Print Friendly and PDF

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM/ Yusuf el-KARDAVİ

 

MÜTERCİMİN SUNUŞU

Sünneti Anlamada Yöntem adıyla Türkçe'ye kazandırdığımız bu değerli kitabından bir yıl sonra Prof. Dr. Yusuf el-KARDAVİ'nin sünnet ile ilgili başka bir kitabı daha yayınlandı: el-Medhal li Dirâseti's-Sünneti'n-Nebeviyye (Sünnet Çalışmaları­na Giriş) adıyla, 1991 Mektebetu Vehbe tarafından Kahire'de neşredilen kitabı görür görmez heyecanla alıp inceledim. Neticede yazar bu yeni kitabında, bizim Sünneti Anlamada Yöntem adıyla terceme ettiğimiz kitabın sadece bir kısmını çıkartıp, başına sünnete giriş mahiyetinde seksen sekiz say­falık yeni bir bölüm koyduğunu gördüm. İki kitap arasında­ki yegane farkı oluşturan bu yeni bölümü zevkle okuduktan sonra onu da terceme etmeyi düşündüm. Böylece bir yandan hemen hemen aynı kitabın, kapak ismindeki değişikliğinden

dolayın ikinci kez terceme edilmesinin Önlenmesini de amaçlarken, öte yandan oldukça faydalı gördüğümüz bu farklı girişi de çevirerek Sünneti Anlamada Yöntem adlı tercememizin başında neşretmek suretiyle iki kitabı bir araya ge­tirmeyi, böylece de okuyucuya daha yararlı olmayı hedefle­dim. Bu ilave ile kitabın daha da bütünleştiğine inanıyorum.

- Tercemede, yazarın kaynağını zikretmediği hadîslerin kaynaklarını, hadîslerin bab veya hadîs numaralarını ya da yerlerini gösterdim. Bazen hadîsin zikredildiği başka kay­naklara da işaret ettim.

- Yazarın zaman zaman metin içerisinde zikrettiği kay­nakların araştırma teknikleri açısından dipnotlarda verilme­sinin daha doğru olacağını düşünerek dipnotlarda verdim.

-  Hadîsi yazarın işaret ettiği kaynaklarda, işaret ettiği yerde bulamamışsak, kaynaktan sonra <?) işareti koydum.

- Bazen metinde eksik verilen hadîs metinlerini dipnot­larda tamamladım.

- Yazarın zikrettiği hadislerin lafızlarında ve kaynakla­ra göndermelerinde rastladığımız yanlışlıkları, dizgi hatala­rını vb düzeltmeye çalıştım.

-  Bazı yerlere tamamlayıcı bilgileri vermek üzere dip­notlar düştüm.

- Yazarın dipnotlarını seri rakamlarla verdim. Ancak bu dipnotlara yukarıdaki katkılarımı da ilave ettim.

- Kendi dipnotlarımı ise harflerle gösterdim. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.

12

 

Takdim / Tâhâ Câbir el- Alvânî

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. O, bize, din olarak İslâm'ı, peygamber, rehber ve resul olarak Hz. Mu-hammed'i (salla’llâhü aleyhi ve sellem) seçmiştir. O'nu bütün insanlara Hakk ile müjdeleyici ve uyarıcı; resullerin gönderilmeyip, sapıklığın yayıldığı fetret dönemini aydınlatıcı bir nur olarak gönderdi. Bunun üzerine O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah'ın emrini aldığı gibi değiştir­meden, risaleti tebliğ ve emaneti eda etti. İnsanlara indirile­ni, onlara beyan etti; Allah'ın hükümlerini açıkladı, farzları­nı yerine getirdi ve böylece onların dini kemale erdi. Onlara gönderilen nimet tamamlandı ve onlar için din olarak Allah, yeryüzüne ve içindekilere varis oluncaya kadar devamlı ve sabit olan, nuru sönmeyecek, işaretleri kaybolmayacak, hü­kümleri iptal edilmeyecek İslâm'dan razı oldu.

13

 

Bu risalet nurunun yayılması ve kıyamete kadar bayra­ğının dalgalanması için Allah Teâlâ gerek Resûlullah'ın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) sağlığında ve gerekse vefatından sonra nurun ve hi­dayetin kaynaklarını açıklamıştır. Ta ki söz çelişmesin, kalp­ler bulanıklaşmasın: "Allah'a itaat ediniz, Resûl'e itaat edi­niz ve sizden olan emir sahiplerine de..." (Nisa:59)

Ayette zikredilen ulu'l-emr'den kastedilen ise; "...hal­buki onu Resûl'e ve aralarındaki yetkili kişilere götürselerdi, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne oldu­ğunu bilirlerdi..." (Nisa:83) ayetinin işaretiyle hüküm çıkar­maya gücü yeten âlimler ile ümmet tarafından kendilerine Allah'ın hükümlerini uygulama yetkisi verilen ve buna sıkı­ca sarılıp ondan asla ayrılmayan yöneticilerdir.

Allah'a itaat; O'nun yüce kitabına itaat; O'nun muhkem ayetlerine tamamen sarılma, emirlerine uyma, yasakların­dan kaçınma, müteşabih ayetlerine teslim olma, verdiği ha­berlere itibar edip, çizdiği yolda yürümekle gerçekleşir. Al­lah Resûlü'ne itaat ise; O'nun sağlığında emirlerine kusur­suz itaat etme, vefatından sonra ise O'nun sünnetlerine har­fiyen uyma şeklinde tezahür eder.

İslam'ın zuhurundan beri, Resûlullah'ın sünnetiyle ihticâc {delil getirme), Allah'ın kitabıyla ihticâc gibi algılanmış ve kabul görmüş ve bu, Müslümanların imam ve müctehid-lerinin tespit etmiş oldukları kurallara uygun olarak yapıl­mıştır. Bilindiği gibi sünnet; Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tebliğ, teş­ri ve beyana taalluk eden söz, fiil ve takrirlerinden oluşmak­tadır. Ve bütün Müslümanlar, işte bu anlayış içerisinde sün­net ile ihticâcı, aklî ve fıtrî melekelerin tabii bir sonucu ola­rak Allah'ın dininin bir gereği olduğunu bilirler. Bu durum­da Allah'a ve Resulüne inanan birisinin bunun aksini söyle-

14

 

mesi caiz değildir. Sünnet, Kur'an'ın mücmelini beyan, mü-beyyenini tafsil, ayetlerini tavzih, beyanlarını tefsir, hüküm­lerini tatbik eder. Bazen zahiren umum ifade edeni tahsis, zahiren mutlak olanı da takyid edebilir. İşte bu konumuyla sünnet, her zaman Kur'an ile iç içe olduğu halde Müslüman olan birisi bundan başka bir görüşü nasıl kabul edebilir?

Bundan dolayı, sünnetin hüccet (delil) oluşu; bu ümme­tin seleff olan Müslumanlarından başka hiç kimsenin tartış­madığı dini bir esastır. Daha sonra ise anlayışı kıt, cahil ve türedi (toy) bir nesil yetişti. Onlar Resûlu İlah'tan kafi olarak gelen sabit bir sünnet ile, geçmiş tekilerin haber ve sünnetle­ri arasında fark gözetmediler. Önceki (nesil)lerden nakledi­lenlerle ne denli ihticâc edilebileceğini, onunla ihticacın sı­nırlarının ve beşeri bilgi araçları arasındaki yerinin ne oldu­ğunu fark edemediler. Aynı şekilde onlar, bunun his ve akıl ile çelişmesi halinde desteklenip-desteklenmeyeceğini de ayırt edemediler. Ve bu türediler, söz konusu metodolojik problem hakkındaki münakaşanın, bizatihi Nebevi sünnetin hucciyeti hakkında yapılan bir tartışma olduğu yanılgısına düştüler. Bu metodolojik tartışmayı, sünnetin hadîslerden oluştuğunu, hadîslerin ise haber vermeden ibaret olduğunu; dolayısıyla, bütün tartışmanın haberler üzerinde olduğunu kabul ederek, tartışmayı sünnet dairesine kaydırdılar. Bizzat sünnet oluşu cihetiyle nebevî sünnet ile, öbür taraftaki onun nakil yolları ve haberler arasındaki Önemli farklara dikkat etmediler. Aynı şekilde Resûlullah'tan yapılan nakillerde kullanılan yöntemlerle, başkalarından yapılan nakil yöntem­leri arasındaki farklara bakmadılar. Bu tartışmanın neticesi olarak bu acayip tartışma bizzat sünnetin hucciyeti etrafında da yayılıp, Usûl ilmi ve Hadîs alanında yapılan ilmî çalışma-

15

 

larda geniş yer kapladı. Oysa bu çalışmaların, sünneti anla­ma yöntemleri, onu anlama yolları, ondan alınabilecek ders ve ibretlerden istifade metodlarının beyanı gibi sahalara tah­sis edilmesi mümkündü.

Bu gibi çalışmalar, her halükârda Müslümanların dü­şünce, tasavvur ve kültürlerinin, sosyal yaşantılarının sün­net ve ondan elde edilen prensipler ışığında nasıl bina ede­bileceklerini kolaylaştıran çalışmalardandır.

Gerçekten, genel olarak bütün haberlerin hucciyeti, özelde de âhâd haberlerin hucciyetî etrafındaki bu yapay kavgaların bunlardan başka, Müslümanlar arasındaki anlaş­mazlıkların oluşması ve fırkaların çoğalması, zaman zaman ekseriyetle olumlu bir netice doğurmayan teorik tartışmalar gibi konuların, sünnet hakkındaki İslâmî araştırma ve çalış­maların yön değiştirmesinde olumsuz ve tehlikeli tesirleri olmuştur. Misal olarak, Sünnetin Kur'an'a göre yeri mesele­si, Sünnetin Kitapla, Ki tap'in Sünnetle neshi meselesi, İslâm âlimlerinin, tevsik (râviyi güvenilir görme), rivayet, isnâdların tashih ve tenkidi gibi konularda bir benzerinin gerçekleş­tirilemeyeceği kadar gayret göstermelerini verebiliriz. Ger­çekten tenkîd çalışmaları ve tahlil metodlarına baktığımızda; isnâd tenkidi sahasında harcanan sınırlı gayretler arasında büyük bir mesafe olduğunu görmekteyiz. Aynı şey metin tenkidini öğrenip, çalışma ve tahlili için ilmî ölçüler ve mo-todlar koymada ve çeşitli hadîslerin zaman, mekan ve vakıa ile alâkalarını ortaya çıkarmada da söz konusudur.

Nitekim, fukaha (r.a.) teşriî sahasında takdire şayan pek çok gayretler göstermiştir. Bu gayretler eğer sünnetin bütün yönlerini ve diğer çeşitlerini de kapsamış olsaydı, sünnetin anlaşılmasında maksadın hasıl olması ve ihtiyacın gideril-

mesi mümkün olacaktı. Fakat onlar daha çok tesrii sünnete önem verdiler ve bu sahadaki rivayetlere uygun bir yöntem İzlediler.

Sünnet Resul ullah'm yaşadığı dönemdeki açıklama ve uygulamalardan ibaret olup, aynı zamanda, İslâm'ın içtimaî, iktisadî ve fikrî karakteristiklerini yansıtmaktadır. Bu ne­denle anlama metodlarını öğrenip çalışmanın, en önemli ve zorunlu çalışmalardan olduğu kabul edilmelidir. Gerçekten de bu merhale, Allah'ın yeryüzünde olmasını istediği yönte­min somut bir örneğini teşkil etmektedir. Nitekim yüce Kur'an, pratikte olması gereken yöntemin hayata aktarılma­sı ve uygulanması hareketini bizzat kendisi yönetmekte, yöntemine uygunluk arz etmesi için bu hareketin bütün yönlerini gözetip-kollamakta, ebedî olarak insanlığın kendi­sine başvurması için meramını en kamil bir şekilde ifade et­mektedir. Hatta Kur'an'in ayet-i kerimeleri çok defa uygula­madaki bir hatayı düzeltme, onu tenkîd, tahlil veya tasvip etmek, doğruya yönlendirmek ya da eksikleri tamamlamak üzere iniyordu. Nitekim bu husus, Al-i imran, Enfal vb. sû­relerin bir çok ayetlerinde açıkça ve canlı olarak gözükmek­tedir.

Gerçekten     el-Ma'hedu'l-Âlenü     Jİ'I-Fikri'I     İslâ-mî=MilIetlerarası İslâmî Düşünce Enstitüsü, sünnetin anla­şılması meselesini, onu Öğrenip çalışma metodunu, onun di­ğer boyutlarının bilinmesini, İslâmî kültür, bilgi ve medeni­yet için onun ne şekilde kaynak edinileceğini, Müslüman düşünürlerin en fazla özen göstermesi gereken en önemli düşünce problemlerinden biri saymaktadır. Çünkü İslâm'ın asılları ve kaynaklarının tanınması, problemlerinin açıklan­ması ve onu anlama metodları İslâm düşüncesinin oluşu-

17

 

munda ve istikamet bulmasında, İslâm ümmetinin ilmî, kül­türel ve medeni sistemlerinin yeniden inşasında en önemli esas olarak kabul edilmektedir.

İşte bunu gerçekleştirebilmek için. Enstitümüz bu alan­daki çalışmalarına aşağıda Özetlenen şekilde bir taslak çiz­miştir:

1- Hadîs ve Usûl çalışmalarındaki gerekli titizliğin, ele alınmış tarihî problemlerden, henüz ele alınmamış problem­lere kaydırılması yönüne gitmek. Mesela enstitümüz, sünne­tin hucciyeti problemini, üzerinde yeterince durulmuş bir konu olarak kabul ediyor. Zaten Allah ve Resulüne iman eden bir Müslüman sünnetin hüccet oluşunu inkar edemez. İşte Enstitümüz bu konuda, sünnetin hucciyeti hakkında en önemli ve kapsamlı bir usûl çalışması kabul edilen gerçekten ilmî değeri haiz bir çalışma yayınladı. Bu da, büyük ilim adamı merhum Şeyh Abdülgâni Abdülhâlık'm Hucciyetu's-Sünne=Sünnetin Delil Oluşu adlı kitabıdır. Enstitümüz adı geçen eseri, bu alanda yapılabilecek en yeterli ve ayrıntılı ça­lışma olarak görmektedir. Dolayısıyla araştırmacıların, baş­ka konulara yönelmeleri gerekmektedir.

2-  Çeşitli branşlardaki ilim adamı ve araştırmacıların, sünneti kolayca öğrenmelerine yardımcı olmak için, sünnet alanında araştırma yapan araştırmacıları bu alanda bilgisa­yardan faydalandırmaya yönlendirmek. Nitekim enstitü­müz bu amacı gerçekleştirmek için bu alandaki çalışmalar­dan bir çoğunu desteklemektedir.

3-  Konularına göre sünneti tasnife özen göstermek. Sünneti yalnızca fıkhî bilgi için bir kaynak edinmekle yetin­meyip, onu bütün çeşitleriyle insanî ve içtimaî bilgiler için

18

 

de kaynak olarak ele alma hedeflerimizi gerçekleştirmek üzere bu meyandaki faydalı ilmî metodlardan istifade et­mek.

4- Sünnet ve İslâm medeniyetinin yeniden inşasında ve İslâm ümmetini geri kalmışlıktan kurtarmada sünnetin rolü ile ilgili önemli konuları ele alan eserler vermelerini büyük âlimlerden istemek. Bu çerçevede büyük ilim adamı Mu-hammed el-Gazzalî'den bir kitap yazması istenmiş, o da es-Sünnetü Bq/ne Ehli'l-Fıkhî ve Ehli'l Hadîs- fıkıhçılar ve Hadîs-çiler Arasında Sünnet adıyla bilinen eserini yazmıştır. Yazar bu eserinde, sünnetin kavranma ve anlaşılma çabası içerisin­de, isnâd şekilciliği ve rivayet kalıpları içinde boğulan kim­seler ile, haberleri kavrama, ibret ve dersler çıkarmaya yöne­lik özen gösterenler arasındaki farkı belirtmeye çalışmıştır. Tabi ki büyük üstad, -enstitümüzün gözünde- kendisi için bir çerçeve çizilemeyecek veya kendisine nasıl yazacağı söy­lenemeyecek veyahut kitabı yayınlanmazdan önce gözden geçirilemeyecek kadar büyüktür. Ardından ise Şeyh Gazza-Iî'nin delil getirmiş olduğu bazı misaller veya ayrıntılar etra­fında hâlâ devam etmekte olan bir gürültü koptu ve nere­deyse bu detaylar etrafında çıkan gürültü arasında kitabın esas mesajı kayboldu.

Gerçekte kitabın mesajı, Öncelikle ne şer'î ilimden, ne de ilmî kimlikten ve ne de hadîsi doğru bir şekilde anlamayı mümkün kılacak, yeterli tarih, siyer, fıkıh ve lügat bilgisin­den nasipleri olmayan toy kimseleredir. Çünkü onlar, her­hangi bir hadîs kitabına bakıp; orada, hakikatini, boyutları­nı, vürûd sebeplerini bilmedikleri, öncesini ve sonrasını id­rak edemedikleri bir hadîse rastlıyorlar ve kıt bir anlayışla onu ele alıp, insanlar arasında da öylece yayıyorlar, Kendilerine "Sizin bu anlayışınız Allah Tealâ'nın ayetiyle çelişmek­tedir" denildiğinde, onlar: "Sünnet, Kur'an'a kâdî'dir. (Kur'an'dan önce ele alınmalıdır) ve onu neshedicidir" der­ler. Yine kendilerine "Bu rivayet, daha sahih başka bir riva­yetle çelişmektedir" denildiğinde ise, çelişkinin mahiyetini, tercih yollarını, anlayış, üslûp, kural ve yöntemlerini de bil­mezler.

Yine bu kitabın mesajı, o âlimleri, araştırmacıları ve sünnet hizmetçilerini ikaz ederek, gayretlerinden bir kısmı­nı da sünneti anlama problemleri ve kavrama metodlarına doğru yöneltmelerini istemekteydi. Çünkü, ne fıkhın süzge­cinden geçmeyen sünnet anlayışı ve ne de sünnete dayan­mayan bir fıkıh anlayışından hareketle İslâm medeniyeti ve İslâm kültürü oluşturulamaz.

5- Enstitümüz, Şeyh Gazzalî' nin kitabı etrafında oluşan ve onun esas mesaj ve muhtevasının anlaşılmasına engel teş­kil eden bu kargaşayı görünce, değerli ilim adamı Yusuf el-Kardavî'den Sünneti Anlama Yöntemleri hakkında geniş bir kitap ile Bilginin Kaynağı Olarak Sünnet şeklinde de benzer bir kitap hazırlamasını rica etti. Değerli âlimimiz bu isteği­mizi yerine getirdi ve her iki kitabı da hazırladı. Enstitümüz birincisini yayınlamakla bahtiyardır, İnşallah diğerlerini de yakında yayınlayacaktır.

Yine sünnet sahasındaki araştırma ve çalışmaları, sün­neti anlama problemine yönlendirme girişimi çerçevesinde Enstitümüz, Amman'daki, Kraliyet Akademisi İslâm Mede­niyeti Araştırmaları Enstitüsü ile yardımlaşarak milletlerara­sı bir toplantı düzenledi. Bu da Kraliyet Akademisi Medeni­yet Araştırmaları Yedinci Genel Kongresi çerçevesinde ger­çekleşti. Toplantıya 126 ilim adamı ve araştırmacı katıldı.

20

 

Çalışmalar 15 Zu'l-Kade 1409 = 22 Haziran 1989 Perşembe günü sona erdi. İsmi Bilgi ve Medeniyetin inşasında Nebevi Sünnetin Metodları şeklindeydi. Her üç oturumda yer alan diğer kıymetli araştırmalara ilaveten, orada tartışılan en Önemli konulardan biri de Gazzalî'nin kitabı ile Doktor Yu­suf el-Kardavî'nin araştırmasıydı.

Enstitümüz, sünnetin anlaşılması ve bunun için takip edilecek metodların belirlenmesi; metin tenkidinde esas alı­nacak ölçülerin saptanması, vb. sünneti İslâmî kültür, bilgi ve medeniyet için bir kaynak edinmeye yardımcı olacak me­seleleri, en önemli konular olarak görmektedir. Bu meseleler o kadar büyük Öneme sahiptir ki; çağdaş İslâmî hayatın ya­pılanmasında, sünnetin yeniden olumlu ve etkin rolünü üstleNebilmesi için, bir çok ilmî çabaya, ciddi çalışma ve ilmî toplantılara ihtiyaç duyulmaktadır.

Yine İslâmî üniversite, fakülte ve enstitülerdeki hadîs dersleri programlarının bu problemlere ilişkin olmasına ve bunların, üzerinde yeterince durulmuş ve tekrar araştırma­ya gerek kalmamış olan konuların yerlerini almasına çok fazla İhtiyaç olduğu anlaşılmaktadır.

Bu değerli kitabın, okuyucuların ellerine ulaşıp, onlar tara­fından anlaşılmasından sonra Müslümanların ihtimamının şu hususlarda kat kat artacağını ümit ediyoruz. Sünnetin an­laşılması meselesi, onu anlama kurallarının iyice öğretilip yayılması, bunun kaide ve şartlarının belirlenmesi, anlayış­ların farklı ve bazen de birbirleriyle çelişkili olmasının se­bepleri ve bunların açıklanması. Yine, sünneti anlayış prob­lemi nasıl ortaya çıkmıştır? Bunun etkileri nelerdir? Anlama problemlerine götüren, sünnet ile ilgili sonradan gündeme gelen ve ön plana çıkartılan tâli meseleler nasıl çozümlene-

21

 

çektir? Anlayış probleminin, sünnetin hucciyeti meselesinde tartışmaların ortaya çıkmasındaki etkisi nedir?

Bu noktada, fazlasıyla araştırılmasına ihtiyaç duyulan ve sünnetin anlaşılması problemiyle ilgisi bulunan bazı me­seleler şunlardır:

1- Anlamanın Şartları

Sünnetin etrafındaki problem, anlayış problemi olunca, tarih boyunca, zaman zaman anlayışların farklılığı ile birbirleriy­le çelişmelerinin sebepleri nelerdir?

Sünneti anlamaya ve onu en güzel bir şekilde pratize et­meye gücü yeten bir aklın ayırt edici özellikleri nelerdir? Bu anlayışın İslâm'a bağlılık ile ilgisi nedir ve dar ve kısır bakış açılarının üstesinden.nasıl gelinecektir? Anlayış problemi, ona tesir eden diğer problemlerle birlikte nasıl çözümlene­cektir? Sonradan ortaya atılan ve anlayış probleminin kar­maşıklığına sebep olan problemler nasıl çözülecektir? Ki bu anlayış problemi -birçok araştırmacıya göre- küllî veya cüz'î olarak sünnetin hucciyeti meselesinin öne çıkması ve bunun tartışma ve mücadelelere dönüşmesiyle kendini göstermiş­tir. Halbuki bu, -bilindiği gibi- daha önceki hiçbir Müslü­man'a göre tartışma konusu değildi.

2- İhtilaflar, Ayrılıklar vb. Tetkik İçin Öngörülen İlmî Meseleler

İslâmî fırkalar nasıl ortaya çıkmıştır? Ayrılma ve bölünme sebepleri nelerdir? Bu sebeplerden - anlayış, hucciyet, dira­yet ve rivayet olarak- sünnet ve ondaki ihtilafın yeri nedir? Sünnet İslâmî fırkalar arasında birbirlerine karşı nasıl bîr si­lah olarak kullanılmıştır? Uydurma meselesi, parçacı yakla-

22

 

şım ve hukukî akımlar nasıl ortaya çıktı ve bunların ortaya çıkışlarının etkileri nelerdir? Dirayet ve rivayet ilimlerinde ihtisas isteyen teknik meselelerden çoğunun ortaya çıkışında ihtilafın rolü nedir? Mesela; sünnetin hucciyeti, sünnetin Ki­taba göre konumu, Kitabın sünnet ile nesh edilmesi, onunia tahsis veya takyid edilmesi, Rasûlullah'ın içtihadı ve bu hu­sustaki tartışma, kavlî sünnetin Kur'an-ı Kerim nasslarıyla aynı konuları ele alması, bu mesleklerden birçoğunda her iki nassa dayalı ortak hükümlerin çıkarılması gibi hususlarda ihtilafın rolü nedir? Düşünce ve eğitim açısından İslâm dü­şüncesinde bunun tesiri nedir? Bu meseleleri doğuran tarihî şartlar nelerdir? Çağdaş sünnet çalışmalarında bu meselele­ri içeren en iyi yol hangisidir ve bunun için kararlaştırılan program nasıl olmalıdır? Müslümanların birlik ve bütünlü­ğü, ümmetin tekrar yapılanması meselelerinde, İslâmî görü­şün net olarak ortaya çıkarılmasına yardım edecek yöntem ne olmalıdır? Yine ümmetin üretken, aktif, medenî rolüne doğru yönlendirilmesi nasıl başarılacaktır? İşte bütün bun­lar, tetkik için Öngörülen ilmî meselelerdir.

3- Zaman ve Mekan ile İlgili Boyutlar ve Sünnnetin Anlaşılması

Gerek Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiil ve takrirlerinin ve gerekse insan olarak tecrübeye dayalı bazı fiillerinin sünnet sayılıp sayıl­mayacağı probleminde, zaman ve mekan ile ilgili boyutlar­da çeşitli merhale ve durumların Özelliklerinin göz Önünde bulundurulması, hicri birinci asırdakilerce olduğu gibi, usûlcülerce de açıkça bilinen bir husustu. Nitekim onlar, bu­nun için bir takım kurallar koymuşlardır. Şu halde, bu saha­daki ihtisas sahiplerinin, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çeşitli sözlerinde

23

 

de bu durumları ele alan bazı kuralları belirlemesi mümkün müdür? Şayet mümkünse bu nasıl olacaktır? Yine bu kural­ların ortaya konulup, birer asıl yapılmasında çağdaş hadîs çalışmalarının üzerine düşen rol nedir?

Fakihin çözümleyeceği İctihadla ilgili fer'î mesele ile, dü­şünür, filozof ve kelamcıların çözümleyeceği fikri problem ve sosyologun çözümleyeceği sosyal olay arasındaki Öze daya­nan ihtilaflar; sünneti anlama ve onunla yaşamada çeşitli me-todlar icad etmeyi zorunlu kılmaktadır. Mesela fakihin ilgi alanına giren cüz'i bir mesele ile alakalı bir hadîsle, anlaşıla­bilmesi için sosyolog tarafından bütün yönlerinin tahlil edile­rek ele alınması gereken, genel sosyolojik bir olay ile ilgili ha­dîs birbirinden farklılık arz eder. Yine herhangi bir şeyin le­hinde veya aleyhinde çeşitli hadîslerin kullanılması sebebiyle ortaya çıkan ayrılık ve bölünmeden doğan müzmin tarihî has­talıktan kurtuluş nasıl mümkün olacaktır? Çünkü her fırka sa­dece kendi lehindeki hadîslere sarılmaktadır. Durum böyle olunca İslâm düşüncesinde, teorik, genel ve maksatlarla ilgili kaideler yeniden nasıl oluşturulacaktır? Özellikle sünnet ve râvileri bir araya toplamanın kolaylaşması, ilmi araştırma ve çalışmaların, karşılıklı diyalog ve ilmî toplantıların yapılma­sından sonra, bu çemberden nasıl çıkılacaktır?

4- Ümmetin Sorunlarını Çözmede Sünnetin Rolü

Genelde İslâm dünyasında, özelde Arap dünyasında çağdaş İslâm düşüncesi ile ilgili problemin bu yönünü teşkil eden bir takım olumsuzluklar baş göstermiştir. Bunlar çeşitli şe­killerde ortaya çıkmakta olup, bazıları şunlardır:

- Ümmetin çeşitli birimleri arasındaki bağların çözül­mesi, siyasî arenaya ilâveten, fikir, toplum, grup ve mezhep-

ler gibi çeşitli hâlâ boğuşma ruhunun hakim olması, ümme­ti parçalayan çeşitli fikirlerin bir ihtiyaçmış gibi canlandırı­lıp, gündeme getirilmesi.

- Toplumsal ve bölgesel dengelerden geride kalanların da çökmesi ve bencillik veya tarafgirlik ruhunun gaîip olma­sı. Gelecekten endişe ve korku, yaşanılan hayattan bezginlik, herhangi bir olumlu durum karşısında bile cesaretin kaybe­dilip, sahte tevekkül ve ihmal duygularının egemen olması, çalışma ve başkalarına tesir etme görevinin terk edilmesi, gruplar arasındaki diyalog ortamlarının, tam anlamıyla kav­ga ve çekişme ortamlarına dönüşmesi.

-  Ümmetin içtimaî sorunlarının gerçek nedeni üzerine olaylara uygun bir şuurun ve bu şuurun tarihle ilgisinin kaybolması. Parçacı, yüzeysel, duygusal ve mesnedsiz nutuklar şeklindeki yaklaşımların artması yanında, ümmetin problemlerinin tahlil ve ta'lili ile Ügili bütüncül yaklaşımla­rın zayıflaması. İslâm âlimlerinin, herhangi bir şeyin illetini araştırmaksızın veya gerçek illetinden başka bir illet ile ta'lil ederek onu kabule açık olması gibi fakat tek tek sayılması zor olan şeyler.

Şu halde sünnetin sağlıklı bir şekilde ele alınmasıyla birlikte ümmetin gidişatını düzeltmedeki rolünün belirgin­leşmesi ile bütün bu problemlere ikna edici bir açıklama ge­tirmeye yardım edecek açık bir görüş, doğru bir tasavvur na­sıl getirilebilir? Halbuki Müslüman bireyde, eylem iradesi; Müslüman toplumda da sosyal kuvvetleri seferber etme ve onları, kendisinde hayat ve amelin dirileceği İslâmî gayeler etrafında birleştirme kudreti bulunmalıdır. Bu kuvvetler, kendisine aslî hüviyetini iade edecek kültürel bir alternatif, içtimaî, fikrî ve amelî bir planı ortaya koyması için ümmeti

25

 

çalışmaya sevk edecek ve böylece bu güçlerde; köklü, yüce bir tarih ve medeniyete yetişme şuuru iyice gelişecektir.

5- Sünneti, Lügatî Olarak Anlama Tehlikesi

Risalet asrında insanlar, sünneti, bütün yönleriyle yaşıyor­lardı. Yüce Kur'an'ı da, doğrudan doğruya, açık ve derin bir anlayışla yine bu yaşam çerçevesinde anlıyorlardı. İşte bu surette, vasat (ifrat ve tefritten uzak) ve insanlar için örnek olan, tamamen haya ile vakfedilen, tüm meydan okumalara karşı güçlü, bütün yokuşları aşabilen bir ümmetin oluşu­munda Kur'an'm muciz tesiri, bariz bir şekilde görülmüştür. İnsanlar ile risalet arasındaki zaman uzayınca, diğer anlayış ve izah unsurlarının ve vasıtalarının yanı sıra lügat dönemi başladı. Bu lügat dönemi o kadar gelişti ki, bazılarının naza­rında diğer anlayış vasıtalarını da geçip, anlama ve açıkla­mada yegâne bir araç haline geldi. Böylece lügate dayalı la-fızcı düşünce doğdu ve gelişti. Hatta, zaman, mekan, tarih ve hayatın akışı çerçevesi dışında amel eden bir takım etkin akımlar yetişti. Onlardan bazısı ümmetin uyanışını engelle­yen kavga ve kargaşa vb. hususları daha da artırdı. Bütü­nüyle İslâm'ı, tarihî şekilcilikte aramaya başladılar. Birçok düşünce ve tezlerini, vukuu imkânsız şeyler üzerine bina et­tiler. Bütün öğeleriyle bir sünnetin bütün zaman ve mekan­larda aynen tatbikini denemek gibi bir yanılgıya düştüler. Oysa bu, değişen dünya hayatında imkânsızdır. Şu halde çağdaş sünnet çalışmaları bu problemlere nasıl çözüm geti­recek, İslâm düşüncesini kendisine karşı olan tehlikeli un­surlardan nasıl uzaklaştıracak, İslâm'ı, kültürel ve medeni içeriğinden neredeyse soyutlamaya çalışan mihrakların ta­sallutundan nasıl kurtaracaktır? Çünkü, onlar İslâm'ı bir

26

 

toplum, bir ümmet ve bir medeniyet meydana getirmesi mümkün olmayan lügavi ve lafzı kalıplara ve bireysel dav­ranış biçimlerine ve şekilciliğe indirgediler.

6- Sünnet ve Ümmetin Uyanış Projesi

Şüphesiz, ümmetimizin, kendisini yeniden üstün ve adil bir medeniyet seviyesine yükseltecek kapsamlı bir projeye bu­gün her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Ancak, Müs­lüman toplumlar gerekli olan şartlara kavuşmadıkça bu amacın gerçekleşmesi mümkün değildir .Bu şartların başın­da ise, bu ümmetin fikrî ve kültürel nizamının inşası ve teş­kili gelmektedir.

Bugün ümmetimiz, eğitim ve öğretim gören kitlelerini şu iki kültürden birisiyle beslemektedir: Birisi; her çağ ve toplu­mun kendine özgü öteden beri gelen tarihî kültürü. İkincisi de; ister tercüme olsun, ister olmasın dışarıdan alınan kültür. Bu iki kültürün önünde ise çağdaş İslâm düşüncesi, etkilen­miş ve kültürel dağınıklığa uğramış bir konumdadır. Eylem­den aciz, etkilenmeye açık, kültürel üretkenlikten yoksun, tü­ketimle yetinen bir düşüncenin bir devlet, bir ümmet veya bir medeniyet meydana getirmesi söz konusu olamaz.

Şüphesiz toplumsal değişim için amaçlanan hedef ve vasıtalar ile, ümmetin dini ve akidesi arasında gereken bağın kurulması, ümmet için gerekli olan medeniyet, kültür ve fik­ri taşıyacak olanların oluşumu için, ümmetin bütün güçleri­ni seferber etmesine katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla sefer­ber olan bu güçler, kültür taşıyıcılarının yüklenmeyi istediği büyük yükleri bile omuzlayacaktır.

İslâm düşüncesinin şu anda karşı karşıya bulunduğu bu problemi aşıp, ümmetin fikrî ve kültürel sistemlerini yeniden

27

 

inşa etmesi ve sağlam bir bakış açısı, kudret ve verimlilik aşa­masına kavuşması ve bu aşamanın gereklerine cevap verebil­mesi için yapılması gereken şey: Kitap ve Sünnet şeklindeki İslâm'ın temel kaynaklarının yeniden yorumlanmasıdır. Bu­nun ise ince bir anlayış, engin bir şuur ve çağdaş İslâmî bir ba­kış açısı ile yapılması gerekir. Bu da söz konusu etkilerin ga­yelerini sezebilmek için, her türlü etkileri bütün boyutlarıyla değerlendirmeye muktedir bir bakış açısı ve bu aşamada kar­şılaşılacak problemlere İslâmî cevapların verilmesi ve ümme­ti güçlendirecek yapının yeniden kurulması için gerekli me­tod ve genel prensiplerin ele alınmasıyla gerçekleşecektir. Şüphesiz yüce Kur'an, seleflerimizi, hakikatlerin iç yüzünü ortaya koymaya, toplum ve milletlerin değişimlerini anlayıp-analiz etmeye, vakıalara dayanmak suretiyle büyük medeni değişime yol açan özel kanunlar ortaya koymaya muktedir fikrî bîr metodla beslenmiştir. Yalnız bu metodun vakıalara dayanmasında ve uygunluğunda, ilmî oluşunda ve toplum­larda görülen iç çelişkileri, bu çelişkilerin medeniyetlerde or­taya çıkış nedenleri ve gelişme keyfiyetlerini ortaya koymaya muktedir oluşunda şüpheye mahal kalmamalıdır. Bununla birlikte bu metod tarih içerisindeki bütün gelişmeleri tam bir açıklıkla ortaya koymalıdır.

Gerçekten Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnet ve sîreti, gerek O'nun ve gerekse ilk dönemdeki ashabının yaşam biçimi, bu fikrî yöntemin, vakıaya uygun ve ilmî olarak hayata aktarıl­masını sembolize eder. Çağdaş Müslüman düşünürler, insa­nın eşya ile uyum içerisinde olacağı bir hayat tarzı için, bağ­layıcı bir yönteme kavuşturacak genel prensip ve gayeleri araştırarak, Kur'an'ı sağlıklı çağdaş bir anlayış ve düşünce ile ele aldıkları zaman karmaşık düşünce problemlerin üste­sinden gelebilirler.

28

 

Buna Resûlullah'ın ilâhî vahyi uygularken gözetmiş ol­duğu gayeleri ve bunu hayata geçirmesini her yönüyle ihata eden bir sünnet anlayışı da ilave edildiği zaman, bu ümme­tin önündeki cehalet, kin, kavga ve tefrika engeli Allah'ın izniyle silinip gidecektir. Böylece Müslüman fert, kişisel engel­leri aşarak, çağdaş insanın kültüre! ve fikri sorunlarını çöz­mekle onu ikna etmeye, aynı zamanda sabit olan değerleri değişkenlerinden ayırt etmek, maksatları kavramak ve gaye­leri belirlemek suretiyle İslâm'ın genel prensipleri ışığında onu hidayet ve kurtuluşa götürmeye muktedir olacaktır.

İşte -Allah'ın izniyle- elinizdeki bu kitap, sünneti anla­ma metodunu oluşturmada temel dayanaklardan bir daya­nak olacak, bu konuyla ilgili bir çok soruya cevap verecektir. Yine dikkatleri Nebevi sünnetten istifadede önemli yönler­den biri olan metod meselesine çevirecektir. Oysa bu metod konusuna ne diyalog seviyesinde, ne ilmî araştırma ve te'lif seviyesinde ve ne de ders ve Öğrenim seviyesinde gereken önem verilmiştir.

Umulur ki bu kitap, sünneti anlama problemleri ve bu­nun etrafında konuşulan konuların, ilmî araştırma ve çalış­ma çevrelerinin gündemine de girmesini sağlayacak ve üm­metin, İçerisinde bulunduğu bu kısır münakaşalardan kur­tulmasına yardımcı olacaktır.

Yüce Allah'tan, kitabın müellifine bol ecir vermesini, Müslümanların ondan faydalanmasını ve bu eseri, yazarın hasenatından kılmasını. Milletlerarası İslâmi Düşünce Ensti-tüsü'nÜ de İslâm ümmetini hizmet ve düşünce problemleri­nin çözümüne yönelik hedeflerini gerçekleştirmede muvaffak kılmasını diliyoruz. Şüphesiz Allah, işiten ve icabet edendir.

29

 

ÖNSÖZ

Hamd, Yüce Allah'a, salât ve selam Resûlullah'a, O'nun eh­li ve ashabına ve O'nun rehberliğine uyanlara olsun.

Gerek VVashington'daki Milletlerarası İslâmi Düşünce Enstitüsü ve gerekse Ürdün'deki Kraliyet Akademisi İslâm Medeniyeti Araştırmaları Enstitüsü, Kur'an-Kerim'den son­ra İslâm'ın İkinci kaynağı oluşu itibarıyla sünnetin, fıkıh, ya­sama, yargı, tebliğ, eğitim ve rehberîik açılarından ne şekil­de ele alınması gerektiğine dair bir araştırma veya bir kitap hazırlamamı istedi. -Yüce Allah'ın yardımıyla- nispeten uzamış olan bu araştırmayı yazmaya muvaffak oldum. As­lında bu konu, oldukça önem arz etmesi ve kendisine ihtiyaç duyulması bakımından daha etraflıca ele alınması gereken bir konudur.

31

 

Bu araştırmamda, sünnetin sübûtu ve hüccet oluşu üze­rinde durmadım. Çünkü bu başka bir bahis olup, o hususlar­da başkaları da güzel eserler yazdığı gibi, ben de yazdım. Bu eserimde ben, daha çok, ister fıkıhçılar olarak, ister davetçi-ler olarak, sünneti ele alırken uymamız gereken temel pren­siplerle, sünneti sahih olarak anlayabilmemiz için gerekli kural ve işaretlerin beyanı üzerinde durdum. Bunu yapar­ken; hadîsleri, zahirleri üzere dondurup, lafzın arkasında yatan maksatlardan gafil olan, sünnetin dış yapısına sarıldı­ğı halde, ruhunu ihmal etmek suretiyle harfi hareket eden kimselerin bu şekildeki dar yaklaşımlarından uzak kalmaya çalıştım. Aynı şekilde evlere kapılarından başka yerlerden giren, iyi yapamayacağı şeylere burunlarını sokan, Allah ve Resulü hakkında bilmedikleri şeyleri söyleyen âlim taslakla­rı ve (sünneti) küçümseyenlerin sulandırmasından da uzak kalarak ele aldım. Araştırmamın ilmî ve güvenilir olmasına, her sözü sahibine isnâd etmeye, her iddiayı deliliyle te'yid etmeye çalıştım. Sadece sahih ve hasen hadîslerle delil getir­meye gayret ettim ki başkalarına karşı çıktığım duruma ken­dim düşmüş olmayayım. Nurlarıyla aydınlanmak ve metod-larından faydalanmak için, Özellikle en hayırlı nesiller başta olmak üzere ümmetin âlimlerine de başvurdum. Gerçi ma­sum olan Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başka her İnsanın görüşü alınabil­diği gibi atılabilir de. Bunun içindir ki, ancak Kur'an ve sün­netin muhkem nassları ile, teker teker nasslar ve sayısız hü­kümlerinden çıkartılmış şeriatın, maksat ve kaidelerine bağ­lanmayı prensip edindim. Bunu yaparken de, sünneti, gerek azgın düşmanlarından gerekse - iyi niyet ve ihlaslarına rağ­men - iyi yaptıklarını sanan, gerçekte ise, ufuklarının darlığı nedeniyle, sünnete karşı kötülük yapan sünnet taraftarları-

32

 

nın da yanlış tutumlarından kurtarıp, insaflı ve adil olmaya gayret ettim.

Aynı şekilde, işlediğim konularda, okuyucunun mese­leyi iyice anlayabilmesi ve meselenin iyice aydınlatılması için bir çok misaller verdim. Umarım hem arzu ettiğimi, hem de benden isteneni yerine getirmiş veya buna yaklaşmışımdır. Belki bu yazdığım eserle, azgınların tahrifini, bozguncu­ların sokuşturmalarını ve cahillerin te'vilini nübüvvet ilmin­den uzaklaştıran 'adaletli halef zümresi içerisinde bulunu­rum. Belki bununla peygamberlerin sonuncusu, resullerin efendisi Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şefaatine nail olurum.

Hamd olsun Allah'a ki bütün salih ameller O'nun yar­dımıyla tamamlanmak tadır. Yine 'Ham dolsun Allah'a ki, bunun için bize yol gösterdi. Eğer Allah, bize yol gösterme-seydi, biz kendi başımıza yol bulamazdık.' (Araf, 43)

33

 

BİRİNCİ BÖLÜM

1 - SÜNNETİN TANIMI VE KAPSAMI

Sünnet, lügatte; ister iyi olsun, ister kötü olsun uyulan ve alı­şılmış yol demektir- İyi veya kötü olarak o, ya bir sıfat ya da bir tamlama şeklinde kullanılır.

Sıfata misal olarak Müslim'in Sahih'inde Cerîr ibn Ab-dillah (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadîsi zikredebiliriz: "Kim İslâm'da iyi bir çığır (sünnet) açar da sonra onunla amel edi­lirse, ecirlerinden hiçbir şey eksilmeksizin, onlarınki kadar ona da yazılır. Kim de İslâm'da kötü bir çığır (sünnet) açar, ondan sonra onunla amel edilirse, onu işleyenlerin günahla­rından hiçbir şey eksilmeksizin, onların günahı kadar da ona yazılır."a

Müslim, Zekat 69, İlim 15

37

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Tamlama olarak gelen sünnet kelimesi ise tamlanana göre övme veya yerme işlevi görür. Nitekim hadîs-i şerifte: 'Size, sünnetime ve benden sonra yol gösterici raşid halifele­rin sünnetine sarılmanızı tavsiye ederim.'' buyrulmaktadır ki, buradaki sünnet, iyi ve Övülmüş sünnettir.

Başka bir hadiste ise: "(Allah'ın nefret ettiği üç sınıf in­sandan biri de) Müslümanlıktan sonra Cahiliyye sünnetini (yolunu, âdetini) isteyendir."2 buyrulmuştur. Burada ise sünnet kötü ve yerilmiştir.

Buharı ve Müslim'de Ebu Saîd'in rivayet ettiği şu hadîs de böyledir: "Sizden öncekilerin sünnetlerine3 (gidişatlarına) karış karış, kulaç kulaç mutlaka uyacaksınız. Hatta onlar bir bit deliğine girseler, oraya mutlaka siz de gireceksiniz." Sahâbe "Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?" diye sorunca resulullah) "Ya kim olacak" buyurdular.3

linç Şafiî'nin naklettiği Abdullah İbn Amr hadîsinde de: "Sizden öncekilerin sünnetine (yoluna), tatlısıyla-acısıyla mutlaka siz de katılacaksınız!"4 buyrulmaktadır.

'■ Irb.ıd ibn Sariye hadîsinden bir bölümdür. Ebu Davud, (Siiııııe 5), İbn Mâce, (Mukaddime 6) ve Timüzi (ilim 16) rivayet etmiş, 'hasen-sa-hihtir' demiştir. Hadîs Nevevî'nin seçmiş olduğu kırk hadîsten birisi­dir. (Ayrıca hadîs; Darimi, Mukaddime 16, Müsned, c. 4, s. 126-127" de de mevcuttur.)

2' Buhârî, (Dıı/ntj'da İbn Abbas hadîsinden bir bölümdür. Hadîs şöy­ledir: "Allah'ın en çok buğzettiği insanlar şu üç kimsedir, a) (Mekke) Harem'de ma'siyet işleyen, b) (Müslüman olduktan sonra hala) cahi­liyye sünnetini isteyen, c) Haksız yere kanını akıtmak üzere bir insa­nın kanını isteyip duran."

3" Sin harfinin fethasıyla rivayet edildiğinde yol anlamındadır. Ötreli olduğunda ise sünnet kelimesinin çoğuludur.

a" Buhârî, Enbiya 50, frisam 14, Müslim, İlim 6, İbn Mâce, fiten 17; Ah-med, Müsned, c.2, s.450

4" Hafız İbn Hacer, Fethu'i-Bârf c. 13, s. 301'de senedinin sahih oldu­ğunu söylemiştir. Darıt'l-Fikir Baskısı.

38

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Kur'an'da ise sünnet kelimesi, tekil, çoğul, belirsiz veya tamlama şeklinde; genellikle değişmez kanunlara delâlet için kullanılmıştır. Devam edegelen bir yol olması itibariyle Allah, yaratılmışların düzenini, o kanunlar üzerine kurmuş­tur; ki genel olarak yaratılmışları yönetmede, özel olarak da azgınları ve yalancıları cezalandırmada ilahî kader bu ka­nunlara göre cereyan eder.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden önce de nice olaylar <=sünen) gelip geçti. Yer­yüzünde dolaşın da yalancıların sonunun nasıl olduğunu görün." (Al-i İmran, 137)

"Onlar öncekilerin kanunundan (=siînnetü'l-ewelin) başkasını mı bekliyorlar? Allah'ın kanununda (sünnetullah) bir değişme bulamazsın. Yine Allah'ın kanununda bir sap­ma bulamazsın." (Fâtır, 43)

"Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın âdeti (sün­netullah) böyle idi. Allah'ın emri, olup bitmiş bir kaderdir." (Ahzâb, 38)

"Bu, Allah'ın önceden geçen (millet)ler arasında (uygu­lanan) kanunudur (sünnetullah). Allah'ın kanununda bir de­ğişme bulamazsın." (Ahzâb, 62)

Sünnet kelimesi, sahabe ve selefin dilinde tekil ve elif-lâm takısıyla marife (belirli) olarak söylenildiğinde ise, bu. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için. kullanılır ve onunla yüce Allah'ın gönder­miş olduğu hak dini tebliğ ve ona tevdi etmiş olduğu insan­lığa rehber olma vazifesini ifa için Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) seçmiş ol­duğu yol kastedilir. Diğer bir ifade İle sünnet, Allah'ın dini­ni anlama ve onu hayattaki bütün işlere uygulamada teorik ve pratik olarak Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu nebevi me-tod demektir. Ashabından zühd ve ibadet hususlarında aşı­rı giden bazılarını ikaz ettiğinde, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara yüz

39

 

SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

çevirmelerinden sakındırdığı şey de odur (tarif edilen sün­nettir): "Gerçekten Allah'tan en çok korkanınız ve en fazla sakınanınız benim. Lakin ben hem (gece namaza) kalkarım, hem uyurum; bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Kadınlar­la da evlenirim. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir."3

Yine, Nebî <salla’llâhü aleyhi ve sellem), Abdullah ibn Amr İbnu'l-As'ın oruç tutma, geceleri ihya etme ve hanımları terk hususunda aşırı­lığa doğru gittiğini görünce şöyle buyurmuşlardır: "Her amel için bir gayretlilik vardır. Her gayretin arkasında ise zayıflık vardır. Kimin zayıflığı benim sünnetime yönelirse o, yolu bulmuş olur. Kimin zayıflığı da sünnetimden başka bir şeye yonelirse o helak olur."5

Bilindiği gibi, Allah'ın Kur'an'da indirdiklerini tebliğ ve ayetlerini okumasının yanı sıra Nebî'nin {salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir göre­vi de mü'minleri tezkiye etmekti. Tezkiye ise, temizlik ve ye­tiştirme anlamlarını içeren bir kelimedir, ki Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem) on­ları şirkten ve çeşitli rezaletlerden temizliyor ve onları tev-hid ve faziletlerle yetiştiriyordu. Diğer bir ifade ile O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onları dini en güzel bir şekilde anlamayı ve ona inanmayı

a~ Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikdh 5; Nesaİ, Nikah 4; Darimi, Nikâh 3; Miisned, c.2, s. 158, e.3, s.241,259,285)

5- Münziri, et-Terğîb ve'l-Terhib, et-Terğib fi't-tibai'1-Kitabi ıv's-Sünne= Kitap ve sünnete uymaya teşvik hakkında zikretmiştir. (Eserin Musta­fa Muhammed Amare ta'hklı, Daru'I-HadîS-1987 basımında ise hadîs et-Terhib min Terki's-Sünneti ve'rtikabil-Bidai ve'l-Envai= Sünneti terkten ve bidatlere düşmekten sakındırma başlığı altında zikredil­miştir, c. 1, s. 87, no: 14. Hadîsi İbn Ebi Asım ve Snftöı'inde İbn Hıbban da zikretmiştir. Ahmed ibn Hanbel be Mıisned'de şu lafızlarla rivayet etmiştin" Her abidin bir gayretliliği vardır. Her gayretin ardında ise bir zayıflık vardır. Bu zayıflık ise ya sünnete ya da bid'ate dönüşür. Kimin zayıflığı..." (c. ", s. 158, 165, 188; c. 5, s. 409) Şeyh Şakır Müs-ned'âe yaptığı tahririnde hadîsin isnadını sahih görmüştür. (Nu: 6477)

40

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

içeren, olgun, uygulamalı bir terbiye ile yetiştirdi. Öyle bir iman ki, sahibini onunla ve onun için yaşamaya sevk etmek­tedir. Bu da O'nun gibi güzel bir örnekle gerçekleşir.

Bu uygulamalı tezkiye ile birlikte O (s.a.v,), onlara; in­dirilmiş ilahi kitabı öğretme, ayetlerinin anlamlarını, yaşama gayelerini, yönlendirme sırlarını anlatma, Kur'an'dan onlara kapalı gelen yerleri açıklama, Kur'an'ın emir, yasak ve ha­berlerinden mücmel olan yerlerini detaylandırma görevini de yerine getirmektedir ki, Kur'an'ı anlama ve O'na uymada mü'minler şaşırmasınlar.

Aynı şekilde onlara Kitap'Ia birlikte teorik ve pratik hikmeti de öğretmektedir. Burada teorikle, hükümlerin sır­ları ve amaçlarıyla ilgili ve amele sevk edici ilim kastedilir-ken, pratikle de çalışma, davet ve cihadda en güzel yollara ve en üstün faziletlere uyma kastedilmektedir. Nitekim ayet-i kerimede "Kime de hikmet verilmişse, ona bol hayır veril­miştir." (Bakara, 269) buyrulmaktadır.

Daha sonra O (s.a.v!) gerek bireyler olarak ve gerekse topluluklar olarak, hem din işlerinde, hem günlük yaşantıla­rında onların olgunlaşmalarını sağlayacak bilmedikleri şey­leri de Öğretti.

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) görevlerinden bu dört husus; yüce Al­lah'ın dinini anlama, uygulama ve Rabb'inin emrettiği gibi dine 'hikmet ve güzel Öğütle' (Nahl, 125) davet etmede, O'nun sünnetini, yolunu veya metodunu oluşturur.

Yine, Kur'an'ın Bakara Suresi'nde zikrettiği şu ayette sözü edilen husus da odur: "Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik." (Bakara, 151) Bu anlamda başka üç ayet daha vardır ki bunlardan birisi de:

41

 

SÜNNET! ANLAMADA YÖNTEM

"And olsun ki Allah mü'minlere büyük lütufta bulundu: Zi­ra daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onla­ra, kendi içlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen ve kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi." ayetidir. (Al-i İmran, 164)

İşte sünnet -veya metod- bu anlamıyla, amel ve uygu­lama ile birlikte İslâm'ın tanınması için KuT'an'ın yanında (ikinci) kaynak oldu. Nitekim bu, bizzat Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayat­ta iken İslâm'a giren herkes tarafından açıkça bilinen bir hu­sustu.

Sünnetin, Kur'an ile beraber olması ve hemen onu izle­mesi itibariyle Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminde öğrenildiğine de­lâlet eden haberlerden Müslim'in Enes ibn Malik'den rivayet ettiği şu hadîsi zikredebiliriz: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e bazı insanlar gelerek: 'Bize Kur'an ve sünneti öğretecek bazı adamlar gön-derseniz' dediler. O da onlara, Ensar'dan kendilerine kurra denilen yetmiş adam gönderdi."6

Nitekim Buhâri ve Müslim'in rivayet ettikleri Huzeyfe hadîsinde olduğu gibi Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de Sünnet kelimesini Kur'an ile beraber, O'nun ardından kullanmıştır: "Emanet (önce) kişilerin kalplerinin içine inmiş, sonra Kur'an'dan, sonra da sünnetten öğrenmişlerdir."3

İbn Abbas hadîsinde ise şöyle geçmektedir: "Resûlullah veda haccında insanlara hitab ederek şöyle buyurdu: 'Şeytan sizin topraklarınızda kendisine kulluk etmenizden ümidini kesmiştir. Ancak, bunun dışında, küçük gördüğünüz amel­lerinizde kendisine itaat etmenize razı kalmıştır ki ondan sa-

6~ Müslim, İmare, 147

a" Buhârî, Rikak 35, Filen 13, İ'limm 2; Müslim, îman 230; Tirmizi, Filen

17; İbn Mâce, Filen 27; Müsned, c.5, s. 383

42

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kınınız! Gerçekten ben size iki şey bıraktım ki onlara sarıl­dıkça asla sapıtmayacaksınız, onlar: Allah'ın kitabı ve Nebi­si'nin sünnetidir.'"?

Ramazan ayından bahsederken de şöyle buyurmakta­dır: "O, öyle bir aydır ki Allah size orucunu (Kur'an'da) farz kıldı. Ben de (teravihle geceleri) ihyasını sünnet kıldım."a

Sahabede bu husus şu şekilde yerleşmiştir: Şeriatın bir kısmı yüce Kur'an'ın getirdiklerinden, bir kısmı da yüce Resûl’ün koymuş olduğu sünnetten oluşmaktadır.

İmrân İbn Husayn şöyle demiştir: "Kur'an indi, Allah Resulü de sünnetler koydu."b

Ömer İbnu'I-Hattab da şöyle der: "Size bir takım insan­lar Kur'an'ın müteşabih ayetleriyle mücadele etmeye gelecek­ler. Siz de onlara karşı sünnetleri ele alarak karşı koyun. Çün­kü sünnetlere sahip olanlar Allah'ın kitabını en iyi bilendir."c

Yine Fatıma binti Kays hadîsinde Ömer (r.a.) şöyle de­miştir: "(Ezberleyip-unuttuğunu veya doğru söyleyip - söy­lemediğini bilmediğimiz) bir kadının sözü için Rabbimizin kitabını, Peygamberimiz sünnetini terk etöeyiz."d

İbn Mes'ud (r.a.) da şöyle demektedir: "Allah'ın kita­bından bildiğimiz bir şeyi sorduğunuzda, onu size haber ve-

'" Hakim, Miistedrek el, s.93'te rivayet etmiş ve 'isnadı sahihtir' de­miştir. Zehebi de Miistedrek'in Tethis'inde ona muvafakat etmiştir. Ayrıca Hakim Ebu Hureyre'den merfu olarak rivayet ettiği bir hadîsi de ona şahid gösterilmiştir. Nitekim Münziri de et-Teığtb ve'l-Terhib (c. I, s. 8U, nu: 6)'de el-Tergibfi'l-tibai'l-Kihıbi ve's-Sünne başlığı altında vermiş ve onu onaylamıştır.

a" Müsned, ol, s.191, 195; Nesaî, Sıyatn 4U; ibn Mâce, İkame, 173. b~ Müsned, c.4, s.445 c' D.irimî, Mukaddime 17

"' Buhârİ (?) ve başkaları rivayet etmiştir. (Müslim, Talak 46;-Ebu Da-viıd, Talak 39; Tirmizi, Talak S) .

43

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ririz veya Allah'ın Nebîsi'nin herhangi bir sünnetinden so­rarsanız onu da haber veririz. Ama sizin sonradan ortaya çı­kardığınız şeylere gelince bizim onlara gücümüz yetmez."a

İbn Abbas'ın mevlâsı İkrime ise şöyle der: "İbn Abbas ayaklarıma ipi bağlar ve bana Kur'an ve sünneti öğretirdi."b

el-Mu'cemu'l- Müfehres li Elfazi't-Hadîsi'n-NebevSy adlı eserde, sünnet kelimesi ve onunla ilgili diğer maddelerde zikredilen haberleri okuyan birisi, onun Arapça ve İslâm'a ait bir kelime olduğunu açıkça görür. Ve onun Tevrat'ı açık­layan İsrailî mişttâ kelimesinden alınmadığını ve müsteşrik­lerin iddia ettikleri gibi, Müslümanların onu sünnet kelime­si şeklinde Arapçalaştırmadıklarını da öğrenmiş olur. Ki bu, tartışmaya değmez batıl bir iddiadır.8

A- Usûlcülere Göre Sünnet

Usûlcüler, İslâm'ın ilk dönemlerindeki bu yaygın kullanı­mından hareketle sünnet kavramını, yasama için Kitap'tan hemen sonra gelen bir kaynak olarak ele almışlar ve onu şu şekilde tarif etmişlerdir: Sünnet; Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sâdır olup gelen söz, fiil ve onaylardır ki bunlardan her biri Allah'in di­nini anlama ve uygulamada Nebfnin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yolunu gösterir.

B- Fakihlere Göre Sünnet

Tarifi tahlile ve örnek vermeye geçmeden önce burada, sün­net kelimesinin bundan başka, iki anlam için daha kullanıl­dığına işaret etmek istiyoruz.

a" Darimi, Mukaddime 17 Darimi, Mukaddime 46

^ Bu iddiaya Şeyh Mahmut Şeltut el-İslâm, Akide ve Şeria kitabında cevap vermiştir.

44

 

SÜNNETİ ANLAM AO A YÖNTEM

Fakihler sünneti, farzın ve -kabul edenlere göre- vaci­bin karşılığı olarak kullanmışlardır ki mendup ve müstehab anlamındadır. Bu, şeriatın kesin olmaksızın istedikleri olup, yapılmasına karşılık sevap verilir ama terk edilmesinden do­layı ceza verilmez. Örneğin şöyle derler; "Sabah namazın­dan önce iki rekat namaz kılmak sünnettir. -Ramazan Bay­ramından sonra- Şevval ayında altı gün oruç tutmak sünnet­tir. Erkeklerin namazı cemaatle kılmaları konusunda ihtilaf ederler: Acaba bu sünnet mi? Yoksa farz-ı kifaye ya da farz-ı ayn mı? Yine vitr namazı sünnet mi? Yoksa vacib mi? vb." Şu halde sünnet, usûlcülere göre, şer'î hükümlerin de­lillerinden bir delildir. Fakihler arasında ise, bu delil ile her­hangi bir fiilini sabit olduğu şer'î bir hükümdür. Yani fakih­lere göre o, beş şer'î hükümden bir tanesidir.

Başka bir konumda ise sünnet, bid'atin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Irbâd İbn Sariye'nin rivayet ettiği şu hadîs buna işaret etmektedir: "Yaşayanlarınız birçok ihtilaf göre­cekler. O zaman siz benim sünnetimle, benden sonraki raşid halifelerin sünnetine yapışınız. Ona dişlerinizle sımsıkı sarı­lınız. Aman, sonradan ortaya çıkan durumlardan sakınınız. Çünkü her bid'at sapıklıktır,"3

İbn Mes'ud (r.a.) şöyle der: "Sünnet (sınırları) içinde or­ta yollu davranmak, bid'at içerisinde çaba sarf etmekten da­ha hayırlıdır. "h

Yine bazı haberlerde şöyle denilmiştir: "Bir topluluk, herhangi bir bid'at ortaya koysun da, sünnetten onun bir benzerini yitirmiş olmasınlar.'^

a' Bi«: 1 numaralı dipnol

^ Darimi, Mukaddime 23

e "Benzer bir haber için bkz: Müsned, c.4, s.105

45

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Aynı şekilde fakihler arasında 'sünnet üzere boşama' ve bid'at üzere boşama' ifadeleri de meşhurdur.

C Hadiscilere Göre Sünnet

Mahiyetini daha iyi ortaya koyabilmek için tekrar, hadiscilere gore sünnetin tarifine dönelim. Onlara göre sünnet; Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözlerini, fiillerini, onaylannı; gerek ahlâkî ve gerekse yaratılışı ile ilgili özelliklerini ve O'nun siretini kapsamakta­dır. Şimdi bu beş kısmın her birinden ayrı ayrı bahsedeceğiz.

I- Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Sözleri

- Her sözde olduğu gibi- Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözleri de ha­ber ve (istek anlamına gelen) inşa oimak üzere ikiye ayrılır. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haberleri bazen yüce Allah, O'nun isimleri, sıfatları ve fiilleri hakkında olabilir.

Ebu Hureyre'nin (r.a.) rivayet ettiği şu hadîste olduğu gibi: "Yüce Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer."3

Yüce Allah "mahlûkâtı yarattığında, kendi eliyle kendisine şunu yazdı: 'Rahmetim gazabıma üstün gelecektir'11 hadisi gibi.

Yine Selman'ın (r.a.) rivayet ettiği hadîs de böyledir: "Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün yüz rahmet yarat­mıştır. Onlardan her bir rahmet, gök ile yer arasını kaplaya­cak kadardır. Allah onlardan bir tanesini yere indirmiştir. İş­te bir anne, çocuğuna bununla şefkat göstermekte, yabani hayvanlar ve kuşlar kendi aralarında onunla yumuşak dav­ranmaktadır. Yüce Allah (bu yüz rahmetten) doksan doku-

a" Müttefekun aleyh (Bk2: el-lu'lüü ve'lMeram, h. Nu: 7714)

b" Tirmizî, Deavöi 99; İbn Mace, Mukaddime 13, Zühd 35; Musned c.2, s.

381

46

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

zunu ise sonraya bırakmıştır. Kıyamet günü olduğunda ise o rahmetini bununla tamamlayacaktır."3

Kudsî hadîsler de bu kategoriye girmektedir. Çünkü onlar da yüce Allah'tan gelmektedir. Tercih edilen görüş ise onun anlamının yüce Allah'tan, sözlerinin ise Nebiden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olduğudur. Müslim'in rivayet ettiği, Ebu Zerr'in (r.a.) şu hadîsi gibi: Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), aziz ve yüce Rabbinin şöyle bu­yurduğunu haber verir: "Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram ettim ve onu sizin aranızda da haram kıldım. Şu hal­de birbirinize zulmetmeyiniz...'"°

Melekler, cinler, arş, kürsü vb. gibi beşer ilmine ve du­yulara dayalı; idrak dairesinin dışında kalan, gayb âlemin­den vermiş olduğu haberler de bu kategoridendir.

Müslim'in rivayet ettiği şu hadîste olduğu gibi: "Melek­ler nurdan yaratılmış, cinler ise ateşten yaratılmıştır."c

Yine O'nun, berzah hayatından, ahiret yurdundan ve oradaki çeşitli haller, korkunç durumlar, sevap-ceza, cennet-cehennemden zikrettikleri de bu cümledendir. Kabir suali, kabir azabı veya nimetleri, dirilme, mahşerde toplanma ve durma, şefaat, hesap, mizan, sırat, cennetteki nimet çeşitleri île cehennemdeki azap çeşitleri hakkında vermiş olduğu bil­giler gibi.

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haberlerinden bir kısmı İse, geçmiş peygamberlerin hayatlarından, sözlerinden, salih insanlar­dan ve onların hallerinden bize anlattıklarıdır. İbrahim-İsmail ve Musa Peygamberlerin (a.s.) kıssaları, mağaradaki-

a~ Müslim, Tevbe 21; İbn Mâce, Zühd 35

k" Müslim, Bin 55

c-Müsilm,Zü/ıi60

d" Bkz: Buhâri, Enbiya 9; Müslim, Fedai! 154

*■ Bkz: Buhâri, Enbiya 27-31; Müslim, Fedai! 155-160

47

 

SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM

lerin kıssası;*1 kör, alacaklı ve kel kıssasıb, doksan dokuz ki­şiyi Öldüren adamın kıssası, vb.e akıl ve benliklerde bıraka­cağı güçlü etkilerden dolayı davetçiler ile eğitimcilerin ihti­yaç duyduğu çeşitli kıssalar gibi.

Yine Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haberleri kapsamına, Yüce Al­lah'ın O'nu haberdar ederek, geleceğe dair zikretmiş olduğu şeyler de girer. Zira iyi veya kötü, ister ümmetin, isterse bü­tün insanların başlarına gelecek gaybî konulardan ancak Al­lah'ın kendisine bildirdiklerini bilebilir.9 Çünkü O, inanan toplum için uyarıcı ve müjdeleyicidir. Bu grup haberlere 'fi-ten hadîsleri' ve 'kıyamet alametleri' de girmektedir. Ne­bî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelecekteki olaylara dair verdikleri haberler­den birçoğu gerçekleşmiştir. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ammar için 'Seni azgın bir topluluk öldürecek'1* buyurması; Hz. Hasan hakkında ise 'Bu oğlum efendidir. Allah aracılığıyla Müslü­manlardan iki grubun arasını düzeltecektir'e buyurmasında olduğu gibi.

Bazıları ise asırlar sonra gerçekleşmiştir. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) müjdeleyip de Abdullah İbn Amr'ın rivayet ettiği 'İs­tanbul'un fethi' gibi.10

Bkz: Buhârî, Enbiya

k" Bkz: Buhârî, Enbiya 51, Müslim, Zühd 10 c~ Bkz: Buhârî, Enbiya 54, Müslim, Tevbe 46,47

Nitekim Yüce Rabbimiz, Kur'an'da şöyle buyurmaktadır: "O (Al-lahi gaybı bilendir. Görülmez bilgisini kimseye göstermez. Ancak ra­zı olduğu elçilere gösterir..." (Cin, 26-27) d" Bkz: Müslim, Filen 72-73

.: Buhârî, Sulh 9, Menakıb 25; Ebu Davut, Sürme 12 Abdullah İbn Amr şöyle demektedir: "Bir defasında Resûlulİah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çevresinde (hadîs vb.) yazıyorduk. Derken Allah Resulüne "iki şehirden hangisi (daha) önce fethedilecek? İstanbul mu. Roma mı?" diye soruldu. Resülullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem} da - İstanbul'u kastederek-"Herakl(ius}'ın şehri önce fethedilecek" buyurdu. Müsned c.2, s. 176;

48

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÜNTEM

Bazıları da hal-i hazırda gerçekleşmekte olup, gözleri­mizle görmekte, ellerimizle onlara dokunmaktayız. Müs­lim'deki Ebu Hureyre'nin şu hadîsi gibi: "Cehennem halkın­dan iki sınıf var ki, ben onları görmedim. 1-) Yanlarında bu­lunan, sığır kuyruğu gibi kırbaç (cop)larla insanları döven bir topluluk, 2-) Başları (saçları) deve hörgücü gibi olan, ca­zibeli, giyinik oldukları halde çıplak kadıniar. Ki bunlar cen­nete giremeyecekleri gibi onun kokusunu bile alamayacak­lardır. Oysa cennetin kokusu nice uzak mesafeden alınır."a Görüldüğü gibi hadîs, insanları kendilerine boyun eğmeleri için cellatlar istihdam eden politik baskı ile ahlâkî çözülme­yi bir arada zikretmiştir. Bu ahlâkî çözülmede 'giyinik çıp­lak' kadınlar, şehvetleri tahrikte ve toplumları ulvi davalar­la uğraşmaktan alıkoyup oyalamada birer araç olarak kulla­nılmaktadır.

Ahmet İbn Hanbel ve Ebu Davud'un rivayet ettiği Sev-ban Hadîsi de böyledir: '"Çeşitli milletlerin, tıpkı oburların çanağa çullaştıkları gibi (her taraftan gelip) üzerinize üşüş­meleri yakındır.' Sahabe 'Bizim azlığımızdan dolayı mı ey Allah'ın Resulü?' diye sorunca; 'Aksine o gün sizler çoksu­nuz, fakat selin sürüklediği çer-çöp gibisiniz. Gerçekten Al­lah, düşmanlarınızın kalplerinden sİzİn korkunuzu atacak, sizin kalplerinize ise vehn salacaktır.' buyurdu. Sahabe 'Vehn nedir ey Allah'ın Resulü?' dediler. O da: 'Dünya sev­gisi ve ölümden hoşlanmama' buyurdular."bqqqqqqqqqqqqqqqqq”

Darimi, Mukaddime 43; İbn Ebi Şeybe, Musannej adlı eserinde (?); Ha­kim, Müstcdrek c. 4, s. 555'de rivayet etmiş ve sahih olduğunu belirt­miş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir. Elbâni de es-Sahiha'ds 4 nu­marayla zikretmiştir. a~ Müslime, Cenne 52 a" Müsned, c.5, s. 278; Ebu Davut, Melnhiın S

49

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hadîs, günümüzde ayrıntılarına tanık olduğumuz ev­rensel bir birleşmeye işaret ediyor. Öyle ki, çeşitli milletler Müslümanları çökertmek için bir araya gelmişlerdir. Böyle­ce, sayılarının çokluğuna rağmen selin çer-çöp misali bir çokluk olduğundan, Müslümanlar lezzetli bir lokma gibi ye­necektir. Bu hadîste Müslümanlar çer-çöpe benzetilmişler­dir, çünkü hafiflik, gelip-geçirilik ve yüzeysellik gibi özellik­lerinin neticesi olarak kendi aralarında ne bir birlik ve gaye, ne de akıp gidecekleri belli bir yer vardır. Aynı şekilde ha­dîs, İslâmî mukavemetin zayıflığının arkasında gizli hastalı­ğı da açığı çıkarmaktadır ki bu niceliğe değil, niteliğe dönük­tür...O her şeyden önce kişisel ve ahlâkî zayıflığa dönüktür. İşte bu 'dünya sevgisi ve ölümden hoşlanmama' halidir.

Yine Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kıyametin büyük ve küçük ala­metlerinden zikrettiği şeyler de böyledir. Ki bunlaRIn büyük bir kısmı bilfİİl gerçekleşmiştir. Cibril hadîsinde geçen şu alametlerde olduğu gibi: "Cariyenin efendisini doğurması, başı açık, yalın ayak yoksul koyun çobanlarının uzun uzun binalar yükselttiklerini görmen..."a Bu hadîs de bazı top­lumların hayatında ortaya çıkan korkunç değişikliğe işaret etmektedir. Anne ve babalara iyiliğin yerini, onlara cefa ve isyan alacaktır. Öyle ki sanki kadIN oğlunu değil, efendisini doğuracaktır. Yine aynı şekilde toplum, birdenbire köy ha­yatından, şehir hayatına, darlıktan bolluğa, çadırlarda yaşamaktan kıvanç verici ev ve saraylarda oturmaya, yayalık­tan veya binek kullanmaktan, lüks otomobillere binme­ye... vb. dönüşmüştür. Buda herhangi bir zahmet ve gayret sarf etmeksizin, çok hızlı bir şekilde servetlere kavuşmanın bir sonucudur. Bugün bazı petrol ülkelerinde gördüğümüz

a' d-Lü'luu ve'l Mercan, H.Nu: 5

50

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

gibi...Bundan dolayı insanların çoğu dengelerini yitirmiş­ler, kendilerini unutmuşlar ve hızla tarihi kimliklerini tanı­maz hale gelmişlerdir.

Kıyamet alametlerinden bir kısmı ise hâlâ beklenmekte­dir. Buharı ve Müslim'in rivayet ettikleri "Elli kadına, işleri­ni gören bir erkek düşecek' kadar erkeklerin (azalıp) gitmesi, kadınların ise (çoğalarak) kalması"3 hadîsi gibi.

Bir de kıyametin büyük alametleri vardır. Hadîslerde tevatür yoluyla geldiği üzere1' Mesih Meryem oğlu İsa'nın İslâm şeriatıyla hükmetmek ve Deccal'ı öldürmek üzere in­mesi gibi. Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri Ebu Hureyre hadîsinde ifade edildiği gibi: "Meryem oğlu (İsa) mutlaka adil bir hüküm (yönetim)le inecektir."1* Aynı şekilde Dab-be'nin çıkacağını ve güneşin batıdan doğacağını haber veren hadislerde olduğu gibi.11

Yine bazı eşyalar, kavramlar ve işlerin gerçek yönlerini açıklamak, onların değer ve derecelerini ve onlardan kay­naklanan sevap veya cezayı açıklamak üzere Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zikretmiş oldukları sözler de aynı haber dairesi içeri­sine girmektedir.

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) meşhur Cibril hadîsinde buyurduğu gibi: "İslâm; Allah'a kulluk etmen ve O'na hiçbir şeyi ortak

a" Buhâri, İlim 21; Müslim, İtim 9

"'" Bu konuda Hindistan'ın büyük âlimlerinden Şeyh Enver el Keş-

miri bir kitap yazmış ve ona et-Tasrih biniti Tevatera fi Nüzuli'i-Mesih-

{Isa (Mesih 'in İneceğinin  Mütevatir Hadîslerle Açıklanması ismini

vermiştir. Kitabı Şeyh Abdülfetlah Ebu Gudde tahkik etmiş ve çeşitli

dipnotlar düşmüştür. Kitapta kırktan fazla snhih ve hasen hadis ile

bunlardan başka zayıf hadîsler de mevcuttur.

b' Müslim, iman, 243; MUsıted, C-2, s.494

c" Müslim, İtam, 249, Filen 39-40-118-129; Ebu Davud, Melahim, 11-12,

Tirmizi, Filen 21; İbn Mâce, Fileti 28; Müsned c.2, s.164)

51

 

SÜNNETİ AMLAMADA YÖNTEM

koşmaman, namazı dosdoğru kılman... dır. İman da; Al­lah'a, meleklerine, kitaplarına, Resullerine...inanmandır. İh­san ise; Allah'a O'nu görüyormuşçasına kulîuk etmendir. Sen O'nu görmesen de muhakkak O seni görmektedir. "a

"Müslüman dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir."1"

"Muhacir Allah'ın yasakladıklarından göç edip uzakla­şandır. "c

"(Kişi) güreşle (kas gücüyle) güçlü olmaz. Gerçek güç­lü, gazap esnasında nefsine hakim olandır."d

"Yedi sınıf insan vardır ki, hiçbir gölgenin olmayıp, sa­dece Allah'ın gölgesinin bulunduğu günde Allah onları ken­di gölgesinde gölgelendirecektir..."6

"Cihad edenler için, Allah cennette yüz derece hazırla­mıştır. İki derece arası gök ile yer arası kadardır."1

"Kim inanarak ve ecrini yalnızca Allah'tan umarak Ra­mazan orucunu tutarsa, önceden işlediği günahları bağışla­nır. Kim inanarak ve ecrini yalnızca Allah'tan umarak Ra­mazan gecelerini (teravih vb.) ile değerlendirirse önceden iş­lemiş olduğu günahları bağışlanır."E

a" El-Lu'luu ve'l-Mercan, H. Nu: 5

"" Yazar, 'İbn Ömer'den müftefekun aleyhtir' diyorsa da doğrusu bu

lafzıyla hadîs; Buhirî, İman 4'de İbn Amr'den; Müslim, İman 65'de ise

Cabir'den rivayet edilmektedir.

c" Buhârî, İman 4; Ebu Davud, Cihad 2; Nesaî, İman 8-9-1 l'de İbn

Amr'den rivayet etmişlerdir.

"' El-Lu'luu ve'l-Mercan, H. Nu: 1676 Ebu Hureyre rivayet etmiştir.

^ El-Lu'luu ve'l-Mercan, H. Nu: 610 Ebu Hureyre'de'n. Ayrıca Müslim,

Zekat 91'de Ebu Hureyre ve Ebu Said el-Hudri'den rivayet etmiştir.

*~ Miisned, c.2, s.335-339; Buhârî, Cihad 4'de Ebu Hureyre'den rivayet

etmişlerdir.

S" Buhâri, Savm 6; Müslim, Müsafirin 175'de Ebu Hureyre'den rivayet

etmişlerdir.

52

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Gördüğümüz gibi bu hadîsler, hem hayır ve Allah'a itaate teşviki, hem de şerden ve Allah'a isyandan sakındır­mak üzere, bazı dini yönlendirmeleri, ahlâkî irşadları içer­mektedir.

Haber tarzında olmasına rağmen, bu hadîslerden bir kısmı ise, hem Müslüman bireyi, hem de Müslüman toplu­mu bağlayıcı bazı yasamaları içerir. Şu hadîslerde olduğu gi­bi: "(Fazla sevap almak için) Şu üç mescitten başka hiçbir mescide yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram (Kabe), benim bu mescidim ve Mescid-i Aksa."a

"Zarar görmek de zarar vermek de yoktur."b

"Bir kadın halasıyla veya teyzesiyle (aynı kocanın Nikâ­hı altında) bir araya getirilemez. "c

"Nesebinden dolayı (evliliği) haram kılan (akraba­lıklar, emişmeden dolayı da haram kılar."1'

"Kafir, Müslümana, Müslüman da kafire mirasçı ola-

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözlerinden -istek anlamındaki- inşa kısmına girenler ise emir, yasak, dua ve bu anlamdaki şeyle­ri içerir

Emre örnek olarak şunları verebiliriz: "Her yerde ve her

a" el-Lü'luu ve'l-Mercan, H. Nu; 882, Ebu Hureyre ve Ebu Said'den, İbn Mâce (?) İbn Amr'den rivayet etmiştir.

b"Mûsned, c.5, s. 327; İbn Mâce, Ahkam İ7'de İbn Abbas'tan, İbn Mâ­ce aynı yerde Ubade'den rivayet etmiştir.' c- el-lü'luu ve'l-Mercan, H. Nu: 890

"~ el-Lü'luu ve'l-Mercan, H. Nu: 919 Aişe'den muttefekun aleyhtir. (Doğrusu (bn Abbas'tandır -Çev.)

^ Buhârî, Hac 44; Müslim, Feraiz 1; Ebu Davut. Fersiz 10, Tirmizi, Fe-raiz 15; İbn Mesut, Feraiz 6, Darimi, Ferah 29, Muvalta, Ferah 10, Usa-me'den rivayet etmişlerdir.

53

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

zaman Allah'tan sakın, kötülüğün ardından iyilik yap ki onu imha etsin, insanlara karşı güzel ahlâklı ol."a

"Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılınız."b "(Hilâli) Görünce oruç tutunuz. Onu (tekrar) gördüğü­nüzde ise orucu bırakınız. Eğer hava bulutlu olursa Şaban ayının sayısını otuza tamamlayınız."17 "Hacc menasikinizi benden alınız."d "Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene (bak)."e Yasaklara örnek olarak da şunları verebiliriz: "Zandan sakının. Çünkü zann, sözün en yalın olanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız. Özel hayatını­zı araştırmayınız. Alıcıyı zarara sokmak için, almayacağınız bir malın fiyatını artırmayınız. Birbirinize haset de etmeyi­niz, birbirinize sırt çevirmeyiniz.,."f

"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı (yüceltmede) aşırı gittikleri gibi, siz de benim hakkımda aşırılığa düşmeyin. Lakin 'Allah'ın kulu ve Resulü' deyin!"S

Dualara örnek olarak da şunlar verilebilir:

a" Müsned, c. 5, s. 153-158, Tirtnizi, Bin 55; Hakim (?) Muaz'dan riva­yet etmişler ve Hakim Ebu Zeri* den gelen hadîsin Buhârî ve Müs­lim'in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir. îbn Asakir (?) ize Enes'ten rivayet etmiştir. b" Buhârî, Ezan 18

°~ el-Lü'lııu vc'UMercan, H. Nu: 656 Ebu Hureyre'den Nesaî, Siyam 12'de Ibn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. d~ Buhârî (?) rivayet etmİştir.(Müsıiftl, c. 3, s, 366 * Müsned, c.6, s.153; Tirmizi, Kıyame 60; Nesaî, Kudal 11; tbn Jiıbban, ef-thsan c.2, s.498 H. Nu: 722'de Hasan îbn Ali'den, aynca Ahmed, Enes'ten, Taberani, Vabisa ve başkalarından rivayet etmişlerdir. Ha­dîs bütün tarikleriyle sahihtir. *~ cl-Lii'htu ve'l-Mercaıt, H. Nu:166Q

S" Buhârî, Enbiya 48, Müslim, (?) rivayet etmişlerdir. (Darimi, Rikak 68;Mı<sııeıfc.l,s.23

54

 

SCJMNETİ ANLAMADA YÖNTEM

"Allah'ım! Dinimi bana düzgün eyle ki o, işimin muha­fazasıdır. Dünyamı düzgün eyle ki, geçimim oradadır. Ahi-retimi de düzgün eyle ki dönüşüm orayadır. Benim için ha­yatı, her çeşit hayırda bereketli kıl. Ölümü de bana, her tür­lü şerden rahatlama kıl."a

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) duaları arasında istiaze( Allah'a sığın-ma)ler vardır. Mesela: "Yarattıklarının şerrinden, Allah'ın mükemmel kelimelerine sığınırı m. "b

"Allah'ım! Yanıltmaktan veya yanıltılmaktan, saptır­maktan veya saptırılmaktan, zulmetmekten veya zulmedil­mekten, cahilce davranmaktan veya davramlmaktan Sana sığınırım. "c

Bu ve bunlara benzer sığınışlar şekil itibariyle haber, anlam itibariyle ise inşa (istek) dır. Çünkü bunlar, istenilme­yen şeylerden Allah'a sığınmak suretiyle O'ndan bir isteği içerirler.

Bazen bir hadîs, hem haber, hem de -ister emir olsun, ister yasak olsun- talebi birlikte içerebilir. Ebu Hureyre'den merfû olarak gelen şu hadîste olduğu gibi: "Güçlü mü'min, zayıf mü'minden daha hayırlı ve Allah'a daha sevimlidir. Ama hepsinde hayır vardır. Sana fayda verecek şeylere kar­şı hırslı ol ve Allah'tan yardım iste! Acizlenme! 'Keşke şöyle yapsaydım, şöyle olurdu' deme! Lakin 'Allah takdir etti ve dilediğini yaptı' de! Çünkü 'keşke' şeytanın işini kolaylaştı-

rır.

a" Müslim, Zikr 71

b- Buhârî, Enbiya 10; Müslim, Zikr 54-55

c- İbn Mâce, Dua 18, Ebu Davud, Edeb. 103; Tirmizi, Deavat 28; Nesaî,

İstiaze 30-65; Müsned, c.6, s.306-318

d' Müslim, Kader 34

55

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kavli hadîslerinden bir kısmı kısa-öz olup, tek bir cümleden oluşur. "Kızma"* sözünde olduğu gi­bi. Bazıları da sayfalar tutabilecek kadar uzundur. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) önceki (ümmet)Ierin kıssaları veya kıyametin halleri veya gördüğü rüyalarından hareketle anlattığı, olmuş veya olacaklarla ilgili hadîslerinde gördüğümüz gibi.

Bazı hadîsler, insanlara dinleri hakkında bilmeleri ge­reken bir hususu öğretmek için yapılmış bir ilk çalışma şek­lindedir. Şu hadîslerde olduğu gibi: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?..."b "Size namaz, oruç ve sadakanın derecesinden daha faziletlisini göstereyim mi?

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Cuma ve bayram hutbeleri de böyledir.

Bazen kendisine sorulan bir soruya verilmiş cevap ola­bilir. Cebrail'in (a.s) İslâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında sorduğu sorulara vermiş olduğu cevaplarını ifade eden meş­hur hadîsinde olduğu gibi.

Yine, "Ey Allah'ın Resulü! Bana İslâm hakkında öyle bir söz söyle ki, o hususta senden sonra kimseye bir şey sorma­yayım" diyen adama O'nun: "Allah'a inandım de, sonra dosdoğru ol..."d buyurması gibi.

Aynı şekilde "Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sora­na: "Emanetin yitirildiği zaman kıyameti bekle!" buyurması ve "Onun yitirilmesi nasıl olacak?" sorusuna da "Yönetim,

a" Buhâri, Edep 76; Tirmizi, Bin 73; Müsned, c.2, s. 175 k" el-Lü'lutı ve'l-Meram, H. Nu: 54 (Bunlar: 1- Allah'a şirk koşma, 2-Ana-babaya isyan, 3- Yalana şahitliktir.)

c~ Benzeri için Bkz: Ebu Davud, Edeb, 58; Tirmizi, Kıyame 56 (Hadîste­ki bu faziletli is, iki Müslümamn arasını düzeltmektir. d' Müsned, c.3, s.413; Müslim, İman 62; Nesaî, (?); İbn Mâce, Filen 12, Süfyan İbn Abdillah es-Sekafi'den rivayet etmişlerdir.

56

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

ehil olmayana teslim edildiğinde artık kıyameti bekle!"3 şek­linde cevaplaması gibi.

Bazen de Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gördüğü bir şey veya işittiği bir söz ile ilgili olarak söylenmiş olabilir. Mescide işeyen bedevî kıssasında olduğu gibi. Onu gören sahabe hemen hare­kete geçmiş, ancak Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "İşemesini kesmeyin! İşedi­ği yere bir kova su dökün. Siz kolaylaştırıcılar olarak gönde-rildiniz, zorlaştırıcılar olarak gönderilmediniz," buyurdular,1" Oğlu İbrahim'in vefat ettiği gün, güneşin tutulması üze­rine, bazı insanlar: "ibrahim'in Ölümünden dolayı güneş tu­tuldu." dediler. Bunu duyan Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise "Güneş ve ay, Allah'ın ayetlerinden iki ayettirler. Hiç kimsenin ölümün­den veya yaşamasından dolayı da tutulmazlar" buyurduk

a- Nebevi Belagat:

Uzunuyla, kısasıyla sahih olarak Nebiden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nakledilen sözler, söyleniş, anlam, kapsam, şe­kil, fikir ve üslûp olarak insanlığa ait olan beyan ve belaga­tın zirvesini temsil eder. Çünkü onlar, kapsamlı ilimleri, öz­lü hikmetleri, bilginin gerçeklerini, yasama güzelliklerini, eşsiz yönlendirmeleri, ilginç meseleleri ve ender teşbihleri içerirler. Öyle ki belâğatlı ve hikmetli hiçbir söz, bunları böy­lesine kolay, bu kadar tatlı ve güzel bir şekilde, bu denli can­lı olarak ihtiva etmemiştir. Oysa tıpkı yaş bitki dallarını sıka­rak yağını süzen kimsenin yaptığı gibi. Nebevi sözlerin keli­melerinden de bir ruh süzülmüştür. Ve bu sözler "(Allah ta­rafından) indirilenlerden (hareketle yapılmış) bir çıkarım, a" Tirmizi, Tahare 1I2'de bu lafızlarla (doğrusu benzer lafızlarla) rivâyet etmiştir. Hadîsin aslı Buharı, Edep 35; Müslim, Tahare 98-99-100^ vardır. Hadisi yazarın verdiği lafızlarla bulamadım. Çev. k" el-Lü'luu ve'l-Mercan, H. Nu: 527 c- Mustafa Sadık er-Rafii, a.g.e., s, 422,424

57

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hakim ve Zikir (olan Kur'an'ın) nurundan bir alıntı" şeklin­de vasıflandırılmaya daha layıktır. Nitekim bu, çeşitli asır­larda yaşamış olan büyük edebiyatçı ve belâğatçıların da takdir ettikleri bir husustur.

Şimdi, d-Beyân ve't-Tebyîn adlı eserinde Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözlerini vasfeden Câhız'a kulak verelim: "O (Nebi’ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ait olan) sözün harflerinin sayısı az, anlamları çok, sa­nat açısından üstün, zahmetten uzaktır. O, açılması gereken yerde geniş, kısa tutulması gereken yerde ise kısa bir üslûp kullanmıştır. Yabancı, garip kelimeleri terk etmiş, çarşıya ait melez (argo, amiyane) ifadelerden yüz çevirmiştir. O, ancak bir hikmet mirasından konuşmuştur.

O, ancak Allah'ın kendisine verdiği İsmet sıfatıyla süs­lenmiş, ilahî destekle güçlenmiş, ilahî muvaffakiyetle kolay­laştırılmış bir üslûpla konuşmaktaydı Bu, Allah'ın sevgiyle beslediği, kabul ile bürüdüğü bir sözdür. Ve O, sertlik ile tat­lılığı ve güzelce anlatma ile söz sayısının azlığını bir arada toplamıştır. Tekrardan müstağni olmasına ve tekrarlamasına olan ihtiyacın azlığına rağmen herhangi bir kelime düşüklü­ğü olmamış, dili sürçmemiştir. Onu ne bir delil çürütebilmiş, ne karşısına bir hasım çıkabilmiş ve ne de O'nu bir hatip sus-turabilmiştir. Büakis O, uzun hutbelerini, kısa sözler ile akı­cı hale getiriyordu. Hasmını ancak onun bildikleriyle sustur­maya kalkışıyor, ancak doğrularla delil getiriyor, zaferi12 an­cak hak ile talep ediyordu. Aldatmaya baş vurmaz, hile yo­lunu kullanmaz, arkadan konuşmaz, ayıplamaz; ne gecikir, ne de acele eder, ne uzatır ve ne de kısa tutardı. Sonra insan­lar Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözünden daha yararlı, daha doğru, da-

•*" Buradaki fek kelimesi: Basan ve zafer demektir.

58

 

ha ölçülü, daha güzel, daha cömert, daha iyi, daha kolay, an­lamı daha açık, içeriği daha belirgin başka bir söz işitmemişlerdir."i3

Asrımızın İslâm ve Arap Dili Edebiyatçısı Mustafa Sa­dık er-Râfii, İ'câzu'l-Kur'an adlı kitabında şöyle der: "Ne­bî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözlerinden sahih olarak nakledilenlere lügat ve beyan sanatları açısından baktığın zaman onu öncelikle lafzı düzgün, söylenişi sağlam, terkibi güçlü, kelimelerin di­ziminde aralarında uygunluk, cümlelerin gayet değerli ol­duğunu, gerek lafız ile mânâ arasında ve gerekse lafız ve kullanımının dizim ve tertibinde aralarındaki ilişkinin açık olduğunu görürsün. Sonra, onda karışık bir harf, farklı an­lamları çağrıştıran bir lafız veya zorlama göremeyeceğin gibİ, kendisine yüklenen anlamı vermede, istediğini ifade et­mede ondan daha mükemmel hiçbir kelime de bulamazsın. Onun en güzel bir şekilde arz edildiğini, cümlelerinin gayet açık, detaylı, sınırlı ve en güzel bir şekilde olduğunu, anla­mının da güçlü olduğunu görürsün. Kelime türetiminde ol­dukça rahat, çeşitli konulara işaret etmede eşsiz, bakış açısı­nın ilginç, beyanının net olduğunu görürsün. Yine O'nun sözlerinde kıvırtma, zorlama, karmaşa, düzensizlik, acizlik­ten dolayı bir yardım arayışı, darlıktan dolayı alabildiğine yayılma ve hiçbir şekilde herhangi bir zayıflık da göremez­sin."3

Sahasında otorite olan büyük edib ve lügatçi Üstad Mahmud Muhammed Şakir deb bir makalesinde şöyle de­mektedir: "Bu zamanda, fikrin genişliği, kolay anlaşılırlığı

"' Cahiz, ei-Beyaıı ıv'i-Tebym.c. ", s. 14-15 a" Mustafa Sadık er-Rafii, a.g.c, s. 422,424 k" et-Muktetaf Dergisi, 1943-Haziran Sayısı, s. 114-115

59

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

ve ondaki yüce felsefenin konumunun gizliliği, felsefî bakış açısının bu kainattaki canlı hakikatin derinliklerine dalıp gitmesi, asnmızdaki eşsiz büyük edebiyatçı ve belâğatçıla-rın seçkin oluş nedenlerinin başında gelir. Bu ise, Arap'in ancak şairlerinden pek azında, hatta o şairlerin şiirlerinden pek azında gördüğü bir türdür. Bu türden, Arapça'da sade­ce iki eşsiz (mucize) vardır: Birisi; Kur'an, diğeri ise Resûlul-lah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahih olarak gelen hadîsler. Düşünce sadece bu ikisinde zirveye ulaşmıştır. İfade ve lafızlarıyla, sarmış olduğu bütün gerçeklerin anlamlarını kuşatmasıyla, lafız ve kelimelerinde seher vaktindeki güzel kokuyu estirmesiyle, bütün bunların da ötesinde, tüm bu anlamlar arasındaki ko­laylık, rahatlık, karşılıklı yakınlık ve kaynaşma karşısında diyoruz ki: İşte bütün bunlar, güzellik ve hoşluk bakımın­dan cennet rüzgârına benzer bir dereceye ulaşmakta, ustu­raların kalplerin bağlarını kesmesi gibi bir durum oluşmak­ta, yine ondan adeta yanıp-tutuşan bir ateş doğmakta, en­gin, anlayışlı insanlık binasını tanzim eden hususlar gerçek­leşmekte ve o, zelzelenin yeryüzünü salladığı gibi kişiyi sarsmaktadır.

İşte Kuran böylesine eşsiz (muciz)dir. O'nun ne önün­den, ne de ardından batıl herhangi bir şey gelmez. Resûlul-Iah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadîsleri de tıpkı O'nun gibidir. O da beşeriyet belagatının zirvesidir ve bundan ötesi de insanların boyunu

aşar

"14

b- Kavli Hadîslerin Önemi:

Biz, burada kavli sünnetler hak­kında sözü biraz uzattık. Çünkü sözlü hadîsler, gerçekte,

**■ Şeyh Ahmed Muhammet! Şakir'in Miftahu Künuzi's-Sünne adlı ki­taba yazmış olduğu mukaddimeden alınmıştır.

60

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sünnetin çoğunluğunu temsil eder. Yönlendirme ve yasama onlarla ifade edilir. Nebevi beyan, onlarla ortaya konulur. Onlar en güzel şekliyle Muhammedi belagatı temsil eder. Yüce Allah'ın Resullerin sonuncusuna Özgü vermiş olduğu cevâmiu'l-kelim denilen, az lafızla çok anlam ifade eden özlü sözler de bu hadîslerdedir.

Oysa asrımızda bazıları, kavli hadîsleri reddedip, sade­ce fiilî sünnetleri kabul edebileceğini iddia ederek baz] gö­rüşler ileri sürmüşlerdir.

Gerçekte bu iddianın sahibi böyle yapmakla sünnetin hepsini reddetmiş olur. Çünkü fiilî sünnet, sünnet koleksi­yonlarının içerdiği hadîslerin ancak cüz'î bir kısmını oluş­turmaktadır.

Çünkü mücerret olarak Nebî'nin {salla’llâhü aleyhi ve sellem} fiilleri en fazla o fiilîn caiz olduğunu gösterir. Oysa fiilîn sünnet veya vadp olduğunun belirlenmesi için Nebî'nin (s.a.v,) sözünün buna delâlet etmesi gerekir.

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) namazmdaki fiiller hakkında: "Beni na­maz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılın."a Hacc fiilleri hakkında da: "Hacc ile ilgili ibadetlerinizi benden alıp-Öğre-niniz."b

II- Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Fiilleri

Sünnetin ikinci kısmını da Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiilleri oluş­turmaktadır. Yani O'nun Özel ve tüzel; dinî ve dünyevî ha­yatındaki pratik uygulamalarından oluşmaktadır. O'nun ev içindeki hayatından, eşleriyle ilişkilerindeki en özel durum­lara varıncaya kadar her şey nakledilmiştir.

a' Buhârî, Ezan 18

■*" MUS'ted, c.3,s.366) şeklindeki hadîslerinde olduğu gidi.

61

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Büyüklerin bazılarının özel hayatlarında, ancak dostla­rının bildiği çeşitli açıklar ve kusurlar bulunması sebebiyle gizli bazı yönleri vardır ki onların anlatılmalarını istemezler.

Resûlullah ise hanımlarından veya ashabından herhan­gi birinin, gördüğü veya işittiği bir şeyi nakletmesine engel olmamıştır. Bu sebepledir ki, uykulu ve uyanık hali, yalnız­lığı, dolaşması, girip-çıkması, yeme-içmesi, giyinmesi, bine­ğe binmesi, gülmesi, ağlaması, yerleşik ve yolculuk hali, sa­vaşı ve barışı...vb. günlük hayatının detayları dahi rivayet edilmiştir. Çünkü bunların her birinde Ona uyulabÜecek bi­rer örneklik vardır. O'nun bu hususlardaki rehberliği ise, en hayırlı ve en mükemmel rehberliktir.

Bu yüzdendir ki fiilî sünnetlerden bir kısmının ibadetle-riyle ilgili olduğunu görmekteyiz. Mesela taharet ile ilgili Hz. Aişe'nin şu sözünü zikredebiliriz: "Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cünüp iken uyumak istediğinde, ayıp yerini yıkar ve namaz için al­dığı gibi abdest alırdı."3

Namaz hakkında Hz. Enes'in şu sözünü zikredebiliriz: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), çok soğuk olduğunda, namazı erken (vakitte) kılar, çok sıcak olduğunda ise (sıcağın geçmesini bekleyip) geciktirerek kılardı."b

Oruçla ilgili olarak Ebu Hureyre'nin şu sözünde olduğu gibi: "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) pazartesi ve perşembeleri oruç tutardı."c

Sadaka hakkında Hz. Enes'in şu sözünü zikredebiliriz: "Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir şey istendiğinde onu ya verirdi, ya da susardı."**

a" ei-Uî'lu\ı ve'i- Meram, H. Nu: 176

°" Buhârî, Cum'n 17; Müslim (?) Yazar müttefekun aleyh diyor (?)

c" îbn Mâce, Sıvam 42

a~ Hakim (?) rivayet etmiştir.

62

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hacc hakkında Hz, Aişe'nin şu sözünü zikredebiliriz: "Nebî (s,a.v.) ihrama bürünmek istediğinde, bulduğu en gü­zel koku ile kokulanırdı."a

Zikir ile ilgili olarak Ubâde ibn Ahsar'ın şu sözünde ol­duğu gibi: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yarağına vardığında Kâfirun suresi­ni okurdu."1'

Yeme-içme, giyim, uyku vb. normal hayat ile ilgili fiilî hadîslerden ise şunları zikredebiliriz: Hz. Enes'in şu sözün­de olduğu gibi: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yemek yediği zaman üç par­mağını yalardı. "c

"(Su vb.) içtiği zaman üç nefeste içerdi ve şöyle derdi: 'Çünkü bu, daha hoş, daha lezzetli ve daha iyidir.'"d

Hz. Ali'nin: "Resûlullah'ı ayakta (su) içerken gördüm."1-' sözü,

Ibn Ömer'in: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sarık kullandığında, sarığını omzuna dek uzatırdı"* sözü,

Ebu Said'in: "Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oturduğunda, dizlerini dikerek elleriyle tutardı."8 sözü,

Hz. Aişe'nin: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) evine girdiğinde, önce mis­vak kullanırdı"11 ve yine "O, herhangi bir rahatsızlık hisset­tiğinde, çeşitli istiazelerle Allah'a sığınarak nefesini üfürür ve onu eliyle (ağrıyan yere) sürerdi"1 sözleri,

a~ Müslim, Hacc 7

°~ Taberanî (?) rivayet etmiştir.

c" Müsned, c. 3, s. 290^54; Müslim, Eşribe 136

d" Buhâri (?); Müslim, Eşribe 123, Yazar müttefekun aleyh diyor (?)

Tinnizi, Eşribe 13; Ebu Davud, Eşribe 19; Müsned, c. 3, s. 211-400

e" Müsned, c. 1, s. 101

'" Tinnizi, Libas 12

S- Ebu Davud, Edeb 72

"' Müslim, Tahare 43-44

'" Buhâri, Meğazi 83; Müslim, Selam 51 (Müttefekun aleyhtir) el-Ui'luu H. Nu: 1415

63

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hz. Hafsa'nın: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uyumak istediğinde, sağ elini yanağının altına koyar ve 'Allah'ım, kullarını dirilttiğin gün beni azabından koru.. .'diye dua ederdi"3 sözünde oldu­ğu gibi.

Ev hayatı ve eşleriyle ilişkisi hakkındaki hadîslerden de şunları sıralayabiliriz:

Hz. Meymune şöyle der: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hanımlarından hayızh birine dokunmak istediğinde izar (uzun entari) giy­mesini emreder, sonra ona dokunurdu."b

Hz. Aişe şöyle der: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gece veya gündüz ha­nımlarını bir saatte dolaşırdı."c

"Eşlerinden bazılarıyla öpüşür, sonra (tekrar) abdest al­maksızın namaz kılardı."d

"Oruçlu iken {de hanımlarını) öperdi..."e

"Yolculuğa çıkmak istediğinde hanımları arasında kur'a çeker, kur'a kime çıkarsa, yolculuğa onunla birlikte çı­kardı."'

"Cinsel ilişkide sünnet edilen kısmın girmesi (guslü ge­rektirmesi) sebebiyle yıkanırdı."8

İçtimaî, askeri ve siyasî ilişkileri ile ilgili şu fiilî hadîsle­ri sayabiliriz:

a~ Ebu Davud, Edeb 98

^ Buhârî, Hayz 5

0 Buhâri, Gusl 12

d" Müsııed, c. 6, s. 62; Ebu Davud (?) (Aslında bu lafız Nesaî, Tahare ■

121'dedir.

e" Buhâri, Savın 23; Müslim, Siyan? 62-70-71; Ebu Davud, Savın 33; İbn

Mâce, Siyam 189; Muvatta, Siyam 13-18; Tirmizi, Savm 31; Müsned, c. 6,

s. 40-42

f" d-Lü'luu ve'l-Mercan H. Nu: 1763)

8" Müsned, c. 6, s. 123; Tahavî (Şenpu Meâni'l AsSr, c. 1, 5. 55 Beyrut-

1987

64

 

SÜNNETİ ANLAMACA YÖNTEM

Seril ibn Huneyf şöyle demiştir: "Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Müslü­manların düşkünlerine gelir, onları ve hastalarını ziyaret eder, cenazelerinde de bulunurdu."a

Abdullah ibn Cafer şöyle der: "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yolculuktan döndüğünde evindeki çocukları tarafından karşılanırdı."11

Ka'b ibn Malik şöyle demiştir: "Herhangi bir gazveye çıkmak istediğinde, o, bunu başkasına belli etmezdi."c

Abdullah ibn Büsr şöyle der: "O, herhangi birinin kapı­sına vardığında, kapının tam karşısında durmaz, kapının sağ veya sol köşesine geçer ve 'esselamu aleyküm, esselamu aîeyküm' diye seslenirdi,"d

Avf ibn Malik şöyle demiştir: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ganimeti ge­tirdiği gün taksim eder, evliye iki, bekâra ise bir hisse verir­di."^

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) lafzı olmaksızın O'ndan rivayet edilen hüküm ve yargıları da O'nun fiilleri kapsamına girer:

İbn Abbas'ın şu hadîsinde olduğu gibi: "Resûlullah bir şahid ve yemin ile hüküm verdi."' Yani Resûlullah bazı du­rumlarda yemini, ikinci şahit yerine koydu.

Behz ibn Hak im'in, babasından, dedesinden naklettiği şu hadîs gibi: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir töhmetten dolayı birisini tu­tukladı.'^

a~Abt!urre2zak, Musannaf'(?); Taberanî, d- Mu'cemu'l- Kebir, c. 6, s. 84,

H. Nu: 5586; Hakim, el-Mûstedrck, c. 2, s. 466'da rivayet etmişlerdir.

**"Müsned, o 4, s. 5; Müslim, Fedaüu's-SaMiıc 66; Ebu Davud, Cihnd 60

c- Ebu Davud, Cihad 101; Nesaî (?) (Buhâri, Cihnd 103; Müslim, Tei'be 54

d~ Müsned, ç. 4, s. 190-191; Ebu Davud, Eıieb 13*, H. Nu: 5186

lI" Ebu Davud, Haraç 14; Hakim, el-Müstedrek, c, 2, s. 140

"~ Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bu fiillerini bildiren haberleri alırken Elbânî'nin $a-

hihu'l-Caıııii'f-Sağir ve Ziyndehıh adlı eserine dayandık.

f~ Müslim, Akziyc 3; Ebu Davud. Akziye 21

8" Ebu Davud, Akziye 29; Timıizi, Diyal 20; Nesaî, Surat 2

65

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Ebu Hureyre'nin şu hadîsinde olduğu gibi: "Resûlullah (dövüştükleri için) Lihyan oğullarından bir kadının düşür­düğü cenin hakkında (diyet olarak) bir köle veya cariye ve­rilmesini hükmetti. Sonra hakkında bir köle diyeti hükmü verilen kadın vefat etti. Bunun üzerine Resûlullah onun mi­rasını çocuklarına ve kocasına verdi, diyeti ise baba tarafı ak­rabalarına yükledi. "d

Nitekim bazı âlimler, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hüküm ve yargı­ları hakkında kitaplar yazmıştır- Allâme İbnu'l-Kayyim el-Cevziyye de Zâdu'l-Meâd adlı kitabında bu hususa geniş bir bölüm ayırmıştır.

Yine Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiillerine, O'nun lafzıyla gelme­yen emir ve yasaklarının girmesi mümkündür.

Berâ ibn Azib'in "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize yedi şeyi em­retti ve yedi şeyi yasakladı..."b hadîsi gibi.

Rubeyyi binti Muavviz'in rivayet ettiği şu hadîs gibi: "Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Sabit ibn Kays ibn Şemmas'ın karısına -koca­sıyla ihtilafa düşmesi sebebiyle- bir hayz müddeti bekleyip, sonra ailesine katılmasını emretti."c

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği; "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hileli satışı yasakladı"*1 hadîsi gibi.

Ebu Cuhayfe'nin rivayet ettiği: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), köpek ve kan (satış) parasını ve fahişe kazancını yasakladı" hadî­si gibi.

Cabir'in rivayet ettiği: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), eğitilmiş köpek dı­şında, köpek parasını yasakladık hadîsi gibi.

a- Buhari, Diyar 26

"~ Buharı, Cenaiz 2; Müslim, Libas 2; Tirmizi, Edeb 45

•=■ Nesaf Talak 53

d" Müslim, Buyu' 4

e- Müsned, c. 3, s. 316; Nesaî, Sayd 16

66

 

SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nitekim Hafız Suyutî Camiu's- Sağir adlı eserinde bu şe­kilde pek çok yasaklama hadîsleri zikretmiştir. Yina Allâme Elbâni de Sahihu'l-Camü's-Sağir ve Ziyadetuh onlardan sahih ve hasen olanları zikretmiş ve bunlar 173 hadîse ulaşmıştır. Buradakilerin çoğunu da oradan naklettik.

Burada, Nebî'ye (s.a,v.) ait fiillerden bir kısmının O'nun yaratılış ve mizacından kaynaklandığı da göz Önünde bu­lundurulmalıdır. Mesela sahih olarak gelen "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kaba­ğı severdi"a yine "O, (koyun vs) kol etinden hoşlanırdı"15 şeklindeki haberlerde olduğu gibi.

O'nun fiillerinden bir kısmı, ise, adetten kaynaklanmak­tadır. Sarık sarması ve onu omuzları arasına uzatması gibi.c Onlardan bir kısmı ise, kurbet ciheti'yle yani Yüce Al­lah'a yaklaşma kastıyla yaptıklarıdır. Namazdaki, hacc ve umre ibadetlerindeki fiilleri, O'nun zikirleri ve duaları vb.

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir fiili; onun farz, sünnet veya mubah olduğunu gösteren bir söz veya durum ya da başka bir kari­ne olmadıkça, o fiilin yapılanmasına mutlak olarak izin ve­rildiğine delâlet eder.

Usûlcüler bu konuda dört farklı görüş benimsemişler­dir. Burada benim tercihim ise şudur: Allah'a yaklaşma kas­tıyla yapılanlar sünnet, bunun dışındakiler ise mubahtır.

Sahabe O'nun Allah'a yaklaşma kastıyla yaptığına ka­naat getirdikleri konularda O'na uyma konusunda gayet ha­ris davranmışlardır.

a- Bfcz: Buhârî, Elime, 33-35-38; Müslim, Eşr&K 145; Müsned, c. 3, s. 153-377-206-225...

*>■ Bkz: Buhârî, Enbiya 3; Müslim, İman 327-238; Ebu Davud, Et'tme 20 e" Bkz: Müslim, Hacc 451-454, Bin 13; İbn Mâce, Libas 15; Tirmizi, Li­bas \2

67

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu yüzdendir ki biz, Hz. Ömer'in (r.a.) Haceru'l-Esved'i öperken şöyle dediğini görmekteyiz: "Ey taş! Senin ne fayda, ne de zarar vermeyeceğini bildiğim halde seni öpüyorum. Eğer Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim.'"8

Bazen Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem} kendilerini, merhamet ettiğinden dolayı nehyettiği kanaatine varmışlarsa, yapmalarını yasak­lamasına rağmen O'na uyuyorlardı. Visal orucunda yaptık­ları gibi. Çünkü O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisi visal orucu tutarken onla­rı bundan nehyetmişti. Bunun üzerine onlar: "Visal orucu tuttuğun halde, bizi ondan niçin nehyediyorsun?" diye sor­dular. O da şöyle buyurdu: "Hanginiz benim gibidir? Ben geceliyorum (ama) beni Rabbim doyurup-suluyor."b

Onlardan kimisi ise, Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olan üstün sevgi­sinden ve her işinde O'na uymaya olan aşırı hırsından dola­yı, Allah'a yaklaşma ciheti olmasa dahi O'nun bütün fiilleri­ne uymaktaydı. İşte onlardan birisi Abdullah ibn Ömer'dir.

Mücahid'in şöyle dediği nakledilmektedir: "İbn Ömer (Ra.} ile birlikte bir yolculuktaydık. Derken bir yere vardı ve biraz kavis yaptı. Kendisine 'niçin böyle yaptın?' diye sorul­du, o şöyle dedi: 'Resûlullah'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle yaptığını gör­düm, onun için ben de yaptım ."c

Zeyd İbn Eslem'in şöyle söylediği rivayet edilir: "ibn Ömer'i, düğmeleri çözük bir şekilde namaz kılarken gör­düm ve bunun sebebini sordum: 'Resûlullah'ı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle yaparken gördüm de...' diye cevap verdi.d

a" Buhâri, Hacc 50-57; Müslim, Hncc 248, 251; Muvatla. Hacc 115 vb.

k~ Buhâri, Savm 20; Müslim, Siyam 57-58; Muvatla, Siyam 58 vb.

c" Müsııcd, c. 2, s. 32 ve Bsvzar (?) iyi bir senedle rivayet etmişlerdir.

Bk7: Heysemî, Mecmtııt'z-Zevaid, c. 1, s. 174

d~ İbn Hıızeymen, Sahih, c. 1, s.382, H.Nu: 779; Beyhâki, Sünen, c. 2, s.

24Ü Bkz: Heysemi, Mecmau'z-Zeaûd, c.l, s. 175

68

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine İbn Ömer Mekke ile Medine arasındaki bir ağaca gelir ve altında biraz uyur ve Resûlullah'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle yaptığını söylerdi."3

ibn Sîrîn'in de şöyle dediği rivayet edilir: "Arafata İbn Ömer ile beraberdim. O gittikçe, onunla ben de gittim. Niha­yet imama yetişerek, birlikte öğle ve ikindi namazını kıldı. Sonra o, ben ve arkadaşlarım (orada vakfe için) durduk. İmam hareket edince biz de onunia birlikte ilerledik. Me'zemin'e varmadan, boğaza gelince hayvanı çökertti, biz de çö­kerttik. Biz onun namaz kılacağını sanıyorduk. Hayvanı tu­tan kölesi şöyle dedi: 'O namaz kılmak istediğinden değil, Resûl'ün buraya geldiğinde tuvalet ihtiyacını giderdiğini hatırladı (da onun için durdu). Şimdi o da orada ihtiyacını gidermek istiyor. '"b

Bu haberleri el-Terğib ve't- Terhib16 adlı kitabında Hafız e!-Münzirî de zikretmiş, sonra şöyle demiştir: "Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uyma ve sünnetini izlemeleri hususunda ashâbtan gelen haberler gerçekten çoktur."

Yine Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiilierine, O'nun terk ettiği şeyler de girmektedir. Zira terk, kişinin bir fiili yapmaktan el çek­mesidir. Bunun içindir ki bir grup usûlcüler bu el çekmenin de bir fiil olduğu görüşüne vardılar. Buna göre Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir işi terk edince o işin terki de sünnet olur. Bundan dolayı onların şöyle söylediğini de görmekteyiz: "Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaptığı da sünnettir, terk ettiği de sünnettir."

a' Bezzar (?) rivayet etmiştir, isnadında beis yoktur. Bkz: Heysemi, aynı yer.

MÜsttai, c. 2, s. 131. Hadîsin râvileri, Sahih'te rivayetlerini: itibar edilen râvilerdir.

16~ Uünzin, el-Terğib vet-Terhib, (c. 1, s. 82-83) et-Terğibfi't-tibai f'HS-labi ve's-) SUnııcf başlığı altında zikretmiştir.

69

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu husus ibadetlerle ilgili durumlarda gayet açıktır. Yapması için imkânlar olduğu, herhangi bir engel de bulun­madığı halde O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) terk etmiş olduğu şeyleri terk et­mek de sünnettendir. Bayram namazını (dışarıda musallada kılıp) mescitte kılmamasıyla, ondan Önce ve sonra namaz kılmayı terk etmesinde olduğu gibi.

İşte, Hz. Ömer, Kur'an'ın ilk defa Mushaf şeklinde bir araya getirilmesini istediğinde, "Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yap­madığı bir işi ben nasıl yaparım?" diyerek Hz. Ebubekir'i duraklatan husus budur. Hz. Ömer bu isteğinde o kadar ıs­rar etti ki, nihayet Hz. Ebubekir de ikna oldu ve bu işin İs­lâm ve Müslümanlar için hayırlı olacağını anladı.3

Şüphesiz, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi döneminde bu işi yap­masına şöyle bir engel vardı: Kur'an'ın inişi tamamlanma­mıştı. Çünkü Kur'an Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliği süresin­ce ortaya çıkan çeşitli olaylara göre parça parça inmekteydi. Bu nedenle indirilişi tamamlanmadan önce iki kapak arasın­da toplanması mümkün değildi.

Hz. Osman da, bütün Müslümanları bir imam-mushaf üzerine toplarken, bunu gerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve gerekse Ebubekir ve Ömer dönemlerinde olmayan bazı sebepler ve gerekliliklerin bulunması sebebiyle yaptı.

Yine Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ramazanda birkaç gece, mescitte ce­maatle teravih namazı kılmış, ancak Müslümanlara farz kılınıverir de, onlara zor gelir endişesiyle bu namazı terk et­miştir.

Bunun içindir ki Nebî'nin (.salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatından sonra farz kılma korkusu şeklindeki bu engel ortadan kalkıp, yapılma

a" Bkz: Buharî, Fedailu'l-Kur'an 3)

70

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

imkânları görülünce Hz. Ömer bunu yapmış ve.Müslüman­ları mescitte bir imam arkasında toplamıştır.3

Bundan hareketle sahabe, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiilerini nak­letmede haris oldukları gibi O'nun kastını kavradıkları za­man, terk ettiği şeyleri de aynı titizlikle aktarıyorlardı. Bu hususta şu misalleri verebiliriz:

Cabir ibn Semure'nin hadîsi: "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bayram namaz­ları için ezan okutmazdı."b

Yine Cabir'in rivayet ettiği bir hadîs: "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Cuma günü vaazı uzatmazdı."11

Hz. Aişe'nin hadîsi: "O (s.a,v.), gusülden sonra (yeni­den) abdest almazdı. "d

Abdullah ibn Amr'ın hadîsi: "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaslanarak ye­mezdi. "e

Bunlara benzer daha birçok misaller vardır.

III- Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Takrirleri

Sünnetin üçüncü çeşidi de takrirdir. Takrirden kast edi­len ise; Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir fiili gördüğü veya bir sözü işitti­ği ya da bir şeyi bildiği halde, buna karşı çıkma imkânı ol­masına rağmen, karşı çıkmayıp, onaylama sidir. Tabiî ki O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) batıl olan bir şeyi onaylamaz, çirkin olan bir şey kar­şısında sessiz kalamaz. O'nun onaylaması, o hususta hiçbir sakınca olmadığına delâlet eder. Bunun sebebi ise İbn Hazm'ın da dediği gibi: "Çünkü yüce Allah Nebisine tebliği

R- Bkz: Buhlrî, Salatu't- Teravih 1; Müslim, Müsafirîn 177-8 *>" Müslim, Ideyıı 5-6-7; Ebu Davud, Salat 250; Tirmizî, Salat 384 (Yu­karıdaki lafızlarla değil

c- Ebu Davud, Salat 231; Hakim, Müslcdrek, c. 1, s. 2S9 d" Müsned, c. 6, s. 28-192-253-258; Tirmizî, Tahâre 79 e- Müsned, c. 2, s. 165-167; Ebu Davud, Ei'ıme 17. (Farklı la/ıslarla.)

71 

 

SONNCTİ ANLAMADA VÖNTEM

farz kıldı. O'nu insanlardan koruyacağını haber verdi, ken­dilerine indirileni insanlara açıklama görevini de C^na yük­ledi. Nebinin {salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir kötülüğü bildiği halde ona karşı çıkmadığını iddia eden kişi kafir olur. Çünkü bu kişi, Ne-bî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emrolunduğu gibi tebliğ etmiş olmasını inkar etmiştir. O'nu Rabbinin nitelediğinden başka bir şekilde ni­telemiştir. Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'Allahım, tebliğ ettim mi?' buyurdu­ğunda, insanlar 'evet' deyince, 'Allahım, şahid ol!' şeklinde­ki sözlerini yalanlamıştır. Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözlerini Veda Hacc'ında söylemiştir."17

Bazen Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir fiile onayı yalnızca susma ve karşı çıkmama seklinde olabilir. Sermaye artı işgücü şeklin­deki müdârebe denilen ortaklığı onaylamasında olduğu gi­bi. İnsanlar gerek cahiliyye döneminde ve gerekse İslâm'dan sonra bu tür ortaklıklar yapıyorlardı. Sahabeden de bunu yapanlar oldu, ama Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlara karşı çıkmadı. Bura­dan hareketle bütün mezhepler bunun meşru olduğunda ic-ma etmişlerdir.18 Yine Beni Kurayza'da ikindi namazı mese­lesinde de durum böyledir. Ahzab savaşından sonra da Ne­bî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahabeye şöyle buyurmuştu: "Her biriniz ikindi-namazını ancak Beni Kurayza'da kılsın!" Bazıları yoldayken ikindi vakti girdi. Bunun üzerine bir kısım; "Beni Kuray-za'ya varmadıkça namaz kılmayız." derken, bazıları ise "Bi­lakis namazı kılarız, çünkü Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizden istediği şey bu değildi." dediler. (Ve iki şekilde hareket ettiler.) Son­ra bu durum Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haber verildi de O, onlardan hiçbirini kınamadı.*1 Böylece ictihadları farklı oldu. (İkinci)

17-16-

İbnHazm, d-İkkam fi Usııii'i-Ahkam, c. 1, s. 139 İbn Hazm, ei-Muhalla, c. 8, s. 285, Mesele; 1367 Buharı, Megazî 30

72

 

grup yaptıkları anlaşmayı ihlal eden Kurayza Oğullarına ge­reken dersi vermek üzere giderken, sağda solda oyalanma­dan, süratle ilerlemeyi kastettiğini anlamışlardır. Diğerleri ise sadece nassın (emrin) zahirini almakta diretmişler veya Müslim'in rivayet ettiği gibi şöyle demişlerdir: "Vakit çıksa dahi ancak Resûlullah'ın emrettiği yerde kılarız" 19

Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise iki grubun yaptığını da onaylamış, hiç­birine karşı çıkmamıştır^ Nitekim âlimlerin geneli; elinden gelen tüm gayreti göstererek içtihad eden birisinin hata etse bile günaha girmeyeceğine bunu delil göstermişlerdir.20

Bazen de onay, susmadan da öte tebessüm ve sevinç vb. göstermek ile olur. Çok soğuk bir gece cünüb olduğu halde, gusletmeden, teyemmümle yetinerek arkadaşlarına namaz kıldıran Amr ibn el-As kıssasında olduğu gibi döndüklerin­de, Nebî'ye {salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu şikayet ettiler. O, bunu sorduğunda Amr: "Yüce Allah'ın şu ayetini hatırladım: 'Ve kendinizi de Öldürmeyin, Çünkü Allah, size çok merhametlidir' (Nisa, 29). (Buna dayanarak) teyemmüm edip sonra da namaz kıl­dım." dedi. Bunu duyunca Nebî (s.a.v,) güldü.

Bazen ise onay bundan da fazla bir şeyle gerçekleşir. Bayram günü Habeşlilerin, mescitte mızraklarıyla oynama­larını onaylamasında olduğu gibi. İşte, O'nun onlara "Alın

' İbn Ömer rivayetinde hadîs muttefehun aleyhtir. Buhârî, Meğazi {30)'da; Müslim ise Cilıaıi 69 da rivayet etmiştir. Müslim'de "İkindi fJamazı" yerine "Öğle Namazı" deıulmektektedir,

20- Bfcz: İbn Hacer, Fethu't-Bâri, c. 8, s. 413 Halebi Baskısı.

21- Müsned, t.4, s.203-204; Ebu Davud, Taitare 126; Miiııtekn'da denil­diği gibi Darekutni, (Sünen, c. 1, s. 178) rivayet etmişlerdir. Şevkânî ise Neylu'l-Evlar (c. 1, s. 258)'de hadisi, Buhârî'nin {Teyemmüm ?)'de ta'lik olarak, İbn Hıbban (ct-İhsau, o 4, s. 142-3) ve Hakim (Müstedrek, c. 1,'s. 177) rivayet ettiklerini söylemiştir.

73

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ey Ernde Oğulları!" demesi ve Hz. Aişe'nin onlara bakması­na izin vermesi de3 böyledir.

IV- Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Sıfatları

Hadîs âlimlerine göre, Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gerek ahlâk ve gerekse yaratılışı ile ilgili sıfatları da sünnettendir. Yaratılış sıfatlarına misal olarak Ebu Said'in şu sözünü zikredebiliriz:

" Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sırtındaki nübüvvet mührü şişkin bir et parçası (şeklinde) idi."b

Yine CabİT Ibn Semure şöyle anlatır: "Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mührü, güvercin yumurtası kadar kırmızı bir şişkinlilk şek­lindeydi.'^

Hz. Enes de şöyle söylemektedir: "Nebi'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başı, elleri ve ayakları büyüktü."d "Diğer insanlara gÖre orta uzunluktaydı. Ne çok uzun, ne de kısaydı. Parlak renkli olup, ne fazla beyaz, ne de esmerdi."e

Hz. Ali ise "Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başı büyük, sakalı çoktu."f demektedir.

Hz. Aişe'de şöyle der: "Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) saçı, omuzları­nın üstünde, kulak memelerinin altında idi."s

a" Bkz: Buhâri, Ida/n 2, 25; Müslim, ldeyn 19; Nesaî, ideyi 35)

k- Tirmizi, (?)

c" Müslim, FatctS 110; Tirmizi, Menahb 11 (Benzer lafızlarla.

"" Buhârî, Libas 68 (Buradaki rivâyelte "başı" zikredilmiyor.

^ Bkz: Buhârî, Menahb 23; Müslim, Fedail 113; Tirmizi, Menahb 4

f~ Müsned, c. 1, s. 116-117, 134, 151, Ibn Sa'd, Tabakat.ç. 1, s. 410-411.

(Yakın lafızlarla); İbn Hıbban (?) ve Beyhâkî (?) de rivayet etmişlerdir

8" Tirmizi, Lite 21'deki Hz. Aişe'nin iki rivayeti de: "Ve kine lehu

şa'run fevka'i- cümmeti ve dune'l- vefrati" şeklindedir. Ve biz buna

uygun olarak tercüme ettik. Oysa, yazarın zikrettiği rivayet ise: "Ka-

ne faruhtı dune'l-cümmeti ve fevka'l-vefrati" şeklinde tam tersinedir.

Tirmiîi'nin rivayet ettiğini söylemesine rağmen, bu tezat, bir dizgi

hatası mı, yoksa yazarın bir sehvi mi bilemiyoruz.)

74

 

SOPJNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İbn Ömer ise şöyle anlatır: "Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) saçında yir­mi kadar beyaz kıl vardı."3

Ka'b İbn Malik de şöyle söylemektedir: "Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) se­vinçli olduğunda yüzü sanki ay parçası gibi parlardı."1"

Ahlâk ile ilgili sıfatları ise şöyle anlatılmaktadır:

Hz. Aişe şöyle der: "Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ahlâkı Kur'an idi"^

Ebu Said de şöyle der: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), haremlikteki baki­re kızdan daha çok haya sahibi idi."d

Enes (r.a.) ise şu şekilde anlatmaktadır: "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), in­sanların en iyisi, en sevimlisi ve en cesuruydu."e

Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiilerinden ve sözlerinden oluşan bu ni­telikleri O'nun şemailini oluşturmaktadır ki bu hususta İmam Tirmizi müstakil bir eser yazmış ve gerek şerh yazan­lar ve ne de gerekse Nebevi sîret yazarları ona oldukça önem vermişlerdir.

V- Nebî'nİn (s-a.v.) Sîretî

Sünnet; Nebf nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) söz, fiil, onay ve sıfatlarına ila­veten bu dört kısmına girmeyen hayatını da kapsamakta­dır. Buna Peygamber olarak gönderilişinden öncesi de da­hildir.

Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumu, süt emme dönemi, yetişmesi, peygamber olarak gönderilişi vb. O'nun sözleri aracılığıyla

a~ Müsned, e. 2, s. 90; Tirmizi, Şemail (?); İbn Mâce, Libas 35 "" Müttefekurı aleyhtir. Buhârî, Menahb 23, Meğazi 79; Müslim, Ten­te 53i

c~ Müsned, c. 6, s. 54, 111,; Müslim, Müsafiritı 139; Ebu Davud, Sakı

316. H. Nu: 1342

d' Müsned, c. 3, s. 77, 79, 88, 91, 92; Buhârî, Menahb 23, Edeb 72, 77;

Müslim, Fedait 67)

e" Müttefekun aleyhdir. Buhârî, Ohad 82, Edeb 39; Müslim, Fedait 48

75

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bilinmeyen hususlar bu cümledendir. Aynı şekilde vefatı, teçhiz edilip toprağa verilişi de bunun gibidir. Anam, babam O'na feda olsun. Bunun misallerinden Hz. Aişe'nin hadîsi şöyledir: "Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelen vahyin ilk başlangıcı sadık rüyalar şeklindeydi. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir rüya görmezdi ki o, sa­bah aydınlığı gibi çıkmasın."3

Yine (kral) Heraklius ile Ebu Süfyan kıssasını anlatan İbn Abbas'm uzunca hadîsi de böyledir.b

Hz. Ali şöyle der: "O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem), dört adamın taşıyabil­diği 'el-Garra' denilen bir karavana kazanı vardı."c

İbn Ömer hadîsi şöyledir: "Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iki müezzi­ni vardı: Bilal ve âmâ olan İbn Ümmü Mektum."d

Yine Hz. Aİşe şu hadîsi nakleder: "Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) geceleyin başını koyup uyuduğu yastık deridendi ve lifle do­luydu.'^

Bir başka hadîsinde de şöyle der: "İki ay içerisinde peş peşe tam üç hilâl (üç x on beş gün) geçerdi de Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in evlerinde ateş yanmaz (ocakta yemek pişmez)dı Urve: "Peki, ne ile yaşıyordunuz ey teyze?" diye sorunca Hz. Aişe: "Şu iki siyah şeyle: Hurma ve su" dedi.f

Bunlar ve benzeri hadîsler Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiil ve sıfat­larına girmezler. Ancak geniş bir cihetle ele alınırsa o başka.

a" Buhârî, Bed'ıt'I-Vahtf 3 b" BuhM, Bedul-Vahy 6 c~ Ebu Davud, Ef W 18 d" Müslim, Salal 7, Sıvam 38

^ Mihned c. 6, s. 48,56,73; Ebu Davud, Libas 45; Tirmizi, Libas 27; İbn MÂce.Zühıi 11)

f* Buhârî, Hibe 1, El'ımc 41 ve başkaları (Müslim, Ziiiıd 2H, 30,31; Mıis-ıW,c6, s. 71,73-..)

76

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Lakin bunlar O'nun sîretindendir. Ve sîreti de O'nun sünne-tindendir.

Bundan dolayıdır ki, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumundan ve­fatına kadar hayatına, hadîs kitaplarında geniş yer verilmiş­tir. Bilhassa peygamberlikten sonra ve özellikle de hicretten sonrasına daha çok yer verilmiştir. Çünkü bu dönem, İslâm toplumunun oluştuğu kendi şeriatıyla hükmeden, O'nun yolunda cihad eden ve O'nun çağrısını bütün âlemlere teb­liğ edecek olan devletinin kurulduğu bir dönemdir.

D- Sünnetin Hepsi Haktır ve Onda Bâtıla Yer Yoktur

Şüphesiz Nebî'nin (s.a,v.) sünneti asla herhangi bir bâtılı içermez. Çünkü, sünnet ister kavlî olsun, ister fiilî veya tak­riri olsun, Allah, Resulünü bundan korumuştur. Zira, onla­rın hepsi insanlar için bir Örneklik ve ittiba konusudur. Nite­kim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçekten, sîzin için Allah Resulünde güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 21)

Bir başka âyette ise: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sîzi sevsin ve günahlarınızı bağış­lasın" buyurmaktadır. (Al-i İmran, 31)

Allah, kullarını sapıtacak değil ki bâtılı örnek almayı ve sapıklığa uymayı meşru kılsın!

Nitekim Abdullah İbn Amr İbn el-As (r.a,), Nebfden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işittiği her şeyi yazıyordu ki Kureyş(liler) ona bunu yasaklayarak şöyle dediler: "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de kızgınlık ve hoşnutluk hallerinde konuşan bir insan iken, O'ndan işit­tiğin her şeyi yazıyorsun, öyle mi?!" Bunun üzerine Abdul­lah yazmaktan el çekti ve durumu Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem} sordu. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da ağzına işaret ederek şöyle buyurdu: "Yaz! Nefsim

77

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki buradan haktan başka bîr şey çıkmaz."3

Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haktan başka bir şey söylemeyince, ancak güzel olanı yapar, yalnızca meşru olan bir durumu onaylar. O'nun herhangi bir haramı veya mekruhu ne işlemesi ve ne de onaylaması düşünülebilir.

Ama O'nun, Bedir esirleri hadisesinde13 ve Zeynep kıs­sası vb. bazı durumlarda Allah tarafından itab edilmesi (kînanarak düzeltilmesi) ne gelince, bunun sebebi; O'nun, evlâ olanın hilafını yapmasıdır. Bu ise, "İyilerin iyilikleri, (Al­lah'a) yakın olanların (neredeyse) kötülükleri (mesabesinde) dir." cümlesindendir. Şüphesiz sünnetin bir kısmı, Allah ta­rafından Resulüne, gizli veya açık, uykuda veya uyanık iken vahiy yoluyla gelmiştir. Yüce Allah'tan, meleklerinden, pey­gamberlerinden ve bunlardan başka gayb konularından bahseden hadîslerde olduğu gibi. Yine Allah Teâlâ şunu farz kıldı, bunu helâl kıldı veya şunu haram kıldı ya da bunu ke­rih gördü gibi Allah'tan vermiş olduğu haberler de bu cüm­ledendir ki bunlar da ancak vahiyle olur.

Iyaz İbn Hımar'ın şu hadisinde olduğu gibi, bu husus bazı hadîslerde açıkça ifade edilmiştir: "Allah bana sizin al­çakgönüllü olmanızı vahyetti. Ta ki kimse kimseye karşı gururlanmasın ve kimse kimseye karşı azgınlık yapma-sın!"d

Yine Ebu Umame'nin rivayet ettiği şu hadîs de böyle­dir: "Ruhu'l Kudüs kalbime şunu üfürdü:' Ecelini tamamla-

a~Masturi,c. 2, s. 162,192; Ebu Davud. ilim Tle s.ılıih bir isnâdla riva­yet etmiştir.)

*>" Bkz: Enfal 67. âyeti ve tefsiri c~ Bkz: Ahzab 37-40 âyetleri ve tefsirleri d" Müslim, Cenne 64; Ebu Davud, Edeb 48; İbn MSce, Zühd 16

78

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

madıkça, rızkını elde etmedikçe hiçbir nefis ölmeyecektir. Şu halde Allah'tan sakının ve güzellikle isteyin.'"a

Yine Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dikkat ediniz, bana kitap ve onunla birlikte bir misli verildi."h Bu nedenle­dir ki âlimler, Kur'an'ı 'vahy-i metluv'= Okunan vahiy; sün­neti ise 'vahy-i gayri metluv'= okunmayan vahiy diye isim­lendirmişlerdir.

Sünnetin bir kısmı ise Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ictihadlarıyla sa­bit olmuştur. Bu hususta; şer'î hükümleri ve dinî emirleri göz önünde bulundurarak bazı usûlcüler ihtilaf etse de, dünya maslahatları, savaş idaresi vb. hususlardaki içtihadlarının varlığı icma ile sabittir.

- Şevkani'nin de dediği gibi- Cumhur; bu hususta yüce Allah'ın Nebisine, tıpkı kullarına hitap ettiği gibi hitap etti­ğini, O'na çeşitli misaller verdiğini, düşünmesini ve ibret al­masını emretmesini delil göstermiştir. Ve O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah'ın âyetleri hakkında düşünenlerin en yücesi, ibret alanların en büyüğüdür.

Hataya maruz olabilmelerine rağmen ümmetin içtihad etmesi caiz olunca, hatadan masum olanın içtihad etmesi evveliyetle caiz olur.

Gerçekten Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rivayet edilen haberler şa­hitlik etmektedir ki O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir çok durumlar ve olaylar hakkında kıyas, bir şeyin miktarını tayin etme, maslahatla­ra riâyet etme vb. yollarla içtihad etmiştir. Kendisine soru soranlardan bazılarına: "Babanın ödemesi gereken borcu

a" Ebu Nuaym, Hüyetu'l-Evliya c. 10, s. 27 (Ayrıca hadîsin diğer var­yantları, kaynaklan ve rical tenkidi için Ahmet Muhammed Şakir'in Şafiî'nin Risalesi'ne yaptığ; tahkik ve şerhe bakılabilir; s. 93-103 Çev.) °~ Ebu Davud, Sünııe 6; Beyhâkî, Sünen, c. 9, s. 332

79

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

olsaydı ne yapardın?"3 "Şayet ağzına su alıp ağzını yıka-saydın, ne olurdu dersin?"15 demesiyle yine Hz. Abbas'a söylediği: "İzhir hariç..."c sözü, "Eğer bu şiiri onu öldür­mezden önce işitseydim, onu öldürmezdim."*1 hadîsinde ol­duğu gibi.

Ne bunlardan birisinde, ne de sorulan soruların çoğun­da vahiy beklememiştir. Şu kadar var ki, esirlerden fidye al­mak ve benzeri konularda Allah'ın O'nu kınaması açıkça göstermektedir ki, bu O'nun içtihadıyla gerçekleşmiştir. Şa­yet bu vahiy ile olsaydı, Allah, O'nu kınamazdı. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu sözü de böyledir: "Başıma gelen bu durumu önce­den bilseydim, kurbanlıkları getirmezdim."*1 vb.72

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) içtihad ettiği hususlarda hata etmesi ih­timaline gelince, böyle bir şey olması halinde, Müslümanlar o konuda O'na uymasın diye Yüce Allah O'nun hatasını onaylamayacaktır. Mutlaka O'na doğruyu açıklaması gere­kir. Nasıl olmasın ki. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisi hakkında "Evlâ olanın hilafına" sayılan bir şey yaptığında Allah, okunan Kur'an inmişken, hata ettiğinde nasıl müdahale etmez?!

Sahih olarak gelen bir haberde adamın birisi O'na şunu sordu; "Eğer Allah yolunda öldürülürsem, günahlarım sili­nir mi? Ne buyurursunuz?" Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "Eğer sabırla, ecri­ni sadece Allah'tan umarak, kaçarken değil, ilerlerken Allah yolunda öldürülürsen evet!" diye cevap verdi. Sonra Allah

a- Miisned, c. 4, s. 5; Nesaî, Hacc 11

b- Miisned, c. l,s. 21; Ebu Davud, Savm 33; Darimi, Sanın 21

e- Buharı, Cenah 77; Müslim, Hacc 445,447-8; Müsııed, c. 1, s. 203,209,

c. 2, s. 238

d- Elimdeki kaynaklarda bulamadım. Çev.

e- Buhüri, Hacc 81, Umre 6; Müslim, Hacc 130,141; Miisned, o 1, s. 235

22- Şevkânî, İrşadu'i-Fuhul, s. 338, es-Seade Baskısı.

80

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

resûlü şöyle sordu: "Nasıl demiştin?" Adam sözünü tekrar­layınca Nebî {salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Eğer borç hariç, sabır­la, ecrini sadece Allah'tan umarak, kaçarken değil de ilerler­ken öldürülürsen, evet! Cebrail bana böyle söyledi."a

Nebî'nin {salla’llâhü aleyhi ve sellem), soru sorana Önce verdiği cevabı dü­zeltmek üzere yapmış olduğu bu tamamlanan eksikliği O'na Cebrail yetiştirmişti.

Yüce Allah'ın "O hevadan konuşmaz. O'nun konuştu­ğu kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm, 3,4) âyetini delil göstererek Nebî'nin {salla’llâhü aleyhi ve sellem) içtihadı olamayacağını söyleyenlere gelince; deriz ki: Burada kaste­dilen   Kur'an'dır.   Çünkü   müşrikler   "Gerçekten   O'na (Kur'an'ı) bir insan öğretiyor" {Nahl, 103) diyorlardı. Bu se­beple bu âyetlerin peşinden "O'nu müthiş kuvvetleri olan biri öğretti" (Necm, 5) âyeti gelmiştir. Şayet buradaki vahiy­den kastedilenin yalnızca Kur'an olmadığını kabul etsek bi­le bu yine de Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) içtihadının olamayacağına de­lâlet etmez- Çünkü O'nun taabbudî hükümlerde içtihad ede­bilmesi için kendisine verilen izin de aynı şekilde vahiy yo­luyla gelmiş olup, hevadan bir konuşmaya dayalı değildi.23

a~ Müslim, İmart'\\7; Tirmizi, Cihad33; Nesaî, Cihad 32; Mü$ned, c- 5, s. 304, 308

"' Aynı Kaynak (Şevkânî, Irşadu'l-Fultui, s. 256)

81

 

2 - SÜNNETİN ÖNEMİ VE DELİL OLUŞU

Sünnet; Kur'an-ı Kerim'den sonra İslâm'ın ikinci kaynağıdır. Kur'an da; -inançları, ibadetleri, ahlâkı, muamelatı ve edeb-leri île- İslâm'ın temel kaidelerini ve esaslarını içeren anaya­sadır. Sünnet ise; bütün bu konularda Kur'an'ın teorik ola­rak açıklaması, pratik olarak uygulamasıdır.

Bundan dolayıdır ki sünnete uymak ve onun getirmiş olduğu hükümler ve yönlendirmeler ile amel etmek gerekir. Tebliğ ettiği Kur'an âyetlerine itaat olunduğu gibi, bu husus­larda Resul'e itaat etmek de vaciptir. Bu duruma gerek Kur'an ve sünnetin kendisi, gerekse ümmetin içtima ve akıl-görüş delâlet etmektedir.

A- Kur'an'ın Delâleti

Kur'an, Müslümanlara, Allah'a itaatin yanı sıra, Resûl'e itaati de vacip görmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey

83

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

inananlar, Allah'a itaat edin ve Resûl'e de itaat edin." (Nisa, 59) Kur'an, Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) itaat etmeyi, Allah'a itaat saymış­tır. "Resûl'e itaat eden (neticede) Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 80) O, Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) itaatin meyvesini, hidâyet üzere olma diye belirlemiştir: "Eğer O'na itaat ederseniz, doğru yo­lu bulursunuz." (Nur, 54) Yine O'na uyma konusunda da du­rum böyledir. "Ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız." (Araf, 358) Aynı şekilde Kur'an, O'na uymayı, Allah'ı sevme ve O'nun mağfiretini kazanmanın bir delilli saymıştır: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sev­sin ve günahlarınızı bağışlasın." (Al-i İmran, 31).

Yine Allah (c.c.) Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emrettiği ve yasak koyduğu hususlarda O'na uymayı Müslümanlara emretmiş­tir: "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakla- ■ dıysa ondan sakının." (Haşr, 7)

O, onlara, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) davetine icabet etmeyi emret­miş, O'nun davet ettiği hususu 'hayat' olarak değerlendir­miştir: "Ey inananlar! Sizi hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Resulünün çağrısına koşun!" (Enfal, 24).

Yüce Allah mü'minleri O'nun emrine muhalefet etme­den sakındırmış tır: "O'nun emrine aykırı davrananlar, ken­dilerine bir belânın çarpmasından, yahut onlara acı bir aza­bın uğramasından sakınsınlar." SNur, 63)

Yine Allah, herhangi bir anlaşmazlık olduğunda O'na başvurmayı vacip kılmıştır: "Eğer herhangi bir şeyde anlaş­mazlığa düşerseniz, - Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa­nız-, onu Allah'a ve Resulüne götürün." {Nisa, 59).

O, O'nun hükmünü kabul edip etmemede, erkek veya kadın hiçbir mü'mine seçme hakkı vermemiştir: "Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir er-

84

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yok­tur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapık­lığa düşmüş olur." (Ahzab, 36).

Yine Allah, O'nu hakem olarak kabulden yüz çevirenin veya O'nun hükmünü rıza ve teslimiyetle kabul etmeyenin imanı olamayacağı üzerine yemin etmiştir; "Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni ha­kem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar." (Nisa, 65)

Allah, Peygamber'in hükmünü kabulü veya O'ndan yüz çevirmeyi, imanı nifaktan ayırt eden bir sınır taşı kabul etmiştir: "'Allah'a ve Resûl'e inandık ve itaat ettik' diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar inanmış değillerdir. Onlar aralarında hükmetmesi için Al­lah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir... Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: 'İşittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlar­dır, bunlar." (Nur, 47-48-51)

Yine Yüce Allah, O'na uymaya rağbet ettirmiştir: "Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 21).

B- Sünnetin Delâleti

Sünnete gelince, birçok hadîs Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uymanın ve O'na itaatin vacip olduğuna delâlet etmektedir:

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadîs bu cümleden­dir: "Ümmetimin hepsi cennete girecek, ancak direten müs-

85

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

tesna." Kendisine: "Direten kimdir ey Allah'ın Resulü?" de­nilince O (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Kim bana itaat ederse cennete gider. Bana isyan eden ise diretmiş olur."* buyurdular.

Irbad ibn Sariye'nin rivayet ettiği şu hadîs de böyledir: Dedi ki: "(Bir gün) Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) öyle bir va'z-u nasihat etti ki o(nun tesiri)nden kalpler korkup titredi, gözler yaşar­dı. Bunun üzerine biz: 'Ey Allah'ın Resulü! Sanki bu, veda eden kimsenin (son) nasihati gibi! Bize biraz daha tavsiyeler­de bulun!' deyince şöyle buyurdular: 'Size Allah'tan kork­manızı, yöneticiniz bir köle bile olsa onu dinleyip, itaat et­menizi tavsiye ediyorum. Sizden (biraz uzun süre) yaşaya­cak olanlar birçok ihtilaflar görecektir. Aman benim sünne­time ve doğru yolu gösteren raşid halifelerin sünnetlerine sımsıkı sarılın. Aman sonradan ortaya çıkan (bid'adlardan da sakının! Çünkü her bid'at dalalettir.1"

Yine Nebî'nin (s.a.-v.) onlara Veda Haccı'ndaki tavsiye­si de bunun gibidir. Ibn Abbas Hazretlerinin rivayet ettiği gibi, Hakim'in sahih görüp, Zehebî'nin de onayladığı ve bi­zim daha önce zikrettiğimiz hadîs şöyledir: "Size öyle bir şey bıraktım ki onlara sarıldığınız sürece asla sapıtmayacaksı­nız! Onlar; Allah'ın kitabı ve Nebisinin sünnetidir."c

Hz. Muaviye'nin rivayet ettiği şu hadîs de meşhur ha­dîslerdendir: "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir gün kalktı ve şöyle bu­yurdu: 'Dikkat edin, sizden önce Kitap ehli yetmiş iki mille­te ayrıldı, bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. On-

a" Buhârî, j'lisanı 2

b" Mümeâ, c.4, s. 126,127; Ebu Davud, Sitene S; İbn Hıbban, (el-İhsan, c. 1, s. 179 H. Nu: 5); Tirmizi, İlim 16'da rivayet etmiş, "Hasen-Sahih bir hadîstir." demiştir. Hadîs, Nevevî'nin (derlediği) kırk hadîsten bi­risidir. c Bk/: Hakim, d-Müstedrek c. 1, S.93

86

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lardan yetmiş ikisi cehenneme, biri ise cennete girecektir ki, o da cemaattir.'"^ Bu hadîsin bazı varyantlarında ise: "Nebi'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hidâyet üzere olup, kurtulacak bu fırka sorul­duğunda şöyle buyurdular: 'Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yola uyanlardır."'b

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kurtuluş bera-atini, kendi metoduna ve O'nun ocağında yetişip, O'nun medresesini bitiren o güzide insanların metoduna uyanlara vermektedir.

Burada şu hususu belirtmemiz gerekmektedir: Zengin servet sahiplerinden bir azınlığın durumunda olduğu gibi, sünnete ihtiyaç duymaksızın sadece Kur'an ile yetinme iddi­asından sakındıran hadîslerde, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gayb ötesin­den, sanki onları gözleri ile görüyormuşçasına üzerindeki örtüyü açtığını görmekteyiz.

Bu da Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu sözünde ifadesini bulmakta­dır: "Dikkat edin! Bana kitap ve onunla birlikte bir benzeri daha verildi. Dikkat edin! Bana Kur'an ve bir benzeri veril­di. Dikkatli olun! Karnı tok bir adamın koltuğuna yaslana­rak şöyle söylemesi yakındır; ' Siz Kur'an'a sarılın. Onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu da haram kılın,"'c

Tirmizi ise bu hadîsi şu lafızlarla rivayet etmektedir: "Dikkatli olun! Koltuğuna yaslanmış bir adama benden bir hadîs ulaştığında belki de O şöyle söyleyecektir: 'Aramızda Allah'ın kitabı var. Onda helâl bulduğumuzu helâl, haram

a' Miîsned, c. 4, s. 102; Ebu Davud, Sünıte 1, H. Nu: 4596-97; Tirmizi,

İman 18, H. Nu: 2640,2641; İbn Mâce, Filen 17, H. Nu: 3991

b' Tirmizi, İman 18, H. Nu: 2641

c' Müsned, c. 4, s. 130-131; Ebu Davud, Sünne 6, H. Nu: 4604

87

 

SCNNUTİ ANLAMADA YÖNTEM

bulduğumuzu da haram sayarız.' Oysa Resûlullah'ın haram kıldığı da tıpkı Allah'ın haram kıldığı gibidir."3

Yine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kendisi­ne benim emrettiğim ya da yasakladığım herhangi bir emir geldiğinde sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak şöyle söylediğini görmeyeyim: 'Bilmiyoruz biz Allah'ın kitabında bulduğumuza uyarız.'"b

Şu meşhur hadîste olduğu gibi, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünne­ti tebliğ etmeye ve onu yaymaya teşvik etmesinde şaşınlacak bir durum yoktur: "Bizden bir hadîsi işitip, onu öylece belle­yen ve o şekilde başkasına ulaştıran kimsenin Allah (yüzü­nü) ağartsın. Çünkü nice fıkıh yüklü insanlar vardır ki, yü­künü kendisinden daha fakir olana ulaştırır. Nice fıkıh taşı­yanlar vardır ki, fâkih değildir."c

Bir başka.rivayette ise şöyle buyurmuştur: "Bizden bir şey işitip, onu işittiği gibi başkalarına ulaştıran kişinin Allah (yüzünü) ağartsın. Çünkü kendisine ulaştırılan niceleri var­dır ki (bizzat) işitenden daha anlayışlıdır."*1

Veda Haccı'nda da şöyle buyurmuşlardır: "Burada bu­lunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın. Kim bilir burada bulu­nan, belki de kendisinden daha anlayışlı birisine ulaştırmış

oluTr"e

Gerçekten sahabe (r.a.) Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatta iken de sünnetin kıymetini ve onun Allah'ın Kitabından sonra ken­dileri için ikinci kaynak olduğunu bilmekteydiler. Meşhur

a" Timizi, tO» 10, H. Nu: 2664

b" M&med, c.6, s.8; Ebu Davud, Sünne 6, H. Nu: 4605;Tirmizi, ilim 10,

H. Nu; 2663

e- Tirmizi, İlim 7, H. Nu: 2656

d- Tirmizi, İlim 7, H. Nu: 2657

e-BvıhârUİmı9,c.1,s.23-24

88

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Muaz hadîsinde olduğu gibi Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de onların bu hali­ni onaylamıştır: Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Muaz'ı Yemen'e gönderirken ona "Sana herhangi bir dava sorulduğunda ne yaparsın?" diye sordu. O, "Allah'ın ki tabında kilerle hükmederim" de­di. Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Eğer Allah'ın kitabında yoksa?" diye sor­du. O, "O zaman Resûlullah'ın sünnetiyle" dedi. Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

"Resûlullah'ın sünnetinde de yoksa?" diye sorunca o "Kendi görüşümle ictihad etmekten geri kalmam" diye ce­vap verdi. Muaz diyor ki: "Bunun üzerine Allah Resulü göğ­süme vurdu ve şöyle buyurdu: 'Allah'ın elçisinin elçisini, Allah'ın elçisinin hoşnut olduğu şeye muvaffak kılan Al­lah'a hamd olsun.'"24

C- Sahabe ve Onlardan Sonra Ümmetin İcmaı

Gerçekten Resûlullah'ın ashabı, sünnete başvurulması ve onun Kur'an'la birlikte şer'î hükümler için bir kaynak olarak itibar edilmesi hususlarında icma etmişlerdir. Gerek raşid halifelerin ve gerekse onlardan sonra gelenlerin söz ve amel olarak uygulamaları da bu şekilde olmuştur.

Abd ibn Humeyd, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hıbban ve Bey-hâkî, Halid İbn Üseyd'in, Abdullah İbn Ömer'e şöyle dediği­ni rivayet ederler: "Biz Kur'an'da, normal ikamet halindeki (Hazar) namazı ve korku namazını buluyoruz ama sefer na-

24~ Müsned, c. 1, s. 37, c. 5, s. 230, 242; Ebu Davud, Ekdıyye 11; Tirmi­zi, Ahkam 3, Darimi, Mukaddime 20; Beyhâki, Sünen, c. 10 s. 114; Taya-lasi (?) ve başkaları rivâyel etmişlerdir. Hadîsi bazı âlimler zayıf say­mışlardır, ibn Kayyim, I'lamu'i-Muvak'iıı'de bu hadîsi müdafaa etmiş, İbn Kesir, tefsirinde (?), tbn Teymiyye Feleva'smda (?), Zehebi, Telhi-su'i-lleli'l-Mutenahiife'sinde ve daha başkaları hadîsin isnadının İyi ol­duğunu belirtmişlerdir.

89

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

mazını bulamıyoruz!" Ibn Ömer dedi ki: "Ey kardeşimin oğ­lu! Biz hiçbir şey bilmez iken Allah bize Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i gönderdi. Biz ancak O'ndan gördüğümüz şeyleri yapıyoruz. Namazın yolculukta kısaltılması da O'nun koymuş olduğu bir sünnettir."3

Hz. Ebu Bekir'in halifeliği döneminde, bir nine gelerek vefat eden torununun mirasından paymı almak istedi. Hz. Ebu Bekir ona şöyle dedi: "Senin için Allah'ın Kitabında bir-şey bulamadığım gibi, senin (gibiler) hakkında Resülullah'ın da birşey söylediğini bilmiyorum." Sonra (konuyu oradaki) insanlara sordu. Bunun üzerine Muğire îbn Şu'be ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Resülullah'ın onun gibi bir nineye altı­da bir verdiğini işittim." Hz. Ebu Bekir: "Peki seninle birlik­te başka biri var mıydı?" diye sorunca, Muhammed İbn Mes-leme de aynı hususa şahitlik etti, Ebu Bekir de bu hükmü uy­guladı.11

İşte Allah'ın Kitabında açık bir hüküm bulunmadığında Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in takip ettikleri yol bu idi. Eğer biliyorlarsa sünnetle hüküm veriyorlardı. Şayet kendilerin­de o konuda sünnetten herhangi bir bilgi yoksa Müslüman­lara sorarlardı. Darimî ve Beyhâkî, Meymun İbn Mihran'ın şöyle dediğini rivayet ederler:c "Hz. Ebu Bekir'e bir dava geldiğinde o önce Allah'ın kitabına bakardı. Kur'an'da o hu­susta verilebilecek bir hüküm bulursa, aralarında onunla

a~ Bkz: Nesaî, Taksirus-Saiat 1; İbn M3ce, tkametti's-Satat Ti, H, Nu: 1066; İbn Hibban, el-İkstm, c. 4, s. 301, H. Nu: 1451; Beyhâkî, 9ütKn c. 3, s. 136. Hadîsi Suyuii de ed-Dumt'l-Msnsur adh eserinde (?] zikret­miştir.

'*' Bkz: Muvatta, Feraiz 8; Ebu Davud, Feraiz 5; Tirmizi, Feraiz 10; İbn

Mâce, Feraiz 4; Beyhâki, Sünen, c. 6, s. 234

c" Darimi, Mukaddime 20; Beyhâkî, Sünen, c- 10,s, 114

90

 

SÜNNETİ ANJ.AMADA YÖNTEM

hükmederdi. Eğer Kur'an'da bulunmazsa acaba Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hususta bir sünneti var mı diye ona bakardı. Eğer biliyorsa onunla hükmederdi, bilmiyorsa çıkar ve Müslü­manlara şöyle sorardı: 'Bana şöyle şöyle bir dava geldi... Al­lah'ın Kitabına ve Resûlü'nün sünnetine baktım. Bu hususta ben bir şey bulamadım. Acaba siz bu konuda Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) herhangi bir hükümle hükmettiğini biliyor musu­nuz?' Bazen birkaç kişi kalkar ve 'Evet, bu hususta şöyle şöy­le hükmetti' der, Ebu Bekir de Resülullah'ın hükmünü alır ve o esnada şöyle derdi: 'İçimizde Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (O'nun sünnetlerini) belleyenleri bulunduran Allah'a hamd olsun.'" Eğer onlardan da herhangi bir şey bulamazsa, Müslü­manların ileri gelenlerini ve âlimlerini çağırır ve onlarla isti­şare ederdi. Belli bir hususta görüş birliğine varılırsa, onun­la hüküm verirdi.

Yine Hz. Ömer, Küfe kadılığına tayin ettiğinde Şu-rayh'a şöyle yazdı: "Önce Allah'ın kitabında açıkça bir hü­küm var mı, ona bak ve kimseye bir şey sorma! Kur'an'da açıkça bir hüküm bulamazsan o hususta Resûluîlah'ın sün­netini izle! Eğer sünnette de açık bir hüküm bulamazsan, kendi görüşünle içtihad et! Alim ve salih insanlarla da istişa­re et."25

İşte ibadetlerde, muamelelerde ve diğer hükümlerde helâl ve haram açısından, Allah'ın, kullarından istemiş oldu­ğu, kulluğun Öğrenilmesi hususunda Kur'an'dan sonra sün­nete başvurma tarzı, gerek sahabede ve gerekse onlara gü­zellikle uyan (tâbiin)larda böylece devam etti.

25- Bkz: Suyutî, Mifiahu'l-Cenne fi'1-İlıticati bi's-Sürme, s. 77, Tahkik: Muşlara Aşur,Mektcbetu'l-Kur'an baskısı; İbn Kayyim, {lanm'l-Musak-ktin, e. I, s. 52

91

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Sahabe ve tâbiundan sonra da çeşitli bölgelerdeki fâkih-ler, kendilerine uyulan mezheplerin imamları, ileri gelenleri ve talebeleri de bu usûlü sürdürdü. Böylece sünnet herkes için bütün fıkıh bölümleri hakkında oldukça zengin bir kay­nak haline geldi.

D- Fıkıhtaki Hükümlerin Çoğunun Kaynağı Sünnettir

Şüphe edilmez bir gerçektir ki çeşitli muteber mezheplerde, fıkıh konularındaki hükümlerin çoğu sünnetle sabit olmuş­tur. Fıkıh kitaplarını inceleyenler için bu gerçek, bütün açık­lığıyla görünür. Şayet fıkıh kültürümüzdeki sünnetlerle, on­lardan doğan, onlardan alınarak detaylandırılmış hükümle­ri bir an için ortadan kaldıracak olursak, elimizde fıkıh deni­lecek bir şey kalmaz!!

Bundan dolayıdır ki - Kur'an'dan sonra ikinci delil ol­ması itibariyle- sünnet konusu, gerek bütün fıkıh usûlü ki­taplarında ve gerekse bütün muteber mezhepler nezdinde oldukça geniş ve uzun bir konudur, Bu sahalarda çalışanla­rın da bildiği gibi, bu kaynaklardaki sünnet konusu; onun delil oluşu, sabit oluşu, kabul şartları, delâleti, sünnetin kı­sımları vb. birçok konulan içermektedir.

Söylediğim bu husus, kıyas ve ta'lili (hükmün gerekçe­sine itibarı) inkar eden Davud ve İbn Hazm'ın Zahirî mezhe­binden, İslâm fıkıh tarihinde Rey Ekolü diye bilinen Ebu Ha-nife ve ashabına kadar bütün mezhepler için geçerlidir.

E- Rey Ekolünde Sünnet

Evet, Rey Ekoîü'nün imamı Ebu Hanİfe'nin mezhebi hiçbir zaman sünnetten yüz çevirmemiştir. Ekolün diğer imamları da daima sünneti delil olarak kullanmışlar ve hükümlerini

92

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

onlar üzerine bina etmişlerdir. Mezhebin birçok kitaplarında görüleceği gibi meselelerden birçoğu hadîs ve eserlere da­yanmıştır.

Hadîslerle dolu bir hazine bulabilmen için, Merginâ-nî'nin el-Hidaye kitabı ile Hanefi muhakkik ve müctehid Ke-maluddin ibn-Hümâm'ın onun üzerine yazdığı Fethu't-Kadir adlı şerhini ele almamız yeterlidir. Bu Hidaye kitabının ha­dîslerini, Hafız Cemalüddin ez-Zeylai (H. 762) Nasbu'r-Râye li-Ehâdisi'l-Hidaye adlı meşhur kitabında tahric etmiştir ki bu kitaba, o asırlardaki en büyük tahric kitaplarından birisi ola­rak itibar edilir. Nitekim İbn Hacer de onu - bazı ilmî faide-ler ilave ederek- ed-Dirâye fi Tahrîri Eltâdisi'l- Hidâye adını verdiği kitabında ihtisar etmiştir.    .

Asrımızda (hâlâ) Ebu Hanİfe'nin yanında sadece on ye­di hadîsin sahih olduğunu iddia eden yazarlar var. Bu ise mezhebin fiilen ancak rey üzerine kaim olduğu anlamına gelmektedir. Bunu da onlar, İbn Haldun'un Mukaddime''sin­den nakletmektedirler.

Bu, birçok araştırmacıda görülen, incelemeden söylen­miş bir sözdür. Oysa İbn Haldun'un yazdığına bakacak olur­sak, onun bunu zayıf bir siyga ile söylediğini, bu görüşü be­nimsemediğini görürüz. Hatta az sonrasında bu iddiayı red­deden şeyler zikreder. "Hadîs İlimleri" bölümündeki ifade­sine göre o, şöyle der2"- "Müctehid imamlar, rivayetin azlığı ve çokluğu açısından aynı değildirler. Nitekim Ebu Hanife (r.a.) hakkında denildi ki (-kile): Onun rivayet ettiği hadîs sayısı ancak on yedi veya (elliye) yakındır. Malik'in (r.a.) Muvatta kitabında ona göre, sahih olan hadîsler ise üç yüz

26~ tbıı Haldun, Mukaddime, c. 3, s. 1143-1745; Uicnelu'l-Beyani'l-Am-bi, 2. baskı, tahkik: Ali Ahdülvahid Vnfi.

93

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

küsur hadîse ulaşmıştır. Ahmed b. Hanbel'in (r.a.) Müsned'inde ise otuz bin hadîs vardır. Bu konuda her birisi ken­di ictihadıyle sıhhatine kânı olduğu hadîsleri toplamıştır.

Bazı basiretsiz taassup sahipleri, 'Onlardan (imamlar­dan) hadîs sermayesi az olanlar vardır" diyebilir. Onun için­dir ki ben 'hadîsleri' değil, 'rivayeti' dedim. Çünkü büyük imamlar hakkında böyle düşünülemez. Zira, şeriat ancak Ki­tap ve sünnetten alınır. Dolayısıyla hadîs sermayesi az olan kimsenin bir an evvel hadîsleri tahsil edip rivayet etmesi bir vecibe olur. Tâ ki dini sahih asıllarından alabilsin, hükümle­ri Allah'tan alıp tebliğ eden (şeriat) sahibinden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) almış olsun. Bu hususta onlardan (sermayesi) en az olanı, rivayeti az olandır. Bu da rivayetlerde ta'nedilen kusurlar, isnâdlarda meydana çıkan illetler ve çoğunluk yanında cerhin daha önce gelmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla onun iç­tihadı, hadîslerden isnâd yollarında böylesi bir durum söz konusu olanları almamaya sevk ediyor ve buna çok defa rastladığından ve ona göre isnâd yollarının zayıflığı yüzün­den rivayeti azalıyor. Bununla birlikte Hicazlıların hadîs ri­vayeti, İraklılardan daha çoktur. Çünkü Medine hicret yur­dudur ve sahabenin barındığı yerdir.  (Medinelilerden) İrak'a gidenlerse daha çok cihad ile meşgul idi. Ebu Hani-fe'nin rivayeti İse, ancak onun (hadîs) rivayeti ve alıp aktar­ma şartlarında sıkı davranmasından, hadîsin kafi ve aklî bir delil ile çeliştiğinde onu zayıf saymasından ve böylece (işi) zorlaştırmasından dolayı azalmıştır. Bu yüzden rivayeti, do­layısıyla da hadîsi azalmıştır. Yoksa Allah saklasın o, hadîs rivayetini kasten terk etmiş değildir. Diğerleri arasında onun mezhebine de itimad edilmesi, ona güven duyulması, red veya kabul ile de olsa dikkate alınıp-itibar edilmesi, onun

94

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hadîs ilminde de müctehidlerin büyüklerinden olduğuna delâlet eder. Ama onun dışındaki, cumhuru oluşturan mu-haddisler ise, şartlarda genişlik gösterdiler, böylece hadîsle­ri çok oldu. Ancak Ebu Hanife'nin ashabı da ondan sonra şartlarda genişlik gösterdi ve böylece onların rivayeti de ço­ğaldı. Tahâvî rivayetini çoğalttı ve Müsned'ini yazdı ki o, Sa-kiheyn'e denk olmamakla birlikte oldukça kıymetlidir. Çün­kü, Buhârî ve Müslim'in kitaplarında esas aldıkları şartlar üzerinde ise ittifak yoktur. Durumu bilinmeyen (mestûru'l-hâl) vb. gibilerden rivayet etme durumunda olduğu gibi." Mukaddime'den alıntıladığımız bu ifadeler; insaflı, birçok şeyden haberdar olan, tarihçi, Allâme ibn Haldun'un Ebu Hanife ve mezhebi hakkında söylemiş olduğu sözlerdir,

Burada belirtmemiz gerekir ki Hanefilerin muhaddis ve hafızı sadece bir tek Ebu Cafer er-Tahâvî değildir. Bilakis Hanefilerde de çok sayıda büyük hafızlar ve büyük muhad-disler mevcuttur. Nitekim Allâme Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî, Nasbu'r-Râye adlı kitaba yazmış olduğu mukad­dimesinde onlardan yüz küsur kadar hadisçi zikretmiştir. Onlara AİIame Muhammed Yusuf el-Bennurî sadece Hind âlimlerinden otuz üç isim daha ilave etmiştir. Daha sonra bu mukaddimeyi Fıkhu Ehli'l-Irak ve Hadîsuhûm3 başlığı altında müstakil bir kitap halinde neşrettiği vakit arkadaşımız Alla-me Şeyh Abdulfettah Ebu Gudde de onlardan başka yedi ki­şi daha ilave etmiştir.

Kevseri Te'nîbu'l-Hatîb adlı kitabında şöyle der: "Ebu Ha­nife nezdinden (ondan rivayet edilen) Müsnedlerle metni tekrarlanmaksızın ve bir hadîsin çeşitli tarikleri verilmeksizin ri-

a- Kitap, Abdiilkadir Şener ve M. Cemal Sofuoğlu larafından Hanefi Fıkhının Esasları adıyla Türkçe'ye kazandırılmıştır. (Ankara -1982)

95

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

vâyet edilen büyük miktarda ahkâm hadîsleri mevcuttur. Biz­zat kendi rivayetlerinden almadıkları hadîsler de göz Önünde bulundurularak İmam Malik ve Şafii nezdindeki hadîslerin miktarını bilenler Ebu Hanife'ninkileri azımsayamaz."a

Hasan ibn Ziyad ise şöyle demiştir: "Ebu Hanife, iki bi­ni (şeyh) Hammad'dan, iki bini de diğer şeyhlerden olmak üzere dört bin hadîsi rivayet ediyordu."b

Bunlar ise o ilmî çevre ve zaman içerisinde eşyanın ta­biatına uygun ve makul görünmektedir. Herkes tarafından tanınan imam Ebu Hanife'nin müstakil ve mutlak ictihad mevkiine layık olan da budur.

Kaldı ki Ebu Hanife, büyük fakih sahabi Abdullah İbn Mes'ud'un tesis ettiği Küfe Fıkıh Medresesi mezunudur. Ki bu medreseden Alkame, Esved ibn Yezid, Mesruk ibnu'1-Ec-da' ve onların tabakasından onlar gibi daha nice büyük fa-kihler yetişmiştir. Öyle ki Ali ibn Ebi Talib Kûfe'ye intikal et­tiğinde fukahanın çokluğundan dolayı sevinerek şöyle de­miştir: "Allah ibn Ümmi Abd'e (yani ibn Mes'ud'a) rahmet eylesin. Bu kasabayı ilimle doldurumuş!"

Şüphesiz ibn Mes'ud ve daha sonra Hz. Ali'ye yetişme­miş bir tabaka geldi. Fakat onlar da bu iki sahabinin arka­daşlarının fıkhı ile yetiştiler. Çeşitli merkezlerin ilimleriyle kendi ilimlerini birleştirdiler. Ümmetin büyük âlimi Abdul­lah ibn Abbas'ın ilmiyle kendi ilmini bir araya getiren Said ibn Cübeyr onlardan birisidir.

Mes'udiye medresesinin (İbn Mes'ud'un başını çektiği Küfe Ekolünün) ilmine bu tabakadan sonra, fıkıh ile rivâye-

a~A.g- <■■ S. 222 (Beyrut-1981)

b~ el- Muvafık el-Mekkf, Meııakıbu EbîHanife adlı eserinde (?) zikretmiş­tir.

96

 

SÛNKETİ ANUAMADA YÖNTEM

ti birleştiren büyük tabii İbrahim ibn Yezid en-Nehaî (ö. H. 95) varis oldu. Onun öldüğü gün İmam Şa'bi onun fıkhı hak­kında: "İnsanların en fakihini defnettiniz!" demiştir. Sika (güvenilir) büyük hafızlardan birisi olan A'meş, onun riva­yeti hakkmda şöyle der: "ibrahim'e her ne zaman bir hadîs arz etmişsen), o hadîs hakkında onda birtakım malûmat bul­dum." Yine o şöyle diyor: "ibrahim hadîs sarrafıydı. Bazı ar­kadaşlarımızdan, hadîs işittiğim zaman, hadîsi ona arz eder­dim." İbrahim şöyle derdi: "Rey ancak rivayetle, rivayet ise ancak rey ile düzgün olur."

İbrahim'in fıkhı üzerine Ebu Hanife'nin hocası Ham-mad ibn Ebi Süleyman yetişti. Nitekim İbrahim'e: "Senden sonra biz kime soralım?" diye sorduklarında o: "Ham-mad'a" demiştir. Hammad ise H. 120 senesinde vefat etmiş­tir. Hammad'ın fıkhıyla da Ebu Hanife yetişti, hem onun, hem İbrahim'in ve hem de Küfe Medresesi'nin2? ilmine va­ris oldu. Tabi bir de cevap verme, hüküm çıkarma, kıyas ve tercih gücünü de fıkhına ilave etti.

F- Fıkıh İmamlarının Bazı Sünnetlerle Amel Etmeyişlerindeki Mazeretleri

İttifakla kabul edilen sünnetin ikinci kaynak oluşu şeklindeki bu esasa binaen, fıkıhlarında, sıhhati sabit, hükme delâle­ti açık ve muarızı olmayan bir hadîsi kasten terk eden ne fık­hı bir mezhebin ve ne de müçtehid bir imamın bulunması düşünülebilir. Burada kastedilen, hadîsin onun yanında sa­hih olması, hükme delâletinin onun nezdinde açık oluşudur, yoksa başkalarına göre sahih ve açık olması değildir,

27- Bu hususta Bkz: Zahid el-Kevseri, Fıkhıt Ehii'l-Irak iv Hadlsuhum, Tahkik: Abdulfettalı Ebu Gudde, Tercümesi Hanefi Fıkhmın Esasları.

97

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İşte bu, Şeyhû'l-İslâm ibn Teymiye'nin, te'lif etmiş ol­duğu Raf'u'i- Melâm ani'i-Eimmeti'l-A'iâm adlı veciz ve de de­ğerli kitabmda açıklamaya özen gösterdiği husustur. O, bu kitabında fıkıh imamlarını, hadîse muhalefet ve sünneti terk ile itham eden bazı lafızcılar ve acelecilere karşı müdafaa et­miştir. O, kitabının mukaddimesinde şunları söylemektedir: "Kur'an'da da ifade edildiği gibi Müslümanların - Allah'ı ve Rasulünü velî edindikten sonra -mü'minleri de veli edinme­leri gerekir. Özellikle de Hz. Peygamberin varisleri olan, Al­lah'ın kendilerini karada ve denizdeki karanlıklarda kendi­leriyle yol bulunan yıldızlar gibi vasfettiği âlimleri! Nitekim Müslümanlar onların yol göstericiliği ve (ilmî) dirayetleri hakkında icma etmişlerdir. Onlar, ümmeti içerisinde Resûl'ün halifeleri ve ölen sünnetlerini canlandıranlardır. Ki­tap onlarla ayakta kalmış, onlar da kitapla ayakta kalmışlar­dır. Kitap onlardan bahsetmiş, onlar da Kitap'tan bahsetmiş­lerdir. Sonra o şöyle demiştir: "Şu da bilinmelidir ki, ümmet tarafından genel bir kabul görmüş imamlardan hiçbiri, kas­ten Resûlullah'ın küçük veya büyük herhangi bir sünnetine aykırı hareket etmez. Çünkü onlar, her türlü şüphe ve tered­dütten uzak olan şu hususlarda ittifak etmişlerdir:

- Resûlullah'a uymak gereklidir.

- Resûlullah'dan başka, her insanın sözü alınır da, terk edilir de. Fakat, bu imamlardan birinin sahih hadîse aykırı bir sözü bulunursa, o hadîsi terk etmesinin mutlaka bir ma-zereti olacaktır.

Bu mazeretlerin hepsini ise üç kısımda toplayabiliriz:

1- Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o sözü söylediğine inanması.

2-  Bu sözle, söz konusu meseleyi kastetmiş olduğuna inanması.

98

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

3- Bu hükmün neshed ildiği ne İnanması.

Bu üç kısımdan ise birçok mazeret sebepleri doğmakta­dır:

Birinci sebep: Hadîsin müctehide ulaşmaması. Kendisi­ne hadîs ulaşmayan müctehid ise onun gereğini bilmekle mükellef değildir. Hadîs kendisine ulaşmayınca da, onunla ilgili meselede ya bir ayetin zahirî anlamıyla, ya başka bir hadîsle, ya kıyas gereğince yahut da istishaba göre hükme­decektir. Bu hüküm de ilgili hadîse bazen uygun, bazen de aykırı olabilir. İşte bu sebep, selefin hadîslere aykırı sözleri­nin çoğunda rastlanan sebeptir. Çünkü Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün hadîslerini, nezdinde toplayabilmek hiçbir imama na­sip olmamıştır.

Bir kimse çıkıp da: 'Hadîsler yazılmış ve kitaplarda top­lanmıştır. Bu durumda onların bir müçtehide gizli kalması uzak bir ihtimaldir' diyemez. Çünkü:

- Meşhur hadîs kitapları, kendilerine uyulan imamların vefatlarından sonra meydana getirilmiştir.

- Bununla birlikte, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün hadîsleri­nin belli hadîs kitaplarında toplanmış olduğunu iddia etmek caiz değildir.

- Bu doğru olsa bile, bir âlim o kitaplarda bulunan her şeyi bilemez. Bu neredeyse hiçbir kimse için hasıl olmamış­tır. Hatta bir âlimin yanında birçok hadîs kitapları olduğu halde, kendisi onların içindekileri bile (tamamen) ihata ede­miyor. Bilakis, bu hadîs kitaplarının tedvini devrinden önce yaşamış olanlar, sonra gelenlerden daha geniş bir sünnet bil­gisine sahiptirler. Çünkü onlara ulaşan ve onlar nezdinde sahih olan hadîslerden çoğu, bize hiç ulaşmamış olabilir. Onların kitapları, bu kitaptakilerin kat kat fazlasını ihtiva

99

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

eden engin hafızaları idi ki bu, meseleyi bilen birisinin hiç şüphe etmeyeceği bir husustur.

Yine biri de çıkıp: 'Hadîslerin hepsini bilmeyen müçtehid olamaz' demesin. Zira müçtehidin, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hükümlerle ilgili bütün söz ve fiillerini bilmesi şart koşulur-sa, buna göre bu ümmet içerisinde tek bir müçtehid bile ola­maz. Alimin varabileceği derece bunların büyük çoğunluğu­nu bilmesidir. Öyle ki o ancak tafsilatla ilgili bazı hadîsler­den habersiz olabilir. İşte o, kendisine ulaşmayan bu az mik­tardaki tafsilatla ilgili hadîslere aykırı bir hüküm vermiş ola­bilir.

İkinci Sebep: Hadîs müçtehide ulaşmıştır ancak; onun nezdinde sabit (ve sahih) değildir. Bunun da çeşitli sebeple­ri vardır:

- Hadîsi kendisine nakleden veya bir önceki râvi yahut isnâddaki râvilerden başka birisi o müçtehid tarafından tanınmaz, yani meçhuldür veya yalancılıkla itham edilen birisidir ya da hafızası sağlam olmayan biridir.

-  Hadîs muttasıl bir senetle değil de, munkatı (râviler arasında kopukluk bulunan) bir senetle rivayet edilmiştir.

- Yahut hadîsin lafzı (Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ağzından çık­tığı gibi) zapt edilememiştir. Oysa bu hadîsi, bir başkasına göre sika olan râviler, muttasıl bir isnâd ile rivayet etmişler­dir.

Bu sebepledir ki birçok imamın sözlerinde, hadîsin ge­reğince verdiği hükmün, hadîsin sahih olmasına bağlı oldu­ğunu ifade eden şu sözlere rastlanmaktadır. 'Bu meselede benim görüşüm şudur. Bu hususta şöyle bir hadîs de rivayet ediliyor. Eğer o hadîs sahih ise benim görüşüm de o hadîste­ki gibidir../

100

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Üçüncü Sebep: Müetehid içtihadıyla, diğer tariklerine bakmaksızın bir hadîsin zayıf olduğuna inanırken, başka müçtehidler ise onun aksine (yani sahih olduğuna) inanırlar. 'Her müçtehid isabet eder' diyenlere göre ister o haklı olsun, ister diğerleri ve hatta hepsi de haklı olsun mesele değişmez. Bunun da birkaç sebebi vardır:

- Hadîs rivayet edenlerden birini, bir müçtehid sika, di­ğeri ise zayıf görmektedir. Rical ilmi ise geniş bir ilim dalı­dır.

- Müctehidlerden biri, kendisine rivayette buluna mu-haddisin, hadîsi üstadından duymadığına, diğeri ise duydu­ğuna kani olabilir. Bunun da bilinen sebepleri vardır."

İbn Teymiye bunlardan başka üç sebep daha zikretmiş­tir...

"Dördüncü Sebep: Hafızası ve adaleti ile bilinen bir tek kişinin haberini kabul hususunda başkalarından farklı şart­lar ileri sürmesi. Mesela:

- Bazıları böyle bir hadîsi kabul edebilmek için onun Ki­tap ve Sünnete arz edilmesini şart koşar.

- Bazıları, hadîs, fıkıh usûlü veya umumî kaidelerin ve­ya kıyasa aykırı olduğunda, râvinin-fakih olmasını şart koşar.

-  Bazıları ise, herkesi ilgilendiren bir konu hakkındaki bir hadîsin, tek kişi tarafından rivayet edilmesi yerine, onun yaygın olmasını şart koşarlar. Bu konularla ilgili yerlerde, bunlardan başka şartlar da vardır...

Beşinci Sebep: Hadîs, müçtehide ulaşmış ve onun nez­dinde sabit görülmüştür, ancak o bunu daha sonra unut­muştur. Bu husus, hem Kitap ve hem de sünnet hakkında vârid olmuştur. (Yani bazıları, Öğrendiği bazı ayet ve hadîs­leri unutabilmiştir.)

101

 

SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

Altıncı Sebep: Müctehidin, hadîsin söz konusu hükme delâlet ettiğini bilmesi. Bunun da çeşitli sebepleri vardır:

- Bazen hadîsteki hükümle ilgili kelime, müctehide gö­re garip olur. Şu merfu hadîste olduğu gibi: İğlak halinde yapılan boşama ve azad etmenin hükmü yoktur.'3 Bazı âlim­ler buradaki iğlak kelimesini ikrah = zorlama şeklinde açıkla­mışlardır. Başka şekilde anlayanlar ise, bu anlamı bilmiyor demektir.

- Bazen müçtehid, hadîsteki bir kelimeyi kendi lügat ve örfünde kullanılan anlamda alır. Oysa onun Resûlullah'ın {salla’llâhü aleyhi ve sellem) lügatindeki anlamı başkadır. Fakat o, kelimenin lügat anlamını korumanın asıl olduğunu düşünerek, kelimeye kendi lügatmdaki anlamı yükler.

- Bazen müşterek (birden fazla anlama gelen) veya müc­mel (mânâsı kapalı), ya da hem hakikat, hem de mecaz anla­ma gelebilen bir kelimeyi, müçtehid kendine göre en yakın anlamıyla alır, oysa ondan başka bir anlam kastedilmiş ola­bilir.

- Bazen de nassın delâleti müçtehid için hafî (gizli) ola­bilir. Çünkü sözlerin çeşitli anlamlara delâlet biçimleri çok geniştir ve insanlar onları anlayabilmede birbirlerinden fark­lılık arz ederler.

Yedinci Sebep: Müctehidin, hadîste, ilgili meseleye de­lâletin bulunmadığına kanaat getirmesi. Bununla, önceki se­bep arasındaki fark şudur: Öncekinde, sözün kastedilen an­lama delâlet tarzını anlayamamıştı. İkincisinde ise delâlet tarzını anladı ama, ister doğru, ister yanlış olsun ona göre, usûldeki bazı esasların bu delâleti reddetmesi sebebiyle söz konusu delâlet doğru değildir. Mesela: Tahsis edilmiş âm-

a* Müsned, c.2, s. 276; İbn Mâce, Talak 16

102

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

mın delil olmadığına, mefhumiu muhalefetin delil olmadı­ğına, bir sebep üzerine gelmiş bulunan umûmi bir hükmün, yalnız o sebebe ait olduğuna, tek başına emir siygasının ne varipliği ne de fevriliği gerektirmediğine, başında elif-lam bulunan marifertin umum ifade etmediğine, menfi fiillerin kendi zatlarını veya bütün hükümleri menfileştirmediğine, muktezanın umumiliği olmadığına, zamirler ve mânâlarda umumilik iddia edilmeyeceğine inanması gibi. Daha buna benzer birçok husus zikredilebilir....

Sekizinci Sebep: Bu delâletin karşısında, onun kastedilmediğini gösteren bir başka delilin onunla çeliştiğine inan­ması. Mesela, ânımın hâs ile, mutlak'in mukayyed ile, mut­lak emrin, vücubu ortadan kaldıran delil ile, hakikatin meca­za delâlet eden lafızlarla çelişmeleri ve tearuz çeşitlerinde ol­duğu gibi. Yine bu kısım da oldukça geniştir. Çünkü sözle­rin delâletlerinin birbirleriyle çelişmeleri ve bunlardan birini diğerine tercih mevzuu geniş bir derya gibidir.

Dokuzuncu Sebep: Müçtehid bir hadîsin, ya zayıf oldu­ğunu, ya mensuh olduğunu, yahut te'vil götürürse te'vil edildiğini gösteren ve ittifakla muarız olabilecek bir ayet, başka bir hadîs veya icma gibi kuvvetli bir delil ile çeliştiği­ne inanır.

Onuncu Sebep: Bir müçtehid, hadîsin ya zayıf olduğu­nu, ya mensuh olduğunu ya da te'vil edildiğini gösteren baş­ka bir delil ile çeliştiğine inanırken başkaları bu kanaatte de­ğildir. Çünkü bazen (hadîs değil de) onun cinsi çelişik olur­ken bazen de hakikatte çoklarınca kabul edilebilecek çelişen bir delil bulunmayabilir. Mesela Kûfeli âlimlerin çoğu sahih hadîsin Kur'an'ın zahiriyle çelişebileceğini kabul eder. On­lar, umumî vb. olan Kur'an'ın zahirinin hadisin nassına tak-

103

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

dim edilmesi gerektiğine inanırlar. Bazen de zahir olmayan bir ayetin zahir olduğuna inanmış olabilirler. Çünkü sözle­rin manâya delâletlerinin birçok çeşidi vardır. İşte bu sebep­le onlar, 'Bir şahit ve yeminle hükmetme'3 konusundaki ha­dîsi kabul etmemişlerdir. Halbuki başkalarına göre Kur'an-ı Kerim'de bir şahit ve yeminle hüküm vermeyi men eden açık bir ayet yoktur. Eğer böyle bir ayet bulunsaydı, onlara göre sünnet, ayeti tefsir etmiş sayılacak (ve yine çelişki gö­rülmeyecek) ti."

Sonra İbn Teymiye şöyle demektedir: "İşte bu on sebep açıktır. Hadîslerin birçoğunda, bir âlimin belli bir hadîsle amel etmeyi terk ederken, orada bizim kavrayamadığımız bir delili bulunabilir. Şüphesiz ilmin dereceleri (çok fazla) geniştİr. Ve bizler âlimlerin iç âlemlerindeki her şeye mutta­li olamayız.

Yine âlim, dayandığı delili bazen açıklar, bazen de açık­lamaz. Açıklasa bile bu bize bazen ulaşır, bazen de ulaşa­maz. Ulaştığında ise, delil haddizatında ister doğru olsun is­ter yanlış olsun, onun delil getiriş tarzını bazen anlarken ba­zen de anlamayabiliriz."28

Ayrıca burada şu sebepleri de zikredebiliriz: Fakihin terk etmiş olduğu sünnetin onun nazarında teşriî olmaması. Mesela Resûîullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mizaç ve âdet üzere sâdır olan bazı fiiller gibi. Yahut da onunla genel bir teşriî kastedilme­miş, bilakis O'ndan, Yüce Allah'tan tebliğ veya fetva verme­si sıfatıyla değil de yöneticilik, devlet başkanlığı veya ha­kimlik sıfatıyla sâdır olmuştur. Resûlullah'm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu ha-

a- Müslim, Akziye 3: Ebu Davud, Akztye 21; İbn Mice, Ahkam 31, c. I, s. 248

28-- Bkz. İbn Tcymiyye, Rafııl-Mdaııı, s. 1-31 (el-Mektebu'I-lslâmi, 2.Baskı)

104

 

dîslerinde olduğu gibi; "Kim ölü bir araziyi (ekip-biçerek) canlandırırsa, orası onundur."29 "Kim (savaşta düşmandan) birini öldürürse, ölünün üzerindeki (silah, elbise vb.) şeyler onudur."30 İşte bunlara benzer hadîslerin ifade ettikleri hü­kümlerde fakihler, Peygamberimiz'in hangi sıfatıyla hük­mettiği hususundaki ihtilaflarından dolayı görüş ayrılıkları­na düşmüşlerdir.31 Bu ise özel bir bahiste incelenmeye muh­taçtır. Başka bir münasebetle ileride bu konuya tekrar döne­ceğiz. Bu konuyu, hadîsin delâletleri ve bu husustaki ihtilaf­lar (başlığı) altına sokmamız mümkündür.

G- Sünnet Tasavvuf için de Bir Kaynaktır

Sünnete dayanıp, ona teşriîve hüküm çıkarmada ikinci kay­nak olarak itibar edenler sadece fakihler değildir. Ümmetin bütün âlimleri de aynı şekilde ona dayanmışlardır. Fakihler teşriîkaynağı olarak, sufiler ise (tasavvufî) yönlendirmede ona yönelmişlerdir. Bazı sufilerden, sünnet ilminden veya bütün ilimlerden uzaklaştıran ve bunlara ihtiyaç olmadığına işaret eden bir takım sözler nakledilmektedir. Mesela bazıla­rı şöyle demiştir: "Sufiyi ahberana ve haddesena (şeklinde hadîs rivayeti) ile meşgul olurken görürsen derhal ondan uzaklaş!"

"" Müsned, c 3, s. 303, 304; Ebu Davud, İtaate 37; Tirnıizi, Ahkam 38'de Said İbn Zeyd'den rivayet etmiş ve 'Hasen ve garip' bir hadîs­tir demiştir.

n/i

JU" Ebu Katade'den muttefekuıı aieyhdir. Buhârî, Humus 18; Müs-fim, Cihad 42, Müsned. c. S, s. 12, 295, 306; Ebu Davud, OW 136, Enes'ten (r.a,) rivayet etmiştir.

■"" Bu hususta geniş bilgi için bk?. Şah VeJîyullah ed-Dehlevi, Hucce-tu'liahi'l-Baliğa (Karafi) e\-İlıkımtfi Temyizi'!- Feteva ani'I-Ahkam; Şeltut, d-İslfiın; Akide ve Şerit'.

105

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bir diğeri şöyle diyor: "Kendisine 'Musannaf sahibi bü­yük muhaddis Abdürrezzak'tan hadîs dinlemeye gitmiyor musun?7 denildiğinde o şöyle cevap vermiştir: 'Hallak (-Ya-ratıcO'dan dinleyen kimse, Abdürrezzak'tan (hadîs) dinle­mekle ne yapacak ki?!'"

Bir başkası ise şöyle diyor: "Siz ilminizi yaşayıp ölen­den alıyorsunuz. Biz ise ilmimizi Diri Olan ve Ölmeyen (Allah)'den alıyoruz!" Yani onlar, -keşif yoluyla- (ilmi) direkt olarak Allah'tan alıyorlar. Nitekim onlardan kimileri şöyle der: "Kalbim bana Rabbimden haber verdi ki..!"

Ancak bu sözler ve meseller; onların ne hepsi, ne ço­ğunluğu ve ne de muhakkıkları tarafından ifade edilmiştir. Böyle bir sözü söyleyenin en güzel mazereti -Allame İbnu'l-Kayyim'in de dediği gibi- ya cahilliği mazur görülecek ka­dar cahil olması, yahut da şatahatını itiraf eden bir şatahatçı olmasıdır.32

Büyük sufilerden bazılarının. Kitap ve Sünnet ilmine ih­tiyaç hissetmediklerini iddia eden bu yoldan çıkmış insanla­rın ilgili iddialarına karşı çıktığını görmemizde şaşıracak bir şey yoktur.

Biz burada Ibnu'l Kayyim'in Medaricu'sSalikîn adlı ki­tabında mutedil büyük şeyhlerden naklettiği şu sözleri zik­redeceğiz.

Bu taifenin önde gelen şeyhlerinden Cürteyd İbn Mu-hammed (r.a.) şöyle der: "Bütün tarikatler, Resûl'ün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) haberlerine uyanlar dışında halka kapalıdır. Bu hususta Kur'an'ı ezberlemeyen, hadîs yazmayan kimselere uyulmaz. Çünkü bizim ilmimiz Kitap ve Sünnetle sınıflandırılmıştır."

32' İbnu'l-Kayyim, Medariaı's-Salikin, c. 2, s. 468 (TahkikıŞeyh Mu-hammed Hamid el-Faki es-Sürmetu'1-M.uhammediye baskısı.

106

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

"Bizim bu gidişatımız Kitap ve Sünnetteki esaslarla sı­nırlandırılmıştır."

Ebu Hafs (r.a.) şöyle der: "Yapıp ettiklerini her an Kitap ve Sünnetle Ölçmeyen, havâtır (kalbine düşen ilham vb.Man kuşkulanmayan kimseler erler divanında (erler arasında) sa­yılmaz."

Ebu Süleyman ed-Darani (r.a.) şöyle diyor: "Bazen gün­lerce kalbime (şu sufi) topluluğun nüktelerine benzer bir nükte düşüyor da, onu ancak iki adil şahidin şahitliğiyle ka­bul ediyorum: Onlar da Kitap ve Sünnettir."

Ebu Yezid ise şöyle demiştir: "Otuz sene cihadda bu­lundum. İlim ve ona uymaktan daha güç bir şey görme­dim."

O, bir defasında hizmetçisine şöyle demiştir: "Kalk, nef­sini ıslah etmesiyle meşhur şu adamı ziyaret edelim." Mesci­de doğru vardıklarında o adam kıbleye doğru tükürdü. (On­lar bunu görünce) selam vermeden döndüler ve şöyle dedi: "Bu adam Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) edeblerinden bir edebi bile yapmazken nasıl olur da iddia ettiği (bu salihlik) hususunda kendisine güvenilebilir?"

O şöyle demiştir: "Yüce Allah'tan beni, kadınları arzu­lamaktan kurtarmayı istemeyi düşünmüştüm, sonra kendi kendime Resûiullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bile bunu istememiş iken, benim bunu Allah'tan istemem nasıl caiz olabilir? dedim ve bunu istemedim. Ama daha sonra Allah beni bundan kurtardı. Öyle ki bir kadınla mı yoksa bir duvarla mı karşılaştım, aldı­rış etmez hale geldim."

Yine o şöyle demektedir: "Bir adama, havada yüksel­meye varıncaya dek çeşitli kerametler verildiğini görseniz bile, emir ve nehy, hadlerin (İslâmî yasalar ve cezaların) ko-

107

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

runmasi ve? şeriatın yaşanması hususlarında nasıl davrandı­ğını görmedikçe ona uymayınız!"

Ahmed Ibn Ebi'l-Hıvarî (r.a.) ise şöyle demektedir: "Sünnete uymaksızın amel eden kimsenin ameli bâtıldır."33 Ancak burada tasavvuf erbabı, pek çok zayıf ve münker hadîslerin onların nezdinde revaç bulması açısından eleştiri­lebilir. Hatta onların hadîs ilmindeki sermayelerinin azlığın­dan ve sahihi ile zayıfını fazla ayırt edemediklerinden dola­yı çok uydurma ve asılsız hadîsler bile kültürlerine girmiştir. Bu ise, onların -bir noktaya kadar- ilim ehlinden diğer taifelerle müşterek oldukları bir durumdur. Hatta bizzat fı­kıh kitapları bile bu durumdan korunamamıştır. Nitekim "et-Tahkik", "et-Tenkih", "Nasbu'r-Raye", "Telhisu'l-Habir" ve bunlar gibi diğer tahric kitapları buna tanıklık etmektedir.

Burada hadisçilere düşen mühim görev ise, bu taifelerin kitaplarını tenkit süzgecinden geçirmeleri, makbul ile mer-dud olanları, özellikle de uydurma ve asılsız olanları ayırt etmeleridir. Çünkü birçok âlimin de gösterdiği gibi zayıf ha­dîs -birtakım şartlarla- vaaz, rekaik vb. konularda kabul edi­lebilir.

İşte İmam Gazzali'nin İhyau Ulumİ'd- Din adlı kitabı üzerine Hafız Zeynuddin el-Irakî'nin yapmış olduğu tahric, böyle bir çalışmadır. O, îhya'nın hadîslerini iki kitapta tahric etmiştir. Büyük olanı henüz basılmamıştır. Küçük olanı İse, "İhya ile beraber, haşiyesinde basılmış olan el-Muğni an Hamii'l-Esfâr adlı kitaptır. Bu kitabın oldukça büyük bir hiz­met gördüğünde şüphe yoktur.

Onların eleştirecek diğer bir yönleri de, hadîs imamları, hadîsin senedini zayıf görseler veya "aslı yoktur" ya da "uy-

■"- tbnu'l-Kayyim, Medaricu's-Salikin, ç. 2, s. 464-5

108

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

durma bir hadîstir" deseler bile, Sufilerin böyle bir hadîsi keşf ve ilham yoluyla sahih görebilme iddialarıdır. Nitekim onlardan bazıları (Yüce Allah buyurdu ki): "Gizli bir hazine idim ve beni tanımaları için mahlûkatı yarattım."34 şeklinde­ki (sözde) "kutsi hadîs" hakkında şöyle demişlerdir: "İsnad bakımından sahih değilse de o, keşif cihetinden bizim nezdi-mizde sahihtir!!"

Bu ise ümmetin âlimlerinin icmaı ile reddedilmiş bir sözdür. Çünkü hadîsin kabul veya reddi için {âlimlerin) koy­dukları ölçüler, hadîsin senedi ve metniyle ilgili konulara mahsus ölçülerdir. Keşf ise, sırf şahsî bir ölçüdür. Sadıklar nezdinde bile keşfin doğruluğundan emin olunamazken, bu (keşf erbabı olduklarını) iddia edenlerinkine nasıl güvenile­bilir!? Şayet bu kapı açılsaydı, keşif iddiasıyla insanlar, Allah izin vermediği halde, din konusunda (kendilerine göre) ya­salar koyar, Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını ha­ram kılarlardı.

Nitekim, tabii fâkihlerden İmam Muhammed ibn Şîrîn şöyle demiştir: "İsnâd dindendir. Eğer isnâd olmasaydı, di­leyen dilediğini söylerdi."3

Şeyh Ebu'l-Hasen eş-Şazeli ise şöyle demiştir: "Bizim için keşifte (yanlışlardan) korunma garantisi verilmedi. Bu korun­ma garantisi bize ancak Kitap ve Sünnet hakkında verildi."

34' Oysa Talak suresini sonundaki Yüce Allah'ın şu ayeti böyle bir habere ihtiyaç bırakmamaktadır: "Allah O'dur ki yedi göğü ve yer­den de onlar kadarını yarattı. Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve Al­lah'ın her şeyi ilimle kuşattığını bilmeniz için Allah'ın emri bunlar arasında İner durur." (Talak, 12) (Görüldüğü gibi ayet) mahlukatın yaratılış gayesini, Allah'ın isimlerini ve sıfatlarını öğrenmeleri olarak belirlemektedir. (Bu uydurma söz için Bkz: Sehavi, el-Makasıdu'l-Ha-sene, s. 327; Acluni, Keşfu'l-Hafa, c.2, s. 173) a" Müslittı, Mukaddime 5

109

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

H- Sünnet, İslâmî Hayat İçin Teferruatlı Bir Yöntem Verir

Sünnet, bünyesindeki Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) söz, fiil, takrir ve sı­fatlarıyla, Müslüman fert, Müslüman aile, Müslüman top­lum ve Müslüman devletteki İslâmî hayat için teferruatlı bir yöntem vermektedir.

Kur'an'ı-Kerim, genel kaideler, külli prensipler koyar, genel bir çerçeve çizer ve gerekli cüz'i hükümlere bazı ör­nekler verir. Sünnet ise, Kur'an-ı Kerim'in mücmeline tafsi­lat getirir, müphemini açıklar ve yönlendirme açısından uy­gulamalı örnekler ortaya koyar.

Yani Kur'an anayasa konumunda, sünnet ise onu açık­layıp yorumlayan kanun ve yönetmelikler pozisyonundadır.

Bu cihetledir ki biz sünnetle. Yüce Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Resullerine, Ahiret gününe, hayrı ve şerriyle ka­dere imanın tafsilatını da bulmaktayız.

Mükelleflerin ölümünden sonra kabirlerinde karşılaşa­cağı sual ve imtihandan itibaren, nimetler, azap, diriliş ve yeniden verilen hayatın korkunç yönleri, büyük şefaatteki durum, ilahi hesap ve bunu izleyen amel defterinin alınıp açılması, mizanların konulması, sıratın kurulması, Allah'ın kendisine itaat edenlere cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbine (hatırına) gelemeyecek nimetler hazırlamasından, kendisine isyan edenlere ise cehennemde hissî ve manevî azap çeşitleri ha­zırlamasına kadar bütün Berzah hayatı hakkında sünnet adeta gözle görmüşçesine detayb bilgiler vermiştir.

Ve Müslümanlar, bunlar gibi gabya veya sem'iyata= (Allah ve Resulünün haberlerine) dayalı benzer akidevî ko­nularda Resûlullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sabit olmuş sünnetlerle delil getirme hususunda ihtilaf etmezler.

110

 

SÜMNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hevasmdan konuşmayan ve masum olan Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelen bir hadîsin sahih olduğu kanaatine varan her Müslüman, hadîsin konusu ister akide olsun, ister amel ol­sun, onun içeriğine inanır, inanması da gerekir.

İhtilaf ise, İslâm'a giren herkesin inanması istenen ve inkar edenin kafir olacağına hükmedilen inanç esaslarının neler olduğu hakkındadır. Çünkü böylesi esasların, Kur'an ve mütevatir sünnet gibi, delâletleri kat'i te'vil götürmeyen kesin olarak sabit olmuş bir nass ile tespit edilmesi gerekir. Bundan dolayıdır ki Ehl-i Sünnetin çoğunluğu, Mu'tezi-le, Haricîler ve diğer fırkalar hakkında her ne kadar onların sahabe ve onlara güzellikle tabi olanların metodundan ayrıl­dıklarına ve bid'atlere düştüklerine hükmetmişlerse de, Ehl-i Sünnet tarafından sahih hadîslerle tespit edilmiş akide ile ilgili bazı konuları inkar etmelerine rağmen (Ehl-i Sünnetin çoğunluğu) bu fırkaları tekfir etmemişlerdir.

Sünnette, namaz, zekat, oruç ve hacc gibi dinî uygula­maların özünü temsil eden dört büyük ibadetin tafsilatını buluyoruz. Bunlar ister kesin farz olsun; günlük beş vakit namaz, her hafta Cuma namazı, her yıl ve her üründen ve­rilmesi farz olan zekat, her yıl Ramazan orucu ve yol bulup, gücü yetene ömründe bir defa Kabe'yi haccetmek gibi, ister­se bunlara ilaveten nafile ibadetler olsun. (Sünnet hepsinin tafsilatını ortaya koymuştur.)

Mesela namaz gibi bir farz ibadete baktığımız zaman, sünnetin onunla ilgili kitap ve bablarının pek çok hadîsle dolu olduğunu görürüz. Namaz öncesi yapılacak olan taha­ret, abdest, gusül, teyemmüm; mestler üzerine meshetmek vb. birçok şeylerden; namazın beraberindeki ezan, kamet, cemaat ve imamlık, namaz vakitleri, rekat sayıları, nasıl ya-

111

 

sünneti anlamada yöntem

pılacakları, rükünleri, sünnetleri ve onu bozan şeylerin açık­lanması, bunlardan farz olan türleriyle; revatib sünnetler*. vitr gibi müekkeda olanlar ve geceleri kalkıp geceyi ihya et­mek, kuşluk namazı gibi müekked olmayan sünnet türleri­nin açıklanması, yine onlardan cemaatle kılınanlar ile, kılın­mayanların, Bayram namazları gibi senede bir veya iki defa eda edilenlerin, güneş tutulması, yağmur isteme gibi bazı ta­rihi sebepler veya istihare namazı gibi özel sebepler dolayı­sıyla kılınan namazların (açıklanmasına kadar hepsinin de­tayını sünnet beyan etmiştir).

Yine zekata baktığımız zaman, zekat verilmesi farz olan malların nisablarının ve her birinden verilmesi farz olan miktarlarının, ne zaman ve kimlere farz olacağının beyanını da sünnetin getirmiş olduğunu buluruz.

Aynı şey oruç, hacc ve umre için de söylenilecektir. İşte sünnet bunlarm hepsinin hükümlerini detaylı olarak tek tek ortaya koymuştur.

Bu ibadetler, sünnet kitaplarında oldukça büyük yer kaplamaktadır. Öyle ki mesela Buhârî'nin el-Camiu's-Saluh'i gibi bir kitapta bu ibadetler yaklaşık dörtte bir kadar yer tut­maktadır.

Bunlara, zikirler, dualar ve Kuran okuma ile ilgili olan­larını da ekleyecek olursak -zira şüphesiz onlar ela ibadetler­dendir- yine bu da, bize sünnetin onlarla ne kadar dolu ol-

a" Sünnet-i Mikkkede (Kuvvetli Sünnet): Peygamber Efendimiz'in de­vam edip de, pek az yapmadıkları ibadetlerdir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. Sünnet-i Gayri Müekkede (Müekked oima^ yan sünnet): Peygamber Efendimiz'in ibadet maksadıyla bazen yap­mış oldu klan şeylerdir. Yatsı ve ikindi namazlarının ilk sünnetleri gi­bi...)

112

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

duğunu gösterir. Nitekim Buhârî el-Cami' adlı eserini böyle­si bir hadîs ile tamamlamıştır,35

Ayni şekilde sünnette, detaylı bir şekilde İslâm ahlâkı­nın yönlendirmelerini bulmaktayız. O ahlâk ki; Allah, Resu­lünü onu tamamlamak için göndermiştir. Ve O, faziletli bir hayatın ancak kendisiyle gerçekleşeceği insanî ahlakı içer­mektedir.   Nitekim   sünnet  onu   imanın   şubelerinden, mü'minlerin faziletlerinden sayarken, onun zıddı olan dav­ranışları da, münafıklık alametlerinden ve münafıkların re-'   zilliklerinden saymaktadır. Bu (insanî ahlâk); doğruluk, güvenirlîk, cömertlik, cesurluk, vefakârlık, haya, incelik, esir-geyip-acıma, adalet, iyi ve güzel davranma, alçak gönüllü­lük, sabır, öfke anında sakinlik, güçlülük halinde affedebil-me, ana-babaya iyilik, akrabalarla ilişkileri devam ettirme, komşuya ikram etme, yetimi, yoksulu ve yolda kalmışı gö­zetme gibi birçok faziletlerden oluşur.

İslâm ahlâkı, ruhsal hayatı oluşturan Rabbani ahlâk di­ye i simlend irebileceğimiz şu faziletleri de içermektedir: Yü­ce Allah'ı sevme, O'na yönelme, O'na tevekkül etme, O'na karşı ihlas, rahmetini umma, azabından korkma, hükmüne rıza gösterme, çeşitli musibetlerle imtihanına sabretme, ni­metlerine şükretme, Allah için sevip Allah için buğzetme, O'nun dostlarını dost, düşmanlarını düşman edinme, ha­ramlardan el çekme, insanların yanındaki (dünyalık vb.)ler-den kaçınıp, Allah katındaki (ecir ve faziletlere rağbet etme vb. sadık tasavvuf adamlarının özen gösterdiği ahlâk ve ma-

■"" Ebu Hureyre'nirt rivayet ettiği bu son hadîs şudur; "Rahman'm sevdiği iki söz vardık ki, bunlar, dilde hafif ama mizanda ağırdırlar Subhanellahi ve bihamdihi, sübhanellahil Azim=YüceIer yücesi Al-iah'a hamdolsun, Büyük Allah her türlü eksiklikten münezzehtir." (Buhârî, Tenhid 58

113

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kamlara kadar daha birçok hasletler... Hatta onlar şöyle de­mişlerdir: "Tasavvuf, işte bu ahlâklardan oluşmaktadır. Bu hususlarda seni kim geliştirirse, tasavvufta senin ilerlemeni sağlamış olur."

Yine aynı şekilde sünnette, Müslüman insanın günlük hayatıyla ilgili İslâmî edeblerin tafsilatını bulmaktayız ki İs­lâm ümmetinin ortak zevk ve ortak edebi bunlardan oluş­maktadır.

Bunlar da; yeme-içme, oturma-yürüme, selamlaşma, zi­yaret, eve girmek için izin isteme, uyuma-uyanma, giyim-kuşam, konuşma ve susma, toplanma ve ayrılma âdabı gibi (çeşitli edeblerdir).

Mesela, Müslüman Yüce Allah'ın ismiyle yer-içer, sağ eliyle yer ve içer, önünden yer, aşırı yemez, yemeğini yedik­ten sonra da Allah'a hamd eder.

Aynı şekilde sünnetin Müslümanın günlük yaşantısı hakkında detayına kadar belirlenmiş birçok edepler ortaya koyduğunu görüyoruz. Müslüman toplumu, diğer toplum­lardan farklı kılan Müslümanların ortak âdetleri bu edebler-den doğar. Yine, Müslüman ferde, görünüşte ve tecrübede başkalarına asimile olmayı zorlaştıracak, farklı ve bağımsız bir kişiliği de bunlar kazandırmaktadır.36

^°" Hidayete erip, İslâm'ı seçen Avusturyalı Müslüman Muhammed Esed'in et-lslâımı ala Müfteraki't-Tarik adlı kitabında kıymetli bir bö­lüm vardır. O, burada sünnetin İslâmi hayattaki önemi, Müslümanın kişiliğinde ve ümmetin üstünlüğündeki rolünü sağlam bir ilmi man­tık çerçevesinde açıklamıştır. O, bununla özgürlük tellallarına cevap vermektedir. Ki onlar bugün şöyle diyebiliyorlar: "İnsanın sağ ve sol eliyle yemesini ve kişinin sağ veya sola öncelik vermesinin ne değeri var ki?!" Allah onlara hidayet versin (Adı geçen kitap Yolların Ayrılış Noktasında İslam adıyla Hayreddin Karaman tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. İstanbul, 1982)

114

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine bunun gibi sünnette, aile hayatının sağlam bir te­mele kurulması için çeşitli tafsilat bulmaktayız: Karı-koca arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, ailenin devamının sağ­lanması, onun, bozacak ve yıkacak etkenlere karşı korunma­sı, muhafazası için gerekli vesilelere yöneltilmesi, uyuşmaz­lık ve boşanma vuku bulduğunda her iki tarafa gereken şey­ler... Yine sünnette eşlerin en güzel bir şekilde seçilmesine, dünürlük ve hükümlerine, evlilik ve âdabına, karının koca üzerindeki haklarıyla, kocanın kadın üzerindeki haklarına, boşanma (birinci ya da ikinci boşanmadan sonra evliliğe) ge­ri dönme, iddet, ilâ, zihar8 ve nafakalara, çocukların anne ba­baları üzerindeki hakları, evlenilmesi haram olanlar ile baba tarafından akrabalarına karşı haklarından, "Aile hukuku" veya "Ahvali Şahsiyye" ya da "İslâm Şeriatı" denilen diğer haklara kadar hepsine fevkalâde Önem verdiğini görüyoruz.

Yine aynı şekilde sünnette, Müslümanların birbirleriyle olan sosyal ilişkiler ve muamelelerle ilgili birçok hüküm bul­maktayız. "Muamelât" fıkhının dayanmış olduğu alış-veriş, hibe, borç verme, ticarî ve ziraî ortaklar, kira, emanet, kefa­let, havale, rehn, şuf'a, vakıf, vasiyet, haddler, kısas, şahitlik­ler vb. hükümlerinde olduğu gibi.

Yine sünnette; yönetim, mahkeme, malî vb. işlerde, yö­netenlerle, yönetilenler arasındaki İlişkileri düzenleyen hü­kümler vardır. İşte es-Siyasetü'ş-Şer'iyye, el-Emval ve el-Harac gibi kitaplar, kaynağını onlardan almışlardır.

Keza sünnette İslâm Devleti ile diğerleri arasındaki iliş­kileri düzenleyen, barışta ve savaşta Müslümanlarla Müslü-

a" Yemin ederek hanımından uzaklaşma anlamına gelen, boşanmaya yakın bir uygulama olan ila için Bakara, 226-7, Zihar için Mücadele, 2-4 âyetleri ve tefsirlerine bakınız.

115

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

man olmayanların ilişkilerinin çerçevesini çizen hükümler vardır. İşte "Siyer" veya "Cihad" fıkıhları da bunlar üzerine bina edilmişlerdir.

İslâm Âlimi, Şah Veliyullah Dehlevî ismiyle bilinen Hindistanlı Ahmed İbn Abdurrahim (H.1176) Huccetullahi'l-Baliğei7 adlı eşsiz kitabında sünnetin bütün yönlerinin esra­rını açıklamaya özen göstermiştir.

I- Sünnetin Getirdiği Tafsilatın Miktarı, Konulara Göre Değişiklik Arz Eder

Zikrettiğimiz bütün bu yönlerde sünnetin getirmiş ol­duğu tafsilat aynı miktarda değildir. Mesela ibadetler husu­sundaki tafsilat, muamelâttaki gibi değildir. Aile ile ilgili iş­ler de, devlet işleri, devlet işleri gibi değildir.

İnsan hayatının özü ile ilgili ibadetler, ahlâk, edepler ve aile meseleleri gibi sabitlik ve devamlılık özelliği olan husus­larda sünnetin getirmiş olduğu tafsilat daha çoktur. Ta ki in­sanların hevaları onlarla oyalanıp, eğlenmesin ve her an de­ğişim rüzgârlarının esintisine kapılmasınlar.

Ama yönetim, siyaset, yargı, icra vb. değişiklik ve elastikilik özelliği olan hususlardaki tafsilatı ise daha azdır. Bu hususlardaki boş alan daha büyüktür. Ta ki insanlar, Al­lah'ın kendilerine genişlik verdiği ve hiçbir güçlük kılmadı­ğı bu konularda, onları sıkıştırabilecek herhangi bir suretle ve uygulamalarla zorunlu kılınmış olmasınlar. Bu ise Ne-bî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) af diye isimlendirdiği alandır. Bu husustaki ha-dîs-i şerif şöyledir: "Allah kitabında neyi helâl kılmışsa o he-

37- Tahkik edilmesi, hadîslerin tahrici, kapalı olan kelimelerin açık­lanma vb. hizmet edilmesi gereken kitapların en önemlilerindendir.

116

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lal, neyi de haram kılmışsa, o da haramdır. O'nun sükût edip herhangi bir şey söylemedikleri ise af (dairesi) dir. Öyleyse Allah'ın bu afiyetini (=hoŞgörü ve serbest bırakmasın.) O’ndan kabul ediniz. Şüphesiz Allah hiçbir şeyi unutmaz " Sonra Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu âyeti okudu: "Ve Rabbin unutkan de-ğildir."3^

**" Hadîsi Hakim, Ebu'd-Derd^'dan rivayet etmiş, Zehebi de onu sa­hih ve muvafık görmüştür. Mhstedrek, c. 2, s. 375) Heysemi de onu Mecmau'z-Zevaid'de zikretmiştir, (c. 1, s. 171) Yine onu Bezzar ve d-Mıt'cemu'l-Kebir'de Taberani de rivayet etmişlerdir. Hadîsin isnâdv hasendir, ricali ise güvenilir görülmüştür. Ayet: Meryem, 64.

117

 

3 - SUNNET-KUR'AN İLİŞKİSİ

Kur'an-ı Kerim, şeriatın esası ve güvencesidir. Sünnet ise Onun açıklayıcısıdır. Bunun için ona, İslâm'ın ikinci kayna­ğı olarak itibar edilmiştir. Sünnetin mertebesi Kur'an'ın mer­tebesinden sonra gelir. Çünkü açıklamanın mertebesi, açık­lanandan sonradır. Bir başka sebep de, Kur'an'ın hepsi, hiç şüphe edilmeyecek kesinlikte tevatür ile sabit olmuştur. Sünnet ise böyle değildir. Zira onun bir kısmı tevatür ile, bü­yük çoğunluğu ise âhâd haberlerle sabit olmuştur.

Gerek Muaz hadîsi ve gerekse Raşid Halifelerin uygula­maları göstermektedir ki herhangi şer'î bir hüküm önce Kur'an'da aranır, şayet onda bulunmazsa bu defa sünnete bakılır.

Bu ancak, Kur'an'da delâleti açık olan hükümlerde böy­le olur. Mesela, kocanın karısından, karının da kocasından

118

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

alacağı miras, hayzdan ve evlilikten ümidini kesmiş kadın ile henüz ergenlik çağına girmemiş küçük hanımın boşanmala­rı halinde iddetleri, kocası ölen ama hamile olmayan hanı­mın iddeti vb. Eğer bunlar gibi açıkça ifade edilmiyorsa, o zaman sünnete başvurulur. Çünkü sünnet, hükümleri açık­lar ve detaylarını verir. Mesela, ninenin ve baba tarafından akrabaların mirası, kocası ölmüş hamile kadının iddeti vb.

Sünnet kitaplarını dolduran bu hadîslere bakan bir kim­se, onların üç kısma ayrıldığını görür:

1-   Herhangi bir  açıklama  ve  detay  vermeksizin, Kur'an'ın getirdiği hükümleri destekleyip pekiştiren hadîs­ler: Mesela, anne-babaya iyilik etmeye çağırıp onlara karşı gelmekten sakındıran, akraba ilişkilerini sürdürmeye çağı­rıp, ilişkileri koparmaktan sakındıran, komşuya ikram etme­ye çağırıp, onu rahatsız etmekten sakındıran hadîslerde ol­duğu gibi. Zira bunlar daha çok, Kur'an'ın getirmiş olduğu hükümleri onaylayıp, pekiştirmekten başka bir şey getirmiş değildir.

Tergîb ve terhib, mev'iza ve kıssaları ifade eden hadîs­lerden çoğu bu kısma girer.

2-  Kur'an'ı açıklayan hadîsler: Bu da ya Kur'an'd a ki mücmeli tafsil, ya umumu tahsis, ya da mutlakı takyid etme­si vb. şeklinde olur.

Mücmelin tafsili: (Yani Kur'an'daki kapalı ifadelere sünnetin açıklık ve detay getirmesi.) Mesela, her gün kılına­cak namazın miktarının, vakitlerinin, rekat sayısının ne ol­duğunun ve namazın nasıl kılınacağının açıklanması gibi. Bütün bunlar, Yüce Allah'ın "Namazı (dosdoğru) kılınız" şeklindeki buyruğu için birer açıklama sayılır.

Yine zekatın nisabları, zekat verilecek malların neler ol-

120

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

duğu, verilmesi farz olan miktarlar ve ne zaman farz olacağı gibi hususların beyanı da, Yüce Allah'ın "Zekatı da veriniz" buyruğunun açıklanmasıdır.

Benzer şeyler oruç, hacc, hadler, alış-veriş, emişme vb. hukuklar hakkında da söylenebilir.

Umumun Tahsisi: (Sünnetin Kur'an'daki genel bir ifadenin kapsamından bazılarnı,, hükmün dışında tutması, özel bir durum vermesi.) Mesela Nebinin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "Katile miras yok­tur"3 gibi.

Mutlakın Takyidi: (Kayıtsız şartsız bir hükme sünnetin bellİ sınırlar getirmesi.) Mesela; Yüce Allah'ın "Birinize ölüm geldiği zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, baba­ya, yakın akrabalara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Al­lah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." (Bakara, 180) ayetindekı (mutlak) vasiyete Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "üçte biri (vasiyet et) hatta üçte bir çok (bile)"* hadîsiyle üçte bir oranında sınır ge-tirmesinde olduğu gibi.

3- Kur'an'ın kabul veya reddetmeyip, herhangi bir şey söylemediği bir hususta (yeni) hüküm getiren hadîsler. "Hayızlı kadın orucu kaza eder ama namazı kaza etmez."' hadî­si gibi. Yine kişinin hanımının üzerine onun hala veya teyze­sini de nikâhlamasının haram kılınması, nine ve baba tara-

a; Değişik buzlarla bkz: Müsned, c. 1, t 49; MuvatU,, Ukûl 10; Tirmi-zı, Fermz 7; n>n Mâce, Diyat 14, Ftraiz 8; Darimi, Fenaz 41) hadîsi ile, mlraSı Allah m talabmda zikrettiği miraslardan yalmzca katilin dı-^ndakılere tahsis etmesi (katili mirastan mahrum etmesi.)

Buhar. Cenasz 36, Vasaya 2, 3; Müslim, Vastyye 5, 7, 8, 10; Muratta.

c" Bkz: BuMüHayz 20; Müslim, feçz 68; Ebu Davud, T&m 104; Ne-%?                          ^^ "^ Darİmİ' Vuâu 102; Müsned- c- 6' s-

121

 

SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM

fından akrabalarına düşecek miras, şuf'a ile ilgili hükümler, nesebden dolayı (evlenilmesi) haram olanların, emişmeden dolayı haram olması, ehli merkeblerin, her türlü yırtıcı-pen-çeli havyarlarla, yırtıcı-tırnaklı kuşların etlerinin haram kı­lınması, altın ve gümüş kapların hem erkeklere hem de ka­dınlara haram kılınması, ziynet olarak altın ve ipeğin ise sa­dece erkeklere haram kılınması, kabirleri mescit edinmenin yasaklanması, dövme yapana, yaptırana, peruk takana, tak-tırana, (güzelleşmek için) kaş, kıl vb. aldırana lanet edilmesi ve bunlardan başka gerek ibadetler ve gerekse muamelat ko­nularında gelen hadîslerdeki yeni hükümlerde olduğu gibi. Allame Ibnu'l-Kayyim'in dediği gibi bu üçüncü kısım hiçbir şekilde Kur'an ile çelişmez. Çünkü bunlar iîk olarak Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konulmuş birer teşrî (=yasama)dir ve bu konularda O'na itaat etmek farz, karşı gelmek de ha­ramdır. Yine bu, sünnetin Kur'an'ın önüne geçirilmesi de değildir. Bilakis bu, Allah'ın Resulü'ne itaat edilmesi emrini yerine getirmektir. Eğer Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu kısımda itaat olunmazsa, O'na itaatin bir anlamı kalmaz ve O'na mahsus olan itaat düşmüş olurdu. O'na itaat, Kur'an'a ziyade olarak getirdiği hükümlerde değil de, Kur'an'a uygun olan husus­larda farzdır denilecek olursa orada, O'na mahsus özel bir itaat bulunmaz. Nitekim yüce Allah "Resule itaat eden, Al­lah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 80) buyurmaktadır.

Alimlerden bazıları, bunu, sünnetine yasamada Kur'an'dan müstakil oluşu şeklinde görmemişler, aksine Kur'an'ın hükmüne kıyas veya onun kaideleri altına sokma vb. herhangi bir cihetle Kur'an'a döndürmüşlerdir. Mesela kişinin, hanımının hala veya teyzesini de nikâhlamasının haram kılınması; sadece, Kur'an'ın zikrettiği iki kız kardeşi

122

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

nikâhı altına almanın haram kılınmasından yapılmış bir kı­yastır.

Yine annenin olmaması halinde nineye miras verilmesi, ninenin anneye kıyas edilmesi sebebiyledir.

Yırtıcı, pençeli hayvan ve kuşların (yenilmesinin) haram kılınması ise Yüce Allah'ın "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlara pis şeyleri de haram kılar" (A'raf, 157) ayetinin (kapsamı) içerisine girer.

Altın ve gümüş kapların haram kılınması da Kur'an'ın kötülemiş olduğu lüks ve konforlu hayatın içerisine gi­rer... vb.

Yalnız burada şu husus önemlidir: Âlimlerin hepsi, sünnetin bazı şeyleri helal, bazı şeyleri haram kılabileceği, bazı hususları farz kılabileceği, bazı şeyleri ise devre dışı bı­rakabileceği görüşünde birleşmişlerdir. Buna ister, bazıları­nın açıkça ifade ettikleri gibi sünnete Kur'an'dan müstakil (olarak başlı başına) bir yasama denilsin, isterse diğerlerinin yaptığı gibi ona müstakil denmesin (netice itibariyle durum aynıdır.)39

A- "Kur'an Varken Sünnete Lüzum Yoktur" İddiası

Yukarıdan beri söylenilenlerin hepsi açıkça ortaya koymak­tadır ki, bazı insanların, yüce Allah'ın "Biz sana Kitabı her şe­yi açıklayan...olarak indirdik." (Nahl, 89) ayetine dayanarak iddia ettikleri 'Kur'an varken sünnete ihtiyaç yoktur' görüşü, bizzat Kur'an'ın da reddettiği batıl bir iddia, reddedilmiş bir davadır. Çünkü Kur'an, şu ayet-i kerime ile, Resûl'ün, Al-

'*■ Bkz: Sıbai Mustafa, es-Sürmetü ve Mekanetıthufa fi't-Teşri't-İslâmi, s. 281, el-Meklcbu'l-İstâtni, ikinci baskı. (Ayrıca daha geniş bilgi için An­kara Ilahiya! Fakültesinde hazırlamış olduğum Sünnetin Kur'an Dışında Hükümler Getirmesi Meselesi adlı basılmamış yük­sek lisans tezime bakılabilir. Çev.)

123

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lah'ın indirdiklerinin açıklayıcısı olduğunu beyan ediyor. "Sana da bu zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, kendilerine indirile­ni insanlara açıklayasın..." (Nahl, 44). Aynı şekilde Kur"an. Resul'e itaatin de farz olduğunu, çünkü onun da Yüce Al­lah'a itaatten olduğunu açıklamıştır.

Yine daha önce açıkladığımız gibi bu iddiayı sünnet ve icma da reddetmektedir: Beyhâki, senediyle Eyyub es-Sahti-yanî'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Bir adam Muttarif İbn Abdullah'a: 'Bize hadîs nakledip durmayın, ancak Kur'an'dan bahsedin!' deyince Muttarif şöyle cevap verdi: "Vallahi biz bunlarla Kur* an'in yerine bir bedel arama peşin­de değiliz. Lakin biz -Resûlullah'ı kastederek- Kur'an'ı biz­den daha iyi bilenin bildiklerini) istemekteyiz."

Yine Eyyub diyor ki: "Bir adama, herhangi bir sünneti haber verdiğinde o: 'Bırak bunu, sen bize Kur'an'dan haber ver!' derse bil ki o sapıktır."40

Sözün özü, merhum davetçi, allâme Prof. Mustafa Sibai’nin dediği gibi*1: "Allah'ın dinini ve şeriatın hükümleri­ni tam anlamıyla bilen bir Müslüman gerçeğe karşı koyarak, sünnetin delil oluşunu inkar edip, İslâm'ın yalnızca Kur'an olduğunu benimseyemez. Çünkü, şeriat hükümlerinin çoğu sünnet ile sabit olmuştur. Kur'an'daki hükümler ise genel­likle mücmel ve külli kaideler şeklindedir. Aksi takdirde biz beş vakit namazı, namazın rekatlarını, zekat miktarlarını, hacc menâsikinin tafsilatını, muamelat ve ibadetlerin diğer hükümlerini Kur’an'm neresinde buluruz?"

İbn Hazm (r.a.) ise şöyle demektedir: "Bu batıl sözü söyleyene soruyoruz; öğlenin dört rekat, akşamın üç rekat

^Suyutî, Miftahu'l-Cenne, s. 35-36 41' Sibai, a.ge, s. 165

124

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

olduğunu, rükûnun şu şekilde, secdenin bu şekilde olduğu­nu, (namazda) okuma ve selam vermenin nasıl olacağını, oruçta kafi miktarın beyanını; altın, gümüş, koyun, deve ve sığırların zekatının nasıl olduğunun beyanını, hangi tür mal­lardan zekat alındığını ve alınan zekatın miktarını; Arafat'ta vakfe vaktini, Müzdelife'de namazın nasıl kılındığını, şeytan taşlamanın nasıl yapıldığını, ihramın nasıl olduğunu ve ih­ramda iken sakınılacak şeyleri, hırsızın elinin nasıl kesilece­ğini, haram kılan emişmenin nasıl olduğunu, yiyeceklerden nelerin haram olduğunu, kurbanlar ve diğer hayvanların ke­silme şekillerini, hadlerle ilgili hükümleri, boşamanın ne şe­kilde vuku bulduğunu, alış-verişle ilgili hükümleri, faiz, mahkeme davaları, bir şeyin kendisine ait olduğunu iddia etme, yeminler, vakıflar, ölünceye kadar geçerli olmak şar­tıyla yapılan ömürlük akit, sadakalar ve fıkhın diğer türleri­nin beyanını bu adam Kur'an'ın neresinde bulabilmiştir. Şüphesiz Kur’an'da öyle cümleler vardır ki, onlan kendi hal­leriyle almış olsak, o konuda nasıl amel edeceğimizi bileme­yiz. İşte böylesi konuların hepsinde, kendisine başvurulacak merci, ancak Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (hadîs ve sünnetlerin ifadesi olarak) yapılan nakildir. İcma da böyledir. Ancak az sayıda­ki meseleler üzerinde icma olduğu için, zaruri olarak hadîse başvurulması gerekir. Eğer bir kimse: 'Biz ancak Kur'an'da bulduğumuzu alırız' dese, ümmetin icmaı ile kafir olur. Ar­tık o kimsenin, güneşin (ufukta aşağı) kayması ile, gecenin kararmasına kadar ki zaman arasında bir rekat ve bir rekat da sabah vaktinde (olmak üzere yalnızca iki rekat) namaz kılması gerekirdi.42 Çünkü bu bir rekat, namaz denilebilecek ibadetin en az miktarıdır ve onun fazlası için bir sınır da

*" Yüce Allah'ın şu ayetine işaret ediyor: "Güneşin (ufukla aşağı) kaymasından, gecenin kararmasına  kadar namaz kıl ve sabahın

125

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

yoktur. Dolayısıyla bu sözü söyleyen, kanı ve malı helal olan bir kafir müşriktir. Bu görüşü ancak, ümmetin, kafir olduk­larında icma ettiği bazı aşırı Rafiziler benimsemişlerdir.

Yine şayet bir kimse, yalnızca ümmetin icma ettiği hu­susları alıp, hakkında nassların geldiği ama ümmetin ihtilaf ettiği her hususu terk etse, ümmetin icmaı ile fasık olur,

İşte bu iki öncül, nakli (sünnet ve hadîsleri) almayı za­ruri kılmaktadır." 13

B- Güvenirliği Açısından Sünnet

Sahabe (r.a.) döneminden beri Müslümanlar gerek yasama ve gerekse yönlendirme açısından sünnetin hayatîanndaki yerini ve değerini bilmişler, bu nedenle onu bellemeye ve başkalarına tebliğ etmeye çok özen göstermişler ve birbirle­rine nakletmişlerdir. Zaten Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de onları buna teş­vik etmişti: "Allah, benim sözümü işitip belleyen, sonra da orıu işittiği gibi başkasına tebliğ eden kimsenin yüzünü ağartsın. Nice kendisine tebliğ edilen kimseler vardır ki (sö­zümü bizzat) işitenden daha anlayışlıdır."8

Sahabe ilk zamanlarda ezberlemeye itibar ediyordu. Çünkü onlar hafıza güçleriyle temayüz etmişlerdi. En güzel bir şekilde ezberleyip bellemeye çağıran dinî saikin yanı sıra, aralarında yazının da az bilinmesinden dolayı onlar bu ez­berciliği şiir ve başka şeyleri rivayet geleneğinden devraldılar.

Nitekim Ebu Said el-Hudri'nin de rivayet ettiği gibib

Kur'an'ını da (unutma). Çünkü sabah (namazı.) Kur'an'ı (melekler ta­rafından) görülür." (İsra, 78) 43- İbn Hazm, el-İhkam. o 2, s. 79-80

a" Müsned, c. 1, s. 437; Ebu Davut, İtim 10; Tirmizi, İlim 7; İbn Mâce, Mukaddime 18 b' Bkz: Müsned, c. 3, s. 12, 21; Müslim, Zühd 72;Darimi, Mukaddime 18

126

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

başlangıçta sevgili Peygamberimiz onlara Kur'an'dan başka her şeyin yazılmasını yasaklamıştı. Bunun sebebi ise, Kur'an hakkında, her türlü şaibelere karşı fevkalâde ihtiyatlı olun-masıydı. Ta ki bu iki söz arasındaki farkı ayırt edebilen ile edemeyenler için Kur'an'a başka bir şey karışmasın. Buna ilaveten, katipler az olduğu gibi, yazı araç-gereçleri de kolay bulunmuyordu. Bu sebeplerden dolayı o merhalede bütün gayretlerin Kur'an yazımına yöneltilmesi daha uygundu.

Daha sonra Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisinden İşittiklerini yaz­maları için onlara izin verdi. Bunun üzerine Abdullah ibn Amr, es-Sadıka adlı sahifesini yazdı. Yine Yemen'den Ebu Şah adında bir adama, hutbesini yazmasına izin verdi.a

Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bizzat kendisi birçok yazılar yazdırdı. On­lardan bir tanesi de Ensar, Muhacirler ve Yahudilerden on­ların sözleşmesi altına giren Medine sakinleri arasındaki iliş­kilerin sınırlarını ihtiva eden (Medine Sözleşmesi diye bili­nen) meşhur "vesika" dır.

Yine çeşitli devletlerin yöneticilerinden Kisra, Kayser, Necaşi, Mukavkıs.. .ve başkalarına göndermiş olduğu (İs­lâm'a davet) mektupları da böyledir.

Zekatlar, diyetler, feraiz ve sünnetlerin beyanı hakkın­da Amr İbn Hazm'ın yazmış olduğu (sahifeler) da böyledir. Ebubekir (r.a.), Enes ibn Malik'e, Resûl'un (salla’llâhü aleyhi ve sellem) koy­muş olduğu zekat farizalarını yazıp, göndermiştir.

Ömer (r.a.) de Utbe İbn Ferkad'a bazı sünnetleri yaz­mıştır. Yine kılıcının kınında, otlaklara salınmış hayvanların zekatları yazılmış bir sahife bulunmuştu.

Ali'nin (r.a.) yanında da bazı hükümlerin yazılı olduğu bir sahife vardı.

~ Buharı, Lukala 7, Diyat 8; Müslim, Hacc 447-8; Müsned, c. 2, s. 238

127

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

-Yukarıda adı geçen üç halife de dahil olmak üzere- sa­habeden bazılarının hadîs yazımını yasaklamalarına dair ha­berlere gelince; bu onların, o ilk dönemde Kur" an'a karşı çok özen göstermelerinden ve önceki ümmetlerin yaptığı gibi, insanların hadîslerle meşgul olmaları sebebiyle Allah'ın Ki­tabını yitirmelerinden korktukları içindir.

Daha sonra ise Hz. Aişe, Ebu Hureyre, İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Amr, Enes, Bera ibn Azib, Hasan ibn Ali, Muavi-ye ve diğerlerinden rivayet edildiği üzere, sahabe hadîslerin yazılmasının caiz olduğunda ittifak etmişlerdir.

Bundan sonra (hadîs) yazımının çerçevesi genişlemiş ve tedvin dönemi gelmiştir. Artık, sünnet kitaplarından bazıla­rı, müsnedler yani, konuları değişik olsa bile, her bir sahabe­nin rivayet ettiği hadîslerin hepsinin bir araya getirilmesi şeklinde tedvin etmiştir. Mesela Ebu Davud et-Tayalisi (ö. 203)'nin Müsned'i, Humeydi'nin (ö. 219) Müsned'i ve İmam Ahmed İbn Hanbel'in (ö. 241)'in Müsned'i vb. gibi. Bazıları ise, akaid, ibadetler, muamelat, âdâb, tefsir, sire, rekaik vb. belli bablar ve konulara göre tasnif edilmiş olan Camiler ve Sünen'ler şeklindedir. Abbasi halifelerinden Ebu Cafer el-Mansur'un isteği ile hicret yurdu (Medine’nin imamı Malik İbn Enes'in (ö. 179) tedvin etmiş olduğu Muvatta adlı kitabı ve Müslümanlar arasında "Kütübü Sitte" diye meşhur olan şu altı kitap bu türdendir. Bunlardan ikisi "Sahihayn" diye bilinirler:

(Birincisi): İmam Muhammed İbn İsmail (el-Buhârî)'in-(ö. 256) Sahih'idir ki Kur'an'dan sonra en sahih kitaptır. (İkincisi ise): imam Müslim [bn Haccac'ın (ö. 261) Sahih'idir ve bu da sıhhat açısından Buhâri'ninkine yakındır. Diğerleri ise dört sünendir ve sahipleri şunlardır:

128

 

275)

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

1-  Ebu Davud Süleyman İbnu'I-Eş'as es-Sicistanî (ö.

2- Ebu İsa Muhammed İbn İsa et-Tirmizî (ö. 279)

3-  Ebu Abdurrahman Ahmed İbn Şuayb en-Nesaî (ö. 303)

4-  Ebu Abdullah Muhammed İbn Yezid (ö. 275)'dir ki kendisi İbn Mâce ismiyle meşhurdur.

Ümmet içerisinde pek çok âlim Muvatta ile birlikte bu altı kitaba çok özen göstermişlerdir. Onlar üzerine birçok şerhler, ta'likler yazmışlar, bazılarının içinden bir takım ha­dîsleri seçerek derleme veya muhtasarlar yapmışlar veya ba­zı kitapları bir araya getirmişler; yine bazı kitaplar üzerine Zevait hazırlamışlar, gerek isnâdlan ve gerekse metinleri üzerine birçok araştırma yapmışlardır.

C- Sünnet ve Hadîsleri Elde Etmek İçin Yapılan Yolculuklar

Tarihte İslâm Ümmeti gibi ilim elde etmek için (bu denli) yolculuk yapmış hiçbir ümmet bilinmemektedir. Bu hususta Özellikle de hadîs âlimleri takdire şayandır. Çünkü onlar, ya ezberleyen bir kimseden veya kendinden daha üstün, yaşa­yan bir kaynaktan sadece tek bir hadîsi dinleme arzusuyla, deve sırtlarında veya yaya olarak sahraları kat etmede en güzel örnekleri sergilemişlerdir.

Nitekim bu tür yolculuklar sahabe (r.a.) döneminden itibaren başlamıştır.

a' Hadîs Edebiyatı içinde, bir kitabın, bir başka hadîs eseri ile karşılaş­tırılıp, birincinin ikinciden fazla olarak ihtiva ettiği hadîslerden bir ara­ya getirilmesi sonucu oluşan yeni eserlere "Zevaid Kitapları" denir.

129

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Mesela Cabir İbn Abdullah, Şam'da bulunan Abdullah İbn Üneys'in yanına gitmiş, kendisinin, Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) duymadığı tek bir hadîsi ondan dinlemek üzere yaptığı bu yolculuğu, tam bir ay sürmüştür. Ebu Eyyub el-Ensari de Mısır'daki Ukbe İbn Amir1 in yanına gitmiş ve karşılaştığın­da ona şöyle demiştir: "Bize, Müslüman aybının gizlenmesi1* hakkında Resûlullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işittiğini naklet! Çünkü onu benimle senden başka işitmiş kimse kalmadı." (Ukbe) ona hadîsi nakledince, devesinin palanını dahi indirmeden tek­rar bineğine bindi ve derhal Medine'ye döndü!! **

Yine sahabeden bir adam Mısır'daki Fudale İbn Ubeyd'in yanına gitti ve ona yaklaşınca şöyle dedi: "Ben se­ni ziyaret etmek üzere gelmedim. Ben ve sen Resûlullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir hadîs işitmiştik. O hadîs hakkında senin bilginin olabileceğini ümit ederek geldim." 4S

Abdullah ibn Mes'ud da şöyle demiştir: "Devenin ula­şabileceği (herhangi bir yerde) Allah'ın Kitabını benden da­ha iyi bilen birisinin olduğunu öğrensem, derhal ona gider­dim." te

Zikredilen bu vakıalardan anlaşılmaktadır ki, sahabe­nin bu tür yolculuk yapmalarının sebebi, ya o sahabenin Re­sûlullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işitmediği bir hadîsi işitmek, ya da ken­di ezberlediği bir hadîsi, bulunduğu beldede ezberlemiş baş­ka birisi olmadığı için, ezberlediği bu hadîsten tam emin ola-

a" Hadîs şöyledir; "Kim dünyada bir Mü'minin {yayıp ifşa etmediği) bir aybım örterse, Allah da onu kıyamel gününde örter." Bkz: Müs-ned, c. 4, s. 153, 159

¥-- ibn Abdilberr, Camiu Beyani'l-İlm ve Fadlih, c. 1, s. 93,94 45' Darimi, Mukaddime 47 (c. 1,4142); Hatib, er-Rıhle, s. 75 (s. 125 Tah­kik: Nureddin Ur, Beyrut-1975) 46" Halib, el-Kifaye, s. 402

130

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bilmek içindir. Bu sebeple o, bir aylık bir mesafede bile olsa, hadîsi ezberlemiş (diğer sahabinin) yanına kadar yolculuk yapmıştır.

Sahabeden sonra, tabiîlerden olan öğrencileri de hadîs elde etmek üzere yolculukta onların izinden gittiler. Belki de onlardan daha fazlasını yaptılar. Çünkü sahabe, çeşitli böl­gelere dağılınca, sahip oldukları ilimleri de oralara götür­müş oldular. Dolayısıyla, bir kimsenin, bu bölgelere seyahat ve oralara dağılmış sahabe ile görüşme yapmaksızın, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (birçok) hadîslerini öğrenmesi mümkün de­ğildi.

Tabiîlerin büyüklerinden birisi olan Said İbnu'l- Müseyyeb (Ö.94) şöyle demektedir: "Gerçekten tek bir hadîsi elde etmek için geceli gündüzlü günlerce yolculuk yapıyor­dum."47

Tek bir mesele hakkında, Hasan el-Basri (Ö.110) Bas­ra'dan Kûfe'ye yolculuk yapmış,İS Ebu Kılabe ise, bir hadî­si rivayet eden birisinin gelmesini beklemekten başka hiçbir işi olmadan Medine'de üç gün kalıp onu beklemiş ve adam gelince de ona o hadîsi sormuştur,49

Şa'bi de adamın birisine bir hadîs rivayet eftikten sonra şöyle demiştir: "Onu, herhangi bir şey almaksızın sana ver­dik. Halbuki bundan daha azı için ta Medine'ye gidiliyor­du."™

Ebu'l-Aliye er-Rayahi ise şöyle demişti: "Biz Basra'da   . Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabından (nakledilen) bir rivayeti işi-

4?- İtrn Abdilberr, Q.g.e, c. 1, s. 94; Hatib, cl-Kifaye, s. 402 48" Hatib, a.g.e, s. 402 i9~ Darimi, Mukaddime 47, o 1, s. 140 5°-Buhârî,i7ifN311 c. l,s-33

131

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

tiyorduk ama ta Medine'ye kadar gidip bizzat onların ağız­larından duyuncaya kadar gönlümüz razı olmuyordu." 51

Tabiiler neslinde onları hadîs aramak için seyahat yap­maya sevk eden yeni bir etken daha ortaya çıkti. Bu da mut­tasıl bir isnâdla gelen hadîsin tariklerinin en kısası olan Ali İsnâd elde etmek idi.

Bu sebeple bir tabii, hadîsi, kendisi gibi başka bir tabi­iden almak yerine, hadîsi bizzat sahabiden almak üzere o sa-hâbinin bulunduğu yere kadar gider ve aldığı hadîsi ondan direkt olarak kendisi rivayet etmiş olurdu.

D- Hadîs Usûlü İlmi

Kimse, o dönemlerde hadîs rivayet eden bu insanların, "Re-sûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu" diyen herkesten hadîs aldık­larını sanmasın. Zira onlar da, çeşitli etkenlerden dolayı, or­tada Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) adına yalan söyleyenlerin olabilece­ğini -biliyordu. Onlar bu etkenleri kitaplarında açıklamışlar ve yalan uyduran bu deccallerin peşine düşmüşler, onların bu durumlarını ortaya çıkarmışlardır.

Nitekim İmam Abdullah İbn Mübarek'e: "Bu uydurma hadîslerine olacak)?!" denildiğinde O: "(Hadîs ilminde) oto­riteler onlar için yaşamaktadırlar!" diye cevap vermiştir.

Evet... Gerçekten o âlimler birçok kaideler koymuşlar, usûlü oluşturan çeşitli esaslar belirlemişlerdir ki, bu, zaman­la birçok ilimlerden oluşan en üst düzeyde bir ilim haline gelmiştir. İşte bu "Hadîs ilimleri" denilen ilimdir. Nitekim İbnu's Salah, meşhur Mukaddime adh kitabında onlardan 65 ilim veya nevi saymış, daha sonra, Nevevî, Irakî ve İbn Ha-cer gibi âlimler bunları ondan nakletmişlerdir. Daha sonra

51" Hatib, a.g.e, s. 402-403; Darimi, Mukaddime 47

132

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Suyuti ise, Nevevî'nin Takrib adh kitabı üzerine yazdığı şer­hinde başka neviler de ilave etmiş ve onları 93 neve ulaştır­mıştır. 52

Bu kaidelerden ilki; isnâdsız hiçbir hadîsi kabul etme­meleriydi. Nebfyi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gören ve O'ndan hadîs dinleyen bir sahabi olması dışında, "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyur­du" diyen kimseden nakledeceği bu hadîs kabul edilemez.53

Çünkü bu sahabilerin hepsi adildir. Onların adaletli ol­duğunu bizzat yüce Allah Kitabmda belirlemiş ve Kur'an'da birkaç surede onları övmüştür. Fetih suresinin sonunda ol­duğu gibi.

Orada Rabbimiz Özel olarak Muhacirleri, Ensarı ve Rıd­van Bey'atına katılanları övmüştür. 5+

Aynı şekilde Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de birçok hadîslerin­de onların adil olduklarını vurgulamıştır. 55

Onların kendi yaşantıları da adil (güvenilir) olduklarını göstermektedir. Yine tarih de şahitlik etmektedir ki Kur'an ve Sünneti ezberleyip, onları ümmete nakleden ve Allah'ın

52~ Bkz: Suyutî, Tedribu'r-Râvifi Şerh-i Takribi'n-Nevevî, c. 2, s. 386 vd. Tahkik: Abdulvehhab Abduilatif, Kahire- H. 1385/M. 1966, Malba-atu's-Seade, 2. Baskı.

"' Sahabinin tarifi hakkında Bkz: Hatib el-Bağdadi, el-Kifayefi İtmi'r-Rivaye, s. 49-52, Haydarabad baskısı, İbnu's-Salah'ın Mukaddime'sin­den 39. nevi ile onun furuuna bkz. 54- Bkz: Fetih, 18-29; Teobe, 100; Hoşt, 8-9.

•**■ Misal olarak şu meşhur hadîsi zikretmemiz yeterlidir: "İnsanların en hayırlıları, benim asnmdakiler, sonra bunların peşinden geienler, sonra da onların peşinden gelenler." Hadîs, İbn Mesud ve tmran ibn Hvısayn'dan birbirine yakın lafızlarla rivayet edilmesiyle muttefekun alehtir. Buhârî, Fedaiiıt Ashabi'n-Nebi 1; Müslim, Fedailu's-Sahâbe 210, 211, 212 .(İbn Mes'ud'dan) 214, 215 (İmran'dan) 213 (Ebo Hurey-re'den) 216 (Hz. Aişe'den) rivayet etmiştir. Tirmizi, Fiten 45, Şehadel 4, Menakıb 56; Hakim, el Müstedrek, c. 3, s. 471 (İmran'dan) c, 3, s. 191

133

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

dinini yeryüzünün her yanına yayanlar onîardır. Onlar gü­nümüze kadar insanlığın tanıdığı en faziletli nesillerdir.

Tarih, Muhammed'in {salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ashabının tanıdığı kadar, hiçbir peygamber ashabının böylesine ciddi durumlarını, güzel kahramanlıklarını, yüce ahlâklarını ve takva makam­larını muhafaza etmemiştir. ^

Sahabeden sonra gelenlerin ise, hadîsi bir sahabiye is­nâd etmeleri ve sahabiye varıncaya kadar hadîsi almış oldu­ğu diğer râvileri de belirtmeleri gerekir.

Yine râvi halkalarının birleşik olması gerekir. Öyle ki onlardan her biri, rivayet ettiği şahıstan direkt kendisi almış olmalıdır. Şayet bu râvi zincirinin başından veya ortasından ya da sonundan tek bir halka dahi düşmüş olsa bu râvi zin­ciri kabul edilmez.

İşte râvilerden oluşan halkaları birleşik bu zincire İslâm âlimleri isnâd veya sened adı vermişlerdir ve bu hususta ilk dönemlerden beri oldukça titiz davranmışlardır. Bu dönemi belirleyecek oiursak, Hz. Osman (r.a.) dönemindeki fitne dö­nemi başlangıcından ve çeşitli bid'at ve gruplaşmanın orta­ya çıkmasından itibaren diyebiliriz.

(Ca'de İbn Hubeyre'den); Taberani, d-Mıı'cemu'l-Kebir, c.2, s. 285, H. Nu: 2187-8 (Ca'de İbn Hubeyre'den) rivayet etmişlerdir. Bunun için­dir ki Suyutî: "Bu hadîs, miitevatire benziyor" demiştir. Bkz: el-Mii-navi, Feydu'l-Kadir Şerhu'I-Camü's-Sağir, c. 3, s. 478-9, (Beyrut-H. 1391/M. 1972], Daru'l-Marife baskısı. Yine Bkz: Sahihu'l-Cansii's-Sağir ve Ziyatietuh, c. 3, hd nu: 32&İ, 3289, 3290, 3296, 3312), Tahkik: Mu-hammed Nasuriddin el-Elbânî, Beyrut, el-Mektebetıı'1-İslâmi baskısı. ■"'" Bu hususta özel olarak yalnızca Sahabe hakkında telif edilmiş ki­taplara başvurulabilir. Mesela; İbn Abdilberr'in (ö. 453) el-İstiab'ı, İb-nu'i-Esir Ebu'l-Hasen Ali İbn Muhammed'in (ö. 630) Usdü'l-Gabe'si, Hafız ibn Hacer'in (ö. 852) e!-!sabe'si gibi. Yine İbn Sa'd'ın (v. 230) Ta-Imkat'ma da bakılabilir. Sahabenin adil oluşu hakkında yine Bkz: Ha-tib, el-Kifaye, s. 46-49.

134

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu hususta, büyük bir Tabii57, fâkih, muhaddis olan İmam Muhammed İbn Şîrîn şöyle diyor: "(İlk dönem hadîs rivayetinde) onlar isnâd sormuyorlardı. Ama fitne ortaya çı­kınca: 'Bize hadîs aldığınız kimselerin isimlerini söyleyin!' dediler. Artık bakılırdı: Eğer sünnet ehli birisi ise, onların ha­dîsleri alınırdı. Ama bid'at ehli ise onların hadîslerinden sakınılırdı." 5B

İmam Abdullah İbn Mübarek (Ö. 181) de şöyle demişti: "İsnâd dindendir. Eğer isnâd olmasaydı, dileyen dilediğini söylerdi." 59

Yine İbn Şîrîn ve başkaları ise şöyle söylemişlerdir: "Gerçekten bu hadîsler dindir. Şu halde dininizi kimlerden aldığınıza (iyi) bakınız."60

Bazı rivayetlerde de İbn Sîrîn'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Önceleri şöyle söyleniyordu: 'Gerçekten bu ha­dîsler dindir'... "61 Bu ibare ise, bu sözün İbn Sirîn'den önce, yani sahabe asrında yaygın olduğunu gösterir.

İbn Hazm, İbn Teymiyye ve başkalarının da dediği gibi, milletler ve dinler tarihi öğrenimi yapmış olan ilim ehli çok iyi bilirler ki, dinî ilimlerin ve "nübüvvet ilmi"nin naklindeki sahih ve muttasıl (bitişik) isnadın şart koşulması, ümmet­ler arasında yalnızca İslâm ümmetinin kendine has bir özel­liğidir.

-1'" Tabii'den maksat, sahabeye öğrencilik yapmış ve onlardan ilim al­mış kimselerdir. Yüce Allah'ın 've onlara (sahabeye) güzellikle uyan­lar' ayetinde tabiilere işaret edilmiştir. {Tevbe, 100) 58" Müslim, Mukaddime 5 (c. 1, s. 15), Tirmizi, Ikl, c. 5, s. 740. 59~ İbn Ebi Hatim er-Razi (ö. 327), Kilabu1-CcTh ve't-Ta'dit, c.2, Kasım 1, s. 16 Haydarabad H. 1371/m. 1952 baskısı (Tirmizi, Ikl, c. 5, s. 740) ""■ A.g.e, s. 15. Orada bu sözü İbn Şirin ve başkalarına isnâd ederek zikretmiştir.

135

 

 #.f, a.y.

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Burada, Islâmî kültürden uzak olan okuyucu, onların kendilerine söylenilen her isnadı kabul ettiklerini ve onlar­dan herhangi birisinin hadîsi Resûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işitip sa-habiye varıncaya kadar güvenilir râvilerin isimlerinden olu­şan bir isnâd zinciri oluşturabilme imkanının bulunduğunu sanmasın. Çünkü onlar isnadı ancak gerekli birçok şart bir araya geldiği zaman kabul ediyorlardı

a)  Râvilerinden her birisi  "ma'lumu'1-ayn ve'l-hal" (=KimIiği ve durumu belli) olmalıdır. Diğer bir ifade ile ge­rek kişiliği ve gerekse hayatı bilinmelidir. Bu nedenledir ki ismi zikredilmeksizin, "Bize filan, filan adamdan veya şu ka­bilenin filan şeyhinden veya güvenilir birisinden hadîs riva­yet etti" şeklindeki bir senet kabul edilmez.

Yine içerisinde kim olduğu, nereli olduğu, şeyhlerinin ve talebelerinin kimler olduğu, nerede, ne zaman yaşadığı ve nerede, ne zaman vefat ettiği bilinmeyen bir râvinm bu­lunduğu bir sened de kabul edilmez. Alimler böylesi râvile-re "Meçhulü'1-ayn" (durumu bilinmeyen) veya "el-mesrur" (=kapalı) demektedirler.

b) "Adalet" vasfına sahip olmalıdır. Buradaki adalet, râ-vinin dini, ahlâkı ve rivayet ettiği, naklettiği hususlarda gü­venirliği ile ilgilidir. Öyle ki râvinin gerek sözleri ve gerekse işleri onun Yüce Allah'tan korkan, O'nun hesabından çeki­nen, yalan söylemeyi, hadîse kendisinden bir şeyler ilave et­meyi veya tahrif etmeyi mubah görmeyen birisi olduğunu ifade edebilmelidir.

Gerçekten hadîs âlimleri bu konuda fevkalâde ihtiyatlı davranmışlardır. Hatta onlar, hadîsi, nakledenin şahsî haya­tındaki en küçük bir şüpheden dolayı bile reddediyorlardı. Şayet onun herhangi bir sözünde yalan söylediği öğrenilirse

136

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

derhal rivayetini terk ederlerdi. Onun hadîs rivayetinde ya­lanını bilmeseler dahi rivayet ettiği hadîsine "mevzu" (=uy-durma) veya "mekzub" (=yalan) derlerdi. Onlar yalancının da bazen doğru söyleyeceğini bilmelerine rağmen, böylesine ihtiyatlı idiler.

Yine âlimler adalet vasfını 'fasıklıktan ve mürüvvete ay­kırı şeylerden uzak olmak' şeklinde açıklamışlardır. Bu ada­let vasfının bazı göstergeleri şunlardır: Râvinin büyük gü­nah işlediğinin görülmemesi, küçük günahlarda ise ısrar et­memesi. Hatta daha da ileri giderek takva ile birlikte mürüv­vet şartını da getirmişlerdir. Buradaki mürüvveti de kişiyi al­çak düşürücü ve insanlar nezdinde hoş görülmeyen şeyler­den sakınmak diye açıklamışlardır. Yolda bir şeyler yemek veya bu âlimlerin dönemlerinde başı açık yürümek gibi.

Görüldüğü gibi onlar râvinin yalnızca şeriatın çirkin gördüğü şeylerden kaçınmasıyla yetinmemişler, buna örfün kötü gördüğü şeylerden kaçınmasını da ilave etmişlerdir. Ta ki böylece râvi hem Allah nezdinde, hem de insanlar nezdin­de kabul görmüş bir insan olsun.

Burada "İnsanlardan bazıları, Allah'ı ve inananları al­datmaya çalışan münafıkların durumunda olduğu gibi açığa vurmadığı çeşitli şeyleri gizleyen, yapmayacağı şeyleri söy­leyen, içleri harap olmuş, kalpleri çeşitli heva ve heveslerle dolmuş oldukları halde yapmacık bir mürüvvet ve göster­melik bir adalet sergileyebilirler" denilemez. Çünkü gerçek­ler şunu göstermektedir: Örtü mutlaka açılacaktır. Aynı şe­kilde münafıklık da mutlaka ortaya çıkacaktır. Nitekim Ali (k.s.) şöyle demiştir: "Kalplerin aldatması, yüz hatlarında ve dil yalpalamalarında ortaya çıkar." Hatta bir şair şöyle söy­lemiştir:

137

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Gösterecektir içindekileri riya elbisen Sanki çıplaksın sen, şayet onu giyersen

Bu şairden daha önceleri Zübeyr, Ka'be'ye asılan bir şi­irinde şöyle demektedir:

Yapmacık her ne huy bulunsa bir kimsede Bilinir, hali onu insanlardan gizlese de.

c) Yine herhangi bir râvi yalnızca adalet ve takva sahibi oluşuyla güvenilir ve makbul bir kimse olamaz. Bilakis ada­let ve güvenilirliğine zabt (= Öğrendiğini karıştırmadan mu­hafaza edebilme) özelliğinin de eklenmesi gerekir.

Çünkü bir râvi Allah'ın en muttaki kullarından, Allah korkusu ve dürüstlükte en üstünlerinden olabilir ama; riva­yet ettiği hadîsi iyice belleyemez de birçok hatalara düşebi­lir veya unutarak bir hadîsi diğeriyle karıştırabilir.

Bundan dolayıdır ki ister hafıza gücüyle ezbere, belle­meye dayanan 'göğüs zabtı' olsun, isterse yazıya güvenerek yazı yardımıyla gerçekleşen 'yazı zabtı' olsun. Mutlaka ha­dîsin en iyi bir şekilde zabt edilmesi, kaydedilip korunması gerekmektedir.

Burada hadîsçiler, sahih hadîs için, râvisinin ezberleme ve en iyi bir şekilde bellemesinden mutmain olunacak kadar en üst derecelerde bir zapt sahibi ve başarılı olmasını şart koşmaktadırlar. Bunu da, onun rivayetlerini bir araya getire­rek, hafız ve güvenilir olan başka râvilerin rivâyetleriyle kar­şılaştırarak öğrenmektedirler.

Yine çok defa, râvizapt sahibi, hafız ve başarılı birisi iken yaşlandığı için hafızası zayıflar ve öğrendiği şeyleri ka-

138

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

rıştırmaya başlar ve bu yüzden de hadîsçiler artık onu da za­yıf bir râvi sayar ve hakkında: "Hayatının sonlarında (belle­diklerini) karıştırmıştır" derler. Artık onlar, ondan rivayet eden râvileri çeşitli işaret ve deliller vasıtasıyla sınıflandıra­rak şöyle derler: "Bu, ondan, karıştırma döneminden sonra rivayet etmiştir, yahut da ondan ne zaman rivayet ettiği bi­linmemektedir." İşte bu yüzden reddedilir.

d- İsnâd zincirindeki halkaların hepsi, senedin başın­dan sonuna kadar bitişik, birbirine bağlı olmalıdır. İsnâd zincirinin başından veya ortasından ya da sonundan tek bir halka düştüğü zaman, seneddeki râvilerin adalet ve zapt ba­kımından mertebeleri ne olursa olsun, hadîs zayıf sayılır ve reddedilir. Hatta, Hasan el-Basri, Atâ, Zühri vb. onların yü­zü suyu hürmetiyle yağmur duası yapılan ve kendilerinden ilim alabilmek için yoluna nice develer feda edilen bazı tabiî imamları dahi olsa, hadîsi Resûlullah'dan (s.a-v.) işiten saha-biyi zikretmeksizin, yalnızca "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle bu­yurdu" demeleriyle hadîsi kabul edilmez. Çünkü hadîsi baş­ka bir tabiîden, o tabiînin ise bir başka tabiîden işitmiş.. .ol­ması ihtimali vardır. İşte aradaki vasıta bilinmediği zaman hadîs kabul edilmez, Her ne kadar bazı fakihler böylesi ha­dîsleri bazı özel şartlarla kabul ediyorlarsa da, hadîsçiler bu tür hadîslere mürsel ismini vermektedirler.

Bütün bunlar ise şu anlama gelmektedir: Her râvi, hadî­si bir üstündeki râviden görüşerek, bizzat kendisi aracısız olarak almalıdır. Râvinin, kendi nezdinde güvenilir olmasın­dan hareketle aradaki vasıtayı zikretmeyip-düşürmesi caiz değildir. Çünkü bazen ona göre güvenilir olan şahıs, başka­sına göre cerhedilmiş- kusurlu görülebilir. Hatta sırf aracının hazfedilmesi, ismi zikredilmeyen bu şahıs hakkında şüphe­ye düşürür.

139

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Genel olarak adalet sahibi ve kabul görmüş bazı râvile-rin halinden, zaman zaman bazı vasi ta lan düşürüp fûlan'dan gibi ihtimalli bir lafız zikrettiği anlaşıldığında hadîs-çiler buna da tedlîs adını vermektedirler ve onun hadîslerin­den ancak "filan bana hadîs rivayet etti, filan haber verdi ve­ya falandan işittim vb." diye rivayet ettiklerini kabul etmek­tedirler. Nitekim meşhur Siret sahibi Muhammed İbn İshak hakkında dedikleri gibi.

Ama "filandan" dediği zaman, hadîsi artık zayıftır. Çünkü 'an' (=den, dan) edatı, doğrudan alma ihtimalini ta­şıdığı gibi hadîsi birisi vasıtasıyla da alabilme ihtimalini ta­şır. İşte sadece böyle bir ihtimal bile hadîsin zayıf sayılması için yeterlidir.

e- Hadîs şâz olmamalıdır. Onlara göre şazın anlamı: "Güvenilir bir râvinin, kendisinden daha güvenilir olan kimselerin rivayetine aykırı bir şekilde rivayet etmesidir. Mesela, güvenilir bir râvinin hadîsi belli bir siyga ile veya belli bir fazlalıkla rivayet ettiği halde, daha sonra ondan da­ha güçlü ve daha güvenilir başka bir râvinin başka bir siyga ile ve bu ziyade olmaksızın rivayet etmesi gibi. Yine bir râ­vinin rivayet ettiği bir hadîsi, iki veya daha çok bir cemaatin başka bir ifade ile rivayet etmeleri de böyledir. Burada daha güvenilir olanın hadîsi kabul edilir ve buna mahfuz denilir. Râvisi güvenilir ve makbul olmasına rağmen muhalif ola-nınki reddedilir ve buna da şâz adı verilir.

i- Hadîsin, gerek senedinde ve gerekse metninde, ken­disini içten yıkıp-kemirici bir illeti barındırmaması.

Bunu ise ancak hayatı hadîslerle geçen, sened ve metin­lerden haberdar olan bu sahanın imamları bilebilir. Hatta hadîs dış görünüşüyle, üzerine toz kondurulmayacak kadar

140

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

makbul gözükse de bu tenkîdçi sarraflar ona bakar bakmaz, hadîsin bünyesinde taşıdığı ve zayıflığını gerektirecek bu bozukluğu derhal ortaya çıkarırlar. İşte buradan. Bel ilmi de­nilen geniş bîr ilim doğmuştur. 52 Yine buradan anlamakta­yız ki bu ilimden uzak olan bazı kimselerin ortaya attıkları şu kuşkulara asla yer yoktur: (Güya), "Bazı insanların olduk­ça sahih bir isnâd düzerek, peşinden dilediği bir hususu he­lal veya haram kılan yahut farz kılan ya da yükümlülükten düşüren bir hadîs oluşturarak onu fakihlere veya hadîsçile-re getirmeleri ve onların da bu hadîsi düşünüp-taşınmadan öylece kabul etmeleri mümkündür." Gerçekten bu, hayal içerisine batmış, hatta cehaletin tam ortasına saplanmış bir kimsenin sözüdür. Çünkü o, bildiğini zannettiği halde aslın­da cahildir.

™~ Bu hususta Dr. Hemma Abdurrahim Said'in tklu'l-Hadis adlı kita­bına bakınız. Bu, İbn Receb'in İlelu't-Tirmizi adlı kitabı üzerine yapıl­mış metodik bir çalışma olup, onu Amman'da Daru'l-Adevt yayınla­mıştır.

141

 

İKİNCİ BÖLÜM

1- SÜNNETİN İSLÂM'DAKİ YERİ

Sünnet; Kur'an'ın yaşanmış bir tefsiri, İslâm'ın ise amelî ve örnek bir tatbikidir. Öyle ki Nebi, tefsir olunmuş bir Kur'an ve yaşayan bir İslâm idi.

Nitekim mü'minlerin annesi Aişe (r.a.) fıkhı, basireti ve Resûlullah ile yaşamasıyla bu mânâyı anlamış ve Resûlul-lah'ın ahlâkından sorulduğunda net ve beliğ bir ifade ile "O'nun ahlâkı Kur'an'dı"1 diye cevap vermiştir.

Öyleyse kim, özellikleriyle, rükünleriyle İslâm'ın amelî şeklini öğrenmek isterse, onu tafsil edilmiş ve yaşanmış ola­rak, kavlî, amelî ve takriri sünnetten öğrensin.

1- Müslim, Müsafirun 139; Ahmed b. Hanbel, Mtisaed, c. 6, s. 54,111; Ebu Davud, Snfa/3I6;Nesaî, Kıyamü'l-leyI2; İbn Kesir, Kalem suresi­nin tefsiri.

145

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

A- Kapsamlı Bir Usûl

Bu, uzunluk, genişlik ve derinlik olarak insan hayatının hep­sini kaplaması ile temeyyüz eden bir metoddur. Uzunlukla; insanın doğumundan ölümüne dek, hatta ceninlik dönemin­den, ölümden sonrasına kadar bütün hayatını kapsayan, za­man dilimini kastediyoruz.

Genişlik ile de; evde, çarşıda, mescitte, yolda, işte, Allah ile olan ilişkide, kişi, aile, Müslüman veya gayri Müslimler, hatta, insan, hayvan ve bitkiler ile olan ilişkilerde dahi, kişi­nin daima sünnetin rehberliğinde yürümesiyle hayatın her sahasını kuşatan genişliği kastediyoruz.

Derinlikten kastımız ise; insan hayatının iç yapısındaki derinliktir ki, bu da; vücut, akıl ve ruhu kapsar, zahir ve ba­tını içine alır; söz, amel ve niyeti de kuşatır.

B- Dengeli Bir Usûl

Bu da denge ile temeyyüz eden bir usûldür ki; ruh ile beden, akıl ile kalp, dünya ile ahiret, misal ile gerçek, teori ile pra­tik, gayb ile şehadet, hürriyet ile yükümlülük, birey ile top­lum, (Kitap-Sünnete) ittiba ile bid'ate uyma gibi unsurların arasındaki dengeyi sağlar.

Bu; ifrat ile tefrit arasındaki vasat olan bu ümmet için, kabul edilebilir bir metoddur.

Bundan dolayıdır ki Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabından bazıları­nın ifrata veya tefrite meylettiğini görür görmez, onları, var gücüyle vasata çevirmiş, onları fazlalık ve eksikliğin sonuç­larından sakındırmıştır.

Bunun içindir ki, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabından sorup, adeta onu azımsayan, ibadete olan aşırı rağbetleri yüzün­den, birisi hiç yemeyerek ömür boyu oruç tutmaya, diğeri

146

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hiç uyumayıp geceleri ibadetle geçirmeye, bir diğeri ise, ka­dınlardan uzaklaşıp hiç evlenmemeye azmeden üç kişinin sözlerini işittiğinde şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ben sizin, Allah'tan en fazla korkanınız, O'ndan en fazla sakınanınızım, Lakin ben bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Bazen uyurum, bazen namaza kalkarım. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir."2

Yine Abdullah b. Amr'ın oruç, gece namazı ve (Kur'an) okumada aşırılığını gördüğünde, şöyle buyurarak onu itida­le çağırmıştı: "Bedenin senin üzerinde (dinlenme) hakkı var­dır, gözünün (uyku) hakkı vardır, ailenin (faydalanma ve sevgi) hakkı vardır, ziyaretçilerinin (kendilerine katılma ve ikram etme) hakkı vardır. Şu halde her hak sahibine hakkını ver."3

C- Kolaylaştırıcı Bir Usûl

Bu usûlün özelliği ise, kolaylık, kolaylaştırma ve müsamaha ile temayüz etmesidir. Nitekim, Resûl'ün (salla’llâhü aleyhi ve sellem) evvelki ki­taplardan Tevrat ve İncil'deki vasıfları şöyledir: "Onlara, iyi­liği emredip, kötülükten nehyeder, temiz şeyleri helal, çirkin şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar..." (A'raf, 157)

Bu peygamberin sünnetinde, insanlara dinlerinde zor gelecek, dünyalarında kendilerini sıkıntıya düşürecek, her­hangi bir husus yoktur. Aksine O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisi hakkmda; "Ben ancak rahmet ve hidayet rehberiyim."4 buyururken

2~Buhârî, Nikâhl.

3" Buhâri, Savm 55, Tehecaid20; Müslim, Siyam 181-193. *" İbn Sa'd ve el-Hakim et-Tirmizi Ebi SaÜh'den mürsel olarak, Ha­kim ise ondan, o da Ebıı Hureyre'dert mevsul olarak rivayet etmiş ve Buhârî ile Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu belirtmiş.

147

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yüce Allah'ın; "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gön­derdik." (Enbiya 107) ayetini yorumluyordu. Yine O <s,a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah beni zorlayıcı ve zora sürükle­yici olarak göndermedi. Bilakis beni öğretici ve kolaylaştırı­cı olarak gönderdi."5

Ebu Mûsâ ve Muaz'ı Yemen'e gönderirken de onlara şu özlü ve kapsamlı tavsiyeyi yapmıştır: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; birbirinizle anlaşınız, ihtilaf etmeyiniz."6

Yine ümmetinin bir öğretmeni olarak şöyle buyuruyor: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettir­meyiniz."7

Keza, risaleti hakkında da: "Ben hoşgörülü hanîf diniy­le gönderildim."8 buyurmaktadır.

Zehebi de ona muvafakat etmiştir. Yine Elbânî de bizim "e!-Hehl ve'l-Haram" kitabımızın tahririnde sahih olduğunu belirtmiştir. Bkz: Hadîs nu: 1 ^ Müslim, Talak 29.

"* Muttefekun Aieyh'tir, Ebu Musa ve Muaz'm hadîsidir. et-Ui'ljiii ve'l-Mercan nu: 1130.

7" Mııttefekun Aieyh'tir. Enes'in hadîsidir. el-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 1131.

"* Taberani Ebu Ümaırte'den rivayet etmiştir. Mecmuu'z-Zevaid (IV, 302)'de de olduğu gibi senedinde zayıf bir râvivardır. Hatib ve başka­ları onu Cabir'den zayıf bir isnâdla rivayet etmişlerdir, Feyzu'1-Ka-dir'de şöyle denilmektedir: "Fakat onun üç isnadı vardır, bu sebeple hasen derecesinden aşağı İnmez." Bkz: Elbânfnin Gayetti'I-Meram'ı, hadîs nu: 8, Hafız (İbn Haceı*) Fethu'l-Bârf II. 444'de Ebu'Z-Zinad-Ur-ve-Aişe yoluyla Serrac'dan Habeşlilerin mescide oynamaları kıssasın­da zikredilmiştir ki şöyledir: "Yahudiler bilsinler ki bizim dinimizde genişlik vardır. Ben hoşgörülü Haııif diniyle gönderildim." Heysemi der ki: "Onu Ahmed ve el-Kebir ve e!-Evsal'da Taberani ve Bezzar ri­vayet etmiştir." Bu isnada ise İbn İshak vardır ve müdellistir. Hadîs rivayet edip-etmed iğini açıklamamıştır. (!. 60) Buhârî de Sahih'inde ona ta'lîk ederek rivayette bulunmuştur.

148

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ile asil ahlâkî mânâları bilmeleri Müslümanların görevlerin­dendir.

Bu ise, bir sünneti en güzel bir şekilde nasıl anlayacak­larını, bu ümmetin en hayırlı nesilleri olan sahabe ve onlara güzel bir şekilde uyanların sünnetle amel ettikleri gibi, gerek fıkıh, gerekse ahlâk olarak onu ne şekilde ele alacaklarını bil­melerini gerektirir.

Şüphesiz bu asırda Müslümanların en önde gelen prob­lemi, düşünce problemidir ve kanaatimce bu, ahlâk proble­minden de Önce gelmektedir

Düşünce problemini en açık şekilde sünneti anlama ve onunla yaşamada görmekteyiz. Özellikle de kendilerine gözlerin çevrildiği, gönüllerin ümitle bağlandığı, doğuda ve batıda ümmetin kafalarını kaldırıp baktığı İslâmî uyanış akımlarının yaklaşımlarında (daha iyi görülmektedir). Bu da çok defa onların sünneti iyi anlayamamalarından kaynak­lanmaktadır.

A- Sakındırılan Üç Afet

Resul'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem), nübüvvet ilminin ve risalet mirasının, aşı­rılar, bozguncular ve cahiller elinde maruz kalacağı hususla­ra işaret eden bir haber rivayet edilmiştir.

İbn Cerir, Fevaid adlı eserinde Temmam, Ibn Adiyy ve başkalarının Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rivayet ettiği bir haberde Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bu ilmi, her nesilde adaletli olanlar yüklenir ve ondan aşırıların tahrifini, bozguncuların sokuşturmalarını ve cahillerin tevillerini defederler." 9

'* Hadisi İbnu'l-Kayyim, Miftahu Darî's-Seade, c. 1, s. 163-4 (Beyrut, Danı't-Külübi'l-İlmiyye baskısı)'de zikretmiş, çeşidi isnâdlardan geldi­ği için onu kuvvetli görmüştür. Aynı şekilde onun sahih veya hasen olduğunu destekleyen Allame Ibnu'l-Vezir de, mülalaalannı genişli-

150

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖfJTEM

Bunlardan her birisi Nebevî mirasa karşı, yıkıcı üç teh­likeyi temsil eder.

î- Aşırıların Tahrifi

Burada "tahrif"; haddi aşma, aşırılık ve bu dinin ayırt edici özelliklerinden olan "orta yolda olma", hanif dininin özelliği olan "müsamahalı olma", bu şeriatın yükümlülükle­rinin belirgin özelliği olan "kolaylık" dan kaçınma gibi yol­lardan gelen bir durumdur.

Bu, akidede olsun, ibadette olsun bizden öncekilerden kitap ehlinin helakına yol açan aşırılıktır. Nitekim Kur'an onların bu durumunu şöyle izah etmiştir: "Ey kitap ehli! Haksız olarak dininizde taşkınlık etmeyin. Daha önce sapı­tan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan ayıran bir milletin he­veslerine uymayın! de." (Maide, 77)

Bu hususta İbn Abbas, Nebi'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu hadîsi riva­yet etmektedir: "Aman dinde aşırılıktan sakınınız! Zira siz­den öncekiler dinde aşırılık sebebiyle helak oldu."10

Yine İbn Mes'ud rivayet etmiştir: Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üç defa "Haddi aşanlar helak oldu" buyurmuştur.11 2- Bozguncuların Sokuşturması

Burada da, Nebevî metodda olmayan şeyleri ona sok­maya, onun tabiatının reddettiği, inanç ve şeriatının karşı

ği ve emin oluşlarıyla gerek İmam Ahmı'd ile Hafız Ibn Hacer ibn Ab-dilberr'in onu sahih görmeleri ve gerekse isnadından ötürü Ukey-li'nin tercihi yönünde nakledilenlerden dolayı hadîsi kuvvetli gör­mektedir. Bk?: er-Ravzu't-Btısiııı fi- 'z-Zebbi an Sünneti Ebı'l-Kasım, I. 21-23, Daru'i-Ma'rife, Beynıt. Yinebkzu'r-Rnvzu'l-BisaınfiTnhrici Feva* id'i Temmam,

10- Mûsned, Ibn Abbas'fan (1. 215,347), Nesaî, Menasik 217; İbn Mâce, Mena$ik 63; Hakim, İbn Huzeyme ve İbn Hıbban rivayet etmişlerdir, Bkz: Sahihu'i-Camiıs-Sağır ve Ziyadetuh (2680)

11- Müslim, İtim 7.

151

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

çıktığı ve kendisinden usûl ve furûunun nefret ettiği, sonra­dan ortaya çıkan şeyleri ve bid'atleri ona katmaya çalışmala­rı şeklinde bir sokuşturma söz konusudur.

Onlar sâdır ve satırlarda muhafaza edilen, dillerde oku­nup duran Kur'an'a herhangi bir şey ilave etmekten aciz ka­lınca, herhangi bir delil göstermeksizin yalnızca "Resûlullah şöyle buyurdu" deyivermeleriyle sünnete bir takım şeyler sokuşturma yolunun kolay olduğunu zannettiler.

Lakin bu ümmetin otoriter âlimleri ve sünnetin koru­yucuları onların sokabilecekleri intihallerine karşı her türlü kapıları kapatıp, gelebilecekleri her yerde onları hazır bek­lediler.

Bu sebeple onlar, senedsiz bir hadîsi kabul etmedikleri gibi, teker teker râvilerin bizzat kimler olduğunu, doğu­mundan ölümüne kadar talebelerinin kimler olduğunu, emin oluşu ve takvası, hıfz ve zabtı, meşhur güvenilir râvilere muvafakati İle garip haberlerle infirâd etmesinin boyut­larının ne olduğunu bilip açıklamadıkça da senedi kabul et­mediler.

Bunun içindir ki: "îsnad dindendir. Eğer isnâd olma­saydı, herkes her dilediğini söylerdi."a "İsnadsız ilim talep eden, gece odun toplayan gibidir." demişlerdir.1" Onlar ha­dîsten ancak, senedi başından sonuna kadar, adil olan ve zabtı iyi olan güvenilir râvilerin, gizli veya açık bir kopukluk olmaksızın muttasıl bir senedle gelmiş olanlarını kabul etti­ler. Aynı zamanda onlar hadîsin şâz olmaktan ve illetten uzak olmasını zaruri gördüler.

*■ Müslim, Mukaddime 5 (I. s. 15) Çağn Yay. İst.)

b" Benzer haberler için Bkz: El-Hatip el-Bağdadî, Şerefti Ashabi'l-Hadîm

79. ve 80. haberler. S- 42 Tahkik: M- S. Hatiboğlu, Ank., 1971.

152

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Şartları ve kayıtlarıyla isnâd talebindeki bu tetkik, İslâm ümmetinin özelliklerindendir. İslâm, bununla, tarih ilminin metodlarını ve esaslarını koymada çağdaş ve medeni millet­leri geçmiştir.

3- Cahillerin Te'vili

Burada ise; kendisiyle İslâm gerçeğinin kötülendiği, kavramların bağlam dışı kullanıldığı, İslâm'ın dar bir çerçe­veye hapsedilerek onun temel amaçlarından uzaklaştırıldığı, tıpkı bâtıl ehlinin, İslâmî olmayan bir şeyi İslâmîymiş gibi göstermesi, Öncelemesi gereken şeyi erteleyip, talî olanları öncelemeleri gibi bir "yanlış te'vil" vardır.

Bu yanlış te'vil ve çarpık anlayış, dini bilmeyen ve onun temel esprisinden habersiz cahillerin özelliklerinden­dir. Bu tür kimselerin; anlayışta haktan uzak olmamalarını sağlayacak muhkem ayetlerden yüz çevirip, heva ve heves­lerine uyarak onları kendi arzularına uygun bir şekilde te'vil etmek için, müteşâbih ayetlere uymaktan kendilerini alıkoyacak ne ilmî yeterlilikleri, ne de hakka ulaşma çabala­rı vardır.

Onlar, ister ulemâ kisvelerine bürünsünler, ister hikmet ehlinin lakaplarıyla destek görsünler, yine de bu, cahillerin te'villerinden başka bir şey değildir.

İşte bu, dikkat edilmesi, sakınılması ve aynı duruma düşülmemesi için zorunlu kurallar konulması gereken bir konudur.

Gerek helak olan fırkaların, gerek ümmetten ve onun akidesi ve şeriatından kopan toplulukların ve gerekse doğru yoldan sapan grupların büyük bir kısmını şüphesiz yanlış te'vil helak etmiştir.

153

 

SÜNNETİ AKLAMADA YÖNTEM

Burada Resûlullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelen haberleri iyi anla­manın zaruretini açıklayan İmam İbnu'l-Kayyim'in er-Ruh adlı kitabından konuyla ilgili şu pasajı naklediyoruz. Diyor ki:

"Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ne kastettiğinin herhangi bir ek­siklik veya fazlalık olmaksızın iyice anlaşılması gerekir. Do­layısıyla O'nun sözünün, muhtemel olmayan mânâya ham-ledilmesi, onunla, O'nun muradından, hidayet ve beyandan kastetmiş olduğu şeylerden herhangi bir şey eksiltememesi gerekir.

Bunun ihmali ve bundan yüz çevrilmesi neticesinde or­taya çıkan doğrudan sapmanın haddini ve hesabını ancak Allah bilir. Hatta Allah ve Resulünden gelenleri yanlış anla­ma; İslâm'da neş'et eden her bid'at ve sapıklığın aslıdır. Da­hası bu usûl ve fürûdaki bütün hataların da kaynağıdır. Özellikle de ona, art niyet ilave edildiğinde (durum daha da vahimleşmektedir). Niyetinin iyi olmasına rağmen kendisi­ne tâbi olunanda görülen bazı şeyleri yanlış anlama ile, tâbi olandan kaynaklanan art niyet bir araya gelirse dinin ve eh­linin vay haline! Artık Allah yardımcımız olsun. Kaderiyye, Mürcie, Hariciler, Mu'tezile, Cehmiyye, Rafiziler ve bid'at ehli diğer taifeleri, bu bid'atlerine sadece Allah ve Resulün­den gelenleri yanlış anlamaları düşürmedi mi? Öyle ki, in­sanların çoğuna göre din, bu anlayışların gerektirdiği şeyler oldu. Neticede Sahabe (r.a.) ve Tabiûn'un Allah ve Resulün­den aldıklarına iltifat edilmeyip, ilgisizliğe terk edildi... Öy­le ki bir kitaba başından sonuna kadar bakarsın da sahibinin Allah ve Resulünün muradını gereği gibi anladığı tek bir konu bulamazsın. Bu hususu, ancak, insanlardaki mâlûmâ-tı bilen ve onu Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) getirdiği şeyleri, inandı-

154

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ğı ve benimsediği hususlara arz eder ve hüsnü zan besledi­ği kimseleri taklit eder ki, artık ona hiçbir söz fayda vermez. Artık bırak onu ve kendisi için seçtiğini! Dilediği tarafa git­sin. Onun başına gelen bu beladan seni koruyan (Allah)'a hamd et!"3

a" İbnu'l-Kayyim el-Cevziyye, er-Rûh, s. 98-99, Mısır, 1979

155

 

3- SÜNNETİ ELE ALMADA TEMEL ESASLAR

Burada, sünneti ele alacak kimselerin ondan bozguncuların sokuşturmasini, azgınların tahrifini ve cahillerin te'vilini defedebilmesi için bir takım esaslara yönelip sarılması gerekir ki, bunlar bu meyanda temel esaslar olarak kabul edilmekte­dir.

1- İster kavli, ister fiilî, isterse takriri olsun, sünnetin bu ümmetin adalet ve zabt yönünden en güvenilir (esbat) imamlarının koymuş olduğu hassas ilmî ölçülere göre sened ve metin açısından sıhhatinin, güvenilir olup-olmadığının tesbit edilmesi. Burada araştırmacı, kendisini, bu sahadaki ilim ve tecrübe ehline müracaattan müstağni göremez. Çün­kü onlar, hadîs sarrafları olup, ömürlerini hadîs tahsili ve öğretimiyle, onun sahihini zayıfından, makbulünü merdû-dundan ayırt etmekle geçirmişlerdir. Nitekim ayette de "Sa-

157

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

na (her şeyden) haberdar olan gibi kimse haber vermez." (Fatır 14) buyurulmuştur.

İşte bu topluluk, hadîsler için köklü ve de yüksek bir ilim ortaya koymuşlardır. Ki bu, hadîs ilmi için, fıkha nisbet-le fıkıh usûl ilmi mesabesindedir ve birçok ilimden oluşmuş­tur. Allâme Ibnu's-Salah onu altmış beş çeşide ulaştırmış, on­dan sonra Suyutî ise, onun üzerine ziyadeler yaparak Tetiri-bu'r-Râvialâ Takribi'n-Nevev?de doksan üç nev'e çıkartmıştır.

2- Nebevi nassın; lügavî delâletine uygun olarak, hadî-       1 sin siyak ve vürûd sebebinin ışığında, Kur'anî ve diğer Ne-bevî nasslann gölgesinde, İslâm'ın genel maksat ve prensip­leri çerçevesinde, doğru bir şekilde anlaşılması. Tabii ki bu­rada Nebevi nasslardan, risaleti tebliğ cihetiyle gelenler ile,

bu şekilde gelmeyenleri birbirinden ayırt etmek zarureti var­dır. Diğer bir ifadeyle; sünnetin teşriîamaçlı olanı ile teşriî amacı olmayanları, teşriî amaçlı olanlardan umum ve de­vamlılık özelliği olanlar ile husus (Özel) veya muvakkat (ge­çicilik) Özelliği olanlar arasını ayırt etmek gerekir. Çünkü sünneti anlamada düşülen en büyük yanlışlardan birisi de bu iki kısmı birbirine karıştırmaktır.

3- Nassın, kendisinden daha kuvvetli bir muarız (çeli­şen) ile, mesela Kuran ile veya sayıca daha fazla, sübut açı­sından daha sahih, asıllara daha yakın, teşriî hikmetine daha uygun olan diğer hadîsler ile veya kat'iyet sıfatı kazanmış şeriatın genel mafesatlarıyla muârazadan (çelişkiden) salim olmasının pekiştirilmesi. Çünkü hükümler bir veya iki nasstan alınmaz. Bilakis -bir araya getirilmek suretiyle- sübûtuy-la yakinlik ve kesinlik ifade eden nasslar ve hükümler toplu­luğundan alınır.

158

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

A- Yasama ve İdarede Müracaat Edilen Sünnet

Sünnet yasama ve yönetmede, İslâm'ın ikinci kaynağıdır. Davetçi ve eğitimci, ondan mülhem mânâları, yönlendirici değerleri, engin hikmetleri, hayra yönlendirici, şerden sakındırıcı üslûpları ortaya çıkarmak için ona başvurduğu gibi, fakih de hükümler çıkarmada ona müracaat eder. Fakat bu Önemli işlemin hakkıyla yerine getirilebilmesi için sünnetin Resulullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sübûtunun ağır basması gerekir. Bu ise, hadîs ilminde delil gösterilecek hadîsin sahih veya hasen olması şeklinde ifade edilir. (Mısır'daki) üniversite not de­ğerlendirmesine göre; sahih, mümtaz (takdirlik) veya pekiyi derecesine benzerken, hasen de iyi veya makbul (=orta) de­receye benzer. Dolayısıyla hasenin en üstü sahihe, en aşağı­sı da zayıfa yakındır.

Bu ümmetin âlimleri, fıkıh ilminin direği, haram ve he­lalin esası olan, şer'î-amelî hükümlerde ihticac edilebilecek hadîslerde bu şartın aranması hususunda görüş birliğinde-dirler. Fakat onlar, amellerin faziletleri, zikirler, rekâika, terğibb ve terhibe vb. açıkça teşri kısmına girmeyen hadîsler hakkında ihtilaf etmişlerdir. Selef âlimlerinden bazıları bun­ların rivayetinde tolerans göstermiş ve onları rivayet etmede bir sakınca görmemiştir.

Tabi bu, mutlak bir tolerans olmayıp, onun belli bir ala­nı ve şartları vardır. Fakat çokları, onu kötü bir şekilde kullanmış, onunla doğru yoldan saptırmış ve İslâm'ın tertemiz kaynağını kirletmişlerdir. Nitekim vaaz, rekaik ve tasavvuf

a" İnsanlan nezaket ve inceliğe, duyarlılık ve duygusallığa teşvik eden haberler.

°" İyi ve güzel amellere teşvik eden haberler. c" Kötülüklerden sakındıran haberler

159

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kitapları bu çeşit hadîslerle doludur. Tefsir kitaplarından ço­ğu da aynı şekildedir. Hatta onlardan bir kısmı. Kuran sure­lerinin faziletleri hakkındaki meşhur uydurma hadîsleri ver­meyi gerekli görmüşlerdir. Halbuki hafız imamlar, bunun yanlış olduğunu ortaya koymuşlar ve bâtıl olduğunu beyan etmişlerdir. Dolayısıyla ne onu rivayet eden için, ne de kita­bının sayfalarını onunla karalayan kimseler için herhangi bir özür bulunmamaktadır.

Lakin Zemahşerî, Sa'lebî, Beyzavî, İsmail Hakkı ve di­ğerleri kitaplarında mevzu haberlere yer vermekte ısrar et­mişlerdir.

Dahası Rûhu'l-Beyân sahibi İsmail Hakkı gibi bir müfes-sirin, böylesi hadîsleri zikretmeyi doğru'bulduğunu ve bunu savunan bir avukat konumunda bulunduğunu görüyoruz. Hatta, Tevbe Suresi tefsirinin sonunda, yadırganacak bir cür'etle şöyle diyor: "Bil ki, bu surenin sonlarında Keşşaf sa­hibinin ve ona uyarak büyük tefsircilerden Kadî Beyzavî ve Ebu's-Suûd Efendinin de zikrettiği bu hadîsler hakkında âlimler ileri geri çok konuşmuşlardır. Onları bazıları kabul ederken, uydurma olduğu iddialarına binaen, İmam es-Sa-ğanî ve başkaları ise olumsuz kanaat bildirmişlerdir."

"Kadir olan Allah affetsin, bu fakir kula zahir olan, bu hadîsler ya sahihtir -sağlamdır, ya sakimdir- zayıftır, yahut da mevzudur -uydurmadır. Şayet sahih-sağlam iseler, onlar hakkında konuşulacak bir şey yok. Eğer isnâdları zayıf ise, muhaddisler sadece terğib ve terhibde zayıf hadîs ile amelin caiz oluşunda ittifak etmişlerdir. en-Nevevî'nin el-Ezkâr, Ali Ibn Burhanüddin el-Halebî'nin Însanu'l-Uyûtı ve İbn Fah-ruddİn er-Rumî'nin d-EsraTu'!-Muhammediyye adlı kitabı ve diğer kitaplarda olduğu gibi. Eğer mevzu iseler; Hâkim ve

160

 

 SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

başkaları zikretmiştir ki: Zahidlerden bir adam, Kur'an ve surelerinin fazileti hakkında hadîs uydurma yoluna girmiş. Ona 'Bunu niye yaptın?'diye sorulduğunda. 'İnsanların Kur'an'dan koptuklarını görünce buna engel olmak istedim' demiş. Bu defa kendisine; 'Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'Her kim benim üze­rime (aleyye) kasten yalan söylerse cehennemdeki yerini ha­zırlasın' buyurdu' denildiğinde ise o: 'Ama ben O'nun aley­hine değil, lehine yalan söyledim!!..' demiştir."11

O şunu kastetmektedir: O'nun {salla’llâhü aleyhi ve sellem) aleyhine yalan düzmek, İslâm'ın esaslarını yıkmaya, şeriatı ve hükümleri bozmaya yol açar. Ama O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) lehine yalan ise böyle değildir. Çünkü bu, O'nun şeraitine uymaya, O'nun yolun­da O'nu takip etmeye teşvik içindir. Şeyh İzzüddin İbn Ab-düsselam der ki: "Söz, maksatlara götüren bir araçtır. Oğütülmüş-güzel görünmüş maksada hem doğru, hem de yalan söz ile ulaşılması mümkün ise orada yalan haramdır. Şayet ona doğru ile değil de yalnızca yalanla ulaşılıyorsa, eğer el­de edilen bu maksud mubah ise, orada mubah, vacip ise, ya­lan da vacip olur. Bu onun kuralıdır."12

Burada "La havle vela kuvvete illa billahi'I-Aliyyi'I-Azim" çekmekten ve "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" de­mekten kendimizi alamıyoruz. Sonra insan, böylesi bir sö­zün, kendisini Allah'ın kitabını tefsir edenler arasına katan ve bazılarının fakih ve usûlcü dedikleri bir âlimden sâdır ol­masına şaşırmadan edemiyor! Tahkik ehli âlimler tarafından Öncelikle bilinmesi gerekenleri dahi bilmeyen birisinde han­gi fıkıh vardır acaba?!

a" Bkz: A.g.e, c.2, $. 977-8)

Şeyh Abdülfeltah Ebu Gudde, Leknevi'nin d-Ecvibetü'l-Fadıla'sı-na yaptığı ta'likında (Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) lehine hadîs uydurmayı caiz gören guriişü) reddedip-ayıplayarak nakletmiştir. (s, 133-4, 2. bs. Ka­hire 1984)

161

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Sufi meşrepli bu şeyh bilmiyor ki Allah bizim için dini­ni kemale erdirmiş, bizim üzerimize nimetini tamamlamış­tır. Dolayısıyla, birisinin kendi uydurduğu hadîslerle bizim dinimizi tamamlamasına ihtiyacımız yoktur. Sanki o, (haşa) Allah Teâlâ'nın eksiklerini telafi ediyor, Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) (güya) yaptığı iyiliği hatırlatarak şöyle diyor: "Ben senin noksan olan dinini tamamlamak, ondaki açıklıkları ka­patmak için uydurduğum hadîslerle senin lehine yalan söy­lüyorum!"

İmam İzzüddin ibn Abdisselam'ın. sözüne gelince, o bundan başka bir konuyla alâkalı olup, savaş arabuluculuk, kendisini kovalayan bir zâlimden kaçan bir suçsuzu kurtar­ma ve bunun gibi yerlerde yalana ruhsat veren hadîslerle il­gilidir ki benzeri sözler, bu konuların bulunabileceği yerler­de de zikrolunan şeylerdir.

Kaldı kî, İbn Abdisselam'ın aynı sözü, bu iddia sahibi­nin iddiasını reddediyor. Çünkü o, iyi görülen maksada hem doğru, hem de yanlış ile ulaşması mümkün ise orada yalanın haram olduğunu zikretmiştir. Öyleyse burada şunu ra­hatlıkla söyleyebiliriz: Yalan hadîslerin rağbet ettirdiği bü­tün faziletlere, korkutup-sakındırdığı tüm rezaletlere dair gayelere sahih ve hasen hadîslerle de ulaşmak şüphesiz mümkündür. Öyleyse yalan (uydurma) kesin olarak haram­dır, hatta büyük günahların en başındadır.

B- Sahih Hadisleri Reddetmek, Zayıf Hadisleri Kabul Gibidir

Mevzu (uydurma) ve bâtıl hadîsleri kabul etmek, onları Resûlullah'a nisbet etmek ne kadar hatalı, yanlış ve tehlikeli ise; heva, heves, kendi (fikri)ni beğenme, Allah ve Resulü'ne

162

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

karşı bilgiçlik taslamak, bu ümmet ve onun âlimleri, imam­ları ve en faziletli nesilleriyle en hayırlı asırları hakkında su-i zann beslemek suretiyle sahih olan hadîsleri reddetmek de o kadar bâtıldır.

Çünkü yalan hadîsleri kabul etmek, dinde olmayan şey­leri ona sokar. Sahih hadîsleri reddetmek ise dinden olan şeyleri ondan çıkarır. Şüphe yok ki gerek bâtılın kabulü ve gerekse hakkın reddi, ikisi de zemmedilip, reddedilmiştir.

Yoldan çıkanların ve bid'atçıların eskiden beri bazı şüp­he ve iddiaları vardır ki âlimler ve muhakkıklar söz konusu şüphe ve iddiaları, çürütüp-iptal etmek suretiyle reddetmiş­lerdir.

İmam Şatıbî der ki:

"Bid'atçı türedilerden bir topluluk, hadîsleri reddetmek üzere, çok defa hadîslerin zan ifade ettiğini, zannın ise Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde olduğu gibi Kur'an'da zemmedildi-ğini ileri sürmüşlerdi: 'Onlar sadece zanna ve canlarının is­teğine uymaktadırlar.' (Necm, 23) ve 'Onlar sadece zanna uymaktadırlar. Oysa zan haktan bir şey kazandırmaz.' (Necm, 28) Ve bu mânâda gelen âyetler. Öyle ki onlar nass olarak Kur'an'da haramlığı olmadığı halde, Allah Teâlâ'nın, Mebîsinin lisanıyla haram kıldığı şeyleri helâl saydılar. On­lar bununla ancak akıllarınca güzel gördükleri şeyleri kendi­leri için sabit kılmayı amaçlamışlardır. Âyet ve hadîslerde kast olunan zan da iddia ettiklerinden başkadır ki biz o zan-nı üç şekilde anlamaktayız:

(Birincisi) Din esasları hakkında zandır. Zan ile hareket eden insanlar yanında, bunun zıddının da olma ihtimalin­den dolayı, âlimlerce o bir şey ifade etmez. Bunun aksine fert meselelerde ise, onunla amele delâlet eden delillerden

163

 

SÖN KETİ ANLAMADA YÖNTEM

ötürü, şeriat ehline göre onunla amel edilir. Dolayısıyla fer-î meseleler dışında zann zemmedilmiştir. Bu doğru olup, bu­nu âlimler bu sahada zikretmişlerdir.

(İkincisi) Burada zann, tercih unsuru bir delil olmaksı­zın, çelişkili iki şeyden birisini diğerine tercih etmektir. Şüp­hesiz burada da (nefsî) hüküm verme söz konusu olduğu için bu da zemmedilmiştir. Bunun içindir ki âyette 'Nefse uyma' hemen peşinden gelmiştir: 'Onlar ancak zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar.' (Necm, 23) buyrulmuştur. Sanki onlar, herhangi bir hususa sırf belli bir garaz ve heves ile meylediyorlar. Bunun için, zannın kötülendiği sa­bittir. Herhangi bir delilin tercih ettiği zann ise bunun tersi­nedir ve genel itibariyle zemmedilmiş değildir. Çünkü bu, hevaya uymanın dışındadır. Bu nedenledir ki ispat edilmiş, furû gibi benzeriyle amelin uygun olduğu yerde gereğince de amel edilmiştir.

(Üçüncüsü): Zann iki çeşittir: Birincisi katî bir asla da­yanan zann ki her nerede olursa olsun şeriatta bu zannla amel edilmiştir. Çünkü o, belirli bir asla dayanmıştır ve cin­si bilinen kabildendir. Diğeri ise kat'î bir asla dayanmayan zanndır. Daha doğrusu, ya herhangi bir asıldan başka bir şe­ye dayanmıştır ki yukarıda belirtildiği gibi mezmumdur, ve­ya kendisi gibi bir zanna dayanmıştır. Şayet bu zann aynı şekilde katî bir asla dayanıyorsa, durum birincideki gibidir. Yahut başka bir şeye dayanıyordur ki, o da mezmumdur. Her halÜKârda senedi sahih olan bir haber-i vahidin, şeriatta katî bir asla dayanması gerekir ki kabulü vacip olsun. İşte buradan hareketle onu mutlak olarak kabul ettik. Ama her­hangi bir asla dayanmadığı için kafirlerin zannlarının redde­dilmesi, onlara itibar edilmemesi gerekir. (Elhamdülillah)

164

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu son cevap, el-Muvaftıkat kitabında genişçe ele alınan bir asıldan faydalanılarak verilmiştir.3

Bazı sapıklar hadîsleri reddetmede haddi aşmışlar, ona itimat edenlerin görüşlerini reddetmişlerdir. Böylesi bir gö­rüşü akla aykırı, görüş sahiplerini ise mecnunlardan saymış­lardır. Nitekim Ebu Bekir İbn Arabi Doğu'da karşılaştığı ve Allah'ın görüleceğini inkar eden bazılarından şunu anlatır: Onlardan birine: "Yüce Allah'ın görüleceğini benimseyen bir kimse tekfir edilir mi-edilmez mi?" denildiğinde, o: "Ha­yır, çünkü o, bunu makul olmayan (zannî hadîsler) ile söyle­miştir. Makul olmayan bir delile dayanan ise kafir olmaz!" İbn Arabi diyor ki: "İşte onların yanında bizim yerimiz! Ar­tık başarabilen, hevese uymayı sağlayan hususları düşünüp, ders alsın. Allah fazl-u Keremiyle bizi bundan korusun."13

İmam İbn Kuteybe, "Te'vilü Muhtelifi'l-Hadîs" adlı kita­bında sünnet düşmanlarının ileri sürdüğü cüz'î ve külli şey­lerden çoğunu zikretmiş, sonra bu şüpheleri tek tek iptal et- -miş, onların ateşini küle çevirip (söndürmüştür).

Asrımızda ise sünnete karşı yeni düşmanlar ortaya çık­mıştır. Bazıları bizim diyarımız dışındandır, müsteşrikler ve misyonerler gibi. Bazıları ise diyarımızdan olup, onlara öğ­rencilik yapmış, dolaylı veya dolaysız bir şekilde onlardan etkilenmişlerdir.

Bu yeni gelenler, eski hasımların silahlarını kullandıkla­rı gibi, onlara, asrın kültürünün ilham ettiği yeni silahları da ilave ettiler. Böylece, eskiler ve yeniler, yayasıyla-süvarisiy-le, sünnete, sünnet kitaplarına, âlimlere ve metodlarına kar­şı koymak üzere bir araya geldiler. Bunun için bir takım güç

a" Bkz: eş-Şatıbi, el-Muvafakat, c.3, s. 15-26 13" Şatıbi, d-hisam I, 234-237

165

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ve entrika sahipleri ve müesseseler de onları destekledi, Fa­kat Allah Teâlâ, sünnet için, şüphe sahiplerinin şüphelerine karşı, oldukça isabetli delillerle ve bayağı insanların bâtıl id­dialarına karşı onları kahreden gerçeklerle mukavemet eden asrın dahîlerini hazırlayıp-güçlendirdi. "Böylece Hakk gerçek­leşti ve onların yaptıkları bâtıl oldu. Orada yenildiler ve küçük düştüler." (Araf, 118-119)

Bunlardan büyük ilim adamı Mustafa Es-Sibaî'yi Sün­net ve İslâmî Yasamadaki Yeri3 adlı değerli ve faydalı kitabını zikretmemiz yeter.14 Allah ona rahmet eylesin ve onu miza­nında hasenat ve katında yüksek dereceler için vesile kılsın. Ancak bizim burada değineceğimiz husus, ihtisas ve araştırma sahibi olmayan birisinin zihnine takılan hatalı an­layışlara binâen sünnet ve sahih hadîslerin reddedilmesidir. Sünneti anlamada teenni ile hareket etmenin, en iyisini araştırıp-ortaya koymaya çalışmanın, kaynaklara ve sünnet ehli­ne müracaat etmenin zaruretine inanıyoruz. Bu da ilerideki sayfalarda üzerinde duracağımız husustur.

a~ Edip Gönenç tarafından oldukça bozuk bir tercüme ile Türçe'ye çevrilip, 1981 yılında Evs Yayıncılık tarafından "İslâm Hukukunda Sünnet" adıyla yayınlanan bu kıymetli eserin tercümesi hakkındaki tenkidimiz için bkz; İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. 3, s.2.2, (Nisan, 1989)

*" Yine bu âlimlerden; müsteşrik Schach'a cevap veren Dr. Muham-med Mustafa el-Al'zami'yi, d-Envaru'l-Kaşife sahibi Şeyh Abdurrah-man b. Yahya el-Muallimi'yi, Zuliımatu Ebi Rnyye Ebu Şehbe"yi (Bu eser, 1990'da Mehmet Görmez ve M. Emin Özafşar tarafınadan Türk­çe'ye çevrilmiş ve Rehber Yayıncılık tarafından "Sünnet Müdafaa" adıyla iki cilt halinde yayınlanmıştır.) ve es-Sünne Knbk't-Tedvin ile Ebu Hureyre hakkındaki Ebu Hureyre, Râviyetu'l İslâm adlı eserlerin sahibi Dr. Accac el-Hatib ve burada zikredemeyeceğimiz daha başka-iannı saymak mümkündür.

166

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

I- Yanlış Anlayış Sebebiyle Sahih Hadîslerin Reddedilmesi

Sünnetin maruz kaldığı afetlerden birisi, aceleci bazı insanların bir hadîsi okuyunca, mânâsını anlamada yanılgıya düşüp, hadîsi bu yanlış anlayışla tefsir etmeleridir. Dolayı­sıyla bu mânâ, ona göre makbul değildir. İşte, o kimse kabul edemeyeceği bîr mânâyı içerdiğini sandığı için, derhal hadî­si reddetmeye kalkışır.

Eğer insaflı davranarak, biraz düşünüp araştırsaydı, hadîsin anlamının anladığı gibi olmadığını mutlaka bilecek­ti. Oysa o, kendisine göre öyle bir mânâ vermiştir ki onu ne Kur"an ve sünnet getirmiştir, ne Arapça o mânâyı gerektir­miştir ve ne de kendisinden önce onu muteber bir âlim söy­lemiştir.

"Allahım Beni Miskin Olarak Yaşat..." Hadîsi

İbn Mâce'nin Ebu Said el-Hudrî'den, Taberanî'nin Uba-de İbn Sabit ten rivayet ettiği "Allah'ım beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve miskinler zümresinde has­ret"15 hadîsini bazıları okuyup, buradaki miskinlikten fakir­lik ve insanlara muhtaç olmayı anladılar. Bu ise Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fakirlik fitnesinden Allah'a sığınması16 ve Allah'tan iffetli olup, başkalarına muhtaç etmemesini istemesi17,

15- Tirmizi, Zühi 37; İbn M5ce, Zühd 7; ayrıca Bkz: Sahihıı'l-Camii's-

$"pr (1261), bazıları hadîsin zayıf olduğunu iddia etmişlerdir. Hz.

Aişe tarikından böyledir, ama zikredilen iki isnâdla gelenler zayıf

değildir.

^' Buhâri ve Müslim Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. Bkz; el-Lü'liiü

ve'1-Mercan, nu: 1731, Sakihu'l-Camii's-Sağir (1288)

i7~ Müslim, Zikr 72; Tirmizi, Dcavat 72; İbn Mâce, Dua 2, Mttsned, c. 1,

s- 389'da İbn Mes'ud'dan rivayet etmişlerdir. Bkz: Sakihu'l-Camii's-Sa-

ğir (1275).

167

 

SÜNTJETİ ANLAMADA YÖNTEM

Sa'd'a (r.a.) "Allah takva sahibi, ibadetleri gizli yapan (gös­terişsiz) zengini sever"18 buyurması, Amr İbn el-As'a ise: "Salih bir kimse için (helâl) bir mal ne güzeldir"19 buyurma-sıyla bir çelişki arz eder.

Bu çelişki yüzünden bazıları zikredilen hadîsi reddet­miştir. Gerçekte ise, burada miskinlikle fakirlik kastedilmi­yor. Nasıl kastetmiş olsun ki, bizzat kendisi fakirlikten Al­lah'a sığınmış ve onu küfürle beraber zikretmiştir: "Al­lah'ım, küfür ve fakirlikten sana sığınırım."20 Rabbi ise O'na zenginlik lütfetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Seni fakir buldu da, zengin etmedi mi?" (Duha, 8)

Halbuki, burada miskinlikten murad, tevazu ve alçak­gönüllü olmaktır. Nitekim Allâme İbn Kesir: "Onunla, teva­zu ve alçakgönüllülüğü, zorba ve büyüklük tarslayanlardan olmamayı murad etmiştir" demektedir.

O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şeklen ve sûretâ bile olsa müstekbirlerin haya­tından uzak bir hayat yaşamıştır. Köleler ve fakirler gibi oturmuş, onların yediği gibi yemiştir. Hatta bir yabancı gelir ve O'nu ashabından ayırt edemezdi. Çünkü O, onların ya­nında, onlardan birisi gibiydi. Evinde kendi eliyle terliğini tamir eder, elbisesini yamar, koyununu sağar, cariye ve uşakla beraber değirmen ile un vb.) öğütürdü.

Bir defasında Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanına bir adam girmiş. O'na saygısından eli-ayağı birbirine dolaşmıştı da bunun

18" Müslim, Zühd 11; Müsned c. 1, s. 168-177'de Sa'd İbn Ebi Vak-

kas'tan riviyet etmiştir. Bkz: Sahihu'l-Camü's-Sağir (1882).

19' Müsned, c. 4, s. 197-202; Hakim, el-Müstedrek (II.2)'de rivayet edip

sahih görmüş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir. Bkz: "Müşkiletu'l-

Fafcr" kitabımıza yapılan tahricdeki ilk hadîs.

20" Hakim, el-Müstedrek, c. 1, s. 252; Beyhâki, es-Sünenul-Kübra, c. 7, s.

12. Bkz: Sahihu'i-Cami (1285).

168

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

üzerine O, ona: "Kendine sahip ol, ben kral değilim. Ben Mekke'de kurutulmuş et yiyen Kureyş'ten bir kadının oğlu­yum" buyurmuştur. a                                                     ;

Dini Yenileme (Hadîsi)

Bazıları da Ebu Davud ve Hakim'in21, Ebu Hureyre'den merfû olarak rivayet ettikleri ve birçok kimsenin sahih say­dığı: "Allah bu ümmete her (yüz)b senenin başında, o (üm­metin) dinini yenileyecek birini gönderir" hadîsini okuyup buradaki yenilikten, dinin gelişmesi ve zamana uyum sağla­masını anladılar ve şöyle dediler: Din yenilenmez, din sabit­tir ve değişmez. Dinin gelişmeye uyum sağlaması gerekmez ama, gelişmenin üzerine düşen, dine uyum sağlamaktır.

Çünkü dinin yenilenmesi iddiası, onun ilke ve öğretile­rini ıslah ederek, insanların ihtiyaçlarını karşılayacak, geliş­meleri taşıyabilecek şekilde her asırda ortaya yeni bir tabiat koymamız demektir.

Burada yenileme ile murad, şayet o kimsenin tefsir etti­ği gibi ise, bunu söyleyen şahsın dediği doğrudur.

Ama -bir açıklamamda da açıkladığım gibi- yenilemey­le murad, onu anlama, ona iman ve onunla amelde yenilik­tir. Bir şeyin yenilenmesi, onun inşa edilip, ortaya çıktığı günkü gibi, eski olmasına rağmen sanki yeniymiş gibi eski

a~ İbn Mâce, El'ıme 30

21" Ebu Davud, Melahim \ (H.ntı: 4291); Hakim, el-Müstedrek, c. 4, s. 522; Beyhâki, Ma'rifetu's-Sünert ve't-Asafdi rivayet etmişlerdir. Fayd'ul-Kadir (II.282)'de olduğu gibi el-Iraki ve es-Suyutî onu sahih görmüşlerdir.

°~ Hadîsteki 'yüz' rakamı sanırım bir dizgi hatası olarak düşmüş ol­malı. Kaynaklardaki aslına uygun olarak yerine yerleştirdik, (ç.n.))

169

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

haline döndürmeye çalışmaktır. Bu ise onun ilk şekline en yakın hale gelinceye kadar, zayıflayan yerinin takviye edil­mesi, yıkılan yerinin onarılması ve yarılan yerin birleştiril­mesiyle olur.

Yenilenmenin mânâsı onun eski halinin değişmesi veya eskimesiyle alâkası olmayan diğer yeni bir şeyle değiştiril­mesi değildir. Bu, herhangi bir şeyde yenilik sayılmaz.

Bu konuyu somut bir misal ile açıklayalım: Tarihî değe­ri olan bir binanın yenilenmesini kastettiğimizde, buradaki yenilenme onun aslının, şeklinin ve belirgin alâmetlerinin aynı özellikleriyle kalması, doğal tesirlerden dolayı bozulan yerlerinin onarılması, ona bitişik yerlerin, girişlerin güzelleş­tirilip, ona giden yolun düzenlenmesi ve onun bilinir hale getirilmesi vb... demektir. Yoksa yenilemeden maksat onu yıkıp yerine modern bir tarzda büyük bir bina dikmek değil­dir.

Din de böyledir. Yenilikle, ona yeni bir biçim kazandır­mak kastedilmeyip, Resûlullah, sahabesi ve onlara en iyi bir şekilde uyan tâbiun dönemindeki haline döndürülmesi kas­tedilmektedir.22

İslâm Beş Şey Üzerine Bina Edilmiştir... (hadîsi)

Hadîsin eksik anlayışla reddi yönünden asrımızda işit­tiğim en acayip şeylerden biri de, Müslümanların büyük-kü-

"■' Katar Üniversitesi'nde (1987) çıkan "Sünnet ve Siret Araştırmaları" dergisinin 2. sayısındaki (s. 11-144) "Sünnet Işığında Dinin Yenilenme­si" adlı araştırmamıza bakınız. (s29) Aynca bu yazı, Beyrut'daki el-Mektebetü'l-İslâmi'nin yayınladğı "Min Edİ Sahvelin Rafide" adlı bir kitapta yayınlandı.

170

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

çük, özel-genel hepsinin ezberlediği en meşhur bir hadîsin reddidir. O da, İbn Ömer ve başkalarının rivayet ettiği: "İs­lâm beş şey üzerine kurulmuştur. Allah'tan başka ilah olma­dığına, Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulü olduğuna şe-hadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucu­nu tutmak ve gücü yetenlere Beyt'i haccetmek"3 hadîsidir.

Bu cesur cahilin delili ise, hadîs, İslâm'daki ehemmiye­tine rağmen, cihadı zikretmemiştİr. Bu da onun uydurma ol­duğuna bir delildir.

Bu kişi, cihadın insanların hepsine değil, ancak bazısına vacip olduğunu, özel şartlar ve belirli durumlar dışında her­kes için farz-ı ayn olmadığını da bilmemektedir. Bu ise, üze­rine İslâm'ın bina edildiği bütün insanlar için geçerli olan beş esastan farklıdır.1"

Bu şahsın mantığı doğru ise; mü'minlerden, takva sa­hiplerinden, Rahman'ın kullarından, iyilerden, ihsan sahip lerinden, akıl sahiplerinden vb. Allah Teâlâ, kitabında öv­güyle bahsedip, onlara büyük mükafatlar vadettiği halde, vasıfları arasında cihadı zikretmediği için bu Kur'an âyetle­rini de reddetmesi gerekirdi.

Bu hususta, takva sahiplerinin vasıflarını (Bakara, 2-5), iyiler ve doğrularınkini (Bakara, 177), mü'minlerin vasıfları­nı (Mü'minun 1-10), Rahman'ın kullarının vasıflarını (Fur-kan, 63-77), takva ve ihsan sahiplerinin vasıflarını (Zariyat, 15-23), Allah'ın cennetlerinde ikram olunanların vasıflarını

a~ Buhârî, İman 1,2; Müslim, İman 19,22; Tirmizi, İman 3; Nesat, İman 13 b~ Kanaatimizce yazar, bu cevabıyla kendi içerisinde çelişmektedir. Çünkü aynı şeyler zekat ve hacc için de geçerlidir. Oysa bu beş esa­sın, mükemmel bir bina olan İslâm'ın, sadece temelleri olduğunu, evin temelsiz olamayacağı gibi. yalnızca temele de ev denilemeyece-ğini söyleyen Merhum Said Havva'nın cevabı daha isabetlidir. (Bkz: Said Havva, İslâm, Mukaddime kısmı.)

171

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

(Mearic, 22-35) oku! Yüce Allah'ın kitabındaki bu ve benzeri yerler cihadı zikretmemiştir. Bu durumda her şeye uzanıp, burnunu sokan bu kara cahil. Yüce Allah'ın kitabındaki bu âyetleri de reddedecek mi?!

Şeyh'ül-îslâm İbn Teymiyye, İslâm'ın zikredilen bu beş şeye hasredilip cihad, ana-babaya iyilik, sıla-i rahim vb. esaslı görevlerin zikredilmemesinin sebebini açıklarken şöyle demektedir:

"Sorulan sorulardan biri de, Allah'ın vacip kıldığı zahi­rî ameller bu beş şeyden çok olduğu halde O, niçin "İslâm bu beş şeydir" buyurmuştur? Bazı insanlar, bunların İslâm şeâi-rinin en zahiri ve en büyükleri olduğu, kulun bunları yerine getirmesiyle İslâm'ın tamamlayacağı, terkiyle ise ona olan bağının çözüldüğünün anlaşılacağı şeklinde cevap vermiştir.

Meseleyi tahkik ettiğimizde görürüz ki: Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ku­lunun mutlak olarak Rabbine teslim olacağı ve Allah için mahza ibadet olarak her şahsa vacip olan, dini yalnız Allah'a has kılarak O’na kulluğa gücü yeten herkesin üzerine düşe­ni, yani bu beş esası zikretmiştir. Bunların dışındakiler ise çeşitli maslahatlar sebebiyle vacip olur ve vacipliği bütün in­sanlara şamil olmaz.

Bilakis cihad, iyiliği emir-kötülükten nehiy ve yönetim­den buna bağlı olan durumlar, hüküm, fetva, okutma ve ha­dîs rivayet etme gibi ya farz-ı kifaye olur, ya da kul hakkı se­bebiyle vacip olur ki bu, kendisine hakkı geçen kimseye kar­şı vacip olan özel bir durumdur. Bu hakkın düşmesiyle vü-cubiyet de düşer. Uzlaşıldığında veya borcun kapatıldığın­da, borçların ödenmesi, gaspedilen şeylerin, emanetlerin, başkalarına bırakılan şeylerin geri verilmesi; kan, mal ve ırz gibi konulardaki haksızlıklarda hakkın alınması gibi kul

172

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hakları, insanların karşılıklı haklarından başka bir şey değil­dir. Onlar bunlardan beri olduklarında bu vücubiyet düşer. Böylece bunlar kimine vacip olur, kimine olmaz; yine bazı hallerde vacip olur, bazı durumlarda ise olmaz. Bunlar gücü yeten her kul üzerine Allah için mahza bir ibadet olarak va­cip olmamıştır. Bunun içindir ki buna Müslümanlarla birlik­te Yahudi ve Hıristiyanlar da iştirak eder ki beş esas bunun aksine olup, sadece Müslümanların özelliklerindendir.

Aynı şekilde sıla-i rahm, karı-koca, çocuklar, komşular ve ortakların haklarından vacip olan (haklar), şehadetler, fetva, mahkeme, yönetim, iyiliği emir, kötülükten nehiy ve cihad, bunların hepsi bir takım arızî sebeplerle faydaları te'min- zararları ise defetmek için insanlardan sadece bazı­sına vacip olur. Eğer onlar insan fiili olmaksızın hasıl olma­saydı, vacip olmayacaktı. Eğer bu, ortak-genel bir husus ise farz-ı kifaye'dir. Şayet bu özel ise, A şahsına değil de, B şah­sına vacip olur. Bu beş şeyin dışında insanlardan gücü ye­ten herkes, bizzat bir amelin vacipliği konusunda müşterek değildir. Mesela A şahsının hanımı ve akrabaları, B şahsı­nın hanımı ve akrabaları değildir. Ramazan orucu, Beyt'i haccetmek, beş vakit namaz ile zekat ise bunun tersinedir. Zekat her ne kadar malî bir hak ise de Allah için yapılan bir vecibedir. (Tevbe 60'da işaret edilen) sekiz sınıf ise, onun dağıtılacağı yerlerdir. Bunun için orada niyet vaciptir. Ve birisinin izni olmaksızın onun adına yerine getirirse, zim­metinden kurtulmuş olur. Aynı zamanda kafirlerden de is­tenir. a

"* İbn Teymiyye'nin, Mecmau'l-Fcleva'sı içerisindeki et-İman kitabın­dan, c. 7, s. 314-6

173

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

II- Mânâ Karışık da Olsa Sahih Bir Hadîsi Çabucak Reddetmek Pervasızlıktır

Gerçekten -sahih ve sabit olmasına rağmen- mânâsı bize karışık gelen bir hadîsi çabucak reddedivermek pervasızlıktır ki, köklü ilim sahipleri böyle bir şeyi yapmaya cesaret edemez. Zira bu ilim sahipleri, ümmetin selefine hüsnü zann beslerler. Onların bu hadîsi kabul ettiği, onu muteber bir imamın da inkar etmediği sabit olunca, netice olarak bu du­rum, onların herhangi bir söz veya sıhhatini sarsacak bir il­letten dolayı hadîsin ta'nedilecek bir yerini görmemiş olma­larını gerektirir.

İnsaflı bir âlime gereken, hadîsin üzerinde durması, ona ya ma'kul bir mânâ, ya da uygun bir te'vil bulmaya ça­lışmasıdır.

İşte bu meyanda, Mu'tezile ile Ehl-i Sünnet arasındaki fark budur.

Mu'tezile, ilmi ve dini prensipleriyle çelişik gördükleri her müşkil hadîsi derhal red cihetine giderken, Ehl-i Sünnet onu te'vilde, ihtilaftan cem'etmede, zahirinde tearuz olanlar arasında uygunluk sağlamada akıllarını kullanıp uzlaştır­maya çalışmaktadırlar.

Bundan dolayı İmam Ebu Muhammed İbn Kuteybe (ö. 267) Kur'an'a veya akla muarız olduğunu, bizzat müşahede nin yalanladığını veya diğer hadîslerle tenakuz teşkil ettiği­ni iddia ettikleri bazı hadîsler etrafında Mu'tezile'nin kopar­mış olduğu fırtınalara karşı cevap olarak meşhur Te'vilu Muhtelifi'!- Hadîs3 adlı kitabını yazmıştır.

a~ Sözü edilen kitap, 'Hadîs Müdafaası' adıyla M. Hayri Kırbaşoğlu ta­rafından terceme edilmiş, 1979 yılında yayınlanmıştır.

174

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Ondan sonra ise Hanefi muhaddis, İmam Ebu Cafer et-Tahavi (Ö.321) gelmiş, dört ciltlik* Müşkilu'I-Asâr adlı kitabı­nı te'Iif etmiş ve bu müşkil hadîsler için kabul edilecek te'vil ve ma'kul yönler bulmaya çalışmıştır.

Bu arada, hadîsin Resûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahih olarak geldiği sabit olunca, onu anlamak için iyice incelemek, sırf akla aykırı geldiği gerekçesiyle onu reddetmekten ciddi bir şekilde sakınmak gerekir. Çünkü hata hadîste değil de biz­zat kişinin akla aykırı görüşünde gizli olabilir.

Bunun en açık misali ise, mü'minlerin annesi Aişe'den (r.a.) gelen bazı haberlerdir.

Çünkü Hz. Aişe (r.a.), doğruluk ve hadîsleri zapt etme­lerinde şüphe olmayan bazı ashabın rivayet ettiği bazı ha­dîsleri mânâları sahih olduğu halde, ya Kur'an'a ya da İs­lâm'ın bazı temel prensiplerine vb. muhalif zannederek red­detmiştir.1*

Mesela, Ölünceye dek azap edilen kedi yüzünden gelen ukubeti anlatan, kedi hakkındaki hadîsi ele alalım: İmam Ahmed Alkame'den rivayet etmiştir, diyor ki: "Aişe'nin ya­nında idik. Derken Ebu Hureyre içeri girdi. Onu görünce Hz. Aişe (r.a.) dedi ki: 'Bir kadın, bağlayıp, doyurmadığı ve sulamadığı kediden dolayı azap gördü' diye hadîs rivayet

a" Yazarın bahsettiği dört dit, Hint baskısı olup, asıl kitabın ancak ya­rıya yakınıdır ve birçok hatalarla doludur. Metin tenkidinde ve hadîs­leri te'vil ve uzlaştırmada fevkalade önemli olan bu büyük eser, Şuayb Arnavut1 un tahkik, tahric ve ta'lıkıyla Müessesetü'r-Risale tarafından modern bir tarzda basılmaya başlanmıştır. 1, cildi Beyrut I987'de ya­yınlanan bu şaheserin tahkiki tamamlanmış son cildi fihrist olmak üzere 16 cilt halinde yayınlanmıştır.

k'Aişe'nm (r.a,) bu tür itiraz ve tashihlerine dair bir çok haberi, Bed' ruddin ez-Zerkeşi, "el- İcabe Fİme's Teıİrakelhu Aişe Ale's- Sahabe" adlı kitabında toplamıştır.

175

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

eden sen misin?' O (Ebu Hureyre): 'Onu, Candan yani Ne­bî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) duydum' dedi. Bunun üzerine Hz. Aişe (r.a.): 'Sen o kadının kirn olduğunu biliyor musun? O kadın öyle yaparken, aym zamanda kafir idi. Çünkü mü'min Yüce Al­lah'a göre bir kediden dolayı azap edilmeyecek kadar kerim (sevimli)dir. Onun için Resûlulİah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadîs rivayet ederken nasıl rivayet ettiğine (iyice) bak!'"24

. Mü'minlerin annesi Aişe, hadîsin bu siygasıyla rivaye­tini, Ebu Hureyre'nin Nebî'den işittiğinde, lafzını iyice beîleyemediği zannı ile reddetti.

Hz. Aişe'nin delili ise, bir kedi yüzünden mü'min bir in­sana azap edilmesini çok görmesidir. Çünkü Allah yanında mü'min, konuşmayan bir hayvan yüzünden cehenneme atıl­mayacak kadar değerlidir.

Allah Hz. Aişe'yi bağışlasın, burada çok önemli bir şey­den gafil davranmıştır ki, o da yapılan işin delâlet ettiği hu­sustur. Çünkü açlıktan ölünceye kadar kedinin hapsedilme­si, o kadının kalbinin donukluğuna, Allah'ın zayıf yaratıkla­rına karşı katılığına, merhamet ışıklarının kalbine girmediği­ne dair en açık bir delildir. Cennete ise ancak merhametli olanlar girer. Allah, ancak merhametlilere merhamet eder. Eğer o kadın yerdekilere merhamet etseydi. Yüce Allah da ona merhamet ederdi. Şüphesiz bu ve benzeri hadîsler, insa­ni değerler açısından İslâm için övünç kaynağı sayılmakta­dır. Öyle ki her canlı mahlûka hizmet ediliyor, her yaş ciğer taşıyan canlıyı gözetmekten dolayı ecir veriliyor.

2*" Heysemi, Mecmeu'z-Zevmd (c.10, s. 190)'de vermiş ve demiştir ki: "Onu İmam Ahmed, (Mtisned, II, 159, 188'de) rivâyel etmiş olup, râ-vileri sahihtir. Kadının kediyi hapsi yüzünden cehenneme girişini ise Buhâri (F.zan 90, Mtisakal 9, Enbiya 54), Müslim, Ebu Hureyre (ve baş-kalannjden (Selam 151-2, Bin 133-4), (Nesaî, Küsuf 14, 20)de rivayet etmişlerdir. Bkz: Sahihu't-Camii's-Sağir (3374).

176

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Buhârî'nin rivayet ettiği diğer bir hadîs de bu mânâyı tamamlamaktadır: "Bir adam, (oldukça susamış) bir köpeği suladı. Allah ona şükranla karşılık verdi ve onu bağışladı."a

"Zaniye bir kadın (susamış) bir köpeği suladı da Allah onu bağışladı."1»

Diğer bir husus ise, Ebu Hureyre bu hadîsin rivayetin­de tek kalmamıştır ki, lafızlarını iyi belleyemediği zannedil­sin. Mutlak olarak sahabenin en iyi ezberleyeni o olduğu halde, (onun hadîsleri iyi ezberleyemediği) nasıl zannedilir?

Yine Ahmet, Buhâri ve Müslim, Ibn Ömer'den Resûlul-lah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: "Bir ka­dın, bir kedi yüzünden azap gördü. Zira açlıktan Ölünceye kadar onu hapsetti. Bu yüzden de cehenneme girdi. Allah ona şöyle buyurdu: 'Kediyi hapsettiğinde onu ne doyurdun, ne suladın, ne de saldın. (Bari salsaydın) yeryüzündeki (yı­lan, çeşitli canlılar, kuşlar vb.) haşerelerden yerdi (de ölmez­di).'" w

İmam Ahmed, Cabir'in Resûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle bu­yurduğunu rivayet eder: "Ölünceye kadar bağladığı bir ke­diden dolayı bir kadın azap gördü. Onu salmadı ki yeryü­zündeki canlılardan yeseydi." M

Sonra, Ebu Hureyre bu hadîsi rivayetinde yalnız değil­dir (ki onun iyi ezberleyememe ihtimali olsun). Kaldı ki, yal­nız kalsa bile bu, hadîse hiçbir şekilde zarar vermez.

a" Buhâri, Şurb 9, Mezâlim 23, Edeb 27.)

b" Buhârî, Enbiya 54)

25- Bııhân, Ezan 90, Müsakal 9, Enbiya 54; Müslim, Bin 133, İbn Mâce,

İkame 152; Müstted, c. 4, s. 351)

26" Müsned, c. 3, s. 335-6 Bkz: Sahihu'l-Camii's-Sağir (3995 ve 3996)

numaralı iki hadîs.

177

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1- HUKUK VE YASAMA ALANINDA SÜNNET

Sünnet, hukuk ve yasama için, Allah'ın kitabından sonra ikinci kaynaktır.

Bundan dolayı -şer" i hükümler için delil ve kaynak olu­şu bakımından -sünnet bahsinin bütün fıkıh usulü kitapla­rında geniş bir yer kapladığını, bütün mezheplerin konuyu enine boyuna ele aldığını görmekteyiz.

Hatta İmam el-Evzai (Ö.157): "Kitabın sünnete olan ih­tiyacı, sünnetin kitaba olan ihtiyacından daha fazladır."1 de­miştir.

Çünkü sünnet, Kur'an'ın beyanıdır. O, Kur'an'ın müc­melini tafsil, mu t lakını takyid, umumunu tahsis eder.

İşte bazılarının, sünnetin Kur'an'da kastedilen mânâla-

Şevkânİ, Irşadü't-Fuhııl, s. 33 (Mustafa el-Halebi baskısı)

181

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

rı açıkladığını ifade etmek üzere: "Sünnet kitaba kâdidir"2 yargısına varmalarının sebebi bu yaklaşımdır.

Lakin, İmam Ahmed, bu ibareden rahatsız olmuş ve şöyle demiştir: "Ben bunu söylemeye cesaret edemem. Ama, sünnet, Kur'an'ı beyan edicidir derim." 3

Bu hususta isabetli olan yaklaşım da budur. Çünkü sünnet bir yandan kitabı beyan ederken, diğer yandan Kita­bın yörüngesinde döner ve ondan dışarı çıkmaz.

İbadet ve muamelelerde fert, aile, toplum ve devlet için sünnetin bir yasama kaynağı oluşunda herhangi bir tartış­ma yoktur.

Nitekim İmam eş-Şevkânî şöyle demiştir: "Velhasıl, sünnetin hüccet oluşu, hükümlerin teşriînde müstakil oluşu, dini bir zarurettir ki, İslâm dininden nasibi olmayandan baş­ka kimse buna muhalefet etmez."4

Hangi mezhep olursa olsun, fıkıh kitaplarını okuyan ki­şi fukahanın vardığı fıkhı sonuçlarda, kavli, fiili ve takriri sünnetle istidlallerde bulunduklarını görecektir.

Hatta bu açıdan, fıkıh tarihinde Hadîs Ekolü ve Re'y Ekolü isimleriyle bilinen mezhepler arasında bile fark yoktur.

Çünkü esas olarak sünnet, her iki tarafça da kabul edil­miştir. İhtilaf, hadîs kabul şartlanndaki ve onunla amel ko­nusundaki ihtilaflarının bir sonucu olarak, ayrıntı ve uygu­lama ile ilgilidir.

Re'y Ekolünü temsil eden Hanefi mezhebinin kitapları­nı okuyan birisi, bu kitapların, âlimleri tarafından istidlal edilmiş hadîslerle dolu olduğunu görecektir.

2~ A.g.e, Şevkânî, bu sözü, Yahya İbn Kesir'e nispet etmiştir. İbn Ab-dilberr de Canııi'ıide zikretmiştir.

3- İbn Abdilberr, Camıu Beyani'l-İlm ve Fadlih'de zikretmiştir. (H, 191-2) 4" Şevkânî, a.g.e, s .33

182

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Mesela Hanefi olan İbn Mes'ud el-Mavsiîi (ö. 683)'nin, Ezher'e bağlı liselerde bile (yani Hanefi talebelere) zorunlu ders kitabı olan el-İhtîyar Şerhtı'l-Muhtar5 adlı kitaptaki veya el-Merginani'nin, Ezher Şeriat Fakültesi, Hanefi talebelerine zorunlu olan el-Hidaye ve Hanefi Muhakkik Kemalüddin İbn Hümam'ın ona yazdığı şerhi Fethul-Kadir adlı kitaplardaki hadîslere şöyle bir göz atılması, bu gerçeği te'kid için yeter­lidir. Bu ise, Re'y ehlinin de tıpkı Eser (=hadîs) ehli gibi sün­nete dayanmış oldukları gerçeğidir.

Buna rağmen asrımızda bazı insanlar çıkıp: "Ebu Hani-fe'nin yanında ancak on yedi hadîs sahihtir..!" diyebilmek­tedir.

Bu söz, o asrın ilim merkezlerinin yapısını ve oralarda­ki âlimlerin yetişme tarzını bilen insaflı bir insanın kabul edemeyeceği bir sözdür. Ebu Hanife, büyük sahabi Abdul­lah İbn Mes'ud'un (r.a.) tesis ettiğinden beri, mü'minlerin emiri Ali b. Ebi Talip'in (r.a.) varmasıyla, ilmi ve fazileti da­ha da artan ve kendisinde fıkıh ve hadîsin toplandığı ilmiy­le meşhur Küfe Medresesi mezunudur. İbn Mes'ud hakkın­da: "Allah, İbn Ümmi Abd'e {İbn Mes'ud'a) rahmet eylesin. Bu şehri (Küfe'yi) ilimle doldurmuş" diyen de Hz. Ali'dir.

A- Fukahanın Hepsi Hüküm Verirken Sünnete Müracaat Etmektedir

Burada şunu kesin olarak söyleyebiliriz: Mezhebi ister yaşa­sın, ister tarihe karışsın, tâbi olunsun veya olunmasın, çeşit­li ekollerden, farklı bölgelerden Müslüman fakihlerin hepsi delil oîarak sünneti almayı ve hükümlerde ona müracaat et-

*■ (Kitapta 6 olarak geçiyor ama yanlış yazılmış olmalı) Suyutî, Mifta-fıut-Cenm, s. 49-50

183

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

meyi; Allah'ın dininden vazgeçilmez bir parça olarak görü­yorlar, onun emri dışına çıkamıyorlardı. Bu hususta Re'y Ekolüne mensup olan ile Hadîs Ekoiüne bağlı olanların du­rumu aynıydı.

Beyhakî, Osman ibn Ömer'in şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Bir adam Malik'e gelip bir mesele sordu. Malik ona: 'Resûiullah şöyle şöyle buyurdu' dedi. Bu defa adam; 'Senin görüşün nedir?' deyince. Malik: 'O (Resûl)'nun emrine mu­halefet edenler, kendilerine bir fitnenin gelmesinden, yahut acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.' (Nur, 63) ayetiyle cevap verdi." Yine Beyhakî'nin İbn Vehb'den riva­yet ettiğine göre Malik şöyle demiştir: "Alimlere 'Niçin böy­le dedin' denilmesi önceki insanların sorduğu şeylerden de­ğildi. Çünkü o zamanlar onlar, rivayetle yetiniyorlar ve ona razı oluyorlardı."

Yine Beyhakî, Yahya b. Durays'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Süfyan'm yanındaydım, ona bir adam geldi ve de­di ki: 'Ebu Hanife'yi yadırgamıyor musun?' (Süfyan); 'Ne ol­muş ona?' dedi. Adam; 'Onu şöyle derken işittim: (Herhan­gi bir hükmü) Önce Allah'ın kitabından alırım, eğer onda bulamazsam, Resûlullah'ın sünnetinden, Allah'ın kitabı ve Resulü'nün sünnetinde de bulamazsam O'nun ashabının gö­rüşünü alırım. Onlardan ise dilediğiminkini alır, dilediği-minkini bırakırım. Yalnız onların sözünden başkasının sözü­ne bakmam. Amma, iş, ibrahim eş-Şa'bi'nin, İbn Şîrîn, el-Ha-sen, Atâ ve İbn'l Müseyyeb'e - daha başka âlim isimleri de saydı- gelince onlar ictihad eden bir topluluktur ve onlar gi­bi ben de ictihad ederim.'"

Yine Rabi'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Şafii bir gün bir hadîs rivayet etmişti. Bir adam ona: 'Ey Ebu Abdillah, bu

184

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hadîsi alıyor musun?' dedi. Bunun üzerine o: 'Ben ne zaman Resûiullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahih bir hadîs rivayet eder de onu al­mazsam, sizi şahit kılarım ki aklım gitmiştir.'"

Yine Rabi, Şafiî'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ki­tabımda Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine aykırı bir şey buldu­ğunuzda, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetini alıp-kabul ediniz ve benim söylediğimi terk ediniz." 6

B- Hadîs ile Fıkhı Birleştirmenin Zarureti

Sünnet, fıkhın köklü bir kaynağı olunca, hadîsçilerin fıkıh il­mini iyi bilmeleri gerektiği gibi, fakihlerin de hadîs ilminde derinleşmeleri gerekir. Kapatılması gereken ilmî açıklardan birisi, fıkıh ile uğraşanlarla, hadîsle uğraşanlar arasındaki açıklıktır ki bu, benim uzun yıllardır üzerinde durduğum bir husustur.

Çoğunlukla fıkıhla uğraşanlar, hadîs ilminin dallarını iyi bilmezler; Özellikle cerh ve ta'dil ilmi ve râvileri sika ve­ya zayıf sayma gibi hadîs ilmi dallarında derinleşmemişler-dir. Bunun içindir ki, hadîs sarrafları olan bu ilmin imamla­rı yanında sabit olmayan hadîsler, fıkıhçılar yanında rağbet görür. Buna rağmen onlara kitaplarında yer verirler ve ister helal veya haram, isterse vaciplik veya mübahlık derecesin­de olsun verdikleri hükümlerde onları delil gösterirler.

Dahası bazen kitaplarda zikredilen öyle hadîslerle delil gösteriyorlar ki bunların ne ipi var, ne halkası, ne aslı bilini­yor, nede senedi!

Hadîsle uğraşanlar ise genelde, fıkıh ve usulünü bilme­yi, ondan hazinelerini ve inceliklerini çıkarabilme gücünü

6" Bu konuda bkz: "Fıkhu'z-Zekat" adlı kitabımızın Risale baskısının s. 966-7'deki 3 ve 4 no'lu dipnotlar, (c. 2, s. 972, 8. dipnot, M. Vehbe)

185

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

elde etmeyi ihmal ederek, imamların görüşlerine vakıf ol­mamakta, onların farklılık ve ihtilaf yollarını, ihtilaflarının sebeplerini, ictihadlarının çeşitliliğini iyi kavrayamamaktadırlar.

Halbuki her grup, kendisindekini tamamlayabilmesi için diğerinin ilmine muhtaçtır. Fakihe hadîs gereklidir, çün­kü fıkıh hükümlerinin çoğu sünnet ile sabittir. Hadîsçiye de fıkıh gereklidir, ta ki taşıdığını kavrayabilsin, sadece nakilci olmasın veya onu mânâsından başka bir şekilde anlamasın.

Bu durumu, geçmiş âlimlerimiz de anlamışlar ve onu ihmal edenleri şiddetle ayıplamışlardır. Hatta Süfyan ibn Uyeyne gibi bazı âlimlerden rivayet edilmektedir ki onlar şöyle demiştir: "Eğer yönetim bizim elimizde olsaydı, ger­çekten fıkıhla uğraşmayan her hadîsçiyi ve hadîsle uğraşma­yan her fıkıhçıyı hurma dalıyla döverdik."

Ne gariptir ki hükümlerde zayıf hadîsle amel edilmeye­ceği üzerine ittifak edilmesine rağmen, fıkıh kitaplarında birçok zayıf hadîs bulunmaktadır. Çoğunluk ise, zayıf hadîs­leri, sadece faziletler, terğib ve terhibde kabul etmiştir.

Dahası, fıkıh kitaplarında çokça zayıf, uydurma ve hiç­bir aslı-astarı olmayan haberler bile bulunmaktadır.

İşte büyük hadîsçilerden bazılarını fakihlerin istişhâd ettikleri hadîslerin tahrici için kitaplar te'lif etmeye sevk eden de budur.

İbn'ül-Cevzî'nin et-Tahkik fi Tahrici't-Tealik adlı kitapta yaptığı gibi ki, İbn Abdilhadi onu Tenkihu't-Tahkik kitabında hülâsa etmiştir.

Yine bazı hafızlar, bazı meşhur kitapların hadîslerini tahric etmişlerdir. Mesela Hafız Cemalüddin ez-Zeylai'nin (Ö.762) el-Hidaye kitabının hadîsleri için te'lif ettiği Nasbu'r-

186

 

SÜKNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Raye li Ehadîsi'l-Hidaye kitabı gibi -ki dört cilt halinde defa­larca basılmıştır-. Nitekim ibn Hacer de ona bazı ilmî faide-ler ilave ederek ed~Diraye fi Tahrici Ehadî$i'l-Hidaye kitabında ihtisar etmiş ve bir cilt halinde neşretmiştir.

Buna benzer bir çalışma, yine İbn Hacer'in Fethu'l-Aziz fi Şerhi'l-Veciz adlı kitaba yaptığı tahric kitabıdır. Bu kitap, Gazzali'nin el-Veciz adlı kitabına, er-Rafii'nin yapmış olduğu eŞ-Şerhu'l-Kebir adlı şerhtir. İbn Hacer Telhisti't-Habir adlı meşhur kitabıyla başta olmak üzere, bir çok kişi onun tahri­rini yapmıştır.

Fakihlerden bazıları da, bazı hadîsleri kitaplarında delil göstermişler, ancak sonradan gelen âlimler bu hadîslerin za­yıf olduğunu tespit etmişlerdir. Önceki fakihler, bilmeyerek yaptıkları bu istidlallerinde mazurdurlar. Fakat zayıf olduk­larını sonradan öğrenen âlimlerin, hâlâ böylesi hadîsleri de­lil göstermelerinde ise kabul edilebilecek bir mazeret yoktur. Şayet o, şeriat nasslarından başka bir delile, yahut genel ka­ideler ve külli maksatlardan birisine dayanmıyorsa, o hadîs­ten çıkarılan hükmün terk edilmesi gerekir.

Her kim, tâbi olunan mezheplerin meşhur fıkıh kitapla­rı üzerine yapılan bu işaret ettiğimiz tahric kitaplarını okur­sa, bu hususu bütün açıklığıyla kavrar. Nitekim bu;

- ez-Zeylai'nin Nasbu'r-Raye li Ehadîsi'l-Hidaye,

- ibn Hacer'in Teihİsu'l-Habir fi Tahrici Ehadîsi Şerhi'r-Ra-fiiyyi'} Kebir,

- Elbânî'nin İrvau'l-Ğalil fi Tahrici Menari's-SebİI ve

- Ahmed ibn es-Sıddik el-Gımari'nin, İbn Rüşd'ün el-Bi-daye'si üzerine yapmış olduğu, el-Hidaye fi Tahrici Ehadîsi'l Bidaye adlı eserlerde de açıkça ortaya çıkar.

187

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Zekat fıkhını incelerken, hadîs imamlarınca cerh edildi­ği halde, tâbi olunan mezheblerin istidlal ettiği birçok hadîs olduğunu mülâhaza ettim. Mesela:

"Sebzelerde zekat yoktur."

"Üzerinden bir yıl geçmedikçe bir malda zekat yoktur."

"Öşür ile haraç (Müslümanın arazisinden ikisi birden alınmak suretiyle) birleştirilemez."

"Malda zekattan başka bir hak yoktur."

Bu son hadîs fakihlerin yanında şöhret kazanmıştır. Onu büyük fakihlerden el-Maverdi e\-Ahkamü's-Sultamyye'de, eş-Şirazi, el-Mühezzeb'de ve ibn Kudame el-Muğni'de zikretmişlerdir.

Halbuki Nevevî et-Mecmu'da bu hadîs hakkında: "Cid­den bilinmeyen, zayıf bir hadîstir." demiştir.a

Ondan önce el-Beyhâki ise es-Sünen'de: "Ashabımız, ta'lıklarda onu zikrediyor ama ona ait hiçbir isnâd ezberle­miş değilim" demektedir.b

Tirmizi'deS İbn Mâce'de, Taberi'nin tefsirinde11 hadîsin aslı: "Malda zekattan başka hak da vardır" şeklindedir. Son­ra İbn Mâce'nin bazı nüshalarında eski bir hata yapıldı ve hadîsin başına "leyse=yoktur" kelimesi ilave edildi ve hata bu şekilde yapılıp-devam edegeldi. Nitekim buna Tarhu't-Tesrib fi Şerhi'l-Takrib c.4, s, 18'de Hafız Zeyneddin el-Ira-ki'nin oğlu Hafız Ebu Zur'a da işaret etmiştir. Yine AHâme Ahmed Sakir ise Taberi tefsirine yaptığı tahricinde bunu be­yan etmiş 7 ve sadra şifa verecek kadar delil göstermiştir.

a" Bkz: a.g£, c. 5, s. 332

b" Bkz: a.g.e, c.4, s. 83-84

<■ Bkz: Tirmizî, Zekât 27.

d" Bkz: c. 3, s. 343-344

7" Bkz: Muhakkik es-Seyyid Ahmed Şakİr'in "Ma'rifetu's'Sanen ve'l-

188

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Fıkıh kitaplarının ve babların çoğunda hadîslerin bir ço­ğu bu türdendir, hafızlarca onun senedi bilinmez. Bu Hafız ez-Zeylai'nin Nasbu'r-Raye'de "garip" dediği şeydir. Bu ona has bir ıstılah olup, onun hadîsin senedini bulamadığını ifa­de eder. Hafız- ibn Hacer ise ed-Diraye'de böylesi durumlar­da "onu bulamadım" veya "onu merfu görmüyorum" gibi lafızlarla ilave eder.

Bu, bazı bablarda ise dikkat çekecek kadar çok olur.

ed-Diraye'Ğe\si "Kitabu'z-Zebaih" bölümünün hadîslerini mütalaa ediyordum. Orada bazısı sahih, bazısı zayıf, bazısı ise hafızın bilmediği veya bulamadığı yirmiden fazla hadîs buldum. Bunlardan birkaçını zikredelim:

-  "(Mecûsilere) ehl-i kitap muamelesi yapın, ancak ka­dınlarıyla evlenmeyin, kestiklerini de yemeyin." (ibn Hacer) dedi ki "Onu bu lafızla bulamadım."3

-  "Allah'ın ismini ansın veya anmasın, Müslüman Al­lah'ın ismi üzerine keser" hadîsine de o, "Onu bu lafızla bu­lamadım" demektedir.1"

Asar"a yazdığı Mukaddime, s. 19-24, Medisu't-A'la li'ş Şuuni'1-İslâ-miyye baskısı, Kahire.

a" Bkz. İbn Hacer, ed-Diraye, c.2, s. 205. İbn Hacer orada şöyle demekte­dir: "Onu bu lafızlarla bulamadım. Ama Abdürrezzak ve İbn Ebi Şeybe Musanneflerinde Hasan İbn Muhammet) İbnu'l Hanefiyye'den başka bir lafızla rivayet etmişlerdir. Ve o, isnadı iyi olan mürsel bir haberdir. "■ A.g£., c, 1, s. 206. İbn Hacer her ne kadar, o lafızla bulamadığını söylemişse de, değişik lafızlarla buna yakın anlamda başka hadîsler rivayet etmiştir. Mesela Hz. Aişe'nin şu rivayeti bu hususta hüccettir. "Bir grup, Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e gelerek: "Bazı insanlar bize et getiriyorlar ve biz onların bu hayvanları keserken Allah'ın adını zîkredip-zikretme-diklerini bilmiyoruz <ne buyurursun?) diye sordular. Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) on­lara: "(Onu yemeden önce) siz besmele çekin ve yiyin!" buyurdu. (Buhârî, Buyu 5, Zebaih 21

189

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

- İbn Hacer, "Yalnızca besmele çekiniz" şeklindeki İbn Mes'ud hadîsine de "Onu bulamadım" dedi.fl

- "Boğazlama, boyun çukuru ile, iki çene kemiği arasın-da(n yapılır)" hadîsi hakkında o, "Onu bulamadım" dedi.b

- (Hayvanın boynundaki) boru ve damadan (evdac) di­lediğin şeyle kes!" hadîsi için de "Onu bulamadım" demiştir.^

-  "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) koyunun can damarına kadar kesilme­sinden nehyettİ." Musannif dedi ki: "Yani bıçağı ta can da­marına kadar vardırmaktan (nehyetti)." Hahz ibn Hacer ise "Onu bulamadım" dedi.d

- "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Aişe kelerden sorduğunda onu yemek­ten nehyetti" hadîsi için de o "Onu bulamadım" dedi.e

- "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yengeç satışını yasakladı" hadîsi için de ibn Hacer "Onu bulamadım" dedi. Bu durumda olan daha baş­ka hadîsler de vardır.s

a Merginani, Hidaye c. 4, s. 64'de bu haberi İbn Mes'ud'un sözü ola­rak zikretmiştir.

"" İbn Hacer, Abdürrezzak'ın başka lafızlarla, buna yakın anlamda bir haberi Hz. Ömer ve İbn Abbas'tan mevkuf rivayet ettiğini belirt­miştir.

e" Her ne kadar Zeylaİ ve İbn Hacer tahriderinde işaret etmemişler­se de, gerek Bulıâri, Zebüih 24'de zikredilen İbn Cureyc'in Ata'dan naklettiği "Kesim, boyundaki evdac (denilen boru ve damarlar)ın ke­silmesidir" sözü, gerek İmam Malik'in Muvatta, Zebaih 6'da nakletti­ği İbn Abbas'ın "Boyundaki boru ve damarları (evdac) kesilen hay­vanı yiyin!" sözü ve gerekse Ebu Davud'un, Edahi iTde Resûlul-lah'ııi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yasakladığı şeytan kesimi hadîsi, İmam Mergînani'nin

Soruşunu desteklemektedir. " Ancak hem Zeylai, hem de İbn Hacer aynı anlamdaki Taberanİ'nin Mu 'ceminde rivayet ettiği İbn Abbas hadîsini kaydetmişlerdir. e" Bkz: Ebu Davud, Et'imi, 28. Hattabı, isnadını iyi görmemiştir. 8" Bkz. İbn Hacer, ed-Dimye fi Tahrici'l-Hidaye (Haşim el-Yemani'nin ta'likıyla) c. 2, s. 205-213 arası. Ayrıca karşılaştırınız: Zeylai, Nasbu'r-Raye li Ehadisıl-Hidaye, c. 4, s. 181-201 arası. (ÇCv.)

190

 

SÜ\NETİ ANLAMADA YÖNTEM

Her ne kadar, oranı, mezhepten mezhebe değişse de bu sadece -isimlendirdikleri gibi- Re'y ehlinin kitaplarına özgü olmayıp, aksine diğer mezheplerin kitaplarına da şamildir ve onlarda da zayıf olan ve aynı şekilde aslı olmayan haber­ler bulunmaktadır.

Rafii'nin, Gazzali'nin - ki ikisi de Şafii imamîardandır-Veciz adlı kitabına yaptığı şerhindeki hadîsleri tahrir eden Hafız ibn Hacer'in Telhisu'l-Habifine bakan kimse bunun doğruluğunu orada açıkça görür. O İbn Hacer de Şafii olma­sına rağmen, kitapta delil olarak gösterilen hadîslerin bir ço­ğuna zayıf demiştir. Çünkü hakk, uyulmaya daha layıktır.

Yine bu hususta Hafız Ebu Bekir Ahmed ibn el-Huseyn el-Beyhâki (Ö.458), İmamü'I-Harameyn'in babası, İmam Ebi Muhammed Abdullah b. Yusuf el-Cüveynî (ö. 438)'ye, onun el-Muhit adlı kitabında bulunan bazı hadîs hatalarını edepli bir şekilde tenkîd ederek ona yazmıştır. Mesela, kitaptaki ilk hadîs "Güneşte ısınmış su ile yıkanmaktan nehy"dir ki bu sahih olmayan bir hadîstir.3

Beyhâki'nin insafındandır ki; o, ashabından Şafii hadîs-çileri, kendisiyle ihticacın sahih olduğu haberlerle, sahih ol­mayanları birbirinden ayırma ve zayıf ya da meçhul kimse­lerden rivayet konusunda gevşek davranmalarını ayıplaya­rak, onları bundan nehyeder. O bunu er-Rasinetu'r-Rakine adlı risalesinde söylemektedir. 9

Bundan, daha garibi ise bizzat fıkıh usûlü kitaplarının bile zayıf, uydurma ve asılsız haberlerden hâli olmamasıdır.

a~ Bkz. Îbnu'l-Cevzi, a.g.e., c. 2, s. 78-80; Suyutî, el-Lealiu'l-Masnus, c. 2, s. 5-6)

9" Onu, el-Mektebetü'l-İslâmi Beyruft’da bastı. Mektebetü't-Terbiyye !i'd-Düveli'l-Ha!ic'de neşretti.

191

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Mesela:

-"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidayete ulaşırsınız."3

-  "Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir."b

-  "Ümmetimin ihtilali rahmettir."c vb. araştırmacılarca bilinen usûl kitaplarını okuyanların bulabileceği hadîsler­dendir.

2- TEBLİĞ VE REHBERLİK ALANINDA SÜNNET

a" Bkz: Zeyraiddin e!-lraki, Tahricu Ehadîsi Muhtasari'l-Minhac, nu; 55 ve bu eseri tahkik eden Suphi el-Bedri el-Samerrai'nin dipnotta gös­terdiği kaynaklar: Sehavi, el-Mekasidü'l-Hasene, s. 26-27, nu: 39; Adu-ni, Keşfu'l-Hâfâ, c. 1, s, 66, nu: 153

k" Ahmed ibn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 379, Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, c. 1, s, 177-8 Ricalin güvenilir görüldüğünü söylemiştir. Sehavi, a.g.e, s. 367, nu: 959; Aeluni a.g.t>, c.2, s. 245, nu: 2214

°" Zeynuddin el-Iraki, a.g.e, nu: 60 ve dipnotları. Sehavi, a.gs, s.26-27, nu: 39; Aduni, a.g.e, s. 66-68, nu: 153)

192

 

Sünnet; bir davetçinin okuyacağı hutbesinde, yapacağı va-azmda, vereceği dersinde Kur'an'dan sonra sarılacağı kuru­mayan bir kaynak, tükenmeyen bir hazinedir.

Onda, katılaşmış kalpleri yumuşatacak, kuru gayretleri yönlendirecek, gafilleri uyaracak aydınlatıcı yaklaşımlar, te'sirli deliller, engin hikmetler, özlü sözler, etkileyici vaaz­lar, ibret verici meseller, eğitici kıssalar, çeşitli emir ve nehy-ler, vaad ve vaid, terğib ve terhib vardır. Ve o, insanın iç un­surlarının hepsine, aklına ve kalbine- hitap ederken Kur'an çizgisinde seyreder. Ve yine o, uyanık bir zekâya, temiz bir kalbe ve kuvvetli bir vücuda sahip olgun bir Müslüman şah­siyetin oluşturulmasına çalışır.

Başarabilen bir davetçi için sünnet kitaplarında engin bir servet vardır. O, azığını bundan edinir, kabım (bilgi da-

193

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ğarcığını) ondan doldurur, davet ve önderlik için esas mah­sulünü Kur'anî bilgisiyle birlikte sünnetten devşirir.

Davetçinin itimad edip, doyasıya istifade etmesi gere­ken sünnet kitaplarının başında, ümmetin kabulünü görmüş iki Sahih kitabı vardır ki bunlar; Buhârî'nin Sahih'i ile Müs­lim'in Sahih'idir. Bu iki sahihin ancak sayılı bazı hadîsleri tenkîd edilmiş olup, onların çoğu hakkındaki tenkid; şeklî ve teknik durumlarla ilgilidir.* Sonra, Ebu Davud, Tirmizi, Ne-saî ve Ibn Mâce'nin Sünen kitapları başta olmak üzere. Ma­lik'in Muvatta'ı, Ahmed'in Müsned'i, Darimi'nin SUnen'i, Ibn Hüzeyme ve İbn Hıbban'ın Sahihleri, Hakim'in Müstedrek' i, Ebu Ya'lâ ve Bezzar'ın Müsnedleri ve Taberani'nin Mu'cem-leri vb. tenkîdçi hafızların hadîslerinin sahih-hasen olduğu­nu ifade ettikleri diğer sünnet kitaplarındandır. Bunun yanı sıra o, maalesef hatiplerle, dini mürşitlerden çoğunun ser­mayesi olan, zayıf, münker ve uydurma hadîslere itimat da etmemelidir.

Allah Teâlâ'nın fazhndandır ki, temel sünnet kitapların­dan bir kısmına hizmet yapılıp, tahkik edildi. Malik'in Mu­vatta'ı, Müslim'in Sahih'i ve İbn Mâce'nin Sünen'i, sünnetin hizmetçisi Muhammed Fuad Abdülbaki'nin (r.a.) bir hizme­ti olarak tahkik edilmiş, rakamlanmış ve fihristi çıkartılmış olarak basılırken, aynı şekilde Ebu Davud'un Sünen'i ile Tir-mizi'nin Sünen'i de tahkikli, rakamlı ve fihristli bir şekilde kardeşimiz üstad De'as'in hizmeti olarak yayınlandı.

Bundan daha büyük bir hizmet ise; hadîslerin tahricinin yapılması, hadîsin derecesinin beyanı ve onun sahihinin za-

* Bu konuda "Müslüman Alimlerin Buharı ve Müslim'e Yönelik Eleştiri­leri" isimli değerli bir makale için Bkz: M. S. Hatiboğlu, İstâmîAraştır­malar Dergisi, Hadîs-Sünnet Özel Sayısı, 1997)

194

 

SÜNNET) ANLAMADA YÖNTEM

yıfından ayrılmasıydı. Nitekim, hadîsçi Şeyh Nasıruddin El-bânî'nin10, Sahihu İbn Mâce (İbn Mâce'nin Sünenindeki Sahih Hadîsler), Sahihu't-Tirmizi ve Sahihu'n-Nesaf adlı çalışmaları yayınlandı. Sahihu Ebu Davud ise yine onun bir çalışması ola­rak yakında çıkacaktır. Yine Şeyh Şuayb el-Arnavut'un11 tahkik ve tahriciyle Sahihu İbn Hıbban'ın ciltleri de tamam­lanmak üzeredir. Bilindiği gibi bundan önce de Dr. Muham­med Mustafa el-Azami'nin tahkiki ve Elbâni’nin tahriciyle İbn Huzeyme'nin Sahih'i yayınlanmıştı.

Yine bundan önce AUâme Ahmet Muhammed Şakir'in tahkik ve tahriciyle Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden on beş cilt çıktı ki bu, kitabın üçte birine yakındır. Bundan daha önce ise Şeyh Ahmed Abdurrahman el-Benna, Müsned'i mevzularına göre tertip edip, onu şerhetmiş ve eser yirmi üç cilt olarak çıkmıştır. Keza Şeyh Şakir, Hafız İbn Kesir'in tef­sirinden bir öz, hülâsa çıkarmaya çalışmış, onu Umdetu't-Tef-sir diye isimlendirmiş ve ondan on beş cilt yayınlamış, ancak onu da tamamlayamamıştır.

Aynı şekilde yine o ve onun edebiyatçı ve muhakkik kardeşi Mahmud Muhammed Şakir, İmam Taberi'nin (Ö. 310) tefsirinden tahkik ve eserlerin tahriciyle on küsur cilt yayınlamışlar, sonra büyük kardeş Şeyh Ahmet vefat etmiş, ondan sonra üstad Mahmud iki cilt daha çıkarmış, daha son­ra ise, bu büyük ilmî çalışma durmuştur.

'"" Beyrut'taki er-Risale Müessesesi neşretti.

"' Çünkü bu, Ali ibn Yezid el-İlhani'nin rivâyetindedir. Buhârî onun hakkında "Münkeru'l-Hadîs" der. Nesaî onun sika olmadığını söy­ler. Darekutni ise metruktür der. O da Kasım Ebi Abdurrahman'dan rivayet etmiştir- Ahmed ibn Hanbel onun hakkında "Ali ibn Yezdi ondan acaib şeyler rivayet etmiştir" demiştir. Ibn Hıbban ise şöyle der: "Sahabeden mu'dal haberler rivayet eder, sika kimselerden mak-lub rivayet getirirdi."

195

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine, Abdürrezzak es-San'ani'nin (Ö. 211) Kitabu'i- Musannefi Hindli hadîsçi Şeyh Habiburrahman el-Azami'nin tahkiki ile on bir cilt halinde çıkmıştır.

Aynı şekilde bazı mühim 'derleme' kitapları da tahkik edilmiştir. Mesela, Elbânî'nin tahkik edip kısaca hadîslerini tahric ettiği el-Hatip et-Tebrizi'nin {ö. 737 H.) Mişkatü'l-Me-sabihi ve Elbânî'nin sahihini zayıfından ayırarak, Suyutî'nin el-Camiu's-Sağir'i üzerine yaptığı Sahihu'I-Camii's-Sağir ve Zi-yadetuh kitabı gibi.

Yine Abdülkadir el-Arnavut'un tahkik ve tahric ettiği, İbnu'l-Esir'in (ö. 606) Camiu'l-UsûI'ü yayınlanmıştır. Daha önce ise -tahkik edilmiş olmasa da- Nureddin el-Heysemi'nin (ö. 807) Mecmau'z-Zevaid adlı kitabı çıkmıştır. Onun özelliği ise hadîslerin sahih veya zayıf olduğuna hükmetme-sidir. Kitap, Ahmed, Bezzar ve Ebi Ya'lâ'nın Müsnedlen ile Taberani'nin üç Mu'ceminin hadîslerinden Kütüb-i Sitte'ye ziyade olanlarını vermektedir.

Hakim'in (ö. 405) MüstedreVi ve Zehebi'nin onun üzeri­ne yaptığı (ö. 738) Teihis'i ise defalarca basıldığı halde, henüz tahric ve tahkik edilmemiş önemli kitaplardandır.

Yine îbn Kayyim'in (ö. 751) Zâdü'LMeâd'i gibi önemli kitaplar tahkik edilmiş, tahrici yapılmıştır. Onu Şuayb Arna­vut tahkik etmiş ve Risale (Müessesesi) beş cilt halinde, ayrı-ca bir cilt de fihrist hazırlayıp neşretmiştir.

Yine oldukça faydalı ve bereketli bir kitap olan Neve-vî'nin (ö. 576) Riyazu s-Salih'm adlı kitabını Elbânî ve Şuayb Arnavut tahric ve tahkik etmişlerdir.

Öte yandan faydalanılması ve başvurulması gereken eski tahricler de vardır. Hafız Zeynuddin el-Iraki'nin (ö. 806), Gazzali'nin (Ö. 505) îhytf sıma hadîslerini tahric ettiği ve

196

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

el-Muğni an Hamli'1-Esfar fi Tahric-i ma fi'İ-lhyai mine'l-Ahbar diye isimlendirdiği kitabı gibi ki, İhya'nın dipnotlarında ba­sılmıştır. İhya'yı okuyan kimse, Gazzali'nin istişhad ettiği hadîslerin derecesini öğrenmek için ona müracaattan müs­tağni olamaz. Çünkü İhya'da nice zayıf hadîsler, nice asılsız ve uydurma olduğuna hükmedilmiş haberler vardır! Keza, Hafız İbn Hacer el-Askalani'nin Keşşaf Tefsiri'nin hadîslerine tahrîri gibi, ki bu da tefsîrciler arasında dolaşan ve birbirin­den naklettikleri hadîslerin birçoğuna bakma açısından fay­dalıdır.

Diğer yandan bilinen bazı kitapların şerhleri vardır. Bunların en büyüğü İbn Hacer'in Fethu'l-Bari fi Şerhi'I-Buhâ-n~sidir ki Şevkânı onun hakkında: "Fetihden sonra hicret yoktur" demiştir.a Gerçi bunun yanı sıra gerek ondan önce, gerek onunla muasır ve gerekse ondan sonra yazılmış ve her birisinden istifade edilmesi gereken diğer şerhler de vardır: Kirmani'nin (ö- 676) el-Kevakibud-Derari, el-Ayni'nin (ö. 852) Umdetu'İ-Kari ve el-Kastalani'nin (ö. 923) İrşadü's-Sari serleri gibi...

Yine Nevevî Şerhi, (Kadı) İyaz, Übbî ve Senusî'nin şerh­leri gibi Müslim şerhleri de vardır.

Ebu'l Velid el-Bâcî'nin (ö. 474) ei-Münketa'sı ve es-Suyu-tî'nin Tenairu'l-Havatik şerhi gibi Muvatta şerhleri de vardır.

Yine Ebu Davud şerhleri vardır ki en değerlileri, İmam Hattabfnin (ö. 388) Meâlimü's-Sünem ve İbn Kayyim'in Tez-hibu Süneni-i Ebi Davud diye isimlendirilen talikidir.

a" Burada Şevkâni: Hz. Peygamber'in "Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur" hadîsine telmih yaparak, bu şerhin başka bir şerhe, bak­maya gerek kalmayacak kadar yeterli olduğunu söylemek istemiştir.

197

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hind âlimlerine ait yeni şerhlerden ise ed-Diyanevs (el-Azimabadi'nin) Avnu'l-Ma'bud'u, es-Seharenfuri'nin (ö. 1346) Bezlu'l-Mechıtd fi Halli Ebi Davud'u (Şeyhu'I-Hadîs el-Kandehlevi'nin ta'lıkı ve es-Seyyid Ebi'l-Hasen en-Ned-vi'nin takdimi ile), el-Cem'iyyetü'ş-Şer'iyye'nin kurucusu Şeyh Mahmud Hattab es-Subkfnin el-Menhelu'l Azbu'l-Mev-rad'ı vardır ki bu doyurucu bir şerh olup, on cilt çıkmış ve müellif onu tamamlayamamıştır.

Tirmizi şerhlerinden ise, eskilerden en büyüğü ünam Ebu Bekr İbrahimü'l-Arabi'nin (ö. 543) Aridatü'l-Ahvezi'si, yenilerden ise el-Mübarekfuri'nin Tuhfetü'l-Ahvezi'si mev­cuttur.

Nesaî ise, Ebu Davud ve Tirmizi gibi şerh edilmemiştir. Ancak onun üzerine Suyutî'nin ve bir de Sindî'nin (ö. 1139) haşiyeleri mevcut olup, ikisi de onunla beraber basılmışlar­dır.

Mişkatü'l-Mesabih'in de şerhleri vardır. En meşhuru ise Aliyyü'l-Kari'nin (ö. 1014) Mirkatü'l- Mefatih adlı şerhidir ve beş cilt halinde basılmışlardır.

Aynı şekilde Hind âlimlerinden Ubeydullah el-Mübarekirî'ye ait Mir'atü'l-Mefatih adlı, doyurucu yeni bir şerh daha vardır.

Riyazü's-Salihin'in de tanınmış bir şerhi vardır. O da Ibn Allân'a (Ö. 1057^ ait Delilü'l-Fâlihin olup sekiz cilt halinde ba­sılmıştır.

Onun yeni şerhlerinden ise merhum Dr. Suphi es-Sa-lih'in Menhelü'UVâridin'i ile Dr. Mustafa el-Hmn ve arkadaş­larına ait olan Nüzhetü'l-Müttekitt'i zikredebiliriz.

Yine Nevevî'nin el-Ezkâr adlı kitabına Ibn Allân'a ait el-Fütuhatü'r-Rabbaniyye adlı yedi ciltlik bir şerh vardır.

198

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Aynı şekilde onun küçük ama meşhur el-Erbain en-Nevevîyye'sine de birçok şerhler yazılmıştır. Fakat onların en iyi­si, en genişi ve en faydalısı İbn Receb el-Hanbeli'ye ait (ö. 795) Camiu'l-Ulûm ve'l-Hikeın adlı şerhtir. Müellif kırk hadîsi elliye tamamlamıştır. Henüz tamamlamamışsa da, onu Dr. Muhammed el-Ahmedî Ebu'n-Nûr tahkik etmektedir.

Yine faydalı kitaplardan, hadîslerin ardında yatan dinî-içtimaî sır ve hikmetleri açıklayan ed-Dehlevî'nin (ö. 1176) Hüccetü'l-Baliğa adlı kitabını zikredebiliriz.

Basiretli bir davetçi, hadîs kaynaklarında en fazla ihti­yaç duyduğu kitapları ve babları bilir.

Her ne kadar ufku geniş olan, güçlü bir davetçi, hadîs bablarının hepsinden istifade ederse de, şüphesiz, iman, tev-hid, ibadetler, ilim, edep, zühd, rikak, zikr, Kur'an, dua, iyi­lik ve (eş-dost) ilişkileri, ahiret, cennet-cehennem halleri, si­yer ve meğâzi, kıssalar ve tarih vb. kitap ve bablar davetçi-nin dikkatini direkt hükümlerle ilgili hadîslerden daha çok çeker.

A- Delil Gösterilecek Hadîsin Sıhhatinin Araştırılması

Burada, davetçiler için önemli olan husus, herhangi bir mâ­nâ, herhangi bir değer veya herhangi bir durum üzerine bir hadîs ile delil getirirken güvenilir kaynaklara dayanmaları, kültürlerini zayıf, münker, uydurma ve aslı olmayan hadîs­lerden kurtarmalarıdır. Gerçekte bu, bütün ilim ehlinin gö­revidir. Bunlar öylesi haberlerdir ki, dinî kültürde yazılan ki­tapların çoğunun içi bunlarla şişirilmekte, makbul ve mer-dûd sınıflar arasında fark gözetilmeksizin sahih ve hasen ha­dîslerle karıştırılmaktadır. Hadîsin insanlar arasında şöhret kazanması, kitaplarda veya dillerde yaygın olması bazı in-

199

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sanları aldatmaktadır. Bu da, o insanların böylesi haberlere güvenmelerine ve geçiş izni verip-kabul etmelerine yetmek­tedir.

Araştırmacı larca bilindiği gibi, hadîs bazen dillerde meşhur olabilir. Oldukça zayıf, hatta belki de aslı olmayan veya uydurma bir hadîs olduğu halde insanlar onu birbirle­rinden nakleder dururlar.

İşte birçok âlimin, insanların dilinde meşhur olan hadîs­lerin sıhhat derecesini beyan için özel kitaplar yazmalarının sebebi budur. Mesela bunlardan; Zerkeşî'nin (ö. 794) et-Tez-kira bi'l-Ehadîsi'i-Müşlehim adlı kitabını, İbnu'd-Deyba'nm Temyizü't-Tüyyîb mitte't-Hobis fima Yedûrü ala Elsineti'n-Nâsi tnine'l-Hadîs adlı kitabını, Hafız İbn Hacer'in (ö. 852) ei-Le-âliu'l-Mansûra fi'l-Ehadîsi't-Meşhûra adlı kitabını, Suyutî'nin (Ö. 911) ed-Deruru'İ-Miinteşira fi'l-Ehadîsi'l-Müştehira adlı ki­tabını, Sehâvî'nin (ö. 902) e!-Mekâsidu'l-Hasene fîmâ'ştehera mine'l-Hadîsiaie'S-EIsine adlı kitabını ve Zurkanî'nin (1122) ona yapmış olduğu Muhtasar'ını zikredebiliriz.

Onların en kapsamlısı ise Aclûnî'nin (Ö.1162) Keşfu'i-Hafâ ve Müzilü't-îlbâs amma'ştehera mine'I-Hadîsi alâ Elsine-ti'n-hlâs kitabıdır.

Aynı şekilde İbnu'l-Cevzîa, Suyutîb, Kâric veya et-Mev-zûatu'l-Kübrâ. (Ayrıca "et-Mevzûatu'l-Suğra" adlı eseri Ab-dülfettah Ebu Gudde'nin tahkik ve ta'hklarıyla 1959 ve 1978 -Beyrut'da iki kez basılmıştır.), Şevkânid, Leknevî^,

a" İbnu'l-Cevzî, d-Mevzûât

Suyutî, d-Leâliu İ-Masmıa fi'l-Elıâdısı't-Meozûa c~ Aliyyu'1-Kâri, et-Esrâru'l-Merfûa ffi'l-Ahbâri'l-Meuzûa *"" Şevkini, el-Fevâidi'l-Mecmûa fi'l-Ehadisi't-Mevzûa e" Leknevi, el-Asâm'l-Merfûa fı'l-Ehodbi'l-Meozûa

200

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İbn Arrâk1, Elbânîs; ve başkalarının11 sırf uydurma hadîsleri beyan etmek için yazdıkları müstakil kitaplar da bu sahada önemlidir.

Tasavvuf, vaaz ve rekâik kitaplarında da' bu tür hadîs­ler çoktur ve okuyucuları onlardan sakınmalıdır.

Tefsir kitapları da böyledir. Özellikle de surelerin fazi­letleri, peygamberler ve salih kimselerin kıssaları ve nüzul sebebiyle ilgili haberlerden ancak bir kısmı sahihtir.'

Yakınlarda yapılan bir konferansta araştırmacılardan birisi, Sa'lebe İbn Hatibi kıssasını delil olarak zikretti. Tefsir-ciler bu kıssayı Tevbe süresindeki şu ayetin nüzul sebebi ola-

** İbn Arak, Teıızihu'f-Şeriali'i-Merfûa atıi'l-Ahbâri'ş-Şaûiıli't-Mevzihı &~ Elbânî, S'hüetu'l-Ehadîsi'i Mevzua

h"Aynca, mesela: Sağanî'nin d-Mcvzûat'mt, İbn Kayyım el-Cevziy-ye'nin d-Menânu'l-Mümp's-Sahihi vez-Zaifirn zikredebiliriz ki onu hem Ebu Gudde, hem de Muhammed es-Sebbağ tahkik etmiştir. '" Bu hususta da İbn Teymiyye'nin Etıadîsıt'l-Kııssâs'ı ile Suyutî'nin Tazluru't-Hgvâs min Ekazı'l-Kussâs'ını zikredebiliriz. '" Bu konuyla ilgili geniş değerlendirme için Abdülfetah Ebu Gud­de'nin, Leknevfnin et-Ecvibeiii'l-Fâdık ii'l-Es'üeti'i-AşereH'l-Mmik ad­lı eserine yapmış olduğu kıymetli (alıklarına bakınız. S. ] 32-138. Ebu Gudde, orada Zemahşerî, Beyzavî, Ebu's-Suud, Kurtubî ve İsmail Hakkı'nın tefsirlerini bu yönüyle ciddi bir şekilde eleştirmiştir. y Sa'iebe kendisine mal verilmesi için Peygamberimiz'd en ısrarla Al­lah'a dua etmesini isteyen, zengin olduğunda hak sahiplerine hakkı­nı ödeyeceğini vadeden, ancak duanın ve isteğinin gerçekleşip, malı çoğalınca sırayla cemaati, vakit namazlannı, cumayı, zekatı terk eden meşhur kıssanın kahramanıdır. Onun önce Hz. Peygamber'in zekat memurlarının istediğini, cizyeye benzeterek vermediği, sonra onun durumunu bildiren bu ayetlerin inmesiyle pişman olarak zekatını takdim etmesine rağmen Hz. Peygamber'in ve O'na uyarak dönemle­rinde Ebu Bekr, Ömer ve Osman'ın (r.a.) onun zekatını almadıkları ve Hz. Osman'ın döneminde helak olduğu uzunca anlatılır. (Bkz: (İb-nu'l- Esir; Üsdü'l-Gâbe 1., s. 283, nu: 590, Kahire, Şa'b baskısı, Kurhıbi Tefsiri VIII. 209 lîeyrut, Daru'ş-Şam]

201

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

rak zikrederler: "Onlardan kimi de 'Eğer Allah, lütuf ve ke­reminden bize verirse elbette sadaka vereceğiz ve faydalı in­sanlardan olacağız' diye Allah'a and içtiler. Fakat Allah on­lara fazl u kereminden verince onda cimrilik edip (sözlerin­den) döndüler. Zaten onlar (dönek) insanlardır. Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerin­den dolayı, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar Allah, on­ların kalplerine iki yüzlülük sokmuştur." (Tevbe: 75-77)

Oysa Hafız Ibn Hacer'in Keşşaf tahririnde dediği gibi kıssanın senedi cidden zayıftır.12

B- Vaizlerden Çoğunun Afeti

Birçok İslâm beldesinde bulunan mescidlerdeki hatip ve va­izlerin çoğunun afeti, onların geceleyin odun (ile birlikte yı­lanları da) toplayanlar gibi olmalarıdır. Onların düşüncesi, sahih veya hasen bir senedi olmasa da, halkı harekete sevk edecek hadîsleri almaktır. Öyle ki, neredeyse bulunduğum her Cuma hutbesinde veya her vaaz dersinde zayıf hadîsler­den, hatta çok zayıflarından, bazen de uydurmalardan bir demet işitmişimdir.

Sanırım "Nebevi Sîret" münasebeti ile bulunduğum bir beldede Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyeti, suretinin temizliği, şeklinin güzelliği, ahlâkının büyüklüğü etrafında dönen bir hutbeye şahit oldum. Bu konu ise, apaçık Kur'an ve sahih sünnetten sabit olmuş gerçeklerle dolu, zengin bir konu­dur.

Fakat hatib, bilgi dağarcığından zayıf, münker veya uy­durma yahut âlimlerin 'ne ipi var, ne de sapı' dedikleri aslı bilinmeyen birçok hadîsler boşaltırken, sahih veya hasen ha-

12- El-Feteva el-Hadîsiyye, s. 32-44, Daru'l-Marife baskısı, Lübnan.

202

 

dislerden sadece iki veya üç tane zikretti. Şimdi bu hadîsler­den bazılarını zikrediyorum:

"Allah'ın ilk yarattığı şey, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ruhudur."3

"Allah Hz. Peygamber için anne-babasına hayat verdi ve O'nun eliyle Müslüman oldular."b

"Kim Muhammed ismiyle şereflenirse ona şefaat vacib olur."11

"Ve Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğumunda meydana gelen olağa­nüstü olayları anlatan hadîsler.. "d

Ondan duyduğum garip şeylerden biri de O'nun üm­metinin fazileti hakkındaki şu hadîstir: "Ümmetin âlimleri, İsrail oğullarının Nebileri gibidir."e

Hadîs meşhur uydurmalardan olup, âlimler, ıstılah ki­taplarında onun yalan olduğunu ifade etmişlerdir.

Mezkur hatip, zikrettiği bir hikayeyi de hadîsin sahih olduğuna delil getirdi. Hikayenin içeriği ise İmam Ebu Ha-mid Gazzali rüyada veya ruhlar âleminde efendimiz Musa (a.s.) ile karşılaştı. Allah'ın kelimesi Hz. Musa ona "İsmin ne?" diye sordu. O: "Muhammed b. Muhammed b. Muham­med el-Gazzali et-Tûsî..."dedi. Hz. Musa dedi ki: "Sana is­mini sordum, nesebini sormadım." O ise "Sen de, Allah sa­na 'sağ elindeki nedir?' diye sorduğunda, O'na 'Asadır' de­yip susmadın! Ve 'O benim asamdır. Onun üzerine dayanı-

a" Bkz: Acİûnî, Keffu'l-Hâfâ, c. 1, s. 311-2, nu: 827

b" Bkz. İbnu'l-Cevzi, ei-Mevzûat, c. 1, s. 283-4

c" Bkz. İbnu'l-Cevzi, e]-Mevzûal, c. 1, s.154-8; Suyutî, et-LeStiu'l-Masûa,

c. 2, s. 102-106)

d- Bkz. İbn Sa'd, et-Tabakâtü'i-Mbra, c. 1, s. 150-168; Taberi, Tarih, c. 2,

s. 166-7)

e" Sehavî, el-Mekasidü'I-Hasene, s. 286, nu: 702; Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, e.

1, s. 83, mı: 1744

203

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

rım. Onunla davarlarıma dal koparırım ve benim için onda daha başka ihtiyaçlar da vardır.' (Tâhâ, 17-18) diye cevap verdin?!.."

Hatib; "Böylece Gazzali, Hz. Musa'ya (a.s.) diliyle üs­tün geldi." dedi. Hatip bununla yalan hadîsin doğruluğunu ispat etmiş oldu. Böylece o, sahih ve hasen hadîslerden olu­şan sermayenin yokluğuyla, garip hikayelerden, rüyalardan ve isrâiliyyâttan oluşan kesat malı revaca çıkarttı. İktisatçıla­rın dediği gibi 'âdi para, iyi parayı defeder.'

Aslında bu, eski bir âfettir. Hatta, hadîs rivayetinde ba­zı müteşeddid (sıkı kurallarla hareket eden) güvenilir ilim ehli kimseler bile vaaz konularını te'lif ederlerken, oldukça gevşek davranmışlardır. Nitekim, e!-Mevzûâl ile el-İlelu'l-Mütenâhiye vb. kitaplarındaki sıkılığa rağmen, Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî'nin (ö. 597) Zemmu'l-Hevâ gibi vaaz kitapların­da bile aynı şeyi görmekteyiz.

Bunun gibi, Hafız, Tenkitçi Şemsüddin ez-Zehebî dahi vaaz mahiyetindeki el-Kebâir adlı kitabında çok müsamaha­kâr davranmıştır.

Aynı şekilde Hafız el-Münzirî de et-Tergîb ve't-Terhîb adlı kapsamlı kitabında -kendisini (r.a.) müstağni kılacak sağlam haberler varken, zayıf, münker ve hatta uydurma ha­dîslerden büyük oranda zikretmiştir. Lakin, özellikle asrımız okuyucusu gafil olsa da el-Münzirî, Mukaddime'sinde zikret­miş olduğu bazı işaretler ve ıstılahlarla bu hususa tenbih et­miş ve böylece sorumluluktan kurtulmuştur.

İşte beni, Katar'da Sünnet ve.Sîret Araştırmaları Merkezİ'nde iki cilt halinde çıkan, onun sahih ve hasen hadîslerini tahric ettiğim Müntekâ adlı çalışmaya sevk eden âmil budur.

204

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

C- İbn Hacer el-Heysemî'nin Fetvası

Meşhur Şafiî fâkih, Allâme İbn Hacer el-Heysemî, zamanın yöneticilerinden naklettiği hadîslerin râvisini açıklamayan, sahih haberleri batıl haberlerle karıştıran her hatibi, hitabet­ten men etmelerini, ısrarla istemesiyle gerçekten isabetli bir iş yapmıştır.

Nitekim, el-Fetevâ el-Hadisiyye'sinde şöyle demekte: Kendisine "Her Cuma minbere çıkan ve ne hadîsi aldığı ki­tabı, ne de râvilerini açıklamadan konuşmasında birçok ha­dîs zikreden hatibin hakkında gereken nedir?" diye sorulun­ca, şöyle cevap verdi:

"Hadîste ehil olmak şartıyla, hutbelerinde hadîslerin râvilerini veya onları zikredenleri belirtmeksizin hadîs oku­ması veya müellifi hadîste otorite olan bir kitaptan naklet­mesi caizdir. Ancak, müellifi hadîs ehlinden olmayan bir ki­taptan, hadîste ehil olmayan bir hatibin, konuşmasında, sa­dece kitaptan okumasına dayanarak hadîs zikretmesi caiz değildir. Bu şekilde davrananlar şiddetli bir ta'zir cezasına çarptırılır. İşte birçok hatibin durumu böyledir. Çünkü on­lar, rastladıkları kitaptaki hadîsleri, onların aslı olup-olma-dığına bakmaksızın ezberleyip onlarla hutbe okuyorlar. Dolayısıyla her belde yöneticilerine hatiplerini bu şekilde davranmaktan sakındırması düşer. Eğer durumunu düzelt-memekte ısrar ederse, o yöneticilerin yapması gereken şey, hatibi bu şekilde hitabetten alıkoyması, görevden uzaklaş-tırmasıdır." Devamla: "Bu durumda hatibe düşen ise, eğer hadîsin sahih bir isnadı varsa, -kendisine itiraz olmaması için- rivayetinde hadîsin isnadını açıklamasıdır. Aksi taktir­de itiraz edilebilir. Hatta, yöneticinin, hatibin haksız yere böylesi yüce bir mertebeye karşı cüretkâr davranmasına

205

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

son vererek, onu hatiblik görevinden alması bile caiz olur."13

Keşke bu hüküm, günümüzdeki hatiblere de uygulan­sa. Bu durumda, hadîsleri bilmediklerinden ve kabul gören hadîs ile reddedilmesi gereken hadîsleri birbirine karıştır­dıklarından dolayı, çoğu hatip görevden alınırdı.

Tergîb ve Terkibe Dair Zayıf Hadîs Rivayeti Bence bu tür zayıf, münker ve uydurma hadîslere bü­tün hatip ve va'z-u nasihat edenlerin ilgi duymalarının ne­deni; helal, haram, mekruh, vacip ve mubahtan oluşan beş hükümden herhangi bir seri hükümle alâkalı olmayan, amellerin faziletleri, rekâik, zühd, tergîb, terhîb ve kıssalar gibi konularda âlimlerin çoğunluğunun zayıf hadîs rivayeti­ni mutlak olarak caiz görmeleridir.

Bu hususta İmam Münzirî et-Tergîb ve't-Terhib adlı kita­bının mukaddimesinde şöyle demektedir: "Alimler tergîb ve terhib çeşitlerinde müsamahalı olmaya müsaade etmişlerdir. Hatta onlardan çoğu, sıhhat derecesini bildirmeden uydur­ma haberleri dahi zikretmişlerdir!"

Hâkim de Müstedrek1İnde Dua kitabının başında benze­ri şeyler söylemiştir: "Allah'ın izniyle, Dualar kitabında Şey-heyn'den (Buhârî ve Müslim'den) sakıt olan haberleri kabul ederken, Ebu Said Abdurrahman İbn Mehdfnin (H. 138-198) mezhebine göre aktaracağım." Sonra ona varan senediyle Abdurrahman İbn Mehdfnin şu sözünü nakletti.

"Bize Nebfden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) helal, haram ve hükümler hak­kında bir haber rivayet edildiğinde senedlerde titiz davran­dık, adamları tenkide tâbi tuttuk. Ama, amellerinin faziletle-

13-" Hakim, el-Müstedrek, I., 490.

206

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ri, sevap, ikâb, mubahlar ve dualar gibi konularda rivayet edildiğinde ise isnâdlarla gevşek davrandık." u

el-Hatip de el-Kifâye'sinde senediyle Ahmed'in şöyle dediğini rivayet eder:

"Bize Resûlullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) helal, haram, sünnetler ve hükümlerle ilgili bir hadîs rivayet edildiğinde senedlerde ti­tiz davrandık. Ama amellerin faziletleri, herhangi bir hü­küm getirmeyen-kaldırmayan konularda Nebî'den bir şey rivayet olunduğunda ise isnâdlarda gevşeklik gösterdik."

Yine ona göre: "(İnsanları iyiliğe, inceliğe, yumuşaklık ve nezakete çağıran) rikâk hadîslerinde, içerisinde hüküm bile olsa gevşeklik gösterebilir."

Ebû Zekeriyya el-Anberî ise şöyle der: "Gelen haber, helali haram, haramı helal kılmıyorsa, bir hükmü vacip kıl­mıyorsa, terğîb, terhib, titizlik veya ruhsat gibi konularda ise ona göz yummak ve rivayetinde müsamaha göstermek gere­kir." «

Lakin isnâdlardaki bu göz yumma ve müsamahanın sı­nırı nereye kadardır?

Bazı insanlar bu gibi yaklaşımlardan hareketle, zayıf hadîsin râvisi hataları cihetinden tek kalsa, veya (rivayet et­tiği) münker (Hadîs)leri çok olsa da, yahut yalanla itham edilse bile terğîb ve terhibe dair hadîsin kabul edileceğini an­ladılar.

■ Dahası, bazı cahil sofiler, hayra rağbet ettirdiği, şerden sakındırdığı müddetçe uydurma, düzme, yapmacık haber­lerin rivayetinin bile caiz olduğu anlayışını benimsediler.

**" Hatib, el-Kifaye, s. 134, el-Mektebetü'1-İlmiyye MedLnetu'l-Münev-

vere'de neşretti.

15~ İbn RSceb, Şerhu Heli't-Tirmâi 1,72-74, Tahkik: Nureddin el-Itr.

207

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hatta bazıları bu gaye ile Kur'an sûrelerinin faziletlerine da­ir veya bazı hayırlı işler hakkında bizzat hadîs uydurma yoluna gittiler. Kendilerine "Her kim benim üzerime kasten yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın." şeklinde­ki mütevâtir bir hadîs hatırlatıldığında onlar, bütün küstah-lıklarıyla "Biz O'nun aleyhine değil, lehine yalan söyledik" demişlerdir! Ki onların özürleri kabahatlerinden daha bü­yük! Çünkü onların bu sözleri, O'nun dininin eksik olduğu­nu ve onların bu eksikliği giderdikleri anlamına gelir. Hal­buki Allah Teâlâ: "Bugün sizin için dininizi kemale erdir-dim." (Maide:3) buyurmuştur.

Kaldı ki muhakkik âlimler isnâdlarındaki bu gevşekli­ğin nedenini şöyle açıklamışlardır:

"Yalnızca itham olunanlardan veya gaflet ve hatasının çokluğundan dolayı zayıf kabul edilen râvilerden gelen bir hadîs, başkalarınca bilinmiyorsa, onunla ihticâc edilmez." şeklindeki (Tirmizi'nin) sözünü, İbrt Recep el-Hanbeli Şerhu İlleti't-Tirmizi'âe açıklarken diyor ki:

"Tirmizi'nin zikrettiğine gelince... Her ne kadar onlar­dan bazılarının hadîsi rekaik, terğîb ve terhibde rivayet edi­lebilirse de, onun bundan muradı, şer'i hükümlerde ve amel ile ilgili durumlarda hüccet getirilemeyeceğidir. Çünkü imamlardan çoğu zayıf râvilerden rikâk vb. hadîslerin riva­yetine ruhsat vermiştir. İbn Mehdî ve Ahmed b. Hanbel on­lardandır."

Ravvâd İbn el-Cerrâh dedi ki: "Süfyan es-Sevrî'yi şöyle derken işittim: 'Helal ve haram konusunda, bu ilmi ancak eksiği fazlayı bilen, ilimle şöhret kazanmış ileri gelen meş­hurlardan alınız. Bunun dışındaki konularda ise diğer âlim­lerden almanızda sakınca yoktur.'"

208

 

SÜNNETİ ANLAM AB A YÖNTEM

ibn Ebî Hatim der ki: "Babamın bize rivayet ettiğine gö­re Abede ibn Süleyman el-Merzevî şöyle dedi: 'Adamm bi­rinden bir hadîs rivayet ettiğinde İbnu'l-Mübarek'e: 'Bu za­yıf bir adamdır!' denildi. O dedi ki: 'Yalnız bu kadar veya buna benzer şeyler ondan rivayet edilebilir.' Abede'ye 'Han­gi şeyler gibi olursa?' dedim: 'Edeb, vaaz ve zühd konuların­da' dedi."

ibn Maîn, meşhur bir abid olmasına rağmen, rivayette zayıf olan Musa İbn er-Rebezî hakkında: "Rekâik türünden hadîsleri yazılabilir" dedi.

İbn Uyeyne ise: "Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine dair ol­duğu müddetçe Bakiyye'den yani Bakiye İbn Velid'den ha­dîs dinlemeyin. Ama sevap vb. diğer konularda olursa din­leyebilirsiniz." demektedir.

Ahmed b. Hanbel, meşhur Sîret sahibi Muhammed İbn Ishak hakkında: "Ondan ancak gazveler (meğâzî) ve benze­ri şeyler yazılır." dedi.

Yine İbn Main, Ziyad el-Bekkâî hakkında: "Gazveler hakkında ondan rivayette bir beis yoktur, ama diğer konu­larda hayır! (alınamaz)" dedi.

İbn Receb dedi ki: "Terğîb, terhib, zühd ve edeb gibi ko­nularında yalan ile itham edilemeyen gaflet ehlinin hadîsle­ri rivayet edilir. Amma yalanla itham edilenlerin ise hadîsle­ri reddedilir. İbn Ebi Hatim ve başkaları da bu görüşten­dir."^

Bu ve benzeri sözlerden anlıyoruz ki hadîs imamların­dan hiçbiri, bilinmeyen, itham edilen veya çok hatalı olsalar bile, terğîb ve terhib hadîslerinin her gelip-geçenden rivayet edilebileceğini söylememiştir.

16~ Suyutİ, Tedıibur-ftâvMa Ttıkribi'n-Nevevt, c. I, s. 298-9. Tahkik: Ab-dulvahhab Abdullatif Kahire'deki Daru'l-Kütübi'I-Hadîse neşretti.

209

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Onlar ancak, hıfzında biraz gevşeklik veya zayıflık olan bazı râvilerin rivayetini caiz görmüşlerdir. Hatta İmam es-Servî'nin dediği gibi onlar şayet 'hadîslerdeki eksik ve fazla­lığı bilen, ilimleriyle meşhur olmuş ileri gelenlerden' olma­salar bile (hadîsîeri alınabilir).

Çünkü onlarm doğruluk ve adaletlerinde hiçbir şüphe yoktur. Şüphe ancak onların hıfz, uyanıklık ve itkân (iti­na)larındadır.

Bunun için Hafız Ibn Hacer, rekâik ve tergîb konuların­da zayıf haberin kabulü için üç şart ileri sürmüştür ki Hafız Suyutî Tedribu'r-Râvi'de bunu ondan nakletmektedir.

Birincisi: İttifakla kabul edilen bir şarttır ki o da rivaye­tin çok fazla zayıf olmamasıdır. Bununla yalancılar, yalanla itham edilenler ve hatası çok olanlardan rivayetinde infirâd edenler (tek kalanlar) tarifin dışına çıkar.

ikincisi: Rivayetin genel bir aslın altına girmiş olması. Bununla da kesinlikle bir aslı olmamaları yüzünden düzülen haberler tariften dışarı çıkar.

Üçüncüsü: Amel esnasında, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) söylemedi­ği bir şeyi O'na nisbet etmiş olmamak için, bunun ondan sa­bit olduğuna inanmayıp, ihtiyatla almak.

Dedi ki: Son iki şart İbn Abdüsselam'dan ve arkadaşı Ibn Dakîk el-Iyd'dendir. Birincisi hakkında ise Alâî, alimle-rin ittifakını nakletmektedir.I7

D- Tembih Edilmesi Gereken Gerçekler

Burada, bu konuyu aydınlatacak bazı gerçekler üzerinde durmak istiyorum. Çünkü bu konuyu birçokları iyi anlaya­mamakta, hatta, hâlâ Müslümanların büyük kitlelerini yön-

17-Ibn Receb, Şerhu ileli't-Tirmizi, 74, Tahkik: Nureddin el-Itr.

210

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lendirmekte olan pek çoklarmın dahi dinî kültürleri bu se­beple bulunmaktadır.

I- Tergîb ve Terhibde de. Bazı Âlimlerin

Zayıf Hadîsi Terki-

Gerek eski ve gerekse yeni âlimlerden bir kısmı; terğîb, terhib, rekâik, zühd vb. konuların hadîsleriyle, hüküm bildi­ren hadîsleri aynı seviyede görmüşler, dolayısıyla ancak sa­hih veya hasen hadîsi kabul etmişlerdir.

Şerhu'l-HeVde İbn Receb şöyle der:

"Müslim'in (Ö. 260) Mukaddimesinde zikrettiği malûma­tın zahiri, terğîb ve terhib hadîslerinin de ancak kendilerin­den hükümlerle ilgili hadîslerin rivayet edilebildiği kimse­lerden rivayeti gerektirmektedir.18

Nitekim o, Sahih'inin mukaddimesinde zayıf hadîslerle, münker rivayetlerin râvilerini kötülemiştir."19

ı°" Müslim, Sahih'inin Mukaddimesinde şöyle demektedir: "Kendile­rini hadisçi sayan birçoklarında bile şu kötü durumu görmekteyiz. Onlar, zayıf hadîslerle, münker rivayetleri ortaya koyarken, doğruluk ve emanetleriyle bilinen sika (güvenilir) râvilerin naklettiği meşhur sahih hadîslerle yetinmemektedir. Üstelik onlar bilmekte ve dilleriy­le de itiraf etmektedirler ki, gafil insanlara rivayet ettikleri haberlerin çoğu ya münkerdir, ya da hadîs ehli imamlar tarafından kendilerin­den hadis rivayet edilmesi iyi görülmeyen, kendilerinden hoşnut olunmayan insanlardan nakledilmiştir. İşte gördüğünüz bu kötü du­rumlar olmasaydı hadîslerin sahihini zayıfından ayırma ve bunları toplama şeklindeki isteğini yerine getirmek bizim için pek kolay ol­mazdı. Lakin bir topluluğun zayıf ve meçhul isnâdlarla münker ha­berleri yaymasından ve bu haberlerin ayıplarını bilmeyen avama da vermelerinden sonra bildiklerimiz sebebiyle isteğine cevap vermek, kalbimize kolay (hafif) geldi. (Bkz. Müslim, Mukaddime, I, c.8, Çağrı Yayınları) i9" Suyutî, Tedribu'r-RSvi, c. 1, s. 298-9

211

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Anlaşılan o ki, İmam Buhârî de (ö. 256) bu görüştedir. Cerh ve ta'dil imamı Yahya b. Maîn'in (ö. 233) görüşü de bu­dur. Müteahhirînden ise; Zahirîlerden Ibn Hazm (ö 456), Malikîlerden Kâdi İbnu'l-Arabî (ö. 543) ve Şafiîlerden Ebu Şâme de aynı görüştedirler.20

Muasırlardan ise Şeyh Ahmet Muhammed Şakir ile Şeyh Muhammed Nâsıruddin Elbânî'nin de görüşleri bu merkezdedir.

Allâme Şâkir, İbn Kesirin İhtirasa Ulumi'l-Hadis'ine yazdığı şerh olan ESisu'l-Hasis kitabında, zayıf haberleri zik­rettiğimiz şartlarıyla zayıflığını beyan etmeksizin rivayete bazılarının cevaz verdiklerini zikrettikten sonra diyor ki:

"Kanaatime göre, zayıf hadîsteki zayıflığın beyanı her halükârda vaciptir. Çünkü bunun açıklanmaması, hadîsi okuyana onun sahih bir hadîs olduğu vehmini verir. Özel­likle de hadîsi nakleden, bu sahada kendisine başvurulan hadîs âiimlerinden ise... Gerçekten zayıf rivayetin alınma­masından, hükümler ile amellerin faziletleri vb. arasında fark yoktur. Bilakis, Resûiullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahih olarak sabit olan sahih veya hasen hadîsten başka, kimsenin gösterebile­ceği bir hücceti yoktur. Amma Ahmed b. Hanbel, İbn Mehdi ve İbnu'I-Mübarek'in:'... faziletler vb. hususlarda bize hadîs rivayet edilince müsamaha gösterdik' demelerine gelince, onlar -Allah bilir, benim tercihime göre- sahih derecesine ulaşmayan hasen hadîsi almayı murad ediyorlar. Çünkü sa­hih ile hasen arasındaki gözetilen ıstılah farkı onların asrın­da açıkça yerleşmemişti. Bilakis mütekaddimin âlimlerin ço­ğu, hadîsi sadece sahihlik ya da zayıflıkla vasıflıyordu".21

"" İbn Kesir, el-Baisu'!-Hasi$ Şahit İhtisar-i Ulumi'l-Hadîs. 21" İbnu's-Salah, Mukaddime, İbnu's-Salah ve Mehasimt'l-Istıiah, s. 217,

212

 

SCMNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İbn Teymiyye ve İbnu'i-Kayyim'in de bu anlamda söz­leri vardır. Nitekim onlar da, İmam Ahmed'den rivayet edi­len, onun zayıf hadîsi alıp, rey ve kıyasa takdim ettiği şeklin­deki görüşünü tefsir edip, onun zayıfla muradının hasen ol­duğunu ifade etmişlerdir. Çünkü bilindiği gibi İlk kez bu taksimle meşhur olan Tirmizi'dir.

Şeyh Elbâni'ye gelince o, özellikle Sahihu'l-Câmîi's-Sağir ve Ziyadetuh ve Sahihu't- Terğib ve't-Terhib'de ve diğer bazı ki­taplarının mukaddimelerinde bu konuyu serpiştirmiş tir.

II- Cumhurun Ortaya Koymuş Olduğu Şartlara Riâyet Edilmemesi

Tergîb, terhib, rekaik vb. konularda zayıf hadîs rivaye­tini caiz görenlerin koymuş olduğu üç şarta - maalesef- ilmî açıdan riayet edilmemiştir. Zühd ve rekaik hadîsleriyle meş­gul olanların çoğu, zayıf ile çok zayıfın arasındaki farkı gör­müyorlar, hadîsin Kur'an'la veya sahih sünnetle sabit, şer'i bir asla ters düşüp-düşmediğine bakmıyorlar. Bilakis - önce de söylediğimiz gibi- bazen, oldukça münker veya üzerinde uydurma alametleri görülen bir hadîsi, çarpıcı ve yeni bir şe­yi ilk defa aktarmış olmanın verdiği cazibeye kapılarak nak­letmede bir sakınca görmüyorlar.

III- Cezm (Kesinlik) Siygasıyla Rivayetin Menedilmesi

Burada âlimler önemli bir uyarıda bulunmuşlardır. O

da zayıf hadîs rivayetinde "Resûlullah şöyle buyurdu" diye kafi ve kesin bir siyga söylenilmemesidir.

İbnu's-Salâh, Ulûmu l-Hadîs kitabının yirmi ikinci ba­bında şöyle der:

Tahkik: Aişe Abdurrahman, et-Hey'etu'1-Mısnyye el-Amme li'i-Kitab.

213

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

"Zayıf hadîsi rivayet etmek istediğinde 'Resûlullah şöy­le buyurdu' veya buna benzer kesinlik ifade eden lafızlarla onu Resûlullah'ın buyurduğunu söyleme! Böylesi durum­larda ancak; 'Resûlullah'tan şöyle rivayet edildi' veya 'Ondan bize şöyle şöyle (bir haber) ulaştı' veya 'O'ndan vâ-rid oldu ki' veya 'O'ndan geldi ki' yahut 'Bazıları rivayet et­tiler' gibi ifadeler kullanabilirsin.

Sahihlik ve zayıflığında şüphe ettiğin haberlerde de hü­küm böyledir. Bu durumda 'daha önce açıkladığımız gibi sa­hih olduğu sana açık olan haberde Resûlullah şöyle buyur­du' dersin. En iyisini Allah bilir."23

İbnu's-Salâh'ın söylediğini, Nevevî, İbn Kesîr, Irâkî, İbn Hacer ve hadîs ıstılahlarıyla ilgili kitap yazan herkes uygun

görmüştür.

Fakat, hatipler, vaizler ve zayıf hadîs rivayet eden ya­zarlar bu tembihe aldırış etmeyip, hadîslerini devamlı 'Resû­lullah şöyle buyurdu' diye naklediyorlar.

IV- Yeteri Kadar Sahih ve Hasen Hadîs Vardır

Bir konuda elimizde sahih veya hasen sınıfından bir ve­ya daha fazla hadîs, zayıf hadîs sınıfından da bir veya daha fazla hadîs olduğunda, bize düşen, ikinci gruptakilere ihtiyaç duymayıp, elimizde olan birinci sınıftaki hadîslerle yetinmek­tir. Zayıf haberleri hafızalarımıza doldurmaya hiç gerek yok.:/ Çünkü bu, kesinlikle sahih hadîsin aleyhine olacaktır.

Bunun içindir ki sahabenin bazısından şöyle vârid ol­muştur: "Bir topluluk, bir bid'at doğrultusunda çalışsın da sünnetten onun mislini kaybetmesin." Bu ise müşahede edi­len bir durumdur.

22-Hatib,ef-Kf/itye,5.133.

214

 

Burada el-Hatib, el-Kifâye'de, İmam İbn Mehdî'nin şöy­le dediğini rivayet eder: "Kişinin zayıf hadîsleri yazmakla meşgul olmasına gerek yoktur. Çünkü bundan kaybedeceği en az şey, zayıf kimselerin hadîslerinden yazdığı kadar, gü­venilir kimselerin hadîslerinden mahrum kalmasıdır." 23

Ezberleme, hatırlama, alıp hazmetme gibi hususlarda insanın gücü sınırlı olunca -ki öyle olması gerekir-, şu halde o, bunları en layık ve evla olana harcasın. Şüphesiz bu güç­lerin zayıftan çok, sahih hadîse yöneltilmesinin, bütün gay­ret ve vakitlerin bu doğrultuda harcanmasının evlâ oldu­ğunda hiç kimse ihtilaf etmez.

V- Ameller Arasındaki Nispetlerin Bozulmasından Sakındırma

Rekâik, tergîb ve terhib hadîslerin -her ne kadar helal veya haram kılan herhangi bir hükmü kapsamasa da biz on­ların- hem önemli, hem de tehlikeli başka bir şeye şâmil ol­duklarını görmekteyiz. Geçmiş imamlarımızın pek iltifat et­tiği bir husus olmasa da bu, Hakim olan Şâri'in (Kanun ko­yucunun) yükümlülükler ve ameller için koymuş olduğu "nispetler'in bozulmasından doğan bir durumdur. Çünkü Şâri' nazarında -ister emredilen, ister yasaklanan olsun- her bir amelin diğer amellere oranla bir ölçüsü, belli bir değeri vardır. Şâri'in onun için çizmiş olduğu sınırı aşmamız, onu bulunduğu yerden indirmemiz, yahut değerinden yüksek bir mertebeye kaldırmamız caiz değildir.

Çok tehlikeli durumlardan birisi de, bazı salih amellere, ondaki sevabı büyütmek suretiyle, hacminden büyük ve hak

"" Çeşitli yolları olmasına rağmen, hadîsin onun yanında zayıf oldu­ğuna işaret ediyor.

215

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ettiğinden çok kıymet verilmesi, hatta, din nazarında daha önemli ve daha yüksek derecedeki amellerin haddini bile aş­ma sidir.

Bunun karşısında ise bazı mahzurlu amellere önem ve­rilmesi, diğerlerini sönük bırakacak derecede ondaki ceza­nın büyütülmesi vardır.

Sevap vaat edilmesi ve ceza ile korkutulmasındaki bu korkunç hal ve mübalağalar, psikolojik çalkantılara yol aç­mıştır. Bu mübalağacılar çok defa insanların Rabbini insan­lara buğzettirmiş, onları O'ndan nefret ettirmiş ve onları O'nun rahmetinin genişliğinden uzaklaştırmıştır.

Şu halde yapılması gereken, bizi ya ifrata, ya da tefrite çeken bu mübalağacıların ağına düşmeksizin, amelleri şer"i mertebesinde bırakmamızdır. Nitekim Ali ibn Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir: "Siz haddi aşanın (yani mübalağacının) ona döneceği, sonradan gelenin ise ona katılacağı orta yola sarılınız."

VI- Amellerin Faziletlerinde Zayıf Hadîslerin Rivayeti, Onunla Bir Hükmün İspatı Mânâsına Gelmez

Bu şartlar ve öncekilerin izahıyla zayıf hadîs rivayetine cevaz veren âlimlerden bir kısmı râvilerin isnâdlarında mü­samaha göstermişlerdir. Onlar bununla ancak, muteber şer"i delillerle doğruluğu sabit olmuş sahih amele teşviki veya sert delillerle kötülüğü sabit olmuş kötü amellerden nehyet-meyi kastetmişlerdir. Yoksa, zayıf hadîs ile, bir işin iyi veya kötü olduğunu ispat etmeyi amaçlamamışlardır. Fakat genel olarak insanların çoğu -hatta bazı hadîsçiler bile- zayıf hadî­sin bu şartlarla rivayetine cevaz verilmesiyle, onunla bir amelin ispatı arasındaki ayrımı yapmamışlardır.

216

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bunun içindir ki Müslüman beldelerin çoğunda Şaban ayının yarısına rast gelen gecenin kutlandığını görüyoruz. Ali'den (r.a.) merfû olarak rivayet edilen şu hadîse binaen onlar, bu geceyi ibadet, gündüzünü ise oruçlu geçiriyorlar: "Şaban ayının yarısına rast gelen gece olduğunda- geceyi iba­detle, gündüzü ise oruçla geçirin. Çünkü Allah Teâlâ, o gece batımında dünya semasına iner ve şöyle buyurur; "Var mı ba­ğışlanmak isteyen, bağışlayayım...'" Bunu İbn Mâce rivayet etmiş, el-Münzirî onun zayıf olduğuna işaret etmiş, aynı şe­kilde Zevâidu İbn Mâce'de el-Bûsîyrî de onu zayıf saymıştır.

Yine aynı şekilde Müslüman beldelerin çoğunda Aşûrâ gününün kutlandığını görüyoruz. Onlar, zayıf - hatta İbn Teymiyye ve başkalarına göre uydurma olan- bir hadîse iti­mat ederek kurban keserler, ona bir bayram veya bir toplan­tı vesilesi olarak itimat ederler ve eşe-dosta (hediye vb.) ik­ram ederler. Dillerde meşhur olan hadîs ise şudur: "Kim Aşûrâ gününde eşine-dostuna (hediye vb.) ikram ederse, Al­lah da senesinin kalanında onu bolca rızıklandırır." Münzirî dedi ki: "Onu Beyhâki ve başkaları, sahabeden bir cemaatten (değişik) yollardan rivayet etmişlerdir."

Beyhâki şöyle demiştir: "Bu isnâdlar her ne kadar zayıf ise de birbirine katınca onlar kuvvet kazanmıştır. Allah en iyi bilendir."

Ancak bu görüş tartışma götürür.

İbnu'l-Cevzî ve Minhâcü's-Sünne'de ibn Teymiyye ve başkaları bu hadîsin kesinlikle uydurma olduğunu söyler­ken, iraki ve başkaları ise onu müdafaa etmeye ve onun ha-sen ligayrihî bir hadîs olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Müteahhirin âlimlerinden çoğuna da, hadîsin uydurma ol­duğuna hükmettikleri nispet edilir!

217

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bana öyle geliyor ki hadîs, Şia'nın Aşûrâ gününü hüzün ve matem günü yapma şeklindeki mübalağalarını reddet­mek üzere Ehl-i Sünnetten bazı cahillerin uydurdukları ha­dîslerdendir. Dolayısıyla onlar da bu günü süslenip-temiz-lenme ve aileler arasında bolca izzet-ikram etme günü yap­mışlardır.

Müslümanların pek çoğu arasında görülen yanlış anla­yışların ve yaygın bid'atlerin çoğu, gerileme asırlarında re­vaç bulup, akıllarına ve kalplerine yerleşen zayıf hadîsler­den kaynaklanmıştır. Ve bunlar Şâtıbi’nin de el-î'tisam'da açıkladığı gibi, Kur'an-ı Kerim'in yanında anlayış ve hayatın temeli olması gereken sahih hadîslerin de üzerine çıkmışlar­dır.

Alimlerin "Amellerin faziletleri veya tergîb ve terhib konularında zayıf hadîsle amel edilir" şeklindeki sözlerin­den ne kastettikleri hakkmda Şeyhû'l-İslâm İbn Teymiy-ye'nin (r.a.) çok net bir açıklaması vardır ki, o şöyle demiştir:

''...Amellerin faziletleri konusunda âlimlerin 'zayıf ha­dîsle amel edilebilir' şeklindeki sözleri, kendisiyle ihticac edilmeyen zayıf hadîsle müstehabların ortaya konulması an­lamına gelmez. Çünkü müstehab da şer’i bir hükümdür ve ancak şer'i bir delille sabit olur. Şer'İ bir delil olmaksızın her kim, Allah'tan, O'nun herhangi bir ameli sevdiğini haber ve­rirse, Allah izin vermediği halde dinde yasa koymuş olur. Ni­tekim bu, herhangi bir vücubiyet ve haramlılığı ispat etmesi­ne benzer. Bunun içindır ki âlimler diğer teklifi hükümlerde ihtilaf ettikleri gibi, müstehabda da ihtilafa düşmüşlerdir. Sa­nıldığının aksine, müstehab da, dinin meşru bir esasıdır.

Onların bundan muradı, nass veya icma ile Allah'ın sevdiği veya kerih gördüğü sabit olan, Kur'an okuma, tes-

218

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bih, dua, sadaka, köle azat etme, insanlara iyilik etme ve ya­lanın, hainliğin vb. kötülüğü gibi hususlarda amel edilmesi­dir. Müstehab olan bazı amellerin fazileti ve sevabı veya ba­zı amellerin kötülüğü ve cezası, sevap ve cezanın ölçüleri ve çeşitleri hakkında bir hadîs rivayet edildiğinde, şayet bu ha­dîsin uydurma olduğunu bilmiyorsak, zikredilen konular­da onun rivayetinin ve onunla amelin caiz olması, nefsin bu sevabı umduğu veya böylesi bir cezadan korktuğu manası­nadır. Bu da ticaretin kazanç getirdiğini bilen bir adamın şu durumu gibidir: Ona ticaretin çok kâr getireceği bildirildi­ğinde eğer bu doğru çıkarsa faydalanır. Yalan çıkarsa da ona zararı dokunmaz.

Bunun misali ise, israiliyyat, rüyalar, selefin ve âlimlerin sözleri ve âlimlerin karşılaştıkları bazı olaylar vb. kendisiyle şer"! bir hükmün, ya da müstehab ve başka şeylerin ispatı ca­iz olmayan hususlarda tergîb ve terhib edilmesidir. Fakat bunların tergîb ve terhib ile ümitlendirme ve korkutma ko­nularında zikredilmesi caiz olur.

Uydurma olduğunu bilmediğimiz bir rivayetin delâlet ettiği anlamın iyi veya kötü olduğu şer'î delillerle biliniyor­sa, bu rivayetin faydası olur, zararı olmaz. Bu rivayet, ger­çekte batıl veya sahih olsun bir şey fark etmez. Amma batıl, uydurma olduğu bilinen haberlere gelince, onlara yönelmek caiz değildir. Çünkü yalanın hiçbir şeye faydası olmaz. Ha­berin sahih olduğu sabitse onunla hükümler ortaya konulur. Ama iki duruma da muhtemel ^se. onun doğruluğu müm­kün olduğundan ve yalan olması halinde ise zararı olmadı­ğından rivayet edilir. İmam Ahmed ancak şunu söylemiştir: "Tergîb ve terhib geldiğinde ise îsnâdlarda gevşeklik göster­dik." Bunun anlamı ise: Bu konuda biz ancak isnâdlanyla ri-

219

 

SÜIVNETİ ANLAMADA VÜNTEM

vâyet ederiz. Onları rivayet edenler, kendileriyle ihticac edi­len güvenilir (sika) kimselerden olmasa da, yine aynı şekilde "Zayıf hadîsle, amellerin faziletleri hakkında amel edilir" di­yenin sözünden de anlaşılan, Kur'an okuma, zikir gibi salih amellerle, kendisinden hoşlanılmayıp sakınılan kötü ameller konularında bu tür hadîslerle amel edilmesidir.

Ama zayıf olan bu tür fazilet hadîsleri; mesela, belirli bir vakitte, belirli bir okuyuşla, belli bir şekil üzere bir na­maz gibi, ölçü ve sınırları içeriyorsa bu caiz değildir. Çünkü belirli şekil üzere müstehab oluşu şer'i delillerle sabit değildir. Ancak: "Kim çarşıya girer ve Lâ ilahe illallah... derse ona şu şu mükafat vardır.. ."24 şeklînde bir hadîs rivayet edi­lirse durum bunun tersinedir. Çünkü gafiller arasında Al­lah'ın zikri cümlesinden sayılacağından çarşıda Allah'ı zik­retmek müstehabtır. Nitekim bu çoklarınca bilinen şu hadîs­te de gelmiştir: "Gafiller arasında Allah'ı zikreden, kuru ağaçlar arasındaki yaş (yeşil) ağaç gibidir."25

Ondaki rivayet edilen sevabın miktarına gelince, onun sabit olup olmaması zarar vermez.

Velhasıl bu babda böylesi hadîsler rivayet edilir. Ve onunla müstehablıkta değil de tergîb ve terhibde amel edilir. Sonra onun gerektirdiği sevap ve cezanın miktarlarına inan­ma ise şer'î delile bırakılır.36

Bu açıklamaya rağmen biz, çoklarının zayıf hadîsle sı­nırlar ve miktarlar tespit ettiklerini görmekteyiz.

2*~ Ebu Nuavm'ııı "el-HsIye" de İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadîs­ten bir bölümdür ki Iraki onun zayıf olduğunu söylemiştir. Feydu'i-Kadir'Ae de böyledir. CM, s. 559.

25" Mecmua Feteva Şeyhi'l-İslâm, c. 18, s. 65. Riyad Baskısı. 2^ Bk7: Münziri, et-Terğib, H. Nu: 4576, Tahkik. M-Muhyiddin Ab-dulhamid, c. 4, s. 140.

220

 

SÜNMETİ AM.AMADA VÖNTEM

VII- Zayıf Hadîs Rivayetinin Kabulü İçin İki Mükemmel Şart

Tergîb ve terhib konularında zayıf hadîs rivayetinin ce­vazı hakkında Cumhurun zikrettiği üç şartla, onların görüş­lerini alırken, Sekâfetu'd-Dâiye kitabında zikrettiğim şu mü­kemmel iki şartı da eklememiz gerektiği kanaatindeyim:

1) Aklın, şeriatın veya dilin kabul etmediği mübalağala­ra ve korkutmalara şamil olmaması.

nitekim uydurma haberin ya râvideki ya da rivayetteki karinelerle bilineceğini bizzat hadîs imamları beyan etmiş­lerdir.

Rivayetteki karinelerden, hatta uydurma olduğuna de­lâlet eden şeyler cümlesinden; te'vil kabul etmeyecek dere­cede akla muhalif olması ve hissin, müşahedenin kabul et­mediği bir şey getirmesini zikredebiliriz.

Yahut böyle bir rivayetin Kitab'ın ve mütevâtir sünne­tin kafi delâletine veya kafi icmaya, aralarını cem etme mümkün olmayacak kadar ters düşmesi. (Ama cem etme imkânı olan muârazada ise durum böyle değildir.) Veya ço­ğunluğun huzurunda olması sebebiyle, değişik vesilelerle bir çoklarınca nakledilmesi düşünülen büyük bir işten bah­seden bir haberi onlardan ancak birisinin nakletmesi!

Yine bunlardan birisi de: Küçük bir işe şiddetli azap ile ifrat; ya da basit bir iş için büyük bir müjde verilmesidir ki bu, kıssacıların hadîslerinde çoktur.

Maalesef tergîb ve terhib vb. konularda rivayet ettikle­rinde de hadîsçilerin çoğu bu kaideleri tatbik etmiyorlar. Belki onların, asırlarının tabiatından kaynaklanan Özürleri olabilir. Amma asrımızın akılcılığı mübalâğaları kabul et­mez, onları hazmetmez. Belki de böylesi hadîslerle karşılaş­tığında bizzat dinin kendisini itham eder.

221

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTSM

Dilin kabul etmediği haberlere gelince, bazı kıssacıların rivayet ettiği hadîslerden çoğu böyledir. Derrâc Ebu's-Samh'ın Kur'an-ı Kerim'deki bazı kelimelerin tefsirinde yaptığı gibi. Bu kelimelerin dilde açıkça delâlet ettiği şeyler varken o, onların delâletinden uzak, oldukça garip tefsirler rivayet etmiştir.

Mesela; Derrâc'm Ebi'l-Heysem'den, onun Ebu Sa-id'den (r.a.) merfû olarak rivayet ettiği hadîslerden biri şöy­ledir: "Veyl, cehennemde bir vadidir ki kafir dibine ulaşma­dan kırk sene iner." Benzerini Ahmed ve Tirmizi de rivayet etmiştir.a Ancak, Derrâc "yetmiş sene" demiştir. Halbuki "veyl" İslâm'dan Önce de sonra da bilinen ve helak ile kor­kutmak için kullanılan bir kelimedir.

Bunun bir benzeri de, Taberâni ve Beyhakî'deki, Ibn Mesud'dan (r.a.) gelen Yüce Allah'ın "Azgınlıklarının ce­zasına uğrayacaklardır." (Meryem, 59) ayetindeki "el-gayy" tefsiridir ki, Derrâc, onun "cehennemde bir vadi" diğer bir rivayette ise "cehennemde bir nehir" olduğunu söylemiştir.

Yine onun, "Biz onların aralarına tehlikeli bir uçurum (Mevbikan) koyduk." (Kehf, 52) ayet-i kelimesindeki "mev-bik" hakkında Beyhakî ve başkalarının Enes b. Malik'ten, onun "irin ve kandan bir vadidir" dediğini rivâyet etmesi de böyledir.

Bundan daha garibi ise Ibn Ebi'd-Dünya'nın Şefi b. Ma­lik'ten rivayet ettiği şu hadîstir: "Cehennemde 'esâm' deni­len bir vadi vardır ki onda yılanlar, akrepler.. .vardır." (Gü­ya) o. Yüce Allah'ın şu ayetine işaret ediyor: "Kim bunları

a" Ahmed, Müsned c. 3, s. 75; Tirmizi, Tefsir 22, Nu: 3164. Buradaki "harif" sonbahar anlamındadır. Ancak 40 sonbahar, 40 sene ve bu sü­relik mesafe demektir.

222

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

(şirk, haksız yere adam Öldürme, zina vb.) yaparsa güna­hının cezasını) 'esâmen' bulur." (Furkan, 68)

Maalesef bu hadîsleri İmam Münzirî (r.a.) et-Tergîb ve't-Terhîb kitabında zikretmiştir.11

Bunun için biz el-Müıüekâ mine't- Tergtb ve't-Terhtb adlı kitabımızda o tür haberlerden yüz çevirip, almadık.

2) Kendisinden daha kuvvetli diğer bir şer'î delil ile çe­lişmemesi. Bunun misali de, Abdurrahman b. Avf hakkında rivayet edilen ve onun zenginliği sebebiyle cennete emekle­yerek gireceğini ifade eden zayıf hadîslerdir.

Burada "Bu tür hadîsler mal fitnesinden ve zenginliğin azgınlığından sakındırma şeklindeki aslın altına girer" deni­lebilir. Fakat hatırlatmamız gerekmektedir ki gerek sabit olan çeşitli olaylar, gerek onun Müslümanların hayırlıların­dan, takva sahiplerinin büyüklerinden olduğunu ve gerçek­ten şükreden bir zengini temsil ettiğini ortaya koyan müsta-fiz (meşhur-yaygın) rivayetler bir yana, bu zayıf rivayetler Abdurrahman b. Avf i cennetle müjdelenen on kişiden sa­yan hadîslerle de çelişmektedir. Bunun içindir ki o, Resûlul-lah kendisinden razı olduğu halde vefat etmiştir. Ömer (r.a.) ise onu altı kişilik şûraya katıp, oyların eşit gelmesi halinde onun oyunu diğerleri üzerine bir tercih unsuru olarak tayin etmiştir.

Bu yüzdendir ki Hafız el-Münzirî, bir grup sahabeden bir çok isnâd ile Nebî'den vârid olan Abdurrahman b. Avf in, malının çokluğundan dolayı cennete emekleyerek gi­receğini bildiren bir hadîsi reddetmiş ve şöyle demiştir:

"Bir grup sahabeden, birden fazla isnâd ile nakledilmiş olan bir hadîste Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem} şöyle buyurduğu vârid ol-

a- Bkz: El-Münziri, et-Tergib, c. 4, s. 465,470

223

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

muştur: 'Abdurrahman b. Avf (r.a.), malının çokluğundan dolayı cennete emekleyerek girecektir.' Bu rivayetlerin en iyisi dahi tenkîdten hâli değildir. Ve- infiradı sebebiyle onlar­dan hiçbiri hasen derecesine ulaşamaz. Halbuki onun malı, Resûlullah'ın zikrettiği şu vasıftaydı: 'Salih bir kişi için, (he­lalinden kazanılmış) salih mal ne güzeldir.' Şu halde onun derecesi ahirette neden noksanlaşsın, veya bu, neden ümme­tin zenginlerinden başkasına değil de sadece ona hasredil­sin? Kaldı ki bu başkası hakkında bile vârid olmamıştır. Bu konuda ancak, mutlak olarak, bu ümmetin fakirlerinin, zen­ginlerini geçeceği hususu sahih olarak gelmiştir. En iyisini Allah bilir."27

E- Davetçide Olması Gereken İnce Kavrayış

Başarılı bir davetçinin yapması gereken, sahih bile olsa bildi­ği her hadîsi insanlara haber vermemesidir. Nitekim Allame Kasımı Kavaidu't-Tahdis'de şöyle demiştir:

"Her sahih hadîs, herkese haber verilmez. Bunun delili ise, Seyhan'ın {Buhârî, Müslim) Muâz'dan rivayet etlikleri şu haberdir: "O der ki: Allah Resulü bir gün bana, 'Ey Muâz! Allah'ın kulları üzerindeki hakkıyla, kulların Allah üzerin-

*** Uraniler, Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelip Müslüman olan bir gruptur. Onla­rı Medine'nin havası çarpıp hastalanınca. Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlara zekat develerini getirip onların süt ve bevlinden içmelerini emretti. Onlar da bunu yaptılar ve iyileştiler. Ancak daha sonra irtidad edip, deve­lerin çobanlarını öldürdüler, develeri paylaştılar. Bunun üzerine Ne­bi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peşlerinden adamlar gönderip, onları getirtti. Sonra onların ellerini ve yakalarını kesti, gözlerini oydu ve ölünceye kadar onları tedavi etmedi ve öldüler. Hadis, Buhârî ve Müslim'in Sahih'lermde ve başka kitaplarda mevcuttur. (Bkz: Fetkut-Btıt, c. 12, s. 98); (Bkz: Bu-.    hârî, Diyar 22; Müslim, Kasame 9, 11, 13)

224

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

deki hakkı nedir, bilir misin?' diye sorunca ben: 'Allah ve Resulü en iyisini bilir' dedim. Bunun üzerine o, 'Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, Ona kulluk etmeleri ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise hiçbir şeyi kendisine ortak koşmayana azap etmemesi­dir.' buyurdu. Ben; 'Ey Allah'ın Resulü, bunu insanlara müj­deleyeyim mi?' dedim. O; "Müjdeleme! Yoksa gevşeyiverir-ler' buyurdu."3

Yine Buharı ile Müslim'in, Enes'ten rivayet ettikleri bir hadîste Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bineğinin arkasına binmiş olan Muâz'a buyurdular ki: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muham-med'in Allah Resulü olduğuna kalbinden sıdk ile şehadet eden hiçbir kimse yoktur ki Allah ona cehennemi haram kıl­masın." Muâz dedi ki; "Ey Allah'ın Resulü, bunu insanlara haber versem de bu müjdeyle sevinseler ya!" deyince O (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "O zaman gevşeyiverirler" buyurdular. Nihayet Mu­âz gizlemiş olmanın günahı korkusuyla bunu ölümünden önce haber vermiştir. Yine Buhârî ta'lik olarak Hz. Ali'den (r.a.) şunu rivayet eder: "insanlara kavrayabilecekleri şeyle­ri haber verin! Allah ve Resûlü'nün yalanlanmasını ister mi-siniz?"b Bunun bir benzeri de İbn Mes'ud'un şu sözüdür: "İnsanların akıllarının ermeyeceği bir hadîsi onlara rivayet edersen, bu onlardan bazıları için fitne olacaktır." Bunu Müslim rivayet etmiştir.c

Hafız ibn Hacer der ki: "Bazı hadîsleri rivayet etmeyi kerih görenlerden; zahirleri yöneticiye karşı çıkmayı ifade eden hadîslerde Ahmed'i, sıfatlar hakkındaki hadîslerde

a' Buhârî, Cihad 46; Müslim, İman 49

^ Bkz: Buhâri, İlim 49

c" Müslim, Mukaddime 3,1.11

225

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Malik'i, gaib ile ilgili haberlerde Ebu Yusuf'u, onlardan önce ise kendisinden ancak iki kap dolusu hadîsin rivayet edildi­ği Ebu Hureyre'yi (tabii rivayet etmediklerinden murad, in­sanları fitneye düşürebilecek olanlarıdır) zikredebiliriz ki benzeri Huzeyfe'den (de rivayet edilmiştir).

Yine Hasan (el-Basri), Enes'in Uranîlerin kıssasını28, Haccac'a rivayet etmesini iyi görmemiştir. Çünkü o, bu ha­beri kötü bir şekilde te'vil ederek aşırı kan dökme hırsına bir gerekçe olarak kullanılabilirdi.

Bu konuda kural; aslında hadîsin zahiri kastedilmediği halde, zahirinin herhangi bir bid'ati kuvvetlendiriyor olma­sıdır. Böylesi bir haberin, zahirini alacağından korkulanlar yanında rivayet edilmemesi arzulanır.

Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nehyi, haramlık için değil de, insanların maslahatı için olunca Muâz, bu haberi tebliğ ile il­gili ayetin genel anlamından hareketle vefatından önce ha­ber vermiştir.

Bazıları ise şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözündeki 'Onlara müjdeleme!' şeklindeki bu yasak, insan­ların bazısına mahsustur. Nitekim Buhârî, bir âlimin, ilmini başka insanların anlayamamalarını kerih görerek bazı insan­lara tahsis edebileceğine bu haberi delil olarak göstermiştir.3 Zira kötü niyetli, aptal29 ve birçok şeyi mubah gören30 kim-

"" (Arapçada) Birisi bir batıl getirince "ebtale" denir. "el-Betale"ise; sihirbazlar ve şeytanlar demektir. Ahmed, Müsned <c,5, s. 249, 255)'de Ebıi Umame hadîsinde şöyle der: "Bakara suresini okuyu­nuz. Zira onu alıp-okumak bereket, terk etmek ise esef (hasret)tir. Ve ona büyücülerin (el-Betşle) gücü yetmez" Bunu Müslim Salat (Mü-Safirun 252l'da rivayet etmiştir. *- Bkz: Buhâri, İlim 49)

2'' Asılda böyledir. Belki de doğrusu el-İbahiyye'dir. 3"" Muğire ibn Şube'nın hadîsinden Seyhan, Tirmizi ve Nesaî rivayet etmiştir. (d-Lü'lüü ne'l-Mercan, H. Nu: 1795)

226

 

seler bu ve benzeri hadîsleri sorumlulukları terk etmek ve hükümleri ortadan kaldırmak için birer vesile yaparlar ki bu da onların hem dünyalarını, hem de ahiretlerini heba etme­lerine yol açar. Nerede müjdelendiklerinde kulluklarında ki ciddiyetleri daha da artacak olan o insanlar? Nitekim, Nebi’ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Allah seni (gelmiş ve geleceğini) bağışladığı halde geceyi ibadetle mi geçiriyorsun?" denildiğinde, (O) (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurmuştur.31 Bu nedenledir ki: "Sineğin yemeğe (düştüğünde) batı­rılması!" hadîsini veyaa veya, 'Hz. Musa'nın ölüm meleğini tokatlaması!"11 hadîsini, veya "Babam nerede?" diye sorana cevap olarak "Benim babam da, senin baban da cehennem­dedir" hadisini veya gerek selefin, gerekse halefin, hakkın­da ihtilaf ettikleri, Allah'a ait haberi ve fiilî sıfatlar hakkında­ki hadîsleri, yahut, zahirleri her türlü ıslahtan ümidi kesme veya her türlü fesada karşı yapılabilecek herhangi bir işten el çekme gerektiği yanılgısına düşüren fiten (fitneler ile alâka­lı) hadîsleri veya, insanların çoğunun kavrayamayacağı ince mânâları içeren ve onlara ihtiyaçlarının da olmadığı, üzerle­rine herhangi bir hükmün de terettüb etmediği ve ömürleri boyunca onları duymasalar da, onların dininden hardal ta­nesi kadar bir şey eksiltmeyeceği daha başka hadîsleri hâlâ insanlara zikredip duran davetçilerin durumunu oldukça yadırgamaktayım!

Ama, davetçi herhangi bir sebeple böylesi hadîslerden birisine ihtiyaç duyarsa, onun üzerine düşen, onu sahih bir

31" ibn Hacer, Fethu'l-BM, c. 16, s. 228, Haiebi baskısı.

*■ Buhâri, Bed'ui-Halk 17, Tıbb 58; Ebu Davud, Et1 ime 48; Nesaî, Feri 11,   ■

İbn Mâce, Tıbb 31; Darimi, Et'um 12; Müsned, c. 2, s. 229-246)

•>" et-lü'lüü ve'l-Mercan, H. Nu: 1533

c~ Buhâri,' Fiten 6; Müsned, c. 3, s. 132, 177

227

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

çerçevede ele alması, çeşitli izah ve açıklamalar yardımıyla mânâsını iyice aydınlatması ve ondaki şüphe ve problemle­ri gidermeye çalışmasıdır.

Bunun için de, hâlâ insanların yanlış anladıkları ve bu anlayışlarının neticesi üzerine önemli hususların oluştuğu meşhur bir hadîsi örnek verelim. Bu da Enes'in aşağıda zik­redilen hadîsidir:

Buhârî, Zübeyr b. Adiyy'e varan senediyle onun şöyle dediğini rivayet eder: "Enes b. Malik'e vardık ve ona Hac-cac'dan gördüğümüz kötü durumları şikayet ettik. Bunun üzerine o şöyle dedi: 'Sabrediniz, çünkü Rabbinize kavuşun­caya dek sizin üzerinize hiçbir zaman gelmez ki sonrası on­dan daha kötü olmasın. Bunu sizin Nebinizden işittim.'"

Bazı insanlar, devamlı çöküntü durumlarına, sürekli bir düşüşe, peş peşe, bir mertebeden daha kötü bir mertebeye inişe delâlet eden bu hadîsi, çalışmadan, ıslah ve kurtarma çabalarından el çekmeye bir dayanak yapmaktadır. Öyle ki o, ta kıyamet, insanların en şerlileri üzerine kopuncaya ve insanlar Rabb'lerine kavuşuncaya kadar, ancak, bir kötülük­ten daha kötüsüne, ondan ise çok daha kötüsüne intikal et­mekteki r.

Diğer bir kısım insanlar ise hadîsi kabulde duraksa­makta, hatta bazıları da acele ederek belki de reddetmekte­dirler. Çünkü hadis, onun zannına göre:

1- Ye'se ve ümitsizliğe,

2-  Yoldan çıkan azgın yöneticiler karşısında olumsuz bir pozisyona düşmeye çağırıyor.

3- Kainat ve hayat nizamının üzerine kâim olduğu "ge­lişme" fikriyle çelişiyor.

4- Müslümanların tarih anlayışına ters düşüyor.

228

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

5- Yeryüzünü adaletle dolduracak olan (ve Mehdi is­miyle tanınan) halifenin ortaya çıkması3, Isa ibn Meryem'in inmesi ve islâm devletini ikâme edip, mesajını tüm dünyada yüceltmesi1' hakkındaki genel hadîslerle de çelişiyor.

Burada şunu söylememiz üzerimize düşen bir görevdir. Geçmiş âlimlerimiz, bu hadîsteki mânânın mutlak olup-ol-madığı problemine takılarak yorumdan kaçınmışlardır. Mâ­nânın mutlak olması durumunda onları, bu hadîsten, her za­manın öncesinden daha kötü olduğu şeklinde bir anlayışı kastediyorlar. Oysa bazı zamanlarda şer, öncesine nisbetle daha az olabilmektedir. Bu hususta sadece Ömer b. Abdüla-ziz'in zamanının bulunması yeter. Velev ki bu hususta sade­ce Ömer b. Abdülaziz'in zamanı olsun. Ki bu, kendisinden herkesin şikayet ettiği Haccac'ın zamanından bir müddet sonradır. Nitekim Ömer b. Abdülaziz dönemindeki hayr meşhur olmuştur. Hatta, öncesinden daha kötü demek şöy­le dursun, onun zamanında şer tamamen yok oldu denilse yeridir.

Bazıları bu hususta farklı cevaplar vermişlerdir. Bunlar­dan:

a) İmam Hasan el-Basri, hadîsi ekseriyete, genelliğe hamletmiştir. Haccac'dan sonra Ömer b. Abdülaziz'in geldi­ği sorulduğunda ise; "İnsanlara bir ferahlama gereklidir" demiştir.

b) İbn Mes'ud'un (r.a.) ise şöyle söylediği rivayet edil­miştir "Sizin üzerinize hiçbir zaman gelmez ki, öncesinden

a~ Mehdi'nin çıkması ile ilgili rivayetler için bkz: Tirmizi, Filen 52-3, İbn Mâce, Filen 34; Müsned, c. 3, s. 21, c. 5, s. 277 b- Bkz: Müslim, Filen 9, nu: 34,13, nu; 39,23, nurllö; Tirmizi, Filen 54, İbn Mâce, Filen 33, nu: 4077.)

229

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

daha kötü olmasın. Bununla ben, bir yöneticinin bir yöneti­ciden, bir ayın diğer bir aydan daha hayırlı olduğunu demek İstemiyorum. Lakin âlimlerimiz ve fakihlerimiz gidiyorlar, sonra siz onların yerine (gerçek) halef bulamayacaksınız." "Bir kavim gelir ve kendi görüşleriyle fetva verirler." Diğer bir rivayette ise "İslâm'da gedik açarlar ve onu yıkarlar." Buradaki hayır ve şer mânâsı için Hafız ibn Hacer "Bu, uyul­maya daha uygundur." diyerek Fethu'l-Bârî"de İbn Mes'ud'un bu tefsirini kabul etmiştir.

Lakin o, gerçekte problemi kökünden kaldırmıyor. Çünkü nasslar delâlet etmektedir ki bizce bilinmeyen çeşitli zamanlarda İslâm'ın bayrağının dalgalanacağı, mesajının yayılacağı devirler vardır. Eğer hiç olmasa bile ahır zaman­da Mehdi ve Mesih'in zamanı yeterlidir.

Yİne tarih tespit ediyor ki; bu âlemde sönüklük ve do­nukluk dönemlerini takip eden hareket ve yenilenme za­manları gelmiştir. Misal olarak, İslâmi halifeliğin çöküp, sta­tükonun sarsıldığı yedinci asırdan sonra, sekizinci asırda or­taya çıkan âlimlerden ve yenileyicilerden Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye'yi, öğrencisi Ibnü'l-Kayyim'i, Şam'daki diğer öğ­rencilerini, Endülüs'te Şânbryi, Mağrib'de İbn Haldun'u ve İbn Hacer"in ed-Dürent'l-Kâmine, fi A'yâni'l-Mieli's-Samine adlı kitabında hayatlarından bahsettiği diğerlerini zikretme­miz yeterlidir.

Takip eden asırlarda ise Mısır'da İbn Hacer ve Suyu-tî'yi, Yemen'de İbnu'l-Vezir'i, Şevkânî ve San'ani'yi, Hin­distan'da Dehlevî'yi, Necid'de İbn Abdülvehhab'ı ve büyük müctehid âlimleri ve yenileyici imamları bulmaktayız. İşte Suliftinde İbn Hıbban'ı, yeryüzü zulümle dolduktan sonra onu adaletle dolduracak Mehdi hakkında gelen hadîsleri

230

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

delil göstererek Enes hadîsinin umum olmadığı görüşüne sevk eden budur. 32

c) Bunun için, bu hadîsin yorumları arasında en tercih edilenin Fethu'l-BârVdeki İbn Hacer'in zikrettiği şu sözleri olduğu görüşündeyim: "Hadîste zikredilen zamanla murad, onunla muhatab olmalarına binâen sahabe zamanı olması muhtemeldir ki böylece hüküm onlara has olmuş olsun. Amma onlardan sonrakiler İse, zikredilen haberde hasredil-memiştir. Fakat sahabe bundan genellik (ta'mim) anlamıştır. Bu yüzden kendisine Haccac'dan şikayet edenlere - ki onla­rın hepsi veya büyük bir kısmı tâbiîndendi- böyle cevap ver­di ve onlara sabrı emretti.

Bu yoruma göre, İbn Mes'ud'un sözü, aynı şekilde onun, sahabe ve tabiînden hitap ettiği kimselerin zamanına has olduğuna da hamledilebilir. Nitekim o, Osman (r.a.) dö­neminde vefat etmiştir.

Amma, hadîsin, zulüm karşısında susmaya, tasallut ve güç karşısında sabra, münker ve fesada rıza göstermeye da­veti içerdiğini, yeryüzünde üstünlük taslayan azgınlar karşı­sında olumsuzluğu desteklediğini iddia edenlerin iddiasına gelince...

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1) "Sabredin!" diyen Enes'in (r.a.) kendisidir. Yoksa bu (Hz. Peygamber'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nakledilen) merfu hadîs değil­dir. O, sadece bundan hüküm çıkarmıştır. Masum olan Ne-bî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dışında, herkesin sözü alınabileceği gibi terk edilebilir de.

2) Hz. Enes onlara zulüm ve fesada "razı olmayı" emretmeyip, "sabrı" emretmiştir. Bu iki hal arasındaki fark ise "'Aynı yer.

231

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

büyüktür. Çünkü, küfre rıza, küfür; münkere rıza da mün-kerdir. Sabra gelince, ondan çok az kişi müstağni olabilir. Ki­şi, kerih gördüğü ve değiştirmeye çalıştığı halde de herhan­gi bir şeye karşı sabredebilir.

3) Şayet zulme ve ezici güce karşı koymaya gücü yet­miyorsa, hazırlık yapmaya ve sebepleri kollamaya çalışmalı­dır. Bunun için, fikrini taşıyan herkese destek olarak ve Hakk'ın kuvveti ile, batılın kuvvetine, adaletin yardımcıları ile zulmün yardımcılarına karşı koymak için yerinde olan her fırsatı değerlendirerek sabır ve teenniye sarılmaktan baş­ka yapılabilecek bir şey yoktur.

Nitekim Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mekke'de putlara ve tapıcılarına karşı on üç yıl sabretti. Öyle ki O, içinde ve çevresinde 360 put bulunan Mescid-i Haram'da namaz kılıyor, Kabe'yi ta­vaf ediyordu. Hatta, Hicretin yedinci senesinde, kaza umre­sinde o putları gördüğü halde ashâbıyla beraber tavaf etmiş, ama dua okunmamış tır. Ta ki Mekke'nin fetih günü, münasip vakit gelmiş ve o zaman onları kırmıştır.

Bunun için âlimlerimiz şu sonuca varmışlardır: Bir kö­tülüğü gidermek, ondan daha büyük bir kötülüğü getirecek­se böylesi durumlar değişinceye kadar ona karşı susmak va­cip olur.

Buna göre sabırla tavsiyeden, zulme ve azgınlığa teslim olma isteği anlaşılmamalı, bilakis Allah hükmedinceye ka­dar gözetleme ve kollama anlaşılmalıdır. Şüphesiz O, hük­medenlerin en hayırlısıdır.

4) Sabır, ilahlaşan tağutlar karşısında, hak söz söyleme­ye, iyiliği emretmeye ve kötülükten nehyetmeye engel değil­dir. Her ne kadar (bunlar), kendisi, ailesi ve çevresindekiler hakkında korkan kimse için vacip değilse de. Nitekim hadîs-

232

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

te şöyle gelmiştir: "Cihadın en faziletlisi, zâlim bir hüküm­darın yanında hak sözü söylemektir."- "Şehidlerin efendisi, Hamza b. Abdulmuttalib ve bir yöneticinin karşısında diki­lip, ona (iyiliği) emreden ve (kötülüğü) yasaklayan ve bu yüzden (yöneticinin) Öldürdüğü bir adamdır.""

a- Ebu Davud, Mekhim 17; Tirmizi, Filen 13; Nesaî, Bey'a 37- tbn Mâ-ce, Filen 20; Miisned, c. 3, s. 19)

Heyserni, Mecmeuz-Zevaid, c. 7, s. 272, c. 9, s. 268. (Isnâdmdaki za-yıt bir şahıstan dolayı zayıf olduğunu söylemiştir.)

 

233

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Sünneti İyî Anlayabilmek İçin İlkeler ve Ölçül

1- SÜNNETİN KUR'AN-I KERİM IŞIĞINDA ANLAŞILMASI

Sünnetin tahrif, istismar ve yanlış te'vilden uzak olarak, doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için yapılması gereken şey­lerden biri de; haber verdiğinde doğruluğu, hükmettiğinde İse adaleti kafi olan Kur'an ışığında ve onun Rabbani çerçe­vesinde anlaşılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbi-nin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O"nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur, O işiten-dir, bilendir." (En'am, 115) Çünkü Kur'an, Islâmî oluşun ru­hu, binasının temelidir. O, İslâm'daki.her kanun için kendi­sine başvurulan bir anayasa mesabesinde olup, onların ana­sı ve dayanağıdır.

237

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nebevî sünnet ise, bu anayasanın yorumu ve daha de­taylı şeklidir. O, Kur'an'in teorik bir beyanıdır, pratik bir tat­bikidir. Resûl'ün görevi ise, insanlara indirilenleri onlara be­yan etmektir.

Ne beyanın, beyan edilenle çelişkiye düşmesi ve ne de fer'in asıla ters olma durumu vardır. Zira Nebevî beyan, de­vamlı bir şekilde yüce Kitabın yörüngesinde döner durur da ondan dışarı çıkmaz.

Bunun içindir ki, Kur'an'in muhkem ayetlerine ve açık belgelerine muarız olan sahih ve sabit hiçbir sünnet yoktur.

Şayet bazı insanlar bunun var olduğunu sanıyorlarsa bu durumda ya sünnetin sahih olmaması, ya bizim anlayışı­mızın doğru olmaması veya çelişkinin hakiki değil, vehme dayanmış olması gerekir. İşte sünnetin Kuran ışığında anla­şılmasının anlamı budur.

Bunun içindir ki iddia edilen Garanik hadîsi şüphe­siz merdud (reddedilmiş) bir hadîstir. Çünkü Kuran'a ters düşmektedir. Ve Kur'an'ın, o değersiz ilahları ayıplayıp-rezil ettiği bir siyak içerisinde (onlara Övgünün) gelmesi ta­savvur edilemez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gördünüz mü, o Lat ve Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan o Menat’ı? Demek erkek sizin de dişi Allah'ın mı? Öyleyse bu haksız bir paylaşma! Onlar, sizin ve babalarınızın (tanrı di­ye) isimlendirdiğiniz (boş) isimlerden başka bir şey değil­dir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar, ancak, zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Halbu­ki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." (Necm, 19-23)

Putları inkar edip ayıplayan bu ayetlerin akışı içerisine, onları öven ve "Bunlar yüce garanik (kuğular) di. Ve onların

238

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şefaatleri umulur."1 diyen kelimelerin girmesini akıl nasıl kabul eder?

Yine kadınlar hakkındaki "Onlarla istişare edip, onlara muhalefet edin."a hadîsi de batıl ve yalandır. Çünkü o anne-babanın süt çocukları hakkındaki yüce Allah'ın şu ayetine ters düşmektedir: "Ana-baba aralarında danışarak ve anla­şarak (çocuklarını) sütten kesmek isterlerse, ikisine de so­rumluluk yoktur." (Bakara, 233)

Sünnetlerden hüküm çıkarmada fukahanın ve sarihle­rin anlayışları ihtilaflı olduğunda bunların en evlası ve en doğrusu Kur'an'ın desteklediği görüştür.

Mesela Allah Teâlâ'nın şu ayetine bakın: "Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tadları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı -birbirine benzer ve benzemez şe­kilde- yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkmı verin..." (Enam, 141) Mekke'de inen bu ayet-i kerime, icmâlen ve tafsilen yer­yüzünde biten istisnasız her şeyde, her birinde belli bir hak olduğunu ve bunun verilmesini emretmiştir. Bu ayette müc­mel olarak emrolunan hak, daha sonra Kur'an ve sünnetin "zekat' başhğı altında tafsil ettiği haktır.

Bununla beraber biz, fukahadan bazılarının, zekatı, Al­lah'ın yerden çıkardığı hububat ve meyvelerden, normal ha­yat şartlarmda besin olarak yedikleri, kurutulabilen, ölçüle­bilen ve ihtiyaç zamanı için saklanabilen dört sınıfa hasret-

1" Garanik masalının iptali için Allame Muhammed Sadık el-Ur-cun'un (r.a.) "Muhammedun Eesülullah' kitabında "Garanik kıssası ahmakça ve zındıkça düzülmüş bir yalandır" başlığı altında yazdığı geniş bir araştırmaya bkz: c. 2, s. 30-100.

a~ Sehavî, Mekasidu't-Hasene, s. 248, mı: 585; Adûnî, Keşfu'l-Hajâ, c. 2, s. 4, nu: 1529

239

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

tiklerini görüyoruz. Ama onlar, sahiplerine binler hatta mil­yonlar kazandıran diğer meyveleri, sebzeleri, kahve ve çay tarlalarını, elma ve mango bahçelerini, pamuk ve şeker ka­mışını vb. vacip olan hak dairesinden çıkardılar. Hatta bazı Asya ülkelerini ziyaretimden birinde duydum ki: Komünist­ler, İslâm fıkhı yahut Islâmî yasamayı, zekat yükünü mısır, buğday ve arpa eken küçük ziraatçılar üzerine yüklüyor -ki bu kimseler belki de arazinin sahibi değil, kiralayanlardır-ve Hindistan cevizi, çay ve kauçuk vb. tarlaların sahiplerini bundan muaf tutuyor diye itham ediyorlarmış!

Burada, yaşadığı asırda Malikilerin başı olan, İmam Bekr Ibn Arabi'nin beğendiğimiz bir görüşü üzerinde dur­mak istiyoruz. O, Ahkâmu'l- Kur'an adlı kitabmda bu ayeti şerh etmiş ve yeryüzündeki bitkilerden zekat verilmesi gere-kip-gerekmeyenler hakkında Malik, Şafii ve Ahmed olmak üzere üç fakihin görüşlerini beyan etmiştir. Bunlardan birisi de kendi mezhebi olan İmam Malik'in görüşüdür. Ama o, insafı ve ilmindeki derinliğinden dolayı hepsini zayıf gör­müş ve şöyle demiştir: "Amma Ebu Hanife'ye gelince, o, il­gili ayeti kendisine bir ayna yapmış ve böylece hakkı gör­müş, neticede besin için olsun veya olmasın yenilen şeylerin hepsinde zekatı vacip kılmıştır."

Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise bunu "Göğün (yağmurun) suladığı mahsullerde onda bir (oranında zekat) vardır."3 hadîsinin umumu içerisinde beyan etmiştir.

imam Ahmed'in görüşüne gelince, "Beş vask'dan az olan mahsul için zekat yoktur."b şeklindeki Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

a" Buhâıî, Zekat 55; Müslim, Zekat 7; Muvatta, Zekat 33; Tirmizi; Zekat

14;Nesaî, Zekat 25...

b" Buhâri, Zekat 4; Müslim, Zekat 1-6; Y. el- Kardavi'nin Fıfchü'z- Zekat

adlı kitabında 5 vask, toplam 647 kg. olarak belirtilmiştir. Bkz: c. 1, s.

377

240

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hadîsinden dolayı ona göre Öşür, ölçülebilen mahsullerde­dir, fakat bu görüş zayıftır. Çünkü hadîsin zahirinin gerek­tirdiği, nisabm meyve ve hububatta muteber olmasıdır. Ze­kat hakkının bunların dışındakilerden düşmesi de kuvvetli bir görüş değildir. Amma ihtiyaç dolayısıyla yenilen azıkla­ra bağlanan Şafiilerin görüşüne gelince, o da, müracaat edi­lecek bir aslı olmayan bir iddia ve ifadedir. Halbuki "Kıyas" kitabında da beyan ettiğimiz üzere, mânâlar ancak belli asıl­ları varsa hükümlere dönüşür.

Yine Yüce Allah, gerek taze, kuru vb. çeşitli hallerde olan üzüm ve hurmada ve gerekse ekin gibi cinsi değişenler­de olsun, genel olarak besin ve meyvelerdeki nimetleri nasıl zikredip bunların hepsinden verilmesi gereken hakkı nasıl vacip kılıyor? Hatta azığa ilaveten karanlıkta nimetlerinden hakkıyla istifade edilebilmesi için, kendisiyle eşyadaki nime­tin tamamlandığı görme zevkini sağlayan aydınlatmaya (ve bunun için yarattığı gaz, yağ, oil, yakıtlar vb.) kadar çeşitli nimetlerini nasıl zikrediyor?a

Sonra İbnu'l-Arabi diyor ki: "Eğer Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ne Medine'nin ve ne de Hayber'in sebzelerinden zekat aldığı niçin nakledilmemiştir denilirse; deriz ki: Bizim (mezhep) âlimlerimiz de buna dayanmıştır. Bunun tahkiki (işin gerçe­ği) ise, bu hususta delilin olmaması, onlar için bir delil değil­dir. Şayet, 'Eğer olsaydı bu, mutlaka nakledilirdi' denilirse, deriz ki: Nakline ne gerek var ki, onun için Kur'an yeterli­dir?!" 2

Nebi'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rivayet edilen '"Yeşil sebzelerde sada­ka yoktur." hadîsine gelince, isnadı zayıftır. Bu gibi hadîsler-

a"Bkz: K. K. 78/13-16, 80/24-32...

*" İbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kıır'an, İsa el-Halebi baskısı, 2. kısım, s.

749, 752.

241

 

SLINKETİ ANLAMADA YÖNTEM

le Kur'an'ın ve meşhur hadîslerin umumunu tahsis etmek şöyle dursun, onunla ihticac bile edilmez.

Nitekim onu Tirmizi rivayet etmiş, sonra da şöyle de­miştir: "Bu hadîsin isnadı sahih değildir. Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu babda sahih hiçbir haber gelmemiştir." 3

Herhangi bir hadîsin Kur'an'ın muhkem ayetlerine mu­arız düştüğünü gören bir Müslümanın, ona iyi bir te'vil bu­lamadığında yapması gereken şey, tevakkuf edip (hüküm vermeksizin) beklemesidir.

Mesela ben, Ebu Davud ve başkalarının rivayet ettiği; "Kız çocuğunu diri diri gömen kadın ve gömülen kız cehen­nemdedir."4 şeklindeki hadîste tevakkuf ettim. Hadîsi oku­duğumda göğsüm daraldı (içim sıkıldı) ve "Belki hadîs za­yıftır. Bu sahanın ehlinin bildiği gibi Ebu Davud'un Sünem­de her rivayet ettiği, sahih değildir" dedim. Ama açıkça onun sahih olduğuna hükmedenleri buldum.

Ona benzer bir hadîs şöyledir: "Kızı diri diri gömen ka­dın ve gömülen kız cehennemdedir. Şu istisnayla ki gömen İslâm'a yetişsin de Müslüman olsun."3 Yani gömen kadının cehennemden kurtulma fırsatı var ama gömülenin hiç fırsa­tı yok!

Burada, daha önce de sahabenin Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "İki Müslüman, kılıçlarıyla karşılaştıklarında, öldüren de öldü­rülen de cehennemdedir."8 haberini duyduklarında sorduk-

*" Bkz: Tirmizi, Zekat (13), sebzelerin zekatı hakkında gelen haberler babı ve Sahihu't-Tirmai bi Şerhi İbni'l-Arabi, (III, 132-3). 4" Ebu Davud, Sürme 18, H. Nu: 47I7'de tbn Mes'ud'dan rivayet etmiş­tir. İbn Hıbban ve Taberani de. Heysem ifcm Küleyb'den rivayet etmiş­tir. Heysenıi, onun ricalinin sahih olduğunu söylüyor. {Feyz, c. 4, s. 371) 5" Ahmed, (Müsned, z. 3, s. 478) ve Nesaî (?!, Seleme ibn Yezid el-Ca'fi rivayet etmiştir. Sahihu'l-Camii's-Sağir'de olduğu gibi. *' Nesai, Tahrim 29; İbn Mâce, Filen II.

242

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTBM

ları gibi ben de sordum. Nitekim onlar: "Haydi bu katil, pe­ki öldürülenin hali nedir?" dediler. Buyurdular ki: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeye hırslıydı" Böylece onlara onun ce­hennemi hak etme yönünün, "Arkadaşını öldürme niyetiyle çıkması" şeklinde tefsir etti.

Burada ben de diyorum ki: Hadi, kızı gömen cehen­nemde, peki gömülenin durumu nedir? Halbuki onun da ce­hennemde olduğuna hükmetmek Allah Teâlâ'nın:

"Kız çocuğunun hangi suçtan dolayı öldürüldüğü ken­disine sorulduğu zaman..." (Tekvir, 8-9) şeklindeki ayetine ters düşmektedir.

Hadîsi hangi yönde anladıklarını ve şerh'edenlerin ne dediklerini görmek için şerhlere başvurdum, fakat sadra şi­fa veren (susuzluğu gideren) hiçbir şey bulamadım.

Benzeri bir hadîs de Müslim'in Enes'ten rivayet ettiği ve Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) babasının nerede olduğunu soran bir adama cevap olarak "Babam da, baban da cehennemdedir."6 hadî­sidir.

Kendi kendime dedim ki: "Fetret ehlinden olduğu ve sahih olan görüşe göre kurtulmuş oldukları halde, Abdül-muttalib'in oğlu Abdullah'ın günahı nedir ki cehennemde olsun?"

"Benim babam" sözünden muradın, dedesi Abdülmut-talib'in vefatından sonra O'nun sorumluluğunu üzerine alıp, O'na bakan, esirgeyip kollayan amcası Ebu Talip olma­sı ihtimali, gerek lügatta, gerekse Kur'an'da amcasının baba olarak ifade edilmesi hatırıma geldi. Mesela Yüce Allah Ya-kup'un (a.5) oğullarının diliyle buyurduğu gibi: "Dediler ki: 'Biz tek ilah olan, senin ilahına, babaların İbrahim, İsmail ve 6" Müslim, İman 88, nu: 347'de rivayet etmiştir.

243

 

SÜNNETİ AKLAMADA YÖNTEM

İshak'ın ilahına kulluk edeceğiz. Ve biz O'na teslim olanla­rız.'" (Bakara, 133) Hz. İsmail, Yakup'un (a.s) amcası olması­na rağmen, Kur"an onu baba olarak ifade etti.

Hayatının son anında kelîme-i tevhidi söylemeyi red­detmesinden sonra, Ebu Talib'in cehennem ehlinden olma­sında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim onun cehennem ehli­nin en az azap göreni olduğunu haber veren bir grup sahih hadîs gelmiştir.1*

Lakin bir yandan onun akla ilk gelen düşünceye aykı­rılığı, öbür yandan ise "Soran adamın babasının ne günahı olduğu" sorusu bendeki bu ihtimali zayıflattı. Çünkü zahi­rinden anlaşılan adamın babası da İslâm'dan önce ölmüş­tür.

Bunun için ben, sadra şifa veren bir şey buluncaya ka­dar hadîste tevakkuf ettim.

Ama şeyhimiz Muhammed Gazzali'ye gelince, o, hadî­si açıkça reddetmiştir. Çünkü bu. Yüce Allah'ın şu ayetleri­ne ters düşmektedir:

"Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etme­yiz." (İsra, 15)

"Eğer onları Muhammed'den önce bir azaba uğratarak yok etseydik, 'Rabbimiz! Bize peygamber gönderseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce Senin ayetlerine uysaydık' derlerdi." (Taha, 134)

"Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi' dersiniz diye, size açıkça anlata­cak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uya­rıcı olarak gelmiştir." (Maide, 19)

a- Müslim, İman 357, 360

244

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Araplara da peygamber gönderilmemiş, Muham­med'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) önce onlara uyarıcı gelmemiştir. Nitekim bunu Allah'ın kitabındaki bir takım ayetler açıklamaktadır:

"Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içerisinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönder­dik)." (Yasin, 6)

"Hayır, Ey Muhammed! O, senden önce peygamber gönderilmemiş olan milleti uyarman için sana Rabbinden ge­len bir gerçektir. Belki artık doğru yolu bulurlar." (Secde, 3)

"Senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik." (Sebe, 44)

Lakin ben, henüz bizim İçin kapalı bir mânâsı olabilir korkusuyla, böylesi haberleri mutlak olarak reddetmeksizin sahih hadîsler üzerinde tevakkuf etmeyi tercih ediyorum.

Tevafuka bakın ki Nevevî'den başka Müslim'in sarih­lerinden birer allâme olan Ubbî ve Senusi’nin de dedikleri­ne bakmak nasip oldu ve onların bu hadîsin zahirini muha­faza ettiklerini gördüm. Ama İmam Nevevî'ye gelince o, ha­dîs üzerine şu açıklamayı yapmıştır: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu, gü­zel ahlâkın gereği, adamı teselli için, musibetini paylaşmak için söylemiştir. Yine hadîste şu mânâ vardır. Kafir olarak ölen cehennemdedir. Yine ona yakınlarının yakınlığı fayda vermez."

Ubbî der ki: "Şu mutlakçılığa bak!" Halbuki Süheylî şöyle demiştir: "Biz böyle bir şey söylemeyiz. Çünkü Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'ölülere sövmekle dirilere eziyet etmeyiniz.'3 buyur­muştur." Yüce Allah ise: "Allah'ı ve Peygamberini incitenle­re Allah, dünyada da ahirette de lanet eder ve onlara alçaltı-A' Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, c. 8, s, 76)

245

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

cı bir azap hazırlar." (Ahzab, 57) buyurmuştur. Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise bunu adama teselli olarak söylemiştir. Adam gelip 'Peki senin baban nerede?' deyince ona bunu söylemiştir.

Nevevî dedi ki: "Bu hadîste, fetret döneminde, Araplar-da olduğu üzere putlara taparak ölenin cehennemde olduğu mânâsı vardır. Yalnız bu, davet ulaşmadan önce azap etme cümlesinden değildir- Çünkü onlara İbrahim ve diğer pey­gamberlerin daveti ulaşmıştır."11

Übbî diyor ki: "Onun bu sözündeki çelişkiyi düşün! Çünkü kendilerine zaten davet ulaşanlar zaten fetret ehli de­ğildir. Bunu iyice dinlemek suretiyle kavrayabilsin. Oysa fet­ret ehli; kendilerine birinci peygamber gönderilmemiş, ikin­cisine ise yetişemeyen, böylesi iki peygamberin zamanları arasında olan ümmetlerdir."

Mesela, kendilerine İsa'nın (a.s) gönderilmediği ve Ne-bî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de yetişemeyen Araplarda olduğu gibi. Bu tef­sirde fetret, her iki peygamber arasını kapsar.

lakin fakihler fetret hakkında konuştuklarında, bundan İsa (a.s) ile Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arasını kastediyorlar. Buhârî, Sel-man'dan o dönemin altı yüz sene olduğunu zikretmektedir.1' Kafi nasslar, hüccet kaim oluncaya kadar azap etmenin olmayacağına delâlet edince, onlara azap edilmeyeceğini öğ­renmiş oluruz.

Şayet bu hadîs ve "Amr Ibn Luhayrı cehennemde ba­ğırsaklarını7 sürüklerken gördüm."8 hadîsinde olduğu gibi

a" Nevevî, Minhac 3.cüz, s. 79) k* Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 53) '" Ktısb: Bağırsaklar anlamındadır.

°~ Muttefekun aleyhtir. Ebu Hureyre'den gelmiştir. El-Lü'lüÜ ve'l-Meram, nu. Î816. Devamı. "Çünkü İlk şaibe bid'atını çıkaran (ve bu­nu din haline getiren) odur. (Açıklama için el-Lü'liiü ve't-Mercan nu: 1816 - Dipnot)

246

 

SÜNNETİ ANIAMADA YÖNTEM

fetret ehlinin bazılarının azap göreceği ile ilgili sahih hadîs­ler gelmiştir dersen, derim ki:

Ukayl Ibn Ebi Talib buna üç şekilde cevap vermiştir: "1- Bunlar âhâd haberlerdir ve kafi nasslarla çelişki teş­kil edemezler.

2- Azaplandırmanın sadece onlara hasredilmesidir ki sebebini en iyi Allah bilir.

3-Bu hadîslerde zikredilen azaplandırmanm, fetret eh­linden dinini, gidişatını değiştiren kimselere hasredilmesi­dir.* Bu da onların sapıklıktan dolayı bu değişiklikle mazur olmayacaklarından dolayıdır."5

A- Hadîslerin Kur'an'a Muarız Olması İddiası Hakkında Bir İnceleme

Burada, sahih bir esas olmaksızın, ikide bir hadîsin Kur'an ile çeliştiğini iddia etmekten de sakınmamız gerekmektedir. Nitekim, Mu'tezile, ahirette Resul {salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve diğer pey­gamber kardeşleri, melekler ve salih müzminlerin, günahkâr tevhid ehli hakkındaki şefaatleriyle ilgili, Yüce Allah'ın faz­lı, rahmeti ve şefaatçilerin şefaati ile onlara ikram edeceği ve böylece onların ya asla cehenneme girmeyecekleri veya gi­rip, bir müddet sonra oradan çıkacakları ve varacakları yerin cennet olacağı hakkındaki yaygın sahih hadîsleria reddetme cesaretini gösterdiklerinde Ölçüyü kaçırmışlardır.

Halbuki bu, rahmet yanı, adalet yanından daha yüksek olan Yüce Allah'ın kullarına bir cömertliğidir. Yine O, iyili-* Çünkü kişinin öz kızını diri diri gömmesi ve bunun gibi şeyler, akıl­lı olan herkes ve bütün din mensuplarınca bilinen şeylerdendir. 9" Bkz. Şerhu'i-Ubbı ve'$-$enusi ala Müslim, C. 1, s. 363-3^, a" Bkz: Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302; İbn Mâce, Zühd 37

247

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ğin karşılığını on mislinden yedi yüz ve daha fazlasını çıka­rırken, kötülüğün karşılığını ise ya ancak bir misli yapmış, ya da affetmiştir.a

Yine Yüce Allah beş vakit namazı, Cuma namazını. Ra­mazan orucunu, teravih namazını, zekat ve sadakaları, hacc ve umreyi, tesbihi, kelime-i tevhidi, tekbir ve hamdetme vb. dua ve zikirleri, Müslümanların başına gelen bir kötülük ve­ya hastalığı, gam, üzüntü veya batan bir diken de olsa eza veren şeyleri...kötülüklere birer kefaret kılmıştır. İşte bunla­rın her biriyle Allah, kulunun hatalarını örterB..

Yine ailesinden olsun veya olmasın, mü'minlerin duası­nı, vefatından sonra kabirde Müslümana faydalı kıldı.c Şu halde Allah'ın seçilmiş, hayırlı kullarına ikram edip onların da Tevhid kelimesi üzerine ölenlerden dilediklerine şefaat etmeleri uzak bir ihtimal değildir ki Bu, hakkında birçok ha­dîsin vârid olduğu bir konudur:

"Cehennemden bir topluluk, Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şe­faatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar 'cehennemlikler' di­ye isimlendirilirler."10

"Cehennemden şefaatle bir topluluk çıkar ki onlar seârir gibidirler."11 (Seârir= Kuşkonmaz= Asparagus, heleyon gibi bir bitkidir.)

a" Bkz: Buhârî, Rikak 31; Müslim, İmarı 203-207; Müsned, c. 4, s. 14, c. 5, s. 155.

'*" Bu hadîsin kaynaklardaki yeri için bkz: el-Mu'cemu'l-Müfekres, "Keffera" ve "Keffire" maddeleri.)

c" Mesela bkz: Ebu Davud, Cemiz 60; İbn Mâce, Cenaiz 23.) 10" Buhâri, Rekaik 51; Müsned, c. 1, s. 454, c. 3, s. 125-126, Ebu Davud, Sünnet 21, İrnran ibn Hüseyin'den rivayet etmiştir. Sahihu'l-Cimii's-Sağifde (8055) olduğu gibi,

1 '■ Mutfefekun aleyh olup (?) Cabiı"dendir. A.g.e (8058). (Buharı, Kı­ta* 51; Müsned, c. 3, s. 326-379)

248

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

"Ümmetimden bir adamın şefaatıyla cennete Temim Oğullarından daha çok insan girer."12

"Şehid, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder."'3 "Kıyamet gününde şefaatime en layık olan; kalbinden halis bir şekilde 'Allah'tan başka ilah yoktur' diyen kimse­dir."1*

"Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıya­met günü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum inşallah."15

"Her Nebî bir istek istemiştir. Veya her Nebînin bir du­ası vardır ve onunla dua edip, duası kabul edilmiştir. Ben ise duamı kıyamet günü için ümmetime şefaat olarak bırak­tım."16

Seyhan (Buhârî, Müslim)'daki Ebi Said hadîsine gelin­ce: "Nebiler, melekler ve mü'minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbar olan Allah: 'Geriye benim şefaatim kaldı' der ve cehennemden bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukları çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bîr ırmağa bırakılırlar." I7

"Her Nebînin kabul olmuş bir duası vardır. Ve her Ne­bî duasını yapmıştır. Ben ise duamı, kıyamet günü ümmeti­me şefaat etmek üzere geciktirdim. Ve o şefaat inşallah üm-

I2" Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyamt 12; Hakim, Müstedrek, c. 3, s. 408. Abdul­lah ibn Ebi'I-Ced'a'dan rivayet edilmiştir. A,g.e. (8069)

'3' Ebu Davud, Cihad 28, Ebu Derda'dan rivayet edilmiştir. A.g.e (8093)

14" Buhârî, İlim 33; Ebu Hureyre rivayet etmiştir. A.g.e (967)

**■ Multefekun aleyhtir. Ebu Hureyre rivayet etmiştir. EILü'Iüü w7-

Mercan, nu: 121.

'"" Muftefekun aleyhtir. Enes rivayet etmiştir. A.g.e., nu. 122. '"' Mutte/ekun aleyhtir. Ebu Said rivayet etmiştir. A.g.e, nu: 115.

249

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

metimden Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölenlere ulaşa­caktır."18

İşte Mu'tezile; vaid'i va'd'e, adalet'i rahmet'e, aklı nakle üstün tuttukları için, sübutlarının kuvvetli ve delâletlerinin açık olmasına rağmen bu hadîslerden yüz çevirmişlerdir.

Onların bu hadîsleri reddederken şüpheleri ise; bu ha­berlerin şefaat edenlerin şefaatini nehyeden Kur'an ile çelişmeleridir.

Halbuki Kur'an'ı okuyan bir kimse, onda, sadece Arap­lardan müşriklerin ve diğer dinlerden sapıkların inanmış ol­duğu şirk şefaatinin nefyedilmiş olduğunu bulur.

Müşrikler, Allah'tan başka veya Allah'la beraber taptık­ları ilahlarınm Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerinden azabı savacaklarını iddia etmişlerdir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'ı bıraka­rak, kendilerine fayda da, zarar da vermeyen putlara tapar­lar. Ve "bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir der­ler." (Yunus, 18)

Fakat Kur'an ilahlarının onlara hiçbir fayda vermeyece­ğini bildirerek iddia edilen bu şefaati iptal etmiştir. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa putperestler Allah'tan başka şefaatçiler mi edin­diler? De ki: Onlar, bir şeye sahip olmadıkları, akıl da ede­medikleri halde mi şefaat edecekler? De ki: Bütün şefaat Al­lah'ın iznine bağlıdır, Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döneceksiniz." (Zümer, 43, 44) "On­lar kendilerine kuvvet ve şeref kazandırsın diye Allah'ı bira-

18' MüsJim, İman 86, nu: 338, Tİnnizi, Deaval 1 131; İbn Mâee, Ziihd 37; Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir, Sahihu'l-Cami' 5176.

250

 

sCmvietİ anlamada yöntem

karak tanrılar edindiler. Hayır, tanrıları onların ibadetlerini inkar edecekler ve onlara düşman olacaklardır." (Meryem, 81-82)

Evet, Kur'an bu değersiz tanrıların şefaatinin olmadığı­nı, hem de müşriklerin itaat olunacak şefaatçilerinin bulun­madığını söylemiştir. Nitekim Yüce Allah: "Zâlimlerin ne bir dostu, ne de itaat edilen bir şefaatçileri vardır." (Gafir, 18) buyurmaktadır. Bilindiği gibi Kur'an şirkten zulüm, müşrik­lerden ise zâlimler diye bahseder. Çünkü şirk büyük bir zu­lümdür.3

Ancak Kur'an, şefaatin varlığını iki şartla ortaya koy­muştur:

1- Şefaatçinin şefaatinin, Allah'ın izninden sonra olma­sı. Çünkü kim olursa olsun, Allah'a bir şeyi vacip kılma yet­kisine sahip değildir. Nitekim Yüce Allah, Ayete'l-kürsi'de "O'nun izni olmadan, O'nun katında şefaat edecek de kim­dir?" (Bakara, 255) buyurmaktadır.

2- Şefaatin tevhid ehline olması. Yüce Allah'ın melekler hakkında: "Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkası­na şefaat edemezler," (Enbiya, 28) ve kıyamet gününü yalan­layanlar hakkında ise; "Artık onlara şefaatçilerin şefaatleri fayda vermez." (Müddesİr, 48) şeklindeki yüce buyrukların­da olduğu gibi.

Tabi ki bu ayetlerin mefhumu orada şefaatçilerin varlı­ğını ve onlardan başkalarına şefaatçilerin şefaatinin fayda vereceğini ifade eder ki onlar da iman üzere ölenlerdir.

Öyleyse iddia edildiği gibi, Kur'an şefaati mutlak ola­rak reddetmemiş, aksine, müşriklerin ve sapıkların iddia et-

a" Bkz: K. K. 31/13, 3/151,2/165...)

251

 

SÜNNETİ ANLAMADA YONTUM

tiği, çeşitli din mensuplarının birçok fesatlarına sebep olan şefaatin olmadığını söylemiştir. Ki onlar dünyada zâlim yö­netici ve hakimlerin yaptığı gibi, şefaatçilerinin ve aracıları­nın kendilerinden cezayı kaldıracaklarına hükmederek he­lak edici günahlar işlemektedirler.

 

2- BİR KONUDA GELEN BÜTÜN HADÎSLERİN TOPLANMASI

252

 

Sünnetin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için yapılması ge­reken şeylerden birisi de, müteşabih'i muhkem'e çevrilecek, mutlak'ı mukayyed'e hamlolunacak ve âmm'ı hass'ıyla tef­sir olunacak şekilde bir konudaki bütün sahih hadîslerin toplanma sidir. Çünkü ondan kastedilen mânâ ancak Öyle anlaşılır ve böylece birbirleriyle çelişmezler.

Sünnetin Kur'an-ı Kerim'i tefsir ve beyan ettiği, yani onun mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlakını takyid ettiği bir gerçektir. Aynı hususlar, sün­netin kendi içinde de varolduğundan, hadîslerin de bir ara­da riâyet edilmesi en evla olanıdır.

Misal olarak elbiseyi uzatma ve bu husustaki şiddetli vaid içeren hadîsleri ele alalım. Bunlar, birçok heyecanlı gen-

253

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

cin, elbiselerini topuklarının yukarısında olacak şekilde kı-saltmayanlara şiddetli karşı çıkışlarında dayandıkları hadîs­lerdir. Bu konuda o kadar aşırı gittiler ki, neredeyse elbiseyi kısa giymeyi İslâm'ın şiarından ve büyük farzlarından sayı-verecekler. Hatta elbisesini onların yaptığı gibi kısaltmayan bir âlim veya davetçi gördüklerinde bazen içlerinden, bazen de açık bir şekilde ona fazla dindar olmama yaftasını yapış­tırmaktadırlar.

Şayet onlar normal hayat işlerinde mükelleflerin üze­rindeki İslâm'ın maksatlarına geniş bir bakış açısından, bu mesele ile ilgili muttasıl hadîslerin tümüne müracaat edip, onları birbirleriyle karşılaştırsalardı, bu makamdaki hadîs­lerden ne kastedildiğini mutlaka anlayacaklar, aşırılıklarını hafifletecekler, ölçüyü de kaçırmayacaklar, dolayısıyla da Allah'ın kendilerine genişlik verdiği bir hususta insanları sı­kıştırmamış olacaklardı.

A- Elbisenin Uzatılması ile İlgili Hadîsler

Mesela, Müslim'in Ebu Zerr'den (r.a.), onun da NeWden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rivayet ettiği şu hadîse bakın: "Üç kişi vardır ki, kıya­met gününde Allah onlarla konuşmaz:

1) Verdiğini ancak başa kakmak için verip, başa kakan kişi,

2) Yalan yeminle malına revaç sağlamaya çalışan kişi19,

3) Ve elbisesini uzatan kişi.". 2°

Yine Ebu Zerr'den gelen başka bir rivayette ise: "Üç ki­şi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onla­ra bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için acıklı bir

19~ d-Müneffık; malı rivaca çıkarmaya çalışan, onu payelendiren de­mektir. 2"~ Müslim, İman 46, nu; 171

254

 

sDpjnetİ anlamada yöntem

azap vardır." Resûlulİah (s.av.) bunu üç defa okudu. Ebu Zerr dedi ki: "Rezil rüsva oldular, kim bunlar ey Allah'ın Re­sulü?" Buyurdular ki: "Elbisesini uzatan, sık sık başa kakan ve yalan yeminle malına revaç sağlamaya çalışan." 21 Peki buradaki elbisesini uzatandan murad nedir? Acaba o, kast-ı kibir ve kendini beğenmek olmaksızın, kendi toplumunda olduğu üzere âdet olarak da olsa, elbise­sini uzatan herkes midir?

Belki Sahih-i BuhârPde gelen Ebu Hureyre hadîsi de bu hadîse tanıklık etmektedir: "Elbiseden topukların altına uza­nanı cehennemdedir." ^ Nesaî'de ise şu lafızla zikredilmiş­tir: "Elbisenin topuklarından altı cehennemdedir." 23

Mânâ ise: "Uzun elbise sahibinin ayağının topuğundan aşağı olan cehennemdedir. Yaptığına bir ceza olarak elbise ile, onu giyenin bedeni kinaye edilmiştir." 2*

Fakat bu konuda gelen tüm hadîsleri okuyan bir kişi meselenin Nevevî, ibn Hacer ve başkalarının tercih ettiği şe­kilde olduğunu anlar: "Buradaki mutlaklık, onda vârid olan kibirlilik kaydına hamledilmiş tir. Kibirlilik ise, hakkında it­tifakla vaîd vârid olan bir haldir."25

Burada Sahih-i Buhâri’de bu hadîslerden gelenleri oku­yalım: Buhârî Kibir olmaksızın elbisesini sürüyen kimse ba­bında Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Abdullah ibn Ömer hadîsini rivayet

21" Müslim, İman 46, nu: 171

"■' Buhârî, libas i- "Babu ma esfele mine'I-Ka'beyni fehüve fi'Nesaî-

Nar" (Fetbu'l-Bârî, Hadis nu. 5787)

"~ Nesaî, Zine I03="Babu ma esfele mine'1-Ka'beyniminel-izar", c. 8, s. 207.

24~ İbn Hacer, Fethu'!-Bârî, c. 10, s. 257, Selefiyye'den fotokopi olarak Dar'ul-Fikir baskısı. "~ A.g.e, aynı yer.

255

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

etmiştir. O, şöyle buyuruyor: "Kim elbisesini kibirle sürürse, Allah kıyamet günü ona bakmaz." Hz. Ebubekir dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü! Elbisemin iki eteğinden biri sarkıyor, ancak onu kaldırıyorum (ne dersin?)" Bunun üzerine Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "Sen onu kibir olarak yapanlardan değilsin" buyurdu.26

Yine Buhârî aynı babda Ebubekir hadîsini rivayet et­miştir: "Dedi ki; 'Biz Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanındayken güneş tu­tuldu. Bunun üzerine O, acele bir şekilde kalkıp elbisesini sürüyerek ta mescide kadar geldi...'"27

. "Elbisesini kibirle sürüyen babı"nda ise Ebu Hureyre, Resûiullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Allah kibirle elbisesini sürüyene bakmaz."38

Yine Ebu Hureyre'den: Dedi ki: "Nebi veya Ebu'l-Ka-sim (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; 'Bir defasında, saçlarını güzelce tara­yıp, kendini beğenen bir adam, yeni ve güzel bir elbise İçin­de yürüyordu. Ansızın Allah onu yere batırdı ve o, kıyamet gününe kadar, çırpınarak bağırıp duracaktır.'"29

Yine Ibn Ömer'den ve bir benzeri de Ebu Hureyre'den gelmiştir: "Bir defasında bir adam elbisesini sürüyordu. Bu sebeple ansızın yere batırıldı. Artık o, kıyamet gününe kadar orada çırpınarak bağırıp duracaktır."30

Müslim de Ebu Hureyre'nin bu hadîsini ve Öncekini ri­vayet etmiş, İbn Ömer'in hadîsini ise bütün isnâdlanyla ri­vayet etmiştir. Onlardan birisi; "Resûlullah'ı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu ku-

26" A.g.e., s. 254, H. Nu. 5784 (Buharı, Libas 2) 27~ A.g.e., aynı yer, h. Nu: 2785 (Buhârî, Libas 2) 2S~ A.g.e, h. Nu: 5788 "el-Batar": Kibirlilik ve azgınlık "yetecelce-lu"nun mânâsı ise yere batıp şiddetli ısiırapla urdan oraya çırpınmak­tır.

29" H. Nu: 5789 (Buhârî, liims 5) M- H. Nu. 5790 (Buhârî, Libas 5)

256

 

SÜNNETİ ANLAMAPA YÖNTEM

laklarımla, şöyle buyururken işittim; 'Kim elbisesini sürür ve bununla sadece kibirlenmeyi isterse Allah kıyamet gü­nünde ona bakmaz.'"31 Bu rivayette 'bununla sadece kibir­lenmeyi isterse' şeklindeki açıkça hasretme yoluyla 'kibir­lenme' kaydı zikredilmiştir ki bu başka türlü bir te'vile im­kân bırakmamıştır,

İmam Nevevî tolerans ile itham olunmayan bir âlimdir. Bilakis o, bu sahada çalışanların bildiği gibi azimetleri ve ih­tiyatlısını almaya daha meyillidir. "Elbisesini uzatan" hadî­sinin şerhinde diyor ki32; O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "elbisesini uzatan" sözünün mânâsı; "onu geniş-bol yapıp aşağı salan, kibirlene­rek bir tarafını sürükleyen" demektir. Elbisenin kibirle sü­rünmesi şeklindeki bu takyid "elbisesini sürüyen" umum ifadesini tahsis ediyor. Şu halde vaidle murad, onu kibirle sürükleyen kişidir. Nitekim Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hususta Ebube­kir es-Sıddık'a (r.a.) ruhsat vermiş ve ona "Sen onlardan de­ğilsin" buyurmuştur. Çünkü o, kibirden başka bir gaye (ha­ya vs.) için sürüyordu.

Hafız İbn Hacer ise izan uzatma ve elbiseyi sürüme üzerine terettüb edecek vaîd hakkında Buhârî'nin rivayet et­tiği hadîslerin şerhinde şöyle demektedir:

"Bu hadîslerde kibir için elbiseyi uzatma, büyük bir gü­nahtır. Kibir olmaksızın uzatmaya gelince, hadîslerin zahi­rinden onun da haram olduğu anlaşılıyor. Fakat onun bu ha­dîslerde kibirle takyidinin yanı sıra, elbiseyi uzatmanın zem-mi hakkında gelen sakındırmadaki mutlaklığın mukayyed

31 ■ Sahih-t Müslim bi Şerhi'n-Nevevî, Şa'b baskısı, c. 4, s, 795, BabÜ Tah-rinıi Cerri's-Sevbi Heyulaca (Müslim, Libas 9, ho. 45) 32~ Aynı kaynak, c. I, s. 305.

257

 

SUİNİYETİ ANLAMADA YÖNTEM

üzere hamlolunması ile delil gösterildi. Dolayısıyla kibirden emin olunduğunda elbiseyi sürüme ve uzatma haram olmaz. Hafız, fakih İbn Abdilberr ise şöyle demektedir: "Mef­humundan, kibir dışında elbiseyi sürümeye vaîdin dahil ol­madığı anlaşılmaktadır. Şu kadar var ki elbiseden gömlek vs. sürünmesi her durumda kötülenmiştir."33

Hakkında vaîdin geldiği, elbisenin kibir kastıyla uzatıl­ması kaydındaki bu şekildeki anlayışı şu da desteklemekte­dir: Hadîslerde zikredilen vaîd, şiddetli bir vaîddir. O kadar ki elbisesini uzatan, (Allah'ın kıyamet gününde konuşmaya­cağı, ona bakmayacağı, temize çıkarmayacağı, kendilerine acıklı bir azabın varolduğu) üç sınıf insandan biri olarak zik­redilmiştir. Hatta Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu vaîdi üç defa tekrarlayınca Ebu Zerr bu vaîdin korkusundan "Rezil rüsva oldular, kim onlar ey Allah'ın Resulü?" demekten kendini alamamıştır. Bütün bunlar delâlet ediyor ki onların yaptıkları, sahibini helak eden günahlardan ve haramların büyüklerindendir. Bu ise, ancak, şeriatın ikame etmek ve korumak üzere geldi­ği din, can, akıl, ırz-neseb ve maldaki zaruri maksatların ge­rektirdiği şeylerde olur. Bunlar ise İslâm şeriatının temel maksatlarıdır.

İzar veya elbisenin mücerred olarak kısaltılması, kendi­siyle hayatın güzelleştiği, zevklerin artırıldığı ve güzel ahlâkın derinleştiği edepler ve tamamlayıcı unsurlarla (el-mükemmilat) ilgili olan güzellikler (et-tahsiniyyat) babına dahildir.

Ama herhangi kötü bir kastı olmaksızın sürünmesi, uzatılması ise tenzihi mekruhlar kısmına daha uygundur.

Burada, dinin mühim gördüğü ve en fazla önem verdi­ği şey, zahiri gidişatın arkasındaki niyetler ve öze ait mânâ-

33- İbn Hacer, Fethul-Bâri, c. 10, s. 263.

258

 

SÜNNETf ANLAMADA YÖNTEM

lardır. Burada dinin karşı konulma'sına Önem verdiği şey, kalbinde zerre miktarı dahi bulunan kimsenin cennete gire­meyeceği, kalp hastalıklarından ve ruhsal afetlerden böbür­lenme, kendini beğenme, kibir, övünme ve başkalarını be-ğenmemezlik gibi şeylerdir.

Bu ise diğer hadîslerin delâlet ettiği gibi elbiseyi uzat­mada gelen şiddetli vaîd takyidinin, kibirlenmeyi kasteden hakkında olduğunu tamamen destekleyen şeylerdendir.

Söylediklerimize ilave edilebilecek diğer bir mânâ da şudur Elbise durumu gerek keyfiyetiyle, gerekse şekliyle in­sanların Örf ve adetlerine bağlıdır. Öyle ki bazen sıcaklık-so-ğukluk, bazen fakirlik-zenginlik, bazen güçlülük-acizlik ya da iş türü, yaşam seviyesi ve bunlar gibi tesiri olan hususla­rın değişmesiyle değişir.

Şâri burada insanlardan çeşitli kayıtları kaldırarak ha­fifletiyor. Zahirde israf ve şımarıklığın ortaya konulmasına, batında ise (başkalarını) beğenmezlik ve kibîr kastedilmesi-ne mani olmak için ancak belirli sınırlar içerisinde müdaha­le ediyor ki bu gibi şeyler kendi yerlerinde detaylı olarak açıklanmıştır.34

Bunun içindir ki İmam Buhârî, Sahih'inde?5 Kitabu'l-Libas'ın başına "Allah Teâlâ'nın: 'De ki: Kulları için çıkardığı Allah'ın ziynetlerini haram kılan da kimdir?' (Araf, 32) buy­ruğu babı" şeklinde başlık atmış ve orada şu iki haberi nak-letmiştir: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'İsraf ve kibir olmaksızın yiyiniz, içi­niz, giyininiz, sadaka veriniz,'36 buyurmuştur."

3^~ Bkz. "d-Hetai ve'İ-Haram" kilabımızın "Giysi ve Ziynet Bölümü", s. 79-92.

35" Bkz: Fethu't-Bûri, c. 10, s. 252 (Buhârî, tîtas 1)

3°" Buhârî bunu cezm sigasıyla muallak olarak zikretmiş, Haftz İbn

Hacer ise onun bunu başka bir yerde mevsul bir senedle nakletmedi-

259

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İbn Abbas ise şöyle demiştir: "Şu iki şey seni hataya dü­şürmedikçe dilediğini ye ve dilediğini giy; israf ve kibir."37

Yine İbn Hacer, hocası Hafız Irakî'nin Tirmizi şerhinde şöyle dediğini nakletnıiştir: "Elbiseden kibirle yere değenin haramlığında şüphe yoktur. Eğer alışılmıştan fazla uzatıla­nın da haramlığı söylenirse bu, doğruluktan uzak olmaz. Fa­kat daha sonra elbiseyi uzatmak insanlar arasında alışılagel­miş bir hale geldi ve çeşitli insanların onunla tanındığı bir alamet oldu. Ama her ne zaman kibir gayesiyle giyilirse, bu­nun haramlığında şüphe yoktur. Adet olarak uzatılanda ise - yasak olan elbise eteği sürüme şekline varmadıkça- haram-lık yoktur."

Kâdî İyâz da, âlimlerden, elbisedeki her uzunluk ve ge­nişlikten âdetten fazla ve alışılmışın dışında olanın mekruh olduğu şeklindeki görüşlerini kaydetmiştir.38

Burada, Hafız Irakî'nin de dediği gibi, âdetin bir hük­mü, toplumdaki yaygın anlayışın da bir te'siri vardır. Bazen âdetin dışına çıkmak, sahibini şöhret zanlısı yapar. Şöhret el­bisesi ise şeriatta da zemmedilmiş tir. Hayırlı olanı ise, orta yoldur.

ğini söylemiştir. Ama, et-Tayaİisi ve el-Haris ibn Ebi Üsame müsned-lerinde bunu Amı b. Şuayb'den, o, babasından, o da dedesinden ge­len bir senedle mevsul olarak rivayet etmişlerdir. et-Tayalisi'nin riva­yetinde 'israf ve kibir olmaksızın" kısmı, el-Haris'înkinde de de 'sa­daka veriniz' ifadesi yoktur. İbn Ebi'd-Dünya ise onu Kitabu'ş-Şükfde tamamıyla mevsul olarak nakletmiştir. Bkz. (Hafız ibn Hacer, Fethu'l-Barî, c 10, s. 253)

3    Hafız İbn Hacer, ibn Ebi Şeybe'nin Musannifinde bunu mevsul olarak rivayet ettiğini söylüyor. Bkz: Aynı kaynak. (Bkz. İbn Ebi Şey-be, el-Musannef, h. Nu: 24878 {c.5, s. 171) Müessesetü'1-Kitabi's-Seka-fiyye, Beyrut 1989). 3S  İbn Hacer, Fethul-BM, c. 10, s. 262.

260

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Şu kadar var ki, kim sünnete uyarak, kibir ile giyme zan­nından uzaklaşarak ve âlimlerin ihtilafından kurtulmak üzere, ihtiyatlı olanı almak için elbisesini kısaltmayı kastetmişse, o inşallah bunun ecrini alır. Ancak bunu, bütün insanları bağla­yıcı olarak görmemeli ve zikrettiğimiz hak üzere olan sarihler­den ve İmamlardan birinin görüşüyle ikna olup da bunu terk edene aşırı bir şekilde karşı çıkmamalıdır. Çünkü her mücte-hidin bir nasibi ve her kimsenin de niyet ettiği şey vardır.

Şu halde diğer hadîslere ve konuyla ilgili diğer nasslara bakmaksızın, bir hadîsin zahiriyle yetinmek, kişiyi çok defa hataya düşürür, doğru yoldan ve hadîsin söylediği maksat­tan uzaklaştırır.

B- Ziraat ile İlgili Hadîsler

Yine Buhârî'nin Sahih'mde, Kitabu'l-Muzaraa'da. Ebu Ümame el-Bahili'den rivayet ettiği şu hadîse bakın! O, bir tarım aleti (pulluk, saban vs.) gördüğünde dedi ki: "Resûlullah'ı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyururken işittim: 'Bu (alet) bir kavmin evine girsin de Allah oraya zelillik sokmasın."'39

Şüphesiz bu hadîsin zahiri, çalışanlarını hor görülmeye ve hakirliğe götüren tarım ve ziraattan, Resûlullah'ın (s.av.) hoşlanmadığını ifade ediyor. Nitekim bazı müsteşrikler, İs­lâm'da ziraatın konumunu kötü göstermek için bu hadîsi is­tismar etmeye çalışmışlardır.

Şu halde hadîsten murad, zahirinden anlaşılan mânâ mıdır? İslâm, ziraatı ve ağaç dikmeyi kerih mi görmektedir?

İşte bu; mânâsı gayet açık ve sahih olan diğer nasslarla çelişen bir haberdir.

39-

Buhârî, Muzaraa 2

261

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Ensar ziraatçı ve ağaç yetiştiren kimseler olmasına rağ­men Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlara ziraatçılıktan ve ağaç dikmekten vazgeçmelerini emretmedi. Aksine, sünnet; ziraat, sulama, ölü arazileri kullanma ve bunlarla ilgili hak ve görevleri be­yan ederken, İslâm fıkhı da bunların her birisini detaylı bir şekilde açıkladı.

Mesela Seyhan (Buhârî ve Müslim) ile başkaları Ne-bî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle rivayet etmişlerdir: "Ağaç diken veya ekin eken bir Müslümanın bu ekip-diktiğinden herhangi bir kuş veya insan veya hayvan yesin de, bu onun için bir sada­ka olmasın (mutlaka olur)."40

Müslim onu, Cabir'den şu lafızlarla rivayet eder: "Müs­lümanın diktiğinden yenilen, onun için bir sadaka olur. On­dan çalınan onun için bir sadakadır. Yırtıcı-pençeli hayvan­ların yediği onun İçin bir sadakadır. Kuşların yediği onun için bir sadakadır. Birisinin verdiği zarar (alıp-eksilttiği) yi­ne onun için bir sadakadır.'"11

Yine Cabir'den; "Nebi <salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ümmü Ma'bed'in bahçe­sine girdi ve şöyle buyurdu; 'Ey Ümmü Ma'bed! Bu hurma­ları kim dikti? Müslüman mı, yoksa kafir mi?' Dedi ki; 'Ha­yır, Müslüman dikti.' Bunun üzerine O; 'Bir Müslüman bir ağaç diksin de, ondan insan, hayvan veya kuş yesin de, bu onun için kıyamet gününe dek (devamlı) bir sadaka olma-

"42

sın.

Öyle anlaşılıyor ki o adamm herhangi bir niyeti olmasa bile, pençeli hayvanların, kuşların yediği, hırsızın çaldığı, kendisine izin verilmeksizin alıp-eksiltenin zarar verdiğinde

*'" Muttefekun aieyhtir. Cabir'den (r.a.) gelmiştir. El-Lü'liiü ve'l-Mer-

can, lı.Nu. 1001.

**' Müslim, Musakat 2= "Babıı Fadİi'l-Carsi ve'z-Zer'i", nu. 7".

*'" A.g.e, aynı yer.

262

 

SUNNITl ANLAMADA YÖNTEM

olduğu gibi, diktiği ağaçların meyvelerinden almana karşılık olmak üzere o, Allah katında sadaka sevabıyla mükafatlandırılmıştır.

Ve o, dikilen ve ekilenden faydalanan canlılar var oldu­ğu müddetçe kalıcı, devamlı, kesilmeyen bir sadakadır.

Bundan daha büyük hangi fazilet vardır? Ve hangi teş­vik unsuru, ziraatı böylesine teşvik edebilir?

İşte eskiden bazı âlimlere: "Ziraat kazançların en fazi-letlisidir." dedirten budur.

Ekip-dikmeye teşvik eden en çarpıcı hadîs ise Ah-med'in Müsned'inde, Buhârî'nin Edebü'i-Müfred'inde Hz. Enes'ten rivayet ettikleri şu hadîstir: "Birinizin elinde bir fi­dan (hurma vb.) varken kıyamet kopmak üzere olsa ve kıya­met kopmadan onu dikebilecekse onu derhal diksin."4^ Ka­naatimce bu, haddizatında, dünyayı mamur kılmak için ya­pılan çalışmanın güzel görülmesidir. Hatta onu dikenin ve ondan sonra bir başkasının bunun ardında herhangi bir menfaati olmasa bile bu böyledir. Çünkü kıyamet koparken ağaç diken birisinin bu diktiğinden fayda ümit etmesi söz konusu bile değildir!

Hayat devam ettiği müddetçe dikmeye ve mahsul yetiş­tirmeye bundan daha fazla teşvik olamaz. Zira insan önce Allah'a kulluk için, sonra da çalışmak ve yeryüzünü imar için yaratılmıştır. Şu halde o, dünyanın son anlarına dek hem kul, hem de çalışan biri olarak yaşamalıdır.

43" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 183-4, 191; Buhirî, el-Edebü'l-Miifred, s. 168, nu: 479, 480'de rivayet etmişlerdir. Elbânî önu Müslim'in jarfı üzere sahih kabul etmiştir. (es-Sahiha, nu: 9) Heysemi onu Mecmau'z-Zemitfde muhtasar olarak nakletmiş ve şöyle demiştir: "Onu Bezzar rivâyef etmiş olup, râvileri esbet ve sikadırlar, (c. 4, s. 63)" Onu Ah­med ibn Hanbel'e nispet etmeyi ihmal etmiştir.

263

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İşte ta ilk asırlarda sahabenin ve Müslümanların anladı­ğı ve onları ziraat ve Ölü arazileri ihya etmekle yeryüzünü mamur etmeye sevk eden şey budur.

Ibn Cerİr, Ammara İbn Huzeyme İbn Sabit'ten onun şöyle dediğini rivayet eder: "Ömer ibn el-Hattab'm babama şöyle dediğini işittim: 'Toprağına ağaç dikmeme engel olan nedir?' Babam ona dedi ki: 'Ben yaşlı bir adamım ve yarın öleceğim!' Bu defa Ömer ona: 'Sana emrediyorum, oraya mutlaka ağaç dikeceksin' dedi. Sonra Ömer ibn Hattab'ı ba­bamla birlikte onları kendi elleriyle dikerken gördüm." **

Yine İmam Ahmed, Ebu'd-Derda'dan rivayet ediyor: "O Dımaşk'da ağaç dikerken kendisine bir adam uğradı ve ona dedi ki: 'Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir sahabisi olduğun hal­de sen de mi bunu yapıyorsun?' Bunun üzerine o; 'Hakkım­da acele hüküm verme! Ben Resûlullah'ın şöyle buyurduğu­nu işittim: 'Bir kimse ağaç diksin ve ondan insan veya Al­lah'ın yarattıklarından herhangi biri yesin de, bu onun için bir sadaka olmasın.' dedi."45

Şu halde Buhârî'nin rivayet ettiği Ebu Ümame hadîsi ne şekilde yorumlanacaktır?

Onu İmam Suhârî "Ziraat aletiyle meşgul olmanın ve emrolunan sınırın aşılmasının akıbetlerinden sakındıran ha­berler" babında zikretmiştir.*

Hafız Ibn Hacer Fethu'l-Bâri'de şöyle der: "Buhârî bu başlıkla Ebu Ümame hadîsiyle, ekip-dİkrnenin fazileti hak-

44~ Suyutî, el-Camiu'l-Kcbir, Bfcz: Elbâni, es-Sakiha, c. 1, s. 12.

Heyserni, Mecmau'z-Zevaid'de naklelmiş ve şöyle demiştir: Bunu, Ahmed ve el-Mu'cemu'l-Kebir'de Taberani rivayet etmiştir. Râvileri güvenilir görülmüştür. Onlar hakkında bazı şeyler soylenmişse de, zararsızdır, (c. 4, s. 67-68) a" Buhâri, Hars 2

264

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTKM

kında geçen hadîs arasını cem etmeye işaret etmiştir. Bu ise şu iki durumdan birisi ile olur: Bu ya böylesi zemmin netice­ye hamledilmesi şeklinde olur. Yani ziraatla meşgul olup, bu sebeple yapmakla emrolunduğu bir vecibeyi yapmamış, me­sela farz olan cihad görevini terk etmiş olabilir. Ya da böyle herhangi bir görevi ihmal etmemişse, onun tarladaki sınırı geçtiğine hamledilir.

Bazı sarihler ise şöyle der: Bu, düşmana yakın olan kim­seler içindir. Çünkü o, tarımla uğraşırsa, binicilikle uğraşa­maz. Ve düşman ona karşı aslan kesilir. Dolayısıyla onların vazifesi binicilikle uğraşmak, başkalarına düşen ise, onların ihtiyaç duydukları şeylerle onlara yardım etmeleridir."46

Hadîsten kastedilen mânânın bu olduğuna ışık tutan haberlerden birisi de Ahmed ve Ebu Davut’un merfu olarak Ibn Ömer'den rivayet ettikleri şu hadîstir: "İyne tarzı*7 ile alış-veriş yaptığınızda, sığır kuyruklarına yapışıp, ziraata dalarak cihadı terk ettiğinizde, Allah size zelilliği musallat eder ve dininize dönünceye kadar onu sizden kaldırmaz."48 İşte bu hadîs, ümmetin- dini görevler karşısında gev­şekliğe düşmesine ve dünyadaki görevlerinden olup da ri­ayet etmesi gerekenleri ihmaline uygun bir ceza olarak, ken­disine musallat olan zelilliğin sebeplerini açıkça ortaya koy­maktadır. Yine İyne ihe alış-veriş, Allah'ın haram kıldığı ve

46' İbn Hacer, a.g.e, c. 5, s. 402.

el-Iynetu: Kişinin malını başkasına vade ile satıp, mah müşteriye teslim etmesi, sonra malın bedelini almadan önce aynı malı, aynı adamdan önceki bedelinden daha az bir nakille satın almasıdır. Bu ise faiz yemek için başvurulan hile (çözüm) şekillerindendir. ™" Elbânî, bu hadisin bütün isnâdlarını sahih görmüştür. cs-Sahiha 1], hususta, "Bey'u'l-Mürabahati li'j-Amiri bi'ş-Şirai" adlı kitabımız­da biraz söz ettik.

265

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şiddetli azabını göstermiş olduğu ve onu yapanın Allah'a ve Resulüne savaş ilan etmiş olduğunu bildirdiği hususta -ya­ni faizde- ümmetin küçük düştüğüne ve zahiri helal gibi gö­züken ama, batını şüphesiz haram olan çeşitli suretlerde yaptıkları muamelelerle onu yeme çarelerine (hilelere) baş­vurduğuna delâlet ediyor.

Nitekim, sığır kuyruklarını izlemek ve tarımdan hoşnut olmak, ziraate ve özel işlerde devamlılığa ve özellikle de as­kerî alanlarla ilgili olanlar başta olmak üzere çeşitli sanatla­rın ihmaline delâlet ediyor.b

Cihadın terkine gelince, bu da yukarıda geçen hususun mantıksal b ir sonucudur.

İşte bütün bu sebeplerle, ümmet dinine dönmedikçe, horluk ve hakirlik onları çepeçevre kuşatır.

a" İbn Hacer, a.g,e, c, 5, s. 402)

"* Tarım ülkesi denilerek sadece tarım ve ziraatla yetinip, her türlü sanayi ve teknolojik çabaları ihmal eden bir çok Müslüman beldeler­de görülen ve gittikçe büyüyen gerilemeler ve çoğalan problemler, hadîsin hedeflediği mânâyı ne kadar da desteklemektedir.

266

 

3- MUHTEÜFU'L-HADÎS ARASINDA UZLAŞTIRMA VE TERCİH

Sabit olmuş şer'î nasslarda asıl olan, birbirleriyle çelişmeme-leridir. Çünkü hak, hak ile çelişmez. Şayet çelişkinin varlığı farz edilirse, bunun ancak zahirinde olup, hakikatte ve pra­tikte böyle olmadığı görülür. Bizim üzerimize düşen ise, id­dia edilen bu çelişkiyi gidermektir.

Herhangi bir zorlama ve saptırma olmaksızın, her iki­siyle birlikte amel edilecek şekilde iki nass arasını cem ve tevfik (birbirine uygun hale getirme) İle çelişkinin giderilme­si mümkün olursa, bu, ikisinden birini tercih yoluna gitmek­ten daha evladır. Çünkü tercih, iki nassdan birinin ihmali, diğerinin onun üzerine takdim edilmesi demektir.

267

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

A- Uzlaştırma, Tercihten Önce Gelir

Zahirleri çelişen -ilk bakışta- metinlerin mânâları ihtilaflı olan sahih hadîslerin arasını uzlaştırma, aralarını cem etme, uyum sağlanıp ihtilaf etmeyecek ve bütünlük sağlanıp çeliş­meyecek şekilde her birisini doğru olan yerine koyma da sünnetin iyi anlaşılabilmesi için Önemli hususlardandır.

Burada "sahih hadîsler" dedik- Çünkü zayıf hadîsler bu sahaya girmez. Zayıf hadîslerle, sahihler çeliştiğinde bizden onların arasını cem etmemiz istenmez. Ancak zayıf olduğu halde, sahihmiş gibi almak suretiyle olursa o başka.49

Bunun içindir ki muhakkik âlimler Ebu Davud ve Tir-mizi'deki, erkek âmâ da olsa kadının ona bakmasını haram kılan "İkiniz de mi amasınız?" şeklindeki Ummü Seleme ha­dîsini, mü'minlerin annesi Aişe ile Fatıma binti Kays'ın riva­yet ettikleri hadîse dayanarak reddettiler ki bunların ikisi de Sah ih 'dedir.

Ümmü Seleme (r.a.) dedi ki: "Resûlullah'ın yanınday­dım. Yanında Meymune de vardı. Derken Ibn Ümmi Mek-tum çıkageldi. Bu hadîse örtü ile emrolunmanuzdan sonra idi. (Onu görünce) Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'Örtünün!' buyurdu. Biz: "Ey Allah'ın Resulü! O, âmâ değil mi? Bizi ne görebilir, ne de bi­lebilir!' dedik. Bunun üzerine Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem): 'Siz de mi âmâsınız? Siz onu görmüyor musunuz?' buyurdu." Bunu Ebu Da­vud ve Tirmizi rivayet etmiş ve "hasen-sahih hadîstir" demişlerdir. x

Her ne kadar Tirmizi onu sahih görse de hadîsin sene­dinde Ummü Seleme'nin mevlası Nebehan vardır ki kendisi

"- Asılları ve senedleri olmayan veya uydurma haberlere gelince, bu sahada onların yalan, batıl ve kitaba, sünnete ters düştüğünü açıkla­ma dışında onlarla uğraşmaya gerek yoktur. 50- Ebu Davud, Libas 37, nu: 4112; Tirmizi, Edeb 29, nu: 2778.

268

 

SÛNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

meçhul olup, onu Ibn Hıbban'dan başkası sika görmemiştir. Bunun içindir ki Zehebi onu el-Muğni'de zayıf râviler arasın­da zikretmiştir.

Bu hadîs, kadının yabancı erkeklere bakmasının caiz ol­duğuna delâlet eden Sahihayn (Buhârî, Müslim)'da gelen ba­zı haberlerle çelişmektedir. Mesela Aişe şöyle anlatır: "Ben, mescitte (savaş oyunları) oynayan Habeşiîere bakarken, Ne­bî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cübbesiyle beni örtüyordu."51

Kâdî İyâz der ki: "Bunda kadınların, yabancı erkeklerin yaptıklarına bakmasına cevaz vardır. Ancak erkeklerin gü­zel yönlerine bakmaları ve bununla zevk almayı arzulamala­rı kadınlara da mekruh olur."

Buhârî'nin bu hadîs için koymuş olduğu bab başlıkla­rından birisi: "Başkalarını suizanna düşürmeksizin, kadının, Habeşlilere vb. bakması babı" şeklindedir. 52

Bunu yine Buhârî'nin Fatıma binti Kays'tan rivayet etti­ği şu hadîs desteklemektedir: "Kocası onu üç talakla boşadı-ğında, Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona buyurdular ki: '(Git) İbn Ümmi Mek-tum'un evinde İddet bekle! Çünkü o âmâ bir adamdır. Olur ki elbiseni çıkarırsın ve o seni göremez.'" Daha önce Ümmi Şerik'in evinde iddet beklemesini işaret etmiş, sonra da şöy­le buyurmuştur: "O, ashabımın yanına girip çıktığı bir ka­dındır. Sen, İbn Ümmi Mektum'un evinde iddet bekle..."3 Netice olarak, bu sahih hadîsler varken, zayıflığı sebebiyle Ümmi Seleme hadîsine itibar edilemez.

"" Hadîs muttefekun aleyhtir. Onu Seyhan ile başkaları da çeşitli lafızlarla rivayet etmişlerdir. Genel mânâsı ise birdir. Bkz: el-lii'tüü vel-Mercan, nu: 533 ve Fethu'1-Barî ile birlikte Buhârî, Nikâh 114, nu: 950.

52' Fethu'1-BârÎ, c. 2, s. 445. (Buhârî, Nikâh 114)

a" Buhârî (?), Müslim, Talak 6, nu: 2.36-38; Muvalta, Talak 67; Ebu Da­vud, Talak 39)

269

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Şu kadar var ki, bu vacip değilse de - bir an için zayıf delili sahih farzetme babından - zayıf hadîs ile sahih hadis arasını uzlaştırmaya çalışmak da caiz olur.

Bunun içindir ki İmam Kurtubi ve başkaları, zikredilen Ümmü Seleme hadîsi hakkında şöyle demiştir: "Sahih oldu­ğu takdirde ise bu, Nebî'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hanımların örtüsünde ti­tiz olduğu gibi, onların mahremliğinde de haris olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim buna imamlardan Ebu Davud ve başkaları da işaret etmiştir. "a

Geriye Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Fatıma bt. Kays'a, Ümmü Şe-rik'in evinde iddet beklemesini emreden sabit ve sahih olan bu hadîsin mânâsı kalıyor. Sonra O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "O, ashabımın yanına girip-çıktığı bir kadındır. Sen İbn Üm-mi Mektum'un evinde iddet bekle! Çünkü o, âmâ bir adam­dır. Elbiseni çıkarırsın da seni göremez."

Kurtubi: "Bazı âlimler bu hadîsi, erkeğin, bir kadının baş ve kulak memesi gibi uzuvlannı görmeyeceğine, fakat kadının, erkeğin bu uzuvlarını görmesinin caiz olduğuna delil getirdiler."b demiştir. Ama avret yerleri ise tabiki caiz değildir.

O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Fatıma'nın Ümmü Şerik'in evinden İbn Ümmi Mektum'un evine taşınmasını emretti. Çünkü bu onun Ümmü Şerik'in evinde kalmasından daha evla idi. Zira, Üm­mü Şerik, evine girip-çıkanın çokluğuyla tanınmaktaydı, do­layısıyla orada onu gören çok olacaktı. Ama, İbn Ümmi Mektum'un evinde ise onu kimse görmeyecekti. Dolayısıyla Fatıma'nın gözünü ondan çekivermesi daha kolay ve daha

a- Ebu Davud, Libas 37,)

°~ Kurtubi'deki "Mâ'lS yecüzü" ifadesinde bulunan "lâ" dizgi hatası

olarak düşmüş olmalı.)

270

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

evla idi. Bu yüzden O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buna ruhsat verdi. En iyisini Allah bilir. ^

I- Kadınların Kabirleri Ziyareti ile İlgili Hadîsler

Kadınları kabirleri ziyaretten men eden hadîslerden bi­ri, Ebu Hureyre'nin şu hadîsidir: "Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kabirleri ziya­ret eden kadınlara lanet etti." Bunu Ahmed, İbn Mâce ve Tir-mizi rivayet etmiş ve "hasen-sahihtir" demişlerdir. Yine onu İbn Hıbban da Sahih'inde rivayet etmiştir. 5*

Aynı şekilde bu, "Kabirleri ziyaret eden kadınlar" lafzı ile İbn Abbas ve Hassan b. Sabit'ten de rivayet edilmiştir. SS Bunu, kadınların cenazeyi takip etmelerini yasaklayan hadîsler de3 desteklemektedir. Bu hükümden hareketle ka­dınların kabir ziyaretinden men edildiği hükmüne varılabilir. Bu hadîslerin karşısında ise, erkekler gibi, kadınların zi­yaretine de izin verildiği anlaşılan diğer hadîsler vardır. Bun­lardan birisi, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu buyruğudur: "Sizi kabirleri ziyaretten yasaklamıştım.  Artık onları ziyaret edebilirsi­niz."56 "Kabirleri ziyaret edin, çünkü o, ölümü hatırlatır." ^7

53~ Tefsiru'l-Kurtubi {Ahkamul-Kur'an) c. 12, s. 228, Darü'l-Kütübi'l-Mısriyye bas k ısı.

5** Tirmizi, Cenah 61, nu: 1056; İbn Mâce; Cemiz 49, nu: 1576; Ahmed, Müsned, c. 2, s. 337; Heysemi, Mevâridü'z-Zamatı 789; Beyhâki, es-Sü-nenü'l-Kübm, c. 4, s. 78; (el-ihsan fi Takribi Sahih-i İbn Hıbban, Cenah. 18, nu: 3179, c. 7, s. 452)

55~ Hadîsin tahriri için bkî: Elbâni, İrvau'l-Ğalü, 761 ve 774 numaralı hadîsler.

a- d-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 543; Ebu Davud, Cemiz 40; İbn Mâce, Ce-naiz 50)

-*" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 38; Hakim, Müstedrek, e. 1, s. 376. Enes'ten rivayet etmişlerdir. Camii's-Sağir, 4584. 57~ Müslim, Cemiz 36, nu: 976-977.

271

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Dolayısıyla kadınlar da bu genel ziyaret izni içine girer.

Onlardan birisi de: Müslim, Nesaî, Ahmed'in Hz. Ai-şe'den rivayet ettiği şu hadîstir: "Ey Allah'ın Resulü, (kabir­leri ziyaret ettiğimde) onlara ne diyeyim?" Buyurdular ki: 'Allah'ın selamı, mü'minlerden ve Müslümanlardan bu di­yar ahalisinin üzerine olsun. Allah bizden önce gidenlere de, sonraya kalanlara da rahmet eylesin. İnşallah bizler de sizle­re katılacağız.' de."58

O hadîslerden biri de: "Buhârî ve Müslim'in Hz. Enes'den rivayet ettikleri şu hadîstir: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir kab­rin yanında ağlayan bir kadına rastladı ve ona şöyle buyur­du: 'Allah'tan kork ve sabret!' Bunun üzerine kadın O'nu ta­nımayarak; 'Bana karışma! Beni kendi hâlime bırak! Çünkü benim başıma gelen, senin başına gelmedi...' dedi."59

Görüldüğü gibi O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kadının sabretmeyi sine karşı çıktı da, ziyaretine bir şey demedi.

Onlardan birisi de Hakim'in rivayet ettiği şu haberdir: "Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kızı Fatıma, amcası Hamza'mn kabri­ni her Cuma ziyaret eder, dua eder ve kabrinin yanında ağ­lardı."60

Kabir ziyaretine izin veren hadîsler, onu men eden ha­dîslerden daha çok olmakla birlikte aralarının cem edilmesi ve uzlaştırılması mümkündür. Bu ise, hadîste zikredilen la­netin -Kurtubi'nin dediği gibi- mübalâğa sığasında olan "zevvarat" kelimesinin gerektirdiği bir mânâ olan sık sık zi­yaret eden kadınlar üzerine hamledilmek suretiyle olur.

58" Müslim, Cenah 35, nıt: 974; Nesai, Cemiz 103, c. 4, s. 93; Ahmed,

Müsned, c. 6, s. 221.

"" Muttefekun aleyhtir. El-Lü'liiü ve'l-Mcrcan, h. Nu: 533.

*°" Şevkânî, a.g.e, c. 4, s. 166. <Bkz; Hakim, a.g.e, c. 1, s. 377).

272

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Kurtubi der ki: "Belki buna götüren sebep de kocanın hakkı­nın yerine getirilmemesi, açılıp-saçılması ve bağırıp-çağırmadan kaynaklanan şeyler vb. olabilir. Şu halde denilebilir ki; kadınlar bütün bunlardan emin olunca, onlar için izne bir engel yoktur. Çünkü ölümü hatırlamaya erkekler de, kadın­lar da ihtiyaç duyar."

Şevkânî der ki: "Bu sözler, zahirde çelişik olan bu hadîs­lerin cem'inde itimat ediîmesi gereken sözlerdir." 61

Zahirleri çelişik iki veya daha fazla hadîs arasında cem etmek mümkün olmadığında onlar arasında tercihe gidilir ve âlimlerin zikrettiği tercih unsurlarından biriyle, birisi di­ğerine tercih olunur. Bu unsurları Hafız Suyutî, Tedribu'r-Râ-viaia Takribi'n-Nevevî adlı kitabında saymış ve sayıları yüzü geçmiştir.3

Tearuz ve tercih edilen bu konu, hem fıkıh usûlü, hem hadîs usûlü ve hem de Kur'an ilimleri sahalarına giren önemli konulardandır.

II- Azl Hadîsleri

Örnek olarak azl, yani hanım hamile kalmasın diye er­keğin eşiyle birleşme esnasında meniyi fercin dışına boşalt­ması hakkında gelen hadîsleri ele alalım: Burada Ebu'l-Berekat İbn Teymiyye (Ibn Teymiyye'nin dedesi)'nin el-Müntekâ min Abrâri'l-Mustafa adlı meşhur kitabının (Azl hakkında ge­len hadîsler babı) zikrettiği hadîslere bakalım.

Cabir (r.a.) dedi ki: "Kur'an vahyinin inmeye devam et­tiği Resûlullah zamanında biz azl yapıyorduk (Ama bundan nehy edilmedik) .b

bl" Şevkânî, aynı yer.

s~ Bkz: Suyutî, Tedrib, c. 2, s. 198-202

b" Hadîs muttefekun aleyh'dir. Buhârî, Nikâh 96; Müslim, NifcSh 136.

273

 

sOnnet! anlamada vöntem

Müslim'in rivayeti ise şöyledir: "Biz Resûlullah (s.a-v.) zamanında azl yapıyorduk. O, bunu duydu da, bizi bundan nehyetmedi."a

Yine Cabir (r.a.)'den, bir adam Resûlullah'a geldi ve de­di ki: "Benim bir cariyem var. O bizim hem hizmetçimiz, hem de hurma (bahçesinde) sucumuzdur. Bazen ona uğru-yorum, ama hamile kalmasını da istemiyorum. Bunun üze­rine O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: 'İstersen azl yap! Ama şüphe­siz onun için takdir tecelli edecektir.'"b

Ebu Said'den (r.a.), dedi ki: "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile bir­likte Benî Mustalık savaşına çıkmıştık ve Araplardan biraz esir almıştık. Hanımlardan ayrı kalmak bize zor geldi. Bu­nun üzerine (esirlerle birleşip) azl yapmak istedik. Bunu Re­sûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sorduk: 'Yapmanızda bir beis yoktur, çün­kü Allah kıyamete kadar yaratacaklarını yazmıştır.' buyur­du. "c

Yine Ebu Said'den, dedi ki: "Yahudiler 'azl, kız çocuğu­nu diri diri toprağa gömmenin küçüğüdür' demişlerdi. Re­sûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurdu: 'Yahudiler yalan söyledi­ler. Zira Allah şayet bir şey yaratmak isterse buna engel ol­maya kimsenin gücü yetmez.'"d Ebu Davud'un lafzı ise: "Bir adam geldi ve ' Ey Allah'ın Resulü, benim bir cariyem var ve ona azl yapıyorum. Diğer erkekler gibi ben de beraber olma­yı arzuladığım halde hamile kalmasını istemiyorum. Yahu­diler ise azlin ...olduğunu söylüyorlar.'"e

a" Müslim, Nifatt 138

b" Müslim, Nikâh 134; Müsned c. 3, s. 312,386; Ebu Davud, Nikâh 49

c' Hadîs müttefekun aleyhtir, el-hü'iüü ve't Mercan, mı: 9)3

d" Müsned, o 3, s. 33, 49,51

<^ Ebu Davud, Nikâh 49

274

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖMTEM

Zâdü'l-Meâd'da İbnü'l-Kayyim şöyle demiştir: "Hadîsin sıhhati açısından sana bu isnâd yeter. Çünkü râvilerin hepsi sika ve hafızdırlar."8

Usame ibn Zeyd'den rivayet edilmiştir: "Bir adam Re­sûlullah'a geldi ve dedi ki: 'Ben eşime azl yapıyorum.' Resû­lullah ona 'Bunu niçin yapıyorsun?' dîye sordu. Adam: 'Sü­tüne zarar verip çocuğunu veya çocuklarını etkilemesinden korkuyorum' dedi. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyur­dular ki: 'Eğer bu zararlı bir şey olsaydı, İranlılar ve Bizans­lılara zarar verirdi.'"b

Yine Cüdâme62 binti Vehb el-Esediyye'den rivayet edil­miştir. Şöyle demiştir: "Bazı insanlarla beraber Resûlullah'ın huzuruna vardım O şöyle diyordu: 'Çocuk emziren kadın­larla birleşmeyi yasaklamayı düşünmüştüm. Sonra baktım ki Bizanslılar ve İranlılar bunu yapıyorlar ve bu, çocuklarına bir zarar vermiyor (ben de yasaklamaktan vazgeçtim).' Son­ra O'na azilden sordular: Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: 'Bu, çocuğu diri diri gömmenin gizlisidir ve o, diri diri gömülen kız çocuğu (hangi günahı yüzünden Öl­dürüldü? diye) sorulduğu zaman' (şeklindeki ayetin" hük­müne girer.)" {Tekvir- 8,9)c

a" İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, c. 5, s. 144 b" Müettti, c. 5, s. 203; Müslim, Nikâh 24, nu: 143 "*" Darekutni der ki: "Cudame; cim ve noktasız dal harfiyledir. Zel harfiyle hata etmektedir. Hafız, Askeri'nin de böyle söylediğini söy­ler. Bir cemaatten onun noktalı zel harfiyle olduğu da nakledilmiştir. Taberi, Cüdâme binti Cendel der. Hadîsçiler ise, İbnetü Vehb der. Tercih olunanı onun ibnetü Cendel el-Esediyye olduğudur. ilk dö­nemde Mekke'de Müslüman olmuş, beyat etmiş ve kavmi ile birlikte Medine'ye hicret etmiştir. Bkz: Tel&ibu't-Tehzıb, c. 12, s. 405-406. c" Müslim, Nikâh 141

275

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine Ömer İbn el-Hattab'dan, onun şöyle dediği riva­yet edilmiştir: "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hür kadına, izni olmaksı­zın azl yapılmasını yasakladı." Ahmed ve İbn Mâce'nin ri­vayet ettiği bu hadîsina isnadı o kadar iyi değildir. Ben de­rim ki; "Çünkü isnadında, İbn Lehfa vardır ki hakkında söylenilenler bellidir. Ancak, Abdü'l-Berrb, Ahmed ve Bey-hâki'nind İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadîs ona şahit­lik etmektedir: "O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hür kadının izni olmaksızın azl yapılmasından nehyetti." Nitekim bu, Neylu'l-Evtâr'da da vardır.e

Zikredilen bu hadîslerin hepsinin zahirleri, azlin mubah olduğuna delâlet etmektedir. Bu da cumhur fukahanın var­mış oldukları görüştür. Fakat, hür kadının çocuk isteme hak­kı olduğundan, ancak onun izni ve rızası ile azl yapılabilir.

Lakin bu da, yukarıda zikredilen Cüdâme binti Vehb hadîsinde "Azlin çocuğu diri diri gömmenin gizlisi olduğu" açıkça ifade edilen ikinci kısımla çelişmektedir.

Alimlerden bazısı bu hadîsle ondan öncekiler arasını cem etmiş ve bunu tenzihe (mekruha) hamletmiştir ki bu, Bey hâki'nin görüşüdür.f

Bazıları ise, sayıca daha çok isnâdla gelen hadîslerle çe­lişkisinden dolayı bu Cüdâme hadîsini zayıf saymışlardır.

a" Müsned, c 1, s. 31; İbn Mâce, Nikâh 30, mı: 1928

Şevkânî, a.g.e de: "Abdürrezzak ve Beyhâki'nin İbn Abbas'tan ri­vayet etlikleri..." demektedir. Ic. 6, s. 197) Abdürrezzak yerine dizgi hatası olarak mı Abdü'1-Berr denilmiştir, yoksa, müellifimiz ayrıca ibn Abdû'l-Berr'e mi işaret etmiştir, bilmiyoruz. c' Ahmed, Müstted'de -el-Muccmu'1-Müfehres'm gösterdiği kadarıyla -sadece Hz. Ömer'in haberini vermektedir. d' Beyhâki, es-Sünenti'l-Kübra, e. 7, s. 231 ^~ Şevkânî, a.g.e, e.6, s. 197 f" Beyhâki, a.g.e, c. 7, s. 231,232

276

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hafız İbn Hacer ise şöyle demektedir: "Bu; sahih hadîs­leri, zann (revehhüm) ile defetmektir. Şüphesiz hadîs sahih­tir ve cem etme mümkündür."

Bazıları ise onun mensuh olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak tarihinin bilinmemesi sebebiyle bu da reddedilmiştir.

Tahavi der ki: "Cüdâme hadîsindeki Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) durumunda, kendisine vahiy indirilmemiş bir konu­da başlangıçta ehl-i kitaba uygun olmasından dolayı kabul etmiş olması ihtimali vardır. Sonra Allah O'na hükmü bildir­miş ve O da bu hususta Yahudileri yalanlamıştır." İbn Rüşd ve îbn Arabi ise, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Yahudilere uyarak bir şeyi haram kılamayacağını ve sonra da bu konuda onların yalan söylediklerini açıklayamayacağı gerekçesiyle, Ta ha­vi'yi eleştirmişlerdir.

Onlardan bir kısmı ise Sahih'de sabit olması hasebiyle Cüdâme hadîsini tercih etmiş, isnâdmdaki ihtilaf ve ıstırap sebebiyle karşısrndakileri ise zayıf saymışlardır. Hafız der ki: "Bu onun bir hadîste zayıf görülebileceği, ancak birbirlerini destekleyen hadîslerde ise bu durumun söz konusu olama­yacağı, aksine onunla amel edileceği gerekçesiyle reddedil­miştir ki burada da böyledir. Ve cem etmek mümkündür."

İbn H..İ.HI ise diğer hadîslerin mübahlık aslına uygun olması, Cüdâme hadîsinin ise yasaklamaya delâlet etmesi gerekçesiyle Cüdâme hadîsiyle ameli tercih etti ve dedi ki: "Her kim, onun men edildikten sonra mubah kılındığını id­dia ederse açıklaması gerekir."

Fakat buradaki Cüdâme hadîsinin yasaklamada açık olmadığı, çünkü, teşbih yoluyla "Çocuğu diri olarak gömme" şeklinde isimlendirilmesin in onun haram olmasını gerektir­meyeceği gerekçesiyle o da eleştirilmiştir.

277

 

SÜNNETİ ANtAMADA YÖNTEM

İbnu'l-Kayyim de bunları cem etti ve dedi ki: "Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Yahudileri yalanladığı şey onların azl ile birlik­te asla hamileliğin tasavvur edilemeyeceği iddialarıdır. Çün­kü onlar bunu diri olarak gömme gibi nesli kesmek mesabe­sinde gördüler. O da bu yüzden onları yalanladı ve 'Allah'ın yaratmayı istemesi halinde hamileliğe engel olunamayacağı­nı' haber verdi. O, yaratmayı dilemediği zaman ise bu haki­katten 'dirice gömmek' olmaz. Nebi onu Cüdâme hadîsinde 'gizli defnetme' olarak isimlendirdi. Çünkü kişi, eşinin ha­mile kalmasından kaçarak azletmiş, dolayısıyla onun kastı, çocuğu diri diri defnetme cihetine kaymıştır. Fakat ikisi ara­sındaki fark gayet açıktır: Canlıca defnetmede kasıt ve fiil bir araya gelirken, azl ise sadece kasıtla alâkalıdır. Bunun için onu gizli defnetme şekliyle vasfetti." Bu cem ise kuvvetlidir. Aynı şekilde Cüdâme hadîsi, senedinin sonundaki ziya­deden dolayı da zayıf sayılmıştır. Şöyle ki: Said İbıı Ebi Ey-yub, Ebi'l-Esved'den rivayetinde tek kalmıştır. Halbuki onu, Malik ve Yahya Ibn Eyyub da Ebi'î-Esved'den rivayet etmiş­ler, fakat bu ikisi, o fazlalığı zikretmemişlerdir. Nitekim bu babdaki hadîslerin hepsiyle çelişmesi sebebiyle dört Sitemin sahipleri bu ziyadeyi hazfetmişlerdir.63

Hafız Beyhâki de es-Sümnü'l-Kübra'smda azlin mubah olduğuna hükmeden bir çok hadîs ve eser nakletmiştir. Son­ra azli kerih görenler ve bu hususta kendisinden ihtilaflı ri­vayetler gelen kimseler ve azlin kerahiyeti hakkında rivayet ettiği haberler için özel bir bab tahsis etmiş ve orada Müs­lim'in tahric ettiği Cüdâme binti Vehb hadîsini de zikretmiş­tir. Sonra Beyhâki şöyle demektedir: "Bize Resûlullah'dan

63" Ebu'i-Berekat İbn Teymiyye, el-MUnteka, c.Z, s. 561-4, Beyrut-Da-ru'1-Marife basımı.

278

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunun aksi de rivayet edilmiştir. Mubah olduğunu ri­vayet edenlerse daha fazla ve hıfz açısından daha kuvvetli­dir. Sahabeden, isimlerini saydıklarımız yani Sa'd bin Ebi Vakkas, Zeyd ibn Sabit, Cabir İbn Abdullah, İbn Abbas, Ebu Eyyub el-Ensari ve başkaları) onu mubah görmüştür. Dola­yısıyla bu daha evlâdır. Onlardan bazılarının bunu kerih görmesi ise haramlıhğa değil de tenziheûı mekruhluğa) hamledilir. En iyisini Allah bilir.64

III- Hadîste Nesh

Hadîsler arasındaki çelişki konusuyla ilgili meseleler­den birisi de nesh veya hadîste nâsih-mensuh meselesidir.

Nesh meselesinin Kur'an ilimleri ile ilgisi olduğu gibi hadîs ilimleri ile de ilgisi vardır. Müfessirlerden bazıları, Kur'an-ı Kerîm'de nesh iddiasında aşırı gitmiş, hatta onlar­dan bazıları, sadece "kılıç ayeti" diye isimlendirdikleri bu ayetin tek başına Allah'ın kitabından yüz ayetten fazlasını neshettiğini iddia etmişler, bununla birlikte "kılıç ayeti"nin hangisi olduğunda görüş birliğine varamamışlardır?!

Hadîste de, birbirleriyle çelişip iki hadîs arasını cem et­mek güç olduğunda ve sonra varit olanı bilindiğinde bazı hadîsçiler de nesh görüşüne sığınmaktadırlar.

Gerçekte, hadîsde nesh iddiası, Kur'an'daki nesh iddi­asından daha az bir yer tutmaktadır. Oysa, durum bunun tam aksini gerektirir. Çünkü Kur'an'da aslolaıı onun umum için ve ebedi olmasıdır. Amma sünnete gelince, ondan bazı­sı Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinin lideri sıfat) ile ümmetin günlük işlerini yönetmesi sebebiyle, cüz'î davalara ve geçici

M" Şevkânî, a.g.e, c. 6, s. 346,350, Daru'l-Cey! (t 6, s. 195-198, Darii't-Turas baskısı).

279

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hallere çözüm getiren hükümlerdir. Ancak hakkında nesh iddia edilen hadîslerin çoğunun iyice araştırıldığında men-suh olmadığı ortaya çıkar. Bazen hadîslerden kimisi ile azi­met murad edilirken, bazısıyla da ruhsat murad edilir. Dola­yısıyla her iki hüküm de kendi yerlerinde geçerli olur.

Bazı hadîsler bir hal ile, diğer bazıları da başka bir hal ile alâkalı olabilir. Bu durumların başka başka oluşu ise nesh anlamına gelmez. Nitekim kurban etlerinin üç günden son­rası için saklanmasının yasaklanması ve sonra onun mubah kılınması hakkında denildiği gibi. Halbuki bu nesh değildir. Bu konunun ilgili yerinde de açıkladığımız gibi, yasak, bir durum hakkında iken, mübahlık ise başka bir durum hak­kındadır.

Burada Hafız Beyhâki'nin Ma'rifetus-Sünen ve'l-Asâr adlı kitabından, İmam Şafii'den (r.a.) gelen bir isnâdla naklet* tiklerini zikretmem iyi olacaktır: "İki hadîsin birlikte kulla­nılması ihtimali bulunduğunda, her ikisiyle de amel edilir, birisi için diğeri terk edilmez. Fakat iki hadîs arasında ihti­laftan başka bir ihtimal olmazsa, bu ihtilaf için iki yol vardır: 1-Bunlardan birisi nâsih, diğeri mensuhtur. Dolayısıyla nâ-sihle amel edilir, mensuh terk edilir.

2- İkisinin çelişmesi, hangisinin nâsih ve hangisinin mensuh olduğuna dair herhangi bir delâletin olmaması. Burada be­nimseyeceğimiz hadîsin, terk ettiğimizden daha kuvvetli ol­duğuna delâlet eden bir sebep olmadıkça birisini bırakıp, Ötekini benimseyemeyiz. Bu, ya iki hadîsten birinin sübutu-nun diğerinden daha kuvvetli olması hali ile olur ki daha sa­bit olanını benimseriz, veya ikisinden birisinin Allah'ın kita­bına veya Resûlü'nün sünnetine daha uygun olması, ya da ilim ehlinin bildiğine daha yakın olması, yahut da Resûlul-

280

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabından çoğunun benimsediği görüşü yan­sıtması ile olur."

Yine (Beyhâki'nin Şafii'ye varan isnâdıyla) Şafii dedi ki: "Bunun sonucu olarak, nasıl ancak adil olduğu bilinen şahit­lerin şahitliği kabul edilirse, hadîslerden de ancak sabit ola­nı kabul edilir. Ama, hadîs bilinmeyen meçhul bir hadîs olursa, veya onu nakledenler, kendilerinden yüz çevirilmiş kimselerden olursa, sanki o hiç gelmemiş gibi sayılır. Çünkü o, sabit değildir."

Beyhâki dedi ki: "Bu kitaba başvuranların, onda zikre­dilen Ebu Abdullah'ın, Muhammed ibn İsmail el-Buhârî ol­duğunu, Ebu'l-Hüseyin'in Müslim İbnü'l-Haccac el-Nişabu-rî (r.a.) olduğunu da bilmesi gerekir. İkisi de, tamamı sahih olan hadîsleri toplayan birer kitap yazmıştır."

Geriye ise, her birisinin sıhhat konusunda tayin etmiş ol­dukları dereceden düşük olmaları sebebiyle kitaplarında nak­letmedikleri sahih hadîsler kalmaktadır. Onlardan bazısını Ebu Davud: Süleyman İbnü'l-Eş'aş es-Sicistanî bazısını Ebu İsa: Muhammed İbn İsa et-Tirmizi; bazısını Ebu Abdurrah-man: Ahmed ibn Şuayb en-Nesaî; bazısını Ebu Bekr: Muham­med ibn İshak ibn Huzeyme (r.a.) rivayet etmiştir. Onlardan her birisi, kitabında, kendi içtihadının öngörmüş olduğu (şartlar ve imkânlar doğrultusunda) rivayetleri toplamıştır.

Rivayet edilen hadîsler üç çeşittir:

Onlardan bir kısmı, hadîs âlimlerinin, sıhhatleri üzere ittifak ettikleri sahih hadîslerdir. Ki mensuh olmadıkça kim­se böylesi hadîslerin hilafına hareket edemez.

Bir kısmı ise hadîsçilerin zayıflıkları üzere ittifak ettik­leri zayıf hadîslerdir. Bunlara da hiç kimse itimad edemez.

281

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Diğer bir kısmı ise onların, sübutları hakkında ihtilaf et­tikleri haberlerdir. Onlardan kimisi, hadîsin bazı râvilerinde görmüş olduğu cerh sebebiyle bir hadîsi zayıf sayarken, baş­kası bu cerh sebebini görememiştir. Yahut birisi, haberinin kabulünü gerektirecek kadar râvinin haline vakıf değilken, başkası buna vakıftır. Veya onun cerh gerekçesi olarak gör­düğü hususu, başkası cerh olarak görmez. Yahut haberin se­nedinin kopuk (münkatı') veya bazı lafızlarının düşmüş ol­duğunu, veya râvilerin kimisinin, bazı râvilerin sözünü ha­dîsin metnine soktuğunu ya da bir hadîsin senedini başka bir hadîsin senedine kattığını (müdrec) kimisi bilir de, bun­lar başkasına gizli kalır.

Bunlardan sonra hadîs ilmiyle uğraşanların yapması gereken şey; âlimlerin ihtilaflarını göz önünde bulundur­mak, onların bir hadîsi red veya kabul ederken gözettikleri hususları dikkate almak ve sonra da onların görüşlerinden en sahih olanı seçmek olacaktır. Başarı Allah'tandır. ffi

65-

Beyhâki, a.g.e, c. 7, s. 328,332.

282

 

4- HADÎSLERİN (VÂRİD OLDUĞU) SEBEPLER, ŞARTLAR VE MAKSATLAR IŞIĞINDA ANLAŞILMASI

 

Nebevi sünnetin en güzel ve doğru bir şekilde anlaşılması için yapılması gerekenlerden birisi de hadîslerin, üzerine bi­na edildikleri özel sebeplere ve belirli bir illete (gerekçe) bağ­lı olup-olmadığına bakılmasıdır. Bu ise bazen hadîste açıkça ifade edilirken, bazen de hadîsteki ifadeden çıkartılır ya da hadîste anlatılan olayın akışından anlaşılır.

Hadîsleri inceleyen iyi bir araştırmacı, onlardan kimisi­nin, muteber bir maslahatı gerçekleştirmek veya belirli za­rarlı şeyleri gidermek, ya da, o zaman mevcut olan bir prob­leme çözüm bulmak için, belirli bir zamanın şartlarının gö­zetildiğini ve onlar üzerine bina edildiğini görür.

Bunun mânâsı ise şudur: Hadîsin taşımış olduğu hük­mün, umumî ve devamlı olduğu gözükebilir. Fakat iyice dü-

283

 

sünnet! anlamada yöntem

şünüldüğündeyse, varlığıyla hükmün var olacağı, yoklu-ğuyla da yine hükmün de kalkacağı bir illet üzerine bina edildiği görülecektir.

Bu ise; -Önceki âlimlerin yazıp da nesilden nesile aktara geldiklerine ters düşse bile- hakkı açıkça söyleyebilmek için edebî bir cesaret ve psikolojik bir kuvvet ile beraber, derin bir fıkha (kavrayışa), hassas bir bakış açısına, tüm nassları kapsa­yan ilmî bir çalışmaya, şeriatın maksatlarına ve dinin hakika­tine iyice nüfuz eden bir idrake ihtiyaç duymaktadır. Bu da kolay bir şey değildir. Nitekim bu Özelliklere sahip olmak, Şeyhü'l-İslâm Ibn Teymiyye'ye, zamanın âlimlerinin çoğu­nun düşmanlığını kazanmasına mal olmuştur. Öyle ki onlar ona karşı çeşitli entrikalar düzenlemişler ve nihayet birkaç defa hapse atılmış ve orada Ölmüştür. Allah ondan razı olsun. Hadîslerin sağlıklı bir şekilde anlaşılabilmesi için, nassın serdedildiği şartlarla, onları açıklamak üzere ve o durumlara çözüm olarak gelen ilgili hususların da bilinmesi gerekir. Ta ki hadîsten ne murad edildiği dikkatli bir şekilde belirlensin ve zanna dayanarak akla gelen her şey söylenmesin, ondan kastedilmeyen yüzeysel bir mânânın ardına düşülmesin.

Herkes tarafından açıkça bilinen bir husustur ki âlimle­rimiz, Kur'an'ın iyice anlaşılmasına yardımcı olan esaslar­dan birinin de nüzul (ayetlerin iniş) sebeplerini bilmek oldu­ğunu zikretmişlerdir. Ta ki Haricîler ve diğer bazı insanların düşmüş oldukları hatalara düşülmesin! Nitekim onlar, müş­rikler hakkında inen ayetleri alıp, onları Müslümanlara tat­bik ettiler. Bunun içindir ki Ibn Ömer, Allah'ın kitabının in­miş olduğu hususları değiştirmeleri sebebiyle onları yaratık­ların en şerlisi olarak görmektedir. &>

f*~ Beyhâki, Ma'rifelu's-Sünen ve'l-AsaT, c. 1, s. 101-103. Tahkik: Seyyid Ahmed Sakr, Kahire'deki el-Mecİisu'1-A'la li'ş-Şuımi'1-İslâmiyye baskısı.

284

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Kur'an'ı anlamaya çalışan veya onu tefsir eden kimse için nüzul sebeplerini bilmesi gerekince, hadîslerin vürud (söyleniş) sebeplerinin bilinmesi daha da fazla gereklidir.

Bunun sebebi ise Kur'an'ın, tabiatıyla umumî ve ebedî olmasıdır. Bazı esaslar ve ibretler alınması dışında, cüz'î şeyleri, detayları ve geçici şeyleri arz etmesi onun şanından değildir.

Sünnete gelince, o çok defa bölgesel, cüz'î ve anlık prob­lemlere çözüm getirir. Yine onda Kur'an'da bulunmayan hu­suslar ve detaylar vardır.

Bu yüzden neyin nass, neyin âmm, neyin geçici ve ne­yin kalıcı ve neyin cuz% neyin külli olduğunu ayırt etmek gerekir. Çünkü onlardan her birinin ayrı hükmü vardır. Ne­tice olarak hadîsin siyakına, ilgili hususlara ve sebeplere bakmak, Allah'ın muvaffak kıldığı bir kimsenin sünneti dos­doğru anlamasına yardım eder.

"Sİz Dünya İşini Daha İyi Bilirsiniz." Bunun misali; iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda Şeri'atın hükümlerinden kaçmak için bazı insanların dayanmış oldukları "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" ö7 hadî­sidir. Çünkü -onların iddia ettikleri gibi- bu alanlar, bizim dünyamızın işlerindendir ve biz onları daha iyi biliyoruz. Zaten Resûlullah onları bize bırakmıştır!!

Acaba hadîs-i şerifin kastettiği bu mudur? Asla! Çünkü insanlar için adalet kural ve ölçülerini koy­mak, dünyadaki haklar ve görevler ile ilgili esasları bildir­mek, Allah'ın, Resullerini gönderme sebeplerindendir. Ta ki ölçüleri karıştırmasın ve onlar sebebiyle yollar ayrılmasın. 67~ Skz. Salibi, a.g.e, c. 3, s. 347-350.

285

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun ki pey­gamberlerimizi belgelerle gönderdik. İnsanların doğru hare­ket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü indirdik." (Ha-did, 25)

Bundan dolayı, alış-veriş muamelelerini, ortaklık, re­hin, kira, borç vb. işleri düzenleyen kitap ve sünnet nassları gelmiştir. Nitekim Allah'ın kitabındaki en uzun ayet "borç­ların" düzenli bir şekilde yazılması hakkında inen şu ayettir: "Ey inananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandı­ğınız zaman onu yazınız. İçinizden bir katip doğru olarak yazsın-.." {Bakara, 282)

"Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsini, onun vürud sebebi açıklamaktadır. Bu ise hurmaları aşılama kıssasında Hz. Peygamberin onlara aşılama hakkında, zan-na dayanan görüşüyle işaret etmesidir. O {salla’llâhü aleyhi ve sellem), ziraat erba­bından değildir, ziraat olmayan bir vadide yetişmiştir. Ensar ise, bunu vahiy veya dinî bir emir sanmış ve aşılamayı terk etmiştir. Meyveler üzerinde bunun kötü tesiri olunca şöyle buyurmuştur: "Ben ancak zannım ile (daha iyi olacağını) sandım. Dolayısıyla beni zannım sebebiyle eleştirmeyin..."3 Sonunda da "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" bu­yurmuştur. İşte hadîs böyle bir durumda söylenmiştir.

"Ben Müşrikler Arasında Oturan Her Müslümam uzağım."

"Ben, müşrikler arasmda oturan her Müslümandan

uzağım. Çünkü birbirlerinin ateşlerini göremezler." ^ hadî-

siyle başka bir misal verelim: Özellikle âlemin birbirine yak-

3' Müslim, Fedail 139-141)

^ Müslim, Fedail 38, nu: 141-2363 (Hz. Aişe ve Enes'ten rivayet edil­miştir.)

286

 

SÜNNETİ AMLAMADA YÖNTEM

laşıp -ediplerden birisini de dediği gibi- sanki büyük bir şe­hir olmasından sonra, öğrenim, tedavi, iş, ticaret, seyahat vb: asrımızda ortaya çıkan birçok ihtiyaca rağmen, bazıları bu hadîsten, genel itibarıyla Müslüman için, Müslüman ol­mayanların beldesinde oturmasının haram olduğunu anla­yabilir.

Halbuki hadîs -AHâme Keşid Rıza'nın da dediği gibi-Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yardım etmeleri için Mekke'deki Müslüman­ların müşriklerin yanından hicret etmelerinin vacipliği hak­kında vârid olmuştur. Bunu Sünen sahipleri rivayet etmişler­dir. Ama Ebu Davud'a gelince o, onu Cerir İbn Abdullah ha­dîsinden rivayet etmiş ve bir topluluğun da Cerir'i zikretme­diklerini yani onu mürsel olarak rivayet ettiklerini söylemiş­tir. Nesaî de bununla yetinmiştir. Yine Tirmizi de bunu mür­sel olarak rivayet etmiş ve "En sahihi budur" demiştir. Bu­harı1 nin de bu mürseli sahih gördüğünü nakletmiştir. Lakin Buhârî, onu Sahihinde rivayet etmediği gibi, hadîs onun şar­tına da uygun değildir. Mürsel haberlerin delil olarak kulla­nılması hususunda usûl ilminde meşhur ihtilaflar vardır. Hadîsin lafzı ise şöyledir: "Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hassan denilen yere bir öncü birlik (seriyye) gönderdi. Onlardan bazı insanlar secdeye kapandılarsa da bunu nazar-ı itibara almaksızın derhal onları öldürdüler. Bu durum Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ulaşınca, O, bundan dolayı onlara yarım diyet vermelerini emretti ve şöyle buyurdu: 'Ben müşriklerin arasında oturan her Müslü­mandan uzağım.' 'Niçin ey Allah'ın Resulü?' dediler. 'Çün­kü, birbirlerinin ateşlerini göremezler.' buyurdular,"3

a" Burada ateşlerinin gözükmemesi; iki zümre arasındaki ikili ilişkile­rin, haberleşmenin, yardımlaşma ve dayanışmanın, birbirlerine karşı güvensizliği ifade etmektedir.)

287

 

SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

Onlar Müslüman oldukları halde, Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakların­da yarım diyet emretti. Çünkü onlar, Allah ve Resulüne kar­şı savaşan müşriklerin arasında yaşamaları sebebiyle kendi­leri, kendi aleyhlerine yardım ettiler ve böylece bütün olan haklarının yarısını düşürmüş oldular.69 Yine Allah ve Resu­lüne yardımdan geri kalmayı doğuran böylesi ikametlere {Kur'an'da da) şiddetle karşı çıkılmıştır. Nitekim Yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "İnanıp da hicret et­meyen (müşrikler arasında yaşayan)lere gelince, onlar hicret edinceye kadar onların velayetinden size bir şey yoktur. Fa­kat onlar dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma kar­şı yardım etmeniz olmaz." (Enfal, 72)

Görüldüğü gibi burada Yüce Allah, hicret vacip olduk­tan70 sonra, hicret etmeyenlerle dostluğu ve yönetim sorum­luluklarını ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "Ben müşrikler arasında oturan her Müslümandan uzağım" sözünün mânâsı, 'öldürüldüğü zaman kanından beriyim (sorumlu değilim)' demektir. Çünkü böyle birisi İslâm dev­letine karşı savaşanlar arasında ikamet etmekle kendisini buna arz etmiş demektir.

Bu misalden çıkarılan netice ise: Hakkında nassta ifade edilen şartların değişip, istenilen maslahatın, defedilen mef-

69~ Ebu Davud, Cihad 105, nu: 2645; Tirmizi, Siyer 42, nu: 1604, Nesaî, Kasame 27.

"*" Diyetin yanya düşürülmesinin illeti hakkında İmam Hattabi şöy­le demektedir: Çünkü onlar kafirler arasında oturmalanyla kendi aleyhlerine yardımcı oldular. Böylece tıpkı, başkasıyla ortaklaşarak kendi canına kıymasıyla helak olan kimse gibi oldular ve diyetten kendi cinayetinin payı düştü. (Bkz. Ebu Davud, Cihad 105, nu: 4645 ve dipnotlar.)

288

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sedetin ardında yattığı hissedilen illetin yok olmasıyla, bu nass ile daha önce sabit olan hükmün de ortadan kalktığı anlaşılır. Zira hüküm, illetin varlığıyla var, yokluğuyla da yok olur.

"Kadının Mahremiyle Beraber Yolculuk Yapması."

Bu konu ile ilgili olarak vereceğimiz misallerden birisi de Sahihat/n'da İbn Abbas ve başkalarından merfu olarak ge­len şu hadîstir: "Bir kadın, ancak beraberinde (kocası veya kendisine nikâh düşmeyen) mahremi olduğu halde yolculuk yapabilir."71

Bu yasağın arkasındaki illet; yolculuğun deve, katır ve eşek üzerinde yapılıp, genellikle de neredeyse yerleşim mer­kezleri ve yaşayanların pek bulunmadığı sahra ve çöllerin aşıldığı bir zamanda kocasız ve mahremsiz yolculuğundan dolayı kadın hakkındaki korkudur. Böylesi bir yolculukta kadının kendisine bir kötülük yapılmasa dahi en azından hakkında kötü şeyler şüyu bulabilirdi.

Fakat -asrımızda olduğu gibi- durum değişip, yolculu­ğun en az yüz veya daha fazla yolcunun bindiği uçak, yahut yüzlerce yolcu taşıyan bir trende yapılması halinde ise, yal­nız başına yolculuk yapan kadın hakkında korkmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bu hususta şer'an kadın hakkında bir günah (güçlük) yoktur ve bu, hadîse muhalefet de sayılmaz. Bilakis bunu, Buhârfdeki Adiyy İbn Hatim'in merfu olarak rivayet ettiği şu hadîs destekleyebilir: "Bir kadının Hira de­nilen yerden çıkıp, kocası olmaksızın tâ Beyt'e (Kabe'ye) ka­dar gelmesi yakındır." n

71

Müellif yukarıda rakam koyduğu halde, dipnotu herhalde unut­muş olmalı, ikinci baskısında da aynı durum söz konusu. '2' Muttefekun aleyhtir. Bkz: ei-Lii'lüii ve'i-Mercan, 850 ııo'lu hadîs ve ondan önceki üç hadîs S47-849.

289

 

sünneti anlamada yöntem

Hadîs, İslâm'ın zuhurunu, onun nurunun âlemlerde yükselmesini ve yeryüzünde güvenliğin yayılmasını met­hetmek üzere söylenmiştir ki bu aynı zamanda böylesi yol­culuğun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim bu hu­susta İbn Hazm da bu hadîsi delil göstermiştir.

Yine bu konuda bazı imamların, bir kadının mahremi ve kocası olmaksızın güvenilir kadınlarla birlikte veya ken­dilerine güvenilen bir cemaat ile hacc yapmasını caiz gör­düklerini bulmamızda şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim Hz. Ömer döneminde Hz. Aişe ve mü'minlerin annelerinden bir grup, yanlarında mahremleri olmaksızın haccetmişlerdir. Hatta Buhâri’nin Sahih'inde olduğu gibi Osman İbn Affan ve Abdurrahman ibn Avf onlara arkadaşlık etmişlerdir.

Dahası imamlardan bazısı "güvenilir bir kadın yeter" demektedir.

Bazıları ise yol güvenilir olduğunda kadın tek başına yolculuk yapabilir demektedir ki bunu Şafiilerden Mühezzeb sahibi de doğru bulmaktadır.

Bu, hacc ve umre yolculuğundadır. Şah'îlerin bazıları ise bunu bütün seferler için gerekli görmüştür. ^

"İmamlar Kureyş'tendir."

Yine bu cümleden olarak "İmamlar Kureyş'tendir" 74 hadîsini zikredebiliriz.a İbn Haldun bunu, Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaşa­dığı dönemde Kureyş'in sahip olduğu ve halifelik ile krallı­ğın üzerine kurulacağı kuvvet ve asabiyeti dikkate aldığı

73' Buharı, Meıiakıh 25.

'*" Fethu'I-Bâri, c. 4, s. 446 ve devamı, Halefai baskıcı.

a' Bu konuda ilmî geniş bir tetkik için Bkz: Hatipoğlu, Mehmet Said,

Hilafetin Kureyşlilıği, A. Ü. İ. F. Dergisi, jodll. 1-93 Ankara- 1978

290

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şeklinde tefsir etmiştir. O, şöyle demektedir: "Kureyşlilik şartının, sadece onlarda bulunan asabiyet ve üstünlük sebe­biyle çekişmelerini defetmek için olduğu sabit olunca, bu­nun Kureyş'in bizzat kendisinin değil ancak ondaki yeterli­lik olduğunu kavradık ve bu şartı ona gönderip, illeti Ku-reyşlilikten kastedilen şeye şamil kıldık ki o da asabiyetin bulunmasıdır. Bu yüzden Müslümanların başına geçecek yöneticilere başka kavimlerin de uymaları ve iyi bir himaye gerçekleştirebilmeleri için aynı asırda ve bir arada yaşayan insanlara karşı güçlü bir asabiyet sahibi bir kavimden olma­larını şart koştuk..."75

Nassların İlletlerini ve Bağlamlarını Göz Önünde Tutmak Hususunda Sahabe veTabiunun metodları

Hadîslerin bağlamlarını ve illetlerini göz önünde bu­lundurma metodunu ilk uygulayanlar, sahabe ve onlara gü­zelce uyan tabiilerdir. Onlar, bazı hadîslerin Resûlullah dev­rindeki belli bir durumu ele aldığını ve sonradan bu duru­mun değiştiğini görür görmez bu tür hadîslerin zahiriyle ameli terk etmişlerdir.

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hayber'i, fetheden ashabı arasında tak­sim etmesine rağmen, Hz. Ömer'in Irak arazisini taksim et­meyip Müslüman nesiller için devamlı bir güç kaynağı olsun

75~ Ahmed, Müsned, c. 3, s. 129, 183'de Enes'ten rivayet etmiş olup, Heysemi'nin Mecıttau'z-Zevaid, c. 5, s. 192'de dediği gibi râviler sika­dır. El-Münziri, et-Terğib ve't-Terhıb'de isnadı (ceyyid) iyiidr der. Bkz: Münlef-a adlı kitabımızın 1299 no'lu hadîsi. İmam Ahmed: "Yönetici­ler Kureyş'tendir" lafzıyla başka bir hadîs rivayet etmiştir, c. 4, s. 421-4. Heysemi diyor ki: "Sükeyn ibn Abdülaziz hariç- ki o da sikadır- ha­dîsin râvileri, Sahih'in râvileridir." Münziri de "râviler sikadır" diyor. Bkz: Miintaka, 1300.

291

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

diye orayı sahiplerinin elinde bırakmayı ve araziye vergi (haraç) koymayı daha uygun görmesi de bu tür durumlar­dandır. Bu durumda İbn Kudame şöyle demektedir: "Ne­bi" nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hayber'i taksimi İslâm'ın başlangıcında ihtiya­cın çok olduğu bir zamandaydı ve bunda ümmetin maslaha­tı vardı. Daha sonra ise bu maslahat, arazinin, sahiplerinin ellerinde bırakılması şeklinde belirginleşti ve bunun yapıl­ması vacip oldu."76

Hz. Osman'ın Yitik Develer Hakkındaki Tavrı

Bunun bir başka misali de şudur: Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yitik develerden sorulunca. O, onların alınıp-toplanılmasını ya­saklayarak şöyle der: "Ondan sana ne? Onun güçlü ayakları ve bünyesinde de suyu vardır. Sahibi buluncaya dek suyunu içer ve ağaçlardan yer."77

Hz. Peygamber zamanında ve Ebu Bekir'le Ömer (r.a.) devirlerinde bu uygulama böylece devam etti. Yani yitik de­veler, Resûlullah'ın emrine uyularak, kendilerini koruyabil­dikleri ve çölleri aşmaya dayanıklı ayakları sayesinde çöller­de yiyecek ot ve içecek su bulup, işkembelerinde depo ede­bildikleri sürece, sahipleri tarafından bulununcaya kadar kendi hallerine bırakılır, onları kimse alıkoymazdı.

Sonra Osman İbn Affan dönemi geldi. Muvatta'da riva­yet ettiğine göre İmam Malik, Ibn Şihab ez-Zührî'nin şöyle dediğini işitmiştir: "Ömer İbn Hattab zamanında yitik deve­ler o kadar çoğalmıştı ki, sağda solda yavrularlardı da kim­se onlara dokunmazdı. Hz. Osman halife olunca bunların

7^~ Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, c. 2, s. 586, Lecnetu'l-Beyani'I-Ara-bi'nin ikinci baskısı. Dr. Ali Abdülvehhab Vafi'nin tahkikiyle. "* İbn Kudame, Muğni, c. 2, s. 598, Neşru'l-Sekafetu'l-tslâmiyye mat­baası, Mısır.

292

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

toplanıp ilan edilmesini, sahipleri çıkmazsa satılıp sonradan sahipleri bulunduğunda paralarının verilmesini emretti."^

Hz. Osman'dan sonra, durum biraz daha değişti. Şöyle ki, Hz. Ali yitik develerin, sahipleri adına korunmak üzere tutulmalarında Hz. Osman'ın fikrini kabul etmekle beraber, bunların satılarak paralarının verilmesinin, sahiplerini zara­ra sokabileceği görüşündeydi. Çünkü, devenin bedeli bizzat devenin yerini tutamaz ve sağladığı faydayı sağlayamazdı. İşte bu yüzden Ali bin Ebu Talip develerin toplanılarak Bey-tü'l-Mal tarafından bakılmalarına ve sahipleri çıkınca da tes­lim edilmelerine karar verdi.

Hz. Osman ve Ali'nin bu yaptıkları, Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hükmüne muhalefet değildi. Bilakis onlar bu emrin maksadını göz önünde bulundurmuşlardı. Çünkü insanla­rın ahlâkı bozulmuş, hak-hukuk anlayışı zayıflamış ve bir ta­kım kimseler harama el uzatır olmuşlardı. Böyle bir yerde yitik deve ve sığırları kendi hallerine terk etmek, onları zayi etmek ve sahiplerine bir daha dönmemelerine sebep olmak olurdu. Bu ise Hz. Peygamber'in onları toplama yasağıyla katiyyen kastetmediği bir şeydi. Binaenaleyh, bu mahzurun ortadan kaldırılması icap ediyordu.

Değişen Bir Örf Üzerine Bina Edilmiş Nasslar

Yukarıya ilâve edilebilecek hususlardan birisi de nassların, peygamberlik asrında varken daha sonraki asırlarda değişmiş olan, o döneme ait örf üzerine bina edilip-edilme-diğine bakılmasîdır. Böylesi bir durumda, hadîsin lafzına harfiyen bağlanmayıp, nassdan kastolunan şeye bakmamız­da bir sakınca yoktur.

7&- Şevkânî, Nq/lü'l-£viar, c. 5, s. 33S, muttefekun aleyh o!an bir ha­dîstir. (Bkz: e\-lü'İüü ve'l-Mercan, tıu: 1123)

293

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

"Buğday ile buğday, aynı şekilde arpa, hurma ve tuz, ölçeği ölçeğine, misli misline, altın ve gümüş ise tartısı tartı­sına (fazlalık alınmaksızın değişirilir)." mealindeki hadîste sözü geçen ribevî {faiz olabilecek) bu sınıf mallarla ilgili ola­rak İmam Ebu Yusuf'un görüşünü fıkıh âlimleri bilirler. Ebu Yusuf'a göre hadîsde geçen sınıflarda ölçüye mi, yoksa tartı­ya mı itibar edileceği, örfe bağlı bir husustur. Bu bakımdan, Örf değişirse, mesela -asrımızda olduğu gibi- hurma ile hız tartı ile alınır-satılır hale gelse, muamelenin yeni örfe göre yapılması icap eder; dolayısıyla hurmanın hurmayla, tuzun tuzla -ölçü olarak farklı bile olsa- tartıyla eşit olarak satışla­rı caiz olur.

Bu ise, İmam Ebu Hanife'nin ve Hanefi kitaplarının şu görüşüne muhaliftir: "Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hakkında ölçek itibarıyla fazlalığı haram kıldığı mallarda ebediyen ölçeğe iti­bar edeceklerdir, hatta insanlar bu mallarda ölçek kullanma­yı terk etseler bile. Yine Resûlullah'ın haklarında tartı ile faz­lalığı haram kıldığı mallarda, daima tartıya itibar edilecektir; hatta insanlar bu mallarda tartı kullanmayı bıraksalar bile."

İşte bu görüşe göre hurma, tuz, buğday ve arpanın kı­yamet gününe kadar ölçekle alınıp -verilmesi gerekir. Bu ise insanlar için bir zorlaştırmadır; halbuki bu hükmü koyanın böyle bir maksadı yoktur. Şu halde doğru olan, Ebu Yu­suf'un söylediğidir.

Nassm bilâhare değişikliğe uğrayan bir örfe bağlı ola­rak vârid olabildiğinin en açık örneklerinden biri de, Pey-gamber'in nakitlerin zekatınında, biri gümüşten ikiyüz dir­hem (595 gr.) diğeri de altından 20 miskal (85 gr.) olmak üze­re iki çeşit nisab takdir etmiş olmasıdır. Çünkü o zaman bir dinar on dirheme müsavi bulunuyordu.

Fıkhu'z-Zekat adlı kitabımda da açıkladığım gibi, haki-

294

 

katte Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), zekat için iki ayrı nisab koymayı kastetmiş değildir. Aksine onun kastı tek bir nisabdır. Bu ni­saba kim malikse o, zengindir ve zekat vermesi gerekir. O nisab ise, nübüvvet asrında tedavülde bulunan iki para cinsiyle (altın ve gümüşle) takdir edilmiştir. Dolayısıyla bu ko­nudaki nass, o gün geçerli olan örf ve teamüle göre vârid ol­muş ve zekat nisabını, birbirine tamamen eşit iki meblağa göre belirtmiştir. Günümüzde ise durum tamamen değişmiş ve gümüş fiyatları altına göre korkunç bir düşüş göstermiş­tir. Bu durumda zekat nisabını, birbirinden oldukça farklı değerler ifade eden iki meblağ üzerinden taktir etmemiz, mesela "85 gr. altın veya 595 gr. gümüşe muadil parası olan kimse zekat verecektir." dememiz caiz değildir. Çünkü bu durumda altın nisabının kıymeti, güm üşün kinden on misli kadar fazladır. Böyle olunca, mesela bir miktar Ürdün dina­rına veya Mısır cüneyhine sahip olan bir kimse, "paranın ni­sabını gümüş üzerinden hesaplarsak sen zenginsin, zekat vermen gerekir," deyip de, bundan kat kat fazla parası olan birine de "paranın nisabını altın üzerinden hesaplarsak sen fakirsin" dememiz de makul olmaz.

Günümüzde bu durumdan kurtulmanın yolu paralarda zekatı gerektiren şer'î zenginliğin asgarî haddini ifade eden bir tek nisabın belirlenmesidir. Allah rahmet eylesin, büyük Üstad Şeyh Muhammed Ebu Zehra ve merhum meslektaşla­rı Şeyh Abdülvehhab Hallaf ile Şeyh Abdurrahman Hasen, 1952'de Şam'da verdikleri zekat konferansında bu görüşe ka­il olmuşlar ve zekat nisabının, yalnızca altın üzerinden hesap edilmesine karar vermişlerdir. Zekat hakkındaki araştır­mamda benimde tercih ve teyid ettiğim görüş bu olmuştur.79

79' Bkz: Fıkhrz-Zektıt, c. 1, s. 261-265.

295

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Âkile'nin Hz. Ömer (r.a.) Döneminde Değişmesi

Peygamber'in hata ile ve şibh-i amd (kasta benzer) öl­dürmelerde diyeti katilin akrabaları olan âkilesine yükleme­si de zamanın sonradan değişen örfüne bağlı olan nasslar-dandır. Fukahadan bazıları Peygamber'in verdiği bu hük­mün zahirine tutunarak âkilenin daima katilin erkek akraba­ları olması gerektiğine hükmetmişlerdir de Asr-ı Saadette, kişinin en büyük yardımcısı ve destekçileri erkek akrabaları olduğu için, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) diyeti onlara yüklediğini göz önünde bulundurmamışlardır. Hanefiler ve diğer bazı­ları ise bu görüşte olan fukahaya muhalefet ederek, Hz. Ömer'in (r.a.) kendi döneminde diyeti divan ehline yükle­miş olmasını delil göstermişlerdir. İbn Teymiyye, bu konuyu Feteva'sında ele almış ve şöyle demiştir: "Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), diyeti âkileye yüklemiştir. Âkile kişiye yardım eden ve ona destek olan kimselerdir. Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) devrinde, kişi­nin erkek akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a.) ise kendi kendi dö­neminde diyeti divan ehline yükledi. Bu sebepten diyetin ki­me ait olacağı hususunda fukaha ihtilaf etti ve şöyle denildi: "Burada esas olan, acaba âkile; şeriatça tahdid ve tayin edil­miş belli kimseler midir? Yoksa herhangi bir tayin söz konu­su olmaksızın kişinin yardımcı ve destekçileri midir?"

Fukahadan birinci görüşü esas alanlar; "Diyet ancak ak­rabaya düşer" demişlerdir. Çünkü akrabalar, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) devrinde âkile idi, İkinci görüşü esas alanlar ise de­mişlerdir ki; "Yerine ve zamanına göre kişiye kimler yardım ediyor ve kolluyorlarsa âkile onlardır. Peygamber devrinde kişinin yardımcı ve arka çıkanları akrabaları idi. Bundan do­layı da âkile onlardı. Çünkü Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zamanında divan ve atiyye (maaş vs.) diye bir sistem yoktu. Hz. Ömer

296

 

(r.a.), kendi döneminde divan sistemini kurunca, her birliğe bağlı bulunan askerlerin akraba olmasalar dahi birbirlerine yardım edecekleri ve birbirlerini kollayacakları belliydi. Do­layısıyla âkile de onlardı." Sahih olan bu ikinci görüştür. Ya­ni hallerin değişmesiyle âkile olacaklar da değişir. Yoksa, ba­tıda oturan bir adam düşünün, yardımcı ve destekçileri ora­dadır. Bu durumda nasıl olur da âkilesi doğuda bir memle­kette oturan kimseler olabilir? Hatta belki de onun doğuda oturan akrabalarıyla hiçbir ilgisi kalmamış ve herhangi bir haberleşmesi yokken! Bir kimsenin mirasını orada bulunma­yan gaib veresesi için muhafaza etmesi mümkündür. Çünkü Resûlullah (s.a,v.), katil bir kadının diyetini asabesine, mira­sını ise kocasına ve oğullarına verdirmiştir. Yani bu varis başka, âkile başka bir şeydir. **

Fitir Sadakası

Sabit olan hususlardandır ki, Resûlullah (sav.) fıtır sa­dakasını veriyor ve onun bayram günü sabah namazından sonra, bayram namazından önce verilmesini emrediyordu.11

Toplumun hacminin küçük olması, halkın birbirini tanı­ması, ihtiyaç sahiplerinin bilinmesi ve evlerinin yakın olma­sı gibi sebeplerle ona müstehak olan kimselere çıkarıp ulaş-tırmak için bu vakit yeterli idi ve bunda herhangi bir prob­lem de yoktu.

Fakat daha sahabe asrında, toplum genişleyip, evler uzaklaşıp, fertler çoğalıp da araya yeni unsurlar girince fıtır sadakasını verebilmek için sabah namazıyla bayram namazı arasındaki bu vakit yeterli gelmemeye başladı. İşte sahabe-

60" İbrt Teymiyye, Mecmuu Feteoa, e. 19, s. 255, 256. a" İbn Teymiyye, Mecmuu Tetevâ, c. 9, s. 255, 256)

297

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

nin fıkhı (ince kavrayışı) neticesindedir ki, onu bayramdan bir veya iki gün önce vermeye başlamışlardır.

Müctehid fakihlerden kendilerine uyulan imamlar dev­rinde ise toplum daha da genişledi ve zorluklar biraz daha artmış oldu. Bu sebeple Hanbeli mezhebinde olduğu gibi Ramazan'ın yarısından, hatta Şafiî mezhebinde olduğu gibi, Ramazan'ın başından itibaren verilmesini caiz gördüler.

Yine sünnette belirtilen yiyecekler üzerinde kalmayıp, her bölgenin genelinde yediklerini onlar üzerine kıyas ettiler (ve onlardan da vermeyi caiz gördüler).

Dahası onlardan bazıları, özellikle fakir için daha fayda­lı olduğunda sadaka yerine onun kıymetini verilmesinin ca­iz olduğunu da ilave ettiler. Bunlar ise Ebu Hanife ve asha­bıdır. Çünkü sadakadan maksat böylesi kutsal bir günde fa­kirleri ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu ise yiyecekle gerçekleşe­bildiği gibi, onun kıymetini,ödemekle de gerçekleşir.

Belki, özellikle asrımızda, kıymetin ödenmesi onların yiyecek ihtiyacını gidermekten daha faydalıdır. Ve bunda Nebevî nassta kastedilen şeye riayet, onun ruhunun tatbiki vardır ki, gerçek fıkıh da işte budur.

lafız ile Ruh ya da Zahirler ile Maksatlar Arasında Sünnet

Sünnete harfiyen sarılmak, dış görünüşüyle, ona sarıl­mak gibi olsa da, bazen sünnetin ruhunu ve ondan kastolunanı yerine getirmek olmayacağı gibi, hatta tam onun zıddı bile olabilir.

Mesela Ebu Hanife ve ashabının mezhebinde olduğu gi­bi fıtır sadakasının kıymetinin nakit olarak verilmesine şid­detle karşı çıkanları örnek alaiım. Ki bu aynı zamanda Ömer ibn Abdülaziz ve daha başka selef fakihlerinin de görüşüdür.

298

 

SÜNNETİ ANLAMA[JA YÖNTEM

Buna şiddetle karşı çıkanların delilleri: Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onun, hurma, kuru üzüm, buğday ve arpa olmak üzere yiye­ceklerin belirli sınıflarından verilmesini vacip kılmıştır.a Şu halde bize gereken, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) belirlediği hususlar­da durup, re'y (görüş)imizle sünnete ters düşmememizdir.

Halbuki bu kardeşler, bu iş üzerinde gerektiği gibi dü­şünmüş olsalar, -zahirde Nebî'ye (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tâbi olsalar da- ha­kikatte kendilerini ona muhalefet ettiklerini göreceklerdir. Yani bununla onların sünnetin cismine önem verip, ruhunu ihmal ettiklerini kastediyorum.

Aslında Resûîullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çevre ve zamanın şartlarına riayet etmiş ve böylece fıtr sadakasını, insanların, ellerinde bulunan yiyeceklerden vermelerini vacip kılmıştı. Çünkü bu verene daha kolay, alan için daha faydalıydı.

Altın ve gümüş şeklindeki nakitler ise Araplar ve özel­likle de çöl halkı arasında ender idi. Yiyecek vermeleri onlar için daha kolaydı. Yoksullar da ona muhtaç idiler. Bunun için sadaka, onlara kolay gelen şeylerden farz kılındı.

Hatta O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) deve, koyun ve sığır sahibi olan köylü­lerin daima ellerinde bulunması ve vermeleri kolay olması hasebiyle fıtır sadakasını yağı alınan sütten süzülüp, katı ha­le getirilen "ekıt (çökelek, keş, peynir vb.)"ten vermelerine bile müsade etmiştir.1"

Ama durum değişip de, paralar daha bol, yiyecekler ise azaldığında, fakirin bayramda o yiyeceklere değil de gerek kendisi ve gerekse ailesi için başka şeylere ihtiyaç duydu­ğunda, sadaka değerinin nakit olarak verilmesi, verene da-a- Bkz: ei-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 57°" 573

"' Nitekim bunu Sahabede görmekteyiz. Bkz: el-Lü'hiü ve'1-Mercan, no: 572

299

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ha kolay, alana da daha faydalı hale geldi. Bu da Nebevi yaklaşımın ruhuyla ve ondan kastolunan ile yapılmış bir amel oldu.

Mesela, Kahire gibi on milyondan fazla Müslümanın yaşadığı bir şehri, on milyon sa' buğday veya arpa veya hur­ma ya da kuru üzüm vermeleriyle mükellef kılsan, onlar bu­nu nerede bulacaklar? Bunun hepsini veya bir kısmını elde edebilmek için köy köy buluncaya dek arayıp tararken kim-bilir ne gibi zorluklarla, güçlüklerle karşılaşacaklardır! Hal­buki Allah, dinden güçlüğü kaldırmış, kulları için güçlüğü değil, kolaylığı istemiştir.

Haydi onu kolaylıkla bulduklarını farz edelim, şayet fa­kir, onu öğütemiyor, hamur yapıp ekmek pişiremiyor da ek­meği fırından hazır olarak satın alıyorsa, bundan nasıl istifa­de edecek?

Biz ona buğday vb. verdiğimiz zaman, aslında ona, al­dıktan sonra tekrar satması gibi bir yük yüklemiş oluruz. Pe­ki çevresindeki insanların hiçbiri tahıla ihtiyaç duymuyorsa bunu ondan kim satın alacak?

Nitekim, âlimlerinin bunların kıymetlerini yasakladığı bazı ülkelerden bazı kardeşler bana anlattılar ki; mesela, ze­kat veren kişi bir sa' hurma veya pirinci on riyala alıyor ve fakire teslim ediyor, fakir ise aynı anda onu, aynı tüccara sat­tığından, bir veya iki riyal daha ucuza satıyor.

Böylece bu bir sa' birkaç defa alınıp-satılıyor. Hakikatte ise, burada fakir yine yiyecek değil, para almıştır. Üstelik ze­kat verenin direkt olarak vermesi halinden daha eksiğiyle. Dolayısıyla zekat verenin tüccardan satın aldığı fiyatla, faki­rin ona sattığı fiyat arasındaki farkın zararını çeken yine o fa­kirdir. Şu halde şeriat, fakirlerin maslahatı için mi, yoksa bu­nun zıddı için mi geldi? Yoksa şeriat bu kadar şekilci mi?

300

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Tüm insanlara karşı bu konuda şiddetle karşı çıkış, ger­çekte sünnete uymak mıdır? Yoksa devamlı ilkesi "kolaylaş­tırın, zorlaştırmayın" olan sünnetin ruhuna muhalefet midir?

Sonra fıtır sadakasında, kıymetinin verilmesini caiz gör­meyenler, bir beldede en çok bulunan ama hadîste belirtilme­yen yiyecek çeşitlerinden verilmesini nasıl caiz gördüler?

Bu, bir çeşit sünnet yorumu veya mevcut bir nass üzeri­ni kıyas yapmakrtır. Onlar orada herhangi bir güçlük gör-meksizin imamlarını taklit etmişlerdir. Bu ise - bizim görü­şümüze göre- sahih bir kıyas ve kabul olunan bir yorumdur.

Öyleyse fıtır sadakasında, onunla kastolunan; böylesi bir günde yoksulları dilenip-dolaşmaktan kurtarmak olması­na rağmen, kıymet olarak ödenmesi fikrini bu kadar şiddetle reddetme niçindir? Belki de bu, bizzat yiyeceklerin ödenme­sinden daha çok, kıymetin ödenmesiyle gerçekleşecektir.

301

 

5- HADISDEKİ ARAÇ İLE AMACIN BİRBİRİNDEN AYIRT EDİLMESİ

Sünneti anlamada hataya düşme sebeplerinden birisi de ba­zı İnsanların sünnetin gerçekleştirmeye çalıştığı amaçlarla, istenilen bu amaçlara ulaşmada bazen ona yardım eden an­lık ve çevresel etkenleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yüz­den onların, sanki bu vesileler bizzat kastolunan şeyermiş-çesine var güçleriyle düşüncelerini bu vesileler üzerine odaklaştırdıklannı görürsün. Halbuki sünneti ve onun sırla­rını anlamada derinleşen kişinin gayet net olarak bildiği gi­bi, Önemli olan hedeftir ve o da sabit ve devamlıdır. Vesile­ler ise çevre, asır veya örf vb. te'sir eden unsurların farklılığı ile değişir.

Bundan hareketle sünnet sahasında çalışıp Nebevi tıb­ba önem verenlerin bir çoğunu, araştırma ve ihtimamlarını

302

303

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bedenî bazı hastalık ve dertlerin tedavisin­de, tedavi için vasfetmiş olduğu ilaç, gıda, ot, daneler vb. şeyler üzerine odaklaştırdıklarını görürsün.

Bu cümleden olarak, mesela onlar, bilinen şu hadîsleri zikrediyorlar: "Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı haca­mattır."3 Bunu Ahmed, Taberani ve Hakim rivayet etmiş ve onun Semure'den gelen rivayetini sahih görmüş ve Elbânî de onu Sahihu'l-Camii's-Sağir'de zikretmiştir.

"Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı; hacamat ve buhur köküdür."b Bunu Enes'ten Ahmet ve Nesaî rivayet et­miş ve Elbânî onu Sahihu'l-Camii's-Sağir'inde zikretmiştir.

"Sîze şu Hind ağacını tavsiye ederim. Çünkü onda, ye­di şifa vardır..."81

"Size şu kara daneyi (çörekotu) tavsiye ederim. Çünkü sâm hariç, onda her derde deva vardır. Sâm ise, ölüm demektir."0

"Çörekotunda, ölüm hariç her derde deva vardır."93

"İsmid -antimuvan- ile sürmelenin. Çünkü o, görmeyi güçlendirir, saçlara dinçlik verir."84

Kanaatime göre bu ve benzeri vasıflar Nebevi tıbbın ru­hu değildir. Bilakis onun ruhu; insanın sağlığını ve yaşamı­nı, vücudunun sağlamlığını, gücünü, yorulduğunda rahatla­ma, acıktığında doyma, hastalandığında tedavi olma hakkı­nı korumaktır. Tedavi ne kadere imanla; ne de Allah Te-âlâ'ya tevekkül etmekle çelişir. Her derdin bir devası vardır.

a" Miistıed, c. 3, s. 107,182; Hakim, a.g.e, e. 4, s. 208

°~ Aynı yerler, Nesaî (?) Bkz: et-Lu'lM ve'l-Mercan, nu: 1015)

81" Buhârî, Tıbb 10, 21; Müslim, Selam 28, nu: S6-7, Ümmü Kays'ian.

82" İbn Mâce, Ttbb 6; Tirmizi, Tıbb 5; Ahmed, Müsned, c. 6, s. 138.

™" Muttefekıın aleyhtir. Bkz: el-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 1430.

*™~ Tirmizi, Libas 23, nu: 1757'de İbn Abbas'tan rivayet etmiş ve hadîs

hakkında "hasen-garip" demiştir.

304

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hastalığın bulaşmasında Allah'ın sünnetinin ikrarı, karanti­nanın meşru oluşu, insan, ev ve yol temizliğine önem veril­mesi, su ve yeryüzünün kirletilmesinin yasaklanması, teda­viden Önce korumaya önem verilmesi, alınması insana zarar veren her türlü sarhoş edici veya uyuşturucu maddenin ve­ya zararlı gıdanın veya bozuk içeceğin haram kılınması, Yü­ce Allah'a kullukta dahi olsa, insan cisminin güç yetiremeye-ceği şeyi yüklenmesinin haramlığı, bedeni korumak için ruhsatların yasallaştırılması, cesedin sağlığı yanında ruhsal sağlığın da korunması ve daha başka şeyler, her halükârda geçerli olan gerçek Nebevi tıbbı temsil eden yaklaşımlardır.

Vesileler ise. asırdan asıra, çevreden çevreye değişir ve hatta değişmesi gerekir. Dolayısıyla hadîs, onlardan herhan­gi bir şeyi tayin etmişse, bu, onunla bizi bağlamak, onun kar­şısında bizi dondurmak için değil; ancak o zaman ve mekan­da olan vakıanın beyanı içindir.

Hatta Kur'an'ın kendisi, belli bir zaman ve mekana uy­gun bir vesileyi tayin etmiş olsa, bu, onun karşısında durak­lamamız ve zaman ve mekanın gelişmesiyle daha başka ge­lişmiş vesileler hakkında düşünmememiz anlamına gelmez.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "Ey insanlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin de düş­manınızı ve bunların dışında Allah'ı bilip, sizin bilmedikle­rinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın." (Enfal, 6) buyrulmamış mıdır?

Bununla birlikte hiç kimse buradaki düşman karşısında kuvvet hazırlamayı, sadece Kur'an'ın ifade ettiği gibi atlarla olacak şeklinde anlamamıştır. Bilakis lügati ve şeriatı bilen ve aklı olan herkes, asrın atlarının, tanklar, zırhlılar vb. asrın silahları olduğunu anlamıştır.

305

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

At yetiştirip -bulundurmanın fazileti ve ondaki büyük ecir hakkında gelen "At, perçemleriyle kıyamete dek hayra bağlıdır ki onlar da; ganimet ve ecirdir."3 hadîsi vb. hadîsle­rin ise daha sonra keşfedilecek, atın yerine geçen veya on­dan kat kat üstün olan her araç hakkında da tatbik edilmesi gerekir.

Yine "Allah yolunda kim bir ok atarsa ona şu, şu... var­dır."13 şeklinde ok atmanın fazileti hakkında gelen hadîs de böyledir. Dolayısıyla buradaki ok atma da tüfek, top veya füze gibi gayb zamirinin içerdiği diğer bütün araçlara tatbik edilir.

Ben, dişlerin temizlenmesinde misvağın tayin edilmesi­nin de bu babdan olduğuna inanıyorum. Çünkü hedef ağzın temizlenmesidir, ta ki Rabb hoşnut olsun. Nitekim hadîste; "Misvak, ağzı temizleyici, Rabb'ı da hoşnut edicidir."c buyu-rulmuştur.

Fakat burada kastolunan bizzat misvağın kendisi mi­dir? Yoksa bu Arap Yarımadasında uygun ve kolay bir araç olması hasebiyle, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlar için zor olmayan, ama hedefe ulaştıran bu aleti onlara belirtmesi midir?

Bu misvağın, ağacının kolayca bulunamadığı diğer top­lumlarda, "diş fırçası" gibi bolca yapılması mümkün olan ve yüz milyonlarca insana yetecek başka bir aletle değişmesin­de bir sakınca yoktur. Nitekim bazı fakihler buna benzer şeyler söylemişlerdir.

Hanbelî fıkıh kitaplarından Hidayetu'r-Rağıb müellifi diyor ki: "Dişlerin temizliğinde kullanılacak ağaç dalı; diş ve

a" Buhârî, Cihad 43; Müslim, İmare 96

*•" Nesaî, Cihad 26; Ahmed, Müsned, c. 4, s. 386

c" Buhârî, Sayın 26; Nesaî, Takan 4; İbn Mâce, Tahare 7; Darimi, Vüdu 19

306

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

damakları yaralayıp, zarar vermeyen, kırıp kuvvetini gider-meyen misvak ağacından, kuru hurma dalından, zeytin vb. dalmdan olur. Ama nar, fesleğen, ılgın vb. yaralayıp-zarar veren, kırıp zayıflatan şeylerle misvaklamak ise mekruh olur. Ağaç dalından başka bir şeyle misvaklayan (temizle­yen) ise sünneti yerine getirmiş olamaz." Kitabı hülâsa eden Şeyh Abdullah el- Bessam ise Nevevî'den şunu nakleder: "Ağızdaki koku vb. değişikliği giderebilecek, bez parçası, parmaklar gibi herhangi bir şeyle temizlendiğinde misvak kullanma (temizleme) hasıl olur. Bu da, delillerin umum ol­masına dayanan Ebu Hanife'nin görüşüdür."

El-Muğni adlı kitapta ise: "Kişi temizleyebildiği kada­rıyla sünneti yerine getirmiş olur. Çünkü çoğunu yapmak­tan adz olmasından dolayı azını da terk etmez." Doğru ola­nın da bu olduğunu söylemiştir.85

işte buradan öğrenmekteyiz ki diş fırçası veya macu­nun asrımızda, özellikle de evde yemekten sonra misvak ağacı yerine geçmesi mümkün olur.

Yine sofra edebiyle ilgili, tabağın, parmakların vb. yalan­masının fazileti hakkında gelen hadîsler de bu kısma girer.

Nitekim Nevevî Riyazu's-Sahhin'de onlardan bir grup ha­dîsi zikretmiştir. Bunlardan birisi Buhârî ve Müslim'in İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet ettikleri şu hadîstir: "Dedi ki: Resûlul-lah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Sizden birisi yemek yediğin­de, parmaklarını yalamadıkça veya yalatmadıkça silmesin.'"86

Müslim ise Ka'b ibn Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Resûlullah'ı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) üç parmağıyla yerken gördüm. Bi­tirdiğinde ise onları yaladı."87

85" Şeyh Abdullah el-Bessam, Neylu'i-Mearib, c. 1, s. 40. 86" Muttefekun aleyhtir. el-Lü'iüu ve'l-Mercan, nu: 1320. &7- Müslim, Eşribe 18, nu: 131.

307

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine Cabir, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) parmakları ve tabağı yalamayı emredip şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Siz, be­reketin yemeğinizin neresinde olduğunu bilemezsiniz."88

Aynı şekilde Enes (r.a.) şöyle demiştir: "Resûîullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yemek yediğinde üç parmağını yalardı ve şöyle der­di: 'Sizden birinin, bir lokması düştüğünde onu alsın, temiz­leyip yesin, şeytana bırakmasın.' Keza o bize tabağı sıyırma­mızı da emretti ve 'Siz, bereketin yemeğinizin neresinde ol­duğunu bilemezsiniz.' buyurdu."

Şüphesiz bu hadîslerin sadece lafızlarına bakan birisi onlardan ancak üç parmakla yenilmesinin, yenildikten son­ra yalanmasının, tabağın yalanıp-sıyrılıp temizlenmesinin bir sünnet olduğunu anlar. Belki de kaşıkla yiyen birisine nefret ve inkar gözüyle bakar. Çünkü ona göre o, sünnete muhalefet etmekte ve kafirlere benzemektedir!

Hakikaten bu hadîslerdan alınacak sünnetin ruhu ise Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mütevazı oluşu, Yüce Allah'ın yemekteki nimetini takdiri, ondan hiçbir şeyin faydasız yere kaybolma­ması için gösterdiği titizliğidir. Mesela bir kimsenin tabakta bırakılan yemek artıklarını veya bazı insanlardan düşen bir lokmayı kibirlenerek, muhtaç olmayıp, zengin olduğunu iz­har ederek ve bir ekmek lokması bile olsa küçük şeylere ha­ris olan fakirlere ve muhtaçlara benzemekten uzaklaşmak için düşen lokmayı almaması gibi.

Halbuki yüce Resul, terk edilen lokmanın, ancak şeyta­na terk edildiğini ifade ediyor. Şüphesiz bu, aynı zamanda psikolojik, ahlâkî ve iktisadî bir terbiyedir. Eğer Müslüman­lar bununla amel etseler, her gün, hatta her öğün çöp sepet­lerine atılan artıkları görmeyecektik.  Eğer bunu, bütün

8S" Müslim, Eşribe 18, nu: 132.

308

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Müslüman ümmet bazında hesaplasan, onun iktisadî değe­ri her gün milyonları bulur. Peki ya bir ay veya bir yılda ne tutar?

İşte hadîsin arkasında gizlenen bu ruhtur. Oysa yere oturarak, parmaklarıyla yiyen ve onları -sünnetin lafzına uyarak- yalayan nice insan vardır ki, tevazu ahlâkından, şü­kür ahlâkından ve bu edeplerin arkasından beklenen gaye olan nimetleri kullanma da İktisatlı olma) ahlâkından uzak­tır. Bazı âlimlerden duyduğum acaib şeylerden birisi de şu­dur: O âlimlerden birisi, Müslüman Asya ülkelerinden bazı­larını ziyaret etmiş ve onların tuvaletlerinde, kenarlarına yı­ğılmış küçük taşları görmüş ve onlara bunun sırrını sordu­ğunda demişler ki: "Biz sünneti ihya etmek için onlarla taha­retleniyoruz !"»

Şu halde onların sünnete uyarak mescitlerine çakıl taş­ları yaymaları, sünnete uyarak köpeklerin bile girip-çıkabile-ceği şekilde mescitleri sağlam kapıları olmaksızın öylece açık bırakmaları, tavanlarına hurma dallarıyla gölgelik yap­maları ve yine sünnete uyarak onları, yağ lamlalarıyla ay­dınlatmaları gerekir! Halbuki onların mescitleri süslü-de-korlu, halılarla, seccadelerle döşenmiş ve elektrik avizeleriy­le aydınlatılmıştır!

Mekke'nin Tartısı ve Medine'nin Ölçüsü

Şu hadîs de bu cümledendir: "Tartı Mekkelilerin tartısı­dır, ölçü ise Medinelilerin ölçüsüdür."89 Bu hadîs -çağdaşla­rın dilini kullandığımızda- Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) içinde yaşadığı

a" Halbuki Nebî {salla’llâhü aleyhi ve sellem) su ile taharetleniyordu. Bkz: el-Lu'lıiü ve'l-Mercan, nu: 153,154

89~ Ebu Davud, Büyü 8, nu: 3340; Nesaî, Büyü 54, c. 7, s. 284; İbn Hıb-ban, el- Mevârid, 1105; Tahavi, Müşkslu'l-Asar, c. 2, s. 99; Beyhâki, es-Sünen.c.b, s. 31. İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Onu İbn Hıbban,

309

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

asra göre Nebî'ye ait ileri görüşlü bir Öğretiyi içermektedir. Bu öğretinin hedefi ise, insanların alış-verişlerinde, diğer mu­amelelerinde, değiş-tokuşlarında kullanacakları Ölçü ve bi­rimlerin birleştirilmesi ve bu hususta bildikleri en dakik ölçü birimlerine başvurulmasıdır.

Mekkeliler ticaret ehli olduklarından, alış-verişlerinde madeni paralarla muamele ediyorlardı Burada esas, okka, miskal, dirhem ve danik (1/6 dirhem) vb. birimler idi. Gaye­leri ise, bu ölçülerin katlarını ve küçük birimlerini iyice ko­rumaya yönelikti. Dolayısıyla onların bu ayarlarının, tartış­ma anında hüküm verilirken kendisine başvuracakları bir Ölçü ve itimad edilen ayarlar olmasında şaşılacak bir şey yoktur. İşte bu esas üzerine "tartının Mekkelilerin tartısı" ol­duğunu kabul eden bir hadîs geldi.

Medineliler ise ekip-diken ziraatçiler, hububat ve mey­ve sahipleri olduklarından ürünlerini, hurma ve üzümlerini pazarlamadaki ihtiyaçlarından dolayı müdd, sa' ve başka öl­çüleri iyi tutmaya özen gösterdiler. Dolayısıyla Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların Ölçüsünü birim olarak esas almasında yine şaşılacak bir şey yoktur.

Burada belirtmek istediğimiz şey ise; hadîs-i şerifin Mekkelilerin tartısını ve Medinelilerin ölçüsünü tayinin, za-man-mekan ve halin değişmesiyle değişebilen vesileler ba­bından olduğudur. Yoksa o, üzerinde durulup asla geçilme­yen taabbudi bir emir değildir.

Hadîsin hedefine gelince, basiret sahibine gizli kalma­yacağı gibi, o; yukarıda da zikrettiğimiz üzere, bu sahada.

Darekutni, Nevevî ve Ebu'l-Feth el-Kuşeyri sahih görmüşlerdir. Ha­fız Jbrt Hacer et-Telhis, c. 2, s. 175'de zikretmiştir. (Mısır baskısı), yi­ne Elbânî de onu Sahihinde, ol, s. 165'de zikretmiştir.

310

 

SÜNNETİ ANtAMADA VÖNTEM

insanların, bildikleri en ince ölçülere varıncaya dek ölçüleri­ni birleştirmeleridir.

Bunun içindir ki bugün Müslüman, kilogramı, onun küçük birimleri ile katlarında ondalık ölçüleri kullanmada herhangi bir güçlükle karşılaşmıyor. Çünkü bu, hem da-kikliğiyle, hem de hesap kolaylığıyla diğerlerinden farklı­lık arz etmektedir. Bu ise hiçbir halde hadîse muhalefet sa­yılmaz. Bundan dolayı çağdaş Müslümanlar birçok ülkede kg. birimleri kullanmakta ve kimse de buna karşı çıkma­maktadır.

Yine aynı şekilde uzunluktaki metre ölçüleri de böyle­dir. Madem ki hedef dakikliğe ve birliğe ulaşmaktır, öyleyse hikmet mü'minin yitiğidir ve onu nerede bulursa alır ve o, buna bütün insanlardan fazlasıyla layıktır.

Ayın Tespiti tçin Hilâlin Gözetlenmesi

Bu kısma girebilecek haberlerden birisi de şu sahih ve meşhur hadîste gelen: "Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz, onu gördüğünüzde orucu bırakınız (bayram ediniz). Şayet hava bulutlu olursa onu takdir ediniz." Bir başka lafızda ise "Eğer size kapalı gelirse Şaban ayının sayısını otuza tamam­layınız."3 şeklindeki Nebevi buyruktur.

Burada fakih şöyle söyleyebilir: "Hadîs-i şerif bir hede­fe işaret etmiş ve bir vesile tayin etmiştir." Hadîsteki hedefe gelince, o gayet açık olup, Ramazan ayının tamammda oruç tutulması, ondan bir gün dahi olsa zayi edilmemesi, veya Şa­ban ya da Şevval ayları gibi Ramazan'dan başka aylardan bi­rinde oruç tutulmuş olunmamasıdır. Ki bu da, insanların ço­ğu için mümkün olan ve dinlerinde onları herhangi bir me-

a" el-Lu'iüü vel-Mercan, nu: 656, 653,654

311

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şakkat ve güçlüğe sokmayan, aya girilip-çıkıldığını kolayca Öğrenebilecekleri bir vesile ile ispatlamak suretiyle olur.

Hilâlin gözlerle gözlenmesi o asırda insanların geneli için yapılabilen kolay bir vesile olduğu için hadîs-i şerif onla­ra bunu tayin etmiştir. Eğer astronomik hesap gibi başka bir vesile ile sorumlu kılsaydı; ümmet o zaman yazma ve hesap bilmeyen ümmî bir toplum olduğundan işleri zorlaşacaktı. Halbuki Allah, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetine kolaylığı isti­yor, zorluğu istemiyordu. Nitekim Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisinden bahsederek şöyle buyuruyordu: "Allah beni öğretici ve ko­laylaştırıcı olarak gönderdi. Zora düşürücü olarak gönder­medi."90

Beşer ilminin, kendisini aya yükseltip, ayın sathına in­mesini ve onun yüzünde dolaşmasını onun taş ve toprakla­rından örnekler almasını mümkün kılacak kadar ileri bir se­viyeye ulaştıktan sonra ve İslâm ümmeti içerisinde de uzay, jeoloji ve feza sahalarında dünya çapında ihtisas sahibi âlim ve bilginler varolduktan sonra, hadîsin hedefini daha iyi gerçekleştirecek, ayın girişini tespitte, hata, yanılma ve yalan ihtimalinden daha uzak başka bir vesile bulunmuşsa, -haddi zatmda kastedilen hedef olmadığı halde- hükmü, niçin sade­ce hilâlin görünmesi şeklindeki vesile üzerinde donduralım da hadîsin istemiş olduğu hedeften gafil kalalım?

Hadîs, ayın girişini, ümmetin seviyesi için mümkün ve kolay bir vesile olması hasebiyle, bir veya iki kişinin çıplak gözle gördüklerini iddia ettikleri haberleriyle sabit kılarken; hata, vehm ve yalanın girmediği bu vesilenin reddedilmesi nasıl tasavvur edilebilir? Öyle bir vesile ki yakin ve katiyyet derecesine ulaşmıştır. İslâm ümmetinin doğusunda ve

9İ)- Müslim, Talak 4, nıı: 29; Tirmizi, Tefsir 66, c. 3, s. 328.

312

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

batısında onun üzerine birleşmeleri ve oruçta, oruca başla­ma ve bitirmede, bayramlarda farklı beldeler arasında üç günlük fark bulunacak kadar devamlı süregelen tartışma91 ve farklılığın giderilmesi mümkündür. Böylesi bir farklılık ise aklın almadığı gibi ne ilim mantığının, ne de din mantı­ğının kabul ettiği şeylerdendir. Kesin olarak bilinmektedir ki; onlardan sadece birisi doğru, diğerleri ise tartışmasız ha­talıdır.

Bugün kameri ayların girip-çıktığını ispat için kafi he­sabı esas alıp, onunla amel etmek, "kıyas-ı evlâ" babından öncelikle kabul edilmesi gereken bir vesiledir. Yani, -rü'yet gibi- kendisinde şüphe ve ihtimal bulunan en basit bir vesi­leyi alıp-amel etmeyi bize meşru kılan sünnet; kafi hesap gi­bi, maksudu gerçekleştirmede, orucun başlangıcı, birimi ve kurbanı ta'yinde ümmeti şiddetle ihtilaftan çıkarıp, ümme­tin dininin en Özel hususlarıyla ilişkili, onun hayatında ve ruhî varlığıyla birleşmiş çeşitli şeair ve ibadetleri hakkında arzu edilen vahdeti sağlayabilecek daha yüksek, daha mü­kemmel ve daha uygun olan bir vesileyi reddetmez.

Ancak büyük hadîs âlimi, Şeyh Ahmed Şakir (r.a.), bu meseleyi başka bir yönden ele almıştır: O, hükümde rü'yete itibar edilmesinin bizzat hadîste belirtilen illet ile illetlenmiş olmasına binaen kameri ayların girişini astronomi hesabıyla ■ispat cihetine gitti. Ona göre bu illet ortadan kalkmıştır, bu yüzden illetli (ma'lul)nin de kalkması gerekir. Çünkü karar

9'" Bu sene (H. 1409) Ramazan ayının girişi; Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Tunus vb. yerlerde 6 Nisan 1989 Perşembe günü, Su-ud'un görmesi (İddiası) ile olmuştur. Mısır, Ürdün, Irak, Cezair ve Mağrib'de ise Cuma günü olmuştur, Pakistan, Hindistan, Amman, Türkiye ve İran'da ise Cumartesi oruç (uttular. (Böylece üç gün fark etti.)

313 

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kılınan hususlardandır ki, hüküm, varlığında da yokluğun­da da illetiyle beraber dönüp-dolaşır.

Güçlülüğü ve netliğinden dolayı, burada onun şu ifade­lerini metniyle nakletmemizin güzel olacağı kanaatindeyiz: O (r.a.), Arap Aylarının Başlangıçları adlı risalesinde şöyle de­mektedir:

"Hiç şüphe yok ki, gerek İslâm'dan önce ve gerek İs­lâm'ın başlangıcında Araplar uzay ilimlerini, kesin ilmi bir bilgi ile bilmiyorlardı. Onlar, yazmayan ve hesap bilmeyen ümmî bir topluluktular. Bu konuda bir şeyler bilenler de an­cak yüzeysel ve sathî bazı şeyleri biliyorlardı. Onlar bunları ise, matematiksel kurallara dayanmayan, kesin öncüllere da­yalı, kat'î burhanlar üzerine bina edilmeyen bir takım mülâ­hazalar izleme, işitme ve haber alma yoluyla Öğrenmişlerdir. Bunun içindir ki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onların ibadeti için ayın tespitinde başvuracakları şeyi, her birisinin veya çoğunun gücü-imkânı dahilinde müşahade edilebilecek kat'î bir du­rum kıldı ki bu da yalnızca çıplak gözle hilâlin görülmesidir. Zira bu, onların şeair ve ibadetlerinin vakitleri için daha sağ­lam ve daha iyidir. Yine bu, onların güçleri dahilinde, kendi­sinde yakin ve güvenin birleştiği bir durumdur. Allah da nefsi ancak gücü nisbetİnde sorumlu tutar.

Bu insanlara ayları tespit etmeleri için hesap ve astrono­miyi tayin etmesi şârîin hikmetine uygun olmazdı. Çünkü onlar yaşadıkları bu yerlerde bir şey bilmiyorlardı. Hatta on­lardan çoğu, çeşitli dönemler hariç kendilerine şehirlerin ha­berleri dahi ulaşmayan bedevilerdi. Şayet, bunu hesap ve astronomi olarak tayin etseydi, mutlaka onlan güçlüğe dü­şürecekti. Yine bunu onlardan çöllerde sadece birkaç kişi, ancak eğer kendilerine bir şey ulaştıysa, duyarak, şehir hal-

314

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ki ise; ancak hesap ehlini taklit ederek öğrenmişlerdir ki on­ların çoğu veya hepsi Ehl-i Kitaptandı.

Daha sonra Müslümanlar dünyayı fethettiler, ilimleri ellerine geçirdiler ve her ilim dalında ilerlediler, öncekilerin ilimlerini de tercüme edip, bu sahalarda ilerlediler ve birçok gizli şeyleri keşfettiler. Onları kendilerinden sonra gelenler için muhafaza ettiler ki astronomi, kozmografya ve yıîdız hesapları bunlardandır.

Fakihlerin ve hadişçilerin çoğu astronomi ilimlerini bil­miyorlardı veya ancak bazı esaslarını biliyorlardı. Onların bazısı veya çoğu onu bilenlere ya güvenmiyor ya da onunla mutmain olmuyordu. Hatta onlardan bazıları, bu ilimlerin ehli onunla gaybı bilme iddiasına kalkışır zannıyla onunla uğraşanları sapıklık ve bid'at çıkarmak ile suçluyorlardı. Öy­le ki, bazıları bunu fiilen iddia ediyor, böylece hem kendisi­ne, hem de ilmine kötülük ediyordu. Burada fakihlerin maze­retleri vardır. Fakihlerden ve âlimlerden bu ilimleri bilenler ise, dine ve fıkha göre onun doğru bir konumunu tahdit ede­miyorlar, aksine ona ancak korku ile işaret edebiliyorlardı.

Onların durumu işte böyleydi. Çünkü tabiî ilimler dinî vb. ilimler kadar yaygın olmadığı gibi, âlimler yanında onun kaidelerinin de sübutu kat'î değildi.

Yüce Allah, dünya hayatının sonunu ilan edinceye ka­dar bu yüce şeriat kalıcıdır. Dolayısıyla o, her ümmet ve her asır için bir yasamadır. Bu sebeple Kitap ve Sünnetin nassla-rında, sonradan meydana gelecek bir takım işlere ince işaret­ler görürüz. Her ne kadar, öncekiler (mütekaddimun) onu, hakikatinden başka bir şekilde tefsir etseler bile, bu işareti tasdik eden bir husus geldiğinde, doğru bir şekilde tefsir edilecek ve bilinecektir.

315

 

SÜNNETİ AMAM ADA YÖNTEM

Şu anda üzerinde durduğumuz hususa da sahih sün­nette işaret edilmiştir. Nitekim, Buhârî, İbn Ömer'in hadîsin­de onun Nebrnin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir: "Biz ümmî bir topluluğuz. Yazma ve hesap bilmeyiz, ay şöyle şöyledir...Yani bazen yirmi dokuz, bazen de otuz­dur,"92 Onu Muvatta'da Malik,93 Söfti/derinde Buhârî, Müs­lim ve başkaları şu lafızla rivayet etmiştir: "Ay yirmi dokuz­dur, hilâli görünceye kadar oruç tutmayın. Onu görünceye dek orucu bitirip (bayram etmeyin), eğer hava kapalı olursa onu takdir edin."

Allah kendilerine rahmet eylesin, önceki âlimlerimiz hadîsin açıklamasında isabet etmişler, ancak onun yoru­munda hata etmişlerdir. Bu hususta onların görüşünü en kapsamlı olarak yansitan İbn Hacer'in94 şu sözleridir: "Bura­da hesaptan kasıt, yıldız hesabı ve yıldızların gezinmeleri­dir. Önceki âlimler ise, bundan çok az şeyler biliyorlardı. Bu yüzden yıldızların hareketlerini izlemenin getireceği güçlü­ğü kaldırmak için, oruç ve diğer ibadetler hakkında verile­cek hüküm, hilâlin görünmesine bağlanmıştı, Onlardan son­ra bunları bilenler ortaya çıkmışsa da oruçtaki bu hüküm de­vam edegeLmiştir. Aslında hadîsin siyakının zahiri, hükmün hesaba bağlanmasını kesin olarak nefyediyor. Bunu Ne-bî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) geçen hadîsteki şu sözü açıklıyor: "Eğer hava kapalı olursa, sayıyı otuza tamamlayın", "Hesap ehline so­run" demedi. Kapalılık halinde böyle bir sayının olmasında­ki hikmet ise orada sorumluların eşit olmaları ve onlardan ihtilaf ve çekişmenin kaldırılmasıdır. Fakat bir grup da bu

92~ Buhârî, Savm 13.

"" Malik, Muvatta, Siyam 1; el-LU'lüü ve'!-Mercan, nu: 653

94~ Hafız İbn Hacer, Fethu'1-Bârt, c. 4, s, 108-109.

316

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

konuda gezegenler ve hareketlerini inceleyen bilim adamla­rına başvurulmasını benimsedi. Bunlar da Rafizilerdir.95 Yi­ne bazı fakihlerin de onların görüşüne katıldıkları nakledil­di, Bâcî der ki: "Selef-i salihin icma'ı onların aleyhine bir de­lildir." İbn Bezize ise şöyle der: "Bu batıl bir görüştür. Nite­kim şeriat ilm-i nücûma dalmaktan nehyetmiştir. Çünkü o sezgi ve tahmin olup, onda ne kesinlik ne de zann-ı galip vardır. Kaldı ki buna bağımlı kılınırsa insanlar sıkıntıya dü­şer. Zira onu ancak azınlık bilir..."

Bu hesabın değil, rü'yetin muteber olması hakkında doğru bir açıklamadır. Ama sonradan bilenler çıksa bile oruçtaki "sadece görmenin muteber olması hükmü devam eder", şeklindeki yorum ise yanlıştır. Çünkü yalnızca gör­meye itimad edilmesi durumu, rnassta belirtilen bir illet ile illetlenmiştir. O da, ümmetin yazma ve hesap bilmeyen, üm­mî bir topluluk oluşudur. İllet ise, varlıkta da yoklukta da ma'lul ile birlikte olur. Dolayısıyla ümmet, ümmîliğinden çı­kıp da yazan ve hesap eden bir ümmet olunca, yani içerisin­den bu ilimleri bilenler yetişince, ezeliyle geneliyle insanlar ayın evvelini hesaplamada yakîn ve kesinlik derecesine ulaş­ma imkânı bulunca ve hesaba, rü'yete güvendikleri gibi hat­ta daha fazla güven sağlanıp da cemaatteki herkesin duru­mu böyle olunca ve ümmilik illeti gidince, sabit olan yakine müracaat etmeleri ve ayların ispatında sadece hesabı almala­rı vacip olur. Rü'yete ise ancak, hesap ehlinden kendilerine

*•*- Haiu İbn Hacer'in Rafıziierle kimleri kastettiğini bilemiyoruz. Eğer Şii İmamiyye'yi kastediyorsa, bildiğimiz kadarıyla onlara göre hesabı almak caiz değildir. Yok eğer, başkalarını kastediyorsa, onla­rın kim olduğunu bilemiyoruz.'! Afamed Şakir "Ben derim ki: Onlar­dan murad İslâmiyyedir. Nilekim onların böyle söyledikleri nakledil-nıiytir."

317

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sabit ve sahih haberlerin ulaşmadığı, insanların çöl veya köylerde bulunması halinde olduğu gibi, hesabı bilmeleri zor olan zamanlarda müracaat etmeleri gerekir.

Onu kıyaslayan illetin kalkmasıyla sadece hesaba baş­vurma vacip olunca, aynı şekilde rü'yetin mümkün olup-ol-madığını tesbit için de gerçek hesaba başvurmak vacip olur.

Nihayet, gerçek ayın evveli, hilâlin bir anlık bile olsa gözüküp, güneş battıktan sonra kaybolduğu gece olur.90

Mükelleflerin hallerinin değişmesiyle hükmün de deği­şeceği şeklindeki bu sözüm (aslı olmayan, sonradan çıkmış) bid'at sözlerden değildir. Gerçekten bu durumlar şeriatte çoktur ve bunu ilim ehli ve başkaları bilir. Bu meselemiz hakkında verilebilecek misallerden birisi de şu hadîstir: "Eğer hava kapalı olursa onu takdir edin." Bu başka lafızlar­la da gelmiştir. Mesela bazılarında "Şayet hava kapalı olursa sayıyı otuza tamamlayın" şeklindedir. Bunun üzerine âlim­ler "takdir edin" şeklindeki mücmel rivayeti "sayıyı (otuza) tamamlayın" şeklindeki müfesser (açıklanmış) rivayetle açıkladılar. Fakat zamanında Şafiîlerin en büyük imamı olan Ebu'l-Abbas Ahmed Ibn Ömer Ibn Süreye97 bunu iki farklı

™" Tercih edilen görüş, ayın, güneşin batışından sonra çıplak gözle görülebilecek kadar, ortaya çıkması mümkün olacak bir süre kalma­sıdır ki bu, ihtisas sahiplerine göre 15 veya 20 dakikadır. (Yusuf el-Kardavi)

"'" Süreye (sin ötreli ve sonu cim'dir). Bası lan kitapların hatalı olarak Şurayh şeklinde (şın ve ha) ile yazılır ki bu tashif (yanlışlıkla harf de-ğiştirmek)tir. 8u Ebu'l-Abbas H. 306'da vefat etmiştir. Sumu sahibi Ebu Davud'un öğrencisidir. Hakkında, Ebu İshak eş-Şirazi Tabakalu'l-Fukalıa'da (s.89) şöyle der: "Şafiîlerin büyüklerinden, Müslümanların imamlarmdandı. Şaliilerin hepsinden hatta el-Muzeni'den de üstün sayılıyordu. Hatib'in Tarihu Bağdad' kitabında (c. 4, s. 278-290) ve İbnıı's-Subki'nin "Tabakatu'ş-Şafiyye" kitabında (c. 2, s. 67-96) hakkın­da iyi bir hal tercümesi vardır.

318

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hal kabul ederek, iki rivayet arasını cem etmiştir. "Onu tak­dir edin" buyruğunun mânâsı, onu menzillere göre takdir edin demektir ve bu Allah'ın bu ilimlerle seçkin kıldığı kim­selere bir hitaptır. "Sayıyı tamamlayın" buyruğu ise genel olarak bütün insanlara bir hitaptır.98

Görüldüğü gibi benim görüşüm, hemen hemen Ibn Sü-reyc'in görüşüne benziyor. Şu kadar var ki o, bunu hava bu­lutlu olması sebebiyle ayı görenler olmadığı zamana has kı­larken; hesap ile amel etme hükmünü de kendi zamanında bunu bilenlerin sayısının azlığı, onların sözlerine ve hesapla­rına güvenilmemesi, bazı yerlerde ayın görüldüğü sabit ol­duğunda bu haberlerin diğer bölgelere geç ulaşması gibi ge­rekçelere binâen azınlığa has kıldı. Benim görüşüm İse: Da­kik ve kendisine güvenilir olan, hesabı alıp onunla amel et­menin umum olması ve bu günlerde haberlerin çabukça ula­şıp, yayılmasının kolaylığı sebebiyle bunun bütün insanlar için umum (genel) olduğuna hükmetmektir. Rü'yete itimat etme ise, kendilerine haberlerin ulaşmadığı, astronomi, gü­neş ve ayın menzilleri hakkında kendisine güvenilen ilim sa­hibi bulamayan nadir bir azınlık için geçerli kalmaktadır.

Bu görüşümün, görüşlerin en doğrusu, selim fıkha ve bu babda gelen hadîsleri doğru bir şekilde anlamaya en ya­kını olduğu kanaatindeyim.99

Bunlar Allâme A. Şakir'in yarım asırdan daha fazla bir zamandır yazmış olduğu görüşleridir. (H. 1357 Zi'l-Hic-ce=M. 1939 Ocak)

™" Kadi ve Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Tirmizi üzerine yaptığı şerhi (c. 3, s. 207-208) ve (Zeynuddin el-Iraki ve oğlunun) Tarlıu'i-Tesrib'i (c. 4, s. 11-113) ve (İbn Hacer'in) Fethu'l-Bâri (c. 4, s. 104). "" "Evailu'ş-Şuhuri'l-Arabîyye" risalesi, s. 7-17. Mektebefu İbn Tey-miyye neşri.

319

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

O zamanlar astronomi ilmi, insanın uzayda savaşması, aya çıkması gibi bugün kadir olduğu İlerlemelere ulaşabil­miş değildi. Şimdi ise, bu ilim en İnce detaylarına kadar en son dereceye ulaştı. Öyle ki ondaki hata ihtimali saniyede yüzbinde bir oranındadır.

Şeyh Şakir, her şeyden Önce bir hadîsçi olduğu halde bunları yazmıştır, Allah ona rahmet eylesin, hayatı boyunca hadîse hizmet ve Nebevî sünnete yardım etmek için yaşadı Ve kendisi, halis bir Selefi olup, ittiba eden (nasslara uyan) birisidir, bid'at çıkaran bir adam değildir. Fakat o, Selefîliği, bizden önceki Selefin dediklerini dondurmak (ne dedilerse sadece onu almak) şeklinde anlamadı Bilakis onun anlayıp-arzuladığı gerçek Selefîlik onların metoduyla metodlanmamız, onlann ruhunu özümsememiz, onlar kendi zamanla­rında nasıl ictihad etmişlerse, bizim de kendi zamanımızda ictihad edip, bizim karşılaştığımız olayları, onlann akıllarıyla değil, kendi akıllarımızla çözümlememiz ve sadece şera­itin kat'î hükümlerine ve onun muhkem nasslarına ve küllî maksatlarına bağlı kalmamızdır.

Durum böyleyken bu sene (H. 1409) Ramazan ayında, değerli şeyhlerden birisinin100 uzunca bir makalesini oku­dum. Orada o, "Biz, ümmî bir ümmetiz, yazma ve hesap bil­meyiz" şeklindeki sahih Nebevî hadîsin, hesabı nefyettiğini, ümmetin yanında ona itibar edilmemesini içerdiğine işaret etti. Eğer bu söylediği doğru kabul edilse, hadîs; yazı yazma­nın da nefyedildiğine, ona da itibar edilmemesine delâlet ederdi. Çünkü hadîs, ümmetin ümmî oluşuna delâlet eden

1UO q suutj; Arabistan'daki Muhammed el-Lahidan'dır. Makalesini Suudi Arabistan'daki günlük gazetelerden el-Ukaz ve başkalarında 21 Ramazan 1409 tarihinde yayınlamıştır.

320

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

iki hususu içermektedir ki bunlar da yazı yazma ve hesapla­madır.

Halbuki ne eskiden, ne de yakınlarda hiçbir kimse, ya­zının kötü bir şey olduğunu, ümmetin ondan yüz çevirmesi gereken bir şey olduğunu söylemiştir. Aksine Kur’an, sün­net ve icma'ın delâlet ettiği üzere yazı, istenilen bir husustur. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında -bilindiği üzere, mesela Bedir esirleri hakkındaki uygulamasında- görüldüğü gibi, yazıyı yaymaya ilk başlayan bizzat O'dur (salla’llâhü aleyhi ve sellem). Bu noktada söy­lenilenlerden birisi de şudur: "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hesapla ameli bizim için meşru kılmadı, bize, ona itibar etmemizi emretmedi. Ayların tesbitinde bize ancak rü'yete itibar et­memizi ve onunla amel etmemizi emretti." Bu sözlerde şu iki şeyden dolayı biraz hata ve safsata vardır.

1) Ümmetin, yazmayan, hesap bilmeyen ümmî olduğu bir dönemde Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hesapla saymayı emret­mesi makul olmaz. Bu yüzden, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara zaman-me-kan bakımından uygun olan ve insanların çoğunun, bulun­dukları asırda güç yetirebilecekleri bir vesileyi meşru kıldı ki, o da rü'yettir. Ama, daha dakik, daha hassas, hata ve vehmden daha uzak bir vesile bulunursa, sünnette buna iti­bar etmeye bir engel yoktur.

2) Sünnet, havanın bulutlu-kapalı olması halinde bil-fi-il hesaba itibar edilmesine işaret etmiştir. Bu da Buhârfnin Camiu's-Sahih'imi\ Kitabu's-Savm yani oruç ile ilgili kısmında Malik'in Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun Resulullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oluşan "altın silsile" ile rivayet ettiği şu hadîstir: "Re-sûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ramazan'dan bahsetti de şöyle buyurdu: 'Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın, yine onu görünceye

321

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kadar oruca son vermeyin. Eğer hava kapalı olursa onu tak­dir edin.'" ım

İşte hadîste emredilen "onun takdir edilmesi" veya miktarı ifadesi içerisine, hesabı iyi bilen ve onu herkesin doğruluğundan mutmain olacağı bir dereceye ulaştırabîlen kimseler için, hesaba itibar edilmesi de girer. Artık bu asrı­mızda kafî kesin bilgiler mertebesine çıktı. Nitekim bu, as­rın ilimleri hakkında ve Rabbimin kendisine bilmediklerini öğrettiği insanın bu ilimlerde ne kadar ilerlediği hususunda en az bilgisi olan herkes tarafından dahi bilinip kabul gören bir konudur.

Her yıl orucun ve Ramazan bayramının başlangıcında ortaya çıkan ve çeşitli İslâm beldeleri arasında üç günlük fark açılmasına dek varan yaygın ihtilafı azaltmak üzere, se­nelerden beri -en azından- hilâlin görüldüğünü değilse de hiç olmazsa görülmediğini ispatta olsun kesin astronomi he­sabını alıp, onunla amel etmeye çağırdım. Hilâlin görüleme­yeceğini tespitte hesabı almanın mânâsı ise, asrımızdaki fikıhçıların çoğunun görüşüne uygun olarak, hilâlin rü'yet (gözle görme) ile ispatına devam etmemiz, ama, hesap, hilâ­lin görünme imkânını nefyeder de, "Bu mümkün değildir; çünkü hilâl, İslâm âleminin hiçbir yerinde asla doğmamış­tır" derse, o zaman hiçbir halde şahitlerin şahitliklerinin ka*-bul edilmemesi gerekir. Çünkü, kesin matematiksel bilginin ortaya koyduğu gerçek, onları yalanlamaktadır. Aslında bu durumda, insanlardan, hilâli gözetlemeleri de asla istenmez,

löl" Kadera-yakduru veya yakdiru, kaddera= takdir etti mânâsında-dır. Nitekim Yüce Allah'ın şu ayetinde: "Biz, ölçüp biçtik, ne güzel takdir edenleriz" (Mûrselat, 20) buyurmaktadır. (Hadîs için Bkz: Bu-hâri, Savm 11)

322

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şer'î mahkemeler, fetva veya diyanet işleri daireleri, hilâlin görüldüğünü iddia etmek suretiyle şahitlik yapmak isteyen­lere kapılarını dahi açmaz.

Bu benim, çeşitli fetvalar, dersler, konferanslar ve prog­ramlarda söyleyip durduğum, varmış olduğum kanaatim-dir. Daha sonra ise Allah'ın dilemesiyle bu görüşün büyük Şafiî fakihlerinden birisi tarafından detaylı bir şekilde açık­landığını tespit ettim. Bu fakih de, ictihad mertebesine ulaş­tığı söylenen İmam Takıyuddin es-SubkTdir. (Ö. 756)

Nitekim Subkî de Fetvalarında, hesabın gözle görme im­kânını nefyetmesi halinde, hakimin, şahitlerin şahitliğini reddetmesi gerektiğini zikretmiş ve şöyle demiştir: "Çünkü hesap kati; şahitlik ve haber ise zannîdirler. Zarının ise, katî oian bir delilin önüne geçmesi şöyle dursun, onunla çelişkili olduğu dahi söylenemez." (Çünkü birbirine denk değildir ki çelişsin.)

Yine o, hangi dava olursa olsun, hakimin, yanındaki şa­hidin şahitliğine bakması gerektiğini, ama şayet his veya dış görüntünün bu şahitliği yalanladığını anlarsa, onu redde­dip, ona itibar etmemesinin onun salâhiyeti dahilinde oldu­ğunu zikretmiş ve şöyle demiştir: "Delilin kabul edilme şar­tı ise, şahitlik yaptığı hususun hiss, akıl ve şeriat açısından mümkün olmasıdır. Katî olan hesabın delâleti, görmenin imkânsızlığını kesin bir şekilde ortaya koyunca, şahitlik ya­pılan şeyin imkânsız oluşundan dolayı şer'ân görüldüğünü söylemek de imkânsız olur. Şeriat ise imkânsız olan hüküm­ler getirmez."102

Şahitlerin şahitliği ise onların vehimli, hatalı ve yalan söylemiş olabileceğine hamledilerek kabul edilmez.

102~ Sübki, d-Feleua, c. 1, s. 219-220, Mektebu'l-Kudüs neşri. Kahire.

323

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTÎM

Ya, Subkî asrımıza kadar yaşayıp, astronomi veya koz-mografya diye isimlendirdikleri ilimlerin bu kadar ilerleme­sini görseydi, işaret ettiğimiz bu hususlar karşısında tavrı nasıl olurdu?!

Aynı şekilde Şeyh Şakir de araştırmasında, zamanında meşhur bir Ezher Şeyhi olan büyük Üstad Şeyh Muhammed Mustafa el-Merağî'nin -yüksek şer'î mahkeme başkanı iken-hesabın hilâlin görünme imkânını nefyetmesi halinde şahit­lerin şahitliğinin reddedilmesi şeklindeki Subkfnin görüşü­ne yakm bir görüşü benimsediğinden bahsetmektedir. Şeyh Şakir şöyle der: "Ben ve bazı kardeşlerim büyük üstadın bu görüşüne muhalefet eden kimselerden idik. Ama şimdi ben onun görüşünün doğru olduğunu açıkça söylüyor ve buna hesabı bilmesi zor olanlar hariç, hilâllerin her halükârda he­sap ile tespit edilmesinin vacip olduğunu ilâve ediyorum.103

 Ahmed Şakir, "Evaliu'ş-Şuhıtri'l-ANibh/ye" risalesi, s. 15. Burada şunu da söyleyelim: Asrımızda bu görüşü benimseyenlerden birisi de büyüK fakih, üstad. Şeyh Mustafa Zerka'dır. Her ne kadar diğer üye­lerden istenilen çoğunluğu oluşturacak kadar kendisine yardım eden bulamamışsa da, benimsediği bu görüşü İslâmi Fıkıh Kurumunda ilan etmiş ve savunmuştur.

324

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

6- HADÎSİ ANLAMADA HAKİKAT İLE MECAZIN AYIRT EDİLMESİ

Arapça, içerisinde bol miktarda mecaz, bulunan bir dildir. Mecaz ise, belagat ilimlerinde de kabul edildiği gibi hakikat­ten daha beliğ (beyanı daha güzeldir. Yüce Resul de "dat" harfini konuşan (Arap)ların lisanı en fasih (güzel ve açık) olanıdır. O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözü Allah'tan inen vahiyden esin­lenmektedir. Dolayısıyla onun birçok hadîslerinde maksadı en güzel bir şekilde ifade eden mecazların bulunmasında şa­şılacak bir şey yoktur.

Burada mecazdan kastedilen şey: Lügavî ve aklî meca­zı, istiareyi, kinayeyi, temsilî istiareyi ve lafız veya cümle ile onu aslına uygun olan delâletinden dışarı çıkaran her şeyi içermektedir.

Bir sözdeki mecaz; ya sözlü, ya da halde mevcut olan ve onun mecaz olduğuna delâlet eden karineler vasıtasıyla bilinir.

 

325

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İşte, hayvanlara, kuşlara, cansızlara ve çeşitli kavramla­ra nispet edilen söz ve konuşmalar bu cümledendir.

Şu sözlerde olduğu gibi: "Yağa; 'nereye gidiyorsun' de­nildi. O: 'eğrilikleri doğrultmaya. Yani zayıflıktan ortaya çı­kan bedendeki ayıpları kapatmaya' dedi."

Kereste, çiviye: "Beni niçin yarıyorsun?" dedi. O da: "Beni çakana sor" dedi.

Bunların hepsi, tasvir ve temsil babından olup, bu, haberlerdeki yalandan sayılmaz. İmam Râğıb Isfahanı, ez-Zeria ila Mekarimi'ş-Şeria adlı değerli kitabında şöyle der:

"Şunu bil ki; bir söz haber vermek kastıyla değil de ib­ret alınması için mesel olarak söylenirse, bu, hakikat karşı­sında yalan değildir. Bunun içindir ki yalandan sakınanlar, bunları konuşmaktan kaçınmazlar. Buna arslan, kurt ve til­kinin ortaklaşa yapmış oldukları meşhur av kıssası misal olarak verilebilir. Onlar bir avda bir eşek, bir ceylan ve bir tavşan avlarlar. Arslan kurda: 'Paylaştır!' der. O da 'Zaten paylaşılmıştır: Eşek senin, ceylan benim, tavşan da tilkinin­dir1 diye cevap verir. Bunun üzerine arslan ona bir çarpar ve onu kanlar içerisinde bırakır. Sonra tilkiye: 'Sen paylaştır1 der. O da; 'O, pay edilmiştir: Eşek kahvaltınız için, ceylan öğleliğiniz için, tavşan da akşam yemeğiniz içindir' der. Bu­nun üzerine arslan; 'Bu taksimi sana kim öğretti?' diye sorar. Tilki: "Kurdun kana bulanmış postu' cevabını verir."

Isfahanı der ki: "Yüce Allah'ın şu sözü de, böyle bir du­ruma hamledilir: 'İşte bu kardeşim, onun doksan dokuz ko­yunu, benimse bir koyunum var'". (Sa'd, 23)

Yüce Allah'ın şu sözü hakkında tefsircilerin çoğunun söylediği şey de bunun gibidir: "Doğrusu Biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklen-

326

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

mekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâ­lim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir." (Ahzab, 72)

Bazı zamanlar sözün mecaza hamledilmesi kaçınılmaz olur. Aksi takdirde ayak kayar ve insan büyük hataya düşer.

Mesela Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), mü'minlerin anneleri olan ha­nımlarına: "Bana en çabuk kavuşacak olanınız, sizden kolu en uzun olanınızdır" buyurduğunda onlar bunu gerçek ola­rak anlaşılan kol uzunluğuna hamlettiler. Nitekim Hz. Aişe: "Allah onlardan razı olsun, bunu duyar duymaz hangisinin kolu uzun olduğunu ölçmeye koyuldular" demektedir.

Hatta bazı hadîslerde onların, hangisinin kolunun uzun olduğunu ölçmek için bir kamış parçası alıp ölçtüklerini zik-redebilmektedir! Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise bunu kastetmemiştir. O, bundan ancak hayırda ve iyilik yapmadaki kol uzunluğu­nu kastetmiştir.

Vakıanın doğrulamış olduğu da budur. Ona vefatın­dan sonra hanımlarından ilk önce kavuşan Zeynep binti Cahş'dı. Çünkü o, çok hünerli bir kadındı, eliyle çeşitli işler yapıyor ve kazancını sadaka olarak dağıtıyordu.1M

Bu durum, sünnette vuku bulduğu gibi, Kur'an'da da vuku bulur. Nitekim oruç hakkındaki Yüce Allah'ın şu aye­tini anlamada Adiyy b. Hatim bu tür bir hataya düşmüştür: "Artık (Ramazan gecelerinde hanımlara) yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin için takdir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın." (Bakara, 187)

 Hadîsler için bkz: Müslim, Fedailu's-Sahâbe 17, nu: 101; Buhâri, Zekat II. Buhârfde kolu en uzun ve en Önce kavuşacak olanın Şevde (r.a.) olduğu bir vehm vuku bulmuslur. Bu ise ba/ı râvilerden kay­naklanan ve İbmı']-Cevzi'nin şiddetle eleştirdiği bir hatadır, Bkz: Ze-hebi, Siyeru A'tamin-NUMa, c. 2, s. 213, Risale baskısı, Beyrut.

327

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Buhârî, Adiyy b. Hatim'den onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: "'...Beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırt edilin­ceye kadar yiyin, için...' şeklindeki bu ayet inince, biri siyah, diğeri beyaz iki parça ip alıp, yastığımın altına koydum. İki­sine bakmaya başladım. Beyazı siyahtan ayırt edince yiyip-içmeyi bırakıp oruca başladım. Sabahleyin Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vanp yaptığımı haber verince, O: 'Öyleyse yastığın bir hayli geniş! Bu, ancak gecenin siyahlığından, gündüzün beyazlığının ayrılmasıdır" buyurdu."a "Öyleyse yastığın bir hayli geniş" ifadesinin anlamı; ayetten kastedilen siyah ve beyaz iplikleri onun yastığının altına koyması, bunun batı ile doğu genişliğinde olmasını gerektirir. Çünkü bunlardan gündüzün beyazlığı ile, gecenin siyahlığı kastedilmiştir!105

Herkesçe bilinen şu kutsi hadîsdeki Yüce Allah'ın sözü de bunun gibidir: "Eğer kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir dirsek boyu yaklaşırım. Eğer o bana bir dirsek boyu yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer kulum bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim." ll*

Mu'tczile, böyle bir metni rivayet etmeleri ve bunu Al­lah'a nispet etmeleri sebebiyle Ehl-i Hadîse sataşmıştır. Çün­kü bu, Allah'ın, maddî yakınlık, yürüme ve koşma gibi hu­suslarda, yaratıklara benzediği yanılgısına sebep olmaktadır ki, bu onun uluhiyyetinin kemaline yakışmaz.

Daha sonra İmam İbn Kutaybe Te'vilu Muhtelifi'l-Hadîs adlı kitabında onlara şöyle cevap vermiştir: "Bu, sadece tem­sil ve teşbihtir. Bundan ancak şunu kastetmiştir: Kim bana sür'atle, İtaat ederek gelirse, ben ona sevap vermekte ondan

 Buhârî, Savın 16)

105-

Bkz. ibn Kesir Tefsiri, o 1, s. 221.

Muttefekun aleyhtir. Bkz: d-Lü'lüü ve'l-Mercaıi, nu: 1721, 1746.

daha hızlı davranırım. İşte, yürüme ve koşmayı da bundan kinaye etmiştir.

Nitekim Allah Teâlâ'nın şu ayeti de böyledir: 'Ayetleri­miz hakkında {onları tesirsiz bırakmak için) birbirlerini aciz bırakırcasına yarışanlara (Sa'y edenlere) gelince, işte bunlar, cehennem dostlarıdır." (Hacc, 51) Buradaki sa'y=hızb yürü­mek demektir. Bundan onların devamlı yürüyüp durdukla­rı kastedilmemektedir. Allah daha iyisini bilir ya, buradan ancak, onların niyetleri ve amelleriyle hızlı oldukları kaste­diliyor."107

Yine bazı hadîslerde, özellikle çağdaş bir kültürde yeti­şenler açısından bir takım problemlere rastlamaktayız. Bu da, lafızların asıl delâletlerimle ifade ettikleri anlamların, ha­kikat anlamına hamledildiğinde ortaya çıkmaktadır. Ama, mecazi anlama hamledildiğinde ise problem gitmekte ve kastedilen mânânın gerçek yüzü açığa çıkmaktadır.

Bunun için, Ebu Hureyre'nin Nebfden rivayet ettiği Buhârî ve Müslim'deki şu hadîsi misal olarak ele alalım: Bu­yurdular:

"Cehennem Rabbine şikayet etti ve dedi ki: 'Bir tarafım, bir tarafımı yedi gitti!' Bunun üzerine Allah ona bir nefes kı­şın, bir nefes de yazın olmak üzere iki nefes ile müsaade et­ti. İşte bu da karşılaştığınız en şiddetli sıcak ile, karşılaştığı­nız en şiddetli soğuktur."108

Halbuki asrımızdaki okul öğrencileri, coğrafyada mev­simlerin değişme sebeplerini, yaz ile kışın, sıcak ile soğuğun ortaya çıkış sebeplerini Öğreniyorlar ki bu, tabiat kanunları

328

 

I07' İbn Kuteybe, Te'viiuMuhteüfu'l-tiatSrs, s. 224, Daru'l-Ceyl, Beyrut. 108" Bkz: et-Lü'lüü ve'l-Mercatı, nu: 359.

329

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

na ve yine bu sahada öğrenim görenlerin bildiği sebeplere dayanmaktadır.

Nitekim herkesçe bilinmekte ve görülmektedir kî yer­kürenin bir kısmı kışın şiddetli soğuk olurken, diğer kısmı çok fazla sıcak olmaktadır. Mesela ben 1988 yazında Avust­ralya'yı ziyaret ettim ve orada çok şiddetli bir soğukla karşı­laştım. 1989 kışında ise Güney Amerika'ya gittim, orada da sıcak bir yaz ile karşılaştım.

Dolayısıyla hadîsin mecaza; şiddetli sıcağı cehennem nefeslerinden bir nefes, şiddetli soğuğu da nefeslerinden başka bir nefes olarak tasvir eden bir edebî tasvire hamledil-mesi gerekir. Şu halde cehennem çok şiddetli soğuk ve çok şiddetli sıcak gibi çeşitli azap türlerini içermektedir.

Ebu Hureyre'nin Resûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rivayet ettiği, Sahihayn'daki şu hadîs de yine böyledir: "Buyurdular ki: Al­lah, yaratıkları yaratıp da yaratma işini tamamlayınca 'rahm (akrabalık)' dedi: 'Burası (akrabalık ilişkilerini) kesmekten sana sığınanın makamıdır!' (Yüce Allah): 'Evet, seninle bağı­nı devam ettirenle, bağ kurmama; ilişkilerini koparanla da bağımı koparmama razı olmaz mısın?' buyurdu. O, 'Olurum ey Rabbim!' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Bu sana verilmiştir' buyurdu. Sonra Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem); 'İsterseniz şu ayeti oku­yun!' buyurdu: 'Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle mi...'" (Muhammed, 22)109

Acaba burada rahmin, yani akrabalığın sözü hakikî mi­dir? Yoksa mecazî midir? Sarihler ihtilaf etmişlerdir.

Ama Kâdî İyaz, hadîsi mecaza hamletmiş, onun darb-ı mesel babından olduğunu söylemiştir,

l09-A.g.e, nu:1655.

330

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine İbn Ebi Cemre, Buhârî Muhtasarı Şerhinde "akraba­lık bağlarını devam ettirene Allah Teâlâ'nın da bağ kurması-nı"nı açıklarken şöyle demektedir: "Buradaki Allah'ın vas-h=bağı devam ettirmesi O'nun ihsanının büyüklüğünden bir kinayedir. Burada, O, sadece insanların anlayacağı şekilde konuşmuştur. Sevgilinin, sevenine verebileceği en büyük şey; bağı devam ettirmek ve ona yakın olmak, istediğini ye­rine getirmek, onun hoşlanacağı şeylerde ona yardımcı ol­mak olunca ve bunların hakikî anlamı yüce Allah hakkında imkânsız olunca; bunun O'nun kuluna olan büyük ihsanın­dan bir kinaye olduğu anlaşılır. 'Bağların koparılması' hak­kında da söylenilebilecek şey böyledir. Bu da, ihsanını kes­mesinden bir kinayedir."

Kurtubi de şöyle der: "Akrabalığa nisbet edilen bu sö­zün mecaz veya hakikat üzere, isterse takdir ve temsil cihe-tiyle denildiğini söyleyelim, neticede sanki mânâ: 'Şayet ak­rabalık akledebilen, konuşabilen bir varlık olsaydı, mutlaka şöyle derdi' şeklindedir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın 'Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, O (dağ)nun mut­laka boyun eğdiğini görürdün...' şeklindeki ayetidir ki so­nunda: 'Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.' (Haşr, 21) buyurulmaktadır."

Şu halde bu sözden kastolunan şey; sıla-i rahim emrinin çok Önemli olduğu, Allah Teâiâ'nın onu kendisiyle komşu olmak isteyeni kendisine komşu edip-himayesine aldığı kimsenin mertebesinde gördüğünü, böyle olunca da Al­lah'ın komşusunun yardımsız ve terk edilmiş olamayacağı­nı haber vermektedir. Nitekim Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir başka hadîs­lerinde şöyle buyurmaktadır: "Her kim sabah namazını kı­larsa o, Allah'ın zimmetinde, emamndadır. Allah kimi ahdi-

331

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ni yerine getirmediğinden dolayı muaheze etmek üzere zim­metinden mahrum etmek isterse, onu yapar. Sonra da onu cehennem ateşinde yüzünün üzerine çarpar."a

Hadîsin mecaza hamliyle yapüan bu çeşit te'vilin, hiçbir şekiide dini sıkıntıya sokmayacağına inanıyorum. Tabi ki bu, te'vilin kabul edilebilecek şekilde olması, körü körüne ve zorlama bir te'vil olmaması, orada te'vili ve hakikatten me­caza çıkmayı gerektirecek bir durumun olması halindedir. Yine bir anlamda, açıkça akıl ve şeriatın sahih bir emri veya ilmin kat'î verileri yahut tekit ettiği şeyler açısından bir en­gelin bulunması, hakikî mânâyı istemeye engel olur.

Burada gerçek bir engelin olup olmayacağı hususunda ihtilaf çıkabilir.

Çünkü bir insan veya bir gruba göre aklen imkânsız ka­bul edilen bir şeyi diğerleri mümkün görebilir. İşte bu, iyice incelenmesi gereken bir husustur.

Aklî, şer'î, ilmî veya pratik hayattan herhangi bir enge­lin bulunmasıyla bir sözün hakikatte hamlinin terk edildiği gibi, caiz olmayan veya zorlama şeklindeki bir te'vil de ka­bul edilemez.

Burada, mecaza sığınmanın terki; İslâm'da nakledilen sahih nasslar ile ma'kul görülen açık gerçekler arasında çe­lişki yoktur diye öğreten akılcı insanlar için bir fitne kapısı olabilir.

Şimdi de Buharı ve Müslim'in ibn Ömer'den (r.a.) riva­yet ettikleri şu hadîsi okuyalım: Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu­lar ki: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme varınca, ölüm getirilip cennet ile cehennem arasına konulur ve sonra' kesilir! Sonra bir çağırıcı: 'Ey cennetlikler artık a" Müslim, Mcsacid 262

332

 

SÜKNETt ANLAMADA VÖHTEM                        .    ■

ölüm yok, ey cehennemlikler artık ölüm yok' diye seslenir. Bunun üzerine cennetliklerin sevinci daha da artar. Cehen­nemliklerin ise hüznü daha da çoğalır."110

Yine Buhârî ve Müslim'in ve başkalarının rivayet ettiği Ebi Said hadîsinde de: "Ölüm, çok güzel bir koç şeklinde ge­tirilir..."111 denilmektedir.

Acaba bu hadîsten ne anlaşılır? Ölüm nasıl kesilir? Ve­ya ölüm nasıl ölür?

Nitekim Kâdî Ebu Bekir İbnu'l-Arabi bu hadîs üzerin­de durmuş ve şöyle demiştir: "Bu hadîs, aklın açık gerçekle­rine ters düştüğü için karışıklığa yol açmıştır. Çünkü ölüm bir arazdır ve araz, cisme dönüşmez. Şu halde nasıl kurban edilsin?"

Bundan dolayı bir taife, hadîsin sahih olduğunu inkar edip onu reddetti. Bir taife de te'vil ederek, bunun bir temsil olduğunu ve ortada gerçek bir kesme işi olmadığını söyledi. Başka bir taife ise şöyle demiştir: "Bilakis kesme işi, hakikat üzeredir. Kesilen de ölüm işini üstlenen ölüm meleğidir ve Onların her birinin ruhunu alma işini üstlendiği için, onların hepsi onu tanır."

Fethu'l-Bâr?de Hafız İbn Hacer: "Müteahhirinden bazı âlimler bunu benimsediler" der ve Mazirî'den onun şu sözü­nü nakleder: "Bize göre ölüm arazlardan bir arazdır. Mute-zile'ye göre ise o, bir mânâ değildir. Şu halde iki mezhebe göre de ölümün koç veya herhangi bir cisme dönüşmesi doğru olmaz. Öyleyse bundan murad, temsil ve teşbihtir."' Sonra şöyle der: "Ama Allah bu cismi önce yaratıp, sonra ke­sebilir ve bunu cennetlikler için artık ölümün gelmeyeceğine dair bir misal kılabilir."

110-111-

el-Lü'lM ve't-Mercatı, nu: 1812. A.g.e,nu:1811

333

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Kurtubi de et-Tezkire adlı kitabında buna benzer şeyler söylemiştir.

İşte bütün bu te'viller; İbnu'l-Arabi'nin de dediği gibi, bir sözü aklın açık gerçeklerine ters düşen lügatteki hakikat mânâsına hamletmekten bir kaçıştır.

Bu şekilde mecaza hamletmek ise, hadîsi inkar etip de­fetmekten daha iyidir. Nitekim bu hadîs birçok sahabeden, çeşitli sahih isnâdlarla sabit olmuştur. Şu halde bu şekilde te'vil imkânı varken, onu reddetmek pervasızlıktır.

Şu kadar var ki Hafız Ibn Hacer kim olduğunu belirt­mediği bir âlimin şöyle dediğini de nakletmiştir: "Allah'ın cisimlerinden arazlar yaratıp, sonra da onlara madde verme­sinde bir engel de yoktur. Müslim'in Sahıh'indeki şu ve ben­zeri hadîslerde oludğu gibi: "Bakara ve Al-i İmran (sureleri ahirette) sanki iki bulut gibi gelirler."112

Allâme Şeyh Ahmed Muhammed Şakir de Ahmed İbn Hanbel'in kitabı Müsned'e yapmış olduğu tahricinde buna yönelmiştir. Fethu'l-Bârî" den Ibn Arabi'nin bu hadîs hakkın­daki karışık görüşünü ve onu te'vil etmeye çabaladığını nak­lettikten sonra şöyle demektedir:

"Bunların hepsi bizden istenmeyen bir meşakkati üstlen­mek ve Allah'ın, bilgisini sadece kendisine has kıldığı gaybın üzerine gitmektir. Bize düşen ise, ancak, ona geldiği gibi ina­nıp, ne inkar ve ne de te'vil etmemizdir. Hadîs sahihtir. Aynı şekilde mânâsı BuhârTdeki Ebu Said hadîsinde, İbn Mâce ve İbn Hıbban'daki Ebu Hureyre hadîsinde de sabit olmuştur.3 Madde arkasındaki gayb âlemini, bu yeryüzündeki cisimlere

112~ Bu görüşler için bfcz: Hafız İtm Hacer, Fethu'l-Bâri, c. 11, s. 421;

Hadîs için Bkz: Müslim, Müsafirun 42, nu: 252-3.

a- Buharı, Tefsir, Sure 19,1, Rikak, 51; İbn Mâce, Zühd3S; İbn Hıbban,?

334

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bağlı olan akıllar idrak edemez. Hatta akıllar, idrak kapasite­si içerisinde olan birçok maddî gerçekleri dahi idrakten aciz kalmışken, güç ve kuvvet çerçevesinden çıkan gaybî konular vb. hakkında hüküm vermeye nasıl kalkışabilir?! İşte bizler, asrımızda maddenin kuvvete dönüşümünü idrak ettik.

Yine sanayi ve çalışma ile, ne onun ne de bunun hakika­tini bilmeksizin kuvvetin de maddeye dönüştüğünü idrak edebiliriz. Daha sonra neler olacağını da bilmiyoruz. Bildiği­miz şu ki; insan aklı, aciz ve noksandır. Madde, kuvvet, araz ve cevher; ancak gerçeklere yaklaştırmak için konulmuş bi­rer ıstılahtırlar. İnsan için en hayırlı olanı öylece iman edip, dürüstçe amel etmesi, sonra da gayb hakkındaki şeyleri gayb âlemine bırakmasıdır. Belki bu şekilde kıyamet günün­de kurtuluruz. "De ki: Rabbimin sözleri için, derya, mürek­kep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin söz­leri bitmeden önce deniz tükenir." (Kehf, 109)113

Allah kendisine rahmet etsin Şeyhin bu sözü; gaybî iş­ler hakkında muhkem nassların te'vilini terk etmenin illetini ortaya koymada sağlam, ikna edici bir mantık üzerine otur­muştur.

Fakat bu; özellikle böyle bir konumda kabullenilmemez. Burada te'vilden kaçmanın kabul edilir iyi-doğru bir yönü yoktur. Aklın ve naklin ittifak ettiği çok iyi bilinen bir husus­tur ki r insanın hayattan ayrılması demek olan- Ölüm, bir koç veya öküz ya da diğer hayvanlardan bir hayvan değildir.

Aksine o, mânâlardan bir mânâ, yahut öncekilerin ifa­desiyle arazlardan bir arazdır. Mânâlar ise, mânâları ve so­yut şeyleri somutlaştıran temsil ve teşbih dışında cisimlere

113~ İbn Hanbel, Müstıed, c. 8, s. 240-1. Hadîs tahric nu: 5993, Maarif baskısı.

335

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

veya hayvanlara dönüşmez. İşte bu, asrımızın aklına hitab etmede daha uygundur. En iyisini Allah bilir.

Mecaz yukarıdaki gibi çeşitli haberler ile ilgili hadîsler­de olduğu gibi, ahkâm (hüküm bildiren) hadîslerde de ola­bilir. Bu konuda fâkihlerin kendilerin dikkat etmeleri kadar, başkalarını da uyarmaları gerekir. Bundan dolayıdır ki âlim­ler, müctehid hakkında, onun nübüvvet ve sahabe asrında tıpkı halis bir Arap'ın anladığı gibi, Arapçayı çeşitli delâlet­lerini anlama imkânını verecek kadar bilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Her ne kadar, Arap, bunu yaratılıştan (beri konuşarak) biliyorsa da, öteki de bunu öğretimle bilmekte­dir. Nitekim bir a'râbî şöyle demiştir:

"Dilini geveleyip duran bir rtahivri değilim Ama ana dilim Arapça, söyler ve i'râb ederim!"

İşte mecaz ile hakikatin arasını ayırt etmekten gafil dav­ranmak çok defa hataya düşürür. Nitekim bunu, asrımızda fetvaya koşup, onu haram, şunu vacip kılan, falanı bid'atçilikle, diğerini fasıklıkla itham edenlerde bütün açıklığıyla görmekteyiz. Bazen de sabitliği ve sıhhati kabul edilse bile, açıkça delâleti kabul edilemeyecek bazı nasslarda tekfir et­meye bile kalkışırlar.

Günümüzde bazı kimselerin, erkeğin kadınla musafaha etmesinin haram olduğuna dair delil olarak gösterdikleri Ta-beranî'nin rivayet etmiş olduğu şu hadîsi misal olarak ele alalım: "Birinizin, demirden bir iğne ile dürtüklenmesi, ken­disine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayır-hdır.""*_________

l'4' El-Heysemi, Mecrnauz-Zevaid, c.4, s. 326'da rivayet etmiş ve şöy­le demiştir. Bunu Taberani, Ma'kal İbn Yesar'dan rivayet etmiştir. Ri-caü sahihtir.

336

 

SÜNNETİ AN I. AMADA YÖNTEM

Elbânî, gerek bizim el-Helâl ve'l-Haram kitabımıza yaptı­ğı tahricinde ve gerekse Sahihu't-Camii's-Sağır'de, bu hadîsin "hasen" olduğunu söylemiştir. -Hadîsin, Sahabe ve onların talebeleri asrında meşhur olmamasına rağmen- Elbâninin onu hasen görmesini kabul etsek bile, hadîsin erkeğin kadın­la musafahasının haramlığı hakkında bir nass (delil) olmadı­ğı anlaşılmaktadır. Çünkü Kur'an ve sünnet dilinde mess=dokunma, mücerred olarak derinin deriye dokunması anlamına değildir. Burada dokunmanın anlamı Kur'an'ın tercümanı Ibn Abbas'ın şu sözünün delâlet ettiği anlamda­dır: "Kur'an'daki el-mess, el-lems ve el-mülamese (dokun­ma) ifadeleri cinsi birleşmeden birer kinayedir. Çünkü Al­lah, haya sahibi ve kerimdir, düediğini dilediği şeyle kinaye etmektedir."

İşte, Yüce Allah'ın şu ayetinden bundan başka bir şey anlaşılmaz: "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan boşanırsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez..." (Ahzab, 49)

-Zahirîler de dahil olmak üzere- tefsirciler ve fâkihlerin hepsi buradaki el-mess(dokunma) fiilini cinsi birleşme ola­rak tefsir etmişlerdir. Bazen buna, sahih halveti (helâl olma­yan kadınla-erkeğin baş başa kalmatan halini) de dahil ede­biliyorlar. Çünkü bu, cinsî birleşmenin mümkün olduğu sanılan bir haldir. Bakara süresindeki "dokunmadan önce" ya­ni "cinsî birleşmeden önce boşama" hakkındaki ayetler de bunun gibidir. (Bakara, 236-7) Yine yüce Kur'an'ın, Mer­yem'in <a.s) diliyle söylediği şu sözde de bu mânâyı destek­lemektedir: "Bana hiçbir insan dokunmamişken, benim nasıl çocuğum olabilir!?" (Al-i- imran, 47)

337

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu hususta Kur'an ve sünnette deliller çoktur." Şu hal­de, bu hadîste, şehvetle olmayan ve arkasından fitne çıkma­sından korkulmayan mücerret bir tokalaşmanın haramlığına delâlet eden bir şey yoktur. Özellikle de, yolculuktan dönüş, hastalığın iyileşmesi veya herhangi bir sıkıntı-belâdan kur­tulma vb. insanların başına gelen haller ile yakınların birbi­rini öperek tebrik etmeleri gibi ihtiyaç hissedilen haller söz konusu olursa...

Bunu destekleyen bir delil de İmam Ahmed'in, Müs- Enes'den (r.a.) rivayet ettiği şu haberdir: "Medine

a" Kanaatimizce gerek dokunma hadîsini kadınlarla tokalaşmanın ha-ramlığına delil olarak gösterenler, gerekse hadîsteki dokunmanın cin­sel ilişkiden kinaye olduğu görüşüne katılan yazarımız yanılmakta­dır. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla hadîsle söz konusu edilen, helâl ol­mayan bir kadına şehvetle dokunma ve okşamadır ki, bu tür hareket­ler sahibini zinaya sürükleyebilir. Nitekim bazı hadîslerde "Eller de zina eder, o da dokunmaktır" şeklinde ifade edilen dokunma da böy­ledir. (Bkz: Miisned, c. 1, s. 412; c. 2, s, 343,344,349,372,411,528,535, 536) Kadınlarla tokalaşma konusunda Peygamber efendimizin bey'at esnasında "Ben kadınlarla musa/aha etmem" buyurarak kendi ha­nımlarından başka hiçbir hanıma eliyle beyat etmediğini (Bkr Muval-ta, Bey'at 2; Nesaî, Bey'al 18; İbn Mâce, Cikad 43; Müsned v. 6, s. 357, 454,459, c. 2, s. 213; Buhârî, Talak, 20) cumhurun delil gösterdiğini ha­tırlattığımız yazar, bize gönderdiği cevabında şunları söylemektedir: "Kadınlarla tokalaşma konusunda cumhurun delilini zikretmeyişime gelince; ben orada bu meseleyi irdelemeye çalışmadım. O hadîsi, sa­dece yeri geldiği için misal olarak zikrettim. Ama bu tokalaşma me­selesi hakkında benim geniş bir araştırmam var ve Allah'ın izniyle t>elki o konu, Fetava Muasıra- Çağdaş Fetvalar adlı kitabınım ikinci Cildinde bahsedilecektir. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bey'at sırasında kadınlarla musa/aha etmeyişi de, onun haram oluşuna delâlet elmez. Ancak O^nun bunu, haram olduğundan dolayı terk ettiği sabit olursa o baş­ka. Oysa O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), haram olan şeyleri terk etmenin yanında bazı mekruhları, evlâ olan husulara aykın gelen bazı şeyleri ve hatta bazı mubahları bile terk ediyordu.

338

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

cariyelerinden bir cariye de olsa, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) elin­den tutar, O da (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cariye onu istediği yere götürünce-ye kadar cariyenin elini bırakmazdı."3

Buhârî ise bunu şu lafızlarla rivayet etmiştir:11 "Medine cariyelerinden herhangi bir cariye de olsa, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) elinden tutar ve O'mı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) istediği yere kadar gö­türürdü."

Hadîs, Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir cariye karşısında bile teva-zusu, edebi ve inceliğinin ne denli olduğuna delâlet etmek­tedir. Öyle ki cariye O'nun elinden tutup, bazı ihtiyaçlarını gidermek için O'nu Medine sokaklarına uğratmakta, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da hayasının fazlalığından, ahlâkının büyüklüğün­den dolayı, elini onun elinden çekmek suretiyle onu kovma­yı, duygularını yaralamayı istememekte, aksine onun ihtiya­cı görülünceye dek onunla bu halde yürümeye devam et­mektedir.

Buhârî'deki hadîsin şerhinde Hafız ibn Hacer şöyle de­mektedir: "Elden tutmaktan maksat, bunun gerektirdiği in­celik ve yumuşaklıktır. Hadîs, erkeği değil de kadını, hür ka­dını değil de cariyeyi,' 'cariyeler' şeklinde genelleme ile de herhangi bir cariyeyi, 'istediği yere' sözüyle de herhangi bir yeri ifade ettiğinden tevazu hakkında bir takım mübalâğa çeşitlerini kapsamaktadır. 'Elden tutma' ifadesi ise, tasarru­fu tamamen cariyeye verdiğine bir işarettir. Öyle ki onun ih­tiyacı şayet Medine dışında olsa ve O'ndan bu ihtiyacı için kendisine yardım etmesini istese, mutlaka buna da yardım ederdi. Bu da Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fazlaca mütavazı olduğuna ve kibrin bütün çeşitlerinden uzak olduğuna bir delildir."115

a* Ahmed, Miisned, c. 3, s. 174

**" Buhârİ, Fleb 61

1 i5- İbn Hacer, Fethu'l-BSri, c, 13, s. (?), (c. 10, s. 506, Reyyan Baskısı.)

339

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Hafız İbn Hacer'in zikrettiği bu şeyler, bütünü içerisin­de kabule şayandır. Fakat onun 'elden tutma'yı muhteva­sından hareketle zahirî anlamından çıkarıp incelik ve yu­muşaklığa yorması kabul edilemez. Çünkü burada her ikisi birden kastedilmektedir. Bir sözde asıl olan, onun belirli bir delil veya karine bulunmadıkça, zahirine hamledilmesidir. Burada buna engel olacak bir şey göremiyorum. Bilakis İmanı Ahmed'in rivâyetindeki "Cariye onu dilediği yere götürünceye dek elini onun elinden çekip almaz" ifadesi açıkça bundan mutlaka zahirin murad edildiğine delâlet et­mektedir. Bundan dışarı çıkmak ise, zorlama ve saptırma kabilindendir.

Hadîslerin anlaşılmasında mecaz kapısının kapanması, nassm aslî ve harfi mânâsında durulması, çağdaş kültür ile yetişenlerin çoğuna sünneti anlamaktan, hatta İslâm'ı anlat­maktan yüz çevirtmektedir. Yine onlar mecazda kendilerini tatmin eden, kültürlerine uygun olan anlamı bulduklarında sözü ne dilin mantığına ve ne de dinin prensiplerine arz et­meksizin, tamamen zahirine göre aldıkları zaman, bu, çağ­daşları hadîsin sıhhati hakkında şüpheye düşürmektedir.

Hatta bazı İslâm düşmanları da çok defa (mecaza ham­ledilmeyen) bu esas mânâları, İslâmî kavramlar ve onların modern ilme ve çağdaş düşünceye ters düşmeleriyle alay et­mek için bir dayanak yapmaktadırlar.

Yıllardan beri, Hıristiyanlık propagandası yapanlar­dan biri yazdığı yazılarda, Buhârî ve başkalarının rivayet etmiş olduğu şu ve benzer hadîslere dayanarak, bilim ve aydınlık asrında İslâm düşüncesinin hâlâ hurafelere inan­dığını söyleyerek ona hücum ediyordu: "Humma (sıtma)

340

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hastalığı, cehennem ateşindendir, onu su ile soğutunuz."116 hadîsinden sonra diyor ki: "Humma hastalığı cehennem ateşinden değil, yeryüzünün ateşindendir. Ve onda mik­ropların üremesine yardım eden bazı pislikler vardır."

Ahmak veya ahmak gibi gözüken bu yazar, ya hadîsten murad edilen ve Arapça'nın zevkine varan herkesin anlaya­cağı mecazî anlamı bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Hatta biz bile çok sıcak gün hakkında "Sanki cehennemden çıkmış bir gün" deriz. Ve söyleyen de, bunu işiten de sözden kaste­dileni anlar.

Yine kendisini İslâm'dan sayanlardan birisi de "Haceru'l-Esved cennettendir."11? hadîsi ile "Acve (hurması) cen­nettendir"118 hadîsîyle alay eden bir üslûpla yazı yazmıştır.

Onlar bu ve benzeri ibarelerden, mesela "Biliniz ki cen­net kılıçların gölgesi altındadır."119 şeklindeki hem Buhâ-rfnin, hem de Müslim'in rivayet ettiği (müttefekun aleyh) hadîste kastedilen anlamdan gafildirler. Hiç kimse, Allah'ın takva sahipleri için hazırladığı ve enini sema ve yerin eni ka­dar geniş kıldığı cennetin gerçekten kılıçların gölgesi altında olduğu şeklinde anlamaz, böyle tasavvur etmez. Bundan an­cak, Allah yolunda cihadın -ki sembolü kılıçtır- özellikle de Allah bu cihadda ona şehid olmayı yazmışsa bunun cennete en yakın yol olduğunu anlar. Nebî'nin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), arkasından

''"" İbn Ömer, Aişe, Rafi ibn Hadic ve Esma binti Ebi Bekir'den gelen senedlerle muttefekun aleyhtir. Buhârî, İbn Abbas'tan da rivayet edil­miştir. Bkz: Camii's-Sağİr, 3191; el-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 1424,1426. '"■ Ahmed, Enes'ten, Nesaî de İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Ca­mii's-Sağir, 3174'de olduğu gibi.

118" Müsned, c. 2, s. 301, 305, e. 3, s. 48; Tirmizt, Tıbb 22; İbn Mâce, Tıbb 8; Nesaî, (?) Bkz: Camii's-Sağir, 4126.

*'*" Abdullah ibn Ebi Evfa hadisinden müttefekun aleyhtir. tt-Ui'lüü ve'i-Metcan, nu: U37.

341

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bakıma muhtaç olan annesini bırakıp, cihad etmek üzere O'na bey'at etmek isteyene söylemiş olduğu şu sözü de böy­ledir: "Sen ona bak! Çünkü cennet onun ayaklarının altında­dır."1^

Kardeşleri bundan onun, Yüce Allah'ın sevabını ve cen­netini arzu ederek, annesinin hizmeti ve bakımında olmasın­dan başka bir şey anlamadılar.

Bana Üstad Mustafa ez-Zerka anlatmıştı: Mısır'da, hat­ta Arap âleminde çağdaş hukukçulardan büyük bir üstad, ona birgün, Sahİh-i Buhâri kitabını satın aldığını, sonra açıp baktığında gözünün şu hadîse iliştiğini söylemiş: "Nil, Fırat, Seyhan ve Ceyhan cennet ırmaklarındandır."3 Üstad bunun gerçeğe ters düştüğünü görünce, Buhârî'nin kitabının hep­sinden yüz çevirmiş. Çünkü okuyan herkesçe bu ırmakların doğuş yerleri bilinmektedir ve bunlar cennetten değil yer­den çıkmaktadır. Kafasında oluşan bu yanılgının sonucunda ise bu şekilde mücerred olarak reddedişi hakkında da daha sonra hiç düşünmemiştir.

Eğer bu adam biraz alçakgönüllü olsaydı ve Buhâri şerh­lerinden birisine başvursaydı veya çağdaşlarından güçlü bir âlime sorsaydı, gözleri olana sabahın aydınlandığı gibi, bu gerçek mutlaka onun için de aydınlanacaktı. Fakat kibir, ger­çeklerin görünmesine engel olan unsurların en büyüğüdür.

* Ahmed, <?); Nesaî, (?); Cahime'den rivayet etmiştir. Bkz: Camü's-Sağir, nu: 1249.

a" Buhâri, Bed'ul-Halk 6, Menakıbu'l-Ensar 42, Eşrıbe XI. Teohid 37'de sadece Nil ve Fıratm cennet nehirlerinden olduğunu zikretmiştir. Müslim, Cenne 26 ve Müsned, c. 2, s. 261, 289'da ise Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil ırmaklarının hepsinin cennet ırmaklarından olduğu ifade edilmiştir. Müellifin vermiş olduğu Seyhan, Ceyhan nehirlerini ne Buhâri'de, ne de Mu'cemu'l-Müfehres de bulabildim.

342

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Burada kültürümüzün oluşumunda değerli katkısı olan imamlardan bir imamın bu hadîsin anlamı ve açıklaması hak­kında görüşünü aktarmam benim için yeterli olacaktır. O da, İbn Hazm'dır. İbn Hazm'ı seçmemin sebebi ise, bilindiği gibi o, nassların harfîliğine ve illet ve bağlamlara bakmaksızın on­ların zahirlerini alıp (ona göre amel etmeye) inanan Zahirî bir fâkihtir. Şu kadar var ki o, Arapça'nın içerisinde, hakikat ve mecaz olan bir dil olduğuna inanmaktadır.

Şimdi onun bu hadîs hakkında ne dediğine bakalım: İbn Hazm burada "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat'ın her biri cennet nehirlerindendir." şeklindeki sahih hadîs ile, "Evim ile minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçe-dir."a hadîsini zikreder ve şöyle der: "Bu iki hadîs, bazı ca­hillerin zannettikleri gibi Havza'nın cennetten bir parça ol­duğu ve bu nehirlerin de cennetten doğup-indikleri anlamı­na gelmez. Bu, batıl ve yalandır." Sonra ibn Hazm, burasının cennetten bir bahçe oluşunun anlamının, oranın faziletinden ve orada kılınan namazın cennete götürdüğünden dolayı ol­duğunu zikreder. Bu nehirler ise, onların bereketinden dola­yı cennete izafe edilmiştir. Nitekim iyi bir gün hakkında "Bu cennet günlerinden bir gün" dersin. Yine koyun hakkında "O, cennet hayvanlarındandır" denildiği gibi...Nebî'nİn (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "Cennet kılıçların gölgesi altındadır" buyurduğu gi­bi. Buna benzer bir hadîs de, "Haceru'l-Esved cennettendir" hadîsidir.

İbn Hazm bu haberler hakkında şöyle der: "Gerek Kur'an, gerekse hissin zaruri olarak ortaya koyduğu yargı, bunların zahirleri üzere olmadıklarıdır."121

a" Malik, Muvaita, Kıble 10-11; Buhârî, Rikak 53, İ'iisam 16; Tinniîi, Me-«ahb 67; Nesaî, Mesacid 7; Müsned c. 2, s. 236, s. 4 !21" İbn Hazm, Muhalla, c. 7, s. 230-1, Mesele 919.

343

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İşte, zahirîliği ve nasslara donukluk derecesinde harfi harfine bağlılığıyla bilinen İbn Hazm'ın konumu budur. Bu­na rağmen o dahi, bu nassların zahirlerine hamledilmesini caiz görmemiştir. Onun dediği gibi bunu ancak cahiller böy­le zanneder!!

Fazla Mecazi Te'villerden Sakınılması

Burada hadîslerin -ve genel olarak nassların- te'vilinin ve onları zahirlerinden dolayı dışarı çıkarmanın da bir tehli­ke kapısı olduğunu ve bundan sakınılması gerektiğini söyle­mek istiyorum. Akıl veya nakilden bunu gerektiren bir du­rum olmadıkça Müslüman âlimin bu kapıdan içeriye girme­mesi gerekir.

Çok defa hadîsler, kişilere, belirli zamanlara ve mekan­lara itibar edilerek te'vil edilirler. Ama sonra tetkik edebilen bir araştırmacı, onun zahiri üzerine bırakılıp o şekilde anla­şılmasının daha uygun olduğunu ortaya koyar. Buna misal olarak şu hadîsi zikredebilirim: "Kim bir (sidre) ağacı keser­se, Allah onun başını cehennemden aşağı sarkıtır."122 Bu ha­dîs birkaç şekilde rivayet edilmiştir. Baradaki 'sidre' kelime­si şart cümlesi içerisinde nekra olmasına rağmen bazı sarih­ler bundan muradın Haram bölgesinin ağacı olduğu şeklin­de onu te'vil etmişlerdir. Onlar ağaç kesenin şiddetli azap ile korkutulduğunu görünce bunu Haram bölgesi ağacına has­retmişlerdir. Benim meylettiğim şey ise, hadîsin, insanlara, gafil oldukları önemli bir hususu tembih etmesidir. O da, özellikle sahrada, insanların hem gölgesinden, hem de mey­vesinden yararlandığı ağacın -hususen Arap ülkelerinde

122' Ebu Davud, Edeb 171, nu: 5329, Beyhâki, Sünen, c- 6, s. 139'da, ES-bânî'de Camii'de zikretmiştir.

344

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sidre ağacının- ehemmiyetidir. Dolayısıyla bu ağacın kesil­mesi, insanların hepsini birçok hayırdan men edecektir- İşte bu, şimdilerde çağdaş dünyanın "yeşili ve çevreyi koruma" diye isimlendirdikleri faaliyete girmektedir. Öyle ki bu çev­recilik, sırf onun için birçok grupların ve partilerin oluştu­rulduğu, hakkında birçok toplantılar ve konferansların dü­zenlendiği önemli bir husus haline gelmiştir.

Daha sonra Ebu Davud'un Sünen'ine müracaat ettim ve onda şunu buldum: Ebu Davud'a bu hadîs soruldu da o şöy­le dedi: "Bu hadîs, muhtasardır ve şunu demek istiyor; 'Her kim bir yolcunun veya hayvanların gölgelendiği çöldeki bir ağacı boş yere, zalimliğinden dolayı haksız yere keserse Al­lah da onun başını cehenneme sarkıtır."3

Allah'a hamdolsun, sadece benim böyle anladığımı san­dığım bu husus ile İmam Ebu Davud'un yorumu birbirine uygundur.

Kabul Edilemeyecek Te'viller

Reddedilmesi gereken te'villerden bir kısmı da, ne iba­rede, ne de metnin akışı içerisinde herhangi bir delil olmak­sızın yapılan bâtınî te'villerdir. Mesela onlardan birisinin "Sahur yapınız! Çünkü sahurda bereket vardır."123 hadîsin-deki sahur ile muradın istiğfar olduğunu söylemesinde ol­duğu gibi. Şüphesiz sahurlarda istiğfar, Kur'an ve sünnetin teşvik ettiği en büyük amellerdendir. Lakin sahurdan mura­dın istiğfar olduğunu söyleyenin bu sözü, körü körüne bir te'vil olduğundan kabul edilemez.

 Ebu Davud, Edeb 173, nu: 5239, c. 5 s. 404 "~ Muttefekun aleyhtir. Bkz: el-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 665.

345

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Özellikle bundan ne kastedildiğini kesin olarak açıklığa kavuşturan başka hadîsler de gelmiştir: "Hurma ne güzel bir sahurluktur."124 Yine; "Sahurun hepsia berekettir. Onun için, -sizden biriniz bir yudum su içmekle de olsa- sahuru terk etmeyin,"125 hadîsinde olduğu gibi.

Aynı zamanda her namazda fitnesinin şerrinden Al­lah'a sığınmakla emrolunduğumuz Deccal hakkında vârid olan hadîslerin de bugünkü karanlık Batı medeniyetini sim­gelediği şeklindeki te'viller de böyledir. Çünkü o, Deccal'in kör olarak vasfedildiği gibi kör bir medeniyettir. Çünkü o, hayata ve insana tek bir göz ile bakıyor ki o da sadece mad­dedir ve bundan başkasını görmez. Öyle ki sanki ona göre ne insanın ruhu, ne kainatın bir ilahı ve ne de bu dünya ha­yatından sonra ahiret vardır.

Bu te'vil ise, pek çok hadîslerde sabit olduğu üzere Deccal'in gelen-giden, gİrip-çıkan, propaganda yapan, tahrik edip bozgunculuk çıkaran, tehdit eden..,bir fert, şahıs veya insan olduğu şeklindeki tarif ve tavsifine aykırıdır. Bu konu­da o kadar sahih hadîsler gelmiştir ki tevatür derecesine var­mıştır.b

Yine batıl te'villerin birisi de bazı çağdaş Müslüman ya­zarların, kıyamete yakın bir zamanda İsa Mesih'in inmesiy­le ilgili hadîslerin - ki birçok imam ve hafızın açıkladığı gibi

124~ teyhâki, Sünen, c. 4, s. 237. Yine İbn Hibban, Ebu Nuaym Hılye-tü'l-Evliya'da; Elbânî, Camii'de zikretmiştir. (?)

a' Metinde ve Müsııed'den nakledilen et-Terğib'de "kulluhu=hepsi" şeklindedir. Ama Müsned'de "ekluhu=(sahurun) yenilmesi berekelli-dir" şeklindedir ve asıi olan budur.

125" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 12, 44; Münziri, Terğib, c. 2, s. 139'da is­nadının kavi olduğunu söylemiştir. b" Deccal hadîsleri. Bkz: el-Lu'lüü, nu: 1851,1860

346

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTKM

bunlar da tevatür derecesine ulaşmıştır126 -barış ve güvenli­ğin egemen olacağı bir asrı simgelediği şeklindeki te'viller-dir. Nitekim insanlar arasında Isa Mesih'in, beşer içerisinde barış ve hoşgörü davetçisi olduğu görüşü yaygındır.

Yazar, bu te'vilin, İsa Mesih'in inişi ve onun bunun ak­sine olarak vasfedildiği sahih hadîslerin delâlet ettiği husus­larda, tamamen çeliştiğini unutmaktadır: "Meryem oğlu mutlaka adil bir hüküm indirecek, haçı kıracak, domuzu Öldürecek ve cizye koyacaktır"127 ve ancak İslâm'ı kabul ede­cektir. Bunlar ise zikredilen te'vil ile tamamen çelişkilidir. Kaldı ki bu te'vil, İslâm'ın kılıç dini, Hıristiyanlığın ise yegâ­ne barış dini (!) olduğunu iddia eden zâlim misyonerlik ve şarkiyatçılık progagandasına güç vermektedir.

İbn Teymiyye ve Mecazın İnkarı

Ben Şeyhü'l-İslâm ibn Teymiyye' nin umumiyetle Kur'an, hadîs ve dildeki mecazı inkar ettiğini biliyorum. O, bu görüşünü çeşitli deliller ve itibar ettiği hususlarla destek­lemiştir. Ve yine onu bu görüşe iten etkenleri de biliyorum. O, bununla Yüce Allah'ın sıfatlarını te'vilde aşırılığa düşen insanların önündeki bu te'vil kapısını kapatmak istiyor. On­lar da "Muattile"a başta olmak üzere Mu'tezile, hatta İslâm

126- gu hususta Bkz: Aflame Enver el-Keşmiri'nin, et-Tasrih bima Te-vatere fi Nüzuli'İ-Mesih adh kitabı. Tahkik: A. Ebu Gudde. Aslında da­ha fazla olmasına rağmen kitapta sahih ve hasen hadîslerden 40 ha­dîs toplanmıştır.

1?'~ Birbirine yakın lafızlarla Ebu Hureyre'nin hadîsinden muttefe-kun aleyhtir. el-Lü'lüii ve'l-Meram, nu. 95, Camii's-Sağit, 7077. a" Muattile: "Kıdem mefhumunu sadece Zat-ı Bari'ye tahsis etmek ve Allah'ın birliğini (tevhid) tam manâsıyla ispat etmek gerekçesiyle CenaB-[ Hakk'ın sıfatlarından tenzih (ta'til) edenler. Ma'bed el-Cu-heni (ö. 80/699) ile Cehm İbn Safvan (ö. 128/754

347

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

filozofları Muattile'den sayılır.) diye isimlendirilen kimse­lerdir. Onların nazarında Allah Teâlâ'nın sıfatları neredeyse yok mesabesinde olup, onlar söz konusu sıfatları kabul et­memişlerdir.

O, ümmetin selefinin görüşünü canlandırmak, Allah Teâlâ'nın kendisi için Kitabında ve Resûlü'nün dilinde ispat ettiklerini ispat, Kur'an ve sünnetin nefyettiklerini de nefyet­mek istemiştir.

Fakat o, bu konuda, dilin bütününde mecaz diye bir şe­yin olmadığını savunacak kadar ileri gitmiştir.

imam Ibn Teymiyye, ümmetin âlimleri içerisinde sev­diklerimden - belki de en sevimlisi- ve benim aklıma en ya­kınıdır. Fakat onun kendisinden önceki imamlara muhalefet ettiği gibi, ben de burada ona muhalefet ediyorum. Nitekim, düşünmemizi, taklit etmemizi, şahıslara değil, delile uyma­mızı, hakkı insanlarla değil, insanları hak ile tanımamızı bi­ze o öğretmiştir. Bu yüzden ben İbn Teymiyye'yi seviyorum ama Teymiyyeci değilim! Nitekim Hafız Zehebî şöyle de­miştir: "Şeyhü'l-İslâm (İbn Teymiyye)'ı severiz ama hakkı ondan daha çok severiz."

Evet, ben, Yüce Allah'ın sıfatlarıyla ilgili, gayb âlemi ve ahiret hayatıyla ilgili bütün konularda Şeyhü'l-İslâm ile be­raberim. Evlâ olanı, delil olmaksızın bunların te'viline dalmayıp, onu bilenine bırakmamız, bilmediğimiz bir ilmi üst-lenmeyip, ilimde derinlik sahiplerinin dediği gibi: "Ona inandık ve hepsi Rabbimiz katındandır" (Al-i İmran, 7) de-memizdir.

İşte bu, gelecek bölümde aydınlatmayı arzuladığım, şeydir.

348

 

7- GAYBÎ OLAN ÎLE OLMAYAN HUSUSLARI BİRBİRİNDEN AYIRT ETMEK

Sünnet, gayb âlemi ile ilgili konulara da değinmiştir. Bunlar­dan bazısı Yüce Allah'ın kendilerine çeşitli görevler verdiği ve "Rabbinin askerlerini ancak kendisi bilir" (Müddessir, 31) buyurduğu meleklerdir. Bazısı, bizler gibi mükellef olan, bi­zim onları görmediğimiz halde, onların bizi gördüğü, yeryü­zü sakinlerinden olan cinlerdir. Bazısı da Allah Teâlâ'nın hu­zurunda bizleri azdırmak, batıl ve şerri bize süslü göstermek için yemin eden "Senin izzet ve şerefine andolsun ki onlar­dan ihlâslı kulların hariç, onların hepsini azdıracağım." (Sa'd, 82,83) diyen İblis'in askerleri olan şeytanlardır.

Yine Arş, Kürsü, Levh-i Mahfuz ve Kalem de böyledir.

Bu gaybî konulardan bazısı, kıyametin kopmasından ön­ce, ölümden sonraki kabir suali, onun saadeti veya azabıyla iç

349

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

içe bir hayat olan berzah hayatıyla ilgilidir. Diğer bazısı ise, diriliş, haşr (toplanma) ve bekleme, Kıyamet gününün kor­kunç yönleri, büyük şefaat, mizan (terazi), hesap, sırat, cennet ve oradaki maddî ve ruhî açıdan çeşitli nimetler, oradaki in­sanların dereceleri, cehennem ve oradaki hissî ve manevî açı­dan azap çeşitleriyle onların düştükleri alt tabakaların varol­duğu ahiret hayatıyla ilgilidir.

Bu hususların hepsi veya çoğu Kur'an-ı Kerim'in de üzerinde durduğu konulardandır. Lakin, sünnet, Kur'an'ın icmali olarak kısaca bahsettiği hususları genişletip tafsil et­miştir.

Burada hemen işaret etmemiz gerekir ki bu husus vârid olan hadîslerden bazısı sahihlik mertebesine ulaşmadığı için onlara iltifat etmeye gerek yoktur. Burada sadece Peygam­berimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadîslerinden sabit ve sahih olanları hak­kında söz edeceğiz.

Bu noktada, Müslüman bir âlime düşen, ilim ehlinin ve kendilerine uyulan ümmetin selefinin kaidelerine göre on­lardan sahih bir şekilde sabit olanlarını kabul etmesidir. Bunların sırf yaşadığımız hayata ters düşmesinden veya normalde imkânsız görsek faile, aklen vukuu imkân dahilin­de olduğu müddetçe, vukuunun uzak sayılmasından dolayı reddedilmesi caiz değildir. Nitekim bugün insan, kendisine verilen ilim vasıtasıyla, normalde imkânsız hükmünde olan öyle şeyler yapmıştır ki bunlar önceki insanlardan birisine anlatılsa, o, anlatanı delilikle itham ederdi. Şu halde akla uzak gibi gözüken bu gaybî hususlar, ne yerde ve ne gökte hiçbir şeyden aciz olmayan Allah Teâlâ'nın kudretiyle neden olmasın? Bunun içindir ki âlimlerimiz dinin, aklın hayrete düşeceği bazı şeyler getirebileceğini, ama aklın imkânsız gö-

350

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

receği şeyleri getirmesinin mümkün olmadığını ifade etmiş­lerdir. Bu yüzden, nakledilen sahih nasslar ile akledilen açık veriler hiçbir şekilde çelişkiye düşmez.

İkisi arasında çelişkinin olduğu sanılan hususlarda, bir hatanın vuku bulmuş olması gerekir ki bu, ya nakledilen nassın sahih olmaması ya da aklın sarih olmamasından kay­naklanmıştır. Yani bu noktada ya insanın din zannettiği şey dinden değildir, ya da ilim ve akıl (verileri) zannettiği şey gerçekte ilim ve akıldan kaynaklanmamaktadır.

Gerçekten Mutezile gibi bazı İslâmi fırka ve ekoller, akıllarının uzak gördüğü bazı sahih hadîsleri reddetme hu­susunda haddi aşmışlardır. Nitekim bazılarının kabirde iki meleğin sorusundan ve ondan sonraki saadet ve azaptan bahseden hadîsleri reddetme durumlarını görmekteyiz.

Onların, sırat ve mizan hadîsleri, mü'minlerin cennette Allah'ı görmeleri, cinler ve cinlerin insanoğluyla alâkasından bahseden hadîsler karşısında konumları da yine böyledir.

Nitekim İmam Şâtıbî, kıymetli kitabı el-İ'tisam'da şunu zikretmektedir: "Bid'atçi ve sapıkların özelliklerinden bir ta­nesi de kendi gaye ve mezheplerine uymayan hadîsleri red­detmeleridir. Onlar bunların akla muhalif olduğunu ve delil olmaya elverişli olmadıkları için onların reddedilmesi gerek­tiğini iddia ederler. Kabir azabını, sıratı, mizanı, ahirette Al­lah'ın görülmesini, aynı şekilde sinek hadîsini ve sineğin bir kanadında zehir ve diğerinde ise panzehir olduğunu ve ön­ce zehirli kanadını soktuğunu, (dolayısıyla panzehiri için) diğerinin batırılmasını ve kardeşinin karnı ağrıyana Ne­binin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bal içirmesini emrettiğini anlatan hadîs ve adil râviler tarafından nakledilen sahih hadîsleri inkar edenlerin inkarında olduğu gibi.

351

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hatta onlar zaman zaman, hadîs imamlarının adalet ve imamlıklarında ittifak ettikleri şahısları -ve Allah saklasın sa­habe ve tabiundan olan râvileri- dahi kötüleyerek cerhetmiş-lerdir, Bütün bunlar ise, mezheplerin muhalif olan hususlara cevap verebilmeleri içindir. Bazen de onlar selefin fetvalarını reddedip, ümmetin sünnet ve ehline uymaktan nefret etme­leri için kamuoyuna karşı bu fetvaları körüklenıişlerdir.

Sırat, mizan ve havuzun varlığını söylemeyi, aklın al­mayacağı bir şeyi söylemek olarak gördüler. Hatta onlardan kimisine: 'Ahirette yaratıcıları olan Allah'ın görüleceğini söyleyen kafir olur mu?' diye sorulduğunda o; 'Hayır, kafir olmaz, çünkü o aklın almayacağı bir şeyi söylemiştir. Akıl al­mayan şeyleri söyleyen kişi ise kafir değildir!' demiştir.

Bir taife ise ahad haberlerin hepsini nefyedip, Kuran anlayışı doğrultusunda akıllarının güzel gördükleriyle ye­tinmişlerdir. Öyle ki onlar yüce Allah'ın 'İnanıp iyi işler ya­panlara yediklerinden dolayı bir günah yoktur" (Maide, 93) ayetiyle içkiyi mubah görmüşlerdir.

İşte onlar ve benzerleri için Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle bu­yurmuştur: 'Sizden birinizi koltuğa yaslanmış olarak, kendi­sine benim emrettiğim veya yasakladığım herhangi bir em­rim geldiğinde şöyle derken bulmayayım: 'Bilemem, biz Al­lah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız."123 Bu nehyin İçerdiği şiddetli bir vaid olup, sünneti reddeden kimseyi hükmü içerisine alır."129

Yine çağdaş reformistlerden bazılarının şu sahih hadîsi akla uzak bulmaları da böyledir: "Şüphesiz cennette öyle bir

128- Ebu Davud, Sünne 6, nu: 4605; Tirmizi, İlim 10, nu: 2664; Ahmed, Müsned, c. 6, s. 8.

129" Şatıbi, el-İ'tisam, c. 1, s. 231-2, Metabiu Şirketi'1-İ'lan a t eş-Şarkjy-ye baskısı.

352

 

SÜNNETİ AÇILAMADA YÖNTEM

ağaç vardır ki, süvari onun gölgesinde yüz sene gider de (gölgesini) katedemez."130 Bu hadîs mütrefekun aleyh olup, Buhârî ve Müslim onu, Sehl ibn Enes'ten rivayet etmiştir, Bunun için İbn Kesir, Allah Teâlâ'nın: "Ve uzamış gölge..." (Vakıa, 30) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Bu Resûlullah'dan {salla’llâhü aleyhi ve sellem) sabit olmuş, hatta hadîs imamlarına göre sıh­hati kat'î olan mütevatır bir hadîstir."

Zahir olan buradaki yüz senenin dünya senelerinden oluşudur. Nitekim Ebu Said'in rivayetinde "Çok iyi, rahvan, hızlı bir bİnekli" denilmektedir. Dünyamızdaki zaman ile Allah katındaki zaman arasındaki oranı ancak Allah bilir. Kur'an'da: "Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınız­dan bin yıl gibidir." {Hacc, 47) buyurulmaktadır. Hadîs sa­hih olunca biz, ahiretin, bu dünyanın kanunlarına uymayan özel kanunları olduğunun bilinciyle, can-ü gönülden "İnan­dık, tasdik ettik" demekten başka bir şey yapamayız. Hatta ibn Abbas: "Cennette, dünyadan ancak isimler vardır!" de­mektedir.

Yine cehennemde küfür ehlinin azabı hakkındaki, kafi­rin dişinin (Uhud Dağı kadar) büyüklüğü, iki omzu arasının uzaklığı, derisinin kalınlığı hakkında gelen hadîs de böyle­dir.3 Buna teslim olmak en sağlıklı yoldur. Tafsilatını araştır­mak ise gereksizdir. Kaldı ki başarılı bir davetçi, bilinmesi halinde bile dinî düzelmeyi ve dünyevî mutluluğu sağlama­yacak, hatta çağdaş kafalarda çeşitli problemlere yol açacak bu tür hadîslerle, okuyucusunun veya dinleyicisinin zihinle­rini meşgul etmez, onları ancak gerektiğinde münasebeti çerçevesinde zikreder.

33O- Bkz: el-Lİİ'lüü m'i-Mercan, nu: 1799-1801, hadîsler.

a" Bkz: Müslim, Ceme 13, nu: 44; Timim, Cehennem 3; İbn Mâce, Zühd

38; Müsned, c. 2, s. 26, 328,334, c. 3, s. 29

353

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Müslümanın bizzat meşgul olması en uygun olan şey; Allah'tan cenneti ve kendisini ona yaklaştıran söz ve ameli istemesi, cehennemden ve ona yaklaştıran söz ve fiilden Al­lah'a sığınması, cennet ehlinin girdiği yola girmesi, kendisi­ni cehennem ashabının yoluna girmekten uzaklaştırmasıdır. İman mantığının kabullendiği, akıl mantığının da reddetme­diği en sağlıklı konum; taabbudî olan her hususta gelen ha­berlere "işittik ve itaat ettik" dediğimiz gibi, dinin gayb ile il­gili hususlardan ispat ettiği her şeye de inandık, tasdik ettik dememizdir.

Evet, nassın getirdiği şeylere inanırız. Onun hakikatin­den, nasıl olduğundan sormayız, detayını araştırmayız. Çün­kü çok defa bizim akıllarımız bu tür gaybî durumları almak­tan aciz kalır. Zira insanı yaratan Allah, onu böylesi durum­ları idrak etmeye elverişli kılmamıştır. Çünkü o, yeryüzün­deki hilafet görevini yerine getirirken buna ihtiyaç duymaz.

Şayet Mu'tezilenin temsil ettiği akılcı kelamı ekol, bu gerçeği idrak edip, kabul etseydi, mü'minlerin ahirette Allah Teâlâ'yı göreceğini ortaya koyan sahih hadîsleri inkar ihtiya­cı hissetmezdi. Bu habere göre mü'minler Rablerini ayın on-dördü gecesindeki (dolunay) gibi göreceklerdir.a Buradaki teşbih (benzetme) görmenin (dolunayı görmede olduğu gi­bi) açık-seçik olacağını ifade için yapılmıştır, yoksa görüle­cek olan Allah'ın aya benzemesi vb. için yapılmamıştır. On­lar, te'vilinde saptırdıkları şu Kur'an ayetinin zahirine de bağlanarak bu hadîsi kabul edip, inkar etmeyebilirlerdi; "Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (Kıyame, 22-23)

a" Bfcz. Buhâri, Mevaht Î6, Ezan 129; Ebu Davud, Sünen 20; Tirmizi, Cenne 16

354

 

sünnet! anlamada yöntem

Onların düşmüş oldukları asıl hata; gaib olanı şahid olana, ahireti de dünyaya kıyas etmeleridir. Halbuki bu kı­yas maa'l- farıktır (birbirlerine kıyas edilemeyecek iki ayrı şey). Çünkü her dünyanın kendine özgü kanunları vardır. Bu nedenledir ki, bizim normal görmemiz gibi olamayacağı noktasında onlarla aynı fikirde olmalarına rağmen Ehl-i Sünnet rü'yetin (Mü'minlerin ahirette Allah'ı görmesinin) varlığını kabul etti. Dahası o, -İmam Muhammed Abduh'un da dediği gibi- keyfiyeti ve tarifi olmayan bir görmedir. Böy­le bir görme, ancak Allah'ın ahiret yurdundakilere has kıldı­ğı bir bakışla veya dünya hayatındaki bilenen görme duygu­sunun değişmesiyle meydana gelebilir. Bu ise haberin sahih olarak geldiğinde, vuku bulacağını tasdik etsek de, mahiye­tini bilemeyeceğimiz bir husustur.131

Seyyid Reşid Rıza da ahirette Allah'ın görülmesi konu­sunda hocasının sözleri üzerine şu ilavelerde bulunmuştur: "Orada, hakikatte idrak edebilme, ruha aittir. Duygular sa­dece onun için birer araçtır. Nitekim bu asırda, doğu ve batı âlimlerinin yanında kat'î tecrübelerle sabit olmuştur ki; göz­leri kapalı olduğu halde gören ve okuyan insanlar -ki buna düşüncelerin okunması diyorlar- uykuda, rüyada bazı şey­ler hariç, bir takım şeyleri görenler vardır.

Yine insanlardan kimisi, aradaki bir çok engellere ve fevkalâde uzaklığa rağmen bir şeyi görebilmektedir. Mesela Mısır (Kahire)'daki birisinin, İskenderiyye'de evinden dura­ğa çıkan akrabasını görmesi gibi."

Bu durum, şu âlemde görme hususunda bütün insanlar için alışılmışın aksine sabit olunca, akıllı bir insana, bu âlem-

131" Muhanutîed Abdulı, Risûtetu'İ-Tevhid, s. 187-8

355

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

den daha garip, alışılmıştan daha da uzak olan cennetteki görme hadisesini bir problem yapması yakışır mı? O cennet, âdetleri ve kanunları şehadet âleminden farklı olan gayb âle-mindendir. Şu halde, rü'yeti inkar edenlerin, bunu karışık bir problem olarak görmelerinin sebebi, görme ve görülen hususunda gayb âlemini, dünya âlemine kıyas etmelerinden başka ne olabilir? Halbuki bu, batıl bir kıyastır. Batıl oluşu, görülen Allah hakkında daha açıktır.

132-

A.g.e.

356

 

8- HADİS LAFIZLARININ DELALET ETTIGI ŞEYLERİN İYİ TESBİT EDİLMESİ

Sünnetin doğru olarak anlaşılması için cidden önemli olan şeylerden birisi de sünnetin getirmiş olduğu lafızların neye delâlet ettiğini iyice tesbit etmektir. Çünkü lafızların delâlet ettiği şeyler asırdan aşıra, çevreden çevreye değişebilir. Bu dillerin ve lafızların gelişmesi ve bu noktada zaman ve me­kan faktörlerinin etkisi okuyanlarca bilinen bir husustur.

İnsanlar bazen belli mânâlara delâlet'etmek üzere bazı lafızlar üzerinde anlaşabilirler ki bu ıstılah üzerinde artık tartışılmaz. Fakat burada korkulan şey, sünnetle gelen lafız­ların sonradan çıkan bir ıstılaha hamledilmesidir ki bu du­rum Kur'an lafızları için de söz konusudur. İşte karışıklıklar ve ayakların kayması buradan çıkmaktadır.

Nitekim İmam Gazzali, bazı ilim isimlerinin ve birta­kım mânâların, selef dönemlerindeki delâletlerinin daha

357

 

sünneti anlamada yontîvi

sonralan değişmesi hususunda tembihatta bulunmuş, bu kavramların tarif ve sınırlarında derinleşmeyenlerin anlayış­larını, sapma ve kargaşa tehlikesinden sakındırmıştır. Bu hususta İhya adlı eserinin "Kitabu'l-İlm" kısmında kıymetli bir bölüm ayırmış ve orada şöyle demiştir:

"Bil ki zemmedilmiş ilimlerin, sert ilimlerle karışması­nın menşei, övülen isimlerin, tahrif edilip değiştirilmesi ve bozuk maksatlarla selef-i salih ve ilk asrın murad ettiği mânâlardan başkasına nakledilmesidir. Bunlar ise şu beş lafız­dır: Fıkıh, ilim, tevhid, tezkir ve hikmet.' Aslında bunlar Övülmüş (ilim) isimleridir. Bu isimlerle vasfedilenler dinde çeşitli makamların sahipleriydiler. Ama şimdi bunlar zem­medilmiş mânâlara nakledildiler. Ve bu zemmedilmiş mâ­nâlara ıtlak edilmesinin daha da yaygınlaşmasından dolayı, kalpler bu mânâlarla vasfedilenlerin kötülüğünden nefret eder hale geldi."133 Allah kendisine rahmet etsin, Gazzali bu hususu sayfalarca açıklamıştır.

İlim sahasında Gazzali'nin değiştiğini mülâhaza ettiği bu beş lafız böyle olunca, sayılamayacak kadar farklı saha­larda, bu şekilde değişen birçok lafzın bulunduğu açıktır. Sonra bu değişiklik, zaman ve mekanın değişmesi, insanın ilerlemesi sebebiyle, lafzın aslî şer'î delaletiyle sonradan or­taya çıkan örfî ve ıstılahı delâleti arasındaki açıklık gittikçe büyüyüp-genişlemektedir. İşte buradan da kasıtlı tahrif ve inhirafın doğduğu gibi, kasıtsız büyük hatalar ve yanlış an­lamalar da doğmaktadır. İşte bu; ümmetin gerçek ilim ehli ve otorite olan âlimlerinin sakındırdığı, asırların geçmesi üzerine, şer'î lafızların, sonradan çıkan ıstılahlara indirgen­mesi hadisesidir.

133-

Gazzali, İhya, c. 1, s. 31-32, Danı'i-Marife Beyrut baskısı.

358

 

sünneti anlamada yö\tem

Asrımızda gördüğümüz gibi bu kaideye riayet etme­yenler bir çok hatalara düşecektir.

Mesela, müttefekun aleyh olan sahih hadîslerde geçen "tasvir" kelimesini ele alalım: En şiddetli azap ile korkutu­lan bu hadîslerdeki tasvirden murad acaba nedir?3

Hadîs ve fıkıhla uğraşanların çoğu asrımızda "kamera" adı verilen ve "fotoğraf" denilen "şekli" veren bu alet ile ça­lışan "fotoğrafçı" diye isimlendirdiğimiz kimseleri da bu azap vaidinin hükmü altına sokuyorlar. Halbuki kamera sa­hibinin fotoğrafçı, yaptığı işin de tasvir (fotoğrafçılık) diye isimlendirilmesi îügavî bir isimlendirme değil midir? Hiç kimse, Arap'ın bu kelimeyi v az'ettiğinde, akıllarında canla-nan hususun bu olabileceğini iddia edemez. Öyleyse bu, lügavî bir isimlendirmedir. Yine hiç kimse bu isimlendirme­nin, şer'î bir isimlendirme olduğunu da iddia, edemez. Çün­kü bu sanat çeşidi teşriî (yasama) asrında bilinmemekteydi. Dolayısıyla olmayan bir fotoğrafçı lafzının buna dahil edil­mesi düşünülemez.

Şu halde onu "fotoğrafçı", işini de "tasvir" diye isimlen­diren kimdir? Şüphesiz bu, sonradan ortaya çıkan örftür, bi­ziz, ya da zamanlarında bu sanatın ortaya çıktığında ona "tasvir" =fotoğrafçıhk diye isim veren dedelerimizdir. Hal­buki onların bir araya gelip başka bir ad ile isimlendirmele­ri mümkündü. Mesela Katar ve Haliç halkının dediği gibi fo­toğrafa "akis=yansıma"/ bu işi yapana da "ak kas=yansı tan" diye isim vermeleri mümkündü. Mesela oralardan birisi yansıtana (=fotoğrafçıya) gidiyor ve ona; "Beni yansıtmanı istiyorum" diyor, "Senden akisleri (fotoğrafları) ne zaman

°" Bkz: el-Lü'lüü, nu: J366-137U aası hadisler.

359

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

alabilirim?" diye soruyor. Onların bu sözleri bu işin gerçeği­ne daha yakındır. Çünkü bu, tıpkı şeklin aynada yansıdığı gibi, belirli araçlarla şeklin yansımasından başka bir şey de­ğildir. Nitekim zamanın Mısır Ülke Müftüsü Aliâmle Şeyh Muhammed Buhayt el-Mutiî'nİn de söylediği budur. Bu da onun el-Cevabu'l~Kafi fi İbahatıt-Tasviri'l-Fotoğrafi adlı risale-sindedir.

Asrımız, fotoğraf yansımasını tasvir diye isimlendirdiği gibi, cisimli tasvire de naht (yontmacılık-oymacılık yani hey­keltıraşlık) adını vermiştir. Bu da selef âlimlerinin "gölgesi olan" şeklinde tabir ettiği ve -çocukların oyuncakları hariç-haram olduğunda icma ettikleri şeydir.

Peki bu çeşit tasvirin naht (heykeltıraşlık) diye isimlen­dirilmesi, onu tasvir ve tasvirciler hakkındaki azap vaidini ifade eden nasslar dairesinden çıkarır mı? Cevap kesinlikle olumsuz olacaktır. Çünkü bu tür tasvir (heykeltıraşlık) hem lügat olarak, hem de şer"an tasvir lafzına en uygun olanıdır.

360

 

BEŞİNCİ BÖLÜM -EK-

Sünnetin Teşriî Yönü

GİRİŞ

Sünnet, Batı düşüncesinin yıkıcı etkisine kapılan kişilerin birçoğunun insafsız ve izansız eleştirilerine maruz kalmıştır. Söz konusu taife, sahip oldukları bütün imkânları kullanır­ken dürüstlüğe aldırmadan, türlü hilelerle onu yok etme ya da en azından onu etkisiz kılmaya çalışmışlardır.

Kimileri insanları sünnetin sübutu hakkında şüpheye düşürme gayretine yönelmiştir. Bu çabalar ise, ya sünnetin hepsinde özellikle sözlü sünnetlerde şüpheye düşürme (sünnetin büyük kısmı sözlü sünnetten oluşmaktadır) ya âtıad haberler ya Buhâri'nin Sahih'i gibi mutemet kitaplar, ya da Ebu Hureyre gibi meşhur râviler hakkında şüpheye düşürmek ve kaynaklara -olan güveni sarsmaya yönelik ol­muştur.

365

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bazıları da, İslâmî yasama ve yönetmede sünnetin delil ve kaynak oluşuna karşı ta'n sancağını yüklenip Kur’an var­ken, sünnete ihtiyaçları olmadığını iddia etmişlerdir. Onlar­dan bir kısmı ise, sünneti bizzat sünnet ile yıkmaya çalışmış­tır. Bu ise, bazı hadîsleri alıp, mânâlarını sündürerek, bağla­mından koparıp, delâlet etmediği bir hususta onun delil ge­tirilmesi şeklinde olmaktadır.

Mânâsı Saptırılan Bir Hadîs

Yukarıda işaret ettiğimiz şekilde yanlış kullanılan hadîsler­den birisi, Müslim'in Sahih'inde hurma aşılama meselesi ile ilgili olarak rivayet ettiği meşhur hadîstir. Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hususta "Siz dünyanızın işi­ni daha iyi bilirsiniz"1 buyurmuştur. Bazıları sadece bu ha­dîse dayanarak islâm'dan siyasî nizamı bütünüyle dışlamak istemişlerdir. Çünkü -onlara göre- siyaset işleri, usûl ve rurû ile bizim dünyamızın işi olup, biz bunu ondan daha iyi bili­yoruz. Dolayısıyla vahyin yasama ve yönetme konusuna girmesi gerekmez. Zira onlar nezdinde İslâm, devletsiz bir din ve şeriatsız bir akideden ibarettir. Diğer bazıları ise, yal­nız bu hadîsi delil göstererek İslâm'dan bütün iktisat niza­mını çıkartmak istemişlerdir.

Nitekim, neredeyse çeyrek asırdan beri arkadaşlık yap­tığım eski bir dostum, yasama, yürütme ve düzenleme ba­kımlarından İslâm'ın iktisadî ilkelerinin olmayacağını iddia ederek bu hususlarda benimle uzun uzadıya tartıştı. Onun ileri sürdüğü delillerin en sağlam olanı da bu hadîs idi. Ben bu tartışmayı kaydettim ve başka bir yerde bu arkadaşın de­lillerini - doğrusu şüphelerini- hatırlatıp, bunlara cevap verdim.

'' Müslim, Fedai!.

366

 

SÜNNETİ A MAMADA YÖNTEM

Daha da önemlisi, bazı insanlar, yalnızca bu hadîse da­yanarak, alış-veriş, muamelat, içtimaî, iktisadî ve siyasî ko­nularla ilgili pek çok hadîs ihtiva eden sünnet kaynaklarını yıkmak istemektedirler. Sanki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hadîsiy-le, sünneti teşkil eden diğer bütün söz, amel ve takrirlerini neshetmiştir.

İşte insanlardan bazılarının bu denli aşırılığa düşmesi sebebiyledir ki, büyük hadîs bilgini Şeyh Ahmet Muham-med Şakir, İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki2 bu hadîs üzerine şu değerlendirmeyi yapar:

"Bu hadîs, misyonerlerin Öğrencileri ve müsteşriklerin bendelerinden, Avrupa'da yetişmiş Mısır mülhitlerinin tan­tana ettikleri hadîslerdendir. Onlar bu hadîsi, sünnet ehline ve taraftarlarına, şeriatın hizmetçileri ve hamilerine karşı de­lil getirdikleri bir asıl olarak kabul etmişlerdir. Onlar, sünnet­te bir şeyi nefyetmek, muamelat ve içtimaî işlerde İslâm şeri­atından bir hususu inkar etmek istediklerinde, bunun dünya işlerinden olduğunu iddia ederek, Hz. Enes'in "Siz dünyanı­zın işlerini daha iyi bilirsiniz" rivayetine sarılmışlardır. Hal­buki Allah biliyor ki onlar, ne dinin aslına, ne ulühiyete, ne risalete inanıyorlar; ne de can-u gönülden Kur'an'ı tasdik ediyorlar. Onlardan iman eden, ancak lisanı ile zahiren iman etmekte, kalbi ise, güvenerek ve mutmain olarak değil, aksi­ne taklit ederek ve korkarak karıştırdığı şeye inanmaktadır. İş onun nezdinde daha da büyüyerek ciddiyet kazanıp da, şeriatın kaynakları olan Kitap ve Sünnet, onun Mısır'da veya Avrupa'da aldığı eğitimle çelişince, o bu eğitimi üstün gör­mede tereddüt etmez, hatta onu tercihten geri kalmaz, efen­dilerinden almış olduğu bilgileri üstün görür ve kalplerine

 Ahmed b. Hanbel, Müsned, nu: 1395,

367

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kadar sinmiş olan bu malûmatı tercih ederler. Bütün bunlar­dan sonra da, kendilerini iyi Müslüman kabul edip, insanla­rın da bu şekilde algılamalarını utanmadan isterler!

Oysa hadîs gayet açıktır ve herhangi bir nass ile çeliş­mediği gibi, yasama ve yönetme gibi alanlarda sünnet ile de­lil getirilemeyeceğine de delâlet etmemektedir. Hurma aşıla­ma kıssasında Hz. Peygamber yalnızca "Bunun bir fayda ve­receğini zannetmiyorum" buyurmuş, ne onlara emretmiş, ne de onları nehyetmiştir. Peygamber, onlara Allah'tan bir şey haber vermediği gibi, bu konuda herhangi bir sünnet de koymamıştır ki, konu yasamanın bir aslı olan sünnetin yıkıl­masına kadar ileri gitsin.

"Siz Dünyanızın İşlerini Daha İyi Bilirsiniz" Hadîsinin Anlamı:

Şu halde, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsinin anlamı nedir?

Aslında bunun anlamı gayet açıktır ve herhangi bir ka­rışıklık yoktur. Bu mânâ, dinin, dünyevî maksat ve ihtiyaç­lara götüren beşer işlerine müdahale etmemesidir. Ancak, if­rat, tefrit veya sapma gibi durumlar olursa o başka. Nitekim din, Rabbani yüce hedefler ve ideal ahlâkî değerler sebebiy­le insanın -maksatlı veya maksatsız normal davranışlar da dahil- bütün hareketlerine müdahale eder ve sonra bu işleri yerine getirmede, kendisini dilsiz hayvanlardan ayırt edecek üstün insanî edepleri ortaya koyar. Burada dünyaya ait bazı - işlerle, İslâm'ın bu husustaki durumunu belirtecek bazı mi­saller verelim-

1- Savaş:

İslâm, savaşın hedeflerine birtakım sınırlar getirmiş,, ona hazırlanmayı, düşmana karşı tedbirli olmayı gücü nis-

368

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

betinde kuvvet hazırlamayı emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey inananlar, (uyanık bulunup) korunma tedbirlerinizi alın, bölük bölük ya da hep birlikte savaşa gidin." (Nisa, 71)

"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilme­diğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursu­nuz." (EnFal, 60)

"İnkar edenler istediler ki, siz silahlarınızdan ve eşya­nızdan gaflet etseniz de, birden size bir baskın yapsalar." (Nisa, 102)

Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmaktadır:

"Haberiniz olsun ki, kuvvet atıştır."3

"Kim atışı öğrenir de, sonra onu unutursa, o bu nimete karşı nankörlük etmiş olur."4

"Kim Allah'ın mesajı en yüce olsun diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır." (Bakara, 190)

Yine, savaş için uyulması gereken edepler dahi konul­muştur. Kur'an-ı Kerim'de;

"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, fakat hak­sız yere saldırmayın; çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez."5 buyrulmaktadır.

Hadîs-i Şerifte ise:

3" Müslim, İman, mı: 1917.

*" Ebu Davud, Nesaî, Hakim rivayet etmiş ve onu sahih görmüş, Ze-

hebi de ona muvafakat etmiştir. Bkz: Müstedrek II, nu: 95; el-Müntekg,

mme't-Tergib ve'l-Terhıb, 1,361-2

-  Sunarı" ve Müslim'in ittifak ettiği hadîslerdendir. Bkz: M. Fuat Ab-

dulbaki, d-Liı'lUii w'I-Mercan f'ima İllefeka Aleyhi'ş-Şeyhtın, nu: 1243-4

369

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

"(Ganimetleri elde etmek için) hainlik yapmayın, (ara­nızdaki) anlaşmayı bozmayın, (düşmanın size yaptığı gibi cesetleri kesip parçalayarak) misilleme yapmayın, çocukları öldürmeyin..."6 buyrulmaktadır.

Fakat savaşta kullanılacak silah çeşitleri, onları yapım tarzı, onlarla eğitim vb. hususlar ise dinin belirlediği husus­lardan değildir. Bu ancak. Savunma Bakanlığı ile Silahlı Kuvvetler Komutanlığı'nın belirleyeceği bir iştir.

Silah; bir asırda kılıç, mızrak, ok, mancınık, başka bir asırda tüfek, top, bomba veya füze olabilir. Savaşanlar, bir dönem atları, filleri, başka bir dönemde ise, tankları veya uçakları ya da uzay gemilerini kullanabilirler. Atların kulla­nıldığı bir asırda dinin, inananları savaşa göre atlara yönlen­dirmesi ne ise, uzay gemilerinin bulunduğu asırda da onları yönlendirmesi aynıdır. Hedef, aynı hedef olup, "Allah'ın mesajının en yüce olması"dır. Edep, aynı edep olup "(Ara­nızdaki) anlaşmayı bozmayın, misilleme yapmayın", "Hak­sız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez" şeklindeki kurallardır- Güç yettiğince kuvvet hazır­lama, gerekli tedbirleri alma, ümmetin eğitilmesi, eskiden de bugün de aynen geçerlidir. Her ne kadar aletler,* araçlar ve etkinlikleri değişiyorsa da, prensipler ve amaçlar sabit ve ka­lıcıdırlar.

2- Ziraat:

İslâm, ziraata teşvik eder ve ziraatçılara Allah katında en üstün mükafatları vaad eder. Nitekim Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

k' Müslim, Cihad, nu: 1331.

370

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

"Ziraat yapan veya ağaç diken bir Müslüman yoktur ki, herhangi bir kuş veya insan ya da hayvan, ekip-diktiğinden yesin de, bu onun için bir sadaka olmasın."7

Fakat din, insanlara nasıl ziraat yapacaklarını, neler ekeceklerini, ne zaman ekeceklerini ve ne ile ekeceklerini, kova, tulumba, saka ile ya da mekanik aletlerle mi veya ge­leneksel sulama tarzlarıyla ya da yukarıdan serpme yahut yağmurlama vb. sistemlerle mi sulayacaklarını öğretmek üzere müdahale etmez- Dinin bu hususta herhangi bir dahli yoktur, zira bu onun ihtisas alanına değil, Tarım Bakanlığı vb. müesseselerin ihtisas alanına girmektedir.

Öküzlerin çektiği kara sabanlardan, mekanik pullukla­ra kadar, tarım aletlerinin gelişmesi, sulama usûllerinin ve kovalarla sakaların yerini modern mekanik aletlerin alması, suyu bolca salıverme yerine yukarıdan serpme yahut yağ­murlama sistemlerinin kullanılması bu hususlardaki dinin tavrını ve baştan beri ortaya koyduğu engin yönlendirmele­rini değiştirmez.

3- Tedavi:

Konuya daha fazla açıklık getirebilmek açısından üçüncü bir misal olarak da tedaviyi ele alalım. Eskiden bazı in­sanlar hastalığın, Allah'ın insana takdir ettiği bir şey olduğu­nu ve Allah'ın takdir ettiği şeyin ise hiç şüphesiz gerçekleşe­ceğini anlamışlar ve neticede tedavinin ne yararı olabilir ki demişlerdir. Bu durumu gören Hz. Peygamber, insanlara hastalığın da Allah'dan, devanın da Allah'dan olduğunu bil­dirmiş ve şöyle buyurmuştur

7" Buhârî, Muzaraa; Müslim, Müsakal; bkz: M.Fuat Abdulbakî, e\-Lü'lüü ve'l-Mercan, II, nu: 1001.

371

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖHJTEM

"Ey Allah'ın kulları tedavi olun. Allah hiçbir dert ver­memiştir ki, devasını da vermiş olmasın. Yalnız bir dert ha­riç, o da ihtiyarlıktır." 8

"Allah her ne dert indirmişse, mutlaka onun devasını da indirmiştir-"9

"Allah, haram kıldığı şeylerde sizin için şifa yaratma­dı."' o

Bir defasanda Maçların, Allah'ın kaderinden herhangi bir şeyi geri çevirip çevirmediği sorulduğunda Hz. Peygam­ber, "O da Allah'ın kaderindendir"n buyurdular.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), vücudu za­rarlı her şeye karşı korumayı, muhafaza etmeyi tavsiye et­mektedir. Çünkü bu, mü'minin hem cihada katılması, hem de, Rabbine, nefsine, ailesine ve bütün insanlara karşı görev­lerini yerine getirebilmesi için (zorunlu) bir hazırlıktır. Fakat ilaçların mahiyetine, nasıl yapıldıklarına, hangi maddeler­den ve ne oranda üretildiklerine vb. gelince bunlar da dinin ilgilendiği işlerden değildir. Bunlar da ancak, Sağlık Bakan­lığı vb. kurumların bileceği işlerdendir.

Ama, helâl olan tedavi yöntemleriyle tedaviye teşvik et­mesi, haram ile tedavinin olmaması ve bedenin hakkına ri-

°~ Ahmed, Sünen sahipieri İbn Hıbban Hakim rivayet etmişlerdir, iikz: Elbânî, Sahihu'l-Camii's-Sağir.

"" Buhâri, İbn Mâce, Elbâfıî, Sahihu'l-Camii's-Sağir, nu: 5558 1"~ Buhâri, Tıbb'da İbn Mes'ud'dan mevkuf ve muallak olarak rivayet etmiştir. İbn Ebİ Şeybe ise bunu mevsol olarak rivayet etmiştir ve se­nedi sahihtir.

U~ Tirmizi, Tıbb, nu: 2666, Kader, nu: 2149, Tirmizi hadîs için "Hasen-Sahih" demektedir. İbn Mâce. Tıbb 3437; Ahmed, IH. 421; Hakim, Müstedrek, IV, 199-402, Hakim hadîsi sahih görmektedir. Elbânî ise, bizim Müşkiletu't-Fakr adlı eserimiz üzerine yaptığı tahriç çalışmasın­da onu hasen olarak nitelendirmektedir, Nu. 11.

372

 

SÜNNETİ AIHLAMADA YÖNTEM

ayet edilmesi gibi dinin ilk yönlendirmeleri, yürürlükten kaldıRIlMaksızın ve değiştirilmeksizin geçerliliğini koru­maktadır.

İşte "Siz, dünyaNIzIN işlerini kendiniz daha iyi bilirsi­niz" hadîsinden anlaşılması gereken budur, yoksa onun an­lamı, dinin, hayattan çekilmesi demek değildir.

Sünnetin Teşriî Yönünün Olmadığı İtirazı

Dr. Abdulmun'im en-Nemr, es-Sunnetu ve't-Teşri' diye isim­lendirdiği bir çalışmasını yayınlamış ve orada, "Sünnet ki­taplarında her ne varsa, bunların hepsi teşri' içindir" deyip aşırılığa düşenlere karşı çıkarken, KaraRI, Dehlevî ve Şel-tut'un bu konuda yazmış oldukları hususlara dayanmıştı. Bu araştırmasında onun faydalı görüşleri ve tahlilleri mev­cuttur. Ancak o, bu iddiasında o kadar ileri gitmiştir ki, mu­amelat ve medenî hukuk ile ilgili hükümlerin hepsini nere­deyse teşriî sünnet dairesinden çıkartmaktadır.12 Hatta bu yaklaşım onu, Nebevi sünnetin helâl kıldığı, -bütün mez­hepler ve fıkhı ekolleriyle- Müslümanların da helaL oldu­ğunda icma ettikleri bir hususu kendi görüşüyle haram kıl­maya kadar götürmüştür. Bu da, Hz. Peygamber'in, insanla­rın ihtiyacını görünce, aldatma ve tartışmaları bertaraf ede­cek gerekli kuralları koyduktan sonra yapılmasına ruhsat verdiği bey'u's-selem veya bazılarının isimLendirmesiyle de

™" Nemr, Resül'un muamelat ile ilgili emir ve yasaklarından çoğu­nun temelinin vahiy değil, Onun içtihadı olduğunu tekid etmiştir. Halbuki bu onun iddiasına herhangi bir yarar sağlamaz. Zira, Hz. Peygamber'e ait bir iÇtihad, Allah tarafından onaylanmışsa artık o, vahiy mesabesindedir. Çünkü usulde belirtildiği üzere, Hz. Peygam­ber hata ÜZere bırakılmaz.

373

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

es-selem denilen (para peşin, mal veresiye şeklindeki) alış-ve-riş tarzıdır. Bu hususta hadîs vârid olmuş, ondört asırdan beri ümmet bununla amel edegelnıiştir. Nitekim birçok kay­nak, İbn Abbas'tan şu hadîsi rivayet etmişlerdir:

"Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde, Medineliler meyvelerde bir ve iki yıllığına selem tarzı satış yapıyorlardı. Bunun üzerine O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: 'Her kim selem akdi yapacaksa, belirli Ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir zamana kadar yapsın.'"13

Dahası İbn Abbas, "Ben şahitlik ederim ki, belli bir süre ile sınırlandırılmış olan selem akdini yüce Allah Kitabında da helâl kılmış ve ona izin vermiştir." dedikten sonra şu ayeti okumuştur:

"Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın." (Bakara, 282)

Rivayetteki İbn Abbas'ın "ben şahitlik ederim ki" sözü, yemin mesabesindedir. İşte bu, "Kur'an'ın Tercümanı" ola­rak bilinen İbn Abbas'ın görüşüdür.14

Fakat Şeyh en-Nemr selem satışı hakkında şöyle demiş­tir: "O, olmayan bir şeyin vasfedilerek satılması, zimmete geçirilmesidir. Köylerdeki halkın çoğu bu şekilde hareket ederler ve ziraatçılar bazı ihtiyaçlarını kötü de olsa bu şekil­de giderirler. İşte bundan dolayı biz onun haram olduğu gö­rüşüne meylederiz."15

Oysa burada Şeyh en-Nemr'e yakışan, zulüm ve sömü­rünün haram olduğunu söylemekle yetinmesi ve sünnet ve

13" Şevkânî, Neytü'I-Evtttr, V. 342-3. (Buhârt, Selem 1, 2, 7; Müslim, Mıısnkai 128; Ebu Davud, Büyü' 55; Tirmizi, Buyu' 68; İbn Mâce, Tica­ret 59; Ahmed, 1,217) u" Şevkânî, a.y. ™~ Nemr Abdulmun'ım, es-Sünnetü ve't-Tefri, s. 42-3

374

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

icma ile sabit bir muamelenin aslını haram kılmaya çalışma­ması idi. İşte bu, "Siz dünyanızın işlerini daha İyi bilirsiniz" şeklindeki sahih hadîsin söyleniş sebebine ve ondan kastedi­lene aykırı olarak istismarında bir aşırılık veya tahriftir. Fa­kat bizce bu, ona karşı çıkma adına, hadîsin içeriğinin ilgâsı demek olan uygulamanın reddini aşırılık olarak görmek, sünnette teşriî olmayan bazı hususların da sâdır olduğunu da inkar etmemizi gerektirmez. İşte bu tavır. Dr. Muhammed Selim el-Avva'nın "es-Sünnetü't-Teşriıyye ve Gayru't-Teşrüyye" adlı makalesine karşı Dr. Fethi Abdülkerim'in yazdığı "es-Sünuetü Teşriun Lâzimun Dâimun" adlı reddiye­sinde ve Dr. Abdulmun'ım en-Nemr'e karşı. Dr. Musa Lasın ve Dr. Ali el-Karadaî'nin Katar Üniversitesi Yayınları arasın­da çıkan Sünnet ve Siret Araştırmaları Merkezi Dergisi'nin ikin­ci sayısındaki reddiyelerinde olduğu gibi, bazı hamasetli ya­zarların yenik düştükleri bir durumdur.

Oysa bu problemin çözümünde gerekli olan şey, Kur'an ve sünnetteki muhkem nasslann ışığında, şeriatın maksatla­rı ve kaideleri ışığında ve İslâm ümmetinin en fâkihleri ol­maları hasebiyle selefin rehberliği ve anlayışı doğrultusunda İtidal, denge ve meseleye derinlemesine, insafla ve ifrat-tef-ritten soyutlanarak bakmaktır.

İşte bu hususlar, yıllardır beni meşgul etmekte ve ben bugün takdim ettiğim bu görüşlerin yolumuzu aydınlatma­sını diliyorum.

İfrat ve Tefrite Düşenler Arasında Teşriî Sünnet (Sünnetin Bağlayıcılığı)

Burada en Önemli konu, insanların bağlanmak ve gereğince amel etmekle mükellef oldukları teşrîî sünnet ile, teşriî ve

375

 

sCnnetİ anlamada, vöntem

teklif babından olmayan sünnetin nasıl değerlendirileceği­nin beyanıdır. Yine, kıyamet gününe dek, bütün insanlar için genel ve devamlı olan bir teşriî ile, ortaya çıkan şartlar veya belirli hallere has kılınan sünnetin de ayrıca değerlen­dirilmesi gerekecektir.

Asrımızdaki vakıa ise, İslâm'a mensup kimselerin iki grup halinde birbirine zıt iki tarafa ayrılmış olmalarıdır. On­lardan bir grup, sünnetten vârid olan her şeyi, her-zaman, her yerde, her durumda bütün insanlar için bağlayıcı bir teş­riî kılmak istemektedir. Halbuki özellikle Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiillerine bakıldığı zaman, onlar içerisinde, cibilli (ya­ratılıştan) olarak sâdır olanlar var, âdet olarak sâdır olanlar var, çevrenin bilgi ve tecrübesinden sâdır olanlar var, kasıtlı olarak değil de, tevafuken sâdır olanlar var. Bundan dolayı­dır ki, usûl âlimlerinden bazı muhakkıklar, Allah'a yaklaş­ma kastı ortaya çıkmadığı müddetçe bu fiillerin, en fazla o hususların mubah ve meşru olduklarını göstereceği kana-atindedirler-

Fakat asrımızda biz, minberin üç basamaklı olmasını sünnet, fazla basamaklı olmasını ise sünnete aykırı bulan ve bunu zemmedilmeyi gerektirecek bir durum gibi algılayan kimseleri görmekteyiz! Halbuki Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem), daha önce üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğünü bıra­kıp edinmiş olduğu bu minberi, gayet açık bir gelişme oldu­ğu halde, üç basamaklı minberin sünnet olduğunu söyleyen şahıs, buna fazlalığı veya eksikliği men eden herhangi bir delil de getirememektedir.

Aynı şekilde, ihtiyacı olmadığı gibi kavminin âdetinden de olmadığı halde, elinde baston taşımayı sünnet addeden kimseleri görmekteyiz. Üstelik onu taşıması, yapmacık ve

376

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

zorlama olup, o ne ona dayanmaktadır, ne onunla davarına dal kırmaktadır ve ne de onda onun için başka ihtiyaçlar vardır!

Yine minberlere ellerinde âsâ olmaksızın çıkan ve ce­maatlere hitap eden çağımızdaki hatiplere itiraz eden bazı sofuları görmekteyiz. Zira onlar bunda sünneti hafife alma gibi bir durum görmektedirler! Nitekim onlardan biri bun­dan dolayı beni ayıpladığında ben ona:

-"Ben hayatımda asla baston kullanmamışken, sadece hutbe için onu nasıl taşırım!" dedim. Bu bana, yakın zaman­lara kadar Müslüman bölgelerin önemli bir kısmında Cuma hutbelerinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan tahta kılıcı hatırlattı. Sonra insanlar bundan kurtuldu- Çünkü, bütün in­sanların kılıçları demirden iken, yalnızca Müslüman hatibin kılıcının tahtadan olması başlı başına bir aiay konusuydu!

Diğer bir grup ise, sünneti, hayatın bütün pratiklerin­den; âdetlerinden, muamelâtından, iktisadî, idarî, harp vb. işlerinden ayırt etmek istiyordu. Sünnet emredici veya nehyedici olarak, başlayıcı veya yol gösterici olarak da olsa bu sahalara girmemeliydi ve bu saha insanlara terk edilmeme­liydi. Onların bu konudaki delilleri ise kendinden böyle bir şey kastolunmadığı halde, onların te'vil ettikleri ve daha ön­ce beyan edilen "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsidir. Hadîs, Müslim'in Sahih'inde, hurma aşılama kıssa­sında zikredilmiştir. Ondan neyin kast edildiğini açıkça an­layabilmek için, burada bunun farklı rivayetlerini vermemiz faydalı olacaktır.

Talha hadîsine göre o şöyle demiştir: "Resûlullah '(s-a-v.) ile birlikte hurma ağaçlarının arasında dolaşan bir topluluğa uğradık. Hz. Peygamber;

377

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

- 'Onlar ne yapıyorlar?' diye sorunca,

- 'Erkeğini, dişisi ile bir araya getirerek aşılama yapıyor­lar.' diye cevap verdiler. Bunun üzerine O,

- 'Bunun bir yarar sağlayacağını sanmıyorum' buyurdu. Bu söz kendilerine ulaşınca, onlar bu işi yapmaktan vazgeç­tiler. Sonra bu Hz. Peygamber'e haber verilince,

-  'Onlara faydalı geliyorsa bunu yapsınlar. Ben sadece bir zanda bulundum ve beni zannımdan dolayı kınamayın! Fakat Allah'tan bir şey haber verdiğim zaman onu yapınız. Zira ben Allah adına yalan söylemem!' buyurdu."

Rafi' b. Hadic ise hadîsinde şöyle demektedir: "Hz. Pey­gamber Medine'ye gelmişti. Medine halkı ise hurmaları aşı­lamaktaydılar. O onlara:

- 'Ne yapıyorsunuz?' diye sorunca, onlar;

- 'Biz bu işi yapıyorduk' dediler. Hz. Peygamber:

- 'Siz bunu yapmasanız belki de daha hayırlı olur1 buyurunca, onlar derhal aşılamayı bıraktılar. Fakat hurmalar döküldü ve eksik oldu. Bu durumu ona zikrettiklerinde Hz. Peygamber:

- 'Ben ancak bir beşerim. Size dininizden bir şey emret­tiğim zaman hemen onu alın, fakat size re'yimden bir şey emrettiğim zaman ise, ben ancak bir beşerim.' buyurdu."

Hz. Aişe ve Enes hadîslerinde şöyle anlatmaktadır: "Hz. Peygamber hurma aşılamakta olan bir topluluğa uğra­mıştı. Onlara:

- 'Şayet bunu yapmasanız, daha iyi olur' buyurdu. Fakat hurmalar o yıl zayıf çıktı. Bir ara onlara tekrar uğradığında,

- 'Hurmalarınıza ne oldu?' diye sordu. Onlar da:

- 'Sen şöyle şöyle buyurdun, (netice böyle oldu)' deyin­ce Hz. Peygamber:

378

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

- 'Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz' buyurdular."

Hadîs bütün rivâyetleriyle, Hz. Peygamber'in tecrübesi olmayan dünya işlerinden biri hakkında zannına dayanarak bir görüş izhar ettiğini göstermektedir. Kendisi ekip dik­meyle iştigal etmemiş Mekke halkından idi. Çünkü onlar, zi­raatı olmayan bir vadide oturmaktaydılar. (Medineli) ashabı ise, onun bu görüşünü uyulması gereken bir din, itaat edil­mesi gereken bir şeriat sandılar. Neticede meyveler istenilen şekilde olmadı. Hz. Peygamber'in onlara söylediği bu sözler, dinî olmayan bir hususta serdettiği bir zandan başka bir şey değildi. Zira bu tamamen teknik bir konuydu ve onlar bu hususta ondan daha tecrübelilerdi ve bu işi daha iyi bilmek­teydiler. Bunun içindir ki o, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

İşte, ziraat, sanatkârlık ve tıp vb. dünya işlerinden nor­mal tecrübe gerektiren teknik konular da bu kabildendir ve bu hususlarda uyulması gereken teşriî bir sünnet yoktur.

Bu nedenledir ki İmam Nevevî bu hadîsi "Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) re'yi yoluyla dünya işleri hakkında açıkladıklarını değil de, şer'an buyurduklarını yapmanın vücubiyyeti" şek­linde bir babın altında zikretmiştir.

Risaletin ruhaniliği iddiasıyla, bu hadîsin sünnetin dış­lanmasına, hatta bütün dinin hayattan çıkarılmasına ve top­lumun işlerinden uzaklaştırılmasına dayanak yapılmasına gelince, bunu hem sünnet, hem Kur'an ve hem de İslâm red­detmektedir.

Halbuki İslâm- Kur'an ve sünnetiyle- ruh ile maddeyi karıştırarak, dünya ile ahireti birleştirerek ve hayatın bütün akışını Allah'ın şeriatına bağlayarak kamil bir hayat tarzı ge­tirmiştir. Bunun içindir ki, O'nun getirdiği yasama ve tavsiye­ler, yeme-içme, giyim-kuşam, alış-veriş, evlenme-boşanma,

379

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

vasiyet-miras, suçlar ve cezalar, savaş-barış, halifelik-yöneticilik vb. hayatın her alanına şâmildir. Hadîs, tefsir, ahkâm ve ahlâk kitapları, bu hususlardaki pek çok hadîsle doludur. Bu­rada borcun yazılması gibi tamamen dünya ile ilgili bir işi tanzim eden Allah'ın kitabındaki en uzun ayeti hatırlamamız bize yeter."

İşte kargaşaya, yanlış anlamaya düşülmesi ve sünnet­lerden teşriî olan ile -ki genellikle böyledir- kendisinden teş­riî kastolunmayanların; kendisinden umum kastolunanlar ile, husus kastolunanların aralarında belli bir ayrıma gidil­memesi şeklindeki bu problem, düşünülen en önemli prob­lemlerden addedilmektedir. Bu noktada biz, -devamlı âdeti­miz olduğu üzere- birçoklarının ifrat veya tefrite düşüp dur­duklarını görmekteyiz.

Nitekim ben yemek yeme sünnetleri ve edepleri çerçe­vesinde bunlardan iki grup arasında gerçekleşen hararetli bir tartışmaya tanık oldum. Onlardan bir grup, masada ye­mek yemeyi, çatal ve kaşık kullanmayı reddetmekte ve Hz. Peygamberin yaptığına uyarak yere oturmada, el ile yeme­de ve yedikten sonra parmakları yalamada ısrar etmekte ve bunu yapmayanları da sünnete muhalefet etmekle suçla­maktaydı.

Diğer bir grup ise, yeme ve içmenin hayatın değişmeye ve gelişmeye açık işlerinden olduğunu, çevre ve zamanın değişmesiyle değişebileceğini; dinin insanlara ne şekilde yi­yip içeceklerini öğretmek üzere gelmediğini ve insanların el­leriyle mi, yoksa kaşık vb. bir aletle mi yediklerini Önemse­mediğini, ya da sağ eliyle mi, sol eliyle mi yedikleri ile ilgi­lenmediğini iddia etmekteydi.

380

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bu iki grubun tavrına baktığımız zaman, birinci grubun tabiiliği, tevazuyu, kanaati, yaldızlı dünya hayatında zühdü ve aristokratlara ve zorbalara benzemekten uzaklaşmayı temsil eden Sevgili Peygamberimizin her hal ve davranışına uyma hırsıyla hareket ettiklerini görürüz. Şüphesiz bu insan­lar, sahâbe-i kiramdan İbn Ömer ve başkalarının yaptığı gibi, Hz. Peygambere tam anlamıyla uyma niyet ve hırslarından dolayı takdir edilecekler ve ecir alacaklardır. Fakat onlar, şartlara ve durumlara riayet etmeksizin bu şekilde hareket etmeyi, dinden ve sünnetten bir parça addetme ve bunu terk edene karşı çıkma ve hak etmedikleri halde başkalarına mey­dan okuma aşırılığına düştüklerinde hata etmişlerdir. Oysa onların sünnet saydıkları şeylerin çoğu, çevre ve zamanına uygun olan Arap âdetlerinden başka bir şey değildir.

Diğer gruba gelince, onlar da dinin önem verdiği şey­lerle, önemsemediği şeyleri birbirine karıştırmışlardır. Zira her ne kadar din, yerde veya masada/sofrada yenilmesini, el ile ya da, çatal-kaşık ile yenilmesini önemsemiyorsa da, sol ile değil de, sağ el ile yemeye, sağ elle içmeye önem vermek­tedir. Bu sadece Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) her şeyde sağdan başlamayı sevmesinden ibaret değildir. Bilakis, O'nun bu husustaki bütün yönlendirmelerinde apaçık emir ve yasak­ları mevcuttur. Nitekim O şöyle buyurur:

" Allah'ın adıyla (yemeğe başla), sağ elinle ye ve Önün­den ye!"16

" Sol elinizle yemeyin, çünkü, şeytan sol eliyle yer."17 "Sizden biri yemek yediğinde sağ eliyle yesin, bir şeyler

*6- Cabir'den rivayet edilmiştir. Muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat

Abdulbaki, el-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 1313.

î7' Müslim, Eşrıbe, nu: 2019. (Eşnbe 104, II, 1598)

381

 

S ÜN KETİ ANLAMADA YÖNTEM

içtiğinde sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, sol eliy­le içer."18 Diğer bir rivayette ise:

" Sizden biri sol eliyle yemesin, onunla içmesin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, onunla içer."19 buyurmaktadır.

Seleme b. Ekva' rivayet etmektedir: "Bir adam, Resûlullah'ın <salla’llâhü aleyhi ve sellem> yanında sol eliyle yedi. Bunu görünce O:

- 'Sağ elinle ye!' buyurdu. Adam:

- "Yapamıyorum' deyince, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

- yapamayası! Ona ancak kibir engel oluyor!' buyurdu. Ve o bir daha elini ağzına kaldıramadı."20

İşte bu emreden, yasaklayan ve men eden hadîsler, sağ el ile yemenin kastolunduğu, Müslüman birey, Müslüman toplum ve hayatın sıradan işlerinde dahi kendine has ayrı­calığı ve bağımsızlığı olmasını isteyen asil ümmetler için ayırt edici edeplerden bir edep olduğunu göstermektedir. Nitekim, Üstad Muhammed Esed'in "el-İslâmu ala Müftera-kı't-Turuk=Yollarm Ayrılış Noktasında İslâm" adlı kitabında sünnetin hayattaki işler ve insanların âdetleri ile alâkalı ola­rak getirdiği edep ve gelenekler ile, bunların Müslüman şahsiyetin ayrıcalığındaki etkisinden bahseden, okunması, ders alınması ve istifade edilmesi gereken kıymetli bir tahlil vardır. 21

Zikrettiğimiz birbiriyle çelişen bu iki gruptan doğru olanı; mutedil ve orta yol konumundaki uyulması gereken

18" Müslim, Eşrıbe, nu: 2020. (Eşrıbe 105, II, 1598)

19-

A.g.e.

20" Müslim, Eşrıbe, nu. 2021. (Eşrtbe, 107, II, 1599) *•" Esed, Muhammed, cl-tslâmu ala Müfierakt'I-Turuk, son iki bölüm. (Ter. Karaman, Hayreddin, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, Nesil Yay., İstanbul-1986, s. 93-122)

382

 

teşriî sünnet ile, teşriî olmayanı; genel ve devamlı olan ile bu özellikte olmayan arasında ayrım gözetmiş olanıdır. Bu ise, Allah'ın kitabını ve Resûlü'nün sünnetini iyice incelemeye ve kavramaya (fıkhetmeye) ihtiyaç duymaktadır.

Tahkik Edilmesi Gereken Büyük Bir Problem

Şüphesiz hakkında en çok konuşulan ve hâlâ asrımızda da konuşulmaya devam edilen, tahkik ve tahlil edilmesi ge­reken problemlerden birisi, sünnetin teşriî olan ve teşriî ol­mayan diye taksim edilmesi ile, taksimin esası, alanı ve uy­gulamadaki rolü problemidir. Bu konu, Hadîs Usûlünü ilgi­lendirmekten çok, Fıkıh Usûlünü ilgilendirmektedir. Ancak, her iki ilim de, diğerinden müstağni kalamaz.

Bu konuyu, bu başlıkla veya daha açık bir ifade ile, sün­netin teşriî olan ile teşriî olmayan taksimi, sünnetten genel ve devamlı olanı ile, "Ftkhu'l-Kur'an ve's-Sünne: el-Kısas" ad­lı eserinde ele alan eski Ezher Şeyhi merhum Mahmud Şel-tut'dur. Bu kitabın aslı, onun 1930'lu yıllarda Kahire Hukuk Fakültesindeki Yüksek İslâm öğrencilerine vermiş olduğu konferanslar idi. Ama sonra o, onu "et-İslâm: Akide ve Şeria" diye bilinen kitabına dahil etmiştir.

Daha sonra, sünnet ve onun teşrii olan ve olmayan şek­lindeki taksimi hakkında yazan çağdaş yazarlardan birçoğu, (bu kavramı) Şeyh Şeltut’dan almıştır. Ben bununla onların yalnızca bu başlık ve kavramı aldıklarını demek istiyorum. Muhtevaya gelince, daha önce yenilerden, Allâıme Reşid Rı­za, Menar adlı tefsirinde; ondan çok önce, H. XII. asırda Şah Veliyullah ed-Dehlevî (ö. 1176) diye bilinen İslâm hakimi Ahmed b. Abdurrahim bu hususta söz etmişlerdir.

383

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Yine İmam Ebu'l-Abbas Şihabuddin el-Karafi (ö. 684), özellikle sünnetin teşriî yönü üzerinde durmuş ve bu husus­ta tafsilatlı bilgiler vermiştir ki bunların hepsini biraz sonra zikredeceğiz. Yine eski-yeni fâkihlerden ve usûlcülerden başkaları da farklı münasebetlerle ve çeşitli başlıklar altında bu konuya değinmişler, hatta ileride değinileceği gibi, saha­be döneminde dahi bu husus deşelenmiştir.

İmam İbn Kuteybe'nin Sünnetler Hakkındaki İfadeleri

Kitap yazan önceki âlimlerimiz içerisinde, sünnetin getirmiş olduğu hususların, çeşitli kategorilerde olduğuna ilk dikkat çeken kimse olarak -bildiğim kadarıyla - Mutezile'nin Cahız'ı gibi, Ehl-i sünnetin savunucusu olan, ansiklopedik bü­yük âlim, İmam Ebu Muhammed b. Kuteybe'yi (ö. 276) gör­mekteyiz. O, bu konuyu "Te'vüu Muhtelifil-Hadfs" adlı kita­bında ele almıştır. Fakat, özellikle onun ansiklopedicilik yö­nü, ihtisas yönüne daha çok galebe çaldığı için, meseleyi kâ­fi derecede tahkik edememiştir. Hatta bu sebeple bazıları onu, "edebiyatçıların fâkihi ve fukâhanın edebiyatçısı" diye nitelendirmişlerdir!

Ebu Muhammed, yani îbn Kuteybe bu hususta şöyle demiştir: "Bizim nezdimizde sünnetler üç çeşittir:

1- Cebrail'in Yüce Allah'tan getirdiği sünnetler: Hz. Peygamber'in:

'Bir kadın, halası ve teyzesi üzerine nikâh lanamaz.'22,

'Neseb bakımından haram olan, süt kardeşlikten dolayı da haramdır.'33.

 

*" Ebu Hureyre rivayet etmiştir, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Abdulbaki, el-Lü'lüü ve'l-Meraın, mı: 890.

3" İbn Abbas rivayet etmiş, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Ab­dulbaki, a.g.e., nu: 919.

384

 

sünneti anlamada yöntem

'Bir veya iki defa emme, haram kılmaz.'24,

'Diyet, akile'ye (baba tarafından akrabalara) düşer.'25 ve buna benzer esas teşkil eden hadîsleri böyledir.

2- Allah'ın Peygamberine sünnet koymasını mubah kıl­dığı ve o hususlarda kendi re'yini kullanmasını emrettiği, Hz. Peygamber'in de illet ve mazerete göre dilediği kimseye ruhsat verdiği sünnetler: Hz. Peygamber'in ipek giymeyi er­keklere haram kıldığı halde, Abdurrahman b. Avf'a, bir has­talıktan dolayı izin vermesinde olduğu gibi.

Hz. Peygamber'in Mekke hakkında; 'Oranın yaş dalı koparılmaz, ağacı kesilmez.' buyurduğunda, Abbas b. Ab-dülmuttalib:

- 'Ey Allah'ın Resulü, izhir otu26 hariç olsun, çünkü o bi­zim evlerimiz için gereklidir.' deyince, Hz. Peygamber:

- 'Peki, izhir otu hariç' buyurmuştur.2' Eğer Yüce Allah Mekke'nin bütün ağaçlarını haram kılmış olsaydı, Hz. Ab­bas genel hükümden izhir otunu İstisna etmesi gibi böyle bir talepte bulunamazdı. Ama Allah Hz. Peygambere uygun gördüğünü serbest bırakma yetkisi vermiş, O da onların menfaatini düşünerek izhir otunu serbest bırakmıştır.

Hz. Peygamber umre hakkında 'Eğer şimdi yaptığım işi, yeniden yapacak olsaydım, umre için de ihrama girer­dim'28 buyurmştur.

24~ Ahmed, Müslim, Sünen sahipleri, Hz. Aişe'detı, Nesaî ve İbn Hıb-ban ise Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Bkz: Elbânî, Sahiku'l-Camii's-

"- Buhârî, Müslim, Sünen sahipleri Ebu Hureyre'den rivayet etmiş­lerdir: "Hz. Peygamber, diyetin akıleye ait olduğuna hükmetmiştir." Bkz: Elbânî, lrvav'1-AHİ, nu: 2205.

26" Güzel kokusuyla bilinen bir bilki, Mekke'nin "Alfa" otu. "' İbn Abbas ve başka la rında-1" rivâye< edilmiştir. Muttefekun aleyh­tir. Bkz; M. Fuat Aiıdulbaki, a.g.e., nu: 859 28" Cabir rivayet elmiş, muttefekun aleyhtir, Bkz: M. Fuat Abdulbaki,

385

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine yatsı namazı hakkında O: 'Ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, bu namazın vaktini bu (gece en geç) vakit olarak tayin ederdim' buyurmuştur.29

Keza O, kurban etlerini üç günden fazla biriktirmekten, kabirleri ziyaret etmekten ve kaplar içindeki nebîzden neh-yetmiş ve şöyle buyurmuştur: 'Size kurban etlerini üç gün­den fazlası için biriktirmeyi yasaklamıştım, sonra anladım ki, insanlar onu misafirlerine ikram ediyorlar, hazır bulun­mayanlara ayırıyorlar. Artık yiyin, dilediğinizi de biriktirin. Size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım, artık onları ziya­ret edin, fakat yanlış şeyler söylemeyin. Çünkü bana Öyle ge­liyor ki, kabir ziyareti kalpleri yumuşatır. Yine sizi kaplar içindeki nebîzden nehyetmiştim, artık için, ama sarhoş edici olan bir şey içmeyin! '"30

Ebu Muhammed (İbn Kuteybe) dedi ki: "Bu şeyler sana göstermektedir ki, Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bazı husus­ları sakındırma ve sakındırdıktan sonra da bazı şeyleri dile­diği kimselere müsaade etme serbestisi vermiştir. Şayet bu işlerde O'nun böyle davranması caiz olmasaydı, tıpkı, koca­sı hakkında mücadele eden ve zıhardan soran kadın geldi­ğinde ona hiçbir cevap veremeyip, 'Bu hususta hükmü Yüce Allah verecektir'3' buyurarak durakladığı gibi, o noktada duraklardı.

d-Lü'iüü ve'l-Mercan, nu: 763.

"~ Buhârî, İbn Abbas'tan, Müslim, İbn Ömer ve Hz. Aişe'den rivayet etmiştir, likz: Elbânî, Sahihtı'i-Cnmii's-Sağİr, nu: 5314. *■ Müslim, Cemiz, nu: 877'de Bürde'den; Hakim ve Ahmed ise Enes'ten rivayet etmiştir. Bkz: Elbânî, a.g.e., 4584. '''Mücadele eden buhanım ite ilgili hadîsi, Ahmed ve Buhârî mual­lak olarak, Nesaî, ibn Mâce, İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir gibi musan­niflerden bazısı muhtasar olarak, bazısı da uzun bir şeklide rivayet et­mişlerdir, bkz. İbn Kesir, Tefsir, (Mücadele suresi)

386

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTÎM

Yine, ihrama girdiği halde üzerinde güzel koku eseri bulunan yün cübbe giymiş bir bedevi gelip durumunu sor­duğunda, Hz. Peygamber ona cevap vermemiş, sonra elbise­sine bürünmüş, hatta boğa hırıltısı gibi sesler çıkarmış, daha sonra açılarak ona cevap vermiştir.33

3- Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize edep olarak belirlediği ve şayet yaparsak, faziletli olan, yapmamamız halinde ise, inşallah üzerimize bir günah tereddüp etmeyecek sünnetler: Sarığın ucunu çene altına dolamayı emretmesi33, pislik yiyen hayvan etlerini34 ve hacamat yapan (kan alan) kimsenin üc­ret almasını nehy etmesi35 gibi."36

İmam el-Karafi'nin Tahkiki

Hicrî VII. asırda ise, Hz. Peygamber'in yöneticilik, hakimlik, müftülük ve mübelliğlik vasıfları arasında değişen çeşitli söz ve tasarruflarını, bunun hükmün umum-husus olmasm-daki ve mutlak veya mukayyed olmasındaki rolünü incele­yen ve bu konuyu ilk defa bu kadar tafsilatlıca anlatan Mı-32~ Müslim, Hacc, nu: 1080

**~ Telahlıi, sarığın çene allına dol? ....jsi demektir. ■**~ Ebu D.i"ud, Tirmizi, İbn Mâce, Hakim, İbn Ömer'den "Hz. Pey-e^^bür, pislik yiyen hayvanın et ve sütünü nehyetti." Şeklinde rivayet etmişlerdir. Bkz: tlbânî, a.g.e, nu: 6855. Celale: "Pislik yiyen deve ve sığır elemektir ki, bu onların et ve sütünü etkilemektedir."İbn Kutey-be'nin buradaki nehyi, tenzihen mekruha hamtedişi anlaşılmaktadır. 3-*~ İbn M3ce, Ebu Mes'ud'dan rivayet etmiştir. Sünen, nu; 2165, Mu­hakkik, Zevaid'de Busiri'deıı onun isnadının sahih, Buhüri'nin şartına göre ricalinin sika olduğunu nakletmektedir. Buradaki nehyin de ten-zihen mekruh olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hacamat yapan kimseye kendisi ücret vermiştir ve bunu Buhâri, Bü-Va'da, Müslim İ5e Musahıt'ta ve ayıtça başkaları da rivayet etmiştir. *" İbn Kuteybe, Te'i'ilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 196-8.

387

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sırlı Mâlikî Allâme İmam Şihabuddin el-Karafiyi görmekte­yiz. O, bu konuyu el-İhkam fi Temyizi'l-Fetava mine'l-Ahkâmı adl iki eşsiz-asil kitabında ele almıştır. Biz burada, onun "el-Furûkî" adlı kitabınmın, 39. farkı oluşturan "Hz. Pey­gamber'in hakimlik ve fetvr. tasarrufu ile -ki bu ikisi tebliğ­dir- yöneticilik tasarrufu kaideleri arasındaki farkı" zikret­mekle yetineceğiz:

"Bil ki, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) en büyük yönetici, en dirayet­li hakim ve en bilgili müftüdür. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bütün yöneticile­rin lideri, hakimlerin hakimi ve âlimlerin âlimidir. Yüce Al­lah bütün dinî makamları O'nun risaletine vermiştir. Ve O, kıyamete kadar bu makamlara geçen herkesten daha büyük­tür. Dinî her ne makam varsa, O bu makamın en yüksek mertebesinde addedilir. Şu kadar var ki, Onun tebliğ tasar­rufu ağır basmaktadır, çünkü, risalet vasfı O'nda daha ağır­lıklı bir vasıftır. Daha sonra O'nun diğer tasarrufları gelir. Onlardan bir kısmında tebliğ ve fetva bir arada olur. Bir kıs­mında da insanlar, O'nun hakimlik veya yöneticilik tasarru­fu üzerinde icma etmişlerdir. Diğer bir kısmında ise âlimler, ilgili tasarrufun bu tasarruflar arasından hangisine ait oldu­ğu tereddüdü sebebiyle ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazısı üzerine bu vasfı, bazısı üzerine ise diğer bir vasfı ağır basa­bilmektedir.

Sonra, Hz. Peygamber'in bu farklı tasarruflarının şeriat­taki etkisi de farklı olmuştur. Hz. Peygamber'in tebliğ cihe-tiyle söylediği veya yaptığı her şey, kıyamete kadar ins ve cin için genel bir hüküm teşkil eder. Şayet bu, emrolunan bir hüküm ise, herkes bunu yapmaya yönelir, durum, mubahta da böyledir. Eğer bu, nehyolunan bir hüküm ise, bundan da herkes kaçınır,

388

 

SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM

Fakat Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yöneticilik vasfıyla yaptığı tasarruflarına gelince, - O'na (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uyarak da olsa- hiç kim­senin yöneticinin izni olmaksızın bu tasarrufa teşebbüs et­mesi caiz değildir. Çünkü, Hz- Peygamber'in o tasarrufunun sebebi, O'nun bunu gerekli kılacak tebliğ sıfatı değil, yöneticilik sıfatıdır.

Yine, Hz. Peygamber'in hakim sıfatıyla yapmış olduğu bir tasarrufa - O'na (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uyarak da olsa- hakimin izni ol­maksızın hiç kimsenin yönelmesi de caiz değildir. Çünkü, Hz. Peygamber'in o tasarrufunun sebebi olan hakimlik vas­fı bunu gerekli kılar. İşte bu üç kaide arasındaki farklar bun­lardır ve bu, aşağıdaki dört mesele ile tahkik edilecektir;

Kafirlere ve savaşılması uygun görülen isyancılara kar­şı orduların gönderilmesi, Beytü'l-Mâl'ın mallarının bu yol­larda harcanması ve çeşitli yerlerden bu malların toplanma­sı, hakim ve valilerin atanması, ganimetlerin taksim edilme­si, kafirlere zimmet veya sulh akitlerinin yapılması gibi işler, halifenin, en üst yöneticinin işidir. Her ne zaman Hz. Pey­gamber, bu işlerden bir hususta bir şey yapsa, biz biliriz ki O bunu yöneticilik sıfatıyla yapmıştır, başka bir sıfatla değil. •. Her ne zaman Resûluîlah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mal ile ilgili davalarda ve­ya bedenleriyle ilgili vb. hükümlerde deliller, yeminler veya cezalar vb. ile iki kişinin arasını bulsa, yine biz buradan an­larız ki, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hususta da, ancak hakimlik vasfıyla ta­sarruf etmiştir, genel yöneticilik vb. sıfatıyla değil. Zira bu, hakimliğin ve hakimlerin işidir.

Ama, Hz. Peygamber'in sözüyle veya fiiliyle yapmış ol­duğu ibadetlerle ilgili tasarruflar veya dinî bir soruya vermiş olduğu cevaplara gelince, bunlar fetva ve tebliğ sıfatı ile orta­ya koyduğu tasarruflardır. Bütün bunlar gizli-kapalı olmayan

389

 

5ÜMNETİ ANLAMADA YÖNTEM

açık meselelerdir. Asıl gizlilik ve tereddüdün olduğu yerler şu gelen meselelerde ortaya çıkmaktadır.

Mesela Hz. Peygamber "Kim ölü bir toprağı işleyerek ihya ederse, o toprak onundur." buyurmuştur.37 Alimler, bu söz hakkında ihtilaf etmişlerdir: Bu, fetva sıfatıyla vârid olan bir tasarruf mudur? Eğer böyle ise, yönetici toprağın ihya edilmesine izin verse de, vermese de, herhangi bir kimsenin o toprağı işlemesi caiz olur. Bu, İmam Malik ve Şafii’nin gö­rüşüdür. Yahut bu, Hz. Peygamber'den yönetici sıfatıyla sâ­dır olmuş bir tasarruftur. Dolayısıyla yöneticinin izni olmak­sızın kimsenin ölü toprağı ihya etmesi caiz değildir. Bu da, İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür.

İmam Malik'in, yerleşim merkezine yakın olan ve ancak yöneticinin izniyle ihya edilebilecek yerler ile, onun izni ol­maksızın ihya edilebilecek uzak olan yerler arasında ayrım gözetmesine gelince, bu tartıştığımız kaide cümlesinden de­ğil, başka bir kaideden dolayıdır. O da, yerleşim merkezine yakın olan yerleri ihya etme, insanlar arasında husumete, fit­neye ve zarara sebep olabilir. Dolayısıyla daha önce zikretti­ğimiz gibi bu durumlara düşmemek için buna yöneticilerin bakması gerekir. Fakat yerleşim merkezinden uzak olan yer­ler hakkında böylesi durumlar söz konusu olmadığı için, bu­raların ihyası caiz olur.

■"" Ebu Davüd, Sünen, nu: 3073; Tirmİzi, nu: 1378, "haseıı-garip" der; Ftyzu'I-Kadir1de el-Münavİ'niıı belirttiğine göre Ahmed ve Ziya eJ-Muhtara'da, Suyuti el-Catniu's-Sağir'de, Nesaî, hepsi, Said b. Zeyd'den rivayet etmişlerdir, aynca Tirmizi, nu: 1379'da Cabir'den rivayet et­miş, "hasen-sahıh" demiştir ki bu Ahmed III, 363,381'de de mevcut­tur. Buhârî onu Sahih'inde bu lafızla muzaraa babında mevkuf olarak Hz. Ömer'den, Kitabu'l-Umra ve'r-Rukba'da da "İ'men a'mera ardan leyset li ahadin fehuve ehakku= Herhangi bir kimseye ait olmayan bir yeri imar eden bir kişi, orada herkesten daha fazla hak sahibidir." Lafzıyla da Hz. Aişe'den rivayet etmiştir.

390

 

Şu halde, toprağı işletme konusunda İmam Malik ve Şa­fiî mezhebi tercihe daha şayandır.38 Zira Hz. Peygamber'in tasarruflarında fetva ve tebliğ sıfatı galiptir. Kaideye göre de, galip ile nadir arasında dönen bir şeyin galip olana ni; -pet edilmesi daha evlâdır.

Hint bt. Utbe, Hz. Peygamber/e:

-"Ebu Süfyan cimri birisidir, ne bana, ne de çocuğuma yetecek bir şeyler veriyor" deyince, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem),

- "Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!"39 buyurmuştur.

Âlimler bu meselede ve Hz. Peygamber'in bu tasarru­funda da ihtilaf etmişlerdir.

Acaba bu, fetva yoluyla mı söylenmiştir? Dolayısıyla her hakkı vb. kazanan birinin, bunu hasmının bilgisi olma­dan alması caiz midir?

İmam Malik'in meşhur olan görüşü bunun aksidir. Hat­ta bu, İmam Şafiî'nin görüşüdür.

Yoksa bu, hüküm verme ile mi ilgilidir? Dolayısıyla bir kimse borçludan alacağını almakta zorlandığında, hakkının bedelini ancak hakimin hükmü ile mi alabilir?

Hattabî, bu hadîs hakkında âlimlerden iki görüş anlat­mıştır: "Hüküm yoluyla verilmiştir" diyenlerin delili, "Bu muayyen bir şahsın malıdır, dolayısıyla o hüküm kapsamına girer, zira fetva genele yöneliktir" şeklindedir. "Fetva yoluy-

38" Aksine benini görebildiğim kadarıyla Ebu Hanife'nin görüşü ter­cihe daha şayandır. "Zira kamu yararı, devletin boş arazilerin mülki­yetini ve onların tanzimini zaptetmesini gerektirmektedir. Çünkü, orada askeri mıntıkalar veya buna müsait bölgeler vardır, tarihi eser­lerin bulunduğu bölgeler vardır ki, devlet bunların işletilmesine mü­saade etmez. Nitekim işletilmesi için belli şartlar veya belli şuurlar konulmuştur.

39- Ha. Aişe rivayet etmiş, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Abdul-baki, el-Lü'lüti ve'l-Mercan, nu: 1115.x

391

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

la verilmiştir" diyenlerin delili ise, rivayete göre, Ebu Süfyan Medine'de idi. Duyurmadan, ilan etmeden sadece hazır bu­lunanlara hükmetmek caiz değildir. Dolayısıyla bunun fetva olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da hadîsin zahirî kısmıdır.

Hz. Peygamber: "Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur"'10 buyurmuştur. Alimler bu hadîs hakkında da ihtilaf etmişlerdir.

- Hz. Peygamber bu hususta yöneticilik vasfıyla mı ta­sarrufta bulunmuştur? Dolayısıyla yöneticinin sözü dışın­da, kimse öldürülen düşman askerinin üzerindekileri ala­maz mı?

Bu, İmam Mâlik'in görüşüdür. Ama Mâlik, ölü toprakları işletmede zikrettiği "Hz. Peygamber'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tasarruf­larının çoğunun fetva cihetiyle olması hasebiyle çoğunluğa bakarak fetvaya hamledilmesi gerekir" şeklindeki dayanağı­na burada muhalefet etmiştir. Onun bu dayanağına muhale­fet etmesinin çeşitli sebepleri vardır:   .

Bunlardan birisi. Yüce Allah'ın şu buyruğuna göre ga­nimetlerin aslı ganimeti elde edenlerindir: "Biliniz ki, gani­met olarak her ne elde ettiyseniz onun beşte biri Allah'ın­dır." (Enfal-41)

Dolayısıyla askerin üzerindekileri almayı bundan çıkar­mak, bu ayetin zahirine muhalefettir.

İkinci bir husus ise, belki bu, mücahitlerin ihlâsmı bozar ve artık İslâm davasına yardım için değil de, bu eşyalar için savaşmaya kalkışabilirler.

■*"' Buhârî onu Sahih'inin birkaç yerinde, Müslim ise Sahih'inin Cihad, nu: 1571; Ebu Davud, mı: 2717; Tirmizi, nu: 1562; Malik, Muvatta, s, 454; Ahmed V, 295, 306'da her biri, Ebu Katade'den rivayet etmişler­dir ve tamamı şöyledir: "Kim bir düşman askerini öldürür ve buna dair delili olursa, üzerindeki eşyaları onun olur." Bkz: M. Fuat Abdul-baki, ei-Uİ'lüü< ve'l-Mercan, nu: 3114.

392

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Diğer bir husus da, bu durum, üzerinde belli eşyalar ol­mayanı bırakıp, sadece eşyaları olan düşmanları öldürmeye sevkedebilir. Bu da, ordu içerisinde askerin birbiriyle yar­dımlaşmasına yol açabilir. Neticede belki de, bu az miktar­daki eşyalar, Müslümanların ağır bir yenilgiye uğramasına sebebiyet verebilir. İşte İmam Mâlik bu sebeplerden dolayı, bu aslı terk etmiştir.

İşte bu kanun ve farklar muvacehesinde, bu babta gelen hususlar, Hz. Peygamber'in tasarruflarından çıkartılır ki, bu da, şeriatın usulünd endir.*1

İmam İbnu'l-Kayyim'in Görüşü

Zadu'l-Mead adlı eserinde Huneyn Gazvesini anlatırken İmam Ibnu'l-Kayyim de bu konuya değinmiş ve şöyle de­miştir: "Bu gazvede Hz. Peygamber: 'Kim bir düşman as­kerini öldürür ve buna dair delili olursa, üzerindeki eşya­lar onun olur'42 buyurmuştur. Hz. Peygamber bunu, on­dan önceki bir gazvede de söylemişti. Fâkihler, bu eşyala­rın alınmasının şer'an mı, yoksa belli şartlara bağlı olarak mı hak edildiği şeklinde iki farklı görüş üzere ihtilaf etmiş­lerdir. Ahmet b. Hanbei'den bu iki görüş de rivayet edil­miştir:

1- Yönetici böyle bir şart ileri sürse de, bu şer'an elde edilmiş bir haktır ki o, aynı zamanda İmam Şafiî'nin de gö­rüşüdür.

2-  Ancak yöneticinin ileri sürdüğü şarta binâen bunu hak edebilir ki, bu da İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür.

41* Karafi, Furuk, 1, 205-209; el-Ihkam fi Temyizi'l-Feteva mine'l-Ahkam ve Tasarrufutil-Kodi, 25. Sual, s. 86-109. 42" Bkz: 45. dipnot.

393

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

imam Mâlik'e göre ise, savaştan sonra ancak yönetici­nin ileri sürdüğü şarta binâen bunu hak edebilir, bu talimatı savaştan önce verse, bu caiz olmaz. İmam Mâlik diyor ki: 'Bana Hz. Peygamberin bunu ancak Huneyn günü söyledi­ği ve O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu şekilde ganimet teminine, ancak sava­şın hızı kesildikten sonra müsaade ettiği ulaştı.'43

Bu hususta tartışmaların çıkış sebebi ise, Hz. Peygam­ber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), hem yönetici, hem hakim (yani kadi) ve müftü ve hem de Resul idi. O bazen bir hükmü, risalet makamından verebiliyor ve bu, kıyamet gününe dek genel şer'î bir hüküm olabiliyordu. O'nun: 'Bizim bu (din) işimizde, her kim olma­yan bir şeyi ihdas ederse, o reddedilir.'44

'Her kim izinleri olmaksızın bir kavmin arazisine tahıl ekerse, harcadığı dışında, o ziraatten onun alacağı bir şey yoktur*45 buyruklarında; şahit ve yemin ile hükmetmesin­de46; taksim edilmemiş yerlerde şuf'a hakkını vermesinde *7 olduğu gibi.

Hz. Peygamber, bazen de fetva makamıyla buyurabili-yordu. Ebu Süfyan'ın karısı Hint bt. Utbe, kocasının cimrili-

"" Yani Hz. Peygamber bunu, çarpışmanın kesilmesinden sonra, sa­vaşanları gayrete getirmek, teşvik etmek üzere söylemiştir ki, sanki O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hal içerisindeyken bir müşrik öldüren için onu bir ödül ola­rak belirlemiştir.

"^ Buhârî (İbn Hacer, Felhu't-Bârî, V, 221); Müslim, nu: 1718. Hz. Ai-şe'den rivayet etmişlerdir.

45" Ahmed, ili, 415, IV, 141; Ebu Davud, nu: 3403; İbn Mâce, nu: 2466'da (Ruhun 12, II, 824) Rafii bin Hadic'den rivayet etmişlerdir. Se­nedinde ise, şerik vardır ve o, hıfzı kötü olan birisidir. *"■ Müslim, Aksiye, nu: 1712, Yemin ve şahit ile hüküm verme babın­da, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

47~ Buhârî, (ibn Hacer, Fethıı'l-Bâri, IV, 339); Ebu Davud, nu: 3514, Ca-bir bin Abdullah'tan rivayet edilmiştir.

394

 

sCnnetİ anlamada yöntem

ğinden, onun kendisine yetecek nafakayı vermediğinden şi­kayet ettiğinde ona:

-  'Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!'48 buyurmasında olduğu gibi. Bu ise, hüküm de­ğil, bir fetvadır. Çünkü, Hz. Peygamber, Ebu Süfyan'ı çağır­madığı, ona bu iddiadan sormadığı gibi, Hind'den de delil istememiştir.

Hz. Peygamber bazen de yöneticilik makamıyla buyur­muştur ve bu o zaman, o mekan ve o hal için ümmetin mas­lahatına uygundur. Tabi ki, O'ndan sonraki yöneticiler de Hz. Peygamber'in zaman, mekan ve hal olarak gözettiği bu maslahata riayet edip sarılmışlardır. İşte bu noktada Hz, Peygamber'in talimatı bulunan birçok konuda imamlar ihti­laf etmişlerdir.

- Hz. Peygamber, 'Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur1 buyruğunu, acaba yöneticilik makamıyla mı söylemiştir? Eğer öyle ise, bu hususta hüküm verme, yöneticilerle ilgilidir. Yoksa O (s.a.v,) bunu genel bir yasama olacak şekilde risalet makamıyla mı buyurmuştur?

- Aynı şekilde O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'Kim ölü bir toprağı işleye­rek ihya ederse, o toprak onundur/49 buyruğu; yöneticinin izin verip vermemesine bakılmaksızın, herkes için genel bir yasama mıdır, yoksa, yöneticilere baş vurulacak bir husus olup, Ölü toprakları işletme yetkisi, yöneticinin iznine mi bağlıdır? Bu konuda iki görüş vardır:

Birinci görüş, Şafiî ve Ahmed'in mezheplerinden anla­şılan görüştür.

İkinci görüş de, Ebu Hanife'nin görüşüdür.

48~ Buhârî, Nafokaf; Müslim, Akziye, nu: t714. *■   Tahrici daha önce verildi.

395

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İmam Malik ise, geniş çöller ve insanların haris olmadıkları yerler ile haris oldukları yerler arasında ayırım gözet­miş, birincisini değil, ikincisini yöneticinin iznine tâbi kıl­mıştır...50

Görüldüğü gibi Ibnu'l-Kayyim burada, Karafî'nin tak­sim yöntemine yönelmektedir. Fakat her ikisi de, vârid olan Nebevi sünnetler içerisinde, asıl olarak teşriî babından olanlarından söz etmemektedirler. Söz ettikleri bu şeyler ise, ci-biliiyet, âdet ve çevreden elde edilen tecrübe ile ilgili olup, vahiy ya da bağlayıcı bir yasama ile alâkası olmayan husus­lardır. Gerçi, Allâme Ibnu'l-Kayyim, başka münasebetlerle, bazı kitaplarında bu konuya temas etmiştir ve onun Miftahu Dari's-Soade adlı kitabında yazdığı şeylerden bir kısmını ile­ride nakledeceğiz.

Şah Veliyullah ed-Dehlevî'nin Vârid Olan Sünnetler Hakkındaki Taksimi

Bu konuyu bütün kapsam ve açıklığıyla ilk defa dile getiren, onu kendisinden sonra gelenlerin istifade edeceği şekilde gü­zelce taksim eden kimse. Şah Veliyullah ed-Dehlevî ismiyle bilinen Hindistan bölgesinde yaşayıp, H,1176'da vefat eden İslâm mütefekkiri Ahmed b. Abdurrahim'dir. O, sünnetten yasal olan ile yasal olmayanlar üzerinde durmuş, kendi ifade­siyle "risaleti tebliğ yoluyla olanlar ile risaleti tebliğ babından olmayanlar" ayırımına gitmiştir. Bu da onun eşsiz kitabı Huccetullahi'l-Baliğa''da ele alınmaktadır O şöyle demektedir:

"Bil ki, Hz. Peygamber'den rivayet edilen ve hadîs ki­taplarında tedvin edilen hadîsler iki kısımdır:

5°- İbnu'l-Kayyim, Zadul-Mead, IH, 489

396

 

1- Risaleti Tebliğ Yoluyla Vârid Olanlar:

Bunlardan birincisi, risaleti tebliğ yoluyla vârid olanlar­dır ki, Yüce Allah bu konuda 'Resul size neyi verirse onu alın, sizi neden de nehyederse ondan sakının!' buyurmuştur. _ (Haşr-7) Ahiret ile ilgili, melekût ile ilgili acayip bilgiler bu cümleden olup, hepsi vahye dayalıdır.51 Şer'î hükümler, iba­detlerin yapılış tarzı ve bu hususta daha önce zikredilen farklı şekillerin dayanakları da bu cümledendir. Ancak bun­ların bir kısmı vahye, diğer bir kısmı da içtihada dayalıdır. Hz. Peygamber'in içtihadı ise vahiy mertebesindedir. Çünkü Yüce Allah onu görüşünde hatalı kalmaktan korumuştur. Zannedildiği gibi, O'nun içtihadının nasslardan istinbat edilmiş olması gerekli değildir. Bilakis, bunların çoğu, Yüce Allah'ın kendisine şeriatın maksatlarını, yasama kanununu, kolaylaştırma prensibini ve hükümler vaz etmeyi öğretmiş olmasına dayanmaktadır ki, O, vahiy vasıtasıyla elde ettiği maksatları, bu kanunlar ile beyan etmiştir.

Hz. Peygamber'in zaman ve sınırların belirlemediği mutlak ve mürsel maslahatlarının hükmü de bu cümleden­dir.52 Salih ahlâk ile uygunsuz davranışların beyanında ol­duğu gibi. Bunların dayanağı da, genellikle53 ictihaddır. Ya­ni, Yüce Allah O'na dayanakların kanunu öğretmiş, O da, onlardan bu tür hükümleri çıkararak bir takım külli kaideler ortaya koymuştur. Amellerin faziletleri ile, bu amelleri ya-

"' Yani, bunlar gayb âlemi ile ilgili durumlardan olduğu için, bu hu­suslara ictihad giremez. Bunun içindir ki, akaid âlimleri bu hususları dayanağı işitme ve vahiyden  başka  bir şey değildir mânâsında "sem'ıyyat" diye isimlendirmektedirler. "- Yani, Risaleti tebliğ yoluyla vârid olanlardandır. ^~ Aynı şekilde bazısı vahye dayandığı için devamlı değil, genellik­le böyledir.

397

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

panlarla ilgili menkıbeler de bu cümledendir. (Ben bunların da, bazısının vahye, bazısının da içtihada dayandığı kana­atindeyim. Nitekim bu kanunların açıklanması daha önce (Dehlevi'nin kitabında) geçmişti.) İşte bu, şerhedilmesi, mâ­nâlarının açıklanması kasdolunan kısımdır.

2- Risaleti Tebliğ Babından Olmayanlar:

İkincisi ise, risaleti tebliğ babından olmayanlardır. Hz. Peygamber'in: 'Ben ancak bir beşerim. Size dininizden bir şey emrettiğim zaman onu derhal alın, ama size kendi re'yimden bir şey emrettiğimde ise, ben ancak bir beşerim.' sözü ile; hurma aşılama kıssasında Hz. Peygamber'in 'Ben sadece zannımı dile getirdim, bu zannımdan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama size Allah'tan bir şey haber verir­sem, derhal onu alın, çünkü ben Allah'a yalan izafe etmem.' 54 buyurması böyledir. Tıp ile ilgili hadîsler de böyledir. Yi­ne Hz. Peygamber'in 'Size siyah ve alnında azıcık beyazı olan atları tavsiye ederim'55 sözünde olduğu gibi, dayanağı tecrübe olan hususlar da böyledir.

■**" Daha önce geçtiği gibi her iki hadîsi de Müslim rivayet etmiştir. -"" Ahmed, Müsned, V. 3O0'de Ebu Katade'den rivayet etmiştir. Tirrai-zi, Cilıadaa: 1696,1697'de rivayet etmiş ve "hasetı-garip-sahih" demiş­tir. İbn Mâce, nu: 2789'da rivayet etmiştir ki, hepsinin lafzı: "Atların en hayırlısı, siyah ve alnında azıcık beyazı olan, burun ve dudakları d.i be­yaz olanlarıdır..." şeklindedir. Hadîste geçen edhem: çok siyah olan at "akrah": sakar kadar olmaksızın, atın alnındaki hafif beyazlık, ersem: bumu ve dudağı beyaz olan at demektir. Ahmed, (V. 345; Ebu Da\ ud, ho: 25434 {Cihad 44, III. 47]; Nesaî, Hnyl; Danmi, OWda "Size kırmı-zı-alnı sakar- ayaklan beyaz veya koyu kırmızı -alnı sakar- ayaklan be­yaz ya da siyah -alnı sakar- ayaklan beyaz olan atları tavsiye ederim" şeklindedir. Bu hadîsteki kümeyi: el-Feresu fi Lebbetihi Humratun= Gerdanlığında kırmızılık olan at (Levnuhu=Rengi kırmızı olan at, Bkz: Ebu Davud, III, 47,3. dipnot.), Eşarr: alnında beyazlık olan at, muhac-cel: ayaklannın hepsinde veya üçünde veya üçünde beyazlık olan al demektir. Bu Ebu Vehb el-Cuşemmi'den rivayet edilmiştir.

398

 

 SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

'^ Hz. Peygamber'in ibadet cihetiyle değil de, âdet üzere yaptıkları, kasten değil de, rastgele yaptıkları da böyledir?6

Kavminin zikrettiği gibi, Hz. Peygamber'in de zikretti­ği İmmü Zer' hadîsi ve Hurafe hadîsi gibi hadîslerdir ki, o da bir grup Zeyd b. Sabit'in yanına gelip;

-'Bize Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadîslerinden haber ver!' dediklerinde onun söylediği şu sözlerdir:

-'Ben O'nun komşusuydum. Vahiy geldiği zaman bana haber gönderir ve ben de gider onu yazardım. Sair zaman­larda biz dünyadan söz ettiğimizde, bizimle beraber O da söz ederdi. Biz ahireti andığımız zaman, bizimle beraber O da anardı. Biz yemekten bahsedersek, bizimle beraber O da bahsederdi. Bütün bunların hepsini size haber mi vere­yim?'^

Aynı şekilde o gün için cüz'î bir maslahatın kastedildiği ve bütün ümmet için gerekli olmayan hususlar da böyledir. Mesela halifenin seferberlik ilan etmesi, parolayı belirlemesi 58 gibi. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), "Bizim (hacdaki) remel ile ne ilgimiz kaldı ki?! O zamanlar Allah'ın helak ettiği o (müşrik) kavme gösteriş yapıyorduk!" 59 dedikten sonra bunun bir

**" Mesela, Tirmizi'nin nu: 2049'da İbn Abbas'tan rivayet ettiği ve "hasen-garip" dediği "Kullandığınız sürmelerin en hayırlısı, ismid= antimuvandır. Çünkü o, görmeyi güçlendirir" ve mı; 6757'deki "is-mid ile sürmelenin, zira o görmeyi güçlendirir" hadîsleri gibi, "" Yani bütün bunlardan söz etmeye gücüm yetmez. Buradaki ifade, "efe küllü haza=bütıin bunları da mı..." şeklinde istifham-ı inkardır. Hadîsi Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, IX, 17'de zikretmiş, şöyle demiştir. -*"" Birlikte savaşanlarla, muhalif olanlann birbirini tanımaları için, belirlenmiş bir alamet.

■**" Yani, "Biz müşrikleri görüyorduk ve onlann iddia ettikleri gibi, bizi Medine sıtmasının zayıf düşürmediğini, onlara güçlü olduğumu­zu gösterebilmek için böyle yapıyorduk." Remel: Küçük küçük adım­larla hızlı hızlı yürümek demektir.

399

 

SÜNNETİ ANLAMADA-YÖMTEM

başka sebebi olmasından korkmuş...(ve remeli terk etmemiş­tir.) Şu halde hükümlerden birçoğu işte buna (cüz'î maslaha­ta) hamledilmiştir. Hz. Peygamberin "Kim bir düşman aske­rini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur"60 buyruğunda olduğu gibi.

Özel hüküm ve yargılar da böyledir. Zira o konuda ba­zı delillere ve yeminlere tâbi olunur. Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye söylediği, "Şahid olan, orada bulunmayanın göreme­yeceği şeyi görür"61 hadîsinde olduğu gibi."62

Muhammed Resi d Rıza'nın İttiba Meselesini İncelemesi

Hz. Peygamber'e ittiba konusunu ve bu husustaki yanlış an­layışları incelerken Müceddid-AIIâme Muhammed Reşid Rı­za da, bu meseleyi ele almıştır. O buna Yüce Allah'ın "Ve O'na uyun ki, hidayete erişebilesiniz" (A'raf- 158) ayetinin tefsirinde değinmiş ve şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bura­daki 'O'na uyun' sözü, bir önceki ayette bulunan 'Onunla birlikte inen Nur'a uyun' sözünden daha genel bir ifadedir. Zira bu, özellikle Kur'an'a ittiba iken; diğeri, Hz. Peygam­ber'e kendi içtihadıyla teşri kıldığı hükümlerde de ittibayı içermektedir. Çünkü malûm görüşe göre, Yüce Allah O'na, bu yetki ve izni verdiği gibi; gerek içtihadıyla, gerekse

 

™*  Daha Önce geçtiği gibi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir. (Bkz: 55. dipnot)

"" Ahmed, Hz. Ali Müsned'inde rivayet etmiştir, nu: 628. İsnâdında-ki inkıtadan dolayı Şeyh Şakır onun zayıf olduğunu söylemiştir. Onu Ebu Nuaym, Hılye'de, Buhâri Tarih'de, Ibn Mende Marifetli's-Sahâbe"de muttasıl, iyi bir isnâd ile rivayet etmişlerdir. Yine onun Kudai'nin Şİ-hab'da rivayet ettiği Enes'ten bir şahidi vardır. Bunun içindir ki, Elbâ-nî onu Sahihu'l-Camii's-Sağır'de 1904 numarayla zikretmiştir. &2" DehJevi, Hüccetullahi'l-Baliğa, 1.128,129.

400

 

Kur'an'dan hüküm çıkararak, hükümler vaz ettiğinde ken­disine ittiba edilmesi hususiyetini vermiştir. Kur'an'da belir­tilen iki kızkardeşi bir arada nikâh altına alma ile (Nisa- 23); bir hanımın, halası veya teyzesi ile bir arada nikâh altına alınmasının Hz. Peygamber tarafından haram kılınmasında olduğu gibi.

Hz. Peygamberin âdet kabilinden olan söz ve davranış­ları ise, söz konusu ittiba alanına girmez- "Zeytin yağı yiyin, onunla yağlanın, çünkü o hoş ve mübarektir" hadîsi gibi ki bunu Ahmed ve Ibn Mâce Ebu Hureyre'den rivayet etmiş, ayrıca rivayet eden Hakim de onu sahih görmüştür. Onu bu ikisinden başkaları da, başka lafızlarla rivayet etmişlerse de, isnâdları zayıftır.63 Yine "Taze hurmayı kuru hurma ile yi­yin..." şeklindeki Nesaî, İbn Mâce ve Hakim'in Hz. Aişe'den rivayet edip sahih gördükleri64 hadîs de bu kabildendir. İşte

™" İbn Mâce, nu: 3320 Zivaid'de şöyle d emin1 ektedir: İsnadında Ab­dullah b. Said el-Muğiri vardır ki metruktür. Hakim onun sahih oldu­ğunu söylemişse de, Zehebi Abdullah'm zayıf bir râviolduğunu söyle­yerek bunu reddetmiştir. Aynı şekilde Iraki de, onun f-eydu'l-Kadir (V.43)'de zayıf olduğunu belirtmiştir. Tirmizi hem Hz, Ömer'den, hem de Ahmed ve Hakim ile birlikte Ebu Said'den şu hadîsi rivayet etmiştir. "Zeytin yağı yiyin, onunla yaşlanın, çünkü o mübarek bir ağaçtandır." Hatim buna sahih demiş, Zehebi de onu onaylamıştır. Ibn Abdilberr ise "İki tarikten gelen senedinde de ısdırap vardır" de­miştir. (Bkz: Fethu'l-Kadir, V. 43) Elbâni ise onu Sahihti'l-Camii's-Sağir, nu: 4374'de zikretmiştir. Onu Nesaî, İbn Mâce ve Hakim Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Ama bildiğim kadarıyla onlardan hiçbiri onu sa­hih görmemiştir. Münavİ, Feydu'l-Kadifde onun bütün tariltleriyle Ebu Zekeriyya'ya dayandığını, İbn Hıbban'ın "onunla ihticac edil­mez" dediğini, onnu bu hadîsi riv&yet ettiğini, ama bunun aslı olma­dığını söylemiştir. Ukayli de, "Onu destekleyecek mütabı haber yok­tur, bu ancak onnu vasıtasıyla bilinmektedir" demiştir. Mizan'da ise (Zehebi) "Bu münker bir hadîstir. Onu Hakim rivayet etmiş, tashihte gevşekliğine rağmen, bunu sahih görmemiştir. Bundan dolayıdır ki,

401

 

SÜNNETİ AKLAMADA YÖNTEM

bunlar, Allah'a yaklaştırma ve teşriyi gerektirecek hukukun olmadığı, normal adetlerle ilgili işlerdendir.

Ama, Ahmet ve Hakim'in Ebu Said ve Katade b. Nu'man'dan rivayet ettikleri, senedi sahih olan "Kurban etle­rini yiyin ve biriktirin"65 hadîsinde ise durum bunun tersine­dir. Hz. Peygamber'in kurban kesenlere yönelik bu emri, nedb içindir. Onları biriktirmek de caizdir. Şayet bu emir ol­masaydı, bayram ile alâkasından ve bayram günlerinde Yü­ce Allah'ın Mü'minler için bir ziyafeti oluşundan dolayı onun haram veya mekruh olduğu zannedilebilirdi.

Teşri'; ya, vacip veya mendup olarak kendisiyle Yüce Allah'a yaklaşmakla emroîunduğumuz bir ibadettir; ya da, insanlara hiçbir yardımı dokunmayacağı halde, Allah'tan başkasına tapınmak, Allah'tan başkası adına kesilen etler­den yemek, hayvanları keserken veya yemin ederken nasıl Allah'ın adı anılarak yüceltiliyorsa, Allah'tan başkasını da öylece yüceltmek gibi dine, akla, bedene, mala, ırza veya ka­mu yararına zararından sakınmak üzere nehyolunmuş bir mefsedeftir.

Yahut teşri'; miraslar, nafakalar, eşlerin maruf bir şekil­de geçimleri gibi ehline tevdi etmekle emrolunduğumuz ve­ya akitleri yerine getirme gibi muamelelerin muhafazası için

 

İbnu'l-Cevzi onu Mevzutıt'ma almıştır. (Bkz: Feydi'l-Kadir, V. 44) Elbâ-ni de onu mevzu olarak Daifıt'l-Camii's-Sağir, nu: 4204'de zikretmiştir. Reşid Rıza bu hataya, Suyutî'nin el-Camii's-Sağir'dçki rumuzlara faz­laca güvenmesinden dolayı düşmüştür. Oysa orada neler var, neler...! "*■ Müellif rakam eklediği halde dipnot belirtmemiştir. "■ Reşid Rıza, hadîslerin tahricinde Suyııtî'ye itimad etmiştir, oysa onda belli kusurlar vardır. Halbuki onu, Müslim, Ebu Said, Cabîr ve Aişe'den; Buhârî ise Seleme b, el-Ekva'dart rivayet etmiştir. (Elbânî, Sahihu 'I-Cam îfs-Sağîr)

402

 

sCknetİ anlamada yöntem

bağlanmakla emrolunduğumuz maddî veya manevî haklar­dır. Oysa, müstehap ve tenzihen mekruh olan hükümleri, teşri' kapsamına sokmakla, az sonra anlaşılacağı üzere âdet­lerle ilgili işler de O'nun hükümlerini genişletecektir.

Âdetler, zanaatlar, ziraat, tecrübe ve araştırmaya daya­lı bilimler ile teknik dallar gibi, Yüce Allah'ın veya insanla­rın hukuku ile ilgisi olmayan, herhangi bir maslahatı celbet-meyen, herhangi bir mefsedeti defetmeyen şeyler ise, yapıl­ması gereken emir, sakınılması gereken nehiyler şeklindeki teşri' cümlesinden değildir. Bu hususlarda gelen emir ve ne-hiyleri âlimler teşriî olarak değil, irşad diye isimlendirmiş­lerdir. Ancak, ipek giymede olduğu gibi, hakkında nehy ve vaid terettüp etmiş olan şeyler müstesnadır.

Nitekim sahabeden bazıları Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hurma aşılama gibi, tecrübeye dayalı bazı dünyevî işlere karşı çık­masını teşriî zannettiler ve bundan el çektiler. Ancak meyve­ler zayıf ve kuru çıkınca, derhal O'na baş vurdular- O da on­lara, bunu teşriî kabilinden değil, zan ve re'y kabilinden söy­lediğini haber vererek, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilir­siniz" buyurdu. Bilindiği gibi bu. hadîs, Müslim'in Sahih'in-de rivayet edilmektedir. Bunun hikmeti ise; bu gibi dünyevî işlerle, ziraat ve zanaat gibi maişet işlerinin, hususî teşriî ile alâkalarının bulunmadığını, bilakis onların insanların bilgi ve tecrübelerine bırakıldığını insanlara tembih etmektedir.

Yine sahabe, Hz. Peygamber'in kişisel görüşü ve dün­yevî bir içtihadı mı; yoksa Yüce Allah'tan gelen bir emir mi - ki şayet böyle değilse, teşri' olmayacak- kendilerine karışık gelen konularda O'na müracaat ediyorlardı. Hubab b. el-Münzir'in Bedir günü Hz. Peygamber'in seçmiş olduğu ko­naklama yeri hakkında: "Burası seni Allah'ın konaklattığı,

403

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

dolayısıyla bizim ileri veya geri gidemeyeceğimiz bir yer mi, yoksa bu bir re'y, harp ve taktik mi?" diye sormasında oldu­ğu gibi. Nitekim Hz. Peygamber, bunun vahiy değil de re'y olduğu, bunun sebebinin maslahat ve harp stratejisi olduğu şeklinde cevap vermesi üzerine, Hubab başka bir yer göster­miş, O da (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu muvafık görmüştür.

Bu gibi bazı konular sahabeden bazılarına bile karışık gelebilmişse, bunların başkalarına daha çok karışık gelmesi gayet tabiîdir. Karıştırdıkları şeyleri onlara Hz. Peygamber açıklıyordu, peki daha sonraki insanlara bunları kim açıkla­yacak?

Eğer insanlar Hz. Peygamberden sonraki bir içtihadı, uyulması gereken bir din edinmeselerdi, iş kolay olacaktı. Ama onun din addedilmesi, zorlukları artırdı ve Müslüman­lar Hz. Peygambere ittibanın zayıfladığı zamanlarda büyük güçlüklere düştüler. Neticede, devralınan miras onlara ağır geldi. Ve kendilerine ağır gelen şeyleri terk etmeye başladılar. Bu sebeple onlar, kat'î olarak meşru kılınan ve herhangi bir güçlük ve zorluk olmayan hususları dahi terk etme cüretini gösterdiler- Hatta daha sonra bu, bazılarının dini tamamen terk edip, başkalarını da buna davet etmelerine kadar götür­dü! Fâkihlerin ictihadlarına sımsıkı sarılıp, ümmete dini bu şekilde yaşamalarını ilzam eden fıkıh mukallitlerinden do­nuk <kafalı)lar, bu kötü akıbeti anlamadıkları gibi, ıslahatçılar kendilerine anlattıklarında da buna aldırış etmediler!

Reşid Rıza, onlardan bazılarının beyaz saçları siyaha boyama konusundaki aşırılıklarını misal verdi. Halbuki bu, mubah olan zinet ile ilgili normal işlerdendir. Çünkü bunda herhangi bir taabbud olmadığı gibi, Allah'ın veya insanların hukuku da söz konusu değildir. Ancak, yapılması veya terk

404

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

edilmesi halinde sadece kafirlere has olan bir moda vb. du­rumlara düşebilecekse, Müslümanlardan bazıları bunu onla­ra benzemek için yapacaksa veya yaptıklarında onlardan sa­yılacak şekilde onlara benzeyeceklerse, tabii ki burada sos­yoloji kanunlarını araştıranlar nezdinde bilinen manevî ve siyasî zararlar mevcuttur ki buna göre, herhangi bir kavme benzeyen kimse, o kavmi nefsinde yüceltirken, kendi kavmi­ne ve millerine olan bağı zayıflar. Beyaz saçları boyama ko­nusunda, bir kısmı taabbudî olarak değil de, âdet olarak -si­yah ile de olsa- bunun müstehap olduğuna delâlet eden çe­şitli haberler ve eserler gelmiştir. Âlimlerden bazıları, bu ha­berlerden, onun şeran müstehap olduğunu anlarken; diğer bazıları da mekruh olduğunu anlamışlardır. Hatta onlardan daha da aşırı gidenler bunun haram olduğunu söylemişler­dir. Dolayısıyla onları taklit edenler, bunu yapana karşı çıka­rak onu Yüce Allah'a isyankâr saymışlardır. Tabii ki bunu yaparken onlar, selefin bu meseledeki yoluna da, ihtilaf bu­lunan ictihadî meselelerde kimseye karşı çıkılmaması şeklin­deki genel kaideye de muhalefet etmişlerdir.

Şeyh Reşid Rıza saçları boyama meselesinde ve bunun­la ilgili meselelerde sözü bir hayli uzatmış ve şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in, bazı ibadetler esnasında yapmış olduğu Arafat'ta ve Müzdelife'deki konumunda olduğu gibi, bazı amellerde bile teşriî kastetmeyişi hususuna ümmetinin dik­katini çektiği de doğrudur. O bu uyarıyı, ümmetinin bunla­ra din adına sarılmamaları ve Allah izin vermediği halde, din adına hükümler vaz etmemeleri için yapmıştır.

Şu kadar var ki, her kim, Hz. Peygambere olan muhab­betinden dolayı, O'nun şerefli hayatını hatırlayarak, ama bu­nun dinden olduğuna inanmaksızın ve insanları böyle bir

405

 

SÜNNET! ANLAMADA YÖNTEM

vehme de düşürmeksizin, şer'an maruz kalınması rnübah ol­mayan bir zarar yüklenmeksizin ve yine şer'an mezmum. sa­yılan şöhret sebebi olmaksızın bazı âdetlerine uymaya gay­ret etse; bu ittibaı onun imanındaki kemalini artıracak takdi­re şâyân bir tavır olup, bu araştırması sebebiyle o, Hz. Fey-gamber'i daha çok hatırlayacak, O'na olan sevgisini daha da güçlendirecektir.

Nitekim sahabeden Ibn Ömer (r.a.), Hz. Peygamber'in amellerine, âdetlerine, O'nun seferdeki hal ve hareketlerine, özellikle de Veda Haccı yolculuğun d a ki hareketlerine aynen uyması ve bütün bu hususlarda O'na ittiba arayışı içerisinde olmasıyla tek kalmıştır. Diğer sahabiler ise, insanların bunu teşriî sanmamaları için böyle yapmamışlardır. Çünkü bu, din adına cinayet olurdu. Zira dine bir şeyi ilâve etme, din­den bir şeyi çıkarma gibidir ki bu da, Yüce Allah'ın "Bugün size dininizi kemale erdirdim" ayetini yalanlamak anlamına gelecektir.61'

Şeyh Şeltut'un, Sünneti 'Teşriî ve Teşriî Olmayan' Şeklinde Taksimi

Asrımızda bu hususun beyanı ile ilgilenen ve -konu­nun başında da söylediğimiz gibi- şu an kullanılan başlığı veren Şeyh Muhammed Şeltut'tur. O, Dehlevî, Reşid Rıza, Karafi ve başkalarının yazdıklarından yararlanmış ve onu güzel bir şekiide taksim etmiştir ki, burada onu naklediyo­ruz. O şöyle demektedir:

"Hz. Peygamber'den vârid olan ve O'nun söz, fiil ve takrirlerinden hadîs kitaplarında tedvin edilen her şeyin şu kısımlara ayrıldığını göz önünde bulundurmalıyız.

^ Reşid Rıza, Tefsiru'l-Mernar, IX. 317, ayet: 5, Maide: 3.

406

 

SÜNNETİ AM.AMADA YÖNTEM

1-  Yeme-içme, uyuma, yürüme, dolaşma, Örfî yollarla iki kişi arasını bulma, aracılık ve alış-verişte pazarlık gibi, beşerî ihtiyaçlar yoluyla yapılanlar,

2- Tecrübe, kişisel veya toplumsal alışkanlıklar yoluyla yapılanlar, ziraat işleri, tıp ve elbisenin uzun veya kısa olma­sı hakkında vârid olan şeylerde olduğu gibi.

3- Özel şartlardan hareketle alınan insanî tedbirler yo­luyla yapılanlar, savaş alanlarına orduların dağıtılması, bu yerlerde safların, gizlenme, hücum etme ve kaçma yerlerinin tanzim edilmesi, konaklanacak yerlerin seçilmesi vb. şartlar ve Özel eğitime dayanan uygulamalar.

Bu üç hususta nakledilenlerden hiçbiri, yapılması veya terk edilmesi istenen şer'î bir durum değildir.67 Bunlar an­cak, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) teşriî cihetine girmediği, teşriî kay­nağı da olmayan beşerî işlerdendir.

Umumî ve Hususî Teşriî İtibariyle Sünnet

4- Teşriî yoluyla vârid olanlar ki, bunlar da çeşitli kısım­lara ayrılmaktadır:

a) Resûlullah'tan {salla’llâhü aleyhi ve sellem) tebliğ yönüyle ve Resul sıfatıy­la sâdır olanlar. Kitabın mücmelini beyan etmesi, umumu­nu tahsis etmesi, mutlakmı takyid etmesi veya ibadetlerden, helâl ve haramdan, akaid ve ahlâktan veya zikredilen şey­lerle ilgili bazı şeyleri beyan etmesi gibi. Bu çeşit beyanlar, kıyamete kadar genel teşriî ifade ederler. Şayet bunlardan nehyedilmişse, ondan her insan nefsini sakındırır, bu hususta onu bilme ve onu yerine getirmekten başka bir şey ya­pamaz.

Şeyh Şeltut'un bu husustaki sözü üzerine değerlendirmemi!z az sonra gelecektir.

407

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

b) Resûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yöneticilik ve Müslüman ce­maatin genel başkanlığı vasfıyla sâdır olanlar; savaş için or­duları göndermesi, Beytü'l-Mâl'ın mallarını uygun görülen yerlere sarfetmesi, alınması gereken yerlerden toplaması, hakim ve valileri ataması, ganimetleri taksim etmesi, antlaş­malar yapması vb. yöneticilik ve genel kamu yararını temin etme ile ilgili işler.

Bunlar, genel teşriî hükmünde olmadığı gibi, yönetici­nin izni olmaksızın onları yapmak da caiz değildir. Hz. Pey­gamber bunu yaptı veya iptal etti diye hiç kimsenin kendili­ğinden böyle bir şey yapma hakkı yoktur.

c) Hz. Peygamber'den hakimlik vasfıyla sâdır olanlar. Çünkü, Rabbinden hükümleri tebliğ eden bir Resul, Müslü­manların işlerini tanzim eden, siyasetiyle onları idare eden bir genel başkan olduğu gibi, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aynı zamanda delil­ler, yeminler ve çeşitli cezalarla davalara bakan bir hakimdi.

Bunlar da, bir öncekinde olduğu gibi, genel teşriî hük­münde değildir. Öyle ki, herhangi bir insanın, Hz. Peygam-ber'in aralarında hükmettiği kimselere verdiği böylesi bir hükmüne, o husustaki belli bir uygulamasına binâen aynen hüküm vermesi caiz değildir. Bilakis mükellef, o konuda, hakimin kendisi hakkında vereceği hükümle yükümlüdür. Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu cihetten hakimlik vasfıyla yapmış olduğu bir tasarruf mükellefi benzer bir hükümle ilzam et­mez. Kimin bir başkasında hakkı var da, o bunu inkar edi­yorsa; onun da bu hususta delili varsa, o kimsenin bu hakkı­nı hakimin hükmü dışında alabilme hakkı yoktur. Çünkü Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminde karşılıklı ihkar durumunda hakla­rın alınması da, ancak böyle gerçekleşmekteydi.

408

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hz. Peygamber'in tasarruflarının hangi cihetten sâdır olduğunun bilinmesi, cidden çok faydalıdır. Çoğu zaman, O'ndan nakledilenlerde bu, açığa çıkmamakta, O'nun fiil, söz ve takrirlerine sadece O'nun Resul olması cihetiyle bakıl­maktadır. İşte burada biz, O'ndan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) teşriî veya din, sünnet veya mendup şeklinde nakledilenlerden çoğunun, gerçekte asıl olarak teşriî cihetiyle sâdır olmadığını bulmak­tayız. Nitekim, O'ndan beşer vasfıyla sâdır olan veya âdet veya tecrübeye dayalı davranışlarında bu durum daha çok görülmektedir.   -

Yine O'nun yönetici veya hakim vasfıyla sâdır olan tasar­rufları da genel teşriî olarak alınabilmektedir ki, bundan do­layı hükümler ve meselelere yaklaşımlar karışabilmektedir.

Bazen nakledilen haberlerde, bu cihet bütün açıklığıyla belli olabilmekte ve her fiil, sâdır olduğu cihete bağlanabil­mektedir. Bazen de, o fiilin O'ndan hangi vasıfla sâdır oldu­ğu, araştıranlara karışık gelebilmekte, bu durumda, teşriîn sâdır olduğu ciheti hususundaki ihtilafa bağlı olarak, söz ko­nusu teşriî niteliği hakkında da âlimler arasında ihtilaf çıka­bilmektedir. Bu nevi tasarrufların anlaşılması için bazı mi­saller verelim:

1- Hz. Peygamber'in "Kim ölü bir toprağı işleyerek ih­ya ederse, o toprak onundur" buyurduğu sahihtir. Ama âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu, genel bir hü­küm olması için, O'ndan, tebliğ ve fetva yoluyla mı sâdır ol­muştur? Ki bu d urumd» yönetici izin versin veya vermesin, bir araziyi işleyen, oraya sahip olur ve kimsenin artık orada hakkı olamaz. Yoksa/O'ndan yöneticiliği ve başkanlığı itiba­riyle mi sâdır olmuştur? Bu durumda da, genel bir hüküm olmaz ve yöneticinin izni olmaksızın, söz konusu arazinin

409

 

SÜNNETİ ANLAMACA YÖNTEM

işletilmesi kimseye caiz olmaz. Nitekim, fâkihlerin çoğu, bi­rinci görüşü, Ebu Hanife ise ikinci görüşü benimsemiştir.68

2- Hind bt. Utbe'nin, Hz. Peygamberce:

-"Ebu Süfyan cimri birisidir, ne bana, ne de çocuğuma yetecek bir şeyler veriyor" demesi üzerine, O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem),

-" Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!"09 buyurduğu sahihtir.

Âlimler bu meselede de ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu, fetva ve tebliğ yoluyla mı söylenmiştir? Dolayısıyla her hak­kı vb. kazanan birinin, bunu hasmının bilgisi olmadan alma­sı caiz midir? Yoksa bu hüküm verme ile mi ilgilidir? Dola­yısıyla, bir kimse, borçludan alacağını almakta zorlandığın­da, hakkının bedelini ancak hakimin hükmüyle mi alabilir? Bu mesele, fukaha nezdinde mes'eletü'z-zafer "> diye bilin­mektedir ve bu konuda onların birçok görüşleri ve tercihleri vardır.71

3-  Hz. Peygamber'in "Kim bir düşman askerini öldü­rürse, üzerindeki eşyalar onun olur" buyurduğu da sahihtir.

6**~ Bu mesele, Hanefi kitaplarında Ihyau'l-Meyat=öliı arazilerin işle­tilmesi ile ilgili kısımlarda zikredilmiştir. Bu konuda Zeyiai'nin şerh ve değerlendirmelerine bakınız: (Naabu'r-Raye, (V. 228-293) 6**" Buhârî bu hadîsi Sahih'ilân muhtelif yerlerinde Hz. Aise'den riva­yet etmiş, ayn: şekilde onu Müslim de rivayet etmiştir ki, daha önce zikredildi.

™" Bunun anlamı şudur: bir insanın başkasında hakkı olursa, onu da aynen veya onun malından buna eşit miktarda almaya kadir ise, onun bu hakkın: bu şekilde alması caiz midir? Değil midir? Bu hususta fa-kihler ihtilaf etmişler, bir kısmı, fitne vfe rezalete meydan vermemek şartıyla, alman ister aynı malın cinsinden olsun, ister olmasın, o bunu isler bilsin, ister bilmesin bu hususu, caiz görmüşierdfr. Bir kısmı da bunu men eimişlerdir. Diğer bir kısmı ise, daha detaya girmiştir. ™'~ Bu meseleyi, İbnu'l-Kayyim, İğuselu'I-Leheııan adlı eserinde, San'ani ise Siibülü's-Selttm Babu'l-Ariye'de geniş olarak incelemişlerdir.

410

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Hadîsteki selb, öldürülen düşmanın üzerindeki elbiseler ve eşyalar demektir. Alimler aynı şekilde bu hadîs hakkında da ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazıları Hz. Peygamber'in bu tasarrufunun yöneticilik vasfıyla sâdır olduğunu, dolayısıy­la ancak yönetici savaş meydanında söylerse, Ölünün üzerin­dekilere hak kazanabileceği kanaatini dile getirirken; bir kıs­mı da bunu tebliğ olarak görmekte ve yönetici ilan etsin ve­ya etmesin, düşman askerlerini öldüren her kişinin, onun üzerindekilere hak kazanacağı kanaatini savunmaktadırlar.

KemaKudin İbn Humam) diyor ki: "Hz. Peygamber'in bunu söylediğinden hiç şüphe yoktur. Tartışma ise acaba bu hal, her hal ve zamanda genel olarak vaz edilmiş şer'î bir hü­küm mü, yoksa belli hadiselere has olarak sırf teşvik için söy­lediği bir söz müdür? Şafiî nezdinde bu, şer'î bir belirlemedir, çünkü O'nun sözünde asıl olan budur ve O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunun için gönderilmiştir,..Mesele Fethu'i-Kadir adlı kitabın dördüncü cildinin renfil bölümünde bu şekilde devam etmektedir.

Nitekim bu meseleyi, genel bir şekilde İmam Karafi, el-Furûk adlı kitabında (I. 205-209), İmam İbnu'l-Kayyün el-Cevziyye Zadu'l-Mead adlı kitabında Huneyn Gazvesi'nden bahsederken (İli. 489) ele almışlardır. Aynı şekilde, fâkihler-den birçoğu, Resûl'den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sâdır olan tasarrufların hangi cihetten geldiği hususundaki ihtilafa binâen imamlar arasın­da tartışmalı olan cüz'î meselelerden söz ederken bu mesele­ye de değinmişlerdir.

İşte burada görüyoruz ki, fâkihlerin hepsi, Hz. Peygam­ber'in tasarruflarının kaynağının iki ciheti olduğunu bir prensip olarak onaylamada icma halindedirler ve bu onlar tarafından ikrar edilmiştir. n

' Şeltut Mahmud,'e/-Js/flm, Akide ve-Şeriai, s. 427-431

411

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Burada Şeltut hocamızın bazı sozleri hakkında, özellikle de sünneti teşriî olarak görmediği birinci kısımla ilgili bazı değerlendirmeler yapmadan geçemeyeceğim. Ben derim ki:

Yeme-içme, uyuma, yürüme, oturma, dolaşma vb. ilgili her şey beşerî ihtiyaçtan kaynaklanan davranışlar değildir. Bilakis burada Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) fiiliyle sabit olan davra­nışlarla, sözüyle sabit olandan birbirinden ayırmamız gerek­mektedir. Çünkü daha önce de zikrettiğimiz gibi fiil, o işin meşru oluşundan başka bir şeye delâlet etmez. El ile yeme meselesinde vb. olduğu gibi o, vacip veya müstehap olduğu­na delâlet etmez. Fakat her kim bunları Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) benzeyerek ve O'ndan sâdır olan her şeyi severek yaparsa, daha önce belirttiğimiz gibi, o güzel bir iş yapmıştır ve niye­ti sebebiyle ecir alacaktır. Aynı şekilde Reşid Rıza da bahsin­de buna ve zikrettiği hususlar çerçevesinde bunun kişinin nefsindeki güzel tesirine işaret etmiştir. İbn Ömer'in davra­nış tarzlarında olduğu gibi.

Bu husustaki sözlere gelince, Menar sahibinin dediği ve usûl âlimlerinin de dikkat çektiği gibi, bu bazen irşada, ba­zen de emirde müstehaphğa delâlet edebilir. Yine o, emirde kesinlik, nehiyde de vaid gibi karinelere bağlı olarak, emir­de vücubiyete, nehiyde ise haramlığa delâlet edebilir. Sol el ile yeme, ipek giyme, altın, gümüş kaplardan yeme vb. de­lillerin haram olduğuna delâlet ettiği meselelerde olduğu gibi.

Benzer şeyler, tecrübe ve alışkanlıklar yoluyla öğrenilen hususlar için de söylenebilir. Tıp ile ilgili hususlarda, elbise­nin uzunluk veya kısalığa hakkında vârid olan hususlarda olduğu gibi. Tıp konusunda vârid olan haberlerin bazısı, bil­fiil tecrübeye dayalı olduğuna hamledilir. Bu sebepledir ki, o

412

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

herkes için ve her halükârda uygulanması gereken genel bir hüküm konumunda değildir. Nitekim muhakkik İbnu'l-Kayyim Zadu'l-Mead adlı eserinde buna işaret etmiştir ki, bu konuyla İlgili bahis gelecektir.

Onlardan bazıları da teşriî ve yönlendirme Özelliğine hamledilir. Mesela:

"Ey Allah'ın kulları, tedavi olun, çünkü Yüce Allah hiç­bir hastalık yaratmamıştır ki, ona şifa vermiş olmasın. Yalnız bir hastalık hariç, o da yaşlılık."73

" Tedavi olun, ama haram ile tedavi olmayın." 74 hadîs­lerinde olduğu gibi-

Elbise konusu da buna benzemektedir. Nitekim, erkek­lerin ipek elbise giymesini -aynı şekilde altın kullanmasını-yasaklayan haberler vârid olmuştur. Tıpkı, hakkında şiddet­li vaid gelen elbiseyi uzatma ve sürükleme hakkındaki ha­dîslerin tümünde olduğu gibi, bazısı kibirlilik kastına bağlı -ki bu da çoktur-, bazısı ise mutlaktır. Dolayısıyla burada mutlak olan, mukayyed olana hamledilir. Şu kadar var ki, her kim Hz. Peygamberce uyarak elbisesini kısaltmış olsa, dediğimiz gibi o bundan dolayı ecir alır.

Yeme-içmede olduğu gibi, elbise konusunda da, İslâm'ın dinî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî ve ihmal etmememiz gereken si­yaset ile ilgili belli hedefleri olan, ayırt edici edepleri vardır. Belki de biz bir başka münasebetle buna değineceğiz.

'■'" Alımed ve Sünen sahipleri rivayet etmiştir, ibn Hıbban ve Hakim İsame'den rivayet etmişlerdir. Bkz: Elbânî, Sahihu't-Camii's-Sağir, nu: 7934. Daha önce de geçti.

'*' Ebu Davud'un Süneıı'inde rivayet ettiği hadisten bir parça olup, Babu't-Tıp'la Ebu'd-Derda'dan rivayet edilmiştir.

413

 

SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM

Tahİr b. Aşur"un Tahkiki

Asrımızda bu husus ile ilgilenen, onu açıklayan, detaylı bir şekilde inceleyen ve misallendiren âlimlerden birisi de, Tu­nus âlimlerinin şeyhi, Allâme Muhammed Tahir b. Aşur'-dur. O, Mekâsıdu'ş-Şeriati'I-klâmiyye adlı kitabında, özet ola­rak Karaffnin el-Furûk'taki sözlerini naklettikten sonra, ar­dından şu değerlendirmeyi yapıyor:

"Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bazı sıfat ve halleri vardır ki, kendisinden sâdır olan söz ve fiiller onlara dayanmaktadır. Öyleyse bizim burada hâlâ halkı sıkıntıya sokan ve onları üzen çeşitli problemleri aydınlatacak bir ışık yakmamız ge­rekmektedir. Nitekim, sahabe Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emirle­rinden teşrîî makamında söyledikleri ile, teşriî makamında olmayanlarını ayırt ediyorlar, herhangi bir güçlükle karşılaş­tıklarında da O'na soruyorlardı.

Mesela sahih hadîste anlatıldığına göre, sahibi azad etti­ğinde Berîre, Muğis adlı bir kölenin karısıydı. Hürriyete ka­vuşunca, yetkisini kullanarak kocasından ayrıldı Oysa Mu­ğis onu çok seviyor, o ise Muğis'ten hoşlanmıyordu. Netice­de Muğis Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüştü, O da bu konuda Be­rîre ile konuştu ve ona kocasına dönmesini söyledi, Berîre;

-"Bu bana emir mi, ey Allah'ın Resulü?" diye sorunca, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

-"Hayır, fakat aracılık ediyorum" buyurdu. Bunu du­yan Berîre, kocasına dönmeyi kabul etmedi, ama, onu Resû­lullah da (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müslümanlar da kınamadılar...

Buhârî'nin Sahih'inde Cabir b. Abdullah'dan şu hadîs rivayet edilmektedir: Cabir'in babası Abdullah b. Amr b. Hi­zam borçlu olarak vefat etmişti. Cabir, babasının alacaklıla­rının bu borçlardan vazgeçmeleri hususunu görüşmesi için

414

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başvurdu. Resûlullah da {salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlar­dan bunu istedi, fakat onlar alacaklarından vazgeçmeyi ka­bul etmediler. Cabir, "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hususu konu­şunca, onlar adeta bana kin tuttular." demektedir. Fakat Müslümanlar, bundan dolayı onları kınamamıştır. Buna benzer misaller gelecektir.

Şu kadar var ki, Fıkıh Usûlü âlimleri. Nebevi sünnet meseleleri içerisinde, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem), teşriî alanına gir­meyen cibillî fiillerini ele almışlardır. Onlar bunu işlerken, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaratılışının, O'nun teşriî ve irşad ala­nına girmeyen çeşitli hallerinde rolü olduğu hususunu ih­mal etmemişlerdir. Fakat onlar, deve üzerinde haccetmesi gibi cibillî veya teşriî olması muhtemel olan fiillerde ise te­reddüt etmişlerdir. Bazı âlimler ise, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ba­zı tasarruflarının hangi sebeple sâdır olduğunu tespit et­meksizin, onları kıyas için birer asıl gibi görmekle hataya düşmüşlerdir.

Devamla Tahir b. Aşur şöyle demektedir: "Ben Resûlul­lah'ın (s.a.v,) söz ve fiillerinden oluşan tasarruflarının, on iki ayrı halde sâdır olduğunu tesbit ettim. Bunlardan bir kısmı, Karafî'nin açıklamasında geçmişse de, diğer bazılarını o zik-retmememiştir. Bu durumları şöyle sıralayabiliriz: Teşri, fet­va, hakimlik, yöneticilik, rehberlik, arabuluculuk, danışman­lık, nasihat, nefis terbiyesi, yüce gerçekleri öğretme, terbiye (te'dib) ve irşad ile alâkası olmayan durumlar.

Şeyh Tahir b. Aşur bu durumların hepsini açıklamış ve bazısını onayladığımız, bir kısmını ise uygun görmediğimiz bazı misaller zikretmiş, bir hayli uzun malûmat vermiştir ki, dileyen oraya baksın. Fakat neticede o da, bizim sünnetten bir kısmının genel ve devamlı bir teşriî olduğunu, bir kısmı­nın ise asla teşriî alanına girmediğini söyleyen zikrettiğimiz

415

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

âlimlerle birleşmektedir. Burada, onun saydığı bu durumlar­dan sonuncusunu yani irşad ile alâkası olmayan haller hak­kında söylediklerini nakletmekle yetineceğim:

İrşad ile alâkası olmayan tasarruflara gelince, bunlar; teşriî, dinî hususlar, nefis terbiyesi ve toplum düzeni ile ilgi­li durumlar değildir. Bunlar, cibillî ve maddî hayatın gerek­tirdiği bazı işlere dönük olup, bu hususta herhangi bir karı­şıklık söz konusu değildir. Çünkü Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ev iş­lerinde ve günlük hayatında çalıştığı diğer işlerde, ne teşri, ne de izinden gidilmesi talebi gibi bir hedefi vardı- Fıkıh Usûlünde kabul edildiği gibi, Hz. Peygamber'in cibillî fiille­rinin benzerinin ümmetten de yapılmasının istenmesi söz konusu değildir. Bilakis herkes kendi haline uygun yolu be­nimseyebilir. Bunlar, yemek, giyim, yatma, yürüme, binme vb. tarzı gibidir ki, bu davranışlar, ister yolculukta yolda yü­rümek veya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaşlanıp şişmanlayınca yaptı­ğını kabul eden - Ebu Hanife'ye göre- secdeye inerken elle­rini bacaklarından önce koymak gibi dinî işlere dahil olsun, netice aynıdır.

Aynı şekilde Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Veda Haccı'nda Kinaneoğulları düzlüğü olan Muhassab veya Ebtah denilen yerde konaklamasıyla ilgili rivayet de böyledir. Hz. Pey­gamber orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldı, sonra biraz uyudu, ardından beraberindekilerle birlikte ve­da tavafı yapmak üzere Mekke'ye hareket etti. İbn Ömer hac esnasında burada konaklamayı terk etmiyor, bunu sün­net kabul ediyor, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaptığını aynen yapı­yordu.

Oysa Buhârî'de rivayet edildiğine göre Hz. Aişe; "Muhassab'da konaklamak (uyulması gerekli) bir şey değildir.

416

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Orası sadece Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye yola çıkması için daha elverişli olması hasebiyle konakladığı bir yerdir." demektedir. Hz. Aişe bu sözüyle, orasının insanların toplan­dığı geniş bir yer olduğunu söylemek istiyor. Nitekim İbn Abbas ve Malik b. Enes de bu görüş benimsemişlerdir.

Yine sabah namazından sonra sağ yanı üzerine uzan­mak da böyledir.

Şu halde fâkihe düşen, bu durumları araştırmak ve Hz. Peygamber'in tasarruflarını çevreleyen işaretleri iyice belir­lemektir. Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir konuyu herkese bildirme­ye özen göstermesi, onu uygulamada ısrarlı olması, "Dikkat edin, mirasçıya vasiyet yoktur", "Velâ, ancak azad edene ait­tir" hadîslerinde olduğu gibi, bir hükmü bildirip onu küllî kaide şeklinde ortaya koyması, bu tasarrufların teşriî oldu­ğunu gösteren karinelerdir.

Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat hastalıgındayken "Bana (kâğıt-kâlem vb.) getirin de size bir yazı yazayım ki, ondan son­ra sapıtmayasınız." hadîsinde olduğu gibi, bir işin uygula­masında ısrar etmemesi de, o tasarrufun teşriî olmadığını gösteren alametlerdendir,

İbn Abbas diyor ki: "Bu hususta ashab ihtilafa düştü. Bir kısmı 'Allah'ın kitabı bize yeter' derken; bazıları da O’na istediği şeyi takdim edin de, sizin için onu yazsın. Hz. Pey­gamber'in yanında çekişmek doğru olmaz' dediler. Onların bu anlaşmazlığını gören Hz. Peygamber 'Beni kendi hâlime bırakınız, içinde bulunduğum durum daha iyidir' buyurdu.

Bilinmelidir ki, zikrettiğimiz bu durumlardan, Resûlul-lah'a (s-a.v.) en fazla özgü olanı, teşriî durumudur. Çünkü Yüce Allah O'nun bu hallerini "Muhammed, sadece bir elçi­dir" ayetinde özetlemiştir. Bundan dolayıdır ki, ümmetin karşılaştıkları çeşitli durumlarla ilgili Resûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

417

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

sâdır olan söz ve fiillerine, aksini gösteren bir karine olma­dıkça, teşriî kaynaklı tasarruflar olarak itibar etmek gerekir. Nitekim âlimler Sa'd b. Ebi Vakkas'ın rivayet ettiği şu habe­ri kabul hususunda icma etmişlerdir: O, Hz. Peygamber'e malının ne kadarını vasiyet edebileceğini sorduğunda, Resû-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem); "Üçte birini, hatta üçte biri bile çoktur" buyur­muştu. Bu sebeple âlimler, varislerin onaylaması hariç, üçte birden fazla vasiyeti reddetmişlerdir. Hz. Peygamber'in "Se­nin mirasçıları nı, zengin olarak bırakman, insanlara el açan yoksullar olarak bırakmandan daha hayırlıdır" sözü, bu hükmün danışana fikir verme ve nasihat etme şeklindeki ta­sarruflarına hamledilmesine elverişli ise de, onlar buna ham-letmemişlerdir. Her ne kadar bu dialog, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile Sa'd arasında geçmişse de, Hz, Peygamber Özellikle Sa'd ve vârislerinin hallerine, onların aşırı yoksulluklarına baka­rak buna izin vermiştir. Oysa ne Resûlullah {salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle yapmıştır, ne de Sa'd'ın böyle yaptığını rivayet etmişlerdir. Bu durumda bir fâkih, ilim ehlinden hiç kimse söylemediği halde, vârisleri zengin olan kimselerin, üçte birden fazlasını vasiyet etmesine izin verebilir. Yahut, o kişinin vârisi yoksa da fazlasına izin verebilir. Nitekim îbn Hazm'ın belirttiğine göre İbn Mes'ud Ubeyde es-Selmani ve bir grup âlim bu gö­rüşü benimsemişlerdir. Bu ise, çoğunluğun görüşüne aykırı (şâz)dır. 75

Konunun Tartışılması-Değerlendirilmesi

Bu nakillerden sonra burada, böylesine önemli usûl prob­lemleri karşısında bir nebze durarak, bu sözlere başvurup görüşleri tartışmamız gerekmektedir. Bunu yaparken nass-

7$~ Tahir b. Aşur, Mekakisu'ş-Şeria el-i$!âmit/ye, s. 30-39.

418

 

SÜMNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lar, kaideler ve maksatların ışığında değerlendirmeye ve ora­dan bir görüş ortaya çıkarmaya çalışıyor. Yüce Allah'tan bi­ze doğruyu ilham etmesini, bizi ecirden mahrum etmemesi­ni, nefislerimizi taassup, taklid, hevaya uyma ve başkalarına su-i zanda bulunma esaretinden kurtarmasını diliyoruz.

Tartışılmaması Gereken İki Gerçek

Burada bu konuyu tahkik ederken, sanıyorum görüş ayrılı­ğının olmadığı veya olmaması gereken iki gerçeği ortaya koymam lazım gelmektedir ki onlar:

1- İster söz, ister fiil ve isterse takrirlerden oluşsun, sün­netin çoğu teşriî içindir ve bu hususlarda Yüce Allah'ın "O'na uyun ki, hidayete eresiniz." (A'raf, 158) ayetiyle hi­dayeti kendisine ittibaya bağladığı Hz. Peygamber'e uyul­ması istenmektedir.

2- Sünnetten bir kısmında ise teşriî söz konusu olma­dığı gibi, sırf dünya işlerinden olması hasebiyle bu hususda O'na itaat da vacip değildir. Mesela, daha önce sözü edilen hurma aşılama hakkında vârid olan "Siz kendi dün­yanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" şeklindeki sahih hadîste olduğu gibi.

Bu iki hakikat üzerinde ittifak edildikten sonra, sadece bu prensibin bazı hadîslere veya bazı alanlara uygulanma­sında ihtilaf söz konusu olabilir. Mesela, yeme-içme, giyim, ziynet, sürmelenme, tıp, belli ilaçların nitelikleri vb. ile ilgili hadîsler; acaba bize bırakılmış bizim daha iyi bilebileceğimiz dünyamız ile ilgili işlerden midir? Çünkü vahiy bu hususta insanları bağlayacak emreder-yasaklar bîr sorumluluk getir­memiştir; yoksa, bütün bunlar, vahiyden almamız gereken

419

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ve bu hususlarda da itaat etmemiz lazım gelen dinimizle ilgi­li işlerden midir?

Bunu Resûlullah'dan (sa.v.) sâdır olan diğer teşriler ta­mamlamaktadır. Ancak bunlarda genellik ve devamlılık ni­teliği söz konusu değildir. Bilakis Hz. Peygamber bunlarla belirli şartlarda, belirli çözümler getirmeyi hedeflemiştir. İş­te, "Yöneticilik, başkanlık ve hakimlik vasfıyla sâdır oldu" diye nitelendirilen husus budur. Bunun aslında ittifak edil­miştir, ancak çeşitli cüz'î meselelere uygulanmasında ihtilaf vardır.

İfrat ve Tefrit Arasında:

Çağda| problemlerimizin ekserisinde -özellikle de fikrî problemlerde- sergilediğimiz alışkanlığımızda olduğu gibi, bu büyük problemde de ifrat ve tefrit olmak üzere iki uçta durmaktayız.

Bizden Öyleleri var ki, gerek söz konusu işler, gerekse bu dünyadaki diğer muameleler hakkında olsun, "Siz kendi dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" şeklinde zikredilen hadîse dayanarak sünnetten teşriî elbisesini çıkarıp atmak is­tiyor.

Öyleleri de var kî, Peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine uymakla emrolunduğumuza dayanarak, sünnetten teşriî dı­şında bir şeyin olabileceğini inkar etmektedirler. Onlara gö­re, O'na ittiba nasslarla ve icma ile sabit olduktan sonra, or­tada ittiba edilmeyecek bir sünnetten nasıl söz edilebilir?

Sahabe ve Selef Nezdinde "Sünnet" Mefhumu

Sahabe ve onları güzellikle izleyen tabii âlimlerin de bu problemden gafil olmadıklarını, bilakis bu- hususu bilfiil

420

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

araştırdıklarını burada söylemek istiyorum. Fakat onlar bu­nu sünnete "teşri" veya "teşriî olmayan" şeklindeki, başlıklar altında işlememişlerdir. Bilakis onların nezdinde bu konu, başka bir başlık altında ortaya çıkmaktadır: Resûlullah'tan (s.a.v,) sabit olan bu amel, sünnet midir, yoksa sünnet değil midir? Bu ise, iki şeyi gayet önemli kılmaktadır:

1- Sünnet olarak görülen husus, ittiba edilmesi istenilen husustur.

2~ Resûlullah'dan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelen bazı şeyler, sünnet de­ğildir. İşte, çağdaş âlimlerin "teşriî değil" diye ifade ettikleri husus budur.

Bunun sırrı ise şudur: "Sünnet" kavramı, -İslâmî ilimle­rin kabul ve tescil ettiği üzere- Hz. Peygamberden söz, fiil veya takrirleri olarak rivayet edilen şeylerdir. Bu, onun Iüga-vî anlamından daha genel olup, sahabe bu lafız kullanıldı­ğında ondan bunu anlamaktaydı ve Resûlullah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sabit olan ve uyulup örnek alınacak davranışları bu tabirle ifade ediyorlardı. Bunun sebebi ise, "sünnet" kelimesinin sözlük anlamı -yani bu hususun aslı olan anlamı- uyulan yoldur ve bu da, ancak teşriî ve ittibanın kastedildiği du­rumlarda söz konusudur. Ama daha sonra ilim ehlinin ıstı-lahlaştırdığı gibi- ki ıstılahlarda tartışma olmaz- onun anla­mı, Hz, Peygamber'den söz, fiil, takrir, sıfat ve siret olarak nakledilen her şeye intikal edince, sünnete genelde mevcut olan teşriî şeylerle birlikte, az da olsa bulunan teşriî olmayan hususlar da girmiştir.

İlim sahasında en tehlikeli işlerden birisi de, çoğu za­man araştırmacıları şaşırtan şey, öncekilerin tabirlerini, son dönemdekilerin ıstılahına hamletmeleridir. Mesela, önceki­ler "nesh" kelimesini, sonrakilerin kastetmediği anlamda kullanmışlardır ki, "sünnet" kelimesi de böyledir.

421

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Tekrar konuya dönüyor ve diyorum ki, sahabe bugün konuştuğumuz bu konuyu, teşriî veya teşriî olmayan şeklinde bir başlık altında değil, "sünnet" veya "sünnet değil" baş­lıkları altında araştırıyordu.

Nitekim biz bunu bütün açıklığıyla Ahmed b. Han-bel'in Müsned'inde rivayet ettiği şu hadîste bulmaktayız: O şöyle demektedir:

-"Bize Süreye ve Yunus rivayet ettiler ve dediler ki, bi­ze Hammâd yani İbn Seleme İbn Asım el-Şanevî'den, o da Ebu't- Tufeyl'den rivayet etti ve dedi ki: 'Ibn Abbas'a:

-  'Senin kavmin, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kabe'yi tavaf ederken remel yaptığını ve bunun da sünnet olduğunu iddia ediyor, ne dersin?' dedim. İbn Abbas:

-  'Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar1 cevabını verdi. Ona:

-' Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar ne demek?' de­yince Ibn Abbas:

-  'Doğru söylediler çünkü Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tavafta heybetli yürüdü, yanlış söylediler, zira bu sünnet değildir. Hudeybiye esnasında Kureyş müşrikleri Muhammed ve as­habını bırakın, devenin burnundaki kurdun öldüğü gibi ölsünler' demişlerdi. Sonra gelecek yıl gelmeleri ve sadece üç gün kalmaları koşuluyla anlaşma yaptılar. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) umre ziyaretine geldi. Müşrikler ise Kuaykan tepesi cihetin­de idi. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabına:

-  'Kabe'yi üç defa remel yaparak tavaf edin' buyurdu, ama bu sünnet değildir.

Sonra ona,

-  "Kavmin, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Safa ile Merve arasını

422

 

devesinin üzerinde tavaf ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, buna ne dersin?' diye sorunca İbn Abbas yine:

-  'Hem doğru, hem yanlış söylediler" diye cevap verdi. Ona:

-' Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar ne demek?' diye sorunca, İbn Abbas şöyle dedi:

- 'Doğru söylediler, gerçekten Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Safa ile Merve arasında deve üzerinde tavaf etti; yanlış söylediler, çünkü bu da sünnet değildir. Zira sahabe Hz. Peygamber'i koruma altına almıyorlardı ve yaklaşmak isteyen insanlar kovulmadığından, işte hem O'na uzanan ellerin önlenmesi, hem de O'nun sözünü işitebilmeleri için deve üzerinde tavaf etti.'76 Ona;

-  'Kavmin Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Safa İle Merve arasında say ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, buna ne dersin?' diye sorunca İbn Abbas yine:

- 'Doğru söylediler, çünkü Hz. İbrahim hac menasiki ile emrolununca, say yapılan yerde şeytan karşısına çıktı ve onu geçti, bunun üzerine o da onu geçti. Sonra Cibriİ onu Akabe Cemresine görürdü, şeytan yine karşısına çıktı. Bu­nun üzerine girmesi için ona yedi taş attı. Sonra (kurbanlık oğlunu) yanı üzerine yatırdı.' demiştir. İsmail'in üzerinde ise beyaz bir gömlek vardı. Ve dedi ki:

-  'Ey babacığım, benim bundan başka kefen olabilecek elbisem yoktur. Üzerimdekini çıkar ki, beni onunla kefenle-yebilesin.' Bunun üzerine o, derhal, o elbiseyi çıkarmaya başlamıştı ki arkasından bir ses işitti:

7b' Müslim, Hacc 237, I. 921-2; Efau Davud, Menasik 51, mı: 1885, 11, 444-5; Ahmed, I. 297, 372-3.

423

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

- 'Ey İbrahim sen rüyanı tasdik ettin' denildi. Hz. İbra­him bir de ne görsün, boynuzlu, kocaman beyaz bir koç gel­mektedir..."^

Burada, ümmetin bilgini İbn Abbas'ın, sabit olmasına rağmen Hz. Peygamberin hacdaki söz konusu fiillerinden bazısını itaat ve ittiba edilmesi gerekli sünnet olarak görür­ken, bazısının da sünnet olmadığı kanaatini paylaştığını gör­mekteyiz.

Oysa, bilindiği gibi, hac fillerinde taabudî boya üstün gelir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in bazı hac ile ilgili fi­illeri, acaba sünnetten ve hac menasikinden mi addedilmeli, yoksa bu şekilde değerlendirilmemeli mi diye sahabenin bi­le ihtilaf ettiklerini görmekteyiz.

Mesela Mina'dan hareket edilen gece Muhassab'da ko­naklamak böyledir. Ebtah da denilen bu Muhassab, Mina ile

7?- Ahmed b. Hanbel, Mügned, 1297, nu: 2707. Şeyh A. M. Şakır şöy­le demektedir: "İsnadı sahihtir. Ebu Asım el-Anevi sika olup, onu İbn Main güvenilir görmüş, Buhârî ise el-Küna adlı eserinde nu: 527'de onun biyografisine yer vermiş ve detaylara işaret etme ade­tinde olduğu üzere bu hadîse de işaret etmiş, sonra şöyle demiştir: "Ebu Asım, İbn Abbas'tan, ez-Zebih dedi ki, Haccac b. Minhal dedi ki, Hammade b. Seleme'den gelen bir senedle rivayet edilmiştir. Ha­dîsi, Hafız ibn Kesir, Tefsir" inde {VII. 149) nakletmisrir ki, evveli "Hz.İbrahim Hac menasiki ile emrolununca" şeklinde, sonu ise bu­radaki gibidir. Heysemi de Mecmuu'z-Zevaid, III. 200-1'de böyle yap­mış, "İbn Abbas'a dedim ki: ' Kavmin, Resulullah'ııı (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia edi­yor...'" sözünün evvelinden nakletmiş, ilk kısımda "Onu Ahmed ve et'Kebir'de Taberani rivayet etmiştir ve ricalinin, Ebu Asım el-Şanevi dışında -ki o da sikadır- Sahih'in ricali olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Suyutî de bu hadîsten bir kısmını ed-Dürrü'1-MensuT V. 280'de zikretmiş ve onu İbn Cerir, ibn Ebi Hatim, İbn Merduveytı ve Şuabul-İman'da Beyhlki'ye, Müsned, nu: 2029, 2077, 2688, 2783'üe Ahmed b. Hanbel'e ve Müslim'in Kiiabu'l-Hac, (237, I. 921-2> nu: 1264'de el-Camius- Sahih!ine nisbet etmiştir.

Mekke arasında, düz ve geniş bir yerdir. Nafi', İbn Ömer'in Muhassab'da konaklamayı sünnet olarak gördüğünü, Hz. Ömer'in de (r.a.) bunu yaptığını rivayet etmektedir. Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir, ibn Ömer'in delili ise, Hz. Peygamber Muhassab'da konaklamış, orada öğle, ikindi, ak­şam ve yatsı namazlarını kılmıştır.

Hz. Aîşe ile İbn Abbas'ın görüşleri farklıdır. Buhârî, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Muhassab'da konak­lama bir şey değildir. Orası sadece ResûlulLah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ko­naklamış olduğu bir yerdir." Buradaki "bir şey değildir" sö­zünün anlamı ise, yani "uyulacak bir sünnet değildir" de­mektir.

Hz. Aişe'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Orası sadece Hz. Peygamber'in yola çıkmasına daha elverişli oldu­ğu için konakladığı bir konaklama yeriydi." Müslim ise onun şu sözünü rivayet eder: "Ebtah'a inme sünnet değildir, O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iniş sebebi, ancak...'

Nitekim Hz. Aişe, Ahmed bin Hanbel'in kendisinden ri­vayet ettiği bir başka hadîste Hz. Peygamber'in Muhassab'da konaklamasının sebebini de açıklamakta ve şöyle demekte­dir: "Allah'a yemin ederim ki, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), oraya ancak benim için indi." Bunu Hafız ibn Hacer Fethu'l-Bâri’de zikretmiş­tir.78 Zâdu'l-Mead''da ise İbnu'l-Kayyim şöyle demektedir:

'Selef, Muhassab'da konaklamanın sünnet mi, yoksa rastgele konaklanılan bir yer mi olduğu konusunda iki görü­şe ayrılmıştır. Bir grup onu haccın sünnetlerinden saymıştır. Çünkü, Ebu Hureyre'nin Sahihayn'da naklettiğine göre, Mi­na'dan hareket etmek istediğinde Resûlullah'ın (s,a.v.) şöyle dediği geçmektedir: 'Biz yarın müşriklerin bir zamanlar kü-

7S" İbn Hacer, Fethu't-Bârî, III. 591

424

425

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

für üzere yeminleştikleri Kinaneoğulları düzlüğünde konak­layacağız.'79 O bununla Muhassab'ı kastediyordu. Çünkü Kureyş, Kinaneoğulları, Haşimoğulları ile Abdulmuttaliboğullarına karşı onlarla nikâh yapmamak, Resûiullah'ı {salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine teslim edinceye dek, aralarında herhangi bir alış­veriş vb. yapmamak üzere orada yeminleşmişlerdi. Dolayı­sıyla Hz. Peygamber, geçmişte küfrün sembollerini, Allah'a ve Resûlü'ne düşmanlıklarını izhar ettikleri bu mekanda İs­lâm'ın sembollerini izhar etmeyi kastetmiştir. Bu, Lat ve Uzza'nın yerlerine Taif mescidini yapmasında olduğu gibi, küf­rün ve şirkin bulunduğu yerlerde, tevhidin sembollerini ika­me etme O'nun (salla’llâhü aleyhi ve sellem) âdetiydi.

Onlar diyorlar ki: Müslim'in Sahih'inde İbn Ömer'den Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in (r.a.) orada konakladıkları rivayet edilmiştir. Yine Müslim'in bir rivaye­tine göre o, Muhassab'da konaklamayı sünnet olarak görü­yordu.80

Buhârî ise, Ibn Ömer'in öğle, ikindi, akşam ve yatsı na­mazlarını orada kılıp, uyuduğunu ve Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) da böyle yaptığını söylediğini rivayet etmektedir.81

Hz. Aişe ve Ibn Abbas gibi diğer sahabiler ise, orasının rastgele konaklanılan bir yer olduğunu savunarak, bunun sünnet olmadığı görüşünü benimsediler. Nitekim Sahi-hayn'da İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Mu­hassab'da konaklama bir şey değildir. Orası sadece Hz. Pey-gamber'in yola çıkmasına daha elverişli olduğu için konak­ladığı bir konaklama yeridir.'82

79~ Buharı, Hac III. 361, Mekke; Müslim, Hac, nu: 1314.

8°- Müslim, Sahih, nu: 310,337 ve 338.

81' Buhârî, Hac, III. 472.

82" Buhârî, Hac, İH. 471; Müslim, Hac, nu: 1312.

426

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Yine Müslim'in Sdhik'inde Ebu Rafii'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bana ve beraberimde-kilere Ebtah'da konaklamamızı emretmedi. Fakat ben önce­den gelip O'nun çadırını oraya kurdum ve O da gelip orada konakladı. Neticede O'nun: 'Biz yarın müşriklerin bir za­manlar küfür üzere yeminleştikleri Kinaneoğulları düzlü­ğünde konaklayacağız' sözünü tasdik ederek, O'nun azmet­tiğini gerçekleştirerek ve Allah O'nu oraya tevfikiyle indir­miş oldu. Yani bu, Allah ile Resulü arasındaki bir tevafukun sonucuydu.'83

Tavaf esnasında remel uygulaması da buna benzemek­tedir. Remel, Kudüm tavafında, ilk üç şavtta biraz hızlıca yürümektedir. Hz. Peygamber bunu yapıp emrettiği için Cumhur bunun sünnet olduğu kanaatindedir. İbn Abbas . ise, - daha Önce Müsned'den naklettiğimiz gibi- onun sünnet olmadığını söylemektedir. Dileyen remel yapar, dileyen de yapmaz.84

Ibn Abbas, Buhâri'nin rivayet ettiği şu hadîste Hz. Pey-gamber'in remeli emretmesinin sebebini şöyle açıklıyor: "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve ashabı, (Mekke'ye) gelmişlerdi. Müş­rikler: 'Yesrib (Medine)'in sıcağının zayıflatığı kimseler gele­cek' demişlerdi ki, (bunu işiten) Hz. Peygamber onlara üç şavtta remel yapmalarını, iki köşe arasında da yürümelerini emretmiş, onlara bütün şavtlarda remel yapmalarını ancak öylece kalıverir endişesiyle emretmiştir."85

Nitekim Hz. Ömer (r.a.) bir an remeli terk etmeyi dü­şünmüş, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Buhâ-

S3- Müslim, Hac, nu: 1313.

M- İbnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead, III, 294-5.

^ İbn Hacer, Fetkıt'l-BSri, IH, 294-5

427

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

rî'de rivayet edildiğine göre o (Hacerü'I-Esved) köşesine ses­lenerek.

-"Vallahi, çok iyi biliyorum ki sen bir taşsın, ne zarar verirsin, ne de fayda verirsin. Şayet ben Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) selamladığını görmüş olmasaydım, seni selamlamazdım" dedi ve onu selamladı. Sonra,

-"Bizim artık remel ile ne işimİz var ki?. Biz o zamanlar onunla müşriklere (güçlü) görünmek istemiştik, ama Allah onları helak etti!" dedi. Bunun akabinde ise:

-" Fakat Hz, Peygamber'in yaptığını terk etmek isteme­yiz" dedi.86

Hadîsten anlaşılan -Fethu'l-Bârfde denildiği gibi- Hz. Ömer (r.a.) remelin yapılış sebebini ve onun artık geçip git­tiğini bildiği için önce tavafta remeli terk etmeyi düşünmüş, sebebin yok olması sebebiyle bunun terk edilmesi (gerektiğini anlamıştı Fakat daha sonra, bunda kendisinin bilmedi­ği bir hikmetin bulunabileceği ihtimalinden dolayı bu görü­şünden dönmüştü. Neticede o, bu mânâ cihetinden ittibanın daha evlâ olduğu kanaatine vardı. Ve o (İbn Hacer) şöyle de­mektedir: "Yine o buna etki eden sebepleri hatırlayınca, Al­lah'ın İslâm'ı ve ehlini şereflendirmek üzere gönderdiği ni­metlerini düşünerek böyle yaptı."

Müşriklere karşı yapmış oldukları güç gösterisinde sa­habe, müşriklerin o tarafta bulunmaları sebebiyle sadece Şam tarafındaki köşelerden yana uğradıklarında acele et­mekle yetinirken, İbn Abbas hadîsinde açıklandığı üzere Ye­men tarafındaki köşelere uğradıklarında ise; normal şekilde yürümüşlerdir ki bu da, Hz. Ömer'in (r.a.) bu düşüncesini d es teklemektedir.

429

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Biz, Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) itaat ve onun sünnetine ittiba etmelerine rağmen sahabenin, zaman zaman, O'nun emir ve yasaklarının kesinlik ve bağlayıcılık ifade etmediğini veya bunun dünya işlerinden O'nunla tartışılabilecek, O'na mu­halefet edilebilecek bir re'y veya ictihad olduğunu anladık­larında, ya da Candan ümmet ve devlet için yöneticilik ve re­islik vasfıyla sâdır olup da, bunun kıyamete kadar her üm­met için genel ve devamlı bir teşriî vasfına hamledilmemesi halinde O'nun bazı emirlerine muhalefet ettiklerini, yasakla­dıklarını ise yaptıklarını görmekteyiz. Hz. Peygamber'in onları visal orucundan nehyetmesi buna bir misaldir. Bununla birlikte onlar, Hz. Peygamber'in bu nehyinin -Allâme Reşid Rıza'nın sözünde zikredildiği gibi- onlara acıma babından olduğunu zannettiklerinden dolayı hem oruç tuttular, hem de namaz kıldılar.

Bazen de onlar, bazı konu{m)lardaki zanlarında hataya düşebilmektedirler. Meşakkat olmasına rağmen, bazılarının yolculukta oruç tutmakta ısrar etmesi ve Hz. Peygamber'in onlar hakkında "Onlar asidirler"87 buyurmasında olduğu gibi.

Mesela, Medine hurmasının üçte birini almaları ve or­dularıyla Medine'yi muhasaradan vazgeçmeleri karşılığında Hz. Peygamber, Gatafan kabilesiyle anlaşmak istediğinde, O'na muhalefet etmişler, iki Sa'd (Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade) bu hususta diretmişlerdir.88

Yine Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet ederek,89 be-yazlaşan saç-sakalları boyatmakla ilgili Nebevi emir gelmiş-

™' Müslim, Siyam, nu: J14,

8&- Bkz. İbnu'l-Kayyim, Zaâul-Meûd, 01,273.

®' Burada Tahudiler ve Hıristiyanlar boyamazlar, öyleyse siz onlara muhalefet edin' hadîsine bir işaret vardır.

429

 

SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM

tir. Bununla birlikte, sahih olarak gelen haberlere göre, saha­beden birçok kimseler beyazlaşan saç-sakallarını boyamamaktaydılar. Onlar, Hz. Peygamber hayattayken böyle bir ta­sarrufun vahiyle olup-olmadığını; o hususta bağlayıcılık olup olmadığını O'na soruyorlardı. Tıpkı Bedir Gazvesi'nde Hu-bab b. el-Münzir'in - "Ey Allah'ın Resûlü! Burası seni Allah'ın indirdiği bir yer mi, yoksa, bu bir re'y, savaş veya tuzak mı?"90 sorusunda olduğu gibi. Yine, daha önce bahsedilen Berîre ile Muğis'in durumunda olduğu gibi.

Aynı şekilde ümmetin bilgini, Kur'an'ın tercümanı Ibn Abbas'ın (r.a.) ehl-i merkebin etlerinin yenilmesine dair Hz. Peygamber'den Hayber günü sâdır olan nehyi, o vakit için kastettiği belli bir maslahata hamlettiğini görmekteyiz. O

Hadîs İbn Hişam'ın Sireninde bulunmakta ve İbn İshak'tan nak­ledilmektedir: "SelemeoğuHarından bazı adamlar ban.i haber verdiler ve zikrettiler ki Hubab..." demektedir. Elbânî, Gazzali'nitı Fskhu's-Si-re adlı kitabına yapmış olduğu tahrişinde bu hadîsin talıricinde şöyle demektedir: "Bu hadîs, isnâdındaki, Selemeoğullanndan bazı adam­lar ile, (ki bu adamların kimler olduğu meçhuldür ve Hubab ile çağ­daş olup olmadıkları da belirsizdir.) İbn İshal: arasında bulunan râvi-ler sebebiyle vasıtanın bilinmemesinden dolayı zayıftır. Hakim bu ha­beri MiîsledreSfiadi (ili. 427) mutfasıl olarak rivayet etmiştir, ancak onu sahih görmemiştir. 'Zehebi de karşı çıkmıştır. Fakat, İbn Hacer el-tsabe'de ([. 427) İbn İshak'ın Sire'deki tankından onu muttasıl ola­rak nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bana Yezid b. Mervan, Urve'den ve Bedir kıssasındaki birden çok kimseden rivayet etti ve Hubab'ı zikret­ti..."Urve'ye varan bu isnâd sahihtir. Çünkü Hubab, Hz. Ömer'in ha­lifeliği döneminde vefat etmiş, Urve ise onun döneminin sonlarında doğmuş, dolayısıyla onunla görülememiştir, Fakat, kıssanın Urve'ye yetişen sahabe arasında -ki onlar gazve haberlerini oğullarına haber vermektedirler- çoktur. Meşhur olması onu takviye etmektedir. Yine bu hadîsin İbn Şahin ve ibn Hacer'in el-İsabe'sinde zayıf bir isnâd ile gelen şahidi vardır. Siret kitapları da Hubab'ın haberini nakletmiş ve ümmet bunu kabul ile karşılamıştır.

430

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

maslahat da, binek olarak ihtiyaçtan olduğu halde, kesilip yenilme cihetine gidilerek tüketilmekten merkepleri koru­maktadır. Dolayısıyla bu da, genel bir yasak, daimi bir teşriî değildir. İşte, âlimler ve muhakkakların, "Bu tasarruf, Hz. Peygamberden yöneticilik ve reislik vasfıyla sâdır olmuştur. Fetva veya yüce Allah'tan tebliğ etme vasfıyla sâdır olma­mıştır" gibi ifadelerle kastettikleri şey budur.

Nitekim Bunâıi, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ehl-i merkepleri, insanların binek­lere olan ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, bineklerin yok olmasını istemediği için mi nehyetti, yoksa, Hayber gü­nü etlerini haram mı kıldı bilmiyorum."91

Buhâri"nin Enes b, Malik'ten rivayet ettiği şu haber, bi­rinci ihtimale delâlet etmektedir; "Resûlullah'a (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir ki­şi geldi ve:

- 'Merkepler yenilmekte (ne buyuruyorsunuz)?' dedi, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sustu. Sonra ikinci bir şahıs geldi ve:

- 'Merkepler yenilmekte (ne buyuruyorsunuz)?' dedi, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yine sustu. Daha sonra üçüncü bir kişi geldi ve o da:

-   'Merkepler tüketilmekte!' dedi. Bunun üzerine O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir tellâla insanlara şu duyuruyu yapmasını emretti:

- 'Allah ve Resulü size ehl-i merkepleri yemenizi yasak­lıyor.' Bunun üzerine onlar, içlerinde etler kaynamakta ol-dukları halde, derhal kazanları devirip-döktüler/'^

Yine Buhârî, Amr b. Dinar'dan gelen bir isnâd ile şu ha­beri rivayet etmiştir: O (Amr) Cabir b. Zeyd Ebi'ş-Şa'sa'ya:

-"Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ehl-i merkepleri yasakladığını id­dia ediyorlar (ne dersin)?" diye soranca, o şöyle cevap verdi:

91" İbn Hacer, Fetku'l-Bârî, VII. 482, nu: 4227. 92~ A.g.e, VII, 467, nu: 4199.

431

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

-" el-Hakem b. Amr el-Gıfarî Basra'da bizim yanımızda böyle söylüyordu, fakat el-Bahr (büyük âlim) olan İbn Abbas buna karşı çıktı ve şu ayeti okudu: "De ki: Bana vahyolunan-larda, (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edil­miş bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan, ya­hut domuz eti - ki pistir-, ya da Allah'tan başkası adına ke­silmiş bir fısk (hayvan) olursa o başka..."93

İbn Abbas'ın bu itirazı, nehyîn vuku bulduğuna değil­dir. Çünkü o bunun Hz. Peygamberden sâdır olduğunu iti­raf etmektedir. Fakat o, bunun O'ndan umumîliği ve devam­lılığı gerektiren tebliği cihetiyle sâdır olduğunu söyleme­mektedir. O bunu, insanların maslahatını gerçekleştirmek, belirli bir vakitte onlardan belli bir mefsedeti defetmek ile alâkalı yöneticilik emirlerinden, riyaset kararlarından bir ka­rar olarak görmektedir. Onun bakış açısına göre buradaki maslahat, Müslümanların bineklerinin çokça kesilerek tüke­tilmesinden korunmasında yatmaktadır. Biz İbn Abbas'ın ehl-i merkeplerin etlerinin haram olmadığı yolundaki görü­şüne ister katılalım, ister katılmayalım, bu konuda mezhep­lerin fâkihleri, onların cumhuru ihtilaf etmişlerdir. Burada bizi ilgilendiren ise, Ibn Abbas'ın Hz. Peygamber'in bazı ya­saklarını umumî ve ebedî yasaklar olarak görmeyip, bunu yalnızca o anki maslahatı gerçekleştirmek üzere ortaya atı­lan yöneticinin (veliyyü'l-emr) kararlarından bir karar ola­rak görmesidir. Ben, Fıkhu'z-Zekat adlı kitabımda, Hz. Pey-gamber'den fetva, tebliğ ve nübüvvet vasfıyla değil de, yö­neticilik ve riyaset vasfıyla sâdır olan birçok hususa değin­dim ve zekat, zekat nisap ve miktarları ile, bazı mallardan zekatın affedilmesi yani alınmaması gibi konularda gelen

93- A.g.e, IX. 654, nu: 5529, ayet: 6, En'am, 145.

432

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

muhtelif rivâyetlerdeki birçok problemi çözmede bu ayrımı bir çözüm yolu olarak gördüm. Bu meselede en çok üzerin­de durduğum konular da, hayvanların zekatı İle ilgili husus­lardır. Çünkü hayvancılık, nübüvvet asrında Arap'ın en bü­yük servet kaynağı idi. Bundan dolayıdır ki, zekat ile ilgili hüküm ve prensiplerin çoğu buradan alınmıştır. Zekat hadîsleriyle alâkalı üç konu etrafında zikrettiğim bazı mütalâ­alarımı burada zikretmekte bir sakınca görmemekteyim, Hz. Peygamberden sâdır olan bu emir ve yasakların en fazla O'nun yöneticilik ve riyaset vasfıyla alâkalı olması hasebiy­le, bu ayrıma itibar etmenin birçok problemi çözecek en iyi çözüm yolu olduğu kanaatindeyim. Bu konular;

1- Zekatın tanımı konusunda rivayet kitaplarında yer alan ihtilaf ile alakalı,

2- Sığırların nisabı ile ilgili,

3- Atların zekatı ile ilgilidir.

Zekat Kitaplarında Görülen İhtilafın Yorumu

Burada hadîs kitaplarında Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve raşid halife­lerden gelen zekat hakkındaki bazı rivayetler üzerinde bir nebze durmamız gerekmektedir. Çünkü biz onlar arasında az da olsa ihtilaflar görmekteyiz. Burada rivayetlerle, makbul bir senedle gelen haberleri kastediyor, (zayıf ve merdud olanlarla meşgul olmuyoruz.) Hz. Ali'nin zekatla ilgili yazı­lı rivâyetindeki "Sadaka toplayan görevli, hayvanlardan bir yaş büyüğünü alacak olursa, on dirhem geri verir" emrinde olduğu gibi.

Resülullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zekat farizası ile ilgili belirlediği Hz. Enes'ten rivayet edilen hadîste geçtiği üzere, Hz. Ebu Bekir'in gönderdiği yazılı talimatta gelen, O'nun (zekat ve-

433

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

ren şahsın beş yaşında bir deve vermesi gerekirken, elinde bulunmadığı için onun yerine dört yaşında bir deve verme­si halinde, aradaki farkı telafi için) iki koyun veya yirmi dir­hem vermesini bildiren haberde olduğu gibi.

Aynı şekilde Hz. Ali'den gelen zekat talimatnamesinde, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'den gelen talimatnamelere mu­halif hususlar vardır ve Hz. Ali'nin bu yazılı belgesinin Hz. Peygamber'e ait olmadığı doğrudur; zira doğru olan onun mevkuf olduğudur. Fakat, {öyle de olsa) Hz. Ali, Hz. Pey-gamber'in belirlediği bir talimata muhalefeti acaba nasıl ca­iz görebilmiştir? Acaba burada biz birkaç sahih kanaldan ge­len Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in yazılı talimatlarını mı eleş­tireceğiz? Yoksa, "Hz. Ali diğer yazılı talimatların neshedil-diğini bilmekteydi ve nâsih de onun nezdinde idi" mi diye­ceğiz? Şayet böyle dersek, peki o bunları niçin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde ortaya atmadı? Bütün bunlar ka­bul edilemeyecek ihtimallerdir.

Benim anlayabildiğim ise şudur. Hz. Peygamber bu miktarları, nübüvvet sıfatıyla değil de, o dönemdeki ümme­tinin bir yöneticisi ve reisi sıfatıyla tayin etmiştir. Yöneticilik sıfatı da, içinde bulunulan toplum için, zaman, mekan ve be­lirli hallerde en faydalı olanına itibar eder. O, nübüvvet sıfa­tının aksine, böyle bir ortamda bunu emrederken; zaman, mekan ve durumlar değişince, daha başka bir şey emredebi­lir, hatta tamamen değiştirebilir. Nübüvvet sıfatıyla sâdır olanlar ise, her yer ve her zamanda, bütün ümmet için bağ­layıcı bir teşriî niteliği arzeder.

Yine bana göre, zekat olarak verilecek hayvanların yaş farkını telafi için belirlenen iki koyun veya yirmi dirhem tah­didi de bu cümleye dahildir. Zira, bu durumlardaki fark,

434

 

dondurulmuş tek bir kıymet ile sabit kılınamaz. Çünkü, ko­yun ile deve arasındaki oran sabit kalsa bile, iki koyuna be­del olarak belirlenen yirmi dirhem sabit kalamaz, Mesela, koyunların kıymeti artabileceği gibi, dirhemin alım gücü de düşebilir. Veya şimdilerde herkesin bildiği ve şahit olduğu gibi, bunun tam aksi de olabilir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber bir koyunu yirmi dirhem ile takdir ederken, o günkü fiyatlar uyarınca ve yönetici vasfıyla belirlemiştir. Şu halde, kıymet ve fiyatların değişmesine uygun olarak bizim de söz konusu farkı, başka bir miktar olarak belirlememize hiçbir engel yoktur.

İşte Hz. Ali'nin iki yaş arasındaki fark için, iki koyun veya on dirhem şeklindeki takdiri, bu esasa binâen gelmiştir. Bu ise koyunun onun döneminde ucuzladığını, dolayısıyla bu hususta Nebevî emre muhalefet edilmediğini göstermek­tedir.

Bu yazılı zekat talimatları arasındaki bir kısım detaylar-daki ihtilafları bu şekilde yorumlamak ve böyle bir gerekçe ile izah etmek, senedini ve sübutunu eleştirerek tamamen reddetmekten daha evlâdır. Nitekim İmam Yahya b. Main, develerin yaşları ve sayılarıyla ilgili belirlenen nisapları, sı­ğırların vb. nisaplarını kastederek "Zekat miktarlarını belir­leyen sahih hiçbir hadîs yoktur" derken böyle yapmıştır. Bu yüzden de Ibn Hazm ona çok sert bir şekilde karşı çıkmış ve onun bu sözünün delilsiz bir iddiadan ibaret olduğunu ve reddedilip atılması gereken bir söz olduğunu söylemiştir. Yine Schacaht gibi bir müsteşriğin, zekat nizamı ile ilgili Resûlullah'tan Csalla’llâhü aleyhi ve sellem) gelen birçok sarih-sahih hadîs hakkında şüphe oluşturmaya çalışması da bundandır. *

94" Kardavi, Yusuf, Fıkhu'z-Zekat, I, 189-191.

435

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Ele alacağımız ikinci konu ise, sığırların nisabı ile ilgili­dir. Acaba bu nisap, meşhur olduğu üzere otuz mudur, yok­sa seleften bazılarının benimsediği gibi on ya da beş midir?

Bana öyle geliyor ki, Resûlutlah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Müslüman yö­neticilere imkân tanımak ve böylece kendi toplumları için, zaman, mekan ve hale en uygun olanını seçmeleri için, ze­katların nisapları ve miktarları ile ilgili bazı hususları kesin bir şekilde tahdit etmeksizin kasten terk etmiştir.

Mesela, bazı dönemlerde, bazı yöneticiler, asrımızda dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunan ve bilinen bazı sığır cinslerinde olduğu gibi, sığırı, deveden daha çok değerli, da­ha çok yararlı ve daha bol süt veren, daha çok üreyen bir hayvan olarak görebilirler. Dolayısıyla burada onlar bu nisa­bı beş deve olarak belirleyebilirler ve buna bir koyun, on de-' veye iki koyun, yirmi deveye dört koyun alınır ve bundan sonrası, Muaz hadîsinde olduğu gibi alınır. Bu sığır cinsinin sahipleri, ileri gelen zenginlerden olursa, söz konusu görüş tercih edilebilir. Yine nisaba on sığır olarak itibar eden Şehr b. Havşeb'in görüşünü almak da mümkündür.

Fakat, bazı beldelerde sığırın beş-on tanesine sahip olanların bile zengin sayılamayacağı kadar kıymeti de fay­dası da az ise, oralarda makul olan meşhur görüşte olduğu üzere nisabın otuz olmasıdır. İşte bu, İmam Zührî'nin nisa­bın otuz olarak takdir edilmesi hakkındaki "Bu Yemenliler için bir hafifletme idi" şeklindeki sözünü açıklamak tadır.

Eğer Zührfnin dediği sahih ise, daha sonra ıstılahlaşan anlamıyla ortada bir nesih yok demektir. Bu durumda Hz, Peygamber bunu, değişebilen ve dolayısıyla ona bağlı olarak hükmü de değişebilecek olan dönemin maslahatına uygun olarak, onlar hakkındaki hükümleri idare eden Müslüman-

436

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

Iarın bir yöneticisi vasfıyla yapmıştır. Resûlullah'ın (s.a.v,) yöneticilik ve reislik vasfıyla yaptıklarına ve söylediklerine gelince bunlar, O'nun nübüvvet (veya Allah'tan tebliğ etme) vasfıyla yapıp-söylediklerinden farklıdır ve ikisi arasında büyük mesafe vardır, 9S

Sonra bu konuya, atların zekatı ile onun farz olup olma­dığı etrafında imamlar arasındaki ihtilaflara adı geçen bah­sin sonunda tekrar döndüm. "Sizden atların zekatını affet­tim" hadîsini zikrettikten sonra orada şöyle dedim:

"Burada tercih ettiğim görüşü daha Önce, sığırların ni­sabının tahdidinde olduğu gibi, zekat ile ilgili yazılı talimat­larla da gelen küçük bir ihtilaf hakkındaki değerlendirmem­de de söyledim, bu husustaki ihtilaf şudur: Hz. Peygamber, bunu ümmete ve yöneticilerine ...genişlik olsun diye kasten terk etmiştir. Ve O (s.a,v.) bunu ancak, ümmetin ve milletin o dönemdeki maslahatının gereğine uyarak emreden-yasak-layan, bağlayıcı kılan-affeden bir yönetici sıfatıyla söylemiş­tir. Nitekim o dönem, atların zekattan muaf tutulmasını ge­rektirmiştir. Peki Hz. Peygamber'in nübüvvet vasfıyla söyle­dikleri ile, yöneticilik vasfıyla söylediklerini ayırt etmenin yolu nedir?

Bunun tahkiki ve birbirinden ayırt edilebilmesi ancak, ilgili durumların karinelerinin bilinmesiyle olur. Hadîsin ko­nusunun, devletin siyasî, iktisadî, askerî, idarî vb. işleriyle il­gili, maslahata dayalı bir durum olmasıyla bilinebilir. Yine yöneticilik vasfıyla sâdır olduğunu gösteren hususlardan bi­ri de, yer, zaman ve hallerin değişikliği sebebiyle, zikredilen bir nassa muhalif bir başka nassın, hatta birkaç nassın daha

95" Kardavi, Yusuf, a.g.e, 1,203.

437

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bulunmasıdır. Bundan o hususta belirli bir zamanda, geçici cüz'î bir maslahata riayet edildiği, onunla ebedî ve umumî bir teşriî kastedilmediği anlaşılır. "Sonra, İmam Karafî ve İmam Dehlevî'nin (daha önce naklettiğimiz) sözlerini de de­lil olarak zikrettim, ardından da şöyle dedim:

* Benim kanaatime göre Hz. Peygamber'in atların zeka­tını affetmesi, - şayet sahih ise- işte bu kısma girmektedir. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), o dönemdeki cüz'î maslahatı - ki o da cihad için at edinmeye ve binmeye teşviktir- kastetmiştir. Nitekim, Hz. Peygamber'in "Sizin için affettim" ifadesi de buna delâlet et­mektedir. Şayet atlar, zekat verilmesi gereken mallar kapsa­mında olmasaydı, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem), "Sizin için affettim" demezdi. Çünkü bir şeyin affı veya bir şeyden geçilmesi, ancak o şeyin istenilmeye layık olmasından sonra olur. Burada bazı âlim­lerin de dediği gibi, bu işin Hz. Peygamber'e bırakıldığına bir ima vardır. Aynı şekilde, O'ndan sonraki adil yöneticile­rin de, kamu yararının gerektirdiği duruma bakarak, atlar­dan zekatı alma ve affetme yetkileri vardır.

Şayet bazı memleketlerde atlar, sahipleri tarafından ti­carî maksatlarla üretilip yetiştirüiyorsa ve (belki de) bu ha­liyle develerden daha büyük ve önemli bir servet haline gel­mişse, bazısından alıp, bazısını terk ederek zenginler arasın­da hiçbir fark gözetmeksizin, atlardan da zekat almak yöne­ticinin hakkı, hatta görevidir. İşte, Hz. Peygamber'in atlar­dan zekat almayı affettiği eğer sahih ise, daha sonra Hz. Ömer'in atlardan zekat almasının kabul edilebilecek bir yo­rumu yoktur. En doğrusunu Allah bilir.96

96" Kardavi, Yusuf, a.g.e.. I, 230-233.

438

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Sık Sık Nesih Görüşüne Sığınmaya Hacet Yoktur

Sünnete tahkik ehli âlimlerin bu açıklamaları ışığında bakıl­ması, deliller arasındaki çelişkiden kaçmak için âlimlerimiz­den birçoğunun benimsediği nesh kanaatine sığınmaktan bi­zi kurtaracaktır.

Oysa nesh, ihtimal ile sabit olmaz, iki nasstan birinin di­ğerini neshettiğini söyleyebilmek için, o ikisinden hangisinin önce, hangisinin sonra sâdır olduğunun bilinmesi gerek­mektedir. Halbuki, hakkında mensuh denilen hususlardan birçoğu gerçekte mensuh değildir. Bilakis, bu konudaki iki nass, muayyen bir konumda, belirli sebepler ve şartlarda sâ­dır olan Nebevi şer'î siyaseti temsil eder. Hükmü gerektiren sebepler değişince, neticesi olan hüküm de değişir.

İşte kurban etlerinin biriktirilmesinin yasaklanmasın­dan sonra tekrar mubah kılınmasının nesh olmadığına dair bazı imamların söyledikleri de bu kabildendir. Şer'atu'l-İslâ-mi adlı kitabımda açıkladığım gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kurban bayramını takip eden üç günden sonra kurban etle­rini biriktirmeden men etmişti. Çünkü, hem o günlerde in­sanlar sıkıntı içerisindeydiler ve ete ihtiyaçları vardı, hem de dışarıdan muhtaç olan heyetler gelmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber toplumun lideri ve devletin başkanı sıfatıyla etleri biriktirmekten men etme emrini çıkardı.

Buhârî, Selem b. Ekva'nın şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: "Hz. Peygamber,

-  'Sizden her kim kurban kesmişse, üç günden sonra evinde ondan bir şey bırakmasın!' buyurmuştu. Ertesi yıl olunca, sahabe:

- 'Ey Allah'ın Resulü, yine geçen yıl yaptığımız gibi mi yapacağız?' deyince, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

439

 

sunnetİ anlamada vöntem

- 'Yiyin, yedirin ve biriktirin! Çünkü geçen yıl böyle yapmamızın sebebi, insanlar o zaman sıkıntı -açlık ve me­şakkat- içerisindeydi ve ben bununla sizin onlara yardım et­menizi istemiştim.' buyurdu." Bazı hadîslerde ise, "Ben sizi gelen misafirlerden (yani Medine dışından gelen kimseler­den) dolayı nehyetmiştim" buyurmuştur. İşte bu hadîs ile önceki hadîs, söz konusu nehyin illetini açıklamaktadır. An­laşılan o ki, bu, geçici -şartların çözümüne yöneliktir ve illet kaybolunca hüküm de yok olmuştur. Nitekim bunun açıkça mubah olduğunu ifade eden bir hadîs de gelmiştir: "Sizi kurbanların etlerinden biriktirmekten nehyetmiştim, artık yiyin, yedirin ve biriktirin!"

Fakihlerden çoğu, bu mübahlığı, önceki nehy için bir nesh sanmışlardır ki, öyle değildir. Araştırıldığında görüle­cektir ki, bu nesh babından değildir. İmam Kurtubi'nin tefsi­rinde açıklayarak söylediği gibi, "Aksine o mensuh olduğu için değil, illetinin kalkması sebebiyle kalkan bir hükümdür. Neshedilerek kalkan hüküm ile, illetinin kalkmasından dola­yı kalkan hüküm arasında fark vardır. Çünkü, nesh ile kalkan bir hüküm ile ebediyen hükmedilmez- Oysa, illetin kalkma­sıyla kalkan hüküm ise, illetinin dönmesiyle yine döner. Şayet bir belde halkına kurban zamanında muhtaç insanlar gelse, bu belde halkının da onların ihtiyaçlarını kurbanların dışında gidermeye imkanları olmasa, onların da tıpkı Hz. Peygam­berin yaptığı gibi üç günden fazla bekletmemeleri gerekir.97 Aynı şekilde İmam Şafiî de, Risat’e'de, illetleriyle ilgili babın sonundaki hadîste, kesin olarak ifade etmese dv, nehyin dışarıdan gelenlerle alâkalı olduğuna dikkat çekmiştir.98

97~ Kurhıbi, el-Cami', XTI. 47-48. 98~ Şafii, Risale, s. 239.

440

 

Hz. Ali'nin bir bayram günü, namazı kıldırıp insanlara hitap ettiğinde Hz. Peygamberin nehyini hatırlatarak etleri üç günden fazla biriktirmekten nehyetmesi de, bu görüşü desteklemektedir. Nesh kanaatinde olanlar Hz. Ali'nin bu uygulaması karşısında şaşırmışlar ve bazıları "Belki de nesh ile ilgili haber ona ulaşmamıştır" demişlerdir. Oysa, İmam Ahmed ona mübahlığın ve ruhsatın ulaştığına delâlet eden haberler nakletmiştir. Dolayısıyla, tercih edilmesi gereken, onun bunu insanların ihtiyacına binâen söylemiş olmasıdır. Nitekim Fethu-l-Bârfde zikredildiği üzere İbn Hazm da bu kanaattedir. Hafız (İbn Hacer) ise şöyle demektedir: "Üç gün sınırlaması, o günkü hal ile ilgili bir vakıadır. Aksi takdirde, şayet ihtiyaç bütün etlerin damıtılmasıyla giderilecek olsa hiç bekletilmemesi gerekirdi."99

Rafiî, bazı Şafiîlerin şöyle dediklerini anlatmaktadır: "Haramlılık bir illete mebni idi. İllet kaybolunca, hüküm de kayboldu. Fakat illetin geri dönmesi, hükmün de geri dön­mesini gerektirmez. İbn Hacer Fethu'l-Bâri'de desteklese de, onlar bu görüşü uzak bir ihtimal olarak görmektedirler."'™

Şayet onlar bu konudaki Nebevi nehyi, raiyyesinden sorumlu olan bir yöneticinin tasarruflarından ve o günkü şartlarla ilgili seri siyasetin gereklerinden olarak görebilse­lerdi, hepsi rahatlayacaklardı. Çünkü bu bir mubahı sınırla­maktan, şartların gerektirdiği bir yardımı gerekli kılmaktan farklı bir şey değildi. Dolayısıyla Allah'a hamdolsun burada da bir problem yoktur. ı°ı

Nitekim bu hususta İmam Şafiî'nin Risale'de ve Ihtila-fu'l-Hadîs'de nehiyden sonra kurban etlerini biriktirmenin

99- İbn Hacer, Feth^i-Bârî, XII. 120-125

10°- A.g.e.

im~ Kurtubi, el-Cami1, XII. 47-48.

441

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

mübahlığı hakkında zikrettiklerinin akabinden, AUâme Ah-med Muhammed Şakimin aydınlatıcı değerlendirmelerini buldum. O şöyle demektedir:

"Gördüğün gibi Şafiî, bu husustaki görüşünde, bu şe­kilde tereddüt etmiştir. O bazen neshe kail olmakta, bazen de nehyin farz değil, ihtiyarî olduğunu söylemekte, bazen de bu nehyin (özel) bir anlamı bulunduğunu, onun bulun­ması halinde nehyin sabit olacağını söylemektedir. Oysa be­nim nezdimde tercihe şâyan olan husus şudur: ' Etleri üç günden fazla biriktirmeden nehy, ancak Hz. Peygamber'in dışarıdan gelenleri göz önünde bulundurarak buyurduğu bir tasarruftur. Bu O'ndan, umumî işlerdeki teşriî yoluyla değil, insanların maslahatını gözeten bir yönetici ve devlet başkanı sıfatıyla sâdır olan bir tasarruftur. Dolayısıyla bura­dan, bir yöneticinin bu gibi durumlarda emretme veya ya­saklama yetkisinin bulunduğu ve onun bu emrinde itaatin vacip olduğu, kimsenin kendisine muhalefet edemeyeceği neticesi çıkartılabilir. Bunun delili ise, sahabeden söz konu­su sıkıntı gidince onların (ertesi yıl gelip bazı kimselerin kur­ban etlerini biriktirdiklerini) sorduklarında Hz. Peygam­ber'in "Bunda ne var?" buyurmasıdır. Onlar Hz. Peygam-ber'e bu husustaki nehyini hatırlatınca, O onlara nehyin illet ve sebebini açıkladı. Eğer bu nehy, teşriî olsaydı, onlara böy­le bir hükmün var olduğunu, ancak sonra neshedildiğini mutlaka zikrederdi. Oysa O'nun sadece nehydeki illeti açık­laması, O'nun bununla, bu gibi meselelerin, yöneticinin gör­düğü maslahata göre çözüldüğünü ve böylesi durumlarda ona itaatin vacip olduğunu öğretmeyi kastettiğini gösterir. Dolayısıyla buradan öğreniyoruz ki, bu husustaki emir, ihti-yarilik değil fariziyer ifade eder. Ancak o, belli bir zamanla

sınırlı, özel bir mânâsı olan, yöneticinin göz Önünde bulun­durduğu maslahattan Öteye geçmeyen bir farzdır.

Bu ise, düşünmeye, geniş bir bakış açısına, Kitap ile sün­neti ve ihtiva ettikleri mânâları oldukça geniş bir şekilde mü­talâa etmeyi gerektiren gayet güzel, ince bir mânâ olduğu ka­dar, Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerden başkaları için birçok meselede de tatbiki zor olan bir husustur.103

Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İctihadları

Müslüman usûl ve kelam âlimleri, Hz. Peygamberin ictihad etmesi hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Onlardan bazıları, Hz. Peygamber'in şer'î hususlarda içtihadının ola­mayacağını, çünkü O'nun vahiy almaya kadir olduğunu, dolayısıyla dûnundaki içtihada başvurarak daha üstün bir kaynak olan vahiyden veya zanna başvurarak yakın (kesin bilgi)den müstağni kalamayacağını belirtmişlerdir. Onlar, yüce Allah'ın şu ayetlerini de delil getirmişlerdir: "O, heva-smdan konuşmaz, o ancak kendisine vahyedilen bir vahiy­dir." (Necm, 3-5) Bu ayet, O'nun ancak vahye dayanarak ko­nuştuğunu haber vermektedir. O'nun içtihadından sâdır olan hüküm ise vahiy olmaz ve dolayısıyla buradaki nefyin kapsamına da girmez.

Diğer âlimler ise buna Kur'an, sünnet ve aklî delillerle cevap verdiler ve şöyle dediler: "Onların delil getirdikleri ayet onların lehine bir delil olmaz, çünkü o, Kur'an'dan bah­setmektedir. Anlamı ise Katade'den rivayet edildiği üzere söyledin "Kur'an'da O'nun hevasından sâdır olan bir şey yoktur, bilakis o, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir vahiydir." Bunu Kurtubi, Tefsirinde zikretmiştir.103

102-Kurtubi,a.g.e. 103

442

443

 

sCnneti anlamada yöntem

Şevkanî ise, "O hevasından konuşmaz..." ayetini delil getirenlere cevaben şöyle demektedir: "Burada kastedilen Kur'an'dır. Çünkü müşrikler "Onu bir beşer öğretiyor..." di­yorlardı Şayet onların dedikleri bir an için doğru kabul edil­se bile, bu onun içtihadının olamayacağına delalet etmez. Çünkü O, ictihad ve vahiy ile taabbüd ederken, hevasından konuşuyor değildi, aksine yine vahye dayanmaktaydı,"104

Bu âlimler içtihadın olamayacağını söyleyenlere Hz. Peygamber'in içtihadının sabit olduğu vakılardan bazılarıy­la cevap vermişlerdir. Mesela O'nun:

-" Peki, babanın borcu olsaydı, bu hususta ne derdin?", Hz. Ömer'e.

-" Mazmaza yapmış olsan, ne olacaktı?", Hz. Abbas'a da:

-" İzhir otu hariç olsun" ve,

-" Bu şiiri onu öldürmezden evvel duymuş olsaydık, onu öldürmezdik" sözlerinde olduğu gibi.

İşte bundan dolayı âlimlerin çoğu, Hz. Peygamber'in ic­tihad etmesinin caiz olduğu ve birçok davada bilfiil vuku bulduğu kanaatini benimsemişlerdir. Onlara göre Hz. Pey­gamber, ictihad ettiği gibi, bazen hata da edebilir ve ardın­dan O'nun hatasını tashih etmek üzere vahiy gelir ve O'na doğru olanı açıklar. Böylece O, asla hata üzere bırakılmaz. Bu da O'nun diğer müctehitlerden ayrıcalıklı bir yönüdür. Bundan dolayıdır ki. Usûl âlimleri, ictihad yoluyla gelen hü­kümleri, "vahy-i bâtın" diye isimlendirmişlerdir ki o, her ne kadar vahiy değilse de, vahye benzemektedir.

Fakat söz konusu ictihad sırf dünya işleri ile ilgili oldu­ğu zaman, iki fırka arasındaki görüş ayrılığı daha da belir­ginleşmektedir. Nitekim Keşfu'l-Esrar'da Hz. Peygamber'in

104' İbn Hacer, Fetkul-Bârî, XII. 120-125.

444

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

içtihadı ile ilgili ihtilaf zikredildikten sonra şöyle denilmiştir: "Âlimlerin hepsi O'nun savaşlar ve dünya işleri hakkında..., kendi re'yiyle amel etmesinin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Aynı şekilde onlar, savaş vb. gibi işlerde O'nun ictihad ve re'y ileri sürmesinin caiz olduğunda ittifak ettikleri gibi, böylesi konularda O'na muhalefet etmenin de caiz olduğu hususunda da ittifak etmişlerdir. Nitekim, Hen­dek Savaşı'nda Hz. Peygamber'in Gatafan Kabilesi'ne savaş­tan vazgeçmeleri karşılığında Medine hurmalarının 1/3'ünü vermek istediğinde iki Sa'd (b. Muaz b. Ubade) O'na muha­lefet etmişlerdir. Bedir günü de konaklanılan yer konusunda Hubab b. El-Münzir O'na muhalefet etmiştir."™5

Yine azad edilmesinden sonra Berire de Hz. Peygam­ber'in köle konumunda bulunan kocası Muğis'e dönmesi yolundaki arabuluculuğuna da muhalefet etmiştir. Halbuki kocası ona çok bağlıydı O ise, ondan hiç hoşlanmıyordu. Hz. Peygamber, onunla kocasına dönme konusunu görüşüp, kendisinin bir aracı olduğunu ona anlatınca, Berîre:

- "Benim ona ihtiyacım yok" demiştir. Bu haber Sa-hih'lerde sabittir.

Sünnetten İrşad Yoluyla Gelen Emir ve Yasaklar

Burada bilmemiz gereken önemli bir husus da, Hz. Peygam­ber'den gelen bazı konular, Allah'tan sevap almak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak arzusuyla yapılması veya el çekil­mesi istenilen dinî konulardan değildir. Hatta bu taleplerin­den bir kısmı, emir ve nehiy sigasında olsalar bile durum böyledir. Usûl âlimleri bunu, emr-i irşad veya nehy-i irşad

105" Abdulaziz el-Buhâri, Keşfu'I-Esrar aya Usuli'I-İmam el-Peıdevi, II. 626.

445

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

diye isimlendirmektedirler. Onlar emirdeki irşada, Yüce Al­lah'ın borçlanma ayetindeki "Alış-veriş yaptığınız zaman, buna şahit tutun" (Bakara- 282) emrini; nehiydeki irşada ise O'nun "Ey inananlar, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeye­cek şeyleri sormayın!" (Maide, 101) buyruğunu misal göster­mektedirler. Halbuki onların bu hususu, hadîslerdeki irşad daha açık ve bariz olduğu için bazı hadîslerle misallendir-meleri daha uygun olurdu. Çünkü, nedb veya irşad ifade etmesi itibariyle Kur'an'ın emirleri; mekruhluk veya irşad ifa­de etmesiyle de nehiyleri tartışılabilir.

Yine onlar, nedb ile irşad arasında da fark gözetmişler ve şöyle demişlerdir: "Nedb iîe irşad arasında da farka gelin­ce; nedb, ahiret sevabına yöneliktir, irşad ise dünya menfa­atiyle alâkalıdır. Borçlanmalarda şahit tutmayı terk etmekle ahiret sevabı eksilmeyeceği gibi, bunun yerine" getirilmesiy-le de sevap artmaz."106

İşte bu bize, Hz. Peygamberin bazı emirlerinin vaciplik veya müstehaplık ifade etmediklerini, bunun, ictihad etme­leri hatta o konuda başka bir reye başvurmaları caiz olan dünyevî maslahatlara irşad anlamında olduklarını gördük­lerinde, sahabenin böylesi emirleri nasıl terk edebildiklerini açıklamaktadır.

Bunun bir misali, Hz. Peygamberin "Yahudiler ve Hı­ristiyanlar (saç-sakallarını) boyamıyorlar, siz onlara muhale­fet edin"107 şeklindeki ağaran saç ve sakalların boyanmasıyla

106- Abdulaziz el-Buhârf, a.g.e-, I 107; Şevkânî, İrşadu'l-Fııhul'da bu­nu Razi'nİn Mnhsu/'ünden naklederek zikretmektedir. Bkz: ei-Mohsul, II. Böiüra, I. 58; Amidi, el-îhkam fi Usuli'l-Ahkam, II. 207.

107- Buhâri, Libas, Ebu Hureyre'den, (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, X. 354, no: 5899); Müslim de rivâyel etmiştir. M. Fuad Abdulbaki, el-Lü'lüü ne'l-Meram, no: 1362.

446

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ilgili emridir. Oysa Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-Bârİ'de dediği gibi, sahabeden boyamayanlar mevcuttur. Mesela, Ali b. Ebi Talib, Ubey b. Ka'b, Seleme b. el-Ekva', Enes b. Malik ve bir­çokları boyamayı terk edenler arasındadır.108

Hafız İbn Hacer, orada selefin kına ile boya hakkındaki ihtilaf ve terk etmelerini de zikretmiş ve şöyle demiştir: "Fa­kat mutlak olarak kına kullanılması daha evlâdır. Çünkü on­da, Ehl-i Kitaba muhalefet etme emrine de imtisal vardır. Ayrıca onda, saçları toz vb. şeylere karşı koruma da söz ko­nusudur. Fakat bir beldenin saç boyamama gibi bir âdeti varsa o başka. Çünkü böyle bir durumda toplumdan ayrı ha­reket eden kimse, şöhret makamında gibi olur ki, onun hak­kında bunu terk etmesi daha iyidir."109

Asrımızda kendilerini sünnete ittibaya nispet eden bazı aşırı gidenlerin yaptıklarının aksine Hafız ibn Hacer, bu işi beldelerin âdetine bırakmakla oldukça insaflı davranmıştır.

Yine "Oğlunu, Rabah, Yesar, Eflah ve Nafi' diye isim­lendirme"110 hadîside böyledir. Bununla birlikte sahabe as­rından beri Müslümanlar, bu isimleri koymaktadırlar. Şayet bunda dinî bir mekruhluk olsaydı, onlar çocuklarını bu isim­lerle isimlendirmezlerdi.

Tıbbî Nitelikli Hadîsler:

Kanaatime göre tıbbî nitelikli ve buna benzer, mesela belli bir tür sürmeye, ya da belirli türden yiyeceklere veya giye­ceklere vb. teşvik eden hadîsler de bu cümledendir, yani terk edilmesiyle sevabı eksilmeyen, yapılmasıyla da artmayan ir-

108' İbn Hacer, Fethu'I-Bürî, X- 355.

109-

A.g.e.

no" Müslim, Sahih, Semure'den, no; 2136. (II. 1685)

447

 

SÜNNET) ANLAMADA YÖNTEM

şad hatundandır.

Hadîste geldiği üzere, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) siyatik hastalı­ğına yakalanan kimseye, Arap koyunun kuyruğunu tavsif etmişse, bu, yapanın sevap kazanacağı, terk edenin ise kı­nanacağı dinî işlerden değil, Arap toplumunun tecrübesine bağlı dünyevî bir İş için irşad kabilindendir. Bu sebeple Müslüman, bugün onu terk edebilir, mütehassıs bir doktora gidip onun yanında tedavi görebilir, onun görüşünü alabilir, ama buna rağmen sünnete de muhalif olmaz.

Hz. Feygamber'in "Uyuyacağınız zaman size ismid (antimuvan) tavsiye ederim. Çünkü o, görmeyi güçlendirir, saçı büyütür"112 sözü de böyledir.

Hz. Peygamber'in "Size ismidi tavsiye ederim, çünkü o saçı bitirir, çapağı giderir ve görmeyi netleştirir"1 i3 vb. is­mid İle sürmelenmeye çağıran hadîslerinin hepsi de irşad yolludur. Dolayısıyla Müslümanın artık göz doktorunun ta­limatını izlemesinde hiçbir günah yoktur. Şayet güvenilir bir doktor ona, "İsmid sana uygun değil, sana bir yararı yok" dese, onun ondan uzak durması gerekir ve o, bununla sünnete muhalefet etmiş olmaz. Bilakis o, her sahada zikr ve tecrübe ehline başvurmanın vacipliği şeklindeki İslâm'ın rehberliğine ve aynı şekilde "Zarar verme de, ona zararla

'"* İbn Mâce, Tıbb, no: 3464; Busiri onu sahih görmüştür. Hakkında­ki değerlendirme fbn Kayyim'in sözünden sonra gelecektir. "*J ibn Mâce, Cabir ve İbn Ömer'den; Hakim, İbn Ömer'den; Ebu Nuaym, Hıtye'de İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Hadîs, Sakîhu'l-Cnmii's-Sağir'de no: 4054,4056'da zikredümişfir. ' *3" Taberani ve Ebu Nuaym onu Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir. Na-sıruddin el-Elbânl, onu Sahihu'l-Caınii's-Sağifde no: 3934'de zikrelmif ve hasen olduğunu söylemiştir.

"^ Ahmed ve İbn Mâce, İbn Abbas'tan, İbn Mâce, Ubade'den riva­yet etmiştir ki, bütün tarikleri ile sahihtir. Nasıruddin el-Elbânî, onu

448

 

karşılık verme de yoktur"'14 şeklindeki Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözüne ittiba etmiş olur. Çünkü Resûlullah (s.a.v,) bedenlerin tıbbı ile gönderilmemiştir, onun ayrıca ehli var­dır. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ancak, kalplerin, akılların ve nefislerin tıbbı ile gönderilmiştir.

İşte asrımızda bir hayli tartışma ve çarpışmaların yapıl­dığı, herhangi bir kaba düşen sineğin batırılması ile ilgili ha­dîse bu bakış açısından bakıldığında hem biz rahatlayacağız, hem de başkalarını rahatlatacağız.

Şu halde hadîs, dünyevî bir işte, besin maddeleri sınırlı ve az olan belirli bir çevrede irşadı temsil eder. Dolayısıyla özellikle evlâtlarını sadelik içerisinde ve sert hayat şartların­da yetiştiren ve onları cihad hayatına hazırlayan bir toplum­da içerisine sinek düşen bütün yemeği dökmek gerekmez.

Fakat, hadîsin ihtiva ettiği "Sineğin bir kanadında zehir, diğer kanadında da panzehir olduğunu" haber vermesi, çev­re tecrübesinin, Arap tecrübesinin de üzerinde bir şeydir. Bu yüzden bu durumu yadırgayarak reddetme veya yalanlama ile karşılamamamız gerekmektedir.

Alimlerin "Nebevi tıp" diye isimlendirdikleri şeyle ne kadar şeref duyarsak duyalım, ittifakla kabul edilen bir hu­sustur ki Hz. Peygamber tıbbı bildiğini iddia etmediği gibi, bunun için de gönderilmemiştir.

Bildiğim kadarıyla, muteber âlimlerden hiçbirisi, sahih hadîslerde tavsif edilen belirli tedavi şekillerinin genel ve mutlak olduğunu söylememiştir. Aksine, her ne kadar onlar, bazı zamanlar genel lafızlarla vârid olmuşsa da, söylenmiş

Sakihu'l-Camu's-Sağir'ûe no: 7517dezikretmiştir. Birçok cüz'i riasslar-dan ve hükümlerden alman mânâsı ise kafidir. Bundan dolayıdır ki o ittifakla telaffuz edilen kat'i, şer1! bir kaide haline gelmiştir.

449

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

olduğu zaman, mekan ve durumlara mahsustur.

İbnul-Kayyim'in Nebevi Tıp Yorumu

Kendi ilmi ve asrının ilmi ölçüsünde Nebevi tıbba bir hayli Önem vermiş olmasına rağmen, Zâdtt'l-Meâd fi tîeydi Hayri't-Ibâd adlı kitabında Muhakkik İbnu'l-Kayyim'in, dikkatleri şu hususa çektiğini görmekteyiz: "Bu sahadaki, Nebevi emir ve yönlendirmelerin çoğu, bütün insanlar, bütün toplum ve durumlar için genel olmayıp, aksine onların söylenildiği böylesi bir çevreye mahsustur."

Bu hususta Hz. Peygamber'in siyatik ile ilgili tedavisini misal olarak alalım. Ibn Mâce Sünen'inde Muhammed bin Şî­rîn, Enes b. Malik'ten onun şöyle dediğini nakletmiştir. "Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: 'Siyatiğin te­davisi, yaşlı çöl koyununun kuyruğımdadır. Kuyruk üç par­çaya bölünür, sonra her gün katıksız olarak bir parça içi­lir. '""5

Ibnü’l-Kayyim şöyle demektedir:

" Siyatik, uyluk mafsalında başlayan bir ağrı olup, uy­luğun arka tarafından, hatta bazen topuğa kadar iner. Süre­si uzadıkça, inmesi de artar ve onunla birlikte ayak ve diz zayıflar. Bu hadîste, hem lügavî, hem de tıbbî anlam vardır. Lügavî anlamı, bu isimlendirmeye karşı çıkanların aksine o, bu hastalığın 'ırku'n-nesa' şeklindeki siyatik olarak isimlen-dirilmesinin caiz olduğuna delildir. Bir kimse şöyle diyebi­lir: 'Nesa ile ırk, ikisi de aynı şekilde damar anlamına gel­mektedir ve bir şeyin kendisine izafe edilmesi demek olur ki, bu kabul edilemez.'

' '*" İbn Mâce, Tıbb, Siyatiğin Tedavisi babı, no: 3463, ricali sikadır. £1-Busiri Zevaid'ittde {i. 216) isnadının sahih olduğunu söylemektedir.

Bunu söyleyene iki şekilde cevap verebiliriz.

\~ Irk, nesadan daha büyüktür, dolayısıyla bu, genelin Özele izafesi babından olur. 'Dirhemlerin hepsi veya bazısı' kullanımında olduğu gibi.

2- Nesa, damarda bulunan bir hastalıktır. Dolayısıyla böyle bir izafe, bir şeyin yer ve mahalline izafe babından olur. Bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi ise, onun sancısı­nın diğer ağrıları unutturmasındandır. Bu damar, uyluk maf­salında başlar, ayak kemiği ile siniri arasmda bulunan sağ ta­raftaki topuğun arkasından, ayak arkasına kadar uzanır.

Tıbbî anlama gelince, daha önce zikredildiği gibi, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözleri iki türlüdür:

a) Zaman, mekan, şahıs ve durumlara göre genel olanlar.

b)  Bu hususlara veya bunlardan bazılarına göre özel olanlar. İşte bu siyatik konusu da bu kısma girer. Zira bu, Arap'a, Hicaz ehline ve çevresindekilere, özellikle de çöl be­devilerine yöneltilmiş bir hitaptır. Çünkü bu, onlar için en yararlı tedavi yöntemleridir. Bu hastalık, kurumadan dolayı ortaya çıkmaktadır. Bazen de kalın elastiki maddeden ortaya çıkabilmektedir. Tedavisi de, yumuşatmaktır. Koyun kuyru­ğunun ise iki özelliği vardır: Pişirme ve yumuşatma. Yani on­dan hem pişirme/olgunlaştırma, hem de (hastalığı dışarıya) çıkarma mevcuttur. İşte bu hastalığm tedavisi, bu iki duruma ihtiyaç duymaktadır. Çöl koyununun tayin edilmesinin sebe­bi ise, onun (pislik vb.) atıklarının azlığı, cüssesinin küçüklü­ğü, özünün yumuşaklığı ve otlağının özelliği şeklinde sırala­nabilir. Çünkü o, yavşan ve marsuma vb. sıcak bölge iklimin­de görülen otlardan otlamaktadır. Bir hayvan bu bitkileri ot-ladığı zaman, etinde bu otların tabiî özellikleri oluşur ve böy­lece özellikle de kuyruk olmak üzere daha yumuşak bir hale dönüşür. Bu bitkilerin hayvanların sütlerine fiili tesirleri, et-

450

451

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lerine yaptıkları tesirden daha kuvvetlidir. Fakat kuyruktaki pişirme ve yumuşatma Özelliği, sütte bulunmaz. İşte daha önce zikredildiği üzere, çeşitli milletlerin ve bedevilerin ge­nel ilaçları bunun gibi, terkipsiz ilaçlardır ve Hint doktorları­nın uygulamaları da böyledir.

Bizans ve Yunan ise, birkaç maddeden oluşan ilaçlar yazmaktadır. Onların hepsi, şu hususta görüş birliği içerisin­dedir: Bir doktorun mahareti, öncelikle diyetle tedavi etmek­ten geçer, şayet o, bu tedavide aciz kalmışsa, terkipsiz tek bir madde ile tedavi eder, bundan da aciz kalmışsa, en az ter-kipli olanı tercih eder.

Daha önce söz edildiği gibi, Araplar ve çöl bedevileri, genellikle basit hastalıklar ile bunlara uygun basit ilaçlara alışkındılar. Bu aynı zamanda onların besinlerinin de basitli­ğinden kaynaklanıyordu. Bileşik/kompleks hastalıklara ge­lince, bu da genellikle çeşit çeşit gıdaların birleşmesinden meydana gelmekteydi ki, bu hastalıklar için de kompleks ilaçlar tercih ediliyordu. En iyisini Yüce Allah bilir." i16

İbnü'l-Kayyim bu metodunu Medine hurmasından söz ederken de sürdürür. Sahihayn'da, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan ge­len hadîse göre, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur

"Kim sabahları, Medine çevresindeki hurmalardan yedi hurma yerse, o gün ona zehir de, sihir de bir zarar vermez." Diğer bir lafız ise şöyledir:

"Sabahladığı zaman kim Medine'nin iki kara taşlığı117

u6~ İbnu'l-Kayyim, Zadul-Mead. IV. 71-72.

ü ^" Labeteyha; Medine'yi iki tarafından çeviren kara taşlar İle krater

taşları arasıdır. Labe'nin tesniyesidir. Abe veznindedir.

11 $- Buhâri, B'ıme, Acve babı, IX. 493; Müslim, Epîbe, Babu Fadli

Temri't-Medine. no: 2047; M. Foad Abdulbaki, el-Lü'iüü ve'l-Mercan,

no: 1327.

452

 

arasındakilerden yedi hurma yerse, akşama kadar ona zehir zarar vermez."118 İbnü'l-Kayyim, - kendi ilmi ve asrının ilmi muvacehesinde- hurmanın, özellikle de Medinelilerin en güçlü geçim kaynakları ve besin maddesi olan Medine hur­masının faydalarından bahsettikten sonra, şöyle demektedir:

"Bu hadîs, Medine halkı ve çevresindekiler olmak üze­re kendisiyle hâs murad edilen hitap tarzlarındandır. Şüphe­siz, çeşitli bölgelerin başka yerlerde bulunmayan, kendileri­ne has çok yararlı üaçları vardır. Bu bölgede geliştirilen bir ilaç, oradaki hastalığı tedavi ederken; başka bir bölgede ge­liştirildiğinde toprağın veya havanın ya da her ikisinin etki­si sebebiyle, aynı faydayı sağlamayabilir. Zira, insanların ta­biatlarının farklı farklı olması gibi, toprağın da Özellikleri, ta­biatı farklıdır. Birçok bitki, bazı beldelerde yenilen gıda iken, bazı beldelerde Öldürücü zehir olabilmektedir. Bir toplum için ilaç olan nice maddeler, başkaları için gıdadır. Yine nice toplulukların çeşitli hastalıklar için geliştirdikleri ilaçlar var­dır ki, onlar, başka toplumların farklı hastalıkları için kullan­dıkları ilaçlardır. Hatta bir beldenin ilaçları, başka bir belde­ye uygun düşmeyeceği gibi, yarar da sağlamaz.

Dolayısıyla zikrolunan hurma bazı zehirlere faydalı olabilir. Böyle olunca hadîs, tahsis edilmiş âmm kabilinden olur ve sadece bu beldeye has, her türlü zehirlere karşı fay­dalı olabilir. Burada açıklamamız gereken diğer bir husus da şudur: Bir ilacın hastaya faydalı olabilmesi için, onun o ilacı kabul etmesi, faydalı olacağına inanması, karakterinin de ka­bullenmesi ve böylece bu hastalığı savabilmesi için ondan yardım umması şarttır. Öyle ki, tedavilerin birçoğu, itikat, güzelce kabullenme, mükemmel bir ümit sebebiyle yararlı olmaktadır. Nitekim insanların bu hususta çok acayip göz­lemleri vardır. Çünkü insan tabiatı, onu aşırı bir şekilde ka-

453

 

SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM

bul etmek ister, onunla sevinmek ister, böylece kendisine bir güç gelir ve tabiatını güçlendirir, iç güdüyü harekete geçirir ve neticede bütün bunlar, rahatsızlığı savmaya yardımcı olur, Bunun aksi durumlarda ise, belli bir hastalığa çok fay­dalı ve etkili olan bir ilaç, hastanın bu hususta inancının bo­zuk olması, mizacının onu kabullenmemesi sebebiyle işi bo­zar ve ona hiçbir şey veremez.""9

Görüldüğü gibi, İbnü'l-Kayyim burada psikolojik yöne ve onun tedavide ve şifanın bir an evvel elde edilmesindeki önemine dikkat çekiyor ki, bu modern tıbbın da var gücüyle onayladığı bîr yöndür,

İbnü'l-Kayyim'in Zâdu'l-Meâd adlı eserinde değişik mü­nasebetlerle birkaç defa tekrarladığı sözlerinden dikkat edil­mesi gereken diğer bir yön de şudur: Ona göre tıp vb. ile il­gili olarak vârid olan hadîslerden çoğu genel ve mutlak ola­rak alınamaz, bunlar çoğu defa, belli şartlar, belli mekanlar ve belli durumlarla ilgili oldukları için, başka durumlar hak­kında geçerli olamazlar. Bilakis onun Miftahu Dâri's-Saâde adlı kitabında zikrettiği ve bizim de ileride nakledeceğimiz gibi onlar, Hz. Peygamber'in mahza beşerî görüş ve tecrübe­sinden sâdır olmuştur.

Şimdi şu hadîse bakalım: "Size inek sürünü ve yağını tavsiye ederim, çünkü sütü deva, yağı şifadır. Ama etinden sakının, zira eti hastalıktır." Bunu, Hakim, İbnu's-Sinnî ve Ebu Nuaym İbn Mes'ud'dan rivayet etmiş, Hakim onu sahih görmüş, Zehebî de onu onaylamış, Elbânî de Sahihu'l-Ca-mü's-Sağir'de zikretmiştir.

Bunun bir benzeri de Suheyb'den gelmiştir: "Size inek sütünü ve yağını tavsiye ederim, çünkü sütü şifa, yağı deva-

n9~ Ibnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead, IV.98-99.

dır. Eti ise hastalıktır." Bunu, İbnu's-Sinnî ve Ebu Nuaym ri­vayet etmiş, aynı şekilde Elbânî de onu sahih görmüştür.

Diğer bir rivayet de şöyledir: "İneğin sütü şifa, yağı de­va, eti ise hastalıktır," Bunu Taberanî, e!-Kebİr'de Müleyke binti Amr'dan rivayet etmiştir ve bu da aynı şekilde Sohıhu'l-Camii's-Sağir'de mevcuttur.120

Acaba bu hadîs, hevasından konuşmayan Hz. Peygam­ber'in, ineklerin etlerinin hastalık olduğunu haber vermesi gibi bir hadîs, dinî ve teşriî nitelikli bir hadîs midir ve bu ha­ber, vakıaya uygun mudur?

Eğer bu hadîs dinden olsaydı, her yönüyle vakıaya uy­gun olması gerekirdi. Bu gibi haberlerin, teşriî olması ve bu­nun üzerine sorumluluğun terettüp etmesi lazım gelirdi. İnek eti hastalık olunca, zararından sakınmak için yenilmesi de haram veya en azından tahrimen mekruh olurdu. Çünkü, zarar vermek de, zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Nitekim bu az önce zikredilen îbn Mes'ud hadîsinde "Sizi inek etinden sakındırırım" ifadesiyle açıkça nehyedilmiştir.

Oysa, vakıa olarak, inek eti, içerisinde İslâm âlemi de ol­mak üzere bütün dünyada yenilmektedir. Müslümanlar geç­miş asırlar boyunca bu etleri yemişler, yenilmesinde hiçbir sakınca ve günah görmedikleri gibi, onda herhangi bir has­talık görmemişlerdir. Hatta sahih olarak gelen hadîslere gö­re bizzat Hz. Peygamber, ailesi adına inek kurban etmiştir. Aynı şekilde O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hac ve kurbanda inek kesmeyi meşru kılmış, ineği yedi kişi için yeterli görmüştür. Şu halde, şayet bunları, İbnü'l-Kayyim'in Zâdu'l-Meâd ve Miftah adlı eserle­rinde dediklerine hamletmezsek, bunun gibi hadîsler hak-

120- Elbânî, Sahihul-Camii's-Sağir, no: 1233, 3929; Münavi, Feyzu'i-Ka-âir Şerhu'i-Caınii's-Sağir, IV. 348.

454

455

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kında yorumumuz ne olacaktır?

Tıp İle İlgili Hadîsler Hakkında İbn Haldun'un Görüşü

Benim kanaatime göre Allâme ibn Haldun şöyle söylerken doğrudan sapmış değildir:

"Şer'î" kaynaklarda nakledilen - yani sünnetten nakle­dilen- tıp da bu kabildendir, (Yani Dehlevî'nin ifade ettiği gi­bi, risaleti tebliğ babından değildir.) O, ancak, âdet ve yara­tılış üzere cereyan eden şeyler cümlesindendir." O, devamla meşhur Mukaddime'sinde şöyle demektedir:

"Çöl sakinleri de, genellikle bazı şahıslara ve sınırlı tec­rübelere dayalı, kabile şeyhleri ile kocakarılardan devraldık­ları bir tür tıbba sahiptirler. Bu tıbbın bir kısmı doğru olsa da, o, tabiî kanunlara dayanmadığı gibi, insan mizacına da uygun değildir. Araplar arasında bu tür tıp çok yaygındı ve aralarında Hadîs b. Kelede vb. meşhur doktorlar vardı.

Şer'î kaynaklarda nakledilen tıp da bu kabildendir. Bu hususta vahiyden kaynaklanan bir şey olmayıp, o, Arap'ın mutad olarak uyguladığı bir şeydir. Hz. Peygamber'in âdet­leri ve tabiî hayatı türünden bazı hususlar anlatılırken, O'nun bu konu ile ilgili bazı durumları da anlatılmışsa da, onlar, bunların meşruiyeti veya aynı şekilde uygulanması ci­hetinden nakledilmemişlerdir. Çünkü O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize şer'î bil­gileri öğretmek için gönderilmiştir; tıbbı veya diğer tabiî ilimleri öğretmek için gönderilmemiştir. Nitekim hurma aşı­lama işinde başından geçen olaydan sonra, "Siz kendi dün­yanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" demiştir. Şu halde, nakle­dilen sahih hadîslerde gelen tıp ile ilgili şeyleri, meşru (yani emrolunmuş) şeylere hamletmemiz gerekmez. Zaten buna

456

 

delâlet eden bir şey de yoktur. Ancak teberrük cihetiyle ve­ya iman akdini tasdik kabilinden kullanılırsa, işte o zaman etkisi büyük ve faydalı olur. Fakat bu, tabiî tıpta yoktur. O, ancak iman mesajının eserleridir. Mesela karnı ağrıyan bir kimseye balı önermesinde olduğu gibi. Allah en doğruya gönderecektir ve O'ndan başka Rab yoktur."121

Hz. Peygamber'in Beşeriyeti Gereği Tasarrufları

Şüphesiz ki, Hz. Peygamber, bir melek değil, insanlardan bir beşerdi. O'nun risaleti, beşeriyetini ilga etmedi. O'nun söz ve fiillerinden bazıları, sırf beşer oluşunun gereği olarak sâ­dır olmuştur ve bunlarda herhangi bir teşriî Özellik yoktur. Mesela O'nun koyununun kol etini sevmesi, kabağı sevmesi rivayetlerinde olduğu gibi, bu ve buna benzer durumlar, in­sanın tabiatıyla ilgili bir durum olup, insanların mizaçlarının farklılığına göre değişir. Şayet bir Müslüman kol etini değil de, sırt veya baldır etini sevse, bunun ona bir zararı olmaz. Aynı şekilde, kabak sevmeyip de, diğer sebzelerden başka türleri sevse yine durum böyledir. Yine Hz. Peygamber, be­şeriyeti gereği, hoşnut olduğu gibi, bazen de kızabiliyordu. Gazap halinde O'ndan bazı insanlara karşı kastetmediği ba­zı sözler veya dualar sâdır olabiliyordu. İşte ilim erbabının buna riayet etmeleri ve bu alanı, teşriî ve hüküm çıkarma alanına geçirmemeleri gerekir.

Alimlerden bir grup, Müslim, Ahmed b. Hanbel ve baş­kalarının naklettiği ve İbn Abbas'ın rivayet ettiği, Hz. Pey­gamber'in Muaviye hakkında "Allah onun karnını doyur­masın!" hadîsini bu esas üzere açıklamışlardır.

121 İbn Haldun, Mukaddime, III, 1143,1444.

457

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Müslim'in rivayet ettiğine göre Ibn Abbas'ın hadîsi an­latımı şöyledir:

-"Ben çocuklarla beraber oynuyordum. Ansızın Resû-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çıkageldi. Bunun üzerine ben kapının arkasına saklandım. Fakat Hz. Peygamber gelip sırtıma vurarak,122

- 'Git bana Muaviye'yi çağır!' buyurdu. Ben gidip gel­dim ve;

- 'O yemek yiyor' dedim. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bana tekrar:

- 'Git bana Muaviye'yi çağır!' buyurdu. Ben yine gidip geldim ve;

- 'O yemek yiyor' dedim. Bunun üzerine O (salla’llâhü aleyhi ve sellem): -' Allah onun karnını doyurmasın!' buyurdu."123 Alimlerden bazıları "O'ndan sâdır olan bu bed(dua),

kasten söylenmiş bir söz değil, Arap'ın âdeti olduğu üzere söz arasında kullandıkları ifadelerdendir. O'nun hanımların­dan bazılarına "Allah boğazını ağrıtsın!/Uğursuz, kısır!" de­mesi, çok sevmesine rağmen Muaz b. Cebel'e "Seni annen dü-şürseydi ya ey Muaz!" buyurması ve "Sen dindar olan eş seç ki, iki elin toprak görsün!" vb. buyurmasında olduğu gibi.

Burada şeyh Muhaddis Nasıruddin el-Elbânî'nin bu ha­dîs için getirdiği124 başka bir te'vil vardır. O şöyle der: "Bu­nu birçok mütevatir hadîslerinde olduğu gibi Hz. Peygam­ber'in beşer oluşu hasebiyle söylemiş olması mümkündür. Bunlardan bir tanesi de Hz. Aişe'nin şu hadîsidir: 'Resûlul-lah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) huzuruna iki adam girdi ve O'nu kızdırdılar.

122" Buradaki ifadeyi râvilerden birisi, "Elin açık vaziyette omuzların arasına vurulması" şeklinde açıkladı.

123- Müslim, no: 2604.

124" Elbânî, Silsiktu'l-Ahadîsi's-Sahıha, I. 121 vd. 82 no'lu Muaviye'yi kastederek "Allah onun [camını doyurmasın" hadisi üzerine değer­lendirmesi.

458

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Bunun üzerine O, onlara lanet etti, sövdü. Onlar yanından çıkınca O'na:

-' Ey Allah'ın Resulü! Bu ikisinin kavuştuğu hayra aca­ba kim ulaşabilir ki?' dedim. O (salla’llâhü aleyhi ve sellem): -' Ne var ki?' dedi. Ben de:

- İkisine de lanet edip, sövdün' dedim. Cevaben O:

-' Sen bilmez misin ki ben Rabbime şöyle bir şart koş­tum: 'Allahım, ben ancak bir beşerim. Hangi bir Müslümana lanet etmişsem veya sövmüşsem, bunu onun için bir arınma ve ecir kaynağı kıl!' buyurdu."

Müslim bu ve bundan önceki hadîsi "hak etmediği hal­de, Hz. Peygamber'in lanetlediği veya sövdüğü kimseler için bunun bir arınma ve ecir vesilesi olduğu babı" şeklinde­ki aynı babda rivayet etmiştir. Sonra da Enes b. Malik'in ri­vayet ettiği şu hadîsi nakletmiştir:

"Ümmü Süleym'in - ki o, Enes'in annesidir125- nezdinde bir yetim vardı. Birgün Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu yetimi görünce:

- 'O yetim sen misin? Kendin büyümüşsün, yaşın büyü­mesin!' buyurdu. Bunun üzerine yetim kız ağlayarak Ümmü Süleym'in yanına döndü. Ümmü Süleym:

- 'Ey kızcağızım, neyin var?' diye sordu. Cariye.

-  'Hz. Peygamber, ebediyen yaşımın büyümemesi için (bed)dua etti. Veya 'çağın büyümemesi' dedi.' Bunu duyan Ümmü Süleym, eşarbını başına alelacele dolayarak çıktı120 ve Hz. Peygamber'e yetişti. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona:

- 'Ey Ümmü Süleym, neyin var?' diye sorunca, o;

_ 'Ey Allah'ın Nebîsi, yetim kızcağızıma (bed)dua mı et­tin?' diye sordu. O:

125-

Yani, Ümmıi Süleym, Enes'in annesidir. ' Yani, başörtüsünü başına dolayarak demektir.

459

 

sünneti anlamada yöntem

-  'Bunda ne var Ümmü Süleym?' diye sordu. Ümmü Süleym:

-  'O, yaşının büyümemesi veya çağının büyümemesi için senin dua ettiğini iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) güldü ve sonra şöyle buyurdu:

- 'Ey Ümmü Süleym! Sen benim: 'Ben ancak bir beşe­rim, beşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım. Ümmetimden hak etmediği halde her kime beddua etmişsem, bunu onun için bir temizlenme, arınma ve Kıyamet günü onu bir yaklaşma vesilesi kıl!' diye Rabbime şart koştuğumu bilmiyor musun?'"

Sonra İmam Müslim aynı anlamda olduklarına ve aynı babdan olduklarına işaret ederek bu hadîsin peşinden Mua-viye hadîsini rivayet ederek babı noktaladı.127 Yani nasıl ye­tim kıza yaptığı dua ona zarar vermeyecekse, hatta onun için bir arınma ve yakınlaşma vesilesi olacaksa, O'nun Muavi-ye'ye yapmış olduğu dua da aynı şekildedir. Nitekim İmam Nevevî, Müslim üzerine yazmış olduğu şerhinde şöyle de­mektedir: "Hz. Feygamber'in Muaviye'ye yapmış olduğu dua hakkında iki şekilde cevap verilebilir:

1- Bu, kasıt olmaksızın O'nun ağzından kaçmıştır.

2- Gecikmesinden dolayı bu, onun için bir cezadır. Müs­lim, bu hadîsten Muaviye'nin bu duaya müstehak olmadığı­nı anlamış ve bundan dolayı onu bu baba koymuştur. Başka­ları ise bunu Muaviye'nin menkıbeleri babına koymuştur. Çünkü bu, hakikatte onun lehine yapılmış bir dua haline ge­lecektir."

Zehebî de bu ikinci mânâya işaret etmiş ve Siyeru A'Ia-mi'n-Nübelâ adlı kitabında şöyle demiştir: "Ben derim ki: Bel-

327~ Müslim, no: 2600 vd.

460

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

ki bu, Hz. Peygamber'in 'Allahım, kime lanet etmişsem veya sövmüşsem, bunu onun için bir arınma ve rahmet vesilesi kıl!' sözünden dolayı, Muaviye lehine bir menkıbedir deni­lebilir. Şunu bil ki, Hz. Peygamber'in bu hadislerdeki 'Ben ancak bir beşerim, beşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım...' şeklindeki sözleri, sadece Yüce Allah'ın 'De ki: 'Ben ancak, sizin gibi bir beşerim, an­cak bana vahyolunuyor...' (Kehf-110) buyruğunun açıklan-masıdır."128

Bazı heva ve heyecan sahibi kimseler, Hz. Peygamber'i ta'zim ve böyle bir şeyi söylemekten tenzih etmek zannıyla bunun gibi bir hadîsi hemencecik inkar etmeye kalkışabilir. Böyle bir hadîsi inkar etmeye imkân yoktur. Zira hadîs sa­hihtir, hatta mütevatirdir. Çünkü zikrettiğimiz gibi, hadîsi Müslim, Hz. Aişe ve Ümmü Seleme'den rivayet etmiş; hadîs ayrıca, Ebu Hureyre, Cabir, Selman, Enes, Sem üre, Ebu't-Tu-feyl, Ebu Said ve başkalarından da rivayet edilmiştir.129

Hz. Peygamber'e yapılan ta'zimin, meşru bir ta'zim ol­ması, ancak O'nun getirdiği sahih ve sabit olan her şeye iman ile olur. Bu ise, ifrat ve tefrite düşmeksizin, O'nun hem kul, hem de Resul olduğuna imanı bir araya getirir. Kitap ve sünnet şahitlik etmektedir ki, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir beşerdir, ama hem sahih hadîslerin mutlak ifadelerinin, hem de O'nun ha­yatının gösterdiği kadarıyla O, beşerin efendisi ve en fazilet­lisidir. Yine yüce Allah'ın O'na bahşetmiş olduğu O'ndan başka hiçbir beşerde tekamül etmemiş ahlâkî güzellikler, öv­güye layık hasletler de bunu göstermektedir. Nitekim Yüce

12&" Zehebi, Siyeru Alami'n-Nübek, IX. 171. 129' Hindi, Kenzu'l-Umtnal, II. 124.

461

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

Allah O'na "Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin" (Nun-4) şeklinde değer vererek hitap ederken doğru söylemiştir.

Bunlar da gösteriyor ki, Hz. Peygamberden rivayet edi­lenlerin bir kısmı; O'na Allah'tan gelmiş vahiyler olmadığı gibi, O'nun Rabbinden tebliğ kastıyla söylediği şeyler de de­ğildir. Bilakis O bunları, vahyin herhangi bir müdahelesi ol­maksızın, beşer sıfatıyla söylemiş veya yapmıştır.

Hz. Peygamberin Verdiği Haberlerden Bazısı Vahiy Değildir

Sözünü ettiğimiz konu, sadece hükümlerle alâkalı olan emir ve nehyler etrafında dönmemekte, aynı şekilde haberleri de içine almaktadır.

Hz. Peygamber bazen bir şey hakkında vahiyden değil de, kendi görüşü, beşeri bilgisi ve içinde yaşadığı çevrenin tecrübesiyle haber verebilir. Hurma aşılama konusunda ol­duğu gibi böyle bir haber gerçek duruma uygun düşmedi­ği gibi, gerçekle örtüşmesi de zaruri değildir. Nitekim, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sonra bunun kendi zannı olduğunu, Yüce Allah'ın muvafakatmdan kaynaklanan bir şey olmadığını açıkla­mıştır.

Hz. Peygamber'in hastalığın bulaşması ile ilgili verdiği haberleri de böyledir. Bu hususta O, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) önce "Hastalığın bulaşması yoktur" ve "deveye hastalığı ilk bulaştıran kim­dir?"130 buyurmuştur, daha sonra bunu diğer hadîslerle sa-

" Enes ve Ebu Hureyre'den gelen "La edva" hadîsi muttefekun aleyhtir. "Femen a'da'l-Evvele?" şeklindeki Ebu Hureyre hadîsi de, muttefekun aleyhtir. M. Fuad Abdulbaki, el-LU'luü ve'l-Mercan, no:

1435-6.

"'■ Buhârî, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.

462

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

bitleştirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Meczumdan, arslandan kaçar gibi kaç!"131, "Develeri hastalıklı bir kimse, develeri sağlıklı olan kimsenin yanına yaklaşmasın!"132 Yine taun hastalığı bulunan bir beldeye girilmesini yasaklaması133 vb. Sahihayn veya ikisinden birisinin rivayet ettiği bütün hadîs­ler de böyledir.

Eskiden beri âlimler bu babdaki hadîslerin arasını uz­laştırmak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Onlardan ba­zıları şöyle demiştir: "Hastalığın bulaşıcılığının varlığını di­le getiren hadîsler, böyle bir şeyin olmadığını söyleyen ha­dîsleri neshetmiştir. Zira varlığını söyleyen hadîsler daha sonra vârid olmuştur ve sonraki evvelkini nesheder."

Oysa bu ilk haberler haber babındandır ve haberler bir­birini neshetmezler, zira haberler ya doğru olur, ya da yalan olur. Muhakkik İbnü'l-Kayyim Miftahu Dâri's-Saâde adlı ki­tabında bu hadîslerin zahirleri arasındaki çelişkiyi uzlaştıra-bilmek için âlimlerin başvurduğu bütün çıkış yollarını zik­retmiştir. Burada bizi ilgilendiren ise onun şu sözleridir:

"Onlardan bir kısmı ise başka bir yola başvurmuş ve şöy­le demiştir: 'Hz. Peygamber'in verdiği haberler iki türlüdür:

1- Vahiyden verdiği haberler: Bu haberler, hem zihin, hem de zihin dışında olmak üzere bütün yönlerden haber verene uygun olup, masum (hatasız) bir haberdir.

2- O'nun dünya işleriyle ilgili olarak zannından verdiği haberler ki, diğer insanlar bu konularda O'ndan daha bilgi-

"*" Ebu Hureyre rivayet etmiştir, mutlefekun aleyhtir. M. Fuad Ab­dulbaki, a.g.e-, no; 1436. hadîsdeki "el-mümrizu, uyuz hastalığına ya­kalanmış deve sahibi, el-musihhu ise, sağlıklı deve sahibi" demektir. 133- Abdurrahman b. Avf rivayet etmiştir. Muttefekun aleyhtir. M. Fuad Abdulbaki, a.g.e., no: 1432.

463

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

İldirler. Bu haberler birinci türdeki haberlerin derecesinde olmadıkları gibi, bunlarla hükümler de sabit olmaz.'

Nitekim, O (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu iki çeşit arasında ayrım yaparak kendi değerli konumunu haber vermiştir. İnsanların hurma­larını aşılarken seslerini duyunca:

- 'Bu nedir?' diye sormuş, onların hurmalarını aşıladık­ları haber verilince de:

- 'Şayet onlar bunu bıraksalar, bunun onlara bir zarar vereceği kanaatinde değilim.' buyurmuştur. Bunun üzerine onlar, aşılamayı bırakmışlardı. Ancak, meyveler zayıf oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber,

- 'Ben size zannımdan haber verdim. Siz ise kendi dün­yanızın işlerini daha iyi bilirsiniz. Fakat ben Allah'tan haber verirsem (siz onu derhal yerine getirin).'

Söz konusu hadîs sahih ve meşhur olup, nübüvvetin delillerinden, alametlerindendir. Zira, -bu hususta, Yüce Al­lah'ın âdeti olduğu üzere böylesi dünya işlerini bilmeyen bi­risi, daha sonra bir beşerin muttali olması kesinlikle imkân­sız bazı ilimlerden haber veriyorsa, bu ancak Allah'tan gelen bir vahiyledir. Âlemdeki mahlûkatın yaratılışından, cennet­liklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme yerleş inceye kadar, olmuş, olan ve olacak şeyler; yer ve göklerdeki gayb ile ilgili şeyler; insanların matematik, mühendislik, sanat, yeryüzünün imarı ve yazmada daha bilgin oldukları dünya ve dünyevî işler ile, onları elde etme yolları ve tamamlama yönleri hakkındaki bilgileri, O'nun bilgisinden daha çok ol­masına rağmen, dünya ve ahiret saadetine veya bedbahtlığı­na ulaştıran büyük küçük her türlü sebepler, dünya ve ahi­ret maslahatları ve sebepleri hakkında verdiği haberler de böyledir.

464

 

sünnet) anlamada yöntem

Eğer O'nun getirdiği bu hususlar. Öğrenme, düşünme, basiret vb. insanların da başvurabileceği yollarla ulaşılabile­cek şeyler olsaydı, diğer insanlar bunu öncelikle gerçekleşti­rebilirler ve Onu geçerlerdi. Çünkü onlar fikir, yazı, hesap, basiret ve çeşitli sanatlara sahiptiler. İşte bu O'nun peygam­berliğini gösteren en güçlü delillerdendir. Yine onu, O'nun getirdiği haberlerde asla beşerin bir dahli olmadığını ve bun­ların çalışıp çabalayarak, düşünüp taşınarak elde edilen hu­suslar olmadığını tasdikleyen ayetler vardır.

'O, ancak kendisine vahyedilmiş bir vahiydir. O'na güç­lü kuvvetli {bir melek olan Cibril) öğretmiştir.' (Necm-5) O (Cibril ki), yer ve göklerdeki sırları bilir ve O'nu razı olduğu elçiler dışında kimseye gaybı izhar etmeyen, gaybı bilen yü­ce Allah O'nu indirmiştir.

Bazı âlimler dediler ki: Hastalığın bulaşmasının söz ko­nusu olmadığını söyleyen haberi de, tıpkı, hurma aşılama­nın etkisi olmayacağına dair verdiği haberde olduğu gibi, O'nun zannına dayanmaktadır. Özellikle bu ikisi birbirine yakın bablarda, hatta aynı babtadırlar. Çünkü, hurma filizle­rinden erkeğin dişisiyle birleştirilmesi ve bunun tesiri, tıpkı, hastalığı bulaştıran ile hastalığın bulaştığı kimse ile bunun ona tesiri gibidir. Şüphesiz her ikisi de şer'î İmani bir hü­kümle alakası olmayan dünya işlerindendir. Ve bu haberler, Yüce Allah'ın sıfatlarından, isimlerinden ve hükümlerinden bahseden haberler gibi değildir.

Yüce Allah'ın âdetine uygun olarak, birbirleriyle ilgili bu sebepler muvacehesinde, meyvelerin iyi yetişmesinde aşılamanın tesirini, develeri hasta olanın, develeri sağlam olanın yanına gelmesini yasakladı.

Yine onlar şöyle dediler: 'Şayet bu itibarla, söz konusu

465

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

hadîsler hakkında 'nesh' adı verilmişse, bu mânâ ortaya çık­tıktan sonra, isimlendirme üzerinde tartışmaya hacet yok­tur.' Bunun içindir kî, hadîsin râvisi olan Ebu Seleme b. Ab-durrahman:

- 'Acaba Ebu Hureyre mi unuttu, yoksa iki hadîsten bi­risini diğerine mi neshetti bilmiyorum...' demiştir. Şu halde Ebu Seleme, haber olmasına rağmen bu hususta neshi caiz görmektedir. Bu ise söylediğimiz itibarladır." Sonuçta İb-nu'MCayyim "Bu yaklaşım ise güzeldir..." demektedir.134

Varılan Neticeler

Bu araştırmamız neticesinde ortaya çıktı ki, bize nakledilen Nebevi sünnetten teşriî babına girmeyenler de vardır. Bu da, idaresi ve tanzimi bizim akıl ve ictihadlarımıza bırakılmış sırf dünyamızla ilgili işleridir ki biz bu işleri, daha iyi bil­mekteyiz. Sünnetten bir kısmı ise, her yer ve zamandaki bü­tün insanlara hitap eden, devamlı ve genel bir teşriî sıfatını taşımamakta, bilakis O bununla belirli şartlardaki cüz'î hal­leri kastetmiş olmaktadır. Bu da O'nun yöneticilik ve reislik sıfatıyla söyleyip yaptıklarıdır. Çünkü O, aynı zamanda Müslümanların yöneticisi, devletin başkanı, onların siyası li­deri, yasama, yürütme ve yargılama yetkisi elinde bulunan bir kimse konumundadır.

Sünnete bu hassas bakış açısıyla bakmak, geniş fıkıh kültürümüzdeki problemlerimizi çözecektir. Bunun misali, Hz. Peygamber, Hayber'i savaşanlar arasında taksim ettiği halde, Hz. Ömer Irak arazisini taksim etmeyip, haracıyla mücahitlerin ve İslâm devletinin bekçilerinin ve başkalarının mal-mülk sahibi olacakları arazinin kontrolünü gelecek İs-

134" İlmu'î-Kayyim, Miftahu Dari's-Sande, II. 267-8.

466

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

lâm nesillerin menfaatine bırakma görüşünü benimsemiştir. Bunun içindir ki o şöyle demiştir: "Hem evvelki Müslüman­lar, hem de sonrakiler için kolaylık olacak bir iş yapmak is­tedim." Bu ise, Muaz b. Cebel'in işaret ettiği görüştür.135

Tabii ki bu, Hz. Peygamber'e muhalefet olarak değer­lendirilemez. Çünkü Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi zamanında yaptığı uygulamada da aynı şekilde hayr ve Müslümanların maslahatı vardı. İşte İmam Ibn Kudame'nin el-Muğni adh eserinde "Savaş yoluyla fethedilen topraklar, sahabenin itti­fakıyla, bizzat o istila ile vakıf olur. Hz. Peygamber'in Hay­ber'i taksim etmesi, İslâm'ın başlangıcında ve ihtiyacın çok olduğu maslahat, arazinin, sahiplerinin ellerinde bırakılma­sı şeklinde belirginleşti ve yapılması gereken de bu idi."136

Bunun bir benzeri de, Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve Nesai’nin Muaz b, Cebel'den rivayet ettiği şu haberdir: "Hz. Peygamber onu Yemen'e vali olarak gönderdiğinde, buluğ çağına erişmiş her ergenden bir dinar veya bunun muadili Yemen elbisesi almasını emretmişti." Yine biz Hz. Ömer'i kendi döneminde cizyeyi başka bîr ölçüde takdir ettiğini, ciz­ye vermesi gereken kimseleri, malî güçlerine göre üç kısma ayırdığını görmekteyiz: Ebu Ubeyd ve Beyhâki'nin rivayet et­tiklerine göre o, zenginlere senede 48 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, gelirleri sınırlı olanlara ise 12 dirhem cizye koydu.137

Bu da Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine muhalefet demek değildir, bilakis o, zamanının durumunu gözetmiştir. Şamlı­larla, Iraklıların durumları, Yemenlilerin durumu gibi değil, daha farklıydı. İşte Hz. Ömer (r.a.), bu farklılığı gözetti ve bu

135~ Kaniavj, Yusuf, Fûhu'z-Zekıt, 1. 407-418.

136* İbn Kııdame, Muğni, II. 598.

137' Şevkânî, Na/tfi'1-Eotar, VIII. 217, vd

467

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

şekilde bir hüküm verdi.

Buna dair, Buhârî, İbn Ebi Nüceyh'den onun şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Mücahit'e:

-"Şamlılara 4 dinar cizye konulurken, Yemenlilere 1 di­nar konulmasının hikmeti nedir?" diye sordum. O, şöyle ce­vap verdi:

-" O, bunu zenginlik cihetinden böyle yaptı."

İmam Şevkânı diyor ki: "Belki de Hz, Ömer (r.a.) ve di­ğer sahabilerin bir dinardan fazla cizye almalarının sebebi; onların meseleyi, Hz. Peygamber'in cizye konusunda belirli bir meblağ tayin etmediği, az Önce zikredilen Muaz hadîsi­nin genel olmayıp, özel bir durum olduğu, cizyenin ise bir tür sulh olduğu şeklinde anlamalarıdır."138

Yine şöyle demek de mümkündür: Bu, Resûlullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetin yöneticisi ve reisi olması hasebiyle ortaya koyduğu siyasî tasarruflar türündendir. O dönemde, o şart­lar içerisinde genel maslahat bunu gerektirmiştir. Dolayısıy­la O’ndan sonra gelen yönetici de kendi dönemindeki mas­lahatın gereğince uygulama yapar ve bunu yapmakla Hz. Peygamber'e muhalefet etmiş olmaz. Bilakis, zamana, meka­na ve insanların durumuna göre maslahata riayet ettiği için Hz, Peygamber'in rehberliğine uymuş olur.

"Zina eden bekar erkek ile, bakire kıza, yüz sopa ve bir yıl sürgün" cezasını Öngören hadîs karşısında, zina cezası hakkında Ku’an'ın koyduğu zina cezası olan celde ile birlik­te, sürgün edilemeyeceğini benimseyen Hanefilerin konumu da böyledir. Onlar, Hz. Peygamber'in sürgün uygulamasını ise, zaman, mekan, şahıslar ve şartların değişmesiyle değişe-

- Şevkânİ, a.g.e., VHI. 217. vd.

bilecek tazir ve siyaset babından olduğu şeklinde yorumlu­yorlar. Yönetici, gerek zinada ve gerekse başka hususlarda tazir açısından bunu uygulayabilir. Mesela, Hz. Ömer, kadınları fitneye düşürdüğünü duyunca Nasr b. Haccac'ı sür­müştür. Ayrıca Hanefiler bu görüşlerini Hz. Ali'den gelen şu söz ile de desteklemektedirler: "Bir kimseye fitne olarak sür­gün yeter!" Yine Hz. Ömer içki içen birisini, ceza olarak Hayber'e sürgün edince adam, Hıristiyan olmuş ve Hirakl'a katılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Vallahi, bir daha hiç­bir Müslümanı sürgün etmeyeceğim." demiştir.139

Son Bir Tembih

Bu araştırmanın sonunda, tembih etmemiz ve dikkat çekme­miz gereken husus şudur: Sünnetten teşriî olan ile teşriî ol­mayanı, genel, mutlak ve devamlı olan ile olmayanı, yöneti­ci ve reis sıfatıyla sâdır olanlarla, bu sıfat dışında sâdır olan­ları birbirinden ayırt edebilmek için iyice tetkik edilmesi, gü­zelce araştırılması zarureti vardır.

Bu çalışmamızda görüşlerini naklettiğimiz eski ve yeni araştırmacıların zikrettikleri söz konusu taksim prensibini ispatladıktan sonra, geriye onun sünnette mevcut olan tasar­ruflara sağlıklı bir şekilde tatbik edilmesi kalmaktadır. İşte burası, ayakların kayabileceği, ifrat ve tefrite düşülebilecek bir sahadır. Bu iki uç durumdan, Allah'ın kendisine basiret, şeriatın maksatları ile onun küllî ve cüz'î kaideleri arasında­ki irtibatı anlayacak derin kavrayış verdiği kimseler kurtula­bilir. Bu ise, netsin ve başkalarının arzularına uymaktan aza­de olmakla, nasslara muttali olma ve araştırmada gereken

139' İbn Humam, Fethul-Kadir, İV. 135-6; İbn Abidin, Hafiye, III 147.

468

469

 

sOnnetİ anlamada yöntem

gayreti göstermekle, hakka ulaşma arzusuyla hadislerden sahih ile sakim olanları tanımakla gerçekleşecektir. Hz. Pey-gamber'in buyurduğu gibi: "Allah, kimin hakkında hayr murat ederse, onu dinde fâkih kılar."

Allahım, bizi karanlıkları aydınlatacak bir nur ile nzıklan-dır, karışık meseleleri birbirinden ayırt etme yeteneği bahşet, bize hem ictihad etme, hem de hakka isabet etme olmak üze­re iki ecir ver, düşünce ve kalemimizden husule gelen sürç­melerimizden dolayı bizi bağışla, bizi göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha da az bile olsa nefsimize yenik düşürme! Amin, dualarımızı kabul et Allahım!

 

NETİCE

470

 

Bu araştırmanın sonunda tekrar te'kid etmemiz gerekir ki: -Müslümanların hidayeti için ikinci masum (korunmuş) kay­nak ve gerek yasama, yargı ve fıkıh sahalarında ve gerekse davet, terbiye ve rehberlik alanlarında Allah'ın kitabından sonra gelen merci olan- Nebevi sünnet; sahip olduğu konu­muna ve 15. Hicrî asrın başlarında, 21. Miladî asrın arefesin-de İslâm ümmetinin şanına layık bir hizmete ihtiyaç duy­maktadır. Bu, üzerinde bütün İslâmî ve ilmî müesseselerin karşılıklı yardımlaşmaları gereken bir hizmettir, ta ki bütün âlem için hoş yiyecekler, olgun meyveler ve koyu gölgeler çıksın.

Sünnet konusunda bütün râviieri içine alacak, uydur­macılar ve yalancılar da dahil olmak üzere her birinin vasfı, tanıtılması, sika ve zayıf görülmesi hakkında söylenilenleri

471

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

kapsayacak kapsamlı bir hadîs ricali ansiklopedisine ihtiyaç duyulmaktadır. Muhtaç olduğumuz bir başka ansiklopedi ise isnâdları ve bütün tarikleriyle, Hicrî 5. asrın ikinci üçte birinin sonuna dek, ister basılmış, isterse el yazması olsun, içinde sünnetlerin bulunması mümkün olan her kaynaktan sünnetler ve Resul'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nispet edilen her rivayeti içine alan bir hadîs metinleri ansiklopedisidir. Bu iki ansiklopedi, bu büyük çalışmanın ardında yatan ve arzu edilen hedef olan üçüncü bir ansiklopediyi hazırlayacaktır. Bu da, ümme­tin geçmiş âlimlerinden zi*.r (ilm) ve ihtisas" ehli tarafından da onaylanması gereken dakik ilmî ölçülere uygun olarak, kapsamlı ansiklopediden seçilmiş sahih ve hasen ansiklope-disidir. Bu seçilmiş ansiklopedinin daha kapsamlı şekilde yeniden bablara ayrılarak sınıflandırılması, geniş bir fihristi­nin çıkarılması, dinî, insanî, içtimaî bütün ilimlere ve sünne­tin değindiği diğer ilimlere hizmet edecek, çeşitli sahalarda­ki araştırmacılara faydalı olacak bir tasnif ile de tasnif edil­mesi gerekir.

Bütün bunlara yardımcı olacak şeylerin başında ise; Al­lah'ın insana bu asırda Öğrettiği ve onun emrine amade kıl­dığı çeşitli aletlerin ve gelişmiş cihazların kullanılması gelir ki, bu cihazların en önde geleni, kardeşlerimizin birinin isimlendirilmesiyle "asrımızın hafızı" olan şu 'computer' ve­ya bilgisayardır.

Gerçek şu ki o, hafızdan daha çok iş görmektedir. Çün­kü -eğer istifade etmesini bilebilirsek- öncekilerin yüklene-meyeceği veya hatırlarına dahi gelmeyecek çeşitli, dakik ve büyük ilmî hizmetler verebilir.

Ben, Katar'daki Sünnet ve Siret Araştırmaları Merke-zi'nin benzeri müesseler ve merkezlerle de karşılıklı yardım-

472

 

SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM

laşmaları suretiyle, bu meyanda kendisinden beklenilen ro­lü yerine getireceğini ümit ediyorum. Sonra sünnetin, olay­ları yorumlayacak, kapalı olan yerleri aydınlatacak, anlayış­ları doğrultacak, şüpheler ve batıllara cevap verecek, bu as­rın insanlarına gerekli açıklamalar yapabilmek için onların dili ve mantığı ile yazılmış yeni şerhlere ihtiyaç vardır.

Asrımızda Kur'an; O'nun tefsirine, nimet ve cevherleri­nin gün yüzüne çıkarılmasına yönelen ve kendilerine verilen ve onları en geniş kapılardan akıllara ve kalplere sokan bilgi ve kültürüyle modern akla hitap edebilen büyük âlimlere kavuşmuştur ve bu O'nun hakkıdır da.

Bunu, Muhammed Reşid Rıza, Cemalleddin el-Kasımî, Tahir ibn Aşur, Ebu'l-Alâ el-Mevdudî, Seyit Kutup, Mah-mud Şeltut ve başkalarının tefsirlerinde gördük.

Ama sünnet kitapları- özellikle de Buhârî ve Müslim'in Sahih’i onlar gibi asalet (gelenek) ile moderni (eski ile yeniyi) birleştiren büyük âlimlerden nasiplerini almamışlardır. Bu­rada meşhur dört Sünen kitaplarının şerhi hususunda Hind ve Pakistan âlimlerinden bazı kardeşlerimizin takdire şâyân gayretleri vardır. Fakat bu şerhlerde nakilcilik ve taklitçilik ağır basmaktadır. Bu ise kültürlü, çağdaş bir insana hitap et­memektedir. Umulur ki Allah, büyük davetçilerden bazısını: Buhârî ve Müslim'in Sahih'leri için ilim ve çağdaş bir şerhe muvaffak kılar da bununla Islâmî kültüre üstün bir hizmet edilmiş olur. Son duamız, hamdın âlemlerin Rabbi olan Al­lah'a ait olduğu şeklindedir.

473

  

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar