Print Friendly and PDF

İŞARETLER ....ABDURRÂHMANİ TÂĞÎ MUHAMMED ZİYÂUDDÎN

 


Hazırlayan: Emekli Yarbay Mehmet ILDIRAR

SUNUŞ

Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz Hamdü Senalar Olsun.

Bizleri rüşd ve kemâle ulaştıran, Resullerin seyyidi, Efendimiz Hazret i Muhammed'e  salat ve selam olsun.

Bu ümmetin hayırlıları olan Ashabı Kiram'a, Tabiîne, Tebei Tabiîne, müctehidlere selam ve dua ederiz. Cenabı Hak bizleri onlarla haşretsin.

Tasavvufun günümüze kadar devamını sağlayan zatlar mürşidi kâmil 'lerdir.

Her mürşidi kâmil bir başka mürşidin manevî terbiyesinde, seyri sülük adı verilen merhalelerden geçerek yetişmiştir. Ender olarak üveysî olarak yetişenlerde vardır.

Bir mürşidi önce tarikatının pirine, oradan da Hz. Peygamber'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ulaştıran meşâyih zincirine silsile adı veriliyor. Böyle bir zincirle manen Hz. Peygamber'e bağlanmayan kişinin, tarikat bünyesinde irşada ehliyeti kabul edilmemektedir.

Gizli zikri esas alan ve Nakşibendilik olarak bilinen yolun Mevlânâ Halid'e (k.s) kadar uzanan kolunda iki müstesna zat karşımıza çıkıyor. Baba, oğul olmak gibi ayırıcı bir özelliğe sahip olan bu zatlar Abdurrahmâni Tâğî (k.s) ve Muhammed Ziyâuddîn (k.s)"dir

Büyük bir alim olan AbdurrahmâniTâğî (k.s) manevi terbiyesini Seyyid Sıbğatullahi’lArvasi (k.s)'den almıştır.

Muhammed Ziyâuddîn ise manevi terbiyesini Şeyh Fethullah Verkanasi'den (k.s) almıştır.

■ .

Buradan, irşad ehliyetine sahip olabilmek için babanın şeyhliğinin evlad için yeterli olmadığını görüyoruz. Herkes kendi nefsini terbiye edip sülük edecek, değilse neseb'le kemâlat elde edilmiyor

İnsana yaratılıştan verilen bir takım meziyetler vardır; Bunlar İlahî birer lütuftur. İnsanın kendi amelide önemlidir.

Abdurrahmâni Tâğî ve Hazret lakabı ile anılan Muhammed Ziyâuddin hzderinin hayatlarına baktığımızda kendilerini dini İslam için vakfettiklerini görüyoruz "İlâhî ente maksûdi ve rıdâke matlûbi" için çalışmışlar. Yaşama sevgileri yok, yaşatma sevgileri var. Yaşadıkları devirde, toplumun ihyası ve Devletin bekası için canları dahil herşeylerini vermişler,

İşte bu iki İslam büyüğünün hayatlarından işaretler taşıyan eserimiz, tasavvufun fıkıh kitabı mesabesindedir.

..                    t*

Konu olarak tasavvufı âdâb çerçevesinde müridmürşid ilişkileri ve seyri sülük meseleleri işlenmiştir.: '

. Seyyid Sıbğatullahi'lArvasî hz.lerinin "Minah"ı ile "İşâretler" kitabı ar asında büyük benzerlikler vardır. '

Bir mürşide intisab edipte sülük etmek isteyen müridin en büyük yardımcısı " İşaretler" kitabıdır. "İşâretler" demüridmürşid arasındaki ilişkilerin yanında ehli sülukun yaşattığı haller de açıklanmaktadır.                  / ‘

"İşâretler" kitabında müridin gayesinin ; sünneti seniyeye ittiba edip , kendi nefsini Allah'ın emirlerine uydurmak olduğu belirtilerek ye bazı ehli bid'ata karşıda en büyük cevap verilmektedir.

Tasavvuf çatısı altında, İslâm şeriatının dışında hiç birşey kabul edilmemektedir.

İtibar edilebilecek bir müridin tarifi ise farzları, vacibleri, sünnetleri en iyi şekilde ihya eden kimse olarak yapılmıştır.

Cenabı Hak hepimizi afvü mağfiret edip sevdiklerinin yolundan ayırmasın. Ümmeti Muhammed'e fazlu keremi ile muamele edip, darü' ıdünyadan darü'ıukbaya salihler gibi göçmek nasib etsin ...

Mehmed ILDIRAR

(Emekli Yarbay)

Bu eser Ümran Yayınlarına aittir. 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince, bu şekli ile kısmen veya tamamen izinsiz iktibas edilemez.

ŞEYH ABDURRAHMÂNİ TAĞÎ 'NİN HAYATI

Ailesi:

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.'lerinin hayatı hakkında geniş bir bilgiye sahip değiliz. Fakat ailesinin bulunduğu ev halk arasında sûfi evi olarak meşhurdur. Şeceresi hakkında kesin bir delil elde edemedik. .

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz. lerinin babasının adı Molla Mahmud'tur. Kemâlat sahibi, ilmiyle âmil, sünnetleri yerine getiren, müteheccid (teheccüd namazını kılan) ve gözü yaşlı bir zat Olarak bilinirdi. Önceleri Kadiri tarikatına mensuptu. Daha sonra Nakşibendiliği ise Şeyh Salihi Sipiki (k.s)den almıştır.

Babası Molla Mahmud'un erkek kardeşleri yoktu. Bir kız kardeşi vardı. Saliha kadınlardan olan kız kardeşi Kadiri tarikatındandı ve kerâmeti ite meşhurdu .

Abdurrahmânı TâğPnin (k.s) annesi Meyasin adında saliha bir kadın idi. Molla Muhammed'in kızıdır. Molla Muhammed, Seyyid olup Hüseynî koldan gelen, büyük bir alimdir.

Şeyda (k.s) anne tarafından dedesi hakkında şöyle diyor:

,      Ben küçük iken dedem Molla Muhammed elini omuzuma

kor ve şöyle derdi;

 Bizim ailemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula devam eder. Halbûki benim oğullarımdan hiç birisi bendeki ilmi talep etmedi. İlmime vâris olacak sen varsın.

Şeyda (k.s)’ nın annesi de kemâl sıfatları ile meşhur idi, gıybet yapmaz ve boş sözlerle meşgul olmazdı. Kocası evinden ayrıldığında, kadınların arasına gitmez, evinin kapısını kapatır, uzlete çekilirdi. Allah'ın zikriyle ünsiyet ederdi.

Doğumu ve Çocukluğu:

Şeyda (k.s) Hicrî 1247 miladi târihinde Şirvan'da doğmuştur. Şeyda (k.s) o zamanın adeti veçhile doğarken göbeği; Hz. Yusuf ile Züleyha hakkında yazılan bir aşk kitabı üzerine kesilerek Allah'a aşık bir zat olması arzu edilmiştir.

Şeyda'nın (k.s) alnında , daha küçük iken bile ilahi aşkın izleri alnında görülüyordu. Bir çok sefer anne ve babası, onun hakkında şöyle derlerdi:

 Cenabı Allah'ın bize lütfettiği bu çocuk, başka çocuklara benzemez. Bunun beslenmesini eller ile değil kalbimize yerleştirerek ihtimamla yapmamız gerekir.

Daha küçük yaşta iken Kur'anı Kerim'i ve itikat ile ilgili bir küçük kitabı okudu. Annesinin güzel terbiyesi sayesinde başka çocuklardan fark edilirdi. Boş işlerle meşgûl olmazdı. Şeyda (k.s) şöyle derdi: "Annemin güzel terbiyesi ile ervah alemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah'tan gafil olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."

Şeyda (k.s), on yaşına ulaştığında annesi vefât etti, babasıyla kaldı. Şafiî fıkıh kitaplarından İmam Râfiin'in "Muharrer" kitabınrokudu. Daha sonra arapça gramer ilmine başladı. "Hadâikû'dDekâik" kitabına kadar babasının yanında okudu. Daha sonra, memleketin meşhûr âlimlerinden Molla Abdüssamed'in yanına gitti. O vefât edince Gavsı Azam (k.s) hz. lerinin kardeşinin oğlu, büyük alim Molla Diyâuddîn'in yanına gitti. Onda Molla Cami'ye kadar okudu. Molla Diyâuddî'nin o kadar sevgisine mazhar oldu ki, gecegündüz Ondan ayrılmazdı. Daha sonra, çevredeki meşhûr âlimlerden okuyarak ilmini bitirdi.

Sonra, babasına vakfedilen Ispşhart'daki medresede ders vermeye başladı. Medrese eğitimi sırasında en fazla ilişkide bulunduğu kimseler, dünya ile ilgisi olmayan dervişlerdi. Cezbe hali çok fazlaydı.Semâ ve kaside dinlemeye iştiyakı vardı. Talebelerini çoğu sefer dışarı çıkartıp; akan suların kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek ders verirdi. Bazen ders verdiği kitapta müşkül meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır talebelerinden ilahi aşka dair bir kaside söylenmesini isterdi. Müşkül meselelerin cevabını (çözümünü) Allah'tan isterdi.

Seydai Tâğî (k.s) bu dönemi için şöyle buyuruyor;

 Bana yol gösteren bir mürşid, bağlı olduğum bir tarikat olmadığı halde , Cenabı Allah, beni günahlardan koruyordu. Bir gece, kötü bir yere gitmeye niyyet ettim. Yolda giderken, çamurlu bir yerde ayağım kayıp yere düştüm. Eve dönüp elbisemi yıkamaya başladım. Temizliğimi sabah olduğunda bitirebilmiştim.

Şeyda (k.s) yüksek bir himmete sahip olduğundan dünyevî rütbelerle kanaat etmezdi. Osmanlı Devleti, kendisine bulunduğu nahiyenin müdürlüğünü, kadılığını ve müderrisliğini verdiği halde, bunlara iltifat etmedi.O, kendisini Allah'a ulaştıracak bir Mürşidi Kâmil arıyordu.

Tarikata İntisabı ve Mürşidîeri:

Abdurrahmânı Tâğî (k.s), son hastalığı sırasında, Gavsr Hizâni'ye (k.s) intisap edişine kadar geçen hayatını, sohbet ve yakıcı bir muhabbet üslübü ile şöyle anlatmıştır :

Ç Vallahi, ömrümün başından şu ana kadar Allah'tan başka tek gayem olmamıştır. Yalnız arada çok kısa bir süre geçirdim ki, onu sonra anlatırım. Doğduğum zaman, anam göbeğimi Mevlânâ Molla Cami hz.ferinin eserlerinden biri olan "Yusuf ile Züleyha" kitabı üzerinde kesmiştir. Meme dönemimin nasıl geçtiğini bilmiyorum. Yalnız beni görenler halimi beğeniyorlarmış.^ ~

Memeden kesildikten sonra bir emilin yetişkin çağa gelmiş bir kızından hoşlanır olmuşum! Öyle ki o kız beni taşısa veya yanımda dursa susuyor aksi halde ağlıyormuşum. Daha sonra, yedi yaşımda iken anamın yermiş olduğu terbiyenin etkisi ile, sevgiye dönük tabiatım, korku tabiatına dönüştü.Böylece ölümü, azabı ve diğer korkutucu akıbetleri düşünmeye başladım.

O sırada anneme "Çocuklar için azap yoktur" deyince, annem bana "Evet, öyledir.Çünkü onlar cahildirler.Oysa ki sen âlim bir sülalenin çocuğusun.Sana çok şeyler anlatıldığı için sen artık âlim oldun ve bu yüzden senin için azap vardır" dedi.

Ben de çocuklarla oynarken onlar çirkin bir söz söyleyince veya günah olan bir hareket işleyince onlara;

·         Ben böyle yapmam, böyle bir söz söyleyemem, derdim. Çocuklar bana niçin? deyince kendilerine ;

·         Çünkü Allah'tan korkuyorum, derdim. Bunun üzerine çocuklar bana;

·         Bizler günahlan yazılmayan çocuklar değilmiyiz? diye sorunca kendilerine;

·         Annem bana diğer çocukların günahları yazılmaz ama seninkiler yazılır, dedi diye cevap verirdim.

On iki yaşına girinceye, bulûğ çağının eşiğine dayanıncaya kadar bu korku ile yetiştim. On iki yaşındayken bir arkadaşımın teşviki ile yabancı bir kadına âşık olmaya kalkıştım. Bu işe çok önem vermeme rağmen sırf Yüce Allah'ın lütuf ve keremi sayesinde isteğime eremedim. Fakat bu yüzden on üçüncü yaşımın sonuna kadar devam eden bir gaflet haline düştüm.On üç yaşımı bitirip de bülûğa erince Molla Ziyaûddîn Arvasî'ye başvurdum. Bu zât,muhabbet ve ülfete fazlasıyla dönük tabiatlı bir insandı. Bana :

·         Muhabbete denk gelecek hiçbir şey yoktur, dedi. Ayrıca bana muhabbetin özelliklerini açıkladığı gibi muhabbet sahiplerinin abidlerden ve zahidlerden daha üstün olduğunu anlattı. O'nun telkinlerinin etkisi ile tekrar eski muhabbete dönük mizacım geri geldi.Fakat bu yeni mizâcımda mecâzî aşklara artık yer yoktu.Bunun üzerine Hacı Emin Şirvanî Hazretlerine başvurarak onun tarikatı olan, Rûfâîlik tarikatına girdim ve O'na biat ettim.

Arkasından da virdlere, zikirlere ve nafile ibadetlere giriştim. Bütün bunları cezbe ve muhabbetle yapıyordum. Fakat bir süre sonra Hacı Emin Şirvanî, Şeyhi Abdurrahmân Talebani Hazretleri tarafından reddedilince Şeyh Hamza Telvi Hazretlerine vararak O'na biat ettim .Bir süre O'nun müridi olarak kaldım. Bu arada da muhabbet ve cezbe halim kuvvetli bir şekilde devam etti.

Bir süre sonra Yüce Allah gözlerimi kâmil bir mürşidin ellerinde açtı. Bu öyle büyük bir Şeyh idi ki, Kâdiri tarikatından Seyyid Nurettin Birgivi hazretlerinden sonra,O'nun kadar saf, temiz ve gerçeğe yaklaşabilmiş bir şeyh yoktur. Bu sözlerimle Şeyh Abdülbari Çarçahi hazretlerini kastediyorum.Yeni şeyhim beni hemen tasarrufu altına aldı. Bana oruç tutmak, az yemek, az uyumak, yarı kirli elbiseler giymek ve sık sık mezarlıkları ziyaret etmek gibi bir çok riyazetler yaptırdı.Öyle ki,bazan geceleri bir iki saat mezarlıkta kalırdım. Hatta Tahi köyünün mezarlığında açık bir mezar vardı içinde ölü kemikleri yoktu,bazı geceler bu mezara girer ve orada sabahlardı m. Bu arada dünyadan,insanlardan ve dünya bazlarından uzaklaşmış soğumuştum. Şeyhim bana bir gün bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere tehlil (Lâilâheillallah) dememi emretmişti. Bana derdi ki:

·         Kalbini ateş taşı ve Lâilâheillallah cümlesini de ateşli bir demir parçası say. Kalbini bu yüce çümle ile muhabbet ve cezbe ile döv. Böylece demir darbeleri altında kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden kıvılcımlar çıksın. Ben de onun tarifine uyarak zikrederken önceleri kalbimde kıvılcımlar çıkıyor ve tüm kalbimi aydınlatıyordu. Arkasından cezbece dayanan bir huzura kavuşuyordum.Öyle ki o zamanlar bu kemâlden daha üstün bir kemâl hali olmayacağını sanıyordum.

Gavsı Azam Arvâsî (k.s) hazretleri o sırada Kulât' da oturuyor, sessiz ve gürültüsüz bir şekilde tasarrufunu gösteriyordu.O'nun müridlerinden bir olan Süleyman Erbu si, arasıra kulât köyüne gidip dönmüştü ki, kendisine alaylı bir ifade ile:

·         Kulat'daki sûfiler nasıldırlar, ne yapıyorlar? diye sorunca bana:

·         Vallahi falanca dereyi geçsen öyle demezdin",diye cevap verdi.Adamın bu sözü beni çok etkiledi.O sırada halife olarak görevli idim.Bir kaç müridim vardı.Bu müridlerimden birine "başımı ye sakalımı traş et", dedim. Oysa daha önceden içimden sakalımı tıraş etmemeye karar vermiştim.Zaten Kâdiri halifeleri sakallı oluyordu.Müridim bana;

·         Kendine ne yapıyorsun dedi.

·         Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi.Kulat'a gidiyorum, dedim.Bunun üzrine müridim bana:

■ Halife oldun, müridlerin var,bu noktaya vardıktan sonra Kulat'a gidip o cahil sûfilere katılıyorsun,Vallahi sen delisin, dedi.Kendisine ;

·         Ne dersen de,beni etkileyemezsin,buna göre konuşmaktan vazgeç diye cevap verdim.O gece içimde büyük bir endişe ve sıkıntı belirdi.Sabaha kadar uyuyamadım. Seher vakti gelir gelmez derhal Gavsı Azam hazretlerinin o müridinin evine vardım, kendisini uykusundan uyandırarak.

·         Benimle birlikte gelirmisin? dedim. Adam da:

·         Gelirim, dedi.Böylece seher vakti yola koyulduk.

Daha önce o müridin sözünü ettiği dereden geçerken kalbimde acaip bir etki hissettim. Böylece Kulât'a varınca Yüce Allah gözlerimi Cennet bahçelerinden bir bahçede açtı. Başkasının bir yılda üzerimde sağlayamayacağı tasarrufu Gavsı Azam hazretleri bende bir günde sağlamıştı. O sırada dillerin ifade edemeyeceği, kulakların duyamayacağı acaip bir haller duydum ve gördüm. O zaman daha önce elde ettiğim hallerin gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadıklarını anladım.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) daha sonra Gavs ' m (k.s) yanına gitti. Bütün dünya işlerinden ayrılarakAbdurrahmânı Tâğî kalmayı istedi. Gavs (k.s) kendisine" Lafzai Celâle" devam etmesini emretti. Sabahleyin Abdurrahmânı Tâğî (k.s),,Gavs (k.s)'a şöyle dedi:

·         Kurban ben herşeyde Lafzai Celâlin zikrini duyuyorum. Hatta önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum.

Gavs (k.s) kendisine Ispahart nahiyesinde kadılık yapmasını emretti. Şeyda (k.s) orada bir veya iki sene kadar kadılık yaptı.

Kadılık yapmasında iki büyük hikmet vardı:

Birincisi; dünya azizliğini gördükten sonra zillete düştüğünde durumunun ne olacağını denemek.

İkincisi ; O'na ayrılık eziyetini çektirerek arzu ve iştiyakini artırmak.

Gerçekten de kadılık müddetince devamlı mürşidi için kaside söyleyerek aşkla meşgul oldu. Muhabbeti günbe gün artardı. Bu müddet içerisinde zaman zaman mürşidinin yanına giderek hasretini giderirdi.

Gavs ’ın (k.s) emriyle kadılık işinden ayrıldıktan sonra dünyadan tamamıyla uzaklaşıp, mürşidinin kapısında hizmet kemerini bağladı. Bu arada cahil kimselerin kendisine layık olmayan sözleri söylemelerine kulak asmadı. Daha önce ailesiyle birlikte izzet ve bolluk içerisinde yaşarken o kadar fakirliğe düştüler ki ekmeklerini başka kapılardan isteme durumuna geldiler. Çocukları küçüktü. Hizmetlerini görecek başkalarının zulmünden muhafaza edecek kimseleri yoktu. İki saliha hanımı vardı. O kadınlar bölgenin şerefli ailelerinden oldukları halde Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz. terinin, içine düştüğü fakirliği onunla birlikte teslimiyet içerisinde paylaştılar.

Aile efradının durumu ve fakirliği hakkında kendisiyle konuşmak isteyenleri dinlemezdi. En sadık dostlarından ve müridlerinden biri olan Molla Hüseyin bu konuda şöyle diyor:

·         Şeyda Kulât köyünde Gavs'ın (k.s) yanında iken oraya gittim. Yanına varınca ailesinin durumunu kendisine bildirmek istedim. Teveccüh'ten sonra bildirmemi söyledi. Teveccühten sonra yanıma gelip şöyle dedi:

·         Eğer ailemin üzerine eviniz yıkılsa, Ziyâuddîn dahil olmak üzere hiçbirisi kurtulmaz Allah'a şükürler olsun bana hiçbir tesiri olmaz." Ben kendisine;

·         Elhamdülillah hepsinin durumu iyidir dedim.

Mürşidinin Yanındaki Durumu :

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) Mürşidinin yanında hiç bir hizmetten geri kalmıyordu. Gayet fakirâne yaşardı. Giyeceklerine dikkat etmez, bazan ayakkabısı bazan gömleği bazan da ceketi olmazdı. O bunlara aldırış etmez, hizmetine devam ederdi. Ayakları kanayıncaya kadar hizmet yapar, uyumak içinde kendine bir yer ayarlamazdı.

Bütün gaye ve maksadı, mürşidinin sohbetinde oturmak ve rızasını tahsil etmekti.

Çoğu gece uyumaz.Gavs'ın(k.s), odasının penceresine bakan bir taşın üzerine oturur, yaz, kış yağmur, kar demez sabaha kadar o taşın üzerinde beklerdi.

Şeyda (k.s) bu şekilde eziyet, meşakkatlere devam etti. Dokuz sene ehlinden, vatanından uzaklaşarak Gavs'ın (k.s) hizmetinde bulundu. Kemalât makamlarına ulaştı .Hilafet alarak irşadla görevlendirildi.

irşada çıkmadan evvel bütün arazisini satarak Allah yoluna harcadı.Tevekkülünü denedi.

Bu konuda Abdurrahmânı Tâğî (k.s) şöyle dedi:

İhsanlardan dünyayı terketmelerini isterken nefsimin dünya malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gavs'ın himmetiyle Allah'a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm.

İrşada çıktığında Verkanis köyündeki halifesi Şeyh Fethullah'ın dedesi Şeyh Muhammed'in türbesini ziyaret etti. O türbede işaret edildi ki Abdurrahmanı Tâgi (k.s)" Şeyda * adıyla meşhur olacak.

Daha sonra Hacca gitti.Medine’deki bulunan Imamı Rabbani (k.s) ’nin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar ile buluştu. Hacc'dan döndükten sonra irşad vazifesinin gereklerini yerine getirmeye başladı.

·        1 Abdurrahrnani Tâğî 'nin (k.s) Kemalâtına İşâretler:

Son hastalığı sırasında Şeyh Abdurrahmani Tâğî (k.s) şöyle buyurdu:

·         Bana Hac mevsiminde Mina'da olduğum gösterildi.Hacca gelenlerin hepsi bütün velilerin ruhlarıymış .Bu ruhlar benim için Allah’tan af ve mağfiret dilediler. Allah'ın beni tamamıyla af ettiğini ümid ediyorum.

Daha sonra Yüce Allah, kıyamet gününde olacağı şekilde bana tecelli etti. Ben Allah (C.C)'ın seven (vedûd) ve esirgeyen (Raûf) oluduğunu biliyordum. Fakat o görünürde hükmedici ve hakikatta merhamet edici bir tavırda:

·         Sen nerede, ben (Yüce Allah) nerede" buyurdu.Bu sözün lezzeti her yanımı sardı.Öyle ki şimdi uyanık halimle bile o sahneyi görüyorum.

Bu vakıa sırasında raksetmek istedim.Sen bu isteğime ne dersin? Kendisine

·         Bizim tarikatımızda raks yoktur, dedim. Bana ” Nasıl yok olur, Peygamber Efendimiz (a.s) Caferi Tayyar'a (r.a):

·         Sen benim yaratılışıma ve huylarıma benzedin dediğinde Caferi Tayyar (r.a) Efendimiz (a.s)'ın huzurunda raksetmeye başlamıştır.” dedi.

Ben de:

·         Caferi Tayyar (r.a)'ın raksı onun elinde olmayarak meydana gelen ve vecde dayanan bir raks idi. Sizin sorunuzu ben kendi isteğiyle raksetmek olarak anladım.Eğer içeri girdiğimde sizi vecd halinden dolayı raksederken görseydim çok hoşuma giderdi, diye cevap vermem kendisinin hoşuna gitti.

Rüyamda bütün velilerin konaklarını üstüste yükselen katlardan meydana gelmiş bir büyük bina halinde gördüm. Gavsül Azam Abdülkadir Geylâni (k.s) beni başı üzerine alarak üst katlara çıkartarak oradaki bir döşek üzerine oturttu.

Halifeleri:

·        1 Şeyh Muhammed Sami (Erzincan)

·        2 Şeyh İbrahim Çokreşi (İşâretler kitabını derleyen)

·        3 Şeyh Halil Çokreşî

·        4 Şeyh Mustafa (Bitlis)

·        5 Şeyh Süleyman (Bitlis)

·        6 Şeyh Yusuf (Bitlis)

·        7 Şeyh Fethullah (Verkanis)

·        8 Şeyh Abdülhâdî Çarçahî

·        9 Şeyh İbrahim (Bulanik)

·        10 Seyyid Tahir Abdi

·        11 Molla Ahmet Taşkesenli (Erzurum)

·        12 Molla Abdullah (Hîzan)

·        13 Şeyh Abdullah (Nurşin)

·        14 Şeyh Reşit (Nurşin)                 ’

·        15 Seyyid İbrahim (Siirt)

·        16 Şeyh Abdulkahhar (Siirt) Zukayd.

·        17 Şeyh Abdulhakim (Siirt)

·        18 Şeyh Abdulkadİr Melekand (Hezan)

·        19 Haceli Yusuf (Hınıs)

ABDURRAHMÂNİ TÂĞÎ' NİN (K.S) VEFATI

Seydai Tâğî (k.s), bütün ömrünü ilim ve irşad hizmeti ile geçirmiştir. Allah rızası için insanlara iyiliği emrederek kötülükleri yasaklayarak tarikat ve hakikat yolunda ilerlemelerine çalışmıştır. Onsekiz yıl kaldığı irşad görevinde bulunduğu beldeyi dünya muhabbetinden Allah'a davet etmede bir an geri kalmamıştır.

Ariflerin Kutbu Seydai Tâğî (k.s) hz.leri son hastalığından önce ve hastalığı sırasında kemâline delâlet eden ve öleceğine işaret eden bir kaç menkıbesini halifesi İbrahim Çokreşi'den naklediyoruz:

Şeyh hz.leri irşad sırasında bulunduğu bir köyde bana dönerek şunları söyledi:

·         Sadeddin Kaşgari (k.s) hz.leri , ömrünü halkın irşadı ile geçirdikten sonra son günlerini bütün gayreti ile iç murakabeye ve toplamaya vermiştir dedi.

Ben de kendisine Gavs ı Hizâni (k.s) hz. lerinin

·         Ricat ehli ölüm hali sırasında istiğrak haline geçer dediğini naklettim. Bu sözlerime şu karşılığı verdi:

·         O hal Yüce Allah’ın, ölüm hali sırasında feyiz ve bağışıdır.Bu halin gayretle gerçekleşecek bir gelişme olduğunu söyleye^ mem. Buna rağmen bu andan itibaren inşaallah bu gelişmeye ermek için çalışacağım.

Abdurrahmani Tâğî (k.s) ölümünden önce ağır hastalığına rağmen hiç bir sünnet namazını bırakmaksızın hepsini ayakta kılar, akşam ile yatsı arasında rabıta ile iki tulü vakti arasındaki zikri asla bırakmazdı.

Halifeleri:

·        1 Şeyh Muhammed Sami (Erzincan)

·        2 Şeyh İbrahim Çokreşi (İşâretler kitabını derleyen)

·        3 Şeyh Halil Çokreşî

·        4 Şeyh Mustafa (Bitlis)

·        5 Şeyh Süleyman (Bitlis)

·        6 Şeyh Yusuf (Bitlis)

·        7 ŞeykFethullah (Verkanis)

·        8 Şeyh Abdülhâdî Çarçahî

·        9 Şeyh İbrahim (Bülanik)

·        10 Seyyid TahirÂbfl

·        11 Molla Ahmet Taşkesenli (Erzurum)

·        12 Molla Abdullah (Hîzan)

·        13 Şeyh Abdullah (Nurşin)

·        14 Şeyh Reşit (Nurşin)                '

·        15 Seyyid İbrahim (Siirt)

·        16 Şeyh Abdulkahhar (Siirt) Zukayd.

·        17 Şeyh Abdulhakim (Siirt)

·        18 Şeyh Abdulkadİr Melekand (Hezan)

·        19 Haceli Yusuf (Hınıs)

ABDURRAHNIÂNİ TÂĞÎ' NİN (K.S) VEFATI

Seydai Tâğî (k.s), bütün ömrünü ilim ve irşad hizmeti ile geçirmiştir. Allah rızası için insanlara iyiliği emrederek kötülükleri yasaklayarak tarikat ve hakikat yolunda ilerlemelerine çalışmıştır. Onsekiz yıl kaldığı irşad görevinde bulunduğu beldeyi dünya muhabbetinden Allah'a davet etmede bir an geri kalmamıştır.

Ariflerin Kutbu Seydai Tâğî (k.s) hz.leri son hastalığından önce ve hastalığı sırasında kemâline delâlet eden ve öleceğine işaret eden bir kaç menkıbesini halifesi İbrahim Çokreşîden naklediyoruz:

Şeyh hz.leri irşad sırasında bulunduğu bir köyde bana dönerek şunları söyledi:

·         Sadeddin Kaşgari (k.s) hz.leri , ömrünü halkın irşadı ile geçirdikten sonra son günlerini bütün gayreti ile iç murakabeye ve toplamaya ve rmi şti r dedi.

Ben de kendisine Gavs ı Hizâni (k.s) hz. lerinin

·         Ricat ehli ölüm hali sırasında istiğrak haline geçer dediğini naklettim. Bu sözlerime şu karşılığı verdi:

·         O hal Yüce Allah'ın, ölüm hali sırasında feyiz ve bağışıdır.Bu halin gayretle gerçekleşecek bir gelişme olduğunu söyleye^ mem. Buna rağmen bu andan itibaren inşaallah bu gelişmeye ermek için çalışacağım.

Abdurrahmani Tâğî (k.s) ölümünden önce ağır hastalığına rağmen hiç bir sünnet namazını bırakmaksızın hepsini ayakta kılar, akşam ile yatsı arasında rabıta ile iki tulü vakti arasındaki zikri asla bırakmazdı.

Oysa bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabiliyor, hatta yine de oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumunu kendisine hatırlatarak "sen hastasın,bu şekilde ibadet yapamazsın" diyenlere aldırış etmiyordu. Hatta bu şekilde konuşmamalarını istiyordu.

Hastalığı sırasında kendisini ziyaret için gelen müridlerin şu edeplere riayet etmelerini istedi:

■ Ziyaretime gelenler tam bir edep ve huzur içinde yanıma girsinler. Çünkü velilerin ruhları devamlı olarak odam da bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara uğratacağı gibi kendimi de o davranıştan zarar göreceği çekiniyorum.

Yanıma girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyurum.

Abdurrahman Tâğî (k.s) hz.leri, son gecesinin seher vaktinde Peygamber Efendimiz (a.s)in açıkça kendisine görünerek bal ve şerbet yemesini emrettiğini ve şöyle buyurduğunu söyledi:

·         Emir hazretleri isteyeni meclisine çağırdı. İsteyeni de hizmete devam etmek üzere geri bıraktı.

Bu sözlerinden sonra kendisine;

·         Aklınızdan yolculuk geçiyor mu? diye sorulunca: Evet, hem de çok geçiyor. Eğer aklımdan yoluculuk geçmeseydi, Peygamberimiz (a.s) açık bir şekilde bana görünemezdi.

Bu arada o günün ikindi vakti sıralarında eşi Seyyide Kadriyye 'nin eteğinden tuturak şu beyti okudu:

Kâbe hareminin harlmine vasıl olamazsın,

. Eğer evladı âlinin eteğine yapışmazsan

Bu beyti şefaat dilemesi gayesiyle okuduğu mübarek yüzündeki ifadeden açıkça anlaşılıyordu.

Abdurrahmani Tâğı (k.s), son hastalığı sırasında bir yolculuk dönüşü ağır hastalığına rağmen ailesine ve yakın larına şöyle hitap etti:

·         Allah'ı ve O'nun Rasûlü fendimizi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sevmeyi,şeriata bağlanmayı ve Şeyh Fethullah Verkenasi'ye itaat etmeyi sakın ihmal etmeyin.

Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muamele etti ve rahmet nazarıyla baktı .Evlâtlarına ise pek iltifat etmedi. Yalnız bir kere Molla Ziyâüddîn'e şöyle söyledi:

·         Oğlum, Şeyh Fethullah, senin hakkında benden dahahayırlıdır.Çünkü ben seni başkalarından ayırmam ama o seni öbürlerinden üstün tutar.

Bu sözlerinden sonra bakışları son nefesine kadar bağlılarının üzerinde kaldı.

Komaya girip çıktığı son anlarında şunları söyledi:

 İki meleğin ruhumu almaya geldiklerini gördüm. Onlara:

·         Sizin ruhumu almanıza razı değilim,ben çok sayıda alime hizmet ettiğim için ruhumu alimlere mahsus meleklerin almasını istiyorum.

Bir süre sonra benim ruhumu almaya gelen meleklere Yüce Allah (C.C) ’ın:

·         O'nun ruhunu,benim dostlarımın ruhunu alan alsın, buyurduğunu duydum. Bu emri duyunca" o çabuk gelsin" dedim :

Daha sonra Molla Abdülkahhar'a dönerek:

·         Güzel sesinle üzerime Kur'ânı Kerim oku, dedi.

Gece yarısına doğru çok sevdiği bir aile ferdini çağırdı.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin'in vefat etmek üzere iken Hz.Aişe' ye (r.a) çok yakınlık gösterdiğini hatta başını O'nun göğsü ve çenesi arasına dayayarak öyle vefât ettiğini bildiği için son anlarını aynı şekilde geçirmek istedi.Vücudunu o yakınının koluna dayadı, elini eline koydu.Bir süre sonra elini çekerek sağ memesinin altına gelecek şekilde koynuna soktu.Bu durumda kuşluk vaktine doğru saat dokuz civarında Rabbine kavuştu.

Vefat tarihi Hicri 1304 Rebiülevel / Miladi Miladi 1923 Aralık ayının yirmisine rastlayan perşembe günüdür.

İŞÂRETLER

Yüce Allah'a namütenahi nimetlerini karşılayacak ve verdiği nimetlerin ziyadeleşmesini sağlayacak şekilde hamd olsun. Ya Rabbi! Celâli'nin ve saltanatının yüceliğine yaraşır şekilde sana hamd olsun. Salâvat ve selâm Peygamberimiz Efendimiz, Eşrefi Mahlûkat olan Hz. Muhammed Mustafa (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.V) ve O'nun âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Şimdi, Tarikatı Âliyei Nakşibendiye'nin müritleri mensupları, bunları sevenleri ve gerekse başkaları bilsinler ki, pirimiz, mürşidimiz, efendimiz Gavsı Azam Şeyh Seyyid Sıbgatullah Arvasi (k.s) hz.leri, müritlerini terbiye ederek kemâlata ulaştırma bakımından kendi hususiyetleri itibariyle kemâl derecesinin zirvesine ulaşınca vuslat özlemine kapıldı. Allah'a (c.c.) kavuşmanın hazzma gark oldu. Bu sebeple dünya ve içinde bulunanlar, onun gözünde hayallerden ibaret oldu. Bu hayalattan nefret edip, huzuru İlâhiye teveccüh edip dünyasını değiştirmeye meyletti. Mukaddes ruhunun Allah'ın (c.c) huzuruna kavışması hakkında bazı işaretlerde bulundu. Lüzumlu vasiyetlerini yaptı. Makamının, sabrının, tahammülünün zirveye ulaştığını belirten kâmil cemalinden sözler söyledi. Bu sözleri sadık dostu Şeyh Abdurrahmâni Tâğî hz. leri nakletti.

ABDURRAHMÂNİ TAĞÎ HZ.MÜRŞİDİ GAVSI HİZANİ'Yİ(K.S) ANLATIYOR

^Abdurrahmânı Tâğî hz.lerinin rivayetine göre Seyyid Sıbgatullah Arvasî (k.s.)hz.leri Bitlis'e gelişinin üçüncü veya dördüncü günü sabah namazından sonra işaret yoluyla buyur dular ki:

·         Ölümüm sonbaharın nihayetine doğru olacak. Gerçekten buyurdukları gibi oldu. Zira Ramazan ayının ilk cumartesi günü zeval vaktinden sonra Hakk'a göçtüler.^

Seyyid Sıbğatullah Arvasî hz.lerinin vefatından hemen sonra orada bulunanlardan birisi:

·         Sonbaharın bitimine kaç gün kaldı? diye sordu. Ben de o zaman hesap bilen birine aynı soruyu sordum. O kişi dedi ki:

Ramazan bayramından üç gün sonra sonbahar son bulacaktır. Filhakika, Arvasi hz.lerinin işareti geçekleşmiş oldu}..

Molla Abdurrahmânı Meczup hz.lerinin rivayetine göre Gavs (k.s.) hz.leri bir gece şafak sökmeden evvel.

■ Rüyamda bana bir parça sabun verildiğini gördüm dedi. Molla Abdurrahmânı Meczup da bu işareti vefat alâmeti olarak yorumladı.

Molla Şerifin (k.s.) rivayetine göre: Gavs hz.leri (k.s.) "Gökyüzünün kuzeyinde kızıllık meydana geldiği bir gece bana dışarı çıkıp, kızıllığı incelememi söyledi. Sabah namazını kıldıktan sonra da "Bu gece sekârata gireceğimi sanıyorum" dedi. Ayrıca birkaç defa Abdurrahmân Tâğî (k.s.) hz.lerinin gelmesi için çağırmamızı emir buyurdular. Zira Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri o sırada memleketi olan Ispaharfta bulunuyordu.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki:

Ispahart'tan döndüğümde şâban ayının dördüydü. Huzurlarına çıktığımda gülümseyerek

■ Niye geciktin?" dediler ve şu hadiseyi anlattılar:

·         Zamanın birinde Teymur isimli bir sûfi ve Ömer isimli oğlu vardı. Teymur'a "Niye hiçbir zaman sevinçli görünmüyorsun" diye sorulduğunda dedi ki:

·         Bu dünyada nasıl sevineyim, lezzet ve hazların sona erdiricisi olan ölüm, beni, oğlum Ömer'den ayıracak. Zira ya ben öleceğim o geride kalacak veya o ölecek ben geride kalacağım.

·         ^ Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki: Şaban ayının dördüncü günüydü. Gavs (k.s.) ikindiden sonra odanın boşaltılmasını emir buyurdular ve bize vasiyetini yazmamızı emrettiler. Kendilerine "Efendim, bu vasiyetler de ne oluyor?" dedim. Cevaben:^

Bana ilham yoluyla yaşamayı veya ölmeyi tercih etmem istendi. Ruhum ölmeyi istiyor. Daha sonra ;

·         Efendimiz, mübarek eliniz sayesinde birçok insan hidayete erdiğine göre, ölümü tercih etmeniz sizin şanınıza yakışır mı?" dedim. Bana "Ben ölmeyi dilemiş değilim" buyurdular.)

Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki: Gavs (k.s.) hz.lerinin ölümüne yakın bir gün Molla Abdullah Ispahart, Molla Abdüssamed Kerkarî ve Molla Abdulhamid kendisini ziyarete geldiler. Onlara dört defa mdyve ikram ettikten sonra şöyle sohbet etti:

·         Şahı Nakşibend (k.s.) hz.leri vefatından önce son hastalığı sırasında kendisini ziyarete gelenlere dört defa mey ve ikram etmiştir. Daha sonra onlara çok yiyip, çok amel etmelerini tavsiye etmiştir.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki:

Molla Muhammed Melakendî ve birkaç molla bir gün Gavs (k.s.) hz.lerini ziyarete geldiler. Gavs, yatağı üzerinde, sol tarafına yaslanmıştı. Ziyaretçilerine oturmalarını emretti. Fakat gözlerini açamıyordu. Hiç konuşmamıştı. Misafirler, çok hasta olduğu için, Gavs'ın aklının başında olmadığını sandılar. Bir süre oturduktan sonra adaba riayet ederek kalkıp gittiler. Akşam namazı esnasında Gavs kendine gelip gözlerini açınca:

■ Ziyaretçiler belki de hastalığımdan dolayı kendi teriyle konuşmadığımı sandılar. Halbuki ben murakabe halinde olduğum için kendileriyle konuşamadım, dediler.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki:

Bir seferinde Gavs (k.s.) hz.lerine şöyle dedim: Efendimiz, sizin hayatta olmanız insanların hayrını çoğaltır. Bir süre önce yaşamanız ve ölümünüz arasında tercih yapma mız emredildi de, sadaka vermekle ölümünüz tehir edilmişti. Şimdi de sizin yüksek kereminizden beklenen, yine sadaka vermeyi emretmenizdir. Belki de sadaka kaderin hükmünü önler. Zira kaderin hükmünün kesin olmayıp, sadaka verip vermemeye bağlı olması muhtemeldir. Bilahare benim bu sözlerim üzerine mübarek Gavs emir verip çokça sadaka dağıttırdı. Fakat ertesi gün Gavs'ın hizmetçisi olan bir kadın (Bu hizmetçi kadın kendisini tanıyanların ittifakla söylediklerine göre, ümmetin saliha kadınlarındandı. Hatta Seyyid Tâhâ (k.s.) kendisinden birkaç defa dua istemişti.) geldi ve bana: "Eyvah! eyvah I Gavsı Azam şu alçak dünyadan ayrılıp Hakk'a kavuşma yolculuğunun eşiğindedir." dedi. Ken dişine "Bunu nereden biliyorsun" dedim. Gavs (k.s) bana şöyle söyledi: Daha önce irtihal ile istirahat zamanı yaklaştıkça, sadaka onun tehir edilmesine sebep oluyordu. Halbuki bu sefer ecelim kesindir. Zira kazaı mübremdir. Hiçbir şey ona engel olamaz."

Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki:

Bir gece Gavs beni yanına çağırarak şöyle dedi:

·         İki defa sekarata girdim. Kendilerine:

·         Gavs hz.leri bu gece rahatmıdırlar?" diye sordum. "Evet" dediler.

·         Sekaratı nasıl tanırsınız diye sordum. Bana cevaben şöyle dedi:

·         Ben ruhumun ihtilacını, çırpınışını tanırım. O bu sefer göçmek iştiyakındadır (özlemindedir).

Abdurrahmânı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki:

Kendilerine teşrini sanınin (kasım) dokuzunda:

·         Daha önce belirttiğiniz ecelinizin vakti geçti, dedim. Bana:

·         Hayır geçmedi. Çünkü kânûnı evvelin ilk on günü de sonbahardan sayılır." diye cevap verdiler.

Abdurrahmanı Tâğî (k.s.) hz.leri buyurdular ki:

Gavs hz.leri ölümüne işareten buyurdular ki:

·         Cuma günü ölüm için güzel bir gündür. Fakat Peygamberimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) hz.leri pazartesi günü vefat etmiştir. Şeyfıim Seyyid Taha (k.s.) ise Cumartesi günü vefat ettiler. "Cumartesi günü" sözünü bir kaç kere tekrar etti ler. Kendilerinin de Cumartesi günü vefat edeceğini tahmin ediyordu. Nitekim de öyle oldu.

Abdurrahmânı Tâğî(k.s.)hz.leri buyurdular ki:

Gavs bir sohbetlerinde dünyayı kötüledi. Eğer Cenabı Hakk cennet nimetlerini ve dünya nimetlerini sevimsiz gösterse hiçbiri benim hoşuma gitmezdi.Varsın öyle olsun. Zira maksut Allah (C.C)'dır.

Abdurrahman ı Tağî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s) hz.leri dünya meselelerini konuşmaktan hoşlan

3U

mazdı.Nitekim bir gün huzurlarına bir miktar sığır eti getir diler, bunları Ispahart'a mı gönderelim yoksa burada mı kalsın diye sorulduğu zaman mübarek şöyle dedi:

·         Siz bana böyle şeyler sormayın, zira ben dünyayı ve onun içindekileri sevmiyorum. İnsana sevmediği birşey hak kında soru sorulmaz.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Bir gün Gavs (k.s) hz.lerine hediye olarak bir miktar meyve getirdiler.Gavs (k.s) hz.leri hediye getirenlere hitaben :

·         Keşke siz bana bu hediyeyi getirmeseydiniz.Zira ben dünya nimetlerinden sıkılıyorum, dedi.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Gavs (k.s) hz.leri ölüm öncesi hastalığı sırasında kendisini ziyarete gelen avama hastalığının şiddetinden hiç bahsetmez,aksine iyi olduğuna dair sözler söylerdi.Hatta vefat ettiği gün akrabaları dahi izin isteyip köylerine gitmişlerdi.Çünkü sıhhatinin yerinde olduğunu sanıyorlardı.O günlerde Gavs (k.s) çorba suyundan başka birşey yemiyordu.En son az bir miktar içine ekmek doğranmış ayran ve buz yemişti.

Abdurrahmânı Tâğî(k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s)hz.lerinin hastalığı esnasında hiç uyuduğunu görmedik.Sadece kıbleye karşı oturuyor;bazen sağ,bazen sol taraflarına yaslanarak murakabe yapıyorlardı.Hatta sohbet zamanı dışında bütün vakitlerini murakabe ile geçiriyorlardı.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s) hz.leri ölüm hastalığı esnasında hiç inlemedi.Nadiren birkaç defa olmuştu.Bunun üzerine bana :

■ İnsanın elinde olmadan inlemesi zarar verir mi ? Vermez mi?" diye sordu.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki: .

Gavs (k.s) hz.leri,Bitlis’te ölüm tarihini işaret buyurduktan birgün sonra yanına giren oğlu Şeyh Bahauddin'e:

·         Yerime geç ve posta otur.Şimdi post sahibi sen oldun"de

di.Bundan sonra insanlara ancak altı,yedi teveccüh yapabildi.Adı geçen oğlu Şeyh Bahaaddin'in teveccüh yapmasını emir buyurdular.Gavs (k.s) hz.leri şaban ayı geldikten sonra artık sohbete gitmediler.Oğlu, Şeyh Bahauddin'in sohbete gitmesini emir buyurarak "Artık sohbet sırası sana geldi"dediler.               ,

Abrdurrahmanı Tağî(k.s)hz.leri buyurdular ki:

·         Gavs (k.s)te.leri, şeriate muhalefetten,bid'atler yapmaktan,tarikatta söz, hareket ve sükûnun da ruhsatlarla amel etmeyeceğine dair tevbe ve biat etmesi için beni Şeyh Bahauddin'e gönderdi.Kendisine gidip aldığım emri tebliğ ettim.O da öylece emirlerini yerine getireceğine dair tevbe ve biat etti. Sonra Gavs hz.lerine dönüp kabul ettiklerini haber verince oda biatlerini kabul etti.

Abdurrahmanî Tağî(k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s) hz.leri bir gece bizimle ihtiyaten istişare ederek

·         Bu tarikatı âliyede hedefe ulaşan kimdir?"diye sordu.Ben :

·         Sizin gibi kimse ulaşmamıştır"dedim.Gavs hz.leri

·         Kendim gibisini söylemiyorum dedi.Ben de dedim ki:

"Şayet zatı âlilerinizi göz önüne almazsak şu anda sizin kapınızdaki kâmiller gibi Şahı Nakşibend'in kapısında yoktu".

Bu müşavereden sonra bu tarikatin post nişini kime verilmesi üzerine silsilei Sadat'tan ve Hazreti Fahri kainat (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin ruhaniyetinden istimdat istediler.Onlarda bu emrin Şeyh Bahauddin (k.s) hz.lerine teslim edilmesini işaret ettiler. Şu üç şartı da yerine getirmesini emrettiler.

·        1 Şöhrete istekli olmaması.

·        2 Şeriate muhalefet etmemesi.

·        3 Tarikatta Şeyhine muhalefet etmemesi.

Gavs (k.s) hz.leri iki küçük oğlunu (Seyyid Nur ve Seyyid Burhan) zahirî ve manevî terbiyelerini öğretmesi için Molla Abdurrahmânı Meczub'a teslim etti. Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s) hz.leri bana dediler ki:

·         Ölümüm için sakın üzülme, zira ölümümden sonra rabıta; sağlığımızdan daha güzel, daha süratli birşekilde gelir. \

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s)hz.leh,Molla Abdülkadir, Süleyman Efendi ve Molla Hüseyin' in bir an önce sülûka başlamalarını arzuluyordu.Nihayet Gavs (k.s) hz.lerinin istekleri üzerine bu mollalar emre imtisal edip, tarikat amellerine başladılar.Bü halden memnun olan Gavs (k.s) hz.leri"Gerçekten nisbet kuvvetlidir."dedi.Bu sözüyle ölümünden sonra amellerinde gevşememelerini, kendilerine menfaat hasıl olacağına işaret etti.

Abdurrahmânı Tâğî hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s) hz.leri Şeyh Seyyid Tâhâ (k.s) hz.terinden naklen şöyle buyurdular.

"Kılıç kınından çıkmadıkça birşey kesemez."

Abdurrahmanı Tağî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s)hz.leri ölümünden sonra arkasından kimsenin ağlamamasını emretti. Nitekim ölümü ile müritlerin kalbine öyle sükunet girdiki hiçbiri ağlayıp mahzun olmadı. Ölmeden önce nerdeyse kendilerini öldürecek hale geldikleri halde, ölümünden sonra sabrettiler.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs (k.s) vefat ettikleri cumartesi günü öğleden sonra Molla Abdurrahmânı Meczup' ve beni huzurlarına çağırdı. Huzurlarına vardığımızda iki omuz etlerinin titrediğini gördüm. Sekerat haline girdiklerini anladım ve sessizce "Yâsin" sûresini okumaya başladım. Mevlâ'ya kavuşma arzusunun eseri kendilerinde görülüyori du.

·         Beni doğrultun"dedi.Kendilerini doğrulttuklarında, tekrar:

·         Beni yatağıma uzatın, dedi. Uzattıklarında tekrar:

■ Beni doğrultun, dedi.Doğrulttuklarında yine :

·         Beni uzatın, dedi.lzdırabı ziyadeleşince bana doğru döndü, gülümseyerek

·         Böyle olsun bakalım, dedi. Ölümü tercih ettiğini belirtiyordu.Bir nargilenin fokurdayışı gibi latif ruhunun titrediği mübarek vücudunda belli oluyordu. Bu sırada sarığını çıkardı. Göğsüne buz koyup yüksek sesle Yasin sûresini okumalarını söyledi. Bir an evvel Mevlâ'ya kavuşmaya iştiyaklı olduğundan dolayı ruhunun çabuk çıkması için dua edilmesini ve ecelinin çabucak son bulması için de oğluna sadaka vermeyi emretti. Ruhunun teslim ederken sünnete uyarak sol yanına kuvvetli bir şekilde tükürdüler.Hizmetçiler derhal mendille tükürdüğünü sildiler. Bu sırada yanına girenlere oturmalarını emrediyordu.Ağır sekerata girip ruhunu teslim edeceği zaman, mahzunluğumuz kaybolmuştu.Orada bulunanların bazılarının gözünden yaşlar akıyordu.Sekeratın şiddet ve ağır hallerinden hiç şikayetçi olmadılar.Sadece bir iki sefer "ay baba!" dediler. Kendisini yatağına koymalarını isteyince kollarından tuttular. Lâkin yatağa kadar yürüyerek gitti. Halbuki son hastalığında ayağa kalkmaya gücü yoktu. Yatağına kadar yürüyerek gitti ye yüksekliği bir dirsek boyu olan sedirine kendisi çıktı .Sağ yanına yaslandıktan sonra, sarığının taylasanını yüzüne düşmüş olarak gördük. Sarığı kendisi mi örttü yoksa, sarık kendisi mi düştü, hiç birini bilemedik. Sarığı yüzünden aldığımızda birde ne görelim!.... Mütebessim bir vaziyette vefat etmiş olduğunu gördük. O anda ortalığa bir koku yayıldı, öyleki dışardaki sûfiler bu misk kokusunu duydular. Bu koku defin esnasına kadar devam etti.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Gavs(k.s)hz.lerinin mahdumu Şeyh Celâleddin, Gavs' benim yıkamamı emrettiler. Biraz çekimser durdum . Rabıtamın bozulmasından korkuyordum . Zira hayattayken kemâlinin zirvesinde gördüğüm çehresine acaba öldükten sonra bir noksanlık izafe olacak mıydı? Fakat mübarek vücutlarını yıkarken çehrelerinde taşıdıkları o kemâlât hali aynen dur iyordu. Ayrıca ondan nurun çıktığını ve parladığını gördüm. Alnının ortası sararmış,kenarları ağarmıştı. Hatta şimdi bile aynı şekilde rabıta kurmaya çalışıyorum. Çünkü hayattayken gördüğümden daha güzel görmüştüm. O mübarek vücutları ise hayattakilerinden daha yumuşak bir hâl almıştı.Gavs (k.s)hz.leri hayattayken ağır cüsseli idi. Onu ancak iki veya üç kişi çevirebilirdi.Yıkama esnasında yakın hizmetçisi Ali, onu bir yandan öbür yana tek elle çeviriyordu onun gibisi görülmemişti. Yıkama kesesi ve elim onun dizkapağı ile göbeği arasına hiç gitmediğini hatırlıyorum.

Gavs (k.s) hz.leri hicrî 1287 yılında Hakk'a göçtüler.

ŞEYH SEYYİD SIBĞATULLAH elARVASÎ HZ.'LERİNİN BAZ! ÂDET VE HALLERİ

Gavs (k.s) hz.leri, Allah'ın (C.C) bütün mahlukatı üzerine çok şefkatli idiler.Sılai Rahîm yaparlardı. Dostları vefat ettiğinde' onların çocuklarını da arar, gözetir, taziye ederlerdi. Kendisine karşı çıkanlara sohbetlerinde çok şefkatli ve nazik davranırlardı. Ona kötülük yapanlara iyilik yaparlardı. Teveccühte gözünü açanları şiddetle men ederlerdi. Bazı şahıslara teveccühü iki sefer yaparlardı. Mürid olmayanı teveccühe sokmazlardı. Vakıada görülen yılanı nefis ile, koyun ve atı görmek tecellii sûrî ile yorumlardı. Yemekte kendisinden evvel kimsenin sofradan kalkmamasını emrederlerdi. Kalkan olursa men ederlerdi.

Namazdan sonra hatmı hâcegân'a oturmak için kendisinden izin bekleyenlere böyle yapmamalarını söylerlerdi. Teheccüd ve evvabin namazını, şeriata mutabaatı kesinlikle emrederlerdi. Hatta bir gün Seydai Tağî (k.s) hz.leri çoraplarını giydirirken sehven önce sol ayağından başlayınca kendisini ağır bir şekilde ta'zir etti ve ona:

 Şeriat emirlerini okumadın veya duymadın mı ki böyle yapıyorsun? Bir şey giyerken önce sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını bilmiyor musun? dedi.

^Hiçkimse Gavs (k.s) hz.lerinin sağ tarafına tükürdüğünü görmemişti. Çok titizdiler. Titizliğine bir diğer misal de şudur: Bir gün oğluna bir miktar üzüm hediye edilmişti. Oğlunun elindeki üzümden bir parça yemişti. Bunun üzerine çok üzüldü ve mollalardan fetva istedi. Nihayet haram olmayacağına dair fetva verildikten sonra içi rahatladı. Gavs (k.s) hz.leri talebi hâl sahibi olmaya tercih ederdi. Seydai Tağî şöyle buyuruyor:

Bir gün Gavs (k.s) hz.leri adamın birisi için fal (*) açtı. Onun falında aşağıdaki mısra çıktı.

"Maksadıma erinceye kadar elimi talepten çekmeyeceğim"

Bu mısra çıkınca çok sevindi.Halbuki müridlerin halleri karşısında hiç sevindiği işitilmemişti.

.(’TF.akBu kelimeden maksat falcılık değildir.Kişinin haline uygun .düşen k 'limedir.Nitekim Peygamber Efendimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem)güzelliğe delalet eden falı sevdiği rivayet edilmiştir.Peygamber Efendimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem)"Uğursuzluk diye bir şey yoktur.Fal olarak güzel kelimeyi işitmekten hoşlanırım”buyurmuştur."Tac;3/221.

BU BÖLÜM ABDURRAHMÂHİ TÂĞÎ HZ'LERİNİN HALİFESİ İBRAHİM ÇOKREŞİ (K.S) TARAFINDAN RİVAYET EDİLMİŞTİR.

ABDURRAHMÂNİ TÂĞÎ (k.s) ve MÜBAREK SOHBETLERİ

Aşağıda anlatılanları ben Abdurrahmânı Tâğî'den (k.s), O'da Gavsuı Azam Arvasî (k.s) hz.lerinden dinlemişlerdir.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) buyurdular ki:

Gavs (k.s)hz.leri Gayda'da bulundukları sırada dediki:

·         Oniki imamın büyüklüğü ile ilgili sohbet, yiyecekten zulmeti kaldırır.

·         Mürid tarikatta ulaştığı hallerini kendini kıskanmayacak bir kardeşine anlatabilir. Bir mahsuru yoktur.

Nitekim babam  Allah ruhunu şad eylesin  şöyle demişti:

·         Ben ve Molla Ahmedi Dumlî beraberce tarikata girdiğimiz günlerde karşılaştığımız haller birbirimize anlatırdık. Gavs (k.s) hz.leri durumu öğrendiklerinde bu hareketimizi yasaklamadı.Hatta şöyle buyurdu:

Ispahart'ın insanları azgındır. Bu vesile ile mal ve kadına düşkündürler. Bu insanlar tasavvufun feyiz ve bereketinden istifade etseler mal ve kadın düşkünlüğünü bırakıp bütün gayretleri ile bu yola sarılırlar.

Gavs (k.s) hz.leri buyurdular:

■ Sadece Nakşibendi Şeyhlerinin talimat verip öğrettiği kimselerin bildiği bir Tehlîl 'i okuyup bağışlayınca ölü lerden kabir azabı kalkar..

Nitekim Arvasî (k.s) hz.leri azap çektiğini tahmin ettiği ölülerin ruhlarına bu tehlîli okuyup hediye etmeyi emrederlerdi.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Rabıtam o kadar ilerledi ki belâdayken bile gözümün önüne geliyordu.Bundan büyük bir utanç duydum. Durumu Arvasî (k.s) hzJerine arzettim. Gavs (k.s) hz.leri bana:

·         Bu ruhanî bir haldir,bundan utanç duyma.Aynca Ebu Bekr (r.a) Peygamber'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aynı durumdan şikayet edince Peygamberimizde böyle söylemişti.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Gavs (k.s) hz.leri bana ezanın manasını şöyle şerh ettiler.Ezan işitildiği zaman şöyle tefekkür etmek gerekir.

ALLAHÜ EKBER: Şöyle "Cenabı Rabbi'l Âlemin ibadete ihtiyacı olmayacak derecede büyüktür" demektir.

EŞHEDÜENLÂİLAHEİLLALLAH: ” Ondan başka ibadete layık kimse yoktuf'demektir.

EŞHEDÜENNEMUHAMMEDÜNRASULÜLLÂH: "Peygamberlerin dediği haktır, Peygamberimiz Muhammed Mustafa'm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) getirdiği şeriat haktır. Buna göre namaz asla terkedilmeyecek bir vecibedir, farzdır. Kul kıldığı namazlara karşılık sevap kazanır.Bırakacak olursa acıklı bir azap ve büyük bir mahrumiyet vardır.Burada iki mana ortaya çıktı.

HAYYAALESSELAH:"Namaza gel ki büyük bir hayra kavuşasın.”Bu söz birinci manaya işarettir.

HAYYAALELFELAH: " Bu önemli farzı yerine getirmeye gelki acıklı azabtan kurtulasın."Bu söz de ikinci manaya işarettir. Ezanı dinleyen bir kimse bu kısımda şöyle demelidir. (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) yani (Taate gücüm yok, azabtan kurtulmak için gücüm yok, ancak Allah (C.C)'ın yardımıyla olur).Bunu söylemek müstehaptır.

Burada dinleyici, kula hiç bir şey kalmadığından gevşeklik gösterebilir.Müezzinin tekrar" Allahüekber"ve"Lailaheillallah" demesi dinleyendeki gevşekliği giderir.

ALLAHÜ EKBER:"Allah (C.C) senin ibadetine layık olmayacak derecede büyüktür. Öyle ise fayda hep şenindir."elemektir. Bunları söylemekle kulun gevşekliği gider.

LAİLAHEİLLALLAH : "İbadete müstehak olan yalnız Allah (C.C)'tır, azabdan kurtarıcı da O' dur. "demektir.

Bu kelimei tayyibe ümitsizliği giderir,buyurdular.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) hz.lerinin bu bölümde naklettikleri Gavs(k.s)hz.lerinin bazı keramet halleriyle ilgilidir. 1

Abdurrahmâni Tağî (k.s) buyurdular ki:

"Gavs (k.s) hz.lerinin sûfilerinden birinin bir miktar koyunu kaybolmuştu. Mürid koyunlarının bulunması için Gavs(k.s)hz.terinden himmet istedi. Ben huzurlarına vardığımda oğlu Muhammed ile karpuz yiyordu. Karpuzun kabuklarını bana uzatarak "Bu kabukları kim yerse koyunların yerini onun bulması gerekirdedi. Bu sözü duyunca kabukları yemek istemedim.Fakat Gavs (k.s) hz.leri bana "Ye"deyince ben de yedim. Çok geçmeden koyunlar bulundu.Bunun üzerine; "Bu İhlasın neticesidir." buyurdular.

Başka bir hâdise de şudur;

"Bir ara o beldenin ileri gelenlerinden biri hapisteydi. Gavs (k.s) hz.leri, bu hadiseden haberdar olunca:

·         Eğer ihlâs sahibi olsaydı hapisten kurtulurdu, dedi. Bu durumda ben o zatı haberdar edip:

·         Sen tövbekâr ol, gafleti bırak"dedim. Ayrıca Gavs (k.s) hz.lerinin çoraplarını gönderdim. Haksız yere hapiste olan bu kişiye haber ulaşınca hemen tövbe etmiş. Bunun üzerine Gavs (k.s)hz.lerinin himmetleriyle ertesi gün serbest bırakıldı.

Gavs (k.s) hz.lerinin kerametini gösteren bir başka hâdise de şudur. Abdurrahmânı Tâğî (k.s) buyurdu:

"Gavs (k.s) hz.leri keramet eseri olarak hacca gitmişti. Ebdalları ile her cuma iki sefer toplanıyordu. Onlar hizmetle meşgul olurlar, o da onların yük ve hastalıklarını üzerine alırdı. Hatta çoğu sefer bir (Seydai Tağî ve diğer ebdallar) onun emri ile uzak yerlere gittiğimizde ayaklarımız taşlara çarpardı. Geri döndüğümüzde onun ayağından da kan aktığını görürdüm,

Gavs (k.s)hz.leri vefat ettikten sonra ben başka bir Gavs'a on gün kadar hizmette bulundum. Baktım ki onunla Gavsımız Seyyid Sıbgatullah Arvasî (k.s) arasında dağlar kadar fark var. Ben de ona ebdal olmayı bıraktım.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) buyurdular ki:

"Beni bir beldede haksız yere hapse attılar. Birde gördüm ki, Gavs (k.s) hz.leri beyaz bir ata binmiş imdadıma geliyor. Akabinde onun yüce himmetleriyle kurtuldum."

Gavs (k.s) hz.lerinin mübarek beyanlarına göre Tarikati Nakşibendiyye'de mutlak fena ve Hakke'lyakîn makamına ermişlerdi. Diğer tarikatlardan hiç bir kimse bu mertebeye ulaşamadığı gibi, bu Tarikatı Âliyei Nakşibendiyye mensubları arasında da Şahı Nakşibend, Şeyh Abdülhahk GuCdevanî, Hâce Alaaddîn Attar ve İmamı Rabbâni hazaratı dışında hiç kimse bu derecelere erememiştir.

Gavâ'ın (k.s)müridlerinden biri hastalandı.Hastalığı ölüm derecesine yaklaştı. Gavs'tan (k.s) himmet ve istimdat diledi.Gavs(k.s)onun himmet ve istimdadına beni gönderdi.Ben gidince iyileşip ve şifa bulduğunu gördüm.

Gavs (k.s) hz.leri buyurdular:

·         Benim başıma musallat olan şeytan bana teslim oldu. Bunu bize bir gerçeği nakledip haberdar etmek için bildirmişti.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) buyurdular ki:

·         Seneler önce yeni intisap ettiğim sıralarda teveccühte bir mollanın yanına oturmak istemiştim. Fakat Gavs (k.s) hz.leri engel olmuş beni başka bir yere oturtmuştu.Bunun hikmetini yıllar sonra anladım.Şöyle ki; Q molla ile aramızda onun karşı çıkışları sebebiyle soğukluk meydana geldi."

*Abdurrahmânı Tâğî (k.s) buyurdular ki:

·         Bir gün Gavs (k.s) hz.leri şöyle buyurdular.Bana denildi ki;

·         Seni görenler cehennem yüzü görmeyecek. Ben bu durumu ihvandan birine anlattım, o da çok korkup dedi:

·         Acaba onu kim görebilir?

·         Bende,bundan sonra Gavs (k.s)’a giderek kardeşimin duyduğu endişeyi naklettim .Gavs (k.s) dedi.

·         Görmekten maksat ihlâslı bağlılıktır. Gavs'a, size bu haberi kim verdi diye sorduğumda, dedi ki ” Mevtam söyledi."

"Ben Gavs (k.s) hz.lerinin keşif ve kerametlerini tecrübe ettim. Her seferinde söylediği gibi çıktı. Ancak bir seferinde falan adam onbeş gün sonra gelecek buyurdular.O adam bildirdiği zamandan sonra geldi.Sadece beş gün fark etti."

Abdurrahmâni Tağî (k.s)buyurdular ki:

Gavs (k.s) hz.lerine bir süre hizmet eden bir kadının oğlu vardı. Bir gün bu genç hastalandı. Gencin annesi Gavs(k.s) hz.lerine himmet için geldi. Gavs(k.s)hz.leri:

Hasta şifa bulmaz,dedi.Kadın tekrar ısrar etti. Gavs (k.s) eceli gelmiş şifa bulmaz dediyse de, hastanın annesi ısrarında o dereceye vardı ki ağlayarak yalvarıyordu, Gavs (k.s) hz.leri dayanamadı, hastanın bulunduğu yere gitti. Biz de gittik . Gavs (.k.s) hzjeri sararıp solmaya başladı. Meğechaştanın ruhuyla,kendi ruhunu değişmiş, hastanın ruhuna bedel kenSTrûhünîrv^ G.avS"C£s£EHerî~:                        ~~~~~

·         Ölüm meleği geldi. Ruh almadan dönmez, demişti. Çok geçmeden odun taşıyan Salih ismindeki bir sofi geldi. Sûfi Salih, Gavs (k.s) hz.lerinin kendi ruhunu çocuğun ruhu yerine tercih ettiğini anlayınca hemen sırtındaki otunu bırakarak,^

Ç Görmüyormusunuz? Gavs (k.s) ne durumdadır. YaGavsım ruhum sana feda olsun, diyerek Gavs'ın yanına koştu. Ruhunu ..Gavs!abedelelaraK.verd.i Gavs ve hasta çocuk iyileştileTzîra Salih, ruhunu bedel olarak vermişti. ~~    ~~~

Aşağıdaki kıssaları,1296 senesinde şeriata teşvik hususunda Gavs (k.s)'dan nakletmiştir. V

·         Gavs (k.s) hz.lerkBenden alimlerin hallerinden sordu ve buyurdu ki;

·         Maksat şeriate mutabık istikametin gerçekleşmesidir.

Buna karşılık ben de kendilerine"tarikat şeriate bağlılık olduğuna göre şeriate Molla Muhammed Emin’den daha bağlı bir . kimse yoktur"dedim. Gavs (k.s) hz.leri celâllenerek"o abdes alırken yüzünü dört defa yıkıyor" diye cevap verdiler.

• $    $ e

■ Gavs (k.s) hz.leri Gayda'da bulundukları sırada, Bana Molla Abdullah ile Molla Hüseyin'in durumlarını sorunca kendilerine Molla Abdullah'dan bahsedip övdûm.Molla Hüseyin'den bahsederken, o şeriate yönelmiştir deyince,

·         İyi ya, maksat istikametin gerçekleşmesidir"buyurdular.

·         Yine bir gün Gayda'da Molla Abdurrahman Melâkendî abdest almak için gittiği havuzun başında elleri ve yüzü açık vaziyette temizlik yapan bir kadının suda aksini gördüğünü üzülerek bahsetti. Bana,bu olayı Gavs'a aktarmamı istedi. Ben de Gavs(k.s)hz.lerine aktardığımda Gavs (k.s) hz.leri şiddetle karşı çıktı ve ve celâllenerek, dedi:

·         Sen bilmiyor musun bu durum avam içindir, sen alimsin, senin için mahsurludur. Bakılması gerekli olmayan yerlere gözlerini salıverme.

Bir molla yüce tekkeye kadınların gelip gittiğine dair ileri geri konuşmuştu. Bu duruma ben sebeb olmuştum. Bunun üzerine dedim ki;

·         Kadınlarla birarada mecburen bulunmak zorunda kaldığımızı bununla beraber o kadınlardan kaçındığımızı, yüzlerini görmediğimize talakla yemin ederim. Gavs (k.s) hz.leri bu sözlerimi duyunca Emir'in evinde duruma göre cevap vermenin iyi olmadığını belirtip dedi ki :Hal ile cevap vermek makbul değildir. Makbul olan cevap şeriate muvafık olmasıdır.

·         Gavs (k.s) hz.leri, bir köye irşada gitmişti. Camiye geçip oturdu. Köylüler ziyaretine geldiler. Nevar ki gelen sol ayağı ile camiye giriyordu. Yalnız bir sûfi sağ ayağıyla girdi. Bunun üzerine Gavs (k.s) hz.leri "Müridlik nerede siz nerede. Mürid ancak sağ ayağıyla camiye giren bu sûfidifdeyip gülümseyerek o sûfiye sohbet etti.

.

Gavs (k.s) hz.leri;Bâcuri'nin rivayetine çok değer verirdi. Bir keresinde sûfilerden biri İstanbul’dan bir kitabı getirdi.Gavs (k.s)hz.leri bu kitabı bana vererek incelememi emretti. Kitabı okurken şöyle bir ibare gördüm." Maşukundan duygularını gizleyerek ve bakmaktan bile çekinerek ölen kimse şehit gibidir. "Bu sözleri Gavs(k.s) hz.lerine gösterdim, mübarek bakıp okudu. Bir süre sonra Molla Muhammed heyacan içinde yanıma gelerek dedi: Gavs (k.s) hz. leri söyledik! sana verdiği kitapta "Aşkın şartının gizlemek ve iffet olduğu” yazılıyormuş.

Bir gece Emirin evinde Gavs (k.s) hz.leri ile beraber oturuyorduk.Bir ara dışarı çıktı. Bir süre sonra Gavs (k.s) hz.leri heybetli bir şekilde içeri girip oturdular ve bana:

·         Oğlum Hamza'yı çağırın, buyurdular. Gavs (k.s) Hamza'ya çok kızmıştı. Ben ricada bulundum, bana da kızarak kabul etmediler.Oğlunu ve damadını da bu hususta reddettiler. Daha sonra hizmetçisi Molla Salih geldi.Efendim dedi.Neredeyse korkudan ruhumuz çıkacak, siz Muhammedi meşrebdensiniz. Şefkat ve merhamet zatı âlilerinizin vasfıdır. Nedir bu haliniz, sizi celallendiren nedir dediler. Bunun üzerine Gavs (k.s) hz.leri:

·         Beni yanlış anlamayın. Zira oğlum Hamza'nın dam üstünde bir kadınla konuştuğunu tesbit ettim. Bu durum hemen araştırıldı ve şahitler getirildi. Hamza’nın konuştuğu kadın, kendi öz teyzesi olduğuna şehadet edilince Gavs (k.s)hz.terinin kalbi sükunet buldu ve celâli geçti. Bize tövbe ettirdi ve "Benden izinsiz hiç bir iş yapmayın"dediler.Oğlu Şeyh Bahauddîn,

·         Sen yanımızda olmadığın zaman sana nasıl başvuracağız?diye sordu. Gavs (k.s) hz.leri de bu soruya karşılık, şeriate müracaat edin şeriate uygun olanı yapın, "dedi.

Bir gün Mevlâna Seyyid Tâhâ (k.s) hz.leri, Gavs (k.s) hz.lerine bir mektup yolladı.Mektupta şöyle diyordu:

·         Eğer müridde şeyhine karşı tam bir ihlâs ve muhabbet üzere mütabaatla bağlılık mevcutsa müridin hiç bir hali olması gerekmez.Bu vasıflarda bir noksanlık mevcutsa, ondaki hâlle" Allah (C.C) korusun" istidraca düşmesinden korkulur.

Gavs (k.s)hz.leri bu mektubu Nefahâtü'lÜns'ün Alaaddin Attar başlıklı bölümün üstüne iliştirdi.Bilâhere bir müddet bu mek, tubu sohbetin giriş mevzuu yaptılar.

»±le

Yine bir gün Molla Abdülgaffârı Kalî tekkeye geldi.Kendisiyle bir müzakerede bulunmuştum.Bilâhere aramızda geçen müzakereyi Gavs (k.s) hz.lerine arzettiğimde bana şunları söyledi.

■ Git ona şöyle söyle; gel de şeriatı burada oku.Sen şeriatın sadece zahirî tarafını okudun, şimdi de manevî tarafını oku. Senin anladığın şeriat gözün harama bakmasını yasaklarken, benim okuduğum şeriat ise kalbin bakmasını da men ediyor". Bir başka seferde:

·         Sen şeriatın zahir kısmını okudun, fakat bana özünü sor"dememi emretti.

Yine bir gün Gavs(k.s)hz.leri,Molla Yusuf'un "Şeriatle amel eden, şeriatı uygulayan,tatbik eden kişi velidir" şeklindeki sözünü naklattikten sonra dedi ki:

·         Molla Yusuf bir noktasını ihmal etmiş, zira fena mertebesine ulaşmış bir Şeyh'in sohbetinden,terbiyesinden geçmeksizin şeriatın özüne vakıf olmak mümkün değil.

Yine bir gün Gavs (k.s) hz.lerine şöyle bir soru yönelttim:

·         Niçin zahir ulemanın içtihadlarına ihtiyaç duyuluyor?Her meselede fena mertebesine ulaşmış şeyhe başvurmak kafi değil midir?

Bu soruyu sormamdaki maksadım şuydu.(Ona olan bağlılığım o dereceye çıkmıştı ki,Onun şeriate muhalif hiç bir söz söylemiyeceğine inanıyordum.)Soruma şöyle cevap verdiler.

·         Bu ihtiyacın sebebi şuducAlim kendisi fasık,günahkar bile olsa sözü ve içtihadı ilme dayanır.Fakat şeyhin sözü hâle dayanır.Durum böyle olunca alimin sözü daha hayırlıdır ve mesnedlidir, buyurdular.

Kt*

Yine bir gün Gavs (k.s) hz.leri Kulat'dayken bize istiğfar emretmişti. Kendilerine"emretmiş olduğunuz istiğfardan maksad Nakşibendî istiğfarı mı yoksa şer'i istiğfar mıdırîdiye sormuştum. Bana hayretle dedi:

·         İkisi arasında ne fark vardır ki?Kendilerine dedim:

·         Kanatime Nakşibendî istiğfarı kulun Allah'a muhtaç olduğunu arzetmesi, O'na iltica etmesi, kalbi ile yakarıp niyaz etmesi, zahiren istiğfar ise" estağfirullah"demekten ibarettir," Bunun üzerine şöyle buyurdular.

 Esas maksud, niyaz, istiğfar ve ilticadır. Fakat şeriat, kalbî ve hâlî olan bu duygulan açıkça lisanen söz halinde ifade edilmesini uygun görmüştür. Lisanen bu sözleri söylemek mutlaka gereklidir. Sözle manayı birleştirebilene ne âlâ, aksi halde sözle söylemek de kifayet eder.

Mevlânâ Seyyid Tâhâ (k.s) hz.lerinin kardeşi Seyyid Salih tarafından zikirle ilgili bir tavsiye gelmişti.Bunun üzerine Gavs (k.s) hz.leri namazlardan önce kamet getirilmeden on defa"Sübhanallah", on defa"Elhamdülillâh", on defa"Lâilâheillallah"on defa" Allahü Ekber", on defa da "Estağfirullah"dememizi istemişti.

Bu durum halk arasında duyulunca söz konusu zikir yaygınlık kazanıp her tarafta uygulanır oldu.Bu zikir Şeyh Mevlâna Halid (k.s)'in Halifesi olan Şeyh Halid Cezerî'ye kadar ulaşınca, o mübarek Gavs (k.s) hz.lerine bir mektup yazdı.Mektup bize geldi.Mektubunda şöyle diyordu:

" Gavs (k.s) hz.lerinin adı geçen zikirlerin onar kere söylenmesindeki emrini anlayamadım. Oysa bu hususta şer'î bir delil yoktur "diyordu.

Bu büyük Nakşî şeyhinin, müdekkîk, müzakere ve ilim sahibi adamın mektubu geldiğinde Gavs (k.s) yeni bir emir vermedi.Yani ne çekilsin ne de çekilmesin demedi.Halidi Şirvânî'nin gelmesini bekledi.Bu bekleyişi ihtiyaten idi.Nitekim Halidi Şirvânî geldiğinde kendisine bu husus soruldu. Bu zat,bu hususta hiç bir şer'î delilin bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine Gavs (k.s) hz.leri önceki verdiği emri geri aldı ve bu zikri bize yasak etti. Zira iki alimin ittifakla fetva vermeleri yeterliydi.

Bunun yanında eskiden beri köylerde şöyle bir âdet vardı. Ramazanı Şerif ve Kurban Bayramı'ndan önceki gecelerde Rahman süresi okunurken hep bir ağızdan tekbir getirildi,Gavs (k.s) hz.lerine bu husustaki görüşünü sorduğumuzda bize şöyle dedi:

"Bu hususta hiç bir şey diyemem.Lâkin şer’î bir delil bulunana kadar benimseyemem." buyurdular.Bu sözünden biz anladık ki bu hususta şer’î bir delil aramamız icabediyor.Hemen Siirt müftüsüne haber gönderdik.Gelen fetvayı Gavs (k.s) hz.lerine vermek üzere cebime koymuştum.Fakat ben fetvayı kendilerine vermeden önce,aynı konuyü Gavs (k.s) hz.leri Şeyh Halid'e sordular:Şeyh Halid bu âdetin şeriatte yeri yoktur deyince bende Gavs (k.s) hz.leri mesele aydınlanıncaya kadar bu adete uymamızı men ettiler. Ben de bu ara Siirt müftüsünden gelen fetvayı kaybetmiştim. Böylece bu meselelerin aydınlığa kavuşmasını beklemekten başka bir çaremiz kalmadı.

Gavs (k.s) hz.lerinin şeyhi Seyyid Tâhâ (k.s) hz.leri bir âdab kitabında bahsi geçen bu zikri yapmayı emretmişti.Fakat adı geçen kitapta sabah ve akşam namazlarından sonra ve tesbihattan önce söylenen on tehlilin sünnet olup olmadığı hususunda hiç bir kayıt yoktu.Bu sebebten Gavs (k.s) hz.leri kendileri bu tehlîl zikrini yapmazlardı.

Akşam namazını eda etmek için camiye gittikleri bir gün namazdan sonra cemeatın adı geçen zikri yapmadıklarını gördü, bunun sebebini sordukları zaman kendisine; "İmam,bize zatı âlinizin yapmamamızı emrettiğinizi söyledi"dediler. Gavs (k.s) hz.leri bu cevaba çok celâllendi ve şöyle buyurdular:

·         Allah'ın gazabı benim adıma yalan söyleyenin üzerine olsun! Ben şeriatte yeri olan bir zikri nasıl yasaklarım. Benim çekmeyişime gelince, Şeyhimin bana bu zikri değil de buna benzer başka bir zikri bana vermesinden dolayıdır. Şeyhimin bu emrini göz ardı edemem.Zira onun emrinde bir hikmet ve fayda olduğuna kesinlikle inanıyorum.

Nakşibendî tarikatına bağlı büyüklerimizin yazdıkları kitapların çoğunda cehri zikir yasaklanmıştır.Bu âdab o kadar yayılmıştı ki,bütün sesli zikirlerden ve kıraatlardan kaçınır duruma gelmiştik.Bunun üzerine Gavs (k.s) hz.leri bir gün şöyle buyurdular.

·         Bütün cehri zikirler ve kıraatler yasaklanmamıştır. Belki de sesli ve sessiz okunması bir şer'i delile dayanmayan zikir ve kıraa lerin sesli okunması yasaklanmıştır. Cehrî okunması şerl bir delile dayananlar sesli okunabilir. Meselâ bayramlarda getirilen tekbirler,mevtaya verilen telkin ve benzeri gibi."

Ben (Seydai Tâğî)birgece ailemle oturuyordum. Saliha bir hanım içeri girdi.Hanımımda dışarı çıktı, kapı açıktı, dışarıda bir lahza kaldı.Sonra yine geldi.Ertesi gün Gavs (k.s) hz.lerinin yüce meclislerine vardığımda meğer ki evdeki o duruma muttali olmuş, celâllenip elindeki değneğini eline alarak azarladı ve "seni bu değnekle döverim dedi.

"Bana rahmet etti.Celâlle"nisbet sahibi olduğunu bilmelisin " diye ikaz etti.

Gavs (k.s) hz.lerinin şeriate uygun hareket ettiklerine birçok delil vardır.Bunlar saymakla bitmez.Meselâ bu delillerden birisi de, onun kapısında bulunmuş meczuplarda bile şeriatın hükümleri tahakkuk etmiştir.Nitekim bir seferinde,bir kadın sûfiye cübbemin kolları elimin üzerindeyken elimi öpmüştü, öyle ki elimle İrtibatı hiç olmamıştı.Bu durumu gören deli bir kadın" bu yaptığınız şeriate muhaliftir" dedi.Gavs (k.s) hz.lerinden bereketlenmek isteyen kadınlar, eteklerini öperdi.

Şeyh Abdullah, Şeyh Zekeriya Ensârî tarafından yazılmış kitabın kenar şerhinde"Marufu Emret"başlıklı bölümünde şöyle diyor:

 Şeriatın hükmünü emredenin mutlaka adil olması gerekmez.Meselâ, içki mübtelâsı bir kimse namahremle oturmayı men edebilir.İmamı Gazalî'ye göre de bir kadınla zina yapan erkek ona yüzünü saklamasını emredebilir.

ÜSTADI ÂZAM
ŞEYH ABDURRAHMÂNİ TÂĞİ (H.Z)'NİN MÜBAREK SÖZLERİ

Hicri 12911296 yılları arasında rabıta, rabıtanın çeşitleri, rabıtanın şekli ve faydaları hususunda Abdurrahmânı Tâğî hz.ferinin söylemiş olduğu mübarek sözleri okuyacaksınız.

Hicri 1291 senesinde Hamurit'de Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

■ Seyri sülûkum esnasında Seyri ilâllah makamının nihayetinde Gavs (k.s) hz.leri bana, sana rabıtamı kesecek derecede bir atiye verilmedi mi? diye sordu. Ben de kendisine’verildi fakat ben rabıtamı kesmedim, diye cevap verdim. Bilâhere kendisine dönerek"rabıtayı kesmemenin ne gibi farkı var?"diye sordum.Bana "rabıtayı kesmemenin kemâle erişmeye faydası var"diye cevap verdi.

Seydai Tağî (k.s) yine bu tarihte Tercünk'te halvette bulunduğu sırada şöyle buyurdu:

·         Mürit virdini çekerken kıbleye karşı teverrük oturuşuyla oturup rabıtalı haliyle bulunmalı ve yüzünü temiz bir örtü ile örtmelidir.Bu müstehabtır.

Seydai Tağî (k.s) yine aynı tarihte Cukreş köyünde iken kendilerin"Mürid günlük virdini şeyhinin bulunduğu evde yapabilir mi?"diye sordum.

·         Hayır,böyle yapmak doğru olmaz, dedi.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.lerine:

·         Akşamla yatsı namazı arasında şeyhin yanında rabıta mı yapılmalı yoksa kalbi vukuf mu yapılmalıdır? sorusunu şöyle açıklıyor.

■ Gavs (k.s) hz.lerinin huzurundayken bazı kişiler rabıta yapardı. Bazılarıda gözlerini yumar kalbi vukuf yapardı.Rabıta yapanları men etmezdi.Bence üstad hz.lerinin kanaati, kalbi vukûf yapılmasının daha iyi olduğun yönündeydi.

Kendilerine:

·         Akşamla yatsı arasında virdimizi çekmemiz caiz midir? diye sordum.Bunun üzerine;

·         O vakit rabıta vaktidir,buyurdular. Zikir için en güzel vakit sabah namazından sonraki vakittir.

Abdurrahmâni Tağî (k.s) hz.leri rabıta ile ilgili bir soru üzerine Gavs (k.s) hz.lerinden naklen şöyle cevap verdiler.

Hâce" Ubeydullah Ahrar (k.s)hz.lerinin tarifine göre rabıta şöyledir.Mürid iki kaşı arasında hayali bir göz ile mürşidinin alı nının ortasına bakar. Gavs (k.s) hz.leri diyor:

·         Ben bir müddet böyle yaptım.Lâkin vücuduma bir ağırlık çöktü.Halimi Şeyhim Seyyid Tâhâ (k.s)hz.lerine arzedince.bana bu ağırlığı gidermem için bir müddet rabıtayı kesmemi söyledi.Bu rabıtaya devam edilince fena hasıl oluyor.Bilhassa fenafişşeyh, bilâhere fenafillah...

Bir gün Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular:

·         Rabıta:

Mürşidin suretinden yayılan nurun , müridin her tarafına yayılıncaya kadar, mürşidin suretine bakmaktır. Sonra mürid, mürşidinin sureti için kalbinin hizasında bir boşluk farzedip mürşidin suretini buraya yerleştirmeli. Bilâhere tüm duyu organlarını buraya teksif edip bakmalıdır, tüm dikkatini yöneltmelidir. Öyle ki müridin bütün azalan(göz, kulak vb.)mürşidin azalan haline kavuşur.Gözü, kulağı hep onun gözü kulağı gibi olur.İşte o zaman manevî olarak müridin vücudu, mürşidin vücuduna benzer. Bu bir haldir.Nisbet artar. İki kalp bir müşahedeyi temin için yapılır."

Ve bir şiir okudular:

Sen kalplerin şeffaflığında, kalbler arasında akarsın, Göz pınarlarında göz yaşlarının aktığı gibi.

Kalbin,benim kalbimin boşluğuna girer. Bedenlere ruhun girdiği gibi.

Şiiri okuduktan sonra sözlerini şöyle bitirdiler.

 Bu şiir kalb ile kurulan rabıtaya işarettir .Az önce tarifi geçen rabıta da budur***Müridlerden bazısı Seydaı Tağî (k.s) hz.lerine:

·         Rabıtam kalbimde beliriyor" demeleri üzerine cevaben büyürdü:

■ Zaten bazı meşayih rabıtayı öyle talim etmişlerdir.***Abdurrahmâni Tâğî (k.s) den sordular:

·         Efendim nerede olursam olayım rabıta bana gelmiyor.Ben rabıtamda kendimi sohbet yerinde buluyorum. Cevaben buyurdular:

£  İnsanın istediği yanına gelmeyince o onun yanına gider.Şeyhini yanına getirinceye kadar tekrar tekrar gider. Böyle Rabıtanın gayesi: Nefsi öldürmektir. İnsanın nefsi tıpkı bir yılan gibidir.İki başı vardır.Biri göbeğinin altında bulunurken diğeri alnının ortasından dışarıya çıkar.Bazı hayvanlarda olduğu gibi bu yılanında birçok ayak lan kolları vardır.lnsanın bütün vucudunu dolaşmış ihata etmiştir.(Yani nefis vücudun bazı yerlerine kök salmıştır)Alında bulunan .göbeğin altında bulunandan daha tehlikelidir.Rabıta alın karşısında hayal edilerek yapılınca,nefis yılanının buradaki başı rabıtanın bereketiyle öldürülür. /

Sözlerinin burasında söylediklerini doğrulayan şu mısrayı okudu:

"Nefs ancak şeyhin gölgesi ile ölür"

Daha sonrada şu beyti okudu.

İskenderln ayinesi Cem'in kadehidir, ona bak da,

Dara'nın memleketinin durumu gözün önüne gelsin.

"Meşhur İskender ordusuyla Dara'nın memleketini kuşatır.Dara bu orduya karşı şöyle bir hileye başvurur.Erkeklerin menileri ve kadınların menilerini bir arada toplar ve bunları karıştırır,bir kazana doldurur.Kazanı ateşin üzerine koyar ve kazandan bir yı■ lan çıkar. Bu yılanı gören İskender'in askerleri ölür ve vücutları dağılır.Bunun üzerine İskender veziri Aristo'ya danışarak bir ayna yaptırır.Bu aynayı yılanın karşısına koyar.Yılan aynada kendi aksini görür görmez dağılır ve ölür.Askerler yılandan kurtulur ve Dara'nın ülkesini fetheder."

Başka bir sohbetinde"Kalbdeki rabıtanın faydası,vesvese ve hatıraları gidermesidir"buyurmuştur.

Bir gün Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri"Acziyet halinde iken Şeyhim bana başımın üstünde rabıta kurmamı emrediyor"dedi. Devamla şunları söyledi"Bu çeşit rabıtanın yararı çoktur.Zira şeytanı ve nefsi daha çabuk kovar"

Seydaı Tâğî (k.s) buyurdu:

 Baş üzerinde beliren rabıtanın,rabıta sahibi ile konuşması,kalb ve /üzün karşısında düşünülerek yapılan rabıtalara göre daha doğru ;ıkar Rabıtanın bu şekli diğerlerine göre şeyhe karşı hürmeti daha çok artırır.

Seydai Tâğî(k.s) buyurdu:

"Rabıtada konuşma durumunda bu konuşmayı şeriate arzetmeli.Uygunsa amel eder,değilse âmel etmez,Şeriatle ilgili bir mevzu ise onunla amel edebilir."

Seydai Tâğî (k.s) buyurdu:

"Rabıtada konuşma bir veya iki sefer olduğunda önemsenmesin. Üçüncü sefer vuku bulduğunda şeriate arz edilsin. Rabıtada gelen sözlerin en doğrusu cihetsiz olarak kalbe gelendir."

Seydai Tâğî (k.s) buyurdu ki:

"Baş üzerinde rabıta kurmanın başka bir şeklide şöyledir.Mürid şeyhinin suretini başı üzerinde çadır yapar. Dün yada ne varsa hepsinin bu çadırda kaybolduğunu hayal eder. Bu hayalinin canlandırmayı sürdürünce bir müddet sonra kendisininde o çadırda yok olduğunu görür."

Seydai Tâğî (k.s) buyurdu:

 Rabıtanın nuru güneşin ışığına, zikrin nuru ise lambanın ışığına benzer. Rabıta ile meydana gelen fena daimi olur. Zikir ile hasıl olan fena bazen zail olabilir. Rabıta asla terkedilmez.Hatta şeyhlerden birisi"zikirde şuhut halinde iken rabıtanın başı bana zahir olursa, o rabıtanın başını keserinT'demesinden dolayı azarlanmıştır.

Vasıl olmakta rabıta yolu,vukufu kalbî yolundan daha kısadır.Tarikatımız rabıta yoludur."

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) buyuruyor:

Rabıta iki çeşittir.

·        1  Şeklî rabıta: Rabıtanın bu şekli, şeyhin suretini hayal etmektir.

·        2  Hayalî rabıta: Her yerde şeyhi yanındaymış gibi farzetmek,onun himmeti âlilerini daima üzerinde hissetmek,faydalı ve zararlı herşeyi,günahlar ve hatalardan uzak durabilmeyi sadece şeyhinden bilmektir.

Abdurrahmâni Tağî(k.s) Hazretleri:

"Falanın rabıtası gelmiyor "şe1 ündeki bir soruya cevaben şöyle buyurdular. "Zararı yok, çünkü rabıta, kalbi rabıta üzerine toplamaktır."

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) Hazretleri yine bir gün İmamı Rabbani (k.s) Hazretlerinden naklen şunları söyledi:

·        ■ Rabıta,kanın damarlarda dolaştığı gibi damarlarda akmadıkça terkedilmez.

Başka bir sefer şöyle buyurdular:

·        ■ Rabıta manevî hale gelmedikçe rabıtanın ne kendisi belirir ne de faydası ortaya çıkar. Rabıta yapılacak olan şeyh seyri sülukunu tamamlamış ve "mercû" (geri dönüş) haline ermiş olmalıdı.

Seyda'ı Tağî (k.s) buyurdu:

"Mürşid rabıtanın keyfiyetini müride öğretseydi mürid erken maksadına ulaşırdı."

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) Hazretleri şeyhinden naklederek şöyle dedi:

"Şeyhlerden biri mürşidi yan tarafındaymış gibi rabıta yapılması şeklini ortaya koydu."

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leh buyurdular ki:

BuTarikatı Âliye de, rabıtanın çok ehemmiyeti vardır.Hatta namaza başlarken de rabıtalı olunmalıdır. Buradaki rabıtanın şekli, şeyhi,üzerine bir elbise gibi giydirmelidir.Fakat rabıtanın bu şekli mürid için çok zordur.

Abdurrahmâni Tağî(k.s)hz.leri,Tercunk' te iken 1293 senesinde şöyle buyurmuşlardı:

Yeni intisab eden mürid için üç türlü rabıta vardır.

·        1  İcmâli rabıta: Mürid, mürşidini hiç görmemişse dahi, şeyhini yanındaymış gibi devamlı hayal etmesidir.

·        2  Şeklî rabıta: Mürid,mürşidinin suretini belirli zamanlarda karşısında var sayıp iki kaşı arasında mevcud olduğu kabul edilen bir gözle,bu surete bakmalıdır. Salikler için ikindiden sonra, yatsıya kadar olan vakti belirledi. Akşamdan biraz evvel istirahat için gözün açılmasını caiz gördü .

·        3  Aklî rabıta: Rabıtanın bu şeklinde mürid,şeyhini kendisi ile Allah arasında vasıta olarak düşünmeli, zararı ve faydayı şeyhinden bilmeli, devamlı şeyhini hoşnut etmek için gayret etmeli, hoşlanmadığı şeylerden kaçınmalıdır. Rabıtanın bu şekli en üstün rabıta çeşitlerinden biridir. Devamlıdır ve hürmet duygusunu geliştirir.

Mürid,şeyhini kendisi ile Allah (C.C) arasında vasıta, olarak düşünüp,şeyhini hoşnut etmek için devamlı surette gayret ederek, hoşlanmadığı şeylerden kaçınmakla birlikte zararı ve faydayı ondan bilmezse de bu rabıta şekli de en güzel rabıta çeşitlerindendir. Aklî rabıtanın bu ikinci şekli,birinci şekli kaybolduğunda baş vurulacak geçici bir rabıtadır.

Yine bir gün Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri aynı tarihte rabıta üzerine şöyle buyurdu:

"1 Mürid, şeyhini Allah'a vâsıl eden bir vesile, rehber olarak tefekkür eder.

·        2 Mürid, şeyhini kendisi için bir ayna kabûl eder.

·        3 Mürid, kendisini şeyhinde fânî olmayı düşünür."

SOHBETİN FAZİLETİ

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Yolumuz sohbet yoludur, tarikatımızdan olmayanları sohbetimize almaktan alıkoymuyoruz.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri 1293 yılında şöyle sohbet buyurdular:

·         İnsanlara hayret ediyorum,niçin sohbeti istemezler, niye sohbet meclisine katılmazlar, niye sufilerin arasına katılmazlar?

■ Oysa sofilerin ev sahibi Hz.Allah (C.C),teşrifatçısı Hz.Ali (k.v), sâkisi Hz.Hızır (a.s)'dır. Onların makamından daha yüksek bir makam yoktur.                                '

·         Şayet sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse,bu mertebeye erişebilirler. Zira umulur ki aralarında bir Allah (C.C) dostu vardır. Sohbet arasında uyanık olan kimse kalbini mürşidinden hiç ayırmayan kimsedir.Bu kişinin kalbine feyiz akar.

·         Günümüz meşayihinin büyüklüğünün hikmeti şudur:

Kalblerine devamlı fuyuzâtı Rabbanî gelir. (Devamlı olarak bu kelimeyi bir kaç defa tekrar ettiler.) Zira günümüz gaflet asrıdır. Bu sebeble insanlar arasında kalbini uyanık tutanların kalbine fuyuzât gelir. İşte böyleleri kendi hisselerini aldıkları gibi başkalarına da sahip oluverirler ve azametli olurlar. Hz.Musa (a.s) azametli idi. Zira Firavun'un öldürdüğü çocukların feyizlerine de sahib olmuştu.

***

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) HazretlerijNurşin'deki hanelerinde, azizandan bazıları ve Süleyman Efendi'nin halifeleri huzurunda bana dedi:                           a

·         Dinlediğin sohbetlerin mühim kelimelerini kayd etmelisin. Ben de zatı âlilerine:

·         Bu İşi bir müddettir bıraktım, dedim.

"Niçin bıraktın?"diye sordukları zaman kendilerine cevaben şöyle dedim:                     '

·         Zira zatı âlinizin"kelimelerin sözünü almak değil nisbetini almak gerekir"dediğinizi duydum. Başka bir sohbetinizde de:

·         Manası ve nisbetini anlamadan,onlara göre nefsi terbiye etmedikten sonra kelimeleri kaydetmenin ne faydası var?buyurdunuz. Bu sebeble kelimâtınızı kaydetmenin faidesiz olduğu kanaatına vararak yazma işini terk ettim. Bu beyanım üzerine bana; O sohbetimden maksat kelimâtı yazmaktan vazgeçirmek değildi. Aksine o sözlerim yeni ve başka bir emirdi, diye cevap verdiler.

Bu hadiseden önce bana bir kaç defa daha sohbetlerinden bazı cümleleri kaydetmemi emir buyurmuşlardı.

***

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri yine aynı köyde hânei saadetlerinden bir gün"Sofi Halidi Kerpeykî’nin sohbetlerinden anladım ki muhabbet cezbesiyle birleşen manevî uyanıklık, cezbesiz ve muhabbetsiz uyanıklıktan yeğdir." Ve bu sözü" sohbet yolu ile muhabbet tahsil etmek ve neticede uyanık olmak"olarak şerbetti.

Abdurrahmâni Tağî(k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Vaaz ile sohbet arasında çok fark vardır. Şöyleki sohbet cezbeden gelir. Yâni muhabbet ile husûle gelir, oysa vaaz böyle değildir.

Ayrıca İlâhi sohbete iştirak edip dinleyenlere feyz ve nisbet geldiğinde hem dinleyiciler hem de sohbet eden feyz ve nisbet alırlar. Vaaz ise böyle değildir, gelen feyz dinleyicilere akar.

Sohbet eden sûfi kendi gönül deryasından konuşmalıdır.Şeyhin durumu değişiktir. O’nun başka deryalardan söz etmesi lazımdır. Bir başka seferinde buyurduğu "Müridin nisbeti şeyhin nisbetinden daha çoktur" sözü böyle açıklanmış oldu.

Zira mürid vahdet deryasında gark olmuş olabilir veya rabıta halindedir. Üstadın rabıtasında olsa da, Üstad’dan dolayı Allah (C.C)'ı tefekkür etmiş olur. Neticede her iki durumda da vahdet denizine dalmaktadır. Bu mübarek sözlerinden anladım ki, şeyhim burada"Mürid hiç bir zarhan deryai vahdetin dışına çıkamaz, mürşidde devamlı olarak müridini düşünür. "Şeklindeki sözlerinin şerhini yapıyorlardı.

Şu beyitle sohbetlerini bitirdiler.

Ben senin peşindeyim,

Oysa sen başkasının peşinde.

Seydai Tağî(k.s)hz.lerinin açıklamasına göre bu beyit,Mürşidi kendisinin peşinde koşarken,müridin dünyalık meselelerle uğraşmasına işaret etmektedir.

İbrahim Çokreşî (k.s) diyor ki;

Şimdi üstad hazretlerinden anladığıma göre vaiz ile şeyh arasındaki farkı açıklamak istiyorum.Hatta yazdıktan sonra şeyhime gösterip tashihini isteyeceğim.Bu husustaki kanaatlerim şöyledir.

Şeyh bir başkasının feyz deryasından istifade ederek sohbet etse bile Rabbinin muradı uyarınca sohbet eder. O aynı zamanda cezbenin zirvesindedir. Oysa vaiz öyle değildir. O başkasının deryasından istifade etse bile.yine de nefsinin arzularına mukayyet kalarak konuşur. Bunun yanında şeyh söylediği sözlerle hemhâl olur yani yaşar. Bu duruma uymadıkça konuşmaz. Oysa vaiz öyle değildir. O kendisinin uygulamadığı nasihatları başkasına verebilir. Bu yazmış olduklarımı bilahere şeyhime tashih etmes için gösterdiğimde "Bu söylediklerin doğrudur. Şu varki, söylediklerin sadece dünyevî menfaat peşinde koşan vaizlerle, şeyhin arasındaki farkı ortaya koyuyor."dedi ve sohbetlerine şöylece devam buyurdular:

Sohbet eden kişi ve mürşit ile vaiz arasındaki esas fark şudur:Sohbet ehli ve mürşit,müşahede ve muhabbetin cezbesiyle sarhoş olarak sohbet eder.Vaiz ise havf ve reca saikasıyla vaaz eder.Çünkü müşahade haliyle yetişmemiştir.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdular:

·        ■ Yine intisab eden sûfilere talimatı sağlam bina ediniz, onları güzelce eğitiniz. Bildiğiniz şeyleri sohbet üslûbu içinde öğretiniz. Tarikatın âdâbını onlara güzelce belletiniz. Eğer bazı sûfiler müridliklerini zamanla kaybediyorlarsa sebeb âdâb ve eğitim eksikliğidir.

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri,daha önce bir kâfire ait olan bir evde sohbet ederken şöyle buyurdular:

·         Cehri olarak Kur'an okumak ve sohbet, evlerden zulûmâtı kaldırır. Onun için bu evin sahibi bildiği sureleri cehri olarak okusun.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdular:

·         Ashabı Kiram(r.anhüm), Hz. Peygamberimiz Muhammed Mustafa(SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.V) Efendimizin sohbetine iştirak ettiklerinde arasıra söze katılarak sohbeti arttırırlardı. Sizde öyle yapın ki sohbetimiz vaaza dönmesin.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri sohbeti teşvik için şöyle buyurdular:

·        ■ Sohbet peşinde koşmayı severim.Nerede sohbet ehli varsa oraya gitmek isterim. Mümkün mertebe hiç bir dervişin sohbetini kaçırmak istemem.

ZİKİR ve VİRD

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri vird hususunda şöyle buyurdulur:                                         

·         Bu tarikati Aliyei Nakşibendiye mensupları, cehri olarak vird çekmezler. Kim vird maksadıyla kendisine verilen zikri yani Allah (C.C) veya Lâilâheillâllah kelimei tayyibelerini sesli olarak dört sefer söylese tarikattan düşerler.

$ $ &

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri:

·         Gözler açıkken ve kıbleye dönmeden yapılan zikir üstadın verdiği dersin yerine geçer mi? şeklindeki bir soruya

 Üstadın emrettiği dersin yerine geçmez, dedi.

Kendilerine vird esnasında teverrük oturuşunun aksi olan (âdâb oturuşu denilen)oturuşla oturmanın şart olup olmadığını sordum.Bana cevaben buyurdular ki:

·         Gavs (k.s) hz.lerinin kesin bir şart koyduğunu söyleyemem (Üstadın kendisi de şart olmadığına meyilliydi) Ancak kalbi vukûfî'nin çok önemli ve elzem olduğunu beyan ettiler. Çünkü Nakşi âdâbında kalbi vukûfîhin temini çok önemli bir âdâbdır, çok önemli tutulmuştur.

İşte bu sebebden dolayı Gavs (k.s) hz.leri çoğunlukla aksi teverrük (âdâb oturuşunda)oturur bazen ayakları ağrıdığında değiştirirdi.

Zikirden maksat tevhiddir.Yüce Allah'ın birliğini dile getirmektir. Hatta teşbih tanelerini bir eksik mi veya fazlamı çektim diye takılmamak gerekir.Çünkü virdleri söylemekten maksat haidir.Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar.

Allah'ım bizi hayırla karşıla.Onu ğözümüzün nuru eyle.Âmin...

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri;

·         Mürid bütün âdaba riayet etse de abdestli olmasa âdâb zikri sayılır mı ?Şeklindeki bir soruya," Hayır, sayılmaz" diye cevap buyurdular.

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri; Gavs (k.s)Tizlerinden naklen şöyle buyurdular:

·         Mürid zikrederken aksi teverrükâdâb oturuşu şekli üzere oturmalı,gözlerini yumup,dilini damağa yapıştırmak,teşbihini kalbi hizasında tutarak 'Allah, Allah"demeli, nefesini tutmamalı, her yüzde kalbine müteveccihenilahi ente maksûdî ve rıdaike matlûbî, demeli, bunu derken nefesini tutmamalı.Böylece beşbin kere zikretmelidir'

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Mürid vird söyleme niyetiyle zikretmeli,Sayıyı doldurmak için öyle hızlı söylememeli.Sevgilisinin ismini çağıran bir âşıkın tutumu ile söylemeli.Böyle olursa yolunda ilerler.

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Hangi işi yaparsan yap mutlaka Allah'ı zikret. Çünkü böyle olursa kalbin mutmain olur, huzura kavuşursun.

Bilahare zikretmenin, kalbinin rabıta kurması hususunda kendisine yardımı olduğunu buyurdular.Ve şu ayetle sohbetlerini hitam buyurdular:

"Dikkat, kalbler ancak Allah'ı zikretmekle tatmin olur."

(Ra’d 28)

TEVECCÜH , HATME VE SOHBET

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdular:

·         Teveccüh sırasında müridlerin aksi teverrük ile düzgün bir şekilde oturmalarını tâlim ediniz. Sadatı Kiram,hatmelerde okuyanların az olmalarını makbul tutmuşlardır. Hatme halkasında dinleyicilerin çok,okuyanların az olması iyidir. Zira onlar daha uzun süre rabıta halinde kalarak daha çok fayda ve feyz elde ederler

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hazretleri buyurdular ki:

·         Sohbetin aslı sükuttur.Ve bana dönerek

·         İnsan sükut ederse muhabbet nasıl zahir olur? sözünü açıklamamı istediler.Ben de kendilerine "Üstadımız daha iyi bilirdiye cevap verince,bana Allah ve Resulu daha iyi bilir"diye cevap verdikten sonra şöyle buyurdular:

·         Bilesin ki muhabbet ruhun sıfatıdır.Lakin onun engelleri nefsin arzularıdır.Buna göre kalbini bir noktaya teksif ettirince orada muhabbet meydana gelir.

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre;muhabbetin kalbinde zuhur etmesini isteyen bir kimsenin kalbini bir noktaya teksif etmesi ve nefsinin arzularına engel olması gerekir. Mürid sohbete iştirak etmesine rağmen kalbinde muhabbet zuhur etmiyorsa,bunun sorumlusu şeyh değil müriddir. Zira kalbini toplamak ve nefsini şehvetlerden men etmek müridin vazifesidir.

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

·         Müridlere sohbette bulunmanın âdâbını öğretiniz. Sohbette bulunmanın âdâbı,müridin kendi kalbini mürşidinin kalbine karşı tutmaktan gafil olmamasıdır. Ancak böyle olursa sohbetten istifade edebilir. Çün kü tecellii ilahi, sohbet esnasında iner ve sûfiler arasına da ğılır. Gafil olmayan kimsenin kalbine girer. Gafil olan kimseden ayrılarak uyanık olana gider.

Tecelli duman veya buhar gibidir. Onu ihlas,teslimiyet ve muhabbet sahibi kimseler fark edebilir.

Müridlere teveccühte bulunma âdâbınıda öğretiniz. Teveccüh esnasında mürid şeyhini Hz.Isa gibi tefekkür etmelidir. Hz.İsa'ya hastalar müracat etmekte, o da onları tesirli ilaçlarla tedavi etmektedir. Kendisi de manen hastadır. Başka çaresi de yoktur. Tedavi meclisinde bulunuyor. Umulur ki tesirli ilaçların kokusu burnuna gelir ve bir nefes alır da tedavi olur.

Bir başka sefer teveccühte bulunmanın âdabını Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.lerine sorulduğunda Gavs (k.s) hz. lerinin halifesi Şeyh Halidi Öleki (k.s) den naklen yukarıdaki şekilde tarif etti.

Ayrıca müridlere hatmenin adabını öğretiniz. Mürid olanlara hatmenin tarifini yüksek sesle anlatmanın bir zararı yoktur. Tarikatın temel rükunları olan muhabbet, ihlas, teslimiyet ve şeriata mütebeattan sonra, edeb ve üstada karşı saygı değerinde hiç bir şey yoktur.

Yeni tarikata girenler e muhakkak tevbe niyeti ile gusül yapmasını öğretiniz. Zira gusül yapmayan tarikata girmiş sayılmaz.

Abdurrahmânı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

■ Tedbirli mürid, şeyhinin sohbetinde nefsinin kusurlarını, ayıplarını örterek buna karşılık kemal sıfatlarını açığa vurarak oturur.

Üstad hz.lerinin son sözü:

·         Mürid devamlı üstada hoş görünmeye çalışır oldu.

Anladığıma göre, kemal sıfatlardan maksat, müridin yüzünde parlayan nurlardır. Bu nurlar istiğfar ve tevbe nur larıdır. Zira başka bir sohbetlerinde buyurdular ki:

·         Ben falan kadının halinde işlediği büyük günahların zulmetinin izini görmüyorum. Zira tevbe niyeti ile sohbete geldiğinde zulmetini kapatacak nur onda zahir oluyor.

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular:

■ Gerek sözlü sohbette gerekse sükut sohbetinde,müridin kaîbi vukufî ile şeyhinden gelecek feyzi beklemesi gerekir.

Sözlerine devam ederek sözlü sohbetle, sükût sohbeti arasındaki farkı da belirttiler:

·         Sözlü sohbette hem kulak hem de kalb pay alır. Buna göre hem dikkatle dinlemeli hem de kalbini vukûfa almalıdır. Oysa sükût sohbeti böyle değildir. Kalbî vukûfun faidesi;zahiri duyu organlarından göz ve burunla fayda ve nisbetin gelmesini hissetmesidir.

Vukûf,mutlak ve mukayyet olmak üzere iki kısımdır. Kayıtlı vukûf (önce) anlatılan vukûftur. Mutlak vukûf tur. Mutlak vukûf Nakşibendiler arasında önceleri yaygındı. Daha sonra rabıta bariz olunca bu türlü vukûf terkedildi.

Nitekim Alaaddini Attar (k.s) hz.leri müridlerine mutlak vuküfu talim ederlerdi. Üstad hz.leri sözlerini şöyle bitirdiler.

·         Tarikatta aşağı doğru inildikçe, safiyet artar ve istifadeye yakınlık fazlalaşır.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

Bu gibi sohbetlerde kalbî vukuf kolaydır. Zor olan şey, zahiren sohbete yabancı düşen kelâm söyleyince kalbî vukufu sağlayabilmektir. Mürid şeyhinde mutlak fânî ise söylenilen sözdeki ibret ve işareti anlar. Zira Şeyhini mutlak fânî bilmelidir. Mürid şeyhinin her söz ve fiilinde, bir ibret olduğuna inanmalıdır, değilse ihlası zayıftır. Üstadın sözleri işaretlerden uzak ise o mutlak fânî değildir. Zira Allah'ın kelimeleri işaretten uzak değildir.Müridin işaretten arınması müstehaptır.Onun içindir ki, mürid şeyhinin her sözünü araştırıp ne demek istediğini anlamalıdır. Eğer mürid şeyhinin sözlerini anlamıyorsa bunu bir teşbih, bir benzetme olarak kabul eder. Kur'anı Kerim'de inanılması gereken müteşâbih ayetler olduğu gibi üstadın sözlerinde de ihlası gerektiren müteşâbih sözler vardır. Bu sözlerin açıklanmasını istemez. Çünkü istemek edebe aykıdır. Caiz değildir. Zira şeyhinden manasını açıklamasını is tediği hususlar öğrenip amel etmezse zarar eder. Çünkü kapalı sözler açıklanınca emir haline gelir. Yalnız şu varki, mürid sözleri şeyhine açıklatmadan kendisi idrâk ederse o sözlerle amel etmesi şart olmaz, yaparsa iyi olur.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri buyurdular ki:

■ Bu tarikat ehlinin içine ihlas ve muhabbeti bulunan bir kimse gelir, âdabına uygun olarak hatmeye oturursa, halkadan çıkarılmaması iyi olur. Fakat Mevlâna Halid , Seyyid Tâhâ ve Seyyid Sıbğatullahi'l Arvasî (k.s) gibi büyüklerimiz bu tarikatta olmayanların hatmeye katılmasını kesinlikle yasaklamıştır. Ben böyle kimseleri men etmeme görüşündeyim. Fakat üstadımız bu konuda kesin bir hüküm belirtmedi.

"Tarikatın âdabını yazılı hale getirmek ve zabtetmek iyi olur. Gusül abdesti almamış, yani tarikata girmek için şart ve talim edilen, adabları yapmamış tevbe niyetiyle gusül yapmamış olanlar kesinlikle teveccühe giremezler."

"Mürid başka şeyhin teveccühünden istifade edemez. Çünkü kalbini kendi şeyhinden başkasına nasıl yöneltebilir. Yöneltemeyeceği için ondan istifade edemez."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir sohbetlerinde şu âdâbları söylediler:

·        1 Teveccüh yapılırken şeyh içeri girdikten sonra kimse konuşmaz.Şeyh dahi zarûret miktarı konuşabilir.Gavs'ı Azam'ın teveccühlerinde müridler şöyle rabıta kurarlardı:

Güneş ışıkları gibi ışıklar şeyhinden çıkıp,müridi istilâ eder ve sol memenin altında bulunan kalbe girer.

Bu kalbde hayvanî hisler vardır (Hayvânî kalb). Ayrıca bir kalb daha vardır ki; bu vücudun her tarafını kaplayan bir nurdur.Bunun başı, et parçasından ibaret olan kalbin içerisindedir.Bu nur ancak mürşidi kâmil'in himmet ve vasıtasıyla idrak edilebilir..

·        2 Virdlerden önce;üç, yirmibir veya yirmi beş defa istiğfar etmek, ayrıca fatiha okumak tarikatımızın âdâbındandır. Fatiha 'z

istiğfarın faydası şudur:Büyüklere yalvararak medet isteyerek, varlığını(kendi benliğini)terk etmelidir.   .

·        3 Vird esnasında rabıta yapılır.

·        4 Virdleri yaparken,istirahat etmek maksadıyla veyahutta başka bir gaye için ara verdikten sonra virde başlamadan önce tekrar, istiğfar tevbe edilir. Mürid.virdlerini bitirdikten sonra da istiğfar tevbe eder.

5 Farz namazlardan sonra,tevbe ve istiğfar etmek tarikatımızın âdâbındandır.***Abdurrahmâni Tâğî(k.s) Hazretleri bir gün şöyle sohbet buyurdular:

■ Mutlak fânî şeyh odur ki; kendi iradesinden sıyrılarak Cenabı Hakk'ın iradesine girmiştir. Yani yalnız Cenabı Hakk'ın buyurduğunu söyler ve gaye edinir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) Hazretleri birgün atından düşüp bayıldılar, sonra şu sohbeti yaptılar:

 Mutlak fânî şeyh, ne kadar zor durumda olursa olsun, yaşadığı her anın hakkını vermelidir.Çünkü, bu hâl onların sıfatlandır.Acaba ben attan düştüğüm anın hakkını verdim mi? O anı hatırlayamıyorum.O anın hakkı şudur: Hamd, şükür, istiğfar...

( Büyük mürşidler kendi tarikatlarına sahip çıkarlar.Bununla beraber yüce eşiklerinin boş kalmasını sevmezler.Onların bir kısmının himmetleri kendi eşikleri bir kısmınki de yüce tarikatın varişleri üzerindedir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s), üstadı Gavs'ın (k.s) kendisine,münkirler ile ilgili şu hâtırasını anlattığını söyledi:"Bir gece Zaho kadısının evinde misafir kaldım.Kadı münkir idi,başka bir günde bir kilisede yattım.inanın bu kadı'nın evinde ettiğim zarar,kiliseden daha fazlaydı.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) Hazretleri buyuruyor;bir gün Seyyid Tâhâ (k.s) şöyle buyurmuş^

"Bir mürikirin bir lokmasını yiyen müridin kalbi kırk gün zikr etmez."Yine üstadım Gavsı Azam (k.s), münkirlerle beraber olmayı, kafirlerle beraber olmaktan tehlikeli sayardı.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) diyor;münkir,mürid için zararlıdır,ama şeyh için faydalıdır.

Biz bir gün Gavs ile beraber bir beldede misafir idik, yemek ikram edildi Gavs (k.s)dedi,"Bu yemeği sen (Abdur rahmânı Tâğî) ve Şeyh Bahâuddin yemeyecek,"biz yemedik Ama mübarek kendisi yedi,sebebi şöyle imiş; şeyhler kendi münkirlerinin yemeğini yemekle, kendi varlıklarını inkar ederler.Bu inkar şeyhler için büyük faydadır.Müridin durumu ise değişiktir.Şöyleki;mürid, münkirin yemeğini yemekle, mürşidini inkar ediyor sayılır,bu durum ise müride çok büyük zarar verir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:

·         Büyüklerin hali çok değişiktir.Şöyle ki;bizlerce çok önemli olan şeylere bakarsınız onlar için hiç önem vermez.Bizce önemsiz olan şeylere ise çok önem verirler.

Büyüklerin öfke ve itirazı iki çeşittir:Birisi odur ki tenbih maksadı ile diğeri ise helak maksadı ile olandır.

Tembih maksadlı öfkeleri şudur;yoldan çıkmış kişilere vurarak,Onları uyarıp helâka gitmelerini önlemek maksadı iledir.

İkincisi ise;muhatablarının helâkını diledikleri an, onların imanı gidinceye kadar dinmeyen öfkeleridir, Allah korusun.

Siz Gavsı Azâm (k.s) ’ın bazı münkirlerine bakınız, dünyadan hiç zarar görmezler.Halbuki küfür alametleri onlarda görülüyordu.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s), halka açık olan sohbetlerinin birisinde şöyle buyurdular:

·         Bir defa keşif yolu ile elimde bir şey gördüm.Baktım ki akreptir,hemen yere attım.Gözlerimi açıp baktım;ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyor.Tekrar dikkatli olarak baktım,o hayvan domuz.Mübarek böyle sohbet buyurunca ben (İbrahim Çokreşî) (k.s) kendilerine dedim:

·         Efendim,bu hayvan neye işarettir.Cevaben dediler:

·         O domuz kılığına sokulmuş bir insandır.Üstad hz. leri ite önceleri çok ihlaslı, sonraları münkir olan bir kişiden bahsettik.Ben üstada dedim:

·         Efendim domuz tipindeki herhalde o önceleri ihlaslı sonraları münkir olan zattır.

Üstad (k.s) dedi: İhlaslı birmürid iken mürted olan bir kişinin hayvan tipine gireceğine mürşidler ittifak etmişlerdir. Bu olaylar bana anlatıldığı zaman, o adama tevbe ettirip gusül aldıracaktım. Çünkü hayvan tipine giren bir adam dünyada iken tevbe ederse eski haline döner. Öldükten sonra ise eski haline dönmesi imkansızdır.Çünki imansız gitmiştir.

Gavs'ın zamanında zannederim ki, münkirlerden imansız gidenler oldu. Münkirlik, bir cehaletten dolayı olur,birde ilimden dolayı. Cehaletten olan inkâr zarar bakımından ilim den olandan daha azdır. Münkirliğin en zararlısı hasedlikten mütevellid olandır. Bakınız Ahmed Cami'yi (k.s) onbir kişi inkar etmiştir. Bu onbir kişiden on tanesinin ölümüne sebep Ahmed Cami'dir. Ahmedi Cami'ye (k.s) onunun ölüp birinin sağ kalmasının sebebi sorulduğu zaman der ki:

"Bu kişinin münkirliği cehaletten dolayıdır.Bu kişiye dini ve dünyası için sâdâtların bir şeyi olmamıştır."

Seydaı Tâğî (k.s) dedi;Bakınız,Hallacı Mansur'un ölümüne fetva veren kırk kişidir. Bu zatlar alimdir,otuzdokuzu Hallac'ın ölümünden sorumlu tutulmuştur. Onların içtihadı Hallac'ın ölümüne sebebtir. Fakat te'vil etmediler. Dolayısıyla zarar gördüler. O bir kişinin ilmi o sözü tevil edecek seviyede olmadığından zarar görmedi.

Ben (İbrahim Çokreşî), Şeyda'ya (k.s) vakıada görülen akrebin ne olduğunu sordum. Dedi: Aynı domuz olan zattır. Düşmanlığını açıktan yaptığından o şekilde görüldü.

Abdurrahmanı Tâğî (k.s) buyuruyor:

Halid Şehruzî (k.s) demiş ki: Mürid için ihlas ve muhabbet eksikliğinden mütevellid meydana gelen hâl ile bidadlardan meydana gelen hastalık çok kötüdür.

Bu sözleri çok doğrudur diyen Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle devam etti:

·         Mürşid,müridinin her türlü hastalığını iyi eder.Yalnız ihlas ve muhabbet eksikliği ile.bid'adlardan dolayı meydana gelen hastalıklar hariç.Çünkü bu hastalıklar müridin istikametini değiştirir.Mürid Sıratı Müstakim'den ayrılır.Fakat bunların tedavisi mümkündür.Zina yapan zina'nın büyük günah olduğunu bilir.Sonra pişmanlık duyar.Diğer ikisini işlerse günah işlediğini bilmez,pişman olmazlar.

Demek ki ilacın aslı pişman olmak,nefsinin kusurunu görmek,Üstad hz.lerine yalvarıp sığınmaya bağlıdır.İnsan suretini kaybedip, hayvan suretine girenlerin alameti odur ki;vaaz ve nasihatlardan etkilenmeyip, işlediği günahlara devam eder.

Ben (AbdurrahmaniTâği) münkirliğin imanı tehlikeye soktuğunu bildiğim için veli olduğunu söyleyen kişiyi inkar etmedim.Yalnız şeyhimi inkar edenlere karşı cephe alırdım. Münkirlik yapmazdım fakat cephe alırdım.

Kt*

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyuruyor:

·         Şeyhine (neden?) ve (niçin?) diyen mürid iflâh olmaz. Şeyhine itiraz eden müridin üzerine feyz kapıları kapanır. Mürid şeyhini kontrol edip ona itiraz edemez.

Abdurrahmâni Tâğî'ye (k.s) şöyle bir soru sordum." Rabîatü'l Adeviye belki de hoş olmayacak bir kılıkla dışarı çıkmıştı. Sevenlerden birisi dedi: Bu kıyafet senin ayıplanmana yol açar. Bu söz Rabia'ya bir itiraz sayılır mı? Abdurrahmanı Tâği (k.s) dedi: Hayır sayılmaz. Çünkü bu bir nasihattir. Sahabei Kiram (r.anhüm) da zaman zaman Hazreti Peygamber (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.V) nasihat ederlerdi.Yalnız şu var ki,üstad söz konusu olduğu zaman nasihat etmemek daha iyidir.Nasihat itiraz gibi olmaz, zararı azdır.

Gavs Hazretlerinin üç türlü sohbeti vardı: Bir sohbeti vardı ki o mecliste hiç bir dünya ehli konuşamazdı. İkincisinde.halkın ihtiyaçlarım içine alan üçüncü kısım konuları konuşurlardı.Bu tip sohbetten bizleri men ederdi.Bir sohbet meclisi ise yalnız kendilerine mahsustu, mizah üslubu ile sohbet ederdi.

QSadık bir mürid,mürşidinin bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar.Bazı kitaplarda şöyle nakl ediliyor:Abdulhalik Gucdevanî(k.s) hz.leri zamanında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir gavs vardı.Bu gavs bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldeye yağmur yağdırmasını istedi.Lakin yağmur yağmadı.Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye taşıdı.O beldeye çok yağmur yağdı.Bu olaydan sonra Gavs dedi:"Ya Rabbî neden ihtiyaç duyulan yere yağmuru yağdırmadın da, başka yere yağdırdın? "Bu sözü üzerine Cenabı Hak tarafından Gavs'lığı alındı.Köpek kılığında ve baygın halde yere düştü. Bu hali fark eden müridlerden birisi Abdulhalik Gücdevanî ' (k.s)hz.lerine baş vurdu. O da dua etti,duası kabul oldu. Sonra bu Gavs'a eski makam ve mevki Allah (C.C) tarafından iade edildi.) •

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdu:"Ehil olan kimseler, sohbetlerine oturmakla, şeyhlerin hangisinin hak olduğunu belirleyebilirler. Talip olan kimse tarikat âdâblarını beyan eden kitapları okumalıdır. Sonra sohbetine oturduğu kimsenin sohbeti, âdablara uygunsa o kimse şeyhtir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri bir mollanın kalbinde sohbet ve teveccühlere katılmasına,sûfilerle görüşüp konuşmak için birtakım kuşku veren havatır duygulan belirmesi üzerine özel sohbetinde şöyle buyurdu:

 Eğerki kalbinizde beliren kuşku ve havatır duygula rı İhlasın azalmasına sebeb oluyorsa bunun çaresi ikidir.

Birincisi;böyle duygu ve düşünceleri kalbden atmaktır.

İkincisi; başka bir mürşidi kâmil bulup ona intisap etmelidir.Yalnız bilmeniz gereken şu nokta vardır ki;gereken ameli bitirip kemalat sahibi olmadan şeyhlerin yanından ayrılanlar muradına ermemiştir.Bu konda Şeyh Nureddin Birivgî (k.s)istisnadır.Şeyhi kendisini reddettiği için başka bir tarikata intisap ettiği halde zarar etmedi.Çünkü şeyhinin şeyhi olan Mevlana Halid Bağdadi (k.s) hata kendisinde olmadığı için nisbetini ondan kesmedi.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.lerine bir gün sordum :

"Efendimiz,münkir öldükten sonra,münkirliğinden vazgeçer mi?"cevaben, dediler:"Evet vaz geçebilir.Üstelik de bazı münkirlerin diğerlerine karşılık sorumlulukları vardır. Örneğin cahilliğinden mütevellid münkir olanlar böyledir.Gavs (k.s)'ın yeğeni (kardeşinin oğlu)benim hocamdı..Hayatta iken mübarek Gavs ’ın (k.s) münkiri idi.Ölümünden sonra benden,Gavs (k.s)den şefaatçi olmamı îaleb eyledi.Ben de onun bu arzusunu Gavs'a (k.s) bildirdim.Mübarek Gavs (k.s) bir yıla yakın cevap vermedi.Sonra bir gün bana dedi:"O tevbe edip inkarcılığından vaz geçti,bundan dolayıda affedildi."

Bir kişi eğer ki bir şeyhi inkar etse, bazı şeyhleri de kabul etse. Bu durumda inkar ettiği şeyh Kutbı Azam ise hiç bir yerden nisbet alamaz.Şayet inkar ettiği şeyh Kutup değilse kabullendiği diğer şeyhlerden nisbet alabilir.

Şeyh Abdurrahmâni Tâğî (k.s) diyor:

Bir gün Gavs (k.s)'ın halifelerinden Şeyh Halid Ölekî 'nin (k.s) ziyaretine gittim. Namaz vakti gelince yanındaki medrese talebesini imamete geçirmedi. Bu davranışını anlayamadım.Şu sebeblerden dolayı böyle davranabileceğini düşündüm.Ve bu talebe Gavs'ın (k.s) münkiridir,ya da Şeyh Halid varlık duygusundan kurtulmak için imamete geçti.Çünkü eski zamanlarda imamlık varlık duygusuna sebeb olduğu için kaçınılması gerekiyordu.Şimdiki zamanlarda ise imamlık varlık duygusundan uzaklaşmanın alametidir.Çünkü imam olan kimse cemaatın arasında kendisinden daha yüksek dereceli birinin mutlak varolduğunu bilir.

 

Şeyh Abdurrahmâni Tâğî (k.s) üstada asla itiraz edilmeyeceğine,mürşidin anlaşılmayan söz ve davranışlarını mücmel ve müteşâbih olarak kabul edip,kendisine havale edilmesi gerektiğini ve büyüklerin eşiklerinin doğru olmayan kötülüklerden uzak olduğuna işaret ederek şöyle dedi:

Gavsı Hizani' nin (k.s) Alican ve Aziz adında iki müridi vardı.Alican her şeyden uzaklaşarak,tamamıyla Gavs'a (k.s) teslim olmuş sadık bir muhabbet eriydi.Bu halinden dolayı yüce makamlara ulaşmıştır.Gavs (k.s) hz.leri onun hakkında:

·         Kuş gagasını suya daldırıp çıkarısıya kadar bile Alican'ın kalbi Allah'dan gafil kalmaz. Gün oldu Alican'ın kalbinde bazı vehimler belirdi. Gavs' ın (k.s) kapısındaki bir kısım mensupların görüşünde şeriate ters düşen hareketlerinden dolayı bazı itirazları oldu. Böyle bir düşünceden Allah'a (C.C) sığınırım. Fakat Alican kısa bir süre sonra tevbe edip itikadını düzeltti.Kapılmış olduğu şüpheye kefâret olması için başka beldelere gitti.Bir zaman sonra Gavs'ın (k.s) der gâhına döndü.

Molla Aziz'e gelince şeriat yolundaymış gibi görünerek, insanlara hoşgörünme yolunu tercihetti.Bu yüzden Gavs (k.s) hz.lerinin görünüşte şeriata ters gibi görünen hareketlerinden dolayı itiraz ederdi.Gavs' ı (k.s) o davranıştan vazgeçirmeye çalışırdı.Bu hareketlerinden dolayı "ene (benlik)" duygularını yıkıp bir türlü sadıklık ve teslimiyet gösteremedi.

Gavs (k.s) hz.leri bu iki mürid ile ilgili olarak şöyle demişti:

·         Aziz adına her feyiz gelişinde ruhaniyetim onu Alican'a veriyor. Alican muhabbeti sayesinde arkadaşına gelen feyzi de alıyor.

ŞEYHE TESLİMİYET VE EDEB

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hazretleri şöyle buyuruyor:

"Necmeddini Kübrâ (k.s) hazretlerinin bir adeti de şöyle idi, bir mürid tarikatın edeblerinden birini çiğnese veyahutta bir hata ve günah işlese veya tarikatın herhangi bir hali ortaya çıksa akabinde üç gün içerisinde gelip kendilerine durumu arzetmedikleri takdirde,duydukları zaman şöyle söyler idi:"Olan olmuş geçen geçmiş."

^Ben(lbrahim Çokreşî)bu sırada şöyle dedim:”Günah işleyen kimsenin yüzünden anlaşılmıyor mu? Mutlak fenâ makamında olan şeyh müridin durumuna vâkıf değil midir? "Cevaben şöyle dediler:"Müridin durumuna vakıftırIYalnız şeriat zahire göre hüküm eder, onun için şeyh müridin haline göre değil, onun hakkındaki bilgilere göre ona muamele eder.)

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) edep hakkında şöyle diyor:

 Edep üç kısımdır.

Birincisi; mürid tarafından gönüllü olarak meydana getirilen.Şöyle ki,Allah için olmayıp desinler diye yapılan edep,böyle edeb makbul değildir,şeriat'a zıttır.

İkincisi; yine müridin,başkalarını da kendisine tabi ederek şeyhine hürmet ettirmesidir.Bu ikinci kısmı şer'an kötü değil.Bazı meşayıh bu durumu da kabul etmemişlerdir.

Üçüncüsü; mürid şeyhinin büyüklük ve kemâlâtı karşısında kendi acziyet ve fakirliğini idrak ederek üstadından himmet ve yardım diler .Üstada karşı yapılacak bir kusurdan dolayı helâke gideceğine inanır.Bu son kısım edeb ehli şeriat’ın ve büyüklerimizin en makbul olanıdır.

Abdurrahamanı Tâği (k.s) diyorüstad'ın rahatsız olmaması için alınacak önlemler edebtendir.İsterse halk bunu hoş karşılamasın.Ben Gavs (k.s)ile yolda giderken konuşmak istediğimde,bana dönüp bakmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar önüne geçerdim.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) diyor:

Eğer sünnete uymak istiyorsanız,namaz safında iken bana edeb takınmaya kalkışmayın.Namaz bittikten sonra,tesbihatı da yapmadan edeb için benden geriye çıkmayınız1.Sonra ben cemaat arasında bulunuyorum diye imam mihrabı bırakıp cemaatın içerisine oturmasın.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) diyor:Mürid herkese karşı edebli olmalıdır.Şeyhine karşı edebli davranmasının sebebi şudurjşeyh mutlak fenâ makamındadır. Her türlü varlığa karşı edebli olmaktan maksat şudur: Bütün varlıkları yaratan Cenabı Hak'tır. Varlık ise Cenabı Hak'kın sıfatıdır. Mürid şeyhinin emir ve görüşlerine karşı gayet ince bir ruhla itina göstermelidir.

Mürşid,müridine deseki: Git falan beldeden bana istediğimi getir.Mürid bu isteği yerine getirmek için yolda mürşidinin arzusunu elde edip geri dönse o mürid zarar etmiştir. Çünkü;mürşid,müride ne istediğini ve nereden alması gerektiğini belirtmiştir. Verilen emir ve vazifeleri eksiksiz olarak yerine getirmelidir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) ile bir gün bir beldenin med resesinde idik,üstad bana dedi:Bir kaç talebeye tarikat dersi ver.Ben üstad'a haber vermeden başka talebelere de tarikat dersi verdim.Bunu duyunca Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bana dedi:Senin tekrar izin almadan tarikat talimatı vermen caiz değildir.

Mürid,üstadından tahsil edip öğrendiği şeyleri faydalı görmese,üstelikte bu bilgiler ile amel edip neticesinden de zarar etse,yine şöyle inanmalıdır: Üstadımın emrini tutmasaydım imanım gidecekti.

Bir mürid için en güzel ve etkili olan terbiye,mürşidinden öğrendiği terbiyedir. Buna şöyle misal getirdi:

·         Bakınız,benim kızım yalnız annesinden aldığı terbiye ile yetiniyor. Halbuki başkalarından da terbiye alsa kızım için iyi olacak ama kabul etmeyip şöyle diyor: benim için annemden alacağım terbiye yeterlidir. Başkalarının terbiyesine lüzum görmüyorum."

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) diyor:Mürid intişab yıllarının ilkinde hüzün ve sevinci beraber yaşar.Sonraları "kabzı bast", (darlık) (kapalılık) ve genişlik (açıklık) hallerini beraber yaşar.

Müridin üzerinde böyle haller vukû bulduğu an dikkatli olması lazımdır.Çünkü;müridin kalbine birtakım havatır ve vesvese duyguları gelir. Mürid bu duyulan doğrudan şeyhine söylemelidir. Başka kimseye söylememesi gerekir.

'

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün bizlere dedi:

·         Abdulhâlıki Gucdevanî’nin (k.s) manevî evlatların a olan

vasiyetimi öğrenin. Bunları yazın ve mütaala edin. O'nun vasiyeti şöyledir:     •

Ehli Sünnet vel Cemaat mezhebinden ayrılmadan fıkıh ve hadis ilmini öğreniniz. Ayrıca bütün hallerinizde edeb ve takva sahibi olunuz. Cahil sûfilerle beraber olmayınız,imam veya müezzin olmayınız ama cemaatı kaçırmayınız.Bütün namazlarınızı cemaâtla kılın.Şöhret afettir,onun için şöhret peşinde koşmayın.Nazarı dikkat çekecek durumlarda bulunma,ismini yazma daima garip olup tanınmamaya bak.Makam ve mevki sahipleriyle düşüp kalkma,kimseye kefil olma ayrıca vasiyetlere de şahit olma.

Aşırı derecede müzik dinlemeyin çünkü müzik kalbi öldürür.Aynı zamanda müzik dinleyenlere de karışma çünkü müziğin hastaları çoktur.

Az konuşup az uyumaya bakmalı ayrıca yemeği de az yemeli,halk içinde hak ile olmaya bakın yani kalbinizden her türlü masivayı terk edin.Yalnız Allah'ın zikri kalbinize yerleşsin.

Şüpheli şeyleri terk edip helâli yiyiniz.Kadın olsun erkek olsun bidat ehlini terk ediniz.

. Kimseyi küçümsemeyin,çokça gülmeyin çünkü çok gülmek kalbi öldürür.Dışınızı süsleyip içinizi harap etmeyin.Halkla münakaşa etmeyin,hiç kimseden bir şey talebinde bulunmayın , kimseye kendinize hizmet ettirmek için emir etmeyin.

Allah dostları olan Mürşidi Kâmil'lere;ruhunuzla,bedeninizle ve malınızla hizmet edin.

■ Mürşidlerin hallerine karşı çıkmayın çünkü böyle yapanların akibeti kötüdür,iflah olmazlar.

Dünya nimetlerini kalbine sokma,dünyalıkla mağrur olma.Her zaman mahzun bir kalbin,yaşlı bir gözün,salih amellerin olsun.Cenabı Hak'ka yalvararak dua eyle.

Elbiselerin eski,arkadaşların dervişler olsun.Allah'ın tevfik ve kudreti sermayen, evin mescid ve dostun Allah olsun.***Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün herkesin katıldığı bir cemaate sohbet yaptılar: Hizmet vasıtası ile gelen nisbetten daha üstün bir nisbet yoktur. Mürid niyeti ile hizmeti ibadet haline getirmelidir. Niyeti şöyle olmalıdır.

"Eğer ben bu hizmeti yerine getiremezsem,üstadımın rızasını kazanamam."

Mürid bütün sevgileri ve nefret duygularını mürşidinin rızasına göre yapmalıdır.

Mürid ister gerçek sadık bir mürid olsun,ister zayıf mecazî biri olsun, farketmez. Şeytan ve nefis her türlü ibadete müdahale edebilir. Yalnız üstad’ın sevgisini kazanmak için'yapılan müstesna. Mürid yaptığı her türlü amelde ve terakkiyatta, daima üstad'a karşı kendi acziyet ve fakirliğini bilmelidir.Başka türlü şeytan ve nefsin belasından kurtulamaz.

Mürid şu düsturu iyi bilmelidir: Nefsi ve şeytan kendisi için büyük tehlikedir. Nefis ve şeytan insanı etkisi altına alarak ya terakkiyetini durdurur veyahut sahip olduğu makam ve kemâlattan düşürür.

Nefis ve şeytan bazı zaman da insanın Rabbisine yakınlığını engellemek için müridin kalbine ve ruhuna sed çeker.

Nefsine hâkim olamayan zayıf iradeli mürid,şöyle demelidir:Ey nefs.sen ne dersen de ben şeyhimin emri olan rabıta, zikir,hatme gibi ibadetleri mutlak surette yapacağım. Sen sabredersen ben de senin istediğini yaparım. Bu düstur ve niyetle amel ederse,kısa zamanda nefsine hâkim olur.

Şevke dayalı bir nisbetten mütevellit mürid nefsini İslah etmiş sayılmaz.Çünkü şevkten dolayı meydana gelen nisbet müride mülk olmaz.

Bu yolun büyükleri olan Nakşibendi Sâdâtının nisbeti kışın en şiddetli zamanında yağıp bütün yeryüzünü kaplayan karlar gibidir.

Bunun yanında müridlerin şevklerinin sönmesi güneş ısısı ve yağmura benzen.Nasıl kışın yağan karın bir bahar mevsimi erimesiyle yalnız kuytu ve yüksek yerlerde az bir kısmı kalırsa,aynen müridlerin şevkleride böyledir.Söner geriye çok az bir mürid kalır.

Mürşidi Kâmil bu sadık müridlerine Cenabı Hakk’ın feyiz ve bereketini tahsil edip amel etmelerini emreder.Çünkü nisbetin diğer müridlere yansıması için bu az sayıdaki müridin,gayret sarfetmeleri.aşk ve muhabbetlerini artırmaları gerekir.

Üstad Abdurrahmâni Tâğî (k.s)'ye bu sözlerinden sonra şöyle sordular:

 Efendimiz muhabbet müridin iradesi dışında vukûbulduğuna göre, muhabbeti önlemekte elde değildir.O ha(k.s)mürşidin müridlere muhabbetini artır, daha çok muhabbet iksiri iç demesinin manası nedir?

Seydaı Tâği (k.s) dedi:

Bu sözlerimin manası şudur: Allah’tan gayri her şeyi terk edip,şeyhinin emirlerine uyup ,edeb sahibi olmaktır.Mürid bu edeb ve ahlâkı tahsil edip öyle bir edeb sahibi olmalıdır ki;mürşidi,müride çekinmeden bir emiri vermelidir.Yani mürşid müridin kalbinin her türlü feyz ve tasarrufatı alacağına çekinmeden inanmalıdır.Çünkü mürşid,müridde bu yakîn ve edeb yoktur diye çekinir.

Seydaı Tâğî (k.s) bir gün,bir kaç müride hasta olan komşusunu ziyaret etmelerini emretti. Ama bu müridler ziyareti yapmadıklarım üzgün bir şekilde Şeyda’ya anlattılar. Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dedi: Biz bu işi sizin büyük bir nisbet almanız için yaptık.Mürid şu gerçeği bilmelidir:

Mürşidimin emri çok efdaldir. Bu emirde benim için çok büyük faydalar vardır. O halde emirlere aşk ve şekvle sarılıp yapmalıdır,yapmazsa çok üzülmelidir.

Mesnevî'de şöyle bir kıssa zikredilir:

Bir kişi uyurken, bir yılan ağzından girip karnına gider. Adam hiçbir şey fark etmez.

O sırada oradan geçen bir hekim durumu görür. Adama der: "sen acı elma ye ".Adam acı elmayı yemez,hekim devamlı ısrar eder.Neticesinde adam kusar,içerisinde ki yılan da dışarı çıkar.Adam bu durumu görünce hekime der; "Anam,babam sana feda olsun, neden bu gerçeği bana izah etmediniz.Hekim der "Sen bu gerçeği bilseydin korkardın, o acı elmayı yiyemezdin,yemediğin için de içinden yılanı çıkaramazdım, bu beladan kurtulamazdın."

İşte bu kıssada ki gibi,şeyhin durumu, nefis yılanının zararına karşı koyarken müridin karşısında bu durumdadır.***Abdurrahmâni Tâğî (k.s) umumî sohbette şöyle buyürdu:"Bir mürid için dünyada en büyük nimet mürşidine olan teslimiyettir. Bakınız Gavs'nın (k.s) zamanında biz çok rahattık.Çünkü kendi kendimize hüküm vermiyorduk.Gavs (k.s)bir kişi için dese ki,"bu sadıktır,halistir." Biz de o kişi nereden olursa olsun halistir, sadıktır derdik.

Gavs'nın (k.s) hoşnut olmadığı kimseden biz de hoşnut olmazdık.Herkim olursa olsun onun halini hased etmeyip.hertürlü hizmeti bir vazife bilirdik böylece hasedlikten kurtulmuştuk.

Müridan kardeşlerimizin iyiliği için heran çalışırdık.Arkadaşlarımızın kusurlarından başka Gavs'dan (k.s) hiçbirşeyi gizlemezdik. Ne olursa olduğu gibi söylerdik. Hat ta ki tarikattan soğuyan ihvan hakkında gidip Gavs'a (k.s) uydurma olan bağlılık haberleri de veriyorduk. Bu işte gaye ve maksadımız arkadaşlarımızın unutulmaması idi.

Aynı şekilde tam teslimiyet ve muhabbet sahibi olmayan kardreşlerimize de.ihlas ve muhabbetleri çoğalsın diye Gavs 'dan (k.s) yana yine doğru olmayan uydurma haberler de götürürdük.

Gavs (k.s) bizim bu davranışlarımızı, ayıp yaptığımız şeyleri bize söyledi ama bu halden vazgeçin demedi hatta memnun olurdu."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün bütün ümmete açık olan bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:Bir müridin tahsil âdip öğreneceği şeylerden birincisi de diğer kardeşlerine karşı hüsnü zan beslemeleridir.Mürid duysa ki;falan zat şeyhtir,velidir,kutuptur vb.bütün bunları iyiye yorumlamalıdır.

Alimlerin mürşide teslim olmaları biraz zordur.Çünkü onların ilmi,bazı' zaman ihlâs ve teslimiyet sahibi olmalarına manidir.Bundan dolayı ilk anlarda nisbet alamazlar.Cahil sûfiler ise herşeyi mürşidden öğrendikleri için kolayca teslim olurlar.

Bakınız şu alim kardeşimiz seçkin birisidir. Ama tam bir ihlâs ve teslimiyet ile kırk yıl amel etse de şu dört aylık yeni sûfi Abdullah'ın aldığı nisbeti alamaz.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)buyuruyor:

·         Gavs (k.s)hazretlerinin şöyle bir adeti vardı. Belirlediği! on kişiye talimat verilmesini emrettiğinde,talimat veren kimse bir kişiyi fazladan katsa o bir kişinin teveccühünü yapmazdı. Eğer on kişiye talimat verin diye emredip kişileri belirlemezse bu guruba dışardan katılan bir kişi olursa hepsine yeniden talimat verdirirdi.

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s),bunları bir azarlama mahiyetinde buyurdu:

·         Teslimiyet gerçekten zor bir iştir.Bir sûfinin sözde ben teslimim demesi yeterli değildir.Sözü ve özü bir olmalıdır.

Eğer ki insan hakikaten teslim olsa,bütün dertlerden kurtularak huzura kavuşur. Bir müridin tasarrufatta, feyzden istifade etmesi ancak teslimiyet sayesinde olur. Teslimiyet olmadan istifade olmaz. Muhabbet teslimiyeti doğurur onun içindir ki muhabbeti olmayanın teslimiyeti olmaz.

Bir mürid de muhabbet tedrici olarak doğarsa teslimiyette o oranda doğar.Davranış ve sözlerinizin birbirine uygun olmasına çalışınız.

Müridin en büyük gaye ve maksadından birisi de mürşidinin iltifatını kazanmak olmalıdır. Çünkü iltifat kalb ülkesinin fethinden önceki adımdır.

Müridin nazarında kahr ve keyf aynı olmalıdır. Böyle olursa mürid şeyhinin her türlü davranış ve hallerini kendi menfaatine olduğuna inanmadıkça bütün bu hallere bağlı olarak kendisine " hoş geldin,sefa geldin"denmedikçe mürid olamaz.

Hafızı Şirazî (k.s) şöyle diyor:

·         Bana kötü söz söyledin,ben ise buna memnun oldum Cenabı Hak seni afetsin güzel dedin. Şeker yiyen dudaklara acı cevap yakışır mı hiç!

Ben kahrına ve lütfuna da ciddiyetle aşıkım. Çok acayiptirki benim aşkım her ikinize karşı aynıdır.

Bu meseleleri şöyle bir misalle açıklık getirelim: Velev ki müridîn başına bir bela,musibet gelse bilmelidir ki o hayrınadır.

İbrahim Çokreşî (k.s)diyor: Ben bir gün bir meseleden dolayı sabah namazından sonra yaptığım virdimi terk etmiştim. Bundan dolayı Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dedi: "İbrahim hem müridim diyor, hem de basit bir sebebden dolayı amelini terk ediyor. Müridlik ile ameli terk etmek hiç birbiri ile bağdaşır mı?

Bir gün Erzurum da ikamet eden ulema, Abdurrah manı Tâği ’nin (k.s) bir halifesine haber gönderip mübareği irşada davet etmişlerdi. Bu ilk davete icabet edilmedi. Tekrar davet geldi,bunun üzerine Seydai Tâğî (k.s)dedi: "Bu bize Gavsın (k.s)himmetidir." Oraya gidemediğimiz için Gavs 'dan azar işiteceğimden korkuyorum. O zaman ben dedim:"" Efendimiz bizim malimiz pahalıdır. Onun için malımızı çok arzu edip zorlayanlara satarız.Bizim geç cevap vermemiz onların arzu ve isteklerini artırır."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s )dedi:

"Cenabı Hak’tan af diie.tevbeyi istiğfar eyle.Gidemeyişimizin sebebi tembelliktir,gevşekliktir. Başka bir sebebi yoktur." Sözlerine devam ederek , "Büyükler karşısında kusurunu kabul edip affedilenler eli boş dönmezler" buyurdu.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s),amelleri teşvik mahiyeti taşıyan bir sohbetlerinde emir mahiyetinde şöyle buyurdular:"Farz namazlarınızı vaktinde cemaatle kılınız,sünneti terk etmeyiniz.Akşam namazından sonra yatsı namazına kadar rabıta yapınız,bu rabıta esnasında gaflette olsanız rabıtayı kuramazsanız gözleriniz kapalı olarak o vakti değerlendirin,rabıtanızı bırakmayın,gözlerinizi açmayın.

Bilhassa sabah namazlarından sonraki amellerinizi terk etmeyin. Her türlü meşguliyette ve kalabalıkta amellerinizi terk etmeyiniz. Gaflet ehli kişilerin arasından alınan nisbet azdır.Ama sahibine mülk olur.

Bu sıddıkıye tarikatında halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret ise afettir. Bu tarikatın gaye ve maksadı müride varlığı terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde olur ki kişide benlik duygusu daha çok galebe çalar.Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya emredilen amellerinizle meşgul olun. Sıddıkiye tarikatına mensub olan kişiler dünya zengini olanlara karşı muhtaç olmadıklarını göstermek için onlara karşı gayet onurlu davranarak onlara muhtaç olmadıklarını göstermelidir.

Buna karşılık kendilerine muhtaç olan ihtiyaç sahiplerine karşı mütevazi davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir.

Tabiatında kibirlilik bulunanları tevazuya yönlendirilmeli,tabiatında aşırı tevazu bulunanlarında izzeti nefs sahibi gibi biraz ■ davranışlarını düzeltmelidir.

Sûfi kalbini bazı zaman mürşid rabıtası ile bazı zamanda muhabbet,şevk ve zikri celâle ayırmalıdır. Bazanda kıdem rabıtası yapmalıdır. Rabıta ve zikri, mürid şöyle yapar:

Mürid mahlukatın varlığına bakmaz ancak Cenabı Hak'kın varlığına birliğine bakar. Ayrıca Allah'ın sıfatlarını düşünmeden yalnız zatını düşünmelidir. Çünkü bu sıddıkiye tarikatı Zatı muhabbetten ibarettir, bu vesile ile sıfatların seyri aşılmıştır.

Mürid rabıta yaparken kendisinde saygı uyandıran birşey düşünmelidir. Değilse rabıtanın bir faydası olmaz.

Mürid kalbinden vesveseyi silmek için mücadele etmelidir.Bu konudaki Virdi"Lâ Maksûde illellâh"B\ze göre (Abdurrah mâni Tâğî (k.s))"seyri sülukun en önemli yeri letaiflerin seyridir."

Nefyi isbat ise,başlı başına bir maksat olarak değilde" CelâTzikri vasıtasıyla vahdeti tahsil etme aracı olarak görüyorum. Oysa bizim tarikimizden bazı büyükler nefyi isbatı böyle kabul etmezler. Umulur ki böyle bir yol ile gidilirse,kalbin gafil kalacağı boş bir zaman yoktur.

Bir mürid bir iş yapacağı zaman veyahut uyuyacağı zaman işin başında ve bir de sonunda rabıta kursa orada geçen uyku ve gaflet gibi zamanlar da da rabıta kurmuş gibi sayılır.

Müridin gaye ve maksadı salıktık ismi ile aldanmak değil,benlikten sıyrılıp fenaları elde etmek olmalıdır.

Seyyid Tâhâ(k.s) şöyle diyor:

"Kendini beğenmişliğin ve riyakarlığın bu tarikı Nakşibendî de yeri yoktur. Böyle duygulara kapılan kimseler Nakşibendî değildir. Nakşibendî olan kimse nefsinin arzularına uymamalıdır. Çünkü nefsin arzusu sahibini yoldan çıkartmaktır. Riyazet yapmak bizim tarikatımızda yoktur. Çünkü riyazat yolu uzatır,bizim gayemiz ise yolu kısaltmak tır.

İbrahim Çokreşî (k.s) buyuruyor:

Bir gün münkirlik yapan birisiyle aramızda bir tartışma oldu. Abdurrahmâni Tâğî (k.s)’nin meclisine gittim,bana dedi:

·         Gel şöyle otur. Ben ise kendilerine sıkıntılı ve öfkeli bir şekilde :

·         Nasıl oturayım...! Bunun üzerine bana dediler:

·         Sen niçin falan münkire şöyle böyle diyorsun....! Ayrıca biraz önce söylediğin sözleri ve halini ben (Abdurrahmâni Tâğî) edebsizlik sayıyorum. Bak İbrahim (k.s) sen insanlara celâli! davranıyorsun, oysa bu hal iyi değildir.Sen bu hallerinden mütevellid az kalsın zarar görüp mahvolacaktın..

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)bir gün bir mürşidin şu sözünü naklettiler:

·         Cenabı Hak her gün saliklere nazar eder. Fakat tabiatı icabı celâlli olanlar bu devletten istifade edemez.Onların kanatlarına asla devlet kuşu konmaz."

İbrahim Çokreşî (k.s)diyor:

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) beni celalli tabiatımdan mütevellid azarlayıp şöyle dedi:Biz Gavsı Azam' dan (k.s) hiç bir gün kahır talebinde bulunmadık. Yalnız bir olay olmuştu, o müstesna. Bizim bu talebimize şeyh hazretlerinin halifesi şöyle dedi:

"Kahır talebinde bulunmayınız, çünkü kahır gelince herkese gelir."

Mürid imtihanda olduğunu düşünerek hiç bir zaman mürşidinden emin olmamalıdır.Edebe dikkat etmeli ve kendisinden çekinmelidir.Nitekim ayeti kerimede Cenabı Hak şöyle buyuruyor:

"Allah'ın melerinden ancak hüsrana mahkûm olanlar emin olabilir"                                        (Araf/99)

Hatta mürid mürşidinden korkmalı,ona karşı olan muhabbetinin azalmasından sakınmalıdır.Nitekim Seyyid Tâhâ (k.s), Gavs'a (k.s)

·         Tavşan nasıl aç arslandan korkarsa sen de benden öyle kork"demiştir.Gavs (k.s)hz.leri

·         Korku sevgiyi azaltmaz mı?deyince Seyyid Tâhâ (k.s) :

·         Hace Baki'de öyle demişti diye cevap verdi.

.Abdurrahmâni Tâğî (k.s)hazretleri dedi: İbrahim sen "İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbi" derken kork. Çünkü olur ki bu sözü söylerken kalbinde başka şeyler mevcuttur.Sen mürşidinden himmet dile ta ki seni kötü hallerden korusun. Mübareğe arz ettiğim zaman dedi:" İbrahim,ben sana itidali tavsiye ettim. Yoksa muhabbeti azaltacak şekilde korkuyu değil.Mürid her an mürşidinden çekinmelidir."***Abdurrahmâni Tâğî (k.s) diyor:

"Şeyhin celâllenmesi kendi iradesi dahilinde değildir. Mürid, şeyhinin celalli zamanına rastlarsa ondan uzak dursun."

kE*

Bir gün Abdurrahmâni Tâğî (k.s)'ye eşi,bir sûfiye sakal bırakmaması için vesile olmak istemişti. Eşinin bu arzusuna mübarek o kadar celâllendi ki nerede ise eşine kahredecekti. Bir müddet sonra Şeyda dedi:"Elimde olsaydı,ne eşime kızacaktım ne de o fasıka bir şey diyecektim. Onu dile diğini yapmakta serbest bırakacaktım."

Size şöyle diyeyim:"Sevgili gayet nazlıdır.Sevene hiç bir zaman muhtaç değildir."

İbrahim Çokreşî (k.s) diyor:

Ben çok basit bir mesele için Abdurrahmâni Tâğî'in (k.s) en çok.sevdiği oğlu Molla Ziyâuddîn'e kahrettiğine şahit oldum. Öyle oldu ki Molla Ziyâuddîn ölmek üzere idi. Biz hemen fidye verdik. Çok şükür Molla Ziyâuddîn kurtuldu.

Mürid.her kim olursa olsun ta ki şeyhin en sevdiği dahi olsa yine mürşidin celâlinden korkmalıdır. Abdurrah manı Tâği (k.s) dedi:

"Büyük sevgi nefrete dönüşürse Allah korusun akabinde şedid bir düşmanlık doğurur.Bakınız, Gavs (k.s) eşlerinden birisini boşamıştı, ben şimdi o kadının üzerinde hâlâ Gavs (k.s)'ın kahrını görüyorum.

Ben (İbrahim Çokreşî)itiraz edip dedim:

Efendim,bu nasıl olur.O kadın,Gavs'la bu yol için çok sıkıntı çekmiştir.Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dedi:

■ O kadın ölünce Gavs (k.s) ve kadının oğlu şeyh Celâleddîn cenazeye gitmedi. Cenazeyi şeyh Bahâuddîn ve seyyid Hamza kaldırdı. Bunun birinci sebebi şudur:

Gavs (k.s) böyle davranmakla Cenabı Hakkin sevgisini her türlü akrabadan üstün tuttuğunu göstermek istedi.

İkinci sebebi ise, mürşidler ledün ilmine vakıftır. Ama bu ilimleri hakkında konuşmazlar.

Mürşidini akrabalarına tercih ederler. Mürşid akrabaları hakkında nasıl hareket ederse onlarda aynı şekilde davranır. Bu konuda bir şey söylenilmez.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) diyor ki:

Bir mürid ehli dünyaya imrenmemelidir. Onlara acıyarak aşağıların aşağısı görmelidir. Ayrıca kendi nefsini de onlardan daha aşağı görmelidir. Ancak böyle yaparsa şeyhine karşı edebli davranabilir. Ve sûfiliğin de hakkını eda edebilir.

Şunu bilesiniz ki,bu inançta olursanız bu sûfilerin ayaklarının arşın üzerinde olduğnu görürsünüz. İnan ki ömrüm hakkı için,bu zevat hem arştan hem de kendileri dışındaki herkesten üstündürler. Çünkü bu tabakanın gaye ve maksadı Cenabı Hakk'ın zatıdır. Şeref ve üstünlük ancak ve ancak gaye ve maksadlarına göre ölçülür.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:

·         Bir mürid şeyhini ziyarete gittiği zaman,mürşidinin yanında kalacağı zamanı önceden belirli bir zamanla sınırlamamalıdır. Kalbinin muhabbetine göre ayarlamalıdır. Şöyle ki; kalbin muhabbeti üstad'dan ayrılmadan müsade alıp evine dönmelidir. Kalbin muhabbeti üstada bağlı kaldığımüddetçe üstad'la beraber olabilir.

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî'ye (k.s) bir gün virdlerinin artırılmasını söylediler. Mübarek daha çok hizmet etmelerini buyurdu.Dedi:

"Asıl amel hizmettir."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hazretleri şöyle buyuruyor:

·         Bu sıddıkiye tarikatı mensubu zenginlerin gayet mütevazi ve hoş görülü olması lazımdır. Fakirlerin ise zenginlere karşı gayet onurlu bir tavırda olmaları gerekir. Fakirler ihtiyaçları konusunda zenginlere karşı bir aşağılık duygusunda olmamaları lazımdır. Sohbetimize konu yaptığımız onur ve kibirden maksat insanın kendisini Allah'tan gayri kimseye muhtaç saymamasıdır. Çünkü insan kendisini başkalarına karşı muhtaç görürse olur ki onların günah ve bid'atlarına da ortak olur.

Nitekim Şeyh hz.leri bir kimseye tevbe etmesini emretti. Alimlerden biriside şeyhe başvurarak, o kimsenin ipek li elbise giymesine müsade edilmesini istedi. Şeyh hz.leri o alimin bu davranışı hakkında şunları söyledi:

·         O alimin ricada bulunmasının sebebi o adama dünyalık bakımından ihtiyacı olması ve zekât alma ümididir.

Zenginlerin fakirlere .fakirlerin de zenginlere karşı münasebetlerinde ölçüyü kaçırmamaları gerekir. Gavsı Âzam' ın (k.s) zamanında bir fakir vardı. O zat zenginlere karşı o kadar ölçüsüz hareket ederdi ki ayrıca eşide zengin insanların eşlerine karşısında oturmaya izin vermiyordu. Elinden geldiği kadar da kibirli davranıyordu. Gavs (k.s) bundan da aciz oldu. "Bu kadar da ileriye gitmek uygun değildit buyurdu.

Bu durumlar karşısında şeyh hazretleri dedi:"Tevazuun temel gerekçesi insanlardaki tecellidir.Çünkü her insan Cenabı Hakk'ın tecellisine mazhardır.İnsan kendi şahsına gelen tecelli payına göre hareket ederse tevazı ehli olup.davranışlarıda böyle olur.Ta ki kendisini tecellilerde yoksun olarak karşısındaki kişiye göre kendisini daha aşağı görür.Karşısındakileri kendisinden daha Allah'a yakın bilir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)bu konularda şöyle buyuruyor:

·         Kişi kendi nefsini çok hakir görür..Ayrıca kendisini Allah'ın sıfat ve tecellilerinden yoksun görür, Allah’ın tecelliyatını kafirde görürde kendinde görmez.İnsan böyle düşünürse varlık duygusundan sıyrıhr.Böylece diğer insanlara karşı mütevazi ve alçak gönüllü olur.

Allah'a varan yollar dörttür.

·        1 Muhabbet yolu

·        2 Kendi varlığımdan sıyrılma yolu.

·        3 Bütün varlıklara karşı kendisini Ihtiyaçsız hissedip onlara yüksekten bakma yolu.

·        4 Kendlsini varlıklara karşı muhtaç hissetme ve onlara karşı mütevazi olma yolu.

Kişinin varlıklar karşısında kendisini ihtiyâçsız sayrfıası muhabbeti, muhtaç hissetmemesi ise varlık duygusundan sıyrılmayı gerektirir. Eğer mürid varlık duyğusundan kurtulursa,kendisini Allah’ın ve şeyhin sıfatlarından yoksun görür. Kendi dışında kalanları ise değişik görür. Neticede bu hallerinden dolayı kendisini herkesten aşağı görür. Böylece Allah'a (C.C) giden yollar dörtten ikiye iner.

Cezbenin iki yolu vardır.

aMuhabbet yolu

bVarlıktan sıyrılma yolu.

Yolların en sağlamı kişinin kendi varlığından sıyrılarak katettiği yoldur. Çünkü bu yol sûfiyi bazı tehlikelerden korur.

Örneğin;Beyazıdı Bestami ile Ahmedi Câmi hazretlerine bakalım.Beyazıd, Ahmedi Câmi'ye derki:"ikimizde aynı anda cezbeye sahip olduk. Ama ben bazı vartalara düştüm sen ise düşmedin Bunun sebebi nedir?"Ahmedi Câmi der:"Sen dedin ki, benim arş sancağı üzerinde çadırım var. Ben ise dedimki ,arş sancağı altında çadırım var." Beyazıd(k.s)bu yolda birtakım vartalara düşmüştü.Ahmedi Cami(k.s)ise düşmemişti.

İbrahim Çokreşî(k.s) diyor:

"Ben Şeyda'ya sordum.Bu sözler onların ihtiyarı dahilinde midir? "Abdurrahmanı Tâği (k.s)cevaben buyurdu:" Hayır, kendi ihtiyarları dahilinde değildir. Bu iki söz de varlıktan kurtulmayı sona erdirici mahiyettedir.Ahmedi Câmi (k.s)bu hâlden kurtulmuştur. Ama Beyazıdı Bestami (k.s) kurtulamamıştır.

Aklı başında olan bir mecnunun şöyle bir âdedi var idi:

Dünya ehli zengin bir kişi kendisini ziyarete gelirse onunla, çıplak bir şekilde ve elindeki teşbihle zikr ederken konuşurdu. Yanına bir fakir gelirse gayet edebli konuşurdu.Bunun sebebi şudur :Ehlİ Dünya olan kişiyi kendisini tecellilerden mahrum kılar,a ma fakirler ise böyle değildir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hazretleri manevî rabıta hakkındaki bir soruya şu karşılığı verdi: "Manevi rabıtadan gaye kalbi mürşide bağlamaktır. Kalbin bağlanması ise ancak ihlâs ile elde edilir.

Manevî rabıta muhabbet yolu ile de tahsil edilebilir ama ihlâs ile tahsil daha kesindir.

Şeklî rabıta ise: Muhabbet yolu ile ihlâs yolundan daha çabuk kazanılır. Manevî rabıtayı gerçekleştiren en birinci etken şudur:

Şeyhin gerek yanında gerekse gıyabında gayet edebli bulunmak.Ayrıca bütün müridleri mürşidin nazarına mazhar olmuş,kendisini ise mahrum olmuş kabul edip onlara da edepli davranmalıdır. Bütün süt ileri mürşidin bir nevi ehli beyti,kendisini ise o kapının kıtmiri bilmelidir.Kıtmir herkesin elinden nasıl bir şey bekler ise mürid de öylece diğer kardeşlerinden dua dilemelidir.

Ben(Abdurrahmâni Tâğî) bir ara üstadım Gavsı Âzam'dan ayrı kalmıştım. Gayet şedid bir muhabetle yanarak evimde oturuyordum. Duydum ki bir zımmî Gavs'ın yanından geliyor.Kendime hakim olamadım gidip onu köyün dışında karşıladım. El sıkıştık,kendisine dedim: "Sen öne geç"eve gidelim. Önüme geçmeyi kabul etmedi. El ele tutuşup eve gittik. Evde izzeti ikram ettim,keçe minder üzerine oturttum,yemeğimizi beraber yedik. Hürmet olsun diye kendi ağızlığımdan tütün içirdim. O içtikten sonra ağızlığı bana uzattı.İnanın şu anda dahi hatırımdan çıkmayan acayip bir nisbet hissettim. Zimmî tekrar aynı ağızlığı istedi. O zaman dedim:"Sana yaptığım bereketlenmek içindir,artık vermem. "Zımmî gitmek istedi,uğurladım. Eve döndükten sonra onun oturduğu keçe mindere burnumu dayayarak kokladım,inanın şimdi dahi o kokunun ben de uyandırdığı hazzı hatırlayınca neşe duyuyorum

Ben (Abdurrahmâni Tâğî) inanın kendi azizliğimi; mürşidime bağlı olanlara karşı , kendimi aciz ve muhtaç hissetmekte görüyorum.

Eğer ki mürid kendi nefsini böyle,diğer sûfileri de mürşidin nazarına mazhar olmuş görürse şüphesiz ki onlara karşı edepli ve hürmetli olur.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)hazretleri şöyle buyuruyor:

 Bir müridi, mürşidinin manevî sofrasından talepçi olmalıdır.Çünkü mürşidi kâmil müridin talebine göre tasarruf ve himmet eder. Ahmedi Câmi(k.s)bir zahide himmet etti.Bu zahid o himmet sayesinde belirli bir beldeyi keşten gördü.Sonra mübarek zahide dedi:

"Senin bizden talebin ve gücün bu kadardır. Değilse bizim tasarrufumuz çok çok fazladır."

Müridliğin orta döneminde müride istek ve talebini artırması tavsiye edilir. Bakınız,Gavsı Âzam'ın (k.s) halifesi olan Şeyh Halid(k.s), Şahı Nakşibend'den (k.s) şöyle rivayet etti:"Ayakları ile başımın üstüne çıkacak kadar talep ehli olmayan müride hakkımı helâl etmem."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)'ye sordum:

” Bir sûfinin içersinde bulunduğu bir hâlden daha yüksek bir hâl istemesi doğru mudur? "Cevaben dediler:

"Bu yolun bazı büyükleri makbuldür demişler. Çünkü talep edilen şey ilâh! cezbedir. Bunu elde edebilmenin yolu ruhu feda etmektir. Aslında müridin talep ettiği ruhu talep etmektir .Çok fedakâr olmak daha güzeldir.

Abdurrahmâni Tâğî(k.s)hazretleri şöyle buyuruyor:

"Mürid kendi hata ve günahlarını düşünüp diğer etbaların hepsini de tasarruf ve tecellilere mazhar olmuş görürse edep ve hürmet ehli olur."

Şeyda'ya ben (İbrahim Çokreşî) dedim:

"Efendimiz malumunuzdur ki bir vakit sûfilerden birisi demişti ki"Fayda istemiyorum" bu söz ne manaya gelir. Böyle diyen sûfi aslında en güzel faydayı talep etmiş oluyor. Çünkü bu söz"Ben şeyhime vasıl olmayı istiyorum,başka bir isteğim yoktur" demektir.

Gerçekte önemli olan maddî vuslat değil manevî vuslattır. Manevî vuslat: Mürid şeyhini mutlak fânîlik mertebesine ermiş olarak bilmelidir. Böyle olunca ona vasıl olabilmek, ona arkadaş olabilmek ancak "fena "makamına ermekle mümkün olur.

Bir sûfi dedi:" Uzak kaldığım zaman muhabbetim artıyor". Ben bu söze kızıp azarladım,dedim ki: İstenen şey maddi değil manevi vuslattır". Bu sûfinin yanılmasına sebep olan söz ise Gavs'ın (k.s) benim hakkımda söylemiş olduğu" O vuslata erenlerdendir ama muhabbeti eksiktir"sözüdür. Bu sûfi, vuslatı maddi vuslat olarak yorumlamıştır.

Abdurrahmâni Tâğî(k.s)hazretleri şöyle buyurdular:"Kurtuluş şualardadır.

·        1 İlim:Ehlri sünnet velcemaat inancı,

·        2 Amel:Şeriatı yaşamak

·        3 İhlâs:Hâlisiyettir,sohbettir.

Tasavvuf yolunun ve bu yolun efdaliyetini meydana çıkaran unsurlar şunlardır:

AGeçmiş olan sohbetlere karşı şükür

BGeride bırakılan sohbetlere karşı özlem duymak,yeni bir sohbet fırsatının doğmasını istemek.

Mürid tasavvuf sohbetlerine katılmalıdır.Katıldığı zaman o sohbetin sonunda sohbet bitti diye üzülerek gelecek sohbeti beklemelidir.Bu haller müridin kalbinde tabii olarak belirmiyorsa mürid kendisini bu hallerin belirmesi için zorlamalıdır.

Çünkü Hadisi Şerifte buyuruluyor:

"Eğer ağjayamıyorsanız ağlar gibi davranınız."

(etTerğib, 4/231)

CTarikatın bir diğer prensibi de kalbi karıştırıp vesvese veren duyguları bırakmaktır.

Ondan temizlenmektir.Bu temizlik için mürid kendini zorlamalıdır.Müridin terakkiyetine en büyük engel kamil olmayan şeyhin sohbetidir.

İbrahim Çokreşî (k.s) anlatıyor:

Bir gün Abdurrahmân ı Tâğî (k.s)bir seyahatten dön müştü.Onu müridler çok özlemişti.Seyda müridlere dedi: İki hutbe arasında şöyle dua ediniz. "Allah'ım bu birlik, özlem ve muhabbetimizi hakkımızda istidraç yapma."Bizim bu halimizi dünyayı terk edip senin zatına sığınma vesilesi eyle."

Kahır ûç türlüdür:

AZahirî kahır: Bu hal aslında faydalıdır.

BBatınî kahır: Yok etmek demektir.

CTenbihî kahır: Zahirî kahır, batınî kahırdan daha ağırdır. Batınî kahır da zahirî kahırdan daha ağır olduğuna göre bu her ikisinin arasında kalır. Allah bizleri korusun.

NİYET  MUHABBET İRADE

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdu: Bir hadisi şerifde "Ameller niyetlere göredir" (Buharî, İman, 41. Müslim, imaret, 155. Mace, Zühd, 26) denilmiştir. Onun için hiç bir şey niyetin yerini tutamaz.Mürid niyetini doğru yapmadıkça mürid olamaz.Niyeti şöyle yapmalıdır:Eğer mürşidim razı ise bu işi yaparım.Razı değilse yapmam.Yapı lacak işleri İNŞALLAH düsturuna bağlamanın yeterli geldiği gibi niyette üstadın rızasına bağlanmak da yeterlidir. Meselâ üstadım razı olursa yemek yiyeceğim nafile namazı kılacağım gibi.

5$*

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdular:

Nezle hastalığı müridlerin imtihanıdır.Hiç bir şey o hastalık kadar muhabbeti azaltmaz.Hace Ubeydullah Ahrar hz.leri müridlerini bununla imtihan ederdi.Bundan dolayı muhabbeti eksiltmeyen sofilerin muhabbeti tamdır.Bu muhabbet alametidir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdu:

Manevî çarpılma İki türlüdür. Birisi ruhaniyyette çarpılmadır. Böyle zarar gören kişi himmetle eski haline dönemez. Çünkü bu hal imandan sıyrılma ile beraber gelir.İkincisi sıfati olarak zarar görüp çarpılmadır. Böyleleri misal aleminde domuz,köpek veyahutda başka bir hayvanın suretine girer. Bu hale düşenler himmet ve tevbe ile eski hallerine dönerler. Bu şekil çarpılmanın asıl kaynağı dünya sevgisidir. Alameti ise vaazlardan etkilenmemedir.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdu:

Şeyh himmetle müridlerini zarardan korumak için, kâ fir kabirlerinin yakınlarında bulunan evlere gelerek zulmeti kaldırır. Fakat kabirdeki kafirin azabı kaldırılmaz. Bu hali değişik yerlerde gördük.

Keşif ehli bazen kafirleri mü'minlerin kabrinde, mü' minleri de kâfirlerin kabrinde görüyor. Bunun sebebi bütün günahların başı olan dünya sevgisinden kaynaklanmaktadır.

 . .

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)hz.leri Mevlana Halid Bağdadî (k.s) hz.terinden şunları nakletti:

Bazı kaside ve ilahileri dinlemenin bir sakıncası yoktur.Tarikata uygundur.Kaside dinlemekten tamamen vazgeçmek doğru değildir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)sözlerine şöyle devam etti:

Biz Gavs (k.s)'ın zamanında teveccühden önce kaside dinlerdik. O da bizi menetmezdi. Özlemi ve şevki artıran kaside neden yasaklansın. Ben bir arkadaşa dedim " Sen teveccühten önce ahenkli söz ve şiirler oku"

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dedi:

Şahı Nakşibendi (k.s) şöyle buyuruyorBizim hem yaşayanlara, hem de ölülere faydamız ye zararımız olur.

Şöyleki; biz bir beldenin yaşayan insanlarından razı olduk mu onların ölüleri bizden fayda görür. Bir beldenin insanlarına kahır ettik mi onların ölüleri de zarar görür.

, '

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)şöyle buyuruyor: Zina ehli çok günahkar bir zat var idi. Bu zat vefat ettikten sonra oğlu Gavs'a gelip tevbe aldı,tarikata intisab etti. Oğlunun bu halinden sonra ben babasını rüyamda gördüm. Bana dedi ki:"Cenabı Hakk oğlumun tevbe alıp tarikata intisab etmesinden dolayı, Gavs'ın şefeatı ile bütün günahlarımı bağışladı.Seyda diyor: Bu zatın yüzünde ilginç bir nur parlıyordu.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dedi:Bilesiniz ki amelin sermayesi şeriattır.Müridliğin dayanağı ise muhabbet ve ihlâstır.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri şöyle buyurdurMüridin ihlasını kaybederek şeyhini inkâr etmesi,bu yolda görebileceği zararların en büyüğüdür. Bundan daha büyük bir zarar düşünülemez. Müridde olması arzu edilen hâl,mürşidi için sevinip, mürşidi için üzülmesidir. (Yani mürşidinin sevincini ve üzüntüsünü paylaşmasıdır. Çünkü o, Allah'ın razı olduğuna sevinir, O'nun rızası dışındakilere de üzülür.)

***

Abdurrahmâni Tâğî(k.s)bir sohbetlerinde şunları söylediler:                                                  •

Seher vaktinde kalkan aşıklara muhabbet şerbeti, Allah'tan korkanlara ise mağfiret sunulur.

Allah ile kul arasında yüz konak vardır.Bu konakların toplam uzunluğu ellibin sene uzaklıkta ve her konağın arası beşyüz senelik mesafededir. Cenabı Hakk seher vakti kullarına karşı doksandokuz konak yaklaşır. Kul ile Rabbi arasında bir konak kalır. Kul da bu bir konağı kaldırmalıdır. Kulun bu hale gücü yetmiyorsa zorlamalıdır.

Kul Rabbisine karşı acziyet ve fakirliğini anlayarak tevbe ve istiğfar edip yakınlık elde etmeye çalışmalıdır.

Eğer insan karısını Allah'dan çok sevmeseydi, seher vakti uyuyamazdı. Çünkü Allah uykuyu bırak dediği haldehanımı ona uyu demektedir.

Seherden az önceki bir vakitde şunları söyledi:

Şu anda bana kemale erişme makamının,sadece Allah'ın zatına yönelme makamından sonra geldiği söylendi. Bu söz şu manaya gelir. Önce insanın talebi zaf ■ Bâri Teâlâ olacak. Dünya ve ahiretten kalbini kesecek. Sonra kemal makamına ulaşır. Nitekim şair şöyle diyor:

Çok seferler gerekir,

Ki ham kimse olgun olsun.

***

Abdurrahmâni Tâğî' ye (k.s) sordum:

·         Kurban filan adam cinlerin teveccühe, sohbete ve hatmeye geldiklerini söylüyor. Bu konuda ne buyurursunuz?

Abdurrahmâni Tâğî (k.s):

·         Evet cinler çok miktarda gelirler.Teveccühe geldiklerinde pişman olmalarına rağmen yine gelirler. Bazan müslüman olmayanları gelip müslüman olur. Onların çoğunda istikamet yoktur. Bir gün yirmibin tanesi gelir. Bir başka gün sayıları dörde düşer..,

Ben (İbrahim Çokreşî) onların arasında veli çıkıp çıkmayacağını sorunca şöyle cevap verdi:

·         Muhabbetleri kuvvetlidir ama irşad mertebesine eremezler.

·        ***

^Abdurrahmâni Tâğî (k.s)bir sohbetlerinde velilerin bazı halteri hakkında şu bilgileri verdi:

Peygamberin ihtiyarı vardır,fakat velinin ihtiyarı yoktur.Veli ya ilim velisidir ya da veliyyü'layndır.Veliyyü'lAyn'ın ihtiyarı yoktur.Bu Allah’ın iradesine tabi olmuştur.Onun tercih ettiği şey Yüce Allah'ın razı olduğu şeydir.

Birde veliyyü'lHakk vardır.Bu da ilim ve cehaleti kendisinde birleştirmiştir.Bu da kendi iradesini unutup, ilahi iradeye tabi olmuştur.Böyle zatlar iki şeyden birini tercih etmek durumuna geldiklerinde ilimlerine dayanarak Allah'ın razı olduğunu tercih ederler. ry

Musa (a.s) ile Azrail (a.s) arasında geçen mesele buna örnektir.

Azrail(a.s), Musâ’a (a.s) Cenabı Allah'ın celâl sıfatım takınarak gelip Musa' yı (a.s) yaşayıp yaşamama konusunda serbest bıraktı. O zaman Musa(a.s) canını almasına müsade etmedi.

Musa (a.s)biliyorduki; Cenabı Hak peygamberlerinin ruhunun celal sıfatı ile alınmasına müsade etmez.Bir zaman sonra Azrail(a.s) cemal sıfatı ile gelip Musa’yı (a.s) ölüm ile yaşama arasında serbest bıraktı. Musa(a.s)bu sefer ölümü tercih etti. Çünkü anladı ki Cenabı Hak ölmesini istiyor. Onun için meleğini cemal sıfatı ile gönderiyor.

Buna göre hakkel yakîn makamındaki bir veli ile ilmel yakîn makamındaki bir veli arasındaki fark şudur. Birincisi bilir ki ilmi Allah’tan gelir. İkincisi bilir ki ilim kendisindendir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)'ye dedim ki:

Efendim Azrail (a.s) velilerin ruhlarını almaya gelirken cemâl sıfatı ile mi yoksa celâl sıfatı ile mi gelir?

Dedi:Azrail (a.s),velilerin ve salihlerin ruhlarını almaya gelirken cemâl sıfatına bürünerek gelir.Bunun içindir ki,veliler ve salihler Azrail'i (a.s) görünce büyük bir haz duyarlar.Onlar ateşe girseler bile hiç bir acı duymazlar.Azrail(a.s)büyüklerin ve salihlerin ruhunu alırken alacağı şekil onların kemalatına göredir.

Azrail(a.s)fâsıkların ve kâfirlerin ruhlarını alacağı zaman onlara celâl sıfatına bürünerek gelir.Bunların da küfürlerine göre korkuları artar,bunlar ruhlarını teslim ederlerken eğer cennete girseler bile acı duyarlar.Hiç bir kuvvet ve hâl onlara lezzet vermez.

Abdurrahmâni Tâğî(k.s)'ye bir âlim şöyle soru sordu:"Efendimiz bu yolun.büyükleri kemâlat elde edemeyen birisine şeyhlik yapmak için izin verirler mi?

Şeyda dedi:"Şahı Nakşibend (k.s), Hâce Abdülhâlık Gücdevânî (k.s), Alaüddîn Attar (k.s) ve İmamı Rabbâni (k.s) gibi bu yolun büyüklerinden olan zatın üstadına izin verilir, ona bildirilir.Böylece bu üstad,şeyhliği gelen zatın şeyhliğini verir.

Şeyhlik izninin gelmesi için adayın tam bir kemâlât ve mükemmeliyet elde etmesi lazım.Bunları tahsil etmeden saydığımız büyüklerden izin gelmez.

Abdurrahmâni Tâğî(k.s) dedkHâce Ubeydullah Ahrâr (k.s) diyor: Bizim yolumuz muhabbeti olmayanlara haramdır.Fakat üstadım Gavs (k.s) bu söz için diyor.Hâce Ubeydullah'ın bu sözü tasarrufatı az olan şeyhler içindir.Büyük mürşidi kâmiller müridlik için muhabbet aramadan, edep ve saygıyı yeterli görürler.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dedi:

Allah(C.C)'ı talep ederek mürşide gelen mürid, mürşide geldikten sonra Allah (C.C) talep eden müridden daha üstündür.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Bu tarikat yolu çok mübarektir.Bu yoldan tahsil edilen feyiz ise sahibine mülktür.Yarın huzuru ilahide hiç bir şeyin fayda vermediği bir anda bu ameller kişiye lazım olur.Ahiretin cezası şiddetlidir. İnsanlar çok korkuya düşerler.Bir ayeti kerimde şöyle buyruluyor:

"O gün emzikli kadınlar çocuklarını unuturverirler.Hamile kadınlar da derhal doğum yaparlar.O gün herkesi sarhoş olmadığı halde sarhoş gibi görürsün.Fakat Allah'ın azabı şiddetlidir."                                           (Hacc sûresi,3)

Oysa ehli tarikat o günde şu âyetin hükmüne mazhar olurlar:

"Allah (şirkten)sakınanları,umduklarına hâiliyet lerine sebeb olan (iyi amel ve hareketleri) ile selamete erdirir.Onlara (cismen)hiç bir fenâlık dokunmaz.Onlar(kalben)mahz.un da olmazlar."                                     (Zûmer/61)

Umarız ki ehli tarikat bu âyetin vasıflarına uygun olur.

İnsanlar hesap için toplanır yakıcı güneşin altında ceza çekerken,nisbet tahsil etmiş müttakiler ise arşı âlânın gölgesi altında zevk edeceklerdir. Bu zevkten daha üstünü ise aşıkın maşukla yani Allah (C.C) ile buluşma derecesi vardır.

Bu zamanın insanlarına şaşıyoruz. Dünya muhabbetinin azabı ve hesabı olduğunu bildikleri halde dünya muhabbetini tarikata tercih ederler. Ayrıca ehli tarikatın kendilerinden daha mutlu ve neşeli olduklarını,çehrelerin daha güleç ve parlaklığını görüyorlar. Gaflet perdeleri insanın kalbini kapatmıştır. Zaten kalb bir hardal tanesi kadardır. Bu yüzden böyle kalblere büyüklerin sözleri tesir etmiyor. Eğer insan dünyayı bırakıp kalben bu yola sarılsa miskü amberden ve şekerden tatlı olan nisbeti tahsil ederek Allah'a yakın olur.

Bu zaman öyle bir zamandır ki sâdâtîarın kapısında hâlis bir müride rastlanmıyor,bakıyorsunuz çok büyük kalabalıklar bu kapılara gelip gidiyor ama niyet ve maksatları başka, bu sâdâtlardan faydalananlar murat kimselerdir.Zamanımızda irade yok olmuş müridlerin üzerinde büyüklerin eserleri görülmemektedir. Sâdâtlardan faydalanma gayretle olur.

Allahım! fazlın ve kereminle büyüklerin nurlarını parlat.Müridlerin kalblerindeki ateşlerini tutuştur.Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allahım !...

Bu zamanda imanın nurunun artması mürşidime karşrolan bağlılık gayretinden kaynaklanmaktadır Müridler için feyiz kaynağı olan inkar, aralarındaki gayretin artmasına vesile oluyor.Bundan dolayı büyükler müridlerin bağlılığının artması için yollarına inkarı koymuşlardır.

Bu zamanda farzları yerine getirip büyük günahlardan sakınan kimse velidir

Bu tarikatta fark ve cem vardır.Gafiller arasında elde edilen nisbet kişinin mülkü olur.Makbul olan mürid, ameli taleb eden müriddir.Şevke yönelen mürid makbul değildir.Zira şevk ehlinin akıbetinden emin olunmaz.

Bir zamanlar şeyhlerden bazıları şevki serbest bırakmışlar kendileri vefat ettiğinde müridlerin muhabbet aşkının söndüğü ve fasıklardan olduğu görülmüştür.

Başka bir şeyh de müridlerinde aşk ve muhabbeti öyle artırmıştır ki ata binmek için ayağa kalktığında yirmibin kişi kendisiyle hareket ederdi. Sonra da onlar aşk ve muhabbetlerinden dolayı şeyhin evini yakıp,hem şeyhi hem de ehli beytini helâk ettiler.

Bu duruma göre amele gayret etmek ve şevkle ölçülü hareket etmek lazımdır. Aşkın gerektirdiklerinde ve şevkte dikkatli olmak lazımdır. Sade cezbenin (talibleri)ise gayet nadirdir.

Bir gün alim bir sûfi süluktan ayrılarak evine dönmeyi arzuladı. Fakat sonra bu niyetinden tevbe ederek Şeyhi Abdurrahmâni Tâğî’ye

·         Amel işleme şevkim azaldı. Tekrar geri gelmesi için sizden himmet istiyorum,dedi.

Bunun üzerine Abdurrahmâni Tâğî hz.leri "Câmiul Usûl" adlı esere müsteniden şöyle buyurdu:

■ Amel etme şevki sönen mürid önce abdest tazeleyerek iki rekat istihâre namazı kılmalı ve arkasından şevkinin geri verilmesi için büyüklerden himmet istemelidir

Burada büyüklerden maksad kişinin kendi şeyhi olduğu anlaşılmaktadır.***Abdurrahmâni Tâğî'ye (k.s) bir gün bir sûfi dedi:"Ben filan tacirlerden rahatsız oluyorum."Abdurrahmâni Tâğî şöyle dedi.

·         Böyle sözler müridin görevi değildir. Rahatsızlık iki çeçişittir:

·        1 Şeytandan gelen ve amellere gevşeklik veren hâl. Bu durumda mürid abdest tazeler, istiğfar ve tevbe eder. Ta ki amel yapma zevki gelsin. İstiğfardan gaye,kusurları görüp, pişmanlık duymaktır.

·        2 Gayret ve şevki arttıran rahatsızlıktır.

Seyyid Tâhâ (k.s) ile iligiîi bir yazıda deniyor ki :Kabz iki çeşittir: Birincisi kişiyi amel işlemekten alıkoy ar,bu şeytandandır. Diğeri ise amele mani olmayıp rahmanidir.

Abdurrahmâni Tâğî'ni (k.s)n sohbet yapacağı yere uzaktan bir leş kokusu geliyordu. Biz o sırada Abdurrah manı Tâği'ye (k.s) sorduk:

 Erbabı kalbin nazarında ve yanında dünya ehli kişilerin kıymet ve durumları nasıldır? Yoksa şu gelen ölmüş bir leş kokusu gibi midir?

Seyda(k.s)dedi: Dünya ehlinin kokusu leş kokusundan daha iğrençtir, daha kötüdür. Bir kalb ehli var idi,ehli dünyanın kokusuna dayanabilmek için önce leş kokusunu koklardı. Başka bir ehli kâlb ise kemâl elde edebilmek için köpekle arkadaşlık ederdi.

İki tane,meselelere vakıf (kalbi uyanık) mürid düşününüz. Birisi ölmüş bir köpek leş kokusu koklasa, diğeri ise aynı zaman müddetince birehli dünyanın kokusunu alsa, ehli dünyanın kokusunu alan mürid daha çok rahatsız olur.

Gavs (k.s) dedi: Müridliğimin ilk yıllarında ehli dünya ile bir arada bulunmaktan çok sıkılıp dayanamazdım.Onun için tuvalete girip uzun zaman orada kalırdım.

Seyda(k.s) diyor: Onun içindir ki Gavs (k.s) sûfileri içeri kapanmaktan(uzletten)menedip,topluma girip beraber yaşamalarını emretmiştir.

Bakınız işin gerçeği şudur ki;mânâ itibarı ile dünyadan daha kötü bir şey yoktur.

Şeyda bu sözünden sonra dedi ki:Efendimiz, şeytan dünyadan daha kötü(pis) değilmidir?Buyurdular:"Şeytan da dünyadandır,dünya ve ondaki her şey mel'undur."

Bakınız, sûfi Ebu Hişam (k.s) ehli kalbin sohbetine katılmıştı,dinledi,dünya zem ediliyordu.O cemaatı terketmek istedi.Sebebini sordular.Dedi: Dünyadan bahsediyorsunuz,onun için sizden ayrılmak istiyorum.Cemaatten birisi: Biz dünyanın kötülüğünü anlatıyoruz. Ebu Hişam dedi: Dünyayı bir şey kabul edip aleyhinde mi konuşuyorsunuz? yeter artık konuşmayın.

Dünya ehlinin ziyafeti kötülenmiştir.Kalb ehli dünya ehlinin evinde kalmayı o kadar çirkin görürler ki fakir olan bir hristiyanın evinde misafir kalmayı dünya ehline tercih ederler.

LETAİFLERİN EĞİTİMİ

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

 Cenabı Hakk( c.c),mahlukatı (âlemi Halk)yaratmadan önce,mutlak bir varlık idi. Âlem ise mutlak bir yokluk idi.Gerçi âlem Cenâbı Hakk'ın kadim ilminde var idi.Ama Allah (C.C) âlemi var edip ortaya çıkarmaktan tam manasıyla müstağni idi.

Bununla beraber irade serbestliği ile birleşen zatının güzelliği,varlıkları yaratmasını gerektirdi.O vakit,mutlak varlıktan bir miktarı alarak yokluğa serpince ışığa tutulmuş karanlıktaki cisimlerin ortaya çıkışı gibi yokluk varlığa dönüştü.

Cenabı Hakk'ın gücü her şeye yeter.Cenabı Hakk'ın saltanatı karşısında, kendisini sevip ona hizmet etmekten bir an dahi geri kalmayacak hizmetçileri,melekleri yarattı. O'nun yüce saltanatı ve varlığı karşısında boyun eğip duran uzay cisimleri(felekleri) ve hayvanları yarattı.

Cenabı Hakk'ın azameti,yüceliği,aman bilmeyen düşmanları olmasını ve onları kahretmek suretiyle,kahharlığmı göstermesini gerektirdiği için nefis,şeytan ve onların hizmetçilerini yarattı. Yine Cenabı Hakk'ın yüce saltanatı, düşmanlar ile savaşıp Allah ismi Şerifinin yüceliğini göster mek için insanı yarattı.

Cenabı Allah (C.C) insanı on maddeden mütevellid yaratmıştır.Bunların beşi mahlukat âlemi denilen (âlemi Halkadandır.

Bunlar,maddede anasırı erbaa denilen;toprak ,ateş, su ve nefistir.Bunların başkanı, hakimi ise nefistir.

Diğer beş unsur ise âlemi emirden olan;kalb, ruh, sır hafi ve ahfadır.Bu letaiflerin vucuddaki yerleri ise şöyle dinKalb, sol memenin dört parmak altında;ruh,sağ memenin dört parmak altında; sır, sol memenin iki parmak üstünde; hafi, sağ memenin iki parmak üstünde; ahfa,boyun kemiğinin iki parmak kadar altındadır. Âlemi emirde bulunan bu beş latifenin lideri, sultanı, hakimi ise ruhtur.

Ruh ile nefis bir araya gelince nefis,ruha galip gelir.Aralarında bir sevgi ve ilgi belirir.Bunun hikmet ve sebebi ise ruhun nefis vasıtasıyla kemale ermesidir.Bu hikmete binâen,ruha karşı üstünlük kuran nefis,onu bedene yerleştirirken kendi âleminden ve asıl yurdundan habersiz hale getirir.Onun hizmetinin aydınlığı ile cezbesinin şevkini söndürür.

Kalb ruhun sarayı hükmündedir.Nefis, zamanla kalbi istila edip prensiblerini kor.

Nefis;dünyalık arzuları bakımından çöplüğe,düşmanlık bakımından yılana,zalimlik ve gücü bakımından sırt lana benzer.

Kalbi,nefis tamamen istila ettiği zaman orada Allah için bir şey kalmaz.Ruh bodurumda .nefsin arzularına bağımlı hale gelir.Artık makbul olacak hiç bir durumu kal maz.Ölmüşcesine gaflete düşerler.

İnsanın bu durumu,bir Mürşidi Kâmilin elinden Tevbe alıp,intisap edip.eğitilinceye kadar devâm eder.Mürşidi Kâmil,intisap eden müride zikir telkin eder.Bu zikrin nuru ise önce kalbe,sonraları diğer letaiflere sirâyet eder.Önce kalbden mâsivâ gider,zikre geçer,böylece gaflet gider.Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir.İnsanda,Cenabı Hak'kın sıfatları tecelli eder.O’nun sıfatlarına dönüşür.Münâfıklık,nefsin sıfatlarından biridir.Vücüdun maddi unsurlarından suya bağımlıdır.Bu sıfat,Mürşidi Kâmilin himmet ve tasarrufu ile mütevâziliğe ve alçak gönüllü olmaya dönüşür.Cenâbı Hak,bir âyeti Kerimede şöyle buyuruyor:

"Mü'minlerden sana tâbi olanlara kanadını indir."

(Şuarâ sûresi:215)

Bu hâle karşılık,ateş unsuruna bağlı olan celâl,zulüm ve hiddet sıfatı,İslâmın emir ve hükümleri karşısında ince davranmaya ve taraftarlığa dönüşür.Şu âyet bu duruma negüzel işârettir:

"(Dokunulması)Haram olan o aylar çıktığı zaman artık

o müşrikleri,onların bütün geçit yerlerini tutun.Eğer Tevbe ederler,(Tevbelerlni ve imanlarını tasdik için)namaz kılarlar,zekat verirlerse yollarını serbest bırakın.Çünkü Allah çok yarlığayıcıdır,çok esirgeyicidir.”           (Tevbe,ayet 5)

Yine vücudun ana unsurlarından birisi olan havadan ileri gelen kibirlilik ve üstünlük taslama sıfatı ise yine aynı özellikleri taşıyan iyi huylara dönüşür.Şu ayeti kerime bu hali ne güzel cevap veriyor:

"Çok yemin eden alçaklara itaat etme."

(Kalem sûresi, 10)

Bu saydıklarımızın yanında,toprak unsurundan mütevellit ileri geleni; tembellik,uyuşukluk gibi durumlar,sabır ve efendilik sıfatına dönüşür.Yine şu ayet bu hale ne güzel işaret ediyor:

"Ki onlar kendilerine bir bela geldiği zaman "Biz (dünyada)Allah'ın(teslim olmuş kullarıyız ve biz(ahirette) ancak ona dünücüleriz"diyenlerdir."                   (Bakara, Ay et: 156)

Abdurrahmâni Tâğî(k.s)buyuruyor: Cenabı Hak insanı dört ana unsur ile nefisten yarattı. Sonra ona eksik bir nisbetle karışık olarak ruh üflemek istedi. Sonra dört letaifle birlikte ruh da kattı. Ruh ile letaif kendi alemlerine karşı meyilli ve Rablerini sever olarak yaratıldı. Anasından doğan bir çocuğun doğum anında ağlaması gibi ruh bu alemle ilgi kuramadığından asıl vatanından ayrı düşmesinden dolayı gariplik çekip,asıl vatanı olan emir alemine karşı bir özlem duyar.

Zahidleri yetiştirmek için yazılan bir kitapta ehli dünyanın yemeğini yemek evinde abdest almak,evindeki kapları kullanmak vs.şeyler yasaklanmaktadır.

Cenabı Hakk bu ehli tarikata şöyle bir nimet ihsan etmiştir. Ehli dünya bu cemaatın sohbetine gelince dünyaya olan muhabbetleri azalır.Eğer ki böyle olmasaydı ehli tarikat,ehli dünya ile beraber aynı cemaatte bulunup sohbet edemezdi.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s).Sadii Şirazî'nin şu beyitlerini şöyle açıkladı:

"Sevgilinin cemâli olmaksızın canın cihana karşı meyli yok.

Berikine sahip olmayan gerçekten ötekine sahip değildir."

Şöyle ki: insan şeyhini veya Allah'ı sevmedikçe şeyhinin memleketini veya misal âlemini sevemez.Üstadın semti ve misal aleminin muhabbeti bir kimsede yoksa üstadın sevgisi ve Allah sevgiside yoktur. Mürşidini seven kimsenin mürşidinin memleketine ve O'na taalluk eden her şeye muhabbeti olur.Allah'u Teâlâ'yı seven kimsenin de O'nun muhabbetine delâlet eden mânâ âlemine ve her şeye sevgisi olur.Mânâ âleminin üstün mânevi zevkleri ve lezzetlerinden istifade edebilmek ancak ve ancak Allah'ü Teâlâ'nın sevgisini kazanmakla mümkündür.

Abdurrahmanı Tâği (k.s) İmamı Rabbâni' nin (k.s) şu sözlerini nakletti:Emri biimaruf ve nehyi anil münker'i tebliğ etmeyen beldenin imamları o beldede şeytanın vekilleridir. Seydai Tâğî (k.s)diyor: İmamlar o beldenin önderlerdir. Önder olmalarından dolayı yöre halkını ya cennete ya da cehenneme götürürler.***Abdurrahmanı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor:

Katiyyen sünnetleri terk etmeyiniz.Tarikata intisab eden bir kişi sureti katiyetle sünneti terk etmemelidir.Bilhassa sünneti müekkedeleri, iki rekattı fecir ve işrak sünnetlerini,sekiz rekatlık teheccüd namazı ile üç rekatlık vitr namazını terk edilmemelidir.

Normal zamanlarda sünnneti terkeden kimse, sekre düştüğünde farzları da terkeder.

Tarikatı Nakşibendiyye sünnetleri ihyaya dayanır. Tarikattan maksat bidatları ve ruhsatları terk edip şeriatın prensiplerini takva ehli olarak uygulamaktır.

Şeriatın emir ve hükümlerinden dışarı çıkmayıp bidat ve ruhsat verilen kolaylıkları terk eden tarikat kalıcıdır,sona ermez.Şevk ve heyecana dayanan tarikat kısa zamanda yok olup etkisini kaybeder.

Şeyda'ya bu sözlerinden sonra sordum:

·         Efendimiz,tarikata yeni intisab edildiği zaman,nefsi bütün bidatlerden ruhsatlardan uzak tutmak müridde hal lezzetini azaltmaz mı?

·         Olsun bir şey farketmez.ölçü şeriattır.Sahibine mülk olarak kalan cezbe şeriatın emir ve hükümleri dairesinde tahsil edilen cezbedir. Şevk ve heyecan ile elde edilen cezbe sahibine mülk olmaz.

Abdurrahmanı Tâği'ye (k.s) sorduk:

·         Efendimiz,kalb hastalıkları yok olmadan nafile ibadet yapmak zararlı olmaz mı?

·         Zararı olmaz,nafile ibadet yapılabilir.Şunu biliniz ki Gays'ın kapısından bizim öğrendiğimiz gerçeklerden birisi de şudur: Her türlü vird ve amellerden gaye ve maksat sevap değil muhabbettir.

Sözlerinin burasında kendilerine İmamı Rabbân'i nin(k.s)Mektubat adlı eserindeki mektuplardan biri olan ve içinde "kalp hastalıklarını gidermeden önce işlenmiş olan nafileler faydasız,hatta zararlıdır, çünkü o durumda nefsin arzusuna tapılmış oluf'şeklinde bir ifade bulunan mektubu arzedince kendilerinden şu cevabı aldım:

·         O mektupta söz konusu edilen durum bir takım zahidlerin tutumudur.Onları sevap kazanmak maksadıyla mağaralara kapanarak mesela bin rekat nafile namaz kılarlar.Oysa normal sünnetlerle nafile ibadetleri işlemeyi hem Mevlana Halid ve hem de Gavsı Azam hazretleri emretmiştir.”

Şeyda'nın bu sözleri üzerine yine dedim ki: "Gavs'ın halifesi Şeyh Halid, Gavs'dan şöyle naklediyor:”Nafile ibadetler ile meşgul olmak,müridi cezbeden alıkoyar."Seyda (k.s) dedi:

"O sözden maksat bazı zahidlerin nafileleridir.Fakat Mürşidi Kâmil,müridin bazı zaman nafile ibadetleri artırmasını, bazı zamanda azaltmasını, emredebilir.Sizler nafile ibadetleri yapmayı emrediniz.Nafile namazları terkeden birini görünce kendisine farz kazaların mı var ki,bu yüzden nafile kılmıyorsun?diye sorunuz ve adamı nafile (sünnet)namazları kılmaya teşvik ediniz.f*)

Abdurrahmanı Tâği (k.s), Ebrar ile Mukerrebûn arasındaki farkları şöyle izah etti:Cenabı Hakka sevab karşılığında ibadet edenlere Ebrar denilir.

Mukerrebûn ise,Cenabı Hakkı sevdikleri için karşılıksız olarak ibadet edenlerdir.

Hz.Ömer (r.a)şöyle demiştir:

"Cennet ve Cehennem olmasa bile ibadet etmekten vazgeçmem.Hz.Ömer (r.a)Süheybi Rumi'yi şu sözlerle taltif ve takdir etmiştir.” Allah'tan korkmamış olsa bile, yine de Cenabı Hakka karşı gelmezdi.”

Ayrıca Hace Azizan hz.leri bir şeyhle müridi arasında geçen şu kıssayı naklederlerdi.

Keşif yoluyla bir müride şeyhinin makamı gösterilir.Mürid bakar ki şeyhinin durumu kötüdür,hemen ondan yüz çevirir.Bu duruma vakıf olan şeyh der ki:

 Ey himmeti eksik kişi senin gördüğün durumu ben otuz senedir görüp biliyorumAma elimden ne gelir.Ben bu durumdan mütevellid muhabbetimi eksiltip gevşemedimBen kulum,kulluğun gereği olan ibadet, taat ve duamı hiç azaltmayıp devam ettim...

Şeyh hz.leri demek istedi ki,insanın yaratılışının gaye ve maksadı Allah'ı tanıyıp O'na kulluk gereği ibadet ve taat yapmaktır. Değilse sevap kazanıp Cennete gireyim,cehenneme düşmeyeyim diye değildir.

Bir ayeti kerime’de şöyle buyuruluyor:

"Ben insanları ve cinleri sırf bana ibadet etsinler diye yarattım”                          (Mutaffifin 2228)

'(*) Şâfi mezhebine göre, kaza namazı olanın nafile ve sünnet kılmayıp kazasını bitirmesi gerekir.

Bir Hadisi Kudside şöyle buyuruluyor:

"Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim. İşte varlıkları beni tanısınlar bilsinler diye yarattım." (2)

(KeşfulHafa,JI/Hadis no:2016)

Bu sohbetleri dinleyen müridin,mürşidine karşı ve bu yola karşı ihlası daha çok artar.Müridin mutlaka zati muhabbet sahip olması gerekir.Böyle olursa onun nazarında elem ve nimet aynı olur.

Bu sözlerden sonra şu farsça beyitleri okudu:

Allah'ın hem lutfuna hem de kahrına aşıkım

Ne kadar acaibtir ki her iki durumda da O'na aşığım.

Teslimiyyet her zaman olmalı ve hale mahsus kalmamalıdır.

Abdurrahmâni Tâğî daha sonra şöyle buyurdu:

Mukerrebûnun Cennetteki içecekleri Tesnim'dir. Ebrarın içeceklerine ise bir damla tesnim karıştırılır.Rahik adı verilen bir içecektir.

Cenabı Hak bir ayeti kerimede şöyle buyuruyor:

Mukarrebunların gaye ve maksadlarında sevap elde etmek yoktur.Ama onların sahip olacakları çok büyük sevaplar vardır.Onlarda aynı zamanda Allah'a yakınlık makamı vardır.

Ebrâr'ın durumu ise böyle değildir.Imahıı Rabbâni (k.s) Hazretlerinin deyimi ile zahidlere benzerler.Mukarrebûnun ve Ebrârın durumunu kıyaslar isek , Mukarrebûn bir padişahın vezirlerine benzerler. Ebrar ise saray sakileri gibidir.

Zahidler.mukarrebûndan daha çok riyazet ve nefis mücadelesi yaparlar ama mukarrebûnun makam ve mevkilerini elde edemezler.

Bakınız,size şunları da söyleyeyim.(seyda).Gerek haller gerekse tahsil edilen manevi merdivenler ebedi saadeti garanti etmezler. Tersine bu durumlar Cenabı Hakk'ın başka bir muradının eseri olarak da meydana gelebilir. Bir hadisi şerifte şöyle buyuruluyor:

"Cenabı Hak bu dini tacir biri vasıtası ile de destekletir.”                              (Keşful Hafa, 1373/Hadis No:720)

Abdurrahmanı Tâği (k.s)hz.leri şöyle buyuruyor:

·         Kerametleri, haller ve mükaşefeleri saymazsanız bu tarikat Hz.Peygamber'in (A.S.V) şeriatından ibarettir. Akaidde ise ehli sünnettir.

Sözlerine devamla hepimize şeriata sarılmayı, şer'î meseleleri Kitab'ulEnvâr adlı eserden arkadaşlarımıza öğretmemizi emretti. Seyyid Tâhâ hz.leri de fetva meselelerinde bu kitabı esas almıştır. Namaz,zekat, oruç ve hacc ibadetlerinin hiç birinde sünneti ihmal etmemiştir. Şeyh hz.leri sohbetinin bir yerinde şunları da söyledi:

·         Bakınız;şeriata bağlı olan ama zayıf bir ehli muhabbet kişi,benim yanımda şer'î emirlere uymayan ehli muhabbetten daha efdaldir.

Sizler;müekked sünnetleri,vitri, işrak namazını ve kuşluk namazını asla terketmeyin.(Emir derecesinde tavsiye)

îte ?te

Abdurrahmanı Tahi hz.leri bizim tarikatımızda salikliğin belirli bir süresi yoktur.Mevlâna Halid Bağdadî hz.leri"Saliklik ne za_ man son bulur" şeklindeki bir soruya karşılık:" Beşikten mezara kadar devam ederi’demiştir. Bizim tarikatımız sevgili uğruna ruhu feda etme yoludur. Mürid bu konuda ne zaman ihmalkâr davransa durum aleyhine döner.

Müridin kalbi şeyhin sevgisiyle dolu olmalıdır. Mürid bu sevginin dışındaki bütün sevgileri terkedip unutmalıdır. Şu beyitler ne güzeldir:

Tevhid yolu iki kıbleyle doğru şekilde aşılamaz.

Ya sevgilinin rızasını veya nefsin arzusunu tercih etmelisin.

Bakınız Alâuddîn Attar (k.s) ne diyor:

"Aşkı daha çok olanın fena alanındaki mertebesi daha yüksektir."

Gavs' ın (k.s) kapısında,Ali Cân ile sûfi Said adında iki mürid var idi.Bunlardan Ali Cân'ın Gavs'a çok muhabbeti var idi,ta ki hiç bir muhabbet onun yerini alamadı.Hatta Gavs (k.s) ile beraber Seyyid Tâhâ’nın yanına giderler,sohbet ve teveccühe dahi girmezdi.

Bu duruma Gavs (k.s) itiraz edip neden sohbet ve teveccühe katılmadığını sordu.Ali Can dedi:

"Sizin buraya gelmekten maksadınız bir kâr elde etmektir.Ben ise buradan bir şey talep etmiyorum.Bu konuda Gavs (k.s) ,bir daha konuşmadı.

Sûfi Said ise Gavs'dan daha çok muhabbeti başka bir şeyhe besliyordu.Bu yüzden düştüğü hamlık bataklığından kurtulup sülük edemedi.Ali Can ise, seyri sülük yapıp kemale ermiştir.

Abdurrahamani Tâği (k.s) şöyle buyuruyor.

Gavs'ın (k.s) vefatından sonra halifesi Şeyh Halid'e (k.s) mektup ile şeyhimizin oğlu Celaleddîn'in bana yaptığı bir haksızlıktan dolayı şikayet etmiştim. Şeyh Halid(k.s)bana yazdığı cevapta şöyle diyor: Muhabbetin sultanı ortaklık kabul etmez. Sen madem ki Gavs'a (k.s) karşı muhabbet beslediğini iddia ettin o halde mutlak surette bazı belalara mübtela olasın ki, kalbin başkasına meyi etmesin.

Ruh öyle bir latifedir ki;nefs gibi sıkıntı ve elemlerden etkilenmez. Bizzat tam tersi olup nefsin elem ve sıkıntılara maruz kalmasından dolayı sevinir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdu: Tebehhür denen makamda zahirî ilim harika bir şekilde artar. Cizre tarafından Şeyh Azrai isminde bir halife gördüm. Önceleri birinci derecedeki ilim kitaplarını okutamazdı. Okuttuğu zamanda mahcup olmamak için gizli bir yere giderdi. Halife olduktan sonra ilmi o kadar arttı ki memleketimizdeki talebeler buradaki hocaların ilmiyle kanaat etmeyip uzak olmasına rağmen ona gidip icazet alırlardı. Tebehhür makamı ise Vahdeti vücuttan önceki bir makamdır. Bu makamda Vahdeti Vücudun hayali vardır. Maiyyet seyrinde de zahirî ilim artar.Nitekim üstadımızın halifelerinden birisininde bu şekilde ilmi arttı.

Muhabbetin artmasıyla akıl arttığı için mantık ve akaid ilimleri gibi aklî ilimlerde artar. Fıkıh gibi naklî ilimler ise muhabbetle artmaz.

Abdurrahmâni Tâğî'nin (k.s) bu sohbeti üzerine ben şöyle sordum:Büyüklerin herhangi bir ibareyi okurlarken hem lafız hem de irab bakımından yanlış okuduklarını görüyorum.Bunun üzerine Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şu beyti okudu:

"Surete bağlı kaldığın müddetçe ebediyen mananın kokusunu duyamazsın."

Beytini okuyarak büyüklerin manaya önem verdiğini işaret etti. Sonra yanlış okumaları! lafza önem vermemelerindendir ded

Aynı şekilde Gavsı Hizani (k.s) şöyle buyurdu: Bu tarikatın büyüklerinden müçtehid çıkamamıştır.

Şeyda (k.s) Cizreli Fazilet sahibi Molla Ahmed’in beyti:

"Ey Hüma kuşuna benzeyen mahbubum seni avlamak ümidiyle yalnız Mela ağ kurmamıştır.Buyurunuz bakınız seni avlamak için hepsi ağ kurmuştur."

Molla Cizrevinin bu mısraları öyle bir makama işarettir ki,bu makamda her şeyde Allah'ın tecelliyatı görülür. Her şey Hakkın aynasıdır.Bu makamı elde etmek letaif seyrinde hayalini Allah'ta toplamakla olur.

$ • $

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdu: Boğaların birleşmesine mürid kesinlikle bakmamahdır.Bu manzara müride büyük zarar verir.Terketmeden zararın farkına varmaz.Salikin birisi şöyle dedi:Ben bir sefer boğaların birleşmesine baktım,kırk gün o nazarın zararını hissettim.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdu:Kalb üzerinde lafzai Celâl’in beşbinden eksik olması tarikatın adabına göre caiz değildir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdu:

Tevbe için yıkanmayan ve istihare namazı kılmayan teveccühe katılamaz.

Bir başka seferde şöyle buyurdu:

"Bu nakşi tarikatına mensup olupta tevbe için guslü emretmeyen şeyhlerin müridlerini teveccüh ve hatmeden menetmeyin.Onların yolunu daraltmayın."

Şeyda (k.s) bid'atle amel eden bazı halifeler hakkında şöyle dedi:"Biz onların tarikatlarını ve nisbetlerini inkar etmiyoruz.Ancak biz onların Nakşibendî olmadıklarını ve Şaht Nakşibendin adabını tatbik etmediklerni söylüyoruz.***Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdu:

Bir mürid üstadının yolunda tedbir sahibi olmayınca nisbet alamaz.Tedbir ehli demek evinin ihtiyacını gördükten sonra,mürşidin yanına gidip aklı fikri evinde olmayandır.Daha fazla nisbet almaya ehil olan kimse ise ne evin ihtiyacıyla meşgul olur ne de aklı evinde kahr.

Seyda'nın(k.s)bu sözü üzerine ben:"Bu kimseler murad olan kimselerden midir?

Seyda(k.s):

"Siz murad olan kulların gayret ve çalışmaya ihtiyacı olmadığını mı zannediyorsunuz?Muradlık tevbe edilene kadardır.Tarikatten fayda görme gayret ve çalışmayla birlikte müridin kendi arzu ve iradesini, üstadın arzu ve iradesine bırakmasına bağlıdır.

Seyda(k.s)bir yolculuğunda ottan yapılmış bir minder üzerine oturmuştu.Bu arada şöyle dedi:"Benim yaptıklarıma Uymayın sözlerime göre hareket edin",sonra şöyle devam etti:

 Kendi nefsimde düşündüm ki böyle yumuşak döşeklerde oturmak müride zarar verir.Bunun için onlarda nefis kaldığı müddetçe bü hareketlerden men ediyorum.Onlar nefislerinin esaretinden kurtulup benim gibi iyi oldukları zaman benim gibi rahat döşeğe oturmalarında sakınca yortur...

Abdurrahmâni Tâği (k.s ) diyor:

·         Tarikat,insanlar arasında dolaşır, şeriata bağlı olanın da olmayanın da kalbine girer.Fakat bir süre sonra,şeriata bağlı olanda kalırken,şeriata bağlı olmayandan çıkıverir.

Gavs ’ın (k.s) zamanında bir sûfiye var idi. Diğer sûfiye kadınlar ise onun halini beğenmeyip derlerdi ki: Onda aşk ve muhabbet yoktur.Gavs (k.s) vefat ettikten sonra sırf muhabbetle yaşayan bu kadınlar söndü ama bu sûfiye hanım,kendini koruduğu gibi gibi çevreye de faydalı oldu.

Ayrıca Cizre bölgesinde bulunan halifeler,büyüklerden olmadıkları halde,sırf şeriata bağlılıklarından dolayı tarikatı aralarında yaşatmışlardır.

Şevk uzak olana mahsustur.Kişi uzakta olduğu zaman,dostuyla buluşmaya iştiyaklı olur.Muhabbet ise hazır olan kişiler içindir.Öyleyse zikir,muhabbet ve huzur yolu üzere yapılmalıdır.Hasretle ve uzakta olana bağlanarak zikir yapılmamalıdır.Bu şekildeki zikir,yolu uzatır.Zaman, gaflet ve bid'at zamanı olduğundan kısa yolu tercih etmek gerekir.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s), İmamı Rabbaniden (k.s) rivayetle şöyle buyuruyor:

·         Dünyayı sevmek,manevi bir küfürdür. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.v) ;Dünya olmadan da yaşanabilir dediği halde, Nemrut ve Firavn bunun tersini söylemişlerdir.

Buna göre dünyayı seven, Peygamberle (salla’llâhü aleyhi ve sellem.v) aynı görüşü paylaşmaktan uzaklaşır, Nemrut ve Firavn'a hak vermek durumuna düşer. Dünyayı seven kişi, Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem.v) aklını beğenmemiş, Firavn ve Nemrut'un aklını beğenmiş olur.

Nitekim Hadisi Şerifte:

"Gerek dünya,gerekse dünyada bulunan her şey mel'undur.Yalnız Allah’ı zikretmek müstesna" buyrulmuştur.

(Keşfu'lHafa:1/496)

Ayrıca dünya,nefsin sevdiği ve arzuladığı bir yerdir .Nefs ise Allah'a düşmandır.O halde nefsin arzularını sev mek,Cenabı Hakk'a düşmanlığı gösterir.

Bakınız size ömrüme yemin ederek söylüyorum: Bence ıslanmış bir köpekle bir arada durmak, dünyayı seven bir kişiyle bir arada olmaktan daha iyidir.

Gavsı Hizanî (k.s)bir gün bizlere şu vakıayı anlattı:

■ Müridliğimin ilk zamanlarında,veliler ve salihler yurdu olarak bilinen Ervas mescidine gidiyordum. Ama onların gafilliklerini müşahede edince, kötü kokularından sakınmak için tuvalet kapılarında beklemeyi âdet edinmiştim.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

 Gerçekten samimi bir müridlik, ancak halis ve doğru bir niyet ile olur.Bu niyyet ise şudur:Şeriata bağlılık ve ehli sünnet vel cemaat itikadına uyduktan sonra,varlıktan sıyrılıp verilen amelleri yapmaktır.

Mürid için en zararlı duygu ve düşünce başa geçme arzusudur.Cizre beldesinden tarikatın gerileyip yol alamamasının sebebi sûfilerin halifelik sevdasıdır.Çünkü onların sırf gailesi halife olma arzusu idi.                         

Mürid, kendi iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. O halde sîzler önce niyetlerinizi doğru yapınız ve hizmet etmeyi kendinize gaye edinip bununla uğraşınız

Mürid, mürşidini nefsten ve şeytan dan gelen kılınç darbelerine karşı kalkan yapmalıdır.Mürid kendisinde bir şey olmadığını, bundan dolayı da mürşid eli tuttuğunu o ele yapışması gerektiğini, eğer kendisinde bir şey olsaydı baba sının evinde kalması gerektiğini düşünmelidir. Bir varlığı ol madığından dolayı mürşidin gölgesine sığınmayı kabul etme İldir.

Gavsi Hizanî (k.s)bir gün şöyle demişti:

·         Değerli çoban,uyuzlu da olsa oğlağını çöllerde kurtlara terketmez.Mürid kendi amelini uyuz oğlak gibi kabul edip mürşidinin sürüsüne katmalıdır.

&

Abdurrahmâni Tâğî (k.s),haljfesi Şeyh Fethullah'a (k.s) niyyet konusunda şunları söyledi:

·         Müridlikten maksad,varlık duygusundan sıyrılmaktır.Önun içindir ki bir şeyh,şöyle bir yol takib ederdi: Yakın müridlerini cariyelerine sarkıntılık ettikleri gerekçesiyle hapse attırır,hakarete maruz bırakırdı.Müridler de şeyhlerinin sözünü inkâr etmezlerdi.O şeyh vefat ederken şöyle dedi:

·         Daha önce müridlerimin hakkındaki söylediklerim yalandır.Müridlerim öyle şeyleri yapmamıştır.Maksadım onları,varlık duygusundan tamamen sıyırmaktı.

Hiç bir şeyh fenâ mertebesine gelmiş müfidini reddetmez.Zira"Fena reddedilmez"denmiştir. Ayrıca Gavs ’ın (k.s) halifesi Şeyh Halid'de (k.s) böyle demiştir.

Gavs’ın (k.s) baş müridlerinden olacağı tahmin edilen bir müridi var idi. Bu zat aldığı bir üzüm bağına kalbini kaptırıp yolda kaldı.Terakki edip istenileni elde edemedi.

Tarikatın temeli ihlas,muhabbet ve şeriata bağlılıktır. Tarikatın gayesi ise marifetin sırlı meselelerini açığa kavuşturup şer'î hükümlerin inceliklerini öğretmektir. Mesela mürid, abdestte bir kısım azaların .gusülde ise bütün bedenin birlikte yıkamasının hikmetlerini öğrenir. Abdest ve gusülden maksad bazı hareketlerden doğan kirliliği gidermektir. Bazı hareketlerin yol açtığı kirlilik diğerlerine göre daha fazladır.

En üstün keramet; istikamet ve cezbedir.İnsanlardan yüz çevirip Allah'a sığınan kimse velidir.

İnsan kılmadığı bir tek namaza karşılık seksenbin yıl azabı vardır.Eğer Allah'ın affına mazhar olmazsa. Akaidi sağlam ofırch yanın, kelimei şehadeti doğru söyliyemeyenin imanı yoktur.Fatiha'yı okuyamıyan kimsenin nikahı batıldır.Kendisi zinâkâr olur.Çocuğu zinâ çocuğu olur.(Şafi mezhebine göre)

Abdurrahmâni Tâğî'in (k.s) btı sözünü büyük alimlere sormuşlardır.Münkirler bu fetvayı bozmak istedikleri halde bozamamışlardır.Seyda' m (k.s) bu sözü zamanın büyük alimi Gavs ’ın (k.s) halifesi Şeyh Halid'e ulaştığı zaman şöyle demiştir:

·         Nikah kıyıldığı zaman veliden izin alınmamışsa veyahut velinin fatihası düzgün değilse.Seyda'nın sözü doğrudıir.(Bu hüküm Şafi mezhebine göredir)

Nisbet;vakte,yerlere ve oralarda bulunan insanların durumuna göre değişir.Bir vaktin feyiz ve bereketi diğer vakte göre farkhdır.Buna göre farklı zamanları gözetlemek gerekir.

Köylerin nisbeti de birbirine göre değişiktir.Halkı arasında hiç bir mürid bulunmayan köyün nisbeti başka,tamamıyla münkir olan köyün nisbeti başkadır.Halkı kâfir olan bir köyün müridine gelen nisbet başkadır.

Daha önce yaşayıp göçen şeyhler kendilerinden sonra gelenlerden nisbet beklerler.Hiç kimsenin nisbeti başkasının nisbetine benzemez.Mürid nisbet almak istediği zaman kendi halinden sıyrılıp,nisbet tahsil edeceği zatın haline bürünmelidir.Mürid her yerde ve her zaman kendi nisbetinden sıyrılmalıdır.

Sözlerinin bu kısmında müridin kendi nisbetinden nasıl sıyrılabileceğini sordum.Sözleri şöyle devam etti:

·         Müridin kendi nisbetinden sıyrılması demek,kemalsıfatlara talib olması demektir.Evin nisbeti odanın nisbetinden farklıdır.Evinin nisbetinden sıyrılmadan odanın nisbetini göremem.Bu söylediğimin tersi de doğrudur.

Alimlerle cahillerin nisbeti bir değildir.Bir arada toplanırlarsa nisbetleri başka olur.Kendi aralarında toplanırlarsa nisbetleri daha başka olur.

Ben bazen alimlerin avamla birlikte teveccühde bulunmalarını tercih ederim.Çünkü feyiz sayıya göre gelir.

Bazen alimlerin ayrıca teveccühde bulunmalarını tercih ederim.Çünkü onların teveccühü avamınkinden farklıdır.

Alimler,avamla birlikte teveccühe girdiklerinde,kıskançlık ihtimali olmadığı müddetçe birarada olmalarını isterim.Hased etme ihtimali ortaya çıktığı takdirde ayrı ayrı olmalarını isterim.Çünkü alimlerin teveccühü birbirinden farklıdır.Bazen birinin teveccühü bir saat sürerken,diğerine hiç teveccüh edilmemesi mümkündür.

***

Abdurrahamnai Tâği (k.s)buyurdu:

·         Bu tarikattan gaye,nefsin alçaklığının farkına varmaktır.Fazilet şükürdedir.Şükretmek ise elimizde değildir.Çünkü insanda bulunan her iyi haslet,yüce Allah'dandır.Kötülük ise kendi nefsimizdendir.Kul.şükretmeye Allah'ın yardımıyla muvaffak olduğuna göre yine kendisine hiç bir şey kalmaz.Böyelece kusurlu durumdan çıkmış sayılmaz.Bu durumda şu ayeti kerimeyi düşünmek gerekir:

"Hemen Rabb'ini.hamd ile, teşbih ile (ve tenzih) et. O'nun yargılamasını iste. Şüphesiz ki O, Tevbeleri çok kabul edendir."                                              (Nasr/3)

Bu ayeti kerime, Hz.Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem.v) vefatından kısa bir süre önce inmiştir. Bu ayeti kerimede mağfiret dilenmesi istenilen kusurlar ya şeriatla ilgilidir ki peygamber (a.s)bunlardan masumdur. Yahut varlık duygusundan ileri gelen kusurlardır. ( Peygamber (a.s) bundan da masumdur.)

Bu duruma göre insan iyilikleri Allah'a dayandırmak ve kötülükleri kendinden bilerek her zaman yüce Allah'dan mağfiret dilemelidir.

»T*

Abdurrahmanı Tâği (k.s) şöyle buvuruyor:

·         Gecenin ilk zamanının nisbet ve feyzi son zamanındakinden farkhdır.Gecenin son kısmının nisbeti ise gündüzün ilk zamanının nisbetinden, gündüzün orta kısmının nisbeti, sonundan farklıdır. Bir meclisin nisbeti diğerinden farklıdır. .Zira feyizler devamlı surette geldiği için her feyiz öbür feyizden farklıdır.Her zaman nuzura dikkat edip,nisbeti almaya hazır olmak gerekir.

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)diyor ki:

 Sohbetlerimde ben iki konu işlerim.Bu konular aslında Nakşibendi sohbetlerinin özellikleri arasında yer almaz.

·        a) Ölümü konu alan sohbetlerimiz.Bundan gayemiz kalbin göçmeyi kendisine gaye edinmesidir.

·        b) Dünyayı kötüleyen sohbetlerimiz:

Dünyayı kötüleyerek,kalbin ondan nefret edip yüz çevirmesini sağlamayı amaçlıyor.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:

Göğsün açılıp genişlemesinden sonra nisbetin en kuvvetli gelişi denizin dalgaları gibi olandır.Daha sonra sırası ile;çığ gibi,duman gibi ve koku şeklinde ki nisbetler gelir.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)bir gün bana (İbrahim Çokreşî)dedi:

■ Sana(emretmiş)vermiş olduğum virdlerini çekiyormusun? Dedim: Hayır Efendim. O zaman bana dedi:

"Virdleri terk etmek benlik(varlık)duygusundan ileri ge, lir.Neden virdlerini terk ediyorsun?

***

Abdurrahamanı Tâği (k.s),bir gün Gavs 'ın (k.s) şu sözlerini naklen söyledi:

Hace Muhammed Parisa'nın (k.s)kalbine Allah'tan başkası sığmadı,dardı. Terakkiyeti sınırlı kaldı. Alaüddîn Attar’ın (k.s) durumu ise değişikti, O’nun kalbine hem Allah hem de gayri sığmıştı. Bu hal üzere olduğu için nefsini daim gaflette olmadığı halde kendini gaflette görmüştü,onun için terakkiyeti devamlı oldu. Ama o ,gafil değildi.

Ben o sırada :Alaüddî n Attar'ın kalbinin geniş olması ihtiyari midir?Değilmidir?diye sordum.Şöyle cevapladılar:

·         Bunun başlangıcı şudur: Varlık duygusunu terkedip ondan sıyrılma seyrini diğer alanlardaki seyirden öne almaktır. Ömrüm üzerine yemin ediyorum,bu mübarek sözleri dinlerken,anladım ki şeyhlerin kabiliyeti(yetenekli)sûfilerinin müşahade ve cezbe alanındaki gelişmelerini ertelemelerinin sebebi, onların kalplerini genişleterek daha çok terâkki etmelerini sağlamaktır.yani bu hal, şeyhlerin o müridlere karşı bahşettiği bir lûtuftur. O büyük bir lûtuftur. Onun içindir ki hiç bir sûfi gelişip terakkiyetim geri kaldı diye üzülmesin,bütün gayreti ile varlık duyğusunu bırakmaya çalışsın.

Bakınız,İmamı Şa’rani (k.s)'nın tabakatında bir kıssa naklediyor: Azizan (k.s)'nın âdetlerinden şöyle bir durum var idi: Bir müridi terakki ettirecekleri zaman onu"cariyeme sarkıntılık etti"diye şikayet ederdi. Şikayet edilen mürid.yargılınıp,cezalandırılırdı. Bu mürid cezası bittiği zaman yine de mürşidinin huzuruna gelirdi. Mürşidini terk etmezdi. Azizan (k.s) hz.leri ölüm anında" Olup bitenlerin hepsi yalandır,benim müridlerim öyle şeyler yapmamıştır"demiştir.

/Azizan hz.lerine neden böyle yaptın? diye sorulduğu zamaı

·         Sûfilerin varlık ve benlik duygusundan tamamen kurtulmalarını sağlamak içn böyle yapıyorum, demiştir.

Üstad hz.leri son olarak şöyle buyurdu:

·         Ben de sîzleri bu hikayedeki vakıa gibi imtihan etmek istedim,ama münkirlerin çıkaracağı fitneleri düşünüp vazgeçtim.

Abdurrahmanı Tâği (k.s)varlık duygusundan ayrılmanın faydasını belirten bir sohbetinde şöyle buyurdular, içerimde bir kuşku doğdu:"Bizim yaptığımız ameller,başkalarının yaptığı amel gibi değildir.'', endişesine düştüm.Halbuki bizim amellerimizin az olmasına rağmen,nisbetimiz,ameli bizden çok olanların nisbetinden daha fazlaydı

Bana denildi ki:Nisbet herkese gelir.Yalnız varlık duygusundan sıyrılanların nisbeti kalır,diğerlerinin ise geldiği gibi kalmaz. Bizim varlık duygusundan sıyrılmamız en üstün sıyrılmadır. Çünkü böyle sıyrılış hem düyyayı hem de ahireti kapsamı içine alır. Bizim dışınızdakilerin ise durumu böyle değildir. Onların varlıktan sıyrılışı ise,ayrıdır.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

 Bizim yolumuzda başkalarındaki gibi ders değiştirilmez. Meselâ;keşif ve kerametinden dolayı kimsenin dersi değişmez. Ancak şer'î bir nedene dayanırsa müridin dersi değişir.

Tevbe eden bir müride istihareden sonra rüyada ne gördüğü sorulur. Çünkü rüyasında gördüğüne göre ya korku ile veyahut sevgi ile terbiye edilsin. İstihareden sonra mutlak surette rüyada ne gördüğünü talimat veren sorsun.Bir şey gördü ise şeyhe arzetmelidir. Bir mürid rüya da bir şey görmezse onun nasıl eğitileceği şeyhin görüşüne bağlıdır.

Bir şeyh istihareye çok önem verirdi. Çeşitli sebeblerle yedi defa istihare yapmayı emir ederdi.Bir zata iki defa istihare yapması emredildi. Birinci istiharede tarikata girip girmeme hususuna açıklık için diğeri ise müridlik içindir. Bana göre ise istihare kişinin meş. rebini açığa çıkaracak bir rüyagörmesi içindir.Ben üç defa istihare yaptım.İkisi bu yola intisab edeceğim sırada idi,diğeri ise müridlik içindir.

Abdurrahamanı Tâği (k.s) bu yola yeni intisab etmiş bir sûfi adayına verilecek talimatı şöyle anlattı:

AAbdest almak,

BTevbe edip, Allah'a sığınmak niyeti ile gusul almak,

Cİki rekat istihare sünneti kılmak.(Şeriatın emri gibi kılınan istihare değil),benim görüşüme göre müridin meşrebini belirlemek içindir.

DTevbe etmek,yani birinci olarak işlemiş olduğu hata ve günahlara Tevbe,ikinci olarak da mürşidin elini tutup tarikat Tevbesi yapmaktır.

Mürşidin elinden Tevbe ederken .mürid mürşidin her türlü emir ve yasaklarına uyacağına,hayır ve hasenatından ecir ummayacağına ,ne de azabdan korkacağına,yalnız ve yalnız Şeyhin emirlerine uyacağına dair tevbe eder.

EYirmibeş defa ile yetmiş defa arası Tevbe eder.

FSiisileye fatiha okur.Fakat yalnız kendi şeyhine bir fatiha okusa da yetenidir.

GÖlüm rabıtası yapar.Şöyleki;vefat ettiğini,cenazesinin yıkanıp kefenlenip toprağa verildiğini böylece bir mevtanın başından geçen olayları düşünür.

HMürşide rabıta yapar.

Bu usulleri yaptıktan sonra yüzü kıbleye gelecek şekilde yatmalı, varsa teveccüh vaktine, sonra da talimata kadar konuşmamalıdır.

Şeyda intisabını şöyle açıkladı: Ben ders alırken bana herkesten ayrı olarak bir odaya kapanıp kalmam emir edilmişti. Ben aklıma velev ki bir zarar gelebilir diye bunu yapmadım. Bunun üzerine bana teveccüh vaktine kadar sûfilerin yanında yalnız başıma oturmam emir buyuruldu

Gavs' ın (k.s) bazı zamanlar mürid adayını yalnız ğusül ve rabıta yaptırıp teveccühe aldığı olmuştur. Bir gün Gavs (k.s) halife olan evlâdından bir tanesinin bir sûfiye yalnız gusül ve rabıta tarif etmesi üzerine, Gavs (k.s) bu duruma karşı çıkıp dedi ki:

Bu yaptığın şey her halifenin yapacağı bir iş değildir.***Abdurrahmanı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor:

 Tarikata yeni intisâb edenlerin talimatını düzgün veriniz.Ta ki temeli düzgün ola.Talimattan sonra onlarla sohbet edip.âdâbı anlatınız.Bazı müridlerin.bu yoldan ayrılmasının sebebi ,ders verme ânındaki hatâlardır.Yâni ders vermeye gerekli önemin gösterilmemesidir.

Seydâ (k.s) bir gün tarikat dersi veren birini eleştirerek ona dedi ki:

Ben sizin ders vermeye gereken önemi vermediğinizi görüyorum. Halbuki ders vermek,şeyhliğin yansıdır.Diğer yarısı ise teveccühdür.Biz abdestli olarak ders veriyorduk. Ders vermezden önce ise ders veren kimse, tevbe edip, Cenabı Hakk'tan (C.C) afvu mağfiret dilemelidir.

Tevbe ve tarikat almak isteyen mürid adaylarına;hem korkutarak hem de müjdeleyerek bu yolun makbûliyetini anlatınız.

Onlara, Mürşidi Kâmilin azametini ve tatlılığını anlatınız.Teveccühün önem ve makbûliyetini,ayrıca teveccühlere Sâdâtı Kiramın ruhlarının iştirak ettiğini söyleyiniz.

Ders veren kişi,mutlak surette abdestli olmalıdır.Ders verdikten sonra ,âdâbı mutlaka anlatıpız.

Ders vermenin şartı ders veren kimsenin abdestli olması,ders vermeye önem vermesi,mürid adaylarına teveccühe nasıl oturulacağını öğretinceye kadar hiç bir şey yememesi ve tütün içmemesi,ayrıca teveccüh sabahına kadar sohbetle veya başka bir ahiret ameli ile meşgul olmalıdır.Allah’a devamlı yalvarmalı,istiğfar etmelidir.***Abdurrahmanı Tâği (k.s)bir kimseye zikir telkin ederken şöyle dedi:

 Bu tarikat,şeriatın aynısıdır.Ne eksiği ne de fazlası varc Seyyid Tâhâ(k.s), Gavs 'ye (k.s) gönderdiği bir mektubunda şöyle diyor:

"Bir kişi, Mas ve muhabbet sahibi olup, şeriatın emir ve hükümleri dahilinde amel yaparsa,bilipiz ki o zât velidir. İsterse bu zatta hiç bir hâl vuku bulmasın."

Bu saydığımız vasıflar,bir zatta yoksa,o zatta ne şekilde haller vuku bulursa bulsun istidraçtır. O şakilerdendir. Cenabı Hakk (C.C) hepimizi bu duruma düşmekten muhafaza buyursun.

03ir mürid.bid'at ve ruhsatlı kolaylıkları terk etmelidir.Bu hal için,ruhu feda etmek lazımdır.

Zikir ederken, Cenabı Hakk'ın sıfatlarını değil yakîn bir şekilde zatını hayal ediniz. Çünkü öncelik vahdet içindir,tevhid için değildir. Varlık yalnız Allah'a mahsustur. Vahdet Allah'ın varlığı ve birliğidir. Kimse yaratılmamış iken bile O bir olarak vardı. Tevhid ise bizim Allah'ı birlememizdir. Kainatta bulunan her şey ya vehimdir veya hayaldir. Varlıkları kendilerinden olmadıkları için vehim ve hayalden ibarettirler. Çenabi Hakk (C.C), âlem var olmadan önce var idi.Âlem ise yoktu)

Örneğin,yaratılmamış bir çocuk,âlemin bir parçasıdır.Fakat henüz Allah'ın (C.C) ışığı ile aydınlanmadığı için idrak edilemez.Yani kesin olarak yoktur.

Bugün doğan bir çocuğa gelince Cenabı Hakk'ın (C.C) varlığının ufak bir kısmı ona yansıdığı için,vücudu küçüktür. Bu varlığın artışına göre,çocuğun vücudu da buna bağlı olarak büyür.

Ayrıca ölen bir kişiye bakınız.Bu zat,yıllarca yaşayıp büyümüştür.Ama birden yok olmuştur. Çünkü Cenabı Hak k'ın(C.C) lutuf ettiği varlık üzerinden kalkmıştır. Eğer konuşma gücü ,bu kişinin elinde olsa öldükten sonra da bu kişi konuşurdu.Hayatta iken yaptığını,vefatından sonra da yapmak isterdi.

e e &

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle dedi:

 Kalb zikri en az beşbin, ortası onbirbin, en fazlası yirmibeşbindir.

$    $ e

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)buyurdu:

Zamanımızın velileri,tabiin velilerinden daha büyüktür.Bir Hadisi Şerifte Peygamberimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem.v)şöyle buyuruyorf'Zamanların en hayırlısı,benim yaşadığım zamandır. Sonra bunu takib eden devir,daha sonra onu takip eden devirdir."

Bu hadisi Şerif genei durumu göz önünde tutuyor; Havas hakkında değildir. Bu devrin havassı önceki zamanın havassından hayırlıdır. Hatta İmamı Rabbâni'nin (k.s) mektubatında açıkça bildirdiğine göre onların kemalatı sahabelere benziyor. Ben de aynı şeyi ümid ediyorum. Çünkü üstünlük nefsi ıslah edip kalbi tasfiye etmekle olur.

Hicrî bininci yıldan sonraki insanların kalblerinin hastalığı,daha öncekilerin hastalıklarından fazladır.

Umulur ki zikrettiğimiz hadis olmasaydı,bu devrin velileri,sahabelerden daha üstün sayılacaktı.Çünkü biz sahabelerin fazilet ve kemâlâtlarını yeteri kadar anlamaktan uzağız.

Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem.v)'in :

" Ümmetim bereketli bir ümmettir. Öncesi veya sonrası mı hayırlıdır bilinmez."             (Keşful Hafa.l/Hadis no: 598)

Hadisi şerifindeki .bilinmezden maksat Peygamber Efendimiz’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem.v)başkasının bilmemesidir.Sahabelerin daha faziletli ve şerefli olduklarının kabul edilmesi Peygamberi ın (a.s) bildirmesi iledir.

Nefis ise.mahlukat alemine karşı bir özlem duyar.Nefis.ruhu emri altına alırsa,ruh nefse hizmet eder.Eğer ki ruh nefse hakim olursa o zaman nefis ruha hizmet eder.

Nefis,yaratılış gereği aşırı derecede istek ve arzulara sahiptir.Bundan dolayı ruha hakim olup, ona asli vatanını unutturur.Kendisinin zevk aldığı şeylerden ruhun da zevk almasını sağlar. Böylece ruh, asli vatanına terakki edemez. Terakki edebilmesi aşağıdaki şartlara riayetle mümkündür.

1 Rucu makamına ermiş bir velinin sohbeti ile,

·        2 Mürşidi Kâmilin emiri ve kalb zikri usuluyle lafzai celali her bir latife üzerinde en âz iki bin çekmekle,

·        3 Yeri insanın alnında bulunan nefis üzerine zikir çekmekle. Burada en az bin çekilir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

 Kötü sıfatlardan arınmış nefs, kemal sıfatlardan ve manevi hakikatların tecellisinden arınmış olan ruhun karşılığıdır.Bu makam yalnız iman makamıdır.

Kalb ise, asıl özelliği tembellik olarak toprağın karşılığıdır.Sır ateşin mukabilidir. Ateş tabakası toprak tabakasından beş bin yıl uzaktadır.Belirli bir süre halinde bulunmaktadır.Özelliği ise hiddet ve öfkedir.

Hafa latifesi ise suyun karşılığıdır.Su tabakası ise ateş tabakasının beşbin yıl altında bulunur.Suyun kendisine has bir rengi yoktur.En yakınının rengine bürünür. Bu hal ise münafıklık alametidir.Bundan dolayı insan arkadaşlık ettiği kimselerden karekterini alır.

Ahfa latifesi ise hava unsurunun karşılığıdır.Hava tabakası ise su tabakasının birkaç tabaka altında bulunur. Havanın özelliği büyüklük ve kibir taslamaktır.Bakınız Ayeti Kerimede ne buyuruluyor:

"Sonra onu (insanı) en aşağıya düşürdük." (Tin,4)

Bir mürşidi kamil kendisine teslim olan bir müridine, önce hava unsurunun vermiş olduğu kibirliliği tasfiye ederek irşada başlar. O zaman âhfa latifesi bu huydan kurtularak yükselip terakki etmeye başlar. Münafıklığı giderdiği zaman akabinde hafa latifesi terakki eder. Daha sonra hiddet ve öfkeyi giderir, böylece sır letaifi terakki eder.

Akabinde, insandaki uyuşukluğu tedavi eder.Böylece kalb yükselip terakki eder,

Böylece izah ettiğimiz dört letaif nakısiyetlerini ve kötü vasıflarını bırakıp, sabır,tevazu, islamın emir ve hükümlerine teslimiyet, Allah'dan gayrı hiç kimseye muhtaç olmama gibi güzel huy ve vasıfları kazanırlar.

Cenabı Hak bir ayeti kerimede şöyle buyuruyor:

"Onlar boş şeylerle karşılaşınca yanlarından şerefle geçerler."                                        (Furkan,72)

Bundan sonra ruh da nefs muhabbetinden sıyrılarak Allah'ın muhabbetini tahsil eder. Bundan sonra insanda bulunan letaifler Allah'a yakınlık kazanırlar. Nefs çok zalimdir.Kendisine ait bir gücü vardır.Bu güç vasıtası ile bazı zaman ruha galebe çalar. Onu egemenliğine alır. Böylece onu eski yerine döndürür. Bazı zaman olur ki ruh nefsi kendi hegomanyasına alarak terakkiyetini sürdürür.

Bu hal üzre; devam ederken nefs zayıflar. Ruh isegüçkazanır. Bu halin sonunda letaifler, kalbin arş üzerinde bulunan makamına ulaşır. Bu makama temkin makamı denir. Bu makamdan sonra artık letaifler nefsin baskısı ile tekrar bu aleme dönmezler.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

■ Arş'a, kalbe bağlı olduğu için Arş denmiştir.Asıl arş ise kalbdir.Sohbetimizden konu ettiğimiz asliyet ve tebaiyyet ilahi tecelliler bakımındandır.

Ruhun makamı, kalbin makamının üzerinde bulunur.Onun üzerinde ahfanın makamı bulunur.

Nefsin makamı jmahlukat âlemi, ruh ile kalbin makamı âlemi emir;Sırrın,hefa'nın ve ahfa’nın makamı ise âlemi zattır.

Sır'rın , hafa'nın ve ahfa'nın seyri ise zat aleminde gerçekleşir.

Âlemi emir ise mahlukat âlemi ile zât alemi arasında bulunur.

Âlemi emirde bulunan vasıflar sevmek ve sevilmektir.Bu vasıflardan dolayı yine uzaklık söz konusudur. Zat aleminde ise hiç bir vasıf bulunmaz. Letaiflerin geri dönüşü ise altı çeşittir.Bunlardan birisi nefsin makamından, çirkin sıfatların makamına dönerek olur. O zaman ise bütün alemi harap olur. Bazı zamanlarda letaifler kalbin makamından geri döner. O zaman bu makamın sahibi eksiği olup kemale eremeyenlerden kabul edilir.Tam geri dönüş ise ahfa'nın makamından nefsin makamına inerek gerçekleşen geri dönüştür.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle dedi:

Dervişin kelime manas, muhtaç, ıstılahtaki manası ise ZIlah'a muhtaç kimse demektir.lstılahtaki manaya sahip bir dervişe yük yük altın ve gümüş verseniz muhtaç olma ve fakirlik vasfından çıkmaz.Çünki meramı Allah'tır

Derviş sözcüğü Nakşibendilik dışında kalan diğer tarikatların mensuplarının ünvanıdır.

Biz ümid ediyoruz ki şu kelamı kibarın içeriğine ancak nakşiler dahildir:

"Hakkın cezbelerinden bir cezbe, insanlar ile cinlerin amellerine denktir."

Bir mürid, cezbe haline düşünce nakşi olur. Ama bir nakşibendi sûfisi cezbeye düşmedikçe gerçek anlamda Nakşibendi olamaz. Diğer tarikatların mensupları terki terk makamına eremezler.Nakşibendi sûfileri ise gerçek anlamı ile derviştirler.Çünkü bu yolun mensupları şu safhaları terk ederler:

ADünyayı terk etmek,

BAhireti terk etmek,

CVarlığı terk etmek,

DYokluğu terk etmek,

ETerki terk (terk etmeyi terk etmek)

Derviş sözcüğünü meydana getiren harfler şu manayı ifade ederler:

Dal : Dünyayı terki,

Re : Ahireti terki,

vav Varlığı terki,

ya /Yokluğu terki,

şin harfi ise: terki terk işarettir. Bu mana işaretler Nakşibendi ıstılahına göredir.

Abdurrahmanı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor:

 Bir kişinin tarikata intisab edip,mürşide bağlanmasından gaye ve maksad nefs ve şeytanın hilelerine düşmeyip, şeyhin gölgesine sığınarak vâsılı ilallah olmaktıı.

Şeyhin gölgesine girmek demek: Kulluk ve itaattır.Bir mürid,şeyhinin gölgesinin üzerine düştüğünü nasıl anlayabilir? diye sorulan bir soruyu Abdurrahmâni Tâğî şöyle cevapladı:

·         Şeyhin gölgesine girmek müridin kendi ihtiyari dahilindedir.

Bakınız bir kişi ağacın gölgesine nasıl sığınır,bir ağacın gölgesi altına girmek mutlak kişinin kendi iradesi dahilindedir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

·         Makbul mürid ilkbahar aylarında daha çok amel işlemeye gayret gösteren müriddir.Çünkü ilkbahar bitkilerin filizlenme dönemidir. İnsan da toprak unsurundan yaratıldığından bahar mevsiminde bitmesi,filizlenmesi gerekir.Bu filizlenme ya gaflete ya da uyanklığa doğru olur.

İnsan çok amel işlemeli ki gaflet damarı kesilsin.Uyanıklık damarları açılsın.

Seyrüsülûk etmek isteyenler seher vakti uyumamalı.Çünkü • vakti seher çok önemlidir.Gelişme zamanıdır.Onun için seyru sülük yapmak için bu vakitlerden daha makbul bir vakit yoktur.

Abdurrahmânı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor:

·         İnsan her zaman nefsin hile ve şerrine düşmekten çe kinmelidir.Çûnki nefis insanı her zaman helâke sürüklemek ister.Bu hâlinden bir an dahi geri durmaz.

Ben (Abdurrahmâni Tâğî)nefsin insanı aldatan halini bizzat " hanımlarımla olan ilişkilerimde de gördüm.Ne zaman ki bu durumlardan ayrıldım, o zaman büyük bir huzur buldum ve cezbeye düştüm.

Ben eşlerimi şeytanın tuzağına düşmemeleri konusunda devamlı uyarırdım.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

·         Dargın bulunduğu bir kimsenin elini öpmekle kişi kendi nefsini ezebilir. Üstün durumda bulunan bir müridin kendisinden daha aşağı durumda bulunan bir sûfi kardeşinin elini öpmesi adet olmuştur. El öpen kişi nefsinin daha saf olup.böylece özür dilediğini ispat eder. Her mürid karşısındaki arkadaşına hüsnü zan besleyip onun kendisinden daha üstün durumda olduğunu düşünerek şöyle demelidir: Ben eğer bu özür dilemeleri kabul etmezsem umulur ki onun bana kırılıp beddua etmesi ile büyük zarar görürüm.

Arkadaşının özürünü kabul edip barışmalıdır.Dargın durmak çok kötü bir şeydir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s):

·         Üstadın muhabbeti Allah içindir diye söyleyince öğrenmek maksadıyla şöyle sordum.

·         Üstadı zatı için sevmek Allah muhabbetinden değilmidir.

:  Hayır. Üstadı zatı için sevmek Allah muhabbetinde fani olup üstadı unutarak ve Allah ile üstadın muhabbetini farketmemekten ileri gelir.

·         Buna misal şudur. Bir adam sevgilisine olan aşkından dolayı onun hizmetçisini de sever. Bu sevgi o kadar ileri gider ki hizmetçisi hakiki sevgili durumuna geçer. Üstada karşı olan zatı muhabbeti olmadan mürşidinin sohbetinden bir lezzet alamaz.

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)buyurdu:

·         Keşke Müridler ayaklarının uçlarından başka yere bakmasalar. Zira şeriatta kadına bakmak haram olduğu gibi,azimetle amel etmenin gerekliliğinden dolayı gayriye bakmak haramdır.

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)buyurdu:

·         Kendi isteğiyle cezbelenmek caiz değildir.

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) Nurşin köyünde bir sohbetinde şöyle buyurdu:

·         Bize bazı duaların dilimizle okunması emredildi.Hatta dualan okurken sesimizi yükseltiyorduk.Bu dua lardan biri hatmeyi haceganda okunan duadır."

Hatmenin yapılış şekli"CâmiulUsûl"adlı kitapda şöyle tarif edilmiştir.

1 Fatihaı Şerife Besmele ile birlikte (yedi) defa okunur.

·        2 Peygamber Efendimize yüz defa Selavat getirilir.

·        3 Elemneşrahleke Suresi yetmişdokuz defa Besmele ile birlikte okunur.

·        4 İhlası şerife binbir sefer okunur.

·        5 Fatihayı Şerife Besmele ile birlikte tekrar yedi sefer okunur.

·        6 Peygamber Efendimize tekrar yüz selavat getirilir

·        7 Hatme Duası okunur.

İmamı Rabbâninin hatmesinde ihlası Şerif yerine

"La havle vela kuvveti illa billahil aliyyil Azîm" denilir.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)buyurdu:

 Bir insanın iki insan olması demek zahirinin halk ile batınının hak ile beraber olması demektir. Böyle olan kimseler zahiren değişik meseleleri konuşmaları kalplerindeki ile olan huzura mani olmaz. Halidi Ölekî bu konuda şöyle söylemiştir; Büyüklerin zikrine mani olacak hiç bir şey yoktur.

Seydaı Tâği (k.s) buyurdu:

■ Behlülü Dane'nin "Allah ile ye, Allah ile uyu, Allah ile konuş" sözünün bu üç vakitte uyanık olunmasına teşvik içindir. Zira.bir kimsenin gafil olduğu zamanlar yemek,uyumak ve dostlarının meclislerindeki zamanlardır.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdu:

Kendisinde ubudiyet vasfı hasıl olmayan mürid.mürid olamaz. Müridten maksat Allah'ın emirlerne muti olmaktır. Ubûdiyetten maksat ise Allah'ın hükümlerine rıza göstermektir.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)buyurdu:

·         Gavsi Hizanî (k.s)tarikattan kovulanlara iltifat etmezdi. Yanlız, Mevlânâ Halid (k.s) hazretlerinin kovduğu Şeyh Abdulkadir istisna idi. Ona önem verir, nisbetinin tamamı ile kesilmediğini söylerdi.

Şeyh Abdurrâhmanı Talabaninin halifelerinden Derviş Emin isminde bir şeyh var idi. Çok güzel bir nisbete sahipti .Tarikattan kovulunca vergi tahsildarlığına başladı. Abdurrahmâni Tâğî (k.s), Şahı Nakşibend'in şu mısrasını okudu.

·         Tarikatımızdan yüz çevirenin dini tehlikeye girer.

Ayrıca,Meşâyihi kiramın şu sözünü nakletti.'Tarikatımızdan kovulan kimseye Rahmân olan Allah'ın feyz ve yakınlık kapısı kapanır."

Daha sonra Abdurrahmâni Tâğî Meşâyihi Kiram'ın bu sözünü aşağıdaki ayeti kerimeye ters düştüğünü belirtti.

"Ancak tevbe eden ve iman edipte salih amel işleyen kimse müstesnadır."                          (Furkan 25/70)

İki söz bir birine zıt düştüğünde birisininin doğru birisinin yalnış olması gerekir. Zıtlığı ortadan kaldırabilmek için tevil lazımdır. Allah'ın sözü doğru olduğuna göre Meşayıhın sözü tevil edilir. Bu sözün tevili şudur: Meşayıhın sözünde istisna vardır. Kovulan kimse pişman olur.lstiğfar ederse Allah'a yakınlık kapısından uzaklaşmamış olur.

Kovulan kimsede sadatların eğer bir iltifat nazarı kalmış ise sonuçta o kimse pişman olacaktır. Eğer Sadatlar bir kimseden tamamıyla yüz çevirmiş ise o kimse pişman olmayacaktır. Şahı Nakşibend'in bir halifesi kovulduktan sonra ticaretle uğraşıp zengin olmuştr. Bu zat zaman zaman sırt üstü uzandığı zaman şeyhsizlik nekadar güzel dermiş.

Daha sonra Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyurdu .Tarikat büyükleri bazı müankirlerden yüz çevirince o münkirlerin dini de zarar görür. Gavsı Azamin Münkirlerinin çoğu dinlerinde de zarar gördüler.

Abdurrahmâni Tâğî (k.ş) hazretleri, müridin Allah' tan üstada gitmesiyle üstaddan Allah'a gitmesi arasındaki farkı şöyle açıkladı.

Müridin Allah'dan üstada gitmesi,müridin Allah'ı bulmak gayesiyle üstada gitmesi, Allah'ı bulmaya olan iştiyak ve muhabbetini artırır. Allah'ı bulmaya olan talebi müridi devamlı dolaştırır, çare arattırır. Bir mürşidi kâmili bulduğunda elini,tutmasıyla birlikte Allah'ın azameti kibriyasına ve celâline vakıf olur. Bu vukufiyeti Allah'a ulaşmanın kendi aklına göre zorluğunu idrak ettirir. Bu durumda bütün himmetini üstada ulaşmaya sarfeder. Allah'ın dostuna ulaşmak Allah'a ulaşmaktan kolaydır.Mürşidine ulaşmaya çalışan böyle müridlere meczûbi sâlik denir. Cezbeden sonra sülûka başlamışlardır.

Üstaddan Allah'a gitmenin manası ise şudur. Mürid önce dünyevi bir gaye ile büyüklerin kapısına gider,onların himmeti müridin talebini Allah'a çevirir. Bu durumdaki müridler, Hz.Yusuf'a âşık olan kadının durumuna benzer.Bir başka misal de şudur:

Mescidi Haram'a gittiğimde orada hizmet eden bir adama rastladım.Bu adam Mekke'ye askerlik gayesiyle gelmişti.Fakat Kâbei Muazzama’nın bereketiyle gayesini Allah'a döndürmüştü.

Gavsı Hizânî (k.s) hazretlerinin bazı hizmetçileri de o kapıya dünyalık için gelmişlerdi.Gavs'ın nazarı onların da gayretlerini Allah'a çevirdi.Bu tür müridlere de sâliki meczûb denir.

***

Nurşin köyünde genel sohbetinde şöyle buyurdu:

Şeyhlerin inkarına düşmemeniz için kendisini derviş olarak tanıtan kimseyi kötülememenizi ısrarla tavsiye ederim. Bir kimse, veli, şeyh veya kutup olduğunu söylüyorsa,o sözü kendisine bırakın. Ancak velî olduğunu tasdik ettiğiniz halde, nehyedilenleri yaptığını ve emredilenleri terkettiğini gördüğünüz zaman o davranışını kabul etmeyiniz. O kimse o kötü fiiline devam ederse, Mansurı Hallc'a ve Şehabeddin Sühreverdî 'ye uygulanan şer'î hüküm aynı şekilde kendisinede uygulanır. Ehluilah'ın inkarına düşmekten kurtulmanın yolu onlar hakkında hüsni zan etmekle mümkündür. Başkalarına karşı hüsni zan edebilmek kendi nefsinin ayıplarını düşünmekle olur. Nefsinin kusurunu görmek de kişinin Allah'ın kendisine lütfettiği nimetleri yaratılış gayesine uygun olarak kullanmadığını düşünmekle gerçekleşir.

Nefsin kusurları mülahaza edildiği zaman insan başkalarının kusurlarını görmekten uzaklaşır.Böylece İnkara yol bulamaz.

***

Şeyh Abdurrahmâni Tâğî (k.s)buyurdu:

Tarikat ehli"filan veli terakki etmektedir.Filan velinin ise terakkisi durmuştur/'şeklindeki sözleri bana müşkül geliyor.Daha sonra bu sözünü şöyle açıkladı:

Terakki etmek nefsinin kusurunu görüp ve kemalini talep etmekle olur.Durgunluk ise nefsinin kusurunu görmemekten ve kemalâtı talep etmekten kaynaklanır.

Halifelik makamı bir kimseye verildiğinde o kimse kendini halife görürse terakki edemez.Fakat kendisini halife görmeyip ayıplarını görmeye devam ederse terakki devam eder.

***

Şeyh Abdurrahmâni Tâğî'dan (k.s) sordum:

 Kurban bazen sohbet esnasında müride bir nevi fena hasıl oluyor.Eğer hayalini o taraftan keserse talepten uzaklaşıyor.Bu durumda hayalini fena tarafına mı bıraksın yoksa talebe mi devam etsin.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)cevaben:

"Hayalini fenâ tarafına bıraksın "buyurdu.Biraz sonra Farsça olarak:

"Makam sahipleri çeşit çeşit yollarda yürüdüler"mısrasını okudular.

Ben bu mısrayı okumasından,talep ehli olanların talebe devam etmesi gerektiğini, talebi az olanında hayalini fena ya bırakmasının daha iyi olacağını anladım.Abdurrahmâni Tâğî'nin (k.s) ilk sözü bazı arkadaşlarınız için geçenidir. Daha sonraki sözüyle ise durumu genelleştirmiştir

Ramazan Bayramı arefesinde mezarlığa hatim maksadıyla gittik. Şeyh Abdurrahmâni Tâğî'ye (k.s) birinci cüzü vermek için cüzleri karıştırmaya başlayınca şöyle buyurdu:

" Kur'anı Kerim cüzleri arasında seçim yapmak doğru değildir. Hatta Seyyid Tâhâ (k.s) zamanında cüzleri dağıtan kimse bu işi gözleri kapalı olarak yapıyordu."

Şeyh Abdurrahmâni Tâğî hazretleri buyurdu:

 Şeriat nefsi istikamet üzere tutmak için konulmuştur.Tarikat ondan daha incedir. Onun için tarikat ta bidatı hasane ve ruhsatları terk etmektedir. Azimet konusunda şeriat ve tarikat birbirinden ayrıdır. Sadatı kiram' ın sözlerine muhalefet olmadığı sürece mürid bidatlar ve ruhsatlar konusunda şeriata göre amel etmelidir. Muhalif durumlarda ise sadatın emrini yerine getirmelidir.

***

Abdurrahmâni Tâğî hazretleri dünya ehlinin işleri ile tarikat ehlinin işleri şekil ve işleyiş bakımından birbirinin aynı gözüktüğü halde,hakikatte aralarında fark olduğunu şöyle izah etti:

"Biz Nakşibendi cemaati,zahidler gibi dünyayı terketmiyoruz. Biz dünya işleriyle sîzlerden daha fazla meşgul oluyoruz.Bizim çalışmamızla sizlerin çalışmanız arasındaki fark şöyledir: Mesela,güsul abdesti alırken biz Peygamber Efendimizin sünnetini ihya niyetiyle yaparız. Her damlasında on sevab ümit ederiz. Ayrıca bize yardımcı olanların sevab kazandıklarını düşünürüz..

Siz ise vücudunuzu temizlemek veya şehvetinizi tatmin etmek için yıkanırsanız.Dolayısıyla sizin yaptığınız güsul ya aleyhinizedir veya bir menfaati yoktur.

Yine biz bayram günlerinde Peygamber Efendimizin sünnetini yerine getirmek için güzel koku kullanırız..Sizin öyle bir niyetiniz olmadığından karşılık alamıyorsunuz.

Bizim çoluk çocuğumuza yaptığımız ikramlar sünnete mutabaat niyetiyle olacağından sevab umarız.Sizin öyle bir niyetiniz olmadığından sevabınızda yoktur.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hazretleri Bitlisli Süleyman Efendi'den;

·         Kalb hastalıkların en kötüsü sana göre hangisidir diye sordu.O’da;

·         Riyadır kurban dedi.Bana da aynı soruyu sorduğunda cevaben

·         İnsan mizacının sertliğidir kurban dedim.Bana

·         Gazap,celâle tebdil olduğunda sertlikden kolaylıkla kurtulunur.

Daha sonra Abdurrahmâni Tâğî hazretleri İmam Gazâlî' den naklederek şöyle buyurdu.

·         Hasetten kurtulmak, diğer kalb hastalıklardan kurtulmaktan zordur.

Ben kendisine nefsimde haset kalmadığını,zira daha önce herkesten daha fazla Üstad'a yakın olmayı arzu ettiğimi,şimdi ise daha çok yakın olanları gördüğümde haset duymadığımı söyledim.

Seydayi Tâği,

> Hayır,ben haset sahibi olmamakla bilindiğim,şan ve şöhreti ayağımın altına aldığım halde ve haset kalbimde sabit olmamasına rağmen,yine hasetten korkuyorum.

Bu sözlerin devamından anlaşıldı ki,şeriattaki gıpta etmek kötü bir haslet değilse de,tarikatı aliyede kötülenmiştir. Daha sonra şunları söyledi.

·         Salihlerin kalb hastalıkları başkalarının kalb hastalıklarına benzemez, Onlardaki gıpta şeriata zarar vermiyorsa da tarikata zarar verir.

HİDDETİ (ÖFKEYİ) YENMEK

Kulu Rabbisine yaklaştıran en güzel sıfat halim ve selimliktir. Rabbisinden kulu uzaklaştıran sıfat ise hiddet ve öfkedir. Hiddetlenmek imana zarar verir.

Tarikata intisabdan gaye ve maksat kemâlat elde etmektir.

Gavs'ul Azam'nın (k.s) yakınları Gavs'ın şöyle dediğini söylediler:

"Üç gün aynı makamda kalıp terakki edemeyen bir mürid için en güzel şey ölümdür."

Buna göre mürid evindeyken şeyhi ile buluşmayı,şeyhi ile buluşunca onun sohbetini dinlemeyi, sohbet dinleyince uyanıklığı, onu da gerçekleştirince ihlası, ihlaslı olmayı gerçekleştirince, edebi, edebli olmayı başarınca,mürşidinin yüceliğini taleb etmeli,onu da gerçekleştirince muhabbeti istemeli ve böylece temin ettiği her halin gerçekleşmesinden sonra başka bir hali istemelidir. En yüksek merteme İhlasın mertebesidir.

Edeb ikiye ayrılır:

·        1 Mürşidin yüceliğinin idraki müride hasıl olmadan evvel yapılan edebdir.

·        2 Mürşidin yüceliğinin idraki müride hasıl olduktan sonraki edeptir.

Edep iki kısım olduğu gibi mürşidin azametini idrak de iki kısımdır; Fenadan evvelki beka ile fenadan sonraki bekanın ayrı olduğu gibi.

Muhabbet iki kısımdır.

1Müridin iradesinin şeyhinin iradesine bağlanarak yok olmasından önceki muhabbet,

2Şeyhin iradesine bağlanmanın meydana getirdiği muhabbet.

Edebin ve muhabbetin irade edilen ilk kısımları aklî ve kesbî iken ikinci kısımları tabiî ve kesbîdir.

***

Sûfi bir halden başka bir hale geçince ikinci hali birinci halini inkar eder. Sohbet de böyle olmalıdır. Yani ikinci sohbet birinci sohbeti inkar etmelidir.

Müridin ikinci bir sohbete katılmaktan gaye ve maksadı ilk sohbetten af ve mağfiret dilemek olmalıdr. Nefsini birinci sohbette gördüğünden daha kusurlu görmelidir. Ta ki kusurundan mütevellid af ve mağfiret dilemelidir.

Rabiâ(k.s)bakınız ne diyor.Bizim af ve mağfiret dilememiz bile yine af ve mağfiret dilemeyi gerektirir.Çünkü ilk mağfiret dileme İkinciye göre gafletle karışık olur.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) Hazretlerine soruldu:

Akşam ve yatsı arasında gündüz işi olan bir mürid rabıta ve zikirden birisini terketmek mecburiyetinde kalırsa hangisini terketsin? Seyda(k.s.) şöyle buyurdu:" En önde gelen ve değeri yüce olan rabıtadır. Zikri terketmesi evlâdır. Rabıta daha faziletlidir. O muhabbete dayanır. Zikir i se muhabbetin tamamlayıcısıdır. Allah'a yakınlık kılavuzu mürşidin rabıtasıdır. Eğer rabıta zikirsiz gerçekleşse zikirsiz olsa da olur. Fakat zikir öyle değildir.Zikir hasıl olsa da zikir ile yetinilmez.

Muhabbeti olmayan sûfi ise akşam ile yatsı arası zikir yapabilir.Seyda (k.s.) diyor:

"Gavs (k.s.) vefat edince benim müridlere akşam ile yatsı arası zikir yapmayı emretmek istedim.Ben de dedim ki:(İbrahim Çokreşî):

"Mürid,mürşidi düşünüp onu zihninde canlandıramayınca , bu aradaki nisbetsizliğe rağmen nasıl Cenabı Hakkı tefekkür edebilir Zikir ile rabıta arasında fark vardır. İkisi bir değildir. Zikir parmaklarla olur. Rabıta ise öyle değildir. Hace Azizan hz.leri şöyle buyuruyor: Sûfilerin arasında sadık olup olmayanları birbirinden ayırt edebilmek için onlara yüksek sesle zikir yapmalarını emrettim. Ta ki onların gayret ve sadakat dereceleri ortaya çıksın."

Netice olarak Seydai Tağî (k.s.) şöyle dedi:

" Gündüz iş sahibi olanlar ve muhabbeti eksik olan kimselerin akşam ile yatsı arasında zikir yapmaları caizdir.

Müridler arasında vuku bulan fikir ayrılıkları rahmettir. Gerçek açığa çıksın diye Cenabı Hakkın onlara sunduğu bir rahmetttir. Sûfiler arasında fikir ayrılığı vuku bulursa bana bildiriniz.Çünkü bazı gerçekleri açıklamak olur ki böyle bir görüş ayrılığına dayanır.Görüş ayrılıklarını mürşidden saklamak doğru değildir. Abdurrahmân b. Avf (r.a) bir meseleyi açığa kavuşturduğu için Peygamberimiz (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.V) onu övmüştür.

VARLIKTAN SIYRILMAK

Abdurrahmâni Tâğî (k.S) şöyle buyuruyor:

Şahı Nakşibend (k.s) zamanında sûfiler bütün gayretleri ile amel işleyip, fayda temin etmeye, Allaha kavuşmaya çalışırlardı. Bunların içinde Alâuddîn Attar 'ın(k.s) durumu ayrı idi. Yirmi yıl kalbindeki vesveseyi silmek için uğraştı. Hiç bir zaman amellerine önem vermedi. Kendisini ehli zikir olarak görmedi. Aksine nefsini gafillerden kabul ederek devamlı uyanıklık işfedi. Müşahade ehli idi, ama kendisini gaiblerden kabul ederdi.

Hace Muhammed Parisa'nın (k.s) durumu da değişikti .Şahı Nakşibend (k.s) O'nun için şöyle buyurmuş:

"O bir kuşun gagasını bir suya batırıp çıkarmasındaki zaman kadar dahi Rabbisinden gafil olmaz. Duası makbuldür. Ne isterse red edilmezdi ama kalbini Rabbisine teslim ettiği için dua etmezdi.Kalbi dar idi. Bu durumla kifayet etmişti."

Alaaddîni Attar'ın durumu ise Parisa'dan ayrıdır. Alaaddîni Attar (k.s) kalbine hem Rabbisini hem de başka şeyler sığdırdı. Dua ederdi,terakki ederdi. Hatta ki, Şahı Nakşibend (k.s) Abdulhalıkıl Gücdevanî, Ebu Yezid gibi mürşidler bir müride hilafet verseler, Alaaddîn i Attar (k.s) onaylamadıkça o halifelik kesinleşmezdi. (Zaruri hilafet bundan müstesnadır.) ■/

Bakınız! Keşke her sûfi kendisini, her daim hayatı boyunca, kabirde, mahşerde, cennette Rabbini müşahade ederken bile yok görse varlığından gafil olsa..

Sadeddin Kaşgarî (k.s) seyyiddi. Ama o seyyidlik ünvanının vereceği varlık duygusundan vazgeçmişti.Kendisi şöyle diyor:

"Benim bir fidanım vardı. Onu bir duvarın deliğine koyup üstünü de çamurla sıvadım." Sadeddin Kaşgarî (k.s) hiç bir zaman seyyidlik ünvanı ile anılmak istemezdi. Bu halinden mütevellid büyük makamlar elde etti. Bir şeyhin şöyle dediği rivayet edilir:

 Binlerce şeyh gördüm. Ama aralarında birbuçuk seyyide rastladım» Şeyhler arasında seyyidlerin azlığı varlık duygusundan çok azının siy olabilmiş olmasından geliyor. Oysa varlık duygusundan sıynlsalar az bir gayretle mak satlanna ulaşabilirlerdi. 3

TALEP VE YÜKSELME ARASINDAKİ FARK

·        A) Yükselme talebe bağlı olursa bir makamdan diğer makama,bir halden başka bir hale geçmeyi gerektirir. Terakki ise talebe bağlı olmadığından sûfi içerisinde bulunduğu makamda genişlik kazanır.

·        B) İkinci fark şudur.Ölüler için talep olmadığı halde terakki vardır.Ölülerin tErakki etmesi şudur:

Mesela seyr halinde vefat eden bir kimsenin, seyr halindeki lezzetin artması, bu haldeki nasibin genişlemesi,o zatın terakki etmesidir. Vahdet halinde ölen kimse de bu haldeki seyri artarak ve payı genişleyerek yükselir.

Yoksa ölü bulunduğu bir makamdan başka bir makama geçerek yükselmez.

Hiç bir kemalât elde etmeksizin vefat etmiş bir iman ehli zatın imanının nuru artar.İman nuru çok büyük bir nimettir. Hatta ki,günahları sileceği dahi söylenebilir.

Bu yüzden mürşidlerin yeni ölen birinden nefret ettiklerini vefat tarihi geçtikten sonra ise bu nefretlerinin geçtiğini görürsünüz.Çünkü,vefat tarihi eskiyenler yükselmektedir.

Vefat etmiş zatların yükselmelerinin bir sebebi ise,büyüklerin onlardaki kalp hastalıklarını gidermeleridir.

Bakınız,bizim tanıdığımızdan olan Molla Ziyâuddîn münkir idı.Vefat ettiği zaman büyük sıkıntı çekti. Rüyamda O'nu gördüm. Benden kendisi adına , Gavs'tan yardım istememi söyledi.

Gavs'a durumu arzettim. Gavs(k.s) bir yıl ricamı kabul etmedi. Bir yıl sonra Gavs beni çağırıp dedi:"Hoca'nın düşmüş olduğu kalp hastalığı giderildi. Hoca affedildi."

Gavs' ın (k.s) münkirlerinden, molla Abdulgânî isimli birisi var idi. Bu zat vefat edince Gavs (k.s) dedi:

·         O'na ateşli katrandan gömlek giydirilerek azap çektiriliyor.” Bu sohbetten belirli bir zaman geçti.Gavs' nın(k.s) oğlu Şeyh Celâleddîn Molla Abdulgânî'nin aleyhinde konuştu. O zaman Gavs (k.s) tatlı bir dille dedi:

·         Sus o bizim kardeşimizdi. Ben (Seydaı Tâğî) anladım ki, Molla Abdulgânî'nin kalp hastalığı izale oldu. O da affedildi. Bu sohbet sırasında şöyle bir soru soruldu:

·         Efendimiz nasıl olur da büyükler kendi akrabalarına vefatlarında, merhamet etmezler?

Şeyda (k.s) şöyle buyurdu:

Gavs 'ın (k.s) kardeşine merhamet etmemesi, o’nun zatına münkirliğinden dolayı değildi. Münkirliğinin Seyyid Taha'ya (k.s) kadar uzanmasından dolayıdır. Bakınız fert inkar, aslı da inkar etmeyi gerektirir. Gavs (k.s) böyle demiştir. ’

Bir gün Şeyda'ya (k.s) dedim:

Efendimiz falanca zat bizim genel merkezimizi hedef alarak suçlamıyor.Yalnızca arkadaşlarımızdan birisini inkar ediyor... Bu sözleri Şeyda (k.s) şöyle cevaplandırdı:

·         Şaşırıyorum. Çünkü nasıl dersiniz bu zat şeyhi inkar etmiyor."Şeyhin iyi dediğine kötü demek" şeyhi inkar etmektir.Çünkü bu konuşma şeyh yanlış konuşuyor demektir.Cenabı Hakk cümlemizi kendisini sevenlerden eylesin.Sevdiklerine düşman olmaktan bizleri korusun. Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

"Kemâlat iki'dir. Birisi velilik kemâlatı, diğeri ise nübüvvettik kemâlatıdır. Bir mürid,önceleri velîlik kemalâtını elde etmelidir. Velîlik kemalâtını elde etmek için bir mürid,üstad rabıtasını çok yapmalıdır. Şöyle ki:

Mürid kendi kalbi üzerinde (içine) hayalen üstadını tasavvur etmelidir.

Bir mürid, seksen gün bu hal üzere rabıta yapsa umulur ki mutlak gayesine erer. Bazı sadatlara göre bu hal üzere rabıta kurulursa umulur ki mürid yüzaltmış günde maksuda erer. Doğru olan seksen günde ulaşılmasıdır.

Bu nimeti elde etmek için mürid şeyhine olan rabıtasını o kadar kuvvetlendirilmelidir ki, hiç bir mahlukatta haberi olmaya.Ta ki kendi yürüdüğü yolu dahi unuta.Cezbeye düşüp sema yapanları da görmeye.

Bakınız,Gavs (k.s) bizi bazı zamanlar rabıtamızın ne durumda olduğunu denemek için imtihan ederdi.

Bir gün kalbimi tam mürşide bağlayıp rabıtaya girmiştim.O sırada Gavs (k.s) bir sûfiye dedi: "Sen çalgı çal, ayı oynat.”

Ben (Abdurrahmâni Tâğî (k.s)) o kardeşimizin ne yaptığını görmedim. O meclisten ayrılınca şeyh Bahaeddin'e dedim:"Üstat hazretlerinin bir kardeşimize ayı oynatmasını söylediğini duydum. O kardeş neden oynatmadı. Şeyh Bahaeddin dedi:"Oynattı.Oyun bitti. Ondan sonra dağıldık."

Gavs (k.s) bizi iki mecliste kınamıştır. Birincisi bir gün âdâb kurallarının uygulanmadığı bir mecliste oturuyorduk. Âdâba riayet edilmediği için o meclisi terk edib başka bir mecliste toplandık.

Yeni oturduğumuz cemaate ise bir meczup geldi.O da Gavs'ın huzurunda sesli sesli kohuşmaya başladı.

Bütün bu haller tekerrür ederken bizde kalbimizle tam mürşidimize yönelip; rabıta kuramadık. Bu sırada Gavs (k.s) bizlere celâllenerek dedi:

"Sizi her İki mecliste de imtihan etttim. Gördüm ki, rabıtanızı kurup, kalbinizde şeyhinizi tasavvur etmediniz. Hiç biriniz iki para etmezsiniz. Mürid,önce velilik kemalâtını elde etmeli, daha sonra nübüvvet kemalâtını tahsile koyulmalıdır."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dedi:

"Günümüzde tarikatların durumu bellidir. Ayrıca zamanımızın insanları da bellidir.

Bakınız,bizim bu zamanımız da bu beldelerin insanları çok cahildir. Dinin emir ve hükümlerini hiçe sayıyorlar. Büyük günahları işleyip, küçük günahları ise hiçe sayıyorlar. Bu devirde, Dünyanın muhabbet ve sevgisini bir yana bırakıp Cenabı Hakk'a yönelenler,hiç bir hal sahibi olmasalar dahî velidir.

Cenabı Hakk' ın bu zamanın insanlarına olan rahmeti geçmiş zamanın insanlarına olan rahmetinden daha fazladır. Bu devrin insanları daha fazla günah işlemelerine rağmen iş böyledir.

Hal böyle olunca zamanımızın insanları tevbe edip, mürid olduktan sonra az bir amel ile kısa zamanda çok terakki edip makamat alıyorlar. Elde ettikleri bu makamlar eskiden uzun riyazet ve çalışmalarla elde edilemezdi.

Günümüzde tevbe ettikten sonra birgün sonra dahi hal sahibi olunabilinir. Nitekim olanlarda vardır.

Şahı Nakşibend (k.s) şöyle buyuruyor:

"Bu tarikatın esasları çok sağlamdır. Büyük günah işleyenler,hatta büyük cürüm ve irtikap edenler dahi bu yola dahil olabilirler."

Şeyda (k.s) dedi:

"Siz Mevlânâ Halid'in (k.s) uygulamış olduğu riyazetlere bakmayın. O riyazetler geçici ve bazı müridlere mah sustur.O her müride aynı görevi vermezdi."

Eskiden , insanlar Allah'ın emir ve hükümlerine bağlı ve salih amel işledikleri halde mürşid ararlardı!

Çünkü mürşid olmadan işin zorluğuna , ayrıca mürşidi kâmil kapısının kazanç kapısı olduğuna inanırlardı.

Zamanımızın insanları çok değişiktir. Çok garip bir haldedirler. Günah bataklığına batmış olarak şeyhlerin kapısına geliyorlar. Zamanımızdakilerin seyri bir nevi kaçıştır. Eskilerinki ise böyle değildi. Onun içindir ki, bu devirden eski devirlere nazaran riyazetler azalmıştır.                                             •

Mevlânâ Halid (k.s) ilim ve amel sahibi idi. Ayrıca müşahade ehli olup kâdîri halifesi idi. Bu nimetlerle bezenmiş birisi olarak Şahı Dehlevî'ye intisap etti. Zamanımızın müridleri ise büyük günahları işlemiş olarak tarikata intisap ediyorlar. Zamanımızdakiler varlıktan dolayı değil de tam tersi (ilimamel) yokluğundan dolayı mürşidlere gidiyorlar.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün ,bir zımmî ile bazı kişilerin ortak bulunduğu arsa üzerine mescid yapmak istedi! fakat bu durumu , bazı münkirler zulüm olarak telâkki edip karşı çıktılar. Şeyda o zaman bizden fetva istedi. Bizde fetva verdik ki;" Cami yapılacak arsa sahiplerinin istedikleri meblağ ödenmelidir."Şeyda arsayı satın alıp cami inşaatını başlattı. Akabinde şöyle sohbet yaptılar: "Biz elimizdeki manevi malı münkirlerin çöplüğünden topladık. Bunun için münkirlerin sözlerine bakarız, onlar bizim aynamızdır. Çünkü kişi kusurlarını münkirlerin gözleri aracılığı ile daha iyi görüyor. Biz İslâmın kusur saydığı meselelerden tevbe ettiğimiz gibi, münkirlerin bizi suçladıkları meselelerden dolayı da tevbe ederiz.                                                                                                   . ,       '         .

İbrahim Çokreşî (k.s) diyor; bir gün , cami meselesini uzatmamız için kusurlu davranışım oldu, O zamam bana Şeyda şöyle dedi:

"İnsan Allah'a vasıl olmak istediği zaman ne çok ileri, ne de çok geri kalmalıdır. Orta yolu takib etmelidir. Kalbini de dar tutsun ki , o kalbde Cenabı Hakk'dan başka bir şey kalmasın ki vahdet gerçekleşe.

Şeriat meselelerinde ise iş yarım olmaz . Bütün işleri tam yapmaya gayret etmeli, değilse insan ilerleyemez. Kişi geniş düşünmeli. Topluma güçlük çıkarmamalı, her işi tam inceleyip şüpheleri gidermeli.

Ayrıca münkirlerin bir faydası da kişiye hata ve günahlarını hatırlatıp,tevbe etmeyi sağlamasıdır.”

Bir gün şeyh hazretlerinin bir işi çıkmıştı, o hizmeti benim yapmamı istendi!... Bende ise bir isteksizlik hali vuku buldu. Bu hizmeti başka bir sûfi yapsa onun için daha iyi olurdu. İş bana ağır geliyor dedim.

Bu durum üzerine şeyh hazretleri şunları söyledi:

 İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması,yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan bilmez ki,o işten hayır başkası için değil, kendisi içindir. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat, kendine değilde arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa bilmez ki, o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün saliha bir kadının iyiliklerinden bahsedip, münkirlerin zararlarının, kendilerine sempati besleyenlerin ölülerine dahi dokunduğunu belirterek şöyle buyurduğu salika kadın Ervas köyündeki kabristanı ziyaret edip döndüğü zaman Gavs'a (k.s) dedi: Molla Resul'ün (Gavs'ın kardeşi) halini iyi, anamın halini ise iyi görmedim.Gavs (k.s) dedi:"Köyde kime misafir oldun" Kadın dedi, filana..

Gavs (k.s) dedi:"Senin kabristanda gördüklerin, misafir olduğun evden dolayıdır. Sana onun için öyle görünmüştür. Sen bir daha o köye gidersen, Molla Abdulgafûr'un evinde misafir ol.O zaman gördüklerinAbdurrahmâni Tâğîurumunu iyi göreceksin.İlk kaldığın ev münkir idi.Sonraki ev ise ihlas sahiplerindendi."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Tasavvuf demek:Kişlnln yapmış olduğu iyilikleri ve başkalarından gördüğü zulümleri unutmasıdır.

Sûfi çok sadıktır,oturaklıdır. Dağları yerinden oynatacak bir kasırga çıkmadıkça sûfi yerinden oynamaz. Yani,onu hal ve makamından aşağı indiremezsiniz.

Sûfi, kendisinin başkalarına yapmr. olduğu kötülükleri unutmamalıdır. Ayrıca,başka kimselerden görmüş olduğu iyilikleri de unutmamalıdır,gözden uzak tutmamalıdır.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) İmamı Rabbânî'nin (k.s) Mektubatını kaynak gösterip şöyle sohbet ettiler:

"Herkes kurtuluşa erebilmek için şükretmelidir.Şükür ise şudur:

·        a) İtikadını ehli sünnet vel cemar 'e göre sağlamlaştırmak.

·        b) Dört mezhebin müçtehidlerinden (Allah hepsinin çalışmalarından razı olsun) birine göre amel etmek.

·        c) Sûfilerin yoluna girmekle şereflenmek.

Şeriata uygun olarak elbise giyinip,yemek yemek şükürden sayılır.

Elbise ve yiyecek gibi mübah işlerde kendini zorlayarak da olsa şeriata uymaya niyet etmek,onlardaki zararı defetmeye yeterlidir.

Meselâ,güzel elbise giymek isteyen bir kimsenin,elbiseyi sıcağa ve soğuğa karşı koymak maksadı ile giymesi, yine canı iyi yemek isteyen bir kimsenin yemeği ibadette kuvvet bulmak niyeti ile yemesi ve eşini sık sık arzulayan bir kimsenin ilişkisini haramdan korunmak niyeti ile yapması gibi...

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

"Bir gün Şeyh Osman Tuveyli'nin halifesi ile tanıştım. Bu mübarek ile sohbet ediyorduk,baktım ki nefesini,bazı zamanlar tutup bazı zamanlar salıveriyor. Aynı hali başka bir halifenin de yaptığını gördüm.

Sebebi ise şudunNefesi tutmak,bütün damarları çalışmaktan alıkor,bu hal ise nefsin ölmesini sağlar.

Bir gün içerime bir sıkıntı düştü. Namazdan sonra bir kaç defa nefsimi tutup sonra salıverdim, sıkıntım geçti.

Molla Said Gevaşî Seydai Tâğî 'ye (k.s) karşı yapmış olduğu bazı itirazlardan dolayı zarara uğradı. Bu durum Molla Said'in sohbeti,teveccühü,üstad ve müridlerle görüşmeyi terketmesine yol açtı. Durum Şeyda'ya arzedilince şöyle buyurdu:

 Bu hali benim kendisinden nefret etmiş olmamdan dolayıdır.Mürid,içinden şeyhine karşı bir soğukluk duyuyorsa, şeyhinin kendisinden nefret etmesinden dolayı zarara uğradığını anlamalıdır.

Hayatım hakkı için aynı durum birkaç kare bende de oldu. Bir zamanlar içime düşen sıkıntı azkalsın beni mürşidimden soğutuyordu. Durumumu üstada arzedince halimi şöyle izah etti:

Sen o zamanlar seyru sülûkun kurallarını bırakarak sadece varlık duygusuna terketmek için gayret sarfediyordun. Bu hali elde etmek için de yerli yersiz müzik dinleyip, raks yapıyordun. Bu halin rızai ilâhiyeye ters düşüyordu.

Bu tip hareketlen yaparken zamanını ve makamını iyi gözetmek gerekir. Ayrıca tarikatın kurallarına uymak varlık duygusunu terketme gayretine tercih edilmelidir. Çünkü, varlık duygusunu terk yalnız nefse fayda verir,tarikatın rükünlerine uymak ise genel olarak faydalıdır.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün beldemizin tanınmış alimlerinin ve ileri gelenlerinin hazır bulunduğu bir mecliste şöyle sohbet yaptılar. Sîzlere İslamın emir ve hükümlerine bağlı kalmayı tavsiye ediyorum. Bütün fiillerinizde şeriata uyunuzlşeriata uyunuz!

Şeyda, bu " şeriata uyunuz" emrini o kadar çok tekrar etti ki tarifi kabil değil.

islâmın emrine uymayanlar şeyhlik ve halifelik yapamıyacağı gibi kâmil bir mü'min de değildir.

Sîzler islamın prensiblerine uyunuzlhalka da tebliğ ediniz! İslamın emrettiklerini yapınız, menettiğini yapmayınız! Sık sık sohbet edip bu durumları belirtin. Benden sonra yoldan çıkmayınız. Şeriat,tarikat ve hakikat hepsi aynı şeydir. Şeriat ile tarikat arasında fark gözeten kimse zındıktır.Şeriat,tarikat ve hakikat arasında fark gözetilmez

Bu konulan, Imamı Rabbâni (k.s) daha iyi açıklıyor:

Şeriat,tarikat ve hakikat arasında şöyle bir fark olabilir:

Şeriat; zahiri olarak emirlere uymak,

Tarikat; emirlere batınî ve zorlanarak uymak.

Hakikat; bu hükümlere batınî ve tabiî şekilde uymaktır.

Bir kötülüğü, dille terk: Şeriat, Kalble zorla terk,tarikat, gönüllü bir şekilde zorlanmaksızın terk ise hakikattir.

Değilse,üçü arasında bir fark yoktur.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir sohbete başlamadan önce Hafızî Şirazî 'nin şu beytini okudu:

Sevgili eğer,bizimle oturmadı ise itiraza sebep yok. Padişah ne isterse o olur ve o fakirlerden ar eder.

Akabinde şöyle buyurdular:Bu beyit bize bir hakikati öğretiyor.Yani;Rabıta'ya işaret edip, hangi durumlara kadar, ne haller vuku bulacağını belirtiyor.

Diyor, mürid ile mürşidi arasında tam bir ilişki kurulmadıkça rabıta gerçekleşmez.Çünkü bir sultan bir fakirin yanında oturamaz.

Seydai Tâğî (k.s) bir gün bana şöyle bir soru sordu:

İbrahim, ben nafile ibadetler ile meşgul iken rabıtam daha çok güçlü oluyor, ama eksik oluyor. Oysa nafile ibadet ile meşgul değilken durum böyle değildir. Sana göre bunun sebebi hikmeti nedir?

Ben (İbrahim Çokreşî) dedim: Efendim daha iyi bilir. Bunun üzerine Seydai Tâğî (k.s) buyurdu:

Nafile ibadetle meşgul iken Gavs'la daha iyi bir ilişki (rabıta)kurulmasıdır. Gerçi Gavs (k.s) ömrünün sonunda, nafile ibadet yapacak durumda değildi ama sıhhati yerinde olduğu zamanlar nafile ibadeti çok yaparlardı.

Seydai Tâğî (k.s) başka bir sohbetlerinde ise şu beyti okudular:

ibadetslz aşk bedenslz can gibidir.

Bakınız, kimin ibadeti çoksa, muhabbeti de daha fazladır.

Ben korku halinde iken muhabbetti duruma göre rabıtam daha zayıf oluyor.Sebebi ise Gavs'ın meşrebi ile ilgilidir.Çünkü Gavs'ın (k.s) meşrebi sevgi ve muhabbet üzerine kurulmuştu;korku yoktur.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) umuma açık sohbetinde şunları söyledi:

 Münkir olmamak şartı ile bu yüce tarikatın mensuplarının sohbetlerine katılan kimse ehli sohbet olmasa da sohbetten kâr sağlar.Sohbette elde edilen kâr,büyüklerin himmeti ile cehennem ehli olmaktan kurtuluştur.

Sözlerinin burasında İmamı Rabbani hz.lerine dayanarak şu hadisi nakletti.

"İnsan sevdiği ile birliktedir." (Keşfu'lHafa 2/261)

Başka bir seferde Gavs'ın (k.s) yanında iken bu kapıdan istifadenin olmadığı hususunda ümitsizlik hasıl olmuştu. Bu halin üzerine Gavs (k.s) şöyle buyurdu:

"İnsanın hiç bir kârı olmasa da şu sohbet meclisinde bulunması yeterlidir."dedikten sonra şu hadisi okudu:

"Kişi sevdiği iie beraber haşrolur."

(Riyazus Salihin/635/1445)

Bakınız,Hace Alâuddîni Attar, Reşahat'ta ne buyuruyor:Bir mürid, mümkünse hergün sohbete katılmalı, değilse iki günde bir, o da mümkün değilse haftada bir, değilse ayda bir.Veyahut yılda bir veya iki defa mümkünse sohbete katılmalı. Hiç olmassa iki senede bir sohbete katılmalı.

Seydai Tâğî (k.s) başka bir sohbetlerinde şu vakıayı nakil ettiler:Gavs(k.s)'a bir gün bir kişi gelip, dedi ki:Efendimiz,falan zat sizin yolunuza intisapla şereflenmek istiyor fakat dünyevi bir engeli var ne emir edersiniz?

Gavs (k.s) buyurdu:

"Seven sevilir ve tarikatta sayılır."

Şeyda sözlerine şöyle devam etti: Kıyamet günü bir kişi getirilir. Bakılır ki amel defteri boştur.Kurtuluşuna sebep olacak bir hayır ameli yoktur. Adama sorulur hiç mi hayır amelin yok. Adam der ki bir gün bir yerde oturuyordum baktım ki yerime bir gölge düşmüş . Gölge sahibi ise gönül ehli bir zattı. Bu zat, o gölgenin hatırına affedilir.

AbduıTahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Bir beldeye seyahate gidecektim. Seyahatimi geciktirdim. İçimden sîzlerin çalışkanlığını geçirip, sîzlere her gün bir saat evime gelip hizmet yapmanızı emredecektim. Sonra bu durumun ne gibi iyilikleri, ne gibi mahsurları olur, onu düşündüm. O zaman içime şunlar doğdu .sûfilere, kendisine hizmet etmelerini söyleyen bir şeyhin o hizmetleri benimsememesi lazımdır.

Hizmet edilen yerin kendi yeri olduğunu düşünüp haz duymamalıdır. Olur ki böyle bir düşünce nefsin bir tuzağı, mürşidinde nefse boyun eğmesi manasına gelir. Böyle olursa söz konusu hizmet hem o mürşid için, hem de hizmet eden mürid için zararlıdır.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şeklî rabıtayı konu alan bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:

Bir mürid, mürşidinin sohbetine tam bir ihlasla katılmalıdır.Mürid, mürşidini fenâ mertebesine ermiş bilip sohbete katılan diğer sûfilerin hepsini makbul, kendisini hakir bilip, sohbet ânında feyiz ve himmet talep etmelidir.Sohbet meclisi dağıldıktan sonra mürid,evinde dahi mürşidinin sohbetteki ânını veyahut sohbet yerini düşünmelidir.Çünkü mürşidi kâmilin bulunduğu yerlerden birini dahi düşünmek râbıtaya fayda sağlar.Yani, kalbe mürşidinin hayâlini çekmede yardımcıdır. Ben (Seydai Tâğî) ilk dönemlerinde rabıtamı tam kurmak için neyin yararlı olduğunu bilmediğim için Gavs hz.lerinin ikâmet ettiği bir makamı hayâlimde çanlandırmıştım.Sonra Gavs'ın hizmetinde bulunan bir sûfide hayal ettiğim yerin neresi olduğunu sordum.sûfi dedi kkOrası Gavs hz.lerinin abdest değiştirme yeridir. Bu durumdan sonra ben (Seydai Tâğî)anladım ki sûfinin kalbi râbıta kurulan yer hakkında gaflette değilse, rabıta kurulan her yer kalbin yoğunlaşmasına faydalıdır.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdu ki:

Doğruluk ve sadâkat müridi mürşide yaklaştırır.Yalancılık ve benzeri haller ise müridi mürşidden uzaklaştırır. Sizler doğru, sâdık, sözü bir olan yiğit ve cesur, alnı açık birini görünce tarikata ğirmesi için yardımcı olunuz. Doğru olmayanlar zarar ederler.

Filan adam ihlas ve muhabbet sahibi olmakla birlikte evimizin masrafının çoğunu karşılamasına rağmen ahlakından yalancılık olmasından dolayı doğruluğu huy edinememektedir. Gördüğü zarar bu yüzdendir.

Bakınız size bir örnek vereyim. Gavs hz.lerinin iki sûfisi vardı. Bunlardan birisi malının yarısını Gavs'ın ihtiyaçlarını karşılamak için harcamıştı. Biniti olduğu halde,edeben yürüyerek ziyarete gelirdi. Bu zat sâlih amel sahibiydi. Ömrünün çoğunu tarikata harcadı. Ama dürüst olmayan bazı halleri bulunduğundan Gavs vefat ederken yanında bulunamadı.

Diğer mürid ise devlet işleriyle uğraşır, dünyayla haşırneşir olan bir kimse idi.Tâğî doğru ve mert bir adamdı. Bu fiillerinden dolayı Gavs'ın yakın çevresindeydi. Bir defasında bana(Seydai Tâğî)bağlı olan bir cemaatla,o müride bağlı bir cemaat arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı beraber hapse düştük. Bu kişi rüyasında Gavs’ı görmüş. Gavs rüyasında ona haksız olduğunu,beni hapishaneden çıkarıp,onu ise bırakacağını söylemiş, gece yarısı o mürid beni uyandırarak rüyasını anlattı. Bana şöyle dedi:

"Gavs (k.s) yarın sizin bırakılmanıza sebeptir. Bizi ise bırakmazlar. Hata bizim hatamızdır". O mürid hepimizden önce bu hadiseye vakıf oldu.

Abdurrahmâni Tâğî hz.leri rabıtayı konu alan bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:

Ben bir müridin rabıtada edebe muğayır şeyler görmesini hoş görmüyorum. O müridin ihlasından şüphe ediyorum. Çünkü rabıtada edebe muğayir şeyler görmek şeytandır. Terk makamına ermeden önce nefsimin beni aldatması sonucu beni de rabıtamda edebe mugayir şeyler görmüştüm.

Bir gün,bir mürid şeyhine der ki: Efendimiz ben rabıta esnasında sizin başınızda iki tane merkep kulakları gibi kulak görüyorum. Şeyhin cevabı ise şöyîedir: Oğul o gördüğün kulakları kes. Mürid bu emir gereği rabıtada gördüğü kulakları kesince kendi kulaklarının kesildiğini müşahade etti. Çünkü o mürid kendisini o şekilde görmüştü.

Yine bir gün başka bir mürid rabıtada edebe muğayır şeyler gördüğünü söylediği zaman ona cevaben şöyle buyudular: Senin İhlasın bozuktur. Onun için Cenabı Hakk’dan aff, mağfiret dile ve cemaata geldiğinde ayakkabılığa yakın yerde otur.

Abdurrahmâni Tâğî hz.leri şöyle buyurdular:

Bir sûfi arkadaşının mürşide karşı itilasını düzeltmek için mürşidi hakkında bazı kanaatlarını mürşidden naklederek değil de kendi görüş ve kanaati gibi anlatırsa bu tutumdan zarar görür. Eğer böyle söylerken kendinizi mürşidinizde fehâ ederek söyleyiniz ki zarar görmeyiniz.

Birisi edep bulunmadığı halde,başkalarının görmesi ve üstadının hoşuna gitmesi için zorlanarak edeb tavrını takınması zararına sebep olur.

Abdurrahmâni Tâğî hz.leri bir seyahate giderken mürşidin müridini reddetmesinin gerekçesini şöyle anlattılar:

Üstad Abdurrahmâni Tâlabanî halifesi Derviş Emin Sirvanî'yi tarikatten tard etmişti. Çünkü bu halifesi kendisini mürşidine muhtaç değilmiş gibi görüyordu. Benim kanalıma göre bu işin sebebi Nakşibendi üstadlarının kahrıdır. Çünkü, sözünü ettiğimiz halife Nakşibendi tarikatının Halidî kolundan idi. Sonraları Nakşi tarikatını bırakıp Rufâi tarikatına girdi. Bu olayın bir benzeri de Mevlânâ Halid'ın halifesi olan Şeyh Abdulvahhab Susi'nin tart edilmesidir. O da mürşidine karşı muhtaç olmayan bir tavır takınmışt

Bana göre mürşidin kahrına uğrayan müridin bu hali anlayıp farketmemesi kadar ağır bir musibet yoktur. Bir mürid için kusur ve eksikliğini görmemesi kendisi için en büyük beladır.Çünkü mürid hata ve kusurunu anlayacak ki ondan mütevellit mürşidine sığınıp teslim olsun.

Şeyda'nın bu sözlerini dinledikten sonra ben (İbrahim Çokreşî)dedim:

Allah(C.C)hepimizi büyüklerin kahrından korusun. Ben şu iki manevi hastalığımdan dolayı çok korkuyoruyum. Bu hastalıklarımın birisi aşırı öfke diğeri ise vurdumduymazlığımdır. Benim (İbrahim Çokreşî)bu sözlerime karşılık Abdurrahmâni Tâğî (k.s) dediler ki: Bu hastalıkların hiçbir şeydir.Senin asıl en tehlikeli hastalığın kusurların söylendiği zaman cevap vermeye kalkmandır. Bu durumun çok tehlikelidir.

Büyüklerin kahrı onların iradeleri dahilinde değildir. Dahasını söyleyim büyükler birine kahredecekleri zaman o kimsenin ne hizmetini ne riyazetini ne de kendileri uğrunda çektikleri çileyi göz önüne alırlar. Hatta bu işin sonu Allah (C.C)korusun mürid kim olursa olsun imanını almaya kadar gider.

Müridin red olmasına yol açan asıl sebep kendi kusurunu görmemesi, ayrıca mürşidinin kendi üzerindeki lütfuna vakıf olmaması, mürşidin diğer müridlerini sevmemesi, ne olursa olsun bir sevgiyi, mürşidinin sevgisi ile eşdeğerde tutması,bu sevdiği ister evladı veyahut başka bir şey olsun mürşid sevgisine denk ve rakip hale gelirse farketmez.

Bir mürşidin bir müride karşı lütufkar olmasını gerektiren sebep diğer müridlere karşı muhabbeti! ve şefkatli davranmaktır. Bu halden önemli bir sebep yoktur. Ayrıca bir müridin, diğer sûfi kardeşlerinin nisbetine,feyiz ve bereketine talip olması gerekir. Bu ahlak iyi bir şeydir.Seydai Tâğî (k.s) bu sözleri üzerinde ısrarla durdu. Nerdeyse böyle davranmak müride vaciptir, diyecekti. Abdurrahmâni Tâğî (k.s), seyyid Tâhâ'dan (k.s) bahsederken şöyle derdi

O çok merhametliydi, kemalat sahibi olmamış halifeleri arasında, nisbetin kesilmesiyle cezalandırılması gerekli, eksik halifelerden himmetini kesmezdi Bunun yerine onlardaki halifelik kuvvetini alıp kendilerini oldukları gibi bırakırdı. Bu tutumunu ise şöyle izah ederdi:

Hizmet için kemâla ermemiş halifeleri görevlendirmekten maksat,halkın onlardan istifade edip yararlanmalarıdır.Çünkü halkın bunlardan sağladığı yarar kemâlat sahibi halifelerden daha fazladır. Bunlar halka faydalı olduğu müddetçe onları yerlerinde bırakınız, değilse onlardan nisbeti kesiniz.Cenabı Hakk hepimizi büyüklerin kahrına uğramaktan korusun.

***

Şeydai Tâğî (k.s)Nurşin'de ikindi namazından sonra bir kişinin saftan ayrılmasına ayrıca bazı tutum ve davranışlarına kızarak bizleri azarlayıp şöyle buyurdular:

Sizin yaptığınız hareketler benim için değil kpndi nefsiniz içindir. Bu hareketlerinizden hiçbir fayda göremezsiniz. Namazda tadili erkana dikkat edip ayrıca ilk safta namaz kılınız ve teşbih duası bitinceye kadar saftan ayrılmayınız. Bu haller güzel bir şeydir.Tersi ise makbul değildir.Sabah namazından sonra imam güneş doğuncaya kadar yerinden ayrılıp cemaatın arasına katılmasın. Dizlerinin üzerinde sürünerek olsa bile yerini terketmesin. Böylece sünnete uymuş olur.

Hiç kimse sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar yerinden ayrılıp cemaatın arasına katılmasın. Dizlerinin üzerinde sürünerek olsa bile yerini terketmesin. Böylece sünnete uymuş olur.

Hiç kimse Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar dizlerinin üzerinde sürünerek bile olsa yerini terketmesin . Bu hareket sünnete uygun olduğu gibi yapana Hacc ve Umre sevabı kadar sevab kazandırır.

Seydai Tâğî'ye (k.s) yer değiştirmeksizin, oturuş şeklini değiştirmenin sünnete aykırı olup olmadığını sordum, cevaben:

·         Kanaatıma göre böyle yapmak sünnete aykırı olmaz.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)hz.lerine bir gün fayda elde edemediğimizi söyleyip şikayet ettik.Mübarek şöyle buyurdu:Kemalat odur ki.sahibi kemâl olmadığının farkına vara, nefsinin ayıp ve kusurlarını bile ve Allah'ın (C.C)kemâl sıfatlarını idrak ede...

Yani sözün kısası varlık ve benlik duygusundan sıyrılmak lazımdır. Hafidi Ölekî'den (k.s) duyduğuma göre Cenabı Hakk Musa'nın (a.s) kavmini bela ve musibete çarptırdığı zaman bir kipti ile bir İsrailli arasında samimi bir dostluk var idi .Kıpti çok susayıp su içmek istediği zaman içeceği su kana dönüşürdü. Bundan mütevellit kipti İsrailliden su İstedi.İsrailli kıptiye ricası gereği su vermek istedi ama ne yazık ki su yine kana döndü. Bunun üzerine kipti İsrailliye dedi:

·         Sen suyu ağzına al,bana ağzından ikram eyle dedi. Bu işi yaptılar, su İsraillinin ağzında kana dönüştü. Bütün bu işlerden sonra kipti durumundan arkadaşına şikayette bulundu. Arkadaşı dedi;

  İman et ve kurtul:Kıpti dedi:

·         Nasıl iman edeyim.

·         İsrailli dua et ihlas sahibi olup iman et dedi.Kıpti itilasının olmadığını ayrıca ahvalinin bozuk ağzının ise pis olmasından mütevellit duasının kabul olmıyacâğını belirtip İsrailliden kendi adına dua etmesini istedi. Bu istek üzerine İsrailli dua etti kipti ise hidayete gelip iman etti.

İşte ben (Seydai Tâğî) sohbet zamanı geldiğinde ken sdimi o kipti gibi görüp, sohbete katılanları ise İsrailli sanıp onların gölgesi altına girmek isterim. Böylece ihlas sahibi olarak sohbete kaplanların himmet ve duası ile Cenabı Hakk'ın rahmetinden bir nebze olsun gelmesini umuyorum.

Abdurrahman Tâğî (k.s)hz.lerine ibadetlerimizle ilgili dedik ki:

İEfendimiz bizler ibadet ederken sabırlı olamıyoruz. Bazılarımız ise ibadetten ne sıkılıp ne usanıyorlar tam tersi gayet zevk alıyorlar.Seydai Tâğî (k.s) bizim bu sözlerimiz üzerine dedi ki:

 Her iki kıssaya da iki kimseye de. İbadet etmeye muvaffak olan kimseler hem şükretmeli hem istiğfar etmeli. Şükretmenin sebebi,ibadet etmeye muvaffak olabildikleri ve buna sabr etmiş olmalarıdır. Affu mağfiret dilemenin gerekçesi ise Cenabı Hakk'a karşı yaraşır bir şekilde ibadet yapamamış olmaktır.ibadet eden bir kişi şöyle düşünmelidir. Cenabı Hakk kendisine sabır ve güç verdiği için ona ibadet edebilmektedir. Ama bütün bu devamlı ibadet ve taata rağmen Cenabı Hakk'a yaraşır bir şekilde ibadet yapamamış olmaktır. Ayrıca sanki vaktini isyankar bir şekilde kullanmış gibi bu eksikliğinden dolayı da Cenabı Hakk'tan affı mağfiret dilemelidir. İbadete muvaffak olan kimse;

Zahiri amelleri işlemeye muvaffak olamayan ve bunlar için gereken sabra sahip bulunmayan dostundan nisbet beklemelidir. Bir zaman bir mescidde bir kişi namaz k'ıp bir kişi de uyuyordu.Şeytan gelip namaz kılana dedi: Şu uyuyan kişiye dua et,ondan çekinmesem senin imanını alırdım. İbadet eden kimse kendini bu kıssadaki namaz kılanın yerine koyarak ibadet edemeyen arkadaşından nisbet bekleyecek.

ibadet yapmak için sabır sahibi bulunmayanlar ve ameli Salih işlemeyenler her zaman Cenabı Hakk'tan affı mağfiret dilemelidirler. Cenabı Hakk nimetlerinden mahrum bırakmadığı halde onlar kulluk vazifesini yapmamış üste"; de günah ve isyana dalmışlardır. Büyüklerimizden devamlı himmet dileyip,onların gölgelerinden ayrılmamalıyız.

Müntesip olmaktan başka bir makam ve derece iddia eden müridin başına toprak atıla...Çünkü intisap zahiren bile olsa milyonlarca dereceden daha hayırlıdır.Sebebini sorarsanız intisap sevgili ile birlikte olmayı gerektirir.Velevki kişi bir müddet azaba dahi tutulsa, akabinde cennete girip sevgili ile beraber olmayı gerektirir. Bu nimet ise hiçbir şeyle ölçülmez.

Ama bir de şu vardır.Mürşidin kahrından hiçbir zaman emin olmamalıdır. Nitekim Gavs(k.s) bir gün bu konuda şöyle buyurdular.Mürid ile mürşidin durumu arslan ve karakulak gibidir.Karakulak arslanın yanından ayrılmaz fakat onun yanmada sokulmaz.Sebebini ise şöyle izah ederdi: Ben çok zayıfım kendimi bana saldıracak olan diğer mahlukattan koruyamam.Onun için aratandan ayrılmıyorum. Aralanın yanına tam sokulmayişimin sebebi ise aralanın çok titiz oluşudur.Çünkü bir hata yaparsam beni yer.

Bazı büyükler aynı konuda şöyle demişıer:

Mürid tavuk gibi olmalıdır.Çünkü tavuk sahibinin evinde barınır ve evcildir,insanlara bağımlı olarak yaşar,öyle alışmıştır. Ama hiçbir zaman insanoğlunun hilesinden de emin olmaz. Bu yüzden evcil olmasına rağmen sahibine sokulmaz. Bundan dolayı sahibi onu besler ve onunla ilgilenir. Diğer hayvanların durumuna bakınız çok değişiktir.Genel olarak hayvanlar vahşi oldukları takdirde insana yanaşmaz. Buna karşılık evcil hayvanlar ise sahihlerinden çekinmeyip ev halkı ile ünsiyet halinde olurlar. Bundan dolayı insanlar evcilleştirdiği hayvanların artık eğitim ve bakımları ile ilgilenip ona bakmazlar. Bunun yanında bazı insanlar onlarla ilgilenince |a ölür veyahut kapıdan uzaklaşırlar,oysa tavuğun durumu böyle değildir.

***

Ben (Seydai Tâğî)Gavs hz.lerini daima cezbe halinde görürdüm.Onun bir an dahi olsun cezbesiz kaldığını ne gördüm ne farkettim. Ayrıca bir an dahi olsun onu gaflet halinde göremedim. Bütün bunlara rağmen o ne rabıtayı ne de bağlılık makamını terk etmiştir. Bir gece beraber gidiyorduk cezbe halinde nasıl bağlı olunduğunu sordum.Yol arkaşamız/bize fener tutup yardımcı oluyordu. Gavs(k.s)dedi senin sorun bu yolculuk halimize benziyor.Şöyle ki sûfinin elindeki fener vasıtasıyla biz yolumuzu görüp birbirimizi tanıyoruz. Burada hikmet sizden değil fenerdendir.Fener sönse biz karanlıkta kalırız.Yani mürid kendi cezbesini şeyhinden bilmelidir.Şeyhten gelen cezbe kesilirse mürid kendi nefsi ile başbaşa kalır.

Seydai Tâğî (k.s) bu konuda Gavs'ın (k.s) mensublarından olan Molla Muhammed Mirza'nın şu mısrasını okudu:

Fenerin yanında olurdu benim beyaz sevgilim

Ben başından ayağına kadar her şeyine dikkat ettim.

Molla Muhammed’in bu beytteki fenerden gayesi Gavsı Azam'dır. Beyaz sevgiliden gaye de Seyyid Tâhâ' dır (k.s). Çünkü o Seyyid Taha'yı (k.s) Gavs'ın (k.s) vasıtasıyla tanıdığını söylemiştir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:

■ Mürid ya amelle ya da başka sıkıntılarla imtihan edilir. #

Sözlerinin burasında amelle imtihan edilmenin ne olduğunu sorduk.Cevaben:

·         Amelle imtihan olmak, amelden biran boş kalmamaktır.

·        ***

Ben(ibrahim Çokreşî) kendisine daha önce söylemiş olduğu"Kim kendisine musibet değmemesini isterse kalbini cezbeden boş bırakmamalıdır. Zira Allah kendisiyle meşgul olan kalbi musibetlerle meşgul etmeyi istemez." Sözünü hatırlatarak şimdi söylediğinin daha önceki sözüne uygunluğunu sordum.

·         Evet uygundur.Gavs (k.s)aynı şeyi söylemiştir.

·        ***

Abdurrahmâni Tâğî hz.leri beni (İbrahim Çokreşî)iki kişinin arasını bulmak için görevlendirdi.Görevim gereği bu zatların aralarını buldum. Fakat bir zaman sonra davâcı olan kişi benim verdiğim kanuna râzı olmayarak"İbrahim karşı tarafı gözetti."demiş. Ayrıca davalı da benim kararıma itiraz etmiş.

Seydai Tâğî (k.s) bu durumları duyunca dedi ki:Bir sulhun Allah için yapıldığının alâmeti odur ki, her iki taraf da râzı değildir.

Bir sulh Allah için yapılmazsa alâmeti odur ki, her iki taraf da razı oia. Senin arabuluculuğun Allah içindi. Ama senin arabuluculuğun bana zor gelmiştir. Çünkü taraflardan birisi akrabam idi. Demek ki akrabalık yüzünden senin arabuluculuğun bana ağır gelmişti.Fakat karşı tarafın da hükme râzı olmadığını öğrenince çok sevindim.Mübarekten bu haberi duyunca ben (İbrahim Çokreşî)kalkarak hürmetle ellerini öptüm.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)hz.leri sûfilere daha fazla amel yapmaları için dergahta kalmalarını tavsiye ederek şöyle buyurdı

Ben sizlerin her gün evime gelip ikindiye kadar gözleriniz kapalı olarak sükût sohbeti (konuşmadan oturmak) yapmanızı istiyorum. Çünkü bu Gavs Hzlerinin âdeti idi. İkindi vaktinden akşama kadar sükût etmek de Mevlâna Hâlid'in (k.s) âdetidir. Ben sizin yanımdan (evimden)ayrıldıktan sonra evlerinize gitmenizi isterim.

Şeyda'ya sorduk: Efendimiz evinize gelemezsek ne yapalım? Mübarek buyurdular ki:

Gavs hz.lerinin himmet ve tasarrufatına nâil olabilmek için iki gün evime gelseniz kâfidir. O zaman biz dedik: "Şeyhimizin himmetiyle bir gün dahi gelsek yeterlidir. "Mübarek bir şey demedi. Ama yüzünün ifadesinden bu sözümüze sevindiğini anladım. Çünkü bana önceki bir sohbetlerinde şöyle demişlerdi:

"Sana vermiş olduğum emri bir defa bile olsa uygula" Yani, mürşidin emrini bir defacık bile olsa yerine getirmenin, o emirle ilgili nisbeti elde etmek bakımından defalarca yerine getirmek gibi faydalı olduğuna işâret etmişti.

 Seydai Tâğî (k.s) bir yakını ile birlikte bulunmayı kendisine tercih eden müderrise şunları söyledi:

"Tarikat iki türlüdür. Birincisi sâdece mürşide uymaktan ibârettir. Yani, insan mürşidine biat ettiktan sonra evine çekilir.İslâmın prensipleri ile komşu hak ve hukukuna riayet edip, başka bir iddiâda bulunmaz. İkincisi: Tarirat dervişliğidir. Tarikatın bu türlüsünün kaidesi ise teslimiyettir.Yâni dünyevî ve uhrevî konuları kalpten çıkarmaktır. Nisbet belki ev köşelerinde belki de mezar kovuklarındâdır.Gaye ve maksat nisbeti temin olmaiıdır.İnsanı Allah yolunda anababa vesaire hiç bir şey alıkoymamalıdır.

Peygamber(a.s)Selmanı Farisî hazretlerine şu sözlerle övmüştür:

"Senin arkandan öyle cemaatler gelecek ki, eğer iman Süreyya gezegenine kaçsa onu mutlaka geri getirirler".

(Feyzül Kadir 5/323 No:7464)

Seydai Tâğî (k.s) şöyle devam etti: Tarikat zamanımızda çok belirginlik kazandı. Gerek Gavs hazretlerinin,gerek Seyyid Tâhâ hazretlerinin,gerekse diğer büyüklerin döneminde böyle değildi. Şayet onlar bugün sağ olsalardı aziz nisbeti almak isteyeceklerdi. Buna göre gayret göstermek ve amel işlemek lâzımdır. Bakınız size yeminle söylüyorum ki,bu nisbeti eğer bu eşikten alamazsanız onu başka yerde bulamazsınız. Mürid mutlak surette şöyle düşünmelidir:

Ömür üç gündür: Biri geçmiş,biri gelecek, diğeri ise içinde yaşadığımız gündür. Mürid yaşadığı günü iyi değerlendirmelidir. Geleceğinden hesaba çekilmez. Orta halli bir mürid ise ömrünü iki saat olarak bilmelidir. Bunlarjbiri içinde yaşadığı saat, diğeri ise gelecek saattir. Kâmil bir mürid ise ömrünü üç an olarak düşünmelidir: Bunlarjgeçmiş an, içinde yaşadığı an ve gelecek ândır. O halde sûfi çok gayretli olmalıdır.

Gavs(k.s) bir gün şöyle dedi:

"Bir mürid bir dünya büyüğünün yanma girildiği gibi namaz safına girilmeyeceğini idrak edecek kadar uyanık değilse onun kıldığı namaz kendisi tarafından işlenmiş bir günahtır. Bu halinden dolayı Allah'tan afvümağfiret dilemelidir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün mescit inşa edilen bir beldede bulunuyordu. Sonraları mescidin yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı yere gitti.Mübarek o zaman ağır bir hastalığa ve çok sıkıntıya müptela oldu.Çünkü orada çok zulmet vardı.O beldede bir yabancı bir saat kadar oturmuş hemen vefat etmişti.Seydai Tâğî'nin (k.s) müptela olduğu hastalık bir ay devam etti. Seydanın belirttiğine göre o beldede bir kafir mezarı vardı. Ama,ehli keşif bazı kişiler zalim ve fasık bir kişinin olduğunu söylemişlerdi. Şeyda dedi: Bu zulmet küfür zulmetidir. Fakat böyle durumlarda bazen dünya ehlinin bir kısmından gerçek gizlenir. Çünkü insan öldükten sonra O'nun ruhaniyeti derece bakımından yükselir. Onun içindir ki, önceleri ölen bir kafirin zulmetinden duyulan rahatsızlık yeni ölen bir kafirin ki kadar değildir. Keşif perdeleri tam olarak açılmayan kişiler gerek yukarıda saydığımız nedenlerle,gerekse müşahedeyi tam elde edememiş olduklarından dolayı küfür zulmetiyle, fasık zulmetini birbirinden ayırd edemezler. Biz Şeyda'ya dediktendim bu mescidin taşlarını kullanmayalım mı? Mübarek dedi: Hayır kullanın çünkü taşa zulmet bulaşmaz. Taş ile mercuun kalbi aynıdır. Onları zulmet etkilemez. Kafirin kalbi iman kabul etmez. Mercuun kalbi ise bunun tam tersidir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Nefsi göbek altında tutmak zulmeti giderir. Bu hal bazı sûfilerin adetidir.Çünkü, nefsin iki başı vardır. Birisi alında,birisi göbek altındadır.lnsanın alnında bulunan nefsin başı nisbete zarar verir. Düşünce ve kuşkuyu devamlı artırır. Nefsin bu başı, görevinin her an için yapar.

Nefsin göbek altında bulunan başının görevi ise,hayallerde beliren kötü imajların zulmetini ilk anda alır. Nefesi tutmak insan damarlarını rahatsız edeceği için nefsin göbek altında bulunan başını öldürür. Böylece zulmet ortadan kalkar.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün şöyle buyurdular:

Bir müridin nisbet ve başkalarının hidayetine vesile olmasına mani olan halleri şunlardır:

aBaş olma sevdası, bNlal biriktirme hırsı.

Gerek halifeleri gerekse seçkin müridleri irşad ve hizmetten \ahkoyan en büyük sebeb mal biriktirme hırsıdır ve varlık duygusudur.

Benim için(Seydai Tâğî (k.s)) arzu ve istek sahibi olupta tarikatın nispetinden etkilenip de fayda görmeyen bir mürid bu yolda etkilenip bu yolda fayda gördüğünü söylediği halde, dünya sevgisinden ve varlık duyusundan sıyrılamamış müritten daha sevimli ve daha efdaldır.

Müridlerin hallerini araştırıp onların fiilleri hakkında bilgi toplamanın ve zaman zaman imtihan etmenin hikmeti şudur:Baş olma arzusu,varlık duygusu ve dünya sevgisinden kurtulup kurtulmadıklarını tesbit içindir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) akrabai taallukatı için yapılacak evin temelini atarken şunlar söyledi:

Bu iş bir yandan hoşuma gidiyor. Bir yandan ise korkuyorum.Sebebini sorarsanız nisbetini kaybedenlerin o duruma düşmelerinin sebebi dünyaya yönelmeleridir.Kitabın birinde şeyhin biri şöyle diyor:

"Bahar mevsimi hakkında bana güvence verenin diğer mevsimlerine ben kefil olurum"0 şeyhin bu sözü söylemesinin sebebi şuducBahar mevsiminde yapılan bir günlük ibadet diğer mevsimlerde yapılan ibadetin yüz katına bedeldir.Yine bahar mevsiminin bir gününü gaflet içinde geçiren bir kimse gelecek yıla kadar hastalığına deva bulamaz.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir sohbetlerinde şöyle buyurdularinsanlar dört kısımdır:

AAhmak, BEbleh, CÂkil(akıllı), DMecnun.

Ahmak: Bu insanlar dünya işlerine akılları erdiği halde ahiret işlerine yarayacak akılları yoktur.

Ebleh: Böyle kişiler ahiret işlerine yarayacak akıla sahib olduğu halde dünya işlerine yarayacak akıllan yoktur.

Âkil: (Akıllı) Böyle insanlar hem dünyaya hem de ahirete yarayacak akıllara sahiptirler.

MecnunBöyle kimselerin ne dünyaya ne de ahirete yarayacak akılları vardır.

Abdurrahmâni Tâğî hazretleri (k.s) şöyle buyurdular:

Bizler Gavs hazretleri (k.s) sohbetinin sonunda gözlerimizi kapatıp bir süre rabıta yapardık. Ayrıca Gavs'ın halifesi Şeyh Halid sohbette söylenen sözleri tekrar ederdi. Ben(Seydaii Tâğî)sizlere bakıyorum sohbet bittikten sora hemen kalkıp kendinizi gaflete düşürecek işlere dalıyorsunuz. Ama biz böyle değildik.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyuruyor:

Gavs(k.s)yemek yerken gaflete düşmemizden mütevellid bizlere kızar ve şöyle derdi:

"Gafletle yemek yiyen bir kişinin kalbi o yemeğin ağırlığı geçene kadar nasıl zikre geçebilir! O halde mürid yemekten önce bir rabıta kurmalı .Kalbini gafletten kurtarmalı ve daha sonra yemeğe başlamalı..."

Bazı büyükler ise bu konuda şöyle buyurdular:

Bir kişi yemeğe başlamadan önce o yiyeceği yaratanı tefekkür etmeli sonra ise yemeğe başlamalı. Bu halleri yaşayarak yemeğe başlayan bir zat o yemeğin lezzetli veya lezzetsizini birbirinden ayıramaz.

İbrahim Çokreşî(k.s)hazretleri diyor:

Abdurrahmâni Tâğî bu sohbeti gafletle yemek yememizden dolayı azarladıktan sonra yaptı.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyurdulacRuh Rabbisinden başka bir şeyi sevmez. Nefis ise böyle değildir.O yalnız kendisini sever. Nefis Ruha yol gösterir durumda ise o zaman O'na hüküm eder.Onu kendi emri dahiline alır.

Eğer ki nefis İslah olur.Ruhun peşinde giderse ruh onu rabbisinin yoluna dönderir. Nefsine bağlı olan kimselerin, mal ve çocuk gibi sevgileri, nefis sevgisinin birer uzantısıdır.

' Nefis rabbisine düşmandır. Hatta ki,Cenabı Hakk nefse dese ki,"Sen benim sevdiğimsin hatta ki bana cebrailden daha yakınsın"dese, ayrıca mukarreb melekleri de onun hizmetine verse nefis yine tatmin olmaz. Nefis öyle zalimdir ki Cenabı Hakk yine dese”Ey nefs,benim dışımda bulunan her türlü yaratığı senin emrine verdinT'dese nefis yine tatmin olmaz. Allah korusun bizzat Cenabı Hakk'ı tasarrufu altına almak ister.Seyda'nın bu sözlerine karşılık bir kardeşimiz şöyle bir soru sordu:Nefsin mahiyeti nedir?Seyda cevaben buyurdular:"Nefis mânâ ve misal alemindendir.Fakat gafletle karışık bir mahiyet almıştır."Ben(lbrahim Çokreşî)dedim:

"Peki efendimiz;insan on maddeden müteşekkil yaratılmıştır. Bunların beşi alemi emirden beşi alemi mahlukattandır.Siz bu inanca ne dersiniz? "Şeyda cevaben şöyle buyurdu:"Ehli Tarikin nefsi mahlukat aleminden saymaları onun özelliğini gözetmelerindendir. Çünkü nefsin yapısında bulunan gaflet daha baskın hale gelerek onu mana alemi ile ilgili özelliğinden sıyırarak;kendisine mahlukat alemi ile ilgili bir özellik kazandırmıştır. Aslında insandaki letaiflerin sayısı altıdır. Mahlukat aleminde bulunanların sayısı ise dörttür.

Nefsin baskısından kurtulup Allah'a ulaşamanın çaresi şu iki unsurdadır:

a Birincisi nefsin idare ve hegomanyasından kurtulup şeyhin iradesine teslim olmak suretiyle nefsin belini kırmaktır.

b İkincisi, şeyhin mutlak fâni olduğunu kabul edip mürşidin her hareket ve sözünü, Allah'ın emir ve hükümleri dairesinde hareket ettiği için onu Cenabı Hakk'ın fiili ve sözü gibi görerek şeyhe ihlasla bağlanıp teslim olmaktır. O zaman onun için öyle bir azamet belirir ki, nefsin sureti kalmaz ve mana meydana gelir. Bunun da yolu mürşidi sevip ona edeple teslim olmaktır.

Abdurrahmâni Tâğî Hazretleri (k.s) bir gün namaz kıldıktan sonra bana (İbrahim Çokreşî) namazdaki gafletimden dolayı kızıp şunları söylediler:

"Namazda gaflete düşmenin sebebi abdestteki gafletinden dolayıdır. Abdestteki gafletin sebebi ise taharetteki gaflettir. İnsan taharete giderken şöyle düşünmelidir. Rabbim benim her anıma vakıftır, ondan gizli bir şey yoktur. Üzerimde görünür ve görünmeyen pislikleri gidermem gerekir. Abdest alırken insan şöyle düşünmelidir. Cismimdeki bedenî ve manevî kirleri temizlemem gerekir. Namaza durmadan önce mürşidini rabıta etmelidir. Müridin yapacağı en önemli görev rabıta etmektir. Ta ki kalb rabıtasını ilerleterek kalbteki masivanın kökünü temizlemelidir. Gerisi mürşide düşer. Taharet ve abdest anlarında da rabıta yapılır. Sağlam bir ni

yetten sonra bu iki ibadette yapılan rabıta neticesinde namazda uyanık olunur.                                           " ,

Abdurrahmâni Tâğî hazretleri şöyle buyurdular:

Şeyhlerin hizmetkârları onlarla aynı derecededirler. İbrahim Çokreşî diyor: Bu sözü bana Gavs'ın bir sûfısi söyledi. Ben bu sözü duyunca şöyle dedim:Bu şeyhlerden maksat zahid ve abid olanlardır!.." Hizmetçilerin şeyhe ortak olmaları demek, mürşidin kapısına yaptıkları hizmetten dolayı, mürşidin ibadetine veya sevabına ortak olmalarına benim aklım ermiyor.

Benim bu sözlerimi bir sûfi Şeyda'ya söyledi.Şeyda o zaman dedi:Benim bu sözüm Hazreti Gavsa dayanır.Mürşidler, kendilerine hizmet edenlere sevab verdikleri gibi, cezbe de verirler.Sözünü ettiğimiz şeyhler mutlak manadaki, şeyhlerdir.

Şeyda, kendisini önceleri tamamen hizmete vakfetmişlsonraları ise dünyaya olan muhabbeti sayesinden bu işleri yavaşlatıp bırakan birisini azarlayıp şöyle buyurdular:

Şeyhlere hizmet edenler onlarla aynı derecededirler. Çünkü şeyhliğin yarısı olan hizmet,tamamen hizmet edenlere mahsustur. Buna göre mürşidin hizmetçisi, şeyhlik ve mürşidlik mertebeleri ile bağdaşmayan işlerden kaçınmalı ve hizmeti kaçırmamalıdır.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir sûfisine nefyü isbat'ı şöyle tarif . etti:

1:Lailahe lllallah:Mürid bu lafzı dilin ve gırtlağın katkısı olmadan hayalen söylemeli.Yani lafzai celal zikrinde olduğu gibi üst damağa yapıştırıp yapmalı.

2:Muhammedur Resulullah:sûfi bu sözleri sünnete uymak niyetiyle söylemelidir.

3:Sözü bırakıp manayı hayal etmek.

4:İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî(Allahım!Maksadım sensin, arzum ise senin rızandır.)

Bu duruma buzgeşt,(geriye dünüş)denir. Burada maksat nefsi tutmakla doğan gafleti gidermektir."lllâ"kelimesi ile Allah'dan başka herşey nefy olduğundan ve Allah'ın varlığı isbat edildiğinden bu zikre nefyü isbat adı verilmiştir. Nefyü isbatın şartları:Bu şartlar temelde dört tanedir.

aVücudu fazla sıkmadan ve kendini zorlamadan nefesi göbek altında tutmaktır.Yani gırtlak ve göbek arasındaki nefes boşaltılınca nefes göbek altında tutulabilir. Bunun faydası daha önce tafsilatlı bir şekilde anlatıldığı gibi zulmeti göbek altından çıkarmaktır. Ayrıca vücûdu hiç kımıldatmamak gerekir.

bArapçadaki lâm elif harfini göbeğin altından alna kadar nefes yolu boyunca deri ile et arasında yazmayı hayal etmektir. Yani bu harfin yazılışı ne bazı şeyhlerin öğrettikleri gibi deri üzerinde hayal edilecek ve ne de yine bazıları tarafından yanlış olarak öğretildiği gibi etin içinde hayal edilecektir. Bu hattın dosdoğru çekildiği ve çene altında kıvrılarak başa kadar uzadığı farzedilmelidir.

Mürid arap harfleri ile yazılacak olan "ilâhe" yazısının alnından başlayarak dosdoğru şekilde gittikten sonra ensenin bitiminden kıvırım çizerek sağ omuz başında son bulduğunu hayal etmelidir.Mürid arapça "illâ" yazısının omuz başından başlayarak kalbe kadar devam ettiğini ve "Allah" lafzı ile "Muhammedür resulullah" ibârelerini kalbe" lâ" harfi meydana getirecek şekilde düşünmelidir. "İllâ" yazısını hayal etmenin faydası nefsin amaç ve isteklerini reddetmek yâni büyük cihad görevini yerine getirmektir.

c Göğüs üzerinde ters olarak arapça lâ harfinin yazıldığını zihinde canlandırmaktır. Bunun faydası bâtın? masivânın kalbe girmesine karşı koymaktır. Çünkü,göğüs üzerinde arapça lâ harfinin yazılı olduğunu farzedelim. Bu durumda masivâdan olan her hangi bir şey gelir de lisanı hâl ile "ben senin gayenim"der ise mürid ona ters yazılmış arapça lâ harfi ile karşılık verir. Yâni "gâyem sen değilsin"demiş olur.

d Zikirleri sayarken nefesi üç,beş yedi gibi tek sayılarda salıvermek . Zikirleri saymanın faydası uyanıklığı sağlamak ve tek sayılardayken nefesi salıvermenin de faydası şu hadisin şerefine ermektir:

"Allah tekdir, tek olanı sever." (Keşfü'l Hafa, 1/278 no :73)

Nefyü isbat zikri sırasında nefesi tutup salıvermeler sayıca yirmibire ulaşmalıdır. Nefyü isbat zikrini hayatta oldukça terketmemek lazımdır. Çünkü onun faydaları çoktur. Şeyh hazretleri aynı konuda şöyle dedi: Nefyü isbat konusunda bu günlerde yeni bir inceliği farkettim.İsteyenlere nefyü isbat dışında kalan zikirleri öğretebilirsin. Fakat ben hayatta olduğum sürece nefyü isbat dersi vermemen evladır. Çünkü, Gavs hazretleri (k.s), Seyyid Tâhâ (k.s) hayatta iken hiç kimseye nefyü isbat dersi vermemiştir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hazretleri akşamla yatsı arasında rabıta yapmadığımızdan dolayı şunları söyledi:

 Sîzlere çok hayret ediyorum. Çünkü akşam ile yatsı arasında rabıtayı. Bayı terkediyorsunuz! Bu haliniz yanlıştır. Hem nisbet iddia edip,hem de bu ibadeti yapmamanız doğru değildir. Bakınız Gavs (k.s) hazretleri bir halife hakkında şöyle buyurdular: "Hayret ediyorum. Nisbet sahibi olan bir kişi, nasıl olur da akşam ile yatsı arasında adaba uygun olarak rabıta kurmuyor."

Gavs'ırt halifesi Şeyh Halid şöyle buyuruyor:Akşamla yatsı arasında rabıta yapmazsanız kitap okuyunuz.Seydai Tâğî (k.s) sohbetine şöyle devam etti."Avamdan olup da feyiz ve berekete talip olan kimseler mutlak surette iki grup (batış) ile iki fukarasında (şafağın ve güneşin doğuşu) arasında kalan zamanı ibadetle ihya etmeyi terketmemelidir. Avam da olsa rabıtayı terketmemelidir.

Havas'a mensub kimselerin ise (toplum irşadına sebeb oluyorsa) seher vakitleri kalkıp ibadet etmeleri lazımdır.

İnsan mal biriktirme hırsında olmamalıdır.Çünkü bu hırs sahibini başkaları gözünde küçük düşürür. Bizleröyle olmalıyız ki bizi görenler tevbe edip tarikata girmeli. Bir beldeye gittiğimiz an o beldenin sakinlerinin kapleri bizler için heyacan ve muhabbetle çarpmalı,onlar(sakinler)bizi memnun edebilmek için tarikata girmenin şart olduğuna inanmalıdırlar. Onlar bilsinler ki bizim gayemiz mal toplamak değildir. Kalplerini tevbeye çekmektir.

Bana göre en güzel hal dünya muhabbetini terkedip mürşid sevgisini, nefsin arzularına tercih etmektir. Seyahat etmek yorucu ve sıkıntılıdır. Ama mürşidin kamiller bazı zamanlar seyahate çıkarlar. Bundan maksat müridleri imtihan içindir. Kim sadıktır, kim kendi nefsine mürşidini tercih ediyor. Her şeyini bırakarak nefsini kim mürşidine teslim edebiliyor?"

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyurdu:

Cenabı Hakk (C.C) kullarına ne kadar yakınsa kul da Allah'a o kadar uzaktır.Çünkü,Yüce Rabbimiz bütün azametine,haşmetine,büyüklüğüne rağmen her saat kulunun katılaşmış kalbine nazar eder.

O kul kalbini nefsinin karargahı yapmasına rağmen, Allah kulun kalbine inmek ister. Kul o sıra köpeğinin yarasındaki kurtçukları düşünmek gibi basit bir meseleyle meş guluyetinden Allah'ı kalbine kabul etmez. Düşüncesini Allah’dan ayırarak bir süre o basit meşguliyeti ile oyalanır.

Köpek düşüncesinden vazgeçtiğinde Allahu Teâlâ yine kuluna gelir,Kulun düşüncesini yaratıcısı üzerinde yoğunlaştırmasını ister. Fakat, kul bu sefer uyuz oğlağıyla zihnini meşgul ederek Rabbine engel olur.

O düşünceden kurtulduğunda Allahu Teâlâ yine kulun kaib evine gelir. Fakat âsi kul;

Hayvanlarımın pisliğini düşüneyim diyerek tRabbinin evi olan kalbini çöplüğe çevirir. Alımlı bir yarış atı kadar nazik olan hayal gücünü çirkinleştirir.

Bakınız bu insana deseniz ki tevbe et, Allah (C.C)yönel .0 der ki "Ben Rabbimi tanıyorum! Ona kulluk görevimi yapıyorum"

Halbuki yalan söylüyor. Masiva hayatını, Rabbisine tercih ediyor. Böylece insanlara" Sen islamın yolunu, ancak büyüklerin elinden tevbe etmekle bulabilirsin"desen, reddedip kızar. Oysa Peygamberler (a.s)ve veliler bile Rablerini tanımaktan aciz olduklarını bildirip şöyle demişlerdir: "Seni bilinmesi gerektiğin gibi bilemedik, sana layık olduğun gibi ibadet edemedik. Allahım! bizi sana yönelmeye muvaffak eyle. Ey merhametlilerin en merhametlisi!"

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Gavs (k.s) bir gün dedi:

Eğer ki sîzlere ebrâr'ın amelini işlemeyi emir etsem o da ölümü düşünüp, anmak olurdu.

Mübarek Gavs (k.s) yörenin ileri gelen zengin ve beylerine bizzat ölümü devamlı olarak düşünüp fikir etmelerini söylerdi.

Seydai Tâğî (k.s) bazı hadisi şerifleri kaynak göstererek dedi:

Günde yirmi defa ölümü düşünen (hatırlayan)kimsenin o gün amel defterine günah yazılmaz. Ben (Seydai Tâğî) her gün yirmi tane vefat etmiş kişivi hatırlayarak,ölümü düşünürüm, anarımICizre çevresinin uleması ve eşleri dünyadan uzaklaşmak için her gün ölümü düşünerek uyurlardı.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor;

Cenabı Hakk dünyayı yarattığı zamandan beri ona hiç bakmamıştır.Çünkü dünyayı sevmez.Cenabı Hakk dünyayı yarattığı zaman:Otuzdokuzuncu gün onun üzerine bela,gazab ve musibet vermiş,yalnız kırkıncı gün üzerine rahmet yağdırıp ihsan etmiştir. Bu rahmet ve ihsan bütün dünyada bulunanlardan hayırlı olmuştur.

Gerçek olan şudur ki:

"Dünya ve içindekiler melundur. Allah'ın zikri müstesna"                                           (Ramuz ,2485.)

Dünyayı sevmek Ebu Cehil'i haklı gösterip, Peygamber Efendimizi yalanlamak gibidir.

Dünya sevgi ve muhabbetinden uzak durunuz. İlişkinizi kesiniz.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:

Manevi baba sayılan mürşid soyca babadan daha yakındıı

Manevî babanın hakkı, soyca babanın hakkından daha fazladır.Mürid, manevî babası olan mürşidinin hakkını ancak;islamın emirlerini uygulayıp ibadet ve taat ederek feyiz ve nisbeti devamlı kılmakla ödeyebilir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir gün bana(İbrahim Çokreşî) dedi:

Yatsıdan sonra yatmadan önce Sûrei Mülk'ü okuyunuz. Ve insanlara da okumalarını emrediniz!... Sûrei Mülk'ü okumayı tarikatın temellerinden sayınız. Bu surenin faydası: Kabirde sorgu suale ve kabir azabının hafiflemesine sebebdir. İmamı Bicurî hazretleri :"Tuhfetu'lMürîd'alâ Cevheretit Tevhîd"adlı akaid kitabının şerhinde" Sorguya çekilmemizin, arkasından kabir azabı gelir" şeklindeki mısraı açıklarken bunu belirtmiştir. İmami Bicurî’nin bu m'Srayı açıklarken yani "Sorguya çekilmeyeceklerine" şeklindeki genel ifadeden"Kabirde sorguya çekileceklerine dair delil bulunanlan'lstisna etmiştir. Onlar da Peygamberler, sıddıklar, şehidler, murabitler ve haber verildikleri günden itibaren devamlı uykudan önce Tebareke suresini okuyanlardır. Devamlı şekilde okumaktan maksat engelleyici mazaretler olmadıkça okumaya devam etmektir. Uykudan önce okunacağı gibi, uyku arasında da okunabilir. Bazılarına göre,"Secde" suresi de aynı mahiyettedir. Peygamberlerin ve şehitlerin dışında saydığımız diğer gruplardan kabir azabı tamamen kalkmaz, hafifler.

Ayrıca ölüm öncesi hastalığı sırasında 100 adet "İhlâs "suresini okuyan kimse de kabir azabından kurtulur. Seydai Tâğî (k.s) hatmede Kufanı Kerim aşiri olarak Amme suresini okumamızı emretmiştir.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:

Büyüklerimiz, şeyhe olan ihlası;hidayetin sadece ondan (yani sadece onun vesilesiyle ve vasıtasıyla) geleceğine kanaat etmek şeklinde tarif etmişlerdir.Şeyhden faydalanabilmek için bu kadarını yeterli görmüşlerdir.

Ben buna bir şart daha ekliyorum.O da.ahiret muhabbetini dünya muhabbetine tercih etmektir. Zira büyüklerin istediği ihlas bir çok kimsede olduğu halde ahiret sevgisi olmadığından tam istifade olmuyor.

Bu yörede aşk ve muhabbetin, nakşibendî nisbetinin olmayışı şunlardan dolayıdır:

aRüşvet vererek askerlikten kaçmak.

bVerilmemekle harama düşüldüğü halde devletin hakkı olan öşür vergisini vermemek.

cAhiret sevgisini, dünya sevgisine tercin edememek.

Bu beldedeki insanların ahireti severiz demeleri, halisane kalpten gelen bir söz değildir. Sadece dildendir. Bu saydığımız her meseleden insanları etkileyen bir zulmet doğuyor. Bu işlerden dolayı nisbetin etkisi ile şevkin artması görülmüyor. Halkın bizim sözlerimizi dinleyip İslâmın hükümlerine sarılmaları ne kadar güzel bir şeydir. Peygamber (a s) 23 sene emek verdikten sonra kavmi arasında İslâmın bütün hükümlerini tatbik edebilmiştir. O halde sîzler kabilelerinize her sene bir şeyler yaptırın. Örneğin onlara namaz kılmalarını emrettiniz; onlarda tuttu ise, bir zaman sonra günahlarından tevbeyi tavsiye edin.

Şu kişilere şaşıyorum. Hem sûfilik iddiasında bulunuyorlar hem de dünyayı ahirete tercih ediyorlar.

Gavs 'nin (k.s) kapısında müridler nisbeti daha ön planda tutarlardı.Onun içindir ki ben dünyaları yıkılan çok mürid gördüm. Ama ne yazık ki şimdi buralarda feyiz ve bereketi dünyaya tercih edip bu maneviyat için fakirliği zenginliğe tercih edeni göremiyorum.

***

Seydai Tâğî (k.s) buyurdu:Şevk (muhabbet ,cezbe) ve şevke bağlı olarak yapılan ameller muteber değildir. Mutaber olan rabıta ve vird gibi amelleri her an yapmaktır. Bulunduğu durumu muhafaza edip zarar etmeyen mürid rabıta ve virdi her anına uygulayandır. Yani bunları bir huy edinendir. Gavs hazretlerinin beldesinde halk amel işlemeyi bir nevi huy edinmişlerdi. Onun içindir ki nisbetini muhafaza etmişlerdir. Gerçek bir mürid zamanın büyük bir kısmını sohbetlere ayırıp mürşidinden bahsedendir. Böyle olursa bu muhabbetin kalbi istila ettiğinin alametidir.Kalbe dayanmayan muhabbetten hayır yoktur.Yani sadık muhabbetin dışındaki sevgide hayır yoktur.

Şeyh Abdurrahmâni Tâğî (k.s),yolculukları esnasında bîr pınarın başında şu sohbeti yaptılar:

 Bu pınarları ihya ederek tam manasıyla istifade etmek gerekir. Böyle pınarlardan faydalanmak,etraflarına ağaç dikmekle olur. Ağaç dikene, diktiği ağaçların şefaatçi olduğu gibi arazisini boş bırakanlardan toprak, kıyamette davacı olacaktır.

Nitekim Alâuddevle der ki:

Toprağını ekmeyen kimse, o toprağın kendisinden nasıl davacı olacağını bilse o toprağı boş bırakmazdı. Toprak Rabbine, "Bu adam beni işlemeyerek hayrımın kesilmesine sebep oldu" diye şikayetçi olacaktır. Tarlasını ekip biçen, işleyen kimse için de toprak şefaatçi olacaktır.

Zevk için yapılan yüksek binalarda çoğunlukla hayır yoktur.Yalnız han;medrese, misafirhane gibi hizmet maksatlı binaların durumu öyle değildir.

Seydai Tâğî (k.s) buyurdu:

"Ekmek dağıtılırken güzel ekmeği seçmeye çalışmayınız. Zirâ melâikei Kiram bu davranışa beddua eder. Hatta lânet okudukları da söylenmiştir."

Melekler şöyle derler:

"Ekmeğin tohumundan ekmek haline gelinceye kadar 360 melek ve insanın hizmet ettiği bir nimet nasıl seçilir?

Ekmek, sofra üzerine konulduğu zaman tandıra yapışmış olan tarafı üste,üstü de alta gelmeli. Tandır ekmeğine toprak yapışmışsa kolayca görünsün ve temizlensin.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyudular:

Cezbe halinin meydana gelmesinden önceki her bağlılık,her türlü ilişki nefsâni arzudan doğan bir ilişkidir. Mesela nefsin kadına bağlılığı ona karşı duyduğu arzudan ve ona yönelmiş talepten doğar. Bu arzu ve istek kadından alınan hazzı artırmaz. Burada sözü edilen talep (istek), istenilen şeyin yok olmasıdır. Ölmesinden dolayı duyulan üzüntü demektir.

Buna karşılık cezbe hali meydana geldikten sonra ve mutlak fenâ derecesine ererek aşılan "tam dönüş"gerçekleşmeden önce beliren her bağlılık ve ilişki şeklî tecellilerin cezbesinden doğan kevnî bir bağlılık ve ilişkidir. Bu bağlılık ve ilişkiye talep eşlik etmez. Mesela böyle bir kimsenin eşiyle ilişkisi,ona bağlılığı daha çok haz duymak için olur. Bu durumda nefis onun ölümünden dolayı üzülmez, acı duymaz. Çünkü onun sevgisinin artışı,eşinin şahsı için değil, duymuş olduğu haz içindir.

Bu ilişkinin sahibi büyük bir tehlike içindedir. Bu merhaleyi aşmak için büyük gayret sarfetmesi gerekir. Çünkü bu ilişkiden çoğu kere arzu doğar. O zaman da mürid Seyr'e başlamadan önceki ilk noktaya dönerek, maâzallah.helâk olanların arasına katılır. Buna karşılık tam dönüş'den ,yani mürşidin Allah'ın zatını ve sıfatlarını iyice farkına varışından sonraki ilişkiye,bağlılığa gelince;bunda nefsin hiçbir rolü yoktur.O Allah'ın sıfatlarını tanımış olmaktan doğar ve ona asla talep (istek) eşlik etmez.

Denebilir ki:’’O halde Peygamber Efendimizsalât ve selâm üzerine olsunniçin oğlu İbrahim'in ölümüne ağladı? Bu soruya vereceğimiz cevap basittir;O'nun ağlaması,oğlunu kaybetmekten dolayı değil, acımasından dolayıdır.Yine, Peygamberimizin Uhud savaşında bazı askerlerin kaçmasından dolayı duymuş olduğu üzüntü Allah'ın rızasını kaçırmış olmaktan ileri gelmiştir.

Sözünü ettiğimiz bu ikinci safhada istenen şeyin yok oluşundan dolayı üzüntü duyulmamasının sebebi şudur:Çünkü bu safhada müridin gayesi cezbedir ki, o da yok olmuş değildir. Buna karışlık ilk safhada duyulan üzüntünün sebebi,bu safhadaki müridin amacının ortadan kalkmış olmasından dolayıdır.Gerçekten ilk safhadaki ilişki ve bağlılık nefse dayanır.lstenen ve bağlanılan şey nefsin amacı, arzusu ve ideal varlığı olduğu için yok olduğu taktirde nefis büyük bir üzüntüye düşer ve şiddetli bir acıya kapılır.

Şeyh Hazretleri, bu sohbetten iki yıl önceki bir sohbetinde bu bağlılığın mahiyetini tafsilatlı bir şekilde anlatmıştı.O zaman şöyle demişti:

Ruh, ilk önce âlemi emirde idi: O zaman onun Allahtan başka bir gayesi,O’ndan gayrı yöneldiği bir varlığı yoktu. Sonra ulu Al. lah'ın emriyle maddeler ve cesetler alemine inince nefsin çok sapık bir yolda ve Allah'a şiddetli bir şekilde düşman olduğunu gördü. Bu durumu görünce şöyle düşündü."Eğer nefis ile aralarında karşılıklı bir sevgi doğarsa bu sevgi sayesinde nefis kendisini Allah'dan uzaklaştıran sebepleri farkederek davranışlarından vazgeçer, aşırı arzularına son verir,böylece Allah ile aralarında tam bir yakınlık doğar da Allah katında yüce dereceye ve ulu mertebeye ermiş olur."

Gerçekten ruh ile nefis arasında karşılıklı bir sevgi doğdu. Bilindiği gibi çoğunlukla sevilenler sevenleri üzerinde egemenlik kurdukları için nefis de ruha egemen olarak onu Rabb'inden ve sevgilisinden uzaklaştırdı;onu yetmiş bin manevî zincirle kendisine bağladı. Arkasından uçları Allahtan gayrı şeylere bağlı yetmiş bin tane daha zincir sarkıtarak bunlarla ruhu sımsıkı bağladı. Öyle ki, ruh ne tarafa baksa gözünün önünde Allah’tan başka şeyler beliriyor,bir türlü gerçek sevgilisiyle karşılaşamıyordu.

Bunun sonucu olarak büyük bir unutkanlık hastalığına tutularak önüne çıkan her şeyi asıl sevgilisi sandı,böylece nefsin heva'sına kapılarak asıl yolundan saptı.İşte bu dönem, ruh için nefse bağlılık dönemidir.

Fakat bir süre sonra Allah’ın yardımıyla, ruh Allah'a yönelerek kendisinde bir nevi cezbe belirdi. Fakat bu cezbe vahdet hali doğuracak kadar değildi. Tersine bu safhada şekiller manalara baskın ve egemendi. Bağlılık büyük oranda kaybolmuş, fakat bu bağlılığın kalıntıları yeni beliren cezbenin yanında varlıklarını devam ettiriyorlardı. Bu safhadaki mürid yolunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır.Manalar şekillere egemen olup da vahdet meydana gelinceye kadar bu tehlike devam eder.

O zaman yolunu kaybetmesinden artık korkulmaz. Yalnız bu defa da dış faktörlerin etkisiyle yeni koyulduğu yoldan sapma tehlikesi vardır. Çünkü cezbesi müridi çoşturarak eski isteklerinden uzaklaştırmıştı fakat bu istekler kök ten yok oldu mu? yoksa cezbe örtüsü altında saklı mı duruyorlar? Mürid bunu henüz kesinlikle bilemez. Çünkü cezbe henüz tamam hale gelmiş değildir;tamam hale gelebilmesi için de marifete ermesi gerekir. Marifet hali de henüz gerçekleşmiş değildir. Çünkü onun gerçekleşebilmesi için tam dönüş halinin gerçekleşmesi gerekir.

Mürid tam dönüş halini gerçekleştirerek Allah'ın katından mahlûkat alemine inince ilk safhadaki bağlılık ve ilişkilerini andıracak yeni bir bağlılık ve ilişkiler sistemine kavuşur.Fakat bu ilişki ve bağlılık ilk safhadakilerin tıpkısı değildir. Buna dikkat etmek gerekir.Çünkü bu ilişki ve bağlılık, mesela; ulu Allah'ın zâtının kudret sıfatını taşıdığı hakkmdaki kesin bir bilgiden doğar ve Allah’ın yaratıcılığından hareket ederek mahluku görür. Buna göre bu,yani ilişki ve bağlılık ile daha önceki arasında dağlar kadar fark vardır.

Yüce Allah'ın ezeli inayetiyle ruh Allah'a terakki edince kendisini masivaya yani Allah'dan başka şeylere bağlayan bağlar,yavaş yavaş kopar. Bu bağların bütün hepsi kesildiğinde ruh ile nefis arasındaki bağ kalır.Ruh terakki ederken, nefis onu yardımcısız görerek arzuları ile ona yaklaşır. Bu safha, ruhun eski ilişkilerini,eserlerini aşarak dünya ile ilişkilere yöneldiği safhadır.

Mürşidi kâmilin yardımı ile ruh bağlarını yavaş yavaş kesmeye devam eder. Sonunda nefisten tamamıyla koparak azametini ve sıfatlarını farkederek tam bir geriye dönüş yapar. Her sıfat alanında seyre başlar. Masiva ile arasındaki bağı, kendisi ile Allah arasında bağlılığın bir uzantısı olarak görür. Bu şekilde sıfatların belirmesiyle masiva ile arasındaki bağ yeniden doğar.

Fakat bu sefer masiva ile kurmuş olduğu ilişki daha önceki ilişkiden farklıdır. Çünkü bu seferki ilişkinin dayanağı yüce Allah'tır. Daha önceki ilişki ise nefisten kaynaklanıyordu. Bu safha, mutlak fenânın ön safhası olan kulluk seyri safhasıdır. Mutlak fenâ; müridin kendi iradesinden sıyrılarak Rabbi’nin iradesine teslim olması demektir. Bu safhada müride hiçbir şey zarar vermez. Buna karşılık ilk ve ikinci safhadaki ilişkinin kaynağı nefis idi.

Bu safhalar arasında ki farklar şöyledir:

Birinci safhadaki ilişki, nefsin arzusu doğrultusunda olduğunda ruh, Allah'ı arzu etmemektedir. Bu ise delâlete düşmektir.

' İkinci safhada yine nefsin arzusu vardır. Yalnız burada ruhda kendi amacı istikâmetinde cezbe meydana gelir. Nefsin bu safhada yine nefsin, ruhu yoldan çıkarma ihtimali uzak değildir.

Üçüncü safhada ki ilişkinin kaynağı Allah'tır.O'nun muradına yöneliktir. Bu safha mutlak fenânın başlangıcı ve Peygamber (a.s) Efendimizin istiğfarı emretmiş olduğu kulluk seyri safhasıdır.

Bu safha Allah'a tazarru ve niyazın devamlılığında karar kılmaktan ibaret olan dönüşün tam anlamıyla gerçekleşmesinden sonra meydana gelen safhadır.Kişi kulluk seyrini tamamlayınca Allah'ın zâtî sıfatlarını ve kemâlâtını görerek ne^in kusurlu olduğunu idrak eder. Nefsinin arzularını gören kimse ^nah jle arasında hiç bir ilişki olmadığının farkına vararak vuslat davasından istiğfar eder.

Sözlerinin bu kısmında ben (İbrahim Çokreşî):

·         Gavsi Hizânî (k.s) hz.leri bazı müridlerinî, istiğfar eden manasına gelen müstağfir ünvanıyla çağırıyordu. Halbuki o müridler o makama gelmemişlerdi. Bu şekilde hitap edilmelerinin hikmeti nedir diye sordum.Seydai Tâğî (k.s) bana şöyle cevap verdi:

·         O hitap şekli Gavs (k.s) hz.lerinin özei terimlerindendi.O durumdaki müridlerin istiğfarı kendilerini yetersiz ve kusurlu görmelerine dayanırsa da bu bir makam değil,o yüce makamdan çıkan şimşeğin parıltısıdır. Nitekim müridin hayreti de son noktaya ulaşmış olan bir marifetin sonucu meydana gelen bilgisizliğin sebep olduğu asıl hayret değildir.Müridin hayreti aşırı muhabbetin sebep olduğu dehşet duygusundan kaynaklanır. Bu hayret marifetten olmadığı için sahibinin aklını kaçırmasına yol açar.

Yetersiz hafızamın ve uyuşmuş düşüncemin bu konu hakkında, Seydai Tâğî (k.s) hz.lerinin sözlerinden kaydedebildikleri bunlardır. Zaten Şeyh hz.leri .halifelik yükünü omuzlanma yüklediğinden beri zihnim ve aklım günden güne zayıflamaktadır.Vallahi bu yükün ağırlığı genç yaşıma rağmen beni yaşlandırdı, bu dünyadan ayrılarak bekâ alemine göçme arzusunu kökleştirdi.Çapımın küçüklüğüne rağmen bir filin taşıyabileceği kadar ağır bir yükün altına girdim.

AllahımlPeygamberler ve sıddıklar hürmetine bizi kendi kusurlarımız yüzünden hiçbir zaman şeyhimizin gölgesinin altından çıkarma. Amin!...

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) bir sohbeti sırasında aşağıdaki âyeti celilenin manası çerçevesinde bize hem müjdeleyici.hem korkutucu nasihatlerde bulundu.

"O gün; takva sahipleri dışındaki samimi dostlar,birbirlerine düşman olurlar."                           (Zuhruf:67)

Şeyh hz.leri bu ayetin açıklamasında şöyle buyurdu:

·         Buradaki takvadan maksat, dostluktaki mutlak takva değildir.Gerçi mutlak takva da dostlukta yeterlidir. Dostların birbirlerine şefaatçi olmalarını engelleyen günahlar, işbirliği halinde işlenen günahlardır. Bu duruma göre dostlar, dostluklarını günah işlemenin bir vasıtası olarak kullanmamış oldukları takdirde,birbirlerinin varsa diğer günahlarına şefaatçi olabilirler.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)

"Akıllı düşman ahmak dosttan daha iyidir"dedikten sonra sözüne şu misâli getirdi:

Bir adamın bir maymunu vardı.Gece kendi uyuduğunda, düşmanlarından korumak üzere terbiye etti. Eline hançer vererek nöbet tutturdu.

Adamın düşmanlarından biri onu öldürmek maksadıyla gizlice evine girdi. Fakat o sırada o adamın göğsüne tavandan bir örümcek düştü. Maymun örümceği görür görmez hemen hançere .sarılır ve örümceği öldürmek ister. Düşman olarak eve giren adam maymuna engel olur. Çünkü cesur bir insanın, ahmak bir hayvanın elinde ölmesine gönlü razı olmaz. Gürültüler üzerine uyanan ev sahibi ne olduğunu sorar. Düşmanı, durumu açıklar. Bu hâdise barışıp dost olmalarına sebep olur.

sfe îfe ste

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)hz.leri bir kâdîri dervişinin huzuruna selam yerine " Yâ Hû" diyerek girmesi üzerine kendisini ikaz ederek şöyle buyurdu:

Niye Efendimiz'ın (a.s) sünnetini terk ediyorsun.Gerek Peygamber (a.s)ve gerekse Sahabei Kiram, selamlaşmaya önem vermişlerdir. Sahabiler Peygamber (a.s) Efendimizle karşılaşınca"Esselamü aleyke ya Rasülallah"diyerek selam verirler.Peygamber (a.s) de"Aleykesselâm"diye onların selamını alırdı.

·         Hayret, siz şeriatın önemli bir adetini terk edip sünnette olmayan bir âdet çıkartıyorsunuz! Yanlış anlamayın:"Yâ Hû" sözünü sevmediğimi zannetmeyin. Yüce Allah'a hitap eden her söz şereflidir. Benim kızdığım mesele o sözün selam yerine kullanılmasıdır. Böyle davranmakla sünneti ortadan kaldıran bir âdet başlatılmış oluyor.Sünneti ortadan kaldıran her âdet ise bid'attir.

Doğru olan davranış önce selam vermektir.Selamdan sonra isterseniz "Yâ Hû" da deyiniz. Önemli olan şeriata uymaktır.Kerametler önemli değildir. Şeriata uymayan bir kimseden binlerce kerâmete benzer olağan üstü haller görseniz, şeyhliğine kulak asmayınız.

Şeriata bağlı olarak gördüğün bir kimsede de hiç bir kerâmet görmemiş de olsanız teslim olunuz, arkasından gidiniz.Keramati olmasa da o kimse şeyhtir.

Kerâmet peşine düşenlerin Deccal'ın ardına düşmesinden endişe ederim. Çünkü o istidraç mahiyetinde velîlerden daha çok olağanüstü haller gösterir.

Şeriata bağlı olmayan tarikat davası iftiradır,yalandır.lmamı Rabbâni (k.s):

·         Şeriat ile tarikat birdir.Şeriata uyan şey tarikata da uyar. Buna karşılık şeriata aykırı olan şey tarikata da aykırıdır,buyurmuştur. Ben de diyorum ki:"Şeriata aykırı bir hareketimden dolayı beni döven bir mürid,benim gözümde,bu tür hareketlerimde beni onaylayan müridden daha iyidir."

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri sohbet notlarının yazıya gerçirilmesinin önemi hakkında şöyle buyurdu:

·         Zaman devam ettiği müddetçe yüc 3 Allah'tan dileğim,insanların Allah'ın izni ile masivayı terkederek yüce nakşibendi tarikatını açıkça öğrenmek için bu kitaptan istifade etmeleridir. Bu kitap etrafında sımsıkı birleşmeleridir.

Bu maksad uğruna, şevk ve muhabbet iksirinden çokça içmeyi bir yana bıraktım. Korku ve üzüntü içerisinde, vecden ve cezbeden uzak olan devamlı murakabeyi artırmayı,vecd ateşini tutuşturmayı ben de bilirim.

Gerçi muhabbet,çalışmayla oln az denilmiştir. Havasların yükselmesi muhabbete bağlı olmadığı gibi muhabbet de çalışmaya bağlı değildir.

Şeyh hz.lerinin bu sözlerine huzurda bulunan iki faziletli alim zât da şahit oldular.

***

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) buyurdular:

Halifeler iki şeyden zarar görür:Birincisi;varlık duygusudur. Halifenin kendinde, şeyhinde olmayan bir makamın veya kemalin var olduğunu zannederek (Allah korusun), şeyhine ihtiyacı yokmuş gibi bir duyguya kapılması, kendisini mürşidinden üstün görmesidir. Bu duyguya kapılan halife, mürşidinin bazı düşünce ve hareketlerine itiraz etmeye başlar. Sonuçta helâk olur. Çünkü şeyhinin kahrından çekinmeyeceğinden ona karşı edebe aykırı davranı rterbiyeye muhtaç olmadığını hissettirir. Halbûki.bazı terbiye edilmesi gerekli hususların şeyhin tasarrufuna bağlı olduğunu, kazandığı bütün hal ve makamların mürşidinin tasarrufuna bağlı olarak gerçekleştiğini bilmez.

Nitekim Mevlânâ Hâlid Bağdadîmin (k.s) bir halifesi bu duruma düştüğünden en çirkin şekilde tarikattan kovulmuştur. Bize onun durumu geniş olarak açıklandı. Sözü edilen halife, çevresinde büyük bir heyecan uyandırmış, talihliler tarafından çok büyük rağbet görmüş,bu duruma aldanarak şeyhini aştığı zannına kapılmış. (Allah korusun), artık şeyhine ihtiyacı yokmuş gibi davranmaya başlamış. Böylece tarikattan da kovulmuştur

O sıralarda Seydai Tâğî (k.s)hz.leri bu fakiri yüce kapıdan dışarıya göndererek halka tevbe vermekle görevlendirmişti. Bunun üzerine halk arasında bana karşı layık olduğumdan daha fazla şevk ve hürmete sebep oldu.İşte o günlerde mürşidim bana nasihat ederek şunları söyledi:

 Eğer bazı irşad ve terbiye görevleri gerektirmeseydi seni yanımdan ayırarak hizmete göndermezdim. Başlıca arzum,bu hizmetten dolayı belirebilecek bazı kalb hastalıklarını aşarak onlardan kurtulmandır. Dikkatli ol.Senin nazarında en önemli olan şey nefsinin ıslâhı olsun. Dünya muhabbetinden, kendini şeyhine muhtaç olmama hatasından uzak dur. Allahım bizleri helâk olanlardan eyleme."

Sözlerinin devamından ikaz edildiğim sırada edebe aykırı olarak cevap yetiştirmeye kalkışmamamı emretti.Sözlerine şöyle devam etti:

■ Azat kabul etmeyen köle gibi ol.Sana verilecek emirleri gözle.Vesveselere aldırış etme, aldığın emirlere uy, kendini, aileni ve akrabaları devamlı şekilde denetle,yeri geldikçe onları uyar

Halifelerin zarar gördüğü şeylerin İkincisi şudurYine Mevlanâ Hâlidi Bağdadî (k.s)hz.lerinin halifelerinden biri bu meseleden dolayı tard edilmiştir. Bu halifeye bazı dünyalık şeyler hasıl olmuştu.Varlık duygusuna sahip değildi. Kendisinde şevk hasıl olmasına rağmen nefsini hiç olarak görüyordu. Bu aşağılık duygusunu şeyhi hakkında da düşünmeye başladı. Şeyhimin durumu da benimkinden farksızdır diyerek aklına göre kendine güvenmeye kalkıştığı için helâk oldu.

Şeyh Haşan Aktepe tizlerinin bir halifesi de aynı sebepten kovulmuştur. Kovulduktan sonra kadı oldu ve müridliği tamamen bıraktı.

Halifelerin zararına sebep olan bu iki husus da ihlas ve muhabbet azlığından ileri gelir. Çünkü muhabbeti tamam olan kimse şeyhinden başka bir varlık görmeyeceği gibi .kendisini sermayesiz müflis de saymaz. Zira şeyh en büyük sermayedir.Mürid hizmet eder, şeyh de değerlendirir.

Şeyh hz.leri sözlerine devam ederek muhabbetimi artırmamı emretti ve sözlerini şöyle bağladı:"Müridliğin ilk döneminde bana karşı olan muhabbetinden dolayı çevrendekilerden aciz olman muhabbeti zâtîdendi.Şeyhinden başka bir varlığı görme, kendini iflas etmiş gibi bir duyguya da kaptırma"

Abdurrahmâni Tâğî (k.s)hz.leri,imamının halifelik iddiasında bulunduğu bir köye irşad için gidip gitmemek hisusunda şöyle buyurdu:

 Bu köye tevbe vermek için gitmemizin hiç bir faydası yoktur. Çünkü o halifelik iddiasında bulunan, köylüyü tevbe etmekten vazgeçirmek için elinden geleni yapacaktır. Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Onlar doğru yolu görseler ona koyulmazlar da eğri yolu görseler ona koyulurlar."                         (Araf:i46)

Ben (İbrahim Çokreşî) dedim ki:

·         Duyduğuma göre Gavsi Hizânî (k.s) bu durumlarda murakabeye dalarak istihare yapardı. Bir işaret bulursa yola koyulur,yoksa vazgeçerdi. Acaba siz gidip gitmemek hususunda ilham talebinde bulunmaz mısınız?

Bana şöyle cevap verdi:

■ O sayfayı kapattım. Çünkü ihlam talep etmek tarikattan değildir. Peygamber Efendimiz’ın (a.s) ve sahabelerin geleneği müşâvere idi. Bizim yolumuz da belirli konularda müşâveredirj

Meselâ halife tayin ederken murakabeye dalarak istihare yapılır. O mesele müşâvere ile halledilemez. Sadece bazı ihtiyaçlardan dolayı zaruri halifelik müşavere ile olabilir.

Tevbe etmek isteyen kimseler için, müşavere yolu ile aksine karar verilmemişse,tevbe edecek kimsenin bir fonksiyonu olamayacağından ilham gereğince amel edilebilinir. Fakat müşavere ile alınmış bir karar varsa ilhama göre hareket etmeyip müşâverenin sonucuna bağlı kalmak doğrudur.

Bu yüzden sahabei kiram; Peygamber Efendimiz (a.s),herhangi bir konuda bir söz söylediğinde:

·         Bu konuda kesin bir bilgiye dayanarak mı söylüyorsunuz? Yoksa şahsı görüşünüzü mü beyân ediyorsunuz? diye sorarlardı. Eğer PeygamberEfendimiz (a.s):

"Şahsi görüşümü beyan ediyorum" derse konuşurlar,yoksa ağızlarını açmazlardı.

< ■’                                                                                                           i*

Seydai Tâğî (k.s)hz.leri,hangi konuların ilham ile yapılacağını sadece büyüklerimizin tesbiti ile mümkün olacağını belirtti.

Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.leri müridleri bid'atlerden kaçınmaya çağırarak şöyle dedi:

·         Çok el öpmeyi n.Çünkü el öpmek bid'attir.Sahabilerin adeti musafaha (el sıkışma) ve muâpaka (kucaklaşma)dır.İlk görüşme ile ayrılırken vedâlaşmanın haricinde el öpmek uygun değildir.

Konuşmasının burasında bana dönerek:

·         Sûfilere bu sık sık el öpme alışkanlığından vazgeçmelerini söyleyiniz.

Halbuki sûfiler bugüne kadar her karşılaştıklarında ve her ayrıldıklarında,üstadın elini öpmeyi âdet edinmişlerdi. Sözlerine devamla:

·         El öpmekten daha çirkini ayak öpmektir dedi. Üstad, kendi ayaklarını öpmek isteyenleri şiddetle kovardı. Tekrar bana dönerek:

Halkın ayaklarınızı öpmesine sakın göz yummayınız. Çünkü ayak öpmek büyüklerimize göre çirkin bir bid’attır" dedi.

Sözlerinin burasında Gavsı Hizânî (k.s) hazretlerinin halifelerinden Halid Ölekî hazretlerinin derlemiş olduğu Minah kitabında Gavsi Hizânî hazretlerinin ayağını öpmek isteyen bir kimseyi bid’attır diye azarlaması üzerine nakletmiş olduğu hadisi hatırlattım:^

"Adamın biri,Peygamberimizin elini öpmek için izin istedi. Peygamberimiz adama izin verdi. Aynı adam Peygamberimizin ayağını öpmek istedi,buna da izin verdi.Fakat adam Peygamberimize secde etmek isteyince buna izin vermedi."

Seydai Tâğî (k.s) hazretleri cevabında sadatı kirâm efendilerimizin böyle bir hareketin sünnette yeri olmadığını belirttiklerini, Gavsı Hizânî (k.s) hz.leri de şeyhi Seyyid Tâhâ'nın da bu tür hareketi yasakladığını kendisine anlattığını, ayrıca bu tarikatın bir kısım halifelerinin de bu görüş üzere hareket ettiklerini söyledi ve şu kıssayı anlattı:

Mevlânâ Hâce Muhammed Parîsa hz.leri ölünce oğlu ayaklarını öpmeye kalkıştı. Fakat babası ayağını kaçırınca oğlu öpmekten vazgeçerek "Anladım ki, bu hareket bid’attır,babam onun için buna izin vermedi"dedi.

Daha sonra bu konudaki sözlerini şöyle bağladı:

·         Keşke gerek şeriat açısından gerekse tarikat açısından bid'at olan hareketleri Delirten bir kitap yazsaydın. Çok el öpmek muhabbeti azaltır. Bundan kaçının! Bundan kaçınıniBundan kaçının!

Abdurrahmînî Tâğî (k.s) hz.leri buyurdu:

·         Eğer bu yüce tarikattaki nisbete hiç bir şeyin ve hiçbir hizmetin denk olamayacağı ve yolumuzda ibadetin her çeşidine gereken önemin verildiği kesin bir şekilde sabit olmasaydı zühd yolunu seçip,zahidlerle birlikte olurdum.Fakat zâhidler.cihadla ilgili görevlerini yerine getirmezler.Cihad hizmetinden geri kalmaları nisbetierini batıl kılar .Onların nisbeti sadece dilleri ile zikrederken vardır.Sustuklarında ortadan kalkar.Oysa bu yüce tarikatın nisbeti her meseleyi içine alır. Bu yüzden, daha önceki şeyhimi bırakarak Gavsi Hizânî (k.s) hz.lerinin tarikatını tercih ettim.Önceki şeyhim, sünnet gereği olduğunu belirterek, devamlı şekilde sesli zikir yapardı fakat cihad yapmazdı.

AbdurrahmâniTâğî (k.s) hz.leri müridleriyle birlikte sofraya oturmuş, lezzetli bir yemek yerken şunları söyledi:

·         Müridleri böyle sofralarda biraraya getirmekten maksadım,tarikat kardeşlerine karşı muhabbetlerini ölçmektir. Kim yemeğin lezzetlisini bırakıp da daha az lezzetlisini yerse kardeşlerini kendine tercih ettiği için tarikat muhabbetini edinmiş demektir. Nitekim Gavsi Hizânî (k.s) hz.leri beraberinde yemek yiyenlere yemeğin üzerindeki etleri ve tabağın dibindeki yağları yemeyerek arkadaşlarına bırakmalarını tavsiye eder.

Bu arada Seydai Tâğî (k.s) hz.terine toplu olarak yemek yemekten rahatsız olduğumuzu söyleyince şu cevabı verdi:

·         Rahatsızlığınızın sebebi,toplu yemekten dolayı oeğildir. Çünkü en hayırlı yemek çok elin uzandığı yemektir. Fakat şeyh ite birlikte yemek yemenin zararlı olduğu kesindir. Yalnız sohbetin hazzını yemek lezzetinden üstün tutanlar,yemek seçmeyenler ve kendini sohbetin hazzına kaptıranlar zarar görmezler Nitekim Gavsi Hizâni (k.s) hz.leri "benimle birlikte yemek yiyen herkes zarar gördü''demişti. Beni ise bu zarar görenlerden istisna etmiştir.

Mürid yemesinde konuşmasında ve uykusunda gafleti kovmaya çalışmalıdır. Bizim gibiler gafleti kovmaya çalışmalıdır. Bizim gibilerin gafleti koyabilmeleri için rabıtalı olarak yemek yemeleri, cezbesiz konuşmamaları ve rabıtasız uyumamaları gerekir.

Abdurrahmânî Tâğî (k.s) hz.leri buyurdu:

·         Kim sözleri ve hareketleriyle şeriata uymaksızın şeyhlik iddia ederse,o kimse yalancıdır. Çünkü Ebu Yezid Bestâmî hz.leri, şeyh olduğunu ileri süren bir kişinin ziyaretine gittiğinde, adamın mescide sol adımını atarak girdiğini görünce,"bu adam sahtekârdır"diyerek görüşmeden geriye dönmüştür.

Böyle kimselere, şeriatı esas almaksızın sadece hallerine bakarak uyan kimse yanılmıştır. Böyle bir kimse Deccal'a da uyabilir.Çünkü Deccal'dan birçok olağan üstü haller zuhur edecektir. Meseleye şeriat ölçüsü ile bakanlar ise Deccala tabii olmaktan muhafaza edilirler.

Deccal, Aliah'lık iddia eder. Şeriate göre Allah'ın hâşâ kör olması veya eşeğe binmesi söz konusu olamaz. Eğer böyle bir sahtekâr peygamberliğini ilân etse, şeriata bağlı olan kişi buna da aldanmaz.Çünkü o kimse Hz.Muhammed Mustafa'nın (a.s) son peygamber olduğuna ve O'ndan sonrada Peygamber gelmiyeceğine inanmıştır.

Böyle bir kimse Şeyh olduğunu iddia etse, şeriata bağlı olan kimse buna da aldanmaz. Çünkü, şeriatsız, rükûsuz, secdesiz şeyhlik olmaz.

Şu halde, doğru bir itikat sahibi olmadan ehli sünnet velcemaat yolunu benimsemeden, hareketleri ve sözleri şeriata uygun hale getirmeden müridlik olmaz. İmamı Rabbani (k.s) bu hususu şöyle ifade eder:

 Bu iki kanat olmaksızın(şeriat,tarikat), kudsî aleme doğru uçmak imkansızdır.

Tarikat, şeriattan başka bir şey değildir.Şeriata uyan her mesele tarikattandır.Şeriatsız tarikat olmaz.Şeriatsız ulaşırım diyen herkes zındıktır. Bana göre avam için gerekli olan tarikat; Fatiha suresini okumak, icmali bir şekilde doğru bir inanca sahip olmak, ipekli elbise giymeye ve başa ipekli mendil bağlamaya tevbe etmek, yabancı kadınlarla başbaşa kalmamak,hatta bu kadınlara bakmaya son vermektir.Yabancı kadınlara bakmakta nisbet olduğunu iddia eden kimse yalancıdır.

Seydai Tâğî (k.s) hz.leri birçok sohbetlerinde yabancı kadınlarla ilgilenmeyi, onlara aşık olmayı şiddetle menederek şöyle demiştir:

 Yabancı kadınlara âşık olduğunu iddia eden kimseye sâlik ismini taşımak haramdır. Böyle yapan kimse bilsin ki benim tarikatımdan çıkmış olur. Onun bu hareketi bizim yolumuzla bağdaşmaz. Hatta bizim dairemizin dışına düşme sebebidir.

Abdurrahmâni Tâğî hazretleri bana hitap ederek şöyle buyurdular:

Halife olmak az şey değildir. Nitekim âyeti kerime de şöyle buyurulmuştur:

"Allah'a davet edip de, salih amel işleyen ve şüphesiz ben müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?"                                         (Fussilet:33)

Halife olanların şu hususlara dikkat etmesi gerekir:

Şeriata ve büyüklerimizin koyduğu kâidelere, kurallara sıkı sıkıya bağlanması gerekir.

Dünyaya meyletmemelidİr.Çünkü dünya sevgisi bütün günahların başıdır. Dünyaya yönelmek sâdece mal sevgisinden ibaret değildir. Başa geçme , şöhret sahibi olma,insanları peşinde sürükleme sevdası da dünya sevgisinden sayılır. Bu hastalıklardan kurtulmak için kullanılacak silâh nefse karşı düşmanlık silahıdır.

Şeyhlik makamına geçen kimse; oturmasında kalkmasında, yemesinde, ve giyinmesinde kısaca bütün haraket ve davranışlarında şeriatın hiçbir inceliğini ihmal etmemelidir.

MUHAMMED ZİYÂUDDÎN'İN HAYATI

Hazret lakabıyla meşhur Muhammed Ziyâuddin (k.s) hz.leri yedi cemâzîyel Âhir 1272 Hicri, ( Milâdi 1855) tarihinde pazartesi günü öğleden sonra Bitlis'in Hizan kazasına bağlı Usba köyünde doğdu.

I Babası Abdurrahmîni Tâğî (k.s) ve ailesi hakkında kitabımızın başında gerekli bilgi verilmişti.

Muhammed Ziyâuddin (k.s)'hz.lerinin aile çevresi dindar insanlardan müteşekkildir. Dînî ilimler sahasında otorite olmuş olan zamanın ulemai kirâmı yakın çevresinde yaşamaktadır. Zahirî ve manevî ilimleri tahsil etmeye çok müsait bir ortam içerisinde çocukluğunu geçiren Muhammed Ziyâuddîn (k.s) hz. leri ilk eğitim ve öğretimine babası Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz. lerinin yanında başlar. Zamanında medreselerde okutulan dersleri tamamlayarak molla payesine erişir^

Vefatına kadar babasının maddi ve manevi sofrasından istifade eden M. Ziyâuddin (k.s) hz.leri tasavvuf yolundaki seyri sülukuna babasının işaretiyle Şeyh Fethullah Verkanasî (k.s) hz. lerinin yanında devam eder.

Şeyh Abdurrahmâni Tâğî (k.s) hz.lerinin son anlarında oğluna tavsiyesi şöyledir:

■ Oğlum, şeyh Fethullah,senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni başkalarından üstün tutar.

Şeyh Fethullah (k.s) hz. leri zahiri ilimlere vukûfiyetinden dolayı Molla Fethullah lakabıyla tanınan ariflerin ve irşâd görevlilerinin kutbu, kâmillerin önderi olan bir zattı. Şeyh Fethullah, mürşidinin oğlunu; en ağır hizmetlerde kullanarak kınayanların kınamasına aldırmadan kâmili mükemmll bir zat olarak yetiştirdi. Molla Ziyaûddîn'i 1889 yılında irşadla görevlendirdi.

Molla Ziyâuddin (k.s) hz.leri, mürşidinin sağlığında 10 yıl, mürşidinin vefatından sonra 24 yıl, toplam 34 yıl olmak üzere talebelerin zahiri ve batın? eğitimiyle geçen bir ömür sürdü.

Talebelerinin eğitiminde mahir bir zât olan M. Ziyâ uddîn (k.s) hz.leri aynı zamanda dini ve milleti için savaşan kahraman bir insandı. I. Dünya Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı mücadele etti. Bu çarpışmalar sırasında bir kolunu kaybetti.

■ M. Ziyâuddin (k.s) hz.lerinin I. Dünya Savaşı'nda gösterdiği bu şecaat; Mustafa Kemal Paşa'nın dikkatini çeker. Bir mektup göndererek takdir ve tebriklerini sunar, Millî mücadelede de kendisine yardımcı olmasını M. Ziyaûddin (k.s) hz.lerinden rica eder. "Nutuk"'un vesikaları bölümünde bulunan bu mektubun metni kitabımızın sonuna eklenmiştir.                   '

Hazret Muhammed Ziyaûddin'nin (k.s) Rabbinin rızası uğruna geçen ömrü ; Hicri 1342 (Miladi 1923) senesinin recep ayının 27. cuma günü sabah namazından sonra Bitlis'in Nurşin köyünde son bulur. Babasının yanına defnedilir. (Yüce Mevlâ cümlemizi şefaatlarına nâil eyliye)

Halîfeleri :

·        1 Molla Muhammed Emin

·        2 ElHac Abdülkerîm

·        3 Şeyh Ahmedel Haznevî

·        4 Şeyh Mehmed Karaköy

·        5 Şeyh Muhammed Selim Hızânî

·        6 Şeyh Mahmud Zokaydî

·        7 Şeyh Alaaddîn, (Şeyh Fethullah'm oğlu)

·        8 Tili Şeyh Şahabeddin

·        9 Tili Molla Abdullah ( Şeyh Sahabeddin'in oğlu)

·        10 Molla Halil Kavâkî

·        11 Molla Yusuf Hurtî

·        12 Molla Abdurrahman Çokreşî

·        13 Şeyh İbrahim Abrî

Çocukları:

Tek oğlu olan Molla Fethullah, kendisinden dokuz gün önce vefat etmiştir. Molla Fethullah'm büyük oğlu Cemâleddin ise kendisinden 13 gün sonra vefat etmiştir. Geriye Âişe adında bir kızı ile Takiyuddîn ve Nâsıruddîn adında iki torunu kalır. Nâsıruddîn daha sonra Şeyh Abdülhakim Hüseynî'den Halifelik alır. Hazretin her iki torunundan evlatları hizmete devam etmektedirler. Şeyh Takiyeddin'in Hafit adındaki oğluyla, Şeyh Nasır'ın Lütfi adındaki oğlunun irşad hizmetleri devam etmektedir.

MUHAMMED ZİYÂUDDÎN’İN (K.S) VEFATI

Muhammed Ziyâuddîn'in (k.s) vefatını işaret eden kutsi sözlerinden birkaç tanesi şöyledir:

Birinci dünya şavaşına katılarak büyük yararlılıklar gösteren Muhammed Ziyâuddîn bu savaş sırasında sağ koluna isabet eden bir mermi nedeni ile felç olmuştu. Felcin tüm vücuda yayılmaması için beşinci fırkanın askeri hekimi Bitlis Askeri Hastahane'sinde sağ kolunu kesmiştir.

Fakat Hazret bu ameliyatın arkasından ağır hastalığa tutuldu, vefat edecek diye çok korkutmuştu. Bazen bayılıyor bazen de . ayılıyordu. Bu hal üzere iken birgün şöyle söyledi:

·         Rüyamda kalabalık bir şeyhler gurubunun yanıma geldiklerini gördüm. Gavsı Azam Ervasî, Üstad Abdurrahman Tâğî ve Şeyh Fethullah Verkansî hz. de aralarındaydı. Dünyada mı kalacağım, yoksa ahirete mi intikal edeceğim hususunda aralarında uzun uzun müzakereler yaptılar. Fethullah Verkansî (k.s) dünyada kalmamın daha hayırlı ve insanların hidayete kavuşmalarına vesile olacağımı belirterek sekiz yıl daha yaşamamı teklif etti. Hazır bulunan büyüklerimiz de bu teklifi uygun görerek dağıldılar.

Nitekim Muhammed Ziyâuddîn hz. bu rüyanın dokuzuncu yılı başlarında vefat etmiştir.

·         Muhammed Ziyâuddîn hazretleri ömrünün son zamanlarında Azizan'dan Nurşin'e taşınmayı ısrarla istiyordu. Ailesinden bazıları da Azizan'da kalmak istiyorlardı. Azizanlılar da Şeyh hazretlerinin köyde kalması için ısrar ediyorlar, bu konuda dil dökerek yalvarıyorlardı.Şeyh hazretleri, bütün bu ısrarlara rağmen "Üstadı Azam Abdurrahmanı Tâğî hazretlerinden uzak kalmaktan ve onun yanıbaşında değilken vefat etmekten korkuyorum" diyordu.

Vefatından bir yıl önce yukarıda bahsettiğimiz engellerden hiçbirine aldırış etmeksizin kesin bir kararlılıkla evini Nurşin'e taşıdı ve orada vefat etti.

Hastalığı sırasında yakınlarına "işte bunun için evi taşımakta acele ettim" demiştir.

Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından bir yıl kadar önce bir yolculuğuna çıkacağı sırada şöyle dedi:

■ Gidelim de Üstadı Azam Tâğî hazretlerinin o tarafta gerek yazın ve gerekse kışın kaldığı ve gezdiği yerleri büyük bir özlem ve hasret içinde sezmiş yürek yanıklığı ve muhabbetle Üstadı Azam hazretlerinin bazı hal ve sözleri ni anlatmıştır.

Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından yedi ay kadar önce Zirnacur taraflarında bir gün hastalandı. Bunun üzerine köyün misafirhanesine gelerek istirahate çekildikten son ra "hayatımın geriye kalan kısmında ne hayır ne de huzur kaldı.Çünkü zamanımın çoğu hastalıkla geçiyor" dedi.

Bunun üzerine kendisine "Allah korusun! Biz Allah (C.C) size uzun ömür versin diye dua ediyoruz, "dedim. Bana "O halde afiyetle birlikte diye dua edin" dedi. Bu sözlerine karşılık kendisine biz her zaman öyle dua ediyoruz. Fakat şimdi sözü uzatmamak için böyle söyledim diye cevap verdim.Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından altı ay kadar önce Kusura gideceği sırada "Üstadın oralardaki mekanlarını ziyarete gidelim. Belki de oraları bir daha hiç göremeyiz"dedi.

Demirci’ye geldiğimizde üstadın gezdiği yerleri ve oralardaki dostların misafirhanelerini (evlerini) hasret ve özlemle dolaşıyor, misafirhane sahiplerini anarak onların hallerini anlatıyordu. O günlerde şeyhinin oğlu Ma’ruf, evini Çığırdan Bulanık'a taşımak isteyince bu İsteğe karşı çıkarak "ilk bahara kadar kalsın sonra bakalım ulu Allah ne yapar" diyerek ilkbahardan önce vefat edeceğini işaret etmiştir.

Muhammed Ziyâuddîn hz.leri vefat edeceği yıl sık sık ölümden bahseder ye sohbetlerde bu konuyu işlerdi. Oysa daha önceleri böyle bir adeti yoktu. Önceleri soh’ etleri sırasında muhabbetten ve muhabbeti meydana getiren faktörlerden bahsederdi.

Din ve dünya ehli hakkında, yani, Peygamber, şeyhler ve devlet adamlarından menkıbeler anlatır, sonra bu şahısların vefatlarından söz ederek "Bu âkıbetten hiç kimse kurtulamaz. Nazarı itibara alınacak şey kişinin ahirete hazırlık olarak işlemiş olduğu amellerdir." gibi sözlerle sohbetini bağlardı.

***

Muhammed Ziyâuddîn hz.vefatından beş ay kadar önce birgün Nukî köyünde çözmeye çalıştığı yorucu bir meseleden sonra şöyle dedi:

 Bu adamlar, daha doğrusu zamâne insanları ne'kimseyi dinlerler, ne de kimseye boyun eğerler, nede herhangi bir şeyden ders alırlar. Bu yüzden de hiç kimse onlara faydalı olamaz. Allah (C.C) beni onların arasından alsa, ne iyi olur. O zaman yaptıklarına pişman olurlar, ama o pişmanlıklarının hiç bir faydası olmaz

Muhammed Ziyâuddîn hz. leri vefatından üç ay önce kışın Bitlis'e gitmeye karar verdi. Ailesi havanın soğukluğunu, mevsimin uygun olmadığını ve hastalığını ileri sürerek bu yolculuğa engel olmak istedilerse de onu bu kararından vaz geçiremediler.

Yola çıkmadan şeyhinin mezarını ziyaret ederken bana "Bu sefer Bitlis'e gidişimizin tek sebebi Şeyhi Azam hazretlerinin mezarını ziyaret etmektir. Çünkü ilk bahara kadar ulu Allah'ın ne yapacağını bilmiyoruz" diyerek ilk bahardan önce vefat edeceğini işaret etti.                      ,

***

•* Muhammed Ziyâuddîn hazretleri Bitlis'te iken bazı Siirt'liler yanına gelerek irşad amacıyla beldelerine gelmesini ve orada görmeyi arzu ettiklerini yalvararak söylediler. Onlara "havalar soğuk olduğu için şimdi sizin oralara gelemem, fakat ecel mühlet verirse şubat ayında, inşaallah gelirim" diye cevap verdi.

Bitlis’ten Nurşin'e dönünce Şeyh Abdurrahmân Bilvanisi ziyaretine gelmişti. Bir süre kaldıktan sonra geri dönmek niyeti ile vedalaşıp ayrılırken ona "Eğer gelmek istiyorsan şubat ayının başında gel, yoksa gelme" diyerek o tarihten sonra gelirse kendisini sağ bulamayacağına işaret etti.

Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından iki ay kadar önce biraz tereddüt ettikten sonra kardeşinin oğlu şeyh Masum’a adam gönderdi. Kendisini tatlı bir ifade ile tevbe etmeye çağırır. "Gel de hep birlikte tevbe edelim, yani ben, sen ve eşim Medine" diye haber yolladı. Şeh Masum yanına gelince kendisine vedalaşır gibi din ve dünya ile ilgili bir takım nasihatlerde bulunarak kendisini artık bir daha sağ göremi yeceğini işaret etti.

***

Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatına yakın Semerşeyh’de oturan kızkardeşi hastalanınca eniştesi Molla Resul'u eşinin yanı, na gönderirken kendisine "Sakın geç kalmayasın, orada beş günden fazla kalmayasın" dedi. Ayrıca kızkardeşine da başka bir adam göndererek "Eğer eşin Molla Resul'ün kısa zaman sonra geri dönmesine engel olursan sonra çok pişman olursun" diye haber göndermek sureti ile eniştesi çok geç kaldığı taktirde kendisini sağ bulamayacağına işaret etti. Nitekim dediği gibi oldu. Molla Resul eşinin yanında fazla kalmayarak döndüğü için hem şeyh hazretlerinin son bir haftalık hastalığına ve hem de oğlu Molla Fethullah'ın hastalanıp vefatına yetişebildi.

Muhammed Ziyâuddîn (k.s) hz. vefatına bir aydan az kala kızkardeşinin oğlu Muhammed Bâkî'nin evinde Üstadı AzamTaği hz. lerinin evinin güzel idare edildiğini, orada çok sayıda âlim ve sâlik'in barındığını, ayanı zamanda her yöreden kalabalık sayıda kimsenin tarikata girmek için başvurduğunu anlattıktan sonra şunları söyledi:

 Bu zamanda böyle bir durum büyük bir nimettir. Bol şükür gerektirir, ama biz bu şükür borcunu yerine getiremiyoruz. Fakat ben bu gelişmeden korkuyorum. Çünkü şeyh hazretleri bu durumu kemâl alâmetleri arasında saymıştı. Oysa bilindiği gibi her kemâlin ardından bir zeval dönemi gelir. Fakat umarım ki, ulu Allah (C.C) geriye kalan ihtiyaçlarımızı noksanlıklar hanesinda sayar da dolayısı ile bu durumu kemâl kabul etmeyerek bir süre daha devam etmesini nasip eder.

Muhammed Ziyâuddîn'in Oğlu Fethullah kendisinden sekiz gün önce vefat edince "Senden önce vefat edeceğimi ve senin arkamda kalacağını sanıyordum, fakat Allah (C.C) böyle istedi, böyle oluşunun hikmetini o bilir" diye seslendi. Oğlu toprağa verildikten sonra hastalandı. Hastalığının ilk günlerinde "Molla Fethullah gitti. Görünen o ki, onun arkasından ben de kalacak değilim, böylece dünya yıkılıyor." dedi.

Şeyh hazretleri" böylece dünya yıkılıyor" derken ya kendisi ile oğlunun arka arkaya ölmesi ile Üstadı Azam Tâğî hazretlerinin eşiğinden nisbetin ve ilmin kalktığını, bu yörede hidayetin sona erdiğini kasdetmiştir. Bu olaylar gerçekten büyük bir yıkım olmuştur. Yahutta ölümünden sonra meydana gelen ve kıyamet gününün yaklaştığına delalet eden şaşırtıcı olayları kasdetmiştir. Vefatını takip eden günlerde meydana gelen olaylar nerede ise kıyamet alametlerinden sayılacaktı.

***

Peygamber Efendimiz (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM.V.) de vefat edeceği yıl sık sık emirler konusunda hutbeler vererek sahabileri ikaz edip teşvik etmiş, tavsiyelerde bulunup onlarla vedalaşmaya ağırlık vermişti.

Muhammed Ziyauddin hz.leri de vefat edeceği yıl şeriatın emirlerinin ve tarikat âdâbının müritleri, ev halkı ve yakın çevresi tarafından uygulanmasına çok önem veriyor, onları bu konuda teşvik ediyor ve tersine hareket etmelerine olanca gücü ile karşı koyuyordu. Nitekim, o yörede, hatta çok uzaklarda onun vefatından sonra halk arasında tam bir dine bağlılık ve uyanış belirmişti.

O yıl sohbetlerinde şöyle derdi: Olanca gücünüzü ve gayretlerini sonuna kadar kullanarak nakşibendî nisbetine sahip olunuz. Bu nisbet en pahalı mücevherler den ve kırmızı kükürtten bile daha değerlidir. Bunisbetşu yöreden kalkmadan önce onu elde ediniz. Çünkü eğer bu yöreden kalkacak olursa bir daha MevlânâHalidi Bağdadî hazretleri gibi biri bulunmaz ki, Hindistan'a gitsin ve o nisbeti alıp getirsin dedi.

***

Yine sıksık Kur'anı Kerim okuyor, hatmeleri, sohbetleri teveccühleri hiç kaçırmıyordu. Hastalığı ilerlediği için onları zorluk ve sıkıntı çekerek yapıyordu. Uzlete çekilerek gerekli olmadıkça dünya kelamı konuşmaktan hoşlanmamasına rağmen bazı müritler kendisini köylelere çağırınca tevbe edip tarikata girenler olabilir umudu ile bu davetlere icabet etmekten geri kalmıyordu.***Muhammed Ziyâuddîn hz.leri vefat edeceği yıl hadis, sahabîlerin hayatı ve şeyhlerin menkıbeleri ile ilgili kitapları okumaya koyuldu. Onların rengine bürünmek için de okudukları hakkında sık sık konuşurdu .

Büyük bir gayretle insanları irşad edip Allah'a (C.C) ulaştırmaya çalışan Şeyh hazretleri sık sık rabıta kurarak, murakabeye dalarak ve gerekse sohbetlerde cezbe ve muhabbetle konuşarak, huzur halinde istiğrak makamına ermek için kendini, kalbini, zihnini bir noktada yoğunlaştırırdı.

Çünkü velîler daha önce arif ve ricat ehli olsalar bile komaya girince istiğrak haline geri dönerler.

Muhammed Ziyâuddîn hz. son hastalığı sırasında müritlerine çok iltifat ediyordu. Hatta ev halkı arasından ziyarete gelenleri ağırlayacak ve taziye için gelenlerle ilgilenecek birinin olmamasından dolayı rahatsız oluyor, sık sık gelenlerin hallerini yemek yeyip yemediklerini ve nerede yattıklarını soruyordu. Benim geldiğimi öğrenince " Artık o misafirlerle ilgilenir, ben de bu bakımdan rahat ederim "dedi. Yakın dostlarını günde çoğu zaman bir defa huzuruna çağırır, yabancılarla görüşürken güçlük çekmesine rağmen onlara izin verirdi ve herkes ile mümkün olduğu kadar şefkatli bir dille konuşur, orada olmayan ve adlarını bizim hatırlamadığımız dostlar hakkında sorular sorardı.

Bir keresinde Üstadı Azam Tâğî hz.leri'nin çocuklarının durumunu sordu ve "onları hiç yüzüstü bırakmadım" dedikten sonra onların eğitimi konusunda gayret gösterilmesini tavsiye etti.

Ben kendisine "sadece Üstadı Azam’ın çocuklar ile değil yakın dostları ve müridlerinin çocukları ile ilgilenilmeli" dedim o da

"İnşallah öyle olur" dedi. Vefat edeceği gece beni yanına çağırarak "Git, yakın dostlara söyle de benim için dua etsinler. Biraz tedirgindim, ama hamdolsun. Şu anda tedirginliğim ortadan kalktı" dedi. Bu sözleri dostlarının gönüllerini haz etmek ve onlarla vedalaşmak maksadıyla söylenen sözler olarak yorumladık.***Muhammed Ziyâuddîn hz. leri ağır hastalığına ve şiddetli ağrılarına rağmen son günlerde kendini tamamen Rabbine vermiş bütün şuuru ile Allah'a ulaşmayı yoğunlaştırmıştı. Sık sık aile fertlerine ve diğer bağlılarına şeriat yolundan hiç sapmamalarını Nakşibendi tarikatına bağlı kalmalarını, büyüklük âdâbınâ ve tutumlarına sıkı sıkıya uymalarını, bütün bunları yaparken de ihlas ve sağlam bir niyete önem vermelerini tavsiye etti.

Bize ne emredersiniz diye sorunca yukarıdaki hususları hatırlatmakla yetindi. Komaya girmeden önce Üstadı Azam’ın çocuklarını hatırladı ve "Elhamdülillah tam manası ile kabiliyetli ve istidatlı çocuklardır dedi. Kendisine onların istidadını kim meydana çıkaracak deyince bana "Ulu Allah" diye karşılık verdi. Ev halkından birine, yukarıdaki tavsiyeleri tekrarlamıştı. O yakını" Peki, bu konuda bize kim rehberlik edecek, bizi kim eğitecek " diye sorunca şöyle dedi.

 İnsanın niyeti halis, maksadı sadece Ulu Allah olunca hiç şüphesiz, O kolaylık ihsan ederek kendisine ulaştıracak yollan nasılsa buldurur. Fakat insanda halis niyet olmazsa, O' nun desteğinden ve kolaylaştırıcı ilgisinden mahrum kalınır.

***

• Peygamberimiz'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şemâiline, sahabilerin (r. Anhüm) siyerine ve şeyhlerin menkıbelerine özlem ve cezbe haline çok ilgi gösterirdi.

Bir gün bana Peygamberimizin dünyada nasıl yaşadığını, hiç dünya lezzetine önem vermediğini anlattıktan sonra "Bu nokta da dahil olmak özere Resulullah'a (a.s) her halinde uymak gerekir" dedi. Bunun üzerine oğlu Molla Fethullah'ın vefatı karşısında kendisini teselli etmek niyeti ile "Peygamberimizin (s. a) bütün oğulları sağlığında vefat etmiş ve arkasında hiç bir erkek evlad bırakamamıştır. Peygamberimiz (s. a) bu durumu hoşnutlukla karşıladığına göre bu hususta da ona uymak güzel olur. Aynı durum sizin başınıza da geldiğine göre bu durumu hoşnutlukla karşılamahdıf dedim. Sözlerime sevinç içinde ve gülümseyerek şöyle dedi.

"Evet inşaallah öyle olur. Allah'a karşı muhabbet beslediğini ileri süren kimse, kendine göre iyi olan niyetle bile olsa Allah'dan başkasına gönül bağlamamalıdır. Çünkü ulu Allah ortak kabul etmez. Ben Molla Fethullah'ı bilgisinden dolayı nakşibendi tarikatını yayması ve bu eşikte insanların hidayetine vesile olması için sevdiğimi zannediyordum. Allah (C.C) benim kastımı yerinde görmediğine göre bu duruma razıyim ve oğlumun vefatını inşallah sabırla karşılamaya hazırım"

Buna rağmen hastalığının son günlerinde de koma halinde oğlunu anıyordu. Bir keresinde oğlunu anınca bağlılarından biri "Şimdi onu anmanın sırası değildir. Çünkü Efendimiz Yakup (a.s) oğlu, Yusuf dan (a.s) ayrı düşünce çok üzülmesine rağmen bu yüzden onu hiç kimse kınamamıştır" diye cevap verdi. Bu sözden de açıkça anlaşıldığı gibi o "Kutup" mertebesine ermişti.

Muhammed Ziyâuddîn hz. leri son hastalığı sırasında murakabeye devam ederek halveti tercih ediyor ve çok az konuşarak ; kalbini bir noktaya yoğunlaştırmaya çalışıyordu. Yanına girmek isteyen dostlarına ve ziyaretçilerine izin verirken "Buyursunlar, fakat beni çok konuşmaya zorlamasınlar" diyordu.

Bir gece bana "Şu anda biri sağ öbürü sol memelerimin altından çıkarak vücudumu kaplıyan iki nur sütunu görür gibiyim" demişti. Biraz sustuktan sonra elini havaya kaldırarak yüksek bir sesle "O Reşîd ve Sabûr olan Allah'a doğru yükseldi" dedi.

Hastalığı sırasında yanında bulunanların edep kurallarına uymaları konusunda çok titizdi. Nitekim yüzüne dik ve ısrarlı bir şekilde bakılınca kızarak" Gözlerinizi yumun" diye emretti. Kendisi de şefkat, iltifat ve tasarruf bakışları ile sözlerini tek tek dostlarının çehresinde gezdiriyordu. Koma halinde iken bile böyle yaptı.

Yakın dostlarından biri bana şöyle dedi: "Vefat ettiği günün ikindi vakti sen onun yanında gözlerin kapalı olarak otururken

Şeyh hazretleri gözlerini açmış', öyle sanıyorum ki şefkat, iltifat ve tasarruf maksadı ile senin yüzüne bakıyordu. Bu hali üç kere üstüste tekrarladı." dedi.***Muhammed Ziyâuddîn hz.leri Üstadı Azam hazretlerinin evlatları vasıtası ile ilim ve nakşibendi nisbetinin devam etmesini çok istiyor, bu nisbet ellerinden gider diye büyük üzüntü duyuyordu bu üzüntüsünü son hastalığı sırasında şöyle dile getirmişti.

"Molla Fethullah’a hilafet izni vermeyip nakşibendi silsilesine katılmasını sağlıyamadığımdan ve Molla Muhammed Bâkî'ye de okuyacağı kitapları tamamlatıp, icazet vermek nasip olmadığından dolayı üzüntü duyuyorum" dedi. Oğlunun vefatı ve kendi hastalığına rağmen talebelerin derslerine devam etmelerini emretmiştir. Bunun yanında Allah'a (C.C) kavuşmayı da şiddetle arzuluyordu. Devamlı hazırlık yapıyor ve her fırsatta bu meseleyi konuşuyordu.

Zaman zaman kendisine Allah (C.C) afiyet içinde ö mür versin diyorduk. Bu arzumuzu şöyle açıklıyorduk; "Üstadı Azam hazretlerinin eşiği boş kalır ve oranın nisbeti kesilir, oysa insanların hidayeti o kapının açık kalmasına bağlıdır. Ayrıca Üstadı Azam'ın evlatları da sahipsiz ve mürşidsiz birer yetim olarak kalırlar" dedik. Bu sözlerimize karşılık:

 Ben de hem o eşiğe ve hem de Üstad hazretlerinin evladlarına bağlıyım ve onlardan ayrılmak istemem. Fakat Ulu Allah (C.C) dilediğini yapar dedi.

***

" Muhammed Ziyâuddîn (k.s) her konuda seleflerine uymayı çok istiyordu. Nitekim son günün kuşluk vakti sırasında Üstadı Azam hz.lerinin hastalığı ve vefatı arasındaki süreyi en iyi kendisi bildiği halde bana " Üstad hz.leri hangi gün vefat etmişti?" diye sordu. Kendilerine" Kaba kuşluk sırasında" diye cevap verdim. Arkasından "Peki, son hastalığında onu Tercunk köyünden buraya nasıl getirdiler" diye sordu. Kendilerine şöyle cevap verdim ; "Şeyh1 Azam hazretleri bazı Şeyhan ve Balegah köylülerine sedye ile birlikte gönderilip kendilerini taşımaları konusunda mektup yazmıştı. Çünkü kendisinin ata binecek gücü yoktu. Buraya getirildiği sırada yerde biraz kar vardı. Kış mevsimi yeni başlamıştı. Buraya geldikten sonra bir hafta yaşadı, arkasından vefat etti."

Daha sonra sözlerine devam ederek Üstadı Azam.hz. lerinin burada toprağa verilmesine Şeyhı Azam hazretleri ve çok yakın bir dostu ile birlikte kendisinin karar verdiklerini açıkladı. Anlattığına göre ya burada ya Üveysül Karanî hz.lerinin türbesi yanında veya hatırlayamadığı bir üçünncü yerde (burası bir arkadaşımızın dediğine göre Gayda köyü idi) toprağa verilmesi söz konusu idi. Müşâvere sırasında Veysel Karanî hz.lerinin yanında toprağa verildiği takdirde halkın Veysel Karanî'ye ilgilerini azaltıp üstad hz.lerine yönelebileceklerini düşünülmüş üçüncü yer hakkınde başka mahzurlar belirtilince Üstadı Azam hz.lerinin burada toprağa verilmesi kararlaştırılmıştı.

Bu konu zihnine nakşolmuş ki; koma döneminde "Şeyhan ve Balegan köylüleri geldiler mi? sedyeyi hazırladılar mı ? Gidelim " diye sayıklamıştı.

Kendisine" Evet" diye cevap vermemiz üzerine" Peki beni böyle hasta iken nasıl eve götürecekler" diye konuşmaya devam edince kendisine yumuşak ve tatlı bir dille" İnşaallah" diye karşılık vermiştik.

Muhammed Ziyâuddîn hz.leri son hastalığı sırasında şeriat, tarikat ve yüce nisbet konusunda çok ilgi ve titizlik gösteriyordu. Hatta son günü öğleden sonda kadın  erkek ve çocuk bütün aile mensuplarını yanına çağırdı ve en büyük halifesi Molla Muhammed Emin'e orada bulunanlara tevbe verdirmesini emretti. Kendileri de yastığın yanına oturarak şöyle dedi;

  Onlar (yani büyük şeyhler) iki gündür bana gerek ev halkımı gerek buraya başvuranları irşad etmemi ve bu işi Molla Muhammed Emin'e havale etmemi telkin ediyorlardı"

Muhammed Emin'in, Allah yolunda ve tarikat alanında tükenmez bir hazine olduğunu belirttikten sonra şöyle konuştu.

 Önce ihlaslatevbe ederek Allah'a (C.C) yönelmeli, arkasından da Üstadı Azam tiz lerinin türbesine giderek dua edip eşiğine yüz sürmelisiniz. Tâki, Allah (C.C) bu sayede bana şifa vers

Bu yaptığınız tevbe sadece işlemiş olduğunuz günahlardan tevbe etmek değildir. Bu tevbe aynı zamanda, her şeyden sıyrılıp sadece Allah'a sığınma, yüce Nakşibendi tarikatı ile bağdaşmayan her türlü hareketten sıyrılma, bundan sonra dünyanın zinet ve hazlarına dalmaktan kaçınma, dünyanın alımlı ve göz boyayıcı menfaatleri için yarışmaktan sakınma amacı güdülmezdir."

Muhammed Ziyâuddîn hz. vefatından önce, daha önceki selefleri gibi yerine kimin geçeceğini belirlemiş ve tüm bağlıları ile müridleri teslim edeceği bir vekil tayin etmiştir. Bu konuda sadece daha önce söyledikleri ile yetindi.

Bu davranışın iki gerekçesi olabilir. Ya daha önceki selefleri gibi bir kişi üzerinde kesin bir karara varmamıştır. Yahutta böyle bir kararı açıkladığı takdirde bağlılarına tam mânâsı ile uygulanamayacağını ve bu nedenle zarara uğrayacaklarını düşünerek onları böyle bir tehlikeye düşürmekten kaçınmış, kendilerini vicdanları ile * başbaşa bırakmayı tercih etmiştir. Ev halkından bir arkadaşımız ikinci ihtimalin düşünüldüğünü belirtmişti.

Şeriat konusundaki titizliğini şu olaylarda görebiliriz.

Vefat edeceği gece bana yatsıdan sonra Garzan'da kıyılan ve geçersiz görünmesine rağmen geçerli olması da muhtemel olan nikahdan bahsetti ve bazı insanların nikahının geçersiz olduğundan hareket ederek onu başkası ile evlendirmek istediklerini anlatarak "Aman dikkat edin, o kadın yeniden nişanlanıp da yanılgıya düşmesin" dedi.

Sözlerinden birşey anlamamıştım. Bir süre sonra eşi Tayyİbe bana olayı etraflı bir şekilde açıkladı.

Size ağır hastalığına rağmen tüm sünnetlere eksiksizce uymasını belirtmem gerekir. Ruhunu teslim edeceği anlarda bile üç yudumda suyu içmiş, ilk yudumu besmele ile ve son yudumu da Allah'a (C.C) hamdederek bitirdi. Yine abdestin hiç bir sünnetini eksik bırakmamıştır.

Rabbimin huzuruna çıkmayı öyle büyük özlem ile bekliyordu ki, vefat edeceği gece bir an önce sabah vaktinin girmesini istiyor ve bu yüzden devamlı olarak bize saatin kaç olduğunu soruyordu. Bazen iki soru arasında ancak beş dakika geçiyordu. Bir kere kendilerine saatin yedi olduğunu söylediğimizde" Yediden onikiye kadar beş saat var, o da hayli uzun" dedi.

Hatta komada bulunduğu sırada sabah namazı vaktinin girip girmediğini sorarak bizlere döndü ve "Abdest alıp namazlarınızı kıldınız mı? " diye sordu. Kendilerine birkaç kere henüz sabah namazı vaktinin girmediğini söyledikse de hiçbir faydası olmadığı için sonunda kendilerine abdest alıp namaz kıldığımızı söylemek zorunda kaldık.

Fakat bu sefer de ısrarla" O halde ben de abdest alıp kılayım da namazımı kaçırmayayım” dedi. Onu bu arzusundan vazgeçilmeyince" Ruhunu teslim etmeden önce abdest alır da Rabbine abdestli olarak kavuşur" dedik.

Kalkabileceğini tahmin etmememize rağmen kalkmak isteyince kollarından tutup kaldırdılar. Yatağın kenarına geldi ve eksiksiz bir abdest alıp yine eksiksiz bir şekilde namaz kıldı. Namazın sonunda sağındaki ve solundakilere şefkatli gözlerle bakarak selam verdi. Bu bakışlarından onun son bakışı ve veda ettiğini anlıyorduk.

Komada iken ev halkından biri misvak getirmiş dişlerini misvaklamak istiyordu. Misvağı kendisi alarak usulüne uygun şekilde misvaklamaya başlaldı.Misvağı kullanamaz olunca elinden tutup iki defa ağzını misvakladım. Bu arada misvak harekeket edebilsin diye ağzını açık tutuyordu.

Şuuru son ana kadar yerinde idi. Yanına gelenleri tanıyor onlara yer gösteriyor ve sorularına cevap veriyordu. Nitekim nefes alışı zorlaştığı sırada şeyhinin oğlu Muhammed Cüneyd kapıdan girince onu hepimizden önce tanıyarak" Ya Şeyh Cüneyd, şöyle buyur" diye seslenmişti.

,             Muhammed Ziyâuddîn hz.leri vefat edeceği günün gecesin

de gördüğü rüyayı şöyle anlattı:

 Çok sayıda asker gelip Üstadı Azam hazretlerinin türbesi . ni ziyaret etti. Yer ile gök arasını bem beyaz kuşlar doldurdu. Bu beyaz kuşlardan büyük biri bana gelerek Hazır ol, saat onbir veya onikiden sonra, yani sabah açtıktan sonra yola çıkacaksın, dedi.

Büyük sûfiler; askerleri şeyhlerin ruhları, kuşları da melekler olarak yorumlamışlardır. Şeyh hazretleri bu rüyayı anlattıktan sonra ev halkı yanından dışarı çıkarak bir iki kişi ile benim yanına girmemi söylediler.

Önce bizler sonra yakınlan yanına geldelir. Üzerinde ölüm alametleri belirince kendisine dedim ki; "Anlaşılan siz bizleri şaşkın ve yetim olarak bırakıyorsunuz. Sizden sonra bizim sahibimiz ve rehberimiz yoktur."

Bu sözlerim karşısında " Elhamdülillah, sen varsın " diye karşılık verince kendisine "Benim varlığım senin sayende idi. Yoksa ben neyim, ne faydam olabilir" diye cevap verdim. Bunun üzerine "Allah var, o herkese yeter" diye karşılık verdikten sonra" Benim Allah’dan başka hiç bir şey ile alâkam kalmadı" dedi. Ben de" Buna hamdolsun, zaten öyle olması gerekir" dedim.

Her halde bâtınî âlemin zahirini etkisi altına almasından dolayı olacak, bir yakın dostumun telkini üzerine bizzat söylediği gibi açıktan" lâilâheillellâh" demiyordu. Kendisine hatırlatmak için." Sen her gece seyyidi istiğfar ile Bakara sûresinin sonunu okurdun. Bu gece bunları okudunmu" diye sordum;" Hatırlamıyorum" dedi. Bunun üzerine " Ben onları okuyayım siz de arkamdan okur; sunuz diye sorunca bana" Evet oku " dedi.

Önce seyyidül istiğfarı, sonra Bakâra suresinin sonunu okumaya başladım. O da arkamdan okudu. Okuma bittikten sonra

■ kendisine" Bu hastalığın sırasında Yunus (AS) mm teşbihini okudun mu?" diye sordum. Bana" Kırk kere okudum ama şimdi bir kere daha okuyalım" diye cevap verdi. Arkasından kendisine "Artık şimdi" lâilâheillallah" demenin vakti değil mi ? diye sorunca bana" Evet, nitekim Hacei Ehrar hazretlerinin belirttiğine göre bin bıranşın ve fennin bilgisine sahip olsan bile, bunların hepsi gider ve ahi

I rette sana sadece "lâilâheillallah" kalır" deyip cevap verdi.

Daha sonra kendi kendine nakşibendilerin teveccüh sırasındaki adeti uyarınca net bir ses tonu ile" inne fi halkıssemavâti...” âyetinden itibaren Ali imran suresinin sonunu okudu.

Okuması bittikten sonra kendilerine" Şeyhı Azam hazretlerine vefat etmek üzere iken ne söylediğinizi hatırlıyormusunuz?" diye sordum.

Bu soruma şöyle cevap verdi " Evet hatırlıyorum. Ona demiştim ki." Üstadı Azam Tâğî hz.leri vefat ederken yanıbaşında sen vardın. Sen büyük bir güce sahip olduğun için her konuda kendisini uyarabiliyordun. Oysa biz o görevi yapamayız. Bu yüzden şeyh hazretlerinin kendi kendisini uyarması gerekiyor" ” Sözleri bitince kendisine:" Şimdi biz de sana sizin o zaman söylediğiniz sözlerin aynısını söylüyoruz" deyince içinden derin'bir "ah" çektikten sonra bana şu karşılığı verdi: ” Ben nerde onlar nerede! Onlar büyük kimselerdi, ben onların derecesine eremedim. Bu yüzden sizin beni uyarmanız ve hiç bir sünneti ihmal etmeme meydan vermemeniz gerekir."

Bu sözden sonra artık konuşmadı. Biz de kendisine birşey söylemedik, daha önce söylediğim gibi kendi eli ile bir kere dişlerini misvakladı, arkasından iki kere biz kendisini misvakladık. Bir ara, işareti üzerine alnını su ile ovduk. Herhalde sünnet olduğu hakkında bir delil bulamadığı için olacak, aynı şekilde göğsünü ovmamızı işaret etmedi.

Artık her sözünün arkasını "lâilâheillallah" diyerek bağlıyordu. Bir ara dostlarından biri" lâilâheillallah" demesini telkin edince" lâilâheillallah dedikten sonra hiç konuşmadım ” dedi. Dostu "Ama şimdi konuştun işte" deyince hemen "lâilâheillallah" dedi. Bu andan itibaren mübarek nefesi kesilinceye kadar artık hiç bir söz söylemedi. Hatırladığıma göre son nefesini verdiği sırada mübarek dili üst damağına yapışık durumda idi.

Elhamdülillah, böylece son sözü " lâilâheillallah" olmuştu. Sadık bir aşık gerçek sevgilisine kavuşmuş, aradaki perde kalkarak ruhu ünsiyete ve sükûnete ermişti. Bu ünsiyet ve sükunet oradakilerin kalblerine yansıdığı için herkese şaşırtıcı bir huzur meydana gelmişti. Halbuki kendileri o ana kadar bir hüzün ve ölümü andıran bir esef içindeydiler.

Son günlerinde ölüme ve vuslata yaklaştıkça mübarek yüzü daha parlak, daha alımlı ve daha güzel bir görünüm kazanıyordu hatta yanakları al al olmuş ve çehresinin gülümsemesi belirgin hale gelmişti. Bu yüzden kendisini görenler sağlığının iyice düzeldiğini sanıyorlardı.

Son nefesini vereceği sırada yüzünde ve alnında ayna gibi bir pırıltı, bir ışık belirmişti. Bu pırıltı ve ışığı orada bulunan herkes görmüştü. .

Vefat edeceği günün sabahı yattığı odadan dünya kokusuna benzemeyen hoş bir koku yayılmaya başlamıştı. Yanına giren herkes bu kokuyu hissediyordu. Bu koku gittikçe kuvvetlendi ve vefatı sırasında odanın her yanını sarıverdi. Bu koku dışarıdan bile hissedilir hale geldi. Son nefesini verdiği anda, ve toprağa vermeden önceki yıkanışında vücuduna değen her elbise veya bez parçasından aynı hoş koku dağılıyor ve üstelik bu koku sindiği yerden bir kaç kere yıkansa bile çıkmıyordu.***Şeyh hz.lerini daha önce hac sırasında Beytullah'da, Ravzai Mutahhara'da sahabi ve büyüklerin türbelerini ziyareti sırasında ve seleflerin mezarları başında ayrıca sohbet ederken muhabbetinin bariz hale geldiği anlarda, bayramlarda ve sevinçli günlerinde koku sürünmüş ve süslenmiş olarak görmüştüm fakat hiçbir zaman son saatlerinden başlayıp vefatına kadar geçen suretteki kadar güzel yüzlü, parlak görünümlü ve hoş kokulu görmemiştim.

Allah (celle celalühü), Peygamberimiz (Salla'llâhü aleyhi ve sellem) hürmetine hepimizi onun izinden ayrılmayanlardan eylesin, onun nur denizinden feyizler akıtsın, yüce kapısında ve bağlıları arasında yüce nöbetini geliştirerek devam ettirsin.

***

İrşad süresi. Şeyhinin zamanında on yıl, şeyhinin vefatından sonrada yirmi dört yıldır.

Cenazecini Molla Abdullah Baîekî ile Molla Abdülkerim Tertubî diğer dostlarının yardımı ite yıkadılar. Kendi işareti üzerine babasının yanıbaşma defnedildi.

1

Şafiî mezhebinde tesbihat yaparken safı bozmamak sünnettir.

2

Bu haber ,bu lafızlarla hadis olarak Resulullah'dan sabit değildir. Fakat manası uygundur.

3

Ahzab suresinin 53. ayetinde bildirilen; Peygamberfs. A.v) Efendimiz hanımlarını ondan sonra nikah edilmesinin yasaklanması meselesi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar