Print Friendly and PDF

Şevahidün Nübüvve Peygamberlik Müjdeleri

Bunlarada Bakarsınız

 

Yazan :

Mevlânâ Abdûrrahman Câmî

 

KİTABIN YAZARI MOLLA CAMİ «Kuddise sirruh» HAKKINDA

KISA BİLGİ

Bu bilgiyi Resehât kitabının türkçe tercemesinden aldık.

Molla Câmî hazretlerinin ismi Abdurrahmandır. Babası Nizâmeddin Ahmed isminde ilm ve takva sahibi bir zâtdır. Hicrî sekiz yüz on yedi senesi Şa’ban ayının yirmi üçüncü günü yatsı vakti, İran’da, CÂM kasabasında doğmuşdur. Bu sebebden kendisine CÂMÎ denilmekdedir. Nesebi Imâm-ı Muhammedin «ralıme-tullahi aleyh» nesebine erişir.

Küçük'yaşda babası ile beraber Hırat’a gelerek, zemânm meşhur âlimlerinden zahirî ilmleri tahsil etdi. Çok zekî idi. Hocalarının içinden çıkamadığı meseleleri herkesin anlayabileceği şeklde çözerdi. Âlim, veliy-yi kâmil idi. Şeyhül-İslâm idi. Çok kitâb yazdı. Bunlardan Nefehât ve Şevâhid-ünnübüvve türkçeye terceme edilmiş ve İslâm harfleriyle basılmışdır. Kerametleri görülmüşdür. Fatih Sultan Mehmed, kendisini İstanbul’a da’vet etdi. Konya’ya kadar geldi. Fatih’in vefat haberini alarak geri döndü. Önceleri sâhib-ı cemâl birine mübtelâ oldu. Sonra Hırat’dan Semerkand’a giderek vilâyet yolunda ilerlemeğe başladı. Birgün rü’yâ-smda Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgarî hazretlerini gördü. Kendisine: Ey kardeşim, öyle bir sevgili ele geçir ki, ondan ayrılmak mümkin olmasın, dedi. Bu sözün tesiriyle Horasan’a gidip Sa’deddîn Kaşgarî’nin «kuddise ' sirruh» sohbetine ka-vuşdu. Mevlânâ Câmî «kuddise sirruh» vilâyet yoluna girince âlimler, beşyüz yıldan beri Horasan’da kuvvetli bir âlim yetişrnişdi. Onu da Sa’deddîn Kaşgarî kapdı dediler. Zemânımn diğer evliyası ile de görüşmeleri oldu.

Mevlânâ Câmî «kuddise sirruh»un sözleri: Bir insan başkasının ayblarım saymağa başlarsa, önce kendisinde olan kötülükleri sayar. Çünki, kendi aybları, kendi fehmine, idrâkine daha yakındır. Hiçbirşey düşünmeden vakt geçirmek akili olmak alâmeti değildir. Hüzn ve düşüncesi olmayan kimseden gaflet kokusu, üzüntülü kimseden cem’iyyet, huzur kokusu gelir. Allah adamlarının sözleri hakîkat-i Muhammediyyenin ışığından almmışdır. Kur’an-ı kerîm ve hadîs-i şeriflere ta’zîm etmek lâzım olduğu gibi evliyanın sözlerine de hürmet etmek lâzımdır. Seâdet isteyen kimse, evliya sözüne hürmet etmeli, edeble dinlemelidir.

Şeyh Kemâle'ddin Abdürrezzak Kâşî «Kuddise Sirruh» bir kitabında, besmelenin tefsirinde Allahın ismiyle demek, insan-ı kâmil ile demekdir, yazmışdır. Bu söz o vaktin âlimlerine çok ağır gelmişdir. Bu mesele Mevlânâ Câmî’den «Kuddise sirruh» sorulduğunda, insan-ı kâmil besmeledeki ismin açıklanmasıdır, Allah lafzının açıklanması değildir. Her şeyin ismi, kendisini hatırlatır. İnsan-ı Kâmil de Allahü teâlâyı hatırlatdığmdan, Allahü Teâlânm ismi, insan-ı kâmil olur, buyurdular.

Mevlânâ Camiden «Kuddise sirruh» sordular ki: (İnsanlar her sarfetdiği şeyden sevab alır, yalnız su ile toprağa sarf etdiğinden sevab almaz) hadîs-i şerifini sordular. Çünki, o zeman câmi’ ve medrese yapdıranların âhıretde sevap kazanmamaları icâb eder. Cevâbında, insanoğlu âhireti hiç düşünmeden, yalnız bu dünyâdaki zevki için, menfaati için sarfetdiği şeylerden sevâb almaz demekdir, buyurdular.

Bir kimse bütün ilmleri tahsil etse, onun son nefesinde elinden tutamaz. Bütün ilmleri hafızasından silinir, gider. Fekat, huzûr ve daima uyanık olmak, gafletde olmamak alışkanlığını elde edenlerin bu âgâhlıkları, son nefeslerinde kendilerine yardımcı olur. Gençlik, ganîmetdir, büyük fırsatdır. Gençlikde bu huzuru elde etmeğe çalışmak lâzımdır, buyurdular.

Büyüklerimizin «Kaddesâllahü teâlâ esrarehüm» yolunda başlangıç, diğer yolların sonudur. Bu büyüklerin, kabul etdiği kimselerden el çekmeleri çok az vâki’ olur. Nefsine uyup bu dairenin dışına çıkanlar olsa da, yine onları bu dâirenin içine çekerler.

Birgün zühd ve takvadan bahseden bir küstah kimse, Mevlânâ hazretlerinin, lıuzûruna gelmişdi. Yemek yiyecekdik. Tesadüfen sofrada tuz yokdu. O küstah adam, hizmetçilere, tuz getirin de tuz ile yemeğe başlayalım, dedi. Mevlânâ hazretleri lâtife yollu ekmekde tuz vardır buyurdular. Yemeğe başladık. O adam sofradakilerden birisinin ekmeği tek eliyle kesdiğini g-örerek, yapdığın iş mek-rûhdur, dedi. Mevlânâ hazretleri, sofrada başkasının eline ve ağzına bakmak, ekmeği bir el ile kesmekden daha ziyâde mekrûhdur, buyurdular. O adam susdu. Fekat biraz sonra yine konuşmağa başlayıp, yemek yerken konuşmak sünnetdir, dedi. Mevlânâ hazretleri, çok fazla konuşmak mekrûhdur, buyurdular. Artık o adam, yemeğin sonuna kadar hiç konuşmadı.

Birgün bir kimse, Mevlânâ Câmî’den «Kuddise sirruh» bana bir şey öğretin, ömrümün geri kalan kısmında onunla meşgul olayım, dedi. Cevâbında, Hocam Sa’-deddin Ka.şgarî’den «Kuddise sirruh» de sizin gibi birisi aynı soruyu sormuşdu. Mübarek ellerini sol memesinin üzerine koyup, kalb-i sanavberîyi göstererek, buna meşgul olun buyurmuşlardı. Bu ma’nâda bir de rubâî söylemişlerdi:

Ey kalb, ehli irfan köyünü menzil et

Kalb ehlinin sayesinde bir kalb elde et.

Görmek istersen eğer, yârın yüzünü, Teveccühü kalbe kıl, aynanı kalb et.

MEVLÂNÂ CÂMÎNİN «KUDDİSE SİRRUH» KERÂMETI.ERÎ:

Hicaz seferinde Hirat’dan Mevlânâ hazretlerinin kafilesine katılan bir zat anlatıyor: Bağdad’da hastalandım. Hastalığım çok uzadı ve şiddetli idi. Mevlânâ hazretlerinin benim hastalığımı sormalarındaki çok gecikmelerinden huzursuz idirn. Bir gün dostlarımdan biri acele geldi. Mevlânâ hazretleri sizin ziyaretinize geliyor, dedi. Bu müjde ile biraz kendime gelip, başımı yasdıkdan kaldırıp yatağıma oturdum. Mevlânâ hazretleri içeri girip bana yakın oturdular. Hâlimi sordular. Hastalığınız de uzadı diyerek şu beyti okudular:

Beyt:

Âşık, maşukun kendisini, ziyaret edeceğini bilse

Hasta kalmayı tercih eder, yüz yıl bile geçse.

Bundan sonra bir mikdar murakabede sesiz kaldılar. O sırada biraz canlandım. Mübarek başlarını kaldırıp alnımdaki ter damlalarını görünce, artık oturma, yat, bu ter ile hastalığın hafifler, buyurdular. Ben yatdırn, Mevlânâ hazretleri gitdiler. Odada bulunan dostlarım üzerimi iyice örtdüler. Terledim, humma o gün benden gitdi.

Mevlânâ hazretlerinin yakınlarından bir sâlih kimse anlatmışdır: Hicaz mübarek seferinden dönüp Haleb’e geldiğimizde, herkes bir yerde konaklamışdı. Ben de bir kervansaraya gitmişdim. Orada hasta oldum. Çok zaîfledim. Hayat-dan ümidi kesmişdim. Arkadaşlarım da bulunduğum odanın kapısını dışarıdan kapamışlardı. Bir ara kapı açıldı. Bir sarık tülbendi görüldü. Kim olduğunu anlayamadım. Fekat herhalde bir arkadaşımdır, benim uyanmamı bekliyor diye içimden geçdi. Kapıda kim varsa, içeri girsin! dedim. Mevlânâ hazretlerinin benim hasta olduğundan haberi olduğunu biliyordum, fekat beni iyâdete geleceğini tahmin etmiyordum. Kapı açıldı. Mevlânâ hazretlerinin yüzünün nûrundan oda aydınlandı. O zemana kadar kımıldamağa dahi gücüm olmadığı halde, kendimde kalkmağa kuvvet buldum. Kımıldama! buyurdular. Ben de hareket etmedim. Yanıma oturdular. Hâlimi sordular. Bize gösterdikleri iltifatdan cesaret alarak, kendilerinin aklıma gelen bir beytini okudum. Bey t:

Seni her hatırlamak, âşıka çok hoş gelir,

Fekat yüzünü görmek, bambaşka sürür verir.

Sonra sağ elimi tutup yenlerimi dirseklere kadar kıvırıp yanlarına koydular. Mübarek ellerini dirseklerime kadar abdest aldırır gibi sığadılar. Elimi tutarken kendilerinden geçdiler. Ben de onlara uyarak gözlerimi kapayıp müteveccih oldum. Bir zeman sonra Mevlânâ hazretleri acaba kendilerine geldiler mi diye gözlerimi açıp bakdım. Henüz gayb âleminde idiler. Ben de tekrar gözlerimi yumdum. Bir müddet sonra mübarek başlarını kaldırıp, elini göğsümün üzerine koyarak fâtiha okudular. Sonra, tabîbler sana hangi şerbeti münasib gördüler? diye sordular. Ayva mürabbâsını (katı reçel) tavsiye etdiler dedim. O zeman Haleb’de ayva mürabbâsı bulunmaz idi. Biz sana göndeririz, diyip gitdiler. Ayva mürabbâsını gönderdiler. Hemen kendimde bir hafiflik hissetdim. Üç gün sonra temamen sıhhat buldum.

Mevlânâ Abdül-Gafûr «rahmetullahi aleyh» anlatıyor: Birgün Mevlânâ Câmî’-nin «Kuddise Sirruh» adetlerine muhalif bir zemanda odalarına girdim. Odalarına girilmiyecek bir zeman olduğunu düşününce beni bir üzüntü aldı. Üzerime öyle bir ağırlık çökdü ki, odada oturamadan dışarı çıkdım. Bu hal ile hastalandım. Doktorlar teşhis koyamadılar. Yedinci günü ızdırabım çok şiddetlendi. Öleceğimi zan etdim. Mevlânâ hazretlerinin mübarek yüzlerini görmek istedim. O sırada geldiler. Hâlimi anlatıp, üzerimdeki ağırlığın giderilmesini istedim. İşaret buyurdukları şeyleri yapdım ve râbıta etdim. Kendileri de murakabeye meşgul oldular. Bir müddet sonra benden ağırlığın gitdiğini hissetdim. Kendimde kuvvet bulup dizlerimin üzerine oturdum. Mevlânâ hazretleri beni oturuyor görünce, merak etme, üzülme buyurdular ve fâtiha okuyup gitdiler. Kapıya kadar onları uğurladım. Hastalık o gün benden temamen gitdi. Bundan birkaç sene sonra Hâce Ubeydul-lah-ı Taşkendînin «kuddise sirruh» talebelerinden biri Hâce hazretlerinin tasarruflarını anlatıyordu. Ben de bu hikâyeyi anlatdım. O talebe de hemen gidip Mevlânâ Câmî’den «kuddise sirruh» bu hâlin açıklanmasını istemiş. Mevlânâ hazretleri de buyurmuşlar «d: Mevlânâ Abdül Gafurun hastalığının şiddetli olduğunu duyunca üzüldüm. Yanma gidip o yükün ondan kaldırılmasına meşgul oldum. O» yük ondan kaikdı. Fekat bu sefer bana geldi. Tekrar tazarru’ ederek bu yüke tehammül edemiyeceğimi, kaldırılmasını istedim. Benden de kaldırıldı.

Geylân büyüklerinden biri birkaç gün hasta oldu. Sonunda akraba ve komşuları artık öldü diye ağlaşmağa, teçhiz ve tekfin işleriyle uğraşmağa başladılar. O sırada hastada his ve hareket eserleri görülmeğe başladı. Ölüm hâlindeki hasta o gün temamen iyileşdi. Bu hâli gören kimseler hayretler içinde kaldılar. O büyük zat birkaç sene sonra en yakınlarına şöyle söylemiş: Hastalığımın en şiddetli zemânmda, rûhum bedenimden ayrılacağı sırada, Mevlânâ hazretleri öyle bir hâl ve iltifat gösterdiler ki, hastalık benden gitdi. Bu hâdiseden sonra Geylanlı zat, Mevlânâ hazretlerine yirmibin altınlık yün ve keten, çeşidli kıymetli hediyyeler gönderip, yalvararak kendisini talebe olarak kabul etmesini istemişdir. Mevlânâ. hazretleri de büyüklerin yolunu anlatan bir risale göndermişdir. Risalenin sonunda şöyle yazmışlardır: Bu gibi sözleri söylemek bu fakirin âdeti değildir. Fekat o taraftan zevk derecesine erişen ihlas ve şevk kokusunun gelmesi bu yazıların yazılmasına sebeb oldu. Beyt:

Aranan hazînenin yolunu gösterdim sana, Belki sen yetişirsin biz varamadıksa da.

Hicaz yolunda bir arab, develerini Mevlânâ hazretlerinin kafilesinde bulunanlara kiraya verir. Arab Mevlânâ hazretlerinin çok güzel olan devesini görür. Çok: ısrar ederek kendisinin söylediği bir fiatla satın alır. Arab yüklerini bu deveye yükler. Yolda bir sahrada bir kum yığınının üzerinde o deve ölür. Arab, Mevlânâ hazretlerine gelip edebsizce sözler söyleyerek, sen bana hastalıklı deveyi satdm deyip paramı ver, der. Mevlânâ hazretleri devenin parasını geri verir ve buyururlar ki: bu arabın görünüşünde bir değişiklik var, galiba ölümü yakındır. Hicazdan dönüp devenin öldüğü yere gelince arab ölür. Kum yığınının dibine o arab defn edilir.

Mevlânâ Câmî hazretlerinin hizmetinde bulunup sonradan rafızîlerle işbirliği yapan Fethi ismindeki kimse Hicaz seferinde Bağdad’a kadar gelip, orada râfızî olup Mevlânâ hazretlerine ve talebelerine yakışmayan sözlerde bulunur. Bağdad’-dan Hicaz’a gitmiyerek Tebriz’e döner. Mevlânâ hazretleri henüz Hicaz’dan dönmeden Fethi Tebriz’de bir akşam atma arpa verir. Bir müddet sonra gelip, acaba at arpayı yedi mi diye torbaya bakar. At, Fethi’nin işaret parmağını ısırır ve koparır. Bu yaranın acısı ile Fethi ölüp cezasını bulur.

Sa’deddîn-i Kaşgarî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Rûcî' «Rahmetullahi Aleyh» anlatıyor: Suların çoğaldığı bir mevsimde bir dere kenarında Mevlânâ Câmî «kuddise sirruh» ile oturuyorduk. Bir ölmüş kirpi, suyun üzerinde göründü. Mevlânâ. Câmî hazretleri o kirpiyi mübarek elleriyle tutup, sırtını sığaladılar. Hiçbir canlılık eseri olmayan kirpi harekete geldi. Mevlânâ hazretlerinin kucağında şehre gidinceye kadar durdu. Kalkıp giderken arkamızdan gelmeğe başladı. Kalabalıkdan onu göremeyinceye kadar bizi ta’kîb etdi.

Bir genç anlatıyor: Mevlânâ Câmî hazretleriyle bir seferde bir kervansarayda konaklamışdık. Geniş bir odada herkes bir köşeye geçip uyudular. Mevlânâ hazretlerine en uzak yerde de ben vardım. Uyudum. Bir iki saat sonra sebebsiz, kendimi iki dizimin üzerinde oturuyor gördüm. Temamen uyumuşken bu şeklde oturduğuma hayret etdim, Bakdım, Mevlânâ hazretleri de iki dizi üzerinde murakebe halinde oturuyordu. Tekrar uyudum. Biraz sonra yine kendimi iki dizim üzerinde oturuyor gördüm. Hayretim dahâ da artdı. O gece birkaç kere böyle oldu. Artık, bunun Mevlânâ hazretlerinin teveccühü ile olduğuna kanaat getirdim. Dışarı çıkıp abdest aldım. Sabaha kadar iki dizim üzerinde mukabelerinde oturdum.

Mevlânâ Caminin «kuddise sirruh» bir talebesi anlatır: Bir zeman Hiratın şehrinden çıkıp uzak mahallelerinde ikamet etmek fikri kafamı kurcaladı. Mevlânâ hazretlerine arzetdim. Çok iyi olur. Acele edin, hiç ihmal etmeyin buyurdular.. Hattâ hizmetçiyi çağırıp bir ev buldurdular. Çabuk taşınınız dediler. Şehre geldim. Ba’zı şebeklerle ev taşıma işinden vazgeçdim. Bir hafta sonra evime hırsız girip,, bin altın ve evin bütün eşyasını götürüp bizi açıkda bırakdı.

Mevlânâ Câmînin «kuddise sirruh» âlim talebelerinden biri anlatıyor: Bir gün şehirden uzakda bulunan Mevlânâ Muhyiddîn tekkesine gitmişdim. Orada güzel yüzlü bir civân vardı. Ona bir iki kere bakdım. O sırada yoldan iki şahs geçiyordu. Biri sağ gözümün köşesine dokundu, okla vurdular sandım. Bir müddet tekkenin kapısında oturdum, gözümden yaş akdi. Sonra Mevlânâ hazretlerinin huzû-z runa vardım. Mescidde sohbet ediyorlardı. Bir yere oturdum. Bir müddet sonra: Bir derviş, haremde tavaf ederken gözü sâhib-i cemâl bir gence takılmış. O arada bir el peyda, olup, dervişe bir tokat vurmuş. Dervişin gözünün yaşı bir müddet dinmemiş. Ondan sonra (Bir bakmağa bir tokat vurulur. Ne kadar bakarsan o-kadar tokat vurulur) diye bir ses duymuş.

Bu sözü söyleyip açıkladıkdan sonra bana dönerek, herkesin lâyık olmayan yerlere bakmaması lâzımdır ki, ona da el uzatmasınlar, buyurdular.

Talebelerinden bîri anlatmışdır:

Bir gün Mevlânâ. Câmî hazretlerine hizmet' etmek niyyetiyle evlerine gitdim. Odalarında idiler. O asrın sofilerinden biri de kapıda bekliyordu. O sofi ile konuşmağa başladık. Söz Muhyiddîn-i Arabîye «kuddise sirruh» geldi. O sofi dedi ki: Muhyiddîn-i Arabi buyurmuşdur ki, orucun farz olması on iki aydan birisin-dedir. Ramedan olması şart değildir. Bu sözü duyunca müteessir oldum, üzüldüm. Muhyiddîn-i Arabi «kuddise sirruh» hazretlerine tanı bir bağlılığım vardı. Ondan böyle bir sözün sâdır olduğuna razı değildim. O üzüntüyle Mevlânâ hazretlerini görmeden şehre geldim. O sofi de arkamdan evine gitdi. Başka bir gün bu sözün hakikatini anlamak için Mevlânâ hazretlerinin meclisine gitdim. Ben soruyu sormadan, kendileri ba’zı konularda konuşmağa başladılar. Bir sırası gelerek buyurdular ki: Biz, kendi zemanrmızdaki fıkh alimlerinin sözlerine bakmalıyız. Zîrâ, Muhyiddîn-i Arabi «kuddise sirruh» hazretleri Fütûhat-ı Mekkiyye kitabında, kendi zemânında yaşayan fıkh âlimlerini kötülerken, Mısır edimlerinden biri Sultanın arzusuna uygun olsun diye orucun farziyyeti oniki aydan birindedir, dediğini yaz-mışdır. O zeman anladım ki, bu söz Muhyiddin-i Arabînin «kuddise sirruh» değil, Mısırda, sultana yaranmak isteyen bir zararlı âdimin sözü imiş.

Mevlânâ Câmî «kuddise sirruh» hazretleri hicrî sekiz yüz doksan sekiz senesi-Muharrem ayının önüçüncü Cumartesi günü hastalanmışlar. Altı gün sonra Cuma günü öğle ezanı okunurken vefat etmişlerdir. «Rahmetullahi aleyh».

ŞEVÂHİD’ÜN - NÜBÜVVE

Allahü teâlâya hamd olsun ki, kâinatdaki alametlerle zâtının sırlarını tanımağı gösterdi. Yarattığı herşey ile Rab olduğunu ıkrâr etmemize yol gösterdi. Fadl ve ihsan ederek bize hidâyet verdi. Acımağı ve afv etmeği kayyûmiyyetinin hibesi olarak verdi. Kalblerimizi Onu tanımanın sırları ve Ona inanmanın nûrlarıyle aydınlatdı.

Resûlüne salât ve selâm olsun ki, Allahü teâlâ kendisini insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderdi. Kur’ân-ı Kerîmi ona indirdi. Bütün peygamberlerden «aleyhimüsselâm» üstün yapdı. Arabî, Kureyşî, Hâşimî ve kitâb okumamış olan Resulü ile bütün dinlerin hükmünü kaldırdı. Âline ve eshâbına «radıyallahû anhüm» en iyi dualar olsun ki, herbiri din semâsının yıldızlarıdır. Şeytanları taşlıyanlardır. Hangisine uyulursa kurtuluş vardır. Tabiîn ve tebe-i tabiîn ve büyüklerimize «radi-yallahü anhüm» en iyi ve bol dualar olsun-.

Biliniz ki: İslâmın ilk şartı kelime-i şehâdetin ma’nâsmı kalb ile tasdik ve dil ile söylemekdir. Yanî Allahü teâlânın birliğine, ondan başkasının ibâdete hakkı olmadığına ve Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» de Allahü teâlânm kulu ve peygamberi olduğuna inanıp dil ile söylemekdir. Fekat Allahü teâlânm birliğine inanmak peygamberlik kaynağından alınmalıdır. Felsefeciler gibi aklın gösterdiği delillerle inanmak insanı kurtarmaz ve yüksek derecelere kavuşduramaz. O halde, Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğine ve onun getirdiği her hükme inanmak, Allahü teâlâya nübüvvet yolu ile inanmak olacağından bütün ni’metlerin sermayesi ele geçirilmiş olur.

insanlar, ona inanmakda derece derecedir. Asr-ı seâdetde yaşayanlar Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem mübarek yüzünü, vücûdünü görmekle îmanları kuvvetli oldu. Meselâ Abdullah bin Selâm «Radiyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’ye geldikleri zeman kendisini görmek için gitdim. Mübârek yüzümü görünce, yalancı yüzü olmadığına hemen inandım.

Emir-ül mü’minîn Ömer «radiyallahü anh» Abdullah Bin Selâm’dan «radiyallahü anh» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» hâlini sordu. (Onun Peygamberliğine olan imânım, oğluma olan bilgimden kuvvetlidir.) dedi. Ömer «radiyallahü anh» bu nasıl olur? deyince, (oğlumun annesi bana hıyânet edip oğlum benden olmıyabilir, fekat Muham-medin «sallallahü aleyhi ve sellem»’ peygamber olduğunda hiçbir şübhem yokdur dedi. Bunun üzerine Ömer «radiyallahü anh» onu kucaklayıp yüzünden ve gözünden öpdü.

Bunun gibi eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürridvan» bazıları mübârek yüzünü görmekle peygamber olduğuna inanmışlardır.

Câmi’ bin Şeddâd «radiyallahü anh» arkadaşı Târıkdan hikâye eder: Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’de gördüm. Fekat tanıyamadım. Hiç satılık bir şeyin var mıdır? diye sordu. Bu devemi satıyorum dedim. Neye satarsın? buyurdular. Şu kadar hurmaya satarım dedim. Devenin yularına yapışıp götürdü. Sonra kendi aramızda biz deveyi tanımadığımız birisine verdik diye konuşuyorduk. İçimizden bir kadın, ben devenize kefilim, yüzü aym ondördü gibi olan bir kimseden kötülük gelmez dedi. Sabahleyin bir kişi bir mikdar hurma ile geldi. «Beni Allahın Resulü «sallallahü aleyhi ve sellem» gönderdi. Buyurdu ki: Bu hurmaları yesinler ve gelip devenin behâsı olan hurmaları ölçüp alsınlar» dedi. Beyt:

Sende bu hüsn-i cemâl ve hulk-ı cemîl

Şanına gün gibidir rûşen delil.

Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» yalnız mübarek: yüzünü görerek îmân edenler, mu’cizeler de görerek, muhabbetleri kuvvetlenir ve yakînleri daha fazla olur.

Eshâb-ı kirâmm «aleyhimürrıdvân» bir kısmı ise ancak mu’cize görmekle îmân etmişlerdir. îmândan sonraki mu’cizelerle de yakînleri art-mışdır.

Eshâb-ı kirâmm «aleyhimürridvan» hâricindeki îmânlı insanlar da iki dürlüdür. Bir kısmı Resûlullahm «Sallallahü aleyhi ve sellem» sözlerini, hâllerini ve ahlâkını duysalar, bunlar mu’cize kabilinden olmasa bile hemen inanırlar. Mu’cizeleri de duyunca yakînleri ve muhabbetleri artar, ikinci kısımdakiler ancak mu’cize kabilinden şeyler duyunca Onun «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğine inanırlar. Diğer mu’cizeleri de-işiterek itikâdları artar.

Bir kısım bedbahtlar da Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» ve mu’cizelerini görmüşlerdir. Fekat inanmamışlardır. Bunlar Resûlul-lahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cize isterler, görünce bu sihr-dir derlerdi. Kendilerini ve mu’cizelerini görmiyenlerden de Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğine hattâ âhiret hallerine inan-mıyanlar bu gruba girerler.

Bir kısım bedbahtlar da zâhiren mu’cize ve harikul’ade şeylere inanmış gibi görünürler, fekat kalblerinde îmân yokdur. Böyle olmakdan Al-lahü teâlâya sığınırız.

Şu halde: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cize ve hari-kul’âde şeylerini duymak, insanların îmânına asi sebeb veya yakînlerinin artmasına sebeb olmakdadır. Bunun için din âlimleri insanların îmânlarının yakîn hâsıl etmesi, sünnete uymağa teşvîk olması, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» muhabbetin artması için peygamberlik delillerinin anlatılması ve risâlet şahidlerinin yazılması husûsunda birçok ki-tâblar telif ve tasnîf etmişlerdir.

Bunlardan biri de sonra gelen âlimlerin büyüğü, ilm denizine dalanların reîsi, ışıklı yolun aydınlatıcısı ve şerî’at ve tarikat mesleklerinin yolcusu Mevlânâ Abdurrahmân Câmî «teğmedehullahü bilutfihissâmî» eski kitâblardan ve yeni risâleierden sahîh, meşhûr haberleri alarak ŞE-VÂHİD-ÜNNÜBÜVVE LİTAKVİYETİ EHLİLFÜTÜVVE adlı bir kitâb yazmışdır.

Kulların en aşağısı ve âcizi Mahmud bin Osman Lâmi’î «Allahü teâ-lâ bu ikisinin günahlarını afvetsin» bu kitâbı başdan sona kadar okumakla müşerref oldum. Muhabbetin kuvvetlenmesindeki fâidelerinin sayısız olduğunu gördüm, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» uymanın sonsuz güzelliklerini buldum. Üstâd-ı Kâmil ve İmâm-ı Fâdıl Mevlânâ Abdurrahmân Câmînin «kuddise sirruh» bu kitâbm tasnifinde çok zahmet çekdiğini müşâhede etdim. Açık, mu’teber, fâideli ve kısa olması için çe şidli rivâyetleri ve dürlü isnadları almadığını gördüm.

Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cizelerinden sonra, es-hâb-ı kirâmm, tâbi’în ve tebe-i tâbi’înin «aleyhimürrıdvân» âdet dışı işlerini ve kerâmetlerini de mu’cize kabilinden yazmışdır. Çünkü «Velînin ke-râmeti nebinin mu’cizesidir» denilmişdir. Ümmetde parlıyan fazilet ve ke-râmet nûrları, tâbi olmak dolayısiyle, hakîkatde peygamberin parlak nârlarıdır. Bunun için ümmetden hâsıl olan kerâmetler, peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cizelerinden sayılmışdır.

Mevlânâ Câmî «kuddise sirruh» bu kitâbı fârisi dil ile yazmışdır. Herkesin okuyabilmesi için Türkçeye çevirdim.

Allahü teâlânm kereminden müyesser ettiği fâideli sırlan ve kıymet li kitablarda bulduğum sahih haberleri de bu kitâba dere ettim. Allahü teâlâ doğru yolda yürüyenleri muvaffak eder. O duâları kabul edicidir. Yanılmakdan ve hatâ yapmakdan, onun ismetine sığınır, ona. tevekkül ederiz.

Ümid olunur ki, Hak teâlâ kereminden ve herkese saçdığı ni’metle-rinden, bu kitâbı okuyup mu'cizeleri mülâhaza etmekle şereflenen âşık ve sâdık tâliblerin ve din kardeşlerimin kalblerini yakîn ve iz’ân nurları ile doldurup mesrûr eyleye! Âmin yâ mücîbessâilîn.

Bu kitâbda bir mukaddime yedi bölüm ve bir hatime olmak üzere dokuz bölüm vardır. Kısaca bu bölümlerde nelerden bahsedildiğini açıklayalım :

Mukaddime: Nebi ve resul kelimelerinin ma’nâları ve bunlara bağlı ba’zı şeyler hakkındadır.

Birinci bölüm: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» doğumundan evvel peygamberliğine müjde olan alâmetler hakkındadır.

İkinci bölüm: Doğumundan bi’sete (peygamberliğini ilâna) kadar meydana gelen, peygamberliğine şâhid olan alâmetler hakkındadır.

Üçüncü bölüm: Bi’setden hicrete kadar meydana gelen, peygamberliğine delil olan mu’cizeler anlatılmakdadır.

Dördüncü bölüm: Hicretden vefatına kadar meydana gelenler bildi-rilmekdedir.

Beşinci bölüm. Vefatından sonra olan ve ayrıca zemânı kat’î olarak belli olmayan veya bir vakte mahsus olmayan alâmetler hakkındadır

Altıncı bölüm: Eshâb-ı kiram ve evlâd-ı izâmdan (on iki imâm) meydana gelen kerâmetler anlatılmakdadır.

Yedinci bölüm: Tâbi’în ve tebe-i tâbi’în ve büyüklerden meydana gelenler hakkındadır.

Hâtime: Din düşmanlarının dünyâda gördüğü cezâlar anlatılmakda-dır.

MUKADDİME

Nebi ve resûl kelimelerinin ma’nâları ve bunlarla ilgili ba’zı şevler" hakkındadır: Allahü teâlâdan kendisine vahy yolu ile şerî’at gelerek nasıl ibâdet edeceği bildirilen kimseye nebî denir. O şerî’ati başkalarına bildirmesi emredilen kimseye Resûl denir. Nitekim Fütuhat-ı Mekkiyye ki-tâbının ondördüncü babında aynen böyle yazılıdır. Peygamberliğini ilân etdikden sonra, îmân etmiyenlerle cihâd etmesi emr olunan peygamberlere Ülül’azm denir. Nitekim Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sel-lem» peygamberliğinin ilk zamanlarında (Senin üzerine ancak tebliğ etmek vardır), bazen. (Sana Rabbinden gelen hak şeyleri söyle, .isteyen inansın, isteyen inanmayıp kâfir olsun) ve son zamanlarında (Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz) diye âyet-i kerimeler gelmişdir. Peygamberlerden peygamberlik iddiasına uygun âdet-i ilâhiyye dışında, kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen ve kimsenin itiraz edemediği âdet dışı şeylere mu’cize denir. Evliyâmn kerametleri ve kâfirlerin istidracları mu’ci-zenin tarifinin dışındadır. Çünki evliya peygamberlik iddia etmez. Bozuk yolda olanlardan hernekadar nübüvvet da’vâsmda bulunan düşünülebilir, fekat o zeman bunlardan hârikul’âde şeyler Allahü teâlânın âdeti olarak zuhûra gelmez, gelse bile dâvasına aykırı olup, itiraz edenler muhakkak bulunur. Nebî ve resûllerin ba’zıları daha efdaldir. Nitekim âyet-i kerîmede (Bu peygamberlerin ba’zısını bazısından faziletli kıldık) buyuruldu. Hakâik kitabında selemî rahimehullah şöyle yazmakdadır: Sehl ra-himehullah buyurdu ki, bu fazilet, ma’rifet ve tâatdadır. Cüneyd rahimehullah buyurdu ki, temyîz ve sırrı saklamakdadır. Ba’zı âlimler cö-merdlik ve ahlâkdadır, ba’zıları da nefsin hilelerini ve şeytanın vesveselerini bilmekdedir, dediler. Efdaliyyet şu yöndedir diye tâyin etmek rneş-rû’ değildir. Nitekim Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» (Peygamberler arasında ayırma yapmayınız) buyurdu. Fekat bizim Resûlü-müzü faziletli biliriz. Çünki diğer nebiler üzerine fazileti âyet-i kerime-ve hadîs-i şerif ile bildirilmişdir.

Nitekim bir Hadîs-i Şerifde (Ben Âdem oğullarının Seyidiyim, öğün-müyorum) ve bir Hadîs-i Şerifde (Ben evvel ve sonra gelenlerin en kerî-

miyim, öğünmüyorum) buyurmuşlardır. Ayet-i Kerîmelerle sâbit olmuş-dur ki peygamberimiz «sallaılahü aleyhi ve sellem» peygamberlerin sonuncusu ve efendisidir, âlemlere rahmetdir, kıyamet gününün şefâatcısı-■dır. Bütün insanların ve cinlerin peygamberidir. Bütün dinler O’nun «sal-lallahü aleyhi ve sellem» dini ile nesh olmuş, kaldırılmışdır. Kur’an-ı Kerîmin inmesiyle diğer kitâblar hükmünü gaybetmişdir. Ondan sonra Peygamber gelmiyecekdir. Islâm dini peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» in sağlığında tam şeklini almışdır. Nitekim mâide sûresi üçüncü âyet-i kerîmesinde (Bugün dîninizi temâm etdim) buyuruldu. Kemâl üzerine fazla söylemek noksanhkdır. Her kim Hazret-i Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» uymaz, şerî’atinden ayrılırsa şeytanın arkadaşı, Allahın düşmanı ve zındıklardan olur, «hazelehümullahü teâlâ». Bunlardan âdet dışı şeyler meydana gelirse Mekr ve îstidrâcdır. Hak teâlârnn, bir kulun bütün isteklerini yerine getirmesi, o kulun Allah indinde mak-l       bûl olmasına delâlet etmez, bazı kullarına ihsân, istidrâc içindir. Âyet-i

:      kerîmede (onları derece derece aşağı indiriyoruz, onlar bilmiyorlar) bu-

J      yuruldu. İstidrâcda dünyâ nimetlerinin bol bol verilmesi onların inâdı

·        i      ve fesâdı artdınlıp, Allahın rahmetinden uzak olmaları içindir. Istidrâcm

beş kısmı vardır.

1 — Mekr: Ayet-i kerîmelerde (Allahü teâlânm mekrinden ancak hüsrânda olanlar emîn olur), (onlar mekr ettiler, biz de onlara ceza verdik, onlar anlamadılar) buyuruldu. Mekr, bir kimseyi aldatmak, hîle yapmak demekdir.

i            2 — Keyd: (Elbette benim keydim kuvvetlidir) buyuruldu. Mekr

ma’nâsma yakındır.

ı             3 — Hıda’: (Onlar Allahü teâlâya hıdâ’ ettiler. Allahü teâlâ da on-

ı         lara cezâ verdi.) (Allahü teâlâyı ve îmanlı kimseleri aldatmak istiyenler

ancak kendilerini aldatır) buyuruldu. Hıdâ’ bir kimseye tahmin etmediği ı         taraftan zarar vermekdir.

ı             4 — İmlâ: (O kâfirler zan etmesinler ki dünyâda verilen ni’metler

onların lehinedir. Bu ni’metler, günâhlarının fazlalaşmasına sebeb olur), âyeti kerîmesindeki nümlî kelimesi doldurduk, mühlet verdik demekdir.

>           5 — İhlâk: (Onlara verilen ni’metlerle ferahlanıyorlar, bu onlara

:’s zulümdür) ve Fıravn hakkında (O ve ordusu haksız yere kibrlenerek, bize dönmiyeceklerini zannetdiler, onu ve ordusunu denize gark etdik) buyuruldu. Ihlâk, çok kere ni’met olarak verilen bir şeyi, sonunda azâb ola-

Tak gönderip aldatmakdır. Bu âyet-i kerimelerden anlaşıldı ki dünyâda isteklerin hâsıl olması, seâdete kavuşmağa delâlet etmez. Kerâmet ve is-’tidrac arasındaki fark budur ki: Kerâmet sâhibi, kerametinin görülme-.sinden çekinir. İstidrâe şübhesiyle Allahü teâlâdan çok korkar. Istidrâc sâhibi ise, hâsıl olan istidrâcm, hâlinin ve amellerinin makbûl, iyi olduğundan zan eder. Bel’am-ı Bâ'ûrâ, Bersîsâ ve bunun gibiler, zamanlarında çok riyâzetler çekerek Keşf ve kerâmet sâhibi olmuş iken, bunların zuhûrundan mağrur olmalarıyle köpek ve domuz mertebesine ilkâ olunmuşlardır. Aynı sekide Fir’avn Nil nehrinin kenarında yürürken Nil de yürür, dururken Nil de dururdu. Muhakkak ki bunlar kerâmet değil, sâ-hibini Allahü teâlânm rahmetinden uzaklaşdıran, Cehenneme götüren îstidrâclardır.

Hazreti İsâ «aleyhisselâtü vesselâm» kıyâmete yakın gökden inip Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» şerî’ati üzere hareket edecek salibi kaldırıp içkiye ve domuza harâm diyecekdir. Peygamber:miz «sallallahü aleyhi ve sellem» âlem-i şehâdetde son peygamberdir, âlem-i misâlde en öndedir. Nitekim hadîs-i şerîfde (Adem aleyhisselâm su ile toprak arasında iken ben peygamberdim) buyuruldu,

Çünki, herşeyin aslı önce Allahü teâlânm kendisinde idi. Bu mertebede mevcûdâtm hakîkatları zât-ı İlâhîden ayrı olmadıkları gibi, birbirlerinden de farklı değildi. Bu mertebeye teayyun-i evvel veyâ hakîkat-i ■Muhammedi denir. Sonra mevcudatın hakîkatları ilmen birbirinden ayrıldı. Üçüncü mertebede hakîkatlar ilmde ve haricde mevcûd olarak birbirlerinden ayrıldılar. Bu mertebeye mertebe-i ervah denir. Hakîkatlarm mücerred cevherine Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» ba’zan akl, ba’zan rûh, kalem veyâ nûr demişdir. Bunun için hadîs-i şeriflerde (Allahü teâlâ önce aklı yaratdı.), (Allahü teâlâ önce kalemi yarat iı.), (Allahü teâlâ önce rûhumu veyâ nurumu yaratdı) buyurulmuşdur. İfadelerin çeşidli olması, o mücerred cevheri değişik itibar etmekden ileri gelmekdedir. Bütün mevcûdâtm hakîkatlarmm var olması Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» hakikatinin var olmasındandır. Âlem-i ervâhdan sonra âlem-i misâl ve madde âlemi gelir. Yalnız bu mertebeler bizim anladığımız gibi değişmez. Allahü teâlânm zâtında ve sıfatlarında değişiklik olmaz. Bütün peygamberlerin «aleyhimüsselâm» âlem-i şehâ-■dete gelinceye kadar peygamberlik vasfları yokdu. Bizim peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» âlem-i gaybde peygamber idi. Bütün peygamberlerin şerî’atleri bizim peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» şerî’atinden kendi zemanlarmdaki insanların kabiliyetlerine göre

— 17 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 2

alınarak değişmiş şeklleridir. Bir doktor her hastanın hâline göre ilâç; verdiği gibi, her peygamber kendi kavmine göre kalb hastalıklarına ilâç; vermişdir. Bütün şerî’atlerin en mükemmeli bizim peygamberimizin «sal-lallahü aleyhi ve sellem» şerî'atidir. Peygamberimizin isti’dadı diğer peygamberlerden «aleyhimüsselâm» ümmetinin istidadı da diğer ümmetlerden daha kâmil olmuşdur. Bütün peygamberlerin «aleyhimüsselâm» şerî’-atleri bizim peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» şerî’atinin içindedir. Âl-i Imrân sûresi seksen beşinci âyet-i kerîmesinde (İslâmdan başka dîni istemek, kabul edilmez) buyuruldu.

Bütün peygamberler îmân edilecek şeylerde aynı şeyleri söylemişlerdir. Hıristiyan ve yahûdiler sonradan dinlerini kendileri bozmuşdur. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem» vilâyetde derecesi bütün peygamberlerden «aleyhimüsselâm» yüksek idi. O’na «sallallahü aleyhi ve sellem» bütün nimetler ve rızklar gösterildiği halde hâlinde bir değişiklik olmadı. Halbuki Mûsa «aleyhîsselâm» Tûr dağına olan tecelliyi görünce bayılıp düşdü. Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» meydana gelen, işleri Allahü teâlâ kendine izafe etmişdir. Nitekim âyet-i kerîmede (At-dığmısen atmadın, fekat Allahü teâlâ atdı.) Buyurulmuşdur. Yine peygamberimiz hakkında bir âyet-i kerîmede (Eğer sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım) buyuruldu. Onun yüksek mekânımı, büyüklüğünü hiç kimse hakkıyla idrâk edemez.

En yüksek mekânı peygamberlik mekâmıdır. Sonra sıddîklar şehîd-ler, sâlihler ve mü’minler gelir. Bazı tasavvufcular velî nebîden efdaldir dedi ise de bununla, peygamberin vilâyeti, nübüvvetinden efdaldir demek istediler. Çünki peygamber vilâyet yolu ile Allahü teâlâdan feyz alıp, nübüvvet yolu ile insanlara verir. Şübhe yokdur ki, Hak ile olan muâmele, Hakka yakınlık, halk ile olan mihnetli, meşakkatli muameleden efdaldir.

[Bu söz Mühyiddîn-i Arabînin «kuddise sirruh» keşfi neticesidir. Evliyâ’nm şâhı ve en üstünü îmam-ı Rabbâniye «radiyallahü anh» göre, nübüvvet vilâyetten üstündür, isterse aynı peygamberin kendi vilâyeti olsun. Hattâ vilâyet kemâlâtı, nübüvvet kemâlâtı yanında denizde bir damla bile kalmaz. Halk ile olmak emr-i İlâhî ile olunca, Hak ile olmağı bozmaz. Bil’akis da’vet mekâmı halk ile olmağı istediğinden, ve bu mekânı d a Peygamberimiz «aleyhisselâm» herkesden ileri olduğundan en kıymetli mekam olur.]

BİRİNCİ BÖLÜM

Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» doğumundan evvel meydana gelen peygamberliğine müjde olan alâmetler bildirilmelidedir. Bu bölümde kırküç müjde vardır.

·        1 ■— Irbaz bin Sâriye’nin «radiyallahü anh» rivâyetiyle Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» buyurdu ki: (Henüz Âdem «aleyhisse-lâm» toprak ile su arasında iken benim adım Hâtem-innebiyyîn yazılmış-dır.) Size ilk hâlimden hikâye edeyim diyerek buyurdular ki:

Hazret-i İbrahim «aleyhisselâm» (yâ Rabbî, onlara bir Resûl gönder, üzerlerine âyetlerinden okusun) diye duâ etmişdir.» İsâ «aleyhisselâm» müjde olarak (Ey benî İsrail, ben size Allahın gönderdiği, Tevrat ile, benden sonra gelecek ismi Ahmed olan bir resûlun arasında hak peygamberim) buyurmuşdur. Yine buyurdular ki: (Benim annem Âmine rü’ya-sında, kendisinden zâhir olan bir nûrun şark ve garba yayılarak, Şâm’m köşklerini dahi gördüğünü söylemişdir.)

·        2 — Tevrât’m ilk âyetinde: (Allahü teâlâ'önce büyük bir nesneyi, sonra gökleri, sonra yeri yaratdı.) Buyuruldu. Tevrât lisânına göre Vehim kelimesi büyük şân sahibi demek olup, Hazret-i Muhammedin«. sallallahü aleyhi ve sellem» rûhuna delâlet eder. Nitekim hadîs-i şerifde (Allahü teâlâ önce benim rûhumu veya nûrumu yaratdı.) Buyuruldu Yahû-diler deseler ki: Vehim kelimesinin Hazret-i Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» delâlet etdiğini nasıl izah edersiniz? Cevab veririz ki, sizin yanınızda harf nisâbı muteberdir. Nitekim Tevrât’daki bir âyet-i kerîmede geçen bezât kelimesi için harf hisabı ile Süleymân aleyhisse-lâmın yapdığı Beyti Mukaddesin dörtyüz on yıl sonra yıkılacağını söylediniz ve öyle oldu. Bunun gibi çok misâller vardır. Rivâyet olunur ki: Hazret-i Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» Tevrât âlimleri gelerek, işitdik ki yâ Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sana (Elif lâm mîm) gelmiş. Ümmetinin yetmişbir yıl hüküm süreceğine işâretdir dediler. .Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» de bana yalnız (Elif lâm mîm) gelmedi, müteşabihlerden birkaçını sayarak bu âyeti kerîmeler de geldi buyurdular. Bunun üzerine (İşimiz zorlaşdı) deyip oradan uzaklandılar.

Biz de Elvehîm kelimesini harf hesâbiyle hesâb ederek doksan iki çıkdığmı gördük ki bu rakam «Muhammed» kelimesine uygundur.

Yine itiraz ederek, ulu nesne kelimesi yaratdı kelimesinin mef’ûlü değil fâilidir. Ya’nî ulu nesnenin yaratdığmı söyleseler iki dürlü cevâb veririz. Birincisi gökleri kelimesinin ulu nesne’ye atfı doğru Olmaz. İkincisi yaratma fiilinin faili içinde gizlidir. Ya’ni yaratmanın faili Allahü teâlâ olup yaratma fiilinin içinde gizlidir. Nitekim bir satır aşağıda bir âyet-i kerîmede açıkça (Allahü teâlâ, bir ulu nesneyi, gökleri ve yerleri yaratdı, Allah en iyi bilir ve en iyi hükm sâhibidir) yazılıdır.

·        3 — Tevrât’m beşinci sifrinin ikinci cüz’ünde Yehûdi âlimlerinden yetmişiki kişinin ittifâkı ile doğrulanan bir âyet-i kerîmede iki yönden Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğine delâlet vardır. Âyet-i kerîmenin ma’nâsı: (Yâ Mûsâ, muhakkak ben Benî İsrail’in kardeşlerinin oğullarından senin gibi bir peygamber göndereceğim. Kendi kelâmımı onun diliyle söyletirim, o peygamber emrlerimi kav-mine bildirir, kabûl etmiyenlerden elbette intikâm alırım). Birinci yönden delâlet şudur ki: Ya’kûb aleyhisselâm’a İsrâil denir. Ya’kûb aleyhisselâm’-m kavmine Benî İsrâil denir. Ya’kûb «aleyhisselâm» m babası İshak «aleyhisselâm» dır. İshak «aleyhisselâm» m kardeşi İsmail «aleyhisselâm» dır. Benî İsrâil’in kardeşleri oğulların, amcaları oğulları demekdir. Mûsa «aleyhisselâm» dan sonra İsmail «aleyhisselâm» m soyundan yalnız Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» gelmişdir. İkinci yönden, âyet-i kerîmedeki (senin gibi) den maksad peygamberlik cihe-tindendir. Bütün vasflarda değildir. Nitekim bu âyetden evvel ve sonraki âyet-i kerîmeler bu ma’nâyı kuvvetlendirerek Benî İsrâil’in kardeşleri oğullarından, ya’ni İsmail «aleyhisselâm» m soyundan gelen peygamberin, ülül’azm, şerî’at ve kitâb sâhibi olduğu bildirilmekdedir. Mûsâ «aleyhisselâm» dan sonra bu vasfda ancak Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» gelmişdir. Yûşâ’bin Nûn olamaz. Çünki beni israîldendir ve şerî’at sâhibi değildir. İsa «aleyhisselâm» da olamaz.» Çünki Benî İsrail-dendir ve şerî’at sâhibi değild.r. Nitekim İncilde îsâ aleyhisselâmdan hikâye edilerek: (Ben Mûsâ aleyhisselâm’m şerî’atini değişdirmek için değil, temamlamak için geldim) buyurulmuşdur.

·        4 — Tevrâtda bir âyet-i kerîmede (Ya’kûb «aleyhisselâm» kavminin toplanmasını emrederek, onlara, son zeman gelecek bir kimseden şöyle haber verdi. «Hâkimin hükmü ve râsimin resmi ancak bütün kabile ve cemâ’atlerin etrafında toplandığı kimsenin gelmesiyle yürürlükden kalkar.) Hâkim, sözü ile şerî’at ve hüküm sâhibi Hazret-i Mûsâ «aleyhisse-

— 20 —

lâm», Râsim sözü ile de Mûsâ «aleyhisselâm»m dînini temamlıyan İsâ «aleyhisselâm» kasdedilmişdir. Mûsâ ve İsâ «aleyhisselâm» dan sonra etrafında bütün insanların toplandığı şerî’at sâhibi Peygamber ancak Haz-ret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» dir.

·        5 ■— Tevrâtda bir âyet-i kerîmede İbrahim «aleyhisselâm» için (Ben senin düânı İsmail için kabûl ettim, İsmail’i Bemâdmâd ile bereketlendirdim.) Bemâdmâd kelimesindeki harfler hesâb edilince Muhammed kelimesinin harf hesâbı gibi doksan iki çıkıyor, o halde âyet-i kerîmede (İsmail! «aleyhisselâm» Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bereketlendirdim) demek olur. Hak teâlâ îsmaîli «aleyhisselâm» Tevrâtda zikr etdiği yerlerde hep bemâdmâd kelimesine uygun getirmiş-dir.

İtiraz ederek deseler ki: Bemâdmâd kelimesindeki be harfi, ile ma’nâ-smadır, ya’nî (îsmaîli «aleyhisselâm» Mâdmâd ile bereketlendirdim) de-mekdir. O zeman mâdmâd kelimesinin harfleri doksan iki olmaz. Şöyle cevâb veririz ki: İbrânî dili kaidelerine göre, aynı iki harf bir kelimede biri asi biri fazla olarak bulunursa, telâffuzdaki zorlukdan sakınmak için fazla olan harfi kaldırırlar. Nitekim Yehûdi alimleri Tevrat’ın tefsirlerinde çok yerde açıklamışlardır. Burada ile ma’nâsma olan be kaldırdıp kelimenin aslında olan be kalmışdır.

·        6 — Tevrâtın en son âyet-i kerîmesinde (Allahü teâlâ Sina’dan geldi. Sâ’îr’i şereflendirdi. Fârân dağından göründü.) buyurulmuşdur. Burada gelmek, şereflendirmek ve görünmek, Allahü teâlânm zâtının değil îsm-i Câmi’in zuhûrlarından bir zuhûrdur. Sînâ kelimesi ile Tûr dağı kasdedilmişdir. Mûsâ aleyhisselâmm mekâmıdır. Sâ’îr kelimesiyle Şâm dağlarında bir mevzî’ kasdedilmişdir. îsâ aleyhisselâmm mekâmı orasıdır. Fârân, Mekkenin bir dağıdır. Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» mekâmıdır.

·        7 — Haykûk «aleyhisselâm» buyurmuşdur: Tevrâtda şöyle yazılıdır. (Allahü teâlâ Fârân dağından bir peygamber getirir. Gökler Ahmed teşbihi ile dolar. Onun ümmeti karada olduğu gibi denizde de ata biner. Yeni bir kitâb ile gelir. Beyt-i mukaddesin yıkılmasından sonra tanınır.

·        8 — Şu’yâ «aleyhisselâm» (biri merkeb üzerinde, diğeri deve üzerinde iki kimse gördüm ki yeryüzünü aydınlatırlardı) buyurmuşdur. Merkeb üzerindeki İsâ «aleyhisselâm» dır, deve üzerindeki Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» dir. Hazret-i Mûsâ «aleyhisselâm» Benî İsrail’e vasiyyetinde (Size, kardeşleriniz oğullarından bir Peygamber gelecek-dir. Onu tasdik ediniz ve sözlerini dinleyiniz.) buyurmuşdur. İbn-i Abbâs «radıyallahü anhümâ» Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» Tevrâtda Ahmed, Dahûk, Kattâl, Kılıcı yanında, Deveye binici ve yün hırka giyici gibi ism ve sıfatlarla geçdiğini haber vermişdir. Dahûk’un ma’nâsı, güler yüzlü, herşeye üzülmeyici demekdir. Ba’zan mübarek azı dişleri görününceye kadar gülerlerdi. Yalan söylemeksizin lâtife yaparlardı. Birgün bir kocakarıya kadınlar Cennete girmez buyurduklarında kadın ağladı. O zem an Cennete kadınlar genç kız olarak girerler buyurdular. Kattâl’m ma’nâsı, Allahü teâlânm düşmanları ile bizzat harb etmeğe gayet hevesli ve cesaretlidir demekdir. Emîrül mü’minîn Ali «Ra-dıyallahü anh» (Muharebenin en şiddetli ânında Resûlullaha «sallallahü. aleyhi ve sellem» sığınırdık, düşmana en yakın o olurdu) buyurmuşdur.

·        9 — Dâvûd aleyhisselâmm Zebûrda (Ya Rabbî câhiliyyet devrinden sonra sünnet, şerî’at getiren bir peygamber gönder.) diye düâsı vardır. Dâvûd aleyhisselâmdan sonra Tevrâtm şerî’atinin ve sünnetinin zaîfle-mesinden, bozulmasından itibaren şerî’at getiren peygamberimizden başka bir peygamber yokdur. İsâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmm dînini tamamlamak için gönderilmişdir.

·        10 — İmâm-ı Abdurrahman Cevzi [Babası Alîdir. Hicrî 508 de tevel-lüd, 597 de vefât etdi. Bağdaddadır. Ebülferec ibni Cevzî adı ile meşkûrdur. Tefsîr, hadîs, hanbelî fıkh ve târih bilgilerinde derin âlim idi. Yüzden fazla kitâb yazdı. El-mugnî tefsiri meşkûrdur.] Vefâ kitabında, Peygamber efendimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» faziletlerini anlatırken buyuruyor ki: Ebû Na’îm «rahmetullahi aleyh» an’ane ile Sa’d bin Ab-durrahman-il muğâfirî «radıyallahü anh» rivayetini haber veriyor. Bir gün Kabül Ahbâr «radıyallahü anh» bir yehûdî âliminin ağladığını görerek, niçin ağlıyorsun? diye sordu. Bazı şeyleri hatırladım da onun için ağlıyorum dedi. Ka’b «radıyallahü anh» istersen seni ağlatan şeyleri sana söyliyeyim, beni tasdik edeceksin dedi. Yehûdi, söyle deyince Ka’b «radıyallahü anh» «Mûsâ aleynisselâm».Tevratdan okuyarak, Ya rabbî ben bir ümmet gördüm ki, emri nıa’ruf ve nehyi münker ederler, îmân etmi-yenlerle cihâd ederler, bir gözlü deccâlle muharebe ederler. İlk ve son kitâba da inanırlar, bunları bana ümmet eyle dedi. Hak teâlâ Hazretleri, Yâ Mûsâ, onlar Ahmedin «sallallahü aleyhi ve sellem» ümmetidir buyurdu. Yehûdî, doğru söyledin yâ Ka’b dedi. Yine Ka’b «radıyallahü anh», Mûsâ aleyhisselâm Tevrat’dan okuyarak, Ya Rabbî bir ümmet buldum ki, onlar çok hamd ederler ve hâkim oluculardır. Bir iş yapmak istediklerinde inşâallah derler, onlar; bana ümmet eyle dedi. Hak teâlâ hazretleri, yâ Mûsâ, onlar ümmet-i Ahmeddir «sallallahü aleyhi ve sellem» buyurdu. Yehûdî, doğru söyledin yâ Ka’b dedi. Yine Ka’b «radıyallahü anh» buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm Tevrat’a nazar ederek, yâ Rabbî, ben bir ümmet gördüm ki, yüksek yere çıksalar tekbir getirirler, alçak yerde olunca hamd ederler, onlar için toprak da, su gibi necâsetden ve abdest-sizlikden temizler, yer yüzü onların mescidleridir, ya’nî arzın her yerinde ibâdet edebilirler. Onları bana ümmet eyle deyince Hak teâlâ hazretleri onlar, Ahmedin «sallallahü aleyhi ve sellem» ümmetidir buyurdu. Ye-;hûdî, doğru söyledin yâ Ka’b dedi. Ka’b «radıyallahü anh» yine buyurdu. Mûsâ «aleyhisselâm» Tevrâta nezar ederek ya Rabbî ben bir ümmet buldum ki merhamet edilmiş ve zaif kimselerdir, onlardan merhamet edilmemiş kimse görmedim, onları bana ümmet eyle dedi. Hak teâlâ hazretleri, onlar ümmet-i Ahmeddir «sallallahü aleyhi ve sellem» buyurdu. Yehûdî öyledir dedi. Yine Ka’b «radıyallahü anh» «Mûsâ aleyhisselâm» Tevrâtda görerek Yâ Rabbî ben bir ümmet buldum ki, onların mushaf-ları kalblerindedir, nemazlarında melekler gibi saf bağlarlar, mescidle-rinde balansı gibi sesleri işitilir, onlardan pek azı Cehenneme gider. Onları bana ümmet eyle deyince, Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki, onlar ümmeti Ahmeddir «sallallahü aleyhi ve sellem». Yehûdi doğru söyledin Yâ Ka’b dedi. Mûsâ aleyhisselâm bu ümmetin üstünlüklerini görünce istedi ki bu ümmetden olsun, Hak Teâlâ Hazretleri Mûsâ «aleyhisselâm»a üç ayet-i kerîme vahy ederek onu teselli etd'ı. Mûsâ «aleyhisselâm» da râzı oldu. Bu üç âyet-i kerîmenin birincisi A’râf sûresi 143 üncü âyet-i kerîmesi olan (Seni insanlara peygamber olarak göndermekle ve konuşmakla seçdim. Sana bildirdiğimi al ve bu ni’metlerime şükr edenlerden ol.) âyet-i kerîmesidir. İkincisi yine A’râf sûresi 144 üncü âyet-i kerîmesidir ki, (Ona her şeyden levhalar üzerinde bilgi verdik.) buyurulmakda-dır. Üçüncü, yine aynı sûrede 158 inci âyet-i kerîmedir. (Mûsâ aleyhis-selâmm kavminden bir kısmı onu kabul eden ümmet oldu. Bunlar doğru yolda bulundular. Onun bildirdiklerini kabul ederek adâlet üzerinde oldular.) buyurulmuşdur.

Yukardaki hikâye Peygamber efendimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» tarafından bir çok yerlerde anlatılmışdır. Tafsilâtı hadîs-i şerif ki-tâblarmda vardır.

·        11 — Yine Abdurrahmar. Cevzî «rahmetullahi aleyh» kitabında, İbn-i Ömer’in «radıyallahü anhûmâ» Ka’bdan rivayetini yazmışdır. Ka’b «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir kimse bana rü’yâsmda, bütün insanların mahşer yerinde toplandığını, her peygamberin «aleyhimüsselâm» iki nuru, ümmetlerinin birer nûru olduğunu, Hazreti Muhammedin «sal-lallahü aleyhi ve sellem» bütün vücûdünün nûr olduğunu, ümmetinin ise-ikişer nûru olduğunu söyledi.

Ben de bunu sana kim söyledi? dedim. O kimse Allah’a yemin ederek rüyâda gördüğünü söyledi. Ben de Allah’a yemin ederek, bu Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» ümmetinin, diğer peygamberlerin ve ümmetlerinin sıfatlarıdır. Bunları Tevrâtda her zaman okurum, dedim

·        12 — Yine Abdürrahman Cevzî kitabında yazmışdır. Nemle «radı-yaliahü anh» babasından rivayet eyledi ki, Benî Karîze kabilesi Yehûdî-leri, kitâblarında, Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» ismini,. Medine’ye hicretini ders olarak okuturlardı. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» zuhûr edince, kıskanıp inkâr etdiler.

·        13 — Yine Abdürrahman Cevzî kitabında yazmışdır. Ebû Said-il Hudrî «radıyallahü anh» babasının Ebû Mâlik bin Sinândan şöyle işitdi-ğini haber verdi. Ben bir gün Benî Abd-il Eşhel kabilesine, aramızdaki’ harbin sulhu için gitmişdim. Yehûdî Yûşâ, Ahmed ismindeki peygamberin Haremden zuhûr etme zemanı yaklaşdı dedi. Halîfe bin Sa’lebetil Eş-helî alay ederek, o peygamberin vasfları nelerdir? dedi. Yûşâ’da boyu ne uzun, ne kısadır, iki gözünde kırmızılık vardır, yün hırka giyer, merkebe’ biner, bu şehir hicret yeridir, dedi.

Ebû Mâlik bu söze' hayret edip, kavmine söyleyince, kavminden biri, bu sözü yalnız Yûşâ’mı söyler, Medine yehûdilerinin hepsi aynı şeyleri söylerler dedi. Ebû Mâlik sözüne devamla, Benî Karîze kabilesine git-diğini, orada da Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hakkında konuşulduğunu söyledi. Yehûdilerden Zübeyr bin Bâtâ ancak bir peygamberin geleceğine işaret olan kızıl yıldız’m doğduğunu, peygamberlerden yalnız-Ahmed isimli peygamberin kaldığım, onun hicret yeri bu belde olduğunu söyledi. Ebû Saîd-il Hudrî «radıyallahü anh» buyuruyor ki, babam bu-haberi Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sellem» bildirdiğinde, (Eğer Zübeyr ve iki arkadaşı ile reisleri müslimân olsa, onlara tabi’ olan bütün yehûdiler müslimân olurdu) buyurdular.

·        14 — Yine Abdürrahman Cevzî kitâbmda yazmışdır. Ibn-i Abbâs «radıyallahü anhûma» buyuruyor ki: Hazreti Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğini ilândan evvel, Yehûdiler, Evs ve Haz-rec kabilelerinin üzerine Hazreti Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile istiftâh ederlerdi.

Ya’ni, o’nun gelmesinden yardım beklerlerdi, bizim intikamımızı sizden o alacak ve gelme zemanı.da çok yakındır derlerdi. Hak teâlâ Hazre-ti Muhammed’e «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberlik verince, Ye-hûdiler sözlerini inkâr etdiler. Mu’az Bin Cebel ve Bişr bin Elberar «Ra-dıyallahü anhümâ» Yehûdilere hitaben, Ey yehûdiler! Allahü teâlâdan korkun, müsliman olun! siz bize Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile istiftâh ediyordunuz. Biz o zeman müşrik idik. Siz bize o’nun vasflarmı söylerdiniz, dediler. Yehûdilerden Selâm bin Müşkem, bizim size vasıflarını söylediğimiz Peygamber o değildir. Bunda bizim bildiğimiz, alâmetler yokdur dedi.

·        15 — Yine İmam-ı Abdurrahman Cevzî kitâbında yazmışdır. Katâ-de «radıyallahü anh» Yehûdiler, hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Ar ab kâfirlerine istiftâh ederlerdi, yâ Rabbî, Tevrâtoa okuduğumuz gibi, Arab kâfirlerine eziyet veren, onları öldüren ümmî Peygamberi gönder! derlerdi. Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve seL lem» kendilerinden olmayıp ar ablardan olunca, kıskanarak, kâfir oldular.

·        16 — İncilde, Allahü teâlâ İsâ «aleyhisselâm» a; Sen onlara de ki: Ben, benim ve sizin rabbiniz tarafına gidiciyim. Ben onu hak peygamber olarak tanıdığım gibi o da beni hak peygamber olarak tanıyacak olan Gâr Klîta adında bir peygamber gelecek ve size her şeyi bildirecekdir. Gâr Klîta, Ahmed anlamına yakın olduğundan, Hazreti Muhammede «sal» lallahü aleyhi ve sellem.» delâlet eder.

Hazreti İsâ’nm «aleyhisselâm» havârîlerinden Yuhanna, bana Isâ «aleyhisselâm» kendisinden sonra gelecek, arab olan Hazreti Muhamme-din «sallallahü aleyhi ve sellem» dînini müjdeledi. Ben de bütün havarilere haber verdim, hepsi îmân etdiler, dedi.

·        17 — Abdullah bin Amr ibn-i Âs «radıyallahü anhümâ» buyuruyor ki: peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» geçmiş kitâblarda, seçilmiş, tevekkül sahibi, çirkin ve kaba olmıyan, sokaklarda bağırıp çağır-mıyan, kötülüğe karşılık vermiyen, bağışlıyan, afv eden, bozuk âdetleri düzelten, Allahü teâlâdan başka ma’bûd olmadığına şehâdet eden vasfla-riyle yazılmışdır.

Atâ bin Yesâr Abdullah bin Amr ibn-i As’dan peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» Tevrâtda nasıl zikredildiğini sorduğunda, Kur’an-ı Kerîmde olduğu gibi yazılıdır, buyurdu. Kur’ân-ı kerîmde yukarıdaki vasflar aynen vardır.

·        18 — Cübeyr bin Mut’arn «radıyallahü teâlâ anh» buyuruyor ki, Haz-reti Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini i’lân edince, Kureyş kabilesi ona çok eziyet etmeğe başladı. Peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» helak edeceklerini zan etdim. Ben de Şam tarafına doğru yola çıkdım, bir kiliseye vardım, oranın büyüğü, etrafındakilere emr ederek beni üç gün müsafir etdiler. Üç günden sonra gitmeyince, büyükleri beni çağırdı. Peygamberlik da’vâsı eden şahsı biliyor musun? dedi. Evet dedim. Elimden tutup beni bir odaya götürdü. Orada bir çok insan sûretleri vardı.

Râhib, bunların içinde o peygamberin sûreti var mıdır? dedi Hayır dedim. Beni daha büyük odaya götürdü. Orada daha fazla resim var idi. Burada olması lâzım, dedi. Bakdım, Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ebû. Bekrin «radıyallahü anh» suretlerini gördüm. Râhib, gördün mü dedi. Evet dedim Fekat onun göstermesini istiyordum. Parmağıyla işaret ederek bu sizin, efendinizin, yanmdakini göstererek, bu da halîfesinin resmleridir dedi. Ben dünyâda, aslına bu kadar benziyen resim görmemişdim. Sonra râhib, sen onun öldürüleceğinden korkuyorsun dedi. Ben de evet zannımca belki öldürmüşlerdir, dedim. Bunun üzerine râhib: «Onu öldürmek isteyenleri kendisi öldürecekdir. Hak teâlâ onu düşmanları üzerine muhakkak galib getirecekdir.» dedi.

·        19 — Hişâm bin Âs «radıyallahü anh» buyuruyor ki: Ebû Bekr «ra-dıyallahü anh» beni bir arkadaş ile, Rum İmparatoru Herakl’e, kendisini İslâma dâ’vet için gönderdi. [Rûm kelimesi cemidir. Müfredi rûmîdir. îs-hak aleyhisselâmm torunu Rûmun evlâdına denir], Herakl’in valilerinden Cebele-i Gassânî’nin bulunduğu Gavta’ya geldik. Gavta, Şam’da suyu bol ve ağaçlık bir yerdir. Cebele ile görüşmek istediğimizi söyledik. Cebele, bir adam göndererek, söyiıyeceklerini söylesinler demiş. Biz söyliye-ceklerimizi kendisine söyliyeceğiz dedik. Bizi yanma götürdüler. Cebele, bize niçin geldiniz, söyliyecekleriniz nedir? dedi. Sizi İslâma dâ’vet için geldik, dedim. Bütün elbisesinin siyah olduğunu görüp sebebini sordum. Sizi Şam’dan çıkarıncaya kadar bu elbiseleri çıkarmıyacağıma and içdim dedi.

Bize, Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» sizin topraklarınızı elinizden alacağımızı haber verdi dedim. O da, siz topraklarımızı alamazsınız, ancak gündüz oruç tutar, gece yemek yersiniz dedi. Sonra bize oruçdan sordu, biz de cevâb verdik, yüzü simsiyah oldu. Yanımıza bir radam vererek bizi Herakla gönderdi.

Herakl’ın şehrine yaklaşdık. Yanımızdaki adam bize, bu develerle şehre giremezsiniz, sizi başka merkeblere bindirelim dedi. Biz, kendi develerimizden başkasına binmeyiz, dedik. Herakl’a bildirdiler. Biz kendi develerimizle ve kılıçlarımızı kuşanmış olarak şehre girdik. Melikin se-rayma geldik. Herakl, balkondan bize bakıyordu. Yüklerimizi indirdik. İLâ ilahe illallâhü vallâhü ekber dedik. Balkon sallandı. Sonra bize bir adam göndererek, sakın bize dinlerini açıklamasınlar diye haber gönderdi, îzn verildi, içeri girdik. Melik, tahtında, oturmuşdu. Elbiseleri ve odadaki bütün eşyalar kırmızı idi. Bütün Rum patrikleri orada idi. Melike yak-laşdık. Melik, birbirinize verdiğiniz selâmdan bize neden vermediniz? dedi. Biz de birbirimize verdiğimiz selâmı size vermeyiz ve sizin birbirinize verdiğiniz selâmı, biz söylemeyiz, dedik.

Melik, birbirinize verdiğiniz selâm nedir? dedi, Esselâmü aleyküm’-dür dedik. Büyüklerinize nasıl selâm verirsiniz? diye sordu, aynı sözle dedik. Peki, büyükleriniz size nasıl karşılık verir? dedi. Yine aynı sözle ■dedik. Sonra, sizin en büyük sözünüz nedir? dedi. Lâ ilahe illallahü vallâhü ekber, dedik. O zaman yine bulunduğumuz oda sallandı. Melik, başını kaldırıp tavana bakdığmda, başı sallanıyordu. Tekrar sordu büyüklerinizin yanında da bu sözü söyleyince, böyle sallanma olur mu? diye sordu. Biz de hayır, böyle bir şeyi yalnız burada gördük, dedik. Herakl, ben isterdim ki, her söylediğiniz yerde böyle sallanma olsun, dedi Niçin dedik. Çünki o zaman bu sallanma Peygamberlik alâmetlerinden olmaz, bir göz boyacılık veyâ sihr olurdu dedi. Sonra bir takım sorular sordu. Hepsine cevab verdik. Abdest ve namazdan sorular sordu. Onlara da cevap verdik.

Bize iyi bir yer hazırlatdı. Orada üç gün müsafir kaldık. Bir gün akşam Melik bizi çağırdı. Evvelce sorduklarını tekrar sordu. Cevablarım verdik. îşâret etdi, bir sandık getirdiler. İçinde eskimiş birçok gözler vardı. Her birinin kapağı ve üzerinde kilidi vardı. Bir kilid açıp, içinden siyah renkli bir ipek parçası çıkardı, bu ipek üzerinde, kırmızı yüzlü, büyük gözlü, güler yüzlü, uzun boylu, siyah elbiseli ve sakalsız bir insan resmi var idi. Melik, bunu tanıdınız mı? Dedi. Hayır, dedik. Bu Âdemdir «salevatullahi ve selâmühü aleyh» dedi. Bir kilid daha açıp, siyah bir ipek parçası daha çıkardı, üzerinde, ak benizli, kıvırcık saçlı, kırmızı, büyük başlı, güzel sakallı bir insan resmi vardı. Bunu tanıyor musunuz? diye sordu1. Hayır, dedik. Bu Nûh’dur «aleyhisselâm» dedi. Bir göz daha açdı, siyah ipek parçası üzerinde çok beyaz, açık alınlı, güzel gözlü, beyaz yüzlü, ak sakallı sanki hayatda tebessüm eder gibi bir insan resmi vardı. Bunu tanıdınız mı? dedi. Hayır, dedik. Bu İbrahimdir «salevâ-tullahi ve selâmühü aleyh» dedi. Sonra ak benizli bir resm daha çıkardı. Bunu tanıdınız mı? dedi. Biz hemen tanıdık ve yemin ederek bizim: peygamberimizdir «sallallahü aleyhi ve sellem», sanki onu görüyoruz deyip ister istemez ağlaşdık. Melik de, bu Allah hakkı için sizin peygambe-rinizdir ve bu sandığın son gözüdür.

Sizin ne yapacağınızı görmek için acele etdim dedi ve diğer gözleri; teker teker açarak bütün peygamberlerin «aleyhimüsselâm» resmlerini. gösterdi. En son siyah sakallı, güzel yüzlü bir yiğit resmi çıkardı Bunu.; tanıdınız mı? dedi. Hayır, dedik, bu İsâ bin Meryemdir «aleyhima salevâ-türrahmân» dedi. Sonra, bu resmleri nereden buldunuz? dedik. Melik, Âdem «aleyhisselâm» Hak teâlâdan, evlâdından ne kadar peygamber gelecekse hepsinin resmlerini görmesini istedi. Hak teâlâ resmleri gönderdi. Âdemin «aleyhisselâm» hâzinesinde idi. Zülkarneyn, o resmleri garb* tarafında bir yerde buldu. Danyala «aleyhisselâm» verdi. Danyal «aleyhisselâm» o resmleri ipek parçalarına geçirdi. İşte bu resmler Danyal’m «aleyhisselâm» resulleridir. Sonra, Mülkümden çıkıp, ölünceye kadar size kölelik yapmak isterdim dedi. Bize güzel hediyeler verip gönderdi. Emîr-ül-mü’minîn Ebû Bekr «radiyallahü anh» m yanma geldik, olanları anlatdık. Ağlayarak buyurdular ki eğer Hak Teâlâ ona hayr. iyilik: verse idi, elbette dediğini yapardı. Sonra, resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» (Hıristiyan ve Yehüdiler benim sıfatlarımı Tevrat ve İncilde okurlar) buyurduklarını söyledi. Bu ma’na’da âyet-i kerîme de vardır.

·        20 — İskenderiyede bir taş bulundu. Üzerinde, Ben Şeddâd bin Âd’-ım. Denize bir hazine bırakdım, bunu ancak ümmet-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» çıkarır yazılmışdı.

·        21 — Şeyh Muhyiddîn arabî «kuddise sirruh» Fütûhât-ı Mekkiyye kitabının sonunda yazmışdır. Ebül Abbâs Ca’fer bin Muhemmed-: Huldî diyor ki: Ben, Cûneyd-i Bağdâdî «kuddise sirruh» ile hicazda beraberdim. Tûr-i Sînâ dağına çıkdık, Mûsâ «aleyhisselâm» m durduğu mekâm-da durduk, o mekâmın heybeti bizi kapladı. İçimizde bir şair vardı. Cü-neyd «Kuddise sirruh» o şaire işaretle bir şeyler .okumasını istedi, o da; bir şiir okudu. Önce Cüneyd «kuddise sirruh» sonra biz kendimizden geç-dik. O mekâmın yakınında bulunan bir kiliseden bir râhib, yâ Ümmeti' Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» bana cevâb veriniz diye bağırıyordu. Hiç birimiz ona cevab vermedik. Râhib bu sefer temiz dîniniz için-cevâb verin dedi. Yine cevâb veren olmadı. Üçüncü olarak râhib ma’bû--ödünüz hakkı için cevâb verin, dedi. Yine içimizden cevâb veren olmadı. Kendimize geldiğimizde, Cüneyd «Kuddise sirruh» aşağı inmek istedi.

Biz, kilisedeki râhib, bana cevâb veriniz diye yemin verdirdi dedik. 'Öyleyse, konuşalım, belki hak teâlâ hidâyet eder de müslimân olur, dedi. Râhibi çağırdık. Yanımıza geldi, selâm verdi. Üstadınız kimdir dedi. Cüneyd «kuddise sirruh» bizleri göstererek, bunların hepsi üstâddır, dedi. Râhib, muhakkak içinizde, en büyüğünüz vardır, dedi. Biz Güneydi «kuddise sirruh» gösterdik. Râhib, Cüneyde «kuddise sirruh», bu yapdı-ğmız iş dîninizde umûmî midir yoksa husûsî midir? Cüneyd «kuddise sirruh» husûsîdir dedi. Râhib. ne niyyetle sima’ yaparsınız? diye sordu. Cüneyd «kuddise sirruh» ümid ve ferahlamak için dedi. Râhib, ne niyyetle sayha yaparsınız? (coşup bağırırsınız). Cüneyd «kuddise sirruh» Rab-bimize kulluğumuzun kabûlü içindir. Nitekim, Hak teâlâ, ruhlara Rabbi-niz değil miyim buyurduğunda, ruhlar, evet, Rabbimizsin demişlerdi. Râhib o ses nedir? dedi. Cüneyd «kuddise sirruh» Ezelî nidâdır, dedi. Râhib, ne niyyetle oturursunuz? dedi. Cüneyd «kuddise sirruh» Allahü teâ-lâdan korkmak niyyetiyle dedi. Râhib, doğru söylüyorsun deyip, şehâdet getirip, müslimân oldu. Cüneyd «kuddise sirruh» bizim doğru söylediğimizi nereden bildin? diye sordu. Ben, Mesîh bin Meryeme «aleyhisselâm» inen İncilde okudum ki, Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sel-lem» ümmetinin havasının (seçilmiş olanların) elbiseleri hırka, yemekleri ekmek parçasıdır, meskenleri bir odadır. Allaha âşık ve ancak onunla ferahlık bulurlar dedi. Üç gün müslimân kalarak vefât etdi. «rahmetul-lahi aleyh».

·        22 — Beni Âmirden Evs ölüm hastalığında idi. Akrabaları yanma geldiler. Gençliğinde evlenmedin, şimdi Malikden başka oğlun yok, halbuki kardeşinin beş oğlu vardır dediler. Allahü teâlâ ateşi taşdan çıkarır. Benim de neslimi Mâlikden çoğaltmaya kâdirdir. Malike vasıyyet etdi. Sonunda beytler okudu. Son iki beyt budur.

Âl-i gâlib neslinden bir peygamber çıkacak Zemzem ile Hacerin arasında duracak, Bütün şehir halkiyle ona yardım ediniz. Ey beni Âmir seâdet ona yardımda olacak.

·        23 — Ka’b-ül Ahbâr «radıyallahü anh» buyuruyor ki: Babam bana tevrâtm bir sifri hariç her tarafını okutmuşdu. O sifri kilitleyip sandığa koymuş idi. Babam vefât edince o sifri sandıkdan çıkardım. İçinde şöyle yazılı idi:

Âhır zenıanda bir peygamber gelecekdir. Saçlarını bırakır. Elini, ayağını yıkar. Beline izâr bağlar, Mekke’de doğar. Hicret yeri Medine-dir. Ümmeti her halde Allahü teâlâya lıamd eder. Yüksek yerlerde tekbîr getirirler. Kıyamet günü abdest a’zâları nûrludur.

·        24 — Veheb bin Münebbeh diyor ki: Hak teâlâ Benî îsraîlden olan Şu’yâ «aleyhisselâm» a (Sana vahy veriyorum, kavmin içerisinde sana bildirdiklerimi söyleyici ol!) diye vahy eyledi. Şu’yâ «aleyhisselâm» da Hak teâlâya hamd etdi; tesbîh, takdis ve tehlîl edip (Ey gökler, sakin olun! Ey yer, sessiz ol! Ey dağlar benimle beraber söyleyin ki, Hak teâlâ, Benî İsraîli Cihanda en üstün kavm yapmak ister, onlara husûsî kerametler vermişdir). dedi. Bunun üzerine Hak teâlâ Şu’yâ «aleyhisselâm» m lisânı ile sistemle karışık hitâblarda bulundu. O dereceye vardı ki Hak teâlâ (Gökleri ve yeri yaratdığım zeman, peygamberliği, mülkü ve padişahlığı Benî İsrâîlden başkasına takdir etmişdim. Mülkü, koyun güden bir tâifeye verdim, izzeti, mûtevâzi bir kavme verdim. Kuvveti, za-îf bir cemâ’ate ihsan ettim. Efendiliği, fakîr bir kavme lâyık gördüm. Bunların içinden öyle birini peygamber seçdim ki, sağırları duyar hâle getirir, körlerin gözlerini açar, kararmış gönülleri cilâlar, doğum yeri Mekke, hicret yeri Medine, mülkü Şâm ve da’veti umûmîdir. Tevekkül sahibi kuldur. Kötülük yapanları afv eder. Yükü ağır olan hayvanlara, yetimleri olan dul kadınlara acır. Yanından geçerken eteğinin rüzgârı, yanan mumu söndürmez. Kuru kamışlar üzerinde yürüse ayağının sesi duyulmaz. Kendisinden sonra ümmeti enır-i ma’ruf ve nehy-i münker yaparak doğru yolu gösterirler. Ümmeti nemaz kılar, zekât verir. Sözlerinde dururlar.) buyurdu.

·        25 — Muâviye radıyallahü anh», Abdullah ibni Abbâsdan, «radıyal-lahü anhümâ» Kureyş isminin nereden geldiğini sordu. Cevâbında: Kureyş, denizlerde yaşayan büyük bir canavarın adıdır. Zaîf veya semiz her bulduğu hayvanı yer. Kendisi yenmez. Bütün hayvanlara gâlibdir, dedi. Muâviye «radıyallahü anh», Arab şâirlerinden bunu anlatan biri var mıdır? diye sordu. Abdullah ibni Abbâs: «radıyallahü anhümâ» Evet, vardır. Cemhîn’in şiirini okudum. Şiirin sonu da Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» zikriyle bitiyordu.

Kureyş denizde yaşar, çok büyük bir hayvandır.

Bunun için Kureyşe, Kureyş adı verilir.

Saldırır her balığa, zaîf semiz demez yer.

Kureyş bu balık gibi, hattâ daha güçlüdür.

Sür’atle saldırınca, her kabileyi yener.

Onlardan son zamanda, bir nebi çok kati eder.

·        26 — Mutraf bin Mâlik hikâye eder: Emir-iil mü’mînin Ömer «radı-yallahü anh» halîfe iken Tüster feth oldu. Mal ve ganimetler içinde bir sandık bulduk. İçinden bir kitâb çıkdı. Na’îm adında bir Hıristiyan bize yoldaş olmuşdu. Bu kitabı bana satın, dedi. Bu kitâbm İlâhî kitâblardan olup da satılması câiz olmaz düşüncesiyle sandığı satıp, kitâbı bağışladık.

Muâviye «radıyallahü anh» zamanında beyt-i mukaddesde idim. Na’-îme benzeyen bir atlı görüp çağırdım. Sen Na’im misin? diye sordum. Evet dedi. Hâlâ Hıristiyan mısın? diye sordum. Hayır, müslüman oldum, dedi. Berâber Şama gitdik. Ka’bül Ahbârı da alarak yine beyt-i mukaddese geldik. Yahûdi âlimleri Ka’b ve Na’îmin müslümân olduklarını duyup yanımıza geldiler. Ka’b o kitâbı onlardan birine verip, oku dedi. Ye-hûdi okudu. Kitâbm sonuna doğru kızıp, kitabı yere atdı.

Na’îm hiddetlenerek, bu kitâb çok eskidir, sonuna kadar okumazsanız sizi bırakmam dedi. Kitâbı yerden alıp birisine okutdu sonunda (Bir kimse İslâm dîninden başka bir din isterse kabul edilmez ve âhiretde hüsrana düşenlerden olur.) cümlesi yazılıydı. O gün yehûdi âlimlerinden kırkiki kişi müslimân oldu. Muâviye «radıyallahü anh» onlara hadiyyeler verdi.

·        27 — Hazret-i Ömerin oğlu Abdullah «radıyallahü anhümâ» rivâyet ediyor: Emîr-ül mü’minîn Ömer «radıyallahü anh» Kadsiyede bulunan Sa’d bin ebî Vakkâs’a bir mektûb yazarak hazret-i Muâviyenin oğlu Nad-la’yı «radıyallahü anhüm» Irakda Halvan’a göndermesini istedi. Sa’d, Nadla’yı Halvan’a. gönderdi. Nadla, Halvanda yağma edip çok esir ve ganimet aldı. İkindi nemâzı vaktinde bir dağın eteğine indi. Ezan okumağa başladı. Allahü ekber deyince dağdan (tekbîrin büyük olsun yâ Nadla!) diye bir ses geldi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah deyince (ihlâsı söyledin yâ Nadla!) diye bir ses işitildi. Eşhedü enne Muhammeden resûlullah deyince-(o kimseyi ve onun dînini bana İsâ aleyhisselâm müjdeledi, o dîn Onun ümmetinde kıyamete kadar bâkî kalır.) diye bir ses geldi. Hayyealessalâh deyince (Devamlı nemâz kılana ve câmie gidene müjdeler olsun.) diye ses geldi. Hayyealelfelâh deyince (Bu dâ’vete icabet eden felah bulur.) diye ses geldi. Allahü ekber deyince (îhlâsm hepsini temâmladm yâ Nadla!) diye ses geldi. Ezan bitince biz, (Allah sana rahmet etsin. Sen kim sin? Sesini duyuyoruz, kendini görmedik. Biz Allahın kulu Resulünün üm-

meti, Ömer ibnil Hattâbm cemaatıyız) dedik. Hemen dağ yarıldı. İçinden büyük başlı, saçlı, ak sakallı, üzerine yünden eski iki kaftan giymiş birisi çıkdı. Selâm verdi. Selâmını aldık. Ben Zerîb bin Yûşeliyim. İsa aley-hisselâm benim, kendisinin yere inip hınzırları kesip, putları kırıp, Hıristiyanların iftirasından kurtuluncaya kadar bu dağda yaşamam için düâ buyurdu. Hazret-i Muhammed «Sallallahü aleyhi ve sellem» ile görüşemedim. Hazret-i Ömere selâmımı söyleyin ve ona (yâ Ömer, doğrulukdan ayrılma, tatlı sözlü ol, kıyamet yaklaşmakdadır.) deyiniz. Birkaç söz daha söyleyip gayboldu. Nadla bu hâli sa’d bin Ebi Vakkâsa, o da emir ül mü’minine yazdı. Ömer «Radıyallahü anh» sa’da mektûb yazarak yanına rnuhâcirin ve ensârdan ne kadar bulursan al, o dağa gidip benim selâmımı söyle! Çünki, Resûlullah «Sallallahü aleyhi ve sellem» bana İsâ aleyhisselâmm vasilerinden bazısının o dağda yaşadıklarını söylemişdi. Sa’d rnuhâcirin ve ensârdan dört bin kişi ile o dağda kırk gün kalıp ezan okudular, dağdan hiç ses gelmedi.

·        28 — Ka’bül Ahbâr «Radıyallahü anh» rivâyet eder: Buhtunnasar beni İsrâili kati ve esir etdikden sonra bir korkulu rü’yâ gördü ve gördüğü rü’yâyı unutdu. Bütün kâhin ve sihrbâzları çağırıp rü’yâsmı ve tâbirini sordu. Bunlar, rü’yânızı söyleyin tâ’bîr edelim dediler. Buhtunnasar kızdı. Ben sizi böyle günler için saklıyorum, üç güne tadar rü’yâmı ve tâ’bîrini yapamazsanız hepinizi öldürürüm dedi. Bu haber halk arasında yayıldı. O zeman Danyal aleyhisselâm zindanda idi.

Danyal «aleyhisselâm» zindancıya, beni Buhtunnasar’a götürebilirsen rü’yâsmı ta’bîr ederim, dedi. Buhtunnasar’a söylendi, kabûl etdi. Danyal «aleyhisselâm» içeri girince, secde etmedi. Onların âdetine göre, Buh-tunnasarın huzûruna çıkan ona secde ederdi. Buhtunnasar, içeride olanlar dışarı çıksın dedi. Danyal «aleyhisselâm» a niçin secde etmedin? dedi. Danyal «aleyhisselâm,» benim Rabbim, başkasına secde etmemek şar-tiyle bana rü’yâ tâ’bîrini öğretmişdir, eğer sana secde edersem bu ilmi benden almasından korkarım, O zeman senin rü’yânı da ta’bîr edemiyece-ğimden beni öldürürsün. Secde etmemem, hem benim için, hem de senin için iyi olacağı düşüncesiyle secde etmedim. Bunun üzerine Buhtunnasar, Rabbinin ahdine vefâ etdiğin için sana i’timâd olunur. O halde benim gördüğüm rü’yâyı ve tâ’bîrini söyle, dedi.

Danyal «aleyhisselâm» da sen rü’yâda bir put gördün. Üst kısmı al-tundan, ortası gümüşden, uçları bakırdan, topukları demirden, ayakları saksıdan idi. Bu putun güzelliğine bakarken, gökden, o putun başına bir taş düşdü ve un gibi toz haline geldi. Altun, gümüş ve diğerleri birbirin-,den ayrılmıyacak şekilde karışdı. Bir rüzgâr esse, ortada hiç bir şey kal-mıyacakdı. Sonra gökden düşen taş yavaş yavaş büyüdü. O kadar büyüdü ki, yerde ve gökde taşdan başka bir şey göremedin. Buhtunnasar, doğru söyledin, şimdi de ta’bîr et dedi. Danyal «aleyhisselâm» da, gördüğün put, çeşitli ümmetlerdir. Altun, senin içinde bulunduğun ümmetdir. Gümüş, senden sonra, oğlunun hâkim olacağı ümmetdir. Bakır, Ramlardır. Demir, acemlerdir, saksı, Rumlara ve Acemlere padişah olan iki kadındır. Gökden inen taş, âhır zemanda Arablardan bir peygamberin getirdiği, bütün dinlerin hükümlerini yürürlükden kaldıran ve bütün dünyâya yayılan bir dindir, dedi.

·        29 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» rivayet etmişdir: Beni İsrail Buhtunnasar’ın zulmünden memleketlerini terk etdiler. Hazret-i Hârûn «aleyhisselâm» m evlâdlarından bir grubu, kitâblarmda, peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» Arabistanda, hurma ağaçlarının çok bulunduğu bir yerde bulunacağını okudular. Şamdan çıkıp Yemene kadar olan yerleri gezdiler. Okudukları vasflara uygun olarak Medineyi buldular. Orada yerleşip, Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem»in teşrifini beklediler. O grubdakiler peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve ^sellem» göremediler. Fekat oğullarına onu «sallallahü aleyhi ve sellem» görürseniz, îmân edip, itâ’at edin diye vasiyyet etdiler.

·        30 — Ka’b bin Lüey bin Gâlib peygamberimizden «sallallahü aleyhi ve sellem» beşyüz altmış sene önce yaşamışdır. Hutbelerinde, Tevrât ve İncilden resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vasflarmdan duyduklarını söyler ve överdi. Aşağıdaki beyt onun gürlerindendir.

Beyt:

İnsanlar gafletdeyken gelir yüce peygamber

Muhammeddir, doğrudur, ondadır doğru haber, «aleyhisselâm»

·        31 —- îbn-i Adî bin Rebî’anın adı Muhammed idi. O’na baban câhiliy-yet zemanmda; adını neden Muhammed koymuş diye sordular. O da, ben ayni şeyi babamdan sormuşdum.

Babam da: Bir gün dört arkadaş Şam’a giderken, bir kilisenin yanm-<da konaklamış, birbirimizle konuşuyorduk. Kilisenin sahibi dışarı çıkıp, siz, galiba bu civardan değilsiniz dedi. Biz de, evet biz Arabız dedik. 'Bunun üzerine, içinizden, yakında, peygamberlerin sonuncusu olan bir

— 33 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 3 peygamber çıkacakdır. Ona hizmet etmekle şereflenmeğe çalışın dedi. Biz de Onun adı nedir? dedik. Muhammed’dir dedi. Şam’dan dönünce Hak teâlâ dördümüze de birer oğul verdi, hepsine Muhammed ismini koyduk, diye anlatmışdı.

·        32 — Abdullah İbni Abbas «radıyallahü anhümâ» rivayet ediyor: Satîh-i Gassânî adında bir kâhin vardı. Başı ve elinden başka yerinde kemik ve sinir yokdu. Dilinden başka yeri hareket etmezdi. Vücudünü, ayağından boğazına kadar sarmışlardı. Hurma ağacından ve yapraklarından yapılmış bir sandık içine konmuşdu. Bir yere gitmek istese, o* sandık ile beraber götürülürdü.

Kureyş ulularından dört kişi hediyeler alarak Satîhi görmeye gitdi-ler. Hediyelerini gizleyip, kendilerini başka kabileden tanıtdılar. Satîh, siz dediğiniz kabileden değil, Kureyşdensiniz dedi. Gizledikleri hediyeleri de getirdiler. Sonra Satîh’e gelecekdeki hâdiselerden sordular, çok şeyler söyledikden sonra, Mekke’de Abd-i Menafdan bir yiğit çıkıp, halkı, doğru yola çağırır, putları kırar, Hak teâlânm bir olduğunu ve yalnız O’na tapılacağım söyler. O’nun halifeleri vardır. Halifeler ve bunlardan sonraki padişahlar hakkında uzun uzun haberler verdi. Tafsilâtı kitâb-larda vardır.

·        33 — Yemen Meliklerinden biri, korkulu bir rüyâ görüp çok korkdu.

Kâhinleri ve müneccimleri toplayıp, onlardan rü’yâsmı ve tâ’bir etmelerini istedi. Onlar da rüyanı söylersen tâ’bir ederiz dediler. Melik, rü’yâmı da söylerseniz, o zaman sizin tâ’birinize tam inanırım dedi. Kâhinler de, bunu ancak Satîh kâhin ve Şık kâhin yapabilir dediler. Melik onlara haber gönderdi. Önce Satîh kâhin gelip, Melikin rü’yâsmı anlatmağa başladı: Sen rü’yânde kül veya kömür gördün, bütün insanlar ondan yiyordu. Tâbiri şudur ki: Habeşliler sana gâlib gelecekler, dedi.

Melik -— Bu ne zaman olur?

Satîh — Altmış veya yetmiş yıl sonra.

Melik — Bu memleket, Habeşilerin elinde devamlı kalır mı?

Satîh — Hayır, Zilyezn’in kılıcı Habeşleri oradan sürecekdir

Melik -— Bu mülk, Zil Yezn’in oğullarında kalır mı?

Satîh — Hayır, bir peygamber çıkıp, o mülkü alacakdır.

Melik — O peygamber hangi kavmdendir?

Satîh — Gâlib bin Lüey’in oğullarmdandır. Din, O peygamberle sor bulur.

Melik — Dünyanın sonu gelir mi?

Satîh — Evet, bir gün insanlar bir yerde toplanır, işlerine göre cezâ-ları verilir.

Satîh’in sözleri bitince, Şık kâhin geldi. Satîh’in söylediklerini aynen tekrar etdi. Bunun üzerine Melik, ailesini ve yakınlarını Irak’a gönderdi. Bir mektub yazarak bunları Acem Melikine ısmarladı. Acem Melikleri de bu Melikin çocuklarını Hîre denilen yerde ikâmet etdirdiler.

·        34 — Abdûlmuttalib anlatıyor: Yatağımda uyuyordum. Bir rüyâ. gördüm, çok korkdum. Kureyşin kâhinine geldim. Kâhin hâlimdeki değişikliği anlıyarak, efendimizin başından bir hâdise mi geçdi diye sordu. Ben de, dün gece rü’yamda yerden bir ağaç çıkıp ucu göke erişdi. Budakları şarka garba ulaşdı.

Bütün insanların ona boyun eğdiğini gördüm, dedim. Kâhin, o ağaç senin oğlundur dedi. Torunu Hazreti Muhammed « Sallallahü aleyhi ve sellem » dünyayı teşrif edince rü’yâsmı her yerde anlatırdı. Yemin ederek, o ağaç Muhammed-ül Emindir, derdi. Niçin imân etmiyorsun? diye sorulduğunda ayblanmakdan ve kötülenmekden korkuyorum derdi.

·        35 — Abdûlmuttalib Yemene gitmişdi. Yehûdî âlimlerinden biri hangi kavmdensin? dedi. Abdûlmuttalib Kureyşden olduğunu söyledi. Yehûdî, hangi kabiledensin? diye sordu. O da Hâşjimoğullarındanım dedi. Senin iki â’zâna bakmağa müsâ’ade eder misin ? dedi. Abdûlmuttalib de edeb yeri hâricinde müsâ’ade etdi. Yehûdî( Abdûlmıîttalib’in burnuna ve iki eline bakdı. Elinde padişahlık, burnunda peygamberlik alâmeti gördü. Sonra Abdûlmuttalibe, evli misin? dedi. Abdûlmuttalib, hayır dedi. Öyleyse Benî Zühre Kabilesinden bir kız al, dedi. Abdûlmuttalib de Yemenden dönünce Benî Zühre’den Veheb’in kızı Hâle’yi nikâh etdi.

·        36 — Hârice binti Abdullah bin ka’b bin Mâlik babasından rivayet ediyor Mekkeye ömre yapmak için birkaç ihtiyar ile giderken, bir yehûdi tüccarı da bize katıldı. Mekkeye vardığımızda yehûdi, Abdûlmuttalibi görünce; Bu kişinin neslinden bir Peygamber gelecekdir. O ve onun kavmi, bizi, Âd kavmini öldürdükleri gibi öldüreceklerdir. Bunu biz, değişikliğe uğramamış kitablarımızda okuduk, dedi.

·        37 — Bütün insanlar, Âdem « aleyhisselâm » m sulbünde zerreler ha linde, toplu olarak bulunuyordu. Hazret-i Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem » âid olan zerre de orada olduğu için Hazret-i Âdem « aleyhisselâm. » m mübarek yüzünde daima bir nûr parlardı. Bu nûr, Havvâya sonra Şît « aleyhisselâm » a geçdi. Böylece temiz, imanlı erkek ve kadmlar-dan geçerek, Abdullah’a uiaşdı. Abdullah, alnındaki nûr sebebiyle o kadar güzeldi ki, bütün Kureyş kadınları, onunla evlenmek isterlerdi. Ancak, o seâdet, ileride söyliyeceğimiz gibi, Abdi Menafin oğlu Vehebin kızı Âmmeye nasib oldu.

·        38 — Şamda, Yehûdi âlimlerinden birinin yanında, beyaz yünlü ku-maşdan bir cübbe vardı. Bu cübbeye Yahya « aleyhisselâm » m kanı bulaşmış idi. Cübbedeki kan damlayarak, hiç kalmadığı zeman, Abdullahm doğacağını eski kitâblarmdan okumuşlardı. Birgün, kanın akıp, cübbenin bembeyaz olduğunu gördüler. Bir zeman sonra, Kureyşlilerden bir grub Şama ticaret için gelmişlerdi. Yehûdiler, Kureyşlilere, Abdulmuttalibin oğlu Abdullahı sordular. Yüzünün ve ahlâkının güzel olduğunu ve alnında daima bir nûr parladığını söylediler. Yehûdi âlimleri de, o nûr Ab-dullahm değil, oğlu Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » nûrudur. dediler.

·        39 — Yehûdiler, Abdullahm doğduğunu iyice öğrendikden sonra Mek-keye yetmiş kişi göndererek onu öldürmeğe karar verdiler. Gece yürüyüp, gündüz saklanarak Mekkeye vardılar. Abdulah, bir vâdide avlanırken etrafını sardılar. Abdi Menaf’m oğlu Veheb bu işi haber aldı. Yanma birkaç kişi alarak, Abdullahı kurtarmak için vâdiye geldi. Gökden insanlara benzemiyen bir grubun inip, Yehûdileri oradan çıkarmak için çok uğraşdıklarını gördü. Hemen evine gidip, kızını Abdullah’a vermek istediğini, hanımını Abdûlmuttalibe göndererek bildirdi. Abdûlmuttalib de memnûniyetle kabul etdi. Çünki Âmine Kureyşin en güzel ve en namuslu kızı idi. Böylece Abdullah ile Âminenin nikâhları yapılıp evlendiler.

·        40 — Abdullahm alnındaki nûr, Âmine ile evlendikden bir müddet sonra yine parlıyordu. Böylece Abdullahm güzelliği her tarafa yayılmışdı. gam hükümdârmm Fâtıma adlı güzel bir kızı vardı. Abdullah ile evlenmek için, çok süslenip, hizmetçileriyle beraber Mekkeye geldi. Birkaç gün sonra, Abdullahı, alnındaki nûrla beraber gördü. Hayâ perdesini yırtarak nikâh taleb etdi. Abdullah da babama söyliyeyim izn verirse evleniriz dedi. Fâtıma da, çok iyi olur dedi. Abdullahm alnındaki nûr, o gece Âmi-nenin alnına nakl edildi. Sabahleyin Abdullah, Fâtımanm nikâh isteğini babasına söyledi. Babası izn verdi. Abdullah, Fâtımanm yanma gelip babasının izn verdiğini söyledi. Fekat, Fâtıma, Abdullahm alnındaki nûru göremeyince, bir ah çekerek. Alnındaki nûru başkaları almış, artık ikimizin arasında bir muhabbet düşüncesi kalmadı, diyerek üzüntülü bir halde geri döndü.

·        41 — Abdullah ibni Abbâs «radıyallahü anhümâ» rivâyet etmişdir: Abdûlmuttalib, Abdullahı evlendirmek için gezerken, tesâdüfen Fâtıma-i Has’amiyye adında bir kâhineye rastladılar. Kâhine, Abdullahın alnındaki nûru görünce, sana yüz deve vereyim, benimle hemen birleşir misin? dedi. Abdullah da, nikâhsız istiyorsan olmaz, nikâhlı istiyorsan düşüneyim dedi. Oradan ayrıldılar. Âmine ile evlenmek nasib oldu. Bir zeman sonra Abdullah, kâhineye uğradı. Kâhine, ey yiğit, buradan ayrıldıkdan sonra ne yapdm? dedi. Abdullah da Vereb’in kızı Âmine ile evlendim dedi. Kâhine, ben fâhişe kadın değilim. Alnındaki nûrun bana geçmesini istemişdim. Fekat Hak teâlâ başkasına nasib etmiş, dedi.

·        42 — Hazreti Muhammet'in « sallallahü aleyhi ve sellem » ana rahmine düşdüğü andan itibaren, yeryüzündeki bütün putlar başaşağı düş-düler. Bütün şeytanlar, işlerini yapamaz oldular. Melekler, iblisin tahtını parçalayıp denize atdılar ve kırk gün eziyyet etdiler. Sonunda kaçıp Ebû Kubeys dağının üzerine çıkdı. Şiddetli bir feryâd etdi. İblisin bu feryâdım duyan bütün ordusu etrafına toplandı. İblis onlara : Vay sizin halinize, Muhammed’in doğuşu yaklaşdı, bundan sonra Lât ve Uzzâya tapmak bâtıl olup tevhid nûru her tarafa yayılacakdır dedi.

Kâhinler söyleyemez oldular. Sihrler tesir etmedi. O gece gökden « Son peygamberin çeşitli iyilik ve ihsanlarla» gelme zemanı yakiaşdı » i diye bir ses işitildi. Âmine dokuz ay müddetle hiç bir ağrı acı görmedi.

·        43 — Peygamberimizin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğumundan elli beş gün evvel olan Fil vak’ası şöyle cereyan etmişdir :

Habeşistan kralı Necâşi’nin Yemende Ebrehe adında bir valisi vardı. Ebrehe, Yemende bir kilise yapdırıp adım Kuleys koydu. Necâşi’ye mek-tub yazarak bu kilisenin arabiar için hac yeri olmasını, kimseyi kâ’beye göndermiyeceğini yazdı. Bu söz arabiar arasında yayıldı. Arablardan birisi o kilisede kazâyı hâcet yapdı. Başka bir cemâ’at da ateş yakmışlardı, rüzgâr ile bir kıvılcım kilisenin tahtadan yapılmış kısmını temâmen yakdı. Bunun üzerine Ebrehe kızıp Kâ’beyi yıkmak üzere habeş askerleri ile yola çıkdı. Ebrehcnin bir fili vardı ( 10 veya 1000 fili vardı diyenler de vardır.) Mekkeye yaklaşdılar. Abdûlmuttalib Tihâmenin [Mekke] mallarının üçde birini vereyim geri dönün dedi. Ebrehe kabul etmedi. Fil önlerinde olmak üzere Mekkeye geldiler. Fili, kâ’be tarafına sürünce, çöküp gitmiyordu, başka taraflara doğru sürünce koşuyordu. Sonunda vazgeçip bir yerde konakladılar. Etrafa adamlar göndererek Abdülmuttalibin ikiyüz devesini tutdular. Abdûlmuttalib, bu develeri istemek için Ebrehenin ya-nıııa gitdi. Ebrehe, Abdülmuctalibin heybetine kapılıp ayağa kalkıp, onu karşıladı, baş köşeye oturdu ve ne istiyorsunuz ! dedi. Abdülmuttalib :

Senin adamların develerimi almışlar, emr ver de onları geri versinler dedi. Ebrehe, ben buraya Kâ’beyi yıkmak için geldim. Ondan hiç bahs etmiyorsun da develerden bahs ediyorsun deyince, develer benimdir, onun için isterim, Kâbe’nin sahibi vardır, O o’nu muhâfaza eder, dedi.

Abdülmuttalibin develerini verdiler. Sonra Abdülmuttalib Kâ’beye gelip kapısından tutarak, münâcâta başladı. O sırada gökyüzünde, şimdiye kadar görmediği değişik kuşlar gördü. Kuşların gagalarında mercimek-den büyük, nohuddan küçük taşlar vardı. Her taşın üzerinde bir kâfir ismi yazılı idi. Taş, kâfirin başına düşünce altından çıkardı ve kâfiri öldürürdü. Kâfir atlı ise, atı da beraber öldürürdü. Kâfirler kaçdılar, kuşlar onları ta’kib edip, Ebreheyi de çok acı bir şekilde öldürdüler. Ebrehenin veziri kaçıp, Necâşi’nin yanma geldi ve olanları birer birer anlatdı. Necâşi, bunlar nasıl kuşlar ki, seçme askerlerin hepsini öldürdü dedi. Vezir o sırada başının üzerinde o kuşlardan birinin döndüğünü görüp, Necâşiye gösterdi. O kuş vezire bir taş atdı. Vezir, Necâşi’nin gözü önünde ö'dü. Bu olay Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » dünyâya teşriflerinin yakın olduğunu müjdeliyordu. İbn-i Abbâs « radıyallahü anh » Ümm-i Hâninin evinde bu taşlardan olduğunu ve oynadıklarını rivayet et-mişdir. Hazret-i Muhammed ile Hazret-i îsâ « aleyhisselâm » arası altı yüz yirmi yıldır. îsâ ile Dâvud « aleyhisselâm » arası bin iki yüz yıl, Dâ-vûd ile Mûsâ « aleyhisselâm » arası beşyüz yıldır. Hazret-i İbrahim ile Mûsâ « aleyhisselâm » arası yedi yüz yetmiş yıldır. İbrâhim ile Nûh’un « aleyhisselâm » arası bin dört yüz yirmi yıldır. Tûfan’dan hazret-i Âdeme « aleyhisselâm » iki bin iki yüz kırk yıl geçmişdir. Hepsi altı bin yedi yüz yıl olur. [ Dünyânın ömrünü eski astronomlar, gezegenlerin adedince bin sene, ya’nî yedi bin sene demişlerdir. Çünki, o zeman yedi gezegen biliniyordu. Tarihlerin çoğunda ve ba’zı din kitâblarında yazılan yedi bin sene buradan gelmekdedir. Ba’zıları burç adedince on bin sene, bir kısmı meridyen dairesi adedince üç yüz altmış bin sene olarak hesablamışlardır. Bunların hepsi de zan ve faraziyye hâlindedir. îdrîs «aleyhisseâm» bir peygamber olduğumuz halde dünyânın ömrünü bilmedik buyurmuşdur. Bugün fen adamları dünyânın ömrünü bir milyar beş yüz milyon sene olarak hesablamakdadırar.]

İKİNCİ BÖLÜM

Bu bölümde peygamberimizin « sallallahii aleyhi ve sellem » doğumundan peygamberliğini ilân edinceye kadar görülen peygamberlik alâmetleri anlatılacakdır. Bu bölümde kırk alâmet vardır.

Peygamberimizin « sallallahii aleyhi ve sellem » annesi Âmine hatun hikâye etmişdir :

Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğumu zema-mnda, evimde yalnız idim. Abdiilmuttalib tevâfda idi. Abdullah önceden vefât etmişdi. Evin damından büyük bir şey indi, korkdum. Bir ak kuşun kanadlarıyla beni sıvazladığını hissetdim, korkum gitdi. Süt gibi bir şerbet verdiler, içdim. Etrafımda Abd-i Menâfin kızları gibi, güzel yüzlü, uzun boylu kızlar gördüm. Gökden yere kadar uzanan beyaz bir örtü gördüm. Gagalan zümrütden, kanadları yâkutdan kuşlar gördüm. Beyaz perdeyi kaldırdılar. Yer yüzünü ve biri Şarkda, biri Garbda, biri de Kâ’be-nin damında üç sancak gördüm, etrafımda çok kadınlar oturdular. Mu-hammed « aleyhisselâm » dünyâya gelince hemen secde etdi, parmağını ■semâya kaldırdı. Sonra bir bulut indi. Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem» kaldırıp götürdü.

Birisinin ( Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem » her tarafı do-laşdırın ki bütün mahlûkat onu ismiyle sıfatıyla, sûretiyle tanısın) diye nidâ etdiğini duydum. Bir anda o bulut geri geldi. Muhammedi « sallallahü aleyhi ve şellem » sütten beyaz ipekden yumuşak bir yünlüye sarmışlardı. Sonra daha büyük bir bulut geldi, içinde at kişnemeleri işitiliyordu. Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » bütün insanlara, cinlere ve hayvanlara gösterdiler ve ona Âdemin safvetini, Nûhun rikkatini, îbrâ-himin hulletini, İsmailin lisânmı, Yûsüfün güzelliğini, Ya’kubun beşaretini, Eyyûbün sabrını, Yahyanın zühdünü, İsâ’nm keremini «aleyhimüs-salâtü vesselam» verdiler. Bir anda o bulut da açıldı.

·        45 — Osman bin Ebî Âs « radıyalahü anh » annesinden rivâyet ediyor. Ben Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » in doğumu zemanmda Âmmenin evinde idim. O gece ne tarafa baksam gün gibi aydınlık idi. Yıldızlara bakdıkça bana yaklaşdıklarını hattâ üzerime düşeceklerini sanardım.

·        46 — Abdülmuttalibin kızı Safiyye diyor ki : Hazret-i Muhammedin?. «sallallahü aleyhi ve sellem» doğumunda Âminenin ebesi idim. Muham-medin « sallallahü aleyhi ve sellem » nûru, lambanın ışığından fazla idi. O gece altı alâmet gördüm. Birincisi, doğar doğmaz secde etdi. İkincisi, başını kaldırıp, fasih, lisan ile, Lâ ilâhe illallah innî resûlullah dedi. Üçüncüsü, onun nûru ile, ev çok ışıklandı. Dördüncüsü, doğduktan sonra yıkamak istediğimde, zahmet etme biz onu yıkadık diye bir ses işitdim. Beşincisi, sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş idi. Altmcısı, kundağa sararken, iki küreği arasında, mühr-ü nübüvveti gördüm. Üzerinde Lâ ilâhe illallah yazılı idi.

·        47 — Abdülmuttalib diyor ki : Muhammedin « sallallahü aleyhi ve? sellem » doğduğu gece kâ’beyi tavâf ediyordum. Gece yarısını geçince, kâ’be, Mekâm-ı İbrahime doğru secde ediyordu ve Allahü ekber Allahü ekber diye tekbir sesleri ile, beni müşriklerin pisliklerinden câhiliyyet ze-manınnı kötülüklerinden temizlediler, diye sesler geliyordu. Bütün putlar yere düşdü. En büyükleri olan Hubel yüzü üzerine bir taşın üzerine düş-müşdü. Birisinin Âmine, Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » doğurdu, dediğini işitdim. Safa tepesine çıkdım. Bir gürültü vardı Sanki bütün kuşlar ve hayvanlar Mekkeye toplanmışlardı. Sonra Âminenin evine gitdim. Kapı kilitli idi. Kapıyı çalıp, açın ! dedim. İçeriden Âmine, Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » doğdu dedi. Getir göreyim dedim. İzn yok, birisi geldi, çocuğu üç güne kadar kimseye gösterme, dedi. İçeri zorla girmek için kılıç çekdim, karşıma elinde kılıç, yüzü maskeli biri çıkdı, Ey Abdülmuttalib geri dön, çünki oğlunu melekler ziyâret ediyorlar, dedi. Titremeğe başladım, Bu hali üç gün kimseye anlatamadım,, dilim tutulmuşdu.

·        48 — Mücâhid « radiyallahü anh » diyor ki : İbn-i Abbâs « radıyal-lahü anhümâ » dan, Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » in emzirilme hususunda kuşların ve canavarların münakaşa edip etmediklerini sordum. İnsanlardan başka bütün hayvanlar münâkaşa etdiler diye cevap verdi. Çünki, Muhammed « sallalahü aleyhi ve sellem » doğunca, Ey canlılar ! Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » doğdu. Onu emzirecek birisi lâzımdır ! diye bir ses işitildi. Bunun üzerine bütün mahlûkat emzirme hususunda münakaşaya başladılar. Sonra, Ey mahlûklar münakaşayı kesin, onu «sallallahü aleyhi ve sellem» insanlar emzirecekdir denildi. Üç gün sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hazret-i Muhammedi. « sallallahü aleyhi ve sellem » dört ay kadar emzirdi. Dört aydan sonra Halime hatun emzirmeğe başladı.

·        49 — Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğduğu gece Kisrânın sarayı sallandı, ondört penceresi yıkıldı. Bin yıldan beri devamlı yanan Fârisin ateşi söndü. Sâvenin denizi kurudu. Ateşe tapanların en âlimi olan Mü’bedân rii’yâsmda kendinden geçmiş develerin, önlerine katdığı atları öldürerek Dicleyi geçip memleketlerine dağıldıklarını gördü. Kisrâ sarayının sallanmasından çok korkmuş, kimseye bildirmemek istemişdi. Fekat sabredemeyip, sabahleyin tahtına oturduğunda etrafındakilere anlatdı. O sırada, Fârisin ateşinin söndüğünü bildiren bir mektûb geldi. Kisrâ daha çok üzüldü. Sonra Mü’bedân rüyasını anlatdı. Kisrâ, Mü’bedân’dan bu nd hâldir? diye sordu. Mü’bedân da Arabdan zahir olan bir işdir dedi. Kisrâ, Nu’mâna bir mektûb yazarak, iyi bir âlim göndermesini istedi. Nû’mân da Abd-ül Mesîh-i Gassâniyi gönderdi Kisrâ, vukû’ bulan olayları Abd-ül Mesîhden sordu. O da bunu ancak dayım Kâhin Satîh bilir dedi. Kisrâ, git, ona sor dedi. Abd-ül Mesih Şama gidip-Satîhi ölüm hastalığında buldu. Selâm verdi. Almadı. Şiir söylemeğe başladı. O zenaan gözlerini açıp, Ey Abd-ül Mesih ’ Seni Kisrâ, gönderdi. Sarayının sallanmasından, pencerelerinin yıkılmasından, Mü’bedânm rü’yâ-sından ve Sâve denizinin yere geçdiğinden soruyor. Bütün bunlar âhır ze-man peygamberinin çıkacağına, bu memleketi alacağına alâmetdir. Yıkılan pencereler adedince Kisrâ gelecek, ondan sonra bu devlet yıkılacak-dır. Abd-ül Mesih bu haberi Kisrâya götürdü.. Bu on dört Kisrâ’dan on dürtesi dört yıl içinde dört danesi de Hazret-i Osman «radıyallahü anh» zemanma kadar saltanat sürdüler.

Bir rivâyetde Kisrâ çok para sarfederek Dicle kenarında yüksek bir köşk yapdırımşdı. Bir sabah köşkünü sel götürdü ve sarayı yarıldı. Sarayındaki sihrbazları, kâhinleri, müneccimler topladı. Bunlar üç yüz altmış kişi idiler, içlerinde Arab olan Sâib adlı biri en meşkûrları idi. Kisrâ, bunlara, köşkünün yıkılmasının sebebini bulmalarını emretdi. Her biri bir tarafa dağıldılar. Sâib karanlık bir gecede yüksek bir tepe üzerine çıkdı. Etrâfına bakarken, Hicazdan bir ışığın çıkıp Şarka doğru gitdiğmi gördü. Sabah olunca ayağının altının yeşillik olduğunu gördü. Kendi kendine Hicazdan bir padişah çıkıp her tarafı alacağını ve dünyâda refâhm ucuzluğun olacağı kanaatine vardı. Bütün sihirbaz, kâhin ve müneccimler bir yere toplanınca, bir peygamberin zuhûr edeceği ve Kisrânın mülkünü alacağı kanaatine ittifakla vardılar. Fekat bunu Kisrâya söylemekden çe-'kindiler. Kisrâya, bu köşkün yapılma zamanı yanlış tâyin edilmiş, biz bir zeman tâyin edelim dediler. Bir zemaıı seçdiler. Köşk yapıldı Kisrâ. bütün devlet erkânı ile gelip oturdular. Dicle nehri taşıp binayı yıkdı. Kisrâyı yarı ölü olarak çıkardılar. Kisrâ kızıp, kâhinlerin çoğunu öldürt-dü. Geriye kalanlar, biz yine yanılmışız, tekrar bir zeman tayin edelim -dediler. Tekrar köşk yapıldı. Kisrâ korka korka köşke geldi. Bina ayağının altından kaydı. Yine Kisrâyı yarı ölü olarak sudan çıkardılar.

Kisrâ, kâhinleri ölümle tehdid etdi. O zeman kâhinler, bu alâmetler, ■bir peygamberin çıkacağını ve senin mülkünü elinden alacağım gösteriyor dediler. Kisrâ da artık Dicle kenarına bina yapdırmakdan vaz geçdi.

·        50 — Mekkede bir yehûdi, peygamberimizin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğduğu gece, Kureyşlilerden bir topluluğun yanma gelip, lün gece sizden bir oğlan dünyâya geldi mi? dedi. Kureyşliler, bilmiyoruz, dediler. îyi biliyorum ki, dün gece bu ümmetin peygamberi doğdu. Sizden değilse Filistinden olabilir. Onun ki küreği arasında ince kıllar olacakdır. Cinlerin kötü olanlarından biri parmağıyla mâni’ olduğu için iki gün süt îçmeyecekdir. Kureyşliler evlerine dağıldılar. Hazreti Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » doğduğunu öğrendiler. Yehûdiye haber verdiler. Yehûdi nübüvvet mührünü görünce bayılıp düşdü. Ayılınca yemin ederek peygamberlik benî îsrailden gitdi dedi. Sonra Kureyşlilere dönerek siz seviniyorsunuz, fekat bu size gâlib gelecekdir. Bu haber bütün dünyâya yayılacakdır, dedi.

·        51 — Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » riit annesi olan Halime hâtûn hikâye etmişdir : Kabilemizdeki birkaç kadınla, süt anneliği yapmak için Mekkeye geldik. Kocam yanımda idi. Bir zaîf .merkebimiz ve sütden kesilmiş bir devemiz vardı. Benim de çok sütüm yok idi. Oğlum Damra doymadığından geceleri ağlar, beni uyutmazdı. Mek-kede bana Resûlullahı « sallallahü aleyhi ve sellem » arz etdiler. Babasının olmadığını duyunca alrnak istemedim. Benimle beraber gelen bütün kadınlar birer çocuk buldular. Artık emzirilecek çocuk kalmamışdı. Kabileme eli boş gitmeye utandım. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » kabul etdim. Âmme hâtûn dedi ki : Üç gece evvel bana bir ikimse gelip, oğlunun süt annesini Benî Se’ad kabilesinden ve Züveyb oğullarından tut dedi. Ben de Benî Se’adden olduğumu, babamın Züveyb oğullarından olduğunu söyledim. Âmine hâtûn elimden tutup evine götürdü. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » bir beyaz yünlüye sarılmış, yeşil bir ipek üzerinde uyuyor gördüm. Yüzünden seâdet .nârları saçılıyor, misk kokusu odayı dolduruyordu. Yanma yaklaşınca mübarek gözlerini açdı. İki gözünden semâya kadar çıkan nûrları gördüm ve hemen yüzünü örterek bunu Âmine hatundan sakladım. Sağ mememi verdim. Emdi. Sol mememden emmedi.

İbn-i Abbâs «radıyallahü anhümâ» buyuruyor ki: O zeman da Hak teâlâ adi ile ilhâm ederek sol memeyi süt kardeşine bırakmışdır. Her zaman, önce sağ taraftan Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sel-'lem » sonra sol tarafdan oğlum Damra emer idi.

·        52 — Halime hâtûn diyor ki: Sütüm çok fazlalaşdı. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » ve oğlum Damrayı emzirdikden sonra sütüm hiç azalmazdı. Hiç süt vermeyen devemiz süt vermeye başladı. Bütün kaplarımız sütle dolardı. Kocam, Hak teâlânm verdiği bereket sebebiyle çok sevinirdi.

·        53 — Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » ile Mekkede üç gece kaldık. Üçüncü gece, yeşil elbiseler giymiş nûr yüzlü birisinin, Hazret-i Muhammedin « sallallahü a-leyhi ev sellem » yastığında oturup yüzünü öpdüğünü gördüm. Kocama da gösterdim. Kocam da, bunu iyi sakla, süt anneliği yapmaya gelenlerden bizden seâdetlisi yokdur, dedi.

·        54 — Yine Halime hâtûn anlatıyor: Mekkeden evimize dönerken, merkebe binip Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » önüme aldım. Merkeb, Kâ’beye doğru secde etdi. Yolda bütün merkebleri geçdi. Arkadaşlarım bana, Ey Halime bu merkeb, gelirken zorla yürüyen merkeb değil mi? diyorlardı. Ben de Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » göstererek, bu oğulcuğumun bereketidir, dedim.

·        55 — Yine Halime hâtûn diyor ki: Konakladığım her yer yeşillik olur, güzelleşirdi. Bütün boyunlarımızın memeleri süt ile dolardı. Kabilenin ferdleri, çobanlarına kızıp, niçin Züveyb oğullarının koyunları semiz ve sütlü oluyor da bizimkiler zaîf ve sütsüz oluyor. Siz de onların boyunlarının otladığı yerlerde otlatın, derlerdi.

·        56 — Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» konuşma zemanı gelince, önce Allahü ekber, Allahü ekber velhamdülillahi rabbilâlemin, dedi. Rivayetlere göre, iki aylık iken emeklemişler, üç aylık iken ayakda durmuşlar, dört aylık iken divana tutunup yürümüşler, beş aylık iken yalnız başına yürümüşler, altı aylık iken çabuk çabuk yürümüşler, yedi aylık iken her tarafa koşmuşlar, sekiz aylık iken konuşdukları anlaşılmış, dokuz aylık iken fasih ^konuşmuşlar, on aylık olunca ok atarlarmış.

·        57 — Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammedi sallallahü aleyhi ve sellem » emzirdiğim zeman hizmetinden çok razı idim. Asla hiç bir şeyi kirletmezdi. Gündüz ve gece birer defa tebevvül eder, o vaktin dışında tertemiz olurdu.

·        58 — Halime hâtûn hikâye etmişdir: Mekkeden çıkıp bir su kenarında konaklamışdık. Hüzeyl kabilesinden bir ihtiyar orada idi. Arkadaşlarım bana, Âmine hatunun Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » hakkında söylediklerini bu pirden sor dediler. Ben de, bu çocuğun annesi doğum zemanmda kendisinden zâhir olan bir nûr ile her tarafı aydınlık gördüğünü söylemişdi, dedim. İhtiyar, ey Hüzeyl kabilesi ! bu çocuğu öldürün. Çünki bütün dünyâya hâkim olacakdır. Gökden inecek haberi bekliyor, dedi.

·        59 ■— Yine Halime hâtûn anlatıyor : Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » iki yaşma geldi. Annesine teslim etmek üzere Mek-keye gitdim. Onunla « sallallahü aleyhi ve sellem » hâsıl olan bereketin gitmesini de hiç istemiyordum. Âmine hatuna, bu çecukdan bereketli kimse görmedim. Mekkenin havası da sıcakdır. Veba da olabilir, biraz daha yanımızda kalmasına müsaade eder misiniz dedim. O da müsaade etdi, bir yıl daha yanımızda kaldı.

Bir gün Habeş Hıristiyanlarının bulunduğu bir yere yolum düşdü. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » gördüler. İşlerini bırakıp ona bakdılar. Nübüvvet mührünü gördüler. Bu oğlunun göz ağrısından hiç şikâyeti var mı? dediler. Hayır dedim. Gözlerindeki kırmızılık hiç gaybolur mu? dediler. Hayır dedim. Ne kadar mal istersen verelim bu çocuğu bize ver, memleketimize götürelim, bunun şanı büyük olacak-dır, kitâblarımıza göre son peygamberin doğum yeri Harem olacakdır,. dediler. O gece onlardan çok korkmuşdum. Gözüme uyku girmemişdi.

·        60 —- Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammed << sallallahü aleyhi ve sellem » üç yaşına yaklaşınca, kardeşiyle beraber koyun otlatmağa giderdi. Eline bir sopa alır, neş’eli gider şen dönerdi. Birgün hava çok sıcakdı. Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » çok düşündüm. O sırada kızım Şeymâ geldi. Anneciğim hiç üzülme Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » gördüm. Üzerinde bir bulut onu gölgelendiriyordu, ne tarafa gitse bulut da beraber gidiyordu, dedi.

·        61 — Yine Halime hâtûn anlatıyor : Hazreti Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » kardeşleri ile oynamağa gitmişdi. Öğle vakti Damra gelip, anneciğim gel Kureyşî kardeşime bak, baygın yatıyor, dedi Ne oldu? dedim. Beraber oynarken bir kişi gelip Muhammed’i « sallallahü aleyhi ve sellem » aldı. Dağ başına götürdü. Hazret-i Muhammen « sallallahü aleyhi ve sellem » yüzü kızarmış, gözleri göğe bakar vaziyetde oturuyordu. Hemen alnından ve gözlerinden öpdüm. Sana ne oldu? dedim, Hazreti Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » anlatmağa başladı : ( Kardeşimle oynarken birinin elinde bir gümüş ibrik, diğerinin elinde içi kar ile dolu bir zümrüd leğen bulunan iki kişi beni alıp bu dağ başına getirdiler. Birisi beni güler yüzle okşayarak göğsümü göbeğime kadar yardı. Bakdığım halde hiç acı duymadım. Elini içeri sokup yüreğimi dışarı çıkarıp yardı. İçinden bir parça pıhtılaşmış kara kan çıkarıp atdı. Bu senin vücûdunda şeytanî bir parça idi. Hak teâlâ’nm emriyle onun şerrinden emin olman için çıkardık, dedi.

Yine ben bakarken yüreğimi yerine koydu. Nûrdan bir yüzükle mühr vurdu. O mührün soğukluğunu hâlâ bütün damarlarımda ve mafsallarımda hissederim. Üçüncü bir şahs geldi. Evvelki iki kişiye, siz kenara çekilin, deyip elini yaranın üzerine koydu. Yara gayboldu. İki kişiden birine, Hazret-i Muhammed’i « sallallahü aleyhi ve sellem » ümmetinden on kişi ile tart dedi. Tartdı, ben ağır geldim. Yüz kişiyle tart, dedi, yine ağır geldim. Bin kişiyle tart dedi, yine ağır geldim. Tartmayı bırakın, bütün ümmetiyle tartılsa yine gâlib gelecekdir, dedi. Başımdan ve alnımdan öpüp uçtular, gökde bir yerden içeri girdiler. İsterseniz girdikleri yeri göstereyim ) dedi.

·        62 — Yine Halime hâtûn anlatıyor: Hazret-i Muhammed’e « sallallahü aleyhi ve sellem » görülen halleri herkese anlatıyordum. Onlar da, bu çocuğu bir kâhine götür, belki cinlerin tesirinde kalmışdır, dedner. Ben de bir kâhine götürdüm. Durumu anlatdım. Kâhin hemen yerinden kalkıp, Ey insanlar! Bu çocuğu öldürünüz, çünki yakında sizi, atalarınızdan duymadığınız ve tasavvur edemiyeceğiniz bir dîne çağıracakdır, dedi Bu sözleri işitince, çocuğumu elinden çekerek, Hazret-i Muhammed’i « sal-lalahü aleyhi ve sellem » değil, seni öldürmek lâzımdır. Böyle şeyler söy-liyeceğini bilsem, hiç gelmezdim, dedim.

·        63 — Yine Halime hatun anlatıyor : Artık Muhammedin « aleyhis-selâm » hayatından korkuyordum. Bir an evvel Mekkeye gidip emaneti teslim etmek istiyordum. Merkebe binip Mekkeye gitdik. Orada bulunan bir cemâ’ate Muhammed’i «sallallahü aleyhi ve sellem» bırakdım. Ba’zı mühim işlerimi yapmak için ayrıldım. Biraz sonra kulağıma korkulu bir ses geldi. Hemen geri döndüm, fekat Muhammed’i « sallallahü aleyhi ve sellem » orada bulamadım. Cemâ’ate sordum. Hiç kimse bilemedi. Ağlayıp,, feryad ediyordum. Orada bulunan za’îf bir ihtiyar bana oğlunu bulacak birini göstereyim mi dedi. Evet söyle dedim. Karşıdaki büyük put Hubel-dir dedi. Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » doğunca bütün putların yıkıldığını bilmiyor musun dedim. İhtiyar, sen deli mi oldun, ben senin yerine tazarru edeyim oğlun bulunur dedi. Hubelin yanma gitdi, tavaf etdi, başını öpdü ve bu hanımın Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » adlı oğlu gaybolmuşdur dedi. İhtiyarın Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » demesiyle bütün putlar başaşağı yere yıkıldı. Putlar, bizim helakimiz ancak Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » elindedir, dediler. İhtiyar titreyerek ve ağlayarak geri döndü. Ey hanım, senin oğlunun sâhibi vardır, onu gaybetmez, hiç üzülme dedi. Hemen Ab-dülmuttalibe gidip, durumu anlatdım. Kureyşin hilesidir diye düşündü Adamlarını çağırtıp her birini bir tarafa Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » aramak için gönderdi. Hiç birisi bulamadı. Abdülmuttalib yalnız başına kâ’beye gelip yedi kere tavaf yapıp, yâ Rabbi, Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » yine bize ver diye münâcâtda bulundu. Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » Tihâme vâdisinde filân ağacın dibindedir diye bir ses işitdi. Hemen o vâdiye doğru yürüdü. Yolda Varaka bin Nevfel ile karşılaşdı. Beraber o vâdiye gitdiler.

Muhammed’i « sallallahü aleyhi ve sellem » bir ağacın altında yapraklarıyla oynarken gördüler. Abdülmuttalib yanma yaklaşarak, «Ey oğlum ! sen kimsin? » dedi. Çocuk, Muhammed bin Abdullah bin Abdül-muttalibim, dedi. Abdülmuttalib, ben senin dedenim, deyip aldı, Mekke’ye götürdü. Halîmeyi çeşidli ikramlarla kabilesine gönderdi.

·        64 — Hazret-i Abbâs «radiyallahü anh» Peygamber Efendimize « sallallahü aleyhi ve sellem » sen beni beşikde iken İslâma çağırsaydm kabul ederdim. Çünki o zeman hep ay ile konuşurdun. Parmağınla hangi tarafa işaret etsen ay o tarafa eğilirdi. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » de ( Ben ay ile, o da benimle konuşurduk, beni ağlamakdan men ederdi ve ayın arş altında secdeye varırken hâsıl olan sesini işitir-dim ) buyurdular.

·        65 — Âmine hâtûn, Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » Medine’de bulunan dayıları Neccâr oğullarının yanma götürdü. Um-mü Eymen de beraber idi. Bir ay kaldılar. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » Medineye hicret edince, o bir ayda geçen bâzı olayıarı hatırlıyarak buyurdular ki : Bir yehûdi bana her zaman bakardı. Bir gün beni yalnız görüp, adın nedir? diye sordu. Ahmed dedim. Sırtıma bakdı, sessizce, bu ümmetin peygamberidir, dediğini işitdim. Sonra dayılarıma d:, sövledi. Annem bu sözleri duyunca korkdu ve Medine’den ayrıldık. Üm-mü Eymen diyor ki : Biz Medine’de iken, bir gün öğle vakti iki yehûdi gelip, Ahmed’i « sallailahü aleyhi ve sellem » dışarı çıkarın, dediıer. Çıkardık. Bakdılar, bilhassa sırtına çok bakıp düşündüler. Biri diğerine, bu ümmetin peygamberidir, bu şehr onun hicret yeridir ve burada harblerin olmasına çok az vakt kalmışdır, dedi.

·        66 — Medine’den Mekke’ye giderken Ebvâ denilen yerde Âmine hâtûn hastalandı. Hazret-i Muhammed « sallailahü aleyhi ve sellem » başı, ucunda oturmuşdu. Bir ara Âmine hâtûn bayıldı. Bir zeman sonra kendine geldi. Hazret-i Muhammed’in « sallailahü aleyhi ve sellem » yüzüne, bakarak birkaç beyt okudu.

Bu beytlerden ikisi aşağıdadır :

Eğer doğru çıkarsa gördüğüm rüyâ,

Allahın bereketi üzerinde ola,

Sdn gönderitaafesm Peygamber halka, Celâl ikrâm sahibi Allah katında.

Sonra Âmine hâtûn şöyle devâm etdi :

Yaşıyan herkes ölecek, yeni olan her şey eskiyecekdir. Eğer ben ölürsem hiç üzülmem. Çünki, cihânm en güzelini .yadigâr bırakmış oluyorum. Âmine hâtûn vefât edince ağlama sesleri ve ta’ziye için okunan beytler işitildi.

Âmine için bütün iyi gençler ağlasın Abdullahm hanımı ve çok yakını idi. Medmedeki minber ve sekine sahibi, Allahın peygamberi, onun evlâdı idi.

·        67 — Hazret-i Muhammedin « sallailahü aleyhi ve sellem » doğumundan sonra Zil-Yezn, Habeşistanı aldı. Abdülmuttalib, Veheb bin Abd-î Menâf ve Kureyşin. büyükleri Zil-Yezn’i tebrik etmek için Yemen’e git-diler. îzn verildi. İçeri girdiler, Abdülmuttalib padişaha yakın oturup konuşmak için izn istedi. Fasih bir dille şâhı tebrik eden diiâlar ve senalar etdi. Pâdişâhın hoşuna gidip, sen kimsin? dedi. Abdülmuttalib de Hâşim oğullarmdanım, dedi. Şah, Abdülmuttalib’e ve diğer Kureyş büyüklerine çok ikrâm etdi. Bir ay kaldılar. Bir ay sonunda Zil-Yezn Abdülmuttalib! yalnız bir yerde yanına çağırdı. Senden başkasına söylemem, sana gizli.. bir şey söyliyeceğim, dedi. Mekkede birisi doğmuş veya doğacakdır. Adı Muhammed’dir « sallallahü aleyhi ve sellem » babası ve annesi küçük yaşda vefat ederler, dedesi ve amcası ona bakarlar. Hak teâlâ ona peygamberlik verir, halkı doğru yola da’vet eder. Onu sevenler kıymetli, düşmanlık edenler zelil ve hakir olur. Hak teâlâ onunla küfr ve dalâlet ateşini söndürüp tevhidi izhâr eder, kâhinler söyliyemez olur. Şeytanlar taşlanır, putlar yüzüstü düşer. Onun sözü, hakkı bâtıldan ayırıcıdır. İdaresi adaletlidir. Hak teâlânm beğendiği, râzı olduğu şeyleri emredip, beğenil-miyen şeyleri yasak eder. Abdülmuttalib bu sırrın biraz daha açıklanmasını istedi. Zil-Yezn de, sen onun dedesisin, dedi. Abdülmuttalib hemen şükr secdesi etdi. Zil-Yezn, Ey Abdülmuttalib başını kaldır, kendin gibi neslin de yüksek ve âleme yol göstericidir. İşin bitdi, yalnız söylediğimin kim olduğunu anladın mı? Abdülmuttalib, evet oğlum Abdullahı Veheb bin Abd-i Menafin kızı ile evlendirmişdim. Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » adında bir çocukları oldu. Annesi, babası vefat etdiler, ben ve amcası bakıyoruz. Zil-Yezn, o oğluna iyi bak, bilhassa yehûdiler ona düşmandır. Fekat o, yehûdilere gâlib gelecekdir. Bu sırrı arkadaşlarına da söyleme. Çünki bunlar veya bunların oğullan oğlunla muharebe edecekdir. Yine oğlun gâlib gelecekdir. Eğer Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » Peygamber oluncaya kadar yaşıyacağımı bilsem Medine’ye asker gönderir, oraya yerleşir, Ona yardım etmekle şereflenir ve kendisini mülk sahibi yapardım. Çünki kitâblarımızda onun Medînede kalacağını, bir çok işleri orada yapacağını, vefat yerinin de orası olacağım okuduk. Ona bir zarar geleceğinden korkmasaydım bütün Arabistan halkının ona itaat ve îmân etmesine çalışırdım. Artık bu işi sana emânet etdim, dedi. Abdül-muttalibe ve beraberindekiler e çok hediyyeler verdi. Gelecek sene yine beklerim, dedi. Fekat o sene içinde vefat etdi.

·        68 — Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » bir gün arkadaşları ile oynarken Benî Müdlecden bir gurub insanlar kendisini ça ğırıp ayağına bakdılar. Sonra Abdülmuttalibe gidip, bu oğlunu iyi muhafaza et ! Bunun ayağı kadar Mekâm-ı İbrahimde olanların ayağına benzer ayak görmedik, dediler.

·        69 — Bir gün Abdülmuttalib evinde oturuyordu. Yanında Buhey-ranın üsküfü de vardı. Üsküf, biz kitâblarımızda okuyoruz. İsmail aley-hisselâmm evlâdından bir peygamber gelecekdir. Zannediyorum doğmuş-dur ve yakında peygamberliğini de ilân edecekdir. Şöyle şöyle vasflarda olacakdır diye anlatırken Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » içeri girdi. Üsküf dikkatle gözüne ve sırtına bakdı. Dediğim pey-

gamber budur, bu kimin oğludur? dedi. Abdülmuttalib, bu benim oğlumun oğludur, annesi buna hâmile iken babası vefat etdi, dedi. Sonra oğullarına dönerek : Kardeşinizin oğluna dikkat edin, söylenilenleri işitiyorsunuz, dedi.

·        70 — Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » yedi yaşında göz ağrısına tutuldu. Çeşitli ilâçlar yapıldı ise de fâideli olmadı Ab-dülmuttalibe göz ağrısına ilâç yapan bir rahibi tavsiye etdiler. Abdülmuttalib, Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » ile râhibin bulunduğu kiliseye gitdiler. Kapı kilitli idi. Bağırdı, içeriden cevâb gelmedi. Aşağı inerken zelzele oldu. Abdülmuttalib kilisenin üzerine yıkılacağından korkdu. O sırada râhib de koşarak geldi. Bu oğlun, bu ümmetin peygamberidir. Ben kapıya çıkmasam kilise başıma yıkılırdı. Bu oğlunu Ehl-i kitâbdan muhafaza et, dedi ve göz ağrısı için ilâç verdi.

·        71 — İbn-i Abbâs «radıyallahü anhümâ» rivayet ediyor: Kâbe-i Mu-.azzama’nm gölgesine bir döşek sererlerdi. Oraya yalnız Abdülmuttalib, etrafına da oğulları otururdu. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» daha çocuk iken oraya oturmak istedi. Amcaları bırakmadılar. Abdülmuttalib, bırakın nereyi isterse oraya otursun, onun şanı hepimizden yüksekdir. Bir gün gelecek, hepimizin seyyidi olacakdır. Alnındaki nûr serverlik nûrudur, dedi. Sonra Abdullah ile aynı anneden olan Ebû Tâlibe dönerek, bu oğlunun önünde büyük işler vardır, onu gözet dedi. Kendisi Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» boynunda taşırdı, tavâf ederdi, fekat putları sevmediğini bildiği için putların önüne götürmezdi. Abdülmuttalib vefât edince, Ebû Tâlib, babasının vasiyyeti üzerine Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» yetişdirdi.

·        72 — Abdülmuttalib vefat edince, Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Tâlib ile kaldı. O zeman sekiz yaşında idi. Ebû Tâlib O’nu çök severdi. Ebû Tâlibin âilesi, hep birlikde veyâ ayrı ayrı yemek yediklerinde doyamıyacakları bir yemeği, Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile yediklerinde hepsi doyardı. Meselâ bir kişinin içebileceği süt çanağını, peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» biraz içdikden sonra, bütün âile ferdleri içer, kanarlardı. Onun için Ebu Tâlib, sofrada Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» bulunmayınca, sofradakilere biraz bekleyin gelsin, sonra yiyelim derdi.

·        73 — Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» uykudan uyanınca misk kokulu saçları taranmış ve cihânı gören gözleri sürme-lenmiş görünürdü. Ebû Tâlibin, saçları dağmık, kirpikleri yapışık kalkan

— 49 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 4J çocukları Hazreti Muhammedm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübârek; yüzünün nûru ile şereflenir, aydınlanıldı.

·        74 — Abdurrahman Cevzî, Kitâb-ül vefa fi fedâil-il-Mustafâ kitâ-bmda yazıyor: Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» on yaşında iken amcası Zübeyr ile bir sefere çıkmışlardı. Bir dereye geldiler.. Derede bir erkek deve vardı. Kimseyi geçirmezdi. Beraberindekiler geri, dönelim dediler. Bu dereyi geçmekde ben size kâfi gelirim buyurup öne: doğru yürüdü. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem/? kendi-devesinden inip o deveye bindiler. Beraberindekiler de ta’kip etdiler. Dereyi geçince Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» o deveyi salıverip kendi develerine bindiler. O seferden dönüşde yine bir dereye: rastladılar. Su çok olduğu için geçmek çok zordu. Beraberindekiler yine-durdular. Kendileri, etrafındakilere, beni ta’kîb ediniz buyurup önden yürüdüler. Hak teâlâ dereyi kurutdu. Herkes zahmet çekmeden geçdi. Mekr-keye gelince halk arasında bu olaylar yayıldı. Herkes, Onun şânı büyük olacak diyorlardı.

·        75 — Hazreti Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» on iki yaşma, gelmişdi. Amcası Ebû Tâlib Şama sefere çıkmağa niyet etdi. Amcasının, ayrılığına dayanamıyacakdı. Ebû Tâlibe, amcacığım, benim annem, babam yok, beni kime bırakıp gidiyorsun, dedi. Ebû Tâlibe bu sözler tesir edip beraber gideriz dedi. Ebû Talibin kardeşleri, bu henüz çocukdur, sefere dayanamaz dediler. O zeman tereddüde düşdü. Bir gün Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» ağlarken gördü. Niçin ağlıyorsun diye sordu. Cevâb vermedi. Benden ayrılacağın için mi ağlıyorsun deyince, evet dedi. Bunun üzerine beraberinde götüreceğine and içdi.

Kafile ile yola çıkdılar. Ebû Tâlib, Peygamber Efendimize «sallallaaleyhi ve sellem» çok iyi bakıyor, her hâline titizlikle dikkat ediyordu. Basra’ya geldiler. Orada Buheyra isminde bir râhib vardı. Râhib, gelen kâfileden bir şahsın başı üzerinde bir beyaz bulutun dolaşdığmı ve bir ağacın dibinde oturunca, dalların gölge yapmak için eğildiğini farket-di. Yemek hazırlatıp kafileyi davet etdi. Buheyra her gelene bakıyordu, aradığı yokdu. Kafileden geride kalan kimse oldu mu? diye sordu. Bîr çocuğu orada bırakdık dediler. Abdülmuttalibin oğlu Hâris, Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» orada dururken bizim burada yemek yememiz olmaz dedi. Buheyra, Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ismini işitince daha da acele etdi. Hâris getirmeğe gitdi. Ağacın altından kalkınca bulut da beraber hareket etdi. Buheyra Peygamberimizi «sallallaaleyhi ve sellem» ta’zîm ile karşıladı. Çok dikkatli bakarak eski ki-tâblarda okuduğu nişanları gördü. Herkes yemek yiyip dağıldıkdan sonra Buheyra, Lât ve Uzza hakkı için sana ne sorarsam cevabını ver diye Arabları taklîd ederek and içdi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» bana Lât ve Uzzâ için and verme, ben onları hiç sevmem buyurdu. O zeman Allah hakkı için and verdi. Uykusundan, uyanıklığından ve başka hâllerinden sordu. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» birer birer cevâb verdi. Buheyrâ hepsini kitâblardan okuduğuna uygun buldu. Sonra mühr-ü nübüvveti görmek istedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» göstermek istemedi. Ebû Tâlib göster deyince, açdı. Buheyrâ İlâhî kitablarda okuduğu gibi görünce öpdü ve ağlayarak Ebû Talibe bu çocuk senin neyin olur diye sordu. Ebû Tâlib, oğlumdur dedi. Buheyrâ, babası ve annesinin hayatda olmaması lâzımdır deyince Ebû Tâlib kardeşimin oğludur dedi. Buheyra, doğru söyledin dedi ve gözlerinin kırmızılığı hiç gider mi diye sordu. Ebû Tâlib, hayır dedi. Buheyrâ, bu kardeşinin çocuğu, bu ümmetin peygamberi olacakdır. Hemen şehrine götür ve Yehûdîlerden sakla dedi. Ebû Tâlib de Mekkeye döndü ve artık beraber sefere çıkmadı, Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sefere çıkarken üzülürse, seferden vaz geçerdi.

·        76 — Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» yirmibeş yaşında Hadîce ile yeni evlenmişdi. Kölesi Meysere ile Şam’a sefere çıkdı-lar. Basraya geldiler. Râhib Nestûrun yakınında bir ağaç dibinde konakladılar. Nestûr, Meysereyi tanıdı ve Ey Meysere, bu ağaç altında ko-nakhyan kimdir? diye sordu. Meysere, Kureyşin büyüklerinden ve Hâ-şim oğullarından bir kimsedir dedi. Nestûr, bu ağaç altında peygamberlerden başka kimse konaklamamışdır dedi ve gözlerinde hastalıkdan ol-mıyan bir kırmızılık var mıdır? diye sordu. Meysere evet var dedi. Nestûr o, peygamberlerin «aleyhimüsselâm» sonuncusudur. Keşki onun peygamberliği zamanına yetişsem de İslama girip ona tâbi’ olsam dedi.

·        77 — Resulullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Şam seferinde ticaretle meşgul oldu. Birisi ile aralarında bir husûsda anlaşmazlık çıkdı. O şahs, Hazret-i Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem», Eğer doğru söylüyorsan Lât ve Uzzâya and iç dedi. Hazret-i R.esûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ben onlara asla and içmem. Onlar benim yanımda en çirkin şeylerdir, buyurdu. O şahs da peki senin sözünü kabul etdim dedi ve Haremden misin diye sordu. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» evet dedi. O şahs Meysereye yalnız olarak, senin yol arkadaşın son peygamberdir dedi. Meysere de râhibin sözünü de hatırlayarak Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» hizmetinde daha fazla ihtimam gösterdi.

·        78 — Şam seferinden dönüşde Merrü-zahrân’a geldiler. Hazret-i Ebû Bekr «radıyallahü anh» da kâfilede idi. Meysereye, kafilenin geleceğini müjdelemek için Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» Hadîceye gönderdim dedi. Meysere kabul etdi. Ebû Cehl de o kâfilede idi. Ey Meysere Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» yaşı küçükdür, başkasını gönderelim dedi. Meysere de, yaşı küçük ise aklı büyükdür dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» yolda giderken deve üzerinde uyudu ve devesi yoldan çıkdı. Hak teâlâ Cebraile «aleyhisselâm» git devenin yularından tutup doğru yola getir ve üç günlük yolu bir günde al diye emr etdi. Cebrail «aleyhisselâm» da öyle yapdı. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» aynı günde Meyserenin mektûbunu Hadîceye verdi ve geri döndü. Kervana yaklaşınca Ebû Cehl görüp sevindi Meysereye, bak Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» yoldan çıkmış geri dönüyor dedi. Meysere ve Ebû Bekr «radıyallahü anh» üzüldüler. Hazret! Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» gelip Hadîcenin «radıyal-lahü anhâ» mektûbunu Meysereye verdi. Meysere sevinip, Ebû Cehle, Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» şaşırmamış sen şaşırmışsın dedi. Ebû Cehl, ben bu mektuba ve üç günlük yolun bir günde alınmasına inanmam, bu olmıyacak bir işdir, kendi kölemi gönderirim dedi. Gönderdi. Hâdisenin doğru olduğunu öğrenince üzüntüsü ve mahcûbiyeti dahâ da fazla artdı.

·        79 — Ebû Tâlib, Hadîce-i kübrâyı Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tezvîc etdiği zeman Mudar kabilesi ve Benî Hâşim kabilelerinin büyüklerinin arasında ' övünerek okuduğu hutbe budur:

Allahü Teâlâya hamd olsun ki, bizi İbrâhimin «aleyhisselâm» zürri-yetinden İsmailin «aleyhisselâm» soyundan eyledi. Kâ’beyi bizim için bir kale, Haremi de sur eyledi. Kâ’beyi bize hac yeri, Haremi de emniyet yeri kıldı. Bizi insanlara hâkim kıldı. Bundan sonra biliniz ki, kardeşim Abdullahm oğlu bu Muhammed değerinde Kureyşde hiçbir genç yokdur. Allaha yemin ederek söylüyorum ki, bundan sonra onun için büyük haberler, çok mühim üstünlükler vardır.

·        80 — Kays bin Sâ’ide-tül-Ebâdî hikâyesi Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» geleceğini müjdelemişdir. Şöyle ki: Bir gün Resû-lullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna bir grub insanlar gelmiş-di. Hazret-i Muhammed «aleyhissalâtü vesselâm» onlardan Kays bin Sâ’-ideyi sordu. Onlar da hepimiz biliriz dediler. O ne oldu buyurdu. Onlar da vefat etdi dediler. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sanki dün geceki gibi gözümün önünde. Ukâz sokağında bir kızıl tüylü deve üzerinde va’z ve nasihat ederdi. [Câhiliyyet devrinde Arab kabileleri her sene Zilka’de ayında yirmi gün müddetle Ukâz sokağında pazar yeri kurarlar, orada şiirler okuyarak, kendilerini gösterir, öğünürlerdi.] Hak teâlânm birliğine inanmağa teşvik ederdi. Bir takım beytler okurdu. Oradakilerden birisi o beytleri ben duymuşdum,-, müsâade ederseniz okuyayım dedi. îzin verildi. Okudu. Sonra Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Kays bin Sâ’idenin îmânının alâmetlerinden söyliyecek var mıdır? diye sordu. İçlerinden birisi, bir gün memleketimizde bir dağa çıkmışdım. Bir derede sayısız hayvan ve kuş toplanmışdı. Kays bin Sa’ide bir çeşmenin üzerinde elinde asâ’siyle durmuş, yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için önce zaîfler sonra kuvvetliler su içecekdir dedi. Hakikaten önce zaîfler sonra kuvvetliler su içdiler. Hayvanlar dağıldıkdan sonra yanma gitdim. İki kabrin arasında nemâz kılıyordu. Bu ne nemâzıdır bunu arablar bilmez diye sordum. Mahlûkâtm Rabbi için kılıyorum dedi. Ben, Mahlûkâtm Lât ve Uzzâ’dan başka rabbi varımdır? diye sordum. O zeman titredi, rengi değişdi ve benden uzak ol dedi. Ben, mahlûkâtm Rabbine niçin burada taparsın dedim. Dostlarına gelen ölüm bana da bu iki kabrin arasında gelecekdir dedi. Mekke tarafına işaret ederek, size yakın zemanda şu tarafdan hak erişecekdir dedi. O hak nedir dedim. İnsan oğullarından birisidir, sizi tevhide çağırır, inananlar olur. Onun peygamberliği zemanma kadar diri olsaydım, en önce ben îmân ederdim dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» çok güzel söyledin, Kays bin Sâ’ide öyle bir ümmetdir ki kıyâmet gününde tek olarak kal-kacakdır, buyurdular.

·        81 — Ensârdan bir kişi Kays bin Sâ’ide hakkında şöyle bir hikâye anlatmışdır: Devemi gâib etmişdim. Dağlarda ve sahralarda ararken akşam oldu. Korkulu bir yerde kaldım. Hâtıfdan bir ses geldi. Ey karanlık gecede kalmış kimse! Muhakkak Allahü teâlâ bir peygamber göndere-cekdir. Haremden, Hâşimî, vefalı, kerem sâhibi, Cennetde devamlı kalıcı olacakdır, diyordu. Etrafıma nakdim, kimseyi göremedim. Sesini duyuyorum, kendini göremiyorum. Sen kimsin, haber verdiğin peygamber kimdir? dedim. Yine hâtıfdan, Allahü teâlâ güzel yüzlü, yay kaşlı, temiz, bilgili olan Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» göndererek bir nûr meydana çıkaracakdır. Hiçbir mahlûkunu abes yaratmıyan, İsâ aleyhis-selâmdan sonra bizi zarardan kurtaran son peygamberi Ahmed’i «sallallahü aleyhi ve sellem» gönderen Allahü teâlâya hamd olsun diye ses geldi. Sevincimden devemi unutdum. Yola koyuldum. Bir yere geldiğimde Kays bin Sâ’ideyi bir ağaç gölgesinde oturmuş, elindeki asâ ile bir taşa vurarak beytler söylerken gördüm. Yanma gidip selâm verdim. Orada bir çeşme, iki kabr ve bu kabrlerin arasında bir mescid vardı. İki ars-lan da yanında teberrüken kendisine Bürünürlerdi. Arslanm biri çeşmeye doğru su içmek için gitdi. Diğer arslan- da arkasından gitmek isteyince Kays bin Sâ’ide elindeki asâsiyle, dur, önce giden içsin gelsin, sonra sen gidersin dedi. Önce giden su içip geldi, sonra ikinci arslan gitdi. Bu kabr-ler kimlerindir? dedim. Bunlar benimle beraber Hak teâlâya şirk koşmadan ibâdet eden kardeşlerimin kabrleridir, onlara kavuşma zemanmı bekliyorum dedi.

·        82 — Zeyd bin Amr bin Nefyel kıssasıdır. Zeyd bin Amr ile Ver aka bin Nevfel beraberce hak din aramak için yola çıkdılar. Musulda bir rahibe tesadüf etdiler. Varaka Hıristiyan oldu. Zeyd Hıristiyanlığı kabul etmeyip yola devam etdi. Başka bir râhibe uğradı. Râhib, nereden geliyorsun dedi. Zeyd, İbrahim «aleyhisselâm» m yapdığı binadan, ya’ni Kâ-be-i mu’azzamadan geliyorum dedi. Râhib, niçin çıkdın diye sordu Zeyd, din aramak için dedi. Râhib, çabuk geri dön, senin aradığın yakında di-yârımzda çıkacakdır ve Allahü teâlânm birliğine, âhıret gününe îmân etmeği isteyecekdir. Zeyd bin Amr bin Nefyel Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğinden evvel vefat etmişdir. Sa’îd bin Zeyd «radiyallahü anh» buyuruyor ki: Ben ve Ömer bin Hattâb «ra-dıyallahü anhüma» Hazret-i Muhammedden «sallallahü aleyhi ve sellem» Zeyd bin Nefyel’i sorduk, buyurdular ki: kıyamet günü tek bir ümmet olarak kalkacakdır.

·        83 — Abd-i Kelâl bin Yegûs-ül Humeyrî kıssasıdır.

Emir-ül mü’minin Ömer «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Küba mescidinde namazdan sonra bize dön-müşdü. Deveye binmiş, siyah sarıklı, kılıç kuşanmış bir köylünün dağdan aşağı indiğini görüp, bize de görüyor musunuz? diye sordu. Siz daha iyi bilirsiniz dedik. Buyurdular ki: Abdullah Haffâki olması lâzımdır. O sırada köylü mescidin kapısına geldi, devesini bağladı, elbisesini düzelterek Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Selâm verdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ona, Allah dilini yalandan, kötülükden korusun ve sıkıntı vermesin diye dûâ etdi. O köylü söz istedi. İzn verildi.

Biz kavmimizden birkaç kişiyle Hadramuta gidiyorduk. Gece ay ışığında giderken ay batdı, bir korkunç dereye geldik, orada konakuyacak-dık. Aniden bir gürültü kopdu. At kişnemeleri, deve sesleri, kadın fer-yadları ve çocuk ağlamaları işitiliyordu. O-sırada hâtıfdan bir ses: Kıyâ-snet yaklaşdı, bütün putlara bâtıl diyen, bütün dinleri hükümsüz kılan bir din gelmiştir. O dine uyan bahtiyar, uymayan bedbahttır diyordu.

Biz, Allah sana rahmet eylesin, sen kimsin? dedik. Tüklân cirmiyim, dedi. Bu sesler nedir? dedik. Cinnîlerden bir gurubdur. Kureyşden gelen ■peygambere îmân etmişlerdir, dedi ve ses kesildi. Sabah oldu. Yola devam ediyorduk, arkadan bir arkadaşın gaybolduğunu hissetdim. Kılıç kuşanarak geriye onu aramağa gitdim. Beli bükülmüş, kirpikleri dökülmüş bir ihtiyar gördüm. Yer kazıyordu. Benim geldiğimi hissedince başını kaldırdı. Heybetinin tesirinde kaldım. Âyet-i kerîmeler okudum ve sana çok salevât-ı şerife getirdim. İhtiyara; biz bir gurubuz, yolumuzu şaşırdık, bize yol göster veya konaklıyacak bir yer, hiç olmazsa içecek ■su ver, susuzluğumuzu giderelim, dedim. İhtiyar, konaklıyacak yerim ve içecek suyum yok, yolunuz karşmızdadır, filân dağa çıkın, dedi.

Sen kimsin? dedim. Ben Abd-i Kelâl bin Yegûs-ül Humeyrî’yim dedi. Kavminin hâli ne oldu? dedim. Üç yüz yıldır onlardan haberim yok. 'Benî Mâzin kabilesine gelmişim. Burada bin beş yüz yaşında bir ihtiyar var. Bana burada Âd kavminin bir ırmağının kapanmış olduğunu söyledi. Üç yüz yıldır yer kazıyorum, hiçbir nişana rastlamadım. Yalnız üzeri yazılı üç levha buldum. Eğer okumak biliyorsan onları göstereyim, dedi. Ben de, bilirim dedim. Levhanın birinde Âd kavminin kötülükleri ve iki beyt yazılı idi. İkinci levhada Sâlih kavminin kötülükleri ve iki beyt, üçüncüde de hemen hemen aynı şeyler yazılı idi. Sonra elimden tutup "bir yere götürdü. Altından bir taht üzerinde sırtüstü yatmış bir şahsın iki gözünün arasında şöyle yazılmış: Ben Şeddad bin Âd’ım. Bin yıl ömür sürdüm, bin şehr kurdum, bin kızla yaşadım. Bin kantar altına mâlik oldum. Bin askerim vardı. Şark ve garbın saltanatı bana nasib oldu. Ne dünya bana bâki kaldı, ne ben dünyâya bâki kaldım. Benden sonra kimse dünyaya mağrur olmasın. Yine elimden tutup bir yere daha iletdi. Gümüşten bir taht üzerinde sırtüstü yatmış bir kadının alnı üzerinde şöyle yazılıydı: Ben Şeddad bin Âd’m Zaîfe kızıyım, bana uğrayan ibret gözüyle baksın. Sonra beni bir taşın yanma götürdü. Altından bir sahîfe çıkarıp, bunu oku dedi. Okudum. Şöyle yazıyordu: Bir peygamber gelecektir, insanları tevhide çağıracaktır. Mekke’den çıkar, bulutlara ışık v<Sren ay gibidir. Eğer söylerse doğrudur, susarsa uygundur. Padişahlar onun yanında aşağıdır. Sonra geri dönmek istedi, bırakmadım. Benimle seni buluşturan Allah hakkı için ne yiyip ne içtiğini söyle dedim. Yemeğim bu tepelerin otlarıdır. Suyum yağmur suyudur. Sonra veda edip ayrıldım. Ski yıl Hadramutda kaldım. Geri dönüşte uğradığımda oralar yemyeşil olmuşdu. Bir ırmak akıyordu. Bir de kabr vardı. Orada bir takım kadın lar vardı. Onlara Kelâl bin Yeğûs ne oldu diye sordum. Vefat etdi, bu kabr onundur dediler. Kabrin başucunda bir taş vardı. Üzerinde, (Ad ırmağını ümitsizliğe kapılmadan büyük bir gayretle çukur kazarak buldun, suyu berrak ve tadı bal gibidir. Tam feraha kavuşacakken ömrün temam oldu. Ömrün taş ve toprakla uğraşarak geçdi, sonra o toprak senin vücûdunu da yedi) yazılıydı. Bunları söyleyince Resûlullah «sallalla-hü aleyhi ve sellem» ağladılar ve Allahü teâlâ Abd-i Kelâl bin Yeğûs’a rahmet etsin. O kıyamet gününde tek bir ümmet olarak kalkacakdır buyurdular.

III. BÖLÜM

Hazret-i Muhammed’in «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilândan hicret edinceye kadar meydana gelen harikulade şeyler hakkındadır. Bu bölümde otuz beş mu’cize vardır.

·        84 — Cebrâilin «aleyhisselâm» inme zemanı yaklaşmışdı. Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sellem» yoldaki taşlar selâm verirlerdi. Etraflarına bakar, hiç kimse göremezlerdi. Sahîh-i Buharî’de; önceleri doğru rü’yâlar görürlerdi. Gece gördükleri, sabahleyin meydana çıkardı. Sonradan yalnızlığı sever oldular.

Hira dağına gider, orada birkaç gün ve gece ibâdet ederlerdi. Ha-dîce «radıyallahü anhâ» da birkaç günlük yiyecek götürürdü. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» anlatmışdır: Bir gün Ramezan ayında Hıradaki .mağarada ibâdetle meşgûldüm. Bir kimse elinde ipekli kumaşdan bir büyük örtü tutardı. Bana oku! dedi. Ben,, okumak bilmem, dedim. O örtüyü başıma örtdü. Çok sıkıldım. Sonra örtüyü kaldırdı ve yine oku! dedi. Ben de okumak bilmem dedim. Yine evvelki gibi yapcı ve ilk âyet-i kerîmeleri okudu. Ondan işitdiklerim gönlümde yer-leşdi. Fekat beni büyücü ve mecnûn yapacaklarından korkdum. Çünki onları hiç sevmezdim. Yer ile gök arasında birisini gördüm. Bana, yâ Muhammed. «sallallahü aleyhi ve sellem» sen Allah’ın Resûlüsün, ben Cebrâilim, dedi. Ne tarafa baksam Cebrâili «aleyhisselâm» görüyordum. Akşama kadar böyle devam etdi. Hadîce «radıyallahü anhâ» beni merak edip her tarafa adamlar göndermiş. Beni buldular. Cebrail «aleyhisselâm» gayboldu. Eve geldim. Vücûdumu titreme aldı. Hadîcenin «radıyal-lahü anhâ» dizine yatdım ve başımdan geçenleri anlatdım. Kâhin ol-makdan korkuyorum dedim. Hadîce «radıyallahü anhâ» Allah korusun Hak teâlâ senin hakkında hayr murâd etrnişdir. Sen bu ümmetin peygamberi olacaksın, dedi. Hadîce «radıyallahü anhâ» bunları eski kitâb-ları okumuş olan amcasının oğlu Veraka bin Nevfele anlatdı. O da eğer sözlerin doğru ise Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» bu ümmetin peygamberi olacakdır, dedi. Sonra Varaka, Peygamberimizi «sallallahü. aleyhi ve sellem» Kâ’benin etrafında gördü ve gördüklerini bana da anlat dedi. Anlatınca, gördüğün Namûs-u ekberdir. Mûsâ «aleyhisselâm» a getirdiği gibi sana da ahkâm-ı İlâhî getirecekdir, sen bu ümmetin peygamberisin, sana kavmin çok sıkıntı verecekdir, vatanını terk edeceksin, sana yardım edenler olacakdır. Eğer benim ömrüm olsa sana elimle, dilimle ve malımla yardım ederim dedi ve başından öpdü. Hazret-i Mu-hammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ferahlayıp evine geldi.

·        85 — Eksem bin Sayfî kavminin ulusu idi. Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini duyunca, gidip görmek istedi. Kavmi, kendisini bırakmadı. Sonra iki kişi gönderdi. Onlar dönünce, Resûluliahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ahlâkını, konuşmasını ve bütün hâllerini birbir anlatdılar. Kavmine, O’na îmân ediniz. Kim önce îmân getirirse dünyâda ve âhıretde azîz ve muhterem olur diye vasiyyet etdi. Kendisi de kısa bir müddet sonra vefat etdi.

·        86 — Ümeyye bin Ebissalt kıssasıdır.

Ebû Süfyân diyor ki: Ümeyye bin Ebissalt Şam’da benden Utbe bin Rebî’in hâlini sordu. Anlatdım. Güzel dedi. Yaşını sordu. Söyledim. İhtiyarlamış, onun ayıbı budur dedi. İhtiyarlık insana şeref ve fazilet verir dedim. Bunun üzerine, biz kitablarımızda okuduk ki diyarımızdan bir peygamber çıkacakdır. Kendimi peygamber zannetdim. Sonra âlimlerle konuşduk, Abd-i Menaf oğullarından olacağına karar verdik. Onlar içinde yalnız Utbe bin Rebî’yi bu işe uygun gördüm. Fakat kırk yaşını geçtiği halde peygamberliğini ilân etmeyince o da değildir diyordum. Aradan zeman geçdi. Yemen’e ticaret için uğradım. Ümeyye bin Ekissalt’a uğradım. İstihza ile, beklediğin peygamber zuhur etdi dedim. O muhakkak hakdır, doğru söyler. Ona tâbi’ ol dedi. Sen niçin uymazsın dedim. Ben kadınlardan utanıyorum. Çünki onlara gelecek peygamberin kendim olacağım söylemişdim. Şimdi Abd-i Menâf’dan birisine uyduğumu görürlerse doğru olmaz. O peygambere öyle tâbi’ ol ki, oğlaklara takılan ip gibi senin de boynunda bir ip olduğunu farz et, yani hiç muhalefet etme dedi.

Ümeyye bir gün Peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna geldi. Göklerin ve yerlerin yaratıldığım ve peygamberlerin «aley-himüsselâm» hallerini bildiren ve Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» medhiyle sona eren bir kaside getirmişdi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» onu tasdik etdi ve Tahâ Sûresini okudu. Ümeyye bu insan sözü değildir, yalnız kardeşlerimle meşveret yapmadan bir iş yapamam, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», Allah sana rahmet etsin, hemen îmân et, doğru yola gir buyurdular. Ümeyye çok çabuk gelirim deyip, devesine bindi ve süratle Şam’a gitdi. Bir kiliseye vardı. İçindeki râhiblere durumu anlattı. Râhiblerden biri, anlatdığm şahsı gördün mü? dedi. Evet deyince onu, içinde bütün peygamberlerin «aleyhimüsselâm» resmleri bulunan bir eve götürdü. Oradaki resmleri teker teker gösterdi. Ümeyye, peygamberimizin «sallallahü aleyhi ve sellem» resmini tanıdı. Râhib, sana müjdeler olsun, çabuk git ona îmân et dedi. Ümeyye Hicaza geldi. O sırada Bedr gazası olmuş, Kureyşin bazı büyükleri ölmüşdü. Eğer o peygamber olsa idi, Kureyşin büyüklerini öl-«dürtmezdi dedi. Ölenler için bir mersiye söyledi ve hemen Taife gitdi. Orada çok kaldı.

Ümeyye bir gün uyumuşdu. Kızkardeşi de yanında idi ve evin damının yarılıp iki ak kuşun içen girdiğini gördü. Birisi kaftanını üzerinden çıkardı. Öteki, öleceğini işitmişdi dedi. Diğeri, Allah geçinden versin deyip kaftanını üzerine örtdü. ikisi birden evin damından çıkdılar. Damda hiç bir iz kalmadı. Kız kardeşi, Ümeyyeyi uyandırdı ve bu hâli haber verdi. Ümeyye, bana bir haber getirmişler fekat söyliyememişler dedi. Sonra Şam’a gitdi. Kuşların dilini bildiği için Çefne önüne gidip onları övmeğe başladı. Bir gün onlarla içki içiyordu, oradan geçen bir arab aca-ib bir ses çıkardı. Ümeyyenin rengi değişdi. Bu söz doğru ise Şerâb devr sırası bana gelmeden öleceğim dedi. Şerablâr acele içildiği halde, sıra Ümeyye’nin yanındakine geldiği zeman düşdü, öldü.

·        87 — Ankelân bin Ebî avâlim il-Humeyrî kıssasıdır.

Abdürrahman bin Avf «radıyallahü anh» diyor ki: Hazret-i Muham-medin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğinden evvel ticaret için Yemene gitmışdim. Orada Ankelan bin Avâlim-i Humeyrînin evinde konakladım. O kadar ihtiyar ve zaif idi ki kuş yavrusu kadar kalmışdı. Yemene her gittiğimde orada kalırdım. Her defasında benden, sizin aranızda şöhretli, şerefli bir kimse çıkıp dîninize muhalefet etdi mi? diye sorardı. Ben yok derdim. Bu sefer daha da zaîflemişdi, kulakları da işitmiyordu. Oğulları, torunları onu bir yere oturtmuşlardı. Bana, nesebini söyle dedi. Ben de üç dört dedemi saydım. Güzel dedi ve sana öyle bir müjde vereceğim ki ticaretden efdal olacak dedi. Hak teâlâ senin kav-minden bir peygamber çıkardı. Ona bir kitâb gönderdi. Hakkı bâtıldan ayırır, putlara tapmağı yasaklar dedi. Hangi kabiledendir? diye sordum. Benî Hâşimdendir ve siz onun nesebde dayılarısınız. Hemen git, ona tabi ol, yardım et, doğru sözlü olduğuna inan ve bu birkaç beytimi kendilerine götür dedi. O beytlerden üçü bunlardır.

Ma’nâlar sahibi Allah’a şehâdet ederim, Geceyi sabahla açan Allah’a inanırım Şehâdet ederim Mûsânm Rabbine, Seni resûl olarak gönderdiğine, Şefâ’atcım ol, Rabbimin yanında İyiliğe, kurtuluşa çağrıldığında.

İşlerimi çabuk bitirip Mekkeye gittim. Hazret-i Ebû Bekr’i «radı-yallahü anlı» gördüm. Humeyıînin sözünü söyledim. Evet, Hak teâlâ Mu-hammed bin Abdullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» resûl olarak gönderdi, hemen huzûrlarma git dedi. Ben de Hadîce «radıyallahü anhâ» nın evine gitdim. İzn istedim, verildi. İçeri girdim. Güldüler ve tahmin ediyorum iki lıayrlı şeyden birini getirdin buyurdular. Onlar nedir? dedim. Ya hediye getirdin veya bir kimseden mektûb getirdin buyurdular. Orada bulunanlara, biliniz ki, Humeyrî mü’minlerin üstünlerindendir buyurdular. Sonra ben kelime-i şehâdet getirip müslimân oldum. Humeyrî’nin şiirini okudum ve dediklerini, söyledim. Hazret-i Muhammed «sallallahü. aleyhi ve sellem» Humeyrî, Hak teâlâya îmân etmiş, beni tasdik etmiş bir kardeşimdir, buyurdular.

·        88 — Semhac adlı cinnin kıssasıdır.

Abdullah İbn-i Mes’ûd «radıyallahü anlı» demişdir: Bir gün Resû-lullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Safâya çıkmışdık. İçlerinde Ebû Cehl de olduğu halde bütün kâfirler orada toplanmışlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» aralarına girip, Ey Kureyşliler AUah’dan başka ma’bûd olmadığına şehâdet ediniz, buyurdu. Velid bin Muğeyre,. Ebû Cehle, izn verirsen Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» hacîl edeyim dedi. Ebû Cehl de tabii dedi. Velid orada tapındıkları putu boynuna geçirdi ve Ey Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sen, «Benim. Rabbim bana şah damarımdan daha yakındır» diyorsun. Benim ma’bû-dum boynumda, seninki nerede? görelim dedi. Sonra putu yere koydu. Kureyş kâfirleri puta secde etdiler ve Ey bizim tanrımız bize yardım et ki Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» öldürelim diye münâcâtda bulun-dular. O sırada putun içinden, Hazret-i Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» kötüleyen, İslâmiyete aykırı birkaç beyt okundu. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» geri döndü. Ben de beraber geri döndüm ve bu işin nasıl olduğunu sordum. Putun içine bir şeytanın girdiğini ve böyle putlar içine girip de halkı peygamberin öldürülmesine teşvîk eden şeytanları Allahü teâlâ çok yaşatmaz buyurdular. Nitekim iki üç gece sonra yine* .Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» yanında idim. Birisi selâm verdi. Ben kendisini göremedim. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellern», sen gök ehlinden misin? dedi. O da hayır dedi. Cinlerden misin diye sordu. Evet dedi. Niçin geldin dedi. Sizi kötüleyen şeytanı safâ civârmda bulup öldürdüm. Sizi ondan kurtardım. Yarın dostlarınızla beraber safâya teşrif ediniz, sîzleri sevindireceğim dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» adın nedir? diye sordu. Semhacdır dedi. Sana bundan daha güzel bir ism vereyim, senin adın Abdullah olsun buyurdular. Abdullah gitdi, O gece bana çok uzun geldi. Sabahleyin beraberce Safâya çıkdık. Müşrikler yine orada idiler. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve selem» aralarına girip Lâ ilahe illallah deyiniz buyurdular. Kâfirler yine putlarına secde ve tazarru etdiler. O sırada putun içinden, Ben Abdullah, peygamberimizin iyi sıfatlarını örten fitne sâhibi şeytanı öldürdüm diye bir ses geldi. O zeman müşrikler, senin gibi bir tanrıya tapmadık, dün Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» kötülüyordun, bugün medh ediyorsun dediler ve putu yere vurup parça parça etdiler. Sonra Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sellem» hücûm ederek alnını kanaldılar. Kâfirlerin içinde elinde demirli bir bastonu olan bir ihtiyâr, beni Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» yanına götürün, bu bastonu karnına vurayım dedi. Elini kaldırdığı zeman havada kaldı, kurudu. Peygamberimiz «sallajlahü aleyhi ve sellem» onun şerrinden kurtuldu.

·        89 — İskenderiye Üsküfünün kıssasıdır.

Mugeyre bin Şu’be «radryallahü anh» anlatıyor: Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini açıkladığı sırada birkaç tüccar ile Tâifden İskenderiye’ye gitmişdim. Orada bir üsküf vardı. Çok ibâdet ederdi. Herkes her nev’î hastayı şifâ bulması için ona getirirlerdi. Ona, hiç Peygamber kalmış mıdır? dedim. Evet, peygamberlerin sonuncusu kalmışdır. îsâ «aleyhisselâm» ile arası çok değildir. Ne uzun, ne kısa boyludur. Ne beyaz, ne siyahdır, gözlerinde kırmızılık vardır. Kılıç kuşanıp, kimseden korkmaz, bizzat muharebeye girer. Eshâb', onun için canlarını feda eder, anne ve babalarından, herkesden çok severler. Hicret eder. Hazret-i İbrahime «aleyhisselâtü vesselâm» mütâbeat gösterir, dedi. Bildiğin başka vasfları var mıdır dedim. İzar bağlar, her Peygamber kendi kavmine gönderilmişdir, o ise bütün insanlara ve cinlere gönderilmişdir. Yer yüzünün her tarafında nemaz kılabilir. Su bulmadığı zeman teyemmüm eder, dedi. Sonra İskenderiye’de bütün kiliselere gidip Üsküflerden Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sıfatları hakkında bilgi aldım ve ezberledim. Medine’ye gidince Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» anlatdım. Hoşlarına gitdi. Eshâba «radıyallahü anhüm ecma’în» de anlat buyurdular. Ben de grub grub anlatdım. Birkaç gün devam etdi.

·        90 — Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» diyor ki: Ebû Çelil bir hutbesinde, ey Kureyşliler! Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sizin ilâhlarınıza sövüyor, size câhil diyor, atalarınız Cehennemdedir diyor. Onu kim öldürürse, yüz kızıl tüylü, yüz kara tüylü deve ile bir ölçek gümüş vereceğim. Ben, sözünde duracak mısın? dedim. Evet, dedi ve elimden tutup Kâ’be’ye götürdü. Hubel’i tanık tutdu. Hubel, putların en büyüğü idi. Muharebe, sulh, nikâh olacağı zeman, Hubel ile meşveret eder, onu tanık tutarlardı. Ben kılıç kuşanıp Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» aramağa çıkdım. Bir yere gitdim. Orada kuzu kesiyorlardı.

Bir müddet bakdım. Kuzunun içinden bir ses geliyordu. Bir kişinin insanları, Allahın birliğine ve Muhammedin resûl olduğuna şahadet etmeğe da’vet etmesi, feth ve seâdeti şâmil olan ne güzel işdir, diyordu. Bir koyun sürüsünün yanından geçerken de kuzunun içinden gelen ses gibi sesler duydum. Bu sözlerin benim için olduğuna kanaat getirdim. Dımad denen putun önünden geçiyordum. Putun içinden birkaç beyt işitdim:

Peygamber olduğunda, o Muhammed il Emin

Tapmak Allaha olur ve Dımâd terk edilir.

O peygamber olmağa vâris olan kimsedir,

îsâdan sonra gelip, Kureyşe yol gösterir.

Önceleri Dımâd ve benzerine tapanlar,

Keşke hiç tapmasaydık onlara diyecekler.

Yâ Ebâ Hafs sabr et, sen öyle bir kişisin,

Ki sen o peygamberden çok şey edineceksin.

Elinle ve dilinle çok yardım edeceksin.

Hiç acele etme sen onun dinine her an,

[Ebâ Hafs, Hazret-i Ömerdir «Radıyallahü anh»].

Artık yakîn olarak bildim ki bu sözler banadır. Kız kardeşimin evine gitdim. Beni kılıç kuşanmış görünce korkdular. Korkmayın bana su getirin dedim. Getirdiler. Abdest aldım. Hazret-i Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » nerede olduğunu sordum. Erkamm evindedir dediler. Oraya gitdim, kapıyı çaldım.. Hamza «radıyallahü anh» çıkdı. Beni kıhç kuşalı görünce bağırdı. O gayet heybetli idi. Ben de ona bağırdım. Resû-lullah « sallallahü aleyhi ve sellem » dışarı çıkdılar. Benim ne için geldi-mi anladılar. Senin için yapdığım düâ kabul oldu, îmâna gel buyurdular. Ben de, Allah’dan başka ilâh yokdur ve sen onun resûlüsün dedim. Kendileri ve eshâbı «radıyallahü anhüm ecma’în» sevindiler. Kırk kişi olduk. O zeman ( Ey resûlüm, sana Allah ve mü’minierden sana tâbi’ olanlar yetişir ) âyet-i kerîmesi indi. Ya Resûlallah « sallallahü aleyhi ve sellem » artık dışarı çıkalım, müşrikler bize bir şey yapamazlar dedim. Dışarı çıkdık, yüksek sesle tekbir getiriyorduk.

Müşrikler işitiyorlardı. Resûlullah « saüalahü aleyhi ve sellem » Kâ’-beyi tavaf etdi. Sonra müşriklerle bir bir döğüşürdük. Sonra Allahü teâlâ bizi temâmen gâlib eyledi.

Ebû Ca’fer Muhammed bin Cerîr-ittaberi «radıylllahü anh» naklediyor: Ömer «radıyallahü anh» îmân edince, Müslimânlar kuvvetlendi. Ebû Cehl, Kureyş kâfirlerine, Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » büyücüdür. Önüne gelene sihr yapıp kendi dînine çeviriyor. Onu yalnız olarak bir yerde yakalarsak öldürelim dedi. Bir gün Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » dağa doğru yalnız gidiyordu. Ebû Cehl görüp on onbeş kişiyle saldırdılar. Fekat fazla bir şey yapamadılar. Çünki her Peygambere kırk kişi kuvveti verilmişdir. Hazret-i Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem » ise kırk Peygamber kuvveti verilmişdir. Yalnız mübarek başı dört yerden yaralanmışdı. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» bu hâdiseyi duyup oraya gitdiler. Kâfirler kaçdı.

O zeman Hamza «radıyallahü anh» avlanıyordu. Bir geyik gördü. Ok atacağı zeman geyik, benden ne istiyorsun, evine git. Sana mühim bir iş düşdü dedi. Hamza «radıyallahü anh» hayret içinde kalıp eve gitdi. Kameriyye adındaki câriyesi ağlıyarak yemeğini getirdi. Niçin ağlıyorsun diye sorunca Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » Ebû Cehl, onbeş kişiyle yaralamışlar, evde yatıyor, dedi. Bunun üzerine Hamza « radıyal-iahü anh » kalkıp, Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » intikamını almayınca bu yemeği yemem, dedi. Yayını alıp çıkdı. Ebû Cehl sarayının önünde, bazı müşriklerle oturuyorlardı. Hamza’mn «radıyallahü anh» gadablı geldiğini görünce her biri bir tarafa kaçdı. Ebû Cehl de kaçmak istedi, fekat Hamza «radıyallahü anh» yakalayıp yayı ile başına o kadar Vurdu ki yay parça parça oldu. Ebû Cehl’in başı yedi yerden yaralandı. Kâfirler korkudan Ebû Cehl’e yardım edemediler. Sonra Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem » mu’cizesi bereketiyle başkaları araya girip sulh yapdılar.

Hamza «radıyallahü anh» peygamberimizin «sallalahü aleyhi ve sellem » evine geldi. Yatıyor idi. Düşmanından intikamını aldım, başını yedi yerden yaraladım. Araya girenler olmasaydı öldürecekdim, dedi. Re-sulullah « sallallahü aleyhi ve sellem » Amcacığım, bu işin bana fâidesi yokdur. Eğer îman edip, Cehennemden kurtulursan o zeman memnun olurum, buyurdular. Hamza «radıyallahü anh» îmân edersem gönlün hoş olur mu? dedi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» de evet, dediler. Hemen îmân etdi. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » de çabuk iyileşip kalkdılar.

·        92 — Süfyân-ı Hezlî «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir kervanla Şam’a gidiyorduk. Sabahleyin, bir yerde uyumak için konakladık. Havada bir atlı: Ey uyuyan insanlar, kalkın uyku zemanı değildir. Çünki Ah-med « sallallahü aleyhi ve sellem » meydana çıkmışdır, diyordu. Hepimiz • dilâver olduğumuz halde korkduk. Evlerimize döndüğümüzde Mekke’de ihtilâf olduğunu duyduk. Abdülmuttalibin oğullarından birinin peygamber olduğunu ve adının Ahmed olduğunu öğrendik.

·        93 — Urve bin Merretül Cehnî «radıyallahü anh» anlatıyor: Câ-hiliyyet devrinde hac niyyetiyle Mekkeye geldim. Rü’yâmda Kabe’den bir nûrun çıkdığını ve Medine dağlarım görünceye kadar yayıldığını gördüm. O nûrdan, karanlıklar dağıldı, ışık yayıldı ve peygamberlerin sonuncusu gönderildi diye bir ses geliyordu. Sonra bir nûr daha meydana çıkdı. Bütün Hîre ve Medâyin köşklerini gördüm. O nûrdan da Islâmiyyet geldi, putlar kırıldı ve merhamet kuruldu diye ses işitdim. "Uyandım, korkdum. Etrafımdakilere, Kureyş içinae bir iş meydana çıkacakdır, dedim Evlerimize dönünce, Ahmed adlı birisinin insanları İslâma da’vet etdiğini işit-dik. Hemen Resûluliaha « sallallahü aleyhi ve sellem » geldim, rüyâmı söyledim ve Müslimân oldum.

·        94 — Bâbil’den bir kişi Mekke’ye gelmiş, Ebû Cehl’e koyanlarını satmışdı. Ebû Cehl parasını vermiyor, Bâbilliyi oyalıyordu. Artık Bâbilli ■dayanamayıp Kureyşin reisine durumu bildirdi. Hazreti Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » Kureyş meclisine yakın bir yerde oturuyordu. Kureyşliler alay ederek, Resûlullahı « sallalahü aleyhi ve sellem » gösterdiler ve senin hakkını Ebû Cehl’den ancak o alır dediler. Bâbilli şah s durumu Resûluliaha « sallalahü aleyhi ve sellem » anlatdı. Hemen kalkıp, gel beraber gidip hakkını alalım buyurdular. Kureyşliler de ne yapdık-larını öğrenmek için arkalarından iki kişi gönderdiler. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » Ebû Cehl’in evine gidip kapısını çaldı. Ebû Cehl, kimsin? dedi. Muhammed bin Abdullah « sallallahü aleyhi ve sellem »

.diye cevab verdiler. Ebû Cehl çıkdı. Rengi değişmiş, vücûdu titriyordu. Bu adamın hakkını ver, hepsini vermeyince buradan ayrılmam buyurdular. Ebû Cehl çabucak paranın hepsini getirip verdi. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » ayrıldı. Bâbilli, Kureyş meclisine gidip, Hak teâlâ Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» hayrlar, iyilikler versin. Benim hakkımı o zâlimin elinden aldı, dedi. Sonra ta’kîb için gönderdikleri iki kişi de durumu aynen anlatdılar. Daha sonra Ebû Cehl geldi. Kureyş meclisi onu aybladılar. Ebû Cehl, kapı çalınınca gönlüm yerinden kopdu. Kapıyı açınca başı üzerinde bir arslan gördüm. Biraz geciksem muhakkak beni yiyecekdi, dedi. Bunun üzerine Kureyşliler bu da Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » bir sihridir, dediler.

·        95 — Abdurrahmân bin Cevzî « rahmetullahi aleyh » Kitâb-ül Vefâ fi fedâil-il Mustafâ adlı kitabında yazmışdır. Hâlid bin Sa’îd Âs « radiyal-lahü anh » anlatıyor : Bir gece rü’yâmda, Mekkeyi karanlığa boğulmuş gördüm. O sırada zemzemden bir nûr çıkıp göklere yükseldi. Kâ’beyi ay-dmlatdı. Sonra bütün Mekke, daha sonra Medinede bulunan hurmaları görecek kadar yayıldı. Uyandım. Kardeşim Artır’a anlatdım. Firaseti kuvvetli idi. Abdülmuttalib’in oğullarından bir iş meydana gelecekdir. Çün-ki nûr, atalarının kazdığı sudan çıkmış, dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem » Peygamber olunca huzurlarına gidip, rü’yâmı söyledim. O nûr benim. Ben de Allahü teâlânm Resûlüyüm, buyurdular. Sonra îmân edilecek şeyleri bildirdiler. Müslimân oldum. Sonra da kardeşim Müslimân oldu.

·        96 — Benî Esed kabilesinden bir kişi, üç devesini satıyordu. Ebû Cehl müşteri olup satın aldı. Parasını vermedi. Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve esllem » mescidde idi. Develerin sahibi mescide gelip durumu anlatdı. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » develerin nerededir? diye sordu. O şahs da, henüz pazardadır, dedi. Pazara gidip develerin ikisini satıp üç devenin parasını o şahsa verdiler. Diğer deveyi de satıp, Abdülmuttalib fakirlerine dağıtdılar. Ebû Cehl pazarın bir tarafında durmuş hiç bir şey söylemiyordu. Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ves ellem » Ebû Cehl’? dönerek artık böyle şeyler yapma, yoksa başına en kötü şey gelir, buyurdular. Ebû Cehl de bir daha yapmam, dedi. Bâzı müşrikler Ebû Cehle, sen Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » yanında küçük düşüyorsun, halbuki hükm sâhibi sensin Onun dînine mi girdin, yoksa ondan korkuyor musun? dediler. Ebû Cehl de, asla onun dînine girmem, fekat sağ yanında birkaç kişi, ellerinde sonarlarla bana hücûm etdiler. Eğer Muhammede « sallallahü aleyhi ve sellem »

— 65 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 5 uymasam, beni öldüreceklerdi. O seman kâfirler yine, bu da Muhammedim « sallallahü aleyhi ve sellem » sihrlerindendir dediler.

·        97 — Zenîre isminde bir câriye müslimân olunca gözleri görmez oldu. Ebû Cehl, bu lât ve Uzzânın işidir dedi- Zenîre « radiyallahü anhâ » Lât ve Uzzâ haikm ibâdet etdığinden veya etmediğinden haberi olmaz, bu. Allahü teâlânın takdiridir, isterse tekrar gözlerimi açar, dedi. O gece gözleri açıldı. Bunu görenlerden inad edip de bu da Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » sihridir diyerek bozuk yolda kalanlar oldu.

·        98 — Hadîce, kızı Zeynebi « radiyallahü anhümâ » , kız kardeşinin1 oğlu Abdül Âs’a vermişdi. Hazret-i Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » de Rukiyye veya Ümmü Gülsümü Ebû Lehebin oğlu Utbe’ye söz. vermişdi. Kureyşliler ile Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» arasındaki düşmanlık büyüyünce, Damadlara, onun kızlarını aldınız yükünü: hafifletdiniz, kızlarını geriye verin ki zahmete düşsün, size Kureyşden istediğiniz kızı verelim dediler. Abdül Âs, ben ayrılmam ve hiç bir Kureyş-kızını da istemem dedi. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » memnun oldular. Utbe ise, eğer Sa’îd bin Ebil Âs’m kızını verirseniz Muhammedin « sallallahü aleyhi ve sellem » kızını boşarım dedi.. Sa’îdin kızını: verdiler. O bedbaht Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem » kızı ile henüz evlenmemişdi. Beraber huzura geldiler. Senin dâmâdm sana îmân etmiyor. Seni sevmiyor, onun için kızını boşadım deyip pis salyasını da attı. Ve çok çirkin sözler söyleyip gitdi. Resûlullah « sallallahü aleyhi: ve sellem » Utbe’ye, Yâ Rabbî onun üzerine bir köpek musallat et, diye bed düâ etdi. Utbe, Şam’a ticaret için giderken bir yerde konaklamışdi' Oradaki râhib, dikkatli olun, burada yırtıcı hayvan vardır dedi. Utbe, arkadaşlarına, Muhammed’in « sallallahü aleyhi ve sellem » düâsmdan emin değilim, bana yardım edin, dedi. Bütün yükleri bir araya toplayıp.Utbeyi; o yüklerin üzerine yatırdılar. Etrafına da arkadaşları çepçevre yatdılar Gece yarısı bir arslan gelip herkesi kokladı, sonra yüklerin üzerine sıçrayıp Utbe’nin karnını yarıp canını cehenneme gönderdi. Hısân bin Sâbit « radiyallahü anh » bu hikâyeyi bir kasidesinde nazm etmişdir.

·        99 — Eshâb-ı kiram « aleyhimürridvân » ikinci def’a olarak Habeşistan’a hicret etdiklerinde seksen iki erkek, yirmi dört kadın idiler. Ca’fer bin Ebî Tâlib « radiyallahü anh » ve Ümmü Seleme « radiyallahü anhâ » da vardı. Ümmü Seleme « radiyallahü anhâ » kaldığımız yerde çok rahat, etdik, ibadetimizi yapdık, dinimizi yaydık, bize hiç kimse mâni olmadı, diyor. Mekkede bizim refahımız duyulunca Kureyşliler Amr ibni Âs ve Abdüllah bin Ebî Rebî’ayı hediyelerle Necâşi’ye ve onun patriklerine;

gönderdiler. Bunlar geldiler ve hediyelerini getirdiler. Patriklere dediler ki: Burada bir grup zavallı kimseler vardır. Bunlar atalarının dîninden ayrıldılar. Melikin dînine dahi girmediler. Onların akrabaları bizi gönderdiler ki, onları alıp Mekke’ye götürelim. Patrikler, siz durumu Melik’e arz edin, biz de yardımcınız oluruz. Bu iki kişi durumu patriklerin yanında Necaşiye arz etdiler. Patrikler; bunlar, buradakilerin durumunu bizden daha iyi bilirler, bunların dediği gibi yapalım dediler. Necâşî kızdı. Bu iki kişinin sözü ile amel etmek doğru olmaz. Bize sığınanları çağıralım, durumu onlara da soralım, eğer bu iki kişinin dediğine uygun olursa göndeririz, aykırı olursa, buradakilere daha fazla ihtimam göstermeliyiz, dedi.

Necâşi, üsküflerini topladı. Ca’fer bin Ebî Tâlib başda olmak üzere oraya göç eden bütün Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Necâşi ve Üsküfler Es-hâb-ı kirâmı «aleyhimürrıdvân» iltifatlarla karşıladılar. Bu durumu sordular.

Ca’fer bin Ebî Tâlib «radiyallahü anh»: Biz Câhiliyyet zemamnda, puta tapan, leş yiyen, kumar oynayan ve her türlü kötülüğü yapan bir kavm idik. Hak teâlâ kavmimizden nesebi, emâneti, diyâneti en iyi olan birini seçip, peygamber olarak gönderdi. O bize Allahın bir olduğunu, yalnız ona tapılacağım bildirdi. Nemazı, sözde durmağı, herkese iyiliği, akrabayı ziyareti, emâneti sâhibine vermeği emr etdi. Biz de ona îmân etdik, onun emirlerine uyduk. İmân etmiyenler bize düşman olup, eski dînimize dönmemiz için çok sıkıntı verdiler. Artık dayanamadık, oradan göç edip buraya sığındık dedi. Necâşi « rahimehullah » Ca’fer « radiyallahü anh»a, Peygamberinize inen Kur’an-ı Kerimden biraz oku, dedi. Okudu. Necâşi ve yanındakiler çok ağladılar. Necâşi « rahimehullah » bu nûr ile Mûsâ «aleyhisselâm» m nurları aynı yerden geliyor, dedi. O iki kişiye, ben bunları sizinle göndermem, dedi. O iki kişi çıkdı-lar. Sonra Amr ibni Âs, Neeâşiye, bunlar İsâ’ya « aleyhisselâm » köle derler, diye haber gönderdi. Necâşî tekrar Eshâb-ı kiram « radiyallahü anhüm » topladı. Siz İsâ « aleyhisselâm » hakkında ne düşünüyorsunuz? dedi. Ca’fer «radiyallahü anh» da İsâ aleyhisselâm Kelimetullah ve Rûhullahdır. Hak teâlâ böyle haber veriyor, diye cevap verdi. Necâşi, Allahü teâlâya yemin ederk, İsâ « aleyhisselâm » da böyle söylüyor, dedi. Sonra patriklere, o iki kişinin hediyelerini de geri ver, memleketlerine gitsinler, dedi. Ca’fere « radiyallahü anh » siz de burada emin olarak istediğiniz gibi yaşayın, dedi. Orada bulunan eshâb-ı kiram « aleyhimürrıdvân » refah içinde hayat sürdüler.

·        100 __ Necâşi’nin üsküflerinden yirmi kişi Necâşi’den izn alarak Mekke’ye gitdiler. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » Mekâm-ı îb-rahimde oturuyordu. Huzûruna vardılar. Tâpûr ismindeki üsküf, Allahın Resûlü olduğunu iddia eden sen misin? dedi. Evet, buyurdular. Tâpûr, halkı neye çağırırsın? diye sordu. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » ortağı olmayan Allahü teâlâya çağırırım, buyurdular ve Kur’ân-ı Kerîm’den biraz okudular. Hepsi ağladı. Tâpûr, ben Allahın birliğine ve senin de O’nun Resûlü olduğuna şahâdet ederim, dedi. Diğer yirmi kişi de îmân etdiler. Bu yirmi kişi Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem » huzurlarından ayrılınca, Ebû Cehl ve birkaç Kureyş kâfiri bunlara, siz buraya bir araştırıcı olarak geldiniz, bir saat içinde dininizi değiştirdiniz. O’nun her dediğini kabul etdiriz. O, iki yıldır peygamberlik da’vâsı eder, bizden birkaç fikrsiz ile birkaç fakirden başka kimse inanmamışdır, dediler. Üsküfler, siz sâkin olun, biz hakkı bulduk, câhillerin sözü ile bu hakdan dönmeyiz, dediler. İslâmın hükümlerini Öğrenip memleketlerine gitdiler.

·        101 — Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » bi’setin altıncı yılında mi’râcmı anlatırken, Kur’ân-ı Kerîmde de açıklandığı gibi Mescid-i Aksâ’ya uğradıklarını söylediler. Kureyşliler, Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem » Mescid-i Aksâ’yı görmediğini biliyorlardı. Mescid-i Aksâ’nın vasflarmı sordular. Cebrâil «aleyhisselâm» Mescid-i Ak-sâ’yı gözlerinin önüne getirdi. Sorulan sorulara gözlerinin önündeki sûre te bakarak cevab verdiler. Ayrıca Kureyş’den Şam’a giden bir kervandan sordular. Kervan yoldadır, ben onlara uğradığım zeman, falan kişi deve üstünde oturmuşdu. Hava soğuk olduğundan kölesinden kilim is-temişdi. Ben susamışdım, falan kimsenin bardağından su içdim. Bir kimse bir şey gâib etmişdi, onu arayıp buldular. Bizim Burak’ımızdan kervandaki develer ürkdü, etrafa dağıldılar. Eğer, develeri toplamakda çok oyalanmazlarsa falan günü güneş doğarken buraya gelirler, buyurdu.

Hakikaten kervan tam o zamanda geldi. Kervandakilere, anlatılanlardan soruldu, hepsinin doğru olduğu öğrenildi. Bu açık mu’cizeleri görmelerine rağmen yine inad edip îmân etmiyorlardı.

·        102 — Ebû Cehl, bir gün kâfirleri toplayıp, Hazret-i Muhammedi « sallallahü aleyhi ve sellem » kasdederek, ben onun elinden ancak öldürmekle kurtulurum, eğer siz de bana yardımcı olursanız, nemaz kılarken bir taş atıp öldüreceğim, dedi. Kâfirler, yardım edeceklerine and içdiler. Sabahleyin Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» nemaz kılarken, Ebû Cehl eline bir taş alıp yürüdü. Yaklaşınca rengi değişip, titreyerek geri döndü. Kâfirler, Ebû Cehl’e niçin geri döndün? dediler. Ebû

Cehl, yanma yaklaşdığım zeman, öyle bir hırçın deve ile karşılaşdım ki. ömrümde öyle yüksek ayaklı, keskin dişli, heybetli deve ne görmüş, ne de işitmişdim. Biraz daha yaklaşsaydım muhakkak beni öldürürdü, dedi. Cebrâil « aleyhisselâm » bu haberi ağlıyarak haber vermişdir. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » de, ( Eğer dahâ yakiaşsaydı elbette yakalardı) buyurmuşlardır.

·        103 — Ebû Cehl, yine kâfirleri toplayıp, Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem» sizin yanınızda yüzünü toprağa sürer mi? Ya’ni nemaz kılar mı? diye sordu. Kureyş kâfirleri de evet dedi. Eğer ben onu öyle görürsem başını ayağımla ezeceğim dedi. Bir gün dediğini yapmağa giderken, daha yaklaşmadan eliyle yüzünü silerek geri döndü. Kureyş kâfirleri, ne oldu? dediler. Ebû Cehl, onunla benim aramda bir ateş kuyusu meydana geldi. Zebânîler, bana hücûm etdiler, geri döndüm dedi. Sonra bu hâdiseyi haber veren âyet-i kerîme indi.

·        104 — Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » bir gün Hakem bin ebül Âs’a rastladı. Yanından ayrıldıkdan sonra Hakem Resû-lullah’m «sallallahü aleyhi ve sellem» arkasından alay ederek vücûdünü oynatdı. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » Hakemi nübüvvet nû-ru ile gördü. O şeklde kalması için düâ buyurdu. Derhal Hakem’in vücûdünü titreme aldı ve ömrünün sonuna kadar öyle kaldı.

·        105 — Kureyş kabilesi, Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem » hâlini yehûdi âlimlerinden sordular. Onlar da üç şeyi sorun, eğer uygun cevâb verirse bilin ki peygamberdir, yoksa yalancıdır. Kureyş kâfirleri bu üç süâli sordular. Birincisi Eshâb-ı Kehf kıssası İkincisi Zülkarneyn kıssası, üçüncüsü rûhun ne olduğu idi. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » yarın cevâb vereyim buyurdular. İnşâallah dememişlerdi. Vahy on gün kesildi. Kâfirler sevinmeğe başladılar. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem» o günlerde çok zor durumda kaldı. Sonra Cebrâil « aleyhisselâm » konuların covablarmı içine alan Kehf sûresini getirdi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem » . kâfirlere okudular, fekat yine inâd edip küfrü tercih etdiler.

·        106 — Esved bin Abdülmuttalib, Âs bin Vâil, Velîd bin Mugeyre ve ibni Talât ile, Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile çok istihzâ ederlerdi. Cebrâil « aleyhisselâm » Resûlullahm « sallallahü aleyhi ve sellem» yanında idi. Bu dört kişi kâ’beyi tavaf ediyorlardı. Cebrâil « aleyhisselâm » m işaretiyle, Velid bin Mugeyre’nin elindeki ok yarasından meydana gelen cerahat dağılıp kan akarak öldü. Âs bin Vâil, aya-ğma batan dikenden meydana gelen cerahat tazelenip hemen öldü. İbni Talâtile başından irin akıp öldü. Esvede de yeşil bir yaprakla gözüne vurup kör etdi. Sonra ( seninle alay edenlere biz kâfiyiz ) âyeti kerîmesi indi.

·        107 — Resûlullah « sallailahü aleyhi Ve sellem » bir gün Kureyş kâfirlerinin şerrinden, şehrden dışarı çıkmışdı. Uzakdan bir karaltı gördü. Yaklaşınca deve sürüsü olduğunu anladı. Develerin içine girip oturdu. Develer ürkdüler. Sürünün başında bulunan Ebû Servân etrafı dolaşdı. Kimseyi göremedi. İçine girince Resûlullahı « sallailahü aleyhi ve sellem » gördü. Sen kimsin, develerimi ürkütdün diye sordu. Korkma, develerinin arasında birazcık rahat edeyim diye buraya girdim buyurdular. Tekrar sordu. Yine aynı cevâbı aldı. Sonra, öyle zannediyorum ki sen Peygamberlik dâ’vâsmda bulunan kimsesin, dedi. Evet Peygamberim, seni de îslâma çağırıyorum buyurdular. Ebû Servân, sen develerin arasında olduğun müddetçe develerim felâh bulmaz deyip Resûlullahı « sallailahü aleyhi ve sellem » develerin arasından çıkardı. Ebû Servân’a (Yâ Rabbî ömrünü uzun, kendisini şakî eyle diye bed düâ etdiler. Sonra Ebû Servân çok ihtiyar oldu. Ölmeyi arzu ederdi. Kendisine halk, seni aldığın bed düâ ile helak olmuş görüyoruz derlerdi. Ebû Servân, hayır helâk olmuş değilim derdi. İslâmiyyet yayılınca Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelerek müslimân oldu. Ebû Servân’a hayr düâ etdiler ve istiğfar etdiler. Ancak birinci düâ daha evvel kabul ohnuşdu.

·        108 — Birgün kâfirler Resûlullahı « sallailahü aleyhi ve sellem » çok üzmüşler, mübârek. yüzünden kan akıtmışlardı. Bir yerde oturmuş-du. Hüzünlüydü. O sırada Cebrail « aleyhisselâm» geldi. Şu vadideki falan ağacı çağır, dedi. Resûlullah « sallailahü aleyhi ve sellem » çağırdı. Ağaç huzûruna geldi. Sonra yerine git buyurdular. Ağaç eski yerine gitdi. Bunun üzerine ( bu bana yeter ) buyurdular.

·        109 — Kureyş kâfirleri, Ebû Tâlibin himâyesi sebebiyle Resûlullah « sallailahü aleyhi ve sellem » ile mücadele edemeyince, bir yere toplanıp Abdülmuttalib ve Hâşimoğulları ile komşuluğu, alış - verişi, konuşmağı, kız alıp vermeği men’eden ve Allahü teâlânm ismiyle başlıyan bir ahdnâ-me yazdılar. Bir ipeğe sarıp mumladılar. Mührlerini de vurup . Kâ’berin dıvarma asdılar. Ebû Tâlib, bunu duyunca, Ebû Leheb’den başka bütün Hâşim oğullarını ve Abdülmuttalib oğullarını alarak kendi evlerinin bulunduğu bir vâdiye gitdiler. Üç yıl orada kaldılar. Kureyşlilerden hiç kimse onlarla dostluk ve alış veriş yapmazdı. Yalnız Resûlullahm dâmâdı olan Ebül Âs bin Rebî’a geceleri onlara buğday ve hurma götürürdü. 'Çok düâ alırdı. Bu sıkıntı artık çek şiddetlenmişdi. Allahü teâlâ bir canavar göndererek ahdnâmedeki Allah adından başka her yazıyı yedirdi Bu olay Peygamberimize « sallallahü aleyhi ve sellem » bildirildi O da amcası Ebû Tâlibe söyledi. Ebû Tâlib de oradaki Hâşim ve Abdülmutta-lib oğulları ile güzel elbiseler giyerek Kureyş Meclisine gitdiler. Kureyş-liler iyi karşıladılar. Ebû Tâlib, bana doğru sözlü Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» kâ’be’deki andnâmenin Allah isminden başka her yazısının bir canavar tarafından yendiğini söyledi. Eğer doğru ise Hak teâlâdan korkunuz, kuldan utanınız da bu yanlış düşünüşünüzden vaz geçiniz. Eğer yalan ise Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» muhafazasından vaz geçeceğim dedi. Güzel söylüyorsun, dediler. Adam gönderip ahdnâmeyi getirdiler. Hakikaten Allah isminden başka yazı kalmamış idi. Ebû Tâlib Kureyşiilere ağır sözler söyledi. Onlar da sükût etdiler, cevâb veremediler. O ahdden geri ^döndüler. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » de o sıkıntılı vadi hayatından kurtuldular. Kureyşliler de bir müddet idareten de olsa alışveriş ve dostluk yapdılar.

·        110 — Kâfirler, bir gür Resûlullaha « sallallahü aleyhi ve sellem » ■gelerek, eğer peygamberlik da’vâsmda doğru söylüyorsan ayı ikiye böl dediler. İkiye ayırırsam îmân edecek misiniz? buyurunca, evet dediler. O zeman aym ondördü idi. Allahü teâlâya düâ etdi. Ay ikiye ayrılıp birisi Ebî Kubeys dağı üzerine, diğer parçası başka bir dağ üzerine gitdi. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » kâfirleri isimleriyle ey filân, ey filân gibi çağırarak, gördünüz mü? buyurdular. O bedbahtlar Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » bize sihr yapdı dediler. Sonra etrafdan gelen müsâfirlere soralım. Onlar da bizim gibi gördüler ise doğrudur, yoksa sihr ve gözboyamadır dediler. Her müsâfire sorduklarında biz de öyle gördük diyorlardı. Ayın ikiye ayrıldığını görmüşler, fekat hakikati görememişlerdi. Bir âyet-i kerîmede; (Onların gözleri vardır, "fekat görmezler) buyurulmuşdur.

·        111 — Hazret-i Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » Rekâne bin Abdi Zeydi görüp henüz îmân etmek zamanı gelmedi mi? mu’cize istersen göstereyim buyurdular.Karşısmdaki ağacın yarısını yanma çağır gelsin, dedi. Çağırdılar geldi. Geri dön buyurdular, yine yerine gidip diğer yarısına bitişdi. Bu olayı bize haber veren, ağacın bitişme yerini bir çizgi halinde gördüğünü söylemişdir. Rekâne, ben bundan anlamam, seninle bir güreş tutalım, eğer beni yenersen koyanlarımın yarısı senin solsun dedi. Güreşdiler, Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » gâ-

lib geldi. Bir dahâ güreşelim dedi. Yine Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem » gâlib geldi. Rekâne, Kureyşlilere ne diyeceksin dedi. Peygamberimiz « sallallahü aleyhi ve sellem » de Rekâne ile güreşdim, ko-yunlarmm yarısını aldım, diyeceğim buyurdular. Rekâne, öyle deme bana, bağışladı diye, söyle deyince Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» nasıl yalan söylerim buyurdular. Rekâne sen hiç yalan söylemez misin, deyince, hayır buyurdular. Bunun üzerine Rekâne müslimân oldu.. « radiyallahü anh » .

·        112 — Bir gün .Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » , Yâ Rab-bî, İslâmî Ömer İbni Hattâb veya Ebû Cehl’den birisi ile aziz et, diye düâ etdiler. Sabahleyin Hazretı Ömer « radiyallahü anlı » müslimân oldu..

·        113 — Resûlullah « Sallallahü aleyhi ve sellem » bir gece Kur’an-r. Kerim okurken, yedi cin gelip, dinleyip gitdiler. Biraz sonra daha toplu, bir gurup halinde geldiler. Mekkenin yüksek bir yerinde toplandılar. İçlerinden birini Resûlullaha « sallallahü aleyhi ve sellem » gönderdiler. Onlar da Eshâb-ı Kirâm « aleyhimürrıdvân » ile oturmuşlardı. İçinizden hanginiz benimle gelmek ister, yalnız içinde zerre kadar korku olmasın, buyurdular. Abdullah ibni Mes’ud «radiyallahü anh» kalkıp, ben gelirim, yâ Resûlallah, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»-içinde hurma suyu bulunan matharasmı su vardır- zannıyla götürdü. Mekkenin yüksek bir yerine gitdiler. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » etrafına bir çizgi çizip, ( Ey Abdullah, buradan dışarı çıkma ve hiçbir şeyden korkma ! ) buyurdular.

Abdullah ibni Mes’ud « radiyallahü anh » diyor ki : O hattın içinde-oturdum. Uzakda bir topluluk vardı. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » onlara doğru gitdi. Yanlarına varınca hepsi hürmetle kalkıp,, hizmet etdiler. Sabaha kadar onlarla kaldılar. Sonra yanıma teşrif etdiler. Çok bekledin yâ Abdullah dediler. Nasıl oturmıyayım ki, seâdetimiz emrine uymakdadır dedim. O sırada ilerideki toplulukdan iki kişi geldi. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » o iki kişiye, ben sizin isteklerinizi, işlerinizi yerine getirdim. Niçin geldiniz? diye sordular. Onlar da sizinle beraber sabah nemâzını kılmak için geldik dediler. Bana,, yanında su var mi? diye sordular. Yâ Resûlallah, hurma suyu vardır dedim. (Hurma güzeldir ve suyu temizdir) buyurdular. Abdest aldılar, nemaz kıldık. O iki kişi gitdiler. Yâ Resûlallah, bunlar kimlerdir? diye sordum. Nussaybîn cinleridir. İslâma geldiler. Ba’zı meselelerde ihtilâfa düşmüşler, onları halletdim.. Yiyecek istediler. Kemikleri kendilerine, tezeği de hayvanlarına yiyecek ta’yîn et-dim buyurdular. Sonra kemik ve tezek ile istincâyı men’etdiler.

·        114 —■ îbni Mes’ud « radiyallahü anh » rivayet ediyor : Bir gün. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » elimden tutup Mekkenin bir vâdisine götürdü. Etrafıma bir çizgi çizip, bu çizgiden çıkma buyurdu. Ayrıca, buradan bir cemâ’at geçecekdir. Onlarla konuşma, onlar da seninle konuşmak istemezler buyurup gitdiler. Orada otururken bir kısm insanlar geldiler. Çizginin dışından geçerek gitdiler. Gecenin sonunda Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geri döndüler. Mübarek başını dizime ko yup uyudular. O sırada beyaz elbiseler giymiş, güzellikleri dille anlatılamayan birkaç kişi gelip, bir kısmı başucunda, bir kısmı da ayak ucunda oturdular. Birbirleriyle konuşmağa başladılar. Gözleri uykuda kalbi uyanık olma hâli bu peygamberden başka hiç kimseye verilmemişdir. Bu peygamberin da’vetini kabul edip etmemek, bir padişahın yeni yapdırdığı bir serayda çok güzel yemekler hazırhyarak herkese verdiği da’vete gidenlerin yiyip içdikleri ve sultanın yanında kıymetli olmaları, da’vete gitmeyenlerin yemekden mahrum oldukları gibi sultanın da cezâsma çarpılmaları gibidir, diyorlardı. Sonra bunlar gitdiler. Resûlullah « sallallahü aleyhi ve sellem » uyandı. Ey Abdullah, bu gelenler neler konuşdular,. duydun mu, bunlar kimlerdi biliyor musun? diye sordular. Allah ve Re-sûlü bilir dedim. Onlar meleklerdi. Söyledikleri misâl şu idi. ( Allahü teâ-lâ cenneti yaratdı. İnsanları oraya da’vet etdi. Bu da’veti kabul eden Cennet ni’metlerinden faydalanır ve Allahü teâlânın yanında kıymetli' olur. Da’veti kabul etmiyenler azâb ve ıkâb görürler ) buyurdular.

·        115 — Mesrûk « radiyallahü anh » dan, Cinlerin gece gelip Kur’ân-r Kerîm okunurken dinlediklerini Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem » kim haber verdi? diye sordular. Eshâb-ı kiramdan « aleyhimürrıd-vân » bir ağacın haber verdiğini işitdim buyurdu.

·        116 — Zübâb bin Hâris « radiyallahü anh » anlatıyor : Câhiliyet ze-manında biz putum vardı, ona tapardım. Bir cinim vardı, araklardaki halleri bana haber verirdi. Bir gün o putun önünde uyumuşdum Cinim gelip yâ Zübâb ! Muhammed « sallallahü aleyhi ve sellem » peygamber oldu. Mekkede halkı da’vet eder, her sözü doğrudur dedi. Hayret etdim,. dışarı çıkdım. Kendi kavmime söyledim. O sırada birisi gelip aynı haberi getirdi. Putu kırdım. Bir deveye binip Resûlullahı « sallallahü aleyhi ve sellem » görmeğe gitdim. Onun, şimdiye kadar kimsede görmediğim nûrlu yüzünü gördüm. Huzûruna vardım. Bana ne için geldin? dedi. Enirlerinizi tutmak için dedim. Bana, memleketimdeki putdan, cinden bahs

■edince, sen Allah’ın resûlüsün dedim. O zeman önce ibâdet edilecek, yalnız Allah’ın olduğuna, sonra benim peygamber olduğuma şahadet et buyurdular. Orada kalbime şu şiir geldi ve okudum.

Allahın dînini, açıkladığını gördüm >:•= * *

Hidâyetle geldiğinden Resûlullaha uydum # *

Puta şiddet gösterip onu terkettim

# * &

Resûlullahm da’vetine icabet eldim * *

Alışkanlığımı bırakıp, putuma muhalefet etdim * * «S

Zira bir zemanda iki şeye sahih olamazdım.

·        117 — Câbir « radiyallahü anh » anlatıyor ! Ağaç altında bi’at olunduğu zemanda Resûlullah « sallallahü aleyhi ve selelm » , ( Kırmızı devenin sâhibi hariç, ağaç altında bi’at edenlerin hepsi cennete girer) buyurdu. Biz bu kişi kimdir diye etrafa dağıldık. Birisini, devesini gaybet-miş ararken gördük. Biz, gel bî’at et, sonra deveni ararsın dedik. Devemi bulmam, bi’at etmemden iyi olur dedi.

·        118 — Mâzin bin El’adûbe « radiyallahü anh » anlatıyor : Bizim kavmimizde bir put vardı. Herkes ona tapardı. Bir gün onun önünde kurban kesiyordum. Putun içinden « Yâ Mâzin dinle ! Allahü teâlâ hayrı meydana çıkaran şerri gizleyen bir peygamber gönderdi. Yontulmuş taşı bırak ki cehennem ateşinden kurtulasın » diye bir ses geldi. Bu sesden korkdum ve büyük bir iş olacakdır, dedim. Birkaç gün sonra bir kurban daha kesdim. Yine putun içinden «Bana yaklaş, beni dinle, câhil olma kendisine vahy inen bir peygambere îmân edenler, alevli ateşin sıcağından kurtulurlar » diye bir ses dahâ işitdim. Kendi kendime, bu beni ten-bîh eden bir haberdir, dedim. Günler geçdi. Bir gün bize bir müsafir gel-mişdi. Mekkede Kureyş’den bir kişinin herkesi Allahın birliğine ve kendisinin Resûlü olduğuna şahâdete çağırdığını söyledi. Putdan gelen sesler buna işaretdi deyip putu kırdım ve Mekkeye gitdim. Resûlullahı « sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm. îmân etdim. îslâmiyyetin hükmlerini öğrenip yerine getirdim.

Ben gece, gündüz hevâ ve hevesimin peşinde koşardım. Çok yıllar malım ziyan olurdu. Çok sıkıntı çekerdim ve oğlum olmazdı. Hazret-i Mu-hammed’den « sallallahü aleyhi ve sellem » bana düâ etmesini diledim. Kötülüklerden kurtulmam ve bir çocuğumun olması için düâ buyurdular-Düâda her söyledikleri kabul oldu. Rivayet ederler ki, Mâzin bir mescid yapıp, orada ibâdet ederdi. Zulm gören bir kimse o mescidde üç gün ibadet eylese ve o zâlime bed düâ eylese, muhakkak o zâlim ya ölür veya foaras hastalığına yakalanırdı. O mescide Muharriş denirdi.

IV. BÖLÜM

Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» hicretinden vefatına kadar meydana gelen mu’cizeler anlatılmakdadır. Bu bölümde iki kısm vardır. Birinci kısımda, kitâblarda ne zeman meydana geldiği bildirilen mu’cizeler hakkındadır.

·        119 — Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini açıkladıkdan on dört sene sonra Mekke’den Medine* ye hicret et-di. Kureyş kâfirleri, hicret gecesi evini sarıp, uykuya vardığı zeman öldüreceklerini evvelce karar almışlardı.

O gece evin etrafını sardılar. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» uyumasını bekliyorlardı. Eline bir avuç toprak alıp yâsin sûresinin dokuzuncu âyet-i kerîmesini okuyarak evden çıkdılar. O toprağı kâfirlerin başlarına serperek aralarından gitdiler, Hiçbir kâfir farkına varmadı. Yalnız bir kişi görmüşdü. Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» görmediniz, o çıkıp gitdi dedi. Kâfirler de kalkıp yüzlerinde ve başlarında olan toprakları sildiler.

·        120 — Hazret-i Muhammed «salllallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ebû Bekr «radıyallahü anh» ile beraber Sevr dağındaki mağara kapısına geldiler. Hazret-i Ebû Bekr «radıyallahü anh»; Önce ben gireyim, size bir zarar gelmesin dedi. Mağaradaki delikleri gömleğini yırtarak kapadı. Sonra peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» çağırdı. İstirahat et-diler. Deliğin biri açık kalmışdı. Ebû Bekr «radıyallahü anh» orayı da ayağıyle kapadı. Fekat bir yılan ayağını sokdu. Gece çok ızdırâb çekdi. Sabahleyin Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» ayağını şiş görünce ne oldu? diye sordular. Gece yılan sokdu dedi. Niçin haber vermedin deyince sizi rahatsız etmek istemedim dedi. Bunun üzerine mübârek elini şiş olan yere sürdüler, derhal şiş ve ağrısı geçdi.

·        121 — Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Hazret-i Ebû Bekr «radıyallahü anh» sabahladıkları mağaranın kapısının önünden bir ağaç yeşerdi, üzerinde iki güvercin yuva yapdılar. Bir örümcek de

— 77 —

mağaranın kapısında ağını kurdu. Kureyş kâfirleri, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» gitdiğini duyunca ellerinde sopalarla arkasından, aramağa başladılar.

Mağaraya az bir mesafede durup birini o mağaraya bakması için gönderdiler. O adam gidip hemen geri döndü. Niçin geri döndün diye sorduklarında iki güvercin yuvası ve bir de örümcek ağı olduğu için oraya kimse giremediğine kanaat getirdim dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o güvercinlere hayr düâ etdi. Hak teâlâ o güvercinlere Haremde yer verdi. Nice yıllar orada yaşayıp yavruladılar.

·        122 — Müşriklerden Sürâka bin Müdlec rivâyet etmişdir:

Kavmimin reisi idim. Bir kişi geldi. Deniz kıyısında bir takım karaltılar gördüğünü, bunların Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» ve eshâbı olabileceğini söyledi. Bu tahminin doğru olduğunu anladım fekat o şahsa, onlar falan falan kimselerdir, develerini gaybetmişler, onları arıyorlardır dedim. Sonra eve gelip atımı hazırlatdım. Kılıcımı elime alıp, atıma binip gitdim. Karaltılara yaklaşınca Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» sesini duydum. Kur’ân okuyordu. Arkasına hiç bakmıyordu. Ebû Bekr «radıyallahü anh» ise etrafı kontrol ediyordu. O sırada atımın ayaklarının karnına kadar yere gömüldüğünü gördüm. Feryad eyledim ki, siz benim hakkımda bed düâ etdiniz. Hayr düâ edin de kurtulayım. And içerek, yolda gördüklerimi de geri çevireceğim dedim. Düâ etdiler, t o halden kurtuldum. Yolda gördüklerimi de geri çevirdim.

Rivayet olunur ki: Sürâka, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» o zeman, yolda benim koyunlarıma rastlarsanız istediğinizi alabilirsiniz dedi. Cevâbında biz müşriklerin bağışını kabul etmeyiz buyurdular.

·        123 — Hicretde Ümmü Ma’bedin çadırına varmışlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», Ey Ümmü Ma’bed yanında hiç süt var mı? diye sordular. Ümmü Ma’bed, yokdur ve koyunlarım da uzakdadır dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» çadırda bir koyun gördü ve bu nedir buyurdular o za’îf, kuvvetsiz bir koyundur, onun için diğerleriyle beraber göndermedim dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» izn verirsen bu koyundan süt sağalım buyurdular. O da siz bilirsiniz ama, o hiç bir erkek koyun ile cem’ olmamışdır dedi. «Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve seilem» koyunu sağdılar.

O kadar süt çıkdı ki, çadırdaki bütün kaplar doldu, kendileri ve yanındakiler içdiler, Ümmü Ma’bede de kaldı ve oradan ayrıldılar. Ümmü Ma’bed o koyundan Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» zemanına kadar sabah akşam süt sağdığını söylemişdir.

·        124 — Ebû Ca’fer Muhammed bin Harir - İttabarî rivayet ediyor; Ümmü Ma’bed Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» mu’cize görünce, kötürüm olan oğlunu huzûrlarma götürdü. Düâ buyurdular. Oğlu yürüdü.

·        125 — Zemahşerî Rebî’ül Ebrâr adlı kitabında rivayet ediyor: Ümmü Ma’bed diyor ki: Resûlullah •«sallallahü aleyhi ve sellem» o gece çadırında istirâhat buyurdular. Abdest için su istediler, ellerini ve ağızlarını yıkadılar. Ağızlarının suyunu b;r dikenin dibine dökdüler. Sabahleyin o diken büyük bir ağaç olmuşdu. Üzerinde iri yemişler vardı. Kokusu aııber gibi, tadı şeker gibi, aç kimse yese doyar, susuz kimse kanar, hasta yese sıhhat bulur, üzüntülü yese sevinçli olurdu. Yaprağından yiyen koyun veyâ deve hesabsız süt verirdi. Ağacın adını Mübârek koymuşduk. Her tarafdan gelip hastalara şifâ için yemişlerinden götürürlerdi. Bir gün seher vaktinde Mübâreğin yemişlerinin dökülmüş, yapraklarının küçülmüş olduğunu gördük. Çok üzüldük. O sırada Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat haberi geldi. 30 yıl sonra bir sabah vakti, kökünden budaklarına kadar diken olduğunu, yemişlerinin döküldüğünü gördüm. Hazret-i Ali «radiyallahü anh» m vefat haberi geldi. Artık yemiş vermedi. Yalnız yapraklarından faydalanırdık. Bir gün de ağacın özünden kan akdi ve yaprakları soldu. O zeman Hazret-i Hüseyn «radıyalla-hü anh» m şehâdet haberi geldi. Sonra ağaç, kökünden kurudu. Zemahşerî bu hikâyenin koyun hikâyesi kadar meşhûr olmadığı şâyân-ı hayrettir, diyor.

·        126 — Mekkeliler, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Ümmü Ma’bedin çadırına gelinceye kadar ne tarafa gitdiğini bilemediler. O gün Ebî Kubeys dağının tepesinden bâzı beytler duydular, fekat söyliyeni göremediler. O beytlerden ikisi şunlardır:

Allah onlara pek çok bol iyilikler versin, Çadırından çıkdılar artık Ümmü Ma’bedin. İkisi göç etdiler hak olan emir ile,

Muhakkak felâh bulur refiki Muhammedin «aleyhisselâm»

Bu beytleri duyan Mekkenin müşrikleri, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine taretin a gittiğini anladılar.

·        127 — Hicret yolunda Büreyde-i Eslemî kendi kabilesinden yetmig>

kişi ile Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tesadüf etdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Büreyde’ye ismi ile hitâb etdi ve işimiz soğuk oluyor, kötüleşecek buyurdular. Sonra Büreyde’nin Eşlem kabilesinden olduğunu anlıyarak selâmet bulduk, buyurdular. Büreyde sen kimsin diye sordu. Muhammed bin Abdullah ve Resûlullahım buyurdular. Büreyde hemen Allahdan başka ma’bûd yokdur ve sen onun kulu ve Resûlüsün, dedi. Diğer yetmiş kişi de îmân etdi. Beraber Medîne-i Münevveyere doğru yürüdüler. Medine’ye az kalmışdı. Büreyde, yâ Resulallah «sallallahü aleyhi ve sellem» sancaksız Medine’ye girmek olmaz deyip sarığını çıkarıp, kılıcının ucuna bağladı ve öne geçerek Medineye girdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Ey Büreyde, benden sonra Horasan vilâyetinde Zülkarneynin kurduğu Merv şehrine gideceksin. Vefatın da orada olacakdır. Kıyâmet gününde şark ehlinin önderi olacaksın) buyurdular. Buyurdukları gibi oldu. Hadîs âlimleri, şehrler hakkında en sıhhatli hadîs Büreyde «radıyallahü anh» hadîsidir, demişlerdir.

Büreydenin «radıyallahü anh» kabri, yine eshâb-ı kirâmdan olan Hakim bin Amr Gıfârî’nin «radıyallahü anh» kabrine yakındır. Hakim bin Amr hicretin ellinci senesinde, Büreyde altmışıncı senesinde vefât etmiş-dir. «Radiyallahü anhümâ.»

·        128 — Selmân-ı Farisî «radiyallahü anh» Müslimân olmadan önce bir çok râhibler ve patriklerle sohbet etmişdi. Her biri diğerini tavsiye ediyordu. En son râhibden vasıyyet istedi ve vefatınızdan sonra kimi tavsiye edersiniz, dedi. Râhib de tavsiye edeceğim kimse yok, yalnız yakın zemanda İbrahim «aleyhisselâm» m dîni üzerine bir peygamber ge-lecekdir. Onun hicret yeri hurmanın bol olduğu iki taşlık arazi arasında olacakdır. Hediye kabul edip sadaka kabul etmiyecekdir. Selmân-ı Farisî bu vasiyyet üzerine Arabistan’a gidip Medine’ye yerleş-di. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hicret edince Küba’da konaklamışdı. Selmân-ı Farisî diyor ki: Bir şeyler yanıma alıp, Re-sûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma götürüp bu sadakadır dedim. Eshâbma «radıyallahü anhüm» yiyiniz buyurdular. Kendileri yemediler. Kendi kendime, râhibin dediklerinden birisi meydana çıkdı dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Kubadan Medineye gelince yine birşeyler toplayıp huzûrlarma götürdüm. Bu hediyyedir dedim. O ze-man eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» ile beraber yediler. Kendi kendime, ikinci alâmet de oldu dedim. Bir gün Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvân» birinin cenazesinde Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gör--düm. Üzerlerinde bir izâr bir de ridâ vardı. Mühr-ü nübüvveti görmek için hep arkalarından yürüdüm. Bir ara ridâlarmı omuzlarından aldılar. Nübüvvet mührünü gördüm. Gayri ihtiyarî öpdüm ve ağladım. Beni huturlarına çağırdılar. Olanları anlatdım.. Hoşlarına gitdi ve herkese de anlat buyurdular.

·        129 — Selmân-ı Fârisî «radıyallahü anlı» anlatıyor: Ben bir yahû-dinin kölesi idim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», efendine söyle seni satılığa çıkarsın buyurdular. Ben de çok zorladım, ancak beni çok ağır şartlarla mükâteb etdi. Ya’nî herbiri tutmak şartiyle üçyüz hurma fidanı dikersen ve dört bin dirhem gümüş verirsen seni âzâd ederim dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Eshâbma, kardeşinize yardım edin buyurdular. Onlar da «radıyallahü anhüm» üçyüz hurma fidanı getirdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» üç yüz çukur kaz buyurdular. Kazdım. Kendileri gelip mübarek elleriyle hepsini dikdiler. Hepsi de tutdu. Sonra Eshâb-ı Kirâmdan «aleyhimürrıdvan» birisi bir yumurta büyüklüğünde altın getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ■beni çağırıp o altını verip bununla Kitâbetini temamla buyurdular. Bu azdır dedim. Allahü teâlâ senin borcunu bununla eda edecekdir buyurdular. Götürüp tartdım. Tam efendimin istediği kadardı.

·        130 — Selmân-ı Fârisî îmâna gelmiş, fekat ne dediği anlaşılmıyordu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir tercümân istediler. Arabi ve fârisî bilen bir yehûdî tüccar buldular. Selmân-ı Fârisî «radıyalla-hü anh» Hazret-i Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» medh edip, yehûdileri kötülüyordu. Yehûdi tercümânm işine gelmediğinden değişdi-rerek «Bu size kötü söylüyor ve sövüyor» dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» üzüldüler. Hemen Cebrâil «aleyhisselâm» gelip tercüme yapdılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» de bu tercümeyi kelime kelime yehûdi tercümâna söylediler. Yehûdi, «Yâ Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» sen bu lisanı biliyorken niçin beni çağırdın dedi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» de Ben bilmiyordum. Cebrâil «aleyhisselâm» gelip öğretdi buyurdular. Bunun üzerine tercümânlık yapan Yehûdi tüccar müslimân oldu. Sonra Hazret-i Mu-'hammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Cebrâile «aleyhisselâm», Selmâna «radiyallahü anh» Arab dilini öğret, buyurdular. O da «Gözlerini yumsun, ağzını açsın» dedi. Ağzının barım ağzına koyunca hemen arabî konuşmağa başladı.

·        131 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» devesi üzerinde Me-

•dîneye girdiğinde, kabileleri, mahalleleri dolaşıyordu. Yolunu kesip, «Buğrada müsâfir olunuz» diyen çokdu. Onlara, «Yolumu kesmeyiniz, devem. -1             t

— 81 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 6


nerede çökerse orada kalacağım» buyururlardı. Deve Sehl ve Süheyl adında iki yetimin arsasında çökdü. Ebû Eyyüb Ensârî «radıyallahü anh» deveyi kendi evine çekdi. Sonra o iki yetimin rızaları alınıp oraya mes-cid yapıldı. Şerefül Mustafa adlı kitâbda şöyle yazılıdır: Hazret-i Mu-hammed «sallallahü aleyhi ve sellem» o mescid yapılırken Ebû Bekre «ra-dıyallahü anh» şu vasfda birkaç direk lâzım, buyurdular. Ebû Bekr «ra-dıyallahü anh» da «O vasfdaki direklerden Mekkede bir evde vardı, keşki burada olsalardı, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» «İster misin?» buyurdular. Ebû Beki «radıyallahü anh» da «Evet» dedi. Düâ buyurdular. Direklere kanadlar verildi. Uçup geldiler. Yerlerine konuldu.

·        132 — Ümmül mü’minîn Safiyye «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Babam Huyey bin Ahtab ve amcam Yâser bin Ahtab çocukları arasında beni çok severlerdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Küba’ya teşrif etdikleri zeman, babam ve amcam karşılamak için sabahleyin erken çıkdılar, akşam geldiler. Pek çok yorgun ve üzgün görünüyorlardı. Kendilerini karşılayınca her zamanki gibi bana iltifat göstermediler. Kendi aralarında üzüntülü olarak konuşurlarken şunları duyabildim:

Amcam — Bu odur dedi.

Babam — Yemin ederek, evet. Odur dedi.

Amcam — Sen onun peygamber olduğunu anladın mı, isbât eder-misin? dedi.

Babam — Evet dedi.

Amcam — Senin gönlünde ne vardır? diye sordu.

.Babam — Yaşadığım müddetçe düşmanlıkdır, dedi.

·        133 — Hicretden evvel Medîneliler Abdullah bin Selûl’ü reis edinmiş, ona cevherlerle süslü bir taç y ermişlerdi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Medîneyi şereflendirdiği zeman, halk kendilerine çok iltifat ve mütabeat gösterdiler. İbni Selûl bir köşede kıymetsiz kaldı. Peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» öldürmek veya sıkıntı vermek istedi. Birkaç kâfir onun yanında toplandı; Lebîd bin Âsim, falan mahallede Hayre isimli sihr yapan bir kocakarı vardır dedi. Bin dirhem gümüş ve on top kumaş verdiler. Eğer Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» öldürürsen sana dahâ çok şeyler vereceğiz dediler. Kocakarı bir güvercin yavrusuna iğneler batırıp, ipliklerle düğümler yapıp güvercine sardı. Medinenin dışında har âb bir kuyuya koyup ağzını kapatdı. Hemen Hazret-i Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem hastalandı, dokuz gün a'zâları hareketsiz kaldı. Çok ilâç yapıldı ise de geçmedi. Nihâyet Cebrail «aleyhisselâm» durumu haber verdi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi. ve sellem» kuyunun yerini ta’rif etdiler. Kendisini oraya götürdüler. Kuyuyu açdı, güvercini çıkardı, rekat düyümleri çözemedi. Cebrail «aleyhis-gelâm» nâzil olup Mu’avvezeteyn sûrelerini getirip, bunları o düğümlerin üzerine oku dedi. Okudukça o düğümler açılıyor, iğneler çıkıyordu. Sûreler bitince hepsi çözülüp, temâmen sıhhate kavuşdular. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sihri yapanları azarladı. Medine halkı ise onları linç edip öldürdüler.

·        134 — Ammâr bin Hüzeyme anlatıyor: Evs ile Hazrec kabilelerinde Ebû Âmirden fazla Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» medh eden yok idi. Çünki Ebû Âmir yehûdilerle çok konuşmuş ve din aramak için Şam’a gidip, orada yehûdî ve hıristiyanlardan Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» in hilyesi ve sıfatları hakkında çok bilgi toplamışdı.

Medine’ye dönünce ruhbanlık da’vâsı edip yün elbiseler giyer ve her zeman millet-i hanîfe da’vâsı ederdi. Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamber olunca Ebû Âmir, Mekkeye gitmedi. Medi-neye hicret buyurunca Ebû Âmirin gönlüne hased ve nifak düşdü. Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarına varıp, «Ne ile peygamber oldun?» diye sordu. «Dîn-i hanîfe ile» buyurdular. «Sen bu dîne birşeyler karışdırmışsın» dedi. Ben bu dîni açık ve temiz getirdim, senin yehûdî ve hıristiyan âlimlerinden benim sıfatlarımı duyduğunu söylüyorlar, buyurdular. Sen o değilsin, dedi. Yalan söylüyorsun, buyurdular. Yalan söyleyen vatanından sürülüp garîb yerde vefat etsin, dedi. Burada Ebû Âmir, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vatanı o1 an Mekke’den sürülüp Medîneye geldiğini kasdetmek istedi. Peki, kim yalan söylüyorsa öyle olsun, buyurdular. Ebû Âmir Mekkeye gitdi. Mekkenin kâfirlerine tâbi’ oldu. Mekke feth olunca oradan Taife kaçdı. Tâif halkı îmân edince oradan Şam’a gitdi. Dolayısiyle vatanından sürülmüş garîb oldu ve orada öldü.

·        135 ■— İslâmiyetden evvel Şam’da İbni Heyyebân adında bir yehûdî vardı. Medîneye gelip, Benî Karîze kabilesinde yerleşdi. Bu kabileden biri diyor ki, onun gibi edeb ve şartlarını gözeterek ne-maz kılan görmemişdim. Yağmur düâsı için hep ona giderdik, önce sadaka verin derdi. Verirdik. Sonra düâ ederdi. Hemen yağmur yağardı. Vefatının yaklaşdığım anlayınca, yehûdilere: Ey yehû-diler, biliyor musunuz ben niçin ni’meti bol olan Şamı bırakıp da, kıtlık bulunan Medineye geldim? Allah bilir, dediler. İbni Heyyebân: İlâhî kitablarda, âhır zeman peygamberinin buraya hicret edip, dînini burada kuvvetlendireceğini okumuşdum. Onu görüp îmân ve ona

hizmet etmekle şereflenmek için buraya geldim, dedi. Ömrüm vefa etmedi. Siz ona yetişirseniz câhilliği ve inadı bırakıp îmân edip hizmet edin. O kendisine inanmıyanları öldürecek, kadın ve çocuklarını da esir ala-cakdır. Zeman gelip, Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» Benî Karîze kabilesini muhasara etdiği zeman içlerinde İbni Heyyebân’m va-sıyyetini işitenlerden bazıları, bu İbni Heyyebân’m söylediği peygamberdir, dediler, bazısı da yok, o değildir dedi. O peygamberdir diyenler hisardan aşağı inip îmân etdiler. Kendilerini, mallarını ve çoluk çocuklarını kurtardılar.

·        136 — Rufâ’a bin Râfi’ «radıyallahü anh» anlatıyor: Bedr gazâsm-da kardeşim Hallâd ile bir deve yavrusuna binmişdik. Devemiz Revha denilen yere gelince yoruldu kaldı. Kardeşim. Yâ Rabbî eğer bu deve bizi tekrar Medîneye götürürse bunu kurban keseceğim dedi. O sırada Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler. Bizi öyle görünce su istediler. Bir kaba abdest aldılar. O sudan kendileri deveye içirdi ve her tarafına dökdü. Bininiz buyurdular. Deve bizi koşa koşa götürdü. Bedr’-den dönünce Medîneye vardık, deve yine kaldı. Hemen kardeşim deveyi kesip fakirlere dağıtdı.

·        137 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bedr gazasında mü-bârek eliyle birkaç yeri işâret ederek burada falan, şurada falan şehid olacaklardır buyurmuşlardı. Hepsinin belirtilen yerde şehid olduklarını Ömer «radıyallahü anh» yemin ederek bildirmişdir.

·        138 — Bedr gazasında müşriklerden bir kısmı harbe gitmemiş, rneh-tabda eğlenirken yakın bir yerden birkaç beyt duydular Fekat söyliyeni göremediler. Beytlerde Millet-i hanefiyyenin gâlib geldiği söyleniyordu. Mehtabdakiler, hâdiseyi Kâ’bedeki ihtiyarlara söylediler. Onlar da Mu-hammed «sallallahü aleyhi ve sellem» gâlib gelmişdir, çünki, O’na ve onun eshâbma «radıyallahü anhüm» hanefiyye denir dediler. Bir gece sonra müşriklerin hezimeti haberi geldi.

·        139 — Mekkede Ukbe bin Ebî Mu’ayt adında bir kâfir, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hicret edince iki beyt okudu:

Ey Nâke-i Kusvâya binip de hicret eden,

Az zeman sonra beni ata binmiş görürsün.

Oklarımı hep senden olanlara atarım,

Kılıcıma su verir hep sîzlere vururum.

Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu beytleri duyunca (Yâ Rabbî, onu burnunun üzerine düşür, sar’a hastalığı ver) diye beddüâ etdiler.! Bedr gazâsı olunca o kâfirin atı serhoş oldu. Eshâb-ı kirâmdan «radiyailahü anhüm» birisi onu esir etdi. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna getirdiler. Emr buyurdular, boynu vuruldu.

·        140 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bedr gazâsmda Es-hâb-ı Tâlût kadar ya’nî üç yüz onbeş kişi idiler. Onlara şöyle düâ buyurdular: (Yâ Rabbî, onların elleri boşdur, doldur. Çıplakdır, giydir. Aç-dır, doyur.) Hepsinin, Bedr’den dönerken karınları tok, elbiseleri ve birer ikişer develeri vardı.

·        141 — Hazret-i Ömer «radiyailahü anh» demişdir ki: (Çok olanlar hezimete uğrayacakdır.) Âyet-i kerîmesi gelince bu hezimet-i cem' nedir diye düşünüyordum. Bedr gazâsmda Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» zırhını giyerken bu âyet-i kerîmeyi okuduğunu duydum. O zeman âyet-i kerîmenin neye işaret etdiğini yakînen anladım.

-42 — Bedr çenginden evvelki gece Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» askerinin üzerine şiddetli bir uyku gâlib geldi. Kalkmak isteseler de kalkamıyorlardı. Zübeyr «radiyailahü anh» diyor ki: Bir parça doğrulup oturmak istesek yine düşüyorduk. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve bütün eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» hep böyle idik. Rüfâ’ bin Râfi’ «radiyailahü anh» diyor ki: O gece öyle uykuya dalmışım ki, ihtilâm oldum. Gusl erdim. Kureyş kâfirlerinin bizim askerlerimizin yakınında konakladıklarını gördüm. Fekat korkularından hareket edemiyorlar, kımıldanamıyorlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ammâr bin Yâseri ve İbni Mes’ûdu «radiyailahü anhümâ» kâfirler hakkında haber getirmeleri için gönderdi. Gidip geldiler. Yâ Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kâfirler öyle korkmuşlar ki, atları bir ses çıkarsa, başına vuruyorlar, dediler.

·        143 — Emîr-ül Mü’minîn Ali «radıyallahü anh» anlatır: Cenk gününde Bedr kuyusundan su çekiyordum. Bir kuvvetli rüzgâr gelip geçdi. Arkasından daha, kuvvetli bir yel geçdi. Üçüncü olarak bir kuvvetli yel daha geçdi. Birincisi Cebrâil «aleyhisselâm» bin melek ile geçmişdi. İkincisi Mîkâil «aleyhisselâm», üçüncüsü İsrafil «aleyhisselâm» idi ki biner melekle geçmişlerdi. Mîkâil «aleyhisselâm» Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» sağında duruyordu. Ebû Bekr «radiyailahü anh» da orada idi. İsrâfil «aleyhisselâm» sol yanlarında idi, ben de orada idim.

İbn-i Abbâs «radıyallahü anhüma» rivayet etmişdir: Ensârdan biri

— §4 —

Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma gelip, ben bir kâfirin arkasından gidiyordum. Başımın üstünde bir kamçı sesi duydum. Önümdeki kâfir yüzüstü düşdü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem,» o melekdir, Hak teâlâ bize yardım için gönderdi, buyurdular. O gün Ebû Bürde «radıyallahü anh» da huzûra geldi. Üç baş getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sağ elin dâima muzaffer olsun buyurdular. Bu başların ikisini ben kesdim, birisini de güzel yüzlü beyaz tenli bir yiğit kesdi, dedi. Yine, o yiğit melekdir, buyurdular.

Bedr’deki eshâbm «radıyallahü anhüm» çoğu, biz kâfire kılıç vurmadan başları düşerdi, derlerdi.

·        144 — Ebû Süfyân bin Harb Bedr’den kaçıp Mekkeye gitdiğinde Ebû Leheb harbin durumunu sordu. Düşmanlar silâh kuşanmış, ne tarafa sal-dırıyorlarsa vuruyorlar ve yer ile gök arasında atlara binmiş beyaz tenli kimseler uçarlar, hjçbir şekilde onlara mukavemet edemeyiz, dedi. Benî Gifardan birisi anlatıyor: Ben ve amcam oğlu henüz îmân etmemişdik. Bedr gazasını seyredebileceğimiz bir tepeye çıkdık. Hangi taraf gâlib gelirse, onlarla beraber yağmaya katılacakdık. Üzerimizden bir parça bulut geçdi. İçinden at seslerini işitirdik. O sırada birisi ileri yâ Hayyûm dedi. Hayyûm Cibril’in «aleyhisselâm» atının adıdır. Bu heybetden amcamın oğlu öldü. Ben de az kalsın ölüyordum.

·        145 — Bedr gazasında Ka’b bin Amr, Abbasi «radıyallahü anh» esir etmişdi. Halbuki Ka’b çok zaîf, Abbâs «radıyallahü anh» ise çok cüsseli ve kuvvetli idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ka’ba, Abbasi nasıl tutdun? diye sordu. Ka’b da bana heybetli ve kuvvetli birisi yardım etdi. Onu evvelce görmemişdim. Sonra da görmedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sana bir melek yardım etmiş buyurdular.

·        146 — Abbâs «radıyallahü anh» esir olunca yanında yirmi kıye altın vardı. Çünki Kureyş’den on kişiye askerin yiyeceğini te’min için bu-kadar altın verilmişdi. Abbâs «radıyallahü anh» da on kişiden biriydi, kendisine sıra gehnemişdi. Abbâs «radıyallahü. anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» benden o altınları aldı. Ben, o altınları benim fidyeme sayınız, dedim Düşmanlarıma yardım için olan para fidye olarak hesablanmaz sen ve müteallakâtm için ayrı fidye vereceksin, buyurdular. Başka param yok, dilencilik mi yapayım? dedim. Ümmül Fadl da bir altının yok mu? buyurdular. Sen onu nereden biliyorsun? dedim. Bana Allahü teâlâ haber verdi, buyurdular. Altını Ümmül Fadl’a verirken, Allahdan başka kimse görmedi. Ben şehâdet ederim ki Allahdan başka ilâh yokdur ve sen onun Resûlüsün, dedim.

·        147 — Ukâşe «radıyallahü anh»m Bedr gazâsmda kılıcı kırıldı. Re-suiûllah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir ağaç dalını verip bununla harb et dediler. Eline alıp hareket ettirince güzel bir kılıç oldu. O kılıcın ismini Avn koydular. O kılıcı mürtedlerle yapılan harbde şehîd oluncaya kadar bütün gazâlarda kullandı.

·        148 — Ümeyye bin Halef, Habîbe «radıyallahü anh» bir kılıç vurup kolunu omuzundan kesdi. Habîb «radıyallahü anh» da Ümeyyeyi öldürdü. Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Habîbin «radıyallahü anh» kolunu yerine koydu, tutdu.

·        149 — Bedrde, Katâde bin Nu’man «radıyallahü anh»m gözüne bir şey değip, gözü çıkıp, önüne düşdü. Kavmi onu kesmek istediler. Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile meşveret edelim dediler. Resûlullah Katâdenin gözünü yerine koyup sıvazladı. Diğer gözü gibi ve evvelki halinden dahâ ışıklı gördü. Bu hâdisenin Uhud muharebesinde Re-sûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» korurken meydana geldiği de rivâ-yet edilmişdir.

·        150 — Sâib bin Hubeys «radıyallahü anh» Ömer «radıyallahü anh» zemanmda anlatıyordu: Bedr gazasında beni kimse esir etmedi. Ata binmiş, beyaz tenli, uzun boylu birisi, havadan gelerek beni kureyşlilerle beraber kaçarken yakaladı, bağladı. Sonra Abdurrahman bin Avf «radıyal-lahü anh» gelip beni bağlı buldu. Sonra Abdurrahman bin Avf «radıyal-cevâb vermedi. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna götürdü. Seni kim bağladı? Buyurdular. Doğrusunu söylemek istemedim. Bilmiyorum dedim. Seni melek bağladı buyurdular. O söz hâlâ kulağımda-dır. Fekat geç müslimân oldum.

·        151 — Kureyş’den Umeyr ve Safvân muharebeden sonra Bedrdeki hezimeti konuşuyorlardı. Umeyr’in oğlu da esir olmuşdu. Safvân, geçimimiz de güçleşdi dedi. Umeyr, doğru söylüyorsun, yaşamanın tadı kalmadı. Eğer borcum olmasa, çoluk çocuğun geçim derdi olmasa gidip Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» öldürürdüm. Çünki orada yalnız başına geziyormuş, herkesle konuşuyormuş. Sonra, oğlum da orada esir olduğu için behânem de var dedi. Safvân, borcunu ben veririm, çoluk çocuğuna da bakarım tek sen bu işi yap dedi. Safvân, Umeyr’in yol hazırlığım gördü, kılıcına zehrli su verdi. Umeyr, Safvâna bu iş aramızda kalsın deyip yola çıkdı. Medineye geldi. Mescid kapısında kılıcını kuşandı Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» doğru yürüdü. Ömer «radıyal-lahü anh» da bir kaç kişi ile oturmuşdu. Umeyr’i görünce tanıdı.

Şu köpeği tutun, o Bedrde bizim az olduğumuzu söyliyerek kavmint teşvik ediyordu dedi. Umeyr’i tutdular. Ömer «radıyallahü anh» Resûlul-laha «sallallahü aleyhi ve sellem» haber verdi. Buraya getirin buyurdular. Ömer «radıyallahü anh» çok sıkı tedbirle Umeyr’i Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzurlarına götürdü. Ensârdan ba’zılarma da, taarruz edebilir diye Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» etrafında dikkatli olmalarını söyledi. Yâ Ömer «radıyallahü anh» Umeyr’i salıver gelsin buyurdular. Umeyr’e niçin geldin? diye sordular. Oğlum burada esir olduğu için geldim dedi. Yalan söyleme, doğrusunu söylemeyince kurtulamazsın buyurdular. Umeyr, yine oğlu için geldiğini söyledi. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» Safvân ile Bedrin hezimetini konuş-dunuz. O senin borcunu vermeğe çoluk çocuğuna bakmağa kefil oldu. Sen de beni öldürmek için geldin fekat mâni oldular değil mi? buyurdular. Umeyr, Sen Allah’ın Resûiüsün şimdiye kadar cahilliğimden seni inkâr edermişim. Çünki bu işi Safvân ile ben biliyorduk. Bu işi ancak Allahü Teâlâ haber vermişdir dedi. Kardeşinize îslâmm hükmlerini öğretin buyurdular. Sonra izn alarak Mekkeye geldi. Çok kimseler onun vâsıtasiyle-; îmân etdiler.

·        152 — Haris bin ebi Dirâr esirlerini satın almak için birkaç deve ile bir câriye alıp Medineye giderken yolda develeri ve câriyeyi sakladı eli boş Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma vardı. Esirleri istedi. Fidye olarak ne getirdin? buyurdular. Hiç bir şey getirmedim dedi. Falan yerde sakladığın develer ve câriyen nerede? buyurdular Hâris-hemen Müslimân oldu. Çünki develeri ve câriyeyi sakladığını kendisinden başka kimse bilmezdi.

·        153 — Kabâs bin Eşyem «radıyallahü anh» anlatıyor: Bedr muharebesinde müşriklerin tarafında idim. Müslimânlarm azlığı müşriklerin çokluğu hâlâ gözümün önündedir. Müşrikler hezimete uğrayıp, her biri kaçmağa başladı. Kalbimden «böyle bir iş görmedim, harbden yalnız kadınlar kaçar» diyordum. Sonra ben de kaçıp Mekkeye geldim. Bir müddet kaldım. Gönlüme İslâm merakı düşdü. Medineye gidip Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» söylediklerini duyayım dedim. Medineye gitdim., Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» sordum. Mescidin gölgesinde eshâbı «radıyallahü anhüm» ile oturuyor dediler. Oraya gidip selâm ver-, dim. Yâ Kabâs bin Eşyem, Bedr gazâsmda «Böyle bir iş görmedim, harbden yalnız kadınlar kaçar» diyen sen değil miydin? buyurdular.

Ben de hemen sen Allahın eRsûlüsün dedim. Çünki o sözü değil başkasına söylemek, yalnız kalbimden geçirmişdim. Musâfeha ederek bî’at etdim. Müslimân oldum.

·        154 — Mervânm kızı Asrnâ Hazret-i Resûlullahm «sallallahü aleyhi, ve sellem» ve İslâm dîninin aleyhinde her yerde konuşuyordu. Bilhassa erkekler Bedr muharebesine gittiğinde yine İslâmî kötüleyen şiirler yazdı. Bu şiir, a’mâ olduğu için harbe gidemiyen Amîr’in kulağına geldi. Al-lahü teâlâya söz verdi ki; Hazret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Bedr’den dönünce Asmâ’yı öldürsün. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’ye teşrif edince, Amir gece yarısı Aşmâ’nın evine gir di. Çocuklarını etrafına almış uyuyordu. Memesi de en küçük oğlunun ağzında kalmışdı. Çocuğu bir tarafa çekdi. Kılıcı göğsüne vurdu, zorladı, arkasından çıkdı. Sabah nemazım Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» ile kıldıkdan sonra, yâ Amir, Mervan’m kızını öldürdün mü? buyurdular. Evet dedi, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Eshâbma «radiyallahü anhüm» dönerek, eğer Allah Resûlüne gâibden yardıma çalışan birini görmek isterseniz Amîr’e bakınız buyurdular. Hazret-i Ömer «radiyallahü anh» gecesini ibâdetle geçiren bu a’mâmıdır, dedi. (A’mâ, deme, o görür) buyurdular.

·        155 — Da’sûr bin Haris bin Muhârib bir gün Benî Haris ve Benî Sa’-lebe kabilelerinden topladığı kimselerle Medine köylerini basmak için yo la çıkmışlardı. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» de dört yüz elli kişi ile onlara karşı çıkdı. Benî Sa’lebeden birisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip îmân etdi ve onların karşılıklı harb etmeğe niyyetleri olmadığını söyledi. Zaten neleri var ise gizlemiş, dağa, kaçmışlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» orada üç gün kaldılar. Dördüncü gün bir iş için oradan ayrıldılar. Yağmur yağdı, ıslandılar. Bir ağacın dibinde oturup elbiselerini kuruturken, dağ başından görüp Da’sûra haber verdiler.

Da’sûr kılıcı ile dağdan inip Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanma geldi ve seni benim elimden kim kurtarabilir? dedi. Allahü teâlâ kurtarır, buyurdular. Hak teâlâ o anda Cebrail’i «aleyhisselâm» gönderip Da’sûrun göğsüne bir dâne vurdu. Kılıcı elinden düşdü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Da’sûr’un kılıcını alıp, seni benim elimden kim kurtarır? buyurdular. Da’sûr hiç kimse kurtaramaz diyip Müs-limân oldu.

·        156 — Uhud muharebesinde İslâm askeri hezimete yüz tutarken Übeyy bin Halef bir ata binmiş, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hamle yapdı. Mus’ab bin Umeyr kendisini siper edip şehîd oldu. Yanlarında bulunan Süheylin yarım kılıcım alıp, Übeyy’in koltuk altına bir kılıç vurdular. Hemen atının başını döndürüp kaçdı. Kavmine geldiği zeman sığır gibi bağırıyordu. Ebû. Süfyân, bir diken yarası kadar şeyden niçin bu kadar bağırıyorsun? dedi. Übeyy, Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» bana pazarda «Yakında sen benim elimde öleceksin» demişdi. Bu kılıcı da o vurdu. Acısını Hicaz’daki insanlara dağıtsalar hepsi ölür, dedi. Na’ra ve feryâd ederek o acıyla canı cehenneme gitdi.

·        157 — Yehûdî âlimlerinden Mahyerîk adlı bir zengin kişi vardı. Re-sûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem» sıfatlarını kitâblarda okumuşdu. Fekat kendi dinlerine olan sevgisi, âyinlerine alışkanlığı ve kavminin ha-miyyeti onu îmân şerefinden mahrûm ediyordu. Uhud muharebesinin başladığı Cumartesi günü kavmine: Bugün Muhammed’e «sallallahü aleyhi ve sellem» yardım etmek sizin üzerinize vâcibdir dedi. Kavmi, bugün Cumartesi dediler. Mahyerîk, artık Cumartesinin hükmü değişdi, dedi. Kavmine, «eğer bugün ölürsem malım Muhammed’indir» «sallallahü aleyhi ve sellem» diye vasiyyet ederek, silâh kuşanıp harbe gitdi. Şehid oldu. (Yehûdi’nin en hayırlısı Mahyerîkdir» hadîs-i şerifi ile şereflendi. Resûlul-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mahyerîkin bütün malını alıp, Medine’de •sadaka olarak dağıtdılar.

·        158 — Uhud harbinde Kazmân adında eshâb-ı kirâmdan biri evde kalmışdı. Kadınlar, sen de bizim gibisin deyince utanıp silâh kuşanıp harbe gitdi. Müşriklerle çok şiddetli çarpışıyordu. Onun bu gayretini Resû-lullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» haber verdiklerinde, O, cehennem-likdir buyurdular. Herkes hayret etmişdi. Kazmân yedi kâfir öldürdü, kendisi de çok yara aldı. Eshâb-ı kirâmdan «radiyallahü anhüm» ba’zısı onu görüp: Ey Kazmân, şehâdetin mübârek olsun dediler. Kazmân; Ben •din için harb etmiyorum. Kureyşlilerin gâlib gelip hurmalıklarımızı ha-râb edeceğinden korkuyorum, dedi. Yaraları kendisine çok zahmet vererek, kılıcının üzerine düşüp öldü. Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimûrrıdvân» durumu bilmiyenler Resûlullalıa «sallallahü aleyhi ve sellem» Kazmân yedi kâfiri öldürüp şehid oldu deyince, «Allahü teâlâ dilediğini yapar» buyurdular. Sonra hurmalıklar için harb etdiği öğrenilince (Ben, Allah’ın Resûlü olduğuma şehâdet ederim) ve sonra da (Allahü teâlâ bu dîni fâ-sık ve fâcir kimselerle de elbette kuvvetlendirir) buyurdular.

·        159 — Uhud harbinde Mus’ab bin Umeyr «radiyallahü anh» muhâ-cirlerin sancağını tutardı. İbn-i Kamiyye onu peygamber sanarak kuvvetli bir kılınç vurup sağ elini kesdi. Mus’ab «radiyallahü anh» sancağı sol eline alıp Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın Resulüdür diye yemin etdi. İbn-i Kamiyye bu söz üzerine geri dönüp bir kılmç daha vurarak sol elini de düşürdü. Bu sefer sancağı bâzûsuyla tutdu. Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» sancağı Hazret-i Ali «radiyallahü anh» a verinceye kadar yere düşürmedi.

·        160 — Hanzala bin ebî Âmir «radiyallahü anh» Abdullah bin Ebî Selülün kızı Cemile ile evlenmişdi. Zifâf gecesi Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» Uhud muharebesine gitmiş ve Hanzala’ya «radiyallahü anh» o gece evde kalmasını emr etmişlerdi. Hanzala «radiyallahü anh» sabah nemâzım kıldıkdan sonra Uhud muharebesine gitmek istedi. Cemile bırakmayıp halvet taleb etdi. Cemile kavmine haber gönderip şâ-hidlik için dört kimse istemişdi. Hanzala «radiyallahü anh» halvete girdi, gusl icâb etmişdi. Fekat muharebeye gecikirim diye gusl etmeden silâh kuşanıp Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Uhudda safların -dizildiği zemanda yetişdi. Çok şiddetli çarpışdı. Ebû Süfyân bin Harb’i atından yere yıkıp öldürmek için göğsüne oturduğunda, Ebû Süfyân Ku-reyşlileri yardıma çağırdı, kendisini kurtardılar. Hanzala «radiyallahü anh» çok çarpışdı. Sonunda şehîd oldu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gâlib geldikden sonra dağın eteğini göstererek: Bakın, melekler sık saflar bağlamış, Hanzalayı «radiyallahü anh» yağmur suyu ile yıkıyorlar, buyurdu. Ebû Esîd Sa’îd «radiyallahü anh» diyor ki: Dağ eteği ne gitdim. Hanzala «radiyallahü anh» yatmış başından sular damlıyordu Cemileye haber gönderip sorulduğunda gusle muhtâc olduğu öğrenildi.

Cemileye kavmi, niçin zevcinle cem’ olmada dört şâhid istedin diye sordular. Cemile, rü’yâmda Hanzalanm «radiyallahü anh» gökden bir kapı açılıp içeri girdiğini, sonra kapının yine kapandığım görmüşdüm. Hanzalanm «radiyallahü anh» şehid olacağına kanaat getirdim. İstedim ki benimle cem’ olduğuna şâhid bulunsun, dedi.

·        161 — Haris bin Samma «radiyallahü anh» anlatıyor: Hazret-i Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dağın tepesinde idi, beni görünce, Abdurrahman bin Avf’ı gördün mü? diye sordular. Dağdan aşağı inerken gördüm, etrafını müşrikler sarmışdı. Yardım edecekdim, sizi görünce yanınıza geldim, dedim. Ona melekler yardım ediyor, buyurdular. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf’m yanma geldim. Etrafında yedi ölü vardı. Dâima muzaffer olasın. Bunların hepsini sen mi öldürdün, dedim. Su ikisini ben öldürdüm, diğerlerini hiç tanımadığım bir kimse öldürdü dedi.

·        162 — Emir-ül Mü’minîn Ali «kerremellahü vecheh» diyor ki: Uhud muharebesinde Müslimânlar Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» önünden kaçmağa, başladıkları zeman; uyanık olunuz! Muhammed öldürüldü, diye bir ses işitildi. Ölüleri aradım, bulamadım. Kaçmasına da asla imkân yokdu. Kılıcımı çekip müşriklerin toplu bulunduğu bir yere kendimi atdım. Müşrikler dağıldılar. Meğer Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» onların arasında imiş. Melekler onu saklamışlar. Müşriklerden bir zarar gelmemiş.

·        163 — Ebû Berâ, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» iki deve ve iki at hediyye gönderdi. (Eğer müşrikin hediyyesini kabul etseydim, Ebû Berâ’nın hediyyesini kabûl ederdim) buyurdular. Yanında bulunanlar, yâ Resûlallah, onun bir büyük çıbanı vardır, hiçbir ilâcın fâidesini görmemişdir, şifâ bulması için bu hediyyeleri size gönderdi, dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eline bir kesek parçası alıp mübâ-rek ağzının suyu ile bulaşdırdı. Bunu suya atsın ve suyundan içsin buyurdular. Ebû Berâ öyle yapch, tam şifâ buldu.

·        164 — Reci’ gazvesinde Âsim bin Sâbit şehid oldu. Kâfirler başını alıp Sa’d’m kızı Selakiye götürmek istediler. Çünki Asım «radiyallahü anh» bunun oğlunu Uhud’da öldürmüşdü. Bu kadın da Âsimin başını getirene yüz deve vereceğim diye nezr etmişdi. Kafatasında da şaı ab içecek idi. Hak teâlâ, Âsim «radiyallahü anh» m etrafına çok sayıda arı gönderdi. Hangi kâfir yaklaşsa arılar yüzünü gözünü şişiriyor, ölecek hâle getiriyorlardı.

Sonunda, gece olsun, arılar çekilsin, o zeman götürürüz, dediler. Akşamleyin bir bulut gelip yağmur yağdı, sel gelip Âsim «radiyallahü anh»’ m vücûdünü götürdü. Emir-ül Mü’minîn Ömer «radiyallahü anh» diyor ki: Âsim «radiyallahü anh» kâfirlere elini değdirmiyeceğine nezr etmişdi. Kendisi sözünde durdu. Hak teâlâ da kâfirlerin elini onun bedenine değdirmedi.

·        165 — Reci’ gazvesinde Habîb bin Adî’yi «radiyallahü anh» esir edip Mekke müşriklerine yüz deveye satdılar. Müşrikler onu çok zeman habs etdiler. Bir gün bakdılar, Habîb taze üzüm yiyordu. Halbuki o zeman Mekke’de üzüm vakti değildi. Bu üzümü nereden buldun diye sordular. Benim rızkımdır, Hak teâlâ gönderdi dedi.

·        166 — Mekke müşrikleri Habîbi idâm etmek istediler. Habîb Mekke kâfirlerine bed düâ etmeğe başladı. Muâviye «radiyallahü anh» diyor ki: Ebû Süfyân beni yere yatırmak istedi. Düânın heybetinden beni öyle kuvvetli yere vurdu ki vücûdümün ağrısı birkaç gün gitmedi. Çünki Arab-larda, beddüâ zemanında yere yatan, onun tesirinden kurtulur diye bir zihniyet vardı. Habîbe bakanlardan bir yıl içinde bir belâ ile ölmeyen’, çok az kimse kalmışdı. Emir-ül mü’minîn Hazret-i Ömer «radiyallahü anh» Sa’îd bin Âmir’e Humusda bir iş verdi. Sa’îd arasıra kendinden geçerdi. Ömer «radıyallahü anh» bu hâlin sebebini sorduğunda, Habîb îdâm edilirken yanında idim. Ne zeman o hâl aklıma gelse, kendimden geçiyorum dedi. Habîb, îdâm edilirken: yâ Rabbî, Resûlünle «sallallahü aleyhi ve sellem» gönderdiğin her emre itâ’at etdim. Burada kimse yok ki selâmımı kendisine götürsün, dedi. Usâme «radıyallahü anh» diyor ki: O zeman ben eshâb-ı kirâmdan «radıyallahü anhüm» birkaç kişi ile Resûlullahm barek gözlerindenyaş akdi ve kardeşim Cibril «aleyhisselâm» bana Hak «sallallahü aleyhi ve sellem» yanındaydık. Kendilerinde vahy hâli göründü. Mübarek başını kaldırıp (ve aleyhisselâm ve rahmetullah) deyip mübarek gözlerinden yaş akdi ve kardeşim Cibrîl «aleyhisselâm» bana Hak teâlâ tarafından Habîbin selâmını getirdi. Habîbi darağacmdan indirene Cennetde yer verilecekdir buyurdular. Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved «radıyallahü anhümâ» bu iş için hazırlandılar, gece gidip gündüz saklanarak Mekkeye vardılar. Dar ağacının havalisine geldilbr. Gece, kırk bekçi hep uyumuşlardı, yavaşça Habîbi aşağı indirdiler. Elinin yarası üzerinde idi ve hâlâ kan akıyordu, kokusu misk gibi idi. Şahadetinden kırk gün geçdiği halde vücûdünde bir değişiklik olmamışdı. Zübeyr «radıyallahü anh» onu atının arkasına alıp yola koyuldular. Müşriklerin haberi oldu. Arkalarından yetmiş kişi yola çıkdı. Zübeyr ve Mikdad «ra-dıyallahü anhümâ» Habîbi yere koydular. Yer onu yutdu. Sonra müşriklerle harb etdiler. Müşrikler dağıldı. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldiler. Cebrail «aleyhisselâm» nazil olup Illiyyîn melekleri, ümmetinden bu iki kişiyle öğündüklerini haber verdi.

·        167 — Hicretin dördüncü yılında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Selâm bin Ebil Hukayk’ı öldürmek için, içlerinde Ebû Katâde «ra-dıyallahü anh» da bulunan beş kişiyi Haybere göndermişdi. Gece evine girip öldürdüler. Geri geliyorlardı. Ebû Katâde «radıyallahü anh» yayını orada unutmuşdu. Geri dönüp aldı. Bu arada ayağı yaralandı, sarığı ile bağlayıp arkadaşlarına zor yetişdi. Arkadaşları nöbetleşe taşıdılar Resû-lullahın «sallallahü aleyhi ve sellem »huzûruna geldiler. Mübarek elleriyle sığadılar. Yara iyileşdi.

·        168 — Câbir bin Abdüllah «radiyallahü anh» anlatıyor: Zât-ür-rü-kâ’ gazvesinde zaîf bir devem vardı. Bir zeman sonra iyice çökdü O sırada Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler, niçin duruyorsun? dediler. Durumu söyledim. Bir asâ istediler, üç kere vurdular. Sonra su istediler. Bir avuç su yüzüne serpdiler ve bin dediler. Kendi develerini sür’atle sürdükleri halde onlara arkadaşlık etmekden geri kalmadım.

·        169 — Zât-ür-rükâ’ gazvesi bitdikden sonra atlı bir eşkiyâ, yanındaki bir devenin yularından tutduğu halde Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarına geldi. Atımın karnında ne var? diye sordu. Gay-bı ancak Allahü teâlâ bilir, buyurdular. Sonra yağmur ne zaman yağar?, Yarın ne yapacağım?, Ben hangi kabiledenim? gibi sorular sordu, hepsine ben bunları bilemem ma’nâsmda cevâblar verdiler. Sonra o eşkiyâ,. bu devemi senin Rabbinden çok severim, dedi. (Ben de Rabbimi nefsimden, çocuklarımdan çok severim) buyurdular ve başlarını secdeye koydular. Başlarını kaldırıp, Rabbim bana haber verdi. Senin yüzünde bir yara çıkacak, eti ve derisi dökülecek, sonra da öleceksin, buyurdular. Aynen dedikleri gibi oldu.

·        170 — Ümm-ülmü’minîn Cüveyriyye «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizim kabilemiz olan beni Muşta-lak kabilesine muharebe için yola çıkmışlardı. Kabilemizin reisi de babam idi. Ben rü’yâmda, Medine’den bir ay doğup, benim yanıma kadar gelip durduğunu gördüm, fakat kimseye söylemedim. Resûlullahın «sal-lahü aleyhi ve sellem» ordusu görününce babam, üzerimize öyle bir asker geliyor ki, onlara karşı koymamıza imkân yok, dedi. Ben de gelen orduya bakdım ki, Zâhirleri silâh kuşalı, bâtınları nûr-u salâh ile dolu, sayısız askerden başka ablak atlara binmiş uğradıkları yerden şiddetli rüzgâr gibi geçen erenler vardı. îmâna gelip «Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» nikâhı ile şereflenince İslâm ordusuna tekrar bakdım. O eski çokluğu, heybeti, korku veren hâli göremedim. Onun, Allahın yardımı ve inâyeti olduğunu anladım.

·        171 — Hendek gazvesinde, Eshâb-ı kirâm «aleyhimürridvan» Medine’ nin etrafına hendek kazdılar. Büyük bir taşa rastladılar, hiç kimse kıramadı.: Selmân-ı Fârisi «radıyallahü anh» durumu Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» haber verdi. Gelip Selmân-ı Fârisi «radıyallahü anh» ile beraber hendeğe indiler. Ba’zı eshâb-ı kirâm da «aleyhimürridvan» kenardan bakıyorlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek eline bir külünç alıp taşa vurdular, taş ikiye ayrıldı ve bir ateş çıkdı kî bütün Medine aydınlandı. Tekbîr getirdiler. Oradaki eshâb-ı kirâm «aley-himürrıdvân» da getirdi. Bir dahâ vurdular. Yine bir ateş çıkdı ve tekbir getirildi. Üçüncü de aynı şeklde oldu. Selmân-ı Fârisî «radıyallahü anh» bu ne hâldir ki ben ömrümde böyle birşey görmemişdim. Selmânm gördüğünü sîzler de gördünüz mü? diye sordular. Eshâb-ı kirâm «aleyhimür-rıdvan» evet gördük dediler. Birinci ateş çıkmada, Kisranm memleketindeki köpek dişi gibi köşkleri gördüm. Cebrâil «aleyhisselâm» ümmetin bunları alacakdır dedi. İkinci ateş çıkmada Rûmun kızıl köşklerini gördüm. Cebrâil «aleyhisselâm» ümmetine buralar da müyesser olacakdır dedi. Üçüncüsünde Yemen’in büyük köşklerini gördüm. Cebrâil «aleyhisselâm» burayı da ümmetin feth edecekdir diye haber verdi. Vâkıdî, Resû-lullalıın «sailallahü aleyhi ve sellem» kisrânın beyaz köşkünün vasflarını da anlatdığını Selmân-ı Fârisînin «radıyallahü anh» da tasdik etdiğini söylemişdir. Ayrıca Şam ve Yemenin feth olunacağını Kisrânın ölümünden sonra başka bir Kisrânın olmıyacağım haber verdiler. Selmân-ı Fârisi «radıyallahü anh» bu söylenilenlerin hepsini teker teker müşahede etdim demişdir.

·        172 — İmâm-ı Nevevî «rahmetullahi aleyh» Müslim şerhinde yazıyor: Hazret-i Resûlullah «sailallahü aleyhi ve sellem» hendekle meşgûî oldukları günde ikindi nemâzı fevt olacakdı. Hak teâlâ güneşi batmışken geri çıkardı. Resûlullah «sailallahü aleyhi ve sellem» nemâzını kıldı.

·        173 — Câbir «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sailallahü aleyhi ve sellem» taş parçalamak için hendeğe indiğinde, açlığından mübarek karnına taş bağlamışdı. Bunu görünce dayanmayıp eve gitdim. Evde biraz buğday bir de oğlak vardı. Oğlağı kesdim, tencereye koydum. Buğdayı da öğütdüm. Resûluilaha «sailallahü aleyhi ve sellem» gitdim.. Durumu söyleyince, Ey eshâbım Câbir, bize ziyafet veriyor. Yemekleri çok ve güzel dediler bana da git eve söyle biz gelmeyince tencereyi ocak-dan indirmesinler ve ekmeği pişirmesinler. Ben de eve söyledim.

Muhâcirîn ve Ensâr «radıyallahü anhüm» enirleri üzerine grub grub • geldiler. Sonra emr etdiler hamuru getirdim. Bütün iyiliklerin menba’ı ve* bereketlerin mayası olan ağızlariyle bir kere üfürdüler, Hak teâlâdan bereket dilediler, ekmeği pişirsinler dediler. Ekmek ve et pişdikden sonra , emrleri ile getirdim. Bütün eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvan» yediler, doydular o ekmek ve et aynen duruyordu.

·        174 — Câbir «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullahm «sailallahü aleyhi ve sellem» her dâ’veti kabul etmek adeti idi. Ben de bir gün kendilerini da’vet etdim. Falan gün gelirim buyurdular. O gün oldu. Teşrif buyurdular. Gönlüm sevinç ve ferah ile doldu. Kapıyı açmaya giderken ayağım testiye takılıp kırıldı. Buyurun dedim, içeri girdiler. Bir kuzum -vardı. Kesdim. Haberim yok iken büyük oğlum küçüğüne, gel sana baba- ■ mm kuzuyu nasıl kesdiğini göstereyim demiş, bağlayıp bıçağı boğazına sürmüş, küçük ölmüş. Annesi bu hâlin farkına varıp büyük çocuğun arkasından koşmuş. Çocuk korkusundan kendisini damdan aşağı atıp ölmüş. Annesi Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» duyar da incinir diye sabır edip fer yad etmemiş. Çocukların üzerine bir kilim örtmüş ve kimseye söylememiş. Üzüntüsünü yüzden göstermeyip kalbine atmış. Kuzu pişip hazret-i Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» önüne getirildiğinde Cebrâil «aleyhisselâm» gelip, Allahü teâlâ buyuruyor ki: Câbire söyle, oğullarını çağırsın beraber yiyin demiş. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana oğullarını da çağır beraber yiyelim buyurdu. Ben âileme gidip çocuklar nerede diye sordum. Burada yoklar dedi, geri dönüp bura da yoklarmış, dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» de Hak teâ-lâmn emridir, muhakkak gelmeleri lâzımdır buyurdular. Tekrar â*leme söyleyince âilem ağladı. Durumu diliyle söyleyemediği için kilimi açdı çocukları gördüm. Ağladım. Ailemle Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzurlarına geldik, ağlıyorduk. Allahü teâlâ Cebrâil «aleyhisselâm»! gönderip o dûâ etsin ben diriltirim buyurduğunu haber verdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dûâ etdiler. Çocuklar dirildiler.

·        175 — Bişr bin Se’adm kızı diyor ki: Annem Revâha bana bir avuç hurma verip bunları babana ve dayına götür demişdi. Götürürken yolda Hazret-i Reslûllahm «sallahü aleyhi ve sellem» önünden geçerken Bana bak kızım beri gel, yanında ne vardır? diye sordular. Birkaç dâne hurma vardır dedim ve Mübârek avuçlarına dökdüm. Kendileri de o hurmaları kaftanına dökdüler ve yanında bulunan birisine, Hendek kazanlara söyle gelsinler, buyurdular. Uç bin kişi o hurmalardan yiyip gitdiler. Yine kaftanlarının etrafından hurmalar dökülüyordu.

·        176 — Ahzâb gecesinde Resulûllaha «sallallahü aleyhi ve sellem» iHuzeyfe-tebnil Yemân’ı «radıyallahü anh» Ahzâb ordusuna, onların hâlinden haber getirmesi için göndermişlerdi. Giderken, (yâ Rabbî önden, arkadan, sağdan ve soldan gelecek zarardan muhafaza et) diye düâ buyurup, göğsünü ve sırtını sığadıiar. Huzeyfe «radıyallahü anh» diyor ki: Yola çıkdığım zeman sanki hamâma girmişdim, gidip. Ahzâb ordusundan haberler toplayıp getirdim. Esbabın «radıyallahü anh»m içine girdiğim zeman soğuk bana tesir etmeğe başladı.

·        177 — Huzeyfe «radıyallahü anh» yola çıkınca, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» nemâz kılıp şöyle düâ buyurdular. (Ey üzüntülü kimselerin imdâdma yetişen ve güç durumda olanların duasını kabul eden Allahım! Hüznümüzü gider benim ve yanımdakilerin hâlini görüyorsun.) Hemen Cebrâil «aleyhisselâm» gelip, Allahü teâlâ sana yardım için taşlan götürecek kuvvetde bir rüzgârı düşman üzerine gönderdi dedi. Huzeyfe «radıyallahü anh» diyor ki: Ahzâb ordusunun karargâhına gitdiğim

zeman, öyle bir rüzgâr var idi ki, hepsi bir yere toplanmış, ateşleri de sönmüşdü. Soğukdan öleceğiz diye bağırışıyorlardı. Dahâ sonra büyük taşları sürükleyen çok kuvvetli bir rüzgâr geldi. Kalkanlarını siper etdi-ler, fekat fâide etmedi. Nihayet dayanamayıp.hepsi kaçdı hezimete uğradılar. Bu hâl âyet-i kerîmede anlatılmışdır.

·        178 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Kureyş artık bu yıldan sonra sizinle harb etmez fekat siz harb edersiniz) buyurdular. Hakîkaten Kureyş harb etmedi. Müslimanlar, Mekkeyi feth etdiler.

·        179 — Ahzâb harbinden Kureyşliler mağlûb çıkınca Ebû Süfyan etrafındakilere, hiç biriniz Muhammedden «sallallahü aleyhi ve sellem.» intikamımızı almıyorsunuz. Halbuki o çarşıda, bâzârda hattâ halkı da’vet için sahralarda yalnız geziyormuş, dedi. Bir köylü kalkıp ben bu işi yaparım, yolları iyi bilirim ve keskin bir hançerim de vardır, dedi. Oradakiler hiç kimseye söylemiyecekkrine söz verdiler. Yol hazırlığı görülüp yola çıkdı. Altı günde Medine’ye gitdi. Peygamberimizi «sallallahü aleyhi ve sellem» sordu. Benî Abdil Eşhel kabilesi tarafına gitdi, dediler. Yaya olarak o tarafa gitdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâbı «ra-dıyallahü anhüm» ile oturmuş konuşuyorlardı. Karşıdan bir köylünün geldiğini görünce: (Şu gelende bir kötü düşünce vardır, fekat Allahü teâ-lâ onu muradına erişdirmez) buyurdular. Köylü, yaklaşıp, Abdülmuttalib oğlu nerede? dedi. Benim buyurdular. Birşey söyliyecekmiş gibi yaklaşmak isteyince Esîd bin Hıdır onu tutup geri çekdi ve eliyle yoklayınca kaftanının altında hançerin olduğunu da hissetdi. Köylü, ayaklarına kapanıp, t^eni bağışla, dedi. Resûlullah köylüye, doğru söyle, Allahü teâlâ senin düşünceni bana bildirdi. Niçin geldin? diye sordular. Köylü de erııân diliyerek durumu anlatdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o köylüyü Esîde bırakdı. Ertesi gün çağırtdılar. Seni serbest bırakdım. Nereye istersen git, buyurdular. Ayrıca sana bundan daha iyi bir iş söyliyeyim mi? buyurdular. Köylü, o nedir? dedi. Allahın birliğine ve benim Resulü olduğuma şehâdet getirmendir, buyurdular. Köylü hemen şehâdet getirdi. îmânına sebeb olarak, kılıcdan ve okdan korkmadığı halde burada korkduğunu ve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kendi düşüncesini anlaması olduğunu söyledi. Bir müddet kaldı. îzn isteyip ayrıldı. Fekat bir daha haberi gelmedi.

·        180 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hicretin altıncı yılında ömre için Mekke’ye giderken Hudeybiye yakınlarında konaklamışlardı. İçinde çok az su bulunan bir kuyu var idi. Suyun azlığından şikâyet ediliyordu. Resûlullah «sallallahü alehi ve sellem» o kuyudan bir kova su çekdiler, abdest alıp ağızlarının suyunu o kuyuya dökdüler. Su o kadar-çok oldu ki bin dört yüz kişi «radıyallahü anhüm ecmaîn» suya kandıkları gibi hayvanlarını da suladılar.

·        181 — Câbir bin Abdüllah «radıyallahü anh» anlatıyor: Hudeybiye gününde susuzluk baş göstermişdi. Ne abdest almağa ne de içmeğe su olmadığından şikâyet edildi. Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem» abdest aldıkları bir kabı vardı. Ellerini o kaba sokdular, parmakları arasından sular akmağa başladı. Herkes su içdi, abdest aldı, yüz bin kişi olsa yine kâfi gelirdi. Fekat biz bin beş yüz kişi idik.

·        182 — Eshâb-ı kirâmdan birisi «radıyallahü anhüm» anlatıyor: Hu-deybiyeye giderken Kureyşlilerin bize doğru bir kuvvet gönderdiğini öğrendik. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizi Hudeybiyeye başka, bir yoldan götürecek var mıdır? diye sordular. Ben götürürüm dedim. O yoldan çok geçdiğim için bir çok tepelerin, vâdi ve derelerin olduğunu, biliyordum. Fekat, Hudeybiyeye gidinceye kadar hiçbir tepeye, dereye, rastlamadık.

Î83 — Emir-ül müminin Ali «radıyallahü anh» Hudeybiyede Kureyş.. lilerle sulh için yazdığı mektubda (Bismillahirrahmanirrahim ve Muham-medün resûlullah) yazmışdı.

Süheyl bin Amr henüz imâna gelmemişdi. Bizim kitabımıza göre biz rahman bilmeyiz. Allahın ismiyle yaz ve Muhammed Allahın resûlüdür yerine Muhammed bin Abdüllah yaz, çünki onun resûl olduğunu tamsak onunla harb etmeyiz dedi. Eshâb-ı kiram ile Süheyl arasında çok söz oldu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yâ Ali, onu sil, Süheylin dediği gibi yaz buyurdular.

Ali «radıyallahü anh» edebinden onu silemedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kendileri sildiler. Sonra yâ Ali sana da birgün böyle bir olay olacakdır, buyurdular.

Nitekim Sıffîn muharebesinden sonra hazret-i Ali «radıyallahü anh» ile Hazret-i Muâviye «radıyallahü anh» arasında sulh olunca kâtib Emir -ül mü’minin Ali yazınca Muâviye «radıyallahü anh» Emir-ül mü’minîn yazma, eğer onun Emir-ül mü’minîn olduğunu kabul etseydim zaten harb etmezdim dedi. Ali «radıyallahü anh» bunu duyunca Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sözünü hatırladı.

·        184 — Hudeybiyede Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» traş olup saçlarını bir yaş ağaç üzerine atmışlardı. Eshâb-ı kirâm «aleyhimür--rıdvan» saçları kapışdılar. Ümmü Ammâr diyor ki: O gün ben de bir kaç dâne mübarek saç teii almışdım. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sel-lem» vefatından sonra, her kim hastalansa o saçları su içine koyar verirdim, Hak teâlâ sıhhat verirdi.

·        185 — Hudeybiyede yirmi gün kalıp geri döndüler. Eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvan» yiyeceğin azlığından bahs ediyorlardı. Yolda konakladıkları bir yerden kalkacakları zeman Ömer «radıyallahü anh» Peygamberimize «sallallahü aleyhi ve sellem» halkın ve hayvanların yürümeğe kuvvetleri yokdur, herkes yanında bulunanları getirse, siz düâ etseniz, Allahü teâlâ muhakkak bereket verir dedi. Yanında birkaç hurması bir avuç sevîki olan getirdi. Bir yere topladılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Plak teâlâdan bereket diledi ve oradakilere kafalarınızı getirin buyurdular. Kendileri ve hayvanları doydukdan başka, develere çekemiyecekleri kadar da yüklediler. Oradan ayrıldılar Hava çok sıcak idi, bu sefer de su azlığı oldu. Hak teâlâ bir yağmur verdi ki kendileri susuzluklarını giderdikleri gibi kafalarını da-doldurdular.

·        186 — Resûlullah «sallahahü aleyhi ve sellem» hicretin altıncı yılının sonunda veya yedinci yılın başında Duhye-tül-Kelebîyi «radıyallahü anh» Bizans imparatoru Herakl’a gönderdi. Bir de mektub verdi. Mektubda: (Allahın kulu ve resûlü olan Muhammedden Bizansm büyüğü Herakl’a; doğru yolda olanlara selâm olsun. Ben seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman ol ki selâmet bulasın ve Allahü teâlâ da ecrini artdırsm. Eğer bu nimetden yüz çevirirsen bütün Bizans halkı sana tabi olduğundan hepsinin günahını sen alırsın) yazıyordu.

Duhye-tül Kelebi «radıyallahü anh» Humusda Heraklı gördü ve mektubu verdi. Herakl, tercüman aradı. Sahîh-i Buharîde yazıyor ki: O zeman Ebû Süfyân, birkaç Kureyşli ile Kudüs’de idi. Herakl bunları çağırtıp, hanginiz bu mektubu göndereni yakından tanır? dedi. Ebû Süfyân, ben çok iyi tanırım dedi. Herakl tercümana, ben buna sorular soracağım, eğer yalan söylerse tekzîb edersin dedi. Ebû Süfyân diyor ki, eğer tekzîb korkusu olmasaydı, yalan söyliyebilirdim.

Herakl: Bana mektub gönderenin nesebi nasıldır.

Ebû Süfyân: Şerîfdir.

Herakl: Kavminizde ondan başka bu da’vâda olan oldu mu?

Ebû Süfyân: Hayır, olmadı.

Herakl: Onun atalarından hiç bey olan var mıdır? .

Ebû Süfyân: Hayır.

Herakl: Ona uyanlar halkın eşrefleri midir, yoksa zaîfleri midir?

Ebû Süfyân: Zaîfleridir.

Herakl: Gün geçdikçe ona uyanlar artar mı, azalır mı?

Ebû Süfyân: Artar.

Herakl: Onun dîninden dönen oluyor mu?

Ebû Süfyân: Hayır.

Herakl: Bu da’vâdan evvel hiç yalan söylemiş midir?

Ebû Süfyân: Hayır.

Herakl: O hiç özr eder mi?

Ebû Süfyân: Hayır.

Herakl: Hiç onunla muharebe etdiniz mi?

Ebû Süfyân: Evet etdik.

Herakl: Bu muharebeler nasıl oldu?

Ebû Süfyân: Ba’zan biz gâlib geldik, ba’zan o gâlib geldi.

Herakl: O size ne emreder?

Ebû Süfyân: Allah birdir, yalnız ona ibâdet edilir der, nemâzı, sadakayı, nâmuslu olmayı ve akrabayı ziyareti emreder.

Bunun üzerine Herakl bu alâmetlerin hepsi peygamberlerde bulunur. Şu ayağımı basdığım yer onun olacakdıc. Muhakkak bir peygamber ge-lecekdir. Fekat tahmin etmem ki sizin kavminizden olsun. O peygambere yetişsem ona hizmet etmeği, ayaklarına kapanmağı ni’met sayarım dedi. Sonra emr etdi. Duhyenin «radıyallahü anh» getirdiği mektûb açılıp okundu. Mektûbda yazılanları anlayınca, aklına geleni söyledi. Yüksek sesle bağırıp çağırdı.

Ebû Süfyân diyor ki: Biz oradan çıkdık. Yanımdakilere Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» işi temâm oldu. Benî asfer melikleri dahî ondan titrer dedim. Kalbimdeki yakın her gün biraz daha artdı. Nihâyet Allahü teâlâ kalbimi îmânın nûru ile aydmlatdı. [Benî asfer, Rûm meliklerine denir. İshak aleyhisselârnm torunu Rûm’un oğlu Safer’in evlâdıdır. Habeşden bir tâife ile harb edip onları esir edince hâsıl olan çocuklar sarı benizli olmuşlar ve bunun için benî asfer ismini almışlardır. Eskiden hıristiyanlarm hepsi rûm idi. Sonra Avrupa’ya yayıldı. Asr-ı seâdete kadar Şam ve Mısr, rûm’un elinde idi. Asr-ı seâdetde bütün nasârânın padişahı olan Rûm kayseri Şamda bulunuyordu. İsmi Herakl idi. Resû’ul-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» Yermûk gazâsmda (Bu seferimiz Benî asfer üzerinedir, çok iyi hazırlanmak lâzımdır.) buyurdular. Bu takdirde Benî asfer, Rûm taifesi olur ki Rus, İngiliz, Fransız ve diğer avrupa devletleri dahildir. Bir taifeye mahsus değildir. Kâmûs].

·        187 — Bir gün Herakl, Beytül Mukaddesede korku ile uyanıp, mah-zûn olarak oturuyordu. Patrikler, Ey melik üzüntünüzün sebebi nedir? diye sordular. Herakl, rü’yâmda sünnetli kimselerin kendi topraklarıma girdiklerini gördüm dedi. Patrikler, biz Yehûdilerden başka sünnetli kimse bilmeyiz, onlar da sana itâ’at ederler. İsterseniz, korkunuzdan emin olmak için hepsini öldürün dediler. Bunlar düşüncede iken, Heraklin vâ-lilerinden Busrâ valisinin gönderdiği bir adam, yanında bir arab ile geldi. Bu arab, arablardan bir kişinin Peygamber olduğunu söylüyor. Ona iiıananlar ile inanmıyanlar arasında muharebeler oluyor dedi. Herakl o arabm sünnetli olup olmadığına bakın dedi. Tenhada bakıp sünnetli olduğunu Herakl’a söylediler. O arab bütün arakların sünnetli olduğunu söyledi. Bunun üzerine Herakl, rü’yâsmda gördüğü sünnetli kimselerin Yehûdilerin değil. Arablarm olacağını söyledi. Rûmda bulunan ve kuvvetli müneccim olan sâhibine bir mektûb yazdı. Ahkâm-ı nücûmdan sordu. O da bundan sonra Arab peygamberinin saltanatının meydana çıkacağını yazdı.

·        188 — Herakl, sahibinden mektûbuna cevab alınca Rûmun bütün büyüklerinin büyük ve mu’teber ibâdethanelerde toplanmalarını emret-di. İbâdethanelerin kapılarını kilitledi. Herakl, Eğer selâmete ve refâha kavuşmanızı istiyorsanız gelin bu Peygambere tâbi olalım diye münâdi-lere nida etdirdi. Bunu duyanlar bağırıp kapıl'ara koşdular, kapılar kilitli idi. Üzülüp bekliyorlardı. Herakl, bunların nefretini görerek, yanma çağırıp, gayem sizi imtihan etmek, dîninize bağlılığınızı ölçmek idi dedi. Hepsi sevinip, şükr edip secde etdiler.

·        189 — Bir rivâyetde Ebû Süfyân ile Herakl arasında şöyle bir konuşma olmuşdur. Ebû Süfyân, Peygamberlik da’vâsı eden şahs, bir gecede Beyt-ül Mukaddese gidip geldiğini söylüyor dedi Orada beyt-ül Mukaddesin patriği vardı. O geceyi hâtırlıyorum, gördüğüm alâmetleri melike daha evvel söylemişdim dedi. Her gece âdetim üzere Beyt-ül Mukaddesin bütün kapılarını kapar, sonra yatardım. O gece bir kapıyı çok uğ-raşdığım halde kapatamadım. Beyt-ül Mukaddesde bulunanlardan gelip uğraşdılar, onlar da kapayan;adı. Sabahleyin kapının yanında bir hayvan bağlanma alâmetini gördüm dedi.

·        190 — Herakl kavminin îmân etmemesine üzülüyordu. Bir gün Duh-ye’yi «radıyallahü anh» çağırıp iyi biliyorum ki sâhibiniz peygamberdir. Yalnız halkın beni öldüreceklerinden korkuyorum. Yoksa Ona îmân ve itâ’at eder, seâdete kavuşurdum. Yalnız falan yerde bir üsküf var. Onun ilmi çokdur ve itibarı da benden çokdur, dedi. Duhye «radıyallahü anh~>. o üsküfe gitdi. îslâma da’vet etdi. Üsküf, biz o peygamberin vasflarım kitâb-larımızda okuduk. O muhakkak peygamberdir, deyip evine girip siyah elbiselerini çıkarıp beyaz kaftan giydi ve eline de bir asâ aldı. Bizans halkına doğru geldiler. Hepsi kilisede idi, üsküf kiliseye girip; Bana, Peygamber olan Ahmedden bir elçi geldi. Beni Allah’ın kulluğuna da’vet ediyor. Ben de diyorum ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah’dır başka ilâh yokdur ve Peygamber Allahın resûlüdür. Halk, hep birden o üsküfün üzerine yürüdüler, öldürünceye kadar vurdular. Duhye «radiyallahü anh» bu hâli gelip Herakl’a anlatdı. Herakl da, demedim mi beni öldürürler. O üsküfe daha çok itibar gösterip emrlerini dinlerlerdi. Durumu gördün dedi.

·        191 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Şücâ’ bin Vehebi «ra-dıyallahü anh» Hâris bin Ebi Şemr Gassânî’ye gönderdi. O şamm Gavta şehrinde idi. Şücâ’ «radiyallahü anh» Hâris’in veziriyle buluşdu. İslama da’vet için geldiğini söyledi. Vezir, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ba’zı hâllerinden sordu ve îmân etdi. İsâ «aleyhisselâm»m müjdelediği peygamber olduğunu söyledi. Vezir, Hârise Şücâ’nın «radiyallahü anh» geldiğini haber verdi. Hâris başına bir tâc takıp Şücâ’ı «radıyaîla-hü anh» çağırdı. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mektû&snu okudu, yere atdı. Mülkümü elimden alacak kim imiş, atları hazırlayan, Yemende bile olsa onun üzerine asker göndereyim dedi. Şücâ’a «radıyal-lahü anh» da ne gördüysen sahibine haber ver dedi. Vezir ise Şücâ’a çok ikram ve iltifat gösterip, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» dînine girdiğimi ve ona selâmımı söyle dedi. Şücâ’ «radiyallahü anh» gelip Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Hârisden haber verdi. O helâk olur buyurdular. O yıl Hâris öldü, mülkü başkasına geçdi.

·        192 — Amman’da Kayserin Vâlisi bulunan Ferve bin Amr-ilhüdda-mî Hazreti Muhammed’in «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini işitince Müslimân oldu. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir mek-tûb yazdı ve hediyyeler gönderdi. Mektûbundar.Ben müslimân oldum. Sen, İsâ. «aleyhisselâm» m müjdelediği peygambersin, vesselâmü aleyküm, yazmışdı. Kayser, Ferve’nin Müslimân olduğunu duyunca azl edip habse atdı. Ferve, Ben Muhammed’in «sallallahü aleyhi ve sellem» dîninden dönmem, sen de onun. Allahın Resûlü ve İsâ «aleyhisselâm» m O’nun geleceğini müjdelediğini biliyorsun. Senin ona îmân etmemen dünyâyı çok sevdiğindendir, dedi.

Kayser, doğru söylüyorsun, dedi. Fekat Ferve’yi habsden çıkarmadı Ferve îslâmdan dönmeyip habsde vefat etdi.

·        193 — Hâtıb «radıyallahü anh» Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» in mektûbunu İskenderiye Meliki Mekavkasa götürdü. İyi karşılayıp ikrâm etdi. Peygamberin sonuncusu gelecekdir, fe-kat onun Şam’dan çıkacağını zan ediyorum, dedi. Mektûbla beraber iki câriye ve bir beyaz katır hediyye gönderdi. Câriyyenin biri Mâriye idi ki İbrahim «radıyallahü anh» in annesidir. Beyaz katır da Düldül ismiyle meşhurdur.

Hâtıb’a «radıyallahü anh» senin söylediğin efendinin sıfatlarını İsâ «aleyhisselâm» haber vermişdir. Daha sonra zuhûr edecekdir, dedi. Hâ-tıb «radıyallahü anh» geri dönüp olanları Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» anlatdı. O habis kendi mülkünü kıskandı, fekat mülkü ona baki kalmıyacakdır, buyurdular. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» zema-nmda Mısır’da öldm

·        194 — Selît bin Amr ibnil Âs «radiyallahü anh» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» bir mektûbunu Hevze bin Aliyyül Hanefî’ye gö-türmüşdü. Hevze cevabında, «Ben kavmimin şâiri ve hatibiyim. Arablar benden korkarlar. Bana bir iş verirsen sana uyarım» diye yazdı Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sana yere düşmüş bir hurmayı bile vermem, buyurdular. Hevzenin elinde olanlar da gitdi. Mekke feth olduğu zeman Cebrail «aleyhisselâm» Hevze’nin ölüm haberini getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem»; bundan sonra Yemâmede peygamberlik da’vâsmda bulunan bir yalancı çıkacakdır, onu benden sonra öldürürler, buyurdular. Dedikleri gibi oldu.

·        195 — Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem» bir mektûbunu Abdullah bin Huzâfe «radıyallahü anh» Kisrâya götürmüşdü. Kisrâ mektubu yırtdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bunu duyunca o benim mektûbumu parçaladığı gibi Hak teâlâ da onun mülkünü parçalıyacak dır, buyurdular. Az zeman’ sonra oğlu Şîreviyye onu öldürdü.

·        196 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mektûbundan Kis-râyı heybet kapladı. Abdüllah bin Huzâfe «radıyallahü' anh» oradan ayrıldı. Kisrâ kapıcılarına bugünden sonra Arablardan yanıma kimseyi göndermeyin, diye emr etdi. Fekat odasında yalnız iken karşısına elinde baston, bir Arab dikildi. Ey Kisrâ, Hak teâlâ bir peygamber göndermiş-dir, Halkı dîne da’vet eder. Sen de îmân et, dedi. Kisrâ, hele bugün git dedi. Kapıcıları çağırdı, bir kısım bahanelerle kimisini asdırdı, kimisinin ayağını kesdi ve ben size demedim mi ki, hiç bir Arabi bana göndermeyin, dedi. Kapıcılar, kapıda dikkatle bekliyoruz, diye and içdiler. Yine Kisrâ yalnız iken evvelki Arab meydana çıkıp elindeki bastonla Kisrâ’-nın kafasına vurup, Ey Kisrâ, bu baston kafanda kırılmadan îmân getir, dedi. îmân etmedi. Üçüncü gelişinde asâ, Kisrânın kafasında kırıldı. 0 gece oğlu Şîreviye Kisrâ’yı öldürdü.

·        197 — Kisrâ, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mektûbumj. parçaladıkdan sonra Yemen’deki vekili olan Bâzân’a bir mektûb yazıp, o tarafta peygamberlik iddia eden şahsın hallerini araştırmasını, mümkünse yakalattırıp kendisine gönderilmesini istedi. Bâzân iki kişiyi, bin iş için Medineye gönderdi. Bunlar Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile görüşdüler. Kisrâ, Bâzân’a mektûb yazmış, sizi hizmete çağırıyor, dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» tebessüm edip o iki kişiyi İslama da’vet etdiler. O iki kişi, Yâ Muhammed «sallallahü aleyhi, ve sellem» önce Kisrâ’nm emrine uyarak yanına gidiniz. Eğer gitmezseniz kavminize zarar gelir, şehıleriniz harâb olur, dediler. Bir yandan bunu söylerken bir yandan da Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» heybetine kapılmış titriyorlardı. Dışarı çıkdılar. Birbirlerine, biraz dahâ-. otursak heybetinden orada ölecekdik, dediler. Sonra Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» Bâzân’a bir cevâb mektûbu istediler. Ertesi gün gelmeleri söylenildi. Ertesi gün gelince Resûlullah «sallallahü aleyhi vesaikin» gidin sâhibinize söyleyin, benim Rabbim bana Kisrâ’nm oğlu tarafından dün gece öldürüldüğünü haber verdi. Eğer îmân ederse mülkü kendisinde kalsın, îmân etmezse bilsin ki yakın zemanda bu din kuvvetlenip Kisrâ’nm bütün mülkünü alacakdır. O iki kişi Bâzân’a gelip durumu anlatdılar. Bâzân; eğer sözü doğru çıkarsa, muhakkak Allahın Re-sûlüdür, hemen îmân ederim, dedi. O sırada Şîreviyyenin elçisi gelip Kisrâ’nm öldürüldüğünü söyledi. Hemen Bâzân îmân etdi. Aile ve akrabasından, kendi kavminden îmân edenleri toplayıp Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda Müslimân olmakla şereflendiler.

·        198 — Hazret! Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» hicretin yedinci yılında Hayber gazâsmda bayrağı hazret-i Ömer’e «radıyallahü anh» vermişdi. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» ve Müslimânlar çok uğ-faşdılar, fekat kal’ayı feth edemeyip geri döndüler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» başı ağrıyordu, dışarı çıkamadı, fekat yine harb ediniz buyurdular. Bu sefer Hazret-i Ebû Bekr Sıddîk «radıyallahü anh» bayrağı alıp gitdi. Çok şiddetli çarpışıldığı halde kal’a almamadan geri dönüldü. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» bayrağı alıp bir dahâ gitdi. Yine alamadan geri döndü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yarın bayrağı geri dönmiyen Kerrâra vereceğim. O Allah ve Resûlünü sever. Allah ve Resûlü de onu sever. Kal’ayı feth etmeyince geri dönmez) buyurdular. O sırada Hazret-i Ali «radıyallahü anh» m gözleri ağrıyordu. Eshâb-ı kiramın «radıyallahü anhüm» her biri, bayrağı bana verir diye bekliyorlardı. Ali’yi «radıyallahü anh» çağırın buyurdular. Mübarek ağızlarının suyundan Hazret-i Ali’nin «radıyallahü anh» gözlerine sürdüler. Hemen iyi oldu ve artık ömründe göz ağrısı görmedi. Zırhını giydirdiler. Zülfikarı verdiler ve (Yâ Rabbi, onu sıcakdan ve soğukdan koru.) diye düâ etdiler. Ali «radıyallahü anh» diyor ki: Bu düâdan sonra artık bana sıcak, soğuk tesir etmedi. Yazın yünlü elbiselerle, kışın gömlekle gezdiğini söyliyenler çokdur. Sonra Hayber kabasına gitdi. Daha askerin hepsi gelmeden kal’a feth oldu. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sel-lem» kölesi olan Ebû Râfi’ «radıyallahü anh» diyor ki; Kabanın fethinde bir yehûdî, Ali’ye «radıyallahü anh» bir kılıç vurdu. Kalkanı düşdü. Kaba kapısını koparıp kendisine kalkan yapdı. Kal’a feth oluncaya kadar elinde tutdu. Sonra o kapıyı sırtına koyup köprü yapdı. Bütün Müslimânlar kabaya girdiler. Sonra kapıyı bırakdı. Biz yedi arkadaş idik, kapıyı bir taraftan öbür tarafa döndüremedik. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» ben Hayber kapısını cismânî değil, Rabbânî bir kuvvetle kaldırdım, dedi.

·        199 — Hayber gazâsmda, bir yehûdi kadın, bir koyun kesip pişirdi. Pişirirken zehr koydu. Bilhassa kol ve yağımı kısmına daha çok zehr koydu. Çünki Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» bu etleri sevdiğini biliyordu. Etden bir lokma mübarek ağızlarına koymuşlardı. Koldan ben zehrliyim diye ses geldi. Hemen eti dışarı çıkardılar. Bişr bin el Be-râ «radiyallahü anh» etden biraz yemişdi, vefat etdi.

·        200 — Hayber kabalarından bâzısı düşmemişdi. Bir çoban, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip bana İslâmî anlat, dedi. İslâmî anlatdılar. Çoban sürüyü göstererek bu koyunlarm her birinin, sâhibi vardır. Bunlar bana emanetdir, ne yapayım? dedi. Yüzlerine vur onlar sahihlerine giderler, buyurdular. Çoban bir avuç ufak taşı boyunların yüzlerine atdı. Koyunlar bir araya toplanıp, başlarında çoban varmış gibi kabaya kadar gitdiler. Çoban, doğru harb yerine gidip çok harb etdi ve şehîd oldu. Eshâb-ı kirâm çobanı bir yünlüye sarıp getird’ler. Re-sûlullah «sallallahü aleyhi ve ve sellem» ona iltifat etdi. Sonra yüzünü dönderdi. Yüzünüzü niçin dönderdiniz diye sorulduğunda, şimdi onun yanında hûrilerden iki kadın vardır, buyurdular.

·        201 — Esmâ binti Umeys «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Ben Hay-berde idim. Hazret-i Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek başı Ali’nin «radıyallahü anh» dizinde idi. Vahy nazil oldu. Güneş batdı. Ali «radıyallahü anh» ikindi nemâzmı kılmamış idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» düâ etdiler. Güneş tekrar çıkdı. Tahavî bu hadîs-i şerifin sahih olduğunu, rivâyet edenlerin sağlam kimseler olduğunu söyle-mişdir.

·        202 — Hicretin yedinci yılında Mahlem, Cessame-i Âmir İşcâ’ı imân etdikden sonra öldürdü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mah-lem’e niçin Müslüman kimseyi öldürdün? diye sordular. Mahlem, o ölümden kurtulmak için kelime-i sehâdet getirdi, dedi. Sen onun kalbini nereden biliyorsun? Lisan, kalbin tercümanıdır, buyurdular ve beddüâ etdiler. Bir hafta sonra Mahlem vefat etdi. Defn etdiler, yer kabul etmedi, dışarı attı. Beş kere defn ettiler yine toprak kabul etmedi. Sonunda tenha bir yere bırakdılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bunu duyunca (Yer ondan kötüleri kabul eder. Maksad kelime-i şehâdetin kıymetini bilmenizdir.) buyurdular.

·        203 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hutbe okurken mes-cidde hurma ağacından yapılmış bir direğe dayanıp okurdu. Hicretin yedi veya sekizinci yılında minber yapılınca, Cum’a hutbesini bu minber üzerinde okudular. Direk insan gibi inledi. Bu iniltiyi Eshab-ı kiram «aleyhimürrıdvân» da duydular. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu direğin iniltisi, hutbeyi üzerinde okumadığım içindir, buyurdular. Minberden aşağı inip direği sığadılar. Direk sâkin oldu. Tekrar minbere çık-dılar. Mescidin şeklini değişdirirken o direği Übeyy bin Ka’b «radıyal-lahü anh» evine götürdü. Kurtlanıp dökülünceye kadar orada kaldı.

·        204 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hicretin sekizinci yılında üçbin kişiyi Şam’ın bir köyü olan Mut’a gönderdi. Onlara Zeyd bin Hârise’yi «radıyallahü anh» kumandan ta’yîn etdi. Eğer şehid olursa yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib «radıyallahü anh» geçsin. O da şehid olursa Abdullah bin Revâha «radıyallahü anh» kumandan olsun. O da şehid olursa Müslimânlar kendi aralarından birisini seçsin, buyurdular. İslâm ordusu Mut’da kâfirlerle karşılaşdılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’de minbere çıkdı. (Sancak Zeyd’de idi. Şehid oldu Sonra Ca’fer aldı, daha sonra Abdullah alıp o da şehid oldu. Sonunda Hâlid hin Velîd «radıyallahü anh» alıp zafer onun elinde müyesser olacakdır) buyurdular. (Ya Rabbî O, senin kılıçlarından bir kılıçdır, sen ona yardım eyle) diye düâ buyurdular. O günden sonra Hâlid bin Velid’e «radıyalla-hü anh» Allahın kılıcı dediler. Ya’lâ bin Münebbeh Mut zaferini haber vermeğe geldiğinde, yâ Ya’lâ ben mi sana haber vereyim, yoksa sen mi bana? buyurdular. Ya’lâ «radıyallahü anh» da siz haber verin dedi. Muharebede olanları birer birer söylediler. Ya’lâ «radıyallahii anh» seni Peygamber olarak gönderen Allah hakkı için muharebedeki olayların hepsini söyledin dedi. Bunun üzerine (Allahü teâlâ benim için, yeryüzünü kaldırdı, muharebe meydanını gösterdi) buyurdular.

·        205 — Kureyşin yardımiyle Benî Bekr, Hudeybiyede Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve sellem» ile andlaşma yaparak emânma giren Huzâ’a kabilesi üzerine gece baskını yapdılar. Ve çoğunu öldürdüler. O sabah Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Âişeye «radıyallahü anhâ» Huzâ’a’-da bir hâdise oldu buyurdular. Âişe «radıyallahü anhâ» Kureyş niçin and-laşmayı bozdu, şimdi çok ölen vardır dedi. (Onlar andlaşmayı Allahü teâ-lânm dilemesiyle bozdular.) Buyurdular Âişe «radıyallahü anhâ» bu iş Müslimânlar için lıayrlı mıdır, yoksa zararlı mıdır? diye sordu. Hayrlıdır buyurdular. Çünki, bu sebeble Kureyşin üzerine yürüyen müslimânlar Mekke’yi feth etdiler.

·        206 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o yıl Mekke’ye gitmek istiyordu. Yâ Rabbî, biz oraya gidinceye kadar Kureyşi gafil eyle diye düâ buyurdular. Muhâcirîn’in büyüklerinden ve Bedr’de bulunanlardan Hâtıb’m «radıyallahü anh» âilesi Mekkede olduğundan Kureyş on lara zarar vermesin diye, Kureyşe, falan gün Resûlullah Mekke’ye gele-cekdir diye bir mektûb yazıp, Ebû Lehebin azâd etdiği Sâriye ile gönder di. Cebrâii «aleyhisselâm» bu hâli haber verdi. Resûlulah «sallallahü aleyhi ve sellem» de Ali, Zübeyr, Mikdâd, Ammâr, Talha ve Ebâ Mersed’i radıyallahü anhüm» çağırtıp, Hâh bahçesine gidin, orada bir zaîf kadın vardır. Onda, Hâtıb’m Mekkelilere gönderdiği bir mektûb vardır. Onu alın, eğer vermezse öldürüp alın buyurdular. Arkasından yetişdiler. Ali «radıyallahü anh» kılıç çekdi. Kadın saçının içinden mektûbu çıkardı. Mektûbu getirdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hâtıbi çağırdı. Bu mektûbu niçin yazdın ? diye sordular. Hâtıb, müslimân olduğumdan beri sana hiyânet etmedim ve kâfir de olmadım. Yalnız âilem Kureyş içinde olduğundan onlara riâyet etsinler diye gönderdim ve bu mektûbun onlara fâidesi de olmaz dedi. Bu söz üzerine Hâtıbi tasdik buyurdular ve şu âyet-i kerîme nâzil oldu: (Ey îmân edenler, benim ve sizin düşmanınızı dost tutmayınız, onları sevmeyiniz, zira onlar Resûlün getirdiği hak olan şeylere inanmayıp, kâfir oldular. Resûlü ve sizi vatanınızdan çıkardılar.)

·        207 — Mekke feth edilince Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Kâ’beyi tavâf etmek istedi. Kâ’benin etrafında üçyüzaltmış dâne ayakları yere perçinlenmiş put vardı. Elindeki bir çubukla, birisine işâret ederek (Hak gelince batıl gider, elbette batıl gidicidir.) âyet-i kerîmesini okudular. Henüz çubuğu değdirmeden Ka’bedeki ve Mekkenin evlerindeki putlar yüzüstü düşdüler.

·        208 — Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» Kâ’beyi putlardan temizlemek için- girdiğinde bazı putları elin yetişemiyeceği yüksek yerlere koymuşlardı. Ali «radıyallahü anh» Yâ Resûlullah, sırtıma bas, putları aşağı indir dedi. (Sen peygamber ağırlığını çekemezsin, sen benim omuzuma bas!) buyurdular. Ali «radıyallahü anh» denileni yapdı ve putları teker teker aşağı atdı. Sonra Yâ Ali «radıyallahü anh» kendini nasıl his ediyorsun? diye sordular. Bütün perdeler kalkdı, elimi uzatsam arşa değecek dedi. (Senin hâlin Allahın işini yapdığm için iyidir, benim hâlim de Allahın sevdiği bir vükü taşıdığım için iyidir) buyurdular.

·        209 — Mekkenin fethi gününde öğle nemâzı vaktinde Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bilâle «radıyallahü anh» ezan okumasını emr etdiler. Kureyş, dağ başlarına kaçmışlardı. Ezan sesi oraya kadar gitdi. Eşhedü enne Muhammeden resûlullah sözünü duyunca Ebû Cehlin kızı Cüreyre, Yâ Rabbı, senin zikrin yüksekdir, gerçi biz nemâz kılmayız ama bizim dostlarımızı öldürene muhabbet ederiz. Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» gelen peygamberlik babama da gelmişdi, fekat dostlarına. ve kendi kavmine karşı gelmeği kabul etmedi. Hâlid bin Esîd ise Allah'a hamd eyledi ki babası ezanı duymadan ölmüşdü. Ebû Süfyân, ben hiç bir şey demiyeceğim, çünki her ne söylesem bu taş parçaları Mu-hammed’e «sallallahü aleyhi ve sellem» haber verirler dedi. Sonra Haz-ret-i Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» gelip, herbirine ismiyle Ey filân, sen şöyle dedin gibi herkesin dediğini kendisine söyledi. Ebû Süfyân da, ben hiçbir şey demedim, deyince tebessüm buyurdular.

·        210 — Şeyhe bin Osman anlatıyor, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mekkenin fethinden sonra Huneyn gazâsma çıkdılar. Bir yerde konakladılar. Orada babam ve amcam Uhud harbinde öldürülmüşlerdi. Hatırıma geldi ki, bugün fırsat gözleyip Muhammedden «sallallahü aleyhi ve sellem» intikamını alayım. Sağ taraflarında Abbâs «radıyallahü anh» vardı. Cesaret edemedim. Sol taraflarında da birisi vardı. Arkadan vurmağı tercih etdim. İyice yaklaşdım, kılıcı vuracağım sırada benim ile onun arasında bir ateş zâhir oldu, elimi yüzüme kapatıp geri çekildim. Ey Şeyhe yanıma gel buyurdular, yanlarına gitdim. Yâ Rabbî ondan şeytanı uzaklaşdır diye dûâ etdiler. O sırada gözüm mübarek yüzlerine düş-dü, bana canımdan sevgili geldi. (Ey Şeyhe, kâfirlerle harb et!) buyurdular.

·        211 — Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatıyor: Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ka’beyi tavaf ederken bir el ve bir alaca kaftan gördük. O görünen el ve alaca kaftan ne idi? diye sordum. Siz onu gördünüz mü? diye sordular. Gördük dedik. O İsâ bin Meryem aleyhisselâm» idi, gelip bana selâm verdi buyurdular.

·        212 — Mâlik bin Avf Huneyn gazâsmda kâfirlerin başında idi İslâm ordusunun içine câsûslar gönderdi. Bunlar döndüklerinde, İslâm ordusunda atlara binmiş birtakım erenler gördük. Onlara asla karşı koyamayız. Bizi dinlersen hemen geri dön, kendini ve bizi ölümden kurtar dediler.

·        213 — Huneynde önce Müslimânlar bozulur gibi oldular. Hemen toparlandılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Rabbî bize va’d etdiğin zaferi ver!) diye düâ buyurdular. Beyaz elbiseli, - atlara binmiş melekler harbe girdiler. Muhârebenin en kızgın ânında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir avuç toprak istediler. O toprağı kâfirler tarafına serpdiler. Bütün kâfirlerin gözleri toprakla doldu ve yenilip kaçdı-lar.

·        214 — Âmir bin Amr-ı Medenî «radıyallahü anh» Huneyn gazâsmda Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» önünde harb ederdi. Bir ok gelip yüzünü kana boyadı. Resûlullah «sallallahü, aleyhi ve sellem» yüzündeki, gözündeki kanı silip göğsüne indirdiler. Âmir bin Amr «radıyallahü anh» hayâtında bunu hep anlatırdı. Vefat edince göğsünde Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek ellerinin değdiği yerler parlıyordu.

·        215 — Hicretin dokuzuncu yılında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» benî Kilâb kabilesine bir mektûb göndererek İslâma çağırdı. Mek-tûbu su ile yıkadılar. Bu mektûbun üzerine yazıldığı deriyi koğa yapdı-lar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Rabbî, onların akllarmı gider!) diye beddüâ etdiler. O kavmin hepsi sefîh oldular. Çoklarının ne dediği anlaşılmazdı.

·        216 — Tebük gazâsma giderken bir yerde konaklamışlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sabah nemâzma yakın uyumuşlardı. Gü--neş doğunca uyanıp Ebû Katâdeden «radıyallahü anh» su istediler, ab-dest aldılar, geri kalan suyu saklayın lâzım olur buyurdular. Halkın bir kısmı ileride bir susuz yerde konaklamışlardı. Halbuki Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhümâ» su bulunan bir yerde konaklıyalım, demişlerdi. Susuzlukdan develerini kesip midelerinde bulunan suları içerlerdi Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem (Eğer bunlar Ebû Bekr ve Ömer’in «radıyallahü anhümâ sözlerini dinleselerdi, bu belâya düşmezlerdi) buyurdular ve abdestlerinden artan suyu istediler. Kabın dibinde kalan su ile oradakiler susuzluklarını giderdikleri gibi onbin at ve onbeş bin koyun ve deveyi de suladılar.

·        217 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebük gazasına gidince Abdullah bin Hayseme «radıyallahü anh» evinde kalmışdı. Evinde hizmetçileri güzel yemekler hazırlamış ve hanımı ile gölge bir yerde otururken aklına geldi ki: geçmiş ve gelecek günahları afv edilmiş olan bir peygamber bu sıcak hevâda harbe gidip de benim burada gölgede hanımla beraber oturmam insafa sığmaz. Hanımı ile hiç konuşmadan devesine bindi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebükde yetişdi. (Fânî dünya nimetlerini bırakıp Hak teâlâmn rızâsı için buraya gelmekle çok iyi yapdın) buyurdular.

·        218 — Ebû Ümeyye (radıyallahü anh» anlatıyor: Tebük seferinde bir vadiye varmışdık. Orada bir kadının hurma bağçesi vardı. Resûlulla-hm «sallallahü aleyhi ve sellem» izniyle hurmaları topladık. On vesk oldu. Kadına, bağçendeki hurmaları topla, dediler. Kadın topladı. Tam eshâb-ı kiramın «radıyallahü anhüm» yedikleri kadar on vesk çıkaı. [Bir vesk altmış sa’dır. Bir sa’ 4,2 litredir.]

·        219 — Kurâ* denilen vâdiden kalkıp Tebük’e doğru giderken bu gece kuvvetli rüzgâr esecekdir, hiç kimse yerinden kalkmasın ve develeri kuvvetli bağlasınlar, buyurdular. O gece, yerlerinden kalkmış bulunan iki kişiyi rüzgâr alıp uzak dağlara atdı.

·        220 — Ebû Zer Gıfârî «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebük seferine çıkdılar. Benim devem çok zaîf idi. Biraz besleyip sonra çıkayım diye düşündüm ve öyle yapdım.

Bir müddet gitdikden sonra devem çökdü ve bir dahâ kalkmadı. Mecbûren yükümü sırtıma alıp yaya yola koyuldum. Resûlullah’a «sallallahü aleyhi ve sellem» yetişdim. (Merhaba yâ Ebâ Zer. Yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız dirilirsin) buyurdular. İbni Mes’ud «radıyallahü anh» diyor ki: Onu Rübde’de yalnız olarak vefat etmiş buldum. Sadaka Resûlullah dedim. Müsteksâ kitâbmm sâhibi diyor ki: Rübde’de Ebû Zer’in «radıyallahü anh» kabrini ziyaret etdim. Diğer Eshâbm «radıyallahü anhüm» kabrlerinden farklı bir eser buldum. Nemâz kıldım. Başımı secdeye koyduğumda burnuma misk kokuları geliyordu.

·        221 — Tebük gazasında Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» devesi gaybolmuşdu. Kâfirler, sizin peygamberiniz devesinin nerede of duğunu bilmiyor, göklerden haber veriyor dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu sözü işitince, (Ben ancak Rabbimin bildirdiği şeyleri bilirim, fekat şimdi Rabbim bana bildirdi. Devem falan derede, yular] bir ağaca takılmış vaziyetdedir.) Buyurdular. Hakîkaten gidip deveyi o derede o hâlde gördüler.

·        222 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile beraber Tebük gazasına bazı münâfıklar da gitmişlerdi. Bunlardan biri vedî’a bin Sâbit, diğeri Muhşî bin Humeyr idi. Kendi aralarında: Müslimânlar zan ediyor ki, Benî Asfer [burada Rûm, Anadolu halkı kasdedilmekdedir.] ile yap-dıkları harb, diğer kabilelerle yapdıkları harb gibi olacak. Yarın göreceksiniz, bunların çoğu esir olacak diye konuşuyorlardı. Bunların konuşmaları sırasında Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem». Ammâr bin Yâseri «radıyallahü anh» gönderip, ordu içinde birbiriyle söyleşenleri bul, onlara ne konulduklarını sor, inkâr ederlerse şöyle konuşmadınız mı? diye söyle buyurdular. Ammâr «radıyallahü anh» söylenilenleri yap-dı. O zeman orada bulunan münafıklar, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarına gelip özr dilediler. Vedî’a bin Sâbit Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» devesinin yularından tutdu. Biz tehlükeli iş yap-dık, boş sözler söyledik, dedi. Muhşî bin Humeyr ise ismini değişdirmek istedi. Adını Abdurrahman koydular. Hak teâlâya tenha bir yerde şehid olması için dûâ etdi. Yemâme harbinde şehîd oldu. Kimsenin haberi olmadı.

·        223 — Tebüke yaklaşdıklarmda Resûlullah «sallâllahü aleyhi ve sellem» yarın kuşluk vakti tebük’e varacağız. Ben gelmeden hiç kimse elini suya vurmasın buyurdular. Eshâb-ı Kirâm «radıyallahü anhüm» Tebük’e geldiler. Gayet az akan bir çeşme vardı, hiç kimse su içmedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gelip mübarek ellerini ve yüzünü yıkadılar. Çeşmenin suyu çoğaldı. Herkes istediği kadar su aldı. Mu’âz bin Cebel’e «radıyallahü anh» bu çeşmeden bostanlarm sulandığım görürsün buyurdular.

·        224 — Muâz bin Cebel «radıyallahü anh» anlatıyor: Tebük gazasından dönüşde bir dereye gelmişdik: Bir taş yarığından çok az su akıyordu. Ben gelmeden suya kimse dokunmasın buyurdular. Dört kişi o suyun birikmiş bir yerinden aldılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» suya dokunulduğunu anlayıp buradan kim su aldı? diye sordular Falan falan aldı diye cevâb verdik. Onları azarladı. Sonra aşağı inip taşın yarığını mübarek parmakları ile mesh etdiler. Hak teâlânm dilediği şeyleri söylediler. Su oradan fışkırdı. Dere o suyun çağlama sesiyle doldu. Ömrü olanlar, bu derenin civar derelerden çok yeşillik olduğunu görür buyurdular. Selefden biri, bizimle Şam arasında o dereden güzel dere yok-du diye söylemişdir.

·        225 — Tebükden dönerken yolda çok büyük heybetli bir yılana rastladılar ve çok korkdular. Sonra kenara çekildi. Eshâb-ı kirâma «aleyhi-mürridvân» bakdı ve başını aşağı indirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bu, bize Kur’ân-ı Kerim dinlemeğe gelen cinlerden biridir. Onun mekânımın yanına geldiğimiz için bize selâm verdi. Siz de onun selâmını alınız buyurdular. Eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvan» da yılanın selâmına cevab verdiler. Sonra. Resulullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın kullarından kim olursa seviniz! buyurdular.

·        226 — Benî se’ad kabilesinden bir genç anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» tebükde altı kişiyle bir yerde oturmuşlardı. Yanlarına gidip, Allahdan başka ilâh yokdur, sen de onun resûlüsün dedim. Ebedî se’âdete kavuşdun buyurdular. Bilâlden «radıyallahü anh» yiyecek bir şey istediler. Bir mikdar yağ ve biraz hurma çıkardı. Hepimiz yedik ve doyduk. İslâmdan evvel bu kadar hurmayı ben yalnız yerdim ve karnım doymazdı dedim. (Kâfirin yedi mi’desi vardır, mü’minin bir dânedir) buyurdular.

İslâmiyete îmânım dahâ kuvvetlensin diye, bir kuşluk vakti, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile yanlarında on kişi vardı, yemek yiyeceklerdi. Yanlarına gitdim. Yine Bilâlden «radıyallahü anh» yemek istediler. Bir avuç hurma çıkardı. Torbadaki hurmaların hepsini çıkar buyurdular. Hepsini çıkardı. Mübarek ellerini hurmanın üzerine koyup, besmele ile yiyiniz buyurdular. Hepimiz yedik. Ben o kadar çok yedim ki, artık bir dâne dahâ yiyemezdim. Sonunda yine hurmalar evvelki kadar kaldı. Böylece üç gün devâm etdik. Yine hurmalar aynen duruyordu. Benim de İslâmm hakikatine yekinim son dereceye vardı.

·        227 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebük’e geldiğinde Herakl da Humus’a gelmiş idi. Herakl, bir kişi gönderip Resûlullah’m «sallallahü aleyhi ve sellem» her dürlü hâlini öğrenip gelmesini emr etdi. O şahs gelip bütün güzel huylarını, nübüvvet mührünü, gözlerindeki kırmızılığı ve sadaka kabul etmediğini görüp, Herakl’a haber verdi. Herakl, kavmini İslâma da’vet etdi. Kavmi üzerine yürüdüler, kendini zor kurtardı.

·        228 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hâlid bin Velid’i «ra-dıyallahü anh» Devmet-ül Cendel’e reisleri olan Ekidir ile harb etmek üzere gönderdi. Hâlid «radıyallahü anh» hem düşmanın memleketine gidiyoruz, hem de kuvvetimiz çok az deyince, (Ekidir, dağ .sığırını avlamakla meşgûl olurken, Hak teâlâ seni onlara gâlib getirir) buyurdular. Mehtablı bir gecede Ekîdirin hisârma vardılar. Ekidir, hanımı ile serâyı-nm damında içki içiyorlardı, bir yandan da çalgı çalınıp, bir kadm şiir söylüyordu. Hâlid «radıyallahü. anh da bir yere gizlenmiş onları görüyordu. O sırada dağ sığırları oynayarak hisarın kapısına geldiler ve kapıyı boynuzlamağa başladılar. Şiir söyleyen rübâbî kadın, Ekîdire böyle, av gördün mü, kaçırma, dedi. Ekidir de, doğru söylüyorsun, dey;p atım hazırlamaları için emir verdi. Yanma kardeşini ve birkaç kişi daha alarak dağ sığırlarını avlamak için hisârdan çıkdılar. Hâlid bin Velid «ra-dıyallahü anh» ve yanındakiler bunlarla harb etdi. Ekîdirin kardeşini öldürdüler. Ekidir’i ise esir etdiJer, diğerleri de kaçıp hisara girdiler.

·        229 — Benî Se’ad kabilesinden birkaç kişi Resulûllahm «sallallahü .aleyhi ve sellem» huzûrlarına geldiler. Kabilemizde bir kuyumuz var, suyu çok azdır. O kuyunun suyunun fazlalaşması için sizden düâ istemeğe .geldik, dediler. Birkaç dâne küçük taş getirin, buyurdular. Üç taş getirdiler. Mübarek ellerine o taşları alıp tekrar geri verdiler. (Bu taşları birer birer, Hak teâlâmn ismim söyliyerek kuyuya atınız) buyurdular. At-dılar, su hemen çoğaldı’ Refâha kavuşdular ve din düşmanlarına gâlib geldiler.

·        230 — Irbaz bin Sâriye «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlulleh «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebük’de Ümmü Seleme «radıyallahü anhâ»nın çadırında idi. Eshab-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» iki kişinin ve benim karnımız açdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizim için yiyecek istedi, yokdu. Bilâle «radıyallahü anh» bunlar için yemek bul! buyurdular. O da, yok ya Resûlallah, bütün torbaları silkdim, dedi. Bir daha silkele buyurdular. Bilâl «radıyallahü anh» silkdi, yedi dâne hurma çıkdı. (Mübarek ellerini hurmaların üzerine koydular.

Besmele ile yiyiniz, dediler. Biz yemeğe başladık. Ben elli dört dâne yedim. Çünki çekirdekleri elimde idi. Arkadaşlarım da aşağı yukarı benim kadar yemişlerdi. Sonunda yine yedi hurma önümüzde kaldı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bilâl’e «radıyallahü anh» bu hurmaları sakla, bunları yiyen muhakkak tok olur, buyurdular. Sonra on fakir gel-mişdi. Resulullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Bilâl’den «radıyallahü anh» o yedi hurmayı istedi. Yine ellerini hurmaların üzerine koydular. (Besmele ile yiyiniz buyurdular. Hepsi doydu. Yine yedi hurma önlerinde

— 113 __ Peygamberlik Müjdeleri —, F. 8 kaldı. Sonra, (Rabbimden hayâ etmeseydim, Medine’ye kadar, orduyu bu hurmalarla doyururdum) buyurdular. Sonunda o hurmaları bir küçük' çocuğ verdiler.

·        231 — Tebük’den dönüşde münafıklar, Resûlullahı «sallallahü aleyhi, ve sellem» dağ yolundan aşağı atacaklarına karar verdiler. Dağ yoluna geldikleri zeman Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», hepiniz dere yolundan gidiniz, hiç kimse benimle gelmesin, buyurdular. Kendileri devesine bindiler, Ammar bin Yâser «radıyallahü anh» devesinin yularını çekiyordu. Huzeyfe «radıyallahü anh» da devesini sürüyordu. Böylece Akabe [dağdaki sarp yokuş] yolunu tutdular. Biraz gidince,, arkalarından bir grub insanlar göründü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Huzeyfeye «radıyallahü anh» arkadan gelenleri geri dönder, diye emr etdi. O da arkadakilerin develerinin yüzlerine sopa ile vurmağa, başladı. Münâfıklar, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizim hilemizi anladı, diyerek geri dönüp Akabe’den aşağı kaçdılar. Huzeyfe «radi-yallahü anh» geri dönünce Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», bunlardan kimseyi tanıdın mı? diye sordular. Falan kimselerin develerini tanıdım ama yüzleri bağlı ve gece olduğu için kimseyi fark edemedim, dedi. Akabeyi geçdiler. Sabah oldu. Ebû Yahyâ’ya «radıyallahü anh» mü— nâfıklann ne düşündüğünü biliyor musun? Gece beni dağdan aşağı atacaklardı, buyurdular. Yâ Resûlullah emret, başlarını getireyim, dedi. Onlar zâhiren şehâdet getirirler, Hak teâlâ beni şehâdet getireni öldür-mekden men’ etmişdir, buyurdular. Sonra o münâfıkları Huzeyfeye «ra-dıyallahü anh» söylediler ve Hak teâlâ beni onların cenaze namâzlarmı kılmakdan men’ etdi, buyurdular. O münâfıkları Huzeyfe’den «radıyalla-hü anh» başka hiç kimse bilmezdi. Bunun için Ömer «radıyallahü anh» Resûlüllahm «sallallahü aleyhi ve sellem». Vefatından sonra bir cenâze olduğunda Huzeyfeyi «radıyallahü anh» bulurdu. O cenâzeye giderse kendisi de giderdi, gitmezse gitmezdi.

·        232 — Tebükde Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Allahü teâlâ bana îrân ve Bizans hâzinelerini ve Hımyer’in meliklerinin Allah yolundaki cihadda yardımcı olacaklarını bildirdi,) buyurdular.

Medine’ye geldiklerinde Humyer’in elçisi geldi. Şirkden ayrılıp Müs-limân olduklarını söyledi. Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem bir kitâb istiyorlardı. Ahkâm-ı İslâmî bildiren bir kitâb yazıldı. Elçi ile gönderildi.

·        233 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebükden dönünce bâzı padişahlar ve kabile reislerinden elçiler geldi. Benî Mürre kabilesinden on üç kişi gelmişdi. Müslimân olduklarını açıkladıkdan sonra memleketlerinde hiç yağmur yağmadığını bu yüzden çok sıkıntıda olduklarını söyliyerek düâ istediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Rabbî, onları yağmur ile suya doyur.') diye düâ buyurdular. Memleketlerine dönünce düânm edildiği zeman yağmurun yağdığını anladılar ve re-fâlıa kavuşdular.

·        234 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tâif gazâsma giderken, gece vaktinde içinde çok sedir ağaçları bulunan bir vâdiden geçiyordu. Devesinin üzerinde uyumuşdu. Başının hizâsma gelen bir ağaç dalı, oradan geçerken kendiliğinden kesildi. Mübarek başlarına bir zarar gelmedi. O ağaç, o civarda meşkûrdur. O vâdiden ağaç kesenler o ağaca hiç dokunmazlar. Bu, bâkî kalan mû’cize olarak Şeref’ül Mustafa adlı kitâb-da yazılıdır.

·        235 — Abdil Kays kabilesinden birkaç kişi Medine’i Münevvere’ye gelmişler, beraberlerinde bir deli getirmişlerdi. Resûlullahm «sallallahü aleyih ve sellem» huzûrlarına geldiler. Delinin bakışmdan, deli olduğu anlaşılıyordu. Arkasını dönderin buyurdular. Dönderdiler. Delinin sırtına bir kaftan örtüp (Ey Allahın düşmanı çık!) buyurdular. Derhal delinin bakışı düzeldi. Sonra yüzünü dönderip mübarek elini yüzüne sürdü ve düâ etdiler. Yaşlı olduğu halce, yüzü gençleşdi, ve kavminin en akıllısı oldu.

·        236 — Abdil Kaysdan gelenler arasında, Bahreyn’de amcasının oğlu ile şerab içerken amcasının oğlunun vurmasiyle ayağı yaralanan ve hâlâ yaranın izi belli olan birisi vardı. Bunlar, yâ Resûlullah, bizim oturduğumuz yerin hevâsı değişikdir. Biz yemeklerden sonra şerab içeriz, dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Sizden biriniz bir kadeh şarab içer, sarhoş olur. Kalkıp, amcasının oğlunun ayağını yaralar...) buyurunca o şahs ayağını örtdü_

·        237 — Habeşistan Padişahı Necâşî vefat etdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâbına «radıyallahü anhüm» bakî’ mezarlığına çıkalım, dediler. Gidip orada gıyaben Necâşinin cenaze namâzını kıldılar.

Âişe «radıyallahü anhâ» babasından duyarak söylemişdir ki: Necâşinin kabri üzerinde dâimî olarak bir nur görülürdü.

·        238 — Hicretin onuncu yılında Benî Âmir kabilesi gelip Müslimân olduklarını bildirip îslâmın hükümlerini öğrendiler. Erbede bin Kays ve Âmir bin Tufeyl Müslimân olmamışlardı. Kavmi Âmir’e gel Müslimân ol, dediler. Âmir, bütün Arabistan bana tâbi oluncaya kadar muharebe edeceğim diye and içmişim, nasıl olur da bir Kureyşli gence tâbi olurum? dedi. Sonra Âmir Erbede’ye: Ben Muhammedin yüzünü benden tarafa döndürüp,t onu meşgul ederim, sen arkadan vurursun, dedi.

Âmir Resûlullahm «sallaliahü aleyhi ve sellem» yanma gidip, bana haraç tayin et, dedi. îmân etmiyorsan tabii öyle olur buyurdular. Gûya, Âmir oyalama yapıyordu. Fekat Erbede bir şey yapmıyordu. Âmir cok oturunca (Yâ Rabbî, beni Âmirden kurtar) diye düâ etdiler. Hak teâlâ Âmire tâ’ûn hastalığı verdi ve o hastahkdan öldü. Erbede; Ne zeman Mu-hammede «sallaliahü aleyhi ve sellem» vurmak istesem, Âmir aramıza girerdi, dedi. Erbede, feryad ederek öldü.

·        239 — Ka’bül ahbârm «radıyallahü anh» îman etmesi hakkındadır

Hicretin onuncu yılında Resulullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» Hazreti Ali’yi «radıyallahü anh» Yemene gönderdi. Ka’bül ahbâr «radı-yallahü anh» da orada idi. Henüz îmân etmemişdi. Ali «radıyallahü anh» Resûlullahm «sallaliahü aleyhi ve sellem» sıfatlarını anlatıyordu. Ka’bül ahbâr tebessüm etdi. Sebebini sorduğunda: Biz bu sıfatları kitâbımızda okuyoruz, dedi. Hemen îmân etdi, İslâm dîninin esaslarını öğrendi ve halka öğretdi. Hazreti Ömer’in «radıyallahü anh» halifeliği zemanmda Medine’ye geldi. Keşki daha önce gelip Resûlullahm «sallaliahü aleyhi ve sellem» sohbeti ile şereflenseydim dedi. Bâzı kitâblarda böyledir.

Meşhûr olan Ka’b, Hazreti Ömer «radıyallahü anh» vâsıtasiylc, onun halifeliği zemanmda Şam’da Müslimân olmuşdur. Şa’îd bin Müseyyeb «radıyallahü anh» anlatır: Abbâs «radıyallahü anh» zemzem suyunun yanında oturuyordu. Ka’b «radıyallahü anh» yanma geldi. Niçin Resû-lullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» ve Ebû Bekrin «radıyallahü anh» ze-manlarında îmân etmedin? diye sordu. Ka’b «radıyallahü anh»: Babam bana Tevrat’dan ba’zı şeyler yazdı. Bununla amel et dedi. Tevrâta mühr vurdu. İslâmiyet meydana çıkdı. Onda hayr ve iyilikden başka bir şey görmedim. Babamın benden bâzı şeyleri gizlediğini düşünerek merak edip mührü açdım. İçinde Resûlullahm «sallaliahü aleyhi ve sellem» ve ümmetimin vasıflarını gördüm. Hemen îmân etdim, dedi.

·        240 — Cerîr bin Abdullah «radıyallahü anh» Yemenden gelip Müslimân oldu. Resûlullah «Sallaliahü aleyhi ve sellem» Cerir Medine’ye gelmeden evvel (Bu kapıdan Yemen’in ileri gelenlerinden biri dahâ içeri gi-recekdir) buyurmuşlardı. Cerîr «radıyallahü anh» at üstünde duramazdı. Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» mübarek elini göğsüne vurup düâ buyurdular. Ondan sonra atdan düşmedi.

·        241 — Tayy kabilesi, reisleri Zeydül Hayl ile birlikde Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma gelerek Müslimân olduklarını bildirdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Zeyd’in adını Zeydül Hayr koydular ve şimdiye kadar medhini duyduğum, kimselerde az şeyler görüyordum. Zeydde ise duyduğumdan çok şeyler gördüm buyurdular. Zeyd, memleketine dönünce (keşki Zeyd, Medine’nin hummasından kur-tulabilseydi) buyurdular. Memleketinin sınırında iken hummadan vefât etdi «radıyallahü anlı.»

. 242 — Adî bin Hâtem Medine’ye geldi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», Ey Adî, Müslüman ol! buyurdular. Adî, benim dînim vardır dedi. Sen Nasâra ve Dâbieyn dînini seçdin buyurdular. Adî evet dedi. Sen ganimet malının dörtde birini alıyorsun, halbuki bu sizin dîninizde câiz değildir, buyurdular. Adî evet dedi. Adî diyor ki; kalbimde, Islâm dînine karşı olan kötülük kalmadı. Yine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (İmâna gelmemen, yâ İslama düşman olanların çok olmasından veya Müslimânların fakir olmasındandır. Fekat senin fakir gördüğün müsli-mânların malı o kadar çok olacakdır ki sadaka verilecek kimse kalmıya-cakdır.) buyurdular. Hiç Hîre’ye gittin mi? diye sordular. Gitmedim ama bilirim dedim. Az zemanda oradan bir kadın yalnız başına Beytullahı ta-vâf etmeğe gelecekdir buyurdular. Sonra eğer Müslimân olmamana sebeb olarak, Müslimân olmayan büyük Padişahların olduğunu söylüyorsan, yakın zemanda Hak teâlâmn izniyle Kisrâ bin Hürmüz’ün memleketi Müs-limânlarm olacakdır buyurdular. Adî diyor ki: Müslimân oldum. Hîreden, bir kadının yalnız olarak Kabe’ye gelerek tavâf etdiğini gördüm. Kisrâ-nm mülkünü yağma edenlerden biri de ben idim. Müslimânların sadaka verecek kimse bulunamayacak kadar zengin olacağı da muhakkakdır.

·        243 — Hicretin onuncu yılında bir kabilenin büyükleri Müslimân olduklarını bildirdiler. Ahkâm-ı îslâmiyyeyi öğrendiler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelerek, bulundukları yerde bu sene hiç yağmur yağmadığını söyleyip düâ istediler. Memleketlerine gidince düâmn edildiği zeman yağmur yağdığını öğrendiler.

·        244 — Necâşînin kız kardeşinin oğlu Fîrûz Deylemî «radıyallahü anh» Medine’ye gelip îmân etmişdi. Peygamberlik da’vâsı eden Esved Unsî’yi öldürdü. O gecenin sabâhmda Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu gece Esved Unsî’yi öldürdüler buyurdular. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürridvan» kim öldürdü? diye sordular. (Mübarek bir hânedân-dan Fîrûz adında bir kişi öldürdü) buyurup, Fîrûz’a «radıyallahü anh» düâ buyurdular.

·        245 — Aynı yılda kende kabilesinden bir grub geldi. İçlerinde reislerinin oğlu Vâil bin Hacer de vardı. Henüz kimse ile görüşmemişlerdi. Üç gün evvel Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Vâil bin Hacer’in geleceğini müjdelediğini duydular. Hemen Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna gidip imân etdi.

·        246 ■— Sa’d bin Ebî Vakkâs «radıyallahü anh» veda haccı zemanla-rında hastalanmışdı. Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» onun zıyâ-detine gitmişdi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» herhalde Mek-ke-i mükerremede eshâbından ğeri kalacağım dedi. (İnşâallah Hak teâlâ seni saklar, eğer geri kalırsan senden çok hayrlı işler meydana gelir. Bir kavme iyilik, diğer bir kavme de zarar gelecekdir,) buyurdular. Sonra Sa’d «radıyallahü anh» sıhhat bulup Muâviye «radıyallahü anh» zemâ-mna kadar yaşadı. Irak’ı feth etdi. Hazret-i Ebû Bekrin «radıyallahü anh» zemanmda, mürtedlerle harb edildiği günlerde büyük işler başardı. Islama çok faideli oldu. Mürtedlere zararı dokundu.

·        247 — Vedâ haccı zemanlarmda Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» Mekkede bir evde idi. Yemâmeden birisi kundakdaki bir çocuğu getirmişdi. Ben kimim buyurdular. Bebek, sen Resûlullahsm diye cevâb verdi. Doğru söyledin buyurdular. Çocuk ondan sonra konuşmağa başladı. O çocuğa Mübârek-ül Yemâme ismini koydular.

·        248 — Üsâme bin Zeyd «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» vedâ haccma giderken, kucağında, çocuk bulunan bir kadın, Yâ Resûlullâh bu çocuk benim oğlumdur, dilinde tutukluk var, sanki içeriden birisi tutuyor dedi. Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek ellerini uzatıp, çocuğu kadından aldı. Mübarek ağızlarının suyundan o çocuğun ağzına bırakıp (Ey Allahın düşmanı çık! Ben Resûlullahım) buyurdular ve çocuğu yine annesine verdiler. Artık tutukluk kalmaz buyurdular. Hacdan dönüşde aynı yere geldiğimizde o kadın bir kuzu kızartmış bekliyordu. Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» kadından çocuğun hâlini sordular. Kadın, sizin bakdığmız günden beri tutukluğu kalmadı dedi. Resûlullâh «sallallahü aleyhi ve sellem» benden kuzunun bir kolunu istediler, verdim. Diğer kolunu da istediler, onu da verdim. Bir kol dahâ istediler. Bir koyunda ikiden fazla kol olmaz dedim. O zeman eğer, olmaz demeyip elini uzatsaydm her istediğimizde bir kol dahâ bulacakdm buyurdular. Sonra Ya Üsâme, etrâfa bak kâzâ-ı hâcet için kapalı bir yer bulursan haber ver buyurdular. Yorulun-caya kadar yürüdüğüm halde kimsenin bulunmadığı mahfûz bir yer bulamadım, geri dönüp durumu anlatdım. Hiç ağaçlar ve taşların bulundu-'ğu bir yer gördün mü? diye sordular evet dedim. Oraya git, (Allahın Resûlü bir araya gelmenizi istiyor ki, kendisini muhâfaza edesiniz) diye söyle buyurdular. Söylediklerini yapdım.

Ağaçlar, kökleriyle sıçrayarak bir araya geldiler, taşlar da birbirinin üzerlerine gelerek duvar oldular. Resûlullaha durumu anlatdım. Su getir buyurdular. Suyu alıp onlardan evvel o yere götürdüm: Abdest alıp çadıra geldiler ve Yâ Üsâme git o ağaçlara ve taşlara de ki: (Allahın Resûlü yerlerinize gitmenizi istiyor.) Buyurdukları gibi yapdım. Hepsi yerlerine gitdiler.

·        249 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kurban kesecekdi. Beş veya altı deve getirdiler. Develer, önce benden başlasın diye birbirleriyle ■itişirler, öne geçmeğe çalışırlardı.

·        250 — Aişe-i Sıddîka «radıyallahü anhâ» diyor ki: Bir gece Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yatağından kalkıp dışarı çıkıyordu. Bu vakt nereye gidiyorsun? diye sordum. Bakî’ kabristanında bulunanlara düâ etmem, emr olundu, oraya gidiyorum buyurdular. Ebû Müveyhibe ve Ebû Râfi’ «radıyallahü arihümâ» hizmetçileri idi. Beraber gitdiler. Ebû Müveyhibe «radıyallahü anh» diyor ki: Bir müddet kabristandaki mevtaların afvı için düâ buyurdular. Sonra (Kavuşduğunuz ni’metler âfiyet olsun, kapıları yüzünüze rahmet ile açılan serâylar mübarek olsun, sonu gelmiyen dünyâ fitnelerinden kurtuldunuz.) buyurdular. Sonra (Ey Müveyhibe, beni dünya hâzineleri ve dünyada bâkî kalmak, Cennet *■ ve hak teâlâ hazretlerine kavuşmak ve Cennet içinde kalmakda muhayyer kıldılar.) buyurdular. Ya Resûlallah, dünya hazînelerini, dünyada bâkî kalmağı ve sonra Cenneti ihtiyar eyle dedim. Hayır, Hakka kavuşmayı ve Cenneti seçdim buyurdular. Birkaç gün sonra 'hastalandılar.

·        251 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve. sellem» bütün hastalıklarında Hak teâlâdan sıhhat bulması için düâ buyururlardı. Son hastalığın da (Ey nefs, kuvvetsizlikden niçin başkasına sığmıyorsun?) buyurdular.

·        252 — Aişe «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sıhhatli iken (hiçbir Peygamber Cennet’deki mekâmını •görmeyince) bu dünyâdan gitmez, mekâmını görünce isterse onu bu dünyâdan götürürler, isterse sıhhat verilir,) buyurmuşlardı. Son hastalığında mübârek başlarım dizime koymuşlardı. Bir ara gözlerini tavana dikdiler ve (Allahümmerrefik-ül a’lâ) buyurdular. Anladım ki onu muhayyer etmişlerdi. O refîk-i a’lâ’yı seçmişdi. Son sözleri de bu oldu.

·        253 — İbni Mes’ûd «radıyallahü anh» diyor ki: Resûlullahm «sa’lal-lahü aleyhi ve sellem» vefatından bir ay evvel bizi Hazret-i Âişe’nin «ra-dıyallahü anhâ» evinde toplamışdı. Vaşıyyetler ve hayr düâlar etdikden sonra, Hak teâlâ bizim üzerimize halife verdi buyurdular. Rıhletin ne zaman? diye sorduk. Sizden ayrılma, Hak teâlâya kavuşma ve Cennet’de yaşama zemanı yaklaşdı buyurdular.

·        254 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mu’âzı «radıyallahü anh» Yemen’e gönderdi. Uzun bir vasiyyet etdi. Eğer dünyâda bir dahâ görüşmek imkânı olsaydı bu kadar uzun vasiyyet etmezdim buyurdular. Mu’âz «radıyallahü anh» Yemen’de iken Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefât etdi.

·        255 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» son hastalığında Fâtı-mâ’yı «radıyallahü anhâ» çağırıp kulağına bir şeyler söylediler. Fâtımâ. «radıyallahü anhâ» ağladı. Bu sefer mübârek başını Fâtımânm kulağına götürerek bir şeyler dahâ söylediler. Fâtımâ «radıyallahü anhâ» güldü. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» hanımları Fâtımâdan «radıyal-lahü anhâ» sebebini sordular. Bu sırrı açıklıyamam, dedi. Âişe «radıyal-lahü anhâ» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra tekrar sordu. Cevâbında, babam bana Cebrâil «aleyhisselâm» Kur’an-ı Kerîmi her sene bir defa arzederdi bu sene iki kere arz etdi. Vefâtımın yakın olduğunu anladım, dediği zaman ağladım. Bunun üzerine bu ümmetin sey-yidesi olacaksın ve hanımlarımdan evvel bana kavuşacaksın, buyurunca güldüm dedi.

·        256 — Fâtımâ «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» başucunda oturmuşdum. Ev kapısından birisi selâm verdi ve Resûlullahm yanma varmağa izn var mıdır? diye sordu. Ey Allahın kulu, bu ziyaret için Hak teâlâ sana ecrler versin, yalnız biraz mü-sa’ade et dedim. Kapıdaki Ey Fâtımâ beni men’ eyleme; muhakkak içeri girmem lâzım dedi. Biz bu konuşmada iken Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ağrısı hafifleyip gözlerini açdılar ve ey Fâtımâ kiminle ko-nuşduğunu biliyor musun? O Azrâildir «aleyhisselâm» izn ver de içeri girsin, buyurdular/ İçeri girdi, selâm verdi. Selâmını aldılar. Melek-ül mevt, senden evvel kimsenin kapısına gidip izn istemedim ve senden sonra da istemem, dedi.

·        257 — Ümm-i Seleme «radıyallahü anhâ» diyor ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat ettiğinde elimi mübarek göğsüne koymuş-dum. O kadar elimi yıkadığım halde haftalarca elimden misk kokusu gitmedi.

·        258 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat edince eshâb-r kirâm «aleyhimürrıdvan» diğer ölüler gibi mi, yoksa gömleği içinde mi yıkayalım, diye tereddüd etdiler. O sırada hepsini bir uyku basdırıp başlarını tutamadılar. O zeman hepsi birden Allahın Resûlünü gömleği içinde yıkayınız, diye bir ses işitdiler.

·        259 — Emir-ül Mü’minin Ali »kerremellahü vechehü» diyor ki: Re-sûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vasiyyeti üzerine mübârek vücû-dünü ben yıkadım. Benden başka her kim onun vücûdüne baksa kör olurdu. Yıkarken bana gâibden yardım ediyorlardı. Mübârek vücûdünü dön-derirken sanırdım ki üç kişi bana yardım ediyor.

·        260 — Emir-ül mü’minin Ali «radıyallahü anh»m anlayışı ve hâfıza-sı çok kuvvetli idi. Bunun sebebini sordular. Cevabında, Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» yıkarken göz çukurunda bir mikdar su kalmış-dı. O suyu yere dökmek bana acı geldi. O suyu dilim ile alıp içdim. İşte bendeki hâfıza kuvveti o serçeşmenin bereketidir, buyurdu.

·        261 — Ali «radiyallahü anh» Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gasl ederken, mübarek vücûdünde hiç bir kusûr görmeyince, babam anam sana feda olsun, canlı iken de mevt halinde de ne kadar güzelsin, ne güzel kokuyorsun? demekden kendini alamadı.

·        262 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatı zemanında dünyâyı karanlık kapladı. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» birbirlerini göremezlerdi. Kendi ellerini bile göremezlerdi. Bu karanlık defnin bitimine kadar sürdü.

·        263 — Hazret-i Ali «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat edince gâibden bir nida geldi. Esselâmü aleyküm yâ ehlel beyt-i Resûlillah ve rahmetullahi ve berekâtühü! Her kes ölümün tadını duyacakdır. Ecrinizi kıyâmet gününde bulursunuz diyordu.

·        264 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat haberi kendilerinin müezzini olan Abdullah bin Zeyd-il Ensârî’ye «radiyallahü anh» bostanda iken geldi. Hemen, Yâ Rabbî gözlerimi görmez eyle diye düâ etdi. Düâsı kabul oldu. Niçin böyle düâ etdin? diye sorduklarında, dünyânın lezzeti görmekdedir, İstedim ki, gözüm ondan başkasına bakmakla lezzetlenmesin cevâbını verdi.

·        265 — Emîr-ül mü’minin Ali «kerremallahü vecheh» anlatıyor: Re-sûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» defn etdik. Bir a’râbî gelip kendini o mübarek kabrin üzerine bırakdı. Topraklarını başına sacdı. Yâ Resûlallah «sallallahü aleyhi ve sellem» ernr etdin, itâ’at etdik. Hak teâlâ sana Kur’ân-ı Kerîmi gönderdi. Biz de senden kabul etdik. Sonra biz kendi nefsimize çok zulm etdik, şimdi geldik ki, bizim için istiğfar edesin dedi. Hemen kabrden bir ses geldi ki, afv etdiler.

·        266 — Abdurrahman Anberî «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir arife gününde sadakaya teşvik hu-sûsunda hutbe okuyordu: Bir genç kalkıp, yâ Resûlullah budeve fakirlerin olsun, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» deveye bak-dı. Emr etdi, satın aldılar. O günlerde Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ömer übnil Hattâb’a «radiyallahü anh» sana acâib bir haber vereyim mi? buyurdular. Buyurun, dedi. (Bu gece dışarı çıkmışdım. O deve bana selâm verdi ve yâ Resûlallah, benim anam Kureyşden bir kişinindi. Sağacağı zeman yedirir, sağmayınca hiç bir şey vermezdi. Ben onun beşinci yavrusuyum. Câhiliyet zemânmda, bir deve beş defa do-ğursa, beşincisini putlar için ayırıp, ona yük yüklemez ve binmezlerdi. Beni köylüler âriyet verdiler. Bazı yerlerde kaçdım, kırlarda otladım. Otlar, önce bana gel, diye çağrışıp sen Muhammedinsin «sallallahü aleyhi ve sellem» derlerdi. Geceleyin yırtıcı hayvanlar birbirlerine ona dokunmayın, o Muhammed’indir «sallallahü aleyhi ve sellem» derlerdi. Hak teâlâ beni sana kavuşduruncuya kadar böyle devâm etdi. Efendinin adı nedir? diye sordum. Gadbâ dedi. Ben ona efendisinin adını verdim.) buyurdular. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatı yaklaşınca Gadbâ, bana ne vasiyyet edersin diye sordu. Sen kızım Fatımâ’mnsm, sana dünyâda ve âhiretde o binecekdir, buyurdular. Gadbâ, bana senden başkasının binmesini istemezdim, deyince, ondan başka kimse binmez buyurdular.

Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra bir gece Fâtımâ «radiyallahü anhâ» dışarı çıkmı^dı. Gadbâ selâm verip artık dün yadan ayrılmam yaklaşdı. Ben Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtmdan sonra ne yiyeceğe ve ne de içeceğe asla ihtiyaç duymadım dedi. Bu hâdise Şeref-ül Mustafâ kitâbmda da vardır.

·        267 — Hayber feth olunca Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» ganimet hissesinden bir merkeb düşmüşdü. Merkebe bindiler ve adın nedir? diye sordular. Yezid bin Şihâb, dedi. Ben senin adını Ya’fûr koydum, buyurdular. Sahibin kim idi? diye sordular. Bir yehûdi idi, dedi. Senin mübarek ismini duyunma yakışmayan sözler söylerdi. Bu yüzden bana her bindiğinde onu düşürürdüm. O da beni aç koyar ve eziyyet ederdi, dedi. Bir dileğin var mıdır, yanına bir eş dahâ alayım mı? buyurdular hayır, çünki atalarımdan duydum, bizim neslimize yetmiş peygamber binmişdir. Bizim neslimizden kimse kalmadı ve senden başka da peygamber gelmi-yecekdir dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kimsenin evine gitdiği zeman Ya’fûr o kimsenin kapısına başıyla vururdu. Ev sahibi çıkınca başıyla Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» tarafa işaret ederdi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtlarma kadar hizmet etdi. Resûl-i ekrem vefat edince merkeb çok feryâd etdi. Nihayet üç gün sonra kendini Ebû Heyşem bin Şihâb’m kapısına atdı ve orada öldü.

IV. BÖLÜM

II. KISIM

Hangi kitâbdan alındığı ve hangi yıl olduğu bildirilmiyen yine hicret He vefat arasında meydana gelen mu’dizeler anlatılmakdadır:

·        268 — Zeyd bin Erkam «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Medine köylerinden birine giderken yolda bir köylünün çadırına rastladık. İçeride bir dişi geyik bağlı idi. Geyik, yâ Resûlallah bu adam beni avladı. Ne kesiyor, ne de bırakıyor ki gidip iki yavruma süt vereyim dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geyiğe: Seni bırakırsam yine geri gelir misin? buyurdular. Geyik, evet dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geyiği salıverdi. Çok geçmeden geyik geldi. Tekrar bağladılar. 0 sırada çadırın sahibi olan köylü geldi. Bu geyiği bana satar mısın? buyurdular. Köylü de senin olsun yâ Resûlallah «sallallahü aleyhi ve sellem» dedi. Resûlullah «Sallallahü aleyhi ve sellem» o geyiği âzâd etdiler. Geyiğin kırlarda Lâilâhe illallah Mu-hammedün Resûlullah diyerek dolaşdığmı gördüm.

·        269 — Seleme-tübnil-Ekvâ «radiyallahü anh» anlatıyor. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bir gün bir grub insanlara rastlamışdık Ok atıyorlardı. Bu, atalarınızın oyunu, güzel oyundur, ben îbni Ekvâ ile olayım ok atalım buyurdular. O grup, bize gâlib gelirsiniz dediler. O ze-man ben, hepinize karşı yalnız olayım buyurdular. O gün akşama kadar ok atdılar, berabere kaldılar.

·        270 — Ebû Saîd-il Hudrî «radiyallahü anh» anlatıyor: Medine’nin etrafında bir çoban koyun otlatıyordu. Bir kurd, koyunlardan birini kaçırmak istedi. Çoban mâni’ oldu. Kurd, çobana Allahü teâlâdan korkmuyor musun, benim rızkıma mâni’ oluyorsun dedi. Çoban, ne acâib işdir, kurd insan gibi konuşuyor deyince, kurd: Bundan daha acâibi Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine’de halka, geçmiş ümmetlerin hâlini söyler dedi. Çoban sürüsünü, çabucak sürüp mazbut bir yerde sakladı, Kendisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrlarma gelip başından geçeni anlatdı. Aynı şeyi herkese de anlat buyurdular. Yüksek bir yere çıkıp anlatdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» çoban için, «doğru söylüyor, yırtıcı hayvanların insanlarla konuşması kıyamet alâmetlerindendir» buyurdular.

·        271 — İhbân bin Üveys «radiyallahü anh» Hüzâ’a kabilesinin boyunlarım otlatıyordu. Bir kurd aniden bir koyunu kapıp hemen boğdu İhbân koşup koyunu kurddan almak isteyince kurd: Hak teâlânın verdiği rızkımı almak mı istiyorsun? dedi. İhbân, kurdun insan gibi konuşmasına şaşırdı. Kurd: Bundan fazla şaşılacak şey, Muhammed «sallallahü aıey-hi ve sellem» Medine’de sizi Allahü teâlânın kitabına da’vet ediyor, siz gitmiyorsunuz dedi. İhbân «radiyallahü anh» Eğer ben Medine’ye gidersem boyunları kim güder dedi. Kurd: Bana yetecek kadar koyun ver, ben koyunlarmı muhâfaza ederim dedi. İhbân kurda kuvvet için bir kaç koyun ta’yîn edip, bir grub çobanla Medine’ye gitdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâm «rıdvânullahi aleyhim ecmaîn» ile bir yerde oturuyorlardı. Mübarek gözleri İhbân’ı görünce: «Kurd sözünde durdu» buyurdular. İhbân ve gelen çobanlar «radiyallahü anhüm» îmân etdiler.

·        272 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâm «radiyallahü anhüm ecma’în» ile beraber oturmuşlardı. Bir kişi yemek getirdi. Yemeğe başladılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» aldığı lokmayı çok çiğnediği halde bir türlü yutamadı. Nihayet lokmayı aşağı bı-rakdılar. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân da yemekden el çekdiler. Yemek sâhibini çağırdılar. Yemeğin nasıl yapıldığını sordular. Yemek sahibi: «Yâ Resûlullah, sâhibi yanında yok iken, acele edip, parasını sonra veririm deyip bir koyun kesdim, bu yemeği pişirdik dedi. Bunun üzerine emr buyurdular, yemek esirlere verildi.

·        273 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Abbâsa «radiyallahü anh» «Ey Ebel Fadl, ben gelinceye kadar git evinde otur» buyurdular. Ebül Fadl evine gitdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kuşluk vaktinde Ebül Fadl’m evine gitdiler. Ehli beytine selâm verdiler, onlar da selâmım aldılar. Bir araya geliniz buyurdular. Ridâsmı onların üzerine örtüp (Yâ Rabbî bunlar benim ehl-i beytimdir, Ridâmla onlari örtdüğüm gibi sen de onları Cehennem ateşinden ört) diye düâ etdiler.. Evin dıvarlarmdan ve kapısından âmin, âmin diye sesler işitildi..

·        274 — Bir gün Muhacirin ve Ensârm «radiyallahü anhüm» hanımları bir araya toplanmışlar, Fâtımânm «radiyallahü anhâ» da gelmesi için Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» izn istemişlerdi. Fâtımâ «radiyallahü anhâ» güzel elbiseleri olmadığı için gitmek istememişdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (git yâ Fâtımâ, bizim dînimizde bir kimseyi iimidsiz etmek yokdur.) buyurdular. Fâtımâ «radiyallahü anhâ» o toplantıya katıldı. Döndüğü zeman üzüntülü görünüyordu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem o toplantıya kat»ılan kadınlardan birisini çağırdılar. O toplantının hâlini sordular. O kadın, Yâ Resûlallah, Fâtımâ gelince bütün kadınlar onun güzel elbiselerine hayran kaldılar, birbirlerine bu elbiseleri nereden almışlar diyorlardı, dedi. Bunun üzerine Fâtımâ «radiyallahü anhâ» Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» niçin bana öyle görünmedi ki ben de sevineyim dedi. (O güzel elbiseleri senin üzerine örtdüler, sen onları görmedin. O elbiselerin güzelliği bundadır) buyurdular.

·        275 — Yemen’de bir su var idi. O sudan her içen ölürdü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o suya haber gönderip (herkes Müsli-mân oldu, sen de Müslimân ol) buyurdular. Ondan sonra o sudan içenler ölmez, fekat humma olurdu.

·        276 — Eshâb-ı kiramdan «radiyallahü anhüm ecma’în» birisi anlatıyor: îmân etdikden sonra Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» hiç ayrılmazdım. Bir gün akşam ile yatsı arasında mescidde İslâm ahkâmını anlatıyorlardı. Dışarıda da gök gürlüyor, şimşekler çakıyor ve şiddetli yağmur başlamışdı. Nemâzdan sonra Yâ Resûlallah evlerimize nasıl gideceğiz dedik. Size bir zarar gelmeden evlerinize göndereyim buyurdular. Mescidden dışarı çıkdık. (Evlerinize gidiniz!) buyurdular. Evlerimize geldiğimizde elbiselerimiz dahi ıslanmamışdı.

·        277 — İbni Abbâs «radiyallahü anh» anlatıyor: Gayet güzel yüzlü bir Yehûdi vardı. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sohbetine devâm ederdi. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o Yehûdiye (Senin gibi güzel yüzlünün Cehennem ateşinde yanmasını çok uzak görüyorum) buyurdular. Yehûdi: Ben dînimi başka bir din için terk etmem dedi. Yine bir gün Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sohbetine gelmiş idi. Huriler hakkında bir âyet-i kerîme okudular. Yehûdi, Yâ Resûlallah, o hûrilerin biri için bana kefil olur musun? dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir değil yetmişine birden kefil olurum buyurdular. Yehûdi îmâna geldi. Vefât edince Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» nemâzını kıldı, kabre koydu ve kabre inip orada çok kaldılar. Kabrden çıkınca terlemişler ve gömleğinin yakası yırtılmış idi. Eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvan» bunun sebebini sorduklarında: (Kabre çok hûri hücum etdi. Hepsi ben onun olacağım diyordu. Güçlükle yetmiş hûri ayırdık. Bu arada yakamı yırtdılar.) buyurdular.

·        278 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» beraberinde Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali «radiyallahü anhüm ecma’în» oldukları halde Ebû Heysemin evine gitdiler. Ebû Heysem «radiyallahü anh» ben dâima isterim ki, evimi şereflendiresiniz ve size ikrâm edeyim. Bu gün evde az bir yiyecek vardı, komşulara verdim dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (çok iyi yapdm, bana Cibril «aleyhisselâm» komşu hakkında o kadar çok vasiyyetlerde bulundu ki, komşuların birbirinde miras hakkı olacağını sandım) buyurdular. Sonra evin bahçesinde bir hurma ağacı görüp, (Yâ Ebâ Heysem izn verir misiniz şu hurma ağacından hurma devşirelim) buyurdular. Ebû Heysem: Siz bilirsiniz ama o ağaç şimdiye kadar hurma vermemişdir dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Aliden «radiyallahü anh» bir bardak su istediler. O sudan biraz içip birazını da mübarek ağızlarında mazmaza yaparak ağaca dökdü-ler. Hemen ağaçda hurmalar meydana geldi. Topladılar, tam yiyecekleri kadardı. (Bu, âhıretde size verilecek ni’metlerdendir.) buyurdular.

·        279 — Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir harbde: Yâ Ebâ Hüreyre, yanında yiyecek bir şey var mıdır diye sordular. Dağarcığımda birkaç hurmam var dedim. Mübarek ellerini dağarcığın içine sokdular, biraz hurma çıkardılar. Ellerini o hurmaya sürüp düâ etdiler ve eshâbdan on kişi çağır dediler. Çağırdım, yediler. On kişi daha çağır buyurdular. On kişi dahâ çağırdım. Onlar da o hurmalardan yediler, doydular. Böylece bütün İslâm ordusu o dağarcıkdaki hurmadan yediler, yine içinde hurma var idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Bu dağarcığı sakla, elini ne zeman soksan mahcûb olmazsın.) buyurdular. Osman «radiyallahü anh» şehid oluncaya kadar o dağarcık bende idi. O zeman bizim evi yağma edip o dağarcığı götürdüler. O dağarcıkdan tahminen ikiyüz vesk hurma hâsıl oldu. [Bir vesk, ortalama bir deve yükü demekdir.]

·        280 — Râşid bin Abd-i Rabbih «radiyallahü anh» anlatıyor: Süvâ’ adında bir puta birçok kabileler tapardı. Bâzı kabileler bana Süvâ’a götürmem için hediyeler vermişlerdi. Yolda bir puta uğradım. Putun içinden: «Bütün acâibliklerden dahâ acâib Abdülmuttalibin oğullarından bir peygamber çıkdı. Zinâyı, fâizi, putlar için kurban kesmeyi yasak etdi» diye bir ses duydum.

Sonra başka bir putun içinden: Efsunculuk terkedildi, nemaz kılan, zekâtı ve orucu emr eden bir peygamber çıkdı» diye ses geliyordu. Diğer bir putun içinden: «İsâ. bin Meryemden «aleyhisselâm» sonra peygamberliğe vâris olan Kureyşden Ahmed’dir» diye ses duydum. Sonra Süvâ’-

:îim yanma geldim. İki tilki etrafında dönüyor, onu yalıyor, yanındaki .hediyelerden yiyorlardı. Sonra ayaklarını kaldırıp bevl etdiler. O zeman „şu şiiri nazm etdim:

İki tilki bev ederse, başının üzerine, Muhakkak zelil olur, tapılmağa hakkı ne.

O zeman Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medineye hicret '-etmişdi. Ben de yanımda bir köpek olduğu halde Medîneye gitdim O zeman benim adım Zâlim, köpeğin adı Râşid idi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Adın nedir diye sordular. Zâlim dedim. Köpeğin adı nedir diye sordular, Râşid dedim. Bunun üzerine (Senin adın Râşid, köpeğin adı Zâlim olsun.) buyurdular. îmân etdim ve kendilerine bî’at etdim. Sonra kendilerinden diyârımızda yer istedim. '.Bana bir at koşumu, üç taş atımı mikdarı yer ta’yîn etdiler.

Bir matra da su verdiler, içine mübarek ağızlarının suyunu koydular. Bunu kendi toprağına dök, fazla gelirse insanları men’ etme!) buyurdular. O suyu arâzime dökdüm. Bir çeşme meydana geldi. Hurma ağaçları da dikdim. O civardaki insanlar bu su ile şifâ niyyetine yıkanırlardı. O suyun adını Mâür-Resûl koydular. Hikâye edilir ki; Râşid «radiyallahü anh» arazisinde bir taş yuvarlamışdı. İnsan gücü ile olacak bir şey de-çğildi.

·        281 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı ki-fâm «aleyhimürrıdvan» ile oturmuşlardı. Deveye binmiş, yorgun ve uykusuz göründüğünden yoldan geldiği anlaşılan birisi geldi. Hanginiz Mu-hammed’siniz dedi. Eshâb-ı Kırâm «aleyhimürrıdvân» Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gösterdiler. Yâ Muhammed, önce sen bana îmânı mı anlatırsın, yoksa ben sana bizim putdan işitdiklerimi mi söyliyeyim? dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» îmânı arz etdiler. Sonra o şahs anlatmağa başladı.

Benim adım Gısân bin Mâlik Âmiridir. Bizim diyarda bir put vardı, ■onun önünde kurbanlar keserdik. Bir gün Isâm adında birisi kurban keserken putun içinden: «Yâ Isâm, yâ Isâm, İslâm geldi putlar bâtıl oldu, boşa kan akıtmak yasaklandı sıla-i rahm emredildi» diye ses geldiğini duyup korkduğunu bana söyledi. Sonra Târik adında birisi dahâ o putun önünde kurban keserken o putun içinden «Yâ Târik, yâ Târik Allahü teâlâ vahy ile bir Peygamber gönderdi» diye bir ses işitdiğini bana söyledi. Artık senin haberin bizim diyarda yayıldı. Birkaç gün sonra ben de

* o putun önünde kurban kesdim. Yine o putun içinden fasîh lisân ile yâ

— 129 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 9 Gısân, Tihâmeden çıkan Peygamber hakdır. Ona tâbi’ olan selâmet bulur. Mücâdele eden hep pişman olur. İslâma daveti kıyâmete kadardım Sözlerini duydum. Sonra put yukarı kalkdı ve yüzü üstüne düşdü. Resû-lullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve eshâb-ı kiram «aleyhimürrıdvân». bunu duyunca tekbîr getirdiler.

·        282 — Abbâs bin Mürdâs «radiyallahü anh» demişdir ki: Sıcak bir günde develerimin arasında idim. O sırada bir beyaz deve kuşuna binmiş ak elbiseli bir şahs gördüm. Bana şöyle söyledi: Yâ Abbâs bin Mürdâs! Salı günü iyilik ve takva ile gönderilen nâke-i kusvâ sâhibi kimseyi görmedin mi? Dedi. Korkdum. Develerim arasmdan çıkıp Dımâd adındaki, putumu ziyarete gitdim. Ziyaret esnasında putun içinden:

Bütün Dimâda tapan, kabilelere söyle,

Mescid ehli kurtuldu, Dimâd helak olmuşdur.

İsâ bin Meryemden sonra, Kureyşe yol gösteren,

Muhammed ismli zât, halka nebi olmuşdur. «aleyhisselâm»

Yine korkup kavmime geldim. Olanları anlatdım. Üçyüz kişi ile Benî Hârise’den Medine’ye gitdik. Mescide geldik. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» beni görüp tebessüm ederek, yâ Abbâs nasıl Müslimân. oldun? Buyurdular. Anlatdım. Doğru söylüyorsun buyurdular. Hepimiz: Müslimân olduk.

·        283 — Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» rivayet ediyor: Bir gün Hu-zeym bin Fâtek «radiyallahü anh» Emîr-ül mü’minîn Ömer «radiyallahü anh» a nasıl İslâma geldiğimi anlatayım mı? Dedi. Hazret-i Ömer «radiyallahü anh» da anlat dediler. Bir deve gâib etmişdim. Onu ararken akşam oldu. Bir korkulu derede kaldım. Yüksek sesle: «Buradaki kav-min kötü insanlarından bu vâdinin azizine sığmıyorum» dedim. O sırada söyliyeni görmediğim bir ses duydum. «Sana yazık olsun, faziletler, merd ve celâl sahibi olan, Allahü teâlâya sığınana sığın» diyordu. Senin söylediğin rüşd mü yoksa dalâlet midir? Dedim. Tekrar cevap geldi ki: Bu Allahın Resûlüdür, Medine’de insanları kötülükden men’eder. Bu sözleri işitince deveme binip Medine’ye gitdim. Cum’a günü idi. Ebû Bekr «radiyallahü anh» Mescidden çıkıp bana doğru geldi ve senin Müslimân olduğunu haber aldık, içeri gir dedi. Nasıl tahâret edildiğini bilmiyorum dedim. Bana öğretdi. Mescide girdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» minberde ayın ondördü gibi idi. Şöyle buyurduklarını hatırlıyorum: (Bir Müslimân şartlarına ve edeblerine uyarak abdest alsa, sonra aynı, ihtimâmla devâmlı nemâz kılsa, muhakkak Cennete gider.)

Bir rivayette ise: Huzeym «radiyallahü anh» sesini duyup kendisini görmediğim kimseye, sen kimsin diye sordum. Cevâbında ben Mâlik bin Mâlik’im, Necd cinlerinin reisiyim, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda îmân edince, beni Necd cinlerini İslama da’vet için vazifelendirdi. Sen şimdi çok çabuk Medine’ye git, îmân et, ben senin deveni bulur eve gönderirim dedi. Ben de Medine’ye geldim. Cum’a günü idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hutbe okuyordu. Kendi kendime, nemazlarım bitirdikden sonra girerim diye düşünüyordum. O sırada EBÜ ZER «radiyallahü anh» dışarı çıkdı, yanıma gelip merhaba ey Huzeym, beni Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gönderdi. Senin Müslimân olduğunu haber verdi. Haydi mescide gidelim nemâz kılalım dedi. Girip kıldım. Nemâzdan sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Gâib olan deveni evine götürdüler) buyurdular. Kitâblarda cinlerden vâki’ olan hâdiseler çokdur. Burada bu kadarla yetindik.

·        284 — Emîr-ül mü’minîn Ömer «radiyallahü anh» birkaç kişi ile oturuyorlardı. Önlerinden bir şahs geçdi. Bu Sevâd bin Kâribdir, Resû-lullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» meydana çıkdığını, kendisine cinnî haber vermişdir dediler. Ömer «radiyallahü anh» Sevâdı çağırtdı, yine evvelki kehânetin üzerinde midir? diye sordu. Sevâd gadaba geldi. Yâ Emîr-el mü’minîn, şimdiye kadar hiç kimse yüzüme karşı böyle bir şey dememişdir, dedi. Hazreti Ömer «radiyallahü ânh», gadablanma, senin kâhinliğin, bizim içinde bulunduğumuz şirkden dahâ şiddetli değildi bize cinnin Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» r.asıl haber verdiğini anlat, dediler. Sevâd anlatmağa başladı. Bir gece uyku ile uyanıklık arasında yatıyordum. Cin geldi, ayağı ile bana vurdu, kalk yâ Sevâd bin Kârib, eğer akili isen sözlerimi dikkatle dinle, Hak teâlâ Lüey bin Gâlib’den bir peygamber göndermişdir, insanları ibâdete da’vet eder, dedi ve bu ma’nâda bir çok beytler okudu. Ben de, beni bırak dün gece uyumadım, uykum vardır, deyip iltifat etmedim. İkinci gece tekrar geldi ve aynı şeyleri söyledi. Yine aynı şeklde cevâb verdim. Üçüncü gece yine öyle oldu. Bu bana te’sir etdi. Medîneye gitdim. Resûlullah «sadal-lahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» ile oturuyorlardı. Bir şey arz edebilir miyim? dedim. Söyle buyurdular. Bu hâdiseyi şiir şeklinde anlatdıkdan sonra:

Şehadet ederim ki Allahdan başka şey yok Görünür görünmez her şeyden eminsin sen çok. Ey kerîmlerin oğlu, Allaha vesilesin, Peygamberler içinde, en vefalısı »ensin.

Ey cihanın güzeli, bize bildir her şeyi, Her ne kadar ak olsa, saçımızın her teli. Senden başka bir şefi’ olmadığı zemanda, Sevâd bin Kâribe sen ol şefaatçi orada.

beytlerini okudum. Çok memnun oldular. Ömer «radiyallahü anh» bu hikâyeyi senden dinlemek istiyordum. Elhamdülillâh müyesser oldu, dedi. Sonra Sevâd’a o cin sana yine geliyor mu? diye sordu. Sevâd hayır, Kur’ân-ı Kerîm okuduğumdan beri gelmedi, dedi.

·        285 — Hazret-i Ali «radiyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve sellem» beni Yemen’e kadı olarak gönderdi. Yâ Resû-lallah ben şerî’at hükmlerine göre nasıl kadılık yapılacağını bilmiyorum, dedim. Mübarek elini göğsüme koyup, (Yâ Rabbî kalbine hidâyet, lisânına istikâmet ver!) diye düâ buyurdular. Ondan sonra iki kimse arasında hükm etmekde şübheye düşmedim.

·        286 — Emîr-ül mü’minîn Ali «kerremellahü vechehü» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» benim deveme bin Yemen’e git. Yemen’in yakınında falan tepeye geldiğin zeman bir takım insanların seni karşıladığını da göreceksin. Orada taşa toprağa benden selâm söyle buyurdular. O tepeye vardım. İnsanların bana doğru geldiğini gördüm. Sonra, Ey taşlar, topraklar, ağaçlar, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» size selâm ediyor, dedim. Yeryüzünde bir uğultu, gürültü kopdu Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» selâmına cevâb verdiler O insanlar bunu duyunca îmân etdiler.

·        287 — Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» bir gün Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» senden işitdiklerimi unutuyorum diye şikâyet et-di. Ridânı yere ser, buyurdular. Serdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek elini uzatıp bir veya üç kere havadan bir şey alıp nidanın içine bırakdı ve Ridânı topla göğsüne koy buyurdular. Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» buyurdukları gibi yapdı. Bundan sonra artık dinlediklerini unutmuyordu.

·        288 — Ebû Hüreyre «radiyallahü anh» demişdir ki: Benim annem henüz îmân etmemişdi. Ne kadar İslâma da’vet etdim ise îmân etmedi. Bir gün yine îslâma da’vet etmişdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hakkında bir söz söyledi. Çok incindim. Ağlayarak, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzû.runa vardım. Annem için düâ istedim. (Yâ Rabbî Ebû Hüreyrenin annesine hidayet ver) diye düâ buyurdular. Dışarı çıkdım. Bu müjdeyi anneme verecekdim. Eve geldim, kapı kilitli idi. İçeriden gusl sesleri geliyordu. Oğlum biraz bekle dedi. Biraz sonra kapıyı açdı ve şehâdet getirdi. Tekrar Resûlullahın. «saliallahü aleyhi ve sellem» huzûruna koşdum. Sevincimden ağlıyordum. Yâ Resûlallsh, annem hakkmdaki düân kabul oldu. Bir de düâ eyle ki Hak teâlâ beni ve annemi kulların gönlünde sevgili etsin, dedim. Düâ buyurdular Adımı duyan her mü’min beni sever.

·        289 — Bir yehûdi Resûluilaha «saliallahü aleyhi ve sellem» süt sağ-mışdı. (Yâ Rabbî ona cemâl, güzellik ver!) buyurdular. Yehûdinin saçları yetmiş yaşma kadar ağarmadı.

280 — Nâbiğe adlı bir şâir bir gün şiirini Resûluilaha «saliallahü aleyhi ve sellem» okudu. (Aliahü teâlâ, ağzını bozmasın, dağıtmasın!) buyurdular. Yüzyirmi yıl yaşadığı halde ağzından bir dişi düşmedi.

·        291 — Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» bir gün mübarek elini Zeyd bin Kays’m başına sürüp (Yâ Kays, Aliahü teâlâ sana bereket versin!) buyurdular. Yüz yıllık ömründe hiç başı ağrımadı. Resûlullahın «saliallahü aleyhi ve sellem» mübarek elinin dokunduğu kıllar hiç ağarmadı. Ayrıca hiç ihtiyarlamadı.

·        292 — Câbir «radıyallahü anh» demişdir ki: .Muharebelerin birinde Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» ile beraber çıkmışdık. Bir gün bir ağacın gölgesinde konaklamışdım. O sırada Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» de o civâra geldiler. Bulunduğum ağacın altına da’vet etdim. Teşrif etdiler. Yanımda bostan vardı, ikrâm etdim. Nereden olduğunu sordular. Medine’den getirdim dedim. Benim bir yoldaşım vardı. Devemi otlatırdı. Üzerinde iki eski kaftan vardı. Gitdi. Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve sellem» arkadaşının daha iyi elbiseleri yok mu? diye sordular. İki yeni kaftanı vardır. Ben vermişdim. Bavulunda duruyor. (Arkadaşım çağır, yeni kaftanlarını giysin) buyurdular. Çağırdım. Gelip yeni elbiselerini giyip gitdi. Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» (Arkadaşına ne olacağım biliyor musun? Aliahü teâlâmn ona takdir etdiği ölüm bu harbde olacakdır.) buyurdular. Arkadaşım bu sözü işitince yâ Resûlullah, Allah yolunda mı Öleceğim? diye sordu. Evet buyurdular. O gazâda şehid oldu, «radıyallahü anh».

·        293 — Muharebelerin birinde Resûlullahın «saliallahü aleyhi ve sellem» devesi gâib oldu. Hak teâlâmn o deveyi geri göndermesi için düâ buyurdular. Aliahü teâlâ bir kasırga gönderdi, deveyi önüne katıp,. Resû-lullahm «saliallahü aleyhi ve sellem» yanma getirdi.

·        294 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek elini Han-zala bin Huzeym’in «radıyallahü anh» başı üzerine koydu. (Allah sana bereketler versin!) diye düâ buyurdular. Bir kimsenin yüzünde veyâ bir hayvanın memesinde bir şişlik olsa, Hanzala «radıyallahü anh» o şişe üfürür, sonra elini başına koyarak «Bismillâh alâ eser-i yed-i Resûlillah» derdi. Elini şişin üzerine koyar, şiş inerdi.

·        295 — Habîb bin Füveyk «radıyallahü anh» demişdir ki: Gözlerime bir beyaz perde gelmişdi. Babam beni Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna götürdü. Gözlerine ne oldu? diye sordular. Bir gün devemi sürerken ayağım bir yılan yumurtasına dokundu o anda iki gözüm ak oldu dedim. Mübarek nefesleriyle iki gözüme üfürdüler. Hemen gözlerim gördü. Habîbi seksen yaşında iyneye iplik takarken görenler olmuş-dur.

·        296 — Bir şahs sol eliyle yemek yerdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o şahsa, niçin sağ elinle yemiyorsun diye sordu. O da yalan söyliyerek, sağ elimle yiyemiyorum dedi. (Sağ elinle yiyemiyesin!) buyurdular. Artık o şahsın sağ eli hiç ağzına yetişmedi?

·        297 —Enes «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Cum’a hutbesini okurken, Mescid kapısından bir kişi girip yâ Resûlullah koyunlarım susuzlukdan öldüler, düâ buyurun da Hak teâlâ bize yağmur versin dedi. Düâ buyurdular. Gökde hiç bulut yok iken dağ başından, kalkan kadar bir bulut çıkıp göğün ortasına geldi. Yayılıp gökyüzünü kapladı ve yağmur başladı. Bir hafta güneş yüzü görmedik. Ertesi Cum’a hutbede birisi gelip yâ Resûlullah, hayvanlarımız ölüyor, yollar bozuldu, düâ buyurun da yağmur kesilsin dedi. Düâ buyurdular. Yağmur dindi. Mescid’den çıkdığımızda güneş de parlıyordu. Buna benzer mu’cizeler çok görülmüşdür, bu küçük kitaba ancak, bir kısmını yazabildik.

·        298 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün Urve’ye «ra-diyallahü anh» bir koyun alması için bir dinar verdi. Urve o dinar ile iki koyun aldı. Bu koyunlardan birini bir dinara satdı. Böylece bir dinar ile bir koyunu Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna getirdi. Düâ buyurdular, Urve «radıyallahü anh» demişdir ki: Küfe hazarında kırkbin dirhem kazanmadan geri dönmezdim. Sonunda küfenin zenginlerinden oldu.

·        299 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sa’d bin Ebî Vak-kâs’a «radıyallahü anh» şöyle düâ buyurdular: (Yâ Rabbî, Sa’d sana düâ ettiği vaktde düâsını kabul et!) Bundan sonra Sa’dm her düâsı kabul olurdu.

·        300 — Medlûk «radıyallahü anh» anlatır: Hizmetçilerimle Resûlulla-hm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım, îmân etdim. Mübârek elini başıma sürdüler. Dokunduğu yerdeki saçlar siyah kaldı. diğex kısm-lar ağardı.

·        301 — Cu’ayl-ı Eşcaî «radıyallahü anh» demişdir ki: Ba’zı harblerde Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile beraberdim. Atım çok zaîf idi. Kamçısıyla atıma bir kere vurdular ve düâ buyurdular. Artık atımın başını tutamadım. Bütün atlılan geçerdim. Bu atın neslinden on iki bin ak-çalık at satdım.

·        302 — Enes «radıyallahü anh» anlatır: Bir kişi nemâz kılarken her secde yapdığmda saçları yere değmesin diye, eliyle tutardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o şahsı görünce Yâ Rabbî bu kişinin saçlarını çirkinleşdir.» buyurdular. O şahsın saçı döküldü.

·        303 — Sa’lebe bin Hâtıb, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip: Yâ Resûlallah, malımın çok olması için düâ buyur dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (az malın şükrünü yap, çok maldan iyi olur.) buyurdular. Sa’lebe tekrar düâ istedi. Yine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapa-mıyacağm çok maldan iyidir. Çok malın şükrünü yapmak zordur.) buyurdular. Sa’lebe yine ısrar etdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» düâ buyurdular. Sa’lebe birkaç koyun satın aldı. Hak teâlâ bereket verip koyunlar çoğaldı. Medîneye sığmaz oldu. Medine’den dışarı çıkdı Gündüzleri mescide gelir, geceleri gelmezdi. Koyunları biraz dahâ çoğalınca, daha uzaklara gitdi. Mescide Cum’a’dan cum’aya gelirdi. Koyunları iyice çoğaldı, kendisi dahâ uzaklara gitdi. Artık mescide hiç gelemedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sa’lebeyi uzun zeman görmeyince, hâlini sordular. (Vay Sa’lebe bin Hâtıba!) buyurdular. O sırada Zekât farz oldu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sa’lebenin ve Benî Selim kabilesinden zengin bir kişinin zekâtlarını almak üzere iki kişi gönderdi. Bu iki kişi Sa’lebeye gelip zekâtını istediler. Sa’lebe, mektûbunuz nerededir dedi. Mektûbu gösterdiler. Bu haraçdır, zekât değildir, önce başkalarından alın sonra bana gelin dedi. Benî Selimdeki zengin bu hâdiseyi işitip, bu iki kişiyi karşıladı. Zekât olarak en iyi develerden verdi. O iki kişi, en iyilerini vermesen de olur dediler. Zengin kişi, Allahü teâ-lâya malımın iyisi ile yaklaşmak isterim dedi. Sonra o iki kişi tekrar Sa’-lebeye geldiler. Sa’lebe yine kitâbmızı gösterin dedi. Mektûbu gösterdiler. Bu haraç içindir. Siz gidin, ben düşüneyim dedi. O iki kişi Medineye geldiler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardılar. Da-hâ söze başlamadan Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Vay Sa’le-be bin Hâtıba!) buyurdular. Benî Selîm’de'n olan zengine hayr düâ buyurdular. Hak teâlâ Sa’lebe hakkında âyet-i kerîme gönderdi. Sa’lebe’ye bunu söylediler. Sa’lebe zekâtını alıp Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Hak teâlâ senin zekâtını almakdan beni men’ etdi buyurdular. Sa’lebe ağladı ve başına toprak saçdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Sen kendi kendine yapdm, sözümü dinlemedin.) buyurdular. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra, Sa’lebe. zekâtım Ebû Bekre «radıyallahü anh» götürüp kabul etmesini istedi. Ebû Bekr «radıyallahü anh» Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem» kabul etmediğini ben nasıl kabul ederim» dedi. Ömer «radıyallahü anh» da kabul etmedi. Osman «radıyallahü anh» içtihadına göre kabul etdi. Hazret-i Osman «radıyallahü anh»m halifeliği zemânmda vefât etdi

·        304 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek elini Katâde bin Melcânm «radıyallahü anh» yüzüne sürdü. Katâde, yaşlandı her tarafında ihtiyarlık alâmetleri belirdi, fekat yüzü gençliğinde olduğu gibi kaldı. Vefatı zemanmda yanmda bulunan birisi: Arkamdan geçen kadının cemâlini Katâdenin «radıyallahü anh» yüzünde aynada sûret görür gibi gördüm, demişdir.

·        305 — Câbir «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile pazarda giderken bir kadın feryâd ederek yâ Resûlallah benim bir kocam var. Bana çok eziyyet veriyor, beni ondan ayır dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kocasını çağırtdılar. Kocası geldi. Yâ Resûlallah, Ben onu hiç incitmem onunla iyi geçinmeğe çalışırım dedi. Kadın, ağladı ve yalan söyliyenler benim birinci düşmanımdır dedi.

Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» tebessüm buyurdular ve kadının baş örtüsünün bir tarafından, erkeğin de başından tutup «yâ Rab-bî, bunların arasında ülfet ve muhabbet nasîb et» diye düâ buyurdular. Bir ay sonra kadın, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna. geldi. Ben şehâdet ederim ki, sen Allahın Resûlüsün. Yer yüzünde bana kocamdan sevgili kimse yokdur, dedi.

·        306 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kimseyi bir iş için bir yere gönderdiler. O şahs gelip, o husûsda yalan söyledi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bed düâ etdiler. O şahs karnı yırtılmış olarak ölmüş bulundu. Defn etdiler, yer kabul etmedi.

·        307 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Birgün hava kapalı? idi. Eshâb-ı kirâm «aleyhimümdvan» mescidde idik. Öğle nemâzınm vaktinin geçeceğini zan ediyorduk. O sırada bir a’râbî geldi. Henüz ne-mâz kılmadınız mı? dedi. Hayur, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» işte evindedir, çağır dedik. A’rabî çağırdı. Bir müddet bekledik, bir dahâ çağır dediler. Bir dahâ çağırdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» elinde bir ağaç olduğu halde gadabla dışarı çıkdılar. Beni kim çağırdı? diye sordular. A’râbî ben çağırdım yâ Resûlallah dedi. Ağaçla a’râbîye vurdular. Nemâz kıldık. Hava açıldı. Bakdık, güneş gökün ortağındaydı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» a’râbîyi yanlarına çağırdılar.. Bana eziyyet etdin, o, zemân Rabbime ibâdet ediyordum, ondan bir şey istiyordum. Allahü teâlâ güneşi ben namaz kılmcaya kadar yerinde durdurabilir. Nitekim Süleyman «aleyhisselâm» bir dünyâ meşguliyetinde iken nemâzm vakti geçdi. Allahü teâlâ onun için güneşi geri gönderdi buyurdular. Sonra a’râbîye, ağaçla sana vurmuşdum şimdi sen de bana vur buyurdular. A’râbî kısas yapmam dedi. O halde beni bağışla buyurdular. Ben senden çok avfa muhtacım dedi. Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» onu bir deveye satın aldı ve (Adalet Rabbimizdendir.) buyurdular. [A’râbî, bedevî ma’nâsma olmak üzere sahrâlarda yaşayan arab-lara denir],

·        308 — İbni Abbâs «radıyallahü anhümâ» anlatır: Bir kişi Res.ûlulla-hın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Allahın Resûlü olduğuna delilin nedir? dedi. (Hurma ağacını çağırıp getirsem, îmâna gelir misin?) buyurdular. Evet dedi. Hurma ağacını da’vet etdiler. Ağaç geldi., O şahs hemen îmân etdi.

Bir rivayetde bir salkım hurmayı çağırmışlardır. Hurma yere düşüp-koşa koşa gelmiş tekrar emrle yerine gitmişdir. O şahs hemen îmân et--mişdir.

·        309 — Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kazâ-ı hâcet için sahraya çıkdılar, tenha bir yer bulamadılar. Eshâb-ı kirâmdan «aley-himürrıdvân» birine: Şu ağacs söyle, falan ağacın yanına gitsin buyurdular. O sahâbe «radıyallahü anh» gösterilen ağacı çağırdı, öbür ağacın yanma gitdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o ağaçların arkasında kazâ-ı hâcet yapdılar. Sonra o ağaç yine yerine gitdi.

·        310 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Küba tarafına gitdik. Bir dıvara rastladık. Orada bir deve vardı. Onunla su taşırlardı. Deve, Resûlullahı «sal-lallahü aleyhi ve sellem» görünce başını yere koydu. Eshâb-ı kiram «aley-himürridvan» Yâ Resûlallah deve sana secde ediyor. Bizim de secde etmemiz lâzımdır dediler. Hak teâlâdan başkasına secde etmek caiz olsaydı, kadınların kocalarına secde etmelerini emr ederdim buyurdular.

·        311 — Yâ’lâ bin Sübâbe «radıyallahü anh» anlatır: Birgün Resûlub lah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile yolda giderken kazâ-ı hâcet yapmak istediler. Orada iki hurma ağacı vardı. Emr etdiler o iki ağaç yanyana geldi. Kazâ-ı hâcetden sonra o ağaçlar yerlerine gitdiler. Sonra bir deve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi.

Boynunu yere koydu. Sesini boğazı içinde döndürdü ve o kadar ağladı ki, gözünün yaşından yer ıslandı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu devenin ne dediğini biliyor musunuz? diye sordular. Allah ve Resûlu daha iyi bilir dedik. Sâhibi bunu yarın kesecekmiş buyurdular. Sonra devenin sâhibini çağırtdılar. Bu deveni bana bağışla buyurdular. O kişi yâ Resûlallah bundan sevgili malım yokdur dedi. O halde deveni kesme ve ağır işler yapdırma buyurdular. O şahs kabul etdi. Sonra bir kabr gördük. Bu kabrin sâhibi büyük olmayan bir günah sebebiyle azâb-dadır buyurdular. Bir hurma dalı istediler. Kabrin üzerine dikdiler. (Bu ağaç yaş olduğu müddetçe Hak teâlâ bunun azabım hafifletir.) buyur dular.

·        312 — îbn-i Abbâs «radıyallahü anh» anlatır: Bir kişinin iki devesi var idi. Bir gün o develer mest oldular ve bir avluya girdiler. O kişi avlunun kapısını bağladı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» ile o avluya geldiler. Adama kapıyı aç dediler. O şahs Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir zarar gelir düşüncesiyle kapıyı açmak istemedi. Fekat bir dahâ kapıyı aç buyurunca açdı. Devenin biri kapının yanında imiş. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» görünce secde etdi. Bir şey getirin başını bağlıyayım buyurdular. O kişi bir ip getirdi, başını bağladılar. Avlunun içine girdik. Öbür deve de biraz ileride imiş. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» görünce o da secde etdi. Onun da başmı bağladılar ve o şahsa: (Bunları al ve bundan sonra dikkat et, serkeşlik yapmasınlar) buyurdular. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» yâ Resûlallah, bu develer bir şey bilemedikleri hâlde sana secde ediyorlar. Bizim de sana secde etmemiz lâzım gelmez mi? dediler. Hayır, Allah’dan başkasına secde edilmez. Eğer secde edilseydi kadınların kocalarına secde etmelerini emr ederdim, buyurdular.

·        313 — îbn-i Mes’ûd «radıyallahü anh» anlatır: Mekke seferinde idik. Hazret-i Resûlün «sallallahü aleyhi ve sellem» âdeti şöyle idi ki: Kazâ-ı hacet zemânmda uzağa gider, kimsenin görmiyeceği bir yer arar ve kendisini temamen gizlerdi. Bir gün kendilerini örtecek bir yer bulamadılar. Fekat birbirinden uzak iki ağaç vardı. Bana, git o ağaçlara de ki: (Allahın Resûlü sizin bir araya gelip kendisine perde olmanızı istiyor.) buyurdular. Söyledim, yanyana geldiler. Sonra her biri yerlerine gitdiler.

·        314 — İbni Mes’ud «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medine sokaklarına girdiği zemân bir deve koşarak gelip secde etdi. Kalkdı, gözlerinden yaş akıyordu. Bu devenin sâhibi kimdir? buyurdular. Falan kimsedir dediler. O şahs geldi. Bu deve senden şikâyet .ediyor, ona ne yapıyorsun? diye sordular. O şahs, bu deveye yirmi yıldır su taşıdım. Bir müddetden beri besliyorum, semiz oldu. Şimdi kesmek istiyorum dedi. Bu deveyi bana sat veya bağışla! buyurdular. O şahs, deve senin olsun dedi. O deve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kendi develerine katıldı.

·        315 — Câbir «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bir sefere çıkmışdık. Bir matara su getir! buyurdular. Getirdim. Yürürken aralarında dört arşın mesafe olan iki ağaç gördük. (Ya Câbir o ağaçların birine söyle, diğerinin yanma gelsin) buyurdular. Söyledim, ağaçlar yanyana geldiler. Ağaçların arkasında abdest tazelediler. Yine ağaçlar yerlerine gitdi. Yine yürümeğe başladık. Bir kadın kucağında bir çocukla karşımıza çıkdı. Yâ Resûlullah, bu çocuğu üç def’adır şeytan tutar dedi. Resûlullah, çocuğu devenin palanı üzerine koydu. (Ey Allahın düşmanı çık!) buyurdular. Seferden dönüşde kadın yine çocuğu ile karşımıza çıkdı. Yâ Resûlallah bu iki koyun sana hediyyemdir. O günden beri çocuğumu şeytan tutmadı dedi. Koyunun birisini kadına geri verdiler.

·        316 — Yâ’lâ bin Ümeyye-i Sakfî «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile gidiyorduk. Bir deve önümüze çıkdı. Boğazı içinden ses çıkarıp, boynunu yere koydu. Devenin sâhibini sordular. Bir kişi geldi. Yâ Resûlallah benimdir dedi. Bu deveni bana sat buyurdular. O şahs satmam bağışlarım dedi. Bağışlama, sat buyurdular. Yine o şahs satmam, bağışlarım dedi. Bu deve, bundan başka geçinecek şeyi olmayan ehl-i beytimin olsun buyurdular. Sonra o şahsa dönerek (Bu deve az yiyecek verip, çok iş yandırdığından şikâyet ediyor, oununla hüsn-ü müâşeret eyle!) buyurdular. Sonra bir yerde konaklamışdık. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» uyudular. Bir ara bir ağaç, yeri yararak gelip Resûlullahı «sallailahü aleyhi ve sellem» gölgelendirdi, sonra tekrar yerine gitdi.

Uyanınca bu hâli kendilerine anlatdık. O ağaç Hak teâlâdan bana, selâm vermek için izn istedi. Onun için geldi, buyurdular.

·        317 — Ehl-i beytin bir köpeği vardı. Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem» dışarı çıkınca, o köpek kalkar dolaşırdı. Eve teşrif ettiklerinde iki dizi üstünde hareketsiz ve ses çıkarmadan otururdu.

·        318 — Enes «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem» ensârdan birinin bahçesine girdi. Hazreti Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhümâ» ve ensârdan birkaç kişi de orada idiler. Bağçede bir sürü koyun vardı. Koyunlar gelip Resûlullaha «sallailahü aleyhi ve sellem» secde ettiler. Eshab-ı kirâm «aleyhimurrıdvân» yâ Resûlallah,. koyanlardan ziyade bizim secde etmemiz lâzım gelmez mi? Dediler. Cevabında «Hak teâlâdan başkasına secde etmek câiz olsaydı, kadınların, kocalarına secde etmelerini emr ederdim,» buyurdular.

.319 — Yemen’de birisi evinde bir kuyu kazmış, tuzlu su çıkmışdı... Bunu Resûlullaha «sallailahü aleyhi ve sellem» anlatdı. Bir mathara su ver diler. Kuyuya dökünce su tatlı oldu.

·        320 — Ziyâd bin Haris «radıyallahü anh» anlatır: Benim kavmim Resûlullahm «sallailahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldiler. Yâ Resûlal-lâh, bizim bir kuyumuz vardır. Yazın suyu azalır, bize kâfi gelmez, etrafa dağılırız. Kışın yine toplanırız. Şimdi etrafımızı düşmanlar sardı. Eğer' dağılırsak bizi öldürürler. Suyumuzun bize ve hayvanlarımıza yetmesi için düâ buyurun, dediler. Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem» yedi küçük taş istediler. Mübârek ellerini üzerlerine sürüp düâ buyurdular. Bu taşları Allahü teâlâmn ismini söyliyerek kuyuya atarsınız, buyurdular. Aynen yapdılar. Kuyunun suyu öyle çoğaldı ki, gece gündüz su çekseler-bir damla azalmazdı.

·        321 — Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» kölesi Se’ad anlatıyor: Resûlullah «sallailahü aleyhi ve sellem» ile bir seferde beraberdik. Bir yerde konaklamışdık. Yâ Se’ad falan yere git, orada bir keçi vardır sütünü, sağ getir, buyurdular. Halbuki ben o yeri biliyordum, orada hiç keçi bulunmazdı. Gitdim, memeleri süt dolu bir keçi gördüm. Sütünü sağdım. Kafile oradan harekete başladı. Keçinin yanma birisini koyup yol için hazırlığa başladım. O sırada keçi gâib oldu. Çok aradım. Bulamadım. Re-sûlullahm «sallailahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Niçin geç kal--■dm? diye sordular. Yola çıkma hazırlığı yapıyordum, dedim. Ayrıca keçinin gaybolduğunu, onu arayıp bulamadığımı söyledim. Onu sâhibi aldı gitdi buyurdular. Doğru söylüyorsun yâ Resûlallah dedim.

·        322 — İbni Abbâs «radıyallahü anh» anlatır. Resûlullahm «sallalla-,hü aleyhi ve sellem» huzûruna bir kadın, yanmda bir çocukla geldi. Yâ Resûlallah bu çocuğumu sabah ve akşam cünûn tutar, deli gibi hareketler yapar, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübârek eliyle çocuğun göğsünü sığayıp düâ buyurdular. Hemen çocuk koşdu. İçinden köpek yavrusu gibi siyah bir şey çıkdı. Çocukda o haller artık görülmedi

·        323 — Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Zeyd bin Erkam «radıyallahü anh»m gözü ağrıyordu. Onun lyâdetine gitmişdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» de orada idi. Mübârek eliyle Zeyd’in gözünü açdı. Ve mübârek ağzının suyundan içine koydu. Üzülecek bir şey yok buyurdular. Gözleri hemen iyi oldu. Sabahleyin Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Gözlerin ağrımaya devam etse ne yapardın? diye sordular. Sabr eder, Hakdan neticeyi beklerdim, dedi. Bunun üzerine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Allaha yemin ederek (Gözlerinin o hâliyle sabr etseydin, afvedilmiş olarak Hak teâlâ hazretlerine kavuşurdun) buyurdu.

·        324 — Utbe bin Ferkadm hanımı demişdir ki: Biz bir kaç kadın Ut-benin hanımları idik. Güzel kokulu olmak için her birimiz çeşidli kokular sürünürdük. Utbe hiç koku sürünmezdi, fekat kokusu hepimize gâlib gelirdi. Bu kokuyu diğer insanlar da seziyordu. Utbe’ye rastlıyanlar, biz Utbe’nin kokusundan dahâ güzel koku görmedik, derlerdi. Bir gün ona bu hâlin sebebini sorduk. Şöyle anlatdı: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» zemânmda vücûdümde kabarcıklar meydana gelmişdi. Kendilerine anlatdım. Vücûdünü aç buyurdular. Açıp önlerine oturdum. Mübarek eline nefesini üfürüp, arkama ve karnıma sürdü. Bu hoş koku o zemân-dan beri benden gitmedi, dedi.

·        325 — Cerhed-i Eslemî «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» evine gitmişdim. Sofra hazır idi. Yemeğe oturduk. Sağ elim ağrıdığından yemeğe sol elimi uzatdım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (yemeği sağ elinle ye!) buyurdular. Yâ Resûlallah sağ elim ağrıyor dedim. Mübarek nefeslerini elimin üzerine üfürdüler, hemen iyi oldu ve bir dahâ ağrımadı.

·        326 — Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvân» birisi anlatıyor: Bir gün yanımızda bir oğlan çocuğu ile beraber Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna varmışdık. O çocuğun bir gün evvel sağ kolu kırılmış ve sargılarla sarılmışdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o çocuğa; ileri gel dediler. Çocuk önüne geldi, sargıları açdılar, mübarek elini sürdüler hemen iyi oldu. Biraz sonra yemek yedik. Çocuğa, (Yemeği sağ elinle ye!) buyurdular. Yemekden sonra (Bu sargılan evine götür!) buyurdular. Çocuk kavmine gidince henüz îmân etmemiş bir ihtiyara rastladı. İhtiyar, sargıları çocuğun elinde görünce bu ne hâl? diye sordu. Çocuk, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu sargıları açıp mübarek elini sürdü hemen iyi oldu dedi. Bunun üzerine ihtiyar, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelerek îmân etdi.

·        327 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Talha-nm «radıyallahü anh» gayet tenbel bir atma bindi. Ondan sonra o ata. yetişen olamazdı.

·        328 — Şerhabîl Ca’fî «radıyallahü anh» anlatır: Elimde bir ur meydana geldi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gitdim. Bu ur bana çok zahmet veriyor. Kılıç tutamıyorum ve yan dizgini tutamıyorum dedim. Yanıma gel buyurdular. Gidip önlerine oturdum. Elini aç dediler, açdım. Mübarek nefesini elime üfürdü ve mübarek elini elime sürdü. O şişlik temâmen indi.

·        329 — Câbir bin Abdullah «radıyallahü anh» anlatır: Hasta olmuş-dum. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ebû Bekr «radıyallahü anh» beni görmeğe geldiler. Ben kendimden geçmişim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» abdest alıp o sudan üzerime dökmüşler. Kendime geldiğimde hastalığım geçmişdi.

·        330 — Bir gün bir genç Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip, «Yâ Resûlullah zina etmem için izn ver!» dedi. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» hayrete düşdüler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o gence buraya gel buyurdular. Genç de ileri gidip enlerine oturdu. Başkalarının annenle zina etmelerini ister misin? diye sordular. Genç, hayır dedi. Senin gibi hiç kimse de istemez buyurdular. Sonra başkalarının kız kardeşinle zina etmelerini ister misin? diye sordular. Genç hayır dedi. Senin gibi hiç kimse de istemez buyurdular. Sonra aynı soruyu kızı için, amcası kızı, halası kızı ve daha başka akraba kızları için sordular. Sonra mübarek elini o. gencin göğsüne koyup, (Yâ Rabbî, bunun günâhım afv et, kalbini temizle ve zinadan koru!) diye düâ buyurdular Artık o genç zinaya meyi etmedi.

·        331 — Âişe-i Sıddîka «radıyallahü anhâ» anlatır: Bir tenbel kadın var idi. Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yemek yerken geldi. Allah’ın Resûlüne bakın, oturmuş kullar gibi yemek yiyor dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» evet, ben kulum, kul gibi oturur ve yemek yerim, buyurdular. Kadm, yediğinden bana da ver dedi. Yediklerinden bir parça kadına verdiler. Kadm, yok, ağzında çiğnediğinden ver dedi. Mübarek ağızlarından çiğnenmiş bir et parçası çıkarıp verdiler. Kadm, kendi mübarek elinle ağzıma koy dedi. Mübarek elleriyle kadının ağzına koydular. Bu lokmayı yedikden sonra kadında tenbellik kalmadı.

·        332 — Râfi’ bin Hadîc «radıyallahü anh» anlatır: Birgün Resûlulla-hm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gitmişdim. Yanında bir kişi et pişiriyordu. Bir parça et hoşuma gitdi, alıp yedim. Bir sene boyunca karnım ağrırdı. Bu hâli Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» anlat-dım. (O yemekde yedi kişinin hakkı vardı.) buyurdular. Mübarek eliyle karnımı slğadılar. O ağn geçdi ve bir daha gelmedi.

·        333 — Ebû Şehm «radıyallahü anh» anlatır: Medine yolunda gidiyordum. Önüme bir kadm çıkdı. Elimle göğsünü tutdum. Sonra, insanların Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bî’at etmeğe gitdiklerini gördüm. Ben de gitdim. Bî’at için elimi uzatdım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek elini çekdi. Yoldaki kadına elimi uzatdığımı hatırlatdı. Bundan sonra yapmam dedim. Çok iyi' olur deyip benimle bî’at etdiler.

·        334 — Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzurunda bir kişinin çok ibâdet ve mücâhede etdiğini anlatıyordum. O sırada o şahsı arkada bir yerde görüp Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gösterdim. (Ben onun yüzünde şeytanlık görüyorum.) buyurdular. Sonra o şahs yanımıza geldi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o şahsa, (Allah hakkı için söyle, bizi görünce bu kavmin içinden benden iyisi yokdur diye kalbinden geçirmedin mi? buyurdular. O şahs evet dedi. Yanımızdan ayrıldı. Bir yerde toprağa mescid şeklinde çizgi çizip nemâza durdu, (içinizde bunu öldürecek var mıdır?) diye sordular. Ebû Bekr «radıyallahü anh»' kalkdı. O şahsın yanma gitdi. Fekat nemâzda olduğu için öldürmeğe korkdü. Geri dönüp geldi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ne yapdm? diye sordular. Nemazda olduğu için öldürmeğe çekindim dedi. Tekrar (Bu adamı öldürecek var mı?) diye sordular. Ömer «radıyallahü anh» kalkdı. O da gidip Ebû Bekr «radıyallahü anh» gibi geri döndü. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» tekrar (Bu adamı kim öldürebilir?) diye sordular. Ali «ra-dıyallahü anh» kalkdı. (Yerinde bulursan öldürürsün.) buyurdular. Ali •«radıyallahü anh» gitdi. O şahsı yerinde bulamayıp döndü. Bunun üzerine (Eğer o şahsı öldürseydin ümmetimden iki kişi arasında muhalefet olmazdı. Benî İsrâil yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Çok geçmeden benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılır. Ancak biri Cehennemden kurtulur.)

·        ■ buyurdular.

·        335 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Eshâbma «radıyallahü anhüm» buyurdular ki: Yarın herkes bir sadaka getirsin. Utbe bin Zeyd «radıyallahü anh» demişdir ki: O gece Hak teâlâya şöjde münâcat eyledim: «Yâ rabbî, Resûlünün bize yarın sadaka emr etdiğini biliyorsun, benim sadaka edecek hiç bir şeyim yokdur. Ben de kendi yânımı sadaka ediyorum, beni köle kabul etmesini istiyorum,dedim. Sabah oldu. Bütün eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» sadaka getirdiler. Ben de onlarla beraberdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bakdı. Sadaka getirmiyen kimse görmedi. Sonra «Dün gece kendi şânını sadaka eden nerededir?» diye sordular. Hiç kimse cevab vermedi. Tekrar sordular. O zeman kalkıp benim yâ Resûlullah dedim. Bunun üzerine üç kere «Allahü teâlâ sadakanı kabul etdi» buyurdular.

·        336 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana zekâtını saklamam için emr etdi. Bir gece birisi gelip o zekâtdan biraz istedi. Onu tutdum ve seni Resûlullaha «sal-.lallahü aleyhi ve sellem» götürürüm dedim. Beni salıver çoluk çocuğum çok ve fakir olduğum için geldim, bir dahâ gelmem dedi. Acıyıp bırakdım. Sabahleyin Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Fakire ne yapdm? diye sorduıar. Acıyıp salıverdim dedim. Sana yalan söyledi bir dahâ gelecekdir buyurdular. Bir daha geldi, tuttum, bir dahâ gelmiyeceğim demişdin dedim. Bu def’a da beni salıver sana birkaç kelime öğreteyim dedi. Nedir? dedim. Yatacağın zeman Âyet-el Kürsî’yi okursan, Allahü teâlâ seni hıfz eder, şeytan senden uzak olur dedi. Sabahleyin Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Durumu anlatdım. Doğru söylemiş, fekat kendisi yalancıdır; buyurdular. Sonra onun kim olduğunu biliyor musun? diye sordular. Hayır dedim O şeytan «aleyhilla’ne» idi buyurdular.

·        337 — Ebû Sa’îd’-il Hudrî «radıyallahü anh» demişdir ki: Bir gün annem beni Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» ba’zı şeyler istemem için gönderdi. Huzûrlarına varıp oturdum. Yüzlerini bana çevirerek (Bir kimse zengin olmak isterse Allahü teâlâ onu zengin yapar. Bir kimse günâhdan sakınırsa, Allahü teâlâ da onu günahdan sakındırır. Birşeyi

·        ■ kendisine kâfi görürse, Allahü teâlâ ona kifâyet eder. Malı olduğu halde

sbirşey istemek doğru değildir.) buyurdular. Kendi kendime; falan devemiz çok kıymetlidir dedim. Hiçbir şey istemeden geri döndüm.

·        338 — Ebû. Hureyre «radıyallahü anh» anlatır: Teyemmüm âyeti nazil oldu. Fekat nasıl yapılacağını bilmiyordum. Öğrenmek için Resûlul-lahm «sallallahü aleyhi ve sellem» evine doğru gitdim. Evlerine yaklaşdım kendileri dışarı çıkdılar ve beni gördüler. Ne için geldiğimi muhakkak anladılar. Biraz ileri gidip tebevvül etdiler, sonra gelip iki mübarek elini ‘toprağa vurup yüzünü ve iki kolunu mesh etdi. Ben de artık birşey sormadan geri döndüm.

·        339 — Ebû Hureyre «radıyallahü anh» anlatır: Suheyb «radıyallahü anh» Mekkeden hicret edince, Kureyş kâfirleri arkasından yola çıkdılar. Suheyb «radıyallahü anh» arkasındaki okları göstererek: Benim iyi ok attığımı bilirsiniz, bana yaklaşmayın dedi. Kâfirler, Mekkede bırakdığm yiyeceklerin yerini söyle, seni bırakalım dediler. Suheyb «radıyallahü anh» söyledi. Kâfirler dönüp gitdiler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardığında üç kere (Alışverişinde kazançlı oldun!) buyurdular. Sonra Bakara sûresi iki yüz yedinci (Allahü teâlânm rızâsını kazanmak için cihâd edip, şekîd olan veyâ emr-i ma’rûf nehy-i münker yaparken öldürülen kullarına Allahü teâlâ çok merhamet eder) âyet-i kerîmesi geldi.

·        340 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün İslâm askerini bir yere göndermişdi. O sene de kıtlık olduğundan her askerin yolda yiyeceğini kendilerine verdi. Cüdeyr «radıyallahü anh» adlı askerin yol yiyeceğini unutdu. Cüdeyr İslâm ordusunun ardından gidiyordu. Yol boyunca «Lâ ilahe illâllahü vallahü ekber sübhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ biilâhil aliyyil azîm» derdi ve bu ne güzel yi-yecekdir yâ Rabbî derdi. Sonra Cebrail «aleyhisselâm» Resûlullaha «sal-lallâhü aleyhi ve sellem» gelip, beni Hak teâlâ gönderdi. Bütün ordunun yol yiyeceğini verdin, yalnız Cüdeyr’i unutdun. O yolda Lâ ilâh e illâllahü vallahü ekber sübhânallahi vel hamdülillâhi ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ biilâhil aliyyil azîm diyerek gider ve yâ Rabbî bu ne güzel yiyecekdir der. Onun bu kelâmı ile yer ile gök. arası nûr ile dolacak, ona yiyecek gönder, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» eshâb-ı kiram’dan «aleyhi-mürrıdvân» birini çağırıp, Cüdeyr’in yol yiyeceğini verdi. (Bunu Cüdeyr’e ver ve ona Resûlullah sana selâm gönderdi, senin yiyeceğini unutmuş Allahü teâlâ Cebraili «aleyhisselâm» göndererek hatırlatmış olduğunu söyle) buyurdular.

— 145 — Peygamberlik Müjdeleri —, F. 10

O sahâbî gidip Cüdeyr’i «radıyallahü anh» buldu. Resûlullahm «sal-lallahü aleyhi ve sellem» selâmını ve sözlerini iletdi, yiyeceğini verdi.,. Cüdeyr «radıyallahü anh» şöyle dedi: Yâ Rabbî sana hamd olsun ki, beni yedi kat göklerin ve arşının fevkinden hatırladın. Zaîfliğime ve sabr--sızlığıma acıdın, sen beni unutmadığın gibi beni de seni unutmıyanlardan eyle.' O sahâbî Cüdeyr’den işitdiklerini Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» aynen söyledi. (Eğer o zenıan başmı yukarı kaldırsaydm Cü-deyr’in sözlerinin nurunu yer ile gök arasında görürdün) buyurdular.

·        341 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün eshâbma, (Bir yere bir cemâ’at gönderdim. Siz de biraz sadaka veriniz) buyurdular. Abdurrahman bin Avf «radıyallahü anh» malımın yarısını vereyim yarısını da evime koyarım dedi. Bir sahâbî de dün su taşıyarak iki sâ’ hurma almışdım. Birini vereyim biri de evimde kalsın dedi. Münâfıklar Abdurrahman bin Avf «radıyallahü anh» için gösteriş yapıyor dediler. O sahâbî için de Allahın ve Resulünün onun bir Sâ’hurmasına ne ihtiyacı vardır? dediler. Bunun üzerine Tevbe sûresi, sekseninci (O kimseler ki, mü’minlerin istiyerek verdikleri sadakaları ayblarlar, böylece mü’-minlerle alay etmiş olurlar. Allaha teâlâ da onların bu istihzalarının cezasını verir. O münafıklar için şiddetli azâb vardır) âyet-i kerîmesi indi.

·        342 — Meymûne «radıyallahü anhâ» anlatır: Resûlullah «sallallahü. aleyhi ve sellem» bir gece benim evimde idi. Abdest almağa kalkmışlardı. Kendisinin üç kere Lebbeyk dediğini duydum. Yâ Resûlallah orada kim var ki, onunla konuşdun? diye sordum. (Benî ka’b kabilesinin şâiri gelmiş, Mekke’de öldürüleceklerini sanmışlar. Benden yardım istedi.) buyurdular. Üç gün sonra Benî Ka’b kabilesinden bir kimse geldi. Resûlullah. «sallalahü aleyhi ve sellem» ile nemâz kıldı. Bir şiir okudu. Şiirde Resû-lullahdan Benî Ka’b için, yardım istendiği anlatılıyordu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Lebbeyk Lebbeyk buyurdu. Medine’den dışarı çıkınca bir yerde konakladı. Havada bir bulut gördüler. (Benî Ka’b kabilesine yardım için meydana gelmişdir,) buyurdular.

·        343 — İbni Mes’ûd «radıyallahü anh» rivâyet etmişdir. Bir gece Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Kim bizi sabah nemâzma uyandırabilir?) diye sordular. Ben uyandırırım dedim. (Sen uyuyabilirsin!) buyurdular. Tekrar sordular. Yine ben namaz vaktini bekleyebilirim dedim. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» devesinin ve kendi devemin yularlarından tutdum. Gece, buyurdukları gibi uyumuşum. Güneşin sıcaklığı te’siriyle uyandım. Benim devem yanımda idi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» devesi gâib olmuşdu. Bir tarafa işaret buyurdular. Bir kişi gidip deveyi buldu. Yuları bir ağaca, sarılmış. Çözüp getirdi. Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» abdest aldılar. Orada bulunanlar da abdest aldılar. Biiâle «radıyallahü anlı» ezan okumasını emr etdiler. Ezan okundu. Sabah nemâzmın sünneti kılındı. Sonra ikâmet okunup farzı da cemâ’atle kılındı. Nemâzdan sonra (Hak teâlâ istese sizi uyandırırdı, fekat sizden sonra gelenler uyuyarak veya unutarak sabah nemâzmı geçirdiklerinde bu şeklde kaza edildiğini öğretmek istedi) buyurdular.

·        344 — Câbir «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile seferde idik. Bir rüzgâr çıkdı. (Bu rüzgâr bir münafığın ölümü içindir) buyurdular. Medine’ye geldiğimizde azgın bir münafığı ölmüş bulduk.

·        345 — Katâde bin Nu’mân «radıyallahü anh» demişdir ki: Bir gece çok karanlık ve yağışlı idi. Bunu ganimet bilip yatsı nemâzmı Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile kıldım. Nemâzdan sonra geri döndüler. Beni görünce, (Bu karanlık gecede burada niçin kaldın? diye sordular. Yâ Resûlullah seninle nemâz kılmağı ganimet bildim dedim. Mübarek elinde bir hurma dalı vardı. Onu asâ edinmişdi. O asâyı bana verdi.

Bunun ışığı ile evine git, evin bir köşesinde bir şeytan olacakdır. Bununla ona vur buyurdular. Mescid’den çıkdım. Asânın ışığıyle evime git-dim. Evdekiler uyumuşdu. Köşelere baktım, bir köşede şeytanı kirpi suretinde gördüm. Evden çıkarıncaya kadar vurdum.

·        346 — İbni Abbâs «radıyallahü anhümâ» anlatır: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bize doğru gelirken bir yağmur bulutu meydan geldi. (Bu bulutu süren melek şimdi bana geldi. Bu bulutu Yemen ta-tarafdan bazı develi kimseler geldiler. Onlardan sorduk, o günde orada rafında bir vâdiye götürüyorum dedi) buyurdular. Bir kaç gün sonra o yağmur yağdığını söylediler.

·        347 ■— Ebû Cûz’a adlı birisi Küba’da bir kadına âşık olmuşdu. Onunla bir dürlü buluşamadı. Bazara gidip Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» hüllesi gibi bir hülle satın aldı. Kûbaya gidip, beni Resûlullah gönderdi, işte kendi hüllesini de bana giydirdi. İstediğin evde müsafir ol dedi. Küba halkı Ebû Cüz’amn dâima kadmlara bakdığım fark etdiler. Halbuki Resûlullah «sallalahü aleyhi ve sellem» dâima bizi kadınlara bakmakdan men’ ederdi dediler. Bu şübhe üzerine, işin doğruluğunu anlamak için Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» iki kişi gönderdiler. Bunlar gitdiler.

Resûlullah «sallalahii aleyhi ve sellem» kaylûle yapıyordu. [Kaylûle, öğleden önce biraz yatmakdır.] Kalkınca yâ Resûlallah Ebû Cüz’ayı siz mi gönderdiniz? diye sordular. Ebû Cüz’a kimdir? buyurdular. Bize bir elçi göndermişsiniz. Sizin hülleniz gibi bir hülle giymiş. Bunu bana Resûlullah giydirdi diyor. Bunun doğru olup olmadığını öğrenmeye geldik dediler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gadablanıp (Bir kimse, kasden benim üzerime yalan söylerse onun öldürülmesi lâzımdır.) buyurdular. Sonra bu iki kişiye (Hemen gidip onu öldürün. Fekat onu diri bulacağınızı zan etmiyorum. Siz oraya vardığınızda onun işi temam ola-cakdır.) buyurdular. Hakikaten o iki kişi döndüklerinde Ebû Cüz’ayı belâda bir yılan tarafından öldürülmüş buldular.

·        348 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ümm-i Varaka’yı her ziyaretinde Şehîde’yi ziyaret edelim buyururlardı. Bir kulu ve bir câri-yesi vardı. Onları müdebber etmişdi. Ya’nî kendisinin ölümünden sonra âzâd olacaklardı. Emîr-ül mü’minîn Ömer «radıyallahü anh» zemanmda köle ve câriye anlaşıp Ümm-i Varakayı şehid etdiler. Ömer «radıyallahü anh» bunun duyunca, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ümm-i Varaka için Şehîde’yi ziyaret edelim buyurduklarmı hatırladı ve sadaka Resûlullah dedi.

·        349 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem) Hâlid bin Ne-bî’ci öldürecek var mıdır? diye sordular. Abdullah bin Enîs «radıyallahü anh» yâ Resûlullah ben öldürürüm yalnız onu bana vasf edin dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» onu görünce kalbine korku gelir buyurdular. Abdullah bin Enîs «radıyallahü anh» diyor ki: Ya Resûlullah ömrümde hiç kimseden korkmadım dedim. Hâlid bin Nebîc o zeman Arafatda imiş. Gitdim, güneş batmadan evvel bir kişi gördüm. Kalbime bir korku düşdü. Anladım ki bu Hâlid bin Nebîc’dir. Bana sen kimsin? diye sordu. Bir işim vardır, onun için çıkdım. Bu gece seninle beraber olabilirim dedim. Ne olur arkamdan gel dedi. Onu ta’kib etdim. Acele ile ikindi nemazmı kıldım. Beni görür diye de korkdum. Arkasından yetişip kılıç ile vurup öldürdüm.

·        350 — Sekîf kabilesinden biri ile Medineli biri Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» süâl soracaklardı. Sekîfli olan Ensarî’ye, nasıl olsa senin şehrin burasıdır, her zemân sorabilirsin. îzn verirsen önce ben sorayım dedi. Medineli izn verdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sekîf kabilesinden gelene buyurdular ki, süâlini sen mi soruyorsun, yoksa ben mi söyliyeyim. Yâ Resûlallah sen söyle! dedi. Senin süallerin ne-mâz ve oruçdandır buyurdular. Sekif, seni âleme Peygamber olarak gönderen Allah hakkı için benim süâllerim bunlardandı dedi. Süâllerin cevâb-ları lâyıkiyle verildi. Sonra Medîneli huzûra geldi. A‘ynı şekilde onun da arife günü hac, tavâf ve saç kesmekle ilgili sorularını cevâblarmı verdiler.

·        351 — Ammâr bin Yâser «radıyallahü anh» anlatıyor: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile seferde beraberdik. Bir yerde konakladık. Su getirmek için kova ve su tulumunu aldım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» su alırken, sana birisi mâni olsa gerektir buyurdular. Kuyunun başına gitdim. Bir siyah kimse geldi. Bu gün buradan bir kova su alamazsın dedi ve beni tutdu. Ben de onu tutdum. Yere vurdum ve taşla yüzünü ve burnunu ezdim, sonra kablarımı doldurup, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna geldim. Hiç kimse ile karşılaşdm mı? diye sordular. Olanları anlatdım. O şeytan idi buyurdular.

·        352 — Vâbesa bin Ma’bed «radıyallahü anh» diyor ki: Hayr ve şer-den herşeyi sormak niyyetiyle Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gitdim. Kalabalığın arasından geçip iyice yaklaşmak istedim. Oradakiler, biraz uzakda dur dediler. Bırakın beni, iyice yaklaşayım, onu çok seviyorum, dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» beni yanma çağırdı. Dizlerinin dibine oturdum. Yâ Vâbesa iyi kötü herşeyi sormağa geldin değil mi? buyurdular. Evet yâ Resûlallah, dedim. Mübarek parmaklarını göğsüme koyup, (Yâ Vâbesa kalbinden fetva iste! Kalbine gelen iyi şey ise, kalbin sükûnet bulacakdır. Kalbinde tereddüd, hareket olursa o şey kötüdür, günahdır. Sana başkaları fetva vermeğe kalksalar bile sen kalbine bak!) buyurdular.

·        353 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: «Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» zemâmnda iki kişi vardı. Birisi sohbetlere hep gelir, diğeri az gelir ve iyi ameli de az görünürdü. Bir gün devam eden kişi, kıyamet ne zeman kopacakdır? diye sordu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem,» (Onun için ne hazırladın) diye sordular. O şahs «Alahın ve Resûlünün muhabbetini hazırladım.» dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Sen sevdiklerinle beraber olacaksın ve senin için hisâb yok-dur) buyurdular. Sohbetlere az gelen vefat etdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Biliyor musunuz, Hak teâlâ o kişiyi cennete koydu) buyurdular. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvân» hayret edip birbirlerine bakışdılar. Bu hâli o şahsın hanımına, yine hayretlerini belirterek söylediler. Hanımı, her ezan okunduğunda, müezzin Lâ ilâhe illallah deyince kocam, (Allahdan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. Her şehâdet edene Allahü teâlânm kâfi geleceğine inanırım) dediğini, müezzin eşhedü

enne Muhammeden Resûlullah deyince de «her şehadet eden gibi şehâdet ederim. Bu îmânım bana kâfidir» diye söylediğini bildirdi. Bu sözleri duy-dukdan sonra Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna, geldiler. Daha bir şey anlatmadan Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o kişinin hanımının söylediklerini söylediler ve Hak teâlâ onu bu yüzden Cennete koydu buyurdular.

·        354 — Ukbe bin Âmir «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Resûlulla-hm «sallallahü aleyhi ve sellem» hizmetini yapıyordum. Dışarı çıkdığımda Ehl-i Kitâbdan bir grub insan gördüm. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile görüşmek istediklerini söylediler. Haber verdiğimde (Ben onların soracakları şeyi bilmem, ben kulum ancak Rabbimin bana bildirdiklerini bilirim.) buyurdular. Sonra abdest alıp iki rek’at nemâz kıldılar, yüzlerinde sevinme alâmetleri göründü.

Dışarıdakiler! ve eshâb-ı Kirâmdan «aleyhimürrıdvan» görebildiklerini çağır! buyurdular. Çağırdım geldiler. Ehl-i kitaba dönerek: Siz İskender kıssasını soruyorsunuz? Kitâblarmda olduğu gibi anlatınca hepsi i’tirâf etdiler.

·        355 — Habîb bin Müslime-i Fehri «radıyallahü anh» Medine’de Re-sûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi Hemen arkasından babası geldi. Yâ Resûlallah bu oğlum benim elim ayağımdır dedi. (Ey Habîb kalk babanla geri dön ki, ömrü az kalmışdır) buyurdular. Babası o yıl vefat etdi.

·        356 — İmrân bin Hasîn «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bir zaferde beraberdim. Bir gece sabâha az kalıncaya kadar yürüdük ve bir yerde konakladık, uyuduk. Güneşin harareti ile ilk uyanan Hazret-i Ebû Bekr «radıyallahü anh» oldu. O, Ömer’i «radıyallahü anh» uyandırdı. Ömer «radıyallahü anh» yüksek sesle tekbîr getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem ve bütün eshâb-ı ki-râm «aleyhimürrıdvan» uyandılar. Sabah nemâzını geçirdiğimizi söyledik Aceb değildir, yürüyelim buyurdular. Bir mikdar yürüdük. Sonra su istediler. Cemâatla sabah nemâzı kaza edildi. Nemâzdan sonra bir kişinin nemâz kılmadığını gördüler. Sen niçin nemâz kılmadın? diye sordular. O şahs, cünüb oldum, su bulamadım, dedi. Teyemmüm et buyurdular. Biraz daha yürüdük. Susuzlukdan şikâyet edildi. Hazret-i Ali ile bir başkasını «radıyallahü anhümâ» su aramaları için vazifelendirdiler. Yolda bir deveye binmiş, üzerinde iki büyük kab su yüklenmiş bir kadın gördüler. Su nerededir? diye sordular. Kadın, dün bu vakit çıkmışdım dedi. Kadını Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna getirdiler. Re-

— 150 —

II                                                                                                          I

Bi                                                                                                                        '

sûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» büyük kabdan bir kaba su dökün dediler. O kabdaki su ile mazmaza yapıp o kaba dökdüler. Bu kabı kadının büyük kablarma dökdüler. Herkes bu büyük kablardan ihtiyacı kadar su aldı. Cünüb olan kimseye de bir kab su verip git yıkan dediler.

O kadın hayretle bakıyordu. Herkes su ihtiyacını giderdikden sonra kadının kablarmda evvelkinden fazla su kaldı. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» emri ile kadının devesine hurma, un ve sevîk verildi. Kadına, (Senin suyunu azaltmadık. Hak teâlâ bize su verdi) buyurdular. Kadın kavmine gitdi. Niçin geç kaldın? diye sordular. O da olanları an-latdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» için; kavminin dîninden ayrılmış diyorlar, o ya en büyük büyücü veya Allahın Peygamberidir, dedi. Sonra Müslümânlar o civarda ganimet aldılar.

O kadının kavmine hiç dokunmadılar. Kadın kavmine: Bu insanlar bize kasden dokunmadılar, ister misiniz müslimân olalım, dedi. Bütün 'kavm müslimân oldular.

·        357 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün açlıkdan karnım arkama yapışacakdı. Mideme taş bağlamışdım. Eshâbın «radıyallahü anhüm» geçecekleri yol üzerine oturdum ki, birisi beni evine götürsün de ’bir şeyler yedirsin. Önce Ebû. Bekr «radıyallahü anh» geçdi. Ona bir âyet-i kerîme sordum. Maksadım beni evine götürmesi idi. Sonra Ömer «radıyallahü anh» geçdi. Ona da bir âyet-i kerîme sordum. İkisi de beni götürmediler. Dahâ sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler. Yüzümden açlığımı anlamış olacaklar ki, (Yâ Ebâ Hüreyre benimle gel) buyurdular. Ümmehât-ı mü’minînden birisinin evine gitdik. Yiyecek bir şey var mı? diye sordular. Biraz süt hediye geldiği söylendi. (Yâ Ebâ Hüreyre, git Eshâb-ı soffa’yı da çağır» buyurdular Eshâb-ı soffanın malı ve çoluk çocukları yokdu. Mescidde kalırlar ve Müslimânlar onlara "bakardı. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hediye gelirse kendileri de yer eshâb-ı soffayı da çağırırlardı. Sadaka geldiğinde hepsini es-hâb-ı Sof faya verirlerdi kendi kendime: Önce o sütden biraz içip sonra Eshâb-ı soffayı çağırsaydun. Çünki, onlar gelirse bana bir çanak sütden ne kalacak diye düşündüm. Çağırdım, Gelip oturdular. Yâ Ebâ Hüreyre süt çanağını bana ver buyurdular, verdim. Tekrar bana verdiler. Herkes içsin, buyurdular. Eshâb-ı Softanın hepsi o çanakdan içdiler. Ben ve kendileri kaldık. Çanağı elimden alıp yine bana verdiler ve iç buyurdular. İç-dim. Yine iç buyurdular, yine içdim. Bir dehâ iç buyurdular, içdim. Dördüncü defa da iç dediler. Artık içemiyeceğim dedim. Kendileri de benden -artan sütü içdiler.

·        358 — Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallal-lahü aleyhi ve sellem» Medine’ye geldiği zeman ben 8 yaşındaydım. Babam ölmüşdü. Annem Ebû Talha ile evlenmişdi. Ebû Talha çok fakir idi. Bir iki gün hiç yemek yemeden geçirdiğimiz zemanlar olurdu. Bir gün annemin eline biraz arpa geçmişdi. Onu un yapdı ve iki ekmek pişirdi Komşudan azıcık süt istedi. Ebû Talhayı da çağır, beraber yiyelim dedi. Bende sevinerek çıkdım. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Eshâb-ı Ki-râm «rıdvânullahi aleyhim ecmaîn» ile oturuyorlardı. Yâ Resûlallah annem seni çağırıyor dedim. Kalkdılar, Eshâb-ı kirâme «aleyhimürrıdvân»-da kalkınız buyurdular. Eve yaklaşdık. Ebû Talhaya (Hiç bir şey hazırladın mı ki, bizi da’vet ediyorsun» buyurdular. Yâ Resûlallah, dünden beri bir şey yememişim, evde de bir şey olacağını zannetmiyorum, dedi. (Peki, Ümm-i Selim bizi niçin da’vet etdi, eve bir bak!) buyurdular. Ebû-Talha içeri girdi. Ümm-i Selim, iki arpa ekmeği pişirdim, komşudan da biraz süt istedim. Enesi seni çağırması için gönderdim dedi. Ebû Talha dışarı çıkıp Ümm-i Selîm’in dediklerini söyledi. Zararı yok içeri girelim buyurdular. Kendileri, Ebû Talha ve ben içeri girdik. Ekmekleri getirin buyurdular. Mübârek ellerini ekmeklerin üzerine koydular, parmaklarını' açdılar ve on kişi çağırın buyurdular. Çağırdım (oturunuz, bismillâh deyip, parmaklarımın arasından yiyiniz) buyurdular. Bu on kişi bu şekldc yiyip doydular. (On kişi dahâ çağırın) buyurdular. Çağırdım. Onlar da aynı şeklde doydular. Böylece Eshâb-ı Kirâm’dan «aleyhimürrıdvân» yetmiş üç kişi yiyip doydular. Sonra üçümüz yedik doyduk. Sonra ekmekleri annem Ümm-i Selîm’e verdiler. (Al, ye ve kime istersen yedir) buyurdular.

·        359 — Ebû Bekr’in oğlu Abdurrahman «radıyallahü anhümâ» diyor ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile eshâbdan yüzotuz kişi yolda gidiyorduk. Hiç kimsede yiyecek var mıdır? diye sordular. Bir kişide dört kilo kadar un bulundu. Hamur yapdılar. Sonra bir müşrik geldi. Bir koyunu vardı. Satar mısın yoksa hediyye midir? diye sordular. Satılıkdir dedi. Satın aldılar. Ciğerini kebab yapdılar. Herkese bir parça et verildi. O sırada olmıyan kimsenin de payı ayrıldı. Ciğeri iki tabağa koydular, hepimiz yedik, doyduk. Tabakda yine kalmışdı. Deveye yükleyip yola ko yulduk.

·        360 — Sümre bin Cündeb «radıyallahü anh» demişdir ki: Birgün Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna bir tabak yemek getirdiler. Sabahdan öğleye kadar bir grub yer gider, diğer bir grub gelirdi. Birisi, o tabağa bir yerden yemek konuyor mu? diye sordu. Hayır ancak şuradan yardım geliyor deyip Âsümâna işaret etdim.

·        361 — Ümm-i Evs «radıyallahü anhâ» anlatır: Bir gün Resûlullaha* «sallallahü aleyhi ve sellem» hediyye olarak bir kab yağ gönderdim. O kabdaki yağdan biraz kalıncaya kadar yemişler, sonra mübârek nefeslerini üfürüp beraket ile düâ edip, bunu Ümm-i Evs’e götürün buyurmuşlar. O kabı bana getirdiler. İçi yağla dolu idi. Hediyyemi kabul etmediler zannıyle huzûrlarma gitdim. Bir günâh mı işledim, hediyyemi kabul etmediniz dedim. Yediklerini sonra düâ buyurduklarını anlatdılar. Teselli bulup, sevinerek döndüm. O yağdan uzun müddet yedik.

·        362 — Enes bin Mâlik’in «radıyallahü anh» annesi Ümm-i Selim «ra-dıyallahü anhâ», Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kab yağ-gönderdi. Yağı kabul edip, kabını geri gönderdiler. Bir kadın Ümm-i Se-lîm’den birazcık yağ istemeğe geldi. Ümm-i Selim, biraz evvel bir kab yağı Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» göndermişdim. Şimdi boş kabı, geri gönderdiler. Kadın, kaba bir bakın, belki içinde bir parça yağ kalmış-dır, dedi. Kaba bakdılar. Yağ ile dolu gördüler. Ümm-i Selim «radıyalla-hü anhâ» hemen huzûrlarma gidip, Yâ Resûlallah, bir günah mı işledim,, yimeniz için gönderdiğim yağı geri göndermişsiniz, dedi. (O kabın içindeki yağın hepsini aldık, kabul etdik,) buyurdular. Ümm-i Selim, seni âlemlere peygamber olarak gönderen Allah hakkı için, o kab yağ ile doludur, dedi.

Tebessüm edip (O yağı olduğu yerden 'kımıldatmadan yiyiniz» buyurdular. Ümm-i Selim «radıyallahü anhâ» sevinerek evine döndü. O yağdan uzun müddet yediler.

·        363 — Ümm-i Şüreyk «radıyallahü anhâ» câriyesine bir tulum yağ-vererek, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hediyye olarak götür, dedi. Câriye götürdü. Kabul edip, yağı boşaltdılar. Boş tulumu câriyeye verip; (Bunun ağzım bağlamadan as!) buyurdular.

Bir gün Ümm-i Şüreyk tulumu dolu olarak, ağzı açık ve asılı görünce ağzını bağlayıp câriyesini çağırdı. Bunu Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» götürmedin mi? dedi. Câriye yemin ederek götürdüğünü, iyice boşaltdıklarını ve ağzı açık olarak asmasını emr etdiklerini söyledi. Ümm-i Şüreyk’in «radıyallahü anhâ» vefâtma kadar o yağdan yenildi. Hattâ bir gün yetmişiki kişi yedi, hiç eksilme olmadı.

·        364 — Rükeyn bin Saîd-i Müznî «radıyallahü anh» anlatır. Bir gün dörtyüz atlı Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldik, yiyecek istedik Hazret-i Ömere «radıyallahü anh» (Bunlara bir şeyler ver!) buyurdular. Ömer «radıyallahü anh» bir iki sâ’ hurmadan başka bir-peyini yokdur, dedi. (O hurmaları bunlara ver) buyurdular. Gitdik Ömer «radıyallahü anh» evinin kapısını açdı. İçeride bir mikdâr hurma vardı. İstediğiniz kadar alın dedi. Herkes istediği kadar aldı. Sonra bakdık bir dâne alınmamış gibi idi.

·        365 — Câbir bin Abdullah «radıyallahü anh» anlatır: Hurmalarımı Medine’de bir yehûdiye satardım. Önce parasını alırdım. Hurmaları, olunca yehûdiye teslim ederdim. Bir sene hurma az oldu. Hurmaları toplarken yehûdi yanıma geldi. Yehûdiden biraz mühlet istedim, kabul etmedi Resûlullaha «sallallahü aleyh; ve sellem» haber verdim. Eshâbma «radı-yallahü anhüm» (Kalkın gidelim. Câbir için yehûdiden mühlet isteyelim) buyurdular. Hurma bağçemize geldiler. Benim için yehûdiden mühlet istediler. Yehûdi mühlet vermedi. Bağçenin etrafını gezdiler. Yehûdiden yine mühlet istediler, yine vermedi. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» biraz hurma ikram etdim. Yediler. (Burada oturacak yer var mıdır?) diye sordular. Şurada oturulur, dedim. (Oraya bir döşek ser!) buyurdular. Biraz uyudular. Uyanınca bir mikdar daha hurma ikram etdim. Yediler. Yehûdiden bir daha mühlet istediler. Yehûdi yine mühlet vermedi. Bağçeyi gezdiler. (Hurmanı topla, borcunu öde!) buyurdular Topladım, borcumu ödedim, o kadar da artdı. Huzûrlarına varıp anlat-dım. (Elbette benim, Allahın Resûlü olduğuma şehâdet ederim) buyurdular.

·        366 — Câbir bin Abdullah «radıyallahü anh» anlatmışdır: Babam vefat etdi. Borçları kaldı. Hurma toplama zemanı oldu. Alacaklılara, bu hurmaları bana hiç bırakmamak şartiyle, aranızda paylaşdırın, dedim. Borçlarını karşılamaz, diye kabul etmediler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Alacaklıların seni görmesini istiyorum dedim. (Hurmaları grup grup harman yap) buyurdular. Dedikleri gibi yapdım. Teşrif etdiler. Alacaklılar onu görünce bana yapışdılar. Bu hâli görünce büyük bir harmanın yanma varıp üç kere dolandı ve yanma oturdular. (Alacaklıları çağır) buyurdular. Her birinin borcunu noksansız verdim. Borçlardan sonra bana bir şey kalmamasına razı idim. Fekat, borçlar bittikden sonra Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanında bulundukları harmandan bir dâne eksilmemişdi.

·        367 — Ebû Katâde «radıyallahü anh» anlatır. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile seferde idik. Akşam nemazmdan sonra (Bu gece sabaha kadar yürürsek inşâaüah suya erişiriz) buyurdular. Kendilerinin yanında gidiyordum. Gece yarısından sonra uykuları gâlib geldi. Develerinden düşer gibi oldular. Yandan tutdum. Devenin üzerine oturdular. Biraz sonra yine uyudular. Düşecekleri sırada yandan destek oldum. Devenin üzerinde sabaha az kalıncaya kadar uyudular. Bir dahâ düşeceklerdi. Yine tutdum. Uyandılar ve (Sen kimsin?) buyurdular. Ebû Katâ-de dedim. (Ne zemandan beri yanmadasın?) diye sordular. Bütün gece yanınızda idim, dedim (Peygamberi koruduğun gibi Allah da seni korusun) buyurdular. Ordudan geri kaldık. Askerlerden hiç kimse görüyor musun? diye sordular. Yedi atlı görebildim, dedim. Yoldan sapıp istirahat etdiler. (Nemaz vaktini bekleyin) buyurdular. Biz de uyumuşuz. Önce Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» uyandılar. Biz de nemaz vakti geçdi diye üzülerek uyandık. Güneş biraz yükselinceye kadar yürüdük.

Su istediler abdest aldılar. Matharada biraz su kalmışdı. (o suyu sakla!) buyurdular. Vaktinde kıldığımız gibi sabah nemazı kıldık. Aramızda, sabah nemazmı kaçırdık, günâha girdik diye konuşuyorduk (Uykuda günâh yokdur, nemaz vakti geçinceye kadar onu kılmamak günâhadır.) buyurdular. Bir müddet dahâ gitdik, eshâba «aleyhimürrıdvân» ye-tişdik. Yâ Resûlallah susuzlukdan helâk olduk dediler, (size helak olmak yokdur) buyurdular, içinde biraz su olan matharamı istediler. Bir de bardak istediler. Kendileri matharadan bardağa döker ben de eshâba verirdim. Matharanın küçük olduğunu görünce izdiham oldu: (İzdihâma meydan vermeyiniz, hepiniz kanarsınız.) buyurdular. Herkes suya kandı. En son ikimiz kalmışdık bana iç dediler önce siz için dedim. (Kavmin sâkîsi en sonra içer) buyurdular. Ben içdim. Kendileri de içdiler, oradan kalkıp biraz dahâ yürüdük. Akşam buyurdukları gibi suya kavuşduk.

·        368 — Mikdâd bin Esved «radıyallahü anh» anlatır: Birgün iki arkadaş ile Medine’ye geldik. Yol meşakkatinden gözlerimiz yanmışdı. Es-hâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» hiç kimse bizi evine götürmedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bizi aldı evine götürdü. Orada üç keçi vardı. (Bu keçileri sağıp, sütünü için) buyurdular. Kendileri gitdiler.' Biz sağdık, içdik ve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» payını da ayırdık. Akşam geldiler. Uyuyan kimseyi uyandırmayacak ve uyanık kimsenin de duyamıyacağı kadar sessiz selâm verdiler. Mescide gidip nemaz kıldık, geldik.

Gece şeytan bana vesvese verdi ki: Ensâr ona hediyyeler getiriyorlar. Onun süte ne ihtiyacı vardır. Onun payını da içdim. Fekat içimde durmadan geri çıkardım. Bu işden çok pişman oldum. Kendi kendime Muham-medin «sallallahü aleyhi ve sellem» payım içdim. Şimdi gelip sana bed düâ ederse dünyân ve âhiretin harâb olur diyordum. Üzerimde bir palto varidi. Başımı örtsem ayağım açıkda kalırdı. Ayağımı örtsem başım açıkda

kalırdı. Hiç uyuyamıyordum. Arkadaşlarım uyuyorlardı. Çünki onların, benim gibi bir düşünceleri yokdu. O sırada Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler. Selâm verip mescide girdiler. Nemaz kılıp geri geldiler. Süte bakdılar. Kabı boş görünce ellerini havaya kaldırdılar Kendi kendime: îşte şimdi bana bed düâ ediyorlar dedim. Fekat (Yâ Rabbî beni doyuranı doyur, bana su verene su ver!) diye düâ etdiler. Hemen yerimden kalkıp, paltomu giydim. Keçilerin en semizini Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» için kesecekdim. Yanıma bir de bıçak aldım. Keçilere bakdırn. Hepsinin memeleri süt dolu idi. Bir çanak aldım. Süt sağdım, yağı üzerinde duruyordu. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna getirdim. Bu gece südünüzü içdiniz mi? diye sordular. Evet iç-dik dedim. Biraz içdiler, bana iç diye verdiler. Biraz daha için dedim. îç-diler, bana verdiler. Ben de içdim. Beni gülmek tutdu. Yere düşdüm. (Bu senin yaramazlığındır) buyurdular. Olanları anlatdım. Bu hak teâlânm Ş         rahmetinden başka bir şey değildir. İki arkadaşını da uyandırsaydm,

onlar da bu rahmetden istifade etselerdi, buyurdular. Siz rahmete kavuş-!        dunuz, ben de kavuşdum, başkasının bu rahmete kavuşması veya kavuş-

mamasmm zararı yokdur dedim.

·        369 — Ebû Kursâfe «radıyallahü anh» anlatır: Benim bir annem ve bir babam vardı. Halamı daha çok severdim. Koyanlarımız vardı. Onları otlatırdım. Halam bana, sakın Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» yanma gitme! seni azdırır derdi. Bir gün koyunları çayırda bı-rakdım. Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» meclisine gitdim. Akşama kadar orada kaldım. Akşamleyin koyunları, karınları aç? memeleri boş eve götürdüm.

Halam, koyunlara ne oldu? diye sordu. Bilmiyorum, dedim. İkinci gün aynı şeklde oldu. O gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Ey insanlar, hicret ediniz, İslâma sıkı sarılınız. Cihâd devam etdiği müddetçe hicret kesilmez.) buyurdular. Üçüncü gün yine Meclise gitdim, Müsli-mân oldum. Bî’at ve musafeha. etdim. Halamın ve koyunlarm hâlinden şikâyet etdim. (Koyunları buraya getir!) buyurdular. Götürdüm. Mübarek elini koyunlarm memelerine ve arkalarına sürdüler ve bereket ile düâ buyurdular. Koyunlarm hepsi semiz ve memeleri süt ile dolu oldu. Koyun-g lan eve getirdim. Halam, koyunları her gün böyle otlatsan ne iyi olur, Idedi. Bugün de her günkü gibi otlatdım, yalnız başka bir hadise oldu dedim. Olanları anlatdım. Annem ve halam da Müslimân oldular, ■s 1K

BEŞİNCİ BÖLÜM

Resûiuliahın «saliallahü aleyhi ve sellem, Peygamberliğine delâlet «eden, fekat ne zeman meydana geldiği bildirilmiyen nnı’cizelerdir. İki kısındır:

BİRİNCİ KISM

Zemâna bağlı olmayan mu’cizelerdir.

·        370 — Resûiuliahın «saliallahü aleyhi ve sellem» yüzünün güzelliği kemâlde, a’zâlarmın tenasübü itidalde idi. Sözleri tatlı idi. Her hareketi, hareketsizliği, davranışları, işleri o şekilde idi ki daha güzeli düşünülemezdi. Nitekim çok hadîs-i şeriflerde bildirilmişdir. Orta boylu idi. Fekat yanlarına çok uzun boylu birisi dahi gelse ondan uzun görünürdü. Ko-nuşdukları zeman, dişlerinin arasından nûr çıkardı. Ayın ondördü mübarek yüzlerinden daha az parlakdı. Âişe «radıyallahü anhâ» bir gün evinde bir şey gâib etmişdi. Aradı, bulamadı. Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» gelince, mübârek alınlarınm nûru ile oda aydınlanıp, gâib etdiğini buldu.

·        371 -— Vücûdu çok temizdi, teri nezih ve kokusu çok güzeldi. Enes «radıyallahü anh» Resûiuliahın «saliallahü aleyhi ve sellem» kokusu gibi hiçbir koku görmedim, ne misk ve ne de anbere benzerdi. Onunla mu-sâfeha edenin elinin kokusu o gün gitmezdi. Mübârek elini hangi çocuğun başına sürseler, o çocuk diğerlerinden güzel kokusu sebebiyle farke-dilirdi.

Bir gün Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» Enes’in «radıyalla-hü anh» evinde uyumuşdu. Hava da sıcak olduğundan terlemişlerdi. Enes’in annesi inci gibi ter dânelerini bir şişeye topladı. Sebebini sordular. Bunları güzel kokulara karışdırıyorum, hiç biri böyle kokmuyor, dedi.

Buhârî «rahmetullahi aleyh» Târîh-i Kebîrinde yazmışdır: Resûlullah «saliallahü aleyhi ve sellem» bir yoldan geçse, o yoldan geçdiği gü-ael kokusundan belli olurdu. İshak bin Râheviye demişdir ki:

O güzel koku Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» hassasıdır. Hâricden bir koku sürünmüş değildir.

·        372 — Mübârek yüzlerine değen mendili ateş yakmazdı. Bir gün bir grup insanlar Enes bin Mâlik’e «radıyallahü anh» müsâfir oldular. Yemek yediler. Câriyesine falan mendilimi getir, dedi. Câriye bir kirli mendil getirdi. Enes «radıyallahü anh» o mendili ateşin içine atdı. Bir müddet sonra çıkardı. Hiçbir yeri yanmamış ve temâmen, beyaz ve temiz ol-muşdu. Bu nedir, diye sordular. Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» yüzünü sildiği bir mendildir. Kirlendiği zemân böyle ateşde yakarak temizleriz, dedi.

·        373 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Bir kişi Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Kızımı evlendirmek istiyorum. Bana yardımda bulunun, dedi. (Sabahleyin ağzı açık bir şişe ve bir ağaç dalı getir) buyurdular. Sabah oldu. Mübârek kollarının terini o şişeye doldurdular. (Bunu kızma götür, koku sürünmek istediğihde bu ağaç dalını şişeye batırsın vücûduna sürsün) buyurdular. O kızın böyle yapdı-ğı, kokusunun bütün Medine’de duyulduğu hikâye edilmişdir. Kızın bulunduğu eve Büyütül Mutayyıbîn diye ad koydular.

·        374 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» büyük abdeste çıkardı, fekat yer yarılıp içine alırdı. Âişe «radıyallahü anhâ» Resûlullahdanı «sallallahü aleyhi ve sellem» sordu ki: Yâ Resûlullah, helaya gidiyorsun, fekat senden hiçbir eser görünmüyor. (Yâ Âişe, bilmez misin, Peygamberlerden «aleyhimüsselâm» çıkanı yer yutar.) buyurdular.

·        375 — Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» bedenlerinin kuvveti herkesden fazla idi. O zemanm en kuvvetli pehlivanı Rekâne’yi İslâ-ma da’vet ederken kendisi ile güreşdi ve gâlib geldi. Câhiliyet zemanında da o zemanm pehlivanı olan Rekâne’nin babası ile üç defa güreşip, gâlib gelmişdi.

·        376 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yaya yürüdüğünde hiç kimse ona yetişemezdi. Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: O kadar çabuk yürürlerdi ki, sanki yer mübârek ayaklarının altından kayardı. Biz zahmet çekerek yürürdük, kendileri normal yürürlerdi, yine yetişemezdik.

·        377 — Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek ağızlarının suyu ile tuzlu su tatlı olurdu. Enes «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» .evinde bir kuyu vardı. Suyu tuzlu idi. Mübarek ağzının suyunu bırakdı. Su tatlı oldu. Medine kuyuları, içinde ondan tatlı suyu olan yok idi.

·        378 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna Yemâ-meden bir kişi geldi. Bizim köyümüzde mescid yokdur, dedi. Su istediler. Mübarek ellerini, kollarını, ağzını ve yüzünü yıkayıp suyunu o şahsa verdiler. (Git, köyünde bir mescid yap, bu suyu, su ile karışdırıp mescidin arsasına saç, çok bereket göreceksin) buyurdular. O kimse gi dip, köyünde çok güzel, sevimli ve ferah bir mescid yapdı. Orada biter; otlar yaz kış kurumazdı.

·        379 — Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kuyudan bir ko-ğa su getirdiler. O koğanın suyundan biraz içip, mübârek tükrüğünden. koğaya da bırakdı. Koğayı o kuyuya dökdüler. Kuyudan dâima misk kokusu gelirdi.

·        380    Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» önünü gördüğü gibi arkasını da görürdü. Işıkda gördüğü gibi karanlıkda da görürdü ve haber de gelmişdir ki: Süreyyâ’da [Boğa burcundaki öküz şeklinin boyun kısmındaki yıldız kümesi] onbir yıldızı görürdü.

·        381 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek azı dişini kıranların neslinde azı dişi çıkmadı.

·        382 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek eli neye-dokunsa hayr ve bereket hâsıl olurdu. Meselâ südsüz koyunun memelerine dokunsa, süt ile dolu olurdu. îbni Mes’ud «radıyallahü anh» anlatır: Küçükken koyun güderdim. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile Ebû Bekr «radıyallahü anh» bulunduğum yerden geçiyorlardı.. (Ey oğlancık, hiç südün var mıdır?» diye sordular. Var ama bana emânet edilmişdir, dedim. Bunların içinde, erkek ile birleşmemiş keçi var mıdır? diye sordular. Vardır, deyip getirdim. Mübarek eliyle o keçinin memesini sığadı ve çok süd sağdı. Kendisi içdi ve Ebû Bekre «radıyallahü anh» de verdi. Sonra bana dînin hükümlerini öğret dedim. (Henüz küçüksün, öğrenirsin) buyurdular.

·        383 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mücâme’ât-ı nisâda kırk erkek kuvveti vardı. Ba’zan bir gecede bütün hanımları ve cânye-1 erin i ki —onbir kişi idiler— dolaşırdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» câriyesi olan Selmâ «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dokuz hanımının her birinde gusl eder, sonra diğerine varırdı. (Bu ziyâde temizlik ve mahbûblukdur) buyururlardı..

·        384 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve' sellem» Peygamberliğini filândan evvel ve sonra haşmeti, heybeti herkesin kalbinde yer etmişdi. Kureyş kâfirleri eshâb-ı kirama «aleyhimi!rrıdvan» eziyyet ederlerdi. .'Muhammedi «sallallahü aleyhi ve sellem» gördüğümüz zeman ona da eziyyet edelim diye kalblerinden geçirirlerdi. Fekat, kendisini gördüklerinde hürmet edip, hizmetini görürlerdi. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» ansızın gören kimseyi korku kaplar, vücûdü titremeğe başlardı. Bir gün bir kişi huzûruna geldi. Titremeğe başladı. (Kendini topla, ben padişah değilim) buyurdular.

·        385 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» iki küreği arasında sol omuza doğru yumurta büyüklüğünde bir et parçası vardx İbn-i Ömerin «radıyallahü anh» rivayetiyle üzerinde kıllarla Lâilâhe illallah .yazılı idi. Yine İbn-i Ömerden «radıyallahü anh» bazı rivâyetde Lâilâhe

illallah, Muhammedür resulûllah» yazılı idi. Buna Mühr-ü nübüvvet • denir.                                                                                    .

·        386 — Mufassal kitâblarda uzun uzun anlatıldığı gibi burada kısaca söyliyelim ki: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» aklı, fehmi, marifeti ve ilmi çok fazla idi. Nitekim kimseden bir şey öğrenmeden ve mektebe gitmeden, halleri, tavrları, sözleri, ahlâkı; aklı ve ilmi olan kimselerden çok yüksekdi. Tevrât, İncil ve Suhuflar gibi İlâhî kitabları okumadan ve bunların âlimleri ile görüşmeden geçmiş ümmetlerin hâllerini çok iyi bilirdi. Câhil halkı idare etmesi, şerî’atin hükmlerini anlatması, her hareketindeki edebi güzel ahlâkı, ilminin ve akimın kemâline deliledir.

Yumuşaklığı, hayâsı, merdliği, herkesle iyi geçimi; şefkati, zaîflere, acıması, adâleti, emîn olması, doğruluğu, iffeti, vefâ ve mürüvveti, dünyâya düşkün olmaması, kanâati, tevâzuu, akrabayı ziyareti sevmesi ve diğer güzel huyları ve sıfatları hiçbir kula nasîb olmıyan üstünlükdedir.

·        387 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» en büyük mu’cize-si Kur’ân-ı kerîm’dir. Hattâ bir mu’cize değil binlerle mu’cizedir. Kıyâ-mete kadar bâkîdir. Onun en kısa bir âyet-i kerimesini, bütün insanlar her türlü gücünü ortaya koysalar da söyliyememişler ve söyliyemiyecek-lerdir.

Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Kur’ânı kerîm okuyordu. Arablann en fasîhi olan Velîd bin Mugeyre de dinliyordu. Dikkat etdi ve oradaki kâfirlere: Hiç biriniz Arab lisânını ve şiirini benden fiyi bilmezsiniz, bu okunan hiçbirine benzemez dedi.

Ar ab mevsimlerinin birinde, ya’ni bütün Arab kabilelerinin bir araya toplandığı bir günde Velîd bin Mugeyre, Kureyşe dedi ki: Gelen kabilelere karşı Muhammedi kötülemek ve herkesi ondan soğutmak nefret etdirmek hakkında söyliyeceğmriz söz aynı olsun. Onun için fikrlerinizi söyleyin, bir karara varalım, hepimiz gelenlere aynı şeyi söyliyelim, dedi.

Bir kısmı kâhin diyelim dediler. Velîd, o kâhin değildir. Onun sözü kâhinlerin sözündeki âhenk ve kâfiyeye benzemez dedi. Bir kısmı Mecnûn diyelim dediler. Velîd, o mecnûn da değildir. Çünki onda hiçbir cü-nûn ve vesvese eseri yokdur, dedi. Bir kısmı da şâir diyelim dediler. Velîd, ben şiir kaidelerini, usûlünü iyi bilirim, onun sözü bunlara da benzemez, dedi. Sonra sihrbâz diyelim dediler. Velîd, sihrbâz da değildir. Çünki onda, sihrbâzlarda olan üfürmek ve düğüm yapmak yokdur, dedi. Kureyşliler, peki yâ ne diyelim? dediler. Velîd, karı ile kocanın, baba ile ■oğlunun arasını açan, akrâbası arasında ayrılık meydana getiren bir sihrbâzdır diyelim dedi. Hepsi bu söz üzerine ittifâk etdiler. Yol başlarına oturup, gelenleri Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» ten-fîre, soğutmağa çalışdılar.

Kur’ân-ı Kerîmin fesâhatı ve nazmının belâgatı o derece idi ki, Ara-bm fasîh beliğleri onun küçük bir âyetine benzerini yapamadılar. Onun nazm-ı acîbi ve üslûb-ü garibi bütün Arab uslûblarından farklıdır. Asla onun benzeri Arab kelâmında vâki’ olmamışdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş ümmetlerin hâlleri, şerî’atleri anlatılmakladır. Ehl-i Kitâbm âlimleri hep bunlarla meşgûl olurlardı. Ba’zen gelip Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» sorarlar, doğru cevâb ahnca hiçbir şey diyemezlerdi.

Kur’amı Kerîm’de ileride olacak şeyler de bildirilmişdir. Bunların bir kısmı olmuş, diğerleri de şüphesiz olacakdır.

Kur’ânı Kerîm’i kıyâmete kadar muhâfaza edeceğine Allahü teâlâ söz vermişdir. Asrımıza kadar, din düşmanlarının her vâsıta ile uğraşmalarına rağmen değişmemişdir. Kıyâmete kadar da değişmiyeceğinde şübhemiz yokdur.

Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyenlerde korku ve ürperti meydana gelir. Bir gün Utbe bin Rebî’a, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» kendi kavminin dînine muhalif bir din getirmişsin diye söylüyorlar, dedi. Re-sûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Kur’ân-ı kerîm’den biraz okudular. Utbe elini Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek ağzına

— 161 — PeygamberliK Müjdeleri — F. 11 doğru götürüp, okumakdan vazgeç, dedi. Kur’ân-ı kerîm’e itiraz eden* bir takım beliğ kişiler çıkmış, fekat kendilerine bir korku ve heybet geldiğinden vazgeçmişlerdir. Zemânınm beliği olan İbni Mukni’ Kur’ân-ı kerîm’e karşı bir söz tertib etmeğe kalkdı. Kur’ân-ı Kerîm okuyan bir çocuğa rastladı. Bir âyet-i kerîme dinleyince, hemen eve dönüp daha önce hazırladığı yazıları mahvetdi ve ben şehâdet ederim ki, bu insan sözü değildir, dedi. Endülüs’ün beliğlerinden biri olan Yahya bin Gazâl, ihlâs sûresinin benzerini yazmak istedi. Kendisini öyle büyük bir rikkat ve heybet kapladı ki, hemen pişmân olup tevbe etdi.

Kur’ân-ı kerîm’i okuyan ve dinleyende usanç hâsıl olmaz. Nitekim1 Kur’ân-ı Kerîm tekrar tekrar okunduğu halde usanmak değil, muhabbet ve halâvet meydana getirir. Halbuki insan sözü nekadar fasih ve belîğ olsa bile, birkaç kere okununca lezzet yerine usanç meydana gelir

Kur’ân-ı kerîm’in ihtiva etdiği ilm ve ma’nâlar çok derindir. Arab dili kâidelerine göre ve Arab lisâniyle yazıldığı halde temâmını hiç, kimse anlıyamaz. Allahü teâlâ kullarından seçilmişlere, kendi derecelerine göre toplu olarak birşeyler bildirmişdir. Onu tafsilâtiyle anlamak veya temâmen vâkıf olmak insan gücünün dışındadır.

·        388 — İlm denizine dalan âlimler ve vera’ sâhibi ârifler Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» şerî’at-i mûtahharasmın nihâyetine var-makdan ve ışıklı yolundaki derin sırları anlıyabilmekden âciz olduklarını, çok noksan olduklarını ıkrâr ve i’tiraf etmişlerdir.

·        389 — Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» bütün sözleri âdil ve sağlam kimseler tarafından değişdirilmeden nakl edilmişdir. Bir ha-dîs-i şerifde (Bütün sözleri toplamak için gönderildim ve korkulara gâ-lib geldim) buyurulmuşdur. Yine bir hadîs-i şerifde (Din ve ahkâm kı-yâmete kadar baki kalacakdır.) buyuruldu.

·        390 ■— Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ravza-ı mutahhara-sı üzerinde dâima bir nûr parlar. Hacılar o nûru görüp salevât-ı şerife-getirirler. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtmdan sonra, mübarek kabrinden nûr çıkd-ğmı İncil’de okuyan bir genç geldi. Şu ik£ beyti okudu:

Muhammet! Mustafamn uğramışdım kabrine, Kabrde değil sanki, konuşurdu benimle Nübüvvet nûru parlar mezarının üstünde, Oradan feyz saçılır, bütün temiz kalblere.

İKİNCİ KISM

ResûluIIahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra Peygamberliğine delâlet eden müjdeler anlatılmazdadır:

·        391 ■— Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Bekr Sıddîkm «radıyallahü anh» kendisinden sonra halife olacağını haber vermişlerdir. Bir gün bir kadın gelip Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» bir şey istedi. (Başka zeman gel!) buyurdular. Kadın, o zeman seni burada bulamam, deyince, (Beni bulamazsan Ebû Bekr’i bul, .benden sonra o halife olacakdır) buyurdular.

·        392 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir kişiye birkaç deve yükü hurma verdi. O şahs, yâ Resûlallah, korkarım ki senden sonra bana kimse bu bağışda bulunmaz dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» olur buyurdular. O şahs kim olur? dedi. (Ebû Bekr olacakdır) buyurdular. O şahs bunu Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» söyledi. Ali «radıyallahü anh»'o şahsa, git, sor ki, Ebû Bekrden sonra kim olacak-dır? dedi. O kişi gidip sordu. (Ömer bin Hattâb olacakdır.) buyurdular. O şahs yine Aliye «radıyallahü anh» geldi, söyledi. Ömer’den sonra kim olacakdır? diye sor dedi. O şahs tekrar gitdi. Osman ve Ali olacak-dır, buyurdular. Ali «radıyallahü anh» bunu işitince hiçbir şey söylemedi.

·        393 — Bir şahs, satmak için Medîneye bir çok kılıç getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o kılıçları, parasını bir zeman sonra vermek üzere, veresiye satın aldı. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» o şahsı görüp kılıçları ne yapdm? diye sordu. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» veresiye satdım dedi. Ali «radıyallahü anh» ona bir hâdise olursa paranı kim verecek? diye sordu. O şahs bilmiyorum, gidip sorayım, dedi. Gidip sordu. (Senin malını edâ, benim borcumu kaza ve ahdime vefâ eden Ebû Bekr olacakdır.) buyurdular. O şahs Aliye «radıyal-lahü anh» geldi. Ali «radıyallahü anh», eğer Ebû Bekre bir hâdise olursa, paranı kimden alacaksın, diye sordu. O şahs onu sormadım, gidip sorayım dedi. Gitdi. (Bana ve Ebû Bekre bir hâdise olsa, borçlarımı ka-zâ ve ahdime vefa eden Ömer bin Hattâb olacakdır) buyurdular. O şahs yine Aliye «radıyallahü anh» geldi, söyledi. Ali «radıyallahü anh», Ömere de bir hadise olursa ne yaparsın? dedi. O şahs yine gidip sordu (Bana. üjsû Bekre ve Ömere bir hâdise olursa, sana yazık olur.) buyurdular.

·        394 — Enes bin Mâlik «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bir evde idik. Kapı da kapalı idi. Birisi gelip kapıyı çaldı. (Ey Enes bak kimdir?) buyurdular. Dışarı çıkıp bak-dım Ebû Bekrdir. Gelip haber verdim. (Kapıyı aç. Cennet ile müjdele ve benden sonra onun halife olacağını söyle.) buyurdular. Sonra bir kişi daha kapıyı çaldı. (Ey Enes bak kimdir?) buyurdular. Dışarı çıkıp bak-dım. Hazreti Ömer «radıyallahü anh» idi. Gelip haber verdim. «Kapıyı aç, cennet ile müjdele ve Ebû Bekr’den sonra halife olacağını söyle» buyurdular. Dahâ sonra yine kapı çalındı. Bakdım Hazret-i Osman «radı-yallahü anh» idi. «Kapıyı aç, cennet ile müjdele, Ömer’den sonra halife olacağını söyle ve onu âsîler şehîd edeceği zeman, sabr etsin» buyurdular.

·        395 — Sefine «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mescid yapdırıyordu. Bir taş koydu. Ebû Bekre «radıyal-lahü anh» (Taşını, benim taşımın yanma koy) buyurdular. Sonra Hazret-i Ömer’e «radıyallahü anh» Sen de taşını Ebû Bekrin taşının yanma koy) buyurdular. Sonra (Bunlar benim halifelerimdir) buyurdular.

·        396 — Huneyn gazâsmda harb çok şiddetlendiği zemân, Cündüb «ra-dıyallahü anh» Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gelip, yâ Resû-lallah, harb çok şiddetlendi, eshâbmdan birisini seçin, eğer size bir emr olursa, onu seçelim, eğer olmazsa onu seçilmiş bilelim, dedi. (İşte Ebû Bekr Sıddîk, eğer bir emr olursa onu seçin, Ömer bin Hattâb benim dostumdur, benim dilimden doğru söyler, Osman bin Affân bendendir ve ben ondanım, Ali dünyâda ve âhıretde benim kardeşim ve yoldaşımdır.) buyurdular.

·        397 — Sefine «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» işitdim (Halifelik müddeti otuz yıl olacakdır) buyurdular. Ebû Bekr «radıyallahü anh» iki yıl, Ömer «radıyallahü anh» on iki yıl, Osmân «radıyallahü anh» on iki yıl, Ali «radıyallahü anh» altı yıl halifelik yapdılar.

·        398 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Bekr, Ömer, Osman, Talha ve Zübeyr, Hira dağının üzerinde idiler. Dağ sallan-di. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dağa hitaben (Sakin ol. üzerinde bir Peygamber, bir Sıddîk, bir Şehîd vardır) buyurdular.

·        399 — Aişe-i Sıddîka «radiyallahü anhâ» anlatır: Bir gün Resûlul-laha «sallallahü aleyhi ve sellem» izn ver, beni, vefâtmdan sonra senin yanma defn etsinler, dedim. (Benim yanıma nasıl defn etsinler, yanımda, Ebû Bekr, Ömer «radiyallahü anhümâ» ve îsâ bin Meryem «aleyhis-selâm» vardır) buyurdular.

·        400 — Âişe-i Sıddîka «radiyallahü anhâ» diyor ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Osman’a «radiyallahü anlı» bakdı. (Allah, şehid olacak Osmâna rahmet eylesin) buyurdular. Sonra Ali ve Zübeyr’e «radiyallahü anhümâ» bakıp, (Siz birbiriniz ile harb edeceksiniz, Zübeyr, sen âsî olsan gerekdir.) buyurdular. Sonra Talhaya «radı-yallahü anh» bakıp, (Allah, bunu şehîd edene rahmet etmesin) buyurdular.

·        401 — Âişe-i Sıddîka «radiyallahü anhâ» demişdir ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Esbabımdan ba’zısmm buraya gelmelerini istiyorum, onlara ba’zı diyeceklerim var) buyurdular. Ebû Bekri çağırayım mı? diye sordum. Bir şey söylemediler. Anladım ki, ona bir şey söylemiyecekler. Ömer’i çağırayım mı? dedim. Yine bir şey söylemediler. Anladım ki onu da istemiyorlar. Amcanın oğlu Ali’yi çağırayım mı? diye sordum, yine bir şey demediler. Anladım ki onu da istemiyorlar. Osman bin Affân’ı çağırayım mı? dedim. (Çağır gelsin) buyurdular. Çağırdım, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda oturdu. Ona bir şeyler söylediler, rengi değişdi. Bir şeyler dahâ söylediler, yine rengi eski hâline döndü. Hazret-i Osmânm «radiyallahü anh» eveni muhâsara etdiklerinde, niçin muhârebe etmiyorsun? diye sordular. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana çok söz söylemişdir. Bu belâya sabr ederim, dedi. Hazret-i Osmanı «radiyallahü anh» çağırdığım zeman, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» bu hâdiseyi anlatdığı-nı zannediyorum.

·        402 ■— Ammâr bin Yâser «radiyallahü anh» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Aliye «radiyallahü anh» (Ey Ali sana insanların bedbahtlarım ve başına kılıç vurup kanını yüzüne akıtan kimseyi haber vereyim mi? buyurduğunu rivayet etmişdir.

·        403 — Hazret-i Ali «radiyallahü anh» Medine’den dışarı çıkmak üzere ayağını atının üzengesine atarken Abdullah bin selâm gelip nereye gidiyorsun? dedi. Ali «radiyallahü anh» da Irak’a gidiyorum buyurdu, Abdullah bin Selâm, yemin ederek Resûlullahdan işitdim, eğer sen Irak’a gidersen başına bir kılıç vururlar dediğini Ebül Esved Dü’lî rivâyet et-mişdir.

·        404 — Emîr-ül mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Yenbû’da hastalandı. Niçin burada duruyorsun, vefât edersen bu câhil köylüler senin işini görmezler. Medine’ye gidersen orada kardeşlerin cenâzeni kaldırır, ne-mâzını kılarlar, dediler. Ali «radıyallahü anh», ben şimdi ölmem, başımın kanı yüzüme akdığı zeman ölürüm. Çünki Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana öyle haber vermişdir, dedi.

·        405 — Ali «radıyallahü anh» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bir bağçeye uğradık. Yâ Resûlallah ne hoş bağçedir dedim. (Yâ Ali, Cennetde senin bağçen dahâ güzel olacakdır.) buyurdular. Böy-lece yedi bağçeye uğradık. Hepsinde ben, bu ne güzel bağçedir, derdim. Cevâbında (Senin Cennetdeki bağçen dahâ güzeldir) buyururlardı Sonra ağlamaya başladılar. Sebebini sordum. İnsanların kalblerinde senin için olan kin ve kötü düşüncelere ağlıyorum, buyurdular. Dînin selâmeti, kuvveti ile geçer mi? dedim. Evet buyurdular.

·        406 — Âişe «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Talha’yı «radıyallahü anh» gördüler, (Yer yüzünde yürüyen bir şehîddir) buyurdular.

·        407 — Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hanımlarına şöyle buyurdular: (İçinizde alnı tüylü olan deve sahibi kimdir? Hav’abm köpekleri üzerine ürüyünceye kadar gider. Çok kimseler sağ kolunda ve çok kimseler sol kolunda ölürler. Kendisi de zor kurtulur buyurdular. Âişe «radıyallahü anhâ» Irâk’a giderken Benî Âmir kabilesinin sularına vardı. Köpekler üzerine ürdüier. Bu suyun ismi nedir? diye sordu Hav’-ab dediler. Ben geri dönüyorum, dedi. İbni Zübeyr «radıyallahü anh», geri dönme, Hak teâlâ senin vasıtanla ıslâh-ı zât eder, dedi. Âişe «radı-yallahü anhâ» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» buyurduklarını anlatıp geri dönmekde ısrâr etdi.

·        408 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yine Cemel vak'asına işaretle, (Bir kavm çıkarlar, helak olurlar, felâh bulmazler, onların önderleri bir kadındır ve cennete girer) buyurdular.

·        409 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve selem» hanımlarına «rıdvâ-nullahi aleyhim ecmaîn» şöyle buyurdular: (Benden sonra, size mihri-banlık eden, doğru sözlü ve iyi işli birisi olacakdır, ya Rabbî, Abdurrah-man bin Avfı cennet ırmaklarına kandır) buyurdular. Vefatlarından sonra Abdurrahman bin Avf, malının bir kısmını kırk bin altma satıp, ez-vâcı tâhirâta taksim etdi.

·        410 — Bir gün Emîr-ül mü’minîn Ali «radıyallahü anh» ile Zübeyr «radıyallahü anh» konuşuyorlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ali’ye, Zübeyr ile tatlı tatlı konuşuyorsun. Fekat. o seninle muhârebe edecekdir, buyurdular. Cemel vak’ası olunca, Hazret-i Ali «radıyallahü anh» bu hâdiseyi Zübeyr’e «radıyallahü anh» hatırlattı. Zübeyr «radıyallahü anh»» muharebeden vazgeçip, geri döndü. Arkasından birisi gidip, Zübeyr’i «radıyallahü anh» şehîd etdi. Kılıcını Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» getirdi. Ali «radıyallahü anh», o şahsı 'Cehennem ateşiyle müjdeledi.

·        411 — Hendek kazıldığı gün, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek eliyle Ammâr bin Yâserin «radıyallahü anh» başını sığa-yıp (Seni, isyan edenlerden bir grub şehîd etse gerekdir) buyurdular. Sıffîn muharebesinin şiddetlendiği bir sırada, Ammâr bin Yâser «radı-yallahü anh» yemin ederek, bugün Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» va’d etdiği gündür, dedf. Ali «radıyallahü anh» cevâb vermedi. Bir dahâ söyledi, yine cevâb vermedi. Üçüncüde, Ali «radıyallahü anh» evet., o gündür buyurdu. Ammâr bin Yâser «radıyallahü anh» tekbir getirdi. Bugün tatlı rüzgârlar esmeğe başladı, Hazret-i Muhammede «sallallahü aleyhi ve sellem» ve onun yakınlarına kavuşuyorum, dedi. Muharebeye meşgûl oldu. Hazret-i Muâviye «radıyallahü anh» tarafından birkaç kişi düşürdü. O esnâda susadı. Su istedi, süt ile karışık su getirdiler. O zeman Allahü ekber dedi ve yemin ederek, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem, (Seni isyan edenlerden bir grub şehîd edecekdir, şehîd edilmen, Cebrail ile Mikail «aleyhimesselâm» arasında olacakdır. Onun alâmeti ■de şudur ki, o zeman su istersin, sana su ile karışık süt verirler.) buyurduğunu söyledi.

·        412 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Abdullah bin Amr ibni Âs’a «radıyallahü anh» buyurmuşdur ki: Ammâr’m kâfilini Cehennem ile müjdele!) Amman «radıyallahü anh» şehîd edip, başını Muâvi-ye’ye «radıyallahü anh» iki kişi getirdi. Her biri kendisinin şehîd etdi-ğini söylüyordu. Muâviye «radıyallahü anh, şehit edene bir kese gümüş vereceğim. Abdullahı hâkem tayin ediyorum dedi. Abdullah bin Amr ibni Âs birine sordu ki. Nasıl kati etdin? Üzerine hamle yapıp öldürdüm, dedi. Abdullah, onun katili sen değilsin, dedi. Diğerine, nasıl kati etdiğini sordu. Birbirimize hücum etdik. Benim bir kuvvetli vuruşumla atından yere düşdü. Dizi üzerine durup, felâh bulmasın o kimse, Cebrâil ve Mi-kâil «aleyhisselâm» arasında pişmân olaeakdır, dedi. Sağma, soluna bakındı. Sonra ileri gidip, başını kesdim, dedi. Abdullah «radıyallahü anh» Ammârm kâtiline, şu gümüşleri al, Cehenneme gideceğini de bil, dedi. O şahs, ölürsek vay hâlimize, öldürürsek vay bize, dedi. Gümüşleri yere atdı ve (İnnâ lillâhi ve...) âyet-i kerîmesini okudu. Muâviye «radıyallahü anh», burası, böyle sözlerin yeri midir? dedi. Abdullah bin Amr ibni Âs «radıyallahü anh», mescid bina edilirken, herkes bir taş getirdi. Ammâr «radıyallahü anh» iki taş getirdi. O zeman Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Ammâr, seni ısyân edenlerden bir grub şehîd edecekdir.) buyurdular. Sonra bana dönerek (Âmmârm kâtiline, Cehennem ateşini' müjdele!) buyurdular.

·        413 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ali’ye «ra-dıyallahü anh» (Yakın zemanda senin ile Âişe arasında bir macera ola-cakdır) buyurdular. Bu Cemel vak’asma işaretdi. Ali «radıyallahü anh» Yâ Resûlullah, bu iş eshâb içinde yalnız bana mı mahsusdur, dedi. (Evet yâ Ali) buyurdular. O zeman ben, eshâb-ı kirâmm «aleyhimürrıdvân» en kötüsü olmuş olurum dedi. (Hayır, yalnız onunla harb eder, sonra mekânıma gönderirsin) buyurdular. Nitekim, Cemel vak’asmda Ali «radı-yallahü anh» Âişenin «radıyallahü anhâ» askeri üzerine gâlib geldi ve* kendisine ikrâm ve ihtirâm ederek, Medîneye gönderdi.

·        414 — Emîr-ül Mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Yemen’den bir mikdar altun gönderdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bu altunları Necd halkına taksim etdi. En-sâr ve Muhâcirin «radıyallahü anhüm ecmaîn» Yâ Resûlallah, bizi bırakıp, Necd halkına altun dağıtıyorsun, dediler. (Müslimânlar ile iyi geçinsinler diye onlara verdim) buyurdular. O sırada saçı sakalı birbirine karışmış, gözleri içine çökmüş bir şahs geldi. Yâ Muhammed, Allah-dan sakın! dedi. Ben âsi olursam, Hak teâlânm emrini kim tutar?) buyurdular. Hâlid bin Velîd «radıyallahü anh» orada idi. Yâ Resûlallah* izn ver, öldüreyim, dedi. İzn vermediler. O şahs da dönüp gitdi. Resû lullah «sallallahü aleyhi ve sellem» buyurdular ki, (Bunun neslinden bir kavm çıkacakdır ki, Kur’ân-ı kerîm okurlar, fekat boğazlarından aşağı . geçmez, Müslimânları öldürür, puta tapanlara bir şey yapmazlar, bunlar okun yaydan çıkdığı gibi, îslâm dîninden çıkmışlardır). Bunlara Haricî veyâ Mârikîn denir.

·        415 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Esma binti Umeys’e «radıyallahü anhâ» (Seni ümmetimden üç kişi hanım edecekdir. Bunlar, Ca’fer bin Ebî Talib, Ebû Bekr bin Ebî Kuhâfe ve Ali bin Ebî Tâlib «ra-dıyallahü anhüm ecmaîn», bunlardan birisini seç ki, cennette kocan o olsun) buyurdular. Esmâ «radıyallahü anhâ» Ca’fer bin Ebî Tâ’.ibi seç-di. Çünki önce onunla ve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» emriyle evlenmişdi. Ca’ferden sonra Esmâyı Ebû Bekr, nikâh etdi. Ebû Bekrin vefatından sonra da Ali «radıyallahü anh» nikâh etdi. «Radıyal-lahü. anhüm ecma’în».

·        416 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Emîr-ül mü’minîn Ali’ye «radıyallahü anh», (Sen, dinden çıkan bir grub insanla (Hâricîler) harb edeceksin. Onların içinde, bir eli bir et parçası, omuz başında kadın memesi gibi bir şey olan ve o et parçasının üzerinde yaban faresi kuyruğu gibi kıllar bulunan bir adam olacakdır.) buyurdular. Ali «radı-yallahü anh» Haricîlere gâlib gelince, ölüler arasında tarif edilen şahsı aratdı. İlk arayışda bulunmadı. Ali «radıyallahü anh» ben yalan söylemem, bunu bana haber veren de yalan söylemez, bir daha arayın, buyurunca kırk ölünün altında ta’rif edilen şeklde bir cesed buldular.

·        417 — Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ali’ye «ra-dıyallahü anlı», (Senin eline, Benî Hanîfe esirlerinden bir câriye geçe-cekdir. Ondan bir oğlun olacakdır. Adını Muhammed koy!) buyurmuşlardı. Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» halifeliği .zemanmda Yemâme feth edildi. Benî Hanîfeden esirler alındı. Ebû Bekr «radıyallahü anh» Muhammed bin Hanefiyye’nin annesi olan Hanefiyye’yi Ali’ye «radıyalla-hü anh» gönderdi. Ondan Muhammed doğdu.

·        418 — Yemâmede bir kadın, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» başında yara olan bir çocuk getirdi. Mübarek tükrüğünden çocuğun başına sürdüler. Yara iyi oldu ve çocuğun neslinde bu cins yara görülmedi. Aynı kadın, başmca aynı yaradan olan bir çocuğu, Müseyle-me-i Kezzâb’a götürdü. Müseyleme tükrüğünden çocuğun başına sürdü. Çocuğun başı temâmen kel oldu ve çocuğun neslinde de bu hastalık devâm etdi.

·        419 — Ebû Zer Gıfârî «radıyallahü anh» Emîr-ül mü’rnmîn Hazret-i Osman «radıyallahü anh» zeınânmda, Medîneden Rüveydeye göç edip* oraya yerleşmişdi. Çok fazla hasta oldu. Annesi «radıyallahü anhâ» dâima ağlardı. Ebû Zer «radıyallahü anh» Anneciğim niçin ağlıyorsun? diye sordu. Annesi, hastalığın ölüme yaklaşdı, evde bir parça kefenimiz; dahi yokdur, dedi. Ebû Zer, onun için üzülme, bir gün Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» meclisinde idik. (İçinizden biriniz, sahrada ve-fât edecekdir, Müslimânlardan bir grub da cenazesinde buhınacakdır.) buyurdular. O meclisde bulunanlardan, hayatda olan benden başka kalmadı. Anneciğim şu tepeye çıkıp etrafa bak, bir grup insanlar görmen lâzım dedi. Annesi, oğlum, şimdi, hacıların gidip gelme zemanı değil, kim olur? dedi.

Ebû Zer, ısrâr edince, annesi tepeye çıkdı, etrafına bakdı. Develere binmiş birkaç kişinin geldiğini gördü. İşaret etdi. Yanma geldiler. Es-hâb-ı kirâmdan Ebû Zer çok ağır hasta, ölüm hâlindedir, gelir misiniz? dedi, Babamız, anamız ona feda olsun, geliriz dediler. Ebû Zer «radıyal-lahü anh» onlarla selâmlaşdı ve hadîs-i şerifi söyledi. Sonra, kefenim yokdur. Kefenimi bir kavme reislik veyâ vâlîlik yapmamış birisi versin, dedi. Ensârdan bir genç, dediklerini ben yapmadım ve yanımda, annemin ketenden yapdığı iki elbise vardır, dedi. Ebû Zer, ona hayr düâ etdi. Sonra vefât etdi. Oradakiler teçhiz tekfin hizmetini görüp nemâzını kıldılar. Onlardan biri, İbn-i Mes’ud ve biri de Mâlik bin Eşter «radıyal-lahü anhümâ» idi.

·        420 — Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir gün Resûlul-lahm «sallallahü aleyhi ve sellem» meclisinde oturuyorduk. Rical bin An-feve de içimizde idi. (İçinizden birisi, kıyamet günü Uhuddan büyük ateş yer,) buyurdular.

O meclisdekilerin hepsi vefât etdiler. Ricâl ile ben kaldık. Çok korkuyordum. Dâima. Ricâlin durumunu soruyordum. Bir zeman sonra, Ricalin mürted olduğunu ve peygamberlik dâ’vâsmda bulunan Müseyleme-ye uyduğunu duydum. O korku benden biraz gitdi.

·        421 — Râfi’ bin Hadîcin «radıyallahü anh» Uhud gazasında göğsüne bir ok geldi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna gelip, yâ Resûlullah, göğsümdeki oku çek, dedi. (Ey Râfi’, istiyorsan oku, demiriyle beraber çekeyim, istersen demiri içeride kalsın, kıyâmet günü senin şehîd olduğuna şehâdet edeyim) buyurdular. Râfi’ demirin içeride kalmasını tercih etdi. Oku çekdiler. Râfi’, Muâviye «radıyallahü anh» zemanma kadar yaşadı. Sonra o yara tazelenip vefat etdi. «Radıyallahü .anh.»

ALTINCI BÖLÜM

Bu bölümde, Eshâb-ı Kirâm, oniki imâm ve tâbi’înden «radıyallalıü anhüm ecma’în» bildirilen peygamberlik delilleri ve müjdeleri anlatd-makdadır.

Bütün din büyükleri buyuruyor ki: Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıd-van» peygamberlerden ve meleklerden sonra mahlûkların en efdali, en üstünüdür. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» diri iken ve peygamber iken bir an gören, eğer kör ise bir an konuşan büyük veyâ küçük bir mü’mine sahâbî denir. Birkaç dânesine eshâb denir. Kâfir iken görüp, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtmdan sonra îmâna .gelen veyâ mü’min olarak görüp de sonra meâzellah mürted olan kimse, sahâbî değildir. Eshâb-ı kirâmm her birini sevmemiz, hürmet etmemiz, hepsine saygı göstermemiz lâzımdır. Aralarında yapdıkları muhârebe-leri, Allahü teâlânm emrini yerine getirmek için, doğru yolda yürümek için yandıklarına inanmak lâzımdır. Bu muharebelere katılanlarm hiç birinde mekâm, şöhret, para hırsı yokdu. Hepsi, âyet-i kerîmenin ve ha-dîs-i şerifin emrini yerine getirmek gâyesinde idiler. Eshâb-ı kirâmm hepsi müctehid olduğundan içtihadında yamlana, hatâ edene de, kıyâmetde sevâb verilecekdir.

Eshâb-ı kirâmm üstünlüğünü bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler pek çokdur. Meselâ Sûre-i Âl-i îmrânda buyuruyor ki: (Sîzler, bütün insanlar içinden en iyi bir ümmetsiniz, cemaatsınız') ya’nî peygamberlerden sonra bütün insanların en iyisisirıiz! Sûre-i Tevbede buyuruyor ki: (Mekke-i Mükerreme ehalisinden olup da Medîne-i Münevvereye hicret. eden eshâb-ı kiramdan ve iyilikle onların izinde gidenlerden, Allahü teâlâ râzıdır ve onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ onlara cennet hazırlamışdır. Sûre-i fethde buyuruyor ki: Eshâb-ı kirâmm hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fekat birbirlerine karşı merhametli, yumuşakdırlar. Bunları çok zeman secde ve rükûda görürsünüz. Herkese dünyâda ve âhiretde her iyiliği Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı, ya’ni Allahü teâlânm kendilerini beğenmesini de isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur. Bir hadîs-i şerifde: (Eshâbımın her biri gökdeki. yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız, Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz. Ya’ni hangisinin sözü ile hareket ederseniz doğru yolda yürürsünüz,) buyurulmuşdur.

Denizlerde, çöllerde yıldızlarla yön bulunduğu, yol alındığı gibi, bunların sözleriyle hareket edenler, doğru yolda giderler. Diğer bir hadîs-i. şerifde: (Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız, onların şanlarına yakışmı-yan bir şey söylemeyiniz, nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin biriniz Uhud dağı kadar sadaka verse, esbabımdan birinin bir. müd (ya’ni 875 gram) arpası kadar sevab alamaz,) buyurmuşlardır. Yine bir hadîs-i şerifde: (Zemanlar, asrlar ehâlisinin en hayırlısı, en iyisi,, benim asrımın ehâlisi, ya’ni eshâb-ı kirâmm hepsidir.

Ondan sonra ikinci asrın, ondan sonra üçüncü asrın mü’minleridir.) Başka bir hadîs-i şerifde: (Beni gören veya beni görenleri gören bir Müs-limânı cehennem ateşi yakmaz) buyurdular.

Peygamber efendimizden «sallallahü aleyhi ve sellern» sonra bu ümmetin en üstünü Ebû Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir «ra-dıyallahü anhüm ecmâin» Muhammed bin Hanefiyye demişdir ki: Babam Ali’ye «radıyallahü anh» Resûlullahdan sonra «sallallahü aleyhi ve sel-lem» bu ümmetin hayrlısı kimdir? diye sordum. «Ebû Bekr’dir» dedi. Ondan sonra kimdir? dedim. Ömer’dir, dedi. Ondan sonra Osman diyeceğinden korkdum. Ondan sonra sen misin? diye sordum. Ben Müslimânlar-dan birisiyim, dedi.

Hazreti Ali «radıyallahü anh» içtihadında isabet etdi. Muaviye «ra-dıyallahü anh» içtihadında hatâ etdi. Hasen «radıyallahü anh» hakkında. Ebû Bekr «radıyallahü anh»m rivayetiyle şu hadîs-i şerif vardır (Benim bu oğlum Seyyiddir. Müslimânlardan iki cemâati barışdırır.)

Eshâb-ı kirâmm evlâdının üstünlüğü, babalarının üstünlüğü gibidir. Yalnız Fâtmanm «radıyallahü anha» evlâdı, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali’nin, Fatma’dan olmayan evlâdlarmdan üstündür. Ehl-i beyti de sevmek lâzımdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Ehl-i beytim Nûlıun. «aleyhisselâm» gemisi gibidir, o gemiye binen kurtulur.) buyurulmuşdur.

Ahmed bin Hanbelen «rahmetullahi aleyh» sordular ki: Eshâb-ı kiramdan «aleyhimürrıdvân» meydana gelen kerâmetler, sonra gelen evliyadan .meydana gelen kerâmetlere nazaran yok denecek kadar azdır,. bunun sebebi nedir ? Cevâbında buyurdu ki: Eshâb-ı kirâmm «aleyhimür-rıdvan» îmânları Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sohbetinin te’siriyle çok kuvvetli, parlak olduğundan kerâmetle takviyyeye ihtiyaçları yokdu. Diğerlerinin imânları bu kadar kuvvetli olmadığından, kerâmetle kuvvetlendi. Evliyâ, kerâmetinin görünmesini istemez. Kerâmet iki kısındır. Birisi Hissiyye, diğeri ma’neviyyedir. İnsanların çoğu keramet-i hissiyyeleri anlarlar. Meselâ, kalbde olanları söylemek, geçmiş veya ge-lecekdeki gâibden haber vermek, su üstünde yürümek, havada uçmak müslimân kimseden meydana geliyorsa kerâmetdir. Kâfirden veya fâsık-dan meydana gelirse istidracdır. İnsanların çoğu kerâmet-i hissiyye ile is-tidracı karışdırırlar. Kerâmet-i ma’neviyyeyi ancak bu ümmetin havâssı, üstün kimseleri anlar. Şeri’ate yapışmak, ibâdetlerden lezzet duymak, hayrh ve lâzım olan işlere karışmak, iyi ahlâk, büyüklere hürmet ve küçüklere şefkat ile müzeyyen olmak, kalbinde kin, kıskançlık ve diğer kötü vasflar bulunmamak, Allah ve kul hakkına riayet etmek kerâmet-i ma’neviyyedir. Bunlar kâfir ve fâsıkdan meydana gelmez. Eshâb-ı kirâmda «aleyhimürrıdvân» kerâmet-i hissiyye pek meydana gelmedi, fekat keramet-i ma’neviyye ile kemâl derecede vasflanmışlardı. Bu ümmetin diğer evliyâsı eshâb-ı kirâmm «aleyhimürrıdvan» derecesine erişememiş, ancak onların vilâyet kandilinden iktibâs etmişlerdir. Evliyânın kerâme-ti hakdır. Nitekim Kur’an-ı kerimde bir âyeti kerîmenin tefsirinde: (Ze-keriyyâ «aleyhisselâm», Meryemin «radıyajlahü anhâ» yanma her gitdi-ğinde, yaz ise kış meyvası, kış ise yaz meyvası bulurdu.) buyurulmuşdur. Hazret-). Meryem «radıyallahü anhâ» peygamber olmadığına göre, bu âyet-i kerîme kerâmeti inkâr edenlere tam bir delildir. Bunun gibi dahâ sayılamıyacak kadar çok delil vardır.

·        422 — Evliyanın en üstünü Ebû. Bekr’in «Radıyallahü anh» yüksek menkıbelerini yazalım. Resûluilaha «sallallahü aleyhi ve sellem» her şeyde uyduğu için onun bütün halleri, amelleri Hazret-i Muhammedln «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğine açık delil ve güzel şâhiddir. Hicret zemanmda, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Cebrâilden «aleyhisselâm» benimle beraber kim hicret edecek? diye sordular Ebû Bekr Sıddîk, cevâbını verdi. Ondan sonra Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» ismi Sıddîk-ı Ekber oldu.

Re.sûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ebû Bekr «radıyallahü anh» ile mağaradan çıkarken, (Yâ Ebâ Bekr, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ herkese umûmî olarak tecelli eder. Sana hususî olarak tecellî eder.) buyurdular. Ayrıca, (Ebû Bekr’in üstünlüğü nemaz ve oruçla değil, göğsünde dolu olan şeyledir.) buyurdular. Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» hakkında çok hadîs-i şerif vardır. Biz burada ba’zı üstün kimselerin gördükleri kerametleri alacağız.

·        423 — Ebû Bekr «radıyallahü anh» anlatır: Resülullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğinden evvel bir gece rü’yamda bir nurun gökden Kâ’beye indiğini oradan Mekke’nin bütün evlerine dağıldığını sonra tekrar toplanıp benim evime girdiğini gördüm. Evin kapısını kapatdım. Sabahleyin rü’yâmı bir yehudi âlimine anlatıp ta’bir etmesini istedim.. Gördüğün rü’yânın kıymeti yokdur dedi. Aradan zeman geçdi. Ticaret, için yapdığım bir seferde râhib Buheyramn kilisesine yolum düşdü. Rü’-yâmm ta’birini ondan sordum. Hangi kabileden olduğumu sordu. Kureyg’-denim dedim. Hak teâlâ sizin aranızdan bir Peygamber gönderecekdir. Sen onun veziri ve vefatından sonra da halife olacaksın, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğini ilân edince, beni de islâma çağırdı. Her Peygamberin bir delili vardı. Senin delilin nedir? diye sordum. (Benim delilim, senin gördüğün rü’yandır ki, onu Yehûdi âlimine ta’bir etdirdin, kıymeti yokdur, dedi. Buheyra’ya sordun o da ta’birini şöyle yapdı) buyurdu. Sana bunu kim haber verdi? dedim. Cebrâil «aley-hisselâm» haber veriyor, buyurdular. Artık bundan başka delil istemem deyip İslâma geldim. Sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi 7e sellem» buyurdular ki: (Ebâ Bekr’i İslâma dâvet etdiğim zeman hemen tasdik eyledi, o sıddîk-ı ekberdir. Da’vetimi bir şey sormadan kabul eden Ebû Bekr’den başka olmadı) buyurdular.

·        424 — Emir-ül Mü’minîn Ebû Bekr «radıyallahü anh» câhiliyyet ze-manında bir gün bir ağacın gölgesinde oturuyordum. Ağacın bir dalı bana doğru eğildi, başıma erişdi. Hayretle bakıyordum. Ağaçdan bir ses geldi ki: Falan vaktde bir Peygamber gelecekdir, onun yanında insanların en seadetlisi sen olacaksın. Daha açık söyle o peygamber kimdir adı nedir? dedim. Ağaçdan, Hâşim oğlu Abdülmüttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed’dir, diye ses geldi. O benim arkadaşım ve dostumdur, ne zemân Peygamberliğini ilân ederse bana haber ver, dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Peygamberliğini ilân edince o ağaçdan, Ey Ebû Kuhâfenin oğlu, Muhammede, Musâ’mn Rabbinden vahy geldi, çabuk ol, önce sen imân edeceksin, diye ses geldi. Sabahleyin Resülullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» evine doğru gitdim. Beni görünce, Ey Ebû Bekr, seni Hak teâlâya ve resûlüne çağırıyorum, buyurdular. Hemen şe-hâdet getirip îmân ile müşerref oldum.

·        425 — Ebû Bekr «radıyallahü anh» anlatır: Resülullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilân etmeden evvel ticaret için Yemen’e gitmişdım. Semâvî kitabları okumuş, dört yüz yaşında bir ihtiyara mü-safir oldum. Beni görünce, öyle zan ediyorum ki sen Mekkedensin «şe-refehullahü» dedi. Evet dedim Kureyşden misin? dedi. Evet dedim. Beni Temimden misin? diye sordu. Evet dedim. Bir alâmet kaldı, dedi. Ne dir, dedim. Karnını aç dedi. Maksadının ne olduğunu söylemeden açmam, dedim. İlâhî kitablarda okurum ki: Haremden bir Peygamber çıkacakdır bir genç diğer ihtiyar iki muavini olacakdır. Genci kuvvetli ve şiddetli, ihtiyarı zaif ve karnında ben olacakdır, dedi. Karnımı açdım, göbeğimin üstünde siyah bir ben gördü. Kâ’benin hakkı için sen o ihtiyar muavinsin dedi. Ve meylin hidayet tarafına olsun, o peygamberin dînine sıkı, sarıl ve Allahın sana bağışladığı şeyleri gizle, diye vasıyyet etdi.

Yemen’de işimi bitirip, Allahaısmarladık demek için geldiğimde bana birkaç veyt verdi. Bunları o Peygambere verirsin, dedi. Mekke’ye geldim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» meb’ûs olmuşdu. Mekkenin uluları beni görmeğe geldiler. Aranızda hiç garib bir hâdise oldu mu, dedim. Bundan daha garib bir şey olmaz ki, Ebû Talib’in yetimi peygamberlik iddia ediyor, seni bekliyorduk, dediler. Onları mümkin olan bir şekl-de başımdan savdım. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» nerede olduğunu sordum. Hadîce-tül Kübra’nm «radıyallahü anhâ» evindedir dediler. Gitdim, kapıyı çaldım, dışarı çıkdılar. Yâ Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» senin, atalarının dînini bırakdığını söylüyorlar, dedim.

(Ben Hak teâlânm Resulüyüm, seni ve bütün insanları Allahü teâlâ-ya îmân etmeğe çağırıyorum) buyurdular. Delilin nedir? diye sordum (Yemende gördüğün ihtiyardır) buyurdular. Bunu sana kim haber verdi? dedim. (Benden evvelki peygamberlere de gelen büyük bir melek haber verdi.) buyurdular. Hemen mübarek elini tutup kelime-i şehâdet getirdim, îmân şerefine kavuşduğum için benden ferah kimse yokdu.

·        426 — Emîr-ül mü’minin Ebû Bekr «radıyallahü anh» buyurdu ki: Ölüm hastalığında hilâfeti kime bırakacağım hakkında tekrar istihare eyledim. Hak teâlâdan, rızâsı nerede ise bana bildirmesini diledim. Bilirsiniz yalan söylemek istemem. Hiç bir akili insan da, Müslimânlara yalan söyleyerek aldatır vaziyetde Hak tealâmn huzûruna çıkmak istemez. Orada bulunanlar, Ey Allahın Resûlünün halifesi, senin doğruluğunda hiç kimsenin şübhesi yokdur, istifi ürenizi söyleyin dediler. Gecenin sonunda idi. Uyumuşum. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm. İki beyaz kaftan giymişdi. Kaftanın etrafını ben toplardım. O sırada iki kaftan yeşil olmağa ve parıldamağa başladı. Bakanların gözünü alırdı. Yanında iki kişi vardı. Yüzleri güzel, elbiseleri nûr ve onları görmekde sürür vardı.

Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana selâm verdi. Musafeha <etdi. Mübarek elini göğsüme koydu içimdeki sıkıntı gitdi. (Ey Ebû Bekr, senin mülâkatma iştiyâkımız çokdur. Bizim yanımıza gelme vaktin oldu) buyurdular. O kadar ağlamışım ki evdekiler uyanmışlar, sonra bana söylediler. Sana kavuşacak mıyım yâ Resûlullah, dedim. (Kavuşmamıza şüb-hesiz çok az kaldı) buyurdular. Sonra.(Hak teâlâ seni hilâfet işinde muhayyer kıldı buyurdular. Siz seçiniz dedim. Hilâfete lâyık, şerî’atle hükmeden, doğru ve kuvvetli olan Fârûkdur. Zirâ yer ve gök ehli ondan nâzıdır; zemânm en iyisidir. Siz ikiniz dünyada vezirlerimsiniz, vefâtımda yardımcılarımsmız ve Cennetde komşularımsımz) buyurdular ve bana selâm verdiler. Yanındaki o iki kişi de selâm verdiler. Gökde, melekle^ arasında Sıddîksm dediler. Yâ Resûlallah, bu iki kişi kimlerdir ki, yeryüzünde bunlara benzer kimse görmedim, dedim. (Bunlar büyük seçilmiş iki melek olan Cebrâil ve Mikâildir) buyurdular. Sonra gitdiler. Uyandım, yüzüm göz yaşından ıslanmışdı ve ehl-i beytim baş ucumda, ağla -ışıyorlardı.

·        427 — Âişe-i Sıddîka «radıyallahü anhâ» demişdir ki: Ebû Bekr’i «radıyallahü anh» ba’zıları Baki’ kabristanına defn edelim dediler. Ben de, kendi evimde Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanma defn edelim, dedim.

Bu ihtilâf sırasında beni uyku bastırdı, uyumuşum, bir ses işitdim. Dostu dosta kavuşdurun, diyordu. Uyandım. O sesi herkes işitmiş.

·        428 — Ebû Bekr «radıyallahü anh» vasıyyetinde: Beni Ravza-ı Re-sûl’ün kapısına götürüp, Esselâmü aleyke yâ Resûlallah, bu Ebû Bekr’-dir, senin kapının eşiğine gelmişdir, diyiniz. Eğer izn verilip kapı açılırsa, beni içeri götürün, yoksa Bakî’a götürürsünüz, demişdi. Bu vasıyyet üzerine Ravza-ı Resûlün «sallallahü aleyhi ve sellem» kapısında dahâ sözler bitmeden perde açıldı ve kapı sesi işitildi. Ayrıca kulağımıza, Ha-bîbi habîbe erişdirin, diye ses geldi.

·        429 — Bir gece Ebû Bekr’in «radıyallahü anh» evine müsafir gel-mişdi. Kendisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» yanında idi. Geç vakt evine geldi. Ehl-i beytine müsafirler akşam yemeği yediler mi? diye sordu. Yemek verdik, sizinle beraber yemek için yemediler, denildi. Üzüldü ve o anda yememeğe yemin etdi.

Sonra yemin şeytandandır dedi ve yemeğe başladı. Oradaki müşavirlerden biri diyor ki: Yemekden bir lokrpa alırdık, altında dahâ fazlası

meydana gelirdi. Hepimiz doyduk. Tabakda evvelkinin üç misli yemek vardı. 0 yemeklerden sayılarını bilmiyorum ama çok kimseler yediler.

·        430 — Ebû. Bekr «radıyallahü anh» ölüm hastalığında, iki oğlan iki kız evlâdını Âişe-i Sıddikaya «radıyallahü anhâ» ısmarladı. Âişe «Radı-yallahü anha», benim bir kız kardeşim vardır. Diğeri kimdir? diye sordu. Hazret-i Ebû Bekr «Radıyallahü anh» refikam hâmiledir, zan ederim kız olacakdır. dedi. Hakikaten kız- doğdu.

177


Peygamberlik Müjdeleri — F. 12

HAZRET-İ ÖMER «Radıyallahü anh»

Ebû. Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Geçen ümmetlerde peygamber olmayan velîler vardı. Hak teâlâ onlarla söz söylerdi, eğer bu ümmetde, onun gibi kimse olursa Ömer Übnil Hattâbdır) buyurdular. Abdullah îbni Ömer «radıyalla-hü anhümâ» demişdir ki: Herhangi bir işde eshâb-ı kirâm «aleyhimür-rıdvân» söz söyleseler, Hükm-i İlâhî Hazret-i Ömerin «radıyallahü anh» sözüne uygun nâzil olurdu. Nitekim bir hadîsi şerifde, (Allahü teâlâ Ömer’in «radıyallahü anh» dili ile söyleyicidir,) buyurulmuşdur. Yine Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» şöyle buyurdu: Rü’yada gördüm, bir kova ile kuyudan su çekiyordum. Hak teâlânm istediği kadar çekdim. Sonra Ebû Bekr «radı-yallahü anh» bir iki kova çekdi, onun çekmesinde za’iflik vardı. Hak teâlâ ona rahmet etsin. Daha sonra Ömer-Übnil-Hattâb kovayı aldı Onun gibi kuvvetli su çeken görmedim. Bütün havzları doldurdu ve bütün insanları suya kandırdı», buyurdular. Ebû Bekr «radıyallahü anh» ölüm hastalığında, Osman Bin Affân’a «radıyallahü anh» yaz, dedi.

Besmeleden sonra Bu Ebû Bekr’in dünyâdan çıkacağı günlerinin son ahdi ve âhirete gireceği ilk ahdidir. Kâfirin ve fâcirin inanacağı, yalancının tasdik edeceği gibi ben Ömer Übnil Hattâbı halife seçdim. O âdildir. Bu benim ona olan zannımdır. Ben böylece hayrı istedim, şeklinde yazıldı. Sonra bu yazı eshâb-ı kiramın «alehimürrıdvan» büyüklerine arz olundu. Yazılı olanlara bî’at etdiler. Rivayet edilir ki, Ebû Bekr’in «ra-dıyallahü anh» hastalığı ağırlaşınca pencereden insanlara hitaben: Ey insanlar, ben size bir ahd eyledim, ona razı oluyor musunuz? dedi.

Evet, râzı oluyoruz, dediler. Ali «radıyallahü anh» Ömer - Übnil-Hattâb «radıyallahü anh» dan başkasına razı olmayız, dedi. Ebû. Bekr «radıyallahü anh» da hayrlı olsun dedi.

·        431 — Ibni Abbâs «radıyallahü anhümâ» anlatır: Hak teâlâ Medâinin fethini Ömer «radıyallahü anh» zemanmda nasîb eyledi. Ganimet malları Mescid-i Resûlde açıldı. Önce hazret-i Hasen bin Ali «radıyallahü an-hümâ» gelip, ganimet malından hakkını istedi. Halife hazret-i Ömer «ra-dıyallahü anh» Lutf ve kerametle söyleyip emr eyledi. Bin dirhem verdiler. Sonra Hazret-i Hüseyn bin Ali «radıyallahü anhümâ» geldi, Ganimet malından hakkını istedi. Ona da lutf ve kerametle söyleyip bin dirhem verdiler. Daha sonra Abdullah bin Ömer «radıyallahü anhümâ» geldi lutf ve kerâmetle söyleyip beş yüz dirhem verdiler. Yâ Emir- el-mü’-minîn ben harblerde bütün gücümle çalışdım. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» önünde kılıç vurdum. Hasen ve Hüseyn «radıyallahü anhümâ» Medine sokaklarında çocuklar ile oynarlardı onlara biner dirhem, bana beşyüz dirhem veriyorsun, dedi. Ömer «radıyallahü anh» cevâbında: Evet şöyledir. Seni de onun babası aliyyül Mürtezâ gibi baban olsun, onların annesi Patıma «radıyallahü anhâ» gibi annen olsun.

Dedeleri Muhammed Mustafa «sallallahü aleyhi ve sellem» gibi deden olsun. Amcaları Ca’fer bin Ebî Talib «radıyallahü anh» gibi amcan olsun. Teyzeleri Ümmü Hânî binti Ebî Tâlib gibi teyzen olsun. Dayıları İbrahim bin Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» gibi dayın olsun, halaları Rukiyye ve Ümm-i Gülsüm «radıyallahü anhüm» gibi halan olsun, sen de o kadar alırdın, dedi. Bu sözü Ali «radıyallahü anh» duyunca, Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» duydum. «Ömer Cennet ehlinin sirâcıdır» buyurdular dedi. Ömer-übnil-Hattâb «radıyallahü anh» bunu duyunca, yanma eshâbdan bir kaç kişi alıp Hazret-i Ali’nin «radı-yallahü anh» evine geldi. Kapıyı çaldı. Ali «radıyallahü anh» dışarı çık-dı. Ya Ali sen Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» «Ömer Cennet ehlinin ışığıdır» dediğini duydun mu? dedi. Ali «radıyallahü anh» evet, duydum dedi. Bunu bana yazı ile yazar mısın? dedi. Ali «radıyallahü anh» besmeleden sonra, bu Ali bin Ebû Tâlib’in Ömer-übnil Hattâb için Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» duyduğu, Onun da Cebrâilden «aleyhisselâm» duyduğu, onun da Allahü teâlâdan haber verdiği Ömer-übnil-Hâttâb Cennet ehlinin ışığıdır sözü hakkındadır, diye yazdı

Ömer «radıyallahü anh» bu yazıyı alıp oğullarından birine verdi. Öldüğüm zemân bu kâğıdı kefenimin arasına koyunuz, bununla beraber Hak teâlânm huzûruna gideyim dedi. Biliniz ki, eshâb-ı kirâmm «aley-himürrıdvan» faziletleri sonsuz, kerâmetleri sayısız, harikalarını anlat-makda diller âcizdir.

·        432 — Ömer-übnil-Hattâb «radıyallahü anh» bir Cum’a günü minberde hutbe okurken, hutbeyi bırakıp, iki veya üç kere, Yâ Sâriye el cebel, Yâ Sâriye el cebel dedi. Yine hutbeye devam etdi. Cemâ’at Ömer «radıyallahü anh» divâne mi olmuşdur, dediler. Nemazdan sonra Abdur-rahman bin Avf «radıyallahü anh» hutbe arasında o sözü niçin söylediğini ve cemâ’atm kendine dil uzatmasına sebep olduğunu sordu. Ömer «radıyallahü anh» da o sırada Sâriye «radıyallahü anh» ve ordusu bir dağın dibinde kâfirlerle harb ediyorlardı. Kâfirler, önden ve arkadan saldırıyorlardı. O sözü söyledim ki, arkalarını dağa versinler. Derler ki, Medine ile muharebe yeri bir aylık yol idi. Bir müddet sonra Sâriye «ra-dıyallahü anh» o seferden döndü. Eshâb-ı kirâma «aleyhimürrıdvan» şöyle anlatdı. Bir Cum’a günü sabahdan öğleye kadar harb etdik. Öğle vakti, Yâ Sâriye el cebel diye bir ses duyduk. Arkamızı dağa verdik. Kâfir askerinin çoğunu öldürdük, gerisi de kaçdı. Hutbe zemânmda Hazret-i Ömeri «radıyallahü anh» delilikle ithârn edenler, sözlerinden vaz geçdi-ler. Nakl ederler ki, Ömerin «radıyallahü anh» o sözünü Aliye «radıyal-lahü anh» söylediler. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» o, ma’nâsız, boş bir söz söylemez veyâ bir iş işlemez dedi. İmâm-ı Fahreddin Râzî tefsir-i kebîrinde şöyle yazmışdır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhümâ» için (Siz benim gözüm ve kulağım gibisiniz) buyurmuşdur. Emîr-ül mü’minîn Ömer «radıyallahü anh» Hazret-i Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» halifesi olunca o kadar uzak mesâfedeki harbi görmüşdür.

t

·        433 — Emîr-ül mü’minin Ömer «radıyallahü anh» Irak’da bir yere Islâm askeri göndermişdi. Bir gün Medine’de otururken Vâ Lebbeygâhü ya’ni buyurun efendim diye iki kere, seslendi. Bu söze herkes hayret etdi. Islâm askeri Medine’ye döndüler. Kumandan, Hak teâlânm verdiği zaferleri anlatıyordu. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» bunları bırak, kendisine zorla suya gir dediğin kişinin hali ne oldu? diye sordu. Kumandan, bu işde benim bir kötü niyyetim yokdu. Bir suya geldik. Bu suyun derinliğini anlamak için o kişiyi soyup suya koyduk. Hava soğuk idi. Ona te’sîr edip Vâ Ömerâhü ya’nî Ey Ömer nerdesin diye iki kere feryad etdi. Sonra soğuğun şiddetinden helâk oldu. Bu sözden Hazret-i Ömerin «radı-yallahü anh» Vâ Lebbeygâhü sözünün, suda helâk olan kişiye cevâb olduğunu anladılar.

Sonra Ömer «radıyallahü anh» kumandana dönerek: Eğer bu işin bundan sonra usûl olarak kalmıyacağmı bilseydim, elbette senin boynunu vururdum. Haydi o mazlûmun kan behâsını ehline ver ve bir dahâ böyle bir şey görmiyeyim, buyurdular. Ayrıca, bence bir Müslimânı öldürmek, nicelerini öldürmekden büyükdür, buyurdular.

·        434 — Emîr-ül Mü’minîn Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» zema-nında Mısır fetlı olup Vali olarak da Amr ibni Âs «radıyallahü anh» tayin edilmişdi. Bir gün Mısır halkı Amr’m «radıyallahü anh» huzûruna geldiler. Nil nehrinin bir âdeti vardır, yapılmazsa suyu çekilir-, dediler. O âdet nedir? diye soruldu. Halk, bu aydan oniki gün geçdikten sonra bir kız buluruz. Anasını, babasını mal ve para ile râzı ederiz. O kızı güzel elbiselerle ve altınlarla süsleyip nehre atarız, dediler.

Amr «radıyallahü anh» bu îslâmiyetde olamaz, İslâmiyyet bütün bozuk âdetleri kaldırmışdır, buyurdular. Üç ay sonra Nil’in suyu temâ-men kurudu. Mısır halkı başka yerlere göç etmeye başladılar. Amr ibni Âs «radıyallahü anh» bu durumu Halife Ömer’e «radıyallahü anh» bildirdi. Halife cevab olarak bir mektûb yazdı.

Mektûbunda, «onların adetlerini yapmamakla iyi yapmışsın, mektubumda bir parça kâğıd göreceksin, onu Nil nehrine at!» diye yazmışdı. O kâğıd parçasında da «Allahın kulu Ömer übnil Hattâb’dan, Mısırın Nil nehrine, evvelce akıyordun, şimdi akmıyorsun. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâ seni akıtır. Allahü teâlâdan senin akman için düâ ediyorum.» diye yazılı idi. Amr «radıyallahü anh» o kâğıdı nil nehrine atdı. Ertesi gün su onaltı zırâ’ yüksekliğinde akmağa başladı. O zemandan beri bu kötü âdetden kurtuldular. (Bir zırâ’ elli santimetredir.)

İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» haber veriyor: Mûsâ «aley-hisselâm» Fir’avna bed düâ etdi. Nil kurudu. Halk, başka yerlere göç etmeğe başladı. Sonra toplanıp Mûsâ «aleyhisselâm»a gelerek Nilin tekrar akması için düâ buyurmasını istediler. Mûsâ «aleyhisselâm» belki îmâna gelirler diye düâ buyurdu.

Ertesi sabah su onaltı zırâ’ yüksekliğinde akmağa başladı. Hak teâlâ bu ümmetden Hazret-i Ömere «radıyallahü anh» bu kerameti verdi,

·        435 — Birgün Medinede «şerrefehullahü» zelzele oldu. Ömer «radı-yallahü anh» tuğrasiyle yere vurup, Allahın izniyle sakin ol dedi Zelzele durdu ve Medinede bir dahâ zelzele olmadı.

·        436 — Bir gün Medinede yangın oldu. Ömer «radıyallahü anh» bir saksı parçasına, Ey ateş Allahın izniyle sakin ol, diye yazıp yangın yerine atdı. Yangın hemen söndü.

·        437 — Rum Meliki Hazret-i Ömer «radıyallahü anh»a bir eiçi gönderdi. Elçi, Halifenin bulunduğu yeri sordu. Bir saray gösterileceğini zan ediyordu. Sahrada kerpiç kesiyor dediler. Elçi Sahraya doğru gitdi. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» tuğrasını başının altına koymuş uyuyordu. Elçi bu hali görünce hayret etdi. Şark ve garbda herkes bu kişiden korkar, bunun hâli de böyledir diye kalbinden geçirdi. Sonra, burası tenhâdır, bunu öldürürsem herkes kurtulur diye düşünüp kılıcını çekdi Hak teâlâ yerden bir arslan çıkardı. Elçinin üzerine saldırtdı. Elçi, korkusundan kılıcı elinden bırakdı. Ömer «radıyallahü anh» uyandı. Arslanı gör-memişdi. Elçiden ne olduğunu sordu. Elçi durumu anlatdı ve müslimân oldu.

·        438 — Emir-ül mü’minîn Ömer «radıyallahü anh şehid olunca yer yüzü karanlık oldu. Çocuklar, annelerine, kıyâmet mi kopdu derlerdi. Anneleri de hayır, Ömer-übnil-Hattâb «radıyallahü anh» şehid edilmişdir derlerdi.

·        439 — Şeyhaynm (ya’ni Ebû Bekr ile Ömer) «radıyallahü anhümâ» kerametlerinden lıiri de Râfızîlerin kendilerine yakışmayacak sözler söyleyip, çeşidli cezâlara çarpdırıhnalarıdır.Hâce Muhammed Pârisâ «kud-dise sirruh» Fasl-ül-hıtâb adlı kitabında yazmışdır: Hazreti Ali «kerre-mellahü vecheh» buyurmuşdur ki, bir grub insanlar, beni Ebû Bekr ve Ömerden «radıyallahü anhümâ» üstün tutacaklardır. Onların kalblerin-de nifak vardır, müslimânlarm bölünmesini ihtilâfa düşmelerini isterler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana' haber verdi ve onları öldürmekle emr etdi. Zâhiren müslimân görünürler, içlerinde din düşmanlığı vardır. Yalan söylemek onlar için güzeldir. Bütün kötülükler içlerin-dedir. Kur’ân-ı kerimi değişdirirler. Fitne üzerinde birbirleriyle anlaşma yaparlar. Eshâb-ı kirâma «aleyhimürridvân» söğerler. Hak teâlâ onları avfetmez. Küçükler büyüklerinden öğrenirler, böylece devâm ederek sünneti harâb edip, bid’atı yayarlar. O zemânda sünnete uyanlar, şehid-lerden âbidlerden ve gâzilerden efdaldır. Saâdet onlarmdır. Yeryüzünde rafızîlerden çok buğz edilecek kimse yokdur. Yer onlara buğz eder, gök onlara istikrâh ile gölge verir. Râfızîlerin âlimleri, o gün gök altında bulunanların en zararlısıdır. Fitne onlardan çıkar. Râfızîlerin âlimleri gök-deki melekler arasında, pis ve necs diye isimlendirilir. Eshâb-ı Kirâmı «Aleyhimürridvân» kötüledikleri zeman, göğüslerinden hikmet gider. Allahü teâlâ Râfızîlerin ve bid’at sâhiblerinin kıyâmet gününde sûretleri-ni değişdirir. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürridvân» bu sözü işitince Yâ Emir-el-mü’minîn, biz o zemana yetişirsek ne yapalım, dediler. Ali «Radıyalla-’hü anh» îsâ «Aleyhissalâtü vesselâm»m havârîleri gibi olunuz. Hak teâlâ :size ne emr etdi ise, Peygamberine ita’at, eshâbma muhabbet ve râfizîle-re düşmanlık husûsunda, onları tatbîk edip sabr edin. Hak ve sünnet üzere olmak, günâh ve bid’at üzere olmakdan hayrlıdır dedi. Abdullah Bin* Sebe Hazret-i Aliyi «radıyallahü anh» Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer’den «radıyallahü anhümâ» üstün tutmuşdur. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» bunu duyunca yemin ederek, onu öldürürüm buyurmuşdur. Seni seveni niçin öldürüyorsun? diye sorduklarında, beni onlardan üstün tutanı elbette öldürürüm. Benim olduğum şehrde bulunmasın buyurup, hemen şehrden sürdü.

İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâil-ün-nübüvve kitâbm-da güvenilir kimselerden nakl eyledi ki: Biz üç kişi Yemen’e gidiyorduk. Yanımızda kafileden bir şahs var idi. Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhüma» hakkında yakışmıyan sözler söylerdi. Her ne kadar nasihat et-dik ise, fikrinden vaz geçmedi. Yemene yakın bir yerde konakladık. Uyuduk. Kalkıp abdest aldık. Kafileyi de uyandırdık. Uyandı. Heyhat, ben burada sizden geri kalıyorum, dedi. Uyandırdığınız zeman ResûluJ-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» baş ucumda idi ve bana Ey fâsık, Hak: teâlâ fâsıkı hakir eyledi, sen burada sûret değiştireceksin buyurdu, dedi. Biz, vay sana kalk abdest al, dedik. Kalkıp oturdu, ayaklarını bir yere topladı. Bakdık ki ayak parmakları maymun parmağı şekline girdi. Sonra iki ayağı dizlerine kadar maymun ayağı gibi oldu. Böylece yüzü ve başı da değişip tamamen maymun oldu. Onu alıp devenin palanı üzerine bağladık. Yola koyulduk. Güneş batmasına az kalmış idi, bir yere vardık. Orada bir kaç maymun toplanmışdı. Onları görünce çok ızdırap çekdi ve ipini koparıp onların yanma gitdi. Bize doğru döndü, diğer maymunlar da döndüler. însaıı iken bize eziyyet ederdi, şimdi maymunlar ona dost oldular. Sonra bize doğru geldi. Kuyruğunun üzerine oturdu. Yüzümüze bakıyor ve gözyaşı döküyordu. Biraz sonra maymunlar-gitdiler, o da onların arkasından gitdi.

Yine imâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh Ali bin Zeydden «ra-diyallahü anhümâ» nakl eder: Sa’îd bin Müseyyeb «radıyallahü anh» bana, bir kimse gönder, falan kimseyi görsünler, dedi. Sen hâlini söyle, dedim. Hayır, dedi. Bir kimse gönderdim. Sâîd bin Müseyyeb «rahmetullahi aleyh» dedi ki: O şahs eshab-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvân» bazısı hakkında kötü söylerdi. Hak teâlâ onun yüzünde öyle bir yara hasıl etdi ki, bütün yüzünü kapladı ve siyah oldu. Yine îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» bir sâlih kimseden nakl eder: Küfeli bir şahs vardı. Ebû Bekr ve Ömere (radıyallahü anhümâ) yakışmayan sözler söylerdi. Bir yolculukda tesadüfen beraber bulunduk. Çok nasihat etdik. Kabul etmedi. Bizden uzak ol! dedik. Ayrıldı, gitdi, rüyâda oğlunu gördük. Babana söyle, bizimle beraber gelsin, dedik. Oğlu, babamın iki eli domuz-eli gibi oldu, dedi. Babasının yanma gitdik. Bizimle beraber gel, dedik. Bana acayip bir şey oldu deyip ellerini gösterdi. Yine bizimle beraber geldi. Domuzların bulunduğu bir yere geldik. O hemen kendini merkebinden aşağı atıp domuzların arasına karışdı. Diğerlerinden ayıramadık. Mallarım ve kölesini Kûfe’ye getirdik.

Yine İmam-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» bir gâziden nakl eder. Bir harbde giderken yanımızda Benî Temîm civarından Ebû Hayyân isimli birisi vardı. Ebû Bekr ve Ömere «radıyallahü anhümâ» lâyık olmayan sözler söylerdi. Nâsihatlarımız faide vermedi. Yolda hâkimlerden birine uğradık. Bunu benim yanımda bırakınız, dedi. Biz de onu bırakıp, gitdik. Bir zeman sonra bakdık ki arkadan geliyor. Hâkim ona bir elbise ve bir at vermiş. Bize, Ey Allah’ın düşmanları nasıl, gördünüz mü? dedi. Bizden uzak ol, dedik. Yolun bir tarafından biz, bir tarafından da o gidiyorduk. Kazâ-i hacet için yoldan sapdı. Otururken, arılar üzerine saldırdılar. Bizden yardım istedi. Biz yardım etmek istedik. Fekat bu sefer arılar bize de hücum etmeğe başladılar. Biz geri döndük. Tekrar onun üzerine saldırdılar. Kemikleri parıl parlaymcaya kadar etini, derisini parçaladılar.

Yine İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» bir büyük zâtdan nakl eder: Benim bir komşum vardı. Daima Ebû Bekr ve Ömere «radı-yallahü anhümâ» çirkin sözler söylerdi. Bir gece Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» rû’yâmda gördüm. Sağ yanında Ebû Bekr, sol yanında Ömer «radıyallahü anhümâ» vardı. Yâ Resûlallah, benim bir komşum, var, senin sevdiklerinin hakkında kötü sözler söylüyor, bana çok eziyet ediyor, dedim. Oradaki bir şahsa, (git bunun komşusunu öldür) buyurdular. Sabahleyin, rü’yâmı komşuma anlatayım diye evden çıkdım. Komşunun kapısında bir kalabalık ve gürültü vardı. Sordum. Gece birisi gelip öldürmüş, dediler.

Yine îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» kitâbmda yazmışdır: Busrâ halkından birisi Ehvaz büyüklerinden birine mal satmışdı. Mal sattığın adam rafızîdir dediler. Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhümâ» lâyık olmıyan söz söyler. Her ne kadar ona gidip gelmem uzun sürecek-di ama yine de gitdim. Birgün Şeyhayn «radıyallahü anhümâ» hakkında kötü söylemeğe başladı. Çok üzülerek yanından ayrıldım. O gece yemek, yemedim. Rû’yâmda Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm*. Yâ Resûlallah falan kimseyi görüyor musun, Ebû Bekr ve Ömer «radı-yallahü anhüma» hakkında neler söylüyor, dedim. Söyledikleri sana kö-’cü mü geliyor, buyurdular. Evet dedim. Onu buraya çağır buyurdular. Çağırdım. Yere yatırmamı emr etdiler, elime bir bıçak verdiler Öldür, buyurdular. Öldüreyim mi? diye sordum. Böylece üç defa sordum. Çünki benim yanımda adam öldürmek büyük bir işdi. Üçiincüde ne duruyorsun! öldür diyorum, öldür buyurdular. Öldürdüm. Sabah oldu. Gidip o habise bu rû’yâmı anlatayım diye evden çıkdım. Mahallesine vardığımda evinden feryad figân sesleri geliyordu. Ne olmuş diye sordum. Fâlân kimseyi dün gece yatağında öldürülmüş buldular dediler. Onu Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» emriyle ben öldürdüm, dedim. Oğlu bu durumu anladı ve bana sen hakkını al ve beni bırak onu toprak altında gizli-yeyim dedi. Ben de malımı alıp gitdim.

Yine İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» kitâbmda yazmışdır. Selef den biri diyor ki: Çocukluğum zemanmda bir râfizî hocam var idi. Bana Râfizîlikden bahs ederdi. Ben de Ebû. Bekr, Ömer «radıyallahü anhümâ» hakkında yakışmıyan sözler söylerdim. Bir gece rü’yâmda: Kıyamet kopmuş bütün insanlar Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» dönmüşler. Yanında iki ihtiyar oturmuş herkes sıra ile gidip selâm verdiler. Ben de gidip selâm vermek istedim. Yanlarına yaklaşdığımda o iki ihtiyardan birisi: Yâ Resûlallah, bu adam bizden ne ister, dedi. Resûlul-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» beni tutmak istedi, o sırada uyandım. Hemen saçım sakalım kaşım ve kirpiğim döküldü. Dört ay öyle kaldım. Bütün doktorlara gitdim. Faide görmedim. Birgün dostlardan biri geldi, halin nedir? diye sordu. Bu sorudan anladım ki, birisine âşık mı oldun da onun muhabbetinden bu hale geldin demek istiyordu. Dostuma, olanları ve rü’yâmı anlatdım. Bana dedi ki, Sübhânallah niçin Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda tevbe etmedin ve özr dilemedin. Onun için yapılan salevât, teslimat ve daha başka şeylerin hepsi onun temiz rûhuna bildirilir. Hemen abdest alıp iki rek’at nemaz kıldım ve yâ Rabbî, tevbe etdim. O iki şeyhin «radıyallahü anhümâ» üstünlüğünü kabul ettim, diye düâ etdim. Aradan bir hafta geçmeden saçım, sakalım, ..kaşım ve kirpiğim tekrar geldi.

Yine îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» kitâbmda yazmışdır. 'Büyüklerden biri anlatır: Şam’a giderken bir mescidde sabah nemazını kıldım. İmâm nemazdan sonra Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhü-:ma» beddüâ eyledi. Bir sene sonra tekrar Şam’a gidiyordum. Tesadüfen aynı câmi’de sabah nemazını kıldım. Bu sefer imam Ebû Bekr ve Ömere • «radıyallahü anhümâ» güzel düâ etdi cemâate, geçen sene Ebû Bekr ve -Ömer'e «radıyallahü anhümâ» bed düâ ederdiniz, şimdi güzel düâiar edersiniz sebebi nedir? diye sordum. Cemâ’at geçen seneki imamı görmek ister misin? dediler. Evet dedim. Beni bir eve götürdüler, orada gözlerinden yaş akan bir köpek vardı. Köpeğe, sen geçen sene Ebû. Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhüma» bed düâ eden imam mısın? diye sordum. Başıyla evet der gibi işaret etdi.

Yine İmam-ı Müstağfirî anlatır: Ben Medaynda bulunuyordum. Her nerede bir garibin öldüğünü duysam ona kefenlik alırdım. Bir gün bir şahs geldi. Burada Kûfe’den birisi vefat etmiş kefeni yok dedi. Hizmetçimi kefen almağa gönderdim. Ben de ölen şahsın yanma gitdim. Karnının üstüne bir kerpiç koymuşlar, ölü olarak yatıyordu.

Birdenbire o kerpiç düşdü, yâ veylâhü ya veylâhü dedi. Ben Lâilâhe illallah söyle dedim. Artık faidesi yokdur; benim kavmim Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhüma» söğerlerdi. Ben de kötü söz söyler, söğer-dim. Şimdi helak oldum, cehennemde yerimi gösterdiler. İnsanları korkutmam için bana tekrar can verdiler. Hemen dışarı çıkıp yoldaşlarıma haber verdim. Hayretler içinde kaldılar.

·        440 — İmâm-ı Kîrvânî «rahmetullahî aleyh» Bostan kitabında yaz-mışdır. Selef den biri anlatır: Benim bir komşum vardı. Ebû Bekr ve •Ömer’e «radıyallahü anhümâ» yakışmayan sözler söylerdi. Bir gece çok aşırı gitdi. Tahammül edemeyip onunla kavga yapdım. Hazin ve gamlı eve geldim. Yatsı nemazmı geciktirip uyudum. Rü’yâmda Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm. Yâ Resûlullah falan kimse senin eshabma «aleyhimürrıdvan» kötü sözler söylüyor, dedim. Kime kötü söylüyorlar? diye sordular. Ebû Bekr ve Ömer’e «radıyallahü anhümâ» ■dedim. Bu bıçağı al, git onu öldür, buyurdular. Bıçağı aldım, onu boğazladım. Sanki elime kan bulaşdı. Elimi yere sürdüm. O sırada uyandım. O şahsın evinden feryad sesleri geldiğini duydum. Ne olmuş? diye sordum. Falan kimse bu gece birden bire ölmüş dediler. Sabahleyin evine gitdim. boğazında , bir çizgi izi vardı.

·        441 Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi «kuddise sirruh» Fûtûhât-ı Mekkiyye kitabında yazmışdır. Allahü teâlânm sevgili kullarından bir grub vardır ki, onlara Recebi derler. Onlar kırk kişidir. Eksik ve fazla olmazlar. Recep ayında hiç hareket etmezler. Ayakda duramadıkları gibi oturamazlar da. Ellerini ayaklarını değil, gözlerini bile kıpırdatacak kuvveti kendilerinde bulamazlar. Onlar bu ay içinde çeşidli keşfler ve sonsuz tecellilere kavuşurlar. Şa’ban ayı girince o haller kaybolur, o ağırlık, hareketsizlik kendilerinden kalkar. Ba’zılarında bu haller kalıp bütün yıl devam eder. Muhyiddin-i Arabî «kuddise sirruh» diyor ki: Recebîlerden birini gördüm. Onda Rafızîlerin keşfi bâkî kalmış idi. O Recebi kimse Rafızî kimseleri domuz şeklinde görürdü. Tanımadığı bir kimseye bakıp domuz şeklinde görünce, sen Râfızîsin tevbe et derdi. O şahs tevbe ederse onu insan şeklinde görür, tevbende sâdıksın derdi. Eğer yine domuz sûretinde görürse, yalan söylüyorsun, tevbe etmedin derdi.

Bir gün Şafiî mezhebinden iki iyi kimse o zatın huzûruna geldiler. Meğer o iki şahs dışarıdan iyi görünmelerine rağmen rafizî itikâdmda imişler.

Ebû Bekr ve Ömer «radıyallahü anhüma» hakkında kötü düşüncelere, Ali «radıyallahü anh» hakkında ise tam bir bağlılığa sahihmişler. O zat bu iki kişinin dışarı çıkarılmasını istedi. Sebebini sorduklarında ben sizi domuz şeklinde görüyorum. Hak teâlâ bana rafızîleri domuz şeklinde gösterir dedi. O iki kişi hemen kalblerinden tevbe etdiler. Bunun üzeri ne o zât, şimdi tevbe etdiniz. Çünki artık sizi insan sûretinde görüyorum, dedi. O iki kişi buna çok hayret etdiler ve bu bozuk itikâddan temâmen. vazgeçdiler.

HAZRET-İ OSMAN «Radıyallahü anlı»

Emir-ül Mü’minin Hazret-i Osmanın «radıyallahü anh» künyesi îbn-i Abdullah lâkabı Zinnûreyn’dir. Çünki Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» önce Rukiyyeyi «radiyallahü anhâ» ve Rukiyyenin vefatından sonra Ümm-i Gülsüm’ü «radıyallahü anhâ» Hazret-i Osmana «radıyalla-hü anh» nikâh etmişdir. (Bir kızım daha olsa, onu da Osmana verirdim, insanoğlundan hiç kimseye bir peygamberin iki kızını almak nasib olma-mışdır) buyurdular. Ayrıca Osmanın «radıyallahü anh» Cennete hesab-sız gireceğini bildirmişlerdir. Hazret-i Osman «radıyallahü anh» Medine-ye yarım fersah uzaklıkda olan Erveme kuyusunu Ebû Abdullah bin Mendereden otuz beş bin akçaya satın aldı. Tamir etdirip Müslimânlara vakf etdi. Tebük gazâsmda hava çok sıcak, yiyecek ve binek hayvanı çok azdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Bu orduyu kim teçhiz ederse o Cennete gider) buyurdular. Osman «radıyallahü anh» bunu duyunca otuz bin dinar getirdi.

Bunun üzerine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Yâ Osman, Allahü teâlâ senin geçmişdeki ve gelecekdeki günahlarını veya başka bir rivayetde gizli ve aşikâr günahlarını afv etsin) buyurdular Bir hadis-i şerifde Osman «radıyallahü anh» için (Biliniz ki, gökdeki meleklerin ha-yâ etdiği kimselerden ben de hayâ ediyorum) buyurdular.

Emir-ül Mü’minin Ömer «radıyallahü anh» hicretin yirmi üçüncü yılında Zilhicce ayında nemazda iken Mugayre bin Şû’benin (radıyallahü anh) bildirdiğine göre Ebû Lü’lü tarafından yaralandı. Bildiler ki, şehâ-det üzere vefat edecekdir, Ömer «radıyallahü anh» hilâfet için şöyle buyurdular.

Hilâfete bunlardan daha lâyık kimse yokdur ki Resûlullah «sallalla-hü aleyhi ve sellem» hayatı boyunca onlardan râzı idi ve râzı olarak vefat etdi, deyip Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Abdurahman bin Avf ve Sa’d bin Ebî Vakkâsı (radıyallahü anhüm) saydı.

Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» vefat etdikten sonra hilâfet işini konuşmak üzere bu altı kişi toplandılar. Zübeyr, ben reyimi Ali’ye veriyorum dedi. Sa’d bin Ebî Vakkâs, ben re’yimi Abdurrahman’a veriyorum dedi. Sonra halîfe seçme işini Abdurrahman bin Avf’a bırakdılar. «Radıyallahü anhüm ecmaîn.» Abdurrahman, Ali’nin elini tutdu. Allâhın kitâbı, Resûlullahm sünneti ve Ebû Bekr ile Ömer’in sîreti üzerine seninle bî’at ediyorum dedi. Sonra Allahın kitâbı, Resûlullahm sünnet ve benim ictihâdım üzerine dedi, sonra hazret-i Osman’ın elini tutdu. Ona da aynı şeyleri söyledi. Osman «radıyallahü anh» bir cevab verdi. Üç kere aynı şeklde ikisiyle el tutuşdu. Hemen hemen aynı cevabı verdiler. Sonunda Hazret-i Osman ile bî’at etdi. Ali ve diğer eshâb-ı kirâm «aleyhi-mürridvân» da bî’at etdiler ve halifeliğine râzı oldular.

Hazret-i Osman’ın «radıyallahü anh» hilm ve hayâsımn, üstünlüklerinin sayısı yokdur.

·        442 — Bir gün eshâb-ı kiramdan «aleyhimürridvan» biri Hazret-i Osmanın «radıyallahü anh» evine gitmek için yola çıkdı. Yolda yabancı bir kadına bakdı. Osman «radıyallahü anh»ın evine girince, içinizden biriniz zinâ edip buraya gelmişsiniz buyurdular. O sahâbî, bizden zina eden kimse yokdur dedi. Osman «radıyallahü anh», Resûlullah «sallalla-hü aleyhi ve sellem» buyurmadı mı ki (Gözleri ile zinâ ederler.) Bunun üzerine o sahâbî, yâ Emîrel mü’minîn Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» sonra vahy nâzil olur mu? diye sordu. Osman «radıyallahü anh» bu vahy değil, firâset-i sâdıkadır. Nitekim Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir hadîs-i şerîfde (Mü’minin firâsetinden korkunuz, çünki mü’min Allah’ın nûriyle bakar) buyurmuşlardır, dedi.

·        443 — Emîr-ül mü’minîn Hazret-i Osman «radıyallahü anh» şehîd edileceği gece rüyâsmda Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördü. (Yâ Osman, yarın bizim yanımızda iftâr etsen gerekdir) buyurdular. Ertesi gün kölelerini isyâncılara karşı harbden men’ etdi. Çünki şehidlik seâdetine kavuşmak istiyordu Abdullah bin Riyâh ve Ebû Katâde «ra-dıyallahü anhümâ» rivâyet ederler: İsyancıların hazret-i Osman’ın «ra-dıyallahü anh» evini muhâsara etdikleri zeman biz kendisinin yanındaydık. Harb şiddetlenince Osman «radıyallahü anh» kim kılıcını kınına koyarsa âzâd olsun buyurdular. Biz dışarı çıkdık. Hazret-i Hasen «radıyal-lahü anh» ile karşılaşdık. Beraber Osman «radıyallahü anh»m yanma gitdik. Hasen «radıyallahü anh», yâ Emîr-el-mü’minin senin emrin olmadan ben Müslimânlara kılıç çekmem sen hak üzere imamsın, emr eta bu belâyı senin üzerinden def’ edeyim dedi. Osman «radıyallahü anh», ey kardeşim oğlu, git evinde otur, Hak teâlânm emri ne ise meydana ge-lecekdir, ben kan dökmek istemiyorum, bu gece rü’yâmda Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» gördüm. Buyurdular ki: Eğer harh edersem nusret bulursun ve eğer harb etmezsen şehîd olup yarın gece yanımda iftar edersin. Ben, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile iftar etmek istiyorum, dedi. Fasl-ül Hıtâb kitabının sâhibi der ki: Bu durum Hullet mekânımda derd ve belâya teslim olmak alâmetidir. Nitekim, Ha-lîlullah İbrahim’i «aleyhisselâm» mancınığa koyup ateşe atacakları ze-man Cibril «aleyhisselâm» gelip bir arzun var mıdır? diye sorduğunda var ama sana değil, buyurmuşlardır.

·        444 — O günlerde Cühcân bin Sa’îd Gifârî Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» kalma bir asâyı dizme koyup kırmak istedi. Göreliler ona bağırıp kızdılar. Onun dizinde eklem kısmında bir hastalık meydana geldi. Bir yıl geçmeden o hastalıkdan öldü.

·        445 — İtimad edilir bir kimse anlatır: Bir gün Kâ’beyi tavaf ediyordum. Kör bir adam da tavaf ederdi ve yâ Rabbî beni afv et, ama neni af--vetmiyeceğine şübhem yokdur, diyordu. Ben, Sûbhanellah, bu mekâmda böyle söz söylenir mi, dedim. Kör adam anlatmağa başladı: Hazret-i Os-manın «radıyallahü anh» evini muhasara etdikleri gün, bir yoldaşımla and içdik ki; eğer Osman «radıyallahü anh» şehid edilirse çıplak olarak yüzüne bir tokat vuralım. Şehid edildi. Biz yoldaşımla Osman «radıyal-lahü anh» m evine gitdik. Başı, hanımının dizinde idi. Yoldaşım, hanımına: Maktûlün yüzünü aç, dedi. Hanımı, maksadınız nedir? diye sordu. Yüzüne tokat vurmak için and içmişdim, dedi. Hanımı, onun Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile sohbetini ve iki kızını aldığını bilmiyor-musun, dedi. Sonra dahâ bir çok faziletlerini saydı. Yoldaşım utanıp geri döndü. Ben o sözlere aldırış etmedim. İleri gidip yüzüne bir tokat vurdum. Hanımı, Hak teâlâ günahlarını afv etmesin, ellerin kurusun ve gözlerin kör olsun, dedi. Henüz kapıdan çıkmadan ellerim kurudu ve gözlerim kör oldu. Günahlarımın afv edilmiyeceğinde de şübhem yokdur.

·        446 — Adî bin Hâtem «radıyallahü anh» anlatır: Osman «radıyalla-hü anh» m şehîd edildiği gün bir kimsenin şöyle dediğini işitdim. îbni Af-fânı Gufran ve rıdvân ile müjdeleyin diyordu. Bir rivâyetde îbni Affâm ferahlık, rahatlık, seâdet ve Cennetdeki çeşitli nimetlerle ve Rabbini ga-dabsız bulmasıyla müjdeleyin diyordu. Etrafımıza bakdık. Kimseyi göremedik.

·        447 — Osman «radıyallahü anh» şehid edilince, Cinler Mescid-i Re- ■ sülün «sallallahü aleyhi ve selleûı» damında üç gün ağlaşdılar ve onum mersiyesinde beytler okudular.

·        448 — Osman «radıyallahü anh» şehid edildikten sonra üç gün isyancı, şerli kimselerin gürültüsünden defn edilemedi. Gâibden bir ses işitildi: Onu defn ediniz, nemâzmı kılmayınız, Allahü teâlâ onu afv etdi, diyordu.

·        449 — Üç günden sonra geceleyin Bakî kabristanına götürdüler. Yolda arkalarında bir karaltı meydana geldi. Defn etmeğe gidenler çok kork-dular. Az kalsın cenazeyi bırakıp dağılacaklardı. O sırada karaltının içinden bir ses geldi: Korkmayınız biz geldik ki, defnde sizinle beraber olalım, diyordu. Defnde bulunanların bazısı onların melekler olduğunu söy-lemişdir.

·        450 — Bir hac kafilesi, hac mevsiminde Hazret-i Osmanm «radıyal-lahü anh» kabrini ziyarete gitdiler. İçlerinden bir şahs bu büyük halifeyi hâşâ hakîr görüp ziyaret etmedi. Bütün kafile selâmetle gidip döndüler. Bir yırtıcı hayvan kafilenin arasına girip o şahsı parçaladı ve etinden yemedi. Bütün kafile, bu şahsın Hazret-i Osmana «radıyallahü anh» hürmetsizlik etdiğinden bu hâle düşdüğünü anladılar.

·        451 — Bir gün Ebû Zer Gıfârî’nin «radıyallahü anh» yanında Hazret-i Osmandan «radıyallahü anh» bahsediliyordu. Ben onun hakkında hayrdan başka bir şey söylemem. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» evinden dışarı çıkdı, yola koyuldu. Ben de arkasından gitdim. Bir yere gelip oturdular. Ben de selâm verip karşılarına oturdum. Niçin geldin yâ Ebâ Zer! diye sordular, Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedim. O sırada Ebû Bekr «radıyallahü anh» geldi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sağ taraflarına oturdu. Ona da neden geldin? diye sordular. Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi.

Sonra Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» geldi. Ebû Bekrin «radıyal-lahü anh» sağma oturdu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ona da neden geldin? diye sordu. O da Allah ve resûlü daha iyi bilir diye cevab verdi. Sonra Hazret-i Osman «radıyallahü anh» geldi. Ömer «radıyallahü anh»m sağma oturdu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yerden yedi veya dokuz dâne küçük taş aldılar. Taşlar mübarek avuçlarına teşbih etmeğe başladılar. Seslerini bal arısı âvâzı gibi işitirdim. O taşları yere koydular. Sesleri kesildi. Sonra Ebû Bekre «radıyallahü anh» verdiler. Taşlar, onun avucunda da teşbih etdi. O da yere koydu, yine sesleri kesildi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» taşları alıp Hazret-i Ömere «radıyallahü anh» verdiler. Taşlar, onun elinde de teşbih etdiler. O da taşları yere koyunca yine taşlardan teşbih sesi kesildi. Resûlullah «sallallahü

aleyhi ve sellem» taşları alıp Osman «radıyallahü anh»ın eline verdiler. Yine teşbih sesleri duyuldu. O da taşları yere koyunca teşbih sesleri kesildi.

·        452 — Ensârdan «radıyallahü anhüm» bir kişi Müseyleme-i kezzâb’-an öldürüldüğü günde şehid olmuşdu. Maktüller arasında onu arıyorlardı. Ölülerden biri şöyle diyordu. Muhammed, Allahın resûlüdür. Ebû Bekr. Sıddîkdır. Ömer, şehîddir. Osman, yumuşak kalbli ve merhametlidir.


HAZRET-Î ALİ (Radıyallahü anh»

Emir-ül mü’minîn Ali Bin Ebî Tâlib «radıyallahü anh ve kerremel-lahü vecheh» on iki imâmın birincisidir. Künyesi Ebül Hasen, Ebû Tü-

râbdır. En sevdiği ismi Ebû Türâb idi. Kendisini bu ism ile çağırınca sevinirdi.

Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Fâtımânm «radıyal-lahü anhâ» evine gitdiler. Hazret-i Aliyi «radıyallahü anh» göremeyince. Fâtımâdan «radıyallahü anhâ», amcanın oğlu nerede? diye sordular. Aramızda bir şey vaki’ oldu. Kızıp dışarı gitdi, benim yanımda kaylûle etmedi dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Aliyi «radıyal-lahü anh» bulması için bir adam gönderdi. O kimse gelip Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» mescidde kaylûle etdiğini söyledi. Kaylûle; öğleden? önce biraz uyumakdır. Geceyi ihyâ edenlere sünnetdir. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mescide gitdi. Aliyi «radıyallahü anh» uyumuş-ve ridâsı düşdüğü için, arkasına toprak bulaşmış olarak gördüler. Mübarek eliyle toprağı arkasından giderip, (Kalk yâ Ebâ Türâb, kalk yâ Eba Türâb) buyurmuşlardır:

Ömer «radıyallahü anh» rivayet eder ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» (Beni seven Aliyi de sever) buyurmuşdur. Berâ bin Azib» «radıyallahü anh» rivâyet eder ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Alinin «radıyallahü anh» elinden tutup buyurdular ki: Ben mü’minlere nefslerinden sevgili değil miyim?) Orada bulunanlar evet yâ Resûlullah seni nefsimizden çok severiz dediler. Sonra Ali «radıyalla-hü anh» için (Bu benim dostumdur ve benim dostlarımın da dostudur. Yâ Rabbî sen onu sevenleri sev, ona düşman olanlara düşman ol.) buyurdular.

Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» faziletleri ve üstünlükleri söze ve yazıya sığmaz. îmâm-ı Ahmed bin Hanbel «rahmetullafii aleyh» Eshâb-r kirâmm «aleyhimürrıdvan» hiçbirinden, Ali Bin Ebî Tâlibin «kerremella-hü vecheh» faziletleri kadar işitilmemişdir. Seyyid-i üt taife Cüneyd-E Bağdadî «kuddise sirruh». Eğer Ali «radıyallahü anh» muharebelerden biraz fırsat bulsa idi, bize tesavvufa ait çok şeyler gelirdi ki, kalbler ona tâkat getiremezdi. Şerh-i te’arrüfde der ki: Ali Bin Ebî Tâlib âriflerin başıdır. O kendisinden evvel kimsenin söylemediği ve kendisinden sonra da benzerini dahi kimsenin söyliyemediği şeyleri söylemişdir. Meselâ bir gün minberde: Bana arşın altındakilerden sorunuz, benim kalbim ilmle doludur. Bu ilm, ağzımdaki Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek ağızlarının suyundandır. Mübarek ağızlarının tükrüğünü ağzıma koymuşdu. Nefsim, kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer izn verilirse Tevrâtda ve İncilde olan şeyleri söylerdim ve benim sözlerimi tasdik ederlerdi, demişdir. O meclisde Da’leb Yemânî adında birisi vardı. Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» bu sözlerini duyunca: Bu kişi ne söylüyor, ona bir soru sorup da rezil edeyim dedi. Kalkıp, bir şey sormak istiyorum, dedi. Emir-ül-mü’minîn: Öğrenmek için ise sor, inad için ise sorma buyurdular. Da’leb: Sen beni süâl sormağa mecbur etdin dedi ve yâ Ali Rabbini gördün mü? diye sordu. Ali «radıyallahü anh»: Görmediğim Rabbime tapmıyorum, dedi. Da’leb: Nasıl gördün diye sordu. Ali «radıyallahü anh»: Baş gözü ile görülmez, ancak kalbler hakikî yakın ile görür. Rabbim birdir ortağı, İkincisi ve benzeri yokdur. Mekânı yokdur. Üzerinden zeman geçmez. Hislerle anlaşılmaz, Mahlûklarla kıyaslanmaz, buyurdular. Da’leb: Bu sözleri duyunca bağırıp düşdü. Bir zaman sonra kendine geldiğinde, hiç kimseye inâd ve imtihan niyyetiyle soru sormıyacağma Allahü teâlâya söz verdi. Emir-ül-mü’minîn: Şunu bilmelisin ki, benim hakkımda İbni Abbâs «radıyallahü anhümâ» şöyle bu yurmuşdur: Emîr-ül-mü’minîn Ali’ye «radıyallahü anh» ilmin onda dokuzu verilmişdir. Onda birde de ortakdır.

·        453 — İmam-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâil - ünnübüvve adlı kitâbmda yazmışdır: Bizans imparatoru Emîr-ül-mü’minîn Ömer «radıyallahü anha» çok zor sorular yazıp gönderdi. Tafsilâtı kitâblarda vardır. Ömer «radıyallahü anh» mektûbu okudu. Hazret-i Aliye «radıyal-lahü anh» gönderdi. Ali «radıyallahü anh» okuyup, kalem kâğıd istedi. Soruların cevâbını yazıp elçiye verdi. Elçi, Hazret-i Ömerden «radıyallahü anh» bu cevâbı kim yazdı? diye sordu. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» amcasının oğlu, damadı ve dostu yazdı, dedi.

·        454 -— Emîr-ül-mü’minîn hazır in ve latîf cevâblarından biri budur ki: Bir gün yehûdilerden bir grub gelip, Ey Müslimânlar! Siz peygamberinizin vefatından sonra ne yapdımz? Birbirinizin üzerine kılıç çekip harb bile eldiniz, dediler. Ali «radıyallahü anh», Ey yehûdiler sizin ayaklarınız henüz denizden kurumamışdı. Hazret-i Mûsâya «aleyhisselâm» bize, başkalarının ma’bûdları gibi ma’bûdlar ver dediniz buyurdu.

·        455 — Emîl-ül-mü’minîn Hazret-i Aliden «radıyallahü anh» sordular ki: Ebû Bekr ve Ömerin «radıyallahü anhümâ» zemanlarında müslimân-lar arasında fitne ve harbler olmadı. Osmanm ve senin «radıyallahü an-hüma» zemanlarında ise ızdırab, üzüntü, harbler ve karışıklıklar oldu.

Ali «radıyallahü anh» cevâben, Ebû Bekrin ve Ömerin yardımcıları Osman ve ben idik. Osmanm ve benim yardımcılarımız da sizin gibiler olduğundan böyle oldu, buyurdular.

Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Mekkede doğdu. Doğumu hicretden yirmiüç sene öncedir. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilân etdiği zeman on yaşında idi. Altmış üç yaşında vefat etmişdir.

·        456 — Bir ayağını atının üzengisine koyarken Kur’ân-ı Kerîme başlar, diğer ayağını üzengiye koyarken veya ata tam bininceye kadar hatm ederdi.

·        457 — Esma binti Umeys hazret-i Fatımâdan «radıyallahü anhümâ» rivâyet ediyor. Gerdeğe girdiğim gece Aliden «radıyallahü anh» korkdum. Çünki yer, onunla konuşuyordu. Sabahleyin bu hâli Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» haber verdim. Uzun bir secdeden sonra: Ya Fâti-ma sana müjdeler olsun, neslin çok temiz olacak, Allahü teâlâ kocana diğer insanlar üzerine fazilet verdi ve zemine, üzerinde şarkdan garba kadar ne oluyorsa ona söylemesine emr buyurdu, dedi.

·        458 — İmâm-ı Fahreddin Râzî «rahmetullahi aleyh» Tefsîr-i kebîrinde yazmışdır. İmâm-ı Alinin «radıyallahü anh» sevdiklerinden Esved adında biri, bir gün hırsızlık yapdı. Emîr-ül-müminîn Ali «radıyallahü anh» m huzûruna getirdiler. Sen mi yapdm ? diye sordu. Esved, evet dedi. Elini kesdi. Esved dışarı çıkdı. Yolda Selmân-ı Farisî ve İbnil kevâ’ya «radıyallahü anhümâ» rastladı. İbnil kevâ Esvede elini kim kesdi? diye sordu. Esved mü’minlerin emîri, müslümânlann reisi, Resulün damadı ve Betûlün zevci kesdi, dedi. İbnil kevâ «radıyallahü anh», Esvede: Sen elini keseni medh mi ediyordun? dedi. Esved, nasıl medh etmiyeyim ki, benim elimi hak üzere kesdi, vücûdümü cehennem ateşinden kurtardı, dedi. Sel-man «radıyallahü anh» Esvedin bu sözünü Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» anlatdı. Ali «radıyallahü anh» Esvedi «radıyallahü anh» çağırdı. Kesilen elini bileğinin üzerine koydu. Bir mendil ile örtüp düâ buyurdu. Biz gökden bir ses işitdik. Ali «radıyallahü anh» emr etdi. O örtüyü kaldırdılar. Eli, Allahü teâlânın izniyle tutmuşdu.

·        459 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Küfeye geldi, insanlar etrafına toplandılar. Orada Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» sevdiği, harbde önünde döğüşdüğü bir genç, evlenmek istiyordu. Bir gün Ali «radıyallahü anh» sabah nemâzını kıldıkdan sonra birisine: Falan yere git, orada bir mescid vardır; mescidin yanında bir ev vardır, o evde bir erkek ile bir kadın münâkaşa ederler.

Onları buraya getir, buyurdu. O şahs gidip onları getirdi. Ali «radı-yallahü anh» bu gece sizin çekişmeniz ziyâde oldu dedi. Genç, yâ Emîr-ül-mü’minîn ben bu kadını nikâhla aldım. Fekat yanma vardığım zeman bana bir nefret geldi. Mümkiıı olsa dışarı atacakdım. Benimle çekişmeğe başladı. Siz emr gönderinceye kadar kavga ediyorduk dedi. Ali «radıyal-lahü anh» orada bulunanlara: Bazı sözler vardır ki, herkesin yanında söylenmez dediler. Herkes dağıldı. Kadına dönerek: Gence işaretle bunun kim olduğunu biliyor musun? dedi. Kadın, hayır, dedi. Ali «radıyal-lahü anh» ben söyliyeyim yalnız sen de inkâr etme, dedi. Sen falan kızı falâne değil misin buyurdu. Kadın, evet dedi. Senin bir amcanın oğlu vardı. Birbirinizi severdiniz. Annen evlenmenize râzı olmadı. Sen bir gece helaya gitmek için dışarı çıkdığmda o seni tutdu ve cima’ etdi. Sen ondan hâmile kaldın. Bu durumu annene söyledin, babandan gizledin. Çocuğu doğuracağın zeman annen seni dışarı çıkardı. Oğlan doğurdun. Bir hırkaya sarıp insanların kazâ-i hâcet edecek yeri olan bir divar dibine bırakdm. Bir köpek gelip kokladı. Bir taş atdm. Taş çocuğun başını yardı. Annen elbisesinden bir parça yırtıp çocuğun başını bağladı Çocuğu orada bırakıp gitdiniz, bir dahâ da o çocuğu görmediniz. Kadın bunların hepsine evet öyle oldu dedi, yalnız bunları kimse bilmezdi, dedi. Emîr-ül-mü’minîn sözüne devamla, sabahleyin o çocuğu falan kabile alıp götürdüler. Büyüdü ve o kavm ile Küfeye gelip seni nikâh etdi. Gence, başını aç dedi. Genç başını açınca taş yarasının eseri görüldü. Kadına (Bu genç senin oğlundur. Allahü teâlâ sizi haram işlemekden korudu. Haydi oğlunu al git!) buyurdu.

·        460 — Küfe halkı Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh»a: Fırat nehrinin suyu çok taşdı ekinlerimiz ziyân oldu. Düâ buyurun da suyu biraz azalsın dediler. Ali «radıyallahü anh» evine girdi, halk dışarda bekliyordu. Biraz sonra Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» cübbesini giymiş, onun paltosunu koluna almış, sarığını başına koymuş ve asâ-sını eline almış olarak çıkdı. At istedi. Bindi, Fırat’ın kenarına gitdi. Arkasından halk da atlı veya yaya gitdiler. İki rek’at nemaz kıldı. Kalkdı, asâyı eline aldı, köprünün üzerine çıkdı.- Hasen ve Hüseyn «radıyallahü anhümâ» da beraberdi. Asâsıyla suya doğru işaret etdi. Su biraz azaldı. Bu kadar yeter mi buyurdu. Halk biraz daha azalsın dediler. Yine asâ-sıyle işaret buyurdu. Su biraz daha azaldı. Üçüncüde yeter dediler.

·        461 — Cündeb bin Abdullah-il-Ezdî «radıyallahü anh» demişdir ki: Sıffîn harbinde Ali «radıyallahü anh» ile beraberdim. Emîrin haklı olduğunda hiç şübhem yokdu. Nehrvân’a geldiğimizde içime bir şübhe düş-dü. Karşımdakiler hep seçilmiş üstün kimselerdir, onlara nasıl kılıç çekerim, diyordum. Sabahleyin askerin içinden çıkdım. Bir yerde kılıcımı dikip kalkanımı üzerine asdım, gölgesine oturdum. Yanımda da bir mathara su vardı. O sırada Ali «radıyallahü anh» geldi. Su var mı? diye sordu. Matharayı verdim. Görünmeyinceye kadar gitdi. Biraz sonra tekrar döndü. Geldi. Abdest almışdı. Kalkanın gölgesine oturdu. Bir atlı geldi. Atlı dan ne istediğini sordum. Emîri görmek istediğini söyledi. Hazret-i Ali’ye «radıyallahü anh» söyledim. Çağır gelsin, buyurdular.

Çağırdım, geldi. Yâ Emîr-ül-mü’minîn Nehrvân’ı geçip suyu kesdi-ler, dedi. Ali «radiyallahü anh» olamaz, imkânsız buyurdular. O sırada bir atlı dahâ geldi. O da karşı tarafın suyu geçdiğini söyledi. Ali «radı-yallâyü anh» yine olamaz buyurdular. Atlı yemin ederek karşı tarafın bayrağını suyun öbür tarafında gördüğünü söyledi. Ali «radıyallahü anh» da yemin ederek suyu geçmediklerini, onların kanlarının döküleceği yerin burası olduğunu söyledi. Artık kendime bir terâzi bulmuşdum. Karşı taraf suyu öbür tarafa geçmişse Emir ile yoksa bu atlılarla harb edeceğime Allahü teâlâya söz verdim. Askerin arasından geçdim. Karşı tarafın bayraklarını aynı yerinde gördüm. Ali «radıyallahü anh» sırtımı sı-ğayıp, haydi işine başla buyurdular. Atlıların ikisini de öldürdüm. Başka birinin de arkasına düşdüm. Ben ona, o da bana vurdu, ikimiz de düş-dük. Beni alıp götürmüşler. Kendime geldiğimde muharebe bitmişdi.

·        462 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» yukarıdaki muharebede buyurmuşdur ki: karşı tarafın ordusu on kişiden az kalacakdır, bizim ordumuzdan ise on kişiden az şehîd olacakdır. Harbin sonunda karşı tarafdan 9 kişi kalmışdı. Ali «radiyallahü anh» m dokuz askeri şehîd olmuşdu.

·        463 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» bir şahsa: Seni falan yerde falan hurma ağacının üzerinde asacaklardır, buyurdu. Aynen buyurduğu gibi oldu.

·        464 — Haccâc bir Yûsüf, Kümeyi bin Ziyâdı «radıyallahü anh» ça-ğırtdı. Kümeyi ondan kaçdı. Haccâc, Kümeyl’in akrabâ ve tanıdıklarının vazifelerine son verdi. Kümeyi, ben zaten yaşlandım, fekat benim yükümden yakınlarımı mahrum etmesi doğru değildir, dedi, Haccâcm önüme vardı. Haccâc, seni ele geçirmek istiyordum dedi. Kümeyi, ben ihtiyarladım, ne istersen yap, gideceğimiz yer Hak teâlânın huzurudur. Beni öldürürsen senden hesâb sorulacakdır. Bana Emîr-ül-mü’minîn Ali ra-■dıyallahü anh» buyurmuşdu ki: Senin kâtilin Haccâc olacakdır. Sonra Haccâc Kümeyim «radıyallahü anh» boynunu vurdu,

·        465 — Bir gün Haccâc: Ebû Türâbm yani Hazret-i Ali’nin «radı-yallahü anh» eshâbmdan birini öldürmekle Hak teâlâya yaklaşmak istiyorum. Onunla en fazla sohbet eden de kölesi Kanberdir dedi. Kanberi «radıyallahü anh» çağırtdı. Kanber «radıyallahü anh» geldi. Haccâc, Kanber sen misin? diye sordu. Kanber, evet benim dedi. Ali İbni Ebî Tâ-libin kulu musun? diye sordu. Kanber «radıyallahü anh» benim efendim Hak teâlâdır, Ali «radıyallahü anh» velîni’metimdir dedi. Haccâc, onun dîninden döner misin? diye sordu. Kanber, onun dîninden efdal bir din göster dedi. Haccâc, seni öldürmek istiyorum, ne şeklde öldürülmek istiyorsun söyle dedi. Kanber «radıyallahü anh», nasıl istersen öyle öldür. Ben de seni kıyâmet gününde öyle öldürürüm, zâten Ali «radıyallahü anh» bana: Seni zulmle öldüreceklerdir buyurmuşdu. Haccâc emr etdi. Kanberi öldürdüler.

·        466 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Berâ bin Âzibe «radı-yallahü anh» oğlum Hüseyni şehîd edeceklerdir. Sen o zeman hayâtda olacaksın. Ona yardım etmiyeceksin buyurdu. Hazret-i Hüseyn «radıyal-lahü anh» şehîd oldu. Berâ «radıyallahü anh»: Emîr-ül-mü’minîc doğru söyledi. Hüseyn kati olundu ben ona yardım etmedim dedi. Pişmânlık duydu.

·        467 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» bir seferinde Ker-belâ’ya uğradı. Sağma soluna bakıp ağlayıp geçdi. Burası neresidir diye sordular. Burası Kerbelâdır. Burada bir kavm öldürülecekdir, onlar hesabsız Cennete gideceklerdir buyurdular. Bu sözün ma’nâsı ancak Ker-belâ vak’ası olunca anlaşıldı.

·        468 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh »Kûfe’den asker is-temişdi. Çok lüzumsuz itirâzlardan sonra gönderdiler. Askerler gelmeden önce on iki bin kişi geliyor buyurdular. Eshâbdan «radıyallahü anhüm» biri diyor ki: Askerlerin geçdikleri bir yerde durdum. Teker teker saydım. Tam on ikibin kişi idiler.

·        469 — Sıffîn harbine giderken yolda bir konak yerinde su bulunmadı. Her ne kadar sağa sola koşdular ise de su bulamadılar. Ali «radı-yallahü anh» eshâbmı yoldan biraz sapdırdı. Çölde bir kilise göründü. Kilisede bulunanlardan su sordular. Kilisedekiler, buradan iki fersah, uzakda su vardır dediler. Ali «radıyallahü anh» a, izn verin gidelim, herhalde tâkatımız tükenmeden suya varırız dediler. Ali «radıyallahü anh» oraya gitmeğe lüzum yok dedi. Sonra katırının yularını kıbleye döndürdü. Bir yere işaret edip burayı kazın buyurdu. Biraz kazdılar, bir büyük taş göründü. Ali «radıyallahü anh» bu taşın altında su vardır, gayret edin kaldırın buyurdu. Eshâb «aleyhimürrıdvan» çok uğraşdılar, taşı kaldıramadılar. Ali «radiyallahü anh» bu hâli gördü. Katırından indi, kollarını sığadı, mübârek parmaklarını taşın altına sokdu, zorlayıp taşı: kaldırdı. Ve uzağa atdı. Saf, tatlı ve soğuk bir su çıkdı. Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» ordusu o sudan içdiler ve yola da götürdüler. Ali «ra-dıyallahü anh» o taşı yine yerine koydu. Üzerini toprakla örtün buyurdu..

O kilisenin râhibi bu hâli kiliseden gördü. Hemen aşağı inip Emîr-ül-mü’minîn huzûruna geldi. Sen peygamber misin diye sordu. Ali «radıyal-lahü anh» hayır ben son Peygamber olan Muhammed bin Abdullahın. «sallallahü aleyhi ve sellem» halîfesiyim buyurdu. Râhib, elini ver ki’, müslimân olayım dedi. Ali «radıyallahü anh» elini verdi. Râhib, Allahdan başka bir kimsenin ibâdete hakkı olmadığına, Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın resûlü olduğuna ve senin de Resûlün vasisi olduğuna şehâdet ederim dedi. Ali «radıyallahü anh», rahibe: Sen bu yaşa kadar kendi dîninde yaşamışsın. Ne sebeble şimdi bizim dînimize girdin? diye sordu. Râhib, Ey Emîr-ül-mü’minîn, bu kiliseyi, bu taşı kaldıran için yapmışlardır. Biz kitâblarımızda okuyoruz, âlimlerimizden de duyduk ki: Burada bir çeşme vardır. Üzerinde bir taş vardır. O taşı1 peygamber veyâ peygamber vasîsi kaldırabilir. Bu taşı senin kaldırdığını görünce, arzûma kavuşdum ve yıllardır beklediğim şeyi buldum, dedi. Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» bu sözü işitince ağladı. Gözlerinin yaşından sakalı ıslandı. Sonra, Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan değil, kitâbmda zikr edilenlerden eyledi buyurdu. O râhib, Ali «radıyallahü anh» m ordusunda Şam ehline karşı çok savaşdr ve şehîd olmak seâdetine kavuşdu. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» nemâ-zını kıldı, Hak teâlâdan afvı için düâ buyurdu. Ondan bahsedince o benim dostumdur buyururdu.

·        470 — Habbe-i Urnî «radıyallahü anh» Emîr-ül-mü’minîn Ali «radiyallahü anh» m eshâbmdan idi. Şöyle anlatır: Hazret-i Mnaviye «ra-dıyallahü anh» ile olan harb günlerinde Emîr-ül-mü’minîn bir kilisenin: yanında konakladı. Bir kişi gelip «esselâmü aleyke yâ Emîr-ül-mü’minîn» dedi. Emîr «radıyallahü anh» ve aleykesselâm dedi. O kişi, ben Şem’ûn' bin Yuhennâyım. Bu kilisenin sâhibiyim. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. İsa «aleyhisselâm» dan beri mîrâs gibi intikal etmişdir. İsterseniz okuyayım, dedi. Ali «radıyallahü anh» oku buyurdu. O kişi okumağa başladı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve ümmetinin vasıflarını yazıyordu. Sonunda, bu kilisenin yanma peygamberlere en yakın olan, Şark halkını îmâna getiren, garb halkiyle harbeden birisi konaklar yazıyordu.

O kişi, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» îmân getirdim, sen de buraya gelip konakladın. Diri veya ölü seninle beraber olacağım, dedi. Ali «radıyallahü anh» ve orada bulunanlar ağladılar. Emîr «radıyal-lahü anh» yine buyurdu ki: Allahü teâlâya hamd olsun ki beni unutulmuşlardan kılmadı, kitâbmda zikr etdi. O kişinin benim yanımda kalmasını söylediler, kuşluk ve akşam yemeklerinde çağırırlardı. Leyletül herîrde harbin şiddetli bir zemanında o kişi şehîd oldu «rahmetullahi aleyh. Emîr «radıyallahü anh» nemâzmı kıldı, kabre kendisi indirdi ve: Bu ehl-i beyte îmân eden bir kişidir, buyurdu.

·        471 — îbni Abbâs «radıyallahü anhümâ» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hudeybiye gününde Mekkeye müteveccih oldu. Müslimânlar susadılar. Hiç bir yerde su bulamadılar. Resûlullah sallaal-lahü aleyhi ve sellem» bir yerde konakladı. (İçinizden kim, falan kuyuya birkaç kişi ile gidip kabları su ile doldurup bize getirebilir, Allahın Resûlü onu Cennet ile müjdeliyor.) buyurdular. Bir kişi kalkıp, ben giderim, dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» suculardan birkaç kişi ile onu gönderdi. Seleme-tübnil-Ekvâ «radıyallahü anh» der ki: Ben de onlarla beraberdim. O kuyuya yakın bir yere geldik. Orada ağaçlar vardı. Ağaçlardan bir takım sesler duyduk, bir çok hareketler vardı. Biz çok korkduk. Ağaçlardan öteye geçmeye cesâret edemedik. Geri dönüp, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldik. Onlar cinlerden bir grub idi. Sizi korkutdular. Eğer gitseydiniz, evvelce söylediğim gibi size hiç zararı dokunmazdı, buyurdular. Bir kişi dahâ kalkıp, ben gideyim yâ Resûlallah, dedi. O sucularla beraber gitdiler. Onlar da ağaçlık yere gidince korkmuşlar. Geri döndüler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» yine buyurdular ki: Eğer gitseydiniz, evvelce dediğim gibi size hiçbir zarar gelmezdi. O sırada gece oldu. Eshâb-ı krâmda «aley-himürrıdvan» susuzluk dahâ çok artdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve-'sellem» Ali bin ELî Talibi «radıyallahü anh» çağırtdı. Bu sucularla beraber gidip, o kuyudan su alıp geliniz, buyurdular. Yine Seleme-tübnil-Ekvâ «radıyallahü anh» der ki: Kablarlmızı arkamıza asdık, kılıçlarımızı ellerimize aldık, A‘i «radıyallahü anh» önden gidiyor ve aşağıdaki şiiri okuyordu:

Rahmârm sığınırım, elbet O bizi korur, Bizi gördüklerinde Cinlerin âdetidir Davullarını çalar, gürültü çıkarırlar, Çok ateş de yakarlar, maksad hep korkutmakdır.

Ağaçlık yere geldik. Yine sesler duyduk ve hareketler gördük. Bizi korku kapladı. Kendi kendimize: Ali «radıyallahü anh» da diğer iki kişi gibi geri döner diyorduk. Ali «radıyallahü anh» bize dönerek, beni ta’kib edin, gördüklerinizden korkmayın, size zararı dokunmaz, buyurdu Ağaçların ortasında hiç odun yok iken büyük ateşler yanmağa başladı. Bir takım kesilmiş başlar, korkunç sesler çıkarıyorlardı. Ali «radıyallahü anh» sağa sola bakmadan arkamdan geliniz, buyurdu. Kesik başların arasından geçdik. Sonra kuyuya vardık. Bir kovamız vardı. Bir iki kova su çekdik. Kovanın ipi inceldi ve kopdu. Kova suya düşdü. Kuyunun içmeden kahkaha sesleri gelmeğe başladı.

Emir «radıyallahü anh» gidip ordunun konakladığı yerden bir kova getirecek var mı? diye sordu Orada bulunanlar, ağaçların arasından geçmeğe cesâretimiz yok dediler. Ali «radıyallahü anh» beline bir ip bağladı. Kuyuya inmeğe başladı. Kahkaha sesleri daha da fazlalaşdı. Kuyunun ortasına gelince mübarek ayağı kayıp düşdü. Kuyudan galgala sesleri-o dereceye geldi ki, bir insanı boğarken çıkan sesler hâlini aldı. Birdenbire Ali «radıyallahü anh» m, Allahû ekber, Allahû ekber, ben Allahın kulu, Resûlullahm kardeşiyim, kafalarınızı aşağı atın, dediğini duyduk. Kablarm hepsini su ile doldurdu, ağızlarını bağlayıp birer birer yukarı çıkardı. Kendisi iki kab, biz birer kab götürdük. Ağaçlık yere gel--diğimizde gelirken gördüğümüz ve duyduğumuz şeylerin hiçbiri yokdu.

. Ağaçların içinden geçmeğe az kalmışdı, heybetli bir ses işitdik. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ali «radıyallahü anh» ı öven beytler okuyordu. Ali «radıyallahü anh» yine önümüzde gider ve şiir söylerdi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldik. Ali «radıyal-lahü anh» olanları anlatdı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem» dönerken duyduğunuz ses; Safa, dağında putların şeytanı olan Müs'ır’ı öl-<<düren Abdullah adlı cinnin sesi idi buyurdular.

·        472 — Hak teâlâ, Ali «radıyallahü anh» için güneşi iki kere batdık-dan sonra tekrar geri gönderdi. Birisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» zemanmda, diğeri vefatından sonra oldu.

Birincisi: Ümm-i Seleme, Esma binti Umeys, Câbir bin Abdullah ve Ebû Sa’îd-il-Hudrî «radıyallahü anhüm» rivâyet etdiler ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün evinde Ali «radıyallahü anh» m yanında oturmuşdu. Cebrail «aleyhisselâm» vahy indirdi. Vahyin ağırlığından Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» mübarek başını Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» dizine koydular. Güneş batmcaya kadar o şekl-de kadlılar. Ali «radıyallahü anh» ikindi nemâzmı kılmamışdı. İmâ ile -oturduğu yerde kıldı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» başını kaldırdı. Yâ Ali ikindi nemâzmı kıldın mı? diye sordular. Ali «radıyallahü anh» îmâ ile kıldığını söyledi. Yâ Ali düâ et, Hak teâlâ güneşi geri çevirsin, nemâzmı vaktinde ve ayakda kılasın buyurdular. Ali «radıyallahü anh» düâ etdi. Güneş geri geldi ve nemâzı vaktinde kıldı. Esma binti Umeys «radıyallahü anhâ» der ki, güneş batarken bıçkı sesi gibi bir ses duyuldu. Bu kıssa daha evvel geçmişdi. Fekat iki rivâyet farklı olduğundan tekrar zikredildi.

İkincisi: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra Emir-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh'» Bâbile giderken Fırat nehrinden geçmek istediler, ikindi nemâzmm vakti idi. Kendisi ve eshâbdan «aleyhimürrıdvan» bir kısmı ikindi nemâzmı kıldılar. Diğerleri hayvanlarını sudan geçirmekle meşgûl oldular. Güneş batdı. ikindi nemâzlarmı kaçırmış oldular. Bu konuda çok sözler söylediler. Ali «radıyallahü anh» bu sözleri duyunca Allahü teâlâdan güneşin geri gelmesi için düâ etdi. Hak teâlâ düâsmı kabûl edip güneşi geri gönderdi. Kılamıyanlar namazlarını kıldılar, selâm verdiler, güneş yine batdı. O zeman güneşden korkunç bir ses geldi. Eshâb «radıyallahü anhüm» çok korkdular. Teşbih, tehlîl ve istiğfar etmeye başladılar.

·        473 — Ali «radıyallahü anh», kendisinin haberlerini Muâviyeye «ra-diyallahü anh» götürdüğü için bir şahsı töhmet altına aldı. O şahs inkâr etdi. Ali «radıyallahü anh» yemin eder misin? dedi. O şahs yemin etdi. Ali «radıyallahü anh, eğer yalan yere yemin etdiysen Allâhü teâlâ senin gözünü kör etsin buyurdu. Bir hafta geçmedi, o şahsın gözleri kör oldu. Bastonundan tutup çekerlerdi. .

İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâil-ün-Nübüvve adlı ki-tâbmda bunun benzerini yazmışdır. Ali «radıyallahü anh» bir gün Rah-be’de bir şahsa bir şey sordu. O şahs doğrusunu söylemedi. Ali «radı-yallahü anh» yalan söylüyorsun buyurdu. O şahs, hayır yalan söylemiyorum, dedi. Ali «radıyallahü anh» eğer yalan söylüyorsan düâ edeyim, gözlerin kör olsun mu? buyurdular. Ö şahs, düâ et dedi. Ali «radıyallahü anh» düâ buyurdu. O şahs Rahbeden dışarı gitmeden gözleri kör oldu.

·        474 — Bir gün Emîr-ül-mü’minîn Ali »radıyallahü anh» mescidde bulunanlara and verdi ki: Kim Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» (Beni seven, Aliyi de sever) buyurduğunu işitdi ise şehâdet etsin. On iki kişi şehâdet etdi. Bir kişi. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» bu hadîs-i şerifi söylediği sohbetde bulunduğu halde şehâdet etmedi. Ali. «radıyallahü anh» Ey falan, sen bu hadîs-i şerifi duyduğun halde niçin şehâdet etmedin? diye sordular. O şahs, ben ihtiyardım, unutdum dedi. Ali «radıyallahü anh» yâ Rabbî, eğer bu şahs yalan söylüyorsa, derisinde bir beyazlık meydana getir ki, sarığı o beyazlığı örtmesin! buyurdular. O şahsın iki gözü arasında bir beyazlığın meydana geldiğini, rivâ-yet eden söylemişdir.

·        475 — Zeyd bin Erkam «radıyallahü anh» der ki: Ben de o hadîs-i şerifi işitdiğim halde, o meclisde veya başka bir meclisde gizledim. Hak teâlâ gözlerimin nûrunu giderdi. Derler ki: Zeyd «radıyallahü anh» şehâ-deti gizlediğine daima pişman olup Hak teâlâ’dan afv olması için düâ. ederdi.

·        476 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» bir gün minbere çıkdı: Ben Allahın kulu, Resûlullahm kardeşi ve vârisiyim. Cennetdeki kadınların seyyidesini nikâh eden benim. Vârislerin üstünü ve sonuncusu benim. Benden başka bu da’vâda olan olursa Allahü teâlâ ona bir musibet. versin buyurdu.

Bir kişi, ben Allahın kulu, Resûlullahm kardeşiyim sözü doğru değildir, bu söze kim inanır dedi. Yerinden kalkmadan aklı gidip deli oldu. Ayağından tutup mescidden dışarı sürüklediler. Sonra kavminden sordular ki: Bu kişiye bundan evvel böyle bir şey olmuş mu idi? Kavmi; hayır dediler. O kişinin Emîr «radıyallahü anh» hakkmdaki kötü düşüncesi sebebiyle böyle olduğunu herkes anladı.

·        477 — Sıffîn harbinde bîr gün, Emîr «radıyallahü anh» «Ebû Müslim neredesin?..» diye nidâ eyledi. Oğlu Muhammed bin Hanefiyye «radı-yallahü anh» babacığım, Ebû Müslim arka saflardadır dedi. Emîr «radı-yallahü anh» ey oğul, ben Ebû Müslim Havlânî’yi demiyorum, bu ordunun kumandanı olacak Ebû Müslim! istiyorum, O meşrık tarafından si--yah bayraklarla çıkar, karşı taraf ile çok harb eder. Dînin yayılmasında ■onunla beraber olanlara ve zâlimlerin başlarının aşağıda olmasına gayret sarfedenlere müjdeler olsun buyurdular.

·        478 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Muhammed bin Ebî Bekre «radıyallahü anhümâ» yardım etmek için Küfe halkından muvâ-fakat istedi. Kabûl etmediler. Ali «radıyallahü anh» yâ Rabbi bunların üzerine öyle bir kimseyi musallat et ki, bunlara hiç acımasın, bir rivâ-yetde de Sekîfden birini bunların üzerine musallat et diye gelmişdir. O gece Haecâc doğdu. Haccâc Küfe halkına çok eziyet vermişdir.

·        479 — Muâviye «radıyallahü anh» bir gün ne olurdu, ne zeman öleceğimizi bilseydik dedi. Etrafında bulunanlar, biz bunu bilemeyiz dediler. Muâviye «radıyallahü anh» ben bunu Aliden «radıyallahü anh» öğrenirim. Çünki onun ağzından çıkan söz hakdır dedi. İ’timâd etdiği kimselerden üç kişi çağırdı. Onlara, Küfeye hareket ediniz, bir konak kalınca birbirinizin arkasından Küfeye giriniz. Benim öldüğümü söyleyiniz. Yalnız, hastalığım, ölüm zemanım, kabrimin yeri ve nemâzımı kimin kıldığı hakkında hepiniz aynı şeyi söyleyiniz dedi. Üç kişi yola çıkdılar. Küfeye bir konak kalınca, önce birisi gitdi. Nereden geliyorsun? diye sordular. Şamdan geliyorum dedi. Şamdan ne haber var? diye sordular. Muâviye «radıyallahü anh» vefat etdi dedi. Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» huzûruna götürdüler. Bu söze aldırmadı, ikinci gün diğeri Küfeye girdi. O da birincinin söylediklerinin aynısını söyledi. Yine Hazret-i Emî-re «radıyallahü anh» söylediler. Yine iltifât etmedi. Üçüncü gün de üçüncü şahs Küfeye girdi. O da aynı şeyleri söyleyince artık Muâviyenin «ra-dıyallahü anh» vefat etdiğine kimsenin şübhesi kalmadı. Hazret-i Ali «radıyallahü anh», mübârek yüzünü göstererek bu, mübârek başını göstererek, bundan akan kan ile boyanmayınca Muâviye vefat etmez buyurdu.

O üç kişi haberi Hazret-i Muâviyeye «radıyallahü anh» götürdüler. Muâviye «radıyallahü anh» kendisinin Hazret-i Aliden «radıyallahü anh» dahâ sonra vefat edeceğini anladı

·        480 — Ali «radıyallahü anh» bir gün Abdurrahman bin Mülcemi —ki Ali «radıyallahü anh» m katili idi— Küfenin mescidinde gördü.

Kendi kendine, ölümü düşün. Ölüm, muhakkak sana ulaşır! Onun için sabırsızlanma! dedi. Sonra ibni Mülcemi çağırdı. Ey Mülcemin oğlu cehâlet veya çocukluk zemânında hiç lakabın var mı idi? diye sordu, bilmiyorum dedi. Tekrar sordular ki: Sana, ey şakî ve ey Sâlih’in kısır devesi diyen bir yehûdi süt annen var mı idi? Vardı dedi. Ali «radıyal-lahü anh» başka bir şey söylemedi.

·        481 — Hazret-i Ali «radıyallahü anh» bir gün şöyle buyurdular: Dün gece Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» rü’yâda gördüm. Yâ Resûlallah bu ne mihnetler ve ne husûmetlerdir ki senin ümmetinden bana erişdi, dedim.

Onların üzerine düâ et! buyurdular. Ya Rabbî bana onlardan iyi karşılık ver ve onların üzerine benden kötüsünü musallat eyle diye düâ et-dim. O gün düâsı kabûl olup şehîd oldu.

·        482 — Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» der ki: Babam Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» vefât etdi. Bir ses işitdik. Bu Allahın kulunu bize bırakınız, siz dışarı çıkınız, diyordu. Biz dışarı çıkdık. Evin içinden şöyle bir ses duyduk. Muhammed' «sallallahü aleyhi ve sellem» vefat etdi. Onun vâsisi de şehîd oldu. Bu ümmeti bundan sonra kim ko-ruyacakdır? diye soruyordu. Birisi de cevaben: Kim onun izinden gider, ahlâkı ile ahlâklanırsa, bu ümmetin koruyucusu o olur, diyordu. Sesler kesildi. Eve girdik. Hazret-i Emîri yıkanmış ve kefenlenmiş bulduk. Ne-mâzını kılıp defn etdik.

·        483 — Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü anh» Hazret-i Hasen ve Hüseyne «radıyallahü anhümâ» şöyle vasıyyet etmişdi: Vefât etdiğim zeman beni bir şeririn üzerine koyup Gazbin tarafına götürün. Orada bir beyaz taş bulacaksınız. O taşdan nûr saçıldığını görürsünüz. Orayı kazın, hazırlanmış bir mekâm bulacaksınız. Beni oraya defn ediniz. Va-siyyeti yapıldı. Buyurduğu şeyler aynen görüldü.

·        484 — Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» kabrini yeryüzü ile aynı seviyede örtmüşlerdi. Bir gün Hârûn Reşid avlanırken ceylânlar Gazbin tarafına kaçıp gizlendiler. Her ne kadar Doğan ve av köpekleri gönderdiler ise de ceylânlara yaklaşamayıp geri geldiler. Gazbin’deki ihtiyarlardan bunun sebebini sordular. İhtiyarlar, Dedelerimizden Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» kabrinin burada olduğunu duyduk dediler Hârûn Reşid bunu duyunca kabul etdi. Her yıl gelip ziyâret ederdi.

·        485 — Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» karşı gelenlerin uğradıkları cezalardan birkaçını îmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» Delâilün-nübüvve adlı kitabında yazmışdır. Firâs bir Amr «radıyallahü anh» m başı ağrıyordu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» onun iki gözünün arasını tutdu. Mübarek parmaklarının değdiği yerden kirpi kılı gibi bir kıl çıkdı. Baş ağrısı ondan gitdi.

Hariciler Emirin «radıyaUahü anh» üzerine hücûm etdiklerinde Fi-râs «radıyaUahü anh» hâricîlerin tarafını tutdu. O kıl düşdü ve şiddetli ağrı başladı. Bu işin başına gelmesi, Emîrin «radıyaUahü anh» üzerine: hücûm etdiğindendir dediler. Firâs «radıyaUahü anh» tevbe etdi. Tekrar o kıl çıkdı ve ağrısı geçdi.

·        486 —■ Bir sâlih kimse anlatır: Bir gece rü’yâmda kıyâmet kopmuş,, bütün insanların hesab edilmek üzere toplandıklarını gördüm. Sırat köprüsüne doğru gitdim ve onu geçdim. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sel-lem» Kevser havuzunun yanında gördüm. Hasen ve Hüseyn «radıyaUahü anhümâ» da su dağıtıyorlardı. Bana da su vermeleri için onların yanma gitdim. Bana su vermediler. Resûlullah «sallaUahü aleyhi ve sellem» buyurdular ki: Sana su vermek istemezler. Niçin yâ Resûlullah dedim. Senin bir komşun vardır. Hazret-i Aliye «radıyaUahü anh» la’net eder ve-kötü söz söyler. Sen ona mâni’ olmazsın, buyurdular. Yâ Resûlallah bende ona mâni olacak kuvvet yokdur, o beni öldürebilir, dedim. Bana bir bıçak verdiler. Git, onu öldür, dediler. Rüyâmda gidip o komşuyu öldürdüm. Geri dönüp yâ Resûlullah emrinizi yerine getirdim, dedim O zemân Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Hasene «radı-yallahü anh» dönerek, Hasen buna su ver! buyurdular. Haşan »radı-yallahü anh» bana su verdi. Ben kâseyi elinden aldım. Fekat içip içmediğimi hatırlamıyorum.

Uykudan uyandım. Abdest alıp sabaha kadar nemâz kıldım. Sabahleyin birkaç kişi, aralarında, bu gece falan kimseyi öldürmüşler diyorlardı. Zemanın polisleri gelip birkaç suçsuz komşuyu tutup götürdüler.. Kendi kendime: SübhanaUah, bu nasıl rü’yâ idi ki, hakikat oldu diyordum. Hâkime gitdim. O şahsı ben öldürdüm, yakaladığınız kimselerin suçu yokdur dedim. Hâkim, sen ne söylüyorsun? dedi, Ben rü’yâ gördüm,. Allahü teâlâ onu hakikat yapdı, benim günâhım nedir? deyip o rü’yâmı. hâkime anlatdım. Hâkim, Allahü teâlâ sana hayrlı mükâfatlar versin,., sen de suçsuzsun yakaladıklarımız da suçsuzdur, dedi.

·        487 — Ali bin Zeyd «radıyaUahü anhümâ» anlatır: Sa’d bin Müsey-yeb «rahmetullahi aleyh» bana bir şahs gösterdi. Kalk o şahsa iyi bak, dedi. Sen hâlini söyle ben onu görürüm, dedim. Bu öyle bir şahsdır ki,. Eshâb-ı Resûlden Ali ve Osman «radıyaUahü anhümâ»ya yakışmayan söz-ler söyler, dedi. Allahü teâlâya münâcatda bulundum ki: Yâ Rabbî, eğer Ali ve Osmanm «radıyaUahü anhümâ» senin yanında kıymet ve itibarları varsa bana bir nişân göster. O şahsın yüzü siyah oldu.

................-

·        488 — Medinede bir şahs vardı. Emîr-ül-mü’minîn Ali «radıyallahü ■anh» hakkında kötü sözler söylerdi. Sa’d bin Mâlik «radıyallahü anh» -ona bed düâ etdi. O şahs devesini dışarıda bağlamış kendisi içeride Müs-limânlarm arasında oturmuşdu. O deve yerinden sıçradı, mescide girdi. O şahsı göğsünün altına aldı. O kadar ezdi ki adam öldü.

·        489 — İmâm-ı Ebû Abdullah Muhammed bin Kayyim-il Cevzî «rah-metullahi aleyh» Kitâb-ürrûhda, İbni Ebid dünyânın Kitâbül-menâmâtm dan nakl eyledi. O da Kureyşm bir ihtiyarından rivayet etmişdir. • İhtiyar diyor ki: Şamda, yüzünün bir tarafı siyah bir adam gördüm. O tarafını dâima bir şeyle kapatırdı. Yüzünün neden böyle olduğunu sordum. Her sorana hâlimi anlatacağıma Allahü teâlâya söz verdim, dedi ve anlatmağa başladı. Ben Ali «radıyallahü anh» hakkında çok kötü sözler söylerdim. Bir gece rü’yâmda, bir kişi gelip sen benim hakkımda kötü sözler mi söylüyorsun deyip yüzümün bir tarafına bir şeyle vurdu. Sabah olunca yüzümün o tarafının siyah olduğunu gördüm.

·        490 — Hüseyn bin Ali «radıyallahü anh» anlatır:

Medine Vâlisi bulunan İbrahim bin Hişâm-il-Mahzûmî her Cum’a bizi minber etrafında toplar Ali «radıyallahü anh» hakkında yakışmıyan ■sözler söylerdi. Bir Cum’a günü mescid dolu idi.                        ,

Ben minber yanında büzülmüş oturuyordum. Rü’yâmda gördüm ki: Resûlullahın «sallallahü aleyh: ve sellem» kabri yarıldı. İçinden beyaz elbiseli bir kişi çıkdı. Ey Ebû Abdullah bu şahsın söylediklerine üzülmüyor musun dedi. Evet, üzülüyorum, dedim. Gözlerini aç bak Hak teâlâ ona ne yapacak dedi. Gözlerimi açdım yine Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» yakışmıyan sözler söylüyordu. Birdenbire minberden düşüp öldü.

HAZRET-İ HASEN «Radıyallahü anlı»

·        491 — Emîr-ül-mü’minîn Hasen bin Ali «radıyallahü anhümâ» On-iki imâmın İkincisidir. Künyesi Ebû Muhammeddir. Lakabı Takî ve Sey-yiddir. Hicretin üçüncü yılında Ramezân-ı şerifin ortasında, Medînede doğmuşdur. İsmini, Cebrail «âleyhisselâm» Cennet ipeklerinden bir ipeğe sarılı olarak Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hediyye getir-mişdir.

Esmâ binti Umeys «radıyallahü anhâ» anlatır: Hazret-i Hasen ve Hüseyn’in «radıyallahü anhümâ» ebesi ben idim. Hazret-i Hasen «radı-yallahü anh» doğunca Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» geldiler. 'Oğlumu getir yâ Esmâ buyurdular. Getirdim.

Sağ kulağına ezân, sol kulağına ikâmet okudular. Hazret-i Aliye «ra-dıyallahü anh» oğlumun adını ne koydun? diye sordular. Ali «radıyallahü anh» onun ismini koymakda ben sizin önünüze geçmem dedi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ben de oğlumun adında Rabbimden sebkat etmem buyurdular. Hemen Cebrâil «âleyhisselâm» geldi. Yâ Resûlullah, Allahü teâlâ sana selâm eder ve senin ile Ali, Mûsâ ile Hârûn gibisiniz. Oğlunun adını Hârûnun «âleyhisselâm» oğlunun adı gibi koy. Onun adı Şenber idi arabcası Hasen demekdir, buyurur dedi. Bir yıl sonra Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» doğdu. Yine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» teşrif etdiler. Hazret-i Hüseyni «radıyallahü anh» kendilerine verdim. Yere koyup ağlamağa başladılar. Niçin ağlıyorsun yâ Resûlullah dedim. Bu oğlumu zâlim bir kavm şehîd edeceklerdir. Fâtımâya söyleme buyurdular. Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» oğlumun adını ne koydun? diye sordular. Yine Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» için olan karşılıklı konuşmalar tekrar edildi. Cebrâil «âleyhisselâm» geldi. Yâ Muhammcd «sallallahü aleyhi ve sellem» oğlunun adını Hârûnun «âleyhisselâm» diğer oğlunun adından koy, onun adı, Şenberr idi arabcası Hüseyndir dedi

Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» ayaklarından göğsüne kadar ■olan kısmında Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tam benzerdi. Emîr-ül-mü’minîn Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» göğsünden başına kadar olan kısmında Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» tam benzerdi. Ebû Bekr Sıddîk «radıyallahü. anh» bir gün Hazret-i Haseni «radı-yallahü anh» omuzuna kadar kaldırmışdı. Bu Aliye değil Resûlullaha. «sallallahü aleyhi ve sellem» benziyor diyerek yemin ederdi. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» da tebessüm ederdi. Yirmibeş kere yaya hac etmiş-dir. Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» minbere çıkmışdı. Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» da beraberinde idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bazen Cemâate bakar bazan da Hazret-i Hasene «radıyal-lahü anh» bakardı. O hutbede buyurmuşlardır ki: Bu benim oğlumdur ve Seyyiddir. Yakında Hak teâlâ bunun vâsıtasiyle iki müslimân güruhunun arasmı ıslah eder. Muâviye «radıyallahü anh» Hazret-i Hasenin «radıyalla-hü anh» müslimânlar arasında olan fitneye cân-ı gönülden râzı olmadığını bildiği için Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» şehid olmasından sonra Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» ile gizli olarak anlaşdı. Emîr-ül-mü’mi-nîn Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» hutbeye çıkıp, Ey Müslümânlar ben hiçbir zeman fitneyi sevmem. Bugün Muâviye «radıyallahü anh» ile anlaşdım. Bu işi ona bırakdım. Eğer hakkı ise hakkı ona erişdi. Eğer benim hakkım ise bu ümmetin salâhı için hakkımı ona bağışladım. Ey Muâviye Hak teâlâ bildiği bir hayr için veya gördüğü bir şer için seni vâli yapmışdır dedi ve minberden aşağı indi. Orada bulunanlardan birisi Hazret-i Hasene «radıyallahü anh» ey müslimanlarm yüz karası Muâviye ile bî’at mı etdin, malı ona mı bırakdm? dedi. Hazret-i Hasen «radı-yallahü anh», Hak teâlâ Beni Ümeyye Padişahlarının saltanatını Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gösterdi. Onların birbiri arkasından kendi minberine çıkdıklarmı görünce, bu iş Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» güç geldi. Hak teâlâ (Biz sana kevseri verdik) ve (Kadr gecesi bin aydan daha hayrlıdır) ayet-i kerîmelerini gönderdi, buyurdu. Beni Ümeyye Padişahlarının saltanatı bin ay idi. Muâviye «radıyallahü anh» Hazret-i Hasene, halifeliği bana bırakmakla hiç kimsenin yapamı-yacağı civanmerdliği yapdm, dedi.

Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» anlatır: Bir gece Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Hasen’i «radıyallahü anh» seviyordu. Haydi annene git, buyurdular. Ben götüreyim, dedim. Hayır gitme, buyurdular. O sırada bir şimşek çakdı, onun aydınlığında Hasen «radıyal-lahü anh» evine, annesinin yanma gitdi.

·        492 — Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» hacca yaya giderdi. Bir defasında mübarek ayakları şişdi. Kölesi, efendim ayağınızın şişi ininceye kadar hayvana binseniz, dedi. Kabul etmediler ve ilerideki konak yerinde bir habeşli göreceksin, yanında bir mikdar yağı olacakdır, o yağı ondan münâkaşa etmeden satın al, buyurdular. Kölesi, şimdiye kadar olan konak yerlerinde böyle kimseler görmedik burada nasıl olacakdır, dedi. Bir konak yerine geldiler. Bir siyah kimse göründü. İşte söylediğim siyah kimse budur, git ondan yağ satın al parasını da ver, buyurdular. Kölesi o siyah kimsenin yanma gitdi, yağ istedi. Siyah kimse, bu yağı kimin çin alıyorsun? dedi. Köle Hasen bin Ali «radıyallahü anh» için alıyorum, dedi. Siyah, beni onun yanma götür, ben onun kölesiyim. dedi.

Siyah kimse Hazret-i Hasen’in «radıyallahü anh» yanma geldi, ben senin kölen oluyorum para istemem, yalnız hanımım doğum sancısı içindedir, vüdûdü noksansız bir oğlan doğurması için düâ buyur dedi. Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» evine git, Hak teâlâ sana istediğin gibi bir oğlan çocuğu verdi, buyurdular. O siyah kimse evine geldiğinde kusursuz bir oğlunun dünyâya gelmiş olduğunu gördü.

·        493 — Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» bir gün Zübeyr’in evlâdları ile «radıyallahü anhüm» sefere çıkdılar. Bir kurumuş hurma bağçesine geldiler. Emîr-ül-mü’minîn Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» için bir hurma ağacının dibine döşek döşediler. Zübeyr «radıyallahü anh» için de başka bir hurma ağacının dibine döşek serdiler. Zübeyr «radıyallahü anh» bu ağaçlarda hurma olsaydı da yeseydik, dedi. Hazret-i Hasen «radıyal-lahü anh» yaş hurma mı istersin? deyince, evet dedi. Ellerini düâya kaldırdı, dudakları kıpırdadı, fekat ne dediği anlaşılmadı. Hemen bir ağaç yeşerdi, yapraklandı ve yaş hurmalar verdi. Orada bulunan bir deveci bu hâli görünce bu sihrdir dedi. Hazret-i Hasen «radıyallahü anh» bu sihr değil peygamberin oğlunun kabul olan düâsıdır buyurdu. Oradakiler o hurmalardan yiyip doydular.

Hazret-i Kasenin «radıyallahü anh» menkıbeleri ilmi, ibâdeti ve güzel ahlâkı husûsundaki rivâyetler çok ve sıhhatlidir. Burada kısa geçildi.

Vefâtı zehirlenme ile olmuşdur. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» ağabeyiciğim, kimden şübheleniyorsun diye sorunca, onu öldürmek için mi soruyorsun buyurdu. Hüseyn «radıyallahü anh» evet dedi. Hasen «ra-dıyallahü anh» eğer birisinden şübhe ediyorsam, Allahü teâlâ ona her-kesden şiddetli azab yapar, eğer şübhe etdiğim kimse yoksa, istemem ki günahsız birini benim için öldürsünler buyurdu. Vefâtı Hicretin ellinci yılında Behî’ülevvelin ilk günlerindedir.

HAZRET-İ HÜSEYN «Radıyallahü anh»

Üçüncü imamdır ve imamların atasıdır. Künyesi Ebû Abdullahdır. Lakabı şehîd ve seyyiddir. Hicretin dördüncü yılında Şa’ban ayının dördüncü Salı günü Medine’de doğmuşdur. Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» yüzü, karanlık gecede etrafını aydınlatırdı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hüseyn benden ve ben Hüseyndenim, Allahü teâlâ Hüseyni seveni sever, buyurdular.

·        494 — İbni Abbâs «radıyallahü anhümâ» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» her sabah nemâzmı kıldıkdan sonra mübarek yüzünü eshâb-ı kirama «aleyhimürrıdvan» çevirirdi. Üzüntülü kimseler görse mesrûr olurlardı.

Bir gün sabah nemâzmdan sonra yüzlerini döndürmeden Hazret-i Ali’yi «radıyallahü anh» çağırdılar. Beraber mescidden çıkdılar. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» nereye, niçin gitdiklerini anlıyamadılar. Tekrar dönerler diye oturdular. İkisi Hazret-i Fâtımânın «radıyallahü anhâ» evine gitdiler. Hazret-i Ali’ye «radıyallahü anh» kapıda durup, kimseyi içeri sokmamasını emr etmişler. lîazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» doğmuş. Melekler tebrik etmek için gelmişler. Ebû Bekr «radıyallahü anh» duramayıp Hazret-i Ali’nin «radıyallahü anh» evine gitdi. Sonra Ömer, sonra Osman ve bütün eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» Hazret-: Alinin «radıyallahü anh» evine gitdiler. Ebû Bekr «radıyallahü anh» Hazret-i Aliden «radıyallahü anh» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» nerede olduğunu sordu, içeride, dedi. İzn verirsen ben de gireyim, dedi. Allahın Resûlü meşguldür, dedi Benim içeri girmememi sana emr etdi mi deyince hayır, yalnız dört yüz yirmi dört bin melek geldi dedi. Ebû Bekr «radıyallahü anh» sözünden taaccüb eyleyip durdu. Ali «radıyallahü anh» Ömere, Osmana ve bütün eshâb-ı kirâma «alehimürrıdvan» aynı şeyleri söyledi. Bir ara Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dışarı çıkıp herkesin içeri girmesini emr etdiler. Önce Ebû Bekr sonra bütün eshâb-ı kirâm «aleyhimürrıdvan» içeri girdiler. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» selâm verdiler. Hazret-i Aali’nin «radıyallahü anh» meleklerin sa-yısmdaki sözü söylendi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Aliye «radıyallahü anh» meleklerin sayısını nasıl bildin? diye sordular. Hazret-i Ali «radıyallahü anh» Melekler grub grub geliyorlardı. Her biri bir dil ile konuşurdu ve sayılarını bildirirlerdi, dedi. (Allah akimı ziyade etsin ya Ali!) buyurdular. Sonra, yâ Ebâ Bekr daha acâib bir şey anlatayım buyurdular. Melekler geldiği zeman onlarla beraber kanadı arı, elleri ve ayakları kırık bir melek de geldi. O meleğe hâlin nedir? diye sordum. Melek, ben Melâike-i mükerremînden idim. Bir gün gök kapısını açık bulup dünyâya bakdım. Yer yüzünde elleri ayakları düşmüş bir adam gördüm. Bu adamın yaşamasında hayr yokdur, ölmesi daha iyidir, dedim. O anda Hak teâlâ beni bu vaziyetde yapdı ve yere indirdi. Yediyüz yıldır ba’zı adalarda yaşadım. Melekler tehniye için yere inince beni bilirlerdi alıp huzûrunuza getirdiler ki Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» hürmetine Hak teâlâ hazretlerine benim için şefâat edesin dedi. O melek için düâ etdim. Cebrâil «aleyhisselâm» gelip düâmın kabul olduğunu söyledi, yalnız Hazret-i Hüseyn’in kundağını açıp sağ elini çıkar ve o meleği mesh et, dedi. Dediği gibi yapdım. O meleğin kanadları sağlam oldu. Fekat ağlamağa başladı Niçin ağlıyorsun? dedim. Melek, kendim için değil, doğumu yer ve gökdekiler için müjde olan kimseyi şehid edeceklerine üzülüp ağlıyorum dedi. Onu kim şehid .edecekdir? diye sordum.

Onu Cebrâil «aleyhisselâm» daha iyi bilir, dedi. Cebrâile «aleyhisselâm bu melek doğru mu söyler dedim. Evet dedi. Bunu nasıl biliyor dedim. Hak teâlâ bu meleği Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» şehid olduk-dan sonra kabrini mühafaza etmesi için bin sene evvel yaratdı. Sonra Cebrâil «aleyhisselâm» ile o melek beraber semâya yükseldiler.

·        495 — Yine îbni Abbâs «radıyallahü anhümâ anlatmışdır. Bir gün eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» bir grub ile Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda oturuyorduk. Bir kişi gelip Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» bir elma verdi. Ellerinde tutuyorlardı. Hazret-i Hasen ve Hüseyn «radıyallahü anhümâ» orada idiler. Elmaya bakıyorlardı. Elmayı birisine verip diğerini mahzun etmek istemediler. O sırada Cebrâil «aleyhisselâm» geldi. Yâ Resûlallah emr et güreşsinler hangisi gâlib gelirse elmayı ona verirsin, dedi. Emr etdiler. Güreşmeye başladılar. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» tut ya Hasen derdi. Ben dedim ki, yâ Resûlallah yalnız Hasene mi diyorsun. îşte Cebrâil «aleyhisselâm» o da tut yâ Hüseyn diyor buyurdular. Bir rivâyetde Hazret-i Kâtıma «radıyallahü anhâ» orada idi. Yâ Resûlallah büyüğüne mi tut dersin yoksa küçüğüne mi dedi. İşte Cebrâil «aleyhisselâm» tut ya Hüseyn diyor buyurdular. Güreş uzadı birbirlerine gâlib gelemediler. Cebrail «aleyhisselâm» Cennetden bir elma dahâ getirdi. İkisine birer dâne verip onları sevindirdiler.

·        496 — Rivâyet olundu ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Cebrâilden «aleyhisselâm» Göklerden buraya nasıl geliyorsun diye sordular. Kanadımın altında bir hamâyil vardır. Onda Hasen ve Hü-seyn yazılıdır. Bu iki isimden kuvvet alırım dedi.

·        497 — Rivayet olundu ki: Bir gün Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» yanında idi. Annesine gitmek istiyordu. Hava yağmurlu idi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» düâ buyurdular. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» eve gidinceye kadar yağmur dindi.

·        498 — Birgün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» nemâz kılıyordu. Kulağma bir çocuk ağlaması geldi. Nemazını çabuk bitirip dışarı çıkdı. Biraz sonra geri geldi. Sebebini sordular. Bir çocuk ağlaması duydum, onu Hüseyn sandım. Sonra (yâ Rabbî) Hüseyni ağlatanı afv etme!) buyurdular.

·        499 — Ümm-i Haris «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Bir gün Resûlul-lahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna vardım. Bir rü’yâ gördüm.. Çok korkdum dedim. Ne gördün? buyurdular. Senin vücûdünden bir parça kesdiler, benim yanıma eklediler dedim, iyi görmüşsün Fâtımânm bir oğlu olacak ve senin yanında kalacakdır buyurdular. Bir müddet sonra Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» dünyâya geldi.

·        500 — Rivâyet olundu ki: Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hüseyni sağ dizine oğlu İbrahimi sol dizine aldı. Cebrâil «amy-hisselâm» gelip, Hak teâlâ bu ikisinden birini alacakdır. Sen birini seç! dedi. Eğer Hüseyn vefât ederse,, benim canım yandığı gibi Alinin ve Fâ-tımânın da «radıyallahü anhvmâ» canları yanar. Eğer İbrahim giderse en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü onların üzüntüsüne tercih ediyorum buyurdular. Üç gün sonra İbrahim vefat etdi.

Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» Resulullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» yanma her gelişinde, onu öper ve (selâmet, seâdet o kimseye ki, oğlum İbrahim’i ona feda etdirn.) buyururdu.

·        501 — Ümm-i Seleme «radıyallahü anhâ» anlatır: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir gün evinden dışarı çıkdı. Bir çok zemandan sonra geri geldi. Mübarek saçları dağılmış ve tozlara bulaşmış idi ve :elinde bir şey tutuyordu. Yâ Resulallah «sallallahü aleyhi ve sellem, ne oldu? dedim. Bu gece beni Irakda Hüseynin ve benim evlâdlarımdan bir grubun şehîd edildiği yere götürdüler. Onların kanını devşirdim. Elimde tutduğum odur bunu sakla buyurdular.

Bir kızıl toprakdı. Bir şişeye koydum, sakladım. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» Irak seferine çıkdı. Her gün o şişeyi çıkarır bakar ağlardım. Muharremin onuncu günü sabahleyin bakdım bir değişiklik yok-du. Akşama doğru bakdığımda o toprak taze kan olmuşdu. Şehîd olduğunu anladım. Çok ağladım. Düşmanlar karışıklık çıkarmasınlar diye kendimi zor zabtetdim. Şehâdet haberi geldi. O güne uygun idi. Hicretin altmış birinde Cumartesine rastlıyan âşûra gününde şehîd oldu. Elli yedi yıl beş ay yaşadı.

·        502 — Hazret-i Aişe «radıyallahü anhâ» anlatıyor: Bir gün Resûlul-lah «sallallahü aleyhi ve sellem» Cebrail «aleyhisselâm» ile beraberdiler. Hüseyn «radıyallahü anh» da içeri girdi. Cebrâil «aleyhisselâm» bu kimdir? diye sordu. Oğlumdur, deyip bağrına basdılar. Cebrâil «aleyhisselâm» bunun şehîd olması yakındır, dedi. Bunu kim şehid edecekdir? diye sordular. Senin ümmetin, istersen yerini söyliyeyim, dedi. Kerbelâ tarafına işaret edip, bir mikdar kızıl toprak aldı. Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» gösterip, bu toprak şehid edildiği yerin toprağıdır, dedi.

·        503 — İmâm-ı Zeyn-el-Âbidin «rahmetullahi aleyh» anlatıyor: Haz ret-i Hüseyn «radıyallahü anh» Küfe yolunda her konakladığımız yerde Yahyâ bin Zekeriyya «aleyhisselâm»dan bahsederdi. Bir gün de; dünyanın aşağılığı ve kıymetsizliğinden biri de, Hazret-i Yahya’nın «aleyhisselâm» mübarek başını Benî Isrâil’den hiç işe yaramıyan bir kadına hediye götürmeleridir, buyurdu.

·        504 :— Sa’d bin Cübeyr «radıyallahü anh» îbni Abbâs’dan «radıyal-’iahü anhümâ» rivâyet etmişdir: Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahü teâlâdan şöyle bir vahy geldi. Yahya bin Zekeriyyâ’nm aleyhi-müsselâm katli için yetmiş bin kimse helâk eyledim. Senin oğlun için iki kere yetmiş bin kimse helâk eyliyeceğim.

·        505 — Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» kâtillerinden veya onların arkadaşlarından, rezil oimadan bir belâya uğramadan ölen yokdur. Abdülmelik bin Amîr «rahmetullahi aleyh» anlatır: Ubeydullah bin Zi-yâdı Kûfe’de bir köşkde otururken gördüm. Hazret-i Hüseynin «radı-y allahü anh» başı önünde idi. Sonra Ubeydullah bin Ziyâdın başını Muh-târın önünde gördüm. Sonra muhtarın başmı Zübeyrin «radıyallahü anh» oğlu Mus’ab önünde gördüm. Sonra Mus’abın başmı Abdülmelik bin Mer-vânm önünde gördüm. Bunların hepsi kısa bir zemanda idi.

·        506 — îtimâd olunur kimselerden biri demişdir ki: Abdullah bin Zi-yâd ve arkadaşlarının başlarını Küfe mescidine getirdiler. Ben de orada idim. Oradakiler geldi, geldi dediler. Bir yılan geldi. O başların arasına girdi. Abdullah bin Ziyâdm burnundan içeri girdi. Biraz durdu. Sonra çıkdı ve kayboldu. Yine etrafdan geldi, geldi dediler. Yine o yılan geldi. Evvelki gibi yapdı. Böylece birkaç defa tekrarlandı.

·        507 — Nakl edilmişdir ki Şemr bin Zil Cûş Hazret-i Hüseynin «radı-yallahü anh» yüklerinin arasında bir mikdar altın buldu. Bir kısmını kızına süs eşyası yapmak için bir kuyumcuya verdi. Kuyumcu altını ateşe koydu. Altm eriyip yok oldu. Şemr bunu duyunca kuyumcuya bağırdı. Geri kalan altını da verip gözü önünde ateşe koymasını istedi. Kuyumcu o altını da ateşe koyunca yine eriyip yok oldu.

·        508 — Rivayet olunmuşdur ki: Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» birkaç devesini o bedbahtlar kesmiş ve pişirmişlerdi. O kadar acı olmuş-du ki, hiçbiri bir lokma dahi yiyemediler. Vâhib «radıyallahü anh» diyor ki: Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» mübarek başını taşıyan deveyi de kesdiler. Eti acılığı ile meşhur. Sabır otundan, dahâ acı olmuşdu. Sonra eti ateşde yakdılar.

·        509 — Güvenilir kimselerden biri anlatır: Tayy kabilesinden birine: Siz, Cinlerin Hazret-ı Hüseyn «radıyallahü anh» için feryad ederek, ağladıklarını duymuşsunuz öyle mi? diye sordum. Evet, bu kabilede herkes duymuşdur dedi. Ben senden dinlemek istiyorum dedim. Ben onlardan şöyle işitdim dedi. Resûlullah onun sırtını sığamışdır. Her taraf yanağının nûruyla aydınlanır. Babası Kureyşli ve emir olan Alidir, dedesi her dededen üstün ve hayırlıdır.

Derler ki: Medinede bedbahtlardan biri Hazret-i Hüseyinin «radı-yallahü anh» katlini müjdeleyen bir hutbe okudu. O gece bir ses işitildi, fekat söyliyeni kimse görmedi. Bu şiiri okuyordu:

Hüseyni cehaletle şehid eden katiller,

Müjdelendiniz elbet, âhıret azâbiyle.

Göklerde kim var ise, size lâ’net ederler,

îsâ bin Meryem ile Dâvûdun lisâniyle «aleyhimesselâm».

Bizans’ın gâzilerinden biri demişdir ki; onların kiliselerinden birinde gördüm, şu beyt yazılmışdı:

Hüseyni şehîd eden ümmet ümmîd eder mi, Dedesinden şefaat o kıyamet gününde.

Bu yazıyı kimin yazdığını sordum. Bilmiyoruz dediler.

·        510 — Zeyd bin Erkam «radıyallahü anh» anlatır: İbni Ziyâd, Haz-ret-i Hüseynin «radıyallahü anh» mübarek başının getirilip bütün mahallelerde dolaşdırılmasmı emr etmişdi. Ben evimin penceresinden bakıyordum. Önümüzden geçdiklerinde mübarek başından işitdim. (Sen sanır mısın ki eshâb, kehf ve Rekîm bizim alâmetlerimizden acâib olanlardır?) Ayet-i kerîmesini okuyordu. Bunu işitince tüylerim ürperdi. Ey Resûlul-lahm oğlu bu senin başındır, senin işin çok acâibdir diye bağırdım.

·        511 — Abdullah bin Abbaş’dan «radıyallahü anhümâ» rivâyet edil-mişdir: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilân, dan üçyüz sene evvel dört yüzlü bir taş bulundu. Bir yüzünde:

Nasıl umar o ümmet Hüseyni kati eder de

Dedesinden şefaat bekler hisâb gününde.

Yazılı idi. İkinci yüzünde:

Bir kimse hayr ekerse, sürür biçer.

Üçüncü yüzünde:

Bir kimse şer ekerse, pişmanlık biçer.

Dördüncü yüzünde:

Cennetde Ali, Hasen ve Hüseyn «radıyallahü anlıüm» için sütden bir nehr vardır, yazıyordu.

·        512 — Muhammed bin Riyâh «radıyallahü anh» anlatır: Bir a’mâ. gördüm. Etrafında toplanmışlar gözlerinin görmemesinin sebebini anlamak istiyorlardı. A’mâ olan kimse anlatmağa başladı: Biz on arkadaş Hazret-i Hüseyn’in şehîd edildiği günde beraberdik. Fekat ben ona hiç ok atmadım ve katline râzı değildim. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» şehîd edildikden sonra eve gelip yatsı nemazmı kılıp yatdım. Rü’yâmda, bir adam gör.düm, yanıma geldi. Kalk Muhammed’e «sallallahü aleyhi ve sellem» cevâb ver ,dedi. Onunla benim aramda bir şey yok, dedim ise de, beni tutup Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna götürdü. Bir sahrada üzüntülü duruyorlardı. Yanlarında elinde ateşden bir kılıç tutan bir melek vardı. Dokuz arkadaşım öldürülmüşdü. İleri gidip selâm verdim. Selâmımı almadılar. Uzun müddet durdukdan sonra mübarek babını kaldırdılar. (Benim hürmetimi düşürdün, izzetimi öldürdün ve hakkıma riayet etmedin) buyurdular. Yâ Resûlallah ben ona ok atmadım, başka bir şey yapmadım, dedim.

Evet, doğru söylüyorsun, fekat katillerin arasında idin. Sonra, yakın gel, buyurdular. Yaklaşdım. Önünde bir leğen vardı içi kanla doluydu. Bu oğlum Hüseyn’in kanıdır, buyurdular. O kandan gözüme çekdiler. Uyandığım zeman gözlerimin nûru gitmişdi, göremiyordum.

·        513 — Yûnüs bin Yahyâ’nın dedesi anlatmışdır:

Mekke’de bir kişi gördüm. Uzvları eğri büğrü olmuşdu. Ey insanlar beni, Evlâdı Muhammed «sallallahü aleyhi ve sellem» tarafına götürün, •diyordu. Birkaç kişi yanına gitdiler. Ne istiyorsun? dediler. Ben falanım, dedi. Hayır yalan söylüyorsun, senin dediğin şahsın a’zâları sağlam ve güzel yüzlüdür, senin ise a’zâların değişmiş ve siyah yüzlüsün, dediler. .Allaha yemin ederim ki ben falanım, anlatayım dinleyiniz, dedi. Ben Emîr-ül-mü’minîn İmâm-ı Hüseyn’in «radıyallahü anh» devecisi idim. Bir yerde konaklamışdık. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» hâcet için oturduğunda gözüm, Acem padişahının kızı Şehr-i Bânû ile evlendiklerinde hediye gelen bir kemere takıldı. İstiyecekdim, fekat heybetinden çekinip istiyemedim. Kerbelâ’ya geldik. O musibet meydana geldi. Şehidlerin ce-sedlerini bırakıp gitmişlerdi. Küfeye doğru gidiyorduk. Birdenbire aklıma : O kemer geldi.

Geri dönüp şehidlerin bulunduğu yere geldim. Hazret-i Hüseyn «ra-dıyallahü anh» mübarek başı kesilmiş kanlar içinde yatıyordu. Kemerini ■ çözüp almak istedim. Sağ elini kaldırıp bana bir darbe vurdu ki, azalârı-mm birbirinden ayrıldığını zannetdim. Sonra mübarek eliyle kemerini tutdu. Ayağımı mübarek göğsüne koyup kemeri çok çekdim ise de parmakları açılmadı. O zeman bıçağımı çıkarıp mübarek parmaklarını kes-dim. Sonra sol eliyle tutdu. Ona da aynı şekilde yapdım. Bu sırada karşıdan birkaç atlının geldiğini gördüm. Burnuma çok güzel bir koku geldi. Gelenler şehidler arasında hayatda olan var mı diye araşdırıyorlardu Ben kendimi yere atdım, ölmüş gibi uzandım. Önden birisi geliyor ve ben Muhammedim «sallallahü aleyhi ve sellem» diyordu. Arkasından birisi, ben Hamza Bin Abdülmuttalibim üçüncüsü ben Ca’fer bin Tayyânm, başka birisi ben Ebû Tâlibim, diğeri ben Hasen Bin Aliyim, bir diğeri ben Fâtımâ-tüz-Zehrâ’yım diye hepsi gelip Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» için ağlaşdılar. Ey sevgili oğlumuz ve gözümüzün nûru senin kesilmiş başına mı, ellerine mi, yaralı bedenine mi yoksa esir olmuş evlâdına mı ağ-lıyalım. Seni şehid etdiler ise ellerini niçin kesdiler diyorlardı. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» sevgili oğlumun başını getirin, buyurdular. O anda Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» başını ellerinde gördüm. Mübarek başı bedeninin üzerine koydu. Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» oturduğunu gördüm. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Hazret-i Hüseyni «radıyallahü anh» kucakladı, ağladı ve ey oğlum, seni aç ve susuz şehid etmişler, sana yemek ve su verselerdi, AUahü teâlâ da onları açlık ve susuzluk gününde doyurur ve su verir idi buyurdular. Sonra (Yâ -Hüseyn seni şehid edeni biliyorum, fekat ellerini kim kesdi?) buyurdular. Hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» işte şu maktuller arasında gizlenmiş kişi kesdi dedi. Kalk ya şaki Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» cevab ver dedüer. Kalkdım, huzûruna vardım. Ey Allahın düşmanı niçin benim sevgili oğlumun ellerini kesdin? buyurdular. Yâ Resûlullah ben onu şehid etmeğe uğraşmadım, dedim. (Parmaklarını kesmek şehid etmekden daha kötüdür) buyurdular. Sonra (Ey Allahın düşmanı Allah şeklini değişdirsin!) diye düâ buyurdular. Ondan sonra a’zâlarımı değişmiş buldum dedi. Bu sözleri duyanlar o adama lâ’net etdiler.

·        514 — Vâkihi «rahmetüllahi aleyh» anlatır: Şemr, Hazret-i Hüseynin «radıyallahü anh» mübarek başını kesdikden sonra bir torbaya koyup evine geldi. Torbayı yere koyup üzerine bir dağarcık koydu. Hanımı gece kalkdığmda o dağarcıkdan bir nûrun göklere yükseldiğini gördü. Yanma yaklaşınca alttan bir ses işitdi. Şemr’e gelip dağarcığın altında ne olduğunu sordu. Şemr, bir hâricinin başıdır, Yezide götürüyorum bana çok mal verir dedi. Hanımı, adı nedir? diye sordu. Şemr, Hüseyin Bin Alidir dedi. Hanımı, bir çığlık atıp, bayılıp düşdü.

Kendine geldiğinde kocasına: Ey mecûsiden daha kötü! Allahdan korkmadın mı? Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» gözü nûru olan oğlunun başını nasıl kesdin? dedi ve ağlıyarak odadan çıkdı. Şemr uyudu. Hanımı o mübarek başı öpdü ve odasına götürdü. Başka kadınları da çağırdı, ağlaşdılar. Kapıları kilitlediler. Gece rü’yâsmda şöyle gördü: 'Evin damı yarıldı bir nûr o kadınları bürüdü. Sonra Hadîce ve Fâtımâ «radıyallahü anhümâ» bir ak bulut içinde indiler. O başı alıp ağlaşdılar. Dahâ sonra Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve eshâb-ı kiramdan «aleyhimürrıdvan» birkaç kişi geldiler ve ağlaşdılar. Hadice ve Âişe «ra-dıyallahü anhümâ» Şemr’in hanımının yanma gelip, senin bizim üzerimizde hakkın çokdur. Ne istiyorsun? dediler. Eğer kabul ederseniz Cennet-de sizinle beraber olayım dedi. Allahü teâlâ işlerini ıslâh etsin, seni bekliyoruz dediler. Şemr’in hanımı uyanıp rü’yâsım oradaki kadınlara anlatdı. Sabahleyin Semr gelip başı istedi. Hanımı vermedi. Bundan sonra seninle yaşayamam beni boşa, dedi. Semr boşadı. Yine başı vermedi. Beni öldür dedi. Şemr hanımını öldürdü. Mübârek başı aldı.

Ehl-i beyt imâmlarmdan bir kısmı zikr olundu geri kalan imamlar her ne kadar Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» görmediler ise de kerametlerini ve âdet dışı hârikâlarını dedelerinden hemen sonra anlatmak uygun görüldü. Böylece kendilerine altın silsile dediğimiz zincir kesilmemiş olur. Bu Oniki imam anlatıldıkdan sonra diğer eshâb-ı kirâ-mm menkıbeleri bildirilecekdir.

DÖRDÜNCÜ İMAM, İMÂM I ZEYNEL ÂBİDİN

«Radıyallahü anh»

Hazret-i Hüseynin oğlu Alidir «radıyallahü anh». Dördüncü İmamdır. Künyesi Ebu Muhammed, Ebül Hasendir. Lâkabları Seccâd ve Zey-n’el Âbidin’dir. Hicretin otuz üçüncü yılında Medine’de doğmuşdur. Annesi Şehr-i Bânû’dur ki zemanın Acem Padişahının kızıdır. Nûş-i Revân-ı Âdilin evlâdmdandır. Vefatı, Hicretin doksan beşinde Muharremin on se-kizindedir. Kendisine Zeyn-el Âbidin denmesine sebeb şudur: Bir gece teheccüd nemâzmı kılıyordu. Şeytan ejderha şekline girip kendisini meşgul etmek istedi. Hiç aldırış etmeyince ayak parmağını ısırdı. Parmağı çok acıdı, fekat nemâzmı bozmadı. Hak teâlâ ejderhânın şeytan olduğunu bildirince ona vurup uzak ol ey mel’un dedi. Şeytan gitdi. İbâdetini temamlamak için kalkdığında kendisini görmediği birisi üç kere sen Zeyn-el-Âbidînsin (ibâdet edenlerin süsüsün) dedi.

Her abdest aldığında yüzü sararır vücûdü titrer idi. Bu halin sebebini sorduklarında, kimin huzûruna çıkacağımı biliyor musunuz buyurdu. Bir gün evinde nemâz kılıyordu. Evi yanmağa başladı. Kendisi secdede idi. Ev yanıyor diye bağırdılar. Başını secdeden kaldırmadı. Sonunda ateş söndü. Seni ateşden gâfil eden ne oldu? diye sorduklarında, Cehennem ateşi buyurdular. Kerametleri ve âdet dışı hârikaları çokdur.

·        515 — Zehrî «rahmetullahi aleyh» anlatır: Halife Abdül Melik bin Mervân’m emriyle Hazret-i Ali bin Hüseyn’in «radıyallahü anh» elleri ayakları kelepçelenmiş başına da nöbetçi konmuş idi. Onu görmek için izn aldım. Çadırına girip onu bu halde görünce ağladım ve senin yerinde ben olsaydım da sen serbest olsaydın, dedim. Sen beni bu demirler içinde huzûrsuz mu zan ediyorsun? İstesem bunların hepsinden kurtulurum. Fekat sana veya senin gibilere de böyle bir eziyyet yapıldığında Allahü teâlânm azabı hatırlanırsa bunlar kolay gelir buyurdu. Sonra elini ayağını o zincirlerden çıkarıp, ben bunlarla iki konakdan fazla gitmesem ge-rekdir buyurdular. Aradan dört gün geçdi. Onun kapısındaki nöbetçiler Medinede dolaşıp onu arıyorlardı. Önlardan ba’zısı dediler ki: Biz bir yerde konakladık, hepimiz onun etrafını sardık. Sabaha kadar uyumadan onu bekledik. Sabahleyin yine onu mahmel içinde göremedik.

Sonra Abdülmelik bin Mervânm önüne vardım. Bana Zeyn-el Âbidin’-den «radıyallahü anh» sordu. Bildiklerimi söyledim. Mervân: Zeyn-e] Âbidin’i buraya getirdiler. Bana, benim ile senin aramızda ne olmuşdur dedi. Ben de, yanımda ikâmet et dedim. O da hayır deyip gitdi. Onun heybetinden başka bir şey söyliyemedim dedi. Zehri «rahmetullahi aleyh» Ali bin Hüseyn’den «radıyallahü anh» bahs ederken ağlar ve o Zeyn-el-Âbidîn’dir derdi.

·        516 — Güvenilir kimselerden biri anlatır: Bir gün Zeyn-el-Âbidin’in «radıyallahü anh» evinin kapısına vardım. Kendisini çağıracakdım. Dışarı çıkdı. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bir dıvarm dibine geldik Ey falan bu divan görüyor musun? dedi. Evet dedim. Birgün bu dıvara dayanmış oturuyordum. Karşıma yüzü ve elbisesi güzel birisi geldi, bana bak-dı, sonra şöyle dedi: Ey Ali bin Hüseyn seni üzüntülü görüyorum. Eğer üzüntün dünyâ için ise, rızk hazırdır, iyi kötü herkes yiyecekdir dedi. Hayır dünyâ için üzülmüyorum, dünyâ senin dediğin gibidir, dedim. Eğer üzüntünâhıret için ise, o da bir vâ’de-i sâdıkdır ve bir padişah-ı kâhır orada hükm edecekdir dedi. Üzüntüm âhiret için de değildir. Ahiret dediğin gibidir dedim. Peki, ne için üzülüyorsun? dedi. Zübeyr’in oğlunun fitnesinden korkuyorum dedim. Ey Ali hiçbir kimseyi gördün mü ki, Hak teâlâdan korkdu da Hak teâlâ onun işine kifâyet etmedi, dedi. Hayır dedim. Sonra o şahs gâib oldu. Bana onun Hızır «aleyhisselâm» olduğunu ve doğru söylediğini bildirdiler.

·        517 — Yukarıdaki râvî anlatmışdır; Bir gün Zeyn-el Âbidin’in «ra-dıyallahü anh» yanma gitmişdim. Bir grub serçe gelip etrafımıza kondular ve kalkdılar. Ey falan bu serçeciklerin ne dediğini biliyor musun dedi. Hayır dedim. Perverdigârlarını takdis edip bugünkü rızklarını istiyorlar, dedi.

·        518 — Bir gece Bakî’ kabristanı tarafından bir ses duyuldu. Fekat, söyliyeni kimse görmedi. Ey dünyâya kıymet vermeyip âhirete rağbet edenler, diyordu. Bu söz Zeyn-el Âbidin «radıyallahü anh» içindi.

·        519 — Bir gün oğulları, hizmetçileri ve birkaç kişi ile sahraya çıkmışlardı. Sabah kahvaltısı hazırlandı. Bir ceylân gelip yakınlarında durdu. Zeyn-el Âbidin «radıyallahü anh», ben Ali bin Hüseyn bin Ali bin Ebî Tâlibim, annem de Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kızı Fâtımâdır «radıyallahü anhâ» gel bizimle biraz yemek ye buyurdular..

Ceylân gelip beraber yediler. Sonra ceylân bir tarafa gitdi. Hizmetçilerinden biri, yine çağır gelsin, dedi. Ona dokunmıyacağmıza söz verirseniz çağırayım buyurdular.

Hepsi dokunmayacaklarına söz verdiler. Ben Ali bin Hüseyn bin Ali. bin Ebî Tâlibim, annem Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kızı Fâ-tımâ’dır «radıyallahü anhâ» soframıza gel biraz dahâ yiyelim buyurdular.. Ceylân tekrar geldi. Yemeğe başladı. Sofradakilerden biri elini ceylânın: arkasına koydu. Ceylân ürkdü. Ali bin Hüseyn «radıyallahü anh» sözünüzde durmazsanız sizinle konuşmam, buyurdular.

·        520 — Bir gün bir deve yolda gevşeklik eder, yürümez idi. Onu çökertip kamçısını ve asâsını göstererek, çabuk yürü, yoksa bu kamçı ve asâ ile seni döverim buyurdu. Bundan sonra deve çabuk yürümeğe başladı ve. artık tenbellik etmedi.

·        521 — Bir gün eshâbı ile sahrada oturuyordu. Bir ceylân yanma geldi, ayaklarını yere vurup bir takım sesler çıkardı. Etrafındakiler ceylânın, ne dediğini sordular. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh» buyurdu ki: Dün bir Kureyşli bu ceylânın yavrusunu tutmuş. Yavruma dünden beri süt. vermedim diyor. O kureyşliyi çağırdılar. Bu ceylânın yavrusunu tutmuşsun, dünden beri süt vermemiş, o yavruyu getir sütünü versin yine yavru. senin olsun, buyurdu. Kureyşli yavruyu getirdi. Ceylân ona süt verdi. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh» o Kureyşliden yavruyu bağışlamasını istedi. Kureyşli de bağışladı. Ceylân yavrusu ile beraber sesler çıkararak gitdi. Etrafdakiler ceylân ne söylüyor diye sordular. Allah size hayr ve iyilikler versin diye düâ ediyor, buyurdular.

·        522 — Vefât edeceği gece oğlu Muhammed Bâkır’dan «radıyallahü. anhümâ» abdest almak için su istedi. Bu suyun içinde hayvan ölmüşdür buyurdu. İhtiyaten mum ışığında dikkatle bakdılar. İçinde bir fare ölüsü vardı. Oğlu ayrıca bir su getirdi. Abdest aldı ve artık ölümüm yakındır buyurup, vasıyyet etdi.

·        523 — Zeyn-el âbidînin «radıyallahü anh» bir devesi vardı. Mekkeye giderken kamçı vurmaya lüzûm olmadığı için kamçı palana asılı dururdu. Medineye döndükden sonra vefat etdiler. Devesi kabrin üzerine gelip göğ- ■ sünü yere koyarak inledi. îmam-ı Muhammed Bâkır «radıyallahü anh» gelip, Allahü teâlâ bereketler versin kalk dedi. Deve kalkmadı. Muhammed. "Bakır «radıyallahii anh» kalkması için fazla uğraşmayın bu deve burada ölecek buyurdu. Üç gün sonra deve orada öldü.

·        524 ■— Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» şehid edilmesinden sonra kardeşi Muhammed bin Hanefiyye «radıyallahü anh» Zeyn-el âbidînin «radıyallahü anh» yanma gelip; ben senin amcanım ve yaşım da senden büyükdür, imâmete senden daha lâyıkım Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» silâhını bana ver dedi. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh»: Amcacığım, Allahdan kork, Hakkın olmadığı bir şeyi isteme buyurdu. Muhammed bin Hanefiyye ısrar edince bir hâkime gidelim buyurdu. O hâkim kimdir deyince, Hacer-ül-esveddir buyurdu. Beraber Hacer-ül-esvedin yanma gitdiler. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh» amcacığım, imâmete kimin lâyık olacağını sor! buyurdu. Muhammed bin Hanefiyye sordu, hiç cevâb -gelmedi. Zeyn-el âbidîn «radıyallahü anh» ellerini düâya kaldırıp, Allahü teâlâdan Hacer-ül-esvedi dile getirmesini istedi. Sonra yüzünü Hacer-ül-esvede döndürüp, Hazret-i Hüseyn’den «radıyallahü anh» sonra imamete kimin hakkı olduğunu söyle! buyurdu. Hacer-ül-esved harekete gelip ara-bî lisan ile fasîh olarak: Ey Muhammed bin Hanefiyye iyi bil ki, Hazret-i Hüseyn’den sonra imamlık Zeyn-el âbidîn’indir «radıyallahü anh» dedi.

·        525 — Tavâf zemâmnda bir erkek ile bir kadının elleri Hacer-ül-es-vede yapışdı. Ne kadar uğraşdılar ise ellerini ayıramadılar. Sonunda kesmeğe karar verdiler. O sırada Zeyn-el âbidîn Ali bin Hüseyn «radıyallahü anh» oraya geldi. Mübarek elini onlara sürdü. Derhal elleri açıldı, yollarına gitdiler.

·        526 — Abdülmelik bin Mervân, Haccâca: Abdülmuttalib’in oğullarını öldürmekden sakın. Ebû Süfyânm akrabası bu husûsda mübalâğa etmişlerdi, onların saltanatı çabuk bitdi diye bir mektub yazarak gizlice gönderdi Zeyn-el âbidîn.

Ali bin Hüseyne «radıyallahü anh» ma’lûm olup Abdülmelik bin Mer-vâna: Falan gün falan saatde Haccâca şöyle bir mektûb yazdın. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana, bu yapdığın işin Allahü teâlânm makbulü olduğunu, mülkünü sende sabit kılıp ve padişahlık zemânmı biraz daha artdırdığmı haber verdi diye bir mektûb yazıp bir hizmetçisine verip kendi devesiyle gönderdi.

Abdülmelik bin Mervân mektûbdaki tarih ile kendi yazdığı tarihi uygun görünce doğru olduğuna inandı. Deveye götürebileceği kadar hediyye-der yükletip Zeyn-el âbidîn Ali bin Hüseyne «radıyallahü anh» gönderdi.

·        527 — Minhâl bin Amr «radıyalahü anh» anlatıyor: Hacca gitmiş-

dim. Zeyn-el âbidîn Ali bin Hüseyne «radıyallahü anh» rastladım. Huzey-.me bin Kâhil-elesedi’yi sordu. Ben Kûfe’de iken hayâtda idi, dedim. Ellerini düâya kaldırıp: Yâ Rabbi Huzeyme’ye demirin ve ateşin hararetini nasîb et, diye düâ buyurdu. Küfeye geri dönüyordum. Yolda eski bir dostum olan Muhtâr bin Ebî Ubeydi gördüm. Bir yerde durdu. Birisini bekliyordu. O sırada oraya Huzeymeyi getirdiler. Muhtar, Allahü teâlâya hamd olsun ki beni sana erişdirdi dedi. Cellâd istedi. Huzeymenin elleri ve ayakları kesildi. Bir yük kamış getirdiler, Huzeymeyi o kamışın içine koydular, ateşe verdiler. O habis yandı. Bunu görünce Sübhanallah dedim. Muhtar, neden Sübhanallah dedin diye sordu. Zeyn-el âbidîn Ali bin Hüseynin «radıyallahü anh» düâsını söyledim. Sen kendin duydun mu dedi. Evet dedim. Hemen iki rek’at nemâz kıldı ve uzun bir secde yapdı. Kalkdı. Beraber yola koyulduk. Tesâdüfen bizim evin önünden geçmek icâb etdi. Buyurun bizde bir yemek yiyelim dedim. Ey Minhâl hem Allahü teâlanm Ali bin Hüseynin «radıyallahü anh» düâsınm kabul olduğunu söyledin, hem de yemek yiyelim diyorsun. Bugün onun şükrânesi olarak oruç tutdum, dedi.

— 225 — Peygamberlik Müjdelen — F. 15

BEŞİNCİ İMAM,

ÎMAM-I MUHAMMED BAKIR

«RadıyaBahü anh»

·        528 — Zeyn-el âbidîn’in oğlu Muhammed’dir «radıyallahü anh» Beşinci İmamdır. Künyesi Ebû Ca’ferdir. Lakabı Bâkırdır. İlmdeki tebak-kurundan ya’nî geniş ve derin iLm sahibi olduğundan bu ism verilmişdir. Annesi hazret-i Hasen’in kızı olan Fâtımâdır «radıyallahü anhüm». Hicretin elli yedinci yılı Safer ayının üçüncü Cum’a günü doğmuşdur. Vefâtı hicretin yüz on dördündedir. Kabr-i şerifi Bakî’dedir.

Muhammed Bakır «radıyallahü anh» anlatıyor: Bir gün eshâbı kiramdan Câbir bin Abdullahm «radıyallahü anh» evine gitmişdim. içeri girdim, selâm verdim. Gözleri kapanmışdı. Selâmımı aldı. Kimsin diye sordu. Zeyn-el âbidîn’in oğlu Muhammed’im dedim. Yanıma gel dedi. Gitdim. elimi öpdü. Ayağımı öpmek için de eğildi ise de geri çekildim. Resûlulla-hın «sallallahü aleyhi ve sellem» sana selâmı var dedi. Bu nasıl olur dedim.. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bana (Ey Câbir sen benim, oğullarımdan Muhammed bin Ali bin Hüseyni görünceye kadar yaşayacaksın, Allahü teâlâ ona nûr ve hikmet vermişdir, veya başka bir rivâyet-de onun ilmi geniş ve derindir, ona benden selâm söyle!) buyurdular. Bir rivâyetde de onu gördükden sonra çok az yaşıyacaksın buyurmuşlardır. Nitekim birkaç gün içinde Câbir «radıyallahü anh» vefat etmişdir. Muhammed Bâkır’m kerâmetleri sayısızdır.

·        529 — Güvenilir kimselerden biri anlatmışdır:

Muhammed Bâkır «radıyallahü anh» ile halife Hişâm bin Abdil Me-lik’in evine uğradık. Bu ev harâb olacakdır toprağı da buradan nakl edilip taşlar açığa çıkacakdır, buyurdular. O zeman hayretle karşılamışdım. Hişâm’m evini kim yıkabilir diye düşünüyordum. Hişâm’m vefatından sonra oğlu Velid, evi yıkmaları için emr verdi. Toprağı başka yere taşıdılar. Taşların açıkda kaldığını gördüm.

·        530 — Yine yakarıdaki şahs rivâyet etmişdir:

Muhammed Bakır «radıyallahü anh» ile beraberdik. Zeyd bin Ali «rahmetullahi aleyh» bize uğrayıp gitdi. Arkasından: Bunu öldürüp başıgezdirirler, buraya da getirip bir kamışın üzerine dikerler buyurdu. Yine hayret etmişdim. Çünki Medine’de kamış yokdu. Sonra Zeyd’in mübarek başım getirdiklerinde bir de kamış getirdiklerini gördüm.

·        531 — Muhammed Bâkır’m oğlu Ca’fer «radıyallahü anhümâ» demiş-dir ki: Babam bana, ben vefât etdiğim zeman beni sen yıka. Çünki imâmı imâmdan başkası yıkayamaz, dedi. Ayrıca kardeşin Abdullah da imamlık da’vâsmda bulunac#ıkdır, ona karışma, çünki ömrü kısa olacakdır. Babam vefât etdi. Yıkadım. Kardeşim Abdullah imamlık davasında bulundu. Fe-kat, babamın dediği gibi ömrü kısa sürdü.

·        532 — Feyz bin Matar «rahmetullahi aleyh» anlatıyor: Mahmil üzerinde, nasıl nemaz kılınacağını sormak için Muhammed Bâkır’m «radıyal-lahü anh» huzuruna gitmişdim. Henüz bir şey söylemeden, Resûlullah «sal-lallahü aleyhi ve sellem» binek hayvanı ne tarafa giderse gitsin üzerinde nemâz kılardı, buyurdular.

·        533 — Güvenilir bir kimse anlatmışdır: Bir gün Muhammed Bâkır’m «radıyallahü anh» yanma girmek için izin istedim. İçeride kardeşlerinden birkaç kişi var, biraz bekle, .dediler. Çok geçmeden oniki kişi çıkdı. Dar elbiseler giymişlerdi. Selâm verip geçdiler. Sonra ben içeri girdim. Çıkanları hiç tanımadığımı söyleyip kim olduklarım sordum. Bunlar Cinden olan kardeşlerinizdir. Sizin gelip halâl veyâ haramdan sorduğunuz gibi onlar da gelip soruyorlar, buyurdu.

·        534 — Muhammed Bâkır’m oğlu Ca’fer «radıyallahü anhûmâ» de-mişdir ki: Bir gün babam, ömrümden beş yıldan fazla kalmadı buyurmuş-du. Vefat edince, hesapladım. Tam beş yıl geçmişdi.

·        535 — Yine bir kişi anlatır: Muhammed Bakır «radıyallahü anh» ile beraber Mekke ile Medine arasında gidiyorduk. O, katıra hinmişdi.

Ben de merkebe binmişdim. Bir ara dağdan aşağı bir kurt geldi, yak-laşdı iki ayağını katırın eğerine koydu, bir şeyler söyledi. Muhammed Bâ-kır «radıyallahü anh» dinledi, sonra yürü git, dediğini yapdım buyurdu. Bana dönerek: Kurt ne dedi biliyor musun? diye sordu. Allah ve Resûlü ve Resûlün oğlu bilir dedim. Kurt, zevcem rahm ağrısına tutuldu. Düâ buyurun da kurtulsun ve senin dostlarından hiç kimse benim neslime musallat olmasın dedi. Ben de düâ ettiğimi söyledim buyurdular.

·        536 — Yine birisi anlatmışdır: Mekke’de idim. Muhammed Bâkırı «ra-dıyallahü anh» görmek arzûsu beni kapladı. Yola çıkdım. Medine’ye vardığım gece şiddetli yağmur ve çok soğuk vardı. Gece yarısı evinin kapısına geldim. Kapıyı vurayım mı, yoksa sabahı bekliyeyim mi diye düşünürken, onun sesini duydum. Câriyesine, kalk falan için kapıyı aç, o bu gece yağmura tutulmuşdur ve hava da soğukdur diyordu. Kapı açıldı. İçeri girdim.

·        537 — Yine bir kişi anlatır: Bir gün Muhammed Bâkır’ın «radıyalla-hü anh» evinin kapısına vardım. Başkalarına izn verildiği halde bana izn verilmedi. Çok üzüldüm. O gece gözüme uyku girmedi. Ne tarafa gideyim diye düşünceye daldım. Mürcie fırkasına gitsem onların şu bozuk düşüncesi vardır. Kaderiyye fırkasına dönsem onlar şöyle yanlış düşünürler. Zey diyyenin, Harûriyyenin de şöyle şöyle bozuk fikirlerinin olduğunu düşünüyordum. Bu düşüncelerle geceyi geçirmişim. Sabah ezanı okundu. O sırada kapı çalındı. Kimsin dedim. Beni Muhammed Bâkır «radıyallahü anh» gönderdi, seni istiyor dedi. Hemen elbisemi giyip gitdim. Ey falan mürcie’-ye, Kaderiyyeye, Zeydiyyeye veya Harûriyye’ye niçin dönüyorsun? Bize dön buyurdular.

·        538 — Yine bir kişi anlatmışdır: Mekke ile Medine arasında idim. İleride bir karaltı gördüm. Ba’zan görünüyor ba’zan görünmüyordu. Yaklaşınca bu karaltının yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk olduğunu gördüm. Selâm verdi. Selâmını aldım. Nereden geliyorsun? dedim, Allahü teâlâdan geliyorum dedi. Nereye gidiyorsun? dedim. Allahü teâlâya gidiyorum dedi. Yiyeceğin nedir? dedim. Takvâdır dedi. Sen kimsin? dedim. Arabım dedi. Biraz dahâ açıkla dedim. Kureyşliyim dedi. Biraz dahâ açıkla dedim. Hâ-şimîyim dedi. Dahâ açıkla dedim. Aleviyim, yani Hazret-i Ali’nin «radıyal-lahü anh» sülâlesindenim dedi.

Dahâ sonra Ben Muhammed bin Ali bin Hüseyn bin Ali bin Ebî Talibim dedi. Gözümden gâib oldu. Göğe mi çıkdı, yoksa yere mi gizlendi anlı-yamadım.

·        539 — Yine birisi anlatıyor: Muhammed Bâkır’dan «radıyallahü anh» mü’minin Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir? diye sordum. Yüzünü bana çevirdi. Süâli üç kere tekrarladım. Uçüncüsünde: Mü’minin Allahü teâlâ üzerindeki hakkı şudur ki: Şu hurma ağacına gel deyince gelmelidir. Bak dım, işaret etdiği hurma ağacı geliyordu. Bunun üzerine hurma ağacına: Dur, bu sözümle seni kasd etmedim, buyurdu.

·        540 — Yine bir kişi anlatıyor: Muhammed Bâkır’ın «radıyallahü anh» evine gitmişdim. Kapıyı çaldım. Genç bir câriye kapıyı açdı. Elimi göğüslerine dokundurarak, efendine, kapıda falan kimsenin olduğunu söyle dedim. O sırada içeriden bir ses geldi. İçeri gir, o senin hemşîrendir diyordu. İçeri girdim. Kötü bir şey yapmadım, dedim. Doğru söylüyorsun, bu divarların size olduğu gibi bize de perde olduğunu mu zan ediyorsun. O zeman aramızdaki fark ne olacakdır. Sakın bir daha böyle bir şey yapma buyurdular.

·        541 — Yine birisi anlatıyor: Cebâbe-i Vâlibiyye Muhammed Bâkır’m «radıyallahü anh» ziyaretine geldi. Niçin böyle seyrek geliyorsun? buyurdular. Cebâbe, başımda bir beyazlık meydana geldi, o beni meşgûl ediyor, dedi. Neresi olduğunu bana göster buyurdular. Cebâbe gösterdi. Mübarek elini Cebâbe’nin başına koydular. O beyaz yer siyah oldu. Bir ayna verin buyurdular. Cebâbe aynaya bakdı. Saçının siyah olduğunu gördü.

·        542 — Yine birisi anlatıyor: Muhammed Bakır «radıyallahü anh» ile Resûluliah’m «sallallahü aleyhi ve sellem» mescidinde idim. O günlerde Zeyn-el âbidîn Ali bin Hüseyn «radıyallahü anh» vefat etmişdi. O sırada Dâvûd bin Süleyman ile Mansûr-u Devanîkî içeri girdiler. Dâvûd, İmâm-ı Bâkır’m yanma geldi. Devanîkî başka bir yere oturdu. îmâm-ı Bâkır «ra-dıyallahü anh» Devanikî niçin yanımıza gelmiyor? diye sordular. Dâvûd bir özr söyledi. Çok zemân geçmeden Devânîkî Vâli olacakdır, şarka garba mâlik olacakdır. Ömrü de uzun olup, ondan evvel kimsenin mâlik olamadığı hazînesi olacakdır, buyurdular. Dâvûd bu sözü gidip Devânîkî’ye söyledi. Devânîkî, Muhammed Bâkırın «radıyallahü anh» huzuruna geldi. Sizin yanınıza gelmememin sebebi sizin büyüklüğünüz ve heybetinizdendir, dedi. Sonra, Dâvûda bir kaç söz söylemişsiniz, dedi. Evet söylediklerim doğrudur, buyurdular. Devânîkî, bizim mülkümüz sizden çok mu olacak-dır? dedi. Evet buyurdular. Benden sonra oğullarıma da kalır mı? dedi. Evet kalır buyurdular. Bizim mülkümüz ve saltanatımızın müddeti mi çok olacakdır, yoksa Benî Ümeyyenin ki mi? diye sordu. Sizin mülkünüz ve saltanatınız dahâ çok olacakdır. Hattâ çocukların top ile oynadığı gibi oğulların da bu mülk ile oynıyacakdır. Bunu babamdan duymuşdum, buyurdular. Mülk Devanîkîye erişince Muhammed Bâkırın «radıyalahü anh» sözüne teaccüb ederdi.

·        543 — Gözleri görmeyen Ebû Basîr anlatıyor: Bir gün îmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh» ile şöyle konuşduk. Siz, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» zürriyyetindensiniz. Evet buyurdu. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bütün peygamberlerin «aleyhimüsselâm» vârisidir. Evet onların ilmleri miras kalmışdır buyurdular. Siz de Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» miras alıyorsunuz. Evet buyurdular. Peki, sizde ölüleri dirilten, körlerin gözlerini açan, Baras hastalığını gideren, evlerdeki yiyeceklerden, eşyalardan haber veren kuvvet var mıdır? dedim. Evet, Allahü teâlânm izniyle vardır buyurdular. îleri oturmamı söylediler. Mübarek elini yüzüme sürdüler. Gözlerim açıldı. Dağları, sahraları, yeri ve gökü gördüm. Tekrar mübarek elini yüzüme sürdüler. Yine gözlerim kapandı. Dünyâda gözlerin görüp âhıretde hisaba çekilmek mi istersin, yoksa hisâbsız Cennete gitmek mi istersin? diye sordular. Dünyâda göremeyip, âhıretde hisâbsız Cennete gitmeği tercih etdim.

·        544 — Yine birisi anlatıyor: İmâm-ı Bakırın «radıyallahü anh» sohbetinde elli kişi kadar vardık. Kûfe’den hurma dânesi satan bir şahs geldi. Yüzünü Muhammed Bâkır’a «radıyallahü anh» döndürerek: Küfede falan şahs, senin yanında bir melek olduğunu o meleğin sana Mü’mini, kâfiri, dos tunu ve düşmanını haber verdiğini söylüyor dedi. İmâm-ı Bâkır «radıyalla-hü anh» hazretleri o şahsa: Sen ne iş yapıyordun, diye sordu. Buğday satarım dedi. Yalan söylüyorsun, buyurdular.

Ara sıra arpa da satarım, dedi. Yine yalan söyledin, senin işin hurma dânesi satmakdır buyurdular. O şahs, bunu sana kim haber verdi? diye sordu. Dostumu düşmanımı haber veren melek söyledi buyurdular. Ayrıca sen falan hastalıkdan öleceksin buyurdular. Bir ara Küfeye gitmişdim. O şahsı sordum. Üç gün evvel îmâm-ı Bâkırm «radıyallahü anh» söylediği hastalıkdan öldü dediler.

·        545 — Yine bir kişi anlatıyor:

Bir gün İmâm-ı Bakır «radıyallahü anh» ile beraber atlı olarak Me-dîneye gidiyorduk. Az bir yol gitmişdik, karşımıza iki şahs geldi. Bunlar hırsızdır, yakalayın buyurdular. Hizmetçileri o şahsları tutup bağladılar, î’timâd ettiği bir kişiye: Şu dağa çık, orada bir mağara göreceksin, mağarada ne bulursan getir buyurdular. O kişi gitdi. İki bavul dolusu elbise getirdi. Bir bavul da başka bir yerde buldular. îmâm-ı Bâkır «radıyalla-hü anh» bu bavulların sâhibleri şimdi hazırdır, üçüncü bavulun sâhibi de sonra gelir buyurdular. Medîneye vardık. İki bavulun sahibi, şübhelendiği birkaç kişiyi suçlandırmış, hâkim de onları azarlıyordu.

İmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh»; bunları azarlamayınız hırsızlar buradadır buyurdu. Yolda tutdukları hırsızların elleri kesildi. İki bavul da sâhibine verildi. Hırsızlardan biri: Allaha teâlâya hamd olsun ki, benim elimin kesilmesi ve tevbe etmem Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» oğlunun elinde oldu dedi. İmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh»; Senin kesik elin senden yirmi sene önce Cennete gitdi buyardıiar. O şahs bundan sonra yirmi yıl yaşadı.

Üç gün sonra diğer bavulun da sâhibi geldi. Imâm-ı Bakır «radıyal-lahü anh» o bavulun sâhibine: Senin bavulunda bin altın senin, bin altın da başkasının var ve ayrıca şu elbiseler gibi elbiseler vardır buyurdular. O şahıs eğer o bin altının da sâhibini söylersen doğru söylediğine inanırım, dedi. O şahsın adı Muhammed bin Abdurrahmândır, sâlih bir şahs-dır, çok nemâz kılar ve çok sadaka verir, şimdi dışarıda seni bekliyor buyurdular. O bavulun sâhibi hıristiyan idi, Müslimân oldu.

·        546 — Ebû. Basîr «rahmetullahi aleyh» demişdir ki: Imâm-ı Bâkır «radıyallahü anh»: Ben bir kişi biliyorum ki, bir deniz kenarına gelse, o denizdeki bütün hayvanları, annelerini, amcalarını ve halalarını bilir, buyurdu.

·        547 — Yine bir kişi anlatıyor: Birkaç kişi ile İmâm-ı Bâkırın «ra-dıyallahü anh» evinin dehlizine girmişdik. Birisinin Süryânîce, güzel sesle bir şeyler okuduğunu ve ağladığını işitdik. Ehl-i kitâbdan birisidir diye zannetdik. Evin içine girdik. Evde îmâm-ı Bâkırdan başka kimse yokdu. Kendisinden sorduğumuzda, falan peygamberin «aleyhimüsselâm» münâ-câtını okuyordum, beni ağlatdı buyurdular.

·        548 — Yine bir kişi anlatıyor: Ibni Ukâşe-i Esedî «radıyallahü anh» îmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh» hazretlerine geldi. Oğlu Cafer-i Sâdık «radıyallahü anh» da orada idi. İbni Ukâşe «radıyallahâ anh» Ca’ferin evlenme çağı gelmişdir dedi. İmâm-ı Bâkırın «radıyallahü anh» önünde bir kese altın mühürlü olarak duruyordu. Yakında bir yerden esir satıcısı gelecekdir ve falan yerde konaklayacaklardır buyurdu.

Bir kere dahâ îmâm-ı Bâkırm «radıyallahü anh» huzûruna gitmiş-dik. O satıcının geldiğini söylediler. O bir kese altını verdiler. Bununla bir câriye satın alın buyurdular. Satıcıya gitdik. Bütün câriyeleri satdığım ancak birbirinden güzel iki câriyesi kaldığım söyledi. Çıkarın görelim dedik. Çıkardı. Birini beğendik. Kaça satarsın dedik. Yetmiş altına dedi. Biraz ikrâm edin dedik. Bir kuruş eksik olmaz dedi. Şu kesenin içinde ne varoşa alınız, içinde nekadar altın olduğunu bilmiyoruz, dedik. Orada saçı sakalı ağarmış birisi vardı. Altınları sayın dedi. Satıcı, olmaz dedi. Bir kuruş eksik gelirse vermem dedi. Ak saçlı adam ısrar etdi. Keseyi açıp saydılar tam yetmiş altın idi. Câriyeyi aldık. Imâm-ı Bâkır’a «radıyallahü anh» getirdik. Ca’fer «radıyallahü anh» da yanında idi. Satıcı ile aramızda geçenleri anlatdık. Allahü teâlâya hamd etdi. O câriyeye bekâr mısın, dul musun diye sordu. Câriye bekârım dedi. Hiçbir câriye satıcıların elinden kurtulmaz, buyurdular. Câriye; o ne zeman benim yanıma gelse, saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar gelir ona bir tokat vurur ve yanımdan uzaklaşdı-rırdı. Böylece bir kaç kere tekrarlandı dedi. İmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh» oğlu Ca’fer’e: Al bu câriyeyi götür buyurdu. O câriyeden Muham-med Bâkır’m torunu Mûsâ doğdu «radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în»

·        549 — Muhammed Bâkır «radıyallahü anh» Medine’de bir grup insanlarla oturmuşdu. Mübarek başını önüne eğdi. Bir zeman sonra kaldırdı.. Bir kişi bu Medine’yi görmeğe gelecek, üç gün boyunca dört yüz bin kişilik ordusu ile çok kimseleri öldürecek ,ondan büyük zarar göreceksiniz. Bu gelecek yıl olacak. Söylediğim doğrudur, bundan çok sakınınız buyurdu. Medineliler inanmadılar. Yalnız az bir grup ile Hâşim oğulları inandılar. Çünki Hâşim oğullan İmâm-ı Bâkır’m «radıyallahü anh» her sözünün doğru olduğunu bilirlerdi. Bir yıl sonra îmâm-ı Bâkır «radıyallahü anh» ile kendisine inananlar âileleri ile beraber Medine’den çıkdılar. Sonra Nâfi" bin Ezrak geldi. îmâm-ı Bâkır’m «radıyallahü anh» buyurduğu gibi yap-dı. Artık Medineliler: Bundan sonra îmâm-ı Bâkır’m «radıyallahü anh» her sözüne inanırız, her sözü doğrudur, çünkü o Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ehl-i beytindendir, diyorlardı.

' ■                     ALTINCI İMAM,

İMAM I CA’FER-İ SÂDIK

«Radiyallahü anh»

·        550 — Künyesi Ebû Abdullahdır. Ebû İsmail de derler. Lakabları çok» dur. Meşhûr olan Sâdıkdır. Annesi Ümmi Fermûdedir. Ümmi Fermûde, Hazret-i Ebû Bekr’in torunu Kâsım’m kızıdır. Ca’fer-i Sâdık «radiyallahü anh» Ebu Bekr Sıddîk benim iki kere babamdır, buyurmuşdur. Bu sözden Ebû Bekr-i Sıddîk’m Ca’fer-i Sâdık’ın «radiyallahü annümâ» neseb ve tarikat yönünden olmak üzere iki dürlü babası olduğu anlaşılır. Çünki, Ca’fer-i Sâdık «radiyallahü anh» Hazret-i Aliden «radiyallahü anh» gelen vilâyet yolunda olduğu gibi, Hazret-i Ebû Bekr’den «radiyallahü anh» gelen nübüvvet yolunu da almışdır.

Hicretin seksenüçüncü yılında Medine’de rebî’ül-evvel ayının onyedin-ci pazartesi günü doğmuşdur. Hicretin yüz kırksekizinci yılı receb ayının, onbeşinci Sah günü vefat etmişdir. Baki’ kabristanındadır. Babası îmâm-ı Muhammed Bâkır, dedesi Zeynel-âbidin ve büyük amcası hazret-i Hasen’in. «radiyallahü anhüm» bulunduğu yerdedir. Ehl-i beytin büyüklerinden ve» âlimlerindendir. Nurlu kalbine akan ilmin ve feyzin çokluğu akl ile anlaşılmaz, dil ile anlatılamaz.

Ca’fer bin Muhammed «radiyallahü anh» bana, benden evvelki şeyleri de sorunuz, benden sonra size hiç kimse benim gibi anlatamaz, buyurmuşdur.

İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın «radiyallahü anh» hakikatleri ve ince marifetleri bildiren sözleri, nükte ve lâtîfeleri âlimler ve evliya arasında meş-hûrdur, kitâblarda yazılmışdır. Bu kitâbda yalnız hârika ve kerametler anlatıldığından kendisinin birkaç kerametini anlatabileceğiz.

·        551 — Halifenin kapıcısı ve veziri Rebi’ anlatıyor: Halife Mensûr Ca’fer-i Sâdık’ı «radiyallahü anh» çağırdı. Mensûr: Eğer ben seni öldürmezsem, Allah beni öldürsün. Sen, fitne çıkarıp Müslimânların kanını dök-»ek istiyoMeıuşsun dedi. Ca’fer-i Sâdık «radıyallahü anh» yemin ederek, ■ben böyle bir şey yapmadım ve yapmak da istemem. Eğer kulağınıza böyle bir şey geldiyse bir yalancının sözüdür. Allah korusun dediğin şeyi yapamam. Yûsüf «aleyhisselâm»a zulm etdiler, avf etdi. Eyyüb «aleyhisse-lâm» bir belâya mübtelâ oldu, sabr et, Süleyman «aleyhisselâm» a çök .şeyler verildiği halde, şükr etdi. Bunlar peygamberdir, senin nesebin de onlara gider buyurdu. Mansûrun hoşuna gidip yukarı çıkdılar. Bu sözü bana falan kişi söyledi, dedi. O şahsı çağırdılar. O şahsa, sen bu sözü kendisinden mi işitdin? diye sordu. O şahıs evet dedi. Yemin eder misin diye sorunca, ederim dedi ve kendisinden başkası ilâh olmayan, görünen ve görünmeyen her şeyi bilen Allaha yemin ederim, dedi. Cafer-i Sâdık halifeye: Yâ Emir-el-Mü’minîn bir de benim söylediğim şeklde yemin etsin, dedi. Halife izn verdi. Ca’fer-i Sâdık «radıyallahü anh» o şahsa: Allahın kudret ve kuvvetinden çıkıp, kendi kudret ve kuvvetime sığınmış olayım ki, Câfer şöyle dedi ve şöyle şöyle yapdı, diye yemin et dedi. O şahs önce söylemek istemedi ise de biraz sonra söyledi. Hemen düşüp öldü. Halîfe Mensûr, bunu ayağından çekip dışarı atınız, dedi.

Rebi’ der ki: Ca’fer-i Sâdık «radıyallahü anh» Halife Mensûrun yanına geldiği zeman dudaklarını oynatırdı. Zeman geçdikçe Mensûrun gadabı söndü. Hattâ Mensûr Ca’feri «radıyallahü anh» yanma çağırıp güler yüz bile gösterdi. Oradan ayrıldığımızda Ca’fere «radıyallahü anh» Halife sana çok kızmışdı, sen gelip dudaklarını oynatdıkça onun kızgınlığı yavaş yavaş sönüyordu. Hangi düâyı okuyordun? diye sordum. Dedem Hazret-i Hüseyn’in «radıyallahü anh» düâsını okuyordum buyurdu. O düâ Arabi olarak kitâbda yazılıdır. Rebi diyor ki: Bu düâyı ezberledim. Bana ne zeman bir musibet gelse bu düâyı okur kurtulurdum. Sonra Ca’ferden «ra-dıyallahü anh» o şahsa niçin kendi yemininden başka şeklde yemin verdirdin diye sordum. Bir kul Allahü teâlâyı vahdâniyyet ve azametle zikr ederse Allahü teâlâ o kuluna rahmet ve re’fet ile bakar ve cezâsmı gecik-dirir. Oradaki gibi yemin verdirdim. Gördüğün gibi Allahü teâlâ onun ce-zâsını çabuk verdi, dedi.

·        552 — Halife Mensûr, kendi kapıcısına: Ca’fer-i Sâdık bana geldiği zeman gözetle, benim yanıma gelmeden onu öldür diye emr etdi. Bir gün Câfer-i Sâdık «radıyallahü anh» Mensûrun yanma geldi ve oturdu. Mensûr kapıcıya haber gönderdi. Kapıcı, Ca’fer’in «radıyallahü anh» Mensûrun yanında, oturduğunu gördü. Bir müddet sonra Ca’fer «radıyallahü anh» Mensûrun yanından ayrıldı, gitdi. Mensur tekrar kapıcıyı çağırdı. Sana ne emr etmişdim dedi. Kapıcı yemin ederek Ca’feri yalnız senin yanında otururken gördüm. Gelirken de giderken de görmedim,, dedi.

·        553 — Mensûrun yakınlarından biri anlatıyor: Bir gün Mensûrun yanına gitmişdim. Onu düşünceli gördüm. Yâ Emîr-el-Mü’minîn neden düşüncelisiniz? diye sordum. Alevîlerden ya’ni Hazret-i Alinin «radıyallahü anh» evlâdından çok kimseleri öldürdüm, fekat onların önderini bırak-dım dedi. Bu önder kimdir? diye sordum. Ca’fer bin Muhammeddir «radı-yallahü anh» dedi. O ibadetle meşgul olan bir kişidir, dünyâya ehemmiyet vermez dedim. Sen de onun halife olmasını istiyorsun, ama olmıyacakdır. Ben en son bu gece kalbimi onunla meşgul etmekden kurtarmak istiyorum ,dedi. Cellâdı çağırdı. Ca’feri çağıracağım, elimi başına koyduğum ze-man onu öldür, dedi. Ca’fer-i Sâdık’ı «radıyallahü anh» çağırdılar. Gelirken ben de yanma gitdim. Dudaklarını oynatıyordu. Ne okuduğunu anlı-yamadım. Mensûr’un serayına bakdım, dalgalı denizdeki gemi gibi sallanıyordu. Mensûru gördüm yalınayak başı kabak bütün a’zâları titriyerek Ca’fer-i Sâdıkı «radıyallahü anh» karşıladı. Kolundan tutup, tahtının üzerine oturdu. Niçin geldiniz? diye sordu. Câ’fer-i Sâdık «radıyallahü anh» beni çağırmışsınız geldim buyurdu. Mensûr, ne istiyorsanız emr edin dedi. Ca’fer «radıyallahü anh ben istemeyince beni çağırmayın, kendi isteğimle gelirim buyurdular ve gitdiler. Sonra Mensûr yatdı gece yarısına kadar uyudu. Nemazlarını kaçırdı, kalkınca kazâ etdi ve beni yanma çağırdı. Ca’fer bin Muhammed «radıyallahü anh» geldiği zemân bir ejderha gördüm. Bir dudağı yerde bir dudağı gökde idi. Köşkümün damından bana: Eğer Ca’fer-i Sâdıka dokunursan seni ve sarayını yutarım, dedi. Bundan sonra gördüğün gibi hâlim değişdi dedi. Bu sihrdir dedim. Yok öyle deme, bu İs-m-i A’zamm husûsiyyetlerindendir ki, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sel lem» gelmişdir. Bu ismle her ne dilerse, dileği yerine gelirdi, dedi.

·        554 — İbni Cevzî «rahmetullahi aleyh» Sıfat-us-safve adlı kitabında yazmışdır. Leys bin Sa’d anlatıyor: Bir hac mevsiminde Mekkede idim. İkindi nemâzmi kılıp Ebî Kubeys dağına çıkdım. Bir kişi düâ ediyordu. Ya Rabbî sözünü nefesi kesilinceye kadar tekrarladı. Sonra Yâ Rabbâhü sözünü nefesi kesilinceye kadar tekrarladı. Sonra Rab, Allah, yâ. Rahim, yâ Erhemer râhimîn sözlerini de aynı şekilde nefesi kesilinceye kadar tekrarladı. Yedi kere böyle yapdı. Sonra Yâ Rabbî şu üzümden istiyorum. Ve elbiselerim de eskidi dedi. Henüz düâsı bitmemişdi, bir sepet üzüm ile iki takım elbise yanma geldi. Halbuki o zemân üzüm mevsimi de değildi. Üzümden yemek isteyince, ben de bu üzümde ortağım dedim. Niçin? diye sorunca, sen düâ ederken ben âmin diyordum dedim. Peki, buraya gel dedi. Gitdim, beraber yedik. Üzüm çekirdeksizdi ve öyle üzüm hiç yememişdim. Doyuncaya kadar yedim. Fekat sepetdeki üzüm hiç eksilmedi. Sonra, bu iki elbiseden hangisini istersen al, dedi. İhtiyacım yok, dedim. Yüzünü dön, bunları giyeyim, dedi. Yüzümü döndürdüm. Birini izâr birini ridâ edindi. Eskileri de eline aldı, yürüdü. Ben de arkasından git-dim. Sa’y olunan yere geldik. Birisi önüne çıkdı. Yâ Resûlullahm «sallal-lahü aleyhi ve sellem» oğlu, beni giydir ki Allahü teâlâ da seni elbiselen-dirsin dedi. Eski elbiseleri bu adama verdi. Arkasından yetişip, bu elbiseleri sana veren kim idi diye sordum. Ca’fer bin Muhammed «radıyallahü. anh» idi dedi. Sonra her ne kadar kendisinden hadis-i şerif dinlemek için.. Ca’feri «radıyallahü anh» aradım ise de bulamadım.

·        555 — Dâvûd bin Ali bin Abdullah bin Abbas, İmâm-ı Ca’fer-i Sadık’ m «radıyallahü anh» kölelerinden birini öldürdü ve malını aldı. İmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh» Dâvûdun yanma gidip, kölemi öldürdün ve malını gasb etdin. Sana bir bed düâ edersem görürsün buyurdu. Dâvûd alay ederek: Beni düâ ile mi korkutuyorsun dedi. Câfer-i Sâdık «radıyallahü anh» eve gelip bütün gece ibâdet etdi.

Seher vakti, Dâvûda bed düâ etdiğini işitdiler. Bir saat geçmeden Dâ-vûdu öldürdüler.

·        556 — Ebû Basîr anlatıyor: Medineye gitmişdim. Yanımda bir câri-yem vardı. Onunla Cem’ oldum. Hamama gitmek için dışarı çıkdım. Bir grub kimseleri gördüm. İmâm-ı Câ’feri «radıyallahü anh» ziyarete gidiyorlardı. Ben de onlara katıldım. Gitdik, içeri girdik. Bana bakarak, Ey Ebû Bâsîr Peygamberlerin ve oğullarının huzûruna Cünüb olarak girilmiyece-ğini bilmiyor musun? buyurdu. Sizi ziyâretden mahrum kalmayayım diye gelmişdim bir dahâ böyle yapmıyacağıma tevbe edip dışarı çıkdım.

·        557 — Bir kişi anlatmışdır: Bir dostum vardı. Halîfe Mensûr onu habs. etmişdi. Bir hac mevsiminde Arafatda ikindi nemâzmdan sonra İmâm-ı Câ’feri «radıyallahü anh» gördüm. Habsde olan arkadaşımı sordu. Yine-habsdedir dedim. Hemen düâ buyurdular. Biraz sonra kendisi yemin ederek: arkadaşını Arife günü ikindi nemâzmdan sonra salıverdiler buyurdu.

·        558 — Yine birisi anlatır: Bir palto satın almışdım kendime kefen olsun diye ölünceye kadar saklıyayım diye düşünüyordum. Arafatdan Müz-delifeye indik. O paltoyu gâib etdim. Çok üzüldüm. Sabahleyin Minaya gel- ■ diğimizde Hayf mescidinde oturdum. Birisi geldi. Seni İmâmı Câ’fer «ra-dıyallahü anh» çağırıyor dedi. Gitdim. Selâm verip oturdum. İstiyor musun sana bir palto vereyim, vefatından sonra sana kefen olur buyurdu. İyi. olur, zâten benim paltom da gâib olmuşdu dedim. Hizmetçisi bir palto getirdi. Aynen benimki gibi idi. Tut ve Allahü teâlâya ısmarla buyurdular.

·        559 — Yine birisi anlatır: Bir gün İmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh» ile Mekkede gidiyorduk. Bir kadın etrafında çocuklariyle ağlaşıyorlardı,.. Önlerinde de bir sığır ölüsü vardı. Bu ne haldir? diye sordular. Kadın, biz bu ineğin sütü ile geçinirdik. Şimdi öldü, ne yapacağımızı şaşırdık dedi, îmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh», ister misin bü ineği Allahü teâlâ diriltsin buyurdu. Kadın, bu musibet yetmiyormuş gibi bir de benimle istihzâ mı ■ediyorsun, dedi. Câ’fer-i Sâdık «Radıyallahü anh» istihzâ etmiyorum deyip düâ buyurdular.

Sonra mübarek ayağı ile hayvana dokundular. Hayvan sağlam olarak kalkdı. Câfer-i Sâdık «radıyallahü anh» ise kalabalığa girip gâib oldu. Kadın bu işi yapanın kim olduğunu anlıyamamışdı.

·        560 — Yine bir kimse anlatır: İmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh ile hacca gidiyorduk. Bir kuru hurma ağacının dibine oturmuşduk. Mübarek dudaklarını kıpırdatdı. Ne okuduğunu anlıyamadım. Sonra yüzünü hurma ağacına çevirerek: Allahü teâlânm kullarının rızkından sana emânet olarak verdiği şeyle bizi yedir! buyurdular. Ağaç onun tarafına eğildi, üze rinde taze hurma salkımları asılı idi. Gel, besmele ile bu hurmalardan,ye! buyurdular. Yedim, ömrümde öyle tatlı, hoş hurma yememişdim. Orada bir köylü vardı. Ömrümde böyle bir sihr görmedim dedi. îmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh» biz peygamberin «sallallahü aleyhi ve sellem» vârisleriyiz. Bizim aramızda sihrbaz ve kâhin olmaz. Biz düâ ederiz, Allahü teâlâ kabul eder, istersen düâ edeyim Allahü teâlâ seni köpek şekline soksun buyurdular. Köylü câhillik edip, et dedi. Düâ buyurdular. Köylü hemen köpek şekline girdi ve evine doğru gitdi. Arkasından git buyurdular. Git-dim. Evine girdi. Çocuklarının yanında kuyruğunu salladı. Onu sopa ile kovdular. Ben, îmâm-ı Sâdık’m «radıyallahü anh» huzûruna geldim. Evdeki durumu anlatdım. Köpek de geldi, toprakda yuvarlandı, gözlerinden yaş döküyordu. İmâm-ı Sâdık «radıyallahü anh» hazretleri acıyıp düâ buyurdular. Tekrâr köylü şekline geldi. Söylediklerime inandın mı? diye sordular. Köylü, bin kere, bin kere dedi.

·        561 — Yine birisi anlatır: Bir grub insanlar ile îmâm-ı Sâdık’m «ra-dıyallahü anh» sohbetinde idik. Ben sordum ki, Allahü teâlâ İbrahim «aleyhisselâm» a: Bakara Sûresi iki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi ve sonrasında (dört kuş al. Onları iyice tanı. Sonra onların herbirini kesip parça parça et. Her bir parçayı bir dağın üzerine koy. Sonra onları yanma çağır. Hepsi yanma gelecekdir.) buyurdu. Buradaki kuşlar aynı cinsten mi idi yoksa çeşitli cinsden mi idiler. İstermisiniz o kuşları aynen size göstereyim? buyurdular. İsteriz dedik. Ey tâvus buyurdular. Bir tâvus hâzır oldu. Sonra Ey karga! buyurdular. Bir karga hazır oldu. Sonra Ey Güvercin! buyurdular. Bir Güvercini orada gördük. Sonra Ey Doğan! buyurdular. Bir Doğm orada haar oldu. Emr buyurdular, oradaki dört kuşu® başları kesildi bir yere saklandı, vücudlan parçalanıp karışdınldı. Sonra Ey Tâvus! buyurdular. Tâvusun eti kemiği tüyleri bir araya toplanıp başına yapışdı ve canlı oldu. Diğer kuşlar da aynı şekilde canlandılar.

·        562 — Yine birisi anlatır: Bir şahs İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’a «radıyal-lahü anh» onbin akçe getirdi. Ben hacca gidiyorum, bu parayla bana bir ev alın, hacdan dönüşde o evde çoluk çocuğumla oturayım, dedi. O şahs hacdan dönüp îmâm-ı Sâdıkm «radıyallahü anh» huzûruna geldi. Ca’fer «radıyallahü anh» o şahsa: Sana Cennetde bir ev aldım. Komşularının birisi Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem», İkincisi Hazret-i Ali «radı-yallahü anh», üçüncü ve dördüncüsü Hazret-i Hasen ve Hüseyn «radıyal-lahü anhümâ» olacakdır. Bunun için sana sened de yazdım, buyurdular. O şahıs bunları duyunca, ben buna razı oldum dedi. Evine geldiğinde hastalandı. Ölürsem bu senedi kabrime koyun, diye vasıyyet etdi. Vefat edince senedi kabrine koydular. Ertesi gün sabahleyin o senedi kabrin üzerinde buldular. Senedin arkasında, Ca’fer bin Muhammed «radıyallahü anh» va’d etdiği şeyde vefa eyledi yazılıydı.

·        563 — Bir şahs, İmâm-ı Ca’fer’den «radıyallahü anh» Hak teâlânm kendisine çok mal verip, çok hac yapması için düâ buyurmasını istedi. Ya Rabbî, buna elli hac yapacak kadar mal ver! diye düâ. buyurdular.

O şahs elli hac yapdı. Ellibirinci için Cuhfe denilen yerde gusl ede-cekdi. Sel geldi ve orada vefat etdi.

■                     YEDİNCİ İMAM

İMÂM I MÜSÂ KÂZIM r

«radıyallahü anh»

!

Ca’fer-i Sâdık’m «radıyallahü anh» oğludur. Yedinci imâmdır. Künyesi Ebül Hasen ve Ebû İbrâhimdir. Bunlardan başka da söylemişlerdir. Lakabı Kâzımdır. Hilm’inin çokluğundan kendisine kötülük yapanlara dahî kızmayıp bağışladığından, gadabma hâkim olduğundan Kâzım lakabını vermişlerdir.

Annesi câriye idi. Humeyde-i berberiyyedir. Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ’da, hicretin yüz yirmi sekizinci senesi saf er ayının yirmi üçüncü pazar günü doğmuşdur.

·        565 — Mûsâ Kâzımı «radıyallahü anh»' Önce Halife Mensur’un oğlu Medhî, Bağdada getirip habs etdi. Bir gece rü’yâsmda Emirül müminin Hazret-i Ali’yi «radıyallahü anh» gördü. Kendisine bir âyet-i kerîme okudu. Manâ-yı latifi şöyle idi. (Siz yer yüzünü fesâd etmek mi istiyorsunuz? Hâkim oldunuz diye akrabalarınızı mı öldüreceksiniz?)

Rebî diyor ki: O gece beni Mehdi çağırdı. Gitdim. Güzel sesle bu ayet-i kerîmeyi okuyordu. Mûsâ Kâzım’ı «radıyallahü anh» getir dedi. Gidip getirdim. Onunla kucaklaşdı, yanma alıp rü’yâsını söyledi. Bana ve benim oğullarımın üzerine yürümeyeceğinden beni emin edebilir misin? dedi. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh», bu işi yapmam ve şanıma da yakışdıramam buyurdu. Mehdî, doğru söylüyorsun dedi. Sonra bana dönerek: Bunlara bin altın ver ve yol hazırlığını yap. Medineye gitsinler dedi. Hazırlığı hemen yapdım. Sabaha kalınca bir mâni’ çıkar diye korkduğumdan geceleyin uğurladım.

Halife Reşid zemânına kadar Medinede kaldılar. Reşid onları Bağdada çağırıp habs etdi. Bağdadda vefat etdiler. Hicretin yüzseksen senesinde Receb ayının yirmibeşinci Cum’a gününde vefât etdiler. Mübârek kabrleri Bağdaddadır.

Yahyâ bin Hâlid Bermekî’nin Hârûn Reşidin emriyle hurma içinde 'zehr verdiğini söylerler. Zehr verildiği gün Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh»: Bana bugün zehr verdiler yarın vücüdûm sarı olacak, sonra yarısı kıza-: racakdır. Ertesi gün de siyah olacakdır. O zeman vefat ederim buyurmuşlardır. Dedikleri aynen olmuşdur. Faziletleri menkıbe ve kerâmetleri çokdur.

·        566 — Şakîk-i Belhî kuddise sırruh» anlatır:

Hacca gidiyordum. Farisiyye’ye vardım. Orada güzel yüzlü, buğday benizli, yün elbiseli, başı sarıklı ve ayağında na’lin bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime: Bunun Sofiyyeden olması lâzımdır, bu yolda müslimânlara yük olmak istiyor herhalde, gidip biraz ağır konuşayım da bu işden vaz geçsin dedim. Yanına yaklaşınca, bana: Ey Şakîk diye hitâb ederek, (Zandan çok sakınınız, zira ba’zı zanlar günahdır.) âyet-i kerîmesini okudu. Bir tarafa doğru gitdi. Kendi kendime: Bü bir sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi dedim. Arkasından, halallaşayım diye gitdim.

Her ne kadar hızlı yürüdüysem yine yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine gördüm. Nemâz kılıyordu. Bütün â’zâları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Nemâzmı bitirsin de gidip halallaşayım dedim. 'Nemâzmı bitirdi. Yanma yaklaşdım. Bana: Ey Şakîk diyerek «Ben, tevbe eden, imân edip sâlih ameller işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimsleri elbette afv ederim) âyet-i kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaşdı. Kendi kendime, bu genç ebdâllerden olmalı, ikinci def’a ismimi ve kalbimdekini bildi dedim. Başka bir konak yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında elindeki kısa ipli kova ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya düş-’dü. Ellerini kaldırıp Ya Rabbî, sen benim Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvetim şendendir, su içmek istiyorum diye duâ etdi. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört rek’at nemâz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitdi. Eliyle kumları kovanın içine dökdü. Çalkalayıp içdi. Yanma gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. Hak teâlânm sana ihsan etdiği nimetlerin fazlasından beni de taamlandır dedim. Hak teâlânm nimetleri açık veya gizli her zeman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-ü zan-da bulun! deyip kovasını bana verdi. İçdim. Kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Ondan daha lezzetli bir şey içmemişdim. Kandım ve doydum. Mek-keye gelinceye kadar onu bir dahâ göremedim. Mekkede gece yarısı ne-mâza durmuşdu. Tam bir huşû ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devam etdi. Sabah oldu. Nemâz kılıp tavâî edip dışarı çıkdı. Arkasında hiz-ımetçileri vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. Bu zat kimdir? diye sor-•dum. Mûsâ bin Ca’fer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib «radıyallahü anhüm ecmaîn» dediler.

Yolda bu zâtdan şöyle şöyle acâib haller gördüm, dedim. Bu acâib haller bu seyyid için acâib değildir, dediler.

·        567 — Hârûn Reşîd, Ali bin yaktîn’e güzel elbiseler hediyye etmişdi. Bunların arasında, siyah ibrişim ile dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisi idi. Ali bin yaktîn, Mûsâ Kâzımı «radıyallahü anh» çok sevdiği için, bir mikdar dahâ mal ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzıma «radıyallahü anh» ^gönderdi. Gömlekden başka bütün hediyyeleri kabul etdiler. Gömleği geri gönderip, bunu saklamasını, bir gün lâzım olacağını söylediler. Bir gün Ali bin Yaktîn, kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle Hârûn Reşîde gidip: Benim efendim Mûsa Kâzımı imâm edinmişdir, ona çok mal gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm etdiğiniz ibrişimi!, altınlı gömleği bile hocasına gönderdi, dedi. Hârûn Reşîd kızıp Ali bin Yaktîni çağırtdı. Sana giydirdiğim gömleği ne yapdm? diye sordu. Ali bin Yaktîn, bendedir yâ Emir-el-.müminin dedi. Reşîd, hemen getir dedi. Ali bin Yaktîn bir kölesini çağırıp: Benim serayımda falan odaya git, anahtarını falan câriyeden iste, odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mührlü bir kutu göreceksin, o kutuyu getir dedi. Kölesi derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca; içinde gömleği gördüler. Güzel kokular da sürülmüşdij. Hârûn Reşîd’in öfkesi geçdi. Ali bin Yaktîne: Bunu yerine gönder, hatırını da hoş tut. Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam, dedi.

·        568 — Bir şahs anlatır: Halife Mehdî, îmâm-ı Kâzımı «radıyallahü ■anh» ilk defa çağırmışdı. Mûsa Kâzım «radıyallahü anh» bana, yol hazırlığı için çarşıdan bâzı şeyler almamı istediler.

Yüzüme bakdılar ve; seni üzüntülü görüyorum; ne oldu? diye sordular. Ben de niçin üzülmiyeyim bir zâlimin yanma gidiyorsunuz; sonunuzun da ne olacağı belli değildir; dedim. Hiç korkma, falan ayda falan günde geri geleceğim. Akşamleyin beni beklersin buyurdular. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurdukları gün geldi. Güneş batmasına az kalmışdı. Kimsenin geldiğini göremedim. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şübhe uyanmasından korkuyordum. Beni büyük bir sıkıntı kapladı. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh» önde bir katıra binmişdi. Ey falan diye bağırdılar. Buyurun efendim buradayım dedim. Az kalsın kalbine şübhe geliyordu değil mi? buyurdular. Evet öyle olacakdı dedim. Sonra Allahü teâlâya hamd olsun ki bu zâlim-1den kurtuldun dedim. Beni bir dahâ oraya götürecekler; fekat o zeman kur-ıtulamıyacağım buyurdular.

·        569 — Bir kişi anlatır: Medine’de kiralık bir evde oturuyor, Mûsâ Kâzımın «radıyallahü anh» meclisine devâm ediyordum. Bir gün çok şiddetli yağmur yağdı. İhram bağlanıp meclise geldim. Selâm verdim. Selâmımı, aldılar ve ey filân senin evin, eşyalarının üzerine yıkılmışdır buyurdular. Hemen eve gitdim. Buyurdukları gibi idi. Eşyaları toprak altından çıkarmak için işçi tutdum. Bütün eşyalarım çıkarıldı. Yalnız bir ibriğim çıkmadı. Sabahleyin huzurlarına vardım. Hiç eşyan zayi oldu mu? diye sordular. Hayır, yalnız abdest aldığım bir ibrik gayboldu, dedim. Mübarek başını aşağı indirdi. Bir müddet sonra kaldırdılar. Öyle zan ediyorum ki sen. onu bir yerde unutmuşsundur. Git, ev sahibi câriyenden sor ibriği sen al-mışdm, bana getir de, getirecekdir, buyurdular. Dönüp câriyenin yanma gitdim. İbriği halâda unutmuşdum, sen almışdm, getir de abdest alayım, dedim. Hemen gidip getirdi.

·        570 — Yine birisi anlatır: Mûsâ Kâzım’ı «radıyallahü anh» Basraya. götürdüklerinde Medâin yakınlarında gemiye beraber binmişdik. Bizim arkamızda bir gemi dahâ vardı. O gemide gelin götürdükleri için çok kalabalık ve gürültü vardı. Bu kalabalık nedir ? diye sordular. Gelin götürüyorlar dedim. Biraz sonra bir feryad duyduk. Bu feryâd nedir? diye sordular. Gelin denizden bir avuç su almak istemiş; bileziğini suya düşürmüş; onun, için feryâd ediyor dediler. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh» gemilerin durmasını emr buyurdular. Gemiler durdu. Kenara gelip bir şeyler okudular. Sonra, onların gemicisine söyleyin, suya girsin ve bileziği çıkarsın buyurdular. Biz de bakdık Bileziği su yüzüne yakın yerde gördük. Gemici suya, girip bileziği çıkardı.

·        571 — Yine birisi anlatır: Dostlardan biri bana yüz altın vererek Mû-sa Kâzıma «radıyallahü anh» götürmemi rica etmişdi. Birkaç şey de benim vardı. Medineye geldiğimde önce gusl etdim. Önce benimkileri sonra o< şahsın verdiklerini yıkadım. Üzerlerine misk saçdım. O şahsın altınlarını saydım. Doksan dokuz altın idi. Bir dahâ saydım yine doksan dokuz altın geldi. Bir altın da kendi altınlarımdan ekledim. Kesesine koydum. Gece Mûsâ Kâzımın «raıyallahü anh» evine vardım. Canım sana feda olsun, bir mikdar hediyyem vardır. Onunla Hak teâlâya yakın olmak isterim, dedim. Getir buyurdular. Kendi altınlarımı önlerine koydum. Falan dostunuz da benimle bir şeyler gönderdi, dedim. Getir buyurdular. Keseyi önlerine koydum. Keseyi yere dök buyurdular. Dökdüm. Mübarek eliyle o altınları da-ğıtdılar ve benim katdığım altım ayırdılar.

O şahs bu altınları sayı olarak değil, ağırlık olarak hisâb etmişdir buyurdular.

·        572 — Yine birisi anlatır:

Ali bin Yaktîn ve başka birisi bana: Küfeye git, falan kimse ile yoldaş ol, iki hayvan satın alın. Şu malı ve mektûblan da Mûsa bin Ca’fer «radıyailahü anh» hazretlerine götürün dediler. Küfeye gitdim. O kimse ile iki koyun satın aldık. Medine yakınlarında bir yerde konaklamış yemek yiyorduk. O sırada Mûsâ bin Ca’feri «radıyailahü anh» gördük. Bir katıra binmiş geliyordu. Yerimizden kalkıp selâm verdik. Yanınızda olanları getirin buyurdular. Getirdik. Mektûbları da verdik. Birkaç mektûb çıkardılar. Bunlar sizin mektûblarmızın cevâblarıdır. Geri dönün Allaha emanet olun buyurdular. Biz: yiyeceğimiz kalmadı, Medineye de çok az kaldı, izin verirseniz Medineye gidip Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sel-lem» ziyaret edelim ve yiyecek alıp geri dönelim dedik. Yediğinizden artan br şey midir? diye sordular. Vardır deyip getirdik. Mübârek elleriyle tutdular ve bu size Küfeye kadar yeter. Allah sizi muhafaza etsin, geriye dönün buyurdular. Geriye döndük. O yiyecek bize Küfeye kadar kâfi geldi.

— SEKİZİNCİ İMÂM —

İMÂM I ALİ RIZÂ

«radıyallahü anh»

·        573 — îmâm-ı Mûsâ Kâzımın oğlu Ali Rızâ’dır «radıyallahü anhümâ» Sekizinci İmamdır. Künyesi babasının künyesi gibi Ebül Hasendir. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh» ona kendi künyemi bağışladım buyurmuşlardır. Lakabı Rızâdır. Babasına dediler ki, halife Me’mun ondan râzı olduğu için mi oğlun Aliyi Rızâ diye çağırıyorsun. Cevâbında hayır Allahü teâlâ ve Resülü «Sallallahü aleyhi ve sellem» râzı oldukları içindir. Böylece bununla dedelerinden tahsis edildi. Çünki ona uyanlar da kendisinden râzıdır. Mu halifler de razıdır buyurdu.

İmâm-ı Ali Rızâdan «radiyallahü anh» kendisine uyanlar razı olduğu gibi muhalifler de râzı idi. Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh» oğlumu Rızâ diye çağırın buyururdu. Kendisi yâ Ebel Hasen diye çağırırdı. Dedesi Ca’-fer-i Sâdıkm «radıyallahü anh» vefatından beş yıl sonra hicretin yüzelli üçünde, rebîül - âhırın onbirinci perşembe günü Medinede doğmuşdur. îki yüz seksen yılında Mübârek ramazan ayının yirmi birinci Cum’a gününde Tusda vefât etmişdir. Kabr-i müteberrikleri Hârûn Reşidin kabrinin kıble tarafmdadır.

Annesi Câriye idi. Meşhur olan ismi Nahîme idi. Nahîme Mûsâ Kâ-zım’m «radıyallahü anh» annesi Hamîdenin câriyesi idi. Hamide Resûlul-lahı «sallallahü aleyhi ve sellem» rü’yâda görüp: Nahîmeyi oğlun Mûsâ’-ya ver, yakın zemânda zemânm insanlarının en üstünü olan bir oğulları olacakdır buyurmuşlardır. İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» annesi: Hâmile olduğu zemanda: Hiçbir ağırlık duymazdım. Geceleri uykuda karnımdan teşbih ve tehlîl sesleri işitir, korkardım. Uyandığım zemân hiç ses duymazdım. Doğduğu zemân ellerini yere koyup başını semayâ kaldırdı bir söz söyliyen veyâ münâcât eden bir kimse gibi dudaklarını oynatırdı.

İmâm-ı Kâzımın «radıyallahü anh» üstün talebelerinden biri anlat-mışdır:

Bir gün îmâm-ı Kâzım «radıyallahü anh» Mağrib bâzirganlarmdan gelen oldu mu? diye sordu. Bilmiyorum dedim. Gelmişdir buyurdular. Atlara binip gitdik. Bir mağribli bulduk. Bize yedi câriye gösterdi. Hiç birini kabul buyurmayıp bir dâne daha göster buyurdular. Mağribli hastadır deyip göstermedi. Ertesi gün beni gönderdiler, ne kadar isterse o kadara al buyurdular. Gitdim, şu kadardan aşağı vermem dedi. Ben de o kadar fiata satın aldım dedim. O da satdım dedi ve dün gelen arkadaşın kim idi? diye sordu. Hâşim oğullarından birisi idi dedim. Hangi kabiledendir diye sordu. Bundan fazlasını bilmiyorum dedim. Sana bir şey söyliyeyim. Ben bu câriyeyi mağrib şehrlerinin en iyisinden satın aldım. Ehl-i kitâbdan bir kadın bana bu câriye nedir? diye sordu. Kendim için satın aldım dedim. Hayır, bu senin olacak kabileden değildir, yer yüzünün en iyi insanın yanında olacakdır. Yakın zemânda bir oğulları olacakdır, Şarkdan Garba kadar onun misli olmıyacakdır dedi. Bu sözleri işitdikden sonra câriyeyi Mû-sâ Kâzıma «radıyallahü anh» getirdim. Ondan İmâm-ı Ali Rıza’ «radıyal-lahü anh» dünyâya geldi.

Mûsâ Kâzım «radıyallahü anh» demişdir ki:

Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» rü’yâda gördüm. Ali «radı-yallahü anh» da yanında idi. Buyurdular ki (Yâ Ali, senin oğlun Allahü teâlâmn nûruyla bakar, sözleri hikmet doludur, her işi isabetlidir, hatâ yapmaz, câhil değil âlimdir. Hertarafı ilm ve hikmetle doldurur.)

Ali Rızânın «radıyallahü anh» üstünlükleri, menkibeleri dillerde söy-lenmekdedir ve kitâblarda yazılıdır. Burada birkaç kerâmeti bildirile-cekdir.

·        574 ■— Halife Me’mûn İmâm-ı Ali Rızâyı «radıyallahü anh» velîahd edindi. Me’mûn ile görüşmek istediği zemân Hizmetçiler ve kapıcılar onu karşılarlar, Memûnun dergâhının kapısına asılı olan perdeyi kaldırırlar ve kendisi içeri girerdi. Halbuki bunlar İmâm-ı Ali Rızâya «radıyallahü anh» muhalif idiler. Bir gün Ali Rızâyı «Radiyallahü anh» karşılamıyacakları-na ve perdeyi kaldırmıyacaklarına aralarında karar aldılar. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» geldi. Hepsi oturuyordu. Fekat, ister istemez yerlerinden sıçradılar karşılayıp perdeyi kaldırdılar. Sonra aralarında biz ne yapdık dediler ve kararlarını yenilediler. Yine İmâm-ı Ali Rızâ «radıyal-lahü anh» geldi. Yerlerinden kalkdılar selâm verdiler fekat, perdeyi kaldır-makda durakladılar. Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderdi. Perdeyi onlardan evvel kaldırdı. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» içeri girdi. Rüzgâr durdu. Dışarı çıkacakları zeman tekrar rüzgâr esdi ve perdeyi kaldırdı. Karar alanlar bunu görünce, Allahü teâlâmn aziz etdiği kimseyi kimse küçük düşüremez dediler ve bundan sonra âdetlerini devâm etdirdiler.

·        575 — Huzâ’a kabilesinden Da’bel bin Ali zemânınm en büyük fasih ve şâirlerinden idi. Kendisi anlatır:

Medâris-i âyât kasidesini yazdım. îmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü anh» huzûrunda okudum. Çok beğendiler ve benden izinsiz bu kasideyi hiç kimsenin yanında okuma buyurdular. Kasidemi, Me’mûn duymuş, beni çağırdı. Hâlimi sordu ve Medâris-i âyât kasidesini oku dedi. Özr beyân et-dim. Niçin okumuyorsun? dedi. İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» kendisinden iznsiz hiç kimsenin yanında okumamamı enir etdiğini söyledim. İmâm-ı Ali Rızâyı «radıyallahü anh» çağırdılar. Me’mûn, yâ Ebel Hasen Da’bele Medâris-i âyât kasidesini oku dedim, okumadı dedi. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» bana oku buyurdular, okudum. Beğendi. Elli bin akçe bağışladı. Ali Rızâ «radıyallahü anh» da ona yakın bir mikdar bağışladı.

İmâm-ı Ali Rızâya «radıyallahü anh» efendim, kendi elbiselerinizden bağışlamanızı istiyorum, ölünce, kefenim olur dedim. Kendisinin giydiği bir gömleği ve çok güzel bir havlu bağışladılar. Bunları sakla, bunlarla belâlardan muhafaza olursun buyurdular.

Irak’a gidiyordum. Yolda eşkiyâlar yolumuzu kesdiler, kafilemizi soydular. Üzerimde yalnız eski bir gömleğim kalmışdı. En çok, hediyye olan gömleğe ve havluya üzülüyordum. İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» buyurdukları, bunları sakla, bunlarla muhafaza olursun sözlerini düşünüyordum. O sırada bakdım, eşkiyânm birisi benim atıma binmiş, yağmurluğumu giymiş benim yakınımda durdu. Bütün kafilenin toplanmasını bekliyordu. O arada Medâris-i âyât kasidesini okuyup ağlamağa başladı. Bir eşkiyânm Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ehl-i beytini sevmesine çok hayret etdim.

Bu kasideyi kim söylemişdir? diye sordum. Senin onunla ne işin vardır dedi. Bir sırrım vardır, onu söylemem lâzım dedim. Bu kasidenin sahibi meşhûrdur, ondan başka kimse bilmez dedi. Kimdir? dedim. Da’bel bin Ali adında şâir-i Al-i Muhammeddir «sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem». Da’bel benim, bu kasideyi ben söyledim dedim. İhtimâl vermedi. Kafileye sordu. Herkes benim Da’bel olduğuma şehâdet etdiler. Kafileden aldığı bütün malları geri verdi ve bize kılavuz oldu. Tehlükeli yerleri geçirdi. Ben ve bütün kâfile Allahü teâlânm izniyle hediyyeler sâyesinde bu belâdan kurtulduk. Bu kaside arabî olarak şevahid-ünnübüvve kitabında yirmibeş beyt olarak yazılıdır.

·        576 — Küfeli birisi anlatır:

Horasana gidiyordum. Kızım bana bir elbise verdi. Onu satıp yüzük lalacakdım. Merve geldim. İmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü anh» hizmetçileri geldiler.

Sende bulunan elbiseyi bize sat. İmâm-ı Ali Rızâ’nın «radıyallahü anh» hizmetçilerinden birisi vefat etdi; ona kefen yapacağız dediler. Bende elbise yokdur dedim. Gitdiler. Tekrar geldiler. Efendimiz sana selâm söylüyor, kızın sana bir elbise vermiş, onu satıp yüzük alacakmışsın, işte parasını getirdik dediler. Elbiseyi onlara verdim. Sonra kendi kendime; gidip imâmdan birkaç mes’ele sorayım, bakayım ne cevap verecek dedim. Soruları bir kâğıda yazdım. Sabahleyin kapısına vardım. Kalabalıkdan, değil mes’ele sormak İmâm-ı Ali Rızâyı «radıyallahü anh» dahi göremedim. Hayretler içinde idim. Bir hizmetçi dışarı çıkdı; ismim ile beni çağırdı. Bir yazılı kâğıdı bana uzatarak bu kâğıdda senin sorularının cevâbı vardır dedi. Bakdım; sorularımın cevâbları vardı.

·        577 — Benâc halkından biri anlatır: Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» rüyâda gördüm. Benâca gelmişler, hacıların kondukları mescidde oturuyorlardı. Huzûrlarına vardım. Selâm verdim. Önlerinde hurma yaprağından örülmüş bir tabakda Sayhânî hurmaları vardı. Bana bir avuç verdiler. Saydım, onyedi dâne idi. Kendi kendime on yedi yıl ömrüm kal-mışdır diye tâ’bir etdim. Tahminen yirmi gün sonra imâm-ı Ali Rızâ’nın «radıyallahü anh» O mescidde konakladığını duydum. Hemen hizmetine .koşdum. Rü’yâmda gördüğüm gibi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» oturduğu yerde oturmuşdu. Önlerinde de bir tabak hurma vardı. Beni yanma çağırdı. Bir avuç hurma verdi. Saydım, on yedi dâne idi.

Biraz daha hurma isterim dedim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» dahâ fazla verdiyse ben de vereyim buyurdular.

·        578 — Talebesinden biri anlatıyor: Ziyâd bin Salt bana dedi ki: îmâm-ı Ali Rıza’dan içeri girmem için izn iste. Ümid ediyorum ki, kendi elbiselerinden bana bir elbise giydirir ve kendi adına kesilmiş akçalardan birkaç akça bağışlar. İçeri girdim. Henüz söze başlamadan; Ziyâd bin Salt içeri girmek istiyor, benden elbise ve kendi adıma kesilmiş akçalardan ümid ediyor, gelsin buyurdular.

Ziyâd içeri girdi. İmâm kendisine iki elbise ve otuz akçe bağışladı.

·        579 — Kirmân yolunda eşkiyâlar bir tüccarın yolunu kesdiler. Ağzını kar ile doldurdular. Bundan sonra tüccâr konuşmakda güçlük çekerdi. Horasana geldi. İmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü anh» Nişâburda olduğunu duydu. Kendi kendine: O resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» evlâ-dındandır. huzûruna varayım dilime bir ilâç yapar diye düşündü. Gece’ rü’yâsmda îmâm-ı Ali Rızânın «radıyallahü anh» huzûruna vardı. Şifâ, taleb etdi. Kimyon, Sa’ter ve tuzu su ile karışdır, iki üç kere ağzından çalkala, şifâ bulursun buyurdular. Uyandı, fekat rü’yâsma kıymet vermedi. Nişâbura vardı. îmam-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» dışarı çıkmışdı. Bir kârbanserayda konaklamışdı. Tüccar, hizmetine vardı. Hâlini anlatıp, rü’-yâsını söylemedi. Senin ilâcını rü’yânda söyledim buyurdular. Tüccar, bir kere de senden duymak istiyorum, dedi. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» bir mikdar kimyon, Sa’ter ve tuzu, su ile karışdır. İki üç kere ağzında çalkala; şifâ bulursun buyurdular. Tüccâr bu ilâcı yapdı, şifâ buldu.

·        580 •— İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» bir gün bir şahsa bakdı. Ey Allahın kulu dilediğin şeyleri vasıyyet et, kimsenin kurtulamadığı şeye hazırlan buyurdular. Üç gün sonra o şahs vefat etdi.

·        581 — Ebû İsmail Sindi anlatır: İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» hazretlerinin huzûruna vardım. Arabi lisânından bir kelime dahi bilmediğim için Sind lisânına göre selâm verdim...

Sind lisânı ile selâmımı aldılar. Sonra bir takım sorular sordum. Hepsine Sind lisânı ile cevâb verdiler. Sonra, ben Arabi dilini bilmiyorum, düâ buyurun, Allahü teâlâ bana Arabi dilini ilham eylesin dedim. Mübarek elini dudaklarıma sürdüler. Derhal Arabi dilini söylemeğe başladım.

·        582 — Yine birisi anlatmışdır:

Hacca gidiyordum. Câriyem ihrâm giymek için iki sevb-i mülcem (mül-cem; sert, âdi dokunmuş kumaş demekdir.) hazırlamışdı. İhrâm vakti geldi. Sevb-i mülcem ile ihram caiz midir; değil midir diye şübheye düşdüm. İhtiyaten başka ihram giyindim. Mekkeye geldim. İmâm-ı Ali Rızâya «ra-dıyallahü anh» bir mektûb yazdım. Mektûb ile beraber ba’zı şeyler de gönderdim. Fekat, sevb-i mülcem ile ihrâmın câiz olup olmadığını sormayı unutdum. Bir müddet sonra mektûbun cevâbı geldi. Sevb-i mülcem ile ihrâmm câiz olduğu mektûbun sonuna yazılmışdı. (Sevb, elbise demekdir.)

·        583 — Yine birisi anlatıyor: Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» ile bir evin divarının dibinde oturuyorduk. Konuşuyorduk. O sırada bir serçe geldi. İmâm-ı Ali Rızâ’nın «radıyallahü anh» önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Derdli olduğu belliydi. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» biliyor musun bu serçe ne diyor? buyurdular. Allah ve Resûlü «sallallahü aleyhi ve sellem» ve onun oğlu bilir dedim. Bu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor. Kalk, eve gir ve yılanı öldür buyurdular.. Eve girdim bir yılan evin içinde dolaşıyordu. O yılanı öldürdüm.

·        584 — Yine bir kişi anlatmışdır: Hanımım hâmile idi. Imâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» hazretlerinin huzûruna vardım. Düâ buyurun bir oğlum olsun, dedim. Hanımın iki çocuğâ hâmiledir buyurdular. Döndüm. Çocukların adını Muhammed ve Ali koyayım diye aklımdan geçdi. Beni çağırdılar. Birine Ali diğerine Ümm-i Amr adını koy buyurdular. Çocuklar doğdu. Biri oğlan diğeri kız idi. Adlarını Ali ve Ümm-i Amr koydum. Bir gün anneme Ümm-i Amr admı sordum. Annemin adı idi dedi.

·        585 — Yine birisi anlatmışdır: Horasanda idim. İmâm-ı Rızâ «radıyal-lahü anh» hazretlerinin beni çağırdığını duydum. Medine’ye hareket etmeden önce çocuklarımı topladım. Onlara vasıyyetimi etdim. On iki bin akça-yı aralarında, taksim etdim. Artık buraya dönemiyeceğim, dedim. Memûn tmam-ı Ali Rızâya «radıyallahü anh» hilâfeti arz eyledi. Kabul etmedi. Bunun üzerinde iki ay ısrar etdi. Sonunda mübalâğa haddi aşdı. Cezalandırma ve tehdîd şeklini aldı. Böylece kabul etdi. Sonra İmam-ı Ali Rızâ bir yazı neşr etdi. Yazıda şöyle buyuruyordu: Cüfr ve Câmia kitâbları bunun zıddım gösterirler. Fekat elimde olmıyarak bu iş oldu. Allah en iyi hükm sahibidir. Hakkı bâtıldan ayıranların en iyisidir. Halifenin emrine uydum. Onun rızâsını düşündüm. Allah beni ve sizi korusun!

·        586 — Ebüssalt anlatıyor:

Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» huzûrunda idim. Şu gördüğün türbe Hârûn’un türbesidir. Onun dört tarafından bana toprak getir buyurdular. Gidip getirdim. Kokladılar ve yakında burada benim için bir kabr kazacaklar, bir taş görünecek, onu çıkarmak için Horasan’ın bütün külünklerini getirecekler, fekat yine çıkaramıyacaklar. Sonra falan yerden toprak getir buyurdular. Gidip getirdim. Benim kabrimi burada kazın. Kabrin ortasını yarıp içerisine koymayın. Kabrim derin olsun ve lahd yapın. Allahü teâlâ kabri dilediği kadar genişletir buyurdular. Sonra, baş tarafında bir yaşlık görünecekdir. Sana söylediğim şeyleri söyle. Bir su kaynar. Lahd su ile dolar. Suda ufak balıklar görürsün.. Sana şu ekmeği veriyorum. Ufak ufak parçalayıp suya at. Balıklar bu parçaların hepsini yerler, sonra büyük bir balık çıkar bütün ufak balıklan yer ve gâib olur. O zemân cenâzemi suyun içine koyun. Dediğim şeyleri söyle su azalır ve hiç kalmaz. Me’mûn da bunları görecekdir buyurdular. Sonra yarın Me’mûna gideceğim. Eğer dışarı çıkdığım zeman başım örtülü ise be nimle konuşma, başım açık ise konuş buyurdular. Sabahleyin İmam-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» elbiselerini giyip bekliyordu. Memûnun hizmetçisi gelip çağırdı. Me’mûnun yanma gitdi. Me’mûnun önünde tabaklar içinde meyvalar vardı ve elindeki bir üzüm salkımından yiyordu. İmâm-ı Rızâyı «radıyallahü anh» görünce yerinden sıçradı, kucaklaşdı, gözlerinin arasını öpdü ve yanına aldı. Elindeki üzümü İmâm-ı Ali Rızâya «radıyallahü anh» verip, bundan güzel üzüm gördün mü? dedi. Nefîs üzüm cennetdedir buyurdular. Me’mûn bu üzümden ye dedi. îmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» beni ma’zur gör buyurdular. Me’mûn ısrar etdi ve özrün nedir, bizi töhmet altında bırakıyorsun dedi. îmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» salkımı alıp birkaç dâne yedikden sonra tekrar İmâm-ı Ali Rızâya «radı-yallahü anh» verdi.

îmam-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» o üzümden iki üç dâne yediğini söyliyenler de vardır. Sonra kalkıp giderken Me’mûn nereye gidiyorsun? diye sordu. Gönderdiğin yere gidiyorum buyurdular. Mübarek başına bir şey örtmüş olduğu halde dışarı çıkdı. Kendisi ile konuşmadık. Evine geldi. Emr etdi, evin kapısı kilitlendi. Yatağının üzerine yatdı. Ben evin içinde üzüntülü duruyordum.

O sırada İmâm-ı Ali Rızâya «radıyallahü anh» çok benzeyen, güzel yüzlü misk kokulu bir genç içeri girip geldi. Yanma koşdum, nereden geldin ? Kapı kilitli idi dedim. Beni bir saatde Medineden buraya getiren kimse içeri koydu dedi. Sen kimsin? diye sordum. Hüccetullah Muhammed bin Ali dedi ve babasının yanma girerken bana ,sen de gel dedi. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» onu görünce yerinden kalkdı, sarıldı, bağrına basdı ve iki gözünün ortasından öpdü. O da yüzünü babasının yüzüne koydu ve gizlice bir şeyler konuşdular. Ben anlıyamadım. Sonra İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» dudaklarının üstünde kardan beyaz bir köpük gördüm. Muhammed bin Ali «radıyallahü anh» onu yalardı. Sonra elini İmâm-ı Ali Rızâ’nm «radıyallahü anh» elbisesi ile göğsü arasına götürdü serçe gibi bir şey çıkardı ve yutdu. İmâm-ı Ali Rızâ «radıyallahü anh» hemen kendinden geçdi, vefat etdi.

Muhammed bin Ali «radıyallahü anh» bana, Ey Ebüssalt kalk hâzineden su ve tahta getir dedi. Hâzinede su ve tahta yokdur dedim. Sana de-nileni yap buyurdu. Girdim, su ve tahta bulup getrdim. Yıkamak için yardım edeyim dedim. Bana yardım eden birisi var buyurdu. Kendisi yıkadı. Sonra, hâzinede bir dolapda kefen ve hanût ya’ni güzel kokulu buhur vardı, getir buyurdu. Gitdim, o zemâna kadar görmediğim bir elbise dolabı gördüm. Kefen ve hanûtu getirdim. Kefenledi, nemâzmı kıldı. Tabut getir buyurdu. Gidip bir marangoza ısmarlamak istedim. Hâzinede var buyurdular. Gitdim, hiç eşine rastlamadığım bir tabut gördüm, getirdim. Tabuta koydu. îki rek’at nemâza başladı. Henüz bitirmemişdi. Tabut kalk-dı, evin damı yarıldı, tabut oradan yukarı çıkdı. Muhammed bin Ali’ye «radıyallahû anh» Me’mûn şimdi gelirse ne yaparız dedim. Sâkin ol biraz sonra gelir buyurdular ve devam ederek bir peygamber, Şarkda, vasisi garbda vefat etse, Allahü teâlâ onların cismlerini ve ruhlarını bir araya getirir buyurdu. Henüz cümlesi bitmeden evin damı yarıldı, tabut aşağı indi. Tabutdan çıkarıp yatağına yatırdı. Sanki teçhiz, tekfin gibi şeyler yapılmamışdı. Sonra kapıyı aç buyurdu. Kapıyı açdım Me’mûn ve hizmetçileri kapıda idiler. İçeri girdiler. Üzülüyor, ağlıyor, saçlarını başlarını yoluyorlardı. Me’mûn, Ey efendimiz, sana ne oldu ey efendimiz! diyordu. Sonra tekfin ve teçhiz işleriyle meşgûl olundu. Kabr kazılırken orada idim, îmam-ı Ali Rızânın «radıyallahû anh» söylediklerinin hepsi oldu. Me’mûn o suyu ve balıkları görünce, hayatında kerâmetler gösterdiği gibi, vefâ-tmda da gösteriyor dedi. Me’mûnun yakınlarından biri: Bu neye işâretdir, biliyor musunuz ? dedi. Yine kendisi şuna işâretdir ki, ey Abbâs oğulları sizin mülkünüz her ne kadar çok ve uzun müddet ise de bu küçük balıklar ;gibidir. Ecelleriniz geldiğinde, eserlerinizin kesilme zemânı yaklaşdığmda Allahü teâlâ bizden sizin üzerinize bir kişi musallat eder, sizi yok eder dedi. Me’mûn, doğru söylüyorsun dedi.

Halife Me’mûn, defnden sonra, bana; kabrde söylediğin sözleri bana da öğret dedi. Unutdum, dedim. Hakîkaten unutmuşdum. Emr etdi, beni habs etdiler. Bir yıl habsde kaldım. Çok sıkıldım. Yâ Rabbî Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ve temiz akrabası hürmetine beni kurtar diye düâ etdim. Henüz düâmı tamamlamamışdım. İmâm-ı Ali Rızâ «radı-yallahü anh» içeri girdi. Gönlün mü daraldı ey Ebüssalt! buyurdu. Evet dedim. Mübarek elini zincirlerin üzerine koydu. Hepsi açıldı. Elimden tut-du, seraydan dışarı çıkdık. Habshâneyi bekliyenler beni gördüler, fekat bir şey söyliyemediler. Sonra, yürü Allahü teâlânın emânında ol, sen Me’-mûne rastlamazsm, o da seni bulamaz buyurdular. Bu vakte kadar Me’-rnıûnu görmedim.

DOKUZUNCU İMÂM

İMÂM-I TAKÎ

«radıyallahû anh»

İmâm-ı Ali Rızâ’mn oğlu Muhammeddir. «radıyallahû anh» Kimyası Ebû Ca’ferdir. Künyesi ve ismi İmâm-ı Muhammed Bâkıra «radıyallahû anh» benzediğinden kendisine Ebû Ca’fer-i sânî de derler. Lakabı Takî ve Cevâddır. Annesi Hayrzâne veya Reyhâne adında bir câriye idi. Hicretin yüzdoksanbeşinci yılında, Receb ayının onuncu Cum’a günü Medine’de doğdu. İkiyüzyirmi yılında Zilhicce ayının altıncı Sah günü vefat etmişdir. Kabrleri Bağdad’da dedesi Mûsâ Kâzımın «radıyallahû anh» kabrlerinin arkasındadır.

Henüz küçük yaşda iken ilmi, edebi, fazileti o kadar çokdu ki Me’mûn hayran olup kızı Ümmül Fadl’ı ona nikâh etmiş, Medine’ye göndermişdir. Her yıl ona bin dirhem gönderirdi, İmâm-ı Muhammed Takî «radıyallahû anh» babasının vefâtında on bir yaşında idi. Bağdad’da bir mahallede arkadaşları ile bir yolun üzerinde idiler. Me’mûn ava giderken o yoldan geç-di. Bütün çocuklar yoldan kaçdılar. İmâm-ı Takî «radıyallahû anh» yerinde durdu. Memûn geldi, biraz bakdı. Hak teâlâ gönüllerde ona karşı muhabbet vermişdi. Arkadaşların yoldan çekildiler, sen niye durdun? dedi. Takî «radıyallahû anh» yol dar değil ki, ben kenara gidince yol genişlesin, suçum da yok ki senden korkup kaçayım, sana hüsn-i zannım da vardır ki, suçsuz kimseyi incitmezsin buyurdu. Takî’nin «radıyallahû anh» güzel yüzü ve tatlı sözü Me’mûn’un hoşuna gitdi. Senin adın nedir? diye sordu. Muhammeddir buyurdu. Kimin oğlusun? diye sordu. îmâm-ı Ali Rızâ’mn «radıyallahû anh» oğluyum buyurdu. Babasını rahmetle andı ve râzı olduğunu söyledi. Yoluna devâm etdi. Şehrden çıkdılar. Yanında av için doğan kuşlan vardı. Bunlardan birini bir su gölüne saldı. Doğan gâib oldu. Bir müddet sonra hevâdan aşağı indi. Pençesinde bir küçük balık getirmişdi. Yarı canlı idi. Me’mûn hayret etdi. O balığı kendi elinde tutuyordu. Geri döndüler. Yine İmâm-ı Takî’nin «radıyallahû anh» ve arkadaşlarının bulunduğu yoldan geçiyorlardı. Bütün çocuklar yoldan kaçdılar.. Muhammed Takî «radıyallahü anh» yerinde durdu. Me’mûn geldi. Ey Muhammed elimdeki nedir? diye sordu. Muhammed Takî «radıyallahü anh», Allahü teâlâ denizde bir küçük balık yaratdı. Pâdişâh ve halifenin doğan kuşları da onu avladı. Bunu bana Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sel-lem» sülâlesi haber verdi buyurdu. Me’mûn hayret etdi, Muhammedin «ra-dıyallahü anh» yüzüne biraz dahâ bakdı ve sen hakîkaten İmâm-ı Rızâ’nın «radıyallahü anh» oğlusun dedi. Ona ihsan ve ikrâmını artırdı.

·        587 - Ümmül Fadl babası Me’mûna bir mektûb yazarak îmâm-ı Takî’nin «radıyallahü anh» kendisinin üzerine câriye ve hanım almak istediğini şikâyet etdi. Me’mûn cevabında bir mektub yazarak seni îmâm-ı Takî’ye verirken Allahü teâlânm ona halâl etdiğini harâm etmedim. Bundan sonra bana bu konuda şikâyet mektûbu yazma dedi.

·        588 — İmâm-ı Takî Muhammed bin Ali «radıyallahü anh» buyuruyor:

Zulm ile amel eden, zâlime yardım eden ve bu zulme razı olan bu zulme ortakdır. Zâlimin adaletle geçen günü, kendisine, mazlûmun zulm gördüğü günden daha ağır gelir. Musibete sabr etmek, bu musibete kötülük yapan için bir musîbetdir. Fâciri seven için en küçük cezâ, mahrûm kal-makdır.

·        589 — Me’mûn, kızı Ümmül Fadlı İmâm-ı Takîye «radıyallahü anh» nikâh edip Medineye gönderdi. Akşamleyin Küfeye vardılar. Bir mescide girdi. Mescidin avlusunda henüz yemiş vermemiş bir sidre ağacı vardı. Su istedi. O ağacın dibinde abdest aldı ve cema’atle nemâz kıldı. Nemâzdan sonra ağacın dibine geldi. Ağaç taze meyve vermişdi. Çok tatlı ve çekirdeği yokdu. O mescidin cema’atı teberrüken o meyvalardan yediler.

·        590 — Selefden biri anlatır: Irak’da idim. Şam’da bir kişinin peygamberlik da’vâsı etdiği için zincirlerle bağlanarak habse atıldığını duydum. Habshâneye gitdim. Kapıcılara bir şeyler verip o şahsın yanma gitdim. Aklı ve fehmi yerinde idi. Başına gelenleri anlat dedim. Şöyle anlatdı:

Şam’da hazret-i Hüseyn «radıyallahü anh» hazretlerinin mübarek başının bulunduğu söylenilen mescidde ibâdet ediyordum. Ansızın önümde bir şahs gördüm. Kalk dedi. Kalkdım. Bir mikdar yürüdük. Kendimi Küfe mescidinde buldum. O şahs, burası neresi? diye sordu. Küfe mescidi dedim. Nemâza durdu. Ben de durdum. Nemâzmı bitirince dışarı çıkdı. Ben de beraber çıkdım. Biraz yürüdük. Kendimi Resullah’m «sallallahü aleyhi ve sellem» mescidinde buldum. Ravza-i Resûle «salllalla-hü aleyhi ve sellem» selâm verdim. O şahs yine nemâza durdu. Ben de durdum. Bitince dışarı çıkdı. Ben de beraber çıkdım. Biraz yürüdük. Mekke-ya gelmişdik. Tavaf etdik. Dışarı çıkdık. Gözümden gâib oldu. Ben kendimi Şam’da ibadet etdiğim mescidde buldum. Bu hâle hayret etdim. O şahsın kim olduğunu da anlıyamadım. Ertesi yıl aynı vaktde o şahs beni yanma alıp aynı yerleri dolaşdırdı. Ayrılacağı zemân, gördüklerimi yapmana kuvvet veren Allahü teâlânın hakkı için sen kimsin? diye sordum. İmâm-ı Takî, Muhammed bin Aliyim buyurdu. Sabahleyin bu hâli tanıdıklara anlatdım. Şam Valisi de duymuş. Beni Peygamberlik da’vâsmda bulunuyor diye yakalayıp buraya getirdiler, dedi.

Valiye bir mektûb yazarak durumu anlatdım. Vali, mektûbun arkasına: Bir gecede o şahsı Şam’dan Kûfe’ye, Küfeden Medineye, Medineden Mekkeye ve oradan Şama götüren kimse, o şahsı bizim bahsimizden kurtarsın, diye yazmış. Bu söz bana çok ağır geldi. Çok üzüldüm. Durumu o şahsa haber vermek için habshâneye gitdim. Valinin adamları ve bekçiler sıkıntı ve telâş içinde idiler. Ne oldu? diye sordum. Peygamberlik da’vâ-smda bulunan şahs gâib oldu. Bilmiyoruz ki, onu yer mi yutdu, yoksa gök kuşları mı kapdılar, diyorlardı.

·        591 — Me’mûn vefât edince İmam-ı Takî «radıyallahü anh» bizim kurtuluşumuz otuz ay sonradır buyurdular. Otuz ay geçdi. İmâm-ı Takî «radıyallahü anh» da vefât etdiler.

·        592 — Bir kişi anlatır: İmâm-ı Takî’nin «radıyallahü anh» huzûruna vardım. Falan sâliha kadın size düa eder ve kendisine kefen yapması için bir elbisenizi ister dedim. O sâlihanın elbiseye ihtiyacı kalmamışdır, buyurdular.

Bu sözün mâ’nâsını anlıyamamışdım. O sırada o sâlihanın onüç veya ondört gün evvel vefat etdiğini duydum.

·        593 — Yine birisi anlatıyor: Bir arkadaşla sefere çıkacakdık. İmâm-ı Takî’ye «radıyallahü anh» veda’ etmek için gitdik. Bugün gitmeyiniz, yarın gidiniz buyurdular. Dışarı çıkdık. Arkadaşım, benim yüküm gitmişdir, bugün gidiyorum, dedi ve gitdi. Gece konakladığı dereye sel gelip alıp götürdü.

ONUNCU İMAM

İMÂM—I HÂDÎ

«radıyallahû anh»

·        594 — İmâm-ı Takî ve Cevâd Muhammed bin Ali’nin oğlu Ali «radı-yallahü anh» dır. Künyesi Ebül Hasen’dir. Kendisine Üçüncü Ebül Hasen de derler. Lâkabı Hadî’dir. Askerî daha meşkûrdur. Annesi bir câriyedir. Me’mûnun kızı Ümmül - Fadl diyenler de vardır, iki yüz dört yılı, Receb ayının onüçünde Medine’de doğdu. İkiyüzelli dört yılı, Cemâdil-âhırmm sonlarında bir pazartesi günü, Bağdadın Sermenray nâhiyesinde'vefat et-mişdir. Kabrleri Sermenrayda kendi seraylarındadır. Kum beldesinde olduğunu söyliyenler de vardır, fekat sahîh değildir. Kum beldesinde Mûsâ Kâzım’m «radıyallahû anh» kızı Fâtımâ’nın «radıyallahû anhâ» meşhedi vardır. Mûsâ Kâzım, Fâtıma’yı kim ziyaret ederse Cennete gider, buyur-muşdur.

İmâm-ı Hâdînin «radıyallahû anh» menkıbeleri çokdur.

Bir gün Sermenray civarında bir köye gitmişlerdi. Bir köylü kendilerini aradı. Falan köye gitdi dediler. Köylü o köye gitdi ve Hâdinin «radı-yailahü anh» huzûruna vardı. Hâdî «radıyallahû anh» köylüye ne isteğin vardır? diye sordular. Köylü, Hazret-i Ali ibni Ebî Tâlibi «radıyallahû anh» sevenlerdenim. Benim çok borcum vardır, çok zemân geçmesine rağmen borçlarımı ödeyemedim. Bu borcun ağır yükünü kaldıracak senden başka kimse bilmiyorum dedi. Hâdî «radıyallahû anh» hiç üzülme buyurdular ve köylüyü o gece orada müsâfir etdiler. Sabahleyin Hâdî «radıyal-lahü anh» o köylüye: «Sana bir söz söyliyeceğim o sözü aynen yerine getireceksin buyurdular. Köylü, sözünüze aykırı bir iş yapmam dedi. İmâm-ı Hâdî bir kâğıda köylü için «Falanın şu kadar borcu benim borcumdur» diye yazdılar ve bu kâğıdı köylüye verip, ben yakında Sermenraya döneceğim, bir cema’at içinde otururken bu kâğıdı getir, borcunu iste ve benimle ağır konuş buyurdular. Köylü başüstüne efendim deyip gitdi. İmâm-ı Hâdî Sermenraya döndüler. İmâm-ı Hâdî halifenin eshâbmdan ve başka, kimselerden bir grub insanlarla otururken köylü geldi. Kâğıdı çıkarıp borcunu istedi. İmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» çok yumuşak konuşup özrler beyan etdi ve bir gün için söz verdi. Bunu Mütevekkil duydu. Otuz bin ak-çayı İmâma gönderdi. Va’d edilen gün köylü geldi. Otuz bin akçayı köylüye verdiler. Bununla borcunu öde, geriye kalanı da evine harcarsın buyurdular. Köylü, ben bunun üçde birinden azma râzı idim. Fekât Allahü teâlâ ne kadar göndereceğini daha iyi bilir dedi.

·        595 — Halife Mütevekkilde büyük bir çıban çıkdı. Çok ağrı ve şiddetli ateş yapıyordu. Tabibler ilâç bulamadılar. Hastalığı çok ağırlaşınca annesi, Mütevekkil iyi olursa kendi malımdan İmâm-ı Hâdîye «radıyal-lahü anh» çok mal göndereciğim diye nezr etdi.

Bir gün Mütevekkilin yakınlarından Feth bin Hâkân, İmâm-ı Hâdîden «radıyallahü anh» de bir ilâç soralım dedi. Bir kimseyi gönderdiler. İmâm-ı Hâdî «Radıyallahü anh» falan şeyi yaranın üzerine koyun. Allahü teâlânın izniyle fâide verir buyurdular. Bu haber Mütevekkilin meclisine gelince, orada bulunanlar gülüşdüler, alay etdiler. Feth bin Hâkân tecribe edelim, zararımız olmaz dedi. Söylenilen şeyi yaraya koydular. Yarılıp içinde olanlar çıkdı.

Mütevekkilin iyileşdiğini annesi duyunca on bin altını bir keseye koyup kendi mührüyle mührleyip İmâm-ı Hâdîye «radıyallahü anh» gönderdi. Müvekkil tam sıhhat bulunca birisi İmâm-ı Hâdînin yanında çok mal ve sayısız silâh olduğunu Mütevekkile şikâyet etdi. Mütevekkil, vezir Sa’-îd’e, gece yarısı İmâm-ı Hâdî’nin evine girmesini ve orada bulduğu mal ve silâhı kendisine getirmesini emr etdi. Vezird Sa’îd anlatıyor: Bir merdiven götürüp dama çıkdım. Pencereden içeri girdim. Karanlık idi. Ne tarafa gideceğimi şaşırdım. O sırada İmâm-ı Hâdî’nin sesini duydum. Ey Sâ’îd biraz bekle mum getirsinler buyurdu. Mum gelince aşağı indim-İmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» yünden bir elbise giymiş, başında yünden bir külah, altında hasır bir seccâde kıbleye karşı oturuyordu. Ey Sa’îd işte odalar, ara buyurdular. Odalara girdim. Bana söylenilen mal ve silâhları bulamadım. Ancak, Mütevekkilin annesinin gönderdiği kese mührüyle duruyordu. Bunun yanında mührlü bir kese dahâ vardı. Sonra İmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» seccadeye de bak buyurunca, seccâdeyi kaldırdım, bir kılıç kınıyla duruyordu. Hepsini alıp Mütevekkile getirdim. Mütevekkil annesinin mührüyle mührlü keseyi görünce merak edip sordu. Durumu anlatdılar. Bir kese de kendisi koyu keseleri ve kılıcı aynen geri götürmemi emr etdi. İmâm-ı Hâdî’nin huzûruna vardım. Mahcûb bir hâlde, efendim, izinsiz evinize girmek bana çok zor geldi, fekat emr almışdım dedim.

O zeman Şu’arâ Sûresinin son âyeti olan (Allahü teâlâya şirk koşanlar ve peygamberini hicv edenler, öldükden sonra hangi mekâma gideceklerini bilirler) âyet-i kerîmesini okudular.

·        596 — Mütevekkil İmâm-ı Hâdî’yi «radıyallahü anh» Medineden Irak tarafına çağırdı. Sermenraya getirdiler. Hân - üssa’âdîk denen kötü bir yerde konaklatdılar îmâm-ı Hâdî’yi sevenlerden Sâlih bin Saîd içeri girip, efendim bunlar senin kıymetini gizlemek ve nûrunu söndürmek istiyorlar. Çünki böyle kötü ve korkulu bir yerde konaklatdırdılar dedi. Ey Sâ’îdin oğlu sen henüz bu mekâmda mısın? buyurup mübarek eliyle işâret etdi-ler. Sâlih bin Sa’îd der ki: O zemân güzel bağçeler, ırmaklar ve köşkler gördüm. Bana hayret gâlib oldu. Sonra Ey Sâ’îdin oğlu biz nerede olsak bunlar bizimle beraberdir, biz Hânüssa’âdîkde değiliz buyurdular.

·        597 — Bir kişi anlatır:

Hanımım hâmile idi. îmâm-ı Hâdî’den «radıyallahü anh» bir oğlan çocuğumun olması için duâ istedim. Oğlun olacak, adını Muhammed koy buyurdular. Oğlum oldu. Adını Muhammed koydum:

·        598 — Yine birisi anlatıyor: Halîlem hâmile idi. îmâm-ı Hâdî’den «ra-dıyallahü anh» çocuğumun oğlan olması için düâ istedim. Çok kız vardır ki erkek evlâdından hayrlıdır buyurdular. Kızım oldu;

·        599 — Bir şahs Küfe kadısını, îmâm-ı Hâdî’ye «radıyallahü anh» kendisine çok eziyyet ediyor diye şikâyet etdi, iki ay dahâ sabr et buyur-dular. İki ay geçdi. Kadı azl edildi.

·        600 — Mütevekkil, evinde çeşitli kuşlar bulundururdu. O kuşların sesinden içeri girenlerin sözlerini anlıyamaz, girenler de Mütevekkilin dediğini anhyamazdı. Îmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» içeri girdiği zemân kuşlar susar, çıkınca tekrar ötmeğe başlarlardı.

·        601 — Hindistan’dan bir sihrbâz gelmiş, gösteriler yapıyordu. Bir gün Mütevekkil onu çağırıp: Eğer bir oyun göstererek Ali bin Muhammedi yani îmâm-ı Hâdîyi «radıyallahü anh» mahcûb edebilirsen sana bin altın vereceğim dedi. Sihrbaz olur yaparım, yalnız bir yemek ve yanma birkaç yufka ekmek hazırlayıp beni yanma oturtunuz dedi. Öyle yapdılar. îmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» bir parça ekmek almak istedi. Sihrbaz bir şeyler yapdı. Ekmek önünden uçdu. Bu iş üç defa oldu. Orada bulunanlar gülüş-düler. Odadaki bir divan yasdığı üzerinde arslan resmi vardı. İmâm-ı Hâ-<dî «radıyallahü anh» o sûrete işaret ederek, bunu tut buyurdular. O sûret bir arslan oldu. Sıçradı sihrbâzı yutdu. Tekrar o yasdığa geldi. Mütevekkil her ne kadar îmâm-ı Hâdîden «radıyallahü anh» arslanın sihirbazı geri çıkarmasını istedi ise de, kabul etmediler ve Allah’ın düşmanlarını dostlarının üzerine musallat edeni göremezsiniz, buyurdular. Bundan sonra sihrbazı kimse görmedi.

·        602 — Bir gün îmâm-ı Hâdî «radıyallahü anh» halifenin evlâdlarm-dan birinin düğün yemeğinde bulundu. Çokları edeble oturuyordu. Bir genç çok gülüp söyliyerek edebsizlik ediyordu. Ey genç ağız dolusu gülüyorsun ve Allahü teâlânm zikrinden gâfil oluyorsun, halbuki üç gün sonra kabrde olacaksın buyurdular. Genç bu sözü duyunca edebsizlikden vaz-geçdi. Yemek yediler. Ertesi gün hasta oldu. Üç gün sonra vefat etdi.

·        603 — Bir gün yine bir düğün yemeğinde idiler. Sâmirâ ehlinden birisi boş yere konuşuyor, İmâm-ı Hâdîye «radıyallahü anh» lâzım gelen ta’zîmi göstermiyordu. Bu şahsın evinden acı bir haber gelip bu yemekden yiyemiyecek buyurdular. Yemekler hazırlanınca elini yıkadı, yemeği yiyeceği sırada hizmetçi ağlayarak içeri girdi ve annen damdan düşdü, koma hâlinde, çabuk ol ki onu ölmeden göresin dedi. O şahs yemeği yemeden, kalkıp gitdi.

ONBİRİNCI İMAM

İMÂM-I ASKERÎ «radıyallahü anlı»

·        604 — İmâm-ı Hâdî Ali bin Muhammedin oğlu Hasen’dir «radıyallahü anhüm». Künyesi Ebû Muhammed, lakabları Zekî, Hâlis ve Sirâcdır. Babasına denildiği gibi kendisinin de Askerî ismi meşhûrdur.

Anneleri babasının Hâdîs adını koyduğu bir câriyedir. Hicretin iki yüz otuz birinde Medinede doğdu. İki yüz altmışda Sermenrayda vefat etdi. Kabrleri babasının yanındadır. Kerâmetleri sayısızdır.

·        605 — Muhammed bin Ali bin İbrahim bin Ca’fer anlatıyor:

Geçim sıkıntısı çekiyorduk. Bir gün babam bana: Oğlum gel İmâm-ı Askerî Hasen bin Ali’nin «radıyallahü anlı» huzûruna gidelim. Onun çok cömerd olduğunu söylüyorlar. Hiç onu gördün mü? dedi. Hayır, hiç görmedim dedim. Yolda giderken babam: bize beşyüz akça verse, ikiyüz akça ile elbise, ikiyüz akça ile un ve yüz akça ile de çeşitli ihtiyaçlarımızı alırız dedi. Ben de bana üç yüz akça verse yüz akça ile elbise, yüz akça ile yiyecek ve.yüz akçası ile de bir merkeb alıp Gühistân tarafına gitsem diyordum. Evlerinin kapısına geldik. Kimse ile konuşmamışdık. Bir hizmetçi çıkıp babamı ve beni isimlerimizle çağırdı. İçeri girip selâm verdik. İmâm-ı Zekî «radıyallahü anh» babama: Şimdiye kadar niçin gelmedin? buyurdular. Babam, bu halle yanınıza gelmeğe utandım dedi. Dışarı çıkdığımız-da bir hizmetçi arkamızdan koşdu. Bir kese babama verdi. Bu kesede beşyüz akça vardır. İki yüzlük akçası ile elbise, ikiyüzü ile un ve yüz akçası ile de çeşitli ihtiyaçlarını alırsın dedi. Sonra bana da bir kese verdi. Bu kesede üçyüz akça vardır. Yüz akça elbise için, yüz akça yiyecek ve yüz akça da merkeb parasıdır, yalnız Gühistana gitme, falan yere git dedi. İşaret etdiği yere gitdim. O gün evlendim ve iki bin altına sâhib oldum.

·        606 — Bir kişi anlatır: Babam İmâm-ı Askerî’nin «radıyallahü anh» hayvanlarına nalbantlık ederdi. Halife Müste’înin bir atı vardı. Değil binmek eğer bile vurdurmazdı. Müste’înin nedimlerinden biri, bu atı Hasen bin Ali ya’ni İmâm-ı Askerî «radıyallahü anh» görsün. Ya bunu binecek du ruma getirir veyâ at onu helâk eder. İmâm-ı Askerîyi «radıyallahü anh» çağırdılar. İmâm, seraym kapısından girince atı sarayın avlusuna çıkardılar. İmâm, ata doğru yaklaşdı. Mübarek elini sağrısına sürdü. At terledi. Sonra Müste’înin yanma gitdi. Müste’în ta’zîm ve tevkîr vazifesini yerine getirdi ve yanma aldı. Bu ata bir eğer vur dedi. îmâm-ı Askerî «ra-dıyallahü anh» babama dönerek şu ata eğer vur, buyurdular. Müste’în tekrar sen vur deyince, yerinden kalkdı, ata eğer vurup geldiler, Müste’în; ne olur bu ata bir de bin dedi. Ata binip seraym avlusunda rehvân dolaş-dılar. At hiç serkeşlik etmedi. Sonra atdan indi. Müste’în, bu atı nasıl buldun? diye sordu. Bu atdan iyisini görmedim buyurdular. Müste’în bu atı İmâma bağışladı. Babama tut bunu götür buyurdular. Babam götürdü. Hiç serkeşlik etmedi.

·        607 —- Bir kişi anlatmışdır:

İmâm-ı Askerî’nin «radıyallahü anh» huzûrunda fakirlikden şikâyet etdim. Elinde bir baston vardı. Onunla yeri kazdı. Beşyüz altın kıymetinde bir kalıp külçe altın çıkardı. Bana verdi.

·        608 — Yine birisi anlatır:

Zindanda idim. Zindanın darlığından ve beni bağladıkları zincirlerin ağırlığından İmâm-ı Askerî’ye «radıyallahü anh» şikâyet mektûbu yazdım, geçim sıkıntısı çekdiğimi de yazacakdım. Utandım. Cevâbında: Bu gün öğle nemâzmı evinde kılacaksın diye yazmışlardı. Hakikaten öğle vakti beni çıkardılar. Öğle nemâzmı evde kıldım. İmâmın «radıyallahü anh» hizmetçisi geldi. Yüz altın getirdi. Bir de mektûb getirdi. Mektûbda: Ne zeman bir şeya ihtiyacın olursa iste, utanma! İstediğin şeye Allahü teâlânın izniyle erişirsin yazıyordu.

·        609 — Yine birisi anlatır:

İmâm-ı Askerî’ye «radıyallahü anh» bir mektûb yazarak bazı şeyler sordum. Bahar hummasından da soracakdım; unutdum. Cevâbında suallerimi cevablandırdılar. Ayrıca bahar hummasından da soracağımı fekat unutduğumu beyanla (Ey ateş İbrahimin üzerine soğuk ve sâlim ol.) âyet-i kerîmesini yazıp hummalı hastanın boynuna asmamı emr buyurdular. Öyle yapdım hasta şifâ buldu.

·        610 —■ Yine birisi anlatır:

îmâm-ı Askeri’nin «radıyallahü anh» huzûrunda oturuyordum. Güzel yüzlü bir genç içeri girdi. Kendi kendime acaba bu kimdir diye merak etdim. Bu genç Ümm-i Gânim’in oğludur. Bütün dedelerimin yüzükleriyle mührlerini basdıkları taşın sahibidir. Taşa benim de bir mühr basmam için geldi buyurdular. Sonra gence taşı ver buyurdular.

Genç, taşı çıkarıp verdi. Yüzüğünü taşın mühr olmıyan düz bir yerine bağdılar. Mühr meydana çıkdı. Açık olarak Hasen bin Ali yazıldığını gördüm. Sonra genç dışarı çıkdı.

·        611 — Yine bir kişi anlatır: İmâm-ı Askerî Hasen bin Ali «radıyal-lahü anh» hazretlerine bir mektûb yazarak mişkâtın ma’nâsını sordum. Hanımım hâmile idi. Hayr düâ etmesini ve çocuğa ad koymasını istirham etdim. Cevâbında Mişkât, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kalbidir, diye yazdılar. Hanımın ve çocuğun hâlinden bir şey yazmadılar. Yalnız mektûbun sonunda, Allaha teâlâ sana büyük ecr ve sonra halef versin! yazmışlardı. Çocuk ölü doğdu. Ondan sonra bir oğlum oldu.

ON İKİNCİ İMÂM

İMÂM-I HÜCCET «radıyallahü anh»

îmâm-ı Askerî Hasen bin Alinin oğlu Muhammeddir. «radıyallahü anhüm» Onikinci îmâmdır. Künyeleri Ebül Kâsım’dır. Lâkabları Elimâmiy-yetü bilhücce ve Kâim ve Mehdî ve Muntazır ve Sâhibüzzemândır. Annesi bir câriye idi. Hicretin ikiyüzelli sekizinci yılında Ramazân-ı Şerifin yirmi üçüncü gününde Sermenray’da doğdu.

·        612 — İmâm-ı Askerî’nin «radıyallahü anh» teyzesi anlatır: Bir gün îmâm-ı Askerî’nin «radıyallahü anh» yanma varmışdım. Teyzeciğim, bu gece bizim evde ol; Allahü teâlâ bize bir halef verecekdir, buyurdular... Oğlun kimden olacak? Hanımın Nercis’de bir hâmilelik durumu yok dedi. Teyzeciğim; Nercis, hâmilelik yükünü çekmiyecek, ancak doğum vaktinde belli olacakdır buyurdular. Gece oraya gitdim. Teheccüd nemâzma kalkdım. Nercis de kalkdı. Kendi kendime: Sabah yaklaşdı, henüz doğum halleri meydana çıkmadı diyordum, İmâm-ı Askerî «radıyallahü anh» m sesini duydum. Teyzeciğim; acele etme! Nercisin odasına git diyordu. Gitdim. Nercis beni karşıladı. Vücudu titriyordu. Onu bağrıma basdım. İhlâs, kadr sûrelerini ve Ayet-el-kürsîyi okudum. Nercisin oğlu da karnında okuyordu. Sonra oda aydınlandı. Bakdım, çocuk doğmuşdu. İmâm-ı Askerî «ra dıyallahü anh» teyzeciğim oğlumu getir dediler. Çocuğu sarıp götürdüm. Mübarek dilini çocuğun ağzına götürüp, Allahın izniyle konuş buyurdular. Çocuk besmele çekdi ve bir âyet-i kerîme okudu. O sırada etrafımızı yeşil kuşlar bürüdüler. İmâm-ı Askerî «radıyallahü anh» onlardan birini çağırdı. Bunu tut ve Allahü teâlânm emrini erişdirmesine kadar sakla buyurdular. O kuşun ve etrafındaki kuşların kimler olduğunu sordum. O kuşun Cebrâil «aleyhisselâm» diğerlerinin de rahmet melekleri olduğunu söylediler. Yine annesine götür buyurdular.

Götürdüm. Doğduğu zeman göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş idi. Sag kolunda (Hak gelince batıl gider. Muhakkak batıl mahv olucudur) âyet-i kerîmesi yazılı idi.

·        613 — Başka birisi rivâyet etmişdir: Doğduğu zeman iki dizinin üzerine durup salevat parmağını göğe doğru kaldırıp aksırdı. Elhamdülillah! Rabbil-âlemin dedi.

·        614 — Başka birisi anlatır: Bir gün İmâm-ı Askeri’nin «radıyallahü anh» huzûrunda idim. Senden sonra halefin kim olacakdır? diye sordum. Odasına girdiler. Kucağında üç yaşında bir oğlan çocuğu ile döndüler. Allahü teâlânın yanında mükerrem olmasaydın bu oğlumu sana göstermezdim. Bunun adı Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» adı gibi künyesi yine onun künyesi gibidir. Yer yüzü şimdi zulm ve cevrle dolu olduğu gibi bu oğlumun zemanmda adâletle dolacakdır, buyurdular.

·        615 — Yine birisi anlatır: Abbâsî halîfesi Mu’tedıd iki kişi ile beraber beni çağırdı. İmâm-ı Askerî’nm «radıyallahü anh» vefat etdiğini söyledi. Sermenraya gidip evini yıkıp ve evde kimi bulursak başını getirmemizi emr etdi. Biz Sermenrayda îmâm-ı Askerî Hasen bin Alinin «radıyallahü anh» evine vardık. Çok güzel ve temiz, sanki yeni yapılmışdı. Bir perde gördük. Perdeyi kaldırdık, bir mağara gördük. İçeri girdik. Bir deryâ gördük. Öteki ucda su üzerinde bir hasır üstünde güzel yüzlü birisi nemâz kılıyordu. Bize hiç iltifat etmedi. İki arkadaşımdan birisi biraz ilerlemek istedi suya batdı. Elinden tutup zorla kurtardık. Öbür arkadaş da ileri gitmek istedi. O da suya batdı. Onu da güçlükle kurtarabildik. Orada şaşırıp kaldık. Ey ev sahibi biz nereye geldiğimizi bilemedik. Allahü teâlâdan afv ve senden özr dileriz diye bağırdık. Hiç iltifat etmedi. Geri dönüp Mu’tedı-dm yanma geldik. Durumu anlatdık. Mu’tedıd bu sırrı kimseye söylemeyin yoksa boynunuzu vurdururum dedi.

Şîiler: On ikinci imâma iki dürlü gaybet isnâd ederler. Birincisi, doğumundan sefaretin kesilmesine kadar olan kısa gaybetdir. İkincisi Sefaretin kesilmesinden Hak teâlânın zuhûrunu takdir etdiği zemana kadar olan uzun gaybetdir. İmâmın Gaybet-i Kasrîde iki elçisi vardır. İnsanların ihtiyaçlarını gidermelide ve sorularına cevâb vermekde insanlarla İmâm arasında vasıta olmuşlardır. Elçilik Ali bin Muhammed adlı bir şahda son bulmuşdur. Bu şahs hicrî 326 yılında vefat etmişdir. Rivâyet ederler ki vefatından altı gün evvel Muhammed bin Hasen Askerî «radıyallahü anh» Ali bin Muhammede şu yazıyı göndermişdir: Ey Ali bin Muhammed, Allahü teâlâ sana büyük ecr versin! Altı gün içinde öleceksin! İşlerini bitir! Mekâmım kimseye vasıyyet etme! Zira tam gâib olma zemânı gelmişdir. İmamlık tekrar meydana çıkmaz. Ancak, Allahü teâlânın izniyle, uzağı düşünmek, kalblerin kararması, kötülüklerle yer yüzü dolduktan sonra mümkin olur. Kuvvet ve kudret Allahü teâlâdandır. Ali bin Muhammed, Altı gün sonra kimseye vasıyyet etmeden vefât etmişdir, derler.

Cami-ül- usûl kitabında kıyâmet gününün şartları ve alâmetleri bildirilirken İbni Mes’udun «radıyallahü anh» rivayet etdiği bir hadîs-i şerîf-de: (Kıyametin kopmasına birgün bile kalsa benim veya ehl-i beytimin evlâdından, kendisinin ve babasının adı benim ve babamın adı gibi olan birisini Hak teâlâ gönderir. Dünya zulm ile dolu olduğu gibi, o da adâletle bu dünyayı doldurur) buyurulmuşdur.

Yine Cami-ül-usûl kitâbmda Ebû İshak «rahmetullahi aleyh» in ri vayetiyle Hazreti Ali «radıyallahü anh» oğlu Hazret-i Hasene «radıyalla-hü anh» bakarak: Bu oğlum seyyiddir, nitekim Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem »de böyle buyurmuşdu. Yakında bunun neslinden bir kişi ge-lecekdir. Adı Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» adı gibi olacakdır. Vücûdü ve sûreti de benzeyecek yalnız ahlâkı aynı derecede olmıyacak-dır, buyurdular. Bunu Ebû Dâvûd «rahmetullahi aleyh de bildirdi, fekat. hikâyeyi bildirmedi.

Şeyh Muhyiddîn-i Arabî «rahmetullahi aleyh» Fütûhât-ı Mekkiyye ki tâbmda Mehdiyi anlatırken Şunları söylemişdir: Âhır zemanda çıkacak olan Mehdi, bütün dünyâ zulmle dolu iken adâletle dolduracakdır. İsmi Muhammed bin Abdullah olacakdır. Hazret-i Hasenin «radıyallahü anh» neslinden gelecekdir. Mekke-i Mükerremede rükn ile mekâm arasında bî’at olunacakdır. Gâibden bir grub erkek yardımcıları olacakdır. Memleketin yükünü çekmekde Mehdiye yardımcı olacaklardır. Mehdi, bütün hayvanların dillerini bilecekdir. Adâleti insanlara ve cinlere sirâyet edecekdîr.

Şeyh Alâüddevle Ahmed bin Muhammed Simmânî «kuddise sirruh» şöyle buyuruyor:

On ikinci imâm ihtifâ ettikden sonra ebdâl dairesine girmişlerdir. Tabaka tabaka ilerliyerek evtâd’ın seyyidi olmuşlardır. O vaktin kutbu Ali bin Hüseyn Bağdadî vefat edince nemâzım kıldırıp kutbiyyet mekâmına oturmuşdur. On dokuz yıl kutb olup vefat edince yerine Osman bin Ya’-kûb Cevînî «radıyallahü anh» kutb olmuşdur. Bunun vefatından sonra Abdurrahmân bin Avfm «radıyallahü anh» soyundan Ahmed Küçük kutb olmuşdur. Iranda vefat etmişdir. Fekat bunların kabrlerinin yerleri belli değildir. Onlardan başka kimse bilmez. Her sene ziyaret ederler. [Buradan da anlaşıldığı gibi on ikinci imâm vefat etmişdir. Şî’îlerin dediği gibi mağaraya girip bir dahâ çıkmayarak kıyâmete yakın Mehdî olarak çıkacağı doğru değildir. Kıyamete yakın çıkacak olan Mehdî, Hazret-i Hasenin soyundan olacak ve babasının adı Abdullah olacakdır.]

Bütün nimetleri kullarına bağışlıyan Allahü teâlâya hamd olsun ki, on iki imâmın «radıyallahü anhüm» sözlerini, hâllerini ve kerâmetlerini anlatmağı nasîb etdi. Şimdi tekrar eshâb-ı kiramdan «aleyhimürrıdvan» birkaçının hâllerini bildirmeğe devâm edelim. On iki imâmın büyüklükleri çok fazladır. Yalnız bütün kerâmetlerin, yüksekliklerin on iki imâma münhasır olduğu akla gelmesin. Onlardan evvel veyâ sonra çok büyük insanlar gelip geçmişlerdir. Bunların bir kısmı meşhûr olmuş, bir kısmı ise unutulmuşdur.

Sonra gelen büyüklerden bir kısmı Nefehâtül üns kitâbmda anlatıldı. Bu kitâbı Farisîden tercüme eden Lâmiî hazretleri anlatıyor:

Seyyid Celâleddin Buhârî «kuddise sirruh» yediyüz senelerinin sonuna doğru Bursaya gelmişler. Sultan Beyazidin kızı Hundî hatunu almışlardır. Sekizyüzotuziki senesinde vefat etmişlerdir. Mübarek kabrleri Bur-sada Kıble-i Hâcât ve Kâbe-i Münâcât olmuşdur. Etrafdan ziyarete gelenler çokdur. Bu fakir, kendilerinden kısaca bahs eden şu satırları yazdığım günün akşamı üşütmüşüm. Geceleyin uyandım. Boğazım tutulmuş-du. Yutkunamıyordum.

Bazı ilâçlar kullanıldı ise de fâide vermedi. Uzun zeman oturuldukdan sonra uyumuşum. Bir kimsenin boğazımı sıvazladığını hissetdim. Kendisini göremiyordum. Başka birisi bana soruyordu.. Boğazını sıvayanı biliyor musun. Hayır kimdir dedim. Seyyid Muhammed Buhârî dedi. O şahsı da göremedim. Bu halde iken uyandım. Boğazımda hiç bir ağrı yokdu. Hayretimden acaba boğazımın ağrısını da rüyada mı gördüm diye düşündüm. Yanımdaki hizmetçi uyandığımı anlamış olacak ki, boğazınız nasıl oldu efendim dedi. Anladım ki kerâmet-i hazret-i emir olmuş. Velhasıl o haz-retin kerâmetleri ve havârık-ı âdâtı ellerde meşhûr ve dillerde mezkûrdur ki beyândan müstağnidir.

Sonra gelen büyüklerden biri de Seyyid Ahmed bin Seyyid Muhammed Buhârî «rahmetullahi aleyh» dir Kutb-ül İrşâd ve Gavs-ül evtâddır. Şerîatden kıl kadar ayrılıkları görülmemişdir. Ruhsatdan kaçıp, azimetle hareket ederler. Talebelerinin edebî, ahlâkî, huşû’u ve vekârlarından kendilerinin büyüklüğü anlaşılır. Yanlarında hizmet etdiğim müddetçe gördüğüm kerâmetleri yazsam bir kitâb olur. Bu kitâbm tercümesi kendilerinin emr ve yardımlarıyle yapılmışdır. Hakîrin hiçbir rolü yokdur. Lâmiî. hazretlerinin sözü tamâm oldu.

Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» bir kaçını anlatalım.

SA’ÎD BİN ZEYD «radıyallahü anh»: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» Cennetle müjdelediği on kişiden birisidir. Nakl edilir ki: Bir kadın eshâb-ı kiramın «aleyhimürrıdvan» toplu bulunduğu bir yere gelip,, "Saîd bin Zeyd benim arsamı alıp bina yapdı. Ona söyleyin yerimi versin, yoksa Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» mescidine gidip şikâyet ederim dedi. Bu söz Sa’îd bin Zeyde «radıyallahü anh» ulaşdırıldı.

Saîd «radıyallahü anh» Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» işitdim. (Bir kimse haksız olarak bir karış yer alsa Hak teâlâ onu yedi kat yerden tard eder) buyurmuşlardır. O kadına söyleyin hakkı olan yeri alsın dediler. Ayrıca, Yâ Rabbî eğer o kadın yalan söylüyorsa gözleri kör olsun ve bu görmez hâliyle çok geçmeden ölsün diye bed düâ etdiler. Kadın bu haberi alınca Saîdin «radıyallahü anh» evini yıkdı. Kendisi için ev yapmağa başladı. Çok geçmeden gözleri görmez oldu. Geceleri hizmetçisini uyandırır, elinden tutar, istediği yere beraber giderlerdi. Bir gece hizmetçisini uyandırmadan yalnız dışarı çıkdı. Bir kuyuya düşdü. Sa-.bahleyin kuyuda ölü buldular.

ABBÂD BİN BİŞR ve ÜSEYD BİN HIDIR «radıyallahü anhüma»: Enes «radıyallahü anh» rivâyet etmişdir:

İkisi Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda idiler. Karanlık bir gecede ikisi beraber dışarı çıkdılar. Birisinin asâsı rûşen oldu. Onun aydınlığında yolda giderlerdi. Biribirlerinden ayrıldıklarında öbürünün asâsı da rûşen oldu. Her biri kendi asâsının aydınlığında yürürlerdi.

AMMÂR BİN YÂSER «radıyallahü anhüma»:

Hazret-i Ali «radıyallahü anh» rivâyet ediyor: Bir seferde idik. Re-sûllullah '«sallallahü aleyhi ve sellem» Ammârı «radıyallahü anh» su getirmesi için gönderdi. Şeytan bir siyah köle şekline girerek Ammârm su almasına mâni oldu. Ammâr «radıyallahü anh» bunu tutup yere vurdu. Şeytan, beni bırak, sana mânî olmıyacağım dedi. Ammâr bırakdı. Yine suyun önüne engel oldu. Ammâr «radıyallahü anh» tekrar tutup yere vurdu. Yine beni bırak sana mâni olmıyacağım dedi. Bu sefer sözünde durdu. Ammâr «radıyallahü anh» suyu aldı. Henüz Ammâr «radıyallahü anh» gel-memişdi, Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» (Şeytan bir siyah köle sûretine girip Ammârm su almasına mâni oldu ise de Allahû teâlâ Am-mâra zafer verdi) buyurdular. Bunu Ammâra «radıyallahü anh» haber verdik. O siyah kölenin şeytan olduğunu bilseydim onu öldürürdüm yalnız burnunu ısırmak istemişdim, fena bir koku hissetdim, bırakdım dedi.

ALÂ BİN HAD REMİ «radıyallahü anh»:

Muhacirdir. Resûlullah’m «sallallahü aleyhi ve sellem» Bahreyn’de Valisi idi. Ebû Hüreyre «radıyallahü anh» şöyle buyurmuşlardır. (Hiç kimsede görmediğim üç acâib şeyi Alâ bir Hadremîde «radıyallahü anh» gördüm. Birincisi: Derya kenarına gitmişdik. Bize Allahû teâlânm ismini 'SÖyliyerek suya girin dedi. Biz de söyleyip girdik. Develerimizin tabanları hariç hiç bir yerimiz ıslanmadı. İkincisi, Deryâdan geçip sahraya erişince çok susadık. Suyumuz da yokdu. Alâ bin Hadremîye «radıyallahü anh» söyledik. İki rek’ât nemâz kıldı ve dûâ etdi. Hemen başımızda kalkan büyüklüğünde bir bulut zâhir oldu. O kadar yağmur yağdı ki herkes suya kandı ve kablarmı doldurdu.

Üçüncüsü, vefat etdi. Nemâzmı kıldık. Defn etdik. Kabrine kerpiçler koymuşduk. Sonra kefeninin bağlarını açmadığımız aklıma geldi. Kerpiçleri kaldırdık. Onu lahd içinde bulamadık. Nakl edilir ki: Basrada bir kimsenin kulağına ufak bir taş parçası girmişdi. Gündüz rahatsız olur, gece uyuyamazdı. Doktorlar ilâcını bulamadılar. Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimür-rıdvâıı» birine sordular. O da Alâ bin Hadremînin «radıyallahü anh» dü-âsmı tavsiye etdi. O düâ budur: Ya Alî, yâ Azîd, yâ Halîm, yâ Alîm. O şahs bu düâyı okuyunca kulağındaki ufak taş bir ses çıkararak dışarı çık-dı ve karşıki dıvara çarpdı.

EBÜ İMÂME-Î BÂHİLİ «radıyallahü anh» Resûllullahm «salllallahû aleyhi ve sellem» Şamda vefât eden son eshâbıdır. Kendilerinden şöyle naklederler.

Resûllullah «sallallahü aleyhi ve sellem» beni, bir kavmi İslâma da’-vet için göndermişdi. O kavm da’vetimi kabul, etmedi. Susamışdım. Su istedim. Vermediler ve bu susuzlukdan ölünceye kadar sana su vermiyece-ğiz dediler. Bir abam var idi. Başıma çekdim. Güneşin sıcağında yatdım. Rüyâmda bir kişi elinde sırçadan bir kadehle geldi. İçindeki şerbeti içdim. Hiç kimse o kadehden daha güzel bir kadeh görmemiş ve o şerbetden daha lezîz bir şerbet tatmamışdır. Sonra uyandım. O Vaktden beri aç ve susuz olmadım.

Câriyesinden nakl ederler: Ebû İmame «radıyallahü anh» sadaka vermeği severdi. Eline geçen altın, gümüş ve yiyecelkeri sadaka vermek için toplar, bir fakir geldiğinde verirdi. Bir gün bir fakir geldi. Evde üç altın vardı. Birini o fakire verdi. Bir fakir daha geldi. Birini de ona verdi. Ben duramadım, evde bizim için bir şey kalmadı dedim. Sonra yatıp uyudu. Öğle ezanı okununca kendisini kaldırdım. Mescide gitdi. Oruçlu olduğunu bildiğim için bore edip akşam için yemek hazırladım. Işığı yakıp sofrayı hazırladım. Öğlen yatdığı yerde altınlar gördüm. Saydım üçyüz altın idi. Kendi kendime: Her halde bu altınlara güvenerek sadaka vermişdir dedim. Yatsı nemâzmdan sonra eve geldi. Hazırladığım yemeği görünce Allahü teâlâya hamd etdi. Yüzüme tebessüm etdi. Yemeği yedi. Altınları getirdim. Bunları burada bırakmışsın dedim. Feryâd etdi. Yazıklar olsun, bu nedir? dedi. Bilmiyorum, burada buldum dedim. Feryâdı ziyâde oldu.

HÂLİD BİN VELÎD «Radıyallahü anlı»

Ebû Bekr «radıyallahü anh» şöyle anlatmışlardır: Resûlullahm «sal-lallahü aleyhi ve sellem» huzûrunda idik. Hâlid bin Velîd zikr olundu. (O, Allahü teâlâmn kılıçlarından bir kılmçdır. Kâfirlerin karşısına çıkarmış-dır.) buyurdular.

Ebû Bekr «radıyallahü anh» kendi halifeliği zemamnda Hâlid bin Ve-lîdi «radıyallahü anh» Hîre tarafına gönderdi. Hîre halkı Abdül - Mesih adlı bir şahsı elçi olarak gönderdiler. Hediye olarak da tesirini bir saatde gösteren zehr götürmüşdü. Hâlid bin Velîd «radıyallahü anh» bu nedir? diye sordu. Abdül-Mesîh, tesirini bir saatde gösteren zehrdir dedi. Haiid bin Velid «radıyallahü anh» o zehri avucuna koydu. O’nun ismiyle hiçbir hastalığın zarar vermediği yerin ve göklerin sâhibi olan Allahü teâlâmn isminin yardımiyle ma’nâsmda bir düa okuyarak o zehri içdi. Bir zararı dokunmadı. Abdül-Mesîh kavmine döndü ve onunla sulh yapınız, çünki bir saatde tesirini gösteren zehri içdi, hiçbir zarar görmedi. Bu işi onlardan başkası yapamaz dedi.

Nakl ederler ki: Hâlid bin Velîd «radıyallahü anh» askerlerinin arasında dolaşırken bir kişinin bir şarab tulumunu alıp gitdiğini gördü. Bu nedir? diye sordu.

O şahs sirkedir, dedi. Hâlid Bin Velîd «radıyallahü anh» üç kere yâ Rabhî, bunu sirke yap diye düâ buyurdular. O şahs şerab tulumunu arkadaşlarının yanma götürdü. İçince sirke olduğunu anladılar. Arkadaşları bu nedir? Diye sordular. Tulumu getiren: Ben şerab getiriyordum. Yolda emîrinizi gördüm. Bu nedir? diye sordu. Sirkedir dedim. Allahü teâlâmn bunu sirke yapması için üç kere dûâ etdi. Allhâhü teâlâ dûâsını kabul eyledi, dedi.

ABDULLAH BİN ÖMER - ÜBNİL - HATTÂB «Radıyallahü anh»; Emir-ül-mü’minîn Hazret-i Ömer’in «radıyallahü anh» en büyük oğludur.. Baliğ olmadan Mekkede îmân edip babası ile beraber Medineye hicret etmişdir. İlmi ve zühdü çokdu. Bin köle âzâd etmişdir. ■"

Mekkede Cemre taşı atıldığı zemanda halk çok kalabalık olmuşdu. O arada ayağının iki parmağı arasına birşey dokundu. Cerahat eyledi ve şiş-di. Bunun üzerine vefat etdi. Hicretin yetmiş üç veya yetmiş dördüncü yılında seksendört yaşında vefat etdi.

Nakl ederler ki: Bir seferde idi. Halkın bir yerde toplandığını görüp sebebini sordu. Burada bir arslan vardır, halkın yoldan geçmesine mâni’ oluyor dediler. Merkebinden inip arslana doğru yürüdü. Eliyle arslana dürtdü veyâ bir sille vurdu. Sonra Resûlullahdan «sallallahû aleyhi ve sellem» işitdim. (Eğer insanoğlu kendilerine musallat olan şeyden kork-mayıp da yalnız Allahü teâlâdan korksalardı, kendilerine hiç birşey musallat olmazdı.) buyurdular.

ABDULLAH İBNİ ABBÂS «radıyallahû anhümâ»: Eshâb-ı kirâmın «aleyhimürrıdvân» imâmlarındandır.

Benî Haşimin hicretten üç yıl evvel mahsûr kaldıkları Şa’b vâdisinde doğdu. Resûlullah «sallallahû aleyhi ve sellem» vefat etdikleri zeman on-üç yaşında idiler. İki kere Cebrâili «aleyhisselâm» iki kere de Resûlullahı «sallallahû aleyhi ve sellem» gördüğünü ve kendisine, Allaha teâlânm hikmet vermesi için düâ buyurduğunu bildirmişdir. Hicretin altmış sekizinci yılında yetmişbir yaşında Tâifde vefat etmişdir. '

Meymûn Mihrân anlatır:

Tâifde Abdullah bin Abbâsm «radıyallahû anh» cenazesine gitmişdiın. Nemâzınm kılınması için musallaya koydular. Bir beyaz kuş onun kefenin içine girdi gâib oldu. Her ne kadar o kuşu aradılar ise de bulamadılar. Defnden sonra bir ses işitdik, yalnız söyliyeni görmedik. Fecr sûresinin son üç âyetini okuyordu.

Nakl ederler ki: Bir gün mescide gidiyordu. Yolda güzel bir kadın gördü. Kendi nefsinden ona bir meyi gördü. Yâ Rabbi sen bana gözümü bir ni’met olarak verdin, fekat bunun bir belâ olmasmdan korkuyorum. Gözlerimi kapat diye düâ etdi. Mübarek gözleri kapandı. Kardeşinin oğlu onu camie götürür, bir direğin dibinde kıbleye karşı oturturdu. Çocuk oynamağa giderdi. Lüzûmunda çocuğa haber gönderirdi. Bir gün abdest tazelemeğe ihtiyacı oldu. Çocuğa haber gönderdi. Çocuk oyuna dalmışdı, gelmedi. Etrafın kirleneceğinden korkarak, Yâ Rabbî gözümü nimet olarak verdin. Belâ olacağından korkduğum için kapatdın. Şimdi de elbisemin ve mescidin kirlenmesinden korkuyorum, dedi. Tekrar gözleri açıldı. Rivâyet. eden, Abdullah bin Abbâsı «radıyallahü anhümâ» gözlerinin hem kapalı, hem de açık olduğu zemanlarda gördüğünü söylemişdir.

ÎMRÂN BİN HASIN

«Radıyallahü anlı»

Hicretin elli üçüncü yılında Basrada vefat etmişdir. Basrada eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» İmrân bin Haşinden daha yaşlı kimse yok-du. Otuz yıl boyunca karın sancısı çekdi. Kendisine ateşle dağlarsan geçer dediler. Kabul etmedi. Vefatına iki yıl kala dağ vurdu. İmrân bin Hasîn «radıyallahü anh», Mutrafa «rahmetullahi aleyh» demişdir ki; Dağ yapmadan evvel melekler bana selâm verirdi. Dağ yapdıkdan sonra selâm vermez oldular. Fekat ateşin meydana getirdiği yara iyice geçdikten sonra melekler yine bana selâm vermeğe başladılar.

HAMZA BİN AMR EŞLEMİ

«Radıyallahü anh»

Nakl ederler ki: Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile bir seferde idiler. Karanlık bir gecede develer ürküp bütün eşyalar yere düşdü. Hamza bin Amr’ın «radıyallahü anh» parmakları mum gibi ışık verdi. Düşen eşyaları bulup tekrar develere yüklediler.

SELMÂN-I FÂRİSİ

«Radıyallahü anlı»

İsfehanlıdır. Künyesi Ebû Abdullahdır. Emir-ül-Müminîn Ömer «ra-dıyallahü anh» kendisini Medaine vâli tayin etmişdir. Osman «radıyalla-hü anh» m halifeliği zemanmda vefat etmişdir. Siyer âlimleri Selmân-ı Karisinin «radıyall&hü anh» çok ömür sürdüğünü, Hazret-i İsânın «aleyhis selâm» vasisine erişdiğini iki yüz elli veyâ daha fazla sene hayatda kaldığını söylemişlerdir.

Enes «radıyallahü anh» rivâyet ediyor; Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bir hadîs-i şeriflerinde «Sâbıklar dört kişidir. Arabm sâbıkı, önderi benim. Rûmun sabıkı Suheybdir. Acemin sâbıkı Selmândır. Habe-şin sâbıkı Bilâldir) buyurmuşlardır. Diğer bir hadîs-i şerîfde (Selman biz-dendir, ehl-i beytdendir) buyurmuşlardır.

Hanımı anlatır: Vefâtma yakın bana, evde bir mikdar misk vardı, onu suya koy ve başımın etrafına saç insan ve cin olmayan kimseler yanıma g& leceklerdir dedi. Söylediği gibi yapdım. Dışarı çıkdım. Odadan Esselâmü. aleyke ey Allahın velîsi ve Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» sâ-hibi diye bir ses duydum. İçeri girdiğimde rûhunu teslim etmişdi. Yatağında uyuyor gibiydi.

Saîd bin Müseyyeb, Abdullah bin Selâmdan «radıyallahü anh» işiterek anlatır: Selmân-ı Farisî «radıyallahü anh» bana dedi ki: Ey kardeşim, hangimiz evvel vefat edersek, vefât eden kendisini hayatda olana göstersin dedi. Ben, bu mümkin olur mu? dedim. Evet olur, çünki mü’minin rûhu bedenden ayrılınca, istediği yere gidebilir, kâfirin rûhu siccînde habs edilmişdir dedi. Selmân «radıyallahü anh» vefât etdi. Bir gün Kaylûle yaparken ya’ni öğleye yakın zemânda uyurken Selmânm «radıyallahü anh» geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmını aldım. Yerini nasıl buldun? diye sordum. İyidir, tevekkül et, tevekkül ne iyi şeydir dedi ve üç kere tak-rarladı.

TUFEYL BİN AMR DÛSİ «radıyalahü anh»:

Kendisi anlatıyor: Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğini ilân etdikden sonra Mekkeye gitmişdim. Kureyş kâfirleri gelip bana, ey Tufeyl bizim şehrimize geldin, içimizde birisi meydana çıkdı, kav-mimize ayrılık sokdu. Sözlerinde şihr tesiri vardır. Kardeşi kardeşden karıyı kocadan ayırıyor. Bu sözleri senin ve kavminin duymasından korkuyoruz. Onunla sakın konuşma, yanma gidip sözünü dinleme dediler. Bu sözlerin üzerine Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile konuşmamağa ve sözünü dinlememeğe azm etdim. Mescid-i Harâma girince Onun sözünü duymamak için kulaklarıma pamuk tıkardım. Bir sabah Mescid-i Harâma girdim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Kâ’beye yakın bir yerde nemaz kılıyordu. Hak teâlâ irade etmiş olacak ki, sözlerini duydum. Çok. güzel idi. Kendi kendime, ben şairim, zekiyim, iki kötü sözleri ayırabilirim, gidip sözlerini dinliyeyim. Güzel söylerse kabul edeyim dedim.. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» evine doğru gidiyordu. Ben de arkasından git-dim. Evine girdi. Ben de arkasından girdim. Ey Muhammed «sallallahü aleyh ve sellem» senin kavmin senin kelâmını işitmekden beni o kadar korkutdular ki, kulaklarıma pamuk tıkamışdım. Allahü teâlânm iradesinde olmuş olacak ki şendeki güzel sözleri iştdim. Onları bana arz eyle dedim. Bana İslâmî arz etdi ve Kuran-ı kerîm okudu. O zemana kadar öyle güzel sözler işitmiş değildim. îslâma geldim. Sonra Ya Resûlallah «sallallahü aleyhi ve sellem» kavmimde benim sözüm geçer, istiyorum ki gidip kav-mimi îslâma davet edeyim. Yalnız düâ buyurun Hak teâlâ bana bir hârika. versin ki, onları İslama davetde bana yardımcı olsun dedim. (Yâ R,abbî buna bir hârika ver!) diye diiâ buyurdular. Kavmime doğru yola koyuldum. Çok yaklaşdığım zeman iki gözümün arasında bir nûr meydana çık-dı etrafı aydmlatdı. Ya Rabbî bu nûru başka bir yerime nakleyle! diye dua etdim. Hak teâlâ o nûru dilimin ucuna getirdi. Bir asılmış kandil gibi . ışık saçardı.

Kavmimi İslama da’vet etdim. Çoğu müslimân oldu.

Dönüp, Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzuruna geldim. .Reislerin üzerine bed düâ etmelerini söyledim. Çünki çok zina yapıyorlardı. (Yâ Rabbî reislere hidâyet ver!) diye düâ buyurdular. Bana yine kav-mine dön, onları islâma da’vet et, buyurdular. Gitdim, onları islâma davet etdim. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» hicret etdi. Bedr, Uhud ve Hendek gazaları oldu. Hayber gazâsına islâma gelenlerin bir grubu ile katıldık. Mekkenin fethine kadar Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» ile beraberdik. Beni Zilkefeyn adında bir putu yıkmak için gönderdi. Yıkdım .geldim, vefatlarına kadar beraber oldum.

Nakl ederler ki: Server-i âlemin «sallallahü aleyhi ve sellem» vefatından sonra Arablar mürted oldular, dinden çıkdılar. Tüfeyl bin Amr «radıyallahü anh» bir gurub müslimânla Yemame tarafına doğru gitdi. Yolda bir rüya gördü. Arkadaşlarına anlatmağa başladı. Başımı traş et-diler, ağzımdan bir kuş uçdu, bir kadın beni gördü, alıp fercine koydu, oğlum da beni çok aradı bulamadı dedi. Arkadaşları hayırdır inşâallah dediler. Tufeyl bin Amr «radıyallahü anh» ben şöyle tâ’bir etdim dedi. Başımı traş etmeleri bu gazada başımı vereceğime delâlet eder.

Ağzımdan çıkan kuş rûhumdur. Beni fercine koyan kadın zemindir. Zira kabrimi yerde kazıp beni orada gizliyeceklerdir. Oğlumun beni çok arayıp bulamaması, o bu harbde şehîd olmağı çok isteyip, olamıyacağını gösterir, dedi. Tufeyl «radıyallahü anh» Yemâme gazasında şehîd oldu. Oğlu Amr ise çok yara aldı, fekat sıhhat buldu. Hazret-i Ömer’in «radı-yallahü anh» halifeliği zamanında Yermük yılında şehîd oldu.

SEFİNE «radıyallahü anh»:

Resûlullahm «sallahü aleyhi ve sellem» hizmetçisidir. Ümm-i Seleme «radıyallahü anhâ» mn kölesi idi. Resûlullah» «sallallahü aleyhi ve sellem» hayatda olduğu müddetçe kendisine hizmet etmek şartı ile âzâd etdi. Sefîne «radıyallahü anh» Ümm-i Selemeye «radıyallahü anhâ» dedi ki: Eğer sen bu şartı koymasaydm yine hayatda olduğum müddetçe Ser-- ver-i âleme «sallalahü aleyhi ve sellem» hizmet ederdim. On yıl hizmet et-

■diğini söylerler. Adın nedir? diye sorulduğundan adımı söylemem bana Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Sefine adını koymuşdur derdi. Kendisine Sefine adının ne sebeble konulduğunu sordular. Anlatmağa başladı. Bir gün Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Eshâb-ı kirâm aley-himürrıdvân» ile beraber sefere çıkmışlardı. Yanlarındaki eşya ağırlık vermiş olacak ki, yere bir kilim ser buyurdular. Serdim. Birçok eşyâlar koydular. Bunları götür, sen sefinesin buyurdular. (Sefine, gemi demekdir) O gün bana yedi deve yükü bile vursalar ağır gelmezdi dedi.

Yine kendisi anlatır: Bir gün gemiye binmişdim. Denizin dalgasından gemi parçalandı. Bir tahta parçasına tutunabildim. Dalgalar beni bir kaya kovuğuna atdı. Orada bir arslan vardı. Ey ebel hâris (arslan) benx Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» kölesi Sefineyim, dedim. Arslan başını tevazu göstererek aşağı indirdi. Gelip yanım bana sürdü. Yolu gösterdi. Yola çıkdığımızda yumuşak yumuşak sesler çıkarıyordu. Anladım ki bana veda’ ediyordu.

HISÂN BİN SABİT «radıyallahü anh»:

Âl-i Cefneden Cebele-i Gassânî mürted olup Rum kayserine varmış-dı. Emîr-ül-mü’minin Ömer «radıyallahü anh» m elçisiyle Hısân «radıyal-lahü anh» a hediyyeler gönderdi. Hısân «radıyallahü anh» Hazret-i Ömer’in «radıyalahü anh» kapısına gelip durdu. İçeri girip selâm verdi. Yâ emîr-el-mü’minîn ben Al-i Cefnenin hediyyel'erinin kokusunu duyuyo rum dedi. Ömer «radıyallahü anh» da evet, Cebele-i Gassânî sana hediyye .göndermiş dedi. Bunu anlatan diyor ki: Hâdiseden hiç haberi olmadığı halde, yalnız kokusiyle Al-i Cefnenin hediyyeleri olduğunu anlayan Hısâna «radıyallahü anh» hâlâ hayret ederim.

AMR BİN MURRETIL-CEHNİ «radıyallahü anh»:

Kendisi müslimân oldukdan sonra, kavmine gidip onları da İslama dâ’vet etmesi için Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» izn istedi. Kavmine gitdi. Bütün kavmi kabul etdiler, yalnız birisi: Yâ Amr Allah senin yiyeceklerini acı etsin, bize atalarımızın dînini terk etmemizi, putlarımızı bırakmamızı istiyorsun dedi ve ayrıca Amra «radıyallahü anh» da: kim yalan söylüyorsa Allahü teâlâ onun yiyeceğini acı etsin, dedi. O şahsın dudakları, ağzı parçalanıp döküldü. Yemeğin tadını alamazdı. Ayrıca gözleri kör ve dili tutulduktan sonra öldü.

ÎHBÂN «radıyallahü anh»:

Ölüm hastalığında: Beni iki elbise içinde defn edin diye vasiyyet et-:mişdi. Vefat edince iki elbise ve bir gömlek ile kefenleyip, defn etdiler.

— 273 — Peygamberlik Müjdeleri — F. 18 Sabahleyin elbiselerin bırakıldığı bir ağaç üzerinde gömleğini gördüler;. Bu gömlek onun mu yoksa başkasının mı diye tereddüde düşdüler. O gömleği diken terziyi buldular. Terzi yemin ederek, bu defn edildiği zeman üzerinde olan gömlekdi dedi.

EBÛ KURSÂFE «radıyallahü anh»:

Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Ona bir elbise giydirmişdi. Halk ona geldiler, onlara hayr düâ eyledi ve Hakdan bereket diledi. O duanın tesirini kendilerinde buldular.

Ebû. Kursâfe «radıyallahü anh» Askalanhdır. Oğlu Kursâfe Anado-luya harbe gitmişdi. Her sabah Ebû Kursâfe «radıyallahü anh» oğlunu yüksek sesle nemâza çağırdı. Oğlu da, buradayım babacığım diye cevâb verirdi. Oğlunun arkadaşları hayretle, kime cevâb veriyorsun diye sorarlardı. Kursâfe de babam bizi nemâza çağırıyor derdi.

Ebû Kursâfe «radıyallahü anh» demişdir ki: Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» işitdim. (Bir kimse yatmadan evvel Tebâreke sûresini okursa ve ondan sonra dört kere Halâl ve harâmın, belde-i harâmm, meş’ar-il haramın Rabbi olan Allahım. Ramezân-ı şerif ayında Kur’ân-ı Kerîmi indirdin. Resûlüne tehıyyet ve selâmımı ulaşdır! Ma’nâsmdaki dü-âyı okursa, Hak teâlâ iki melek yaratır. Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna giderler. O kulun selâmını haber verirler. Resûlullah: «sallallahü aleyhi ve sellem», benden de o kula selâm söyleyin, Allahın: rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun, buyurur.

ENES BİN MÂLİK ENSÂRÎ «radıyallahü anh»

Künyesi Ebû Hamzadır. On yıl Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» hizmet etmişdir. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Medineyı şereflendirdiği zeman on yaşında idi. Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimümd-vân» Basrada vefât edenlerin sonuncusudur. Cenâzesini Muhammed bin

Şîrîn «rahmetullahi aleyh» yıkamışdır.

Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kendisine mal ve evlâdının çok, ömrünün uzun olması ve afvı için düâ buyurmuşdur. Kendisi demişdir ki: Hurma âğaçlarım yılda iki kere yemiş verir, çocuklarıma sayısı, doksan sekiz veyâ yüz ikidir. Ömrümün çok uzun olmasından bana Hayat adını koydular. Düâda dördüncü olan afv için de ümidim çokdur. Yaşının doksan dokuz, doksan yedi veya doksan üç olduğunu söylerler.

Nakl ederler ki: Tarlalarını ekip biçen şahs gelip, arâzinin çok susuz olduğunu söyledi. Enes bin Malik «radıyallahü anh» abdest alıp nemaz kıB dı ve düâ etdi. Bir parça bulut meydana geldi ve onun tarlalarının üzerini kapladı. Bir yaz günü idi. Çok yağmur yağdı. Sonra hizmetçisini gönderip yağmurun nereye yağdığına bak dedi. Hizmetçi gidip bakdı. Yağmur sizin arâzinin dışına çıkmamışdır diye haber getirdi.

SABİT BİN KAYS

«Radıyallahü anh»

Kendisi anlatır: Bir gün şehrin dışında seyr ediyorduk. Düşman casuslarım gördük. Kaçmağa başladık. Arkadaşlardan birinin atı tökezlendi, uyluğunun üzerine düşdü. Uyluğu parça parça oldu. Onu bir ata yükletmek istedik, mümkin olmadı. Beni kati edin dedi. Onu orada bırakıp git-dik. Bir gün bir gece gitmişdik. Arkamızdan yetişdi. Ayağı temamen iyi olmuşdu.

Arkadaşım şöyle anlatdı: Bir beyaz at üzerine binmiş bir kimse geldi. Elini uyluğuma sürdü ve (Eğer sana inanmazlarsa Allahü teâlâ sana yetişir. Ondan başka ilâh yokdur. Ona tevekkül ederim. Büyük arşın sahibi odur.) mealindeki âyet-i kerîmeyi oku dedi. Okudum, uyluğum gördüğünüz gibi iyi oldu.

TEMÎM-İ BÂKİ

«Eadıyallahii anh5>

Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Tebükden dönünce Dâreyyâ den bir grub kimselerle gelip Müslimân olmuşdur.

Nakl ederler ki: Medine’de küçük bir yangın çıkdı. Ömer «radıyallahü anh» halife idi. Ateşin yanma gitmesi için Temîme söyledi. Temîm «radı-yallahü anh» Ben ne yapabilirim, dedi. Ömer «radıyallahü anh» ısrar edince Temîm «radıyallahü anh» kalkdı. İkisi beraberce yangından tarafa yürüdüler. Temîm «radıyallahü anh» eliyle işaret eder ve ateşi sürerdi. Ateş dar bir boğaza girdi. Temîm «radıyallahü anh» da arkasından girdi. Ömer «radıyallahü anh», gören görmiyen gibi değildir buyurdular.

ZEYD BİN HÂRİCE «radıyallahü anh»

Nu’mân bin Beşir «radıyallahü anh» anlatıyor: Zeyd bin Hârice «ra-dıyallahü anh» Medinenin sıhhatli kimselerindendi. Boğazında bir hastalık zâhir olup öğle ile ilkindi arasında vefat etdi. Üzerine bir örtü örtüp mescide gitdim. İkindi ve akşam nemâziarmı kıldım. Bir kimse gelip, Zeyd bin Hâricenin «radıyallahü anh» vefat etdikden sonra konuşduğunu haber verdi. Acele ile Zeydin «radıyallahü anh» yanma gitdim. Ensârdan birkaç kişi de vardı. Konuşuyordu veya onun ağzından konuşuyorlardı. Şunları duydum: Ömer «radıyallahü. anh» celâletli idi. Allah yolunda çalışırken kendisine gelecek elem ve sıkıntılardan korkmadı. İnsanları kuvvetlilerin zaîfleri yemesinden men’etdi. Sonra Hazret-i Osmanm «radıyallahü anh» hâlini anlatdı. Halifeliğinin sonunda olacak karışıklıklardan bahs etdi. Daha sonra Cennet ve Cehennemden ve içinde bulunanlardan bir kaç şey söyleyip susdu. Orada bulunanlara, ben gelmeden evvel neler söyledi? diye sordum. Resulullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» ve Ebû Bekrin «radıyallahü anh» hâllerinden bahs etdi, dediler.

CÂRİYE ZÂÎDE «radıyallahü anhâ»:

Ömer-übnil-Hattâb «radıyallahü anh» anlatır: Bir gün Zâide «radı-yallahü anhâ» Resûlullahm «sallallahü aleyhi ve sellem» huzûruna geldi. Selâm verdi. Resûlullah «saallallahü aleyhi ve sellem», yâ Zâide niçin yanıma böyle geç geç geliyorsun, senin hâlin iyidir. Ben seni severim buyurdular. Zâide «radıyallahü anhâ» bugün acaib bir iş başıma geldi, onun için geldim dedi. Resulullah «sallallahü aleyhi ve sellem» o acâib şey nedir? Diye sordular. Zâide «radıyallahü anhâ» anlatmağa başladı. Sabahleyin odun toplamağa çıkmışdım. Bir kucak odun bağlayıp bir taş üzerine koymuşdum. O sırada yer ile gök arasında bir süvari gördüm. Bana selâm verdi ve ben cennetin sâhibi Rıdvânım, efendine selâm söyle ve şöyle müjde ver.

Ümmetin üç grub hâlinde Cennete gireceklerdir. Bir grubu hisâbsız girer. Bir grubunun hisâbı kolay geçer. Bir grubu da senin şefâatinle Cennete girer. Bunları söyledi ve göke doğru çıkdı. Yer ile gök arasında bana iltifat etdi.

Taşın üzerine koyduğum odunu zor götürdüğümü görünce, ya Zâide odunu taşın üzerine koy dedi. Taşa hitâben, ey taş o odunu Zâide ile beraber Ömer’in «radıyallahü anh» evine götür, dedi. Taş yürüdü. Odunu kapıya kadar getirdi. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» kalkıp Ömer’in »radıyallahü anh» kapısına geldi. Taşın gelip gitdiğine ait izleri gördü. Sonra. (Allahü teâlâya hamd olsun ki ben dünyâda iken Rıdvân, ümmetimin afv edileceği haberini getirdi ve ümmetimden bir hanımı da Meryem «radıyallahü anhâ» derecesine çıkardı.) buyurdular.

ENSÂRDAN BÎR KADIN «radıyallahü anhâ»:

En es bin Mâlik «radıyallahü anhümâ» anlatır: Ensârdan bir genç hastalanmışdı. Ziyaretine gitdik. Çok ihtiyar ve gözleri de görmiyen bir

— 276 — annesi vardı. Henüz biz orada iken genç vefat etdi. Yüzünü örtdük. Annesine Allahâ teâlâ sana bu musibet dolayısiyle ecr, sabr versin, dedik. Oğlum vefat etdi mi? diye sordu. Evet dedik. Yâ Rabbî Senin ve Habîbinin «sallallahü aleyhi ve sellem» yolunda gitdiğimi biliyorsun, sıkıntılı zeman-larımda imdâdıma sen yetişirsin, bugünkü musibeti üzerimden kaldır! diye düâ etdi. Biz henüz dışarı çıkmamışdık. Genç, yüzüne örtdüğümüz örtüyü kaldırdı. Kalkdı. Beraber yemek yedik.

YEDİNCİ BÖLÜM

Tâbiıin, tebe-i tâbiîlnden Sofiyye tabakasına varıncaya kadar meydana gelen harikûlâde şeyler bildirilmektedir.

REBÎ’ VE REB’İ BİN HARRÂŞ

«Radıyallahü anhümâ»:

Reb’î «radıyallahü anh>> anlatıyor: Biz dört kardeş idik. Rebî’ hepimizden çok nemâz kılar ve sıcak günlerde oruç tutardı. Vefât etdi. Yüzünü örtdük. Kefen alması için birisini gönderdik. Yanında duruyorduk. Birdenbire yüzünü açdı ve bize selâm verdi. Selâmım aldık ve öldükden sonra konuşuyor musun dedik. Evet diyerek ilâve etdi: Sizden sonra Rab-bime kavuşdum. Onu gadablı bulmadım. Resûlullahı «sallallahü aleyhi ve sellem» bir burak üzerinde şefkatli ve merhametli gördüm. Cenâze ne-mâzımı bekliyor. Acele edin, geç kalmayın dedi.

Bu haberi Âişe «radıyallahü anhâ» duyunca Resûlullahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» işitdim, (Ümmetimden öldükten sonra konuşan kimse tabi’înin hayırlısıdır) buyurmuşlardı.

Yerinin Cennet veya Cehennemden hangisi olduğunu bilinceye kadar gülmemeğe and içmişdi. Vefatından sonra onu yıkayan, teneşir üzerinde dâima tebessüm etdiğini haber vermişdir.

Büyüklerden biri anlatır: Bir hristiyan komşum vardı. Vefât etdi. Hristiyanlar onu yıkadıkları zeman doğrulup Müslimânları yanıma çağırın demiş. Bu haberi duyunca gitdik. Kelime-i şehâdet getirdi.

EBÜ MÜSLİM HAVLAN?

«Rahmetullahi aleyh»:

Hiç dünya kelâmını söylemezdi. Dünya sözü söyliyenin yanından ayrılırdı. Bir gün bir mescidde bir grub insanların oturuduğunu gördü. Ahi-a-ete âid konuşuyorlardır diye yanlarına gidip oturdu. Bir dânesi benim kölem ticaretden geldi. Çok kâr getirdi dedi. Diğeri de dört hizmetçi hazır ladığını ve sefere göndereceğini söyledi. Ebû Müslim onlara bakıp dedi ki: .Hâliniz şu kimseye benzer. Bir kimse şiddetli bir yağmur altında yolda kalmışdır. Sığınacak bir yer arar. O arada bir dergâh ve büyük bir kapısını görür. Yağmur dininceye kadar şu kapıdan içeri gireyim de ıslanmayayım, der. Kapıdan içeri girdiğinde binanın damının olmadığını görür. Ben de sizden bir kaç şey öğrenir, istifade ederim diye yanınıza geldim. Meğer siz ehl-i dünya imişsiniz.

Nakl ederler ki: Esved Unsî Yemende Peygamberlik dâvâ’smda budundu Ebû Müslimi «rahmetullahi aleyh» çağırdı. Benim Allahın Peygamberi olduğuma şehâdet eder misin? diye sordu. Hayır dedi. Muhammedin «sallallahü aleyhi ve sellem» Allahın Resûlu olduğuna şehâdet eder misin ? diye sorunca, evet dedi. Aynı soruları birkaç kere daha sordu. Aynı ce-vâbları aldı. Esved bir büyük ateş yakılmasını emr etdi. Yakdılar ve Ebû .Müslimi «rahmetullahi aleyh» o ateşin içine atdılar. Hiç bir yeri yanmadı.

Esvede, bunu Yemen’den çıkar, yoksa sana uyanların itikadlan bozulur dediler. Esved, Ebû Müslime «rametullahi aleyh» Yemen’den göç etmesini emr etdi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» Medineye gitdi. O ze-man Ebû Bekr «radiyallahü anh» halife idi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh, Mescidde nemaz kılarken Ömer «radiyallahü anh» onu gördü. Yanma gidip hangi kavmdensin? diye sordu. Yemendenim dedi. Yalancı Peygamberin ateşe atdığı kişi ne yapdı? diye sordu. O, Abdullah bin Sevb idi ■dedi. Ömer «radiyallahü anh» yemin ederek, ateşe atılan kişi sensin dedi. ■Ömer «radiyallahü anh» onu bağrına basdı, ağladı ve Ebû Bekrin «radı-yallahü anh» yanma götürdü. Kendisi ile Ebû Bekrin «radiyallahü anh» arasında yer açıp oturtdu ve Aliahü teâlâya hamd olsun ki, hayâtda iken, İbrahim «aleyhisselâm»a yapılan işin bu ümmetden birisine yapıldığını görmek nasîb oldu, buyurdu.

Naki ederler ki; Ebû Müslimin «rahmetullahi aleyh» bir câriyesi vardı. Bir gün efendisine şöyle dedi: Çokdanberi yemeklerine zehr katıyorum, hiç bir zarar görmüyorsun. Niçin katıyorsun? diye sorunca, câriye ben gencim, ne yatağına yaklaşdınyorsun, ne de satıyorsun dedi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» ben her yemekde, (Bismillahi hayril esmâillezi lâ yedurru measmihi dâün Rabbûl ardı ve Rabbüssemâi) duasını okurum buyurdu.

Nakl ederler ki: Harbe giderken derin sulara gelince yanındakilere Allahın isminin yardımıyle geçin derdi. Kendisi önde, etrafındakiler arkada geçerlerdi. Hangi eşyanızı su götürürse bana haber verin derdi. Bir kimse bilerek suya bir torba atdı. Ebû Müslime «rahmetullahü aleyh» gelip, torbamı su götürdü dedi. Arkamdan gel buyurdular. Biraz ileride torbayı bir ağaca asılmış buldular. Bir gün yanında bulunan bir mikdar pa-rasiyle un almak için yola çıkdı. Bir dilenciye rastladı. Başka yollara sap-dı ise de dilenci yine karşısına çıkdı. Sonunda yanındaki parayı dilenciye» verdi. Un doldurmak için yanma aldığı torbayı, marangozların işyerine giderek ağaç talaşı ile doldurdu. Ağzını kapatıp evine götürdü. Hanımın* dan habersiz bir yere koydu. Hanımı torbayı görünce açdı, un olduğunu, görüp ekmek yapdı. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» bir müddet sonra korkarak evine geldi. Hanımı, undan yapdığı ekmeği ve hazırladığı yemeği getirdi. Yedikden sonra, bu ekmeği nereden yapdm? diye sordu. Hanımı, getirdiğin undan yapdım dedi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» hiç bir şey söylemedi.

Nakl ederler ki: Evine girince, Allahü ekber derdi. Hanımı da tekbîr getirerek karşılar hizmetini yapardı. Bir gün bir kadın, Ebû Müslimin: «rahmetullahi aleyh» hanımına gelerek, eğer kocan, Muâviyeye «radıyal-lahü anh» kötü söz söylerse size bir hizmetçi verir, çok yardımda bulunurum, rahatça geçinirsiniz dedi. Akşamleyin Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» evine geldi, tekbîr getirdi. Hanımı her zamanki gibi hizmetini yapmadı. Buradan Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» bir kimsenin hanımına bozuk fikrler verdiğini keşfedip, Yâ Rabbî, hanımıma bozuk fikrleri söyliyenin gözlerini kör et! diye düâ buyurdu. Fitneci kadın, evinde oturuyordu. Birden bire çırağ söndü dedi. Evde bulunanlar, hayır sönmedi dediler. Öyleyse gözlerim kör oldu dedi. Sonra Ebû Müslimin «rahmetullahi aleyh» düâsının sebebiyle gözlerinin kapandığını anlıyan kadın, Ebû Müslimin «rahmetullahi aleyh» huzûruna gelip, yapdığı işe pişman olduğunu söyliyerek düâ buyurmasını istedi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» bir zeman sonra, yâ Rabbî, eğer bu kadın doğru söylüyorsa gözlerini aç! diye düâ buyurdular. Allahü teâlâ o kadının gözlerini açdı.

Ceylânlar ba’zan Ebû Müslime «rahmetullahi aleyh» uğrarlardı. Çocuklar ceylânların durması ve elleriyle tutmaları için Hak teâlâya düâ etmesini isterlerdi. Ebû Müslim «rahmetullahi aleyh» düâ buyurur, Allahü teâlâ âhûları gitmekden alıkoyan, çocuklar elleriyle tutarlardı.

ÂMİR BİN ABD-İ KAYS «rahmetullahi aleyh»:

Fakir fukaraya dağıtacağı parasını yanına alır, dilenenlere verirdi. Evine döndüğü vakt, kesesini hanımının önüne bırakıverirdi. İçindeki parayı sayarlardı, öncekinin aynı çıkardı. Bir kuruş fazla veya az gelmezdi...

Nakl ederler ki: Bir gün bir yerde müsafir- kaldı. Ayrılırken su kabına süt doldurdular. Yolda giderken kendi kendine: «Bu süt içmek içindir, abdest almak icab ederse ne yaparım», deyip geri döndü. O kimselerin yanma geldi ve sütü alınız, su doldurunuz buyurdu. Dediği gibi yap-dılar. Her ne zeman abdest almak istese su çıkardı. İçmek istediği zeman da süt çıkardı.

Nemâz kıldığı zemân şeytan yılan şekline girer, gömleğinin içine girip kolundan çıkardı. Kendisinde hiçbir değişiklik olmazdı. Bu yılanı niçin uzaklaştırmıyorsun ? diye sordular. Allahü teâlâdan başkasından korkmağa Allahü teâlâdan utanırım, yılanın gömleğime girip çıktığından haberim olmuyor buyurdu.

ZÂDÂN-I KÛFÎ «rahmetullahi aleyh»

Tâbiînden ve Küfeli idi. Bir gün yâ Rabbî ben acım dedi. Evinin penceresinden değirmen taşma benzer bir ekmek yanma geldi.

ZERÂDE BÎN ÜFÎ «rahmetullahi aleyhi»

Tâbiînden ve Basralı idi. Bir gün mescidde nemâzda imamlık yaparken, (Sûra üfürüldüğü zeman...) âyet-i kerîmesini okudu. Hemen düşüp vefât etdi.

SAÎD BİN MÜSEYYEB «radıyallahü anh»:

Medineye bir vali tayin olmuşdu. Ali bin Hüseyn, Kasım bin Muham-med, Sâlim bin Abdullah ve Kureyşden bir grup kimseler valiyi görmeğe gitdiler. Vali, Sa’îd bin Müseyyeb içinizde hanginizdir? diye sordu. Ali bin Hüseyn «radıyallahü anh», o mescidden ayrılmaz, âmirlerin yanma gitmez, diye cevab verdi. Vâli, sen Hazreti Alinin torunusun; Kâsım, Hazreti Ebû Bekrin torunudur; Sâlim, Hazreti Ömer’in torunudur. Siz geliyorsunuz da Sa’îd bin Müseyyeb niçin gelmiyor? Yemin ederek üç kere onun boynunu vuracağım dedi.

Ali bin Hüseyn «radıyallahü anh» der ki: Bu sebebden meclis bize dar oldu. Dışarı çıkınca Sa’îd bin Müseyyebin «radıyallahü anh» yanma gidip durumu bildirdim. Kendisine Ömre niyetiyle Mekkeye git dedim. Ömre için hâlis niyyetim yok dedi.

Kardeşlerinden birinin evine git dedim. Beni bu mescidde günde beş kere çağırıyorlar onu ne yapayım. Şimdiye kadar da’vetine icâbet etmediğim vâki’ değildir dedi. Peki başka bir mescidde otur, çünki seni ararlarsa önce bu mescide gelirler dedim. Bu mescidde ibâdet etmeğe alış-inişim, burayı terketmem dedi. Kardeşim, sen hiç korkmuyor musun? diye sordum. Allahü teâlâdan başka kimseden korkmadığımı kendisi bilir. Ancak şuna düâ ediyordum ki, Allahü teâlâ o valiye beni unutdursun dedi. Bir müddet sonra o vâliyi azl etdiler. Şam’a gitdi. Yolda, hizmetçisi abdest alması için hazırlık yaparken bir dakika bana bak dedi. Ben, Ali bin Hüseyn, Kâsım bin Muhammed ve Salim bin Abdullahm «radıyal-lahü anhüm» yanında Sa’îd bin Müseyyebi «radıyallahü anh» öldüreceğime yemin etmişdim. O günden bu güne, hiç bir zemân hatırıma gelmedi. Bana yazıklar olsun, rezil oldum dedi. Hizmetçisi Allahü teâlânın senin hakkında dilediği, senin kendin için olan dileğinden iyidir, dedi.

Kendisi anlatıyor: Sıcak günlerde yezîdiler Medine üzerine saldırıp muhâcirîn ve ensârdan «radıyallahü anhüm» çoğunu şehid etmişlerdi. Mescid-i Resûlde «sallallahü aleyhi ve sellem» benden başka kimse yokdu. Nemâz vakti olunca Ravza-ı Şerîfden müezzin sesi gelirdi. Nemâza dururdum. Şam halkı mescide girip, şu deli ihtiyara bakın derlerdi.

SA’ÎD BİN CÜBEYR» «rahmetullahi aleyh»:

«Tâbi’înden ve kûfelidir. Fakîh, âbid ve fâdıl idi. Hicrî doksanbeş senesinde kırk dokuz yaşında iken Haccâc tarafından şehîd edildi.

Nakl ederler ki: Haccâc, güvendiği bir kimseyi on kişi ile Sa’îd bin Cübeyri «radıyallahü anh» çağırmağa gönderdi. Bir rahibin kilisesine geldiler. Sa’îd bin Cübeyri «radıyallahü anh» o râhibden sordular. Râhîb onlara yol gösterdi. Sa’îd bin Cübeyri «radıyallahü anh» secdede buldular. Selâm verdiler. Başını secdeden kaldırdı, nemâzmı bitirip selâmlarını aldı. Haccâc seni çağırıyor dediler. Allahü teâlâya hamd ve senâ Resûlü-ne «sallallahü aleyhi ve sellem» tehiyyat okuyup on kişiyle beraber Hac-câca gitmek üzere yola çıkdılar. Râhibin bulunduğu kiliseye geldiler. Râhib, onlara kilisenin etrafında arslan, keçi ve canavarlar olduğundan yukarı çıkmalarını söyledi. Sa’îd bin Cübeyr «radıyallahü anh» çıkmadı. Râhip, gâliba kaçmak istiyorsun dedi. Hayır, kaçmak istemiyorum, yalnız kâfirlerin hânesine girmek istemem, buyurdular. Canavarlar seni parçalar dediler. Allahü teâlâ beni onların şerrinden muhafaza etmeğe kâ-dirdir, sabaha kadar burada kalacağım buyurdular. Râhib, on kişiye: Siz yukarı geliniz ve yaylarınızı kurup da sâlih kulu muhâfaza etmek için bekleyiniz dedi. Gece oldu. Râhib ve on kişi, canavarların gelip Sa’îd bin Cübeyre «radıyallahü anh» sürünüp gidip bir yerde oturduklarını, sonra arslanm da gelip aynı şeyi yapdığım gördüler. Râhib, sabahleyin aşağı inip Müslimân oldu.

Nakl ederler ki: Haccâc kendisini kati etmeden evvel Haccâc’a Yâ Rabbî benden sonra onu başka bir kimsenin katline musallat eyleme diye düâ buyurdular. Bundan sonra Haccâc onbeş gün kadar yaşadı. Haccâc bu onbeş gün içinde her gün, benim Sa’îd bin Cübeyr ile ne işim vardı. Her yatağıma yatdığımda benim ayağımdan tutup çekiyor derdi.

Bir horozu vardı. Hergece öter Saîd Bin Cübeyri «Radıyallahü anh» teheccüde kaldırırdı. Tesâdüfen bir gece horoz ötmedi. Teheccüde kalkamadı. Bu iş kendisine çok zor gelip horoza Allah sesini kessin diye ağzından çıkdı. Ondan sonra horoz hiç ötmedi. Annesi bunu görerek, oğluna sâkm kimseye beddüâ etme diye tavsiyede bulundu. Boynunu vurduklarında mübarek başı yere düşdü. İki kere yüksek, bir kere de alçak sesle kelime-i tevhîd söyledi.

ÜVEYS-İ KARNİ «Radıyallahü anh»:

Hazret-i Ömer «Radıyallahü Anh» halifeliği zemânında bir hac mevsiminde insanlara: ayağa kalkınız dedi. Sonra Kûfeliler hariç herkes otursun. Sonra Murâdîler hariç Kûfeliler de otursun dedi daha sonra Karnli olan kimse hariç Murâdîler de otursun dedi. Üveysin «radı-yallahü anh» amcası Enîs ayağa kalkdı. Hazret-i Ömer «radıyallahü anh» Enisden, Üveysi tanır mısın? diye sordular. Enîs aramızda ondan câhil, ondan dîvâne ve ondan muhtaç kimse yoktur dedi. Hazret-i Ömer «radı-yallahü anh» ağladı ve Resûhıllahdan «sallallahü aleyhi ve sellem» işit-dim. (Üveysin şefâatiyle, Rebî’a ve Mudar kabileleri mikdarmca kimse Cennete girecekdir) buyurdular.

Herm bin Hayyân «radıyallahü anh» anlatır:

Bu haber bana gelince Küfeye gidip Üveysin «radıyallahü anh» sohbetinde bulunmak istedim. Bir gün öğle vakti Fırat kenarında abdest aldığını gördüm. Çünki önceden bana kendisini tarif etmişlerdi. Selâm verdim. Selâmımı aldı.

Musafeha etmek istedim. Musafeha etmedi. Allahû teâlâ sana rahmet etsin, seni afv etsin, nasılsın? dedim. Ona olan aşırı muhabbetimden bana ağlamak geldi. O da ağladı. Sonra bana düâ ederek, ey Herm bin Hayyân sen nasılsın, sana beni kim gösterdi? dedi. Allahû teâlâ delâlet eyledi dedim. Benim ve babamın ismini nereden bildin? diye sordum. Allahû teâlâ bildirdi dedi. Bir kaç nasîhatda bulundu, sonunda Hazret-i ■Ömer’in «radıyallahü anh» de vefât etdiğini söyledi. Hazreti Ömer «radı-yallahü anh» henüz hayâtdadır dedim. Hayır, Allahû teâlâ bana onun vefat haberini bildirdi dedi. Birkaç söz daha söyledi. Bana hayr düâ buyurdu. Bir dahâ görüşemeyiz diyerek ayrıldı. Birkaç adım beraber gitmek istedim. Bırakmadı. Küfe mahallelerinin içine girinceye kadar arkasından, ağlıyarak bakdım. Sonra onu çok görmek istedim ise de haberini dahi alamadım. Fekat haftada bir iki kere muhakkak rü’yâda görürdüm.

Nakl ederler ki: Azerbeycana gazaya gitmişdi. Orada vefat etdi. Arkadaşları bir kabr kazacaklardı bir taşın yanında lahdi yapılmış, hazır bir kabr buldular. Kefen arıyorlardı. Elbise dolabında insan eli değmemiş, bir elbise buldular. Bunu kefen yapdılar ve o hazır kabre defn etdiler.

MEYMÛN BİN ŞEYB «radıyallahü anh»;

Kendileri anlatır: Haccâc zemâmnda Cum’a nemâzma gidiyordumt Neden bu zâlimin arkasında nemâz kılayım diye aklıma geldi. Tereddüd içinde kaldım. Sonunda yine gitmeğe karar verdim. Ev tarafından bir ses işitdim. (Ey imân edenler Cum’a nemâzma çağrıldığınız vaktde işinizi bırakıp Allahü teâlânm zikrine koşunuz...) âyet-i kerimesini okuyordu... Bir gün bir mektûb yazdım. Aklıma bir şey geldi. Onu yazarsam mektû-bum güzel süslü olacakdı, fekat yalan idi. Yazmazsam doğru olacak fekat mektûb biraz çirkin olacakdı. Ne yapayım diye düşündüm. Sonunda o şeyi yazmamağa karar verdim. Evin köşesinden bir ses geldi. İbrahim sûresi yirmi beşinci âyet-i kerîmesini (Dünyâda sabit söze, ya’nî lâ ilahe illallah sözüne inananları, Allahü teâlâ sâbit kılar...) okuyordu.

SILA BİN EŞİM «radıyallahü anh»:

Güvenilir bir kimse anlatır: Kabile harbe gidiyorduk.

Gece bir yerde konaklamışdık. Kendi kendime: Bu gece Sıla bin Eşimin «radıyallahü anh» ne yapdığını ta’kîb edeyim, herkes onun ibâdetinden bahsediyor dedim. Herkes uyudukdan sonra kalkdı, oradaki meşeliğe girdim. Abdest alıp nemâza durdu. Biraz sonra bir arslan ona doğru geliyordu. Ben korkumdan orada bulunan bir ağaca çıkdım. O arslana hiç aldırmadı. Secdeye gitdiği zemân arslan onu şimdi yer diyordum, fekat bir şey olmadı. Nemâzını bitirdikten sonra arslana, haydi git, rızkını başka, yerden ara buyurdular. Arslan döndü ve bir ses çıkardı ki dağlar birbirinden ayrılıyor sandım. O yine nemâzma devam etdi. Sabaha kadar sürdü.

Aynı şahs şöyle devam ediyor: Düşmana yaklaşmışdık. Kumandan askerlere hiç kimse bir tarafa ayrılmasın diye emir vermişdi. Sıla bin Eşimin «radıyallahü anh» katırı, yükü ile beraber gaiboldu. Kalkıp nemâza durdu. Sonra, Yâ Rabbî katırı ve yükünü geri göndermen üzere yemin, ediyorum, dedi. Katırı, yükü ile gelip önünde durdu.

Kendileri anlatır: Bir gün Ehvaz civârında geziyordum. Çok acıkdım. Satın almak için yiyecek bulamadım. Hak teâlâya düâ etdim. Merkebin üzerinde uyumuşum. Kulağıma bir ses geldi, uyandım. Bir sarık düşmüş-dü. İçinde sarılı bir şey vardı. Onu getirip açdım. Hurmadan örülmüş bir sepetin içinde yaş hurmalar vardı. Doyuncaya kadar yedim. O mevsimde hiçbir yerde hurma yokdu. Yolda bir rahibe rastladım. Durumu anlatdım. Râhib, benden hurma istedi, birkaç dâne verdim. Bir zeman sonra râhibin yanından geçiyordum. Güzel hurma ağaçları gördüm. Râhib, bu hurma ağaçları senin bana verdiğin hurmalardan oldu dedi.

HERM BİN HAYYÂN

«Radıyaliahü anh»

Vefat etdiğinde havâ çok sıcakdı. Kabrinin üzerinde bir parça bulut meydana gelip yalnız kabrinin üzerine yağmur yağdı. O gün kabrinde ot bitdiğini de söylemişlerdir.

ÖMER BİN ABDÜLÂZİZ

«Rahmetullahi aleyh»

Künyesi Ebû Hafsdır. Annesi Ömer Bin Hattâbm oğlu Âsımm kızıdır. İki yıl beş ay onbeş gün halifelik yapmışdır. Yüzbir yılının Receb ayında vefat etdi.

Ömer - übnil Hattâb «Radıyallahü anh» bir gece Medinede geziyordu. Seher vakti bir eve vardı. Annesi kızma kalk süte su koy diyordu. Kız, bu iyi değildir, Halife Ömer «radıyallahü anh» bizi bundan men’ eyledi dedi. Annesi, burada halife yok, bizi görmüyor dedi. Kız, Halifenin sözünü başkalarının yanında tutup yalnız iken önem vermemek iyi olmaz dedi. Sabahleyin Halife Ömer «radıyallahü anh» oğlu Asıma, falan eve git, orada bulunan kız bir yere sözlü değilse, onu nikâh et, Allahü teâlâ sana ondan güzel bir çocuk verir buyurdular. Âsim gidip o kızı nikâh etdi. Bunlardan Ömer bin Abdülazîz dünyaya geldi.

Süfyân-ı Sevri «rahmetullahi aleyh» demişdir ki: Halife beşdir: Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Ömer bin Abdülazîz «radıyallahü teâlâ anhüm.»

Ribâh bin Ubeyde «rahmetullahi aleyh» demişdir ki: Ömer bin Abdülazîz Medine Valisi iken ihtiyar bir adam koluna girmişdi. Kendi kendime bu ihtiyar adam kim acaba vâlinin koluna girmiş dedim. Nemâzdan sonra evine girdi. Ben de arkasından girdim. Ey vâli, koluna giren ihtiyar kimdi? diye sordum. Ey Ribâh, sen onu gördün mü? dedi. Evet dedim.. O gördüğün kardeşim Hızır «aleyhisselâm» idi, yakında Halife olacağımı ve adaletli hareket edeceğimi haber verdi, dedi.

Nakl ederler ki: Halife olduğu zeman dağdaki çobanlar hangi sâlih kişinin halife olduğunu soruyorlardı. Çobanlara, halifenin salih kişi olduğunu nereden anladınız? diye sordular. Kurdlar ve arslanlar artık koyanlarımıza dokunmuyorlar, dedi. Bir kişi Ömer bin Abdülazîz zemâmnda kurdlarm koyunlar arasında gezdiğini haber vermişdir.

Vâiilerinden birisi Ömer bin Abdülazîze «rahmetullahi aleyh» bir mek-tûb yazarak şehrinin viran olduğunu Emîr-ül-mü’minîn bir şey tahsis ederse imâr edeceğini bilidirdi.

Halife cevabında yazdı ki: Şehrinin etrafına adâletden bir hisar yap,, yollarını da zulmden temizle, şehrinin î’mârı budur.

Nakl edilmişdir ki: Vefâtı yaklaşdığmda beni kaldırın oturayım dedi. Kaldırdılar. Yâ Rabbî ben o kimseyim ki bana emr etdin, kusur etdim; Nehyetdin, âsî oldum. Fekat Lâ ilâhe illallah diyorum. Sonra başını yukarı kaldırarak dikkatle bakdı. Çok dikkatli bakıyorsun? diye sordular. Bir takım kimseler görüyorum ki ne insan ve ne cindir, dedi. Sonra vefat etdi.

Nakl ederler ki: Defn edip üzerine toprak örtülmüşdü. Gökden bir kâğıt indi. Kâğıdda: Besmele ve sonra bu Allahü teâlâ’dan Ömer bin Abdülazîz için emândır yazılıydı.

Muhyiddin-i Arabî «kuddise sirruh» Fütühât-ı Mekkiyye kitabında şöyle yazmışdır. Ba’zılarmm Sûrî halifeliklerine ma’nevî halifelik de ek-lenmişdir. Ömer bin Abdülazîz de bunlardandır.

AMR BİN UTBE «Rahmetullahü aleyh»:

Tâbi’înin büyüklerindendir. Kûfelidir. Eshâbiyle, bütün hizmetleri kendisi yapmak üzere şart koşmuşdu. Bir gün hava çok sıcakdı. Koyunlar otlamağa gitmişdi. Eshâbmdan birisi arkasından gitdi. Amr bir Utbe «rahmetullahi aleyh» uyumuşdu, bir parça bulut da ona gölge yapıyordu. Uyandığı zemân eshâbı ona, sana müjdeler olsun dedi. Amr «rah-metullahü aleyh» de bu hali kimseye söyleme dedi.

Nakl ederler ki; Gazâya gitdiği zemanlar arkadaşlarının koyunları-m muhafaza ederdi. Bulut başı üzerinde gölge ederdi. Kendisi namaz kılar, vahşi hayvanlar etrafında dolaşır ,onu muhafaza ederdi.

Kendisi demişdir ki: Allahü teâlâdan üç şey istedim. İkisini ikrâm etmişdir. Birisini de ümmîd ediyorum. Birincisi beni dünyâda rağbetsiz etmesi idi. Halkın bana kıymet vermesine veya vermemesine aldırış etmem. İkincisi, Nemaz kılabilmem için kuvvet istemişdim. Kuvvet verdi. Üeün-cüsü şehîd olmak istemişdim. Onu da ümmîd ediyorum.

MUTRAF BİN ABDULLAH «rahmetullahi aleyh»:

Bir arkadaşı ile karanlık bir gecede gidiyorlardı. İkisinden birinin bastonunun ucunda bir ışık meydana geldi. Yollarını gördüler.

Bir şahs Mutrafa «rahmetullahi aleyh» iftira etdi. Yâ Rabbî bu şahs yalan söylüyorsa, canını al diye düâ buyurdular. O şahs, hemen can verdi. O şahsın hanımı zemanın valisi olan Ziyâddan yardım istedi. Ziyâd, ona herhangibir şeyle vurdu mu? diye sordu. Hayır denildi. Hâkim, ne yapalım salih kulun düâsı takdire uygun gelmiş dedi.

MUHAMMED BİN MÜKENDER «rahmetulahi aleyh»:

«Gâzilerden bir grub ile yolda gidiyorlardı. Onlardan biri, canım taze peynir istiyor dedi. Muhammed bin Mükender «rahmetullahi aleyh» Allahü teâlâ’ya düâ edin, bu yolda size peynir vermeğe kâdirdir buyurdu. Hepsi düâ etdiler. Biraz yürüdüler. Ağzı kapalı bir zenbil gördüler. İçi; taze peynir dolu idi. İçlerinden biri bu peynirin yanında bal omalı ki beraber yiyelim dedi.

Muhammed bin Mükender «rahmetullahi aleyh» peyniri veren balı da. vermeğe kâdirdir buyurdu. Hepsi düâ etdiler. Biraz yürüdüler yol kavşağından bir kutu gördüler. İçi bal dolu idi. Oturup peynir ile balı yediler.

UBEYDULLAH BİN CA’FER

«RahmetuHahi aleyh»

İstanbul’u almağa gidiyorduk. Gemimiz dağıldı. Dalgalar bizi bir taş üzerine bırakdı. Beş kişi idik. Allahü taâlâ her sabah her bîrimiz için o taşdan bir yaprak bitirirdi. Onu yerdik. Yemek içmek yerine geçerdi. Bizi gemi gelip alıncaya kadar,böyle devam etdi.

EYYÜB SAHTİYANI

«Rahmetullahi aleyh»

Basradan idi. Hasen-i Basrî «rahmetullahi aleyh». Basra halkının ■gençlerinin seyyidi, Eyyüb Sahtiyânidir demişdir. Abdülvâhid bin Zeyd an latır: Eyyüb Sahtiyânî «rahmetulahi aleyh» ile Hira dağında idik. Ben çok susadım. O kadar ki yüzümden anlayıp, sana ne oldu? diye sordu. Su-suzlukdan öleceğim diye korkuyorum, dedim. Her ne yaparsam gizli tutabilir misin? dedi. Gizlerim dedim. Kendisi hayatda olduğu müddetçe kimseye söylemiyeceğime, yemin verdirdi. Ayağını Hıra dağına vurdu. Su çık-dı. Doyuncaya kadar içdim. O hayatda iken kimseye söylemedim.

SALİM BENÂNÎ

«Rahmetullahi aleyh»

Basralıdır. Kırk sene Enes bin Mâlikin «radıyallahü anh» sohbetinde bulunmuşdur. Her gün oruç tutardı. Her gece ve gündüzde birer hatm indirirdi. Kabrine seher vakti uğrayan kimseler kabrinde Kur’an-ı Kerim okuduğunu söylemişlerdir.

Bir gün Sâlim, Cemîd-i tavîlden, Peybamberlerden «aleyhimüsselâm» başka br kimsenin kabrinde nemâz kıldığını duydun mu? diye sordu. Ce-mîd, Hayır, dedi. Sâlim «rahmetullahi aleyh,» ya Rabbî kabrinde nemâz kılması için Sâlime izn ver diye düâ buyurdu.

Salimi «rahmetullahi aleyh» kabrine koydular. Kerpiçleri lahd yerine koydular. Kerpiçlerin biri düşdü. Nemâza durduğunu gördüler. Cemîd-i tavîl «rahmetullahi aleyh» de orada idi. Oradakilere sakin olun dedi. Defnden sonra Cemîdden Salimin «rahmetullahi aleyhimâ» hâlini sordular. Cevâbında, o elli, yıldır geceleri ihya ederdi. Her sabah düâsmda, yâ Rabbî, eğer bir kimseye kabrinde nemâz kılmağı bağışlamış isen bana na-sîb et! derdi. Allahü teâlânın onun düâsını kabul etmemesi keremine lâyık değildir, dedi.

EBÜ HALIM HABÎB BlN SÂLİM RÂÎ

«Rahmetullahi aleyh»

Selmân-ı Farisinin «radıyallahü anh» sohbetine yetişmişdir. Koyundan vardı. Fırat kenarında otlatırdı. Uzleti tercih etmişdi.

Meşâyihden birisi anlatır: Bir gün kendisini ziyarete gitmişdim. Ne-mâzda idi. Koyanlarını kurdlar otlatırdı. Nemâzını bitirdi. Selâm verdim. Ey oğul ne işe geldin? dedi. Ziyarete geldim, dedim. Allahü teâlâ sana hayırlar versin, dedi. Efendim, kurdlarla koyunları bir arada görüyorum, dedim. Koyunları güden Hakla beraberdir de onun için dedi. Sonra bir ağaç çanağı vardı, bir taşın altına tutdu, biri süt biri bal olmak üzere iki •çeşme akmağa başladı. Efendim, bu dereceye ne ile kavuşdun? dedim. Muhammed Mustafaya «sallallahü aleyhi ve sellem» uymakla dedi. Sonra, Hazret-i Mûsâ’nın «aleyhisselâm» kavmi kendisine karşı oldukları halde hâre taşı (Granit veya sert mermer) onlara su verdi. Derecesi Mû-sâ «aleyhisselâm»dan yüksek olan Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» uydukdan sonra taş bana süt ve bal vermez mi? dedi. Bana nasihat et! dedim. Kalbini hırs kutusu ve mideni haram kabı etme, bunlara dikkat eden kurtulur buyurdu.

HASEN-İ BASRİ

«Rahmetullahi aleyh»:

Tâbi’înin büyüklerindendir. Hazret-i Ömerin «radıyallahü anh» halifeliğinin bitmesine iki yıl kala dünyaya geldi. Eshab’ı kirâmdan «aleyhi-mür rıdvân» yüz yirmi veya yüz otuz kişi görmüşdür. Hicretin yüzonuncu yılı, receb ayında, seksen dokuz yaşında vefât etdi. Kût-ül-kulûb kitâbın-4a şöyle yazılıdır:

Tâbi’înin büyüklerindendir. Bedr gazâsma katılanlardan yetmiş kişi .görmüşdür. Eshâb-ı kirâmdan «aleyhimürrıdvan» üçyüz kimse görmüşdür. Hicretin yirmibirinci yılında Medinede doğdu. Annesi, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» hanımı Ümm-i Selemenin «radıyallahü anhâ» •câriyesi idi.

Konuşması, ilmi, vekarı, sakînesi, şemâili Resûlullaha «sallallahü aleyhi ve sellem» çok benzerdi. Tesavvufda öyle sözler söylerdi ki diğer evliyâ-dan böyle sözler işitilmezdi. Tesavvufda kimseden işitmediğimiz sözleri sen den duyuyoruz bunları kimden aldın? diye sordular. Huzeyfe-til-Yemâni-den «radıyallahü anh» aldım buyurdu. O kimden aldı? diye sordular. Hu-zeyfe «radıyallahü anh» bana dedi ki, bu, Resûlullahın «sallallahüaleyhi ve sellem» bana mahsus bir ikrâmıdır. Çünki herkes Resûlullaha «salla-lahü aleyhi ve sellem» hayrdan sorarlar, ben ise şerden sorardım. Çünki kötü, şer şeyleri yapmağa korkardım ve kötü şeylerden sakınırsam iyi, hayırlı şeyleri yapabileceğimi düşünürdüm dedi.

Hasen-i Basrî buyuruyor: Bir kul, bütün arzularını bırakıp, yalnız Allaha teâlâ’ya kavuşmağı istiyorsa, az yesin, örtünecek kadar giyinsin, yüzünü yere koyup ibâdetle meşgul olsun, konuşduklarına ağlasın, rahmet-i İlâhiyi isteyip azâb-ı İlâhîden kaçsın. İnsan nefsi, ömrü boyunca biriktirdiği mala, paraya doymaz.

Ömer bin Abdülazîz Hasen-i Basrîye bir mektup yazarak, bana din işlerinde yardımcı olmak üzere bir kimse gönder dedi.

Cevâbında, sana göndereceğim kimseler iki dürlü olabilir. Yâ dünyâyı sever, o sana tavsiyede bulunup yardımcı olmaz. Veyâ Allah adamıdır, seninle sohbet etmez. Fekat asîl kimseleri seç! Bunlar dînin emirlerini tam yapmasalar bile insanların haklarını yemezler. Aslında asîl, temiz kimseler hata yapmazlar.

Nakl ederler ki: Haricîlerden biri daima onun meclisine gelir, sohbet-de bulunanlara eziyyet verirdi. Nihayet bir gün Hasen-i Basrîye «rahme-tullahi aleyh», bu harici bize eziyyet ediyor, halifeye de bildirmiyorsunuz dediler. Hiç bir şey söylemedi. Bir gün eshâbı ile oturuyorlardı. O şahsın geldiğini gördüler. Ya Rabbî onun bize yapdığı eziyyeti biliyorsun. Dilediğin şeyle onu bizden men’et! diye düâ etdiler. O şahs hemen yüzünün üzeri ne düşdü. Evine götürülürken öldü.

TÂVÜS BİN KİYÂM

«Rahmetullahi aleyh»:

Künyesi Ebû Abdurrahmandır. Yemenlidir. Oğluna şöyle vasiyyet et-di. Ey oğul; öldüğüm zemân kabrime koyduğunuzda bak, beni kabrimde göremezsen Allahü teâlâya şükr et, eğer kabrimde bulursan (înnâ lillâh ve..) de oğlunun kendisini kabre koydukdan sonra bakıp görmediğini ve sevindiğini haber vermişlerdir.

ABDULLAH BİN MUTIR

«Rahmetullahi aleyh»:

Künyesi Reyhânedir. Tâbiîndendir. Gemiye binmiş bir şey dikiyordu, îynesi denize düşdü. Ya Rabbî sana yemin ederim ki iynemi tekrar bana, veresin dedi. îynesi denizde göründü. Elini uzatıp aldı. Derler ki deniz dalgalanmağa balşaymca, Ey deniz sen bir âciz mahluksun, sâkin ol dedi. Deniz sâkin oldu.

GÜZİR BİN VEBRE «Radıyallahü anlı»

Küfenin âbidlerindendir. Cürcân ve Behâmâtda hayat sürdü. Malik bin Enesin «radıyallahü anh» câriyesinden sordular ki: o nafakasını nereden temin eder? cevâbında, her ne zaman bir şey istesem falan pencerede derdi. Gider o pencereden istediklerimi alırdım dedi.

Güzir bin Vebre, gördüğü bir rü’yâyı Cürcan halkına şöyle anlat-mışdır:

Rü’yâmda Cürcân mezarlığını geziyordum. Mezardakiler beyaz elbiseler giymiş oturuyorlardı. Sebebini sordum. Güzir bin Vebrenin gelmesi dolayısiyle bize beyaz elbiseler giydirdiler dediler.

MÜRIK AÇLI

«Rahmetullahi aleyh»:

Tabi’îndendir. Basralıdır. Yiyeceğini başı ucunda bulurdu.

HABİB BİN İSA ACEMİ

«Rahmetullahi aleyh»:

Künyesi Ebû Muhammeddir. İran tarafından idi. Bir terviye günü onu Basrada, ertesi arife günü arafatda gördüler.

Kendisi anlatır: Hergün bir kara hurma ile iftar etmek adetim idi. Bir gün o hurmayı da bulamadım. Nefsim bundan mütessir oldu. O sırada bir kimse geldi. Bana bir hurma verdi, yedim.

Para cüzdanını boş koyardı. Eline aldığında içini dolu bulurdu.

SÜFYAN BİN SA’İD SEVRİ

«Rahmetullahi aleyh»;

Kûfelidir. Künyesi Ebû Abdullah olan doğru sözlü ve güvenilir bir kimse anlatır. Bir seher vakti Zemzem kuyusunun yanında oturuyordum. Bir ihtiyar zemzemin kapısından içeri girdi, yüzüne bir örtü örtmüşdü. Kuyudan bir koğa su çekip içdi. Geri kalanını da ben içdim. Badem ezmesi idi. O zemâna kadar ondan daha lezzetli bir şey içmemişdim. Geriye döndüm ihtiyar adam gitmişdi. Bir seher vakti yine aynı yerde oturmuş-dum. Aynı ihtiyar geldi. Bir koğa su çekip içdi. Geriye kalanı da ben içdim. Bal şerbeti idi. Geriye döndüm gitmişdi. Bir seher vakti yine aynı yerde oturmuşdum. Aynı ihtiyar geldi. Bir koğa su çekip içdi. Artığım ben içdim. Şekerli süt idi. Bu sefer ihtiyarın elbisesinden sıkıca tutdum. Kâ’benin hakkı için söyle, sen kimsin? diye sordum. Ben hayatda olduğum müddetçe kimseye söylememen şartı ile söylerim dedi. Kimseye söylemem dedim. Ben Süfyan bin Sa’îd-i Sevrîyim dedi.

Evinde vefat etdiği bir dostu anlatır: Oğlumun bir bülbülü vardı. Bir gün Süfyân-ı Sevrî «rahmetullahi aleyh» bu kuşu niçin böyle habsde tutuyorsunuz, serbest bırakın! buyurdu. Bu kuş oğlumundur. O size bağışlasın siz de serbest bırakınız dedim. Bağışlamağı kabul etmeyip, bir altına satın aldı ve serbest bırakdı. Bülbül gündüz dışarıda kalır. Geceleri-ki Süfyân-ı Sevri «rahmetullahi aleyh» evde olurlardı - eve gelirdi. Vefat edince kuş cenâze ile beraber kabre geldi ve çok ızdırap çekdi. Sonraları kabre sık sık gider bazan bütün geceyi orada geçirirdi. Diğer zamanlarda eve gelirdi. Sonunda kuşu kabrin üzerinde ölmüş buldular. Yanma defn etdiler. Süfyân-ı Sevrinin «rahmetullahi aleyh» cenazesi yıkandığında cesedinde (Allah, onlara kâfi gelecekdir.) yazılı idi. Yüzaltmışbir yılında vefât etmişdir.

ŞEYBÂN-I RÂ’Î

«Rahmetullahi aleyh» :

Çobanlık yapardı. Cum’a günü koyunlarm bulunduğu yerin etrafına bir çizgi çeker câmie giderdi. Koyunlar o çizgiden dışarı çıkmazlardı. Bir gün Cünüb olmuşdu. Gusl etmesi için su bulamadı. Bir parça bulut geldi. Yağmur yağdı. O gusl etdi. Sonra bulut gitdi. Onu bir odaya habs etmişlerdi. Kapısını açdıklarmda içeride göremediler.

Sufyân-ı Sevri «rahmetullahi aleyh» anlatır: ŞEYBÂN ile hacca gidiyorduk. Yolda giderken karşıdan bir arslan göründü. Şeybâna karşıdan geleni görüyor musun, yolumuzu kesdi dedim. Şeybân «rahmetullahi aleyh» korkma dedi. Arslanı çağırdı. Arslan, kuyruğunu sallıyarak geldi. Kulağını tutup bükdü. Bu ne şöhretdir dedim. Şeybân, eğer ben, meşhur olmağı kötü bilmeseydim, eşyâmı bu arslana yükletirdim Mekkeye kadar götürürdü dedi.

ABDULLAH İBNİ MÜBÂREK «Rahmetullahi aleyh»:

Merv kasabasından idi. Fırat kenarında Hey’et şehrinde vefat etmiş-dir. Kabri de oradadır. Zemânmm en âlimi idi. Vera’ sahibi ve sünnete yapışırdı. Şiir de söylerdi. Süfyân-ı Sevrî «rahmetullahi aleyh» yılda üç gün Abdullah ibni Mübârek gibi olmağı çok isterdim buyurmuşdur.

Fudayl bin lyâd «rahmetullahi aleyh,» Gözlerim Abdullah ibni Mübârek gibi bir kimse görememişdir demişdir.

Bir şahsın gözleri kör oldu. Abdullah ibni Mübârek’e Düâ buyurun gözlerim açılsın dedi. Uzunca bir düâ yapdılar. Allahü teâlâ o şahsın «rahmetullahi aleyh» gözlerini açdı. Ölüm hastalığında idi. Hizmetçisine, ben bu gece gidiciyim, kitâblarımı götür hâne ırmağına at dedi. Hizmetçisi kitâbları hâne ırmağının kenarına götürdü., fekat atmağa kıyamadı. Geri döndü. Kitâbları ırmağa atdm mı? diye sordular. Hizmetçi evet atdım dedi. Ne gördün? diye sorunca, hiçbir şey görmedim dedi. Öyleyse atmamışsın buyurdular. Sonra gidip kitâbları hâne ırmağına atdım. Bir nû-run çıkıp göğe doğru yükseldiğini gördüm. Geri döndüm. Kitâbları ırmağa atdığımı söyledim. Ne gördün? diye sordular. Bir nûrun çıkıp göğe yükseldiğini söyledim. Öyleyse dediğimi yapmışsın buyurdular. Sonra, ben bu gece vefât edeceğim, beni yıka, ihram bağlandığım elbiselerimi kefen yap ve halk toplanmadan beni defn et diye vasiyyet etdi. Vasiyyetini yerine getirdim. Cenazeyi evden dışarı çıkarmışdık, hâne ırmağından bir kayık göründü. Bir takım insanlar dışarı çıkıp bize yetişdiler. Elhamdülillah, nemâzma yetişdik dediler. Nemâzmı kıldık, defn etdik. Sonra o insanlara bu vefat haberini nereden duyduklarını sorduk. Onların reisleri gibi olan bir ihtiyar: rüyâmda bu civarda birisinin vefat etdiğini gördüm. Nemâzmı kılana Allahü teâlânm Cenneti nasîb etdiğini bldirdiler. Hemen bu kayığı kiraladık ve nemâzma yetişdik, dedi.

EBÜ MUÂVÎYE. ESVED «Rahmetullahi aleyh»:

Güvenilir bir kimse anlatır: Tarsusda Ebû Muâviyenin «rahmetullahi aleyh» yanma gitmişdim. Gözleri örtülü, görmez idi. Dıvarda bir Kur’-ân-ı kerîm asılı gördüm. Allahü teâlâ sana rahmet etsin, gözlerin görmüyor bu Kur’ân-ı kerîm dıvarda niçin duruyor dedim. Ben hayatda olduğum müddetçe kimseye söylememek şartiyle söyliyeyim dedi. Peki dedim. Kur’ân-ı kerîm okuyacağım zeman gözlerim açılır, bitirdikden sonra kapanır buyurdu. Bunun böyle olduğunu görenler çok olmuşdur.

Büyüklerden biri anlatır:

Bir seferde idik. Bir yerde konakladık. Ölmüş bir beyaz yılan gördük. (Beyaz olup düz giden yılan cindir.) Bu bir müslimân olabilir düşüncesiyle üzerine su döküp, toprağa defn etdik. O gece bir ses duyduk, fekat söyliyenleri görmedik. «Allah size rahmet etsin. O müslimân hakkında yapdığımzı gördük. İsterseniz size ilâç öğretelim, kendinize ve başkalarına ilâç verirsiniz, veya su ihtiyacınızı giderelim ve develerinize bakalım dediler. Biz su ihtiyacımızın giderilmesini ve develerimize bakılmasını tercih etdik. Konakladığınız yerde, su kablarmızı develerinizin boynuna asm, develeriniz otlamadan dönünce kablarmız da su ile dolar dediler. Bundan sonra konakladığımız yerde su kafalarını develerimizin boynuna asardık ve develeri uzağa sürerdik. Akşam dönerlerdi. Su kafaları su ile dolmuş olurdu. O seferimiz böylece geçdi.

Allahü teâlâ bu din büyüklerinin «rıdvanullahi aleyhim ecmâîn» tatlı menkıbelerinden ve yüksek kerâmetlerinden kısaca yazılmasını nasîb etdi. Bu din büyüklerinin yüksek dereceleri, üstün faziletleri burada yazılan birkaç meşhûr kerâmetle anlaşılması imkânsızdır. Akl kuşu yüzyıl uçsa bu kol ve kanatla o yüksek mevkie yetişemez. İnsan aklı, anlayışı, zekâsı bin yıl uğraşsa o büyüklerin derecesini anlıyamaz. O dereceleri anlamak, onların hâlleriyle hâllenmekle ele geçer, Mevlâna Câmi «Kuddise Sirruh» kitâbma tamamen sıhhat bulmuş ve meşhûr olmuş çok az menkıbe ve kerâmet yazmışdır. Yoksa, her zamanda, çeşidli yerlerde erbâb-ı hidâyetden ve eshâb-ı inâyetden meydana gelen kerâmetlerin ve hariku-lâde şeylerin sonu yokdur. Bunların hepsi Resûlullahm «Sallallahü aleyhi ve sellem» peygamberliğinin delilleri, şâhidleri ve müjdeleridir.

HATİME

Hazret-i Muhammede «sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem» muhalefet edenlerin ve şerî’atine karşı edebsizlik ve gevşeklikde bulunanların uğradık lan felâketler, cezalar da yine O’nun mu’cizelerinden sayılır. Bu itibarla bu kısımda din düşmanlarının uğradıkları cezâlar bildirilecekdir.

Zemân-ı seâdetde bir hıristiyan vardı. Müslümân oldu. Bekara ve Al-i İmrân sürelerini okudu. Vahy kâtibliği de yapdı. Sonra nıürted oldu, eski dînine döndü. Muhammed benim yazdığım şeylerden başka bir şey bilmez derdi. Ölünce kâfirler defn etdiler. Sabahleyin cesedini dışarıda buldular. Bunu müslimânlar yapmışdır düşüncesiyle dahâ derin bir mezar kazıp defn etdiler. Sabahleyin cesedini yer dışarı atmışdı. Üçüncü def’a kazabildikleri kadar derin mezar kazdılar, defn etdiler. Sabahleyin yine onu yer dışarı atmışdı. Artık bunun insan işi olmadığını anlayıp vazgeç-diler.

Zındıklardan biri Resûlullahm «sallalahü aleyhi ve sellem», (Melekler, ilm öğrenenler için kanadlarmı yere döşerler.) buyurduğunu duydu. O zındık, ben o meleklerin kanatlarım kıracağım diyerek ayakkabılarına çiviler çakıp Mâlik bin Enesin «radıyallahii anh» meslicine doğru gitdi. Yolda ayaklarını yere vurarak meleklerin kanatlarını kırıyorum diyordu. Birdenbire ayağı takılıp düşdü ve ayağa kalkamadı. Evine görtüdüler. İki ayağında ağrılı bir hastalık meydana geldi. İki ayağmı da kesdiler. Ölünceye kadar kötürüm kaldı. Rivayet eden der ki: Ben onu önce görmüş-düm. Ceylân gibi çabuk giderdi. Sonra kötürüm oldu ve öldü.

Esmâ-i Sahâbî adlı kitabın sâhibi İbn-i Mende-i İsfehânî «rahmetulla hi aleyh» başka tasnifleri de vardır, hadis ilminde imâmdır. Anlatıyor: Şamda hadîs âlimlerinden birinin yanma hadîs-i şerif dinlemek için git-mişdim. Önünde bir perde vardı. Oturdum, perde arkasından hadîs okumağa başladı. Kendi kendime acaba neden önüne perde tutuyor diye hayret ediyordum. Hadîs-i Şerîf okunması bitdi.

Beni tanıyıp ey Ebâ Abdullah benim perde arkasında oturmamın sebebini biliyor musun? dedi. Hayır dedim. Sen ilm ehlindensin ve hadîs ile meşgul oluyorsun, sana anlatayım. Bir gün hocalarımın birinin huzûrun-da idim. Resûlullahm «Sallallahü aleyhi ve sellem», (Başını imamdan evvel kaldıran kimse, başının merkeb başına çevrileceğinden korkmaz mı?) hadîs-i şerifini okudu. Çeşidli yollardan rivâyet etdi. Zâtımda olan şekâ-vetden olacak ki, kalbimde, bu nasıl olur? diye bir şübhe uyandı. O gece uyudum, sabahleyin kalkdığımda başım merkeb başı şekline girmişdi. Bu se bebden ilm meclislerinden mahrum kaldım. İlm talebesi yanıma geldiğinde onunla böyle perde arkasından konuşurum. Senin ilm ve dindeki dereceni bildiğim için sana bu sırrı söyledim.

Yalnız ben hayatda iken kimseye söyleme, ölümümden sonra insanlara söyle ki ibret alsınlar da Hadîs-i Şerîf dinlerken edebli olsunlar ve 'hiçbirinden şübhe etmesinler. Bu durumu kimseye söylemiyeceğime Alla-hû teâlâya söz verdim dedim. Perdeyi kaldırdı, kendisini bana gösterdi. Cesedi insan cesedi başı merkeb başı idi. Bu durumu o hayatda iken kim şeye söylemedim. Her şeyin doğrusunu Allahû teâlâ bilir.

îmâm-ı Mûstağfiri «rahmetullahi aleyh» Selefden birinden rivâyet ■ediyor: Seferde idim. Bir yerde bir cenaze vardı. Onun için kabr kazıyorlardı. Onlara yardım ederim diye yanlarına gitdim. O sırada saçı sakalı ağarmış hoş kokulu bir ihtiyar beyaz bir merkebe binmiş olarak oraya, geldi. Bu cenaze kimdir? diye sordu. Bir müslümândır dediler. Bunun yakını var mıdır? diye sordu. Bir kişiyi işaret ederek, bu onun kölesidir dediler. Köleye senin efendinin hiç bir kavme reis olmuş mudur veya sultanların yapdığı bir işi yapmış mıdır? diye sordu. Köle, onları bilmem yalnız ganimetlere hıyanet ederdi dedi.. Ak saçlı ihtiyar, bunun nemâzını kılmayınız dedi. Biz nemâz kılmak için kalkdığımızda o ihtiyar bizden yüzünü çevirdi ve onu bir daha görmedik. Meyyiti kabrine koyduk. Kabrde bir kazma unutmuşuz. Köle, ben bu kazmayı emânet almışdım, defnden sonra geri verecekdim, dedi. Kabri açdılar. O şahsın oturmuş, kazmanın demiri boğazına dolanmış ve sapı da elinde olduğunu gördük. Onu öyle bırakıp kazma sahibine haber verdik. O da bizim gördüğümüzü gördü.

Yine îmâm-ı Müstağfirî «rahmetüllahi aleyh» bir kimseden rivayet ediyor:

Bir hac mevsiminde Mekkenin mahallelerinde geziyordum. İnsanların bir yere toplandığını gördüm. Ben de oraya gitdim. Yer, bir siyah kimseyi içine çekiyordu. Oradakiler kazma küreklerle manî olmağa çalışdılar-ise de mân’i olamadılar. Ayakları temamen yerin içine girmişdi. Oradakiler, sen ne iş yapdm ki bu cezaya müstehak oldun, söyle ki biz de ona. dikkat edelim, dediler. Siyah kimse hiç cevab vermedi, fekat ağlıyordu.. Göğsüne kadar yere girmişdi. Halk, ne iş yapdığmı merakla soruyor, söyle bizim için nasihat olur diyorlardı. Ağlıyarak, benim âdetim Haremim güvercinlerini tutup, kesip yemekdi, dedi.

İmâm-ı Müstağfirî «rahmetüllahi aleyh» yazmışdır: Bir grub insan, hacca gidiyorlardı, Hareme vardılar. Bir yerde konakladılar. Bunların yakınlarına bir ceylân geldi. Birisi ceylânı ayağından yakaladı. Arakadaşları ona, her ne kadar bırak, salıver dediler ise de O güldü, bırakmadı. Hayvan, korkusundan tebevvül etdi. Sonra bırakdı. O şahs öğle vakti uyuyordu. Bir yılan gelip karnı üzerinde çöreklendi. Arkadaşları ona, hareket etme bak karnının üzerinde ne var dediler. O şahs bakdı, korkusundan bevl ve gâit edinceye kadar yılan üzerinden gitmedi. Böylece Ceylâna yapdığınm cezasını gördü.

îmâm-ı Müstağfirî“«rahmetüllahi aleyh» kitabında yazmışdır: Bir-grub insanlar Haremde bir ağacın gölgesinde konaklamışlardı. Yiyecek ekmekleri yokdu. içlerinden birisi okunu aldı ve bir ceylân avladı. Ategs yakdılar. Pişirdiler. Birdenbire her etin altından bir ateş çıkıp hepsini» yakdı. Elbiseleri, malları ve gölgelendikleri ağaçlar yanmadı.

Mu’tezile fırkasının gördüğü cezâları bildirelim:

İmâm-ı Müstağfirî «rahmetullahi aleyh» selefden birinden rivayet ediyor: Benim bir komşum vardı. Gözleri kör, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş-di. Bir gün bir şahsla Kur’ân-ı kerîm mahlûk olup olmaması hakkında münakaşa ederken, «Eğer Kur’an mahlûk değilse Allahû teâlâ onun âyetlerini kalbimden silsin» dedi. Gece uyudu. Allaha teâlâ onun kalbinden Kur’ân-ı kerîm’in âyetlerini giderdi. Sabahleyin Kur’ân-ı kerîm’in ne olduğunu bile unutdu. Ona Kur’an oku derlerdi. Dilini oynatırdı, ağzından sesler çıkardı, fekat kimse ne söylediğini bilmezdi. Ailesi ve yakınları bu hâlden utanırlardı. Sonunda onu boğdular, öldü.

İmâm-ı Müstağfirî «rahmetulahi aleyh» selefden birinden rivayet ediyor: Annem ve babam kabr azâbma inanmazlardı. Her ne kadar onlarla münakâşa edildi ise de bu itikaddan vazgeçmediler. Bir gece onlarla aynı evde kalmışdık. Babam bir ızdırap ile uyanıp beni çağırdı, ışığı yak dedi. Işığı yakıp yanma gitdim. Ayağımın altına bak dedi. Tabanında yanık eseri vardı, kabarcıklar meydana gelmişdi. Sonra şöyle anlatdı: Rüyamda bir mezarlığa girdim, ayağım bir kabrin içine geçdi, yandı. Bu gördüğün yanık, onun eseridir dedi. Bundan sonra kabr azâbma imân etdi.

Halife Mütevekkil sırçadan yapılmış, altından ve üstünden su geçen odaya girmişdi. Havâssı ve nedimleri de beraber idi. Otururlarken Mütevekkil güldü. Sonra neden güldüğümü sormuyorsunuz? dedi. Etrafındakiler, Allahü Teâlâ seni güldürsün sebebini söyleyiniz dediler. Vâsık da o meclisde yakınları ile oturuyordu. Mütevekkil havâssma, yakınlarına hitâben Kur’ân’ın mahlûk olması hakkında çok düşündüm. Bu husûsda çok ihtimam gösterdim. Halkı bu fikre davet etdim. Bir kısmı benim elimdeki mal ve mevkie tema’ edip kabul etdiler. Bir kısmı dövmekle, habse atmakla veya işkence ile kabul etdiler. Bir kısmı ise dindeki kuvvetinden ve vera’ının kuvvetinden kabul etmediler. Benim kalbime bu hususda bir şüphe geldi. Bu itikadı terk etmeği ve bu mesele ile meşgul olmamağı istiyorum dedi.

Kur’an’m mahlûk olma mes’elesi üzerinde çok duran İbni Dâvûd orada idi. Ey emîr-el-müminin ihya etdiğin meseleyi söndürmek mi istiyorsun, senden evvelkilerin yapamadığım sen yapdm, Allahû teâlâ sana bu mesele üzerinde durduğun için hayrlı karşılıklar versin dedi ve çok mübâlağa etdi. Sonra Vâsık, gelin bu hususda Allahü teâlâ ile ahd edelim dedi.

İbni Dâvûd, eğer Kur’an-ı kerîm mahlûk değilse Allahü teâlâ beni dünyada felçli etsin dedi. İçlerinden biri, Kur’ân mahlûk değilse vücûdü-me demir çiviler batsın dedi. Bir başkası, Allahü teâlâ vücûdüme öyle bir fena koku versin ki yabancılar ve yakınlarım yanımda duramasmlai dedi. Biri de, Allaha teâlâ beni dar bir yerde öldürsün dedi.

Başka birisi de, yine Kur’an mahlûk değilse Allahü teâlâ beni suda gark eylesin dedi. Vâsık, eğer Kur’an mahlûk değil ise, Allahü teâlâ beni dünyâda yaksın dedi. Mütevekkil, benim gülmeme sebeb bu durumun hatırıma gelmesi idi dedi.

Allahü teâlâ ile ahd edenlerin herbiri söyledikleri gibi oldular. İbni Dâvûd felç oldu. Birinin vücûdunu çivilediler. Birisi ölüm hastalığında terledi. Bu ter öyle fena kokdu ki, hiç kimse yanma yaklaşamadı. Her ne kadar güzel kokulu buhur yapdılar ise de fâide vermedi. Birisine bir arşın yüksekliğinde bir yer yapdılar, onun içinde öldü. Birisi Diclede boğuldu. Vâsık hastalandı. Doktorlar: Zeytin ağaçları ile içi temamen kor olmak üzere bir tandır yakmalı, sonra tandırı boşaltıp kepek ile doldurmak, Vâsık bu tandırda üç saat yatmalıdır. Tandırdan çıkınca hava kendisine tesir edip ağrısı fazlalaşacağından yine tandıra girmeyi istiyecekdir. Tandıra koymazlarsa ölebilir dediler. Doktorların dediği gibi tandır hazırlandı. Vâsıkı içine atdılar. Çıkarınca sığır gibi feryâd ederek beni tandıra atın dedi. Aile ve tanıdıkları acıyıp yine tandıra atdılar. Sesi kesildi, Vücûdunda meydana gelen kabarcıklar çatladı. Kömür gibi oldu. Bir dahâ dışarıya çıkarınca hemen öldü.

Biliniz ki: Dîne karşı gelenlerin, beğenmiyenlerin, küçük görenlerin uğradığı cezalar, felâketler yazmakla, söylemekle bitmez. Her vaktde, her memleketde şerî’atin dışına çıkanlar, dinde reform yapmak istiyenler ol-muşdur. Bunlar âhiretde uğrayacakları azâbdan başka dünyâda da cezalarını çekmişlerdir, çekerler.

Kalbinde îman nûru olan bir kimse, biraz düşünürse ibâdet yapmak ile günah işlemek arasındaki büyük farkı görür. Çünki, ibâdetin neticesi zevk, huzûr, iyi ahlâk ve güzel işlerdir. Günâhların neticesi üzüntü, huzursuzluk, kötü ahlâk ve fenâ işlerdir. İbâdetin, iyi işlerin karşılığı sevâb kazanmakdır. Günahların, fenâ işlerin karşılığı azâb ve ıkâbdır.

Ya Rabbî, bizi ve bütün müslimânları iyi işler ve ibâdet yaparak sevâb kazanmağa ve günâhlardan kaçınarak azaba ve muâhezeye müstehak olmamağa muvaffak eyle! Sen, en iyi yardım edici ve başrıya ulaşdırıcısın.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar