ile yazmışdır. Herkesin okuyabilmesi
için Türkçeye çevirdim.
Allahü
teâlânm kereminden müyesser ettiği fâideli sırlan ve kıymet li kitablarda
bulduğum sahih haberleri de bu kitâba dere ettim. Allahü teâlâ doğru yolda
yürüyenleri muvaffak eder. O duâları kabul edicidir. Yanılmakdan ve hatâ
yapmakdan, onun ismetine sığınır, ona. tevekkül ederiz.
Ümid
olunur ki, Hak teâlâ kereminden ve herkese saçdığı ni’metle-rinden, bu kitâbı
okuyup mu'cizeleri mülâhaza etmekle şereflenen âşık ve sâdık tâliblerin ve din
kardeşlerimin kalblerini yakîn ve iz’ân nurları ile doldurup mesrûr eyleye!
Âmin yâ mücîbessâilîn.
Bu
kitâbda bir mukaddime yedi bölüm ve bir hatime olmak üzere dokuz bölüm vardır.
Kısaca bu bölümlerde nelerden bahsedildiğini açıklayalım :
Mukaddime:
Nebi ve resul kelimelerinin ma’nâları ve bunlara bağlı ba’zı şeyler hakkındadır.
Birinci
bölüm: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» doğumundan evvel
peygamberliğine müjde olan alâmetler hakkındadır.
İkinci
bölüm: Doğumundan bi’sete (peygamberliğini ilâna) kadar meydana gelen,
peygamberliğine şâhid olan alâmetler hakkındadır.
Üçüncü
bölüm: Bi’setden hicrete kadar meydana gelen, peygamberliğine delil olan
mu’cizeler anlatılmakdadır.
Dördüncü
bölüm: Hicretden vefatına kadar meydana gelenler bildi-rilmekdedir.
Beşinci
bölüm. Vefatından sonra olan ve ayrıca zemânı kat’î olarak belli olmayan veya
bir vakte mahsus olmayan alâmetler hakkındadır
Altıncı
bölüm: Eshâb-ı kiram ve evlâd-ı izâmdan (on iki imâm) meydana gelen kerâmetler
anlatılmakdadır.
Yedinci
bölüm: Tâbi’în ve tebe-i tâbi’în ve büyüklerden meydana gelenler hakkındadır.
Hâtime:
Din düşmanlarının dünyâda
gördüğü cezâlar anlatılmakda-dır.
MUKADDİME
Nebi
ve resûl kelimelerinin ma’nâları ve bunlarla ilgili ba’zı şevler"
hakkındadır: Allahü teâlâdan kendisine vahy yolu ile şerî’at gelerek nasıl
ibâdet edeceği bildirilen kimseye nebî denir. O şerî’ati başkalarına bildirmesi
emredilen kimseye Resûl denir. Nitekim Fütuhat-ı Mekkiyye ki-tâbının ondördüncü
babında aynen böyle yazılıdır. Peygamberliğini ilân etdikden sonra, îmân
etmiyenlerle cihâd etmesi emr olunan peygamberlere Ülül’azm denir. Nitekim
Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sel-lem» peygamberliğinin ilk zamanlarında
(Senin üzerine ancak tebliğ etmek vardır), bazen. (Sana Rabbinden gelen hak
şeyleri söyle, .isteyen inansın, isteyen inanmayıp kâfir olsun) ve son
zamanlarında (Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz) diye âyet-i kerimeler
gelmişdir. Peygamberlerden peygamberlik iddiasına uygun âdet-i ilâhiyye
dışında, kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen ve kimsenin itiraz edemediği
âdet dışı şeylere mu’cize denir. Evliyâmn kerametleri ve kâfirlerin
istidracları mu’ci-zenin tarifinin dışındadır. Çünki evliya peygamberlik iddia
etmez. Bozuk yolda olanlardan hernekadar nübüvvet da’vâsmda bulunan
düşünülebilir, fekat o zeman bunlardan hârikul’âde şeyler Allahü teâlânın âdeti
olarak zuhûra gelmez, gelse bile dâvasına aykırı olup, itiraz edenler muhakkak
bulunur. Nebî ve resûllerin ba’zıları daha efdaldir. Nitekim âyet-i kerîmede
(Bu peygamberlerin ba’zısını bazısından faziletli kıldık) buyuruldu. Hakâik
kitabında selemî rahimehullah şöyle yazmakdadır: Sehl ra-himehullah buyurdu ki,
bu fazilet, ma’rifet ve tâatdadır. Cüneyd rahimehullah buyurdu ki, temyîz ve
sırrı saklamakdadır. Ba’zı âlimler cö-merdlik ve ahlâkdadır, ba’zıları da
nefsin hilelerini ve şeytanın vesveselerini bilmekdedir, dediler. Efdaliyyet şu
yöndedir diye tâyin etmek rneş-rû’ değildir. Nitekim Peygamberimiz «sallallahü
aleyhi ve sellem» (Peygamberler arasında ayırma yapmayınız) buyurdu. Fekat
bizim Resûlü-müzü faziletli biliriz. Çünki diğer nebiler üzerine fazileti
âyet-i kerime-ve hadîs-i şerif ile bildirilmişdir.
Nitekim
bir Hadîs-i Şerifde (Ben Âdem oğullarının Seyidiyim, öğün-müyorum) ve bir
Hadîs-i Şerifde (Ben evvel ve sonra gelenlerin en kerî-
miyim,
öğünmüyorum) buyurmuşlardır. Ayet-i Kerîmelerle sâbit olmuş-dur ki
peygamberimiz «sallaılahü aleyhi ve sellem» peygamberlerin sonuncusu ve
efendisidir, âlemlere rahmetdir, kıyamet gününün şefâatcısı-■dır. Bütün
insanların ve cinlerin peygamberidir. Bütün dinler O’nun «sal-lallahü aleyhi ve
sellem» dini ile nesh olmuş, kaldırılmışdır. Kur’an-ı Kerîmin inmesiyle diğer
kitâblar hükmünü gaybetmişdir. Ondan sonra Peygamber gelmiyecekdir. Islâm dini
peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» in sağlığında tam şeklini
almışdır. Nitekim mâide sûresi üçüncü âyet-i kerîmesinde (Bugün dîninizi temâm
etdim) buyuruldu. Kemâl üzerine fazla söylemek noksanhkdır. Her kim Hazret-i
Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» uymaz, şerî’atinden ayrılırsa şeytanın
arkadaşı, Allahın düşmanı ve zındıklardan olur, «hazelehümullahü teâlâ».
Bunlardan âdet dışı şeyler meydana gelirse Mekr ve îstidrâcdır. Hak teâlârnn,
bir kulun bütün isteklerini yerine getirmesi, o kulun Allah indinde mak-l
bûl olmasına delâlet etmez, bazı kullarına
ihsân, istidrâc içindir. Âyet-i
:
kerîmede (onları derece derece aşağı indiriyoruz,
onlar bilmiyorlar) bu-
J
yuruldu. İstidrâcda dünyâ nimetlerinin bol bol
verilmesi onların inâdı
·
i
ve fesâdı artdınlıp, Allahın rahmetinden uzak
olmaları içindir. Istidrâcm
beş
kısmı vardır.
1
— Mekr: Ayet-i kerîmelerde (Allahü teâlânm mekrinden ancak hüsrânda olanlar
emîn olur), (onlar mekr ettiler, biz de onlara ceza verdik, onlar anlamadılar)
buyuruldu. Mekr, bir kimseyi aldatmak, hîle yapmak demekdir.
i
2 — Keyd:
(Elbette benim keydim kuvvetlidir) buyuruldu. Mekr
ma’nâsma
yakındır.
ı
3 —
Hıda’: (Onlar Allahü teâlâya hıdâ’ ettiler. Allahü teâlâ da on-
ı
lara cezâ verdi.) (Allahü
teâlâyı ve îmanlı kimseleri aldatmak istiyenler
ancak
kendilerini aldatır) buyuruldu. Hıdâ’ bir kimseye tahmin etmediği ı
taraftan zarar vermekdir.
ı
4 —
İmlâ: (O kâfirler zan etmesinler ki dünyâda verilen ni’metler
onların
lehinedir. Bu ni’metler, günâhlarının fazlalaşmasına sebeb olur), âyeti
kerîmesindeki nümlî kelimesi doldurduk, mühlet verdik demekdir.
>
5 — İhlâk: (Onlara
verilen ni’metlerle ferahlanıyorlar, bu onlara
:’s
zulümdür) ve Fıravn hakkında (O ve ordusu haksız yere kibrlenerek, bize
dönmiyeceklerini zannetdiler, onu ve ordusunu denize gark etdik) buyuruldu.
Ihlâk, çok kere ni’met olarak verilen bir şeyi, sonunda azâb ola-
Tak
gönderip aldatmakdır. Bu âyet-i kerimelerden anlaşıldı ki dünyâda isteklerin
hâsıl olması, seâdete kavuşmağa delâlet etmez. Kerâmet ve is-’tidrac arasındaki
fark budur ki: Kerâmet sâhibi, kerametinin görülme-.sinden çekinir. İstidrâe
şübhesiyle Allahü teâlâdan çok korkar. Istidrâc sâhibi ise, hâsıl olan
istidrâcm, hâlinin ve amellerinin makbûl, iyi olduğundan zan eder. Bel’am-ı
Bâ'ûrâ, Bersîsâ ve bunun gibiler, zamanlarında çok riyâzetler çekerek Keşf ve
kerâmet sâhibi olmuş iken, bunların zuhûrundan mağrur olmalarıyle köpek ve
domuz mertebesine ilkâ olunmuşlardır. Aynı sekide Fir’avn Nil nehrinin
kenarında yürürken Nil de yürür, dururken Nil de dururdu. Muhakkak ki bunlar
kerâmet değil, sâ-hibini Allahü teâlânm rahmetinden uzaklaşdıran, Cehenneme
götüren îstidrâclardır.
Hazreti
İsâ «aleyhisselâtü vesselâm» kıyâmete yakın gökden inip Peygamberimizin
«sallallahü aleyhi ve sellem» şerî’ati üzere hareket edecek salibi kaldırıp
içkiye ve domuza harâm diyecekdir. Peygamber:miz «sallallahü aleyhi
ve sellem» âlem-i şehâdetde son peygamberdir, âlem-i misâlde en öndedir.
Nitekim hadîs-i şerîfde (Adem aleyhisselâm su ile toprak arasında iken ben
peygamberdim) buyuruldu,
Çünki,
herşeyin aslı önce Allahü teâlânm kendisinde idi. Bu mertebede mevcûdâtm
hakîkatları zât-ı İlâhîden ayrı olmadıkları gibi, birbirlerinden de farklı
değildi. Bu mertebeye teayyun-i evvel veyâ hakîkat-i ■Muhammedi denir. Sonra
mevcudatın hakîkatları ilmen birbirinden ayrıldı. Üçüncü mertebede hakîkatlar
ilmde ve haricde mevcûd olarak birbirlerinden ayrıldılar. Bu mertebeye
mertebe-i ervah denir. Hakîkatlarm mücerred cevherine Peygamberimiz «sallallahü
aleyhi ve sellem» ba’zan akl, ba’zan rûh, kalem veyâ nûr demişdir. Bunun için
hadîs-i şeriflerde (Allahü teâlâ önce aklı yaratdı.), (Allahü teâlâ önce kalemi
yarat iı.), (Allahü teâlâ önce rûhumu veyâ nurumu yaratdı) buyurulmuşdur.
İfadelerin çeşidli olması, o mücerred cevheri değişik itibar etmekden ileri
gelmekdedir. Bütün mevcûdâtm hakîkatlarmm var olması Peygamberimizin
«sallallahü aleyhi ve sellem» hakikatinin var olmasındandır. Âlem-i ervâhdan
sonra âlem-i misâl ve madde âlemi gelir. Yalnız bu mertebeler bizim anladığımız
gibi değişmez. Allahü teâlânm zâtında ve sıfatlarında değişiklik olmaz. Bütün
peygamberlerin «aleyhimüsselâm» âlem-i şehâ-■dete gelinceye kadar peygamberlik
vasfları yokdu. Bizim peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» âlem-i gaybde
peygamber idi. Bütün peygamberlerin şerî’atleri bizim peygamberimizin
«sallallahü aleyhi ve sellem» şerî’atinden kendi zemanlarmdaki insanların
kabiliyetlerine göre
—
17 — Peygamberlik
Müjdeleri — F. 2
alınarak
değişmiş şeklleridir. Bir doktor her hastanın hâline göre ilâç; verdiği gibi,
her peygamber kendi kavmine göre kalb hastalıklarına ilâç; vermişdir. Bütün
şerî’atlerin en mükemmeli bizim peygamberimizin «sal-lallahü aleyhi ve sellem»
şerî'atidir. Peygamberimizin isti’dadı diğer peygamberlerden «aleyhimüsselâm»
ümmetinin istidadı da diğer ümmetlerden daha kâmil olmuşdur. Bütün
peygamberlerin «aleyhimüsselâm» şerî’-atleri bizim peygamberimizin «sallallahü
aleyhi ve sellem» şerî’atinin içindedir. Âl-i Imrân sûresi seksen beşinci
âyet-i kerîmesinde (İslâmdan başka dîni istemek, kabul edilmez) buyuruldu.
Bütün
peygamberler îmân edilecek şeylerde aynı şeyleri söylemişlerdir. Hıristiyan ve
yahûdiler sonradan dinlerini kendileri bozmuşdur. Peygamberimizin sallallahü
aleyhi ve sellem» vilâyetde derecesi bütün peygamberlerden «aleyhimüsselâm»
yüksek idi. O’na «sallallahü aleyhi ve sellem» bütün nimetler ve rızklar
gösterildiği halde hâlinde bir değişiklik olmadı. Halbuki Mûsa «aleyhîsselâm»
Tûr dağına olan tecelliyi görünce bayılıp düşdü. Resûlullahdan «sallallahü
aleyhi ve sellem» meydana gelen, işleri Allahü teâlâ kendine izafe etmişdir.
Nitekim âyet-i kerîmede (At-dığmısen atmadın, fekat Allahü teâlâ atdı.)
Buyurulmuşdur. Yine peygamberimiz hakkında bir âyet-i kerîmede (Eğer sen
olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım) buyuruldu. Onun yüksek mekânımı,
büyüklüğünü hiç kimse hakkıyla idrâk edemez.
En
yüksek mekânı peygamberlik mekâmıdır. Sonra sıddîklar şehîd-ler, sâlihler ve
mü’minler gelir. Bazı tasavvufcular velî nebîden efdaldir dedi ise de bununla,
peygamberin vilâyeti, nübüvvetinden efdaldir demek istediler. Çünki peygamber
vilâyet yolu ile Allahü teâlâdan feyz alıp, nübüvvet yolu ile insanlara verir.
Şübhe yokdur ki, Hak ile olan muâmele, Hakka yakınlık, halk ile olan mihnetli,
meşakkatli muameleden efdaldir.
[Bu
söz Mühyiddîn-i Arabînin «kuddise sirruh» keşfi neticesidir. Evliyâ’nm şâhı ve
en üstünü îmam-ı Rabbâniye «radiyallahü anh» göre, nübüvvet vilâyetten
üstündür, isterse aynı peygamberin kendi vilâyeti olsun. Hattâ vilâyet
kemâlâtı, nübüvvet kemâlâtı yanında denizde bir damla bile kalmaz. Halk ile
olmak emr-i İlâhî ile olunca, Hak ile olmağı bozmaz. Bil’akis da’vet mekâmı
halk ile olmağı istediğinden, ve bu mekânı d a Peygamberimiz
«aleyhisselâm» herkesden ileri olduğundan en kıymetli mekam olur.]
BİRİNCİ BÖLÜM
Hazret-i
Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» doğumundan evvel meydana gelen
peygamberliğine müjde olan alâmetler bildirilmelidedir. Bu bölümde kırküç müjde
vardır.
·
1
■— Irbaz bin Sâriye’nin «radiyallahü anh» rivâyetiyle Peygamberimiz «sallallahü
aleyhi ve sellem» buyurdu ki: (Henüz Âdem «aleyhisse-lâm» toprak ile su
arasında iken benim adım Hâtem-innebiyyîn yazılmış-dır.) Size ilk hâlimden
hikâye edeyim diyerek buyurdular ki:
Hazret-i
İbrahim «aleyhisselâm» (yâ Rabbî, onlara bir Resûl gönder, üzerlerine
âyetlerinden okusun) diye duâ etmişdir.» İsâ «aleyhisselâm» müjde olarak (Ey
benî İsrail, ben size Allahın gönderdiği, Tevrat ile, benden sonra gelecek ismi
Ahmed olan bir resûlun arasında hak peygamberim) buyurmuşdur. Yine buyurdular
ki: (Benim annem Âmine rü’ya-sında, kendisinden zâhir olan bir nûrun şark ve
garba yayılarak, Şâm’m köşklerini dahi gördüğünü söylemişdir.)
·
2
— Tevrât’m ilk âyetinde: (Allahü teâlâ'önce büyük bir nesneyi, sonra gökleri,
sonra yeri yaratdı.) Buyuruldu. Tevrât lisânına göre Vehim kelimesi büyük şân
sahibi demek olup, Hazret-i Muhammedin«. sallallahü aleyhi ve sellem» rûhuna
delâlet eder. Nitekim hadîs-i şerifde (Allahü teâlâ önce benim rûhumu veya
nûrumu yaratdı.) Buyuruldu Yahû-diler deseler ki: Vehim kelimesinin Hazret-i
Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» delâlet etdiğini nasıl izah edersiniz?
Cevab veririz ki, sizin yanınızda harf nisâbı muteberdir. Nitekim Tevrât’daki
bir âyet-i kerîmede geçen bezât kelimesi için harf hisabı ile Süleymân
aleyhisse-lâmın yapdığı Beyti Mukaddesin dörtyüz on yıl sonra yıkılacağını
söylediniz ve öyle oldu. Bunun gibi çok misâller vardır. Rivâyet olunur ki:
Hazret-i Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» Tevrât âlimleri gelerek,
işitdik ki yâ Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sana (Elif lâm mîm)
gelmiş. Ümmetinin yetmişbir yıl hüküm süreceğine işâretdir dediler.
.Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» de bana yalnız (Elif lâm mîm)
gelmedi, müteşabihlerden birkaçını sayarak bu âyeti kerîmeler de geldi
buyurdular. Bunun üzerine (İşimiz zorlaşdı) deyip oradan uzaklandılar.
Biz
de Elvehîm kelimesini harf hesâbiyle hesâb ederek doksan iki çıkdığmı gördük ki
bu rakam «Muhammed» kelimesine uygundur.
Yine
itiraz ederek, ulu nesne kelimesi yaratdı kelimesinin mef’ûlü değil fâilidir.
Ya’nî ulu nesnenin yaratdığmı söyleseler iki dürlü cevâb veririz. Birincisi
gökleri kelimesinin ulu nesne’ye atfı doğru Olmaz. İkincisi yaratma fiilinin
faili içinde gizlidir. Ya’ni yaratmanın faili Allahü teâlâ olup yaratma
fiilinin içinde gizlidir. Nitekim bir satır aşağıda bir âyet-i kerîmede açıkça
(Allahü teâlâ, bir ulu nesneyi, gökleri ve yerleri yaratdı, Allah en iyi bilir
ve en iyi hükm sâhibidir) yazılıdır.
·
3
— Tevrât’m beşinci sifrinin ikinci cüz’ünde Yehûdi âlimlerinden yetmişiki
kişinin ittifâkı ile doğrulanan bir âyet-i kerîmede iki yönden Hazret-i
Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğine delâlet vardır. Âyet-i
kerîmenin ma’nâsı: (Yâ Mûsâ, muhakkak ben Benî İsrail’in kardeşlerinin
oğullarından senin gibi bir peygamber göndereceğim. Kendi kelâmımı onun diliyle
söyletirim, o peygamber emrlerimi kav-mine bildirir, kabûl etmiyenlerden
elbette intikâm alırım). Birinci yönden delâlet şudur ki: Ya’kûb aleyhisselâm’a
İsrâil denir. Ya’kûb aleyhisselâm’-m kavmine Benî İsrâil denir. Ya’kûb
«aleyhisselâm» m babası İshak «aleyhisselâm» dır. İshak «aleyhisselâm» m
kardeşi İsmail «aleyhisselâm» dır. Benî İsrâil’in kardeşleri oğulların,
amcaları oğulları demekdir. Mûsa «aleyhisselâm» dan sonra İsmail «aleyhisselâm»
m soyundan yalnız Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» gelmişdir.
İkinci yönden, âyet-i kerîmedeki (senin gibi) den maksad peygamberlik
cihe-tindendir. Bütün vasflarda değildir. Nitekim bu âyetden evvel ve sonraki
âyet-i kerîmeler bu ma’nâyı kuvvetlendirerek Benî İsrâil’in kardeşleri
oğullarından, ya’ni İsmail «aleyhisselâm» m soyundan gelen peygamberin,
ülül’azm, şerî’at ve kitâb sâhibi olduğu bildirilmekdedir. Mûsâ «aleyhisselâm»
dan sonra bu vasfda ancak Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem»
gelmişdir. Yûşâ’bin Nûn olamaz. Çünki beni israîldendir ve şerî’at sâhibi
değildir. İsa «aleyhisselâm» da olamaz.» Çünki Benî İsrail-dendir ve şerî’at
sâhibi değild.r. Nitekim İncilde îsâ aleyhisselâmdan hikâye edilerek: (Ben Mûsâ
aleyhisselâm’m şerî’atini değişdirmek için değil, temamlamak için geldim)
buyurulmuşdur.
·
4
— Tevrâtda bir âyet-i kerîmede (Ya’kûb «aleyhisselâm» kavminin toplanmasını
emrederek, onlara, son zeman gelecek bir kimseden şöyle haber verdi. «Hâkimin
hükmü ve râsimin resmi ancak bütün kabile ve cemâ’atlerin etrafında toplandığı
kimsenin gelmesiyle yürürlükden kalkar.) Hâkim, sözü ile şerî’at ve hüküm
sâhibi Hazret-i Mûsâ «aleyhisse-
—
20 —
lâm»,
Râsim sözü ile de Mûsâ «aleyhisselâm»m dînini temamlıyan İsâ «aleyhisselâm»
kasdedilmişdir. Mûsâ ve İsâ «aleyhisselâm» dan sonra etrafında bütün insanların
toplandığı şerî’at sâhibi Peygamber ancak Haz-ret-i Muhammed «sallallahü aleyhi
ve sellem» dir.
·
5
■— Tevrâtda bir âyet-i kerîmede İbrahim «aleyhisselâm» için (Ben senin düânı
İsmail için kabûl ettim, İsmail’i Bemâdmâd ile bereketlendirdim.) Bemâdmâd
kelimesindeki harfler hesâb edilince Muhammed kelimesinin harf hesâbı gibi
doksan iki çıkıyor, o halde âyet-i kerîmede (İsmail! «aleyhisselâm» Hazret-i
Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bereketlendirdim) demek olur. Hak
teâlâ îsmaîli «aleyhisselâm» Tevrâtda zikr etdiği yerlerde hep bemâdmâd
kelimesine uygun getirmiş-dir.
İtiraz
ederek deseler ki: Bemâdmâd kelimesindeki be harfi, ile ma’nâ-smadır, ya’nî
(îsmaîli «aleyhisselâm» Mâdmâd ile bereketlendirdim) de-mekdir. O zeman mâdmâd
kelimesinin harfleri doksan iki olmaz. Şöyle cevâb veririz ki: İbrânî dili
kaidelerine göre, aynı iki harf bir kelimede biri asi biri fazla olarak
bulunursa, telâffuzdaki zorlukdan sakınmak için fazla olan harfi kaldırırlar.
Nitekim Yehûdi alimleri Tevrat’ın tefsirlerinde çok yerde açıklamışlardır.
Burada ile ma’nâsma olan be kaldırdıp kelimenin aslında olan be kalmışdır.
·
6
— Tevrâtın en son âyet-i kerîmesinde (Allahü teâlâ Sina’dan geldi. Sâ’îr’i
şereflendirdi. Fârân dağından göründü.) buyurulmuşdur. Burada gelmek,
şereflendirmek ve görünmek, Allahü teâlânm zâtının değil îsm-i Câmi’in
zuhûrlarından bir zuhûrdur. Sînâ kelimesi ile Tûr dağı kasdedilmişdir. Mûsâ
aleyhisselâmm mekâmıdır. Sâ’îr kelimesiyle Şâm dağlarında bir mevzî’ kasdedilmişdir.
îsâ aleyhisselâmm mekâmı orasıdır. Fârân, Mekkenin bir dağıdır. Peygamberimizin
«sallallahü aleyhi ve sellem» mekâmıdır.
·
7
— Haykûk «aleyhisselâm» buyurmuşdur: Tevrâtda şöyle yazılıdır. (Allahü teâlâ
Fârân dağından bir peygamber getirir. Gökler Ahmed teşbihi ile dolar. Onun
ümmeti karada olduğu gibi denizde de ata biner. Yeni bir kitâb ile gelir.
Beyt-i mukaddesin yıkılmasından sonra tanınır.
·
8
— Şu’yâ «aleyhisselâm» (biri merkeb üzerinde, diğeri deve
üzerinde iki kimse gördüm ki
yeryüzünü aydınlatırlardı) buyurmuşdur. Merkeb üzerindeki İsâ «aleyhisselâm»
dır, deve üzerindeki Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» dir. Hazret-i Mûsâ
«aleyhisselâm» Benî İsrail’e vasiyyetinde (Size, kardeşleriniz oğullarından bir
Peygamber gelecek-dir. Onu tasdik ediniz ve sözlerini dinleyiniz.) buyurmuşdur.
İbn-i Abbâs «radıyallahü anhümâ» Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem»
Tevrâtda Ahmed, Dahûk, Kattâl, Kılıcı yanında, Deveye binici ve yün hırka
giyici gibi ism ve sıfatlarla geçdiğini haber vermişdir. Dahûk’un ma’nâsı,
güler yüzlü, herşeye üzülmeyici demekdir. Ba’zan mübarek azı dişleri
görününceye kadar gülerlerdi. Yalan söylemeksizin lâtife yaparlardı. Birgün bir
kocakarıya kadınlar Cennete girmez buyurduklarında kadın ağladı. O zem an
Cennete kadınlar genç kız olarak girerler buyurdular. Kattâl’m ma’nâsı, Allahü
teâlânm düşmanları ile bizzat harb etmeğe gayet hevesli ve cesaretlidir
demekdir. Emîrül mü’minîn Ali «Ra-dıyallahü anh» (Muharebenin en şiddetli
ânında Resûlullaha «sallallahü. aleyhi ve sellem» sığınırdık, düşmana en yakın
o olurdu) buyurmuşdur.
·
9
— Dâvûd aleyhisselâmm Zebûrda (Ya Rabbî câhiliyyet devrinden sonra sünnet,
şerî’at getiren bir peygamber gönder.) diye düâsı vardır. Dâvûd aleyhisselâmdan
sonra Tevrâtm şerî’atinin ve sünnetinin zaîfle-mesinden, bozulmasından itibaren
şerî’at getiren peygamberimizden başka bir peygamber yokdur. İsâ aleyhisselâm,
Mûsâ aleyhisselâmm dînini tamamlamak için gönderilmişdir.
·
10
— İmâm-ı Abdurrahman Cevzi [Babası Alîdir. Hicrî 508 de tevel-lüd, 597 de vefât
etdi. Bağdaddadır. Ebülferec ibni Cevzî adı ile meşkûrdur. Tefsîr, hadîs,
hanbelî fıkh ve târih bilgilerinde derin âlim idi. Yüzden fazla kitâb yazdı.
El-mugnî tefsiri meşkûrdur.] Vefâ kitabında, Peygamber efendimizin «sallallahü
aleyhi ve sellem» faziletlerini anlatırken buyuruyor ki: Ebû Na’îm
«rahmetullahi aleyh» an’ane ile Sa’d bin Ab-durrahman-il muğâfirî «radıyallahü
anh» rivayetini haber veriyor. Bir gün Kabül Ahbâr «radıyallahü anh» bir yehûdî
âliminin ağladığını görerek, niçin ağlıyorsun? diye sordu. Bazı şeyleri
hatırladım da onun için ağlıyorum dedi. Ka’b «radıyallahü anh» istersen seni
ağlatan şeyleri sana söyliyeyim, beni tasdik edeceksin dedi. Yehûdi, söyle
deyince Ka’b «radıyallahü anh» «Mûsâ aleynisselâm».Tevratdan okuyarak, Ya rabbî
ben bir ümmet gördüm ki, emri nıa’ruf ve nehyi münker ederler, îmân
etmi-yenlerle cihâd ederler, bir gözlü deccâlle muharebe ederler. İlk ve son
kitâba da inanırlar, bunları bana ümmet eyle dedi. Hak teâlâ Hazretleri, Yâ
Mûsâ, onlar Ahmedin «sallallahü aleyhi ve sellem» ümmetidir buyurdu. Yehûdî,
doğru söyledin yâ Ka’b dedi. Yine Ka’b «radıyallahü anh», Mûsâ aleyhisselâm
Tevrat’dan okuyarak, Ya Rabbî bir ümmet buldum ki, onlar çok hamd ederler ve
hâkim oluculardır. Bir iş yapmak istediklerinde inşâallah derler, onlar; bana
ümmet eyle dedi. Hak teâlâ hazretleri, yâ Mûsâ, onlar ümmet-i Ahmeddir
«sallallahü aleyhi ve sellem» buyurdu. Yehûdî, doğru söyledin yâ Ka’b dedi.
Yine Ka’b «radıyallahü anh» buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm Tevrat’a nazar ederek,
yâ Rabbî, ben bir ümmet gördüm ki, yüksek yere çıksalar tekbir getirirler,
alçak yerde olunca hamd ederler, onlar için toprak da, su gibi necâsetden ve
abdest-sizlikden temizler, yer yüzü onların mescidleridir, ya’nî arzın her
yerinde ibâdet edebilirler. Onları bana ümmet eyle deyince Hak teâlâ hazretleri
onlar, Ahmedin «sallallahü aleyhi ve sellem» ümmetidir buyurdu. Ye-;hûdî, doğru
söyledin yâ Ka’b dedi. Ka’b «radıyallahü anh» yine buyurdu. Mûsâ «aleyhisselâm»
Tevrâta nezar ederek ya Rabbî ben bir ümmet buldum ki merhamet edilmiş ve zaif
kimselerdir, onlardan merhamet edilmemiş kimse görmedim, onları bana ümmet eyle
dedi. Hak teâlâ hazretleri, onlar ümmet-i Ahmeddir «sallallahü aleyhi ve
sellem» buyurdu. Yehûdî öyledir dedi. Yine Ka’b «radıyallahü anh» «Mûsâ
aleyhisselâm» Tevrâtda görerek Yâ Rabbî ben bir ümmet buldum ki, onların
mushaf-ları kalblerindedir, nemazlarında melekler gibi saf bağlarlar,
mescidle-rinde balansı gibi sesleri işitilir, onlardan pek azı Cehenneme gider.
Onları bana ümmet eyle deyince, Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki, onlar ümmeti
Ahmeddir «sallallahü aleyhi ve sellem». Yehûdi doğru söyledin Yâ Ka’b dedi.
Mûsâ aleyhisselâm bu ümmetin üstünlüklerini görünce istedi ki bu ümmetden
olsun, Hak Teâlâ Hazretleri Mûsâ «aleyhisselâm»a üç ayet-i kerîme vahy ederek
onu teselli etd'ı. Mûsâ «aleyhisselâm» da râzı oldu. Bu üç âyet-i kerîmenin
birincisi A’râf sûresi 143 üncü âyet-i kerîmesi olan (Seni insanlara peygamber
olarak göndermekle ve konuşmakla seçdim. Sana bildirdiğimi al ve bu
ni’metlerime şükr edenlerden ol.) âyet-i kerîmesidir. İkincisi yine A’râf
sûresi 144 üncü âyet-i kerîmesidir ki, (Ona her şeyden levhalar üzerinde bilgi
verdik.) buyurulmakda-dır. Üçüncü, yine aynı sûrede 158 inci âyet-i kerîmedir.
(Mûsâ aleyhis-selâmm kavminden bir kısmı onu kabul eden ümmet oldu. Bunlar
doğru yolda bulundular. Onun bildirdiklerini kabul ederek adâlet üzerinde
oldular.) buyurulmuşdur.
Yukardaki
hikâye Peygamber efendimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» tarafından bir çok
yerlerde anlatılmışdır. Tafsilâtı hadîs-i şerif ki-tâblarmda vardır.
·
11 — Yine Abdurrahmar. Cevzî «rahmetullahi
aleyh» kitabında, İbn-i Ömer’in «radıyallahü anhûmâ» Ka’bdan rivayetini
yazmışdır. Ka’b «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir kimse bana rü’yâsmda, bütün
insanların mahşer yerinde toplandığını, her peygamberin «aleyhimüsselâm» iki
nuru, ümmetlerinin birer nûru olduğunu, Hazreti Muhammedin «sal-lallahü aleyhi
ve sellem» bütün vücûdünün nûr olduğunu, ümmetinin ise-ikişer nûru
olduğunu söyledi.
Ben
de bunu sana kim söyledi? dedim. O kimse Allah’a yemin ederek rüyâda gördüğünü
söyledi. Ben de Allah’a yemin ederek, bu Muhammedin «sallallahü aleyhi ve
sellem» ümmetinin, diğer peygamberlerin ve ümmetlerinin sıfatlarıdır. Bunları
Tevrâtda her zaman okurum, dedim
·
12
— Yine Abdürrahman Cevzî kitabında yazmışdır. Nemle «radı-yaliahü anh»
babasından rivayet eyledi ki, Benî Karîze kabilesi Yehûdî-leri, kitâblarında,
Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» ismini,. Medine’ye hicretini ders
olarak okuturlardı. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» zuhûr
edince, kıskanıp inkâr etdiler.
·
13
— Yine Abdürrahman Cevzî kitabında yazmışdır. Ebû Said-il Hudrî «radıyallahü
anh» babasının Ebû Mâlik bin Sinândan şöyle işitdi-ğini haber verdi. Ben bir
gün Benî Abd-il Eşhel kabilesine, aramızdaki’ harbin sulhu için gitmişdim. Yehûdî
Yûşâ, Ahmed ismindeki peygamberin Haremden zuhûr etme zemanı yaklaşdı dedi.
Halîfe bin Sa’lebetil Eş-helî alay ederek, o peygamberin vasfları nelerdir?
dedi. Yûşâ’da boyu ne uzun, ne kısadır, iki gözünde kırmızılık vardır, yün
hırka giyer, merkebe’ biner, bu şehir hicret yeridir, dedi.
Ebû
Mâlik bu söze' hayret edip, kavmine söyleyince, kavminden biri, bu sözü yalnız
Yûşâ’mı söyler, Medine yehûdilerinin hepsi aynı şeyleri söylerler dedi. Ebû
Mâlik sözüne devamla, Benî Karîze kabilesine git-diğini, orada da Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» hakkında konuşulduğunu söyledi. Yehûdilerden
Zübeyr bin Bâtâ ancak bir peygamberin geleceğine işaret olan kızıl yıldız’m
doğduğunu, peygamberlerden yalnız-Ahmed isimli peygamberin kaldığım, onun
hicret yeri bu belde olduğunu söyledi. Ebû Saîd-il Hudrî «radıyallahü anh»
buyuruyor ki, babam bu-haberi Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve
sellem» bildirdiğinde, (Eğer Zübeyr ve iki arkadaşı ile reisleri müslimân olsa,
onlara tabi’ olan bütün yehûdiler müslimân olurdu) buyurdular.
·
14
— Yine Abdürrahman Cevzî kitâbmda yazmışdır. Ibn-i Abbâs «radıyallahü anhûma»
buyuruyor ki: Hazreti Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğini
ilândan evvel, Yehûdiler, Evs ve Haz-rec kabilelerinin üzerine Hazreti
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile istiftâh ederlerdi.
Ya’ni,
o’nun gelmesinden yardım beklerlerdi, bizim intikamımızı sizden o alacak ve
gelme zemanı.da çok yakındır derlerdi. Hak teâlâ Hazre-ti Muhammed’e
«sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberlik verince, Ye-hûdiler sözlerini inkâr
etdiler. Mu’az Bin Cebel ve Bişr bin Elberar «Ra-dıyallahü anhümâ» Yehûdilere
hitaben, Ey yehûdiler! Allahü teâlâdan korkun, müsliman olun! siz bize Hazreti
Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile istiftâh ediyordunuz. Biz o zeman
müşrik idik. Siz bize o’nun vasflarmı söylerdiniz, dediler. Yehûdilerden Selâm
bin Müşkem, bizim size vasıflarını söylediğimiz Peygamber o değildir. Bunda
bizim bildiğimiz, alâmetler yokdur dedi.
·
15
— Yine İmam-ı Abdurrahman Cevzî kitâbında yazmışdır. Katâ-de «radıyallahü anh»
Yehûdiler, hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Ar ab
kâfirlerine istiftâh ederlerdi, yâ Rabbî, Tevrâtoa okuduğumuz gibi, Arab
kâfirlerine eziyet veren, onları öldüren ümmî Peygamberi gönder! derlerdi.
Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve seL lem» kendilerinden olmayıp ar
ablardan olunca, kıskanarak, kâfir oldular.
·
16
— İncilde, Allahü teâlâ İsâ «aleyhisselâm» a; Sen onlara de ki: Ben, benim ve
sizin rabbiniz tarafına gidiciyim. Ben onu hak peygamber olarak tanıdığım gibi
o da beni hak peygamber olarak tanıyacak olan Gâr Klîta adında bir peygamber
gelecek ve size her şeyi bildirecekdir. Gâr Klîta, Ahmed anlamına yakın
olduğundan, Hazreti Muhammede «sal» lallahü aleyhi ve sellem.» delâlet eder.
Hazreti
İsâ’nm «aleyhisselâm» havârîlerinden Yuhanna, bana Isâ «aleyhisselâm»
kendisinden sonra gelecek, arab olan Hazreti Muhamme-din «sallallahü aleyhi ve
sellem» dînini müjdeledi. Ben de bütün havarilere haber verdim, hepsi îmân
etdiler, dedi.
·
17
— Abdullah bin Amr ibn-i Âs «radıyallahü anhümâ» buyuruyor ki: peygamberimiz «sallallahü
aleyhi ve sellem» geçmiş kitâblarda, seçilmiş, tevekkül sahibi, çirkin ve kaba
olmıyan, sokaklarda bağırıp çağır-mıyan, kötülüğe karşılık vermiyen,
bağışlıyan, afv eden, bozuk âdetleri düzelten, Allahü teâlâdan başka ma’bûd
olmadığına şehâdet eden vasfla-riyle yazılmışdır.
Atâ
bin Yesâr Abdullah bin Amr ibn-i As’dan peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve
sellem» Tevrâtda nasıl zikredildiğini sorduğunda, Kur’an-ı Kerîmde olduğu gibi
yazılıdır, buyurdu. Kur’ân-ı kerîmde yukarıdaki vasflar aynen vardır.
·
18
— Cübeyr bin Mut’arn «radıyallahü teâlâ anh» buyuruyor ki, Haz-reti Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini i’lân edince, Kureyş kabilesi ona
çok eziyet etmeğe başladı. Peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» helak
edeceklerini zan etdim. Ben de Şam tarafına doğru yola çıkdım, bir kiliseye
vardım, oranın büyüğü, etrafındakilere emr ederek beni üç gün müsafir etdiler.
Üç günden sonra gitmeyince, büyükleri beni çağırdı. Peygamberlik da’vâsı eden
şahsı biliyor musun? dedi. Evet dedim. Elimden tutup beni bir odaya götürdü.
Orada bir çok insan sûretleri vardı.
Râhib,
bunların içinde o peygamberin sûreti var mıdır? dedi Hayır dedim. Beni daha
büyük odaya götürdü. Orada daha fazla resim var idi. Burada olması lâzım, dedi.
Bakdım, Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ebû. Bekrin
«radıyallahü anh» suretlerini gördüm. Râhib, gördün mü dedi. Evet dedim Fekat
onun göstermesini istiyordum. Parmağıyla işaret ederek bu sizin, efendinizin,
yanmdakini göstererek, bu da halîfesinin resmleridir dedi. Ben dünyâda, aslına
bu kadar benziyen resim görmemişdim. Sonra râhib, sen onun öldürüleceğinden
korkuyorsun dedi. Ben de evet zannımca belki öldürmüşlerdir, dedim. Bunun
üzerine râhib: «Onu öldürmek isteyenleri kendisi öldürecekdir. Hak teâlâ onu
düşmanları üzerine muhakkak galib getirecekdir.» dedi.
·
19
— Hişâm bin Âs «radıyallahü anh» buyuruyor ki: Ebû Bekr «ra-dıyallahü anh» beni
bir arkadaş ile, Rum İmparatoru Herakl’e, kendisini İslâma dâ’vet için
gönderdi. [Rûm kelimesi cemidir. Müfredi rûmîdir. îs-hak aleyhisselâmm torunu
Rûmun evlâdına denir], Herakl’in valilerinden Cebele-i Gassânî’nin bulunduğu
Gavta’ya geldik. Gavta, Şam’da suyu bol ve ağaçlık bir yerdir. Cebele ile
görüşmek istediğimizi söyledik. Cebele, bir adam göndererek, söyiıyeceklerini
söylesinler demiş. Biz söyliye-ceklerimizi kendisine söyliyeceğiz dedik. Bizi
yanma götürdüler. Cebele, bize niçin geldiniz, söyliyecekleriniz nedir? dedi.
Sizi İslâma dâ’vet için geldik, dedim. Bütün elbisesinin siyah olduğunu görüp
sebebini sordum. Sizi Şam’dan çıkarıncaya kadar bu elbiseleri çıkarmıyacağıma
and içdim dedi.
Bize,
Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» sizin topraklarınızı elinizden
alacağımızı haber verdi dedim. O da, siz topraklarımızı alamazsınız, ancak
gündüz oruç tutar, gece yemek yersiniz dedi. Sonra bize oruçdan sordu, biz de
cevâb verdik, yüzü simsiyah oldu. Yanımıza bir radam vererek bizi Herakla
gönderdi.
Herakl’ın
şehrine yaklaşdık. Yanımızdaki adam bize, bu develerle şehre giremezsiniz, sizi
başka merkeblere bindirelim dedi. Biz, kendi develerimizden başkasına binmeyiz,
dedik. Herakl’a bildirdiler. Biz kendi develerimizle ve kılıçlarımızı kuşanmış
olarak şehre girdik. Melikin se-rayma geldik. Herakl, balkondan bize bakıyordu.
Yüklerimizi indirdik. İLâ ilahe illallâhü vallâhü ekber dedik. Balkon sallandı.
Sonra bize bir adam göndererek, sakın bize dinlerini açıklamasınlar diye haber
gönderdi, îzn verildi, içeri girdik. Melik, tahtında, oturmuşdu. Elbiseleri ve
odadaki bütün eşyalar kırmızı idi. Bütün Rum patrikleri orada idi. Melike
yak-laşdık. Melik, birbirinize verdiğiniz selâmdan bize neden vermediniz? dedi.
Biz de birbirimize verdiğimiz selâmı size vermeyiz ve sizin birbirinize
verdiğiniz selâmı, biz söylemeyiz, dedik.
Melik,
birbirinize verdiğiniz selâm nedir? dedi, Esselâmü aleyküm’-dür dedik.
Büyüklerinize nasıl selâm verirsiniz? diye sordu, aynı sözle dedik. Peki,
büyükleriniz size nasıl karşılık verir? dedi. Yine aynı sözle ■dedik. Sonra,
sizin en büyük sözünüz nedir? dedi. Lâ ilahe illallahü vallâhü ekber, dedik. O
zaman yine bulunduğumuz oda sallandı. Melik, başını kaldırıp tavana bakdığmda,
başı sallanıyordu. Tekrar sordu büyüklerinizin yanında da bu sözü söyleyince,
böyle sallanma olur mu? diye sordu. Biz de hayır, böyle bir şeyi yalnız burada
gördük, dedik. Herakl, ben isterdim ki, her söylediğiniz yerde böyle sallanma
olsun, dedi Niçin dedik. Çünki o zaman bu sallanma Peygamberlik alâmetlerinden
olmaz, bir göz boyacılık veyâ sihr olurdu dedi. Sonra bir takım sorular sordu.
Hepsine cevab verdik. Abdest ve namazdan sorular sordu. Onlara da cevap verdik.
Bize
iyi bir yer hazırlatdı. Orada üç gün müsafir kaldık. Bir gün akşam Melik bizi
çağırdı. Evvelce sorduklarını tekrar sordu. Cevablarım verdik. îşâret etdi, bir
sandık getirdiler. İçinde eskimiş birçok gözler vardı. Her birinin kapağı ve
üzerinde kilidi vardı. Bir kilid açıp, içinden siyah renkli bir ipek parçası
çıkardı, bu ipek üzerinde, kırmızı yüzlü, büyük gözlü, güler yüzlü, uzun boylu,
siyah elbiseli ve sakalsız bir insan resmi var idi. Melik, bunu tanıdınız mı?
Dedi. Hayır, dedik. Bu Âdemdir «salevatullahi ve selâmühü aleyh» dedi. Bir
kilid daha açıp, siyah bir ipek parçası daha çıkardı, üzerinde, ak benizli,
kıvırcık saçlı, kırmızı, büyük başlı, güzel sakallı bir insan resmi vardı. Bunu
tanıyor musunuz? diye sordu1. Hayır, dedik. Bu Nûh’dur
«aleyhisselâm» dedi. Bir göz daha açdı, siyah ipek parçası üzerinde çok beyaz,
açık alınlı, güzel gözlü, beyaz yüzlü, ak sakallı sanki hayatda tebessüm eder
gibi bir insan resmi vardı. Bunu tanıdınız mı? dedi. Hayır, dedik. Bu
İbrahimdir «salevâ-tullahi ve selâmühü aleyh» dedi. Sonra ak benizli bir resm
daha çıkardı. Bunu tanıdınız mı? dedi. Biz hemen tanıdık ve yemin ederek bizim:
peygamberimizdir «sallallahü aleyhi ve sellem», sanki onu görüyoruz deyip ister
istemez ağlaşdık. Melik de, bu Allah hakkı için sizin peygambe-rinizdir ve bu
sandığın son gözüdür.
Sizin
ne yapacağınızı görmek için acele etdim dedi ve diğer gözleri; teker teker
açarak bütün peygamberlerin «aleyhimüsselâm» resmlerini. gösterdi. En son siyah
sakallı, güzel yüzlü bir yiğit resmi çıkardı Bunu.; tanıdınız mı? dedi. Hayır,
dedik, bu İsâ bin Meryemdir «aleyhima salevâ-türrahmân» dedi. Sonra, bu
resmleri nereden buldunuz? dedik. Melik, Âdem «aleyhisselâm» Hak teâlâdan,
evlâdından ne kadar peygamber gelecekse hepsinin resmlerini görmesini istedi.
Hak teâlâ resmleri gönderdi. Âdemin «aleyhisselâm» hâzinesinde idi. Zülkarneyn,
o resmleri garb* tarafında bir yerde buldu. Danyala «aleyhisselâm» verdi.
Danyal «aleyhisselâm» o resmleri ipek parçalarına geçirdi. İşte bu resmler
Danyal’m «aleyhisselâm» resulleridir. Sonra, Mülkümden çıkıp, ölünceye kadar
size kölelik yapmak isterdim dedi. Bize güzel hediyeler verip gönderdi.
Emîr-ül-mü’minîn Ebû Bekr «radiyallahü anh» m yanma geldik, olanları anlatdık.
Ağlayarak buyurdular ki eğer Hak Teâlâ ona hayr. iyilik: verse idi, elbette
dediğini yapardı. Sonra, resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» (Hıristiyan
ve Yehüdiler benim sıfatlarımı Tevrat ve İncilde okurlar) buyurduklarını
söyledi. Bu ma’na’da âyet-i kerîme de vardır.
·
20
— İskenderiyede bir taş bulundu. Üzerinde, Ben Şeddâd bin Âd’-ım. Denize bir
hazine bırakdım, bunu ancak ümmet-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem»
çıkarır yazılmışdı.
·
21
— Şeyh Muhyiddîn arabî «kuddise sirruh» Fütûhât-ı Mekkiyye kitabının sonunda
yazmışdır. Ebül Abbâs Ca’fer bin Muhemmed-: Huldî diyor ki: Ben,
Cûneyd-i Bağdâdî «kuddise sirruh» ile hicazda beraberdim. Tûr-i Sînâ dağına
çıkdık, Mûsâ «aleyhisselâm» m durduğu mekâm-da durduk, o mekâmın heybeti bizi
kapladı. İçimizde bir şair vardı. Cü-neyd «Kuddise sirruh» o şaire işaretle bir
şeyler .okumasını istedi, o da; bir şiir okudu. Önce Cüneyd «kuddise sirruh»
sonra biz kendimizden geç-dik. O mekâmın yakınında bulunan bir kiliseden bir
râhib, yâ Ümmeti' Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» bana cevâb veriniz
diye bağırıyordu. Hiç birimiz ona cevab vermedik. Râhib bu sefer temiz dîniniz
için-cevâb verin dedi. Yine cevâb veren olmadı. Üçüncü olarak râhib
ma’bû--ödünüz hakkı için cevâb verin, dedi. Yine içimizden cevâb veren olmadı.
Kendimize geldiğimizde, Cüneyd «Kuddise sirruh» aşağı inmek istedi.
Biz,
kilisedeki râhib, bana cevâb veriniz diye yemin verdirdi dedik. 'Öyleyse,
konuşalım, belki hak teâlâ hidâyet eder de müslimân olur, dedi. Râhibi
çağırdık. Yanımıza geldi, selâm verdi. Üstadınız kimdir dedi. Cüneyd «kuddise
sirruh» bizleri göstererek, bunların hepsi üstâddır, dedi. Râhib, muhakkak
içinizde, en büyüğünüz vardır, dedi. Biz Güneydi «kuddise sirruh» gösterdik.
Râhib, Cüneyde «kuddise sirruh», bu yapdı-ğmız iş dîninizde umûmî midir yoksa
husûsî midir? Cüneyd «kuddise sirruh» husûsîdir dedi. Râhib. ne niyyetle sima’
yaparsınız? diye sordu. Cüneyd «kuddise sirruh» ümid ve ferahlamak için dedi.
Râhib, ne niyyetle sayha yaparsınız? (coşup bağırırsınız). Cüneyd «kuddise
sirruh» Rab-bimize kulluğumuzun kabûlü içindir. Nitekim, Hak teâlâ, ruhlara Rabbi-niz
değil miyim buyurduğunda, ruhlar, evet, Rabbimizsin demişlerdi. Râhib o ses
nedir? dedi. Cüneyd «kuddise sirruh» Ezelî nidâdır, dedi. Râhib, ne niyyetle
oturursunuz? dedi. Cüneyd «kuddise sirruh» Allahü teâ-lâdan korkmak niyyetiyle
dedi. Râhib, doğru söylüyorsun deyip, şehâdet getirip, müslimân oldu. Cüneyd
«kuddise sirruh» bizim doğru söylediğimizi nereden bildin? diye sordu. Ben,
Mesîh bin Meryeme «aleyhisselâm» inen İncilde okudum ki, Hazret-i Muhammedin
«sallallahü aleyhi ve sel-lem» ümmetinin havasının (seçilmiş olanların)
elbiseleri hırka, yemekleri ekmek parçasıdır, meskenleri bir odadır. Allaha
âşık ve ancak onunla ferahlık bulurlar dedi. Üç gün müslimân kalarak vefât
etdi. «rahmetul-lahi aleyh».
·
22
— Beni Âmirden Evs ölüm hastalığında idi. Akrabaları yanma geldiler.
Gençliğinde evlenmedin, şimdi Malikden başka oğlun yok, halbuki kardeşinin beş
oğlu vardır dediler. Allahü teâlâ ateşi taşdan çıkarır. Benim de neslimi
Mâlikden çoğaltmaya kâdirdir. Malike vasıyyet etdi. Sonunda beytler okudu. Son
iki beyt budur.
Âl-i
gâlib neslinden bir peygamber çıkacak Zemzem ile Hacerin arasında duracak,
Bütün şehir halkiyle ona yardım ediniz. Ey beni Âmir seâdet ona yardımda
olacak.
·
23
— Ka’b-ül Ahbâr «radıyallahü anh» buyuruyor ki: Babam bana tevrâtm bir sifri
hariç her tarafını okutmuşdu. O sifri kilitleyip sandığa koymuş idi. Babam
vefât edince o sifri sandıkdan çıkardım. İçinde şöyle yazılı idi:
Âhır
zenıanda bir peygamber gelecekdir. Saçlarını bırakır. Elini, ayağını yıkar.
Beline izâr bağlar, Mekke’de doğar. Hicret yeri Medine-dir. Ümmeti her halde
Allahü teâlâya lıamd eder. Yüksek yerlerde tekbîr getirirler. Kıyamet günü
abdest a’zâları nûrludur.
·
24
— Veheb bin Münebbeh diyor ki: Hak teâlâ Benî îsraîlden olan Şu’yâ
«aleyhisselâm» a (Sana vahy veriyorum, kavmin içerisinde sana bildirdiklerimi
söyleyici ol!) diye vahy eyledi. Şu’yâ «aleyhisselâm» da Hak teâlâya hamd etdi;
tesbîh, takdis ve tehlîl edip (Ey gökler, sakin olun! Ey yer, sessiz ol! Ey
dağlar benimle beraber söyleyin ki, Hak teâlâ, Benî İsraîli Cihanda en üstün
kavm yapmak ister, onlara husûsî kerametler vermişdir). dedi. Bunun üzerine
Hak teâlâ Şu’yâ «aleyhisselâm» m lisânı ile sistemle karışık hitâblarda
bulundu. O dereceye vardı ki Hak teâlâ (Gökleri ve yeri yaratdığım zeman,
peygamberliği, mülkü ve padişahlığı Benî İsrâîlden başkasına takdir etmişdim.
Mülkü, koyun güden bir tâifeye verdim, izzeti, mûtevâzi bir kavme verdim.
Kuvveti, za-îf bir cemâ’ate ihsan ettim. Efendiliği, fakîr bir kavme lâyık
gördüm. Bunların içinden öyle birini peygamber seçdim ki, sağırları duyar hâle
getirir, körlerin gözlerini açar, kararmış gönülleri cilâlar, doğum yeri Mekke,
hicret yeri Medine, mülkü Şâm ve da’veti umûmîdir. Tevekkül sahibi kuldur.
Kötülük yapanları afv eder. Yükü ağır olan hayvanlara, yetimleri olan dul
kadınlara acır. Yanından geçerken eteğinin rüzgârı, yanan mumu söndürmez. Kuru
kamışlar üzerinde yürüse ayağının sesi duyulmaz. Kendisinden sonra ümmeti
enır-i ma’ruf ve nehy-i münker yaparak doğru yolu gösterirler. Ümmeti nemaz
kılar, zekât verir. Sözlerinde dururlar.) buyurdu.
·
25
— Muâviye radıyallahü anh», Abdullah ibni Abbâsdan, «radıyal-lahü anhümâ»
Kureyş isminin nereden geldiğini sordu. Cevâbında: Kureyş, denizlerde yaşayan
büyük bir canavarın adıdır. Zaîf veya semiz her bulduğu hayvanı yer. Kendisi
yenmez. Bütün hayvanlara gâlibdir, dedi. Muâviye «radıyallahü anh», Arab
şâirlerinden bunu anlatan biri var mıdır? diye sordu. Abdullah ibni Abbâs:
«radıyallahü anhümâ» Evet, vardır. Cemhîn’in şiirini okudum. Şiirin sonu da
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» zikriyle bitiyordu.
Kureyş
denizde yaşar, çok büyük bir hayvandır.
Bunun
için Kureyşe, Kureyş adı verilir.
Saldırır
her balığa, zaîf semiz demez yer.
Kureyş
bu balık gibi, hattâ daha güçlüdür.
Sür’atle
saldırınca, her kabileyi yener.
Onlardan
son zamanda, bir nebi çok kati eder.
·
26
— Mutraf bin Mâlik hikâye eder: Emir-iil mü’mînin Ömer «radı-yallahü anh»
halîfe iken Tüster feth oldu. Mal ve ganimetler içinde bir sandık bulduk.
İçinden bir kitâb çıkdı. Na’îm adında bir Hıristiyan bize yoldaş olmuşdu. Bu
kitabı bana satın, dedi. Bu kitâbm İlâhî kitâblardan olup da satılması câiz
olmaz düşüncesiyle sandığı satıp, kitâbı bağışladık.
Muâviye
«radıyallahü anh» zamanında beyt-i mukaddesde idim. Na’-îme benzeyen bir atlı
görüp çağırdım. Sen Na’im misin? diye sordum. Evet dedi. Hâlâ Hıristiyan mısın?
diye sordum. Hayır, müslüman oldum, dedi. Berâber Şama gitdik. Ka’bül Ahbârı da
alarak yine beyt-i mukaddese geldik. Yahûdi âlimleri Ka’b ve Na’îmin müslümân
olduklarını duyup yanımıza geldiler. Ka’b o kitâbı onlardan birine verip, oku
dedi. Ye-hûdi okudu. Kitâbm sonuna doğru kızıp, kitabı yere atdı.
Na’îm
hiddetlenerek, bu kitâb çok eskidir, sonuna kadar okumazsanız sizi bırakmam
dedi. Kitâbı yerden alıp birisine okutdu sonunda (Bir kimse İslâm dîninden
başka bir din isterse kabul edilmez ve âhiretde hüsrana düşenlerden olur.) cümlesi
yazılıydı. O gün yehûdi âlimlerinden kırkiki kişi müslimân oldu. Muâviye
«radıyallahü anh» onlara hadiyyeler verdi.
·
27
— Hazret-i Ömerin oğlu Abdullah «radıyallahü anhümâ» rivâyet ediyor: Emîr-ül
mü’minîn Ömer «radıyallahü anh» Kadsiyede bulunan Sa’d bin ebî Vakkâs’a bir
mektûb yazarak hazret-i Muâviyenin oğlu Nad-la’yı «radıyallahü anhüm» Irakda
Halvan’a göndermesini istedi. Sa’d, Nadla’yı Halvan’a. gönderdi. Nadla, Halvanda
yağma edip çok esir ve ganimet aldı. İkindi nemâzı vaktinde bir dağın eteğine
indi. Ezan okumağa başladı. Allahü ekber deyince dağdan (tekbîrin büyük olsun
yâ Nadla!) diye bir ses geldi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah deyince (ihlâsı
söyledin yâ Nadla!) diye bir ses işitildi. Eşhedü enne Muhammeden resûlullah
deyince-(o kimseyi ve onun dînini bana İsâ aleyhisselâm müjdeledi, o dîn Onun
ümmetinde kıyamete kadar bâkî kalır.) diye bir ses geldi. Hayyealessalâh
deyince (Devamlı nemâz kılana ve câmie gidene müjdeler olsun.) diye ses geldi.
Hayyealelfelâh deyince (Bu dâ’vete icabet eden felah bulur.) diye ses geldi.
Allahü ekber deyince (îhlâsm hepsini temâmladm yâ Nadla!) diye ses geldi. Ezan
bitince biz, (Allah sana rahmet etsin. Sen kim sin? Sesini duyuyoruz, kendini
görmedik. Biz Allahın kulu Resulünün üm-
meti,
Ömer ibnil Hattâbm cemaatıyız) dedik.
Hemen dağ yarıldı. İçinden büyük başlı, saçlı, ak sakallı, üzerine
yünden eski iki kaftan giymiş birisi çıkdı. Selâm verdi. Selâmını aldık. Ben
Zerîb bin Yûşeliyim. İsa aley-hisselâm benim, kendisinin yere inip hınzırları
kesip, putları kırıp, Hıristiyanların iftirasından kurtuluncaya kadar bu dağda
yaşamam için düâ buyurdu. Hazret-i Muhammed «Sallallahü aleyhi ve sellem» ile
görüşemedim. Hazret-i Ömere selâmımı söyleyin ve ona (yâ Ömer, doğrulukdan
ayrılma, tatlı sözlü ol, kıyamet yaklaşmakdadır.) deyiniz. Birkaç söz daha
söyleyip gayboldu. Nadla bu hâli sa’d bin Ebi Vakkâsa, o da emir ül mü’minine
yazdı. Ömer «Radıyallahü anh» sa’da mektûb yazarak yanına rnuhâcirin ve
ensârdan ne kadar bulursan al, o dağa gidip benim selâmımı söyle! Çünki,
Resûlullah «Sallallahü aleyhi ve sellem» bana İsâ aleyhisselâmm vasilerinden
bazısının o dağda yaşadıklarını söylemişdi. Sa’d rnuhâcirin ve ensârdan dört
bin kişi ile o dağda kırk gün kalıp ezan okudular, dağdan hiç ses gelmedi.
·
28 — Ka’bül Ahbâr «Radıyallahü anh» rivâyet
eder: Buhtunnasar beni İsrâili kati ve esir etdikden sonra bir korkulu rü’yâ
gördü ve gördüğü rü’yâyı unutdu. Bütün kâhin ve sihrbâzları çağırıp rü’yâsmı ve
tâbirini sordu. Bunlar, rü’yânızı söyleyin tâ’bîr edelim dediler. Buhtunnasar
kızdı. Ben sizi böyle günler için saklıyorum, üç güne tadar rü’yâmı ve
tâ’bîrini yapamazsanız hepinizi öldürürüm dedi. Bu haber halk arasında yayıldı.
O zeman Danyal aleyhisselâm zindanda idi.
Danyal
«aleyhisselâm» zindancıya, beni Buhtunnasar’a götürebilirsen rü’yâsmı ta’bîr
ederim, dedi. Buhtunnasar’a söylendi, kabûl etdi. Danyal «aleyhisselâm» içeri
girince, secde etmedi. Onların âdetine göre, Buh-tunnasarın huzûruna çıkan ona
secde ederdi. Buhtunnasar, içeride olanlar dışarı çıksın dedi. Danyal
«aleyhisselâm» a niçin secde etmedin? dedi. Danyal «aleyhisselâm,» benim
Rabbim, başkasına secde etmemek şar-tiyle bana rü’yâ tâ’bîrini öğretmişdir,
eğer sana secde edersem bu ilmi benden almasından korkarım, O zeman senin
rü’yânı da ta’bîr edemiyece-ğimden beni öldürürsün. Secde etmemem, hem benim
için, hem de senin için iyi olacağı düşüncesiyle secde etmedim. Bunun üzerine
Buhtunnasar, Rabbinin ahdine vefâ etdiğin için sana i’timâd olunur. O halde
benim gördüğüm rü’yâyı ve tâ’bîrini söyle, dedi.
Danyal
«aleyhisselâm» da sen rü’yâda bir put gördün. Üst kısmı al-tundan, ortası
gümüşden, uçları bakırdan, topukları demirden, ayakları saksıdan idi. Bu putun
güzelliğine bakarken, gökden, o putun başına bir taş düşdü ve un gibi toz
haline geldi. Altun, gümüş ve diğerleri birbirin-,den ayrılmıyacak şekilde
karışdı. Bir rüzgâr esse, ortada hiç bir şey kal-mıyacakdı. Sonra gökden düşen
taş yavaş yavaş büyüdü. O kadar büyüdü ki, yerde ve gökde taşdan başka bir şey
göremedin. Buhtunnasar, doğru söyledin, şimdi de ta’bîr et dedi. Danyal
«aleyhisselâm» da, gördüğün put, çeşitli ümmetlerdir. Altun, senin içinde
bulunduğun ümmetdir. Gümüş, senden sonra, oğlunun hâkim olacağı ümmetdir.
Bakır, Ramlardır. Demir, acemlerdir, saksı, Rumlara ve Acemlere padişah olan
iki kadındır. Gökden inen taş, âhır zemanda Arablardan bir peygamberin
getirdiği, bütün dinlerin hükümlerini yürürlükden kaldıran ve bütün dünyâya
yayılan bir dindir, dedi.
·
29
— Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» rivayet etmişdir: Beni İsrail Buhtunnasar’ın
zulmünden memleketlerini terk etdiler. Hazret-i Hârûn «aleyhisselâm» m
evlâdlarından bir grubu, kitâblarmda, peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve
sellem» Arabistanda, hurma ağaçlarının çok bulunduğu bir yerde bulunacağını
okudular. Şamdan çıkıp Yemene kadar olan yerleri gezdiler. Okudukları vasflara
uygun olarak Medineyi buldular. Orada yerleşip, Hazreti Muhammed «sallallahü
aleyhi ve sellem»in teşrifini beklediler. O grubdakiler peygamberimizi
«sallallahü aleyhi ve ^sellem» göremediler. Fekat oğullarına onu «sallallahü
aleyhi ve sellem» görürseniz, îmân edip, itâ’at edin diye vasiyyet etdiler.
·
30
— Ka’b bin Lüey bin Gâlib peygamberimizden «sallallahü aleyhi ve sellem» beşyüz
altmış sene önce yaşamışdır. Hutbelerinde, Tevrât ve İncilden resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» vasflarmdan duyduklarını söyler ve överdi.
Aşağıdaki beyt onun gürlerindendir.
Beyt:
İnsanlar
gafletdeyken gelir yüce peygamber
Muhammeddir,
doğrudur, ondadır doğru haber, «aleyhisselâm»
·
31
—- îbn-i Adî bin Rebî’anın adı Muhammed idi. O’na baban câhiliy-yet zemanmda;
adını neden Muhammed koymuş diye sordular. O da, ben ayni şeyi babamdan
sormuşdum.
Babam
da: Bir gün dört arkadaş Şam’a giderken, bir kilisenin yanm-<da
konaklamış, birbirimizle konuşuyorduk. Kilisenin sahibi dışarı çıkıp, siz,
galiba bu civardan değilsiniz dedi. Biz de, evet biz Arabız dedik. 'Bunun
üzerine, içinizden, yakında, peygamberlerin sonuncusu olan bir
—
33 — Peygamberlik
Müjdeleri — F. 3 peygamber
çıkacakdır. Ona hizmet etmekle şereflenmeğe çalışın dedi. Biz de Onun adı
nedir? dedik. Muhammed’dir dedi. Şam’dan dönünce Hak teâlâ dördümüze de birer
oğul verdi, hepsine Muhammed ismini koyduk, diye anlatmışdı.
·
32
— Abdullah İbni Abbas «radıyallahü anhümâ» rivayet ediyor: Satîh-i Gassânî
adında bir kâhin vardı. Başı ve elinden başka yerinde kemik ve sinir yokdu.
Dilinden başka yeri hareket etmezdi. Vücudünü, ayağından boğazına kadar
sarmışlardı. Hurma ağacından ve yapraklarından yapılmış bir sandık içine
konmuşdu. Bir yere gitmek istese, o* sandık ile beraber götürülürdü.
Kureyş
ulularından dört kişi hediyeler alarak Satîhi görmeye gitdi-ler. Hediyelerini
gizleyip, kendilerini başka kabileden tanıtdılar. Satîh, siz dediğiniz
kabileden değil, Kureyşdensiniz dedi. Gizledikleri hediyeleri de getirdiler.
Sonra Satîh’e gelecekdeki hâdiselerden sordular, çok şeyler söyledikden sonra,
Mekke’de Abd-i Menafdan bir yiğit çıkıp, halkı, doğru yola çağırır, putları
kırar, Hak teâlânm bir olduğunu ve yalnız O’na tapılacağım söyler. O’nun
halifeleri vardır. Halifeler ve bunlardan sonraki padişahlar hakkında uzun uzun
haberler verdi. Tafsilâtı kitâb-larda vardır.
·
33
— Yemen Meliklerinden biri, korkulu bir rüyâ görüp çok korkdu.
Kâhinleri
ve müneccimleri toplayıp, onlardan rü’yâsmı ve tâ’bir etmelerini istedi. Onlar
da rüyanı söylersen tâ’bir ederiz dediler. Melik, rü’yâmı da söylerseniz, o
zaman sizin tâ’birinize tam inanırım dedi. Kâhinler de, bunu ancak Satîh kâhin
ve Şık kâhin yapabilir dediler. Melik onlara haber gönderdi. Önce Satîh kâhin
gelip, Melikin rü’yâsmı anlatmağa başladı: Sen rü’yânde kül veya kömür gördün,
bütün insanlar ondan yiyordu. Tâbiri şudur ki: Habeşliler sana gâlib
gelecekler, dedi.
Melik
-— Bu ne zaman olur?
Satîh
— Altmış veya yetmiş yıl sonra.
Melik
— Bu memleket, Habeşilerin elinde devamlı kalır mı?
Satîh
— Hayır, Zilyezn’in kılıcı Habeşleri oradan sürecekdir
Melik
-— Bu mülk, Zil Yezn’in oğullarında kalır mı?
Satîh
— Hayır, bir peygamber çıkıp, o mülkü alacakdır.
Melik
— O peygamber hangi kavmdendir?
Satîh
— Gâlib bin Lüey’in oğullarmdandır. Din, O peygamberle sor bulur.
Melik
— Dünyanın sonu gelir mi?
Satîh
— Evet, bir gün insanlar bir yerde toplanır, işlerine göre cezâ-ları verilir.
Satîh’in
sözleri bitince, Şık kâhin geldi. Satîh’in söylediklerini aynen tekrar etdi.
Bunun üzerine Melik, ailesini ve yakınlarını Irak’a gönderdi. Bir mektub
yazarak bunları Acem Melikine ısmarladı. Acem Melikleri de bu Melikin
çocuklarını Hîre denilen yerde ikâmet etdirdiler.
·
34
— Abdûlmuttalib anlatıyor: Yatağımda uyuyordum. Bir rüyâ. gördüm, çok korkdum.
Kureyşin kâhinine geldim. Kâhin hâlimdeki değişikliği anlıyarak, efendimizin
başından bir hâdise mi geçdi diye sordu. Ben de, dün gece rü’yamda yerden bir
ağaç çıkıp ucu göke erişdi. Budakları şarka garba ulaşdı.
Bütün
insanların ona boyun eğdiğini gördüm, dedim. Kâhin, o ağaç senin oğlundur dedi.
Torunu Hazreti Muhammed « Sallallahü aleyhi ve sellem » dünyayı teşrif edince
rü’yâsmı her yerde anlatırdı. Yemin ederek, o ağaç Muhammed-ül Emindir, derdi.
Niçin imân etmiyorsun? diye sorulduğunda ayblanmakdan ve kötülenmekden
korkuyorum derdi.
·
35
— Abdûlmuttalib Yemene gitmişdi. Yehûdî âlimlerinden biri hangi kavmdensin?
dedi. Abdûlmuttalib Kureyşden olduğunu söyledi. Yehûdî, hangi kabiledensin?
diye sordu. O da Hâşjimoğullarındanım dedi. Senin iki â’zâna bakmağa müsâ’ade
eder misin ? dedi. Abdûlmuttalib de edeb yeri hâricinde müsâ’ade etdi. Yehûdî(
Abdûlmıîttalib’in burnuna ve iki eline bakdı. Elinde padişahlık, burnunda
peygamberlik alâmeti gördü. Sonra Abdûlmuttalibe, evli misin? dedi.
Abdûlmuttalib, hayır dedi. Öyleyse Benî Zühre Kabilesinden bir kız al, dedi.
Abdûlmuttalib de Yemenden dönünce Benî Zühre’den Veheb’in kızı Hâle’yi nikâh
etdi.
·
36
— Hârice binti Abdullah bin ka’b bin Mâlik babasından rivayet ediyor Mekkeye
ömre yapmak için birkaç ihtiyar ile giderken, bir yehûdi tüccarı da bize
katıldı. Mekkeye vardığımızda yehûdi, Abdûlmuttalibi görünce; Bu kişinin
neslinden bir Peygamber gelecekdir. O ve onun kavmi, bizi, Âd kavmini
öldürdükleri gibi öldüreceklerdir. Bunu biz, değişikliğe uğramamış
kitablarımızda okuduk, dedi.
·
37
— Bütün insanlar, Âdem « aleyhisselâm » m sulbünde zerreler ha linde, toplu
olarak bulunuyordu. Hazret-i Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem » âid olan
zerre de orada olduğu için Hazret-i Âdem « aleyhisselâm. » m mübarek yüzünde
daima bir nûr parlardı. Bu nûr, Havvâya sonra Şît « aleyhisselâm » a geçdi.
Böylece temiz, imanlı erkek ve kadmlar-dan geçerek, Abdullah’a uiaşdı.
Abdullah, alnındaki nûr sebebiyle o kadar güzeldi ki, bütün Kureyş kadınları,
onunla evlenmek isterlerdi. Ancak, o seâdet, ileride söyliyeceğimiz gibi, Abdi
Menafin oğlu Vehebin kızı Âmmeye nasib oldu.
·
38
— Şamda, Yehûdi âlimlerinden birinin yanında, beyaz yünlü ku-maşdan bir cübbe
vardı. Bu cübbeye Yahya « aleyhisselâm » m kanı bulaşmış idi. Cübbedeki kan
damlayarak, hiç kalmadığı zeman, Abdullahm doğacağını eski kitâblarmdan
okumuşlardı. Birgün, kanın akıp, cübbenin bembeyaz olduğunu gördüler. Bir zeman
sonra, Kureyşlilerden bir grub Şama ticaret için gelmişlerdi. Yehûdiler,
Kureyşlilere, Abdulmuttalibin oğlu Abdullahı sordular. Yüzünün ve ahlâkının
güzel olduğunu ve alnında daima bir nûr parladığını söylediler. Yehûdi âlimleri
de, o nûr Ab-dullahm değil, oğlu Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem »
nûrudur. dediler.
·
39
— Yehûdiler, Abdullahm doğduğunu iyice öğrendikden sonra Mek-keye yetmiş kişi
göndererek onu öldürmeğe karar verdiler. Gece yürüyüp, gündüz saklanarak
Mekkeye vardılar. Abdulah, bir vâdide avlanırken etrafını sardılar. Abdi
Menaf’m oğlu Veheb bu işi haber aldı. Yanma birkaç kişi alarak, Abdullahı
kurtarmak için vâdiye geldi. Gökden insanlara benzemiyen bir grubun inip,
Yehûdileri oradan çıkarmak için çok uğraşdıklarını gördü. Hemen evine gidip,
kızını Abdullah’a vermek istediğini, hanımını Abdûlmuttalibe göndererek
bildirdi. Abdûlmuttalib de memnûniyetle kabul etdi. Çünki Âmine Kureyşin en
güzel ve en namuslu kızı idi. Böylece Abdullah ile Âminenin nikâhları yapılıp
evlendiler.
·
40
— Abdullahm alnındaki nûr, Âmine ile evlendikden bir müddet sonra yine parlıyordu.
Böylece Abdullahm güzelliği her tarafa yayılmışdı. gam hükümdârmm Fâtıma adlı
güzel bir kızı vardı. Abdullah ile evlenmek için, çok süslenip, hizmetçileriyle
beraber Mekkeye geldi. Birkaç gün sonra, Abdullahı, alnındaki nûrla beraber
gördü. Hayâ perdesini yırtarak nikâh taleb etdi. Abdullah da babama söyliyeyim
izn verirse evleniriz dedi. Fâtıma da, çok iyi olur dedi. Abdullahm alnındaki
nûr, o gece Âmi-nenin alnına nakl edildi. Sabahleyin Abdullah, Fâtımanm
nikâh isteğini babasına söyledi. Babası izn verdi. Abdullah, Fâtımanm yanma
gelip babasının izn verdiğini söyledi. Fekat, Fâtıma, Abdullahm alnındaki nûru
göremeyince, bir ah çekerek. Alnındaki nûru başkaları almış, artık ikimizin
arasında bir muhabbet düşüncesi kalmadı, diyerek üzüntülü bir halde geri döndü.
·
41
— Abdullah ibni Abbâs «radıyallahü anhümâ» rivâyet etmişdir: Abdûlmuttalib,
Abdullahı evlendirmek için gezerken, tesâdüfen Fâtıma-i Has’amiyye adında bir
kâhineye rastladılar. Kâhine, Abdullahın alnındaki nûru görünce, sana yüz deve
vereyim, benimle hemen birleşir misin? dedi. Abdullah da, nikâhsız istiyorsan
olmaz, nikâhlı istiyorsan düşüneyim dedi. Oradan ayrıldılar. Âmine ile evlenmek
nasib oldu. Bir zeman sonra Abdullah, kâhineye uğradı. Kâhine, ey yiğit,
buradan ayrıldıkdan sonra ne yapdm? dedi. Abdullah da Vereb’in kızı Âmine ile
evlendim dedi. Kâhine, ben fâhişe kadın değilim. Alnındaki nûrun bana geçmesini
istemişdim. Fekat Hak teâlâ başkasına nasib etmiş, dedi.
·
42
— Hazreti Muhammet'in « sallallahü aleyhi ve sellem » ana rahmine düşdüğü andan
itibaren, yeryüzündeki bütün putlar başaşağı düş-düler. Bütün şeytanlar,
işlerini yapamaz oldular. Melekler, iblisin tahtını parçalayıp denize atdılar
ve kırk gün eziyyet etdiler. Sonunda kaçıp Ebû Kubeys dağının üzerine çıkdı.
Şiddetli bir feryâd etdi. İblisin bu feryâdım duyan bütün ordusu etrafına
toplandı. İblis onlara : Vay sizin halinize, Muhammed’in doğuşu yaklaşdı,
bundan sonra Lât ve Uzzâya tapmak bâtıl olup tevhid nûru her tarafa
yayılacakdır dedi.
Kâhinler
söyleyemez oldular. Sihrler tesir etmedi. O gece gökden « Son peygamberin
çeşitli iyilik ve ihsanlarla» gelme zemanı yakiaşdı » i diye bir ses işitildi.
Âmine dokuz ay müddetle hiç bir ağrı acı görmedi.
·
43
— Peygamberimizin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğumundan elli beş gün evvel
olan Fil vak’ası şöyle cereyan etmişdir :
Habeşistan
kralı Necâşi’nin Yemende Ebrehe adında bir valisi vardı. Ebrehe, Yemende bir
kilise yapdırıp adım Kuleys koydu. Necâşi’ye mek-tub yazarak bu kilisenin
arabiar için hac yeri olmasını, kimseyi kâ’beye göndermiyeceğini yazdı. Bu söz
arabiar arasında yayıldı. Arablardan birisi o kilisede kazâyı hâcet yapdı.
Başka bir cemâ’at da ateş yakmışlardı, rüzgâr ile bir kıvılcım kilisenin
tahtadan yapılmış kısmını temâmen yakdı. Bunun üzerine Ebrehe kızıp Kâ’beyi
yıkmak üzere habeş askerleri ile yola çıkdı. Ebrehcnin bir fili vardı ( 10 veya
1000 fili vardı diyenler de vardır.) Mekkeye yaklaşdılar. Abdûlmuttalib
Tihâmenin [Mekke] mallarının üçde birini vereyim geri dönün dedi. Ebrehe kabul
etmedi. Fil önlerinde olmak üzere Mekkeye geldiler. Fili, kâ’be tarafına
sürünce, çöküp gitmiyordu, başka taraflara doğru sürünce koşuyordu. Sonunda
vazgeçip bir yerde konakladılar. Etrafa adamlar göndererek Abdülmuttalibin
ikiyüz devesini tutdular. Abdûlmuttalib, bu develeri istemek için Ebrehenin
ya-nıııa gitdi. Ebrehe, Abdülmuctalibin heybetine kapılıp ayağa kalkıp, onu
karşıladı, baş köşeye oturdu ve ne istiyorsunuz ! dedi. Abdülmuttalib :
Senin
adamların develerimi almışlar, emr ver de onları geri versinler dedi. Ebrehe,
ben buraya Kâ’beyi yıkmak için geldim. Ondan hiç bahs etmiyorsun da develerden
bahs ediyorsun deyince, develer benimdir, onun için isterim, Kâbe’nin sahibi
vardır, O o’nu muhâfaza eder, dedi.
Abdülmuttalibin
develerini verdiler. Sonra Abdülmuttalib Kâ’beye gelip kapısından tutarak,
münâcâta başladı. O sırada gökyüzünde, şimdiye kadar görmediği değişik kuşlar
gördü. Kuşların gagalarında mercimek-den büyük, nohuddan küçük taşlar vardı.
Her taşın üzerinde bir kâfir ismi yazılı idi. Taş, kâfirin başına düşünce
altından çıkardı ve kâfiri öldürürdü. Kâfir atlı ise, atı da beraber öldürürdü.
Kâfirler kaçdılar, kuşlar onları ta’kib edip, Ebreheyi de çok acı bir şekilde
öldürdüler. Ebrehenin veziri kaçıp, Necâşi’nin yanma geldi ve olanları birer
birer anlatdı. Necâşi, bunlar nasıl kuşlar ki, seçme askerlerin hepsini öldürdü
dedi. Vezir o sırada başının üzerinde o kuşlardan birinin döndüğünü görüp,
Necâşiye gösterdi. O kuş vezire bir taş atdı. Vezir, Necâşi’nin gözü
önünde ö'dü. Bu olay Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem »
dünyâya teşriflerinin yakın olduğunu müjdeliyordu. İbn-i Abbâs « radıyallahü
anh » Ümm-i Hâninin evinde bu taşlardan olduğunu ve oynadıklarını rivayet
et-mişdir. Hazret-i Muhammed ile Hazret-i îsâ « aleyhisselâm » arası altı yüz
yirmi yıldır. îsâ ile Dâvud « aleyhisselâm » arası bin iki yüz yıl, Dâ-vûd ile
Mûsâ « aleyhisselâm » arası beşyüz yıldır. Hazret-i İbrahim ile Mûsâ «
aleyhisselâm » arası yedi yüz yetmiş yıldır. İbrâhim ile Nûh’un « aleyhisselâm
» arası bin dört yüz yirmi yıldır. Tûfan’dan hazret-i Âdeme « aleyhisselâm »
iki bin iki yüz kırk yıl geçmişdir. Hepsi altı bin yedi yüz yıl olur. [
Dünyânın ömrünü eski astronomlar, gezegenlerin adedince bin sene, ya’nî yedi
bin sene demişlerdir. Çünki, o zeman yedi gezegen biliniyordu. Tarihlerin çoğunda
ve ba’zı din kitâblarında yazılan yedi bin sene buradan gelmekdedir. Ba’zıları
burç adedince on bin sene, bir kısmı meridyen dairesi adedince üç yüz altmış
bin sene olarak hesablamışlardır. Bunların hepsi de zan ve faraziyye
hâlindedir. îdrîs «aleyhisseâm» bir peygamber olduğumuz halde dünyânın ömrünü
bilmedik buyurmuşdur. Bugün fen adamları dünyânın ömrünü bir milyar beş yüz
milyon sene olarak hesablamakdadırar.]
İKİNCİ BÖLÜM
Bu
bölümde peygamberimizin « sallallahii aleyhi ve sellem » doğumundan
peygamberliğini ilân edinceye kadar görülen peygamberlik alâmetleri
anlatılacakdır. Bu bölümde kırk alâmet vardır.
Peygamberimizin
« sallallahii aleyhi ve sellem » annesi Âmine hatun hikâye etmişdir :
Hazret-i
Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğumu zema-mnda, evimde yalnız
idim. Abdiilmuttalib tevâfda idi. Abdullah önceden vefât etmişdi. Evin damından
büyük bir şey indi, korkdum. Bir ak kuşun kanadlarıyla beni sıvazladığını hissetdim,
korkum gitdi. Süt gibi bir şerbet verdiler, içdim. Etrafımda Abd-i Menâfin
kızları gibi, güzel yüzlü, uzun boylu kızlar gördüm. Gökden yere kadar uzanan
beyaz bir örtü gördüm. Gagalan zümrütden, kanadları yâkutdan kuşlar gördüm.
Beyaz perdeyi kaldırdılar. Yer yüzünü ve biri Şarkda, biri Garbda, biri de
Kâ’be-nin damında üç sancak gördüm, etrafımda çok kadınlar oturdular. Mu-hammed
« aleyhisselâm » dünyâya gelince hemen secde etdi, parmağını ■semâya kaldırdı.
Sonra bir bulut indi. Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem» kaldırıp
götürdü.
Birisinin
( Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem » her tarafı do-laşdırın ki bütün
mahlûkat onu ismiyle sıfatıyla, sûretiyle tanısın) diye nidâ etdiğini duydum.
Bir anda o bulut geri geldi. Muhammedi « sallallahü aleyhi ve şellem » sütten
beyaz ipekden yumuşak bir yünlüye sarmışlardı. Sonra daha büyük bir bulut
geldi, içinde at kişnemeleri işitiliyordu. Muhammedi « sallallahü aleyhi ve
sellem » bütün insanlara, cinlere ve hayvanlara gösterdiler ve ona Âdemin safvetini,
Nûhun rikkatini, îbrâ-himin hulletini, İsmailin lisânmı, Yûsüfün güzelliğini,
Ya’kubun beşaretini, Eyyûbün sabrını, Yahyanın zühdünü, İsâ’nm keremini
«aleyhimüs-salâtü vesselam» verdiler. Bir anda o bulut da açıldı.
·
45 — Osman bin Ebî Âs « radıyalahü anh »
annesinden rivâyet ediyor. Ben Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem
» in doğumu zemanmda Âmmenin evinde idim. O gece ne tarafa baksam gün gibi
aydınlık idi. Yıldızlara bakdıkça bana yaklaşdıklarını hattâ üzerime
düşeceklerini sanardım.
·
46
— Abdülmuttalibin kızı Safiyye diyor ki : Hazret-i Muhammedin?. «sallallahü
aleyhi ve sellem» doğumunda Âminenin ebesi idim. Muham-medin « sallallahü
aleyhi ve sellem » nûru, lambanın ışığından fazla idi. O gece altı alâmet
gördüm. Birincisi, doğar doğmaz secde etdi. İkincisi, başını kaldırıp, fasih,
lisan ile, Lâ ilâhe illallah innî resûlullah dedi. Üçüncüsü, onun nûru ile, ev
çok ışıklandı. Dördüncüsü, doğduktan sonra yıkamak istediğimde, zahmet etme biz
onu yıkadık diye bir ses işitdim. Beşincisi, sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş
idi. Altmcısı, kundağa sararken, iki küreği arasında, mühr-ü nübüvveti gördüm.
Üzerinde Lâ ilâhe illallah yazılı idi.
·
47
— Abdülmuttalib diyor ki : Muhammedin « sallallahü aleyhi ve? sellem » doğduğu
gece kâ’beyi tavâf ediyordum. Gece yarısını geçince, kâ’be, Mekâm-ı İbrahime
doğru secde ediyordu ve Allahü ekber Allahü ekber diye tekbir sesleri ile, beni
müşriklerin pisliklerinden câhiliyyet ze-manınnı kötülüklerinden temizlediler,
diye sesler geliyordu. Bütün putlar yere düşdü. En büyükleri olan Hubel yüzü
üzerine bir taşın üzerine düş-müşdü. Birisinin Âmine, Muhammedi « sallallahü
aleyhi ve sellem » doğurdu, dediğini işitdim. Safa tepesine çıkdım. Bir gürültü
vardı Sanki bütün kuşlar ve hayvanlar Mekkeye toplanmışlardı. Sonra Âminenin
evine gitdim. Kapı kilitli idi. Kapıyı çalıp, açın ! dedim. İçeriden Âmine,
Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » doğdu dedi. Getir göreyim dedim. İzn
yok, birisi geldi, çocuğu üç güne kadar kimseye gösterme, dedi. İçeri zorla
girmek için kılıç çekdim, karşıma elinde kılıç, yüzü maskeli biri çıkdı, Ey
Abdülmuttalib geri dön, çünki oğlunu melekler ziyâret ediyorlar, dedi.
Titremeğe başladım, Bu hali üç gün kimseye anlatamadım,, dilim tutulmuşdu.
·
48
— Mücâhid « radiyallahü anh » diyor ki : İbn-i Abbâs « radıyal-lahü anhümâ »
dan, Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » in emzirilme hususunda kuşların
ve canavarların münakaşa edip etmediklerini sordum. İnsanlardan başka bütün
hayvanlar münâkaşa etdiler diye cevap verdi. Çünki, Muhammed « sallalahü aleyhi
ve sellem » doğunca, Ey canlılar ! Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem »
doğdu. Onu emzirecek birisi lâzımdır ! diye bir ses işitildi. Bunun üzerine
bütün mahlûkat emzirme hususunda münakaşaya başladılar. Sonra, Ey mahlûklar
münakaşayı kesin, onu «sallallahü aleyhi ve sellem» insanlar emzirecekdir
denildi. Üç gün sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hazret-i Muhammedi. «
sallallahü aleyhi ve sellem » dört ay kadar emzirdi. Dört aydan sonra Halime
hatun emzirmeğe başladı.
·
49 — Hazret-i Muhammedin « sallallahü
aleyhi ve sellem » doğduğu gece Kisrânın sarayı sallandı, ondört penceresi
yıkıldı. Bin yıldan beri devamlı yanan Fârisin ateşi söndü. Sâvenin denizi
kurudu. Ateşe tapanların en âlimi olan Mü’bedân rii’yâsmda kendinden geçmiş
develerin, önlerine katdığı atları öldürerek Dicleyi geçip memleketlerine
dağıldıklarını gördü. Kisrâ sarayının sallanmasından çok korkmuş, kimseye
bildirmemek istemişdi. Fekat sabredemeyip, sabahleyin tahtına oturduğunda
etrafındakilere anlatdı. O sırada, Fârisin ateşinin söndüğünü bildiren bir
mektûb geldi. Kisrâ daha çok üzüldü. Sonra Mü’bedân rüyasını anlatdı. Kisrâ,
Mü’bedân’dan bu nd hâldir? diye sordu. Mü’bedân da Arabdan zahir olan bir işdir
dedi. Kisrâ, Nu’mâna bir mektûb yazarak, iyi bir âlim göndermesini istedi. Nû’mân
da Abd-ül Mesîh-i Gassâniyi gönderdi Kisrâ, vukû’ bulan olayları Abd-ül
Mesîhden sordu. O da bunu ancak dayım Kâhin Satîh bilir dedi. Kisrâ, git, ona
sor dedi. Abd-ül Mesih Şama gidip-Satîhi ölüm hastalığında buldu. Selâm verdi.
Almadı. Şiir söylemeğe başladı. O zenaan gözlerini açıp, Ey Abd-ül Mesih ’ Seni
Kisrâ, gönderdi. Sarayının sallanmasından, pencerelerinin yıkılmasından,
Mü’bedânm rü’yâ-sından ve Sâve denizinin yere geçdiğinden soruyor. Bütün bunlar
âhır ze-man peygamberinin çıkacağına, bu memleketi alacağına alâmetdir. Yıkılan
pencereler adedince Kisrâ gelecek, ondan sonra bu devlet yıkılacak-dır. Abd-ül
Mesih bu haberi Kisrâya götürdü.. Bu on dört Kisrâ’dan on dürtesi dört yıl
içinde dört danesi de Hazret-i Osman «radıyallahü anh» zemanma kadar saltanat
sürdüler.
Bir
rivâyetde Kisrâ çok para sarfederek Dicle kenarında yüksek bir köşk
yapdırımşdı. Bir sabah köşkünü sel götürdü ve sarayı yarıldı. Sarayındaki
sihrbazları, kâhinleri, müneccimler topladı. Bunlar üç yüz altmış kişi idiler,
içlerinde Arab olan Sâib adlı biri en meşkûrları idi. Kisrâ, bunlara, köşkünün
yıkılmasının sebebini bulmalarını emretdi. Her biri bir tarafa dağıldılar. Sâib
karanlık bir gecede yüksek bir tepe üzerine çıkdı. Etrâfına bakarken, Hicazdan
bir ışığın çıkıp Şarka doğru gitdiğmi gördü. Sabah olunca ayağının altının
yeşillik olduğunu gördü. Kendi kendine Hicazdan bir padişah çıkıp her tarafı
alacağını ve dünyâda refâhm ucuzluğun olacağı kanaatine vardı. Bütün sihirbaz,
kâhin ve müneccimler bir yere toplanınca, bir peygamberin zuhûr edeceği ve
Kisrânın mülkünü alacağı kanaatine ittifakla vardılar. Fekat bunu Kisrâya
söylemekden çe-'kindiler. Kisrâya, bu köşkün yapılma zamanı yanlış tâyin
edilmiş, biz bir zeman tâyin edelim dediler. Bir zemaıı seçdiler. Köşk yapıldı
Kisrâ. bütün devlet erkânı ile gelip oturdular. Dicle nehri taşıp binayı yıkdı.
Kisrâyı yarı ölü olarak çıkardılar. Kisrâ kızıp, kâhinlerin çoğunu öldürt-dü.
Geriye kalanlar, biz yine yanılmışız, tekrar bir zeman tayin edelim -dediler.
Tekrar köşk yapıldı. Kisrâ korka korka köşke geldi. Bina ayağının altından
kaydı. Yine Kisrâyı yarı ölü olarak sudan çıkardılar.
Kisrâ,
kâhinleri ölümle tehdid etdi. O zeman kâhinler, bu alâmetler, ■bir peygamberin
çıkacağını ve senin mülkünü elinden alacağım gösteriyor dediler. Kisrâ da artık
Dicle kenarına bina yapdırmakdan vaz geçdi.
·
50
— Mekkede bir yehûdi, peygamberimizin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğduğu
gece, Kureyşlilerden bir topluluğun yanma gelip, lün gece sizden bir oğlan
dünyâya geldi mi? dedi. Kureyşliler, bilmiyoruz, dediler. îyi biliyorum ki, dün
gece bu ümmetin peygamberi doğdu. Sizden değilse Filistinden olabilir. Onun ki
küreği arasında ince kıllar olacakdır. Cinlerin kötü olanlarından biri
parmağıyla mâni’ olduğu için iki gün süt îçmeyecekdir. Kureyşliler evlerine
dağıldılar. Hazreti Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğduğunu
öğrendiler. Yehûdiye haber verdiler. Yehûdi nübüvvet mührünü görünce bayılıp
düşdü. Ayılınca yemin ederek peygamberlik benî îsrailden gitdi dedi. Sonra
Kureyşlilere dönerek siz seviniyorsunuz, fekat bu size gâlib gelecekdir. Bu
haber bütün dünyâya yayılacakdır, dedi.
·
51
— Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » riit annesi olan Halime
hâtûn hikâye etmişdir : Kabilemizdeki birkaç kadınla, süt anneliği yapmak için
Mekkeye geldik. Kocam yanımda idi. Bir zaîf .merkebimiz ve sütden kesilmiş bir
devemiz vardı. Benim de çok sütüm yok idi. Oğlum Damra doymadığından geceleri
ağlar, beni uyutmazdı. Mek-kede bana Resûlullahı « sallallahü aleyhi ve sellem
» arz etdiler. Babasının olmadığını duyunca alrnak istemedim. Benimle beraber
gelen bütün kadınlar birer çocuk buldular. Artık emzirilecek çocuk kalmamışdı.
Kabileme eli boş gitmeye utandım. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve
sellem » kabul etdim. Âmme hâtûn dedi ki : Üç gece evvel bana bir ikimse gelip,
oğlunun süt annesini Benî Se’ad kabilesinden ve Züveyb oğullarından tut dedi.
Ben de Benî Se’adden olduğumu, babamın Züveyb oğullarından olduğunu söyledim.
Âmine hâtûn elimden tutup evine götürdü. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi
ve sellem » bir beyaz yünlüye sarılmış, yeşil bir ipek üzerinde uyuyor gördüm.
Yüzünden seâdet .nârları saçılıyor, misk kokusu odayı dolduruyordu. Yanma
yaklaşınca mübarek gözlerini açdı. İki gözünden semâya kadar çıkan nûrları
gördüm ve hemen yüzünü örterek bunu Âmine hatundan sakladım. Sağ mememi verdim.
Emdi. Sol mememden emmedi.
İbn-i
Abbâs «radıyallahü anhümâ» buyuruyor ki: O zeman da Hak teâlâ adi ile ilhâm
ederek sol memeyi süt kardeşine bırakmışdır. Her zaman, önce sağ taraftan
Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sel-'lem » sonra sol tarafdan oğlum
Damra emer idi.
·
52
— Halime hâtûn diyor ki: Sütüm çok fazlalaşdı. Hazret-i Muhammedi « sallallahü
aleyhi ve sellem » ve oğlum Damrayı emzirdikden sonra sütüm hiç azalmazdı. Hiç
süt vermeyen devemiz süt vermeye başladı. Bütün kaplarımız sütle dolardı.
Kocam, Hak teâlânm verdiği bereket sebebiyle çok sevinirdi.
·
53
— Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem
» ile Mekkede üç gece kaldık. Üçüncü gece, yeşil elbiseler giymiş nûr yüzlü
birisinin, Hazret-i Muhammedin « sallallahü a-leyhi ev sellem » yastığında
oturup yüzünü öpdüğünü gördüm. Kocama da gösterdim. Kocam da, bunu iyi sakla,
süt anneliği yapmaya gelenlerden bizden seâdetlisi yokdur, dedi.
·
54
— Yine Halime hâtûn anlatıyor: Mekkeden evimize dönerken, merkebe binip
Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » önüme aldım. Merkeb, Kâ’beye
doğru secde etdi. Yolda bütün merkebleri geçdi. Arkadaşlarım bana, Ey Halime bu
merkeb, gelirken zorla yürüyen merkeb değil mi? diyorlardı. Ben de Hazret-i
Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » göstererek, bu oğulcuğumun
bereketidir, dedim.
·
55
— Yine Halime hâtûn diyor ki: Konakladığım her yer yeşillik olur, güzelleşirdi.
Bütün boyunlarımızın memeleri süt ile dolardı. Kabilenin ferdleri, çobanlarına
kızıp, niçin Züveyb oğullarının koyunları semiz ve sütlü oluyor da bizimkiler
zaîf ve sütsüz oluyor. Siz de onların boyunlarının otladığı yerlerde otlatın,
derlerdi.
·
56
— Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve
sellem» konuşma zemanı gelince, önce Allahü ekber, Allahü ekber velhamdülillahi
rabbilâlemin, dedi. Rivayetlere göre, iki aylık iken emeklemişler, üç aylık
iken ayakda durmuşlar, dört aylık iken divana tutunup yürümüşler, beş aylık iken
yalnız başına yürümüşler, altı aylık iken çabuk çabuk yürümüşler, yedi aylık
iken her tarafa koşmuşlar, sekiz aylık iken konuşdukları anlaşılmış, dokuz
aylık iken fasih ^konuşmuşlar, on aylık olunca ok atarlarmış.
·
57
— Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammedi sallallahü aleyhi ve sellem »
emzirdiğim zeman hizmetinden çok razı idim. Asla hiç bir şeyi kirletmezdi.
Gündüz ve gece birer defa tebevvül eder, o vaktin dışında tertemiz olurdu.
·
58
— Halime hâtûn hikâye etmişdir: Mekkeden çıkıp bir su kenarında konaklamışdık.
Hüzeyl kabilesinden bir ihtiyar orada idi. Arkadaşlarım bana, Âmine hatunun
Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » hakkında söylediklerini bu
pirden sor dediler. Ben de, bu çocuğun annesi doğum zemanmda kendisinden zâhir
olan bir nûr ile her tarafı aydınlık gördüğünü söylemişdi, dedim. İhtiyar, ey
Hüzeyl kabilesi ! bu çocuğu öldürün. Çünki bütün dünyâya hâkim olacakdır.
Gökden inecek haberi bekliyor, dedi.
·
59
■— Yine Halime hâtûn anlatıyor : Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve
sellem » iki yaşma geldi. Annesine teslim etmek üzere Mek-keye gitdim. Onunla «
sallallahü aleyhi ve sellem » hâsıl olan bereketin gitmesini de hiç
istemiyordum. Âmine hatuna, bu çecukdan bereketli kimse görmedim. Mekkenin
havası da sıcakdır. Veba da olabilir, biraz daha yanımızda kalmasına müsaade
eder misiniz dedim. O da müsaade etdi, bir yıl daha yanımızda kaldı.
Bir
gün Habeş Hıristiyanlarının bulunduğu bir yere yolum düşdü. Hazret-i Muhammedi
« sallallahü aleyhi ve sellem » gördüler. İşlerini bırakıp ona bakdılar.
Nübüvvet mührünü gördüler. Bu oğlunun göz ağrısından hiç şikâyeti var mı?
dediler. Hayır dedim. Gözlerindeki kırmızılık hiç gaybolur mu? dediler. Hayır
dedim. Ne kadar mal istersen verelim bu çocuğu bize ver, memleketimize
götürelim, bunun şanı büyük olacak-dır, kitâblarımıza göre son peygamberin
doğum yeri Harem olacakdır,. dediler. O gece onlardan çok korkmuşdum. Gözüme
uyku girmemişdi.
·
60
—- Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammed << sallallahü
aleyhi ve sellem » üç yaşına yaklaşınca, kardeşiyle beraber koyun otlatmağa
giderdi. Eline bir sopa alır, neş’eli gider şen dönerdi. Birgün hava çok
sıcakdı. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » çok düşündüm. O
sırada kızım Şeymâ geldi. Anneciğim hiç üzülme Hazret-i Muhammedi « sallallahü
aleyhi ve sellem » gördüm. Üzerinde bir bulut onu gölgelendiriyordu, ne tarafa
gitse bulut da beraber gidiyordu, dedi.
·
61
— Yine Halime hâtûn anlatıyor : Hazreti Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem
» kardeşleri ile oynamağa gitmişdi. Öğle vakti Damra gelip, anneciğim gel
Kureyşî kardeşime bak, baygın yatıyor, dedi Ne oldu? dedim. Beraber oynarken
bir kişi gelip Muhammed’i « sallallahü aleyhi ve sellem » aldı. Dağ başına götürdü.
Hazret-i Muhammen « sallallahü aleyhi ve sellem » yüzü kızarmış, gözleri göğe
bakar vaziyetde oturuyordu. Hemen alnından ve gözlerinden öpdüm. Sana ne oldu?
dedim, Hazreti Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » anlatmağa başladı : (
Kardeşimle oynarken birinin elinde bir gümüş ibrik, diğerinin elinde içi kar
ile dolu bir zümrüd leğen bulunan iki kişi beni alıp bu dağ başına getirdiler.
Birisi beni güler yüzle okşayarak göğsümü göbeğime kadar yardı. Bakdığım halde
hiç acı duymadım. Elini içeri sokup yüreğimi dışarı çıkarıp yardı. İçinden bir
parça pıhtılaşmış kara kan çıkarıp atdı. Bu senin vücûdunda şeytanî bir parça
idi. Hak teâlâ’nm emriyle onun şerrinden emin olman için çıkardık, dedi.
Yine
ben bakarken yüreğimi yerine koydu. Nûrdan bir yüzükle mühr vurdu. O mührün
soğukluğunu hâlâ bütün damarlarımda ve mafsallarımda hissederim. Üçüncü bir
şahs geldi. Evvelki iki kişiye, siz kenara çekilin, deyip elini yaranın üzerine
koydu. Yara gayboldu. İki kişiden birine, Hazret-i Muhammed’i « sallallahü aleyhi
ve sellem » ümmetinden on kişi ile tart dedi. Tartdı, ben ağır geldim. Yüz
kişiyle tart, dedi, yine ağır geldim. Bin kişiyle tart dedi, yine ağır geldim.
Tartmayı bırakın, bütün ümmetiyle tartılsa yine gâlib gelecekdir, dedi.
Başımdan ve alnımdan öpüp uçtular, gökde bir yerden içeri girdiler. İsterseniz
girdikleri yeri göstereyim ) dedi.
·
62
— Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammed’e « sallallahü aleyhi ve
sellem » görülen halleri herkese anlatıyordum. Onlar da, bu çocuğu bir kâhine
götür, belki cinlerin tesirinde kalmışdır, dedner. Ben de bir kâhine götürdüm.
Durumu anlatdım. Kâhin hemen yerinden kalkıp, Ey insanlar! Bu çocuğu öldürünüz,
çünki yakında sizi, atalarınızdan duymadığınız ve tasavvur edemiyeceğiniz bir
dîne çağıracakdır, dedi Bu sözleri işitince, çocuğumu elinden çekerek, Hazret-i
Muhammed’i « sal-lalahü aleyhi ve sellem » değil, seni öldürmek lâzımdır. Böyle
şeyler söy-liyeceğini bilsem, hiç gelmezdim, dedim.
·
63
— Yine Halime hatun anlatıyor : Artık Muhammedin « aleyhis-selâm » hayatından
korkuyordum. Bir an evvel Mekkeye gidip emaneti teslim etmek istiyordum.
Merkebe binip Mekkeye gitdik. Orada bulunan bir cemâ’ate Muhammed’i «sallallahü
aleyhi ve sellem» bırakdım. Ba’zı mühim işlerimi yapmak için ayrıldım. Biraz
sonra kulağıma korkulu bir ses geldi. Hemen geri döndüm, fekat Muhammed’i «
sallallahü aleyhi ve sellem » orada bulamadım. Cemâ’ate sordum. Hiç kimse
bilemedi. Ağlayıp,, feryad ediyordum. Orada bulunan za’îf bir ihtiyar bana
oğlunu bulacak birini göstereyim mi dedi. Evet söyle dedim. Karşıdaki büyük put
Hubel-dir dedi. Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » doğunca bütün putların
yıkıldığını bilmiyor musun dedim. İhtiyar, sen deli mi oldun, ben senin yerine
tazarru edeyim oğlun bulunur dedi. Hubelin yanma gitdi, tavaf etdi, başını öpdü
ve bu hanımın Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » adlı oğlu gaybolmuşdur
dedi. İhtiyarın Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » demesiyle bütün putlar
başaşağı yere yıkıldı. Putlar, bizim helakimiz ancak Muhammedin « sallallahü
aleyhi ve sellem » elindedir, dediler. İhtiyar titreyerek ve ağlayarak geri
döndü. Ey hanım, senin oğlunun sâhibi vardır, onu gaybetmez, hiç üzülme dedi.
Hemen Ab-dülmuttalibe gidip, durumu anlatdım. Kureyşin hilesidir diye düşündü
Adamlarını çağırtıp her birini bir tarafa Muhammedi « sallallahü aleyhi ve
sellem » aramak için gönderdi. Hiç birisi bulamadı. Abdülmuttalib yalnız başına
kâ’beye gelip yedi kere tavaf yapıp, yâ Rabbi, Muhammedi « sallallahü aleyhi ve
sellem » yine bize ver diye münâcâtda bulundu. Muhammed « sallallahü aleyhi ve
sellem » Tihâme vâdisinde filân ağacın dibindedir diye bir ses işitdi. Hemen o
vâdiye doğru yürüdü. Yolda Varaka bin Nevfel ile karşılaşdı. Beraber o vâdiye
gitdiler.
Muhammed’i
« sallallahü aleyhi ve sellem » bir ağacın altında yapraklarıyla oynarken
gördüler. Abdülmuttalib yanma yaklaşarak, «Ey oğlum ! sen kimsin? » dedi.
Çocuk, Muhammed bin Abdullah bin Abdül-muttalibim, dedi. Abdülmuttalib, ben
senin dedenim, deyip aldı, Mekke’ye götürdü. Halîmeyi çeşidli ikramlarla
kabilesine gönderdi.
·
64
— Hazret-i Abbâs «radiyallahü anh» Peygamber Efendimize « sallallahü aleyhi ve
sellem » sen beni beşikde iken İslâma çağırsaydm kabul ederdim. Çünki o zeman
hep ay ile konuşurdun. Parmağınla hangi tarafa işaret etsen ay o tarafa
eğilirdi. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » de ( Ben ay ile, o da
benimle konuşurduk, beni ağlamakdan men ederdi ve ayın arş altında secdeye
varırken hâsıl olan sesini işitir-dim ) buyurdular.
·
65
— Âmine hâtûn, Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » Medine’de
bulunan dayıları Neccâr oğullarının yanma götürdü. Um-mü Eymen de beraber idi.
Bir ay kaldılar. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » Medineye hicret
edince, o bir ayda geçen bâzı olayıarı hatırlıyarak buyurdular ki : Bir yehûdi
bana her zaman bakardı. Bir gün beni yalnız görüp, adın nedir? diye sordu.
Ahmed dedim. Sırtıma bakdı, sessizce, bu ümmetin peygamberidir, dediğini
işitdim. Sonra dayılarıma d:, sövledi. Annem bu sözleri duyunca korkdu ve
Medine’den ayrıldık. Üm-mü Eymen diyor ki : Biz Medine’de iken, bir gün öğle
vakti iki yehûdi gelip, Ahmed’i « sallailahü aleyhi ve sellem » dışarı çıkarın,
dediıer. Çıkardık. Bakdılar, bilhassa sırtına çok bakıp düşündüler. Biri
diğerine, bu ümmetin peygamberidir, bu şehr onun hicret yeridir ve burada
harblerin olmasına çok az vakt kalmışdır, dedi.
·
66
— Medine’den Mekke’ye giderken Ebvâ denilen yerde Âmine hâtûn hastalandı.
Hazret-i Muhammed « sallailahü aleyhi ve sellem » başı, ucunda oturmuşdu. Bir
ara Âmine hâtûn bayıldı. Bir zeman sonra kendine geldi. Hazret-i Muhammed’in «
sallailahü aleyhi ve sellem » yüzüne, bakarak birkaç beyt okudu.
Bu
beytlerden ikisi aşağıdadır :
Eğer
doğru çıkarsa gördüğüm rüyâ,
Allahın
bereketi üzerinde ola,
Sdn
gönderitaafesm Peygamber halka, Celâl ikrâm sahibi Allah katında.
Sonra
Âmine hâtûn şöyle devâm etdi :
Yaşıyan
herkes ölecek, yeni olan her şey eskiyecekdir. Eğer ben ölürsem hiç üzülmem.
Çünki, cihânm en güzelini .yadigâr bırakmış oluyorum. Âmine hâtûn vefât
edince ağlama sesleri ve ta’ziye için okunan beytler işitildi.
Âmine
için bütün iyi gençler ağlasın Abdullahm hanımı ve çok yakını idi. Medmedeki
minber ve sekine sahibi, Allahın peygamberi, onun evlâdı idi.
·
67
— Hazret-i Muhammedin « sallailahü aleyhi ve sellem » doğumundan sonra
Zil-Yezn, Habeşistanı aldı. Abdülmuttalib, Veheb bin Abd-î Menâf ve Kureyşin.
büyükleri Zil-Yezn’i tebrik etmek için Yemen’e git-diler. îzn verildi. İçeri
girdiler, Abdülmuttalib padişaha yakın oturup konuşmak için izn istedi. Fasih
bir dille şâhı tebrik eden diiâlar ve senalar etdi. Pâdişâhın hoşuna gidip, sen
kimsin? dedi. Abdülmuttalib de Hâşim oğullarmdanım, dedi. Şah, Abdülmuttalib’e
ve diğer Kureyş büyüklerine çok ikrâm etdi. Bir ay kaldılar. Bir ay sonunda
Zil-Yezn Abdülmuttalib! yalnız bir yerde yanına çağırdı. Senden başkasına
söylemem, sana gizli.. bir şey söyliyeceğim, dedi. Mekkede birisi doğmuş veya
doğacakdır. Adı Muhammed’dir « sallallahü aleyhi ve sellem » babası ve annesi
küçük yaşda vefat ederler, dedesi ve amcası ona bakarlar. Hak teâlâ ona
peygamberlik verir, halkı doğru yola da’vet eder. Onu sevenler kıymetli,
düşmanlık edenler zelil ve hakir olur. Hak teâlâ onunla küfr ve dalâlet ateşini
söndürüp tevhidi izhâr eder, kâhinler söyliyemez olur. Şeytanlar taşlanır,
putlar yüzüstü düşer. Onun sözü, hakkı bâtıldan ayırıcıdır. İdaresi
adaletlidir. Hak teâlânm beğendiği, râzı olduğu şeyleri emredip, beğenil-miyen
şeyleri yasak eder. Abdülmuttalib bu sırrın biraz daha açıklanmasını istedi.
Zil-Yezn de, sen onun dedesisin, dedi. Abdülmuttalib hemen şükr secdesi etdi.
Zil-Yezn, Ey Abdülmuttalib başını kaldır, kendin gibi neslin de yüksek ve âleme
yol göstericidir. İşin bitdi, yalnız söylediğimin kim olduğunu anladın mı?
Abdülmuttalib, evet oğlum Abdullahı Veheb bin Abd-i Menafin kızı ile
evlendirmişdim. Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » adında bir çocukları
oldu. Annesi, babası vefat etdiler, ben ve amcası bakıyoruz. Zil-Yezn, o oğluna
iyi bak, bilhassa yehûdiler ona düşmandır. Fekat o, yehûdilere gâlib
gelecekdir. Bu sırrı arkadaşlarına da söyleme. Çünki bunlar veya bunların
oğullan oğlunla muharebe edecekdir. Yine oğlun gâlib gelecekdir. Eğer Muhammed «
sallallahü aleyhi ve sellem » Peygamber oluncaya kadar yaşıyacağımı bilsem
Medine’ye asker gönderir, oraya yerleşir, Ona yardım etmekle şereflenir ve
kendisini mülk sahibi yapardım. Çünki kitâblarımızda onun Medînede kalacağını,
bir çok işleri orada yapacağını, vefat yerinin de orası olacağım okuduk. Ona
bir zarar geleceğinden korkmasaydım bütün Arabistan halkının ona itaat ve îmân
etmesine çalışırdım. Artık bu işi sana emânet etdim, dedi. Abdül-muttalibe ve
beraberindekiler e çok hediyyeler verdi. Gelecek sene yine beklerim, dedi.
Fekat o sene içinde vefat etdi.
·
68
— Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » bir gün arkadaşları ile
oynarken Benî Müdlecden bir gurub insanlar kendisini ça ğırıp ayağına bakdılar.
Sonra Abdülmuttalibe gidip, bu oğlunu iyi muhafaza et ! Bunun ayağı kadar
Mekâm-ı İbrahimde olanların ayağına benzer ayak görmedik, dediler.
·
69
— Bir gün Abdülmuttalib evinde oturuyordu. Yanında Buhey-ranın üsküfü de vardı.
Üsküf, biz kitâblarımızda okuyoruz. İsmail aley-hisselâmm evlâdından bir
peygamber gelecekdir. Zannediyorum doğmuş-dur ve yakında peygamberliğini de
ilân edecekdir. Şöyle şöyle vasflarda olacakdır diye anlatırken Hazret-i
Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » içeri girdi. Üsküf dikkatle gözüne ve
sırtına bakdı. Dediğim pey-
gamber
budur, bu kimin oğludur? dedi. Abdülmuttalib, bu benim oğlumun oğludur, annesi
buna hâmile iken babası vefat etdi, dedi. Sonra oğullarına dönerek :
Kardeşinizin oğluna dikkat edin, söylenilenleri işitiyorsunuz, dedi.
·
70
— Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » yedi yaşında göz ağrısına
tutuldu. Çeşitli ilâçlar yapıldı ise de fâideli olmadı Ab-dülmuttalibe göz
ağrısına ilâç yapan bir rahibi tavsiye etdiler. Abdülmuttalib, Hazret-i
Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » ile râhibin bulunduğu kiliseye
gitdiler. Kapı kilitli idi. Bağırdı, içeriden cevâb gelmedi. Aşağı inerken
zelzele oldu. Abdülmuttalib kilisenin üzerine yıkılacağından korkdu. O sırada
râhib de koşarak geldi. Bu oğlun, bu ümmetin peygamberidir. Ben kapıya çıkmasam
kilise başıma yıkılırdı. Bu oğlunu Ehl-i kitâbdan muhafaza et, dedi ve göz
ağrısı için ilâç verdi.
·
71
— İbn-i Abbâs «radıyallahü anhümâ» rivayet ediyor: Kâbe-i Mu-.azzama’nm
gölgesine bir döşek sererlerdi. Oraya yalnız Abdülmuttalib, etrafına da
oğulları otururdu. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» daha çocuk
iken oraya oturmak istedi. Amcaları bırakmadılar. Abdülmuttalib, bırakın nereyi
isterse oraya otursun, onun şanı hepimizden yüksekdir. Bir gün gelecek,
hepimizin seyyidi olacakdır. Alnındaki nûr serverlik nûrudur, dedi. Sonra
Abdullah ile aynı anneden olan Ebû Tâlibe dönerek, bu oğlunun önünde büyük
işler vardır, onu gözet dedi. Kendisi Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve
sellem» boynunda taşırdı, tavâf ederdi, fekat putları sevmediğini bildiği için
putların önüne götürmezdi. Abdülmuttalib vefât edince, Ebû Tâlib, babasının
vasiyyeti üzerine Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» yetişdirdi.
·
72
— Abdülmuttalib vefat edince, Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem»
Ebû Tâlib ile kaldı. O zeman sekiz yaşında idi. Ebû Tâlib O’nu çök severdi. Ebû
Tâlibin âilesi, hep birlikde veyâ ayrı ayrı yemek yediklerinde doyamıyacakları
bir yemeği, Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile yediklerinde
hepsi doyardı. Meselâ bir kişinin içebileceği süt çanağını, peygamberimiz
«sallallahü aleyhi ve sellem» biraz içdikden sonra, bütün âile ferdleri içer,
kanarlardı. Onun için Ebu Tâlib, sofrada Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi
ve sellem» bulunmayınca, sofradakilere biraz bekleyin gelsin, sonra yiyelim
derdi.
·
73
— Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» uykudan uyanınca misk kokulu
saçları taranmış ve cihânı gören gözleri sürme-lenmiş görünürdü. Ebû Tâlibin,
saçları dağmık, kirpikleri yapışık kalkan
—
49 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 4J çocukları
Hazreti Muhammedm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübârek; yüzünün nûru ile
şereflenir, aydınlanıldı.
·
74
— Abdurrahman Cevzî, Kitâb-ül vefa fi fedâil-il-Mustafâ kitâ-bmda yazıyor:
Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» on yaşında iken amcası Zübeyr
ile bir sefere çıkmışlardı. Bir dereye geldiler.. Derede bir erkek deve vardı.
Kimseyi geçirmezdi. Beraberindekiler geri, dönelim dediler. Bu dereyi geçmekde
ben size kâfi gelirim buyurup öne: doğru yürüdü. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi
ve sellem/? kendi-devesinden inip o deveye bindiler. Beraberindekiler de ta’kip
etdiler. Dereyi geçince Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» o
deveyi salıverip kendi develerine bindiler. O seferden dönüşde yine bir dereye:
rastladılar. Su çok olduğu için geçmek çok zordu. Beraberindekiler
yine-durdular. Kendileri, etrafındakilere, beni ta’kîb ediniz buyurup önden
yürüdüler. Hak teâlâ dereyi kurutdu. Herkes zahmet çekmeden geçdi. Mekr-keye
gelince halk arasında bu olaylar yayıldı. Herkes, Onun şânı büyük olacak
diyorlardı.
·
75
— Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» on iki yaşma, gelmişdi. Amcası
Ebû Tâlib Şama sefere çıkmağa niyet etdi. Amcasının, ayrılığına
dayanamıyacakdı. Ebû Tâlibe, amcacığım, benim annem, babam yok, beni kime bırakıp
gidiyorsun, dedi. Ebû Tâlibe bu sözler tesir edip beraber gideriz dedi. Ebû
Talibin kardeşleri, bu henüz çocukdur, sefere dayanamaz dediler. O zeman
tereddüde düşdü. Bir gün Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem»
ağlarken gördü. Niçin ağlıyorsun diye sordu. Cevâb vermedi. Benden ayrılacağın
için mi ağlıyorsun deyince, evet dedi. Bunun üzerine beraberinde götüreceğine
and içdi.
Kafile
ile yola çıkdılar. Ebû Tâlib, Peygamber Efendimize «sallallahü aleyhi ve
sellem» çok iyi bakıyor, her hâline titizlikle dikkat ediyordu. Basra’ya
geldiler. Orada Buheyra isminde bir râhib vardı. Râhib, gelen kâfileden
bir şahsın başı üzerinde bir beyaz bulutun dolaşdığmı ve bir ağacın dibinde
oturunca, dalların gölge yapmak için eğildiğini farket-di. Yemek hazırlatıp
kafileyi davet etdi. Buheyra her gelene bakıyordu, aradığı yokdu.
Kafileden geride kalan kimse oldu mu? diye sordu. Bîr çocuğu orada bırakdık
dediler. Abdülmuttalibin oğlu Hâris, Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem»
orada dururken bizim burada yemek yememiz olmaz dedi. Buheyra, Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» ismini işitince daha da acele etdi. Hâris
getirmeğe gitdi. Ağacın altından kalkınca bulut da beraber hareket etdi.
Buheyra Peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» ta’zîm ile
karşıladı. Çok dikkatli bakarak eski ki-tâblarda okuduğu nişanları gördü.
Herkes yemek yiyip dağıldıkdan sonra Buheyra, Lât ve Uzza hakkı için sana ne
sorarsam cevabını ver diye Arabları taklîd ederek and içdi. Hazret-i Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» bana Lât ve Uzzâ için and verme, ben onları hiç
sevmem buyurdu. O zeman Allah hakkı için and verdi. Uykusundan, uyanıklığından
ve başka hâllerinden sordu. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» birer
birer cevâb verdi. Buheyrâ hepsini kitâblardan okuduğuna uygun buldu. Sonra
mühr-ü nübüvveti görmek istedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem»
göstermek istemedi. Ebû Tâlib göster deyince, açdı. Buheyrâ İlâhî kitablarda
okuduğu gibi görünce öpdü ve ağlayarak Ebû Talibe bu çocuk senin neyin olur diye
sordu. Ebû Tâlib, oğlumdur dedi. Buheyrâ, babası ve annesinin hayatda olmaması
lâzımdır deyince Ebû Tâlib kardeşimin oğludur dedi. Buheyra, doğru söyledin
dedi ve gözlerinin kırmızılığı hiç gider mi diye sordu. Ebû Tâlib, hayır dedi.
Buheyrâ, bu kardeşinin çocuğu, bu ümmetin peygamberi olacakdır. Hemen şehrine
götür ve Yehûdîlerden sakla dedi. Ebû Tâlib de Mekkeye döndü ve artık beraber
sefere çıkmadı, Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sefere çıkarken
üzülürse, seferden vaz geçerdi.
·
76
— Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» yirmibeş yaşında Hadîce ile
yeni evlenmişdi. Kölesi Meysere ile Şam’a sefere çıkdı-lar. Basraya geldiler.
Râhib Nestûrun yakınında bir ağaç dibinde konakladılar. Nestûr, Meysereyi
tanıdı ve Ey Meysere, bu ağaç altında ko-nakhyan kimdir? diye sordu. Meysere,
Kureyşin büyüklerinden ve Hâ-şim oğullarından bir kimsedir dedi. Nestûr, bu
ağaç altında peygamberlerden başka kimse konaklamamışdır dedi ve gözlerinde
hastalıkdan ol-mıyan bir kırmızılık var mıdır? diye sordu. Meysere evet var
dedi. Nestûr o, peygamberlerin «aleyhimüsselâm» sonuncusudur. Keşki onun
peygamberliği zamanına yetişsem de İslama girip ona tâbi’ olsam dedi.
·
77
— Resulullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Şam seferinde ticaretle meşgul oldu.
Birisi ile aralarında bir husûsda anlaşmazlık çıkdı. O şahs, Hazret-i Muhammede
«sallallahü aleyhi ve sellem», Eğer doğru söylüyorsan Lât ve Uzzâya and iç
dedi. Hazret-i R.esûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ben onlara asla and
içmem. Onlar benim yanımda en çirkin şeylerdir, buyurdu. O şahs da peki senin
sözünü kabul etdim dedi ve Haremden misin diye sordu. Hazret-i Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» evet dedi. O şahs Meysereye yalnız olarak, senin
yol arkadaşın son peygamberdir dedi. Meysere de râhibin sözünü de hatırlayarak
Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» hizmetinde daha fazla ihtimam
gösterdi.
·
78
— Şam seferinden dönüşde Merrü-zahrân’a geldiler. Hazret-i Ebû Bekr
«radıyallahü anh» da kâfilede idi. Meysereye, kafilenin geleceğini müjdelemek
için Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» Hadîceye gönderdim dedi. Meysere
kabul etdi. Ebû Cehl de o kâfilede idi. Ey Meysere Muhammedin «sallallahü
aleyhi ve sellem» yaşı küçükdür, başkasını gönderelim dedi. Meysere de, yaşı
küçük ise aklı büyükdür dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem»
yolda giderken deve üzerinde uyudu ve devesi yoldan çıkdı. Hak teâlâ Cebraile
«aleyhisselâm» git devenin yularından tutup doğru yola getir ve üç günlük yolu
bir günde al diye emr etdi. Cebrail «aleyhisselâm» da öyle yapdı. Hazret-i
Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» aynı günde Meyserenin mektûbunu Hadîceye
verdi ve geri döndü. Kervana yaklaşınca Ebû Cehl görüp sevindi Meysereye, bak
Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» yoldan çıkmış geri dönüyor dedi. Meysere
ve Ebû Bekr «radıyallahü anh» üzüldüler. Hazret! Muhammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» gelip Hadîcenin «radıyal-lahü anhâ» mektûbunu Meysereye verdi. Meysere
sevinip, Ebû Cehle, Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» şaşırmamış sen
şaşırmışsın dedi. Ebû Cehl, ben bu mektuba ve üç günlük yolun bir günde
alınmasına inanmam, bu olmıyacak bir işdir, kendi kölemi gönderirim dedi.
Gönderdi. Hâdisenin doğru olduğunu öğrenince üzüntüsü ve mahcûbiyeti dahâ da
fazla artdı.
·
79
— Ebû Tâlib, Hadîce-i kübrâyı Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tezvîc
etdiği zeman Mudar kabilesi ve Benî Hâşim kabilelerinin büyüklerinin arasında '
övünerek okuduğu hutbe budur:
Allahü
Teâlâya hamd olsun ki, bizi İbrâhimin «aleyhisselâm» zürri-yetinden İsmailin
«aleyhisselâm» soyundan eyledi. Kâ’beyi bizim için bir kale, Haremi de sur
eyledi. Kâ’beyi bize hac yeri, Haremi de emniyet yeri kıldı. Bizi insanlara
hâkim kıldı. Bundan sonra biliniz ki, kardeşim Abdullahm oğlu bu Muhammed
değerinde Kureyşde hiçbir genç yokdur. Allaha yemin ederek söylüyorum ki,
bundan sonra onun için büyük haberler, çok mühim üstünlükler vardır.
·
80
— Kays bin Sâ’ide-tül-Ebâdî hikâyesi Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve
sellem» geleceğini müjdelemişdir. Şöyle ki: Bir gün Resû-lullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzuruna bir grub insanlar gelmiş-di. Hazret-i Muhammed
«aleyhissalâtü vesselâm» onlardan Kays bin Sâ’-ideyi sordu. Onlar da hepimiz
biliriz dediler. O ne oldu buyurdu. Onlar da vefat etdi dediler. Hazret-i
Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sanki dün geceki gibi gözümün önünde.
Ukâz sokağında bir kızıl tüylü deve üzerinde va’z ve nasihat ederdi.
[Câhiliyyet devrinde Arab kabileleri her sene Zilka’de ayında yirmi gün
müddetle Ukâz sokağında pazar yeri kurarlar, orada şiirler okuyarak,
kendilerini gösterir, öğünürlerdi.] Hak teâlânm birliğine inanmağa teşvik
ederdi. Bir takım beytler okurdu. Oradakilerden birisi o beytleri ben
duymuşdum,-, müsâade ederseniz okuyayım dedi. îzin verildi. Okudu. Sonra
Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Kays bin Sâ’idenin îmânının
alâmetlerinden söyliyecek var mıdır? diye sordu. İçlerinden birisi, bir gün
memleketimizde bir dağa çıkmışdım. Bir derede sayısız hayvan ve kuş
toplanmışdı. Kays bin Sa’ide bir çeşmenin üzerinde elinde asâ’siyle durmuş,
yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için önce zaîfler sonra kuvvetliler su
içecekdir dedi. Hakikaten önce zaîfler sonra kuvvetliler su içdiler. Hayvanlar
dağıldıkdan sonra yanma gitdim. İki kabrin arasında nemâz kılıyordu. Bu ne
nemâzıdır bunu arablar bilmez diye sordum. Mahlûkâtm Rabbi için kılıyorum dedi.
Ben, Mahlûkâtm Lât ve Uzzâ’dan başka rabbi varımdır? diye sordum. O zeman
titredi, rengi değişdi ve benden uzak ol dedi. Ben, mahlûkâtm Rabbine niçin
burada taparsın dedim. Dostlarına gelen ölüm bana da bu iki kabrin arasında
gelecekdir dedi. Mekke tarafına işaret ederek, size yakın zemanda şu tarafdan
hak erişecekdir dedi. O hak nedir dedim. İnsan oğullarından birisidir, sizi
tevhide çağırır, inananlar olur. Onun peygamberliği zemanma kadar diri
olsaydım, en önce ben îmân ederdim dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi
ve sellem» çok güzel söyledin, Kays bin Sâ’ide öyle bir ümmetdir ki kıyâmet
gününde tek olarak kal-kacakdır, buyurdular.
·
81 — Ensârdan bir kişi Kays bin Sâ’ide
hakkında şöyle bir hikâye anlatmışdır: Devemi gâib etmişdim. Dağlarda ve
sahralarda ararken akşam oldu. Korkulu bir yerde kaldım. Hâtıfdan bir ses
geldi. Ey karanlık gecede kalmış kimse! Muhakkak Allahü teâlâ bir peygamber
göndere-cekdir. Haremden, Hâşimî, vefalı, kerem sâhibi, Cennetde devamlı kalıcı
olacakdır, diyordu. Etrafıma nakdim, kimseyi göremedim. Sesini duyuyorum,
kendini göremiyorum. Sen kimsin, haber verdiğin peygamber kimdir? dedim. Yine
hâtıfdan, Allahü teâlâ güzel yüzlü, yay kaşlı, temiz, bilgili olan Muhammedi
«sallallahü aleyhi ve sellem» göndererek bir nûr meydana çıkaracakdır. Hiçbir
mahlûkunu abes yaratmıyan, İsâ aleyhis-selâmdan sonra bizi zarardan kurtaran
son peygamberi Ahmed’i «sallallahü aleyhi ve sellem» gönderen Allahü teâlâya
hamd olsun diye ses geldi. Sevincimden devemi unutdum. Yola koyuldum. Bir yere
geldiğimde Kays bin Sâ’ideyi bir ağaç gölgesinde oturmuş, elindeki asâ ile bir
taşa vurarak beytler söylerken gördüm. Yanma gidip selâm verdim. Orada bir
çeşme, iki kabr ve bu kabrlerin arasında bir mescid vardı. İki ars-lan da
yanında teberrüken kendisine Bürünürlerdi. Arslanm biri çeşmeye doğru su içmek
için gitdi. Diğer arslan- da arkasından gitmek isteyince Kays bin Sâ’ide
elindeki asâsiyle, dur, önce giden içsin gelsin, sonra sen gidersin dedi. Önce
giden su içip geldi, sonra ikinci arslan gitdi. Bu kabr-ler kimlerindir? dedim.
Bunlar benimle beraber Hak teâlâya şirk koşmadan ibâdet eden kardeşlerimin
kabrleridir, onlara kavuşma zemanmı bekliyorum dedi.
·
82
— Zeyd bin Amr bin Nefyel kıssasıdır. Zeyd bin Amr ile Ver aka bin Nevfel
beraberce hak din aramak için yola çıkdılar. Musulda bir rahibe tesadüf
etdiler. Varaka Hıristiyan oldu. Zeyd Hıristiyanlığı kabul etmeyip yola devam
etdi. Başka bir râhibe uğradı. Râhib, nereden geliyorsun dedi. Zeyd, İbrahim
«aleyhisselâm» m yapdığı binadan, ya’ni Kâ-be-i mu’azzamadan geliyorum dedi.
Râhib, niçin çıkdın diye sordu Zeyd, din aramak için dedi. Râhib, çabuk geri
dön, senin aradığın yakında di-yârımzda çıkacakdır ve Allahü teâlânm birliğine,
âhıret gününe îmân etmeği isteyecekdir. Zeyd bin Amr bin Nefyel Hazret-i
Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğinden evvel vefat
etmişdir. Sa’îd bin Zeyd «radiyallahü anh» buyuruyor ki: Ben ve Ömer bin Hattâb
«ra-dıyallahü anhüma» Hazret-i Muhammedden «sallallahü aleyhi ve sellem» Zeyd
bin Nefyel’i sorduk, buyurdular ki: kıyamet günü tek bir ümmet olarak
kalkacakdır.
·
83
— Abd-i Kelâl bin Yegûs-ül Humeyrî kıssasıdır.
Emir-ül
mü’minin Ömer «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» Küba mescidinde namazdan sonra bize dön-müşdü. Deveye binmiş, siyah
sarıklı, kılıç kuşanmış bir köylünün dağdan aşağı indiğini görüp, bize de
görüyor musunuz? diye sordu. Siz daha iyi bilirsiniz dedik. Buyurdular ki:
Abdullah Haffâki olması lâzımdır. O sırada köylü mescidin kapısına geldi,
devesini bağladı, elbisesini düzelterek Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi
ve sellem» huzûruna geldi. Selâm verdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» ona, Allah dilini yalandan, kötülükden korusun ve sıkıntı vermesin diye
dûâ etdi. O köylü söz istedi. İzn verildi.
Biz
kavmimizden birkaç kişiyle Hadramuta gidiyorduk. Gece ay ışığında giderken ay
batdı, bir korkunç dereye geldik, orada konakuyacak-dık. Aniden bir gürültü
kopdu. At kişnemeleri, deve sesleri, kadın fer-yadları ve çocuk ağlamaları
işitiliyordu. O-sırada hâtıfdan bir ses: Kıyâ-snet yaklaşdı, bütün putlara
bâtıl diyen, bütün dinleri hükümsüz kılan bir din gelmiştir. O dine uyan bahtiyar,
uymayan bedbahttır diyordu.
Biz,
Allah sana rahmet eylesin, sen kimsin? dedik. Tüklân cirmiyim, dedi. Bu sesler
nedir? dedik. Cinnîlerden bir gurubdur. Kureyşden gelen ■peygambere îmân
etmişlerdir, dedi ve ses kesildi. Sabah oldu. Yola devam ediyorduk, arkadan bir
arkadaşın gaybolduğunu hissetdim. Kılıç kuşanarak geriye onu aramağa gitdim.
Beli bükülmüş, kirpikleri dökülmüş bir ihtiyar gördüm. Yer kazıyordu. Benim
geldiğimi hissedince başını kaldırdı. Heybetinin tesirinde kaldım. Âyet-i
kerîmeler okudum ve sana çok salevât-ı şerife getirdim. İhtiyara; biz bir
gurubuz, yolumuzu şaşırdık, bize yol göster veya konaklıyacak bir yer, hiç
olmazsa içecek ■su ver, susuzluğumuzu giderelim, dedim. İhtiyar, konaklıyacak
yerim ve içecek suyum yok, yolunuz karşmızdadır, filân dağa çıkın, dedi.
Sen
kimsin? dedim. Ben Abd-i Kelâl bin Yegûs-ül Humeyrî’yim dedi. Kavminin hâli ne
oldu? dedim. Üç yüz yıldır onlardan haberim yok. 'Benî Mâzin kabilesine
gelmişim. Burada bin beş yüz yaşında bir ihtiyar var. Bana burada Âd kavminin
bir ırmağının kapanmış olduğunu söyledi. Üç yüz yıldır yer kazıyorum, hiçbir
nişana rastlamadım. Yalnız üzeri yazılı üç levha buldum. Eğer okumak biliyorsan
onları göstereyim, dedi. Ben de, bilirim dedim. Levhanın birinde Âd kavminin
kötülükleri ve iki beyt yazılı idi. İkinci levhada Sâlih kavminin kötülükleri
ve iki beyt, üçüncüde de hemen hemen aynı şeyler yazılı idi. Sonra
elimden tutup "bir yere götürdü. Altından bir taht üzerinde sırtüstü
yatmış bir şahsın iki gözünün arasında şöyle yazılmış: Ben Şeddad bin Âd’ım.
Bin yıl ömür sürdüm, bin şehr kurdum, bin kızla yaşadım. Bin kantar altına
mâlik oldum. Bin askerim vardı. Şark ve garbın saltanatı bana nasib oldu. Ne
dünya bana bâki kaldı, ne ben dünyâya bâki kaldım. Benden sonra kimse dünyaya
mağrur olmasın. Yine elimden tutup bir yere daha iletdi. Gümüşten bir taht
üzerinde sırtüstü yatmış bir kadının alnı üzerinde şöyle yazılıydı: Ben Şeddad
bin Âd’m Zaîfe kızıyım, bana uğrayan ibret gözüyle baksın. Sonra beni bir taşın
yanma götürdü. Altından bir sahîfe çıkarıp, bunu oku dedi. Okudum. Şöyle
yazıyordu: Bir peygamber gelecektir, insanları tevhide çağıracaktır. Mekke’den
çıkar, bulutlara ışık v<Sren ay gibidir. Eğer söylerse doğrudur, susarsa
uygundur. Padişahlar onun yanında aşağıdır. Sonra geri dönmek istedi,
bırakmadım. Benimle seni buluşturan Allah hakkı için ne yiyip ne içtiğini söyle
dedim. Yemeğim bu tepelerin otlarıdır. Suyum yağmur suyudur. Sonra veda edip
ayrıldım. Ski yıl Hadramutda kaldım. Geri dönüşte uğradığımda oralar yemyeşil
olmuşdu. Bir ırmak akıyordu. Bir de kabr vardı. Orada bir takım kadın lar
vardı. Onlara Kelâl bin Yeğûs ne oldu diye sordum. Vefat etdi, bu kabr onundur
dediler. Kabrin başucunda bir taş vardı. Üzerinde, (Ad ırmağını ümitsizliğe
kapılmadan büyük bir gayretle çukur kazarak buldun, suyu berrak ve tadı bal
gibidir. Tam feraha kavuşacakken ömrün temam oldu. Ömrün taş ve toprakla
uğraşarak geçdi, sonra o toprak senin vücûdunu da yedi) yazılıydı. Bunları
söyleyince Resûlullah «sallalla-hü aleyhi ve sellem» ağladılar ve Allahü teâlâ
Abd-i Kelâl bin Yeğûs’a rahmet etsin. O kıyamet gününde tek bir ümmet olarak
kalkacakdır buyurdular.
III. BÖLÜM
Hazret-i
Muhammed’in «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilândan hicret
edinceye kadar meydana gelen harikulade şeyler hakkındadır. Bu bölümde otuz beş
mu’cize vardır.
·
84 — Cebrâilin «aleyhisselâm» inme zemanı
yaklaşmışdı. Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sellem» yoldaki taşlar selâm
verirlerdi. Etraflarına bakar, hiç kimse göremezlerdi. Sahîh-i Buharî’de;
önceleri doğru rü’yâlar görürlerdi. Gece gördükleri, sabahleyin meydana
çıkardı. Sonradan yalnızlığı sever oldular.
Hira
dağına gider, orada birkaç gün ve gece ibâdet ederlerdi. Ha-dîce «radıyallahü
anhâ» da birkaç günlük yiyecek götürürdü. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi
ve sellem» anlatmışdır: Bir gün Ramezan ayında Hıradaki .mağarada ibâdetle
meşgûldüm. Bir kimse elinde ipekli kumaşdan bir büyük örtü tutardı. Bana oku!
dedi. Ben,, okumak bilmem, dedim. O örtüyü başıma örtdü. Çok sıkıldım. Sonra
örtüyü kaldırdı ve yine oku! dedi. Ben de okumak bilmem dedim. Yine evvelki
gibi yapcı ve ilk âyet-i kerîmeleri okudu. Ondan işitdiklerim gönlümde
yer-leşdi. Fekat beni büyücü ve mecnûn yapacaklarından korkdum. Çünki onları
hiç sevmezdim. Yer ile gök arasında birisini gördüm. Bana, yâ Muhammed.
«sallallahü aleyhi ve sellem» sen Allah’ın Resûlüsün, ben Cebrâilim, dedi. Ne
tarafa baksam Cebrâili «aleyhisselâm» görüyordum. Akşama kadar böyle devam
etdi. Hadîce «radıyallahü anhâ» beni merak edip her tarafa adamlar göndermiş.
Beni buldular. Cebrail «aleyhisselâm» gayboldu. Eve geldim. Vücûdumu titreme
aldı. Hadîcenin «radıyal-lahü anhâ» dizine yatdım ve başımdan geçenleri
anlatdım. Kâhin ol-makdan korkuyorum dedim. Hadîce «radıyallahü anhâ» Allah
korusun Hak teâlâ senin hakkında hayr murâd etrnişdir. Sen bu ümmetin
peygamberi olacaksın, dedi. Hadîce «radıyallahü anhâ» bunları eski kitâb-ları
okumuş olan amcasının oğlu Veraka bin Nevfele anlatdı. O da eğer sözlerin doğru
ise Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» bu ümmetin peygamberi olacakdır,
dedi. Sonra Varaka, Peygamberimizi «sallallahü. aleyhi ve sellem» Kâ’benin
etrafında gördü ve gördüklerini bana da anlat dedi. Anlatınca, gördüğün Namûs-u
ekberdir. Mûsâ «aleyhisselâm» a getirdiği gibi sana da ahkâm-ı İlâhî
getirecekdir, sen bu ümmetin peygamberisin, sana kavmin çok sıkıntı verecekdir,
vatanını terk edeceksin, sana yardım edenler olacakdır. Eğer benim ömrüm olsa
sana elimle, dilimle ve malımla yardım ederim dedi ve başından öpdü. Hazret-i
Mu-hammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ferahlayıp evine geldi.
·
85
— Eksem bin Sayfî kavminin ulusu idi. Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve
sellem» peygamberliğini duyunca, gidip görmek istedi. Kavmi, kendisini
bırakmadı. Sonra iki kişi gönderdi. Onlar dönünce, Resûluliahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» ahlâkını, konuşmasını ve bütün hâllerini birbir anlatdılar.
Kavmine, O’na îmân ediniz. Kim önce îmân getirirse dünyâda ve âhıretde azîz ve
muhterem olur diye vasiyyet etdi. Kendisi de kısa bir müddet sonra vefat etdi.
·
86
— Ümeyye bin Ebissalt kıssasıdır.
Ebû
Süfyân diyor ki: Ümeyye bin Ebissalt Şam’da benden Utbe bin Rebî’in hâlini
sordu. Anlatdım. Güzel dedi. Yaşını sordu. Söyledim. İhtiyarlamış, onun ayıbı
budur dedi. İhtiyarlık insana şeref ve fazilet verir dedim. Bunun üzerine, biz
kitablarımızda okuduk ki diyarımızdan bir peygamber çıkacakdır. Kendimi
peygamber zannetdim. Sonra âlimlerle konuşduk, Abd-i Menaf oğullarından
olacağına karar verdik. Onlar içinde yalnız Utbe bin Rebî’yi bu işe uygun
gördüm. Fakat kırk yaşını geçtiği halde peygamberliğini ilân etmeyince o da
değildir diyordum. Aradan zeman geçdi. Yemen’e ticaret için uğradım. Ümeyye bin
Ekissalt’a uğradım. İstihza ile, beklediğin peygamber zuhur etdi dedim. O
muhakkak hakdır, doğru söyler. Ona tâbi’ ol dedi. Sen niçin uymazsın dedim. Ben
kadınlardan utanıyorum. Çünki onlara gelecek peygamberin kendim olacağım
söylemişdim. Şimdi Abd-i Menâf’dan birisine uyduğumu görürlerse doğru olmaz. O
peygambere öyle tâbi’ ol ki, oğlaklara takılan ip gibi senin de boynunda bir ip
olduğunu farz et, yani hiç muhalefet etme dedi.
Ümeyye
bir gün Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna geldi. Göklerin
ve yerlerin yaratıldığım ve peygamberlerin «aley-himüsselâm» hallerini bildiren
ve Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» medhiyle sona eren bir
kaside getirmişdi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» onu tasdik etdi
ve Tahâ Sûresini okudu. Ümeyye bu insan sözü değildir, yalnız kardeşlerimle
meşveret yapmadan bir iş yapamam, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem», Allah sana rahmet etsin, hemen îmân et, doğru yola gir buyurdular.
Ümeyye çok çabuk gelirim deyip, devesine bindi ve süratle Şam’a gitdi. Bir
kiliseye vardı. İçindeki râhiblere durumu anlattı. Râhiblerden biri, anlatdığm
şahsı gördün mü? dedi. Evet deyince onu, içinde bütün peygamberlerin
«aleyhimüsselâm» resmleri bulunan bir eve götürdü. Oradaki resmleri teker teker
gösterdi. Ümeyye, peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» resmini tanıdı.
Râhib, sana müjdeler olsun, çabuk git ona îmân et dedi. Ümeyye Hicaza geldi. O
sırada Bedr gazası olmuş, Kureyşin bazı büyükleri ölmüşdü. Eğer o peygamber
olsa idi, Kureyşin büyüklerini öl-«dürtmezdi dedi. Ölenler için bir mersiye
söyledi ve hemen Taife gitdi. Orada çok kaldı.
Ümeyye
bir gün uyumuşdu. Kızkardeşi de yanında idi ve evin damının yarılıp iki ak
kuşun içen girdiğini gördü. Birisi kaftanını üzerinden çıkardı. Öteki,
öleceğini işitmişdi dedi. Diğeri, Allah geçinden versin deyip kaftanını
üzerine örtdü. ikisi birden evin damından çıkdılar. Damda hiç bir iz kalmadı.
Kız kardeşi, Ümeyyeyi uyandırdı ve bu hâli haber verdi. Ümeyye, bana bir haber
getirmişler fekat söyliyememişler dedi. Sonra Şam’a gitdi. Kuşların dilini
bildiği için Çefne önüne gidip onları övmeğe başladı. Bir gün onlarla içki
içiyordu, oradan geçen bir arab aca-ib bir ses çıkardı. Ümeyyenin rengi
değişdi. Bu söz doğru ise Şerâb devr sırası bana gelmeden öleceğim dedi.
Şerablâr acele içildiği halde, sıra Ümeyye’nin yanındakine geldiği zeman düşdü,
öldü.
·
87 — Ankelân bin Ebî avâlim il-Humeyrî
kıssasıdır.
Abdürrahman
bin Avf «radıyallahü anh» diyor ki: Hazret-i Muham-medin «sallallahü aleyhi ve
sellem» peygamberliğinden evvel ticaret için Yemene gitmışdim. Orada Ankelan
bin Avâlim-i Humeyrînin evinde konakladım. O kadar ihtiyar ve zaif idi ki kuş
yavrusu kadar kalmışdı. Yemene her gittiğimde orada kalırdım. Her defasında
benden, sizin aranızda şöhretli, şerefli bir kimse çıkıp dîninize muhalefet
etdi mi? diye sorardı. Ben yok derdim. Bu sefer daha da zaîflemişdi,
kulakları da işitmiyordu. Oğulları, torunları onu bir yere oturtmuşlardı. Bana,
nesebini söyle dedi. Ben de üç dört dedemi saydım. Güzel dedi ve sana öyle bir
müjde vereceğim ki ticaretden efdal olacak dedi. Hak teâlâ senin kav-minden bir
peygamber çıkardı. Ona bir kitâb gönderdi. Hakkı bâtıldan ayırır, putlara
tapmağı yasaklar dedi. Hangi kabiledendir? diye sordum. Benî Hâşimdendir ve siz
onun nesebde dayılarısınız. Hemen git, ona tabi ol, yardım et, doğru sözlü
olduğuna inan ve bu birkaç beytimi kendilerine götür dedi. O beytlerden üçü
bunlardır.
Ma’nâlar
sahibi Allah’a şehâdet ederim, Geceyi sabahla açan Allah’a inanırım Şehâdet
ederim Mûsânm Rabbine, Seni resûl olarak gönderdiğine, Şefâ’atcım ol,
Rabbimin yanında İyiliğe, kurtuluşa çağrıldığında.
İşlerimi
çabuk bitirip Mekkeye gittim. Hazret-i Ebû Bekr’i «radı-yallahü anlı» gördüm.
Humeyıînin sözünü söyledim. Evet, Hak teâlâ Mu-hammed bin Abdullahı «sallallahü
aleyhi ve sellem» resûl olarak gönderdi, hemen huzûrlarma git dedi. Ben de
Hadîce «radıyallahü anhâ» nın evine gitdim. İzn istedim, verildi. İçeri girdim.
Güldüler ve tahmin ediyorum iki lıayrlı şeyden birini getirdin buyurdular.
Onlar nedir? dedim. Ya hediye getirdin veya bir kimseden mektûb getirdin
buyurdular. Orada bulunanlara, biliniz ki, Humeyrî mü’minlerin üstünlerindendir
buyurdular. Sonra ben kelime-i şehâdet getirip müslimân oldum. Humeyrî’nin
şiirini okudum ve dediklerini, söyledim. Hazret-i Muhammed «sallallahü. aleyhi
ve sellem» Humeyrî, Hak teâlâya îmân etmiş, beni tasdik etmiş bir kardeşimdir,
buyurdular.
·
88 — Semhac adlı cinnin kıssasıdır.
Abdullah
İbn-i Mes’ûd «radıyallahü anlı» demişdir: Bir gün Resû-lullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» ile Safâya çıkmışdık. İçlerinde Ebû Cehl de olduğu halde
bütün kâfirler orada toplanmışlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
aralarına girip, Ey Kureyşliler AUah’dan başka ma’bûd olmadığına şehâdet
ediniz, buyurdu. Velid bin Muğeyre,. Ebû Cehle, izn verirsen Muhammedi
«sallallahü aleyhi ve sellem» hacîl edeyim dedi. Ebû Cehl de tabii dedi. Velid
orada tapındıkları putu boynuna geçirdi ve Ey Muhammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» sen, «Benim. Rabbim bana şah damarımdan daha yakındır» diyorsun. Benim
ma’bû-dum boynumda, seninki nerede? görelim dedi. Sonra putu yere koydu. Kureyş
kâfirleri puta secde etdiler ve Ey bizim tanrımız bize yardım et ki Muhammedi
«sallallahü aleyhi ve sellem» öldürelim diye münâcâtda bulun-dular. O sırada
putun içinden, Hazret-i Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» kötüleyen,
İslâmiyete aykırı birkaç beyt okundu. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» geri döndü. Ben de beraber geri döndüm ve bu işin nasıl olduğunu
sordum. Putun içine bir şeytanın girdiğini ve böyle putlar içine girip de halkı
peygamberin öldürülmesine teşvîk eden şeytanları Allahü teâlâ çok yaşatmaz
buyurdular. Nitekim iki üç gece sonra yine* .Hazret-i Muhammedin «sallallahü
aleyhi ve sellem» yanında idim. Birisi selâm verdi. Ben kendisini göremedim.
Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellern», sen gök ehlinden misin? dedi.
O da hayır dedi. Cinlerden misin diye sordu. Evet dedi. Niçin geldin dedi. Sizi
kötüleyen şeytanı safâ civârmda bulup öldürdüm. Sizi ondan kurtardım. Yarın
dostlarınızla beraber safâya teşrif ediniz, sîzleri sevindireceğim dedi.
Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» adın nedir? diye sordu.
Semhacdır dedi. Sana bundan daha güzel bir ism vereyim, senin adın Abdullah
olsun buyurdular. Abdullah gitdi, O gece bana çok uzun geldi. Sabahleyin
beraberce Safâya çıkdık. Müşrikler yine orada idiler. Peygamberimiz «sallallahü
aleyhi ve selem» aralarına girip Lâ ilahe illallah deyiniz buyurdular. Kâfirler
yine putlarına secde ve tazarru etdiler. O sırada putun içinden, Ben Abdullah,
peygamberimizin iyi sıfatlarını örten fitne sâhibi şeytanı öldürdüm diye bir
ses geldi. O zeman müşrikler, senin gibi bir tanrıya tapmadık, dün Muhammedi
«sallallahü aleyhi ve sellem» kötülüyordun, bugün medh ediyorsun dediler ve
putu yere vurup parça parça etdiler. Sonra Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve
sellem» hücûm ederek alnını kanaldılar. Kâfirlerin içinde elinde demirli bir
bastonu olan bir ihtiyâr, beni Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» yanına
götürün, bu bastonu karnına vurayım dedi. Elini kaldırdığı zeman havada kaldı,
kurudu. Peygamberimiz «sallajlahü aleyhi ve sellem» onun şerrinden kurtuldu.
·
89 — İskenderiye Üsküfünün kıssasıdır.
Mugeyre
bin Şu’be «radryallahü anh» anlatıyor: Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi
ve sellem» peygamberliğini açıkladığı sırada birkaç tüccar ile Tâifden
İskenderiye’ye gitmişdim. Orada bir üsküf vardı. Çok ibâdet ederdi. Herkes her
nev’î hastayı şifâ bulması için ona getirirlerdi. Ona, hiç Peygamber kalmış
mıdır? dedim. Evet, peygamberlerin sonuncusu kalmışdır. îsâ «aleyhisselâm» ile
arası çok değildir. Ne uzun, ne kısa boyludur. Ne beyaz, ne siyahdır,
gözlerinde kırmızılık vardır. Kılıç kuşanıp, kimseden korkmaz, bizzat
muharebeye girer. Eshâb', onun için canlarını feda eder, anne ve babalarından,
herkesden çok severler. Hicret eder. Hazret-i İbrahime «aleyhisselâtü vesselâm»
mütâbeat gösterir, dedi. Bildiğin başka vasfları var mıdır dedim. İzar bağlar,
her Peygamber kendi kavmine gönderilmişdir, o ise bütün insanlara ve cinlere
gönderilmişdir. Yer yüzünün her tarafında nemaz kılabilir. Su bulmadığı zeman
teyemmüm eder, dedi. Sonra İskenderiye’de bütün kiliselere gidip Üsküflerden
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sıfatları hakkında bilgi aldım ve
ezberledim. Medine’ye gidince Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem»
anlatdım. Hoşlarına gitdi. Eshâba «radıyallahü anhüm ecma’în» de anlat
buyurdular. Ben de grub grub anlatdım. Birkaç gün devam etdi.
·
90 — Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» diyor
ki: Ebû Çelil bir hutbesinde, ey Kureyşliler! Muhammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» sizin ilâhlarınıza sövüyor, size câhil diyor, atalarınız Cehennemdedir
diyor. Onu kim öldürürse, yüz kızıl tüylü, yüz kara tüylü deve ile bir ölçek
gümüş vereceğim. Ben, sözünde duracak mısın? dedim. Evet, dedi ve elimden tutup
Kâ’be’ye götürdü. Hubel’i tanık tutdu. Hubel, putların en büyüğü idi. Muharebe,
sulh, nikâh olacağı zeman, Hubel ile meşveret eder, onu tanık tutarlardı. Ben
kılıç kuşanıp Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» aramağa çıkdım.
Bir yere gitdim. Orada kuzu kesiyorlardı.
Bir
müddet bakdım. Kuzunun içinden bir ses geliyordu. Bir kişinin insanları,
Allahın birliğine ve Muhammedin resûl olduğuna şahadet etmeğe da’vet etmesi,
feth ve seâdeti şâmil olan ne güzel işdir, diyordu. Bir koyun sürüsünün
yanından geçerken de kuzunun içinden gelen ses gibi sesler duydum. Bu sözlerin
benim için olduğuna kanaat getirdim. Dımad denen putun önünden geçiyordum. Putun
içinden birkaç beyt işitdim:
Peygamber
olduğunda, o Muhammed il Emin
Tapmak
Allaha olur ve Dımâd terk edilir.
O
peygamber olmağa vâris olan kimsedir,
îsâdan
sonra gelip, Kureyşe yol gösterir.
Önceleri
Dımâd ve benzerine tapanlar,
Keşke
hiç tapmasaydık onlara diyecekler.
Yâ
Ebâ Hafs sabr et, sen öyle bir kişisin,
Ki
sen o peygamberden çok şey edineceksin.
Elinle
ve dilinle çok yardım edeceksin.
Hiç
acele etme sen onun dinine her an,
[Ebâ
Hafs, Hazret-i Ömerdir «Radıyallahü anh»].
Artık
yakîn olarak bildim ki bu sözler banadır. Kız kardeşimin evine gitdim. Beni
kılıç kuşanmış görünce korkdular. Korkmayın bana su getirin dedim. Getirdiler.
Abdest aldım. Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » nerede
olduğunu sordum. Erkamm evindedir dediler. Oraya gitdim, kapıyı çaldım.. Hamza
«radıyallahü anh» çıkdı. Beni kıhç kuşalı görünce bağırdı. O gayet heybetli
idi. Ben de ona bağırdım. Resû-lullah « sallallahü aleyhi ve sellem » dışarı
çıkdılar. Benim ne için geldi-mi anladılar. Senin için yapdığım düâ kabul oldu,
îmâna gel buyurdular. Ben de, Allah’dan başka ilâh yokdur ve sen onun resûlüsün
dedim. Kendileri ve eshâbı «radıyallahü anhüm ecma’în» sevindiler. Kırk kişi
olduk. O zeman ( Ey resûlüm, sana Allah ve mü’minierden sana tâbi’ olanlar
yetişir ) âyet-i kerîmesi indi. Ya Resûlallah « sallallahü aleyhi ve sellem »
artık dışarı çıkalım, müşrikler bize bir şey yapamazlar dedim. Dışarı çıkdık,
yüksek sesle tekbir getiriyorduk.
Müşrikler
işitiyorlardı. Resûlullah « saüalahü aleyhi ve sellem » Kâ’-beyi tavaf etdi.
Sonra müşriklerle bir bir döğüşürdük. Sonra Allahü teâlâ bizi temâmen gâlib
eyledi.
Ebû
Ca’fer Muhammed bin Cerîr-ittaberi «radıylllahü anh» naklediyor: Ömer
«radıyallahü anh» îmân edince, Müslimânlar kuvvetlendi. Ebû Cehl, Kureyş
kâfirlerine, Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » büyücüdür. Önüne gelene
sihr yapıp kendi dînine çeviriyor. Onu yalnız olarak bir yerde yakalarsak
öldürelim dedi. Bir gün Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » dağa doğru
yalnız gidiyordu. Ebû Cehl görüp on onbeş kişiyle saldırdılar. Fekat fazla bir
şey yapamadılar. Çünki her Peygambere kırk kişi kuvveti verilmişdir. Hazret-i
Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem » ise kırk Peygamber kuvveti
verilmişdir. Yalnız mübarek başı dört yerden yaralanmışdı. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân»
bu hâdiseyi duyup oraya gitdiler. Kâfirler kaçdı.
O
zeman Hamza «radıyallahü anh» avlanıyordu. Bir geyik gördü. Ok atacağı zeman
geyik, benden ne istiyorsun, evine git. Sana mühim bir iş düşdü dedi. Hamza
«radıyallahü anh» hayret içinde kalıp eve gitdi. Kameriyye adındaki câriyesi
ağlıyarak yemeğini getirdi. Niçin ağlıyorsun diye sorunca Muhammedi «
sallallahü aleyhi ve sellem » Ebû Cehl, onbeş kişiyle yaralamışlar, evde
yatıyor, dedi. Bunun üzerine Hamza « radıyal-iahü anh » kalkıp, Muhammedin «
sallallahü aleyhi ve sellem » intikamını almayınca bu yemeği yemem, dedi.
Yayını alıp çıkdı. Ebû Cehl sarayının önünde, bazı müşriklerle oturuyorlardı.
Hamza’mn «radıyallahü anh» gadablı geldiğini görünce her biri bir tarafa kaçdı.
Ebû Cehl de kaçmak istedi, fekat Hamza «radıyallahü anh» yakalayıp yayı ile
başına o kadar Vurdu ki yay parça parça oldu. Ebû Cehl’in başı yedi yerden
yaralandı. Kâfirler korkudan Ebû Cehl’e yardım edemediler. Sonra Resûlullahm «
sallallahü aleyhi ve sellem » mu’cizesi bereketiyle başkaları araya girip sulh
yapdılar.
Hamza
«radıyallahü anh» peygamberimizin «sallalahü aleyhi ve sellem » evine geldi.
Yatıyor idi. Düşmanından intikamını aldım, başını yedi yerden yaraladım. Araya
girenler olmasaydı öldürecekdim, dedi. Re-sulullah « sallallahü aleyhi ve
sellem » Amcacığım, bu işin bana fâidesi yokdur. Eğer îman edip, Cehennemden
kurtulursan o zeman memnun olurum, buyurdular. Hamza «radıyallahü anh» îmân
edersem gönlün hoş olur mu? dedi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» de
evet, dediler. Hemen îmân etdi. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem »
de çabuk iyileşip kalkdılar.
·
92
— Süfyân-ı Hezlî «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir kervanla Şam’a gidiyorduk.
Sabahleyin, bir yerde uyumak için konakladık. Havada bir atlı: Ey uyuyan
insanlar, kalkın uyku zemanı değildir. Çünki Ah-med « sallallahü aleyhi ve
sellem » meydana çıkmışdır, diyordu. Hepimiz • dilâver olduğumuz halde korkduk.
Evlerimize döndüğümüzde Mekke’de ihtilâf olduğunu duyduk. Abdülmuttalibin
oğullarından birinin peygamber olduğunu ve adının Ahmed olduğunu öğrendik.
·
93
— Urve bin Merretül Cehnî «radıyallahü anh» anlatıyor: Câ-hiliyyet devrinde hac
niyyetiyle Mekkeye geldim. Rü’yâmda Kabe’den bir nûrun çıkdığını ve Medine
dağlarım görünceye kadar yayıldığını gördüm. O nûrdan, karanlıklar dağıldı,
ışık yayıldı ve peygamberlerin sonuncusu gönderildi diye bir ses geliyordu.
Sonra bir nûr daha meydana çıkdı. Bütün Hîre ve Medâyin köşklerini gördüm. O
nûrdan da Islâmiyyet geldi, putlar kırıldı ve merhamet kuruldu diye ses işitdim.
"Uyandım, korkdum. Etrafımdakilere, Kureyş içinae bir iş meydana
çıkacakdır, dedim Evlerimize dönünce, Ahmed adlı birisinin insanları İslâma
da’vet etdiğini işit-dik. Hemen Resûluliaha « sallallahü aleyhi ve sellem »
geldim, rüyâmı söyledim ve Müslimân oldum.
·
94
— Bâbil’den bir kişi Mekke’ye gelmiş, Ebû Cehl’e koyanlarını satmışdı. Ebû Cehl
parasını vermiyor, Bâbilliyi oyalıyordu. Artık Bâbilli ■dayanamayıp Kureyşin
reisine durumu bildirdi. Hazreti Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem »
Kureyş meclisine yakın bir yerde oturuyordu. Kureyşliler alay ederek,
Resûlullahı « sallalahü aleyhi ve sellem » gösterdiler ve senin hakkını Ebû
Cehl’den ancak o alır dediler. Bâbilli şah s durumu Resûluliaha « sallalahü
aleyhi ve sellem » anlatdı. Hemen kalkıp, gel beraber gidip hakkını alalım
buyurdular. Kureyşliler de ne yapdık-larını öğrenmek için arkalarından iki kişi
gönderdiler. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » Ebû Cehl’in evine gidip
kapısını çaldı. Ebû Cehl, kimsin? dedi. Muhammed bin Abdullah « sallallahü
aleyhi ve sellem »
.diye
cevab verdiler. Ebû Cehl çıkdı. Rengi değişmiş, vücûdu titriyordu. Bu adamın
hakkını ver, hepsini vermeyince buradan ayrılmam buyurdular. Ebû Cehl çabucak
paranın hepsini getirip verdi. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem »
ayrıldı. Bâbilli, Kureyş meclisine gidip, Hak teâlâ Muhammede «sallallahü
aleyhi ve sellem» hayrlar, iyilikler versin. Benim hakkımı o zâlimin elinden
aldı, dedi. Sonra ta’kîb için gönderdikleri iki kişi de durumu aynen
anlatdılar. Daha sonra Ebû Cehl geldi. Kureyş meclisi onu aybladılar. Ebû Cehl,
kapı çalınınca gönlüm yerinden kopdu. Kapıyı açınca başı üzerinde bir arslan
gördüm. Biraz geciksem muhakkak beni yiyecekdi, dedi. Bunun üzerine Kureyşliler
bu da Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » bir sihridir, dediler.
·
95
— Abdurrahmân bin Cevzî « rahmetullahi aleyh » Kitâb-ül Vefâ fi fedâil-il
Mustafâ adlı kitabında yazmışdır. Hâlid bin Sa’îd Âs « radiyal-lahü anh »
anlatıyor : Bir gece rü’yâmda, Mekkeyi karanlığa boğulmuş gördüm. O sırada
zemzemden bir nûr çıkıp göklere yükseldi. Kâ’beyi ay-dmlatdı. Sonra bütün
Mekke, daha sonra Medinede bulunan hurmaları görecek kadar yayıldı. Uyandım.
Kardeşim Artır’a anlatdım. Firaseti kuvvetli idi. Abdülmuttalib’in oğullarından
bir iş meydana gelecekdir. Çün-ki nûr, atalarının kazdığı sudan çıkmış, dedi.
Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem » Peygamber olunca huzurlarına
gidip, rü’yâmı söyledim. O nûr benim. Ben de Allahü teâlânm Resûlüyüm,
buyurdular. Sonra îmân edilecek şeyleri bildirdiler. Müslimân oldum. Sonra da
kardeşim Müslimân oldu.
·
96
— Benî Esed kabilesinden bir kişi, üç devesini satıyordu. Ebû Cehl müşteri olup
satın aldı. Parasını vermedi. Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve esllem »
mescidde idi. Develerin sahibi mescide gelip durumu anlatdı. Resûlullah «
sallallahü aleyhi ve sellem » develerin nerededir? diye sordu. O şahs da, henüz
pazardadır, dedi. Pazara gidip develerin ikisini satıp üç devenin parasını o
şahsa verdiler. Diğer deveyi de satıp, Abdülmuttalib fakirlerine dağıtdılar.
Ebû Cehl pazarın bir tarafında durmuş hiç bir şey söylemiyordu. Hazret-i
Muhammed « sallallahü aleyhi ves ellem » Ebû Cehl’? dönerek artık böyle şeyler
yapma, yoksa başına en kötü şey gelir, buyurdular. Ebû Cehl de bir daha yapmam,
dedi. Bâzı müşrikler Ebû Cehle, sen Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem
» yanında küçük düşüyorsun, halbuki hükm sâhibi sensin Onun dînine mi girdin,
yoksa ondan korkuyor musun? dediler. Ebû Cehl de, asla onun dînine girmem,
fekat sağ yanında birkaç kişi, ellerinde sonarlarla bana hücûm etdiler. Eğer
Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem »
—
65 — Peygamberlik Müjdeleri
— F. 5 uymasam, beni
öldüreceklerdi. O seman kâfirler yine, bu da Muhammedim « sallallahü aleyhi ve
sellem » sihrlerindendir dediler.
·
97
— Zenîre isminde bir câriye müslimân olunca gözleri görmez oldu. Ebû Cehl, bu
lât ve Uzzânın işidir dedi- Zenîre « radiyallahü anhâ » Lât ve Uzzâ haikm
ibâdet etdığinden veya etmediğinden haberi olmaz, bu. Allahü teâlânın
takdiridir, isterse tekrar gözlerimi açar, dedi. O gece gözleri açıldı. Bunu
görenlerden inad edip de bu da Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem »
sihridir diyerek bozuk yolda kalanlar oldu.
·
98
— Hadîce, kızı Zeynebi « radiyallahü anhümâ » , kız kardeşinin1 oğlu
Abdül Âs’a vermişdi. Hazret-i Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » de
Rukiyye veya Ümmü Gülsümü Ebû Lehebin oğlu Utbe’ye söz. vermişdi. Kureyşliler
ile Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» arasındaki düşmanlık büyüyünce,
Damadlara, onun kızlarını aldınız yükünü: hafifletdiniz, kızlarını geriye verin
ki zahmete düşsün, size Kureyşden istediğiniz kızı verelim dediler. Abdül Âs,
ben ayrılmam ve hiç bir Kureyş-kızını da istemem dedi. Resûlullah « sallallahü
aleyhi ve sellem » memnun oldular. Utbe ise, eğer Sa’îd bin Ebil Âs’m kızını
verirseniz Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » kızını boşarım dedi..
Sa’îdin kızını: verdiler. O bedbaht Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem »
kızı ile henüz evlenmemişdi. Beraber huzura geldiler. Senin dâmâdm sana îmân
etmiyor. Seni sevmiyor, onun için kızını boşadım deyip pis salyasını da attı.
Ve çok çirkin sözler söyleyip gitdi. Resûlullah « sallallahü aleyhi: ve sellem
» Utbe’ye, Yâ Rabbî onun üzerine bir köpek musallat et, diye bed düâ etdi.
Utbe, Şam’a ticaret için giderken bir yerde konaklamışdi' Oradaki râhib,
dikkatli olun, burada yırtıcı hayvan vardır dedi. Utbe, arkadaşlarına,
Muhammed’in « sallallahü aleyhi ve sellem » düâsmdan emin değilim, bana yardım
edin, dedi. Bütün yükleri bir araya toplayıp.Utbeyi; o yüklerin üzerine
yatırdılar. Etrafına da arkadaşları çepçevre yatdılar Gece yarısı bir arslan
gelip herkesi kokladı, sonra yüklerin üzerine sıçrayıp Utbe’nin karnını yarıp
canını cehenneme gönderdi. Hısân bin Sâbit « radiyallahü anh » bu hikâyeyi bir
kasidesinde nazm etmişdir.
·
99
— Eshâb-ı kiram « aleyhimürridvân » ikinci def’a olarak Habeşistan’a hicret
etdiklerinde seksen iki erkek, yirmi dört kadın idiler. Ca’fer bin Ebî Tâlib «
radiyallahü anh » ve Ümmü Seleme « radiyallahü anhâ » da vardı. Ümmü Seleme «
radiyallahü anhâ » kaldığımız yerde çok rahat, etdik, ibadetimizi yapdık,
dinimizi yaydık, bize hiç kimse mâni olmadı, diyor. Mekkede bizim refahımız
duyulunca Kureyşliler Amr ibni Âs ve Abdüllah bin Ebî Rebî’ayı hediyelerle
Necâşi’ye ve onun patriklerine;
gönderdiler.
Bunlar geldiler ve hediyelerini getirdiler. Patriklere dediler ki: Burada bir
grup zavallı kimseler vardır. Bunlar atalarının dîninden ayrıldılar. Melikin
dînine dahi girmediler. Onların akrabaları bizi gönderdiler ki, onları alıp
Mekke’ye götürelim. Patrikler, siz durumu Melik’e arz edin, biz de yardımcınız
oluruz. Bu iki kişi durumu patriklerin yanında Necaşiye arz etdiler. Patrikler;
bunlar, buradakilerin durumunu bizden daha iyi bilirler, bunların dediği gibi
yapalım dediler. Necâşî kızdı. Bu iki kişinin sözü ile amel etmek doğru olmaz.
Bize sığınanları çağıralım, durumu onlara da soralım, eğer bu iki kişinin
dediğine uygun olursa göndeririz, aykırı olursa, buradakilere daha fazla
ihtimam göstermeliyiz, dedi.
Necâşi,
üsküflerini topladı. Ca’fer bin Ebî Tâlib başda olmak üzere oraya göç eden
bütün Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Necâşi ve Üsküfler Es-hâb-ı kirâmı
«aleyhimürrıdvân» iltifatlarla karşıladılar. Bu durumu sordular.
Ca’fer
bin Ebî Tâlib «radiyallahü anh»: Biz Câhiliyyet zemamnda, puta tapan, leş yiyen,
kumar oynayan ve her türlü kötülüğü yapan bir kavm idik. Hak teâlâ kavmimizden
nesebi, emâneti, diyâneti en iyi olan birini seçip, peygamber olarak gönderdi.
O bize Allahın bir olduğunu, yalnız ona tapılacağım bildirdi. Nemazı, sözde
durmağı, herkese iyiliği, akrabayı ziyareti, emâneti sâhibine vermeği emr etdi.
Biz de ona îmân etdik, onun emirlerine uyduk. İmân etmiyenler bize düşman olup,
eski dînimize dönmemiz için çok sıkıntı verdiler. Artık dayanamadık, oradan göç
edip buraya sığındık dedi. Necâşi « rahimehullah » Ca’fer « radiyallahü anh»a,
Peygamberinize inen Kur’an-ı Kerimden biraz oku, dedi. Okudu. Necâşi ve
yanındakiler çok ağladılar. Necâşi « rahimehullah » bu nûr ile Mûsâ
«aleyhisselâm» m nurları aynı yerden geliyor, dedi. O iki kişiye, ben bunları
sizinle göndermem, dedi. O iki kişi çıkdı-lar. Sonra Amr ibni Âs, Neeâşiye,
bunlar İsâ’ya « aleyhisselâm » köle derler, diye haber gönderdi. Necâşî tekrar
Eshâb-ı kiram « radiyallahü anhüm » topladı. Siz İsâ « aleyhisselâm » hakkında
ne düşünüyorsunuz? dedi. Ca’fer «radiyallahü anh» da İsâ aleyhisselâm
Kelimetullah ve Rûhullahdır. Hak teâlâ böyle haber veriyor, diye cevap verdi.
Necâşi, Allahü teâlâya yemin ederk, İsâ « aleyhisselâm » da böyle söylüyor,
dedi. Sonra patriklere, o iki kişinin hediyelerini de geri ver, memleketlerine
gitsinler, dedi. Ca’fere « radiyallahü anh » siz de burada emin olarak
istediğiniz gibi yaşayın, dedi. Orada bulunan eshâb-ı kiram « aleyhimürrıdvân »
refah içinde hayat sürdüler.
·
100 __ Necâşi’nin üsküflerinden yirmi kişi
Necâşi’den izn alarak Mekke’ye gitdiler. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve
sellem » Mekâm-ı îb-rahimde oturuyordu. Huzûruna vardılar. Tâpûr ismindeki
üsküf, Allahın Resûlü olduğunu iddia eden sen misin? dedi. Evet, buyurdular.
Tâpûr, halkı neye çağırırsın? diye sordu. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve
sellem » ortağı olmayan Allahü teâlâya çağırırım, buyurdular ve Kur’ân-ı
Kerîm’den biraz okudular. Hepsi ağladı. Tâpûr, ben Allahın birliğine ve senin
de O’nun Resûlü olduğuna şahâdet ederim, dedi. Diğer yirmi kişi de îmân
etdiler. Bu yirmi kişi Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem »
huzurlarından ayrılınca, Ebû Cehl ve birkaç Kureyş kâfiri bunlara, siz buraya
bir araştırıcı olarak geldiniz, bir saat içinde dininizi değiştirdiniz. O’nun
her dediğini kabul etdiriz. O, iki yıldır peygamberlik da’vâsı eder, bizden
birkaç fikrsiz ile birkaç fakirden başka kimse inanmamışdır, dediler. Üsküfler,
siz sâkin olun, biz hakkı bulduk, câhillerin sözü ile bu hakdan dönmeyiz,
dediler. İslâmın hükümlerini Öğrenip memleketlerine gitdiler.
·
101
— Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » bi’setin altıncı yılında
mi’râcmı anlatırken, Kur’ân-ı Kerîmde de açıklandığı gibi Mescid-i Aksâ’ya
uğradıklarını söylediler. Kureyşliler, Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve
sellem » Mescid-i Aksâ’yı görmediğini biliyorlardı. Mescid-i Aksâ’nın vasflarmı
sordular. Cebrâil «aleyhisselâm» Mescid-i Ak-sâ’yı gözlerinin önüne getirdi.
Sorulan sorulara gözlerinin önündeki sûre te bakarak cevab verdiler. Ayrıca
Kureyş’den Şam’a giden bir kervandan sordular. Kervan yoldadır, ben onlara
uğradığım zeman, falan kişi deve üstünde oturmuşdu. Hava soğuk olduğundan
kölesinden kilim is-temişdi. Ben susamışdım, falan kimsenin bardağından su
içdim. Bir kimse bir şey gâib etmişdi, onu arayıp buldular. Bizim Burak’ımızdan
kervandaki develer ürkdü, etrafa dağıldılar. Eğer, develeri toplamakda çok
oyalanmazlarsa falan günü güneş doğarken buraya gelirler, buyurdu.
Hakikaten
kervan tam o zamanda geldi. Kervandakilere, anlatılanlardan soruldu, hepsinin
doğru olduğu öğrenildi. Bu açık mu’cizeleri görmelerine rağmen yine inad edip
îmân etmiyorlardı.
·
102
— Ebû Cehl, bir gün kâfirleri toplayıp, Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi
ve sellem » kasdederek, ben onun elinden ancak öldürmekle kurtulurum, eğer siz
de bana yardımcı olursanız, nemaz kılarken bir taş atıp öldüreceğim, dedi.
Kâfirler, yardım edeceklerine and içdiler. Sabahleyin Peygamberimiz «sallallahü
aleyhi ve sellem» nemaz kılarken, Ebû Cehl eline bir taş alıp yürüdü.
Yaklaşınca rengi değişip, titreyerek geri döndü. Kâfirler, Ebû Cehl’e niçin
geri döndün? dediler. Ebû
Cehl,
yanma yaklaşdığım zeman, öyle bir hırçın deve ile karşılaşdım ki. ömrümde öyle
yüksek ayaklı, keskin dişli, heybetli deve ne görmüş, ne de işitmişdim. Biraz
daha yaklaşsaydım muhakkak beni öldürürdü, dedi. Cebrâil « aleyhisselâm » bu
haberi ağlıyarak haber vermişdir. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem »
de, ( Eğer dahâ yakiaşsaydı elbette yakalardı) buyurmuşlardır.
·
103
— Ebû Cehl, yine kâfirleri toplayıp, Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem»
sizin yanınızda yüzünü toprağa sürer mi? Ya’ni nemaz kılar mı? diye sordu.
Kureyş kâfirleri de evet dedi. Eğer ben onu öyle görürsem başını ayağımla
ezeceğim dedi. Bir gün dediğini yapmağa giderken, daha yaklaşmadan eliyle
yüzünü silerek geri döndü. Kureyş kâfirleri, ne oldu? dediler. Ebû Cehl, onunla
benim aramda bir ateş kuyusu meydana geldi. Zebânîler, bana hücûm etdiler, geri
döndüm dedi. Sonra bu hâdiseyi haber veren âyet-i kerîme indi.
·
104
— Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » bir gün Hakem bin ebül Âs’a
rastladı. Yanından ayrıldıkdan sonra Hakem Resû-lullah’m «sallallahü aleyhi ve
sellem» arkasından alay ederek vücûdünü oynatdı. Resûlullah « sallallahü aleyhi
ve sellem » Hakemi nübüvvet nû-ru ile gördü. O şeklde kalması için düâ buyurdu.
Derhal Hakem’in vücûdünü titreme aldı ve ömrünün sonuna kadar öyle kaldı.
·
105
— Kureyş kabilesi, Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem » hâlini yehûdi
âlimlerinden sordular. Onlar da üç şeyi sorun, eğer uygun cevâb verirse bilin
ki peygamberdir, yoksa yalancıdır. Kureyş kâfirleri bu üç süâli sordular.
Birincisi Eshâb-ı Kehf kıssası İkincisi Zülkarneyn kıssası, üçüncüsü rûhun ne
olduğu idi. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » yarın cevâb vereyim
buyurdular. İnşâallah dememişlerdi. Vahy on gün kesildi. Kâfirler sevinmeğe
başladılar. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem» o günlerde çok zor
durumda kaldı. Sonra Cebrâil « aleyhisselâm » konuların covablarmı içine alan
Kehf sûresini getirdi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem » . kâfirlere
okudular, fekat yine inâd edip küfrü tercih etdiler.
·
106
— Esved bin Abdülmuttalib, Âs bin Vâil, Velîd bin Mugeyre ve ibni Talât ile,
Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile çok istihzâ ederlerdi.
Cebrâil « aleyhisselâm » Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem» yanında
idi. Bu dört kişi kâ’beyi tavaf ediyorlardı. Cebrâil « aleyhisselâm » m
işaretiyle, Velid bin Mugeyre’nin elindeki ok yarasından meydana gelen cerahat
dağılıp kan akarak öldü. Âs bin Vâil, aya-ğma batan dikenden meydana gelen
cerahat tazelenip hemen öldü. İbni Talâtile başından irin akıp öldü. Esvede de
yeşil bir yaprakla gözüne vurup kör etdi. Sonra ( seninle alay edenlere biz
kâfiyiz ) âyeti kerîmesi indi.
·
107
— Resûlullah « sallailahü aleyhi Ve sellem » bir gün Kureyş kâfirlerinin
şerrinden, şehrden dışarı çıkmışdı. Uzakdan bir karaltı gördü. Yaklaşınca deve
sürüsü olduğunu anladı. Develerin içine girip oturdu. Develer ürkdüler. Sürünün
başında bulunan Ebû Servân etrafı dolaşdı. Kimseyi göremedi. İçine girince
Resûlullahı « sallailahü aleyhi ve sellem » gördü. Sen kimsin, develerimi
ürkütdün diye sordu. Korkma, develerinin arasında birazcık rahat edeyim diye
buraya girdim buyurdular. Tekrar sordu. Yine aynı cevâbı aldı. Sonra, öyle
zannediyorum ki sen Peygamberlik dâ’vâsmda bulunan kimsesin, dedi. Evet
Peygamberim, seni de îslâma çağırıyorum buyurdular. Ebû Servân, sen develerin
arasında olduğun müddetçe develerim felâh bulmaz deyip Resûlullahı « sallailahü
aleyhi ve sellem » develerin arasından çıkardı. Ebû Servân’a (Yâ Rabbî ömrünü
uzun, kendisini şakî eyle diye bed düâ etdiler. Sonra Ebû Servân çok ihtiyar
oldu. Ölmeyi arzu ederdi. Kendisine halk, seni aldığın bed düâ ile helak olmuş
görüyoruz derlerdi. Ebû Servân, hayır helâk olmuş değilim derdi. İslâmiyyet yayılınca
Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelerek müslimân oldu. Ebû
Servân’a hayr düâ etdiler ve istiğfar etdiler. Ancak birinci düâ daha evvel
kabul ohnuşdu.
·
108
— Birgün kâfirler Resûlullahı « sallailahü aleyhi ve sellem » çok üzmüşler,
mübârek. yüzünden kan akıtmışlardı. Bir yerde oturmuş-du. Hüzünlüydü. O sırada
Cebrail « aleyhisselâm» geldi. Şu vadideki falan ağacı çağır, dedi. Resûlullah
« sallailahü aleyhi ve sellem » çağırdı. Ağaç huzûruna geldi. Sonra yerine git
buyurdular. Ağaç eski yerine gitdi. Bunun üzerine ( bu bana yeter ) buyurdular.
·
109
— Kureyş kâfirleri, Ebû Tâlibin himâyesi sebebiyle Resûlullah « sallailahü
aleyhi ve sellem » ile mücadele edemeyince, bir yere toplanıp Abdülmuttalib ve
Hâşimoğulları ile komşuluğu, alış - verişi, konuşmağı, kız alıp vermeği
men’eden ve Allahü teâlânm ismiyle başlıyan bir ahdnâ-me yazdılar. Bir ipeğe
sarıp mumladılar. Mührlerini de vurup . Kâ’berin dıvarma asdılar. Ebû Tâlib,
bunu duyunca, Ebû Leheb’den başka bütün Hâşim oğullarını ve Abdülmuttalib
oğullarını alarak kendi evlerinin bulunduğu bir vâdiye gitdiler. Üç yıl orada
kaldılar. Kureyşlilerden hiç kimse onlarla dostluk ve alış veriş yapmazdı.
Yalnız Resûlullahm dâmâdı olan Ebül Âs bin Rebî’a geceleri onlara buğday ve
hurma götürürdü. 'Çok düâ alırdı. Bu sıkıntı artık çek şiddetlenmişdi. Allahü
teâlâ bir canavar göndererek ahdnâmedeki Allah adından başka her yazıyı yedirdi
Bu olay Peygamberimize « sallallahü aleyhi ve sellem » bildirildi O da amcası
Ebû Tâlibe söyledi. Ebû Tâlib de oradaki Hâşim ve Abdülmutta-lib oğulları ile
güzel elbiseler giyerek Kureyş Meclisine gitdiler. Kureyş-liler iyi
karşıladılar. Ebû Tâlib, bana doğru sözlü Muhammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» kâ’be’deki andnâmenin Allah isminden başka her yazısının bir canavar
tarafından yendiğini söyledi. Eğer doğru ise Hak teâlâdan korkunuz, kuldan
utanınız da bu yanlış düşünüşünüzden vaz geçiniz. Eğer yalan ise Muhammedin
«sallallahü aleyhi ve sellem» muhafazasından vaz geçeceğim dedi. Güzel
söylüyorsun, dediler. Adam gönderip ahdnâmeyi getirdiler. Hakikaten Allah
isminden başka yazı kalmamış idi. Ebû Tâlib Kureyşiilere ağır sözler söyledi.
Onlar da sükût etdiler, cevâb veremediler. O ahdden geri ^döndüler. Resûlullah
« sallallahü aleyhi ve sellem » de o sıkıntılı vadi hayatından kurtuldular.
Kureyşliler de bir müddet idareten de olsa alışveriş ve dostluk yapdılar.
·
110
— Kâfirler, bir gür Resûlullaha « sallallahü aleyhi ve sellem » ■gelerek, eğer
peygamberlik da’vâsmda doğru söylüyorsan ayı ikiye böl dediler. İkiye ayırırsam
îmân edecek misiniz? buyurunca, evet dediler. O zeman aym ondördü idi. Allahü
teâlâya düâ etdi. Ay ikiye ayrılıp birisi Ebî Kubeys dağı üzerine, diğer
parçası başka bir dağ üzerine gitdi. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve
sellem » kâfirleri isimleriyle ey filân, ey filân gibi çağırarak, gördünüz mü?
buyurdular. O bedbahtlar Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » bize sihr
yapdı dediler. Sonra etrafdan gelen müsâfirlere soralım. Onlar da bizim gibi
gördüler ise doğrudur, yoksa sihr ve gözboyamadır dediler. Her müsâfire
sorduklarında biz de öyle gördük diyorlardı. Ayın ikiye ayrıldığını görmüşler,
fekat hakikati görememişlerdi. Bir âyet-i kerîmede; (Onların gözleri vardır,
"fekat görmezler) buyurulmuşdur.
·
111
— Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » Rekâne bin Abdi Zeydi görüp
henüz îmân etmek zamanı gelmedi mi? mu’cize istersen göstereyim
buyurdular.Karşısmdaki ağacın yarısını yanma çağır gelsin, dedi. Çağırdılar
geldi. Geri dön buyurdular, yine yerine gidip diğer yarısına bitişdi. Bu olayı
bize haber veren, ağacın bitişme yerini bir çizgi halinde gördüğünü
söylemişdir. Rekâne, ben bundan anlamam, seninle bir güreş tutalım, eğer beni
yenersen koyanlarımın yarısı senin solsun dedi. Güreşdiler, Peygamberimiz «
sallallahü aleyhi ve sellem » gâ-
lib
geldi. Bir dahâ güreşelim dedi. Yine Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem
» gâlib geldi. Rekâne, Kureyşlilere ne diyeceksin dedi. Peygamberimiz «
sallallahü aleyhi ve sellem » de Rekâne ile güreşdim, ko-yunlarmm yarısını
aldım, diyeceğim buyurdular. Rekâne, öyle deme bana, bağışladı diye, söyle
deyince Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» nasıl yalan söylerim
buyurdular. Rekâne sen hiç yalan söylemez misin, deyince, hayır buyurdular.
Bunun üzerine Rekâne müslimân oldu.. « radiyallahü anh » .
·
112
— Bir gün .Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » , Yâ Rab-bî, İslâmî Ömer
İbni Hattâb veya Ebû Cehl’den birisi ile aziz et, diye düâ etdiler. Sabahleyin
Hazretı Ömer « radiyallahü anlı » müslimân oldu..
·
113
— Resûlullah « Sallallahü aleyhi ve sellem » bir gece Kur’an-r. Kerim okurken,
yedi cin gelip, dinleyip gitdiler. Biraz sonra daha toplu, bir gurup halinde
geldiler. Mekkenin yüksek bir yerinde toplandılar. İçlerinden birini
Resûlullaha « sallallahü aleyhi ve sellem » gönderdiler. Onlar da Eshâb-ı Kirâm
« aleyhimürrıdvân » ile oturmuşlardı. İçinizden hanginiz benimle gelmek ister,
yalnız içinde zerre kadar korku olmasın, buyurdular. Abdullah ibni Mes’ud
«radiyallahü anh» kalkıp, ben gelirim, yâ Resûlallah, dedi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem»-içinde hurma suyu bulunan matharasmı su vardır-
zannıyla götürdü. Mekkenin yüksek bir yerine gitdiler. Resûlullah « sallallahü
aleyhi ve sellem » etrafına bir çizgi çizip, ( Ey Abdullah, buradan dışarı
çıkma ve hiçbir şeyden korkma ! ) buyurdular.
Abdullah
ibni Mes’ud « radiyallahü anh » diyor ki : O hattın içinde-oturdum. Uzakda bir
topluluk vardı. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » onlara doğru gitdi.
Yanlarına varınca hepsi hürmetle kalkıp,, hizmet etdiler. Sabaha kadar onlarla
kaldılar. Sonra yanıma teşrif etdiler. Çok bekledin yâ Abdullah dediler. Nasıl
oturmıyayım ki, seâdetimiz emrine uymakdadır dedim. O sırada ilerideki
toplulukdan iki kişi geldi. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » o iki
kişiye, ben sizin isteklerinizi, işlerinizi yerine getirdim. Niçin geldiniz?
diye sordular. Onlar da sizinle beraber sabah nemâzını kılmak için geldik
dediler. Bana,, yanında su var mi? diye sordular. Yâ Resûlallah, hurma suyu
vardır dedim. (Hurma güzeldir ve suyu temizdir) buyurdular. Abdest aldılar,
nemaz kıldık. O iki kişi gitdiler. Yâ Resûlallah, bunlar kimlerdir? diye
sordum. Nussaybîn cinleridir. İslâma geldiler. Ba’zı meselelerde ihtilâfa
düşmüşler, onları halletdim.. Yiyecek istediler. Kemikleri kendilerine, tezeği
de hayvanlarına yiyecek ta’yîn et-dim buyurdular. Sonra kemik ve tezek ile
istincâyı men’etdiler.
·
114 —■ îbni Mes’ud « radiyallahü anh »
rivayet ediyor : Bir gün. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » elimden
tutup Mekkenin bir vâdisine götürdü. Etrafıma bir çizgi çizip, bu çizgiden
çıkma buyurdu. Ayrıca, buradan bir cemâ’at geçecekdir. Onlarla konuşma, onlar
da seninle konuşmak istemezler buyurup gitdiler. Orada otururken bir kısm
insanlar geldiler. Çizginin dışından geçerek gitdiler. Gecenin sonunda
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geri döndüler. Mübarek başını dizime
ko yup uyudular. O sırada beyaz elbiseler giymiş, güzellikleri dille
anlatılamayan birkaç kişi gelip, bir kısmı başucunda, bir kısmı da ayak ucunda
oturdular. Birbirleriyle konuşmağa başladılar. Gözleri uykuda kalbi uyanık olma
hâli bu peygamberden başka hiç kimseye verilmemişdir. Bu peygamberin da’vetini
kabul edip etmemek, bir padişahın yeni yapdırdığı bir serayda çok güzel
yemekler hazırhyarak herkese verdiği da’vete gidenlerin yiyip içdikleri ve sultanın
yanında kıymetli olmaları, da’vete gitmeyenlerin yemekden mahrum oldukları gibi
sultanın da cezâsma çarpılmaları gibidir, diyorlardı. Sonra bunlar gitdiler.
Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » uyandı. Ey Abdullah, bu gelenler
neler konuşdular,. duydun mu, bunlar kimlerdi biliyor musun? diye sordular.
Allah ve Re-sûlü bilir dedim. Onlar meleklerdi. Söyledikleri misâl şu idi. (
Allahü teâ-lâ cenneti yaratdı. İnsanları oraya da’vet etdi. Bu da’veti kabul
eden Cennet ni’metlerinden faydalanır ve Allahü teâlânın yanında kıymetli'
olur. Da’veti kabul etmiyenler azâb ve ıkâb görürler ) buyurdular.
·
115 — Mesrûk « radiyallahü anh » dan,
Cinlerin gece gelip Kur’ân-r Kerîm okunurken dinlediklerini Resûlullaha
«sallallahü aleyhi ve sellem » kim haber verdi? diye sordular. Eshâb-ı kiramdan
« aleyhimürrıd-vân » bir ağacın haber verdiğini işitdim buyurdu.
·
116 — Zübâb bin Hâris « radiyallahü anh »
anlatıyor : Câhiliyet ze-manında biz putum vardı, ona tapardım. Bir cinim
vardı, araklardaki halleri bana haber verirdi. Bir gün o putun önünde uyumuşdum
Cinim gelip yâ Zübâb ! Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » peygamber oldu.
Mekkede halkı da’vet eder, her sözü doğrudur dedi. Hayret etdim,. dışarı
çıkdım. Kendi kavmime söyledim. O sırada birisi gelip aynı haberi getirdi. Putu
kırdım. Bir deveye binip Resûlullahı « sallallahü aleyhi ve sellem » görmeğe
gitdim. Onun, şimdiye kadar kimsede görmediğim nûrlu yüzünü gördüm. Huzûruna
vardım. Bana ne için geldin? dedi. Enirlerinizi tutmak için dedim. Bana,
memleketimdeki putdan, cinden bahs
■edince,
sen Allah’ın resûlüsün dedim. O zeman önce ibâdet edilecek, yalnız Allah’ın
olduğuna, sonra benim peygamber olduğuma şahadet et buyurdular. Orada kalbime
şu şiir geldi ve okudum.
Allahın
dînini, açıkladığını gördüm >:•= * *
Hidâyetle
geldiğinden Resûlullaha uydum #
*
Puta
şiddet gösterip onu terkettim
#
* &
Resûlullahm
da’vetine icabet eldim * *
Alışkanlığımı
bırakıp, putuma muhalefet etdim *
* «S
Zira
bir zemanda iki şeye sahih olamazdım.
·
117
— Câbir « radiyallahü anh » anlatıyor ! Ağaç altında bi’at olunduğu zemanda
Resûlullah « sallallahü aleyhi ve selelm » , ( Kırmızı devenin sâhibi hariç,
ağaç altında bi’at edenlerin hepsi cennete girer) buyurdu. Biz bu kişi kimdir
diye etrafa dağıldık. Birisini, devesini gaybet-miş ararken gördük. Biz, gel
bî’at et, sonra deveni ararsın dedik. Devemi bulmam, bi’at etmemden iyi olur
dedi.
·
118
— Mâzin bin El’adûbe « radiyallahü anh » anlatıyor : Bizim kavmimizde bir put
vardı. Herkes ona tapardı. Bir gün onun önünde kurban kesiyordum. Putun içinden
« Yâ Mâzin dinle ! Allahü teâlâ hayrı meydana çıkaran şerri gizleyen bir
peygamber gönderdi. Yontulmuş taşı bırak ki cehennem ateşinden kurtulasın »
diye bir ses geldi. Bu sesden korkdum ve büyük bir iş olacakdır, dedim. Birkaç
gün sonra bir kurban daha kesdim. Yine putun içinden «Bana yaklaş, beni dinle,
câhil olma kendisine vahy inen bir peygambere îmân edenler, alevli ateşin
sıcağından kurtulurlar » diye bir ses dahâ işitdim. Kendi kendime, bu beni
ten-bîh eden bir haberdir, dedim. Günler geçdi. Bir gün bize bir müsafir
gel-mişdi. Mekkede Kureyş’den bir kişinin herkesi Allahın birliğine ve
kendisinin Resûlü olduğuna şahâdete çağırdığını söyledi. Putdan gelen sesler
buna işaretdi deyip putu kırdım ve Mekkeye gitdim. Resûlullahı « sallallahü
aleyhi ve sellem» gördüm. îmân etdim. îslâmiyyetin hükmlerini öğrenip yerine
getirdim.
Ben
gece, gündüz hevâ ve hevesimin peşinde koşardım. Çok yıllar malım ziyan olurdu.
Çok sıkıntı çekerdim ve oğlum olmazdı. Hazret-i Mu-hammed’den « sallallahü
aleyhi ve sellem » bana düâ etmesini diledim. Kötülüklerden kurtulmam ve bir
çocuğumun olması için düâ buyurdular-Düâda her söyledikleri kabul oldu. Rivayet
ederler ki, Mâzin bir mescid yapıp, orada ibâdet ederdi. Zulm gören bir kimse o
mescidde üç gün ibadet eylese ve o zâlime bed düâ eylese, muhakkak o zâlim ya
ölür veya foaras hastalığına yakalanırdı. O mescide Muharriş denirdi.
IV. BÖLÜM
Resûlullahın
«sallallahü aleyhi ve sellem» hicretinden vefatına kadar meydana gelen
mu’cizeler anlatılmakdadır. Bu bölümde iki kısm vardır. Birinci kısımda,
kitâblarda ne zeman meydana geldiği bildirilen mu’cizeler hakkındadır.
·
119
— Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini açıkladıkdan
on dört sene sonra Mekke’den Medine* ye hicret et-di. Kureyş kâfirleri, hicret gecesi
evini sarıp, uykuya vardığı zeman öldüreceklerini evvelce karar almışlardı.
O
gece evin etrafını sardılar. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem»
uyumasını bekliyorlardı. Eline bir avuç toprak alıp yâsin sûresinin dokuzuncu
âyet-i kerîmesini okuyarak evden çıkdılar. O toprağı kâfirlerin başlarına
serperek aralarından gitdiler, Hiçbir kâfir farkına varmadı. Yalnız bir kişi
görmüşdü. Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» görmediniz, o çıkıp gitdi
dedi. Kâfirler de kalkıp yüzlerinde ve başlarında olan toprakları sildiler.
·
120
— Hazret-i Muhammed «salllallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ebû Bekr
«radıyallahü anh» ile beraber Sevr dağındaki mağara kapısına geldiler. Hazret-i
Ebû Bekr «radıyallahü anh»; Önce ben gireyim, size bir zarar gelmesin dedi. Mağaradaki
delikleri gömleğini yırtarak kapadı. Sonra peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve
sellem» çağırdı. İstirahat et-diler. Deliğin biri açık kalmışdı. Ebû
Bekr «radıyallahü anh» orayı da ayağıyle kapadı. Fekat bir yılan ayağını
sokdu. Gece çok ızdırâb çekdi. Sabahleyin Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve
sellem» ayağını şiş görünce ne oldu? diye sordular. Gece yılan sokdu dedi.
Niçin haber vermedin deyince sizi rahatsız etmek istemedim dedi. Bunun üzerine
mübârek elini şiş olan yere sürdüler, derhal şiş ve ağrısı geçdi.
·
121
— Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Hazret-i Ebû Bekr
«radıyallahü anh» sabahladıkları mağaranın kapısının önünden bir ağaç yeşerdi,
üzerinde iki güvercin yuva yapdılar. Bir örümcek de
—
77 —
mağaranın
kapısında ağını kurdu. Kureyş kâfirleri, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve
sellem» gitdiğini duyunca ellerinde sopalarla arkasından, aramağa başladılar.
Mağaraya
az bir mesafede durup birini o mağaraya bakması için gönderdiler. O adam gidip
hemen geri döndü. Niçin geri döndün diye sorduklarında iki güvercin yuvası ve
bir de örümcek ağı olduğu için oraya kimse giremediğine kanaat getirdim dedi.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o güvercinlere hayr düâ etdi. Hak
teâlâ o güvercinlere Haremde yer verdi. Nice yıllar orada yaşayıp yavruladılar.
·
122
— Müşriklerden Sürâka bin Müdlec rivâyet etmişdir:
Kavmimin
reisi idim. Bir kişi geldi. Deniz kıyısında bir takım karaltılar gördüğünü,
bunların Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ve eshâbı olabileceğini
söyledi. Bu tahminin doğru olduğunu anladım fekat o şahsa, onlar falan falan
kimselerdir, develerini gaybetmişler, onları arıyorlardır dedim. Sonra eve
gelip atımı hazırlatdım. Kılıcımı elime alıp, atıma binip gitdim. Karaltılara
yaklaşınca Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» sesini duydum. Kur’ân
okuyordu. Arkasına hiç bakmıyordu. Ebû Bekr «radıyallahü anh» ise etrafı
kontrol ediyordu. O sırada atımın ayaklarının karnına kadar yere gömüldüğünü
gördüm. Feryad eyledim ki, siz benim hakkımda bed düâ etdiniz. Hayr düâ edin de
kurtulayım. And içerek, yolda gördüklerimi de geri çevireceğim dedim. Düâ etdiler,
t o halden kurtuldum. Yolda gördüklerimi de geri çevirdim.
Rivayet
olunur ki: Sürâka, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» o zeman, yolda
benim koyunlarıma rastlarsanız istediğinizi alabilirsiniz dedi. Cevâbında biz
müşriklerin bağışını kabul etmeyiz buyurdular.
·
123
— Hicretde Ümmü Ma’bedin çadırına varmışlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem», Ey Ümmü Ma’bed yanında hiç süt var mı? diye sordular. Ümmü Ma’bed,
yokdur ve koyunlarım da uzakdadır dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» çadırda bir koyun gördü ve bu nedir buyurdular o za’îf, kuvvetsiz bir
koyundur, onun için diğerleriyle beraber göndermedim dedi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» izn verirsen bu koyundan süt sağalım buyurdular.
O da siz bilirsiniz ama, o hiç bir erkek koyun ile cem’ olmamışdır dedi.
«Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve seilem» koyunu sağdılar.
O
kadar süt çıkdı ki, çadırdaki bütün kaplar doldu, kendileri ve yanındakiler
içdiler, Ümmü Ma’bede de kaldı ve oradan ayrıldılar. Ümmü Ma’bed o koyundan
Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» zemanına kadar sabah akşam süt sağdığını
söylemişdir.
·
124
— Ebû Ca’fer Muhammed bin Harir - İttabarî rivayet ediyor; Ümmü Ma’bed
Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cize görünce, kötürüm olan
oğlunu huzûrlarma götürdü. Düâ buyurdular. Oğlu yürüdü.
·
125
— Zemahşerî Rebî’ül Ebrâr adlı kitabında rivayet ediyor: Ümmü Ma’bed diyor ki:
Resûlullah •«sallallahü aleyhi ve sellem» o gece çadırında istirâhat
buyurdular. Abdest için su istediler, ellerini ve ağızlarını yıkadılar.
Ağızlarının suyunu b;r dikenin dibine dökdüler. Sabahleyin o diken
büyük bir ağaç olmuşdu. Üzerinde iri yemişler vardı. Kokusu aııber gibi, tadı
şeker gibi, aç kimse yese doyar, susuz kimse kanar, hasta yese sıhhat bulur,
üzüntülü yese sevinçli olurdu. Yaprağından yiyen koyun veyâ deve hesabsız süt
verirdi. Ağacın adını Mübârek koymuşduk. Her tarafdan gelip hastalara şifâ için
yemişlerinden götürürlerdi. Bir gün seher vaktinde Mübâreğin yemişlerinin
dökülmüş, yapraklarının küçülmüş olduğunu gördük. Çok üzüldük. O sırada
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat haberi geldi. 30 yıl sonra bir
sabah vakti, kökünden budaklarına kadar diken olduğunu, yemişlerinin
döküldüğünü gördüm. Hazret-i Ali «radiyallahü anh» m vefat haberi geldi. Artık
yemiş vermedi. Yalnız yapraklarından faydalanırdık. Bir gün de ağacın özünden
kan akdi ve yaprakları soldu. O zeman Hazret-i Hüseyn «radıyalla-hü anh» m
şehâdet haberi geldi. Sonra ağaç, kökünden kurudu. Zemahşerî bu hikâyenin koyun
hikâyesi kadar meşhûr olmadığı şâyân-ı hayrettir, diyor.
·
126
— Mekkeliler, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Ümmü Ma’bedin çadırına
gelinceye kadar ne tarafa gitdiğini bilemediler. O gün Ebî Kubeys dağının
tepesinden bâzı beytler duydular, fekat söyliyeni göremediler. O beytlerden
ikisi şunlardır:
Allah
onlara pek çok bol iyilikler versin, Çadırından çıkdılar artık Ümmü Ma’bedin.
İkisi göç etdiler hak olan emir ile,
Muhakkak
felâh bulur refiki Muhammedin «aleyhisselâm»
Bu
beytleri duyan Mekkenin
müşrikleri, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine taretin a
gittiğini anladılar.
·
127
— Hicret yolunda Büreyde-i Eslemî kendi kabilesinden yetmig>
kişi
ile Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tesadüf etdi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Büreyde’ye ismi ile hitâb etdi ve işimiz soğuk
oluyor, kötüleşecek buyurdular. Sonra Büreyde’nin Eşlem kabilesinden olduğunu
anlıyarak selâmet bulduk, buyurdular. Büreyde sen kimsin diye sordu. Muhammed
bin Abdullah ve Resûlullahım buyurdular. Büreyde hemen Allahdan başka ma’bûd yokdur
ve sen onun kulu ve Resûlüsün, dedi. Diğer yetmiş kişi de îmân etdi. Beraber
Medîne-i Münevveyere doğru yürüdüler. Medine’ye az kalmışdı. Büreyde, yâ
Resulallah «sallallahü aleyhi ve sellem» sancaksız Medine’ye girmek olmaz deyip
sarığını çıkarıp, kılıcının ucuna bağladı ve öne geçerek Medineye girdiler.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Ey Büreyde, benden sonra Horasan
vilâyetinde Zülkarneynin kurduğu Merv şehrine gideceksin. Vefatın da orada
olacakdır. Kıyâmet gününde şark ehlinin önderi olacaksın) buyurdular.
Buyurdukları gibi oldu. Hadîs âlimleri, şehrler hakkında en sıhhatli hadîs
Büreyde «radıyallahü anh» hadîsidir, demişlerdir.
Büreydenin
«radıyallahü anh» kabri, yine eshâb-ı kirâmdan olan Hakim bin Amr Gıfârî’nin
«radıyallahü anh» kabrine yakındır. Hakim bin Amr hicretin ellinci senesinde,
Büreyde altmışıncı senesinde vefât etmiş-dir. «Radiyallahü anhümâ.»
·
128 — Selmân-ı Farisî «radiyallahü anh»
Müslimân olmadan önce bir çok râhibler ve patriklerle sohbet etmişdi. Her biri
diğerini tavsiye ediyordu. En son râhibden vasıyyet istedi ve vefatınızdan
sonra kimi tavsiye edersiniz, dedi. Râhib de tavsiye edeceğim kimse yok, yalnız
yakın zemanda İbrahim «aleyhisselâm» m dîni üzerine bir peygamber ge-lecekdir.
Onun hicret yeri hurmanın bol olduğu iki taşlık arazi arasında olacakdır.
Hediye kabul edip sadaka kabul etmiyecekdir. Selmân-ı Farisî bu vasiyyet
üzerine Arabistan’a gidip Medine’ye yerleş-di. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» hicret edince Küba’da konaklamışdı. Selmân-ı Farisî diyor ki: Bir
şeyler yanıma alıp, Re-sûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma
götürüp bu sadakadır dedim. Eshâbma «radıyallahü anhüm» yiyiniz buyurdular.
Kendileri yemediler. Kendi kendime, râhibin dediklerinden birisi meydana çıkdı
dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Kubadan Medineye gelince yine
birşeyler toplayıp huzûrlarma götürdüm. Bu hediyyedir dedim. O ze-man eshâb-ı
kirâm «aleyhimürrıdvân» ile beraber yediler. Kendi kendime, ikinci alâmet de
oldu dedim. Bir gün Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvân» birinin cenazesinde
Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gör--düm. Üzerlerinde bir izâr bir de
ridâ vardı. Mühr-ü nübüvveti görmek için hep arkalarından yürüdüm. Bir ara
ridâlarmı omuzlarından aldılar. Nübüvvet mührünü gördüm. Gayri ihtiyarî öpdüm
ve ağladım. Beni huturlarına çağırdılar. Olanları anlatdım.. Hoşlarına gitdi ve
herkese de anlat buyurdular.
·
129
— Selmân-ı Fârisî «radıyallahü anlı» anlatıyor: Ben bir yahû-dinin kölesi idim.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», efendine söyle seni satılığa çıkarsın
buyurdular. Ben de çok zorladım, ancak beni çok ağır şartlarla mükâteb etdi.
Ya’nî herbiri tutmak şartiyle üçyüz hurma fidanı dikersen ve dört bin dirhem
gümüş verirsen seni âzâd ederim dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Eshâbma, kardeşinize yardım edin buyurdular. Onlar da «radıyallahü anhüm» üçyüz
hurma fidanı getirdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» üç yüz çukur
kaz buyurdular. Kazdım. Kendileri gelip mübarek elleriyle hepsini dikdiler.
Hepsi de tutdu. Sonra Eshâb-ı Kirâmdan «aleyhimürrıdvan» birisi bir yumurta
büyüklüğünde altın getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ■beni
çağırıp o altını verip bununla Kitâbetini temamla buyurdular. Bu azdır dedim.
Allahü teâlâ senin borcunu bununla eda edecekdir buyurdular. Götürüp tartdım.
Tam efendimin istediği kadardı.
·
130
— Selmân-ı Fârisî îmâna gelmiş, fekat ne dediği anlaşılmıyordu. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bir tercümân istediler. Arabi ve fârisî bilen bir
yehûdî tüccar buldular. Selmân-ı Fârisî «radıyalla-hü anh» Hazret-i Muhammedi
«sallallahü aleyhi ve sellem» medh edip, yehûdileri kötülüyordu. Yehûdi
tercümânm işine gelmediğinden değişdi-rerek «Bu size kötü söylüyor ve sövüyor»
dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» üzüldüler. Hemen Cebrâil
«aleyhisselâm» gelip tercüme yapdılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
de bu tercümeyi kelime kelime yehûdi tercümâna söylediler. Yehûdi, «Yâ Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» sen bu lisanı biliyorken niçin beni çağırdın dedi.
Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» de Ben bilmiyordum. Cebrâil
«aleyhisselâm» gelip öğretdi buyurdular. Bunun üzerine tercümânlık yapan Yehûdi
tüccar müslimân oldu. Sonra Hazret-i Mu-'hammed «sallallahü aleyhi ve sellem»
Cebrâile «aleyhisselâm», Selmâna «radiyallahü anh» Arab dilini öğret,
buyurdular. O da «Gözlerini yumsun, ağzını açsın» dedi. Ağzının barım ağzına
koyunca hemen arabî konuşmağa başladı.
·
131
— Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» devesi üzerinde Me-
•dîneye
girdiğinde, kabileleri, mahalleleri dolaşıyordu. Yolunu kesip, «Buğrada müsâfir
olunuz» diyen çokdu. Onlara, «Yolumu kesmeyiniz, devem. -1
t
—
81 — Peygamberlik
Müjdeleri — F. 6
nerede
çökerse orada kalacağım» buyururlardı. Deve Sehl ve Süheyl adında iki yetimin
arsasında çökdü. Ebû Eyyüb Ensârî «radıyallahü anh» deveyi kendi evine çekdi.
Sonra o iki yetimin rızaları alınıp oraya mes-cid yapıldı. Şerefül Mustafa adlı
kitâbda şöyle yazılıdır: Hazret-i Mu-hammed «sallallahü aleyhi ve sellem» o
mescid yapılırken Ebû Bekre «ra-dıyallahü anh» şu vasfda birkaç direk lâzım,
buyurdular. Ebû Bekr «ra-dıyallahü anh» da «O vasfdaki direklerden Mekkede bir
evde vardı, keşki burada olsalardı, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» «İster misin?» buyurdular. Ebû Beki «radıyallahü anh» da «Evet» dedi.
Düâ buyurdular. Direklere kanadlar verildi. Uçup geldiler. Yerlerine konuldu.
·
132
— Ümmül mü’minîn Safiyye «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Babam Huyey bin Ahtab
ve amcam Yâser bin Ahtab çocukları arasında beni çok severlerdi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Küba’ya teşrif etdikleri zeman, babam ve amcam
karşılamak için sabahleyin erken çıkdılar, akşam geldiler. Pek çok yorgun ve
üzgün görünüyorlardı. Kendilerini karşılayınca her zamanki gibi bana iltifat
göstermediler. Kendi aralarında üzüntülü olarak konuşurlarken şunları
duyabildim:
Amcam
— Bu odur dedi.
Babam
— Yemin ederek, evet. Odur dedi.
Amcam
— Sen onun peygamber olduğunu anladın mı, isbât eder-misin? dedi.
Babam
— Evet dedi.
Amcam
— Senin gönlünde ne vardır? diye sordu.
.Babam
— Yaşadığım müddetçe düşmanlıkdır, dedi.
·
133
— Hicretden evvel Medîneliler Abdullah bin Selûl’ü reis edinmiş, ona
cevherlerle süslü bir taç y ermişlerdi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» Medîneyi şereflendirdiği zeman, halk kendilerine çok iltifat ve
mütabeat gösterdiler. İbni Selûl bir köşede kıymetsiz kaldı. Peygamberimizi
«sallallahü aleyhi ve sellem» öldürmek veya sıkıntı vermek istedi. Birkaç kâfir
onun yanında toplandı; Lebîd bin Âsim, falan mahallede Hayre isimli sihr yapan
bir kocakarı vardır dedi. Bin dirhem gümüş ve on top kumaş verdiler. Eğer
Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» öldürürsen sana dahâ çok şeyler
vereceğiz dediler. Kocakarı bir güvercin yavrusuna iğneler batırıp, ipliklerle
düğümler yapıp güvercine sardı. Medinenin dışında har âb bir kuyuya koyup
ağzını kapatdı. Hemen Hazret-i Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem
hastalandı, dokuz gün a'zâları hareketsiz kaldı. Çok ilâç yapıldı ise de
geçmedi. Nihâyet Cebrail «aleyhisselâm» durumu haber verdi. Peygamberimiz
«sallallahü aleyhi. ve sellem» kuyunun yerini ta’rif etdiler. Kendisini
oraya götürdüler. Kuyuyu açdı, güvercini çıkardı, rekat düyümleri çözemedi.
Cebrail «aleyhis-gelâm» nâzil olup Mu’avvezeteyn sûrelerini getirip, bunları o
düğümlerin üzerine oku dedi. Okudukça o düğümler açılıyor, iğneler çıkıyordu.
Sûreler bitince hepsi çözülüp, temâmen sıhhate kavuşdular. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» sihri yapanları azarladı. Medine halkı ise onları
linç edip öldürdüler.
·
134
— Ammâr bin Hüzeyme anlatıyor: Evs ile Hazrec kabilelerinde Ebû Âmirden fazla
Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» medh eden yok idi. Çünki Ebû Âmir
yehûdilerle çok konuşmuş ve din aramak için Şam’a gidip, orada yehûdî ve
hıristiyanlardan Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» in hilyesi ve
sıfatları hakkında çok bilgi toplamışdı.
Medine’ye
dönünce ruhbanlık da’vâsı edip yün elbiseler giyer ve her zeman millet-i hanîfe
da’vâsı ederdi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamber
olunca Ebû Âmir, Mekkeye gitmedi. Medi-neye hicret buyurunca Ebû Âmirin gönlüne
hased ve nifak düşdü. Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem»
huzûrlarına varıp, «Ne ile peygamber oldun?» diye sordu. «Dîn-i hanîfe ile»
buyurdular. «Sen bu dîne birşeyler karışdırmışsın» dedi. Ben bu dîni açık ve
temiz getirdim, senin yehûdî ve hıristiyan âlimlerinden benim sıfatlarımı
duyduğunu söylüyorlar, buyurdular. Sen o değilsin, dedi. Yalan söylüyorsun,
buyurdular. Yalan söyleyen vatanından sürülüp garîb yerde vefat etsin, dedi.
Burada Ebû Âmir, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vatanı o1
an Mekke’den sürülüp Medîneye geldiğini kasdetmek istedi. Peki, kim yalan
söylüyorsa öyle olsun, buyurdular. Ebû Âmir Mekkeye gitdi. Mekkenin kâfirlerine
tâbi’ oldu. Mekke feth olunca oradan Taife kaçdı. Tâif halkı îmân edince oradan
Şam’a gitdi. Dolayısiyle vatanından sürülmüş garîb oldu ve orada öldü.
·
135
■— İslâmiyetden evvel Şam’da İbni Heyyebân adında bir yehûdî vardı. Medîneye
gelip, Benî Karîze kabilesinde yerleşdi. Bu kabileden biri diyor ki, onun gibi
edeb ve şartlarını gözeterek ne-maz kılan görmemişdim. Yağmur düâsı için hep
ona giderdik, önce sadaka verin derdi. Verirdik. Sonra düâ ederdi. Hemen yağmur
yağardı. Vefatının yaklaşdığım anlayınca, yehûdilere: Ey yehû-diler, biliyor
musunuz ben niçin ni’meti bol olan Şamı bırakıp da, kıtlık bulunan Medineye
geldim? Allah bilir, dediler. İbni Heyyebân: İlâhî kitablarda, âhır zeman
peygamberinin buraya hicret edip, dînini burada kuvvetlendireceğini okumuşdum.
Onu görüp îmân ve ona
hizmet
etmekle şereflenmek için buraya geldim, dedi. Ömrüm vefa etmedi. Siz ona
yetişirseniz câhilliği ve inadı bırakıp îmân edip hizmet edin. O kendisine
inanmıyanları öldürecek, kadın ve çocuklarını da esir ala-cakdır. Zeman gelip,
Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» Benî Karîze kabilesini muhasara
etdiği zeman içlerinde İbni Heyyebân’m va-sıyyetini işitenlerden bazıları, bu
İbni Heyyebân’m söylediği peygamberdir, dediler, bazısı da yok, o değildir
dedi. O peygamberdir diyenler hisardan aşağı inip îmân etdiler. Kendilerini,
mallarını ve çoluk çocuklarını kurtardılar.
·
136
— Rufâ’a bin Râfi’ «radıyallahü anh» anlatıyor: Bedr gazâsm-da kardeşim Hallâd
ile bir deve yavrusuna binmişdik. Devemiz Revha denilen yere gelince yoruldu
kaldı. Kardeşim. Yâ Rabbî eğer bu deve bizi tekrar Medîneye götürürse bunu
kurban keseceğim dedi. O sırada Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
geldiler. Bizi öyle görünce su istediler. Bir kaba abdest aldılar. O sudan
kendileri deveye içirdi ve her tarafına dökdü. Bininiz buyurdular. Deve bizi
koşa koşa götürdü. Bedr’-den dönünce Medîneye vardık, deve yine kaldı. Hemen
kardeşim deveyi kesip fakirlere dağıtdı.
·
137
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bedr gazasında mü-bârek eliyle
birkaç yeri işâret ederek burada falan, şurada falan şehid olacaklardır
buyurmuşlardı. Hepsinin belirtilen yerde şehid olduklarını Ömer «radıyallahü
anh» yemin ederek bildirmişdir.
·
138
— Bedr gazasında müşriklerden bir kısmı harbe gitmemiş, rneh-tabda eğlenirken
yakın bir yerden birkaç beyt duydular Fekat söyliyeni göremediler. Beytlerde
Millet-i hanefiyyenin gâlib geldiği söyleniyordu. Mehtabdakiler, hâdiseyi
Kâ’bedeki ihtiyarlara söylediler. Onlar da Mu-hammed «sallallahü aleyhi ve
sellem» gâlib gelmişdir, çünki, O’na ve onun eshâbma «radıyallahü anhüm»
hanefiyye denir dediler. Bir gece sonra müşriklerin hezimeti haberi geldi.
·
139
— Mekkede Ukbe bin Ebî Mu’ayt adında bir kâfir, Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» hicret edince iki beyt okudu:
Ey
Nâke-i Kusvâya binip de hicret eden,
Az
zeman sonra beni ata binmiş görürsün.
Oklarımı
hep senden olanlara atarım,
Kılıcıma
su verir hep sîzlere vururum.
Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bu beytleri duyunca (Yâ Rabbî, onu burnunun
üzerine düşür, sar’a hastalığı ver) diye beddüâ etdiler.! Bedr gazâsı olunca o
kâfirin atı serhoş oldu. Eshâb-ı kirâmdan «radiyailahü anhüm» birisi onu esir
etdi. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna getirdiler. Emr
buyurdular, boynu vuruldu.
·
140
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bedr gazâsmda Es-hâb-ı Tâlût kadar
ya’nî üç yüz onbeş kişi idiler. Onlara şöyle düâ buyurdular: (Yâ Rabbî, onların
elleri boşdur, doldur. Çıplakdır, giydir. Aç-dır, doyur.) Hepsinin, Bedr’den
dönerken karınları tok, elbiseleri ve birer ikişer develeri vardı.
·
141
— Hazret-i Ömer «radiyailahü anh» demişdir ki: (Çok olanlar hezimete uğrayacakdır.)
Âyet-i kerîmesi gelince bu hezimet-i cem' nedir diye düşünüyordum. Bedr
gazâsmda Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» zırhını giyerken bu âyet-i
kerîmeyi okuduğunu duydum. O zeman âyet-i kerîmenin neye işaret etdiğini
yakînen anladım.
-42
— Bedr çenginden evvelki gece Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem»
askerinin üzerine şiddetli bir uyku gâlib geldi. Kalkmak isteseler de
kalkamıyorlardı. Zübeyr «radiyailahü anh» diyor ki: Bir parça doğrulup oturmak
istesek yine düşüyorduk. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve bütün
eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» hep böyle idik. Rüfâ’ bin Râfi’ «radiyailahü
anh» diyor ki: O gece öyle uykuya dalmışım ki, ihtilâm oldum. Gusl erdim.
Kureyş kâfirlerinin bizim askerlerimizin yakınında konakladıklarını gördüm.
Fekat korkularından hareket edemiyorlar, kımıldanamıyorlardı. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Ammâr bin Yâseri ve İbni Mes’ûdu «radiyailahü
anhümâ» kâfirler hakkında haber getirmeleri için gönderdi. Gidip geldiler. Yâ
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kâfirler öyle korkmuşlar ki, atları
bir ses çıkarsa, başına vuruyorlar, dediler.
·
143 — Emîr-ül Mü’minîn Ali «radıyallahü
anh» anlatır: Cenk gününde Bedr kuyusundan su çekiyordum. Bir kuvvetli rüzgâr
gelip geçdi. Arkasından daha, kuvvetli bir yel geçdi. Üçüncü olarak bir
kuvvetli yel daha geçdi. Birincisi Cebrâil «aleyhisselâm» bin melek ile
geçmişdi. İkincisi Mîkâil «aleyhisselâm», üçüncüsü İsrafil «aleyhisselâm» idi
ki biner melekle
geçmişlerdi. Mîkâil «aleyhisselâm» Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem»
sağında duruyordu. Ebû Bekr «radiyailahü anh» da orada idi. İsrâfil
«aleyhisselâm» sol yanlarında idi, ben de orada idim.
İbn-i
Abbâs «radıyallahü anhüma» rivayet etmişdir: Ensârdan biri
—
§4 —
Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma gelip, ben bir kâfirin arkasından
gidiyordum. Başımın üstünde bir kamçı sesi duydum. Önümdeki kâfir yüzüstü
düşdü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem,» o melekdir, Hak teâlâ bize
yardım için gönderdi, buyurdular. O gün Ebû Bürde «radıyallahü anh» da huzûra
geldi. Üç baş getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sağ elin dâima
muzaffer olsun buyurdular. Bu başların ikisini ben kesdim, birisini de güzel
yüzlü beyaz tenli bir yiğit kesdi, dedi. Yine, o yiğit melekdir, buyurdular.
Bedr’deki
eshâbm «radıyallahü anhüm» çoğu, biz kâfire kılıç vurmadan başları düşerdi,
derlerdi.
·
144
— Ebû Süfyân bin Harb Bedr’den kaçıp Mekkeye gitdiğinde Ebû Leheb harbin
durumunu sordu. Düşmanlar silâh kuşanmış, ne tarafa sal-dırıyorlarsa vuruyorlar
ve yer ile gök arasında atlara binmiş beyaz tenli kimseler uçarlar, hjçbir
şekilde onlara mukavemet edemeyiz, dedi. Benî Gifardan birisi anlatıyor: Ben ve
amcam oğlu henüz îmân etmemişdik. Bedr gazasını seyredebileceğimiz bir tepeye
çıkdık. Hangi taraf gâlib gelirse, onlarla beraber yağmaya katılacakdık.
Üzerimizden bir parça bulut geçdi. İçinden at seslerini işitirdik. O sırada
birisi ileri yâ Hayyûm dedi. Hayyûm Cibril’in «aleyhisselâm» atının adıdır. Bu
heybetden amcamın oğlu öldü. Ben de az kalsın ölüyordum.
·
145
— Bedr gazasında Ka’b bin Amr, Abbasi «radıyallahü anh» esir etmişdi. Halbuki
Ka’b çok zaîf, Abbâs «radıyallahü anh» ise çok cüsseli ve kuvvetli idi.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ka’ba, Abbasi nasıl tutdun? diye
sordu. Ka’b da bana heybetli ve kuvvetli birisi yardım etdi. Onu evvelce
görmemişdim. Sonra da görmedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sana
bir melek yardım etmiş buyurdular.
·
146
— Abbâs «radıyallahü anh» esir olunca yanında yirmi kıye altın vardı. Çünki
Kureyş’den on kişiye askerin yiyeceğini te’min için bu-kadar altın verilmişdi.
Abbâs «radıyallahü anh» da on kişiden biriydi, kendisine sıra gehnemişdi. Abbâs
«radıyallahü. anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» benden o
altınları aldı. Ben, o altınları benim fidyeme sayınız, dedim Düşmanlarıma
yardım için olan para fidye olarak hesablanmaz sen ve müteallakâtm için ayrı
fidye vereceksin, buyurdular. Başka param yok, dilencilik mi yapayım? dedim.
Ümmül Fadl da bir altının yok mu? buyurdular. Sen onu nereden biliyorsun?
dedim. Bana Allahü teâlâ haber verdi, buyurdular. Altını Ümmül Fadl’a verirken,
Allahdan başka kimse görmedi. Ben şehâdet ederim ki Allahdan başka ilâh yokdur
ve sen onun Resûlüsün, dedim.
·
147
— Ukâşe «radıyallahü anh»m Bedr gazâsmda kılıcı kırıldı. Re-suiûllah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bir ağaç dalını verip bununla harb et dediler.
Eline alıp hareket ettirince güzel bir kılıç oldu. O kılıcın ismini Avn
koydular. O kılıcı mürtedlerle yapılan harbde şehîd oluncaya kadar bütün
gazâlarda kullandı.
·
148
— Ümeyye bin Halef, Habîbe «radıyallahü anh» bir kılıç vurup kolunu omuzundan
kesdi. Habîb «radıyallahü anh» da Ümeyyeyi öldürdü. Sonra Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Habîbin «radıyallahü anh» kolunu yerine koydu,
tutdu.
·
149
— Bedrde, Katâde bin Nu’man «radıyallahü anh»m gözüne bir şey değip, gözü
çıkıp, önüne düşdü. Kavmi onu kesmek istediler. Sonra Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» ile meşveret edelim dediler. Resûlullah Katâdenin gözünü
yerine koyup sıvazladı. Diğer gözü gibi ve evvelki halinden dahâ ışıklı gördü.
Bu hâdisenin Uhud muharebesinde Re-sûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem»
korurken meydana geldiği de rivâ-yet edilmişdir.
·
150
— Sâib bin Hubeys «radıyallahü anh» Ömer «radıyallahü anh» zemanmda
anlatıyordu: Bedr gazasında beni kimse esir etmedi. Ata binmiş, beyaz tenli,
uzun boylu birisi, havadan gelerek beni kureyşlilerle beraber kaçarken
yakaladı, bağladı. Sonra Abdurrahman bin Avf «radıyal-lahü anh» gelip beni
bağlı buldu. Sonra Abdurrahman bin Avf «radıyal-cevâb vermedi. Resûlullahın
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna götürdü. Seni kim bağladı? Buyurdular.
Doğrusunu söylemek istemedim. Bilmiyorum dedim. Seni melek bağladı buyurdular.
O söz hâlâ kulağımda-dır. Fekat geç müslimân oldum.
·
151
— Kureyş’den Umeyr ve Safvân muharebeden sonra Bedrdeki hezimeti
konuşuyorlardı. Umeyr’in oğlu da esir olmuşdu. Safvân, geçimimiz de güçleşdi
dedi. Umeyr, doğru söylüyorsun, yaşamanın tadı kalmadı. Eğer borcum olmasa,
çoluk çocuğun geçim derdi olmasa gidip Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem»
öldürürdüm. Çünki orada yalnız başına geziyormuş, herkesle konuşuyormuş. Sonra,
oğlum da orada esir olduğu için behânem de var dedi. Safvân, borcunu ben
veririm, çoluk çocuğuna da bakarım tek sen bu işi yap dedi. Safvân, Umeyr’in
yol hazırlığım gördü, kılıcına zehrli su verdi. Umeyr, Safvâna bu iş aramızda
kalsın deyip yola çıkdı. Medineye geldi. Mescid kapısında kılıcını kuşandı
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» doğru yürüdü. Ömer «radıyal-lahü anh»
da bir kaç kişi ile oturmuşdu. Umeyr’i görünce tanıdı.
Şu
köpeği tutun, o Bedrde bizim az olduğumuzu söyliyerek kavmint teşvik ediyordu
dedi. Umeyr’i tutdular. Ömer «radıyallahü anh» Resûlul-laha «sallallahü aleyhi
ve sellem» haber verdi. Buraya getirin buyurdular. Ömer «radıyallahü anh» çok
sıkı tedbirle Umeyr’i Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzurlarına
götürdü. Ensârdan ba’zılarma da, taarruz edebilir diye Resûlullahın «sallallahü
aleyhi ve sellem» etrafında dikkatli olmalarını söyledi. Yâ Ömer «radıyallahü
anh» Umeyr’i salıver gelsin buyurdular. Umeyr’e niçin geldin? diye sordular.
Oğlum burada esir olduğu için geldim dedi. Yalan söyleme, doğrusunu
söylemeyince kurtulamazsın buyurdular. Umeyr, yine oğlu için geldiğini söyledi.
Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» Safvân ile Bedrin hezimetini
konuş-dunuz. O senin borcunu vermeğe çoluk çocuğuna bakmağa kefil oldu. Sen de
beni öldürmek için geldin fekat mâni oldular değil mi? buyurdular. Umeyr, Sen
Allah’ın Resûiüsün şimdiye kadar cahilliğimden seni inkâr edermişim. Çünki bu
işi Safvân ile ben biliyorduk. Bu işi ancak Allahü Teâlâ haber vermişdir dedi.
Kardeşinize îslâmm hükmlerini öğretin buyurdular. Sonra izn alarak Mekkeye
geldi. Çok kimseler onun vâsıtasiyle-; îmân etdiler.
·
152 — Haris bin ebi Dirâr esirlerini satın
almak için birkaç deve ile bir câriye alıp Medineye giderken yolda develeri ve
câriyeyi sakladı eli boş Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma
vardı. Esirleri istedi. Fidye olarak ne getirdin? buyurdular. Hiç bir şey
getirmedim dedi. Falan yerde sakladığın develer ve câriyen nerede? buyurdular
Hâris-hemen Müslimân oldu. Çünki develeri ve câriyeyi sakladığını kendisinden
başka kimse bilmezdi.
·
153 — Kabâs bin Eşyem «radıyallahü anh»
anlatıyor: Bedr muharebesinde müşriklerin tarafında idim. Müslimânlarm azlığı
müşriklerin çokluğu hâlâ gözümün önündedir. Müşrikler hezimete uğrayıp, her
biri kaçmağa başladı. Kalbimden «böyle bir iş görmedim, harbden yalnız kadınlar
kaçar» diyordum. Sonra ben de kaçıp Mekkeye geldim. Bir müddet kaldım. Gönlüme
İslâm merakı düşdü. Medineye gidip Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem»
söylediklerini duyayım dedim. Medineye gitdim., Resûlullahı «sallallahü aleyhi
ve sellem» sordum. Mescidin gölgesinde eshâbı «radıyallahü anhüm» ile oturuyor
dediler. Oraya gidip selâm ver-, dim. Yâ Kabâs bin Eşyem, Bedr gazâsmda «Böyle
bir iş görmedim, harbden yalnız kadınlar kaçar» diyen sen değil miydin?
buyurdular.
Ben
de hemen sen Allahın eRsûlüsün dedim. Çünki o sözü değil başkasına söylemek,
yalnız kalbimden geçirmişdim. Musâfeha ederek bî’at etdim. Müslimân oldum.
·
154
— Mervânm kızı Asrnâ Hazret-i Resûlullahm «sallallahü aleyhi, ve sellem» ve
İslâm dîninin aleyhinde her yerde konuşuyordu. Bilhassa erkekler Bedr
muharebesine gittiğinde yine İslâmî kötüleyen şiirler yazdı. Bu şiir, a’mâ
olduğu için harbe gidemiyen Amîr’in kulağına geldi. Al-lahü teâlâya söz verdi
ki; Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Bedr’den dönünce Asmâ’yı
öldürsün. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’ye teşrif edince,
Amir gece yarısı Aşmâ’nın evine gir di. Çocuklarını etrafına almış uyuyordu.
Memesi de en küçük oğlunun ağzında kalmışdı. Çocuğu bir tarafa çekdi. Kılıcı
göğsüne vurdu, zorladı, arkasından çıkdı. Sabah nemazım Peygamberimiz
«sallallahü aleyhi ve sellem» ile kıldıkdan sonra, yâ Amir, Mervan’m kızını
öldürdün mü? buyurdular. Evet dedi, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Eshâbma «radiyallahü anhüm» dönerek, eğer Allah Resûlüne gâibden yardıma
çalışan birini görmek isterseniz Amîr’e bakınız buyurdular. Hazret-i Ömer
«radiyallahü anh» gecesini ibâdetle geçiren bu a’mâmıdır, dedi. (A’mâ, deme, o
görür) buyurdular.
·
155
— Da’sûr bin Haris bin Muhârib bir gün Benî Haris ve Benî Sa’-lebe
kabilelerinden topladığı kimselerle Medine köylerini basmak için yo la
çıkmışlardı. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» de dört yüz elli kişi
ile onlara karşı çıkdı. Benî Sa’lebeden birisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi
ve sellem» huzûruna gelip îmân etdi ve onların karşılıklı harb etmeğe
niyyetleri olmadığını söyledi. Zaten neleri var ise gizlemiş, dağa,
kaçmışlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» orada üç gün kaldılar.
Dördüncü gün bir iş için oradan ayrıldılar. Yağmur yağdı, ıslandılar. Bir
ağacın dibinde oturup elbiselerini kuruturken, dağ başından görüp Da’sûra haber
verdiler.
Da’sûr
kılıcı ile dağdan inip Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanma geldi ve
seni benim elimden kim kurtarabilir? dedi. Allahü teâlâ kurtarır, buyurdular.
Hak teâlâ o anda Cebrail’i «aleyhisselâm» gönderip Da’sûrun göğsüne bir dâne
vurdu. Kılıcı elinden düşdü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Da’sûr’un
kılıcını alıp, seni benim elimden kim kurtarır? buyurdular. Da’sûr hiç kimse
kurtaramaz diyip Müs-limân oldu.
·
156
— Uhud muharebesinde İslâm askeri hezimete yüz tutarken Übeyy bin Halef bir ata
binmiş, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hamle yapdı. Mus’ab bin Umeyr
kendisini siper edip şehîd oldu. Yanlarında bulunan Süheylin yarım kılıcım
alıp, Übeyy’in koltuk altına bir kılıç vurdular. Hemen atının başını döndürüp
kaçdı. Kavmine geldiği zeman sığır gibi bağırıyordu. Ebû. Süfyân, bir diken
yarası kadar şeyden niçin bu kadar bağırıyorsun? dedi. Übeyy, Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» bana pazarda «Yakında sen benim elimde öleceksin»
demişdi. Bu kılıcı da o vurdu. Acısını Hicaz’daki insanlara dağıtsalar hepsi
ölür, dedi. Na’ra ve feryâd ederek o acıyla canı cehenneme gitdi.
·
157
— Yehûdî âlimlerinden Mahyerîk adlı bir zengin kişi vardı. Re-sûlullahm
«sallalahü aleyhi ve sellem» sıfatlarını kitâblarda okumuşdu. Fekat kendi
dinlerine olan sevgisi, âyinlerine alışkanlığı ve kavminin ha-miyyeti onu îmân
şerefinden mahrûm ediyordu. Uhud muharebesinin başladığı Cumartesi günü
kavmine: Bugün Muhammed’e «sallallahü aleyhi ve sellem» yardım etmek sizin
üzerinize vâcibdir dedi. Kavmi, bugün Cumartesi dediler. Mahyerîk, artık
Cumartesinin hükmü değişdi, dedi. Kavmine, «eğer bugün ölürsem malım
Muhammed’indir» «sallallahü aleyhi ve sellem» diye vasiyyet ederek, silâh
kuşanıp harbe gitdi. Şehid oldu. (Yehûdi’nin en hayırlısı Mahyerîkdir» hadîs-i
şerifi ile şereflendi. Resûlul-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mahyerîkin
bütün malını alıp, Medine’de •sadaka olarak dağıtdılar.
·
158
— Uhud harbinde Kazmân adında eshâb-ı kirâmdan biri evde kalmışdı. Kadınlar,
sen de bizim gibisin deyince utanıp silâh kuşanıp harbe gitdi. Müşriklerle çok
şiddetli çarpışıyordu. Onun bu gayretini Resû-lullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» haber verdiklerinde, O, cehennem-likdir buyurdular. Herkes hayret
etmişdi. Kazmân yedi kâfir öldürdü, kendisi de çok yara aldı. Eshâb-ı kirâmdan
«radiyallahü anhüm» ba’zısı onu görüp: Ey Kazmân, şehâdetin mübârek olsun
dediler. Kazmân; Ben •din için harb etmiyorum. Kureyşlilerin gâlib gelip
hurmalıklarımızı ha-râb edeceğinden korkuyorum, dedi. Yaraları kendisine çok
zahmet vererek, kılıcının üzerine düşüp öldü. Eshâb-ı kirâmdan
«aleyhimûrrıdvân» durumu bilmiyenler Resûlullalıa «sallallahü aleyhi ve sellem»
Kazmân yedi kâfiri öldürüp şehid oldu deyince, «Allahü teâlâ dilediğini yapar»
buyurdular. Sonra hurmalıklar için harb etdiği öğrenilince (Ben, Allah’ın
Resûlü olduğuma şehâdet ederim) ve sonra da (Allahü teâlâ bu dîni fâ-sık ve
fâcir kimselerle de elbette kuvvetlendirir) buyurdular.
·
159
— Uhud harbinde Mus’ab bin Umeyr «radiyallahü anh» muhâ-cirlerin sancağını
tutardı. İbn-i Kamiyye onu peygamber sanarak kuvvetli bir kılınç vurup sağ
elini kesdi. Mus’ab «radiyallahü anh» sancağı sol eline alıp Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın Resulüdür diye yemin etdi. İbn-i Kamiyye
bu söz üzerine geri dönüp bir kılmç daha vurarak sol elini de düşürdü. Bu sefer
sancağı bâzûsuyla tutdu. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» sancağı
Hazret-i Ali «radiyallahü anh» a verinceye kadar yere düşürmedi.
·
160
— Hanzala bin ebî Âmir «radiyallahü anh» Abdullah bin Ebî Selülün kızı Cemile
ile evlenmişdi. Zifâf gecesi Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» Uhud
muharebesine gitmiş ve Hanzala’ya «radiyallahü anh» o gece evde kalmasını emr
etmişlerdi. Hanzala «radiyallahü anh» sabah nemâzım kıldıkdan sonra Uhud
muharebesine gitmek istedi. Cemile bırakmayıp halvet taleb etdi. Cemile kavmine
haber gönderip şâ-hidlik için dört kimse istemişdi. Hanzala «radiyallahü anh»
halvete girdi, gusl icâb etmişdi. Fekat muharebeye gecikirim diye gusl etmeden
silâh kuşanıp Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Uhudda safların
-dizildiği zemanda yetişdi. Çok şiddetli çarpışdı. Ebû Süfyân bin Harb’i
atından yere yıkıp öldürmek için göğsüne oturduğunda, Ebû Süfyân Ku-reyşlileri
yardıma çağırdı, kendisini kurtardılar. Hanzala «radiyallahü anh» çok çarpışdı.
Sonunda şehîd oldu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gâlib geldikden
sonra dağın eteğini göstererek: Bakın, melekler sık saflar bağlamış, Hanzalayı
«radiyallahü anh» yağmur suyu ile yıkıyorlar, buyurdu. Ebû Esîd Sa’îd
«radiyallahü anh» diyor ki: Dağ eteği ne gitdim. Hanzala «radiyallahü anh»
yatmış başından sular damlıyordu Cemileye haber gönderip sorulduğunda gusle
muhtâc olduğu öğrenildi.
Cemileye
kavmi, niçin zevcinle cem’ olmada dört şâhid istedin diye sordular. Cemile,
rü’yâmda Hanzalanm «radiyallahü anh» gökden bir kapı açılıp içeri girdiğini,
sonra kapının yine kapandığım görmüşdüm. Hanzalanm «radiyallahü anh» şehid
olacağına kanaat getirdim. İstedim ki benimle cem’ olduğuna şâhid bulunsun,
dedi.
·
161
— Haris bin Samma «radiyallahü anh» anlatıyor: Hazret-i Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» dağın tepesinde idi, beni görünce, Abdurrahman bin Avf’ı
gördün mü? diye sordular. Dağdan aşağı inerken gördüm, etrafını müşrikler
sarmışdı. Yardım edecekdim, sizi görünce yanınıza geldim, dedim. Ona melekler
yardım ediyor, buyurdular. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf’m yanma geldim.
Etrafında yedi ölü vardı. Dâima muzaffer olasın. Bunların hepsini sen mi
öldürdün, dedim. Su ikisini ben öldürdüm, diğerlerini hiç tanımadığım bir kimse
öldürdü dedi.
·
162
— Emir-ül Mü’minîn Ali «kerremellahü vecheh» diyor ki: Uhud muharebesinde
Müslimânlar Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» önünden kaçmağa,
başladıkları zeman; uyanık olunuz! Muhammed öldürüldü, diye bir ses işitildi.
Ölüleri aradım, bulamadım. Kaçmasına da asla imkân yokdu. Kılıcımı çekip
müşriklerin toplu bulunduğu bir yere kendimi atdım. Müşrikler dağıldılar. Meğer
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» onların arasında imiş. Melekler onu
saklamışlar. Müşriklerden bir zarar gelmemiş.
·
163
— Ebû Berâ, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» iki deve ve iki at
hediyye gönderdi. (Eğer müşrikin hediyyesini kabul etseydim, Ebû Berâ’nın
hediyyesini kabûl ederdim) buyurdular. Yanında bulunanlar, yâ Resûlallah, onun
bir büyük çıbanı vardır, hiçbir ilâcın fâidesini görmemişdir, şifâ bulması için
bu hediyyeleri size gönderdi, dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
eline bir kesek parçası alıp mübâ-rek ağzının suyu ile bulaşdırdı. Bunu suya
atsın ve suyundan içsin buyurdular. Ebû Berâ öyle yapch, tam şifâ buldu.
·
164
— Reci’ gazvesinde Âsim bin Sâbit şehid oldu. Kâfirler başını alıp Sa’d’m kızı
Selakiye götürmek istediler. Çünki Asım «radiyallahü anh» bunun oğlunu Uhud’da
öldürmüşdü. Bu kadın da Âsimin başını getirene yüz deve vereceğim diye nezr
etmişdi. Kafatasında da şaı ab içecek idi. Hak teâlâ, Âsim «radiyallahü anh» m
etrafına çok sayıda arı gönderdi. Hangi kâfir yaklaşsa arılar yüzünü gözünü
şişiriyor, ölecek hâle getiriyorlardı.
Sonunda,
gece olsun, arılar çekilsin, o zeman götürürüz, dediler. Akşamleyin bir bulut
gelip yağmur yağdı, sel gelip Âsim «radiyallahü anh»’ m vücûdünü götürdü.
Emir-ül Mü’minîn Ömer «radiyallahü anh» diyor ki: Âsim «radiyallahü anh»
kâfirlere elini değdirmiyeceğine nezr etmişdi. Kendisi sözünde durdu. Hak teâlâ
da kâfirlerin elini onun bedenine değdirmedi.
·
165
— Reci’ gazvesinde Habîb bin Adî’yi «radiyallahü anh» esir edip Mekke
müşriklerine yüz deveye satdılar. Müşrikler onu çok zeman habs etdiler. Bir gün
bakdılar, Habîb taze üzüm yiyordu. Halbuki o zeman Mekke’de üzüm vakti değildi.
Bu üzümü nereden buldun diye sordular. Benim rızkımdır, Hak teâlâ gönderdi
dedi.
·
166
— Mekke müşrikleri Habîbi idâm etmek istediler. Habîb Mekke kâfirlerine bed düâ
etmeğe başladı. Muâviye «radiyallahü anh» diyor ki: Ebû Süfyân beni yere
yatırmak istedi. Düânın heybetinden beni öyle kuvvetli yere vurdu ki vücûdümün
ağrısı birkaç gün gitmedi. Çünki Arab-larda, beddüâ zemanında yere yatan, onun
tesirinden kurtulur diye bir zihniyet vardı. Habîbe bakanlardan bir yıl içinde
bir belâ ile ölmeyen’, çok az kimse kalmışdı. Emir-ül mü’minîn Hazret-i Ömer
«radiyallahü anh» Sa’îd bin Âmir’e Humusda bir iş verdi. Sa’îd arasıra
kendinden geçerdi. Ömer «radıyallahü anh» bu hâlin sebebini sorduğunda, Habîb
îdâm edilirken yanında idim. Ne zeman o hâl aklıma gelse, kendimden geçiyorum
dedi. Habîb, îdâm edilirken: yâ Rabbî, Resûlünle «sallallahü aleyhi ve sellem»
gönderdiğin her emre itâ’at etdim. Burada kimse yok ki selâmımı kendisine
götürsün, dedi. Usâme «radıyallahü anh» diyor ki: O zeman ben eshâb-ı kirâmdan
«radıyallahü anhüm» birkaç kişi ile Resûlullahm barek gözlerindenyaş akdi ve
kardeşim Cibril «aleyhisselâm» bana Hak «sallallahü aleyhi ve sellem»
yanındaydık. Kendilerinde vahy hâli göründü. Mübarek başını kaldırıp (ve
aleyhisselâm ve rahmetullah) deyip mübarek gözlerinden yaş akdi ve kardeşim
Cibrîl «aleyhisselâm» bana Hak teâlâ tarafından Habîbin selâmını getirdi.
Habîbi darağacmdan indirene Cennetde yer verilecekdir buyurdular. Zübeyr bin
Avvâm ve Mikdâd bin Esved «radıyallahü anhümâ» bu iş için hazırlandılar, gece
gidip gündüz saklanarak Mekkeye vardılar. Dar ağacının havalisine geldilbr. Gece,
kırk bekçi hep uyumuşlardı, yavaşça Habîbi aşağı indirdiler. Elinin yarası
üzerinde idi ve hâlâ kan akıyordu, kokusu misk gibi idi. Şahadetinden kırk gün
geçdiği halde vücûdünde bir değişiklik olmamışdı. Zübeyr «radıyallahü anh» onu
atının arkasına alıp yola koyuldular. Müşriklerin haberi oldu. Arkalarından
yetmiş kişi yola çıkdı. Zübeyr ve Mikdad «ra-dıyallahü anhümâ» Habîbi yere
koydular. Yer onu yutdu. Sonra müşriklerle harb etdiler. Müşrikler dağıldı.
Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldiler. Cebrail
«aleyhisselâm» nazil olup Illiyyîn melekleri, ümmetinden bu iki kişiyle
öğündüklerini haber verdi.
·
167
— Hicretin
dördüncü yılında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Selâm bin Ebil
Hukayk’ı öldürmek için, içlerinde Ebû Katâde «ra-dıyallahü anh» da bulunan beş
kişiyi Haybere göndermişdi. Gece evine girip öldürdüler. Geri geliyorlardı. Ebû
Katâde «radıyallahü anh» yayını orada unutmuşdu. Geri dönüp aldı. Bu arada
ayağı yaralandı, sarığı ile bağlayıp arkadaşlarına zor yetişdi. Arkadaşları
nöbetleşe taşıdılar Resû-lullahın «sallallahü aleyhi ve sellem »huzûruna
geldiler. Mübarek elleriyle sığadılar. Yara iyileşdi.
·
168
— Câbir bin
Abdüllah «radiyallahü anh» anlatıyor: Zât-ür-rü-kâ’ gazvesinde zaîf bir devem
vardı. Bir zeman sonra iyice çökdü O sırada Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» geldiler, niçin duruyorsun? dediler. Durumu söyledim. Bir asâ
istediler, üç kere vurdular. Sonra su istediler. Bir avuç su yüzüne serpdiler
ve bin dediler. Kendi develerini sür’atle sürdükleri halde onlara arkadaşlık
etmekden geri kalmadım.
·
169 — Zât-ür-rükâ’ gazvesi bitdikden sonra
atlı bir eşkiyâ, yanındaki bir devenin yularından tutduğu halde Resûlullahın
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarına geldi. Atımın karnında ne var? diye
sordu. Gay-bı ancak Allahü teâlâ bilir, buyurdular. Sonra yağmur ne zaman
yağar?, Yarın ne yapacağım?, Ben hangi kabiledenim? gibi sorular sordu, hepsine
ben bunları bilemem ma’nâsmda cevâblar verdiler. Sonra o eşkiyâ,. bu devemi
senin Rabbinden çok severim, dedi. (Ben de Rabbimi nefsimden, çocuklarımdan çok
severim) buyurdular ve başlarını secdeye koydular. Başlarını kaldırıp, Rabbim
bana haber verdi. Senin yüzünde bir yara çıkacak, eti ve derisi dökülecek,
sonra da öleceksin, buyurdular. Aynen dedikleri gibi oldu.
·
170
— Ümm-ülmü’minîn Cüveyriyye «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bizim kabilemiz olan beni Muşta-lak kabilesine
muharebe için yola çıkmışlardı. Kabilemizin reisi de babam idi. Ben rü’yâmda,
Medine’den bir ay doğup, benim yanıma kadar gelip durduğunu gördüm, fakat
kimseye söylemedim. Resûlullahın «sal-lahü aleyhi ve sellem» ordusu görününce
babam, üzerimize öyle bir asker geliyor ki, onlara karşı koymamıza imkân yok,
dedi. Ben de gelen orduya bakdım ki, Zâhirleri silâh kuşalı, bâtınları nûr-u
salâh ile dolu, sayısız askerden başka ablak atlara binmiş uğradıkları yerden
şiddetli rüzgâr gibi geçen erenler vardı. îmâna gelip «Resûlullahın «sallallahü
aleyhi ve sellem» nikâhı ile şereflenince İslâm ordusuna tekrar bakdım. O eski
çokluğu, heybeti, korku veren hâli göremedim. Onun, Allahın yardımı ve inâyeti
olduğunu anladım.
·
171
— Hendek gazvesinde, Eshâb-ı kirâm «aleyhimürridvan» Medine’ nin etrafına
hendek kazdılar. Büyük bir taşa rastladılar, hiç kimse kıramadı.: Selmân-ı
Fârisi «radıyallahü anh» durumu Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» haber
verdi. Gelip Selmân-ı Fârisi «radıyallahü anh» ile beraber hendeğe indiler.
Ba’zı eshâb-ı kirâm da «aleyhimürridvan» kenardan bakıyorlardı. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek eline bir külünç alıp taşa vurdular, taş
ikiye ayrıldı ve bir ateş çıkdı kî bütün Medine aydınlandı. Tekbîr getirdiler.
Oradaki eshâb-ı kirâm «aley-himürrıdvân» da getirdi. Bir dahâ vurdular. Yine
bir ateş çıkdı ve tekbir getirildi. Üçüncü de aynı şeklde oldu. Selmân-ı Fârisî
«radıyallahü anh» bu ne hâldir ki ben ömrümde böyle birşey görmemişdim. Selmânm
gördüğünü sîzler de gördünüz mü? diye sordular. Eshâb-ı kirâm
«aleyhimür-rıdvan» evet gördük dediler. Birinci ateş çıkmada, Kisranm
memleketindeki köpek dişi gibi köşkleri gördüm. Cebrâil «aleyhisselâm» ümmetin
bunları alacakdır dedi. İkinci ateş çıkmada Rûmun kızıl köşklerini gördüm.
Cebrâil «aleyhisselâm» ümmetine buralar da müyesser olacakdır dedi. Üçüncüsünde
Yemen’in büyük köşklerini gördüm. Cebrâil «aleyhisselâm» burayı da ümmetin feth
edecekdir diye haber verdi. Vâkıdî, Resû-lullalıın «sailallahü aleyhi ve
sellem» kisrânın beyaz köşkünün vasflarını da anlatdığını Selmân-ı Fârisînin
«radıyallahü anh» da tasdik etdiğini söylemişdir. Ayrıca Şam ve Yemenin feth
olunacağını Kisrânın ölümünden sonra başka bir Kisrânın olmıyacağım haber
verdiler. Selmân-ı Fârisi «radıyallahü anh» bu söylenilenlerin hepsini teker
teker müşahede etdim demişdir.
·
172
— İmâm-ı Nevevî «rahmetullahi aleyh» Müslim şerhinde yazıyor: Hazret-i
Resûlullah «sailallahü aleyhi ve sellem» hendekle meşgûî oldukları günde ikindi
nemâzı fevt olacakdı. Hak teâlâ güneşi batmışken geri çıkardı. Resûlullah
«sailallahü aleyhi ve sellem» nemâzını kıldı.
·
173
— Câbir «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sailallahü aleyhi ve sellem»
taş parçalamak için hendeğe indiğinde, açlığından mübarek karnına taş
bağlamışdı. Bunu görünce dayanmayıp eve gitdim. Evde biraz buğday bir de oğlak
vardı. Oğlağı kesdim, tencereye koydum. Buğdayı da öğütdüm. Resûluilaha
«sailallahü aleyhi ve sellem» gitdim.. Durumu söyleyince, Ey eshâbım Câbir,
bize ziyafet veriyor. Yemekleri çok ve güzel dediler bana da git eve söyle biz
gelmeyince tencereyi ocak-dan indirmesinler ve ekmeği pişirmesinler. Ben de eve
söyledim.
Muhâcirîn
ve Ensâr «radıyallahü anhüm» enirleri üzerine grub grub • geldiler. Sonra emr
etdiler hamuru getirdim. Bütün iyiliklerin menba’ı ve* bereketlerin mayası olan
ağızlariyle bir kere üfürdüler, Hak teâlâdan bereket dilediler, ekmeği
pişirsinler dediler. Ekmek ve et pişdikden sonra , emrleri ile getirdim. Bütün
eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvan» yediler, doydular o ekmek ve et aynen
duruyordu.
·
174
— Câbir «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullahm «sailallahü aleyhi ve sellem»
her dâ’veti kabul etmek adeti idi. Ben de bir gün kendilerini da’vet etdim.
Falan gün gelirim buyurdular. O gün oldu. Teşrif buyurdular. Gönlüm sevinç ve
ferah ile doldu. Kapıyı açmaya giderken ayağım testiye takılıp kırıldı. Buyurun
dedim, içeri girdiler. Bir kuzum -vardı. Kesdim. Haberim yok iken büyük oğlum
küçüğüne, gel sana baba- ■ mm kuzuyu nasıl kesdiğini göstereyim demiş, bağlayıp
bıçağı boğazına sürmüş, küçük ölmüş. Annesi bu hâlin farkına varıp büyük
çocuğun arkasından koşmuş. Çocuk korkusundan kendisini damdan aşağı atıp ölmüş.
Annesi Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» duyar da incinir diye sabır
edip fer yad etmemiş. Çocukların üzerine bir kilim örtmüş ve kimseye
söylememiş. Üzüntüsünü yüzden göstermeyip kalbine atmış. Kuzu pişip hazret-i
Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» önüne getirildiğinde Cebrâil
«aleyhisselâm» gelip, Allahü teâlâ buyuruyor ki: Câbire söyle, oğullarını
çağırsın beraber yiyin demiş. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana
oğullarını da çağır beraber yiyelim buyurdu. Ben âileme gidip çocuklar nerede
diye sordum. Burada yoklar dedi, geri dönüp bura da yoklarmış, dedim.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» de Hak teâ-lâmn emridir, muhakkak
gelmeleri lâzımdır buyurdular. Tekrar â*leme söyleyince âilem ağladı. Durumu
diliyle söyleyemediği için kilimi açdı çocukları gördüm. Ağladım. Ailemle
Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzurlarına geldik, ağlıyorduk.
Allahü teâlâ Cebrâil «aleyhisselâm»! gönderip o dûâ etsin ben diriltirim
buyurduğunu haber verdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dûâ etdiler.
Çocuklar dirildiler.
·
175
— Bişr bin Se’adm kızı diyor ki: Annem Revâha bana bir avuç hurma verip bunları
babana ve dayına götür demişdi. Götürürken yolda Hazret-i Reslûllahm «sallahü
aleyhi ve sellem» önünden geçerken Bana bak kızım beri gel, yanında ne vardır?
diye sordular. Birkaç dâne hurma vardır dedim ve Mübârek avuçlarına dökdüm.
Kendileri de o hurmaları kaftanına dökdüler ve yanında bulunan birisine, Hendek
kazanlara söyle gelsinler, buyurdular. Uç bin kişi o hurmalardan yiyip
gitdiler. Yine kaftanlarının etrafından hurmalar dökülüyordu.
·
176
— Ahzâb gecesinde Resulûllaha «sallallahü aleyhi ve sellem» iHuzeyfe-tebnil
Yemân’ı «radıyallahü anh» Ahzâb ordusuna, onların hâlinden haber getirmesi için
göndermişlerdi. Giderken, (yâ Rabbî önden, arkadan, sağdan ve soldan gelecek
zarardan muhafaza et) diye düâ buyurup, göğsünü ve sırtını sığadıiar. Huzeyfe
«radıyallahü anh» diyor ki: Yola çıkdığım zeman sanki hamâma girmişdim, gidip.
Ahzâb ordusundan haberler toplayıp getirdim. Esbabın «radıyallahü anh»m içine
girdiğim zeman soğuk bana tesir etmeğe başladı.
·
177
— Huzeyfe «radıyallahü
anh» yola çıkınca, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» nemâz kılıp şöyle
düâ buyurdular. (Ey üzüntülü kimselerin imdâdma yetişen ve güç durumda
olanların duasını kabul eden Allahım! Hüznümüzü gider benim ve
yanımdakilerin hâlini görüyorsun.) Hemen Cebrâil «aleyhisselâm» gelip, Allahü
teâlâ sana yardım için taşlan götürecek kuvvetde bir rüzgârı düşman üzerine
gönderdi dedi. Huzeyfe «radıyallahü anh» diyor ki: Ahzâb ordusunun karargâhına
gitdiğim
zeman,
öyle bir rüzgâr var idi ki, hepsi bir yere toplanmış, ateşleri de sönmüşdü.
Soğukdan öleceğiz diye bağırışıyorlardı. Dahâ sonra büyük taşları sürükleyen
çok kuvvetli bir rüzgâr geldi. Kalkanlarını siper etdi-ler, fekat fâide etmedi.
Nihayet dayanamayıp.hepsi kaçdı hezimete uğradılar. Bu hâl âyet-i kerîmede anlatılmışdır.
·
178
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Kureyş artık bu yıldan sonra
sizinle harb etmez fekat siz harb edersiniz) buyurdular. Hakîkaten Kureyş harb
etmedi. Müslimanlar, Mekkeyi feth etdiler.
·
179
— Ahzâb harbinden Kureyşliler mağlûb çıkınca Ebû Süfyan etrafındakilere, hiç
biriniz Muhammedden «sallallahü aleyhi ve sellem.» intikamımızı almıyorsunuz.
Halbuki o çarşıda, bâzârda hattâ halkı da’vet için sahralarda yalnız
geziyormuş, dedi. Bir köylü kalkıp ben bu işi yaparım, yolları iyi bilirim ve
keskin bir hançerim de vardır, dedi. Oradakiler
hiç kimseye söylemiyecekkrine
söz verdiler. Yol hazırlığı görülüp yola çıkdı. Altı günde Medine’ye gitdi.
Peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» sordu. Benî Abdil Eşhel kabilesi
tarafına gitdi, dediler. Yaya olarak o tarafa gitdi. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» eshâbı «ra-dıyallahü anhüm» ile oturmuş konuşuyorlardı.
Karşıdan bir köylünün geldiğini
görünce: (Şu gelende bir
kötü düşünce vardır, fekat Allahü teâ-lâ onu muradına erişdirmez) buyurdular.
Köylü, yaklaşıp, Abdülmuttalib oğlu nerede? dedi. Benim buyurdular. Birşey
söyliyecekmiş gibi yaklaşmak isteyince Esîd bin Hıdır onu tutup geri çekdi ve
eliyle yoklayınca kaftanının altında hançerin olduğunu da hissetdi. Köylü,
ayaklarına kapanıp, t^eni bağışla, dedi. Resûlullah köylüye, doğru söyle,
Allahü teâlâ senin düşünceni bana bildirdi. Niçin geldin? diye sordular. Köylü
de erııân diliyerek durumu anlatdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o
köylüyü Esîde bırakdı. Ertesi gün çağırtdılar. Seni serbest bırakdım. Nereye
istersen git, buyurdular. Ayrıca sana bundan daha iyi bir iş söyliyeyim mi?
buyurdular. Köylü, o nedir? dedi. Allahın birliğine ve benim Resulü olduğuma
şehâdet getirmendir, buyurdular. Köylü hemen şehâdet getirdi. îmânına sebeb
olarak, kılıcdan ve okdan korkmadığı halde burada korkduğunu ve Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» kendi düşüncesini anlaması olduğunu söyledi. Bir
müddet kaldı. îzn isteyip ayrıldı. Fekat bir daha haberi gelmedi.
·
180
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hicretin altıncı yılında ömre için
Mekke’ye giderken Hudeybiye yakınlarında konaklamışlardı. İçinde çok az su
bulunan bir kuyu var idi. Suyun azlığından şikâyet ediliyordu. Resûlullah
«sallallahü alehi ve sellem» o kuyudan bir kova su çekdiler, abdest alıp
ağızlarının suyunu o kuyuya dökdüler. Su o kadar-çok oldu ki bin dört yüz kişi
«radıyallahü anhüm ecmaîn» suya kandıkları gibi hayvanlarını da suladılar.
·
181
— Câbir bin Abdüllah «radıyallahü anh» anlatıyor: Hudeybiye gününde susuzluk baş
göstermişdi. Ne abdest almağa ne de içmeğe su olmadığından şikâyet edildi.
Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem» abdest aldıkları bir kabı vardı.
Ellerini o kaba sokdular, parmakları arasından sular akmağa başladı. Herkes su
içdi, abdest aldı, yüz bin kişi olsa yine kâfi gelirdi. Fekat biz bin beş yüz
kişi idik.
·
182
— Eshâb-ı kirâmdan birisi «radıyallahü anhüm» anlatıyor: Hu-deybiyeye giderken
Kureyşlilerin bize doğru bir kuvvet gönderdiğini öğrendik. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bizi Hudeybiyeye başka, bir yoldan götürecek var
mıdır? diye sordular. Ben götürürüm dedim. O yoldan çok geçdiğim için
bir çok tepelerin, vâdi ve derelerin olduğunu, biliyordum. Fekat, Hudeybiyeye
gidinceye kadar hiçbir tepeye, dereye, rastlamadık.
Î83
— Emir-ül müminin Ali «radıyallahü anh» Hudeybiyede Kureyş.. lilerle sulh için
yazdığı mektubda (Bismillahirrahmanirrahim ve Muham-medün resûlullah) yazmışdı.
Süheyl
bin Amr henüz imâna gelmemişdi. Bizim kitabımıza göre biz rahman bilmeyiz.
Allahın ismiyle yaz ve Muhammed Allahın resûlüdür yerine Muhammed bin Abdüllah
yaz, çünki onun resûl olduğunu tamsak onunla harb etmeyiz dedi. Eshâb-ı kiram
ile Süheyl arasında çok söz oldu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yâ
Ali, onu sil, Süheylin dediği gibi yaz buyurdular.
Ali
«radıyallahü anh» edebinden onu silemedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» kendileri sildiler. Sonra yâ Ali sana da birgün böyle bir olay
olacakdır, buyurdular.
Nitekim
Sıffîn muharebesinden sonra hazret-i Ali «radıyallahü anh» ile Hazret-i Muâviye
«radıyallahü anh» arasında sulh olunca kâtib Emir -ül mü’minin Ali yazınca
Muâviye «radıyallahü anh» Emir-ül mü’minîn yazma, eğer onun Emir-ül mü’minîn
olduğunu kabul etseydim zaten harb etmezdim dedi. Ali «radıyallahü anh» bunu
duyunca Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sözünü hatırladı.
·
184 — Hudeybiyede Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» traş olup
saçlarını
bir yaş ağaç üzerine atmışlardı. Eshâb-ı kirâm «aleyhimür--rıdvan» saçları
kapışdılar. Ümmü Ammâr diyor ki: O gün ben de bir kaç dâne mübarek saç teii
almışdım. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sel-lem» vefatından sonra, her kim
hastalansa o saçları su içine koyar verirdim, Hak teâlâ sıhhat verirdi.
·
185
— Hudeybiyede yirmi gün kalıp geri döndüler. Eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvan» yiyeceğin
azlığından bahs ediyorlardı. Yolda konakladıkları bir yerden kalkacakları zeman
Ömer «radıyallahü anh» Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sellem» halkın ve
hayvanların yürümeğe kuvvetleri yokdur, herkes yanında bulunanları getirse, siz
düâ etseniz, Allahü teâlâ muhakkak bereket verir dedi. Yanında birkaç hurması
bir avuç sevîki olan getirdi. Bir yere topladılar. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» Plak teâlâdan bereket diledi ve oradakilere kafalarınızı
getirin buyurdular. Kendileri ve hayvanları doydukdan başka, develere
çekemiyecekleri kadar da yüklediler. Oradan ayrıldılar Hava çok sıcak idi, bu
sefer de su azlığı oldu. Hak teâlâ bir yağmur verdi ki kendileri susuzluklarını
giderdikleri gibi kafalarını da-doldurdular.
·
186
— Resûlullah «sallahahü aleyhi ve sellem» hicretin altıncı yılının sonunda veya
yedinci yılın başında Duhye-tül-Kelebîyi «radıyallahü anh» Bizans imparatoru
Herakl’a gönderdi. Bir de mektub verdi. Mektubda: (Allahın kulu ve resûlü olan
Muhammedden Bizansm büyüğü Herakl’a; doğru yolda olanlara selâm olsun. Ben seni
İslâm’a davet ediyorum. Müslüman ol ki selâmet bulasın ve Allahü teâlâ da
ecrini artdırsm. Eğer bu nimetden yüz çevirirsen bütün Bizans halkı sana tabi
olduğundan hepsinin günahını sen alırsın) yazıyordu.
Duhye-tül
Kelebi «radıyallahü anh» Humusda Heraklı gördü ve mektubu verdi. Herakl,
tercüman aradı. Sahîh-i Buharîde yazıyor ki: O zeman Ebû Süfyân, birkaç
Kureyşli ile Kudüs’de idi. Herakl bunları çağırtıp, hanginiz bu mektubu
göndereni yakından tanır? dedi. Ebû Süfyân, ben çok iyi tanırım dedi. Herakl
tercümana, ben buna sorular soracağım, eğer yalan söylerse tekzîb edersin dedi.
Ebû Süfyân diyor ki, eğer tekzîb korkusu olmasaydı, yalan söyliyebilirdim.
Herakl:
Bana mektub gönderenin nesebi nasıldır.
Ebû
Süfyân: Şerîfdir.
Herakl:
Kavminizde ondan başka bu da’vâda olan oldu mu?
Ebû
Süfyân: Hayır, olmadı.
Herakl:
Onun atalarından hiç bey olan var mıdır? .
Ebû
Süfyân: Hayır.
Herakl:
Ona uyanlar halkın eşrefleri midir, yoksa zaîfleri midir?
Ebû
Süfyân: Zaîfleridir.
Herakl:
Gün geçdikçe ona uyanlar artar mı, azalır mı?
Ebû
Süfyân: Artar.
Herakl:
Onun dîninden dönen oluyor mu?
Ebû
Süfyân: Hayır.
Herakl:
Bu da’vâdan evvel hiç yalan söylemiş midir?
Ebû
Süfyân: Hayır.
Herakl:
O hiç özr eder mi?
Ebû
Süfyân: Hayır.
Herakl:
Hiç onunla muharebe etdiniz mi?
Ebû
Süfyân: Evet etdik.
Herakl:
Bu muharebeler nasıl oldu?
Ebû
Süfyân: Ba’zan biz gâlib geldik, ba’zan o gâlib geldi.
Herakl:
O size ne emreder?
Ebû
Süfyân: Allah birdir, yalnız ona ibâdet edilir der, nemâzı, sadakayı, nâmuslu
olmayı ve akrabayı ziyareti emreder.
Bunun
üzerine Herakl bu alâmetlerin hepsi peygamberlerde bulunur. Şu ayağımı basdığım
yer onun olacakdıc. Muhakkak bir peygamber ge-lecekdir. Fekat tahmin etmem ki
sizin kavminizden olsun. O peygambere yetişsem ona hizmet etmeği, ayaklarına
kapanmağı ni’met sayarım dedi. Sonra emr etdi. Duhyenin «radıyallahü anh»
getirdiği mektûb açılıp okundu. Mektûbda yazılanları anlayınca, aklına geleni söyledi.
Yüksek sesle bağırıp çağırdı.
Ebû
Süfyân diyor ki: Biz oradan çıkdık. Yanımdakilere Muhammedin «sallallahü aleyhi
ve sellem» işi temâm oldu. Benî asfer melikleri dahî ondan titrer dedim.
Kalbimdeki yakın her gün biraz daha artdı. Nihâyet Allahü teâlâ kalbimi îmânın
nûru ile aydmlatdı. [Benî asfer, Rûm meliklerine denir. İshak aleyhisselârnm
torunu Rûm’un oğlu Safer’in evlâdıdır. Habeşden bir tâife ile harb edip onları
esir edince hâsıl olan çocuklar sarı benizli olmuşlar ve bunun için benî asfer ismini
almışlardır. Eskiden hıristiyanlarm hepsi rûm idi. Sonra Avrupa’ya yayıldı.
Asr-ı seâdete kadar Şam ve Mısr, rûm’un elinde idi. Asr-ı seâdetde bütün
nasârânın padişahı olan Rûm kayseri Şamda bulunuyordu. İsmi Herakl idi.
Resû’ul-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» Yermûk gazâsmda (Bu seferimiz Benî
asfer üzerinedir, çok iyi hazırlanmak lâzımdır.) buyurdular. Bu takdirde Benî
asfer, Rûm taifesi olur ki Rus, İngiliz, Fransız ve diğer avrupa devletleri
dahildir. Bir taifeye mahsus değildir. Kâmûs].
·
187
— Bir gün Herakl, Beytül Mukaddesede korku ile uyanıp, mah-zûn olarak
oturuyordu. Patrikler, Ey melik üzüntünüzün sebebi nedir? diye sordular.
Herakl, rü’yâmda sünnetli kimselerin kendi topraklarıma girdiklerini gördüm
dedi. Patrikler, biz Yehûdilerden başka sünnetli kimse bilmeyiz, onlar da sana
itâ’at ederler. İsterseniz, korkunuzdan emin olmak için hepsini öldürün
dediler. Bunlar düşüncede iken, Heraklin vâ-lilerinden Busrâ valisinin
gönderdiği bir adam, yanında bir arab ile geldi. Bu arab, arablardan bir kişinin
Peygamber olduğunu söylüyor. Ona iiıananlar ile inanmıyanlar arasında
muharebeler oluyor dedi. Herakl o arabm sünnetli olup olmadığına bakın dedi.
Tenhada bakıp sünnetli olduğunu Herakl’a söylediler. O arab bütün arakların
sünnetli olduğunu söyledi. Bunun üzerine Herakl, rü’yâsmda gördüğü sünnetli
kimselerin Yehûdilerin değil. Arablarm olacağını söyledi. Rûmda bulunan ve
kuvvetli müneccim olan sâhibine bir mektûb yazdı. Ahkâm-ı nücûmdan sordu. O da
bundan sonra Arab peygamberinin saltanatının meydana çıkacağını yazdı.
·
188
— Herakl, sahibinden mektûbuna cevab alınca Rûmun bütün büyüklerinin büyük ve
mu’teber ibâdethanelerde toplanmalarını emret-di. İbâdethanelerin kapılarını
kilitledi. Herakl, Eğer selâmete ve refâha kavuşmanızı istiyorsanız gelin bu Peygambere
tâbi olalım diye münâdi-lere nida etdirdi. Bunu duyanlar bağırıp kapıl'ara
koşdular, kapılar kilitli idi. Üzülüp bekliyorlardı. Herakl, bunların nefretini
görerek, yanma çağırıp, gayem sizi imtihan etmek, dîninize bağlılığınızı ölçmek
idi dedi. Hepsi sevinip, şükr edip secde etdiler.
·
189
— Bir rivâyetde Ebû Süfyân ile Herakl arasında şöyle bir konuşma olmuşdur. Ebû
Süfyân, Peygamberlik da’vâsı eden şahs, bir gecede Beyt-ül Mukaddese gidip
geldiğini söylüyor dedi Orada beyt-ül Mukaddesin patriği vardı. O geceyi
hâtırlıyorum, gördüğüm alâmetleri melike daha evvel söylemişdim dedi. Her gece
âdetim üzere Beyt-ül Mukaddesin bütün kapılarını kapar, sonra yatardım. O gece
bir kapıyı çok uğ-raşdığım halde kapatamadım. Beyt-ül Mukaddesde bulunanlardan
gelip uğraşdılar, onlar da kapayan;adı. Sabahleyin kapının yanında bir hayvan
bağlanma alâmetini gördüm dedi.
·
190
— Herakl kavminin îmân etmemesine üzülüyordu. Bir gün Duh-ye’yi «radıyallahü
anh» çağırıp iyi biliyorum ki sâhibiniz peygamberdir. Yalnız halkın beni
öldüreceklerinden korkuyorum. Yoksa Ona îmân ve itâ’at eder, seâdete
kavuşurdum. Yalnız falan yerde bir üsküf var. Onun ilmi çokdur ve itibarı da
benden çokdur, dedi. Duhye «radıyallahü anh~>. o üsküfe gitdi. îslâma da’vet
etdi. Üsküf, biz o peygamberin vasflarım kitâb-larımızda okuduk. O muhakkak
peygamberdir, deyip evine girip siyah elbiselerini çıkarıp beyaz kaftan giydi
ve eline de bir asâ aldı. Bizans halkına doğru geldiler. Hepsi kilisede idi,
üsküf kiliseye girip; Bana, Peygamber olan Ahmedden bir elçi geldi. Beni
Allah’ın kulluğuna da’vet ediyor. Ben de diyorum ki: Gökleri ve yeri yaratan
Allah’dır başka ilâh yokdur ve Peygamber Allahın resûlüdür. Halk, hep birden o
üsküfün üzerine yürüdüler, öldürünceye kadar vurdular. Duhye «radiyallahü anh»
bu hâli gelip Herakl’a anlatdı. Herakl da, demedim mi beni öldürürler. O üsküfe
daha çok itibar gösterip emrlerini dinlerlerdi. Durumu gördün dedi.
·
191
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Şücâ’ bin Vehebi «ra-dıyallahü anh»
Hâris bin Ebi Şemr Gassânî’ye gönderdi. O şamm Gavta şehrinde idi. Şücâ’
«radiyallahü anh» Hâris’in veziriyle buluşdu. İslama da’vet için geldiğini
söyledi. Vezir, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ba’zı hâllerinden
sordu ve îmân etdi. İsâ «aleyhisselâm»m müjdelediği peygamber olduğunu söyledi.
Vezir, Hârise Şücâ’nın «radiyallahü anh» geldiğini haber verdi. Hâris başına
bir tâc takıp Şücâ’ı «radıyaîla-hü anh» çağırdı. Resûlullahm «sallallahü aleyhi
ve sellem» mektû&snu okudu, yere atdı. Mülkümü elimden alacak kim imiş,
atları hazırlayan, Yemende bile olsa onun üzerine asker göndereyim dedi. Şücâ’a
«radıyal-lahü anh» da ne gördüysen sahibine haber ver dedi. Vezir ise Şücâ’a
çok ikram ve iltifat gösterip, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» dînine
girdiğimi ve ona selâmımı söyle dedi. Şücâ’ «radiyallahü anh» gelip Resûlullaha
«sallallahü aleyhi ve sellem» Hârisden haber verdi. O helâk olur buyurdular. O
yıl Hâris öldü, mülkü başkasına geçdi.
·
192
— Amman’da Kayserin Vâlisi bulunan Ferve bin Amr-ilhüdda-mî Hazreti Muhammed’in
«sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini işitince Müslimân oldu.
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir mek-tûb yazdı ve hediyyeler
gönderdi. Mektûbundar.Ben müslimân oldum. Sen, İsâ. «aleyhisselâm» m
müjdelediği peygambersin, vesselâmü aleyküm, yazmışdı. Kayser, Ferve’nin
Müslimân olduğunu duyunca azl edip habse atdı. Ferve, Ben Muhammed’in «sallallahü
aleyhi ve sellem» dîninden dönmem, sen de onun. Allahın Resûlü ve İsâ
«aleyhisselâm» m O’nun geleceğini müjdelediğini biliyorsun. Senin ona îmân
etmemen dünyâyı çok sevdiğindendir, dedi.
Kayser,
doğru söylüyorsun, dedi. Fekat Ferve’yi habsden çıkarmadı Ferve îslâmdan
dönmeyip habsde vefat etdi.
·
193
— Hâtıb «radıyallahü anh» Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» in mektûbunu
İskenderiye Meliki Mekavkasa götürdü. İyi karşılayıp ikrâm etdi. Peygamberin
sonuncusu gelecekdir, fe-kat onun Şam’dan çıkacağını zan ediyorum, dedi.
Mektûbla beraber iki câriye ve bir beyaz katır hediyye gönderdi. Câriyyenin
biri Mâriye idi ki İbrahim «radıyallahü anh» in annesidir. Beyaz katır da
Düldül ismiyle meşhurdur.
Hâtıb’a
«radıyallahü anh» senin söylediğin efendinin sıfatlarını İsâ «aleyhisselâm»
haber vermişdir. Daha sonra zuhûr edecekdir, dedi. Hâ-tıb «radıyallahü anh»
geri dönüp olanları Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» anlatdı. O habis
kendi mülkünü kıskandı, fekat mülkü ona baki kalmıyacakdır, buyurdular. Hazret-i
Ömer «radıyallahü anh» zema-nmda Mısır’da öldm
·
194
— Selît bin Amr ibnil Âs «radiyallahü anh» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» bir mektûbunu Hevze bin Aliyyül Hanefî’ye gö-türmüşdü. Hevze cevabında,
«Ben kavmimin şâiri ve hatibiyim. Arablar benden korkarlar. Bana bir iş
verirsen sana uyarım» diye yazdı Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sana
yere düşmüş bir hurmayı bile vermem, buyurdular. Hevzenin elinde olanlar da
gitdi. Mekke feth olduğu zeman Cebrail «aleyhisselâm» Hevze’nin ölüm haberini
getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»; bundan sonra Yemâmede
peygamberlik da’vâsmda bulunan bir yalancı çıkacakdır, onu benden sonra
öldürürler, buyurdular. Dedikleri gibi oldu.
·
195
— Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem» bir mektûbunu Abdullah bin Huzâfe
«radıyallahü anh» Kisrâya götürmüşdü. Kisrâ mektubu yırtdı. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bunu duyunca o benim mektûbumu parçaladığı gibi
Hak teâlâ da onun mülkünü parçalıyacak dır, buyurdular. Az zeman’ sonra oğlu
Şîreviyye onu öldürdü.
·
196
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mektûbundan Kis-râyı heybet
kapladı. Abdüllah bin Huzâfe «radıyallahü' anh» oradan ayrıldı. Kisrâ
kapıcılarına bugünden sonra Arablardan yanıma kimseyi göndermeyin, diye emr
etdi. Fekat odasında yalnız iken karşısına elinde baston, bir Arab dikildi. Ey
Kisrâ, Hak teâlâ bir peygamber göndermiş-dir, Halkı dîne da’vet eder. Sen de
îmân et, dedi. Kisrâ, hele bugün git dedi. Kapıcıları çağırdı, bir kısım
bahanelerle kimisini asdırdı, kimisinin ayağını kesdi ve ben size demedim mi
ki, hiç bir Arabi bana göndermeyin, dedi. Kapıcılar, kapıda dikkatle
bekliyoruz, diye and içdiler. Yine Kisrâ yalnız iken evvelki Arab meydana çıkıp
elindeki bastonla Kisrâ’-nın kafasına vurup, Ey Kisrâ, bu baston kafanda kırılmadan
îmân getir, dedi. îmân etmedi. Üçüncü gelişinde asâ, Kisrânın kafasında
kırıldı. 0 gece oğlu Şîreviye Kisrâ’yı öldürdü.
·
197
— Kisrâ, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mektûbumj. parçaladıkdan
sonra Yemen’deki vekili olan Bâzân’a bir mektûb yazıp, o tarafta peygamberlik
iddia eden şahsın hallerini araştırmasını, mümkünse yakalattırıp kendisine
gönderilmesini istedi. Bâzân iki kişiyi, bin iş için Medineye gönderdi. Bunlar
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile görüşdüler. Kisrâ, Bâzân’a mektûb
yazmış, sizi hizmete çağırıyor, dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» tebessüm edip o iki kişiyi İslama da’vet etdiler. O iki kişi, Yâ
Muhammed «sallallahü aleyhi, ve sellem» önce Kisrâ’nm emrine uyarak yanına
gidiniz. Eğer gitmezseniz kavminize zarar gelir, şehıleriniz harâb olur,
dediler. Bir yandan bunu söylerken bir yandan da Resûlullahm «sallallahü aleyhi
ve sellem» heybetine kapılmış titriyorlardı. Dışarı çıkdılar. Birbirlerine,
biraz dahâ-. otursak heybetinden orada ölecekdik, dediler. Sonra Resûlullahdan
«sallallahü aleyhi ve sellem» Bâzân’a bir cevâb mektûbu istediler. Ertesi gün
gelmeleri söylenildi. Ertesi gün gelince Resûlullah «sallallahü aleyhi
vesaikin» gidin sâhibinize söyleyin, benim Rabbim bana Kisrâ’nm oğlu tarafından
dün gece öldürüldüğünü haber verdi. Eğer îmân ederse mülkü kendisinde kalsın,
îmân etmezse bilsin ki yakın zemanda bu din kuvvetlenip Kisrâ’nm bütün mülkünü
alacakdır. O iki kişi Bâzân’a gelip durumu anlatdılar. Bâzân; eğer sözü doğru
çıkarsa, muhakkak Allahın Re-sûlüdür, hemen îmân ederim, dedi. O sırada
Şîreviyyenin elçisi gelip Kisrâ’nm öldürüldüğünü söyledi. Hemen Bâzân îmân
etdi. Aile ve akrabasından, kendi kavminden îmân edenleri toplayıp Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda Müslimân olmakla şereflendiler.
·
198
— Hazret! Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» hicretin yedinci yılında
Hayber gazâsmda bayrağı hazret-i Ömer’e «radıyallahü anh» vermişdi. Hazret-i
Ömer «radıyallahü anh» ve Müslimânlar çok uğ-faşdılar, fekat kal’ayı feth edemeyip
geri döndüler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» başı ağrıyordu, dışarı
çıkamadı, fekat yine harb ediniz buyurdular. Bu sefer Hazret-i Ebû Bekr Sıddîk
«radıyallahü anh» bayrağı alıp gitdi. Çok şiddetli çarpışıldığı halde kal’a
almamadan geri dönüldü. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» bayrağı alıp bir dahâ
gitdi. Yine alamadan geri döndü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
(Yarın bayrağı geri dönmiyen Kerrâra vereceğim. O Allah ve Resûlünü sever.
Allah ve Resûlü de onu sever. Kal’ayı feth etmeyince geri dönmez) buyurdular. O
sırada Hazret-i Ali «radıyallahü anh» m gözleri ağrıyordu. Eshâb-ı kiramın
«radıyallahü anhüm» her biri, bayrağı bana verir diye bekliyorlardı. Ali’yi
«radıyallahü anh» çağırın buyurdular. Mübarek ağızlarının suyundan Hazret-i
Ali’nin «radıyallahü anh» gözlerine sürdüler. Hemen iyi oldu ve artık ömründe
göz ağrısı görmedi. Zırhını giydirdiler. Zülfikarı verdiler ve (Yâ Rabbi, onu
sıcakdan ve soğukdan koru.) diye düâ etdiler. Ali «radıyallahü anh» diyor ki:
Bu düâdan sonra artık bana sıcak, soğuk tesir etmedi. Yazın yünlü elbiselerle,
kışın gömlekle gezdiğini söyliyenler çokdur. Sonra Hayber kabasına gitdi. Daha
askerin hepsi gelmeden kal’a feth oldu. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sel-lem» kölesi olan Ebû Râfi’ «radıyallahü anh» diyor ki; Kabanın fethinde bir
yehûdî, Ali’ye «radıyallahü anh» bir kılıç vurdu. Kalkanı düşdü. Kaba kapısını
koparıp kendisine kalkan yapdı. Kal’a feth oluncaya kadar elinde tutdu. Sonra o
kapıyı sırtına koyup köprü yapdı. Bütün Müslimânlar kabaya girdiler. Sonra
kapıyı bırakdı. Biz yedi arkadaş idik, kapıyı bir taraftan öbür tarafa
döndüremedik. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» ben Hayber kapısını cismânî değil,
Rabbânî bir kuvvetle kaldırdım, dedi.
·
199
— Hayber gazâsmda, bir yehûdi kadın, bir koyun kesip pişirdi. Pişirirken zehr
koydu. Bilhassa kol ve yağımı kısmına daha çok zehr koydu. Çünki Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» bu etleri sevdiğini biliyordu. Etden bir lokma
mübarek ağızlarına koymuşlardı. Koldan ben zehrliyim diye ses geldi. Hemen eti
dışarı çıkardılar. Bişr bin el Be-râ «radiyallahü anh» etden biraz yemişdi,
vefat etdi.
·
200
— Hayber kabalarından bâzısı düşmemişdi. Bir çoban, Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna gelip bana İslâmî anlat, dedi. İslâmî anlatdılar. Çoban
sürüyü göstererek bu koyunlarm her birinin, sâhibi vardır. Bunlar bana
emanetdir, ne yapayım? dedi. Yüzlerine vur onlar sahihlerine giderler,
buyurdular. Çoban bir avuç ufak taşı boyunların yüzlerine atdı. Koyunlar bir
araya toplanıp, başlarında çoban varmış gibi kabaya kadar gitdiler. Çoban,
doğru harb yerine gidip çok harb etdi ve şehîd oldu. Eshâb-ı kirâm çobanı bir
yünlüye sarıp getird’ler. Re-sûlullah «sallallahü aleyhi ve ve sellem» ona
iltifat etdi. Sonra yüzünü dönderdi. Yüzünüzü niçin dönderdiniz diye
sorulduğunda, şimdi onun yanında hûrilerden iki kadın vardır, buyurdular.
·
201
— Esmâ binti Umeys «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Ben Hay-berde idim. Hazret-i
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek başı Ali’nin «radıyallahü
anh» dizinde idi. Vahy nazil oldu. Güneş batdı. Ali «radıyallahü anh» ikindi
nemâzmı kılmamış idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» düâ etdiler.
Güneş tekrar çıkdı. Tahavî bu hadîs-i şerifin sahih olduğunu, rivâyet edenlerin
sağlam kimseler olduğunu söyle-mişdir.
·
202
— Hicretin yedinci yılında Mahlem, Cessame-i Âmir İşcâ’ı imân etdikden sonra
öldürdü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mah-lem’e niçin Müslüman
kimseyi öldürdün? diye sordular. Mahlem, o ölümden kurtulmak için kelime-i
sehâdet getirdi, dedi. Sen onun kalbini nereden biliyorsun? Lisan, kalbin
tercümanıdır, buyurdular ve beddüâ etdiler. Bir hafta sonra Mahlem vefat etdi.
Defn etdiler, yer kabul etmedi, dışarı attı. Beş kere defn ettiler yine toprak
kabul etmedi. Sonunda tenha bir yere bırakdılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» bunu duyunca (Yer ondan kötüleri kabul eder. Maksad kelime-i
şehâdetin kıymetini bilmenizdir.) buyurdular.
·
203
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hutbe okurken mes-cidde hurma
ağacından yapılmış bir direğe dayanıp okurdu. Hicretin yedi veya sekizinci
yılında minber yapılınca, Cum’a hutbesini bu minber üzerinde okudular. Direk
insan gibi inledi. Bu iniltiyi Eshab-ı kiram «aleyhimürrıdvân» da duydular.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu direğin iniltisi, hutbeyi üzerinde
okumadığım içindir, buyurdular. Minberden aşağı inip direği sığadılar. Direk
sâkin oldu. Tekrar minbere çık-dılar. Mescidin şeklini değişdirirken o direği
Übeyy bin Ka’b «radıyal-lahü anh» evine götürdü. Kurtlanıp dökülünceye kadar orada
kaldı.
·
204
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hicretin sekizinci yılında üçbin
kişiyi Şam’ın bir köyü olan Mut’a gönderdi. Onlara Zeyd bin Hârise’yi
«radıyallahü anh» kumandan ta’yîn etdi. Eğer şehid olursa yerine Ca’fer bin Ebî
Tâlib «radıyallahü anh» geçsin. O da şehid olursa Abdullah bin Revâha
«radıyallahü anh» kumandan olsun. O da şehid olursa Müslimânlar kendi
aralarından birisini seçsin, buyurdular. İslâm ordusu Mut’da kâfirlerle
karşılaşdılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’de minbere
çıkdı. (Sancak Zeyd’de idi. Şehid oldu Sonra Ca’fer aldı, daha sonra Abdullah
alıp o da şehid oldu. Sonunda Hâlid hin Velîd «radıyallahü anh» alıp zafer onun
elinde müyesser olacakdır) buyurdular. (Ya Rabbî O, senin kılıçlarından bir
kılıçdır, sen ona yardım eyle) diye düâ buyurdular. O günden sonra Hâlid bin
Velid’e «radıyalla-hü anh» Allahın kılıcı dediler. Ya’lâ bin Münebbeh Mut
zaferini haber vermeğe geldiğinde, yâ Ya’lâ ben mi sana haber vereyim, yoksa
sen mi bana? buyurdular. Ya’lâ «radıyallahü anh» da siz haber verin dedi.
Muharebede olanları birer birer söylediler. Ya’lâ «radıyallahii anh» seni
Peygamber olarak gönderen Allah hakkı için muharebedeki olayların hepsini
söyledin dedi. Bunun üzerine (Allahü teâlâ benim için, yeryüzünü kaldırdı,
muharebe meydanını gösterdi) buyurdular.
·
205
— Kureyşin yardımiyle Benî Bekr, Hudeybiyede Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve
sellem» ile andlaşma yaparak emânma giren Huzâ’a kabilesi üzerine gece baskını
yapdılar. Ve çoğunu öldürdüler. O sabah Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» Âişeye «radıyallahü anhâ» Huzâ’a’-da bir hâdise oldu buyurdular. Âişe
«radıyallahü anhâ» Kureyş niçin and-laşmayı bozdu, şimdi çok ölen vardır dedi.
(Onlar andlaşmayı Allahü teâ-lânm dilemesiyle bozdular.) Buyurdular Âişe «radıyallahü
anhâ» bu iş Müslimânlar için lıayrlı mıdır, yoksa zararlı mıdır? diye sordu.
Hayrlıdır buyurdular. Çünki, bu sebeble Kureyşin üzerine yürüyen müslimânlar
Mekke’yi feth etdiler.
·
206
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o yıl Mekke’ye gitmek istiyordu. Yâ
Rabbî, biz oraya gidinceye kadar Kureyşi gafil eyle diye düâ buyurdular.
Muhâcirîn’in büyüklerinden ve Bedr’de bulunanlardan Hâtıb’m «radıyallahü anh»
âilesi Mekkede olduğundan Kureyş on lara zarar vermesin diye, Kureyşe, falan
gün Resûlullah Mekke’ye gele-cekdir diye bir mektûb yazıp, Ebû Lehebin azâd
etdiği Sâriye ile gönder di. Cebrâii «aleyhisselâm» bu hâli haber verdi.
Resûlulah «sallallahü aleyhi ve sellem» de Ali, Zübeyr, Mikdâd, Ammâr, Talha ve
Ebâ Mersed’i radıyallahü anhüm» çağırtıp, Hâh bahçesine gidin, orada bir zaîf
kadın vardır. Onda, Hâtıb’m Mekkelilere gönderdiği bir mektûb vardır. Onu alın,
eğer vermezse öldürüp alın buyurdular. Arkasından yetişdiler. Ali «radıyallahü
anh» kılıç çekdi. Kadın saçının içinden mektûbu çıkardı. Mektûbu getirdiler.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hâtıbi çağırdı. Bu mektûbu niçin
yazdın ? diye sordular. Hâtıb, müslimân olduğumdan beri sana hiyânet etmedim ve
kâfir de olmadım. Yalnız âilem Kureyş içinde olduğundan onlara riâyet etsinler
diye gönderdim ve bu mektûbun onlara fâidesi de olmaz dedi. Bu söz üzerine
Hâtıbi tasdik buyurdular ve şu âyet-i kerîme nâzil oldu: (Ey îmân edenler,
benim ve sizin düşmanınızı dost tutmayınız, onları sevmeyiniz, zira onlar
Resûlün getirdiği hak olan şeylere inanmayıp, kâfir oldular. Resûlü ve sizi
vatanınızdan çıkardılar.)
·
207
— Mekke feth edilince Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Kâ’beyi tavâf
etmek istedi. Kâ’benin etrafında üçyüzaltmış dâne ayakları yere perçinlenmiş
put vardı. Elindeki bir çubukla, birisine işâret ederek (Hak gelince batıl
gider, elbette batıl gidicidir.) âyet-i kerîmesini okudular. Henüz çubuğu
değdirmeden Ka’bedeki ve Mekkenin evlerindeki putlar yüzüstü düşdüler.
·
208
— Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» Kâ’beyi putlardan temizlemek için-
girdiğinde bazı putları elin yetişemiyeceği yüksek yerlere koymuşlardı. Ali
«radıyallahü anh» Yâ Resûlullah, sırtıma bas, putları aşağı indir dedi. (Sen
peygamber ağırlığını çekemezsin, sen benim omuzuma bas!) buyurdular. Ali
«radıyallahü anh» denileni yapdı ve putları teker teker aşağı atdı. Sonra Yâ
Ali «radıyallahü anh» kendini nasıl his ediyorsun? diye sordular. Bütün
perdeler kalkdı, elimi uzatsam arşa değecek dedi. (Senin hâlin Allahın işini
yapdığm için iyidir, benim hâlim de Allahın sevdiği bir vükü taşıdığım için
iyidir) buyurdular.
·
209
— Mekkenin fethi gününde öğle nemâzı vaktinde Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» Bilâle «radıyallahü anh» ezan okumasını emr etdiler. Kureyş, dağ
başlarına kaçmışlardı. Ezan sesi oraya kadar gitdi. Eşhedü enne Muhammeden
resûlullah sözünü duyunca Ebû Cehlin kızı Cüreyre, Yâ Rabbı, senin zikrin
yüksekdir, gerçi biz nemâz kılmayız ama bizim dostlarımızı öldürene muhabbet
ederiz. Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» gelen peygamberlik babama da gelmişdi,
fekat dostlarına. ve kendi kavmine karşı gelmeği kabul etmedi. Hâlid bin Esîd
ise Allah'a hamd eyledi ki babası ezanı duymadan ölmüşdü. Ebû Süfyân, ben hiç
bir şey demiyeceğim, çünki her ne söylesem bu taş parçaları Mu-hammed’e
«sallallahü aleyhi ve sellem» haber verirler dedi. Sonra Haz-ret-i Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» gelip, herbirine ismiyle Ey filân, sen şöyle
dedin gibi herkesin dediğini kendisine söyledi. Ebû Süfyân da, ben hiçbir şey
demedim, deyince tebessüm buyurdular.
·
210
— Şeyhe bin Osman anlatıyor, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mekkenin
fethinden sonra Huneyn gazâsma çıkdılar. Bir yerde konakladılar. Orada babam ve
amcam Uhud harbinde öldürülmüşlerdi. Hatırıma geldi ki, bugün fırsat gözleyip
Muhammedden «sallallahü aleyhi ve sellem» intikamını alayım. Sağ taraflarında
Abbâs «radıyallahü anh» vardı. Cesaret edemedim. Sol taraflarında da birisi
vardı. Arkadan vurmağı tercih etdim. İyice yaklaşdım, kılıcı vuracağım sırada
benim ile onun arasında bir ateş zâhir oldu, elimi yüzüme kapatıp geri
çekildim. Ey Şeyhe yanıma gel buyurdular, yanlarına gitdim. Yâ Rabbî ondan
şeytanı uzaklaşdır diye dûâ etdiler. O sırada gözüm mübarek yüzlerine düş-dü,
bana canımdan sevgili geldi. (Ey Şeyhe, kâfirlerle harb et!) buyurdular.
·
211
— Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatıyor: Birgün Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» Ka’beyi tavaf ederken bir el ve bir alaca kaftan gördük. O
görünen el ve alaca kaftan ne idi? diye sordum. Siz onu gördünüz mü? diye
sordular. Gördük dedik. O İsâ bin Meryem aleyhisselâm» idi, gelip bana selâm
verdi buyurdular.
·
212
— Mâlik bin Avf Huneyn gazâsmda kâfirlerin başında idi İslâm ordusunun içine
câsûslar gönderdi. Bunlar döndüklerinde, İslâm ordusunda atlara binmiş birtakım
erenler gördük. Onlara asla karşı koyamayız. Bizi dinlersen hemen geri dön,
kendini ve bizi ölümden kurtar dediler.
·
213
— Huneynde önce Müslimânlar bozulur gibi oldular. Hemen toparlandılar.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Rabbî bize va’d etdiğin zaferi
ver!) diye düâ buyurdular. Beyaz elbiseli, - atlara binmiş melekler harbe
girdiler. Muhârebenin en kızgın ânında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
bir avuç toprak istediler. O toprağı kâfirler tarafına serpdiler. Bütün
kâfirlerin gözleri toprakla doldu ve yenilip kaçdı-lar.
·
214
— Âmir bin Amr-ı Medenî «radıyallahü anh» Huneyn gazâsmda Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» önünde harb ederdi. Bir ok gelip yüzünü kana
boyadı. Resûlullah «sallallahü, aleyhi ve sellem» yüzündeki, gözündeki kanı
silip göğsüne indirdiler. Âmir bin Amr «radıyallahü anh» hayâtında bunu hep
anlatırdı. Vefat edince göğsünde Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
mübarek ellerinin değdiği yerler parlıyordu.
·
215
— Hicretin dokuzuncu yılında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» benî
Kilâb kabilesine bir mektûb göndererek İslâma çağırdı. Mek-tûbu su ile
yıkadılar. Bu mektûbun üzerine yazıldığı deriyi koğa yapdı-lar. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Rabbî, onların akllarmı gider!) diye beddüâ
etdiler. O kavmin hepsi sefîh oldular. Çoklarının ne dediği anlaşılmazdı.
·
216
— Tebük gazâsma giderken bir yerde konaklamışlardı. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» sabah nemâzma yakın uyumuşlardı. Gü--neş doğunca uyanıp Ebû
Katâdeden «radıyallahü anh» su istediler, ab-dest aldılar, geri kalan suyu
saklayın lâzım olur buyurdular. Halkın bir kısmı ileride bir susuz yerde
konaklamışlardı. Halbuki Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhümâ» su bulunan bir
yerde konaklıyalım, demişlerdi. Susuzlukdan develerini kesip midelerinde
bulunan suları içerlerdi Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem (Eğer bunlar
Ebû Bekr ve Ömer’in «radıyallahü anhümâ sözlerini dinleselerdi, bu belâya
düşmezlerdi) buyurdular ve abdestlerinden artan suyu istediler. Kabın dibinde
kalan su ile oradakiler susuzluklarını giderdikleri gibi onbin at ve onbeş bin
koyun ve deveyi de suladılar.
·
217
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebük gazasına gidince Abdullah bin
Hayseme «radıyallahü anh» evinde kalmışdı. Evinde hizmetçileri güzel yemekler
hazırlamış ve hanımı ile gölge bir yerde otururken aklına geldi ki: geçmiş ve
gelecek günahları afv edilmiş olan bir peygamber bu sıcak hevâda harbe gidip de
benim burada gölgede hanımla beraber oturmam insafa sığmaz. Hanımı ile hiç
konuşmadan devesine bindi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebükde
yetişdi. (Fânî dünya nimetlerini bırakıp Hak teâlâmn rızâsı için buraya
gelmekle çok iyi yapdın) buyurdular.
·
218
— Ebû Ümeyye (radıyallahü anh» anlatıyor: Tebük seferinde bir vadiye varmışdık.
Orada bir kadının hurma bağçesi vardı. Resûlulla-hm «sallallahü aleyhi ve
sellem» izniyle hurmaları topladık. On vesk oldu. Kadına, bağçendeki hurmaları
topla, dediler. Kadın topladı. Tam eshâb-ı kiramın «radıyallahü anhüm»
yedikleri kadar on vesk çıkaı. [Bir vesk altmış sa’dır. Bir sa’ 4,2 litredir.]
·
219
— Kurâ* denilen vâdiden kalkıp Tebük’e doğru giderken bu gece kuvvetli rüzgâr
esecekdir, hiç kimse yerinden kalkmasın ve develeri kuvvetli bağlasınlar,
buyurdular. O gece, yerlerinden kalkmış bulunan iki kişiyi rüzgâr alıp uzak
dağlara atdı.
·
220
— Ebû Zer Gıfârî «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» Tebük seferine çıkdılar. Benim devem çok zaîf idi. Biraz besleyip sonra
çıkayım diye düşündüm ve öyle yapdım.
Bir
müddet gitdikden sonra devem çökdü ve bir dahâ kalkmadı. Mecbûren yükümü
sırtıma alıp yaya yola koyuldum. Resûlullah’a «sallallahü aleyhi ve sellem»
yetişdim. (Merhaba yâ Ebâ Zer. Yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız dirilirsin) buyurdular.
İbni Mes’ud «radıyallahü anh» diyor ki: Onu Rübde’de yalnız olarak vefat etmiş
buldum. Sadaka Resûlullah dedim. Müsteksâ kitâbmm sâhibi diyor ki: Rübde’de Ebû
Zer’in «radıyallahü anh» kabrini ziyaret etdim. Diğer Eshâbm «radıyallahü
anhüm» kabrlerinden farklı bir eser buldum. Nemâz kıldım. Başımı secdeye
koyduğumda burnuma misk kokuları geliyordu.
·
221
— Tebük gazasında Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» devesi gaybolmuşdu.
Kâfirler, sizin peygamberiniz devesinin nerede of duğunu bilmiyor, göklerden
haber veriyor dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu sözü
işitince, (Ben ancak Rabbimin bildirdiği şeyleri bilirim, fekat şimdi Rabbim
bana bildirdi. Devem falan derede, yular] bir ağaca takılmış vaziyetdedir.)
Buyurdular. Hakîkaten gidip deveyi o derede o hâlde gördüler.
·
222
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile beraber Tebük gazasına bazı
münâfıklar da gitmişlerdi. Bunlardan biri vedî’a bin Sâbit, diğeri Muhşî bin
Humeyr idi. Kendi aralarında: Müslimânlar zan ediyor ki, Benî Asfer [burada
Rûm, Anadolu halkı kasdedilmekdedir.] ile yap-dıkları harb, diğer kabilelerle
yapdıkları harb gibi olacak. Yarın göreceksiniz, bunların çoğu esir olacak diye
konuşuyorlardı. Bunların konuşmaları sırasında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem». Ammâr bin Yâseri «radıyallahü anh» gönderip, ordu içinde birbiriyle
söyleşenleri bul, onlara ne konulduklarını sor, inkâr ederlerse şöyle
konuşmadınız mı? diye söyle buyurdular. Ammâr «radıyallahü anh» söylenilenleri
yap-dı. O zeman orada bulunan münafıklar, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» huzûrlarına gelip özr dilediler. Vedî’a bin Sâbit Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» devesinin yularından tutdu. Biz tehlükeli iş
yap-dık, boş sözler söyledik, dedi. Muhşî bin Humeyr ise ismini değişdirmek
istedi. Adını Abdurrahman koydular. Hak teâlâya tenha bir yerde şehid olması
için dûâ etdi. Yemâme harbinde şehîd oldu. Kimsenin haberi olmadı.
·
223
— Tebüke yaklaşdıklarmda Resûlullah «sallâllahü aleyhi ve sellem» yarın kuşluk
vakti tebük’e varacağız. Ben gelmeden hiç kimse elini suya vurmasın buyurdular.
Eshâb-ı Kirâm «radıyallahü anhüm» Tebük’e geldiler. Gayet az akan bir çeşme
vardı, hiç kimse su içmedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gelip
mübarek ellerini ve yüzünü yıkadılar. Çeşmenin suyu çoğaldı. Herkes istediği
kadar su aldı. Mu’âz bin Cebel’e «radıyallahü anh» bu çeşmeden bostanlarm
sulandığım görürsün buyurdular.
·
224
— Muâz bin Cebel «radıyallahü anh» anlatıyor: Tebük gazasından dönüşde bir
dereye gelmişdik: Bir taş yarığından çok az su akıyordu. Ben gelmeden suya
kimse dokunmasın buyurdular. Dört kişi o suyun birikmiş bir yerinden
aldılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» suya dokunulduğunu anlayıp
buradan kim su aldı? diye sordular Falan falan aldı diye cevâb verdik. Onları
azarladı. Sonra aşağı inip taşın yarığını mübarek parmakları ile mesh etdiler.
Hak teâlânm dilediği şeyleri söylediler. Su oradan fışkırdı. Dere o suyun
çağlama sesiyle doldu. Ömrü olanlar, bu derenin civar derelerden çok yeşillik
olduğunu görür buyurdular. Selefden biri, bizimle Şam arasında o dereden güzel
dere yok-du diye söylemişdir.
·
225
— Tebükden dönerken yolda çok büyük heybetli bir yılana rastladılar ve çok
korkdular. Sonra kenara çekildi. Eshâb-ı kirâma «aleyhi-mürridvân» bakdı ve
başını aşağı indirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bu, bize
Kur’ân-ı Kerim dinlemeğe gelen cinlerden biridir. Onun mekânımın yanına
geldiğimiz için bize selâm verdi. Siz de onun selâmını alınız buyurdular.
Eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvan» da yılanın selâmına cevab verdiler. Sonra.
Resulullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın kullarından kim olursa
seviniz! buyurdular.
·
226
— Benî se’ad kabilesinden bir genç anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» tebükde altı kişiyle bir yerde oturmuşlardı. Yanlarına gidip, Allahdan
başka ilâh yokdur, sen de onun resûlüsün dedim. Ebedî se’âdete kavuşdun
buyurdular. Bilâlden «radıyallahü anh» yiyecek bir şey istediler. Bir mikdar
yağ ve biraz hurma çıkardı. Hepimiz yedik ve doyduk. İslâmdan evvel bu kadar
hurmayı ben yalnız yerdim ve karnım doymazdı dedim. (Kâfirin yedi mi’desi
vardır, mü’minin bir dânedir) buyurdular.
İslâmiyete
îmânım dahâ kuvvetlensin diye, bir kuşluk vakti, Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» ile yanlarında on kişi vardı, yemek yiyeceklerdi. Yanlarına gitdim.
Yine Bilâlden «radıyallahü anh» yemek istediler. Bir avuç hurma çıkardı.
Torbadaki hurmaların hepsini çıkar buyurdular. Hepsini çıkardı. Mübarek
ellerini hurmanın üzerine koyup, besmele ile yiyiniz buyurdular. Hepimiz yedik.
Ben o kadar çok yedim ki, artık bir dâne dahâ yiyemezdim. Sonunda yine hurmalar
evvelki kadar kaldı. Böylece üç gün devâm etdik. Yine hurmalar aynen duruyordu.
Benim de İslâmm hakikatine yekinim son dereceye vardı.
·
227
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebük’e geldiğinde Herakl da Humus’a
gelmiş idi. Herakl, bir kişi gönderip Resûlullah’m «sallallahü aleyhi ve
sellem» her dürlü hâlini öğrenip gelmesini emr etdi. O şahs gelip bütün güzel
huylarını, nübüvvet mührünü, gözlerindeki kırmızılığı ve sadaka kabul
etmediğini görüp, Herakl’a haber verdi. Herakl, kavmini İslâma da’vet etdi.
Kavmi üzerine yürüdüler, kendini zor kurtardı.
·
228
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hâlid bin Velid’i «ra-dıyallahü anh»
Devmet-ül Cendel’e reisleri olan Ekidir ile harb etmek üzere gönderdi. Hâlid
«radıyallahü anh» hem düşmanın memleketine gidiyoruz, hem de kuvvetimiz çok az
deyince, (Ekidir, dağ .sığırını avlamakla meşgûl olurken, Hak teâlâ seni onlara
gâlib getirir) buyurdular. Mehtablı bir gecede Ekîdirin hisârma vardılar.
Ekidir, hanımı ile serâyı-nm damında içki içiyorlardı, bir yandan da çalgı
çalınıp, bir kadm şiir söylüyordu. Hâlid «radıyallahü. anh da bir yere
gizlenmiş onları görüyordu. O sırada dağ sığırları oynayarak hisarın kapısına
geldiler ve kapıyı boynuzlamağa başladılar. Şiir söyleyen rübâbî kadın, Ekîdire
böyle, av gördün mü, kaçırma, dedi. Ekidir de, doğru söylüyorsun, dey;p
atım hazırlamaları için emir verdi. Yanma kardeşini ve birkaç kişi daha alarak
dağ sığırlarını avlamak için hisârdan çıkdılar. Hâlid bin Velid «ra-dıyallahü
anh» ve yanındakiler bunlarla harb etdi. Ekîdirin kardeşini öldürdüler.
Ekidir’i ise esir etdiJer, diğerleri de kaçıp hisara girdiler.
·
229
— Benî Se’ad kabilesinden birkaç kişi Resulûllahm «sallallahü .aleyhi ve
sellem» huzûrlarına geldiler. Kabilemizde bir kuyumuz var, suyu çok azdır. O
kuyunun suyunun fazlalaşması için sizden düâ istemeğe .geldik, dediler. Birkaç
dâne küçük taş getirin, buyurdular. Üç taş getirdiler. Mübarek ellerine o
taşları alıp tekrar geri verdiler. (Bu taşları birer birer, Hak teâlâmn ismim
söyliyerek kuyuya atınız) buyurdular. At-dılar, su hemen çoğaldı’ Refâha
kavuşdular ve din düşmanlarına gâlib geldiler.
·
230
— Irbaz bin Sâriye «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlulleh «sallallahü aleyhi
ve sellem» Tebük’de Ümmü Seleme «radıyallahü anhâ»nın çadırında idi. Eshab-ı
kirâmdan «aleyhimürrıdvan» iki kişinin ve benim karnımız açdı. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bizim için yiyecek istedi, yokdu. Bilâle
«radıyallahü anh» bunlar için yemek bul! buyurdular. O da, yok ya Resûlallah,
bütün torbaları silkdim, dedi. Bir daha silkele buyurdular. Bilâl «radıyallahü
anh» silkdi, yedi dâne hurma çıkdı. (Mübarek ellerini hurmaların üzerine
koydular.
Besmele
ile yiyiniz, dediler. Biz yemeğe başladık. Ben elli dört dâne yedim. Çünki
çekirdekleri elimde idi. Arkadaşlarım da aşağı yukarı benim kadar
yemişlerdi. Sonunda yine yedi hurma önümüzde kaldı. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Bilâl’e «radıyallahü anh» bu hurmaları sakla,
bunları yiyen muhakkak tok olur, buyurdular. Sonra on fakir gel-mişdi.
Resulullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bilâl’den «radıyallahü anh» o yedi
hurmayı istedi. Yine ellerini hurmaların üzerine koydular. (Besmele ile yiyiniz
buyurdular. Hepsi doydu. Yine yedi hurma önlerinde
—
113 __ Peygamberlik Müjdeleri —, F. 8 kaldı.
Sonra, (Rabbimden hayâ etmeseydim, Medine’ye kadar, orduyu bu hurmalarla
doyururdum) buyurdular. Sonunda o hurmaları bir küçük' çocuğ verdiler.
·
231
— Tebük’den dönüşde münafıklar, Resûlullahı «sallallahü aleyhi, ve sellem» dağ
yolundan aşağı atacaklarına karar verdiler. Dağ yoluna geldikleri zeman
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», hepiniz dere yolundan gidiniz, hiç
kimse benimle gelmesin, buyurdular. Kendileri devesine bindiler, Ammar bin
Yâser «radıyallahü anh» devesinin yularını çekiyordu. Huzeyfe «radıyallahü anh»
da devesini sürüyordu. Böylece Akabe [dağdaki sarp yokuş] yolunu tutdular.
Biraz gidince,, arkalarından bir grub insanlar göründü. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» Huzeyfeye «radıyallahü anh» arkadan gelenleri geri dönder,
diye emr etdi. O da arkadakilerin develerinin yüzlerine sopa ile vurmağa,
başladı. Münâfıklar, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizim hilemizi
anladı, diyerek geri dönüp Akabe’den aşağı kaçdılar. Huzeyfe «radi-yallahü anh»
geri dönünce Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», bunlardan kimseyi
tanıdın mı? diye sordular. Falan kimselerin develerini tanıdım ama yüzleri
bağlı ve gece olduğu için kimseyi fark edemedim, dedi. Akabeyi geçdiler. Sabah
oldu. Ebû Yahyâ’ya «radıyallahü anh» mü— nâfıklann ne düşündüğünü biliyor
musun? Gece beni dağdan aşağı atacaklardı, buyurdular. Yâ Resûlullah emret, başlarını
getireyim, dedi. Onlar zâhiren şehâdet getirirler, Hak teâlâ beni şehâdet
getireni öldür-mekden men’ etmişdir, buyurdular. Sonra o münâfıkları Huzeyfeye
«ra-dıyallahü anh» söylediler ve Hak teâlâ beni onların cenaze namâzlarmı
kılmakdan men’ etdi, buyurdular. O münâfıkları Huzeyfe’den «radıyalla-hü anh»
başka hiç kimse bilmezdi. Bunun için Ömer «radıyallahü anh» Resûlüllahm
«sallallahü aleyhi ve sellem». Vefatından sonra bir cenâze olduğunda Huzeyfeyi
«radıyallahü anh» bulurdu. O cenâzeye giderse kendisi de giderdi, gitmezse
gitmezdi.
·
232
— Tebükde Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Allahü teâlâ bana îrân ve
Bizans hâzinelerini ve Hımyer’in meliklerinin Allah yolundaki cihadda yardımcı
olacaklarını bildirdi,) buyurdular.
Medine’ye
geldiklerinde Humyer’in elçisi geldi. Şirkden ayrılıp Müs-limân olduklarını
söyledi. Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem bir kitâb istiyorlardı.
Ahkâm-ı İslâmî bildiren bir kitâb yazıldı. Elçi ile gönderildi.
·
233
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebükden dönünce bâzı padişahlar ve
kabile reislerinden elçiler geldi. Benî Mürre kabilesinden on üç kişi gelmişdi.
Müslimân olduklarını açıkladıkdan sonra memleketlerinde hiç yağmur yağmadığını
bu yüzden çok sıkıntıda olduklarını söyliyerek düâ istediler. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Rabbî, onları yağmur ile suya doyur.') diye
düâ buyurdular. Memleketlerine dönünce düânm edildiği zeman yağmurun yağdığını
anladılar ve re-fâlıa kavuşdular.
·
234
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tâif gazâsma giderken, gece vaktinde
içinde çok sedir ağaçları bulunan bir vâdiden geçiyordu. Devesinin üzerinde
uyumuşdu. Başının hizâsma gelen bir ağaç dalı, oradan geçerken kendiliğinden
kesildi. Mübarek başlarına bir zarar gelmedi. O ağaç, o civarda meşkûrdur. O vâdiden
ağaç kesenler o ağaca hiç dokunmazlar. Bu, bâkî kalan mû’cize olarak Şeref’ül
Mustafa adlı kitâb-da yazılıdır.
·
235
— Abdil Kays kabilesinden birkaç kişi Medine’i Münevvere’ye gelmişler,
beraberlerinde bir deli getirmişlerdi. Resûlullahm «sallallahü aleyih ve
sellem» huzûrlarına geldiler. Delinin bakışmdan, deli olduğu anlaşılıyordu.
Arkasını dönderin buyurdular. Dönderdiler. Delinin sırtına bir kaftan örtüp (Ey
Allahın düşmanı çık!) buyurdular. Derhal delinin bakışı düzeldi. Sonra yüzünü
dönderip mübarek elini yüzüne sürdü ve düâ etdiler. Yaşlı olduğu halce, yüzü
gençleşdi, ve kavminin en akıllısı oldu.
·
236
— Abdil Kaysdan gelenler arasında, Bahreyn’de amcasının oğlu ile şerab içerken
amcasının oğlunun vurmasiyle ayağı yaralanan ve hâlâ yaranın izi belli olan
birisi vardı. Bunlar, yâ Resûlullah, bizim oturduğumuz yerin hevâsı değişikdir.
Biz yemeklerden sonra şerab içeriz, dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» (Sizden biriniz bir kadeh şarab içer, sarhoş olur. Kalkıp, amcasının
oğlunun ayağını yaralar...) buyurunca o şahs ayağını örtdü_
·
237
— Habeşistan Padişahı Necâşî vefat etdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» eshâbına «radıyallahü anhüm» bakî’ mezarlığına çıkalım, dediler. Gidip
orada gıyaben Necâşinin cenaze namâzını kıldılar.
Âişe
«radıyallahü anhâ» babasından duyarak söylemişdir ki: Necâşinin kabri üzerinde
dâimî olarak bir nur görülürdü.
·
238
— Hicretin onuncu yılında Benî Âmir kabilesi gelip Müslimân olduklarını
bildirip îslâmın hükümlerini öğrendiler. Erbede bin Kays ve Âmir bin Tufeyl
Müslimân olmamışlardı. Kavmi Âmir’e gel Müslimân ol, dediler. Âmir, bütün
Arabistan bana tâbi oluncaya kadar muharebe edeceğim diye and içmişim, nasıl
olur da bir Kureyşli gence tâbi olurum? dedi. Sonra Âmir Erbede’ye: Ben
Muhammedin yüzünü benden tarafa döndürüp,t onu meşgul ederim, sen
arkadan vurursun, dedi.
Âmir
Resûlullahm «sallaliahü aleyhi ve sellem» yanma gidip, bana haraç tayin et,
dedi. îmân etmiyorsan tabii öyle olur buyurdular. Gûya, Âmir oyalama yapıyordu.
Fekat Erbede bir şey yapmıyordu. Âmir cok oturunca (Yâ Rabbî, beni Âmirden
kurtar) diye düâ etdiler. Hak teâlâ Âmire tâ’ûn hastalığı verdi ve o hastahkdan
öldü. Erbede; Ne zeman Mu-hammede «sallaliahü aleyhi ve sellem» vurmak istesem,
Âmir aramıza girerdi, dedi. Erbede, feryad ederek öldü.
·
239
— Ka’bül ahbârm «radıyallahü anh» îman etmesi hakkındadır
Hicretin
onuncu yılında Resulullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» Hazreti Ali’yi
«radıyallahü anh» Yemene gönderdi. Ka’bül ahbâr «radı-yallahü anh» da orada
idi. Henüz îmân etmemişdi. Ali «radıyallahü anh» Resûlullahm «sallaliahü aleyhi
ve sellem» sıfatlarını anlatıyordu. Ka’bül ahbâr tebessüm etdi. Sebebini
sorduğunda: Biz bu sıfatları kitâbımızda okuyoruz, dedi. Hemen îmân etdi, İslâm
dîninin esaslarını öğrendi ve halka öğretdi. Hazreti Ömer’in «radıyallahü anh»
halifeliği zemanmda Medine’ye geldi. Keşki daha önce gelip Resûlullahm «sallaliahü
aleyhi ve sellem» sohbeti ile şereflenseydim dedi. Bâzı kitâblarda böyledir.
Meşhûr
olan Ka’b, Hazreti Ömer «radıyallahü anh» vâsıtasiylc, onun halifeliği zemanmda
Şam’da Müslimân olmuşdur. Şa’îd bin Müseyyeb «radıyallahü anh» anlatır: Abbâs
«radıyallahü anh» zemzem suyunun yanında oturuyordu. Ka’b «radıyallahü anh»
yanma geldi. Niçin Resû-lullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» ve Ebû Bekrin
«radıyallahü anh» ze-manlarında îmân etmedin? diye sordu. Ka’b «radıyallahü
anh»: Babam bana Tevrat’dan ba’zı şeyler yazdı. Bununla amel et dedi. Tevrâta
mühr vurdu. İslâmiyet meydana çıkdı. Onda hayr ve iyilikden başka bir şey
görmedim. Babamın benden bâzı şeyleri gizlediğini düşünerek merak edip mührü
açdım. İçinde Resûlullahm «sallaliahü aleyhi ve sellem» ve ümmetimin
vasıflarını gördüm. Hemen îmân etdim, dedi.
·
240
— Cerîr bin Abdullah «radıyallahü anh» Yemenden gelip Müslimân oldu. Resûlullah
«Sallaliahü aleyhi ve sellem» Cerir Medine’ye gelmeden evvel (Bu kapıdan
Yemen’in ileri gelenlerinden biri dahâ içeri gi-recekdir) buyurmuşlardı. Cerîr
«radıyallahü anh» at üstünde duramazdı. Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve
sellem» mübarek elini göğsüne vurup düâ buyurdular. Ondan sonra atdan düşmedi.
·
241 — Tayy kabilesi, reisleri Zeydül Hayl
ile birlikde Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma gelerek
Müslimân olduklarını bildirdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Zeyd’in adını Zeydül Hayr koydular ve şimdiye kadar medhini duyduğum,
kimselerde az şeyler görüyordum. Zeydde ise duyduğumdan çok şeyler gördüm
buyurdular. Zeyd, memleketine dönünce (keşki Zeyd, Medine’nin hummasından
kur-tulabilseydi) buyurdular. Memleketinin sınırında iken hummadan vefât etdi
«radıyallahü anlı.»
.
242 — Adî bin Hâtem Medine’ye geldi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»,
Ey Adî, Müslüman ol! buyurdular. Adî, benim dînim vardır dedi. Sen Nasâra ve
Dâbieyn dînini seçdin buyurdular. Adî evet dedi. Sen ganimet malının dörtde
birini alıyorsun, halbuki bu sizin dîninizde câiz değildir, buyurdular. Adî
evet dedi. Adî diyor ki; kalbimde, Islâm dînine karşı olan kötülük kalmadı.
Yine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (İmâna gelmemen, yâ İslama düşman
olanların çok olmasından veya Müslimânların fakir olmasındandır. Fekat senin
fakir gördüğün müsli-mânların malı o kadar çok olacakdır ki sadaka verilecek
kimse kalmıya-cakdır.) buyurdular. Hiç Hîre’ye gittin mi? diye sordular.
Gitmedim ama bilirim dedim. Az zemanda oradan bir kadın yalnız başına
Beytullahı ta-vâf etmeğe gelecekdir buyurdular. Sonra eğer Müslimân olmamana
sebeb olarak, Müslimân olmayan büyük Padişahların olduğunu söylüyorsan, yakın
zemanda Hak teâlâmn izniyle Kisrâ bin Hürmüz’ün memleketi Müs-limânlarm
olacakdır buyurdular. Adî diyor ki: Müslimân oldum. Hîreden, bir kadının yalnız
olarak Kabe’ye gelerek tavâf etdiğini gördüm. Kisrâ-nm mülkünü yağma edenlerden
biri de ben idim. Müslimânların sadaka verecek kimse bulunamayacak kadar zengin
olacağı da muhakkakdır.
·
243
— Hicretin onuncu yılında bir kabilenin büyükleri Müslimân olduklarını
bildirdiler. Ahkâm-ı îslâmiyyeyi öğrendiler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» huzûruna gelerek, bulundukları yerde bu sene hiç yağmur yağmadığını
söyleyip düâ istediler. Memleketlerine gidince düâmn edildiği zeman yağmur
yağdığını öğrendiler.
·
244
— Necâşînin kız kardeşinin oğlu Fîrûz Deylemî «radıyallahü anh» Medine’ye gelip
îmân etmişdi. Peygamberlik da’vâsı eden Esved Unsî’yi öldürdü. O gecenin
sabâhmda Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu gece Esved Unsî’yi
öldürdüler buyurdular. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürridvan» kim öldürdü? diye
sordular. (Mübarek bir hânedân-dan Fîrûz adında bir kişi öldürdü) buyurup,
Fîrûz’a «radıyallahü anh» düâ buyurdular.
·
245
— Aynı yılda kende kabilesinden bir grub geldi. İçlerinde reislerinin oğlu Vâil
bin Hacer de vardı. Henüz kimse ile görüşmemişlerdi. Üç gün evvel Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» Vâil bin Hacer’in geleceğini müjdelediğini
duydular. Hemen Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna gidip imân
etdi.
·
246
■— Sa’d bin Ebî Vakkâs «radıyallahü anh» veda haccı zemanla-rında
hastalanmışdı. Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» onun zıyâ-detine
gitmişdi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» herhalde Mek-ke-i
mükerremede eshâbından ğeri kalacağım dedi. (İnşâallah Hak teâlâ seni saklar,
eğer geri kalırsan senden çok hayrlı işler meydana gelir. Bir kavme iyilik,
diğer bir kavme de zarar gelecekdir,) buyurdular. Sonra Sa’d «radıyallahü anh»
sıhhat bulup Muâviye «radıyallahü anh» zemâ-mna kadar yaşadı. Irak’ı feth etdi.
Hazret-i Ebû Bekrin «radıyallahü anh» zemanmda, mürtedlerle harb edildiği
günlerde büyük işler başardı. Islama çok faideli oldu. Mürtedlere zararı
dokundu.
·
247
— Vedâ haccı zemanlarmda Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» Mekkede bir
evde idi. Yemâmeden birisi kundakdaki bir çocuğu getirmişdi. Ben kimim buyurdular.
Bebek, sen Resûlullahsm diye cevâb verdi. Doğru söyledin buyurdular. Çocuk
ondan sonra konuşmağa başladı. O çocuğa Mübârek-ül Yemâme ismini koydular.
·
248
— Üsâme bin Zeyd «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve
sellem» vedâ haccma giderken, kucağında, çocuk bulunan bir kadın, Yâ Resûlullâh
bu çocuk benim oğlumdur, dilinde tutukluk var, sanki içeriden birisi tutuyor
dedi. Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek ellerini uzatıp, çocuğu
kadından aldı. Mübarek ağızlarının suyundan o çocuğun ağzına bırakıp (Ey
Allahın düşmanı çık! Ben Resûlullahım) buyurdular ve çocuğu yine annesine
verdiler. Artık tutukluk kalmaz buyurdular. Hacdan dönüşde aynı yere
geldiğimizde o kadın bir kuzu kızartmış bekliyordu. Resûlullâh «sallallahü
aleyhi ve sellem» kadından çocuğun hâlini sordular. Kadın, sizin bakdığmız
günden beri tutukluğu kalmadı dedi. Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem»
benden kuzunun bir kolunu istediler, verdim. Diğer kolunu da istediler, onu da
verdim. Bir kol dahâ istediler. Bir koyunda ikiden fazla kol olmaz dedim. O
zeman eğer, olmaz demeyip elini uzatsaydm her istediğimizde bir kol dahâ
bulacakdm buyurdular. Sonra Ya Üsâme, etrâfa bak kâzâ-ı hâcet için kapalı bir
yer bulursan haber ver buyurdular. Yorulun-caya kadar yürüdüğüm halde kimsenin
bulunmadığı mahfûz bir yer bulamadım, geri dönüp durumu anlatdım. Hiç ağaçlar
ve taşların bulundu-'ğu bir yer gördün mü? diye sordular evet dedim. Oraya git,
(Allahın Resûlü bir araya gelmenizi istiyor ki, kendisini muhâfaza edesiniz)
diye söyle buyurdular. Söylediklerini yapdım.
Ağaçlar,
kökleriyle sıçrayarak bir araya geldiler, taşlar da birbirinin üzerlerine
gelerek duvar oldular. Resûlullaha durumu anlatdım. Su getir buyurdular. Suyu
alıp onlardan evvel o yere götürdüm: Abdest alıp çadıra geldiler ve Yâ Üsâme
git o ağaçlara ve taşlara de ki: (Allahın Resûlü yerlerinize gitmenizi
istiyor.) Buyurdukları gibi yapdım. Hepsi yerlerine gitdiler.
·
249
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kurban kesecekdi. Beş veya altı deve
getirdiler. Develer, önce benden başlasın diye birbirleriyle ■itişirler, öne
geçmeğe çalışırlardı.
·
250
— Aişe-i Sıddîka «radıyallahü anhâ» diyor ki: Bir gece Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» yatağından kalkıp dışarı çıkıyordu. Bu vakt nereye gidiyorsun?
diye sordum. Bakî’ kabristanında bulunanlara düâ etmem, emr olundu, oraya
gidiyorum buyurdular. Ebû Müveyhibe ve Ebû Râfi’ «radıyallahü arihümâ»
hizmetçileri idi. Beraber gitdiler. Ebû Müveyhibe «radıyallahü anh» diyor ki:
Bir müddet kabristandaki mevtaların afvı için düâ buyurdular. Sonra
(Kavuşduğunuz ni’metler âfiyet olsun, kapıları yüzünüze rahmet ile açılan
serâylar mübarek olsun, sonu gelmiyen dünyâ fitnelerinden kurtuldunuz.)
buyurdular. Sonra (Ey Müveyhibe, beni dünya hâzineleri ve dünyada bâkî kalmak,
Cennet *■ ve hak teâlâ hazretlerine kavuşmak ve Cennet içinde kalmakda muhayyer
kıldılar.) buyurdular. Ya Resûlallah, dünya hazînelerini, dünyada bâkî kalmağı
ve sonra Cenneti ihtiyar eyle dedim. Hayır, Hakka kavuşmayı ve Cenneti seçdim
buyurdular. Birkaç gün sonra 'hastalandılar.
·
251
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve. sellem» bütün hastalıklarında Hak teâlâdan
sıhhat bulması için düâ buyururlardı. Son hastalığın da (Ey nefs,
kuvvetsizlikden niçin başkasına sığmıyorsun?) buyurdular.
·
252
— Aişe «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
sıhhatli iken (hiçbir Peygamber Cennet’deki mekâmını •görmeyince) bu dünyâdan
gitmez, mekâmını görünce isterse onu bu dünyâdan götürürler, isterse sıhhat
verilir,) buyurmuşlardı. Son hastalığında mübârek başlarım dizime koymuşlardı.
Bir ara gözlerini tavana dikdiler ve (Allahümmerrefik-ül a’lâ) buyurdular.
Anladım ki onu muhayyer etmişlerdi. O refîk-i a’lâ’yı seçmişdi. Son sözleri de
bu oldu.
·
253
— İbni Mes’ûd «radıyallahü anh» diyor ki: Resûlullahm «sa’lal-lahü aleyhi ve
sellem» vefatından bir ay evvel bizi Hazret-i Âişe’nin «ra-dıyallahü anhâ»
evinde toplamışdı. Vaşıyyetler ve hayr düâlar etdikden sonra, Hak teâlâ bizim
üzerimize halife verdi buyurdular. Rıhletin ne zaman? diye sorduk. Sizden
ayrılma, Hak teâlâya kavuşma ve Cennet’de yaşama zemanı yaklaşdı buyurdular.
·
254
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mu’âzı «radıyallahü anh» Yemen’e
gönderdi. Uzun bir vasiyyet etdi. Eğer dünyâda bir dahâ görüşmek imkânı olsaydı
bu kadar uzun vasiyyet etmezdim buyurdular. Mu’âz «radıyallahü anh» Yemen’de
iken Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefât etdi.
·
255
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» son hastalığında Fâtı-mâ’yı
«radıyallahü anhâ» çağırıp kulağına bir şeyler söylediler. Fâtımâ. «radıyallahü
anhâ» ağladı. Bu sefer mübârek başını Fâtımânm kulağına götürerek bir şeyler
dahâ söylediler. Fâtımâ «radıyallahü anhâ» güldü. Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» hanımları Fâtımâdan «radıyal-lahü anhâ» sebebini sordular. Bu
sırrı açıklıyamam, dedi. Âişe «radıyal-lahü anhâ» Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» vefatından sonra tekrar sordu. Cevâbında, babam bana Cebrâil
«aleyhisselâm» Kur’an-ı Kerîmi her sene bir defa arzederdi bu sene iki kere arz
etdi. Vefâtımın yakın olduğunu anladım, dediği zaman ağladım. Bunun üzerine bu
ümmetin sey-yidesi olacaksın ve hanımlarımdan evvel bana kavuşacaksın,
buyurunca güldüm dedi.
·
256
— Fâtımâ «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» başucunda oturmuşdum. Ev kapısından birisi selâm verdi ve Resûlullahm
yanma varmağa izn var mıdır? diye sordu. Ey Allahın kulu, bu ziyaret için Hak
teâlâ sana ecrler versin, yalnız biraz mü-sa’ade et dedim. Kapıdaki Ey Fâtımâ
beni men’ eyleme; muhakkak içeri girmem lâzım dedi. Biz bu konuşmada iken
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ağrısı hafifleyip gözlerini açdılar
ve ey Fâtımâ kiminle ko-nuşduğunu biliyor musun? O Azrâildir «aleyhisselâm» izn
ver de içeri girsin, buyurdular/ İçeri girdi, selâm verdi. Selâmını aldılar.
Melek-ül mevt, senden evvel kimsenin kapısına gidip izn istemedim ve senden
sonra da istemem, dedi.
·
257
— Ümm-i Seleme «radıyallahü anhâ» diyor ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» vefat ettiğinde elimi mübarek göğsüne koymuş-dum. O kadar elimi
yıkadığım halde haftalarca elimden misk kokusu gitmedi.
·
258
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat edince eshâb-r kirâm
«aleyhimürrıdvan» diğer ölüler gibi mi, yoksa gömleği içinde mi yıkayalım, diye
tereddüd etdiler. O sırada hepsini bir uyku basdırıp başlarını tutamadılar. O
zeman hepsi birden Allahın Resûlünü gömleği içinde yıkayınız, diye bir ses
işitdiler.
·
259
— Emir-ül Mü’minin Ali »kerremellahü vechehü» diyor ki: Re-sûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» vasiyyeti üzerine mübârek vücû-dünü ben yıkadım.
Benden başka her kim onun vücûdüne baksa kör olurdu. Yıkarken bana gâibden
yardım ediyorlardı. Mübârek vücûdünü dön-derirken sanırdım ki üç kişi bana
yardım ediyor.
·
260
— Emir-ül mü’minin Ali «radıyallahü anh»m anlayışı ve hâfıza-sı çok kuvvetli
idi. Bunun sebebini sordular. Cevabında, Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve
sellem» yıkarken göz çukurunda bir mikdar su kalmış-dı. O suyu yere dökmek bana
acı geldi. O suyu dilim ile alıp içdim. İşte bendeki hâfıza kuvveti o
serçeşmenin bereketidir, buyurdu.
·
261
— Ali «radiyallahü anh» Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gasl ederken,
mübarek vücûdünde hiç bir kusûr görmeyince, babam anam sana feda olsun, canlı
iken de mevt halinde de ne kadar güzelsin, ne güzel kokuyorsun? demekden
kendini alamadı.
·
262
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatı zemanında dünyâyı karanlık
kapladı. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» birbirlerini göremezlerdi. Kendi
ellerini bile göremezlerdi. Bu karanlık defnin bitimine kadar sürdü.
·
263
— Hazret-i Ali «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» vefat edince gâibden bir nida geldi. Esselâmü aleyküm yâ ehlel beyt-i
Resûlillah ve rahmetullahi ve berekâtühü! Her kes ölümün tadını duyacakdır.
Ecrinizi kıyâmet gününde bulursunuz diyordu.
·
264
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat haberi kendilerinin müezzini
olan Abdullah bin Zeyd-il Ensârî’ye «radiyallahü anh» bostanda iken geldi.
Hemen, Yâ Rabbî gözlerimi görmez eyle diye düâ etdi. Düâsı kabul oldu. Niçin
böyle düâ etdin? diye sorduklarında, dünyânın lezzeti görmekdedir, İstedim ki,
gözüm ondan başkasına bakmakla lezzetlenmesin cevâbını verdi.
·
265
— Emîr-ül mü’minin Ali «kerremallahü vecheh» anlatıyor: Re-sûlullahı
«sallallahü aleyhi ve sellem» defn etdik. Bir a’râbî gelip kendini o mübarek
kabrin üzerine bırakdı. Topraklarını başına sacdı. Yâ Resûlallah «sallallahü
aleyhi ve sellem» ernr etdin, itâ’at etdik. Hak teâlâ sana Kur’ân-ı Kerîmi
gönderdi. Biz de senden kabul etdik. Sonra biz kendi nefsimize çok zulm etdik,
şimdi geldik ki, bizim için istiğfar edesin dedi. Hemen kabrden bir ses geldi
ki, afv etdiler.
·
266
— Abdurrahman Anberî «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» bir arife gününde sadakaya teşvik hu-sûsunda hutbe okuyordu: Bir
genç kalkıp, yâ Resûlullah budeve fakirlerin olsun, dedi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» deveye bak-dı. Emr etdi, satın aldılar. O
günlerde Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ömer übnil Hattâb’a
«radiyallahü anh» sana acâib bir haber vereyim mi? buyurdular. Buyurun, dedi.
(Bu gece dışarı çıkmışdım. O deve bana selâm verdi ve yâ Resûlallah, benim anam
Kureyşden bir kişinindi. Sağacağı zeman yedirir, sağmayınca hiç bir şey
vermezdi. Ben onun beşinci yavrusuyum. Câhiliyet zemânmda, bir deve beş defa
do-ğursa, beşincisini putlar için ayırıp, ona yük yüklemez ve binmezlerdi. Beni
köylüler âriyet verdiler. Bazı yerlerde kaçdım, kırlarda otladım. Otlar, önce
bana gel, diye çağrışıp sen Muhammedinsin «sallallahü aleyhi ve sellem»
derlerdi. Geceleyin yırtıcı hayvanlar birbirlerine ona dokunmayın, o
Muhammed’indir «sallallahü aleyhi ve sellem» derlerdi. Hak teâlâ beni sana
kavuşduruncuya kadar böyle devâm etdi. Efendinin adı nedir? diye sordum. Gadbâ
dedi. Ben ona efendisinin adını verdim.) buyurdular. Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» vefatı yaklaşınca Gadbâ, bana ne vasiyyet edersin diye sordu.
Sen kızım Fatımâ’mnsm, sana dünyâda ve âhiretde o binecekdir, buyurdular.
Gadbâ, bana senden başkasının binmesini istemezdim, deyince, ondan başka kimse
binmez buyurdular.
Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra bir gece Fâtımâ «radiyallahü
anhâ» dışarı çıkmı^dı. Gadbâ selâm verip artık dün yadan ayrılmam yaklaşdı. Ben
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtmdan sonra ne yiyeceğe ve ne de
içeceğe asla ihtiyaç duymadım dedi. Bu hâdise Şeref-ül Mustafâ kitâbmda da
vardır.
·
267
— Hayber feth olunca Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» ganimet
hissesinden bir merkeb düşmüşdü. Merkebe bindiler ve adın nedir? diye sordular.
Yezid bin Şihâb, dedi. Ben senin adını Ya’fûr koydum, buyurdular. Sahibin kim
idi? diye sordular. Bir yehûdi idi, dedi. Senin mübarek ismini duyunma
yakışmayan sözler söylerdi. Bu yüzden bana her bindiğinde onu düşürürdüm. O da
beni aç koyar ve eziyyet ederdi, dedi. Bir dileğin var mıdır, yanına bir eş
dahâ alayım mı? buyurdular hayır, çünki atalarımdan duydum, bizim neslimize
yetmiş peygamber binmişdir. Bizim neslimizden kimse kalmadı ve senden başka da
peygamber gelmi-yecekdir dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir
kimsenin evine gitdiği zeman Ya’fûr o kimsenin kapısına başıyla vururdu. Ev
sahibi çıkınca başıyla Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» tarafa
işaret ederdi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtlarma kadar
hizmet etdi. Resûl-i ekrem vefat edince merkeb çok feryâd etdi. Nihayet üç gün
sonra kendini Ebû Heyşem bin Şihâb’m kapısına atdı ve orada öldü.
IV. BÖLÜM
II. KISIM
Hangi kitâbdan alındığı ve hangi yıl
olduğu bildirilmiyen yine hicret He vefat arasında meydana gelen mu’dizeler
anlatılmakdadır:
·
268
— Zeyd bin Erkam «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» ile Medine köylerinden birine giderken yolda bir köylünün çadırına
rastladık. İçeride bir dişi geyik bağlı idi. Geyik, yâ Resûlallah bu adam beni
avladı. Ne kesiyor, ne de bırakıyor ki gidip iki yavruma süt vereyim dedi.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geyiğe: Seni bırakırsam yine geri
gelir misin? buyurdular. Geyik, evet dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» geyiği salıverdi. Çok geçmeden geyik geldi. Tekrar bağladılar. 0
sırada çadırın sahibi olan köylü geldi. Bu geyiği bana satar mısın? buyurdular.
Köylü de senin olsun yâ Resûlallah «sallallahü aleyhi ve sellem» dedi.
Resûlullah «Sallallahü aleyhi ve sellem» o geyiği âzâd etdiler. Geyiğin
kırlarda Lâilâhe illallah Mu-hammedün Resûlullah diyerek dolaşdığmı gördüm.
·
269
— Seleme-tübnil-Ekvâ «radiyallahü anh» anlatıyor. Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» ile bir gün bir grub insanlara rastlamışdık Ok atıyorlardı. Bu,
atalarınızın oyunu, güzel oyundur, ben îbni Ekvâ ile olayım ok atalım
buyurdular. O grup, bize gâlib gelirsiniz dediler. O ze-man ben, hepinize karşı
yalnız olayım buyurdular. O gün akşama kadar ok atdılar, berabere kaldılar.
·
270
— Ebû Saîd-il Hudrî «radiyallahü anh» anlatıyor: Medine’nin etrafında bir çoban
koyun otlatıyordu. Bir kurd, koyunlardan birini kaçırmak istedi. Çoban mâni’
oldu. Kurd, çobana Allahü teâlâdan korkmuyor musun, benim rızkıma mâni’
oluyorsun dedi. Çoban, ne acâib işdir, kurd insan gibi konuşuyor deyince, kurd:
Bundan daha acâibi Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’de halka,
geçmiş ümmetlerin hâlini söyler dedi. Çoban sürüsünü, çabucak sürüp mazbut bir
yerde sakladı, Kendisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma
gelip başından geçeni anlatdı. Aynı şeyi herkese de anlat buyurdular. Yüksek
bir yere çıkıp anlatdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» çoban için,
«doğru söylüyor, yırtıcı hayvanların insanlarla konuşması kıyamet
alâmetlerindendir» buyurdular.
·
271
— İhbân bin Üveys «radiyallahü anh» Hüzâ’a kabilesinin boyunlarım otlatıyordu.
Bir kurd aniden bir koyunu kapıp hemen boğdu İhbân koşup koyunu kurddan almak
isteyince kurd: Hak teâlânın verdiği rızkımı almak mı istiyorsun? dedi. İhbân,
kurdun insan gibi konuşmasına şaşırdı. Kurd: Bundan fazla şaşılacak şey,
Muhammed «sallallahü aıey-hi ve sellem» Medine’de sizi Allahü teâlânın kitabına
da’vet ediyor, siz gitmiyorsunuz dedi. İhbân «radiyallahü anh» Eğer ben
Medine’ye gidersem boyunları kim güder dedi. Kurd: Bana yetecek kadar koyun
ver, ben koyunlarmı muhâfaza ederim dedi. İhbân kurda kuvvet için bir kaç koyun
ta’yîn edip, bir grub çobanla Medine’ye gitdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» eshâb-ı kirâm «rıdvânullahi aleyhim ecmaîn» ile bir yerde
oturuyorlardı. Mübarek gözleri İhbân’ı görünce: «Kurd sözünde durdu»
buyurdular. İhbân ve gelen çobanlar «radiyallahü anhüm» îmân etdiler.
·
272
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâm «radiyallahü anhüm
ecma’în» ile beraber oturmuşlardı. Bir kişi yemek getirdi. Yemeğe başladılar.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» aldığı lokmayı çok çiğnediği halde bir
türlü yutamadı. Nihayet lokmayı aşağı bı-rakdılar. Eshâb-ı kirâm
«aleyhimürrıdvân da yemekden el çekdiler. Yemek sâhibini çağırdılar. Yemeğin
nasıl yapıldığını sordular. Yemek sahibi: «Yâ Resûlullah, sâhibi yanında yok
iken, acele edip, parasını sonra veririm deyip bir koyun kesdim, bu yemeği
pişirdik dedi. Bunun üzerine emr buyurdular, yemek esirlere verildi.
·
273
— Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Abbâsa «radiyallahü anh» «Ey
Ebel Fadl, ben gelinceye kadar git evinde otur» buyurdular. Ebül Fadl evine
gitdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kuşluk vaktinde Ebül Fadl’m
evine gitdiler. Ehli beytine selâm verdiler, onlar da selâmım aldılar. Bir
araya geliniz buyurdular. Ridâsmı onların üzerine örtüp (Yâ Rabbî bunlar benim
ehl-i beytimdir, Ridâmla onlari örtdüğüm gibi sen de onları Cehennem ateşinden
ört) diye düâ etdiler.. Evin dıvarlarmdan ve kapısından âmin, âmin diye sesler
işitildi..
·
274
— Bir gün Muhacirin ve Ensârm «radiyallahü anhüm» hanımları bir araya
toplanmışlar, Fâtımânm «radiyallahü anhâ» da gelmesi için Resûlullahdan
«sallallahü aleyhi ve sellem» izn istemişlerdi. Fâtımâ «radiyallahü anhâ» güzel
elbiseleri olmadığı için gitmek istememişdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» (git yâ Fâtımâ, bizim dînimizde bir kimseyi iimidsiz etmek yokdur.)
buyurdular. Fâtımâ «radiyallahü anhâ» o toplantıya katıldı. Döndüğü zeman
üzüntülü görünüyordu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem o toplantıya
kat»ılan kadınlardan birisini çağırdılar. O toplantının hâlini sordular. O
kadın, Yâ Resûlallah, Fâtımâ gelince bütün kadınlar onun güzel elbiselerine
hayran kaldılar, birbirlerine bu elbiseleri nereden almışlar diyorlardı, dedi.
Bunun üzerine Fâtımâ «radiyallahü anhâ» Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» niçin bana öyle görünmedi ki ben de sevineyim dedi. (O güzel elbiseleri
senin üzerine örtdüler, sen onları görmedin. O elbiselerin güzelliği bundadır)
buyurdular.
·
275
— Yemen’de bir su var idi. O sudan her içen ölürdü. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» o suya haber gönderip (herkes Müsli-mân oldu, sen de Müslimân
ol) buyurdular. Ondan sonra o sudan içenler ölmez, fekat humma olurdu.
·
276
— Eshâb-ı kiramdan «radiyallahü anhüm ecma’în» birisi anlatıyor: îmân etdikden
sonra Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» hiç ayrılmazdım. Bir gün
akşam ile yatsı arasında mescidde İslâm ahkâmını anlatıyorlardı. Dışarıda da
gök gürlüyor, şimşekler çakıyor ve şiddetli yağmur başlamışdı. Nemâzdan sonra
Yâ Resûlallah evlerimize nasıl gideceğiz dedik. Size bir zarar gelmeden
evlerinize göndereyim buyurdular. Mescidden dışarı çıkdık. (Evlerinize
gidiniz!) buyurdular. Evlerimize geldiğimizde elbiselerimiz dahi ıslanmamışdı.
·
277
— İbni Abbâs «radiyallahü anh» anlatıyor: Gayet güzel yüzlü bir Yehûdi vardı.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sohbetine devâm ederdi. Bir gün
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o Yehûdiye (Senin gibi güzel yüzlünün
Cehennem ateşinde yanmasını çok uzak görüyorum) buyurdular. Yehûdi: Ben dînimi
başka bir din için terk etmem dedi. Yine bir gün Resûlullahm «sallallahü aleyhi
ve sellem» sohbetine gelmiş idi. Huriler hakkında bir âyet-i kerîme okudular.
Yehûdi, Yâ Resûlallah, o hûrilerin biri için bana kefil olur musun? dedi.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir değil yetmişine birden kefil
olurum buyurdular. Yehûdi îmâna geldi. Vefât edince Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» nemâzını kıldı, kabre koydu ve kabre inip orada çok kaldılar.
Kabrden çıkınca terlemişler ve gömleğinin yakası yırtılmış idi. Eshâb-ı kiram
«aleyhimürrıdvan» bunun sebebini sorduklarında: (Kabre çok hûri hücum etdi.
Hepsi ben onun olacağım diyordu. Güçlükle yetmiş hûri ayırdık. Bu arada yakamı
yırtdılar.) buyurdular.
·
278
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» beraberinde Ebû Bekr, Ömer, Osman,
Ali «radiyallahü anhüm ecma’în» oldukları halde Ebû Heysemin evine gitdiler.
Ebû Heysem «radiyallahü anh» ben dâima isterim ki, evimi şereflendiresiniz ve
size ikrâm edeyim. Bu gün evde az bir yiyecek vardı, komşulara verdim dedi.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (çok iyi yapdm, bana Cibril «aleyhisselâm»
komşu hakkında o kadar çok vasiyyetlerde bulundu ki, komşuların birbirinde
miras hakkı olacağını sandım) buyurdular. Sonra evin bahçesinde bir hurma ağacı
görüp, (Yâ Ebâ Heysem izn verir misiniz şu hurma ağacından hurma devşirelim)
buyurdular. Ebû Heysem: Siz bilirsiniz ama o ağaç şimdiye kadar hurma
vermemişdir dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Aliden
«radiyallahü anh» bir bardak su istediler. O sudan biraz içip birazını da
mübarek ağızlarında mazmaza yaparak ağaca dökdü-ler. Hemen ağaçda hurmalar
meydana geldi. Topladılar, tam yiyecekleri kadardı. (Bu, âhıretde size
verilecek ni’metlerdendir.) buyurdular.
·
279
— Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» bir harbde: Yâ Ebâ Hüreyre, yanında yiyecek bir şey var mıdır diye
sordular. Dağarcığımda birkaç hurmam var dedim. Mübarek ellerini dağarcığın
içine sokdular, biraz hurma çıkardılar. Ellerini o hurmaya sürüp düâ etdiler ve
eshâbdan on kişi çağır dediler. Çağırdım, yediler. On kişi daha çağır
buyurdular. On kişi dahâ çağırdım. Onlar da o hurmalardan yediler, doydular.
Böylece bütün İslâm ordusu o dağarcıkdaki hurmadan yediler, yine içinde hurma
var idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Bu dağarcığı sakla, elini ne
zeman soksan mahcûb olmazsın.) buyurdular. Osman «radiyallahü anh» şehid
oluncaya kadar o dağarcık bende idi. O zeman bizim evi yağma edip o dağarcığı götürdüler.
O dağarcıkdan tahminen ikiyüz vesk hurma hâsıl oldu. [Bir vesk, ortalama bir
deve yükü demekdir.]
·
280
— Râşid bin Abd-i Rabbih «radiyallahü anh» anlatıyor: Süvâ’ adında bir puta
birçok kabileler tapardı. Bâzı kabileler bana Süvâ’a götürmem için hediyeler
vermişlerdi. Yolda bir puta uğradım. Putun içinden: «Bütün acâibliklerden dahâ
acâib Abdülmuttalibin oğullarından bir peygamber çıkdı. Zinâyı, fâizi, putlar
için kurban kesmeyi yasak etdi» diye bir ses duydum.
Sonra
başka bir putun içinden: Efsunculuk terkedildi, nemaz kılan, zekâtı ve orucu
emr eden bir peygamber çıkdı» diye ses geliyordu. Diğer bir putun içinden:
«İsâ. bin Meryemden «aleyhisselâm» sonra peygamberliğe vâris olan Kureyşden
Ahmed’dir» diye ses duydum. Sonra Süvâ’-
:îim
yanma geldim. İki tilki etrafında dönüyor, onu yalıyor, yanındaki .hediyelerden
yiyorlardı. Sonra ayaklarını kaldırıp bevl etdiler. O zeman „şu şiiri nazm
etdim:
İki
tilki bev ederse, başının üzerine, Muhakkak zelil olur, tapılmağa hakkı ne.
O
zeman Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medineye hicret '-etmişdi. Ben
de yanımda bir köpek olduğu halde Medîneye gitdim O zeman benim adım Zâlim,
köpeğin adı Râşid idi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna
vardım. Adın nedir diye sordular. Zâlim dedim. Köpeğin adı nedir diye sordular,
Râşid dedim. Bunun üzerine (Senin adın Râşid, köpeğin adı Zâlim olsun.)
buyurdular. îmân etdim ve kendilerine bî’at etdim. Sonra kendilerinden
diyârımızda yer istedim. '.Bana bir at koşumu, üç taş atımı mikdarı yer ta’yîn
etdiler.
Bir
matra da su verdiler, içine mübarek ağızlarının suyunu koydular. Bunu kendi
toprağına dök, fazla gelirse insanları men’ etme!) buyurdular. O suyu arâzime
dökdüm. Bir çeşme meydana geldi. Hurma ağaçları da dikdim. O civardaki insanlar
bu su ile şifâ niyyetine yıkanırlardı. O suyun adını Mâür-Resûl koydular.
Hikâye edilir ki; Râşid «radiyallahü anh» arazisinde bir taş yuvarlamışdı.
İnsan gücü ile olacak bir şey de-çğildi.
·
281 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» eshâb-ı ki-fâm «aleyhimürrıdvan» ile oturmuşlardı. Deveye binmiş,
yorgun ve uykusuz göründüğünden yoldan geldiği anlaşılan birisi geldi. Hanginiz
Mu-hammed’siniz dedi. Eshâb-ı Kırâm «aleyhimürrıdvân» Resûlullahı «sallallahü
aleyhi ve sellem» gösterdiler. Yâ Muhammed, önce sen bana îmânı mı anlatırsın,
yoksa ben sana bizim putdan işitdiklerimi mi söyliyeyim? dedi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» îmânı arz etdiler. Sonra o şahs anlatmağa
başladı.
Benim
adım Gısân bin Mâlik Âmiridir. Bizim diyarda bir put vardı, ■onun önünde kurbanlar
keserdik. Bir gün Isâm adında birisi kurban keserken putun içinden: «Yâ Isâm,
yâ Isâm, İslâm geldi putlar bâtıl oldu, boşa kan akıtmak yasaklandı sıla-i rahm
emredildi» diye ses geldiğini duyup korkduğunu bana söyledi. Sonra Târik adında
birisi dahâ o putun önünde kurban keserken o putun içinden «Yâ Târik, yâ Târik
Allahü teâlâ vahy ile bir Peygamber gönderdi» diye bir ses işitdiğini bana
söyledi. Artık senin haberin bizim diyarda yayıldı. Birkaç gün sonra ben de
*
o putun önünde kurban kesdim. Yine o putun içinden fasîh lisân ile yâ
—
129 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 9 Gısân,
Tihâmeden çıkan Peygamber hakdır. Ona tâbi’ olan selâmet bulur. Mücâdele eden
hep pişman olur. İslâma daveti kıyâmete kadardım Sözlerini duydum. Sonra put
yukarı kalkdı ve yüzü üstüne düşdü. Resû-lullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
ve eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvân». bunu duyunca tekbîr getirdiler.
·
282
— Abbâs bin Mürdâs «radiyallahü anh» demişdir ki: Sıcak bir günde develerimin
arasında idim. O sırada bir beyaz deve kuşuna binmiş ak elbiseli bir şahs
gördüm. Bana şöyle söyledi: Yâ Abbâs bin Mürdâs! Salı günü iyilik ve takva ile
gönderilen nâke-i kusvâ sâhibi kimseyi görmedin mi? Dedi. Korkdum. Develerim
arasmdan çıkıp Dımâd adındaki, putumu ziyarete gitdim. Ziyaret esnasında putun
içinden:
Bütün
Dimâda tapan, kabilelere söyle,
Mescid
ehli kurtuldu, Dimâd helak olmuşdur.
İsâ
bin Meryemden sonra, Kureyşe yol gösteren,
Muhammed
ismli zât, halka nebi olmuşdur. «aleyhisselâm»
Yine
korkup kavmime geldim. Olanları anlatdım. Üçyüz kişi ile Benî Hârise’den
Medine’ye gitdik. Mescide geldik. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» beni
görüp tebessüm ederek, yâ Abbâs nasıl Müslimân. oldun? Buyurdular. Anlatdım.
Doğru söylüyorsun buyurdular. Hepimiz: Müslimân olduk.
·
283
— Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» rivayet ediyor: Bir gün Hu-zeym bin
Fâtek «radiyallahü anh» Emîr-ül mü’minîn Ömer «radiyallahü anh» a nasıl İslâma
geldiğimi anlatayım mı? Dedi. Hazret-i Ömer «radiyallahü anh» da anlat dediler.
Bir deve gâib etmişdim. Onu ararken akşam oldu. Bir korkulu derede kaldım.
Yüksek sesle: «Buradaki kav-min kötü insanlarından bu vâdinin azizine
sığmıyorum» dedim. O sırada söyliyeni görmediğim bir ses duydum. «Sana yazık
olsun, faziletler, merd ve celâl sahibi olan, Allahü teâlâya sığınana sığın» diyordu.
Senin söylediğin rüşd mü yoksa dalâlet midir? Dedim. Tekrar cevap geldi ki: Bu
Allahın Resûlüdür, Medine’de insanları kötülükden men’eder. Bu sözleri işitince
deveme binip Medine’ye gitdim. Cum’a günü idi. Ebû Bekr «radiyallahü anh»
Mescidden çıkıp bana doğru geldi ve senin Müslimân olduğunu haber aldık, içeri
gir dedi. Nasıl tahâret edildiğini bilmiyorum dedim. Bana öğretdi. Mescide
girdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» minberde ayın ondördü gibi
idi. Şöyle buyurduklarını hatırlıyorum: (Bir Müslimân şartlarına ve edeblerine
uyarak abdest alsa, sonra aynı, ihtimâmla devâmlı nemâz kılsa, muhakkak Cennete
gider.)
Bir
rivayette ise: Huzeym «radiyallahü anh» sesini duyup kendisini görmediğim
kimseye, sen kimsin diye sordum. Cevâbında ben Mâlik bin Mâlik’im, Necd
cinlerinin reisiyim, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda îmân
edince, beni Necd cinlerini İslama da’vet için vazifelendirdi. Sen şimdi çok
çabuk Medine’ye git, îmân et, ben senin deveni bulur eve gönderirim dedi. Ben
de Medine’ye geldim. Cum’a günü idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
hutbe okuyordu. Kendi kendime, nemazlarım bitirdikden sonra girerim diye
düşünüyordum. O sırada EBÜ ZER «radiyallahü anh» dışarı çıkdı, yanıma gelip
merhaba ey Huzeym, beni Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gönderdi.
Senin Müslimân olduğunu haber verdi. Haydi mescide gidelim nemâz kılalım dedi.
Girip kıldım. Nemâzdan sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Gâib
olan deveni evine götürdüler) buyurdular. Kitâblarda cinlerden vâki’ olan
hâdiseler çokdur. Burada bu kadarla yetindik.
·
284 — Emîr-ül mü’minîn Ömer «radiyallahü
anh» birkaç kişi ile oturuyorlardı. Önlerinden bir şahs geçdi. Bu Sevâd bin
Kâribdir, Resû-lullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» meydana çıkdığını,
kendisine cinnî haber vermişdir dediler. Ömer «radiyallahü anh» Sevâdı
çağırtdı, yine evvelki kehânetin üzerinde midir? diye sordu. Sevâd gadaba
geldi. Yâ Emîr-el mü’minîn, şimdiye kadar hiç kimse yüzüme karşı böyle bir şey
dememişdir, dedi. Hazreti Ömer «radiyallahü ânh», gadablanma, senin kâhinliğin,
bizim içinde bulunduğumuz şirkden dahâ şiddetli değildi bize cinnin
Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» r.asıl haber verdiğini anlat,
dediler. Sevâd anlatmağa başladı. Bir gece uyku ile uyanıklık arasında
yatıyordum. Cin geldi, ayağı ile bana vurdu, kalk yâ Sevâd bin Kârib, eğer
akili isen sözlerimi dikkatle dinle, Hak teâlâ Lüey bin Gâlib’den bir peygamber
göndermişdir, insanları ibâdete da’vet eder, dedi ve bu ma’nâda bir çok beytler
okudu. Ben de, beni bırak dün gece uyumadım, uykum vardır, deyip iltifat
etmedim. İkinci gece tekrar geldi ve aynı şeyleri söyledi. Yine aynı şeklde
cevâb verdim. Üçüncü gece yine öyle oldu. Bu bana te’sir etdi. Medîneye gitdim.
Resûlullah «sadal-lahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» ile
oturuyorlardı. Bir şey arz edebilir miyim? dedim. Söyle buyurdular. Bu hâdiseyi
şiir şeklinde anlatdıkdan sonra:
Şehadet
ederim ki Allahdan başka şey yok Görünür görünmez her şeyden eminsin sen çok.
Ey kerîmlerin oğlu, Allaha vesilesin, Peygamberler içinde, en vefalısı »ensin.
Ey
cihanın güzeli, bize bildir her şeyi, Her ne kadar ak olsa, saçımızın her teli.
Senden başka bir şefi’ olmadığı zemanda, Sevâd bin Kâribe sen ol şefaatçi
orada.
beytlerini
okudum. Çok memnun oldular. Ömer «radiyallahü anh» bu hikâyeyi senden dinlemek
istiyordum. Elhamdülillâh müyesser oldu, dedi. Sonra Sevâd’a o cin sana yine
geliyor mu? diye sordu. Sevâd hayır, Kur’ân-ı Kerîm okuduğumdan beri gelmedi,
dedi.
·
285
— Hazret-i Ali «radiyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve
sellem» beni Yemen’e kadı olarak gönderdi. Yâ Resû-lallah ben şerî’at
hükmlerine göre nasıl kadılık yapılacağını bilmiyorum, dedim. Mübarek elini
göğsüme koyup, (Yâ Rabbî kalbine hidâyet, lisânına istikâmet ver!) diye düâ
buyurdular. Ondan sonra iki kimse arasında hükm etmekde şübheye düşmedim.
·
286
— Emîr-ül mü’minîn Ali «kerremellahü vechehü» demişdir ki: Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» benim deveme bin Yemen’e git. Yemen’in yakınında
falan tepeye geldiğin zeman bir takım insanların seni karşıladığını da
göreceksin. Orada taşa toprağa benden selâm söyle buyurdular. O tepeye vardım. İnsanların
bana doğru geldiğini gördüm. Sonra, Ey taşlar, topraklar, ağaçlar, Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» size selâm ediyor, dedim. Yeryüzünde bir uğultu,
gürültü kopdu Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» selâmına cevâb verdiler
O insanlar bunu duyunca îmân etdiler.
·
287
— Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» bir gün Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» senden işitdiklerimi unutuyorum diye şikâyet et-di. Ridânı yere ser,
buyurdular. Serdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek elini
uzatıp bir veya üç kere havadan bir şey alıp nidanın içine bırakdı ve Ridânı
topla göğsüne koy buyurdular. Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» buyurdukları gibi
yapdı. Bundan sonra artık dinlediklerini unutmuyordu.
·
288
— Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» demişdir ki: Benim annem henüz îmân etmemişdi.
Ne kadar İslâma da’vet etdim ise îmân etmedi. Bir gün yine îslâma da’vet
etmişdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hakkında bir söz söyledi.
Çok incindim. Ağlayarak, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzû.runa
vardım. Annem için düâ istedim. (Yâ Rabbî Ebû Hüreyrenin annesine hidayet ver)
diye düâ buyurdular. Dışarı çıkdım. Bu müjdeyi anneme verecekdim. Eve geldim,
kapı kilitli idi. İçeriden gusl sesleri geliyordu. Oğlum biraz bekle dedi.
Biraz sonra kapıyı açdı ve şehâdet getirdi. Tekrar Resûlullahın. «saliallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna koşdum. Sevincimden ağlıyordum. Yâ Resûlallsh, annem
hakkmdaki düân kabul oldu. Bir de düâ eyle ki Hak teâlâ beni ve annemi kulların
gönlünde sevgili etsin, dedim. Düâ buyurdular Adımı duyan her mü’min beni
sever.
·
289 — Bir yehûdi Resûluilaha «saliallahü
aleyhi ve sellem» süt sağ-mışdı. (Yâ Rabbî ona cemâl, güzellik ver!)
buyurdular. Yehûdinin saçları yetmiş yaşma kadar ağarmadı.
280
— Nâbiğe adlı bir şâir bir gün şiirini Resûluilaha «saliallahü aleyhi ve
sellem» okudu. (Aliahü teâlâ, ağzını bozmasın, dağıtmasın!) buyurdular.
Yüzyirmi yıl yaşadığı halde ağzından bir dişi düşmedi.
·
291
— Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» bir gün mübarek elini Zeyd bin
Kays’m başına sürüp (Yâ Kays, Aliahü teâlâ sana bereket versin!) buyurdular.
Yüz yıllık ömründe hiç başı ağrımadı. Resûlullahın «saliallahü aleyhi ve
sellem» mübarek elinin dokunduğu kıllar hiç ağarmadı. Ayrıca hiç ihtiyarlamadı.
·
292
— Câbir «radıyallahü anh» demişdir ki: .Muharebelerin birinde Resûlullah
«saliallahü aleyhi ve sellem» ile beraber çıkmışdık. Bir gün bir ağacın
gölgesinde konaklamışdım. O sırada Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» de
o civâra geldiler. Bulunduğum ağacın altına da’vet etdim. Teşrif etdiler.
Yanımda bostan vardı, ikrâm etdim. Nereden olduğunu sordular. Medine’den
getirdim dedim. Benim bir yoldaşım vardı. Devemi otlatırdı. Üzerinde iki eski
kaftan vardı. Gitdi. Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve sellem» arkadaşının daha
iyi elbiseleri yok mu? diye sordular. İki yeni kaftanı vardır. Ben vermişdim.
Bavulunda duruyor. (Arkadaşım çağır, yeni kaftanlarını giysin) buyurdular.
Çağırdım. Gelip yeni elbiselerini giyip gitdi. Resûlullah «saliallahü aleyhi ve
sellem» (Arkadaşına ne olacağım biliyor musun? Aliahü teâlâmn ona takdir etdiği
ölüm bu harbde olacakdır.) buyurdular. Arkadaşım bu sözü işitince yâ
Resûlullah, Allah yolunda mı Öleceğim? diye sordu. Evet buyurdular. O gazâda
şehid oldu, «radıyallahü anh».
·
293
— Muharebelerin birinde Resûlullahın «saliallahü aleyhi ve sellem» devesi gâib
oldu. Hak teâlâmn o deveyi geri göndermesi için düâ buyurdular. Aliahü teâlâ
bir kasırga gönderdi, deveyi önüne katıp,. Resû-lullahm «saliallahü aleyhi ve
sellem» yanma getirdi.
·
294
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek elini Han-zala bin Huzeym’in
«radıyallahü anh» başı üzerine koydu. (Allah sana bereketler versin!) diye düâ
buyurdular. Bir kimsenin yüzünde veyâ bir hayvanın memesinde bir şişlik olsa,
Hanzala «radıyallahü anh» o şişe üfürür, sonra elini başına koyarak «Bismillâh
alâ eser-i yed-i Resûlillah» derdi. Elini şişin üzerine koyar, şiş inerdi.
·
295
— Habîb bin Füveyk «radıyallahü anh» demişdir ki: Gözlerime bir beyaz perde
gelmişdi. Babam beni Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna
götürdü. Gözlerine ne oldu? diye sordular. Bir gün devemi sürerken ayağım bir
yılan yumurtasına dokundu o anda iki gözüm ak oldu dedim. Mübarek nefesleriyle
iki gözüme üfürdüler. Hemen gözlerim gördü. Habîbi seksen yaşında iyneye iplik
takarken görenler olmuş-dur.
·
296
— Bir şahs sol eliyle yemek yerdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o
şahsa, niçin sağ elinle yemiyorsun diye sordu. O da yalan söyliyerek, sağ
elimle yiyemiyorum dedi. (Sağ elinle yiyemiyesin!) buyurdular. Artık o şahsın
sağ eli hiç ağzına yetişmedi?
·
297
—Enes «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Cum’a hutbesini okurken, Mescid kapısından bir kişi girip yâ Resûlullah
koyunlarım susuzlukdan öldüler, düâ buyurun da Hak teâlâ bize yağmur versin
dedi. Düâ buyurdular. Gökde hiç bulut yok iken dağ başından, kalkan kadar bir
bulut çıkıp göğün ortasına geldi. Yayılıp gökyüzünü kapladı ve yağmur başladı.
Bir hafta güneş yüzü görmedik. Ertesi Cum’a hutbede birisi gelip yâ Resûlullah,
hayvanlarımız ölüyor, yollar bozuldu, düâ buyurun da yağmur kesilsin dedi. Düâ
buyurdular. Yağmur dindi. Mescid’den çıkdığımızda güneş de parlıyordu. Buna
benzer mu’cizeler çok görülmüşdür, bu küçük kitaba ancak, bir kısmını
yazabildik.
·
298
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün Urve’ye «ra-diyallahü anh»
bir koyun alması için bir dinar verdi. Urve o dinar ile iki koyun aldı. Bu
koyunlardan birini bir dinara satdı. Böylece bir dinar ile bir koyunu
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna getirdi. Düâ buyurdular,
Urve «radıyallahü anh» demişdir ki: Küfe hazarında kırkbin dirhem kazanmadan
geri dönmezdim. Sonunda küfenin zenginlerinden oldu.
·
299
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sa’d bin Ebî Vak-kâs’a «radıyallahü
anh» şöyle düâ buyurdular: (Yâ Rabbî, Sa’d sana düâ ettiği vaktde düâsını kabul
et!) Bundan sonra Sa’dm her düâsı kabul olurdu.
·
300
— Medlûk «radıyallahü anh» anlatır: Hizmetçilerimle Resûlulla-hm «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna vardım, îmân etdim. Mübârek elini başıma sürdüler.
Dokunduğu yerdeki saçlar siyah kaldı. diğex kısm-lar ağardı.
·
301
— Cu’ayl-ı Eşcaî «radıyallahü anh» demişdir ki: Ba’zı harblerde Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» ile beraberdim. Atım çok zaîf idi. Kamçısıyla
atıma bir kere vurdular ve düâ buyurdular. Artık atımın başını tutamadım. Bütün
atlılan geçerdim. Bu atın neslinden on iki bin ak-çalık at satdım.
·
302
— Enes «radıyallahü anh» anlatır: Bir kişi nemâz kılarken her secde yapdığmda
saçları yere değmesin diye, eliyle tutardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» o şahsı görünce Yâ Rabbî bu kişinin saçlarını çirkinleşdir.»
buyurdular. O şahsın saçı döküldü.
·
303
— Sa’lebe bin Hâtıb, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip:
Yâ Resûlallah, malımın çok olması için düâ buyur dedi. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» (az malın şükrünü yap, çok maldan iyi olur.) buyurdular.
Sa’lebe tekrar düâ istedi. Yine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
(Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapa-mıyacağm çok maldan iyidir. Çok
malın şükrünü yapmak zordur.) buyurdular. Sa’lebe yine ısrar etdi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» düâ buyurdular. Sa’lebe birkaç koyun satın aldı.
Hak teâlâ bereket verip koyunlar çoğaldı. Medîneye sığmaz oldu. Medine’den dışarı
çıkdı Gündüzleri mescide gelir, geceleri gelmezdi. Koyunları biraz dahâ
çoğalınca, daha uzaklara gitdi. Mescide Cum’a’dan cum’aya gelirdi. Koyunları
iyice çoğaldı, kendisi dahâ uzaklara gitdi. Artık mescide hiç gelemedi.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sa’lebeyi uzun zeman görmeyince,
hâlini sordular. (Vay Sa’lebe bin Hâtıba!) buyurdular. O sırada Zekât farz
oldu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sa’lebenin ve Benî Selim
kabilesinden zengin bir kişinin zekâtlarını almak üzere iki kişi gönderdi. Bu
iki kişi Sa’lebeye gelip zekâtını istediler. Sa’lebe, mektûbunuz nerededir
dedi. Mektûbu gösterdiler. Bu haraçdır, zekât değildir, önce başkalarından alın
sonra bana gelin dedi. Benî Selimdeki zengin bu hâdiseyi işitip, bu iki kişiyi
karşıladı. Zekât olarak en iyi develerden verdi. O iki kişi, en iyilerini
vermesen de olur dediler. Zengin kişi, Allahü teâ-lâya malımın iyisi ile
yaklaşmak isterim dedi. Sonra o iki kişi tekrar Sa’-lebeye geldiler. Sa’lebe
yine kitâbmızı gösterin dedi. Mektûbu gösterdiler. Bu haraç içindir. Siz gidin,
ben düşüneyim dedi. O iki kişi Medineye geldiler. Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna vardılar. Da-hâ söze başlamadan Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» (Vay Sa’le-be bin Hâtıba!) buyurdular. Benî Selîm’de'n
olan zengine hayr düâ buyurdular. Hak teâlâ Sa’lebe hakkında âyet-i kerîme
gönderdi. Sa’lebe’ye bunu söylediler. Sa’lebe zekâtını alıp Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Hak teâlâ senin zekâtını almakdan
beni men’ etdi buyurdular. Sa’lebe ağladı ve başına toprak saçdı. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» (Sen kendi kendine yapdm, sözümü dinlemedin.)
buyurdular. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra, Sa’lebe.
zekâtım Ebû Bekre «radıyallahü anh» götürüp kabul etmesini istedi. Ebû Bekr
«radıyallahü anh» Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem» kabul etmediğini ben
nasıl kabul ederim» dedi. Ömer «radıyallahü anh» da kabul etmedi. Osman
«radıyallahü anh» içtihadına göre kabul etdi. Hazret-i Osman «radıyallahü anh»m
halifeliği zemânmda vefât etdi
·
304 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» mübarek elini Katâde bin Melcânm «radıyallahü anh» yüzüne sürdü.
Katâde, yaşlandı her tarafında ihtiyarlık alâmetleri belirdi, fekat yüzü
gençliğinde olduğu gibi kaldı. Vefatı zemanmda yanmda bulunan birisi: Arkamdan
geçen kadının cemâlini Katâdenin «radıyallahü anh» yüzünde aynada sûret görür
gibi gördüm, demişdir.
·
305
— Câbir «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile
pazarda giderken bir kadın feryâd ederek yâ Resûlallah benim bir kocam var.
Bana çok eziyyet veriyor, beni ondan ayır dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» kocasını çağırtdılar. Kocası geldi. Yâ Resûlallah, Ben onu hiç
incitmem onunla iyi geçinmeğe çalışırım dedi. Kadın, ağladı ve yalan
söyliyenler benim birinci düşmanımdır dedi.
Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» tebessüm buyurdular ve kadının baş örtüsünün bir
tarafından, erkeğin de başından tutup «yâ Rab-bî, bunların arasında ülfet ve
muhabbet nasîb et» diye düâ buyurdular. Bir ay sonra kadın, Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna. geldi. Ben şehâdet ederim ki, sen
Allahın Resûlüsün. Yer yüzünde bana kocamdan sevgili kimse yokdur, dedi.
·
306
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kimseyi bir iş için bir yere
gönderdiler. O şahs gelip, o husûsda yalan söyledi. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» bed düâ etdiler. O şahs karnı yırtılmış olarak ölmüş bulundu.
Defn etdiler, yer kabul etmedi.
·
307
— Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Birgün hava kapalı? idi. Eshâb-ı kirâm
«aleyhimümdvan» mescidde idik. Öğle nemâzınm vaktinin geçeceğini zan ediyorduk.
O sırada bir a’râbî geldi. Henüz ne-mâz kılmadınız mı? dedi. Hayur, Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» işte evindedir, çağır dedik. A’rabî çağırdı. Bir
müddet bekledik, bir dahâ çağır dediler. Bir dahâ çağırdı. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» elinde bir ağaç olduğu halde gadabla dışarı
çıkdılar. Beni kim çağırdı? diye sordular. A’râbî ben çağırdım yâ Resûlallah
dedi. Ağaçla a’râbîye vurdular. Nemâz kıldık. Hava açıldı. Bakdık, güneş gökün
ortağındaydı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» a’râbîyi yanlarına
çağırdılar.. Bana eziyyet etdin, o, zemân Rabbime ibâdet ediyordum, ondan bir
şey istiyordum. Allahü teâlâ güneşi ben namaz kılmcaya kadar yerinde
durdurabilir. Nitekim Süleyman «aleyhisselâm» bir dünyâ meşguliyetinde iken
nemâzm vakti geçdi. Allahü teâlâ onun için güneşi geri gönderdi buyurdular.
Sonra a’râbîye, ağaçla sana vurmuşdum şimdi sen de bana vur buyurdular. A’râbî
kısas yapmam dedi. O halde beni bağışla buyurdular. Ben senden çok avfa
muhtacım dedi. Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» onu bir deveye
satın aldı ve (Adalet Rabbimizdendir.) buyurdular. [A’râbî, bedevî ma’nâsma
olmak üzere sahrâlarda yaşayan arab-lara denir],
·
308
— İbni Abbâs «radıyallahü anhümâ» anlatır: Bir kişi Res.ûlulla-hın «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Allahın Resûlü olduğuna delilin nedir? dedi.
(Hurma ağacını çağırıp getirsem, îmâna gelir misin?) buyurdular. Evet dedi. Hurma
ağacını da’vet etdiler. Ağaç geldi., O şahs hemen îmân etdi.
Bir
rivayetde bir salkım hurmayı çağırmışlardır. Hurma yere düşüp-koşa koşa gelmiş
tekrar emrle yerine gitmişdir. O şahs hemen îmân et--mişdir.
·
309
— Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kazâ-ı hâcet için sahraya
çıkdılar, tenha bir yer bulamadılar. Eshâb-ı kirâmdan «aley-himürrıdvân»
birine: Şu ağacs söyle, falan ağacın yanına gitsin buyurdular. O sahâbe
«radıyallahü anh» gösterilen ağacı çağırdı, öbür ağacın yanma gitdi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» o ağaçların arkasında kazâ-ı hâcet yapdılar.
Sonra o ağaç yine yerine gitdi.
·
310
— Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» ile Küba tarafına gitdik. Bir dıvara rastladık. Orada bir deve
vardı. Onunla su taşırlardı. Deve, Resûlullahı «sal-lallahü aleyhi ve sellem»
görünce başını yere koydu. Eshâb-ı kiram «aley-himürridvan» Yâ Resûlallah deve
sana secde ediyor. Bizim de secde etmemiz lâzımdır dediler. Hak teâlâdan
başkasına secde etmek caiz olsaydı, kadınların kocalarına secde etmelerini emr
ederdim buyurdular.
·
311
— Yâ’lâ bin Sübâbe «radıyallahü anh» anlatır: Birgün Resûlub lah «sallallahü
aleyhi ve sellem» ile yolda giderken kazâ-ı hâcet yapmak istediler. Orada iki
hurma ağacı vardı. Emr etdiler o iki ağaç yanyana geldi. Kazâ-ı hâcetden sonra
o ağaçlar yerlerine gitdiler. Sonra bir deve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» huzûruna geldi.
Boynunu
yere koydu. Sesini boğazı içinde döndürdü ve o kadar ağladı ki, gözünün
yaşından yer ıslandı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu devenin ne
dediğini biliyor musunuz? diye sordular. Allah ve Resûlu daha iyi bilir dedik.
Sâhibi bunu yarın kesecekmiş buyurdular. Sonra devenin sâhibini çağırtdılar. Bu
deveni bana bağışla buyurdular. O kişi yâ Resûlallah bundan sevgili malım
yokdur dedi. O halde deveni kesme ve ağır işler yapdırma buyurdular. O şahs
kabul etdi. Sonra bir kabr gördük. Bu kabrin sâhibi büyük olmayan bir günah
sebebiyle azâb-dadır buyurdular. Bir hurma dalı istediler. Kabrin üzerine
dikdiler. (Bu ağaç yaş olduğu müddetçe Hak teâlâ bunun azabım hafifletir.)
buyur dular.
·
312
— îbn-i Abbâs «radıyallahü anh» anlatır: Bir kişinin iki devesi var idi. Bir
gün o develer mest oldular ve bir avluya girdiler. O kişi avlunun kapısını
bağladı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâm
«aleyhimürrıdvan» ile o avluya geldiler. Adama kapıyı aç dediler. O şahs
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir zarar gelir düşüncesiyle kapıyı
açmak istemedi. Fekat bir dahâ kapıyı aç buyurunca açdı. Devenin biri kapının
yanında imiş. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» görünce secde etdi. Bir
şey getirin başını bağlıyayım buyurdular. O kişi bir ip getirdi, başını
bağladılar. Avlunun içine girdik. Öbür deve de biraz ileride imiş. Resûlullahı
«sallallahü aleyhi ve sellem» görünce o da secde etdi. Onun da başmı bağladılar
ve o şahsa: (Bunları al ve bundan
sonra dikkat et, serkeşlik
yapmasınlar) buyurdular. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» yâ Resûlallah, bu
develer bir şey bilemedikleri hâlde sana secde ediyorlar. Bizim de sana secde
etmemiz lâzım gelmez mi? dediler. Hayır, Allah’dan başkasına secde edilmez.
Eğer secde edilseydi kadınların kocalarına secde etmelerini emr ederdim,
buyurdular.
·
313
— îbn-i Mes’ûd «radıyallahü anh» anlatır: Mekke seferinde idik. Hazret-i
Resûlün «sallallahü aleyhi ve sellem» âdeti şöyle idi ki: Kazâ-ı hacet zemânmda
uzağa gider, kimsenin görmiyeceği bir yer arar ve kendisini temamen gizlerdi.
Bir gün kendilerini örtecek bir yer bulamadılar. Fekat birbirinden uzak iki
ağaç vardı. Bana, git o ağaçlara de ki: (Allahın Resûlü sizin bir araya gelip
kendisine perde olmanızı istiyor.) buyurdular. Söyledim, yanyana geldiler. Sonra
her biri yerlerine gitdiler.
·
314
— İbni Mes’ud «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» Medine sokaklarına girdiği zemân bir deve koşarak gelip secde etdi.
Kalkdı, gözlerinden yaş akıyordu. Bu devenin sâhibi kimdir? buyurdular. Falan
kimsedir dediler. O şahs geldi. Bu deve senden şikâyet .ediyor, ona ne
yapıyorsun? diye sordular. O şahs, bu deveye yirmi yıldır su taşıdım. Bir
müddetden beri besliyorum, semiz oldu. Şimdi kesmek istiyorum dedi. Bu deveyi
bana sat veya bağışla! buyurdular. O şahs, deve senin olsun dedi. O deve
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kendi develerine katıldı.
·
315
— Câbir «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile
bir sefere çıkmışdık. Bir matara su getir! buyurdular. Getirdim. Yürürken
aralarında dört arşın mesafe olan iki ağaç gördük. (Ya Câbir o ağaçların birine
söyle, diğerinin yanma gelsin) buyurdular. Söyledim, ağaçlar yanyana geldiler.
Ağaçların arkasında abdest tazelediler. Yine ağaçlar yerlerine gitdi. Yine yürümeğe
başladık. Bir kadın kucağında bir çocukla karşımıza çıkdı. Yâ Resûlullah, bu
çocuğu üç def’adır şeytan tutar dedi. Resûlullah, çocuğu devenin palanı üzerine
koydu. (Ey Allahın düşmanı çık!) buyurdular. Seferden dönüşde kadın yine çocuğu
ile karşımıza çıkdı. Yâ Resûlallah bu iki koyun sana hediyyemdir. O günden beri
çocuğumu şeytan tutmadı dedi. Koyunun birisini kadına geri verdiler.
·
316
— Yâ’lâ bin Ümeyye-i Sakfî «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» ile gidiyorduk. Bir deve önümüze çıkdı. Boğazı içinden ses
çıkarıp, boynunu yere koydu. Devenin sâhibini sordular. Bir kişi geldi. Yâ
Resûlallah benimdir dedi. Bu deveni bana sat buyurdular. O şahs satmam
bağışlarım dedi. Bağışlama, sat buyurdular. Yine o şahs satmam, bağışlarım
dedi. Bu deve, bundan başka geçinecek şeyi olmayan ehl-i beytimin olsun
buyurdular. Sonra o şahsa dönerek (Bu deve az yiyecek verip, çok iş
yandırdığından şikâyet ediyor, oununla hüsn-ü müâşeret eyle!) buyurdular. Sonra
bir yerde konaklamışdık. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» uyudular. Bir
ara bir ağaç, yeri yararak gelip Resûlullahı «sallailahü aleyhi ve sellem»
gölgelendirdi, sonra tekrar yerine gitdi.
Uyanınca
bu hâli kendilerine anlatdık. O ağaç Hak teâlâdan bana, selâm vermek için izn
istedi. Onun için geldi, buyurdular.
·
317
— Ehl-i beytin bir köpeği vardı. Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem»
dışarı çıkınca, o köpek kalkar dolaşırdı. Eve teşrif ettiklerinde iki dizi
üstünde hareketsiz ve ses çıkarmadan otururdu.
·
318
— Enes «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem»
ensârdan birinin bahçesine girdi. Hazreti Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhümâ»
ve ensârdan birkaç kişi de orada idiler. Bağçede bir sürü koyun vardı. Koyunlar
gelip Resûlullaha «sallailahü aleyhi ve sellem» secde ettiler. Eshab-ı kirâm
«aleyhimurrıdvân» yâ Resûlallah,. koyanlardan ziyade bizim secde etmemiz lâzım
gelmez mi? Dediler. Cevabında «Hak teâlâdan başkasına secde etmek câiz olsaydı,
kadınların, kocalarına secde etmelerini emr ederdim,» buyurdular.
.319
— Yemen’de birisi evinde bir kuyu kazmış, tuzlu su çıkmışdı... Bunu Resûlullaha
«sallailahü aleyhi ve sellem» anlatdı. Bir mathara su ver diler. Kuyuya dökünce
su tatlı oldu.
·
320
— Ziyâd bin Haris «radıyallahü anh» anlatır: Benim kavmim Resûlullahm
«sallailahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldiler. Yâ Resûlal-lâh, bizim bir
kuyumuz vardır. Yazın suyu azalır, bize kâfi gelmez, etrafa dağılırız. Kışın
yine toplanırız. Şimdi etrafımızı düşmanlar sardı. Eğer' dağılırsak bizi
öldürürler. Suyumuzun bize ve hayvanlarımıza yetmesi için düâ buyurun, dediler.
Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem» yedi küçük taş istediler. Mübârek
ellerini üzerlerine sürüp düâ buyurdular. Bu taşları Allahü teâlâmn ismini
söyliyerek kuyuya atarsınız, buyurdular. Aynen yapdılar. Kuyunun suyu öyle
çoğaldı ki, gece gündüz su çekseler-bir damla azalmazdı.
·
321
— Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» kölesi Se’ad anlatıyor: Resûlullah «sallailahü
aleyhi ve sellem» ile bir seferde beraberdik. Bir yerde konaklamışdık. Yâ Se’ad
falan yere git, orada bir keçi vardır sütünü, sağ getir, buyurdular. Halbuki
ben o yeri biliyordum, orada hiç keçi bulunmazdı. Gitdim, memeleri süt dolu bir
keçi gördüm. Sütünü sağdım. Kafile oradan harekete başladı. Keçinin yanma
birisini koyup yol için hazırlığa başladım. O sırada keçi gâib oldu. Çok
aradım. Bulamadım. Re-sûlullahm «sallailahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım.
Niçin geç kal--■dm? diye sordular. Yola çıkma hazırlığı yapıyordum, dedim.
Ayrıca keçinin gaybolduğunu, onu arayıp bulamadığımı söyledim. Onu sâhibi aldı
gitdi buyurdular. Doğru söylüyorsun yâ Resûlallah dedim.
·
322
— İbni Abbâs «radıyallahü anh» anlatır. Resûlullahm «sallalla-,hü aleyhi ve
sellem» huzûruna bir kadın, yanmda bir çocukla geldi. Yâ Resûlallah bu çocuğumu
sabah ve akşam cünûn tutar, deli gibi hareketler yapar, dedi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» mübârek eliyle çocuğun göğsünü sığayıp düâ
buyurdular. Hemen çocuk koşdu. İçinden köpek yavrusu gibi siyah bir şey çıkdı.
Çocukda o haller artık görülmedi
·
323
— Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Zeyd bin Erkam «radıyallahü anh»m
gözü ağrıyordu. Onun lyâdetine gitmişdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» de orada idi. Mübârek eliyle Zeyd’in gözünü açdı. Ve mübârek ağzının
suyundan içine koydu. Üzülecek bir şey yok buyurdular. Gözleri hemen iyi oldu.
Sabahleyin Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Gözlerin
ağrımaya devam etse ne yapardın? diye sordular. Sabr eder, Hakdan neticeyi
beklerdim, dedi. Bunun üzerine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Allaha
yemin ederek (Gözlerinin o hâliyle sabr etseydin, afvedilmiş olarak Hak teâlâ
hazretlerine kavuşurdun) buyurdu.
·
324
— Utbe bin Ferkadm hanımı demişdir ki: Biz bir kaç kadın Ut-benin hanımları
idik. Güzel kokulu olmak için her birimiz çeşidli kokular sürünürdük. Utbe hiç
koku sürünmezdi, fekat kokusu hepimize gâlib gelirdi. Bu kokuyu diğer insanlar
da seziyordu. Utbe’ye rastlıyanlar, biz Utbe’nin kokusundan dahâ güzel koku
görmedik, derlerdi. Bir gün ona bu hâlin sebebini sorduk. Şöyle anlatdı: Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» zemânmda vücûdümde kabarcıklar meydana gelmişdi.
Kendilerine anlatdım. Vücûdünü aç buyurdular. Açıp önlerine oturdum. Mübarek
eline nefesini üfürüp, arkama ve karnıma sürdü. Bu hoş koku o zemân-dan beri
benden gitmedi, dedi.
·
325
— Cerhed-i Eslemî «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» evine gitmişdim. Sofra hazır idi. Yemeğe oturduk. Sağ elim
ağrıdığından yemeğe sol elimi uzatdım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
(yemeği sağ elinle ye!) buyurdular. Yâ Resûlallah sağ elim ağrıyor dedim.
Mübarek nefeslerini elimin üzerine üfürdüler, hemen iyi oldu ve bir dahâ
ağrımadı.
·
326
— Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvân» birisi anlatıyor: Bir gün yanımızda bir
oğlan çocuğu ile beraber Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna
varmışdık. O çocuğun bir gün evvel sağ kolu kırılmış ve sargılarla sarılmışdı.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o çocuğa; ileri gel dediler. Çocuk
önüne geldi, sargıları açdılar, mübarek elini sürdüler hemen iyi oldu. Biraz
sonra yemek yedik. Çocuğa, (Yemeği sağ elinle ye!) buyurdular. Yemekden sonra
(Bu sargılan evine götür!) buyurdular. Çocuk kavmine gidince henüz îmân etmemiş
bir ihtiyara rastladı. İhtiyar, sargıları çocuğun elinde görünce bu ne hâl?
diye sordu. Çocuk, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu sargıları açıp
mübarek elini sürdü hemen iyi oldu dedi. Bunun üzerine ihtiyar, Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelerek îmân etdi.
·
327
— Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Talha-nm «radıyallahü
anh» gayet tenbel bir atma bindi. Ondan sonra o ata. yetişen olamazdı.
·
328
— Şerhabîl Ca’fî «radıyallahü anh» anlatır: Elimde bir ur meydana geldi.
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gitdim. Bu ur bana çok zahmet
veriyor. Kılıç tutamıyorum ve yan dizgini tutamıyorum dedim. Yanıma gel
buyurdular. Gidip önlerine oturdum. Elini aç dediler, açdım. Mübarek nefesini
elime üfürdü ve mübarek elini elime sürdü. O şişlik temâmen indi.
·
329
— Câbir bin Abdullah «radıyallahü anh» anlatır: Hasta olmuş-dum. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ebû Bekr «radıyallahü anh» beni görmeğe
geldiler. Ben kendimden geçmişim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
abdest alıp o sudan üzerime dökmüşler. Kendime geldiğimde hastalığım geçmişdi.
·
330
— Bir gün bir genç Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip,
«Yâ Resûlullah zina etmem için izn ver!» dedi. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân»
hayrete düşdüler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o gence buraya gel
buyurdular. Genç de ileri gidip enlerine oturdu. Başkalarının annenle zina
etmelerini ister misin? diye sordular. Genç, hayır dedi. Senin gibi hiç kimse
de istemez buyurdular. Sonra başkalarının kız kardeşinle zina etmelerini ister
misin? diye sordular. Genç hayır dedi. Senin gibi hiç kimse de istemez
buyurdular. Sonra aynı soruyu kızı için, amcası kızı, halası kızı ve daha başka
akraba kızları için sordular. Sonra mübarek elini o. gencin göğsüne koyup, (Yâ
Rabbî, bunun günâhım afv et, kalbini temizle ve zinadan koru!) diye düâ
buyurdular Artık o genç zinaya meyi etmedi.
·
331
— Âişe-i Sıddîka «radıyallahü anhâ» anlatır: Bir tenbel kadın var idi. Birgün
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yemek yerken geldi. Allah’ın Resûlüne
bakın, oturmuş kullar gibi yemek yiyor dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» evet, ben kulum, kul gibi oturur ve yemek yerim, buyurdular. Kadm,
yediğinden bana da ver dedi. Yediklerinden bir parça kadına verdiler. Kadm,
yok, ağzında çiğnediğinden ver dedi. Mübarek ağızlarından çiğnenmiş bir et
parçası çıkarıp verdiler. Kadm, kendi mübarek elinle ağzıma koy dedi. Mübarek
elleriyle kadının ağzına koydular. Bu lokmayı yedikden sonra kadında tenbellik
kalmadı.
·
332
— Râfi’ bin Hadîc «radıyallahü anh» anlatır: Birgün Resûlulla-hm «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna gitmişdim. Yanında bir kişi et pişiriyordu. Bir
parça et hoşuma gitdi, alıp yedim. Bir sene boyunca karnım ağrırdı. Bu hâli
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» anlat-dım. (O yemekde yedi kişinin
hakkı vardı.) buyurdular. Mübarek eliyle karnımı slğadılar. O ağn geçdi ve bir
daha gelmedi.
·
333
— Ebû Şehm «radıyallahü anh» anlatır: Medine yolunda gidiyordum. Önüme bir kadm
çıkdı. Elimle göğsünü tutdum. Sonra, insanların Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» ile bî’at etmeğe gitdiklerini gördüm. Ben de gitdim. Bî’at için
elimi uzatdım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek elini çekdi.
Yoldaki kadına elimi uzatdığımı hatırlatdı. Bundan sonra yapmam dedim. Çok iyi'
olur deyip benimle bî’at etdiler.
·
334
— Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve
sellem» huzurunda bir kişinin çok ibâdet ve mücâhede etdiğini anlatıyordum. O
sırada o şahsı arkada bir yerde görüp Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem»
gösterdim. (Ben onun yüzünde şeytanlık görüyorum.) buyurdular. Sonra o şahs
yanımıza geldi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o şahsa, (Allah hakkı
için söyle, bizi görünce bu kavmin içinden benden iyisi yokdur diye kalbinden
geçirmedin mi? buyurdular. O şahs evet dedi. Yanımızdan ayrıldı. Bir yerde
toprağa mescid şeklinde çizgi çizip nemâza durdu, (içinizde bunu öldürecek var
mıdır?) diye sordular. Ebû Bekr «radıyallahü anh»' kalkdı. O şahsın yanma
gitdi. Fekat nemâzda olduğu için öldürmeğe korkdü. Geri dönüp geldi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» ne yapdm? diye sordular. Nemazda olduğu için
öldürmeğe çekindim dedi. Tekrar (Bu adamı öldürecek var mı?) diye sordular.
Ömer «radıyallahü anh» kalkdı. O da gidip Ebû Bekr «radıyallahü anh» gibi geri
döndü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» tekrar (Bu adamı kim
öldürebilir?) diye sordular. Ali «ra-dıyallahü anh» kalkdı. (Yerinde bulursan
öldürürsün.) buyurdular. Ali •«radıyallahü anh» gitdi. O şahsı yerinde
bulamayıp döndü. Bunun üzerine (Eğer o şahsı öldürseydin ümmetimden iki kişi
arasında muhalefet olmazdı. Benî İsrâil yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Çok
geçmeden benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılır. Ancak biri Cehennemden
kurtulur.)
·
■
buyurdular.
·
335
— Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Eshâbma «radıyallahü anhüm»
buyurdular ki: Yarın herkes bir sadaka getirsin. Utbe bin Zeyd «radıyallahü
anh» demişdir ki: O gece Hak teâlâya şöjde münâcat eyledim: «Yâ rabbî,
Resûlünün bize yarın sadaka emr etdiğini biliyorsun, benim sadaka edecek hiç
bir şeyim yokdur. Ben de kendi yânımı sadaka ediyorum, beni köle kabul etmesini
istiyorum,dedim. Sabah oldu. Bütün eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» sadaka
getirdiler. Ben de onlarla beraberdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
bakdı. Sadaka getirmiyen kimse görmedi. Sonra «Dün gece kendi şânını sadaka
eden nerededir?» diye sordular. Hiç kimse cevab vermedi. Tekrar sordular. O
zeman kalkıp benim yâ Resûlullah dedim. Bunun üzerine üç kere «Allahü teâlâ
sadakanı kabul etdi» buyurdular.
·
336
— Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» bana zekâtını saklamam için emr etdi. Bir gece birisi gelip o zekâtdan
biraz istedi. Onu tutdum ve seni Resûlullaha «sal-.lallahü aleyhi ve sellem»
götürürüm dedim. Beni salıver çoluk çocuğum çok ve fakir olduğum için geldim,
bir dahâ gelmem dedi. Acıyıp bırakdım. Sabahleyin Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Fakire ne yapdm? diye sorduıar. Acıyıp
salıverdim dedim. Sana yalan söyledi bir dahâ gelecekdir buyurdular. Bir daha
geldi, tuttum, bir dahâ gelmiyeceğim demişdin dedim. Bu def’a da beni salıver
sana birkaç kelime öğreteyim dedi. Nedir? dedim. Yatacağın zeman Âyet-el
Kürsî’yi okursan, Allahü teâlâ seni hıfz eder, şeytan senden uzak olur dedi.
Sabahleyin Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Durumu
anlatdım. Doğru söylemiş, fekat kendisi yalancıdır; buyurdular. Sonra onun kim
olduğunu biliyor musun? diye sordular. Hayır dedim O şeytan «aleyhilla’ne» idi
buyurdular.
·
337
— Ebû Sa’îd’-il Hudrî «radıyallahü anh» demişdir ki: Bir gün annem beni
Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» ba’zı şeyler istemem için gönderdi.
Huzûrlarına varıp oturdum. Yüzlerini bana çevirerek (Bir kimse zengin olmak
isterse Allahü teâlâ onu zengin yapar. Bir kimse günâhdan sakınırsa, Allahü
teâlâ da onu günahdan sakındırır. Birşeyi
·
■
kendisine kâfi görürse, Allahü teâlâ ona kifâyet eder. Malı olduğu halde
sbirşey
istemek doğru değildir.) buyurdular. Kendi kendime; falan devemiz çok
kıymetlidir dedim. Hiçbir şey istemeden geri döndüm.
·
338
— Ebû. Hureyre «radıyallahü anh» anlatır: Teyemmüm âyeti nazil oldu. Fekat
nasıl yapılacağını bilmiyordum. Öğrenmek için Resûlul-lahm «sallallahü aleyhi
ve sellem» evine doğru gitdim. Evlerine yaklaşdım kendileri dışarı çıkdılar ve
beni gördüler. Ne için geldiğimi muhakkak anladılar. Biraz ileri gidip tebevvül
etdiler, sonra gelip iki mübarek elini ‘toprağa vurup yüzünü ve iki kolunu mesh
etdi. Ben de artık birşey sormadan geri döndüm.
·
339
— Ebû Hureyre «radıyallahü anh» anlatır: Suheyb «radıyallahü anh» Mekkeden
hicret edince, Kureyş kâfirleri arkasından yola çıkdılar. Suheyb «radıyallahü
anh» arkasındaki okları göstererek: Benim iyi ok attığımı bilirsiniz, bana
yaklaşmayın dedi. Kâfirler, Mekkede bırakdığm yiyeceklerin yerini söyle, seni
bırakalım dediler. Suheyb «radıyallahü anh» söyledi. Kâfirler dönüp gitdiler.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardığında üç kere
(Alışverişinde kazançlı oldun!) buyurdular. Sonra Bakara sûresi iki yüz yedinci
(Allahü teâlânm rızâsını kazanmak için cihâd edip, şekîd olan veyâ emr-i ma’rûf
nehy-i münker yaparken öldürülen kullarına Allahü teâlâ çok merhamet eder)
âyet-i kerîmesi geldi.
·
340
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün İslâm askerini bir yere
göndermişdi. O sene de kıtlık olduğundan her askerin yolda yiyeceğini
kendilerine verdi. Cüdeyr «radıyallahü anh» adlı askerin yol yiyeceğini unutdu.
Cüdeyr İslâm ordusunun ardından gidiyordu. Yol boyunca «Lâ ilahe illâllahü vallahü
ekber sübhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ biilâhil
aliyyil azîm» derdi ve bu ne güzel yi-yecekdir yâ Rabbî derdi. Sonra Cebrail
«aleyhisselâm» Resûlullaha «sal-lallâhü aleyhi ve sellem» gelip, beni Hak teâlâ
gönderdi. Bütün ordunun yol yiyeceğini verdin, yalnız Cüdeyr’i unutdun. O yolda
Lâ ilâh e illâllahü vallahü ekber sübhânallahi vel hamdülillâhi ve lâ havle ve
lâ kuvvete illâ biilâhil aliyyil azîm diyerek gider ve yâ Rabbî bu ne güzel
yiyecekdir der. Onun bu kelâmı ile yer ile gök. arası nûr ile dolacak, ona
yiyecek gönder, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı
kiram’dan «aleyhi-mürrıdvân» birini çağırıp, Cüdeyr’in yol yiyeceğini verdi.
(Bunu Cüdeyr’e ver ve ona Resûlullah sana selâm gönderdi, senin yiyeceğini
unutmuş Allahü teâlâ Cebraili «aleyhisselâm» göndererek hatırlatmış olduğunu söyle)
buyurdular.
—
145 — Peygamberlik
Müjdeleri —, F. 10
O
sahâbî gidip Cüdeyr’i «radıyallahü anh» buldu. Resûlullahm «sal-lallahü aleyhi
ve sellem» selâmını ve sözlerini iletdi, yiyeceğini verdi.,. Cüdeyr
«radıyallahü anh» şöyle dedi: Yâ Rabbî sana hamd olsun ki, beni yedi kat
göklerin ve arşının fevkinden hatırladın. Zaîfliğime ve sabr--sızlığıma acıdın,
sen beni unutmadığın gibi beni de seni unutmıyanlardan eyle.' O sahâbî
Cüdeyr’den işitdiklerini Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» aynen
söyledi. (Eğer o zenıan başmı yukarı kaldırsaydm Cü-deyr’in sözlerinin nurunu
yer ile gök arasında görürdün) buyurdular.
·
341
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün eshâbma, (Bir yere bir
cemâ’at gönderdim. Siz de biraz sadaka veriniz) buyurdular. Abdurrahman bin Avf
«radıyallahü anh» malımın yarısını vereyim yarısını da evime koyarım dedi. Bir
sahâbî de dün su taşıyarak iki sâ’ hurma almışdım. Birini vereyim biri de evimde
kalsın dedi. Münâfıklar Abdurrahman bin Avf «radıyallahü anh» için gösteriş
yapıyor dediler. O sahâbî için de Allahın ve Resulünün onun bir Sâ’hurmasına ne
ihtiyacı vardır? dediler. Bunun üzerine Tevbe sûresi, sekseninci (O kimseler
ki, mü’minlerin istiyerek verdikleri sadakaları ayblarlar, böylece mü’-minlerle
alay etmiş olurlar. Allaha teâlâ da onların bu istihzalarının
cezasını verir. O münafıklar için şiddetli azâb vardır) âyet-i kerîmesi indi.
·
342
— Meymûne «radıyallahü anhâ» anlatır: Resûlullah «sallallahü. aleyhi ve sellem»
bir gece benim evimde idi. Abdest almağa kalkmışlardı. Kendisinin üç kere
Lebbeyk dediğini duydum. Yâ Resûlallah orada kim var ki, onunla konuşdun? diye
sordum. (Benî ka’b kabilesinin şâiri gelmiş, Mekke’de öldürüleceklerini sanmışlar.
Benden yardım istedi.) buyurdular. Üç gün sonra Benî Ka’b kabilesinden bir
kimse geldi. Resûlullah. «sallalahü aleyhi ve sellem» ile nemâz kıldı. Bir şiir
okudu. Şiirde Resû-lullahdan Benî Ka’b için, yardım istendiği anlatılıyordu.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Lebbeyk Lebbeyk buyurdu. Medine’den
dışarı çıkınca bir yerde konakladı. Havada bir bulut gördüler. (Benî Ka’b
kabilesine yardım için meydana gelmişdir,) buyurdular.
·
343
— İbni Mes’ûd «radıyallahü anh» rivâyet etmişdir. Bir gece Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» (Kim bizi sabah nemâzma uyandırabilir?) diye
sordular. Ben uyandırırım dedim. (Sen uyuyabilirsin!) buyurdular. Tekrar
sordular. Yine ben namaz vaktini bekleyebilirim dedim. Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» devesinin ve kendi devemin yularlarından tutdum. Gece,
buyurdukları gibi uyumuşum. Güneşin sıcaklığı te’siriyle uyandım. Benim devem
yanımda idi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» devesi gâib olmuşdu. Bir
tarafa işaret buyurdular. Bir kişi gidip deveyi buldu. Yuları bir ağaca,
sarılmış. Çözüp getirdi. Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» abdest
aldılar. Orada bulunanlar da abdest aldılar. Biiâle «radıyallahü anlı» ezan
okumasını emr etdiler. Ezan okundu. Sabah nemâzmın sünneti kılındı. Sonra ikâmet
okunup farzı da cemâ’atle kılındı. Nemâzdan sonra (Hak teâlâ istese sizi
uyandırırdı, fekat sizden sonra gelenler uyuyarak veya unutarak sabah nemâzmı
geçirdiklerinde bu şeklde kaza edildiğini öğretmek istedi) buyurdular.
·
344
— Câbir «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile
seferde idik. Bir rüzgâr çıkdı. (Bu rüzgâr bir münafığın ölümü içindir)
buyurdular. Medine’ye geldiğimizde azgın bir münafığı ölmüş bulduk.
·
345
— Katâde bin Nu’mân «radıyallahü anh» demişdir ki: Bir gece çok karanlık ve
yağışlı idi. Bunu ganimet bilip yatsı nemâzmı Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» ile kıldım. Nemâzdan sonra geri döndüler. Beni görünce, (Bu karanlık
gecede burada niçin kaldın? diye sordular. Yâ Resûlullah seninle nemâz kılmağı
ganimet bildim dedim. Mübarek elinde bir hurma dalı vardı. Onu asâ edinmişdi. O
asâyı bana verdi.
Bunun
ışığı ile evine git, evin bir köşesinde bir şeytan olacakdır. Bununla ona vur
buyurdular. Mescid’den çıkdım. Asânın ışığıyle evime git-dim. Evdekiler uyumuşdu.
Köşelere baktım, bir köşede şeytanı kirpi suretinde gördüm. Evden çıkarıncaya
kadar vurdum.
·
346
— İbni Abbâs «radıyallahü anhümâ» anlatır: Bir gün Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» bize doğru gelirken bir yağmur bulutu meydan geldi. (Bu bulutu
süren melek şimdi bana geldi. Bu bulutu Yemen ta-tarafdan bazı develi kimseler
geldiler. Onlardan sorduk, o günde orada rafında bir vâdiye götürüyorum dedi)
buyurdular. Bir kaç gün sonra o yağmur yağdığını söylediler.
·
347
■— Ebû Cûz’a adlı birisi Küba’da bir kadına âşık olmuşdu. Onunla bir dürlü
buluşamadı. Bazara gidip Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» hüllesi gibi
bir hülle satın aldı. Kûbaya gidip, beni Resûlullah gönderdi, işte kendi
hüllesini de bana giydirdi. İstediğin evde müsafir ol dedi. Küba halkı Ebû
Cüz’amn dâima kadmlara bakdığım fark etdiler. Halbuki Resûlullah «sallalahü
aleyhi ve sellem» dâima bizi kadınlara bakmakdan men’ ederdi dediler. Bu şübhe
üzerine, işin doğruluğunu anlamak için Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» iki kişi gönderdiler. Bunlar gitdiler.
Resûlullah
«sallalahii aleyhi ve sellem» kaylûle yapıyordu. [Kaylûle, öğleden önce biraz
yatmakdır.] Kalkınca yâ Resûlallah Ebû Cüz’ayı siz mi gönderdiniz? diye
sordular. Ebû Cüz’a kimdir? buyurdular. Bize bir elçi göndermişsiniz. Sizin
hülleniz gibi bir hülle giymiş. Bunu bana Resûlullah giydirdi diyor. Bunun
doğru olup olmadığını öğrenmeye geldik dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» gadablanıp (Bir kimse, kasden benim üzerime yalan söylerse onun
öldürülmesi lâzımdır.) buyurdular. Sonra bu iki kişiye (Hemen gidip onu
öldürün. Fekat onu diri bulacağınızı zan etmiyorum. Siz oraya vardığınızda onun
işi temam ola-cakdır.) buyurdular. Hakikaten o iki kişi döndüklerinde Ebû
Cüz’ayı belâda bir yılan tarafından öldürülmüş buldular.
·
348
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ümm-i Varaka’yı her ziyaretinde
Şehîde’yi ziyaret edelim buyururlardı. Bir kulu ve bir câri-yesi vardı. Onları
müdebber etmişdi. Ya’nî kendisinin ölümünden sonra âzâd olacaklardı. Emîr-ül
mü’minîn Ömer «radıyallahü anh» zemanmda köle ve câriye anlaşıp Ümm-i Varakayı
şehid etdiler. Ömer «radıyallahü anh» bunun duyunca, Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» Ümm-i Varaka için Şehîde’yi ziyaret edelim buyurduklarmı
hatırladı ve sadaka Resûlullah dedi.
·
349
— Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem) Hâlid bin Ne-bî’ci öldürecek
var mıdır? diye sordular. Abdullah bin Enîs «radıyallahü anh» yâ Resûlullah ben
öldürürüm yalnız onu bana vasf edin dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» onu görünce kalbine korku gelir buyurdular. Abdullah bin Enîs
«radıyallahü anh» diyor ki: Ya Resûlullah ömrümde hiç kimseden korkmadım dedim.
Hâlid bin Nebîc o zeman Arafatda imiş. Gitdim, güneş batmadan evvel bir kişi
gördüm. Kalbime bir korku düşdü. Anladım ki bu Hâlid bin Nebîc’dir. Bana sen
kimsin? diye sordu. Bir işim vardır, onun için çıkdım. Bu gece seninle beraber
olabilirim dedim. Ne olur arkamdan gel dedi. Onu ta’kib etdim. Acele ile ikindi
nemazmı kıldım. Beni görür diye de korkdum. Arkasından yetişip kılıç ile vurup
öldürdüm.
·
350
— Sekîf kabilesinden biri ile Medineli biri Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» süâl soracaklardı. Sekîfli olan Ensarî’ye, nasıl olsa senin şehrin
burasıdır, her zemân sorabilirsin. îzn verirsen önce ben sorayım dedi. Medineli
izn verdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sekîf kabilesinden gelene
buyurdular ki, süâlini sen mi soruyorsun, yoksa ben mi söyliyeyim. Yâ
Resûlallah sen söyle! dedi. Senin süallerin ne-mâz ve oruçdandır buyurdular.
Sekif, seni âleme Peygamber olarak gönderen Allah hakkı için benim süâllerim
bunlardandı dedi. Süâllerin cevâb-ları lâyıkiyle verildi. Sonra Medîneli huzûra
geldi. A‘ynı şekilde onun da arife günü hac, tavâf ve saç kesmekle ilgili
sorularını cevâblarmı verdiler.
·
351
— Ammâr bin Yâser «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» ile seferde beraberdik. Bir yerde konakladık. Su getirmek için kova ve
su tulumunu aldım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» su alırken, sana
birisi mâni olsa gerektir buyurdular. Kuyunun başına gitdim. Bir siyah kimse
geldi. Bu gün buradan bir kova su alamazsın dedi ve beni tutdu. Ben de onu
tutdum. Yere vurdum ve taşla yüzünü ve burnunu ezdim, sonra kablarımı doldurup,
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna geldim. Hiç kimse ile
karşılaşdm mı? diye sordular. Olanları anlatdım. O şeytan idi buyurdular.
·
352
— Vâbesa bin Ma’bed «radıyallahü anh» diyor ki: Hayr ve şer-den herşeyi sormak
niyyetiyle Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gitdim.
Kalabalığın arasından geçip iyice yaklaşmak istedim. Oradakiler, biraz uzakda
dur dediler. Bırakın beni, iyice yaklaşayım, onu çok seviyorum, dedim.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» beni yanma çağırdı. Dizlerinin dibine
oturdum. Yâ Vâbesa iyi kötü herşeyi sormağa geldin değil mi? buyurdular. Evet
yâ Resûlallah, dedim. Mübarek parmaklarını göğsüme koyup, (Yâ Vâbesa kalbinden
fetva iste! Kalbine gelen iyi şey ise, kalbin sükûnet bulacakdır. Kalbinde
tereddüd, hareket olursa o şey kötüdür, günahdır. Sana başkaları fetva vermeğe
kalksalar bile sen kalbine bak!) buyurdular.
·
353
— Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: «Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» zemâmnda iki kişi vardı. Birisi sohbetlere hep gelir, diğeri az gelir
ve iyi ameli de az görünürdü. Bir gün devam eden kişi, kıyamet ne zeman
kopacakdır? diye sordu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem,» (Onun için ne
hazırladın) diye sordular. O şahs «Alahın ve Resûlünün muhabbetini hazırladım.»
dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Sen sevdiklerinle beraber
olacaksın ve senin için hisâb yok-dur) buyurdular. Sohbetlere az gelen vefat
etdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Biliyor musunuz, Hak teâlâ o
kişiyi cennete koydu) buyurdular. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» hayret edip
birbirlerine bakışdılar. Bu hâli o şahsın hanımına, yine hayretlerini
belirterek söylediler. Hanımı, her ezan okunduğunda, müezzin Lâ ilâhe illallah
deyince kocam, (Allahdan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. Her şehâdet
edene Allahü teâlânm kâfi geleceğine inanırım) dediğini, müezzin eşhedü
enne
Muhammeden Resûlullah deyince de «her şehadet eden gibi şehâdet ederim. Bu
îmânım bana kâfidir» diye söylediğini bildirdi. Bu sözleri duy-dukdan sonra
Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna, geldiler. Daha bir şey
anlatmadan Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o kişinin hanımının
söylediklerini söylediler ve Hak teâlâ onu bu yüzden Cennete koydu buyurdular.
·
354
— Ukbe bin Âmir «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Resûlulla-hm «sallallahü
aleyhi ve sellem» hizmetini yapıyordum. Dışarı çıkdığımda Ehl-i Kitâbdan bir
grub insan gördüm. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile görüşmek
istediklerini söylediler. Haber verdiğimde (Ben onların soracakları şeyi
bilmem, ben kulum ancak Rabbimin bana bildirdiklerini bilirim.) buyurdular.
Sonra abdest alıp iki rek’at nemâz kıldılar, yüzlerinde sevinme alâmetleri
göründü.
Dışarıdakiler!
ve eshâb-ı Kirâmdan «aleyhimürrıdvan» görebildiklerini çağır! buyurdular.
Çağırdım geldiler. Ehl-i kitaba dönerek: Siz İskender kıssasını soruyorsunuz?
Kitâblarmda olduğu gibi anlatınca hepsi i’tirâf etdiler.
·
355
— Habîb bin Müslime-i Fehri «radıyallahü anh» Medine’de Re-sûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi Hemen arkasından babası geldi. Yâ
Resûlallah bu oğlum benim elim ayağımdır dedi. (Ey Habîb kalk babanla geri dön
ki, ömrü az kalmışdır) buyurdular. Babası o yıl vefat etdi.
·
356
— İmrân bin Hasîn «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» ile bir zaferde beraberdim. Bir gece sabâha az kalıncaya kadar yürüdük
ve bir yerde konakladık, uyuduk. Güneşin harareti ile ilk uyanan Hazret-i Ebû
Bekr «radıyallahü anh» oldu. O, Ömer’i «radıyallahü anh» uyandırdı. Ömer
«radıyallahü anh» yüksek sesle tekbîr getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem ve bütün eshâb-ı ki-râm «aleyhimürrıdvan» uyandılar. Sabah nemâzını
geçirdiğimizi söyledik Aceb değildir, yürüyelim buyurdular. Bir mikdar yürüdük.
Sonra su istediler. Cemâatla sabah nemâzı kaza edildi. Nemâzdan sonra bir
kişinin nemâz kılmadığını gördüler. Sen niçin nemâz kılmadın? diye sordular. O
şahs, cünüb oldum, su bulamadım, dedi. Teyemmüm et buyurdular. Biraz daha
yürüdük. Susuzlukdan şikâyet edildi. Hazret-i Ali ile bir başkasını
«radıyallahü anhümâ» su aramaları için vazifelendirdiler. Yolda bir deveye
binmiş, üzerinde iki büyük kab su yüklenmiş bir kadın gördüler. Su nerededir?
diye sordular. Kadın, dün bu vakit çıkmışdım dedi. Kadını Resûlullahın
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna getirdiler. Re-
—
150 —
II
I
Bi
'
sûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» büyük kabdan bir kaba su dökün dediler. O kabdaki
su ile mazmaza yapıp o kaba dökdüler. Bu kabı kadının büyük kablarma dökdüler.
Herkes bu büyük kablardan ihtiyacı kadar su aldı. Cünüb olan kimseye de bir kab
su verip git yıkan dediler.
O
kadın hayretle bakıyordu. Herkes su ihtiyacını giderdikden sonra kadının
kablarmda evvelkinden fazla su kaldı. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
emri ile kadının devesine hurma, un ve sevîk verildi. Kadına, (Senin suyunu
azaltmadık. Hak teâlâ bize su verdi) buyurdular. Kadın kavmine gitdi. Niçin geç
kaldın? diye sordular. O da olanları an-latdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» için; kavminin dîninden ayrılmış diyorlar, o ya en büyük büyücü veya
Allahın Peygamberidir, dedi. Sonra Müslümânlar o civarda ganimet aldılar.
O
kadının kavmine hiç dokunmadılar. Kadın kavmine: Bu insanlar bize kasden
dokunmadılar, ister misiniz müslimân olalım, dedi. Bütün 'kavm müslimân
oldular.
·
357 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh»
anlatır: Bir gün açlıkdan karnım arkama yapışacakdı. Mideme taş bağlamışdım.
Eshâbın «radıyallahü anhüm» geçecekleri yol üzerine oturdum ki, birisi beni
evine götürsün de ’bir şeyler yedirsin. Önce Ebû. Bekr «radıyallahü anh» geçdi.
Ona bir âyet-i kerîme sordum. Maksadım beni evine götürmesi idi. Sonra Ömer
«radıyallahü anh» geçdi. Ona da bir âyet-i kerîme sordum. İkisi de beni
götürmediler. Dahâ sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler.
Yüzümden açlığımı anlamış olacaklar ki, (Yâ Ebâ Hüreyre benimle gel)
buyurdular. Ümmehât-ı mü’minînden birisinin evine gitdik. Yiyecek bir şey var
mı? diye sordular. Biraz süt hediye geldiği söylendi. (Yâ Ebâ Hüreyre, git
Eshâb-ı soffa’yı da çağır» buyurdular Eshâb-ı soffanın malı ve çoluk çocukları
yokdu. Mescidde kalırlar ve Müslimânlar onlara "bakardı. Resûlullaha
«sallallahü aleyhi ve sellem» hediye gelirse kendileri de yer eshâb-ı soffayı
da çağırırlardı. Sadaka geldiğinde hepsini es-hâb-ı Sof faya verirlerdi kendi
kendime: Önce o sütden biraz içip sonra Eshâb-ı soffayı çağırsaydun. Çünki,
onlar gelirse bana bir çanak sütden ne kalacak diye düşündüm. Çağırdım, Gelip
oturdular. Yâ Ebâ Hüreyre süt çanağını bana ver buyurdular, verdim. Tekrar bana
verdiler. Herkes içsin, buyurdular. Eshâb-ı Softanın hepsi o çanakdan içdiler.
Ben ve kendileri kaldık. Çanağı elimden alıp yine bana verdiler ve iç
buyurdular. İç-dim. Yine iç buyurdular, yine içdim. Bir dehâ iç buyurdular,
içdim. Dördüncü defa da iç dediler. Artık içemiyeceğim dedim. Kendileri de
benden -artan sütü içdiler.
·
358
— Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallal-lahü aleyhi ve
sellem» Medine’ye geldiği zeman ben 8 yaşındaydım. Babam ölmüşdü. Annem Ebû
Talha ile evlenmişdi. Ebû Talha çok fakir idi. Bir iki gün hiç yemek yemeden
geçirdiğimiz zemanlar olurdu. Bir gün annemin eline biraz arpa geçmişdi. Onu un
yapdı ve iki ekmek pişirdi Komşudan azıcık süt istedi. Ebû Talhayı da çağır,
beraber yiyelim dedi. Bende sevinerek çıkdım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» Eshâb-ı Ki-râm «rıdvânullahi aleyhim ecmaîn» ile oturuyorlardı. Yâ
Resûlallah annem seni çağırıyor dedim. Kalkdılar, Eshâb-ı kirâme
«aleyhimürrıdvân»-da kalkınız buyurdular. Eve yaklaşdık. Ebû Talhaya (Hiç bir
şey hazırladın mı ki, bizi da’vet ediyorsun» buyurdular. Yâ Resûlallah, dünden
beri bir şey yememişim, evde de bir şey olacağını zannetmiyorum, dedi. (Peki,
Ümm-i Selim bizi niçin da’vet etdi, eve bir bak!) buyurdular. Ebû-Talha içeri
girdi. Ümm-i Selim, iki arpa ekmeği pişirdim, komşudan da biraz süt istedim.
Enesi seni çağırması için gönderdim dedi. Ebû Talha dışarı çıkıp Ümm-i Selîm’in
dediklerini söyledi. Zararı yok içeri girelim buyurdular. Kendileri, Ebû Talha
ve ben içeri girdik. Ekmekleri getirin buyurdular. Mübârek ellerini ekmeklerin
üzerine koydular, parmaklarını' açdılar ve on kişi çağırın buyurdular. Çağırdım
(oturunuz, bismillâh deyip, parmaklarımın arasından yiyiniz) buyurdular. Bu on
kişi bu şekldc yiyip doydular. (On kişi dahâ çağırın) buyurdular. Çağırdım.
Onlar da aynı şeklde doydular. Böylece Eshâb-ı Kirâm’dan «aleyhimürrıdvân»
yetmiş üç kişi yiyip doydular. Sonra üçümüz yedik doyduk. Sonra ekmekleri annem
Ümm-i Selîm’e verdiler. (Al, ye ve kime istersen yedir) buyurdular.
·
359
— Ebû Bekr’in oğlu Abdurrahman «radıyallahü anhümâ» diyor ki: Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» ile eshâbdan yüzotuz kişi yolda gidiyorduk. Hiç
kimsede yiyecek var mıdır? diye sordular. Bir kişide dört kilo kadar un
bulundu. Hamur yapdılar. Sonra bir müşrik geldi. Bir koyunu vardı. Satar mısın
yoksa hediyye midir? diye sordular. Satılıkdir dedi. Satın aldılar. Ciğerini
kebab yapdılar. Herkese bir parça et verildi. O sırada olmıyan kimsenin de payı
ayrıldı. Ciğeri iki tabağa koydular, hepimiz yedik, doyduk. Tabakda yine
kalmışdı. Deveye yükleyip yola ko yulduk.
·
360
— Sümre bin Cündeb «radıyallahü anh» demişdir ki: Birgün Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna bir tabak yemek getirdiler. Sabahdan
öğleye kadar bir grub yer gider, diğer bir grub gelirdi. Birisi, o tabağa bir
yerden yemek konuyor mu? diye sordu. Hayır ancak şuradan yardım geliyor deyip
Âsümâna işaret etdim.
·
361
— Ümm-i Evs «radıyallahü anhâ» anlatır: Bir gün Resûlullaha* «sallallahü aleyhi
ve sellem» hediyye olarak bir kab yağ gönderdim. O kabdaki yağdan biraz
kalıncaya kadar yemişler, sonra mübârek nefeslerini üfürüp beraket ile düâ
edip, bunu Ümm-i Evs’e götürün buyurmuşlar. O kabı bana getirdiler. İçi yağla dolu
idi. Hediyyemi kabul etmediler zannıyle huzûrlarma gitdim. Bir günâh mı
işledim, hediyyemi kabul etmediniz dedim. Yediklerini sonra düâ buyurduklarını
anlatdılar. Teselli bulup, sevinerek döndüm. O yağdan uzun müddet yedik.
·
362
— Enes bin Mâlik’in «radıyallahü anh» annesi Ümm-i Selim «ra-dıyallahü anhâ»,
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kab yağ-gönderdi. Yağı kabul
edip, kabını geri gönderdiler. Bir kadın Ümm-i Se-lîm’den birazcık yağ istemeğe
geldi. Ümm-i Selim, biraz evvel bir kab yağı Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» göndermişdim. Şimdi boş kabı, geri gönderdiler. Kadın, kaba bir bakın,
belki içinde bir parça yağ kalmış-dır, dedi. Kaba bakdılar. Yağ ile dolu
gördüler. Ümm-i Selim «radıyalla-hü anhâ» hemen huzûrlarma gidip, Yâ Resûlallah,
bir günah mı işledim,, yimeniz için gönderdiğim yağı geri göndermişsiniz, dedi.
(O kabın içindeki yağın hepsini aldık, kabul etdik,) buyurdular. Ümm-i Selim,
seni âlemlere peygamber olarak gönderen Allah hakkı için, o kab yağ ile
doludur, dedi.
Tebessüm
edip (O yağı olduğu yerden 'kımıldatmadan yiyiniz» buyurdular. Ümm-i Selim
«radıyallahü anhâ» sevinerek evine döndü. O yağdan uzun müddet yediler.
·
363
— Ümm-i Şüreyk «radıyallahü anhâ» câriyesine bir tulum yağ-vererek, Resûlullaha
«sallallahü aleyhi ve sellem» hediyye olarak götür, dedi. Câriye götürdü. Kabul
edip, yağı boşaltdılar. Boş tulumu câriyeye verip; (Bunun ağzım bağlamadan as!)
buyurdular.
Bir
gün Ümm-i Şüreyk tulumu dolu olarak, ağzı açık ve asılı görünce ağzını bağlayıp
câriyesini çağırdı. Bunu Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» götürmedin
mi? dedi. Câriye yemin ederek götürdüğünü, iyice boşaltdıklarını ve ağzı açık
olarak asmasını emr etdiklerini söyledi. Ümm-i Şüreyk’in «radıyallahü anhâ»
vefâtma kadar o yağdan yenildi. Hattâ bir gün yetmişiki kişi yedi, hiç eksilme
olmadı.
·
364
— Rükeyn bin Saîd-i Müznî «radıyallahü anh» anlatır. Bir gün dörtyüz atlı
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldik, yiyecek istedik
Hazret-i Ömere «radıyallahü anh» (Bunlara bir şeyler ver!) buyurdular. Ömer
«radıyallahü anh» bir iki sâ’ hurmadan başka bir-peyini yokdur, dedi. (O
hurmaları bunlara ver) buyurdular. Gitdik Ömer «radıyallahü anh» evinin
kapısını açdı. İçeride bir mikdâr hurma vardı. İstediğiniz kadar alın dedi.
Herkes istediği kadar aldı. Sonra bakdık bir dâne alınmamış gibi idi.
·
365
— Câbir bin Abdullah «radıyallahü anh» anlatır: Hurmalarımı Medine’de bir
yehûdiye satardım. Önce parasını alırdım. Hurmaları, olunca yehûdiye teslim
ederdim. Bir sene hurma az oldu. Hurmaları toplarken yehûdi yanıma geldi.
Yehûdiden biraz mühlet istedim, kabul etmedi Resûlullaha «sallallahü aleyh; ve
sellem» haber verdim. Eshâbma «radı-yallahü anhüm» (Kalkın gidelim. Câbir için
yehûdiden mühlet isteyelim) buyurdular. Hurma bağçemize geldiler. Benim için
yehûdiden mühlet istediler. Yehûdi mühlet vermedi. Bağçenin etrafını gezdiler.
Yehûdiden yine mühlet istediler, yine vermedi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi
ve sellem» biraz hurma ikram etdim. Yediler. (Burada oturacak yer var mıdır?)
diye sordular. Şurada oturulur, dedim. (Oraya bir döşek ser!) buyurdular. Biraz
uyudular. Uyanınca bir mikdar daha hurma ikram etdim. Yediler. Yehûdiden bir
daha mühlet istediler. Yehûdi yine mühlet vermedi. Bağçeyi gezdiler. (Hurmanı
topla, borcunu öde!) buyurdular Topladım, borcumu ödedim, o kadar da artdı.
Huzûrlarına varıp anlat-dım. (Elbette benim, Allahın Resûlü olduğuma şehâdet
ederim) buyurdular.
·
366
— Câbir bin
Abdullah «radıyallahü anh» anlatmışdır: Babam vefat etdi. Borçları kaldı. Hurma
toplama zemanı oldu. Alacaklılara, bu hurmaları bana hiç bırakmamak şartiyle,
aranızda paylaşdırın, dedim. Borçlarını karşılamaz, diye kabul etmediler.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Alacaklıların seni
görmesini istiyorum dedim. (Hurmaları grup grup harman yap) buyurdular.
Dedikleri gibi yapdım. Teşrif etdiler. Alacaklılar onu görünce bana yapışdılar.
Bu hâli görünce büyük bir harmanın yanma varıp üç kere dolandı ve yanma
oturdular. (Alacaklıları çağır) buyurdular. Her birinin borcunu noksansız
verdim. Borçlardan sonra bana bir şey kalmamasına razı idim. Fekat, borçlar
bittikden sonra Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanında bulundukları
harmandan bir dâne eksilmemişdi.
·
367
— Ebû Katâde «radıyallahü anh» anlatır. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
ile seferde idik. Akşam nemazmdan sonra (Bu gece sabaha kadar yürürsek inşâaüah
suya erişiriz) buyurdular. Kendilerinin yanında gidiyordum. Gece
yarısından sonra uykuları gâlib geldi. Develerinden düşer gibi oldular. Yandan
tutdum. Devenin üzerine oturdular. Biraz sonra yine uyudular. Düşecekleri
sırada yandan destek oldum. Devenin üzerinde sabaha az kalıncaya kadar
uyudular. Bir dahâ düşeceklerdi. Yine tutdum. Uyandılar ve (Sen kimsin?)
buyurdular. Ebû Katâ-de dedim. (Ne zemandan beri yanmadasın?) diye sordular.
Bütün gece yanınızda idim, dedim (Peygamberi koruduğun gibi Allah da seni
korusun) buyurdular. Ordudan geri kaldık. Askerlerden hiç kimse görüyor musun?
diye sordular. Yedi atlı görebildim, dedim. Yoldan sapıp istirahat etdiler.
(Nemaz vaktini bekleyin) buyurdular. Biz de uyumuşuz. Önce Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» uyandılar. Biz de nemaz vakti geçdi diye üzülerek
uyandık. Güneş biraz yükselinceye kadar yürüdük.
Su
istediler abdest aldılar. Matharada biraz su kalmışdı. (o suyu sakla!)
buyurdular. Vaktinde kıldığımız gibi sabah nemazı kıldık. Aramızda, sabah
nemazmı kaçırdık, günâha girdik diye konuşuyorduk (Uykuda günâh yokdur, nemaz
vakti geçinceye kadar onu kılmamak günâhadır.) buyurdular. Bir müddet dahâ
gitdik, eshâba «aleyhimürrıdvân» ye-tişdik. Yâ Resûlallah susuzlukdan helâk
olduk dediler, (size helak olmak yokdur) buyurdular, içinde biraz su olan
matharamı istediler. Bir de bardak istediler. Kendileri matharadan bardağa
döker ben de eshâba verirdim. Matharanın küçük olduğunu görünce izdiham oldu:
(İzdihâma meydan vermeyiniz, hepiniz kanarsınız.) buyurdular. Herkes suya
kandı. En son ikimiz kalmışdık bana iç dediler önce siz için dedim. (Kavmin
sâkîsi en sonra içer) buyurdular. Ben içdim. Kendileri de içdiler, oradan
kalkıp biraz dahâ yürüdük. Akşam buyurdukları gibi suya kavuşduk.
·
368 — Mikdâd bin Esved «radıyallahü anh»
anlatır: Birgün iki arkadaş ile Medine’ye geldik. Yol meşakkatinden gözlerimiz
yanmışdı. Es-hâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» hiç kimse bizi evine götürmedi.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizi aldı evine götürdü. Orada üç keçi
vardı. (Bu keçileri sağıp, sütünü için) buyurdular. Kendileri gitdiler.' Biz
sağdık, içdik ve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» payını da ayırdık.
Akşam geldiler. Uyuyan kimseyi uyandırmayacak ve uyanık kimsenin de duyamıyacağı
kadar sessiz selâm verdiler. Mescide gidip nemaz kıldık, geldik.
Gece
şeytan bana vesvese verdi ki: Ensâr ona hediyyeler getiriyorlar. Onun süte ne
ihtiyacı vardır. Onun payını da içdim. Fekat içimde durmadan geri çıkardım. Bu
işden çok pişman oldum. Kendi kendime Muham-medin «sallallahü aleyhi ve sellem»
payım içdim. Şimdi gelip sana bed düâ ederse dünyân ve âhiretin harâb olur
diyordum. Üzerimde bir palto varidi. Başımı örtsem ayağım açıkda kalırdı.
Ayağımı örtsem başım açıkda
kalırdı.
Hiç uyuyamıyordum. Arkadaşlarım uyuyorlardı. Çünki onların, benim gibi bir
düşünceleri yokdu. O sırada Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler.
Selâm verip mescide girdiler. Nemaz kılıp geri geldiler. Süte bakdılar. Kabı
boş görünce ellerini havaya kaldırdılar Kendi kendime: îşte şimdi bana bed düâ
ediyorlar dedim. Fekat (Yâ Rabbî beni doyuranı doyur, bana su verene su ver!)
diye düâ etdiler. Hemen yerimden kalkıp, paltomu giydim. Keçilerin en semizini
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» için kesecekdim. Yanıma bir de bıçak
aldım. Keçilere bakdırn. Hepsinin memeleri süt dolu idi. Bir çanak aldım. Süt
sağdım, yağı üzerinde duruyordu. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
huzûruna getirdim. Bu gece südünüzü içdiniz mi? diye sordular. Evet iç-dik
dedim. Biraz içdiler, bana iç diye verdiler. Biraz daha için dedim. îç-diler,
bana verdiler. Ben de içdim. Beni gülmek tutdu. Yere düşdüm. (Bu senin
yaramazlığındır) buyurdular. Olanları anlatdım. Bu hak teâlânm Ş
rahmetinden başka bir şey
değildir. İki arkadaşını da uyandırsaydm,
onlar
da bu rahmetden istifade etselerdi, buyurdular. Siz rahmete kavuş-!
dunuz, ben de kavuşdum, başkasının bu
rahmete kavuşması veya kavuş-
mamasmm
zararı yokdur dedim.
·
369 — Ebû Kursâfe «radıyallahü anh»
anlatır: Benim bir annem ve bir babam vardı. Halamı daha çok severdim.
Koyanlarımız vardı. Onları otlatırdım. Halam bana, sakın Muhammedin «sallallahü
aleyhi ve sellem» yanma gitme! seni azdırır derdi. Bir gün koyunları çayırda
bı-rakdım. Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» meclisine gitdim.
Akşama kadar orada kaldım. Akşamleyin koyunları, karınları aç? memeleri
boş eve götürdüm.
Halam,
koyunlara ne oldu? diye sordu. Bilmiyorum, dedim. İkinci gün aynı şeklde oldu.
O gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Ey insanlar, hicret ediniz,
İslâma sıkı sarılınız. Cihâd devam etdiği müddetçe hicret kesilmez.)
buyurdular. Üçüncü gün yine Meclise gitdim, Müsli-mân oldum. Bî’at ve musafeha.
etdim. Halamın ve koyunlarm hâlinden şikâyet etdim. (Koyunları buraya getir!) buyurdular.
Götürdüm. Mübarek elini koyunlarm memelerine ve arkalarına sürdüler ve bereket
ile düâ buyurdular. Koyunlarm hepsi semiz ve memeleri süt ile dolu oldu. Koyun-g
lan eve getirdim. Halam, koyunları her gün böyle otlatsan ne iyi olur, Idedi.
Bugün de her günkü gibi otlatdım, yalnız başka bir hadise oldu dedim. Olanları
anlatdım. Annem ve halam da Müslimân oldular, ■s 1K
BEŞİNCİ BÖLÜM
Resûiuliahın
«saliallahü aleyhi ve sellem, Peygamberliğine delâlet «eden, fekat ne zeman
meydana geldiği bildirilmiyen nnı’cizelerdir. İki kısındır:
BİRİNCİ
KISM
Zemâna bağlı olmayan mu’cizelerdir.
·
370
— Resûiuliahın «saliallahü aleyhi ve sellem» yüzünün güzelliği kemâlde,
a’zâlarmın tenasübü itidalde idi. Sözleri tatlı idi. Her hareketi,
hareketsizliği, davranışları, işleri o şekilde idi ki daha güzeli
düşünülemezdi. Nitekim çok hadîs-i şeriflerde bildirilmişdir. Orta boylu idi.
Fekat yanlarına çok uzun boylu birisi dahi gelse ondan uzun görünürdü.
Ko-nuşdukları zeman, dişlerinin arasından nûr çıkardı. Ayın ondördü mübarek
yüzlerinden daha az parlakdı. Âişe «radıyallahü anhâ» bir gün evinde bir şey
gâib etmişdi. Aradı, bulamadı. Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem»
gelince, mübârek alınlarınm nûru ile oda aydınlanıp, gâib etdiğini buldu.
·
371
-— Vücûdu çok temizdi, teri nezih ve kokusu çok güzeldi. Enes «radıyallahü anh»
Resûiuliahın «saliallahü aleyhi ve sellem» kokusu gibi hiçbir koku görmedim, ne
misk ve ne de anbere benzerdi. Onunla mu-sâfeha edenin elinin kokusu o gün
gitmezdi. Mübârek elini hangi çocuğun başına sürseler, o çocuk diğerlerinden
güzel kokusu sebebiyle farke-dilirdi.
Bir
gün Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» Enes’in «radıyalla-hü anh» evinde
uyumuşdu. Hava da sıcak olduğundan terlemişlerdi. Enes’in annesi inci gibi ter
dânelerini bir şişeye topladı. Sebebini sordular. Bunları güzel kokulara
karışdırıyorum, hiç biri böyle kokmuyor, dedi.
Buhârî
«rahmetullahi aleyh» Târîh-i Kebîrinde yazmışdır: Resûlullah «saliallahü aleyhi
ve sellem» bir yoldan geçse, o yoldan geçdiği gü-ael kokusundan belli olurdu.
İshak bin Râheviye demişdir ki:
O
güzel koku Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» hassasıdır. Hâricden bir
koku sürünmüş değildir.
·
372
— Mübârek yüzlerine değen mendili ateş yakmazdı. Bir gün bir grup insanlar Enes
bin Mâlik’e «radıyallahü anh» müsâfir oldular. Yemek yediler. Câriyesine falan
mendilimi getir, dedi. Câriye bir kirli mendil getirdi. Enes «radıyallahü anh»
o mendili ateşin içine atdı. Bir müddet sonra çıkardı. Hiçbir yeri yanmamış ve
temâmen, beyaz ve temiz ol-muşdu. Bu nedir, diye sordular. Resûlullahın
«sallallahü aleyhi ve sellem» yüzünü sildiği bir mendildir. Kirlendiği zemân
böyle ateşde yakarak temizleriz, dedi.
·
373
— Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Bir kişi Resûlullahın «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Kızımı evlendirmek istiyorum. Bana yardımda
bulunun, dedi. (Sabahleyin ağzı açık bir şişe ve bir ağaç dalı getir)
buyurdular. Sabah oldu. Mübârek kollarının terini o şişeye doldurdular. (Bunu
kızma götür, koku sürünmek istediğihde bu ağaç dalını şişeye batırsın vücûduna
sürsün) buyurdular. O kızın böyle yapdı-ğı, kokusunun bütün Medine’de duyulduğu
hikâye edilmişdir. Kızın bulunduğu eve Büyütül Mutayyıbîn diye ad koydular.
·
374
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» büyük abdeste çıkardı, fekat yer
yarılıp içine alırdı. Âişe «radıyallahü anhâ» Resûlullahdanı «sallallahü aleyhi
ve sellem» sordu ki: Yâ Resûlullah, helaya gidiyorsun, fekat senden hiçbir eser
görünmüyor. (Yâ Âişe, bilmez misin, Peygamberlerden «aleyhimüsselâm» çıkanı yer
yutar.) buyurdular.
·
375
— Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» bedenlerinin kuvveti herkesden
fazla idi. O zemanm en kuvvetli pehlivanı Rekâne’yi İslâ-ma da’vet ederken
kendisi ile güreşdi ve gâlib geldi. Câhiliyet zemanında da o zemanm pehlivanı
olan Rekâne’nin babası ile üç defa güreşip, gâlib gelmişdi.
·
376
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yaya yürüdüğünde hiç kimse ona
yetişemezdi. Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: O kadar çabuk
yürürlerdi ki, sanki yer mübârek ayaklarının altından kayardı. Biz zahmet
çekerek yürürdük, kendileri normal yürürlerdi, yine yetişemezdik.
·
377
— Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek ağızlarının suyu ile tuzlu
su tatlı olurdu. Enes «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» .evinde bir kuyu vardı. Suyu tuzlu idi. Mübarek ağzının
suyunu bırakdı. Su tatlı oldu. Medine kuyuları, içinde ondan tatlı suyu olan
yok idi.
·
378
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna Yemâ-meden bir kişi geldi.
Bizim köyümüzde mescid yokdur, dedi. Su istediler. Mübarek ellerini, kollarını,
ağzını ve yüzünü yıkayıp suyunu o şahsa verdiler. (Git, köyünde bir mescid yap,
bu suyu, su ile karışdırıp mescidin arsasına saç, çok bereket göreceksin)
buyurdular. O kimse gi dip, köyünde çok güzel, sevimli ve ferah bir mescid
yapdı. Orada biter; otlar yaz kış kurumazdı.
·
379
— Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kuyudan bir ko-ğa su
getirdiler. O koğanın suyundan biraz içip, mübârek tükrüğünden. koğaya da
bırakdı. Koğayı o kuyuya dökdüler. Kuyudan dâima misk kokusu gelirdi.
·
380
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» önünü gördüğü gibi
arkasını da görürdü. Işıkda gördüğü gibi karanlıkda da görürdü ve haber de
gelmişdir ki: Süreyyâ’da [Boğa burcundaki öküz şeklinin boyun kısmındaki yıldız
kümesi] onbir yıldızı görürdü.
·
381
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek azı dişini kıranların
neslinde azı dişi çıkmadı.
·
382
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek eli neye-dokunsa hayr ve
bereket hâsıl olurdu. Meselâ südsüz koyunun memelerine dokunsa, süt ile dolu
olurdu. îbni Mes’ud «radıyallahü anh» anlatır: Küçükken koyun güderdim. Bir gün
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Ebû Bekr «radıyallahü anh»
bulunduğum yerden geçiyorlardı.. (Ey oğlancık, hiç südün var mıdır?» diye
sordular. Var ama bana emânet edilmişdir, dedim. Bunların içinde, erkek ile
birleşmemiş keçi var mıdır? diye sordular. Vardır, deyip getirdim. Mübarek
eliyle o keçinin memesini sığadı ve çok süd sağdı. Kendisi içdi ve Ebû Bekre
«radıyallahü anh» de verdi. Sonra bana dînin hükümlerini öğret dedim. (Henüz
küçüksün, öğrenirsin) buyurdular.
·
383
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mücâme’ât-ı nisâda kırk erkek
kuvveti vardı. Ba’zan bir gecede bütün hanımları ve cânye-1 erin i ki
—onbir kişi idiler— dolaşırdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
câriyesi olan Selmâ «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» dokuz hanımının her birinde gusl eder, sonra diğerine
varırdı. (Bu ziyâde temizlik ve mahbûblukdur) buyururlardı..
·
384
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve' sellem» Peygamberliğini filândan evvel ve
sonra haşmeti, heybeti herkesin kalbinde yer etmişdi. Kureyş kâfirleri eshâb-ı
kirama «aleyhimi!rrıdvan» eziyyet ederlerdi. .'Muhammedi «sallallahü aleyhi ve
sellem» gördüğümüz zeman ona da eziyyet edelim diye kalblerinden geçirirlerdi.
Fekat, kendisini gördüklerinde hürmet edip, hizmetini görürlerdi. Resûlullahı
«sallallahü aleyhi ve sellem» ansızın gören kimseyi korku kaplar, vücûdü
titremeğe başlardı. Bir gün bir kişi huzûruna geldi. Titremeğe başladı.
(Kendini topla, ben padişah değilim) buyurdular.
·
385
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» iki küreği arasında sol omuza doğru
yumurta büyüklüğünde bir et parçası vardx İbn-i Ömerin «radıyallahü anh»
rivayetiyle üzerinde kıllarla Lâilâhe illallah .yazılı idi. Yine İbn-i Ömerden
«radıyallahü anh» bazı rivâyetde Lâilâhe
illallah,
Muhammedür resulûllah» yazılı idi. Buna Mühr-ü nübüvvet • denir.
.
·
386
— Mufassal kitâblarda uzun uzun anlatıldığı gibi burada kısaca söyliyelim ki:
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» aklı, fehmi, marifeti ve ilmi çok
fazla idi. Nitekim kimseden bir şey öğrenmeden ve mektebe gitmeden, halleri,
tavrları, sözleri, ahlâkı; aklı ve ilmi olan kimselerden çok yüksekdi. Tevrât,
İncil ve Suhuflar gibi İlâhî kitabları okumadan ve bunların âlimleri ile
görüşmeden geçmiş ümmetlerin hâllerini çok iyi bilirdi. Câhil halkı idare
etmesi, şerî’atin hükmlerini anlatması, her hareketindeki edebi güzel ahlâkı,
ilminin ve akimın kemâline deliledir.
Yumuşaklığı,
hayâsı, merdliği, herkesle iyi geçimi; şefkati, zaîflere, acıması, adâleti,
emîn olması, doğruluğu, iffeti, vefâ ve mürüvveti, dünyâya düşkün olmaması,
kanâati, tevâzuu, akrabayı ziyareti sevmesi ve diğer güzel huyları ve sıfatları
hiçbir kula nasîb olmıyan üstünlükdedir.
·
387
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» en büyük mu’cize-si Kur’ân-ı
kerîm’dir. Hattâ bir mu’cize değil binlerle mu’cizedir. Kıyâ-mete kadar
bâkîdir. Onun en kısa bir âyet-i kerimesini, bütün insanlar her türlü gücünü
ortaya koysalar da söyliyememişler ve söyliyemiyecek-lerdir.
Bir
gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Kur’ânı kerîm okuyordu. Arablann
en fasîhi olan Velîd bin Mugeyre de dinliyordu. Dikkat etdi ve oradaki
kâfirlere: Hiç biriniz Arab lisânını ve şiirini benden fiyi bilmezsiniz, bu
okunan hiçbirine benzemez dedi.
Ar
ab mevsimlerinin birinde, ya’ni bütün Arab kabilelerinin bir araya toplandığı
bir günde Velîd bin Mugeyre, Kureyşe dedi ki: Gelen kabilelere karşı Muhammedi
kötülemek ve herkesi ondan soğutmak nefret etdirmek hakkında söyliyeceğmriz söz
aynı olsun. Onun için fikrlerinizi söyleyin, bir karara varalım, hepimiz
gelenlere aynı şeyi söyliyelim, dedi.
Bir
kısmı kâhin diyelim dediler. Velîd, o kâhin değildir. Onun sözü kâhinlerin
sözündeki âhenk ve kâfiyeye benzemez dedi. Bir kısmı Mecnûn diyelim dediler.
Velîd, o mecnûn da değildir. Çünki onda hiçbir cü-nûn ve vesvese eseri yokdur,
dedi. Bir kısmı da şâir diyelim dediler. Velîd, ben şiir kaidelerini, usûlünü
iyi bilirim, onun sözü bunlara da benzemez, dedi. Sonra sihrbâz diyelim
dediler. Velîd, sihrbâz da değildir. Çünki onda, sihrbâzlarda olan üfürmek ve
düğüm yapmak yokdur, dedi. Kureyşliler, peki yâ ne diyelim? dediler.
Velîd, karı ile kocanın, baba ile ■oğlunun arasını açan, akrâbası arasında
ayrılık meydana getiren bir sihrbâzdır diyelim dedi. Hepsi bu söz üzerine
ittifâk etdiler. Yol başlarına oturup, gelenleri Resûlullahdan «sallallahü
aleyhi ve sellem» ten-fîre, soğutmağa çalışdılar.
Kur’ân-ı
Kerîmin fesâhatı ve nazmının belâgatı o derece idi ki, Ara-bm fasîh beliğleri
onun küçük bir âyetine benzerini yapamadılar. Onun nazm-ı acîbi ve üslûb-ü
garibi bütün Arab uslûblarından farklıdır. Asla onun benzeri Arab kelâmında
vâki’ olmamışdır.
Kur’ân-ı
Kerîm’de geçmiş ümmetlerin hâlleri, şerî’atleri anlatılmakladır. Ehl-i Kitâbm
âlimleri hep bunlarla meşgûl olurlardı. Ba’zen gelip Resûlullaha «sallallahü
aleyhi ve sellem» sorarlar, doğru cevâb ahnca hiçbir şey diyemezlerdi.
Kur’amı
Kerîm’de ileride olacak şeyler de bildirilmişdir. Bunların bir kısmı olmuş,
diğerleri de şüphesiz olacakdır.
Kur’ânı
Kerîm’i kıyâmete kadar muhâfaza edeceğine Allahü teâlâ söz vermişdir. Asrımıza
kadar, din düşmanlarının her vâsıta ile uğraşmalarına rağmen değişmemişdir.
Kıyâmete kadar da değişmiyeceğinde şübhemiz yokdur.
Kur’ân-ı
Kerîm’i dinleyenlerde korku ve ürperti meydana gelir. Bir gün Utbe bin Rebî’a,
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» kendi kavminin dînine muhalif bir din
getirmişsin diye söylüyorlar, dedi. Re-sûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Kur’ân-ı kerîm’den biraz okudular. Utbe elini Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» mübarek ağzına
—
161 — PeygamberliK Müjdeleri — F. 11 doğru
götürüp, okumakdan vazgeç, dedi. Kur’ân-ı kerîm’e itiraz eden* bir takım beliğ
kişiler çıkmış, fekat kendilerine bir korku ve heybet geldiğinden
vazgeçmişlerdir. Zemânınm beliği olan İbni Mukni’ Kur’ân-ı kerîm’e karşı bir
söz tertib etmeğe kalkdı. Kur’ân-ı Kerîm okuyan bir çocuğa rastladı. Bir âyet-i
kerîme dinleyince, hemen eve dönüp daha önce hazırladığı yazıları mahvetdi ve
ben şehâdet ederim ki, bu insan sözü değildir, dedi. Endülüs’ün beliğlerinden
biri olan Yahya bin Gazâl, ihlâs sûresinin benzerini yazmak istedi. Kendisini
öyle büyük bir rikkat ve heybet kapladı ki, hemen pişmân olup tevbe etdi.
Kur’ân-ı
kerîm’i okuyan ve dinleyende usanç hâsıl olmaz. Nitekim1 Kur’ân-ı
Kerîm tekrar tekrar okunduğu halde usanmak değil, muhabbet ve halâvet meydana
getirir. Halbuki insan sözü nekadar fasih ve belîğ olsa bile, birkaç kere
okununca lezzet yerine usanç meydana gelir
Kur’ân-ı
kerîm’in ihtiva etdiği ilm ve ma’nâlar çok derindir. Arab dili kâidelerine göre
ve Arab lisâniyle yazıldığı halde temâmını hiç, kimse anlıyamaz. Allahü teâlâ
kullarından seçilmişlere, kendi derecelerine göre toplu olarak birşeyler
bildirmişdir. Onu tafsilâtiyle anlamak veya temâmen vâkıf olmak insan gücünün
dışındadır.
·
388
— İlm denizine dalan âlimler ve vera’ sâhibi ârifler Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» şerî’at-i mûtahharasmın nihâyetine var-makdan ve ışıklı
yolundaki derin sırları anlıyabilmekden âciz olduklarını, çok noksan
olduklarını ıkrâr ve i’tiraf etmişlerdir.
·
389
— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» bütün sözleri âdil ve sağlam
kimseler tarafından değişdirilmeden nakl edilmişdir. Bir ha-dîs-i şerifde
(Bütün sözleri toplamak için gönderildim ve korkulara gâ-lib geldim)
buyurulmuşdur. Yine bir hadîs-i şerifde (Din ve ahkâm kı-yâmete kadar baki
kalacakdır.) buyuruldu.
·
390
■— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ravza-ı mutahhara-sı üzerinde
dâima bir nûr parlar. Hacılar o nûru görüp salevât-ı şerife-getirirler.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtmdan sonra, mübarek kabrinden
nûr çıkd-ğmı İncil’de okuyan bir genç geldi. Şu ik£ beyti okudu:
Muhammet!
Mustafamn uğramışdım kabrine, Kabrde değil sanki, konuşurdu benimle Nübüvvet
nûru parlar mezarının üstünde, Oradan feyz saçılır, bütün temiz kalblere.
İKİNCİ
KISM
ResûluIIahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra Peygamberliğine delâlet eden
müjdeler anlatılmazdadır:
·
391
■— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Bekr Sıddîkm «radıyallahü anh»
kendisinden sonra halife olacağını haber vermişlerdir. Bir gün bir kadın gelip
Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» bir şey istedi. (Başka zeman gel!)
buyurdular. Kadın, o zeman seni burada bulamam, deyince, (Beni bulamazsan Ebû
Bekr’i bul, .benden sonra o halife olacakdır) buyurdular.
·
392
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kişiye birkaç deve yükü hurma
verdi. O şahs, yâ Resûlallah, korkarım ki senden sonra bana kimse bu bağışda
bulunmaz dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» olur buyurdular. O şahs
kim olur? dedi. (Ebû Bekr olacakdır) buyurdular. O şahs bunu Hazret-i Aliye
«radıyallahü anh» söyledi. Ali «radıyallahü anh»'o şahsa, git, sor ki, Ebû
Bekrden sonra kim olacak-dır? dedi. O kişi gidip sordu. (Ömer bin Hattâb
olacakdır.) buyurdular. O şahs yine Aliye «radıyallahü anh» geldi, söyledi.
Ömer’den sonra kim olacakdır? diye sor dedi. O şahs tekrar gitdi. Osman ve Ali
olacak-dır, buyurdular. Ali «radıyallahü anh» bunu işitince hiçbir şey
söylemedi.
·
393
— Bir şahs, satmak için Medîneye bir çok kılıç getirdi. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» o kılıçları, parasını bir zeman sonra vermek üzere, veresiye
satın aldı. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» o şahsı görüp kılıçları ne yapdm?
diye sordu. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» veresiye satdım dedi. Ali
«radıyallahü anh» ona bir hâdise olursa paranı kim verecek? diye sordu. O şahs
bilmiyorum, gidip sorayım, dedi. Gidip sordu. (Senin malını edâ, benim borcumu
kaza ve ahdime vefâ eden Ebû Bekr olacakdır.) buyurdular. O şahs Aliye
«radıyal-lahü anh» geldi. Ali «radıyallahü anh», eğer Ebû Bekre bir hâdise
olursa, paranı kimden alacaksın, diye sordu. O şahs onu sormadım, gidip sorayım
dedi. Gitdi. (Bana ve Ebû Bekre bir hâdise olsa, borçlarımı ka-zâ ve ahdime
vefa eden Ömer bin Hattâb olacakdır) buyurdular. O şahs yine Aliye «radıyallahü
anh» geldi, söyledi. Ali «radıyallahü anh», Ömere de bir hadise olursa ne
yaparsın? dedi. O şahs yine gidip sordu (Bana. üjsû Bekre ve Ömere bir hâdise
olursa, sana yazık olur.) buyurdular.
·
394
— Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» ile bir evde idik. Kapı da kapalı idi. Birisi gelip kapıyı çaldı. (Ey
Enes bak kimdir?) buyurdular. Dışarı çıkıp bak-dım Ebû Bekrdir. Gelip haber
verdim. (Kapıyı aç. Cennet ile müjdele ve benden sonra onun halife olacağını
söyle.) buyurdular. Sonra bir kişi daha kapıyı çaldı. (Ey Enes bak kimdir?)
buyurdular. Dışarı çıkıp bak-dım. Hazreti Ömer «radıyallahü anh» idi. Gelip
haber verdim. «Kapıyı aç, cennet ile müjdele ve Ebû Bekr’den sonra halife
olacağını söyle» buyurdular. Dahâ sonra yine kapı çalındı. Bakdım Hazret-i
Osman «radı-yallahü anh» idi. «Kapıyı aç, cennet ile müjdele, Ömer’den sonra
halife olacağını söyle ve onu âsîler şehîd edeceği zeman, sabr etsin»
buyurdular.
·
395
— Sefine «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
mescid yapdırıyordu. Bir taş koydu. Ebû Bekre «radıyal-lahü anh» (Taşını, benim
taşımın yanma koy) buyurdular. Sonra Hazret-i Ömer’e «radıyallahü anh» Sen de
taşını Ebû Bekrin taşının yanma koy) buyurdular. Sonra (Bunlar benim
halifelerimdir) buyurdular.
·
396
— Huneyn gazâsmda harb çok şiddetlendiği zemân, Cündüb «ra-dıyallahü anh»
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gelip, yâ Resû-lallah, harb çok
şiddetlendi, eshâbmdan birisini seçin, eğer size bir emr olursa, onu seçelim,
eğer olmazsa onu seçilmiş bilelim, dedi. (İşte Ebû Bekr Sıddîk, eğer bir emr
olursa onu seçin, Ömer bin Hattâb benim dostumdur, benim dilimden doğru söyler,
Osman bin Affân bendendir ve ben ondanım, Ali dünyâda ve âhıretde benim
kardeşim ve yoldaşımdır.) buyurdular.
·
397
— Sefine «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve
sellem» işitdim (Halifelik müddeti otuz yıl olacakdır) buyurdular. Ebû Bekr
«radıyallahü anh» iki yıl, Ömer «radıyallahü anh» on iki yıl, Osmân «radıyallahü
anh» on iki yıl, Ali «radıyallahü anh» altı yıl halifelik yapdılar.
·
398
— Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Bekr, Ömer, Osman, Talha
ve Zübeyr, Hira dağının üzerinde idiler. Dağ sallan-di. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» dağa hitaben (Sakin ol. üzerinde bir Peygamber, bir Sıddîk,
bir Şehîd vardır) buyurdular.
·
399
— Aişe-i Sıddîka «radiyallahü anhâ» anlatır: Bir gün Resûlul-laha «sallallahü
aleyhi ve sellem» izn ver, beni, vefâtmdan sonra senin yanma defn
etsinler, dedim. (Benim yanıma nasıl defn etsinler, yanımda, Ebû Bekr, Ömer
«radiyallahü anhümâ» ve îsâ bin Meryem «aleyhis-selâm» vardır) buyurdular.
·
400
— Âişe-i Sıddîka «radiyallahü anhâ» diyor ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» Osman’a «radiyallahü anlı» bakdı. (Allah, şehid olacak Osmâna
rahmet eylesin) buyurdular. Sonra Ali ve Zübeyr’e «radiyallahü anhümâ» bakıp,
(Siz birbiriniz ile harb edeceksiniz, Zübeyr, sen âsî olsan gerekdir.)
buyurdular. Sonra Talhaya «radı-yallahü anh» bakıp, (Allah, bunu şehîd edene
rahmet etmesin) buyurdular.
·
401
— Âişe-i Sıddîka «radiyallahü anhâ» demişdir ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» (Esbabımdan ba’zısmm buraya gelmelerini istiyorum, onlara
ba’zı diyeceklerim var) buyurdular. Ebû Bekri çağırayım mı? diye sordum. Bir
şey söylemediler. Anladım ki, ona bir şey söylemiyecekler. Ömer’i çağırayım mı?
dedim. Yine bir şey söylemediler. Anladım ki onu da istemiyorlar. Amcanın oğlu
Ali’yi çağırayım mı? diye sordum, yine bir şey demediler. Anladım ki onu da istemiyorlar.
Osman bin Affân’ı çağırayım mı? dedim. (Çağır gelsin) buyurdular. Çağırdım,
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda oturdu. Ona bir şeyler
söylediler, rengi değişdi. Bir şeyler dahâ söylediler, yine rengi eski hâline
döndü. Hazret-i Osmânm «radiyallahü anh» eveni muhâsara etdiklerinde, niçin
muhârebe etmiyorsun? diye sordular. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
bana çok söz söylemişdir. Bu belâya sabr ederim, dedi. Hazret-i Osmanı
«radiyallahü anh» çağırdığım zeman, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
bu hâdiseyi anlatdığı-nı zannediyorum.
·
402
■— Ammâr bin Yâser «radiyallahü anh» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
Hazret-i Aliye «radiyallahü anh» (Ey Ali sana insanların bedbahtlarım ve başına
kılıç vurup kanını yüzüne akıtan kimseyi haber vereyim mi? buyurduğunu rivayet
etmişdir.
·
403
— Hazret-i Ali «radiyallahü anh» Medine’den dışarı çıkmak üzere ayağını atının
üzengesine atarken Abdullah bin selâm gelip nereye gidiyorsun? dedi. Ali
«radiyallahü anh» da Irak’a gidiyorum buyurdu, Abdullah bin Selâm, yemin ederek
Resûlullahdan işitdim, eğer sen Irak’a gidersen başına bir kılıç vururlar
dediğini Ebül Esved Dü’lî rivâyet et-mişdir.
·
404
— Emîr-ül mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Yenbû’da hastalandı. Niçin burada
duruyorsun, vefât edersen bu câhil köylüler senin işini görmezler. Medine’ye
gidersen orada kardeşlerin cenâzeni kaldırır, ne-mâzını kılarlar, dediler. Ali
«radıyallahü anh», ben şimdi ölmem, başımın kanı yüzüme akdığı zeman ölürüm.
Çünki Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana öyle haber vermişdir, dedi.
·
405
— Ali «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile
bir bağçeye uğradık. Yâ Resûlallah ne hoş bağçedir dedim. (Yâ Ali, Cennetde
senin bağçen dahâ güzel olacakdır.) buyurdular. Böy-lece yedi bağçeye uğradık.
Hepsinde ben, bu ne güzel bağçedir, derdim. Cevâbında (Senin Cennetdeki bağçen
dahâ güzeldir) buyururlardı Sonra ağlamaya başladılar. Sebebini sordum.
İnsanların kalblerinde senin için olan kin ve kötü düşüncelere ağlıyorum,
buyurdular. Dînin selâmeti, kuvveti ile geçer mi? dedim. Evet buyurdular.
·
406
— Âişe «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Talha’yı «radıyallahü anh» gördüler, (Yer yüzünde yürüyen bir şehîddir)
buyurdular.
·
407
— Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hanımlarına şöyle
buyurdular: (İçinizde alnı tüylü olan deve sahibi kimdir? Hav’abm köpekleri
üzerine ürüyünceye kadar gider. Çok kimseler sağ kolunda ve çok kimseler sol
kolunda ölürler. Kendisi de zor kurtulur buyurdular. Âişe «radıyallahü anhâ»
Irâk’a giderken Benî Âmir kabilesinin sularına vardı. Köpekler üzerine ürdüier.
Bu suyun ismi nedir? diye sordu Hav’-ab dediler. Ben geri dönüyorum, dedi. İbni
Zübeyr «radıyallahü anh», geri dönme, Hak teâlâ senin vasıtanla ıslâh-ı zât
eder, dedi. Âişe «radı-yallahü anhâ» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
buyurduklarını anlatıp geri dönmekde ısrâr etdi.
·
408
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yine Cemel vak'asına işaretle, (Bir
kavm çıkarlar, helak olurlar, felâh bulmazler, onların önderleri bir kadındır
ve cennete girer) buyurdular.
·
409
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve selem» hanımlarına «rıdvâ-nullahi aleyhim
ecmaîn» şöyle buyurdular: (Benden sonra, size mihri-banlık eden, doğru sözlü ve
iyi işli birisi olacakdır, ya Rabbî, Abdurrah-man bin Avfı cennet ırmaklarına
kandır) buyurdular. Vefatlarından sonra Abdurrahman bin Avf, malının bir
kısmını kırk bin altma satıp, ez-vâcı tâhirâta taksim etdi.
·
410
— Bir gün Emîr-ül mü’minîn Ali «radıyallahü anh» ile Zübeyr «radıyallahü anh»
konuşuyorlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ali’ye,
Zübeyr ile tatlı tatlı konuşuyorsun. Fekat. o seninle muhârebe edecekdir,
buyurdular. Cemel vak’ası olunca, Hazret-i Ali «radıyallahü anh» bu hâdiseyi
Zübeyr’e «radıyallahü anh» hatırlattı. Zübeyr «radıyallahü anh»» muharebeden
vazgeçip, geri döndü. Arkasından birisi gidip, Zübeyr’i «radıyallahü anh» şehîd
etdi. Kılıcını Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» getirdi. Ali «radıyallahü anh»,
o şahsı 'Cehennem ateşiyle müjdeledi.
·
411
— Hendek kazıldığı gün, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek eliyle
Ammâr bin Yâserin «radıyallahü anh» başını sığa-yıp (Seni, isyan edenlerden bir
grub şehîd etse gerekdir) buyurdular. Sıffîn muharebesinin şiddetlendiği bir
sırada, Ammâr bin Yâser «radı-yallahü anh» yemin ederek, bugün Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» va’d etdiği gündür, dedf. Ali «radıyallahü anh»
cevâb vermedi. Bir dahâ söyledi, yine cevâb vermedi. Üçüncüde, Ali «radıyallahü
anh» evet., o gündür buyurdu. Ammâr bin Yâser «radıyallahü anh» tekbir getirdi.
Bugün tatlı rüzgârlar esmeğe başladı, Hazret-i Muhammede «sallallahü aleyhi ve
sellem» ve onun yakınlarına kavuşuyorum, dedi. Muharebeye meşgûl oldu. Hazret-i
Muâviye «radıyallahü anh» tarafından birkaç kişi düşürdü. O esnâda susadı. Su
istedi, süt ile karışık su getirdiler. O zeman Allahü ekber dedi ve yemin
ederek, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem, (Seni isyan edenlerden bir
grub şehîd edecekdir, şehîd edilmen, Cebrail ile Mikail «aleyhimesselâm»
arasında olacakdır. Onun alâmeti ■de şudur ki, o zeman su istersin, sana su ile
karışık süt verirler.) buyurduğunu söyledi.
·
412
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Abdullah bin Amr ibni Âs’a
«radıyallahü anh» buyurmuşdur ki: Ammâr’m kâfilini Cehennem ile müjdele!) Amman
«radıyallahü anh» şehîd edip, başını Muâvi-ye’ye «radıyallahü anh» iki kişi
getirdi. Her biri kendisinin şehîd etdi-ğini söylüyordu. Muâviye «radıyallahü
anh, şehit edene bir kese gümüş vereceğim. Abdullahı hâkem tayin ediyorum dedi.
Abdullah bin Amr ibni Âs birine sordu ki. Nasıl kati etdin? Üzerine hamle yapıp
öldürdüm, dedi. Abdullah, onun katili sen değilsin, dedi. Diğerine, nasıl kati
etdiğini sordu. Birbirimize hücum etdik. Benim bir kuvvetli vuruşumla atından
yere düşdü. Dizi üzerine durup, felâh bulmasın o kimse, Cebrâil ve Mi-kâil
«aleyhisselâm» arasında pişmân olaeakdır, dedi. Sağma, soluna bakındı. Sonra
ileri gidip, başını kesdim, dedi. Abdullah «radıyallahü anh» Ammârm kâtiline,
şu gümüşleri al, Cehenneme gideceğini de bil, dedi. O şahs, ölürsek vay
hâlimize, öldürürsek vay bize, dedi. Gümüşleri yere atdı ve (İnnâ lillâhi
ve...) âyet-i kerîmesini okudu. Muâviye «radıyallahü anh», burası, böyle
sözlerin yeri midir? dedi. Abdullah bin Amr ibni Âs «radıyallahü anh», mescid
bina edilirken, herkes bir taş getirdi. Ammâr «radıyallahü anh» iki taş
getirdi. O zeman Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Ammâr, seni ısyân
edenlerden bir grub şehîd edecekdir.) buyurdular. Sonra bana dönerek (Âmmârm
kâtiline, Cehennem ateşini' müjdele!) buyurdular.
·
413
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ali’ye «ra-dıyallahü anh»
(Yakın zemanda senin ile Âişe arasında bir macera ola-cakdır) buyurdular. Bu
Cemel vak’asma işaretdi. Ali «radıyallahü anh» Yâ Resûlullah, bu iş eshâb
içinde yalnız bana mı mahsusdur, dedi. (Evet yâ Ali) buyurdular. O zeman ben,
eshâb-ı kirâmm «aleyhimürrıdvân» en kötüsü olmuş olurum dedi. (Hayır, yalnız
onunla harb eder, sonra mekânıma gönderirsin) buyurdular. Nitekim, Cemel
vak’asmda Ali «radı-yallahü anh» Âişenin «radıyallahü anhâ» askeri üzerine
gâlib geldi ve* kendisine ikrâm ve ihtirâm ederek, Medîneye gönderdi.
·
414
— Emîr-ül Mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» Yemen’den bir mikdar altun gönderdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» bu altunları Necd halkına taksim etdi. En-sâr ve Muhâcirin «radıyallahü
anhüm ecmaîn» Yâ Resûlallah, bizi bırakıp, Necd halkına altun dağıtıyorsun,
dediler. (Müslimânlar ile iyi geçinsinler diye onlara verdim) buyurdular. O
sırada saçı sakalı birbirine karışmış, gözleri içine çökmüş bir şahs geldi. Yâ
Muhammed, Allah-dan sakın! dedi. Ben âsi olursam, Hak teâlânm emrini kim
tutar?) buyurdular. Hâlid bin Velîd «radıyallahü anh» orada idi. Yâ Resûlallah*
izn ver, öldüreyim, dedi. İzn vermediler. O şahs da dönüp gitdi. Resû lullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» buyurdular ki, (Bunun neslinden bir kavm
çıkacakdır ki, Kur’ân-ı kerîm okurlar, fekat boğazlarından aşağı . geçmez,
Müslimânları öldürür, puta tapanlara bir şey yapmazlar, bunlar okun yaydan
çıkdığı gibi, îslâm dîninden çıkmışlardır). Bunlara Haricî veyâ Mârikîn denir.
·
415
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Esma binti Umeys’e «radıyallahü
anhâ» (Seni ümmetimden üç kişi hanım edecekdir. Bunlar, Ca’fer bin Ebî Talib, Ebû
Bekr bin Ebî Kuhâfe ve Ali bin Ebî Tâlib «ra-dıyallahü anhüm ecmaîn», bunlardan
birisini seç ki, cennette kocan o olsun) buyurdular. Esmâ «radıyallahü anhâ»
Ca’fer bin Ebî Tâ’.ibi seç-di. Çünki önce onunla ve Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» emriyle evlenmişdi. Ca’ferden sonra Esmâyı Ebû Bekr, nikâh
etdi. Ebû Bekrin vefatından sonra da Ali «radıyallahü anh» nikâh etdi.
«Radıyal-lahü. anhüm ecma’în».
·
416
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Emîr-ül mü’minîn Ali’ye «radıyallahü
anh», (Sen, dinden çıkan bir grub insanla (Hâricîler) harb edeceksin. Onların
içinde, bir eli bir et parçası, omuz başında kadın memesi gibi bir şey olan ve
o et parçasının üzerinde yaban faresi kuyruğu gibi kıllar bulunan bir adam
olacakdır.) buyurdular. Ali «radı-yallahü anh» Haricîlere gâlib gelince, ölüler
arasında tarif edilen şahsı aratdı. İlk arayışda bulunmadı. Ali «radıyallahü
anh» ben yalan söylemem, bunu bana haber veren de yalan söylemez, bir daha
arayın, buyurunca kırk ölünün altında ta’rif edilen şeklde bir cesed buldular.
·
417
— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ali’ye «ra-dıyallahü anlı»,
(Senin eline, Benî Hanîfe esirlerinden bir câriye geçe-cekdir. Ondan bir oğlun
olacakdır. Adını Muhammed koy!) buyurmuşlardı. Ebû Bekr’in «radıyallahü anh»
halifeliği .zemanmda Yemâme feth edildi. Benî Hanîfeden esirler alındı. Ebû
Bekr «radıyallahü anh» Muhammed bin Hanefiyye’nin annesi olan Hanefiyye’yi
Ali’ye «radıyalla-hü anh» gönderdi. Ondan Muhammed doğdu.
·
418
— Yemâmede bir kadın, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» başında yara
olan bir çocuk getirdi. Mübarek tükrüğünden çocuğun başına sürdüler. Yara iyi
oldu ve çocuğun neslinde bu cins yara görülmedi. Aynı kadın, başmca aynı
yaradan olan bir çocuğu, Müseyle-me-i Kezzâb’a götürdü. Müseyleme tükrüğünden
çocuğun başına sürdü. Çocuğun başı temâmen kel oldu ve çocuğun neslinde de bu
hastalık devâm etdi.
·
419
— Ebû Zer Gıfârî «radıyallahü anh» Emîr-ül mü’rnmîn Hazret-i Osman «radıyallahü
anh» zeınânmda, Medîneden Rüveydeye göç edip* oraya yerleşmişdi. Çok fazla
hasta oldu. Annesi «radıyallahü anhâ» dâima ağlardı. Ebû Zer «radıyallahü anh»
Anneciğim niçin ağlıyorsun? diye sordu. Annesi, hastalığın ölüme yaklaşdı, evde
bir parça kefenimiz; dahi yokdur, dedi. Ebû Zer, onun için üzülme, bir gün
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» meclisinde idik. (İçinizden biriniz,
sahrada ve-fât edecekdir, Müslimânlardan bir grub da cenazesinde buhınacakdır.)
buyurdular. O meclisde bulunanlardan, hayatda olan benden başka kalmadı.
Anneciğim şu tepeye çıkıp etrafa bak, bir grup insanlar görmen lâzım dedi.
Annesi, oğlum, şimdi, hacıların gidip gelme zemanı değil, kim olur? dedi.
Ebû
Zer, ısrâr edince, annesi tepeye çıkdı, etrafına bakdı. Develere binmiş birkaç
kişinin geldiğini gördü. İşaret etdi. Yanma geldiler. Es-hâb-ı kirâmdan Ebû Zer
çok ağır hasta, ölüm hâlindedir, gelir misiniz? dedi, Babamız, anamız ona feda
olsun, geliriz dediler. Ebû Zer «radıyal-lahü anh» onlarla selâmlaşdı ve
hadîs-i şerifi söyledi. Sonra, kefenim yokdur. Kefenimi bir kavme reislik veyâ
vâlîlik yapmamış birisi versin, dedi. Ensârdan bir genç, dediklerini ben
yapmadım ve yanımda, annemin ketenden yapdığı iki elbise vardır, dedi. Ebû Zer,
ona hayr düâ etdi. Sonra vefât etdi. Oradakiler teçhiz tekfin hizmetini görüp
nemâzını kıldılar. Onlardan biri, İbn-i Mes’ud ve biri de Mâlik bin Eşter
«radıyal-lahü anhümâ» idi.
·
420
— Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir gün Resûlul-lahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» meclisinde oturuyorduk. Rical bin An-feve de içimizde idi.
(İçinizden birisi, kıyamet günü Uhuddan büyük ateş yer,) buyurdular.
O
meclisdekilerin hepsi vefât etdiler. Ricâl ile ben kaldık. Çok korkuyordum.
Dâima. Ricâlin durumunu soruyordum. Bir zeman sonra, Ricalin mürted olduğunu ve
peygamberlik dâ’vâsmda bulunan Müseyleme-ye uyduğunu duydum. O korku benden
biraz gitdi.
·
421
— Râfi’ bin Hadîcin «radıyallahü anh» Uhud gazasında göğsüne bir ok geldi.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip, yâ Resûlullah,
göğsümdeki oku çek, dedi. (Ey Râfi’, istiyorsan oku, demiriyle beraber çekeyim,
istersen demiri içeride kalsın, kıyâmet günü senin şehîd olduğuna şehâdet
edeyim) buyurdular. Râfi’ demirin içeride kalmasını tercih etdi. Oku çekdiler.
Râfi’, Muâviye «radıyallahü anh» zemanma kadar yaşadı. Sonra o yara tazelenip
vefat etdi. «Radıyallahü .anh.»
ALTINCI BÖLÜM
Bu
bölümde, Eshâb-ı Kirâm, oniki imâm ve tâbi’înden «radıyallalıü anhüm ecma’în»
bildirilen peygamberlik delilleri ve müjdeleri anlatd-makdadır.
Bütün
din büyükleri buyuruyor ki: Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıd-van» peygamberlerden ve
meleklerden sonra mahlûkların en efdali, en üstünüdür. Resûlullahı «sallallahü
aleyhi ve sellem» diri iken ve peygamber iken bir an gören, eğer kör ise bir an
konuşan büyük veyâ küçük bir mü’mine sahâbî denir. Birkaç dânesine eshâb denir.
Kâfir iken görüp, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtmdan sonra
îmâna .gelen veyâ mü’min olarak görüp de sonra meâzellah mürted olan kimse,
sahâbî değildir. Eshâb-ı kirâmm her birini sevmemiz, hürmet etmemiz, hepsine
saygı göstermemiz lâzımdır. Aralarında yapdıkları muhârebe-leri, Allahü teâlânm
emrini yerine getirmek için, doğru yolda yürümek için yandıklarına inanmak
lâzımdır. Bu muharebelere katılanlarm hiç birinde mekâm, şöhret, para hırsı
yokdu. Hepsi, âyet-i kerîmenin ve ha-dîs-i şerifin emrini yerine getirmek
gâyesinde idiler. Eshâb-ı kirâmm hepsi müctehid olduğundan içtihadında yamlana,
hatâ edene de, kıyâmetde sevâb verilecekdir.
Eshâb-ı
kirâmm üstünlüğünü bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler pek çokdur.
Meselâ Sûre-i Âl-i îmrânda buyuruyor ki: (Sîzler, bütün insanlar içinden en iyi
bir ümmetsiniz, cemaatsınız') ya’nî peygamberlerden sonra bütün insanların en
iyisisirıiz! Sûre-i Tevbede buyuruyor ki: (Mekke-i Mükerreme ehalisinden olup
da Medîne-i Münevvereye hicret. eden eshâb-ı kiramdan ve iyilikle onların
izinde gidenlerden, Allahü teâlâ râzıdır ve onlar da Allahü teâlâdan
râzıdırlar. Allahü teâlâ onlara cennet hazırlamışdır. Sûre-i fethde buyuruyor
ki: Eshâb-ı kirâmm hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fekat birbirlerine
karşı merhametli, yumuşakdırlar. Bunları çok zeman secde ve rükûda görürsünüz.
Herkese dünyâda ve âhiretde her iyiliği Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı,
ya’ni Allahü teâlânm kendilerini beğenmesini de isterler. Çok secde ettikleri
yüzlerinden belli olur. Bir hadîs-i şerifde: (Eshâbımın her biri gökdeki.
yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız, Allahü teâlânın sevgisine
kavuşursunuz. Ya’ni hangisinin sözü ile hareket ederseniz doğru yolda
yürürsünüz,) buyurulmuşdur.
Denizlerde,
çöllerde yıldızlarla yön bulunduğu, yol alındığı gibi, bunların sözleriyle
hareket edenler, doğru yolda giderler. Diğer bir hadîs-i. şerifde: (Eshâbımın
hiçbirine dil uzatmayınız, onların şanlarına yakışmı-yan bir şey söylemeyiniz,
nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin biriniz Uhud dağı
kadar sadaka verse, esbabımdan birinin bir. müd (ya’ni 875 gram) arpası kadar
sevab alamaz,) buyurmuşlardır. Yine bir hadîs-i şerifde: (Zemanlar, asrlar
ehâlisinin en hayırlısı, en iyisi,, benim asrımın ehâlisi, ya’ni eshâb-ı kirâmm
hepsidir.
Ondan
sonra ikinci asrın, ondan sonra üçüncü asrın mü’minleridir.) Başka bir hadîs-i
şerifde: (Beni gören veya beni görenleri gören bir Müs-limânı cehennem ateşi
yakmaz) buyurdular.
Peygamber
efendimizden «sallallahü aleyhi ve sellern» sonra bu ümmetin en üstünü Ebû
Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir «ra-dıyallahü anhüm ecmâin»
Muhammed bin Hanefiyye demişdir ki: Babam Ali’ye «radıyallahü anh»
Resûlullahdan sonra «sallallahü aleyhi ve sel-lem» bu ümmetin hayrlısı kimdir?
diye sordum. «Ebû Bekr’dir» dedi. Ondan sonra kimdir? dedim. Ömer’dir, dedi.
Ondan sonra Osman diyeceğinden korkdum. Ondan sonra sen misin? diye sordum. Ben
Müslimânlar-dan birisiyim, dedi.
Hazreti
Ali «radıyallahü anh» içtihadında isabet etdi. Muaviye «ra-dıyallahü anh»
içtihadında hatâ etdi. Hasen «radıyallahü anh» hakkında. Ebû Bekr «radıyallahü
anh»m rivayetiyle şu hadîs-i şerif vardır (Benim bu oğlum Seyyiddir.
Müslimânlardan iki cemâati barışdırır.)
Eshâb-ı
kirâmm evlâdının üstünlüğü, babalarının üstünlüğü gibidir. Yalnız Fâtmanm
«radıyallahü anha» evlâdı, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali’nin, Fatma’dan olmayan
evlâdlarmdan üstündür. Ehl-i beyti de sevmek lâzımdır. Bir hadîs-i şerîfde,
(Ehl-i beytim Nûlıun. «aleyhisselâm» gemisi gibidir, o gemiye binen kurtulur.)
buyurulmuşdur.
Ahmed
bin Hanbelen «rahmetullahi aleyh» sordular ki: Eshâb-ı kiramdan «aleyhimürrıdvân»
meydana gelen kerâmetler, sonra gelen evliyadan .meydana gelen kerâmetlere
nazaran yok denecek kadar azdır,. bunun sebebi nedir ? Cevâbında buyurdu ki:
Eshâb-ı kirâmm «aleyhimür-rıdvan» îmânları Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» sohbetinin te’siriyle çok kuvvetli, parlak olduğundan kerâmetle
takviyyeye ihtiyaçları yokdu. Diğerlerinin imânları bu kadar kuvvetli
olmadığından, kerâmetle kuvvetlendi. Evliyâ, kerâmetinin görünmesini istemez.
Kerâmet iki kısındır. Birisi Hissiyye, diğeri ma’neviyyedir. İnsanların çoğu
keramet-i hissiyyeleri anlarlar. Meselâ, kalbde olanları söylemek, geçmiş veya
ge-lecekdeki gâibden haber vermek, su üstünde yürümek, havada uçmak müslimân
kimseden meydana geliyorsa kerâmetdir. Kâfirden veya fâsık-dan meydana gelirse
istidracdır. İnsanların çoğu kerâmet-i hissiyye ile is-tidracı karışdırırlar.
Kerâmet-i ma’neviyyeyi ancak bu ümmetin havâssı, üstün kimseleri anlar.
Şeri’ate yapışmak, ibâdetlerden lezzet duymak, hayrh ve lâzım olan işlere
karışmak, iyi ahlâk, büyüklere hürmet ve küçüklere şefkat ile müzeyyen olmak,
kalbinde kin, kıskançlık ve diğer kötü vasflar bulunmamak, Allah ve kul hakkına
riayet etmek kerâmet-i ma’neviyyedir. Bunlar kâfir ve fâsıkdan meydana gelmez.
Eshâb-ı kirâmda «aleyhimürrıdvân» kerâmet-i hissiyye pek meydana gelmedi, fekat
keramet-i ma’neviyye ile kemâl derecede vasflanmışlardı. Bu ümmetin diğer
evliyâsı eshâb-ı kirâmm «aleyhimürrıdvan» derecesine erişememiş, ancak onların
vilâyet kandilinden iktibâs etmişlerdir. Evliyânın kerâme-ti hakdır. Nitekim Kur’an-ı
kerimde bir âyeti kerîmenin tefsirinde: (Ze-keriyyâ «aleyhisselâm», Meryemin
«radıyajlahü anhâ» yanma her gitdi-ğinde, yaz ise kış meyvası, kış ise yaz
meyvası bulurdu.) buyurulmuşdur. Hazret-). Meryem «radıyallahü anhâ» peygamber
olmadığına göre, bu âyet-i kerîme kerâmeti inkâr edenlere tam bir delildir.
Bunun gibi dahâ sayılamıyacak kadar çok delil vardır.
·
422 — Evliyanın en üstünü Ebû. Bekr’in
«Radıyallahü anh» yüksek menkıbelerini yazalım. Resûluilaha «sallallahü aleyhi
ve sellem» her şeyde uyduğu için onun bütün halleri, amelleri Hazret-i
Muhammedln «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğine açık delil ve güzel
şâhiddir. Hicret zemanmda, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Cebrâilden
«aleyhisselâm» benimle beraber kim hicret edecek? diye sordular Ebû Bekr
Sıddîk, cevâbını verdi. Ondan sonra Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» ismi Sıddîk-ı
Ekber oldu.
Re.sûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Bekr «radıyallahü anh» ile mağaradan
çıkarken, (Yâ Ebâ Bekr, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ herkese umûmî
olarak tecelli eder. Sana hususî olarak tecellî eder.) buyurdular. Ayrıca, (Ebû
Bekr’in üstünlüğü nemaz ve oruçla değil, göğsünde dolu olan şeyledir.)
buyurdular. Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» hakkında çok hadîs-i şerif vardır.
Biz burada ba’zı üstün kimselerin gördükleri kerametleri alacağız.
·
423
— Ebû Bekr «radıyallahü anh» anlatır: Resülullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
Peygamberliğinden evvel bir gece rü’yamda bir nurun gökden Kâ’beye indiğini
oradan Mekke’nin bütün evlerine dağıldığını sonra tekrar toplanıp benim evime
girdiğini gördüm. Evin kapısını kapatdım. Sabahleyin rü’yâmı bir yehudi âlimine
anlatıp ta’bir etmesini istedim.. Gördüğün rü’yânın kıymeti yokdur dedi. Aradan
zeman geçdi. Ticaret, için yapdığım bir seferde râhib Buheyramn kilisesine
yolum düşdü. Rü’-yâmm ta’birini ondan sordum. Hangi kabileden olduğumu sordu.
Kureyg’-denim dedim. Hak teâlâ sizin aranızdan bir Peygamber gönderecekdir. Sen
onun veziri ve vefatından sonra da halife olacaksın, dedi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğini ilân edince, beni de islâma
çağırdı. Her Peygamberin bir delili vardı. Senin delilin nedir? diye sordum.
(Benim delilim, senin gördüğün rü’yandır ki, onu Yehûdi âlimine ta’bir
etdirdin, kıymeti yokdur, dedi. Buheyra’ya sordun o da ta’birini şöyle yapdı)
buyurdu. Sana bunu kim haber verdi? dedim. Cebrâil «aley-hisselâm» haber
veriyor, buyurdular. Artık bundan başka delil istemem deyip İslâma geldim.
Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi 7e sellem» buyurdular ki: (Ebâ Bekr’i İslâma
dâvet etdiğim zeman hemen tasdik eyledi, o sıddîk-ı ekberdir. Da’vetimi bir şey
sormadan kabul eden Ebû Bekr’den başka olmadı) buyurdular.
·
424
— Emir-ül Mü’minîn Ebû Bekr «radıyallahü anh» câhiliyyet ze-manında bir gün bir
ağacın gölgesinde oturuyordum. Ağacın bir dalı bana doğru eğildi, başıma
erişdi. Hayretle bakıyordum. Ağaçdan bir ses geldi ki: Falan vaktde bir
Peygamber gelecekdir, onun yanında insanların en seadetlisi sen olacaksın. Daha
açık söyle o peygamber kimdir adı nedir? dedim. Ağaçdan, Hâşim oğlu
Abdülmüttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed’dir, diye ses geldi. O benim
arkadaşım ve dostumdur, ne zemân Peygamberliğini ilân ederse bana haber ver,
dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğini ilân edince o
ağaçdan, Ey Ebû Kuhâfenin oğlu, Muhammede, Musâ’mn Rabbinden vahy geldi, çabuk
ol, önce sen imân edeceksin, diye ses geldi. Sabahleyin Resülullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» evine doğru gitdim. Beni görünce, Ey Ebû Bekr, seni Hak
teâlâya ve resûlüne çağırıyorum, buyurdular. Hemen şe-hâdet getirip îmân ile
müşerref oldum.
·
425
— Ebû Bekr «radıyallahü anh» anlatır: Resülullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
peygamberliğini ilân etmeden evvel ticaret için Yemen’e gitmişdım. Semâvî
kitabları okumuş, dört yüz yaşında bir ihtiyara mü-safir oldum. Beni görünce,
öyle zan ediyorum ki sen Mekkedensin «şe-refehullahü» dedi. Evet dedim
Kureyşden misin? dedi. Evet dedim. Beni Temimden misin? diye sordu. Evet dedim.
Bir alâmet kaldı, dedi. Ne dir, dedim. Karnını aç dedi. Maksadının ne olduğunu
söylemeden açmam, dedim. İlâhî kitablarda okurum ki: Haremden bir Peygamber
çıkacakdır bir genç diğer ihtiyar iki muavini olacakdır. Genci kuvvetli ve
şiddetli, ihtiyarı zaif ve karnında ben olacakdır, dedi. Karnımı açdım,
göbeğimin üstünde siyah bir ben gördü. Kâ’benin hakkı için sen o ihtiyar
muavinsin dedi. Ve meylin hidayet tarafına olsun, o peygamberin dînine sıkı,
sarıl ve Allahın sana bağışladığı şeyleri gizle, diye vasıyyet etdi.
Yemen’de
işimi bitirip, Allahaısmarladık demek için geldiğimde bana birkaç veyt verdi.
Bunları o Peygambere verirsin, dedi. Mekke’ye geldim. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» meb’ûs olmuşdu. Mekkenin uluları beni görmeğe geldiler.
Aranızda hiç garib bir hâdise oldu mu, dedim. Bundan daha garib bir şey olmaz
ki, Ebû Talib’in yetimi peygamberlik iddia ediyor, seni bekliyorduk, dediler.
Onları mümkin olan bir şekl-de başımdan savdım. Resûlullahm «sallallahü aleyhi
ve sellem» nerede olduğunu sordum. Hadîce-tül Kübra’nm «radıyallahü anhâ»
evindedir dediler. Gitdim, kapıyı çaldım, dışarı çıkdılar. Yâ Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» senin, atalarının dînini bırakdığını söylüyorlar,
dedim.
(Ben
Hak teâlânm Resulüyüm, seni ve bütün insanları Allahü teâlâ-ya îmân etmeğe
çağırıyorum) buyurdular. Delilin nedir? diye sordum (Yemende gördüğün
ihtiyardır) buyurdular. Bunu sana kim haber verdi? dedim. (Benden evvelki
peygamberlere de gelen büyük bir melek haber verdi.) buyurdular. Hemen mübarek
elini tutup kelime-i şehâdet getirdim, îmân şerefine kavuşduğum için benden
ferah kimse yokdu.
·
426 — Emîr-ül mü’minin Ebû Bekr
«radıyallahü anh» buyurdu ki: Ölüm hastalığında hilâfeti kime bırakacağım
hakkında tekrar istihare eyledim. Hak teâlâdan, rızâsı nerede ise bana
bildirmesini diledim. Bilirsiniz yalan söylemek istemem. Hiç bir akili insan
da, Müslimânlara yalan söyleyerek aldatır vaziyetde Hak tealâmn huzûruna çıkmak
istemez. Orada bulunanlar, Ey Allahın Resûlünün halifesi, senin doğruluğunda
hiç kimsenin şübhesi yokdur, istifi ürenizi söyleyin dediler. Gecenin sonunda
idi. Uyumuşum. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm. İki beyaz
kaftan giymişdi. Kaftanın etrafını ben toplardım. O sırada iki kaftan yeşil
olmağa ve parıldamağa başladı. Bakanların gözünü alırdı. Yanında iki kişi
vardı. Yüzleri güzel, elbiseleri nûr ve onları görmekde sürür vardı.
Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» bana selâm verdi. Musafeha <etdi. Mübarek
elini göğsüme koydu içimdeki sıkıntı gitdi. (Ey Ebû Bekr, senin mülâkatma
iştiyâkımız çokdur. Bizim yanımıza gelme vaktin oldu) buyurdular. O kadar ağlamışım
ki evdekiler uyanmışlar, sonra bana söylediler. Sana kavuşacak mıyım yâ
Resûlullah, dedim. (Kavuşmamıza şüb-hesiz çok az kaldı) buyurdular. Sonra.(Hak
teâlâ seni hilâfet işinde muhayyer kıldı buyurdular. Siz seçiniz dedim.
Hilâfete lâyık, şerî’atle hükmeden, doğru ve kuvvetli olan Fârûkdur. Zirâ yer
ve gök ehli ondan nâzıdır; zemânm en iyisidir. Siz ikiniz dünyada
vezirlerimsiniz, vefâtımda yardımcılarımsmız ve Cennetde komşularımsımz)
buyurdular ve bana selâm verdiler. Yanındaki o iki kişi de selâm verdiler.
Gökde, melekle^ arasında Sıddîksm dediler. Yâ Resûlallah, bu iki kişi kimlerdir
ki, yeryüzünde bunlara benzer kimse görmedim, dedim. (Bunlar büyük seçilmiş iki
melek olan Cebrâil ve Mikâildir) buyurdular. Sonra gitdiler. Uyandım, yüzüm göz
yaşından ıslanmışdı ve ehl-i beytim baş ucumda, ağla -ışıyorlardı.
·
427
— Âişe-i Sıddîka «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Ebû Bekr’i «radıyallahü anh»
ba’zıları Baki’ kabristanına defn edelim dediler. Ben de, kendi evimde
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanma defn edelim, dedim.
Bu
ihtilâf sırasında beni uyku bastırdı, uyumuşum, bir ses işitdim. Dostu dosta
kavuşdurun, diyordu. Uyandım. O sesi herkes işitmiş.
·
428
— Ebû Bekr «radıyallahü anh» vasıyyetinde: Beni Ravza-ı Re-sûl’ün kapısına
götürüp, Esselâmü aleyke yâ Resûlallah, bu Ebû Bekr’-dir, senin kapının eşiğine
gelmişdir, diyiniz. Eğer izn verilip kapı açılırsa, beni içeri götürün, yoksa
Bakî’a götürürsünüz, demişdi. Bu vasıyyet üzerine Ravza-ı Resûlün «sallallahü
aleyhi ve sellem» kapısında dahâ sözler bitmeden perde açıldı ve kapı sesi
işitildi. Ayrıca kulağımıza, Ha-bîbi habîbe erişdirin, diye ses geldi.
·
429
— Bir gece Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» evine müsafir gel-mişdi. Kendisi
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanında idi. Geç vakt evine geldi.
Ehl-i beytine müsafirler akşam yemeği yediler mi? diye sordu. Yemek verdik,
sizinle beraber yemek için yemediler, denildi. Üzüldü ve o anda yememeğe yemin
etdi.
Sonra
yemin şeytandandır dedi ve yemeğe başladı. Oradaki müşavirlerden biri diyor ki:
Yemekden bir lokrpa alırdık, altında dahâ fazlası
meydana
gelirdi. Hepimiz doyduk. Tabakda evvelkinin üç misli yemek vardı. 0 yemeklerden
sayılarını bilmiyorum ama çok kimseler yediler.
·
430 — Ebû. Bekr «radıyallahü anh» ölüm
hastalığında, iki oğlan iki kız evlâdını Âişe-i Sıddikaya «radıyallahü anhâ»
ısmarladı. Âişe «Radı-yallahü anha», benim bir kız kardeşim vardır. Diğeri
kimdir? diye sordu. Hazret-i Ebû Bekr «Radıyallahü anh» refikam hâmiledir, zan
ederim kız olacakdır. dedi. Hakikaten kız- doğdu.
177
Peygamberlik
Müjdeleri — F. 12
HAZRET-İ ÖMER «Radıyallahü anh»
Ebû.
Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
(Geçen ümmetlerde peygamber olmayan velîler vardı. Hak teâlâ onlarla söz
söylerdi, eğer bu ümmetde, onun gibi kimse olursa Ömer Übnil Hattâbdır)
buyurdular. Abdullah îbni Ömer «radıyalla-hü anhümâ» demişdir ki: Herhangi bir
işde eshâb-ı kirâm «aleyhimür-rıdvân» söz söyleseler, Hükm-i İlâhî Hazret-i
Ömerin «radıyallahü anh» sözüne uygun nâzil olurdu. Nitekim bir hadîsi şerifde,
(Allahü teâlâ Ömer’in «radıyallahü anh» dili ile söyleyicidir,) buyurulmuşdur.
Yine Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» şöyle buyurdu: Rü’yada gördüm, bir kova ile kuyudan su çekiyordum.
Hak teâlânm istediği kadar çekdim. Sonra Ebû Bekr «radı-yallahü anh» bir iki
kova çekdi, onun çekmesinde za’iflik vardı. Hak teâlâ ona rahmet etsin. Daha
sonra Ömer-Übnil-Hattâb kovayı aldı Onun gibi kuvvetli su çeken görmedim. Bütün
havzları doldurdu ve bütün insanları suya kandırdı», buyurdular. Ebû Bekr
«radıyallahü anh» ölüm hastalığında, Osman Bin Affân’a «radıyallahü anh» yaz,
dedi.
Besmeleden
sonra Bu Ebû Bekr’in dünyâdan çıkacağı günlerinin son ahdi ve âhirete gireceği
ilk ahdidir. Kâfirin ve fâcirin inanacağı, yalancının tasdik edeceği gibi ben
Ömer Übnil Hattâbı halife seçdim. O âdildir. Bu benim ona olan zannımdır. Ben
böylece hayrı istedim, şeklinde yazıldı. Sonra bu yazı eshâb-ı kiramın
«alehimürrıdvan» büyüklerine arz olundu. Yazılı olanlara bî’at etdiler. Rivayet
edilir ki, Ebû Bekr’in «ra-dıyallahü anh» hastalığı ağırlaşınca pencereden
insanlara hitaben: Ey insanlar, ben size bir ahd eyledim, ona razı oluyor
musunuz? dedi.
Evet,
râzı oluyoruz, dediler. Ali «radıyallahü anh» Ömer - Übnil-Hattâb «radıyallahü
anh» dan başkasına razı olmayız, dedi. Ebû. Bekr «radıyallahü anh» da hayrlı
olsun dedi.
·
431 — Ibni Abbâs «radıyallahü anhümâ»
anlatır: Hak teâlâ Medâinin fethini Ömer «radıyallahü anh» zemanmda nasîb
eyledi. Ganimet malları Mescid-i Resûlde açıldı. Önce hazret-i Hasen bin Ali
«radıyallahü an-hümâ» gelip, ganimet malından hakkını istedi. Halife hazret-i
Ömer «ra-dıyallahü anh» Lutf ve kerametle söyleyip emr eyledi. Bin dirhem
verdiler. Sonra Hazret-i Hüseyn bin Ali «radıyallahü anhümâ» geldi, Ganimet
malından hakkını istedi. Ona da lutf ve kerametle söyleyip bin dirhem verdiler.
Daha sonra Abdullah bin Ömer «radıyallahü anhümâ» geldi lutf ve kerâmetle
söyleyip beş yüz dirhem verdiler. Yâ Emir- el-mü’-minîn ben harblerde bütün
gücümle çalışdım. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» önünde kılıç
vurdum. Hasen ve Hüseyn «radıyallahü anhümâ» Medine sokaklarında çocuklar ile oynarlardı
onlara biner dirhem, bana beşyüz dirhem veriyorsun, dedi. Ömer «radıyallahü
anh» cevâbında: Evet şöyledir. Seni de onun babası aliyyül Mürtezâ gibi baban
olsun, onların annesi Patıma «radıyallahü anhâ» gibi annen olsun.
Dedeleri
Muhammed Mustafa «sallallahü aleyhi ve sellem» gibi deden olsun. Amcaları
Ca’fer bin Ebî Talib «radıyallahü anh» gibi amcan olsun. Teyzeleri Ümmü Hânî
binti Ebî Tâlib gibi teyzen olsun. Dayıları İbrahim bin Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» gibi dayın olsun, halaları Rukiyye ve Ümm-i Gülsüm
«radıyallahü anhüm» gibi halan olsun, sen de o kadar alırdın, dedi. Bu sözü Ali
«radıyallahü anh» duyunca, Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» duydum.
«Ömer Cennet ehlinin sirâcıdır» buyurdular dedi. Ömer-übnil-Hattâb «radıyallahü
anh» bunu duyunca, yanma eshâbdan bir kaç kişi alıp Hazret-i Ali’nin
«radı-yallahü anh» evine geldi. Kapıyı çaldı. Ali «radıyallahü anh» dışarı
çık-dı. Ya Ali sen Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» «Ömer Cennet
ehlinin ışığıdır» dediğini duydun mu? dedi. Ali «radıyallahü anh» evet, duydum
dedi. Bunu bana yazı ile yazar mısın? dedi. Ali «radıyallahü anh» besmeleden
sonra, bu Ali bin Ebû Tâlib’in Ömer-übnil Hattâb için Resûlullahdan «sallallahü
aleyhi ve sellem» duyduğu, Onun da Cebrâilden «aleyhisselâm» duyduğu, onun da
Allahü teâlâdan haber verdiği Ömer-übnil-Hâttâb Cennet ehlinin ışığıdır sözü
hakkındadır, diye yazdı
Ömer
«radıyallahü anh» bu yazıyı alıp oğullarından birine verdi. Öldüğüm zemân bu
kâğıdı kefenimin arasına koyunuz, bununla beraber Hak teâlânm huzûruna gideyim
dedi. Biliniz ki, eshâb-ı kirâmm «aley-himürrıdvan» faziletleri sonsuz,
kerâmetleri sayısız, harikalarını anlat-makda diller âcizdir.
·
432 — Ömer-übnil-Hattâb «radıyallahü anh»
bir Cum’a günü minberde hutbe okurken, hutbeyi bırakıp, iki veya üç kere, Yâ
Sâriye el cebel, Yâ Sâriye el cebel dedi. Yine hutbeye devam
etdi. Cemâ’at Ömer «radıyallahü anh» divâne mi olmuşdur, dediler. Nemazdan
sonra Abdur-rahman bin Avf «radıyallahü anh» hutbe arasında o sözü niçin
söylediğini ve cemâ’atm kendine dil uzatmasına sebep olduğunu sordu. Ömer
«radıyallahü anh» da o sırada Sâriye «radıyallahü anh» ve ordusu bir dağın
dibinde kâfirlerle harb ediyorlardı. Kâfirler, önden ve arkadan
saldırıyorlardı. O sözü söyledim ki, arkalarını dağa versinler. Derler ki,
Medine ile muharebe yeri bir aylık yol idi. Bir müddet sonra Sâriye
«ra-dıyallahü anh» o seferden döndü. Eshâb-ı kirâma «aleyhimürrıdvan» şöyle
anlatdı. Bir Cum’a günü sabahdan öğleye kadar harb etdik. Öğle vakti, Yâ Sâriye
el cebel diye bir ses duyduk. Arkamızı dağa verdik. Kâfir askerinin çoğunu
öldürdük, gerisi de kaçdı. Hutbe zemânmda Hazret-i Ömeri «radıyallahü anh»
delilikle ithârn edenler, sözlerinden vaz geçdi-ler. Nakl ederler ki, Ömerin
«radıyallahü anh» o sözünü Aliye «radıyal-lahü anh» söylediler. Hazret-i Ali
«radıyallahü anh» o, ma’nâsız, boş bir söz söylemez veyâ bir iş işlemez dedi.
İmâm-ı Fahreddin Râzî tefsir-i kebîrinde şöyle yazmışdır: Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhümâ»
için (Siz benim gözüm ve kulağım gibisiniz) buyurmuşdur. Emîr-ül mü’minîn Ömer
«radıyallahü anh» Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» halifesi
olunca o kadar uzak mesâfedeki harbi görmüşdür.
t
·
433 — Emîr-ül mü’minin Ömer «radıyallahü
anh» Irak’da bir yere Islâm askeri göndermişdi. Bir gün Medine’de otururken Vâ
Lebbeygâhü ya’ni buyurun efendim diye iki kere, seslendi. Bu söze herkes hayret
etdi. Islâm askeri Medine’ye döndüler. Kumandan, Hak teâlânm verdiği zaferleri
anlatıyordu. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» bunları bırak, kendisine zorla
suya gir dediğin kişinin hali ne oldu? diye sordu. Kumandan, bu işde benim bir
kötü niyyetim yokdu. Bir suya geldik. Bu suyun derinliğini anlamak için o
kişiyi soyup suya koyduk. Hava soğuk idi. Ona te’sîr edip Vâ Ömerâhü ya’nî Ey
Ömer nerdesin diye iki kere feryad etdi. Sonra soğuğun şiddetinden helâk oldu.
Bu sözden Hazret-i Ömerin «radı-yallahü anh» Vâ Lebbeygâhü sözünün, suda helâk
olan kişiye cevâb olduğunu anladılar.
Sonra
Ömer «radıyallahü anh» kumandana dönerek: Eğer bu işin bundan sonra usûl olarak
kalmıyacağmı bilseydim, elbette senin boynunu vururdum. Haydi o mazlûmun kan
behâsını ehline ver ve bir dahâ böyle bir şey görmiyeyim, buyurdular. Ayrıca,
bence bir Müslimânı öldürmek, nicelerini öldürmekden büyükdür, buyurdular.
·
434
— Emîr-ül Mü’minîn Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» zema-nında Mısır fetlı olup
Vali olarak da Amr ibni Âs «radıyallahü anh» tayin edilmişdi. Bir gün Mısır
halkı Amr’m «radıyallahü anh» huzûruna geldiler. Nil nehrinin bir âdeti vardır,
yapılmazsa suyu çekilir-, dediler. O âdet nedir? diye soruldu. Halk, bu aydan
oniki gün geçdikten sonra bir kız buluruz. Anasını, babasını mal ve para ile
râzı ederiz. O kızı güzel elbiselerle ve altınlarla süsleyip nehre atarız,
dediler.
Amr
«radıyallahü anh» bu îslâmiyetde olamaz, İslâmiyyet bütün bozuk âdetleri
kaldırmışdır, buyurdular. Üç ay sonra Nil’in suyu temâ-men kurudu. Mısır halkı
başka yerlere göç etmeye başladılar. Amr ibni Âs «radıyallahü anh» bu durumu
Halife Ömer’e «radıyallahü anh» bildirdi. Halife cevab olarak bir mektûb yazdı.
Mektûbunda,
«onların adetlerini yapmamakla iyi yapmışsın, mektubumda bir parça kâğıd
göreceksin, onu Nil nehrine at!» diye yazmışdı. O kâğıd parçasında da «Allahın
kulu Ömer übnil Hattâb’dan, Mısırın Nil nehrine, evvelce akıyordun, şimdi
akmıyorsun. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâ seni akıtır. Allahü teâlâdan
senin akman için düâ ediyorum.» diye yazılı idi. Amr «radıyallahü anh» o kâğıdı
nil nehrine atdı. Ertesi gün su onaltı zırâ’ yüksekliğinde akmağa başladı. O
zemandan beri bu kötü âdetden kurtuldular. (Bir zırâ’ elli santimetredir.)
İmâm-ı
Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» haber veriyor: Mûsâ «aley-hisselâm» Fir’avna
bed düâ etdi. Nil kurudu. Halk, başka yerlere göç etmeğe başladı. Sonra
toplanıp Mûsâ «aleyhisselâm»a gelerek Nilin tekrar akması için düâ buyurmasını
istediler. Mûsâ «aleyhisselâm» belki îmâna gelirler diye düâ buyurdu.
Ertesi
sabah su onaltı zırâ’ yüksekliğinde akmağa başladı. Hak teâlâ bu ümmetden
Hazret-i Ömere «radıyallahü anh» bu kerameti verdi,
·
435
— Birgün Medinede «şerrefehullahü» zelzele oldu. Ömer «radı-yallahü anh»
tuğrasiyle yere vurup, Allahın izniyle sakin ol dedi Zelzele durdu ve Medinede
bir dahâ zelzele olmadı.
·
436
— Bir gün Medinede yangın oldu. Ömer «radıyallahü anh» bir saksı parçasına, Ey
ateş Allahın izniyle sakin ol, diye yazıp yangın yerine atdı. Yangın hemen
söndü.
·
437
— Rum Meliki Hazret-i Ömer «radıyallahü anh»a bir eiçi gönderdi. Elçi,
Halifenin bulunduğu yeri sordu. Bir saray gösterileceğini zan ediyordu. Sahrada
kerpiç kesiyor dediler. Elçi Sahraya doğru gitdi. Hazret-i Ömer «radıyallahü
anh» tuğrasını başının altına koymuş uyuyordu. Elçi bu hali görünce hayret
etdi. Şark ve garbda herkes bu kişiden korkar, bunun hâli de böyledir diye
kalbinden geçirdi. Sonra, burası tenhâdır, bunu öldürürsem herkes kurtulur diye
düşünüp kılıcını çekdi Hak teâlâ yerden bir arslan çıkardı. Elçinin üzerine
saldırtdı. Elçi, korkusundan kılıcı elinden bırakdı. Ömer «radıyallahü anh»
uyandı. Arslanı gör-memişdi. Elçiden ne olduğunu sordu. Elçi durumu anlatdı ve
müslimân oldu.
·
438
— Emir-ül mü’minîn Ömer «radıyallahü anh şehid olunca yer yüzü karanlık oldu.
Çocuklar, annelerine, kıyâmet mi kopdu derlerdi. Anneleri de hayır, Ömer-übnil-Hattâb
«radıyallahü anh» şehid edilmişdir derlerdi.
·
439
— Şeyhaynm (ya’ni Ebû Bekr ile Ömer) «radıyallahü anhümâ» kerametlerinden lıiri
de Râfızîlerin kendilerine yakışmayacak sözler söyleyip, çeşidli cezâlara
çarpdırıhnalarıdır.Hâce Muhammed Pârisâ «kud-dise sirruh» Fasl-ül-hıtâb adlı
kitabında yazmışdır: Hazreti Ali «kerre-mellahü vecheh» buyurmuşdur ki, bir
grub insanlar, beni Ebû Bekr ve Ömerden «radıyallahü anhümâ» üstün
tutacaklardır. Onların kalblerin-de nifak vardır, müslimânlarm bölünmesini
ihtilâfa düşmelerini isterler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana'
haber verdi ve onları öldürmekle emr etdi. Zâhiren müslimân görünürler,
içlerinde din düşmanlığı vardır. Yalan söylemek onlar için güzeldir. Bütün
kötülükler içlerin-dedir. Kur’ân-ı kerimi değişdirirler. Fitne üzerinde
birbirleriyle anlaşma yaparlar. Eshâb-ı kirâma «aleyhimürridvân» söğerler. Hak
teâlâ onları avfetmez. Küçükler büyüklerinden öğrenirler, böylece devâm ederek
sünneti harâb edip, bid’atı yayarlar. O zemânda sünnete uyanlar, şehid-lerden
âbidlerden ve gâzilerden efdaldır. Saâdet onlarmdır. Yeryüzünde rafızîlerden
çok buğz edilecek kimse yokdur. Yer onlara buğz eder, gök onlara istikrâh ile
gölge verir. Râfızîlerin âlimleri, o gün gök altında bulunanların en zararlısıdır.
Fitne onlardan çıkar. Râfızîlerin âlimleri gök-deki melekler arasında, pis ve
necs diye isimlendirilir. Eshâb-ı Kirâmı «Aleyhimürridvân» kötüledikleri zeman,
göğüslerinden hikmet gider. Allahü teâlâ Râfızîlerin ve bid’at sâhiblerinin
kıyâmet gününde sûretleri-ni değişdirir. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürridvân» bu
sözü işitince Yâ Emir-el-mü’minîn, biz o zemana yetişirsek ne yapalım, dediler.
Ali «Radıyalla-’hü anh» îsâ «Aleyhissalâtü vesselâm»m havârîleri gibi olunuz.
Hak teâlâ :size ne emr etdi ise, Peygamberine ita’at, eshâbma muhabbet ve
râfizîle-re düşmanlık husûsunda, onları tatbîk edip sabr edin. Hak ve sünnet
üzere olmak, günâh ve bid’at üzere olmakdan hayrlıdır dedi. Abdullah
Bin* Sebe Hazret-i Aliyi «radıyallahü anh» Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer’den «radıyallahü
anhümâ» üstün tutmuşdur. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» bunu duyunca yemin
ederek, onu öldürürüm buyurmuşdur. Seni seveni niçin öldürüyorsun? diye
sorduklarında, beni onlardan üstün tutanı elbette öldürürüm. Benim olduğum
şehrde bulunmasın buyurup, hemen şehrden sürdü.
İmâm-ı
Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâil-ün-nübüvve kitâbm-da güvenilir
kimselerden nakl eyledi ki: Biz üç kişi Yemen’e gidiyorduk. Yanımızda kafileden
bir şahs var idi. Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhüma» hakkında yakışmıyan
sözler söylerdi. Her ne kadar nasihat et-dik ise, fikrinden vaz geçmedi. Yemene
yakın bir yerde konakladık. Uyuduk. Kalkıp abdest aldık. Kafileyi de
uyandırdık. Uyandı. Heyhat, ben burada sizden geri kalıyorum, dedi.
Uyandırdığınız zeman ResûluJ-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» baş ucumda idi
ve bana Ey fâsık, Hak: teâlâ fâsıkı hakir eyledi, sen burada sûret
değiştireceksin buyurdu, dedi. Biz, vay sana kalk abdest al, dedik. Kalkıp
oturdu, ayaklarını bir yere topladı. Bakdık ki ayak parmakları maymun parmağı
şekline girdi. Sonra iki ayağı dizlerine kadar maymun ayağı gibi oldu. Böylece
yüzü ve başı da değişip tamamen maymun oldu. Onu alıp devenin palanı üzerine
bağladık. Yola koyulduk. Güneş batmasına az kalmış idi, bir yere vardık. Orada
bir kaç maymun toplanmışdı. Onları görünce çok ızdırap çekdi ve ipini koparıp
onların yanma gitdi. Bize doğru döndü, diğer maymunlar da döndüler. însaıı iken
bize eziyyet ederdi, şimdi maymunlar ona dost oldular. Sonra bize doğru geldi.
Kuyruğunun üzerine oturdu. Yüzümüze bakıyor ve gözyaşı döküyordu. Biraz sonra
maymunlar-gitdiler, o da onların arkasından gitdi.
Yine
imâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh Ali bin Zeydden «ra-diyallahü anhümâ»
nakl eder: Sa’îd bin Müseyyeb «radıyallahü anh» bana, bir kimse gönder, falan
kimseyi görsünler, dedi. Sen hâlini söyle, dedim. Hayır, dedi. Bir kimse
gönderdim. Sâîd bin Müseyyeb «rahmetullahi aleyh» dedi ki: O şahs eshab-ı
kirâmdan «aleyhimürrıdvân» bazısı hakkında kötü söylerdi. Hak teâlâ onun
yüzünde öyle bir yara hasıl etdi ki, bütün yüzünü kapladı ve siyah oldu. Yine
îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» bir sâlih kimseden nakl eder: Küfeli bir
şahs vardı. Ebû Bekr ve Ömere (radıyallahü anhümâ) yakışmayan sözler söylerdi.
Bir yolculukda tesadüfen beraber bulunduk. Çok nasihat etdik. Kabul etmedi.
Bizden uzak ol! dedik. Ayrıldı, gitdi, rüyâda oğlunu gördük. Babana söyle,
bizimle beraber gelsin, dedik. Oğlu, babamın iki eli domuz-eli gibi oldu, dedi.
Babasının yanma gitdik. Bizimle beraber gel, dedik. Bana acayip bir şey oldu
deyip ellerini gösterdi. Yine bizimle beraber geldi. Domuzların bulunduğu bir
yere geldik. O hemen kendini merkebinden aşağı atıp domuzların arasına karışdı.
Diğerlerinden ayıramadık. Mallarım ve kölesini Kûfe’ye getirdik.
Yine
İmam-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» bir gâziden nakl eder. Bir harbde
giderken yanımızda Benî Temîm civarından Ebû Hayyân isimli birisi vardı. Ebû
Bekr ve Ömere «radıyallahü anhümâ» lâyık olmayan sözler söylerdi.
Nâsihatlarımız faide vermedi. Yolda hâkimlerden birine uğradık. Bunu benim
yanımda bırakınız, dedi. Biz de onu bırakıp, gitdik. Bir zeman sonra bakdık ki
arkadan geliyor. Hâkim ona bir elbise ve bir at vermiş. Bize, Ey Allah’ın
düşmanları nasıl, gördünüz mü? dedi. Bizden uzak ol, dedik. Yolun bir
tarafından biz, bir tarafından da o gidiyorduk. Kazâ-i hacet için yoldan sapdı.
Otururken, arılar üzerine saldırdılar. Bizden yardım istedi. Biz yardım etmek
istedik. Fekat bu sefer arılar bize de hücum etmeğe başladılar. Biz geri
döndük. Tekrar onun üzerine saldırdılar. Kemikleri parıl parlaymcaya kadar
etini, derisini parçaladılar.
Yine
İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» bir büyük zâtdan nakl eder: Benim bir
komşum vardı. Daima Ebû Bekr ve Ömere «radı-yallahü anhümâ» çirkin sözler
söylerdi. Bir gece Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» rû’yâmda gördüm.
Sağ yanında Ebû Bekr, sol yanında Ömer «radıyallahü anhümâ» vardı. Yâ
Resûlallah, benim bir komşum, var, senin sevdiklerinin hakkında kötü sözler
söylüyor, bana çok eziyet ediyor, dedim. Oradaki bir şahsa, (git bunun
komşusunu öldür) buyurdular. Sabahleyin, rü’yâmı komşuma anlatayım diye evden
çıkdım. Komşunun kapısında bir kalabalık ve gürültü vardı. Sordum. Gece birisi
gelip öldürmüş, dediler.
Yine
îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» kitâbmda yazmışdır: Busrâ halkından
birisi Ehvaz büyüklerinden birine mal satmışdı. Mal sattığın adam rafızîdir
dediler. Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhümâ» lâyık olmıyan söz söyler. Her
ne kadar ona gidip gelmem uzun sürecek-di ama yine de gitdim. Birgün Şeyhayn
«radıyallahü anhümâ» hakkında kötü söylemeğe başladı. Çok üzülerek yanından
ayrıldım. O gece yemek, yemedim. Rû’yâmda Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve
sellem» gördüm*. Yâ Resûlallah falan kimseyi görüyor musun, Ebû Bekr ve Ömer
«radı-yallahü anhüma» hakkında neler söylüyor, dedim. Söyledikleri sana kö-’cü
mü geliyor, buyurdular. Evet dedim. Onu buraya çağır buyurdular. Çağırdım. Yere
yatırmamı emr etdiler, elime bir bıçak verdiler Öldür, buyurdular. Öldüreyim
mi? diye sordum. Böylece üç defa sordum. Çünki benim yanımda adam öldürmek büyük
bir işdi. Üçiincüde ne duruyorsun! öldür diyorum, öldür buyurdular. Öldürdüm.
Sabah oldu. Gidip o habise bu rû’yâmı anlatayım diye evden çıkdım. Mahallesine
vardığımda evinden feryad figân sesleri geliyordu. Ne olmuş diye sordum. Fâlân
kimseyi dün gece yatağında öldürülmüş buldular dediler. Onu Resûlullahın
«sallallahü aleyhi ve sellem» emriyle ben öldürdüm, dedim. Oğlu bu durumu
anladı ve bana sen hakkını al ve beni bırak onu toprak altında gizli-yeyim
dedi. Ben de malımı alıp gitdim.
Yine
İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» kitâbmda yazmışdır. Selef den biri diyor
ki: Çocukluğum zemanmda bir râfizî hocam var idi. Bana Râfizîlikden bahs
ederdi. Ben de Ebû. Bekr, Ömer «radıyallahü anhümâ» hakkında yakışmıyan sözler
söylerdim. Bir gece rü’yâmda: Kıyamet kopmuş bütün insanlar Resûlullaha
«sallallahü aleyhi ve sellem» dönmüşler. Yanında iki ihtiyar oturmuş herkes
sıra ile gidip selâm verdiler. Ben de gidip selâm vermek istedim. Yanlarına
yaklaşdığımda o iki ihtiyardan birisi: Yâ Resûlallah, bu adam bizden ne ister,
dedi. Resûlul-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» beni tutmak istedi, o sırada
uyandım. Hemen saçım sakalım kaşım ve kirpiğim döküldü. Dört ay öyle kaldım.
Bütün doktorlara gitdim. Faide görmedim. Birgün dostlardan biri geldi, halin
nedir? diye sordu. Bu sorudan anladım ki, birisine âşık mı oldun da onun
muhabbetinden bu hale geldin demek istiyordu. Dostuma, olanları ve rü’yâmı
anlatdım. Bana dedi ki, Sübhânallah niçin Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve
sellem» huzûrunda tevbe etmedin ve özr dilemedin. Onun için yapılan salevât,
teslimat ve daha başka şeylerin hepsi onun temiz rûhuna bildirilir. Hemen
abdest alıp iki rek’at nemaz kıldım ve yâ Rabbî, tevbe etdim. O iki şeyhin
«radıyallahü anhümâ» üstünlüğünü kabul ettim, diye düâ etdim. Aradan bir hafta
geçmeden saçım, sakalım, ..kaşım ve kirpiğim tekrar geldi.
Yine
îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» kitâbmda yazmışdır. 'Büyüklerden biri
anlatır: Şam’a giderken bir mescidde sabah nemazını kıldım. İmâm nemazdan sonra
Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhü-:ma» beddüâ eyledi. Bir sene sonra tekrar
Şam’a gidiyordum. Tesadüfen aynı câmi’de sabah nemazını kıldım. Bu sefer imam
Ebû Bekr ve Ömere • «radıyallahü anhümâ» güzel düâ etdi cemâate, geçen sene Ebû
Bekr ve -Ömer'e «radıyallahü anhümâ» bed düâ ederdiniz, şimdi güzel düâiar
edersiniz sebebi nedir? diye sordum. Cemâ’at geçen seneki imamı görmek ister
misin? dediler. Evet dedim. Beni bir eve götürdüler, orada gözlerinden yaş akan
bir köpek vardı. Köpeğe, sen geçen sene Ebû. Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhüma»
bed düâ eden imam mısın? diye sordum. Başıyla evet der gibi işaret etdi.
Yine
İmam-ı Müstağfirî anlatır: Ben Medaynda bulunuyordum. Her nerede bir garibin
öldüğünü duysam ona kefenlik alırdım. Bir gün bir şahs geldi. Burada Kûfe’den
birisi vefat etmiş kefeni yok dedi. Hizmetçimi kefen almağa gönderdim. Ben de
ölen şahsın yanma gitdim. Karnının üstüne bir kerpiç koymuşlar, ölü olarak
yatıyordu.
Birdenbire
o kerpiç düşdü, yâ veylâhü ya veylâhü dedi. Ben Lâilâhe illallah söyle dedim.
Artık faidesi yokdur; benim kavmim Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhüma»
söğerlerdi. Ben de kötü söz söyler, söğer-dim. Şimdi helak oldum, cehennemde
yerimi gösterdiler. İnsanları korkutmam için bana tekrar can verdiler. Hemen
dışarı çıkıp yoldaşlarıma haber verdim. Hayretler içinde kaldılar.
·
440
— İmâm-ı Kîrvânî «rahmetullahî aleyh» Bostan kitabında yaz-mışdır. Selef den
biri anlatır: Benim bir komşum vardı. Ebû Bekr ve •Ömer’e «radıyallahü anhümâ»
yakışmayan sözler söylerdi. Bir gece çok aşırı gitdi. Tahammül edemeyip onunla
kavga yapdım. Hazin ve gamlı eve geldim. Yatsı nemazmı geciktirip uyudum.
Rü’yâmda Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm. Yâ Resûlullah falan
kimse senin eshabma «aleyhimürrıdvan» kötü sözler söylüyor, dedim. Kime kötü
söylüyorlar? diye sordular. Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhümâ» ■dedim. Bu
bıçağı al, git onu öldür, buyurdular. Bıçağı aldım, onu boğazladım. Sanki elime
kan bulaşdı. Elimi yere sürdüm. O sırada uyandım. O şahsın evinden feryad
sesleri geldiğini duydum. Ne olmuş? diye sordum. Falan kimse bu gece birden
bire ölmüş dediler. Sabahleyin evine gitdim. boğazında , bir çizgi izi vardı.
·
441
Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi «kuddise sirruh» Fûtûhât-ı Mekkiyye kitabında
yazmışdır. Allahü teâlânm sevgili kullarından bir grub vardır ki, onlara Recebi
derler. Onlar kırk kişidir. Eksik ve fazla olmazlar. Recep ayında hiç hareket
etmezler. Ayakda duramadıkları gibi oturamazlar da. Ellerini ayaklarını değil,
gözlerini bile kıpırdatacak kuvveti kendilerinde bulamazlar. Onlar bu ay içinde
çeşidli keşfler ve sonsuz tecellilere kavuşurlar. Şa’ban ayı girince o haller
kaybolur, o ağırlık, hareketsizlik kendilerinden kalkar. Ba’zılarında bu haller
kalıp bütün yıl devam eder. Muhyiddin-i Arabî «kuddise sirruh» diyor ki:
Recebîlerden birini gördüm. Onda Rafızîlerin keşfi bâkî kalmış idi. O Recebi
kimse Rafızî kimseleri domuz şeklinde görürdü. Tanımadığı bir kimseye bakıp
domuz şeklinde görünce, sen Râfızîsin tevbe et derdi. O şahs tevbe ederse onu
insan şeklinde görür, tevbende sâdıksın derdi. Eğer yine domuz sûretinde
görürse, yalan söylüyorsun, tevbe etmedin derdi.
Bir
gün Şafiî mezhebinden iki iyi kimse o zatın huzûruna geldiler. Meğer o iki şahs
dışarıdan iyi görünmelerine rağmen rafizî itikâdmda imişler.
Ebû
Bekr ve Ömer «radıyallahü anhüma» hakkında kötü düşüncelere, Ali «radıyallahü
anh» hakkında ise tam bir bağlılığa sahihmişler. O zat bu iki kişinin dışarı
çıkarılmasını istedi. Sebebini sorduklarında ben sizi domuz şeklinde görüyorum.
Hak teâlâ bana rafızîleri domuz şeklinde gösterir dedi. O iki kişi hemen
kalblerinden tevbe etdiler. Bunun üzeri ne o zât, şimdi tevbe etdiniz. Çünki
artık sizi insan sûretinde görüyorum, dedi. O iki kişi buna çok hayret etdiler
ve bu bozuk itikâddan temâmen. vazgeçdiler.
HAZRET-İ OSMAN «Radıyallahü anlı»
Emir-ül
Mü’minin Hazret-i Osmanın «radıyallahü anh» künyesi îbn-i Abdullah lâkabı
Zinnûreyn’dir. Çünki Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» önce Rukiyyeyi
«radiyallahü anhâ» ve Rukiyyenin vefatından sonra Ümm-i Gülsüm’ü «radıyallahü
anhâ» Hazret-i Osmana «radıyalla-hü anh» nikâh etmişdir. (Bir kızım daha olsa,
onu da Osmana verirdim, insanoğlundan hiç kimseye bir peygamberin iki kızını
almak nasib olma-mışdır) buyurdular. Ayrıca Osmanın «radıyallahü anh» Cennete
hesab-sız gireceğini bildirmişlerdir. Hazret-i Osman «radıyallahü anh»
Medine-ye yarım fersah uzaklıkda olan Erveme kuyusunu Ebû Abdullah bin
Mendereden otuz beş bin akçaya satın aldı. Tamir etdirip Müslimânlara vakf
etdi. Tebük gazâsmda hava çok sıcak, yiyecek ve binek hayvanı çok azdı.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Bu orduyu kim teçhiz ederse o Cennete
gider) buyurdular. Osman «radıyallahü anh» bunu duyunca otuz bin dinar getirdi.
Bunun
üzerine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Osman, Allahü teâlâ senin
geçmişdeki ve gelecekdeki günahlarını veya başka bir rivayetde gizli ve aşikâr
günahlarını afv etsin) buyurdular Bir hadis-i şerifde Osman «radıyallahü anh»
için (Biliniz ki, gökdeki meleklerin ha-yâ etdiği kimselerden ben de hayâ
ediyorum) buyurdular.
Emir-ül
Mü’minin Ömer «radıyallahü anh» hicretin yirmi üçüncü yılında Zilhicce ayında
nemazda iken Mugayre bin Şû’benin (radıyallahü anh) bildirdiğine göre Ebû Lü’lü
tarafından yaralandı. Bildiler ki, şehâ-det üzere vefat edecekdir, Ömer
«radıyallahü anh» hilâfet için şöyle buyurdular.
Hilâfete
bunlardan daha lâyık kimse yokdur ki Resûlullah «sallalla-hü aleyhi ve sellem»
hayatı boyunca onlardan râzı idi ve râzı olarak vefat etdi, deyip Ali, Osman,
Zübeyr, Talha, Abdurahman bin Avf ve Sa’d bin Ebî Vakkâsı (radıyallahü anhüm)
saydı.
Hazret-i
Ömer «radıyallahü anh» vefat etdikten sonra hilâfet işini konuşmak üzere bu
altı kişi toplandılar. Zübeyr, ben reyimi Ali’ye veriyorum dedi. Sa’d bin Ebî
Vakkâs, ben re’yimi Abdurrahman’a veriyorum dedi. Sonra halîfe seçme işini
Abdurrahman bin Avf’a bırakdılar. «Radıyallahü anhüm ecmaîn.» Abdurrahman,
Ali’nin elini tutdu. Allâhın kitâbı, Resûlullahm sünneti ve Ebû Bekr ile
Ömer’in sîreti üzerine seninle bî’at ediyorum dedi. Sonra Allahın kitâbı,
Resûlullahm sünnet ve benim ictihâdım üzerine dedi, sonra hazret-i Osman’ın
elini tutdu. Ona da aynı şeyleri söyledi. Osman «radıyallahü anh» bir cevab
verdi. Üç kere aynı şeklde ikisiyle el tutuşdu. Hemen hemen aynı cevabı
verdiler. Sonunda Hazret-i Osman ile bî’at etdi. Ali ve diğer eshâb-ı kirâm
«aleyhi-mürridvân» da bî’at etdiler ve halifeliğine râzı oldular.
Hazret-i
Osman’ın «radıyallahü anh» hilm ve hayâsımn, üstünlüklerinin sayısı yokdur.
·
442
— Bir gün eshâb-ı kiramdan «aleyhimürridvan» biri Hazret-i Osmanın «radıyallahü
anh» evine gitmek için yola çıkdı. Yolda yabancı bir kadına bakdı. Osman
«radıyallahü anh»ın evine girince, içinizden biriniz zinâ edip buraya
gelmişsiniz buyurdular. O sahâbî, bizden zina eden kimse yokdur dedi. Osman
«radıyallahü anh», Resûlullah «sallalla-hü aleyhi ve sellem» buyurmadı mı ki
(Gözleri ile zinâ ederler.) Bunun üzerine o sahâbî, yâ Emîrel mü’minîn
Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» sonra vahy nâzil olur mu? diye
sordu. Osman «radıyallahü anh» bu vahy değil, firâset-i sâdıkadır. Nitekim
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir hadîs-i şerîfde (Mü’minin
firâsetinden korkunuz, çünki mü’min Allah’ın nûriyle bakar) buyurmuşlardır,
dedi.
·
443
— Emîr-ül mü’minîn Hazret-i Osman «radıyallahü anh» şehîd edileceği gece
rüyâsmda Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördü. (Yâ Osman, yarın
bizim yanımızda iftâr etsen gerekdir) buyurdular. Ertesi gün kölelerini
isyâncılara karşı harbden men’ etdi. Çünki şehidlik seâdetine kavuşmak
istiyordu Abdullah bin Riyâh ve Ebû Katâde «ra-dıyallahü anhümâ» rivâyet
ederler: İsyancıların hazret-i Osman’ın «ra-dıyallahü anh» evini muhâsara
etdikleri zeman biz kendisinin yanındaydık. Harb şiddetlenince Osman
«radıyallahü anh» kim kılıcını kınına koyarsa âzâd olsun buyurdular. Biz dışarı
çıkdık. Hazret-i Hasen «radıyal-lahü anh» ile karşılaşdık. Beraber Osman
«radıyallahü anh»m yanma gitdik. Hasen «radıyallahü anh», yâ Emîr-el-mü’minin
senin emrin olmadan ben Müslimânlara kılıç çekmem sen hak üzere imamsın, emr eta
bu belâyı senin üzerinden def’ edeyim dedi. Osman «radıyallahü
anh», ey kardeşim oğlu, git evinde otur, Hak teâlânm emri ne ise meydana
ge-lecekdir, ben kan dökmek istemiyorum, bu gece rü’yâmda Resûlullahı
«sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm. Buyurdular ki: Eğer harh edersem nusret
bulursun ve eğer harb etmezsen şehîd olup yarın gece yanımda iftar edersin.
Ben, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile iftar etmek istiyorum, dedi.
Fasl-ül Hıtâb kitabının sâhibi der ki: Bu durum Hullet mekânımda derd ve belâya
teslim olmak alâmetidir. Nitekim, Ha-lîlullah İbrahim’i «aleyhisselâm»
mancınığa koyup ateşe atacakları ze-man Cibril «aleyhisselâm» gelip bir arzun
var mıdır? diye sorduğunda var ama sana değil, buyurmuşlardır.
·
444
— O günlerde Cühcân bin Sa’îd Gifârî Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve
sellem» kalma bir asâyı dizme koyup kırmak istedi. Göreliler ona bağırıp
kızdılar. Onun dizinde eklem kısmında bir hastalık meydana geldi. Bir yıl
geçmeden o hastalıkdan öldü.
·
445
— İtimad edilir bir kimse anlatır: Bir gün Kâ’beyi tavaf ediyordum. Kör bir
adam da tavaf ederdi ve yâ Rabbî beni afv et, ama neni af--vetmiyeceğine şübhem
yokdur, diyordu. Ben, Sûbhanellah, bu mekâmda böyle söz söylenir mi, dedim. Kör
adam anlatmağa başladı: Hazret-i Os-manın «radıyallahü anh» evini muhasara
etdikleri gün, bir yoldaşımla and içdik ki; eğer Osman «radıyallahü anh» şehid
edilirse çıplak olarak yüzüne bir tokat vuralım. Şehid edildi. Biz yoldaşımla
Osman «radıyal-lahü anh» m evine gitdik. Başı, hanımının dizinde idi. Yoldaşım,
hanımına: Maktûlün yüzünü aç, dedi. Hanımı, maksadınız nedir? diye sordu.
Yüzüne tokat vurmak için and içmişdim, dedi. Hanımı, onun Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» ile sohbetini ve iki kızını aldığını bilmiyor-musun,
dedi. Sonra dahâ bir çok faziletlerini saydı. Yoldaşım utanıp geri döndü. Ben o
sözlere aldırış etmedim. İleri gidip yüzüne bir tokat vurdum. Hanımı, Hak teâlâ
günahlarını afv etmesin, ellerin kurusun ve gözlerin kör olsun, dedi. Henüz
kapıdan çıkmadan ellerim kurudu ve gözlerim kör oldu. Günahlarımın afv
edilmiyeceğinde de şübhem yokdur.
·
446
— Adî bin Hâtem «radıyallahü anh» anlatır: Osman «radıyalla-hü anh» m şehîd
edildiği gün bir kimsenin şöyle dediğini işitdim. îbni Af-fânı Gufran ve rıdvân
ile müjdeleyin diyordu. Bir rivâyetde îbni Affâm ferahlık, rahatlık, seâdet ve
Cennetdeki çeşitli nimetlerle ve Rabbini ga-dabsız bulmasıyla müjdeleyin
diyordu. Etrafımıza bakdık. Kimseyi göremedik.
·
447
— Osman «radıyallahü anh» şehid edilince, Cinler Mescid-i Re- ■ sülün
«sallallahü aleyhi ve selleûı» damında üç gün ağlaşdılar ve onum mersiyesinde
beytler okudular.
·
448
— Osman «radıyallahü anh» şehid edildikten sonra üç gün isyancı, şerli
kimselerin gürültüsünden defn edilemedi. Gâibden bir ses işitildi: Onu defn
ediniz, nemâzmı kılmayınız, Allahü teâlâ onu afv etdi, diyordu.
·
449
— Üç günden sonra geceleyin Bakî kabristanına götürdüler. Yolda arkalarında bir
karaltı meydana geldi. Defn etmeğe gidenler çok kork-dular. Az kalsın cenazeyi
bırakıp dağılacaklardı. O sırada karaltının içinden bir ses geldi: Korkmayınız
biz geldik ki, defnde sizinle beraber olalım, diyordu. Defnde bulunanların
bazısı onların melekler olduğunu söy-lemişdir.
·
450
— Bir hac kafilesi, hac mevsiminde Hazret-i Osmanm «radıyal-lahü anh» kabrini
ziyarete gitdiler. İçlerinden bir şahs bu büyük halifeyi hâşâ hakîr görüp
ziyaret etmedi. Bütün kafile selâmetle gidip döndüler. Bir yırtıcı hayvan
kafilenin arasına girip o şahsı parçaladı ve etinden yemedi. Bütün kafile, bu
şahsın Hazret-i Osmana «radıyallahü anh» hürmetsizlik etdiğinden bu hâle
düşdüğünü anladılar.
·
451
— Bir gün Ebû Zer Gıfârî’nin «radıyallahü anh» yanında Hazret-i Osmandan
«radıyallahü anh» bahsediliyordu. Ben onun hakkında hayrdan başka bir şey
söylemem. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» evinden dışarı
çıkdı, yola koyuldu. Ben de arkasından gitdim. Bir yere gelip oturdular. Ben de
selâm verip karşılarına oturdum. Niçin geldin yâ Ebâ Zer! diye sordular, Allah
ve Resûlü daha iyi bilir, dedim. O sırada Ebû Bekr «radıyallahü anh» geldi.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sağ taraflarına oturdu. Ona da neden
geldin? diye sordular. Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi.
Sonra
Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» geldi. Ebû Bekrin «radıyal-lahü anh» sağma
oturdu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ona da neden geldin? diye
sordu. O da Allah ve resûlü daha iyi bilir diye cevab verdi. Sonra Hazret-i
Osman «radıyallahü anh» geldi. Ömer «radıyallahü anh»m sağma oturdu. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» yerden yedi veya dokuz dâne küçük taş aldılar.
Taşlar mübarek avuçlarına teşbih etmeğe başladılar. Seslerini bal arısı âvâzı
gibi işitirdim. O taşları yere koydular. Sesleri kesildi. Sonra Ebû Bekre
«radıyallahü anh» verdiler. Taşlar, onun avucunda da teşbih etdi. O da yere
koydu, yine sesleri kesildi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» taşları
alıp Hazret-i Ömere «radıyallahü anh» verdiler. Taşlar, onun elinde de teşbih
etdiler. O da taşları yere koyunca yine taşlardan teşbih sesi kesildi.
Resûlullah «sallallahü
aleyhi
ve sellem» taşları alıp Osman «radıyallahü anh»ın eline verdiler. Yine
teşbih sesleri duyuldu. O da taşları yere koyunca teşbih sesleri kesildi.
·
452 — Ensârdan «radıyallahü anhüm» bir kişi
Müseyleme-i kezzâb’-an
öldürüldüğü günde şehid olmuşdu. Maktüller arasında onu arıyorlardı. Ölülerden
biri şöyle diyordu. Muhammed, Allahın resûlüdür. Ebû Bekr. Sıddîkdır. Ömer,
şehîddir. Osman, yumuşak kalbli ve merhametlidir.
HAZRET-Î ALİ (Radıyallahü anh»
Emir-ül
mü’minîn Ali Bin Ebî Tâlib «radıyallahü anh ve kerremel-lahü vecheh» on iki
imâmın birincisidir. Künyesi Ebül Hasen, Ebû Tü-
râbdır.
En sevdiği ismi Ebû Türâb idi. Kendisini bu ism ile çağırınca sevinirdi.
Birgün
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Fâtımânm «radıyal-lahü anhâ» evine
gitdiler. Hazret-i Aliyi «radıyallahü anh» göremeyince. Fâtımâdan «radıyallahü
anhâ», amcanın oğlu nerede? diye sordular. Aramızda bir şey vaki’ oldu. Kızıp
dışarı gitdi, benim yanımda kaylûle etmedi dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» Hazret-i Aliyi «radıyal-lahü anh» bulması için bir adam gönderdi. O
kimse gelip Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» mescidde kaylûle etdiğini
söyledi. Kaylûle; öğleden? önce biraz uyumakdır. Geceyi ihyâ edenlere
sünnetdir. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mescide gitdi. Aliyi
«radıyallahü anh» uyumuş-ve ridâsı düşdüğü için, arkasına toprak bulaşmış
olarak gördüler. Mübarek eliyle toprağı arkasından giderip, (Kalk yâ Ebâ Türâb,
kalk yâ Eba Türâb) buyurmuşlardır:
Ömer
«radıyallahü anh» rivayet eder ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
(Beni seven Aliyi de sever) buyurmuşdur. Berâ bin Azib» «radıyallahü anh»
rivâyet eder ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Alinin
«radıyallahü anh» elinden tutup buyurdular ki: Ben mü’minlere nefslerinden
sevgili değil miyim?) Orada bulunanlar evet yâ Resûlullah seni nefsimizden çok
severiz dediler. Sonra Ali «radıyalla-hü anh» için (Bu benim dostumdur ve benim
dostlarımın da dostudur. Yâ Rabbî sen onu sevenleri sev, ona düşman olanlara
düşman ol.) buyurdular.
Hazret-i
Alinin «radıyallahü anh» faziletleri ve üstünlükleri söze ve yazıya sığmaz.
îmâm-ı Ahmed bin Hanbel «rahmetullafii aleyh» Eshâb-r kirâmm «aleyhimürrıdvan»
hiçbirinden, Ali Bin Ebî Tâlibin «kerremella-hü vecheh» faziletleri kadar
işitilmemişdir. Seyyid-i üt taife Cüneyd-E Bağdadî «kuddise sirruh». Eğer Ali
«radıyallahü anh» muharebelerden biraz fırsat bulsa idi, bize tesavvufa ait çok
şeyler gelirdi ki, kalbler ona tâkat getiremezdi. Şerh-i te’arrüfde der ki: Ali
Bin Ebî Tâlib âriflerin başıdır. O kendisinden evvel kimsenin söylemediği ve
kendisinden sonra da benzerini dahi kimsenin söyliyemediği şeyleri söylemişdir.
Meselâ bir gün minberde: Bana arşın altındakilerden sorunuz, benim kalbim ilmle
doludur. Bu ilm, ağzımdaki Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek
ağızlarının suyundandır. Mübarek ağızlarının tükrüğünü ağzıma koymuşdu. Nefsim,
kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer izn verilirse Tevrâtda ve
İncilde olan şeyleri söylerdim ve benim sözlerimi tasdik ederlerdi, demişdir. O
meclisde Da’leb Yemânî adında birisi vardı. Hazret-i Alinin «radıyallahü anh»
bu sözlerini duyunca: Bu kişi ne söylüyor, ona bir soru sorup da rezil edeyim
dedi. Kalkıp, bir şey sormak istiyorum, dedi. Emir-ül-mü’minîn: Öğrenmek için
ise sor, inad için ise sorma buyurdular. Da’leb: Sen beni süâl sormağa mecbur
etdin dedi ve yâ Ali Rabbini gördün mü? diye sordu. Ali «radıyallahü anh»:
Görmediğim Rabbime tapmıyorum, dedi. Da’leb: Nasıl gördün diye sordu. Ali
«radıyallahü anh»: Baş gözü ile görülmez, ancak kalbler hakikî yakın ile görür.
Rabbim birdir ortağı, İkincisi ve benzeri yokdur. Mekânı yokdur. Üzerinden
zeman geçmez. Hislerle anlaşılmaz, Mahlûklarla kıyaslanmaz, buyurdular. Da’leb:
Bu sözleri duyunca bağırıp düşdü. Bir zaman sonra kendine geldiğinde, hiç
kimseye inâd ve imtihan niyyetiyle soru sormıyacağma Allahü teâlâya söz verdi.
Emir-ül-mü’minîn: Şunu bilmelisin ki, benim hakkımda İbni Abbâs «radıyallahü
anhümâ» şöyle bu yurmuşdur: Emîr-ül-mü’minîn Ali’ye «radıyallahü anh» ilmin
onda dokuzu verilmişdir. Onda birde de ortakdır.
·
453
— İmam-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâil - ünnübüvve adlı kitâbmda
yazmışdır: Bizans imparatoru Emîr-ül-mü’minîn Ömer «radıyallahü anha» çok zor
sorular yazıp gönderdi. Tafsilâtı kitâblarda vardır. Ömer «radıyallahü anh»
mektûbu okudu. Hazret-i Aliye «radıyal-lahü anh» gönderdi. Ali «radıyallahü
anh» okuyup, kalem kâğıd istedi. Soruların cevâbını yazıp elçiye verdi. Elçi,
Hazret-i Ömerden «radıyallahü anh» bu cevâbı kim yazdı? diye sordu. Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» amcasının oğlu, damadı ve dostu yazdı, dedi.
·
454
-— Emîr-ül-mü’minîn hazır in ve latîf cevâblarından biri budur ki: Bir gün
yehûdilerden bir grub gelip, Ey Müslimânlar! Siz peygamberinizin vefatından
sonra ne yapdımz? Birbirinizin üzerine kılıç çekip harb bile eldiniz,
dediler. Ali «radıyallahü anh», Ey yehûdiler sizin ayaklarınız henüz denizden
kurumamışdı. Hazret-i Mûsâya «aleyhisselâm» bize, başkalarının ma’bûdları gibi
ma’bûdlar ver dediniz buyurdu.
·
455
— Emîl-ül-mü’minîn Hazret-i Aliden «radıyallahü anh» sordular ki: Ebû Bekr ve
Ömerin «radıyallahü anhümâ» zemanlarında müslimân-lar arasında fitne ve harbler
olmadı. Osmanm ve senin «radıyallahü an-hüma» zemanlarında ise ızdırab, üzüntü,
harbler ve karışıklıklar oldu.
Ali
«radıyallahü anh» cevâben, Ebû Bekrin ve Ömerin yardımcıları Osman ve ben idik.
Osmanm ve benim yardımcılarımız da sizin gibiler olduğundan böyle oldu,
buyurdular.
Emîr-ül-mü’minîn
Ali «radıyallahü anh» Mekkede doğdu. Doğumu hicretden yirmiüç sene öncedir.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilân etdiği zeman on
yaşında idi. Altmış üç yaşında vefat etmişdir.
·
456
— Bir ayağını atının üzengisine koyarken Kur’ân-ı Kerîme başlar, diğer ayağını
üzengiye koyarken veya ata tam bininceye kadar hatm ederdi.
·
457
— Esma binti Umeys hazret-i Fatımâdan «radıyallahü anhümâ» rivâyet ediyor. Gerdeğe
girdiğim gece Aliden «radıyallahü anh» korkdum. Çünki yer, onunla konuşuyordu.
Sabahleyin bu hâli Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» haber verdim. Uzun
bir secdeden sonra: Ya Fâti-ma sana müjdeler olsun, neslin çok temiz olacak,
Allahü teâlâ kocana diğer insanlar üzerine fazilet verdi ve zemine, üzerinde
şarkdan garba kadar ne oluyorsa ona söylemesine emr buyurdu, dedi.
·
458
— İmâm-ı Fahreddin Râzî «rahmetullahi aleyh» Tefsîr-i kebîrinde yazmışdır.
İmâm-ı Alinin «radıyallahü anh» sevdiklerinden Esved adında biri, bir gün
hırsızlık yapdı. Emîr-ül-müminîn Ali «radıyallahü anh» m huzûruna getirdiler.
Sen mi yapdm ? diye sordu. Esved, evet dedi. Elini kesdi. Esved dışarı çıkdı.
Yolda Selmân-ı Farisî ve İbnil kevâ’ya «radıyallahü anhümâ» rastladı. İbnil
kevâ Esvede elini kim kesdi? diye sordu. Esved mü’minlerin emîri, müslümânlann
reisi, Resulün damadı ve Betûlün zevci kesdi, dedi. İbnil kevâ «radıyallahü
anh», Esvede: Sen elini keseni medh mi ediyordun? dedi. Esved, nasıl medh
etmiyeyim ki, benim elimi hak üzere kesdi, vücûdümü cehennem ateşinden
kurtardı, dedi. Sel-man «radıyallahü anh» Esvedin bu sözünü Hazret-i Aliye
«radıyallahü anh» anlatdı. Ali «radıyallahü anh» Esvedi «radıyallahü anh»
çağırdı. Kesilen elini bileğinin üzerine koydu. Bir mendil ile örtüp düâ
buyurdu. Biz gökden bir ses işitdik. Ali «radıyallahü anh» emr etdi. O örtüyü
kaldırdılar. Eli, Allahü teâlânın izniyle tutmuşdu.
·
459
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Küfeye geldi, insanlar etrafına
toplandılar. Orada Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» sevdiği, harbde önünde
döğüşdüğü bir genç, evlenmek istiyordu. Bir gün Ali «radıyallahü anh» sabah
nemâzını kıldıkdan sonra birisine: Falan yere git, orada bir mescid vardır;
mescidin yanında bir ev vardır, o evde bir erkek ile bir kadın münâkaşa
ederler.
Onları
buraya getir, buyurdu. O şahs gidip onları getirdi. Ali «radı-yallahü anh» bu
gece sizin çekişmeniz ziyâde oldu dedi. Genç, yâ Emîr-ül-mü’minîn ben bu kadını
nikâhla aldım. Fekat yanma vardığım zeman bana bir nefret geldi. Mümkiıı olsa
dışarı atacakdım. Benimle çekişmeğe başladı. Siz emr gönderinceye kadar kavga
ediyorduk dedi. Ali «radıyal-lahü anh» orada bulunanlara: Bazı sözler vardır
ki, herkesin yanında söylenmez dediler. Herkes dağıldı. Kadına dönerek: Gence
işaretle bunun kim olduğunu biliyor musun? dedi. Kadın, hayır, dedi. Ali
«radıyal-lahü anh» ben söyliyeyim yalnız sen de inkâr etme, dedi. Sen falan
kızı falâne değil misin buyurdu. Kadın, evet dedi. Senin bir amcanın oğlu
vardı. Birbirinizi severdiniz. Annen evlenmenize râzı olmadı. Sen bir gece
helaya gitmek için dışarı çıkdığmda o seni tutdu ve cima’ etdi. Sen ondan
hâmile kaldın. Bu durumu annene söyledin, babandan gizledin. Çocuğu doğuracağın
zeman annen seni dışarı çıkardı. Oğlan doğurdun. Bir hırkaya sarıp insanların
kazâ-i hâcet edecek yeri olan bir divar dibine bırakdm. Bir köpek gelip
kokladı. Bir taş atdm. Taş çocuğun başını yardı. Annen elbisesinden bir parça
yırtıp çocuğun başını bağladı Çocuğu orada bırakıp gitdiniz, bir dahâ da o
çocuğu görmediniz. Kadın bunların hepsine evet öyle oldu dedi, yalnız bunları
kimse bilmezdi, dedi. Emîr-ül-mü’minîn sözüne devamla, sabahleyin o çocuğu
falan kabile alıp götürdüler. Büyüdü ve o kavm ile Küfeye gelip seni nikâh
etdi. Gence, başını aç dedi. Genç başını açınca taş yarasının eseri görüldü. Kadına
(Bu genç senin oğlundur. Allahü teâlâ sizi haram işlemekden korudu. Haydi
oğlunu al git!) buyurdu.
·
460
— Küfe halkı Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh»a: Fırat nehrinin suyu çok
taşdı ekinlerimiz ziyân oldu. Düâ buyurun da suyu biraz azalsın dediler. Ali
«radıyallahü anh» evine girdi, halk dışarda bekliyordu. Biraz sonra Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» cübbesini giymiş, onun paltosunu koluna almış,
sarığını başına koymuş ve asâ-sını eline almış olarak çıkdı. At istedi. Bindi,
Fırat’ın kenarına gitdi. Arkasından halk da atlı veya yaya gitdiler. İki rek’at
nemaz kıldı. Kalkdı, asâyı eline aldı, köprünün üzerine çıkdı.- Hasen ve Hüseyn
«radıyallahü anhümâ» da beraberdi. Asâsıyla suya doğru işaret etdi. Su biraz
azaldı. Bu kadar yeter mi buyurdu. Halk biraz daha azalsın dediler. Yine
asâ-sıyle işaret buyurdu. Su biraz daha azaldı. Üçüncüde yeter dediler.
·
461
— Cündeb bin Abdullah-il-Ezdî «radıyallahü anh» demişdir ki: Sıffîn harbinde
Ali «radıyallahü anh» ile beraberdim. Emîrin haklı olduğunda hiç şübhem yokdu.
Nehrvân’a geldiğimizde içime bir şübhe düş-dü. Karşımdakiler hep seçilmiş üstün
kimselerdir, onlara nasıl kılıç çekerim, diyordum. Sabahleyin askerin içinden
çıkdım. Bir yerde kılıcımı dikip kalkanımı üzerine asdım, gölgesine oturdum. Yanımda
da bir mathara su vardı. O sırada Ali «radıyallahü anh» geldi. Su var mı? diye
sordu. Matharayı verdim. Görünmeyinceye kadar gitdi. Biraz sonra tekrar döndü.
Geldi. Abdest almışdı. Kalkanın gölgesine oturdu. Bir atlı geldi. Atlı dan ne
istediğini sordum. Emîri görmek istediğini söyledi. Hazret-i Ali’ye
«radıyallahü anh» söyledim. Çağır gelsin, buyurdular.
Çağırdım,
geldi. Yâ Emîr-ül-mü’minîn Nehrvân’ı geçip suyu kesdi-ler, dedi. Ali
«radiyallahü anh» olamaz, imkânsız buyurdular. O sırada bir atlı dahâ geldi. O
da karşı tarafın suyu geçdiğini söyledi. Ali «radı-yallâyü anh» yine olamaz
buyurdular. Atlı yemin ederek karşı tarafın bayrağını suyun öbür tarafında
gördüğünü söyledi. Ali «radıyallahü anh» da yemin ederek suyu geçmediklerini,
onların kanlarının döküleceği yerin burası olduğunu söyledi. Artık kendime bir
terâzi bulmuşdum. Karşı taraf suyu öbür tarafa geçmişse Emir ile yoksa bu
atlılarla harb edeceğime Allahü teâlâya söz verdim. Askerin arasından geçdim.
Karşı tarafın bayraklarını aynı yerinde gördüm. Ali «radıyallahü anh» sırtımı
sı-ğayıp, haydi işine başla buyurdular. Atlıların ikisini de öldürdüm. Başka
birinin de arkasına düşdüm. Ben ona, o da bana vurdu, ikimiz de düş-dük. Beni
alıp götürmüşler. Kendime geldiğimde muharebe bitmişdi.
·
462
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» yukarıdaki muharebede buyurmuşdur ki:
karşı tarafın ordusu on kişiden az kalacakdır, bizim ordumuzdan ise on
kişiden az şehîd olacakdır. Harbin sonunda karşı tarafdan 9 kişi kalmışdı. Ali
«radiyallahü anh» m dokuz askeri şehîd olmuşdu.
·
463
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» bir şahsa: Seni falan yerde falan
hurma ağacının üzerinde asacaklardır, buyurdu. Aynen buyurduğu gibi oldu.
·
464
— Haccâc bir Yûsüf, Kümeyi bin Ziyâdı «radıyallahü anh» ça-ğırtdı. Kümeyi ondan
kaçdı. Haccâc, Kümeyl’in akrabâ ve tanıdıklarının vazifelerine son verdi.
Kümeyi, ben zaten yaşlandım, fekat benim yükümden yakınlarımı mahrum etmesi
doğru değildir, dedi, Haccâcm önüme vardı. Haccâc, seni ele geçirmek istiyordum
dedi. Kümeyi, ben ihtiyarladım, ne istersen yap, gideceğimiz yer Hak teâlânın
huzurudur. Beni öldürürsen senden hesâb sorulacakdır. Bana Emîr-ül-mü’minîn Ali
ra-■dıyallahü anh» buyurmuşdu ki: Senin kâtilin Haccâc olacakdır. Sonra Haccâc
Kümeyim «radıyallahü anh» boynunu vurdu,
·
465
— Bir gün Haccâc: Ebû Türâbm yani Hazret-i Ali’nin «radı-yallahü anh» eshâbmdan
birini öldürmekle Hak teâlâya yaklaşmak istiyorum. Onunla en fazla sohbet eden
de kölesi Kanberdir dedi. Kanberi «radıyallahü anh» çağırtdı. Kanber
«radıyallahü anh» geldi. Haccâc, Kanber sen misin? diye sordu. Kanber, evet
benim dedi. Ali İbni Ebî Tâ-libin kulu musun? diye sordu. Kanber «radıyallahü
anh» benim efendim Hak teâlâdır, Ali «radıyallahü anh» velîni’metimdir dedi.
Haccâc, onun dîninden döner misin? diye sordu. Kanber, onun dîninden efdal bir
din göster dedi. Haccâc, seni öldürmek istiyorum, ne şeklde öldürülmek
istiyorsun söyle dedi. Kanber «radıyallahü anh», nasıl istersen öyle öldür. Ben
de seni kıyâmet gününde öyle öldürürüm, zâten Ali «radıyallahü anh» bana: Seni
zulmle öldüreceklerdir buyurmuşdu. Haccâc emr etdi. Kanberi öldürdüler.
·
466
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Berâ bin Âzibe «radı-yallahü anh»
oğlum Hüseyni şehîd edeceklerdir. Sen o zeman hayâtda olacaksın. Ona yardım
etmiyeceksin buyurdu. Hazret-i Hüseyn «radıyal-lahü anh» şehîd oldu. Berâ
«radıyallahü anh»: Emîr-ül-mü’minîc doğru söyledi. Hüseyn kati olundu ben ona
yardım etmedim dedi. Pişmânlık duydu.
·
467
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» bir seferinde Ker-belâ’ya uğradı.
Sağma soluna bakıp ağlayıp geçdi. Burası neresidir diye sordular. Burası
Kerbelâdır. Burada bir kavm öldürülecekdir, onlar hesabsız Cennete
gideceklerdir buyurdular. Bu sözün ma’nâsı ancak Ker-belâ vak’ası olunca
anlaşıldı.
·
468
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh »Kûfe’den asker is-temişdi. Çok
lüzumsuz itirâzlardan sonra gönderdiler. Askerler gelmeden önce on iki bin kişi
geliyor buyurdular. Eshâbdan «radıyallahü anhüm» biri diyor ki: Askerlerin
geçdikleri bir yerde durdum. Teker teker saydım. Tam on ikibin kişi idiler.
·
469
— Sıffîn harbine giderken yolda bir konak yerinde su bulunmadı. Her ne kadar
sağa sola koşdular ise de su bulamadılar. Ali «radı-yallahü anh» eshâbmı yoldan
biraz sapdırdı. Çölde bir kilise göründü. Kilisede bulunanlardan su sordular.
Kilisedekiler, buradan iki fersah, uzakda su vardır dediler. Ali «radıyallahü
anh» a, izn verin gidelim, herhalde tâkatımız tükenmeden suya varırız dediler.
Ali «radıyallahü anh» oraya gitmeğe lüzum yok dedi. Sonra katırının yularını
kıbleye döndürdü. Bir yere işaret edip burayı kazın buyurdu. Biraz kazdılar,
bir büyük taş göründü. Ali «radıyallahü anh» bu taşın altında su vardır, gayret
edin kaldırın buyurdu. Eshâb «aleyhimürrıdvan» çok uğraşdılar, taşı
kaldıramadılar. Ali «radiyallahü anh» bu hâli gördü. Katırından indi, kollarını
sığadı, mübârek parmaklarını taşın altına sokdu, zorlayıp taşı: kaldırdı. Ve
uzağa atdı. Saf, tatlı ve soğuk bir su çıkdı. Hazret-i Alinin «radıyallahü anh»
ordusu o sudan içdiler ve yola da götürdüler. Ali «ra-dıyallahü anh» o taşı
yine yerine koydu. Üzerini toprakla örtün buyurdu..
O
kilisenin râhibi bu hâli kiliseden gördü. Hemen aşağı inip Emîr-ül-mü’minîn
huzûruna geldi. Sen peygamber misin diye sordu. Ali «radıyal-lahü anh» hayır
ben son Peygamber olan Muhammed bin Abdullahın. «sallallahü aleyhi ve sellem»
halîfesiyim buyurdu. Râhib, elini ver ki’, müslimân olayım dedi. Ali
«radıyallahü anh» elini verdi. Râhib, Allahdan başka bir kimsenin ibâdete hakkı
olmadığına, Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın resûlü olduğuna ve
senin de Resûlün vasisi olduğuna şehâdet ederim dedi. Ali «radıyallahü anh»,
rahibe: Sen bu yaşa kadar kendi dîninde yaşamışsın. Ne sebeble şimdi bizim
dînimize girdin? diye sordu. Râhib, Ey Emîr-ül-mü’minîn, bu kiliseyi, bu taşı
kaldıran için yapmışlardır. Biz kitâblarımızda okuyoruz, âlimlerimizden de
duyduk ki: Burada bir çeşme vardır. Üzerinde bir taş vardır. O taşı1 peygamber
veyâ peygamber vasîsi kaldırabilir. Bu taşı senin kaldırdığını görünce, arzûma
kavuşdum ve yıllardır beklediğim şeyi buldum, dedi. Emîr-ül-mü’minîn Ali
«radıyallahü anh» bu sözü işitince ağladı. Gözlerinin yaşından sakalı ıslandı.
Sonra, Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan değil, kitâbmda zikr
edilenlerden eyledi buyurdu. O râhib, Ali «radıyallahü anh» m ordusunda
Şam ehline karşı çok savaşdr ve şehîd olmak seâdetine kavuşdu. Hazret-i Ali
«radıyallahü anh» nemâ-zını kıldı, Hak teâlâdan afvı için düâ buyurdu. Ondan
bahsedince o benim dostumdur buyururdu.
·
470
— Habbe-i Urnî «radıyallahü anh» Emîr-ül-mü’minîn Ali «radiyallahü anh» m
eshâbmdan idi. Şöyle anlatır: Hazret-i Mnaviye «ra-dıyallahü anh» ile olan harb
günlerinde Emîr-ül-mü’minîn bir kilisenin: yanında konakladı. Bir kişi gelip
«esselâmü aleyke yâ Emîr-ül-mü’minîn» dedi. Emîr «radıyallahü anh» ve
aleykesselâm dedi. O kişi, ben Şem’ûn' bin Yuhennâyım. Bu kilisenin sâhibiyim.
Bizim yanımızda bir kitâb vardır. İsa «aleyhisselâm» dan beri mîrâs gibi
intikal etmişdir. İsterseniz okuyayım, dedi. Ali «radıyallahü anh» oku buyurdu.
O kişi okumağa başladı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve ümmetinin
vasıflarını yazıyordu. Sonunda, bu kilisenin yanma peygamberlere en yakın olan,
Şark halkını îmâna getiren, garb halkiyle harbeden birisi konaklar yazıyordu.
O
kişi, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» îmân getirdim, sen de buraya
gelip konakladın. Diri veya ölü seninle beraber olacağım, dedi. Ali
«radıyallahü anh» ve orada bulunanlar ağladılar. Emîr «radıyal-lahü anh» yine
buyurdu ki: Allahü teâlâya hamd olsun ki beni unutulmuşlardan kılmadı, kitâbmda
zikr etdi. O kişinin benim yanımda kalmasını söylediler, kuşluk ve akşam
yemeklerinde çağırırlardı. Leyletül herîrde harbin şiddetli bir zemanında o
kişi şehîd oldu «rahmetullahi aleyh. Emîr «radıyallahü anh» nemâzmı kıldı,
kabre kendisi indirdi ve: Bu ehl-i beyte îmân eden bir kişidir, buyurdu.
·
471 — îbni Abbâs «radıyallahü anhümâ»
anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hudeybiye gününde Mekkeye
müteveccih oldu. Müslimânlar susadılar. Hiç bir yerde su bulamadılar.
Resûlullah sallaal-lahü aleyhi ve sellem» bir yerde konakladı. (İçinizden kim,
falan kuyuya birkaç kişi ile gidip kabları su ile doldurup bize getirebilir,
Allahın Resûlü onu Cennet ile müjdeliyor.) buyurdular. Bir kişi kalkıp, ben
giderim, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» suculardan birkaç kişi
ile onu gönderdi. Seleme-tübnil-Ekvâ «radıyallahü anh» der ki: Ben de onlarla
beraberdim. O kuyuya yakın bir yere geldik. Orada ağaçlar vardı. Ağaçlardan bir
takım sesler duyduk, bir çok hareketler vardı. Biz çok korkduk. Ağaçlardan
öteye geçmeye cesâret edemedik. Geri dönüp, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve
sellem» huzûruna geldik. Onlar cinlerden bir grub idi. Sizi korkutdular. Eğer
gitseydiniz, evvelce söylediğim gibi size hiç zararı dokunmazdı, buyurdular.
Bir kişi dahâ kalkıp, ben gideyim yâ Resûlallah, dedi. O sucularla beraber
gitdiler. Onlar da ağaçlık yere gidince korkmuşlar. Geri döndüler. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» yine buyurdular ki: Eğer gitseydiniz, evvelce
dediğim gibi size hiçbir zarar gelmezdi. O sırada gece oldu. Eshâb-ı krâmda
«aley-himürrıdvan» susuzluk dahâ çok artdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve-'sellem» Ali bin ELî Talibi «radıyallahü anh» çağırtdı. Bu sucularla beraber
gidip, o kuyudan su alıp geliniz, buyurdular. Yine Seleme-tübnil-Ekvâ
«radıyallahü anh» der ki: Kablarlmızı arkamıza asdık, kılıçlarımızı ellerimize
aldık, A‘i «radıyallahü anh» önden gidiyor ve aşağıdaki şiiri okuyordu:
Rahmârm
sığınırım, elbet O bizi korur, Bizi gördüklerinde Cinlerin âdetidir
Davullarını çalar, gürültü çıkarırlar, Çok ateş de yakarlar, maksad
hep korkutmakdır.
Ağaçlık
yere geldik. Yine sesler duyduk ve hareketler gördük. Bizi korku kapladı. Kendi
kendimize: Ali «radıyallahü anh» da diğer iki kişi gibi geri döner diyorduk.
Ali «radıyallahü anh» bize dönerek, beni ta’kib edin, gördüklerinizden
korkmayın, size zararı dokunmaz, buyurdu Ağaçların ortasında hiç odun yok iken
büyük ateşler yanmağa başladı. Bir takım kesilmiş başlar, korkunç sesler
çıkarıyorlardı. Ali «radıyallahü anh» sağa sola bakmadan arkamdan geliniz,
buyurdu. Kesik başların arasından geçdik. Sonra kuyuya vardık. Bir kovamız
vardı. Bir iki kova su çekdik. Kovanın ipi inceldi ve kopdu. Kova suya düşdü.
Kuyunun içmeden kahkaha sesleri gelmeğe başladı.
Emir
«radıyallahü anh» gidip ordunun konakladığı yerden bir kova getirecek var mı?
diye sordu Orada bulunanlar, ağaçların arasından geçmeğe cesâretimiz yok
dediler. Ali «radıyallahü anh» beline bir ip bağladı. Kuyuya inmeğe başladı.
Kahkaha sesleri daha da fazlalaşdı. Kuyunun ortasına gelince mübarek ayağı
kayıp düşdü. Kuyudan galgala sesleri-o dereceye geldi ki, bir insanı boğarken
çıkan sesler hâlini aldı. Birdenbire Ali «radıyallahü anh» m, Allahû ekber,
Allahû ekber, ben Allahın kulu, Resûlullahm kardeşiyim, kafalarınızı aşağı
atın, dediğini duyduk. Kablarm hepsini su ile doldurdu, ağızlarını bağlayıp
birer birer yukarı çıkardı. Kendisi iki kab, biz birer kab götürdük. Ağaçlık
yere gel--diğimizde gelirken gördüğümüz ve duyduğumuz şeylerin hiçbiri yokdu.
.
Ağaçların içinden geçmeğe az kalmışdı, heybetli bir ses işitdik. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ali «radıyallahü anh» ı öven beytler okuyordu.
Ali «radıyallahü anh» yine önümüzde gider ve şiir söylerdi. Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldik. Ali «radıyal-lahü anh» olanları
anlatdı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem» dönerken duyduğunuz ses; Safa,
dağında putların şeytanı olan Müs'ır’ı öl-<<düren Abdullah adlı cinnin
sesi idi buyurdular.
·
472
— Hak teâlâ, Ali «radıyallahü anh» için güneşi iki kere batdık-dan sonra tekrar
geri gönderdi. Birisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» zemanmda,
diğeri vefatından sonra oldu.
Birincisi:
Ümm-i Seleme, Esma binti Umeys, Câbir bin Abdullah ve Ebû Sa’îd-il-Hudrî
«radıyallahü anhüm» rivâyet etdiler ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» bir gün evinde Ali «radıyallahü anh» m yanında oturmuşdu. Cebrail
«aleyhisselâm» vahy indirdi. Vahyin ağırlığından Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» mübarek başını Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» dizine koydular.
Güneş batmcaya kadar o şekl-de kadlılar. Ali «radıyallahü anh» ikindi nemâzmı
kılmamışdı. İmâ ile -oturduğu yerde kıldı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» başını kaldırdı. Yâ Ali ikindi nemâzmı kıldın mı? diye sordular. Ali
«radıyallahü anh» îmâ ile kıldığını söyledi. Yâ Ali düâ et, Hak teâlâ güneşi
geri çevirsin, nemâzmı vaktinde ve ayakda kılasın buyurdular. Ali «radıyallahü
anh» düâ etdi. Güneş geri geldi ve nemâzı vaktinde kıldı. Esma binti Umeys
«radıyallahü anhâ» der ki, güneş batarken bıçkı sesi gibi bir ses duyuldu. Bu
kıssa daha evvel geçmişdi. Fekat iki rivâyet farklı olduğundan tekrar
zikredildi.
İkincisi:
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra Emir-ül-mü’minîn Ali
«radıyallahü anh'» Bâbile giderken Fırat nehrinden geçmek istediler, ikindi
nemâzmm vakti idi. Kendisi ve eshâbdan «aleyhimürrıdvan» bir kısmı ikindi
nemâzmı kıldılar. Diğerleri hayvanlarını sudan geçirmekle meşgûl oldular. Güneş
batdı. ikindi nemâzlarmı kaçırmış oldular. Bu konuda çok sözler söylediler. Ali
«radıyallahü anh» bu sözleri duyunca Allahü teâlâdan güneşin geri gelmesi için
düâ etdi. Hak teâlâ düâsmı kabûl edip güneşi geri gönderdi. Kılamıyanlar
namazlarını kıldılar, selâm verdiler, güneş yine batdı. O zeman güneşden
korkunç bir ses geldi. Eshâb «radıyallahü anhüm» çok korkdular. Teşbih, tehlîl
ve istiğfar etmeye başladılar.
·
473
— Ali «radıyallahü anh», kendisinin haberlerini Muâviyeye «ra-diyallahü anh»
götürdüğü için bir şahsı töhmet altına aldı. O şahs inkâr etdi. Ali
«radıyallahü anh» yemin eder misin? dedi. O şahs yemin etdi. Ali «radıyallahü
anh, eğer yalan yere yemin etdiysen Allâhü teâlâ senin gözünü kör etsin
buyurdu. Bir hafta geçmedi, o şahsın gözleri kör oldu. Bastonundan tutup
çekerlerdi. .
İmâm-ı
Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâil-ün-Nübüvve adlı ki-tâbmda bunun
benzerini yazmışdır. Ali «radıyallahü anh» bir gün Rah-be’de bir şahsa bir şey
sordu. O şahs doğrusunu söylemedi. Ali «radı-yallahü anh» yalan söylüyorsun
buyurdu. O şahs, hayır yalan söylemiyorum, dedi. Ali «radıyallahü anh» eğer
yalan söylüyorsan düâ edeyim, gözlerin kör olsun mu? buyurdular. Ö şahs, düâ et
dedi. Ali «radıyallahü anh» düâ buyurdu. O şahs Rahbeden dışarı gitmeden
gözleri kör oldu.
·
474
— Bir gün Emîr-ül-mü’minîn Ali »radıyallahü anh» mescidde bulunanlara and verdi
ki: Kim Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» (Beni seven, Aliyi de sever)
buyurduğunu işitdi ise şehâdet etsin. On iki kişi şehâdet etdi. Bir kişi.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» bu hadîs-i şerifi söylediği sohbetde
bulunduğu halde şehâdet etmedi. Ali. «radıyallahü anh» Ey falan, sen bu hadîs-i
şerifi duyduğun halde niçin şehâdet etmedin? diye sordular. O şahs, ben
ihtiyardım, unutdum dedi. Ali «radıyallahü anh» yâ Rabbî, eğer bu şahs yalan
söylüyorsa, derisinde bir beyazlık meydana getir ki, sarığı o beyazlığı
örtmesin! buyurdular. O şahsın iki gözü arasında bir beyazlığın meydana
geldiğini, rivâ-yet eden söylemişdir.
·
475
— Zeyd bin Erkam «radıyallahü anh» der ki: Ben de o hadîs-i şerifi işitdiğim
halde, o meclisde veya başka bir meclisde gizledim. Hak teâlâ gözlerimin nûrunu
giderdi. Derler ki: Zeyd «radıyallahü anh» şehâ-deti gizlediğine daima pişman
olup Hak teâlâ’dan afv olması için düâ. ederdi.
·
476
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» bir gün minbere çıkdı: Ben Allahın
kulu, Resûlullahm kardeşi ve vârisiyim. Cennetdeki kadınların seyyidesini nikâh
eden benim. Vârislerin üstünü ve sonuncusu benim. Benden başka bu da’vâda olan
olursa Allahü teâlâ ona bir musibet. versin buyurdu.
Bir
kişi, ben Allahın kulu, Resûlullahm kardeşiyim sözü doğru değildir, bu söze kim
inanır dedi. Yerinden kalkmadan aklı gidip deli oldu. Ayağından tutup mescidden
dışarı sürüklediler. Sonra kavminden sordular ki: Bu kişiye bundan evvel böyle
bir şey olmuş mu idi? Kavmi; hayır dediler. O kişinin Emîr «radıyallahü anh»
hakkmdaki kötü düşüncesi sebebiyle böyle olduğunu herkes anladı.
·
477
— Sıffîn harbinde bîr gün, Emîr «radıyallahü anh» «Ebû Müslim neredesin?..»
diye nidâ eyledi. Oğlu Muhammed bin Hanefiyye «radı-yallahü anh» babacığım, Ebû
Müslim arka saflardadır dedi. Emîr «radı-yallahü anh» ey oğul, ben Ebû Müslim
Havlânî’yi demiyorum, bu ordunun kumandanı olacak Ebû Müslim! istiyorum, O
meşrık tarafından si--yah bayraklarla çıkar, karşı taraf ile çok harb eder. Dînin
yayılmasında ■onunla beraber olanlara ve zâlimlerin başlarının aşağıda olmasına
gayret sarfedenlere müjdeler olsun buyurdular.
·
478
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Muhammed bin Ebî Bekre «radıyallahü
anhümâ» yardım etmek için Küfe halkından muvâ-fakat istedi. Kabûl etmediler.
Ali «radıyallahü anh» yâ Rabbi bunların üzerine öyle bir kimseyi musallat et
ki, bunlara hiç acımasın, bir rivâ-yetde de Sekîfden birini bunların üzerine
musallat et diye gelmişdir. O gece Haecâc doğdu. Haccâc Küfe halkına çok eziyet
vermişdir.
·
479
— Muâviye «radıyallahü anh» bir gün ne olurdu, ne zeman öleceğimizi bilseydik
dedi. Etrafında bulunanlar, biz bunu bilemeyiz dediler. Muâviye «radıyallahü
anh» ben bunu Aliden «radıyallahü anh» öğrenirim. Çünki onun ağzından çıkan söz
hakdır dedi. İ’timâd etdiği kimselerden üç kişi çağırdı. Onlara, Küfeye hareket
ediniz, bir konak kalınca birbirinizin arkasından Küfeye giriniz. Benim
öldüğümü söyleyiniz. Yalnız, hastalığım, ölüm zemanım, kabrimin yeri ve
nemâzımı kimin kıldığı hakkında hepiniz aynı şeyi söyleyiniz dedi. Üç kişi yola
çıkdılar. Küfeye bir konak kalınca, önce birisi gitdi. Nereden geliyorsun? diye
sordular. Şamdan geliyorum dedi. Şamdan ne haber var? diye sordular. Muâviye
«radıyallahü anh» vefat etdi dedi. Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» huzûruna
götürdüler. Bu söze aldırmadı, ikinci gün diğeri Küfeye girdi. O da birincinin
söylediklerinin aynısını söyledi. Yine Hazret-i Emî-re «radıyallahü anh»
söylediler. Yine iltifât etmedi. Üçüncü gün de üçüncü şahs Küfeye girdi. O da
aynı şeyleri söyleyince artık Muâviyenin «ra-dıyallahü anh» vefat etdiğine
kimsenin şübhesi kalmadı. Hazret-i Ali «radıyallahü anh», mübârek yüzünü
göstererek bu, mübârek başını göstererek, bundan akan kan ile boyanmayınca
Muâviye vefat etmez buyurdu.
O
üç kişi haberi Hazret-i Muâviyeye «radıyallahü anh» götürdüler. Muâviye
«radıyallahü anh» kendisinin Hazret-i Aliden «radıyallahü anh» dahâ sonra vefat
edeceğini anladı
·
480
— Ali «radıyallahü anh» bir gün Abdurrahman bin Mülcemi —ki Ali «radıyallahü anh»
m katili idi— Küfenin mescidinde gördü.
Kendi
kendine, ölümü düşün. Ölüm, muhakkak sana ulaşır! Onun için sabırsızlanma!
dedi. Sonra ibni Mülcemi çağırdı. Ey Mülcemin oğlu cehâlet veya çocukluk
zemânında hiç lakabın var mı idi? diye sordu, bilmiyorum dedi. Tekrar sordular
ki: Sana, ey şakî ve ey Sâlih’in kısır devesi diyen bir yehûdi süt annen var mı
idi? Vardı dedi. Ali «radıyal-lahü anh» başka bir şey söylemedi.
·
481
— Hazret-i Ali «radıyallahü anh» bir gün şöyle buyurdular: Dün gece Resûlullahı
«sallallahü aleyhi ve sellem» rü’yâda gördüm. Yâ Resûlallah bu ne mihnetler ve
ne husûmetlerdir ki senin ümmetinden bana erişdi, dedim.
Onların
üzerine düâ et! buyurdular. Ya Rabbî bana onlardan iyi karşılık ver ve onların
üzerine benden kötüsünü musallat eyle diye düâ et-dim. O gün düâsı kabûl olup
şehîd oldu.
·
482
— Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» der ki: Babam Emîr-ül-mü’minîn Ali
«radıyallahü anh» vefât etdi. Bir ses işitdik. Bu Allahın kulunu bize
bırakınız, siz dışarı çıkınız, diyordu. Biz dışarı çıkdık. Evin içinden şöyle
bir ses duyduk. Muhammed' «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat etdi. Onun vâsisi
de şehîd oldu. Bu ümmeti bundan sonra kim ko-ruyacakdır? diye soruyordu. Birisi
de cevaben: Kim onun izinden gider, ahlâkı ile ahlâklanırsa, bu ümmetin koruyucusu
o olur, diyordu. Sesler kesildi. Eve girdik. Hazret-i Emîri yıkanmış ve
kefenlenmiş bulduk. Ne-mâzını kılıp defn etdik.
·
483
— Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Hazret-i Hasen ve Hüseyne «radıyallahü
anhümâ» şöyle vasıyyet etmişdi: Vefât etdiğim zeman beni bir şeririn üzerine
koyup Gazbin tarafına götürün. Orada bir beyaz taş bulacaksınız. O taşdan nûr
saçıldığını görürsünüz. Orayı kazın, hazırlanmış bir mekâm bulacaksınız. Beni
oraya defn ediniz. Va-siyyeti yapıldı. Buyurduğu şeyler aynen görüldü.
·
484
— Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» kabrini yeryüzü ile aynı seviyede
örtmüşlerdi. Bir gün Hârûn Reşid avlanırken ceylânlar Gazbin tarafına kaçıp
gizlendiler. Her ne kadar Doğan ve av köpekleri gönderdiler ise de ceylânlara
yaklaşamayıp geri geldiler. Gazbin’deki ihtiyarlardan bunun sebebini sordular.
İhtiyarlar, Dedelerimizden Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» kabrinin burada
olduğunu duyduk dediler Hârûn Reşid bunu duyunca kabul etdi. Her yıl gelip
ziyâret ederdi.
·
485
— Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» karşı gelenlerin uğradıkları cezalardan
birkaçını îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâilün-nübüvve adlı
kitabında yazmışdır. Firâs bir Amr «radıyallahü anh» m başı ağrıyordu.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» onun iki gözünün arasını tutdu.
Mübarek parmaklarının değdiği yerden kirpi kılı gibi bir kıl çıkdı. Baş ağrısı
ondan gitdi.
Hariciler
Emirin «radıyaUahü anh» üzerine hücûm etdiklerinde Fi-râs «radıyaUahü anh»
hâricîlerin tarafını tutdu. O kıl düşdü ve şiddetli ağrı başladı. Bu işin başına
gelmesi, Emîrin «radıyaUahü anh» üzerine: hücûm etdiğindendir dediler. Firâs
«radıyaUahü anh» tevbe etdi. Tekrar o kıl çıkdı ve ağrısı geçdi.
·
486
—■ Bir sâlih kimse anlatır: Bir gece rü’yâmda kıyâmet kopmuş,, bütün insanların
hesab edilmek üzere toplandıklarını gördüm. Sırat köprüsüne doğru gitdim ve onu
geçdim. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sel-lem» Kevser havuzunun yanında
gördüm. Hasen ve Hüseyn «radıyaUahü anhümâ» da su dağıtıyorlardı. Bana da su
vermeleri için onların yanma gitdim. Bana su vermediler. Resûlullah «sallaUahü
aleyhi ve sellem» buyurdular ki: Sana su vermek istemezler. Niçin yâ Resûlullah
dedim. Senin bir komşun vardır. Hazret-i Aliye «radıyaUahü anh» la’net eder
ve-kötü söz söyler. Sen ona mâni’ olmazsın, buyurdular. Yâ Resûlallah bende ona
mâni olacak kuvvet yokdur, o beni öldürebilir, dedim. Bana bir bıçak verdiler.
Git, onu öldür, dediler. Rüyâmda gidip o komşuyu öldürdüm. Geri dönüp yâ
Resûlullah emrinizi yerine getirdim, dedim O zemân Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» Hazret-i Hasene «radı-yallahü anh» dönerek, yâ Hasen
buna su ver! buyurdular. Haşan »radı-yallahü anh» bana su verdi. Ben kâseyi
elinden aldım. Fekat içip içmediğimi hatırlamıyorum.
Uykudan
uyandım. Abdest alıp sabaha kadar nemâz kıldım. Sabahleyin birkaç kişi,
aralarında, bu gece falan kimseyi öldürmüşler diyorlardı. Zemanın polisleri
gelip birkaç suçsuz komşuyu tutup götürdüler.. Kendi kendime: SübhanaUah, bu
nasıl rü’yâ idi ki, hakikat oldu diyordum. Hâkime gitdim. O şahsı ben öldürdüm,
yakaladığınız kimselerin suçu yokdur dedim. Hâkim, sen ne söylüyorsun? dedi,
Ben rü’yâ gördüm,. Allahü teâlâ onu hakikat yapdı, benim günâhım nedir? deyip o
rü’yâmı. hâkime anlatdım. Hâkim, Allahü teâlâ sana hayrlı mükâfatlar versin,.,
sen de suçsuzsun yakaladıklarımız da suçsuzdur, dedi.
·
487
— Ali bin Zeyd «radıyaUahü anhümâ» anlatır: Sa’d bin Müsey-yeb «rahmetullahi
aleyh» bana bir şahs gösterdi. Kalk o şahsa iyi bak, dedi. Sen hâlini söyle ben
onu görürüm, dedim. Bu öyle bir şahsdır ki,. Eshâb-ı Resûlden Ali ve Osman
«radıyaUahü anhümâ»ya yakışmayan söz-ler söyler, dedi. Allahü teâlâya münâcatda
bulundum ki: Yâ Rabbî, eğer Ali ve Osmanm «radıyaUahü anhümâ» senin yanında
kıymet ve itibarları varsa bana bir nişân göster. O şahsın yüzü siyah oldu.
................-
·
488
— Medinede bir şahs vardı. Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü ■anh» hakkında
kötü sözler söylerdi. Sa’d bin Mâlik «radıyallahü anh» -ona bed düâ etdi. O şahs
devesini dışarıda bağlamış kendisi içeride Müs-limânlarm arasında oturmuşdu. O
deve yerinden sıçradı, mescide girdi. O şahsı göğsünün altına aldı. O kadar
ezdi ki adam öldü.
·
489
— İmâm-ı Ebû Abdullah Muhammed bin Kayyim-il Cevzî «rah-metullahi aleyh» Kitâb-ürrûhda,
İbni Ebid dünyânın Kitâbül-menâmâtm dan nakl eyledi. O da Kureyşm bir
ihtiyarından rivayet etmişdir. • İhtiyar diyor ki: Şamda, yüzünün bir tarafı
siyah bir adam gördüm. O tarafını dâima bir şeyle kapatırdı. Yüzünün neden
böyle olduğunu sordum. Her sorana hâlimi anlatacağıma Allahü teâlâya söz
verdim, dedi ve anlatmağa başladı. Ben Ali «radıyallahü anh» hakkında çok kötü
sözler söylerdim. Bir gece rü’yâmda, bir kişi gelip sen benim hakkımda kötü
sözler mi söylüyorsun deyip yüzümün bir tarafına bir şeyle vurdu. Sabah olunca
yüzümün o tarafının siyah olduğunu gördüm.
·
490
— Hüseyn bin Ali «radıyallahü anh» anlatır:
Medine
Vâlisi bulunan İbrahim bin Hişâm-il-Mahzûmî her Cum’a bizi minber etrafında
toplar Ali «radıyallahü anh» hakkında yakışmıyan ■sözler söylerdi. Bir Cum’a
günü mescid dolu idi.
,
Ben
minber yanında büzülmüş oturuyordum. Rü’yâmda gördüm ki: Resûlullahın
«sallallahü aleyh: ve sellem» kabri yarıldı. İçinden beyaz elbiseli bir kişi
çıkdı. Ey Ebû Abdullah bu şahsın söylediklerine üzülmüyor musun dedi. Evet,
üzülüyorum, dedim. Gözlerini aç bak Hak teâlâ ona ne yapacak dedi. Gözlerimi açdım
yine Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» yakışmıyan sözler söylüyordu. Birdenbire
minberden düşüp öldü.
HAZRET-İ HASEN «Radıyallahü anlı»
·
491 — Emîr-ül-mü’minîn Hasen bin Ali
«radıyallahü anhümâ» On-iki imâmın İkincisidir. Künyesi Ebû Muhammeddir. Lakabı
Takî ve Sey-yiddir. Hicretin üçüncü yılında Ramezân-ı şerifin ortasında, Medînede
doğmuşdur. İsmini, Cebrail «âleyhisselâm» Cennet ipeklerinden bir ipeğe sarılı
olarak Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hediyye getir-mişdir.
Esmâ
binti Umeys «radıyallahü anhâ» anlatır: Hazret-i Hasen ve Hüseyn’in
«radıyallahü anhümâ» ebesi ben idim. Hazret-i Hasen «radı-yallahü anh» doğunca
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler. 'Oğlumu getir yâ Esmâ
buyurdular. Getirdim.
Sağ
kulağına ezân, sol kulağına ikâmet okudular. Hazret-i Aliye «ra-dıyallahü anh»
oğlumun adını ne koydun? diye sordular. Ali «radıyallahü anh» onun ismini
koymakda ben sizin önünüze geçmem dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» ben de oğlumun adında Rabbimden sebkat etmem buyurdular. Hemen Cebrâil
«âleyhisselâm» geldi. Yâ Resûlullah, Allahü teâlâ sana selâm eder ve senin ile
Ali, Mûsâ ile Hârûn gibisiniz. Oğlunun adını Hârûnun «âleyhisselâm» oğlunun adı
gibi koy. Onun adı Şenber idi arabcası Hasen demekdir, buyurur dedi. Bir yıl
sonra Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» doğdu. Yine Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» teşrif etdiler. Hazret-i Hüseyni «radıyallahü anh»
kendilerine verdim. Yere koyup ağlamağa başladılar. Niçin ağlıyorsun yâ
Resûlullah dedim. Bu oğlumu zâlim bir kavm şehîd edeceklerdir. Fâtımâya söyleme
buyurdular. Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» oğlumun adını ne koydun? diye
sordular. Yine Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» için olan karşılıklı konuşmalar
tekrar edildi. Cebrâil «âleyhisselâm» geldi. Yâ Muhammcd «sallallahü aleyhi ve
sellem» oğlunun adını Hârûnun «âleyhisselâm» diğer oğlunun adından koy, onun
adı, Şenberr idi arabcası Hüseyndir dedi
Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» ayaklarından göğsüne kadar ■olan kısmında Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tam benzerdi. Emîr-ül-mü’minîn Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» göğsünden başına kadar olan kısmında Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tam benzerdi. Ebû Bekr Sıddîk «radıyallahü. anh» bir gün Hazret-i Haseni «radı-yallahü anh» omuzuna kadar kaldırmışdı. Bu Aliye değil Resûlullaha. «sallallahü aleyhi ve sellem» benziyor diyerek yemin ederdi. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» da tebessüm ederdi. Yirmibeş kere yaya hac etmiş-dir. Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» minbere çıkmışdı. Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» da beraberinde idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bazen Cemâate bakar bazan da Hazret-i Hasene «radıyal-lahü anh» bakardı. O hutbede buyurmuşlardır ki: Bu benim oğlumdur ve Seyyiddir. Yakında Hak teâlâ bunun vâsıtasiyle iki müslimân güruhunun arasmı ıslah eder. Muâviye «radıyallahü anh» Hazret-i Hasenin «radıyalla-hü anh» müslimânlar arasında olan fitneye cân-ı gönülden râzı olmadığını bildiği için Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» şehid olmasından sonra Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» ile gizli olarak anlaşdı. Emîr-ül-mü’mi-nîn Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» hutbeye çıkıp, Ey Müslümânlar ben hiçbir zeman fitneyi sevmem. Bugün Muâviye «radıyallahü anh» ile anlaşdım. Bu işi ona bırakdım. Eğer hakkı ise hakkı ona erişdi. Eğer benim hakkım ise bu ümmetin salâhı için hakkımı ona bağışladım. Ey Muâviye Hak teâlâ bildiği bir hayr için veya gördüğü bir şer için seni vâli yapmışdır dedi ve minberden aşağı indi. Orada bulunanlardan birisi Hazret-i Hasene «radıyallahü anh» ey müslimanlarm yüz karası Muâviye ile bî’at mı etdin, malı ona mı bırakdm? dedi. Hazret-i Hasen «radı-yallahü anh», Hak teâlâ Beni Ümeyye Padişahlarının saltanatını Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gösterdi. Onların birbiri arkasından kendi minberine çıkdıklarmı görünce, bu iş Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» güç geldi. Hak teâlâ (Biz sana kevseri verdik) ve (Kadr gecesi bin aydan daha hayrlıdır) ayet-i kerîmelerini gönderdi, buyurdu. Beni Ümeyye Padişahlarının saltanatı bin ay idi. Muâviye «radıyallahü anh» Hazret-i Hasene, halifeliği bana bırakmakla hiç kimsenin yapamı-yacağı civanmerdliği yapdm, dedi.
Ebû
Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Bir gece Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» Hazret-i Hasen’i «radıyallahü anh» seviyordu. Haydi annene git,
buyurdular. Ben götüreyim, dedim. Hayır gitme, buyurdular. O sırada bir şimşek
çakdı, onun aydınlığında Hasen «radıyal-lahü anh» evine, annesinin yanma gitdi.
·
492 — Hazret-i Hasen «radıyallahü anh»
hacca yaya giderdi. Bir defasında mübarek ayakları şişdi. Kölesi, efendim
ayağınızın şişi ininceye kadar hayvana binseniz, dedi. Kabul etmediler ve
ilerideki konak yerinde bir habeşli göreceksin, yanında bir mikdar yağı
olacakdır, o yağı ondan münâkaşa etmeden satın al, buyurdular. Kölesi, şimdiye
kadar olan konak yerlerinde böyle kimseler görmedik burada nasıl olacakdır,
dedi. Bir konak yerine geldiler. Bir siyah kimse göründü. İşte söylediğim siyah
kimse budur, git ondan yağ satın al parasını da ver, buyurdular. Kölesi o siyah
kimsenin yanma gitdi, yağ istedi. Siyah kimse, bu yağı kimin çin alıyorsun?
dedi. Köle Hasen bin Ali «radıyallahü anh» için alıyorum, dedi. Siyah, beni
onun yanma götür, ben onun kölesiyim. dedi.
Siyah
kimse Hazret-i Hasen’in «radıyallahü anh» yanma geldi, ben senin kölen oluyorum
para istemem, yalnız hanımım doğum sancısı içindedir, vüdûdü noksansız bir
oğlan doğurması için düâ buyur dedi. Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» evine
git, Hak teâlâ sana istediğin gibi bir oğlan çocuğu verdi, buyurdular. O siyah
kimse evine geldiğinde kusursuz bir oğlunun dünyâya gelmiş olduğunu gördü.
·
493 — Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» bir
gün Zübeyr’in evlâdları ile «radıyallahü anhüm» sefere çıkdılar. Bir kurumuş
hurma bağçesine geldiler. Emîr-ül-mü’minîn Hazret-i Hasen «radıyallahü anh»
için bir hurma ağacının dibine döşek döşediler. Zübeyr «radıyallahü anh» için de
başka bir hurma ağacının dibine döşek serdiler. Zübeyr «radıyallahü anh» bu
ağaçlarda hurma olsaydı da yeseydik, dedi. Hazret-i Hasen «radıyal-lahü anh»
yaş hurma mı istersin? deyince, evet dedi. Ellerini düâya kaldırdı, dudakları
kıpırdadı, fekat ne dediği anlaşılmadı. Hemen bir ağaç yeşerdi, yapraklandı ve
yaş hurmalar verdi. Orada bulunan bir deveci bu hâli görünce bu sihrdir dedi.
Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» bu sihr değil peygamberin oğlunun kabul olan
düâsıdır buyurdu. Oradakiler o hurmalardan yiyip doydular.
Hazret-i
Kasenin «radıyallahü anh» menkıbeleri ilmi, ibâdeti ve güzel ahlâkı husûsundaki
rivâyetler çok ve sıhhatlidir. Burada kısa geçildi.
Vefâtı
zehirlenme ile olmuşdur. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» ağabeyiciğim, kimden
şübheleniyorsun diye sorunca, onu öldürmek için mi soruyorsun buyurdu. Hüseyn
«radıyallahü anh» evet dedi. Hasen «ra-dıyallahü anh» eğer birisinden şübhe
ediyorsam, Allahü teâlâ ona her-kesden şiddetli azab yapar, eğer şübhe etdiğim
kimse yoksa, istemem ki günahsız birini benim için öldürsünler buyurdu. Vefâtı
Hicretin ellinci yılında Behî’ülevvelin ilk günlerindedir.
HAZRET-İ HÜSEYN «Radıyallahü anh»
Üçüncü
imamdır ve imamların atasıdır. Künyesi Ebû Abdullahdır. Lakabı şehîd ve
seyyiddir. Hicretin dördüncü yılında Şa’ban ayının dördüncü Salı günü Medine’de
doğmuşdur. Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» yüzü, karanlık gecede etrafını
aydınlatırdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hüseyn benden ve ben
Hüseyndenim, Allahü teâlâ Hüseyni seveni sever, buyurdular.
·
494 — İbni Abbâs «radıyallahü anhümâ»
anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» her sabah nemâzmı kıldıkdan
sonra mübarek yüzünü eshâb-ı kirama «aleyhimürrıdvan» çevirirdi. Üzüntülü
kimseler görse mesrûr olurlardı.
Bir
gün sabah nemâzmdan sonra yüzlerini döndürmeden Hazret-i Ali’yi «radıyallahü
anh» çağırdılar. Beraber mescidden çıkdılar. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan»
nereye, niçin gitdiklerini anlıyamadılar. Tekrar dönerler diye oturdular. İkisi
Hazret-i Fâtımânın «radıyallahü anhâ» evine gitdiler. Hazret-i Ali’ye
«radıyallahü anh» kapıda durup, kimseyi içeri sokmamasını emr etmişler.
lîazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» doğmuş. Melekler tebrik etmek için
gelmişler. Ebû Bekr «radıyallahü anh» duramayıp Hazret-i Ali’nin «radıyallahü
anh» evine gitdi. Sonra Ömer, sonra Osman ve bütün eshâb-ı kirâm
«aleyhimürrıdvan» Hazret-: Alinin «radıyallahü anh» evine gitdiler. Ebû Bekr
«radıyallahü anh» Hazret-i Aliden «radıyallahü anh» Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» nerede olduğunu sordu, içeride, dedi. İzn verirsen ben de
gireyim, dedi. Allahın Resûlü meşguldür, dedi Benim içeri girmememi sana emr
etdi mi deyince hayır, yalnız dört yüz yirmi dört bin melek geldi dedi. Ebû
Bekr «radıyallahü anh» sözünden taaccüb eyleyip durdu. Ali «radıyallahü anh»
Ömere, Osmana ve bütün eshâb-ı kirâma «alehimürrıdvan» aynı şeyleri söyledi.
Bir ara Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dışarı çıkıp herkesin içeri
girmesini emr etdiler. Önce Ebû Bekr sonra bütün eshâb-ı kirâm
«aleyhimürrıdvan» içeri girdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
selâm verdiler. Hazret-i Aali’nin «radıyallahü anh» meleklerin sa-yısmdaki sözü
söylendi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Aliye «radıyallahü
anh» meleklerin sayısını nasıl bildin? diye sordular. Hazret-i Ali «radıyallahü
anh» Melekler grub grub geliyorlardı. Her biri bir dil ile konuşurdu ve
sayılarını bildirirlerdi, dedi. (Allah akimı ziyade etsin ya Ali!) buyurdular.
Sonra, yâ Ebâ Bekr daha acâib bir şey anlatayım buyurdular. Melekler geldiği
zeman onlarla beraber kanadı arı, elleri ve ayakları kırık bir melek de geldi.
O meleğe hâlin nedir? diye sordum. Melek, ben Melâike-i mükerremînden idim. Bir
gün gök kapısını açık bulup dünyâya bakdım. Yer yüzünde elleri ayakları düşmüş
bir adam gördüm. Bu adamın yaşamasında hayr yokdur, ölmesi daha iyidir, dedim.
O anda Hak teâlâ beni bu vaziyetde yapdı ve yere indirdi. Yediyüz yıldır ba’zı
adalarda yaşadım. Melekler tehniye için yere inince beni bilirlerdi alıp
huzûrunuza getirdiler ki Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» hürmetine Hak
teâlâ hazretlerine benim için şefâat edesin dedi. O melek için düâ etdim.
Cebrâil «aleyhisselâm» gelip düâmın kabul olduğunu söyledi, yalnız Hazret-i
Hüseyn’in kundağını açıp sağ elini çıkar ve o meleği mesh et, dedi. Dediği gibi
yapdım. O meleğin kanadları sağlam oldu. Fekat ağlamağa başladı Niçin
ağlıyorsun? dedim. Melek, kendim için değil, doğumu yer ve gökdekiler için
müjde olan kimseyi şehid edeceklerine üzülüp ağlıyorum dedi. Onu kim şehid
.edecekdir? diye sordum.
Onu
Cebrâil «aleyhisselâm» daha iyi bilir, dedi. Cebrâile «aleyhisselâm bu melek
doğru mu söyler dedim. Evet dedi. Bunu nasıl biliyor dedim. Hak teâlâ bu meleği
Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» şehid olduk-dan sonra kabrini mühafaza
etmesi için bin sene evvel yaratdı. Sonra Cebrâil «aleyhisselâm» ile o melek
beraber semâya yükseldiler.
·
495 — Yine îbni Abbâs «radıyallahü anhümâ
anlatmışdır. Bir gün eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» bir grub ile
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda oturuyorduk. Bir kişi gelip
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir elma verdi. Ellerinde
tutuyorlardı. Hazret-i Hasen ve Hüseyn «radıyallahü anhümâ» orada idiler.
Elmaya bakıyorlardı. Elmayı birisine verip diğerini mahzun etmek istemediler. O
sırada Cebrâil «aleyhisselâm» geldi. Yâ Resûlallah emr et güreşsinler hangisi
gâlib gelirse elmayı ona verirsin, dedi. Emr etdiler. Güreşmeye başladılar.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» tut ya Hasen derdi. Ben dedim ki, yâ
Resûlallah yalnız Hasene mi diyorsun. îşte Cebrâil «aleyhisselâm» o da tut yâ
Hüseyn diyor buyurdular. Bir rivâyetde Hazret-i Kâtıma «radıyallahü anhâ» orada
idi. Yâ Resûlallah büyüğüne mi tut dersin yoksa küçüğüne mi dedi. İşte Cebrâil
«aleyhisselâm» tut ya Hüseyn diyor buyurdular. Güreş uzadı birbirlerine gâlib gelemediler.
Cebrail «aleyhisselâm» Cennetden bir elma dahâ getirdi. İkisine birer dâne
verip onları sevindirdiler.
·
496
— Rivâyet olundu ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Cebrâilden «aleyhisselâm» Göklerden buraya nasıl geliyorsun diye sordular.
Kanadımın altında bir hamâyil vardır. Onda Hasen ve Hü-seyn yazılıdır. Bu iki
isimden kuvvet alırım dedi.
·
497
— Rivayet olundu ki: Bir gün Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» Resûlullahın
«sallallahü aleyhi ve sellem» yanında idi. Annesine gitmek istiyordu. Hava
yağmurlu idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» düâ buyurdular. Hazret-i
Hüseyn «radıyallahü anh» eve gidinceye kadar yağmur dindi.
·
498
— Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» nemâz kılıyordu. Kulağma bir
çocuk ağlaması geldi. Nemazını çabuk bitirip dışarı çıkdı. Biraz sonra geri
geldi. Sebebini sordular. Bir çocuk ağlaması duydum, onu Hüseyn sandım.
Sonra (yâ Rabbî) Hüseyni ağlatanı afv etme!) buyurdular.
·
499
— Ümm-i Haris «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Bir gün Resûlul-lahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Bir rü’yâ gördüm.. Çok korkdum dedim. Ne
gördün? buyurdular. Senin vücûdünden bir parça kesdiler, benim yanıma eklediler
dedim, iyi görmüşsün Fâtımânm bir oğlu olacak ve senin yanında kalacakdır
buyurdular. Bir müddet sonra Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» dünyâya geldi.
·
500
— Rivâyet olundu ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hüseyni
sağ dizine oğlu İbrahimi sol dizine aldı. Cebrâil «amy-hisselâm» gelip, Hak
teâlâ bu ikisinden birini alacakdır. Sen birini seç! dedi. Eğer Hüseyn vefât
ederse,, benim canım yandığı gibi Alinin ve Fâ-tımânın da «radıyallahü anhvmâ»
canları yanar. Eğer İbrahim giderse en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü onların
üzüntüsüne tercih ediyorum buyurdular. Üç gün sonra İbrahim vefat etdi.
Hazret-i
Hüseyn «radıyallahü anh» Resulullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» yanma her
gelişinde, onu öper ve (selâmet, seâdet o kimseye ki, oğlum İbrahim’i ona feda
etdirn.) buyururdu.
·
501
— Ümm-i Seleme «radıyallahü anhâ» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» bir gün evinden dışarı çıkdı. Bir çok zemandan sonra geri geldi.
Mübarek saçları dağılmış ve tozlara bulaşmış idi ve :elinde bir şey
tutuyordu. Yâ Resulallah «sallallahü aleyhi ve sellem, ne oldu? dedim. Bu gece
beni Irakda Hüseynin ve benim evlâdlarımdan bir grubun şehîd edildiği yere
götürdüler. Onların kanını devşirdim. Elimde tutduğum odur bunu sakla
buyurdular.
Bir
kızıl toprakdı. Bir şişeye koydum, sakladım. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh»
Irak seferine çıkdı. Her gün o şişeyi çıkarır bakar ağlardım. Muharremin onuncu
günü sabahleyin bakdım bir değişiklik yok-du. Akşama doğru bakdığımda o toprak
taze kan olmuşdu. Şehîd olduğunu anladım. Çok ağladım. Düşmanlar karışıklık
çıkarmasınlar diye kendimi zor zabtetdim. Şehâdet haberi geldi. O güne uygun
idi. Hicretin altmış birinde Cumartesine rastlıyan âşûra gününde şehîd oldu.
Elli yedi yıl beş ay yaşadı.
·
502
— Hazret-i Aişe «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Bir gün Resûlul-lah «sallallahü
aleyhi ve sellem» Cebrail «aleyhisselâm» ile beraberdiler. Hüseyn «radıyallahü
anh» da içeri girdi. Cebrâil «aleyhisselâm» bu kimdir? diye sordu. Oğlumdur,
deyip bağrına basdılar. Cebrâil «aleyhisselâm» bunun şehîd olması yakındır,
dedi. Bunu kim şehid edecekdir? diye sordular. Senin ümmetin, istersen yerini
söyliyeyim, dedi. Kerbelâ tarafına işaret edip, bir mikdar kızıl toprak aldı.
Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gösterip, bu toprak şehid edildiği
yerin toprağıdır, dedi.
·
503
— İmâm-ı Zeyn-el-Âbidin «rahmetullahi aleyh» anlatıyor: Haz ret-i Hüseyn
«radıyallahü anh» Küfe yolunda her konakladığımız yerde Yahyâ bin Zekeriyya
«aleyhisselâm»dan bahsederdi. Bir gün de; dünyanın aşağılığı ve
kıymetsizliğinden biri de, Hazret-i Yahya’nın «aleyhisselâm» mübarek başını
Benî Isrâil’den hiç işe yaramıyan bir kadına hediye götürmeleridir, buyurdu.
·
504
:— Sa’d bin Cübeyr «radıyallahü anh» îbni Abbâs’dan «radıyal-’iahü
anhümâ» rivâyet etmişdir: Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahü
teâlâdan şöyle bir vahy geldi. Yahya bin Zekeriyyâ’nm aleyhi-müsselâm katli
için yetmiş bin kimse helâk eyledim. Senin oğlun için iki kere yetmiş bin kimse
helâk eyliyeceğim.
·
505
— Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» kâtillerinden veya onların
arkadaşlarından, rezil oimadan bir belâya uğramadan ölen yokdur. Abdülmelik bin
Amîr «rahmetullahi aleyh» anlatır: Ubeydullah bin Zi-yâdı Kûfe’de bir köşkde
otururken gördüm. Hazret-i Hüseynin «radı-y allahü anh» başı önünde idi. Sonra
Ubeydullah bin Ziyâdın başını Muh-târın önünde gördüm. Sonra muhtarın başmı
Zübeyrin «radıyallahü anh» oğlu Mus’ab önünde gördüm. Sonra Mus’abın başmı
Abdülmelik bin Mer-vânm önünde gördüm. Bunların hepsi kısa bir zemanda idi.
·
506
— îtimâd olunur kimselerden biri demişdir ki: Abdullah bin Zi-yâd ve
arkadaşlarının başlarını Küfe mescidine getirdiler. Ben de orada idim.
Oradakiler geldi, geldi dediler. Bir yılan geldi. O başların arasına girdi.
Abdullah bin Ziyâdm burnundan içeri girdi. Biraz durdu. Sonra çıkdı ve
kayboldu. Yine etrafdan geldi, geldi dediler. Yine o yılan geldi. Evvelki gibi
yapdı. Böylece birkaç defa tekrarlandı.
·
507
— Nakl edilmişdir ki Şemr bin Zil Cûş Hazret-i Hüseynin «radı-yallahü anh»
yüklerinin arasında bir mikdar altın buldu. Bir kısmını kızına süs eşyası
yapmak için bir kuyumcuya verdi. Kuyumcu altını ateşe koydu. Altm eriyip yok
oldu. Şemr bunu duyunca kuyumcuya bağırdı. Geri kalan altını da verip gözü
önünde ateşe koymasını istedi. Kuyumcu o altını da ateşe koyunca yine eriyip
yok oldu.
·
508
— Rivayet olunmuşdur ki: Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» birkaç devesini o
bedbahtlar kesmiş ve pişirmişlerdi. O kadar acı olmuş-du ki, hiçbiri bir lokma
dahi yiyemediler. Vâhib «radıyallahü anh» diyor ki: Hazret-i Hüseynin «radıyallahü
anh» mübarek başını taşıyan deveyi de kesdiler. Eti acılığı ile meşhur. Sabır
otundan, dahâ acı olmuşdu. Sonra eti ateşde yakdılar.
·
509
— Güvenilir kimselerden biri anlatır: Tayy kabilesinden birine: Siz, Cinlerin
Hazret-ı Hüseyn «radıyallahü anh» için feryad ederek, ağladıklarını duymuşsunuz
öyle mi? diye sordum. Evet, bu kabilede herkes duymuşdur dedi. Ben senden
dinlemek istiyorum dedim. Ben onlardan şöyle işitdim dedi. Resûlullah onun
sırtını sığamışdır. Her taraf yanağının nûruyla aydınlanır. Babası Kureyşli ve
emir olan Alidir, dedesi her dededen üstün ve hayırlıdır.
Derler
ki: Medinede bedbahtlardan biri Hazret-i Hüseyinin «radı-yallahü anh» katlini
müjdeleyen bir hutbe okudu. O gece bir ses işitildi, fekat söyliyeni kimse
görmedi. Bu şiiri okuyordu:
Hüseyni
cehaletle şehid eden katiller,
Müjdelendiniz
elbet, âhıret azâbiyle.
Göklerde
kim var ise, size lâ’net ederler,
îsâ
bin Meryem ile Dâvûdun lisâniyle «aleyhimesselâm».
Bizans’ın
gâzilerinden biri demişdir ki; onların kiliselerinden birinde gördüm, şu beyt
yazılmışdı:
Hüseyni şehîd eden ümmet ümmîd eder
mi, Dedesinden şefaat o kıyamet gününde.
Bu
yazıyı kimin yazdığını sordum. Bilmiyoruz dediler.
·
510
— Zeyd bin Erkam «radıyallahü anh» anlatır: İbni Ziyâd, Haz-ret-i Hüseynin
«radıyallahü anh» mübarek başının getirilip bütün mahallelerde dolaşdırılmasmı
emr etmişdi. Ben evimin penceresinden bakıyordum. Önümüzden geçdiklerinde
mübarek başından işitdim. (Sen sanır mısın ki eshâb, kehf ve Rekîm bizim
alâmetlerimizden acâib olanlardır?) Ayet-i kerîmesini okuyordu. Bunu işitince
tüylerim ürperdi. Ey Resûlul-lahm oğlu bu senin başındır, senin işin çok
acâibdir diye bağırdım.
·
511
— Abdullah bin Abbaş’dan «radıyallahü anhümâ» rivâyet edil-mişdir: Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilân, dan üçyüz sene evvel dört
yüzlü bir taş bulundu. Bir yüzünde:
Nasıl
umar o ümmet Hüseyni kati eder de
Dedesinden
şefaat bekler hisâb gününde.
Yazılı
idi. İkinci yüzünde:
Bir kimse hayr ekerse, sürür biçer.
Üçüncü
yüzünde:
Bir kimse şer ekerse, pişmanlık
biçer.
Dördüncü
yüzünde:
Cennetde Ali, Hasen ve Hüseyn
«radıyallahü anlıüm» için sütden bir nehr vardır, yazıyordu.
·
512
— Muhammed bin Riyâh «radıyallahü anh» anlatır: Bir a’mâ. gördüm. Etrafında
toplanmışlar gözlerinin görmemesinin sebebini anlamak istiyorlardı. A’mâ olan
kimse anlatmağa başladı: Biz on arkadaş Hazret-i Hüseyn’in şehîd edildiği günde
beraberdik. Fekat ben ona hiç ok atmadım ve katline râzı değildim. Hazret-i
Hüseyn «radıyallahü anh» şehîd edildikden sonra eve gelip yatsı nemazmı kılıp
yatdım. Rü’yâmda, bir adam gör.düm, yanıma geldi. Kalk Muhammed’e «sallallahü
aleyhi ve sellem» cevâb ver ,dedi. Onunla benim aramda bir şey yok, dedim ise
de, beni tutup Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna götürdü. Bir
sahrada üzüntülü duruyorlardı. Yanlarında elinde ateşden bir kılıç tutan bir
melek vardı. Dokuz arkadaşım öldürülmüşdü. İleri gidip selâm verdim. Selâmımı
almadılar. Uzun müddet durdukdan sonra mübarek babını kaldırdılar. (Benim
hürmetimi düşürdün, izzetimi öldürdün ve hakkıma riayet etmedin) buyurdular. Yâ
Resûlallah ben ona ok atmadım, başka bir şey yapmadım, dedim.
Evet,
doğru söylüyorsun, fekat katillerin arasında idin. Sonra, yakın gel,
buyurdular. Yaklaşdım. Önünde bir leğen vardı içi kanla doluydu. Bu oğlum
Hüseyn’in kanıdır, buyurdular. O kandan gözüme çekdiler. Uyandığım zeman
gözlerimin nûru gitmişdi, göremiyordum.
·
513 — Yûnüs bin Yahyâ’nın dedesi
anlatmışdır:
Mekke’de
bir kişi gördüm. Uzvları eğri büğrü olmuşdu. Ey insanlar beni, Evlâdı Muhammed
«sallallahü aleyhi ve sellem» tarafına götürün, •diyordu. Birkaç kişi yanına
gitdiler. Ne istiyorsun? dediler. Ben falanım, dedi. Hayır yalan söylüyorsun,
senin dediğin şahsın a’zâları sağlam ve güzel yüzlüdür, senin ise a’zâların
değişmiş ve siyah yüzlüsün, dediler. .Allaha yemin ederim ki ben falanım,
anlatayım dinleyiniz, dedi. Ben Emîr-ül-mü’minîn İmâm-ı Hüseyn’in «radıyallahü
anh» devecisi idim. Bir yerde konaklamışdık. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh»
hâcet için oturduğunda gözüm, Acem padişahının kızı Şehr-i Bânû ile
evlendiklerinde hediye gelen bir kemere takıldı. İstiyecekdim, fekat
heybetinden çekinip istiyemedim. Kerbelâ’ya geldik. O musibet meydana geldi.
Şehidlerin ce-sedlerini bırakıp gitmişlerdi. Küfeye doğru gidiyorduk.
Birdenbire aklıma : O kemer geldi.
Geri
dönüp şehidlerin bulunduğu yere geldim. Hazret-i Hüseyn «ra-dıyallahü anh»
mübarek başı kesilmiş kanlar içinde yatıyordu. Kemerini ■ çözüp almak istedim.
Sağ elini kaldırıp bana bir darbe vurdu ki, azalârı-mm birbirinden ayrıldığını
zannetdim. Sonra mübarek eliyle kemerini tutdu. Ayağımı mübarek göğsüne koyup
kemeri çok çekdim ise de parmakları açılmadı. O zeman bıçağımı çıkarıp mübarek
parmaklarını kes-dim. Sonra sol eliyle tutdu. Ona da aynı şekilde yapdım. Bu
sırada karşıdan birkaç atlının geldiğini gördüm. Burnuma çok güzel bir koku
geldi. Gelenler şehidler arasında hayatda olan var mı diye araşdırıyorlardu Ben
kendimi yere atdım, ölmüş gibi uzandım. Önden birisi geliyor ve ben Muhammedim
«sallallahü aleyhi ve sellem» diyordu. Arkasından birisi, ben Hamza Bin
Abdülmuttalibim üçüncüsü ben Ca’fer bin Tayyânm, başka birisi ben Ebû Tâlibim,
diğeri ben Hasen Bin Aliyim, bir diğeri ben Fâtımâ-tüz-Zehrâ’yım diye hepsi
gelip Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» için ağlaşdılar. Ey sevgili oğlumuz ve
gözümüzün nûru senin kesilmiş başına mı, ellerine mi, yaralı bedenine mi yoksa
esir olmuş evlâdına mı ağ-lıyalım. Seni şehid etdiler ise ellerini niçin
kesdiler diyorlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sevgili oğlumun
başını getirin, buyurdular. O anda Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» başını
ellerinde gördüm. Mübarek başı bedeninin üzerine koydu. Hazret-i Hüseynin
«radıyallahü anh» oturduğunu gördüm. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
Hazret-i Hüseyni «radıyallahü anh» kucakladı, ağladı ve ey oğlum, seni aç ve
susuz şehid etmişler, sana yemek ve su verselerdi, AUahü teâlâ da onları açlık
ve susuzluk gününde doyurur ve su verir idi buyurdular. Sonra (Yâ -Hüseyn seni
şehid edeni biliyorum, fekat ellerini kim kesdi?) buyurdular. Hazret-i Hüseyn
«radıyallahü anh» işte şu maktuller arasında gizlenmiş kişi kesdi dedi. Kalk ya
şaki Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» cevab ver dedüer. Kalkdım,
huzûruna vardım. Ey Allahın düşmanı niçin benim sevgili oğlumun ellerini
kesdin? buyurdular. Yâ Resûlullah ben onu şehid etmeğe uğraşmadım, dedim.
(Parmaklarını kesmek şehid etmekden daha kötüdür) buyurdular. Sonra (Ey Allahın
düşmanı Allah şeklini değişdirsin!) diye düâ buyurdular. Ondan sonra a’zâlarımı
değişmiş buldum dedi. Bu sözleri duyanlar o adama lâ’net etdiler.
·
514 — Vâkihi «rahmetüllahi aleyh» anlatır:
Şemr, Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» mübarek başını kesdikden sonra bir
torbaya koyup evine geldi. Torbayı yere koyup üzerine bir dağarcık koydu.
Hanımı gece kalkdığmda o dağarcıkdan bir nûrun göklere yükseldiğini gördü.
Yanma yaklaşınca alttan bir ses işitdi. Şemr’e gelip dağarcığın altında ne
olduğunu sordu. Şemr, bir hâricinin başıdır, Yezide götürüyorum bana çok mal
verir dedi. Hanımı, adı nedir? diye sordu. Şemr, Hüseyin Bin Alidir dedi.
Hanımı, bir çığlık atıp, bayılıp düşdü.
Kendine
geldiğinde kocasına: Ey mecûsiden daha kötü! Allahdan korkmadın mı? Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» gözü nûru olan oğlunun başını nasıl kesdin? dedi
ve ağlıyarak odadan çıkdı. Şemr uyudu. Hanımı o mübarek başı öpdü ve odasına
götürdü. Başka kadınları da çağırdı, ağlaşdılar. Kapıları kilitlediler. Gece
rü’yâsmda şöyle gördü: 'Evin damı yarıldı bir nûr o kadınları bürüdü. Sonra
Hadîce ve Fâtımâ «radıyallahü anhümâ» bir ak bulut içinde indiler. O başı alıp
ağlaşdılar. Dahâ sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve eshâb-ı
kiramdan «aleyhimürrıdvan» birkaç kişi geldiler ve ağlaşdılar. Hadice ve Âişe
«ra-dıyallahü anhümâ» Şemr’in hanımının yanma gelip, senin bizim üzerimizde
hakkın çokdur. Ne istiyorsun? dediler. Eğer kabul ederseniz Cennet-de sizinle
beraber olayım dedi. Allahü teâlâ işlerini ıslâh etsin, seni bekliyoruz
dediler. Şemr’in hanımı uyanıp rü’yâsım oradaki kadınlara anlatdı. Sabahleyin
Semr gelip başı istedi. Hanımı vermedi. Bundan sonra seninle yaşayamam beni
boşa, dedi. Semr boşadı. Yine başı vermedi. Beni öldür dedi. Şemr hanımını
öldürdü. Mübârek başı aldı.
Ehl-i
beyt imâmlarmdan bir kısmı zikr olundu geri kalan imamlar her ne kadar
Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» görmediler ise de kerametlerini ve
âdet dışı hârikâlarını dedelerinden hemen sonra anlatmak uygun görüldü. Böylece
kendilerine altın silsile dediğimiz zincir kesilmemiş olur. Bu Oniki imam
anlatıldıkdan sonra diğer eshâb-ı kirâ-mm menkıbeleri bildirilecekdir.
DÖRDÜNCÜ
İMAM, İMÂM I ZEYNEL ÂBİDİN
«Radıyallahü anh»
Hazret-i
Hüseynin oğlu Alidir «radıyallahü anh». Dördüncü İmamdır. Künyesi Ebu Muhammed,
Ebül Hasendir. Lâkabları Seccâd ve Zey-n’el Âbidin’dir. Hicretin otuz üçüncü
yılında Medine’de doğmuşdur. Annesi Şehr-i Bânû’dur ki zemanın Acem Padişahının
kızıdır. Nûş-i Revân-ı Âdilin evlâdmdandır. Vefatı, Hicretin doksan beşinde
Muharremin on se-kizindedir. Kendisine Zeyn-el Âbidin denmesine sebeb şudur:
Bir gece teheccüd nemâzmı kılıyordu. Şeytan ejderha şekline girip kendisini
meşgul etmek istedi. Hiç aldırış etmeyince ayak parmağını ısırdı. Parmağı çok
acıdı, fekat nemâzmı bozmadı. Hak teâlâ ejderhânın şeytan olduğunu bildirince
ona vurup uzak ol ey mel’un dedi. Şeytan gitdi. İbâdetini temamlamak için kalkdığında
kendisini görmediği birisi üç kere sen Zeyn-el-Âbidînsin (ibâdet edenlerin
süsüsün) dedi.
Her
abdest aldığında yüzü sararır vücûdü titrer idi. Bu halin sebebini
sorduklarında, kimin huzûruna çıkacağımı biliyor musunuz buyurdu. Bir gün
evinde nemâz kılıyordu. Evi yanmağa başladı. Kendisi secdede idi. Ev yanıyor
diye bağırdılar. Başını secdeden kaldırmadı. Sonunda ateş söndü. Seni ateşden
gâfil eden ne oldu? diye sorduklarında, Cehennem ateşi buyurdular. Kerametleri
ve âdet dışı hârikaları çokdur.
·
515 — Zehrî «rahmetullahi aleyh» anlatır:
Halife Abdül Melik bin Mervân’m emriyle Hazret-i Ali bin Hüseyn’in «radıyallahü
anh» elleri ayakları kelepçelenmiş başına da nöbetçi konmuş idi. Onu görmek
için izn aldım. Çadırına girip onu bu halde görünce ağladım ve senin yerinde
ben olsaydım da sen serbest olsaydın, dedim. Sen beni bu demirler içinde
huzûrsuz mu zan ediyorsun? İstesem bunların hepsinden kurtulurum. Fekat sana
veya senin gibilere de böyle bir eziyyet yapıldığında Allahü teâlânm azabı
hatırlanırsa bunlar kolay gelir buyurdu. Sonra elini ayağını o zincirlerden
çıkarıp, ben bunlarla iki konakdan fazla gitmesem ge-rekdir buyurdular. Aradan
dört gün geçdi. Onun kapısındaki nöbetçiler Medinede dolaşıp onu arıyorlardı.
Önlardan ba’zısı dediler ki: Biz bir yerde konakladık,
hepimiz onun etrafını sardık. Sabaha kadar uyumadan onu bekledik. Sabahleyin
yine onu mahmel içinde göremedik.
Sonra
Abdülmelik bin Mervânm önüne vardım. Bana Zeyn-el Âbidin’-den «radıyallahü anh»
sordu. Bildiklerimi söyledim. Mervân: Zeyn-e] Âbidin’i buraya getirdiler. Bana,
benim ile senin aramızda ne olmuşdur dedi. Ben de, yanımda ikâmet et dedim. O
da hayır deyip gitdi. Onun heybetinden başka bir şey söyliyemedim dedi. Zehri
«rahmetullahi aleyh» Ali bin Hüseyn’den «radıyallahü anh» bahs ederken ağlar ve
o Zeyn-el-Âbidîn’dir derdi.
·
516
— Güvenilir kimselerden biri anlatır: Bir gün Zeyn-el-Âbidin’in «radıyallahü
anh» evinin kapısına vardım. Kendisini çağıracakdım. Dışarı çıkdı. Selâm
verdim. Selâmımı aldı. Bir dıvarm dibine geldik Ey falan bu divan görüyor
musun? dedi. Evet dedim. Birgün bu dıvara dayanmış oturuyordum. Karşıma yüzü ve
elbisesi güzel birisi geldi, bana bak-dı, sonra şöyle dedi: Ey Ali bin
Hüseyn seni üzüntülü görüyorum. Eğer üzüntün dünyâ için ise, rızk hazırdır, iyi
kötü herkes yiyecekdir dedi. Hayır dünyâ için üzülmüyorum, dünyâ senin dediğin
gibidir, dedim. Eğer üzüntünâhıret için ise, o da bir vâ’de-i sâdıkdır ve bir
padişah-ı kâhır orada hükm edecekdir dedi. Üzüntüm âhiret için de değildir.
Ahiret dediğin gibidir dedim. Peki, ne için üzülüyorsun? dedi. Zübeyr’in
oğlunun fitnesinden korkuyorum dedim. Ey Ali hiçbir kimseyi gördün mü ki, Hak
teâlâdan korkdu da Hak teâlâ onun işine kifâyet etmedi, dedi. Hayır dedim.
Sonra o şahs gâib oldu. Bana onun Hızır «aleyhisselâm» olduğunu ve doğru
söylediğini bildirdiler.
·
517
— Yukarıdaki râvî anlatmışdır; Bir gün Zeyn-el Âbidin’in «ra-dıyallahü anh»
yanma gitmişdim. Bir grub serçe gelip etrafımıza kondular ve kalkdılar. Ey
falan bu serçeciklerin ne dediğini biliyor musun dedi. Hayır dedim.
Perverdigârlarını takdis edip bugünkü rızklarını istiyorlar, dedi.
·
518
— Bir gece Bakî’ kabristanı tarafından bir ses duyuldu. Fekat, söyliyeni kimse
görmedi. Ey dünyâya kıymet vermeyip âhirete rağbet edenler, diyordu. Bu söz
Zeyn-el Âbidin «radıyallahü anh» içindi.
·
519
— Bir gün oğulları, hizmetçileri ve birkaç kişi ile sahraya çıkmışlardı. Sabah
kahvaltısı hazırlandı. Bir ceylân gelip yakınlarında durdu. Zeyn-el Âbidin
«radıyallahü anh», ben Ali bin Hüseyn bin Ali bin Ebî Tâlibim, annem de Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» kızı Fâtımâdır «radıyallahü anhâ» gel bizimle
biraz yemek ye buyurdular..
Ceylân
gelip beraber yediler. Sonra ceylân bir tarafa gitdi. Hizmetçilerinden biri,
yine çağır gelsin, dedi. Ona dokunmıyacağmıza söz verirseniz çağırayım
buyurdular.
Hepsi
dokunmayacaklarına söz verdiler. Ben Ali bin Hüseyn bin Ali. bin Ebî Tâlibim,
annem Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kızı Fâ-tımâ’dır «radıyallahü
anhâ» soframıza gel biraz dahâ yiyelim buyurdular.. Ceylân tekrar geldi. Yemeğe
başladı. Sofradakilerden biri elini ceylânın: arkasına koydu. Ceylân ürkdü. Ali
bin Hüseyn «radıyallahü anh» sözünüzde durmazsanız sizinle konuşmam,
buyurdular.
·
520
— Bir gün bir deve yolda gevşeklik eder, yürümez idi. Onu çökertip kamçısını ve
asâsını göstererek, çabuk yürü, yoksa bu kamçı ve asâ ile seni döverim buyurdu.
Bundan sonra deve çabuk yürümeğe başladı ve. artık tenbellik etmedi.
·
521
— Bir gün eshâbı ile sahrada oturuyordu. Bir ceylân yanma geldi, ayaklarını
yere vurup bir takım sesler çıkardı. Etrafındakiler ceylânın, ne dediğini
sordular. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh» buyurdu ki: Dün bir Kureyşli bu
ceylânın yavrusunu tutmuş. Yavruma dünden beri süt. vermedim diyor. O
kureyşliyi çağırdılar. Bu ceylânın yavrusunu tutmuşsun, dünden beri süt
vermemiş, o yavruyu getir sütünü versin yine yavru. senin olsun, buyurdu.
Kureyşli yavruyu getirdi. Ceylân ona süt verdi. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü
anh» o Kureyşliden yavruyu bağışlamasını istedi. Kureyşli de bağışladı. Ceylân
yavrusu ile beraber sesler çıkararak gitdi. Etrafdakiler ceylân ne söylüyor
diye sordular. Allah size hayr ve iyilikler versin diye düâ ediyor, buyurdular.
·
522
— Vefât edeceği gece oğlu Muhammed Bâkır’dan «radıyallahü. anhümâ» abdest almak
için su istedi. Bu suyun içinde hayvan ölmüşdür buyurdu. İhtiyaten mum ışığında
dikkatle bakdılar. İçinde bir fare ölüsü vardı. Oğlu ayrıca bir su getirdi.
Abdest aldı ve artık ölümüm yakındır buyurup, vasıyyet etdi.
·
523
— Zeyn-el âbidînin «radıyallahü anh» bir devesi vardı. Mekkeye giderken kamçı
vurmaya lüzûm olmadığı için kamçı palana asılı dururdu. Medineye döndükden
sonra vefat etdiler. Devesi kabrin üzerine gelip göğ- ■ sünü yere koyarak
inledi. îmam-ı Muhammed Bâkır «radıyallahü anh» gelip, Allahü teâlâ bereketler
versin kalk dedi. Deve kalkmadı. Muhammed. "Bakır «radıyallahii anh»
kalkması için fazla uğraşmayın bu deve burada ölecek buyurdu. Üç gün sonra deve
orada öldü.
·
524
■— Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» şehid edilmesinden sonra kardeşi
Muhammed bin Hanefiyye «radıyallahü anh» Zeyn-el âbidînin «radıyallahü anh»
yanma gelip; ben senin amcanım ve yaşım da senden büyükdür, imâmete senden daha
lâyıkım Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» silâhını bana ver dedi.
Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh»: Amcacığım, Allahdan kork, Hakkın olmadığı bir
şeyi isteme buyurdu. Muhammed bin Hanefiyye ısrar edince bir hâkime gidelim
buyurdu. O hâkim kimdir deyince, Hacer-ül-esveddir buyurdu. Beraber Hacer-ül-esvedin
yanma gitdiler. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh» amcacığım, imâmete kimin lâyık
olacağını sor! buyurdu. Muhammed bin Hanefiyye sordu, hiç cevâb -gelmedi.
Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh» ellerini düâya kaldırıp, Allahü teâlâdan
Hacer-ül-esvedi dile getirmesini istedi. Sonra yüzünü Hacer-ül-esvede döndürüp,
Hazret-i Hüseyn’den «radıyallahü anh» sonra imamete kimin hakkı olduğunu söyle!
buyurdu. Hacer-ül-esved harekete gelip ara-bî lisan ile fasîh olarak: Ey
Muhammed bin Hanefiyye iyi bil ki, Hazret-i Hüseyn’den sonra imamlık Zeyn-el
âbidîn’indir «radıyallahü anh» dedi.
·
525
— Tavâf zemâmnda bir erkek ile bir kadının elleri Hacer-ül-es-vede yapışdı. Ne
kadar uğraşdılar ise ellerini ayıramadılar. Sonunda kesmeğe karar verdiler. O
sırada Zeyn-el âbidîn Ali bin Hüseyn «radıyallahü anh» oraya geldi. Mübarek
elini onlara sürdü. Derhal elleri açıldı, yollarına gitdiler.
·
526
— Abdülmelik bin Mervân, Haccâca: Abdülmuttalib’in oğullarını öldürmekden
sakın. Ebû Süfyânm akrabası bu husûsda mübalâğa etmişlerdi, onların saltanatı
çabuk bitdi diye bir mektub yazarak gizlice gönderdi Zeyn-el âbidîn.
Ali
bin Hüseyne «radıyallahü anh» ma’lûm olup Abdülmelik bin Mer-vâna: Falan gün
falan saatde Haccâca şöyle bir mektûb yazdın. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» bana, bu yapdığın işin Allahü teâlânm makbulü olduğunu, mülkünü sende
sabit kılıp ve padişahlık zemânmı biraz daha artdırdığmı haber verdi diye bir
mektûb yazıp bir hizmetçisine verip kendi devesiyle gönderdi.
Abdülmelik
bin Mervân mektûbdaki tarih ile kendi yazdığı tarihi uygun görünce doğru
olduğuna inandı. Deveye götürebileceği kadar hediyye-der yükletip Zeyn-el
âbidîn Ali bin Hüseyne «radıyallahü anh» gönderdi.
·
527
— Minhâl bin Amr «radıyalahü anh» anlatıyor: Hacca gitmiş-
dim.
Zeyn-el âbidîn Ali bin Hüseyne «radıyallahü anh» rastladım. Huzey-.me bin
Kâhil-elesedi’yi sordu. Ben Kûfe’de iken hayâtda idi, dedim. Ellerini düâya
kaldırıp: Yâ Rabbi Huzeyme’ye demirin ve ateşin hararetini nasîb et, diye düâ
buyurdu. Küfeye geri dönüyordum. Yolda eski bir dostum olan Muhtâr bin Ebî
Ubeydi gördüm. Bir yerde durdu. Birisini bekliyordu. O sırada oraya Huzeymeyi
getirdiler. Muhtar, Allahü teâlâya hamd olsun ki beni sana erişdirdi dedi.
Cellâd istedi. Huzeymenin elleri ve ayakları kesildi. Bir yük kamış getirdiler,
Huzeymeyi o kamışın içine koydular, ateşe verdiler. O habis yandı. Bunu görünce
Sübhanallah dedim. Muhtar, neden Sübhanallah dedin diye sordu. Zeyn-el âbidîn
Ali bin Hüseynin «radıyallahü anh» düâsını söyledim. Sen kendin duydun mu dedi.
Evet dedim. Hemen iki rek’at nemâz kıldı ve uzun bir secde yapdı. Kalkdı.
Beraber yola koyulduk. Tesâdüfen bizim evin önünden geçmek icâb etdi. Buyurun
bizde bir yemek yiyelim dedim. Ey Minhâl hem Allahü teâlanm Ali bin Hüseynin
«radıyallahü anh» düâsınm kabul olduğunu söyledin, hem de yemek yiyelim
diyorsun. Bugün onun şükrânesi olarak oruç tutdum, dedi.
—
225 — Peygamberlik Müjdelen — F. 15
BEŞİNCİ
İMAM,
ÎMAM-I
MUHAMMED BAKIR
«RadıyaBahü
anh»
·
528
— Zeyn-el âbidîn’in oğlu Muhammed’dir «radıyallahü anh» Beşinci İmamdır.
Künyesi Ebû Ca’ferdir. Lakabı Bâkırdır. İlmdeki tebak-kurundan ya’nî geniş ve
derin iLm sahibi olduğundan bu ism verilmişdir. Annesi hazret-i Hasen’in
kızı olan Fâtımâdır «radıyallahü anhüm». Hicretin elli yedinci yılı Safer
ayının üçüncü Cum’a günü doğmuşdur. Vefâtı hicretin yüz on dördündedir. Kabr-i
şerifi Bakî’dedir.
Muhammed
Bakır «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir gün eshâbı kiramdan Câbir bin Abdullahm
«radıyallahü anh» evine gitmişdim. içeri girdim, selâm verdim. Gözleri
kapanmışdı. Selâmımı aldı. Kimsin diye sordu. Zeyn-el âbidîn’in oğlu
Muhammed’im dedim. Yanıma gel dedi. Gitdim. elimi öpdü. Ayağımı öpmek için de
eğildi ise de geri çekildim. Resûlulla-hın «sallallahü aleyhi ve sellem» sana
selâmı var dedi. Bu nasıl olur dedim.. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve
sellem» bana (Ey Câbir sen benim, oğullarımdan Muhammed bin Ali bin Hüseyni
görünceye kadar yaşayacaksın, Allahü teâlâ ona nûr ve hikmet vermişdir, veya
başka bir rivâyet-de onun ilmi geniş ve derindir, ona benden selâm söyle!)
buyurdular. Bir rivâyetde de onu gördükden sonra çok az yaşıyacaksın
buyurmuşlardır. Nitekim birkaç gün içinde Câbir «radıyallahü anh» vefat
etmişdir. Muhammed Bâkır’m kerâmetleri sayısızdır.
·
529
— Güvenilir kimselerden biri anlatmışdır:
Muhammed
Bâkır «radıyallahü anh» ile halife Hişâm bin Abdil Me-lik’in evine uğradık. Bu
ev harâb olacakdır toprağı da buradan nakl edilip taşlar açığa çıkacakdır,
buyurdular. O zeman hayretle karşılamışdım. Hişâm’m evini kim yıkabilir diye
düşünüyordum. Hişâm’m vefatından sonra oğlu Velid, evi yıkmaları için emr
verdi. Toprağı başka yere taşıdılar. Taşların açıkda kaldığını gördüm.
·
530
— Yine yakarıdaki şahs rivâyet etmişdir:
Muhammed
Bakır «radıyallahü anh» ile beraberdik. Zeyd bin Ali «rahmetullahi aleyh» bize
uğrayıp gitdi. Arkasından: Bunu öldürüp başını gezdirirler, buraya da
getirip bir kamışın üzerine dikerler buyurdu. Yine hayret etmişdim. Çünki
Medine’de kamış yokdu. Sonra Zeyd’in mübarek başım getirdiklerinde bir de kamış
getirdiklerini gördüm.
·
531
— Muhammed Bâkır’m oğlu Ca’fer «radıyallahü anhümâ» demiş-dir ki: Babam bana,
ben vefât etdiğim zeman beni sen yıka. Çünki imâmı imâmdan başkası yıkayamaz,
dedi. Ayrıca kardeşin Abdullah da imamlık da’vâsmda bulunac#ıkdır, ona karışma,
çünki ömrü kısa olacakdır. Babam vefât etdi. Yıkadım. Kardeşim Abdullah imamlık
davasında bulundu. Fe-kat, babamın dediği gibi ömrü kısa sürdü.
·
532
— Feyz bin Matar «rahmetullahi aleyh» anlatıyor: Mahmil üzerinde, nasıl nemaz
kılınacağını sormak için Muhammed Bâkır’m «radıyal-lahü anh» huzuruna
gitmişdim. Henüz bir şey söylemeden, Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve sellem»
binek hayvanı ne tarafa giderse gitsin üzerinde nemâz kılardı, buyurdular.
·
533
— Güvenilir bir kimse anlatmışdır: Bir gün Muhammed Bâkır’m «radıyallahü anh»
yanma girmek için izin istedim. İçeride kardeşlerinden birkaç kişi var, biraz
bekle, .dediler. Çok geçmeden oniki kişi çıkdı. Dar elbiseler giymişlerdi.
Selâm verip geçdiler. Sonra ben içeri girdim. Çıkanları hiç tanımadığımı
söyleyip kim olduklarım sordum. Bunlar Cinden olan kardeşlerinizdir. Sizin
gelip halâl veyâ haramdan sorduğunuz gibi onlar da gelip soruyorlar, buyurdu.
·
534
— Muhammed Bâkır’m oğlu Ca’fer «radıyallahü anhûmâ» de-mişdir ki: Bir gün
babam, ömrümden beş yıldan fazla kalmadı buyurmuş-du. Vefat edince, hesapladım.
Tam beş yıl geçmişdi.
·
535
— Yine bir kişi anlatır: Muhammed Bakır «radıyallahü anh» ile beraber Mekke ile
Medine arasında gidiyorduk. O, katıra hinmişdi.
Ben
de merkebe binmişdim. Bir ara dağdan aşağı bir kurt geldi, yak-laşdı iki
ayağını katırın eğerine koydu, bir şeyler söyledi. Muhammed Bâ-kır «radıyallahü
anh» dinledi, sonra yürü git, dediğini yapdım buyurdu. Bana dönerek: Kurt ne
dedi biliyor musun? diye sordu. Allah ve Resûlü ve Resûlün oğlu bilir dedim.
Kurt, zevcem rahm ağrısına tutuldu. Düâ buyurun da kurtulsun ve senin
dostlarından hiç kimse benim neslime musallat olmasın dedi. Ben de düâ ettiğimi
söyledim buyurdular.
·
536
— Yine birisi anlatmışdır: Mekke’de idim. Muhammed Bâkırı «ra-dıyallahü anh»
görmek arzûsu beni kapladı. Yola çıkdım. Medine’ye vardığım gece şiddetli
yağmur ve çok soğuk vardı. Gece yarısı evinin kapısına geldim. Kapıyı vurayım
mı, yoksa sabahı bekliyeyim mi diye düşünürken, onun sesini duydum. Câriyesine,
kalk falan için kapıyı aç, o bu gece yağmura tutulmuşdur ve hava da soğukdur
diyordu. Kapı açıldı. İçeri girdim.
·
537
— Yine bir kişi anlatır: Bir gün Muhammed Bâkır’ın «radıyalla-hü anh» evinin
kapısına vardım. Başkalarına izn verildiği halde bana izn verilmedi. Çok
üzüldüm. O gece gözüme uyku girmedi. Ne tarafa gideyim diye düşünceye daldım.
Mürcie fırkasına gitsem onların şu bozuk düşüncesi vardır. Kaderiyye fırkasına
dönsem onlar şöyle yanlış düşünürler. Zey diyyenin, Harûriyyenin de şöyle şöyle
bozuk fikirlerinin olduğunu düşünüyordum. Bu düşüncelerle geceyi geçirmişim.
Sabah ezanı okundu. O sırada kapı çalındı. Kimsin dedim. Beni Muhammed Bâkır
«radıyallahü anh» gönderdi, seni istiyor dedi. Hemen elbisemi giyip gitdim. Ey
falan mürcie’-ye, Kaderiyyeye, Zeydiyyeye veya Harûriyye’ye niçin dönüyorsun?
Bize dön buyurdular.
·
538
— Yine bir kişi anlatmışdır: Mekke ile Medine arasında idim. İleride bir
karaltı gördüm. Ba’zan görünüyor ba’zan görünmüyordu. Yaklaşınca bu karaltının
yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk olduğunu gördüm. Selâm verdi. Selâmını aldım.
Nereden geliyorsun? dedim, Allahü teâlâdan geliyorum dedi. Nereye gidiyorsun?
dedim. Allahü teâlâya gidiyorum dedi. Yiyeceğin nedir? dedim. Takvâdır dedi.
Sen kimsin? dedim. Arabım dedi. Biraz dahâ açıkla dedim. Kureyşliyim dedi.
Biraz dahâ açıkla dedim. Hâ-şimîyim dedi. Dahâ açıkla dedim. Aleviyim, yani
Hazret-i Ali’nin «radıyal-lahü anh» sülâlesindenim dedi.
Dahâ
sonra Ben Muhammed bin Ali bin Hüseyn bin Ali bin Ebî Talibim dedi. Gözümden
gâib oldu. Göğe mi çıkdı, yoksa yere mi gizlendi anlı-yamadım.
·
539
— Yine birisi anlatıyor: Muhammed Bâkır’dan «radıyallahü anh» mü’minin Allahü
teâlâ üzerindeki hakkı nedir? diye sordum. Yüzünü bana çevirdi. Süâli üç kere
tekrarladım. Uçüncüsünde: Mü’minin Allahü teâlâ üzerindeki hakkı şudur ki: Şu
hurma ağacına gel deyince gelmelidir. Bak dım, işaret etdiği hurma ağacı
geliyordu. Bunun üzerine hurma ağacına: Dur, bu sözümle seni kasd etmedim,
buyurdu.
·
540
— Yine bir kişi anlatıyor: Muhammed Bâkır’ın «radıyallahü anh» evine gitmişdim.
Kapıyı çaldım. Genç bir câriye kapıyı açdı. Elimi göğüslerine dokundurarak,
efendine, kapıda falan kimsenin olduğunu söyle dedim. O sırada içeriden bir ses
geldi. İçeri gir, o senin hemşîrendir diyordu. İçeri girdim. Kötü bir şey
yapmadım, dedim. Doğru söylüyorsun, bu divarların size olduğu gibi bize de
perde olduğunu mu zan ediyorsun. O zeman aramızdaki fark ne olacakdır. Sakın
bir daha böyle bir şey yapma buyurdular.
·
541
— Yine birisi anlatıyor: Cebâbe-i Vâlibiyye Muhammed Bâkır’m «radıyallahü anh»
ziyaretine geldi. Niçin böyle seyrek geliyorsun? buyurdular. Cebâbe, başımda
bir beyazlık meydana geldi, o beni meşgûl ediyor, dedi. Neresi olduğunu bana
göster buyurdular. Cebâbe gösterdi. Mübarek elini Cebâbe’nin başına koydular. O
beyaz yer siyah oldu. Bir ayna verin buyurdular. Cebâbe aynaya bakdı. Saçının
siyah olduğunu gördü.
·
542
— Yine birisi anlatıyor: Muhammed Bakır «radıyallahü anh» ile Resûluliah’m
«sallallahü aleyhi ve sellem» mescidinde idim. O günlerde Zeyn-el âbidîn Ali
bin Hüseyn «radıyallahü anh» vefat etmişdi. O sırada Dâvûd bin Süleyman ile
Mansûr-u Devanîkî içeri girdiler. Dâvûd, İmâm-ı Bâkır’m yanma geldi. Devanîkî
başka bir yere oturdu. îmâm-ı Bâkır «ra-dıyallahü anh» Devanikî niçin yanımıza
gelmiyor? diye sordular. Dâvûd bir özr söyledi. Çok zemân geçmeden Devânîkî
Vâli olacakdır, şarka garba mâlik olacakdır. Ömrü de uzun olup, ondan evvel
kimsenin mâlik olamadığı hazînesi olacakdır, buyurdular. Dâvûd bu sözü gidip
Devânîkî’ye söyledi. Devânîkî, Muhammed Bâkırın «radıyallahü anh» huzuruna
geldi. Sizin yanınıza gelmememin sebebi sizin büyüklüğünüz ve heybetinizdendir,
dedi. Sonra, Dâvûda bir kaç söz söylemişsiniz, dedi. Evet söylediklerim
doğrudur, buyurdular. Devânîkî, bizim mülkümüz sizden çok mu olacak-dır? dedi.
Evet buyurdular. Benden sonra oğullarıma da kalır mı? dedi. Evet kalır
buyurdular. Bizim mülkümüz ve saltanatımızın müddeti mi çok olacakdır, yoksa
Benî Ümeyyenin ki mi? diye sordu. Sizin mülkünüz ve saltanatınız dahâ çok
olacakdır. Hattâ çocukların top ile oynadığı gibi oğulların da bu mülk ile
oynıyacakdır. Bunu babamdan duymuşdum, buyurdular. Mülk Devanîkîye erişince
Muhammed Bâkırın «radıyalahü anh» sözüne teaccüb ederdi.
·
543
— Gözleri görmeyen Ebû Basîr anlatıyor: Bir gün îmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh»
ile şöyle konuşduk. Siz, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
zürriyyetindensiniz. Evet buyurdu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
bütün peygamberlerin «aleyhimüsselâm» vârisidir. Evet onların ilmleri miras
kalmışdır buyurdular. Siz de Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem»
miras alıyorsunuz. Evet buyurdular. Peki, sizde ölüleri dirilten, körlerin
gözlerini açan, Baras hastalığını gideren, evlerdeki yiyeceklerden, eşyalardan
haber veren kuvvet var mıdır? dedim. Evet, Allahü teâlânm izniyle vardır
buyurdular. îleri oturmamı söylediler. Mübarek elini yüzüme sürdüler. Gözlerim
açıldı. Dağları, sahraları, yeri ve gökü gördüm. Tekrar mübarek elini yüzüme
sürdüler. Yine gözlerim kapandı. Dünyâda gözlerin görüp âhıretde hisaba
çekilmek mi istersin, yoksa hisâbsız Cennete gitmek mi istersin? diye sordular.
Dünyâda göremeyip, âhıretde hisâbsız Cennete gitmeği tercih etdim.
·
544
— Yine birisi anlatıyor: İmâm-ı Bakırın «radıyallahü anh» sohbetinde elli kişi
kadar vardık. Kûfe’den hurma dânesi satan bir şahs geldi. Yüzünü Muhammed
Bâkır’a «radıyallahü anh» döndürerek: Küfede falan şahs, senin yanında bir
melek olduğunu o meleğin sana Mü’mini, kâfiri, dos tunu ve düşmanını haber
verdiğini söylüyor dedi. İmâm-ı Bâkır «radıyalla-hü anh» hazretleri o şahsa:
Sen ne iş yapıyordun, diye sordu. Buğday satarım dedi. Yalan söylüyorsun,
buyurdular.
Ara
sıra arpa da satarım, dedi. Yine yalan söyledin, senin işin hurma dânesi
satmakdır buyurdular. O şahs, bunu sana kim haber verdi? diye sordu. Dostumu
düşmanımı haber veren melek söyledi buyurdular. Ayrıca sen falan hastalıkdan
öleceksin buyurdular. Bir ara Küfeye gitmişdim. O şahsı sordum. Üç gün
evvel îmâm-ı Bâkırm «radıyallahü anh» söylediği hastalıkdan öldü dediler.
·
545
— Yine bir kişi anlatıyor:
Bir
gün İmâm-ı Bakır «radıyallahü anh» ile beraber atlı olarak Me-dîneye
gidiyorduk. Az bir yol gitmişdik, karşımıza iki şahs geldi. Bunlar hırsızdır,
yakalayın buyurdular. Hizmetçileri o şahsları tutup bağladılar, î’timâd ettiği
bir kişiye: Şu dağa çık, orada bir mağara göreceksin, mağarada ne
bulursan getir buyurdular. O kişi gitdi. İki bavul dolusu elbise getirdi. Bir
bavul da başka bir yerde buldular. îmâm-ı Bâkır «radıyalla-hü anh» bu
bavulların sâhibleri şimdi hazırdır, üçüncü bavulun sâhibi de sonra gelir
buyurdular. Medîneye vardık. İki bavulun sahibi, şübhelendiği birkaç kişiyi
suçlandırmış, hâkim de onları azarlıyordu.
İmâm-ı
Bâkır «radıyallahü anh»; bunları azarlamayınız hırsızlar buradadır buyurdu.
Yolda tutdukları hırsızların elleri kesildi. İki bavul da sâhibine
verildi. Hırsızlardan biri: Allaha teâlâya hamd olsun ki, benim elimin
kesilmesi ve tevbe etmem Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» oğlunun
elinde oldu dedi. İmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh»; Senin kesik elin senden yirmi sene önce Cennete gitdi buyardıiar. O
şahs bundan sonra yirmi yıl yaşadı.
Üç
gün sonra diğer bavulun da sâhibi geldi. Imâm-ı Bakır «radıyal-lahü anh» o
bavulun sâhibine: Senin bavulunda bin altın senin, bin altın da başkasının var ve
ayrıca şu elbiseler gibi elbiseler vardır buyurdular. O şahıs eğer o bin
altının da sâhibini söylersen doğru söylediğine inanırım, dedi. O şahsın adı
Muhammed bin Abdurrahmândır, sâlih bir şahs-dır, çok nemâz kılar ve çok sadaka
verir, şimdi dışarıda seni bekliyor buyurdular. O bavulun sâhibi hıristiyan
idi, Müslimân oldu.
·
546
— Ebû. Basîr «rahmetullahi aleyh» demişdir ki: Imâm-ı Bâkır «radıyallahü anh»:
Ben bir kişi biliyorum ki, bir deniz kenarına gelse, o denizdeki bütün
hayvanları, annelerini, amcalarını ve halalarını bilir, buyurdu.
·
547
— Yine bir kişi anlatıyor: Birkaç kişi ile İmâm-ı Bâkırın «ra-dıyallahü anh»
evinin dehlizine girmişdik. Birisinin Süryânîce, güzel sesle bir şeyler
okuduğunu ve ağladığını işitdik. Ehl-i kitâbdan birisidir diye zannetdik. Evin
içine girdik. Evde îmâm-ı Bâkırdan başka kimse yokdu. Kendisinden sorduğumuzda,
falan peygamberin «aleyhimüsselâm» münâ-câtını okuyordum, beni ağlatdı
buyurdular.
·
548
— Yine bir kişi anlatıyor: Ibni Ukâşe-i Esedî «radıyallahü anh» îmâm-ı Bâkır «radıyallahü
anh» hazretlerine geldi. Oğlu Cafer-i Sâdık «radıyallahü anh» da orada idi.
İbni Ukâşe «radıyallahâ anh» Ca’ferin evlenme çağı gelmişdir dedi. İmâm-ı
Bâkırın «radıyallahü anh» önünde bir kese altın mühürlü olarak duruyordu.
Yakında bir yerden esir satıcısı gelecekdir ve falan yerde konaklayacaklardır
buyurdu.
Bir
kere dahâ îmâm-ı Bâkırm «radıyallahü anh» huzûruna gitmiş-dik. O satıcının
geldiğini söylediler. O bir kese altını verdiler. Bununla bir câriye satın alın
buyurdular. Satıcıya gitdik. Bütün câriyeleri satdığım ancak birbirinden güzel
iki câriyesi kaldığım söyledi. Çıkarın görelim dedik. Çıkardı. Birini beğendik.
Kaça satarsın dedik. Yetmiş altına dedi. Biraz ikrâm edin dedik. Bir kuruş
eksik olmaz dedi. Şu kesenin içinde ne varoşa alınız, içinde nekadar altın
olduğunu bilmiyoruz, dedik. Orada saçı sakalı ağarmış birisi vardı. Altınları
sayın dedi. Satıcı, olmaz dedi. Bir kuruş eksik gelirse vermem dedi. Ak saçlı
adam ısrar etdi. Keseyi açıp saydılar tam yetmiş altın idi. Câriyeyi aldık. Imâm-ı
Bâkır’a «radıyallahü anh» getirdik. Ca’fer «radıyallahü anh» da yanında idi.
Satıcı ile aramızda geçenleri anlatdık. Allahü teâlâya hamd etdi. O câriyeye
bekâr mısın, dul musun diye sordu. Câriye bekârım dedi. Hiçbir câriye
satıcıların elinden kurtulmaz, buyurdular. Câriye; o ne zeman benim yanıma
gelse, saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar gelir ona bir tokat vurur ve yanımdan
uzaklaşdı-rırdı. Böylece bir kaç kere tekrarlandı dedi. İmâm-ı Bâkır
«radıyallahü anh» oğlu Ca’fer’e: Al bu câriyeyi götür buyurdu. O câriyeden
Muham-med Bâkır’m torunu Mûsâ doğdu «radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în»
·
549 — Muhammed Bâkır «radıyallahü anh»
Medine’de bir grup insanlarla oturmuşdu. Mübarek başını önüne eğdi. Bir zeman
sonra kaldırdı.. Bir kişi bu Medine’yi görmeğe gelecek, üç gün boyunca dört yüz
bin kişilik ordusu ile çok kimseleri öldürecek ,ondan büyük zarar göreceksiniz.
Bu gelecek yıl olacak. Söylediğim doğrudur, bundan çok sakınınız buyurdu.
Medineliler inanmadılar. Yalnız az bir grup ile Hâşim oğulları inandılar. Çünki
Hâşim oğullan İmâm-ı Bâkır’m «radıyallahü anh» her sözünün doğru olduğunu
bilirlerdi. Bir yıl sonra îmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh» ile kendisine
inananlar âileleri ile beraber Medine’den çıkdılar. Sonra Nâfi" bin Ezrak
geldi. îmâm-ı Bâkır’m «radıyallahü anh» buyurduğu gibi yap-dı. Artık
Medineliler: Bundan sonra îmâm-ı Bâkır’m «radıyallahü anh» her sözüne inanırız,
her sözü doğrudur, çünkü o Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ehl-i
beytindendir, diyorlardı.
'
■
ALTINCI
İMAM,
İMAM
I CA’FER-İ SÂDIK
«Radiyallahü anh»
·
550
— Künyesi Ebû Abdullahdır. Ebû İsmail de derler. Lakabları çok» dur. Meşhûr
olan Sâdıkdır. Annesi Ümmi Fermûdedir. Ümmi Fermûde, Hazret-i Ebû Bekr’in
torunu Kâsım’m kızıdır. Ca’fer-i Sâdık «radiyallahü anh» Ebu Bekr Sıddîk benim
iki kere babamdır, buyurmuşdur. Bu sözden Ebû Bekr-i Sıddîk’m Ca’fer-i Sâdık’ın
«radiyallahü annümâ» neseb ve tarikat yönünden olmak üzere iki dürlü babası
olduğu anlaşılır. Çünki, Ca’fer-i Sâdık «radiyallahü anh» Hazret-i Aliden
«radiyallahü anh» gelen vilâyet yolunda olduğu gibi, Hazret-i Ebû Bekr’den
«radiyallahü anh» gelen nübüvvet yolunu da almışdır.
Hicretin
seksenüçüncü yılında Medine’de rebî’ül-evvel ayının onyedin-ci pazartesi günü
doğmuşdur. Hicretin yüz kırksekizinci yılı receb ayının, onbeşinci Sah günü
vefat etmişdir. Baki’ kabristanındadır. Babası îmâm-ı Muhammed Bâkır, dedesi
Zeynel-âbidin ve büyük amcası hazret-i Hasen’in. «radiyallahü anhüm» bulunduğu
yerdedir. Ehl-i beytin büyüklerinden ve» âlimlerindendir. Nurlu kalbine akan
ilmin ve feyzin çokluğu akl ile anlaşılmaz, dil ile anlatılamaz.
Ca’fer
bin Muhammed «radiyallahü anh» bana, benden evvelki şeyleri de sorunuz, benden
sonra size hiç kimse benim gibi anlatamaz, buyurmuşdur.
İmâm-ı
Ca’fer-i Sâdık’ın «radiyallahü anh» hakikatleri ve ince marifetleri bildiren
sözleri, nükte ve lâtîfeleri âlimler ve evliya arasında meş-hûrdur, kitâblarda
yazılmışdır. Bu kitâbda yalnız hârika ve kerametler anlatıldığından kendisinin
birkaç kerametini anlatabileceğiz.
·
551
— Halifenin kapıcısı ve veziri Rebi’ anlatıyor: Halife Mensûr Ca’fer-i Sâdık’ı
«radiyallahü anh» çağırdı. Mensûr: Eğer ben seni öldürmezsem, Allah beni
öldürsün. Sen, fitne çıkarıp Müslimânların kanını dök-»ek istiyoMeıuşsun
dedi. Ca’fer-i Sâdık «radıyallahü anh» yemin ederek, ■ben böyle bir şey
yapmadım ve yapmak da istemem. Eğer kulağınıza böyle bir şey geldiyse bir
yalancının sözüdür. Allah korusun dediğin şeyi yapamam. Yûsüf «aleyhisselâm»a
zulm etdiler, avf etdi. Eyyüb «aleyhisse-lâm» bir belâya mübtelâ oldu, sabr et,
Süleyman «aleyhisselâm» a çök .şeyler verildiği halde, şükr etdi. Bunlar
peygamberdir, senin nesebin de onlara gider buyurdu. Mansûrun hoşuna gidip
yukarı çıkdılar. Bu sözü bana falan kişi söyledi, dedi. O şahsı çağırdılar. O
şahsa, sen bu sözü kendisinden mi işitdin? diye sordu. O şahıs evet dedi. Yemin
eder misin diye sorunca, ederim dedi ve kendisinden başkası ilâh olmayan,
görünen ve görünmeyen her şeyi bilen Allaha yemin ederim, dedi. Cafer-i Sâdık
halifeye: Yâ Emir-el-Mü’minîn bir de benim söylediğim şeklde yemin etsin, dedi.
Halife izn verdi. Ca’fer-i Sâdık «radıyallahü anh» o şahsa: Allahın kudret ve
kuvvetinden çıkıp, kendi kudret ve kuvvetime sığınmış olayım ki, Câfer şöyle
dedi ve şöyle şöyle yapdı, diye yemin et dedi. O şahs önce söylemek istemedi
ise de biraz sonra söyledi. Hemen düşüp öldü. Halîfe Mensûr, bunu ayağından
çekip dışarı atınız, dedi.
Rebi’
der ki: Ca’fer-i Sâdık «radıyallahü anh» Halife Mensûrun yanına geldiği zeman
dudaklarını oynatırdı. Zeman geçdikçe Mensûrun gadabı söndü. Hattâ Mensûr
Ca’feri «radıyallahü anh» yanma çağırıp güler yüz bile gösterdi. Oradan
ayrıldığımızda Ca’fere «radıyallahü anh» Halife sana çok kızmışdı, sen gelip
dudaklarını oynatdıkça onun kızgınlığı yavaş yavaş sönüyordu. Hangi düâyı
okuyordun? diye sordum. Dedem Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» düâsını
okuyordum buyurdu. O düâ Arabi olarak kitâbda yazılıdır. Rebi diyor ki: Bu
düâyı ezberledim. Bana ne zeman bir musibet gelse bu düâyı okur kurtulurdum.
Sonra Ca’ferden «ra-dıyallahü anh» o şahsa niçin kendi yemininden başka şeklde
yemin verdirdin diye sordum. Bir kul Allahü teâlâyı vahdâniyyet ve azametle
zikr ederse Allahü teâlâ o kuluna rahmet ve re’fet ile bakar ve cezâsmı
gecik-dirir. Oradaki gibi yemin verdirdim. Gördüğün gibi Allahü teâlâ onun
ce-zâsını çabuk verdi, dedi.
·
552 — Halife Mensûr, kendi kapıcısına:
Ca’fer-i Sâdık bana geldiği zeman gözetle, benim yanıma gelmeden onu öldür diye
emr etdi. Bir gün Câfer-i Sâdık «radıyallahü anh» Mensûrun yanma geldi ve
oturdu. Mensûr kapıcıya haber gönderdi. Kapıcı, Ca’fer’in «radıyallahü anh»
Mensûrun yanında, oturduğunu gördü. Bir müddet sonra Ca’fer «radıyallahü anh»
Mensûrun yanından ayrıldı, gitdi. Mensur tekrar kapıcıyı çağırdı. Sana ne emr
etmişdim dedi. Kapıcı yemin ederek Ca’feri yalnız senin yanında otururken
gördüm. Gelirken de giderken de görmedim,, dedi.
·
553
— Mensûrun yakınlarından biri anlatıyor: Bir gün Mensûrun yanına gitmişdim. Onu
düşünceli gördüm. Yâ Emîr-el-Mü’minîn neden düşüncelisiniz? diye sordum.
Alevîlerden ya’ni Hazret-i Alinin «radıyallahü anh»
evlâdından çok kimseleri öldürdüm, fekat onların önderini bırak-dım dedi. Bu
önder kimdir? diye sordum. Ca’fer bin Muhammeddir «radı-yallahü anh» dedi. O
ibadetle meşgul olan bir kişidir, dünyâya ehemmiyet vermez dedim. Sen de onun
halife olmasını istiyorsun, ama olmıyacakdır. Ben en son bu gece kalbimi onunla
meşgul etmekden kurtarmak istiyorum ,dedi. Cellâdı çağırdı. Ca’feri
çağıracağım, elimi başına koyduğum ze-man onu öldür, dedi. Ca’fer-i Sâdık’ı
«radıyallahü anh» çağırdılar. Gelirken ben de yanma gitdim. Dudaklarını
oynatıyordu. Ne okuduğunu anlı-yamadım. Mensûr’un serayına bakdım, dalgalı
denizdeki gemi gibi sallanıyordu. Mensûru gördüm yalınayak başı kabak bütün
a’zâları titriyerek Ca’fer-i Sâdıkı «radıyallahü anh» karşıladı. Kolundan
tutup, tahtının üzerine oturdu. Niçin geldiniz? diye sordu. Câ’fer-i Sâdık
«radıyallahü anh» beni çağırmışsınız geldim buyurdu. Mensûr, ne istiyorsanız
emr edin dedi. Ca’fer «radıyallahü anh ben istemeyince beni çağırmayın, kendi
isteğimle gelirim buyurdular ve gitdiler. Sonra Mensûr yatdı gece yarısına
kadar uyudu. Nemazlarını kaçırdı, kalkınca kazâ etdi ve beni yanma çağırdı. Ca’fer
bin Muhammed «radıyallahü anh» geldiği zemân bir ejderha gördüm. Bir dudağı
yerde bir dudağı gökde idi. Köşkümün damından bana: Eğer Ca’fer-i Sâdıka
dokunursan seni ve sarayını yutarım, dedi. Bundan sonra gördüğün gibi hâlim
değişdi dedi. Bu sihrdir dedim. Yok öyle deme, bu İs-m-i A’zamm
husûsiyyetlerindendir ki, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sel lem» gelmişdir.
Bu ismle her ne dilerse, dileği yerine gelirdi, dedi.
·
554
— İbni Cevzî «rahmetullahi aleyh» Sıfat-us-safve adlı kitabında yazmışdır. Leys
bin Sa’d anlatıyor: Bir hac mevsiminde Mekkede idim. İkindi nemâzmi kılıp Ebî
Kubeys dağına çıkdım. Bir kişi düâ ediyordu. Ya Rabbî sözünü nefesi kesilinceye
kadar tekrarladı. Sonra Yâ Rabbâhü sözünü nefesi kesilinceye kadar tekrarladı.
Sonra Rab, yâ Allah, yâ. Rahim, yâ Erhemer râhimîn sözlerini de aynı
şekilde nefesi kesilinceye kadar tekrarladı. Yedi kere böyle yapdı. Sonra Yâ
Rabbî şu üzümden istiyorum. Ve elbiselerim de eskidi dedi. Henüz düâsı
bitmemişdi, bir sepet üzüm ile iki takım elbise yanma geldi. Halbuki o zemân
üzüm mevsimi de değildi. Üzümden yemek isteyince, ben de bu üzümde ortağım
dedim. Niçin? diye sorunca, sen düâ ederken ben âmin diyordum dedim. Peki,
buraya gel dedi. Gitdim, beraber yedik. Üzüm çekirdeksizdi ve öyle üzüm hiç
yememişdim. Doyuncaya kadar yedim. Fekat sepetdeki üzüm hiç eksilmedi. Sonra,
bu iki elbiseden hangisini istersen al, dedi. İhtiyacım yok, dedim. Yüzünü dön,
bunları giyeyim, dedi. Yüzümü döndürdüm. Birini izâr birini ridâ edindi.
Eskileri de eline aldı, yürüdü. Ben de arkasından git-dim. Sa’y olunan yere
geldik. Birisi önüne çıkdı. Yâ Resûlullahm «sallal-lahü aleyhi ve sellem» oğlu,
beni giydir ki Allahü teâlâ da seni elbiselen-dirsin dedi. Eski elbiseleri bu
adama verdi. Arkasından yetişip, bu elbiseleri sana veren kim idi diye sordum.
Ca’fer bin Muhammed «radıyallahü. anh» idi dedi. Sonra her ne kadar kendisinden
hadis-i şerif dinlemek için.. Ca’feri «radıyallahü anh» aradım ise de
bulamadım.
·
555
— Dâvûd bin Ali bin Abdullah bin Abbas, İmâm-ı Ca’fer-i Sadık’ m «radıyallahü
anh» kölelerinden birini öldürdü ve malını aldı. İmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh»
Dâvûdun yanma gidip, kölemi öldürdün ve malını gasb etdin. Sana bir bed düâ
edersem görürsün buyurdu. Dâvûd alay ederek: Beni düâ ile mi korkutuyorsun
dedi. Câfer-i Sâdık «radıyallahü anh» eve gelip bütün gece ibâdet etdi.
Seher
vakti, Dâvûda bed düâ etdiğini işitdiler. Bir saat geçmeden Dâ-vûdu öldürdüler.
·
556
— Ebû Basîr anlatıyor: Medineye gitmişdim. Yanımda bir câri-yem vardı. Onunla
Cem’ oldum. Hamama gitmek için dışarı çıkdım. Bir grub kimseleri gördüm. İmâm-ı
Câ’feri «radıyallahü anh» ziyarete gidiyorlardı. Ben de onlara katıldım.
Gitdik, içeri girdik. Bana bakarak, Ey Ebû Bâsîr Peygamberlerin ve oğullarının
huzûruna Cünüb olarak girilmiyece-ğini bilmiyor musun? buyurdu. Sizi ziyâretden
mahrum kalmayayım diye gelmişdim bir dahâ böyle yapmıyacağıma tevbe edip dışarı
çıkdım.
·
557
— Bir kişi anlatmışdır: Bir dostum vardı. Halîfe Mensûr onu habs. etmişdi. Bir
hac mevsiminde Arafatda ikindi nemâzmdan sonra İmâm-ı Câ’feri «radıyallahü anh»
gördüm. Habsde olan arkadaşımı sordu. Yine-habsdedir dedim. Hemen düâ
buyurdular. Biraz sonra kendisi yemin ederek: arkadaşını Arife günü ikindi
nemâzmdan sonra salıverdiler buyurdu.
·
558
— Yine birisi anlatır: Bir palto satın almışdım kendime kefen olsun diye
ölünceye kadar saklıyayım diye düşünüyordum. Arafatdan Müz-delifeye indik. O
paltoyu gâib etdim. Çok üzüldüm. Sabahleyin Minaya gel- ■ diğimizde Hayf
mescidinde oturdum. Birisi geldi. Seni İmâmı Câ’fer «ra-dıyallahü anh»
çağırıyor dedi. Gitdim. Selâm verip oturdum. İstiyor musun sana bir palto
vereyim, vefatından sonra sana kefen olur buyurdu. İyi. olur, zâten benim
paltom da gâib olmuşdu dedim. Hizmetçisi bir palto getirdi. Aynen benimki gibi
idi. Tut ve Allahü teâlâya ısmarla buyurdular.
·
559
— Yine birisi anlatır: Bir gün İmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh» ile Mekkede
gidiyorduk. Bir kadın etrafında çocuklariyle ağlaşıyorlardı,.. Önlerinde de bir
sığır ölüsü vardı. Bu ne haldir? diye sordular. Kadın, biz bu ineğin sütü ile
geçinirdik. Şimdi öldü, ne yapacağımızı şaşırdık dedi, îmâm-ı Sâdık
«radıyallahü anh», ister misin bü ineği Allahü teâlâ diriltsin buyurdu. Kadın,
bu musibet yetmiyormuş gibi bir de benimle istihzâ mı ■ediyorsun, dedi.
Câ’fer-i Sâdık «Radıyallahü anh» istihzâ etmiyorum deyip düâ buyurdular.
Sonra
mübarek ayağı ile hayvana dokundular. Hayvan sağlam olarak kalkdı. Câfer-i
Sâdık «radıyallahü anh» ise kalabalığa girip gâib oldu. Kadın bu işi yapanın
kim olduğunu anlıyamamışdı.
·
560
— Yine bir kimse anlatır: İmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh ile hacca gidiyorduk.
Bir kuru hurma ağacının dibine oturmuşduk. Mübarek dudaklarını kıpırdatdı. Ne
okuduğunu anlıyamadım. Sonra yüzünü hurma ağacına çevirerek: Allahü teâlânm
kullarının rızkından sana emânet olarak verdiği şeyle bizi yedir! buyurdular.
Ağaç onun tarafına eğildi, üze rinde taze hurma salkımları asılı idi. Gel,
besmele ile bu hurmalardan,ye! buyurdular. Yedim, ömrümde öyle tatlı, hoş hurma
yememişdim. Orada bir köylü vardı. Ömrümde böyle bir sihr görmedim dedi. îmâm-ı
Sâdık «radıyallahü anh» biz peygamberin «sallallahü aleyhi ve sellem»
vârisleriyiz. Bizim aramızda sihrbaz ve kâhin olmaz. Biz düâ ederiz, Allahü
teâlâ kabul eder, istersen düâ edeyim Allahü teâlâ seni köpek şekline soksun
buyurdular. Köylü câhillik edip, et dedi. Düâ buyurdular. Köylü hemen köpek
şekline girdi ve evine doğru gitdi. Arkasından git buyurdular. Git-dim. Evine
girdi. Çocuklarının yanında kuyruğunu salladı. Onu sopa ile kovdular. Ben,
îmâm-ı Sâdık’m «radıyallahü anh» huzûruna geldim. Evdeki durumu anlatdım. Köpek
de geldi, toprakda yuvarlandı, gözlerinden yaş döküyordu. İmâm-ı Sâdık
«radıyallahü anh» hazretleri acıyıp düâ buyurdular. Tekrâr köylü şekline geldi.
Söylediklerime inandın mı? diye sordular. Köylü, bin kere, bin kere dedi.
·
561
— Yine birisi anlatır: Bir grub insanlar ile îmâm-ı Sâdık’m «ra-dıyallahü anh»
sohbetinde idik. Ben sordum ki, Allahü teâlâ İbrahim «aleyhisselâm» a: Bakara
Sûresi iki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi ve sonrasında (dört kuş al. Onları
iyice tanı. Sonra onların herbirini kesip parça parça et. Her bir parçayı bir
dağın üzerine koy. Sonra onları yanma çağır. Hepsi yanma gelecekdir.) buyurdu.
Buradaki kuşlar aynı cinsten mi idi yoksa çeşitli cinsden mi idiler.
İstermisiniz o kuşları aynen size göstereyim? buyurdular. İsteriz dedik. Ey
tâvus buyurdular. Bir tâvus hâzır oldu. Sonra Ey karga! buyurdular. Bir karga
hazır oldu. Sonra Ey Güvercin! buyurdular. Bir Güvercini orada gördük. Sonra Ey
Doğan! buyurdular. Bir Doğm orada haar oldu. Emr buyurdular, oradaki
dört kuşu® başları kesildi bir yere saklandı, vücudlan parçalanıp karışdınldı.
Sonra Ey Tâvus! buyurdular. Tâvusun eti kemiği tüyleri bir araya toplanıp
başına yapışdı ve canlı oldu. Diğer kuşlar da aynı şekilde canlandılar.
·
562
— Yine birisi anlatır: Bir şahs İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’a «radıyal-lahü anh»
onbin akçe getirdi. Ben hacca gidiyorum, bu parayla bana bir ev alın,
hacdan dönüşde o evde çoluk çocuğumla oturayım, dedi. O şahs hacdan dönüp
îmâm-ı Sâdıkm «radıyallahü anh» huzûruna geldi. Ca’fer «radıyallahü anh» o
şahsa: Sana Cennetde bir ev aldım. Komşularının birisi Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem», İkincisi Hazret-i Ali «radı-yallahü anh», üçüncü ve
dördüncüsü Hazret-i Hasen ve Hüseyn «radıyal-lahü anhümâ» olacakdır. Bunun için
sana sened de yazdım, buyurdular. O şahıs bunları duyunca, ben buna razı oldum
dedi. Evine geldiğinde hastalandı. Ölürsem bu senedi kabrime koyun, diye
vasıyyet etdi. Vefat edince senedi kabrine koydular. Ertesi gün sabahleyin o
senedi kabrin üzerinde buldular. Senedin arkasında, Ca’fer bin Muhammed
«radıyallahü anh» va’d etdiği şeyde vefa eyledi yazılıydı.
·
563
— Bir şahs, İmâm-ı Ca’fer’den «radıyallahü anh» Hak teâlânm kendisine çok mal
verip, çok hac yapması için düâ buyurmasını istedi. Ya Rabbî, buna elli hac
yapacak kadar mal ver! diye düâ. buyurdular.
O
şahs elli hac yapdı. Ellibirinci için Cuhfe denilen yerde gusl ede-cekdi. Sel
geldi ve orada vefat etdi.
■
YEDİNCİ
İMAM
İMÂM
I MÜSÂ KÂZIM r
«radıyallahü anh»
!
Ca’fer-i
Sâdık’m «radıyallahü anh» oğludur. Yedinci imâmdır. Künyesi Ebül Hasen ve Ebû
İbrâhimdir. Bunlardan başka da söylemişlerdir. Lakabı Kâzımdır. Hilm’inin
çokluğundan kendisine kötülük yapanlara dahî kızmayıp bağışladığından, gadabma
hâkim olduğundan Kâzım lakabını vermişlerdir.
Annesi
câriye idi. Humeyde-i berberiyyedir. Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ’da,
hicretin yüz yirmi sekizinci senesi saf er ayının yirmi üçüncü pazar günü
doğmuşdur.
·
565 — Mûsâ Kâzımı «radıyallahü anh»' Önce
Halife Mensur’un oğlu Medhî, Bağdada getirip habs etdi. Bir gece rü’yâsmda
Emirül müminin Hazret-i Ali’yi «radıyallahü anh» gördü. Kendisine bir âyet-i
kerîme okudu. Manâ-yı latifi şöyle idi. (Siz yer yüzünü fesâd etmek mi
istiyorsunuz? Hâkim oldunuz diye akrabalarınızı mı öldüreceksiniz?)
Rebî
diyor ki: O gece beni Mehdi çağırdı. Gitdim. Güzel sesle bu ayet-i kerîmeyi
okuyordu. Mûsâ Kâzım’ı «radıyallahü anh» getir dedi. Gidip getirdim. Onunla
kucaklaşdı, yanma alıp rü’yâsını söyledi. Bana ve benim oğullarımın üzerine
yürümeyeceğinden beni emin edebilir misin? dedi. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh»,
bu işi yapmam ve şanıma da yakışdıramam buyurdu. Mehdî, doğru söylüyorsun dedi.
Sonra bana dönerek: Bunlara bin altın ver ve yol hazırlığını yap. Medineye
gitsinler dedi. Hazırlığı hemen yapdım. Sabaha kalınca bir mâni’ çıkar diye
korkduğumdan geceleyin uğurladım.
Halife
Reşid zemânına kadar Medinede kaldılar. Reşid onları Bağdada çağırıp habs etdi.
Bağdadda vefat etdiler. Hicretin yüzseksen senesinde Receb ayının yirmibeşinci
Cum’a gününde vefât etdiler. Mübârek kabrleri Bağdaddadır.
Yahyâ
bin Hâlid Bermekî’nin Hârûn Reşidin emriyle hurma içinde 'zehr verdiğini
söylerler. Zehr verildiği gün Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh»: Bana bugün zehr
verdiler yarın vücüdûm sarı olacak, sonra yarısı kıza-: racakdır. Ertesi gün de
siyah olacakdır. O zeman vefat ederim buyurmuşlardır. Dedikleri aynen olmuşdur.
Faziletleri menkıbe ve kerâmetleri çokdur.
·
566 — Şakîk-i Belhî kuddise sırruh» anlatır:
Hacca
gidiyordum. Farisiyye’ye vardım. Orada güzel yüzlü, buğday benizli, yün
elbiseli, başı sarıklı ve ayağında na’lin bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan
ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime: Bunun Sofiyyeden olması
lâzımdır, bu yolda müslimânlara yük olmak istiyor herhalde, gidip biraz ağır
konuşayım da bu işden vaz geçsin dedim. Yanına yaklaşınca, bana: Ey Şakîk diye
hitâb ederek, (Zandan çok sakınınız, zira ba’zı zanlar günahdır.) âyet-i
kerîmesini okudu. Bir tarafa doğru gitdi. Kendi kendime: Bü bir sâlih kişi
olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi dedim. Arkasından, halallaşayım diye
gitdim.
Her
ne kadar hızlı yürüdüysem yine yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine
gördüm. Nemâz kılıyordu. Bütün â’zâları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu.
Nemâzmı bitirsin de gidip halallaşayım dedim. 'Nemâzmı bitirdi. Yanma
yaklaşdım. Bana: Ey Şakîk diyerek «Ben, tevbe eden, imân edip sâlih ameller
işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimsleri elbette afv ederim) âyet-i
kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaşdı. Kendi kendime, bu genç ebdâllerden
olmalı, ikinci def’a ismimi ve kalbimdekini bildi dedim. Başka bir konak
yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında elindeki kısa ipli kova ile su
çıkarmak istiyordu. Kova suya düş-’dü. Ellerini kaldırıp Ya Rabbî, sen benim
Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvetim şendendir, su içmek istiyorum diye duâ etdi.
Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört rek’at
nemâz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitdi. Eliyle kumları kovanın içine dökdü.
Çalkalayıp içdi. Yanma gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. Hak teâlânm sana
ihsan etdiği nimetlerin fazlasından beni de taamlandır dedim. Hak teâlânm
nimetleri açık veya gizli her zeman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-ü zan-da
bulun! deyip kovasını bana verdi. İçdim. Kavrulmuş buğday ile şeker vardı.
Ondan daha lezzetli bir şey içmemişdim. Kandım ve doydum. Mek-keye gelinceye
kadar onu bir dahâ göremedim. Mekkede gece yarısı ne-mâza durmuşdu. Tam bir
huşû ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devam etdi. Sabah oldu. Nemâz kılıp
tavâî edip dışarı çıkdı. Arkasında hiz-ımetçileri vardı. İnsanlar etrafına
toplandılar. Bu zat kimdir? diye sor-•dum. Mûsâ bin Ca’fer bin Muhammed bin Ali
bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib «radıyallahü anhüm ecmaîn» dediler.
Yolda
bu zâtdan şöyle şöyle acâib haller gördüm, dedim. Bu acâib haller bu seyyid
için acâib değildir, dediler.
·
567
— Hârûn Reşîd, Ali bin yaktîn’e güzel elbiseler hediyye etmişdi. Bunların
arasında, siyah ibrişim ile dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisi idi. Ali
bin yaktîn, Mûsâ Kâzımı «radıyallahü anh» çok sevdiği için, bir mikdar dahâ mal
ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzıma «radıyallahü anh» ^gönderdi. Gömlekden başka
bütün hediyyeleri kabul etdiler. Gömleği geri gönderip, bunu saklamasını, bir
gün lâzım olacağını söylediler. Bir gün Ali bin Yaktîn, kölelerinden birine
kızıp kovdu. O köle Hârûn Reşîde gidip: Benim efendim Mûsa Kâzımı imâm
edinmişdir, ona çok mal gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm etdiğiniz ibrişimi!,
altınlı gömleği bile hocasına gönderdi, dedi. Hârûn Reşîd kızıp Ali bin Yaktîni
çağırtdı. Sana giydirdiğim gömleği ne yapdm? diye sordu. Ali bin Yaktîn,
bendedir yâ Emir-el-.müminin dedi. Reşîd, hemen getir dedi. Ali bin Yaktîn bir
kölesini çağırıp: Benim serayımda falan odaya git, anahtarını falan câriyeden iste,
odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mührlü bir kutu göreceksin, o
kutuyu getir dedi. Kölesi derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca; içinde gömleği
gördüler. Güzel kokular da sürülmüşdij. Hârûn Reşîd’in öfkesi geçdi. Ali bin
Yaktîne: Bunu yerine gönder, hatırını da hoş tut. Bundan sonra senin hakkında
söylenen sözlere aldırmam, dedi.
·
568
— Bir şahs anlatır: Halife Mehdî, îmâm-ı Kâzımı «radıyallahü ■anh» ilk defa
çağırmışdı. Mûsa Kâzım «radıyallahü anh» bana, yol hazırlığı için çarşıdan bâzı
şeyler almamı istediler.
Yüzüme
bakdılar ve; seni üzüntülü görüyorum; ne oldu? diye sordular. Ben de niçin
üzülmiyeyim bir zâlimin yanma gidiyorsunuz; sonunuzun da ne olacağı belli
değildir; dedim. Hiç korkma, falan ayda falan günde geri geleceğim. Akşamleyin beni
beklersin buyurdular. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurdukları gün geldi. Güneş
batmasına az kalmışdı. Kimsenin geldiğini göremedim. Şeytan da içime vesvese
düşürdü. Kalbimde bir şübhe uyanmasından korkuyordum. Beni büyük bir sıkıntı
kapladı. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım «radıyallahü
anh» önde bir katıra binmişdi. Ey falan diye bağırdılar. Buyurun efendim
buradayım dedim. Az kalsın kalbine şübhe geliyordu değil mi? buyurdular. Evet
öyle olacakdı dedim. Sonra Allahü teâlâya hamd olsun ki bu zâlim-1den kurtuldun
dedim. Beni bir dahâ oraya götürecekler; fekat o zeman kur-ıtulamıyacağım
buyurdular.
·
569
— Bir kişi anlatır: Medine’de kiralık bir evde oturuyor, Mûsâ Kâzımın
«radıyallahü anh» meclisine devâm ediyordum. Bir gün çok şiddetli yağmur yağdı.
İhram bağlanıp meclise geldim. Selâm verdim. Selâmımı, aldılar ve ey filân
senin evin, eşyalarının üzerine yıkılmışdır buyurdular. Hemen eve gitdim.
Buyurdukları gibi idi. Eşyaları toprak altından çıkarmak için işçi tutdum.
Bütün eşyalarım çıkarıldı. Yalnız bir ibriğim çıkmadı. Sabahleyin huzurlarına
vardım. Hiç eşyan zayi oldu mu? diye sordular. Hayır, yalnız abdest aldığım bir
ibrik gayboldu, dedim. Mübarek başını aşağı indirdi. Bir müddet sonra
kaldırdılar. Öyle zan ediyorum ki sen. onu bir yerde unutmuşsundur. Git, ev
sahibi câriyenden sor ibriği sen al-mışdm, bana getir de, getirecekdir,
buyurdular. Dönüp câriyenin yanma gitdim. İbriği halâda unutmuşdum, sen
almışdm, getir de abdest alayım, dedim. Hemen gidip getirdi.
·
570
— Yine birisi anlatır: Mûsâ Kâzım’ı «radıyallahü anh» Basraya. götürdüklerinde
Medâin yakınlarında gemiye beraber binmişdik. Bizim arkamızda bir gemi dahâ
vardı. O gemide gelin götürdükleri için çok kalabalık ve gürültü vardı. Bu
kalabalık nedir ? diye sordular. Gelin götürüyorlar dedim. Biraz sonra bir
feryad duyduk. Bu feryâd nedir? diye sordular. Gelin denizden bir avuç su almak
istemiş; bileziğini suya düşürmüş; onun, için feryâd ediyor dediler. Mûsâ Kâzım
«radıyallahü anh» gemilerin durmasını emr buyurdular. Gemiler durdu. Kenara
gelip bir şeyler okudular. Sonra, onların gemicisine söyleyin, suya girsin ve
bileziği çıkarsın buyurdular. Biz de bakdık Bileziği su yüzüne yakın yerde
gördük. Gemici suya, girip bileziği çıkardı.
·
571
— Yine birisi anlatır: Dostlardan biri bana yüz altın vererek Mû-sa Kâzıma
«radıyallahü anh» götürmemi rica etmişdi. Birkaç şey de benim vardı. Medineye
geldiğimde önce gusl etdim. Önce benimkileri sonra o< şahsın verdiklerini
yıkadım. Üzerlerine misk saçdım. O şahsın altınlarını saydım. Doksan dokuz
altın idi. Bir dahâ saydım yine doksan dokuz altın geldi. Bir altın da kendi
altınlarımdan ekledim. Kesesine koydum. Gece Mûsâ Kâzımın «raıyallahü anh»
evine vardım. Canım sana feda olsun, bir mikdar hediyyem vardır. Onunla Hak
teâlâya yakın olmak isterim, dedim. Getir buyurdular. Kendi altınlarımı
önlerine koydum. Falan dostunuz da benimle bir şeyler gönderdi, dedim. Getir
buyurdular. Keseyi önlerine koydum. Keseyi yere dök buyurdular. Dökdüm. Mübarek
eliyle o altınları da-ğıtdılar ve benim katdığım altım ayırdılar.
O
şahs bu altınları sayı olarak değil, ağırlık olarak hisâb etmişdir buyurdular.
·
572
— Yine birisi
anlatır:
Ali
bin Yaktîn ve başka birisi bana: Küfeye git, falan kimse ile yoldaş ol, iki
hayvan satın alın. Şu malı ve mektûblan da Mûsa bin Ca’fer «radıyailahü anh»
hazretlerine götürün dediler. Küfeye gitdim. O kimse ile iki koyun satın aldık.
Medine yakınlarında bir yerde konaklamış yemek yiyorduk. O sırada Mûsâ bin
Ca’feri «radıyailahü anh» gördük. Bir katıra binmiş geliyordu. Yerimizden
kalkıp selâm verdik. Yanınızda olanları getirin buyurdular. Getirdik.
Mektûbları da verdik. Birkaç mektûb çıkardılar. Bunlar sizin mektûblarmızın
cevâblarıdır. Geri dönün Allaha emanet olun buyurdular. Biz: yiyeceğimiz
kalmadı, Medineye de çok az kaldı, izin verirseniz Medineye gidip Resûlullahı
«sallallahü aleyhi ve sel-lem» ziyaret edelim ve yiyecek alıp geri dönelim
dedik. Yediğinizden artan br şey midir? diye sordular. Vardır deyip getirdik.
Mübârek elleriyle tutdular ve bu size Küfeye kadar yeter. Allah sizi muhafaza
etsin, geriye dönün buyurdular. Geriye döndük. O yiyecek bize Küfeye kadar kâfi
geldi.
— SEKİZİNCİ İMÂM —
İMÂM I ALİ RIZÂ
«radıyallahü anh»
·
573 — îmâm-ı Mûsâ Kâzımın oğlu Ali Rızâ’dır
«radıyallahü anhümâ» Sekizinci İmamdır. Künyesi babasının künyesi gibi Ebül
Hasendir. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh» ona kendi künyemi bağışladım
buyurmuşlardır. Lakabı Rızâdır. Babasına dediler ki, halife Me’mun ondan râzı
olduğu için mi oğlun Aliyi Rızâ diye çağırıyorsun. Cevâbında hayır Allahü teâlâ
ve Resülü «Sallallahü aleyhi ve sellem» râzı oldukları içindir. Böylece bununla
dedelerinden tahsis edildi. Çünki ona uyanlar da kendisinden râzıdır. Mu
halifler de razıdır buyurdu.
İmâm-ı
Ali Rızâdan «radiyallahü anh» kendisine uyanlar razı olduğu gibi muhalifler de
râzı idi. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh» oğlumu Rızâ diye çağırın buyururdu.
Kendisi yâ Ebel Hasen diye çağırırdı. Dedesi Ca’-fer-i Sâdıkm «radıyallahü anh»
vefatından beş yıl sonra hicretin yüzelli üçünde, rebîül - âhırın onbirinci
perşembe günü Medinede doğmuşdur. îki yüz seksen yılında Mübârek ramazan ayının
yirmi birinci Cum’a gününde Tusda vefât etmişdir. Kabr-i müteberrikleri Hârûn
Reşidin kabrinin kıble tarafmdadır.
Annesi
Câriye idi. Meşhur olan ismi Nahîme idi. Nahîme Mûsâ Kâ-zım’m «radıyallahü anh»
annesi Hamîdenin câriyesi idi. Hamide Resûlul-lahı «sallallahü aleyhi ve
sellem» rü’yâda görüp: Nahîmeyi oğlun Mûsâ’-ya ver, yakın zemânda zemânm
insanlarının en üstünü olan bir oğulları olacakdır buyurmuşlardır. İmâm-ı Ali
Rızâ’nm «radıyallahü anh» annesi: Hâmile olduğu zemanda: Hiçbir ağırlık
duymazdım. Geceleri uykuda karnımdan teşbih ve tehlîl sesleri işitir,
korkardım. Uyandığım zemân hiç ses duymazdım. Doğduğu zemân ellerini yere koyup
başını semayâ kaldırdı bir söz söyliyen veyâ münâcât eden bir kimse gibi
dudaklarını oynatırdı.
İmâm-ı
Kâzımın «radıyallahü anh» üstün talebelerinden biri anlat-mışdır:
Bir
gün îmâm-ı Kâzım «radıyallahü anh» Mağrib bâzirganlarmdan gelen oldu mu? diye
sordu. Bilmiyorum dedim. Gelmişdir buyurdular. Atlara binip gitdik. Bir
mağribli bulduk. Bize yedi câriye gösterdi. Hiç birini kabul buyurmayıp bir
dâne daha göster buyurdular. Mağribli hastadır deyip göstermedi. Ertesi gün
beni gönderdiler, ne kadar isterse o kadara al buyurdular. Gitdim, şu kadardan
aşağı vermem dedi. Ben de o kadar fiata satın aldım dedim. O da satdım dedi ve
dün gelen arkadaşın kim idi? diye sordu. Hâşim oğullarından birisi idi dedim.
Hangi kabiledendir diye sordu. Bundan fazlasını bilmiyorum dedim. Sana bir şey
söyliyeyim. Ben bu câriyeyi mağrib şehrlerinin en iyisinden satın aldım. Ehl-i
kitâbdan bir kadın bana bu câriye nedir? diye sordu. Kendim için satın aldım
dedim. Hayır, bu senin olacak kabileden değildir, yer yüzünün en iyi insanın
yanında olacakdır. Yakın zemânda bir oğulları olacakdır, Şarkdan Garba kadar
onun misli olmıyacakdır dedi. Bu sözleri işitdikden sonra câriyeyi Mû-sâ Kâzıma
«radıyallahü anh» getirdim. Ondan İmâm-ı Ali Rıza’ «radıyal-lahü anh» dünyâya
geldi.
Mûsâ
Kâzım «radıyallahü anh» demişdir ki:
Resûlullahı
«sallallahü aleyhi ve sellem» rü’yâda gördüm. Ali «radı-yallahü anh» da yanında
idi. Buyurdular ki (Yâ Ali, senin oğlun Allahü teâlâmn nûruyla bakar, sözleri
hikmet doludur, her işi isabetlidir, hatâ yapmaz, câhil değil âlimdir.
Hertarafı ilm ve hikmetle doldurur.)
Ali
Rızânın «radıyallahü anh» üstünlükleri, menkibeleri dillerde söy-lenmekdedir ve
kitâblarda yazılıdır. Burada birkaç kerâmeti bildirile-cekdir.
·
574 ■— Halife Me’mûn İmâm-ı Ali Rızâyı
«radıyallahü anh» velîahd edindi. Me’mûn ile görüşmek istediği zemân
Hizmetçiler ve kapıcılar onu karşılarlar, Memûnun dergâhının kapısına asılı
olan perdeyi kaldırırlar ve kendisi içeri girerdi. Halbuki bunlar İmâm-ı Ali
Rızâya «radıyallahü anh» muhalif idiler. Bir gün Ali Rızâyı «Radiyallahü anh»
karşılamıyacakları-na ve perdeyi kaldırmıyacaklarına aralarında karar aldılar.
İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» geldi. Hepsi oturuyordu. Fekat, ister istemez
yerlerinden sıçradılar karşılayıp perdeyi kaldırdılar. Sonra aralarında biz ne
yapdık dediler ve kararlarını yenilediler. Yine İmâm-ı Ali Rızâ «radıyal-lahü
anh» geldi. Yerlerinden kalkdılar selâm verdiler fekat, perdeyi kaldır-makda
durakladılar. Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderdi. Perdeyi onlardan evvel
kaldırdı. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» içeri girdi. Rüzgâr durdu. Dışarı
çıkacakları zeman tekrar rüzgâr esdi ve perdeyi kaldırdı. Karar alanlar bunu
görünce, Allahü teâlâmn aziz etdiği kimseyi kimse küçük düşüremez dediler ve
bundan sonra âdetlerini devâm etdirdiler.
·
575
— Huzâ’a
kabilesinden Da’bel bin Ali zemânınm en büyük fasih ve şâirlerinden idi.
Kendisi anlatır:
Medâris-i
âyât kasidesini yazdım. îmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü anh» huzûrunda okudum.
Çok beğendiler ve benden izinsiz bu kasideyi hiç kimsenin yanında okuma
buyurdular. Kasidemi, Me’mûn duymuş, beni çağırdı. Hâlimi sordu ve Medâris-i
âyât kasidesini oku dedi. Özr beyân et-dim. Niçin okumuyorsun? dedi. İmâm-ı Ali
Rızâ’nm «radıyallahü anh» kendisinden iznsiz hiç kimsenin yanında okumamamı
enir etdiğini söyledim. İmâm-ı Ali Rızâyı «radıyallahü anh» çağırdılar. Me’mûn,
yâ Ebel Hasen Da’bele Medâris-i âyât kasidesini oku dedim, okumadı dedi. İmâm-ı
Ali Rızâ «radıyallahü anh» bana oku buyurdular, okudum. Beğendi. Elli bin akçe
bağışladı. Ali Rızâ «radıyallahü anh» da ona yakın bir mikdar bağışladı.
İmâm-ı
Ali Rızâya «radıyallahü anh» efendim, kendi elbiselerinizden bağışlamanızı
istiyorum, ölünce, kefenim olur dedim. Kendisinin giydiği bir gömleği ve çok
güzel bir havlu bağışladılar. Bunları sakla, bunlarla belâlardan muhafaza
olursun buyurdular.
Irak’a
gidiyordum. Yolda eşkiyâlar yolumuzu kesdiler, kafilemizi soydular. Üzerimde
yalnız eski bir gömleğim kalmışdı. En çok, hediyye olan gömleğe ve havluya
üzülüyordum. İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» buyurdukları, bunları sakla,
bunlarla muhafaza olursun sözlerini düşünüyordum. O sırada bakdım, eşkiyânm
birisi benim atıma binmiş, yağmurluğumu giymiş benim yakınımda durdu. Bütün kafilenin
toplanmasını bekliyordu. O arada Medâris-i âyât kasidesini okuyup ağlamağa
başladı. Bir eşkiyânm Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ehl-i beytini
sevmesine çok hayret etdim.
Bu
kasideyi kim söylemişdir? diye sordum. Senin onunla ne işin vardır dedi. Bir
sırrım vardır, onu söylemem lâzım dedim. Bu kasidenin sahibi meşhûrdur, ondan
başka kimse bilmez dedi. Kimdir? dedim. Da’bel bin Ali adında şâir-i Al-i
Muhammeddir «sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem». Da’bel benim, bu
kasideyi ben söyledim dedim. İhtimâl vermedi. Kafileye sordu. Herkes benim
Da’bel olduğuma şehâdet etdiler. Kafileden aldığı bütün malları geri verdi ve
bize kılavuz oldu. Tehlükeli yerleri geçirdi. Ben ve bütün kâfile Allahü
teâlânm izniyle hediyyeler sâyesinde bu belâdan kurtulduk. Bu kaside arabî
olarak şevahid-ünnübüvve kitabında yirmibeş beyt olarak yazılıdır.
·
576
— Küfeli birisi
anlatır:
Horasana
gidiyordum. Kızım bana bir elbise verdi. Onu satıp yüzük lalacakdım. Merve
geldim. İmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü anh» hizmetçileri geldiler.
Sende
bulunan elbiseyi bize sat. İmâm-ı Ali Rızâ’nın «radıyallahü anh»
hizmetçilerinden birisi vefat etdi; ona kefen yapacağız dediler. Bende elbise
yokdur dedim. Gitdiler. Tekrar geldiler. Efendimiz sana selâm söylüyor, kızın
sana bir elbise vermiş, onu satıp yüzük alacakmışsın, işte parasını getirdik
dediler. Elbiseyi onlara verdim. Sonra kendi kendime; gidip imâmdan birkaç
mes’ele sorayım, bakayım ne cevap verecek dedim. Soruları bir kâğıda yazdım.
Sabahleyin kapısına vardım. Kalabalıkdan, değil mes’ele sormak İmâm-ı Ali
Rızâyı «radıyallahü anh» dahi göremedim. Hayretler içinde idim. Bir hizmetçi
dışarı çıkdı; ismim ile beni çağırdı. Bir yazılı kâğıdı bana uzatarak bu
kâğıdda senin sorularının cevâbı vardır dedi. Bakdım; sorularımın cevâbları
vardı.
·
577
— Benâc halkından biri anlatır: Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem»
rüyâda gördüm. Benâca gelmişler, hacıların kondukları mescidde oturuyorlardı.
Huzûrlarına vardım. Selâm verdim. Önlerinde hurma yaprağından örülmüş bir
tabakda Sayhânî hurmaları vardı. Bana bir avuç verdiler. Saydım, onyedi dâne
idi. Kendi kendime on yedi yıl ömrüm kal-mışdır diye tâ’bir etdim. Tahminen
yirmi gün sonra imâm-ı Ali Rızâ’nın «radıyallahü anh» O mescidde konakladığını
duydum. Hemen hizmetine .koşdum. Rü’yâmda gördüğüm gibi Resûlullahm «sallallahü
aleyhi ve sellem» oturduğu yerde oturmuşdu. Önlerinde de bir tabak hurma vardı.
Beni yanma çağırdı. Bir avuç hurma verdi. Saydım, on yedi dâne idi.
Biraz
daha hurma isterim dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dahâ fazla
verdiyse ben de vereyim buyurdular.
·
578
— Talebesinden biri anlatıyor: Ziyâd bin Salt bana dedi ki: îmâm-ı Ali Rıza’dan
içeri girmem için izn iste. Ümid ediyorum ki, kendi elbiselerinden bana bir
elbise giydirir ve kendi adına kesilmiş akçalardan birkaç akça bağışlar. İçeri
girdim. Henüz söze başlamadan; Ziyâd bin Salt içeri girmek istiyor, benden
elbise ve kendi adıma kesilmiş akçalardan ümid ediyor, gelsin buyurdular.
Ziyâd
içeri girdi. İmâm kendisine iki elbise ve otuz akçe bağışladı.
·
579
— Kirmân yolunda eşkiyâlar bir tüccarın yolunu kesdiler. Ağzını kar ile
doldurdular. Bundan sonra tüccâr konuşmakda güçlük çekerdi. Horasana geldi.
İmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü anh» Nişâburda olduğunu duydu. Kendi kendine: O
resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» evlâ-dındandır. huzûruna varayım dilime
bir ilâç yapar diye düşündü. Gece’ rü’yâsmda îmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü
anh» huzûruna vardı. Şifâ, taleb etdi. Kimyon, Sa’ter ve tuzu su ile karışdır,
iki üç kere ağzından çalkala, şifâ bulursun buyurdular. Uyandı, fekat rü’yâsma
kıymet vermedi. Nişâbura vardı. îmam-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» dışarı
çıkmışdı. Bir kârbanserayda konaklamışdı. Tüccar, hizmetine vardı. Hâlini
anlatıp, rü’-yâsını söylemedi. Senin ilâcını rü’yânda söyledim buyurdular.
Tüccar, bir kere de senden duymak istiyorum, dedi. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü
anh» bir mikdar kimyon, Sa’ter ve tuzu, su ile karışdır. İki üç kere ağzında
çalkala; şifâ bulursun buyurdular. Tüccâr bu ilâcı yapdı, şifâ buldu.
·
580
•— İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» bir gün bir şahsa bakdı. Ey Allahın kulu
dilediğin şeyleri vasıyyet et, kimsenin kurtulamadığı şeye hazırlan buyurdular.
Üç gün sonra o şahs vefat etdi.
·
581
— Ebû İsmail Sindi anlatır: İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» hazretlerinin
huzûruna vardım. Arabi lisânından bir kelime dahi bilmediğim için Sind lisânına
göre selâm verdim...
Sind
lisânı ile selâmımı aldılar. Sonra bir takım sorular sordum. Hepsine Sind
lisânı ile cevâb verdiler. Sonra, ben Arabi dilini bilmiyorum, düâ buyurun,
Allahü teâlâ bana Arabi dilini ilham eylesin dedim. Mübarek elini dudaklarıma
sürdüler. Derhal Arabi dilini söylemeğe başladım.
·
582
— Yine birisi anlatmışdır:
Hacca
gidiyordum. Câriyem ihrâm giymek için iki sevb-i mülcem (mül-cem; sert, âdi
dokunmuş kumaş demekdir.) hazırlamışdı. İhrâm vakti geldi. Sevb-i mülcem ile ihram
caiz midir; değil midir diye şübheye düşdüm. İhtiyaten başka ihram giyindim.
Mekkeye geldim. İmâm-ı Ali Rızâya «ra-dıyallahü anh» bir mektûb yazdım. Mektûb
ile beraber ba’zı şeyler de gönderdim. Fekat, sevb-i mülcem ile ihrâmın câiz
olup olmadığını sormayı unutdum. Bir müddet sonra mektûbun cevâbı geldi. Sevb-i
mülcem ile ihrâmm câiz olduğu mektûbun sonuna yazılmışdı. (Sevb, elbise
demekdir.)
·
583
— Yine birisi anlatıyor: Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» ile bir evin
divarının dibinde oturuyorduk. Konuşuyorduk. O sırada bir serçe geldi. İmâm-ı
Ali Rızâ’nın «radıyallahü anh» önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Derdli olduğu
belliydi. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» biliyor musun bu serçe ne diyor?
buyurdular. Allah ve Resûlü «sallallahü aleyhi ve sellem» ve onun oğlu bilir
dedim. Bu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor. Kalk, eve
gir ve yılanı öldür buyurdular.. Eve girdim bir yılan evin içinde dolaşıyordu.
O yılanı öldürdüm.
·
584
— Yine bir kişi anlatmışdır: Hanımım hâmile idi. Imâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü
anh» hazretlerinin huzûruna vardım. Düâ buyurun bir oğlum olsun, dedim. Hanımın
iki çocuğâ hâmiledir buyurdular. Döndüm. Çocukların adını Muhammed ve Ali
koyayım diye aklımdan geçdi. Beni çağırdılar. Birine Ali diğerine Ümm-i Amr
adını koy buyurdular. Çocuklar doğdu. Biri oğlan diğeri kız idi. Adlarını Ali
ve Ümm-i Amr koydum. Bir gün anneme Ümm-i Amr admı sordum. Annemin adı idi
dedi.
·
585
— Yine birisi anlatmışdır: Horasanda idim. İmâm-ı Rızâ «radıyal-lahü anh»
hazretlerinin beni çağırdığını duydum. Medine’ye hareket etmeden önce
çocuklarımı topladım. Onlara vasıyyetimi etdim. On iki bin akça-yı aralarında,
taksim etdim. Artık buraya dönemiyeceğim, dedim. Memûn tmam-ı Ali Rızâya
«radıyallahü anh» hilâfeti arz eyledi. Kabul etmedi. Bunun üzerinde iki ay
ısrar etdi. Sonunda mübalâğa haddi aşdı. Cezalandırma ve tehdîd şeklini aldı.
Böylece kabul etdi. Sonra İmam-ı Ali Rızâ bir yazı neşr etdi. Yazıda şöyle
buyuruyordu: Cüfr ve Câmia kitâbları bunun zıddım gösterirler. Fekat elimde
olmıyarak bu iş oldu. Allah en iyi hükm sahibidir. Hakkı bâtıldan ayıranların
en iyisidir. Halifenin emrine uydum. Onun rızâsını düşündüm. Allah beni ve sizi
korusun!
·
586
— Ebüssalt anlatıyor:
Bir
gün İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» huzûrunda idim. Şu gördüğün türbe
Hârûn’un türbesidir. Onun dört tarafından bana toprak getir buyurdular. Gidip
getirdim. Kokladılar ve yakında burada benim için bir kabr kazacaklar, bir taş
görünecek, onu çıkarmak için Horasan’ın bütün külünklerini getirecekler, fekat
yine çıkaramıyacaklar. Sonra falan yerden toprak getir buyurdular. Gidip
getirdim. Benim kabrimi burada kazın. Kabrin ortasını yarıp içerisine koymayın.
Kabrim derin olsun ve lahd yapın. Allahü teâlâ kabri dilediği kadar genişletir
buyurdular. Sonra, baş tarafında bir yaşlık görünecekdir. Sana söylediğim
şeyleri söyle. Bir su kaynar. Lahd su ile dolar. Suda ufak balıklar görürsün..
Sana şu ekmeği veriyorum. Ufak ufak parçalayıp suya at. Balıklar bu parçaların
hepsini yerler, sonra büyük bir balık çıkar bütün ufak balıklan yer ve gâib
olur. O zemân cenâzemi suyun içine koyun. Dediğim şeyleri söyle su azalır ve
hiç kalmaz. Me’mûn da bunları görecekdir buyurdular. Sonra yarın Me’mûna
gideceğim. Eğer dışarı çıkdığım zeman başım örtülü ise be nimle konuşma, başım
açık ise konuş buyurdular. Sabahleyin İmam-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh»
elbiselerini giyip bekliyordu. Memûnun hizmetçisi gelip çağırdı. Me’mûnun yanma
gitdi. Me’mûnun önünde tabaklar içinde meyvalar vardı ve elindeki bir üzüm
salkımından yiyordu. İmâm-ı Rızâyı «radıyallahü anh» görünce yerinden sıçradı,
kucaklaşdı, gözlerinin arasını öpdü ve yanına aldı. Elindeki üzümü İmâm-ı Ali
Rızâya «radıyallahü anh» verip, bundan güzel üzüm gördün mü? dedi. Nefîs üzüm cennetdedir
buyurdular. Me’mûn bu üzümden ye dedi. îmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» beni
ma’zur gör buyurdular. Me’mûn ısrar etdi ve özrün nedir, bizi töhmet altında
bırakıyorsun dedi. îmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» salkımı alıp birkaç
dâne yedikden sonra tekrar İmâm-ı Ali Rızâya «radı-yallahü anh» verdi.
îmam-ı
Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» o üzümden iki üç dâne yediğini söyliyenler de
vardır. Sonra kalkıp giderken Me’mûn nereye gidiyorsun? diye sordu. Gönderdiğin
yere gidiyorum buyurdular. Mübarek başına bir şey örtmüş olduğu halde dışarı
çıkdı. Kendisi ile konuşmadık. Evine geldi. Emr etdi, evin kapısı kilitlendi.
Yatağının üzerine yatdı. Ben evin içinde üzüntülü duruyordum.
O
sırada İmâm-ı Ali Rızâya «radıyallahü anh» çok benzeyen, güzel yüzlü misk kokulu
bir genç içeri girip geldi. Yanma koşdum, nereden geldin ? Kapı kilitli idi
dedim. Beni bir saatde Medineden buraya getiren kimse içeri koydu dedi. Sen
kimsin? diye sordum. Hüccetullah Muhammed bin Ali dedi ve babasının yanma
girerken bana ,sen de gel dedi. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» onu görünce
yerinden kalkdı, sarıldı, bağrına basdı ve iki gözünün ortasından öpdü. O da
yüzünü babasının yüzüne koydu ve gizlice bir şeyler konuşdular. Ben
anlıyamadım. Sonra İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» dudaklarının üstünde
kardan beyaz bir köpük gördüm. Muhammed bin Ali «radıyallahü anh» onu yalardı.
Sonra elini İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» elbisesi ile göğsü arasına
götürdü serçe gibi bir şey çıkardı ve yutdu. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh»
hemen kendinden geçdi, vefat etdi.
Muhammed
bin Ali «radıyallahü anh» bana, Ey Ebüssalt kalk hâzineden su ve tahta getir
dedi. Hâzinede su ve tahta yokdur dedim. Sana de-nileni yap buyurdu. Girdim, su
ve tahta bulup getrdim. Yıkamak için yardım edeyim dedim. Bana yardım eden
birisi var buyurdu. Kendisi yıkadı. Sonra, hâzinede bir dolapda kefen ve hanût
ya’ni güzel kokulu buhur vardı, getir buyurdu. Gitdim, o zemâna kadar
görmediğim bir elbise dolabı gördüm. Kefen ve hanûtu getirdim. Kefenledi,
nemâzmı kıldı. Tabut getir buyurdu. Gidip bir marangoza ısmarlamak istedim.
Hâzinede var buyurdular. Gitdim, hiç eşine rastlamadığım bir tabut gördüm,
getirdim. Tabuta koydu. îki rek’at nemâza başladı. Henüz bitirmemişdi. Tabut
kalk-dı, evin damı yarıldı, tabut oradan yukarı çıkdı. Muhammed bin Ali’ye
«radıyallahû anh» Me’mûn şimdi gelirse ne yaparız dedim. Sâkin ol biraz sonra
gelir buyurdular ve devam ederek bir peygamber, Şarkda, vasisi garbda vefat
etse, Allahü teâlâ onların cismlerini ve ruhlarını bir araya getirir buyurdu.
Henüz cümlesi bitmeden evin damı yarıldı, tabut aşağı indi. Tabutdan çıkarıp
yatağına yatırdı. Sanki teçhiz, tekfin gibi şeyler yapılmamışdı. Sonra kapıyı
aç buyurdu. Kapıyı açdım Me’mûn ve hizmetçileri kapıda idiler. İçeri girdiler.
Üzülüyor, ağlıyor, saçlarını başlarını yoluyorlardı. Me’mûn, Ey efendimiz, sana
ne oldu ey efendimiz! diyordu. Sonra tekfin ve teçhiz işleriyle meşgûl olundu.
Kabr kazılırken orada idim, îmam-ı Ali Rızânın «radıyallahû anh»
söylediklerinin hepsi oldu. Me’mûn o suyu ve balıkları görünce, hayatında
kerâmetler gösterdiği gibi, vefâ-tmda da gösteriyor dedi. Me’mûnun
yakınlarından biri: Bu neye işâretdir, biliyor musunuz ? dedi. Yine kendisi
şuna işâretdir ki, ey Abbâs oğulları sizin mülkünüz her ne kadar çok ve uzun
müddet ise de bu küçük balıklar ;gibidir. Ecelleriniz geldiğinde, eserlerinizin
kesilme zemânı yaklaşdığmda Allahü teâlâ bizden sizin üzerinize bir kişi
musallat eder, sizi yok eder dedi. Me’mûn, doğru söylüyorsun dedi.
Halife
Me’mûn, defnden sonra, bana; kabrde söylediğin sözleri bana da öğret dedi.
Unutdum, dedim. Hakîkaten unutmuşdum. Emr etdi, beni habs etdiler. Bir yıl
habsde kaldım. Çok sıkıldım. Yâ Rabbî Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»
ve temiz akrabası hürmetine beni kurtar diye düâ etdim. Henüz düâmı
tamamlamamışdım. İmâm-ı Ali Rızâ «radı-yallahü anh» içeri girdi. Gönlün mü
daraldı ey Ebüssalt! buyurdu. Evet dedim. Mübarek elini zincirlerin üzerine
koydu. Hepsi açıldı. Elimden tut-du, seraydan dışarı çıkdık. Habshâneyi
bekliyenler beni gördüler, fekat bir şey söyliyemediler. Sonra, yürü Allahü
teâlânın emânında ol, sen Me’-mûne rastlamazsm, o da seni bulamaz buyurdular.
Bu vakte kadar Me’-rnıûnu görmedim.
DOKUZUNCU İMÂM
İMÂM-I TAKÎ
«radıyallahû anh»
İmâm-ı
Ali Rızâ’mn oğlu Muhammeddir. «radıyallahû anh» Kimyası Ebû Ca’ferdir. Künyesi
ve ismi İmâm-ı Muhammed Bâkıra «radıyallahû anh» benzediğinden kendisine Ebû
Ca’fer-i sânî de derler. Lakabı Takî ve Cevâddır. Annesi Hayrzâne veya Reyhâne
adında bir câriye idi. Hicretin yüzdoksanbeşinci yılında, Receb ayının onuncu
Cum’a günü Medine’de doğdu. İkiyüzyirmi yılında Zilhicce ayının altıncı Sah
günü vefat etmişdir. Kabrleri Bağdad’da dedesi Mûsâ Kâzımın «radıyallahû anh»
kabrlerinin arkasındadır.
Henüz
küçük yaşda iken ilmi, edebi, fazileti o kadar çokdu ki Me’mûn hayran olup kızı
Ümmül Fadl’ı ona nikâh etmiş, Medine’ye göndermişdir. Her yıl ona bin dirhem
gönderirdi, İmâm-ı Muhammed Takî «radıyallahû anh» babasının vefâtında on bir
yaşında idi. Bağdad’da bir mahallede arkadaşları ile bir yolun üzerinde idiler.
Me’mûn ava giderken o yoldan geç-di. Bütün çocuklar yoldan kaçdılar. İmâm-ı
Takî «radıyallahû anh» yerinde durdu. Memûn geldi, biraz bakdı. Hak teâlâ
gönüllerde ona karşı muhabbet vermişdi. Arkadaşların yoldan çekildiler, sen
niye durdun? dedi. Takî «radıyallahû anh» yol dar değil ki, ben kenara gidince
yol genişlesin, suçum da yok ki senden korkup kaçayım, sana hüsn-i zannım da
vardır ki, suçsuz kimseyi incitmezsin buyurdu. Takî’nin «radıyallahû anh» güzel
yüzü ve tatlı sözü Me’mûn’un hoşuna gitdi. Senin adın nedir? diye sordu.
Muhammeddir buyurdu. Kimin oğlusun? diye sordu. îmâm-ı Ali Rızâ’mn «radıyallahû
anh» oğluyum buyurdu. Babasını rahmetle andı ve râzı olduğunu söyledi. Yoluna
devâm etdi. Şehrden çıkdılar. Yanında av için doğan kuşlan vardı. Bunlardan
birini bir su gölüne saldı. Doğan gâib oldu. Bir müddet sonra hevâdan aşağı
indi. Pençesinde bir küçük balık getirmişdi. Yarı canlı idi. Me’mûn hayret
etdi. O balığı kendi elinde tutuyordu. Geri döndüler. Yine İmâm-ı Takî’nin
«radıyallahû anh» ve arkadaşlarının bulunduğu yoldan geçiyorlardı. Bütün
çocuklar yoldan kaçdılar.. Muhammed Takî «radıyallahü anh» yerinde durdu.
Me’mûn geldi. Ey Muhammed elimdeki nedir? diye sordu. Muhammed Takî
«radıyallahü anh», Allahü teâlâ denizde bir küçük balık yaratdı. Pâdişâh ve
halifenin doğan kuşları da onu avladı. Bunu bana Resûlullahm «sallallahü aleyhi
ve sel-lem» sülâlesi haber verdi buyurdu. Me’mûn hayret etdi, Muhammedin
«ra-dıyallahü anh» yüzüne biraz dahâ bakdı ve sen hakîkaten İmâm-ı Rızâ’nın
«radıyallahü anh» oğlusun dedi. Ona ihsan ve ikrâmını artırdı.
·
587 - Ümmül Fadl babası Me’mûna bir mektûb
yazarak îmâm-ı Takî’nin «radıyallahü anh» kendisinin üzerine câriye ve hanım
almak istediğini şikâyet etdi. Me’mûn cevabında bir mektub yazarak seni îmâm-ı
Takî’ye verirken Allahü teâlânm ona halâl etdiğini harâm etmedim. Bundan sonra
bana bu konuda şikâyet mektûbu yazma dedi.
·
588
— İmâm-ı Takî Muhammed bin Ali «radıyallahü anh» buyuruyor:
Zulm
ile amel eden, zâlime yardım eden ve bu zulme razı olan bu zulme ortakdır. Zâlimin
adaletle geçen günü, kendisine, mazlûmun zulm gördüğü günden daha ağır gelir.
Musibete sabr etmek, bu musibete kötülük yapan için bir musîbetdir. Fâciri
seven için en küçük cezâ, mahrûm kal-makdır.
·
589
— Me’mûn, kızı Ümmül Fadlı İmâm-ı Takîye «radıyallahü anh» nikâh edip Medineye
gönderdi. Akşamleyin Küfeye vardılar. Bir mescide girdi. Mescidin avlusunda
henüz yemiş vermemiş bir sidre ağacı vardı. Su istedi. O ağacın dibinde abdest
aldı ve cema’atle nemâz kıldı. Nemâzdan sonra ağacın dibine geldi. Ağaç taze
meyve vermişdi. Çok tatlı ve çekirdeği yokdu. O mescidin cema’atı teberrüken o
meyvalardan yediler.
·
590
— Selefden biri anlatır: Irak’da idim. Şam’da bir kişinin peygamberlik da’vâsı
etdiği için zincirlerle bağlanarak habse atıldığını duydum. Habshâneye gitdim.
Kapıcılara bir şeyler verip o şahsın yanma gitdim. Aklı ve fehmi yerinde idi.
Başına gelenleri anlat dedim. Şöyle anlatdı:
Şam’da
hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» hazretlerinin mübarek başının bulunduğu
söylenilen mescidde ibâdet ediyordum. Ansızın önümde bir şahs gördüm. Kalk
dedi. Kalkdım. Bir mikdar yürüdük. Kendimi Küfe mescidinde buldum. O şahs,
burası neresi? diye sordu. Küfe mescidi dedim. Nemâza durdu. Ben de durdum.
Nemâzmı bitirince dışarı çıkdı. Ben de beraber çıkdım. Biraz yürüdük. Kendimi
Resullah’m «sallallahü aleyhi ve sellem» mescidinde buldum. Ravza-i Resûle
«salllalla-hü aleyhi ve sellem» selâm verdim. O şahs yine nemâza durdu. Ben de
durdum. Bitince dışarı çıkdı. Ben de beraber çıkdım. Biraz yürüdük. Mekke-ya
gelmişdik. Tavaf etdik. Dışarı çıkdık. Gözümden gâib oldu. Ben kendimi Şam’da
ibadet etdiğim mescidde buldum. Bu hâle hayret etdim. O şahsın kim olduğunu da
anlıyamadım. Ertesi yıl aynı vaktde o şahs beni yanma alıp aynı yerleri
dolaşdırdı. Ayrılacağı zemân, gördüklerimi yapmana kuvvet veren Allahü teâlânın
hakkı için sen kimsin? diye sordum. İmâm-ı Takî, Muhammed bin Aliyim buyurdu.
Sabahleyin bu hâli tanıdıklara anlatdım. Şam Valisi de duymuş. Beni
Peygamberlik da’vâsmda bulunuyor diye yakalayıp buraya getirdiler, dedi.
Valiye
bir mektûb yazarak durumu anlatdım. Vali, mektûbun arkasına: Bir gecede o şahsı
Şam’dan Kûfe’ye, Küfeden Medineye, Medineden Mekkeye ve oradan Şama götüren
kimse, o şahsı bizim bahsimizden kurtarsın, diye yazmış. Bu söz bana çok ağır
geldi. Çok üzüldüm. Durumu o şahsa haber vermek için habshâneye gitdim. Valinin
adamları ve bekçiler sıkıntı ve telâş içinde idiler. Ne oldu? diye sordum.
Peygamberlik da’vâ-smda bulunan şahs gâib oldu. Bilmiyoruz ki, onu yer mi
yutdu, yoksa gök kuşları mı kapdılar, diyorlardı.
·
591
— Me’mûn vefât edince İmam-ı Takî «radıyallahü anh» bizim kurtuluşumuz otuz ay
sonradır buyurdular. Otuz ay geçdi. İmâm-ı Takî «radıyallahü anh» da vefât
etdiler.
·
592
— Bir kişi anlatır: İmâm-ı Takî’nin «radıyallahü anh» huzûruna vardım. Falan
sâliha kadın size düa eder ve kendisine kefen yapması için bir elbisenizi ister
dedim. O sâlihanın elbiseye ihtiyacı kalmamışdır, buyurdular.
Bu
sözün mâ’nâsını anlıyamamışdım. O sırada o sâlihanın onüç veya ondört gün evvel
vefat etdiğini duydum.
·
593
— Yine birisi anlatıyor: Bir arkadaşla sefere çıkacakdık. İmâm-ı Takî’ye
«radıyallahü anh» veda’ etmek için gitdik. Bugün gitmeyiniz, yarın gidiniz
buyurdular. Dışarı çıkdık. Arkadaşım, benim yüküm gitmişdir, bugün gidiyorum,
dedi ve gitdi. Gece konakladığı dereye sel gelip alıp götürdü.
ONUNCU İMAM
İMÂM—I HÂDÎ
«radıyallahû
anh»
·
594 — İmâm-ı Takî ve Cevâd Muhammed bin
Ali’nin oğlu Ali «radı-yallahü anh» dır. Künyesi Ebül Hasen’dir. Kendisine
Üçüncü Ebül Hasen de derler. Lâkabı Hadî’dir. Askerî daha meşkûrdur. Annesi bir
câriyedir. Me’mûnun kızı Ümmül - Fadl diyenler de vardır, iki yüz dört yılı,
Receb ayının onüçünde Medine’de doğdu. İkiyüzelli dört yılı, Cemâdil-âhırmm
sonlarında bir pazartesi günü, Bağdadın Sermenray nâhiyesinde'vefat et-mişdir.
Kabrleri Sermenrayda kendi seraylarındadır. Kum beldesinde olduğunu söyliyenler
de vardır, fekat sahîh değildir. Kum beldesinde Mûsâ Kâzım’m «radıyallahû anh»
kızı Fâtımâ’nın «radıyallahû anhâ» meşhedi vardır. Mûsâ Kâzım, Fâtıma’yı kim
ziyaret ederse Cennete gider, buyur-muşdur.
İmâm-ı
Hâdînin «radıyallahû anh» menkıbeleri çokdur.
Bir
gün Sermenray civarında bir köye gitmişlerdi. Bir köylü kendilerini aradı.
Falan köye gitdi dediler. Köylü o köye gitdi ve Hâdinin «radı-yailahü anh»
huzûruna vardı. Hâdî «radıyallahû anh» köylüye ne isteğin vardır? diye
sordular. Köylü, Hazret-i Ali ibni Ebî Tâlibi «radıyallahû anh» sevenlerdenim.
Benim çok borcum vardır, çok zemân geçmesine rağmen borçlarımı ödeyemedim. Bu
borcun ağır yükünü kaldıracak senden başka kimse bilmiyorum dedi. Hâdî
«radıyallahû anh» hiç üzülme buyurdular ve köylüyü o gece orada müsâfir
etdiler. Sabahleyin Hâdî «radıyal-lahü anh» o köylüye: «Sana bir söz
söyliyeceğim o sözü aynen yerine getireceksin buyurdular. Köylü,
sözünüze aykırı bir iş yapmam dedi. İmâm-ı Hâdî bir kâğıda köylü için «Falanın
şu kadar borcu benim borcumdur» diye yazdılar ve bu kâğıdı köylüye verip, ben
yakında Sermenraya döneceğim, bir cema’at içinde otururken bu kâğıdı getir,
borcunu iste ve benimle ağır konuş buyurdular. Köylü başüstüne efendim deyip
gitdi. İmâm-ı Hâdî Sermenraya döndüler. İmâm-ı Hâdî halifenin eshâbmdan ve
başka, kimselerden bir grub insanlarla otururken köylü geldi. Kâğıdı çıkarıp
borcunu istedi. İmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» çok yumuşak konuşup özrler beyan
etdi ve bir gün için söz verdi. Bunu Mütevekkil duydu. Otuz bin ak-çayı İmâma
gönderdi. Va’d edilen gün köylü geldi. Otuz bin akçayı köylüye verdiler.
Bununla borcunu öde, geriye kalanı da evine harcarsın buyurdular. Köylü, ben
bunun üçde birinden azma râzı idim. Fekât Allahü teâlâ ne kadar göndereceğini
daha iyi bilir dedi.
·
595 — Halife Mütevekkilde büyük bir çıban
çıkdı. Çok ağrı ve şiddetli ateş yapıyordu. Tabibler ilâç bulamadılar.
Hastalığı çok ağırlaşınca annesi, Mütevekkil iyi olursa kendi malımdan İmâm-ı
Hâdîye «radıyal-lahü anh» çok mal göndereciğim diye nezr etdi.
Bir
gün Mütevekkilin yakınlarından Feth bin Hâkân, İmâm-ı Hâdîden «radıyallahü anh»
de bir ilâç soralım dedi. Bir kimseyi gönderdiler. İmâm-ı Hâdî «Radıyallahü
anh» falan şeyi yaranın üzerine koyun. Allahü teâlânın izniyle fâide verir
buyurdular. Bu haber Mütevekkilin meclisine gelince, orada bulunanlar
gülüşdüler, alay etdiler. Feth bin Hâkân tecribe edelim, zararımız olmaz dedi.
Söylenilen şeyi yaraya koydular. Yarılıp içinde olanlar çıkdı.
Mütevekkilin
iyileşdiğini annesi duyunca on bin altını bir keseye koyup kendi mührüyle
mührleyip İmâm-ı Hâdîye «radıyallahü anh» gönderdi. Müvekkil tam sıhhat bulunca
birisi İmâm-ı Hâdînin yanında çok mal ve sayısız silâh olduğunu Mütevekkile
şikâyet etdi. Mütevekkil, vezir Sa’-îd’e, gece yarısı İmâm-ı Hâdî’nin evine
girmesini ve orada bulduğu mal ve silâhı kendisine getirmesini emr etdi. Vezird
Sa’îd anlatıyor: Bir merdiven götürüp dama çıkdım. Pencereden içeri girdim.
Karanlık idi. Ne tarafa gideceğimi şaşırdım. O sırada İmâm-ı Hâdî’nin sesini
duydum. Ey Sâ’îd biraz bekle mum getirsinler buyurdu. Mum gelince aşağı
indim-İmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» yünden bir elbise giymiş, başında yünden
bir külah, altında hasır bir seccâde kıbleye karşı oturuyordu. Ey Sa’îd işte
odalar, ara buyurdular. Odalara girdim. Bana söylenilen mal ve silâhları bulamadım.
Ancak, Mütevekkilin annesinin gönderdiği kese mührüyle duruyordu. Bunun yanında
mührlü bir kese dahâ vardı. Sonra İmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» seccadeye de
bak buyurunca, seccâdeyi kaldırdım, bir kılıç kınıyla duruyordu. Hepsini alıp
Mütevekkile getirdim. Mütevekkil annesinin mührüyle mührlü keseyi görünce merak
edip sordu. Durumu anlatdılar. Bir kese de kendisi koyu keseleri ve kılıcı
aynen geri götürmemi emr etdi. İmâm-ı Hâdî’nin huzûruna vardım. Mahcûb bir
hâlde, efendim, izinsiz evinize girmek bana çok zor geldi, fekat emr almışdım
dedim.
O
zeman Şu’arâ Sûresinin son âyeti olan (Allahü teâlâya şirk koşanlar ve
peygamberini hicv edenler, öldükden sonra hangi mekâma gideceklerini bilirler)
âyet-i kerîmesini okudular.
·
596
— Mütevekkil İmâm-ı Hâdî’yi «radıyallahü anh» Medineden Irak tarafına çağırdı.
Sermenraya getirdiler. Hân - üssa’âdîk denen kötü bir yerde konaklatdılar
îmâm-ı Hâdî’yi sevenlerden Sâlih bin Saîd içeri girip, efendim bunlar senin
kıymetini gizlemek ve nûrunu söndürmek istiyorlar. Çünki böyle kötü ve korkulu
bir yerde konaklatdırdılar dedi. Ey Sâ’îdin oğlu sen henüz bu mekâmda mısın?
buyurup mübarek eliyle işâret etdi-ler. Sâlih bin Sa’îd der ki: O zemân güzel
bağçeler, ırmaklar ve köşkler gördüm. Bana hayret gâlib oldu. Sonra Ey Sâ’îdin
oğlu biz nerede olsak bunlar bizimle beraberdir, biz Hânüssa’âdîkde değiliz
buyurdular.
·
597
— Bir kişi anlatır:
Hanımım
hâmile idi. îmâm-ı Hâdî’den «radıyallahü anh» bir oğlan çocuğumun olması için
duâ istedim. Oğlun olacak, adını Muhammed koy buyurdular. Oğlum oldu. Adını
Muhammed koydum:
·
598
— Yine birisi anlatıyor: Halîlem hâmile idi. îmâm-ı Hâdî’den «ra-dıyallahü anh»
çocuğumun oğlan olması için düâ istedim. Çok kız vardır ki erkek evlâdından
hayrlıdır buyurdular. Kızım oldu;
·
599
— Bir şahs Küfe kadısını, îmâm-ı Hâdî’ye «radıyallahü anh» kendisine çok
eziyyet ediyor diye şikâyet etdi, iki ay dahâ sabr et buyur-dular. İki ay
geçdi. Kadı azl edildi.
·
600
— Mütevekkil, evinde çeşitli kuşlar bulundururdu. O kuşların sesinden içeri
girenlerin sözlerini anlıyamaz, girenler de Mütevekkilin dediğini anhyamazdı.
Îmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» içeri girdiği zemân kuşlar susar, çıkınca tekrar
ötmeğe başlarlardı.
·
601
— Hindistan’dan bir sihrbâz gelmiş, gösteriler yapıyordu. Bir gün Mütevekkil
onu çağırıp: Eğer bir oyun göstererek Ali bin Muhammedi yani îmâm-ı Hâdîyi
«radıyallahü anh» mahcûb edebilirsen sana bin altın vereceğim dedi. Sihrbaz
olur yaparım, yalnız bir yemek ve yanma birkaç yufka ekmek hazırlayıp beni
yanma oturtunuz dedi. Öyle yapdılar. îmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» bir parça
ekmek almak istedi. Sihrbaz bir şeyler yapdı. Ekmek önünden uçdu. Bu iş üç defa
oldu. Orada bulunanlar gülüş-düler. Odadaki bir divan yasdığı üzerinde arslan
resmi vardı. İmâm-ı Hâ-<dî «radıyallahü anh» o sûrete işaret ederek, bunu
tut buyurdular. O sûret bir arslan oldu. Sıçradı sihrbâzı yutdu. Tekrar o
yasdığa geldi. Mütevekkil her ne kadar îmâm-ı Hâdîden «radıyallahü anh» arslanın
sihirbazı geri çıkarmasını istedi ise de, kabul etmediler ve Allah’ın
düşmanlarını dostlarının üzerine musallat edeni göremezsiniz, buyurdular.
Bundan sonra sihrbazı kimse görmedi.
·
602
— Bir gün îmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» halifenin evlâdlarm-dan birinin düğün
yemeğinde bulundu. Çokları edeble oturuyordu. Bir genç çok gülüp söyliyerek
edebsizlik ediyordu. Ey genç ağız dolusu gülüyorsun ve Allahü teâlânm zikrinden
gâfil oluyorsun, halbuki üç gün sonra kabrde olacaksın buyurdular. Genç bu sözü
duyunca edebsizlikden vaz-geçdi. Yemek yediler. Ertesi gün hasta oldu. Üç gün
sonra vefat etdi.
·
603
— Bir gün yine bir düğün yemeğinde idiler. Sâmirâ ehlinden birisi boş yere
konuşuyor, İmâm-ı Hâdîye «radıyallahü anh» lâzım gelen ta’zîmi göstermiyordu.
Bu şahsın evinden acı bir haber gelip bu yemekden yiyemiyecek buyurdular.
Yemekler hazırlanınca elini yıkadı, yemeği yiyeceği sırada hizmetçi ağlayarak
içeri girdi ve annen damdan düşdü, koma hâlinde, çabuk ol ki onu ölmeden
göresin dedi. O şahs yemeği yemeden, kalkıp gitdi.
ONBİRİNCI
İMAM
İMÂM-I
ASKERÎ «radıyallahü anlı»
·
604
— İmâm-ı Hâdî Ali bin Muhammedin oğlu Hasen’dir «radıyallahü anhüm». Künyesi
Ebû Muhammed, lakabları Zekî, Hâlis ve Sirâcdır. Babasına denildiği gibi
kendisinin de Askerî ismi meşhûrdur.
Anneleri
babasının Hâdîs adını koyduğu bir câriyedir. Hicretin iki yüz otuz birinde
Medinede doğdu. İki yüz altmışda Sermenrayda vefat etdi. Kabrleri babasının
yanındadır. Kerâmetleri sayısızdır.
·
605
— Muhammed bin Ali bin İbrahim bin Ca’fer anlatıyor:
Geçim
sıkıntısı çekiyorduk. Bir gün babam bana: Oğlum gel İmâm-ı Askerî Hasen bin
Ali’nin «radıyallahü anlı» huzûruna gidelim. Onun çok cömerd olduğunu
söylüyorlar. Hiç onu gördün mü? dedi. Hayır, hiç görmedim dedim. Yolda giderken
babam: bize beşyüz akça verse, ikiyüz akça ile elbise, ikiyüz akça ile un ve
yüz akça ile de çeşitli ihtiyaçlarımızı alırız dedi. Ben de bana üç yüz akça
verse yüz akça ile elbise, yüz akça ile yiyecek ve.yüz akçası ile de bir merkeb
alıp Gühistân tarafına gitsem diyordum. Evlerinin kapısına geldik. Kimse ile
konuşmamışdık. Bir hizmetçi çıkıp babamı ve beni isimlerimizle çağırdı. İçeri
girip selâm verdik. İmâm-ı Zekî «radıyallahü anh» babama: Şimdiye kadar niçin
gelmedin? buyurdular. Babam, bu halle yanınıza gelmeğe utandım dedi. Dışarı
çıkdığımız-da bir hizmetçi arkamızdan koşdu. Bir kese babama verdi. Bu kesede
beşyüz akça vardır. İki yüzlük akçası ile elbise, ikiyüzü ile un ve yüz akçası
ile de çeşitli ihtiyaçlarını alırsın dedi. Sonra bana da bir kese verdi. Bu
kesede üçyüz akça vardır. Yüz akça elbise için, yüz akça yiyecek ve yüz akça da
merkeb parasıdır, yalnız Gühistana gitme, falan yere git dedi. İşaret etdiği
yere gitdim. O gün evlendim ve iki bin altına sâhib oldum.
·
606 — Bir kişi anlatır: Babam İmâm-ı
Askerî’nin «radıyallahü anh» hayvanlarına nalbantlık ederdi. Halife Müste’înin
bir atı vardı. Değil binmek eğer bile vurdurmazdı. Müste’înin nedimlerinden
biri, bu atı Hasen bin Ali ya’ni İmâm-ı Askerî «radıyallahü anh» görsün. Ya
bunu binecek du ruma getirir veyâ at onu helâk eder. İmâm-ı Askerîyi
«radıyallahü anh» çağırdılar. İmâm, seraym kapısından girince atı sarayın
avlusuna çıkardılar. İmâm, ata doğru yaklaşdı. Mübarek elini sağrısına sürdü.
At terledi. Sonra Müste’înin yanma gitdi. Müste’în ta’zîm ve tevkîr vazifesini
yerine getirdi ve yanma aldı. Bu ata bir eğer vur dedi. îmâm-ı Askerî
«ra-dıyallahü anh» babama dönerek şu ata eğer vur, buyurdular. Müste’în tekrar
sen vur deyince, yerinden kalkdı, ata eğer vurup geldiler, Müste’în; ne olur bu
ata bir de bin dedi. Ata binip seraym avlusunda rehvân dolaş-dılar. At hiç
serkeşlik etmedi. Sonra atdan indi. Müste’în, bu atı nasıl buldun? diye sordu.
Bu atdan iyisini görmedim buyurdular. Müste’în bu atı İmâma bağışladı. Babama
tut bunu götür buyurdular. Babam götürdü. Hiç serkeşlik etmedi.
·
607
—- Bir kişi anlatmışdır:
İmâm-ı
Askerî’nin «radıyallahü anh» huzûrunda fakirlikden şikâyet etdim. Elinde bir
baston vardı. Onunla yeri kazdı. Beşyüz altın kıymetinde bir kalıp külçe altın
çıkardı. Bana verdi.
·
608
— Yine birisi anlatır:
Zindanda
idim. Zindanın darlığından ve beni bağladıkları zincirlerin ağırlığından İmâm-ı
Askerî’ye «radıyallahü anh» şikâyet mektûbu yazdım, geçim sıkıntısı çekdiğimi
de yazacakdım. Utandım. Cevâbında: Bu gün öğle nemâzmı evinde kılacaksın diye
yazmışlardı. Hakikaten öğle vakti beni çıkardılar. Öğle nemâzmı evde kıldım.
İmâmın «radıyallahü anh» hizmetçisi geldi. Yüz altın getirdi. Bir de mektûb
getirdi. Mektûbda: Ne zeman bir şeya ihtiyacın olursa iste, utanma! İstediğin
şeye Allahü teâlânın izniyle erişirsin yazıyordu.
·
609
— Yine birisi anlatır:
İmâm-ı
Askerî’ye «radıyallahü anh» bir mektûb yazarak bazı şeyler sordum. Bahar
hummasından da soracakdım; unutdum. Cevâbında suallerimi cevablandırdılar.
Ayrıca bahar hummasından da soracağımı fekat unutduğumu beyanla (Ey ateş İbrahimin
üzerine soğuk ve sâlim ol.) âyet-i kerîmesini yazıp hummalı hastanın boynuna
asmamı emr buyurdular. Öyle yapdım hasta şifâ buldu.
·
610
—■ Yine birisi anlatır:
îmâm-ı
Askeri’nin «radıyallahü anh» huzûrunda oturuyordum. Güzel yüzlü bir genç içeri
girdi. Kendi kendime acaba bu kimdir diye merak etdim. Bu genç Ümm-i Gânim’in
oğludur. Bütün dedelerimin yüzükleriyle mührlerini basdıkları taşın sahibidir.
Taşa benim de bir mühr basmam için geldi buyurdular. Sonra gence taşı ver
buyurdular.
Genç,
taşı çıkarıp verdi. Yüzüğünü taşın mühr olmıyan düz bir yerine bağdılar. Mühr
meydana çıkdı. Açık olarak Hasen bin Ali yazıldığını gördüm. Sonra genç dışarı
çıkdı.
·
611 — Yine bir kişi anlatır: İmâm-ı Askerî
Hasen bin Ali «radıyal-lahü anh» hazretlerine bir mektûb yazarak mişkâtın
ma’nâsını sordum. Hanımım hâmile idi. Hayr düâ etmesini ve çocuğa ad koymasını
istirham etdim. Cevâbında Mişkât, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem»
kalbidir, diye yazdılar. Hanımın ve çocuğun hâlinden bir şey yazmadılar. Yalnız
mektûbun sonunda, Allaha teâlâ sana büyük ecr ve sonra halef versin!
yazmışlardı. Çocuk ölü doğdu. Ondan sonra bir oğlum oldu.
ON
İKİNCİ İMÂM
İMÂM-I
HÜCCET «radıyallahü anh»
îmâm-ı
Askerî Hasen bin Alinin oğlu Muhammeddir. «radıyallahü anhüm» Onikinci îmâmdır.
Künyeleri Ebül Kâsım’dır. Lâkabları Elimâmiy-yetü bilhücce ve Kâim ve Mehdî ve
Muntazır ve Sâhibüzzemândır. Annesi bir câriye idi. Hicretin ikiyüzelli
sekizinci yılında Ramazân-ı Şerifin yirmi üçüncü gününde Sermenray’da doğdu.
·
612 — İmâm-ı Askerî’nin «radıyallahü anh»
teyzesi anlatır: Bir gün îmâm-ı Askerî’nin «radıyallahü anh» yanma varmışdım.
Teyzeciğim, bu gece bizim evde ol; Allahü teâlâ bize bir halef verecekdir,
buyurdular... Oğlun kimden olacak? Hanımın Nercis’de bir hâmilelik durumu yok
dedi. Teyzeciğim; Nercis, hâmilelik yükünü çekmiyecek, ancak doğum vaktinde
belli olacakdır buyurdular. Gece oraya gitdim. Teheccüd nemâzma kalkdım. Nercis
de kalkdı. Kendi kendime: Sabah yaklaşdı, henüz doğum halleri meydana çıkmadı
diyordum, İmâm-ı Askerî «radıyallahü anh» m sesini duydum. Teyzeciğim; acele
etme! Nercisin odasına git diyordu. Gitdim. Nercis beni karşıladı. Vücudu
titriyordu. Onu bağrıma basdım. İhlâs, kadr sûrelerini ve Ayet-el-kürsîyi
okudum. Nercisin oğlu da karnında okuyordu. Sonra oda aydınlandı. Bakdım, çocuk
doğmuşdu. İmâm-ı Askerî «ra dıyallahü anh» teyzeciğim oğlumu getir dediler.
Çocuğu sarıp götürdüm. Mübarek dilini çocuğun ağzına götürüp, Allahın izniyle
konuş buyurdular. Çocuk besmele çekdi ve bir âyet-i kerîme okudu. O sırada
etrafımızı yeşil kuşlar bürüdüler. İmâm-ı Askerî «radıyallahü anh» onlardan
birini çağırdı. Bunu tut ve Allahü teâlânm emrini erişdirmesine kadar sakla
buyurdular. O kuşun ve etrafındaki kuşların kimler olduğunu sordum. O kuşun
Cebrâil «aleyhisselâm» diğerlerinin de rahmet melekleri olduğunu söylediler.
Yine annesine götür buyurdular.
Götürdüm.
Doğduğu zeman göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş idi. Sag kolunda (Hak gelince
batıl gider. Muhakkak batıl mahv olucudur) âyet-i kerîmesi yazılı idi.
·
613
— Başka birisi rivâyet etmişdir: Doğduğu zeman iki dizinin üzerine durup
salevat parmağını göğe doğru kaldırıp aksırdı. Elhamdülillah! Rabbil-âlemin
dedi.
·
614
— Başka birisi anlatır: Bir gün İmâm-ı Askeri’nin «radıyallahü anh» huzûrunda
idim. Senden sonra halefin kim olacakdır? diye sordum. Odasına girdiler.
Kucağında üç yaşında bir oğlan çocuğu ile döndüler. Allahü teâlânın yanında
mükerrem olmasaydın bu oğlumu sana göstermezdim. Bunun adı Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» adı gibi künyesi yine onun künyesi gibidir. Yer
yüzü şimdi zulm ve cevrle dolu olduğu gibi bu oğlumun zemanmda adâletle
dolacakdır, buyurdular.
·
615
— Yine birisi anlatır: Abbâsî halîfesi Mu’tedıd iki kişi ile beraber beni
çağırdı. İmâm-ı Askerî’nm «radıyallahü anh» vefat etdiğini söyledi. Sermenraya
gidip evini yıkıp ve evde kimi bulursak başını getirmemizi emr etdi. Biz
Sermenrayda îmâm-ı Askerî Hasen bin Alinin «radıyallahü anh» evine vardık. Çok
güzel ve temiz, sanki yeni yapılmışdı. Bir perde gördük. Perdeyi kaldırdık, bir
mağara gördük. İçeri girdik. Bir deryâ gördük. Öteki ucda su üzerinde bir hasır
üstünde güzel yüzlü birisi nemâz kılıyordu. Bize hiç iltifat etmedi. İki
arkadaşımdan birisi biraz ilerlemek istedi suya batdı. Elinden tutup zorla
kurtardık. Öbür arkadaş da ileri gitmek istedi. O da suya batdı. Onu da
güçlükle kurtarabildik. Orada şaşırıp kaldık. Ey ev sahibi biz nereye
geldiğimizi bilemedik. Allahü teâlâdan afv ve senden özr dileriz diye bağırdık.
Hiç iltifat etmedi. Geri dönüp Mu’tedı-dm yanma geldik. Durumu anlatdık.
Mu’tedıd bu sırrı kimseye söylemeyin yoksa boynunuzu vurdururum dedi.
Şîiler:
On ikinci imâma iki dürlü gaybet isnâd ederler. Birincisi, doğumundan sefaretin
kesilmesine kadar olan kısa gaybetdir. İkincisi Sefaretin kesilmesinden Hak
teâlânın zuhûrunu takdir etdiği zemana kadar olan uzun gaybetdir. İmâmın
Gaybet-i Kasrîde iki elçisi vardır. İnsanların ihtiyaçlarını gidermelide ve
sorularına cevâb vermekde insanlarla İmâm arasında vasıta olmuşlardır. Elçilik
Ali bin Muhammed adlı bir şahda son bulmuşdur. Bu şahs hicrî 326 yılında vefat
etmişdir. Rivâyet ederler ki vefatından altı gün evvel Muhammed bin Hasen
Askerî «radıyallahü anh» Ali bin Muhammede şu yazıyı göndermişdir: Ey Ali bin
Muhammed, Allahü teâlâ sana büyük ecr versin! Altı gün içinde öleceksin!
İşlerini bitir! Mekâmım kimseye vasıyyet etme! Zira tam gâib olma zemânı
gelmişdir. İmamlık tekrar meydana çıkmaz. Ancak, Allahü teâlânın izniyle, uzağı
düşünmek, kalblerin kararması, kötülüklerle yer yüzü dolduktan sonra mümkin
olur. Kuvvet ve kudret Allahü teâlâdandır. Ali bin Muhammed, Altı gün sonra
kimseye vasıyyet etmeden vefât etmişdir, derler.
Cami-ül-
usûl kitabında kıyâmet gününün şartları ve alâmetleri bildirilirken İbni
Mes’udun «radıyallahü anh» rivayet etdiği bir hadîs-i şerîf-de: (Kıyametin
kopmasına birgün bile kalsa benim veya ehl-i beytimin evlâdından, kendisinin ve
babasının adı benim ve babamın adı gibi olan birisini Hak teâlâ gönderir. Dünya
zulm ile dolu olduğu gibi, o da adâletle bu dünyayı doldurur) buyurulmuşdur.
Yine
Cami-ül-usûl kitâbmda Ebû İshak «rahmetullahi aleyh» in ri vayetiyle Hazreti
Ali «radıyallahü anh» oğlu Hazret-i Hasene «radıyalla-hü anh» bakarak: Bu oğlum
seyyiddir, nitekim Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem »de böyle
buyurmuşdu. Yakında bunun neslinden bir kişi ge-lecekdir. Adı Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» adı gibi olacakdır. Vücûdü ve sûreti de
benzeyecek yalnız ahlâkı aynı derecede olmıyacak-dır, buyurdular. Bunu Ebû
Dâvûd «rahmetullahi aleyh de bildirdi, fekat. hikâyeyi bildirmedi.
Şeyh
Muhyiddîn-i Arabî «rahmetullahi aleyh» Fütûhât-ı Mekkiyye ki tâbmda Mehdiyi
anlatırken Şunları söylemişdir: Âhır zemanda çıkacak olan Mehdi, bütün dünyâ
zulmle dolu iken adâletle dolduracakdır. İsmi Muhammed bin Abdullah olacakdır.
Hazret-i Hasenin «radıyallahü anh» neslinden gelecekdir. Mekke-i Mükerremede
rükn ile mekâm arasında bî’at olunacakdır. Gâibden bir grub erkek yardımcıları
olacakdır. Memleketin yükünü çekmekde Mehdiye yardımcı olacaklardır. Mehdi,
bütün hayvanların dillerini bilecekdir. Adâleti insanlara ve cinlere sirâyet edecekdîr.
Şeyh
Alâüddevle Ahmed bin Muhammed Simmânî «kuddise sirruh» şöyle buyuruyor:
On
ikinci imâm ihtifâ ettikden sonra ebdâl dairesine girmişlerdir. Tabaka tabaka
ilerliyerek evtâd’ın seyyidi olmuşlardır. O vaktin kutbu Ali bin Hüseyn Bağdadî
vefat edince nemâzım kıldırıp kutbiyyet mekâmına oturmuşdur. On dokuz yıl kutb
olup vefat edince yerine Osman bin Ya’-kûb Cevînî «radıyallahü anh» kutb
olmuşdur. Bunun vefatından sonra Abdurrahmân bin Avfm «radıyallahü anh»
soyundan Ahmed Küçük kutb olmuşdur. Iranda vefat etmişdir. Fekat bunların
kabrlerinin yerleri belli değildir. Onlardan başka kimse bilmez. Her sene
ziyaret ederler. [Buradan da anlaşıldığı gibi on ikinci imâm vefat etmişdir.
Şî’îlerin dediği gibi mağaraya girip bir dahâ çıkmayarak kıyâmete yakın Mehdî
olarak çıkacağı doğru değildir. Kıyamete yakın çıkacak olan Mehdî, Hazret-i
Hasenin soyundan olacak ve babasının adı Abdullah olacakdır.]
Bütün
nimetleri kullarına bağışlıyan Allahü teâlâya hamd olsun ki, on iki imâmın
«radıyallahü anhüm» sözlerini, hâllerini ve kerâmetlerini anlatmağı nasîb etdi.
Şimdi tekrar eshâb-ı kiramdan «aleyhimürrıdvan» birkaçının hâllerini bildirmeğe
devâm edelim. On iki imâmın büyüklükleri çok fazladır. Yalnız bütün
kerâmetlerin, yüksekliklerin on iki imâma münhasır olduğu akla gelmesin.
Onlardan evvel veyâ sonra çok büyük insanlar gelip geçmişlerdir. Bunların bir
kısmı meşhûr olmuş, bir kısmı ise unutulmuşdur.
Sonra
gelen büyüklerden bir kısmı Nefehâtül üns kitâbmda anlatıldı. Bu kitâbı
Farisîden tercüme eden Lâmiî hazretleri anlatıyor:
Seyyid
Celâleddin Buhârî «kuddise sirruh» yediyüz senelerinin sonuna doğru Bursaya
gelmişler. Sultan Beyazidin kızı Hundî hatunu almışlardır. Sekizyüzotuziki
senesinde vefat etmişlerdir. Mübarek kabrleri Bur-sada Kıble-i Hâcât ve Kâbe-i
Münâcât olmuşdur. Etrafdan ziyarete gelenler çokdur. Bu fakir, kendilerinden
kısaca bahs eden şu satırları yazdığım günün akşamı üşütmüşüm. Geceleyin uyandım.
Boğazım tutulmuş-du. Yutkunamıyordum.
Bazı
ilâçlar kullanıldı ise de fâide vermedi. Uzun zeman oturuldukdan sonra
uyumuşum. Bir kimsenin boğazımı sıvazladığını hissetdim. Kendisini
göremiyordum. Başka birisi bana soruyordu.. Boğazını sıvayanı biliyor musun.
Hayır kimdir dedim. Seyyid Muhammed Buhârî dedi. O şahsı da göremedim. Bu halde
iken uyandım. Boğazımda hiç bir ağrı yokdu. Hayretimden acaba boğazımın
ağrısını da rüyada mı gördüm diye düşündüm. Yanımdaki hizmetçi uyandığımı
anlamış olacak ki, boğazınız nasıl oldu efendim dedi. Anladım ki kerâmet-i
hazret-i emir olmuş. Velhasıl o haz-retin kerâmetleri ve havârık-ı âdâtı
ellerde meşhûr ve dillerde mezkûrdur ki beyândan müstağnidir.
Sonra
gelen büyüklerden biri de Seyyid Ahmed bin Seyyid Muhammed Buhârî «rahmetullahi
aleyh» dir Kutb-ül İrşâd ve Gavs-ül evtâddır. Şerîatden kıl kadar ayrılıkları
görülmemişdir. Ruhsatdan kaçıp, azimetle hareket ederler. Talebelerinin edebî,
ahlâkî, huşû’u ve vekârlarından kendilerinin büyüklüğü anlaşılır. Yanlarında hizmet
etdiğim müddetçe gördüğüm kerâmetleri yazsam bir kitâb olur. Bu kitâbm
tercümesi kendilerinin emr ve yardımlarıyle yapılmışdır. Hakîrin hiçbir rolü
yokdur. Lâmiî. hazretlerinin sözü tamâm oldu.
Eshâb-ı
kirâmdan «aleyhimürrıdvan» bir kaçını anlatalım. ✓
SA’ÎD
BİN ZEYD «radıyallahü anh»: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Cennetle
müjdelediği on kişiden birisidir. Nakl edilir ki: Bir kadın eshâb-ı kiramın
«aleyhimürrıdvan» toplu bulunduğu bir yere gelip,, "Saîd bin Zeyd benim
arsamı alıp bina yapdı. Ona söyleyin yerimi versin, yoksa Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» mescidine gidip şikâyet ederim dedi. Bu söz Sa’îd
bin Zeyde «radıyallahü anh» ulaşdırıldı.
Saîd
«radıyallahü anh» Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» işitdim. (Bir
kimse haksız olarak bir karış yer alsa Hak teâlâ onu yedi kat yerden tard eder)
buyurmuşlardır. O kadına söyleyin hakkı olan yeri alsın dediler. Ayrıca, Yâ
Rabbî eğer o kadın yalan söylüyorsa gözleri kör olsun ve bu görmez hâliyle çok
geçmeden ölsün diye bed düâ etdiler. Kadın bu haberi alınca Saîdin «radıyallahü
anh» evini yıkdı. Kendisi için ev yapmağa başladı. Çok geçmeden gözleri görmez
oldu. Geceleri hizmetçisini uyandırır, elinden tutar, istediği yere beraber
giderlerdi. Bir gece hizmetçisini uyandırmadan yalnız dışarı çıkdı. Bir kuyuya
düşdü. Sa-.bahleyin kuyuda ölü buldular.
ABBÂD
BİN BİŞR ve ÜSEYD BİN HIDIR «radıyallahü anhüma»: Enes «radıyallahü anh»
rivâyet etmişdir:
İkisi
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda idiler. Karanlık bir gecede
ikisi beraber dışarı çıkdılar. Birisinin asâsı rûşen oldu. Onun aydınlığında
yolda giderlerdi. Biribirlerinden ayrıldıklarında öbürünün asâsı da rûşen oldu.
Her biri kendi asâsının aydınlığında yürürlerdi.
AMMÂR
BİN YÂSER «radıyallahü anhüma»:
Hazret-i
Ali «radıyallahü anh» rivâyet ediyor: Bir seferde idik. Re-sûllullah
'«sallallahü aleyhi ve sellem» Ammârı «radıyallahü anh» su getirmesi için
gönderdi. Şeytan bir siyah köle şekline girerek Ammârm su almasına mâni oldu.
Ammâr «radıyallahü anh» bunu tutup yere vurdu. Şeytan, beni bırak, sana mânî
olmıyacağım dedi. Ammâr bırakdı. Yine suyun önüne engel oldu. Ammâr
«radıyallahü anh» tekrar tutup yere vurdu. Yine beni bırak sana mâni
olmıyacağım dedi. Bu sefer sözünde durdu. Ammâr «radıyallahü anh» suyu aldı. Henüz
Ammâr «radıyallahü anh» gel-memişdi, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem»
(Şeytan bir siyah köle sûretine girip Ammârm su almasına mâni oldu ise de
Allahû teâlâ Am-mâra zafer verdi) buyurdular. Bunu Ammâra «radıyallahü anh»
haber verdik. O siyah kölenin şeytan olduğunu bilseydim onu öldürürdüm yalnız
burnunu ısırmak istemişdim, fena bir koku hissetdim, bırakdım dedi.
ALÂ
BİN HAD REMİ «radıyallahü anh»:
Muhacirdir.
Resûlullah’m «sallallahü aleyhi ve sellem» Bahreyn’de Valisi idi. Ebû Hüreyre
«radıyallahü anh» şöyle buyurmuşlardır. (Hiç kimsede görmediğim üç acâib şeyi
Alâ bir Hadremîde «radıyallahü anh» gördüm. Birincisi: Derya kenarına
gitmişdik. Bize Allahû teâlânm ismini 'SÖyliyerek suya girin dedi. Biz de
söyleyip girdik. Develerimizin tabanları hariç hiç bir yerimiz ıslanmadı.
İkincisi, Deryâdan geçip sahraya erişince çok susadık. Suyumuz da yokdu. Alâ
bin Hadremîye «radıyallahü anh» söyledik. İki rek’ât nemâz kıldı ve dûâ etdi.
Hemen başımızda kalkan büyüklüğünde bir bulut zâhir oldu. O kadar yağmur yağdı
ki herkes suya kandı ve kablarmı doldurdu.
Üçüncüsü,
vefat etdi. Nemâzmı kıldık. Defn etdik. Kabrine kerpiçler koymuşduk. Sonra
kefeninin bağlarını açmadığımız aklıma geldi. Kerpiçleri kaldırdık. Onu lahd
içinde bulamadık. Nakl edilir ki: Basrada bir kimsenin kulağına ufak bir taş
parçası girmişdi. Gündüz rahatsız olur, gece uyuyamazdı. Doktorlar ilâcını
bulamadılar. Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimür-rıdvâıı» birine sordular. O da Alâ bin
Hadremînin «radıyallahü anh» dü-âsmı tavsiye etdi. O düâ budur: Ya Alî, yâ
Azîd, yâ Halîm, yâ Alîm. O şahs bu düâyı okuyunca kulağındaki ufak taş bir ses
çıkararak dışarı çık-dı ve karşıki dıvara çarpdı.
EBÜ
İMÂME-Î BÂHİLİ «radıyallahü anh» Resûllullahm «salllallahû aleyhi ve sellem»
Şamda vefât eden son eshâbıdır. Kendilerinden şöyle naklederler.
Resûllullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» beni, bir kavmi İslâma da’-vet için göndermişdi.
O kavm da’vetimi kabul, etmedi. Susamışdım. Su istedim. Vermediler ve bu
susuzlukdan ölünceye kadar sana su vermiyece-ğiz dediler. Bir abam var idi.
Başıma çekdim. Güneşin sıcağında yatdım. Rüyâmda bir kişi elinde sırçadan bir
kadehle geldi. İçindeki şerbeti içdim. Hiç kimse o kadehden daha güzel bir
kadeh görmemiş ve o şerbetden daha lezîz bir şerbet tatmamışdır. Sonra uyandım.
O Vaktden beri aç ve susuz olmadım.
Câriyesinden
nakl ederler: Ebû İmame «radıyallahü anh» sadaka vermeği severdi. Eline geçen
altın, gümüş ve yiyecelkeri sadaka vermek için toplar, bir fakir geldiğinde
verirdi. Bir gün bir fakir geldi. Evde üç altın vardı. Birini o fakire verdi.
Bir fakir daha geldi. Birini de ona verdi. Ben duramadım, evde bizim için bir
şey kalmadı dedim. Sonra yatıp uyudu. Öğle ezanı okununca kendisini kaldırdım.
Mescide gitdi. Oruçlu olduğunu bildiğim için bore edip akşam için yemek
hazırladım. Işığı yakıp sofrayı hazırladım. Öğlen yatdığı yerde altınlar
gördüm. Saydım üçyüz altın idi. Kendi kendime: Her halde bu altınlara güvenerek
sadaka vermişdir dedim. Yatsı nemâzmdan sonra eve geldi. Hazırladığım yemeği
görünce Allahü teâlâya hamd etdi. Yüzüme tebessüm etdi. Yemeği yedi. Altınları
getirdim. Bunları burada bırakmışsın dedim. Feryâd etdi. Yazıklar olsun, bu
nedir? dedi. Bilmiyorum, burada buldum dedim. Feryâdı ziyâde oldu.
HÂLİD
BİN VELÎD «Radıyallahü anlı»
Ebû
Bekr «radıyallahü anh» şöyle anlatmışlardır: Resûlullahm «sal-lallahü aleyhi ve
sellem» huzûrunda idik. Hâlid bin Velîd zikr olundu. (O, Allahü teâlâmn
kılıçlarından bir kılmçdır. Kâfirlerin karşısına çıkarmış-dır.) buyurdular.
Ebû
Bekr «radıyallahü anh» kendi halifeliği zemamnda Hâlid bin Ve-lîdi «radıyallahü
anh» Hîre tarafına gönderdi. Hîre halkı Abdül - Mesih adlı bir şahsı elçi
olarak gönderdiler. Hediye olarak da tesirini bir saatde gösteren zehr
götürmüşdü. Hâlid bin Velîd «radıyallahü anh» bu nedir? diye sordu.
Abdül-Mesîh, tesirini bir saatde gösteren zehrdir dedi. Haiid bin Velid
«radıyallahü anh» o zehri avucuna koydu. O’nun ismiyle hiçbir hastalığın zarar
vermediği yerin ve göklerin sâhibi olan Allahü teâlâmn isminin yardımiyle
ma’nâsmda bir düa okuyarak o zehri içdi. Bir zararı dokunmadı. Abdül-Mesîh
kavmine döndü ve onunla sulh yapınız, çünki bir saatde tesirini gösteren zehri
içdi, hiçbir zarar görmedi. Bu işi onlardan başkası yapamaz dedi.
Nakl
ederler ki: Hâlid bin Velîd «radıyallahü anh» askerlerinin arasında dolaşırken
bir kişinin bir şarab tulumunu alıp gitdiğini gördü. Bu nedir? diye sordu.
O
şahs sirkedir, dedi. Hâlid Bin Velîd «radıyallahü anh» üç kere yâ Rabhî, bunu
sirke yap diye düâ buyurdular. O şahs şerab tulumunu arkadaşlarının yanma
götürdü. İçince sirke olduğunu anladılar. Arkadaşları bu nedir? Diye sordular.
Tulumu getiren: Ben şerab getiriyordum. Yolda emîrinizi gördüm. Bu nedir? diye
sordu. Sirkedir dedim. Allahü teâlâmn bunu sirke yapması için üç kere dûâ etdi.
Allhâhü teâlâ dûâsını kabul eyledi, dedi.
ABDULLAH
BİN ÖMER - ÜBNİL - HATTÂB «Radıyallahü anh»; Emir-ül-mü’minîn Hazret-i Ömer’in
«radıyallahü anh» en büyük oğludur.. Baliğ olmadan Mekkede îmân edip babası ile
beraber Medineye hicret etmişdir. İlmi ve zühdü çokdu. Bin köle âzâd etmişdir.
■"
Mekkede
Cemre taşı atıldığı zemanda halk çok kalabalık olmuşdu. O arada ayağının iki
parmağı arasına birşey dokundu. Cerahat eyledi ve şiş-di. Bunun üzerine vefat
etdi. Hicretin yetmiş üç veya yetmiş dördüncü yılında seksendört yaşında vefat
etdi.
Nakl
ederler ki: Bir seferde idi. Halkın bir yerde toplandığını görüp sebebini
sordu. Burada bir arslan vardır, halkın yoldan geçmesine mâni’ oluyor dediler.
Merkebinden inip arslana doğru yürüdü. Eliyle arslana dürtdü veyâ bir sille
vurdu. Sonra Resûlullahdan «sallallahû aleyhi ve sellem» işitdim. (Eğer
insanoğlu kendilerine musallat olan şeyden kork-mayıp da yalnız Allahü teâlâdan
korksalardı, kendilerine hiç birşey musallat olmazdı.) buyurdular.
ABDULLAH
İBNİ ABBÂS «radıyallahû anhümâ»: Eshâb-ı kirâmın «aleyhimürrıdvân»
imâmlarındandır.
Benî
Haşimin hicretten üç yıl evvel mahsûr kaldıkları Şa’b vâdisinde doğdu.
Resûlullah «sallallahû aleyhi ve sellem» vefat etdikleri zeman on-üç yaşında
idiler. İki kere Cebrâili «aleyhisselâm» iki kere de Resûlullahı «sallallahû
aleyhi ve sellem» gördüğünü ve kendisine, Allaha teâlânm hikmet vermesi için
düâ buyurduğunu bildirmişdir. Hicretin altmış sekizinci yılında yetmişbir yaşında
Tâifde vefat etmişdir. '
Meymûn
Mihrân anlatır:
Tâifde
Abdullah bin Abbâsm «radıyallahû anh» cenazesine gitmişdiın. Nemâzınm kılınması
için musallaya koydular. Bir beyaz kuş onun kefenin içine girdi gâib oldu. Her
ne kadar o kuşu aradılar ise de bulamadılar. Defnden sonra bir ses işitdik,
yalnız söyliyeni görmedik. Fecr sûresinin son üç âyetini okuyordu.
Nakl
ederler ki: Bir gün mescide gidiyordu. Yolda güzel bir kadın gördü. Kendi
nefsinden ona bir meyi gördü. Yâ Rabbi sen bana gözümü bir ni’met olarak
verdin, fekat bunun bir belâ olmasmdan korkuyorum. Gözlerimi kapat diye düâ
etdi. Mübarek gözleri kapandı. Kardeşinin oğlu onu camie götürür, bir direğin
dibinde kıbleye karşı oturturdu. Çocuk oynamağa giderdi. Lüzûmunda çocuğa haber
gönderirdi. Bir gün abdest tazelemeğe ihtiyacı oldu. Çocuğa haber gönderdi.
Çocuk oyuna dalmışdı, gelmedi. Etrafın kirleneceğinden korkarak, Yâ Rabbî
gözümü nimet olarak verdin. Belâ olacağından korkduğum için kapatdın. Şimdi de
elbisemin ve mescidin kirlenmesinden korkuyorum, dedi. Tekrar gözleri açıldı.
Rivâyet. eden, Abdullah bin Abbâsı «radıyallahü anhümâ» gözlerinin hem kapalı,
hem de açık olduğu zemanlarda gördüğünü söylemişdir.
ÎMRÂN
BİN HASIN
«Radıyallahü
anlı»
Hicretin
elli üçüncü yılında Basrada vefat etmişdir. Basrada eshâb-ı kirâmdan
«aleyhimürrıdvan» İmrân bin Haşinden daha yaşlı kimse yok-du. Otuz yıl boyunca
karın sancısı çekdi. Kendisine ateşle dağlarsan geçer dediler. Kabul etmedi.
Vefatına iki yıl kala dağ vurdu. İmrân bin Hasîn «radıyallahü anh», Mutrafa
«rahmetullahi aleyh» demişdir ki; Dağ yapmadan evvel melekler bana selâm
verirdi. Dağ yapdıkdan sonra selâm vermez oldular. Fekat ateşin meydana
getirdiği yara iyice geçdikten sonra melekler yine bana selâm vermeğe
başladılar.
HAMZA
BİN AMR EŞLEMİ
«Radıyallahü
anh»
Nakl
ederler ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bir seferde idiler.
Karanlık bir gecede develer ürküp bütün eşyalar yere düşdü. Hamza bin Amr’ın
«radıyallahü anh» parmakları mum gibi ışık verdi. Düşen eşyaları bulup tekrar
develere yüklediler.
SELMÂN-I
FÂRİSİ
«Radıyallahü
anlı»
İsfehanlıdır.
Künyesi Ebû Abdullahdır. Emir-ül-Müminîn Ömer «ra-dıyallahü anh» kendisini
Medaine vâli tayin etmişdir. Osman «radıyalla-hü anh» m halifeliği zemanmda
vefat etmişdir. Siyer âlimleri Selmân-ı Karisinin «radıyall&hü anh» çok
ömür sürdüğünü, Hazret-i İsânın «aleyhis selâm» vasisine erişdiğini iki yüz
elli veyâ daha fazla sene hayatda kaldığını söylemişlerdir.
Enes
«radıyallahü anh» rivâyet ediyor; Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir
hadîs-i şeriflerinde «Sâbıklar dört kişidir. Arabm sâbıkı, önderi benim. Rûmun
sabıkı Suheybdir. Acemin sâbıkı Selmândır. Habe-şin sâbıkı Bilâldir)
buyurmuşlardır. Diğer bir hadîs-i şerîfde (Selman biz-dendir, ehl-i beytdendir)
buyurmuşlardır.
Hanımı
anlatır: Vefâtma yakın bana, evde bir mikdar misk vardı, onu suya koy ve
başımın etrafına saç insan ve cin olmayan kimseler yanıma g& leceklerdir
dedi. Söylediği gibi yapdım. Dışarı çıkdım. Odadan Esselâmü. aleyke ey Allahın
velîsi ve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sâ-hibi diye bir ses
duydum. İçeri girdiğimde rûhunu teslim etmişdi. Yatağında uyuyor gibiydi.
Saîd
bin Müseyyeb, Abdullah bin Selâmdan «radıyallahü anh» işiterek anlatır:
Selmân-ı Farisî «radıyallahü anh» bana dedi ki: Ey kardeşim, hangimiz evvel
vefat edersek, vefât eden kendisini hayatda olana göstersin dedi. Ben, bu
mümkin olur mu? dedim. Evet olur, çünki mü’minin rûhu bedenden ayrılınca,
istediği yere gidebilir, kâfirin rûhu siccînde habs edilmişdir dedi. Selmân
«radıyallahü anh» vefât etdi. Bir gün Kaylûle yaparken ya’ni öğleye yakın
zemânda uyurken Selmânm «radıyallahü anh» geldiğini gördüm. Selâm verdi.
Selâmını aldım. Yerini nasıl buldun? diye sordum. İyidir, tevekkül et, tevekkül
ne iyi şeydir dedi ve üç kere tak-rarladı.
TUFEYL
BİN AMR DÛSİ «radıyalahü anh»:
Kendisi
anlatıyor: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilân
etdikden sonra Mekkeye gitmişdim. Kureyş kâfirleri gelip bana, ey Tufeyl bizim
şehrimize geldin, içimizde birisi meydana çıkdı, kav-mimize ayrılık sokdu.
Sözlerinde şihr tesiri vardır. Kardeşi kardeşden karıyı kocadan ayırıyor. Bu
sözleri senin ve kavminin duymasından korkuyoruz. Onunla sakın konuşma, yanma
gidip sözünü dinleme dediler. Bu sözlerin üzerine Resûlullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» ile konuşmamağa ve sözünü dinlememeğe azm etdim. Mescid-i Harâma girince
Onun sözünü duymamak için kulaklarıma pamuk tıkardım. Bir sabah Mescid-i Harâma
girdim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Kâ’beye yakın bir yerde nemaz
kılıyordu. Hak teâlâ irade etmiş olacak ki, sözlerini duydum. Çok. güzel idi.
Kendi kendime, ben şairim, zekiyim, iki kötü sözleri ayırabilirim, gidip
sözlerini dinliyeyim. Güzel söylerse kabul edeyim dedim.. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» evine doğru gidiyordu. Ben de arkasından git-dim.
Evine girdi. Ben de arkasından girdim. Ey Muhammed «sallallahü aleyh ve sellem»
senin kavmin senin kelâmını işitmekden beni o kadar korkutdular ki, kulaklarıma
pamuk tıkamışdım. Allahü teâlânm iradesinde olmuş olacak ki şendeki
güzel sözleri iştdim. Onları bana arz eyle dedim. Bana İslâmî arz etdi ve Kuran-ı
kerîm okudu. O zemana kadar öyle güzel sözler işitmiş değildim. îslâma geldim.
Sonra Ya Resûlallah «sallallahü aleyhi ve sellem» kavmimde benim sözüm geçer,
istiyorum ki gidip kav-mimi îslâma davet edeyim. Yalnız düâ buyurun Hak
teâlâ bana bir hârika. versin ki, onları İslama davetde bana yardımcı olsun
dedim. (Yâ R,abbî buna bir hârika ver!) diye diiâ buyurdular. Kavmime doğru
yola koyuldum. Çok yaklaşdığım zeman iki gözümün arasında bir nûr meydana
çık-dı etrafı aydmlatdı. Ya Rabbî bu nûru başka bir yerime nakleyle! diye dua
etdim. Hak teâlâ o nûru dilimin ucuna getirdi. Bir asılmış kandil gibi . ışık
saçardı.
Kavmimi
İslama da’vet etdim. Çoğu müslimân oldu.
Dönüp,
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna geldim. .Reislerin üzerine
bed düâ etmelerini söyledim. Çünki çok zina yapıyorlardı. (Yâ Rabbî reislere
hidâyet ver!) diye düâ buyurdular. Bana yine kav-mine dön, onları islâma da’vet
et, buyurdular. Gitdim, onları islâma davet etdim. Resûlullah «sallallahü
aleyhi ve sellem» hicret etdi. Bedr, Uhud ve Hendek gazaları oldu. Hayber
gazâsına islâma gelenlerin bir grubu ile katıldık. Mekkenin fethine kadar
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile beraberdik. Beni Zilkefeyn adında
bir putu yıkmak için gönderdi. Yıkdım .geldim, vefatlarına kadar beraber oldum.
Nakl
ederler ki: Server-i âlemin «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra
Arablar mürted oldular, dinden çıkdılar. Tüfeyl bin Amr «radıyallahü anh» bir
gurub müslimânla Yemame tarafına doğru gitdi. Yolda bir rüya gördü.
Arkadaşlarına anlatmağa başladı. Başımı traş et-diler, ağzımdan bir kuş uçdu,
bir kadın beni gördü, alıp fercine koydu, oğlum da beni çok aradı bulamadı
dedi. Arkadaşları hayırdır inşâallah dediler. Tufeyl bin Amr «radıyallahü anh»
ben şöyle tâ’bir etdim dedi. Başımı traş etmeleri bu gazada başımı vereceğime
delâlet eder.
Ağzımdan
çıkan kuş rûhumdur. Beni fercine koyan kadın zemindir. Zira kabrimi yerde kazıp
beni orada gizliyeceklerdir. Oğlumun beni çok arayıp bulamaması, o bu harbde
şehîd olmağı çok isteyip, olamıyacağını gösterir, dedi. Tufeyl «radıyallahü
anh» Yemâme gazasında şehîd oldu. Oğlu Amr ise çok yara aldı, fekat sıhhat
buldu. Hazret-i Ömer’in «radı-yallahü anh» halifeliği zamanında Yermük yılında
şehîd oldu.
SEFİNE
«radıyallahü anh»:
Resûlullahm
«sallahü aleyhi ve sellem» hizmetçisidir. Ümm-i Seleme «radıyallahü anhâ» mn
kölesi idi. Resûlullah» «sallallahü aleyhi ve sellem» hayatda olduğu müddetçe
kendisine hizmet etmek şartı ile âzâd etdi. Sefîne «radıyallahü anh» Ümm-i
Selemeye «radıyallahü anhâ» dedi ki: Eğer sen bu şartı koymasaydm yine hayatda
olduğum müddetçe Ser-- ver-i âleme «sallalahü aleyhi ve sellem» hizmet ederdim.
On yıl hizmet et-
■diğini
söylerler. Adın nedir? diye sorulduğundan adımı söylemem bana Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Sefine adını koymuşdur derdi. Kendisine Sefine
adının ne sebeble konulduğunu sordular. Anlatmağa başladı. Bir gün Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Eshâb-ı kirâm aley-himürrıdvân» ile beraber
sefere çıkmışlardı. Yanlarındaki eşya ağırlık vermiş olacak ki, yere bir kilim
ser buyurdular. Serdim. Birçok eşyâlar koydular. Bunları götür, sen sefinesin
buyurdular. (Sefine, gemi demekdir) O gün bana yedi deve yükü bile vursalar
ağır gelmezdi dedi.
Yine
kendisi anlatır: Bir gün gemiye binmişdim. Denizin dalgasından gemi parçalandı.
Bir tahta parçasına tutunabildim. Dalgalar beni bir kaya kovuğuna atdı. Orada
bir arslan vardı. Ey ebel hâris (arslan) benx Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» kölesi Sefineyim, dedim. Arslan başını tevazu
göstererek aşağı indirdi. Gelip yanım bana sürdü. Yolu gösterdi. Yola
çıkdığımızda yumuşak yumuşak sesler çıkarıyordu. Anladım ki bana veda’
ediyordu.
HISÂN
BİN SABİT «radıyallahü anh»:
Âl-i
Cefneden Cebele-i Gassânî mürted olup Rum kayserine varmış-dı. Emîr-ül-mü’minin
Ömer «radıyallahü anh» m elçisiyle Hısân «radıyal-lahü anh» a hediyyeler
gönderdi. Hısân «radıyallahü anh» Hazret-i Ömer’in «radıyalahü anh» kapısına
gelip durdu. İçeri girip selâm verdi. Yâ emîr-el-mü’minîn ben Al-i Cefnenin
hediyyel'erinin kokusunu duyuyo rum dedi. Ömer «radıyallahü anh» da evet,
Cebele-i Gassânî sana hediyye .göndermiş dedi. Bunu anlatan diyor ki: Hâdiseden
hiç haberi olmadığı halde, yalnız kokusiyle Al-i Cefnenin hediyyeleri olduğunu
anlayan Hısâna «radıyallahü anh» hâlâ hayret ederim.
AMR
BİN MURRETIL-CEHNİ «radıyallahü anh»:
Kendisi
müslimân oldukdan sonra, kavmine gidip onları da İslama dâ’vet etmesi için
Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» izn istedi. Kavmine gitdi. Bütün
kavmi kabul etdiler, yalnız birisi: Yâ Amr Allah senin yiyeceklerini acı etsin,
bize atalarımızın dînini terk etmemizi, putlarımızı bırakmamızı istiyorsun dedi
ve ayrıca Amra «radıyallahü anh» da: kim yalan söylüyorsa Allahü teâlâ onun
yiyeceğini acı etsin, dedi. O şahsın dudakları, ağzı parçalanıp döküldü.
Yemeğin tadını alamazdı. Ayrıca gözleri kör ve dili tutulduktan sonra öldü.
ÎHBÂN
«radıyallahü anh»:
Ölüm
hastalığında: Beni iki elbise içinde defn edin diye vasiyyet et-:mişdi. Vefat
edince iki elbise ve bir gömlek ile kefenleyip, defn etdiler.
—
273 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 18 Sabahleyin
elbiselerin bırakıldığı bir ağaç üzerinde gömleğini gördüler;. Bu gömlek onun
mu yoksa başkasının mı diye tereddüde düşdüler. O gömleği diken terziyi
buldular. Terzi yemin ederek, bu defn edildiği zeman üzerinde olan gömlekdi
dedi.
EBÛ
KURSÂFE «radıyallahü anh»:
Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Ona bir elbise giydirmişdi. Halk ona geldiler,
onlara hayr düâ eyledi ve Hakdan bereket diledi. O duanın tesirini kendilerinde
buldular.
Ebû.
Kursâfe «radıyallahü anh» Askalanhdır. Oğlu Kursâfe Anado-luya harbe gitmişdi.
Her sabah Ebû Kursâfe «radıyallahü anh» oğlunu yüksek sesle nemâza çağırdı.
Oğlu da, buradayım babacığım diye cevâb verirdi. Oğlunun arkadaşları hayretle,
kime cevâb veriyorsun diye sorarlardı. Kursâfe de babam bizi nemâza çağırıyor
derdi.
Ebû
Kursâfe «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve
sellem» işitdim. (Bir kimse yatmadan evvel Tebâreke sûresini okursa ve ondan
sonra dört kere Halâl ve harâmın, belde-i harâmm, meş’ar-il haramın Rabbi olan
Allahım. Ramezân-ı şerif ayında Kur’ân-ı Kerîmi indirdin. Resûlüne tehıyyet ve
selâmımı ulaşdır! Ma’nâsmdaki dü-âyı okursa, Hak teâlâ iki melek yaratır.
Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna giderler. O kulun selâmını
haber verirler. Resûlullah: «sallallahü aleyhi ve sellem», benden de o kula
selâm söyleyin, Allahın: rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun, buyurur.
ENES
BİN MÂLİK ENSÂRÎ «radıyallahü anh»
Künyesi
Ebû Hamzadır. On yıl Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hizmet etmişdir.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medineyı şereflendirdiği zeman on
yaşında idi. Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimümd-vân» Basrada vefât edenlerin
sonuncusudur. Cenâzesini Muhammed bin
Şîrîn
«rahmetullahi aleyh» yıkamışdır.
Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» kendisine mal ve evlâdının çok, ömrünün uzun
olması ve afvı için düâ buyurmuşdur. Kendisi demişdir ki: Hurma âğaçlarım yılda
iki kere yemiş verir, çocuklarıma sayısı, doksan sekiz veyâ yüz ikidir. Ömrümün
çok uzun olmasından bana Hayat adını koydular. Düâda dördüncü olan afv için de
ümidim çokdur. Yaşının doksan dokuz, doksan yedi veya doksan üç olduğunu
söylerler.
Nakl
ederler ki: Tarlalarını ekip biçen şahs gelip, arâzinin çok susuz olduğunu
söyledi. Enes bin Malik «radıyallahü anh» abdest alıp nemaz kıB dı ve düâ etdi.
Bir parça bulut meydana geldi ve onun tarlalarının üzerini kapladı. Bir yaz
günü idi. Çok yağmur yağdı. Sonra hizmetçisini gönderip yağmurun nereye
yağdığına bak dedi. Hizmetçi gidip bakdı. Yağmur sizin arâzinin dışına
çıkmamışdır diye haber getirdi.
SABİT
BİN KAYS
«Radıyallahü
anh»
Kendisi
anlatır: Bir gün şehrin dışında seyr ediyorduk. Düşman casuslarım gördük.
Kaçmağa başladık. Arkadaşlardan birinin atı tökezlendi, uyluğunun üzerine
düşdü. Uyluğu parça parça oldu. Onu bir ata yükletmek istedik, mümkin olmadı.
Beni kati edin dedi. Onu orada bırakıp git-dik. Bir gün bir gece gitmişdik.
Arkamızdan yetişdi. Ayağı temamen iyi olmuşdu.
Arkadaşım
şöyle anlatdı: Bir beyaz at üzerine binmiş bir kimse geldi. Elini uyluğuma
sürdü ve (Eğer sana inanmazlarsa Allahü teâlâ sana yetişir. Ondan başka ilâh
yokdur. Ona tevekkül ederim. Büyük arşın sahibi odur.) mealindeki âyet-i
kerîmeyi oku dedi. Okudum, uyluğum gördüğünüz gibi iyi oldu.
TEMÎM-İ
BÂKİ
«Eadıyallahii
anh5>
Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» Tebükden dönünce Dâreyyâ den bir grub kimselerle
gelip Müslimân olmuşdur.
Nakl
ederler ki: Medine’de küçük bir yangın çıkdı. Ömer «radıyallahü anh» halife
idi. Ateşin yanma gitmesi için Temîme söyledi. Temîm «radı-yallahü anh» Ben ne
yapabilirim, dedi. Ömer «radıyallahü anh» ısrar edince Temîm «radıyallahü anh»
kalkdı. İkisi beraberce yangından tarafa yürüdüler. Temîm «radıyallahü anh»
eliyle işaret eder ve ateşi sürerdi. Ateş dar bir boğaza girdi. Temîm
«radıyallahü anh» da arkasından girdi. Ömer «radıyallahü anh», gören görmiyen
gibi değildir buyurdular.
ZEYD
BİN HÂRİCE «radıyallahü anh»
Nu’mân
bin Beşir «radıyallahü anh» anlatıyor: Zeyd bin Hârice «ra-dıyallahü anh»
Medinenin sıhhatli kimselerindendi. Boğazında bir hastalık zâhir olup öğle ile
ilkindi arasında vefat etdi. Üzerine bir örtü örtüp mescide gitdim. İkindi ve
akşam nemâziarmı kıldım. Bir kimse gelip, Zeyd bin Hâricenin «radıyallahü anh»
vefat etdikden sonra konuşduğunu haber verdi. Acele ile Zeydin «radıyallahü anh»
yanma gitdim. Ensârdan birkaç kişi de vardı. Konuşuyordu veya onun ağzından
konuşuyorlardı. Şunları duydum: Ömer «radıyallahü. anh» celâletli idi. Allah
yolunda çalışırken kendisine gelecek elem ve sıkıntılardan korkmadı. İnsanları
kuvvetlilerin zaîfleri yemesinden men’etdi. Sonra Hazret-i Osmanm «radıyallahü
anh» hâlini anlatdı. Halifeliğinin sonunda olacak karışıklıklardan bahs etdi.
Daha sonra Cennet ve Cehennemden ve içinde bulunanlardan bir kaç şey söyleyip
susdu. Orada bulunanlara, ben gelmeden evvel neler söyledi? diye sordum.
Resulullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ebû Bekrin «radıyallahü anh»
hâllerinden bahs etdi, dediler.
CÂRİYE
ZÂÎDE «radıyallahü anhâ»:
Ömer-übnil-Hattâb
«radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Zâide «radı-yallahü anhâ» Resûlullahm
«sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Selâm verdi. Resûlullah
«saallallahü aleyhi ve sellem», yâ Zâide niçin yanıma böyle geç geç geliyorsun,
senin hâlin iyidir. Ben seni severim buyurdular. Zâide «radıyallahü anhâ» bugün
acaib bir iş başıma geldi, onun için geldim dedi. Resulullah «sallallahü aleyhi
ve sellem» o acâib şey nedir? Diye sordular. Zâide «radıyallahü anhâ» anlatmağa
başladı. Sabahleyin odun toplamağa çıkmışdım. Bir kucak odun bağlayıp bir taş
üzerine koymuşdum. O sırada yer ile gök arasında bir süvari gördüm. Bana selâm
verdi ve ben cennetin sâhibi Rıdvânım, efendine selâm söyle ve şöyle müjde ver.
Ümmetin
üç grub hâlinde Cennete gireceklerdir. Bir grubu hisâbsız girer. Bir grubunun
hisâbı kolay geçer. Bir grubu da senin şefâatinle Cennete girer. Bunları
söyledi ve göke doğru çıkdı. Yer ile gök arasında bana iltifat etdi.
Taşın
üzerine koyduğum odunu zor götürdüğümü görünce, ya Zâide odunu taşın üzerine
koy dedi. Taşa hitâben, ey taş o odunu Zâide ile beraber Ömer’in «radıyallahü anh»
evine götür, dedi. Taş yürüdü. Odunu kapıya kadar getirdi. Resûlullah
«sallallahü aleyhi ve sellem» kalkıp Ömer’in »radıyallahü anh» kapısına geldi.
Taşın gelip gitdiğine ait izleri gördü. Sonra. (Allahü teâlâya hamd olsun ki
ben dünyâda iken Rıdvân, ümmetimin afv edileceği haberini getirdi ve ümmetimden
bir hanımı da Meryem «radıyallahü anhâ» derecesine çıkardı.) buyurdular.
ENSÂRDAN
BÎR KADIN «radıyallahü anhâ»:
En
es bin Mâlik «radıyallahü anhümâ» anlatır: Ensârdan bir genç hastalanmışdı.
Ziyaretine gitdik. Çok ihtiyar ve gözleri de görmiyen bir
— 276 — annesi vardı. Henüz biz
orada iken genç vefat etdi. Yüzünü örtdük. Annesine Allahâ teâlâ sana bu
musibet dolayısiyle ecr, sabr versin, dedik. Oğlum vefat etdi mi? diye sordu.
Evet dedik. Yâ Rabbî Senin ve Habîbinin «sallallahü aleyhi ve sellem» yolunda
gitdiğimi biliyorsun, sıkıntılı zeman-larımda imdâdıma sen yetişirsin,
bugünkü musibeti üzerimden kaldır! diye düâ etdi. Biz henüz dışarı çıkmamışdık.
Genç, yüzüne örtdüğümüz örtüyü kaldırdı. Kalkdı. Beraber yemek yedik.
YEDİNCİ BÖLÜM
Tâbiıin,
tebe-i tâbiîlnden Sofiyye tabakasına varıncaya kadar meydana gelen
harikûlâde şeyler bildirilmektedir.
REBÎ’ VE REB’İ BİN HARRÂŞ
«Radıyallahü
anhümâ»:
Reb’î
«radıyallahü anh>> anlatıyor: Biz dört kardeş idik. Rebî’ hepimizden çok
nemâz kılar ve sıcak günlerde oruç tutardı. Vefât etdi. Yüzünü örtdük. Kefen
alması için birisini gönderdik. Yanında duruyorduk. Birdenbire yüzünü açdı ve
bize selâm verdi. Selâmım aldık ve öldükden sonra konuşuyor musun dedik. Evet
diyerek ilâve etdi: Sizden sonra Rab-bime kavuşdum. Onu gadablı bulmadım.
Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» bir burak üzerinde şefkatli ve
merhametli gördüm. Cenâze ne-mâzımı bekliyor. Acele edin, geç kalmayın dedi.
Bu
haberi Âişe «radıyallahü anhâ» duyunca Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve
sellem» işitdim, (Ümmetimden öldükten sonra konuşan kimse tabi’înin
hayırlısıdır) buyurmuşlardı.
Yerinin
Cennet veya Cehennemden hangisi olduğunu bilinceye kadar gülmemeğe and içmişdi.
Vefatından sonra onu yıkayan, teneşir üzerinde dâima tebessüm etdiğini haber
vermişdir.
Büyüklerden
biri anlatır: Bir hristiyan komşum vardı. Vefât etdi. Hristiyanlar onu
yıkadıkları zeman doğrulup Müslimânları yanıma çağırın demiş. Bu haberi duyunca
gitdik. Kelime-i şehâdet getirdi.
EBÜ MÜSLİM HAVLAN?
«Rahmetullahi
aleyh»:
Hiç
dünya kelâmını söylemezdi. Dünya sözü söyliyenin yanından ayrılırdı. Bir gün
bir mescidde bir grub insanların oturuduğunu gördü. Ahi-a-ete âid
konuşuyorlardır diye yanlarına gidip oturdu. Bir dânesi benim kölem ticaretden
geldi. Çok kâr getirdi dedi. Diğeri de dört hizmetçi hazır ladığını ve sefere
göndereceğini söyledi. Ebû Müslim onlara bakıp dedi ki: .Hâliniz şu kimseye
benzer. Bir kimse şiddetli bir yağmur altında yolda kalmışdır. Sığınacak bir
yer arar. O arada bir dergâh ve büyük bir kapısını görür. Yağmur dininceye
kadar şu kapıdan içeri gireyim de ıslanmayayım, der. Kapıdan içeri girdiğinde
binanın damının olmadığını görür. Ben de sizden bir kaç şey öğrenir, istifade
ederim diye yanınıza geldim. Meğer siz ehl-i dünya imişsiniz.
Nakl
ederler ki: Esved Unsî Yemende Peygamberlik dâvâ’smda budundu Ebû Müslimi
«rahmetullahi aleyh» çağırdı. Benim Allahın Peygamberi olduğuma şehâdet eder
misin? diye sordu. Hayır dedi. Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın
Resûlu olduğuna şehâdet eder misin ? diye sorunca, evet dedi. Aynı soruları
birkaç kere daha sordu. Aynı ce-vâbları aldı. Esved bir büyük ateş yakılmasını
emr etdi. Yakdılar ve Ebû .Müslimi «rahmetullahi aleyh» o ateşin içine atdılar.
Hiç bir yeri yanmadı.
Esvede,
bunu Yemen’den çıkar, yoksa sana uyanların itikadlan bozulur dediler. Esved,
Ebû Müslime «rametullahi aleyh» Yemen’den göç etmesini emr etdi. Ebû Müslim
«rahmetullahi aleyh» Medineye gitdi. O ze-man Ebû Bekr «radiyallahü anh» halife
idi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh, Mescidde nemaz kılarken Ömer «radiyallahü
anh» onu gördü. Yanma gidip hangi kavmdensin? diye sordu. Yemendenim dedi.
Yalancı Peygamberin ateşe atdığı kişi ne yapdı? diye sordu. O, Abdullah bin
Sevb idi ■dedi. Ömer «radiyallahü anh» yemin ederek, ateşe atılan kişi sensin
dedi. ■Ömer «radiyallahü anh» onu bağrına basdı, ağladı ve Ebû Bekrin
«radı-yallahü anh» yanma götürdü. Kendisi ile Ebû Bekrin «radiyallahü anh»
arasında yer açıp oturtdu ve Aliahü teâlâya hamd olsun ki, hayâtda iken,
İbrahim «aleyhisselâm»a yapılan işin bu ümmetden birisine yapıldığını görmek
nasîb oldu, buyurdu.
Naki
ederler ki; Ebû Müslimin «rahmetullahi aleyh» bir câriyesi vardı. Bir gün
efendisine şöyle dedi: Çokdanberi yemeklerine zehr katıyorum, hiç bir zarar
görmüyorsun. Niçin katıyorsun? diye sorunca, câriye ben gencim, ne yatağına
yaklaşdınyorsun, ne de satıyorsun dedi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» ben her
yemekde, (Bismillahi hayril esmâillezi lâ yedurru measmihi dâün Rabbûl ardı ve
Rabbüssemâi) duasını okurum buyurdu.
Nakl
ederler ki: Harbe giderken derin sulara gelince yanındakilere Allahın isminin
yardımıyle geçin derdi. Kendisi önde, etrafındakiler arkada geçerlerdi. Hangi
eşyanızı su götürürse bana haber verin derdi. Bir kimse bilerek suya bir torba
atdı. Ebû Müslime «rahmetullahü aleyh» gelip, torbamı su götürdü dedi. Arkamdan
gel buyurdular. Biraz ileride torbayı bir ağaca asılmış buldular. Bir gün
yanında bulunan bir mikdar pa-rasiyle un almak için yola çıkdı. Bir dilenciye
rastladı. Başka yollara sap-dı ise de dilenci yine karşısına çıkdı. Sonunda
yanındaki parayı dilenciye» verdi. Un doldurmak için yanma aldığı torbayı,
marangozların işyerine giderek ağaç talaşı ile doldurdu. Ağzını kapatıp evine
götürdü. Hanımın* dan habersiz bir yere koydu. Hanımı torbayı görünce açdı, un
olduğunu, görüp ekmek yapdı. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» bir müddet sonra
korkarak evine geldi. Hanımı, undan yapdığı ekmeği ve hazırladığı yemeği
getirdi. Yedikden sonra, bu ekmeği nereden yapdm? diye sordu. Hanımı,
getirdiğin undan yapdım dedi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» hiç bir şey
söylemedi.
Nakl
ederler ki: Evine girince, Allahü ekber derdi. Hanımı da tekbîr getirerek
karşılar hizmetini yapardı. Bir gün bir kadın, Ebû Müslimin: «rahmetullahi
aleyh» hanımına gelerek, eğer kocan, Muâviyeye «radıyal-lahü anh» kötü söz
söylerse size bir hizmetçi verir, çok yardımda bulunurum, rahatça geçinirsiniz
dedi. Akşamleyin Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» evine geldi, tekbîr getirdi.
Hanımı her zamanki gibi hizmetini yapmadı. Buradan Ebû Müslim «rahmetullahi
aleyh» bir kimsenin hanımına bozuk fikrler verdiğini keşfedip, Yâ Rabbî,
hanımıma bozuk fikrleri söyliyenin gözlerini kör et! diye düâ buyurdu. Fitneci
kadın, evinde oturuyordu. Birden bire çırağ söndü dedi. Evde bulunanlar, hayır
sönmedi dediler. Öyleyse gözlerim kör oldu dedi. Sonra Ebû Müslimin
«rahmetullahi aleyh» düâsının sebebiyle gözlerinin kapandığını anlıyan kadın,
Ebû Müslimin «rahmetullahi aleyh» huzûruna gelip, yapdığı işe pişman olduğunu
söyliyerek düâ buyurmasını istedi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» bir zeman
sonra, yâ Rabbî, eğer bu kadın doğru söylüyorsa gözlerini aç! diye düâ
buyurdular. Allahü teâlâ o kadının gözlerini açdı.
Ceylânlar
ba’zan Ebû Müslime «rahmetullahi aleyh» uğrarlardı. Çocuklar ceylânların
durması ve elleriyle tutmaları için Hak teâlâya düâ etmesini isterlerdi. Ebû
Müslim «rahmetullahi aleyh» düâ buyurur, Allahü teâlâ âhûları gitmekden
alıkoyan, çocuklar elleriyle tutarlardı.
ÂMİR
BİN ABD-İ KAYS «rahmetullahi aleyh»:
Fakir
fukaraya dağıtacağı parasını yanına alır, dilenenlere verirdi. Evine döndüğü
vakt, kesesini hanımının önüne bırakıverirdi. İçindeki parayı sayarlardı,
öncekinin aynı çıkardı. Bir kuruş fazla veya az gelmezdi...
Nakl
ederler ki: Bir gün bir yerde müsafir- kaldı. Ayrılırken su kabına süt
doldurdular. Yolda giderken kendi kendine: «Bu süt içmek içindir, abdest almak
icab ederse ne yaparım», deyip geri döndü. O kimselerin yanma geldi ve sütü
alınız, su doldurunuz buyurdu. Dediği gibi yap-dılar. Her ne zeman abdest almak
istese su çıkardı. İçmek istediği zeman da süt çıkardı.
Nemâz
kıldığı zemân şeytan yılan şekline girer, gömleğinin içine girip kolundan
çıkardı. Kendisinde hiçbir değişiklik olmazdı. Bu yılanı niçin
uzaklaştırmıyorsun ? diye sordular. Allahü teâlâdan başkasından korkmağa Allahü
teâlâdan utanırım, yılanın gömleğime girip çıktığından haberim olmuyor buyurdu.
ZÂDÂN-I
KÛFÎ «rahmetullahi aleyh»
Tâbiînden
ve Küfeli idi. Bir gün yâ Rabbî ben acım dedi. Evinin penceresinden değirmen
taşma benzer bir ekmek yanma geldi.
ZERÂDE
BÎN ÜFÎ «rahmetullahi aleyhi»
Tâbiînden
ve Basralı idi. Bir gün mescidde nemâzda imamlık yaparken, (Sûra üfürüldüğü
zeman...) âyet-i kerîmesini okudu. Hemen düşüp vefât etdi.
SAÎD
BİN MÜSEYYEB «radıyallahü anh»:
Medineye
bir vali tayin olmuşdu. Ali bin Hüseyn, Kasım bin Muham-med, Sâlim bin Abdullah
ve Kureyşden bir grup kimseler valiyi görmeğe gitdiler. Vali, Sa’îd bin
Müseyyeb içinizde hanginizdir? diye sordu. Ali bin Hüseyn «radıyallahü anh», o
mescidden ayrılmaz, âmirlerin yanma gitmez, diye cevab verdi. Vâli, sen Hazreti
Alinin torunusun; Kâsım, Hazreti Ebû Bekrin torunudur; Sâlim, Hazreti Ömer’in
torunudur. Siz geliyorsunuz da Sa’îd bin Müseyyeb niçin gelmiyor? Yemin ederek
üç kere onun boynunu vuracağım dedi.
Ali
bin Hüseyn «radıyallahü anh» der ki: Bu sebebden meclis bize dar oldu. Dışarı
çıkınca Sa’îd bin Müseyyebin «radıyallahü anh» yanma gidip durumu bildirdim.
Kendisine Ömre niyetiyle Mekkeye git dedim. Ömre için hâlis niyyetim yok dedi.
Kardeşlerinden
birinin evine git dedim. Beni bu mescidde günde beş kere çağırıyorlar onu ne
yapayım. Şimdiye kadar da’vetine icâbet etmediğim vâki’ değildir dedi. Peki
başka bir mescidde otur, çünki seni ararlarsa önce bu mescide gelirler dedim.
Bu mescidde ibâdet etmeğe alış-inişim, burayı terketmem dedi. Kardeşim, sen hiç
korkmuyor musun? diye sordum. Allahü teâlâdan başka kimseden korkmadığımı
kendisi bilir. Ancak şuna düâ ediyordum ki, Allahü teâlâ o valiye beni
unutdursun dedi. Bir müddet sonra o vâliyi azl etdiler. Şam’a gitdi. Yolda,
hizmetçisi abdest alması için hazırlık yaparken bir dakika bana bak dedi. Ben,
Ali bin Hüseyn, Kâsım bin Muhammed ve Salim bin Abdullahm «radıyal-lahü anhüm»
yanında Sa’îd bin Müseyyebi «radıyallahü anh» öldüreceğime yemin etmişdim. O
günden bu güne, hiç bir zemân hatırıma gelmedi. Bana yazıklar olsun, rezil
oldum dedi. Hizmetçisi Allahü teâlânın senin hakkında dilediği, senin kendin
için olan dileğinden iyidir, dedi.
Kendisi
anlatıyor: Sıcak günlerde yezîdiler Medine üzerine saldırıp muhâcirîn ve
ensârdan «radıyallahü anhüm» çoğunu şehid etmişlerdi. Mescid-i Resûlde
«sallallahü aleyhi ve sellem» benden başka kimse yokdu. Nemâz vakti olunca
Ravza-ı Şerîfden müezzin sesi gelirdi. Nemâza dururdum. Şam halkı mescide
girip, şu deli ihtiyara bakın derlerdi.
SA’ÎD
BİN CÜBEYR» «rahmetullahi aleyh»:
«Tâbi’înden
ve kûfelidir. Fakîh, âbid ve fâdıl idi. Hicrî doksanbeş senesinde kırk dokuz
yaşında iken Haccâc tarafından şehîd edildi.
Nakl
ederler ki: Haccâc, güvendiği bir kimseyi on kişi ile Sa’îd bin Cübeyri
«radıyallahü anh» çağırmağa gönderdi. Bir rahibin kilisesine geldiler. Sa’îd
bin Cübeyri «radıyallahü anh» o râhibden sordular. Râhîb onlara yol gösterdi.
Sa’îd bin Cübeyri «radıyallahü anh» secdede buldular. Selâm verdiler. Başını
secdeden kaldırdı, nemâzmı bitirip selâmlarını aldı. Haccâc seni çağırıyor
dediler. Allahü teâlâya hamd ve senâ Resûlü-ne «sallallahü aleyhi ve sellem»
tehiyyat okuyup on kişiyle beraber Hac-câca gitmek üzere yola çıkdılar. Râhibin
bulunduğu kiliseye geldiler. Râhib, onlara kilisenin etrafında arslan, keçi ve
canavarlar olduğundan yukarı çıkmalarını söyledi. Sa’îd bin Cübeyr «radıyallahü
anh» çıkmadı. Râhip, gâliba kaçmak istiyorsun dedi. Hayır, kaçmak istemiyorum,
yalnız kâfirlerin hânesine girmek istemem, buyurdular. Canavarlar seni parçalar
dediler. Allahü teâlâ beni onların şerrinden muhafaza etmeğe kâ-dirdir, sabaha
kadar burada kalacağım buyurdular. Râhib, on kişiye: Siz yukarı geliniz ve
yaylarınızı kurup da sâlih kulu muhâfaza etmek için bekleyiniz dedi. Gece oldu.
Râhib ve on kişi, canavarların gelip Sa’îd bin Cübeyre «radıyallahü anh»
sürünüp gidip bir yerde oturduklarını, sonra arslanm da gelip aynı şeyi
yapdığım gördüler. Râhib, sabahleyin aşağı inip Müslimân oldu.
Nakl
ederler ki: Haccâc kendisini kati etmeden evvel Haccâc’a Yâ Rabbî benden sonra
onu başka bir kimsenin katline musallat eyleme diye düâ buyurdular. Bundan
sonra Haccâc onbeş gün kadar yaşadı. Haccâc bu onbeş gün içinde her gün, benim
Sa’îd bin Cübeyr ile ne işim vardı. Her yatağıma yatdığımda benim ayağımdan
tutup çekiyor derdi.
Bir
horozu vardı. Hergece öter Saîd Bin Cübeyri «Radıyallahü anh» teheccüde
kaldırırdı. Tesâdüfen bir gece horoz ötmedi. Teheccüde kalkamadı. Bu iş
kendisine çok zor gelip horoza Allah sesini kessin diye ağzından çıkdı. Ondan
sonra horoz hiç ötmedi. Annesi bunu görerek, oğluna sâkm kimseye beddüâ etme
diye tavsiyede bulundu. Boynunu vurduklarında mübarek başı yere düşdü. İki kere
yüksek, bir kere de alçak sesle kelime-i tevhîd söyledi.
ÜVEYS-İ
KARNİ «Radıyallahü anh»:
Hazret-i
Ömer «Radıyallahü Anh» halifeliği zemânında bir hac mevsiminde insanlara: ayağa
kalkınız dedi. Sonra Kûfeliler hariç herkes otursun. Sonra Murâdîler hariç
Kûfeliler de otursun dedi daha sonra Karnli olan kimse hariç Murâdîler de
otursun dedi. Üveysin «radı-yallahü anh» amcası Enîs ayağa kalkdı. Hazret-i Ömer
«radıyallahü anh» Enisden, Üveysi tanır mısın? diye sordular. Enîs aramızda
ondan câhil, ondan dîvâne ve ondan muhtaç kimse yoktur dedi. Hazret-i Ömer
«radı-yallahü anh» ağladı ve Resûhıllahdan «sallallahü aleyhi ve sellem»
işit-dim. (Üveysin şefâatiyle, Rebî’a ve Mudar kabileleri mikdarmca kimse
Cennete girecekdir) buyurdular.
Herm
bin Hayyân «radıyallahü anh» anlatır:
Bu
haber bana gelince Küfeye gidip Üveysin «radıyallahü anh» sohbetinde bulunmak
istedim. Bir gün öğle vakti Fırat kenarında abdest aldığını gördüm. Çünki
önceden bana kendisini tarif etmişlerdi. Selâm verdim. Selâmımı aldı.
Musafeha
etmek istedim. Musafeha etmedi. Allahû teâlâ sana rahmet etsin, seni afv etsin,
nasılsın? dedim. Ona olan aşırı muhabbetimden bana ağlamak geldi. O da ağladı. Sonra
bana düâ ederek, ey Herm bin Hayyân sen nasılsın, sana beni kim gösterdi? dedi.
Allahû teâlâ delâlet eyledi dedim. Benim ve babamın ismini nereden bildin? diye
sordum. Allahû teâlâ bildirdi dedi. Bir kaç nasîhatda bulundu, sonunda Hazret-i
■Ömer’in «radıyallahü anh» de vefât etdiğini söyledi. Hazreti Ömer
«radı-yallahü anh» henüz hayâtdadır dedim. Hayır, Allahû teâlâ bana onun vefat
haberini bildirdi dedi. Birkaç söz daha söyledi. Bana hayr düâ buyurdu. Bir
dahâ görüşemeyiz diyerek ayrıldı. Birkaç adım beraber gitmek istedim.
Bırakmadı. Küfe mahallelerinin içine girinceye kadar arkasından, ağlıyarak
bakdım. Sonra onu çok görmek istedim ise de haberini dahi alamadım. Fekat
haftada bir iki kere muhakkak rü’yâda görürdüm.
Nakl
ederler ki: Azerbeycana gazaya gitmişdi. Orada vefat etdi. Arkadaşları bir kabr
kazacaklardı bir taşın yanında lahdi yapılmış, hazır bir kabr buldular. Kefen
arıyorlardı. Elbise dolabında insan eli değmemiş, bir elbise buldular. Bunu
kefen yapdılar ve o hazır kabre defn etdiler.
MEYMÛN
BİN ŞEYB «radıyallahü anh»;
Kendileri
anlatır: Haccâc zemâmnda Cum’a nemâzma gidiyordumt Neden bu zâlimin arkasında
nemâz kılayım diye aklıma geldi. Tereddüd içinde kaldım. Sonunda yine gitmeğe
karar verdim. Ev tarafından bir ses işitdim. (Ey imân edenler Cum’a nemâzma
çağrıldığınız vaktde işinizi bırakıp Allahü teâlânm zikrine koşunuz...) âyet-i
kerimesini okuyordu... Bir gün bir mektûb yazdım. Aklıma bir şey geldi. Onu
yazarsam mektû-bum güzel süslü olacakdı, fekat yalan idi. Yazmazsam doğru
olacak fekat mektûb biraz çirkin olacakdı. Ne yapayım diye düşündüm. Sonunda o
şeyi yazmamağa karar verdim. Evin köşesinden bir ses geldi. İbrahim sûresi
yirmi beşinci âyet-i kerîmesini (Dünyâda sabit söze, ya’nî lâ ilahe illallah
sözüne inananları, Allahü teâlâ sâbit kılar...) okuyordu.
SILA
BİN EŞİM «radıyallahü anh»:
Güvenilir
bir kimse anlatır: Kabile harbe gidiyorduk.
Gece
bir yerde konaklamışdık. Kendi kendime: Bu gece Sıla bin Eşimin «radıyallahü
anh» ne yapdığını ta’kîb edeyim, herkes onun ibâdetinden bahsediyor dedim.
Herkes uyudukdan sonra kalkdı, oradaki meşeliğe girdim. Abdest alıp nemâza
durdu. Biraz sonra bir arslan ona doğru geliyordu. Ben korkumdan orada bulunan
bir ağaca çıkdım. O arslana hiç aldırmadı. Secdeye gitdiği zemân arslan onu
şimdi yer diyordum, fekat bir şey olmadı. Nemâzını bitirdikten sonra arslana,
haydi git, rızkını başka, yerden ara buyurdular. Arslan döndü ve bir ses
çıkardı ki dağlar birbirinden ayrılıyor sandım. O yine nemâzma devam etdi.
Sabaha kadar sürdü.
Aynı
şahs şöyle devam ediyor: Düşmana yaklaşmışdık. Kumandan askerlere hiç kimse bir
tarafa ayrılmasın diye emir vermişdi. Sıla bin Eşimin «radıyallahü anh» katırı,
yükü ile beraber gaiboldu. Kalkıp nemâza durdu. Sonra, Yâ Rabbî katırı ve
yükünü geri göndermen üzere yemin, ediyorum, dedi. Katırı, yükü ile gelip
önünde durdu.
Kendileri
anlatır: Bir gün Ehvaz civârında geziyordum. Çok acıkdım. Satın almak için
yiyecek bulamadım. Hak teâlâya düâ etdim. Merkebin üzerinde uyumuşum. Kulağıma
bir ses geldi, uyandım. Bir sarık düşmüş-dü. İçinde sarılı bir şey vardı. Onu
getirip açdım. Hurmadan örülmüş bir sepetin içinde yaş hurmalar vardı.
Doyuncaya kadar yedim. O mevsimde hiçbir yerde hurma yokdu. Yolda bir rahibe
rastladım. Durumu anlatdım. Râhib, benden hurma istedi, birkaç dâne verdim. Bir
zeman sonra râhibin yanından geçiyordum. Güzel hurma ağaçları gördüm. Râhib, bu
hurma ağaçları senin bana verdiğin hurmalardan oldu dedi.
HERM BİN HAYYÂN
«Radıyaliahü
anh»
Vefat
etdiğinde havâ çok sıcakdı. Kabrinin üzerinde bir parça bulut meydana gelip
yalnız kabrinin üzerine yağmur yağdı. O gün kabrinde ot bitdiğini de
söylemişlerdir.
ÖMER BİN ABDÜLÂZİZ
«Rahmetullahi
aleyh»
Künyesi
Ebû Hafsdır. Annesi Ömer Bin Hattâbm oğlu Âsımm kızıdır. İki yıl beş ay onbeş
gün halifelik yapmışdır. Yüzbir yılının Receb ayında vefat etdi.
Ömer
- übnil Hattâb «Radıyallahü anh» bir gece Medinede geziyordu. Seher vakti bir
eve vardı. Annesi kızma kalk süte su koy diyordu. Kız, bu iyi değildir, Halife
Ömer «radıyallahü anh» bizi bundan men’ eyledi dedi. Annesi, burada halife yok,
bizi görmüyor dedi. Kız, Halifenin sözünü başkalarının yanında tutup yalnız
iken önem vermemek iyi olmaz dedi. Sabahleyin Halife Ömer «radıyallahü anh»
oğlu Asıma, falan eve git, orada bulunan kız bir yere sözlü değilse, onu nikâh
et, Allahü teâlâ sana ondan güzel bir çocuk verir buyurdular. Âsim gidip o kızı
nikâh etdi. Bunlardan Ömer bin Abdülazîz dünyaya geldi.
Süfyân-ı
Sevri «rahmetullahi aleyh» demişdir ki: Halife beşdir: Ebû Bekr, Ömer, Osman,
Ali, Ömer bin Abdülazîz «radıyallahü teâlâ anhüm.»
Ribâh
bin Ubeyde «rahmetullahi aleyh» demişdir ki: Ömer bin Abdülazîz Medine Valisi
iken ihtiyar bir adam koluna girmişdi. Kendi kendime bu ihtiyar adam kim acaba
vâlinin koluna girmiş dedim. Nemâzdan sonra evine girdi. Ben de arkasından
girdim. Ey vâli, koluna giren ihtiyar kimdi? diye sordum. Ey Ribâh, sen onu
gördün mü? dedi. Evet dedim.. O gördüğün kardeşim Hızır «aleyhisselâm» idi,
yakında Halife olacağımı ve adaletli hareket edeceğimi haber verdi, dedi.
Nakl
ederler ki: Halife olduğu zeman dağdaki çobanlar hangi sâlih kişinin halife
olduğunu soruyorlardı. Çobanlara, halifenin salih kişi olduğunu nereden
anladınız? diye sordular. Kurdlar ve arslanlar artık koyanlarımıza
dokunmuyorlar, dedi. Bir kişi Ömer bin Abdülazîz zemâmnda kurdlarm koyunlar
arasında gezdiğini haber vermişdir.
Vâiilerinden
birisi Ömer bin Abdülazîze «rahmetullahi aleyh» bir mek-tûb yazarak şehrinin
viran olduğunu Emîr-ül-mü’minîn bir şey tahsis ederse imâr edeceğini bilidirdi.
Halife
cevabında yazdı ki: Şehrinin etrafına adâletden bir hisar yap,, yollarını da
zulmden temizle, şehrinin î’mârı budur.
Nakl
edilmişdir ki: Vefâtı yaklaşdığmda beni kaldırın oturayım dedi. Kaldırdılar. Yâ
Rabbî ben o kimseyim ki bana emr etdin, kusur etdim; Nehyetdin, âsî oldum.
Fekat Lâ ilâhe illallah diyorum. Sonra başını yukarı kaldırarak dikkatle bakdı.
Çok dikkatli bakıyorsun? diye sordular. Bir takım kimseler görüyorum ki ne
insan ve ne cindir, dedi. Sonra vefat etdi.
Nakl
ederler ki: Defn edip üzerine toprak örtülmüşdü. Gökden bir kâğıt indi.
Kâğıdda: Besmele ve sonra bu Allahü teâlâ’dan Ömer bin Abdülazîz için emândır
yazılıydı.
Muhyiddin-i
Arabî «kuddise sirruh» Fütühât-ı Mekkiyye kitabında şöyle yazmışdır. Ba’zılarmm
Sûrî halifeliklerine ma’nevî halifelik de ek-lenmişdir. Ömer bin Abdülazîz de
bunlardandır.
AMR
BİN UTBE «Rahmetullahü aleyh»:
Tâbi’înin
büyüklerindendir. Kûfelidir. Eshâbiyle, bütün hizmetleri kendisi yapmak üzere
şart koşmuşdu. Bir gün hava çok sıcakdı. Koyunlar otlamağa gitmişdi. Eshâbmdan
birisi arkasından gitdi. Amr bir Utbe «rahmetullahi aleyh» uyumuşdu, bir parça
bulut da ona gölge yapıyordu. Uyandığı zemân eshâbı ona, sana müjdeler olsun
dedi. Amr «rah-metullahü aleyh» de bu hali kimseye söyleme dedi.
Nakl
ederler ki; Gazâya gitdiği zemanlar arkadaşlarının koyunları-m muhafaza ederdi.
Bulut başı üzerinde gölge ederdi. Kendisi namaz kılar, vahşi hayvanlar
etrafında dolaşır ,onu muhafaza ederdi.
Kendisi
demişdir ki: Allahü teâlâdan üç şey istedim. İkisini ikrâm etmişdir. Birisini
de ümmîd ediyorum. Birincisi beni dünyâda rağbetsiz etmesi idi. Halkın bana
kıymet vermesine veya vermemesine aldırış etmem. İkincisi, Nemaz kılabilmem
için kuvvet istemişdim. Kuvvet verdi. Üeün-cüsü şehîd olmak istemişdim. Onu da
ümmîd ediyorum.
MUTRAF
BİN ABDULLAH «rahmetullahi aleyh»:
Bir
arkadaşı ile karanlık bir gecede gidiyorlardı. İkisinden birinin bastonunun
ucunda bir ışık meydana geldi. Yollarını gördüler.
Bir
şahs Mutrafa «rahmetullahi aleyh» iftira etdi. Yâ Rabbî bu şahs yalan
söylüyorsa, canını al diye düâ buyurdular. O şahs, hemen can verdi. O şahsın
hanımı zemanın valisi olan Ziyâddan yardım istedi. Ziyâd, ona herhangibir şeyle
vurdu mu? diye sordu. Hayır denildi. Hâkim, ne yapalım salih kulun düâsı
takdire uygun gelmiş dedi.
MUHAMMED
BİN MÜKENDER «rahmetulahi aleyh»:
«Gâzilerden
bir grub ile yolda gidiyorlardı. Onlardan biri, canım taze peynir istiyor dedi.
Muhammed bin Mükender «rahmetullahi aleyh» Allahü teâlâ’ya düâ edin, bu yolda
size peynir vermeğe kâdirdir buyurdu. Hepsi düâ etdiler. Biraz yürüdüler. Ağzı
kapalı bir zenbil gördüler. İçi; taze peynir dolu idi. İçlerinden biri bu
peynirin yanında bal omalı ki beraber yiyelim dedi.
Muhammed
bin Mükender «rahmetullahi aleyh» peyniri veren balı da. vermeğe kâdirdir
buyurdu. Hepsi düâ etdiler. Biraz yürüdüler yol kavşağından bir kutu gördüler.
İçi bal dolu idi. Oturup peynir ile balı yediler.
UBEYDULLAH BİN CA’FER
«RahmetuHahi
aleyh»
İstanbul’u
almağa gidiyorduk. Gemimiz dağıldı. Dalgalar bizi bir taş üzerine bırakdı. Beş
kişi idik. Allahü taâlâ her sabah her bîrimiz için o taşdan bir yaprak
bitirirdi. Onu yerdik. Yemek içmek yerine geçerdi. Bizi gemi gelip alıncaya
kadar,böyle devam etdi.
EYYÜB
SAHTİYANI
«Rahmetullahi
aleyh»
Basradan
idi. Hasen-i Basrî «rahmetullahi aleyh». Basra halkının ■gençlerinin seyyidi,
Eyyüb Sahtiyânidir demişdir. Abdülvâhid bin Zeyd an latır: Eyyüb Sahtiyânî
«rahmetulahi aleyh» ile Hira dağında idik. Ben çok susadım. O kadar ki yüzümden
anlayıp, sana ne oldu? diye sordu. Su-suzlukdan öleceğim diye korkuyorum,
dedim. Her ne yaparsam gizli tutabilir misin? dedi. Gizlerim dedim. Kendisi
hayatda olduğu müddetçe kimseye söylemiyeceğime, yemin verdirdi. Ayağını Hıra
dağına vurdu. Su çık-dı. Doyuncaya kadar içdim. O hayatda iken kimseye
söylemedim.
SALİM BENÂNÎ
«Rahmetullahi
aleyh»
Basralıdır.
Kırk sene Enes bin Mâlikin «radıyallahü anh» sohbetinde bulunmuşdur. Her gün
oruç tutardı. Her gece ve gündüzde birer hatm indirirdi. Kabrine seher vakti
uğrayan kimseler kabrinde Kur’an-ı Kerim okuduğunu söylemişlerdir.
Bir
gün Sâlim, Cemîd-i tavîlden, Peybamberlerden «aleyhimüsselâm» başka br kimsenin
kabrinde nemâz kıldığını duydun mu? diye sordu. Ce-mîd, Hayır, dedi. Sâlim
«rahmetullahi aleyh,» ya Rabbî kabrinde nemâz kılması için Sâlime izn ver diye
düâ buyurdu.
Salimi
«rahmetullahi aleyh» kabrine koydular. Kerpiçleri lahd yerine koydular.
Kerpiçlerin biri düşdü. Nemâza durduğunu gördüler. Cemîd-i tavîl «rahmetullahi
aleyh» de orada idi. Oradakilere sakin olun dedi. Defnden sonra Cemîdden
Salimin «rahmetullahi aleyhimâ» hâlini sordular. Cevâbında, o elli, yıldır
geceleri ihya ederdi. Her sabah düâsmda, yâ Rabbî, eğer bir kimseye kabrinde
nemâz kılmağı bağışlamış isen bana na-sîb et! derdi. Allahü teâlânın onun
düâsını kabul etmemesi keremine lâyık değildir, dedi.
EBÜ
HALIM HABÎB BlN SÂLİM RÂÎ
«Rahmetullahi
aleyh»
Selmân-ı
Farisinin «radıyallahü anh» sohbetine yetişmişdir. Koyundan vardı. Fırat
kenarında otlatırdı. Uzleti tercih etmişdi.
Meşâyihden
birisi anlatır: Bir gün kendisini ziyarete gitmişdim. Ne-mâzda idi. Koyanlarını
kurdlar otlatırdı. Nemâzını bitirdi. Selâm verdim. Ey oğul ne işe geldin? dedi.
Ziyarete geldim, dedim. Allahü teâlâ sana hayırlar versin, dedi. Efendim,
kurdlarla koyunları bir arada görüyorum, dedim. Koyunları güden Hakla
beraberdir de onun için dedi. Sonra bir ağaç çanağı vardı, bir taşın altına
tutdu, biri süt biri bal olmak üzere iki •çeşme akmağa başladı. Efendim, bu
dereceye ne ile kavuşdun? dedim. Muhammed Mustafaya «sallallahü aleyhi ve
sellem» uymakla dedi. Sonra, Hazret-i Mûsâ’nın «aleyhisselâm» kavmi kendisine
karşı oldukları halde hâre taşı (Granit veya sert mermer) onlara su verdi.
Derecesi Mû-sâ «aleyhisselâm»dan yüksek olan Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve
sellem» uydukdan sonra taş bana süt ve bal vermez mi? dedi. Bana nasihat et!
dedim. Kalbini hırs kutusu ve mideni haram kabı etme, bunlara dikkat eden
kurtulur buyurdu.
HASEN-İ
BASRİ
«Rahmetullahi
aleyh»:
Tâbi’înin
büyüklerindendir. Hazret-i Ömerin «radıyallahü anh» halifeliğinin bitmesine iki
yıl kala dünyaya geldi. Eshab’ı kirâmdan «aleyhi-mür rıdvân» yüz yirmi veya yüz
otuz kişi görmüşdür. Hicretin yüzonuncu yılı, receb ayında, seksen dokuz
yaşında vefât etdi. Kût-ül-kulûb kitâbın-4a şöyle yazılıdır:
Tâbi’înin
büyüklerindendir. Bedr gazâsma katılanlardan yetmiş kişi .görmüşdür. Eshâb-ı
kirâmdan «aleyhimürrıdvan» üçyüz kimse görmüşdür. Hicretin yirmibirinci yılında
Medinede doğdu. Annesi, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» hanımı Ümm-i
Selemenin «radıyallahü anhâ» •câriyesi idi.
Konuşması,
ilmi, vekarı, sakînesi, şemâili Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» çok
benzerdi. Tesavvufda öyle sözler söylerdi ki diğer evliyâ-dan böyle sözler
işitilmezdi. Tesavvufda kimseden işitmediğimiz sözleri sen den duyuyoruz
bunları kimden aldın? diye sordular. Huzeyfe-til-Yemâni-den «radıyallahü anh»
aldım buyurdu. O kimden aldı? diye sordular. Hu-zeyfe «radıyallahü anh» bana
dedi ki, bu, Resûlullahın «sallallahüaleyhi ve sellem» bana mahsus bir
ikrâmıdır. Çünki herkes Resûlullaha «salla-lahü aleyhi ve sellem» hayrdan
sorarlar, ben ise şerden sorardım. Çünki kötü, şer şeyleri yapmağa korkardım ve
kötü şeylerden sakınırsam iyi, hayırlı şeyleri yapabileceğimi düşünürdüm dedi.
Hasen-i
Basrî buyuruyor: Bir kul, bütün arzularını bırakıp, yalnız Allaha teâlâ’ya
kavuşmağı istiyorsa, az yesin, örtünecek kadar giyinsin, yüzünü yere koyup
ibâdetle meşgul olsun, konuşduklarına ağlasın, rahmet-i İlâhiyi isteyip azâb-ı
İlâhîden kaçsın. İnsan nefsi, ömrü boyunca biriktirdiği mala, paraya doymaz.
Ömer
bin Abdülazîz Hasen-i Basrîye bir mektup yazarak, bana din işlerinde yardımcı
olmak üzere bir kimse gönder dedi.
Cevâbında,
sana göndereceğim kimseler iki dürlü olabilir. Yâ dünyâyı sever, o sana
tavsiyede bulunup yardımcı olmaz. Veyâ Allah adamıdır, seninle sohbet etmez.
Fekat asîl kimseleri seç! Bunlar dînin emirlerini tam yapmasalar bile
insanların haklarını yemezler. Aslında asîl, temiz kimseler hata yapmazlar.
Nakl
ederler ki: Haricîlerden biri daima onun meclisine gelir, sohbet-de bulunanlara
eziyyet verirdi. Nihayet bir gün Hasen-i Basrîye «rahme-tullahi aleyh», bu
harici bize eziyyet ediyor, halifeye de bildirmiyorsunuz dediler. Hiç bir şey
söylemedi. Bir gün eshâbı ile oturuyorlardı. O şahsın geldiğini gördüler. Ya
Rabbî onun bize yapdığı eziyyeti biliyorsun. Dilediğin şeyle onu bizden men’et!
diye düâ etdiler. O şahs hemen yüzünün üzeri ne düşdü. Evine götürülürken öldü.
TÂVÜS
BİN KİYÂM
«Rahmetullahi
aleyh»:
Künyesi
Ebû Abdurrahmandır. Yemenlidir. Oğluna şöyle vasiyyet et-di. Ey oğul; öldüğüm
zemân kabrime koyduğunuzda bak, beni kabrimde göremezsen Allahü teâlâya şükr
et, eğer kabrimde bulursan (înnâ lillâh ve..) de oğlunun kendisini kabre
koydukdan sonra bakıp görmediğini ve sevindiğini haber vermişlerdir.
ABDULLAH
BİN MUTIR
«Rahmetullahi
aleyh»:
Künyesi
Reyhânedir. Tâbiîndendir. Gemiye binmiş bir şey dikiyordu, îynesi denize düşdü.
Ya Rabbî sana yemin ederim ki iynemi tekrar bana, veresin dedi. îynesi denizde
göründü. Elini uzatıp aldı. Derler ki deniz dalgalanmağa balşaymca, Ey deniz
sen bir âciz mahluksun, sâkin ol dedi. Deniz sâkin oldu.
GÜZİR
BİN VEBRE «Radıyallahü anlı»
Küfenin
âbidlerindendir. Cürcân ve Behâmâtda hayat sürdü. Malik bin Enesin «radıyallahü
anh» câriyesinden sordular ki: o nafakasını nereden temin eder? cevâbında, her
ne zaman bir şey istesem falan pencerede derdi. Gider o pencereden
istediklerimi alırdım dedi.
Güzir
bin Vebre, gördüğü bir rü’yâyı Cürcan halkına şöyle anlat-mışdır:
Rü’yâmda
Cürcân mezarlığını geziyordum. Mezardakiler beyaz elbiseler giymiş
oturuyorlardı. Sebebini sordum. Güzir bin Vebrenin gelmesi dolayısiyle
bize beyaz elbiseler giydirdiler dediler.
MÜRIK
AÇLI
«Rahmetullahi
aleyh»:
Tabi’îndendir.
Basralıdır. Yiyeceğini başı ucunda bulurdu.
HABİB
BİN İSA ACEMİ
«Rahmetullahi
aleyh»:
Künyesi
Ebû Muhammeddir. İran tarafından idi. Bir terviye günü onu Basrada, ertesi
arife günü arafatda gördüler.
Kendisi
anlatır: Hergün bir kara hurma ile iftar etmek adetim idi. Bir gün o hurmayı da
bulamadım. Nefsim bundan mütessir oldu. O sırada bir kimse geldi. Bana bir
hurma verdi, yedim.
Para
cüzdanını boş koyardı. Eline aldığında içini dolu bulurdu.
SÜFYAN
BİN SA’İD SEVRİ
«Rahmetullahi
aleyh»;
Kûfelidir.
Künyesi Ebû Abdullah olan doğru sözlü ve güvenilir bir kimse anlatır. Bir seher
vakti Zemzem kuyusunun yanında oturuyordum. Bir ihtiyar zemzemin kapısından
içeri girdi, yüzüne bir örtü örtmüşdü. Kuyudan bir koğa su çekip içdi. Geri
kalanını da ben içdim. Badem ezmesi idi. O zemâna kadar ondan daha lezzetli bir
şey içmemişdim. Geriye döndüm ihtiyar adam gitmişdi. Bir seher vakti yine aynı
yerde oturmuş-dum. Aynı ihtiyar geldi. Bir koğa su çekip içdi. Geriye kalanı da
ben içdim. Bal şerbeti idi. Geriye döndüm gitmişdi. Bir seher vakti yine aynı
yerde oturmuşdum. Aynı ihtiyar geldi. Bir koğa su çekip içdi. Artığım ben
içdim. Şekerli süt idi. Bu sefer ihtiyarın elbisesinden sıkıca tutdum. Kâ’benin
hakkı için söyle, sen kimsin? diye sordum. Ben hayatda olduğum müddetçe kimseye
söylememen şartı ile söylerim dedi. Kimseye söylemem dedim. Ben Süfyan bin
Sa’îd-i Sevrîyim dedi.
Evinde
vefat etdiği bir dostu anlatır: Oğlumun bir bülbülü vardı. Bir gün Süfyân-ı
Sevrî «rahmetullahi aleyh» bu kuşu niçin böyle habsde tutuyorsunuz, serbest
bırakın! buyurdu. Bu kuş oğlumundur. O size bağışlasın siz de serbest bırakınız
dedim. Bağışlamağı kabul etmeyip, bir altına satın aldı ve serbest bırakdı.
Bülbül gündüz dışarıda kalır. Geceleri-ki Süfyân-ı Sevri «rahmetullahi aleyh»
evde olurlardı - eve gelirdi. Vefat edince kuş cenâze ile beraber kabre geldi
ve çok ızdırap çekdi. Sonraları kabre sık sık gider bazan bütün geceyi orada
geçirirdi. Diğer zamanlarda eve gelirdi. Sonunda kuşu kabrin üzerinde ölmüş
buldular. Yanma defn etdiler. Süfyân-ı Sevrinin «rahmetullahi aleyh» cenazesi
yıkandığında cesedinde (Allah, onlara kâfi gelecekdir.) yazılı idi.
Yüzaltmışbir yılında vefât etmişdir.
ŞEYBÂN-I
RÂ’Î
«Rahmetullahi
aleyh» :
Çobanlık
yapardı. Cum’a günü koyunlarm bulunduğu yerin etrafına bir çizgi çeker câmie
giderdi. Koyunlar o çizgiden dışarı çıkmazlardı. Bir gün Cünüb olmuşdu. Gusl
etmesi için su bulamadı. Bir parça bulut geldi. Yağmur yağdı. O gusl etdi.
Sonra bulut gitdi. Onu bir odaya habs etmişlerdi. Kapısını açdıklarmda içeride
göremediler.
Sufyân-ı
Sevri «rahmetullahi aleyh» anlatır: ŞEYBÂN ile hacca gidiyorduk. Yolda giderken
karşıdan bir arslan göründü. Şeybâna karşıdan geleni görüyor musun, yolumuzu
kesdi dedim. Şeybân «rahmetullahi aleyh» korkma dedi. Arslanı çağırdı. Arslan,
kuyruğunu sallıyarak geldi. Kulağını tutup bükdü. Bu ne şöhretdir dedim.
Şeybân, eğer ben, meşhur olmağı kötü bilmeseydim, eşyâmı bu arslana yükletirdim
Mekkeye kadar götürürdü dedi.
ABDULLAH
İBNİ MÜBÂREK «Rahmetullahi aleyh»:
Merv
kasabasından idi. Fırat kenarında Hey’et şehrinde vefat etmiş-dir. Kabri de
oradadır. Zemânmm en âlimi idi. Vera’ sahibi ve sünnete yapışırdı. Şiir de
söylerdi. Süfyân-ı Sevrî «rahmetullahi aleyh» yılda üç gün Abdullah ibni
Mübârek gibi olmağı çok isterdim buyurmuşdur.
Fudayl
bin lyâd «rahmetullahi aleyh,» Gözlerim Abdullah ibni Mübârek gibi bir kimse
görememişdir demişdir.
Bir
şahsın gözleri kör oldu. Abdullah ibni Mübârek’e Düâ buyurun gözlerim açılsın
dedi. Uzunca bir düâ yapdılar. Allahü teâlâ o şahsın «rahmetullahi aleyh»
gözlerini açdı. Ölüm hastalığında idi. Hizmetçisine, ben bu gece gidiciyim,
kitâblarımı götür hâne ırmağına at dedi. Hizmetçisi kitâbları hâne ırmağının
kenarına götürdü., fekat atmağa kıyamadı. Geri döndü. Kitâbları ırmağa atdm mı?
diye sordular. Hizmetçi evet atdım dedi. Ne gördün? diye sorunca, hiçbir şey
görmedim dedi. Öyleyse atmamışsın buyurdular. Sonra gidip kitâbları hâne
ırmağına atdım. Bir nû-run çıkıp göğe doğru yükseldiğini gördüm. Geri döndüm.
Kitâbları ırmağa atdığımı söyledim. Ne gördün? diye sordular. Bir nûrun çıkıp
göğe yükseldiğini söyledim. Öyleyse dediğimi yapmışsın buyurdular. Sonra, ben
bu gece vefât edeceğim, beni yıka, ihram bağlandığım elbiselerimi kefen yap ve
halk toplanmadan beni defn et diye vasiyyet etdi. Vasiyyetini yerine getirdim.
Cenazeyi evden dışarı çıkarmışdık, hâne ırmağından bir kayık göründü. Bir takım
insanlar dışarı çıkıp bize yetişdiler. Elhamdülillah, nemâzma yetişdik dediler.
Nemâzmı kıldık, defn etdik. Sonra o insanlara bu vefat haberini nereden
duyduklarını sorduk. Onların reisleri gibi olan bir ihtiyar: rüyâmda bu civarda
birisinin vefat etdiğini gördüm. Nemâzmı kılana Allahü teâlânm Cenneti nasîb
etdiğini bldirdiler. Hemen bu kayığı kiraladık ve nemâzma yetişdik, dedi.
EBÜ
MUÂVÎYE. ESVED «Rahmetullahi aleyh»:
Güvenilir
bir kimse anlatır: Tarsusda Ebû Muâviyenin «rahmetullahi aleyh» yanma
gitmişdim. Gözleri örtülü, görmez idi. Dıvarda bir Kur’-ân-ı kerîm asılı
gördüm. Allahü teâlâ sana rahmet etsin, gözlerin görmüyor bu Kur’ân-ı kerîm
dıvarda niçin duruyor dedim. Ben hayatda olduğum müddetçe kimseye söylememek
şartiyle söyliyeyim dedi. Peki dedim. Kur’ân-ı kerîm okuyacağım zeman gözlerim
açılır, bitirdikden sonra kapanır buyurdu. Bunun böyle olduğunu görenler çok
olmuşdur.
Büyüklerden biri anlatır:
Bir
seferde idik. Bir yerde konakladık. Ölmüş bir beyaz yılan gördük. (Beyaz olup
düz giden yılan cindir.) Bu bir müslimân olabilir düşüncesiyle üzerine su
döküp, toprağa defn etdik. O gece bir ses duyduk, fekat söyliyenleri görmedik.
«Allah size rahmet etsin. O müslimân hakkında yapdığımzı gördük. İsterseniz
size ilâç öğretelim, kendinize ve başkalarına ilâç verirsiniz, veya su
ihtiyacınızı giderelim ve develerinize bakalım dediler. Biz su ihtiyacımızın
giderilmesini ve develerimize bakılmasını tercih etdik. Konakladığınız yerde,
su kablarmızı develerinizin boynuna asm, develeriniz otlamadan dönünce
kablarmız da su ile dolar dediler. Bundan sonra konakladığımız yerde su
kafalarını develerimizin boynuna asardık ve develeri uzağa sürerdik. Akşam
dönerlerdi. Su kafaları su ile dolmuş olurdu. O seferimiz böylece geçdi.
Allahü
teâlâ bu din büyüklerinin «rıdvanullahi aleyhim ecmâîn» tatlı menkıbelerinden
ve yüksek kerâmetlerinden kısaca yazılmasını nasîb etdi. Bu din büyüklerinin
yüksek dereceleri, üstün faziletleri burada yazılan birkaç meşhûr kerâmetle
anlaşılması imkânsızdır. Akl kuşu yüzyıl uçsa bu kol ve kanatla o yüksek mevkie
yetişemez. İnsan aklı, anlayışı, zekâsı bin yıl uğraşsa o büyüklerin derecesini
anlıyamaz. O dereceleri anlamak, onların hâlleriyle hâllenmekle ele geçer,
Mevlâna Câmi «Kuddise Sirruh» kitâbma tamamen sıhhat bulmuş ve meşhûr olmuş çok
az menkıbe ve kerâmet yazmışdır. Yoksa, her zamanda, çeşidli yerlerde erbâb-ı
hidâyetden ve eshâb-ı inâyetden meydana gelen kerâmetlerin ve hariku-lâde
şeylerin sonu yokdur. Bunların hepsi Resûlullahm «Sallallahü aleyhi ve sellem»
peygamberliğinin delilleri, şâhidleri ve müjdeleridir.
HATİME
Hazret-i
Muhammede «sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem» muhalefet edenlerin ve şerî’atine
karşı edebsizlik ve gevşeklikde bulunanların uğradık lan felâketler, cezalar da
yine O’nun mu’cizelerinden sayılır. Bu itibarla bu kısımda din düşmanlarının
uğradıkları cezâlar bildirilecekdir.
Zemân-ı
seâdetde bir hıristiyan vardı. Müslümân oldu. Bekara ve Al-i İmrân sürelerini
okudu. Vahy kâtibliği de yapdı. Sonra nıürted oldu, eski dînine döndü. Muhammed
benim yazdığım şeylerden başka bir şey bilmez derdi. Ölünce kâfirler defn
etdiler. Sabahleyin cesedini dışarıda buldular. Bunu müslimânlar yapmışdır
düşüncesiyle dahâ derin bir mezar kazıp defn etdiler. Sabahleyin cesedini yer
dışarı atmışdı. Üçüncü def’a kazabildikleri kadar derin mezar kazdılar, defn
etdiler. Sabahleyin yine onu yer dışarı atmışdı. Artık bunun insan işi
olmadığını anlayıp vazgeç-diler.
Zındıklardan
biri Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem», (Melekler, ilm öğrenenler için
kanadlarmı yere döşerler.) buyurduğunu duydu. O zındık, ben o meleklerin
kanatlarım kıracağım diyerek ayakkabılarına çiviler çakıp Mâlik bin Enesin
«radıyallahii anh» meslicine doğru gitdi. Yolda ayaklarını yere vurarak
meleklerin kanatlarını kırıyorum diyordu. Birdenbire ayağı takılıp düşdü ve
ayağa kalkamadı. Evine görtüdüler. İki ayağında ağrılı bir hastalık meydana
geldi. İki ayağmı da kesdiler. Ölünceye kadar kötürüm kaldı. Rivayet eden der
ki: Ben onu önce görmüş-düm. Ceylân gibi çabuk giderdi. Sonra kötürüm oldu ve
öldü.
Esmâ-i
Sahâbî adlı kitabın sâhibi İbn-i Mende-i İsfehânî «rahmetulla hi aleyh» başka
tasnifleri de vardır, hadis ilminde imâmdır. Anlatıyor: Şamda hadîs
âlimlerinden birinin yanma hadîs-i şerif dinlemek için git-mişdim. Önünde bir
perde vardı. Oturdum, perde arkasından hadîs okumağa başladı. Kendi kendime
acaba neden önüne perde tutuyor diye hayret ediyordum. Hadîs-i Şerîf okunması
bitdi.
Beni
tanıyıp ey Ebâ Abdullah benim perde arkasında oturmamın sebebini biliyor musun?
dedi. Hayır dedim. Sen ilm ehlindensin ve hadîs ile meşgul oluyorsun, sana
anlatayım. Bir gün hocalarımın birinin huzûrun-da idim. Resûlullahm «Sallallahü
aleyhi ve sellem», (Başını imamdan evvel kaldıran kimse, başının merkeb başına
çevrileceğinden korkmaz mı?) hadîs-i şerifini okudu. Çeşidli yollardan rivâyet
etdi. Zâtımda olan şekâ-vetden olacak ki, kalbimde, bu nasıl olur? diye bir
şübhe uyandı. O gece uyudum, sabahleyin kalkdığımda başım merkeb başı şekline
girmişdi. Bu se bebden ilm meclislerinden mahrum kaldım. İlm talebesi yanıma
geldiğinde onunla böyle perde arkasından konuşurum. Senin ilm ve dindeki
dereceni bildiğim için sana bu sırrı söyledim.
Yalnız
ben hayatda iken kimseye söyleme, ölümümden sonra insanlara söyle ki ibret
alsınlar da Hadîs-i Şerîf dinlerken edebli olsunlar ve 'hiçbirinden şübhe
etmesinler. Bu durumu kimseye söylemiyeceğime Alla-hû teâlâya söz verdim dedim.
Perdeyi kaldırdı, kendisini bana gösterdi. Cesedi insan cesedi başı merkeb başı
idi. Bu durumu o hayatda iken kim şeye söylemedim. Her şeyin doğrusunu Allahû
teâlâ bilir.
îmâm-ı
Mûstağfiri «rahmetullahi aleyh» Selefden birinden rivâyet ■ediyor: Seferde
idim. Bir yerde bir cenaze vardı. Onun için kabr kazıyorlardı. Onlara yardım
ederim diye yanlarına gitdim. O sırada saçı sakalı ağarmış hoş kokulu bir
ihtiyar beyaz bir merkebe binmiş olarak oraya, geldi. Bu cenaze kimdir? diye
sordu. Bir müslümândır dediler. Bunun yakını var mıdır? diye sordu. Bir kişiyi
işaret ederek, bu onun kölesidir dediler. Köleye senin efendinin hiç bir kavme
reis olmuş mudur veya sultanların yapdığı bir işi yapmış mıdır? diye sordu.
Köle, onları bilmem yalnız ganimetlere hıyanet ederdi dedi.. Ak saçlı ihtiyar,
bunun nemâzını kılmayınız dedi. Biz nemâz kılmak için kalkdığımızda o ihtiyar
bizden yüzünü çevirdi ve onu bir daha görmedik. Meyyiti kabrine koyduk. Kabrde
bir kazma unutmuşuz. Köle, ben bu kazmayı emânet almışdım, defnden sonra geri
verecekdim, dedi. Kabri açdılar. O şahsın oturmuş, kazmanın demiri boğazına dolanmış
ve sapı da elinde olduğunu gördük. Onu öyle bırakıp kazma sahibine haber
verdik. O da bizim gördüğümüzü gördü.
Yine
îmâm-ı Müstağfirî «rahmetüllahi aleyh» bir kimseden rivayet ediyor:
Bir
hac mevsiminde Mekkenin mahallelerinde geziyordum. İnsanların bir yere
toplandığını gördüm. Ben de oraya gitdim. Yer, bir siyah kimseyi içine
çekiyordu. Oradakiler kazma küreklerle manî olmağa çalışdılar-ise de mân’i
olamadılar. Ayakları temamen yerin içine girmişdi. Oradakiler, sen ne iş yapdm
ki bu cezaya müstehak oldun, söyle ki biz de ona. dikkat edelim, dediler. Siyah
kimse hiç cevab vermedi, fekat ağlıyordu.. Göğsüne kadar yere girmişdi. Halk,
ne iş yapdığmı merakla soruyor, söyle bizim için nasihat olur diyorlardı.
Ağlıyarak, benim âdetim Haremim güvercinlerini tutup, kesip yemekdi, dedi.
İmâm-ı
Müstağfirî «rahmetüllahi aleyh» yazmışdır: Bir grub insan, hacca gidiyorlardı,
Hareme vardılar. Bir yerde konakladılar. Bunların yakınlarına bir ceylân geldi.
Birisi ceylânı ayağından yakaladı. Arakadaşları ona, her ne kadar bırak,
salıver dediler ise de O güldü, bırakmadı. Hayvan, korkusundan tebevvül etdi.
Sonra bırakdı. O şahs öğle vakti uyuyordu. Bir yılan gelip karnı üzerinde
çöreklendi. Arkadaşları ona, hareket etme bak karnının üzerinde ne var dediler.
O şahs bakdı, korkusundan bevl ve gâit edinceye kadar yılan üzerinden gitmedi.
Böylece Ceylâna yapdığınm cezasını gördü.
îmâm-ı
Müstağfirî“«rahmetüllahi aleyh» kitabında yazmışdır: Bir-grub insanlar Haremde
bir ağacın gölgesinde konaklamışlardı. Yiyecek ekmekleri yokdu. içlerinden
birisi okunu aldı ve bir ceylân avladı. Ategs yakdılar. Pişirdiler. Birdenbire
her etin altından bir ateş çıkıp hepsini» yakdı. Elbiseleri, malları ve
gölgelendikleri ağaçlar yanmadı.
Mu’tezile
fırkasının gördüğü cezâları bildirelim:
İmâm-ı
Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» selefden birinden rivayet ediyor: Benim bir
komşum vardı. Gözleri kör, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş-di. Bir gün bir şahsla
Kur’ân-ı kerîm mahlûk olup olmaması hakkında münakaşa ederken, «Eğer Kur’an
mahlûk değilse Allahû teâlâ onun âyetlerini kalbimden silsin» dedi. Gece uyudu.
Allaha teâlâ onun kalbinden Kur’ân-ı kerîm’in âyetlerini giderdi. Sabahleyin
Kur’ân-ı kerîm’in ne olduğunu bile unutdu. Ona Kur’an oku derlerdi. Dilini
oynatırdı, ağzından sesler çıkardı, fekat kimse ne söylediğini bilmezdi. Ailesi
ve yakınları bu hâlden utanırlardı. Sonunda onu boğdular, öldü.
İmâm-ı
Müstağfirî «rahmetulahi aleyh» selefden birinden rivayet ediyor: Annem ve babam
kabr azâbma inanmazlardı. Her ne kadar onlarla münakâşa edildi ise de bu
itikaddan vazgeçmediler. Bir gece onlarla aynı evde kalmışdık. Babam bir
ızdırap ile uyanıp beni çağırdı, ışığı yak dedi. Işığı yakıp yanma gitdim.
Ayağımın altına bak dedi. Tabanında yanık eseri vardı, kabarcıklar meydana
gelmişdi. Sonra şöyle anlatdı: Rüyamda bir mezarlığa girdim, ayağım bir kabrin
içine geçdi, yandı. Bu gördüğün yanık, onun eseridir dedi. Bundan sonra kabr
azâbma imân etdi.
Halife
Mütevekkil sırçadan yapılmış, altından ve üstünden su geçen odaya girmişdi.
Havâssı ve nedimleri de beraber idi. Otururlarken Mütevekkil güldü. Sonra neden
güldüğümü sormuyorsunuz? dedi. Etrafındakiler, Allahü Teâlâ seni güldürsün
sebebini söyleyiniz dediler. Vâsık da o meclisde yakınları ile oturuyordu.
Mütevekkil havâssma, yakınlarına hitâben Kur’ân’ın mahlûk olması hakkında çok
düşündüm. Bu husûsda çok ihtimam gösterdim. Halkı bu fikre davet etdim. Bir kısmı
benim elimdeki mal ve mevkie tema’ edip kabul etdiler. Bir kısmı dövmekle,
habse atmakla veya işkence ile kabul etdiler. Bir kısmı ise dindeki kuvvetinden
ve vera’ının kuvvetinden kabul etmediler. Benim kalbime bu hususda bir şüphe
geldi. Bu itikadı terk etmeği ve bu mesele ile meşgul olmamağı istiyorum dedi.
Kur’an’m
mahlûk olma mes’elesi üzerinde çok duran İbni Dâvûd orada idi. Ey
emîr-el-müminin ihya etdiğin meseleyi söndürmek mi istiyorsun, senden
evvelkilerin yapamadığım sen yapdm, Allahû teâlâ sana bu mesele üzerinde
durduğun için hayrlı karşılıklar versin dedi ve çok mübâlağa etdi. Sonra Vâsık,
gelin bu hususda Allahü teâlâ ile ahd edelim dedi.
İbni
Dâvûd, eğer Kur’an-ı kerîm mahlûk değilse Allahü teâlâ beni dünyada felçli
etsin dedi. İçlerinden biri, Kur’ân mahlûk değilse vücûdü-me demir çiviler
batsın dedi. Bir başkası, Allahü teâlâ vücûdüme öyle bir fena koku versin ki
yabancılar ve yakınlarım yanımda duramasmlai dedi. Biri de, Allaha teâlâ beni
dar bir yerde öldürsün dedi.
Başka
birisi de, yine Kur’an mahlûk değilse Allahü teâlâ beni suda gark eylesin dedi.
Vâsık, eğer Kur’an mahlûk değil ise, Allahü teâlâ beni dünyâda yaksın dedi.
Mütevekkil, benim gülmeme sebeb bu durumun hatırıma gelmesi idi dedi.
Allahü
teâlâ ile ahd edenlerin herbiri söyledikleri gibi oldular. İbni Dâvûd felç
oldu. Birinin vücûdunu çivilediler. Birisi ölüm hastalığında terledi. Bu ter
öyle fena kokdu ki, hiç kimse yanma yaklaşamadı. Her ne kadar güzel kokulu
buhur yapdılar ise de fâide vermedi. Birisine bir arşın yüksekliğinde bir yer
yapdılar, onun içinde öldü. Birisi Diclede boğuldu. Vâsık hastalandı.
Doktorlar: Zeytin ağaçları ile içi temamen kor olmak üzere bir tandır yakmalı,
sonra tandırı boşaltıp kepek ile doldurmak, Vâsık bu tandırda üç saat
yatmalıdır. Tandırdan çıkınca hava kendisine tesir edip ağrısı
fazlalaşacağından yine tandıra girmeyi istiyecekdir. Tandıra koymazlarsa
ölebilir dediler. Doktorların dediği gibi tandır hazırlandı. Vâsıkı içine
atdılar. Çıkarınca sığır gibi feryâd ederek beni tandıra atın dedi. Aile ve
tanıdıkları acıyıp yine tandıra atdılar. Sesi kesildi, Vücûdunda meydana gelen
kabarcıklar çatladı. Kömür gibi oldu. Bir dahâ dışarıya çıkarınca hemen öldü.
Biliniz
ki: Dîne karşı gelenlerin, beğenmiyenlerin, küçük görenlerin uğradığı cezalar,
felâketler yazmakla, söylemekle bitmez. Her vaktde, her memleketde şerî’atin
dışına çıkanlar, dinde reform yapmak istiyenler ol-muşdur. Bunlar âhiretde
uğrayacakları azâbdan başka dünyâda da cezalarını çekmişlerdir, çekerler.
Kalbinde
îman nûru olan bir kimse, biraz düşünürse ibâdet yapmak ile günah işlemek
arasındaki büyük farkı görür. Çünki, ibâdetin neticesi zevk, huzûr, iyi ahlâk
ve güzel işlerdir. Günâhların neticesi üzüntü, huzursuzluk, kötü ahlâk ve fenâ
işlerdir. İbâdetin, iyi işlerin karşılığı sevâb kazanmakdır. Günahların, fenâ
işlerin karşılığı azâb ve ıkâbdır.
Ya
Rabbî, bizi ve bütün müslimânları iyi işler ve ibâdet yaparak sevâb kazanmağa
ve günâhlardan kaçınarak azaba ve muâhezeye müstehak olmamağa muvaffak eyle!
Sen, en iyi yardım edici ve başrıya ulaşdırıcısın.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar