[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE NİN] YÜZ YİRMİ BİRİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
ON BİRİNCİ FASIL
el-Bedi İsmi
Bu isim, ibda edilen (örneksiz yaratılan) her şeye ve ilk akla yönelir. İlk akıl,
kalemdir. Bedi harflerden hemze ve onun mertebelerini, menzillerden ise,
şartîn’i var eder. Nefesten kaynaklanan zati-ilahi yardım ile yönelir.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerin
ve yerin bediidir.’15* Bunlar önceki bir örnek olmadan
yaratılmıştır. Allah Teâlâ’nın yarattığı ilk şey kalem olan akıldır. Akıl
örneksiz yaratılan ve Allah Teâlâ’dan zuhur eden ilk edilgendir. Örneksiz
yaratılan her varlık, ibda edilen demektir. Onun yaratıcısı ve örneksiz var
edeni Allah Teâlâ’dır. Bilgi, bir kısmının bilgi tanımında düşündüğü gibi,
‘bilenin tasavvuru’ demek olsaydı, söz konusu yaratılmış, örneksiz yaratılmış
olmazdı. Çünkü o, kendisini örneksiz var edenin zihnindeki örneğe göre meydana
gelmiş, onu var eden, örneğe uygun olarak yaratmıştır. Hakkın nefsindeki
örnek, bilgiyi böyle tanımlayanın görüşüne göre, Hakkın nefsinde zorunlu olarak
varlığını sürdürürdü. Öyleyse Hakk, söz konusu şeyi nefsinde örneksiz var
etmedi. Hâlbuki sonradan olanın bir şeyi var etmesi, söz konusu şeyin
-kendisinin değilbenzerinin zihindeki suretine göre gerçekleşir. Hakk ise var
ettiği şey için bir yer değildir. Bu durumda sonradan olan, örneksiz yaratan
değil iken Hakk örneksiz yaratandır. Yarattığı şeyin sureti (daha önceden)
O’nun nefsinde yoktu ve onu önceden tasavvur etmemişti.
Bu konu güç bir konudur, çünkü
bilinenlerin bir kısmı suredenmeyi kabul ederken bir kısmı kabul etmez.
Bilginin tanımı, ‘bilineni tasavvur’ değildir. Bilen bazen -tahayyül gücüne
sahip olduğu içintasavvur edebilirken bazen bilir, fakat örneklemesi mümkün
olmadığı için tasavvur etmez. Böyle biri, dıştan tasavvur eder ve fakat tasavvur
ettiği şeyi bir surete dönüştüremez, fakat onu bilir.
Bilmelisin ki, (örneksiz yaratma
anlamındaki) ibda’, suretlerde olabilir. Çünkü suretler yaratılışı kabul eder
ve dolayısıyla örneksiz yaratmaya da konu olurlar. Anlamlar, örneksiz
yaratılamaz, çünkü onlar yaratılmaz ve dolayısıyla örneksizliği de kabul
etmezler. Anlamlar, hakikatleri sabit olarak bilinir. Bu, gerçek anlamlar
mertebesidir.
Bazı suretler vardır ki, hem
yaratılışı hem örneksizliği kabul ederler. Onların isimleri olan kelimeler
kendilerini gösterir. Böylelikle bu sözün veya kelimenin altında kelimenin
gösterdiği bir anlam olduğu söylenir. Kelimenin içerdiği bu anlam ise, bir
surettir. Onun şekil ve miktarı olan dış varlığı vardır. Örnek olarak Zeyd
sözünü verebiliriz. Bu, kendisinden bir şey anlaşılan anlamı gösteren bir
kelimedir ve o anlam için konulmuştur. Anlam, bir boyu, genişliği ve boyudan
olan insandır. Böyle biri, bu kelime için ‘anlam’ diye isimlendirilir ve bu
anlam yaratılışı kabul der. Biz ‘anlamlar’ derken yaratılışı kabul etmeyen
şeyleri kastederiz. Yaratılışı kabul etmeyen bir şey örneği de kabul etmez.
Başka bir ifadeyle maddi suretler ve maddi olmayan suretler örneği kabul
edebilir. ‘Maddi’ derken, bileşiği kastetmekteyim ve farklı türlerdeki
cisimlerdir bunlar. Maddi olmayan ise, kendinden başka parçası olmayan
yalınlardır. Fakat bunlar bir araya gelebilir ve birleşerek -sonsuza varıncaya
kadarfarklı suretler gerçekleşir. Onların ilki, kendisi de bir suret olsa bile,
örneksiz iken İkincisi örneksiz değildir. Çünkü o, ilkinin örneğine göre var
olmuştur, fakat o yaratılmıştır. Öyleyse yalın-basit, birincil yaratmayla örneksiz
iken ikinci yaratılışa benzeyen yaratılışıyla ‘yaratılmıştır.’
Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı,
akıldır. Allah Teâlâ onu Amâ’da, Rahman’ın nefesinin ilk derecesinde var etti.
Bu ilk derece yaratılmış insan nefesinde hemzeye karşılık gelir. Hemze, insan
nefesinden oluşan harflerden örneksiz yaratılan ilk harftir. Aklın (tümel)
nefiste olduğu gibi, Hemze’nin de bir takım yönleri ve hükümleri vardır.
Bunlardan bir tanesi ‘Şükrederseniz, artırırız?1*9 ayetinde
belirtilen ilahi yardımdır. Başka bir ayette ise cİyilik
yapanlar için ilave vardır’160 denilir.
İlave iyi veya kötüden olabilir. Ancak ilave, aslın varlığından sonra
düşünülebilir. Aslın miktarı bilinince, ilavenin asıl olduğu zannedilmesin
diye, ilave de öğrenilir. İlavenin en azı, dördüncü dereceye kadar, asıl
gibidir, artık ilave yoktur. İlaveye her ilave -tıpkı asıl gibiörneği asıl olan
bir şeydir. Asıl aklın varlığı iken, ilavesi nefsin varlığıdır ve asıl olan
aklın miktarına göredir. Sonra, doğa gelir, o da aklın ölçüsüncedir. Sonra,
heba gelir, o da aklın ölçüsüne göredir. Sonra, tüm cisim meydana gelir ve o
dördüncüdür. Ondan sonra, suretler vardır. Aynı şekilde, tıpkı akıl gibi,
doğal yardım da -kendisini benimseyene göreElifin meddesine benzer ve onun bir
örneğidir. Bu durum, bütün varlıklara yayılır. Çünkü ona gelen ve bekasını
sürdüren yardım da Haktandır. Öyleyse bir şeyin süreklilik sebebine ve dıştaki
varlığının zuhuruna ilave her şey, başka bir sebepten kaynaklanır.
Akıl ilk var olduğu için, varlıktaki
bütün ilahi yardımların sebebidir. Aynı şekilde hemze de, insan nefesindeki
seste meddi (uzama, yardım) zorunlu kılmıştır ki, sonra veya önce gelmesi
durumu değiştirmez. Burada ilave, doğal medde dört mertebeye ulaşır. Her
ilave, yardım edilmiş herkeste doğal elif konumundaki aslın ölçüsüne göre gerçekleşir.
Bunun örneği, I I (Elif-Elif) şeklindedir. Bu, Ebu Amr kıraatinde böyledir.
Diğer med ise, İbn Amr ve Kisai’nin kıraatine göre üç elif, Asım’ın kıraatine
göre Elif ve yanında üç elif, Vereş ve Hamza’nın kıraatine göre dört elif
şeklindedir. Aynı şey, ca-e harfleri için geçerlidir. Bu ilahi yardım,
kendisini zorunlu kılandan önce ve sonra, Allah Teâlâ’yı bilmeye göre
gerçekleşir. Allah Teâlâ’yı âlem deliliyle bilmeyen kimsede yardım, kulun
bilmediği yönden, Allah Teâlâ’yı bilmeden önce gelir. Böyle biri Allah
Teâlâ’nın türlü nimetlerine girer ve onun nimeti kimin verdiği hakkında tam bir
bilgisi yoktur. Alemi Allah Teâlâ ile bilenin yardımı ise daha sonradır. Çünkü
o, yardımından önce Allah Teâlâ’yı bilmiş ve O’nu görmüştür. Allah Teâlâ’ya
dair bilgisi, O’nun yardımından meydana gelmiş olsa bile, bu, doğal yardımdır.
Rahman’ın nefesindeki yardım, kat be kat artma yoluyla nimetlerin var
edilmesidir. ‘Allah Teâlâ dilediği için
ziyadeleştirir.’161 Nitekim bu
durum, insan nefesinde kendisini zorunlu kılan sebebe ulaşmak veya onun
yanından çıkmak amacıyla, ilahi yardım ile bir harfin dış varlığını meydana
getirmek için sesin uzatılması (şeklinde tezahür eder). Söz konusu harf, (ilahi
yardım) nimetiyle amaçlanan varlıktır. Söz gelişi nefes Amene kelimesinden
‘m’ye veya Âdem kelimesindeki cd’ harfine ulaşmak isteyebilir. Bunu
bilmelisin!
el-Bedi ismi, Atlas feleğinde
belirlenmiş burçların varlığını göstermek üzere, menzillerden şartîn’e
yönelir, çünkü onların kendileriyle bilineceği bir alametleri yoktur. Bunun
için Bedi ismi, bu menzilleri söz konusu ölçülere alamet yapmıştır. Adas
feleğinde Cevari’l-hunnes burçları kat eder. Böylece menziller ile onların
feleği ne kadar kat ettiği öğrenilir. Bu menzillerin ve felekteki her yıldızın
bu Adas içerisinde bir yürüyüşü vardır. Fakat bir şahsın ömrü, onu fark etmeye
yetmez. Bize bir Mısır piramidinde ‘Oğlak aslanda iken yapıldı’ şeklinde tarih
düşüldüğü aktarılmıştır. Bu, oğlaktaki bir gündür. Üzerinden ne kadar zaman
geçtiğine bakınız! Yıldızların yürüyüşünü bilenler şöyle der: ‘Sabit yıldızlar,
felekte her yıl bir derece kat eder.’ Bazılarından ise, yüz sene dedikleri
aktarılmıştır. Duyu onların intikalini ne zaman algılarsa,
cevari’l-hunnes’inkini de o zaman idrak eder.
Tekrar ilk akıl ve onun Rahman’ın
nefesindeki yerinin insan nefesindeki harflerden hemze ile bir olduğu
hakkındaki konuşmamıza dönüp şöyle deriz: Allah Teâlâ melekleri yarattığında -Ki
onlar Amâ’dan yaratılmış akıllardırilahi kalem onlardan yaratılmış ilk şeydi. Allah
Teâlâ onu seçmiş, öne geçirmiş ve bütün âlemi var etme görevini ona bırakmış,
onu âlemin yararlarını gözetmeyle yükümlü tutmuştur. Bunu ise, aklın yükümlü
olduğu ve kendisini Allah Teâlâ’ya yaklaştıracak ibadeti yaptı. Öyleyse akıl,
ancak bunu düşünür. Allah Teâlâ aklı basit yarattı ki, habersiz kalmasın,
uyumasın ve unutmasın! O halde akıl, yaratılmış varlıkların en hafızalısı ve -Allah
Teâlâ bilinenlerin türlerini öğrettiğindeen iyi öğrenendir. Akıl bütün
bilinenleri değişme ve tahriften korunmuş Levha’ya bir bir yazmıştır. Yazdığı
şeylerden birisi de, ‘değişme bilgisizdir. Başka bir ifadeyle başkalaşma ve
dönüşme âleminde neyin değişeceğini ve tahrif olacağını da yazmıştır. Öyleyse
bu levha, değişme kabul etmeksizin, Allah Teâlâ’nın bilgisinin suretine
göredir. Allah Teâlâ aklı böyle görevlendirince, ona isimlerinden Müdebbir ve
Mufassıl isimlerinin (özelliğini) vermiştir. Böylece o, düşünmeden ve bir ön
fikir olmaksızın, tafsil ve tedbir eder. Bunun insandaki karşılığı, fikir gücü
ve tefekkürdür. Yalnız düşündüğünde bir hükme vardığı gibi başkasıyla birlikte
düşündüğünde başka bir hükme ulaşır. Başkasıyla birlikte düşünmeye beşer
âleminde ‘istişare’ denilir. Allah Teâlâ peygamberine ‘İşlerde
onlarla istişare et, karar verince tevekkül et’162 diye emretti.
Öyleyse aklın vilayetini yönetmesi, kısımlara ayrılır. Bu tedbir, ister tek
başına ister istişare yoluyla ortaklıkla gerçekleşsin, aynıdır. İstişareyi
zorunlu kılan sebep, Hakkın her varlıkta özel bir yönünün bulunmasıdır. Söz
konusu yön, sadece o varlığa özgüdür ve başkasına ait değildir. Hakk ona
belirli bir konuda derece bakımından kendisinden üstün birisine ilham etmediği
bir bilgi ilham edebilir. Örnek olarak Âdem’e isimlerin öğretilmesini
verebiliriz. Hâlbuki Mele-i ala Allah Teâlâ katında Âdem’den üstündü. Buna
rağmen Âdem’de onlarda bulunmayan bir bilgi vardı. Bu kitapta meleklerin
arasından Mele-i ala’nın en üstün insandan bile üstün olduğu hakkında delil
zikretmiştik. Bu delili bana rüyada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
söylemişti. Rüyadan önceyse, bütünüyle bu görüşe varmış değildim. Durum böyle
olunca, bazen yönetici ve tafsil edici olması yönünden akıl, fikri kullanmadan
âlemde ortaya koyduğu bazı işlerde yalnız hareket eder, çünkü o, ‘fikir ehli’
değildir. Bazen yönetmesinde başka bir akıl kendisine ortaktır. Örnek olarak,
bir sonraki bölümde -Allah Teâlâ izin verirsezikredeceğimiz tümel nefsi
verebiliriz. Böyle bir durumun nedeni, yaratılış âleminde istişarenin payıdır.
Bunun nedeni ise, uluhiyete hakkını vermektir. Çünkü akıl, Allah Teâlâ’nın her
varlıkta özel bir yönü bulunduğunu bi-
§ # I
lir. Allah Teâlâ diğer yönlerden
başkasına vermediği dilediği bir şeyi o yönden o varlığa ilham edebilir. Bu
yönden her varlık -bir sebep vasıtasıyla bile olsaAllah Teâlâ’ya muhtaçtır.
Şöyle denilebilir: Allah Teâlâ ona
yaratıkları hakkındaki bilgisini öğretti. Nitekim Allah Teâlâ akıl’a ‘Kıyamete
dek yaratıklarım hakkındaki bilgimi yaz’ demiştir.
Buna iki şekilde cevap verilebilir:
Birincisi şudur: İlk akıl gerçekleşecek şeyleri bilse bile varlıkta kendisine
öğretilen işlerden birisi de yönetimde başkasıyla ortaklık ve istişaredir. Allah
Teâlâ’nın yaratıklarında meydana gelecek şeyleri bildiğini biliyoruz. Fakat Allah
Teâlâ ‘Sizi sınayalım ki, öğrenelim’'63 buyurdu. Allah
Teâlâ’dan daha iyi bilen yok iken Allah Teâlâ kendisi hakkında böyle bir ifade
kullanmıştır, ikinci cevap tarzı şu olabilir: Biz Allah Teâlâ’nın her varlıkta
o varlığa özgü bir yönünün bulunduğunu öğrendik. O yön, yaratma ile nitelenmez.
Allah Teâlâ Kalem’e ‘Yaratıklarım hakkındaki bilgimi yaz’ demiştir. Hâlbuki ona
‘her varlığa özgü özel yönden bilgimi yaz’ demedi. Binaenaleyh Allah Teâlâ
bazen bir sebep vasıtasıyla verebileceği gibi -ki sebep Kalem’in Allah
Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki bilgisinden yazdığı şeydiraynı zamanda bir
sebep olmaksızın verebilir. Bu ise, bu yönden verdiği bilgidir. Hakkın bu
yönden verdiğini, sebepler ve yaratılmış olan bilemez. Öyleyse bu yönden gelen
bilginin öğrenilmesi için, Allah Teâlâ akla istişareyi emretti. Böylece yönetim
işinde istişarede bulunduğu kimse, özel yönden Allah Teâlâ’dan öğrendiği
bilgiyi verir. Söz konusu yönün bilgisini akıl yazmadığı gibi yaratıklarında da
gerçekleşmiş değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine ‘Karar
verince, tevekkül et’164 buyurur.
Yani istişarede görüş birliğine vardığınız veya -onlardan farklı olaraksenin
karara vardığın şeyi uygularken, Allah Teâlâ’ya tevekkül et! ‘Allah
Teâlâ’ya tevekkül et’165 ayeti, böyle bir
durumda fiil gerçekleşmezden öncedir. Çünkü niyet, fiili önceler. Bu bağlamda
peygambere ‘Allah Teâlâ’ya tevekkül et5 diye emredildi. Çünkü o,
fiil gerçekleşmezden önce, Allah Teâlâ’nın ilahi-özel yönden kendisine neyi
ilham edeceğini bilemez. Söz konusu özel yön, yaratılışın dışındadır ve ilahi
emirdir. Çünkü yaratma ve emir Allah Teâlâ’ya aittir. Bu yönden meydana gelen
‘emir’, bunun dışında meydana gelen ise ‘yaratmadır.’
Yıldızların harekeüerinde de emir,
akar. Böylece felek derecesinde her yıldız, aynı derecede başka bir veya daha
fazla yıldız kendisine ortak olduğunda veremeyeceği bir hükmü tek başına
verebilir. Onların bir araya gelmesi de istişareye benzer. Bir araya
gelmemeleri ise, her birine özgü özel yönün durumuna benzer. Öyleyse toplamdan
tek başına olmaktan gerçekleşmeyen bir durum ortaya çıkar. Allah Teâlâ her
göğe emrini vahyetti. Bu, her birine özgü olan ve olmayan emirdir. Her birine
özgü olmayan, toplamdan meydana gelir ve her göğe özgü olandan farklıdır.
Sonra, toplamda farklı haller vardır. Bu durumda ise, hallerin farklılığından
meydana gelen şey, meydana gelir. Burada bitişmelerdeki haller, bize göre,
niyetlere benzer. Herkes, kendi amaç ve düşüncesine göre konuşur. ‘De ki,
hepsi kendi tarzına göre amel eder.’166
Sonra, emir, insan nefesine iner. Bu
durumda bir harfin yalnız başına olan hükmü, başka bir harf ile
birleştiğindeki hükümden farklıdır. Kaf harfi tek başına (k) koruma emrine
işaret eder (ki, koru). Lam ile bir araya geldiğinde
ise, ‘kul’ (söyle) diye isimlendirilen bir suret meydana gelir. Bu durumda kaf
harfi konuşmayı emretme anlamı kazanır. Hâlbuki korüma anlamı ifade ederken bu
emirle bir ilgisi yoktu. Mim harfiyle bir araya gelince, kum (kalk) kelimesi
ortaya çıkar ve kaf ‘ayağa kalk’ emrine dönüşür. Bir kelimeyi ortaya çıkartmak
için bitişik harflerden veya kelimeleri ortaya çıkartmak için ayrık harflerden
bir araya getirilenlerin hepsi böyledir. Bu durumda, bir takım durumlar ortaya
çıkar. Efendi kölesine ‘kul’ (söyle) der, onda söz meydana gelir. Efendi
kölesine ‘kum’ (kalk) der oda kalkar. Bu durumda bir araya gelen kelimelerden
ayağa kalkma diye isimlendirilen bir hareket gerçekleşir. Var olanlar da
Rahman’ın nefesinde meydana gelir ve kelimelerin varlıkları ortaya çıkar.
‘Âlem’ denilen budur. Öyleyse kelime Rahman’ın nefesinde ortaya çıkmıştır.
Âlem ise, Amâ’da ortaya çıkmıştır. Âlem, (Rahman’a ait) nefese ait olması
yönünden ‘kelime’ ve emir diye isimlendirilirken Amâ’da bulunuşu yönünden kevn,
halk, zuhur ve dışta zuhur diye isimlendirilir. Öyleyse âlem, kün (ol) sözüyle
meydana gelmiştir. Çünkü bu söz, varlık bir bildiren bir kelimedir ve bütün
ilahi emirlerin yerine geçmiştir. Nitekim fiil ölçülerinde de Fe, Ayn ve Lam
(feale, fiil) bütün ölçülerin ve isim ve fiillerden ölçülenlerin yerini alır.
Öyleyse ‘feale (yaptı)’ kelimenin vezin harfleri olduğu gibi varlığın vezni ve
ölçüsüdür. Öyleyse ‘kün’167 (ol) sözü, de, kalk, al, anlat gibi
bütün emirlerin yerine geçmiştir. Aynı zamanda çık, gir, yaklaş gibi emrin
gerçekleştiği bütün ifadelerin de yerini almıştır. Böylece ‘kün (ol)’ -emir
ayağa kalkma ise, ayağa kalkma, emir oturma ise oturma anlamı kazanır. Bütün
fiiller için aynı şey geçerlidir. Böylece kelime nefeste meydana gelirken âlem
de bir ölçüyle göre Amâ’da meydana gelir.
Burada bir bağ vardır. Bu bağ,
tedbirin tek başına ve istişare ile âlemde meydana getirdiği türlerdedir. Tek
başına gerçekleşene gelirsek, bu, tedbir eden üzerinde iki ilahi isim veya
düşünce sahiplerinde iki düşüncenin hüküm sahibi olmasıdır. Bunun ilahi
âlemdeki karşılığı, tereddüttür. Tedbir eden, bu ve benzeri hallerde yedi
ilahi isimden birisinin hükmü altındadır. Bu isimler, nefiste ve onda meydana
gelen kelimeler üzerinde hüküm sahibidir. Bunlar, el-Cami, en-Nafı, el-Asım
-ki koruyan demektir-, es-Seri’ (hızlı olan) ve es-Settar (örten) isimleridir.
Bu beş isim, âlemde kulluk makamını ortaya çıkartan isimlerdir, elBasir ve
el-Bari isimleri ise, el-Cami isminde hürriyet makamını gerçekleştiren
isimlerdir. Bu isimden, fazilet sahiplerine yardım bu isimden gerçekleşir.
Onlar, güzel ahlaka ısrarla devam edenlerdir. Bu isimden hareketle peygamber
‘Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’ demiştir. Aynı zamanda el-Cami
ismi, cem’ ve vücud (birlik ve vecd), korunanlara ve suç işleyenleri
bağışlayanlara yardım eder. Onlar, elMuntakim ve el-Muakib isimlerinin
kendilerinden talep ettiği cezalandırmayı sahiplerinden uzaklaştırırlar.
Öyleyse el-Cami ismi, güven veren isimdir. Bu durum ‘Ey
kendilerine haksızlık yapan kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin’1611 ayetinde
belirtilir. Bu ismin fiili, her zaman kulluk makamında bulunan kimsede meydana
gelir.
en-Nafi ise, farklı mertebelerine
göre Allah Teâlâ’yı bilenlere yardım meydana gelir. Onlarm arasmda en çok
yardım, ruhları bilenlere yapılır. Bu durum ‘Sana
emrimizden bir ruh indirdik, kitap ve iman nedir bilmezdin’169 ayetinde
belirtilir. Yani onu hidayet ışığı yaptık. Bu isim, kerem sahiplerinden
özellikle cömerdere yardım eder. Onlar, verilene yarar sağlayacak bütün
hususlarda, ‘istenmeden’ cömertçe verenlerdir ki, vermeye özgüdür. Bu isim, Allah
Teâlâ’nın kulluk ve ubudiyet makamlarına yerleştirdiği kimselere yardım eder.
Çünkü Allah Teâlâ adamları iki haldedir; ya kulluk veya hürriyet! Bu kitapta
kulluk ve hürriyet makamları bölümü geçmişti.
el-Vaki, Allah Teâlâ’nın emrinden
koruyan demektir. Bu isim, sıddîklara, sır sahiplerine, -bir tartışma
yapmaksızınAllah Teâlâ ehlinin meclislerinde faydalı bilgileri ortaya çıkartmak
üzere teorik güçleriyle ve fikirleriyle hareket edenlere yardım eder. Aynı
zamanda kulluk makamının sahiplerine ve Allah Teâlâ ile yetinenlere yardım
eder. Onlar, kölenin efendisine tevekkül ettiği gibi -yoksa oğulun babasma,
ölünün yıkayıcısına, ücretlinin iş sahibine veya vekil yapanın vekil edindiği
kimseye tevekkülü gibi değilAllah Teâlâ’ya tevekkül edenlerdir.
es-Seri, el-Vaki ismine benzer. Bu
benzerlik, onun da bu özel tevekkül sahiplerine yardım etmesiyle ilgilidir. Bu
isim, kulluk makamında bulunan ve infak edenlere yardım eder. Bu durum, ‘Her
neyi infak ederseniz, yenisini yerine koyar’170 ayetinde
belirtilir. Bu isim, fena ehli için beka ehline yardım eder. O’ndan alır ve
O’na yönelirler.
es-Settar, el-Gaffar, el-Gafiır ve
el-Ğafır isimleridir. Bu isim, yardım ederken kula ve tevekkül edenlere yardım
eden es-Seri ve el-Vaki isimlerine benzer. Bu isim, kazananlara, Allah Teâlâ’ya
dayanmakla birlikte sebepleri benimseyenlere yardım eder. Onlar, Allah
Teâlâ’ya dayansalar bile, zahirlerinde Allah Teâlâ ile yetinmezler. Sebebe
bağlanan herkes için durum böyledir. Bununla birlikte o, tevekkül edenlerden
olabilir. Öyleyse her tevekkül edenin dışında ‘Allah Teâlâ ile yetinmek’ ortaya
çıkmaz. Bu isim, menzil ve münazele (Hakkın tenezzülü ve kulun miracının bir
yerde buluşması) sahiplerine yardım eder. Bu kitapta -Allah Teâlâ izin
verirsedaha sonra gelecek iki yüz bölümleri vardır.
el-Bari, zeki mühendislere yardım
eder. Onlar, çıkarsama yapan, sanatlar üreten, garip-bilinmez şekilleri ortaya
koyanlardır ve bu isimden yardım alırlar. Bu isim, aynı zamanda, ölçülü güzel
resim çizenlere yardım eder. Bu konuda garip bir duruma Anadolu şehirlerinden
Konya’da bir ressamda tanık olmuştuk. Onu sınamış ve kendisine bilmediği
‘sanatta doğru tahayyül’ öğretmiştik. Bir gün fark edilmeyen bir eksiklik
bıraktığı bir bıldırcın resmi çizdi ve resim ölçüsüne göre değerlendirmemiz
için bize getirdi. Resim, bıldırcının cismi ölçüşünce, büyük bir tabağa
çizilmişti. Yanımızda bir şahin vardı. Şahini elinde tutan onu bıraktığında,
şahin tüylerinin rengi ve şekliyle bıldırcın zannettiği resmi ayaklarıyla
dürttü. Orada bulunanlar sanatın güzelliği karşısında hayrete düşmüştü. Ressam
bana ‘Resim hakkında ne dersin?’ diye sordu. Ben de ‘Gayet güzel, fakat gizli
bir kusuru var’ dedim. Meğerse aralarındaki konuşmada o kusuru oradakilere
söylemişti. Bana ‘Nedir kusuru? Ölçüleri doğru’ deyince ben de şöyle dedim:
‘İki ayağındaki uzunluk, resmin ölçüsüne göre, bir buğday genişliğinde
olmalıydı.’ Kalktı, başımı öptü ve ‘seni denemek için kaşıdı yapmıştım’ dedi.
Orada bulunanlar da kendisini doğruladı ve bunu bana göstermezden önce
kendilerine söylediğini belirttiler. Ben de şahinin bıldırcına saldırmasına ve
onu yakalama isteğine şaşmıştım. Bu isim, bir sınırlama olmaksızın infak
edenlere değil, özellikle yoksulluk dönemlerinde olmak üzere, cömertlere yardım
eder. Bu isim, adamlardan hürriyet makamına yerleştirilenlere bakar ve kulluk
makamına yerleştirilenler ara»ında yardım ilişkisi yoktur.
el-Basir, hürriyet ve kulluk (zorunlu
kulluk anlamında ubûdet) ehline yardım eder. Hürriyet ehline yardımı daha çok
ve onlara bakışı güçlüdür. el-Basir ve el-Bari ismi, fesahat ve ibare ehline
yardım eder. Kuran’ın aciz bırakma özelliği (bilgisi), kelamın inceliğinin ve
nazmının güzelliği bu iki isme aittir. Basir, aynı zamanda menzil ve münazele
sahiplerine basirederi hususunda yardım eder. Onlar, söz konusu menzilleri
kazanmak üzere çalışanlardır. Onlar, çalışmadan, ‘ayaklarının altından’ inayet
yoluyla kendilerine ulaştırılan şeyleri yiyenlerdir. Çünkü bu makam sahipleri
ikiye ayrılır: Bir grubuna menziller çalışma ve gayret yoluyla inerken bir
grubuna çalışma ve önceden yapılmış bir amel olmaksızın inayet yoluyla iner.
Bu isim, tefrika ehline yardım eder. Onlar, zahirde istidadarıyla mazharların
neyi verdiğini ayırt edenlerdir. Bu, garip bir makamdır ve tefrika ehlinin
çoğu onu bilemez. Tefrika ehlinin bilgisinin büyük kısmı, ilahi isimlerin
anlamlarını -zata delil olmaları yönünden değilkendi özel anlamları yönünden
bilmekle ilgilidir. Bu ise, bu isimlerin verisini sınırlamak olduğu gibi onu
verdikleri kimseleri de sınırlamak demektir. Keşif yoluyla gördüğümüze göre bu
konuda âlem, daha fazla olmamak üzere, bindir. Zevk yoluyla gördüğümüz ve adım
adım takip ettiğimiz, bazen bizim kendilerini bazen onların bizi geçtiği -ki
iki mertebede onlar bizi geçmiştir; iki mertebe nikah ve kuşkular
mertebesidirâlem ise, on altı alimdir. Alemin diğer kısmını ise, zevk olarak
değil, keşf ve bildirme yoluyla öğrendik. İlahi yardımlar hususunda bütün bu
zikrettiğimiz hususlara Allah Teâlâ ehlinin geneliyle birlikte ‘zevk’ yoluyla
girdik. Bir ilahi isimde ise onlardan ayrıldık. Bu isim el-Ahir ismidir. Ondan
‘başkanlığı’ aldık ve ‘Yaklaşanlardan ise, ravh ve rayhandır,m ayetinde
belirtilen Hakka yakın kimselerin ulaştığı Allah Teâlâ’nın verdiği rahatlığı
elde ettik.
Bu yola girdiğimde, beş yüz seksen
senesinde nikah mertebesinde kısa bir süre safa ehliyle bu makamlara ulaştık.
Kuşku mertebesine ise, şardardaki ihlalleri nedeniyle, kahır ve galebe (hal
sahipleri) ehli olan kimselerle birlikte girdim. Bu şardar, Allah Teâlâ’yı
bilenlere karşı alınan sözlerdir. Bir kısmımız sözünü bozmuş iken, bir
kısmımız yerine getirir. Biz -Allah Teâlâ’ya hamd olsunsözü yerine
getirenlerden olduk. Bunlar, garip bilgiler ve yüce zevklerdir. Onlardan bir
grupla Mağrip’te, bir grupla İskenderiye’de, bir adamla Şam’da, bir adamla
Sivas’ta karşılaştık. Sonuncusu, bu makamda biraz eksiği olan biriydi. Onu
bize anlatınca, eksikliğini tamamladık ve kısa sürede kemale erdi. O, aslen
Sivaslı değil, misafir idi. Kendisi Ahladı idi. Bu ilahi isimlerin hükmü
altındaki her grubun üç mertebede ayrıcalığı vardır: Üst mertebe, orta mertebe
ve aşağı mertebe. Başka bir mertebe ise, ortak mertebedir. Yönetici akıllar,
kendilerine düşünceler gelirken bu üç mertebeden birisinde veya karşıt ya da
yakın anlamlı isimlerden (birisinde) bulunurlar. Karşıt isimler Dar-Nafi,
Muiz-Müzil, Muhyi-Mümit isimleri iken, yakın anlamlı isimler Kebir-Azim,
Alim-Habir gibi emir ve halk âleminde hükümleri cereyan eden isimlerdir. Allah
Teâlâ izin verirse, bütün bu isimlerin âlemde gözüken hükümlerinden söz
edeceğiz.
Zikrettiğimiz hususun ayrıntısına
gelirsek şöyle deriz: Öncelikle belirtmeliyiz ki, sözü edilen tabakalardan her
biri, Allah Teâlâ ehlinden özellikle ‘nefes ehli’ olanlardır. el-Müdebbir,
nefesler âlemindendir ve herhangi bir ara durumdaki bir şeyi uygulamak
istediğinde, bu uygulama iki hükmü gerektirir -hâlbuki emir tektir.Çünkü Cami,
Nafı, Basir ve yoksulluk anında cömertliği söyleyenler, iki hükümden daha
kolayına bakarlar ve o konuda kolaya göre hüküm verirler. Allah Teâlâ’yı
bilenler de, tevhidi iki hüküm arasında kabul eder ve bu iki hükümden daha kolayıyla
hüküm verirler. Seri, Vaki, Gafur isimleri ise, bu konuda tahkik yolunu
tutarlar ve her hükme hakkını verirler, belirli bir yöne riayet etmezler. Böyle
hüküm verenler ise, Allah Teâlâ ehlinden kemale ermiş olanlardır. İki hükümden
birisi berzah mertebesinden, diğeri süfli âlemden olabilir. Bu durumda Cami,
Nafi ve Basir isimleri güçlüğü kaldıracak şekilde hüküm verir. Ancak Basir ismi
ile cömerdik ehli, tevhidi iki hüküm arasında kabul ederler ki, ortaklık
kalksın. Yedi ismin diğerleri ve bu üç ismin tabakalarının dışındaki bütün
tabakalar ise, itidal yolunu tutarak mertebelerinin gereğine göre hakları
yerine getirirler. Birinci berzah hükmünün örneği, Hakkın duyunun idrak ettiği
surette görülmesidir. Böyle bir durumda muhakkikler, ilahlığa hakkını
verdikleri gibi Hakkın bu suret ile kendisinde ortaya çıktığı mertebeye de
hakkını verirler. Diğer grup ise, Hakka dair ‘suret5 hüküm vererek
şöyle der: ‘Hakk sureti kabul edecek bir hakikate sahip olmasaydı, o surede gözükmesi
doğru olmazdı. Çünkü tecelli vaktinde O’ndan başkası yoktur.’ Tevhidi iki hüküm
arasında kabul edenler ise, Hakkın kendiliğinde bulunduğu halde olduğunu
söyler. Söz konusu suret ise, Hakk ile zuhur etmiştir, Hakk onunla zuhur etmiş
değildir. Onlar, tevhidi Hakk ile suret arasındaki ‘ayırıcı’ ayarlar. Aynı şey,
ikinci durumda geçerlidir. ikinci durumda bunun örneği, bütün varolanları
görürken ‘Allah Teâlâ’dan başkasını görmedim’ diyene olan tecellidir. Bu kişi, suretlerin
berzahta doğa âleminden -ki duyulur olandırortaya çıkması bakımından bu sözü
söylemiştir. Burada da hüküm ifade ettiğimiz gibidir.
Emir berzah mertebesindeki bir hüküm
ile yüce bir suret arasında gerçekleşmiş olabilir. Örnek olarak, Hakkı melek
suretinde görmeyi verebiliriz. Cami, Basir ve Nafi isimleri, teşbihin
gerçekleştiği hususta güçlüğü kaldırır ve iki hükümden birisine hakkını
verirler. Bu ise, (Hakkın) izzet yönüne bakan hükümdür. İlahi cömerdik
sahipleri ise tevhidi dikkate alır ve -güçlük ortadan kalkmakla birlikteonu
izhar ederler. Tevhit ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’172
ifadesidir. Güçlüğü kaldıran, ayetin devamındaki ‘Duyan
ve görendir’173
ifadesidir.
Diğer mertebe şudur: İki ilahi emir,
iki farklı surette ortaya çıkabilir ve her ikisi de berzah mertebesinden
olabilir. Bu konuda ilahi hüküm, berzahta Hakkın suretini ve meleğin suretini
söz gelişi Musa ve Harun’unki gibi İnsanî bir surette görme şeklinde ortaya
çıkar. Ya da Hakk, berzah âlemindeki bir rüyada iki şahıs suretinde görülür.
Örnek olarak Hakkı aynı anda bir genç ve yaşlı suretinde görmeyi verebiliriz.
Burada (gören için) onların Hakk olduğunda ve O’ndan başka olmadığında kuşku
yoktur. Allah Teâlâ’yı bilenlerin ve ilahi cömertliğe mazhar olanların
bilgisi, böyle bir vakıada bunun Hakkın tecelli ettiği surete dönük ilahi bir
yardım olduğu hükmünü verir. İlahi cömerdiğe mazhar olanlar ve Basir isminden
kaynaklanan ilahi bilgiden daha çok nasiplenen erdemliler ise, ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’174 ayetinden hareketle,
Hakkı bu suretten tenzih ederler. Onlar, sureti kendisine layık şekilde tevil
eder. Diğer ilahi isimlerin (mazharı olan) Allah Teâlâ ehlinin sınıfları ise,
Hakkı kendisine layık şekilde Hakk olarak, sureti de kendisine layık suret
olarak bırakırlar ki, bence de doğrusu budur!
Diğer bir mertebe ise, nebilerden
birisinin -söz gelişi Allah Teâlâ’nın ruhu ve kelimesi İsa gibiAllah Teâlâ’nın
kelimesi olmak bakımından Hakk, O’nun ruhu olması bakımından melek şeklinde
gözükmesidir. Allah Teâlâ’yı bilenlere ve ilahi cömerdiğe mazhar olanlar,
meleği peygambere katarken Hakkı söz konusu suretten tenzih ederler. Bilgide
derinleşenler ise -ki onlar daha fazlayı elde edenlerdir ve ilahi cömertlik
ehli kendilerine katıhrşöyle der: ‘İlahi mertebe suretleri âlemden daha iyi
kabul eder.’ Böylelikle peygamberin suretini Hakka katar ve meleğin suretini
bulunduğu hal üzere bırakıp onu tevil etmezler. Bu durum, bilhassa İsa’da böyledir.
Çünkü melek onun annesine İsa’yı verirken yakışıklı bir erkek şeklinde
gözükmüştü. el-Basir ismi ise, böyle bir durumda kendisini tenzih etmek
amacıyla Hakkın suretini düşürür. Geride kalan ise, bulunduğu hal üzere kalır.
Başka bir mertebe, meleklerden
birinin duyulur bir surette gözüküp Hakkın makamında iken ‘Ben Hakkım’
demesidir. Söz gelişi Hz. Musa ağaçtan ‘Ben Allah
Teâlâ olanım, benden başka ilah yoktur’175 hitabını
duymuştu. Böyle bir durumda ârif-alimler ve ilahi cömertliğin mazharları,
duyulur suretin melek olduğunu, Hakkın makammdayken de ‘Hakk’ olduğunu kabul
ederler. Onlarm içinden daha çok bilgi edinen ve ilahi cömertliğin mazharı olan
kimseler ise, bu hükümde onlara katılır. Aynı zamanda onlar, Hakka dair
‘meleklik’ hükmü verirler. el-Basir ismi, kendi hükmüyle Hakkı (melek olmaktan)
tenzih eder. Bunun nedeni, bu hükme teşbihin katışmasıdır. Geride kalan,
bulunduğu hal üzere kalır. Allah Teâlâ ehlinin tümü şöyle der: ‘Hakk suretlere
girmeyi kabul ettiğine göre, suretlerin bu konuda iddiada bulunarak ‘Ben
Hakkım’ demeleri yadırganamaz. Bu konuda itimat edilecek ilke, şeriat yönünden
-akıl yönünden değilHakka hakkının verilmesi olduğu kadar duyuya ve meleğe
hakkının verilmesidir. Bununla birlikte muhakkik olmayanlarda tevhidin
-ortaklık korkusu nedeniyleiki hüküm arasmda bulunması gerekir. Muhakkik ise
bu korkuya önem vermez, çünkü o ne olduğunu bilir.
Başka bir mertebe şudur: İki suretten
biri ulvi, diğeri berzah mertebesinden olabilir. Bu durumda üç isim, Cami,
Nafı ve Basir isimleri berzah ve diğer suretlerdeki güçlüğü kaldırır ve her
surete hakkını verir. Bilmelisin ki, bütün bu zikrettiklerimiz, eşyada akün
hükmüdür. Akıl bazen suretlere güçlüğü, bazen kolaylığı, bazen her birine kendi
hakkını verir. Bu durumda her hükümde Hakkın kendisine olan tecellisine göre
bulunur. Bunun ilahi mertebede veya doğada veya cem-fark, fena-beka, sekr-sahv,
gaybet-huzur mahv-ispat gibi bu ikisinden bileşen şeylerde olması durumu
değiştirmez.
Bu konuda işin gerçeği şudur:
Bilmelisin ki, (varlık anlamında) iş ve emir, Hakk ve halk olmak üzere iki
kısımdır. Hakk, sürekli ve daima sırf varlık iken (halk) sürekli ve daimi
olarak sırf imkândır. Bir de sürekli ve daimi olarak sırf yokluk vardır. Sırf
varlık, ezelde ve ebedde, yokluğu kabul etmez. Sırf yokluk ise, ezelde ve
ebedde varlığı kabul etmez. Sırf imkân, ezelde ve ebedde bir nedenle yokluğu
bir nedenle varlığı kabul eder. Sırf varlık Allah Teâlâ, sırf yokluk imkânsız,
sırf imkân ise, âlemdir. Âlemin yeri, sırf varlık ile sırf yokluk arasmda
bulunur. Yokluğa bakan yönüyle yokluğu, varlığa bakan yönüyle varlığı kabul
eder. Bir kısmı, karanlık -ki doğadırbir yönü de ışıktır. Bu ise, mümküne
varlığı veren Rahman’ın nefesidir. Alem taşıyan ve taşınandır. Taşıyan olması
yönünden cisim, suret ve faildir. Taşınan olması yönünden ise, ruh, mana ve
edilgendir. Hayali veya duyulur veya manevi bütün suretler, kendi makamına ve
haline uygun bir tarzda, Hakk tarafından düzenlenir ve itidale kavuşturulur.
Tesviye ve düzenleme, terkipten, yani kendisini taşıyan dört unsurdan öncedir.
Rab onu söz, el, iki el, eller vasıtasıyla dilediği şekilde düzenler. Bu dört
unsurun dışında başka bir şey yoktur. Çünkü varlık dört üzerine kuruludur. Bir
şeyin itidali, onun hazırlanması ve terkibe ve taşınmaya istidat kazanmasıdır.
Ardından Rahman onu teslim alır, nefesini kendisine yöneltir. Bu ise ‘Kendisini
düzenlediğimde, ruhumdan üfledim’176 ayetinde
belirtilen ‘Hakkın ruhudur.’ Aynı zamanda bu, suretin kabul ettiği nefesin ta
kendisidir.
Suretlerin kabulleri, istidada göre
değişir: Unsurdan oluşmuş suretin üfleme esnasında ‘fitili’ tutuşur ve bu
tutuşma esnasında ‘hayvan’ diye isimlendirilir. Tutuşma olmaz ve duyuyla
algılanan bir hareket gözükürse -unsur kaynaklı ise‘bitki’ diye
isimlendirilir. Duyuda tutuşma veya hareketi gözükmezse, -unsur kaynaklı
isemaden veya donuk diye isimlendirilir. Suret feleğin hareketinin edilgeni ise
‘rükün’ diye isimlendirilir. Bunlar dört mertebeye ayrılır. Bu rükünlerden
düzenlenmiş ve itidal halinde bir suret ortaya çıkar ve gök diye
isimlendirilir. O da yedi tabakadır. Rahman nefesini bu suretlere yöneltir ve
duyunun fark edemediği fakat iman ve nefsin inkâr edemeyeceği şekilde, hayat
bulurlar. Bu nedenle tutuşmaya konu olmazlar. Göklerde tutuşmayı kabul eden
her mevzi ‘necm’ diye isimlendirilir. Yıldızlar ortaya çıkar, onlar ile
felekler harekete geçer. Bunlar, tutuşan kısımlarıyla hayvan gibi, hareketli
kısımlarıyla ise bitkiler gibidir. Suret, bir manevi hareket, ameli güç ve
(Rahman’a ait) nefesin yönelmesinden meydana gelirse, tüm cisim, arş, kürsü,
felek, burçlar feleği, menziller feleği diye isimlendirilir. Rahman nefesini
onlara yöneltir. Onların içinden tutuşma özelliğine sahip olanlar, yıldızlar
(nücûm) diye isimlendirilir. Bunların gökteki durumu, insanın yüzündeki göz
bebeği gibidir. Tutuşmayı kabul etmeyen ise felek diye isimlendirilir.
Suret akli bir suret ise soyut bir
akıldan zatî bir yolla çıkar. Bu suret, istidadıyla taşıyacağı şeyi talep
eder. Rahman ise düzenlendiği bu esnada ona nefesini yönlendirir. Bu nefesle
tutuşan kısım, bilgi nuru, hareketli olan ve tutuşmayan ise amel diye
isimlendirilir. Bu iki gücü taşıyan zat ise ‘nefs’ diye isimlendirilir. Suret
ilahi ise, ya toplayıcıdır -ki bu insanınkidirya da toplayıcı değildir.
Toplayıcı olmayan ise aklın suretidir. Rab akli sureti emriyle ve insanın
suretini iki eliyle tasvir ettiğinde, Rahman nefesiyle ona yönelir ve her
ikisine ‘emrinden bir ruh’ üfler. Aklın sureti, bu üflemeyle kıyamet gününe
kadar âlemdeki bilgilerin hepsini taşır. Allah Teâlâ onları âlemin varlığının
aslı yapmış, imkân varlığında ille olmayı ona tahsis etmiştir. İki el ile
yaratılmış ilk insanın sureti ise, bu üflemede ilahi isimlerin bilgisini
üsdenir. Onları aklın sureti yüldenmemişti. Böylelikle insan Hakkın suretine
göre ortaya çıkar ve nefesin hükmü biter. Çünkü Hakkın suretinden daha
mükemmeli yoktur. Ardından âlem döner ve imkân varlığı, ışık ile karanlık,
doğa ile ruh, gayb ile şehadet, örtünme ile açığa çıkma arasında ortaya çıkar.
Bütün bu zikrettiklerimiz arasında sırf varlığa dönen şey, ışık ve ruh iken
sırf yokluğa ait olan ise, karanlık ve cisimdir. Bunların toplamı ile de suret
meydana gelir. Artık Rahman’ın nefesi yönünden âleme bakarsan ‘Allah Teâlâ’dan
başka değildir’ dersin; düzenlenmesi ve itidale kavuşması yönünden bakarsan
‘yaratılmış’ dersin. ‘Sen atmadın’177
-yaratılmış olman bakımından-, ‘Attığında’178 -Hakk
olman yönünden‘Fakat Allah Teâlâ attı.’179 Çünkü o,
Haktır. Bütün âlem, (Rahman’a ait) nefes ile teneffüs sahibi olmuş ve Nefes onu
izhar etmiştir. O Hakk için bâtın, yaratılmış için zâhirdir. Hakkın bâtını
yaratılmışın zâhiriyken halkın bâtını Hakkın zâhiridir. Her ikisiyle birlikte,
âlem var olmuştur. Toplam terk edildiğinde, Hakk ve halk denilir. Hakk sırf
varlığa, halk ise (yaratılmış) sırf imkâna aittir. O halde âlemden yok olan ve
kaybolan şey, yokluk yönünü takip eden kısımdır. Geride kalan ve yokluğu
mümkün olmayan kısım ise, varlık yönünü takip eden şeylerdir. Her iki durum,
sürekli âlemde hükümrandır. O halde yaratılış, dünya ve ahrette her nefes yenilenir.
Başka bir ifadeyle Rahman’ın nefesinin yönelmesi, süreklidir. Doğa ise bu nefes
nedeniyle sürekli yeni suretlerle oluşmaktadır ki, ilahi emir işlevsiz kalmasın!
Binaenaleyh işlevsizlik, mümkün değildir. O halde bazı suretler oluşurken
bazıları nefesi kabul eden istidatlara göre ortaya çıkar. Âlemin örneksiz
yaratılışında mümkün olan yönü sana açıkladım. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya
ulaştırır.’180
el-Bais İsmi
el-Bais korunmuş levha’yı var etmeye
yönelir. Korunmuş levha, tümel nefs ve tam itidale kavuştuktan sonra
düzenlenmiş suretlere kendisinden üflenen ruhtur. Allah Teâlâ, bu üfleme
vasıtasıyla onlara dilediği suretleri verir. Bu durum ‘Dilediği
her surette,m ayetinde belirtilir. el-Bais,
harflerden ‘h’ ile zamir olan ‘h’yi (hu) var etmeye yönelir. Belirlenmiş
menzillerden ise, batîn’i var eder.
Bilmelisin ki, bu nefs, levh-i
mahfuzdur (korunmuş levha) ve bir sebepten var olan ilk varlıktır. Sebep, ilahi
emirden meydana gelen ilk akıldır, ilk aklın Hakka dönük özel bir yönü vardır
ve o yönden varlığı kabul etmiştir. O ve âlemdeki her varlık, böyle bir yöne
sahiptir. Varlıkların yaratılmış bir sebepten meydana gelip gelmemesi durumu
değiştirmez. Sebeplerin bir kısmı yaratılmışken bir kısmı manevi-nispidir.
Yaratılmış sebepler, herhangi bir yaratılmışın varlığının önceki bir yaratılmışın
varlığından önce gelmesine benzer. Bu, fiili veya özel bir nispede olabilir.
Bunun böyle olması kaçınılmazdır ve ancak böyle bir öncelik durumunda sebep
olabilir. Aksi halde sebep değildir. Bazen bu sonuç yaratılmamış bir şey
olabilir. Örnek olarak ‘Dua edenin duasına karşılık veririm’182
ayetini verebiliriz. İstek karşılık vermenin gerçekleşme sebebidir. Karşılık veren
kim olursa olsun, durum böyledir. ‘Onlara Rablerinden hadis (yeni) her
söz geldiğinde5183 ayeti bu
hakikatten inmiştir. Yani bu emirlerin bir kısmını dilekler meydana
getirmiştir.
Manevi sebep ise, sebepli yönünden
edilgen ismiyle, sebep yönünden etkin (özne) ismiyle ortaya çıkar. Sebepli
yönünden edilgen ismi, etkiyi ve eseri kabul eden istidadıdır. Çünkü istidat
bulunmasaydı, bu etki gerçekleşmezdi. Bu istidat, imkânsızı engellemiş o da var
olmamıştır. Bununla birlikte imkânsız, varlığı kabul etmese bile, ‘var sayımı’
kabul istidadına sahiptir ve bu varsayımdan sahip olmadığımız bir bilgiyi
çıkartabiliriz. Söz konusu şeyin istidadı var sayımı kabule müsait olmasaydı,
akıl onu var sayamazdı. O halde mümkün, varlık yönüne yönelmiştir. Sebep
yönünden olan isim, fail (etkin, özne) ismidir. Allah Teâlâ ‘Bizim
sözümüz’1*4 der.
Burada sebebi belirtmiştir. ‘Onu irade ettiğimiz-
de..,’18S
Burada ise, iradeyi ve irade edilen şeye yönelmeyi ifade etmiştir. Öyleyse bu
özellikteki birinin Bilen ve var etmek istediği şeye Gücü yeten Diri olması
gerekir. Bütün bunlar ise, nispi-manevi istidadardır. Sebep olan hakikat ise
bundan başkadır, çünkü o, illet olmayan var olan bir sebeptir, fakat şarttır. Allah
Teâlâ ilk akıl’ı ‘kalem’ olarak yarattığında, hakikatiyle kendisinde yazı
yazacağı bir yer istemiştir, çünkü o, kalem idi. Bu talepten ise, levha ortaya
çıktı İti, o da nefis idi. Nefs, kalemin talebinden ortaya çıkan ‘ilk
varlıktır.’ Akıl, tek başına levha’yı var etme gücüne sahip değildi. Bu nedenle
el-Bais isminden ve nefsi kendisinden çıkartan özel yönden yardım almıştı.
Akıl, kıyamete kadar sahip olduğu bütün bilgileri yazılmış ve düzenlenmiş bir
halde levhaya aktarmıştı. Bu ise, levha ile kalem arasında meydana gelen
üçüncü varlıktı ve levhadan sonra var oldu. Allah Teâlâ kaleme ilkayı
(aktarma), levhaya ise aktarılanı kabul özelliği verdi. Levha’ya aktarılan ve
onun öncesinde de kalemin zatında yaratılmış kelimelerin sayısi, iki yüz altmış
dokuz bin iki yüz ayet idi. Bu, kıyamet gününe kadar nefsin sebepler
vesilesiyle âleme aktaracağı şeylerin sayısıydı. Varlıklarda ilahi yönden
meydana gelen şeyler ise, var olma esnasında gerçekleşir. Allah Teâlâ’dan
başkasının ona dair bilgisi olmadığı gibi onun varlığı Allah Teâlâ’nın
bilgisine kalmıştır. Bütün bunlar, akim Rahman’ın nefesinden Rabbinin
kendisiyle konuşması yönünden elde ettiği şeylerdir. Bu durum, Hz. Musa’nın
rabbiyle konuşmasına benzer. Hz. Musa rabbiyle on iki bin kelimeyle konuşmuş,
her kelimede Allah Teâlâ kendisine ‘Musa’ diye hitap etmişti.
Akıl için ilahi telakki tarzı,
tecelli eden ve edilen adına sevgiden kaynaklanan Rahmani tecellidir. Bu
makamdan Allah Teâlâ, eşler arasına sevgi ve rahmeti yerleştirmiş, kocanın
karısında dinginlik bulmasını sağlamıştır. Eşi erkeğin kendisinden ve nefsinden
yarattı. Nitekim Allah Teâlâ ‘5izin için
nefislerinizden zevceler yarattı ki, onlara yönelirsiniz, aranıza sevgi ve
merhamet yerleştirdi, bu konuda ayet vardır’'86 buyurur.
Yani alamet ve delil vardır. ‘Düşünenler için.’187 Düşünenler
onun doğru olduğunu anlar. Bu düşünmenin faydası şudur: İnsan bir kadınla
evlendiğinde ve ona karşı dinginlik bulduğunda, Allah Teâlâ aralarına sevgi ve
rahmet yerleştirir. Bu durumda, Allah Teâlâ’nın o ikisinin bir aya gelmesini
istediği anlaşılır. Birisinin diğerine duyduğu dinginlik kalkıp sevgi
kaybolduğunda ise -ki sevgi bu dinginliğin sabit olmasıdır ve bu nedenle
yerleşik olduğu için sevgi ‘meveddet (sabit sevgi)’ diye isimlendirilmiştir. Allah
Teâlâ da sevdiği
kullarına dönük sevgisinin sabitliği
nedeniyle el-Vedud diye isimlendirilmiştir-, karı ve koca arasındaki rahmet
ortadan kalkar. Bu durumda Allah Teâlâ’nın o ikisinin boşanmasını istediği
anlaşılır. Bu nedenle kişi, bu iş için acele eder ve Allah Teâlâ nezdinde bu
makama ulaşmak ister. İnat eder ve direnç gösterirse, ilahi yakınlıktan mahrum
kalır. Çünkü ilahi mertebe, ısrar ve inatlaşmayı kabul etmez. Şeriatta sabit
hüküm sabittir. Bizim söylediğimizi ise, Allah Teâlâ’nın kullarından tefekkür
sahipleri anlar. Allah Teâlâ evliliği onlar için yarattı. Allah Teâlâ aklın
zatından bu bilgilerin meydana geliş sebebini ise, tecelli yapmıştır ve bunlar
ondan alınır. Tecellinin nedeni ise, sevgidir, çünkü sevgi, âlemin varlık
sebebidir. Sema ise onun oluş sebebidir. Bütün bunları, sema ve sevgi bahsinde
açıklamıştık.
Nefsin sahip olduğu bilgileri
algılayış ve telakki ediş tarzına gelirsek, öncelikle nefs ve sebepten meydana
gelen her varlığın sebeplerin değişmesiyle (bilgi yolları da) değişir. Nefsin
bilgi alışı iki tarzda gerçekleşir: Birincisi, bir sebep vesilesiyle meydana
gelen varlık özel yönden bilgiyi almış ise, ilahi tecelliden almıştır. Onun
tecelli edeni bilip bilmemesi durumu değiştirmez. Bilirse, Allah Teâlâ’yı
bilenlerden olur; bilmezse, inayet ehlinden olur, fakat kendisine inayet
edildiğini bilmez. Çünkü insanların çoğu, bu yönden verilen bilginin durumunu
bilmez ve onu anlamaz. Çünkü bu yönden verilen bilgi, Allah Teâlâ’nın kendisine
ayırdığı ve kendisine seçtiği özel kullarına verilmiştir. Diğer algılama tarzı
ise, bir sebepten elde edilen bilgidir. Bunun yolları pek çoktur, çünkü
sebepler farklı farklıdır. Aklın kendisine yönelerek nefse izhar ettiği
şeylerde sebep olması nerede, göğün yeryüzüne yönelerek onda ortaya çıkarttığı
bitkilerde sebep olması nerede? Gök kendisine yağmurları yağdırır, yeryüzü
onları kabul eder. Feleklerin, hareketleri, ulvi âlemdeki yıldızların bakışı ve
doğanın yardımı: Bütün bunlar, yeryüzünde ortaya çıkabilecek çiçeğin
varlığının nedenidir. Bunlar nerede, aklın sebep olması nerede? Bu nedenle,
gerçekte sınırlı olsa bile sebeplerin sınırlanamayacağını söyledik. Nefisten
âlemdeki son unsura kadar, nefs ile son unsur arasında feleklerin ve
yıldızların hareketlerinin bir çiçeğin ve yaprağın varlığının ortaya
çıkmasında etkisi ve -ilahi emir kaynaklıbir hükmü vardır. Hadis sebep bazen
onu bilirken bazen bilmez. Bunlar, bütünüyle zati (doğrudan) sebeplerdir. Bir
kısmı ise cemaate ders öğreten bir hocanın ders aktarması gibi dolaylıdır ve
onlar dolaylı sebeplerdir. Dolaylı sebep, iradeli sebeptir. Bunun dışındakiler
ise, zatidir. Öyleyse sebepler ile sebepli arasındaki ilişki, kesintisizdir.
Çünkü bu ilişki, birinin sebep ötekinin sebepli olmasını koruyan ilişkidir.
Allah Teâlâ tümel nefsi akıldan sonra
Rahman’ın nefesinden var etti. Bu durum, ilahi surete göre yaratılmış insan
nefesinde, he’nin hemzeden veya hemzenin he’den sonra var olmasına benzer.
Öyleyse o, Rahman’ın nefesinde tümel nefstir. İnsanın nefesinde ise he, zamir
ve kinayedir. Bu nefs, zamir olması bakımından kendisini var edene döner, çünkü
ona delildir ve delalet İkincide gerçekleşebilir, ikinci ilki talep ederken,
ilk delalet için İkinciyi aramaz. Bu nedenle peygamber ‘Kendini bilen, Rabbini
bilir’ buyurdu. İnsan İkincidir, çünkü o, delalet mahallidir. Birinci hakkmda
ise ‘Allah Teâlâ âlemlere muhtaç değildir,m buyurdu.
Böylece Allah Teâlâ’yı, delil olmaktan tenzih etmiştir. O’nun illet olması caiz
olmadığı gibi ‘Allah Teâlâ vardır ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktur’ ifadesiyle
delil ancak O’na dönük olabilir. Allah Teâlâ, delil olmaktan münezzehtir.
Bu mertebede Allah Teâlâ menzillerden
batîn’i var etti. Ona cevari ve yavaş hareketli yıldızlar yerleşir. Allah
Teâlâ bu nefse iki güç vermiştir; ilmi ve ameli güç! ilmi güç ile suretlerin
varlıkları ortaya çıkarken ameli güç ile miktarlar ve ölçüler bilinir. Özel
yönden ise, kaza ve kader (bilgisi) meydana gelir. Bütün bunları
gerçekleşmezden ancak Allah Teâlâ’nın öğrettiği kimse bilebilir. Kaza ve
kaderin hükmü, zikrettiğimiz yönün dışında bilinemez. Bu durum, miktar ve
ölçüleri bilmekten farklıdır. Çünkü onlarm bilgisi, nefs bilgisine dahildir.
Bu nefsin âlemdeki bütün suretlerle ilişkisi -bir derecelenme
olmaksızıneşittir. Ancak suretler, kendi zatlarında sahip oldukları
istidatlarına göre kabul eder ve derecelenme gerçekleşir. Burada ise, nefs ile
akıl arasında bir derecelenme vardır.
Rahman’ın nefesinde ortaya çıkan
ilahi kelamdaki ayetleri sana açıklamıştık. Bunlar, yüce Kuran’da, indirilmiş
kitaplarda ve gönderilmiş sayfalardaki ayetlerdir. Bu ayetleri bir araya
getiren ve bir kısmını diğerlerinden ayıran sureler vardır. Kuran sureleri
böyledir. Onlar, ayetleri birleştiren bilinen menzillerdir. Ayetler de
kelimeleri bir araya getirir. Kelimeler harfleri bir araya getirir. Harfler ise
manaların zarflarıdır. Bu ayetlerin sureleri, bir fazlalık ve eksiklik
olmaksızın, on tanedir. Bir kısmı asıl suredir. Bu kısım, âlemde kendi başına
var olan her hakikate delil olan ve başkasını taşıyan suredir. İkinci türü ise,
taşınan suredir. Bu, kendi başına var olmayıp var olmak için bir mahalle ve varlığın
kendisinden dolayı ortaya çıktığı bir cevhere muhtaç olan varlığa delil olan
ayeti içerir. Bazen bu varlık (bir varlık için) ayrılmaz özellik olarak
gerçekleşirken bazen hakikatinin gereği ölçüşünce dolaylı meydana gelir.
Üçüncü sure, Dehr suresi, dördüncüsü istiva suresidir. Bunun iki aslı vardır:
Birincisi Amâ’nın zarf olması, İkincisi Arşın zarf olmasıdır. Birincisi
manaların zarflığı, İkincisi surelerin zarflığıdır. Beşinci sure, haller
suresidir. Altıncı, miktarlar suresidir. Yedincisi nispetler, sekizincisi
ifade, ibare, hükümler, ima, işareder ve iki muhatap arasında anlamayı gerçekleştiren
şeyler suresidir. Bu kısım, âlemin konuşması ve her söz sahibinin sözüyle
ilgilidir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın Adem’e öğrettiği ilahi isimlerdir. Bu
isimlerin bir kısmını melekler bilirken Âdem’e bütünü verilmişti.
İsimlendirilenlerden ortaya çıkanlar ise, meleklerin bilmedikleridir.
Dokuzuncu sure, var olan eserler suresidir. Onuncu sure, var olanların
suresidir. Bunlar, ilahi ve kevni edilgenliklerdir. Bu on kısım, bu ayetleri
içerir ve onları keşif yoluyla bilen kişi, Hakkı ve halkı bilir; delalet
yoluyla bilen ise, keşif sahipleri gibi, o bilgide kemale eremez.
Bunun remiz olduğunu söyleme. Bütün
bunlar, her akıl sahibinin bilebileceği açık ve seçik ifadelerdir. Akıllı insan
bu konuda iyice inceleme yaparsa, bütün ayetlerin -kadim ve hadisiylebu
surelerde sınırlı olduğunu görür. Tümel nefs ise, kendisinden bu surelerin
bilgisinin çıktığı şeydir. Çünkü o, ilahi kalemin kendisine yazdığı şeylerin
mahallidir. Öyleyse (tümel) nefs, kevni bir eş ile nikahlanan ilk varlıktır.
Onun aşağısındaki her şey, üreme âlemindendir. Akıl onun babası, nefs
annesidir. Bunu anla ve Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Onlar
yeniden yaratmadan kuşku içindedir”89 dediği kimselere katılma. Onlar,
kendilerine ‘Rablerinden gelen her yeni sözden’ yüz çevirenlerdir. Bu konudaki
mertebemizde şunu söylemiştik:
Ben yeni yaratma içindeyim
Her gün, bir artış içinde
Ben sevgim yönünden
Vecd ve varlık arasındayım
Şükrederim, seven biri gibi
Artış var mı? diye sorar dururum
Bir vakit birim
Müşahedemdeki vecdim esnasında
Ey dereceleri yükselten!
Mutluluk menzillerinde
Allah Teâlâ’m! Kaldır benden
Yükseliş miraçlarında
Yolumdaki her perdeyi
İnişimde ve çıkışımda
Allah Teâlâ’m! Benim payımı yap
İsimlerin arasında el-Vedud
ON ÜÇÜNCÜ
FASIL
el-Bâtın İsmi
el-Bâtın doğayı ve doğanın meydana getirdiği âlemdeki nefisleri
var etmeye yönelir. Bunlar, dört hakikatte sınırlıdır. Onlarm birleşme ve
ayrışmaları (bu isimle ilgilidir). Harflerden, Ayn harfini var eder. Belirlenmiş
menzillerden ise, Süreyya yıldızı ona aittir.
Bilmelisin ki, bize göre doğa, ilk
akla kıyasla üçüncü mertebededir. O, dışta var olmaksızın, varlığı akledilir
bir şeydir. ‘Yaratılmış’ derken, takdir edilmiş olmasını kastetmekteyim. Çünkü
yaratma, takdir demektir. Bir şeyin takdir edilmiş olması, onun yaratılmasını
gerektirmez. Şair şöyle der:
Sen hiç kuşkusuz, yarattığını takdir
ettin
Bazı insanlar ise yaratır da takdir
etmez
Bu dize, üçlüdür, dörtlü değildir,
çünkü övgüyü amaçlamıştır. Dörtlü, kınama ve hicvetme amacıyla söylenir. Bir
şeyi takdir eden herkes, onu var edemez. Teorik alandaki bilgilerde imkânsızı
var sayma, bu ilahi hakikatten ortaya çıkmıştır. Bilgin varlığı mümkün olmayan
bir şeyi takdir eder. Bazen ise var olması geçerli bir şeyi takdir eder, fakat
onu var edemez. Şair şöyle der.
Bazı insanlar iyiliği sayar, fakat onu yapmaz
Sen ise, ey
hükümdar! Bir maslahat görürsen yaparsın onu
Yaratanın iki anlamı vardır: Takdir
eden ve var eden! Kim yaratmış ise, takdir etmiş veya var etmiştir. Allah Teâlâ
doğa mertebesini takdir etmiştir. Varlığı olsaydı, nefsin aşağısında olurdu.
Öyleyse doğa dışta var olsa bile, Hakk tarafından görülür. Bu nedenle onu
ayırt etmiş ve mertebesini belirlemiştir. Doğal varlıklar için doğa, ilahi
isimler gibidir; bilinir, akledilir, etkileri ortaya çıkar, meçhul değildir,
genel olarak dışta varlıkları yoktur. Aynı şekilde doğa da, kendisine izafe
edilen ve kuvve halinde sahip olduğu duyusal suretleri ortaya çıkartır, fakat
kendisinin dışta varlığı yoktur. Doğanın mertebesi ne kadar garip, etkisi ne
kadar büyüktür! Doğa dört hakikatin toplamından ibaret, akledilir bir şeydir.
Bu dört hakikatin yaratılmış doğal cisimlerdeki sonuçlan ise, sıcaklık, kuruluk,
yaşlık ve kuruluk diye isimlendirilir. Bunlar, doğanın kendisi değil,
cisimlerdeki etkileridir. Bunlar, ilahi nispetler içerisinde bilgi, hayat,
irade ve söze benzer. Dışta ise, tek bir zat vardır. Hayat sıcaklığa benzerken,
bilgi soğukluğa, irade kuruluğa, söz yaşlığa benzer. Bu nedenle onu ‘yumuşaklık’
ile niteleyerek ‘Ona yumuşak söz söyleyin’190
buyurdu. Söz, yumuşaklığı ve kabalığı, irade ise kuruluğu kabul eder. Çünkü Allah
Teâlâ ‘Niyetlenince, Allah Teâlâ’ya tevekkül et,,9‘ demiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise, ‘O’nun parmaklarının serinliğini buldum ve
anladım’ demiştir. Bu nedenle, bilgiyi doğada soğukluğa benzettik. Hayat ise,
sıcaklığa aittir, çünkü doğal canlıda sıcaklığın bulunması zorunludur. Doğanın
verdiği nefisler ise, doğal cisimlerde gelişme ve duyu gibi hayatın kendisiyle
gerçekleştiği şeylerdir. Bunun dışındaki nefisler, doğadan kaynaklanmaz ve onun
nedeni başka bir şeydir. Bu, akli hayat, yani bilgi hayatıdır. Başka bir
ifadeyle bu, ilahi nurun ve Rahmani nefesin kendisidir.
Sonra bilmelisin ki: Bu varlık
hakikatinden ‘nefes’ diye isimlendirilen şey, Rahman’a veya ona benzer ilahi
bir isme ait olarak vardır. Bazen, bunun zıddını gerektiren başka bir isme ait
bir hakikat olabilir ve ondan varolan için nefes gerçekleşmez. O da bir
hakikattir, fakat nefesin (bir isme izafesi), üflemeyi sağlayan özel bir
duruma bağlıdır. Üflemeyle ise Allah Teâlâ, varlıklardan hissettikleri sıkıntı
ve güçlüğü kaldırır. Nefesin bir ismin niteliği olması, onun iradesinin
gerçekleşmesiyle mümkündür. Nefese bu yönden bakılmazsa, nefes, sadece
-hakikati yönünden kendisiyle nitelendiğivarlığın hayatı demektir. Bakınız!
Hayvani nefsin varlığından ‘ölü’ adını nefes kaldırmaktadır. Ölüm, alışık
olunana ülfet nedeniyle, istenmeyen bir durumdur. Ölüm bir ayrıştırıcıdır. Bu
nedenle insan tarafından nahoş bulunur. Hâlbuki insan bu esnada kiminle
karşılaştığına bakarsa -ki Allah Teâlâ’dırölüm hediye haline gelir. Nefs ismi
ona bu müşahedede daha uygun olur. Suretlerin varlığı nefte ait olunca, ona ait
harf Ayn harfi olmuştur. Çünkü doğal suretin doğa bakımından ruhu yoktur ve o
ilahi ruhtan doğal suretlere ait bir ruhtur.
Bu ismin menzillerden payı,
Süreyya’nın varlığıdır. Süreyya yedi yıldızdır, çünkü doğa üçüncü mertebededir.
O ise, daha önce zikredildiği gibi, dört hakikattir. Toplamından yedi ortaya
çıkar. Onlardan ise Süreyya ortaya çıkar. Bunlar, yedi yıldızdır. Akıl da üç
nispet ve yöne sahiptir. Ondan ise, bazı akılcıların çokluğun ilk akıldan
-kendisi bir ikençıkmasının nedeni hakkmda zikrettiği gibi çokluk var olmuştur.
Böylece şartın üç yıldız olmuş, nefs ise bu konuda akıl gibi olmuştur. Böylece
batın üç yıldız olmuştur. Nefs ikinci olduğu için, batın iki şartîn’e göre
ikinci mertebede var olmuştur. Doğada ortaya çıkan bu yediden ise âlemde
yedililer ortaya çıkar. Bunlar, yedi gün, yani haftanın günleridir. Muhammed
b. Şirin bunu dikkate almıştır. Bir kadın kendisine gelerek, ‘Süreyya’da parlak
ayı gördün mü?’ diye sormuş. O da ‘Ben bu zamanın bu şehirdeki ayıyım’
demiştir. Süreyya, yedi yıldızdır ve yedi kabirden sonradır. Çünkü Süreyya,
sera kelimesinden gelir ki, toprağa ait bir isimdir. Böylece yedi gün içinde
ölmüştür. Bunun ne kadar garip olduğuna bakınız!
Doğa hakkındaki bu ifadelerimi
yazarken uyumuşum. Rüyamda annemi gördüm. Üzerinde beyaz hoş bir elbise vardı.
Eteğini kaldırdım, cinsel organı göründü bana, ben de baktım. Sonra şöyle
dedim: ‘Annemin organına bakmam bana yakışmaz.’ Hemen onu örttüm, o ise
gülüyordu. Bu meselede gizlenmesi gereken bir hususu kavradığımı anladım.
Bunun üzerine, bu rüyayı görmezden önce açılmış olan o konuyu güzel sözlerle
gizledim. Rüyadaki annem, doğa idi. Fere ise gizlenmesi gereken özel yön idi.
Eteğin kalkması, o konunun bu bölümde açıklanmasıydı. Bu güzel beyaz elbiseyle
örtünme ise konunun güzel söz ve lafızlarla gizlenmesiydi.
Sonra, bu bölümde doğa hakkında
konuşurken bir uyku tuttu beni. Büyük bir atın üzerindeydim ve bir su
birikintisinin yanına geldim. Zeminde küçük taşlar vardı. Orayı geçmek istedim.
Önümde kurşuni renkte bir ata binmiş ve suyu geçen bir adam vardı. Suyun bir
yanında taşlarla çukurlaşmış derin bir yer vardı. Fark edilmiyordu. Süvarinin
atı bir anda oraya battı ve su kalçalarına ulaşana kadar kendini kurtaramadı.
Sonra karşı tarafa ulaşarak kendini kurtardı. Nereden geçebileceğimi düşündüm.
Suyun üzerinde iki yönden basamakları olan ve yürümek üzere bir geçit
yapılmıştı. Atın oradan geçmesi mümkün değildi. İnsanlar şaşırmış ve şöyle
diyorlardı: ‘At orayı geçemez.’ Ben ise onlarla konuşmuyordum. At kendisinden
istediğimi anladı ve yumuşak bir şekilde tırmandı. Tepeye tırmanınca, aşağı
inmek istedi, durdu. Ben de hem atım hem kendim hakkında düşme korkusuna
kapıldım. Üzerinden indim, önüne geçtim ve yularını tuttum, bırakmadım. At da
geçerek diğer kenara ulaştı. İnsanlar hayrete düşmüştü. Bazı insanların şöyle
dediğini duydum: ‘İman Süreyya’da olsaydı, İran’dan adamlar ona ulaşırdı.’
Ben de şöyle dedim: ‘Bilgi Süreyya’da olsaydı, Araplar ona ulaşırdı.’ İman
taklittir. Bilen ile bir bileni taklit eden arasında ne büyük fark var! Onlar
da ‘doğru söyledi’ dediler. Öyleyse Arabın hem bilgisi hem imanı vardır.
İranlılar hakkında ise, özel olarak dinde iman sahibi olmakla tanıklık
edilmiştir.
Kendime döndüm, bu rüyaya uygun bir
şekilde, doğa hakkında bu bölümü yazarken buldum kendimi. Bu bölümdeki iki
vakıa hakkında hayrete düştüm. Menziller yıldızlarına baktım: Sarfa gibi bir
taneye, iki taneye -Zira gibi-, üç taneye Batın gibi. Dörde baktım -cephe, beşe
-Avva-, altıya -Dübüran-, yediye -Süreyya-, dokuza -Neaim-, Sekizincinin
menziller yıldızlarında varlığını göremedim. Buradan şunu anladım:
Sekizincinin yıldızlar arasında bir sureti yoktur. Bu nedenle sekizinci ayda
doğan çocuk ölür, yaşamaz veya kendine faydası olmayan bir hasta haline gelir.
Çünkü sekizinci ay, çocuğa soğukluk ve kuruluğun hakim olduğu aydır. O ise,
ölümün doğasıdır. Cevari’den ona ait olan, keyvan’dır. O ise, soğuk ve kurudur.
Bu nedenle sekizincinin menzillerde varlığım görmedim. Bu nedenle seyyarenin
(feleklere) yerleşmediğini ve durağanlaşmadığını gördüm. Bu yıldızlar, sürekli
hareketlidir. Bazen menzil yıldızlarına uğradığı olur, bazen onların üzerine
veya menzilin sınırına göre altında bulunur. Böyle bir menzil, ‘geçilen menzil’
diye isimlendirilir, çünkü kendisine yerleşenin istikrarı yoktur ve yüzerken o
menzile ulaşmadan önce olduğu gibi yüzmesini sürdürür. Böylelikle
isimlendirilende gözün algısı dikkati alınmıştır. Çünkü onun hareketi gözle
ayrıldıktan sonra görülebilir. Bu ölçüyle de ‘menzil’ diye isimlendirilir,
çünkü o güzün payıdır ve göze baskın gelmiştir.
Bilmelisin ki, doğanın suretlerdeki
bu hükmünün tek bir halde kalması mümkün değildir. Onda durağanlık yoktur. Bu
nedenle de unsuri-doğal cisimlerde itidal gerçekleşmez. İtidal, var olmayan
akledilir bir durumdur. Doğa eşit ölçüde dengeyi kabul etseydi, ondan bir şeyin
meydana gelmesi veya bir suretin ortaya çıkması mümkün olmazdı. Doğal
suretlerin meydana gelişi, unsuri suretlerden sonradır. Onlar da ortaya
çıkınca, gözükmezler. Doğa her zaman itidal üzeredir. Hatta -var etmek
üzerebazı hakikatlerin diğerlerine baskın gelmesi gerekir. Böyle olmasaydı, bir
feleğin hareketi, bir meleğin tespihi, cennetin yeme, içme ve farklı suretlerle
görünme gibi özelliklerle nitelenmesi veya âlemde genel olarak nefeslerin
başkalaşması mümkün olmazdı. Bütün bunların ilahi bilgideki kaynağı, Allah
Teâlâ’nın ‘her gün bir işte olmasıdır.nn Gün birim
zaman, şe’n (iş) Allah Teâlâ’nın ö zamandaki işidir. İlahi isimlerde bir
dayanağı yok iken, doğanın eşyadaki hükmü nasıl dengede olabilir? Böylece
doğanın varlığını açıklamış olduk.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar