Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YİRMİ BİRİNCİ FASIL

er-Rab İsmi

Bu isim, ilk göğü, Beyt-i Mamur’u, Sidre’yi ve Halil’i yaratmaya yönelmiştir. Ona ait gün, Cumartesi, harf Ye, menzillerden ise Keyvan’dır.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki Rabbim benim bilgimi artır.’223 Bilginin artışı, Rab’den istenilir. Bu nedenle diğer isimlere göre, âlem, daha çok bu isme muhtaçtır ve bu nedenle âleme izafe edilmiştir. Bu isim, bütün ya­rarlara ait isimdir ve üç ana isimden biridir. ‘Rabbiniz ve babalarınızın Rabbi’224, ‘göklerin ve yerin Rabbi’22S, ‘doğunun Rabbi’226, ‘iki doğunun Rab­bi’227, ‘batının Rabbi’228 ve ‘iki batının Rabbi229 gibi ayeder vardır. Rab, ve­kil edinilendir. Bu isim, Sidre’ye yeşilliğini, çiçeklerini ve canlılığını ve­ren isimdir. Sidre’nin ışığı ise, Rab ve Allah Teâlâ isminden gelir. Rahman ismi ise, kokusunu kendinden vermiştir. Nitekim (ayette) cennetin ko­kusu (orf) denilmiştir ki, raiha demektir. Ağacın kökleri ise, Allah Teâlâ is­minden, zakkumu ise cehennemliklere aittir. Allah Teâlâ Sidre’yi hüviyet nu­ruyla yüceltti. Herhangi bir göz onu görüp sınırlayamaz veya betimleyemez. Ona giydirilmiş nur, kulların amellerinin nurudur. Onun çiçek­lerinin sayısı, mutluların nefeslerinin sayısı kadardır. Hatta mutluların amellerinin sayısı, hatta amelleri kadardır. Ameller cennetindeki her köşke veya köprüye, Sidre’nin dallarından biri girmiştir. Bu dalda ameldeki -ki dal onun suretidirhareketlerin miktarına göre çiçekler vardır. Daldaki her yaprakta kulun ameli yaparken Allah Teâlâ karşısındaki huzuru ölçüşünce bir güzellik vardır. Dalın yaprakları ise, o ameli yaparkenki nefeslerin sayısıncadır. Sidre’nin dikenleri bedbahdara ait ol­duğu gibi kökleri de onlaradır. Ağaç tek, fakat kökleri dallarının verdi­ğinin zıddını meydana getirir. Dallar hakkında nitelediğimiz her şeyin zıddı köklerde bulunur. Bu durum botanikte (ilmü’n-nebat) sıkça ger­çekleşen bir vakıadır.

Anlatılır ki, Ebu Ala b. Zehr -ki tıbbı özellikle, odan iyi bilenler­den biriydiEbu Bekir b. Saiğ’den -İbn Bacce diye tanınırodarı daha iyi tanırdı. O da, odarı Ebu Zehra kadar bilmese de, doğa bilgisinde ondan daha üstündü. Bununla birlikte, odarı da iyi bildiğini zanneder­di. Bir gün bineklerine binmişler, bir ota rast gelmişler. İbn Zehr hiz­metçisine bir otu işaret ederek ‘bizim için kes’ demiş. Bir parça almış, elinde ufalamış, sonra burnuna yaklaştırmış, burnuna çeker gibi yap­mış. Ebu Bekir’e şöyle demiş: ‘Otun kokusunun ne kadar güzel oldu­ğuna bak!’ Ebu Bekir de burnuna çekmiş, koldar koklamaz burnu ka­namaya başlamış. Otun kokusu nedeniyle kanayan burnunu durdurmak için yanındaki her şeyi kullanmış, fakat bir işe yaramamış. Neredeyse ölecekti. Ebu Ala tebessüm ederek ‘Ebu Bekir aciz kaldın’ deyince, hizmetçisine ‘Otun köklerini çıkart5 demiş. Hizmetçi kökleri getirdiğin­de, ona ‘Ebu Bekir! Bunları kolda5 demiş. Onu koklayınca, kan kesil­miş. Bunun üzerine, ot bilgisinde onun üstünlüğünü anlamıştı.

Bu ağaçla Beyt-i makdis ehli insanların en mudusudur. Nitekim Mehdi ile en Mutlu olacak insanlar ise Kufeliler5dir. Mekkeliler ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemle insanların en mudusudur. Kuran ehli ise, Hakk ile insanla­rın en mudusudur. Mutlu insanlar, bu ağaçtan yediklerinde gönüllerin­deki kin sökülüp atılır. Yapraklarına şöyle yazılmıştır: ‘Subbûhun kuddûsun Rabbü’l-melaiketi ve’r-ruh (Münezzehtir, mukaddestir, me­leklerin ve Ruh’un Rabbidir)!5 Ademoğullarının amelleri, bu Sidre5ye ulaşır. Bu nedenle de, Sidre-i münteha (bitiş sidre5si) diye isimlendirilir. Hakkın orada büyük ve özel tecellisi vardır. Bu tecelli bakanı sınırlar, düşüneni hayrete düşürür. Yanında bir oturak vardır ki, Cebrail’e aittir. Orada gözlerin görmediği, kulağın duymadığı ve kimsenin aklına gel­meyen ayeder vardır. Nitekim Peygamber orayı anlatırken, Allah Teâlâ’nın nu­runun orada kendisini kapladığını belirtmişti. Kimse onu niteleyemez. Oraya bakan kimse, şaşkınlığa düşer. Allah Teâlâ bu gökte Beyt-i mamur’u yarattı. O ‘darah’ diye isimlendirilir ve Kabe’nin yönündedir. Bir riva­yette, oradan bir taş düşseydi, Kabe’nin üzerine düşerdi, denilir. Bu ev, o göktedir. Gök ise, durağan ve hareketsizdir. Bu nedenle de, Kabe’nin yönünden ayrılmaz. Çünkü Allah Teâlâ bu gökleri sabit ve durağan yapmış­tır. Bizim için onlar, evin çatısı gibidir. Bu nedenle Allah Teâlâ onları yüksel­tilmiş, ‘çatı’ diye isimlendirmiştir. Şu var ki, her gökte bir felek vardır. Felek, göğün yıldızının -ki kendi feleklerinde yüzerleryüzmesinin meydana getirdiği şeydir. Her yıldızın feleği vardır ve feleklerin sayısı yıldızların sayısı kadardır. Allah Teâlâ ‘Hepsi bir felekte yüzer230 buyurur. Gök­lerin cisimleri (cirm), şeffaftır ve feleklerin, meleklerin meskenidir. Yıl­dızların yüzmesi olmasaydı, göklerde varlıkları ortaya çıkmazdı. Öyley-; se göklerde onlar, yeryüzündeki yollar gibidir. Yolların varlığı, üzerinde yürüyenlerle gerçekleşir. Onlar, kendileri bakımından yeryüzü, üzerinde yürünme bakımından yoldur. Evin iki kapısı vardır. Her gün yetmiş bin melek oradan girer ve karşısındaki kapıya çıkar, ilk girdikleri kapı­dan bir daha girmezler. Melekler oraya doğu kapısından girer. Doğu kapısı, nurların zuhur yeridir ve batı kapısından çıkarlar. Orası, giden nurların gizlenme kapısıdır. Böylelikle nurlar gaybte bulunur ve hiç kimse onlarm nerede yerleştiğini bilemez. Bu melekleri Allah Teâlâ, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratır. Bu damlalar, her gün hayat neh­rine bir kez dalması kendisine emredilen Cebrail’in kanat çırpmasından dökülür. Meleklerin her günkü sayısı kadar, Ademoğullarmm düşünce­leri meydana gelir. Mümin olsun veya olmasın, herkese günde yetmiş bin düşünce gelir ve onları Allah Teâlâ ehli bilebilir. Bu melekler, Beyt-i ma­mura girip oradan çıkarken, Allah Teâlâ’nın kalplerin düşüncelerinden yarattığı meleklerle bir araya gelirler. Onlarla karşılaştıklarında ise, kıyamete ka­dar bağışlanma dilerler. Kalbi Allah Teâlâ’yı zikretmekle ‘mamur’ birinin dü­şüncesinden yaratılmış melekler, bu makama sahip olmayan bir kalbin düşüncesinden yaratılmış meleklerden ayrışır. Bu düşünce, gerekli veya gereksiz bir konuyla ilgili olabilir. Bütün kalpler, bu evden yaratılmıştır. Dolayısıyla o ev sürekli mamurdur. Düşünceden oluşan her melek, dü­şüncenin suretine göre meydana gelir.

Allah Teâlâ bu göklerde bir yıldız yaratmış, kendisine emrini vahyetmiş, Halil İbrahim’i ona yerleştirmiştir. Bu yıldız için kendi feleğinde belli bir süreye kadar devam eden bir hareket belirlemiştir. En şaşılacak iş­lerden birisi, bu hareketler meselesidir. Çünkü onlar, kapalı konular­dandır. Çünkü etkiye konu olan şeyin iki etkin arasında bulunması im­kânsız değildir. Yıldıza ait böyle bir hareket, iki farklı hükümden ger­çekleşebilir. Birincisi zorlamalı, diğeri iradi veya doğal hükümdür. Bu­na açık bir örnek verilebilir: Şöyle ki: Bir cismin üzerindeki bir canlı iradi olarak bir yöne yönelebilir. Cisim ise başka bir yöne doğru hareket etmiştir. Canlı cismin hareket yönüne doğru veya zıddına doğru hare­ket eder. Böylelikle iki zıt hareket bir zamanda bir araya gelir. Öyleyse canlı, üzerinde bulunduğu cisimde yol alır. Cisim ise başka bir cisim üzerinde onu götürür. Böylelikle canlı dolaylı olarak onun üzerinde yol kat eder. Söz gelişi bir yere atılmış elbisenin üzerindeki karmcayı düşü­nelim. Karınca orada doğuya doğru yürürken biri elbiseyi batıya doğru çeker. Bu durumda karınca, hareket ettiği o anda doğuya doğru hareket ederken, elbisenin hareketi nedeniyle batıya doğru hareket eder. Bu, ka­rınca adma ‘zorlamalı’ harekettir ve ona hakimdir. Bu iki hareket, bir anda birbirine karşıttır. Bakınız! İki zıddın bu konuda bir araya geliş yönü var mıdır, yok mudur? Çünkü yıldızlar felekte -gözün görüşüne görebatıdan doğuya hareket eder. Büyük kuşatıcı felek ise, yıldızları batıdan doğuya doğru hareket ettirir. Yıldızlar, içinde bulundukları an­da doğudan batıya doğru hareket ederken batıdan doğuya doğru da ha­reket ederler. Doğuya doğru hareketini meydana getiren felek, batıya doğru hareketini meydana getiren feleğin aynıdır. İşte bu, iradedeki zo­runluluk (cebr fi’l-ihtiyar) meselesidir. Bu anlayışa göre kul, seçmeye mecburdur! Bu meseleden kulların fiillerin kim tarafından yaratılmış olduğu konusu öğrenilir: Fiiller iki güç yetirenden birisine mi, yoksa ikisine mi aittir? Her güç yetirenin fiilde özel bir yönü vardır ve bu sa­yede yükümlülük gerçekleşir, ceza ve sevap meydana gelir. Ariflerin kalplerinde bu feleğe ait etkiyi daha önce zikretmiş, bizden başkaları da onu zikretmişti. Biz feleğin âlemdeki oluş ve bozuluş şeklindeki etkile­rini de zikrettik. Burası, rükünler ve türeyenler âlemidir. Bütün bunlar, Rahman’ın nefesindendir, çünkü o, varlığın sebebi olan hareketi sağlar. Asla bakınız! irade yönelimi olmasaydı -ki o, manevi bir hareket ve sözdür, lafız da bu hareket nedeniyle lafız diye isimlendirilmiştirvarlık ortaya çıkmazdı.

Allah Teâlâ bu felekten Cumartesiyi ortaya çıkartır. O, ebedilik günüdür. Gecesi bitimi olmayacak şekilde ahrette iken gündüzü bitimi olmayacak şekilde ikinci mahâldedir. Orada yedi gün meydana gelir ki, cumartesi de onlardan biridir. Bu da, şaşılacak işlerden biridir. Cumartesinin de kendilerinden olduğu günler, Cumartesi gününde meydana gelmekte­dir! Öyleyse cumartesi günlerden biriyken günler kendisinde ortaya çı­kar.

Bu durumun ilahi hakikatte bir dayanağı vardır. Şöyle ki: Tirmizi garip bir hadiste Hasan’dan, o Ebu Hureyre’den, o ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aktarır: ‘Allah Teâlâ Adem’i yarattı ve kendisine ruh üfleyince hapşırmış. Bunun üzerine Hakk kendisine ‘Hamd olsun de’ diye emretti. O da bunu demiş, böylelikle kendi izniyle Allah Teâlâ’yı övmüştür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbin sana merhamet eder! Bundan dolayı da seni yarattı.’ İlave Tirmizi’ye ait değildir. Tirmizi’nin hadisine dönersek, şöyle devam eder: ‘Allah Teâlâ şöyle der: ‘Adem şu meleklere git ve de ki: Allah Teâlâ’nın selamı üzerinize olsun.’ Onlar da ‘Allah Teâlâ’nın selamı ve rahmeti senin de üzerine olsun’ diye selamını almışlardır. Sonra Rabbine dönerek şöyle demiş: ‘Bu seninle onlarm arasındaki selamdır.’ Allah Teâlâ Âdem’e iki eli kapalıyken şöyle demiş: ‘Dilediğin birini seç!’ Âdem şöyle demiş: ‘Rabbimin iki elini seçtim. Her iki eli de sağ ve mübarek eldir.’ Allah Teâlâ ellerini açtığın­da, Âdem ve zürriyeti orada idi.’

Âdem, bir yandan avucun içindeyken bir yandan dışmdaydı. Bu mesele de öyledir. Bunu incelersen, Hakkın karşısında bilginin hayret konusu olduğunu görürsün. Hayret ‘o’dur ve o değildir’ (makamıdır). ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı.’231 Böylece başladığıyla bitirdi. Burada ‘orta’ vardır! Çünkü o bir olumsuzlama ile -ki o ‘atmadın>232ifadesidir, olumlama arasındadır. Bu ise ‘Allah Teâlâ attı233 ifadesidir. Bu du­rum, şu anlama gelir: ‘Sen sen iken sen değildin. Fakat Allah Teâlâ şendir.’ İş­te bu, bizim zâhir ve mazharlar hakkında söylediğimiz sözün anlamıdır. Onlarm suretleri değişse bile, O’nun aynıdır. Zeyd’in organları farklıy­ken, bir olduğunu söyleriz. Onun ayağı eli değildir. O ise, Zeyd derken Zeyd’in kendisidir. Zâhiri-bâtını, görünür-görünmez organlarının su­retleri birbirinden farklıdır. O ise, Zeyd’dir ve Zeyd’den başkası değil­dir. Sonra her suret ona izafe edilir ve ‘kendi’, ‘nefsi’, ‘bütünü’ ‘toplamı’ diyerek sürekli Zeyd ifadesini pekiştiririz.

Bu felekte ölümün kendisi, rahatın kaynağı, sebatta hareketin hızı, süsü ve eziyeti atmak bulunur. Bu nedenle bu felek Aslan burcunda meydana gelmiştir. O, doğada kendisinin zıddı, sabitlikte benzeridir.

Buradan ‘benzerler zıttır’ diyen hata etmiş midir, etmemiş midir, anlaşı­lır. Yıldız burca yerleştiğinde, hükmü karışır mı? Bu durumda toplamın o ikisinden her birine ait olmayan bir hükmü var mıdır, yok mudur? Yoksa menzilin ve burcun hükmü kendisine yerleşen yıldıza baskın mı gelir? Ya da yıldızın hükmü burca mı baskın gelir? Ya da onlardan birisi hükümde çoğunluk diğeri azlıkla nitelenerek, iki hüküm birden mi or­taya çıkar? Bize göre, onlardan birisi diğerinde hüküm sahibi değildir. Onların toplamı hüküm sahibiyse, bu hüküm, hükme konu olan şeyde ortaya çıkar. Her birinin söz konusu hükümle hükme konu olan şeyde bir gücü vardır. Çünkü bu hüküm ‘toplanma’ diye isimlendirilen bir halde her ikisinden birden çıkmıştır. Nitekim aynı şey yıldızlar arasın­daki bitişmelerde gerçekleşir. Bu da bir bitişme türüdür ve bir araya gelme değil, bir menzile yerleşmedir.

YİRMİ İKİNCİ FASIL

el-Alim İsmi

Bu isim, ikinci göğü ve onun feleğini yaratmaya yönelmiştir. Per­şembe günü, Musa, harflerden Dat menzillerden Sarfa hakkındadır

Allah Teâlâ peygamberine emrederek ‘De ki Rabbim bilgimi artır234 bu­yurdu. Kelam, bu göğün diğer göklerin ve feleklerin var olması hak­kındadır. Nitekim bu belirtilmişti. Burada -daha önce zikredildiği gibibu ve diğer göklerin ve feleklerin varlığından söz edeceğiz. Şu var ki ben, özel olarak her göğe ait hükme işaret edeceğim. Bu göğe gelirsek, Allah Teâlâ ona emrini vahyetmiştir. Her göğün emrinin ayrıntılarından söz etmek, sözü uzatır. Bunun bir kısmını, et-Tenezzülatu’l-Mûsûliyye adlı eserimizde açıklamıştık. Bu göğün emrinin bir yönü, bilgi, yumuşaklık, rifk ve bütün güzel huylarla birlikte, alimlerin kalplerinin hayat bulma­sıdır. Bu nedenle göklerin sakinleri olan nebi ruhlarından hiç biri, Allah Teâlâ’nın ümmetine elli rekat namazı farz kıldığı gece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi uyarmamıştı. Bunun istisnası, Hz. Musa idi. O, kendisine ‘Rabbine başvur’ demişti. Çünkü Musa, bu konuları Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den daha iyi biliyordu. Bunun nedeni, benzer bir durumu İsrailoğullarında tecrübe etmiş olması ve sınanmış olmasıydı. Böylece zevkinden ve tecrübesin­den konuşmuştu. Bilgilerini kitaplardan ve rivayetlerden değil, zevk ve ilahi tecelliden aktarmayan herhangi bir şeyh, alim olmadığı gibi üstat da sayılmaz! Bunu söylemeseydi, namazda elli rekat bize farz kılınırdı. Hâlbuki Allah Teâlâ peygamberini âlemlere rahmet olarak gönderdi. Kimin yükümlülüğü çok olursa, merhameti azdır. Bu nedenle Allah Teâlâ, İsra yol­culuğu esnasında önüne Hz. Musa’yı çıkartmış, onun vasıtasıyla ümme­tin yükünü hafifletmiştir. İşte bu, Allah Teâlâ’nın kendisine emrini vahyettiği ve günlerden Perşembe’yi tahsis ettiği bu göğün emrinin hükmüdür. Öyleyse ârifler için meydana gelen her bir sır, bilgi ve tecelli, bu gökten ve Hz. Musa’nın hakikatinden meydana gelir. Unsurlarda ve türeyen­lerde Perşembe günü ortaya çıkan her bir eser, bu göğün yıldızından ve feleğinin hareketinden ortaya çıkar. Bu ise, tafsil olmaksızın, özel bir harekettir.

Ona ait harf Dat, menzillerden Sarfa’dır. Zikredilen harflerin her bir gökteki varlığına gelirsek, göğün söz konusu harfin varlığında etkisi vardır. Menzillerden Sarfa’nm ona ait olduğunu veya herhangi bir göğe belirli bir menzilin ait olduğunu söylerken ise, harf hakkında söyledi­ğimiz gibi, söz konusu göğün menzilin varlığında bir etkisi olduğunu kast etmedik. Şunu kast ettik: Bu feleği özgü yıldız, Allah Teâlâ’nın var ettiği ve hareket eden ilk yıldızdır. Allah Teâlâ onu kendisine ait olarak söylediğimiz menzilde var etmiştir. Öyleyse o, varlığı kendisinde ortaya çıktığı için, muüu olduğu menzildir. İşte ‘menzillerden şu ona aittir’ derken, kastet­tiğimiz durumdur. Her göğün ve feleğin yedi madenden birisinde bir etkisi vardır. Bu maden, o feleğe özgüdür ve felek gücüyle ona bakar.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ FASIL

el-Kahir İsmi

Bu ilahi isim, üçüncü göğü yaratmaya yönelmiştir.

Bu isim, üçüncü göğün varlığını, feleğini ve yıldızını ortaya çı­kartmış, onu Harun’un meskeni yapmıştır. Bu ilahi isim ile Allah Teâlâ, göğe emrini vahyetti. Onun yıldızının varlığı, Çarşamba günü Avva menzi­linde feleğinin hareketi idi. Ona vahyedilmiş emir, kanın tutuşturulması ve hamiyet duygusudur. Bu feleğin hareketinden lafzî harflerden Lam ortaya çıkmıştır. Çarşamba günü, âriflerde ortaya çıkan ilahi sırlardan her bir bilgi ve sır, Harun’un ruhundan bu gökten ortaya çıkar. Türe­yenlerden ve rükünlerdeki her bir eser ise, bu feleğin emrinden ve yıldı­zın hareketindendir. Çünkü Allah Teâlâ her göğe emrini vahyettiğinde, ona özgü ilahi isimle vahyetmiştir. Bu isim, ona yardım edendir.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ FASIL

en-Nur İsmi

Bu isim dördüncü göğü var etmeye yönelmiştir. Dördüncü gök, âlemin kalbi ve göklerin kalbidir.

Bu isim, onun varlığını Pazar günü ortaya çıkartmış, insan ruhları­nın kutbunu oraya yerleştirmiştir. Söz konusu kişi, İdris’tir. Allah Teâlâ bu göğü ‘yüce bir mekân’ diye isimlendirdi. Çünkü onun üzerinde bulunan, kendisinden üstündür. Böylece mekânın mertebe üstünlüğünü kastet­miştir. Bu nedenle bu mekân rütbe yönünden yükseklik mertebesine sa­hiptir. Allah Teâlâ onu balık menzilinde yaratmış, yıldız ve feleğini ortaya çı­kartmış, Nun harfini ondan var etmiş, yıldızının hareketiyle gece ve gündüzü var etmiş, gündüzü taksim etmiş, ilahi hükmü onda âleme bölmüş, o ikisinden birisini dişi, diğerini erkek yapmıştır. Bunun amacı, unsurlarda ortaya çıkan türeyenleri meydana getirmekti. Genellikle gün­lerde ortaya çıkan ve gündüz doğan eserin annesi gündüz, babası gecedir. Geceleyin ortaya çıkan eserlerin ise, annesi gece, babası gündüzdür. Böy­lece gece gündüze girer. Gündüz dişidir. Gece de gündüze girer, çünkü o da dişidir. Bu meseleyi Kitabu’ş-Şe’n adlı eserimizde açıklamıştık.

Pazar günü ortaya çıkan bilgi ve türeyenlerdeki eserler, bu gökten ve onun sakininden meydana gelir. Hatta her gün ve ihatası altında bu­lunan âlemde ortaya çıkan etki ve bilgiler, bu gökten meydana gelir. Onun yıldızı kaybolmaz.

el-Musavvir İsmi

Bu isim, beşinci göğü, onun feleğini ve yıldızını yaratmaya yönel­miştir.

Bunun zuhuru, Gafr menzilindedir. Allah Teâlâ, onda ruhların, cisimle­rin ve unsur âlemindeki bilgilerin suretlerini izhar etmiştir. Onlar, Cu­ma günü görevlendirme yoluyla tam etkiye tahsis edilmiştir. Allah Teâlâ bu­raya Yusufu yerleştirmiş, ondan Re harfi ortaya çıkmıştır.

YİRMİ ALTINCI FASIL

el-Muhsi İsmi

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her bir şeyi sayıca saymıştır.’235 Burada varlığı kast etmiştir. Bu ilahi isim, altıncı göğü, onun yıldızını ve feleğini, Zebane menzilinde Çarşamba günü yaratmıştır. Orada Hz. İsa’yı var etti. Un­sur âleminde ortaya çıkan duyusal ve manevi her eser; ariflerin kalple­rinde meydana gelen her ürün, bu göğün vahyinden meydana gelir. Tı harfi buradan meydana gelmiştir.

YİRMİ YEDİNCİ FASIL

el-Mübîn İsmi

Bu isim, yakın semayı, yıldızını ye feleğini, İklil menzilinde Salı gününü var etmeye yönelmiştir.

Bu feleğin hareketinden Dal harfi meydana gelir. Âlemde Salı günü ruh ve beden olarak meydana gelen her hüküm, bu göktendir. Bütün


bunlar, o günün gecesi değil, gününde gerçekleşir. Çünkü her günün gecesi, sabahında o günün gerçekleştiği gece değildir veya o gündeki güneşin batmasıyla meydana gelen gece değildir. Kitabü’ş-Şe’n’de bunu açıklamıştık. Bir güne ait gece, günün ilk bölümünde hüküm sahibi olan gecenin ilk anındadır. İşte o, gecenin günüdür. Gece ise, o günün gecesidir ki, bunu kastetmekteyim.

Bilmesisin ki, yakın semaya Allah Teâlâ emrini vahyetmiş, Âdem’i yerleş­tirmiştir. Âdem, fert insandır ve bu türün aslıdır. Bu durum ‘Sizi bir ne­fisten yarattık'136 ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ onu, yani insanı, içinde hız­la başkalaşan düşünceleri çoğalan birisi olarak yarattı. Her an onun içinde değişiklikler gerçekleşir. Çünkü insan ilahi surete göre yaratılmış­tır. Allah Teâlâ ise, ‘O her gün bir iştedir’ buyurur. Âlemin iki anda bir halde sabit kalması, mümkün değildir. Âlemde haller ve arazlar, her zaman diliminde başkalaşır. Bu arazlar, Hakk’ın buyurduğunu bilenler için, kendisinde bulunduğu ‘şe’nlerdir (iş).’ Bunun otoritesi ise, insanın bâtınında ortaya çıkar, insan her nefes ‘düşünceler’ (hatıra) diye isim­lendirilen suretlerde halden Hakk girer. Bunlar gözlere görülseydi, şaşıla­cak sırlar görülürdü. Felek hareketlerinin en hızlısı, kendi yıldızıyla bir­likte -ki aydırbu feleğin hareketidir. O, diğer seyyar yıldızlara göre menziller feleğini katederken en hızlı olandır. Onun her gün bir menzili vardır. Böylece feleği yirmi sekiz günde kateder ve âlemde etki hızla gerçekleşir. Bunun nedeni, hareketin hızıdır. Bu durumda âlem, düşün­celerinin hızında Âdem’e benzer. Allah Teâlâ Âdem’i bu göğe yerleştirmiş, oğullarının şahıslarını sağına ve soluna yerleştirmiştir. Onların şahısla­rını keşif ehli bilir. Sağına üstün olanları, soluna süfli olanları yerleştir­miştir. Âdem, oğullarının hiç birinin halinden habersiz kalmaz.

Bilmelisin ki, tekil insan diye isimlendirilen bu hakikat, her insanda bulunurken Âdem’de daha tam olarak bulunur. Çünkü o, benzersiz ola­rak var oldu. Bundan sonra ise, ondan benzerler çıkmış, onun suretine göre ortaya çıkmışlardı. Âdem âlemde ve ilahi isimlerden meydana gelmiştir. Böylece Âdem hem âlemi hem Hakkın suretine göre ortaya çıkmış, insanlar arasında çeşitli şeylerde ortaklık gerçekleşmiş, her şahıs başkasından farklılığını sağlayan bir durumla diğerlerinden ayrışmıştır. Âlem de böyledir. Âdem kendine özgü yönüyle tekil insan diye isimlendirilirken ortak olduğu yönüyle büyük insan diye isimlendirilir. Âdem, insanoğlunun babasıdır. Bu nedenle her insana dönük bir bağı ve nispeti vardır. Âdem’in âlem ve Hakk karşısındaki durumu, oğulları­nın kendi karşısındaki durumuna benzer. Bu nedenle âlemdeki her su­retten çıkan bir bağ Âdem’de bulunur ve bu bağ kendisine doğru uza­nır. Adem onun suretini korur. Her bir ilahi isimden bir bağ ise, Âdem’e doğru uzar ki, mertebesini ve halifeliğini korusun. Öyleyse Âdem, kendi hallerinde ilahi isimlerin değişmesi gibi değişirken oluşla­rında (ekvan) bütün âlem gibi halden Hakk girer. İnsan cismi küçük, cirmi ince, hareketi hızlı olandır. Hareket ettiğinde bütün âlem hareket eder. Bu hareket ile de, ilahi isimleri kendisine davet eder. İlahi isimler, bu hareket ile Âdem’in neyi istediğini görmek üzere kendisine bakarlar. Böylece kendi hakikatleriyle dilediğini yerine getirirler.

Felekler arasmda yalan gök feleğinden küçüğü yoktur. Allah Teâlâ, bir ilişki nedeniyle, Âdem’i oraya yerleştirdi. Bu feleğin küçüklüğü nede­niyle dönüşü hızlı olmuş, insandaki düşüncelerin hızma uymuştur. Allah Teâlâ ortaklığı yönünden değil, özel-tekil insan olması bakımından, ken­disini oraya yerleştirmiştir. Sonra, Allah Teâlâ, oğullarından her bir gökte bir şahıs yaratmıştır. Bunlar, Hz. İsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Yahya, Hz. Musa ve Hz. İbrahim’dir. Âdem, her gün babaları olmaşı bakımından kendilerine bakarken, onlar da -oğulları olmaları ba­kımından değilbelirli menzillerde bulunmaları bakımından kendisine bakarlar. İşte bu teldi insan, zatıyla ilahi mertebenin karşısında bulunur. Allah Teâlâ, şekli ve organları bakımından onu altı yön sahibi olarak yarattı. Bu yönler, onda ortaya çıkar. O, âlemde çevredeki nokta gibidir. Hakk karşısmda bâtın, âlem karşısmda ise, zâhir gibidir. Yönelişte ilk, yaratı­lışta sondur. Öyleyse insan, amaç yönünden ilk, yaratılışta son, surette gözüken, ruh bakımından görünmeyendir. Allah Teâlâ, onu doğası ve cismi­nin sureti bakımından dört şeyden yarattı. Bu nedenle doğası bakımın­dan dörtleme insana aittir. Çünkü o, dört rüknün bir toplamıdır. Allah Teâlâ Âdem’in bedenini uzunluk genişlik ve derinlik olmak üzere üç boyuttan yarattı. Böylece zat nitelik ve fiilleri bakımından ilahi mertebeye benze­di. Bunlar, üç mertebedir: Birincisi, şeklinin mertebesidir ki, yönlerinin aynıdır. İkincisi, doğasmm, üçüncüsü ise, cisminin mertebesidir. Sonra Allah Teâlâ onırn için benzer ve zıt yarattı. Bu beşin dışında ise, bir şey yok­tur. Öyleyse Âdem beş sayısına tahsis edilmiştir, çünkü diğer sayılarda el-Hafız isminin ait olduğu bir sayı yoktur. Beş, kendisini ve başkalarını zatıyla korur. Bu durum ‘0 ikisini korumak kendisine güç gelmez237 aye­tinde dile getirilir. Burada ikilik bildiren zamir gelmiştir. Biz de, ‘ken­dini ve başkasını korur’ derken, bunu kastettik. Onun zıt olması ise, in­sanın aciz, cahil, güçsüz, ölü, kör, şaşı, sağır, yoksul, zelil olması yönüyledir. Benzeri olması ise, bütün ilahi ve kevni isimlerle ortaya çıkması itibarıyladır. insan, âleme benzerken ilahi mertebeye de benzer. Böyle­likle iki benzemeyi bir araya getirir. Böyle bir özellik, insanın dışında herhangi bir yaratıkta bulunmaz. Öyleyse insan, bilen, diri, güç yetiren, konuşan, gören, duyan, izzedi ve zengin gibi bütün ilahi ve kevni isim­lere sahiptir. Öyleyse insan, isimlerle ahlaklanabilir. Bu nedenle onun beş hali vardır ki, bunlarla kendisinin dışındaki her şeyin mukabilinde bulunur ve her şey kendisine bakar. Çünkü insan, ‘toplayıcı kelimedir.’ Allah Teâlâ, ona böyle bir güç vermiştir ve bu sayede bir bakışta iki mertebeyi görebilir: Haktan alır, yaratıklara aktarır. Onların bir kısmı kendisine şekli ve sureti bakımından bakar. Buna insan şekle özgü özel durumlar­la bu makamdan yardım eder. Bir kısmı, doğası bakımından insana ba­kar. insan ise, ona o makamda doğaya özgü özel durumlarla yardım eder. Nitekim Hakk da insanın şekline el-Muhit isminden yardım eder. Doğasına ise, hayat, bilgi ve irade ve kudret niteliklerinden yardım eder. Bazı varlıklar ise, insana cismi yönünden bakar. İnsan bu makam­dan o varlığa cisme özgü özel durumlarla yardım eder. Hakk da, kendi­sine kendi mertebesinden zat, sıfat ve fiillerinde ortaya çıkarttığı şeylerle yardım eder. Bazı varlıklar insana -didişme olmaksızınyüz yüze bakar. İnsan o varlığa bu makamdan bakışmaya özgü durumlarla yardım eder. Hakk da, insana -zelil iseel-Baid ve el-Muiz, -izzetli iseel-Müzil ismiy­le yardım eder. Bir kısmı mertebede kendisi için misal suretine girmesi yönüyle insana bakar. Çünkü o, mertebede halifedir ve onda ortaklık vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O sizi halifeler olarak yar atandır.238 Başka bir ayette ise ‘Davud seni yeryüzünde halife yaptık239 buyruldu. İnsanlar yer­yüzünde Hakkın vekilleridir. İnsan ise, kedisine böyle bakana bu ben­zerliğe özgü özel durumlarla yardım eder. Hakk ise, bütün isimleriyle in­sana yardım eder ve ancak bu kadar olabilir.

Allah Teâlâ, kullarını bedbaht ve Mutlu diye taksim etmiş, kulların İki di­yardaki yerlerini ise, cehennem -ki bedbahdarın yeridirve cennet diye belirlemiştir. Cennet ise, muduların yeridir. Allah Teâlâ, onları bedbahdar di­ye isimlendirmiştir, çünkü onlar, kendilerine ağır gelen bir yere yerleşti­rilmişlerdir. Sonra, bu insanları da mutlular diye isimlendirmiştir, çün­kü onlar kendilerine kolay gelen bir yere yerleştirilmiştir. Bu ise, uyum ve yardım demektir. Hakkındaki iradesi karşısında Allah Teâlâ ile birlikte ha­reket eden kişiye hiçbir şey ağır gelmez!

Hikâye: Rabia (Adeviyye) başını duvara çarpmış ve yüzü kanamış, oralı bile olmamış. Bunun nedeni sorulunca, şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’nın hakkımdaki muradına uymam, gördüğünüz bu durumu hissetmemi engel­ledi.’ Başma gelen kaza Rabia’ya ağır gelmemişti. Gelmiş olsaydı, bun­dan dolayı acı duyardı. O halde, bedbahdar ancak kendilerinden dolayı acı duyar, çünkü onlar, itiraz etme ve Allah Teâlâ’nın kulları hakkındaki fiille­rine ‘sebep bulma (ta’lîl)’ makamına yerleştirilmişlerdir. Hangi şey için olursa olsun, böyledir. Onlar, herhangi bir şey için ‘şöyle olsaydı daha iyi ve yerinde olurdu’ derler, Rabliğe karşı çıkarak Allah Teâlâ’ya ve peygam­berine itiraz ederlerdi. Öyleyse onların bedbahtlığı, kendi çatışmaları­dır. Cehennem bu hal üzere girdikleri bedbahdarın yeridir. Süre uza­yınca, hal de değişir. Çünkü süre uzamasının ‘Onlara süre uzadı, kalpleri katılaştı240 ayetinde belirtildiği gibi bir hükmü vardır. Bedbahdar süre uzayınca, itirazın faydası olmadığını görerek şöyle derler: ‘Uymak daha yerindedir.’ Bunun üzerine suretleri değişir. Bu değiştirme hükmü de değiştirir. Artık bedbahtlık ortadan kalkar, içlerindeki azap yok olur, bulundukları yerlerde rahata ererler, orada Allah Teâlâ’dan başkasını bileme­yeceği bir haz bulurlar. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendileri için seçtiği şeyi seçmiş, bu esnada azaplarının kendilerinden olduğunu anlamış, bütün hallerinde Allah Teâlâ’ya hamd etmişlerdir. Bu hal, nimet ve ihsan veren Allah Teâlâ’ya hamd etmelerini sağlamıştır.

Sonra bu tekil insanın -ki Adem’dirve kendisine özgü bir makama yerleştirilmiş her insanın mudular menziline dönük başka bir bakışı vardır. Bunları, Mükevkeb feleği belirlemiştir ve bunlar, cennet ve ce­hennem menzilleridir. Cennet yüz derece olduğu gibi cehennem ilahi isimlerin sayısınca yüz derekedir. Bunlar, başkasıyla ortak olması yö­nüyle, her insanın kendisine ulaşacağı derecelerdir. Yüzü tamamlayan isim ise, gaybın tekliğidir. Nitekim doksan dokuz da şehadetin tekliği­dir. ‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever.’ O halde yüzü tamamlayan isim, ondan bir tekliktir ki, Hakk fert insana ondan tecelli eder. Hakkın bu tecellisi, ‘tekil insan’ diye isimlendirilmesini sağlayan durumla baş başa kaldığın­da gerçekleşir. Bu fert isimle kalırsa, onun menzilleri, yirmi sekiz olur. Çünkü nefesinin harfleri o kadardır. Bunlardan, cem’ ve vücûd maka­mına bazı alametler çıkmıştır ki, onlar Hakka delildir. Onların sayısı, beş bin sekiz yüz seksen üç tanedir. Bütün bunlar, bu menziller içindeki menzillerdir. Bu nedenle kıyamet günü Kuran okuyucuna şöyle denilir: ‘Oku ve yüksel! Çünkü menzilin okuduğun başka bir ayetin menzilidir. Ebu Yezid, bütün Kuran’ı hakkıyla ezberlemiş olmakla övülmüştür. Kuran okuyan, keşif ve ilahi talim ehli değilse, şekilci alimlere şunu sormalı ve araştırmalıdır: Onlara göre, Kuran olduğu halde lafzı eldeki Osman Mushafından nesh edilen şeyler nelerdir? Bu konuda kendisine ‘şudur veya budur’ demeleri, rivayet yolunun sahih olup olmaması önemli değildir. Kişi onu da ezberlemelidir, çünkü bu sayede de derece­leri yükselir.

Mushaflar birbirinden farklıdır. Bu durum, insana fayda sağlar, za­rar vermez! Elimizdeki, hiç kuşkusuz ki, Kuran’dır ve ondan pek çok şeyin düşmüş olduğunu biliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onu bir araya getirmiş olsaydı, ondan buna vakıf olur ve şöyle derdik: Sadece bu Mushaf, kı­yamet günü okuyana ‘oku ve yüskseP denilince, okuyacağımız şeydir. İhtiyat, söylediğimizdedir. Fakat bununla, okuyucunun okuduğu (Mushafta lafzı bulunmayan mensuh ayet ile) namaz kılmasını değil, özel olarak onu öğrenmesini kastediyorum. Çünkü o rivayet Mushaftaki ayeder gibi mütevatir değildir. Sahabeden kimse, Osman Mushafı’nın Kuran olduğuna karşı çıkmamıştır, insan kendine özgü durumlarda böyle bir menzile ulaştığında, bu menzil kendisine hakika­tin kendiliğinde bulunduğu durumu verir. Bu hakikat, kulların hareket, duruş ve tasarruflarından ibaret olan fiillerinde ortaya çıkan durumlarla ilgilidir. Bunları belirtmeyişimin nedeni, zayıf kalplere bu konuda gele­bilecek kuşku ve hikmeti yerli yerinin dışına çıkartma endişesidir. Çün­kü Allah Teâlâ’nın sırlarını koruyanlar azdır. Tekil insan bu işlerin bilgisini elde edip sekiz cennete girdiğinde, Beyaz Kesib’i görüp insanların Hakkı görmedeki derecelerini müşahede eder. Onların Hakkı görmedeki mer­tebe ve menzillerinin değiştiğini görür. Cennetteki varoluşlara baktı­ğında, burçlar feleğinden kendilerine uzayan ince bağları görür. Bu du­rumda şunu anlar: Allah Teâlâ’nın yaratıklarında bir takım sırları vardır ve bu sırların eserlerini kendisine bildirmek istemiştir. Bunun üzerine, nefsiyle o feleğe doru yükselir ve her burç için bir kez dönerek yirmi sekiz dö­nüşü tamamları. Her dönüşe girişinde, onun nimet cennederinde ve cehennemdeki etkilerine bakar. Bunun yanı sıra, dünya âleminde, ber­zahta, kıyamet gününde, âlemde özellikle de insanm bedeninde ve ru­hunda ve türeyenlerde meydana gelen geçici durumlardaki etkilerine bakar. Bu sırların bir kısmına -dağınık olarakkitapta menzillerden söz ederken değineceğiz. Bu nitelikle nitelenmiş insana özgü bütün ilahi isimler -ki o bu nitelikle bu menzillere yerleşirbelli ve sayılmış isimler­dir. Bunlar, Refiü’d-derecat, Cami, Latif, Kavi, Müzil, Rezzak, Aziz, Mümit, Muhyi, Hayy, Kâbız, Mübîn, Muhsi, Musavvir, Nur, Kahir, Alim, Rab, Mukaddir, Gani, Şekûr, Muhit, Hakim, Zâhir, Bâtın, Bais ve Bedi isimleridir.

Bu isimlerden her birine bir meleğin ruhaniyeti aittir ki, onu korur ve onunla varlığım sürdürür. Ondan dolayı insan nefesindeki suretleri de korur. Bunlar, konuşmada ve yazıda mahreçlerde harfler diye isim­lendirilen şeylerdir. Böylelikle onların yazımdaki suretleri değişirken ra­kamda değişmezler. Bu ruhani melekler, ruhlar âleminde harflerin isim­leriyle isimlendirilir. Şimdi, onları mahreç dizilişine göre zikredelim ki, rütbeleri öğrenilsin! ilki he meleği, sonra hemze meleği, sonra ayn me­leği, sonra ha meleği, sonra ğayn, sonra hı meleği, sonra Kaf meleği -ki bu büyük bir melektir ve onunla bir araya gelen birini görmüştüm-, sonra kaf meleği, sonra cim meleği, sonra ya meleği, sonra lam meleği, sonra ra meleği, sonra tı meleği, sonra dal meleği, sonra zı meleği, sin meleği, sad meleği, zı meleği, (peltek) se meleği, zel meleği, fe meleği, ba meleği, mim meleği ve vav meleği! Bu melekler, harflerin ruhlarıdır. Bu harfler ise, hangi kalemle yazılırsa yazılsın, lafız ve yazı düzeyinde meleklerin bedenleridir. Böylelikle harfler -kendileri nedeniyle değilbu ruhlarla amel eder. Onların kulak tarafından duyulan, gözle görülen, hayalde tasavvur edilen duyulur suretlerini kastetmekteyim. Harflerin kendi suretleriyle amel ettikleri zannedilmemelidir. Her harfin bir öv­güsü, zikri, hamdi, tespihi, tehlili vardır. Bütün bunlar ile yaratıcısını ve kendisini izhar edeni överler. Ruhaniyederi ise, kendilerinden ayrılmaz. Melekler, bu adlarla göklerde isimlendirilmiştir. Her bir melek bu bil­giyi bana vermiştir!

Aynı şekilde, gördüğünüz bu yıldızlar da bir takım suretlerdir. On­ların meleklerden ibaret olan ruhları vardır ve bu ruhlar kendilerini yö­netir. Bu durum, insan bedeninin bir ruhu olmasına benzer. İnsan ru­huyla etkin olduğu gibi Kevkeb Yıldızı veya harf ruh sahibi olmasaydı, kendilerinden bir fiil ortaya çıkmazdı. Allah Teâlâ -insan veya ruh gibibir vasıtayla varlıkta duyulur bir sureti düzenlediğinde, ona kendi emrin­den bir ruh üfler. Rüzgar vasıtasıyla bir şeyin düzenlenmesine (tesviye) gelirsek, rüzgar eser ve tesir ettiği her şeyde şekiller meydana getirir. Kum üzerinde yürüyen bir yılan veya kurtçuk da şekiller oluşturur ve bir yol ortaya çıkar. İşte bu yol, Allah Teâlâ’nın bu kurdun veya başka bir şeyin yürümesiyle meydana getirdiği bir surettir. Ardından Allah Teâlâ, ona em­rinden bir ruh üfler. Bu şekil, sureti ve ruhuyla birlikte, ölünceye kadar O’nu övmeye devam eder. Ölünce, bu kez ruhu berzah’a göçer. Bu du­rum, ‘Üzerinde bulunan her şey fanidir241 ayetinde belirtilir. Hava ve su şekilleri de böyledir. Onların da ruhu olmasaydı, tek başına şekillerden veya bileşikliklerinden bir etki ortaya çıkmazdı. Bir suret var eden birini düşünelim! Suret yok olup ortadan kalkmasıyla ruhu berzaha göçer, çünkü onun ruhu -ki melektirAllah Teâlâ’yı tespih eder ve O’nu över. Bu hamdin ve övgünün sevabı, o meleğin ruhu olduğu sureti var eden kişi­ye döner. İşlerin hakikatlerini ancak Allah Teâlâ ehli olan keşif ve vecd sahip­leri bilebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ gafillerin kalplerini uyarmıştır ki, sure başlarındaki mukataa harflerine dikkaderini versinler! Bunlar, melekle­rin isimleridir. Bu harfleri okumak, onları çağırmadır. Onlar da karşılık verir. Söz gelişi okuyucu ‘Elif, Lam, Mim’ deyince, üç melek cevap ve­rerek, ‘Ne diyorsun?’ diye sorarlar. Okuyucu ‘bu harflerden sonra oku­yucu yoktur’ dediğinde, onlar da, ‘Hayır ise, doğru söyledin’ derler. Sonra ‘bu gerçek bir mümindir, doğru söylemiş ve doğruyu bildirmiş­tir’ diye ekleyerek, onun adına bağışlanma dilerler. Bunlar, Elif, Lam, Mim, Sad, Kaf, Ra, Ha, Ya, Ayn, Ta, Sin, Ha, Kaf ve Nun olmak üzere on dört melektir. Onlar, Kuran’da farklı menzillerde ortaya çıkar. Bazı menzillerde bir kişi ortaya çıkar. Söz gelişi Kaf, Nun, Sad gibi. Bazı menzillerde ise, Ta-Sin, Ya-Sin, Ha-Mim, Ta-Ha -ki bunlar, yedi tane­dirörneklerinde olduğu gibi iki harf ortaya çıkar. Bazı menzillerde ise, üç harf ortaya çıkar. Bunlar, Elif-Lam-Mim, Elif-Lam-Ra gibi Yunus, Hud, İbrahim ve Hicr surelerinde geçen harflerdir. Başka bir örnek, Ta-Sin-Mim’dir. Bazı menzillerde ise, dört harf ortaya çıkar. Elif-LamMim-Sad ve Elif-Lam-Mim-Ra gibi. Bazı menzillerde ise, beş harf çıkar ki, Meryem ve Şura surelerinde böyledir. Bunların hepsi, yirmi sekiz suredir ki, bu sayı gökteki menzillerin sayısıyla birdir. Bir kısmı, men­zillerde tekrarlanırken bir kısmı tekrarlanmaz. Tekrarla birlikte sayıları yetmiş dokuz melektir. Her meleğin elinde bir iman şubesi vardır.

‘İman yetmiş kusur şubedir ve en üstünü ‘La ilahe illAllah Teâlâ’ demek iken en düşüğü yoldan sıkıntı veren şeyi kaldırmaktır.’ Küsur, birden dokuza kadardır. Böylece küsurat tamamlanmıştır.

işi, garip sırları 1 boyunduruğu nedeniyle de, o Rahman’ın ne-

Burada açıkladığımız tarzda bu harfleri inceleyen k görür. Bu harflerin cisimleri olduğu melekler ise, onur altına girer, iman şubelerinin bu harflerin elinde olması kişiye yardım ederler ve imanını korurlar. Bütün bunlar, fesindendir. Allah Teâlâ onunla yaratıklarının sıkıntısını gideril

Bilmelisin ki, sure başlarında yer alan bu on dört harften her biri­nin bir zahiri -onun suretidirbir bâtını vardır. O da, ruhudur. Her harfin ay, yani ‘kamer’ diye bilinen aydan bir gecesi vardır. Ay seyrinde on dört menzili kat ettiğinde, bu harflerden bir birine sureti yönünden iki güç verir. Bu gücü ise, hem zatı hem ışığı bakımından verir. Sonra, menzili bakımından iki güç daha verir. Sonra, yerleştiği menzil bakı­mından iki güç daha verir. Sonra, menzile ait burç yönünden -fakat menzile ait burçlar ölçüşünceiki güç daha verir. Böylelikle harfte dört güç meydana gelir. Böyle bir harfin etkisi ve ameli, o güçlerin sahiple­rinden her birinin amelinden daha güçlüdür. Onun ameli, istenilen şe­yin varlığını meydana getirmede gerçekleşir. Ay eksilmeye başladığında da, harflerin ruhaniyetinde başlar. En sonunda menzillerin tamamlan­masıyla -ki yirmi sekiz tanedirleronları tamamlar. Güçler diğer güçler gibidir, fakat bu güçlerin ameli onların amelinden farklıdır. Ortaya çı­kan (yeni) amel yararlarla ilgiliyken, İkincisi zararların engellenmesiyle ilgilidir. Menzile, güneşin bulunduğu burca göre ay ışığının gücünde bu harfe mertebeler vardır. Bunun yanı sıra söz konusu mertebeler, ayın altılı, dörtlü, üçlü (olan) menzille bitişmelerine, onun karşısında bulunmasına veya kendisine yakın olmasına göre değişir. Böylece bu durumun değişmesiyle hükümler de değişir. İşte harfin Ay kaynaklı ışı­ğının gücü budur. O halde harfler ile amel etmek, ince bir bilgiye gerek duyar. Bu güçler, ayın seyrinden harf için gerçekleşir. Her menzilin harfini daha önce zikretmiştik. Lam Elife gelirsek, onun mertebesi, cevher mertebesidir ve bileşik harflerdendir. Onu harflerin yapısının kemali nedeniyle bir harf konumuna indirmişlerdir. Bu harfin gecesi, Ay’ın son gecesidir. Ay güneşi kapatırsa (güneş tutulması), bu, Lam Elif ile amelde en Mutlu ve en güçlü haldir. Perdelemezse, ondan uzak­laştığı ölçüde etkisi de zayıflar. Ayın beş (cevari) ile birleşmesinin de
harfe etkisi vardır. Bu etki, güneş karşısındaki durumunda olduğu gibi, harfin yıldızla gerçekleşen birleşmelerinden kaynaklanan beş hükme gö­re değişir.

Bu harf ile amel eden insan, Ay’ın üstünlüğünü, düşüşünü, seyir­den yoksun ve ışıktan uzak oluşunu, başla ve kuyrukla beraber oluşunu dikkate almalıdır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Onun (ay) için menziller belirledi, en so­nunda eski haline döner.m2 Allah Teâlâ’nın bu sözü, boşuna değildir. Bu durum, ilahi hikmetten kaynaklanır. Onu ise, kendisine hikmet verilen -ki en büyük iyiliktirkimse bilebilir. Çünkü kalan altı (yıldızı) da menziller olarak takdir etmiş olsa bile, onları zikre katmamıştır. Ay zikre dahil olunca, hükümde ve yönetimde başkalarına ait olmayan bir üstünlük ve ilahi güç kazanmıştır. Çünkü o, harflerle zikredilmiştir ve bu harfler ile zikir (Kuran) bize inmiştir. Dolayısıyla ayın harflerle ilişkisi, başka şey­lerin ilişkisinden daha yetkindir. Bu durumda onun harflere yardımı iki türdür: Birincisi karşılık ve şükür yardımıdır. Çünkü harfler nedeniyle zikredilmiştir. İkincisi ise, diğer altı yıldızın bu harflere yardımı gibi, doğal yardımdır. Burada diğer altıyı değil de, ayla ilgili olanları zikret­tik. Çünkü biz yakın gökteyiz ve orası ayın yeridir ve o son gecesinde soğuk ve yaştır. Dolunay halinde ise, sıcak ve yaştır, çünkü onda ışık bulunur. Öyleyse ay, su ve hava tabiatlıdır. Bunların arasında ise, içer­diği ışığa göre bulunur, çünkü nur, üstünlük sahibidir. Ateş ise, yakıcı­lıkta ışıkla bir araya gelirken fiil gücünde ise diğer unsurlarla bir araya gelir. Bu nedenle İblis, Adem’e karşı böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Çünkü ateş, diğer unsurlardan farklı olarak, soğukluğu kabul etmez. Hava ısınır, su ve toprak da ısınır. Ateşin unsurların kendisinde bir et­kisi var iken onlardan herhangi birinin ateşte etkisi yoktur. Aynı şekil­de, suyun havada ve toprakta bir etkisi vardır. Bu nedenle hava soğur, yaşlığı (rutubet) artar. Toprak yaş olur ve suyu artar. Hava toprağın bu iki unsurda ise bir etkisi yoktur. Unsurların en güçlüsü ateş, sonra su­dur. Sıcaklık ateşe ait iken soğukluk suya aittir. Bu nedenle, onları fail, diğer ikisini edilgen yaptı. Kastedilen, havanın yaşlığı ve toprağın kuru­luğudur. Alim ve Habir olanı tenzih ederim. O, işleri takdir etmiş ve düzenlemiştir. O, Aziz ve Hakim’dir.

Bu bölümü altı yüz yirmi senesinin Rebiü’l-ahir’inin dördüncü ge­cesinde yazıyordum. Bu gece Şubat’ın yirmisini tamlayan Çarşamba ge­cesine denk düşmekteydi. Bu esnada vakıada ilahi hüviyetin zahirini ve bâtınını tam bir müşahedede gördüm. Daha önce herhangi bir müşa­hedede O’nu böyle görmemiştim. Benim için bu müşahededen ancak kendisini tadanların bilebileceği bir haz, bilgi ve sevinç gerçekleşti. Bu müşahede ‘gerçekleştiğinde yalan yoktur, yükseltir ve alçaltır243 vakıası gi­biydi. Bunun örneği, hamişte olduğu gibiydi, fakat onu tasvir eden, kendisini izhar edemez. Şekli, kırmızı bir yüzeyde beyaz bir ışık idi. Dört tabakada bir nuru ve sureti vardı. Aynı zamanda onun ruhu, dört tabakada diğer uçtaki yüzeydeydi. Öyleyse hüviyetin toplamı, iki uçta da sekiz idi. Zeminin uçlan, zeminin kendisi olmadığı gibi ondan başka da değillerdi. Bu hüviyette gördüğüm şeyin suretini daha önce görme­miş, öğrenmemiş, tahayyül etmemiş ve kalbime gelmemişti. Sonra, onun zatında gizli bir hareket vardı ki, onu gördüm. Taşınma ya da hal ve nitelik değişmesi olmaksızın, kendisini öğrendim.

YİRMİ SEKİZİNCİ FASIL

el-Kâbız İsmi

Bu isim, Esir’de ortaya çıkan kuyruklu yıldızları yaratmaya ve ora­daki yanmalara yönelmiştir. Ona ait harf Te, menzillerden kalp menzili, esiri ise, ateş unsurudur.

Bu rükünlerin varlığı, feleklerinkinden öncedir. Fakat bu durum, felek olmaları yönünden değil, ‘gökler’ adını almaları yönündendir. Esir havaya bitişiktir ve hava yaş ve sıcaktır. Havadaki yaşlık esir ile birleşince, ona etki eder. Böylece esir, havanın bazı yaş parçalarında tutuşmak üzere hareket eder ve böylece kuyruklu yıldızlar ortaya çıkar. Bu yıldız­lar sürade parladıkları için, gözle görülürler. Kuyruklu yıldızlardaki bu durumu iyice öğrenmek istersen, pervane veya benzeri bir şeyin vasıta­sıyla havanın ateşe hızla temas etmesiyle çıkan kıvılcımlara bakmalısın. Bunlar, sanki çizgiler gibi uçuşur sonra sönerler. İşte kuyruklu yıldızlar da öyledir. Allah Teâlâ onları Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gönderilişinden sonra şey­tanlara atılan taşlar yapmıştır. Çünkü şeytanlar -ki onlar kafir cinlerdiryakın semaya yükselme imkânına sahiptir ve oradan meleklerin gökte dile getirdikleri hususları dinlemeye yükselmek ve Allah Teâlâ’nın o gökte ken­dilerine vahyettiği şeyleri duymak isterler. Şeytan, bu yola yöneldiğin­de, Allah Teâlâ ona kayan ateşli bir yıldız fırlatır. Bu durum, insanın gördüğü bu büyük ışığı meydana getirir. Bu ışık, onun yolunda kalır. Bir kere­sinde, böyle bir ışığın şeytanın yolunda bir saatten fazla kaldığını gör­müştüm. Tavaftaydım. Ben ve Kabe’de tavaf eden bir grup onu gör­müştü. İnsanlar, şaşırmıştı. O geceden daha çok kuyruklu yıldızın bu­lunduğu bir gece görmemiştim. Sabah oldu. Bu yıldızlar, çok fazlaydı ve ateş kıvılcıjnlarının iç içe girmesi birbirlerine girmeleri nedeniyle yıl­dızları görmemize engel olmuştu. Bunun üzerine şöyle dedik: ‘Bu, olsa olsa büyük bir hadiseye işarettir!’ Biraz sonra Yemen’de bizim yıldızları gördüğümüz esnada büyük bir hadisenin çıktığı haberi ulaştı. Rüzgar çinkoya benzer bir kum getirmiş, ülkelerini kuşatmış, yeryüzünde yük­selerek bir süvari boyuna ulaşmıştı, insanları korkuya kapılmış, hava öyle kararmış ki, gündüz bile yollarda kandille yürüyebilmişlerdi. Toz buludan güneş ışığını engellemişti. Onlar, denizde büyük dalga sesleri duymuşlardı. Altı yüz veya 599 yılında idi. Kuşku bendendir. Çünkü hadiseyi gördüğümde, kaydetmemiştim. Yazma tarihim ise, altı yüz yirmi yedidir. Aradan uzun vakit geçtiği için, kuşkuya düştüm. Fakat bu olay, Hicaz ve Yemenlilerin seçkinleri ve sıradan insanların nezdinde bilinen bir hadisedir. Biz o sene pek çok garip durum gördük. Yine o sene Taifte veba salgını oldu. Receb’in başından Ramazan’ın başına kadar her eve veba girmişti. Bu olay, kesin olarak beş yüz doksan dokuz yılında gerçekleşti. Onlara ulaşan vebanın alameti, beş gün geçmezden ölmekti. Beş günü aşan ise, ölmüyordu. Mekke Taiflilerle dolmuş, evle­rinin kapıları açık, yurdarı başıboş, hayvanları meralarda bırakılmıştı. Bu esnada bir yolcu onların bölgesinden geçerken yemeklerinden veya elbiselerinden ya da hayvanlarından birisini alsa -ki bir koruyucu yoktuveba ona da bulaşırdı. Oradan geçerken bir şey almazsa, vebadan kurtu­lurdu. Allah Teâlâ, böylece o süre zarfında geride kalanlar ve varisleri için mallarını korumuştu. Tövbe etmişler ve o sene kızlara varis olmuşlardı. Aralarındaki fitneler sakinleşmiş, Allah Teâlâ da onları bu beladan kurtarmış­tır. Belayı kaldırdığında ve emniyete kavuştuklarında ve güven hali uza­yınca, tekrar yüz çevirmişlerdi.

İşte bu kuyruklu yıldızlar, Esir’de meydana gelen şeylerdir. Ondan havada kendisini tutuşturan bir şey meydana gelir. Öyleyse o, gerçekte tutuşan değil, yanan havadır ve esirdir. Esir, yıldırımlar gibidir, çünkü onlar, yanıcı havadır. Kendisinde parıltı yoktur. Her neye uğrarsa, ona etki eder. Bu unsurda zikrettiğimizin dışında bir şey gerçekleşmez. Şu var ki o, gerçekte saygın bir melektir, özel bir tespihi ve güçlü otoritesi vardır.

Yakın sema son derece soğuktur. Allah Teâlâ bizimle o semanın soğuk­luğunu bu ateşle -ki hava ile gök arasındadırengellememiş olsaydı, yeryüzünde soğukluğun şiddeti nedeniyle hayvan, bitki veya maden meydana gelmezdi. Allah Teâlâ toprağı, suyu ve havayı yıldızların yeryüzüne bu esir vasıtasıyla ulaştırdığı ışınlarla ısıttı. Böylece âlem ısınmış, kendi­sine hayat yayılmıştır. İşte bu, Aziz ve Alim’in takdiridir. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin rabbi ve sahibidir.

YİRMİ DOKUZUNCU FASIL

el-Hay İsmi

Bu isim, hava unsurunda ortaya çıkan şeyleri var etmeye yönelmiş­tir. Ona ait harf zel, menzil şule’dir.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona rüzgarı amade kıldık. Emriyle akar gider.’244 Allah Teâlâ’nın rüzgarı emre amade yapmış olması, bize rüzgarın akıllı olduğıinu gösterir. Hava ancak hareketlendiğinde ve dalgalandığında ‘rüzgar’ diye isimlendirilir. Hareketi artarsa fırtına adını alırken, şiddetlenmezse esin­ti, yani yumuşak rüzgar diye isimlendirilir. Rüzgar, ruh sahibidir ve tıpkı âlemin diğer cisimleri gibi akleder. Onun esintisi, tespihidir, onunla bölgelere ulaşır, kandilleri söndürür, ateşleri tutuşturur, gölleri ve ağaçları hareketlendirir, denizleri dalgalandırır, yeryüzünü sarsar, dallarla oynar ve bulutları sürer. Bu yönüyle hava, sudan daha güçlüdür. Su ise, ateşten, ateş demirden, demir dağlardan, dağlar topraktan güçlüdür. Havadan güçlü yegane şey, Allah Teâlâ’nın kendisinde yarattığı ak­lıyla arzusunu boyun eğdirebilen insandır. Böylece insanın aklı, arzusu­na hakim oluşunda tezahür eder. Bu hakimiyet, Allah Teâlâ’nın onu üzerinde yarattığı suretin gücü nedeniyle, başkanlık duygusunun insanda özü ge­reği bulunmasıdır. Bunun yanı sıra insan, mümkün bir varlık olarak ya­ratıldı. Yoksulluk ve zillet, onun için zati bir niteliktir. Yoksulluğu baş­kanlık duygusuna hakim olup kulluğuyla ortaya çıkarak suretin (verdi­ği) rabliğin izi üzerinde gözükmediğinde, ondan daha güçlüsü yoktur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadiste böyle demiştir. Hadisi bize Mu­hammed b. Kasım b. Abdurahman et-Temim el-Fasî aktarıp şöyle de­miştir: Bize Ömer b. Abdülmecid el-Meyanişî aktardı: Bize Abdülmelik b. Kasım b. Herevi aktardı: Bize Mahbud b. Kasım el-Ezdi aktardı: Bi­ze Abdülcabbar b. Muhammed el-Cerrahî aktardı: Bize Muhammed b. Ahmed el-Mahbubi aktardı: Bize Ebu İsa Muhammed b. İsa et-Tirmizi aktardı: Bize Muhamed b. Beşşar aktardı: Bize Yezid b. Harun aktardı: Bize Avam b. Huşeb Süleyman b. Süleyman’dan, o da Enes’ten, o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aktardı: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ yer­yüzünü yarattığında, sallanmaya başlamış. Bunun üzerine dağları ya­ratmış, onları yeryüzünün üzerine yerleştirince, yeryüzü durmuştur. Melekler, dağların gücü karşısında şaşırınca, şöyle sormuşlar: ‘Ya Rab! Dağlardan güçlüsünü yarattın mı?’ O da ‘Evet, demiri’ demiş. Melekler sormuş: ‘Ya Rab! Demirden güçlüsünü yarattın mı?’ ‘Ateşi’ demiş. On­lar ‘Ateşten güçlüsünü yarattın mı?’ deyince, Allah Teâlâ ‘Suyu yarattım5 de­miştir. Onlar ‘Sudan güçlüsünü yarattın mı diye?’ diye sorunca, rüzgarı demiştir. Melekler ‘Rüzgardan güçlüsünü yarattın mı?5 deyince, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Sağ elinin verdiğini sol eli duymayan Ademoğlunu yarattım!5 Bu hadis garip hadistir ve onda insan organlarının eşyayı bilmesi zikredilmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ organları kıyamet günü tanıklık yapmayla niteleyerek şöyle buyurmuştur: ‘O gün dileri ve elleri ayaklan yaptıkları aleyhine tanıklık eder.5245

Hava, büyük bir varlıktır ve Rahman5ın nefesine en yalan unsur­dur. Öyleyse hava, bu bahiste ele alınmaya en uygun unsurdur. Hava, büyük âlemin nefesi ve hayatıdır, güç ve iktidar sahibidir. Hava, felekle­rin hareketinden kaynaklanarak, (musikî) aletlerinin ve ağaçların dalla­rının tahrikiyle ve de seslerin kesintileriyle, nağmeleri meydana getiren sebeptir. Böylece doğal sema, ruhlara etki eder ve onlarda bir coşku, sarhoşluk ve neşe meydana getirir. Hareket eden hava, cisimlerde ve ruhlardaki doğal müessirlerin en güçlüsüdür. Allah Teâlâ, bu unsuru doğal âlemin hayatının ilkesi yaptığı gibi suyu da doğal suretlerin aslı yapmış­tır. O halde havanın sureti sudan, suyun ruhu havadandır. Hava din­ginleşseydi, nefes alan herkes yok olurdu. Alemdeki her şey ise, nefes alıp verir. Çünkü asıl, Rahman’ın nefesidir. Allah Teâlâ, hareketin süratini kabul etsin diye, onu latif yapmıştır. Çünkü nefes alan âlem, her vakit birçok nefese, bazen az bir nefese muhtaçtır. Bakınız! Yazın insan be­deni sıcaklayınca, serinlemek için pervaneyle havayı hareketlendirir. Bunun amacı, havadaki suyun soğukluğundan yararlanarak, havanın verdiği sıcaklığı serinletmektir. Bu suyun hava içinde gizli bir hareketi olsa bile, hararetli insan için yetersizdir. Hava akımı çok olunca da, in­san kendisinden kaçmak ister, çünkü canlının gücü, havanın çokluğunu azaltmaya yetmez. Fakat havayı harekete geçiren insan ise, havayı hare­kete geçirdiği sebebin hareketinin zayıflatarak onu azaltabilir. Sebep in­sanın fiili değil ise, havayı azaltmaya güç yetiremez. Hava, güzel ve çir­kin kokulara ruhları yönelten şeydir. Harflerin ve kelimelerin suretleri onda ortaya çıkar. Hava olmasaydı, kimse konuşamaz ve ses çıkartamazdı. Bari Teala, Mütekellim’dir (Konuşan) ve kendisini konuşma özelliğiyle niteleyerek nefesi olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ ‘Benzeri olmayandır.'246 Fakat Allah Teâlâ ârif kullarını dikkatini, âlemi bilmesinin kendisini bilmek demek olduğuna çekmiştir. Allah Teâlâ kendisini ruhlara üflemekle nitelemiştir. Böylece, düzenlenmiş suretlere hayat ve­rir. Burada da, nefese işaret eden ‘üfleme’ zikredilmiştir. Alemin hayatı, nefes sahibi olması bakımından üflemeye bağlıdır. Bu durumda âlemin suretlerine havadan daha yakışır bir şey yoktur. Öyleyse hava, Rahman’ın nefesinin suretiyle ortaya çıkmıştır. Rahman’ın nefesiyle ise, Allah Teâlâ kulların çektiği sıkıntı ve doğanın verdiği tasayı giderir.

Alemde havanın konumunu açıklayınca, şimdi de onda gerçekleşen şeyleri zikredelim. Cinsel ilişkide cenin suretlerinin ve döllemede mey­velerin suretleri havada gerçekleşmesi hakkında ‘Rüzgarı aşılayıcı gön­derdik'247 buyurur. Bu husus, meyvelerin aşılanmasında gözlemle bilinen bir olgudur. Hava taşıdığı erkeklik kokularıyla (polen) döller. Ondan kısır kalan ise, döllenen değildir. Dölleme meyvelere özgü değildir, su­retleri veren bütün rüzgarlar (dölleyicidir). Kısır olan ise suretleri gide­ren rüzgarlardır. Ateşi tutuşturan rüzgar rüzgarlardan olduğu gibi kan­dili söndüren rüzgar da rüzgardır. Bunlar, gerçekte bir olsa bile, âlemin her nefes yenilenmesini gören nezdinde bir değildir. ‘İnsanlar yeni ya­ratmadan kuşku içindedir.'248 Bunun ilahi âlemdeki aslı şudur: Dölleme, rabliğin ortaya çıkarttığı merbubların varlığıdır. Kısır ise, var olanları yaratılıştan götüren zat tecellileridir (celal tecellisi). Âlemde, havada so­ğukluk, kar ve buz meydana gelir. Suyun soğukluğu havaya hakim olunca, soğukluk dairesel olarak şekillenir ve kuruluktan buz haline ge­lir. Bu kuruluğu, toprağın soğukluğu kendisine vermiştir. Kar ise kuru­lukta buzdan aşağıdadır. Yağmur ise, havanın yaşlığından kaynaklanır. Yaşlığının artması ise, suyun niceliğinde gerçekleşir ve dağlardaki bu havada oluşur. Allah Teâlâ onların durumunu ‘Allah Teâlâ dağlara gökten yağmur in­dirir, onda serinlik vardır249 ayetinde belirtir. Bu kitapta, daha önce, ha­vadaki yaşlığı artırmayla suyun havaya baskın gelmesinden söz etmiştik. Ateş ise, havanın sıcaklığının niceliğini artıran bir sıcaklık kazandırır. Böylece havada bu dağlarda bir kokuşma gerçekleşir. Bu unsurlar dört doğal hakikatten meydana gelmiştir ki, her rükün onlardandır. İşte un­surların oluşmayı kabul etme nedeni budur. Böyle olmasaydı, türeyen­leri kabul etmezlerdi. Havada kokuşma gerçekleştiğinde, Allah Teâlâ o ko­kuşmada havaî canlılar yaratır. Bunlar, beyaz yılanlara benzeyen canlılar ve dönen canlılardır. Bu dönmeyi görmüştük. Beyaz yılanlara gelince, biz, onları görenleri gördük. Bazı Enva’ kitaplarında onların zikredildiğine tanık olduk. Doğan havada belli vakitlerde yükseldiğinde ve onlardan bir şeyi gördüğünde avcıların da göreceği şekilde onlara hü­cum eder. Onu görenlerden birisi de babamdı. Sultan Muhammed b. Sad -ki o Endülüs’ün sahibi idigünlerinde onu havadan bir doğan ge­tirmişti. Bizim gördüğümüz bu dairesel sınıf Endülüs’te ‘şelemendar’ diye isimlendirilir. Ve genellikle de yağmurla birlikte Aralık ayında ya­ğardı. Onun bir takım özellikleri vardı. Fakat şimdi o özellikleri unut­tum. Bu durumu biz tecrübeyle öğrenmiştik.

Bu unsurda meydana gelen ve ateş unsurunu takip ederi ise, gök gürültüleri -ki yanıcı havadırve şimşeklerdir. O ise, şiddetli hareketin ve gök gürültülerinin kendisini oluşturduğu tutuşmuş havadır. Gök gü­rültüsü, havanın esintisidir ve biriktiğinde bulutların alt kısımlarını çar­pıştırır. Bu, bir tespihtir. Çünkü âlemdeki her bir ses, çirkin bir kelime­nin söylenişi bile olsa, Allah Teâlâ adına bir övgüdür. O söz -bir yönüyle çir­kin bile olsazevklerinde Allah Teâlâ’dan bilgi alanların bildiği bir yönden ise, tespihtir. Ra’d (gök gürültüsü) diye isimlendirilen bu melek havadan yaratıldığı gibi biz de sudan yaratıldık. Gök gürültüsü diye isimlendiri­len ses ise, bize göre, meleğin tespihidir. Allah Teâlâ o vakitte onu yaratır. Onun varlığı, sesinin kendisi iken şimşek ve kuyruklular kaybolduğu gibi o da kaybolur. İşte bu, hava unsurunun unsur âleminde yol açtığı olaylardır. Ona ait harf, safir harflerinden birisi olan Ze’dir. Safir ona özgüdür, çünkü safir, şiddet ve darlık halinde hava demektir. Menzil­lerden ise, Şule ona aittir ve o da sıcaktır.

OTUZUNCU FASIL

el-Muhyi İsmi

Bu isim, su unsurunda ortaya çıkan şeylere yönelmiştir. Ona ait harf Sin, takdir edilmiş menzil ise, Neaim menzilidir.

Allah Teâlâ şöyle der:-‘Her şeyi sudan canlı yaptık.’250 Başka bir ayette ise ‘Size gökten su indirir, onunla temizler ve şeytanın pisliğini (ricz) sizden gi­derir, kalplerinizi bağlar ve onunla ayakları sabit kılar251 der. ‘Onunla’ zamiri, yağmura gider. Ricz (bazı karilere göre) ‘rics’ diye okunduğun­da, maddi kir anlamına gelir. Burada ise manevi pislik kastedilir, çünkü şeytana izafe edilmiştir. Öyleyse kelime, şeytanın verdiği kuşkulara, bil­gisizliklere ve kalbi kirleten kuşkulu durumlara işaret eder. Allah Teâlâ ise, indirdiği sudaki burhan ve keşiflerle gerçekleşen ‘bilgi hayatı’ ile kuşku­ları temizler. Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş suyla kuşku pisliği temizlendi­ğinde, bilgisizlik kiri ve perde kalp üzerinden kalkar. Kişi göklerin ve yerin melekutuna gözleriyle bakar, zatını bilgisinin verisine bağlar. Her nefeste ve vakitte, kendisinden istenileni öğrenir ve kendisini temizle­yen indirilmiş bilginin -ki bu bilgi suya yerleştirilmiştirverisine göre Allah Teâlâ karşısında hareket eder. Allah Teâlâ söz konusu suyun zahirdeki indiri­lişini, bâtındaki fiilinin bir alameti yapmıştır. Suyun indirildiği yerle­rinden birisi, düşmanla karşı karşıya gelme anıdır. Bu davranış, kişiyi göreceği şeye sevk eder, kalbini ona bağlar, düşmanlarla karşılaşma gü­nündeki sıkıntı esnasında ayakları sabit kalır ve gerisin geriye dönüp kaçmaz. Allah Teâlâ, bu durumda yardımını indirir. Yardım, ayakları sabitleş­tirmektir. İşte bu, Allah Teâlâ’nın suya verdiği ilahi güçtür. Öyle ki, onu me­lekler konumuna yerleştirmiş, hatta onlardan daha güçlü yapmıştır. Bu­rada ‘hatta daha güçlü’ dedik, çünkü Allah Teâlâ suyu savaşçı müminlerin ayaklarını sabitleştirme sebebi yaparak şöyle buyurmuştur: ‘Onunla ayaklarını sabitleştirir.’252 Böylece onu istediğine karşı yardımcı yapmış­tır. Melekleri hakkında ise cRabbin meleklere, ben sizinle birlikteyim diye vahyetti253 buyurdu. Allah Teâlâ onların zayıflıklarını bildiğinde, varlığıyla kendileriyle birlikte olduğunu bildirmiştir. Bu sayede, ayaklarının sabit kalıp düşmana karşı direnç göstermeleri ve bozguna uğramamaları hu­susunda mücahit müminlerin kalplerine verdikleri ilhamlarda melekle­rin metanetini pekiştirir. Bunlar, meleklerin ilhamıdır. Allah Teâlâ onlara ‘iman edenleri sabit kılın264 buyurmuştur. Yani onların kalplerine sabit kılma duygusunu ilham edin. Sonra, onlara yardım edip şöyle demiştir: ‘Ben inkâr edenlerini kalplerine korku salacağım.’255 Allah Teâlâ, onu mücahiderin gönüllerine ilham etsinler diye, bu bilgiyi meleklerine bildirmiştir ve o da vahyin bir yönüdür. Mücahit de, gönlünde bu ilhamı bulur ve o meleğin ilhamıdır. İşte su ile meleklerin (yardımı) arasındaki ilişkiye bakınız! Su, meleklerden biri olsa bile, unsur kaynaklı melektir. Unsur­daki kökü ise rükünlerin üzerinde bulunan doğal hayat nehridir. O, Cebrail’in kendisine her gün bir kez daldığı nehirdir. Cehennemlikler ise, cehennemden çıkarken şefaat ile oraya dalar. Bu unsur kaynaklı su, hayat nehrinden ibaret olan suyun parçasıdır. Mücahiderin kalplerine güç veren, onları sabit kılan ve kendilerine ‘inançsızların kalbine korku salacağız256 vahyini ulaştıran melekler ise, yedinci kat gökte bulunan Beyt-i mamur’a giren meleklerdir. Onlar, Cebrail’in daldığı nehirden çıktıktan sonra üzerinden dökülen ‘hayat nehrinin suyunun damlaların­dan’ yaratılmıştır. (Su damlalarından yaratılmış olmaları itibarıyla) Bu nedenle söz konusu melekler, mücahidere metanet vermede ayaklarını sabideştirmek için indirilmiş suyla beraber zikredilmiştir. Allah Teâlâ, bu hu­susu meleklerin mertebesinin karşısında suyun mertebesini açıklarken beyan etmiştir ki, bilgisi kulları bundan habersiz kalmasın! ‘Onları an­cak âlimler bilebilir.’257 Allah Teâlâ her şeyi sudan canlı yaptı.

Bu unsur, âlemdeki bütün suretleri ve hareketlerindeki hayadarını verendir. Sonra bu unsuru Allah Teâlâ, âlemin maslahadarı nedeniyle, tuzlu yapmıştır, çünkü tuzluluğu nedeniyle su havayı kokuşma ve çürümeler­den temizler. Kokuşmalar hayaya topraktan çıkan buharlar ve âlemdeki nefeslerden gelir. Toprak, doğası gereği kokuşmayı gerektirmez, çünkü o, kuru ve soğuktur. Toprakta su kaynaklı geçici ve artan yaşlıklar olu­şur. Bunlar artıp da güneş vb. yıldızların ışınları esire temas ederek on­ları ısıtır. Ayrıca toprağın içindeki sıkışmış hava da ısınmayı artırır. Çünkü hareket, sıcaklığın ortaya çıkmasının nedenidir. Bu durum, kü­kürdü topraklardaki hamamlarda ortaya çıkar. Sıcaklığın niceliği bu yaşlıklara eklendiğinde, buhar olarak yükselir. Buradan, havada bir ko­kuşma gerçekleşir. Kokuşmayı ise denizdeki tuz temizler. Böylece hava temizlenir. İşte bu, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına dönük rahmetinin bir sonucu­dur. Bunun farkına ise, Allah Teâlâ’nın bilgili kulları varabilir.

Allah Teâlâ suyun bir kısmında bir hükmünü yaratmıştır. Bu hükmün kaynağı, yine sudandır. İşte bu, şaşılacak bir iştir. Allah Teâlâ toprakta tuz ya­ratmıştır. Toprakta bu tuz arttığında, tuzlu ve acı su ortaya çıkartır. Böylece toprak tatlı su çıkardığı gibi acı ve tatsız su da verir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla gerçekleşir ve hepsinin ilkesi, suyun top­rağa verdiği yaşlıktır. Hava ve hareketler ise, ona sıcaklık kazandırır. Böylece toprağın mizacı değişir.

Suların bir kısmı, tatlı sulardır. Bunlar, içme ve diğer ihtiyaçlarda kullanılan yararlı sulardır. Bir kısmı ise, havanın kokuşmasını ortadan kaldırmak üzere kulların yararına uygun tuzlu sulardır. Her unsuru Allah Teâlâ, etkin ve etkilenen yapmıştır. Bunun ilahi bilgideki esası ise ‘kulla­rım beni senden sorarlar, de ki, ben yakınım, dua edenin duasına karşılık veririm’258 ayetidir. Âlemdeki her etkilenen, ilahi icabetten meydana gelmiştir. Buradaki özneye gelirsek, o herkesçe bilinir. Biz burada in­sanların genelinin kendisinden habersiz kaldığı hususlara dikkat çektik. Allah Teâlâ eşya hakkında ‘insanların çoğu bilmez259 buyurdu.

Allah Teâlâ tuzlu denizdeki deniz canlılarından ibaret olan varlıkları su­yun tatlı kısmından yaratır. Denizde hava ve tatlı su olmasaydı, kendi­sinde hiçbir canlı meydana gelmezdi. Nehirlerden ve denizlerden soğuk zamanlarda yükselen buhar, yerden ve denizden yükselen bir nefestir. Bu nefes, teneffüs eden insandan çıkan nefese benzer ve büyük unsuru­nu talep etmek üzere yükselir. Böylece, suya dönüşür ve -Allah Teâlâ’nın bilgi­sinde takdir edildiği ölçüdeondaki kendi unsuruna katılır. İşte bu, dö­nen bir dolaptır: O’ndan çıkar ve O’na dönerler. Bunun ilahi bilgideki aslı şudur: ‘Allah Teâlâ vardı ve eşya yoktur. Eşyayı yarattı ve onlarda birbiri­ne dönüşme özelliği ile sayesinde fail oldukları güçler verdi. Bu nedenle eşyaya iddiada bulunma özelliği yerleştirdi. Allah Teâlâ bütün bunların ar­dından ‘İş O’na döner260 der. Böylece sudan buharın yükselmesini -ki o havaya dönüşen bir sudurbuhar diye isimlendirdi. Bu sayede asıl hava ile dönüşen hava arasındaki fark ortaya çıkar. Sonra, biriken bir buluta dönüşür. Sonra, ilk kez olduğu gibi, tekrar su olarak iner ve kendinden çıktığı aslına döner. Sonra, devir yeniden başlar. Bu nedenle bu süreci ‘dönen bir dolaba’ benzettik. Bu, el-Aziz ve el-Hakim’in takdirine göre gerçekleşir.

OTUZ BİRİNCİ FASIL

el-Mümit İsmi

Bu isim, yeryüzünde zuhur eden şeyleri var etmeye yönelmiştir. Ona ait harf Sad, menzillerden Belde’dir.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yeri (toprağı) iki günde yarattı.’26' Başka bir ayette ise ‘orada onların besinlerini belirledi262 der. Toprak, ilk yaratılan unsur­dur. Sonra su, sonra hava, sonra gökler yaratıldı. Allah Teâlâ toprak hakkında bir takım durumları bildirmiştir. Bunlar onun akıl sahibi ol­duğunu gösterir. Bu bağlamda onu konuşma, direnme özelliğiyle nite­lemiştir. Ona bir şey söylemiş, o da cevap vermiştir. Allah Teâlâ toprağı itaat etme ve ihtiyadı olanı benimsemelde de nitelemiştir. Bunlar da, onun bilgi ve akimı gösterir. Onu maden, bitki, hayvan ve insanın oluşma ye­ri yapmış, halifelik ve yönetme mertebesi olarak belirlemiştir. Öyleyse toprak, Hakk’ın baktığı yerdir. Allah Teâlâ ona bütün unsurları, felekleri ve melekleri amade İçilmiştir. Onda ‘Her güzel çift263 yetişmiştir. Kastedi­len, erkek ve dişilerdir. Allah Teâlâ kendisinden Adem’i yaratırken, top­rağı iki eliyle yoğurmasının dışında herhangi bir şeyi iki eliyle yarat­mamıştır. ‘O benzeri gibi olmayandır.’264 Allah Teâlâ onu kulluk (zillet) maka­mına yerleştirerek, ‘yeryüzünü sizin için zelil yaptı265 buyurdu. Onu âle­min kendisinden çıktığı tümel nefs konumuna yerleştirdi. Aynı şekilde, âlemde de, menziller feleğinin bitimine kadar türeyenler topraktan or­taya çıkmıştır. Bu unsur, herhangi bir şeye dönüşmediği gibi herhangi bir şey de ona dönüşmez. Diğer unsurlar da bu özelliğe sahiptir, fakat toprak bu özellikte diğerlerinden daha baskındır.

Bilmelisin ki, taksim edilebilen bilinenler, zorunlu olarak zihni var­lığa dahildir. Bazen zihni varlığa giren bu şey dışta var olabilirken ba­zen -söz gelişi imkânsız gibidışta var olmaz. Dış varlığı kabul eden, ya kendi başına vardır -ki o bir cevherde var olmaksızın var olandırya da böyle değildir. Kendi başına var olan, ya mekânlıdır veya değildir. Bir mevzuda var olmayan ve mekânda olmayan ya özü gereği varlığı zorun­lu olandır -ki o Allah Teâlâ’dırveya başkası nedeniyle varlığı zorunlu olandır ki, o da mümkündür. Mümkün ya mekânlıdır veya değildir. Kendi ba­şına var olan mümkünlerdeki bölünmeye gelirsek: Mekansız olanlar, âlemin nurani, doğal ve unsuri cevherini yöneten düşünen nefislerdir. Mekânlı olan ise, ya bileşiktir veya parçaları yoktur. Parçaları yok ise, fert cevherdir. Parçaları var ise, cisimdir.

Bir mevzuda var olan kısım ise, kendi başına bilfiil var olmayan ve ancak dolaylı olarak bir mekâna yerleşen şeydir. Bu kısımdaki şeyler, bir mevzunun ayrılmaz özelliği (lazım) olabileceği gibi gözün görmesinde lazım değildir. Gerçekte ise, kendi başına var olmayan hiçbir şey, varlık zamanına ek olarak gerçekte kalıcı değildir. Fakat böyle bir şeyin bir kısmını benzerleri takip ederken bir kısmım benzeri olmayan takip eder. Benzerlerin takip ettiği kısım ‘lazım’ olduğu zannedilen şeydir. Örnek olarak, altının sarılığı veya zencinin siyahlığını verebiliriz. Ben­zerlerin takip etmediği kısım ise, araz ve nitelik diye isimlendirilen özel­liklerdir. Dışta varlığı olan bilinenler, söylediklerimizdir.

Bilmelisin ki, âlem, cevheri yönünden bir, sureti yönünden çoktur. Cevheri yönünden bir ise, başkalaşmaz. Suret de hakikatlerin değişme­sine yol açacağı için başlaşmaz. Sıcaklık kuruluk olmayacağı gibi beyaz­lık siyahlığa, üçleme dörtlemeye dönüşmez. Fakat sıcak bir şey, sıcaklık anından başka bir anda soğuk olabileceği gibi soğuk bir şey de başka bir zaman sıcak olabilir. Beyaz da söylediğimiz tarzda siyah olabilir ve­ya üçgen dörtgen olabilir. Böyle bir durumda başkalaşma ortadan kalkmıştır. O halde ateş, toprak, su, hava, felekler ve türeyenler^ bir cevherdeki suretlerdir. Bazı suretler cevhere giydirildiğinde, kazandığı yapı nedeniyle bunlarla isimlendirilir, ‘oluş’ (kevn) budur. Bazı suretler ise ondan çıkartılır ve suretlerin ondan ayrılması nedeniyle kazandığı isim de ortadan kalkar. Bu ise, ‘bozulma’ (fesad) demektir. Oluşta bir hakikatin başka bir hakikate dönüşmesi anlamında bir başkalaşma söz konusu değildir. Başkalaşma, ancak söylediğimiz tarzda olabilir. Alem her zaman oluşan ve bozulan bir ferttir. Oluşmayı kabul etmeseydi, âlemdeki herhangi bir cevherin sürekliliği olmazdı. Alem, sürekli muh­taçtır. Bu bağlamda suretlerin muhtaçlığına gelirsek, bunun nedeni, on­larm yokluktan varlığa çıkmasıdır. Cevherin yoksulluğu ise varlığının korunmasından kaynaklanır. Çünkü onun varlık şartı, zorunlu olarak kendisinin mevzuu olacak şeyin yaratılmasına bağlıdır. Aynı şekilde, kendi başına var olan mekansız mümkün de, taşıdığı ruhani nitelikler ile ancak kendisiyle var olabilecek idrakleri taşıyan bir mevzudur. Bun­lar, arazların cisimlerde yenilenmesi gibi o mevzuda yenilenen şeylerdir. Cismin sureti, cevherdeki bir arazdır.

Bu bağlamda tanımlara gelirsek, tanımların yeri suretlerdir. Suret­ler tanımlanan şeylerdir. Onların tanımında kendisinde ortaya çıktıkları cevher yoktur. Bu ölçüyle ise suretler cevher diye isimlendirilir. Çünkü onlar, cevheri suretin tanımında esas almışlardır. Kısaca, ilahi keşif yolu olmaksızın, bu durumları incelemek salt gerçeğe insanı ulaştırmaz. Akli yöntemi kullananlar, zorunlu olarak görüş ayrılığına düşer. Bu nedenle, Ruhu’l-kuds ile desteklenmiş Mutlu grup, düşüncelerinden soyutlan­maya, güçlerinin sınırlamasından kurtulmaya ve en büyük nur ile bü­tünleşmeye kendilerini adamıştır. Bu durumda gerçeği olduğu hal üzere müşahede ederler. Hakk bu grubun gözü olunca, sadece Hakkı görürler. Hz. Ebu Bekir ‘Her neyi gördümse, öncesinde Allah Teâlâ’yı gördüm’ der. Böylece Hakkı ve O’nün eserini oluşta görür. İşte bu, sudurun keyfiye­tine vakıf olmaktır. Sanki bu insan, en yüce nur üzerlerine yayılırken, sabitlik hallerinde mümkünleri görmüş gibidir. Bu nurun yayılmasıyla onlar, daha önce yoklukla nitelenmiş iken, varlıkla nitelenmişlerdir. Makamı bu olan kimseden körlük ve hayret örtüsü kalkmış demektir. ‘Senden perdeni kaldırdık. Bu gün gözün keskindir.’266 ‘Burada kalbi olana veya kulak veren kimse için ögut vardır ve o şahittir.’267 Öyleyse burada bilgi, müşahedeye bağlanmıştır. Hüküm veren zannı galibiyle hüküm verirken şahit ise -zanla değilbilgiyle tanıklık edebilir.

Sonra bilmelisin ki, âlemin cisimleri, latif-kesif, şeffaf-kirli, karanlık-aydınlık, büyük-küçük, görülen-görülmeyen kısımlarına ayrılır. Bü­tün varlık, Allah Teâlâ’nın vergisidir.

Allah Teâlâ nezdinde engelleme yok

O’ndan sadece cömertlik çıkar

İşte ben iki şey arasında Bir perde ve örtüşüm

Engelleme denilen şey Bir cömertlik aslında

Ben oluştaki her iyilik için Bir kabım sadece

Hakkı ‘Hakk’ olarak gören kimse, O’na uyar ve arzusuna gem vurup ona boyun eğdirin. Doğal bir zorunluluk olarak acıkınca ve en lezzetli yemekler kendisine sunulduğunda, arzusuyla değil, aklıyla yer ve zorun­luluk otoritesini kendinden uzaklaştırır. Sonra, himmetinin yükseldiği ve nefsinin izzetiyle fazlaya el uzatmaz. Böyle bir insan, vaktin efendisi­dir ve ona uymalısın! İşte bu, Hakkın suretidir. Allah Teâlâ, onu ulaşılamaya­cak bedensel bir suret olarak var etti. Onun boyutuna ulaşılmaz ve ula­şılma yolu gizli değildir.

Toprağın doğası budur. Öyleyse toprak başkalaşmayı kabul etme­yen bir zelildir. Onda unsurların hükümleri ortaya çıkarken, onun hükmü bir şeyde ortaya çıkmaz. Toprak özü gereği bütün yararları ve­rir ve bütün iyiliklerin mahallidir, cisimlerin en azizidir. Hareketliler -kendi mekânından ayrılmadığı içinhareketleriyle onda bir izdihama yol açmaz. Her unsurun otoritesi onda çıkar. Toprak sabırlıdır ve kabul edicidir, sabittir ve yerleşiktir. Sallanmasını dağları durdurdu. Allah Teâlâ on­ları Allah Teâlâ korkusundan harekete geçince ‘yeryüzünün direği’ olarak yer­leştirmiş, bu direkler ile kendisine güvence vermiş, böylelikle inançlı kimseler gibi sakinleşmiştir. Yakîn ve kesin inanç sahipleri, yeryüzün­den öğrenir kesin inancı. Çünkü yeryüzü bir annedir. Allah Teâlâ bizi ondan çıkarttı ve tekrar ona döneceğiz, sonra tekrar ondan çıkacağız. Teslimi­yet ve tevekkül ona aittir. O, mana bakımından unsurların en latifi iken kesifliği, karanlığı ve salabeti, Allah Teâlâ’nın ona yerleştirdiği hâzineleri giz­lemesi nedeniyle kabul etti. Bu kabulün nedeni ise, Allah Teâlâ’nın onda kıs­kançlıktır.

Yeryüzünde koşanlar hayrete düşmüş, onu aşamamışlar, dağlarının yüksekliğine yetişememiş ve onlara ulaşamamışlardır. Allah Teâlâ, ona takdis niteliği vermiş, (suyun bulunmadığı) zorunluluk durumunda kendisini suyun yerine yerleştirdiğinde en şerefli halinde (abdest ve temizlik) te­miz yapmıştır. Susayan insan, toprağı su olarak görür. Ona gelince, bir şey bulamaz, yani su bulamaz. Allah Teâlâ’yı onun nezdinde bulur. Öyleyse Allah Teâlâ’yı ancak zorunluluk esnasmda bulmuştur. Toprağın temizliği, hal­lerde meydana geldiği üzere, suyu kaybeden için söz konusudur. Top­rağın konumunun ne kadar şerefli olduğuna bakınız! Sonra, Allah Teâlâ onu çevre karşısında nokta yapmıştır. Nokta, özü gereği çevredeki her par­çanın karşısında bulunur ve çevredeki her parça onun mukabilindedir. Noktadan çevreye dönük her çizgi, eşit ve dengeyle çıkar. Çünkü onu ancak suretine göre meydana getirmiştir. Çevreden her bir çizgi de, merkez noktaya yönelir. Nokta kaybolsaydı, çevre kaybolur, çevre kaybolsaydı nokta kaybolmazdı. Nokta dünya ve ahirette sürekli ve daimi­dir. Toprak, yaratmada Rahman’m nefesine benzer.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu yeryüzü tek bir cisim gibi dürülmüş iken -Ki gök de böyleydiparçalamış, gökleri yaptığı gibi yedi tabaka olarak yaratmıştır. Her bir yer için göklerin feleklerinden herhangi biri­nin etkisini kabul eden istidat ve edilginlik yaratmıştır. Ayrıca ışınların etkisini de kabul eder. Birinci yer -Ki üzerinde bulunduğumuz yerdirbirinci feleğe aittir. Yedinci yer ile yakın semaya varana kadar, böyle devam eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Yeryüzünde bir karış yer gasp eden kimseyi Allah Teâlâ yedi kat yere batırır’ buyurdu. Yeryüzünden her­hangi bir yer gasp ettiğinde, yer tabakalarının sonuna kadar, onun al­tındaki her şey gasp edilmiştir. Yeryüzü birbiri üstüne gelecek şekilde tabaka tabaka olmasaydı, rivayetin bir anlamı olmazdı. Aynı şekilde, toprağa secde eden kimse hakkındaki rivayet de öyledir. Allah Teâlâ, secde vasıtasıyla yedi kat yere kadar toprağı temizler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gökler ve yer dürülmüş idi.’268 Yani her biri dürülmüş haldeydi. Sonra ‘Parçala­dık onları269 der. Yani birbirinden ayırdık ki, her biri ayrışmış olsun. Ni­tekim Allah Teâlâ ‘yedi gökleri tabaka tabaka yarattı270 buyurur. Başka bir ayet­te ise ‘yeryüzünü onun misliyle değiştirir’27' buyurdu. Kastedilenin tabaka tabaka olduğu açıktır. Sonra şöyle der: ‘Emir onların arasmda iner.’272 Yani göklerin ve yerin arasmda iner. Bir yeryüzü olsaydı, o ikisinin ara­smda derdi. Zâhir anlam böyle olduğu kadar keşfin verisi de böyledir. Onların arasına inen emir ise, yakın sema ile üzerinde bulunduğumuz yer arasındaki ilahi emirdir. O, gökten iner ve sonra yeri iner yere ulaşmak ister. Bu durum ‘her göğe emrini vahyetti273 ayetinde belirtilir.

Emir, Allah Teâlâ’nın yeryüzünü imar eden suret ve ruhlar vasıtasıyla vahyettiği yeryüzüne inen emirdir.

Allah Teâlâ yeryüzünü yedi kat yapmış, müminlerden bir grup seçerek, onları ‘bedel’ diye isimlendirmiştir. Her bölgenin bir bedeli vardır ki, Allah Teâlâ o bölgeyi o bedel vasıtasıyla ayakta tutar. Birinci bölgeye emir, birinci gökten iner ve o göğün yıldızının ruhaniyeti kendisine bakar. Onu koruyan bedel ise, Halil’in kalbi üzerindedir. İkinci bölgeye emir, ikinci gökten iner ve göğün yıldızının ruhaniyeti kendisine bakar. Bu­ranın bedeli Hz. Musa’nın kalbi üzerindedir. Üçüncü bölgeye ilahi emir, üçüncü gökten iner ve yıldızının ruhaniyeti kendisine bakar. Bu bölgeyi koruyan bedel ise, Hz. Harun ve Yahya’nın kalbi üzerindedir. Onlara Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de yardım eder. Dördüncü bölgeye emir bü­tün feleklerin kalbinden iner ve en büyük yıldızın ruhaniyeti ona bakar.

O  bölgeyi koruyan bedel, Hz. İdris’in kademi üzerindedir. Hz. İdris, şimdiye kadar yaşayan Kutup’tur. Bizdeki kutuplar onun vekilleridir. Beşinci bölgeye ilahi emir, beşinci gökten iner ve o göğün yıldızının ruhaniyeti de kendisine bakar. Onu koruyan bedel ise, Hz. Yusufun kalbi üzerindedir ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem (as.) kendisine yardım eder. Al­tıncı bölgeye emir altıncı gökten iner ve yıldızının ruhaniyeti ona bakar. Bu bölgenin bedeli, Allah Teâlâ’nın ruhu Hz. İsa’nın ve Yahya’nın kalbi üze­rindedir. Yedinci bölgeye emir, yafan semadan iner ve o göğün yıldızı­nın ruhaniyeti kendisine bakar. Bu bölgenin bedeli, Hz. Adem’in kalbi üzerindedir. Bu yedi bedel ile Mekke Harem’inde Hatimü’l-hanabele’nin ardında bir araya geldim, orada rüku ederken kendilerini buldum. Onla­ra selam verdim, selamımı aldılar, sohbet ettik. Onlardan daha güzel ah­laklı ve Allah Teâlâ üe daha çok ilgileneni görmedim. Onlara benzeyen sadece Sakîtu’r-Refref b. Sakîtu’l-Arş’ı Konya’da görmüştüm ki Farisi idi.

VASIL

Bilmelisin ki, bir unsurun yalnız başına mizacı ile onun bir kısmı­nın diğer kısmıyla karışması veya başka bir unsur ile karışmasındaki mi­zacı arasında bir fark vardır. Örnek olarak suyun toprak ile karışıp ça­mur adının ortaya çıkmasını verebiliriz. Artık o toprak olmadığı gibi su da değildir. Bir unsurdaki karışıma ise, (su unsuru örneğinde) çivit ile tozun karışımı örnek olarak verilebilir. Onların parçaları ayrılmaları mümkün olmayacak şekilde birbirine girerler. Onların arasmda sadece birisine ait olmayan bir renk meydana gelir. Bu karışımın ise, doğal fiil­lerde bir hükmü ortaya çıkar. Söz gelişi tuzlu su ile tadı su bir araya geldiğinde, bunların arasında tuzlu veya tadı olmayan başka bir tat ger­çekleşir. Bu, bir unsurdaki karışımın sağladığı durumdur. Aynı şekilde, soğuk suya ateş sıcaklık verdiğinde, soğukluk ortadan kalktığı gibi sı­caklık da ateşteki derecesine ulaşamaz ve ne soğuk ne sıcak olarak, ılık bir halde kalır. İşte bu, bir unsurun parçaları arasında veya iki unsur arasındaki karışıma benzemeyen başka bir karışımdır.

Mizaca gelirsek, mizaç, bir unsurun varlığının kendisiyle gerçekleş­tiği şeydir. Bu ‘doğa’ diye isimlendirilir ve şöyle denilir: ‘Suyun mizacı veya doğası, soğuk ve yaş olmaktır. Ateş sıcak ve kuru, toprak ise soğuk ve kurudur. Bu unsurların varlıkları, bu doğal mizaçla ortaya çıkar. Her mizaç, doğaldır. Karışma ise, böyle değildir. Su unsurunda zikrettiği­miz karışım ile kesin olarak, acı suyun parçalarının tadı suyun parçala­rına bitişmiş olduğunu veya çivit ile tozun parçalarının bitişik olduğunu biliriz. Bu bitişme aklen bilinir, duyuyla algılanamayacağı gibi duyu on­ları ayıramaz da. Fakat bu karışımda doğa için karışımdan ortaya çıkan suretlerde bir hüküm meydana gelir. Bu durum, ilaçların terkip edilme­sine benzer. Her bir bitki kendi başına bir yarar vardır. Sonra, hepsi bir araya getirilince bu özelliklerini korurlar. Doğanın (karışım) ise, bu toplamda zorunlu olarak bir hükmü ortaya çıkar. Hepsi bir kaba konu­lup üzerlerine su döküldüğünde, her bitki sudaki her parçaya kendin­den bir güç katar. Bu durumda suyun her bir cevherinde her bitkinin gücü bulunur. Bunun böyle olması, güçler arasında zıdık bulunmadı­ğında mümkündür. Bununla birlikte, karışım gerçekleşirse -ki o da bir karışımdırdiğer karışım gibi olmadığı gibi hükmü de mizacın hük­müyle bir değildir. Bu husus, mizaç ile karışım arasında akledilir bir du­rumdur ve ona ne mizaç ne karışım denilir. Toprak da, yedi tabaka olsa bile, onların duyuda ayrışması güçtür. Bununla birlikte her birinin di­ğeri olmadığını biliriz. Aynı şekilde, cevher başka bir cevher olmayacağı gibi arazı da onun mevzusu ve taşıyıcısı olamaz. İşte eşyanın oluşu, bo­zuluşu ve kendilerine ilişen başkalaşmanın durumu da böyledir.

Yüz yirmi üçüncü kısım sona erdi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar