NURLAR HAZÎNESİ / MUHYİDDÎN ÎBNÜ'L-ARABÎ
Türkçesi:
Doç. Dr. Mehmet Demirci
Çevirenin
Önsözü (Doç. Dr. Mehmet Demirci)
Ibn
Arabi'de Bir Hadîs-i Kudsînin Yorumu
HADİSLER
Birinci
Bölüm
2-
Allah ortaklıktan müstağnidir
5-
Cennet ve Cehennem perdelerin arkasına gizlenmiştir ...
7-
İnsanın Allah'ı yalanlaması
8-
Allah'ı anmak O'na şükürdür
9-
Allah'ın hazînesi bitip tükenmez
10-
Allah kendisini ananla birliktedir
11-
Dünyâda Allah'tan korkan Ahirette emindir
12-
Allah için birbirini sevenlerin mükâfatı
14-
Allah'ın, cehennemliklerden azap bakımından en
hafif olan birine hitabı
16-
Âhirette Allah'ın özel lûtfu
17-
Dîne uygun davranış.........
18- Seçkin kulların Allah'ı görmesi
21-
Sâlih kullar için hazırlanan şey
22-
Allah'tan başkasına ümit bağlayanın hâli
25-
Allah'ın en güçlü yaratığı
26-
Allah bilinmeyen bir sûrette görünecek
27-
Allah'ın kendisini anan kimseye yakınlığı
29-
Yağmurun yağması Allah'ın işidir, başkalarının değil....
30-
Allah kendisine hamdedeni işitir
31-
Fâtiha Allah'la kulu arasında paylaştırılır
33-
Peygamberlerin imrendiği kimseler
35-
Âhir zamanda dîni dünyâ için âlet eden kimseler...........
36-
Allah'ın huzûrunda mahrum vaziyetteki zengin
37-
Cennetin, sorgusuz sualsiz gireceklere mahsus kapısı ....
38-
Kendisine salât ve selâm getirenler hakkında Hz.
Peygamber’e yapılan hitap
İkinci
Bölüm
41-
Allah'ın Hz. İbrahim'le muhâveresi
42-
Aşın isteklere bağlı olan kalbler.......................................112
44-
Allah, kendini sevenleri tanır
45-
intihar kötüdür............i.....................................................
116
46-
Düşman karşısında Allah'ı zikir
49-
Allah'ın sâlih kullannı karşılayışı
50-
Allah'ın kendisinden kaçana sitemi
51-
Dünyâda en çok lûtfa mazhar olan ve en çok bahtsız
olan
53-
Allah'ın seçkin kullarına selâmı
54-
İnsanla Allah arasındaki karşılıklı sevgi
55-
Mü'minler için ayrılmış olan İlâhî isim
56-
Allah gecenin son üçte birinde iner
57-
Yapılan iyi amele on misli ecir
58-
Allah insanı kendisi için yarattı
59-
Allah'tan yarının rızkı istenmemek
61-
Allah şâmna düşeni yapmaktan geri kalmaz
62-
Sabah kılman dört rekât namaz
64-
Allah hiçbir haksızlığa sebep olmaz
65-
İlâhî hazîneler bitip tükenmez
66-
Allah cennet ehline kendisini gösterecektir......................
130
67-
Allah'ın saltanatı dâimidir
68-
Allah'ın hilesinden ancak hüsranda olan emindir
69-
Allah cennet ehlini etrâfina çağıracak
70-
Duâ bir takım şartlar altında kabul edilir
71-
Bir kötülükten vaz geçen kimse
72-
Nâfîle namazlar farz namazların eksiğini tamamlayacak 134
73-
Allah'ın insana üç darbesi
75-
Hz. Muhammed kul peygamber olmayı seçti
78-
Allah'ın cennet ehlinden hoşnutluğu
80-
Arefe gününde Allah'ın affi
Üçüncü
Bölüm
81-
Allah kendi yolunda savaşanları gözetir
82-
Allah sevgisiyle ölünceye kadar savaşan mücâhit
83-
Şehitliğin fazileti............
84-
Zikir ehli kimseleri arayan melekler
85-
Lâilâhe illallah her şeye ağır basar
87-
Akrabâlık ilişkilerinin önemi............................-
88-
Allah için birbirini buğzeder
89-
Allah kulu sever veya ona buğzeder
90-
İlâhî af, Allah'ı hatırlayan herkes içindir
92-
Kabul edilen veya reddedilen sayfalar
93-
Dünyâya verilen İlâhî emir
94-
Beş yıl boyunca Allah'a yönelmeyen kul
95-
Allah'ın ismi her şeyden fazla ağırlığa sâhiptir
96-
Allah kalblerin içindekini bilir
97-
Allah'ın, duâlarını kabul ettiği üç kimse
99-
Kurân okuyan, zengin ve savaşçı
100-
Organların insan aleyhindeki şâhitliği
101-
Allah'ın cennet ehline ikramları ve aradaki
perdeyi kaldırması
EK-I)
KUDSÎ HADİS HAKKINDA KISA BİLGİ (Muhammed Valsan)
EK-II) HADÎS İ KUDSÎ (Doç. Dr. Ali Yardım)
ÇEVİRENİN
ÖNSÖZÜ
Muhyiddin
İbnü’l-Arabî, Tasavvuf Târihi ve İslâm düşünce hayâtındaki yeri itibâriyle
başta gelen şahsiyetlerden biridir. Aynı zamanda velûd bir muharrir olan Şeyh-i
Ekber'in, tekrâra düşmeksizin çok sayıda eser meydâna getirdiği bilinmektedir.
İlerideki Giriş'ten anlaşılacağı üzere, kendisinin Hadis ilmi sâhasında da
dikkate değer çalışmaları olmuştur. Tercümesini sunduğumuz Mişkâtü'l-Envâr
bunun mahsullerinden biridir. Eserde yer alan hadislerin, çoğunlukla, tasavvufî
düşünceye kaynaklık eder mâhiyette olduğu görülüyor.
"La
Niche des Lumieres"
(Mişkâtü'l-Envâr)
ismiyle neşredilen bu eser, Muhammed Vâlsan tarafından hazırlanıp, Arapça metni
ve Fransızca tercümesiyle, 1983 yılında Paris'te basılmıştır. Giriş ve Ek-I
kısmı nâşir tarafından Fransızca olarak yazılmıştır. Elinizdeki tercümeyi bu
baskıdan yapmış bulunuyorum.
Kudsî
hadislerde karşımıza yer yer oldukça teksifi mânâlar çıkmaktadır. Bunların
anlaşılır bir biçimde dilimize aktarılmasının güçlüğü, erbâbmca mâlûmdur. Temel
hadis kitaplarında yer alan hadisleri, mevcud Türkçe tercümeler ve Fransızca
tercümeyle karşılaştırarak en uygun ifâdeyi bulmaya çalıştım. Arapça metindeki
sened zincirlerinin tamâmı, tercümede yer almamaktadır.
Hadislerin
çoğunun yerini, bir veya birkaç hadis kitabından, bölümleri veya cilt ve
sayfalarıyla birlikte gösterdim ve bunları sayfa sonlarında dipnot hâlinde
verdim. Bâzı hadislerin sonunda, parantez içinde verilen "hasen",
"garib" gibi değerlendirmelerle, hadîsin alındığı yeri gösteren
ifâdeler İbn Arabi'ye âit metinde yer almaktadır. Ancak 4,8,11
ve 17 numaralı hadislerin sonundaki kitap isimleri ise Fransızca tercümeden
alınmadır. İlâve etmek lüzû-munu duyduğum bâzı notları (M. Demirci) rumuzuyla
belirttim.
Görebildiğim
kadarıyle, dilimize kazandırılmış müstakil Kudsî Hadis tercümeleri şunlardır:
1-
İlâhî Hadisler, Abdürraûf el-Münâvî (1031/1622)nin
el-İth-âfü's-Seniyye
bi'l-Ahâdîsi'l-Kudsiyye'sinin tercümesi. Çeviren Haşan Hüsnü Erdem, Diyânet
İşleri Başkanlığı yayını, 2. baskı, Ankara 1963.
2-
Kırk Kudsî Hadis, Aliyyü'l-Karî (1014/1606)nin el-Ahâd-îsü'l-Kudsiyye
ve'l-Kelimâti'l-Ünsiyye'sinin tercümesi. Çeviren Haşan Hüsnü Erdem, Diyânet
İşleri Başkanlığı yayını, 3. baskı, Ankara 1982.
3-
40 Kudsî Hadis, Trabzonlu Medenî Muhammed Efendi (1123/171 l)nin
el-İthâfü's-Seniyye fi'l-Ahâdîsi'l-Kudsiyye'sinin tercümesi. Çeviren A. Fikri
Yavuz, 7. baskı, İstanbul 1981.
4-
Kırk Kudsî Hadîsin Tercüme ve îzâhı, hazırlayan: Ramazan Yıldız (kendi
derlemesi), İstanbul 1981.
5-
75 Kudsî Hadîsin Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. Ahmed eş-Şe-rebâsî'nm derleme ve
şerhi. Çeviren Nâim Erdoğan, İstanbul 1981.
Tercümesini
sunduğumuz MişkâtüT-Envâr'm aslını temin ederek, Türkçeye çevrilmesi için bana
teşvikte bulunan ve bu konuda fikirlerini esirgemeyen Doç. Dr. Mustafa
Tahralı'ya şükran borçluyum.
Ayrıca
Kudsî Hadis hakkmdaki görüş ve düşüncelerini lütfeden (Ek-Il) Doç. Dr. Ali
Yardım'a teşekkür ederim.
Bu
hadislerdeki kudsiyet ve İlâhî rahmetle gönüllerimiz bir nebze olsun yıkanıp
arınırsa, sarfedilen gayretler hedefine ulaşmış sayılır.
Doç.
Dr. Mehmet DEMİRCİ
Şubat
1990 İzmir
İBN ARABİ'DE BİR HADÎS-İ KUDSÎNİN YORUMU
Doç.
Dr. Mustafa Tahralı
İbn
Arabi'nin eserlerinde âyet-i kerîme, hadîs ve hadîs-i kudsîlerin yorumu
gerçekten dikkat etmeye ve üzerinde durulmaya değer. Mişkâtü'l-Envâr adı
altında derlediği 101 kudsî hadis kitabı ve onun eserleri arasında sözü edilen
hadis ile ilgili diğer eserleri İbn Arabi'nin "hadîs"e husûsî
alâkasını göstermektedir. Gerek Fütûhât-ı Mekkiyye ve gerekse Fusûsu'l-Hikem'de
ortaya koyduğu bütün görüş ve düşüncesinin temel ve esas kaynağı Kur'ân-ı
Kerîm ve Sünnettir. Tasavvuf yolunda sözü edilen "ilham" ve
"keşf', bir bakıma kalben îman ve bedenen amel konularını belirleyen bu
iki temel kaynağın "hâl" ve "mânâ" olarak yaşanması
neticesinde ulaşılmış bir "idrâk" çeşididir diyebiliriz. Bir bakıma
ise, bu "idrak" çeşidi, dînin temeli olan bu iki kaynağa "akf'ı
aşan ve doğrudan "kalb'e hitap eden bir yorum imkânı getirmiştir.
"Vahiy" ile nâzil olan Kur'ân-ı Kerîm ve "vahy-i gayr-i
metlüv" adıyla da isimlendirilen Sünnet'in yorumlanmasında, her ne kadar
sâdece "akıl" ön plânda görülüyor ise de, "ilham" ve
"keşif' denilen bir idrak çeşidi ile, başka bir
deyişle "kalp" melekesiyle de yorumlanması, bu nasların akıl-üstü
olan "vahyî" mâhiyetine bir bakıma daha uygun düşeceği de göz önünde
bulundurulmalıdır. Zîrâ "vahy'ın menşei Allah Teâlâ olduğu gibi,
"ilhâm'm kaynağı da O'dur. Ancak şu da var ki,
ilham ve keşif; bilindiği ve kabul edildiği üzere, "vahy'm kesinliğine
sâhip değildir. Onun için ilham ve keşif mahsûlü olan
bilgiler, bütün mü'min ve müslimler için delil ve hüccet olmayıp, bu yolla gelen
bilgileri "kalben" idrak edebilen veyâ bu bilgilerin bir
"hakikat” ifâde ettiğini "kalbî" bir kıstasla ölçebilen
veyâhutta başkasının ilham ve keşfini bizzat kendi ilham ve keşfi ile tasdik ve
te'yid edebilen kimseler için geçerli bir hüküm ve mânâ ifâde eder. Bu
görüş tasavvuf ehlinin kendi aralarında derecelenmeleri bakımından da doğrudur.
Temel konular dışında farklı ilham ve keşfe sâhip olanlar, kendi idrâkine tâbi'
olup başkasının keşif ve ilhâmına tâbi' olmazlar. Fakat şu noktayı da belirtmek
yerinde olacaktır ki, tasavvuf ehli arasında aynı "makam",
"mertebe" ve "hal" içinde bulunanlar birbirlerinin görüş,
ilham ve keşfini tasdik ve kabul etmişlerdir. İ'tiraz veyâ farklı kanâat beyânı
mutasavvıfların mertebe, makam ve hal farkları ile ilgilidir. Daha geniş bir
ifâde ile söyleyecek olursak, aklî bilgi ve görüşler "akıl ehli"
çevresinde kabul gördüğü gibi, tasavvufî bilgiler de tasavvuf ehli arasında,
onlara yakınlığı olanlar ve bu nevî bilgileri idrâke is-ti'dâdı olanlar
arasında kabul görmekte ve benimsenmektedir.
İbn
Arabî ilham veyâ keşif yoluyla ulaştığı herhangi bir bilgiyi eserlerinde yeri
geldikçe açıklamaktadır. Burada belirtmek istediğimiz husus, onun bu yolla
ulaşmış olduğu "bilgi'yi, "mârifet"i, "ilm"i veyâ
"hakîkaf'i okuyucusuna "akıl" yoluyla ve şer'î bir bilgi olarak
"ilmen" verme üslûbudur. İdrâk ettiği herhangi bir bilgiyi, nasları
titiz ve ince bir dikkatle yorumlayarak insan "akl'ına hitap edişi ve bu
bilgileri âyetler ve hadislerle, din ehlince kabul edilebilecek "İlmî"
bir metodla ortaya koyuşu onun dikkat çekici bir husûsiyeti olarak
görünmektedir. Onun bu husûsiyetini birazdan ele alacağımız hadîs-i kudsîyi
yorumlayışmda göreceğiz.
Şurası
muhakkak ki, mü'min ve müslim için, âyetler ve hadisler bir emir veyâ nehiy
ihtivâ ediyorsa ittibâ edilmesi veyâ kaçınılması gereken konuları
belirtmektedir. Amel ile ilgili olmayıp bir "bilgi" ve bir
"hakikat" ihtivâ eden âyet ve hadislerin ise doğru ve yüksek bir
anlayış ile ilmen idrak edilmesi mü'minin vazifeleri cümlesindendir. Bu konuda
mü'minler arasında ihtilaf yoktur. İşlenen emir veyâ kaçınılan yasak her mü'min
ve müslimde aynı "mânevi te'sir" ve "kernâf'i sağlayabilir mi?
Zâhirde fiilin ve amelin benzer olması, onun bihakkın îfâ edil-dişini
göstermemektedir. Bu durum Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnette belirtilmiştir. Onun için
bu konuda da ihtilaf yoktur. Fakat ihtilaf noktaları kanâatimizce şöyle ortaya
çıkmaktadır: Eğer bir kimse kendi işlediği amelin kendisine sağladığı şey
konusunda bir hükme ulaşmış ve ona bir değer biçmişse, aynı ameli işleyen başka
kimselerin de kendisinden farklı veyâ daha fazla bir şey elde edemiyeceğini
"zan" etmektedir; veyâ "keli-me-i
tevhîd"i bir çok defalar tekrar etmekle kendisi ne kazanmışsa, başkasının
daha fazla veyâ daha farklı bir şey kazanmış olamıyacağı "zehâb"ına
kapılmaktadır. Eğer söz konusu, bir âyet veyâ hadîsin taşıdığı bilginin idrâki
ise, kendi aklının erdiği bilgi ve ilimden farklı bir bilgiyi ve mânâyı tasdike
ne aklı ne de nefsi elvermemektedir. îşte insanın psikolojik yapısından ileri
gelen bu tutum, dînî amel ve ilim konularında farklı ve çeşitli anlayış ve
yorumların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır diyebiliriz.
Dînin
i'tikâdî, amelî ve ahlâkî hükümleri, iki kişi tarafından zâhiren ve şeklen aynı
şekilde îfâ edilmiş olsa bile, ikisinin de aynı mânevî derece ve olgunluğu,
"hâl''i ve "ilm"i kazandıklarını söylemek mümkün değildir. Öyle ise din ve dînî bilgi adına söylenecek sözlerin, temel
prensipler dışında, farklı ve çeşitli olacağını peşinen kabul etmek, ittifâk
edilecek konu ve madde sayısını asgarîden azamîye çıkarmaya çalışmak, birkaç
farklı görüş ve bilgiden, tam olarak idrak edilmese bile, daha yüksek olanı
"tesbit” edebilmek ve sonra da kendi acz ve noksâ-nını i'tirâf edebilmek,
bu konuda en verimli ve yegâne yol olarak görünmektedir.
Bunları
şunun için söylemiş bulunuyoruz ki, her mümin ve müslimin kabûl ve tasdik
etmesi gereken i'tikâdî, amelî ve ahlâkî temel prensipleri, umûmun ilk nazarda
naslardan anladığı zâhir mânâ ve hükümleri îbn Arabi'nin de kabul edip
benimsediğini eserlerindeki açık ifâdelerden anlıyoruz. Fakat bir konuda daha
yüksek bir ilim ve idrak söz konusu olduğu zaman, farklı bir görüş ve yorum
ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de yine naslardan hareket etmekte ve görüşünü
yine naslarla açıklamaktadır.
İşte
İbn Arabi'nin âdetâ sözcülüğünü ettiği bu farklı yorum ve görüşe, bilhassa
Osmanlı devrinde pek çok Türk mutasavvıf ve âlimi de katılmış, onun eser ve
düşüncelerine pek çok alâka göstermişlerdir. Günümüzde eserleri türkçeye
kazandırılır-ken, geçmiş devirlerin şârihlerinden, "İbn Arabi ekolü"
denilebilecek müelliflerden istifâde etmek isâbetli olacaktır. Onun
"farklı” dediğimiz yorum ve görüşlerinin büyük bir kısmı, Türk tasavvuf
edebiyâtmda şiir ve nesir olarak asırlarca işlenmiş ve dile getirilmiştir. Geçmiş
dînî kültürle bugünkü dînî kültür, bir başka deyişle eski ilim ve irfanla
bugünkü modern dînî anlayış arasındaki kopukluk ve büyük boşluk sebebiyle, bu
"farklılık" daha çarpıcı ve bâzan da çok şaşırtıcı görülebilir. Ama
geçmişten bir şeyler edinilirse, bu farklı yorum ve görüşlerin aslında ne kadar
"tabîî" olduğu anlaşılacaktır. Zîrâ menşei İlâhî olan nasları bir tek
mânâ ve yorumla tahdîd etmek, sonsuz olan "İlâhî ilm"i sınırlı hâle
getirmek demek olacaktır. Kadîm yâni "zaman üstü" olan Kur'ân-ı
Kerîm'in geçmişte ve günümüzde farklı ve yeni yorumlarla anlaşılması da İlâhî
ilmin sonsuzluğunun tecellî ve tezâhürleri olarak kabul edilmelidir. îbn
Arabi’nin eserleri bu sonsuzluğu okuyucuya gösteren ve hissettiren cihanşümül
bir anahtar olarak görünmektedir.
**
îbn
Arabî, derlediği bu 101 kudsî hadisten bâzılarını eserlerinde defalarca
zikretmiş ve yorumlamıştır. Bunlardan biri de, bu derlemede 91. sırada yer alan
kudsî hadistir. Bu kudsî hadîsi Fütûhât-ı Mekkiyye'sinde pek çok yerde, Fusûsu'l-Hikem'de
sekiz on defa ve Nakşu'l-Fusûs'ta bir yerde zikredip yorumlamıştır.
İbn Arabi'nin "tevhîd" görüşünü dayandırdığı naslardan biri olan bu
hadîs-i kudsî, daha sonraki mutasavvıf-larca "vahdet-i vücûd"
doktrinine esas olan naslardan biri olarak zikredilmiştir.1
Bu
hadîs-i kudsî içinde bir kaç konu vardır. Biz burada sâdece "...Kulum,
üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla Bana yaklaşamaz. Kulum
nâfilelerle de Bana yaklaşmaya devam eder, nihâyet Ben onu severim. Onu sevince
de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum..."
cümlelerini ele alıp İbn Arabi ve şârihlerine göre incelemek istiyoruz.
Sahîh-i
Buhârî'de yer alan bu
kudsî hadîsi şerh eden mu-haddisler, diğer
rivâyetlere göre bu metnin farklarını belirtmişler ve mânânın yorumlanmasını
yapmışlardır. Buna göre "Üzerine farz kıldığım şeyler'den murad
"farz-ı ayn" ve "farz-ı kifâyeler'dir. "Nâfileler'den murad
ise "farzlar ile berâber namaz ve oruç gibi" ibâdetlerdir.
"İşiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum"
cümlesi, Allâh'm kulunu "destek-leme'si, ona "yardım etme'si ve
kulunun uzuvlarını "muhâfaza etme"si ve onu Hakk'm "râzı
olmayacağı şeylerden koru-ma"sından kinâye olarak "mecâzî"2 mânâda
anlaşılmalıdır. "Sanki Allah nefsini kulunun yerine koyuyor ve âlet
menzilesine indiriyor; ve kul bu âletlerden istifâde
ediyor". Veyâ "İşiten kulağı (işitmesi-sem'i)" demek "onun
işitmiş olduğu şey" (mesmu u) demektir ki, masdar olan "sem"'
kelimesine, bu takdirde ism-i mefûl (mesmu) mânâsı verilmiş olur. Bir başka
mânâ da şu şekilde olabilir: "O Benim zikrimden başkasını işitmez;
kitabımı tilâvetten başka şeyden lezzet almaz; münâc-âtımdan başka şeyle
ünsiyet etmez; melekûtumdaki hayranlık uyandıran şeylerden başkasına bakmaz;
râzı olduğum şeylerden başkasına elini uzatmaz ve kezâ ayaklan ile de râzı
olmadığım şeye gitmez".3
Hadîsin
anlaşılmasındaki güçlükten dolayı, bâzı hadisçiler "Eğer Câmi'u's-Sahîh'in
heybeti olmasaydı" bu hadîsi de "münker" hadislerden
addedeceklerini söylemişlerdir."4
Ayrıca
şârihler "ittihâdiyye" dedikleri birtakım tasavvuf ehlinin bu
cümleleri "mecâzî" değil "hakîkî" mânâda anladıklarını ve
bunu isbatlamak için Cebrâîl'in Dihye sûretinde gelmesini delil olarak ileri
sürdüklerini" belirtmişlerdir.5
Hadisçilerin
bu yorumlarından sonra, İbn Arabi'nin verdiği mânâ ve yoruma geçmeden önce,
tasavvuf ehlinin bu hadîs-i kudsîde sözü edilen "kurb-yakmlık",
"kurb-ı nevâfil" ve "kurb-ı ferâiz" terimlerinden ne
anladıklarını tesbit edelim. Seyyid Şerif Cürcânî "kurb'u "Hakk'a
karşı tâatları îfâ etmek" olarak târif etmekte ve terim olarak
"kurb"dan kasdedilen şey "Kulun sâadetine sebep olan her şey ile
Allah Teâlâ'ya yakınlığıdır; Hakk'm kula olan yakınlığı değildir. Zîrâ
"Nerede olursanız olunuz O sizinle berâberdir" (Hadîd, 57/4) âyetinin
delâleti i'tibâriyle, Hakk'ın yakınlığı, kul ister saîd ister şakî olsun,
hepsine eşit sûrette olarak umûmî bir yakınlıktır"6 demektedir.
Kelâbâzî
sûfîlerin "kurb" hakkında söylediklerinden şunları nakletmektedir:
"Kurb itâattır"7;
"Ulu ve yüce Allâh'm: "Secde et ki yaklaşasın" (Alak, 96/19)
âyeti ile işâret ettiği gibi, kurb, kulun Rabb'ma karşı hem nazlı hem de zelil
olmasıdır"; Ulu ve yüce Allah, Resûl'üne (s.a.): "Attığın zaman sen
atmadın, fakat Allah attı. Onları
siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü" (Enfâl, 8/17) diye hitap ettiği
için, kurb, hakikatte kendini fâil görmemendir."8
Kuşeyrî
ise "yakınlık" konusunda şöyle demektedir: "...Kulun Allâh'a
yakınlığı, evvelâ O'na imân etmek, O'nu tasdik etmekle; sonra ihsânma ve
tahkikine yakın olmakla olur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nm kuluna yakınlığı ise bu
dünyâda özel sûrette ona ilim ve irfan vermesi, âhirette ise kendisine
müşâ-hede ve temâşâ imkânını ihsan eylemesi ve bu meyanda çeşitli lütûf ve
ikramda bulunması sûretiyle olur. Kul halktan uzaklaşmadıkça Hakk'a yakın
olamaz. Madde ve görünüşler âlemine âit olan hükümler değil, kalplere mahsus
sıfatlarda durum budur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ ilmi ve kudreti ile her şeye ve
herkese; lutfu ve yardımı ile, sâdece müminlere
yakındır; Allah "üns" hâli ile husûsî olarak evliyâya yakındır."9
"Kurb"
hakkında kısaca temas ettiğimiz bu tasavvufî târif ve yorumlardan sonra
"nâfilelerle Allah'a yaklaşmak" hadîs-i kudsîsinden, ilk nazarda
umûmiyetle anlaşılan mânâyı şöylece hülâsa edebiliriz: "Kurb"
(yakınlık, yaklaşma) sevâba nâil olmak için yaklaşma yerlerini aramak demektir.
"Nafile" kelimesinin lügat mânâsı ziyâdelik, fazlalık demektir. Dînî
terim olarak farz ibâdetler dışında olan ibâdetlerdir. Mânâsını düşünerek
Kur'ân-ı Kerim okumak, yürekten huşû' içinde Allah'ı zikretmek v.s. gibi. Bu
hadîs-i kudsîden anlaşılan ise şudur: "En önemli ibâdetler farz ibâdetlerdir.
Önce onların yapılması gerekir. Ancak ondan sonradır ki nâfile ibâdetler."10
Bu
açıklamalardan sonra hadîs-i kudsînin ortaya çıkardığı "kurb-ı
nevâfil" ve "kurb-ı ferâiz" kavramlarını İbn Arabi ve
yorumcularına göre değerlendirmeye geçebiliriz.
A.Avni
Konuk "kurb-ı nevâfil'ıfenâ-fillâh mertebesi olarak tavsif etmekte ve
yukarıdaki hadîs-i kudsî mûcibince Hakk'ın kula âlet durumunda olduğunu,
böylece kulun Hak ile söylediğini, Hak ile işittiğini, Hak ile gördüğünü ve Hak
ile tuttuğunu ve bu takdirde kulun fiillerinin fâillinin Hak olduğunu ifâde
etmektedir.
"Kurb-ı
ferâiz"i ise baka-billah mertebesi olarak târif etmekte ve bu mertebede
kulun, Hakk'ın fiillerine âlet durumunda bulunduğunu, böylece Hakk'ın
fiillerinin fâilinin kul olduğunu, meselâ Hak, kelâm sıfatı ile zâhir olduğu
vakit, kulun lisânı, Hakk'ın kelâmına "Allah kulunun lisânı ile
"Semi'Allâ-hü limen hamideh, der" hadîsi11 gereğince, âlet olduğunu söylemektedir.12
İsmâîl
Hakkı Bursevî de "kurb-ı nevâfil"de "Allah Teâlâ ku-„ 1un lisânı
olur" diyerek bu hadîs-i kudsîyi zikreder; ve bu
mertebeye erişen kulun "Hakk'ın lisânıyla konuştuğunu" ve böylece
"Hakk'ın zât ve vücûdunun kulun sıfatlarına ayna ve hallerinin
mazhan" bulunduğu belirtir. "Kurb-ı ferâiz" mertebesinde ise
"Kul, Allah Teâlâ'nın lisânı olur." Böylece Allah Teâlâ kulun lisânı
ile konuşur. Bu mertebede kulun sıfatları ve halleri Hakk'ın zâtına ayna ve
vücûduna mazhar olur. Bu durumda zâhir olan, görülen ve müşâhede edilen Hak
olmuş olur.13
**
"Kurb"
terimiyle ilgili bu kısa açıklamalardan sonra İbn Arabi'nin yorum ve
tesbitlerine geçebiliriz. O bu hadîs-i kudsî-nin "kurb-ı nevâfil" ile
ilgili cümlelerinden "tevhîd" görüşünün esâsını teşkil eden bir hüküm
çıkarmaktadır. Fusûsu'l-Hi-kem'de Hûd Fassı’nda şöyle demektedir: "Ben
kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli yürüyen ayağı olurum... Bu sözle
Hak, kendi "hüviyet"ini kulun âzâsı yerine koyarak onun "ayn"ı
olduğunu söyledi. Halbuki hüviyet bir, âzâ ise
çeşitlidir..." 14 Yine
Hûd Fassı’mn bir başka yerinde "ihbâr-ı sahih ile Hak, eşyânın
"ayn"ı olduğunu muhakkak sûrette bildik"15 demektedir. Şârih A. Avni Bey de bu
cümlenin şerhinde "ihbâr-ı sahih" sözünden bu hadîs-i kudsî
kasdedildiğini belirtmektedir. Yine aynı Fass'm bir başka yerinde
"kurb" yâni "İlâhî yakmhk"m saîd ve şaki tefriki olmaksızın
herkese müsâvî şekilde olduğunu şöyle ifâde etmektedir: "Biz ölüm
hâlinde olan kimseye sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz" (Vâkıa,
56/85) buyrulmuştur. Ancak ölü görür, çünkü ondan perde kalkmıştır. Bu
i'tibârla onun görüşü keskindir. Allah bir ölüyü ötekinden ayırmadı, yâni
yakınlık makâmında saîdi şakiden ayrı tutmadı. Ayette "Biz insana
şahdamanndan daha yakınız" (Kâf, 50/16) buyruldu. Bu âyette
herhangi bir insanı da ötekinden ayırmadı. Çünkü kulda Allâh'a yakınlık vardır.
Allâh’m haber verdiği şeyde gizlilik yoktur. Şu halde Hakk'm "hüviyet'! kulun âzâ ve melekelerinin "ayn"ı olmaktan daha
üstün bir yakınlık yoktur."16 Bu metnin son cümlesinde de mezkûr hadîs-i
kudsîye işâret edilmiştir.
Mutasavvıflar
ve İbn Arabi'ye göre mahlûkâtm hepsi "zî-rûh" yâni ruh sâhibi ve
canlıdır.17 Bu
görüş yukarıda ifâde edilen mânâ ile birlikte ele alınınca, Hak sâdece insanın
"ayn"ı, yâni "hakîkaf'i değil, bütün eşyânın, yâni yaratılmış
bütün varlıkların "ayn'ıdır.18 İbn Arabi bu esâsı Hûd Fassı’nda "Gözün
gördüğü bir mahluk yoktur, illâ onun "ayn"ı
ve "zât"ı Hak'tır. Fakat bu hassa mahlûkâtta gizlidir. Bundan dolayı
eşyânın sûretleri bir takım zarflardan ibârettir."19 beyitlerinde ifâde etmiştir. İbn Arabi'nin
"Eşyâyı (varlıkları) izhar edeni teşbih ederim ki O onların (varlıkların)
"ayn"ıdır.20
meşhur cümlesini de, bu hadîs-i kudsî ve benzeri diğer naslardan hareketle
söylediği anlaşılmaktadır.
Burada
hadîs-i kudsînin metnindeki bir husûsiyete dikkat çekmek gerekmektedir.
Cümlenin türkçe tercümesinden îbn Arabi'nin yukarıda ifâde edilen hükme nasıl
ve nereden ulaştığı pek anlaşılmamaktadır. Arapça metinde "Küntü sem'ahû...." cümlesinde "kâne" fiili mâzî sîgasıyla
zikredilmiştir. Tercümesi "Ben onun işiten kulağı olurum..." şeklinde
"olmak" fiili ve "ekûnu" gibi muzârî yâni geniş zaman ve
gelecek zaman sîga-sıyla ve zaman bildiren bir ifâdeyle değil, "Ben onun
işiten kulağıyım" şeklinde "imek" fiili ile,
yâni "kâne" fiiline "devamlılık" ve "vücûd"
mânâsı verilerek tercüme edilmeli veyâ bu mânâ anlaşılmalıdır. Zîrâ "kâne”
fiili "Allah" ismi ile birlikte kullanıldığı zaman, meselâ "Kân
'Allâhu âlîmen hakîmen" (Nisâ, 4/17) âyetine "Allah alîm ve hakimdir” mânâsı verilmekte, "Allah alîm ve hakim olur
veyâ oldu" diye tercüme edilmemektedir. Eğer böyle mânâ verilecek olursa
"Allah'ın önce alîm ve hakim olmayıp sonra
olduğu" şeklinde bir mânâ hatıra gelebilir. Halbuki Allah dâimâ alîm
ve hakimdir. Aynı şekilde bu hadîs-i kudsî cümlesi
"Ben onun işiten kulağı olurum" şeklinde tercüme edilir veyâ
anlaşılır ise, "Allah önce onun işiten kulağı değildi, sonra oldu"
mânâsı hatıra gelebilecektir. Bu da yukarıda geçen âyetlerde ifâde edilen
"Hakk'm dâimi ve vücûdî yakınlığına zıt bir mânâ olacaktır. Onun
için hadîs-i kudsîdeki ibâre-de yer alan "küntü" fiilinin mâzî
sîgasıyla olup "ekûnu" (olurum) muzârî sîgasında olmadığı göz önünde
bulundurulup "olmak" ile değil "imek" fiiliyle tercüme
etmek veyâ anlamak isâ-betli olacaktır.
Hadîs-i
kudsînin metnindeki bu husûsiyete dikkat edilince cümlenin tamâmı şöyle tercüme
edilip anlaşılmak gerekmektedir: "... Nihâyet Ben onu severim: Onun işiten
kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağıyım". "Fransızca
tercümede bu inceliğe dikkat edilmiştir. Fakat Türkçe hadis tercümelerinde, A.
Avni Bey'in ve N. Gençosman’m Fusûs tercümelerinde buna dikkat
edilmemiş ve fakat şerh ve açıklamalar esnâsında bu mânâ göz önünde
bulundurulmuştur. Türkçe tercümelerde "imek" fiili yerine
"olmak" fiilinin kullanılması, ilk nazarda anlaşılan mânânın
verilmesinden ileri gelmektedir sanıyoruz.
Tercümede
dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta daha vardır. Hadis metninde
"kulak" (üzn) ve "göz" (ayn) kelimeleri geçmemektedir. îbn
Arabi buna da dikkat ederek bu husûsiyeti de ayrıca yorumlayacaktır.21 Metinde
"sem"' ve "basar" kelimeleri geçmektedir ki, Türkçede
"işitme duygusu" ve "görme duygusu" ile karşılanabilir. Bu
takdirde cümle "Ben onun işiten işitme duygusu, gören görme
duygusu..." şeklinde tercüme edilmek lâzım gelir ki, bu da Türkçede
alışılmış ve mûnis bir ifâde değildir. Onun için "işiten kulağı, gören
gözü" diye tercüme etmekle berâber, hadîs-i kudsînin iyi ve doğru
anlaşılması için, metindeki iki kelimenin mânâsı göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu
açıklamalara göre cümle şöyle anlaşılmalıdır: "Nihâyet Ben onu severim: (işte
o zaman o fark eder ve şuûruna varır ki) Ben onun işiten işitme duygusu,
gören görme duygusu, tutan eli ve yürüyen ayağıyım..." Tırnak
içinde ilâve ettiğimiz cümleden şu anlaşılacaktır: Farzları ve nâfileleri ifâ
ede ede kul Hakk'a yaklaşacak ve öyle bir idrak seviyesine ulaşacaktır ki, daha
önce fark etmediği ve idrâk edemediği şeyi artık idrak edecektir. Onun bu
idrâkine göre Hak onun işitme duygusudur, görme duygusudur, tutan elidir ve
yürüyen ayağıdır. Bu yoruma göre "değişme" ve "olma"
kula âittir. Zîrâ Allah "zât"ı i'tibâriyle "tagayyür",
"tebeddül" ve "tahavvül"den münezzeh ve beridir. Hadîs-i
kudsîde sözü edilen "tekarrüb" (yakınlaşma) kulun tâat ile Hakk'
yakınlaşmasıdır. Yukarıda Cürcânî'nin "kurb"u târif ederken işâret
ettiği gibi "Nerede olursanız olunuz O sizinle berâberdir” (Hadîd, 57/4)
âyet-i kerimesine göre Hakk'm kullarına "yakınlığı" eşit ve umûmîdir.
Şu halde kul, farzları ve nâfileleri yerine getirmek suretiyle Hakk'm
mahlûkâtma olan yakınlığının idrâkine ulaşmış olur. Hakk'm kullarına olan bu
yakınlığı da hadîs-i kudsînin "küntü sem'ahû..." yâni "Ben onun
işiten işitme duygusuyum..." cümlelerinde ifâde edilmiştir.
îbn
Arabî gerek Fütühât-ı Mekkiyye de ve gerekse Fusû-su'l-Hikem'de, işlediği
konu ile ilgili âyet ve hadislerin bir kaç kelimesini alıp tefsir ve şerh
etmektedir. Şimdi bu hadîs-i kudsînin incelediğimiz kısımlarının geçtiği birkaç
Fusûs cümlesini A.Avni Bey'in şerhiyle birlikte ele alarak yukarıda
verilen yoruma biraz daha açıklık getirmek ve İbn Arabi'nin aynı hadîsi
muhtelif konularda kullanmasına ve yorumlamasına örnekler vermek istiyoruz.
İbrâhîm
Fassı'nda şöyle demektedir: "Eğer Hak zâhir olacak olursa halk onunla
perdelenir. Şu halde halk, Hakk'm bütün isim ve sıfatlan, hattâ onun işitme ve
görme kuvveti ve bütün nisbet ve idrâkleri olur. Şâyet halk zâhir olacak olursa
Hak ile örtünür ve onda bâtın olur.
Bu
sûretle Hak, halkın kulağı, gözü, eli, ayağı ve bütün kuvvetleri durumuna
girer. Nasıl ki sahih hadiste de böyle buyrulmuştur."22
İncelediğimiz
hadîs-i kudsîye atıfta bulunan bu cümleleri A. Avni Bey şöyle açıklamaktadır:
Hak zâhir ve mahlûkat bâtın ve örtülü olmak sûretiyle ulaşılan
"kurb"a, yâni İlâhî yakınlığa "kurb-ı ferâiz" denir. Çünkü
"vücûd'ün aslı ve prensibi Hak'tır. Aslî ve İlâhî olan bu
"vücûd" vâcip, yâni zarurî ve farzdır; bu vücûdun olmaması
düşünülemez. İşte bu aslî ve İlâhî vücûdun idrâkine erişip "kurb"
sâhibi olan kul "mahbûb-ı ilâhî"dir, Hakk'ın sevgilisidir. Bu kul
önce İlâhî cezbe ile Hakk'a yönelmiş, daha sonra seyr ü sülûkünü geçirmiştir.
Başka bir ifâde ile, bu kul önce "bakâ-billâh
makâmma ulaşmış, daha sonra da "fenâ-fillâh" makâmım idrâk etmiştir.
Hakk'ın sevgilisi olan ve Hak ile bâkî olan bu kula Cenâb-ı Hak,
"Zâhir" ismi ile tecellî ettiğinden, kendi zat ve sıfatlarından fânî
olup Hak ile bâkî olduğu için bu kul, mütecellî olan Hakk'ın idrâkine âlet
durumundadır. Denilebilir ki, bu kul Hakk'ın işitme, görme ve diğer kuvvetleri
olur. "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" (Enfâl, 8/17)
âyetinde ve "Allah kulunun lisânıyla -Semi'allâhü limen hamideh- Allah
kendisine hamd edeni işitir"23 hadîs-i şerifinde bu mânâ ifâde edilmiştir.
Halk
zâhir ve Hak bâtın ve örtülü olmak sûretiyle vâki' olan "kurb'a
"kurb-ı nevâfil" denir. "Nevâfil" kelimesinin kökü olan
"nefl" ziyadelik ve fazlalık demektir ki, halkın vücûdudur. Mahlûkâtm
bu vücûdu ferdir, asi üzerine zâiddir. Bu yakınlığa ulaşan kul ”muhibb-i
İlâhî", yâni Allah'ı seven bir kuldur. Onun sülûkü cezbeden, fenâsı
bakâsından öncedir. Bu kulun sıfatları fânî, zâtı bâkîdir. Hak ona
"Bâtın" ismi ile tecellî etmiş olduğu için Hak, bu kulun idrâkinin
âleti durumundadır.24
A.Avni
Bey'in bu şerhinden şu anlaşılmaktadır ki, "kurb-i ferâiz" ve
"kurb-ı nevâfil" ıstılahlarıyla ifâde edilen İlâhî yakınlık
sâhiplerinin ulaşmış oldukları "bakâ-billah" ve
"fenâ-fîllâh" makamlarına göre mezkûr âyet-i kerîme ve hadîs-i kudsî
yorumlanmış olup aklî ve nazarî bir yorum söz konusu değildir. İlkinde Hakk'm
kuluna "Zâhir" ismi ile, İkincisinde ise
"Bâtın" ismi ile tecellîsi sonucu, birinde "kul Hakk'm idrâkine
âlet" durumunda, diğerinde ise "Hak kulun idrâkine âlet"
durumundadır. Bunu ise ancak o makam sahipleri idrak edip hakikatini
anlayabilirler.
*
Aynı
konunun işlendiği Nakşu'l-Fusûs metninin tercümesini ve bu metnin Molla
Câmî tarafından yapılan şerhini tercüme ederek aşağıda veriyoruz: İbn Arabî bu
eserinin İbrâhîm Fass'm şöyle demektedir: "Kulun
"ayn"ınm sabit olması lâzımdır. Bu takdirde (hadîs-i kudsîde buyrulduğu gibi) Hakk'm "Onun işitmesi, görmesi,
lisânı, eli ve ayağı olması" sahih olur. Burada Hak Sübhânehû kendisine
lâyık olan mânâ ile kendi "hüviyet"ini kulunun melekelerine ve
uzuvlarına yaydı. Ve bu (durum)
"hubb-ı
nevâfil" neticesidir. 'Hubb-ı ferâiz"e gelince, bu Hakk'm seninle
işitmesi ve seninle görmesi demektir. Hubb-ı nevâfil ise senin Hak ile işitmen
ve Hak ile görmendir. Nevâfil ile (tecellî)
mahallinin
isti'dâdı ölçüsünde sen idrâk edersin. Ferâiz ile ise (Hak Teâlâ) her idrâk olunan şeyi idrâk eder. Bunu iyi
anla!"20
Molla
Câmî'nin şerhi şöyledir: "(İbrâhîm)
Halîl (a.s.) Hak Sübhânehüda "fena" ile mütehakkık idi.
"Fena" konusunda ve-
25
M. ibn Arabî, Nakşu'l-Fusûs,
s.
5, (William C. Chittick neşri, Tahran 1977). Nakşu'l-Fusûs metni
tercümesi burada siyah harflerle ve tarafımızdan ilâve edilen açıklayıcı
kelimeler beyaz harflerle gösterildiği gibi, aşağıdaki Molla Camii şerhi beyaz,
esas metin cümleleri siyah dizilmiştir.
him
sahibi tevehhilm eder ki, fâni olan kimse lâ-şey'-i mahzdır (yâni mutlak
surette yok olmuştur); yok olan şeyin (Hakkin) sübütî sıfatlarıyla vasıflanması
ise muhaldir. Nasıl olur da Halil (a.s.) Allah'ın subîıtî sıfatlarıyla muttasıf
olabilir? Şeyh (r.a.) şu kavli ile böyle bir anlayışı ortadan kaldırmıştır:
"Fenâ-fillâh
makamında Hak'ta fâni olan kulun
"ayn'inın sabit olması lâzımdır. Şu halde burada "fena" ile murad
kulun "ayri'ınm mutlak surette yok olması değildir. Bilakis bu fenadan
murad beşerî cihetin rabbani cihette fena bulmasıdır. Şu
halde her kul için "İlâhî mertebe"den bir cihet vardır ki, buna şu
âyette işâret edilmiştir: "Herkesin yüzünü kendine döndürücü olduğu bir
yönü vardır" (Bakara, 2/148) Bu ise Hakk-ı mutlak tarafına ancak tam bir
teveccüh ile hâsıl olur ki, bununla kulun Hakk'a âit ciheti takviye bulur ve
halkıyyet cihetini ifna ve kahr etmek üstünlüğünü elde eder. Bir kömür
parçasının ateşe yakın olması gibi. O kömür parçası ateşe yakınlığı sebebiyle,
ateşliği kabul isti'dadı ve ateşte gizlenme kâbiliyeti dolayısıyle yavaş yavaş
ateş oluncaya kadar yanar. Ateşten meydana gelen yakma, pişirme, aydınlatma
v.s. şeyler ondan da hâsıl olur. Yanmadan önce kömür karanlık, bulanık ve
soğuktur. (İşte bunun gibi) fenâya olan bu teveccüh, kulda gizli bir halde
bulunan muhabbet-i zâtiyye ile mümkün olur. Bunun zuhuru ise ancak muhabbet-i
zâtiyyeye zıt ve ona ters düşen şeylerden sakınmak ile gerçekleşir. Bu da
muhabbet-i zâtiyyeden başka her şeyden takva (yâni sakınma ve korunma)
demektir. Muhabbet binek ve takvâ azıktır. Bu fenâ, kulun hakkânî taayyünler ve
rabbani sıfatlar ile taayyün etmesini gerektirir. Bu da Hak ile bakâdır. Bu
taayyün kuldan aslâ mürte-fi' olmaz. (...)
Bu takdirde, yâni
kulun "ayn"ı fenâ-fillah hâlinde sâbit olup mutlak surette yok
olmadığı ve Hakkin bahâsıyla bâkî olduğu vakit, o kula işlerin izâfe edilmesi
ve Hakkin onun işiten "işitmesi" ve gören "görmesi" ve konuşan lisânı, tutan eli ve yürüyen ayağı olması sahih olur. Burada Hak
Sübhânehû. ve Teâlâ kendisine lâyık olan mânâ ile bütün
mevcudatta sârî olan kendi "hüviyetlini kulunun zahir ve bâtın melekelerine ve bedeninin uzuvlarına yaydı. Şeyh (r.a.) burada bâzı
"mahcûb"ların hatırına gelebilecek bir şeye işâret etmektedir: Hak
Teâlâ, kulun işitme veyâ görme veyâhut bundan başka uzuvlarının
"ayn"ı olduğu vakit, Kendisi gayr-ı mahdud olduğu halde, o uzuvların
hududu ile sınırlanmış olur. Halbuki Şeyh-i Ekber,
Hakk'm kulun melekelerine ve uzuvlarına yayılmasının, ancak kendi Zâtına layık
olan bir vecihle olacağına tenbih etmiştir ki, bu da Hakk'm küllü ihâta etmesi
ve inhisâr olmaksızın küllü külde istiğrak etmesidir. Küçük ve büyük hiç birini
ihmâl etmeksizin herbirini kendi "ayn"ı ile var etmiştir (ahsâhâ).
Öyleyse O onların "ayri'ıdır; belirli bir "ayri'da müteayyin olmuş
değildir. Husûsî olarak ve imtiyazlı bir surette bir husûsî had ile de hudud-lanmış değildir. O'nu hiç bir had ihâta etmemiş ve hiç bir
hasr O'nu inhisânna almamıştır. Gerçi O her bir had ile hududlan-mış ise de
hiçbirinde mahsur değildir. İnşallah iyi anlarsın!
Ve
hu, yâni Hakk'm kulunun işitmesi, görmesi ve
diğer meleke ve uzuvlarının hepsi olması durumu hubb-ı nevâfil ve muhibb-i İlâhî seyrinde nafileler ile
yakınlık ve sülûkün cezbeye tekaddüm etmesi ve fenânın bakâdan önce olmasının neticesidir ki, bu durumda Hak Sübhânehû
"Bâtın" ismi ile tecellî eder; ve Hak,
kendisine tecellî ettiği kulun idrâki için âlet olur.
Hubb-i
ferâiz ve
kurb-ı ferâize gelince,
yâni mahbûb-ı
ilâhı seyrinde, bunların neticesi sülûkün cezbeden sonra olması, bakâ-i aslînin
fenadan önce vâki' olmasıdır. Bu durumda Hak Sübhânehû "Zâhir" ismi
ile tecellî eder; ve kendisine tecellî ettiği kul,
tecellî eden Hakk'm idrâki için âlet olur. Bu ise Hakk'm
seninle işitmesi ve seninle görmesi demektir ki Hak Sübhânehû idrâk edici olur ve sen
Onun idrâki için âlet olursun, Hubb-ı
Nevâfilin neticesi
ise senin
Onunla işitmen ve onunla görmendir ki,
kurb-ı ferâizin aksine olarak, Hak Sübhânehû senin idrâkin için âlet olur.
Bil
ki, hak olan vücûd vacip olan asildir ki o da farzdır; âlemin vücûdu -ki
kuldur- bu (aslî ve vacip olan) vücûd üzerine nefl ve ferdir, Hak zahir olduğu
zaman kul onda mahfî olur. Zîrâ kul Hakk'm işitmesi, görmesi ve diğer meleke ve
uzuvları olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
"Allah kulunun lisanıyla -Semi'Allâhü limen hamideh- der"; "Bu,
Allah'ın elidir;" 25 26el, Muhammed (s.a.v.)in
eli olduğu halde (böyle buyurmuştur). Aynı şekilde "Attığın zaman..."
(Enfâl, 8/17) gerçekten atıcı odur. Onun eli Hakk’m elidir. Zîrâ "...sen
atmadın..." (Enfâl, 8117) âyetinde atma işini Muhammed (s.a.v.) den nefy
ettiği ve "...fakat Allah attı" (Enfâl, 8/17) kavliyle atma işini Hak
Sübhânehû kendisi için isbat ettiği için "atan" Hak Teâlâ'dır. İşte
bu kurb-ı ferâizdir.
Kurb-ı
nevâfile gelince, Hak Sübhânehû'nun kulun "inniy-yet"inde 21(yâni
hakikat ve hüviyetinde) mahmûl (yâni mevcûd) ve bâtınen onda örtülü olması
durumudur. Burada Hak, kulun işitmesi, görmesi, dili ve diğer melekeleridir.
(...) Nevâfil ile, yâni
Hakk'm senin idrâkine âlet olduğu nevâfil-den hâsıl olan kurb sebebiyle, Hakk'm
işitme, görme ve diğer sıfatlarıyla sende tecellîsi için, bir mazhardan ibâret
olan mahallinin
isti'dadı ölçüsünde sen idrâk edersin. Zîrâ Hakk'm tecellîsi hangi sıfatla olursa
olsun, ancak kendisine tecellî olunanın isti'dâdı ölçüsündedir; bizzat tecellî
haddine göre değildir. Çünkü bir tecellî yeri O'nu ilıâta edemez ve bir zuhur
yeri O'nu zabtedemez. Nasıl ihâta edebilir ve zabtedebilir ki? Eğer durum böyle
olmayıp, Hak kendi zâtında olduğu hal üzere gerçekten kulun işitmesi, görmesi
ve aklı olmuş olsaydı, kulun, Hakk'm işittiği ve gördüğü bütün görülecek
şeyleri görmesi ve işitilecek şeyleri işitmesi lâzım gelirdi. Ve aynı şekilde
Hakk'm aklettiği her şeyi, Hakk'm akletmesi gibi kulun da ak-ledebilmesi
gerekirdi. Yine bu cümleden olarak, belki bundan daha da
üstünü, Hak Sübhânehü nun bizzat kendi zâtının mâhiyetini akletmesi, kezâ
zâtını görmesi ve zâtının kelâmını ve başkalarının da kelâmını işitmesi gibi
kulun da bunlara muktedir olması gerekirdi ki, böyle bir şey yukarıda
zikrettiğimiz husus kendisi için sahih olan ve mertebelerin en yükseği ve
derecelerin en şereflisi ile tahakkuk eden kimse (Hz. Peygamber) için dahi
vâki' değildir. Nerede kaldı ki onun aşağısmda-kiler için böyle bir şey
vâki’ olabilsin!
Ferâiz
ile ise, yâni
ferâizden hâsıl olan kurb sebebiyle, kendisine âlet olman bakımından Hak
Sübhânehü seninle idrak eder. Bâzı nüshalarda "tüdrikü" hitap
sîgasıyladır. Bu takdirde mânâ, fiilin âlete isnâd edilmesi kabilinden olur.
Yâni her idrâk
olunan şeyi, birini
diğerine nisbetle tahsis etmeksizin, Hak seninle idrâk eder; veyâ sen Hakk'm idrâkine âlet olmak
i'tibâriyle sen
idrâk edersin. Zîrâ
bu vakitte idrâk eden Hak Sübhânehü dur ki, O’nun ihâtasının hükmü âlete sâri
olur. Şeyh (r.a.) şöyle demiştir: "Nerede olursan ol Hak seninle olduğu
gibi, eğer sen de, Hak nerede olursa olsun O'nunla olabilirsen, işte o zaman
sen "racül"sün (ersin)". Sence de gizli değildir ki, idrakte
böyle bir ihâtanın vukuu, biraz önce yukarıda geçtiği gibi, defaten ve bilfiil
değil, tedrici ve bilkuvvedir. Bunu
iyi anla! Zira
çok ince ve teemmüle şayândır. Ve Allah hidâyet ve tevfıkte velîdir."27
İbn
Arabî Fusûs'un Yûsuf Fassı'nda yine aynı hadîs-i kudsîye işâret etmekte,
fakat burada hadîsin ifâdesindeki bir başka incelik üzerinde durmaktadır: "Bizden
bâzı Tanrı erleri vardır ki, Hak'tan haber veren Ulu Peygamberin gösterdiği
alâmetlerle Hak, onun kulağı, gözü ve bütün kuvvetleri, eli ayağı olur. Bununla
beraber kulda gölgenin "ayn"ı mevcuttur. Çünkü hadiste "onun
kulağı", "onun gözü" terkiplerindeki "o" zamiri ile
kul kasdedil-miştir. Kullar arasında bu kuldan başkaları böyle değildir."28
A.Avni
Bey bu cümleleri şöyle açıklamaktadır: Ehlullah-dan bâzı kimseler vardır ki,
Hak onun işitmesi, görmesi ve bütün kuvvet ve uzuvları olur. Zîrâ Pegyamber
Efendimiz kudsî hadiste böyle buyurmuştur. Hak kulun bütün meleke ve uzuvları
olmakla berâber bir gölge29
olan kulun "ayn"ı mevcuttur. Zîrâ kudsî hadisteki "onun
işitmesi" ifâdesinde zamir kula işâ-ret etmektedir. Hak, Hakk'm
sıfatlarında fânî olmayan bir kulun meleke ve uzuvları değildir. Bundan şu
anlaşılır ki, melekeleri ve uzuvları Hak olan kulun Hakk'm vücûduna nisbeti,
durumu böyle olmayan kimsenin Hakk'm vücûduna olan nis-betinden daha yakındır.
İbn Arabî burada ehlullâhın iki kısım olduğuna işâret buyurmaktadır:
1.
Hakk'm sıfatlarında kendi sıfatlarından fânî olanlar. Hak bu kulların sıfatları
makâmında kâim olur. Nasıl ki demir ateşte kıpkırmızı hâle gelince ateşin
sıfatlarıyla sıfatlanır ve kendisinde demirlik sıfatları kalmazsa, bunun gibi
kulun sıfatları da yok olur. Bu yakınlığa "kurb-ı nevâfil" denir. Bu
kul, kendi sıfatlarından fânî olmamış bir kuldan, kendi sıfatlarıyla fâil ve bu
sıfatların kendisine âit olduğunu zanneden, bu zan ile hicaplanmış olan diğer
bir kuldan Hakk'a daha yakındır.
2.
Bunlar ise Hakk'm zâtında fânî olanlardır. Bu fenâ neticesinde Hak, kulun zâtı
makâmında kâim bulunur. Meselâ bir tas içindeki suya bir buz parçası atılınca,
buzun zâtı suda eriyip suyun zâtında fâni olur. Artık ortada buzun
"zât"ı kalmaz. İşte bu yakınlığa "kurb-ı ferâiz" derler ki,
bu yakınlığa erenler "kurb-ı nevâfıl" mertebesindekilerden Hakk'a
daha yakındırlar. Zîrâ bu kurbun sâhibi kendi zâtından tamâmen fâni olup Hak
ile bâkî olmuştur. O artık Hakk'm "görmesi" ve
"işitme-si"dir; yâni Hak onunla işitir ve görür. Hattâ denilir ki, bu
kul "Hakk'm sûretidir" ki, öncelikle Peygamber Efendimiz ve sonra da
onun kâmil vârisleridir.
Yukarıdaki
Fusûs cümlesindeki "gölge" kavramı ile ilgili olarak A. Avni
Bey şu açıklamaları yapmaktadır: Bütün varlıklar "ayn-ı
sâbite"lerinin, bu ayn-ı sâbiteler ise "İlâhî isimler’in
gölgeleridir. İlâhî isimler ise Hakk'm "zâfının aynıdır. Binâenaleyh ne
kadar işitme ve görme var ise hepsi Hakk'm işitmesi ve görmesidir. Hicap ehli
görme ve işitmenin kendilerine âit olduğunu zannederler. Bu ise onların
vehimlerinden ibârettir. Şu halde yukarıda sözü edilen iki çeşit yakınlık
sâhibi ehlullah ile hicap ehli arasındaki fark, hicap ehlindeki "vehm'ın
mevcû-diy etidir.
İbn
Arabi Fusûsu'l-Hikem'in
Şuayb, Isâ, Süleyman, Yahyâ ve Lokman faşlarında da bu hadîs-i kudsîye
işâret etmekte veyâ kısaca zikretmektedir. Bu yerlerde işlediği konuya göre
aynı hadîs-i kudsî nüanslar ihtivâ eden mânâlar ile
yorumlanmaktadır. Bu kitabından aldığımız ve şerhinden istifâde ile verdiğimiz
örnekleri yeterli görüyor, şimdi de Fütuhât-ı Mekkiyye'den30 paragraflar
tercüme ederek, kudsî hadîsin İbn Arabi'nin eserindeki yerini ve muhtelif
yorumlarını göstermek istiyoruz.
**
"Efrâd"ın
aşıtlarından (prensiplerinden) biri de "Benimle konuşur, Benimle işitir ve
Benimle görür" (kudsî hadîsindeki mânâ) lisânı ile tevhiddir. Bu makam
ancak, amellerin şubeleri olan nâfilelerden hâsıl olur. Zîrâ (aslî amellerin) bu
şubeleri İlâhî muhabbet neticesini verirler. Muhabbet de kulun bu sıfat ile
olmasına sebep olur. Böylece bu sıfat kullardan bu sınıf için, bildikleri ve
kendisiyle hükmettikleri şeyde, Hızır'ın ilim ve hükümlerinden bir asıl
(prensip) olur. Bu onlar için çalışarak kazanılmış bir prensiptir. Hızır için
ise bu, Allâh'ın rahmetinden ona lütfettiği İlâhî inâyetten hâsıl olmuş bir
prensiptir. Mûsâ (a.s.)'ın "kendisine öğretmesini" (Bkz. Kehf, 18/66)
istediği bu ilim, Hızır (a.s.) hakkında bu rahmetten dolayıdır.
(...)
Rabb'inden
rivâyet ettiği (hadîs-i kudsî)de Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bana
yaklaşanlar, üzerlerine farz kıldığım şeyin edasından bana daha sevgili bir şey
ile yaklaşmadı." İşte bu "farzın edâsı" asildir (prensiptir).
Sonra şöyle buyurdu: "Kul nafileler ile bana yaklaşmakta devam eder."
Bu ise farzlar üzerine ziyâde olan şeydir. Lâkin farzların nâfilelere asıl
olabilmesi için, nâfilelerin namaz, zekât, oruç, hac ve zikir nevinden
hayırların nafileleri gibi, farzların cinsinden olması lâzımdır. Bu ise asla en
yakın olan şube (fer')dir. Sonra nâfile olan bu amel o kulun Allâh'ı sevmesi
neticesini verir ki, bu sevgi "muhabbet-i imtinân" (yâni doğrudan
Hakkin bağış ve lutfu olan bir muhabbet) değil, mükâfât olarak verilen husûsî
bir muhabbettir. Zîrâ aslî olan "muhabbet-i imtinân”da, Allah indinde,
saadet ehlinin hepsi ortaktır. Halbuki mükâfât olarak
verilen muhabbet, o kullara, hayırların nafileleriyle Allâh'a yaklaşmayı
sağlamıştır.
Sonra
ikinci fer' olan bu "mükâfât muhabbeti", kul için "Hak onun işitmesi,
görmesi, eli ve daha başka" melekeleri ol-
ması
neticesini veren çiçek mesabesindedir. Ve bu da üçüncü ferdir ki, çiçekte hâsıl
olan meyve mesabesindedir. Böylece kul "Hak ile işitir, Hak ile konuşur,
Hak ile görür, Hak ile tutar ve Hak ile idrak eder" olur. Bu ise, bu
makamın verdiği, meleğin Allah'tan vâsıta olmadığı husûsî bir ilâhı vahiydir.
Onun için Hızır, Mûsâ (a.s.)'a: "Sana bildirilmeyen şeye..." (Kehf,
18/68) demiştir.
Resullerin
vahyi, Allah ile resulü arasında (vâsıta olan) melek ile vâki' olur. Şehâdet
âleminde (şer'î) hükmün icrasının "aynında (kendisinde) resul için bu zevk
ile edinilmiş "hubr" (yâni ledünnî bilgi) yoktur. Şehâdet âleminde
İlâhî hükümlerin teşrî' için gönderilmesi, ancak, resulün kalbine inen
"ruh" vâsıtasıyla veyâ o "rûh"un temessül etmesi suretiyle
olagelmiştir. Resul, şerîatten başka şeyi değil, ancak şerîati bu suretle
bilmiştir. Zîrâ resul farzların edâsmdan hâzıl oan "kurb"a sâhiptir;
farzlara muhabbet ve bu muhabbetin netice olarak resule verdiği şey
Allah'dandır. Resul nâfılelerle "kurb"a, nâfi-lelerin muhabbetine ve
bu muhabbetin kendisine verdiği şeye de sâhiptir. Lâkin bu, "ilm-i
billah"dan (yâni Allah ile ilimden) dir; şehâdet âleminde (şer’î) hükmün
icrâsından ve teşrî' ilminden dolayı değildir. Âyet-i kerîmede "Sana
bildirilmeyen şeye" (Kehf, 18/68) (yâni sana bildirilmeyen ledünnî
bilgiye) buyrulması bu kabildendir. Bu derece, Mûsâ (a.s.)'da bulunmayan,
Hızır'ın ihtisas sahibi olduğu derecedir. (Fütûhât, e. III, s. 262-264, paragraf, 231, 232)
*
Husûsî
olarak sahih keşfin ve umûmî olarak sarih îmânın verdiği (bilgilye
göre "Hüve hüve" (O odur) dedik. Zîrâ nebevi ve İlâhî haberde:
"Allah bir kulunu sevdiğinde onun işitmesi ve görmesidir" vârid olmuş
ve (bu hadîs-i kudsînin) devamında ■ (ve muhtelif rivayetlerinde) kulun bütün
meleke ve uzuvlarını zikretmiştir. Hakk'm kendi "hüviyet"ini, bütün
meleke ve , uzuvlarının "ayri'ı kıldığı insan, bu
zikredilen şeylerden başka bir şey değildir. Eğer mümin isen kime îman ettiğini
bilirsin; eğer sahih bir şuhûd sâhibi isen kimi müşâhede etmiş olduğunu
bilirsin. Allah'tan (naklen söylenen) bu nebevi beyânın daha da ötesi insanın
gücü dâhilindedir; öyle ki neticede mümin lyân sâhibi olur. Bu takdirde de
kâinâtm ve içindeki varlıkların "ayn'mın (yâni hakikat ve mânâsının) kim
olduğunu bilir. (Fütûhât,
c. IX, s. 468, paragraf, 517)
*
"İsim"
müsemmânm "ayn"ı olduğu gibi, keza kul da "Mevlâ'nın
"ayri'ıdır. "Kim Allah için tevazu'gösterirse Allah onu
yükseltir." Haberlerden sahih bir haberde Hakkın "Kulun eli, ayağı,
dili, işitmesi ve görmesi" olduğu bildirilmiştir. "Hakikat"
(ilmin)de, eğer besmelenin "bi’smi" kelimesindeki "mim"
harfi "bâ"dan dolayı kesreyi (hafd, yâni alçalmayı) kabul etmeseydi,
"Tebâreke'smü" (Rahmân, 55/78) âyetindeki ref (ötüre yâni yükseklik)
onun için hâsıl olmazdı. (Fütûhât,
c. II, s. 138,
paragraf, 166)
*
İşte
buradan, insanın uykuda Rabb'ını misâl ve sûretten münezzeh olduğu halde nasıl
idrak ettiğini ve onun Rabb'ini idrak keyfiyetini nasıl zabt ettiğini bilirsin.
Yine buradan sahih haberde buyrulan, Bârî Teâlâ'nın "Kullarının gördüğü
sûretlerin en aşağısında tecellî etmesi" ve daha önce Kendi'sini inkâr
ettikleri ve kendisinden sığındıkları tecellîden "Onların tanıdıkları bir
sûret"31e
tahavvül etmesi keyfiyetini bilirsin. Böylece O'nu hangi göz (ayn) ile
gördüğünü bilmiş olursun. "Hayâl"in bizzat kendisi ile,
yâni hayâlin "ayn"ı ile veya görme (basar) ile idrak edilmiş olduğunu
ben sana bildirdim. Bu konuda i'timad edebileceğimiz doğru nedir? Bu hususta
bizim söylediğimiz beyitler vardır:
Sevgilim
tecellî ettiği vakit onu hangi göz (ayn) ile görürsün? Onun "ayn"ı ile, benim gözüm ile değil. Zîrâ O'nu Ondan başkası göremez.
Bu,
O'nun makamını tenzih, ve kelâmını tasdik olarak
(söylenmiştir.) Zîrâ "Onu gözler idrak edemez" (En'âm, 6 /103)
buyurmuştur. Bu âyette bir dünyâya (dâr) nisbetle diğer bir dünyâyı husûsen
belirtmemiş, aksine bu âyeti mutlak bir âyet, muayyen ve muhakkak bir mesele
olarak irsâl etmiştir. O'nu Ondan başkası idrak etmez. Hak Sübhânehunun
"ayn"ı ile O'nu görürüm. Sahih haberde: "Ben onun görmesiyim ki,
kul onunla görür" buyurmuştur. (Fütûhât, c. IV, s. 412-413, paragraf. 582.).
*
(...)
"Ey insanlar, siz hepiniz Allah'a muhtaçsınız (fukara)" (Fâtır,
35/15). "Fukarâ" şu kimselerdir ki, onlar herbir şeye, her şey
Allâh'm müsemmâsı olması bakımından muhtaçtırlar. Zîrâ hakikat Allâh’m gayrine
muhtaç olmayı reddeder. (Yukarıdaki âyet-i kerîmede) Allah mutlak surette bütün
insanların Allâh'a muhtaç olduğunu haber vermiştir. "Fakr" (yâni
ihtiyaç) onlar hakkındadır. Biliyoruz ki, Hak kendisine muhtaç olunan her şeyin
suretinde zâhir olmuştur. Bu âyete göre hiçbir şey, "Fukarâ-ilallâh"a
(yâni Allah'a muhtaç olduğunu bilen evliyâullâha) muhtaç değildir. Onlar ise
her şeye muhtaçtırlar.
İnsanlar
eşyâ ile Allah'tan perdelenmişlerdir. O seyyidler (efendiler) (yâni el-fukarâ-ilallah,
Allâh'a muhtaç fakirler) ise eşyâya Hakk'ın mazharları olarak bakarlar; Hak
onlarda, hattâ kendilerinin "ayri’larında (hakikatlerinde, mânâlarında)
tecellî etmiştir. İnsan kendi işitme, görme (duyularına) ve kendisine ihtiyaç
duyduğu organların ve idraklerinin hepsine zahiren ve bâtmen muhtaçtır. Hak
sahih hadiste şöyle haber vermiştir: "Allah kulun işitmesi, görmesi ve
elidir. Bu fakir kendi işitme ve görme duyularına ihtiyaç duyduğunda, onun
işitme ve görme duyuları Hakk 'm zuhur ve tecellî yeri olduğuna göre, o ancak
Allâh'a ihtiyaç duymuştur. Bunun gibi bütün eşyâ aynı mesâbededir. Varlıklarda
Hakk'ın sereyânı ve varlıkların bâzısının bâzısında sereyânı ne kadar latiftir!
Şu da Hakk'ın sözüdür: "Onlara nefislerinde ve âfâkta âyetlerimizi göstereceğiz"
(Fussılet, 41/53). Burada "âyetler" kelimesinin mânâsı "onların
Hakk'ın zuhur yerleri (mazharları) olduğuna alâmetlerdir" demektir. Bu
"fukarâ-ilallâh"ın hâlidir. Sûfi topluluğunun yolu hakkında ilmi
olmayanların tevehhüm ettiği şey değildir.
"Fakir
her şeye ve "nefsine muhtaç olan ve hiçbir şey kendisine muhtaç
olmayandır. Bu hallerin en yükseğidir. (...) (Fütûhât, c. XI,
s. 342-343,
paragraf, 343, 344, 345)
*
(Hayâtı
büyüme veyâ ihsastan ibâret telakki eden kimselere göre kemik ve kılların ölmüş
sayılıp sayılamayacağına dâir görüşleri naklettikten sonra): Bu bahiste bâtın
bakımından mânâ: (...) Büyümesinigıdâ ile değil Rabb'i ile ve duyulanların
idrâkini duyularla değil Rabbi ile gören kimse, Hâlık'ı olan aslının şuhûdunda
fânî olduğu için vâsıtaya iltifat etmez. Eğer o Hakk'ın "kendisinin işitme
ve görmesi" olduğu ve onun kendisinin hissinin "ayn"ı olduğu
görüşünde ise (kemik ve kılların) ölmüş olması ona göre sahih değildir; hayat
ister büyümeden (nümüvv) ister histen ibâret olsun müsâvîdir. (Fütûhât, c. V, s. 463, 464, paragraf, 572).
*
Evliyâdan
bir sınıf da, erkek ve kadınlardan (Allah onlardan razı olsun) "ma ruf ile
emredenler"dir (Tevbe, 9/112). Mâdemki "ma ruf' (bilinen) Allah'tır,
Allah onları "Allah ile emretmek" ile vazifeli kıldı. "Allah ile
emredenler" demekle "maruf ile emredenler" dememiz arasında bir
fark yoktur. Zîrâ Allah Sübhânehû inkâr edilemiyen "Maruftur,
"bilinen'dir. Kendileri müşrik oldukları halde "Onlara kendilerini
kimin yarattığını sorarsan, elbette, Allah! derler..."
(Zuhruf, 43/87). Ve "Biz bunlara (yâni tanrılara) bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" (Zümer, 39/3) derler. Zîrâ O (Allah Teâlâ)
onların indinde ve bütün din, mezhep ve akıl sâhipleri
indinde "Maruftur; bu konuda bir ihtilaf
yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Nefsini bilen Rabb'ini
bilir"; zîrâ "Ma'rûf yâni bilinen O'dur. Kim ki O’nunla (yâniRabbi
ile) emretmişse "ma'rûf ile emretmiştir; ve kim
ki O'nunla nehyet-mişse,"münker"den "mâruf ile (yâni
bilinmeyenden bilinen ile) nehy etmiştir. "Ma'rûf ile emredenler"
(Tevbe, 91112) hakikatte, onlar "Allah ile emredenler"dir. Zîrâ Allah
Sübhânehû "bir kulu sevdiği vakit" "onun konuşan
lisânı"dır. "Emretmek" ise sözün kısımlarından biridir. Onlar
Allah ile emredenlerdir; zîrâ O onların lisânıdır. İşte onlar "emr
bi'l-ma'rûfta en yüksek tabakadır. "Ma'rûf ile ilgili her emr bu mânânın
şümûlü altındadır. Bunu iyi bil! (Fütûhât,
c. XI, s.
459-460, paragraf, 457).
*
Kulun
namazda üzerinde bulundurmakla emr olduğu zînetten biri "güzel elbise"
olmakla berâber, bu, kulun Rabb'ine münâcâtı esnasında giydiği "ubûdiyet
zîneti"nden daha güzel bir zînet değildir. Diğer bir zînet ise şu hadîs-i
kudsîde buyurulan "Rabb'i ile olan zînetı'dir: "Ben onun işitmesi,
görmesi, eli, ayağı ve diliyim." Burada Hak, "onun" diyerek kulu
zamir ile isbat etti; ve Hak Teâlâ kulunu bütün
ibâdetlerinde Kendi’si ile tezyin etti. (Fütûhât,
c. VII, s. 115,
paragraf,
109).
*
Gusülde
vitr (yâni uzuvların tek sayıda yakınması) vaciptir, zîrâ ibâdettir. İbâdetin
şartından biri de "vitr" (Tek) olan Allah ile huzurdur. Öyleyse hâlin
hükmüne göre guslün de vitr (tek) olması gerekir. Vitr (tek olan sayı burada)
birden yediye kadardır. Eğer gusl eden, tahâret gerçekleştikten sonra, daha
ziyâde yaparsa bu israf olur. Gusülde teklik (vitriyyet) gusül esnâsmda
gusledenin hatırına gelecek şey bakımındandır. Bunlar yedi "ana
sıfat"tır ki, nazar ehli arasında ilâhiyat (il-min)de münâkaşa edilmiştir.
Bu yedi sıfat: Hayat, ilim, kudret, irâde, kelâm, işitme ve görmedir. Ve kul
bütün bu sıfatlarla vasıflanmıştır. Nâfileler ile Hakk'a yaklaşan hakkında Hak
Teâlâ'nm şöyle dediği vârid olmuştur: "Allah onun işitmesi ve
görmesi" ve daha başka (uzuvları) dır. Burada
kula ait olan bu mahluk sıfatların nisbetini Hak
kabullenmiştir. Böylece kul Allah ile işitir, O'nunla görür, O'nunla bilir,
O'nunla kadir olur, O’nunla diri olur, O'nunla irâde eder ve O'nunla konuşur.
Böylece kul kendi sıfatlarını Rabb'i ile yıkamış ve Rabb'inin sıfatlarıyla
temizlenmiş ve arınmış olur. (Fütûhât,
c. VII, s.
511-512, p. 737-738).
*
Bu
badbandır ki, gerek veren gerek alan hakkında "sada-ka'nın ta’zim edilmesi
vâki' olur. Ehlullâhm eşyâyı tazim etmekte göz önünde bulundurdukları muhtelif
vecihler vardır. Allah Mûsâ (a.s.)a şöyle vahyetmiştir: "Bir kimseden sana
kurtlanmış bakla geldiği vakit onu kabul et; zîrâ onunla sana gelen
Benim". Sadakayı veren, bu sadakayı yerine ulaştırmada Hak Teâlâ'dan vekil
olmak bakımından, sadakayı ta'zim eder. Sadakayı alan ise Allâh ’ın o sadaka
ile kendisine gelmesi bakımından, sadakayı ta'zim eder. Burada verenin eli,
şuhûd veyâ kavi bir iman itibariyle Hakk’m elidir. Zira Allah şöyle buyurur:32 "Allah,
kulunun dili ile -Semi'Allâhü limen hami-deh- (Allah kendisine hamd edeni
işitir) dedi." Burada sözü kendine izâfe etti; kul ise bu söz ile
konuşandır. Hak Teâlâ haberde şöyle buyurmuştur: "Ben onun (kul) için
işitme, görme, el ve destekleyen (müeyyid)im." (Fütûhât, c. VIII, s. 474, paragraf, 702)
*
(Fakihler
arasında) Ka'be içinde namazın mutlak surette yasak olduğuna kâil olan vardır;
bunun mutlak surette câiz olduğuna kâil olan vardır;
ve âlimler arasında farz ve nâfile namazı tefrik edip ona göre hüküm veren
vardır. Bu konuda her-birinin dayandığı bir dayanak vardır.
Bunun
(yâni Ka'be içinde namazın hükmünün) bâtında i'tibârı: Zâhirde bizim için şer'
olunan ve kendisiyle (Allah’a) kulluk ettiğimiz (yukarıda zikredilen) zahir
hükmün takririnden sonra, işte bu takrirden sonra, (başka bir) i'tibârı (göz
önünde bulundurmaktan) men' olunmadık. Bu (yâni Kabe
içinde namaz) hâli, "Hak, kendisinin işitme, görme, dil, el ve ayağı
olan" kimsenin hâletidir. Lâkin bu, her bir uzvun kendisi için yaratıldığı
şey içinde döndürülmesi halindedir. "Sâdık" (olan Peygamber) (bunu)
haberinde böylece kaydetmiştir. Ve bunda "Kalbi olan kimse için bir öğüt
ve hatırlatma vardır" (Kaf, 50/37).
Sahih
haberde şâri'den vârid olan bu halet olduğuna göre, dinleyen indinde, nâfileler
hâleti ve neticeleri (konusundaki) keşfbu haberle te'yid olunduğuna göre,
bundan dolayı Resû-lullah (s.a.v.) Ka'be'ye girdiği zaman, hadiste vârid olduğu
üzere, orada nafile namaz kılmıştır. Bindiği bineği nereye yönelirse yönelsin,
onun üzerinde nâfile namazı kıldığı gibi; (zîrâ) "Ner-zye dönerseniz
dönünüz Allah'ın vechi oradadır" (Bakara, 2/115). Farz namazı ise
Beytullah hâricinde kılardı.
Bildik
ki, haddi zâtında mes'ele bizim gördüğümüz ve müşhâhede ettiğimiz gibi olur.
Bu, bu makâmm müşahedesinin verdiği şeydir. O O'nu kendisinin işitmesi olarak
gördüğü gibi, O'nu başkasının işitmesi olarak da görür. Bu şahıs için hâsıl
olan keramet, Hak daha önce onun işitmesi değildi de sonra, şimdi oldu değil,
sâdece keşfve ıttılâ'dır. Allah sonradan ârız olan şeylerden yücedir. Bu
mes'ele ilâhı mes'elelerin en azizlerinden biridir.
Zahirdeki
bu hükmü birlikte mütâlaa eden bir kimse, gerek farz ve gerekse nâfile bütün
namazların Ka'be içinde kılınmasına cevaz verir. Zîrâ bütün mâsivânm (Allah'tan
başka olan her şeyin) Hakk'ın kabzasından dışarı çıkması mümkün değildir. O
(Hak Teâlâ) onların mûcidi (onlara vücûd veren) dir, hattâ O onların
"vücûd"udur. Onlar vücûdu O'ndan (Hak Teâlâ'dan) almışlardır. Vücûd
Hak'tan başkası değildir; Kendi'sinden onlara bağışlayacağı da Kendi'sinden
hâriç değildir. Bu muhaldir. O (Sübhânehû) "Vücûd"dur ve Onunla
"ayn'lar (a'yân, eşyanın hakikatleri) zahir olmuştur. (...) (Fütuhat, c. VI, s. 165-167, paragraf, 202-206).
*
Şek
iki emr arasında tercih yapılmaksızın tereddüt etmek demek oludğuna göre, bu
"Hak kulun işitme ve görmesi olduğu" vakitteki kulun hâline benzer.
Zira ona bakan kimse "Hakk'm kulun işitmesi" olması keyfiyetine
bakarsa, onun "Hak" olduğunu söyler. (Hadîs-i kudsîdeki) "onun
işitmesi" deyişinden dolayı, eğer işitmenin kula izafe edilmesine bakarsa,
onun "kul" olduğunu söyler. Ortada iki bakıştan birini diğerine
tercih ettirecek bir durum yoktur; öyleyse iki görüş de sakıt olur. Bu iki
görüşün ikisi de sakıt olduğu zaman geriye "asıl" (prensip) hükmü
kalır; bu asıl da kulun ve Rabb'in vücûdudur. Bu ise nazarî ve bir bakıma da
şer'î olan asildir. Bu asıldan önce gözetilmesi gereken aslın aslına gelince, ki bu sözü geçen asıl bunun birfer'idir, o da
şudur: Rabb'in vücûdu kulun "ayri'm-dadır (hakikatinde, mânâsındadır).
İşte bu (görüş) keşfi ve bir bakıma da şer'î olan aşıtların aslıdır. Bu hususta
sana göre kuvvetli görünen ve meşrebin olan şeye göre amel et ki, bu mes'elede
Hakk’m vechi sana aşikâr olsun. Bu takdirde sen "keşif ve vücûd ehli"
olursun. (Fütûhât,
c. IX, s. 296,
paragraf, 331)
(Allah'ın
ahlâkı ile ablaklanan) mütehallıkm, her ne kadar "Hak onun işitmesi ve
görmesi" ise de, kendisini mütehallık ve mükellef olarak görmesi
edebdendir. "Onun işitmesi ve onun görmesi" ifâdesindeki zamirle
kulun "ayn'ının sabit olduğunu söyleyen Hak değil midir? Bu
"ayn" mevcut iken kul başka nereye gidebilir? Onun gâyeti
"mutlak vücûd"un heyûlâsmda "mu-kayyed bir sûret" olmaktan
ibârettir. Bu mertebeden sonra onun için ancak yokluk (adem)
vardır; adem ise sûret kabul etmez. Anla! (...) Rab bir kul olmadığı gibi, kul
da bir Rab değildir. Zîrâ Rab zâtı i'tibâriyle Rab olduğu gibi, kul da nefsi
(zâtı)
i'tibâriyle
kuldur. Hakk'ın sıfatlandığı sıfatlar ile aynı mânâda olmak üzere, kul Hakk'ın
sıfatlarından bir şey ile sı-fatlanamaz. Kul için gerçek olan bir şey ile
sıfatlanmak da Hak için olmaz. Kula gereken, ancak onun üzerinde mutlak
kulluğun (ibâdet-i mahzâ) zâhir olmasıdır. (...) (Fütuhat, c. V,
s. 379, 385,
paragraf, 465, 474, 475).
**
Yukarıdaki
sahîfelerde bir hadîs-i kudsîyi îbn Arabi'nin nasıl yorumladığını, Fusûs ve
Nakşul-Fusûs şerhlerinden istifâde ile ortaya koyup, daha sonra Fütûhât-ı
Mekkiyye'den, aynı hadîs-i kudsîyi yorumlayan muhtelif paragrafların
tercümesini vererek göstermeye çalıştık. İktibas ettiğimiz
metin tercümeleri ve şerhlerinde görüldüğü gibi, İbn Arabî, bir âyet-i kerîme
ve hadîs-i şerifin sâdece ilk nazarda anlaşılan umûmî mânâsı üzerinde
durmamakta, âyet veyâ hadîsin kelime, tamlama, zamir ve harf gibi parçalarına
da dikkat ederek yorumlamakta ve işlediği konuya göre bir metni muhtelif açı ve
yönlerden ele alıp yeni bir başka yorum daha yapmaktadır. Böylece âyet veyâ
hadis bir tek mânâ ile değil, birçok mânâ ile yorumlanmış olmaktadır. Gerek
fıkhî ve gerekse diğer konularda verdiği çeşitli mânâlardan biri, onun esas ve
nihâî görüşünü değil, sâdece bir yönden ve bir bakış açısından yaptığı yorumu
ve ulaştığı görüşü ifâde etmektedir. Bu noktaya dikkat edilmediği için, İbn
Arabi'nin bu görüşleri maalesef yanlış anlaşılmış, umûmî ve zâhirî anlayışa
veyâ fıkhî bir hükme zıt gibi görünen yorumlarından biri onun "nihâî"
görüşü gibi takdim edilip bâzı kimselerce böylece benimsenmiş ve bâzı kimseler
tarafından da tenkit edilmiştir.
İbn
Arabî ve mutasavvıflar bir âyet veyâ hadîse getirdikleri muhtelif yorumlarla,
şer’î ve fıkhî bir hüküm bildiren veyâ zâhirde ilk nazarda anlaşılan umûmun
benimsediği mânâyı reddetmek yoluna gitmemişler, zâhirde ilk nazarda anlaşılan
mânâyı herkes gibi kabul edip mûcibince amel ettikten sonra, İlâhî ve nebevî
kelâmın ihtivâ ettiği mânâ zenginliğini gözler önüne sermek istemişlerdir. îlk
nazarda anlaşılan mânâya ilâve olarak yapılan bu yorumlar "anlayanlar"
tarafından gerçekten mühim addedilmiş, fakat nassm mânâsı sâdece bu yoruma aslâ
inhisâr ettirilmemiştir. Zîrâ çeşitli mânâlardan birini "yegâne" ve
"nihâî" mânâ olarak kabul etmek, âyet veyâ hadîsi bir tek mânâ ile tahdid
etmek demek olacağı, ve böyle bir tutum, bilhassa
Kur'ân-ı Kerîm'in zaman ve mekân üstü mûci-zevî vasfı ile bağdaşamıyacağı için,
muhtelif yorumlar neticesinde ortaya çıkan mânâlar zâhirde birbiriyle çelişir
gibi görünse bile, bunların değişik ilim, mânevi mertebe veyâ bakış açısına
göre muhtelif planlarda verilmiş mânâlar olduğu dâimâ göz önünde
bulundurulmalıdır.
Yukarıda
birkaç örnekte de görüldüğü gibi, İbn Arabi'nin yorumlarında dikkati çeken esas
nokta, onun, incelediğimiz hadîs-i kudsîyi, Hakk'ın "vücûd'ü konusuyla
ilgili olarak değerlendirmesi ve ona göre mânâlandırmasıdır. Denilebilir ki,
İbn Arabi'nin husûsiyetlerinden biri de, "İlâhî" meseleleri Hakk'ın
"vücûd" sıfatı ile birlikte incelemesi ve "vücûd"
anlayışını hiçbir konuda ihmal etmemesidir. Her ne kadar
bütün müminler Allah'ın varlığının "her yerde hâzır ve nâzır"
olduğuna inanırlar ise de, Hakk'ın "zamandan ve mekândan münezzeh"
oluş keyfiyeti dolayısıyla "tenzîh"i ön planda tutarlar; Hakk'ın
varlıklarla olan münâsebetini, kendi akıl, his ve ilimlerine göre, Hakk'ın
sâdece ilim, kudret, işitme, görme v.s. gibi sıfatlarıyla alâkalı kabul edip
Hak ile varlıklar arasındaki münâsebette "vücûd” sıfatından bahsetmezler. Bu
ise "pratik" hayatta ve ilimde, îman edilenin aksine olarak, sanki
Allah'ın "vücûd" sıfatı yokmuş gibi bir neticenin karşımıza çıkmasına
sebep olmaktadır. Bu durum ise "mümin âlim ve mütefekkir "in mutlaka
çözmesi gereken "fiilî" bir çelişki olarak görünmektedir. Bu konuda
İbn Arabi'nin çözümü hem "tenzih" ve hem de "teşbîh"in
birlikte mütâlaa edilmesi şeklindedir.
Bu
incelememizde bir hadîs-i kudsînin îbn Arabî tarafından yapılan yorumlarını
şârihlerin değerlendirmeleri ve seçtiğimiz birkaç örnek metinle göstermeye
çalıştık. Onun yorum üslûbu ve vardığı neticeler hakkında daha geniş ve yeterli
bir kanâat edinebilmek için, en azından daha birkaç hadis ve hadîs-i kudsîyi
ele alıp incelemek gerektiği kanâatindeyiz. Bu çalışmamızda şu neticeye ulaşmış
bulunuyoruz ki, Mişkâtü'l-Envâr adh bu derlemesindeki hadîs-i kudsîler
onun eserlerinde mühim bir yer işgal etmektedir. Fütûhât-ı
Mekkiyye'in Osman Yahyâ tarafından yapılan ve bugüne kadar 12 cildi
Ka-hire'de basılmış bulunan tahkikli neşrinin ve A.Avni Konukün Fusûsu’l-Hikem
Tercüme ve Şerhinin hadis indekslerine bakılarak, bu derlemedeki hadislerin
yorumlarını görmek ve incelemeler yapmak, hem İbn Arabi’yi daha iyi tanımamıza
ve hem de hadislerin mânâ ve ehemmiyetini anlamamıza büyük ölçüde yardımcı
olacaktır.
Doç.
Dr. Mustafa Tahralı
GİRİŞ
Muhammed
Valsan
Muhyiddin
Muhammed İbn Muhammed İbnü'l-Arabî el-Hâtimî et-Tâî el-Endelüsî 33, İspanyanın
Mürsiye şehrinde 27 Ramazan 34 560/
7 Ağustos 1165'te doğdu. Arap asıllı bir âilenin çocuğudur. Hz. Muhammed'in
velâyet mührü (Hatmü'l-Vilâ-yet el-Muhammediyye) 35 diye anıldı. Fevkalâde verimli olan
dünyevî hayâtı, 28 Rebî ’ul-âhir 638/16 Kasım 1240'ta son buldu. Bu hayat uzun
bir seyahat, yahut daha tam bir ifâdeyle, uzun bir
"Hakikat" arayışı olarak kabul edilebilir. Bu sâikle o, âilesinin
memleketi olan Sevil (İşbiliye)'den ayrılıp, o zamanki İslâm dünyâsının başlıca
şehirlerine uğrayarak Şam'a kadar geldi. Kabri Şam'da olup, hâlen ziyâret
yeridir 36. Bu
arada Şey-h-i Ekber'in etrâfmda zengin bir menkıbe hâlesi teşekkül ettiği
görülür. Şimdiye kadar çeşitli yazarlar, eserlerinde İbn Arabi'nin hayâtına
dâir belli başlı olayları dile getirdiler. Bu olaylar onun şahsiyetinin
karakteristik çizgilerini de bir ölçüde görmeye imkân verir 37. Biz tekrar onlara dönecek değiliz. Burada
yapacağımız sâdece, İbn Arabi'nin özellikle Hadis sâha-smdaki yerini
belirleyecek bâzı bilgileri sunmaktan ibâret olacaktır. Bilindiği gibi
"Peygamber sözü" demek olan Hadis, dînin mümtaz kaynaklarından
biridir.
İbn
Arabi'nin eseri her şeyden önce, Kur'an ve Sünnet'ten kaynaklanan metafizik ve
tasavvufî eşsiz bir doktrinal açıklamadır. En büyük otorite olarak o bizzat
Islâm'ın "bâtmî" doktrinlerini ortaya koymaya tercüman olduğu kadar,
aynı zamanda Şerîat'in zâhirî disiplinlerinin de tam olarak üstadlığma sâhip
idi. Nitekim tercümesini sunduğumuz Mişkâtü'l-Envâr onun mükemmel bir muhaddis
olduğunu bize göstermektedir.
Onun
dînî eğitimi çok erken yaşlarda başlamıştı. Kur'ân-ı Kerîm'i 578 yılında İbn
Sâfî el-Lahmî (589/1189)’den öğrendiği bilinmektedir 38. Bu zat aynı zamanda kendisine hadis tedris
eden hocasıdır. Mağrib'in çeşitli vilâyetlerine uğradıktan sonra 592'de Sevil’e
döndüğünde, amcası Ebû Muhammed îbn Ab-dillâh îbn el-Arabî 39'nin idâresi altında hadis öğrenimini devam
ettirdi. Mişkât'ta iki vesîle ile bu amcasından söz edildiği görülür.
593'te Fas'ta bulunduğu sırada, bu sâhadaki bilgisini daha da derinleştirdi;
ders arkadaşı ise Ali b. el-Bakran 40 ve İbn Kasım et-Temîmî el-Fâsî 41'dir. Mişkât'ta beş
defa zikredilmekte olan bu sonuncu kişiden İbn Arabî Hırka giymiştir 42. 598'de Sebte'de
Ebu'l-Hasen (veyâ Hüseyn) Yahyâ b. es-Sâiğla 43 birlikte olduğu görülür. "Kırmızı
Kükürt" (el- Kibrîtü'l-Ahmer) 12 derecesini elde etmiş
olan bu zâtın, dünyâ nimetlerinden geçmiş bir zâhid olduğuna işâret eder.
598'den îtibâren Mekke'de bulunduğu günlerde öyle görünüyor ki, Hadis bilgisine
sâbip tarikat adamları ile bir çok defalar karşılaşma
vesilesi bulmuştur. Tirmizî'nin el-Câmiu's-Sahîh'ini 44 45 okumak
için İbn Arabi, Zâhir b. Rüstem el-Isfahânî’nin otoritesine kendisini teslim
etti46 Mukaddes
şehirdeki bu ikinci ikâmeti sırasında 604'te onu tekrar buldu. Ertesi yıl
599’da, Hz. Peygamber'in amcası Abbas'm soyundan gelip Şerif olan ve
kendisine Hırka giydiren bir başka şahsiyetle, Yûnus b. Yahyâ el-Abbâsî 47 ile birlikte
idi. Bu berâberlikleri sırasında ondan Buhârî'nin Sahîh'ini48 okudu. îbn
Arabi'nin bu hocaya özel bir saygı duyduğu anlaşılıyor, Mişkât ta râvî
olarak en çok onu zikreder, isminin yirmi yerde tekrarlandığı görülür. Mekke'de
iken devamlı olarak, belirsiz zamanlarda, Şeyh-i Ekber, Ebû Dâvud'un Sünen'ini
49 mütâlaa
için el-Burhan İbn Ali el-Had-ramî50 ile birlikte oldu. 601 yılında Musul'da —Mişkât
daha önce kaleme alınmıştı— Ahmed b. Mes'ûd b. Şeddâd el-Mukrî el-Mevsılî 51 ve Ali b.
Câmî'nin derslerini tâkip ederek kendi kendini yetiştirmeye devam etti. Ali ibn
el-Câmî aynı yıl ona Hızır (a.s.)'m hırkasını giydiren kimsedir 52.
Görüldüğü
gibi İbn Arabi, bütün hayâtı boyunca kendisini hadîse vermiş bir kimsedir.
Demek ki o, çok yüksek mânevi menzillere ulaşmasına ve tasavvuf hiyerarşisinde
çok mühim fonksiyonlara sâhip olmasına rağmen, "Hakîkafin peşinde bir
hizmetkâr ve her durumda ilim araştırıcısı olmaktan hiç geri kalmadı.
*
*
İbn
Arabi'nin hadisle ilgili çok sayıda eseri varsa da, ne yazık ki bunların çoğu
kaybolmuştur. Onun Buhârî, Müslim ve Tirmizî'ye âit üç İhtisârât'ından hiçbir
nüsha bulunamadığı gibi onları bir araya getiren Kitâbü.
Miftâhı's-Saâde'sine de rastlanamadı. O, sahih "Altı kitap"tan 53 eşit olarak
derlediği hadislerle Kitâbü'l-Mısbâh fî Cem' beyne's-Sıhâh isimli bir
telif meydâna getirdi. İbn Arabi Mişkât'ta okuyucu için eserlerinden
birine atıfta bulunur: Kitâbü'l-Erbaîn et-Tıvâlât 54. Bu da bize, 599/1202 senesini yazma
işinin bitiş yılı olarak belirleme imkânı veriyor. Hadisle ilgili bir kaç eseri
daha var; onlardan biri Mişkâtü'l-Ma'kûl el-Muktebese min'en-Nûril-Menkûl'dür.
Yazar dokuz bölümlük bu kitapta aklî verilerle ilhâma dayanan verileri
karşılaştırır 55 56. Mişkâtü'l-Envâr fî
mâ Ruviye anillâh mine'l-Ahbâr 57 58 îbn Arabi tarafından derlenmiş mevcud
nâdir hadis kitaplarından biridir. O burada özellikle sâdece Kudsî hadislere,
yâni Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m ifâde ettiği, doğrudan
bizzat Allah'a âit sözlere yer verir. Bu sebeple îbn Arabi onlara Ahâdîs-i
ilâhiyye yâni "İlâhî Hadisler" 20 ismini verir. Bu
hadisler onun eserlerinde bol bol zikredilmiş ve yorumlanmıştır. Onların bir
araya getirilmiş olması, hadisler içerisindeki özel mevkilerini gösterir 59. Maamâfih bu
eserin asıl değeri, yazarının özelliğinden kaynaklanmaktadır. O yazar ki,
"mânevi" sâhalardaki fonksiyon ve mertebesi en yüksek mevkîdedir. Bu
sebeple o herhangi bir muhaddis olarak mütâlâa edilemez. Nitekim işte Kitâbü'l-Fenâ
fi'l-Müşâhede 60 isimli
eserinde yazdıkları:
"...
Dînî kâidelere dayanak olan hadisler konusunda zâhir ehlinin "zayıf ve
"rivâyet bakımından kusurlu" îlân etmekte müttefik oldukları bir
hadis, onlar (velîler) için "sahih" olabilir. Velîler böyle bir
hadîsi keşif yoluyla, doğrudan doğruya tebliğ edicisinden elde etmeleri
hasebiyle "sahih" kabul edebilirler. Bu sebeple, o tür hadisleri
mânevi faâliyetleri konusunda ölçü olarak göz önünde bulundururlar. Ne var ki,
bunun zâhir ulemâsı nezdinde yeri yoktur. Onlar böyle düşünenleri dinden çıkmış
sayarlar. Bu konuda haksızdırlar; zîrâ hakikat muhtelif şekillerde elde
edilebilir, bu da o şekillerden biridir. Ayrıca, bir hadis zâhir âlimlerince
ittifakla "sahih" olarak kabûl edilip de, keşfin aydınlığı ile bunun
öyle olmadığı ortaya çıkabilir; ve keşif sâhibi velîler
böyle bir hadîsi kendi amelleri için ölçü saymazlar."
Bu
metin her şeyden önce İbn Arabî için geçerlidir. Nitekim,
Michel Vâlsan:*-' şöyle diyordu: "İbn Arabî, bâzan Peygam-ber'den bâzı
hadisleri, hattâ hadislerin ve Kur'an âyetlerinin yorumlarını bizzat nasıl
aldığını anlatır." 61 Bu
yüzden bâzı zâhir ulemâsının düşmanlığına mâruz kaldığı da biliniyor. İmdi, bu
ifâdeler kesinlikle gösteriyor ki, Mişkât'ta yer alan hadisler tamâmen sağlamdır; ve metafizik bilgi nokta-i nazarından dîne
uygundurlar.
*
*
Müellifin
Giriş ve Sonuç bölümlerinde bildirdiğine göre Mişkâtü'l-Envâr'm kaleme
alınması, Mekke'de Harem-i Şerifte 599/1202 yılında, Cumâde'l-âhir
ayının son pazar günü tamamlandı. Kitabını, kim olursa olsun, kırk hadis ezberlemek
süreliyle Muhammed Ümmetine hizmet edenlere vaad edilen İlâhî lûtuftan
faydalanmak için telif ettiğini belirtir. Gerçekten yüz bir hadis ihtivâ eden Mişkâtül-Envâr'ın
üç kısma ayrıldığı ve hadislerin şöyle taksim edildiği görülür:
Birinci
bölümde 40
İkinci
bölümde 40
Üçüncü
bölümde 21 hadis
Birinci
bölüm, kendi isnad silsilesine sâhip hadisleri ihtivâ eder 62. Bu silsilelerde,
İbn Arabi'den Hz. Muhammed (a.s.)'a kadar, hadis nakleden bütün şahıslar yer
alır. Yine bu silsileler Şeyh'in sık görüştüğü ve hepsi değilse bile hemen çoğu
Tasavvufa mensub olan râvîler hakkında da geniş bilgi sâhibi olma imkânı
veriyor.
îşte,
onun ifâdesiyle, hadis rivâyetine has lûtuflara iştiraklerini sağlamak için
zikrettiği bu şahısların listesi:
-İbn
Kasım et-Temîmî: 1, 6, 28, 36 ve 37. hadislerde.
-Yûnus
b. Yahyâ el-Hâşimî: 2, 3, 4, 5, 7, 8, 9, 11, 12, 13, 15,17, 19, 20, 22, 27 ve
38. hadislerde.
-El-Mes’ûd
Abdullah ibn Bedr el-Habeşî 63 64 ki, bu zat
Ebûl-Ganâim ibn Ebi'l-Fütûh el-Harrânî'nin âzadlısıdır (Bunu üçüncü hadîsin
sened bölümünden öğreniyoruz): 3, 10, 21, 25, 33, 35, 37, 39 ve 40. hadisler.
Ebû
Abdullah Muhammed ibn Hâlid es-Sadefî et-Tilimsâ-nî: 5, 8, 9, 12, 15, 19 ve 22.
hadisler.
-Ebu'l-Hasen
(veya Hüseyn) Ali İbn Abdillâh ibn Abdir-
rahmân
el-Faryâbî el-Lahmî: 7, 13, 20 ve 26. hadisler.
-Ebu
Velîd ibn Ahmed el-Maâfîrî: 14. hadis.
-Ahmed
ibn Muhammed ibn Ahmed ibn İbrâhîm: 18, 24 ve 29. hadisler.
-Ebû
Tâhir es-Selefî: 23, 24 ve 40. hadisler.
-Ebu
Bekr Muhammed ibn Abdillâh ibnü'l-Arabî: 27 ve 32. hadisler.
-Ez-Zekî
ibn Ebî Öekr el-Irâkî: 30. hadis.
-Şerîh
ibn Muhammed ez-Za'bî: 31. hadis.
Şeyh-i
Ekber'in naklettiği hadislerin çoğu, başlıca muhad-dislerin eserlerinde yer
almaktadır. Fakat o her zaman metinlerin bütününü vermez;
ve hattâ ortasını çıkardıktan sonra bir hadîsin iki ayrı parçasını ard arda
koyduğu olur 64 (16. hadiste durum
böyledir).
İkinci
bölüm kırk Haber ihtivâ eder65.
Burada, rivâyet zinciri artık zikredilmez. Yazar sâdece hadîsin alındığı
kitabın ismini verir. Yalnız, Yûnus b. Yahyâ tarafından nakledilen 33. hadis
istisnâ teşkil eder.
İkinci
bölümdeki hadisler, Mişkât'ın öteki iki bölümünde-kilerden umumiyetle daha
kısadırlar. Bunlardan on kadarı eski Mukaddes kitaplardandır. Suhuf-i
Münezzeleden gelen 7. hadis böyledir; ve Vehb b.
Münebbih 66 tarafından
nakledilmiştir. Aynı şekilde 8, 10, 12, 18, 19, 25, 27 ve 28. ve muhtemelen 14.
hadisler, çoğu Kâ’b el-Ahbâr67
tarafından olmak üzere, Tev-raftan nakledilmiştir. 1, 2, 3, 4,35, 36 ve 37
numaralı haberler ise İsmâil b. İbrâhim el-Herevî'nin Derecâtü't-Tâibîn ve
Makâmâtü'l-Kâsıdîn 68 (Tevbe
Edenlerin Dereceleri ve Hakikat Peşinde Olanların Makamları) adlı eserinden
alınmadır. Hemen belirtelim ki bu derecelerin ilk üçü, özellikle
peygamberlerden birini ele alıp işler; onlar şu peygamberlerdir: İbrâhim, Mûsâ
ve Dâvud. El-Fütûhâtü'l-Mekkiyye'de İbn Arabî Haşan en-Nakkaş’dan 69 70 "Kıyâmetin Durakları Hadîsi" (Hadî-sü. Mevâkıfi'l-Kıyâme) ismi
ile tanınan uzun bir hadis nakleder. Bu hadis 9, 13, 15, 20, 26, 29 ve 38.
sıralardaki haberlerde parçalar hâlinde karşımıza çıkar. Son bölümü ise, 101
numara ile ve Mişkât'ın son hadîsi olarak tekrarlanır. Tam bir isnad'la
nakledilmiş olan bu sonuncunun dışında, eserin üçüncü bölümünde yer alan
hadisler sâdece Şeyh-i Ekber'in atıfta bulunduğu kaynaklar tarafından
zikredilen rivâyet zincirlerine sâhip-tirler. İbn
Arabî, yüz İlâhî hadîsi bir bütün hâlinde toplamayı arzu ettiğini açıklayarak
bu eseri meydâna getirir. Fakat "Allah tektir ve tek olanı sever."
(Allahü vitrim yuhıbbül-vitra) 37 şeklindeki Peygamber sözünü göz
önünde bulundurarak, onlara bir hadis daha ilâve eder.
Mişkâtü'l-Envâr'ın
Fransızca tercümesi, onun iki neşrinden istifâde ile yapıldı: Biri Halep
(1346/1927) baskısı ki yer yer hatâları vardır. Öteki Kahire (1369/1951) baskısı
olup harekeli bir metin de vermiştir. Kelime varyantı ortaya çıkınca, ilgili
hadîsin bulunduğu tenkitli ve izahlı yayınlara baş vurduk.
Son olarak, Fransızca tercümede isnad zincirinin tamâmının verilmediğine işâret
edelim/*-1
Nurlar Hazinesi - Muhyiddin İbnü'l Arabî
(101 Kudsî Hadîs)
Metin
ve Tercümesi
MÜELLİFİN
ÖNSÖZÜ
Rahmân
ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Allah'ın
salât ve selâmı Efendimiz Muhammed'e, onun âi-lesine ve ashâbı üzerine olsun.
Allah'a muhtaç durumda olan Muhammed b. Ali b. Muhammed ibnü'1-Arabî et-Tâî
el-Hâtimî el-Endelûsî —Allah kendisine hüsn-i hâtime nasîb etsin— şöyle diyor:
Hamd
âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Müttakîlerin âkıbetleri hayırlı olur. Kudret
ve kuvvet yüce Allah'ındır. Salât ve selâm âlemlerin efendisi Muhammed, onun
temiz âilesi, as-hab ve tâbiîn ve bütün müminler içindir.
İbn
Abbas'tan71 nakledilen
bir hadis vardır: "Ümmetim için benim sünnetimden kırk hadis hıfzedenin
kıyâmet gününde ben şefâatçisi olacağım" buyurulur. Aynı meâlde Enes b.
Mâlik'ten şu rivâyet vardır: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Kim ki ümmetim için, ihtiyaç duydukları hususlarda kırk hadis hıfzederse
Allah onu fakih ve âlim olarak kaydeder."72
İnsanın,
dönüş yeri olan âhirete dünyâsından daha muhtaç olduğunu düşünerek, 599
senesinde Mekke'de —Allah orayı himâye etsin— bulunduğum aylarda bu kırk hadîsi
topladım. Burada özellikle Allah'a isnad edilen (kudsî) hadisleri alma şartı
üzerinde durdum. Bunlara, rivâyet hakkına sâhip olup da, kaydettiğim
hadislerden merfû olarak Allah'a isnâd edilen, fakat Resûlüllah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'a isnâd edilmemiş olan 40 hadis ilâve ettim. Daha sonra 21
hadis daha ekledim. Böylece 101 ilâhı (kudsî) hadîse ulaşmış oldu. Allah bizi
ve sizi ilimden faydalandırsın. İhsan ve bereketiyle bizleri ilim ehlinden
kılsın. O her şeye Kadîr'dir.
BİRİNCİ
BÖLÜM
1.
HADİS
Ebû
Zer nakleder, Allah Taâlâ'dan rivâyet ederek Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu:
"Ey
Kullarım, Ben kendi zâtıma zulmü haram ettim, onu sizin aranızda haram kıldım;
o halde birbirinize aslâ zulmetmeyin. Ey kullarım, Benim hidâyete erdirdiğim
müstesnâ hepiniz dalâlettesiniz; o halde Ben'den hidâyete erdirilmenizi
isteyiniz ki sizi hidâyete erdireyim. Ey kullarım, Benim yedirdiklerim müstesnâ
hepiniz açsınız; o halde benden yiyecek isteyiniz ki size yiyecek vereyim. Ey
kullarım, Benim giydirdiklerim müstesnâ hepiniz çıplaksınız. Benden giyecek
isteyiniz ki sizi giydireyim. Ey kullarım, siz gece gündüz günah işlersiniz,
Ben bütün günahları bağışlarım. Benden mağfiret dileyin ki sizi bağışlayayım.
Ey kullarım, siz Bana hiçbir zarar veremeyeceğiniz gibi, Bana bir faydanız da
olamaz. Ey kullarım, sizin önceki ve sonrakileriniz, insanlarınız ve
cinleriniz, en müttakî kalbe sâhip kimseler olsaydınız bile, Benim mülkümde
herhangi bir fazlalık olmazdı.
Ey
kullarım, sizin önceki ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz en kötü
kalbe sâhip kimseler olsaydınız bile Benim mülkümde herhangi bir noksanlık
olmazdı. Ey kullarım, sizin önceki ve sonrakileriniz, insanlarınız ve
cinleriniz bir yerde hep birlikte ayağa kalkıp Ben'den istekte bulunsanız,
herkesin istediği şeyi veririm de, bu Benim nezdimde ancak iğnenin denize
daldırıldığı zaman eksilttiği şey kadar bir noksanlığa yol açar. Ey kullarım,
bu saydıklarım sizlerin amelleriniz ve Benim onlara verdiğim karşılıklar. Kim
bir iyilik bulursa Allah'a hamdetsin; kim bunun dışında bir şey bulursa ancak
kendini kötülesin!" 73
2.
HADİS
Ebû
Hureyre (radiya’llâhü anh)'den: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu:
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyuruyor: "Ben ortakların, ortaklıktan (şirk)
en çok müstağni olanıyım. Kim bir amel işler de o konuda Ben'den başkasını
ortak ederse, Benim o işle bir ilgim olmaz; o iş ortak kıldığı şeye âit
olur." 74
3.
HADİS
Ebû
Ümâme, Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakleder: 3
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyuruyor: "Benim nazarımda velîlerimin en
imrenilecek durumda olanı, şu vasıflara sahip olan mü'mindir: Malı azdır,
namazdan lezzet alır, Rabbine en güzel şekilde kullukta bulunur, gizli ve açık
her durumda O'na itâat eder. İnsanların içinde âdetâ kaybolmuştur, parmakla
gösterilemez. Rızkı kendine yetecek kadar olup, buna sabreder." Sonra (Hz.
Peygamber) eliyle vurarak şöyle devam etti: Onun ölümü çabuk, ağlayanları ve
mîrâsı az olur.75 76
4.
HADİS
Enes
b. Mâlik nakleder: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oturmakta iken,
birden bire dişleri görünecek kadar güldüğünü gördük. Ömer sordu: "Anam
babam hakkı için söyle yâ Resûlüllah, seni güldüren şey nedir?" Hz.
Peygamber cevap verdi: - Ümmetimden iki kişi, izzet sâhibi olan Rab Taâlâ'nın
huzûrunda diz çökmüşler, birisi şöyle diyor: "Yâ Rabbi, kardeşimden benim
hakkımı alıver." Allah (suçlanana): "Kardeşinin hakkını ver!"
buyurdu.
Yâ
Rabbi, dedi, iyiliklerimden (ona verecek) hiçbir şey kalmadı.
Yâ
Rabbi, öyleyse günahlarımdan bir kısmını yüklensin, dedi (şikâyet eden).
Bu
sırada Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın gözleri yaşla doldu. Sonra
şöyle buyurdu: "Bu gerçekten korkunç bir gündür. Öyle bir gün ki, insanlar
günahlarından bir kısmının (başkası tarafından) yükle-nilmesine ihtiyaç
duyacaklardır." Sonra şöyle devam etti: "Aziz ve Celîl olan Allah
şikâyet sâhibine şöyle diyecek: "Başını kaldır ve Cennet bahçelerine
bak!" O başını kaldıracak ve haykıracak:
Yâ
Rabbi, gümüşten şehirler ve incilerle süslenmiş altından köşkler görüyorum. Bu
hangi peygambere, hangi şehide âittir?
Bana
bedelini verenindir! diyecek (Allah).
Peki
buna kim sâhip olabilir yâ Rabbi?
Ona
sen sâhip olabilirsin!
Nasıl
yâ Rabbi?
Kardeşini
affederek!
Affettim
gitti yâ Rabbi!
Bunun
üzerine yüce Allah buyuracak ki: "Kardeşinin elinden tut ve onu cennete
koy!"
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdu: "Allah'tan korkun,
aranızdaki münâsebetleri düzeltin77. Şüphesiz Allah kıyâmet gününde mü'minlerin
arasını düzeltir."
(Hakim ve Beyhakî)
5.
HADİS
Ebû
Hureyre, Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle dediğini nakleder:
Allah,
cennet ve cehennemi yarattığı vakit Cebrâil'i cennete gönderdi ve şöyle
buyurdu: "Cenneti ve cennet ehli için hazırladıklarımı gözden geçir!"
Cebrâil, cenneti ve cennet ehli için hazırlanan şöyleri gözden geçirdi; geri
dönünce şöyle dedi: "İzzetine yemin ederim ki, cenneti işitip de oraya
girmek istemeyecek kimse tasavvur edemiyorum!" Bunun üzerine Allah emretti
de cennet hoşa gitmeyecek şeylerle örtüldü. Allah Cebrail'e: "Dön
oraya", buyurdu, "cenneti ve cennet ehli için hazırladığım şeyleri
gözden geçir." Cebrâil dönünce: "İzzetine yemin ederim ki, oraya hiç
kimsenin girememesinden korktum" de- j di. •
Allah
Cebrâil'e buyurdu: "Cehenneme git, orayı ve cehennem ehli için
hazırladığım şeyleri gözden geçir!" Cebrâil bir de ne görsün, birbirinin
sırtına binmişler! Dönüp Allah'a dedi ki: "İzzetine yemin ederim,
cehennemi işitip de oraya girmek isteyecek kimse tasavvur edemiyorum."
Bunun üzerine Allah emretti ve cehennem nefsin arzu duyacağı şeylerle örtüldü.
"Dön [ oraya", dedi Allah Cebrâil'e,
"cehennem ve cehennem ehli için hazırladığım şeyleri gözden geçir!"
Cebrâil cehenneme döndü, bir de ne görsün, orası nefsin arzu duyacağı şeylerle
donatılmış! Dönüp Allah'a dedi ki: "İzzetine yemin ederim, hiç kimsenin
cehennemden kurtulamayıp muhakkak oraya gireceğinden korktum." 78
6.
HADİS
Ebu
Bekr es-Sıddîk (radiya’llâhü anh) Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan nakleder: Yüce Allah şöyle buyurdu:
"Ey
İsrâfil, izzetim, celâlim, cömertliğim ve keremim üzerine yemin ederim ki, kim Bismillahirrahmânirrahîm'le
birlikte arkasından Fâtiha sûresini bir kere okursa, şâhid olunuz ki
Ben muhakkak o kimseye mağfirette bulunurum; onun iyiliklerini kabul ederim ve
kötülüklerini affederim. Onun dilini ateşte yakmam; kendisini cehennem azâbı,
kıyâmet azâbı ve "büyük korku" dan
kurtarırım. Ve o, Bana bütün peygamberler ve velîlerden önce kavuşur."
7.
HADİS
Ebû
Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle dediğini nakleder:
Allah
Taâlâ buyurdu: "Âdem oğlu Bana noksan sıfat isnad
eder. Halbuki ona, Beni noksan sıfatla tavsif etmek
gerekmezdi. Âdem oğlu beni yalanlamak da ister ki, bu
da ona yakışmazdı. Onun bana noksan sıfat isnâdı, (gûyâ İsâ) benim oğlum
olduğudur. Beni yalanlaması da, Allah beni ilk yarattığı gibi iade sûretiyle
yaratacak değildir, demesidir.
Ebû
Hureyre, aynı isnadla Hz. Peygamberden şu hadîsi nakleder: Aziz ve Celil olan
Allah buyurdu: "Adem oğlu Beni yalanlar, oysa
durum onun yalanladığı gibi değildir. O Bana noksan sıfat isnâd eder, durum
onun zannı gibi değildir. Onun beni i yalanlaması, Allah beni ilk yarattığı
gibi iâde sûretiyle yarata- ı cak değildir, şeklindeki ifâdesidir. Halbuki Benim için ilk defa yaratış, ikinci defa yaratmaktan
daha kolay değildir. Onun beni noksan sıfatla tavsifi ise, Allah bir oğul
edindi, sözüdür. Oysa Ben Ehad ve Samed'im (Tek ve herşeyden müstağniyim).
Doğurmam ve doğmam. Hiçbir şey Benim dengim olamaz." 79
8.
HADİS
Ebû
Hureyre Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Allah
şöyle buyurur: "Adem oğlu, Beni andığın zaman
bana şükretmiş olursun, Beni unuttuğun zaman Bana nankörlük etmiş
olursun."
(Tabarânî)
9.
HADİS
Ebû
Hureyre Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Malını hayır yolunda sarfet ki, Ben de
sana vereyim." Resûlüllah şöyle devam eder: "Allah'ın eli doludur,
gece gündüz devam edecek hiçbir harcama ondan bir şey eksiltmez." O
devamla: "Gördünüz mü, O göğü ve yeri yarattığından beri sarfettiği halde,
elindeki eksilmedi. O'nun arşı su üzerindedir, elinde de inip kalkan terâzi
vardır." 80
10.
HADİS
Ebû
Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Kulum Beni zikrettiği ve dudakları
Benim (ismim) ile hareket ettiği vakit Ben onunla birlikteyimdir." 81
11.
HADİS
Abdullah
b. Ömer Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Azîz
ve Celîl olan Rabbimiz şöyle buyurdu: "Bir kul üzerinde iki korku ve iki
emniyeti birlikte bulundurmam. Kul dünyâda Benden korkarsa, âhirette korkusu
olmaz. Eğer dünyâda Benden emin olursa, âhirette emin olmaz."
(İbn
Asâkir, Enes'ten)
12.
HADİS
Ebû
Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah kıyâmet gününde şöyle buyuracak: "Benim celâlim için
birbirini sevenler bugün neredeler? Benimkinden başka hiçbir gölgenin olmadığı
bu günde onları gölgelendireyim!" 82
13.
HADİS
Ebû
Hureyre (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den
nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Ben kulumun Beni zannı yanındayım
(Kulum Beni nasıl düşünürse öyleyim) ve Bana duâ ettiği vakit onunla birlikte
olurum." 83
14.
HADİS
Enes,
Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Allah
Taâlâ (kıyâmet gününde) cehennemliklerin azap bakımından en hafifi olan
birisine:
-
Farzedelim ki, yer yüzünde mal olarak ne varsa hep
senin olsa (şu azaptan kurtulmak için) onları fedâ eder miydin? diye soracaktır. O da:
-
Evet, diyecek. Bunun üzerine Allah:
-
Fakat sen Âdem'in sulbünde iken Ben senden (şimdikinden) daha kolay bir şey
istemiştim, bu Bana şirk koşmaman idi. Ne var ki sen (dünyâya gelince) yüz
çevirip şirke yöneldin.84
15.
HADİS
Ebû
Hureyre Resûlüllah'ın şöyle dediğini nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah buyurdu: "Kibriyâ (büyüklük) benim ridâm, Azamet
(ululuk) ise izârımdır.* (Yâni bunlar Bana mahsus sıfatlardır). Kim bunlardan
birisi hakkında benimle tartışmaya girerse (yâni bu sıfatlan takınmaya
kalkarsa) onu ateşe atarım."85 86
16.
HADİS
Ebû
Saîd el-Hudrî Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini
nakleder:
Allah
şöyle buyuracaktır: "Melekler şefâat etti, müminler de şefâat etti. Geriye
en çok merhamet sâhibi olan Allah kaldı." Bundan sonra bir grup insanı
ateşten alarak, içlerinden dünyâda iken hiçbir hayır işlemeyip de cehennemde
kömüre dönmüş bir çok kimseleri çıkaracak ve cennetin
önünde Hayat Nehri denen bir nehre onları bırakacak (...) Sonra Yüce
Allah şöyle buyuracak: "Cennete giriniz, gözünüzün görebildiği ne varsa
si-zindir." Onlar: "Ey Rabbimiz, sen âlemlerden hiç kimseye
vermediğini bize ihsan ettin" diyecekler.
Allah
"Benim indimde size vereceğim bundan daha değerli bir şey vardır"
buyuracak. "Bundan daha değerli ne olabilir?" diyecekler. Allah cevap
verecek: "Benim rızam! Artık bundan sonra size ebediyyen gazap
etmem!"13
17.
HADİS
Câbir
b. Abdillâh Resûlüllah'm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini
nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Bu, benim zâtım için razı olduğum bir
dindir. Buna yaraşan da ancak cömertlik ve güzel huydur. Bu dîne uyduğunuz
müddetçe, onu bu iki hasletle yüceltiniz."
(İbn
Asâkir)
18.
HADİS
Suhayb
(radiya’llâhü anh) Nebî (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder: 87
Cennet
ehli cennete girdiği vakit Allah Taâlâ şöyle buyurur: "îlâve etmemi
istediğiniz bir şey var mı?" Onlar: "Yüzlerimizi beyazlaştırmada! mı? Bizi cennete koyup cehennemden kurtarmadın mı?"
derler. Bunun üzerine Allah perdeyi kaldırı-verir. Artık kendilerine verilen en
değerli şey Aziz ve Celîl olan Rablerine bakmalarıdır. Sonra (Hz. Peygamber) şu
âyeti okudu: "İyilik edenlere dâimâ daha iyisi ve üstünü verilir."
(Yûnus, 10/26).13
19.
HADİS
Ebû
Saîd el-Hudrî Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan
nakleder:
Allah
kıyâmet günü: "Ey Âdem!" buyurur. Hz. Âdem: "Buyur yâ
Rabbi!" der. Bir ses kendisine şöyle seslenir: "Allah sana, soyundan
cehenneme girecekleri seçip çıkarmanı emrediyor" Âdem: "Yâ Rabbi,
cehenneme gideceklerin mikdârı ne kadardır?" diye sorar. Allah: "Her
bin kişiden —sanırım öyle buyurmuştu— 999'u" diye cevap verir. "O
sırada (bunun verdiği şiddetle korkudan) gebe kadın çocuğunu düşürür, çocuk
saçları ağarıp ihtiyarlar; ve o anda insanları
(korkudan) sarhoş sanırsın. Halbuki onlar hiç de
sarhoş değildir. Fakat Allah'ın azâbı çok şiddetlidir.”88 89 Bu durum oradaki insanlara pek ağır
geldi, öyle ki yüzlerinin rengi değişti.
Bunun
üzerine Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: "O
cehennemliklerin 999'u Ye'cûc ve Me'cûc'den, biri de sizdendir. Sonra insanlar
içinde sizler, beyaz öküzün üzerindeki siyah tüy veya siyah öküzün üzerindeki
beyaz tüy durumundasınız. Ben sizin, cennet ehlinin dörtte biri kadar
olacağınızı kuvvetle ümid ediyorum." Bunun üzerine biz tekbir getirdik.
Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Cennet ehlinin üçte biri
olacaksınız" dedi. Biz tekrar tekbir getirdik. Sonra o: "Cennet
ehlinin yarısı" dedi. Biz tekrar tekbir getirdik.90
20.
HADİS
İbn
Abbas (radiya’llâhü anh) Resûlüllah'ın şöyle dediğini nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah Mûsâ'ya şunu vahyetti: "Sen bana, kazâma râzı olmaktan
daha iyi bir şeyle yaklaşamazsın. İyiliklerini muhâfaza konusunda yapacağın en
doğru şey, işlerinde kontrol sâhibi olmandır. Ey Mûsâ, dünyâ adamlarına
yalvarıp yakarma, yoksa benim gazabıma uğrarsın. Dünyâ uğruna dînini elden
çıkarma, yoksa rahmet kapılarımı sana kapatırım. Ey Mûsâ, tevbe eden müminlere
sevinmelerini söyle! Alçak gönüllü mü'minlere de sakınmalarını ve iyilik
etmelerini söyle!”
(İbn
Arabî, (son iki cümlenin ilâve edilmiş olmasından) şüphe ettiğini söyler).
22.
HADİS
Ali
b. Ebî Tâlib (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Yüce
Allah şöyle buyurur: "Benden başkasına ümit bağlayan Beni tanımıyor
demektir. Beni tanımayan Bana kulluk etmez. Bana kulluk etmeyen Benim gazabıma
mâruz kalır. Benden başkasından korkan Benim azâbımla karşılaşır."
15
Buhârî, Tefsînı
sûre: 32; Tecrîd, tere. XI,
149; Müslim, îman,
312 Tirmizî, Cennet,
15; İbn Mâce, Zühd,
39; Dârimî, Rikak,
97.
23.
HADİS
Ebû
Hureyre nakleder: Kıyâmet gününde Allah'ın kullar arasındaki hükmü ile ilgili
bir hadiste Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"...
Ve yüzü ateşe dönük bir adam kalır. O cennete girecekler arasında en
sonuncusudur. Şöyle der: Ey Rabbim, yüzümü ateşten uzaklaştır. Zîrâ onun kokusu
bana acı veriyor ve alevi beni yakıyor. Allah'ın dilediği kadar böyle yalvarır.
Daha sonra Allah Taâlâ şöyle buyurur: Bunu yaparsam, başka bir şey ister misin?
O kul: Hayır, der, başka bir şey istemem. Aziz ve Celîl olan Rabbine Allah'ın
istediği kadar vaat ve yeminlerde bulunur. Nihâyet Allah onun yüzünü ateşten
çevirir. Cennete yaklaşıp da onu görünce, Allah'ın dilediği kadar sustuktan
sonra şöyle der: Ey Rabbim, beni cennetin kapısına yaklaştır! Bunun üzerine
Allah ona: Evvelce, sana verdiğimden başka bir şey istemeyeceğine söz vermiş
değil miydin? Yazıklar olsun ey Âdem oğlu, ne kadar
gadredicisin! buyurur. O kul: Ey Rabbim, der, Aziz ve
Celîl olan Allah'a duâ eder. Nihâyet Allah ona sorar: Bunu sana versem başka
şey ister misin? Kul: İzzetine yemin ederim ki hayır! der.
Rabbine, Allah'ın dilediği kadar söz ve yeminlerde bulunur. Sonunda Rabbi, onu
cennetin kapışma yaklaştırır. Cennetin kapısında durduğu, cennet ona açıldığı,
içindeki hayırları ve sevinci gördüğü vakit, Allah'ın dilediği kadar susar.
Sonra şöyle der: Ey Rabbim, beni cennete koy. Allah Tebâreke ve Taâlâ ona:
Verdiğimden başka bir şey istemeyeceğine söz vermiş değil miydin? Yazıklar
olsun ey Adem oğlu, sen ne sözünde durmaz kimse
imişsin! der. Kul: Ey Rabbim mahlûkâtmın en bedbahtı
ben olmayayım, der ve Allah'a devamlı duâ eder. Nihâyet Allah Tebâreke ve Taâlâ
onun bu hâline güler. Allah ona gülünce: Cennete gir, der. Kul cennete girince
Allah şöyle buyurur: Temennide bulun! O da Rabbinden istekte ve temennide
bulunur. Nihâyet Aziz ve Celil olan Allah ona: Şunu da iste, bunu da iste, diye
hatırlatmada bulunur. Nihâyet istekleri son bulunca, Aziz ve Celil olan Allah şöyle
buyurur: Bunların hepsi ve daha bir o kadarı şenindir!"91
24.
HADİS
Ebû
Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle dediğini nakleder:
Allah
Adem'i yaratıp, ona rûhu üflediği zaman Adem aksırdı
ve "El hamdü lillâh" diyerek, O'nun izniyle hamdetti. Bunun üzerine
Rabbi ona: "Allah seni esirgesin ey Adem; o
meleklere, onlardan oturmakta olan bir topluluğa git ve 'Esselâmü aley-küm'
(Allah'ın selâmı üzerinize olsun) de" buyurdu. Onlar da: "Selâm ve
Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun!" dediler. Sonra Adem
Rabbine döndü. Allah: "Senin selâmın ve oğullarının arasındaki selâm işte
budur!" buyurdu. Allah, avuçları kapalı halde Adem'e:
"Bu ikisinden hangisini istersen seç!" dedi.
Âdem:
"Rabbimin sağ elini seçtim; Rabbimin her iki eli de sağ ve
mübârektir" dedi. Sonra Allah elini açtı; bir de ne görsün, orada Âdem ve
onun soyundan gelenler vardı! Âdem: "Ey Rab-bim bunlar nedir?" dedi.
Allah: "Bunlar senin soyundan gelenlerdir" buyurdu. Bir de baktı ki,
her insanın iki gözü arasında ömrü yazılıdır. İçlerinde pırıl pırıl biri veya
pırıl pırıl parlayanlardan biri vardı. Âdem: "Yâ Rabbi bu kimdir?"
dedi. Allah: "Bu senin oğlun Dâvûd'dur; Ben kendisine 40 senelik ömür
yazdım" buyurdu. Âdem: "Yâ Rabbi, onun ömrünü arttır!" dedi.
Allah: "Ona takdir ettiğim ömür budur" buyurdu. Âdem: "Ey
Rabbim, ben kendi ömrümden ona altmış sene bağışladım" dedi. Allah:
"Sen bilirsin" buyurdu. Sonra Âdem, Allah'ın dilediği kadar cennette
sakin kılındı; bilâhare cennetten indirildi. Âdem kendi günlerini saymakta idi.
Bir gün ölüm meleği çıka geldi. Âdem ona "Erken geldin, bana bin senelik
ömür yazılmıştır" dedi. Melek: "Evet ama,
sen altmış seneyi oğlun Dâvûd'a vermiştin" dedi. Âdem inkâr etti; bu
yüzden soyundan gelenler de inkâr ediyor. Âdem unuttu; bu yüzden soyundan
gelenler de unutuyor. Ve o günden îtibâren yazı ve şâhitlik emredilmiştir.92
(Bu
hadis hasen ve garîbdir)
25.
HADİS
Enes
b. Mâlik (radiya’llâhü anh) Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
dediğini nakleder:
"Allah
arzı yarattığı vakit, arz sarsılmaya başladı. Bunun üzerine Allah dağları
yarattı ve onları arzın üzerine yerleştirdi. Böylece arz sükûnet buldu.
Melekler, dağların gücünden hayrete düştüler ve şöyle sormaktan kendilerini
alamadılar:
-
Yâ Rabbi, yaratıkların içinde dağlardan daha güçlü bir şey var mıdır?
-
Evet, demir! Buyurdu Allah.
-
Yâ Rabbi, yaratıkların içinde demirden daha güçlü bir şey var mıdır? diye sordular.
-
Evet ateş!
-
Yâ Rabbi, yaratıkların içinden ateşten daha güçlü bir şey var mıdır?
-
Evet, su!
-
Yâ Rabbi, yaratıkların içinden sudan daha güçlü bir şey var mıdır?
-
Evet, rüzgâr!
-
Yâ Rabbi, yaratıkların içinde rüzgârdan daha güçlü bir şey var mıdır?
-
Evet, sağ eliyle bir yardımda bulunan ve onu sol elinden gizleyen insan oğlu!"93
(Bu
hadis garîbdir)
26.
HADİS
Ebû
Hureyre (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m haşr
günü hakkında şöyle buyurduğunu nakleder (Tamâmı Müslim'de bulunan uzun
hadiste şöyle bir tablo çizilir):
-1
"...
Aralarında münâfıklar da bulunduğu halde bu ümmet yerinde durup kalacak. Allah
Tebâreke ve Taâlâ onlara evvelce tanıdıklarından başka bir sûrette gelecek ve
şöyle buyuracak: "Ben sizin Rabbinizim!"
-
Senden Allah’a sığınırız! diyecekler. Aziz ve Celil
olan Rabbimiz bize gelinceye kadar yerimiz burasıdır. O bize geldiği zaman biz
O'nu tanırız (Rablerini o tecellî ile tanıyamadıkları için böyle
davranacaklardır).
Yüce
Allah bu defa onlara tanıdıkları sûrette gelecek ve şöyle buyuracak: "Ben
sizin Rabbinizim!"
-
Sen bizim Rabbimizsin! diyecekler
ve O'na tâbi olacaklar. Cehennemin de köprüsü kurulacak*. (Hadîsin devâmında
Allah’ın şöyle buyuracağı belirtilir): "Kim (Benden başka bir şeye) ibâdet
ederse, ona tâbî olsun!"93 94
27.
HADİS
Ebû
Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu
nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Ben, kulumun Beni zannı yanındayım
(Kulum Beni nasıl düşünürse öyleyim). Kulum Beni zikr ettiği vakit onunla
birlikteyimdir. Eğer Beni kendi başına (yalnızken) zikr ederse, Ben de onu
kendim zikr eder anarım. Şâyet Beni bir topluluk içinde anarsa, Ben de onu daha
hayırlı bir topluluk içinde anarım. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona
bir arşın yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç
yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım."95
28.
HADİS
Enes
b. Mâlik (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu nakleder:
Allah
şöyle buyurdu: "Ey Adem oğlu, sen Bana duâ
ettiğin ve Benden ümit ettiğin müddetçe, nasıl olursan ol seni bağışlarım ve
aldırış etmem. Ey Adem oğlu, senin günahların gök
yüzünün bulutlarına kadar ulaşsa ve sonra sen Benden mağfiret dilesen seni
bağışlarım. Ey Adem oğlu sen Bana dünyâlar dolusu hatâ
ile gelsen ve fakat Bana hiçbir şeyi ortak (şirk) koşmamış olduğun halde
ulaşsan, şüphesiz sana dünyâlar dolusu mağfiretle muâmele ederim."97
(Hadis
hasen ve sahîhdir)
29.
HADİS
,
Zeyd
b. Hâlid el-Cühenî (radiya’llâhü anh) nakleder: Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), Hu-
deybiye'de
geceleyin yağmış olan yağmurdan sonra bizlere sabah namazı kıldırdı. Namazdan
sonra yüzünü cemaate döndürdü ve: "Bilir misiniz Rabbiniz ne
buyurdu?" diye sordu. "Allah ve Resûlü daha iyi bilendir" diye
cevap verdiler.
Bunun
üzerine Hz. Peygamber Allah'ın şöyle buyurduğunu ifâde etti: "Kullarımdan
kimi Bana îman etmiş olarak, kimi de
kâfir
olarak sabâha çıktı. Kim ki, Allah'ın fazl ve rahmetiyle
üzerimize
yağmur yağdı dediyse o Bana îman etmiş, yıldızları inkâr etmiştir. Her kim de,
şu veya bu yıldızın batıp doğması ile üzerimize yağmur yağdı dediyse, işte o
Beni inkâr etmiş, yıldızlara îmân etmiştir." 98
30.
HADİS
Ebû
Mûsâ el-Eş'arî ( radiya'llâhü anh)'in naklettiği bir hadiste Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu ifâde edilir:
İmam
"Semiallâhü limen hamideh" (Allah hamdedeni işitir) dediği zaman siz:
"Allahümme Rabbenâ leke'l-hamd" (Yâ Rabbi hamd sana mahsustur)
deyiniz; Allah sizi işitir. Çünkü Yüce Allah Peygamberinin diliyle
"Semiallâhü limen hamideh" buyurmuştur.23
31.
HADİS
Ebû
Hureyre, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu işittim
diyor:
Yüce
Allah şöyle buyurdu: "Ben namaz (sûresi olan Fâti-ha'yı) kendimle kulum
arasında yarı yarıya taksim ettim. Kulumun istediği onundur. Kul, "Elhamdü
lillâhi Rabbi'l-âlemîn" dediği zaman, Allah: Kulum bana hamd etti, der.
Kul: "Er-rahmânirrahîm" dediği zaman, Allah: Kulum Beni senâ etti,
der. Kul: "Mâliki yevmi'd-dîn" dediği zaman, Allah: Kulum beni övdü,
der. (Bir keresinde de Resûlüllah: Kulum işini bana havâle (tefviz) etti, der,
buyurdu).
"Kul:
"İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn" dediği zaman, Allah: Bu kulumla
benim aramdadır; ve kulumun istediği hakkıdır, der.
Kul "İhdine'ssırâta'l-müs-takîm sırâtellezîne en'amte aleyhim,
gayri'l-mağdûbi aleyhim vele'd-dallîn" dediği zaman Allah: İşte bu
kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır, buyurdu." 24
32.
HADİS
İhlâs
hakkında kendisinden bilgi
istenen Huzeyfe, Resû-lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m şöyle buyurduğunu
nakleder:
Bunu
ben Cebrâil'e sordum, şöyle dedi: İzzet sâhibi olan Allah'a ihlâs nedir?
diye sordum. Şöyle cevap verdi: "O Benim
sırrımdan bir sırdır ki, kullarımdan sevdiklerimin kalbine emânet ederim."
33.
HADİS
Muaz
ibn Cebel, Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın şöyle dediğini
nakleder:
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: "Beni yüceltmek uğrunda (Benim
Celâl'imde) birbirlerini sevenler için peygamber ve şehitlerin bile imreneceği,
nurdan minberler olacaktır."99
34.
HADİS
Enes
b. Mâlik (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den şunu
nakleder: Allah şöyle buyurur:
"Dünyâda
kulumun iki gözünü alırsam, benim katımda bunun karşılığı ancak cennet
olur." 100
35.
HADİS
Ebû
Hureyre Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'den nakleder:
Ahir
zamanda dîni dünyâya âlet eden bir takım kimseler çıkacak ve insanlara hoş
görünmek için yumuşacık kuzu postuna bürünecekler. Dilleri baldan daha tatlı,
fakat kalbleri canavar kalbi gibidir. Allah şöyle buyurur: "Benim hilmime
mi aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık mı gösteriyorlar? Kendi adıma yemîn
ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim ki içlerinden hilim sâhibi olanı
bile şaşkına çevirecektir!" 101
36.
HADİS
Enes
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini nakleder:
Kıyâmet
günü âdemoğlu âdetâ bir kuzu gibi getirilerek Allah’ın huzûrunda durdurulur.
Allah ona sorar: "Sana bir çok şey verdim, mal
mülk ihsan ettim, seni nimetlerle donattım, sen ne yaptın?" Kul şöyle cevap
verir: "Onları biriktirdim, çoğalttım ve olduğundan fazla şekilde
bıraktım, beni geri gönder!" Allah buyurur: "Bana takdim edeceğini
göster!" Kul der ki: "Yâ Rabbi, onları biriktirdim, çoğalttım ve
olduklarından fazla şekilde bıraktım; beni geri gönder, onları sana
getireyim." Kulun, hayır olarak herhangi bir şey getirmediği görülünce
kendisi cehenneme götürülür.102
37.
HADİS
Ebû
Hureyre (radiya’llâhü anh) Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m Kıyâmet
günü hakkm-daki bir hadîsinde şöyle buyurduğunu nakleder:
Ben:
"Ümmetim yâ Rabbi, ümmetim yâ Rabbi, ümmetim yâ Rabbi!" diyeceğim.
Allah şöyle buyuracak:
"Ey
Muhammed, ümmetinden hesap ve suâl gerektirmeyenleri cennet kapılarından olan
sağ kapıdan içeri koy! Onlar bunun dışında, cennetin öteki kapılarında da
insanlara ortaktırlar." 103
38.
HADİS
Abdurrahmân
b. Avf (radiya’llâhü anh) nakleder:
Bir
gün mescide vardığımda Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın mescidden
çıkmakta olduğunu gördüm. Kendisini tâkip ederek arkasından yürümeye başladım,
onun benden haberi yoktu. Sonra hurmalığa girdi, kıbleye yöneldi ve secdeye
kapandı. Ben arkasm-daydım. Secdede uzun süre kaldı, o kadar ki, vefat ettiğini
zannederek yürümeye başladım, yanma geldim, eğilip yüzüne baktım. Başını
kaldırdı: "Ne var ey Abdurrahmân?" buyurdu. Dedim ki: Yâ Resûlüllah,
siz secdeyi çok uzatınca, vefat ettiğiniz korkusuyla bakmaya geldim! Buyurdu
ki: "Sen benim hurmalığa girdiğimi gördüğün sırada, Cebrâil (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'la karşılaştım. Bana şöyle dedi: Sana müjdeler olsun, Allah
şöyle buyurdu: "Kim seni selâmlarsa, Ben de onu selâmlarım. Kim sana salât
(duâ) ederse, Ben de ona salât (ikrâm) ederim. (Kim sana selâm ve salât ederse,
Ben de ona selâm ve salât ederim.)"104
39.
HADİS
Ebû
Hureyre Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini ifâde eder:
Allah
şöyle buyurur: "Ey Âdem oğlu, kendini tamâmen
Benim kulluğuma ver ki, Ben senin kalbini zenginlikle doldurayım ve seni
yoksulluktan koruyayım. Eğer böyle yapmazsan senin kalbini meşguliyetlerle
doldururum ve yoksulluğuna mâni' olmam."105
40.
HADİS
Ebû
Saîd el-Hudrî ve Ebû Hureyre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın
şöyle buyurduğunu naklederler:
Her
kim: "Allah'tan başka tanrı yoktur ve Allah en uludur" derse Rabbi
onu tasdik eder ve: "Benden başka tanrı yoktur, Ben en uluyum"
buyurur.
Kul:
"Allah'tan başka tanrı yoktur, O birdir" dediği zaman, Allah:
"Benden başka tanrı yoktur, ben Bir'im" buyurur.
Kul:
"Allah'tan başka tanrı yoktur, O birdir, ortağı yoktur" dediği zaman
Allah: "Benden başka tanrı yoktur, Birim, ortağım yoktur" buyurur.
Kul:
"Allah'tan başka tanrı yoktur, kudret ve kuvvet ancak Allah iledir"
dediği zaman, Allah: "Benden başka tanrı yoktur, kudret ve kuvvet ancak
Benimledir" buyurur.
Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Kim ki bu sözleri hastalığında söyler ve sonra
ölürse cehennem ateşi onu yakmaz"106
Allah
Taâlâ'ya muhtaç olan, Rabbinden kendisi, ana babası, kardeşleri, arkadaşları ve
bütün müslümanlann bağışlanmasını dileyen Muhammed b. Ali b. Muhammed b.
el-Arabî der ki: Başta ifâde ettiğim ölçülerdeki kırk hadis burada sona eriyor.
Allah onlarla amel etmeyi bize kolaylaştırsın ve bu konuda yardımcı olsun.
Hatırlattığım üzere bunlar Allah'a isnâd ettiğim (kudsî) hadislerdir. Bu
hadislerin çoğunu, isimlerini zikrederek, bizzat şeyhinden rivâyet eden
arkadaşlarımızdan aldım. Bununla maksadım, vahyin naklinde kendilerinden bir
hâtıra bırakmak ve onlara hadis âlimleri arasında yer vermektir.
Şimdi
de isnâd zinciri olmaksızın, kırk kudsî hadis daha zikrediyorum.
İKİNCİ BÖLÜM
Rahmân
ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
Yâ
Rabbi Peygamberimizin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bereketiyle kolaylaştır.
HABER
(41)
Aziz
ve Celîl olan Allah, peygamberi ve dostu İbrâhîm'e şöyle buyurdu: "Bu
şiddetli korku niçindir?"
İbrâhim
cevap verdi: 'Yâ Rabbi, nasıl korkmayayım ve dehşet içinde olmayayım: Babam Adem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ki yeri Senin
yakınındaydı, onu Kendi elinle yarattın, ona Kendi rûhundan üfledin, meleklere
ona secde etmelerini emrettin! Ve bir tek günahtan dolayı onu yanından
uzaklaştırdın!"
Bunun
üzerine Allah şöyle vahyetti: "Ey İbrâhim, bilmez misin ki sevenin
sevgiliye karşı itâatsizliği çok zor gelir?"
(İbrâhim
b. Abdullah'tan mevkûfen naklettiğim bu haber, İsmâil b. el-Herevî'nin Derecâtü't-Tâibîn
adlı kitabında-dır.)
2.
HABER (42)
Allah
Taâlâ şöyle buyurdu: "Ey Dâvûd, İsrâil oğullarına aşın istek ve arzûlardan
sakınmalarını söyle. Zîrâ aşın istek ve arzûlara bağlı olan kalblerin akılları
(idrakleri) bana karşı örtülüdür, aramızda perde bulunur."
(Ebu Ca'fer el-Cezerî'den mevkûfen, Herevî'nin
Derecâ-tü't-Tâibîn'inde yer alır.)
3.
HABER (43)
Mûsâ
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle sordu: "Yâ Rabbi Sen uzak mısın ki
Seni yüksek sesle çağırayım, yâhut yakın mısın ki
alçak sesle Sana yalvarayım?"
Allah
Taâlâ buyurdu: "Ben, Beni zikredenin yakın dostuyum ve onunla
birlikteyim."
Mûsâ
sordu: "Sana en sevimli gelen amel hangisidir yâ Rabbî?" Allah cevap
verdi: "Her hal ve durumda Beni çok zik-retmendir!"
(Bunu
Makburî'den adı geçen eserden mevkuf olarak rivâ-yet ettim.)
4.
HABER (44)
Allah
Taâlâ buyurur: "Beni sevdiğini iddiâ edip de, Benden gafil olan yalan
söylemiştir. Seven herkes, sevdiğiyle birlikte olmayı (halvet) istemez mi? Ben
nice sevenlerimi tanırım ki, Beni gözlerinin önünde temsil ederler; görürcesine
Bana hitab ederler ve huzûrumda Benimle konuşurlar. Yarın onların gözlerini
cennetlerimde serinleteceğim."
(Bunu
Mufaddal'dan adı geçen eserden mevkuf olarak rivâ-yet ettim.)
5.
HABER (45)
Allah
Taâlâ, intihar eden kimse hakkında şöyle buyurur: "Kulum kendi kendine
(ölüme teşebbüs ederek) Benim önüme geçti, Ben de ona cenneti haram kıldım.” 107
(Bunu
Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a çıkan bir isnâd ile rivâyet ettim.
Müslim'in Sahîh'inde mevcuddur.)
6.
HABER (46)
Celîl olan Allah buyurur: "Benim kulum, Benim
has kulum savaş sahnesinde dengiyle karşı karşıya bulunduğu halde Beni zikr
edendir." 108
(Bunu,
Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a çıkan bir isnâd ile rivâyet ettim;
Tir-mizî'nin Müsned'inden tahrîc ettim.)
7.
HABER (47)
Allah
Taâlâ şöyle buyurur: "Ey Adem oğlu, ömründen geri
kalan sürenin kısalığını bilseydin beslediğin uzun emellerini terk ederdin,
ihtiras ve hilelerini kısardın, (iyiliklerini) artırmaya gayret ederdin. Ne ki
(ölüm ânında) ayağın kaydığı, âilen ve hizmetindekiler seni terk ettiği,
dostların senden yüz çevirdiği ve yakınların senden uzaklaştığı zaman ancak pişmanlığa
düşersin. Fakat o zaman artık âilene dönemezsin, iyi amellerini arttıramazsm. O
halde şimdiden felâket ve pişmanlık günü olan kıyâmet için çalış!"
(es-Suhufü’l-Münzele'de
yer alan bu haberi Vehb b.
Münebbih'ten rivâyet ettim.)
8.
HABER (48)
Aziz
ve Celil olan Allah buyuruyor: "Ey Adem oğlu,
sana verdiğim şeye râzı olursan, kalben ve bedenen râhatlık içinde olursun,
ayrıca övülürsün. Şâyet sana verdiğim kısmete râzı olmazsan, senin başına
dünyâyı musallat ederim; o kadar ki, yabânî hayvanların çöllerde dolaşması gibi
oradan oraya koşar durursun; izzetim ve Celâlime yemin olsun ki, dünyâdan ancak
senin için takdir ettiğim kadarım elde edebilirsin, hem de zemmedilmiş,
aşağılanmış olursun."
(Kâ'bü'l-Ahbâr'dan
rivâyet ettim. er-Rabaî Cüz'ünde bunu,
Ka'bü'l-Ahbâr'ın Tevrat'tan aldığım kaydeder.)
9.
HABER (49)
Aziz
ve Celil olan Allah cennet ehline, oraya girdikleri vakit şöyle buyuracak:
"Kullarım, size selâm olsun, merhaba! Allah size hayat versin, size selâm
olsun!"109
(Nakkâş'ın
Mevâkıfü'l-Kıyâme hadîsindeki bu ifâdelerini Nebi (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'a isnâd ederek rivâyet ettim)
10.
HABER (50)
Aziz
ve Celîl olan Allah buyuruyorf'Ey Âdem oğlu, herkes
seni kendisi için ister. Ben ise seni senin için isterim, oysa sen Benden
kaçıyorsun. Ey Âdem oğlu, bana karşı hiç de âdil
değilsin!"
(Kâ’bül-Ahbâr’dan
rivâyet ettim. Rabaî (rahımehullah)'ın Cüz'ünde mevcûd olup, onu
Tevrat'tan naklettiğini söyler.)
11.
HABER (51)
Aziz
ve Celîl olan Allah, dünyâ ehlinden en çok nîmet ve refah sâhibi bir kimseyi
ateşe daldırıp çıkaracak ve şöyle buyuracak: "Ey Âdemoğlu, sen herhangi
bir iyilik, herhangi bir nîmet gördün mü?" O kimse: "Hayır, vallâhi
yâ Rabbi" diyecek. Hak Taâlâ, dünyâda iken en çok sıkıntı ve meşekkate
dûçâr birini cennete daldırıp çıkaracak ve: "Ey Âdem
oğlu herhangi bir sıkıntı gördün mü, herhangi bir zorlukla karşılaştın
mı?" buyuracak. Kul cevap verecek: "Hayır yâ Rabbi, ne bir sıkıntı
gördüm, ne de aslâ herhangi bir zorlukla karşılaştım!"110
(Senedli
olarak rivâyet ettiğim bu hadis Müslim'in Sahîh'inde mevcuttur.)
12.
HABER (52)
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyuruyor: "Ey Âdem oğlu,
seni topraktan, sonra da menîden yarattım. Senin yaratılışın bana hiç de zor
gelmedi. Herhangi bir anda bir ekmeği sana ulaştırmak mı Bana zor
gelecek?"
(Kâ'bü'l-Ahbâr'dan
mevkûfen rivâyet ettim. er-Rabaî'nin Cüz'ünde
mevcuttur. Ka'bü'l-Ahbâr, bu ibâreye Tevrat'ta rastladığını söyler.)
13.
HABER (53)
Aziz
ve Celil olan Allah buyuruyor: "Rahmân, Rahim, Hayy ve Kayyûm olan
Allah'tan size selâm olsun. Mutlusunuz, cennete ebedî kalmak üzere girin, orası
sizin için iyidir. Sürekli nimetlerin, Kerem Sâhibi'ne yakınlığın ve devamlı
kalışın tadını çıkarınız."
(Nakkâş'ın
hadîsinden rivâyet ettim.)
14.
HABER (54)
Aziz
ve Celil olan Allah buyuruyor: "Ey âdemoğlu, muhakkak ki Ben şânımdan
olarak seni severim. Sen de üzerindeki hakkım sebebiyle Beni sev!"
(Kâ'bü'1-Ahbâr'dan
mevkuf olarak rivâyet ettim.)
15.
HABER (55)
Aziz
ve Celil olan Allah, cennet ehline hitab ederek şöyle buyuracak: "Sîzler
mü'minlersiniz. Ben güvenlik veren (el-Mü'min), görüp gözeten (el-Müheymin)
Allah'ım. Sizin için isimlerimden bir isim ayırdım.111 Sizin için korku ve hüzün yoktur. Siz Benim
velîlerim (dostlarım), komşularım, sevdiklerim, asfiyâm, seçkinlerim, muhabbet
ehlimsiniz ve evimde oturuyorsunuz."
(Mevâkıfta
yer alan Nakkâş'ın
hadîsinden rivâyet ettim.)
16.
HABER (56)
Gecenin
son üçte birinde nüzûl ettiği vakit112 Allah şöyle buyurur: "Ben mülk
sâhibiyim, kim Bana seslenirse ona cevap veririm. Kim Benden isterse ona
veririm, kim Benden mağfiret dilerse onu bağışlarım!"4
(Müslim
b. Haccâc'm Sahîh'inden rivâyet ettim.)
17.
HABER (57)
Aziz
ve Celil olan Allah buyuruyor: "Kulum bir iyilik yapmayı düşündüğü vakit,
yapmasa bile onun için bir iyilik yazarım; onu yaptığı vakit ise on katını
yazarım. Bir kötülük yapmağı düşündüğü vakit, onu yerine getirmediği sürece
affederim; yaptığı vakit ise bir kötülük olarak yazarım." 5
(Müslim
b. Haccâc'm Sahîh'inden rivâyet ettim.)
18.
HABER (58)
Aziz ve Celîl olan Allah
buyurur: "Ey Âdem oğlu, seni Kendim için, eşyâyı
da senin için yarattım. Kendim için yarattığım şeyi, senin için yarattığım şey
uğruna helâk etme!"
(Er-Rabaî'nin
Cüzünden rivâyet ettim.)
19.. HABER (59)
Aziz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey âdem oğlu, Ben
senden yarının amelini istemediğim gibi, sen de Benden yarının rızkını
isteme."
(Er-Rabaî'nin Mecmûa'smdan rivâyet ettim.)
20.
HABER (60)
Aziz
ve Celîl olan Allah, cennet ehline hitâb ederek şöyle buyuracak: "Size
selâm olsun ey Müslüman kullarımdan oluşan topluluk, sizler müslimlersiniz ve
ben Selâm’ım! Evim sulh (selâm) evidir. Sözümü işittiğiniz gibi size yüzümü de
göstereceğim.)
(En-Nakkâş'ın
kendisinden rivâyet ettim.)
21.
HABER (61)
Aziz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Âdem oğlu, Benim senin üzerinde bir takım
farzlarım vardır; ve senin rızkın da Bana âittir.
Şâyet farzlarımda Bana hâinlik edersen, senin bu hâline rağmen rızkını vermekte
Ben sana hâinlik etmem."
(Kâ'bü'1-Ahbâr'dan mevkûf olarak er-Rabaî'nin
Cüz'ünden rivâyet ettim.)
22.
HABER (62)
Aziz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Âdem oğlu, günün
başlangıcında dört rekât namazı kıl, sonunu Ben sana yetiriveri-rim" (veya
günün sonuna kadar seni korurum)"113
(Bunu
Neseî'nin (rahimehullah) kitabından müsned olarak rivâyet ettim.)
23.
HABER (63)
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Âdem oğlu,
Benim kudretimi nasıl inkâr edebiliyorsun? Halbuki
seni işte şu (toprağa veya tükrüğe) benzer şeyden yarattım. Sana ölçülü ve
düzgün bir biçim verince ayak üstü yürüdün. Senin
çalımlı yürüyüşünden arz neredeyse inliyor. Sonra mal biriktirdin ve sakladın
vermedin; nihâyet ölüme yaklaşınca, tasadduk edecektim diyorsun. Heyhât, nerede
sadaka vakti!" 114
(Esed
b. Mûsâ'mn hadîsinden rivâyet ettim.)
24.
HABER (64)
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Kulum büyük ab-dest bozup da abdest
almadığı vakit, Bana cefâ etmiş olur. Ab-dest alıp da namaz kılmadığı vakit
Bana cefâ etmiş olur. Namaz kılıp da Bana duâ etmediği vakit, Bana cefâ etmiş
olur. Bana duâ edip de, Ben ona icâbet etmediğim vakit, kendisine cefâ etmiş
olurum; oysa Ben cefâ edici bir Rab değilim."
(Bu
haberi, İbnü'l-Cerrâh diye bilinen Abdullah b. Haneş el-Kinânî'den merfû olarak
rivâyet ettim.)
25.
HABER (65)
hza.
ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Âdem oğlu,
mâdemki Benim ebediyyen tükenmez olan hazînelerim dolu olarak kalacaktır,
rızkının elden gideceğine dâir korkun olmasın."
(Er-Rabaî'nin
Cüz'ünden rivâyet ettim." 115
26.
HABER (66)
Aziz
ve Celîl olan Allah, cennet ehline hitâb ettiği bir sözünde şöyle buyurur:
"Size tecellî ettiğim ve yüzümden perdeleri açtığım vakit Bana hamd
ediniz, aramızda perde olmaksızın selâmet ve emniyet içinde Benim huzûruma
giriniz!"
(Nakkâş'ın
hadîsinden rivâyet ettim.)
27.
HABER (67)
Azîz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Âdem oğlu, mâdem
ki Benim saltanatım devam edecektir, sen herhangi bir saltanat sâhibinden
korkma! Zîrâ Benim saltanatım devamlıdır ve ebediyyen tükenmez."
(Er-Rabaî'den
rivâyet ettim.)
28.
HABER (68)
Aziz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Ey Adem oğlu,
Sıratı geçinceye kadar Benim hilemden (mekr) emin olamazsın.” Allah Taâlâ şöyle
buyurur: "Allah'ın hilesinden ancak hüsrân içindeki topluluk emin
olur." (A'râf 7/99)
(Er-Rabaî'den
rivâyet ettim.)
29.
HABER (69)
Cennet
ehline söylediği bir sözde Allah Taâlâ şöyle buyurur: "Bana geliniz,
etrâfımda oturunuz, nihâyet Bana bakınız ve Beni yakından görünüz. Böylece Ben
de size armağanlarımı vereyim, ikramlarımla sizi mükâfatlandırayım, sizi
nurumla kuşatayım, cemâlimle örteyim ve size mülkümden bağışta bulunayım.”
(Mevâkıf
ta Nakkâş'ın hadîsinden
rivâyet ettim.)
30.
HABER (70)
Allah
Taâlâ buyurur: "Ben ancak şu vasıftaki kimsenin duâsını kabûl ederim:
Duâsıyla Benim azametim karşısında tevâzû gösteren, yaratıklarım üzerinde
üstünlük taslamayan, Bana itaatsizlikte ısrar ederek gecelemeyen, gününü Benim
zikrime tahsis eden, yoksula, yolcuya ve dul kadına acıyan, musibete uğrayan
merhamet eden kimse. Böyle kimsenin ışığı güneş ışığı gibidir. Ben, o kimseyi
izzetimle korurum ve onu meleklerime emânet ederim. Kendisi için karanlıkta bir
nur, cehâlette bir ilim yaratırım. Mahlûkâtım içerisinde bu kimsenin misâli
cennetteki Firdevs'e benzer."
(Bezzâr'm
Müsned’inden rivâyet ettim."
31.
HABER (71)
Melekler:
"Yâ Rabbi, senin bu kulun kötülük işlemek istiyor!" deyince Aziz ve
Celîl olan Allah, onu en iyi gören olduğu halde, şöyle buyurur: "Onu
kontrol edin, şâyet o kötülüğü işlerse bir kötülük olaraK yazınız; eğer ondan
vaz geçerse onun için bir iyilik yazınız, zîrâ onu ancak benim hatırım için
terk etmiştir."116
(Bu
hadîsi Bagavî'nin Şerhu's-Sünne'sinden rivâyet ettim. Müslim de tahrîc
etmiştir.)
32.
HABER (72)
Kıyâmet
gününde amellerin arzı sırasında Aziz ve Celîl olan Allah, meleklerine şöyle
buyuracak: "Kulumun namazına bakınız, tam olarak mı yerine getirmiştir,
yoksa eksiği var mıdır?" Eğer tamamsa, tam olarak yazılır. Şâyet herhangi
bir noksanı varsa Allah: "Bakınız, kulumun nâfilesi var mı?"
buyuracak; (şâyet varsa), Allah: "Kulumun farzını nâfilesinden ikmâl
ediniz!" buyuracak. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) devamla şöyle
buyurur: "Sonra, böylece ameller kabul edilir."117
(Kitâbü's-Salât
müellifi (radiya’llâhü
anh)'inden rivâyet ettim; meclislerde bize yazdırmıştı.)
33.
HABER (73)
Azîz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Âdem oğlu, sana üç
darbe vurdum: Yoksulluk, hastalık ve ölüm. Bununla birlikte sen hep sıçrayıp
duruyorsun."
(Bunu
Mûsâ b. Muhammed'den rivâyet ettim. O da Abdül-vehhâb b. Sekîne'den aldı. Mûsâ
şöyle der: Bu isnâdım Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a kadar ulaşır, o da
Allah'tan naklen verir).
34.
HABER (74)
Allah
Taâlâ Mûsâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a buyurdu: "Sana dînin direği
olan beş söz öğretiyorum: Benim hâkimiyetimin zâil olduğunu bilmediğin
müddetçe, bana itâat etmeyi bırakma! Benim hazînelerimin muhakkak tükendiğini
bilmedikçe rızkın için üzülme! Düşmanının mutlaka ölmüş olduğunu öğrenmedikçe,
onun ânî bir saldırısından emîn olma ve onunla savaşmayı bırakma! Seni mutlaka
bağışladığımı bilmedikçe günahkârları ayıplama! Cennetime girmedikçe, hilemden
emîn olma!"
(Bize
Yûnusun ulaştırdığı bu haberi... Cerîr merfû olarak Hz. Peygamberden nakleder.)
35.
HABER (75)
Azîz
ve Celîl olan Allah, Peygamberi Muhammet! (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ı
muhayyer bırakarak şöyle buyurdu: "Kul peygamber mi olmak dilersin, yoksa
hükümdar peygamber mi olmak dilersin?" Cebrail (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) kendisine tevâzû göstermesini işâret etti ve Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem): "Kul peygamber olmak isterim" dedi.
"İsmâil
Herevî (radiya’llâhü anh)'ın Derecâtü't-Tâibîn'inden rivâyet ettim.)
36.
HABER (76)
Azîz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Kim Benim bir velîmi hakîr görürse Bana
savaş açmış olur."11
(Derecâtü't-Tâibîn
ve başkalarından rivâyet
ettim.)
37.
HABER (77)
Azîz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Benim nazarımda ibâdetin en iyisi
nasihattir, (ihlastır)."*
(Herevî'nin
Derecâtü't-Tâibîn ve Makâmâtü'l-Kâsıdîn inden rivâyet ettim)
11
İbn Mâce, Fiten,
16.
"Nasihat”
zengin mânâh bir kelimedir, "nush" ve "nasihat", lügatte
hâlislik ve sâfilik (balı mumundan tasfiye etmek gibi) ve söküğü dikmek,
yırtığı yamamak sûretiyle onarıp düzeltmek demektir. Bunlardan hareketle,
nasihat iyi niyet, hulûs-i kalb ve yumuşaklıkla öğüt vermek, hileleri gönülden
çıkarıp nasihat edilenin dünyevî ve uhrevî bakımdan iyiliğini istemek mânâsına
gelir. Nitekim "Din
nasihattir" hadis-i
şerifi Islâm'ın medârı olan dört hadisten biri sayılmıştır. Bkz. Buhârî, iman,
42; Müslim, İman,
95; Tirmizî, Bin
17. (M. Demirci)
38.
HABER (78)
Cennet
ehline hitab ederek Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyuracak: "Ben, sizin
görmediğiniz halde ibâdet ettiğiniz Rabbi-nizim. Benden yardım istemiş, Beni
sevmiş ve Benden korkmuştunuz. İzzetim, Celâlim, ulviyyetim, büyüklüğüm,
güzelliğim ve yüceliğim üzerine yemin olsun ki, Ben sizden râzıyun, sizi
seviyorum, sizin sevdiğiniz şeyi seviyorum. Sizin için benim nezdimde canınızın
istediği ve gözünüzün hoşlanacağı şeyler vardır. Arzû ettiğiniz ve dilediğiniz
şeyi Benim nezdimde bulabilirsiniz. Sizin dilediğiniz her şeyi Ben dilerim,
Benden isteyiniz, utanıp sıkılmayınız!"
(Nakkâş'ın
Mevâkıf hadîsinden rivâyet ettim.)
39.
HABER (79)
Azîz
ve Celîl olan Allah buyurur: "Dehre (zamâna) söven insan Beni incitmiş
olur. Ben "Dehr'im. İşler elimdedir, geceyi ve gündüzü Ben idâre
ederim."118
40.
HABER (80)
Arefe
gününde (Hac esnâsında), Aziz ve Celîl olan Allah meleklere şöyle buyurur:
"Kullarıma bakınız, saç baş dağınık, toz toprak içinde ve zahmetli yollara
tahammül ederek* bana gelmişler. Bakınız, sizi şâhit tutuyorum ki, muhakkak
onları bağışladım." Melekler: "Yâ Rabbi falan kimse günâha dalmıştı,
falan kadınla falan da öyle!" derler. Allah Teâlâ: "Muhakkak onları
bağışladım." buyurur.119
(Kasım b. Asbağ'm
kitabından naklettim. Hadîsin ilk cümlesi için bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 224,
305)
Allah'a
muhtaç olan bu kul der ki: Burada Allah Taâlâ'ya âit kırk söz sona erdi. Başta
belirttiğim üzere, bunları senedini vermeksizin rivâyet etmiş bulunuyorum.
Şimdi de Allah'a âit yirmi hadis daha söyleyeceğiz; bunların senetleri
alındıkları kitaplara âittir. Fazla uzar endîşesiyle kendim ayrı bir
senet-lendirme işine girmedim. Bu kitabın yüz İlâhî hadis ihtivâ etmesini
düşünmüşken, sayının tek olmasını uygun bularak bir hadis daha ilâve ediyorum;
Buhârî'nin rivâyetine göre: "Allah tektir tek olanı sever."13
14
Buhârî, Deavât,
69; Müslim, Zikr,
5.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Allah'ın
salât ve selâmı Efendimiz Muhammed'in, onun âilesi ve ashâbmın üzerine olsun.
Rahmân
ve Rahim olan Allah'ın adiyle,
HADİS
(81)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur: Aziz ve Celil olan Allah kendi yolunda
(cihad için) çıkan kimseye kefil olur ve şöyle buyurur: "Onu sırf Benim
yolumda cihâd etmek, Bana iman etmek ve peygamberlerimi tasdik etmek üzere
çıkarıyorum. O halde onu cennete koymayı, yâhut nâil
olduğu sevap veya ganimetle, çıktığı evine döndürmeyi tekeffül ederim."
(Müslim
Ebû Hureyre'den nakleder.)
Resûlüllah
şöyle devam eder: Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah
yolunda açılan bir yara kıyâmet gününde muhakkak yeni açıldığı andaki şekli
üzere gelecektir; rengi kan rengi fakat kokusu misk kokusudur.
Muhammed'in
nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, müslümanlara zorluk verecek
olmasaydı Allah yolunda gazâ edecek hiçbir ordu birliğinin ardında aslâ
kalmazdım. Lâkin onları teçhiz edecek bir imkân bulamıyorum, kendileri de bir
imkân bulamıyorlar. Bu yüzden benden geride kalmaları onlara zor geliyor.
Muhammed'in
nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
Allah
yolunda gazâ
edip öldürülmemi, sonra gazâ edip öldürülmemi, sonra gazâ edip tekrar
öldürülmemi ne kadar arzû ederdim." 120
2.
HADİS (82)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Rabbiniz Tebâreke ve Taâlâ şu
kimsenin hâline hayret eder: Allah yolunda savaşa girmiş ve arkadaşları bozguna
uğramıştır; bu kimse durumu bilmesine rağmen savaşa dönmüş, nihâyet kanı
dökülüp şehit olmuştur. Bunun üzerine Aziz ve Celîl olan Allah meleklerine
şöyle buyurur: "Bakın şu kuluma, benim nezdimdeki ecre istek göstererek ve
onun sevgisiyle geri döndü, nihâyet kanı döküldü!" 121
(Ebu
Dâvûd İbn Mes'ûd'dan tahric etti.)
3.
HADİS (83)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Cennet ehlinden bir kimse
getirilecek ve Aziz ve Celîl olan Allah: "Adem
oğlu, nasıl buldun yerini?” buyuracak. O da: "Yerlerin en iyisi!"
diyecek. Allah: "İstek ve dilekte bulun!" buyuracak. Kul şöyle cevap
verecek: "Ya Rabbi, senden beni tekrar dünyâya döndürmeni istiyorum. Tâ
ki, Senin yolunda on defa öldürüleyim!" Bu, şehitliğin faziletini görmüş
olacağı içindir. 122
(Nesâî,
Enes (radiya’llâhü anh)'den rivâyet etti.)
4.
HADİS (84)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Allah'ın bir takım melekleri
vardır ki, yollarda dolaşırlar ve zikir ehli kimseleri ararlar. Allah'ı
zikreden bir topluluk buldukları vakit: İhtiyâcınız olan şeye koşunuz! diye seslenirler; dünyâ semâsına kadar onların çevresini
kanatlarıyle kuşatırlar. Allah meleklere, onlardan daha iyi bildiği halde,
sorar:
-
Kullarım ne diyor?
-
Seni tekbir ediyor, sana hamdediyor ve seni ta'zîm ediyorlar.
-
Beni gördüler mi?
-
Hayır, vallahi seni görmediler!
-
Beni görselerdi nasıl olurdu?
-
Seni görselerdi, sana daha çok ta'zîm ve tesbîh ederlerdi!
-
Benden ne istiyorlar?
-
Senden cenneti istiyorlar.
-
Orayı gördüler mi?
-
Hayır yâ Rabbi, vallahi orayı görmediler!
-
Orayı görselerdi nasıl olurdu?
-
Orayı görselerdi, şüphesiz ona karşı daha şiddetli bir arzu duyarlar, daha çok
isterler ve daha büyük alâka gösterirlerdi!
-
Hangi şeyden aman diliyorlar?
-
Cehennemden!
-
Cehennemi gördüler mi?
-
Hayır, vallahi onu görmediler!
-
Onu görselerdi nasıl olurdu?
-
Şâyet onu görselerdi, ondan şiddetle kaçarlardı ve çok korkarlardı.
-
Sizi şâhit tutuyorum ki onları bağışladım. Meleklerden biri:
-
Aralarındaki falan kimse onlardan değildir, sâdece bir ihtiyâcı için gelmişti! deyince, Hak Taâlâ:
-
Onlar öyle bir meclis topluluğudur ki, aralarında bulunan kimse mahrûm olmaz! buyurdu.123
(Buhârî,
Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh)'den tahrîc etti. İmam Ahmed Müsned'inde ve
Müslim Sahîh'inde rivâyet eder.)
5.
HADİS (85)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Mûsâ (salla’llâhü aleyhi ve
sellem): "Yâ Rabbi, bana Seni zikredeceğim ve kendisiyle Sana duâ edeceğim
bir şey öğret!" deyince, Allah: "La ilâhe illallah de!" buyurdu.
Mûsâ: "Yâ Rabbi, bütün kulların bunu söylüyor." dedi. Allah: "Lâ
ilâhe illallah de!" buyurdu. Mûsâ: "Lâ ilâhe illâ ente (Senden başka
tanrı yoktur)! Ben istiyorum ki sâdece bana tahsis ettiğin bir şey olsun.” dedi.
"Yâ Mûsâ", buyurdu Allah, "şâyet yedi gök ve sâkinleri ve yedi
yer terâzinin bir kefesinde olsa "Lâ ilâha illallah" da öteki kefede
bulunsa, "Lâ ilâhe illallah" ağır çekerdi!"124
(Neseî,
Ebû Saîd el-Hudrî (radiya’llâhü anh)'den tahrîc etti.)
6.
HADİS (86)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur: "Bir gün bana Melek (Cebrâil)
geldi ve şöyle dedi: Yâ Muhammed, Aziz ve Gelil olan Rabbin şöyle buyuruyor:
"Sana bir salevât getirene benim on rahmet etmem ve sana selâm edene on
lûtufta bulunmam seni memnun etmez mi?" 125
(Neseî'nin
tahrîcine göre, Resûlüllah bir gün yüzü sevinçli olduğu halde geldi. "Sizi
sevinçli görüyoruz" dedik. Bunun üzerine zikrettiğimiz hadîsi anlattı.)
7.
HADİS (87)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Allah mahlûkatı yaratıp işi
tamamladığı vakit akrabâlık (er-rahim)* ayağa kalkıp: Yâ Rabbi, burası
akrabâlık münâsebetlerini kesmekten sana sığınanların makâmıdır, dedi. Cenâb-ı
Hak: "Sen, akrabâlığı gözetenleri Benim de gözetmemden, seninle münâsebeti
kesenlerden Benim de alâkayı kesmekliğimden hoşlanır mısın?" buyurdu.
Akrabâlık: Evet, hoşlanırım, deyince Yüce Allah: "Bu böyle-dir senin için!"
buyurdu.
Bundan
sonra Resûlüllah isterseniz şu âyeti okuyunuz, buyurdu: "Geri dönerseniz yer yüzünde bozgunculuk yapmanız ve akrabâlık bağlarını
kesmeniz beklenmez mi sizden? İşte Allah'ın lânetlediği, sağır kıldığı ve
gözlerini kör ettiği bunlardır. Bunlar Kur'ân'ı düşünmezler mi? Yoksa kalbleri
kilitli midir?" (Muhammed sûresi, 47/22-24)126
8.
HADİS (88)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Allah Tebâreke ve Taâlâ buyurdu
ki: "Benim için birbirini sevenler, Benim yolumda birbi-riyle oturup
kalkanlar, Benim uğrumda birbirine ikramda bulunanlar ve Benim için
ziyâretleşenlere Benim sevgim kesindir."127
9.
HADİS (89)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah bir kulu sevdiği
zaman Cebrâil'i çağırır ve: "Ben falanı seviyorum, onu sen de sev!"
buyurur. Cebrâil de onu sever, sonra da semâda şöyle seslenir: Allah falan
kimseyi seviyor, onu siz de seviniz! Böylece gök ahâlîsi de onu severler. Sonra
yerdekilerin gönlüne o kimseyi sevme ve kabullenme duygusu konulur.
Allah
bir kula buğzedip onu sevmeyince de Cebrâil'i çağırır ve: "Ben falanı
sevmiyorum, onu sen de sevme!" buyurur. Cebrâil de onu sevmez ve sonra gök
halkı içinde şöyle seslenir: Allah falan kimseyi sevmiyor, onu siz de
sevmeyiniz! Göktekiler de o kimseyi sevmezler. Sonra yerdekilerin gönlüne o
kimse hakkında bir buğz ve nefret konulur.128
10.
HADİS (90)
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Bir kul bir günah işledi, arkasından:
Allah'ım benim günahımı bağışla! dedi. Yüce Allah:
Kulum bir günah işledi, fakat günahı bağışlayacak veya günah sebebiyle cezâlandıracak
bir Rabbi olduğunu bildi, buyurdu. Sonra kul, tekrar dönüp günah işledi.
Arkasından: Ey Rabbim, benim günâhımı bağışla! diye
yalvardı. Yüce Allah yine: Kulum bir günah işledi, fakat günahı bağışlayacak
bir Rabbi olduğunu bildi, buyurdu. Sonra kul, tekrar dönüp günah işledi.
Arkasından: Ey Rabbim, benim günahımı bağışla, diye yalvardı. Yüce Allah bu
sefer yine: Kulum bir günah işledi, fakat günahı bağışlayacak ve günah
sebebiyle cezâlandıracak bir Rabbi olduğunu bildi. Sen istediğini yap, Ben seni
muhakkak bağışladım, buyurdu."129
11.
HADİS (91)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurur: Yüce Allah şöyle buyurdu: "Kim
Benim bir velîme düşmanlık ederse, Ben ona mutlaka savaş açanm. Kulum, üzerine
farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla Bana yaklaşamaz. Kulum nâfilelerle
de Bana yaklaşmaya devâm eder, nihâyet Ben onu severim. Onu sevince de işiten
kulağı, giren gözü tutan eli ve yürüyen ayağı olurum; Benden bir şey isterse
veririm, Bana sığınırsa onu korurum. Yapmak durumunda olduğum hiçbir hususta,
ölümden hoşlanmayan müminin rûhunu alma zamânındaki tereddüdüm kadar tereddüt göstermem, ve aslında Ben onu üzmekten hoşlanmam."130
12.
HADİS (92)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Kıyâmet gününde bir takım mühürlü
sayfalar getirilecek ve Yüce Allah'ın önüne konacak. Aziz ve Celîl olan Allah
meleklere: "Bunları atınız ve bunları kabûl ediniz!" buyuracak.
Melekler: "Yâ Rabbi, Senin izzetine yemin ederiz ki, biz bunlarda
iyilikten başka bir şey görmüyoruz!" diyecekler. Her şeyi en iyi bilen
Yüce Allah şöyle buyuracak: "Bunlar Benden başkası için yapılmış şeylerdir.
Ben bugün, ancak Benim vechim (zâtım) için yapılan amelleri kabûl ederim."
(Dârekutnî
Sünen'inde Enes b. Mâlik'ten tahrîc etti)
13.
HADİS (93)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Azîz ve Celîl olan Allah şöyle
buyurur: "Ey dünyâ, Bana hizmet edene hizmet et; sana hizmet edene ise
zahmet ver, ey dünyâ!"
(Abdü'l-Hak
Rekâik'ında Abdullah b. Mes'ûd (radiya’llâhü anh)’den tah-rîc etti.)
14.
HADİS (94)
Aziz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurur: "Kendisine beden sağlığı ve geçim
rahatlığı verdiğim ve beş yıl boyunca Bana yönelmeyen kul mutlaka mahrum
olacaktır."
(Ebu
Bekr b. Ebî Şeybe Ebû Saîd el-Hudrî (radiya’llâhü anh)'den tahrîc etti.)
15.
HADİS (95)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Allah ümmetimden bir kişiyi mahlûkâtm
önünde ayıracak ve onun aleyhinde olan, göz alabildiğince uzun 99 dosyayı
açacak. Sonra:
-
Bunlardan harhangi bir şeyi inkâr ediyor musun? Yazıcı meleklerim sana bir
haksızlıkta bulunmuşlar mı? buyuracak. O kişi:
-
Hayır yâ Rabbi! diyecek.
Allah:
-
Herhangi bir mâzeretin var mı? buyuracak. Adam:
-
Hayır yâ Rabbi! diyecek.
Allah:
-
Evet, bizim yanımızda senin iyi bir amelin var. Ve bugün sana haksızlık
yapılmayacaktır! buyuracak.
Derken,
üzerinde "Allah'tan başka tanrı olmadığına şehâ-det ederim ve yine şehâdet
ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." yazılı bir kâğıt parçası
çıkarılacak. Bunun üzerine Allah:
-
Kendi tartında hazır bulun! buyuracak. Adam soracak:
-
Yâ Rabbi, bu kâğıt parçasının bunca dosya yanında ne hükmü olabilir?
-
Sen asla haksızlığa mâruz kalmayacaksın! buyuracak.
Hz.
Peygamber devamla şöyle dedi: Sonra dosyalar bir kefeye, kâğıt parçası da bir
kefeye konacak, dosyalar havaya kalkacak ve kâğıt parçası ağır çekecektir.
Hiçbir şey, Allah'ın isminin yanında ağır basamaz.131
16.
HADİS (96)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Melekler Allah'ın huzurunda
duracak ve kulun, amelini Yüce Allah için yaptığına dâir şâhitlik edecekler.
Allah onlara şöyle buyuracak: "Siz kulumun amelinin bekçilerisiniz; Ben
ise onun kalbinde olanı kontrol ediciyim. Muhakkak ki o bu amelle Beni taleb
etmedi, Benden başkasını taleb etti. Öyleyse lânetim onun üzerine olsun."
(İbnu l-Mübârek Muaz
b. Cebel (radiya’llâhü anh)'den nakleder. O: Resû-lüllah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in şöyle dediğini işittim, diyerek amellerin refi hadîsini zikretti. Bu
uzun bir hadis olup el-Erbâîn et-Tıvâl'imiz-de* bize ulaşan şekliyle
hiçbir şey terketmeksizin tamâmını zikrettik.)
17.
HADİS (97)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Üç kimse vardır ki duâları
reddedilmez: İftar sırasındaki oruçlu, âdil devlet adamı ve mazlûmun duâsı.
Allah onların duâsmı bulutların üstüne kaldırır, göğün kapılan onlara açılır.
Her şeyden münezzeh olan Rabb şöyle buyurur: "İzzetim hakkı için, bir
zaman sonra da olsa mutlaka sana yardım edeceğim!”132 133
18.
HADİS (98)
Aziz
ve Celîl olan Allah kıyâmet gününde şöyle buyuracak:
Ey
Âdem oğlu, Ben hasta oldum da sen Beni ziyâret etmedin!
Kul:
-
Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl hasta ziyâreti yapabilirim?
Allah:
-
Sen bilmez misin ki, Benim falan kulum hasta olmuştu da sen onu ziyâret etmemiştin.
Yine bilmez misin ki, eğer sen onu ziyâret etseydin muhakkak Beni onun yanında
bulacaktın!
-
Ey Adem oğlu, Ben senden yiyecek istedim, fakat sen
Beni doyurmadın! Kul:
-
Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin. Ben Seni nasıl doyururum? Allah:
-
Sen bilmez misin ki, falan kulum senden yiyecek istemişti de sen onu
doyurmamıştın? Bilmez misin ki, şâyet onu doyur-saydın, muhakkak bunu Benim
yanımda bulmuş olacaktın, buyurur. Ve tekrar Allah:
-
Ey Adem oğlu, Ben senden su istedim de sen Bana su
vermedin! buyurur. Kul:
-
Yâ Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin! Ben Sana nasıl su verebilirim? der. Allah:
-
Falan kulum senden su istemişti de sen ona su vermemiştin. Bilmez misin ki,
eğer ona su vermiş olsaydın bunu Benim yanımda bulacaktın!" 134
19.
HADİS (99)
(Ebû
Hureyre nakleder): Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bana şöyle
anlattı: Kıyâmet gününde Allah kulları arasında hüküm vermek için onlara
inecektir. Her ümmet diz çökmüş haldedir. Allah'ın
çağıracağı ilk kimseler Kur'ân'j ezberinde tutan, Allah yolunda öldürülen ve
serveti çok olan kişiler olacaktır. Allah Kur an okuyana:
-
Peygamberime indirdiğim kitabı sana öğretmedim mi? buyuracak. O da:
-
Evet yâ Rabbi! diyecek.
Allah:
-
Öğrendiğin hususlarda ne yaptın? buyuracak. Kul:
-
Gece ve gündüz dâimâ ona göre hareket ettim, diyecek. Allah:
-
Yalan söylüyorsun! buyuracak. Melekler de:
-
Yalan söylüyorsun! diyecekler. Allah şöyle buyuracak:
-
Bilâkis, sen falan Kur'ân okuyor denilmesini istemiştin ve bu da denildi.
Sonra
servet sâhibi getirilecek ve Allah ona:
-
Ben senin rızkını genişletmedim mi? Böylece seni kimseye muhtaç olmaz hâle
getirmedim mi? buyuracak. O kimse:
-
Evet yâ Rabbi, diyecek. Allah:
-
Sana verdiğim serveti ne yaptın? diye soracak. Kul:
-
Akrabâlarımı aradım ve muhtaçlara yardım ettim, diye cek. Allah:
-Yalan
söylüyorsun! buyuracak. Melekler:
-
Yalan söylüyorsun! diyecekler. Yüce Allah:
-
Bilâkis sen, falan cömerttir, denilmesini istemiştin, bu da denildi, buyuracak.
Sonra
Allah yolunda öldürülen kişi getirilecek ve Allah ona soracak:
-
Sen hangi uğurda öldürüldün? Kül cevap verecek:
-
Kendi yolunda savaşı emrettin; ben de dövüştüm, sonunda öldürüldüm. Allah ona:
-
Yalan söylüyorsun! buyuracak. Melekler:
-
Yalan söylüyorsun! diyecekler. Allah:
-
Bilâkis sen, falan cesur kimsedir, denilmesini arzû etmiştin ve bu da denildi,
buyuracak.
Sonra
Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizine vurdu ve: Ey Ebû Hureyre, işte
bu üç kişi, kıyâmet günü cehennem ateşinin kendileriyle tutuşturulacağı,
Allah'ın ilk yaratıklarıdır! buyurdu.135
20.
HADİS (100)
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Nefsim elinde bulunan Allah'a
yemin ederim ki, sizler güneş ve aydan herhangi birini görmekte güçlük
çekmediğiniz gibi, Rabbinizi görme husûsun-da da bir güçlükle
karşılaşmayacaksınız. Yüce Allah bir kulu karşısına alıp soracak:
-
Ey falan kimse, ben sana ikram etmedim mi? Ben seni efendi yapmadım mı? Ben
seni evermedim mi? Atları ve develeri senin emrine vermedim mi? Ben seni
bıraktım da sen kavmi-ne baş olup vergi almadın mı? Kul:
-
Evet, diyecek. Allah soracak:
-
Günün birinde bana kavuşacağını hiç düşünmedin mi? Kul:
-
Hayır, diyecek. Allah:
-
Sen Beni vaktiyle unuttuğun gibi, Ben de seni unutuyorum, buyuracak. Ondan
sonra Allah ikinci bir kişiyi karşısına alacak ve soracak:
-
Ey falan kimse! Ben sana ikram etmedim mi? Ben seni efendi yapmadım mı? Ben
seni evermedim mi? Atları ve develeri senin emrine vermedim mi? Ben seni
bıraktım da sen kavmi-ne baş olup vergi almadın mı? Kul:
-
Evet, diyecek. Allah soracak:
-
Günün birinde bana kavuşacağını hiç düşünmedin mi? Kul:
-
Hayır, diyecek. Allah:
-
Sen Beni vaktiyle unuttuğun gibi, Ben de şimdi seni unutuyorum, buyuracak.
Ondan sonra Allah bir üçüncüsünü karşısına alacak ve ona da yukarıdaki sözlerin
benzerini söyleyecek. Sonunda bu kimse:
-
Yâ Rabbi, ben Sana, kitabına, peygamberine îman etmiş, namaz kılmış, oruç
tutmuş ve sadaka vermiştim, diyecek ve gücünün yettiği kadar Allah'ı hayırla
senâ edecek. Bunun üzerine Allah:
-
Öyleyse sen şurada dur! buyuracak. Bundan sonra o
kula:
-
Şimdi senin aleyhine şâhidimizi getirelim, buyrulacak. O kimse kendi kendine:
-
Benim aleyhimde şahitlik yapacak olan kimdir acaba? diye
düşünecek. Derken, o kulun ağzı mühürlenecek ve onu uyluğuna, etine ve
kemiklerine hitâben:
-
Konuş! denecek. Bu emir üzerine onun uyluğu, eti ve
kemikleri ameli hakkında konuşacaklar. Bütün bunlar onun perişan olmasına* yol
açacak. îşte bu üçüncü kul, münâfıktır. Bu kimse, Allah'ın kendisine kızacağı
kimsedir.136 137
(Müslim, Ebû
Hureyre'den nakleder. Ebû Hureyre (radiya’llâhü anh) şöyle dedi: Sahâbe: Yâ
Resûlullah Rabbimizi görecek miyiz? diye sorunca o,
rü'yet hadîsini zikretti ve bu hadîsi serdetti.)
21.
HADİS (101)
Bu,
İlâhî hadislerin yüz birincisi olup kitap onunla son bulmaktadır.
Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Yüce Allah cennet ehline cennette
şöyle buyuracak:
"Şüphesiz
Ben çok cömert, zengin, muktedir, emin ve sâdık olan Allahım. Burası sizi
oturttuğum evim ve size helâl kıldığım cennetimdir.
Size
gösterdiğim kendimdir. İşte benim hayat ve bereket dolu Elim ki, açıktır ve
size uzanmış durumdadır, sizden onu geri çekmem. Ben size nazar ediyorum,
gözümü
sizden çevirmem. Dilediğiniz ve arzû ettiğinizi Benden isteyiniz, zîrâ Ben
kendimi size yakın hissettirdim, sizin yakınınız (enîs) ve arkadaşınızım
(celîs). Bundan sonra ihtiyaç duyma ve yoksulluk yoktur. Artık ebediyyen korku,
sefâlet, öfke, sıkıntı, değişiklik de söz konusu değildir. Ebediyyet nimeti
sizi kaplamıştır. Sizler emniyettesiniz, burada sürekli kalıcı ve durucusunuz,
nimet ve ikrâma mazharsımz. Sizler bana itâat etmiş ve yasaklarımdan sakınmış
olan seçkin ve ulu kişilersiniz. İhtiyaçlarınızı Bana bildiriniz ki onları
cömertçe ve bol bol yerine getireyim."
Bunun
üzerine cennet ehli şöyle diyecek: İstek ve arzûmuz bu değildir. Senden
dileğimiz, sonsuza kadar Senin mübârek Yüzüne bakmamız ve Senin bizlerden râzı
olmandır!
Yücelerin
yücesi, mülkün sahibi, cömert ve kerem dolu olan Allah Tebâreke ve Taâlâ şöyle
buyuracak: "İşte, size ebediyyen açık olan yüzüm (cemâlim)! Sevininiz,
çünkü sizden hoşnudum! Keyifleniniz, eşlerinize gidiniz, onlarla kucaklaşınız
ve sevişiniz! Câriyelerinize gidiniz ve onlarla şakalaşınız! Odalarınıza
giriniz, bahçelerinizde gezininiz, hayvanlarınıza bininiz, döşeklerinize
uzanınız, cennetteki halayık ve câriyeleri-nizle yakınlık içinde olunuz!
Rabbinizin hediyelerini kabul ediniz, elbiselerinizi giyiniz, meclislerinize
geliniz, sohbet ediniz! Sonra orada uyku ve
meşakkat söz konusu değilse de— koyu bir gölgelik ve sükûnet verici bir
âsûdelikte, Celîl'e komşu olmanın huzûru içinde öğle istirâhatine çekiliniz!
Daha sonra Kevser ve Kâfûr ırmağına, temiz suya, Tesnîm suyuna, Selsebîl
suyuna, Zencebîl suyuna gidiniz; orada yıkanınız ve onlardan zevk alınız! Sizin
için ne hoş bir hayat ve ne iyi bir dönüş yeridir!138 Sonra gidiniz, yeşil yastıklara ve hârikulâde
işlemeli yaygılara 139 yaslanınız,
uzayıp giden gölgeler altındaki yüksek döşeklere uzanınız ki onların
kenarlarında çağlayarak akan sular, bitip tükenmeyen ve serbestçe alınıp yenen
bol meyveler vardır.140
Daha
sonra Resûlüllah şu âyeti okudu: "Doğrusu bugün cennetlikler eğlence ile
meşguldürler. Onlar ve eşleri, gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır.
Orada onlar için meyveler vardır ve her istedikleri onlarındır."141 En sonunda şu
âyeti okudu: "O gün cennetliklerin kalacağı yer çok iyi, dinlenecekleri
yer çok güzeldir." 142
(Bu
hadîsi 599/120) senesi Cumâde'l-âhiresinde Harem-i Şerifte
Kâbe-i
Mükerreme karşısında, defalarca karşılıklı birbirimize okuyup dinlemek
sûretiyle bana öğreten kimse, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
amcası Abbas soyundan gelen eş-Şeyh el-İmam eş-Şerîf muhaddis Ebû Muhammed
Yûnus b. Yahyâ b. Ebi'l-Be-rekât b. Ahmed b. Abdillâh b. Ahmed b. Hamza b.
İsmâil b. îsâ b. Mûsâ ibn Mûsâ ibn Muhammed b. Ali b. Abdillâh b. Ab-bas'tır. O
da el-Kâdı Ebi'l-Fadl Muhammed b. Ömer b. Yûsuf el-Ermevî'den
...den, Abdullah b. Mes'ûd (radiya’llâhü anh)'den nakleder. O da Ali'den
Mevâkıfü'l-Kıyâme hadîsinde nihâyet Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'dan, naklettiğimiz üzere Allah'ın cennet ehline hitâbı
hadîsini zikretti.)
Mişkâtü'l-Envar
isimli, Yüce Allah'tan
rivâyet edilen haberlerden oluşan kitap tamamlandı ve üçüncü bölüm de nihâ-yete
erdi. Böylece kitap 599/1202 senesi cumâde'l-âhire ayının otuzuncu pazartesi
günü öğle vaktinde Mekke'de Harem-i Şerifte sona erdi. Müellifi olan Muhammed
b. Ali b. Muhammed el-Arabî et-Taî el-Hâtimî'nin hattıyla yazıldı. Allah onu
okuyacak ve yazarına duâ edecek olana rahmet etsin! Allah'ın salât ve selâmı
Efendimiz Muhammed'e, âilesine ve ashâbma olsun. Ey benim güvendiğim, ey benim
ümîdim, işimi hayırla sonuçlandır!
EK-I
KUDSÎ
HADİS HAKKINDA KISA BİLGİ
-Muhammed
Valsan-
İlâhî
ve Rabbânî Hadîs diye
de anılan Kudsî Hadis, Nebevi Hadîsten, söz içerisinde İlâhî kelâm
ihtivâ etmesiyle ayrılır. 143 Kudsî
hadîsin belirgin özelliği, Allah'ın dâimâ doğrudan doğruya birinci şahıs olarak
hitab etmesidir. Üslûp olarak, ekseriyetle kendisiyle kulu veya kulları
arasında cereyan eden bir karşılıklı konuşma tarzı hâkimdir ki, burada söz
konusu muhâtaplar Hz. Peygamber, insanlar ve meleklerdir. 144
Kudsî
hadisle ilgili mükemmel hemen hiçbir araştırma yapılmış değildir. Bulunabilen
açıklamaların ekserisi, iki veya üç terimin karşılaştırılmasına inhisâr
etmektedir. Bunlar da: Kuran ve Kudsî hadis veya Kuran, Kudsî hadis,
Nebevî hadis mukayesesidir. Kudsî hadîse bir ara statü kaderi
biçen bu davranış, umûmî mânâsıyle Hadis'te bulunmayan, Kur'ân'ın "mânevi
tasarruf ve te'sîr" vasfını gözler önüne sermeye îtinâ eder. Gerçekten
Kuran "bütün metafizik, kozmolojik, tasavvuf!,
dînî, bâtınî ve zâhirî ilimler ile birlikte, bunlara tekabül eden bütün
"mânevi tesir" vâsıtalarını..." 145 ihtivâ eder. Namazda mukaddes kitaptan
bir bölüm okumak da bu ibâdetin kabû-lü ve müessiriyeti için vaz geçilmez
şarttır. Kurandan okunacak her harfin on hayırlı iş gerçekleştirmeye denk
olduğu* söylenir. Mümin Kur'ân'a karşı edeb kurallarına riâyet etmek
mecbûriyetindedir ve abdestli değilse** onu okuyamaz veya elle dokunamaz. Kur
anın telmihte bulunduğu konular bir hikâye tarzında anlatılamaz. İbn Hanbel'e
göre onun kopyalarını ticâret metâı hâline getirmek yasaktır*. Kudsî hadîse
gelince, onun bütün bu hususlarla bir ilgisi yoktur. O halde namazda kırâat
olarak okunamaz ve hattâ bu, namazı bozar. Şu da ilâve edilebilir: Kudsî hadîse
karşı gelen bir kimse, kendisini sâdece onun ihtivâ ettiği lûtuflardan mahrum
bırakmış olur. Fakat Kur'ân için söz konusu olduğu gibi, küfürle itham edilemez
146 147
İki
tip İlâhî kelâmı iyi ayırt edebilmek bakımından, kudsî hadis için kullanılan
tâbir (farklı söyleyişler de olmakla berâ-ber) şudur: "Resûlüllah
Rabbinden rivâyet ettiği sözlerinde şöyle buyurdu.."
Kur an'a mahsus olan tâbir ise: "Allah buyurdu" şeklindedir.
Kur'ân
Cebrâil vâsıtasıyle indi. Genel bir kâide teşkil etmemekle berâber, bâzılanna
göre kudsî hadis vâkıası da böyledir. Daha doğrusu Hz. Peygamber'in ifâde
ettiği ve kudsî diye isimlendirilen sözlerin, kendisine uyku hâlinde iken veya
ilham yoluyla ilkâ olunduğu konusunda görüş ittifâkı mevcuttur 148. Kudsî hadisle
Kur'ân'ı temelden ayıran farkı anlamak için, Kuranın sözü edilen "mânevi
tasarruf ve te'sîr" (operatif) dediğimiz yüksek vasfına tekrar dönmek
gerekir. Bu mukaddes yapısıyla Kur’an el-İmâmü'l-mübîn'den başkası olmayan tabiat üstü modelin gerçekten âşikâr bir görünümüdür. Bu da
onun kadîm 149 ve
mu'ciz olduğunu izâha kâfidir. Hattâ onun Kur'ân ismi (ki her şeyden önce okuma
demektir), Kur an m bölümleri için kullanılan sûre (nişan) ve âyet (işâret,
mûcize) kelimeleri, bu eşsiz ve mûcizevî vasıf üzerinde ısrârı tamâmen haklı
gösterir.
Kudsî
hadis konusunu işleyen yazarlar, onun mânâsının Allah'tan geldiğini, lâfzının
ise Hz. Peygambere âit olduğunu ifâde ederler 150 151.
Kudsî hadis değişmez yapıda olmadığı gibi, onun metni büyüleyici ve zikri
(incantatoire) bir role sâhip değildir. Bu da, bir takım farklı metin ve
müterâdif ifâdelerin zuhûrunu açıklar. Halbuki Kur'an
âyetleri için farklı metin ve müterâdif ifâde tamâmen imkân dışıdır, onda
sâdece bâzı farklı okunuşlar söz konusudur. 152
Şimdi
Kavâidü't-Tahdîs 153 isimli
eserin daha öğretici bir bölümünün tercümesini sunmak istiyoruz. Yazar burada
bize, üstad Abdül Aziz ed-Debbâğ ile öğrencisi Ahmed b. el-Mübâ-rek154 arasında geçen,
Kur'ân, kudsî hadis ve nebevi hadis arasındaki mevcut farkları anlatan bir
muhâvereyi nakleder. Tercümemiz metnin hemen hemen tamâmını ifâde ediyor;
sâdece bir kaç tekrâra yer verilmemiştir. Zîrâ şifâhen söylenirken faydalı
iseler de onlar, yararlı bâzı şeyler ilâve etmeksizin, Fransızca metni
ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramıyacak-lardı*.
Aşağıda
göreceğimiz gibi, nurlarla ilgili bir sembolizm vâsı-tasıyledir ki, bu Şeyh,
Resûlüllah'a âit üç tip vahyi belirleyen temel unsurları ortaya çıkaracak ve
açıklamaları geliştirecektir.
*
Kur'ân,
kudsî hadis ve hadis arasında
ne fark olduğunu üstad Abdül Aziz ed-Debbâğ'a sordum. Şöyle cevap verdi:
Her
ne kadar bunların üçü de Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in ağzından
çıkıyor ve onun nurlarından bir nur taşıyorsa da, aralarındaki fark şudur:
Kur'ân'daki nur kadîm'dir, Allah Teâlâ'nın zâtın-dandır,
çünkü Allah kelâmı kadîmdir. Kudsî hadisteki nur Resûlüllah'ın rûhundandır; ve bu, Kur'ân nûrunun bir misli değildir. Çünkü
Kur'ân nûru kadîm, bu nur ise kadîm değildir. Kudsî olmayan hadisteki nur ise
Resûlüllah'ın zâtındandır. O halde bu üç nur kaynak bakımından farklılık arz
eder. Kuranın nûru Hakk'ın zâtından, kudsî hadîsin nûru Resûlül-lah'ın
rûhundan, kudsî olmayan hadîsin nûru ise Resûlüllah'ın zâtındandır."
Ona
rûhun nuru ile zâtın nûru arasındaki fark nedir? diye
sordum. Cevâbı şöyle oldu:
"-
Hz. Peygamber'in zâtı topraktan yaratılmıştır, diğer kullar da topraktan
yaratılmıştır. Ruh ise Mele-i a'lâ'dandır. Mele-i
a'lâ, Hak Teâlâ'yı en iyi bilenlerdir. Her bir şey kendi aslını özler. Rûhun
nûru Hak Taâlâ'ya, zâtın nûru ise mahlûkata bağlıdır. Bu bakımdan Allah'a bağlı
olan kudsî hadislerde şu vasıflar görülür: Onlar Allah’ın azametini ve
rahmetini ortaya koyarlar, O'nun saltanatının genişliği ve bağışının çokluğuna
dikkati çekerler. Meselâ birinciye âit bir kudsî hadis
şöyledir: "Ey kullarım, şâyet sizin evveliniz, âhiriniz, insanınız ve
cinniniz..."156 İkinciye âit örnek
ise şu olabilir: "Sâlih kullarım için öyle nimetler hazırladım ki..."157 Üçüncünün örneği
şudur: "Allah'ın eli doludur, harcamak onu eksiltmez, o gece ve gündüz
dâimâ akar..."158
Bunlar Hak Taâla daki ruh ilimlerinden-dir. Kudsî olmayan hadisler ise
böyle değildir. Onlarda şehirlerin ve insanların düzeltilmesinden söz edilir,
helâl ve haram üzerinde durulur, cezâ ve mükâfat hatırlatılır, emirlere uymaya
teşvik edilir."
Bunlar
üstâdın sözlerinden anlayabildiklerimdir. Onun işâret ettiği mânâların tamâmını
hakkıyla naklettiğimi söylemem zordur.
-
Kudsî hadis Allah kelâmı mıdır, değil midir? diye
sordum.
-
O, Allah kelâmı değildir, sâdece Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m
sözüdür, dedi. Şöyle sordu:
-
O halde kudsî hadis niçin Allah'a izâfe edilir? Ona "Kudsî hadis" denir,
"Rabbinden rivâyet ettiği üzere" denir. Eğer Hz. Peygamber'in sözü
ise onlardaki zamirleri ne yapacağız? Meselâ: "Ey kullarım, şâyet
evveliniz ve âhiriniz...", "Sâlih kullarım için... hazırladım.",
"Kullarımdan kimi Bana mümin, kimi kâfir olarak sabâhı etti..."159 hadislerindeki
zamirler Allah’a âittir. Demek ki her ne kadar lâfızlarında i'câz yoksa da
kudsî hadisler Allah sözüdür, öyle değil mi?
Bu
defa üstad şöyle cevap verdi:
-
Allah'tan gelen nurlar Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m üzerine
yağar ve husûsî bir müşâhede hâsıl olur. Bu müşâhede devamlı olur ve bu sırada
nurlarla birlikte Hakk'm kelâmını işitir veya kendisine melek gelirse işte bu
"Kur'an"dır. Kelâmı işitmez ve kendisine melek de gelmezse, işte bu
"Kudsî hadis" vakti demektir. Bu durumda Resûlüllah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kendisi konuşur ve o sırada sâdece Rubûbiyet ve onu tâzim
ederek, onun şânını zikrederek kelâmda bulunur. Bu sözün Hak Taâlâ'ya izâfe
edilmesi, işlerin birbirine karıştığı bu müşâhede ânının bir gereğidir; öyle ki
o anda gayb şehâdete, bâtın zâhire rücû eder ve söz Allah'a izâfe edilir.
Neticede Rabbânî hadis denir, "Yüce Rabbinden rivâyet ettiği üzere.." denir.
Zamirler
meselesi şöyle açıklanabilir: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu
hadislerde Cenâb-ı Hak'tan hal diliyle müşâhede ettiği şey-
leri
ağzından bize hikâye yoluyla nakletmektedir.
Kudsî
olmayan hadislere gelince, onlar Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın
zâtında mevcûd ve ondan hiç ayrılmayan nur sâyesinde ortaya çıkar. Yüce Allah
nasıl ki güneşin cismine maddî nurlar vermişse, Hz. Peygamberin zâtına da Hak
nurları ihsân etmiştir. Işık güneşin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi, o
mübârek zât için de bu nur öyledir.
Başka
bir defa üstad şöyle dedi: "Ateşli hastalığa yakalanan ve bu hâli devam
eden birisini düşünelim. Farzedelim ki, ateşi bâzan çok yükselsin ve şuûrunu
kaybederek ne söylediğini bilmez hâle gelsin. Bâzan da ateşi yüksek olmakla
berâber, şuûrunu kaybetmemiş olsun ve ne söylediğinin farkında bulunsun. Bu
hastanın ateşi için üç durum söz konusudur. Şöyle ki: Ateş normal ölçüde
olabilir, hastanın şuûrunu kaybettirecek kadar yüksek olabilir, yüksek olmakla
berâber şuûrunu kaybettirmez. Hz. Peygamber'in zâtındaki nurlar da böyledir:
Nur belli ölçüde olursa, o vakit onun sözü kudsî olmayan hadis mâhiyetindedir.
Nur parıldar ve Hz. Peygamber'in zâtını bilinen hâlinden çıkaracak derecede
istilâ ederse, o sırada ondan sâdır olan söz Allah kelâmıdır; kendisine
Kur'ân'm nüzûlü sırasında Hz. Peygamberin vaziyeti böyle olur. Nurlar parıldar,
fakat Hz. Peygamber'i tabiî hâlinden çıkarmazsa, bu durumda iken ondan sâdır
olan söz Kudsî hadis olur."
Bir
keresinde de şöyle dedi: "Hz. Peygamber Efendimiz konuştuğu vakit, söz
ağzından ihtiyârı dışında çıkarsa bu "Kur an"dır. Söz ihtiyârıyla
olur, fakat o sırada her zamankinden farklı bir nûrun parıldaması söz konusu
olursa, bu Kudsî hadistir. Dâimî olarak mevcud nurla konuşursa, bu da kudsî
olmayan hadistir. Aslında Hz. Peygamber'in sözü için, hep Hakk'm nurları ile
berâber olmak söz konusudur. Onun bütün konuştukları kendisine vahyedilmiş
şeylerdi.160
Nurların hallerinin farklı olmasından dolayı üç kısma ayrıldı. Gene de en
iyisini Allah bilir."
Seyyid
Ahmed b. el-Mübârek şöyle diyor: "Bu fevkalâde güzel bir îzah. Fakat, kudsî hadîsin Allah kelâmı olmadığına dâir delil
nedir?" Üstad: "Allah kelâmı gizli kalmaz." dedi. "Keşif
yoluyla mı?" dedim.
"-
Keşifle veya keşifsiz. Akıl
sâhibi olan herkes, Kur'ân'ı dikkatle dinler, sonra da başka bir sözü dinlerse,
kesin olarak aradaki farkı anlar. Sahâbe (radiya’llâhü anh) insanların en
akıllıları idiler. Onlar atalarının dînini, Allah kelâmını açıkça işitince terk
ettiler. Hz. Peygamber'in tebliğleri, sâdece kudsî hadîse benzeyen sözlerden
ibâret olsa idi hiç kimse îman etmezdi. Onun önünde boyunların eğilmesini
sağlayan, Hak Taâlâ'nm kelâmı olan Kur'an-ı Kerîm'dir."
Şöyle
sordum:
-
Ashab, Kur'ân'm Allah kelâmı olduğunu nasıl bildiler? Onlar putlara
tapıyorlardı ve Allah'ı evvelce, sözünü ayırd edebilecek ölçüde tanımıyorlardı.
Son nokta olarak anladıkları, bunun beşer tâkatinin üstünde bir şey olduğudur
ki, meselâ meleklerden de gelmiş olabilirdi?
Üstad
cevap verdi:
-
Kur'ân'ı dinleyen ve mânâsını kalbinde duyan herkes kesin olarak bilir ki Yüce
Rabb'in kelâmıdır! Ondaki azamet ve satvet ancak İlâhî ve rabbânî olabilir.
Akıllı ve zekî kimse önce bir hükümdârın sözünü dinlese, sonra da onun halkının
sözünü dinlese hükümdârın sözünde farklı bir üslûp görür. Hattâ bu kimse kör
birisi olsa, aralarında bir hükümdârın da bulunduğu ve sırasıyla konuşmakta
olan bir topluluğun üzerine gelse, bu durumda bile şüpheye mahal olmayacak
şekilde, hükümdârın sözünü başkalannınkinden ayırd edebilir. Bu hükümdar
nihâ-yet sonradan yaratılmış bir varlıktır. Kadîm olan Allah'ın sözünün
tesirini varın siz hesap edin! Sahâbe (radiya’llâhü anh) Yüce Rab'lerini
Kur'an'la bildiler, O'nun sıfatlarını ve rubûbiyetinin hakkı olan şânını onun
vâsıtasıyla anladılar. Böylece Kur'ân'ı dinlemek, sahâbeye Allah hakkında âdetâ
gözle görürcesine kat'î bilgi sâhibi olmayı sağlamış oldu. Nihâyet Allah'la
celîs (yakın arkadaş) hâline geldiler. Bir kimsenin yakın arkadaşının kendisine
gizlisi saklısı olur mu?
EK-II
KUDSÎ
HADİS (el-Hadîsü'l-Kudsî)*
Doç.
Dr. Ali Yardım
Hazreti
Peygamberden sâdır olan bütün söz ve davranışların, "vahy"in
kontrolünden geçtiği Allah Taâlâ (c.c) tarafından bildirilmiştir:
"Peygamber, kendi keyf ve arzûsuna göre (hevâ) söylemiyor; onun söyledikleri,
ancak kendine vahyolunan vahiydir." 161 162
Bu
sebeple, Resûlüllah (s.a.)'dan zuhur eden her şey
İlâhi menşelidir. Ancak, onların hepsi aynı hüviyetle kendini göstermemiştir.
Bu İlâhî irâdenin, Hazreti Peygamber vâsıtasiyle kullara ulaştırılışı;
"Kur'ân-ı Kerim", "Hadîs-i Kudsî” ve "Hadîs-i Şerîf162 şeklinde tecellî etmiştir. Bunun da hikmetini
kendi bilir; bizim bildiklerimiz ise, onun sezdirdikleri kadardır.
Bunlar
içersinde burada bizi ilgilendiren, sâdece ikinci şıkkı teşkil eden Hadîs-i
Kudsîlerdir. Buna, "Hadîs-i Rabbânî" veyâ "Hadîs-i İlâhî” de
denmiştir.
Kur'ân-ı
Kerîm'in; hem lâfzı hem de mânâsı Allah tarafından vahyedilmiştir. Onun, başka
hiç bir "Kelâm"da bulunmayan, sâdece kendine has özellikleri vardır.
Hadîs-i
Şeriflerin ise; lâfzı da mânâsı da Hazreti Peygambere
âid bulunmaktadır. Bunlarla ilgili olarak ilerde devamlı bilgi verilecektir.
Hadîs-i
Kudsîlere gelince: o, "Mânâsı Allah tarafından vah-yedilmiş, fakat ifâdesi
(lâfzı) Hazreti Pegyamber'e âid olan hadîslerdir" şeklinde târif edilir.
Bu hâliyle Hadîs-i Kudsî’nin, Kur’ân ve Hadîs'in sâdece birer özelliğini
taşıdığı dikkati çekmektedir. O, mânâ bakımından Kur'ân, lâfız bakımından ise
Hadîs gibidir.
Bu
hususda İslâm ulemâsının bir kısım yorumları ve değerlendirmeleri vardır163. Burada, daha
çok, Kur'ân-ı Kerim'le Hadîs-i Kudsî arasındaki farklar ve Kur'ân'm özellikleri
üzerinde durulmuştur. Bu bilgileri bir cümle ile özetlersek; Hadîs-i Kudsîler,
gerek lâfız gerekse getirdiği hükümler bakımından Kur'ân-ı Kerîm'den tamâmiyle
ayrıdır, diyebiliriz.
Hadîs-i
Kudsî meselesine, mevcut değerlendirmeler dışında, bir başka yönden daha
bakmanın yerinde olacağı kanâatindeyiz. Bu da bizi, kanun yapma ve emir verme
tekniği üzerinde düşünmeye sevkediyor. Şöyle ki: İnsaf ve iz'ân nazarı ile
bakıldığında, kulların dünyâ düzenini işletmeleri ile Cenâbı Hakk'm kâinât
nizâmını çalıştırması arasında hiçbir fark olmadığı görülür. Nitekim,
"beşerî" olanla "İlâhî" olan arasında bir gizli mutâbakat
göze çarpmaktadır. Öyle bir mutâbakat ki, Allah’a rağmen ve ona ters düşerek
işleri yürütmek mümkün olmamaktadır. Bu gizli mutâbakata uymayan beşerî karar
ve uygulamalar, kısa bir süre içinde kendi kendini tashih ederek; yine doğruya,
hakikate ve fıtrata uygun olana rücû etmektedir. Ne var ki, buna, birisi
"İlâhî irâde" der, öbürü de "Kamu oyu
baskısı" adını verir. Değişiklik, sâdece kullanılan tâbirlerdedir.
Burada
niyetimiz, düzen felsefesi yapmak değil, sözü bir yere getirmektir. Bu da,
menşei ne olursa olsun, insanların bu dünyâyı, bir takım kanunlarla idâre
etmeleridir. Ancak bu kanunlar, mâhiyet itibâriyle farklılık arzederler. Bir
kısmı, bir merci tarafından "yazılı" olarak çıkarılır. Bu neviden
kanunla-nn; kelimesi, harfi, imlâsı ve noktası üzerinde değişiklik yapma
yetkisi kimseye verilmemiştir. Bu yetki, kanunu yapan mercie âiddir. Tâbir
caizse ve teşbihte bir hatâ yapmamışsak, Kur an-ı Kerîm'in durumunun, aynen
buna benzediğini söyleyebiliriz. Onun; lâfzı da, mânâsı da, tertibi de, her
şeyi ile Cenâ-bı Hakka âiddir. Peygamber bile, üzerinde bir nokta değişikliği
yapma tasarrufuna sâhip değildir.
Mesele
bununla bitmemektedir. Bir de, üst merciin "sözlü tâlimatlar'ı vardır.
Yetki vereceği kimseye şifâhen çerçeve tâlimât verilmekte, onu ifâdelendirip
kaleme almak ise yetkiyi alan şahsa âid olmaktadır. Ancak, bu neviden kanun
hükmündeki tâmimlerde, atılan imzâ re'sen değil, kayıdlıdır. Bunlar;
Cumhurbaşkanı adına, Bakan adına, Dekan adına tarzında bir kayıt taşırlar. Bu
neviden tâlimatlarda, muhtevâ üst mercilere âid olduğu hâlde, ifâde, tâmimi
yapan yetkili şahsındır. İşte, yine tâbir câizse, Hadîs-i Kudsîler de aynen bu
duruma benzemektedir. Yâni onlar, Hazreti Peygamber'in re'sen söylediği söz
değil, "Allah adına" yaptığı beyânlarıdır.
Hadîs-i
Kudsî konusu işlenirken, umûmiyetle bir de, bu neviden hadîslerin hangi rivâyet
formülü ile nakledildiği meselesi üzerinde durulmuştur. Bu teknik bilgiler
verildikten sonra, bu hususda, bir meseleye daha yer verilmesi gerekecektir. Bu
da, mevcûd Kudsî hadîslerin, muhtevâları bakımından bir tasnife tâbi tutulması
ve İlâhî irâdenin, hangi özelliği taşıyan meselelerde "Hadîs-i Kudsî”
şeklinde tecellî etmiş olduğunun tesbîtine çalışılmasıdır. Öyle zannediyoruz
ki, bu yönde yapılacak bir çalışma, bizi, Hadîs-i Kudsî konusunda daha pratik
neticelere ulaştırmış olacaktır.
Mevcût
kaynakların bir kısmı, meselenin bir başka yönüne daha ağırlık vermişlerdir. Bu
da, muhtemel sorulara verilen nazarî cevaplardır: Hadîs-i Kudsî'ler, Kur'ân-ı
Kerîm yerine geçer mi, geçmez mi? Geçmezse, bunların getirdiği hüküm, Kur'ân'ın
getirdiği hükümlerle aynı değerde midir, değil midir? gibi
sorular, esâsen, temelden kusurlu ve nüanslara dikkat edilmeden ortaya atılmış
sorulardır. Farklı yönü olan hiç bir şeyin, birbirinin aynı olamayacağı
ortadadır.
Hadîs-i
Kudsîler, başlangıçta ayrı bir kitapta toplanmamıştır. Hadîs mecmûalarınm içine
serpiştirilmiş durumdadır. Ancak, tasnif devrinden sonra bu hadîsleri ayrı
kitaplarda toplama fâliyetine girişildiği anlaşılmaktadır 164. Görebildiğimiz kadarı ile,
ilk dönem muhaddislerinden el-Buhâri, ”el-Câmi'us-Sahîh"inin son
bölümünü teşkil eden "Kitâb'üt-Tevhîd "in bir
"bâb"ını Kudsî Hadîslere tahsîh ederek beş metin kaydetmiştir 165. Sonraki
muhaddislerden es-Suyûtî (ö: 911/1505), "el-Câmi'us-Sağîr'inde, bunların
bir kısmını toplamıştır 166.
’Abd'ur-Raûf el-Münâvî (ö: 1031/1622)'nin "el-İthâfât'üs-Se-niyye
bi'l-Ehâdîs'il-Kudsiyye" adlı eseri ile,
Muhammed el-Medenî (te'lif: 1191/1680)'nin "el-İthâfât'üs-Seniyye
fî'l-Ehâdîs'ilKudsiyye'si ise meşhurdur. 167
Kudsî
Hadîsler, mânâlarından anlaşılabileceği gibi, senedi ile kaydedilen eserlerde,
rivâyet formülünden de tanınabilirler. Meselâ, el-Buhârî'nin kullandığı rivâyet
formülü şeyledir:
a)
"... 'an Enesin (r.a.), 'an'in-Nebiyyi (s.a.s), yervîhi 'an Rabbihî kaale...:
b)
"... Semi'tü Ebâ Hüreyrete, 'an'in-Nebiyyi (s.a.s.), yervîhi 'an Rabbiküm
kaale:..."
c)
"... 'an îbn 'Abbâsin (r.'anhümâ), 'an'in-Nebiyyi (s.a.s.), fîmâ yervîhi
'an Rabbihî kaale.." 168
tbn
Mâce'deki Kudsî Hadîslerde, umumiyetle:"... Yekuu-lü'llâhü 'azze ve celle:..." 169,"... Kaale'llâhü 'azze ve celle:..." 170 tar-zmda bir rivâyet formülü dikkati
çekmektedir.
Bu
bahsi, bir kaç Hadîs-i Kudsî kaydederek bitirelim:
1)
Her amelin bir keffâreti vardır. Oruç ise benim içindir ve onun mükâfatını ben
veririm. Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur."171
2)
"Kibriya (büyüklük) benim ridâm, azamet ise izârım-dır172. Kim bunlardan birini almaya kalkışırsa, onu
cehenneme atarım."173
3)
"Şüphesiz, Rahmetim gazabımı geçti." 174
4)
Benden başka yardımcısı olmayan kimseye zulmedene karşı, gazabım
amansızdır." 175
Dipnotlar
Îsmâîl
Fennî; Vahdet-i Vücûd
ve Muhyiddîn-i Arabî, İstanbul,
1928, s. 50; Cemâleddîn Muhammed b. Fazlullah el-Hindî; et-Tuhfe-tü'l-Mürsele ile'n-Nebî, Madras
1330, s. 42.
Sahîh-i
Buhârî'yi tercüme ve
şerh eden merhum Mehmed Sofuoğlu da "Bu Ebû Hureyre hadîsi, mecâzî ve temsîlî
ifâdeler ihtiva etmektedir" demiş daha fazla bir açıklama yapmamıştır.
Bkz. Sahîh-i Buhârî
ve Tercümesi, Ötüken
Yayınları, c. 14, s. 6424.
El-Aynî,
Bedruddîn Ebû Muhammed; Umdetü'l-Kârî
Şerh Sahîhi'l-Buhârî, e.
XXIII, s. 89-90; El-Kastalânî, Ebû'l-Abbâs Şihâbüddîn; İrş-âdü's-Sârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, c.
IX, s. 289-290.
El-Kastalânî;
A.g.e., c. IX, s. 290.
El-Aynî;
A-g.e.,
c. XXIII, s. 90. el-Aynî burada
"ittihâdiyye" ile îbn Arabi ve ekolünü kasdetmiş olabilir. Fakat
"vücûdun birliği’'ni kabul edenler kendilerine böyle bir sıfatın
verilmesini doğru bulmayıp reddederler. Zîra "Vücûd" bir olduğuna
göre "ittihâd" yâni "birleşme" söz konusu olmadığı gibi,
"hulûl" de yoktur. Bkz. A. Avni Konuk, Füsûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi; c.
I, s. 237, s. II, s. 13, 78, c. III, s. 101, 103, 148, 151.
Seyyid
Şerif Cürcânî; Ta'rîfât
(Kurb maddesi).
îbn
Arabî de Istılâhâtü's-Sûfiyye'sinde
"kurb'u "Tâat
ile kıyam etmek" diye târif etmekte ve ayrıca "Kâbe kavseyn
hakikatine de kurb denildiğini" söylemektedir. Bkz. Cürcânî’nin Ta'rîfât'ı sonunda,
s. 5, İstanbul 1300.
Kelâbâzî;
Doğuş Devrinde Tasavvuf
(et-Taarruf), (Çev.
S. Uludağ), İstanbul 1979, s. 159. Burada zikredilen
son tarife, ileride görüleceği üzere "kurb-ı ferâiz" denilecektir.
Abdülkerim
Kuşeyrî; Kuşeyrî
Risalesi (Tere.
Süleyman Uludağ), İstanbul 1981, s. 214. Risalenin
yukarıya aldığımız bu cümlelerini el-Aynî de Buhârî
Şerhi'inde
zikretmiştir. Bkz., el-Aynî; A.g.e., s.
90.
Prof.
Dr. Ahmed eş-Şerebâsî; 75
Kudsî Hadîsin Tercüme ve Şerhi (Tere.
Nâim Erdoğan), İstanbul 1981, s. 210-211.
Mişkâtü'l-Envar'daki
30 numaralı kudsî hadîse
bakınız.
Avni
Konuk; Mesnevî-i
Şerif Şerhi, (Konya
Mevlânâ Müzesi Ktb. Nu. 4756), c. IV, cüz 2, s. 244.
İsmâîl
Hakkı Bursevî; Rûhu'l-Mesnevî
(İstanbul 1287), c. I, s.
69.
Fusûsu'l-Hikem
(Tere.
Nuri Gençosman), Ankara 1964, s. 152; A. Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi (Yayına
hazırlayanlar: M. Tahralı-S. Eraydm), M. Ü. ilahiyat Fak. Vakfı Yay., İstanbul 1989, c. II, s. 277.
Avni
Konuk; A.g.e., c.
II. s. 302; Fusûsu'l-Hikem
(Tere. N. Genços man), s. 163.
Fusûsu'l-Hikem
(Tere.
N. Gençosman), s. 155; A. Avni Konuk; A.g.e., c.
II, s. 284.
Fusûsu'l-Hikem
(Tere.
N. Gençosman), s. 151; A.A.
Konuk; A.g.e., c.
II, s. 272.
Ayniyet
ve gayriyet konusu için bkz., Mustafa Tahralı;
Fusûsül-Hi-kem'de Tezadlı ifâdeler ve Vahdet-i Vücûd (A.Avni Konuk'un adı geçen
eserinin c. Il'nin baş tarafındaki makale, s. 12-15)
Avni
Konuk; A.g.e., c.
II, s. 275-276; Fusûsu'l-Hikenı
(Tere. N. Gen-çosman), s. 152.
İbn
Arabi'nin bu cümlesine yapılan i'tiraz ve verilen cevap hakkında bkz., Ismâîl Fennî; Vahdet-i
Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabi. İstanbul,
1928, s. 185-190.
îbn
Arabî, Fusûsün
Adem Fassı'nın
sonlarında şöyle demektedir: "Allah, insân-ı kâmilin dış sûretini âlemin
hakîkatleriyle suretinden, bâtınî çehresini de kendi sûreti üzere inşâ kıldı.
Ve bu sebeple onun hakkında "Ben onun işitme ve görme duygusu olurum"
dedi. Onun gözü
ve
kulağı
olurum,
demedi." Bkz. Fusûsu'l-Hikem
(Tere. N.
Gen-çosman), s. 23; A. Avni Konuk; A.g.e., c. I, s.
165 ve 169.
Fusûsül-Hikem,
(Tere.
N. Gençosman) s. 88; A.Avni Konuk; A.g.e., c.
II, s. 54.
Mişkâtü'l-Envâr’da
30 numaralı hadîs-i
kudsîye bakınız.
A.Avni
Konuk; A.g.e., c.
II, s. 54.
Bkz.
Sünen-i Neseî Tercümesi; .
V, Vakıf ı, s. 685, 689 (İstanbul 1981). Hz. Osman, Bîatu'r-Rıdvan'da
Resûlullâh'ın: "Bu, Allah'ın eli, bu da Osman'ın eli!" buyurduğunu
rivayet etmiştir.
Kâşânî
"inniyyet" (veya enniyet)i şöyle târif etmektedir; "Zât
mertebesi bakımından vücûd-ı aynînin tahakkukudur.” İstılâhâtü's-Sûfiy-ye, Kahire
1984, s. 55.
Abdurrahman
İbn Ahmed Câmî; Nakdü'n-Nusûs
fî Şerhi Nakşi'l-Fusûs,
(William C. Chittick neşri, Tahran 1977), s. 149-153.
M.
İbn Arabî; Fusûsu'l-Hikem, (Tere. N. Gençosman), s.
144-145; Bkz. A. Avni Konuk; A.g.e., e. II, 248-249.
Gölge
varlık anlayışı için bkz., Mustafa Tahralı; Vahdet-i
Vücûd ve Gölge Varlık (A. A. Konuk; A.g.e., c. III baştarafında, s. 9-63,
İstanbul 1990).
Aşağıdaki
paragrafların tercümesinde Fiitûhât-ı
Mekkiyye'nin, Osman
Yahyâ tarafından hazırlanan ve Mısır Kültür Bakanlığı yayınları arasında
neşredilen, tahkikli, indeksli ve paragrafları numaralanmış yeni baskısını
(1972-1988) kullandık. Bugüne kadar 12 cilt yayınlanmıştır ki, eserin tamâmının
aşağı yukarı üçte birini içine almaktadır.
Bu
hadisî-i kudsî için burada 26 numaralı hadîse bakınız.
Mişkâtü'l-Envâr'da
30 numaralı hadîs-i
kudsîye bakınız.
İbn
Arabi'ye umûmiyetle eş-Şeyhu'l-Ekber (En büyük şeyh) denir.
27
Ramazan gecesi sembolik olarak Leyletü'1-Kadr (Kadir gecesi) kabul edilir.
Kur'ân'a göre bu gece "bin aydan daha hayırlıdır" (Kadr, 97/3).
İbn
Arabi ve Üniversel velâyetin mührü (Hâtemül-Vilâyeti'l-âmme) olan Hz. Isâ'yı
birleştiren çok yakın manevî bağların, mevcud olduğunu belirtmeliyiz.
Tesâdülî
diyemiyeceğimiz coğrâfî uygunluk iki "mühr'u bir araya getirir. Gerçekten
İbn Arabi, an'aneye göre Hz. Isa'nın nüzûlünün beklendiği yer olan Şam'da vefat
etti.
Krş.
meselâ R.W.J. Austin'in Soufis
d'Andalousie adlı eserinin
girişi ve R.Deladriere'nin La
Profession de Foi (Paris
1978)'nın girişi; Osman Yahyâ'mn l'Histoire
et Classification de i'Oeuvre d'Ibn Arabi (Şam)
isimli eserinin birinci kısmı.
Krş.
Fütuhat, I, 331
ve Profession de
Foi, s. 24.
Şeyh-i
Ekber’in Rûhu'l-Kuds isimli
eserinde ifâde ettiğine göre bu amcası Tarîkat'a çok geç dâhil olmuştur. Krş. Fütuhat, I,
32 ve 185 ve Soufis
d'Andalousie, s. 107.
Krş.
Profession de Foi, s.
25 ve Soufis d'Andalousie,
s. 151.
İbn
Arabî onun el-Mustasfâ fî
Zikri's-Sâlihîn mine'1-Ibâd isimli
eserini okudu. Krş. Hist.
et Class. (yukarıda
geçti), s. 95.
Krş.
Hist. et
Class. s.
542. Hırka veya
"mânevî cübbe" giydirmek tasavvufî mânâdaki "telkîn ve bîat'în
bir özelliği olarak mütâlea edilir.
Krş.
Fütûhat, IV,
489 ve Soufis
d'Andalousie, s. 151.
İbn Arabî burada kendisiyle çok görüştüğünü ve birlikte okudukları hadisleri
naklettiğini belirtir.
12)
Renb Guönon'un söylediğine göre Şeyh-i Ekber'in kendisi de bu dereceye
ulaşmıştır: "Bu dereceye sahip olan kimse, Simya (Bu kelime
"kimya" ile karıştırılmamalıdır) isimli ilim vâsıtası ile, harfler ve sayılar üzerinde bâzı değişimler meydâna
getirerek, kozmik plânda bunlara tekâbül eden eşyâ ve varlıklar üzerinde
tasarrufta bulunabilir." Krş. Aperçus
sur l'esoterisme islamique et le Taoisme, bölüm
I. Sembolik olarak Anka ile de temsil edilen "Kırmızı Kükürt" İslâmî
hermetizm dilinde "el-Insânü'l-Kâmil"in (l'Homme Üniversel) bir ifâde
vâsıtasıdır. Krş. La
Grande Triade, XII. bölüm.
Krş.
21. not.
ibn
Arabî'ye Tercümânü'l-ÎSşvâk'ı
ilham eden Nizam isimli
genç kızın babası söz konusudur. Krş. Tercümân'ın
önsözü ve Fütuhat, Iİ 376.
Krş.
Fütuhat, I,
32 ve Hist. et Class. s.
542. Kendisi bizzet Abdülkadiı Geylânî (561/1166)'nin hırkasını giymişti.
Krş.
21. not.
Krş.
Profession de Foi, s.
25.
Krş.
21. not.
Krş.
Fütûhat, IV, 490.
Realisation
descendante, Revue des Etudes Traditionnelles, haziran
1953, s. 167. Ayrıca aynı dergide A. K. Coomaraswamy'in makalesine (1938)
bakınız.
"Altı
Kitap" şu yazarların hadis mecmualarını ifâde eder: Buhârî (194/810),
Müslim (261/875), Tirmizî (279/892), İbn Mâce (273/886), Ebû Dâvûd (275/889) ve
Nesâî (303/915).
Krş.
Üçüncü bölümün 16. (96) hadîsinin sonu.
Bu
eserlerin tamâmının listesi Hist.
et Class. içinde
yer alır. Ayrıca aşağıdaki isimler de vardır:
-
Kitâbü'l-Erbaîn el-Mütekâbile fî İlmi'l-Hadîs.
-
Kitâbü'l-'Avâlî fî Esânîdi'l-Ahâdîs.
-
Risâletü'l-'Ubûdiyye fî's-Sünneti'n-Nebeviyye.
-
Kenzü'l-Ebrâr fî mâ Ruviyye ani'n-Nebî mine'l-Ed'ıye ve'l-
Ezkâr.
-
Risâletü Va'z bi'l-Ahâdisi'n-Nebeviyye (625'te
yazılmış).
-
Şerhu Hadîs Kudsî ve Mesâîl (Bâzı
kudsî hadislerin şerhi gibi
görünüyor).
Osman Yahyâ bunun Sadreddin Konevî’ye âit Şerhu'l-Ahâdîs'in-Nebeviyye
isimli eserin şerhi
olduğunu ileri sürer. Dr.
William
C. Chittick ise Konevî'nin Vasıyet'ini
takdiminde bu şeyhin böyle
bir eserin yazarı olmadığına işâret eder (Krş. Sophia Perermis, Tahran
1978).
-
el-Erbaûn Sahîfe ve biye mine'l-Ahâdîsi’l-Kudsiyye, ki
ona atfı güvenilir değildir.
Bu
eser başka isimler altında tanınmıştır:
-
El-Ahâdîsü'l-Müsnede ve'l-Merfûa.
-
El-Ahâdîsü'l-Müsnede ilallahi Teâlâ.
-
El-Erbaîn fî İrşâdi's-Sâirin.
-
Hadîsü'l-Erbaîn.
-
Hadîsü'l-Erbaîn el-Kudsiyye.
-
Mie Hadîs Kudsî.
-
thdâ ve 'Işrin Hadisen.
-
Er-Riyâdu'l-Firdevsiyye.
Krş.
O. Yahya, age., sh.
390.
Kudsî
hadis ile kudsî olmayan
hadis arasındaki fark için Abdül Aziz ed-Debbağ'ın ekteki metnine bakınız.
Meşhur
Kudsî hadis
kitaplarından bir kaçı şunlardır:
-
El-Medenî (881/1476)'nin İthâfâtü's-Seniyye
fi'l-Ahâdîsi'l-Kudsiyye'si (858
hadis).
-
Molla Ali el-Karî (1014/1605)'nin Ahâdîsü'l-Kudsiyye
el-Erbaîn'iyye'si (40
hadis).
-
EkMedenî'ninki ile aynı ismi taşıyan ve onun telhîsi olan el-Münâvî
(1031/1621)'nin eseri.
-
Beyrut yayını olan el-Ahâdîsü'l-Kudsiyye
ki Buhârî, Müslim vs. gibi
büyük kitaplarda yer alan meşhur hadisleri bir araya getirmiştir.
Mişkâtü'l-Envâr'ı
Fransızcaya tercüme eden
Muhammed Vâlsân'm babasıdır ki, Müslüman adı "Mustafa"dır. Şâzelî
şeyhi olup, ibn Arabi'den Fransızcaya tercümeleri ile tanınmıştır. 1974'te
vefat etmiştir. (M. Demirci)
Krş.
27. not. Michel Vâlsan burada Fütûhat'm
318. bölümü ve 560.
bölümünün sonuna baş vurarak bir özet tercüme yapar.
Bu konuda Fütuhat I,
150 ve I, 14'e bakmak gerektiğini ilâve edelim. Bu sonuncu yerde İbn Arabî
böyle keşif sâhiplerinin, hatalı bir rivayetin başlangıcında yer alan bir
râvînin ismini veya sûretini doğrudan ilham yoluyla bilebileceklerini de ifâde
eder.
Bir
hadis, bir isnâd ve bir
metinden oluşur.
Yirmi
üç yıl boyunca yakın müridi olan bu zâta İbn Arabi şu kitapları ithaf etti: İnşâü'd-Devâir,
Hılyetü'l-Abdâl ve
Fütuhat.
Krş.
Soufis
d'Andalousie, s.
179 ve el-Habeşî tarafından yazılan KitâbüT-İnbâh alâ Tarîkı'llâh (Metin, D. Gril tarafından
yayınlanıp tercüme edildi,
Annales
Islamologique, c. XV,
Kahire 1969'tan ayrı basım). Tunus'un Zeytûniye
camiinde, el-Habeşî için ibn Arabî'nin kendi eliyle istinsah edilmiş Buhârî'nin
es-Sahîh'ine âit
bir parça bulunmaktadır (Krş. R. Deladribre, La Profession de Foi, s.
25).
Haber'le
hadis arasındaki mevcud farkı belirtmek güçtür. Bilhassa burada, Şeyh-i Ekber haber ile
Müslim'de veya hadis ismi altında başkalarında bulunanları kasdeder. Hadîsin
bir müterâdifi gibi görünen haber ise, bâzan Hz. Peygamber'in hadisleri için,
bâzan sahâbeninkiler için kullanılmıştır. Biraz ileride ise, gayr-i İslâmî
an'anelerden gelen sözlere "haber" denildiğini göreceğiz. Daha teknik
ma nâda, Horasan fatihlerine
göre haber Merfû Hadîs i
ifâde eder. Zilzâl sûresi 4. âyetinde aynı anda kullanılan iki kök, H-D-S ve
H-B-R yer alır: 'Yevme
izin tühaddisü ahbârahâ" (O
gün o (yer) kendi hikâyesini anlatacak.)
Fars
asıllı belki de Yahûdî (110/728 veya 114/732). Tâbiîn'den idi. Sa'lebî veya
Kisâî'nin Kısasu'l-Enbiyâ
(Peygamberlerin Hikâyesi)'
nde çok sayıda sözleri bulunur.
(ö.
32/652 veya 34/654) Yahûdî-Islâmî haberler (Isrâiliyyat) ile ilgili öteki büyük
otorite. Yahûdî asıllı, 17 yaşında ihtidâ etti. Onun da Kısasu'l-Enbiyâ'da çok
zikri geçer.
El-Herevî
el-Ansârî (481/1088) krş. O. Yahyâ, age, s. 156.
Ebû
Bekr Muhammed en-Nakkâş'm Ali b. Ebî Talib'ten naklettiği bu hadis Fütûhât'ın
64 ve 65. bölümlerinde yer alır.
Buhârî,
Daavât, 69; Müslim, Zikr,
5.
Türkçe
tercümede de aynı usûlü benimseyerek, sened zincirinin tamâmını almadık. (M.
Demirci)
Ibn
Arabî'nin kendisine kadar verdiği senedi tercümede zikretmedik (M.Demirci).
Bu
hadisler ve değerlendirilmeleri için bkz. Aclûnî, Keşfül-hafâ, II,
340; Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr,
II, 170. (M.
Demirci).
Müslim,
Birr, 55.
Müslim,
Zühd, 46
A,.
3
Tirmizî, Zühd,
35; İbn Mâce, Zühd,
4; Ahmed b.
Hanbel, V, 252. Heı üç
kaynakta da nebevi hadis tarzında yer alır (M. Demirci).
Ibn
Arabi, Fütûhât’ın 73.
babında, burada sözü edilen şahısların Melâmetiyye olduğunu açıklar. Istılâhât'mda onları
şöyle târif eder: "Bunlar
bâtınlarında olan şeyden zahirlerinde hiçbir iz görünmeyen kimselerdir: bunlar
en yüksek mânevi topluluktur."
Enfal,
8/1
Tirmizî,
Cennet, 20; Ebû Dâvud, Sünnet,
25; Ahmed b.
Hanbel, II 233, 373
Buhârî,
Tefsîru sûre: 112; Tecrîd-i Sarih tere.
IX, 8.
Buhârî,
Tefsîru sûre; Tecrîd-i Sarih tere.
XI, 112.
Buhârî,
Tevhîd, 43; Ahmed b. Hanbel, II, 540.
Müslim,
Birr, 37.
Müslim,
Zikr, 18; Buhârî, Tevhîd,
15; Tecrid tere.
XII, 420.
Buhârî,
Enbiyâ, 1 ve Rikak, 51; Tecrîd tere. IX,
82
Ridâ
ve îzâr, mü'minlerin
Mekke'de hac esnâsındaki nizâmî elbisesidir. Ridâ
omuzlar üzerine örtülür, İzâr ise
bele kuşanılır.
İbn
Mâce, Zühd, 16; Ebû Dâvud, Libâs,
25; Müslim, Birr, 136.
Hadîsin
tamâmı için bkz. Müslim,
iman, 302..
13
Müslim, iman,
297-98
Hacc,
21/2
Bulıârî,
Enbiyâ, 7; Tecrîd tere. IX,
102; Müslim, îman,
379;
Müslim,
iman, 299.
Tirmizî,
Tefsîru sûre: 114.
Söz
konusu olan Sırat'tır.
Hadîsin
tamâmı için bkz. Müslim, iman, 299.
Buhârî
Tevhîd, 15, 35; Müslim Tevbe,
1; İbn Mâce, Edeb,
58;
Tirmizî,
Deavât, 131
I
- o , f ,a'l
ı'f?ı'ı#ı'
°t< f 0 96-« 1 f
1 ' •
.
4Jjjjb 4XJI
iPu
OJjJİj LpIji
Tirmizî,
Deavât, 99.
Buhârî,
Ezân, 1560; Tecrîd tere. II,
919; Müslim, îmân,
125.
Tirmizî,
Zühd, 53.
Tirmizî,
Zühd, 57.
Tirmizî,
Zühd, 59.
Tirmizî,
Kıyâme, 6.
Tirmizî,
Kıyâme, 10; Müslim, imân,
327.
Ahmed
b. Hanbel, I, 191.
Tirmizî,
Kıyâme, 30; İbn Mâce, Zühd,
2.
Tirmizî,
Deavât, 34.
Buhârî,
Enbiyâ, 50; Tecrîd tere. IX,
192.
Tirmizî,
Deavât, 119.
Bu
haberin devâmı, 13, 15, 20, 26, 29, 38 numaralı haberlerde verilmiştir.
Muhammed Valsan'm yazdığı Girişe bakınız,
Müslim,
Münâfikîn, 55.
el-Mü’min ismi
kasdediliyor.
Bu
hadîsin farklı rivâyetlerinde zikredildiğine göre, Allah gecenin muhtelif
zamanlarında ve son üçte birinde dünyâ semâsına kadar iner. Bkz. Müslim, Münâfikîn.
168.
4
Müslim, Münâfikîn,
168-172.
5
Müslim, imân,
205.
Tirmizî,
Salât, 346.
İbn
Mâce, Vesâyâ, 4; Ahmed b. Hanbel, IV,
1210.
”er-Rabaî"
nisbesi taşıyan çeşitli şahıslardan sâdece Ebû Bekr Muhammed b. Süleyman b.
Yusuf b. Ya'kûb er-Rabaî (374/985)'nin "Cüz u" vardır ve kendisi
"sika"dır. Bkz. Zehebî, Siyerü
A'lâmin'-Nübelâ, XVI,
339. îbn Arabi'nin, Cüz'ünden 8 hadis aldığı Rabaî bu şahıs olmalıdır. (M.
Demirci).
Müslim,
îmân, 205.
Tirmizî,
Salât, 305; İbn Mâce, İkâmet,
202; Ebû Dâvûd, 149.
Buhârî,
Tefsîru sûre: 45; Tecrîd tere. XI,
179.
Bkz.
Hacc, 22/27.
Bkz.
Ahmed b. Hanbel, II,
224, 305.
Müslim,
îmâre, 103.
Ebû
Dâvûd, Cihâd, 38.
Neseî,
Cihâd, 34.
Buhârî,
Deavât, 66; Tirmizî, Deavât,
130.
Hadîsin
son bölümü için bkz. Ahmed
b. Hanbel, II, 170, 186,
225.
Neseî,
K. Sehv, 47.
"er-Rahim",
kadınlarda, bebeğin içerisinde oluşup büyüdüğü organdır. "Rahim" aynı
zamanda akrabâlık ve akrabalık sebebi demektir. Sıla-i rahim, akrabâya iyilik
mânâsına gelir. Ayrıca "rahim”, sevgi, merhamet, şefkat ve inceliği ve
hatırlatır ve bu vasıflar kadınlığın hilkatinde vardır. İşte hadiste ev halkı,
çoluk çocuk ve bütün akrabâ ve taallukat hakkında, rahim rikkatine yaraşan ince
ve çekici bir sevgi beslemek sûretiyle, yakınlar arasında ilgiyi ve iyi
münâsebetleri devâm ettirmenin lüzûmu üzerinde durulur. (M. Demirci).
Müslim,
Birr, 16.
Mâlik,
Muvatta', eş-Şa'r, 16; Ahmed b. Hanbel, V, 229.
Müslim,
Birr, 157.
Müslim,
Tevbe, 29.
Buhârî,
Rikâk, 38.
Tirmizî,
îmân, 17.
tbn
Arabi’nin bu eseri O. Yahya nm Hist. et Class.'unda 38
numarada zikredilmiştir.
Tirmizî,
Deavât, 129.
Müslim,
Birr, 43.
Tirmizî,
Zühd, 48.
Bkz.
Yâsîn, 36/65
Müslim,
Zühd, 16.
Ra'd,
13/29
Rahmân,
55/76
Vâkıa,
56/29-33
Yâsîn,
36/55-58
Furkan,
25/24
Burada
vereceğimiz mâlûmâtın büyük bir bölümü Muhammed Cemâ-lüddîn el-Kassımî'nin (ö.
1334/1914) Kavâidii't-Tahdîs
adlı eserinden alınmıştır.
Birinci
şahıs tarzında kullanış Kuran'da da vardır. Meselâ: "Artık Beni anın, Ben
de sizi anayım..." (Bakara, 2/152). Fakat bu tarz nâdir olarak görülür.
Mahlûkata hitap dolaylı ifâde yoluyla daha sıktır.
Krş.
Michel Valsan, Etudes
Traditionnelles, no.
406, 407, 408, s. 150'deki açıklama.
Krş.
Tirmizî, Fadailü'l-Kur'an, 16; Abdullah Aydemir, Kur’ân-ı Kerîm'in Faziletleri, 204,
İzmir 1981. (M. Demirci)
**
Ulemânın çoğuna göre (M. Demirci).
Ahmed
b. Hanbel mushaf satışım hoş karşılamamışsa da, onu satın almaya izin
vermiştir. Bkz. Ibn Kudâme, el-Muğhî, IV, 178, Beyrut 1405/1985. (M. Demirci).
K-F-R
silmek, örtmek, gizlemek mânâlarına gelir. Dînî anlamda ise Allah'ı inkâr ve
daha umûmî olarak ise İmansızlık demektir.
Burada
ilkâ tarzı ile ilgili mesele ele alınmış olduğuna göre, Mi'râc gecesi boyunca,
Resûlüllah'a semâya yükselişi sırasında kudsî hadislerin ilham edildiği
şeklinde dile getirilen görüşe de işâret etmek gerekir.
Kadîm
terimi (ki, eski, ezelî
demektir), ortaya çıkan, vukû bulan, beklenmeyen kaza gibi birden bire meydâna
gelen mânâsındaki H-D-S kökünden gelen hadîs'in zıddı dır.
Kur'ân için ileri sürülen târifler bu köke
zıt
şekilde verilmiştir. Meselâ Ebû Bekr Muhammed b. Ishâk el-Kelâbâzî (380/990
veya 384/994)'nin Kitâbü't-Taarruf li Mezheb-i ehli't-Tasavvuf adlı kitabında
şunlar yer alır: "Mutasavvıflar Kur'ân'm hakîkî anlamıyla Allah'ın kelâmı
olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. O’nun kelâmı yaratılmış, sonradan olmuş
(muhdes) ve bilâhare meydâna çıkmış (hades) değildir. Nasıl ki Allah'ı
kalblerimiz-le biliyor, dillerimizle zikrediyor, câmilerimizi mekân edinmediği
halde orada kendisine ibâdet ediyorsak, Kur'ân'ı da dillerimizle okuyor,
mushaflarımıza yazıyor, hâfızalarımızı mekân edinmediği halde orada muhâfaza
ediyoruz. Sûfîler Kur'ân'ın cisim, cevher ve araz olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir." (Bkz. et-Taarruf, 54, tahkik,
Mahmud Emin en-Nevâvî, Kahire 1388/1969: aynı eser, çev. S. Uludağ (Doğuş
Devrinde Tasavvuf), s. 67, İstanbul 1979. M. Demirci)
Cürcânî
(816/1413) Ta'rîfât'mda kısa bir târiften sonra şöyle der:"... Kur'ân
kudsî hadisten üstündür, çünkü onun (sâdece mânâsı değil) lâfzı da vahiy
mahsûlüdür."
Bu
vesîle ile şu da söylenebilir: îbn Arabi'nin sık sık kullandığı harfler ve
sayılar ilmi gibi ilimlerin, Kur'ân'da dâimâ uygulama imkânı vardır. Farklı
okuyuşlar, umumiyetle harflerin ne sayı değerlerini, ne de şekillerini
değiştirecek bir mâhiyet arzetmemektedir.
Bkz.
1 numaralı not.
Ahmed
b. el-Mubârek es-Sicilmâsî (1156/1713).
Türkçe
tercümeyi doğrudan metnin Arapça aslından yaptık. Bkz. Muhammed Cemâlüddin
el-Kasimî, Kavâidü't-Tahdîs Min Fünûn-i
Mustalahı'l-Hadîs,
tahkik, Muhammed
Behcetü'l-Beytar, s. 66-69, Mısır, 1390/1961. Krş. Abdül Aziz ed-Debbâğ,
el-İbrîz, s. 34-36, Kahire 1356 (M. Demirci).
Burada
1 numaralı hadis
Burada
21 numaralı hadis
.11
Buhârî, Tefsir,
II; Tecrid tere.
XI, 113
Müslim,
îman, 125; Buhârî, Ezan,
156; Tecrid tere., II,
919.
Necm,
53/3-4
Bu
bölümü sayın yazarın izniyle aşağıdaki kitabından aynen alıyoruz: Ali Yardım, Hadis I,
ss. 4246, Dokuz Eylül Üniversitesi yayını, İzmir 1984.
Necm
sûresi, 34. Bu âyetlerle ilgili olarak müfessir Elmalılı Muham-med Hamdi
Yazırin açıklaması şöyledir: "Bu âyet de, esas itibâriyle Kur’ân hakkında
olmak gerekir. Hadislerine de şâmil olmak üzere mutlak nutkuna hamledildiği
takdirde de müntehâsı itibâriyle mülâhaza edilmek iktizâ edecektir. Vahyin,
muzârî sîğasiyle te'kid olunarak tahkik ve tavsifinde buna da bir işâret yok
değildir. Bkz. VI/4572.
Bkz.
Muhammed el-Medenî, el-İthâfât'iis-Seniyye.
s. 187 vd.; Okiç, Bazı
Hadîs Mes'eleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul
1959, 13-16; Koçyiğit, Hadîs
Istılahları, s. 123-125;
Ali Osman Koçkuzu, Hadis
İlimleri ve Hadis Târihi, s.
42-43; Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs
ve'l-Muhaddisûn, s.
16-18; Subhî es-Sâlih, 'Ulûm'ûl-Hadis
ve Mus-talahuhû, s.
11-13; el-Kaasımî, Kavâid'üt-Tahdis.
s.
64-69.
Bkz.
el-Kettâni, er-Risâlet'ül-Müstatrafe,
s. 81; Okiç, a.g.e., s. 15-16
el-Câmiüs-Sahih, VIII/212
Bâbü Zikr'in-Nebi (s.a.s.) ve rivâyetihî 'an Rabbihî.
el-Câmiüs-Sağir, 1/81-84
(Kaalellâhü Ta'âlâ ifâdesi ile başlayan metinler).
el-Medenî'nin
eseri, Haydarâbâd 1358 baskılı olup, 863 metin ihtivâ etmektedir.
Her
üç rivâyet formülü için bkz. el-Câmi'us-Sahih,
VIII/212. el-Buhâ-rî, bu
formülleri, ayrıca Kitâb-ül-llm bahsinde de kaydetmiştir. Bkz. 1/21-22.
îbn
Ma'ce, Sünen, 2707,
3821, 3822, 4107, 4174,4175,4328 numaralı hadisler.
îbn
Mâce, Sünen, 3784,
4202, 4299 numaralı hadisler.
el-Buhârî,
el-Câmi'us-Sahîh, VHI/212.
Ridâ
ve izâr, bir
takım elbisenin üstü ve altıdır. Burada; takım bölünmez, bütünü ile sâhibine
âiddir, tarzında bir mecâz yapılmıştır.
îbn
Mâce, Sünen, II/1398,
Nu: 4174.
el-Buhârî,
a.g.e.,
VIII/176.
et-Taberânî,
el-Mu'cem'üs-Sağîr, 1/31.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar