[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ DOKUZUNCU KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
Cuma Günü Orucu
Bilginler, Cuma
günü orucu hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.
Bir kısmına göre bu oruç mekruh iken bir kısmı bir önceki veya sonraki gün
tutulmadıkça bu orucun mekruh olduğu görüşündedir. Müslim Ebu Hureyre’den Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘Bir önceki ve sonraki
gün de tutmadıktan sonra, kimse Cuma günü oruç tutmasın.’ Buhari şöyle bir
olay aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir Cuma günü oruçlu olan
Cüveyriye b. el-Haris’in yanına gelmiş ve kendisine ‘Dün tutmuş muydun?’ diye
sormuş. ‘Hayır’ diye cevap verince, ‘Yarın tutacak mısın?’ diye sormuş. Kadın
‘Hayır’ diye cevap verince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Yarın
tutmalısın’ demiştir.
Bilmelisin ki, Cuma günü, yaratma
günlerinin sonuncusudur. Allah Teâlâ’nın kendi suretine göre yaratmış olduğu
şey -ki Âdem’dirbu günde yaratıldı. Yaratılışın kemali ve tamlığı bu günde ortaya
çıktığı gibi yaratılmışların en kâmili olan insan da bu günde zuhur etmiştir,
insan, türeyenlerin sonuncusudur. Allah Teâlâ onun vasıtasıyla el-Ahir ismini
ilâhı mertebede koruduğu gibi insanı da el-Ahir ismiyle korur. Öyleyse elAhir,
İlâhî isimlerin içinden Âdem’e bakan isimdir. Allah Teâlâ iki sureti -Hakkın ve
âlemin suretibirleştiren yapısıyla insanın yaratılışını bu günde toplamıştır
(tamamlamıştır). Bu nedenle Allah Teâlâ onu şeriatın diliyle (toplama günü
anlamında) Cuma günü diye isimlendirmiştir. Allah Teâlâ insanı ilâhî isimlerle
süslemiş, onlarla bezemiş ve onu bu isimler sayesinde yeryüzüne halifesi
olarak yerleştirince, kemaldeki en güzel ilâhî süs ile zuhur etmiştir. Allah
Teâlâ, kendisinden daha geniş olma özelliğini de ona tahsis etti. Çünkü O’nun
rahmeti, kendisini sığdıramaz ve rahmetine dönmez. Kendisinde eddsi bulunan
yeri, yaratıklardır. Kalp Allah Teâlâ’yı sığdırabilmiştir. Bu nedenle kalp
(dolayısıyla insan) Allah Teâlâ’nın rahmetinden daha geniş olmuştur. Bu garip
şeylerden biridir: Allah Teâlâ’nın rahmetinden yaratılmış, ama rahmetten daha
geniş! Allah Teâlâ’nın tecelligâhı olan bir şey için, Allah Teâlâ’nın
ziynetinden daha üstün bir ziynet vardır. Allah Teâlâ bu güne Cahiliye
Araplarının diliyle bir isim vermiştir: Urûbe! Başka bir ifadeyle Cuma,
güzelleşme ve süslenme günüdür.
Hakk, kâmil anlamda âlemin en
yetkininde zuhur etmiştir Ki, o da Âdem’dir. Günler içinde de Cuma gününden
daha yetkini yoktur. Çünkü ilâhî iktidar, Allah Teâlâ’nın kendi suretine göre
yarattığı insanın yaratılmasıyla o günde ortaya çıkmıştır. İnsan yaratılınca,
artık ilâhî iktidar için yaratacak bir kemal kalmamıştır, çünkü Hakkın
suretinden daha yetkin bir şey yoktur (o surete göre de insan yaratılmıştır).
Cuma günü günlerin en yekini olup yaratılmışların en kâmili bu günde
yaratılınca, Allah Teâlâ başka günlerde bulunmayan bir vakte ve âna Cumayı
tahsis etmiştir. Bütün zaman bu günlerden ibarettir. Bu saat, zamanlar içinden
Cuma gününden başka bir şey için gerçekleşmemiştir. Saat, günün yirmi dörtte
parçasından biridir ve söz konusu olan şey, Cuma gününün gündüz denilen
yarısının bir bölümündedir. Öyleyse bu saat, günün zâhirinde insanın ise
bâtınındadır. Çünkü insanın bâtını günün zâhirinin karşılığıdır. Dikkat ediniz!
Şari Ramazan’da geceyi ibadede geçirmeyi emretmiştir. Geceyi ibadede geçirmek,
insanın zâhirine ait bir hükümdür. Çünkü insanın zâhiri, uykuyla dinlenen
yönüdür. ‘Allah Teâlâ uykuyu dinlenme yapmıştır.’ Başka bir ifadeyle rahatlık
yapmıştır. Gece ise, ilâhî tecelli ve rabbani tenezzülün gerçekleştiği yerdir.
Bu inişi insanın ayakta karşılaması, (tasavvufî) yolda Allah Teâlâ’ya karşı
saygının bir gereğidir. Gecedeki bu iniş, Cuma’mn gündüzündeki saatin karşılığıdır.
Fakat iniş her gece gerçekleşirken saat ise, özellikle Cuma gürlündedir. Çünkü
bu saat, kemal saatidir. Kemal ise, cins kendisinde kemale yatkınlık bulunan
bir şey ise, cinsinde tek olabilir. Buna örnek olarak insanın kemale
yatkınlığını verebiliriz. Bu kemali, (tür içinde) insandan başkası kabul
edemez.
Öyleyse
insan, ‘suret’ (üzerinde yaratıldığı) için Rabbi sayesinde kâmildir. Cuma günü
ise, kendisinde yaratılmış olan insan nedeniyle kâmildir. Cuma gününün ise
zikredilen saatinde yaratılmıştır. Çünkü söz konusu saat, Cumanın en üstün
vaktidir. O saatte hüküm, yedinci gökte bulunan ruha aittir. Yedinci gök,
adalet (adi), itidal ve bâtındaki kemalin niteliklerinin semasıdır. Çünkü bu
günün sultanı, üçüncü gökte bulunan ruhtur. Bu ruh, kendi gününün birinci ve
ikinci saatinde tam bir otorite sahibidir. Öyleyse bu ruh, özü gereği tecelli
ederek hüküm sahibidir. Diğer vakitlerde ise, vekilleri vasıtasıyla hükmü
uygulanır. Bilgi, niteliklerin en kâmilidir. Bu nedenle en yetkin, en yetkine
tahsis edilmiştir. Orucun ise, ibadetler içinde bir benzeri yoktur. Bu sayede
oruç, ‘benzerin olmayışı’ özelliğinde benzeri olmayana (Hakk) benzemiştir.
Benzeri olmayan ise, tek bir yönden iki farklı nitelilde nitelenmiştir:
el-Evvel ve el-Ahir. O, bu ikisinin arasında bulunandır, çünkü nitelenen O’dur.
Aynı şekilde O, ez-Zâhir ve el-Bâtın arasında bulunandır. Bu iki nitelik, anlam
bakımından tek bir niteliktir. Bölünme, sadece bu ikisinden ortaya çıkan
hükümde gerçekleşmiştir. Böylelikle, hüküm kendisinden ortaya çıktığı için,
ez-Zâhir denildiği gibi sebebi gizli kaldığı için de el-Bâtın denilmiştir.
Öyleyse bu ikisi, O’na ait iki niteliktir. Bu niteliğin ispat edilmesi gereldi
olmadığı için O’nunla nitelenenin ispat edilmesi de gerekmemiştir. Her hüküm,
hüküm sahibinde ilklik ve sonluk sahibidir. Öyleyse O, el-Evvel (İlle) ve
el-Ahir’dir (Son): Anlam bakımından bunlar birdir. Başlangıcı ve bitimi bakımından
ise, bu ikisi bölünmeyen bir şeye ait iki zarftır. 7
Durum belirttiğimiz gibi olunca, Cuma
günü oruç tutmak isteyen kimse, bir gün öncesini veya sonrasını da tutmalıdır.
O günün orucu ve gecesinin ibadetle geçirilmesi hakkında söylediğimiz benzerlik
nedeniyle, Cuma günü tek başına tutulmamalıdır. Çünkü o günün misli olan bir
gün yoktur. Çünkü Cuma, ‘güneşin kendisinde doğduğu en hayırlı gündür.’
Şeriatın bilgisi ne kadar da hikmetlidir! Burada (Cumanın gündüzünün) oruçla
gecesinin ise ibadetle geçirilmemesine hükmetti. Bunun nedeni, onun diğer
günlere olan üstünlüğüne saygıdır. Bu gün, ümmetlerin hakkında görüş
ayrılığına düştükleri gündür. ‘Allah Teâlâ bize (insanların) görüş ayrılığına
düştükleri gerçek hakkında kendi izniyle doğruyu göstermiştir.’ Dolayısıyla Allah
Teâlâ, onu aradaki yetkinlik münasebeti nedeniyle sadece Hz Muhammed’e açıklamıştır
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, peygamberlerin en kâmilidir. Biz ise, ümmetlerin en kâmiliyiz. Diğer
ümmetlere ve nebilerine ise Allah Teâlâ bu günü bildirmemiştir, çünkü onlar,
kemal derecesinin altında bulundukları için buna yatkın değillerdi. Dolayısıyla
onların nebileri Hz Muhammed’den aşağıda bulunduğu gibi ümmetleri de bizim
kemalimizden daha aşağıdadır.
Hamd bizi seçen Allah Teâlâ’ya
aittir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, (ümmetler ile bizim aramızda bir
karşılaştırma yaparsak) biz Cuma günü, Peygamberimiz ise Cuma gününde bulunup
o günün diğerlerinden üstün olmasını sağlayan söz konusu saattir. Oruç tenzih
bakımından Allah Teâlâ’ya ait iken ibadet yönünden insanındır. Ortaklık konusu
ise, oruçtur. Öyleyse Cuma orucu, kendisinden olması bakımından Allah Teâlâ’ya;
Cuma gününe izafe yapılmış günün orucu olması bakımından ise kula aittir. Çünkü
kulun oruç tutmasıyla, orucun Allah Teâlâ’ya ait olması mümkün olabilir. Cuma
gününe tamlama yapılan günün orucuyla ise, Cuma gününü orucu sahih olmuştur. ‘Allah
Teâlâ hüküm sahibi ve her şeyi bilendir.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Cumartesi Günü Orucu
Ebu Davud,
Abdullah b. Bişr’den, o da kardeşinden
şöyle aktarmıştır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘Size farz kılınan orucun dışında, Cumartesi günü oruç tutmayınız! içinizden
Cumartesi yemek için sadece bir üzüm çöpü veya ağaç dalı bulan kimse, onu
yesin.’ Ebu Davud şöyle demiştir: Bu hadisin hükmü kaldırılmıştır. Ebu İsa bu
hadis hakkında ‘hasen hadis’ demiştir: Nesai, Ummü Seleme’nin şöyle dediğini
aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tuttuğu oruçların çoğunu
Cumartesi ve Pazar günü tutar ve şöyle derdi: ‘Müşrikler bu günleri bayram günü
olarak kutlardı. Ben onlardan farklı davranmayı severim.’ :
Alimler, Cumartesi günü orucu
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı tutulabileceğini, bir kısmı ise
tutulmayacağını ileri sür,müştür. Bilmelisin ki, bize göre Cumartesi, gününe
bir son olmadığı ebedilik günüdür. Bu günün gecesi, Cehennemdedir
(cehennemliklere aittir), dolayısıyla o kapkaranlıktır. Gündüzü ise,
cennetliklere aittir. Öyleyse cennet, aydınlatıcı ve ışık saçıcıdır. Açlık,
cehennemliklerde sürekli ve daimi olduğu gibi zıddı da (tokluk) cennetliklere
aittir. Dolayısıyla cennetlikler, acıktıkları veya susadıkları için yiyip
içmezler, sadece bundan haz aldıkları için yer ve içerler. Öyleyse kim
cehennemliklerin niteliklerinden olan kabz ve bast (daralma ve açılma) halini
müşahede ederse, Cumartesi tutulabileceğini söyler. Çünkü oruç, bir kalkandır.
Bu kalkan ile oruçlu kendisini başarısızlığa uğratacak şeyden kendini korur.
İbn Zincevey’in et-Terğîb isimli
kitabında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Allah
Teâlâ’nın rızasmı arzulayarak bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâlâ ateşten
yetmiş çukur uzaklaştırır.’
Bazı kimselerin müşahede ettiği şey
ise, bast (açılma), umut ve cennet olmuş, Cumartesi gününün kendisinde
dinlenildiği için ‘sebt (dinlenme)’ diye isimlendirildiğini anlamıştır. Bununla
birlikte söz konusu dinlenme bir yorgunluk nedeniyle değildi. Cumartesi, Pazar
günündeki yaratılışın başlamasıyla Cuma gününde yaratılışın sona ermesi
arasındaki gündür. Bu günler, kendilerinde Allah Teâlâ’nın âlemi yarattığı altı
gündür. Cumartesi günü ise, ayaklarından birini diğerinin üzerine koyarak,
şöyle demiştir: ‘Ben Hükümdarım! Alemi sağlamca
yarattım.’ ‘Yeryüzünde besinleri takdir etti.’ ‘Her göğe emrini vahyetti.’
‘Terazileri koydu.’ Yarattığı şeylerin bir kısmını bir kısmına dayandırdı ve
onlardan bir kısmını alan ve kabul eden yaptı. Onlarm istidatlarını en yetkin
tarzda kemale erdirdiği gibi ‘Her şeye hakkını verdi,m ayetinde
bildirdiği şeyi yaptı. Ardından kendisini (yaratma işini tamamlayıp) ‘boş
kalmak’ ile niteledi. (Paragrafm başına dönersek) Bu durumu müşahede eden
kimse, ‘hikmet, bu gün oruç tutmamayı gerektirir’ der ve oruçta rahatlık ve
dinlenmeyle çelişen yorgunluk bulunduğu için Cumartesi günü orucuna engel
olur. Çünkü oruç, insanın yaratılışının gereği olan beslenmenin zıddı olduğu
için, bir meşakkattir.
Bazı kimseler ise (bir hadiste de
belirtildiği gibi) Allah Teâlâ’ya ortak koşanlara aykırı davranmayı dikkate
alarak Cumartesi günü oruç tutar. Bu insanlar, Allah Teâlâ’ya ortak koşan
kimsenin kendi diktiği şeyi gördüğünü müşahede etmiştir. Bu insanlar herhangi
bir işlerini, inançlarında Allah Teâlâ’ya koştukları ortağa bıraktıklarında,
taptıkları şey, bundan sevinerek bu günü onlar adma bir bayram yapar, bu
nedenle onları yedirir ve içirir. Burada onlarm taptığı ve kendisine
dayandıkları ortağı kastetmiyorum. Burada ‘ortak’ sözüyle ortak koşulan şeyin
dış varlığını değil, onların gönüllerindeki yansımasını ve suretini
kastediyorum. O insanlara bu günü bayram ve sevinç günü yapan bu surettir.
Onların Allah Teâlâ’ya ortak yaptıkları şey, bü yüklemeden memnun kalabileceği
gibi memnun kalmayabilir de. Firavun ve benzerleri gibi, bundan memnun olan, ortak
koşanlar gibidir; memnun kalmayıp insanların kendisiyle ilişkilendirdilderi
.özelliklerden Allah Teâlâ’ya sığınan ise, kendiliğinde mutlu olurken bedbahdık
onu (Allah Teâlâ’ya ortak diye) ortaya dikenlere döner. Bir insan böyle bir
müşahedeyle oruç tutabilir ve öyle bir oruç, Allah Teâlâ’ya ortak koşan ile
birleyen arasındaki ilişkinin uzaklığı nedeniyle, bir zıtlık ilişkisidir.
Oruçlu, o gün' oruç tutma kararını vererek, karşıtlık ve zıtlık özelliğiyle
nitelenir. Bu oruç, (o günü bayram sayanların) oruç tutmayışlarının zıddıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de bu amaçla Cumartesi günü oruç tutardı.
FASIL
İÇİNDE VASIL
. Pazar Günü
Orucu
Daha önceki
(Cumartesi orucunu bazı insanlara muhalefet etmekle
ilgili belirttiğimiz) yorumu dikkate alan kimse, Pazar günü Hristiyanlardan
farklı davranmak için oruç tutar. Pazar gününe Allah Teâlâ’nın yaratmaya
yöneldiği ille gün olması bakımından bakan insan ise, Allah Teâlâ’ya şükretmek
için oruç tutar ve bu davranışıyla benzersiz bir ibadetle (Allah Teâlâ’nın
eylemine) karşılık verir.
Ariflerin oruç tutma niyetleri
farklılaşmıştır: Bazı arifler Pazar gününü sırf ilk gün olduğu için tutar.
İlklik, Hakka ait bir tenzih niteliği olduğu gibi oruç da bir tenzih
niteliğidir. Bunun yanı sıra oruç, insanı yemek, cinsel ilişkiye girmek gibi
nefsin hazlarından alıkoyduğu ve kötülüklerden uzak tuttuğu için, (Allah
Teâlâ’nın yasaldan anlamındaki) ‘koru’yu muhafaza eder. Bu bağlamda oruçluyken
bir insanın gıybet etmesi, cinsel ilişkiye girmesi veya cahil kalması veya
dince kötülenmiş bir halle nitelenmesi yasaklanmıştır. Bu sayede oruçluyla Bir
arasında tenzih niteliğindeki ilişki gerçekleşmiş ve bu nedenle de Pazar günü
orucunu tutmuştur. Her arifin kendine özgü belli bir tarzı vardır. Bu tarz ile
en yaraşır şekilde Hakka karşılık verir.
Orucun doğadaki (dört unsurdan) payı,
beslenmenin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak kuruluk ve sıcaklıktır.
Beslenmenin olmayışı, doğanın gereğine zıttır, çünkü doğa, canlılık nedeniyle,
edilgeni olmayan sıcaklığı ve soğukluğun edilgeni olan yaşlığa gerek duyar.
Oruçlu ise, doğaya zıddıyla karşılık vermiş, başka bir ifadeyle asıl ilke ve
onun edilgeniyle doğaya karşılık vermiştir. Çünkü insana nefsine muhalefet
etmesi emredilmiştir. Nefs ise, özel anlamıyla doğadır ve bütün cisimler
âleminin varlığı kendisine dayandığı için, özü gereği İlah ile didişir. Doğa
âlemi olmasaydı, cisimler âlemi dışta var olmayacaktı. Bu nedenle de doğa (ve
nefs), böbürlenmiş ve gurura kapılmıştır.
Unsurdan olüşan bu bedeni yöneten ve
kendisine bedendeki dengeyi koruyarak onun yararlarını gözetmesi emredilen
ruha şöyle denilir: Doğal nefsi bu vesileyle böbürlenir ve gururlanırken
gördüğünde, onu yemekten, içmekten, cinsel ilişkiye girmekten alıkoy. Bu sayede
ona muhalefet eder ve bu konularda ona muhtaç olduğunu zanneden doğanın
kuruntusundan da kendini kurtarırsın. Ayrıca doğa, kendisinin nefsin hükmü
altında olduğunu bilmelidir. Bunu öğrenince, bu bedenin yöneticisinden besin
talep ederek, muhtaçlık ve yoksunluk altında ezilir. Böyle bir yönetim ise,
‘oruç’ diye isimlendirilir. Bedeni yöneten ruhun mizacm düzgün olması için
doğal nefsi büsbütün besinden uzak tutması ise oruç diye isimlendirilmez.
Ruhun bu eylemi, doğayı yönetişinin bir sonucudur ve bu davranış, oruç diye
değil, belki ‘perhiz’ diye isimlendirilebilir. Ruh perhizi yerine getirip
kendisine verdiği emirde doğaya yardımcı olurken bedenin Allah Teâlâ’ya ibadete
elverişli Hakk gelmesini ve Allah Teâlâ’nın bütün hareket ve durağanlıklarda
kendisine emrettiği ibadetleri -ki bu ibadetler söz gelişi mizacın düzgün olması
şartına bağlı olabiliryerine getirmeye uygunluk kazanmasını amaçlamış olabilir.
Böyle bir durumda oruç olmasa büe tutulan perhiz nedeniyle insan sevap kazanır.
Böylelikle, Pazar günü orucunun bazı
sırlarını sana açıklamış oldum.
Ramazan’a Ait Misal Tecellisi Gerçekleştiğinde Tecelli Vaktine Aittir
Müslim
es-Sahih’inde Ebu’l-Bahterî’nin şöyle dediğini aktarır: ‘İbn Abbas
ile karşılaşınca kendisine ‘Hilali gördük, aramızdan bazıları ‘hilal üç
günlük’, bazıları ‘iki günlüktür’ dedi. Bunun üzerine İbn Abbas ‘Hangi gece
gördünüz?’ diye sorunca, ‘Falan gece gördük’ dedik. Şöyle karşılık verdi: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ hilali görülsün . diye
uzatmıştır. Hilal görüldüğü geceye aittir.’
Allah Teâlâ ehlinin efendileri şöyle
demiştir: Hüküm vakte (hal) aittir. İnsan veya sûfi, vaktinin oğludur; ne
geçmiş ne gelecek zaman, onun üzerinde hüküm sahibidir. Şu var ki insan,
vaktinin (hal) hükmünün altında bulunduğunu bilemez. Gerçekte de öyledir. Bu
nedenle ‘sûfı vaktinin oğludur’ dedik. Çünkü insan bunu bilir. Bunun yanı sıra,
kendisi üzerinde hüküm sahibiyken peygamberlik eserinin de kendisine ait
olduğunu da bilir. Gerçekte durum böyle olsa bile, her insan bunu bilemez. Bu
hüküm ortaya çıkıp insanın vaktinin oğlu olduğunun bilgisini elde etmesi,
(zâhirde) ‘hilal görülen geceye aittir’ hadisinin karşılığıdır. Çünkü biliriz
ki, ışınların içindeyken kendisini göremesek bile hilal bize yansımaktadır.
Aynı şekilde, gündüz de yıldızların gökte bulunduğundan eminizdir, fakat görme
gücümüzün zayıflığı nedeniyle onları göremeyiz. Bu nedenle hilale ve yıldızlara
ulaşamayız. Hilali gördüğümüzde ise, hilal görülen vakte aittir ve onun hilal
olduğunu biliriz. Bu durumda hilal, bu görünümün gereğiyle bizde hüküm sahibidir.
Ramazan ayma ait bir hilal ise, bizdeki etkisi oruca niyetlenmektir.
Ramazan’ın bittiğini bildiren hilal ise, bu kez orucu bozma niyetini bizde
gerçekleştirir. Herhangi bir ayın hilaliyse, bir önceki ayın sona erip ait olduğu
ayın hükmünün başladığını bize bildirir.
İnsanların durumları, birbirinden farklı
farklıdır. Vakitler, her ay alış veriş, borçlanma, kiralar ve haccm
eylemlerinin sürelerinin bitimiyle, hilalin görünmesiyle birbirinden ayrışır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sana hilalleri sorarlar, de ki, onlar insanlar ve hac için
vakit ölçüleridir."72 Nitekim
bunu daha önce belirtmiştik.
Hilalin Görülmesi Hakkında Tanıklık
Hilali
görmemişsek ve bir veya iki tanık bize hilali gördüklerini söylerlerse,
acaba vaktin hükmünün altına girecek miyiz? Başkasının tanıklığı hilali
görmemizin yerini alabilir mi? Bana göre, hilal doğarken insanla ilgili bir
amaca uygun doğabileceği gibi onun çıkarıyla ters de düşebilir. Çıkarımızla
çelişirse, tek kişinin tanıklığını kabul ederiz. Bu durumda diğer tanık, bize
emredilen nefse karşı çıkmadan dolayı vardır. Nefs, doğası gereği (oruç tutmak
gibi) böyle bir hükmü istemeyecektir. Dolayısıyla (Ramazan’da) orucu bildiren
hilalde tek şahidin tanıklığıyla davranmamız yerindedir. Söz konusu olan
Ramazan’ın sona ermesiyse, burada nefsin arzusu vardır. Bu nedenle, bize
tanıklık edecek ikinci bir tanığa gerek duyarız. Bu sayede Ramazan orucuna nefsimizin
arzusu nedeniyle değil bir ibadet olarak son veririz. Genellikle bu iki tanıkta
güvenilirlik şartı aranır. Çünkü böyle bir günde oruç bozmak -ki Ramazan
bayramından söz ediyoruz-, bir ibadettir ve oruç tutmak haramdır. Çünkü biz
Ramazan ayından sonra gelen hilali gördüğümüzde, bir ibadet olarak orucumuzu
açarız. Bu günde orucu açmak farz, oruç tutmak ise haramdır.
Bununla birlikte, esasa kıyaslanarak,
bayram hilalini görmeyle ilgili tanıklıkta da iki tanığa gerek duyulmuştur.
Ramazan hilali hakkında tek İçişinin rivayet ettiği bir rivayet bulunmasaydı,
onu bayram hilaline katardık. Bununla birlikte ondaki durum ihtimallidir, fakat
biz görünenden sorumluyuz. Bayram hilalinde iki zahirî şahide gerek olduğu
gibi Ramazan hilalinde de iki şahide gerek vardır; zahir ve bâtın tanık. Buna
göre bâtın tanık, nefse muhalefete durumun tanığıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Nefsi arzusundan alıkoydu:'73 Oruçta nefse ait doğal bir arzu
yoktur. Bu nedenle, (nefsi ikna etmek için) iki tanığın bulunmasıyla oruca
başladığımız gibi aynı şekilde iki tanığın varlığıyla da orucu açtık. Çünkü bu
iki ibadetten her birinin gerçek bir hükmü vardır. Dolayısıyla iki öncülden
bir sonuç çıkması kaçınılmazdır. Bu iki öncül, bu iki ibadette iki tanıktır.
Şimdi bu
konudaki hadisleri zikredelim ki, elinizdeki kitabı okuyan insan,
kaynaklarımız hakkında başka bir kitaba başvurup yorulmak zorunda kalmasın. .
Konuyla ilgili hadislerden biri Ebu
Davud’un Sünen’inde yer alır. Ebu Davud, Reb’î b. Hıraş’ın Peygamber’in bir
sahabesinin şöyle dediğini aktarır: ‘İnsanlar Ramazan’ın son günü hakkında
görüş ayrılığına düşmüşlerdi. İki bedevi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in huzuruna gelerek önceki gece hilali gördüklerini söylemiş, bunun
üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, insanlara oruçlarını
açmalarını ve bayram namazına hazırlanmalarını emretmiştir.’
Ebu Davud’un Sünen’inden Başka Bir
Hadis: Ebu Davud İbn Ömer’den şöyle bir hadis aktarır: ‘insanlar hilali
gözetliyordu. Ben hilali görünce gelip Peygamber’e bildirdim. Bunun üzerine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, hemen oruca başlamış ve insanlara da oruca başlamalarını
emretmiştir.’
Yine Ebu Davud’dan üçüncü bir hadis:
Ebu Davud Hüseyin b. elHaris’ten Mekke valisinin bir hutbe okuduktan sonra
şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, hilali
gördüğümüzde oruca başlamamızı emretmiştir. Hilali görmez de güvenilir ilâ
tanık olursa, yine oruca başlar rız.’ Sonra şöyle eldemiştir: ‘Aranızda Allah Teâlâ’yı
ve Peygamber’ini benden daha iyi bilenler vardır.’ Parmağıyla bir adamı işaret
ederek ‘falan adam bunu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den duymuştur’
demiştir. Hüseyin şöyle der: ‘Yanımda duran kişiye ‘işaret ettiği kişi kimdir?’
diye sorduğumda bana ‘Abdullah b. Ömer’dir’ demiştir. Mekke valisi ise, Haris
Hatıb elCumahî idi.
Dördüncü hadis Dârekutnî’nin
hadisidir: Dârekutnî İbn Ömer ve İbn Abbas’ın şöyle dediklerini aktarır: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Ramazan hilalinin görünmesiyle ilgili olarak tek
bir kişinin tanıklığını yeterli görmüştür.’ Şöyle eklemişlerdir: ‘Fakat Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bayram hilalinin görülmesinde iki tanığın
bulunmasını şart koşmuştur.’ Hadis zayıf bir hadistir.
Gündüzün Büyük Kısmını Rabbini Değil Kendini Görmekle Geçiren Oruçlu
Oruç
(gerçekte değil) hüküm bakımından insana ait
olduğu için, Allah Teâlâ onu kendisine tamlama yapıp kendisine tutmayı emretmiş
olsa bile, oruçluyu kulündan soyudamıştır. Bu nedenle oruçlu, oruç tuttuğu
sürece (bu ibadetinde) Rabbine bakmalıdır. Böyle yaparsa, Rabbinden habersiz
kalmayan oruçlu adını alabilir. Çünkü Hakk, oruç adını Hakk etmişken onu
kendisine izafe etmiştir. Kulun orucu ise, ancak Allah Teâlâ’nın kendisine
emrettiği tarzda tuttuğunda oruç olabilir. Kul, orucu kendisine emredildiği
tarzda tutmamışsa oruçlu değildir. Oruçlu değil ise, Allah Teâlâ’nın kendisine
döndüreceği bir oruç da yok demektir. Bazen oruçlu, oruçlu olduğunu
zannederken kendisini oruçlu olmaktan çıkartan bir davranış yapabilir. Buna
örnek olarak, oruçludan ortaya çıkan dedikoduyu vb. verebiliriz. Böyle bir
durumda insan, orucunu bozmuş demektir, yemek yemese bile oruçlu sayılmaz. Bu
davranışının bir kefareti olup da insan onu yerine getirirse, oruçlu saydır.
Öyleyse oruçlu bu tarz kendini korur. Çünkü bu davranışıyla insan Hakkı kendi
nefsine tercih eder. Allah Teâlâ ise, kendini tercih ettiği ölçüde kulunu
ödüllendirir. Bu ödül ise, (başka bir nimet değd, bizzat) Allah Teâlâ’dır.
Bir insan Rabbini gözetirse, Rabbi de
onu gözetir. Dolayısıyla onun ödülü de Allah Teâlâ’dan başkası olamaz. ‘Kimin
yükünde bulunursa, onun cezasıdır.’ (Oruç söz konusu olduğunda) Hiç kuşkusuz Allah
Teâlâ oruçlunun yükünde bulunmuştur. Çünkü Hakk, kendisi hakkında bdincini
koruyan mümin kulunun kalbinde bulunur ve ödülün bizzat Allah Teâlâ olması
zorunludur. Oruç Allah Teâlâ nezdinde mevcut olmuştur, dolayısıyla Allah
Teâlâ’ya aittir. Oruçlunun orucu geçerli olduğunda, (bulunacağı) yükünü arar.
Bunun üzerine kendisine ‘onu Allah Teâlâ aldı’ dendir. Bu durumda Allah Teâlâ
onun ödülü (cezası, karşdığı) haline gelir. Nitekim Allah Teâlâ (kutsi bir
hadiste) şöyle buyurdu: ‘Oruç benimdir ve onun karşdığmı verecek benim.’
Ebu Ahmed b. Adiyy el-Cürcânî, Hiraş
b. Abdullah’ın Enes’ten aktardığı bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle demiştir: ‘Oruçluyken elbi-
sesinin ardından ilikleri gözükecek
şekilde bir kadının yaratılışını derinden düşünen kimsenin orucu bozulmuştur.’
Ravi Harraş, tanınmayan biridir. Çünkü o yanında bulunan bir kitapçıktan hadis
aktarırdı ve bu hadis de onlardan biridir. Hadisi ondan aktaran kişi de zayıf
ravidir. Şeyhimiz Ebu Muhammed Abdülhak böyle demiştir .
FASIL
İÇİNDE VASIL
Şaban Ayının On
Altıncı Gününde Orucun Hükmü
Bize göre
bu oruç haramdır. Çünkü o gün, Allah Teâlâ’nın oruç tutmayı
yasakladığı altı günden biridir. Altı gün, adı geçen gün, Ramazan bayramı
günü, kurban bayramı günü ile üç teşrik günüdür. Tirmizi, Ebu Hureyre’nin şöyle
dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘Şaban ayından altı gün kaldığında, artık oruç tutmayınız.’ Ebu İsa (Tirmizi)
ise hadisin ‘hasen-sahih’ olduğunu belirtmiştir.
Şaban ayının on beşinci gecesi, ölüm
meleğinin o sene içinde canlarını alacağı kimseleri yazacağı gecedir. Bunun
için bedbahtların ismini siyah yazıyla, muduların ismini ise beyaz bir yazıyla
çizer. Bu sayede ölüm meleği muduyu mutsuzlardan ayırt eder. Bu şahıs için ölüm,
görülen bir şey haline gelir. Çünkü bu gece, ecelleri bilme ve bu bilgiye
sahip olmayan mümine bildirme zamanıdır. On altıncı gece bunun bilgisine
ulaştığında, bu bilgiye ulaşan ve bunun farkına varan mümin kendini ölümü
düşünmekten ayıramaz. Artık o, bu haliyle ahiretin oğulları arasında sayılır.
Ölümle ise yükümlülük düşer. Kişi, amelleri ortadan kaldıran bir niteliği
müşahede ettiği için, artık oruca niyetlenebileceği bir durumda değildir ve bu
müşahedenin edcisiyle sarhoş bir halde kala kalır. Ramazan girinceye kadar bu
müşahede İçimde kalırsa, o kişi oruç Şaban ayının kalan kısmını tutmaktan
engellenir. Kimde bu müşahede kalmazsa (öleceğini görmezse), geceden
niyetienmediği için bilhassa on altıncı gün oruç tutmaz. On altıncı gece,
ecellerin nesh edildiği bir gece değildir, söz konusu gece, (Şaban) ayının
yarısındaki gecedir.
Zâhir ehlinden birisi (İbn Hazm),
Şaban ayının on altıncı gününün oruç tutmanın yasak olduğu bir gün olduğunu,
özellikle zikrettiğimiz sebebe bağlamıştır. Söz kçnusu kişi (r.a.) güvenilir
bir hadis aktarmıştır ki, onu bir topluluk bize aktarmıştır.
Zâhirîlenn bir kısmı, Şaban’ın on
altıncı' gününü belirttiğimiz nedenle oruç tutulmayan bir gün saydı. (İbn
Hazm) Bu konuda, bize bir topluluğun aktardığı güvenilir bir hadis aktarır.
Hadisi Ebu Bekir Muhammed b. Sahf el-Lahmi, Ebu’l-Kasım b. Abdurrahman b.
el-Mukri, Ebu velid Cabir b. Ebî Eyyub el-Hadramî, Ebu’l-Abbas b. Mikdam aktardı.
Ravilerin hepsi, şöyle demişti: ‘Ebu'l-Hasan Şureyh b. Muhammed eş-Şureyh
er-Ruayni el-Makkari Ebu Muhammed Ali b. Ahmed’den, o Abdullah b. Rebi’den, o
Ömer b. Abdülmelik’ten, o Muhammed b. Bekir’den, o Ebu Davud’dan, o Kuteybe b.
Said’den, o Abdülaziz b. Muhammed ed-Dera verdi’den şöyle aktarmıştır: Abbad b.
Kesir Medine’ye gelmiş ve Âlâ b. Abdurrahman’ın mescidine doğru yönelmiş,
elinden tutarak ayağa kaldırmış ve şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’m! Bu adam
babasından peygamberin şöyle dediğini aktarır: ‘Şaban ayı yarılandığında,
artık oruç tutmayın.’ Âlâ şöyle karşılık vermiş: ‘Allah Teâlâ’m! Babam bana Ebu
Hureyre kanalıyla Peygamberin böyle dediğini aktardı.’ Ebu Muhammed b. Hazm
şöyle der: ‘Süfyan da el-Âlâ’dan böyle aktarır. El-Âlâ ise, Şube’nin, Süfyan
es-Sevri’nin, Malik’in, İbn Uyeyne’nin, Misar b. Kidam’ın ve Ebu’l-Amis’in
kendisinden hadis aktardığı güvenilir bir raviydi. Hepsinin hadisi kanıt
olarak kullanılır. Gamz b. Main’in (ravi zincirinde bulunması) hadisi
zedelemez. Ebu Hureyre’nin Peygamberden aktarılan şeye aykırı rivayette
bulunabileceğini zannetmek de kabul edüemez. ‘Zan, sözlerin en yalanıdır.’ Burada
bir görüş birliğinden (icma’) söz etmek ise, yalandır.
Ebu Muhammed şöyle der: ‘Bir grup
Şaban’ın yarısından sonra oruç tutmayı bütünüyle mekruh saydı. Şu var ki kesin
ve güvenilir olan şey, bu rivayetin lafzının gereği olarak Şaban’m yarısından
sonra oruç tutmanın yasaklanmasıdır. Oruç, bir günden az olamaz. Rivayetin ayın
diğer kısmının orucunun yasaklanması anlamında yorumlanması uygun değildir,
çünkü bu, açık değildir. Şaban ayı, otuz veya yirmi dokuz gündür. Otuz
olduğunda, yarımı on beş gün, yirmi dokuz olduğunda ise yarısı on beşinci günün
ortasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, yarısından sonra orucu
yasaklamadı. Bu hadisten, hiç kuşkusuz, on altıncı günün oruç tutulmasının
yasaklandığı ortaya çıkar.’ Ebu Muhammed’in el-Mahalla
isimli kitabından yaptığımız alıntı burada sona erdi. Bu,
adlarını elÂlâ’nın hadisinin başmda zikrettiğim kimselerden aktardığım
hadistir. Başkaları ise, hadisi Ebu Hasan Muhammed b. Şureyh’ten aktarır. Bu
kişi, on altıncı gün orucunun caiz olmadığı kanaatindedir ki, kendisinden
aktardığımız görüşü bunu teyit eder.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Teşrik Günleri Orucu
Bilginler,
bu oruç hakkmda görüş ayrılığına düşmüştür:
Bir kısmı caiz olduğunu, bir kısmı temettü hacı yapanın o günlerde oruç tutabileceğini
ileri sürmüş, bir kısmı mekruh olduğunu söylemiş, bir kısmı genel anlamda oruç
tutulamayacağını ileri sürmüştür. Teşrik günleri, kurban bayramından sonraki üç
gündür. Bunlar, yemek, içmek ve Allah Teâlâ’yı zikretmek günleridir. Müslim,
kitabı (es-Sahih’te) Nübeyşe elHüzeli’den Allah Teâlâ’nın peygamberinin böyle
söylediğini aktarır. Bunlar, cennet ehlinin nitelikleridir ve bu nitelik her
nerede bulunurlarsa ibadetin dışındaki her amel hükmüyle birlikte ortadan
kalkar, ibadet ise, dünya ve ahirette insandan gitmeyecek bir olgudur.
Oruç, terk etmek ve ibadettir. Onda
ibadet yönünü dikkate alanlar, teşrik günü orucu caiz sayar. Şeriatın bu
günleri yemek, içmek ve Allah Teâlâ’yı zikretmek günü olduğunu tercih etmesini
dikkate alanlar ise, yapılması zorunlu bir ibadet olarak, o günlerde oruç
tutmamayı vacip sayar. Şeriat bu günlerin gecelerinin yeme içme geceleri
olduğunu söylemedi. Bu ilâhı bir haberdir ve Peygamber arzusundan konuşmaz, sadece
vahyedileni söyler. Bu hadis, Hakkın bir bildirimidir ve rivayetin hükmü
geçersizleştirmemiştir. Bu günlerde oruç tutan insan, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın
bildirdiği habere kendisine davranılması gerektiği tarzda bakmayı tercih etmiş
demektir. Kendisine ait olduğunu söylediği bir konuda Allah Teâlâ ile çekişen
kimse, kendisini helalce sürüklemiştir. Çünkü oruç Allah Teâlâ’ya, tutmamak
ise, sana aittir. Müçtehidin bu günlerde oruca ruhsat vermesi, yanında (hacda)
kurban bulunan kimse için geçerlidir. Buhari, Aişe ve İbn Ömer’den böyle
aktardı.
Şeriat, bu günlerde zikir yapmanı
belirledi. Bu ise ‘Hac amellerini tamamladığınızda
babalarınızı zikrettiğiniz ya da daha güçlü bir şekilde Allah Teâlâ’yı zikredin’174 ayetidir. Allah
Teâlâ bu günlerde Allah Teâlâ’yı zikretmeyi bize emretti. Arapiar bu gün ve
mevsimde neseplerini ve şecerelerini zikrederlerdi ( ve övünürlerdi). Arap
kabileleri, övünmek ve seslerini duyurmak üzere orada (Arafat) toplanırdı.
Ayette geçen ‘babalarınızı zikrettiğiniz’ gibi sözünün anlamı budur. Başka bir
ifadeyle, Allah Teâlâ’nın kulları iseniz Allah Teâlâ’nın sahip olduğu övgüyle
ilgilenin. Kul, efendisiyle övünebilir, çünkü köle ona izafe edilir. Bundan
daha önemlisi ise, kulun efendiden olmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Kavmin kölesi onlardandır.’ Kur’an ehli, Allah Teâlâın
ehli ve seçkinleridir. Kölenin babasıyla övünmesi, söz konusu olamaz, bilakis
o, efendisiyle övünebilir. Babasıyla övünse bile, babasının efendisine yalcın
olması yönünden övünebilir. O da, efendinin emrine bağlanan, sınır ve kurallarında
duran, kendisi gibi bir köledir, o da Allah Teâlâ’nın kuludur. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘babalarınızı zikrettiğiniz gibi’175 dedi. Allah
Teâlâ onlara babalarını zikretmeyi yasaklamadı, Allah Teâlâ’yı zikretmelerini
babalarım zikretmeye üstün tuttu. Ayetin devamında ‘ya da daha fazla
zikrederek’ der. Nitekim Allah Teâlâ kullarına ‘bana ve
anne babana şükretmen için’176 ayetinde
tavsiyede bulunmuştur. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’yı zikretmeyi ve
O’nunla övünmeyi -ki siz O’nun kulları ve O sizin efendinizdirbabalarınızın
yaptığına tercih ediniz. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise en büyüktür.
Allah Teâlâ’yı zikretmek kulun yerine
getirdiği her ibadetteki -ki o ibadette Allah Teâlâ’yı zikretmek vardırbütün
söz ve fiillerinin en büyüğüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namaz
taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’177 Başka bir
ifadeyle, ibadetteki zikir ibadetin bütün diğer fiillerinden üstündür. Sen
ibadette Allah Teâlâ’yı zikrettiğinde, seninle oturan Allah Teâlâ’dır. Çünkü Allah
Teâlâ kendisini zikredenlerle birlikte oturacağını bildirdi. Hakk seninle
oturursa, ya İlâhî bir göz sahibi olur ve Hakkı müşahede edersin; ya da böyle
bir göz sahibi olmaz ve iman yoluyla O’nun seni gördüğünü müşahede edersin. Bu
durumdaki insan, tıpkı bir âmâ gibi, kendisini görmese bile falancanın onunla
oturduğunu bilir. Bu, ‘sanki onu görmek’ demektir. Gören ise, bütün fiillerinde
kendisini hareket ettirici olarak müşahede eder. Görmeyen ise,
kendisini hareketlendiren birisi
bulunduğunu duyumsar, fakat iman duygusuyla, yoksa görme duyusuyla değil! İşte
bu sanki onu görürsün’ ifadesinin anlamıdır. Çünkü zikretmek nedeniyle kul Allah
Teâlâ’nın kendisiyle oturduğunu bilir. ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?
oturduğu kimse, zorunlu olarak yalnızdır. Hakk kendisiyle oturduğu halde, o kul
ile baş-. kasının oturması veya düşüncesine birinin gelmesi mümkün değildir. Bu
oturma, (sâlikin kendinden geçmesini sağlayan) ‘gayb oturuşu’ demektir. Bir
sûfıye ‘Allah Teâlâ ile yalnız kaldığında (halvet) beni hatırla’ denildiğinde,
‘Seni hatırlarsam Allah Teâlâ ile yalnız kalamam’ demiştir.
Öyleyse Allah Teâlâ yaratıklarıyla
bir perde ardından konuştuğu gibi -Ki perde sözün ta kendisidirsen de O’nunla
ancak bir perdenin ardından konuşabilir, O’nun nezdinde kendini veya bir
başkasını zikredebilirsin. Müşahede, susmayı ve dilsizliği gerektirir. Öyleyse
zikreden insan kendisiyle oturan Halt olsa bilemudaka âmâ olmalıdır ve âmâlığı,
zikretmesidir. Hakk, zikreden herkesin ‘görünmeyen oturanı’dır. Rabbi hakkında
hayal müşahedesinin kendisine hâkim olduğu kimse -çünkü hadiste Peygamber
‘sanki onu görürsün’ demişti ve bu hayalde canlandırmadırsöz ve müşahedeyi
birleştirir. Bu halde, seninle oturan kimse senin gibidir. Yoksa, ‘kendisi gibi
bir şeyin olmadığı kimse’ seninle oturmaz. Bence güvenilir bir ravinin
kendisinden aktardığı sözüne göre, Şihab b. Ebi en-Necis’in hali öyleydi:
‘İnsan müşahede ile konuşmayı bir araya getirebilir.’ Bu söz nerede, Kuşeyri
Risalesinde zikredilen muhakkik Ebu Abbas es-Seyyari’nin şu sözü nerede:
‘Akıllı insan müşahededen haz almaz, çünkü Hakkı müşahede etmek, fenadır (kendinden
geçmek).’ Bu zevk nerede, Şihab’ın zevki nerede! Anla! Bu, Allah Teâlâ ehlinin
muhakkik büyüklerinin yanıldığı bir nokta iken aşağıdakilerin durumunu sen
hesap et!
Allah Teâlâ’ya yönelmiş ve Allah
Teâlâ ehlinden gördüğümüz birinden Şihab’ın sözüne benzer bir söz bize
aktarılmıştı. O, tam bir bilgi sahibi olsaydı, betimlediğim tarzda konuşurdu.
Bundan aşağıda olduğunda ise, hakikatler hakkında bilgisi olmayanlar gibi
söylerdi. O sözü benim huzurumda söyleseydi, kendisini söylediğine havale
ederim ve hangi dille söylediğini anlardım, tam olarak onu söylediği söze
nispet ederim!
Bilmelisin Ki, bu sözü tahkik
(gerçeği üzere) bağlamında söylemişse, o ldşinin söylediğinden üstün olduğunu
anlarız. Allah Teâlâ adamlarının
bir kısmı, söylediklerinin altında
bulunur. Söylediklerinin altında bulunan kimseler, iki gruptur: Birinci grup,
insanın Allah Teâlâ’yı bilebileceği konularda Allah Teâlâ bilgisinin zirvesinde
olanlar iken diğer grup Allah Teâlâ’dan son derece perdeli ve uzak kimselerdir.
Onlar, dünya hayatının görünen yönünü bilir ve şekilci bilginlerin bilgisinin
üstünde bir şey görmez. Bu nedenle de üst tabakayı söylediklerinin altında
zannederler. Halbuki bu grup, ‘bilgi’ adında kendilerine ortak olmuş,
bilgilerinin ilgili olduğu kimsede -ki bilinendironlardan ayrılmışlardır,
Bütün bunlar, teşrik günlerinin ehlinin idrak ettiği hususlardır. Bu günlerde
oruç tutmadıklarında, bu günler yeme ve içme günleri olduğu için yerler;
tutarlarsa, Allah Teâlâ’yı zikretme günleri olduğu için tutarlar. Böylelikle
zikir onları yeme ve içmeden alıkoyar. Yemekten alıkonmaları ise, bir ibadet
alıkonması değil, hal alıkonmasıdır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Ramazan ve Kurban Bayramı
Orucu
Bu iki gün oruç tutmak, Ebu Hureyre ve Ebu Said’in aktardığı
hadisler nedeniyle yasaklanmıştır. Ebu Said’in aktardığı güvenilir bir hadiste
şöyle denilir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini duydum:
İki gün oruç tutulamaz: Ramazan bayramı ve kurban bayramı günü.’ Teşrik
günleri oruç tutulabileceğini belirtenler de, bu hadisi delil sayar. Çünkü
hitabın bağlamı, iki günün dışındakilerde oruç tutmanın geçerli olabileceğidir,
aksi halde ikinci günün söylenmesi anlamsızlaşırdı. Ebu Hureyre’nin hadisi ise,
Müslim’dedir. Hadise göre Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iki gün oruç
tutulmasını yasaklamıştır ki, bu iki gün, Ramazan ve Kurban bayramıdır. Ramazan
bayramı, insanların oruçlarını açtığı, kurban bayramı ise kurban kestikleri
gündür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Tirmizi’nin Aişe’den aktardığı
hadise göre, bu günleri böyle yorumladı. Tirmizi, hadis için ‘hasen-sahih
hadis’ der. Kulun bu iki günde oruç tutmasının engellenmesinin nedeni, Ramazan
ve Kurban günü nedeniyle kul ile Rabbi arasındaki ayrımın gerçekleşmiş
olmasıdır. Kul neyin kendine ve neyin Rabbine ait olduğunu bu sayede öğrenir.
Bu nedenle, ayrım ve temyizi bilmenin kanıtı olan bu İki günde oruç tutmak
yasaktır. Dolayısıyla (bu iki günde) oruç tutmaya imkan yoktur, çünkü oruç,
hiçbir şeye muhtaç olmayan (Hakka ait) bir nitelik olduğu için, Allah Teâlâ’ya
aittir. O Allah Teâlâ, yemek ve içmek özelliği sahibinden kimseden münezzehtir.
Kul, bu delilin yönünü görürken oruç tutarsa, bu makamda bulunduğuyla ilgili
verdiği haberde doğru söylemiş sayılmaz. Bu nedenle, bu iki günde orucunu
bozması, her iki hali kendinde bir araya getirebilmek için, bir ibadet ve
meşru yükümlülük haline gelir. Keşf, zikrettiğimiz nedenle bu konuda kulun
ibadet etmesini söylerken, dini yükümlülük, bu iki günde oruç tutmayı
yasaklayan Peygamberin hükmüyle hareket ettiğinde sevap kazandırır. Bu nedenle
Ramazan bayram hilalinin görülmesi hakkında ‘ibadet getiricidir’ dedik. Nitekim
bazı bilginler, oruç hilalinde bu nedeni söylemiş, Ramazan bayramı hilalinin
(görülmesiyle) orucun yasaklanmasından habersiz kalmış, o hilalin görünmesinde
iki şahidin varlığı şart koşmuştur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Oruçluyken Yemeğe Davet
Edilmek
Bazı bilginler, davete icabet edilmesi gerektiğini söylemiştir ki,
görüş birliğiyle bu gereklidir. Bilginiler, bu durumda orucunun bozulup
bozulmayacağı hususunda ise, görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre,
oruçlu davet edene oruçlu olduğunu bildirmelidir. Yine davet edilirse, olumlu
karşılık verir. Ebu Hureyre, bu görüşteydi. Bir kısmı ise, yeimememsi
gerektiğini söyler. Onun yerine, nafile bir namaz kılar ve davet sahibine de
dua eder. Enes bu görüşteydi. Bazı bilginler ise, şöyle der: Bu kişi orucu
bozma ile tamamlama arasmda serbesttir, bozarsa kaza eder. Talha b. Yahya ve
başka bazı kimseler de bu görüşteydi. Bazı bilginlere göre dilerse orucunu
bozar ve kaza etmesi gerekmez. Şureyk, Mücahit bu görüşteydi. Bazılarına göre
dilerse gündüz yarılanmadığı sürece orucunu bozar. Cafer ez-Zübeyr bu
görüşteydi. Bazı bilginlere göre, bozduğu takdirde kaza edip etmeme konusunda
kişi serbesttir. Ümmü Hani ve Simak b. Harb bu görüşte idi.
Allah Teâlâ arifleri başarıya
erdirdiği gibi seni de başarıya erdirsin, bilmelisin ki, Hakk oruç tutmasını
emretmediği halde kendiliğinden oruç tutmaya karar verebilir ve oruçlu haline
gelebilir. Böyle bir insan, kendisine yaklaşma niyetiyle yerine getireceği ve
kendisini yükümlü yaptığı bu ibadet yönünden Allah Teâlâ’ya bir söz ve ahit
vermiştir. Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Amellerinizi
boşa çıkartmayınız’m Bu insan
sülük makamında ise, nefsini Allah Teâlâ karşısında verdiği sözü bozmaya
alıştırmamalıdır. Allah Teâlâ ‘Sizinle yaptığım ahde vefa gösterin5179 der. Bu
ahit, kendisine zorunlu tuttuğun ve Rabbin ile bu konuda yaptığın sözleşmelerle
ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (kendisine farz ibadetleri
soran bedeviye cevabında, başka farz yoktur anlamında) ‘Hayır, gönüllü olarak
tutarsan vardır’ demişti.
Nafile orucu tutan kimse, Allah Teâlâ’yı
bilen büyüklerden ise -ki onlar nefslerine hakim ve nefslerini
yönetebilenlerdirolabilir. Bu insanlar, kullarının diliyle konuşan, emreden ve
davet eden Allah Teâlâ’dan başkasının bulunmadığı görür. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle 'Allah Teâlâ, kendini öveni
duydu” demiştir. Bu insanlar, hal ve söz olarak, âlemdeki bütün konuşmalara
karşı böyle hareket eder. Müşahede makamı bu konuda onların üzerinde
hükümrandır. Onlar, bildiklerini inkar etmez. Perdeli insan ‘falan konuşuyor’
derken bu makamdaki insan ‘Hakk kulunun diliyle şöyle diyor’ der.
Konuşan kişi, bu makamdaysa -nefsinin
aracılığıyla değilHak vasıtasıyla konuştuğunu görür; ya da bu makamda
değildir. Öyleyse davet edilen kişi, davetçinin durumuna bakmalıdır. Onu Rabbi
vasıtasıyla davet etmişse, davetine olumlu karşılık vererek ‘ben oruçluyum’ der
ve yemek yemez, hane halkına dua eder, yanlarında namaz kılar. Dilerse ve
yemesinin davetçiyi mutlu edeceğini anlarsa, orucunu bozabilir. Böyle bir
insan, kemalle ve nitelikle özdeşleştiği için serbesttir. Kâmil insan, dileme
hakkına sahiptir: Dilerse yer, dilerse yemez. (Güçlüğü yeğlemek anlamında)
Azimet yolunu seçerse, iş değişir, çünkü onun azimeti, ‘Allah
Teâlâ katında söz değişmez’180, ‘kulumun
bana kavuşması kaçınılmazdır’ gibi ifadelere benzer. Davetçi (Hakk vasıtasıyla
değil de) nefsi vasıtasıyla davet ederse, hemcinsi onu davet etmiş demektir.
Bu durumda davetçi, yiyebilen ve içebilen birisini davet etmiştir, bunu
görmeşeydi onu davet etmezdi. Dolayısıyla bu sözü duyan insanın yemek yemesi
uygun olmadığı gibi orucunu tutması ve tamamlaması gerekir.
Allah Teâlâ hakkının yerine
getirilmesi, (kul hakkından) önceliklidir. Allah Teâlâ hakkı, oruç tutmaya
karar veren insanın tercihiyle ortaya çıkmıştır.
Yemek yiyen nefs kendisine şöyle diyebilir:
‘O seni çağırmadı, davet sana değil, banadır. Onun davetine icabet etmem ise,
yemem demektir.’ Bu durumda insan nefsine şöyle der: ‘Davetin sana ait olması,
bu ibadette Hakk seni zorlamaksızm kendini oruç yükümlülüğü altına sokmuş
olmandan kaynaklanır. Orucu tutmaya başlayınca, tamamlamalısın. Bu, senin
kendine zorunlu kıldığın bir ödevindir. Kendine karşı ödevini yerine getirmen,
başkasınınkini yerine getirmenden önceliklidir. Hakk sana bunu peygamberinin
diliyle bildirerek şöyle demiştir: ‘Sadakaların en sütünü nefsine verdiğin
sadakadır.’ intihar eden insana ise ‘cennet yasaklandı’ denildi. Başkasını
öldürüp kısas cezası uygulanmaksızın ölen hakkmda ise ‘Allah Teâlâ dilerse
bağışlar, dilerse cezalandırır’ denildi. Öyleyse orucunu bozarsan, kendi
hakkını ihmal ederek başkasının hakkını yerine getirmiş saydırsın. Allah Teâlâ
hakkı ise, nefsinin hakkındadır. Böylelikle nefsini yemekten alıkoymak ve onu
-yemek yerinenamaz kılmayla meşgul etmelisin. Başka bir ifadeyle, (davetçinin
yerine) davet edenlerin en kâmili ve şereflisi olan Allah Teâlâ ile konuşmayı
tercih etmelisin. Allah Teâlâ insanı böyle bir durumda namaza davet etti,
çünkü peygamberinin diliyle şöyle dedi: ‘Oruçlu ise namaz kılsın.’ Öyleyse Allah
Teâlâ bu durumda insana namazı emretti.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Dehr Orucu
(Bütün seneyi
oruçla geçirmek anlamındaki) Dehr orucunu -başkası
değiled-Dehr (Hakk) tutulabilir, çünkü insan için dehr orucu senenin tamamını
tutmak demektir. Bu ise, kendilerinde oruç tutmanın görüş birliğiyle yasak sayıldığı
Ramazan ve Kurban bayramları nedeniyle tutulamaz. Bu nedenle kulun dehr orucu
tutması mümkün değildir. ed-Dehr Allah Teâlâ’nın adı olduğu gibi oruç da O’na
aittir. Allah Teâlâ’ya ait bir şey, sana bunu yasakladığı sürece, sana ait
sayılamaz. Yasak koyarsa -ki o asalet bakımından sana ait değildirbunun
gerçekleşemeyeceğini bildirmiş demektir. Buna rağmen onu yaparsan, yapılmayacak
bir işi yapmış, istenilmeyecek bir işi istemişsin demektir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Davud, Meryem ve İsa’nın
Oruçları
En faziletli ve en dengeli oruç, bir gün kendin için bir gün
Rabbin için oruç tutup bunların arasında bir gün yemendir. Bu, nefse karşı en
büyüle mücadele ve hüküm bakımından dengeli davranıştır. Böyle bir durumda kul
adına, tıpkı güneş ışığından aydınlanma hali gibi, namazın hali gerçekleşir.
Namaz nur, sabır ise aydınlıktır ve sabır oruçtur. Namaz kul ile Allah Teâlâ
arasında bölünmüş bir ibadettir. Davud orucu ise, bir gün tutmak ve bir gün
yemektir ve bu oruç, sana ve Rabbine ait şeyleri birleştirir.
Bazı bilginler ise Allah Teâlâ
hakkının öncelikli olduğunu dikkate alarak, Allah Teâlâ’ya ait olan ile kula
ait olanı eşitlemeyi uygun görmedi. Bu yaklaşıma göre, iki gün oruç tutulur,
bir gün yenilir. Meryem’in orucu böyleydi. Çünkü o, erkeklerin kendisinden bir
derece üstün olduğunu gördüğünde şöyle düşünmüştü: ‘İkinci gündeki oruç, belki
de o derecenin karşılığı sayılır.’ Gerçekte de öyle olmuştu. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, erkekler hakkında yaptığı tanıklıkla. Meryem’in de
erkelder gibi kâmil olduğuna tanıklık etmişti, iki kadının tanıklığının bir
erkeğin tanıklığına denk olduğunu gördüğünde Meryem şöyle demişti: ‘Benim iki
gün oruç tutmam, erkeğin bir gün oruç tutmasının yerini alır.’ Böylece erkeklerin
makamını elde etmiş, oruçtaki fazilet bakımından Davud ile eşitlenmişti. Bir
insanı nefsi etkisi altına alırsa, onu ilahlık (duygusu) etkisi altına almış
demektir. Bu nedenle, nefsini aklına bağımlı Hakk getirebilmek için, ona
Meryem’in nefsine davrandığı gibi muamele etmelidir. Bu, anlayan için güzel
bir işarettir.
Meryem erkeklere katılmakla kemal
sahibi olabiliyorsa, onun Rabbine katılması daha büyük kemal meydana getirir.
Bu kısma örnek olarak Meryem oğlu İsa’yı verebiliriz. Çünkü o, bütün seneyi
oruçla geçirir ve orucunu bozmaz, geceyi ibadetle geçirir ve uyumazdı. O,
âlemde gündüz ed-Dehr ismiyle, gece ise kendisini uyuma ve gafletin almadığı
el-Kayyum ismiyle zuhur ederdi. Bu nedenle onun hakkında ilahlık iddiasında
bulunulmuş ve şöyle denilmiştir: ‘Allah Teâlâ Meryem oğlu Mesih’tir.’ Daha önce
hiçbir peygamber hakkında böyle denilmemiştir. Üzeyr hakkında söylenen nihai
şey, onun Allah Teâlâ’nın oğlu olduğuydu. Fakat onun Allah Teâlâ olduğu
söylenmedi. •
Bu niteliğin gayb perdesinin ardından
keşf ehlinin kalplerine ne kadar etki ettiğine bakınız. Sonuçta onlar ‘Allah
Teâlâ Meryem oğlu Mesih’tir’ demişti. Bu sözleri nedeniyle Kur’an, bu konuda
adlarına mazeret ortaya koyarak, şirke değil inançsızlığa nispet etti, çünkü
onlar şirk koşmadı. Bilakis ‘O Allah Teâlâ'tır’ demişlerdi. Müşrik, Allah Teâlâ
ile birlikte başka ilah kabul eden kimsedir. (Hristiyanlardan) Böyle birisi,
müşrik değil kafirdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kafir oldu.,m Böylelikle
onları örtme (küfr) özelliğiyle nitelemiş, onlar da İsa’nın beşeriliğini
(nasut) bir tecelligah edinmişti. Hz. İsa ise, Allah Teâlâ’nın kendisinden aktardığına göre, onların
söylediklerini kendileri adına tespit ederek bu makama dikkat çekmiştir. Mesih
İsa şöyle der: ‘Ey Israiloğulları, Allah Teâlâ’ya
ibadet ediniz, Rabbime ve sizin
Rabbinize.HS2 Onlar ise şöyle karşılık verir: ‘Biz de
öyle yapıyoruz.’ Böylelikle onlar, Mesih’te Allah Teâlâ’ya ibadet etmişti.
Sonra onlar şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa, Allah Teâlâ cenneti
ona haram kılar.’ Yani Allah Teâlâ, kendisini örttüğü perdeyi ona haram kılar.
Allah Teâlâ, kafir olmakla kendilerini nitelerken, onları örtme özelliğiyle
nitelemiştir.
İşte bu, zâhirinin işin gerçekte
olduğu durumu verdiği bir ayettir. Burada tevil, kınanır. Sana zikrettiğimiz
şeyi anladığında, büyük bir deryaya düşersin. O deryada boğulan kişi, hiçbir
zaman, kurtulamaz, çünkü o, ebedilik deryasıdır. Kendisini inceleyip basiret
gözüyle bakan ve bu konuda Allah Teâlâtan gelen bir basirete sahip kimseler
için Allah Teâlâ’nın kelamı ne
kadar hikmetlidir!
' Kocası Var iken Kadının Nafile Oruç Tutması
Müslim Ebu
Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin ‘Kocası var iken onun izni olmaksızın kadm oruç tutamaz’ demiştir.
Bu noktada (izin olmasa bile) Ramazan orucunun vacip olduğunda görüş birliği
vardır. Bu nedenle Ebu Davud hadis’e Ramazan’ın dışındaki oruçlar kaydını
düşmüştür.
(Bâtınî yorumda) Kadın mümin nefs,
kocası ise onu üzerinde hüküm sahibi olandır. Bu ise, şeriat değil, mümin nefsin
‘şeriata inanması’dır. Şari, kendisine inanan nefse dilediklerini farz lcılar.
Böyle bir nefsin yapacağı veya başlayacağı her davranış veya amel, şeriatın
izniyle ve hükmüyle olabilir. Allah Teâlâ’nın kulları içinden fiile başlarken
bütün davranışlarında şeriatm hükmünü düşünenler -ki böyle yapmak onlar adına
pek hayırlı olurduazdır. Bu nedenle de pek çok iyiliği ve büyük bir bilgiyi
yitirirler.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Yolcunun Orucu
Es-Sahihayn,
yani Müslim ve Buhari’de İbn Abbas’m Peygamberden
şöyle aktardığı zikredilir: ‘Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir.’
‘den’, Buhari’nin rivayetinde geçer. Müslim’in aktardığı hadis ‘den’ sözü
geçmeksizin ‘iyilik değildir’ şeklindedir.
Seferin (yolculuk) ‘sefer’ diye
isimlendirilmesinin nedeni, insanların huylarını izhar etmesidir. Bunu ise,
güç ve imkan sahipleri için meşakkatli ve zorluklar içermesi nedeniyle yapar.
Böyle ise, zayıfların hali nasıldır, hesap ediniz! Birisi amelini yapanından
ayırırsa, orucundan uzaklaşmış olur ve onu yapanına bırakır. Dolayısıyla
oruçluyken bir amel yaptığmı iddia etmez. Bu kişi, riyanın karışmadığı oruç
tutmuştur. Kendisine ait olmayan bir şeyi insanın kendisine ait sayması,
iyilik-
ten değildir ya da iyilik değildir.
İşte bu, bir işarettir ve onun sınırında dur! Bu konuda söz uzadı.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Vacip Oruç Günlerinin
Sayısı
Oruçta vacip günlerin sayısı, iki yüz yirmi altı gündür (bütün bir
sene içerisinde tutulabilecek nihai oruç günü sayısı). Adak orucu ise,
hesaplanamaz ve onu sınırlayanlayız. En çoğu, bir yıldır, -teşrik günleri
orucunun yasak olduğunu kabul edenlere görealtı veya üç gün veya iki gün eksik
de olabilir. Bu iki gün, haklarında görüş birliğine varılan kurban ve Ramazan
bayramı günleridir. Oruçta adağın en azı, bir gündür. En azına baktığında ‘iki
yüz yirmi yedi gün’ dersin. Bu sayının dışındakiler ise, vacip oruç değildir.
Bir kısmı, eşiyle cinsel ilişkiye giren, (eşini mahremine benzetmek şeldinde
bir yemin anlamındaki) zıhar yapan ve (hacda) yanlışlıkla bir şey öldürenin
tutacağı oruçlardır. Bunlar, altmış, altmış ve altmış gündür. Ramazan’da
onlardan biri olarak otuz gündür. Hacda fidye olarak oruç tutmak da üç gündür.
Üç gün yemin orucu, on gün temettü orucu, adale için ise en az bir gün oruç
vardır. Bunların bir kısmı ise, ‘serbest vacip’ oruçlardır. Bir kısmı ise,
zamanla belirlenmiş ve sınırlanmış oruçlardır.
Bilmelisin Ki, oruç ile kendilerini
zorunlu kılan ya da bedeli oldukları bu davranışlar arasında bir ilişki
bulunmasaydı, orucun onların yerini alması geçerli olamazdı. Orucun onların
yerini alması, her orucun bir kefaret olmasından kaynaklanır. Bu ise, bizim
‘serbest vacip’ sözümüzün anlamıdır. Orucun bir kısmı, insana yasaklanmış şeyi
ona helal yaparken bir kısmı Allah Teâlâ’nın onun üzerindeki hakkını düşürür.
Bir kısmı ise Allah Teâlâ hakkını ve başkasının onun üzerindeki hakkını
düşürür. Bu günlerin ve bunların vacip olduğu bana bildirildiğinde, şöyle
denildi: ‘Seni bu ilişkileri ortaya çıkartma hususunda kendi haline bıraktık.
Bu noktada yalnız da değilsin. Bunların bilgisinin verilip de hangi yoldan
olursa olsun, onları bildirmesi yasaklanmış kimseler de senin gibidir.’
Bu durum, beni bu ilişkileri
açıklamaktan engelledi. İlâhî emirler ve Rabbani işareder sınırında durmak, bu
yol ehli için zorunludur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Oruçlunun Misvak Kullanması
el-Hasan’da Amir b.
Rebia’nın şöyle dediği yer alır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
sayamayacağım kez oruçluyken misvak kullandığını gördüm.’ Bazı bilginler, bütün
günlerde bunu geçerli saymıştır ki, ben de bu görüşteyim. Bazı bilginler ise,
öğleden sonra misvak kullanmayı mekruh saymıştır. Ağız kokusunu dikkate alan
kimse, misvak kullanmayı eksik sayar. Halbuki bu kişinin meseleye bakışı
eksiktir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Misvak ağzı temizler ve
Rabbin rızasını kazandırır’ demiştir. Misvak, Rabbi razı eder, dişleri kir ve
kendisine ilişen sarartıdan korur. Bezzar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin sahabesine şöyle dediğini aktarır: ‘Neden dişleriniz sararmış bir
halde huzuruma giriyorsunuz? Onları temizleyin.’ Burada Peygamber gözün payını
zikretmiş, kokuya ise eğilmemiştir. Kokuyu ise, misvak gidermez. Ağız kokusu,
midede gerçekleşen ve nefes almanın ortaya çıkarttığı bir bozulmadır. Meseleye
böyle bakan kimseyle, (izzetten zillete düşen hakkında söylenen)
‘istenvaka’l-cemelu (erkek deve dişiye benzedi)’ diyen kişi birdir. '
Oruçlunun ağız kokusu, Allah Teâlâ
katında kıyamet günü misk kokusundan daha temiz olduğuna göre kıyamet günü
onun kokusu misk kokusuyla değişecektir. O halde söz konusu olan buradaki koku
değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin oruçlunun oruçluyken misvak
kullanmayı yasakladığı veya bunu kerih saydığı bize aktarılmadı. Bilakis
misvak kullanmak, zaman veya halle sınırlamaksızın teşvik edilmiş bir emir,
kayıtsız bir teşvik, hatta Peygamberin bu konudaki vurgusunu hesaba katarsak
teşvikten daha çok vacipliğe yakındır. Bu rivayet, yanında oturan mümin
olmayan birisinin eziyet göreceği bir koku ağzından yayılması nedeniyle üzülen
oruçlunun kalbinin (kırıldığını) onarır. İman ile bezenen kimse ise, böyle bir
kokudan eziyet duymaz, çünkü iman nedeniyle oruçlunun kokusunun Allah Teâlâ
katındaki değerini bilir. İnsan doğru düşüncelinin çirkin bulacağı bir şeyi
sırf nefsanî bir amaç nedeniyle güzel bulabilirken Rabbi razı edecek bir şeyi
hissettiğinde mümininin hali nasıl olabilir ki? O, bununla daha da sevinir.
Bizim zevk yoluyla elde ettiğimiz bilgiye göre, bu kokuyu dünya hayatında misk
kokusu gibi algılamak, imanın alametidir.
Bu kokunun Allah
Teâlâ’nın kendisine gösterdiği ilgi nedeniyle diğer kokulardan üstün olduğuyla
ilgili böyle bir rivayet, oruçlunun kalp (kırıklığım) onarır, onu daha fazla
oruç tutmaya teşvik eder. Meleklerin ve Allah Teâlâ adamlarının ağzının
kokusuna rağmen kendisiyle oturmaktan eziyet görmeyeceklerini kendisine
öğretir. Halbuki melekler, Ademoğlunun rahatsız olduğu şeyden rahatsız olur. Bu
konuda oruçlunun ağız kokusu hakkında değil, fakat sarımsak ve benzerleri
hakkında bir rivayet vardır. Oruçlu misvak kullanırsa, hangi vakitte olursa
olsun, misvak kullanmayandan daha üstün bir derecededir, çünkü o Allah Teâlâ’yı
razı edecek bir ameli artırmıştır ki o da misvak kullanmaktır. -
Bilmelisin ki, kötü koku insandan
kaynaklanmaz, o doğanın bir gereğidir. Bu ise, midede kalan ve hoş kokulu yeni
yemeğin örtemediği artık yemeklerin kokuşmasından kaynaklanır. Nefes ise,
uğradığı güzel ve çirkin kokuları dışarıya çıkartır. Bu kolcuları insan,
duyusal olarak melek ise manen hisseder. Nitekim kul bir yalan söylediğinde, bu
sözün yaydığı kötü koku nedeniyle melek kendisinden ‘üç mil uzaklaşır. Koku
alma duyusuyla da bu kokuyu koku ehli o kişiden alır. Bu makamın ehli ve bu
hal sahibi bir insan hakimlik görevinde bulunursa, hüküm verirken yalan
tanıklık yapıldığında lehinde tanıklık yapılan kimsenin yararına hüküm
vermemelidir. (Yalan tanıklığa rağmen) Onun lehinde hüküm verirse, Allah Teâlâ
katında günahkârdır. Bu, zevk ehli için yararı büyük bir konudur. Hakim
bilgisiyle hüküm vermezse bile, bilgisine karşı çıkması ise kesinlikle caiz
değildir. Mallarla ilgili durum böyledir. Söz konusu olan bedenler olduğunda
ise, hakimin hükme konu olan kimse hakkındaki hükmünü açıklamaya gerek
duymadığım başka bir nedenle vermesi şart değildir. Öyleyse oruç ağız kokusunun
sebebi değildir ve oruç Allah Teâlâ’ya aittir. Bu nedenle müminin oruçlunun
ağzından ortaya çıkan kokuya karşı tahammül göstermesi gerekir. Allah Teâlâ
ise, bu kokuyu duyan kişiyi dikkate alarak, kendisinden orucu uzaklaştırmak
için oruçluya hızla orucunu bozmayı ve sahuru geciktirmeyi emretti. Ayrıca,
iftar edişinde onun adma doğal bir sevinç yarattı.
Konuyla ilgili başka bir bâtınî yorum
şudur: Oruçluya iftarı hızla yapması, sahuru geciktirmesi emredildi. Bunun
amacı, bu iki namazda temiz bir kokuyla Hakka yakarmasını sağlamaktır, çünkü
oruç zamanı, sona erdi. Oruç zamanı tamamlandıktan sonraki bu koku, oruçlunun
kokusu değildir, onun kokusu oruçluyken vardı. Allah Teâlâ, Peygamberin
bildirdiği bu hadiste şöyle demişti: ‘Oruçlunun ağız kokusu Allah Teâlâ katindadır.’
Böyle olması, oruçlu onu temizlemediğinde kıyamet gününde böyledir. Misvak ile
ya da orucunu bozmayan şeyle onu temizlediğinde ise, daha temiz ve daha hoş
olur ve bir temizlikten başka birine geçerek Allah Teâlâ’yı memnun eder. Çünkü
bu çirkin kokunun oruca (sevabmı artıracak) bir etkisi yoktur.
Bir rivayette şöyle denilir: Allah
Teâlâ kendisi için güzelleşmeye en layık kimsedir. Kokuları güzelleştiren ve
onlardaki çirkinliği gideren nesneleri kullanmak, güzelleşmenin bir
parçasıdır. ‘Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Her şeyin güzelliği
kendisine uygun ve onun gerektirdiği tarzdadır ki bu güzelliği, güzelliği
algılayan kişi o yoldan algılar ve haz alır. Bu algıyı, göz, kulak, burun, tat,
dokunma duyulan, görülen, yenilen ve dokunulan şeylerden alır. Bir rivayette
misvak (sivake) ile namaz kılmak misvak
kullanmaksızın kılınan yetmiş namazdan üstündür denilir. İşaret yorumunda ise.
sivake (bir anlamında misvak
kullanmak, bir yorumda ‘senden başkası’ demektir), yani senden başkası
Rabbindir. Senin gibi olan ise, senden başkası değil, senin aynmdır. O halde
(bu yorumda hadisin anlamına göre) Rabbin vasıtasıyla namaz kılman nefsin
vasıtasıyla namaz kılmandan hayırlıdır. Burada Peygamber siva’ya (başka) işaret
etti. Yetmiş ise, insanın ortalama ömrüdür. Şari yedileri genellikle yalın ve
bileşiklerde dikkate alır. Hadisin yorum yöntemine gelirsek, hadis iki
temizliği kendinde toplar: Abdest ve misvak kullanmak. Abdest derken kast
edilen, ağza su vermektir. Bu ise, bize göre, abdestin sünnederindendir. Ağız,
konuşma organıdır, çünkü namaz, gündüz muhadese (sohbet), gece müsamere (gece
sohbeti), sırda ihtisas, yani müsarere (içten konuşmak), açıkta tebliğ etmek
demektir. Bütün bunlar, ayakta duran, oturan ve yanı üzerinde yatan için
böyledir. İşaret âleminden olduğunda ve ‘senden başkası (sivake)’ ile namaz kıldığında,
ancak es-Subbûh ve el-Kuddûs isimlerinden namaz kılabilirsin. el-Kuddûs,
temizlenmeyi gerektirir.
Burada işaret ve tahkik yorumundan
söz ederken, Allah Teâlâ ehlinin bilgi kaynaklarından habersiz onların o
insanların zâhiri (hükümleri) reddettiklerini zannetmemesi için, bir fark
koyduk. Söz konusu kimse1er, Allah Teâlâ ehlini Batınîliğe nispet eder. Allah Teâlâ
ehli böyle bir suçlamadan münezzehtir! Onlar her iki ucu kabul edenlerdir.
Şeyhimiz Ebu Medyen tek başına bir yönü benimseyeni kınayarak ‘İki ucu
birleştiren Sünnet ve bilgide kâmil olandır’ derdi. (Zâhir ve bâtın arasındaki)
Ortaklık, Peygamberin ‘sivake (misvak kullanmak ve senden başkası) sözünde gerçekleşmiştir.
‘Sivak’ kelimesindeki k harfi, asıl
anlamıyla kelimenin bir harfiyken istisnai olarak izafe elden bir harftir ve
aslî harf olmaz. Onu tahkik yönünden kabul eden kimse, ikinci tekil şahsın izafesi
olmasına tek bir şey olarak bakmıştır. Bu durumda onu izafette tıpkı bir kelime
gibi asıl yapar ve bileşikliği tek bir kelimedeki harflerin bileşiğinin bâtınî
yorumu sayar. Böyle bir hitabın izafesinin varlığı, izafe fe’si ile
yapılabilir. Sivak ismi de k olmaksızın
var olamaz.
Allah Teâlâ ehlinin meseleye ne kadar
ince baktığına dikkat ediniz! Bu bilgi teorik düşünceden olsaydı, kuşkusuz, bu
bilgiyle bile başkalarından üstün olurlardı. Onlar böyle ise, hakkında ‘O arzusundan
konuşmaz, sadece vahy edileni söyler, ona güç sahibi olan öğretti’183 buyrulan
peygamber nasıldır? Allah Teâlâ rızık verendir ve bilgi ruhların rızkıdır. O
metin ve güç sahibidir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Bir Oruçluya İftar Ettirmek
Tirmizi’nin Zeyd b. Halid el-Cüheni’den aktardığı bir hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kim bir oruçluya iftar yaptırırsa,
onun sevabı kadar sevap alır, fakat oruçlunun sevabından bir derece eksik kalır.’
Tirmizi hadisin sahih olduğunu söyler. Oruçlunun iftar etmede bir sevabı olduğu
gibi oruç tutarken de sevabı vardır. Ona iftar yaptıranın da orucu bozma sevabı
vardır, oruç tutma sevabı yoktur, bunu anlamaksın! Bu rivayetten ise, oruç
bozmanın (iftar) onu tamamlayan bir öğe Olduğunu anladık. Bir davranışında bir
insana yardım eden kişi, davraniş sahibinin ücretinde bir eksilme olmaksızın,
onun hayrma ortaktır. Bu durum, davranışı yapanda bir eksiklik meydana
getirmeyeceği gibi sevap her ikisi için tamdır. Bir hadiste ‘Kim iyi bir adet
çıkartırsa (onu yapanların sevabmı alır)’ denilir. Burada Şari, oruç bozmayı
orucun tamamlayan bir unsuru saymıştır.
Parçaları birbiriyle ilişkili bir şeyin
bir parçasıyla nitelenen kimse, o şeyin sevabını elde eder. Bununla birlikte
onu yapan kişi gibi, bütününü yapamamış ve elde edememiş olabilir. Söz gelişi,
peygamberliğin parçalarından birisiyle nitelenen kimse, peygamber gibi bir
ücret ve fazilet elde eder. Bununla birlikte peygamberliğin tümüne sahip
olamaz ve o bir peygamber değildir. Bir rivayette ‘(Kıyamet günü) Peygamber
olmayan bir grup gelir ve peygamberler onlara gıpta eder5 denilir.
Peygamberler, peygamberlikteki güç ve meşakkat nedeniyle bu fazilete ve ecre
ermiştir. Bu kimseler ise, herhangi bir meşakkatin bulunmadığı onun bir ya da
birden fazla parçasına ulaşmış ve onunla nitelenmiştir. Onlar, sadece bu parça
vasıtasıyla peygamberliğin bütününle nitelenenin (Peygamber) sevabını kazanır.
Bu duruma örnek olarak, zengin karşısındaki yoksulun durumunu verebiliriz:
Yoksul, zenginin veya bilginin kendisinin yapamayacağı işleri yaptığını
gördüğünde, aynı iyiliği yapmak ister. Bunlar, sevapta birdir, fakat sadece
niyette ortaktırlar. Bununla birlikte yoksul, malını nereden kazandığı hakkında
hesaba çekilemeyeceği için zengine göre ilave bir Hakk sahiptir. Zengine
‘nereden kazandın?’ ‘nerede harcadın?’ denilecektir.
Bunlar, peygamberlerin gıpta ettiği
kimselerdir. Fakat gıpta, cennette değil, kıyametin dışraklarındadır. Onların
makamları hakkında Allah Teâlâ ‘büyük korku onları mahzun etmez’184
der. Peygamberler kendileri hakkında değil, ümmetleri hakkında korku duyar.
Müminler ise, sadece yaptıkları günahlar nedeniyle kendileri adına korku duyar.
Onların haklarında korkacakları bağlıları olmadığı gibi korku duymalarına sebep
olabilecek bir günah da işlememişlerdir. Büyük korku onları üzmez. Her nebiye,
gönderildiği ümmetin toplam sevabı verilir. Söz konusu ümmetin ona inanıp
inanmaması birdir. Çünkü her nebinin niyeti, insanların kendisine inanmış
olmasını arzulamaktır. Böylelikle bütün peygamberler temenni ücretinde bir,
fakat kendilerine uyanların sayısıyla her biri arkadaşından ayrılır. Öyleyse
bir peygamber gelir yanında büyük bir kalabalık bulunur, biri gelir daha azı,
daha azı... en sonunda bir peygamber gelir yanında iki adam, bir adam veya hiç
kimse olmaz. Bunların hepsi temenni ve tebliğ ücretinde aynı derecededir.
Kim bir oruçluya iftar ettirirse,
ilâhı bir nitelikle nitelenmiş demektir. Bu nitelik Allah Teâlâ’nın el-Fatır
(açan, yaratan) ismidir. Bu isim, güneş battığında oruçluya orucunu
açtırmıştır. Oruçlu yese de yemese de ya da içse de içmese de, dince orucunu
açmış sayılır. Güneşin batımı, onu oruçla nitelenmekten çıkarttı. Bu durum,
yedirdiği şey ile ona orucunu bozdurmuştur. Bu dereceye ulaştığında ise, Allah
Teâlâ’ya ait özellikle ahlaklanmış sayılır. Nitekim oruçluyken de Allah
Teâlâ’ya ait yemekten, içmekten eşten ve orucu bozan her şeyden münezzehlik
özelliğine sahipti.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Yolcu Orucu
Tirmizi, Aişe’den
aktardığı bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle demiştir: £Bir kavme konuk olan, onlardan izinsiz
nafile oruç tutmasın.’ Sûfilerin Allah Teâlâ’nın konukları olduklarını anladık,
çünkü onlar, İlâhî mertebeyi tercih ederek nefslerinden ve bütün hazlarından
yolculuk yapar, Allah Teâlâ’ya konuk olurlar. Onlar, ancak konuk oldukları
kimsenin -ki Allah Teâlâ’dırizniyle bir şey yapar. Onlar, İlâhî bir emir
olmaksızın, tasarrufta bulunmaz, durmaz ve hareket etmez. Bu niteliğe sahip
olmayan kimse, yolda yürür, nefsinin yollarını aşar, en sonunda Rabbine ulaşır
ve bu durumda ‘konuk’ haline gelir. O’nun yanına yerleşip geri dönmediğinde
ise, ‘ehil’ olabilir. Çünkü Kur’an ehli -ki Kur’an toplamak demektirAllah Teâlâ’yırt
ehli ve seçkinleridir.
Hikaye: Şeyhimiz Ebu Medyen Mağripte
mesleği terk etmiş ve Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği fethe göre Allah Teâlâ
karşısında otururdu. O, bu oturuşta Allah Teâlâ karşısında garip bir yönteme
sahipti. Kendisine getirilen hiç bir şeyi reddetmezdi. Bu konuda Abdulkadir
el-Cîlî gibiydi. Ancak Abdülkadir, zâhirde şerefin verdiği özellik nedeniyle,
daha etkin idi. Ona şöyle soruldu: ‘Ebu Medyen? Niçin bir meslek edinmiyor veya
niçin meslek edinmeyi kabul etmiyorsun? Ebu Medyen ‘kabul ediyorum’ demiş.
Bunun üzerine ‘Niçin sen bir meslek yapmıyorsun?’ diye sorulunca, şöyle yanıt
vermiş: ‘Size göre bir insan bir kavme konuk olup oraya yerleşmeye karar
verdiğinde, konukluk süresi ne kadardır?’ ‘Uç gün’ diye yanıt verilmiş. ‘Üç
günden sonra ne olur?’ diye sormuş. Onlar da ‘Onlara yük olmamak için bir
meslek yapar’ demiş. Şeyh şöyle yanıt vermiş: ‘Allah Teâlâu ekber, insaf! Biz
Rabbimizin konuklarıyız. Biz sonsuza dek evine yerleşmek üzere O’na konuk olduk
ve konukluk hah ortaya çıktı. Allah Teâlâ kuluna güzel bir huy gösterdiğinde,
öncelikle kendisi o huyla nitelenmiştir.’ Onlar ‘haklısın’ demiş. Ebu Medyen
eldemiş: ‘Rabbimizin günleri, O’nun söylediği gibi, ‘Sizin
saydıklarınızdan bin senedir’185 Öyleyse O’na konukluk da günlerine
göredir. Onun nezdinde üç bin sene kaldığımızda, bir meslek yapmayız. Bundan
sonra bize itiraz edebilirsiniz? O zaman biz ölmüş, dünya hayatı sona ermiş ve
O’nun nezdindeki konulduğumuz nedeniyle faziletimiz geride kalır.’ Kendisine
karşı çıkan insan, Ebu Medyen’in sözünden hoşlanmıştır. Sen de onlardan isen,
bu söze iyice bak!
FASIL
İÇİNDE VASIL
Haftanın Günlerinin Oruçla
İlgisi
Tirmizi’nin Aişe’den aktardığı bir hadiste şöyle denilir: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, her ay cumartesiyi, pazarı ve pazartesiyi; diğer
aydan ise Sah, çarşamba ve Perşembeyi oruçlu geçirirdi.’ Bu hadisten
Peygamberin haftanın her gününü oruçlu geçirmeyi amaçladığını anladık. Bu durumda
Peygamber ‘gün orucu’ tutmuş olabileceği gibi kendisinden güne bir ihsan da
olabilir. Günler, kulun kendisinde yaptığı ibadetlerin mekanı olmakla
birbirlerine karşı övünür. Salih kul, her bir gün kendisine şükretsin diye
haftanın, yılın ve ayın her günü için yapılabilecek iyiliklerin birisini
belirler. Gün, Allah Teâlâ nezdinde o ibadede süslenir, o kişinin lehinde
tanıklık yapar. Bir günde bütün iyilikleri bir araya getirme mümkün değilse, o
günde yapılabilecek şeyi yapmak gerekir. Ertesi hafta aynı gün geldiğinde, ilk
hafta kaçırdığı ibadeti o gün yapabilir. Böylece bütün iyilikleri o gün
gerçekleştirmiş olabilir. Senenin ve ayın bütün günlerinde böyle hareket
edilir. .
Bilmelisin ki, ayların günleri
ilişkili oldukları şeye göre derece dereceyken gündüzün ve gecenin saatleri de
ilişkili oldukları şeye göre derece derecedir. Gece gündüzden saatlerini alır,
gündüz de geceden saaderini alır. Vakti belirlemek, gece ve gündüzü içeren
günün hareketinden kaynaklanır. Ayın günleri, örfte menziller' diye
isimlendirilen sabit yıldızlarda değil, büyük feleğin menzillerini gezegenlerin
kat etmesiyle ortaya çıkar. Ayın feleği kat ederken belli günleri olduğu gibi
Katib’in (Utarit), Zühre’nin, Güneş’in, Merih’in, Müşteri’nin ve Zühal’in de
başka günleri vardır. Kul, bütün bunları amellerinde dikkate almalıdır, çünkü
onun ömrü, bunları yerine getirebileceği kadardır. Bu ayların en büyüğü,
yaklaşık otuz seneden fazla olabilir.
Burçlar feleğini kat edişte sabit
feleklerin aylarını anlatmaya gerek yoktur. Çünkü ömür, onlara gerekli ibadeti
yerine getiremeyecek kadar loşadır. Fakat onların cehennem ehlinde bir hükmü
vardır. Gezegenlerin de cehennemin ilk derecesinde bulunanlar üzerinde hükmü
vardır. Birinci derecede bulunanlar, bilhassa münafıklardır. Batınîlerin ilk
mertebede yerleri yoktur, onların yeri cehennemin üst katıdır. Kafirlerin ise
cehennemin her yerinde bir yeri vardır. Cennet ehlinin üzerinde dönen, Burçlar
feleğidir. O, hiçbir yerde durmadığı için, hareketi gözleme göre sona ermez,
çünkü gözlem onu takip edemez. O, parçaları birbirine benzer bir şeydir ve bu
nedenle sonlu değildir. Bu nedenle sonsuza değin sabit nimette daimi olarak
kalmak gerçekleşmiştir. Cehennemin hükmü nimetlenenlerin hükmüyle bir
değildir, çünkü onların üzerinde dönen şey, menziller feleği ve yıldızlardır.
Bunların alanı, sınırlı bir şekilde yol alır. Bu nedenle, onlarm üzerinde
azabın sonsuz olmaması umulur. Ateş, azap diyarıdır. Ateş, acının bir yer
olmasına ilave bir hükmü vardır, çünkü biz, cehennem bekçilerinin cehennemde
azap çekmeden sürekli nimet içinde kalacaklarını biliriz. Bununla birlikte
onlar, oradan çıkmayacaktır, çünkü onlar cehennem için yaratılmıştır ve
cehennem daimidir. Orada kalanlar da cehennem için yaratıldığı için daimidir.
Orucu kendisiyle bitirdiğimiz
rahmetin öne geçmesi ve gazap özelliğine baskın gelmesi hakkındaki ifadelerimizi
iyi öğren! Allah Teâlâ, her menzilde bir tecellisi olması gerekecek şekilde,
yüce ve üstündür. Allah Teâlâ, hiçbir kötülüğün bulunmadığı sırf hayır
(iyilik), karşılığında yolduk bulunmayan varlıktır. Varlık, âlemdeki mutlak
rahmettir. Azap ise, bir takım nedenlerle ortaya çıkar ve ilişir. Dolayısıyla
geçici bir durum nedeniyle meydana gelen bir arazdır. Arazlar, süreklilik
özelliği kazanamaz, kazansalardı araz olmazlardı. Araz hiç bir zaman geçicilik
özelliğinden kurtulamaz ve bu nedenle de ‘azabın sürekliliği’ fikri zayıflar.
Rahmet, bil kuvve bütün oğullarını kendinde taşıdığı halde, Âdem’i bütünüyle
kuşatmıştır. Böylelikle rahmet, bir sınırlama olmaksızın, geneldir ve hepsini
kuşatır. Âdem rahmete mazhar olan ismini Hakk ettiğinde, onda rahmet kabul
etmeyen bir oğlun bulunması mümkün değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona
döndü ve hidayet etti.’186 Başka bir ifadeyle rahmetiyle ona
döndü ve rahmet ile kendisine döndüğünü ona açıkladı. Böylelikle rahmet
kuşatıcı oldu. Hamd Allah Teâlâ’yadır. Allah Teâlâ kulunun kendisi hakkındaki
inancına göredir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Ramazan Orucu
Ramazan ayı
içinde doğrudan hükmü bulunan tek isim,
Ramazan’dır. Gökleri ve yeri yaratan (el-Fatır) isminin hükmü ise, -ister oruç
arz olsun ister olmasınher kulda belirli günlerde gerçekleşebilir. Bunun
nedeni, her fiilde kulun yerine getirdiği bir ibadetin bulunmasıdır. Bu ay
yapılan iyiliklerden birisi, Ramazan ismi ile münacat etmek üzere geceyi
ibadetle geçirmektir. Bu münacat, visal orucu
tutulmuşsa, keşf yoluyla, bazen el-Fatır isminin perdesinin ardından
gerçekleşir, çünkü ilâhî isimler birbirlerini perdeler. Bununla birlikte
perdeleyen ile perdelenene ait vaktin otoritesi vardır. Çünkü onların bir kısmı
perde olmaya diğerlerinden daha layıktır. Bu durum yaratıkların bütün hallerine
sirayet etmiştir.
Ebu Ahmed el-Cürcani, Amr’dan o da
el-Muttalib’ten o da Aişe’den şöyle aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Ramazan girdiğinde, atkısını bağlar, Ramazan çıkıncaya kadar yatağına
dönmezdi. Müslim Aişe’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem on, yani Ramazan’ın ilk on günü girdiğinde geceyi ayakta geçirir,
ailesini uyandırır, ciddi davranır, atkısını bağlardı.’ Geceyi ayakta geçirmek,
namaz kılmak demektir. Dini terminolojide geceyi ayakta geçirmenin bilinen
anlamı budur. İnsanlar geceleyin Hakka yakarırken iki kısımdır: Bir kısmı Allah
Teâlâ’ya elMümsik ismiyle yakarır ki, o da Ramazan isminin perdedarlarından biridir;
bir kısmı ise, el-Fatır ismiyle yakarır. Bu da o ismin perdedarlarından
biridir. İnsanlar ise hallerinde farklı farklıdır.
Rahman amellerime karşı koymasaydı
Yaratmaya karşı koymazdı var olan (parçalarım)
O ‘ol’ der, oluşun meydana gelişi ait değildir bize.
Oluşun varlığında O’na yoktur bir ortak.
‘Oruç tut’ der, tuttuğumuzda der ki bize
‘Bu oruç benimdir’, nerede bizim varlığımız?
‘Benim’ dersem, bana ait bir şeyle size hitap etmiş
olmam.
Bana ait olan müşahededir, kulaklarım yükümlülüktedir
Bana işittirir, duyduktan sonra benden çekip alır.
Şeriatta oruç benim ve sizin olmak üzere iki kısımdır
Beni ondan soyutlarsan, o sizin işiniz! '
Oruçta gerçekte benim bir katkım yok ki!
el-Fatır ismi, Ramazan ayı gecesinde
hüküm bakımından bizde elMümsik isminden güçlüdür. Oruçluyken görünüşte yemese
ve içmese bile, gecelediğinde Rabbinin yedirdiği ve içirdiği bir insan, ‘yiyor’
demektir. Bizzat kendim bunu tecrübe ettim. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin ‘Ben aranızdan birisi gibi değilim, ben gecelerim ve Rabbim beni
yedirir ve içirir’ hadisinin ne anlama geldiğini buradan öğrendim: Peygamber,
hitap ettiği topluluğun ona benzemediğini söyledi ve bu hal onlar için söz
konusu değildi. Bütün ümmet kastedilmiş olsaydı, ben o hali tecrübe edemezdim.
Halbuki -Allah Teâlâ’ya hamd olsunonu tattım. Oruçlu visal orucu esnasmda
Rabbinin yedirdiği ve içirdiği kimselerden değilse, bu nitelikte olan kimseye
göre çocuk konumundadır. Dolayısıyla o ‘yalan elbisesi’ giyene benzer. Bu
nedenle visal orucu tutmak, bu niteliğe hal olarak ulaşmamış bir insan adına
mekruh sayılmıştır. Kendisi bu hali zevk yoluyla tatmalı, etkisi ise uyanıkken
üzerinde görünmelidir. Allah Teâlâ, yerinde doğruyu sevdiği gibi yerinde yalanı
da sever. Bu ise, yalan söylenilecek bir yer değildir. Çünkü Allah Teâlâ bu
yerde yalanı çirkin sayar.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar