Print Friendly and PDF

NURLAR HAZÎNESİ / MUHYİDDÎN ÎBNÜ'L-ARABÎ

Bunlarada Bakarsınız


Türkçesi: Doç. Dr. Mehmet Demirci

Çevirenin Önsözü (Doç. Dr. Mehmet Demirci)

Ibn Arabi'de Bir Hadîs-i Kudsînin Yorumu

(Doç. Dr. Mustafa Tahralı)

Giriş (Muhammed Valsan)

Müellifin Önsözü (îbn Arabi)

HADİSLER

Birinci Bölüm

1- Zulmün Haram Kılınması

2- Allah ortaklıktan müstağnidir

3- Malı az olan mü'min

4- Afla kazanılan mertebe

5- Cennet ve Cehennem perdelerin arkasına gizlenmiştir ...

6- Fâtiha'nm meyveleri

7- İnsanın Allah'ı yalanlaması

8- Allah'ı anmak O'na şükürdür

9- Allah'ın hazînesi bitip tükenmez

10- Allah kendisini ananla birliktedir

11- Dünyâda Allah'tan korkan Ahirette emindir

12- Allah için birbirini sevenlerin mükâfatı

13- Allah kulun zanm üzeredir

14- Allah'ın, cehennemliklerden azap bakımından en hafif olan birine hitabı

15- Allah'ın izâr ve ridâ'sı

16- Âhirette Allah'ın özel lûtfu

17- Dîne uygun davranış.........

 18- Seçkin kulların Allah'ı görmesi

19- Cehennemliklerin nisbeti

20- İlâhî hükme rızâ

21- Sâlih kullar için hazırlanan şey

22- Allah'tan başkasına ümit bağlayanın hâli

23- Cennete girecek son insan

24- Adem'e öğretilen selâm

25- Allah'ın en güçlü yaratığı

26- Allah bilinmeyen bir sûrette görünecek

27- Allah'ın kendisini anan kimseye yakınlığı

28- İlâhî affın büyüklüğü

29- Yağmurun yağması Allah'ın işidir, başkalarının değil....

30- Allah kendisine hamdedeni işitir

31- Fâtiha Allah'la kulu arasında paylaştırılır

32- İhlâs

33- Peygamberlerin imrendiği kimseler

34- Görme özürlünün mükâfâtı

35- Âhir zamanda dîni dünyâ için âlet eden kimseler...........

36- Allah'ın huzûrunda mahrum vaziyetteki zengin

37- Cennetin, sorgusuz sualsiz gireceklere mahsus kapısı ....

38- Kendisine salât ve selâm getirenler hakkında Hz. Peygamber’e yapılan hitap

39- Kulluk ve himâye

40- Şehâdet getirmek

İkinci Bölüm

41- Allah'ın Hz. İbrahim'le muhâveresi

42- Aşın isteklere bağlı olan kalbler.......................................112

44- Allah, kendini sevenleri tanır

45- intihar kötüdür............i..................................................... 116

46- Düşman karşısında Allah'ı zikir

47- Dünyâdan el çekiş

48- Kadere nzâ

49- Allah'ın sâlih kullannı karşılayışı

50- Allah'ın kendisinden kaçana sitemi

51- Dünyâda en çok lûtfa mazhar olan ve en çok bahtsız olan

52- İlâhî kudret sınırsızdır

53- Allah'ın seçkin kullarına selâmı

54- İnsanla Allah arasındaki karşılıklı sevgi

55- Mü'minler için ayrılmış olan İlâhî isim

56- Allah gecenin son üçte birinde iner

57- Yapılan iyi amele on misli ecir

58- Allah insanı kendisi için yarattı

59- Allah'tan yarının rızkı istenmemek

60- Müslim ve Selâm

61- Allah şâmna düşeni yapmaktan geri kalmaz

62- Sabah kılman dört rekât namaz

63- İnsanın cimriliği

64- Allah hiçbir haksızlığa sebep olmaz

65- İlâhî hazîneler bitip tükenmez

66- Allah cennet ehline kendisini gösterecektir...................... 130

67- Allah'ın saltanatı dâimidir

68- Allah'ın hilesinden ancak hüsranda olan emindir

69- Allah cennet ehlini etrâfina çağıracak

70- Duâ bir takım şartlar altında kabul edilir

71- Bir kötülükten vaz geçen kimse

72- Nâfîle namazlar farz namazların eksiğini tamamlayacak 134

73- Allah'ın insana üç darbesi

74- Dînin direği olan beş söz

75- Hz. Muhammed kul peygamber olmayı seçti

76- Allah'a savaş açan kimse

77- Nasihat en iyi ibâdet

78- Allah'ın cennet ehlinden hoşnutluğu

79- Dehr'e söven insan

80- Arefe gününde Allah'ın affi

Üçüncü Bölüm

81- Allah kendi yolunda savaşanları gözetir

82- Allah sevgisiyle ölünceye kadar savaşan mücâhit

83- Şehitliğin fazileti............

84- Zikir ehli kimseleri arayan melekler

85- Lâilâhe illallah her şeye ağır basar

86- Hz. Peygambere salevât

87- Akrabâlık ilişkilerinin önemi............................-

88- Allah için birbirini buğzeder

89- Allah kulu sever veya ona buğzeder

90- İlâhî af, Allah'ı hatırlayan herkes içindir

91- Velîlere düşmanlık eden

92- Kabul edilen veya reddedilen sayfalar

93- Dünyâya verilen İlâhî emir

94- Beş yıl boyunca Allah'a yönelmeyen kul

95- Allah'ın ismi her şeyden fazla ağırlığa sâhiptir

96- Allah kalblerin içindekini bilir

97- Allah'ın, duâlarını kabul ettiği üç kimse

98- Hasta ziyâreti

99- Kurân okuyan, zengin ve savaşçı

100- Organların insan aleyhindeki şâhitliği

101- Allah'ın cennet ehline ikramları ve aradaki perdeyi kaldırması

EK-I) KUDSÎ HADİS HAKKINDA KISA BİLGİ (Muhammed Valsan)

EK-II) HADÎS İ KUDSÎ (Doç. Dr. Ali Yardım)

ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Tasavvuf Târihi ve İslâm düşünce hayâtındaki yeri itibâriyle başta gelen şahsiyetlerden biridir. Aynı zamanda velûd bir muharrir olan Şeyh-i Ekber'in, tekrâra düşmeksizin çok sayıda eser meydâna getirdiği bilinmektedir. İlerideki Giriş'ten anlaşılacağı üzere, kendisinin Hadis ilmi sâhasında da dikkate değer çalışmaları olmuştur. Tercümesini sunduğumuz Mişkâtü'l-Envâr bunun mahsullerinden biridir. Eserde yer alan hadislerin, çoğunlukla, tasavvufî düşünceye kaynaklık eder mâhiyette olduğu görülüyor.

"La Niche des Lumieres"

(Mişkâtü'l-Envâr) ismiyle neşredilen bu eser, Muhammed Vâlsan tarafından hazırlanıp, Arapça metni ve Fransızca tercümesiyle, 1983 yılında Paris'te basılmıştır. Giriş ve Ek-I kısmı nâşir tarafından Fransızca olarak yazılmıştır. Elinizdeki tercümeyi bu baskıdan yapmış bulunuyorum.

Kudsî hadislerde karşımıza yer yer oldukça teksifi mânâlar çıkmaktadır. Bunların anlaşılır bir biçimde dilimize aktarılmasının güçlüğü, erbâbmca mâlûmdur. Temel hadis kitaplarında yer alan hadisleri, mevcud Türkçe tercümeler ve Fransızca tercümeyle karşılaştırarak en uygun ifâdeyi bulmaya çalıştım. Arapça metindeki sened zincirlerinin tamâmı, tercümede yer almamaktadır.

Hadislerin çoğunun yerini, bir veya birkaç hadis kitabından, bölümleri veya cilt ve sayfalarıyla birlikte gösterdim ve bunları sayfa sonlarında dipnot hâlinde verdim. Bâzı hadislerin sonunda, parantez içinde verilen "hasen", "garib" gibi değerlendirmelerle, hadîsin alındığı yeri gösteren ifâdeler İbn Arabi'ye âit metinde yer almaktadır. Ancak 4,8,11 ve 17 numaralı hadislerin sonundaki kitap isimleri ise Fransızca tercümeden alınmadır. İlâve etmek lüzû-munu duyduğum bâzı notları (M. Demirci) rumuzuyla belirttim.

Görebildiğim kadarıyle, dilimize kazandırılmış müstakil Kudsî Hadis tercümeleri şunlardır:

1- İlâhî Hadisler, Abdürraûf el-Münâvî (1031/1622)nin el-İth-âfü's-Seniyye bi'l-Ahâdîsi'l-Kudsiyye'sinin tercümesi. Çeviren Haşan Hüsnü Erdem, Diyânet İşleri Başkanlığı yayını, 2. baskı, Ankara 1963.

2- Kırk Kudsî Hadis, Aliyyü'l-Karî (1014/1606)nin el-Ahâd-îsü'l-Kudsiyye ve'l-Kelimâti'l-Ünsiyye'sinin tercümesi. Çeviren Haşan Hüsnü Erdem, Diyânet İşleri Başkanlığı yayını, 3. baskı, Ankara 1982.

3- 40 Kudsî Hadis, Trabzonlu Medenî Muhammed Efendi (1123/171 l)nin el-İthâfü's-Seniyye fi'l-Ahâdîsi'l-Kudsiyye'sinin tercümesi. Çeviren A. Fikri Yavuz, 7. baskı, İstanbul 1981.

4- Kırk Kudsî Hadîsin Tercüme ve îzâhı, hazırlayan: Ramazan Yıldız (kendi derlemesi), İstanbul 1981.

5- 75 Kudsî Hadîsin Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. Ahmed eş-Şe-rebâsî'nm derleme ve şerhi. Çeviren Nâim Erdoğan, İstanbul 1981.

Tercümesini sunduğumuz MişkâtüT-Envâr'm aslını temin ederek, Türkçeye çevrilmesi için bana teşvikte bulunan ve bu konuda fikirlerini esirgemeyen Doç. Dr. Mustafa Tahralı'ya şükran borçluyum.

Ayrıca Kudsî Hadis hakkmdaki görüş ve düşüncelerini lütfeden (Ek-Il) Doç. Dr. Ali Yardım'a teşekkür ederim.

Bu hadislerdeki kudsiyet ve İlâhî rahmetle gönüllerimiz bir nebze olsun yıkanıp arınırsa, sarfedilen gayretler hedefine ulaşmış sayılır.

Doç. Dr. Mehmet DEMİRCİ

Şubat 1990 İzmir

İBN ARABİ'DE BİR HADÎS-İ KUDSÎNİN YORUMU

Doç. Dr. Mustafa Tahralı

İbn Arabi'nin eserlerinde âyet-i kerîme, hadîs ve hadîs-i kudsîlerin yorumu gerçekten dikkat etmeye ve üzerinde durulmaya değer. Mişkâtü'l-Envâr adı altında derlediği 101 kudsî hadis kitabı ve onun eserleri arasında sözü edilen hadis ile ilgili diğer eserleri İbn Arabi'nin "hadîs"e husûsî alâkasını göstermektedir. Gerek Fütûhât-ı Mekkiyye ve gerekse Fusûsu'l-Hikem'de ortaya koyduğu bütün görüş ve düşüncesinin temel ve esas kaynağı Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnettir. Tasavvuf yolunda sözü edilen "ilham" ve "keşf', bir bakıma kalben îman ve bedenen amel konularını belirleyen bu iki temel kaynağın "hâl" ve "mânâ" olarak yaşanması neticesinde ulaşılmış bir "idrâk" çeşididir diyebiliriz. Bir bakıma ise, bu "idrak" çeşidi, dînin temeli olan bu iki kaynağa "akf'ı aşan ve doğrudan "kalb'e hitap eden bir yorum imkânı getirmiştir. "Vahiy" ile nâzil olan Kur'ân-ı Kerîm ve "vahy-i gayr-i metlüv" adıyla da isimlendirilen Sünnet'in yorumlanmasında, her ne kadar sâdece "akıl" ön plânda görülüyor ise de, "ilham" ve "keşif' denilen bir idrak çeşidi ile, başka bir deyişle "kalp" melekesiyle de yorumlanması, bu nasların akıl-üstü olan "vahyî" mâhiyetine bir bakıma daha uygun düşeceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Zîrâ "vahy'ın menşei Allah Teâlâ olduğu gibi, "ilhâm'm kaynağı da O'dur. Ancak şu da var ki, ilham ve keşif; bilindiği ve kabul edildiği üzere, "vahy'm kesinliğine sâhip değildir. Onun için ilham ve keşif mahsûlü olan bilgiler, bütün mü'min ve müslimler için delil ve hüccet olmayıp, bu yolla gelen bilgileri "kalben" idrak edebilen veyâ bu bilgilerin bir "hakikat” ifâde ettiğini "kalbî" bir kıstasla ölçebilen veyâhutta başkasının ilham ve keşfini bizzat kendi ilham ve keşfi ile tasdik ve te'yid edebilen kimseler için geçerli bir hüküm ve mânâ ifâde eder. Bu görüş tasavvuf ehlinin kendi aralarında derecelenmeleri bakımından da doğrudur. Temel konular dışında farklı ilham ve keşfe sâhip olanlar, kendi idrâkine tâbi' olup başkasının keşif ve ilhâmına tâbi' olmazlar. Fakat şu noktayı da belirtmek yerinde olacaktır ki, tasavvuf ehli arasında aynı "makam", "mertebe" ve "hal" içinde bulunanlar birbirlerinin görüş, ilham ve keşfini tasdik ve kabul etmişlerdir. İ'tiraz veyâ farklı kanâat beyânı mutasavvıfların mertebe, makam ve hal farkları ile ilgilidir. Daha geniş bir ifâde ile söyleyecek olursak, aklî bilgi ve görüşler "akıl ehli" çevresinde kabul gördüğü gibi, tasavvufî bilgiler de tasavvuf ehli arasında, onlara yakınlığı olanlar ve bu nevî bilgileri idrâke is-ti'dâdı olanlar arasında kabul görmekte ve benimsenmektedir.

İbn Arabî ilham veyâ keşif yoluyla ulaştığı herhangi bir bilgiyi eserlerinde yeri geldikçe açıklamaktadır. Burada belirtmek istediğimiz husus, onun bu yolla ulaşmış olduğu "bilgi'yi, "mârifet"i, "ilm"i veyâ "hakîkaf'i okuyucusuna "akıl" yoluyla ve şer'î bir bilgi olarak "ilmen" verme üslûbudur. İdrâk ettiği herhangi bir bilgiyi, nasları titiz ve ince bir dikkatle yorumlayarak insan "akl'ına hitap edişi ve bu bilgileri âyetler ve hadislerle, din ehlince kabul edilebilecek "İlmî" bir metodla ortaya koyuşu onun dikkat çekici bir husûsiyeti olarak görünmektedir. Onun bu husûsiyetini birazdan ele alacağımız hadîs-i kudsîyi yorumlayışmda göreceğiz.

Şurası muhakkak ki, mü'min ve müslim için, âyetler ve hadisler bir emir veyâ nehiy ihtivâ ediyorsa ittibâ edilmesi veyâ kaçınılması gereken konuları belirtmektedir. Amel ile ilgili olmayıp bir "bilgi" ve bir "hakikat" ihtivâ eden âyet ve hadislerin ise doğru ve yüksek bir anlayış ile ilmen idrak edilmesi mü'minin vazifeleri cümlesindendir. Bu konuda mü'minler arasında ihtilaf yoktur. İşlenen emir veyâ kaçınılan yasak her mü'min ve müslimde aynı "mânevi te'sir" ve "kernâf'i sağlayabilir mi? Zâhirde fiilin ve amelin benzer olması, onun bihakkın îfâ edil-dişini göstermemektedir. Bu durum Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnette belirtilmiştir. Onun için bu konuda da ihtilaf yoktur. Fakat ihtilaf noktaları kanâatimizce şöyle ortaya çıkmaktadır: Eğer bir kimse kendi işlediği amelin kendisine sağladığı şey konusunda bir hükme ulaşmış ve ona bir değer biçmişse, aynı ameli işleyen başka kimselerin de kendisinden farklı veyâ daha fazla bir şey elde edemiyeceğini "zan" etmektedir; veyâ "keli-me-i tevhîd"i bir çok defalar tekrar etmekle kendisi ne kazanmışsa, başkasının daha fazla veyâ daha farklı bir şey kazanmış olamıyacağı "zehâb"ına kapılmaktadır. Eğer söz konusu, bir âyet veyâ hadîsin taşıdığı bilginin idrâki ise, kendi aklının erdiği bilgi ve ilimden farklı bir bilgiyi ve mânâyı tasdike ne aklı ne de nefsi elvermemektedir. îşte insanın psikolojik yapısından ileri gelen bu tutum, dînî amel ve ilim konularında farklı ve çeşitli anlayış ve yorumların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır diyebiliriz.

Dînin i'tikâdî, amelî ve ahlâkî hükümleri, iki kişi tarafından zâhiren ve şeklen aynı şekilde îfâ edilmiş olsa bile, ikisinin de aynı mânevî derece ve olgunluğu, "hâl''i ve "ilm"i kazandıklarını söylemek mümkün değildir. Öyle ise din ve dînî bilgi adına söylenecek sözlerin, temel prensipler dışında, farklı ve çeşitli olacağını peşinen kabul etmek, ittifâk edilecek konu ve madde sayısını asgarîden azamîye çıkarmaya çalışmak, birkaç farklı görüş ve bilgiden, tam olarak idrak edilmese bile, daha yüksek olanı "tesbit” edebilmek ve sonra da kendi acz ve noksâ-nını i'tirâf edebilmek, bu konuda en verimli ve yegâne yol olarak görünmektedir.

Bunları şunun için söylemiş bulunuyoruz ki, her mümin ve müslimin kabûl ve tasdik etmesi gereken i'tikâdî, amelî ve ahlâkî temel prensipleri, umûmun ilk nazarda naslardan anladığı zâhir mânâ ve hükümleri îbn Arabi'nin de kabul edip benimsediğini eserlerindeki açık ifâdelerden anlıyoruz. Fakat bir konuda daha yüksek bir ilim ve idrak söz konusu olduğu zaman, farklı bir görüş ve yorum ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de yine naslardan hareket etmekte ve görüşünü yine naslarla açıklamaktadır.

İşte İbn Arabi'nin âdetâ sözcülüğünü ettiği bu farklı yorum ve görüşe, bilhassa Osmanlı devrinde pek çok Türk mutasavvıf ve âlimi de katılmış, onun eser ve düşüncelerine pek çok alâka göstermişlerdir. Günümüzde eserleri türkçeye kazandırılır-ken, geçmiş devirlerin şârihlerinden, "İbn Arabi ekolü" denilebilecek müelliflerden istifâde etmek isâbetli olacaktır. Onun "farklı” dediğimiz yorum ve görüşlerinin büyük bir kısmı, Türk tasavvuf edebiyâtmda şiir ve nesir olarak asırlarca işlenmiş ve dile getirilmiştir. Geçmiş dînî kültürle bugünkü dînî kültür, bir başka deyişle eski ilim ve irfanla bugünkü modern dînî anlayış arasındaki kopukluk ve büyük boşluk sebebiyle, bu "farklılık" daha çarpıcı ve bâzan da çok şaşırtıcı görülebilir. Ama geçmişten bir şeyler edinilirse, bu farklı yorum ve görüşlerin aslında ne kadar "tabîî" olduğu anlaşılacaktır. Zîrâ menşei İlâhî olan nasları bir tek mânâ ve yorumla tahdîd etmek, sonsuz olan "İlâhî ilm"i sınırlı hâle getirmek demek olacaktır. Kadîm yâni "zaman üstü" olan Kur'ân-ı Kerîm'in geçmişte ve günümüzde farklı ve yeni yorumlarla anlaşılması da İlâhî ilmin sonsuzluğunun tecellî ve tezâhürleri olarak kabul edilmelidir. îbn Arabi’nin eserleri bu sonsuzluğu okuyucuya gösteren ve hissettiren cihanşümül bir anahtar olarak görünmektedir.

**

îbn Arabî, derlediği bu 101 kudsî hadisten bâzılarını eserlerinde defalarca zikretmiş ve yorumlamıştır. Bunlardan biri de, bu derlemede 91. sırada yer alan kudsî hadistir. Bu kudsî hadîsi Fütûhât-ı Mekkiyye'sinde pek çok yerde, Fusûsu'l-Hikem'de sekiz on defa ve Nakşu'l-Fusûs'ta bir yerde zikredip yorumlamıştır. İbn Arabi'nin "tevhîd" görüşünü dayandırdığı naslardan biri olan bu hadîs-i kudsî, daha sonraki mutasavvıf-larca "vahdet-i vücûd" doktrinine esas olan naslardan biri olarak zikredilmiştir.1

Bu hadîs-i kudsî içinde bir kaç konu vardır. Biz burada sâdece "...Kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla Bana yaklaşamaz. Kulum nâfilelerle de Bana yaklaşmaya devam eder, nihâyet Ben onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum..." cümlelerini ele alıp İbn Arabi ve şârihlerine göre incelemek istiyoruz.

Sahîh-i Buhârî'de yer alan bu kudsî hadîsi şerh eden mu-haddisler, diğer rivâyetlere göre bu metnin farklarını belirtmişler ve mânânın yorumlanmasını yapmışlardır. Buna göre "Üzerine farz kıldığım şeyler'den murad "farz-ı ayn" ve "farz-ı kifâyeler'dir. "Nâfileler'den murad ise "farzlar ile berâber namaz ve oruç gibi" ibâdetlerdir. "İşiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum" cümlesi, Allâh'm kulunu "destek-leme'si, ona "yardım etme'si ve kulunun uzuvlarını "muhâfaza etme"si ve onu Hakk'm "râzı olmayacağı şeylerden koru-ma"sından kinâye olarak "mecâzî"2 mânâda anlaşılmalıdır. "Sanki Allah nefsini kulunun yerine koyuyor ve âlet menzilesine indiriyor; ve kul bu âletlerden istifâde ediyor". Veyâ "İşiten kulağı (işitmesi-sem'i)" demek "onun işitmiş olduğu şey" (mesmu u) demektir ki, masdar olan "sem"' kelimesine, bu takdirde ism-i mefûl (mesmu) mânâsı verilmiş olur. Bir başka mânâ da şu şekilde olabilir: "O Benim zikrimden başkasını işitmez; kitabımı tilâvetten başka şeyden lezzet almaz; münâc-âtımdan başka şeyle ünsiyet etmez; melekûtumdaki hayranlık uyandıran şeylerden başkasına bakmaz; râzı olduğum şeylerden başkasına elini uzatmaz ve kezâ ayaklan ile de râzı olmadığım şeye gitmez".3

Hadîsin anlaşılmasındaki güçlükten dolayı, bâzı hadisçiler "Eğer Câmi'u's-Sahîh'in heybeti olmasaydı" bu hadîsi de "münker" hadislerden addedeceklerini söylemişlerdir."4

Ayrıca şârihler "ittihâdiyye" dedikleri birtakım tasavvuf ehlinin bu cümleleri "mecâzî" değil "hakîkî" mânâda anladıklarını ve bunu isbatlamak için Cebrâîl'in Dihye sûretinde gelmesini delil olarak ileri sürdüklerini" belirtmişlerdir.5

Hadisçilerin bu yorumlarından sonra, İbn Arabi'nin verdiği mânâ ve yoruma geçmeden önce, tasavvuf ehlinin bu hadîs-i kudsîde sözü edilen "kurb-yakmlık", "kurb-ı nevâfil" ve "kurb-ı ferâiz" terimlerinden ne anladıklarını tesbit edelim. Seyyid Şerif Cürcânî "kurb'u "Hakk'a karşı tâatları îfâ etmek" olarak târif etmekte ve terim olarak "kurb"dan kasdedilen şey "Kulun sâadetine sebep olan her şey ile Allah Teâlâ'ya yakınlığıdır; Hakk'm kula olan yakınlığı değildir. Zîrâ "Nerede olursanız olunuz O sizinle berâberdir" (Hadîd, 57/4) âyetinin delâleti i'tibâriyle, Hakk'ın yakınlığı, kul ister saîd ister şakî olsun, hepsine eşit sûrette olarak umûmî bir yakınlıktır"6 demektedir.

Kelâbâzî sûfîlerin "kurb" hakkında söylediklerinden şunları nakletmektedir: "Kurb itâattır"7; "Ulu ve yüce Allâh'm: "Secde et ki yaklaşasın" (Alak, 96/19) âyeti ile işâret ettiği gibi, kurb, kulun Rabb'ma karşı hem nazlı hem de zelil olmasıdır"; Ulu ve yüce Allah, Resûl'üne (s.a.): "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü" (Enfâl, 8/17) diye hitap ettiği için, kurb, hakikatte kendini fâil görmemendir."8

Kuşeyrî ise "yakınlık" konusunda şöyle demektedir: "...Kulun Allâh'a yakınlığı, evvelâ O'na imân etmek, O'nu tasdik etmekle; sonra ihsânma ve tahkikine yakın olmakla olur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nm kuluna yakınlığı ise bu dünyâda özel sûrette ona ilim ve irfan vermesi, âhirette ise kendisine müşâ-hede ve temâşâ imkânını ihsan eylemesi ve bu meyanda çeşitli lütûf ve ikramda bulunması sûretiyle olur. Kul halktan uzaklaşmadıkça Hakk'a yakın olamaz. Madde ve görünüşler âlemine âit olan hükümler değil, kalplere mahsus sıfatlarda durum budur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ ilmi ve kudreti ile her şeye ve herkese; lutfu ve yardımı ile, sâdece müminlere yakındır; Allah "üns" hâli ile husûsî olarak evliyâya yakındır."9

"Kurb" hakkında kısaca temas ettiğimiz bu tasavvufî târif ve yorumlardan sonra "nâfilelerle Allah'a yaklaşmak" hadîs-i kudsîsinden, ilk nazarda umûmiyetle anlaşılan mânâyı şöylece hülâsa edebiliriz: "Kurb" (yakınlık, yaklaşma) sevâba nâil olmak için yaklaşma yerlerini aramak demektir. "Nafile" kelimesinin lügat mânâsı ziyâdelik, fazlalık demektir. Dînî terim olarak farz ibâdetler dışında olan ibâdetlerdir. Mânâsını düşünerek Kur'ân-ı Kerim okumak, yürekten huşû' içinde Allah'ı zikretmek v.s. gibi. Bu hadîs-i kudsîden anlaşılan ise şudur: "En önemli ibâdetler farz ibâdetlerdir. Önce onların yapılması gerekir. Ancak ondan sonradır ki nâfile ibâdetler."10

Bu açıklamalardan sonra hadîs-i kudsînin ortaya çıkardığı "kurb-ı nevâfil" ve "kurb-ı ferâiz" kavramlarını İbn Arabi ve yorumcularına göre değerlendirmeye geçebiliriz.

A.Avni Konuk "kurb-ı nevâfil'ıfenâ-fillâh mertebesi olarak tavsif etmekte ve yukarıdaki hadîs-i kudsî mûcibince Hakk'ın kula âlet durumunda olduğunu, böylece kulun Hak ile söylediğini, Hak ile işittiğini, Hak ile gördüğünü ve Hak ile tuttuğunu ve bu takdirde kulun fiillerinin fâillinin Hak olduğunu ifâde etmektedir.

"Kurb-ı ferâiz"i ise baka-billah mertebesi olarak târif etmekte ve bu mertebede kulun, Hakk'ın fiillerine âlet durumunda bulunduğunu, böylece Hakk'ın fiillerinin fâilinin kul olduğunu, meselâ Hak, kelâm sıfatı ile zâhir olduğu vakit, kulun lisânı, Hakk'ın kelâmına "Allah kulunun lisânı ile "Semi'Allâ-hü limen hamideh, der" hadîsi11 gereğince, âlet olduğunu söylemektedir.12

İsmâîl Hakkı Bursevî de "kurb-ı nevâfil"de "Allah Teâlâ ku-„ 1un lisânı olur" diyerek bu hadîs-i kudsîyi zikreder; ve bu mertebeye erişen kulun "Hakk'ın lisânıyla konuştuğunu" ve böylece "Hakk'ın zât ve vücûdunun kulun sıfatlarına ayna ve hallerinin mazhan" bulunduğu belirtir. "Kurb-ı ferâiz" mertebesinde ise "Kul, Allah Teâlâ'nın lisânı olur." Böylece Allah Teâlâ kulun lisânı ile konuşur. Bu mertebede kulun sıfatları ve halleri Hakk'ın zâtına ayna ve vücûduna mazhar olur. Bu durumda zâhir olan, görülen ve müşâhede edilen Hak olmuş olur.13

**

"Kurb" terimiyle ilgili bu kısa açıklamalardan sonra İbn Arabi'nin yorum ve tesbitlerine geçebiliriz. O bu hadîs-i kudsî-nin "kurb-ı nevâfil" ile ilgili cümlelerinden "tevhîd" görüşünün esâsını teşkil eden bir hüküm çıkarmaktadır. Fusûsu'l-Hi-kem'de Hûd Fassı’nda şöyle demektedir: "Ben kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli yürüyen ayağı olurum... Bu sözle Hak, kendi "hüviyet"ini kulun âzâsı yerine koyarak onun "ayn"ı olduğunu söyledi. Halbuki hüviyet bir, âzâ ise çeşitlidir..." 14 Yine Hûd Fassı’mn bir başka yerinde "ihbâr-ı sahih ile Hak, eşyânın "ayn"ı olduğunu muhakkak sûrette bildik"15 demektedir. Şârih A. Avni Bey de bu cümlenin şerhinde "ihbâr-ı sahih" sözünden bu hadîs-i kudsî kasdedildiğini belirtmektedir. Yine aynı Fass'm bir başka yerinde "kurb" yâni "İlâhî yakmhk"m saîd ve şaki tefriki olmaksızın herkese müsâvî şekilde olduğunu şöyle ifâde etmektedir: "Biz ölüm hâlinde olan kimseye sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz" (Vâkıa, 56/85) buyrulmuştur. Ancak ölü görür, çünkü ondan perde kalkmıştır. Bu i'tibârla onun görüşü keskindir. Allah bir ölüyü ötekinden ayırmadı, yâni yakınlık makâmında saîdi şakiden ayrı tutmadı. Ayette "Biz insana şahdamanndan daha yakınız" (Kâf, 50/16) buyruldu. Bu âyette herhangi bir insanı da ötekinden ayırmadı. Çünkü kulda Allâh'a yakınlık vardır. Allâh’m haber verdiği şeyde gizlilik yoktur. Şu halde Hakk'm "hüviyet'! kulun âzâ ve melekelerinin "ayn"ı olmaktan daha üstün bir yakınlık yoktur."16 Bu metnin son cümlesinde de mezkûr hadîs-i kudsîye işâret edilmiştir.

Mutasavvıflar ve İbn Arabi'ye göre mahlûkâtm hepsi "zî-rûh" yâni ruh sâhibi ve canlıdır.17 Bu görüş yukarıda ifâde edilen mânâ ile birlikte ele alınınca, Hak sâdece insanın "ayn"ı, yâni "hakîkaf'i değil, bütün eşyânın, yâni yaratılmış bütün varlıkların "ayn'ıdır.18 İbn Arabi bu esâsı Hûd Fassı’nda "Gözün gördüğü bir mahluk yoktur, illâ onun "ayn"ı ve "zât"ı Hak'tır. Fakat bu hassa mahlûkâtta gizlidir. Bundan dolayı eşyânın sûretleri bir takım zarflardan ibârettir."19 beyitlerinde ifâde etmiştir. İbn Arabi'nin "Eşyâyı (varlıkları) izhar edeni teşbih ederim ki O onların (varlıkların) "ayn"ıdır.20 meşhur cümlesini de, bu hadîs-i kudsî ve benzeri diğer naslardan hareketle söylediği anlaşılmaktadır.

Burada hadîs-i kudsînin metnindeki bir husûsiyete dikkat çekmek gerekmektedir. Cümlenin türkçe tercümesinden îbn Arabi'nin yukarıda ifâde edilen hükme nasıl ve nereden ulaştığı pek anlaşılmamaktadır. Arapça metinde "Küntü sem'ahû...." cümlesinde "kâne" fiili mâzî sîgasıyla zikredilmiştir. Tercümesi "Ben onun işiten kulağı olurum..." şeklinde "olmak" fiili ve "ekûnu" gibi muzârî yâni geniş zaman ve gelecek zaman sîga-sıyla ve zaman bildiren bir ifâdeyle değil, "Ben onun işiten kulağıyım" şeklinde "imek" fiili ile, yâni "kâne" fiiline "devamlılık" ve "vücûd" mânâsı verilerek tercüme edilmeli veyâ bu mânâ anlaşılmalıdır. Zîrâ "kâne” fiili "Allah" ismi ile birlikte kullanıldığı zaman, meselâ "Kân 'Allâhu âlîmen hakîmen" (Nisâ, 4/17) âyetine "Allah alîm ve hakimdir” mânâsı verilmekte, "Allah alîm ve hakim olur veyâ oldu" diye tercüme edilmemektedir. Eğer böyle mânâ verilecek olursa "Allah'ın önce alîm ve hakim olmayıp sonra olduğu" şeklinde bir mânâ hatıra gelebilir. Halbuki Allah dâimâ alîm ve hakimdir. Aynı şekilde bu hadîs-i kudsî cümlesi "Ben onun işiten kulağı olurum" şeklinde tercüme edilir veyâ anlaşılır ise, "Allah önce onun işiten kulağı değildi, sonra oldu" mânâsı hatıra gelebilecektir. Bu da yukarıda geçen âyetlerde ifâde edilen "Hakk'm dâimi ve vücûdî yakınlığına zıt bir mânâ olacaktır. Onun için hadîs-i kudsîdeki ibâre-de yer alan "küntü" fiilinin mâzî sîgasıyla olup "ekûnu" (olurum) muzârî sîgasında olmadığı göz önünde bulundurulup "olmak" ile değil "imek" fiiliyle tercüme etmek veyâ anlamak isâ-betli olacaktır.

Hadîs-i kudsînin metnindeki bu husûsiyete dikkat edilince cümlenin tamâmı şöyle tercüme edilip anlaşılmak gerekmektedir: "... Nihâyet Ben onu severim: Onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağıyım". "Fransızca tercümede bu inceliğe dikkat edilmiştir. Fakat Türkçe hadis tercümelerinde, A. Avni Bey'in ve N. Gençosman’m Fusûs tercümelerinde buna dikkat edilmemiş ve fakat şerh ve açıklamalar esnâsında bu mânâ göz önünde bulundurulmuştur. Türkçe tercümelerde "imek" fiili yerine "olmak" fiilinin kullanılması, ilk nazarda anlaşılan mânânın verilmesinden ileri gelmektedir sanıyoruz.

Tercümede dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta daha vardır. Hadis metninde "kulak" (üzn) ve "göz" (ayn) kelimeleri geçmemektedir. îbn Arabi buna da dikkat ederek bu husûsiyeti de ayrıca yorumlayacaktır.21 Metinde "sem"' ve "basar" kelimeleri geçmektedir ki, Türkçede "işitme duygusu" ve "görme duygusu" ile karşılanabilir. Bu takdirde cümle "Ben onun işiten işitme duygusu, gören görme duygusu..." şeklinde tercüme edilmek lâzım gelir ki, bu da Türkçede alışılmış ve mûnis bir ifâde değildir. Onun için "işiten kulağı, gören gözü" diye tercüme etmekle berâber, hadîs-i kudsînin iyi ve doğru anlaşılması için, metindeki iki kelimenin mânâsı göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu açıklamalara göre cümle şöyle anlaşılmalıdır: "Nihâyet Ben onu severim: (işte o zaman o fark eder ve şuûruna varır ki) Ben onun işiten işitme duygusu, gören görme duygusu, tutan eli ve yürüyen ayağıyım..." Tırnak içinde ilâve ettiğimiz cümleden şu anlaşılacaktır: Farzları ve nâfileleri ifâ ede ede kul Hakk'a yaklaşacak ve öyle bir idrak seviyesine ulaşacaktır ki, daha önce fark etmediği ve idrâk edemediği şeyi artık idrak edecektir. Onun bu idrâkine göre Hak onun işitme duygusudur, görme duygusudur, tutan elidir ve yürüyen ayağıdır. Bu yoruma göre "değişme" ve "olma" kula âittir. Zîrâ Allah "zât"ı i'tibâriyle "tagayyür", "tebeddül" ve "tahavvül"den münezzeh ve beridir. Hadîs-i kudsîde sözü edilen "tekarrüb" (yakınlaşma) kulun tâat ile Hakk' yakınlaşmasıdır. Yukarıda Cürcânî'nin "kurb"u târif ederken işâret ettiği gibi "Nerede olursanız olunuz O sizinle berâberdir” (Hadîd, 57/4) âyet-i kerimesine göre Hakk'm kullarına "yakınlığı" eşit ve umûmîdir. Şu halde kul, farzları ve nâfileleri yerine getirmek suretiyle Hakk'm mahlûkâtma olan yakınlığının idrâkine ulaşmış olur. Hakk'm kullarına olan bu yakınlığı da hadîs-i kudsînin "küntü sem'ahû..." yâni "Ben onun işiten işitme duygusuyum..." cümlelerinde ifâde edilmiştir.

îbn Arabî gerek Fütühât-ı Mekkiyye de ve gerekse Fusû-su'l-Hikem'de, işlediği konu ile ilgili âyet ve hadislerin bir kaç kelimesini alıp tefsir ve şerh etmektedir. Şimdi bu hadîs-i kudsînin incelediğimiz kısımlarının geçtiği birkaç Fusûs cümlesini A.Avni Bey'in şerhiyle birlikte ele alarak yukarıda verilen yoruma biraz daha açıklık getirmek ve İbn Arabi'nin aynı hadîsi muhtelif konularda kullanmasına ve yorumlamasına örnekler vermek istiyoruz.

İbrâhîm Fassı'nda şöyle demektedir: "Eğer Hak zâhir olacak olursa halk onunla perdelenir. Şu halde halk, Hakk'm bütün isim ve sıfatlan, hattâ onun işitme ve görme kuvveti ve bütün nisbet ve idrâkleri olur. Şâyet halk zâhir olacak olursa Hak ile örtünür ve onda bâtın olur.

Bu sûretle Hak, halkın kulağı, gözü, eli, ayağı ve bütün kuvvetleri durumuna girer. Nasıl ki sahih hadiste de böyle buyrulmuştur."22

İncelediğimiz hadîs-i kudsîye atıfta bulunan bu cümleleri A. Avni Bey şöyle açıklamaktadır: Hak zâhir ve mahlûkat bâtın ve örtülü olmak sûretiyle ulaşılan "kurb"a, yâni İlâhî yakınlığa "kurb-ı ferâiz" denir. Çünkü "vücûd'ün aslı ve prensibi Hak'tır. Aslî ve İlâhî olan bu "vücûd" vâcip, yâni zarurî ve farzdır; bu vücûdun olmaması düşünülemez. İşte bu aslî ve İlâhî vücûdun idrâkine erişip "kurb" sâhibi olan kul "mahbûb-ı ilâhî"dir, Hakk'ın sevgilisidir. Bu kul önce İlâhî cezbe ile Hakk'a yönelmiş, daha sonra seyr ü sülûkünü geçirmiştir. Başka bir ifâde ile, bu kul önce "bakâ-billâh makâmma ulaşmış, daha sonra da "fenâ-fillâh" makâmım idrâk etmiştir. Hakk'ın sevgilisi olan ve Hak ile bâkî olan bu kula Cenâb-ı Hak, "Zâhir" ismi ile tecellî ettiğinden, kendi zat ve sıfatlarından fânî olup Hak ile bâkî olduğu için bu kul, mütecellî olan Hakk'ın idrâkine âlet durumundadır. Denilebilir ki, bu kul Hakk'ın işitme, görme ve diğer kuvvetleri olur. "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" (Enfâl, 8/17) âyetinde ve "Allah kulunun lisânıyla -Semi'allâhü limen hamideh- Allah kendisine hamd edeni işitir"23 hadîs-i şerifinde bu mânâ ifâde edilmiştir.

Halk zâhir ve Hak bâtın ve örtülü olmak sûretiyle vâki' olan "kurb'a "kurb-ı nevâfil" denir. "Nevâfil" kelimesinin kökü olan "nefl" ziyadelik ve fazlalık demektir ki, halkın vücûdudur. Mahlûkâtm bu vücûdu ferdir, asi üzerine zâiddir. Bu yakınlığa ulaşan kul ”muhibb-i İlâhî", yâni Allah'ı seven bir kuldur. Onun sülûkü cezbeden, fenâsı bakâsından öncedir. Bu kulun sıfatları fânî, zâtı bâkîdir. Hak ona "Bâtın" ismi ile tecellî etmiş olduğu için Hak, bu kulun idrâkinin âleti durumundadır.24

A.Avni Bey'in bu şerhinden şu anlaşılmaktadır ki, "kurb-i ferâiz" ve "kurb-ı nevâfil" ıstılahlarıyla ifâde edilen İlâhî yakınlık sâhiplerinin ulaşmış oldukları "bakâ-billah" ve "fenâ-fîllâh" makamlarına göre mezkûr âyet-i kerîme ve hadîs-i kudsî yorumlanmış olup aklî ve nazarî bir yorum söz konusu değildir. İlkinde Hakk'm kuluna "Zâhir" ismi ile, İkincisinde ise "Bâtın" ismi ile tecellîsi sonucu, birinde "kul Hakk'm idrâkine âlet" durumunda, diğerinde ise "Hak kulun idrâkine âlet" durumundadır. Bunu ise ancak o makam sahipleri idrak edip hakikatini anlayabilirler.

*

Aynı konunun işlendiği Nakşu'l-Fusûs metninin tercümesini ve bu metnin Molla Câmî tarafından yapılan şerhini tercüme ederek aşağıda veriyoruz: İbn Arabî bu eserinin İbrâhîm Fass'm şöyle demektedir: "Kulun "ayn"ınm sabit olması lâzımdır. Bu takdirde (hadîs-i kudsîde buyrulduğu gibi) Hakk'm "Onun işitmesi, görmesi, lisânı, eli ve ayağı olması" sahih olur. Burada Hak Sübhânehû kendisine lâyık olan mânâ ile kendi "hüviyet"ini kulunun melekelerine ve uzuvlarına yaydı. Ve bu (durum) "hubb-ı nevâfil" neticesidir. 'Hubb-ı ferâiz"e gelince, bu Hakk'm seninle işitmesi ve seninle görmesi demektir. Hubb-ı nevâfil ise senin Hak ile işitmen ve Hak ile görmendir. Nevâfil ile (tecellî) mahallinin isti'dâdı ölçüsünde sen idrâk edersin. Ferâiz ile ise (Hak Teâlâ) her idrâk olunan şeyi idrâk eder. Bunu iyi anla!"20

Molla Câmî'nin şerhi şöyledir: "(İbrâhîm) Halîl (a.s.) Hak Sübhânehüda "fena" ile mütehakkık idi. "Fena" konusunda ve-

25 M. ibn Arabî, Nakşu'l-Fusûs, s. 5, (William C. Chittick neşri, Tahran 1977). Nakşu'l-Fusûs metni tercümesi burada siyah harflerle ve tarafımızdan ilâve edilen açıklayıcı kelimeler beyaz harflerle gösterildiği gibi, aşağıdaki Molla Camii şerhi beyaz, esas metin cümleleri siyah dizilmiştir.

him sahibi tevehhilm eder ki, fâni olan kimse lâ-şey'-i mahzdır (yâni mutlak surette yok olmuştur); yok olan şeyin (Hakkin) sübütî sıfatlarıyla vasıflanması ise muhaldir. Nasıl olur da Halil (a.s.) Allah'ın subîıtî sıfatlarıyla muttasıf olabilir? Şeyh (r.a.) şu kavli ile böyle bir anlayışı ortadan kaldırmıştır:

"Fenâ-fillâh makamında Hak'ta fâni olan kulun "ayn'inın sabit olması lâzımdır. Şu halde burada "fena" ile murad kulun "ayri'ınm mutlak surette yok olması değildir. Bilakis bu fenadan murad beşerî cihetin rabbani cihette fena bulmasıdır. Şu halde her kul için "İlâhî mertebe"den bir cihet vardır ki, buna şu âyette işâret edilmiştir: "Herkesin yüzünü kendine döndürücü olduğu bir yönü vardır" (Bakara, 2/148) Bu ise Hakk-ı mutlak tarafına ancak tam bir teveccüh ile hâsıl olur ki, bununla kulun Hakk'a âit ciheti takviye bulur ve halkıyyet cihetini ifna ve kahr etmek üstünlüğünü elde eder. Bir kömür parçasının ateşe yakın olması gibi. O kömür parçası ateşe yakınlığı sebebiyle, ateşliği kabul isti'dadı ve ateşte gizlenme kâbiliyeti dolayısıyle yavaş yavaş ateş oluncaya kadar yanar. Ateşten meydana gelen yakma, pişirme, aydınlatma v.s. şeyler ondan da hâsıl olur. Yanmadan önce kömür karanlık, bulanık ve soğuktur. (İşte bunun gibi) fenâya olan bu teveccüh, kulda gizli bir halde bulunan muhabbet-i zâtiyye ile mümkün olur. Bunun zuhuru ise ancak muhabbet-i zâtiyyeye zıt ve ona ters düşen şeylerden sakınmak ile gerçekleşir. Bu da muhabbet-i zâtiyyeden başka her şeyden takva (yâni sakınma ve korunma) demektir. Muhabbet binek ve takvâ azıktır. Bu fenâ, kulun hakkânî taayyünler ve rabbani sıfatlar ile taayyün etmesini gerektirir. Bu da Hak ile bakâdır. Bu taayyün kuldan aslâ mürte-fi' olmaz. (...) Bu takdirde, yâni kulun "ayn"ı fenâ-fillah hâlinde sâbit olup mutlak surette yok olmadığı ve Hakkin bahâsıyla bâkî olduğu vakit, o kula işlerin izâfe edilmesi ve Hakkin onun işiten "işitmesi" ve gören "görmesi" ve konuşan lisânı, tutan eli ve yürüyen ayağı olması sahih olur. Burada Hak Sübhânehû. ve Teâlâ kendisine lâyık olan mânâ ile bütün mevcudatta sârî olan kendi "hüviyetlini kulunun zahir ve bâtın melekelerine ve bedeninin uzuvlarına yaydı. Şeyh (r.a.) burada bâzı "mahcûb"ların hatırına gelebilecek bir şeye işâret etmektedir: Hak Teâlâ, kulun işitme veyâ görme veyâhut bundan başka uzuvlarının "ayn"ı olduğu vakit, Kendisi gayr-ı mahdud olduğu halde, o uzuvların hududu ile sınırlanmış olur. Halbuki Şeyh-i Ekber, Hakk'm kulun melekelerine ve uzuvlarına yayılmasının, ancak kendi Zâtına layık olan bir vecihle olacağına tenbih etmiştir ki, bu da Hakk'm küllü ihâta etmesi ve inhisâr olmaksızın küllü külde istiğrak etmesidir. Küçük ve büyük hiç birini ihmâl etmeksizin herbirini kendi "ayn"ı ile var etmiştir (ahsâhâ). Öyleyse O onların "ayri'ıdır; belirli bir "ayri'da müteayyin olmuş değildir. Husûsî olarak ve imtiyazlı bir surette bir husûsî had ile de hudud-lanmış değildir. O'nu hiç bir had ihâta etmemiş ve hiç bir hasr O'nu inhisânna almamıştır. Gerçi O her bir had ile hududlan-mış ise de hiçbirinde mahsur değildir. İnşallah iyi anlarsın!

Ve hu, yâni Hakk'm kulunun işitmesi, görmesi ve diğer meleke ve uzuvlarının hepsi olması durumu hubb-ı nevâfil ve muhibb-i İlâhî seyrinde nafileler ile yakınlık ve sülûkün cezbeye tekaddüm etmesi ve fenânın bakâdan önce olmasının neticesidir ki, bu durumda Hak Sübhânehû "Bâtın" ismi ile tecellî eder; ve Hak, kendisine tecellî ettiği kulun idrâki için âlet olur.

Hubb-i ferâiz ve kurb-ı ferâize gelince, yâni mahbûb-ı ilâhı seyrinde, bunların neticesi sülûkün cezbeden sonra olması, bakâ-i aslînin fenadan önce vâki' olmasıdır. Bu durumda Hak Sübhânehû "Zâhir" ismi ile tecellî eder; ve kendisine tecellî ettiği kul, tecellî eden Hakk'm idrâki için âlet olur. Bu ise Hakk'm seninle işitmesi ve seninle görmesi demektir ki Hak Sübhânehû idrâk edici olur ve sen Onun idrâki için âlet olursun, Hubb-ı Nevâfilin neticesi ise senin Onunla işitmen ve onunla görmendir ki, kurb-ı ferâizin aksine olarak, Hak Sübhânehû senin idrâkin için âlet olur.

Bil ki, hak olan vücûd vacip olan asildir ki o da farzdır; âlemin vücûdu -ki kuldur- bu (aslî ve vacip olan) vücûd üzerine nefl ve ferdir, Hak zahir olduğu zaman kul onda mahfî olur. Zîrâ kul Hakk'm işitmesi, görmesi ve diğer meleke ve uzuvları olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. "Allah kulunun lisanıyla -Semi'Allâhü limen hamideh- der"; "Bu, Allah'ın elidir;" 25 26el, Muhammed (s.a.v.)in eli olduğu halde (böyle buyurmuştur). Aynı şekilde "Attığın zaman..." (Enfâl, 8/17) gerçekten atıcı odur. Onun eli Hakk’m elidir. Zîrâ "...sen atmadın..." (Enfâl, 8117) âyetinde atma işini Muhammed (s.a.v.) den nefy ettiği ve "...fakat Allah attı" (Enfâl, 8/17) kavliyle atma işini Hak Sübhânehû kendisi için isbat ettiği için "atan" Hak Teâlâ'dır. İşte bu kurb-ı ferâizdir.

Kurb-ı nevâfile gelince, Hak Sübhânehû'nun kulun "inniy-yet"inde 21(yâni hakikat ve hüviyetinde) mahmûl (yâni mevcûd) ve bâtınen onda örtülü olması durumudur. Burada Hak, kulun işitmesi, görmesi, dili ve diğer melekeleridir. (...) Nevâfil ile, yâni Hakk'm senin idrâkine âlet olduğu nevâfil-den hâsıl olan kurb sebebiyle, Hakk'm işitme, görme ve diğer sıfatlarıyla sende tecellîsi için, bir mazhardan ibâret olan mahallinin isti'dadı ölçüsünde sen idrâk edersin. Zîrâ Hakk'm tecellîsi hangi sıfatla olursa olsun, ancak kendisine tecellî olunanın isti'dâdı ölçüsündedir; bizzat tecellî haddine göre değildir. Çünkü bir tecellî yeri O'nu ilıâta edemez ve bir zuhur yeri O'nu zabtedemez. Nasıl ihâta edebilir ve zabtedebilir ki? Eğer durum böyle olmayıp, Hak kendi zâtında olduğu hal üzere gerçekten kulun işitmesi, görmesi ve aklı olmuş olsaydı, kulun, Hakk'm işittiği ve gördüğü bütün görülecek şeyleri görmesi ve işitilecek şeyleri işitmesi lâzım gelirdi. Ve aynı şekilde Hakk'm aklettiği her şeyi, Hakk'm akletmesi gibi kulun da ak-ledebilmesi gerekirdi. Yine bu cümleden olarak, belki bundan daha da üstünü, Hak Sübhânehü nun bizzat kendi zâtının mâhiyetini akletmesi, kezâ zâtını görmesi ve zâtının kelâmını ve başkalarının da kelâmını işitmesi gibi kulun da bunlara muktedir olması gerekirdi ki, böyle bir şey yukarıda zikrettiğimiz husus kendisi için sahih olan ve mertebelerin en yükseği ve derecelerin en şereflisi ile tahakkuk eden kimse (Hz. Peygamber) için dahi vâki' değildir. Nerede kaldı ki onun aşağısmda-kiler için böyle bir şey vâki’ olabilsin!

Ferâiz ile ise, yâni ferâizden hâsıl olan kurb sebebiyle, kendisine âlet olman bakımından Hak Sübhânehü seninle idrak eder. Bâzı nüshalarda "tüdrikü" hitap sîgasıyladır. Bu takdirde mânâ, fiilin âlete isnâd edilmesi kabilinden olur. Yâni her idrâk olunan şeyi, birini diğerine nisbetle tahsis etmeksizin, Hak seninle idrâk eder; veyâ sen Hakk'm idrâkine âlet olmak i'tibâriyle sen idrâk edersin. Zîrâ bu vakitte idrâk eden Hak Sübhânehü dur ki, O’nun ihâtasının hükmü âlete sâri olur. Şeyh (r.a.) şöyle demiştir: "Nerede olursan ol Hak seninle olduğu gibi, eğer sen de, Hak nerede olursa olsun O'nunla olabilirsen, işte o zaman sen "racül"sün (ersin)". Sence de gizli değildir ki, idrakte böyle bir ihâtanın vukuu, biraz önce yukarıda geçtiği gibi, defaten ve bilfiil değil, tedrici ve bilkuvvedir. Bunu iyi anla! Zira çok ince ve teemmüle şayândır. Ve Allah hidâyet ve tevfıkte velîdir."27

İbn Arabî Fusûs'un Yûsuf Fassı'nda yine aynı hadîs-i kudsîye işâret etmekte, fakat burada hadîsin ifâdesindeki bir başka incelik üzerinde durmaktadır: "Bizden bâzı Tanrı erleri vardır ki, Hak'tan haber veren Ulu Peygamberin gösterdiği alâmetlerle Hak, onun kulağı, gözü ve bütün kuvvetleri, eli ayağı olur. Bununla beraber kulda gölgenin "ayn"ı mevcuttur. Çünkü hadiste "onun kulağı", "onun gözü" terkiplerindeki "o" zamiri ile kul kasdedil-miştir. Kullar arasında bu kuldan başkaları böyle değildir."28

A.Avni Bey bu cümleleri şöyle açıklamaktadır: Ehlullah-dan bâzı kimseler vardır ki, Hak onun işitmesi, görmesi ve bütün kuvvet ve uzuvları olur. Zîrâ Pegyamber Efendimiz kudsî hadiste böyle buyurmuştur. Hak kulun bütün meleke ve uzuvları olmakla berâber bir gölge29 olan kulun "ayn"ı mevcuttur. Zîrâ kudsî hadisteki "onun işitmesi" ifâdesinde zamir kula işâ-ret etmektedir. Hak, Hakk'm sıfatlarında fânî olmayan bir kulun meleke ve uzuvları değildir. Bundan şu anlaşılır ki, melekeleri ve uzuvları Hak olan kulun Hakk'm vücûduna nisbeti, durumu böyle olmayan kimsenin Hakk'm vücûduna olan nis-betinden daha yakındır. İbn Arabî burada ehlullâhın iki kısım olduğuna işâret buyurmaktadır:

1. Hakk'm sıfatlarında kendi sıfatlarından fânî olanlar. Hak bu kulların sıfatları makâmında kâim olur. Nasıl ki demir ateşte kıpkırmızı hâle gelince ateşin sıfatlarıyla sıfatlanır ve kendisinde demirlik sıfatları kalmazsa, bunun gibi kulun sıfatları da yok olur. Bu yakınlığa "kurb-ı nevâfil" denir. Bu kul, kendi sıfatlarından fânî olmamış bir kuldan, kendi sıfatlarıyla fâil ve bu sıfatların kendisine âit olduğunu zanneden, bu zan ile hicaplanmış olan diğer bir kuldan Hakk'a daha yakındır.

2. Bunlar ise Hakk'm zâtında fânî olanlardır. Bu fenâ neticesinde Hak, kulun zâtı makâmında kâim bulunur. Meselâ bir tas içindeki suya bir buz parçası atılınca, buzun zâtı suda eriyip suyun zâtında fâni olur. Artık ortada buzun "zât"ı kalmaz. İşte bu yakınlığa "kurb-ı ferâiz" derler ki, bu yakınlığa erenler "kurb-ı nevâfıl" mertebesindekilerden Hakk'a daha yakındırlar. Zîrâ bu kurbun sâhibi kendi zâtından tamâmen fâni olup Hak ile bâkî olmuştur. O artık Hakk'm "görmesi" ve "işitme-si"dir; yâni Hak onunla işitir ve görür. Hattâ denilir ki, bu kul "Hakk'm sûretidir" ki, öncelikle Peygamber Efendimiz ve sonra da onun kâmil vârisleridir.

Yukarıdaki Fusûs cümlesindeki "gölge" kavramı ile ilgili olarak A. Avni Bey şu açıklamaları yapmaktadır: Bütün varlıklar "ayn-ı sâbite"lerinin, bu ayn-ı sâbiteler ise "İlâhî isimler’in gölgeleridir. İlâhî isimler ise Hakk'm "zâfının aynıdır. Binâenaleyh ne kadar işitme ve görme var ise hepsi Hakk'm işitmesi ve görmesidir. Hicap ehli görme ve işitmenin kendilerine âit olduğunu zannederler. Bu ise onların vehimlerinden ibârettir. Şu halde yukarıda sözü edilen iki çeşit yakınlık sâhibi ehlullah ile hicap ehli arasındaki fark, hicap ehlindeki "vehm'ın mevcû-diy etidir.

İbn Arabi Fusûsu'l-Hikem'in Şuayb, Isâ, Süleyman, Yahyâ ve Lokman faşlarında da bu hadîs-i kudsîye işâret etmekte veyâ kısaca zikretmektedir. Bu yerlerde işlediği konuya göre aynı hadîs-i kudsî nüanslar ihtivâ eden mânâlar ile yorumlanmaktadır. Bu kitabından aldığımız ve şerhinden istifâde ile verdiğimiz örnekleri yeterli görüyor, şimdi de Fütuhât-ı Mekkiyye'den30 paragraflar tercüme ederek, kudsî hadîsin İbn Arabi'nin eserindeki yerini ve muhtelif yorumlarını göstermek istiyoruz.

**

"Efrâd"ın aşıtlarından (prensiplerinden) biri de "Benimle konuşur, Benimle işitir ve Benimle görür" (kudsî hadîsindeki mânâ) lisânı ile tevhiddir. Bu makam ancak, amellerin şubeleri olan nâfilelerden hâsıl olur. Zîrâ (aslî amellerin) bu şubeleri İlâhî muhabbet neticesini verirler. Muhabbet de kulun bu sıfat ile olmasına sebep olur. Böylece bu sıfat kullardan bu sınıf için, bildikleri ve kendisiyle hükmettikleri şeyde, Hızır'ın ilim ve hükümlerinden bir asıl (prensip) olur. Bu onlar için çalışarak kazanılmış bir prensiptir. Hızır için ise bu, Allâh'ın rahmetinden ona lütfettiği İlâhî inâyetten hâsıl olmuş bir prensiptir. Mûsâ (a.s.)'ın "kendisine öğretmesini" (Bkz. Kehf, 18/66) istediği bu ilim, Hızır (a.s.) hakkında bu rahmetten dolayıdır.

(...)

Rabb'inden rivâyet ettiği (hadîs-i kudsî)de Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bana yaklaşanlar, üzerlerine farz kıldığım şeyin edasından bana daha sevgili bir şey ile yaklaşmadı." İşte bu "farzın edâsı" asildir (prensiptir). Sonra şöyle buyurdu: "Kul nafileler ile bana yaklaşmakta devam eder." Bu ise farzlar üzerine ziyâde olan şeydir. Lâkin farzların nâfilelere asıl olabilmesi için, nâfilelerin namaz, zekât, oruç, hac ve zikir nevinden hayırların nafileleri gibi, farzların cinsinden olması lâzımdır. Bu ise asla en yakın olan şube (fer')dir. Sonra nâfile olan bu amel o kulun Allâh'ı sevmesi neticesini verir ki, bu sevgi "muhabbet-i imtinân" (yâni doğrudan Hakkin bağış ve lutfu olan bir muhabbet) değil, mükâfât olarak verilen husûsî bir muhabbettir. Zîrâ aslî olan "muhabbet-i imtinân”da, Allah indinde, saadet ehlinin hepsi ortaktır. Halbuki mükâfât olarak verilen muhabbet, o kullara, hayırların nafileleriyle Allâh'a yaklaşmayı sağlamıştır.

Sonra ikinci fer' olan bu "mükâfât muhabbeti", kul için "Hak onun işitmesi, görmesi, eli ve daha başka" melekeleri ol-

ması neticesini veren çiçek mesabesindedir. Ve bu da üçüncü ferdir ki, çiçekte hâsıl olan meyve mesabesindedir. Böylece kul "Hak ile işitir, Hak ile konuşur, Hak ile görür, Hak ile tutar ve Hak ile idrak eder" olur. Bu ise, bu makamın verdiği, meleğin Allah'tan vâsıta olmadığı husûsî bir ilâhı vahiydir. Onun için Hızır, Mûsâ (a.s.)'a: "Sana bildirilmeyen şeye..." (Kehf, 18/68) demiştir.

Resullerin vahyi, Allah ile resulü arasında (vâsıta olan) melek ile vâki' olur. Şehâdet âleminde (şer'î) hükmün icrasının "aynında (kendisinde) resul için bu zevk ile edinilmiş "hubr" (yâni ledünnî bilgi) yoktur. Şehâdet âleminde İlâhî hükümlerin teşrî' için gönderilmesi, ancak, resulün kalbine inen "ruh" vâsıtasıyla veyâ o "rûh"un temessül etmesi suretiyle olagelmiştir. Resul, şerîatten başka şeyi değil, ancak şerîati bu suretle bilmiştir. Zîrâ resul farzların edâsmdan hâzıl oan "kurb"a sâhiptir; farzlara muhabbet ve bu muhabbetin netice olarak resule verdiği şey Allah'dandır. Resul nâfılelerle "kurb"a, nâfi-lelerin muhabbetine ve bu muhabbetin kendisine verdiği şeye de sâhiptir. Lâkin bu, "ilm-i billah"dan (yâni Allah ile ilimden) dir; şehâdet âleminde (şer’î) hükmün icrâsından ve teşrî' ilminden dolayı değildir. Âyet-i kerîmede "Sana bildirilmeyen şeye" (Kehf, 18/68) (yâni sana bildirilmeyen ledünnî bilgiye) buyrulması bu kabildendir. Bu derece, Mûsâ (a.s.)'da bulunmayan, Hızır'ın ihtisas sahibi olduğu derecedir. (Fütûhât, e. III, s. 262-264, paragraf, 231, 232)

*

Husûsî olarak sahih keşfin ve umûmî olarak sarih îmânın verdiği (bilgilye göre "Hüve hüve" (O odur) dedik. Zîrâ nebevi ve İlâhî haberde: "Allah bir kulunu sevdiğinde onun işitmesi ve görmesidir" vârid olmuş ve (bu hadîs-i kudsînin) devamında ■ (ve muhtelif rivayetlerinde) kulun bütün meleke ve uzuvlarını zikretmiştir. Hakk'm kendi "hüviyet"ini, bütün meleke ve , uzuvlarının "ayri'ı kıldığı insan, bu zikredilen şeylerden başka bir şey değildir. Eğer mümin isen kime îman ettiğini bilirsin; eğer sahih bir şuhûd sâhibi isen kimi müşâhede etmiş olduğunu bilirsin. Allah'tan (naklen söylenen) bu nebevi beyânın daha da ötesi insanın gücü dâhilindedir; öyle ki neticede mümin lyân sâhibi olur. Bu takdirde de kâinâtm ve içindeki varlıkların "ayn'mın (yâni hakikat ve mânâsının) kim olduğunu bilir. (Fütûhât, c. IX, s. 468, paragraf, 517)

*

"İsim" müsemmânm "ayn"ı olduğu gibi, keza kul da "Mevlâ'nın "ayri'ıdır. "Kim Allah için tevazu'gösterirse Allah onu yükseltir." Haberlerden sahih bir haberde Hakkın "Kulun eli, ayağı, dili, işitmesi ve görmesi" olduğu bildirilmiştir. "Hakikat" (ilmin)de, eğer besmelenin "bi’smi" kelimesindeki "mim" harfi "bâ"dan dolayı kesreyi (hafd, yâni alçalmayı) kabul etmeseydi, "Tebâreke'smü" (Rahmân, 55/78) âyetindeki ref (ötüre yâni yükseklik) onun için hâsıl olmazdı. (Fütûhât, c. II, s. 138, paragraf, 166)

*

İşte buradan, insanın uykuda Rabb'ını misâl ve sûretten münezzeh olduğu halde nasıl idrak ettiğini ve onun Rabb'ini idrak keyfiyetini nasıl zabt ettiğini bilirsin. Yine buradan sahih haberde buyrulan, Bârî Teâlâ'nın "Kullarının gördüğü sûretlerin en aşağısında tecellî etmesi" ve daha önce Kendi'sini inkâr ettikleri ve kendisinden sığındıkları tecellîden "Onların tanıdıkları bir sûret"31e tahavvül etmesi keyfiyetini bilirsin. Böylece O'nu hangi göz (ayn) ile gördüğünü bilmiş olursun. "Hayâl"in bizzat kendisi ile, yâni hayâlin "ayn"ı ile veya görme (basar) ile idrak edilmiş olduğunu ben sana bildirdim. Bu konuda i'timad edebileceğimiz doğru nedir? Bu hususta bizim söylediğimiz beyitler vardır:

Sevgilim tecellî ettiği vakit onu hangi göz (ayn) ile görürsün? Onun "ayn"ı ile, benim gözüm ile değil. Zîrâ O'nu Ondan başkası göremez.

Bu, O'nun makamını tenzih, ve kelâmını tasdik olarak (söylenmiştir.) Zîrâ "Onu gözler idrak edemez" (En'âm, 6 /103) buyurmuştur. Bu âyette bir dünyâya (dâr) nisbetle diğer bir dünyâyı husûsen belirtmemiş, aksine bu âyeti mutlak bir âyet, muayyen ve muhakkak bir mesele olarak irsâl etmiştir. O'nu Ondan başkası idrak etmez. Hak Sübhânehunun "ayn"ı ile O'nu görürüm. Sahih haberde: "Ben onun görmesiyim ki, kul onunla görür" buyurmuştur. (Fütûhât, c. IV, s. 412-413, paragraf. 582.).

*

(...) "Ey insanlar, siz hepiniz Allah'a muhtaçsınız (fukara)" (Fâtır, 35/15). "Fukarâ" şu kimselerdir ki, onlar herbir şeye, her şey Allâh'm müsemmâsı olması bakımından muhtaçtırlar. Zîrâ hakikat Allâh’m gayrine muhtaç olmayı reddeder. (Yukarıdaki âyet-i kerîmede) Allah mutlak surette bütün insanların Allâh'a muhtaç olduğunu haber vermiştir. "Fakr" (yâni ihtiyaç) onlar hakkındadır. Biliyoruz ki, Hak kendisine muhtaç olunan her şeyin suretinde zâhir olmuştur. Bu âyete göre hiçbir şey, "Fukarâ-ilallâh"a (yâni Allah'a muhtaç olduğunu bilen evliyâullâha) muhtaç değildir. Onlar ise her şeye muhtaçtırlar.

İnsanlar eşyâ ile Allah'tan perdelenmişlerdir. O seyyidler (efendiler) (yâni el-fukarâ-ilallah, Allâh'a muhtaç fakirler) ise eşyâya Hakk'ın mazharları olarak bakarlar; Hak onlarda, hattâ kendilerinin "ayri’larında (hakikatlerinde, mânâlarında) tecellî etmiştir. İnsan kendi işitme, görme (duyularına) ve kendisine ihtiyaç duyduğu organların ve idraklerinin hepsine zahiren ve bâtmen muhtaçtır. Hak sahih hadiste şöyle haber vermiştir: "Allah kulun işitmesi, görmesi ve elidir. Bu fakir kendi işitme ve görme duyularına ihtiyaç duyduğunda, onun işitme ve görme duyuları Hakk 'm zuhur ve tecellî yeri olduğuna göre, o ancak Allâh'a ihtiyaç duymuştur. Bunun gibi bütün eşyâ aynı mesâbededir. Varlıklarda Hakk'ın sereyânı ve varlıkların bâzısının bâzısında sereyânı ne kadar latiftir! Şu da Hakk'ın sözüdür: "Onlara nefislerinde ve âfâkta âyetlerimizi göstereceğiz" (Fussılet, 41/53). Burada "âyetler" kelimesinin mânâsı "onların Hakk'ın zuhur yerleri (mazharları) olduğuna alâmetlerdir" demektir. Bu "fukarâ-ilallâh"ın hâlidir. Sûfi topluluğunun yolu hakkında ilmi olmayanların tevehhüm ettiği şey değildir.

"Fakir her şeye ve "nefsine muhtaç olan ve hiçbir şey kendisine muhtaç olmayandır. Bu hallerin en yükseğidir. (...) (Fütûhât, c. XI, s. 342-343, paragraf, 343, 344, 345)

*

(Hayâtı büyüme veyâ ihsastan ibâret telakki eden kimselere göre kemik ve kılların ölmüş sayılıp sayılamayacağına dâir görüşleri naklettikten sonra): Bu bahiste bâtın bakımından mânâ: (...) Büyümesinigıdâ ile değil Rabb'i ile ve duyulanların idrâkini duyularla değil Rabbi ile gören kimse, Hâlık'ı olan aslının şuhûdunda fânî olduğu için vâsıtaya iltifat etmez. Eğer o Hakk'ın "kendisinin işitme ve görmesi" olduğu ve onun kendisinin hissinin "ayn"ı olduğu görüşünde ise (kemik ve kılların) ölmüş olması ona göre sahih değildir; hayat ister büyümeden (nümüvv) ister histen ibâret olsun müsâvîdir. (Fütûhât, c. V, s. 463, 464, paragraf, 572).

*

Evliyâdan bir sınıf da, erkek ve kadınlardan (Allah onlardan razı olsun) "ma ruf ile emredenler"dir (Tevbe, 9/112). Mâdemki "ma ruf' (bilinen) Allah'tır, Allah onları "Allah ile emretmek" ile vazifeli kıldı. "Allah ile emredenler" demekle "maruf ile emredenler" dememiz arasında bir fark yoktur. Zîrâ Allah Sübhânehû inkâr edilemiyen "Maruftur, "bilinen'dir. Kendileri müşrik oldukları halde "Onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette, Allah! derler..." (Zuhruf, 43/87). Ve "Biz bunlara (yâni tanrılara) bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" (Zümer, 39/3) derler. Zîrâ O (Allah Teâlâ) onların indinde ve bütün din, mezhep ve akıl sâhipleri

indinde "Maruftur; bu konuda bir ihtilaf yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Nefsini bilen Rabb'ini bilir"; zîrâ "Ma'rûf yâni bilinen O'dur. Kim ki O’nunla (yâniRabbi ile) emretmişse "ma'rûf ile emretmiştir; ve kim ki O'nunla nehyet-mişse,"münker"den "mâruf ile (yâni bilinmeyenden bilinen ile) nehy etmiştir. "Ma'rûf ile emredenler" (Tevbe, 91112) hakikatte, onlar "Allah ile emredenler"dir. Zîrâ Allah Sübhânehû "bir kulu sevdiği vakit" "onun konuşan lisânı"dır. "Emretmek" ise sözün kısımlarından biridir. Onlar Allah ile emredenlerdir; zîrâ O onların lisânıdır. İşte onlar "emr bi'l-ma'rûfta en yüksek tabakadır. "Ma'rûf ile ilgili her emr bu mânânın şümûlü altındadır. Bunu iyi bil! (Fütûhât, c. XI, s. 459-460, paragraf, 457).

*

Kulun namazda üzerinde bulundurmakla emr olduğu zînetten biri "güzel elbise" olmakla berâber, bu, kulun Rabb'ine münâcâtı esnasında giydiği "ubûdiyet zîneti"nden daha güzel bir zînet değildir. Diğer bir zînet ise şu hadîs-i kudsîde buyurulan "Rabb'i ile olan zînetı'dir: "Ben onun işitmesi, görmesi, eli, ayağı ve diliyim." Burada Hak, "onun" diyerek kulu zamir ile isbat etti; ve Hak Teâlâ kulunu bütün ibâdetlerinde Kendi’si ile tezyin etti. (Fütûhât, c. VII, s. 115, paragraf, 109).

*

Gusülde vitr (yâni uzuvların tek sayıda yakınması) vaciptir, zîrâ ibâdettir. İbâdetin şartından biri de "vitr" (Tek) olan Allah ile huzurdur. Öyleyse hâlin hükmüne göre guslün de vitr (tek) olması gerekir. Vitr (tek olan sayı burada) birden yediye kadardır. Eğer gusl eden, tahâret gerçekleştikten sonra, daha ziyâde yaparsa bu israf olur. Gusülde teklik (vitriyyet) gusül esnâsmda gusledenin hatırına gelecek şey bakımındandır. Bunlar yedi "ana sıfat"tır ki, nazar ehli arasında ilâhiyat (il-min)de münâkaşa edilmiştir. Bu yedi sıfat: Hayat, ilim, kudret, irâde, kelâm, işitme ve görmedir. Ve kul bütün bu sıfatlarla vasıflanmıştır. Nâfileler ile Hakk'a yaklaşan hakkında Hak Teâlâ'nm şöyle dediği vârid olmuştur: "Allah onun işitmesi ve görmesi" ve daha başka (uzuvları) dır. Burada kula ait olan bu mahluk sıfatların nisbetini Hak kabullenmiştir. Böylece kul Allah ile işitir, O'nunla görür, O'nunla bilir, O'nunla kadir olur, O’nunla diri olur, O'nunla irâde eder ve O'nunla konuşur. Böylece kul kendi sıfatlarını Rabb'i ile yıkamış ve Rabb'inin sıfatlarıyla temizlenmiş ve arınmış olur. (Fütûhât, c. VII, s. 511-512, p. 737-738).

*

Bu badbandır ki, gerek veren gerek alan hakkında "sada-ka'nın ta’zim edilmesi vâki' olur. Ehlullâhm eşyâyı tazim etmekte göz önünde bulundurdukları muhtelif vecihler vardır. Allah Mûsâ (a.s.)a şöyle vahyetmiştir: "Bir kimseden sana kurtlanmış bakla geldiği vakit onu kabul et; zîrâ onunla sana gelen Benim". Sadakayı veren, bu sadakayı yerine ulaştırmada Hak Teâlâ'dan vekil olmak bakımından, sadakayı ta'zim eder. Sadakayı alan ise Allâh ’ın o sadaka ile kendisine gelmesi bakımından, sadakayı ta'zim eder. Burada verenin eli, şuhûd veyâ kavi bir iman itibariyle Hakk’m elidir. Zira Allah şöyle buyurur:32 "Allah, kulunun dili ile -Semi'Allâhü limen hami-deh- (Allah kendisine hamd edeni işitir) dedi." Burada sözü kendine izâfe etti; kul ise bu söz ile konuşandır. Hak Teâlâ haberde şöyle buyurmuştur: "Ben onun (kul) için işitme, görme, el ve destekleyen (müeyyid)im." (Fütûhât, c. VIII, s. 474, paragraf, 702)

*

(Fakihler arasında) Ka'be içinde namazın mutlak surette yasak olduğuna kâil olan vardır; bunun mutlak surette câiz olduğuna kâil olan vardır; ve âlimler arasında farz ve nâfile namazı tefrik edip ona göre hüküm veren vardır. Bu konuda her-birinin dayandığı bir dayanak vardır.

Bunun (yâni Ka'be içinde namazın hükmünün) bâtında i'tibârı: Zâhirde bizim için şer' olunan ve kendisiyle (Allah’a) kulluk ettiğimiz (yukarıda zikredilen) zahir hükmün takririnden sonra, işte bu takrirden sonra, (başka bir) i'tibârı (göz önünde bulundurmaktan) men' olunmadık. Bu (yâni Kabe içinde namaz) hâli, "Hak, kendisinin işitme, görme, dil, el ve ayağı olan" kimsenin hâletidir. Lâkin bu, her bir uzvun kendisi için yaratıldığı şey içinde döndürülmesi halindedir. "Sâdık" (olan Peygamber) (bunu) haberinde böylece kaydetmiştir. Ve bunda "Kalbi olan kimse için bir öğüt ve hatırlatma vardır" (Kaf, 50/37).

Sahih haberde şâri'den vârid olan bu halet olduğuna göre, dinleyen indinde, nâfileler hâleti ve neticeleri (konusundaki) keşfbu haberle te'yid olunduğuna göre, bundan dolayı Resû-lullah (s.a.v.) Ka'be'ye girdiği zaman, hadiste vârid olduğu üzere, orada nafile namaz kılmıştır. Bindiği bineği nereye yönelirse yönelsin, onun üzerinde nâfile namazı kıldığı gibi; (zîrâ) "Ner-zye dönerseniz dönünüz Allah'ın vechi oradadır" (Bakara, 2/115). Farz namazı ise Beytullah hâricinde kılardı.

Bildik ki, haddi zâtında mes'ele bizim gördüğümüz ve müşhâhede ettiğimiz gibi olur. Bu, bu makâmm müşahedesinin verdiği şeydir. O O'nu kendisinin işitmesi olarak gördüğü gibi, O'nu başkasının işitmesi olarak da görür. Bu şahıs için hâsıl olan keramet, Hak daha önce onun işitmesi değildi de sonra, şimdi oldu değil, sâdece keşfve ıttılâ'dır. Allah sonradan ârız olan şeylerden yücedir. Bu mes'ele ilâhı mes'elelerin en azizlerinden biridir.

Zahirdeki bu hükmü birlikte mütâlaa eden bir kimse, gerek farz ve gerekse nâfile bütün namazların Ka'be içinde kılınmasına cevaz verir. Zîrâ bütün mâsivânm (Allah'tan başka olan her şeyin) Hakk'ın kabzasından dışarı çıkması mümkün değildir. O (Hak Teâlâ) onların mûcidi (onlara vücûd veren) dir, hattâ O onların "vücûd"udur. Onlar vücûdu O'ndan (Hak Teâlâ'dan) almışlardır. Vücûd Hak'tan başkası değildir; Kendi'sinden onlara bağışlayacağı da Kendi'sinden hâriç değildir. Bu muhaldir. O (Sübhânehû) "Vücûd"dur ve Onunla "ayn'lar (a'yân, eşyanın hakikatleri) zahir olmuştur. (...) (Fütuhat, c. VI, s. 165-167, paragraf, 202-206).

*

Şek iki emr arasında tercih yapılmaksızın tereddüt etmek demek oludğuna göre, bu "Hak kulun işitme ve görmesi olduğu" vakitteki kulun hâline benzer. Zira ona bakan kimse "Hakk'm kulun işitmesi" olması keyfiyetine bakarsa, onun "Hak" olduğunu söyler. (Hadîs-i kudsîdeki) "onun işitmesi" deyişinden dolayı, eğer işitmenin kula izafe edilmesine bakarsa, onun "kul" olduğunu söyler. Ortada iki bakıştan birini diğerine tercih ettirecek bir durum yoktur; öyleyse iki görüş de sakıt olur. Bu iki görüşün ikisi de sakıt olduğu zaman geriye "asıl" (prensip) hükmü kalır; bu asıl da kulun ve Rabb'in vücûdudur. Bu ise nazarî ve bir bakıma da şer'î olan asildir. Bu asıldan önce gözetilmesi gereken aslın aslına gelince, ki bu sözü geçen asıl bunun birfer'idir, o da şudur: Rabb'in vücûdu kulun "ayri'm-dadır (hakikatinde, mânâsındadır). İşte bu (görüş) keşfi ve bir bakıma da şer'î olan aşıtların aslıdır. Bu hususta sana göre kuvvetli görünen ve meşrebin olan şeye göre amel et ki, bu mes'elede Hakk’m vechi sana aşikâr olsun. Bu takdirde sen "keşif ve vücûd ehli" olursun. (Fütûhât, c. IX, s. 296, paragraf, 331)

(Allah'ın ahlâkı ile ablaklanan) mütehallıkm, her ne kadar "Hak onun işitmesi ve görmesi" ise de, kendisini mütehallık ve mükellef olarak görmesi edebdendir. "Onun işitmesi ve onun görmesi" ifâdesindeki zamirle kulun "ayn'ının sabit olduğunu söyleyen Hak değil midir? Bu "ayn" mevcut iken kul başka nereye gidebilir? Onun gâyeti "mutlak vücûd"un heyûlâsmda "mu-kayyed bir sûret" olmaktan ibârettir. Bu mertebeden sonra onun için ancak yokluk (adem) vardır; adem ise sûret kabul etmez. Anla! (...) Rab bir kul olmadığı gibi, kul da bir Rab değildir. Zîrâ Rab zâtı i'tibâriyle Rab olduğu gibi, kul da nefsi (zâtı)

i'tibâriyle kuldur. Hakk'ın sıfatlandığı sıfatlar ile aynı mânâda olmak üzere, kul Hakk'ın sıfatlarından bir şey ile sı-fatlanamaz. Kul için gerçek olan bir şey ile sıfatlanmak da Hak için olmaz. Kula gereken, ancak onun üzerinde mutlak kulluğun (ibâdet-i mahzâ) zâhir olmasıdır. (...) (Fütuhat, c. V, s. 379, 385, paragraf, 465, 474, 475).

**

Yukarıdaki sahîfelerde bir hadîs-i kudsîyi îbn Arabi'nin nasıl yorumladığını, Fusûs ve Nakşul-Fusûs şerhlerinden istifâde ile ortaya koyup, daha sonra Fütûhât-ı Mekkiyye'den, aynı hadîs-i kudsîyi yorumlayan muhtelif paragrafların tercümesini vererek göstermeye çalıştık. İktibas ettiğimiz metin tercümeleri ve şerhlerinde görüldüğü gibi, İbn Arabî, bir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifin sâdece ilk nazarda anlaşılan umûmî mânâsı üzerinde durmamakta, âyet veyâ hadîsin kelime, tamlama, zamir ve harf gibi parçalarına da dikkat ederek yorumlamakta ve işlediği konuya göre bir metni muhtelif açı ve yönlerden ele alıp yeni bir başka yorum daha yapmaktadır. Böylece âyet veyâ hadis bir tek mânâ ile değil, birçok mânâ ile yorumlanmış olmaktadır. Gerek fıkhî ve gerekse diğer konularda verdiği çeşitli mânâlardan biri, onun esas ve nihâî görüşünü değil, sâdece bir yönden ve bir bakış açısından yaptığı yorumu ve ulaştığı görüşü ifâde etmektedir. Bu noktaya dikkat edilmediği için, İbn Arabi'nin bu görüşleri maalesef yanlış anlaşılmış, umûmî ve zâhirî anlayışa veyâ fıkhî bir hükme zıt gibi görünen yorumlarından biri onun "nihâî" görüşü gibi takdim edilip bâzı kimselerce böylece benimsenmiş ve bâzı kimseler tarafından da tenkit edilmiştir.

İbn Arabî ve mutasavvıflar bir âyet veyâ hadîse getirdikleri muhtelif yorumlarla, şer’î ve fıkhî bir hüküm bildiren veyâ zâhirde ilk nazarda anlaşılan umûmun benimsediği mânâyı reddetmek yoluna gitmemişler, zâhirde ilk nazarda anlaşılan mânâyı herkes gibi kabul edip mûcibince amel ettikten sonra, İlâhî ve nebevî kelâmın ihtivâ ettiği mânâ zenginliğini gözler önüne sermek istemişlerdir. îlk nazarda anlaşılan mânâya ilâve olarak yapılan bu yorumlar "anlayanlar" tarafından gerçekten mühim addedilmiş, fakat nassm mânâsı sâdece bu yoruma aslâ inhisâr ettirilmemiştir. Zîrâ çeşitli mânâlardan birini "yegâne" ve "nihâî" mânâ olarak kabul etmek, âyet veyâ hadîsi bir tek mânâ ile tahdid etmek demek olacağı, ve böyle bir tutum, bilhassa Kur'ân-ı Kerîm'in zaman ve mekân üstü mûci-zevî vasfı ile bağdaşamıyacağı için, muhtelif yorumlar neticesinde ortaya çıkan mânâlar zâhirde birbiriyle çelişir gibi görünse bile, bunların değişik ilim, mânevi mertebe veyâ bakış açısına göre muhtelif planlarda verilmiş mânâlar olduğu dâimâ göz önünde bulundurulmalıdır.

Yukarıda birkaç örnekte de görüldüğü gibi, İbn Arabi'nin yorumlarında dikkati çeken esas nokta, onun, incelediğimiz hadîs-i kudsîyi, Hakk'ın "vücûd'ü konusuyla ilgili olarak değerlendirmesi ve ona göre mânâlandırmasıdır. Denilebilir ki, İbn Arabi'nin husûsiyetlerinden biri de, "İlâhî" meseleleri Hakk'ın "vücûd" sıfatı ile birlikte incelemesi ve "vücûd" anlayışını hiçbir konuda ihmal etmemesidir. Her ne kadar bütün müminler Allah'ın varlığının "her yerde hâzır ve nâzır" olduğuna inanırlar ise de, Hakk'ın "zamandan ve mekândan münezzeh" oluş keyfiyeti dolayısıyla "tenzîh"i ön planda tutarlar; Hakk'ın varlıklarla olan münâsebetini, kendi akıl, his ve ilimlerine göre, Hakk'ın sâdece ilim, kudret, işitme, görme v.s. gibi sıfatlarıyla alâkalı kabul edip Hak ile varlıklar arasındaki münâsebette "vücûd” sıfatından bahsetmezler. Bu ise "pratik" hayatta ve ilimde, îman edilenin aksine olarak, sanki Allah'ın "vücûd" sıfatı yokmuş gibi bir neticenin karşımıza çıkmasına sebep olmaktadır. Bu durum ise "mümin âlim ve mütefekkir "in mutlaka çözmesi gereken "fiilî" bir çelişki olarak görünmektedir. Bu konuda İbn Arabi'nin çözümü hem "tenzih" ve hem de "teşbîh"in birlikte mütâlaa edilmesi şeklindedir.

Bu incelememizde bir hadîs-i kudsînin îbn Arabî tarafından yapılan yorumlarını şârihlerin değerlendirmeleri ve seçtiğimiz birkaç örnek metinle göstermeye çalıştık. Onun yorum üslûbu ve vardığı neticeler hakkında daha geniş ve yeterli bir kanâat edinebilmek için, en azından daha birkaç hadis ve hadîs-i kudsîyi ele alıp incelemek gerektiği kanâatindeyiz. Bu çalışmamızda şu neticeye ulaşmış bulunuyoruz ki, Mişkâtü'l-Envâr adh bu derlemesindeki hadîs-i kudsîler onun eserlerinde mühim bir yer işgal etmektedir. Fütûhât-ı Mekkiyye'in Osman Yahyâ tarafından yapılan ve bugüne kadar 12 cildi Ka-hire'de basılmış bulunan tahkikli neşrinin ve A.Avni Konukün Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhinin hadis indekslerine bakılarak, bu derlemedeki hadislerin yorumlarını görmek ve incelemeler yapmak, hem İbn Arabi’yi daha iyi tanımamıza ve hem de hadislerin mânâ ve ehemmiyetini anlamamıza büyük ölçüde yardımcı olacaktır.

Doç. Dr. Mustafa Tahralı

GİRİŞ

Muhammed Valsan

Muhyiddin Muhammed İbn Muhammed İbnü'l-Arabî el-Hâtimî et-Tâî el-Endelüsî 33, İspanyanın Mürsiye şehrinde 27 Ramazan 34 560/ 7 Ağustos 1165'te doğdu. Arap asıllı bir âilenin çocuğudur. Hz. Muhammed'in velâyet mührü (Hatmü'l-Vilâ-yet el-Muhammediyye) 35 diye anıldı. Fevkalâde verimli olan dünyevî hayâtı, 28 Rebî ’ul-âhir 638/16 Kasım 1240'ta son buldu. Bu hayat uzun bir seyahat, yahut daha tam bir ifâdeyle, uzun bir "Hakikat" arayışı olarak kabul edilebilir. Bu sâikle o, âilesinin memleketi olan Sevil (İşbiliye)'den ayrılıp, o zamanki İslâm dünyâsının başlıca şehirlerine uğrayarak Şam'a kadar geldi. Kabri Şam'da olup, hâlen ziyâret yeridir 36. Bu arada Şey-h-i Ekber'in etrâfmda zengin bir menkıbe hâlesi teşekkül ettiği görülür. Şimdiye kadar çeşitli yazarlar, eserlerinde İbn Arabi'nin hayâtına dâir belli başlı olayları dile getirdiler. Bu olaylar onun şahsiyetinin karakteristik çizgilerini de bir ölçüde görmeye imkân verir 37. Biz tekrar onlara dönecek değiliz. Burada yapacağımız sâdece, İbn Arabi'nin özellikle Hadis sâha-smdaki yerini belirleyecek bâzı bilgileri sunmaktan ibâret olacaktır. Bilindiği gibi "Peygamber sözü" demek olan Hadis, dînin mümtaz kaynaklarından biridir.

İbn Arabi'nin eseri her şeyden önce, Kur'an ve Sünnet'ten kaynaklanan metafizik ve tasavvufî eşsiz bir doktrinal açıklamadır. En büyük otorite olarak o bizzat Islâm'ın "bâtmî" doktrinlerini ortaya koymaya tercüman olduğu kadar, aynı zamanda Şerîat'in zâhirî disiplinlerinin de tam olarak üstadlığma sâhip idi. Nitekim tercümesini sunduğumuz Mişkâtü'l-Envâr onun mükemmel bir muhaddis olduğunu bize göstermektedir.

Onun dînî eğitimi çok erken yaşlarda başlamıştı. Kur'ân-ı Kerîm'i 578 yılında İbn Sâfî el-Lahmî (589/1189)’den öğrendiği bilinmektedir 38. Bu zat aynı zamanda kendisine hadis tedris eden hocasıdır. Mağrib'in çeşitli vilâyetlerine uğradıktan sonra 592'de Sevil’e döndüğünde, amcası Ebû Muhammed îbn Ab-dillâh îbn el-Arabî 39'nin idâresi altında hadis öğrenimini devam ettirdi. Mişkât'ta iki vesîle ile bu amcasından söz edildiği görülür. 593'te Fas'ta bulunduğu sırada, bu sâhadaki bilgisini daha da derinleştirdi; ders arkadaşı ise Ali b. el-Bakran 40 ve İbn Kasım et-Temîmî el-Fâsî 41'dir. Mişkât'ta beş defa zikredilmekte olan bu sonuncu kişiden İbn Arabî Hırka giymiştir 42. 598'de Sebte'de Ebu'l-Hasen (veyâ Hüseyn) Yahyâ b. es-Sâiğla 43 birlikte olduğu görülür. "Kırmızı Kükürt" (el- Kibrîtü'l-Ahmer) 12 derecesini elde etmiş olan bu zâtın, dünyâ nimetlerinden geçmiş bir zâhid olduğuna işâret eder. 598'den îtibâren Mekke'de bulunduğu günlerde öyle görünüyor ki, Hadis bilgisine sâbip tarikat adamları ile bir çok defalar karşılaşma vesilesi bulmuştur. Tirmizî'nin el-Câmiu's-Sahîh'ini 44 45 okumak için İbn Arabi, Zâhir b. Rüstem el-Isfahânî’nin otoritesine kendisini teslim etti46 Mukaddes şehirdeki bu ikinci ikâmeti sırasında 604'te onu tekrar buldu. Ertesi yıl 599’da, Hz. Peygamber'in amcası Abbas'm soyundan gelip Şerif olan ve kendisine Hırka giydiren bir başka şahsiyetle, Yûnus b. Yahyâ el-Abbâsî 47 ile birlikte idi. Bu berâberlikleri sırasında ondan Buhârî'nin Sahîh'ini48 okudu. îbn Arabi'nin bu hocaya özel bir saygı duyduğu anlaşılıyor, Mişkât ta râvî olarak en çok onu zikreder, isminin yirmi yerde tekrarlandığı görülür. Mekke'de iken devamlı olarak, belirsiz zamanlarda, Şeyh-i Ekber, Ebû Dâvud'un Sünen'ini 49 mütâlaa için el-Burhan İbn Ali el-Had-ramî50 ile birlikte oldu. 601 yılında Musul'da —Mişkât daha önce kaleme alınmıştı— Ahmed b. Mes'ûd b. Şeddâd el-Mukrî el-Mevsılî 51 ve Ali b. Câmî'nin derslerini tâkip ederek kendi kendini yetiştirmeye devam etti. Ali ibn el-Câmî aynı yıl ona Hızır (a.s.)'m hırkasını giydiren kimsedir 52.

Görüldüğü gibi İbn Arabi, bütün hayâtı boyunca kendisini hadîse vermiş bir kimsedir. Demek ki o, çok yüksek mânevi menzillere ulaşmasına ve tasavvuf hiyerarşisinde çok mühim fonksiyonlara sâhip olmasına rağmen, "Hakîkafin peşinde bir hizmetkâr ve her durumda ilim araştırıcısı olmaktan hiç geri kalmadı.

*

*

İbn Arabi'nin hadisle ilgili çok sayıda eseri varsa da, ne yazık ki bunların çoğu kaybolmuştur. Onun Buhârî, Müslim ve Tirmizî'ye âit üç İhtisârât'ından hiçbir nüsha bulunamadığı gibi onları bir araya getiren Kitâbü. Miftâhı's-Saâde'sine de rastlanamadı. O, sahih "Altı kitap"tan 53 eşit olarak derlediği hadislerle Kitâbü'l-Mısbâh fî Cem' beyne's-Sıhâh isimli bir telif meydâna getirdi. İbn Arabi Mişkât'ta okuyucu için eserlerinden birine atıfta bulunur: Kitâbü'l-Erbaîn et-Tıvâlât 54. Bu da bize, 599/1202 senesini yazma işinin bitiş yılı olarak belirleme imkânı veriyor. Hadisle ilgili bir kaç eseri daha var; onlardan biri Mişkâtü'l-Ma'kûl el-Muktebese min'en-Nûril-Menkûl'dür. Yazar dokuz bölümlük bu kitapta aklî verilerle ilhâma dayanan verileri karşılaştırır 55 56. Mişkâtü'l-Envâr mâ Ruviye anillâh mine'l-Ahbâr 57 58 îbn Arabi tarafından derlenmiş mevcud nâdir hadis kitaplarından biridir. O burada özellikle sâdece Kudsî hadislere, yâni Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m ifâde ettiği, doğrudan bizzat Allah'a âit sözlere yer verir. Bu sebeple îbn Arabi onlara Ahâdîs-i ilâhiyye yâni "İlâhî Hadisler" 20 ismini verir. Bu hadisler onun eserlerinde bol bol zikredilmiş ve yorumlanmıştır. Onların bir araya getirilmiş olması, hadisler içerisindeki özel mevkilerini gösterir 59. Maamâfih bu eserin asıl değeri, yazarının özelliğinden kaynaklanmaktadır. O yazar ki, "mânevi" sâhalardaki fonksiyon ve mertebesi en yüksek mevkîdedir. Bu sebeple o herhangi bir muhaddis olarak mütâlâa edilemez. Nitekim işte Kitâbü'l-Fenâ fi'l-Müşâhede 60 isimli eserinde yazdıkları:

"... Dînî kâidelere dayanak olan hadisler konusunda zâhir ehlinin "zayıf ve "rivâyet bakımından kusurlu" îlân etmekte müttefik oldukları bir hadis, onlar (velîler) için "sahih" olabilir. Velîler böyle bir hadîsi keşif yoluyla, doğrudan doğruya tebliğ edicisinden elde etmeleri hasebiyle "sahih" kabul edebilirler. Bu sebeple, o tür hadisleri mânevi faâliyetleri konusunda ölçü olarak göz önünde bulundururlar. Ne var ki, bunun zâhir ulemâsı nezdinde yeri yoktur. Onlar böyle düşünenleri dinden çıkmış sayarlar. Bu konuda haksızdırlar; zîrâ hakikat muhtelif şekillerde elde edilebilir, bu da o şekillerden biridir. Ayrıca, bir hadis zâhir âlimlerince ittifakla "sahih" olarak kabûl edilip de, keşfin aydınlığı ile bunun öyle olmadığı ortaya çıkabilir; ve keşif sâhibi velîler böyle bir hadîsi kendi amelleri için ölçü saymazlar."

Bu metin her şeyden önce İbn Arabî için geçerlidir. Nitekim, Michel Vâlsan:*-' şöyle diyordu: "İbn Arabî, bâzan Peygam-ber'den bâzı hadisleri, hattâ hadislerin ve Kur'an âyetlerinin yorumlarını bizzat nasıl aldığını anlatır." 61 Bu yüzden bâzı zâhir ulemâsının düşmanlığına mâruz kaldığı da biliniyor. İmdi, bu ifâdeler kesinlikle gösteriyor ki, Mişkât'ta yer alan hadisler tamâmen sağlamdır; ve metafizik bilgi nokta-i nazarından dîne uygundurlar.

*

*

Müellifin Giriş ve Sonuç bölümlerinde bildirdiğine göre Mişkâtü'l-Envâr'm kaleme alınması, Mekke'de Harem-i Şerifte 599/1202 yılında, Cumâde'l-âhir ayının son pazar günü tamamlandı. Kitabını, kim olursa olsun, kırk hadis ezberlemek süreliyle Muhammed Ümmetine hizmet edenlere vaad edilen İlâhî lûtuftan faydalanmak için telif ettiğini belirtir. Gerçekten yüz bir hadis ihtivâ eden Mişkâtül-Envâr'ın üç kısma ayrıldığı ve hadislerin şöyle taksim edildiği görülür:

Birinci bölümde 40

İkinci bölümde 40

Üçüncü bölümde 21 hadis

Birinci bölüm, kendi isnad silsilesine sâhip hadisleri ihtivâ eder 62. Bu silsilelerde, İbn Arabi'den Hz. Muhammed (a.s.)'a kadar, hadis nakleden bütün şahıslar yer alır. Yine bu silsileler Şeyh'in sık görüştüğü ve hepsi değilse bile hemen çoğu Tasavvufa mensub olan râvîler hakkında da geniş bilgi sâhibi olma imkânı veriyor.

îşte, onun ifâdesiyle, hadis rivâyetine has lûtuflara iştiraklerini sağlamak için zikrettiği bu şahısların listesi:

-İbn Kasım et-Temîmî: 1, 6, 28, 36 ve 37. hadislerde.

-Yûnus b. Yahyâ el-Hâşimî: 2, 3, 4, 5, 7, 8, 9, 11, 12, 13, 15,17, 19, 20, 22, 27 ve 38. hadislerde.

-El-Mes’ûd Abdullah ibn Bedr el-Habeşî 63 64 ki, bu zat Ebûl-Ganâim ibn Ebi'l-Fütûh el-Harrânî'nin âzadlısıdır (Bunu üçüncü hadîsin sened bölümünden öğreniyoruz): 3, 10, 21, 25, 33, 35, 37, 39 ve 40. hadisler.

Ebû Abdullah Muhammed ibn Hâlid es-Sadefî et-Tilimsâ-nî: 5, 8, 9, 12, 15, 19 ve 22. hadisler.

-Ebu'l-Hasen (veya Hüseyn) Ali İbn Abdillâh ibn Abdir-

rahmân el-Faryâbî el-Lahmî: 7, 13, 20 ve 26. hadisler.

-Ebu Velîd ibn Ahmed el-Maâfîrî: 14. hadis.

-Ahmed ibn Muhammed ibn Ahmed ibn İbrâhîm: 18, 24 ve 29. hadisler.

-Ebû Tâhir es-Selefî: 23, 24 ve 40. hadisler.

-Ebu Bekr Muhammed ibn Abdillâh ibnü'l-Arabî: 27 ve 32. hadisler.

-Ez-Zekî ibn Ebî Öekr el-Irâkî: 30. hadis.

-Şerîh ibn Muhammed ez-Za'bî: 31. hadis.

Şeyh-i Ekber'in naklettiği hadislerin çoğu, başlıca muhad-dislerin eserlerinde yer almaktadır. Fakat o her zaman metinlerin bütününü vermez; ve hattâ ortasını çıkardıktan sonra bir hadîsin iki ayrı parçasını ard arda koyduğu olur 64 (16. hadiste durum böyledir).

İkinci bölüm kırk Haber ihtivâ eder65. Burada, rivâyet zinciri artık zikredilmez. Yazar sâdece hadîsin alındığı kitabın ismini verir. Yalnız, Yûnus b. Yahyâ tarafından nakledilen 33. hadis istisnâ teşkil eder.

İkinci bölümdeki hadisler, Mişkât'ın öteki iki bölümünde-kilerden umumiyetle daha kısadırlar. Bunlardan on kadarı eski Mukaddes kitaplardandır. Suhuf-i Münezzeleden gelen 7. hadis böyledir; ve Vehb b. Münebbih 66 tarafından nakledilmiştir. Aynı şekilde 8, 10, 12, 18, 19, 25, 27 ve 28. ve muhtemelen 14. hadisler, çoğu Kâ’b el-Ahbâr67 tarafından olmak üzere, Tev-raftan nakledilmiştir. 1, 2, 3, 4,35, 36 ve 37 numaralı haberler ise İsmâil b. İbrâhim el-Herevî'nin Derecâtü't-Tâibîn ve Makâmâtü'l-Kâsıdîn 68 (Tevbe Edenlerin Dereceleri ve Hakikat Peşinde Olanların Makamları) adlı eserinden alınmadır. Hemen belirtelim ki bu derecelerin ilk üçü, özellikle peygamberlerden birini ele alıp işler; onlar şu peygamberlerdir: İbrâhim, Mûsâ ve Dâvud. El-Fütûhâtü'l-Mekkiyye'de İbn Arabî Haşan en-Nakkaş’dan 69 70 "Kıyâmetin Durakları Hadîsi" (Hadî-sü. Mevâkıfi'l-Kıyâme) ismi ile tanınan uzun bir hadis nakleder. Bu hadis 9, 13, 15, 20, 26, 29 ve 38. sıralardaki haberlerde parçalar hâlinde karşımıza çıkar. Son bölümü ise, 101 numara ile ve Mişkât'ın son hadîsi olarak tekrarlanır. Tam bir isnad'la nakledilmiş olan bu sonuncunun dışında, eserin üçüncü bölümünde yer alan hadisler sâdece Şeyh-i Ekber'in atıfta bulunduğu kaynaklar tarafından zikredilen rivâyet zincirlerine sâhip-tirler. İbn Arabî, yüz İlâhî hadîsi bir bütün hâlinde toplamayı arzu ettiğini açıklayarak bu eseri meydâna getirir. Fakat "Allah tektir ve tek olanı sever." (Allahü vitrim yuhıbbül-vitra) 37 şeklindeki Peygamber sözünü göz önünde bulundurarak, onlara bir hadis daha ilâve eder.

Mişkâtü'l-Envâr'ın Fransızca tercümesi, onun iki neşrinden istifâde ile yapıldı: Biri Halep (1346/1927) baskısı ki yer yer hatâları vardır. Öteki Kahire (1369/1951) baskısı olup harekeli bir metin de vermiştir. Kelime varyantı ortaya çıkınca, ilgili hadîsin bulunduğu tenkitli ve izahlı yayınlara baş vurduk. Son olarak, Fransızca tercümede isnad zincirinin tamâmının verilmediğine işâret edelim/*-1

Nurlar Hazinesi - Muhyiddin İbnü'l Arabî

(101 Kudsî Hadîs)

Metin ve Tercümesi

MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

Allah'ın salât ve selâmı Efendimiz Muhammed'e, onun âi-lesine ve ashâbı üzerine olsun. Allah'a muhtaç durumda olan Muhammed b. Ali b. Muhammed ibnü'1-Arabî et-Tâî el-Hâtimî el-Endelûsî —Allah kendisine hüsn-i hâtime nasîb etsin— şöyle diyor:

Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Müttakîlerin âkıbetleri hayırlı olur. Kudret ve kuvvet yüce Allah'ındır. Salât ve selâm âlemlerin efendisi Muhammed, onun temiz âilesi, as-hab ve tâbiîn ve bütün müminler içindir.

İbn Abbas'tan71 nakledilen bir hadis vardır: "Ümmetim için benim sünnetimden kırk hadis hıfzedenin kıyâmet gününde ben şefâatçisi olacağım" buyurulur. Aynı meâlde Enes b. Mâlik'ten şu rivâyet vardır: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kim ki ümmetim için, ihtiyaç duydukları hususlarda kırk hadis hıfzederse Allah onu fakih ve âlim olarak kaydeder."72

İnsanın, dönüş yeri olan âhirete dünyâsından daha muhtaç olduğunu düşünerek, 599 senesinde Mekke'de —Allah orayı himâye etsin— bulunduğum aylarda bu kırk hadîsi topladım. Burada özellikle Allah'a isnad edilen (kudsî) hadisleri alma şartı üzerinde durdum. Bunlara, rivâyet hakkına sâhip olup da, kaydettiğim hadislerden merfû olarak Allah'a isnâd edilen, fakat Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a isnâd edilmemiş olan 40 hadis ilâve ettim. Daha sonra 21 hadis daha ekledim. Böylece 101 ilâhı (kudsî) hadîse ulaşmış oldu. Allah bizi ve sizi ilimden faydalandırsın. İhsan ve bereketiyle bizleri ilim ehlinden kılsın. O her şeye Kadîr'dir.

BİRİNCİ BÖLÜM

1. HADİS

Ebû Zer nakleder, Allah Taâlâ'dan rivâyet ederek Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Ey Kullarım, Ben kendi zâtıma zulmü haram ettim, onu sizin aranızda haram kıldım; o halde birbirinize aslâ zulmetmeyin. Ey kullarım, Benim hidâyete erdirdiğim müstesnâ hepiniz dalâlettesiniz; o halde Ben'den hidâyete erdirilmenizi isteyiniz ki sizi hidâyete erdireyim. Ey kullarım, Benim yedirdiklerim müstesnâ hepiniz açsınız; o halde benden yiyecek isteyiniz ki size yiyecek vereyim. Ey kullarım, Benim giydirdiklerim müstesnâ hepiniz çıplaksınız. Benden giyecek isteyiniz ki sizi giydireyim. Ey kullarım, siz gece gündüz günah işlersiniz, Ben bütün günahları bağışlarım. Benden mağfiret dileyin ki sizi bağışlayayım. Ey kullarım, siz Bana hiçbir zarar veremeyeceğiniz gibi, Bana bir faydanız da olamaz. Ey kullarım, sizin önceki ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, en müttakî kalbe sâhip kimseler olsaydınız bile, Benim mülkümde herhangi bir fazlalık olmazdı.

Ey kullarım, sizin önceki ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz en kötü kalbe sâhip kimseler olsaydınız bile Benim mülkümde herhangi bir noksanlık olmazdı. Ey kullarım, sizin önceki ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir yerde hep birlikte ayağa kalkıp Ben'den istekte bulunsanız, herkesin istediği şeyi veririm de, bu Benim nezdimde ancak iğnenin denize daldırıldığı zaman eksilttiği şey kadar bir noksanlığa yol açar. Ey kullarım, bu saydıklarım sizlerin amelleriniz ve Benim onlara verdiğim karşılıklar. Kim bir iyilik bulursa Allah'a hamdetsin; kim bunun dışında bir şey bulursa ancak kendini kötülesin!" 73

2. HADİS

Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh)'den: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyuruyor: "Ben ortakların, ortaklıktan (şirk) en çok müstağni olanıyım. Kim bir amel işler de o konuda Ben'den başkasını ortak ederse, Benim o işle bir ilgim olmaz; o iş ortak kıldığı şeye âit olur." 74

3. HADİS

Ebû Ümâme, Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakleder: 3

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyuruyor: "Benim nazarımda velîlerimin en imrenilecek durumda olanı, şu vasıflara sahip olan mü'mindir: Malı azdır, namazdan lezzet alır, Rabbine en güzel şekilde kullukta bulunur, gizli ve açık her durumda O'na itâat eder. İnsanların içinde âdetâ kaybolmuştur, parmakla gösterilemez. Rızkı kendine yetecek kadar olup, buna sabreder." Sonra (Hz. Peygamber) eliyle vurarak şöyle devam etti: Onun ölümü çabuk, ağlayanları ve mîrâsı az olur.75 76

4. HADİS

Enes b. Mâlik nakleder: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oturmakta iken, birden bire dişleri görünecek kadar güldüğünü gördük. Ömer sordu: "Anam babam hakkı için söyle yâ Resûlüllah, seni güldüren şey nedir?" Hz. Peygamber cevap verdi: - Ümmetimden iki kişi, izzet sâhibi olan Rab Taâlâ'nın huzûrunda diz çökmüşler, birisi şöyle diyor: "Yâ Rabbi, kardeşimden benim hakkımı alıver." Allah (suçlanana): "Kardeşinin hakkını ver!" buyurdu.

Yâ Rabbi, dedi, iyiliklerimden (ona verecek) hiçbir şey kalmadı.

Yâ Rabbi, öyleyse günahlarımdan bir kısmını yüklensin, dedi (şikâyet eden).

Bu sırada Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın gözleri yaşla doldu. Sonra şöyle buyurdu: "Bu gerçekten korkunç bir gündür. Öyle bir gün ki, insanlar günahlarından bir kısmının (başkası tarafından) yükle-nilmesine ihtiyaç duyacaklardır." Sonra şöyle devam etti: "Aziz ve Celîl olan Allah şikâyet sâhibine şöyle diyecek: "Başını kaldır ve Cennet bahçelerine bak!" O başını kaldıracak ve haykıracak:

Yâ Rabbi, gümüşten şehirler ve incilerle süslenmiş altından köşkler görüyorum. Bu hangi peygambere, hangi şehide âittir?

Bana bedelini verenindir! diyecek (Allah).

Peki buna kim sâhip olabilir yâ Rabbi?

Ona sen sâhip olabilirsin!

Nasıl yâ Rabbi?

Kardeşini affederek!

Affettim gitti yâ Rabbi!

Bunun üzerine yüce Allah buyuracak ki: "Kardeşinin elinden tut ve onu cennete koy!"

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdu: "Allah'tan korkun, aranızdaki münâsebetleri düzeltin77. Şüphesiz Allah kıyâmet gününde mü'minlerin arasını düzeltir."

(Hakim ve Beyhakî)

5. HADİS

Ebû Hureyre, Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle dediğini nakleder:

Allah, cennet ve cehennemi yarattığı vakit Cebrâil'i cennete gönderdi ve şöyle buyurdu: "Cenneti ve cennet ehli için hazırladıklarımı gözden geçir!" Cebrâil, cenneti ve cennet ehli için hazırlanan şöyleri gözden geçirdi; geri dönünce şöyle dedi: "İzzetine yemin ederim ki, cenneti işitip de oraya girmek istemeyecek kimse tasavvur edemiyorum!" Bunun üzerine Allah emretti de cennet hoşa gitmeyecek şeylerle örtüldü. Allah Cebrail'e: "Dön oraya", buyurdu, "cenneti ve cennet ehli için hazırladığım şeyleri gözden geçir." Cebrâil dönünce: "İzzetine yemin ederim ki, oraya hiç kimsenin girememesinden korktum" de- j di. •

Allah Cebrâil'e buyurdu: "Cehenneme git, orayı ve cehennem ehli için hazırladığım şeyleri gözden geçir!" Cebrâil bir de ne görsün, birbirinin sırtına binmişler! Dönüp Allah'a dedi ki: "İzzetine yemin ederim, cehennemi işitip de oraya girmek isteyecek kimse tasavvur edemiyorum." Bunun üzerine Allah emretti ve cehennem nefsin arzu duyacağı şeylerle örtüldü. "Dön [ oraya", dedi Allah Cebrâil'e, "cehennem ve cehennem ehli için hazırladığım şeyleri gözden geçir!" Cebrâil cehenneme döndü, bir de ne görsün, orası nefsin arzu duyacağı şeylerle donatılmış! Dönüp Allah'a dedi ki: "İzzetine yemin ederim, hiç kimsenin cehennemden kurtulamayıp muhakkak oraya gireceğinden korktum." 78

6. HADİS

Ebu Bekr es-Sıddîk (radiya’llâhü anh) Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan nakleder: Yüce Allah şöyle buyurdu:

"Ey İsrâfil, izzetim, celâlim, cömertliğim ve keremim üzerine yemin ederim ki, kim Bismillahirrahmânirrahîm'le birlikte arkasından Fâtiha sûresini bir kere okursa, şâhid olunuz ki Ben muhakkak o kimseye mağfirette bulunurum; onun iyiliklerini kabul ederim ve kötülüklerini affederim. Onun dilini ateşte yakmam; kendisini cehennem azâbı, kıyâmet azâbı ve "büyük korku" dan kurtarırım. Ve o, Bana bütün peygamberler ve velîlerden önce kavuşur."

7. HADİS

Ebû Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle dediğini nakleder:

Allah Taâlâ buyurdu: "Âdem oğlu Bana noksan sıfat isnad eder. Halbuki ona, Beni noksan sıfatla tavsif etmek gerekmezdi. Âdem oğlu beni yalanlamak da ister ki, bu da ona yakışmazdı. Onun bana noksan sıfat isnâdı, (gûyâ İsâ) benim oğlum olduğudur. Beni yalanlaması da, Allah beni ilk yarattığı gibi iade sûretiyle yaratacak değildir, demesidir.

Ebû Hureyre, aynı isnadla Hz. Peygamberden şu hadîsi nakleder: Aziz ve Celil olan Allah buyurdu: "Adem oğlu Beni yalanlar, oysa durum onun yalanladığı gibi değildir. O Bana noksan sıfat isnâd eder, durum onun zannı gibi değildir. Onun beni i yalanlaması, Allah beni ilk yarattığı gibi iâde sûretiyle yarata- ı cak değildir, şeklindeki ifâdesidir. Halbuki Benim için ilk defa yaratış, ikinci defa yaratmaktan daha kolay değildir. Onun beni noksan sıfatla tavsifi ise, Allah bir oğul edindi, sözüdür. Oysa Ben Ehad ve Samed'im (Tek ve herşeyden müstağniyim). Doğurmam ve doğmam. Hiçbir şey Benim dengim olamaz." 79

8. HADİS

Ebû Hureyre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Allah şöyle buyurur: "Adem oğlu, Beni andığın zaman bana şükretmiş olursun, Beni unuttuğun zaman Bana nankörlük etmiş olursun."

(Tabarânî)

9. HADİS

Ebû Hureyre Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Malını hayır yolunda sarfet ki, Ben de sana vereyim." Resûlüllah şöyle devam eder: "Allah'ın eli doludur, gece gündüz devam edecek hiçbir harcama ondan bir şey eksiltmez." O devamla: "Gördünüz mü, O göğü ve yeri yarattığından beri sarfettiği halde, elindeki eksilmedi. O'nun arşı su üzerindedir, elinde de inip kalkan terâzi vardır." 80

10. HADİS

Ebû Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Kulum Beni zikrettiği ve dudakları Benim (ismim) ile hareket ettiği vakit Ben onunla birlikteyimdir." 81

11. HADİS

Abdullah b. Ömer Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Azîz ve Celîl olan Rabbimiz şöyle buyurdu: "Bir kul üzerinde iki korku ve iki emniyeti birlikte bulundurmam. Kul dünyâda Benden korkarsa, âhirette korkusu olmaz. Eğer dünyâda Benden emin olursa, âhirette emin olmaz."

(İbn Asâkir, Enes'ten)

12. HADİS

Ebû Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah kıyâmet gününde şöyle buyuracak: "Benim celâlim için birbirini sevenler bugün neredeler? Benimkinden başka hiçbir gölgenin olmadığı bu günde onları gölgelendireyim!" 82

13. HADİS

Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Ben kulumun Beni zannı yanındayım (Kulum Beni nasıl düşünürse öyleyim) ve Bana duâ ettiği vakit onunla birlikte olurum." 83

14. HADİS

Enes, Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Allah Taâlâ (kıyâmet gününde) cehennemliklerin azap bakımından en hafifi olan birisine:

- Farzedelim ki, yer yüzünde mal olarak ne varsa hep senin olsa (şu azaptan kurtulmak için) onları fedâ eder miydin? diye soracaktır. O da:

- Evet, diyecek. Bunun üzerine Allah:

- Fakat sen Âdem'in sulbünde iken Ben senden (şimdikinden) daha kolay bir şey istemiştim, bu Bana şirk koşmaman idi. Ne var ki sen (dünyâya gelince) yüz çevirip şirke yöneldin.84

15. HADİS

Ebû Hureyre Resûlüllah'ın şöyle dediğini nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah buyurdu: "Kibriyâ (büyüklük) benim ridâm, Azamet (ululuk) ise izârımdır.* (Yâni bunlar Bana mahsus sıfatlardır). Kim bunlardan birisi hakkında benimle tartışmaya girerse (yâni bu sıfatlan takınmaya kalkarsa) onu ateşe atarım."85 86

16. HADİS

Ebû Saîd el-Hudrî Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini nakleder:

Allah şöyle buyuracaktır: "Melekler şefâat etti, müminler de şefâat etti. Geriye en çok merhamet sâhibi olan Allah kaldı." Bundan sonra bir grup insanı ateşten alarak, içlerinden dünyâda iken hiçbir hayır işlemeyip de cehennemde kömüre dönmüş bir çok kimseleri çıkaracak ve cennetin önünde Hayat Nehri denen bir nehre onları bırakacak (...) Sonra Yüce Allah şöyle buyuracak: "Cennete giriniz, gözünüzün görebildiği ne varsa si-zindir." Onlar: "Ey Rabbimiz, sen âlemlerden hiç kimseye vermediğini bize ihsan ettin" diyecekler.

Allah "Benim indimde size vereceğim bundan daha değerli bir şey vardır" buyuracak. "Bundan daha değerli ne olabilir?" diyecekler. Allah cevap verecek: "Benim rızam! Artık bundan sonra size ebediyyen gazap etmem!"13

17. HADİS

Câbir b. Abdillâh Resûlüllah'm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Bu, benim zâtım için razı olduğum bir dindir. Buna yaraşan da ancak cömertlik ve güzel huydur. Bu dîne uyduğunuz müddetçe, onu bu iki hasletle yüceltiniz."

(İbn Asâkir)

18. HADİS

Suhayb (radiya’llâhü anh) Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder: 87

Cennet ehli cennete girdiği vakit Allah Taâlâ şöyle buyurur: "îlâve etmemi istediğiniz bir şey var mı?" Onlar: "Yüzlerimizi beyazlaştırmada! ? Bizi cennete koyup cehennemden kurtarmadın mı?" derler. Bunun üzerine Allah perdeyi kaldırı-verir. Artık kendilerine verilen en değerli şey Aziz ve Celîl olan Rablerine bakmalarıdır. Sonra (Hz. Peygamber) şu âyeti okudu: "İyilik edenlere dâimâ daha iyisi ve üstünü verilir." (Yûnus, 10/26).13

19. HADİS

Ebû Saîd el-Hudrî Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan nakleder:

Allah kıyâmet günü: "Ey Âdem!" buyurur. Hz. Âdem: "Buyur yâ Rabbi!" der. Bir ses kendisine şöyle seslenir: "Allah sana, soyundan cehenneme girecekleri seçip çıkarmanı emrediyor" Âdem: "Yâ Rabbi, cehenneme gideceklerin mikdârı ne kadardır?" diye sorar. Allah: "Her bin kişiden —sanırım öyle buyurmuştu— 999'u" diye cevap verir. "O sırada (bunun verdiği şiddetle korkudan) gebe kadın çocuğunu düşürür, çocuk saçları ağarıp ihtiyarlar; ve o anda insanları (korkudan) sarhoş sanırsın. Halbuki onlar hiç de sarhoş değildir. Fakat Allah'ın azâbı çok şiddetlidir.”88 89 Bu durum oradaki insanlara pek ağır geldi, öyle ki yüzlerinin rengi değişti.

Bunun üzerine Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: "O cehennemliklerin 999'u Ye'cûc ve Me'cûc'den, biri de sizdendir. Sonra insanlar içinde sizler, beyaz öküzün üzerindeki siyah tüy veya siyah öküzün üzerindeki beyaz tüy durumundasınız. Ben sizin, cennet ehlinin dörtte biri kadar olacağınızı kuvvetle ümid ediyorum." Bunun üzerine biz tekbir getirdik. Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Cennet ehlinin üçte biri olacaksınız" dedi. Biz tekrar tekbir getirdik. Sonra o: "Cennet ehlinin yarısı" dedi. Biz tekrar tekbir getirdik.90

20. HADİS

İbn Abbas (radiya’llâhü anh) Resûlüllah'ın şöyle dediğini nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah Mûsâ'ya şunu vahyetti: "Sen bana, kazâma râzı olmaktan daha iyi bir şeyle yaklaşamazsın. İyiliklerini muhâfaza konusunda yapacağın en doğru şey, işlerinde kontrol sâhibi olmandır. Ey Mûsâ, dünyâ adamlarına yalvarıp yakarma, yoksa benim gazabıma uğrarsın. Dünyâ uğruna dînini elden çıkarma, yoksa rahmet kapılarımı sana kapatırım. Ey Mûsâ, tevbe eden müminlere sevinmelerini söyle! Alçak gönüllü mü'minlere de sakınmalarını ve iyilik etmelerini söyle!”

(İbn Arabî, (son iki cümlenin ilâve edilmiş olmasından) şüphe ettiğini söyler).

    22. HADİS

  Ali b. Ebî Tâlib (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Yüce Allah şöyle buyurur: "Benden başkasına ümit bağlayan Beni tanımıyor demektir. Beni tanımayan Bana kulluk etmez. Bana kulluk etmeyen Benim gazabıma mâruz kalır. Benden başkasından korkan Benim azâbımla karşılaşır."

15 Buhârî, Tefsînı sûre: 32; Tecrîd, tere. XI, 149; Müslim, îman, 312 Tirmizî, Cennet, 15; İbn Mâce, Zühd, 39; Dârimî, Rikak, 97.

23. HADİS

Ebû Hureyre nakleder: Kıyâmet gününde Allah'ın kullar arasındaki hükmü ile ilgili bir hadiste Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"... Ve yüzü ateşe dönük bir adam kalır. O cennete girecekler arasında en sonuncusudur. Şöyle der: Ey Rabbim, yüzümü ateşten uzaklaştır. Zîrâ onun kokusu bana acı veriyor ve alevi beni yakıyor. Allah'ın dilediği kadar böyle yalvarır. Daha sonra Allah Taâlâ şöyle buyurur: Bunu yaparsam, başka bir şey ister misin? O kul: Hayır, der, başka bir şey istemem. Aziz ve Celîl olan Rabbine Allah'ın istediği kadar vaat ve yeminlerde bulunur. Nihâyet Allah onun yüzünü ateşten çevirir. Cennete yaklaşıp da onu görünce, Allah'ın dilediği kadar sustuktan sonra şöyle der: Ey Rabbim, beni cennetin kapısına yaklaştır! Bunun üzerine Allah ona: Evvelce, sana verdiğimden başka bir şey istemeyeceğine söz vermiş değil miydin? Yazıklar olsun ey Âdem oğlu, ne kadar gadredicisin! buyurur. O kul: Ey Rabbim, der, Aziz ve Celîl olan Allah'a duâ eder. Nihâyet Allah ona sorar: Bunu sana versem başka şey ister misin? Kul: İzzetine yemin ederim ki hayır! der. Rabbine, Allah'ın dilediği kadar söz ve yeminlerde bulunur. Sonunda Rabbi, onu cennetin kapışma yaklaştırır. Cennetin kapısında durduğu, cennet ona açıldığı, içindeki hayırları ve sevinci gördüğü vakit, Allah'ın dilediği kadar susar. Sonra şöyle der: Ey Rabbim, beni cennete koy. Allah Tebâreke ve Taâlâ ona: Verdiğimden başka bir şey istemeyeceğine söz vermiş değil miydin? Yazıklar olsun ey Adem oğlu, sen ne sözünde durmaz kimse imişsin! der. Kul: Ey Rabbim mahlûkâtmın en bedbahtı ben olmayayım, der ve Allah'a devamlı duâ eder. Nihâyet Allah Tebâreke ve Taâlâ onun bu hâline güler. Allah ona gülünce: Cennete gir, der. Kul cennete girince Allah şöyle buyurur: Temennide bulun! O da Rabbinden istekte ve temennide bulunur. Nihâyet Aziz ve Celil  olan Allah ona: Şunu da iste, bunu da iste, diye hatırlatmada bulunur. Nihâyet istekleri son bulunca, Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurur: Bunların hepsi ve daha bir o kadarı şenindir!"91

24. HADİS

Ebû Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle dediğini nakleder:

Allah Adem'i yaratıp, ona rûhu üflediği zaman Adem aksırdı ve "El hamdü lillâh" diyerek, O'nun izniyle hamdetti. Bunun üzerine Rabbi ona: "Allah seni esirgesin ey Adem; o meleklere, onlardan oturmakta olan bir topluluğa git ve 'Esselâmü aley-küm' (Allah'ın selâmı üzerinize olsun) de" buyurdu. Onlar da: "Selâm ve Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun!" dediler. Sonra Adem Rabbine döndü. Allah: "Senin selâmın ve oğullarının arasındaki selâm işte budur!" buyurdu. Allah, avuçları kapalı halde Adem'e: "Bu ikisinden hangisini istersen seç!" dedi.

Âdem: "Rabbimin sağ elini seçtim; Rabbimin her iki eli de sağ ve mübârektir" dedi. Sonra Allah elini açtı; bir de ne görsün, orada Âdem ve onun soyundan gelenler vardı! Âdem: "Ey Rab-bim bunlar nedir?" dedi. Allah: "Bunlar senin soyundan gelenlerdir" buyurdu. Bir de baktı ki, her insanın iki gözü arasında ömrü yazılıdır. İçlerinde pırıl pırıl biri veya pırıl pırıl parlayanlardan biri vardı. Âdem: "Yâ Rabbi bu kimdir?" dedi. Allah: "Bu senin oğlun Dâvûd'dur; Ben kendisine 40 senelik ömür yazdım" buyurdu. Âdem: "Yâ Rabbi, onun ömrünü arttır!" dedi. Allah: "Ona takdir ettiğim ömür budur" buyurdu. Âdem: "Ey Rabbim, ben kendi ömrümden ona altmış sene bağışladım" dedi. Allah: "Sen bilirsin" buyurdu. Sonra Âdem, Allah'ın dilediği kadar cennette sakin kılındı; bilâhare cennetten indirildi. Âdem kendi günlerini saymakta idi. Bir gün ölüm meleği çıka geldi. Âdem ona "Erken geldin, bana bin senelik ömür yazılmıştır" dedi. Melek: "Evet ama, sen altmış seneyi oğlun Dâvûd'a vermiştin" dedi. Âdem inkâr etti; bu yüzden soyundan gelenler de inkâr ediyor. Âdem unuttu; bu yüzden soyundan gelenler de unutuyor. Ve o günden îtibâren yazı ve şâhitlik emredilmiştir.92

(Bu hadis hasen ve garîbdir)

25. HADİS

Enes b. Mâlik (radiya’llâhü anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini nakleder:

"Allah arzı yarattığı vakit, arz sarsılmaya başladı. Bunun üzerine Allah dağları yarattı ve onları arzın üzerine yerleştirdi. Böylece arz sükûnet buldu. Melekler, dağların gücünden hayrete düştüler ve şöyle sormaktan kendilerini alamadılar:

- Yâ Rabbi, yaratıkların içinde dağlardan daha güçlü bir şey var mıdır?

- Evet, demir! Buyurdu Allah.

- Yâ Rabbi, yaratıkların içinde demirden daha güçlü bir şey var mıdır? diye sordular.

- Evet ateş!

- Yâ Rabbi, yaratıkların içinden ateşten daha güçlü bir şey var mıdır?

- Evet, su!

- Yâ Rabbi, yaratıkların içinden sudan daha güçlü bir şey var mıdır?

- Evet, rüzgâr!

- Yâ Rabbi, yaratıkların içinde rüzgârdan daha güçlü bir şey var mıdır?

- Evet, sağ eliyle bir yardımda bulunan ve onu sol elinden gizleyen insan oğlu!"93

(Bu hadis garîbdir)


26. HADİS

Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m haşr günü hakkında şöyle buyurduğunu nakleder (Tamâmı Müslim'de bulunan uzun hadiste şöyle bir tablo çizilir):

                                                                                                                                                                                                                 -1

"... Aralarında münâfıklar da bulunduğu halde bu ümmet yerinde durup kalacak. Allah Tebâreke ve Taâlâ onlara evvelce tanıdıklarından başka bir sûrette gelecek ve şöyle buyuracak: "Ben sizin Rabbinizim!"

- Senden Allah’a sığınırız! diyecekler. Aziz ve Celil olan Rabbimiz bize gelinceye kadar yerimiz burasıdır. O bize geldiği zaman biz O'nu tanırız (Rablerini o tecellî ile tanıyamadıkları için böyle davranacaklardır).

Yüce Allah bu defa onlara tanıdıkları sûrette gelecek ve şöyle buyuracak: "Ben sizin Rabbinizim!"

- Sen bizim Rabbimizsin! diyecekler ve O'na tâbi olacaklar. Cehennemin de köprüsü kurulacak*. (Hadîsin devâmında Allah’ın şöyle buyuracağı belirtilir): "Kim (Benden başka bir şeye) ibâdet ederse, ona tâbî olsun!"93 94

27. HADİS

Ebû Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Ben, kulumun Beni zannı yanındayım (Kulum Beni nasıl düşünürse öyleyim). Kulum Beni zikr ettiği vakit onunla birlikteyimdir. Eğer Beni kendi başına (yalnızken) zikr ederse, Ben de onu kendim zikr eder anarım. Şâyet Beni bir topluluk içinde anarsa, Ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım."95

28. HADİS

Enes b. Mâlik (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakleder:

Allah şöyle buyurdu: "Ey Adem oğlu, sen Bana duâ ettiğin ve Benden ümit ettiğin müddetçe, nasıl olursan ol seni bağışlarım ve aldırış etmem. Ey Adem oğlu, senin günahların gök yüzünün bulutlarına kadar ulaşsa ve sonra sen Benden mağfiret dilesen seni bağışlarım. Ey Adem oğlu sen Bana dünyâlar dolusu hatâ ile gelsen ve fakat Bana hiçbir şeyi ortak (şirk) koşmamış olduğun halde ulaşsan, şüphesiz sana dünyâlar dolusu mağfiretle muâmele ederim."97

(Hadis hasen ve sahîhdir)

29. HADİS

,                 Zeyd b. Hâlid el-Cühenî (radiya’llâhü anh) nakleder: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hu-

deybiye'de geceleyin yağmış olan yağmurdan sonra bizlere sabah namazı kıldırdı. Namazdan sonra yüzünü cemaate döndürdü ve: "Bilir misiniz Rabbiniz ne buyurdu?" diye sordu. "Allah ve Resûlü daha iyi bilendir" diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber Allah'ın şöyle buyurduğunu ifâde etti: "Kullarımdan kimi Bana îman etmiş olarak, kimi de

kâfir olarak sabâha çıktı. Kim ki, Allah'ın fazl ve rahmetiyle

üzerimize yağmur yağdı dediyse o Bana îman etmiş, yıldızları inkâr etmiştir. Her kim de, şu veya bu yıldızın batıp doğması ile üzerimize yağmur yağdı dediyse, işte o Beni inkâr etmiş, yıldızlara îmân etmiştir." 98

30. HADİS

Ebû Mûsâ el-Eş'arî ( radiya'llâhü anh)'in naklettiği bir hadiste Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu ifâde edilir:

İmam "Semiallâhü limen hamideh" (Allah hamdedeni işitir) dediği zaman siz: "Allahümme Rabbenâ leke'l-hamd" (Yâ Rabbi hamd sana mahsustur) deyiniz; Allah sizi işitir. Çünkü Yüce Allah Peygamberinin diliyle "Semiallâhü limen hamideh" buyurmuştur.23

31. HADİS

Ebû Hureyre, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu işittim diyor:

Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ben namaz (sûresi olan Fâti-ha'yı) kendimle kulum arasında yarı yarıya taksim ettim. Kulumun istediği onundur. Kul, "Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" dediği zaman, Allah: Kulum bana hamd etti, der. Kul: "Er-rahmânirrahîm" dediği zaman, Allah: Kulum Beni senâ etti, der. Kul: "Mâliki yevmi'd-dîn" dediği zaman, Allah: Kulum beni övdü, der. (Bir keresinde de Resûlüllah: Kulum işini bana havâle (tefviz) etti, der, buyurdu).

"Kul: "İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn" dediği zaman, Allah: Bu kulumla benim aramdadır; ve kulumun istediği hakkıdır, der. Kul "İhdine'ssırâta'l-müs-takîm sırâtellezîne en'amte aleyhim, gayri'l-mağdûbi aleyhim vele'd-dallîn" dediği zaman Allah: İşte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır, buyurdu." 24

32. HADİS

İhlâs hakkında kendisinden bilgi istenen Huzeyfe, Resû-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle buyurduğunu nakleder:

Bunu ben Cebrâil'e sordum, şöyle dedi: İzzet sâhibi olan Allah'a ihlâs nedir? diye sordum. Şöyle cevap verdi: "O Benim sırrımdan bir sırdır ki, kullarımdan sevdiklerimin kalbine emânet ederim."

33. HADİS

Muaz ibn Cebel, Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şöyle dediğini nakleder:

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Beni yüceltmek uğrunda (Benim Celâl'imde) birbirlerini sevenler için peygamber ve şehitlerin bile imreneceği, nurdan minberler olacaktır."99

34. HADİS

Enes b. Mâlik (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den şunu nakleder: Allah şöyle buyurur:

"Dünyâda kulumun iki gözünü alırsam, benim katımda bunun karşılığı ancak cennet olur." 100

35. HADİS

Ebû Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:

Ahir zamanda dîni dünyâya âlet eden bir takım kimseler çıkacak ve insanlara hoş görünmek için yumuşacık kuzu postuna bürünecekler. Dilleri baldan daha tatlı, fakat kalbleri canavar kalbi gibidir. Allah şöyle buyurur: "Benim hilmime mi aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık mı gösteriyorlar? Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim ki içlerinden hilim sâhibi olanı bile şaşkına çevirecektir!" 101

36. HADİS

Enes Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini nakleder:

Kıyâmet günü âdemoğlu âdetâ bir kuzu gibi getirilerek Allah’ın huzûrunda durdurulur. Allah ona sorar: "Sana bir çok şey verdim, mal mülk ihsan ettim, seni nimetlerle donattım, sen ne yaptın?" Kul şöyle cevap verir: "Onları biriktirdim, çoğalttım ve olduğundan fazla şekilde bıraktım, beni geri gönder!" Allah buyurur: "Bana takdim edeceğini göster!" Kul der ki: "Yâ Rabbi, onları biriktirdim, çoğalttım ve olduklarından fazla şekilde bıraktım; beni geri gönder, onları sana getireyim." Kulun, hayır olarak herhangi bir şey getirmediği görülünce kendisi cehenneme götürülür.102

37. HADİS

Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m Kıyâmet günü hakkm-daki bir hadîsinde şöyle buyurduğunu nakleder:

Ben: "Ümmetim yâ Rabbi, ümmetim yâ Rabbi, ümmetim yâ Rabbi!" diyeceğim. Allah şöyle buyuracak:

"Ey Muhammed, ümmetinden hesap ve suâl gerektirmeyenleri cennet kapılarından olan sağ kapıdan içeri koy! Onlar bunun dışında, cennetin öteki kapılarında da insanlara ortaktırlar." 103

38. HADİS

Abdurrahmân b. Avf (radiya’llâhü anh) nakleder:

Bir gün mescide vardığımda Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın mescidden çıkmakta olduğunu gördüm. Kendisini tâkip ederek arkasından yürümeye başladım, onun benden haberi yoktu. Sonra hurmalığa girdi, kıbleye yöneldi ve secdeye kapandı. Ben arkasm-daydım. Secdede uzun süre kaldı, o kadar ki, vefat ettiğini zannederek yürümeye başladım, yanma geldim, eğilip yüzüne baktım. Başını kaldırdı: "Ne var ey Abdurrahmân?" buyurdu. Dedim ki: Yâ Resûlüllah, siz secdeyi çok uzatınca, vefat ettiğiniz korkusuyla bakmaya geldim! Buyurdu ki: "Sen benim hurmalığa girdiğimi gördüğün sırada, Cebrâil (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'la karşılaştım. Bana şöyle dedi: Sana müjdeler olsun, Allah şöyle buyurdu: "Kim seni selâmlarsa, Ben de onu selâmlarım. Kim sana salât (duâ) ederse, Ben de ona salât (ikrâm) ederim. (Kim sana selâm ve salât ederse, Ben de ona selâm ve salât ederim.)"104

39. HADİS

Ebû Hureyre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini ifâde eder:

Allah şöyle buyurur: "Ey Âdem oğlu, kendini tamâmen Benim kulluğuma ver ki, Ben senin kalbini zenginlikle doldurayım ve seni yoksulluktan koruyayım. Eğer böyle yapmazsan senin kalbini meşguliyetlerle doldururum ve yoksulluğuna mâni' olmam."105

40. HADİS

Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hureyre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu naklederler:

Her kim: "Allah'tan başka tanrı yoktur ve Allah en uludur" derse Rabbi onu tasdik eder ve: "Benden başka tanrı yoktur, Ben en uluyum" buyurur.

Kul: "Allah'tan başka tanrı yoktur, O birdir" dediği zaman, Allah: "Benden başka tanrı yoktur, ben Bir'im" buyurur.

Kul: "Allah'tan başka tanrı yoktur, O birdir, ortağı yoktur" dediği zaman Allah: "Benden başka tanrı yoktur, Birim, ortağım yoktur" buyurur.

Kul: "Allah'tan başka tanrı yoktur, kudret ve kuvvet ancak Allah iledir" dediği zaman, Allah: "Benden başka tanrı yoktur, kudret ve kuvvet ancak Benimledir" buyurur.

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Kim ki bu sözleri hastalığında söyler ve sonra ölürse cehennem ateşi onu yakmaz"106

Allah Taâlâ'ya muhtaç olan, Rabbinden kendisi, ana babası, kardeşleri, arkadaşları ve bütün müslümanlann bağışlanmasını dileyen Muhammed b. Ali b. Muhammed b. el-Arabî der ki: Başta ifâde ettiğim ölçülerdeki kırk hadis burada sona eriyor. Allah onlarla amel etmeyi bize kolaylaştırsın ve bu konuda yardımcı olsun. Hatırlattığım üzere bunlar Allah'a isnâd ettiğim (kudsî) hadislerdir. Bu hadislerin çoğunu, isimlerini zikrederek, bizzat şeyhinden rivâyet eden arkadaşlarımızdan aldım. Bununla maksadım, vahyin naklinde kendilerinden bir hâtıra bırakmak ve onlara hadis âlimleri arasında yer vermektir.

Şimdi de isnâd zinciri olmaksızın, kırk kudsî hadis daha zikrediyorum.

İKİNCİ BÖLÜM

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla

Yâ Rabbi Peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bereketiyle kolaylaştır.

HABER (41)

Aziz ve Celîl olan Allah, peygamberi ve dostu İbrâhîm'e şöyle buyurdu: "Bu şiddetli korku niçindir?"

İbrâhim cevap verdi: 'Yâ Rabbi, nasıl korkmayayım ve dehşet içinde olmayayım: Babam Adem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ki yeri Senin yakınındaydı, onu Kendi elinle yarattın, ona Kendi rûhundan üfledin, meleklere ona secde etmelerini emrettin! Ve bir tek günahtan dolayı onu yanından uzaklaştırdın!"

Bunun üzerine Allah şöyle vahyetti: "Ey İbrâhim, bilmez misin ki sevenin sevgiliye karşı itâatsizliği çok zor gelir?"

(İbrâhim b. Abdullah'tan mevkûfen naklettiğim bu haber, İsmâil b. el-Herevî'nin Derecâtü't-Tâibîn adlı kitabında-dır.)

2. HABER (42)

Allah Taâlâ şöyle buyurdu: "Ey Dâvûd, İsrâil oğullarına aşın istek ve arzûlardan sakınmalarını söyle. Zîrâ aşın istek ve arzûlara bağlı olan kalblerin akılları (idrakleri) bana karşı örtülüdür, aramızda perde bulunur."

 (Ebu Ca'fer el-Cezerî'den mevkûfen, Herevî'nin Derecâ-tü't-Tâibîn'inde yer alır.)

3. HABER (43)

Mûsâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle sordu: "Yâ Rabbi Sen uzak mısın ki Seni yüksek sesle çağırayım, yâhut yakın mısın ki alçak sesle Sana yalvarayım?"

Allah Taâlâ buyurdu: "Ben, Beni zikredenin yakın dostuyum ve onunla birlikteyim."

Mûsâ sordu: "Sana en sevimli gelen amel hangisidir yâ Rabbî?" Allah cevap verdi: "Her hal ve durumda Beni çok zik-retmendir!"

(Bunu Makburî'den adı geçen eserden mevkuf olarak rivâ-yet ettim.)

4. HABER (44)

Allah Taâlâ buyurur: "Beni sevdiğini iddiâ edip de, Benden gafil olan yalan söylemiştir. Seven herkes, sevdiğiyle birlikte olmayı (halvet) istemez mi? Ben nice sevenlerimi tanırım ki, Beni gözlerinin önünde temsil ederler; görürcesine Bana hitab ederler ve huzûrumda Benimle konuşurlar. Yarın onların gözlerini cennetlerimde serinleteceğim."

(Bunu Mufaddal'dan adı geçen eserden mevkuf olarak rivâ-yet ettim.)

5. HABER (45)

Allah Taâlâ, intihar eden kimse hakkında şöyle buyurur: "Kulum kendi kendine (ölüme teşebbüs ederek) Benim önüme geçti, Ben de ona cenneti haram kıldım.” 107

(Bunu Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a çıkan bir isnâd ile rivâyet ettim. Müslim'in Sahîh'inde mevcuddur.)

6. HABER (46)

Celîl olan Allah buyurur: "Benim kulum, Benim has kulum savaş sahnesinde dengiyle karşı karşıya bulunduğu halde Beni zikr edendir." 108

(Bunu, Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a çıkan bir isnâd ile rivâyet ettim; Tir-mizî'nin Müsned'inden tahrîc ettim.)

7. HABER (47)

Allah Taâlâ şöyle buyurur: "Ey Adem oğlu, ömründen geri kalan sürenin kısalığını bilseydin beslediğin uzun emellerini terk ederdin, ihtiras ve hilelerini kısardın, (iyiliklerini) artırmaya gayret ederdin. Ne ki (ölüm ânında) ayağın kaydığı, âilen ve hizmetindekiler seni terk ettiği, dostların senden yüz çevirdiği ve yakınların senden uzaklaştığı zaman ancak pişmanlığa düşersin. Fakat o zaman artık âilene dönemezsin, iyi amellerini arttıramazsm. O halde şimdiden felâket ve pişmanlık günü olan kıyâmet için çalış!"

(es-Suhufü’l-Münzele'de yer alan bu haberi Vehb b. Münebbih'ten rivâyet ettim.)

8. HABER (48)

Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor: "Ey Adem oğlu, sana verdiğim şeye râzı olursan, kalben ve bedenen râhatlık içinde olursun, ayrıca övülürsün. Şâyet sana verdiğim kısmete râzı olmazsan, senin başına dünyâyı musallat ederim; o kadar ki, yabânî hayvanların çöllerde dolaşması gibi oradan oraya koşar durursun; izzetim ve Celâlime yemin olsun ki, dünyâdan ancak senin için takdir ettiğim kadarım elde edebilirsin, hem de zemmedilmiş, aşağılanmış olursun."

(Kâ'bü'l-Ahbâr'dan rivâyet ettim. er-Rabaî Cüz'ünde bunu, Ka'bü'l-Ahbâr'ın Tevrat'tan aldığım kaydeder.)

9. HABER (49)

Aziz ve Celil olan Allah cennet ehline, oraya girdikleri vakit şöyle buyuracak: "Kullarım, size selâm olsun, merhaba! Allah size hayat versin, size selâm olsun!"109

(Nakkâş'ın Mevâkıfü'l-Kıyâme hadîsindeki bu ifâdelerini Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a isnâd ederek rivâyet ettim)

10. HABER (50)

Aziz ve Celîl olan Allah buyuruyorf'Ey Âdem oğlu, herkes seni kendisi için ister. Ben ise seni senin için isterim, oysa sen Benden kaçıyorsun. Ey Âdem oğlu, bana karşı hiç de âdil değilsin!"

(Kâ’bül-Ahbâr’dan rivâyet ettim. Rabaî (rahımehullah)'ın Cüz'ünde mevcûd olup, onu Tevrat'tan naklettiğini söyler.)

11. HABER (51)

Aziz ve Celîl olan Allah, dünyâ ehlinden en çok nîmet ve refah sâhibi bir kimseyi ateşe daldırıp çıkaracak ve şöyle buyuracak: "Ey Âdemoğlu, sen herhangi bir iyilik, herhangi bir nîmet gördün mü?" O kimse: "Hayır, vallâhi yâ Rabbi" diyecek. Hak Taâlâ, dünyâda iken en çok sıkıntı ve meşekkate dûçâr birini cennete daldırıp çıkaracak ve: "Ey Âdem oğlu herhangi bir sıkıntı gördün mü, herhangi bir zorlukla karşılaştın mı?" buyuracak. Kul cevap verecek: "Hayır yâ Rabbi, ne bir sıkıntı gördüm, ne de aslâ herhangi bir zorlukla karşılaştım!"110

(Senedli olarak rivâyet ettiğim bu hadis Müslim'in Sahîh'inde mevcuttur.)

12. HABER (52)

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyuruyor: "Ey Âdem oğlu, seni topraktan, sonra da menîden yarattım. Senin yaratılışın bana hiç de zor gelmedi. Herhangi bir anda bir ekmeği sana ulaştırmak mı Bana zor gelecek?"

(Kâ'bü'l-Ahbâr'dan mevkûfen rivâyet ettim. er-Rabaî'nin Cüz'ünde mevcuttur. Ka'bü'l-Ahbâr, bu ibâreye Tevrat'ta rastladığını söyler.)

13. HABER (53)

Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor: "Rahmân, Rahim, Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan size selâm olsun. Mutlusunuz, cennete ebedî kalmak üzere girin, orası sizin için iyidir. Sürekli nimetlerin, Kerem Sâhibi'ne yakınlığın ve devamlı kalışın tadını çıkarınız."

(Nakkâş'ın hadîsinden rivâyet ettim.)

14. HABER (54)

Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor: "Ey âdemoğlu, muhakkak ki Ben şânımdan olarak seni severim. Sen de üzerindeki hakkım sebebiyle Beni sev!"

(Kâ'bü'1-Ahbâr'dan mevkuf olarak rivâyet ettim.)

15. HABER (55)

Aziz ve Celil olan Allah, cennet ehline hitab ederek şöyle buyuracak: "Sîzler mü'minlersiniz. Ben güvenlik veren (el-Mü'min), görüp gözeten (el-Müheymin) Allah'ım. Sizin için isimlerimden bir isim ayırdım.111 Sizin için korku ve hüzün yoktur. Siz Benim velîlerim (dostlarım), komşularım, sevdiklerim, asfiyâm, seçkinlerim, muhabbet ehlimsiniz ve evimde oturuyorsunuz."

(Mevâkıfta yer alan Nakkâş'ın hadîsinden rivâyet ettim.)

16. HABER (56)

Gecenin son üçte birinde nüzûl ettiği vakit112 Allah şöyle buyurur: "Ben mülk sâhibiyim, kim Bana seslenirse ona cevap veririm. Kim Benden isterse ona veririm, kim Benden mağfiret dilerse onu bağışlarım!"4

(Müslim b. Haccâc'm Sahîh'inden rivâyet ettim.)

17. HABER (57)

Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor: "Kulum bir iyilik yapmayı düşündüğü vakit, yapmasa bile onun için bir iyilik yazarım; onu yaptığı vakit ise on katını yazarım. Bir kötülük yapmağı düşündüğü vakit, onu yerine getirmediği sürece affederim; yaptığı vakit ise bir kötülük olarak yazarım." 5

(Müslim b. Haccâc'm Sahîh'inden rivâyet ettim.)

18. HABER (58)

 Aziz ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Âdem oğlu, seni Kendim için, eşyâyı da senin için yarattım. Kendim için yarattığım şeyi, senin için yarattığım şey uğruna helâk etme!"

 (Er-Rabaî'nin Cüzünden rivâyet ettim.)

19.. HABER (59)

Aziz ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey âdem oğlu, Ben senden yarının amelini istemediğim gibi, sen de Benden yarının rızkını isteme."

 (Er-Rabaî'nin Mecmûa'smdan rivâyet ettim.)

20. HABER (60)

Aziz ve Celîl olan Allah, cennet ehline hitâb ederek şöyle buyuracak: "Size selâm olsun ey Müslüman kullarımdan oluşan topluluk, sizler müslimlersiniz ve ben Selâm’ım! Evim sulh (selâm) evidir. Sözümü işittiğiniz gibi size yüzümü de göstereceğim.)

(En-Nakkâş'ın kendisinden rivâyet ettim.)

21. HABER (61)

Aziz ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Âdem oğlu, Benim senin üzerinde bir takım farzlarım vardır; ve senin rızkın da Bana âittir. Şâyet farzlarımda Bana hâinlik edersen, senin bu hâline rağmen rızkını vermekte Ben sana hâinlik etmem."

 (Kâ'bü'1-Ahbâr'dan mevkûf olarak er-Rabaî'nin Cüz'ünden rivâyet ettim.)

22. HABER (62)

Aziz ve Celîl olan Allah buyurur: "Âdem oğlu, günün başlangıcında dört rekât namazı kıl, sonunu Ben sana yetiriveri-rim" (veya günün sonuna kadar seni korurum)"113

(Bunu Neseî'nin (rahimehullah) kitabından müsned olarak rivâyet ettim.)

23. HABER (63)

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Âdem oğlu, Benim kudretimi nasıl inkâr edebiliyorsun? Halbuki seni işte şu (toprağa veya tükrüğe) benzer şeyden yarattım. Sana ölçülü ve düzgün bir biçim verince ayak üstü yürüdün. Senin çalımlı yürüyüşünden arz neredeyse inliyor. Sonra mal biriktirdin ve sakladın vermedin; nihâyet ölüme yaklaşınca, tasadduk edecektim diyorsun. Heyhât, nerede sadaka vakti!" 114

(Esed b. Mûsâ'mn hadîsinden rivâyet ettim.)

24. HABER (64)

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Kulum büyük ab-dest bozup da abdest almadığı vakit, Bana cefâ etmiş olur. Ab-dest alıp da namaz kılmadığı vakit Bana cefâ etmiş olur. Namaz kılıp da Bana duâ etmediği vakit, Bana cefâ etmiş olur. Bana duâ edip de, Ben ona icâbet etmediğim vakit, kendisine cefâ etmiş olurum; oysa Ben cefâ edici bir Rab değilim."

(Bu haberi, İbnü'l-Cerrâh diye bilinen Abdullah b. Haneş el-Kinânî'den merfû olarak rivâyet ettim.)

25. HABER (65)

hza. ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Âdem oğlu, mâdemki Benim ebediyyen tükenmez olan hazînelerim dolu olarak kalacaktır, rızkının elden gideceğine dâir korkun olmasın."

(Er-Rabaî'nin Cüz'ünden rivâyet ettim." 115

26. HABER (66)

Aziz ve Celîl olan Allah, cennet ehline hitâb ettiği bir sözünde şöyle buyurur: "Size tecellî ettiğim ve yüzümden perdeleri açtığım vakit Bana hamd ediniz, aramızda perde olmaksızın selâmet ve emniyet içinde Benim huzûruma giriniz!"

(Nakkâş'ın hadîsinden rivâyet ettim.)

27. HABER (67)

Azîz ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Âdem oğlu, mâdem ki Benim saltanatım devam edecektir, sen herhangi bir saltanat sâhibinden korkma! Zîrâ Benim saltanatım devamlıdır ve ebediyyen tükenmez."

(Er-Rabaî'den rivâyet ettim.)

28. HABER (68)

Aziz ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Adem oğlu, Sıratı geçinceye kadar Benim hilemden (mekr) emin olamazsın.” Allah Taâlâ şöyle buyurur: "Allah'ın hilesinden ancak hüsrân içindeki topluluk emin olur." (A'râf 7/99)

(Er-Rabaî'den rivâyet ettim.)

29. HABER (69)

Cennet ehline söylediği bir sözde Allah Taâlâ şöyle buyurur: "Bana geliniz, etrâfımda oturunuz, nihâyet Bana bakınız ve Beni yakından görünüz. Böylece Ben de size armağanlarımı vereyim, ikramlarımla sizi mükâfatlandırayım, sizi nurumla kuşatayım, cemâlimle örteyim ve size mülkümden bağışta bulunayım.”

(Mevâkıf ta Nakkâş'ın hadîsinden rivâyet ettim.)

30. HABER (70)

Allah Taâlâ buyurur: "Ben ancak şu vasıftaki kimsenin duâsını kabûl ederim: Duâsıyla Benim azametim karşısında tevâzû gösteren, yaratıklarım üzerinde üstünlük taslamayan, Bana itaatsizlikte ısrar ederek gecelemeyen, gününü Benim zikrime tahsis eden, yoksula, yolcuya ve dul kadına acıyan, musibete uğrayan merhamet eden kimse. Böyle kimsenin ışığı güneş ışığı gibidir. Ben, o kimseyi izzetimle korurum ve onu meleklerime emânet ederim. Kendisi için karanlıkta bir nur, cehâlette bir ilim yaratırım. Mahlûkâtım içerisinde bu kimsenin misâli cennetteki Firdevs'e benzer."

 (Bezzâr'm Müsned’inden rivâyet ettim."

31. HABER (71)

Melekler: "Yâ Rabbi, senin bu kulun kötülük işlemek istiyor!" deyince Aziz ve Celîl olan Allah, onu en iyi gören olduğu halde, şöyle buyurur: "Onu kontrol edin, şâyet o kötülüğü işlerse bir kötülük olaraK yazınız; eğer ondan vaz geçerse onun için bir iyilik yazınız, zîrâ onu ancak benim hatırım için terk etmiştir."116

(Bu hadîsi Bagavî'nin Şerhu's-Sünne'sinden rivâyet ettim. Müslim de tahrîc etmiştir.)

32. HABER (72)

Kıyâmet gününde amellerin arzı sırasında Aziz ve Celîl olan Allah, meleklerine şöyle buyuracak: "Kulumun namazına bakınız, tam olarak mı yerine getirmiştir, yoksa eksiği var mıdır?" Eğer tamamsa, tam olarak yazılır. Şâyet herhangi bir noksanı varsa Allah: "Bakınız, kulumun nâfilesi var mı?" buyuracak; (şâyet varsa), Allah: "Kulumun farzını nâfilesinden ikmâl ediniz!" buyuracak. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurur: "Sonra, böylece ameller kabul edilir."117

(Kitâbü's-Salât müellifi (radiya’llâhü anh)'inden rivâyet ettim; meclislerde bize yazdırmıştı.)

33. HABER (73)


Azîz ve Celîl olan Allah buyurur: "Âdem oğlu, sana üç darbe vurdum: Yoksulluk, hastalık ve ölüm. Bununla birlikte sen hep sıçrayıp duruyorsun."

(Bunu Mûsâ b. Muhammed'den rivâyet ettim. O da Abdül-vehhâb b. Sekîne'den aldı. Mûsâ şöyle der: Bu isnâdım Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a kadar ulaşır, o da Allah'tan naklen verir).


34. HABER (74)

Allah Taâlâ Mûsâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a buyurdu: "Sana dînin direği olan beş söz öğretiyorum: Benim hâkimiyetimin zâil olduğunu bilmediğin müddetçe, bana itâat etmeyi bırakma! Benim hazînelerimin muhakkak tükendiğini bilmedikçe rızkın için üzülme! Düşmanının mutlaka ölmüş olduğunu öğrenmedikçe, onun ânî bir saldırısından emîn olma ve onunla savaşmayı bırakma! Seni mutlaka bağışladığımı bilmedikçe günahkârları ayıplama! Cennetime girmedikçe, hilemden emîn olma!"

(Bize Yûnusun ulaştırdığı bu haberi... Cerîr merfû olarak Hz. Peygamberden nakleder.)


35. HABER (75)

Azîz ve Celîl olan Allah, Peygamberi Muhammet! (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ı muhayyer bırakarak şöyle buyurdu: "Kul peygamber mi olmak dilersin, yoksa hükümdar peygamber mi olmak dilersin?" Cebrail (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisine tevâzû göstermesini işâret etti ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Kul peygamber olmak isterim" dedi.

"İsmâil Herevî (radiya’llâhü anh)'ın Derecâtü't-Tâibîn'inden rivâyet ettim.)

36. HABER (76)

Azîz ve Celîl olan Allah buyurur: "Kim Benim bir velîmi hakîr görürse Bana savaş açmış olur."11

(Derecâtü't-Tâibîn ve başkalarından rivâyet ettim.)


37. HABER (77)

Azîz ve Celîl olan Allah buyurur: "Benim nazarımda ibâdetin en iyisi nasihattir, (ihlastır)."*

(Herevî'nin Derecâtü't-Tâibîn ve Makâmâtü'l-Kâsıdîn inden rivâyet ettim)


11 İbn Mâce, Fiten, 16.

"Nasihat” zengin mânâh bir kelimedir, "nush" ve "nasihat", lügatte hâlislik ve sâfilik (balı mumundan tasfiye etmek gibi) ve söküğü dikmek, yırtığı yamamak sûretiyle onarıp düzeltmek demektir. Bunlardan hareketle, nasihat iyi niyet, hulûs-i kalb ve yumuşaklıkla öğüt vermek, hileleri gönülden çıkarıp nasihat edilenin dünyevî ve uhrevî bakımdan iyiliğini istemek mânâsına gelir. Nitekim "Din nasihattir" hadis-i şerifi Islâm'ın medârı olan dört hadisten biri sayılmıştır. Bkz. Buhârî, iman, 42; Müslim, İman, 95; Tirmizî, Bin 17. (M. Demirci)


38. HABER (78)

Cennet ehline hitab ederek Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyuracak: "Ben, sizin görmediğiniz halde ibâdet ettiğiniz Rabbi-nizim. Benden yardım istemiş, Beni sevmiş ve Benden korkmuştunuz. İzzetim, Celâlim, ulviyyetim, büyüklüğüm, güzelliğim ve yüceliğim üzerine yemin olsun ki, Ben sizden râzıyun, sizi seviyorum, sizin sevdiğiniz şeyi seviyorum. Sizin için benim nezdimde canınızın istediği ve gözünüzün hoşlanacağı şeyler vardır. Arzû ettiğiniz ve dilediğiniz şeyi Benim nezdimde bulabilirsiniz. Sizin dilediğiniz her şeyi Ben dilerim, Benden isteyiniz, utanıp sıkılmayınız!"

(Nakkâş'ın Mevâkıf hadîsinden rivâyet ettim.)

39. HABER (79)

Azîz ve Celîl olan Allah buyurur: "Dehre (zamâna) söven insan Beni incitmiş olur. Ben "Dehr'im. İşler elimdedir, geceyi ve gündüzü Ben idâre ederim."118

40. HABER (80)

Arefe gününde (Hac esnâsında), Aziz ve Celîl olan Allah meleklere şöyle buyurur: "Kullarıma bakınız, saç baş dağınık, toz toprak içinde ve zahmetli yollara tahammül ederek* bana gelmişler. Bakınız, sizi şâhit tutuyorum ki, muhakkak onları bağışladım." Melekler: "Yâ Rabbi falan kimse günâha dalmıştı, falan kadınla falan da öyle!" derler. Allah Teâlâ: "Muhakkak onları bağışladım." buyurur.119

 (Kasım b. Asbağ'm kitabından naklettim. Hadîsin ilk cümlesi için bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 224, 305)

Allah'a muhtaç olan bu kul der ki: Burada Allah Taâlâ'ya âit kırk söz sona erdi. Başta belirttiğim üzere, bunları senedini vermeksizin rivâyet etmiş bulunuyorum. Şimdi de Allah'a âit yirmi hadis daha söyleyeceğiz; bunların senetleri alındıkları kitaplara âittir. Fazla uzar endîşesiyle kendim ayrı bir senet-lendirme işine girmedim. Bu kitabın yüz İlâhî hadis ihtivâ etmesini düşünmüşken, sayının tek olmasını uygun bularak bir hadis daha ilâve ediyorum; Buhârî'nin rivâyetine göre: "Allah tektir tek olanı sever."13

14 Buhârî, Deavât, 69; Müslim, Zikr, 5.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 Allah'ın salât ve selâmı Efendimiz Muhammed'in, onun âilesi ve ashâbmın üzerine olsun.

Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adiyle,

HADİS (81)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur: Aziz ve Celil olan Allah kendi yolunda (cihad için) çıkan kimseye kefil olur ve şöyle buyurur: "Onu sırf Benim yolumda cihâd etmek, Bana iman etmek ve peygamberlerimi tasdik etmek üzere çıkarıyorum. O halde onu cennete koymayı, yâhut nâil olduğu sevap veya ganimetle, çıktığı evine döndürmeyi tekeffül ederim."

(Müslim Ebû Hureyre'den nakleder.)

Resûlüllah şöyle devam eder: Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara kıyâmet gününde muhakkak yeni açıldığı andaki şekli üzere gelecektir; rengi kan rengi fakat kokusu misk kokusudur.

Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, müslümanlara zorluk verecek olmasaydı Allah yolunda gazâ edecek hiçbir ordu birliğinin ardında aslâ kalmazdım. Lâkin onları teçhiz edecek bir imkân bulamıyorum, kendileri de bir imkân bulamıyorlar. Bu yüzden benden geride kalmaları onlara zor geliyor.

Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki,

Allah yolunda gazâ edip öldürülmemi, sonra gazâ edip öldürülmemi, sonra gazâ edip tekrar öldürülmemi ne kadar arzû ederdim." 120

2. HADİS (82)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Rabbiniz Tebâreke ve Taâlâ şu kimsenin hâline hayret eder: Allah yolunda savaşa girmiş ve arkadaşları bozguna uğramıştır; bu kimse durumu bilmesine rağmen savaşa dönmüş, nihâyet kanı dökülüp şehit olmuştur. Bunun üzerine Aziz ve Celîl olan Allah meleklerine şöyle buyurur: "Bakın şu kuluma, benim nezdimdeki ecre istek göstererek ve onun sevgisiyle geri döndü, nihâyet kanı döküldü!" 121

(Ebu Dâvûd İbn Mes'ûd'dan tahric etti.)

3. HADİS (83)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Cennet ehlinden bir kimse getirilecek ve Aziz ve Celîl olan Allah: "Adem oğlu, nasıl buldun yerini?” buyuracak. O da: "Yerlerin en iyisi!" diyecek. Allah: "İstek ve dilekte bulun!" buyuracak. Kul şöyle cevap verecek: "Ya Rabbi, senden beni tekrar dünyâya döndürmeni istiyorum. Tâ ki, Senin yolunda on defa öldürüleyim!" Bu, şehitliğin faziletini görmüş olacağı içindir. 122

(Nesâî, Enes (radiya’llâhü anh)'den rivâyet etti.)

4. HADİS (84)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Allah'ın bir takım melekleri vardır ki, yollarda dolaşırlar ve zikir ehli kimseleri ararlar. Allah'ı zikreden bir topluluk buldukları vakit: İhtiyâcınız olan şeye koşunuz! diye seslenirler; dünyâ semâsına kadar onların çevresini kanatlarıyle kuşatırlar. Allah meleklere, onlardan daha iyi bildiği halde, sorar:

- Kullarım ne diyor?

- Seni tekbir ediyor, sana hamdediyor ve seni ta'zîm ediyorlar.

- Beni gördüler mi?

- Hayır, vallahi seni görmediler!

- Beni görselerdi nasıl olurdu?

- Seni görselerdi, sana daha çok ta'zîm ve tesbîh ederlerdi!

- Benden ne istiyorlar?

- Senden cenneti istiyorlar.

- Orayı gördüler mi?

- Hayır yâ Rabbi, vallahi orayı görmediler!

- Orayı görselerdi nasıl olurdu?

- Orayı görselerdi, şüphesiz ona karşı daha şiddetli bir arzu duyarlar, daha çok isterler ve daha büyük alâka gösterirlerdi!

- Hangi şeyden aman diliyorlar?

- Cehennemden!

- Cehennemi gördüler mi?

- Hayır, vallahi onu görmediler!

- Onu görselerdi nasıl olurdu?

- Şâyet onu görselerdi, ondan şiddetle kaçarlardı ve çok korkarlardı.

- Sizi şâhit tutuyorum ki onları bağışladım. Meleklerden biri:

- Aralarındaki falan kimse onlardan değildir, sâdece bir ihtiyâcı için gelmişti! deyince, Hak Taâlâ:

- Onlar öyle bir meclis topluluğudur ki, aralarında bulunan kimse mahrûm olmaz! buyurdu.123

(Buhârî, Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh)'den tahrîc etti. İmam Ahmed Müsned'inde ve Müslim Sahîh'inde rivâyet eder.)

5. HADİS (85)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Mûsâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Yâ Rabbi, bana Seni zikredeceğim ve kendisiyle Sana duâ edeceğim bir şey öğret!" deyince, Allah: "La ilâhe illallah de!" buyurdu. Mûsâ: "Yâ Rabbi, bütün kulların bunu söylüyor." dedi. Allah: "Lâ ilâhe illallah de!" buyurdu. Mûsâ: "Lâ ilâhe illâ ente (Senden başka tanrı yoktur)! Ben istiyorum ki sâdece bana tahsis ettiğin bir şey olsun.” dedi. "Yâ Mûsâ", buyurdu Allah, "şâyet yedi gök ve sâkinleri ve yedi yer terâzinin bir kefesinde olsa "Lâ ilâha illallah" da öteki kefede bulunsa, "Lâ ilâhe illallah" ağır çekerdi!"124

(Neseî, Ebû Saîd el-Hudrî (radiya’llâhü anh)'den tahrîc etti.)

6. HADİS (86)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur: "Bir gün bana Melek (Cebrâil) geldi ve şöyle dedi: Yâ Muhammed, Aziz ve Gelil olan Rabbin şöyle buyuruyor: "Sana bir salevât getirene benim on rahmet etmem ve sana selâm edene on lûtufta bulunmam seni memnun etmez mi?" 125

(Neseî'nin tahrîcine göre, Resûlüllah bir gün yüzü sevinçli olduğu halde geldi. "Sizi sevinçli görüyoruz" dedik. Bunun üzerine zikrettiğimiz hadîsi anlattı.)

7. HADİS (87)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Allah mahlûkatı yaratıp işi tamamladığı vakit akrabâlık (er-rahim)* ayağa kalkıp: Yâ Rabbi, burası akrabâlık münâsebetlerini kesmekten sana sığınanların makâmıdır, dedi. Cenâb-ı Hak: "Sen, akrabâlığı gözetenleri Benim de gözetmemden, seninle münâsebeti kesenlerden Benim de alâkayı kesmekliğimden hoşlanır mısın?" buyurdu. Akrabâlık: Evet, hoşlanırım, deyince Yüce Allah: "Bu böyle-dir senin için!" buyurdu.

Bundan sonra Resûlüllah isterseniz şu âyeti okuyunuz, buyurdu: "Geri dönerseniz yer yüzünde bozgunculuk yapmanız ve akrabâlık bağlarını kesmeniz beklenmez mi sizden? İşte Allah'ın lânetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği bunlardır. Bunlar Kur'ân'ı düşünmezler mi? Yoksa kalbleri kilitli midir?" (Muhammed sûresi, 47/22-24)126

8. HADİS (88)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Allah Tebâreke ve Taâlâ buyurdu ki: "Benim için birbirini sevenler, Benim yolumda birbi-riyle oturup kalkanlar, Benim uğrumda birbirine ikramda bulunanlar ve Benim için ziyâretleşenlere Benim sevgim kesindir."127

9. HADİS (89)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrâil'i çağırır ve: "Ben falanı seviyorum, onu sen de sev!" buyurur. Cebrâil de onu sever, sonra da semâda şöyle seslenir: Allah falan kimseyi seviyor, onu siz de seviniz! Böylece gök ahâlîsi de onu severler. Sonra yerdekilerin gönlüne o kimseyi sevme ve kabullenme duygusu konulur.

Allah bir kula buğzedip onu sevmeyince de Cebrâil'i çağırır ve: "Ben falanı sevmiyorum, onu sen de sevme!" buyurur. Cebrâil de onu sevmez ve sonra gök halkı içinde şöyle seslenir: Allah falan kimseyi sevmiyor, onu siz de sevmeyiniz! Göktekiler de o kimseyi sevmezler. Sonra yerdekilerin gönlüne o kimse hakkında bir buğz ve nefret konulur.128

10. HADİS (90)

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Bir kul bir günah işledi, arkasından: Allah'ım benim günahımı bağışla! dedi. Yüce Allah: Kulum bir günah işledi, fakat günahı bağışlayacak veya günah sebebiyle cezâlandıracak bir Rabbi olduğunu bildi, buyurdu. Sonra kul, tekrar dönüp günah işledi. Arkasından: Ey Rabbim, benim günâhımı bağışla! diye yalvardı. Yüce Allah yine: Kulum bir günah işledi, fakat günahı bağışlayacak bir Rabbi olduğunu bildi, buyurdu. Sonra kul, tekrar dönüp günah işledi. Arkasından: Ey Rabbim, benim günahımı bağışla, diye yalvardı. Yüce Allah bu sefer yine: Kulum bir günah işledi, fakat günahı bağışlayacak ve günah sebebiyle cezâlandıracak bir Rabbi olduğunu bildi. Sen istediğini yap, Ben seni muhakkak bağışladım, buyurdu."129

11. HADİS (91)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur: Yüce Allah şöyle buyurdu: "Kim Benim bir velîme düşmanlık ederse, Ben ona mutlaka savaş açanm. Kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla Bana yaklaşamaz. Kulum nâfilelerle de Bana yaklaşmaya devâm eder, nihâyet Ben onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, giren gözü tutan eli ve yürüyen ayağı olurum; Benden bir şey isterse veririm, Bana sığınırsa onu korurum. Yapmak durumunda olduğum hiçbir hususta, ölümden hoşlanmayan müminin rûhunu alma zamânındaki tereddüdüm kadar tereddüt göstermem, ve aslında Ben onu üzmekten hoşlanmam."130

12. HADİS (92)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Kıyâmet gününde bir takım mühürlü sayfalar getirilecek ve Yüce Allah'ın önüne konacak. Aziz ve Celîl olan Allah meleklere: "Bunları atınız ve bunları kabûl ediniz!" buyuracak. Melekler: "Yâ Rabbi, Senin izzetine yemin ederiz ki, biz bunlarda iyilikten başka bir şey görmüyoruz!" diyecekler. Her şeyi en iyi bilen Yüce Allah şöyle buyuracak: "Bunlar Benden başkası için yapılmış şeylerdir. Ben bugün, ancak Benim vechim (zâtım) için yapılan amelleri kabûl ederim."

(Dârekutnî Sünen'inde Enes b. Mâlik'ten tahrîc etti)

13. HADİS (93)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Ey dünyâ, Bana hizmet edene hizmet et; sana hizmet edene ise zahmet ver, ey dünyâ!"

(Abdü'l-Hak Rekâik'ında Abdullah b. Mes'ûd (radiya’llâhü anh)’den tah-rîc etti.)

14. HADİS (94)

Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Kendisine beden sağlığı ve geçim rahatlığı verdiğim ve beş yıl boyunca Bana yönelmeyen kul mutlaka mahrum olacaktır."

(Ebu Bekr b. Ebî Şeybe Ebû Saîd el-Hudrî (radiya’llâhü anh)'den tahrîc etti.)

15. HADİS (95)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Allah ümmetimden bir kişiyi mahlûkâtm önünde ayıracak ve onun aleyhinde olan, göz alabildiğince uzun 99 dosyayı açacak. Sonra:

- Bunlardan harhangi bir şeyi inkâr ediyor musun? Yazıcı meleklerim sana bir haksızlıkta bulunmuşlar mı? buyuracak. O kişi:

- Hayır yâ Rabbi! diyecek. Allah:

- Herhangi bir mâzeretin var mı? buyuracak. Adam:

- Hayır yâ Rabbi! diyecek. Allah:

- Evet, bizim yanımızda senin iyi bir amelin var. Ve bugün sana haksızlık yapılmayacaktır! buyuracak.

Derken, üzerinde "Allah'tan başka tanrı olmadığına şehâ-det ederim ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." yazılı bir kâğıt parçası çıkarılacak. Bunun üzerine Allah:

- Kendi tartında hazır bulun! buyuracak. Adam soracak:

- Yâ Rabbi, bu kâğıt parçasının bunca dosya yanında ne hükmü olabilir?

- Sen asla haksızlığa mâruz kalmayacaksın! buyuracak.

Hz. Peygamber devamla şöyle dedi: Sonra dosyalar bir kefeye, kâğıt parçası da bir kefeye konacak, dosyalar havaya kalkacak ve kâğıt parçası ağır çekecektir. Hiçbir şey, Allah'ın isminin yanında ağır basamaz.131

16. HADİS (96)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Melekler Allah'ın huzurunda duracak ve kulun, amelini Yüce Allah için yaptığına dâir şâhitlik edecekler. Allah onlara şöyle buyuracak: "Siz kulumun amelinin bekçilerisiniz; Ben ise onun kalbinde olanı kontrol ediciyim. Muhakkak ki o bu amelle Beni taleb etmedi, Benden başkasını taleb etti. Öyleyse lânetim onun üzerine olsun."

 (İbnu l-Mübârek Muaz b. Cebel (radiya’llâhü anh)'den nakleder. O: Resû-lüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini işittim, diyerek amellerin refi hadîsini zikretti. Bu uzun bir hadis olup el-Erbâîn et-Tıvâl'imiz-de* bize ulaşan şekliyle hiçbir şey terketmeksizin tamâmını zikrettik.)

17. HADİS (97)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Üç kimse vardır ki duâları reddedilmez: İftar sırasındaki oruçlu, âdil devlet adamı ve mazlûmun duâsı. Allah onların duâsmı bulutların üstüne kaldırır, göğün kapılan onlara açılır. Her şeyden münezzeh olan Rabb şöyle buyurur: "İzzetim hakkı için, bir zaman sonra da olsa mutlaka sana yardım edeceğim!”132 133

18. HADİS (98)

Aziz ve Celîl olan Allah kıyâmet gününde şöyle buyuracak:

Ey Âdem oğlu, Ben hasta oldum da sen Beni ziyâret etmedin! Kul:

- Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl hasta ziyâreti yapabilirim? Allah:

- Sen bilmez misin ki, Benim falan kulum hasta olmuştu da sen onu ziyâret etmemiştin. Yine bilmez misin ki, eğer sen onu ziyâret etseydin muhakkak Beni onun yanında bulacaktın!

- Ey Adem oğlu, Ben senden yiyecek istedim, fakat sen Beni doyurmadın! Kul:

- Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin. Ben Seni nasıl doyururum? Allah:

- Sen bilmez misin ki, falan kulum senden yiyecek istemişti de sen onu doyurmamıştın? Bilmez misin ki, şâyet onu doyur-saydın, muhakkak bunu Benim yanımda bulmuş olacaktın, buyurur. Ve tekrar Allah:

- Ey Adem oğlu, Ben senden su istedim de sen Bana su vermedin! buyurur. Kul:

- Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin! Ben Sana nasıl su verebilirim? der. Allah:

- Falan kulum senden su istemişti de sen ona su vermemiştin. Bilmez misin ki, eğer ona su vermiş olsaydın bunu Benim yanımda bulacaktın!" 134

19. HADİS (99)

(Ebû Hureyre nakleder): Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bana şöyle anlattı: Kıyâmet gününde Allah kulları arasında hüküm vermek için onlara inecektir. Her ümmet diz çökmüş haldedir. Allah'ın çağıracağı ilk kimseler Kur'ân'j ezberinde tutan, Allah yolunda öldürülen ve serveti çok olan kişiler olacaktır. Allah Kur an okuyana:

- Peygamberime indirdiğim kitabı sana öğretmedim mi? buyuracak. O da:

- Evet yâ Rabbi! diyecek. Allah:

- Öğrendiğin hususlarda ne yaptın? buyuracak. Kul:

- Gece ve gündüz dâimâ ona göre hareket ettim, diyecek. Allah:

- Yalan söylüyorsun! buyuracak. Melekler de:

- Yalan söylüyorsun! diyecekler. Allah şöyle buyuracak:

- Bilâkis, sen falan Kur'ân okuyor denilmesini istemiştin ve bu da denildi.

Sonra servet sâhibi getirilecek ve Allah ona:

- Ben senin rızkını genişletmedim mi? Böylece seni kimseye muhtaç olmaz hâle getirmedim mi? buyuracak. O kimse:

- Evet yâ Rabbi, diyecek. Allah:

- Sana verdiğim serveti ne yaptın? diye soracak. Kul:

- Akrabâlarımı aradım ve muhtaçlara yardım ettim, diye cek. Allah:

-Yalan söylüyorsun! buyuracak. Melekler:

- Yalan söylüyorsun! diyecekler. Yüce Allah:

- Bilâkis sen, falan cömerttir, denilmesini istemiştin, bu da denildi, buyuracak.

Sonra Allah yolunda öldürülen kişi getirilecek ve Allah ona soracak:

- Sen hangi uğurda öldürüldün? Kül cevap verecek:

- Kendi yolunda savaşı emrettin; ben de dövüştüm, sonunda öldürüldüm. Allah ona:

- Yalan söylüyorsun! buyuracak. Melekler:

- Yalan söylüyorsun! diyecekler. Allah:

- Bilâkis sen, falan cesur kimsedir, denilmesini arzû etmiştin ve bu da denildi, buyuracak.

Sonra Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizine vurdu ve: Ey Ebû Hureyre, işte bu üç kişi, kıyâmet günü cehennem ateşinin kendileriyle tutuşturulacağı, Allah'ın ilk yaratıklarıdır! buyurdu.135

20. HADİS (100)

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sizler güneş ve aydan herhangi birini görmekte güçlük çekmediğiniz gibi, Rabbinizi görme husûsun-da da bir güçlükle karşılaşmayacaksınız. Yüce Allah bir kulu karşısına alıp soracak:

- Ey falan kimse, ben sana ikram etmedim mi? Ben seni efendi yapmadım mı? Ben seni evermedim mi? Atları ve develeri senin emrine vermedim mi? Ben seni bıraktım da sen kavmi-ne baş olup vergi almadın mı? Kul:

- Evet, diyecek. Allah soracak:

- Günün birinde bana kavuşacağını hiç düşünmedin mi? Kul:

- Hayır, diyecek. Allah:

- Sen Beni vaktiyle unuttuğun gibi, Ben de seni unutuyorum, buyuracak. Ondan sonra Allah ikinci bir kişiyi karşısına alacak ve soracak:

- Ey falan kimse! Ben sana ikram etmedim mi? Ben seni efendi yapmadım mı? Ben seni evermedim mi? Atları ve develeri senin emrine vermedim mi? Ben seni bıraktım da sen kavmi-ne baş olup vergi almadın mı? Kul:

- Evet, diyecek. Allah soracak:

- Günün birinde bana kavuşacağını hiç düşünmedin mi? Kul:

- Hayır, diyecek. Allah:

- Sen Beni vaktiyle unuttuğun gibi, Ben de şimdi seni unutuyorum, buyuracak. Ondan sonra Allah bir üçüncüsünü karşısına alacak ve ona da yukarıdaki sözlerin benzerini söyleyecek. Sonunda bu kimse:

- Yâ Rabbi, ben Sana, kitabına, peygamberine îman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuş ve sadaka vermiştim, diyecek ve gücünün yettiği kadar Allah'ı hayırla senâ edecek. Bunun üzerine Allah:

- Öyleyse sen şurada dur! buyuracak. Bundan sonra o kula:

- Şimdi senin aleyhine şâhidimizi getirelim, buyrulacak. O kimse kendi kendine:

- Benim aleyhimde şahitlik yapacak olan kimdir acaba? diye düşünecek. Derken, o kulun ağzı mühürlenecek ve onu uyluğuna, etine ve kemiklerine hitâben:

- Konuş! denecek. Bu emir üzerine onun uyluğu, eti ve kemikleri ameli hakkında konuşacaklar. Bütün bunlar onun perişan olmasına* yol açacak. îşte bu üçüncü kul, münâfıktır. Bu kimse, Allah'ın kendisine kızacağı kimsedir.136 137

(Müslim, Ebû Hureyre'den nakleder. Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh) şöyle dedi: Sahâbe: Yâ Resûlullah Rabbimizi görecek miyiz? diye sorunca o, rü'yet hadîsini zikretti ve bu hadîsi serdetti.)

21. HADİS (101)

Bu, İlâhî hadislerin yüz birincisi olup kitap onunla son bulmaktadır.

Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Yüce Allah cennet ehline cennette şöyle buyuracak:

"Şüphesiz Ben çok cömert, zengin, muktedir, emin ve sâdık olan Allahım. Burası sizi oturttuğum evim ve size helâl kıldığım cennetimdir.

Size gösterdiğim kendimdir. İşte benim hayat ve bereket dolu Elim ki, açıktır ve size uzanmış durumdadır, sizden onu geri çekmem. Ben size nazar ediyorum, gözümü sizden çevirmem. Dilediğiniz ve arzû ettiğinizi Benden isteyiniz, zîrâ Ben kendimi size yakın hissettirdim, sizin yakınınız (enîs) ve arkadaşınızım (celîs). Bundan sonra ihtiyaç duyma ve yoksulluk yoktur. Artık ebediyyen korku, sefâlet, öfke, sıkıntı, değişiklik de söz konusu değildir. Ebediyyet nimeti sizi kaplamıştır. Sizler emniyettesiniz, burada sürekli kalıcı ve durucusunuz, nimet ve ikrâma mazharsımz. Sizler bana itâat etmiş ve yasaklarımdan sakınmış olan seçkin ve ulu kişilersiniz. İhtiyaçlarınızı Bana bildiriniz ki onları cömertçe ve bol bol yerine getireyim."

Bunun üzerine cennet ehli şöyle diyecek: İstek ve arzûmuz bu değildir. Senden dileğimiz, sonsuza kadar Senin mübârek Yüzüne bakmamız ve Senin bizlerden râzı olmandır!

Yücelerin yücesi, mülkün sahibi, cömert ve kerem dolu olan Allah Tebâreke ve Taâlâ şöyle buyuracak: "İşte, size ebediyyen açık olan yüzüm (cemâlim)! Sevininiz, çünkü sizden hoşnudum! Keyifleniniz, eşlerinize gidiniz, onlarla kucaklaşınız ve sevişiniz! Câriyelerinize gidiniz ve onlarla şakalaşınız! Odalarınıza giriniz, bahçelerinizde gezininiz, hayvanlarınıza bininiz, döşeklerinize uzanınız, cennetteki halayık ve câriyeleri-nizle yakınlık içinde olunuz! Rabbinizin hediyelerini kabul ediniz, elbiselerinizi giyiniz, meclislerinize geliniz, sohbet ediniz! Sonra orada uyku ve meşakkat söz konusu değilse de— koyu bir gölgelik ve sükûnet verici bir âsûdelikte, Celîl'e komşu olmanın huzûru içinde öğle istirâhatine çekiliniz! Daha sonra Kevser ve Kâfûr ırmağına, temiz suya, Tesnîm suyuna, Selsebîl suyuna, Zencebîl suyuna gidiniz; orada yıkanınız ve onlardan zevk alınız! Sizin için ne hoş bir hayat ve ne iyi bir dönüş yeridir!138 Sonra gidiniz, yeşil yastıklara ve hârikulâde işlemeli yaygılara 139 yaslanınız, uzayıp giden gölgeler altındaki yüksek döşeklere uzanınız ki onların kenarlarında çağlayarak akan sular, bitip tükenmeyen ve serbestçe alınıp yenen bol meyveler vardır.140

Daha sonra Resûlüllah şu âyeti okudu: "Doğrusu bugün cennetlikler eğlence ile meşguldürler. Onlar ve eşleri, gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır. Orada onlar için meyveler vardır ve her istedikleri onlarındır."141 En sonunda şu âyeti okudu: "O gün cennetliklerin kalacağı yer çok iyi, dinlenecekleri yer çok güzeldir." 142

(Bu hadîsi 599/120) senesi Cumâde'l-âhiresinde Harem-i Şerifte Kâbe-i Mükerreme karşısında, defalarca karşılıklı birbirimize okuyup dinlemek sûretiyle bana öğreten kimse, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in amcası Abbas soyundan gelen eş-Şeyh el-İmam eş-Şerîf muhaddis Ebû Muhammed Yûnus b. Yahyâ b. Ebi'l-Be-rekât b. Ahmed b. Abdillâh b. Ahmed b. Hamza b. İsmâil b. îsâ b. Mûsâ ibn Mûsâ ibn Muhammed b. Ali b. Abdillâh b. Ab-bas'tır. O da el-Kâdı Ebi'l-Fadl Muhammed b. Ömer b. Yûsuf el-Ermevî'den ...den, Abdullah b. Mes'ûd (radiya’llâhü anh)'den nakleder. O da Ali'den Mevâkıfü'l-Kıyâme hadîsinde nihâyet Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan, naklettiğimiz üzere Allah'ın cennet ehline hitâbı hadîsini zikretti.)

Mişkâtü'l-Envar isimli, Yüce Allah'tan rivâyet edilen haberlerden oluşan kitap tamamlandı ve üçüncü bölüm de nihâ-yete erdi. Böylece kitap 599/1202 senesi cumâde'l-âhire ayının otuzuncu pazartesi günü öğle vaktinde Mekke'de Harem-i Şerifte sona erdi. Müellifi olan Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Arabî et-Taî el-Hâtimî'nin hattıyla yazıldı. Allah onu okuyacak ve yazarına duâ edecek olana rahmet etsin! Allah'ın salât ve selâmı Efendimiz Muhammed'e, âilesine ve ashâbma olsun. Ey benim güvendiğim, ey benim ümîdim, işimi hayırla sonuçlandır!

EK-I

KUDSÎ HADİS HAKKINDA KISA BİLGİ

-Muhammed Valsan-

İlâhî ve Rabbânî Hadîs diye de anılan Kudsî Hadis, Nebevi Hadîsten, söz içerisinde İlâhî kelâm ihtivâ etmesiyle ayrılır. 143 Kudsî hadîsin belirgin özelliği, Allah'ın dâimâ doğrudan doğruya birinci şahıs olarak hitab etmesidir. Üslûp olarak, ekseriyetle kendisiyle kulu veya kulları arasında cereyan eden bir karşılıklı konuşma tarzı hâkimdir ki, burada söz konusu muhâtaplar Hz. Peygamber, insanlar ve meleklerdir. 144

Kudsî hadisle ilgili mükemmel hemen hiçbir araştırma yapılmış değildir. Bulunabilen açıklamaların ekserisi, iki veya üç terimin karşılaştırılmasına inhisâr etmektedir. Bunlar da: Kuran ve Kudsî hadis veya Kuran, Kudsî hadis, Nebevî hadis mukayesesidir. Kudsî hadîse bir ara statü kaderi biçen bu davranış, umûmî mânâsıyle Hadis'te bulunmayan, Kur'ân'ın "mânevi tasarruf ve te'sîr" vasfını gözler önüne sermeye îtinâ eder. Gerçekten Kuran "bütün metafizik, kozmolojik, tasavvuf!, dînî, bâtınî ve zâhirî ilimler ile birlikte, bunlara tekabül eden bütün "mânevi tesir" vâsıtalarını..." 145 ihtivâ eder. Namazda mukaddes kitaptan bir bölüm okumak da bu ibâdetin kabû-lü ve müessiriyeti için vaz geçilmez şarttır. Kurandan okunacak her harfin on hayırlı iş gerçekleştirmeye denk olduğu* söylenir. Mümin Kur'ân'a karşı edeb kurallarına riâyet etmek mecbûriyetindedir ve abdestli değilse** onu okuyamaz veya elle dokunamaz. Kur anın telmihte bulunduğu konular bir hikâye tarzında anlatılamaz. İbn Hanbel'e göre onun kopyalarını ticâret metâı hâline getirmek yasaktır*. Kudsî hadîse gelince, onun bütün bu hususlarla bir ilgisi yoktur. O halde namazda kırâat olarak okunamaz ve hattâ bu, namazı bozar. Şu da ilâve edilebilir: Kudsî hadîse karşı gelen bir kimse, kendisini sâdece onun ihtivâ ettiği lûtuflardan mahrum bırakmış olur. Fakat Kur'ân için söz konusu olduğu gibi, küfürle itham edilemez 146 147

İki tip İlâhî kelâmı iyi ayırt edebilmek bakımından, kudsî hadis için kullanılan tâbir (farklı söyleyişler de olmakla berâ-ber) şudur: "Resûlüllah Rabbinden rivâyet ettiği sözlerinde şöyle buyurdu.." Kur an'a mahsus olan tâbir ise: "Allah buyurdu" şeklindedir.

Kur'ân Cebrâil vâsıtasıyle indi. Genel bir kâide teşkil etmemekle berâber, bâzılanna göre kudsî hadis vâkıası da böyledir. Daha doğrusu Hz. Peygamber'in ifâde ettiği ve kudsî diye isimlendirilen sözlerin, kendisine uyku hâlinde iken veya ilham yoluyla ilkâ olunduğu konusunda görüş ittifâkı mevcuttur 148. Kudsî hadisle Kur'ân'ı temelden ayıran farkı anlamak için, Kuranın sözü edilen "mânevi tasarruf ve te'sîr" (operatif) dediğimiz yüksek vasfına tekrar dönmek gerekir. Bu mukaddes yapısıyla Kur’an el-İmâmü'l-mübîn'den başkası olmayan tabiat üstü modelin gerçekten âşikâr bir görünümüdür. Bu da onun kadîm 149 ve mu'ciz olduğunu izâha kâfidir. Hattâ onun Kur'ân ismi (ki her şeyden önce okuma demektir), Kur an m bölümleri için kullanılan sûre (nişan) ve âyet (işâret, mûcize) kelimeleri, bu eşsiz ve mûcizevî vasıf üzerinde ısrârı tamâmen haklı gösterir.

Kudsî hadis konusunu işleyen yazarlar, onun mânâsının Allah'tan geldiğini, lâfzının ise Hz. Peygambere âit olduğunu ifâde ederler 150 151. Kudsî hadis değişmez yapıda olmadığı gibi, onun metni büyüleyici ve zikri (incantatoire) bir role sâhip değildir. Bu da, bir takım farklı metin ve müterâdif ifâdelerin zuhûrunu açıklar. Halbuki Kur'an âyetleri için farklı metin ve müterâdif ifâde tamâmen imkân dışıdır, onda sâdece bâzı farklı okunuşlar söz konusudur. 152

Şimdi Kavâidü't-Tahdîs 153 isimli eserin daha öğretici bir bölümünün tercümesini sunmak istiyoruz. Yazar burada bize, üstad Abdül Aziz ed-Debbâğ ile öğrencisi Ahmed b. el-Mübâ-rek154 arasında geçen, Kur'ân, kudsî hadis ve nebevi hadis arasındaki mevcut farkları anlatan bir muhâvereyi nakleder. Tercümemiz metnin hemen hemen tamâmını ifâde ediyor; sâdece bir kaç tekrâra yer verilmemiştir. Zîrâ şifâhen söylenirken faydalı iseler de onlar, yararlı bâzı şeyler ilâve etmeksizin, Fransızca metni ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramıyacak-lardı*.

Aşağıda göreceğimiz gibi, nurlarla ilgili bir sembolizm vâsı-tasıyledir ki, bu Şeyh, Resûlüllah'a âit üç tip vahyi belirleyen temel unsurları ortaya çıkaracak ve açıklamaları geliştirecektir.

*

155 156

Kur'ân, kudsî hadis ve hadis arasında ne fark olduğunu üstad Abdül Aziz ed-Debbâğ'a sordum. Şöyle cevap verdi:

Her ne kadar bunların üçü de Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ağzından çıkıyor ve onun nurlarından bir nur taşıyorsa da, aralarındaki fark şudur: Kur'ân'daki nur kadîm'dir, Allah Teâlâ'nın zâtın-dandır, çünkü Allah kelâmı kadîmdir. Kudsî hadisteki nur Resûlüllah'ın rûhundandır; ve bu, Kur'ân nûrunun bir misli değildir. Çünkü Kur'ân nûru kadîm, bu nur ise kadîm değildir. Kudsî olmayan hadisteki nur ise Resûlüllah'ın zâtındandır. O halde bu üç nur kaynak bakımından farklılık arz eder. Kuranın nûru Hakk'ın zâtından, kudsî hadîsin nûru Resûlül-lah'ın rûhundan, kudsî olmayan hadîsin nûru ise Resûlüllah'ın zâtındandır."

Ona rûhun nuru ile zâtın nûru arasındaki fark nedir? diye sordum. Cevâbı şöyle oldu:

"- Hz. Peygamber'in zâtı topraktan yaratılmıştır, diğer kullar da topraktan yaratılmıştır. Ruh ise Mele-i a'lâ'dandır. Mele-i a'lâ, Hak Teâlâ'yı en iyi bilenlerdir. Her bir şey kendi aslını özler. Rûhun nûru Hak Taâlâ'ya, zâtın nûru ise mahlûkata bağlıdır. Bu bakımdan Allah'a bağlı olan kudsî hadislerde şu vasıflar görülür: Onlar Allah’ın azametini ve rahmetini ortaya koyarlar, O'nun saltanatının genişliği ve bağışının çokluğuna dikkati çekerler. Meselâ birinciye âit bir kudsî hadis şöyledir: "Ey kullarım, şâyet sizin evveliniz, âhiriniz, insanınız ve cinniniz..."156 İkinciye âit örnek ise şu olabilir: "Sâlih kullarım için öyle nimetler hazırladım ki..."157 Üçüncünün örneği şudur: "Allah'ın eli doludur, harcamak onu eksiltmez, o gece ve gündüz dâimâ akar..."158 Bunlar Hak Taâla daki ruh ilimlerinden-dir. Kudsî olmayan hadisler ise böyle değildir. Onlarda şehirlerin ve insanların düzeltilmesinden söz edilir, helâl ve haram üzerinde durulur, cezâ ve mükâfat hatırlatılır, emirlere uymaya teşvik edilir."

Bunlar üstâdın sözlerinden anlayabildiklerimdir. Onun işâret ettiği mânâların tamâmını hakkıyla naklettiğimi söylemem zordur.

- Kudsî hadis Allah kelâmı mıdır, değil midir? diye sordum.

- O, Allah kelâmı değildir, sâdece Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m sözüdür, dedi. Şöyle sordu:

- O halde kudsî hadis niçin Allah'a izâfe edilir? Ona "Kudsî hadis" denir, "Rabbinden rivâyet ettiği üzere" denir. Eğer Hz. Peygamber'in sözü ise onlardaki zamirleri ne yapacağız? Meselâ: "Ey kullarım, şâyet evveliniz ve âhiriniz...", "Sâlih kullarım için... hazırladım.", "Kullarımdan kimi Bana mümin, kimi kâfir olarak sabâhı etti..."159 hadislerindeki zamirler Allah’a âittir. Demek ki her ne kadar lâfızlarında i'câz yoksa da kudsî hadisler Allah sözüdür, öyle değil mi?

Bu defa üstad şöyle cevap verdi:

- Allah'tan gelen nurlar Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m üzerine yağar ve husûsî bir müşâhede hâsıl olur. Bu müşâhede devamlı olur ve bu sırada nurlarla birlikte Hakk'm kelâmını işitir veya kendisine melek gelirse işte bu "Kur'an"dır. Kelâmı işitmez ve kendisine melek de gelmezse, işte bu "Kudsî hadis" vakti demektir. Bu durumda Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisi konuşur ve o sırada sâdece Rubûbiyet ve onu tâzim ederek, onun şânını zikrederek kelâmda bulunur. Bu sözün Hak Taâlâ'ya izâfe edilmesi, işlerin birbirine karıştığı bu müşâhede ânının bir gereğidir; öyle ki o anda gayb şehâdete, bâtın zâhire rücû eder ve söz Allah'a izâfe edilir. Neticede Rabbânî hadis denir, "Yüce Rabbinden rivâyet ettiği üzere.." denir.

Zamirler meselesi şöyle açıklanabilir: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu hadislerde Cenâb-ı Hak'tan hal diliyle müşâhede ettiği şey-

leri ağzından bize hikâye yoluyla nakletmektedir.

Kudsî olmayan hadislere gelince, onlar Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın zâtında mevcûd ve ondan hiç ayrılmayan nur sâyesinde ortaya çıkar. Yüce Allah nasıl ki güneşin cismine maddî nurlar vermişse, Hz. Peygamberin zâtına da Hak nurları ihsân etmiştir. Işık güneşin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi, o mübârek zât için de bu nur öyledir.

Başka bir defa üstad şöyle dedi: "Ateşli hastalığa yakalanan ve bu hâli devam eden birisini düşünelim. Farzedelim ki, ateşi bâzan çok yükselsin ve şuûrunu kaybederek ne söylediğini bilmez hâle gelsin. Bâzan da ateşi yüksek olmakla berâber, şuûrunu kaybetmemiş olsun ve ne söylediğinin farkında bulunsun. Bu hastanın ateşi için üç durum söz konusudur. Şöyle ki: Ateş normal ölçüde olabilir, hastanın şuûrunu kaybettirecek kadar yüksek olabilir, yüksek olmakla berâber şuûrunu kaybettirmez. Hz. Peygamber'in zâtındaki nurlar da böyledir: Nur belli ölçüde olursa, o vakit onun sözü kudsî olmayan hadis mâhiyetindedir. Nur parıldar ve Hz. Peygamber'in zâtını bilinen hâlinden çıkaracak derecede istilâ ederse, o sırada ondan sâdır olan söz Allah kelâmıdır; kendisine Kur'ân'm nüzûlü sırasında Hz. Peygamberin vaziyeti böyle olur. Nurlar parıldar, fakat Hz. Peygamber'i tabiî hâlinden çıkarmazsa, bu durumda iken ondan sâdır olan söz Kudsî hadis olur."

Bir keresinde de şöyle dedi: "Hz. Peygamber Efendimiz konuştuğu vakit, söz ağzından ihtiyârı dışında çıkarsa bu "Kur an"dır. Söz ihtiyârıyla olur, fakat o sırada her zamankinden farklı bir nûrun parıldaması söz konusu olursa, bu Kudsî hadistir. Dâimî olarak mevcud nurla konuşursa, bu da kudsî olmayan hadistir. Aslında Hz. Peygamber'in sözü için, hep Hakk'm nurları ile berâber olmak söz konusudur. Onun bütün konuştukları kendisine vahyedilmiş şeylerdi.160 Nurların hallerinin farklı olmasından dolayı üç kısma ayrıldı. Gene de en iyisini Allah bilir."

Seyyid Ahmed b. el-Mübârek şöyle diyor: "Bu fevkalâde güzel bir îzah. Fakat, kudsî hadîsin Allah kelâmı olmadığına dâir delil nedir?" Üstad: "Allah kelâmı gizli kalmaz." dedi. "Keşif yoluyla mı?" dedim.

"- Keşifle veya keşifsiz. Akıl sâhibi olan herkes, Kur'ân'ı dikkatle dinler, sonra da başka bir sözü dinlerse, kesin olarak aradaki farkı anlar. Sahâbe (radiya’llâhü anh) insanların en akıllıları idiler. Onlar atalarının dînini, Allah kelâmını açıkça işitince terk ettiler. Hz. Peygamber'in tebliğleri, sâdece kudsî hadîse benzeyen sözlerden ibâret olsa idi hiç kimse îman etmezdi. Onun önünde boyunların eğilmesini sağlayan, Hak Taâlâ'nm kelâmı olan Kur'an-ı Kerîm'dir."

Şöyle sordum:

- Ashab, Kur'ân'm Allah kelâmı olduğunu nasıl bildiler? Onlar putlara tapıyorlardı ve Allah'ı evvelce, sözünü ayırd edebilecek ölçüde tanımıyorlardı. Son nokta olarak anladıkları, bunun beşer tâkatinin üstünde bir şey olduğudur ki, meselâ meleklerden de gelmiş olabilirdi?

Üstad cevap verdi:

- Kur'ân'ı dinleyen ve mânâsını kalbinde duyan herkes kesin olarak bilir ki Yüce Rabb'in kelâmıdır! Ondaki azamet ve satvet ancak İlâhî ve rabbânî olabilir. Akıllı ve zekî kimse önce bir hükümdârın sözünü dinlese, sonra da onun halkının sözünü dinlese hükümdârın sözünde farklı bir üslûp görür. Hattâ bu kimse kör birisi olsa, aralarında bir hükümdârın da bulunduğu ve sırasıyla konuşmakta olan bir topluluğun üzerine gelse, bu durumda bile şüpheye mahal olmayacak şekilde, hükümdârın sözünü başkalannınkinden ayırd edebilir. Bu hükümdar nihâ-yet sonradan yaratılmış bir varlıktır. Kadîm olan Allah'ın sözünün tesirini varın siz hesap edin! Sahâbe (radiya’llâhü anh) Yüce Rab'lerini Kur'an'la bildiler, O'nun sıfatlarını ve rubûbiyetinin hakkı olan şânını onun vâsıtasıyla anladılar. Böylece Kur'ân'ı dinlemek, sahâbeye Allah hakkında âdetâ gözle görürcesine kat'î bilgi sâhibi olmayı sağlamış oldu. Nihâyet Allah'la celîs (yakın arkadaş) hâline geldiler. Bir kimsenin yakın arkadaşının kendisine gizlisi saklısı olur mu?

EK-II

KUDSÎ HADİS (el-Hadîsü'l-Kudsî)*

Doç. Dr. Ali Yardım

Hazreti Peygamberden sâdır olan bütün söz ve davranışların, "vahy"in kontrolünden geçtiği Allah Taâlâ (c.c) tarafından bildirilmiştir: "Peygamber, kendi keyf ve arzûsuna göre (hevâ) söylemiyor; onun söyledikleri, ancak kendine vahyolunan vahiydir." 161 162

Bu sebeple, Resûlüllah (s.a.)'dan zuhur eden her şey İlâhi menşelidir. Ancak, onların hepsi aynı hüviyetle kendini göstermemiştir. Bu İlâhî irâdenin, Hazreti Peygamber vâsıtasiyle kullara ulaştırılışı; "Kur'ân-ı Kerim", "Hadîs-i Kudsî” ve "Hadîs-i Şerîf162 şeklinde tecellî etmiştir. Bunun da hikmetini kendi bilir; bizim bildiklerimiz ise, onun sezdirdikleri kadardır.

Bunlar içersinde burada bizi ilgilendiren, sâdece ikinci şıkkı teşkil eden Hadîs-i Kudsîlerdir. Buna, "Hadîs-i Rabbânî" veyâ "Hadîs-i İlâhî” de denmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'in; hem lâfzı hem de mânâsı Allah tarafından vahyedilmiştir. Onun, başka hiç bir "Kelâm"da bulunmayan, sâdece kendine has özellikleri vardır.

Hadîs-i Şeriflerin ise; lâfzı da mânâsı da Hazreti Peygambere âid bulunmaktadır. Bunlarla ilgili olarak ilerde devamlı bilgi verilecektir.

Hadîs-i Kudsîlere gelince: o, "Mânâsı Allah tarafından vah-yedilmiş, fakat ifâdesi (lâfzı) Hazreti Pegyamber'e âid olan hadîslerdir" şeklinde târif edilir. Bu hâliyle Hadîs-i Kudsî’nin, Kur’ân ve Hadîs'in sâdece birer özelliğini taşıdığı dikkati çekmektedir. O, mânâ bakımından Kur'ân, lâfız bakımından ise Hadîs gibidir.

Bu hususda İslâm ulemâsının bir kısım yorumları ve değerlendirmeleri vardır163. Burada, daha çok, Kur'ân-ı Kerim'le Hadîs-i Kudsî arasındaki farklar ve Kur'ân'm özellikleri üzerinde durulmuştur. Bu bilgileri bir cümle ile özetlersek; Hadîs-i Kudsîler, gerek lâfız gerekse getirdiği hükümler bakımından Kur'ân-ı Kerîm'den tamâmiyle ayrıdır, diyebiliriz.

Hadîs-i Kudsî meselesine, mevcut değerlendirmeler dışında, bir başka yönden daha bakmanın yerinde olacağı kanâatindeyiz. Bu da bizi, kanun yapma ve emir verme tekniği üzerinde düşünmeye sevkediyor. Şöyle ki: İnsaf ve iz'ân nazarı ile bakıldığında, kulların dünyâ düzenini işletmeleri ile Cenâbı Hakk'm kâinât nizâmını çalıştırması arasında hiçbir fark olmadığı görülür. Nitekim, "beşerî" olanla "İlâhî" olan arasında bir gizli mutâbakat göze çarpmaktadır. Öyle bir mutâbakat ki, Allah’a rağmen ve ona ters düşerek işleri yürütmek mümkün olmamaktadır. Bu gizli mutâbakata uymayan beşerî karar ve uygulamalar, kısa bir süre içinde kendi kendini tashih ederek; yine doğruya, hakikate ve fıtrata uygun olana rücû etmektedir. Ne var ki, buna, birisi "İlâhî irâde" der, öbürü de "Kamu oyu baskısı" adını verir. Değişiklik, sâdece kullanılan tâbirlerdedir.

Burada niyetimiz, düzen felsefesi yapmak değil, sözü bir yere getirmektir. Bu da, menşei ne olursa olsun, insanların bu dünyâyı, bir takım kanunlarla idâre etmeleridir. Ancak bu kanunlar, mâhiyet itibâriyle farklılık arzederler. Bir kısmı, bir merci tarafından "yazılı" olarak çıkarılır. Bu neviden kanunla-nn; kelimesi, harfi, imlâsı ve noktası üzerinde değişiklik yapma yetkisi kimseye verilmemiştir. Bu yetki, kanunu yapan mercie âiddir. Tâbir caizse ve teşbihte bir hatâ yapmamışsak, Kur an-ı Kerîm'in durumunun, aynen buna benzediğini söyleyebiliriz. Onun; lâfzı da, mânâsı da, tertibi de, her şeyi ile Cenâ-bı Hakka âiddir. Peygamber bile, üzerinde bir nokta değişikliği yapma tasarrufuna sâhip değildir.

Mesele bununla bitmemektedir. Bir de, üst merciin "sözlü tâlimatlar'ı vardır. Yetki vereceği kimseye şifâhen çerçeve tâlimât verilmekte, onu ifâdelendirip kaleme almak ise yetkiyi alan şahsa âid olmaktadır. Ancak, bu neviden kanun hükmündeki tâmimlerde, atılan imzâ re'sen değil, kayıdlıdır. Bunlar; Cumhurbaşkanı adına, Bakan adına, Dekan adına tarzında bir kayıt taşırlar. Bu neviden tâlimatlarda, muhtevâ üst mercilere âid olduğu hâlde, ifâde, tâmimi yapan yetkili şahsındır. İşte, yine tâbir câizse, Hadîs-i Kudsîler de aynen bu duruma benzemektedir. Yâni onlar, Hazreti Peygamber'in re'sen söylediği söz değil, "Allah adına" yaptığı beyânlarıdır.

Hadîs-i Kudsî konusu işlenirken, umûmiyetle bir de, bu neviden hadîslerin hangi rivâyet formülü ile nakledildiği meselesi üzerinde durulmuştur. Bu teknik bilgiler verildikten sonra, bu hususda, bir meseleye daha yer verilmesi gerekecektir. Bu da, mevcûd Kudsî hadîslerin, muhtevâları bakımından bir tasnife tâbi tutulması ve İlâhî irâdenin, hangi özelliği taşıyan meselelerde "Hadîs-i Kudsî” şeklinde tecellî etmiş olduğunun tesbîtine çalışılmasıdır. Öyle zannediyoruz ki, bu yönde yapılacak bir çalışma, bizi, Hadîs-i Kudsî konusunda daha pratik neticelere ulaştırmış olacaktır.

Mevcût kaynakların bir kısmı, meselenin bir başka yönüne daha ağırlık vermişlerdir. Bu da, muhtemel sorulara verilen nazarî cevaplardır: Hadîs-i Kudsî'ler, Kur'ân-ı Kerîm yerine geçer mi, geçmez mi? Geçmezse, bunların getirdiği hüküm, Kur'ân'ın getirdiği hükümlerle aynı değerde midir, değil midir? gibi sorular, esâsen, temelden kusurlu ve nüanslara dikkat edilmeden ortaya atılmış sorulardır. Farklı yönü olan hiç bir şeyin, birbirinin aynı olamayacağı ortadadır.

Hadîs-i Kudsîler, başlangıçta ayrı bir kitapta toplanmamıştır. Hadîs mecmûalarınm içine serpiştirilmiş durumdadır. Ancak, tasnif devrinden sonra bu hadîsleri ayrı kitaplarda toplama fâliyetine girişildiği anlaşılmaktadır 164. Görebildiğimiz kadarı ile, ilk dönem muhaddislerinden el-Buhâri, ”el-Câmi'us-Sahîh"inin son bölümünü teşkil eden "Kitâb'üt-Tevhîd "in bir "bâb"ını Kudsî Hadîslere tahsîh ederek beş metin kaydetmiştir 165. Sonraki muhaddislerden es-Suyûtî (ö: 911/1505), "el-Câmi'us-Sağîr'inde, bunların bir kısmını toplamıştır 166. ’Abd'ur-Raûf el-Münâvî (ö: 1031/1622)'nin "el-İthâfât'üs-Se-niyye bi'l-Ehâdîs'il-Kudsiyye" adlı eseri ile, Muhammed el-Medenî (te'lif: 1191/1680)'nin "el-İthâfât'üs-Seniyye fî'l-Ehâdîs'ilKudsiyye'si ise meşhurdur. 167

Kudsî Hadîsler, mânâlarından anlaşılabileceği gibi, senedi ile kaydedilen eserlerde, rivâyet formülünden de tanınabilirler. Meselâ, el-Buhârî'nin kullandığı rivâyet formülü şeyledir:

a) "... 'an Enesin (r.a.), 'an'in-Nebiyyi (s.a.s), yervîhi 'an Rabbihî kaale...:

b) "... Semi'tü Ebâ Hüreyrete, 'an'in-Nebiyyi (s.a.s.), yervîhi 'an Rabbiküm kaale:..."

c) "... 'an îbn 'Abbâsin (r.'anhümâ), 'an'in-Nebiyyi (s.a.s.), fîmâ yervîhi 'an Rabbihî kaale.." 168

tbn Mâce'deki Kudsî Hadîslerde, umumiyetle:"... Yekuu-lü'llâhü 'azze ve celle:..." 169,"... Kaale'llâhü 'azze ve celle:..." 170 tar-zmda bir rivâyet formülü dikkati çekmektedir.

Bu bahsi, bir kaç Hadîs-i Kudsî kaydederek bitirelim:

1) Her amelin bir keffâreti vardır. Oruç ise benim içindir ve onun mükâfatını ben veririm. Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur."171

2) "Kibriya (büyüklük) benim ridâm, azamet ise izârım-dır172. Kim bunlardan birini almaya kalkışırsa, onu cehenneme atarım."173

3) "Şüphesiz, Rahmetim gazabımı geçti." 174

4) Benden başka yardımcısı olmayan kimseye zulmedene karşı, gazabım amansızdır." 175

Dipnotlar

Îsmâîl Fennî; Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî, İstanbul, 1928, s. 50; Cemâleddîn Muhammed b. Fazlullah el-Hindî; et-Tuhfe-tü'l-Mürsele ile'n-Nebî, Madras 1330, s. 42.

2

Sahîh-i Buhârî'yi tercüme ve şerh eden merhum Mehmed Sofuoğlu da "Bu Ebû Hureyre hadîsi, mecâzî ve temsîlî ifâdeler ihtiva etmektedir" demiş daha fazla bir açıklama yapmamıştır. Bkz. Sahîh-i Buhârî ve Tercümesi, Ötüken Yayınları, c. 14, s. 6424.

3

El-Aynî, Bedruddîn Ebû Muhammed; Umdetü'l-Kârî Şerh Sahîhi'l-Buhârî, e. XXIII, s. 89-90; El-Kastalânî, Ebû'l-Abbâs Şihâbüddîn; İrş-âdü's-Sârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, c. IX, s. 289-290.

4

El-Kastalânî; A.g.e., c. IX, s. 290.

5

El-Aynî; A-g.e., c. XXIII, s. 90. el-Aynî burada "ittihâdiyye" ile îbn Arabi ve ekolünü kasdetmiş olabilir. Fakat "vücûdun birliği’'ni kabul edenler kendilerine böyle bir sıfatın verilmesini doğru bulmayıp reddederler. Zîra "Vücûd" bir olduğuna göre "ittihâd" yâni "birleşme" söz konusu olmadığı gibi, "hulûl" de yoktur. Bkz. A. Avni Konuk, Füsûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi; c. I, s. 237, s. II, s. 13, 78, c. III, s. 101, 103, 148, 151.

6

Seyyid Şerif Cürcânî; Ta'rîfât (Kurb maddesi).

7

îbn Arabî de Istılâhâtü's-Sûfiyye'sinde "kurb'u "Tâat ile kıyam etmek" diye târif etmekte ve ayrıca "Kâbe kavseyn hakikatine de kurb denildiğini" söylemektedir. Bkz. Cürcânî’nin Ta'rîfât'ı sonunda, s. 5, İstanbul 1300.

8

Kelâbâzî; Doğuş Devrinde Tasavvuf (et-Taarruf), (Çev. S. Uludağ), İstanbul 1979, s. 159. Burada zikredilen son tarife, ileride görüleceği üzere "kurb-ı ferâiz" denilecektir.

9

Abdülkerim Kuşeyrî; Kuşeyrî Risalesi (Tere. Süleyman Uludağ), İstanbul 1981, s. 214. Risalenin yukarıya aldığımız bu cümlelerini el-Aynî de Buhârî Şerhi'inde zikretmiştir. Bkz., el-Aynî; A.g.e., s. 90.

10

Prof. Dr. Ahmed eş-Şerebâsî; 75 Kudsî Hadîsin Tercüme ve Şerhi (Tere. Nâim Erdoğan), İstanbul 1981, s. 210-211.

11

Mişkâtü'l-Envar'daki 30 numaralı kudsî hadîse bakınız.

12

Avni Konuk; Mesnevî-i Şerif Şerhi, (Konya Mevlânâ Müzesi Ktb. Nu. 4756), c. IV, cüz 2, s. 244.

13

İsmâîl Hakkı Bursevî; Rûhu'l-Mesnevî (İstanbul 1287), c. I, s. 69.

14

Fusûsu'l-Hikem (Tere. Nuri Gençosman), Ankara 1964, s. 152; A. Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi (Yayına hazırlayanlar: M. Tahralı-S. Eraydm), M. Ü. ilahiyat Fak. Vakfı Yay., İstanbul 1989, c. II, s. 277.

15

Avni Konuk; A.g.e., c. II. s. 302; Fusûsu'l-Hikem (Tere. N. Genços man), s. 163.

16

Fusûsu'l-Hikem (Tere. N. Gençosman), s. 155; A. Avni Konuk; A.g.e., c. II, s. 284.

17

Fusûsu'l-Hikem (Tere. N. Gençosman), s. 151; A.A. Konuk; A.g.e., c. II, s. 272.

18

Ayniyet ve gayriyet konusu için bkz., Mustafa Tahralı; Fusûsül-Hi-kem'de Tezadlı ifâdeler ve Vahdet-i Vücûd (A.Avni Konuk'un adı geçen eserinin c. Il'nin baş tarafındaki makale, s. 12-15)

19

Avni Konuk; A.g.e., c. II, s. 275-276; Fusûsu'l-Hikenı (Tere. N. Gen-çosman), s. 152.

20

İbn Arabi'nin bu cümlesine yapılan i'tiraz ve verilen cevap hakkında bkz., Ismâîl Fennî; Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabi. İstanbul, 1928, s. 185-190.

21

îbn Arabî, Fusûsün Adem Fassı'nın sonlarında şöyle demektedir: "Allah, insân-ı kâmilin dış sûretini âlemin hakîkatleriyle suretinden, bâtınî çehresini de kendi sûreti üzere inşâ kıldı. Ve bu sebeple onun hakkında "Ben onun işitme ve görme duygusu olurum" dedi. Onun gözü ve kulağı olurum, demedi." Bkz. Fusûsu'l-Hikem (Tere. N. Gen-çosman), s. 23; A. Avni Konuk; A.g.e., c. I, s. 165 ve 169.

22

Fusûsül-Hikem, (Tere. N. Gençosman) s. 88; A.Avni Konuk; A.g.e., c. II, s. 54.

23

Mişkâtü'l-Envâr’da 30 numaralı hadîs-i kudsîye bakınız.

24

A.Avni Konuk; A.g.e., c. II, s. 54.

25

Bkz. Sünen-i Neseî Tercümesi; . V, Vakıf ı, s. 685, 689 (İstanbul 1981). Hz. Osman, Bîatu'r-Rıdvan'da Resûlullâh'ın: "Bu, Allah'ın eli, bu da Osman'ın eli!" buyurduğunu rivayet etmiştir.

26

Kâşânî "inniyyet" (veya enniyet)i şöyle târif etmektedir; "Zât mertebesi bakımından vücûd-ı aynînin tahakkukudur.” İstılâhâtü's-Sûfiy-ye, Kahire 1984, s. 55.

27

Abdurrahman İbn Ahmed Câmî; Nakdü'n-Nusûs fî Şerhi Nakşi'l-Fusûs, (William C. Chittick neşri, Tahran 1977), s. 149-153.

28

M. İbn Arabî; Fusûsu'l-Hikem, (Tere. N. Gençosman), s. 144-145; Bkz. A. Avni Konuk; A.g.e., e. II, 248-249.

29

Gölge varlık anlayışı için bkz., Mustafa Tahralı; Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık (A. A. Konuk; A.g.e., c. III baştarafında, s. 9-63, İstanbul 1990).

30

Aşağıdaki paragrafların tercümesinde Fiitûhât-ı Mekkiyye'nin, Osman Yahyâ tarafından hazırlanan ve Mısır Kültür Bakanlığı yayınları arasında neşredilen, tahkikli, indeksli ve paragrafları numaralanmış yeni baskısını (1972-1988) kullandık. Bugüne kadar 12 cilt yayınlanmıştır ki, eserin tamâmının aşağı yukarı üçte birini içine almaktadır.

31

Bu hadisî-i kudsî için burada 26 numaralı hadîse bakınız.

32

Mişkâtü'l-Envâr'da 30 numaralı hadîs-i kudsîye bakınız.

33

İbn Arabi'ye umûmiyetle eş-Şeyhu'l-Ekber (En büyük şeyh) denir.

34

27 Ramazan gecesi sembolik olarak Leyletü'1-Kadr (Kadir gecesi) kabul edilir. Kur'ân'a göre bu gece "bin aydan daha hayırlıdır" (Kadr, 97/3).

35

İbn Arabi ve Üniversel velâyetin mührü (Hâtemül-Vilâyeti'l-âmme) olan Hz. Isâ'yı birleştiren çok yakın manevî bağların, mevcud olduğunu belirtmeliyiz.

36

Tesâdülî diyemiyeceğimiz coğrâfî uygunluk iki "mühr'u bir araya getirir. Gerçekten İbn Arabi, an'aneye göre Hz. Isa'nın nüzûlünün beklendiği yer olan Şam'da vefat etti.

37

Krş. meselâ R.W.J. Austin'in Soufis d'Andalousie adlı eserinin girişi ve R.Deladriere'nin La Profession de Foi (Paris 1978)'nın girişi; Osman Yahyâ'mn l'Histoire et Classification de i'Oeuvre d'Ibn Arabi (Şam) isimli eserinin birinci kısmı.

38

Krş. Fütuhat, I, 331 ve Profession de Foi, s. 24.

39

Şeyh-i Ekber’in Rûhu'l-Kuds isimli eserinde ifâde ettiğine göre bu amcası Tarîkat'a çok geç dâhil olmuştur. Krş. Fütuhat, I, 32 ve 185 ve Soufis d'Andalousie, s. 107.

40

Krş. Profession de Foi, s. 25 ve Soufis d'Andalousie, s. 151.

41

İbn Arabî onun el-Mustasfâ fî Zikri's-Sâlihîn mine'1-Ibâd isimli eserini okudu. Krş. Hist. et Class. (yukarıda geçti), s. 95.

42

Krş. Hist. et Class. s. 542. Hırka veya "mânevî cübbe" giydirmek tasavvufî mânâdaki "telkîn ve bîat'în bir özelliği olarak mütâlea edilir.

43

Krş. Fütûhat, IV, 489 ve Soufis d'Andalousie, s. 151. İbn Arabî burada kendisiyle çok görüştüğünü ve birlikte okudukları hadisleri naklettiğini belirtir.

44

12) Renb Guönon'un söylediğine göre Şeyh-i Ekber'in kendisi de bu dereceye ulaşmıştır: "Bu dereceye sahip olan kimse, Simya (Bu kelime "kimya" ile karıştırılmamalıdır) isimli ilim vâsıtası ile, harfler ve sayılar üzerinde bâzı değişimler meydâna getirerek, kozmik plânda bunlara tekâbül eden eşyâ ve varlıklar üzerinde tasarrufta bulunabilir." Krş. Aperçus sur l'esoterisme islamique et le Taoisme, bölüm I. Sembolik olarak Anka ile de temsil edilen "Kırmızı Kükürt" İslâmî hermetizm dilinde "el-Insânü'l-Kâmil"in (l'Homme Üniversel) bir ifâde vâsıtasıdır. Krş. La Grande Triade, XII. bölüm.

45

Krş. 21. not.

46

ibn Arabî'ye Tercümânü'l-ÎSşvâk'ı ilham eden Nizam isimli genç kızın babası söz konusudur. Krş. Tercümân'ın önsözü ve Fütuhat, Iİ 376.

47

Krş. Fütuhat, I, 32 ve Hist. et Class. s. 542. Kendisi bizzet Abdülkadiı Geylânî (561/1166)'nin hırkasını giymişti.

48

Krş. 21. not.

49

Krş. Profession de Foi, s. 25.

50

Krş. 21. not.

51

Krş. Fütûhat, IV, 490.

52

Realisation descendante, Revue des Etudes Traditionnelles, haziran 1953, s. 167. Ayrıca aynı dergide A. K. Coomaraswamy'in makalesine (1938) bakınız.

53

"Altı Kitap" şu yazarların hadis mecmualarını ifâde eder: Buhârî (194/810), Müslim (261/875), Tirmizî (279/892), İbn Mâce (273/886), Ebû Dâvûd (275/889) ve Nesâî (303/915).

54

Krş. Üçüncü bölümün 16. (96) hadîsinin sonu.

55

Bu eserlerin tamâmının listesi Hist. et Class. içinde yer alır. Ayrıca aşağıdaki isimler de vardır:

- Kitâbü'l-Erbaîn el-Mütekâbile fî İlmi'l-Hadîs.

- Kitâbü'l-'Avâlî fî Esânîdi'l-Ahâdîs.

- Risâletü'l-'Ubûdiyye fî's-Sünneti'n-Nebeviyye.

- Kenzü'l-Ebrâr fî mâ Ruviyye ani'n-Nebî mine'l-Ed'ıye ve'l-

Ezkâr.

- Risâletü Va'z bi'l-Ahâdisi'n-Nebeviyye (625'te yazılmış).

- Şerhu Hadîs Kudsî ve Mesâîl (Bâzı kudsî hadislerin şerhi gibi

görünüyor). Osman Yahyâ bunun Sadreddin Konevî’ye âit Şerhu'l-Ahâdîs'in-Nebeviyye isimli eserin şerhi olduğunu ileri sürer. Dr.

56

William C. Chittick ise Konevî'nin Vasıyet'ini takdiminde bu şeyhin böyle bir eserin yazarı olmadığına işâret eder (Krş. Sophia Perermis, Tahran 1978).

- el-Erbaûn Sahîfe ve biye mine'l-Ahâdîsi’l-Kudsiyye, ki ona atfı güvenilir değildir.

57

Bu eser başka isimler altında tanınmıştır:

- El-Ahâdîsü'l-Müsnede ve'l-Merfûa.

- El-Ahâdîsü'l-Müsnede ilallahi Teâlâ.

- El-Erbaîn fî İrşâdi's-Sâirin.

- Hadîsü'l-Erbaîn.

- Hadîsü'l-Erbaîn el-Kudsiyye.

- Mie Hadîs Kudsî.

- thdâ ve 'Işrin Hadisen.

- Er-Riyâdu'l-Firdevsiyye.

Krş. O. Yahya, age., sh. 390.

58

Kudsî hadis ile kudsî olmayan hadis arasındaki fark için Abdül Aziz ed-Debbağ'ın ekteki metnine bakınız.

59

Meşhur Kudsî hadis kitaplarından bir kaçı şunlardır:

- El-Medenî (881/1476)'nin İthâfâtü's-Seniyye fi'l-Ahâdîsi'l-Kudsiyye'si (858 hadis).

- Molla Ali el-Karî (1014/1605)'nin Ahâdîsü'l-Kudsiyye el-Erbaîn'iyye'si (40 hadis).

- EkMedenî'ninki ile aynı ismi taşıyan ve onun telhîsi olan el-Münâvî (1031/1621)'nin eseri.

- Beyrut yayını olan el-Ahâdîsü'l-Kudsiyye ki Buhârî, Müslim vs. gibi büyük kitaplarda yer alan meşhur hadisleri bir araya getirmiştir.

60

Mişkâtü'l-Envâr'ı Fransızcaya tercüme eden Muhammed Vâlsân'm babasıdır ki, Müslüman adı "Mustafa"dır. Şâzelî şeyhi olup, ibn Arabi'den Fransızcaya tercümeleri ile tanınmıştır. 1974'te vefat etmiştir. (M. Demirci)

61

Krş. 27. not. Michel Vâlsan burada Fütûhat'm 318. bölümü ve 560. bölümünün sonuna baş vurarak bir özet tercüme yapar. Bu konuda Fütuhat I, 150 ve I, 14'e bakmak gerektiğini ilâve edelim. Bu sonuncu yerde İbn Arabî böyle keşif sâhiplerinin, hatalı bir rivayetin başlangıcında yer alan bir râvînin ismini veya sûretini doğrudan ilham yoluyla bilebileceklerini de ifâde eder.

62

Bir hadis, bir isnâd ve bir metinden oluşur.

63

Yirmi üç yıl boyunca yakın müridi olan bu zâta İbn Arabi şu kitapları ithaf etti: İnşâü'd-Devâir, Hılyetü'l-Abdâl ve Fütuhat. Krş. Soufis d'Andalousie, s. 179 ve el-Habeşî tarafından yazılan KitâbüT-İnbâh alâ Tarîkı'llâh (Metin, D. Gril tarafından yayınlanıp tercüme edildi,

64

Annales Islamologique, c. XV, Kahire 1969'tan ayrı basım). Tunus'un Zeytûniye camiinde, el-Habeşî için ibn Arabî'nin kendi eliyle istinsah edilmiş Buhârî'nin es-Sahîh'ine âit bir parça bulunmaktadır (Krş. R. Deladribre, La Profession de Foi, s. 25).

65

Haber'le hadis arasındaki mevcud farkı belirtmek güçtür. Bilhassa burada, Şeyh-i Ekber haber ile Müslim'de veya hadis ismi altında başkalarında bulunanları kasdeder. Hadîsin bir müterâdifi gibi görünen haber ise, bâzan Hz. Peygamber'in hadisleri için, bâzan sahâbeninkiler için kullanılmıştır. Biraz ileride ise, gayr-i İslâmî an'anelerden gelen sözlere "haber" denildiğini göreceğiz. Daha teknik ma nâda, Horasan fatihlerine göre haber Merfû Hadîs i ifâde eder. Zilzâl sûresi 4. âyetinde aynı anda kullanılan iki kök, H-D-S ve H-B-R yer alır: 'Yevme izin tühaddisü ahbârahâ" (O gün o (yer) kendi hikâyesini anlatacak.)

66

Fars asıllı belki de Yahûdî (110/728 veya 114/732). Tâbiîn'den idi. Sa'lebî veya Kisâî'nin Kısasu'l-Enbiyâ (Peygamberlerin Hikâyesi)' nde çok sayıda sözleri bulunur.

67

(ö. 32/652 veya 34/654) Yahûdî-Islâmî haberler (Isrâiliyyat) ile ilgili öteki büyük otorite. Yahûdî asıllı, 17 yaşında ihtidâ etti. Onun da Kısasu'l-Enbiyâ'da çok zikri geçer.

68

El-Herevî el-Ansârî (481/1088) krş. O. Yahyâ, age, s. 156.

69

Ebû Bekr Muhammed en-Nakkâş'm Ali b. Ebî Talib'ten naklettiği bu hadis Fütûhât'ın 64 ve 65. bölümlerinde yer alır.

70

Buhârî, Daavât, 69; Müslim, Zikr, 5.

Türkçe tercümede de aynı usûlü benimseyerek, sened zincirinin tamâmını almadık. (M. Demirci)

71

Ibn Arabî'nin kendisine kadar verdiği senedi tercümede zikretmedik (M.Demirci).

72

Bu hadisler ve değerlendirilmeleri için bkz. Aclûnî, Keşfül-hafâ, II, 340; Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 170. (M. Demirci).

73

Müslim, Birr, 55.

74

Müslim, Zühd, 46

A,.

75

3 Tirmizî, Zühd, 35; İbn Mâce, Zühd, 4; Ahmed b. Hanbel, V, 252. Heı üç kaynakta da nebevi hadis tarzında yer alır (M. Demirci).

76

Ibn Arabi, Fütûhât’ın 73. babında, burada sözü edilen şahısların Melâmetiyye olduğunu açıklar. Istılâhât'mda onları şöyle târif eder: "Bunlar bâtınlarında olan şeyden zahirlerinde hiçbir iz görünmeyen kimselerdir: bunlar en yüksek mânevi topluluktur."

77

Enfal, 8/1

78

Tirmizî, Cennet, 20; Ebû Dâvud, Sünnet, 25; Ahmed b. Hanbel, II 233, 373

79

Buhârî, Tefsîru sûre: 112; Tecrîd-i Sarih tere. IX, 8.

80

Buhârî, Tefsîru sûre; Tecrîd-i Sarih tere. XI, 112.

81

Buhârî, Tevhîd, 43; Ahmed b. Hanbel, II, 540.

82

Müslim, Birr, 37.

83

Müslim, Zikr, 18; Buhârî, Tevhîd, 15; Tecrid tere. XII, 420.

84

Buhârî, Enbiyâ, 1 ve Rikak, 51; Tecrîd tere. IX, 82

85

Ridâ ve îzâr, mü'minlerin Mekke'de hac esnâsındaki nizâmî elbisesidir. Ridâ omuzlar üzerine örtülür, İzâr ise bele kuşanılır.

86

İbn Mâce, Zühd, 16; Ebû Dâvud, Libâs, 25; Müslim, Birr, 136.

87

Hadîsin tamâmı için bkz. Müslim, iman, 302..

88

13 Müslim, iman, 297-98

89

Hacc, 21/2

90

Bulıârî, Enbiyâ, 7; Tecrîd tere. IX, 102; Müslim, îman, 379;

91

Müslim, iman, 299.

92

Tirmizî, Tefsîru sûre: 114.

93

Söz konusu olan Sırat'tır.

94

Hadîsin tamâmı için bkz. Müslim, iman, 299.

95

Buhârî Tevhîd, 15, 35; Müslim Tevbe, 1; İbn Mâce, Edeb, 58;

Tirmizî, Deavât, 131

96

I - o , f ,a'l           ı'f?ı'ı#ı' °t< f 0 96-« 1 f 1 ' •

. 4Jjjjb 4XJI                iPu OJjJİj LpIji

97

Tirmizî, Deavât, 99.

98

Buhârî, Ezân, 1560; Tecrîd tere. II, 919; Müslim, îmân, 125.

99

Tirmizî, Zühd, 53.

100

Tirmizî, Zühd, 57.

101

Tirmizî, Zühd, 59.

102

Tirmizî, Kıyâme, 6.

103

Tirmizî, Kıyâme, 10; Müslim, imân, 327.

104

Ahmed b. Hanbel, I, 191.

105

Tirmizî, Kıyâme, 30; İbn Mâce, Zühd, 2.

106

Tirmizî, Deavât, 34.

107

Buhârî, Enbiyâ, 50; Tecrîd tere. IX, 192.

108

Tirmizî, Deavât, 119.

109

Bu haberin devâmı, 13, 15, 20, 26, 29, 38 numaralı haberlerde verilmiştir. Muhammed Valsan'm yazdığı Girişe bakınız,

110

Müslim, Münâfikîn, 55.

111

el-Mü’min ismi kasdediliyor.

112

Bu hadîsin farklı rivâyetlerinde zikredildiğine göre, Allah gecenin muhtelif zamanlarında ve son üçte birinde dünyâ semâsına kadar iner. Bkz. Müslim, Münâfikîn. 168.

4  Müslim, Münâfikîn, 168-172.

5  Müslim, imân, 205.

113

Tirmizî, Salât, 346.

114

İbn Mâce, Vesâyâ, 4; Ahmed b. Hanbel, IV, 1210.

115

”er-Rabaî" nisbesi taşıyan çeşitli şahıslardan sâdece Ebû Bekr Muhammed b. Süleyman b. Yusuf b. Ya'kûb er-Rabaî (374/985)'nin "Cüz u" vardır ve kendisi "sika"dır. Bkz. Zehebî, Siyerü A'lâmin'-Nübelâ, XVI, 339. îbn Arabi'nin, Cüz'ünden 8 hadis aldığı Rabaî bu şahıs olmalıdır. (M. Demirci).

116

Müslim, îmân, 205.

117

Tirmizî, Salât, 305; İbn Mâce, İkâmet, 202; Ebû Dâvûd, 149.

118

Buhârî, Tefsîru sûre: 45; Tecrîd tere. XI, 179.

Bkz. Hacc, 22/27.

119

Bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 224, 305.

120

Müslim, îmâre, 103.

121

Ebû Dâvûd, Cihâd, 38.

122

Neseî, Cihâd, 34.

123

Buhârî, Deavât, 66; Tirmizî, Deavât, 130.

124

Hadîsin son bölümü için bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 170, 186, 225.

125

Neseî, K. Sehv, 47.

"er-Rahim", kadınlarda, bebeğin içerisinde oluşup büyüdüğü organdır. "Rahim" aynı zamanda akrabâlık ve akrabalık sebebi demektir. Sıla-i rahim, akrabâya iyilik mânâsına gelir. Ayrıca "rahim”, sevgi, merhamet, şefkat ve inceliği ve hatırlatır ve bu vasıflar kadınlığın hilkatinde vardır. İşte hadiste ev halkı, çoluk çocuk ve bütün akrabâ ve taallukat hakkında, rahim rikkatine yaraşan ince ve çekici bir sevgi beslemek sûretiyle, yakınlar arasında ilgiyi ve iyi münâsebetleri devâm ettirmenin lüzûmu üzerinde durulur. (M. Demirci).

126

Müslim, Birr, 16.

127

Mâlik, Muvatta', eş-Şa'r, 16; Ahmed b. Hanbel, V, 229.

128

Müslim, Birr, 157.

129

Müslim, Tevbe, 29.

130

Buhârî, Rikâk, 38.

131

Tirmizî, îmân, 17.

132

tbn Arabi’nin bu eseri O. Yahya nm Hist. et Class.'unda 38 numarada zikredilmiştir.

133

Tirmizî, Deavât, 129.

134

Müslim, Birr, 43.

135

Tirmizî, Zühd, 48.

136

Bkz. Yâsîn, 36/65

137

Müslim, Zühd, 16.

138

Ra'd, 13/29

139

Rahmân, 55/76

140

Vâkıa, 56/29-33

141

Yâsîn, 36/55-58

142

Furkan, 25/24

143

Burada vereceğimiz mâlûmâtın büyük bir bölümü Muhammed Cemâ-lüddîn el-Kassımî'nin (ö. 1334/1914) Kavâidii't-Tahdîs adlı eserinden alınmıştır.

144

Birinci şahıs tarzında kullanış Kuran'da da vardır. Meselâ: "Artık Beni anın, Ben de sizi anayım..." (Bakara, 2/152). Fakat bu tarz nâdir olarak görülür. Mahlûkata hitap dolaylı ifâde yoluyla daha sıktır.

145

Krş. Michel Valsan, Etudes Traditionnelles, no. 406, 407, 408, s. 150'deki açıklama.

Krş. Tirmizî, Fadailü'l-Kur'an, 16; Abdullah Aydemir, Kur’ân-ı Kerîm'in Faziletleri, 204, İzmir 1981. (M. Demirci)

** Ulemânın çoğuna göre (M. Demirci).

146

Ahmed b. Hanbel mushaf satışım hoş karşılamamışsa da, onu satın almaya izin vermiştir. Bkz. Ibn Kudâme, el-Muğhî, IV, 178, Beyrut 1405/1985. (M. Demirci).

147

K-F-R silmek, örtmek, gizlemek mânâlarına gelir. Dînî anlamda ise Allah'ı inkâr ve daha umûmî olarak ise İmansızlık demektir.

148

Burada ilkâ tarzı ile ilgili mesele ele alınmış olduğuna göre, Mi'râc gecesi boyunca, Resûlüllah'a semâya yükselişi sırasında kudsî hadislerin ilham edildiği şeklinde dile getirilen görüşe de işâret etmek gerekir.

149

Kadîm terimi (ki, eski, ezelî demektir), ortaya çıkan, vukû bulan, beklenmeyen kaza gibi birden bire meydâna gelen mânâsındaki H-D-S kökünden gelen hadîs'in zıddı dır. Kur'ân için ileri sürülen târifler bu köke

150

zıt şekilde verilmiştir. Meselâ Ebû Bekr Muhammed b. Ishâk el-Kelâbâzî (380/990 veya 384/994)'nin Kitâbü't-Taarruf li Mezheb-i ehli't-Tasavvuf adlı kitabında şunlar yer alır: "Mutasavvıflar Kur'ân'm hakîkî anlamıyla Allah'ın kelâmı olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. O’nun kelâmı yaratılmış, sonradan olmuş (muhdes) ve bilâhare meydâna çıkmış (hades) değildir. Nasıl ki Allah'ı kalblerimiz-le biliyor, dillerimizle zikrediyor, câmilerimizi mekân edinmediği halde orada kendisine ibâdet ediyorsak, Kur'ân'ı da dillerimizle okuyor, mushaflarımıza yazıyor, hâfızalarımızı mekân edinmediği halde orada muhâfaza ediyoruz. Sûfîler Kur'ân'ın cisim, cevher ve araz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir." (Bkz. et-Taarruf, 54, tahkik, Mahmud Emin en-Nevâvî, Kahire 1388/1969: aynı eser, çev. S. Uludağ (Doğuş Devrinde Tasavvuf), s. 67, İstanbul 1979. M. Demirci)

151

Cürcânî (816/1413) Ta'rîfât'mda kısa bir târiften sonra şöyle der:"... Kur'ân kudsî hadisten üstündür, çünkü onun (sâdece mânâsı değil) lâfzı da vahiy mahsûlüdür."

152

Bu vesîle ile şu da söylenebilir: îbn Arabi'nin sık sık kullandığı harfler ve sayılar ilmi gibi ilimlerin, Kur'ân'da dâimâ uygulama imkânı vardır. Farklı okuyuşlar, umumiyetle harflerin ne sayı değerlerini, ne de şekillerini değiştirecek bir mâhiyet arzetmemektedir.

153

Bkz. 1 numaralı not.

154

Ahmed b. el-Mubârek es-Sicilmâsî (1156/1713).

Türkçe tercümeyi doğrudan metnin Arapça aslından yaptık. Bkz. Muhammed Cemâlüddin el-Kasimî, Kavâidü't-Tahdîs Min Fünûn-i

155

Mustalahı'l-Hadîs, tahkik, Muhammed Behcetü'l-Beytar, s. 66-69, Mısır, 1390/1961. Krş. Abdül Aziz ed-Debbâğ, el-İbrîz, s. 34-36, Kahire 1356 (M. Demirci).

156

Burada 1 numaralı hadis

157

Burada 21 numaralı hadis

158

.11 Buhârî, Tefsir, II; Tecrid tere. XI, 113

159

Müslim, îman, 125; Buhârî, Ezan, 156; Tecrid tere., II, 919.

160

Necm, 53/3-4

161

Bu bölümü sayın yazarın izniyle aşağıdaki kitabından aynen alıyoruz: Ali Yardım, Hadis I, ss. 4246, Dokuz Eylül Üniversitesi yayını, İzmir 1984.

162

Necm sûresi, 34. Bu âyetlerle ilgili olarak müfessir Elmalılı Muham-med Hamdi Yazırin açıklaması şöyledir: "Bu âyet de, esas itibâriyle Kur’ân hakkında olmak gerekir. Hadislerine de şâmil olmak üzere mutlak nutkuna hamledildiği takdirde de müntehâsı itibâriyle mülâhaza edilmek iktizâ edecektir. Vahyin, muzârî sîğasiyle te'kid olunarak tahkik ve tavsifinde buna da bir işâret yok değildir. Bkz. VI/4572.

163

Bkz. Muhammed el-Medenî, el-İthâfât'iis-Seniyye. s. 187 vd.; Okiç, Bazı Hadîs Mes'eleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul 1959, 13-16; Koçyiğit, Hadîs Istılahları, s. 123-125; Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri ve Hadis Târihi, s. 42-43; Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, s. 16-18; Subhî es-Sâlih, 'Ulûm'ûl-Hadis ve Mus-talahuhû, s. 11-13; el-Kaasımî, Kavâid'üt-Tahdis. s. 64-69.

164

Bkz. el-Kettâni, er-Risâlet'ül-Müstatrafe, s. 81; Okiç, a.g.e., s. 15-16

165

el-Câmiüs-Sahih, VIII/212 Bâbü Zikr'in-Nebi (s.a.s.) ve rivâyetihî 'an Rabbihî.

166

el-Câmiüs-Sağir, 1/81-84 (Kaalellâhü Ta'âlâ ifâdesi ile başlayan metinler).

167

el-Medenî'nin eseri, Haydarâbâd 1358 baskılı olup, 863 metin ihtivâ etmektedir.

168

Her üç rivâyet formülü için bkz. el-Câmi'us-Sahih, VIII/212. el-Buhâ-rî, bu formülleri, ayrıca Kitâb-ül-llm bahsinde de kaydetmiştir. Bkz. 1/21-22.

169

îbn Ma'ce, Sünen, 2707, 3821, 3822, 4107, 4174,4175,4328 numaralı hadisler.

170

îbn Mâce, Sünen, 3784, 4202, 4299 numaralı hadisler.

171

el-Buhârî, el-Câmi'us-Sahîh, VHI/212.

172

Ridâ ve izâr, bir takım elbisenin üstü ve altıdır. Burada; takım bölünmez, bütünü ile sâhibine âiddir, tarzında bir mecâz yapılmıştır.

173

îbn Mâce, Sünen, II/1398, Nu: 4174.

174

el-Buhârî, a.g.e., VIII/176.

175

et-Taberânî, el-Mu'cem'üs-Sağîr, 1/31.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar