Print Friendly and PDF

YİRMİ YEDİNCİ SİFİR 2.Bölüm

 


ÜÇ YÜZ YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM

' Veliler ile Düşmanlar Arasında Ortak Menzilin Hikemî Mertebeden Bilinmesi

Gayb âleminin birbiriyle çatışmasının bilinmesi hakkındadır. Bu menzil bin Muhammedi makam içerir.

Bütün ganimetleri yer Hakk’ın ateşi Kim onların bedeli olursa masum kalır

Onların o kişi üzerinde otoritesi olmaz artık

Böyle biri Hakk’ın yaratıkları içindeki vekili, hüküm vermiştir

Geçmiş olan ise amiliyle birlikte mensuh Kıyamet günü betimlenen nesihle

Herkes kendi menzilinden haz alır ve nimetlenir Cennet ehli, cehennem ehli ve kadimler

Hazzı bilgi ve marifet olmayan kimse Hevanın mertebesine ayak basmamış demek

Allah Teâlâ rahmetinin bilgisiyle rızık versin bize ,

Alimler menziline bizi ulaştıracak kadar nasip etsin

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu menzilde kullarının paylarından bol bir na­sibinin olduğunu kullarına açıklamıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın hakkı yerine getirilmede öncelikli olandır.’ Ya­ni Allah Teâlâ hakkı kulun hakkından önce gelir. Kur’an’da şöyle der: ‘Vasi­yet edilmemiş bir vasiyet veya borçtan sonra..:96 Burada vasiyet borca takdim edilmiştir ki vasiyet Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Çünkü tasarruf izni olan malda tasarruf yaparken vasiyetiyle bizi yükümlü tutan vasiyet sahibine o hakkı tanıyan bizzat Allah Teâlâ’dır.

Fakihler, Allah Teâlâ’nın naslarda belirtilen hükmüne aykırı olarak, borcu vasiyetin önüne geçirirler. Fakat zahir ehlinin bir kısmı böyle yapmaz. Onlar vasiyeti borca öncelerler ki ben de bu görüşteyim. Allah Teâlâ namaz­da kendisine ait payı da yarım yapmıştır. Bu yarım, öteki kısımdan farklıdır ve şöyle demiştir: ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye ayırdım. Bir yarımı bana, diğeri kuluma aittir. Kulum için istediği ve­rilecektir.’ Bu taksimde Allah Teâlâ ile namaz kılan kulu bir yapmıştır. Ga­nimetin ise beşte birinin kendisine ait olduğunu belirtmiştir. Geride kalan ise dört kısımdır ve beşe taksim edilirler. Her sınıfın Allah Teâlâ’ya ait olandan farklı bir payı vardır. Bu taksim edilende Allah Teâlâ’nın payı, kulla­rıyla arasındaki Hakk nispede, namazdakinden daha büyüktür. Yoksa yarım pay beşte bir payından daha çoktur. O halde Allah Teâlâ ganimettekinden daha çok namazı taksim etmiş, bu taksim mertebeye ve özel taksime göre yapılır. Öyleyse onun ganimetteki payı, diğer kalan kı­sımlara göre daha çoktur. Burada Hakk kendisini kulları karşısında on­ların derecesine indirmiş, kendisine davrandıkları gibi onlara davran­mıştır. Başka bir yerde Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’97 Burada benzeşmeyi ortadan kaldırmıştır. Başka bir yerde O’ndan akta­ran şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır.’ Sonra Allah Teâlâ insanı isimlerin zuhur yeri yapmış, bu isimleri ona vermiştir. Öy­leyse kul, Allah Teâlâ’nın isimlendiği bütün isimlerle isimlenir. Bununla birlik­te nispetler farklı olsa bile, bir ismin göstermiş olduğu anlam tektir ve o anlam değişmez.

Allah Teâlâ insanların bir kısmını yeryüzünde halife yapmış, yaratılmış­lar arasında hüküm verme hakkı tanımış, neyle hüküm vereceğini bil­dirmiş, onu tek (ahad) yapmış, halifelik mertebesinde onunla çatışanın öldürülmesini hükme bağlamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem halifenin tek olma­sını hükme bağlamış, görevi hakkında onunla savaşanın öldürülmesini şeriat yaparak şöyle buyurur: ‘İki halifeye biat edildiğinde, onlardan ötekini öldürünüz.’ Allah Teâlâ halifeye hâzinede tasarruf hakkı tanımış, ge­nel olarak bakışı ona yönlendirmiş, zulüm yapsa veya adil davransa bile emrine itaat etmemizi emretmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: 'Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz98 Onlar, halifeler ve devlet başkanınm görevlendirdiği vekilleridir. Çün­kü Allah Teâlâ kendisini halife atadığı kadar ona da vekil atama hakkı tanı­mıştır. Böylece verme, engelleme, cezalandırma ve bağışlama onların yetkisine bırakılmıştır. Bütün bunlar meşru bir ölçüde gerçekleşir. Öy­leyse görevlendirme ve azletme onların hakkıdır. Nitekim Hakk’ın elinde terazi vardır, adaleti yükseltir ve aşağı indirir! Bu terazi Allah Teâlâ’nın ‘Teraziyi koydu99 ayetiyle yeryüzüne indirmiş olduğu terazidir. Sonra şöyle demiştir: Günün ameli gecenin ameli gerçekleşmezden önce veya günün ameli gerçekleşmezden önce gecenin ameli Hakk’a yükseltilir. İşte halifenin durumu da öyledir: Halkın işleri ona yükseltilir. Görevli­ler ve tahsildarlar halkın işlerini halifeye arz ederler. O da dilediklerini kabul eder, dilediklerini reddeder. Binaenaleyh Hakk’m yaratıklarında tasarruf etmeyle ilgili zikredip belirlememiş olduğu her hususta hü­kümdara kulları arasında tasarruf yetkisi tanımıştır.

Allah Teâlâ ulûhiyetinde Allah Teâlâ ile çatışan bazı düşmanlar yaratmış­tır. Misal olarak Firavun ve vb. verebiliriz. Halife karşısında da göre­vinde onunla çatışan kimseler yaratmış, halifeye onlarla savaşmasını emretmiş, onları yendiğinde kendilerini öldürmesini istemiştir. Nite­kim Allah Teâlâ müşriklere böyle davranır. Onların kalma süresi Allah Teâlâ’nın on­lara mühlet vermesi süresi kadardır. Halifenin onları cezalandırması ve yenmesi vakti, onların ölüm zamanıdır. Öyle ki (ilahi ve, kevnî) iki nüsha karşı karşıya konulmuş olsaydı, arada hüküm itibarıyla bir harf bile değişiklik olmazdı. Nitekim Hakk yaratıkları hakkındaki ezeli bilgi­siyle hüküm verirken halife zann-ı galibiyle hüküm verir. Çünkü halife yönetimi altındaki bütün hususlarda kesin bilgiye sahip değildir ve gerçeği yanlıştan tam ayırt edemez. Halife (hükümdar), ancak delilin kendisine söylediği üzere hareket eder. Nitekim Allah Teâlâ da mahlûkatına kıyamette böyle davranir. Onları -haklarındaki bilgisine rağmenşahit­leri getirdikten ve kesin delili ortaya koyduktan sonra cezalandırır. Hâkimin bilgisine göre hareket edemeyeceğini söyleyenler, buradan hareketle bu görüşe varmıştır. Bu bağlamda âlime gelirsek, âlimin bil­gisinde eleştirilecek nokta bulunabilineceği için böyle davranır. Allah Teâlâ ise hakkında hüküm verilene karşı delil ortaya koymak üzere böyle davranır. Öyle ki Allah Teâlâ ahirette bir kişiyi ancak dünyada peygamberi­nin diliyle kendisini yükümlü yaptığı şeriata göre cezalandırır. Bu ne­denle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -Rabbinin emriyleRabbine şöyle der: ‘Rabbim Hakk ile hüküm ver/’100 Yani beni kendisiyle gönderip insanlar arasında kendisiyle hüküm vermemi bana emrettiğin ‘Hakk’ ile hüküm ver. Hakk kendisini mahlûkatımn menziline indirmiş ve onların arasından en tam ve kâmil tecelligahı imam-halife yapmış ve sonra şöyle buyurmuştur: ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz.’ Bu sayede imamlık, tüm yaratıklara yayılmış, onların içinden her biri adına imamlık mertebesi gerçekleşmiştir. Herkes ‘Hakk’tan belirli bir miktar kazanmış ve sahip olduğu ölçüde Allah Teâlâ’nın tasarruf imkânı verdiği hu­suslarda tasarrufta bulunmuştur. O halde her insan Hakk’ın suretindedir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın tecellisi en büyük imamda daha bariz ve ondaki emri daha büyük, ona itaat daha yetkindir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kullarına şeriat yaptığı hususları belirler­ken şeriatını çeşitli kısımlara ayırmıştır. Bu bağlamda bütün yükümlü­lere farz kıldığı bir kısım vardır ki bu kısım ikiye ayrılır: Bir kısmı ken­diliğinden onlara farz kıldığı kısımdır. Misal olarak namaz, zekât, oruç, hac, temizlik vb. kendiliğinden onlara farz kıldığı emirleri verebiliriz. Bir kısmı ise farz değilken insanların kendi üzerlerine farz kıldıkları kısımdır. Allah Teâlâ da onları -Hakk’ın kıldığı farz gibiödüllendirmek üze­re bu farzı emretmiştir. Bu sayede biz insanın Allah Teâlâ’nın suretinde oldu­ğunu da tam olarak öğreniriz, çünkü Allah Teâlâ kendine müminlere yardım etmeyi, merhameti vb. şeyleri farz kılmıştır. Bunun ödüllendirme amaçlı olduğunu söyledik, bu durum Allah Teâlâ’yı bilenler için böyledir. Bir gruba göre ise bu durum (yerine getirmediklerinde) insanları cezalan­dırma maksadı taşır. Bu farzlara misal olarak adağı verebiliriz. Böylece insanlar kendisine bir şeyi farz kılmada rububiyetle yarışmış ve didiş­miş olurlar. Allah Teâlâ da onlara bu işleri farz yaparak onların kendilerine bir şeyi farz kılma hakkına sahip olmadıklarını kendilerine öğretir. On­lar da bu sayede kendi değerlerini öğrenirler. Hakk kendine vacip kıldı­ğı bir şeyi yerine getirmezse, kınanamaz veya bu konuda suçlanamaz. Çünkü O’nun mertebesi ‘dilediğini yapar’ diye nitelenmeyi gerektirir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kendine zorunlu kıldığı bir şeye (Allah Teâlâ üzerinde) ‘vacip’ haddi uygulanmaz. Buna mukabil kulun zorunlu kılmasıyla Allah Teâlâ’nın ona farz kıldığı bir şeyi belirlediği şekilde yerine getirmediğinde, kendisine vacip haddi uygulanır. Bu yönüyle bu farz da asıl farza ben­zer ve dolayısıyla yerine getirilmediğinde cezalandırılır. Öte yandan ücreti daha fazla olduğu gibi yerine getirmeyende cezası da çoktur. O halde onun karşılığı her iki durumda da büyüktür.

Fiillerin bir kısmı vaciplerin suretine ilavedir. Bunlar ‘nafile’ diye isimlendirilir. Bunun anlamı vacibe ilave demektir, ilavenin farzlarda bir sureti ve karşılığı yok ise, nafile sayılmaz. Böyle bir ibadet, müstakil bir ameldir ve onun ecirdeki derecesi nafilenin derecesiyle bir değildir. Sonra yapı karışır. Nitekim yükümlünün yapısı da karışıktır. Bu ne­denle farzların yapısında sünneder tespit edilmiştir. Bunlar farzlara ila­ve ibadetlerdir. Kulun kendiliğinden bir yükümlülük olmaksızın gö­nüllü yerine getirdikleri ise -nafilelerin yapısındafarzlar gibi vacip sa­yılır. Bu nedenle kıyamet günü farzlar tam yerine getirilmediğinde, Allah Teâlâ şöyle diyecektir: ‘Kulumun farz ibadetini nafile iba­detinden tamamlayınız.’ Başka bir ifadeyle vacip farzdaki eksiklik nafi­ledeki farzdan tamamlanır. Vacip-farz sünnetlerden eksik kısım ise na­filelerin sünnetlerinden tamamlanır. Kısaca her şey kendi benzerine katılır.

Ganimetlerin ‘enfal’ diye isimlendirilmesinin sebebi nedir? Bir ruh bana şöyle sordu: ‘Ganimetler niçin ‘enfal’ diye isimlendirilmiştir.’ Şöyle dedik: ‘Şeriatı bilen bütün müminler, Allah Teâlâ’nın müminlere sa­vaşmayı ancak Allah Teâlâ’nın kelimesi yüksek, kâfirlerin kelimesi aşağıda ol­sun diye farz kıldığını bilir. Bunda bir kapalılık yoktur. Bu sayede iki kelime iki ayağın birbirinden ayrışması gibi birbirinden ayrışır. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi zat ve hüküm bakımından çift yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın ter­cümanları bize -ki onlar Allah Teâlâ’nın peygamberleridircihadın, savaşma­nın ve dövüşmenin emredilme vaktinden itibaren bize şu hususu bil­dirmişlerdir: Allah Teâlâ ganimetleri ateşe sunmuş, ateş de onlardan belirli bir kısmı yemiştir. Ateşin Rabbine itaatinin bir yönü, ganimetlerden ancak kendisine ulaşmanın helal kılındığı kısmı yemesiydi. Allah Teâlâ mü­cahitlerin susuzluğunun gözüktüğü ganimeti yemeği ateşe yasaklamış­tı. Böylece alman kısım ona ulaşıncaya kadar ganimeti yemez, mücahit için amel temizlenmiş olurdu. Muhammedi şeriat geldiğinde, Allah Teâlâ ganimedere Muhammed ümmeti için (daha önce ateş tarafından) yeni­len o kısmı eklemiştir ki bu kısım onlara verdiği nimetlere ilavedir. Ateşten almış olduğumuz bu kısım ise Muhammed ümmeti adına ‘na­file’ mesabesinde olmuş, bu kısmı onlara cihat etmiş olmalarına karşılık bir Hakk olarak vermemiştir. Çünkü bu kısım cihat nedeniyle onlara ve­rilmiş bir Hakk olsaydı, kendileriyle birlikte savaşmayan hiç kimse onlar­la ganimedere ortak olamazdı. Öyleyse söz konusu ganimet kısmı mücahiderin zorunlu bir hakkı değil, Allah Teâlâ’nın kendilerine ikram ettiği bir paydır ve onu zikretmiştir. Allah Teâlâ kendi adına da ganimette bir pay be­lirlemiştir. Bunun nedeni savaşta müminlere yardım etmiş olmasıdır ve bu nedenle O’nuh savaşta bir nasibi vardır.

Allah Teâlâ’nın ganimederde kendisine pay ayırmasının sebebi dinine yardım etmiş olması olunca, dinine yardım eden herkes O’nun nasi­binden nasiplenirler ki onlar gazilerdir. Dolayısıyla ayet dikkate alındı­ğında onların payı beşte bir olmaktadır. Sonra dört tane beşte birlik kısım geride kalır ve onlar da beşe bölünerek taksim edilir. Beşin birisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir. Onun ölümünden sonra da zamanının halife­sine aittir, ikinci beşte birlik kısım Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yakınları olan

Ehl-i beyt’e aittir; üçüncü beşte bir yetimlere, dördüncü beşte bir yok­sullara, beşinci beşte bir ise yolda kalmışlara verilir.

Alimlerden birisinin -ki zannediyorum İbn Ebi Leyla’dırşöyle dediği aktarılır: ‘Ganimetin ilk beşte birlik kısmını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem alır, Kabe’ye doğru çıkartır ve şöyle derdi: ‘Bu Allah Teâlâ’ya ait kısımdır.’ Sonra kalan kısımları taksim ederdi.’ Ganimette ateşe ait bu kısmı Allah Teâlâ bu ümmete aktardığı gibi insanın malında da zikredilen kısımlar için bir Hakk belirlemiştir. Böylece Allah Teâlâ mal sahiplerine o hakkın mallarından belirli bir usulle çıkartılmasını vacip lalmış, imamın (devlet başkanının) o hakkı almasını emretmiş, söz konusu kesimlerin onu almaları­nı vacip kılmamıştır. Onlar kendi haklarını alıp almamada tıpkı diğer haklarda olduğu gibi muhayyerdirler. Onların arasından her kim hak­kını alırsa gerçekte kendi hakkını almış olur; kim hakkını bırakırsa kendi hakkını almamış olur ve bu Hakk ona aittir. Bu (hakların) bilgisini bilmekle ve onları yerine getirmekle yükümlü olan kişi bizzat İmam’dır.

Güzelliğe nail olan herkesi Yusuf sanma Güzel insaflı imamdır kuşkusuz

istediğin ve arzuladığına ulaşırsan şayet Sen sevilen iffetli Yusuf olursun

İmam (devlet başkanı) güçlü bir zanla ‘Ganimet olarak aldıkları­nız101 ayetinde zikredilenler ile Haşr suresinde (zekât alacak) zikredi­lenlerin ganimetteki paylarının bilhassa beşte bir olduğunu zannedebi­lir. Bu durumda onlara ganimeti böyle taksim eder. Geride kalan kısım ise Müslümanların hâzinesine aittir ve devlet başkanı onda uygun gör­düğü şekilde tasarrufta bulunur. Dilerse onu âdilce ve eşitçe mücahit­lere dağıtır. Dilerse onların arasında bir derecelenmeye gider. Nitekim devlet başkanı aynı şeyi yalanlar kendileri adına belirlenmiş payları al­dıktan sonra miras kalmış malda yapar. Veya devlet başkanı miras maldan kalan kısmı ölünün yakınlarına dağıtır. Devlet başkanı zannı galibiyle asıl beşte birlik kısmın Allah Teâlâ’ya, kalan kısımların da Allah Teâlâ’nın adlarını verdiği kimselere ait olduğunu düşünebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ kendi yolunda savaşanlar için sadakalarda bir pay belirlemişken gani­mette ancak devlet başkamnın taksimden önce belirlediği veya ‘Kim (savaşta) birini öldürürse onun ganimetine sahiptir’ sözüne binaen verdiği kısmı belirlemiştir.

Bu menzilde sözün böyle konulara kadar uzamasının nedeni, menzilin bilhassa Allah Teâlâ’ya nispet edilen payları içermiş olmasıdır. Bura­daki gayemiz ganimetlerden ve fıkıh ilmine göre onların taksiminden söz etmek değildi; Bize göre tasavvuf yolunda ganimetler, insan adına gerçekleşen ilahi ilimlerden ibarettir. Allah Teâlâ bu ilimleri mücahede ve nefisle cihat etmenin karşılığında bize verir. Nitekim müminin bizzat imanında da bir ticareti vardır. Söz konusu ticaret, acı azaptan kurta­ran ticarettir. Öyleyse (nefisle) ‘cihat’tan meydana gelen her bilgi ga­nimettir ve ganimetlerin taksim edildiği üzere paylaştırılır. O ganimet­te Allah Teâlâ’ya ait pay İhlasın ilgili olduğu hususlarken peygambere ait pay ona imandır; yakınlarına ait pay onları sevmektir. Ganimetten yetimle­re ait kısım ise amel sahibi gayeye ulaşmazdan önce gerçekleşen ilim­lerdir.

VASIL

Gayenin Açıklanması

Gayenin tanımı saliki ameli kendisine izafeden müstağni kılacak (derece) demektir. Buluğ çağına ermezden önceki sabinin hareket ve davranışları kendine izafe edilir. Baliğ olduğunda onun her türlü fiilleri daha önce kendisine izafe edilirken artık Allah Teâlâ’ya döner. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Erginlikten sonra tamlık olmaz.’ Öyleyse buluğ çağından önce salik adına gerçekleşen her şey, kendinden olan hakkıdır, çünkü onu belirleyen Allah Teâlâ’dır.

Yoksullar için olan pay, acizlik, kudretsizlik ve gücün onlardan alınması nedeniyle -çünkü Allah Teâlâ metanet ve kuvvet sahibidirortaya çıkan paydır. Yoldakine ait olan pay, Allah Teâlâ’ya giden yolun oğlu olması bakımından ona aittir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Dünyanın çocukları olduğu gibi ahiretin de çocukları vardır. Siz ahiret çocukları olunuz!’ Onlar yol çocuklarıdır. ‘Dünyanın çocuklarından olmayınız.’ Amelde İhlasın suretine gelirsek, ihlâs keşif yoluyla amelin failinin Allah Teâlâ oldu­ğun bilmendir. Nitekim gerçekte de her amelin faili Allah Teâlâ’dır. İster kı­nanan, ister övülen amel olsun durum böyledir. Çünkü değerler, ame­lin kendisi değil, Allah Teâlâ’nın ondaki hükmüdür. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın şöy­le dediği aktarılır: ‘Her kim başkasını kendisine ortak koştuğu bir amel işlerse, ben ondan uzağım. O koştuğu ortağa aittir.’ Burada ameli be­lirsiz getirmiş, herhangi bir ameli özellikle zikretmemiştir. ‘Kendisi’ amel demektir. ‘Ondan’ zamiri ortağa, yani Allah Teâlâ’dan başkasına döner. ‘O’ zamiri ise ortak koşana döner. Çünkü Allah Teâlâ amelden uzak kalmaz. Hiç kuşkusuz amelin faili O’dur. Allah Teâlâ ancak ortaktan uzaklaşır, çünkü ortak, yokluk; Allah Teâlâ ise varlık demektir. O halde Allah Teâlâ, yokluktan uzaktır. Çünkü yokluk kendisine katılmayacağı gibi Allah Teâlâ da yoklukla nitelenemez. Çünkü Allah Teâlâ zatı gereği varlığı zorunlu olandır. O halde yokluktan ‘beraet5 (uzaklık) sahihtir. Nitekim ayet-i kerimede 4Allah Teâlâ ve peygamberinden bir beraat, müşriklerden anlaşma yaptıklar imza...102 de­nilir. Burada Allah Teâlâ ortaktan uzaklaşmıştır, çünkü ortak denilen bir şey yoktur ve o yokluktur. Allah Teâlâ ‘müşriklerden103 buyurur. Bu da ortaktan yüz çevirmek ve uzaklaşmak demektir. O halde amelin tama­men Allah Teâlâ’ya tahsisi (ihlas), Allah Teâlâ’nın ameldeki nasibi ve payıdır. Çünkü amelde gözüken suret, Allah Teâlâ’nın kendinde ameli izhar ettiği şahısta or­taya çıkmıştır ve görünüşte iş birbirine karışır. Duyuyla bakarken ame­lin o kişiden meydana geldiğinden kuşku duymayız. Bu durumda ame­li ona izafe etmek sahih bir izafedir. Bu nedenle O’nun ez-Zahir is­minden dolayı her şeyin aynı olduğunu söyleriz. Burada gizli bir delil vardır, şöyle ki: Göz bir araç ve alet görür. Alet başka bir şey nedeniyle yönlendirilmiştir ki duyu o şeyi algılamaz. Öyleyse alet ameli yapan değildir, fakat duyu ancak aleti algılamıştır. Hâkim (akıl) duyulurun ardında amel eden bir şey olduğunu bildiği kadar duyu ancak o aracı algılar. Öyleyse hâkim duyulurun ötesinde aletle amel eden ve onu kul­lanan birinin bulunduğunu bilir. Teorik düşünce sahipleri aletin ardın­da bulunan ve onu kullanan o şeyi nâtık-akıllı ve hayvani nefs diye ifa­de ederler.

Bu isimlendirmeyi yapmakla onlar duyunun idrak edeceği şeyler­den olmayan bir anlama geçmişlerdir. İşte keşf ve müşahede ehlinin nefs-i natıka hakkında cem’ ve vücûd mertebesindeki idrakleri de tıpkı böyledir. Başka bir ifadeyle onların idrak ettiği şey, teorik akılcıların duyuyla algılanan alet hakkında idrak ettiğiyle birdir. Onlar nefs-i nâtıka’nın ötesinde bulunan ve ameli işleyen başka bir şey olduğunu anlamışlardır. Nefs-i nâtıka’nın ardında bulunan amel sahibi ise ‘Allah Teâlâ’ denilendir. O’nun amelinde nefs, Allah Teâlâ ehline ve akılcılara göre, du­yuyla algılanan aletle birdir. Böyle bir idrak gerçekleşmediğinde, bize göre, kişi amelinde tam bir ihlasa ulaşamaz. Bununla birlikte araçlar sabittir ve onlar amelin ortaya çıkışında kullanılırlar. Binaenaleyh ‘bilen bir kavim için’ bütün âlem, kendisinden ortaya çıkan fiiller karşısında Hakk’ın araçları ve aletidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir rivayette şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musu­nuz?’ Sahabe şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ve resulü daha iyi bilir!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkı O’na ibadet etmeleri, herhangi bir şeyi ortak koşmalarıdır.’ Sonra şöyle bu­yurmuştur: ‘Bu hakkı yerine getirdiklerinde, onların Allah Teâlâ üzerindeki hakkını biliyor musunuz? Onların hakkı Allah Teâlâ’nın onları cennete sokma­sıdır.’ Hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘herhangi bir şeyi ortak koşmamak’ ifa­desinde şey kelimesini her şeyi ona sokmak amacıyla belirsiz kullan­mıştır. Bu durum Allah Teâlâ’nın ‘Kim rabbine kavuşmayı umut ederse, salih amel işlesin, rabbine kulluk yaparken hiçbir kimseyi ortak koşmasın104 ayetinde ‘kimse (ahad)’ kelimesinin kullanımına benzer. Burada da ‘kimse’ belirsiz gelerek birliği olan her şeyi içermiştir. Bu itibarla her şeyin bir birliği vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir ihtimal olmaksızın ‘rıza’ halini göstersin diye ‘Allah Teâlâ’ya kavuşma’ ifadesini zikretmiştir. Böyle bir kavuşma cennette gerçekleşecektir, çünkü orası Rıdvan, yani ‘razı olma yeridir.’ Allah Teâlâ ile karşılaşan herkes, Mutlu değildir ve mertebelerin Allah Teâlâ’nın kendilerinde yarattığı özelliğe göreburada etkileri vardır. Aynı şey ‘Allah Teâlâ’ya onların etleri, kanları ulaşmaz, fakat sizden olan takva ulaşır’105 ayetinde geçer. Allah Teâlâ bizden kendisine ulaşacak şeyi ‘takva’ olarak belirlemiştir. Allah Teâlâ kullarına onların sahip oldukları şeylerde ve üzerinde bulundukları durumlarda kendi nasibini bildirmiş, kullarını bu sözleşmeye teşvik ederek şöyle buyurmuştur: ‘Sizinle yaptığım ahde uyunuz!'106 Allah Teâlâ’nın sizin üzerinizdeki hakkı, sizinle yaptığı sözleşme ve ahdi yerine getirmenizdir. Bu durum beş namaz hakkında söylenmiş şu hadiste belirtilir: ‘Kim onları herhangi bir haklarını zayi etmeksizin yerine getirirse, Allah Teâlâ katında kendisini cennete girdirmekten ibaret bir ahit elde eder.’

Namaz, kendisiyle kulları arasında yaptığı taksime göre, Allah Teâlâ ile konuşmak (münacat) demektir. Kim namazdan Allah Teâlâ’ya payını verip kendi payını da alırsa, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın hakkını ve nasibini vermiş demektir. Allah Teâlâ âlemlerden müstağniyken âleme ait ve âlemin muhtaç olduğu bir hususta kendisine bir pay nasip belirlemiş ve bir kısım yaratmıştır. Hal böyleyken aslı fakirlik ve -kendi hakikatinde ve var olmasında değil sadecekendindeki zuhurunda bile yoksulluk olan âlem hakkında ne düşünebilirsin? Burada kendi hakikatinde değil de­dik. Çünkü onların kendilikleri bakımından hakikatleri, herhangi bir kimsenin yaratmış olmasına bağlı değildir. Buna mukabil sadece varlık, yokluk vb. durumlarda haller o hakikatlerde tasarrufta bulunur ve bu sayede o hakikat üzerinde hükümlerini izhar edecek kimseye muhtaç kalırlar. Bunu bilmelisin.

O halde hakkını talep edip bu konuda ısrarlı davranan hiç kimse kınanmaz. Fakat Allah Teâlâ bizim için bazı haklar belirlemiştir ki onları terk ettiğimizde bizim adımıza daha büyük bir karşılık ortaya çıkar. Allah Teâlâ böyle hakları terk etmeyi güzel ahlakın bir yönü yapmış, bunun ecrini bizzat kendisine bırakmıştır. Bu durum ‘Kim bağışlar ve arayı düzeltirse, ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır107 ayetinde bildirilir. Hakkını talep edenin du­rumu ise ‘Zulümden sonra kim yardım alırsa onun üzerinde bir yol yok­tur108 ayetinde belirtilir. Ayette onun böyle bir hakkı olduğu belirtilir. Allah Teâlâ da hakkını ve haklarını zayi etmeleri durumunda kullarına karşı böyle yapar; bağışlar, affeder ve ıslah eder. Böylece herkes iki diyarda da O’nun rahmetine kavuşur ve her nerede bulunurlarsa bulunsunlar ilahi rahmet onları kuşatır. Fakat bu rahmette insanlar eşit değillerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cüretle günah işleyenleri iman eden, salih amel edenlerle bir tutacağımızı nıı zannettiler? Onların'ölümleri ve hayat­taki durumları ne kötüdür. Ne kötü hüküm veriyorlar.’109 Allah Teâlâ bilenlerle bilmeyenleri de bir tutmamıştır. Kullar arasında kâmiller, Allah Teâlâ’ya ait üzerinde Hakk bırakmayan kimsedir. Daha doğrusu sahip olduklarında başkasına ait olan bütün hakları yerine getiren kimsedir. Herhangi bir kimsenin veya şeyin üzerinde hakkı varsa, şeriatın belirlediği tarzda o nasibi verir. Hakkı yerine getirdiğinde, şeriat tarafından kendisine ait olduğu zikredilenlerin hepsi ona döndürülür. Allah Teâlâ onunla yaptığı ah­di yerine getirdiğinde, kul bir karşılık olarak değil, ihsan ve lütufla verdiklerini Allah Teâlâ’dan alır. Böyle birisi işi olduğu hal üzere bilen Allah Teâlâ âlimlerindendir. Onlar, kendilerini sadece Allah Teâlâ’nın bildiği yaratılmışlar içindeki Efrad’dır.

Saadete ulaşma hususunda en kâmil yola dikkatini çektim, onun üzerinde başka bir muduluk yoktur! İşte ey kardeşim! Bunun ardında yine de iş mühim, yapılacak olan iş büyüktür. Bu konudaki sorunlar daha büyük ve ağırdır. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli (işin sonu demek olan) gayenin hayret olduğunu kabul etmiştir ki, hayret, acizliktir. Allah Teâlâ’nın kulları nezdinde bir hakkının ve nasibinin olduğunu açıklamak için bu kadar açıklama yeterlidir. Allah Teâlâ o nasibi ve hakkı ‘Hakk ediş yoluyla’ on­lardan talep ettiği gibi vekâlet yoluyla da başkalarının hakkını onlardan talep eder. Ayette belirtildiği üzere, Allah Teâlâ sadakaları vekâlet yoluyla alır, onları berekedendirir ve nemalandırır. İnsanlar kendisini vekil edinmeseler bile Allah Teâlâ, bir rahmet ve lütuf olarak kendiliğinden insan­lara vekillik eder. Bir kavmin ise kendi seçimleriyle vekilleri olur. Onlar Allah Teâlâ’nın kendilerine O’nu vekil edinmeyi emretmiş olması nedeniyle Allah Teâlâ’yı vekil edinirler. Yoksa onlara emretmeseydi, kölenin/kulun O’nu vekil edinme cüreti olamazdı. Allah Teâlâ kullarına iyilik yaparak büyüklü­ğünden inerek gizli lütfuyla onlara tenezzül edince, onlar da kendisini vekil edinmiş, bu ilahi tenezzül onlarda naz haline yol açmıştır.

Hadiste ‘Allah Teâlâ kulun namazından şuurla kıldığı kısmı kabul eder’ denilir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın hakkıyla ilgili kısmı yerine ge­tirmeyi pekiştirmek istemiştir. En çoğunu yarım saymıştır. Bu kısım Allah Teâlâ’nın kulun namazından kendisi için belirlemiş olduğu kısımdır. En azı ise onda biridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Namazın onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte bi­ri, üçte biri ve yarısı... (kabul edilir).’ Yarım ancak Fatiha’da zikredil­miştir. Bu nedenle onun manasını anladık ve namazın bütün fiillerine, sözlerine, hatta Allah Teâlâ’nın bizi yükümlü tuttuğu tüm amellere yaydık. Onun belirlediklerine gelirsek, bunlar Fatiha’nın sınırlı olduğu dokuz kısımdır. Birinci kısım besmele’dir ‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla.’110 İkincisi ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir’111, üçüncüsü ‘Rahman ve rahimdir’112, dördüncüsü ‘Din gününün sahibidir’113, beşincisi ‘Ancak sa­na ibadet ederiz’114, altıncısı ‘Ancak senden yardım dileriz’115, yedincisi ‘Bizi sırat-1 müstakime ulaştır’116, sekizincisi ‘Nimet verdiklerinin yolu­na’117, dokuzuncusu ‘Gazap ettiklerinin veya dalalette olanların yoluna değil118 ifadeleridir. Namazından gafil ve zarara uğrayan insan Fatiha’da zikretmiş olduğumuz kısımların herhangi birisinde Allah Teâlâ karşı­sında huzur halinde olmayandır. Buna Allah Teâlâ’nın ondan yanma kadar kabul edeceğini zikretmiş olduğu kısımlardır. Kim besmeleyi Fatiha’dan ayet kabul edip onu ayırmazsa, Fatiha’da zikrettiğimiz üzere taksim gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki hükmü müçtehidin hükmüyle birdir. Allah Teâlâ müçtehit içtihat ederken onunla beraberdir. Kim içtihadıyla besmele’yi Fatiha’dan ayrı sayarsa, besmele’nin Fatiha’dan ayet olmadığını söylemiş olur. Onun için dokuzunca kısım ‘Da­lalette olmayanların yolu119 ayetidir. Bununla birlikte besmele bir kısım olmaya daha uygun ve daha Hakk sahibidir, çünkü hiç kuşkusuz besme­le, Allah Teâlâ’yı bilenlere göre Kur’an’dandır. Onun surelerde tekrarı, Kur’an’da diğer kelimelerin tekrarı gibidir. Dokuza ilave olan kısım ise namaz kılanın tilavet esnasında kelimenin harflerini ‘akletmesidir.’ Ba­zen namaz kılan kişi kelimenin harflerinden bir harfi akleder ve diğer­lerinden gafil kalır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu ayederden ‘ancak aklettiği kabul edilir’ sözünün anlamı budur. Akıllı kişi, Allah Teâlâ’nın kendilerini ek­siksiz kabul etmesi için bu kısımları tam yerine getirendir. Kim bu kı­sımlardan herhangi birini namazında eksik yaparsa, Fatiha suresini okumasındaki bu eksiklik nafile namazlarında telafi edilir ve öyle biri­nin nafile namazları çoğaltması gerekir. Nafilelerdeki okuma farz na­mazdaki Fatiha eksikliğini telafi etmezse, belirli bir namazın dışında huzur halinde okumuş olduğu Fatiha ile o eksiklik tamamlanır. Bu­nunla birlikte o bütün fiillerinde namazda olabilir, çünkü böyle birisi sürekli namaz halindekilerden olabilir. Onlar, her anlarında Allah Teâlâ’yı zik­redenlerdir. Başka bir ifadeyle onlar bütün hallerinde Allah Teâlâ’ya münacat edenlerdir.

Kısaca Allah Teâlâ’nın kullarını yükümlü tuttuğu işlerdeki payı, onlara farz kıldığı hususlardır. Kulların Allah Teâlâ’dan nasipleri ise Hakk’ın onlar hakkında üzerine borç yaptığı hususlardır. Bütün bunlarda nafilenin karşılığı nafiledir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bu meseledeki payı onu tasdik etmek, kendine ve getirdiklerine imandır. İmanın tezahür ettiği hususlardan birisi, za­manların en hayırlısının namaz ve ezan zamanı olmasıdır. Şefaatin ve konuşmanın en hayırlısı ise Rahman’ın izin verdiği kimselerin şefaati ve konuşmasıdır. Bunlar Hakk’ın peygamberinin bize getirdiği ve teb­liğ ettiği hususlardandır. Bu (vahyi alırken) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tecelli eden Hakk’ın karşısında ‘tedelli’ etmiş, tecelli kendisini bayıltmamış, aksine tecelli eden karşısında uyanık tutmuştur. Bu nedenle tecelliye yönelmiş, ondan yüz çevirmemiş ve geriye dönmemiştir. Onu tasdike gelirsek, tasdik peygamberin Allah Teâlâ katından bize gelmiş olduğunu O’nun bildirmiş olmasından kaynaklanır. Peygamber Hakk’a yakın zattır. Onun getirdiklerine imana gelirsek, bu imanın nedeni Hakk’ın verdiği haberdir. Bu bağlamda kendisine iman etme hususunda Hakk’ın haberleriyle onun getirdiği şeylerle Hakk’tan verdiği haberlere iman birbirinden ayrıdır. Dolayısıyla ona ancak sırrında Hakk’ın hitap ettiği kimse iman edebilir. Bununla birlikte muhatap bunun farkına varmaz veya kiminle konuştuğun bilemez. Sadece kalbinde tasdik (duygusu) bulan ona iman edebilir. Keşif ve huzur ehli ise kulaklarıyla duyarak ve kalpleriyle Hakk’ın kelamını tanırlar ve peygamberin Allah Teâlâ’nın katından gelen elçi olduğunu öğrenirler. Böylece basiret üzere peygambere iman ederler. Peygamberin getirdiklerine ise peygamberin sırrında kendisiyle konuştuğu kimse iman edebilir. Bununla birlikte konuşulan kişi bunu fark etmeyebilir veya kendisiyle konuşanı tanıma­yabilir. O kişi sadece peygamberin getirdiği şeye kalbinde bir tasdik bulur. Keşif ve huzur ehli ise kalpleriyle, kulaklarıyla ve ‘gözleriyle’ duyarak (ve görerek) peygamberin sözünün Allah Teâlâ katindan gelmiş ol­duğunu öğrenirler. Allah Teâlâ’nın dışında birisinin katında olsaydı onda pek çok ihtilaf bulurlardı. Böylece basiret üzere ona iman ederler.

Peygamberin getirdiği hususlara imandan söz ederken ‘gözleri’ zikrettik, fakat aynı şeyi Hakk’ın kelamını duymada söylemedik, çünkü peygamberi rüyamızda gördüğümüzde hiç kuşkusuz onu görmüş olu­ruz. Hakk ise böyle değildir. Onu gördüğümüzde, kendi menzilimizi ve Hakk’a dair tasavvurumuzu görmüş sayılırız. Bu nedenle haberini tas­dikten söz ederken ‘gözler’den söz etmedik. Kalpler ve kulakları ise bilhassa haber için kullandık, yoksa Hakk’ın onu söylemiş olmasıyla ilgili olarak söylemedik. Çünkü Hakk’ın karşısında kalplerin, kulakların ve gözlerin idraki eşittir. Alemdeki herhangi bir kimse herhangi bir şeyi idrak ettiğinde gerçekte Hakk’ın karşısında kendi menzilini ve su­retini idrak etmiş demektir. Öyleyse hiç kimse Hakk’ı idrak etmemiş­tir. Bu nedenle zikrettiğimiz ve açıkladığımız hususa dikkat çekme üzere ‘duyan’ olmaları bakımından kalpleri ve özellikle haber için ku­lakları zikrettik.

Bunu öğrenince, hiç kuşkusuz, üzerinde bulunan Allah Teâlâ’ya ve pey­gamberine ait hakları yerine getirmiş olursun. Bu konuda Allah Teâlâ eh­linden bir grup konuyu Allah Teâlâ’dan öğrenmemiş oldukları için yanılmış­tır. Allah Teâlâ ehlinden bir cemaat hata yapmışken şekilci âlimler nasıl yapmasın! Bu meselelerde imandan hareketle konuşan kimse, söyledik­lerimizi söylemelidir ve öyle bir insan zevkinden konuşuyor demektir. Bu bağlamda iki hatta üç şahsın peygamberin elinde gerçekleşen muci­zeye tanıklık ettiklerini görürsün. Allah Teâlâ söz konusu mucizeyi getirdiği vahye delil olsun ve bizzat kendisini tasdik etsin diye peygamberin elinde izhar eder. Mucizeye şahit olanlardan birisi, onun hakikat oldu­ğundan emindir, fakat yine de inkâr eder. İkinci şahıs ise mucizenin delaletini bilmediği için, böyle bir delil onda delil olmaz. Üçüncü kişi iman eder ve tasdik eder. Hâlbuki üçü için de yer aynı, göz bir ve dış­taki algı birdir. Buradan şun\ı anladık: İman ve tasdik eden kişinin kal­bine Hakk tecelli ederek gerçeği doğrudan ona bildirmemiş olsaydı, o da peygambere iman etmez, tasdik etmez ve diğer arkadaşları gibi dav­ranırdı. Aynı durum peygamberin getirdiklerine iman etmede geçerlidir: Allah Teâlâ onun kalbine tecelli ederek gerçeği vasıtasız bildirmeseydi, peygamberin getirdiğine iman etmez ve onu tasdik etmezdi. Bununla birlikte mümin bu tecellinin farkına varmayabilir ve nasıl iman ettiğini bilmeyebilir. Başka bir ifadeyle her mümin imanın onun adına nereden gerçekleştiğini bilmez. Duyduğumuza ve gördüklerimize göre, Allah Teâlâ’nın peygamberine iman eden bazı kimseler, peygamberin davetini işittikle­rinde ve kendisini gördüklerinde bir mucize veya herhangi bir delil istemeden kendisine iman etmişlerdir. Söz konusu insanlar içlerinde peygamberin iddiasında doğru söylediğini ‘bulmuş’, beklemeden ve ayak sürümeden hemen kendisine iman etmişlerdir. Bunun nedeni an­cak kalbe gerçekleşen ve sözünü ettiğimiz tecellidir. Hâlbuki o kişi imanının tecelliden kaynaklandığın bilmeyebilir. Bu ölçüdeki bir bil­giyle keşif ehli diğer müminlerden üstün olmuştur. Onların keşifleri olmasaydı, işleri ve varlıkları şöyle böyle tafsil edemezlerdi. Öyleyse peygamberin payı, kendiliğinde ve Allah Teâlâ katından getirdiği hususlarda (kendisine iman ederken) onu rabbine katmaktır.

Bu bilgide yetimlerin payına gelirsek, gerçekte bu pay, sana ait iş­lerde iddianın dışına çıkacak vaktin gelmesidir. Senin payın o vakit gelmezden önce fiillerini kendine izafe etmendir. Bu esnada sana itiraz olmaz, senden (fiillerin) çekip alınmaz, sana bir zorlama olmaz. Ol­gunluk çağı geldiğinde, perdelenirsin ve bütün hareketlerinde sınır­lanma gerçekleşir. Artık davranışlarına Hakk’ın hükümleri yöneür, çünkü onlar sende ortaya çıkmış Hakk’ın fiilleridir; sende ortaya çık­mamış olsalardı, hükme ilahi hitaba veya hükme konu olmazlardı. ‘Onların sende ortaya çıkmış olması’, fiillerin sana ait olduğu iddianın ta kendisidir. Allah Teâlâ ise seni yükümlü tuttuğu hususlarla seni sınırlaya­rak sana şunu öğretmek ve dikkatini çekmek istemiştir: Söz konusu fiiller senin gerçek ve mutlak mülkün olsaydı, -kendisine değilsana ait bir meselede Hakk’ın tasarrufta bulunması mümkün olmazdı. Bunun sebebi şudur: Akıl olgunluk dönemine ermiş ve kişide akıl ve düşünce sağlam bir şekilde yerleşmiştir. Allah Teâlâ’nın sana vermiş olduğunu akılla, kendinin (fiiller için) zuhur mahalli olduğunu ve bütün fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görmen gerekir. Fiiller sana ait değildir. Böyle bir hal sende kendiliğinden gerçekleşmiş olsaydı, Allah Teâlâ sana bu fiiller hakkın­da yasak koymaz ve bu hayatta seni yükümlü tutmazdı. Bakınız! Aklı olgunluk derecesine ulaşmayana sınırlıma olmadığı gibi Allah Teâlâ öyle bir insanı yükümlü de tutmaz. O, aklının hükmünden perdelenmiş bir mecnundur. Aynı şey uyuyan ve akla sahip olmayanlar için geçerlidir.

Bununla birlikte insan söz konusu niteliğin kendisinde oluşmasıyla dünya hayatında yükümlülüğün gerekli olduğu vakte ulaşır ve ardın­dan kendisinden perde kalksa bile yine de yükümlülük ve şeriatın hita­bı kendisinden kalkmaz. Bunun nedeni hükmün Hakk değil yere ait ol­masıdır. Çünkü kıyasla meseleye bakarsak, bu Hakk ulaşan birisinden yükümlülüğün kalkması gerektiği hükmünü verebiliriz. Fakat içinde bulunulan yerin bir hükmü olmalıdır. Nitekim müşriklerin çocukları ve kâfirlerini bu diyarın hükmü nedeniyle babalarına katarız. Bununla birlikte onların fıtrat üzere olduklarını da biliriz. Onlar şirk koşmamış, kâfir olmamışlardır. Hâlbuki içinde bulunulan yerin bir hükmü vardır. Ahiret vakti gelip oraya göç ettiğimizde, bu diyarın hükmünün dışına çıkarız. Böylece rıza vb. mahalline ulaştığımızda, yükümlülük bizden düşer. Aynı şey Allah Teâlâ’nın bu hayatta mutlu olduğunu bildirdiği kimse için geçerlidir. Allah Teâlâ başka birisine de bedbahtlığını bildirir. Bununla birlikte bu bilgi onlarda yükümlülük veya engellemeyi kaldırmaz. Çünkü bu hayatta hükümlerin (nevamis) konulma nedeni dünya ve ahiret maslahatıdır. Öyleyse imkânsız olan, dünya hayatı devam edip içindekiler orada yaşadığı sürece, yükümlülüğün ortadan kalkmasıdır. Böyle olmasaydı perde kalktığında, yükümlülüğün de kalkmış olması gerekirdi. Çünkü öyle bir insan Allah Teâlâ’dan başka fail görmez ve bir şey kendine yasak koymaz! Allah Teâlâ kendine bir şeyi zorunlu kılarsa, bunun maksadı, kendi başımıza üzerimize zorunlu saydığımız hususlara bizi ısındırmaktır. Biz bir şeyi Allah Teâlâ için kendimize farz kılarsak, O da bir­birimizden ayrışalım diye, o hükmü bize farz yapar; öyle bir durumda o işi yapmazsak, günahkâr oluruz, hâlbuki Hakk kendine vacip saydığı bir işi terk ederse öyle bir hüküm ortaya çıkmaz. Çünkü günahkâr ve asi olmak, başkasının farz kılması karşısında ortaya çıkan bir hüküm­dür. Bir şeyi biz kendimize vacip kıldığımızda gerçekte onu farz yapan Allah Teâlâ olmasaydı, yapmadığımızda asi ve günahkâr olmazdık. Başkası­nın kendisine bir şeyi farz yapmadığı kimse böyle bir işi yerine getirdi­ğinde, bu durum onun bir ihsanı, iyiliği ve güzel ahlakı olur.

Şöyle sorabilirsin: Bu durum hayırlarla ilgilidir. Kötülük söz ko­nusu olduğunda durum ne olacak? Şöyle deriz: Gerçekte sadece hayır vardır ve hayır iki kısımdır: Bir kısmı sırf hayırdır ve onda kötülük bu­lunmaz. Diğeri, karışık hayırdır. Bu kısım, kendinde bir tür kötülüğün bulunduğu kısımdır. Nitekim nahoş ilacı içmeyle ilgili olarak bu mese­leyi açıklamıştır. Başka bir misal ise günah işleyen ve itaat eden mü­mindir. Mümin kendisine itaatin katışmadığı bir günah işlemesi müm­kün değildir, çünkü bir günahın ‘günah’ olduğuna inanmak da itaattir!

Burada ‘kalbi olana’ bir uyan vardır. Böylece iş, ahirette buluğ ça­ğına ermezden önce yetimin üzerinde bulunduğu duruma döner. Bu­rada yetimlerden söz ettik. Yetim olmasa bile buluğ çağma girmeyen bütün çocuklar da öyledir. Çünkü yetim velisinin tedbiri ve yönetimi altındadır ve veli ise müminlerin velisi olan Allah Teâlâ’dır. Babasının tedbiri altında bulunana ise babası varken bakılmaz. Çünkü fer (dal) yakın kökünden yardım alır. Bakınız! Meyve kendi kökü olarak ağacın dalını bilir, çünkü o daldan yardım alır. Dal ise meyvenin bilmediği kökü tanır. Yetim babasının ölmüş olduğunu öğrenir ve kalbi kırılır. Ona rehberlik edecek bir kökü ve aslı yoktur. Allah Teâlâ’yı bilenler ise yetime ba­basının kimi varsa kendisinin aynı kimsesi olduğunu öğretir. Babasının sahibi Allah Teâlâ’dır. Böylece yetim tüm işlerinde Allah Teâlâ’ya yönelir.

Yetimin kendisi hakkında Allah Teâlâ karşısındaki durumu böyle olunca, Allah Teâlâ da kendi payını bollaştırmak üzere yetimin ganimette payını be­lirlemiştir. Bu pay sabinin fiilleri kendisine izafe edip bu konuda bir yasaklama ve yükümlülükle muhatap olmamasıdır. Kim bir yetimin başını sıvazlarsa, her saça karşılık bir sevap alır. Aynı durum yetimin dışındakiler için geçerli değildir. Yoksulun (miskin) durumu da güçlü bir hamisi olmamada yetime benzer. Allah Teâlâ onun zayıflığını ‘güçlen­dirmiş’, başka bir ifadeyle zayıflığına zayıflık katmıştır. Çünkü yaratdmış asıl itibarıyla zayıftır. Allah Teâlâ onun zayıflığına zayıflık kattığında, miskinlik ortaya çıkar ve artık hiçbir gücü kalmaz. Miskin iken güçlü olduğunu iddia ederse, Allah Teâlâ ona kızar, çünkü haline aykırı bir durum sergilemiştir. Başka bir ifadeyle böyle bir yoksul ve miskin, kendini bulunduğu makamın gerektirmediği bir halle yükümlü tutmuş demek­tir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kıyamette üç grup insanla konuşmaz ve onlara bakmaz, onları tezkiye etmez, onlar için büyük azap vardır; yalancı hükümdar, yaşlı zâni ve kibirli yoksul.’ Yani büyüklenmede abartılı davranan yoksula Allah Teâlâ bakmaz. Nitekim

Allah Teâlâ, miskinin zayıflığını artırmıştır, çünkü o miskin olmak bakımın­dan iki zayıflık sahibidir: Birincisi aslı itibârıyla olan zayıflık, İkincisi fakirliktir. Bu zayıflık nedeniyle miskin başını kaldıramaz. Hâlbuki mal sahibi öyle değildir. Mal sahibi zengin kendinde malın gücünü bulur. Bu nedenle de mal ‘mal’ diye isimlendirilmiştir, çünkü o sahibini ya hayra ya da kötülüğe yönlendirir; mal sahibini itidalde bırakmaz. Mis­kin ise kaderin akıntıları altında sakin bir halde Allah Teâlâ’nın geceleyin ve gündüz vakti kendisine getireceği şeylere bakar durur. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın onun vasıtasıyla ve kendisinde uygulayacağı işlerle mutmain­dir. Bilir ki Allah Teâlâ’dan kaçarak sığınılacak kimse yine Allah Teâlâ’dır ve Allah Teâlâ dilediğini yapandır. Böyle bir miskin, Allah Teâlâ’nın taksiminin içinde bu­lunduğu durum olduğundan hakka’l-yakîn bir şekilde emindir. Allah Teâlâ ise şu sözüyle onun kırıklığını telafi eder: ‘Ben kalpleri kırık kimselerle beraberim.’ Çünkü kalbi kırık birinin yanına geldiğinde, hal ve söz ola­rak onun yanında sadece Allah Teâlâ’nın oturduğunu görürsün! Bu nedenle Allah Teâlâ kendisinin bir çabası olmasa bile ganimette ona pay vermiştir. Allah Teâlâ başkasını ona hadim etmiş, miskin de başkasının gayretiyle ve yorulmasıyla (elde edilen ganimetten) Allah Teâlâ’nın kendisine ulaştırmış olduğu malla rahatlamıştır. Onun durumu bilgisi olmayan cennet ehli müminin durumuna benzer. Daha vakfe yerinde iken Allah Teâlâ’yı bilenlerin menzillerini görür, üzülür, pişman olur. Bunun üzerine Allah Teâlâ cehen­nemlik âlimlere yönelir, onun bilgi elbisesini çıkartır ve mümine giydi­rir. Mümin de cennette o bilgiyle birlikte bilginin menziline yükselir. Çünkü her bilginin cennederde bir menzili vardır ve oraya ancak o bil­ginin sahibi yerleşebilir. Bilgi cennette kendi menzilini talep eder. Allah Teâlâ’nın mümine giydirdiği bilginin sahibi olan âlim ise cehennem ehlidir -onlar ateşin ehlidir. Binaenaleyh bilgi kendi başına var olamaz ve kendi başına kaldığında o menzilden düşer. Öyleyse bilginin bulundu­ğu bir mahal olmalıdır. Allah Teâlâ da bilgisiz Mutlu-mümine o bilgiyi giy­dirir, o da bilgiyi menziline yükseltir. O yerin ne büyük hasreti vardır!

Fakat cahil müminin cehennem ehli olanlardan aldığı bilginin ne tür bilgi olduğunu araştırmak gerekir Cehenneme giren kişi dünya hayatında bir bilgi sahibi olsa bile, bilgisine bir kuşku girmiştir. Onun hayretine gelirsek, bu durum onun araştırma mahallinde olmasından kaynaklanır. Bilgisiyle birlikte sahip olduğu halin kendisinden izalesine gelirsek, böyle bir insan dünya hayatında (bilgisine giren kuşku nede­niyle) onun cehalet olduğuna inanmıştı. Ahirette ise bilgi olduğuna inanır. Böyle bir bilgi sahibinden çekip alman ve âlim olmayan cennet­lik mümine giydirilen bilgidir. Hal böyle olunca, Allah Teâlâ ölüm vaktinde cehennemlikler üzerinde -ki onlar ateş ehlidircehenneme yakışan bilgiden başka bir bilgi bırakmaz. Bunun dışındaki ilimler ise cehenneme değil cennet ehline özgü ilimlerdir. Allah Teâlâ öyle bir bilgi sa­hibine yaşarken veya can çekişme esnasında bir kuşku verir. Söz konu­su kuşku onun aklına girerek kendisini bilgiden uzaklaştırır veya şaşır­tır, sonra da bu hal üzere ölür. Hâlbuki bilgi gerçekte doğruydu. Böyle bir bilgi cennet ehline giydirilecek bilgidir. Başka bir ifadeyle dünya hayatında o konuda bilgiye sahip değil ve cehennem ehlinin bilgisine tamah ettiklerinde, bu bilgi onlara giydirilir. Böylece cehennemlik ki­şinin kuşku üzere ölmüş olduğu hakkında kesin bilgi ortaya çıkar. Ga­nimette miskinin payı bu demektir. Çünkü dünyada kuşkuyla kendi­sinden çekip alınan şey o kişiyi yormuş ve bitap bırakmıştır. Yorulma­nın neticesinde ‘ganimet’ elde edince, bu kez kuşku bilgisine girmiş, bu durumda ise miskinin payı haline gelmiştir.

Yol oğluna (ibnü’s-sebil) gelirsek, onlar Allah Teâlâ katında en değerli gruplardır, çünkü çocuk babasından uzaklaştırılamaz. O ‘yol oğlu’ diye isimlendirilmiştir, çünkü menzilin imkânsız olduğunu bilir. Bilir ki bir durum üzere kalmak da imkânsızdır. Başka bir ifadeyle hem salik hem Rabbin tecellisi ve hatta bizzat Rabbi için bir halde kalmak mümkün değildir; çünkü rab yaratıklarının işlerindedir. Onlardaki durum sürek­li ve her zaman yenilenme şeklinde ortaya çıkar. Ayakları bir yerde sa­bit durmayan kimse ise harekedi ve yürüyordur. Böyle bir insan ancak yolda hareket eder. Bu bağlamda dünyada ve ahirette sürekli kendile­rinde yürünen yollar vardır. Bu bilgiye sahip insan dünyada ve ahirette ‘yol oğludur.’, O kendini yola vermiş, onunla ilgilenmiş ve onda yolcu olarak bulunmuştur. Yolcunun ise azığa ihtiyacı vardır ve bu nedenle Allah Teâlâ ona ganimetten pay ayırarak gayretinin bulunmadığı bir şeyle kendisini besler. Ayette geçen ‘yol oğlu’ mücahidin kendisi de olabilir. Yol ise ahit ve tarif bildiren belirlilik takısı nedeniyle ‘Allah Teâlâ’nın yolu’ olabilir. Allah Teâlâ bu yol hakkında ‘Allah Teâlâ yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyin120 buyurur. Kastedilenler cihatta şehit olanlardır. Böylece mücahidin ganimetteki payı Allah Teâlâ’nın yol ehli adına belirlemiş olduğu miktar olmuştur. Bu kısım, sadakalarda onun adına belirlenenin dışın­da, bilinen miktardır. Bunu bilmelisin! Çünkü bu ‘Allah Teâlâ’ya ve furkan günü kuluna indirdiğine iman etmişseniz’ iyi bir uyarıdır. Allah Teâlâ’nın öğ-

#                                                  #                                      I

retmesiyle, Kürsüde iki ayak olarak ortaya çıkan iki kelimeyle iki kab­zayı ayırt etmelisin. Çünkü Allah Teâlâ ehli -ki onlar ahiret çocuklarıdırAllah Teâlâ’ya giden yolculukta ‘yol çocuklarıdır.’ Onlar ‘udve-i dünya (yakın taraf)’ ile Allah Teâlâ karşısında yakın mertebe ve makam elde etmiş olanlar­dır. Ötekiler Allah Teâlâ karşısında cudve-i kusva (uzak taraf)’ cihetinde bu­lunurlar. Onlar, dünya hayatının ve ondaki yolların çocuklarıdır. Binek sizden daha aşağıdadır. Allah Teâlâ aşağıda olmayı onlara vermiştir. Çünkü ‘Kâfirlerin kelimesi süflidir121 Kim senden aşağıysa, sen onun üzerinde­sin. Çünkü siz muduluğun kendilerine tahsis edildiği Allah Teâlâ ehlisiniz. ‘Allah Teâlâ ise kelimesi yüce olandır.’122

Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın hükmü ve kazasıyla gerçekleşir, yoksa öne geçmiş bir sebepten (el) değil, öne geçmiş ilahi inayetten kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bizim tarafımızdan haklarında iyiliğin öne geçtiği kimseler yaklaştırılanlardır.’123

Bakınız! Allah Teâlâ ehli udve-i dünya’yla yolculuk eder

Şirk ehli udve-i kusva ile

Uzaktaki aşağıdakiyle ayrışır

Yakını da yüksek olana ulaşır

Düşünmezler mi binek yakındır onlara

Herkes kendi mertebesine daha yakın

Allah Teâlâ’nın böyle bir yere ve bu tarz bir taksime -ki ganimettir söz konusu olanbeşi tahsis ettiğini görünce, anladık ki Allah Teâlâ âlemde mu­teber kısımlar arasından (herhangi birini değil) sadece karşılaşma vak­tinde ordunun düzenini dikkate almıştır. Orduyu dikkate almasına ge­lirsek, Allah Teâlâ orduyu malik ve kahır olması itibarıyla dikkate alır. Bu itibarla Allah Teâlâ kendisiyle didişen düşmanlar yaratmıştır. Ordu karşılaş­ma esnasında beşe taksim edilir. Birincisi kalptir. Kalp imamın yeridir ve kulun bedeninden Allah Teâlâ’nın kendine ayırdığı mahaldir. Allah Teâlâ ‘kulu­mun kalbi beni sığdırdı’ buyurur. Geride kalan kısımlar ise, sağ, sol, ön ve arka kısımlardır. Bunun için beşte bir Allah Teâlâ’ya ait olmuş, kalan dört adet beşte bir ise, diğerlerine ait olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ düşma­nın bize önümüzden ve ardımızdan geleceğini bildirmiştir. Düşman ardımızdan geldiğinde onu ayağımızla ve topuğumuzla; sağımızdan gelince sağımızla, solumuzdan gelince solumuzla karşılarız. Düşmanın gayesi, kalbe ulaşıp ordunun komutanını kalpten izale etmektir. Düş­manın başka bir gayesi yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ nazargahı olan ve kendisini sığdıran kulun kalbinden bu yerlere yerleştirdiği kimselerle kalbi müdafaa etmek ister. Düşman o yerlerden kalbe girmek isterken ordu kalbi korumak için savaşır. ‘Allah Teâlâ yolunda savaşanlar O’nun ke­limesi yüce ve kâfirlerin kelimesi süfli olsun diye savaşırlar’ mealindeki hadiste belirtilen durum budur. Kâfirler düşmanlardır. Allah Teâlâ bâtında kalpten onlara yardım ederken onlar zahirde düşmanın fırsat kollamış olduğu yönlere karşı kalbi savunurlar. Bu nedenle ganimetin beşte biri O’na aittir. Allah Teâlâ ganimette kendi payını belirlemiştir, çünkü düşman­lara karşı müminlere yardım eden O’dur. Ordu O’nun dinine yardım eder. Bu durum ‘Allah Teâlâ’nın iman edenlerin velisi olması kâfirlerin ise velisi­nin olmayışından kaynaklanır.’124 Başka bir ifadeyle kâfirler, kendilerine yardım edecek bir "kalbe sahip değillerdir.

Allah Teâlâ’nın bol bir payı var

Bir artış olmaksızın ganimetin beşte biri

İmar ettiği kalp O’na ait O, saygın ve ilahi Arş

Kalanı ise taksim etmiş Bazı kullarına bir ihtisas olarak

Kalemimin yazdığını öğrenen Varlığın verdiğini elde etmiş demek

Ya bir resul veya vâris veya veli Bildiğimiz kadarıyla sadece müşahedesi var

Allah Teâlâ’nın bildirdiğine gelirsek Benim bir katkım yok onda, bir ihsan o

Bu menzildeki ilimlerden birisi şudur: Bir bilgi bütün bilinenlere mi ilişir, yoksa bilinen her şeyin bir bilgisi mi vardır? Yoksa biline nispede durum değişir mi? Bilgi nedir? Acaba o bilenin zatı mıdır, yoksa ondaki bir nitelik midir, yoksa bilenin zatı veya sıfatı olmayan bir nis­pet midir? Eşya arasındaki münasebederin yol açtığı bir araya gelme ve içrima bu menzilden öğrenilir. Senin amelinle amel edenin senden ol­duğu bu menzilden öğrenilir. İstinat bilgisi, bu menzilden öğrenilir. İstinat edilenin himayesi ve meşakkatte ortaklığı, terk edilmesi uygun görülen şeyin terk edilmesi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o şey sana sevimli gelebilir. Herhangi bir şeyin sarsamayacağı iman bu menzilden öğrenilir. Güzel ahlakın bulunduğu kimsede gerekeli kıldığı hususlar, bu menzilden öğrenilir. Makamlar ve bu menzilin ilgili oldu­ğu hususlar buradan öğrenilir. Çok ve azm bilgisi ve bilkuvve sayıca çok olan buradan öğrenildiği gibi sayıca ve bilkuvve az olan bu men­zilden öğrenilir. Ayakların kaydığı husus buradan öğrenilir. Ayakları kaydıran şey, Allah Teâlâ’nın sana senden istekte bulunan kimseler karşısında isteklerine göre davranma özelliği vermesidir. Bu ayakları kaydıran bir şeydir. Bunun nedeni, gayelerin farklılığı ve müminin kendisini sınır­lamış olduğu şekilde hükümleri taklit etmekle yükümlü olmasıdır. Ki­şinin istidatlı olduğu şey ile istidadı olmadıkları bu menzilden öğreni­lir. Durumunu bilmediğin kimseye nasıl davranacağın buradan öğreni­lir. Alemden veya Hakk’tan senin mukabilin olan şeyin ancak senin nite­liğinin olduğunu bu menzilden öğrenirsin. Başların hüküm itibarıyla kuyruklara katılması bu menzilden öğrenilir. Bu hal, başm yönettiği kimselerle eşidendiği bil haldir. Misal olarak üzerinde bulunan kimse­nin türü olduğu orta türü verebiliriz veya altındaki şeyler için cinsi ve­rebiliriz. Teşvik ilmi buradan öğrenilir. Ondan uzaklaşma fayda verir mi, vermez mi? Uyanıkken duyulur suretteki hayalin idraki bu menzil­den öğrenilir. Dıştan veya içerden duyulur bir şey yoktur. Aksine o su olarak gördüğün bir seraba benzer. Başka bir misalde ise serapta bü­yük gördüğün küçüğe veya uzaktan siyah gördüğün beyaz dağa ben­zer. Bunlar, hayalin duyunun dışında olan şeylerdir.

İnsanın kendine helaki çağırmasına yol açan durum buradan öğ­renilir. Bu esnada insan nefsinde helakini gösteren bir alamet arar. Güç yetiremeyeceği halde, kişinin güç yetirdiğini zannettiği şey buradan öğrenilir. Aciz bırakma (i’caz) neye döner. Yaratılmışın güç yetireme­yeceği bir şeye mi, yoksa daha önce güç yetirip sonra engellendiği bir duruma mı döner? Takvanın sahibine kazandırdıkları bu menzilden öğrenilir. Peygamber ve müminler arasındaki fark, bu menzilden öğ­renilir. Muhatabın kendisiyle konuşurken anlamasını irade ettiği şey buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’ya ait olduğu ortaya çıkan ve âleme ait olanlar ile âleme gözüken fakat Allah Teâlâ’ya ait hususlar bu menzilden öğrenilir. Yönler, ihata, sükûn ve hareket bu menzilden öğrenilir. Ahiretteki ya­rarlar bu menzilden öğrenilir. Korku yerinde emniyeti gerektiren se­bep buradan öğrenilir. Böyle bir şey geçerli midir, değil midir? Mevtin ne demektir? Şahıstaki bir hal midir? Bu durumda kişinin mevtini onun hali olur. Veya halin dışında bir şey midir? Nefislere hâkim ve­himlerin varlığını gerektiren sebepler bu menzilden öğrenilir. Onlar, ilahi tecelli suretlerindendir. Övülen istek ile kerih görülen istek, bu menzilden öğrenilir. Salahı ve en iyiyi gözetmek, bu menzilden öğreni­lir. Bu gözetme kim için zorunludur. Tehdit ve vaat bu menzilden öğ­renilir. Savaşmak üzere insanların safları ve iki topluluk görülünce, di­nen kiminle savaşmak gerekir?

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM

Kayyumiyet Secdesinin Menzilinin Bilinmesi; Ayrıca Doğruluk, Mecd, İnci ve Surelerin Bilinmesi

Adalet kubbesine konulduğunda terazi Ve gelince Hakk hüküm vermek ve ayırmak üzere

Bizim için benzersiz bir üçgen ortaya çıkar İkizkenar ve biri benzersiz

Bekası için tercihi lazım İhsanla desteklenen bir iş gerek

Meyil istiva halinde ortadan kalkar Saadet terazisi ağır basar

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, dince ve akla göre Allah Teâlâ mertebesi (ulûhiyet) tek olandır. Binaenaleyh O’ndan başka ilah yok­tur ve O mülkünde ortağı olmayandır; mülk Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeydir. Allah Teâlâ’nın velisinin olmasına gelirsek, veli mülkte ortağın bulun­ması gibi değildir. Çünkü öyle bir şey mutlak anlamda olumsuzlanmış tır. Daha doğru bir ifadeyle ortak, gerçekte varlığı reddedilendir. Veli ise var olandır. Öyleyse veli Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve O’na kendini sevdir­mek üzere yardım eder; belki Allah Teâlâ onu seçer ve kendine yaklaştırır. Yoksa veli Allah Teâlâ’ya (hâşâ) zelil oldu da O’nu zelil kılana karşı veya zayıf kaldı diye yardım edecek değildir. Allah Teâlâ zayıflık ve zilletten münezzeh­tir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz...’125 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ yardım edenlerin en hayırlısıdır126 buyurur. O halde ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz127 ifadesini ancak böyle bir yardımın olması ge­rektiği için söylemiştir. Fakat bu yardım söylediğimiz anlamda olabilir. Bu durum ‘Oııun zilletten (dolayı) dostu yoktur128 ayetinde belirtilir. Ya­ni zelil olduğu için yardımcıya ihtiyacı olmaz. ‘Onu yücelt.’129 Yani O’nu bu iki nitelikten tenzih etmelisin.

Allah Teâlâ aklın ve şeriatın deliline göre esma-i Hüsna (güzel isimleri) veya sıfatları veya nispederi itibarıyla çokluğun birliğine sahiptir. Bil­hassa şeriatın deliline göre, ^atuıd? çokluğun birliğine sahiptir. Bu du­rum kendinden haber verdiği üzere, böyledir. Allah Teâlâ ‘O’nun iki eli açıktır130 buyurur. Başka bir ayette ‘iki elimle yarattığım131 ve ‘Gözleri­mizin önünde cereyan eder132 buyurur. Kalp Rahman’ın iki parmağı arasında bulunur. ‘Gökler sağ elinde dürülmüştür.’133 ‘Rabbimizin her iki eli de sağ ve mübarek eldir.’ Bütün bunlar ve benzer ayet ve hadisler, zattan verilen haberlerdir. Allah Teâlâ bunları kendinden bildirmiştir. Bu­nunla birlikte akli deliller bunları imkânsız sayar. Dinleyici nazariyatçı bir mümin ise, bu ifadeleri tevile kalkar, çünkü o aklıyla hareket et­mektedir. Dinleyici bâtını imanla münevver birisiyse, bu ifadelere Allah Teâlâ’nın onlar hakkındaki bilgisine göre iman eder. Bununla birlikte el, parmak, göz vb. naslarda telaffuz edilen kelimelerin manası da bilinir. Fakat Allah Teâlâ basireti açıncaya kadar bunların kendisine nasıl nispet edi­leceği bilinemez. Basiret açılınca, bu ibarelerle kastedilen şeyi keşif yo­luyla öğrenir, çünkü Allah Teâlâ her peygamberi kavminin diliyle gönder­miştir. Yani konuşanın dinleyene ulaştırmak istediği anlamları ifade etmek üzere yaygınlık kazanmış kelimelerle göndermiştir. Bu nedenle anlam, söyleyene nasıl nispet edileceği bilinmese bile, onu göstermek üzere konulmuş lafzın delaletinden farklılaşmaz. Bu nispetin bilinmeyişi ise ibareyle anlatılan manaya akılda bir zarar vermez.

Birdir O ve çok! Şaşılır O öğrenen için bir mezhep

Bilgi ancak onu elde edene ait Zevk yoluyla ise bir meşrep

Ey talip! O bir hazine O talep ettiğin şeyi getiren

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, bilinenler arasında hükmü kendi zatı olmayıp başka bir şey olan bir şeyin bulunması imkânsızdır. Öte yandan gerçekte bir çokluk nedeniyle bir olmayan hiçbir bir yok­tur. O halde her şey bileşiktir. Bir şeydeki en az bileşiklik, o şeyin ha­kikatiyle hakkında verilen hükmü birden içermesidir. O halde çokluk bulunmayan bir birlik yoktur.

Bilmelisin ki, kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olan (Hakk) için zo­runlu bileşiklik, akılcıların vehmettiği gibi bir zararı O’na vermez. Çünkü akılcıların düşündükleri zarar, farklı türleriyle, mümkün bileşiklikte ortaya çıkabilir. Bu bağlamda belirli bir mümkünde ortaya çıkan özel bir terkip ve bileşiklik, (o terkibi sağlayan) bir belirleyicinin var olmasını gerektirir. Bu durum, bir şeyin kendisi nedeniyle Hakk ettiği durumdan farklıdır. Nitekim özü gereği şekiller kabul eden bir şeyi düşünürken, bu özelliğin onda herhangi bir kimse tarafından yapılmış olduğunu söylemezsin. Başka bir ifadeyle şekilleri kabul etmek, kimse­nin belirlemiş olmasına bağlı değildir. Bir belirleyicinin varlığı, (şekil kabul edici olmanın değil), belirli bir şekli kabul edici olması itibarıyla düşünülür. Söz konusu şekli kabul ederken başka bir şeklin onda bu­lunması da mümkündür. Öyleyse belirli bir şekli kabul etmek için bir belirleyici gerekir, yoksa şekilleri kabul edenin (var olması için) ge­rekmez. Çünkü şekilleri kabul etmek o şeyin kendinden kaynaklanır. O halde varlığı zorunlunun kendisi nedeniyle gerektirdiği ‘zati terkip’ böyle bir hükmün dışındadır. Çünkü akılcılara göre O’nun mahiyeti bilinmezdir. Bu nedenle terkip bilinse bile, O’na nasıl nispet edildiği bilinemez; terkibin manası, zatında ‘çok’ olmak demektir. Öte yandan Allah Teâlâ’nın kadim sıfadara sahip olması, sıfadarı kabul eden Eşarîler vb. kelamcılara göre, O’nun birliğine zarar vermez. Akılla ulaştığımız hü­küm, Allah Teâlâ hakkında herhangi bir şekilde hüküm veremeyeceğimizdir. (Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye ulaşmak üzere) aklî düşünceye dalarak konu uzmanlarından meşhur olduğu üzere O’nun ‘sırf akıl’ olduğunu ileri sürenlerin nihai hükmü -ki böyle birinin imandan nasibi yokturAllah Teâlâ’nın illet olduğu hükmünü vermektir. Allah Teâlâ’nın ‘illet’ olduğu hükmünü verirken O’nun zatında birlik mutlak olarak gerçekleşmemiştir. Diğer akılcılar ise O’nun hakkında ‘nispet’ (terimini kullanarak) hükmünü vermiş, ‘kail olmak’, ‘kadir olmak’ gibi hükümlere ulaşmışlardır. Bu iki nispede Allah Teâlâ hakkında Kail (söyleyen) ve Kadir diye hüküm veririz. Bunların dışındaki akılcılar, O’nun zatına ilave kadim-ezeli ve zatıyla var olan sıfatlarının bulunduğu hükmünü verirler. Bu sıfadar hayat, bilgi, kudret, irade, kelam, duyma ve görmedir ve onların sayesinde Allah Teâlâ Hay, Alim, Kadir, Mürid, Mütekellim, Basîr ve Semi’dir. Mana­ları bakımından bütün isimler, yani ilahi isimler, bu ezelî-kadim ve Hakk’ın zatıyla var olan sıfadarm altına dahildirler.

Akılcıların bir kısmı her ilahi ismin akılda bir anlamı olduğunu kabul ederler. O anlamdan söz konusu anlamın Hakk’ın zatıyla var olan kadim ve ezeli bir anlam olduğu anlaşılır. Onlara göre anlamların sayısı ne kadar olursa olsun durum aynıdır. Kadı Ebu Bekir elBakillanî’nin bu görüşte olduğu aktarılmıştır. Bununla birlikte bütün akılcılar aklî düşünceyle hadislerin (zaman içinde var olanlar) Allah Teâlâ’ta bulunamayacağında görüş birliğine varmışlardır.

Öyleyse akılcılar, ya nispetler veya sıfadar veya isimlerin manaları (terimlerini kullanarak) Allah Teâlâ’nın zatmı herhangi bir hükümden yoksun bırakamamışlardır. Sonra peygamberin Allah Teâlâ’dan aktardığı vahiy de­mek olan şeriat gelmiş ve şöyle demiştir: ‘O Allah Teâlâ’nın kelamıdır.’ Pey­gamber getirdiği vahyin Allah Teâlâ katından olduğu hakkmdaki iddiasını doğrulayan delil ortaya koymuş, Allah Teâlâ da onun kendinden aktardığı hususlarda heva ve arzusundan konuşmadığını bildirerek ‘O ancak vahyedilen bir vahiydir134 buyurur. Ruh-ı emin (Gebrail) onu peygam­berin kalbine indirir veya Allah Teâlâ onu peygamberin nefsine vahyeder. Bu vahiy Allah Teâlâ’nın kendinden bildirdiği ve kendisini nitelediği özellik ve durumda olduğunu haber verir. Allah Teâlâ bu niteliklerini anlatmak üzere dilde alışıla gelmiş bazı ibareler kullanmıştır. Bu konuda peygamberin gönderilmiş olduğu dilde herhangi bir kuşku taşımayız. Allah Teâlâ bu iba­relerle kendinden haber vermiş, iki el, parmaklar, sağ el, gözler, bera­berlik, gülmek, sevinmek, şaşırmak, neşelenmek, gelmek, gitmek, isti­va etmek, inmek, görmek, bilmek, konuşmak vb. fiilleri ve (nitelikleri) kendisine izafe etmiştir. Bunun yanı sıra koşmak, had, miktar, rıza, gazap gibi mükelleflerden meydana gelen işler nedeniyle öfkelenmeyi kendine izafe etmiştir. Onlar o fiilleri yaptıklarında Allah Teâlâ’yı kızdırırlar. Buna karşılık Allah Teâlâ gazaplanmak özelliğiyle kendini nitelemiştir. Kul sadaka yerdiğinde, Allah Teâlâ’nın gazabını söndüreceğini bildirilmiştir vs. Bütün bunlar manası bilip Allah Teâlâ’ya nispederinin (ve O’nunla ilişkileri­nin) keyfıyederinin bilinmediği hususlardır. Allah Teâlâ katından muhatap ve mükellef her insanın onlara iman etmesi gerekir. Bütün bunlar, ak­lın (Allah Teâlâ hakkmdaki) delilleriyle çelişir. Bununla birlikte tevil edildik­lerinde akıl onları kabul eder. Aklın iman ederek onları kabul etmesi daha uygundur, çünkü böyle ifadeler, Hakk’ın kendi hakkında verdiği hükümlerdir. Bununla birlikte Hakk ‘O’nun benzeri bir şey yoktur135 de­miştir. Allah Teâlâ bizden bu niteliklerin kendisiyle ilişkisini bilmemizi olumsuzlamıştır, yoksa bunlarla O’nun hakkında hüküm vermeyi olumsuzlamamıştır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında bir şekilde hüküm vermiş olması, herhangi bir yaratılmışın O’nun hakkında ver­diği hükmü kabul etmemizden daha uygundur; ‘yaratılmış’ derken kas­tettiğimiz akıldır. Hükümde Rabbinin yerine akima uyan insan ne ka­dar da kördür! Böyle bir insan Rabbin kendisi hakkında verdiği hük­mün peşinden gitmez. Bundan daha şiddetli bir körlük olabilir mi? Bilhassa Allah Teâlâ’dan (vahyi) aktaran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem akıl sahibi yükümlü­lere O’nun zatı hakkında düşünmeyi ve zatını Allah Teâlâ’nın haber vermediği sıfatlarla nitelemeyi yasaklamıştır. Onlar ise hükmü ters çevirerek Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmüş, bir takım hükümlerle O’nun zatı hak­kında hükümler vermişlerdir. Allah Teâlâ peygamberleri vasıtasıyla kendi zatında olduğu durumu bize bildirince, akıllarından hareket edenler o haberleri inkâr etmiş, reddetmiş, peygamberleri yalanlamış­lardır. Onların içinden peygamberleri tasdik edenler ise, zamanın mas­lahatını dikkate alan akıllı-hakimin yönlendirmesiyle ve eksik nefisler­deki yerleşik durumu onaylamak üzere böyle nitelikteki bir ilahı (kabul etmek için) amillerin çokluğu nedeniyle böyle davranmışlardır. Onlar böyle bir inancı kabul ettiklerinde, sıradan insanlara onların inandıkları gibi bu sıfadara (sahip İlah’a) bağlanmış olarak görünürler. Hâlbuki içlerinde sergilediklerine aykırı inanç taşırlar. Teorik (nazar) düşünce­siyle peygamberin varlığına ulaşan ve getirdiği haberlerde onu tasdik edenin yapabileceği nihai iş ise peygamberin verdiği haberleri tevil et­mekten ibarettir. Tevil onu Rabbinin kendisi hakkında verdiği haber­lerde, aklının hükmünün dışına çıkartmamış olur. Böyle bir insan pey­gamberi tasdik ederken adeta yalancı gibidir.

İman nurundan başka nura sahip olmayan ‘selamet’ sahipleri ise bu meseleleri Allah Teâlâ’nın o konudaki bilgisine göre O’na havale etmişler­dir. Bununla birlikte vahyin kendisiyle gönderildiği dilde söz konusu ibarelerin yaygın kullanımla belirlenmiş anlamlarının verdiği bilgiye iman ederler ve kesin bir şekilde onu kabul ederler. Keşif ve vecd sa­hipleri de o insanların iman ettiği gibi iman eder, ardından Allah Teâlâ’nın onlar adına belirleyip kendilerine şeriat yaptığı hususlarda takva sahibi olurlar. Takva sahibi olduklarında bu kez Allah Teâlâ onlara ‘furkan’ verir. Bu furkan sayesinde söz konusu hükümlerin Allah Teâlâ’ya ve yaratılmışlara nasıl nispet edileceğini ayırt eder, onların manalarını müşahedeyle ve zorunlu bilgiyle anlarlar. Onların ulaşacağı yer de burasıdır. Akılların bir işte nasıl farklılaştığını, yolların nasıl çeşitlendiğini ve akl-ı selim sahibi ‘kulak veren’136 kimseye gerçeğin nasıl belli olduğuna bakınız! Kastedilen Hakk’ın hitabına kulak vermektir. Kulak verirken ‘o şahit­tir.’’137 Yani müşahede ve keşf yoluyla, ilahi hitabın nasıl yorumlanaca­ğını bilir.

İfade ettiğimiz husus sabit olup gerçek bizim açıkladığımız ve izah ettiğimiz şekilde olunca, şunu da bilmen gerekir: Allah Teâlâ gözlerin kendi­sini görmüş olduğu ez-Zahir ve ‘el-Bâtındır138. Bu yönüyle akıllar O’nu müşahede eder. Bilinenler arasında Allah Teâlâ’ya gizli kalan bir şey yoktur; her şey, Allah Teâlâ’ya görünür. Aynı şekilde Allah Teâlâ da hem yokluk hem var olma hallerinde yaratıklarından gizli değildir. O baş ve kalp gözlerine zuhur ederek her şeye görünür. Fakat müşahede etmiş olmak, O’nun talep edilen olduğunun bilgisini insana kazandırmaz. Allah Teâlâ’nın talep edilen (madûb) olduğunu bilmek, ancak O’nun bildirmesiyle ve kulu­nun nefsinde madubun kendisi olduğunu bildiren zorunlu bir bilgi yaratmasıyla mümkündür. Bu bilgi, uyuyanın peygamberin suretini görmesi veya uykuda Hakk’ı görmesine benzer. Bu esnada açık bir se­bep olmaksızın görülenin -eğer peygamber isepeygamber veya -Hakk iseHak olduğunu anlar. Bu ‘vicdan (buluş)’ kendiliğinde doğru oldu­ğu kadar aynı zamanda rüyada görülen şey itibarıyla da kendindeki duruma uygundur. Allah Teâlâ’yı bilmek da öyledir ve O ancak böyle idrak edilir; yoksa tefekkür ve teorik düşünceyle idrak edilmez. Çünkü Allah Teâlâ herhangi bir yaratılmışın vereceği hükmün altına girmez. Gerçek böy­ledir ve Allah Teâlâ bize suretlerde halden Hakk gireceğini bildirmiş, bununla birlikte söz konusu hükümler de sabittir. Bu hükümler sabit olacağı için, Allah Teâlâ hakkında O’nun kullarına tecelli ettiği bütün suretlerle ilgili verdiği hüküm gibi hüküm veririz. Binaenaleyh O’ndan başka bir şey yoktur. Bu dunun bilhassa kendisinde Allah Teâlâ’dan başkasının ilahlık iddi­asında bulunamayacağı mertebede durum böyledir; Bu nedenle Allah Teâlâ hakkmda misal veremeyiz:

Çünkü O misalin ta kendisi

Münezzehtir, yücedir ve aziz

Hepimiz O’ndamz

Korkuyla gerçeği incelersen görürsün

Müjdelediği kimse hariç

Emniyet bulmuştur o ve saygılıdır

Mertebenin gereğini yerine getirmelisin! Çünkü işleri bilen kimse zuhurda vaktin gerektirdiği hükme bir şey katmaz. Bu nedenle sufiler topluluğu ‘sufı vaktinin oğludur (ibnü’l-vakt)’ demişlerdir. Allah Teâlâ adamlarından kâmillerin hükmü budur. Kıyamet günü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -ki rauf ve rahimdirbir grup hakkında (mekânın hükmünü dikkate alarak) şöyle der: ‘Uzak olsun, uzak olsun!’ Bu hal ortadan kalktığında, bu kez o konuda lütuf göstermiş, rüzgârın uzak bir mekâna düşürdüğü kimseye şefaatçi olmuştur; rüzgâr nefsin arzusunun hükmünün gücü­dür. Böylece Hakk, ez-Zahir ve el-Bâtın, el-Muiz ve el-Muzil gibi (mü­tekabil isimlerin) hükmüyle tek bir yerde ve halde gazap ve rıza, rah­met ve azap edici olarak bulunur ve adeta iki sıfat arasında bir berzah olarak tecelli eder. Çünkü Hakk iki kabza ve iki el sahibidir. Her elin ilâ hükmü olduğu kadar her bir kabzada bir topluluk vardır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabesine göstermiş olduğu iki kitabın durumuna benzer: Birisinde Allah Teâlâ’nın insanları yarattığı andan kıyamete kadar cennet ehlinin isimleriyle babalarının, aşiret ve kabilelerinin isimleri­nin, diğerinde de yine Allah Teâlâ’nın insanları yarattığı günden kıyamete ka­dar yaşamış (cehennemlik) insanların isimleriyle babalarının, aşirederinin ve kabilelerinin isimleri bulunuyordu. O yazı aşina olduğıımuz ya­zıyla yazılmış olsaydı, bir şehir dolusu sayfa onları sığdıramazdı. Hal böyle iken peygamberin elindeki iki kitap onları nasıl sığarsın ki? Bu konu geniş bir şeyin dara sokulmasının bilgisidir; bu esnada dar geniş­letilmez veya geniş daraltılmaz. Bu işleri müşahede edip zevk yoluyla öğrenen kimse, Allah Teâlâ’yı ve gerçeği olduğu hal üzere ve kendinde bilen biridir. ‘Kendinde’ dedik, çünkü işin doğrusu bir şeyi ancak kendisinin bilebileceğidir. Bir şeye o şeyin kendisinden başka kesin delil olamaz. Göz görürken akıl kabul etme özelliğine sahiptir.

Madubun kendisi olmayan yabancı (garib) delillerle işleri ve ger­çeği öğrenmek isteyene gelirsek, böyle bir insanın gayeye ulaşmışı ve­ya eline hüsrandan başka bir neticenin geçmesi mümkün değildir. Bu bağlamda hakka yalcın olanlar ‘iki el sahibi’ diye nitelenmiş zatın mu­kabilinde Allah Teâlâ’nın önünde dururlar. Onlar, ilahi emirleri bütün mekân­larda yaratılmışlara uygulama amacı taşırlar. Sağ el mensupları ise böy­le bir tasarrufla ilgili değillerdir. Onlar, (tasarruftan uzak kalan) sela­mete eren ve beraat kazananlardır. Bunun nedeni onların nefislerine hakim olmak ve Hakk’a uyarak arzularını engellemiş olmalarıdır. ‘Sol el ehli’ oldukları söylenen öteki elin mensuplarına gelirsek, onlar başla­rını öne eğerler. Bir kısmı gördüğünün azameti nedeniyle susmuş bir halde başını hiç kaldırmaz.

Bu üç topluluktan her birisi ancak kendi makamının, menzilinin ve mekânının verdiklerini görebilir. Böylece her biri Allah Teâlâ’ya dair öteki­nin gördüğünden fraklı bir durumu görür. Hâlbuki Hakk birdir. İş ‘çokluğun birliği’ durumunda olmasaydı, bu toplulukların gördükleri şey değişmezdi. O halde birde çokluk bulunmasaydı, iş bir olabilirdi ve bölünme kabul etmezdi. Hâlbuki bölünme kabul etmiştir. Öyleyse asıl da onun gibidir. Ahirette iki yerin bulunmasının sebebi bu olduğu gibi aynı zamanda terazide iki kefenin bulunması, rahmetin zorunlulukla ve ihsanla sınırlanmış olması, cennederde dereceler şeklinde ve cehen­nemde derekeler şeklinde mertebelerin derecelenmesinin nedeni de budur.

Sadece bir-çok var

Varlıkları/gerçekleri böyle bir şeyle görürsün

Bak bir kere! Aldanma gerçek diye gelince sana

Hiç kuşkusuz O’nun korkutucusu var

Söylediğin her şey bir yalan

Onu dinlemek gönlü daraltır

Hakk bir kuluna ceberut özelliğiyle tecelli ederse, kulun Allah Teâlâ’dan başka tedbir edicisi yoktur. Misal olarak Hakk’ın tecellisi karşısında sarsılan Hz. Musa’nın dağını verebiliriz. Çünkü dağda, (yönetici) başka kimse yoktu. Allah Teâlâ onun adma bir tedbir edici (ruh) yaratmış olsaydı -nefs-i nâtıkanın bedenleri yönetmesi gibi cisim sarsılmazruh­lar sarsılır, tecelli dağdaki hükmünü ruhta icra ederdi. Nitekim daha önce bedeni yönetmek üzere bulunan ruh, yönetme özelliğini yitirerek, Hz. Musa’nın bedeninde bayılma gerçekleşmiştir. Bayılma bedeni ted­bir eden ve yöneten (nefs-i nâtıka’nın) bu görevden uzaklaşması de­mektir. Nitekim dağ da (yeryüzünün sallanmasını engelleyen) kazık olma halini yitirmiş, kendiliğinde sabitken başkasını sabit kılamamıştı; hâlbuki Allah Teâlâ dağı yeryüzü sallanmasın diye oraya yerleştirmiştir. Dağ parçalandığında konuluş hikmeti kalkmış, yönetici ruh ise bayılanın bedenini yönetme özelliğini yitirmişti. Öte yandan Hz. Musa bayılma­nın ardından ayılmışken dağ eski sabit haline dönmemişti. Çünkü onun yerini alan başka dağların bulunması nedeniyle (parçalananı) ta­lep eden kime yoktur. Hâlbuki bu özel bedenin bu ruhun dışında yara­tılmış bir yöneticisi yoktur. Bu nedenle (Musa’nın bedeni olan) cisim hal diliyle Allah Teâlâ’dan kendini yöneten ruhu talep etmiş, Allah Teâlâ da onu kendine döndürmüş ve Hz. Musa ayılmıştır. Binaenaleyh doğal yaratı­lış, kendini yöneten ruhun tedbirinin sürekliliğini ister, çünkü o ken­dini yönetecek bir yöneticiden (müdebbir) müstağni kalamaz. Buna mukabil yeryüzü belirli bir dağın kendisine kazık olmasını talep etmez, çünkü başka dağların varlığı nedeniyle yeryüzü belirli bir dağa muhtaç kalmamıştır. Bununla birlikte yeryüzü sakin kalmak için bütün dağlar­dan müstağni kalamaz. İşte Hz. Musa’nın ayılmasındaki hikmetle da­ğın önceki ‘kazık olmak’ haline dönmemesindeki hikmet budur.

Dağlar asıl itibarıyla rahmet, lütuf ve tenezzül özelliğiyle yaratıl­mışken buna mukabil ‘kahır’ suretiyle ortaya çıkmışlardır, çünkü onlar yeryüzünün sallanışını engellemişlerdir. Bu nedenle dağların rahmeti kahırda tezahür eder ve dolayısıyla tevazua aşina değillerdir. Çünkü onlar daha önce toprak iken dağ haline gelmiş değillerdir. Allah Teâlâ’nın mü­şahede perdesiyle -yoksa bilgi perdesiyle değilkendisinden perdelen­mekle kahır ve ceberut özelliğinden aşağı indirdiği ilk dağ, Hz. Mu­sa’nın dağıydı. Allah Teâlâ onu parçalayarak bu özelliğinden aşağı indirmiş, daha önce dağ iken toprağa dönüştürmüştür, Binaenaleyh Hz. Mu­sa’nın dağı ‘nefsini bilen ilk dağdır.’ Kıyamette ise Hakk’ın tecellisi ne­deniyle bütün dağlar ‘paramparça olur139 ve ‘Dağlar atılmış yün gibi ola­cak.’140 Kıyamette yeryüzünün uzaması, dağların uzayıp toprağa dö­nüşmesiyle ortaya çıkan fazlalıktan ibarettir. Başka bir ifadeyle dağların havada kalan kısımları yayıldığında yeryüzünün genişliği artar. Bu ne­denle bir rivayette ‘Allah Teâlâ kıyamet günü derinin uzatılması gibi yeryü­zünü uzatır’ denilerek yeryüzünün uzatılması derinin uzatılmasına benzetilmiştir. İnsan deriyi çektiğinde, kendinde bulunmayan hiç bir şey ona eklenmeksizin deri uzar. Çünkü deride büzülme ve daralma vardır. Uzatıldığında ise büzülme ortadan kalkar ve genişler ve ken­dinde bulunan darlıktan kurtularak yayılır. Yeryüzünün genişliğinde bir ilave olur ve ondaki çukurlar yeri düz Hakk getirecek şekilde yukarı kalkar. Böylece yüzeyindeki uzunluk artar derinlere doğru artar. Bu yönüyle yeryüzünün bu şekildeki genişlemesi (büzülmüş) bir derinin uzatılmasına benzer. Artık yeryüzünde bir eğiklik ve boşluk görülmez ve göz bir perde veya yükseklik veya eğim olmaksızın oradaki herkesi görür ve bütün yaratılmışlar birbirlerini görür. Böylelikle bütün yara­tılmışlar, ilahi isimlerden ez-Zahir ve el-Bâtın’dan kaynaklanan iki (mütekabil) sıfat ile ‘iki ayağın’ varlığı nedeniyle ortaya çıkan kulları arasında hüküm vermek ve ayrıştırmak demek olan Allah Teâlâ’nın hükmünü müşahede ederler.

Hakk zuhur etmeseydi insan olmazdı

Hakk’ın bâtınlığı olmasaydı bu kez burhan ortaya çıkmaz

Sadece zorunlu (vacip) var, yine zorunlu var Gerçeği anlarsan, bilirsin ki imkân diye bir şey yok

Zatının kendisinden daha kâmili yok âlemde Alemde insan diye isimlendirilene bak!

Ondan başka gaye yok varlıkta

Çünkü o Hakk! kalıcılık ve ateş perdelemesin seni

Onu var eden bildirdi ki

Bazen izhar ettiği bir gazabı ve bir rızası var

iki yer olmalı: ikram diyarıdır biri Öteki azap; akla bir açıklama var burada

ifade ettiğimiz bu hususları iyi düşün Hiçbir yalan yok, hakikattir hepsi

Kendisinden aktardığım ve söylediğim bu hususlara nasıl aşina olmazsın ki?

Bilmelisin beni destekleyen Hakk

O’ndan aktardığım sözlerde ve beni sınırladı beni

Ruhlar sürekli indirir o bilgiyi Beni ararlar ve bana yönelirler daima

 Çünkü kâmil bir göz var bizde Onunla beni gören kendini görmüş demek

Bunun için Rabbim var etti beni ve tahsis etti bana Beni var ederken O’ndan olan her şeyi

Bak bir bana, suretimde sırlar görürsün Her halde Hakk mutlu eder beni

Karşı koyamayacağım bir işe yönelsem Rabbim o işte destekler beni

Rabbimi gören her akıl birler O’nu Hakk beni benimle görünce, birler beni

Allah Teâlâ biliyor, gayb’da bir sır yok

Kendine vuslat etmek üzere Hakk beni fert yapar

Bu menzilde dört kitapta yer alan ilimler bulunur: Kitaplar Ku­ran, Tevrat, İncil ve Zebur’dur. Kitapların indirilme sebepleri, onların ancak peygamberlere indirilmiş ‘kelam’ olması, kitaplarda bulunan elçi­lerin kitaplarının yakın göğe indirilmesi bu menzilden öğrenilir. Riva­yet edildiğine göre, kitap yakın göğe Kadir gecesi indirilmiştir -ki o gece Şaban’ın yarısına muvafık gelen gecedir-. Ardından Cebrail onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine yirmi üç senede veya yirmi senede indirmiş­tir ki bu konuda görüş ayrılığı vardır. Bu aktarımın inzal ve tenzil diye isimlendirilmesi bu menzilden öğrenilir. Kendisinden perdenin kalktığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Böyle birisi perdenin kalk­masıyla bulunduğu hal üzere gerçeği müşahede eder. Bu durumdaki bir insan dinî adapla yükümlü müdür? Yoksa bu makam zühulü, yani yükümlülüğün sebebi olan aklın ortadan kalkmasını mı gerektirir? Böyle bir insan müheymen meleklerle birlikte suretsiz kalır. Vasiyeder, adap, muhatapların ve aşırı gidenlerin halleri, bu menzilden öğrenilir. Komşu hakkında komşuluğun korunması bu menzilden öğrenilir. Komşu komşunun hakkına riayetsizlik ettiğinde, öteki kendisine yapı­lan saygısızlığa mukabil bir davranışla mı karşılık verir? Yoksa komşu­nun hakkına yine riayet etmekle mi yükümlüdür ve yapılan kötülüğe karşılık vermemeli midir? Güzel ahlakı emretmekle nitelenmiş olanın durumu bu menzilden öğrenilir. Bu ahlak içinde yer alanlardan birisi de bağışlamak, hoş görmek; kendisini yerine getirmedeki müstağnilik nedeniyle sıkıntıları göz ardı ederek rahatlamaktır. Bundan sonra ceza­landırır. Affetmek teşvik edilen bir davranıştır. Telafi etmek de teşvik edilmiştir. Bu nitelikteki birisinde cezalandırıcılık hangi nitelik nede­niyle gerçekleşir. Emir ve sıfatı arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Ziynetten yasaklanmış ve mubah kılınan kısımlar, tehlikeli olan kısım­lar ile her ziynetin mertebesi bu menzilden öğrenilir. Habis ve hoş ara­sındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bir kişinin sorumluluğunda iki şahıs bulunup birisi iflas etmiş öteki kazançlı ise, telafi kimin yükümlü­lüğündedir?

Övgü ve hallere göre tafsil bu. menzilden öğrenilir. Ölülerin ölüm esnasında birbiriyle konuşmaları, bu menzilde öğrenilir. Onların ölümden sonraki halleri yaratılmazdan önceki halleri gibi midir, değil midir? Ölüm ve mahiyeti bu menzilden öğrenilir. İki kabza arasındaki ayrım, bu menzilden öğrenilir. Kıyamet günü ve Cennet’e girmezden önceki yükümlülük, bu menzilden öğrenilir. Mutlular ve bedbahtlar hakkmdaki alameder bu menzilden öğrenilir. Alametsiz kimsenin han­gi cemaate ait olacağı bu menzilden öğrenilir. Bir şey hakkında yemin edip Allah Teâlâ’nın yalanladığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Bu durum bir rivayette geçer: ‘Allah Teâlâ’ya karşı yemin yapanı Allah Teâlâ yalanlar.’ Kötülük yapma ve dileği yerine getirme gücüne sahip kerem sahibi bir insanın zorda kalmış dilencinin isteğini yerine getirmediği halde mazur sayılmasının nedeni bu menzilden öğrenilir. Böyle bir mahrumdilencinin durumu nedir? Gece ve gündüz çocuklarının bilgileri ve on­ların neye göre ayrıştırılacağı, bu menzilden öğrenilir. Nurlar âleminin tespihleri bu âlemden öğrenilir. Kulun iki zıt sıfata sahip olması bu menzilden öğrenilir. Böyle biri Allah Teâlâ katında her iki halde de övülendir. Rahmetin her şeyi kuşatmış olması bu menzilden öğrenilir. Bunun ardından rahmet, kendilerinde bulunan bir nitelik nedeniyle bazı şahıs­lara yakın olmakla nitelenmiştir. Böyle bir rahmet her şeyi kuşatan rahmet midir, başka bir rahmet midir? Allah Teâlâ’nın kendi istemesi olmadan Mutlu yaptığı kimseler, bu menzilden öğrenilir. Böyle biri Allah Teâlâ’nın bil­gisinde Mutlu olarak bulunur. Amâ bir insanın görene söylediği şu sözün anlamı bu menzilden öğrenilir: ‘Amâ değilsin fakat hiçbir şey görmüyorsun. Ben karanlığı görüyorum, sen onu görmüyorsun ve gördüğünü zannediyorsun.’

İtibar, imkân ve mümkünler bu menzilden öğrenilir. Simya ve vâ­rislik, vârislerin durumu, vakaların delilleri, teşbih ve gayret, bu men­zilden öğrenilir. Şevk ve özlem, bu menzilden öğrenilir. Tövbe ve ma­hiyeti, kısımları ve tövbe edenler, bu menzilden öğrenilir. Her şeyin ilmi, bu menzilden öğrenilir. Zevk bu menzilden öğrenilir. Hallerin tesiri, bu menzilden öğrenilir. Sınırlılık ve mutlaklık, ağırlıkların kaldı­rılması, bu menzilden öğrenilir. İhtisas bu menzilden öğrenilir. İlimle­rin taksimi bu menzilden öğrenilir. Mertebelerin ilmi bu menzilden öğrenilir. Şeriadarın değiştirilmesi, bir kısmının diğerlerinin hükmünü kaldırması bu menzilden öğrenilir. Yemini bozmak ve yemini yerine getirmemek bu menzilden öğrenilir. Sebebi gerçekleşmezden önce korkutma ve ürkütme bu menzilen öğrenilir. Ahider ve berzahı misaklar, bu menzilden öğrenilir. Teslim bu menzilden öğrenilir. İstidraç ve ‘yakınlıkta uzaklığı izhar’ bu menzilden öğrenilir. Bu meseleyi bilenin özelliği bu menzilden öğrenilir. Vakidi şeylerin vakideri bu menzilden öğrenilir. Amelde ameli gerektiren bilginin gereği bu menzilden öğre­nilir. Çünkü ameli veren bir bilginin sahibinde bulunup o kişinin amel etmemesi mümkün değildir. İnsanların çoğu bunu caiz görmez, onlar yanılmaktadır. Hiç kuşkusuz bilgi ameli gerektirir ki bu zorunludur.

İsimlerde ortaklık ve tesirleri bu menzilden öğrenilir. Acizlik ve onun nerede fayda vereceği ve nerede delil olacağı bu menzilden öğrenilir. Uzuvların faydalan bu menzilden öğrenilir. Şeytanî düşüncenin ve nefsanî düşüncenin insandan nasıl uzaklaştırılacağı bu menzilden öğreni­lir. Secde edenlerde secde mertebeleri ve onları secde ettiren şeyin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Sahibi için bir daha başı secdeden kal­dırmanın söz konusu olmadığı secde, bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

ÜÇ YÜZ YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Hayvanlar (Behaim) Ümmetinin Menzilinin Bilinmesi

İlahi mertebeden üç ulvî sırrın bilinmesi ile sonra gelenin öne geçmesi ve önce gelenin sonra gelmesinin bilinmesi hakkındadır.

Arifler müsemmaya uçarlar Saygın meleklerin kanatlarıyla

Zatların zatına, bir niteliği yokken isimlerin ruhlarıyla onları döndürür

Her yönden zatları kemale erer Münezzeh bir hal ve makamda

Hallerinin şahidi ortaya çıkar ve hükmeder Hepsi peş peşe imam

Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki, hayvanlar, ümmet­lerden bir ümmettir. Bütün yaratılmışların olduğu gibi onların da her cinse özgü bir tespih ve namazları vardır. Onların tespihleri, yaratıcıla­rının tenzihi hakkındaki bilgileridir. Onların da ‘O’nun benzeri bir'şey yoktur141 ifadesinden bir nasipleri vardır. Hayvanların namazlarına ge­lirsek, onların da Hakk ile münacatları vardır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Saf saf duran kuşlardan her biri namazını ve tespihini bilmiştir:142 Başka bir ayette ‘Rabbin arıya dağlardan evler edin diye vahyetti ve ağaç­lardan, bütün meyvelerden ye ve Rabbi’nin yolunu takip et143 buyrulur. Onlar, Allah Teâlâ’nın arılar için belirlediği ve zelil bir şekilde kendisini takip edecekleri yollardır.

Yaratılmışlardan her birinin özel bir konuşma tarzı vardır ki, onu kendisine öğreten Allah Teâlâ’dır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın o konuşmayı an­lamak üzere keşf verdiği kimseler de o konuşmayı duyarlar. Hayvan­lardan ancak akıl, fikir ve düşünme gücüne sahip kimselerden ortaya çıkabilecek sanat ve hareketler ile bu konuda gözle görülen ölçüler, onların bu hususlarda bir bilgilerinin olduğunu gösterir. Ardından in­sanın sahip olduğu genel yönetme (tedbir) imkânından yoksun olduk­larını gösteren bir takım durumları görülür. Bu durumda onların hali­ne bakanlarda bir karışıklık ve belirsizlik ortaya çıkar, hayvanların du­rumu tuhaf bir hal alır. Muhtemelen insanlar, durumlarındaki bu belir­sizlik nedeniyle ‘behaim (işi müphem, belirsiz olanlar) diye isimlen­dirmişlerdir. Fakat bize göre gerçek öyle değildir, çünkü hayvanların durumu her şeyden daha açık ve barizdir. Kim böyle bir belirsizlikle karşılaşmışsa, bu konuda keşfi olmadığı için karşılaşmıştır. Binaenaleyh insanlar yaratılmışları ancak kendilerini müşahede ettikleri ölçüde ta­nırlar. Öte yandan hayvanların marifet sahibi olduğunu, Allah Teâlâ’yı bildik­lerini, Allah Teâlâ’nın ehliyet verdiği hususlarda ehliyet sahibi olduklarını ka­bul edenler de onların durum ve halleri kendilerine keşf edildiği için böyle düşünmüşlerdir. Veya böyle biri imanında sadık bir mümindir. Kitap veya sünnette hayvanların durumu hakkında bir bilgi gelmiş, o insan da bu bilgiye iman etmiştir.

Bu görüşte bize yardımcı olan kaynak, şeyhimiz, seleften imamı­mız, Allah Teâlâ’nın muhakkikler üzerindeki hücceti Sehl b. Abdullah Tüsteri’dir. Kutu’l-Kulub’un yazarı Ebu Talib el-Mekkî kendisinden söz aktarırken şöyle der: ‘Üstadımız Sehl b. Abdullah henüz küçük yaştay­ken kalbinin secde ettiğini görmüş. Kalbi secdeden kalkamamış.’ Ayrı­ca henüz altı yaşındayken Kuran’ı ‘istizhar’ etmiştir. Onun zikrini ya­parak halvete girdiğimde, bu özel fetih bana açılmış, o zikrin nuruyla bende gizli olan şey ortaya çıkmıştır. Sonra bu kâşif nur kayboldu ve şöyle dedim: ‘Bu dostumun (Hz. İbrahim) müşahedesidir.’ O esnada Allah Teâlâ’nın bize ve peygamberine emrettiği bir milletin (din) varisi oldu­ğumu anladım. Bu emir ‘Babanız İbrahim’in milleti, o sizi müslümanlar diye isimlendirendir144 ayetinde belirtilir. Bu müşahede esnasında onun babalığını, benim ise evlat olduğumu anladım. Şeyhimiz Salih el-Berirî İşbiliye’de bana şöyle demişti: ‘Oğlum! Baldan sonra sirkeyi tatmaktan sakın!’ Ne demek istediğini anladım. El-Berirî, Allah Teâlâ’ yönelenler, hatta bütünüyle Allah Teâlâ’ya dönenler arasında gördüklerimin en büyüklerindendi. O kademde onun gibi birisini görmedim. Bir gün erken bir vakitte şeyhin huzuruna geldim ve yazmış olduğum bir şiiri okudum. Şiiri düşünerek yazmamıştım. Ebu Abbas b. Arif en-Sünhaci şöyle der:

Öyle bir söz geldi ki dinlemek bıktırmaz

Nesri ve nazmı bize haz verir

Halim hakkında dile getirdiğim şiir şöyleydi:

Baldan sonraki sirke gibiydi sanki                     .

Sabahım geçti ve silindi

Halinde gece karanlığı ortaya çıktı                                              .

Karanlık kalpte hastalıklar doğurdu

‘Rabbim’ dedim, ‘buyur, ne istiyorsun’ dedi

‘Amel etmek için bir nur’ dedim

Söylediğimi biliyordu Hakk

'Kapalı bir kapı’, dedi, dedim ki ‘peki’

Dedim ki ‘bana mahsus nurunu ihsan et’

Bir nur çıktı ki benzemez hiçbir şeye

Önce göğümde (akıl) sonra yerimde (nefs) sonra                   ...

İkisinin arasındaki her şeyde,

Bir süre olmaksızın

Sözümü anlayan kimse bilir ki,

Ben kendinden inmiş olduğu emrin ta kendisiyim

Şeyh bunu ‘nefs’ diye tefsir ederek şöyle dedi: ‘Bu sabahın yaklaş­tığı andaki tecellidendir.’ Ben de ‘Doğru, gerçekten öyle oldu’ deyince, şeyh şöyle dedi: ‘Her halde, nimet veren Allah Teâlâ’ya hamdolsun. İnsanlar hallere yayılmış nimeti bilselerdi, sevinç ve sıkıntıyı ayırt edemez ve hamd tek olurdu.’ Ben de şöyle dedim: ‘Hamd zaten tek.’ O da şöyle dedi: ‘Haklısın oğlum, haklısın ve şeyh hata yapmış!’ Şeyhin elini öp­tüm, o da benim başımı öptü.

Doğru sözlü davetçi açıklamak üzere gelince Kulak ver ona, imanlı isen

Allah Teâlâ’nın peygamberine dedim: Sen benim vesilenısin Mutluluk yerine ulaştıran vesilem; gizlice ve açıkça derim bunu

Ona imanda bir tereddüdüm yok

Ben gerçeği açık ve kesin bir şekilde öğrendim

Müşahedede bana gelen ilahi keşifle Kıyamette bizim bir yerimiz olur

Dileyen iman etsin dileyen bıraksın Allah Teâlâ’dan başkası yok! bunu biliyoruz biz

‘Allah Teâlâ’m! Benim özüm içimde’

‘Kimdir ben, ben diyen?’ dersin

‘Ihsan eden ve her halde veren benim’

Öyle bir nitelik ki bizden başkasına ait olamaz

Başkası yok, aksine benim söylediğim Peygamberlerin getirdiğidir; söz bizim, bizle ve bizim için

Peygamberim benim niteliğim

Hitap ettiğim de benden başka değil; sen bizimle aynısın

Akılcılara ve sıradan insanlar tarafından ‘canlı (hay)’ veya hayvan olmadığı söylenen âlemdeki her şey, bize göre, yaratılırken Allah Teâlâ’yı bil­me ve tanıma özelliğinde yaratılmıştır. Her şey rabbinin tespihini söy­leyen bir canlıdır. Mümin iman ederek, keşif sahibi ise görerek bu ger­çeği idrak eder. Allah Teâlâ hayvanı kendini bilme özelliğinde yaratmış, onu tespih etsin diye konuşturmuş, daha önce zikredilmiş yaratıklarda bu­lunmayan bir şehveti hayvanda yaratmıştır. Melekleri ise -şehvete sahip olarak değilirade ve marifet özelliğinde yaratmıştır. Allah Teâlâ onlara emir vermiş, kendilerinde yaratılan irade nedeniyle emrine karşı gelmeye­ceklerini bildirmiştir. Meleklerde bir irade bulunmasaydı, emre karşı gelmemekle ve emredileni yapmakla övülmezlerdi. Cinler ve insanlar ise bilme ve şehvet gücüne sahip olarak yaratılmıştır. Şehvet iradedeki özel bir ilgidir. Başka bir ifadeyle şehvet, doğal irade demektir. Öyley­se insan ve cinlerin meleklerin olduğu gibi ilahi bir iradeleri yoktur, fakat ‘şehvet’ denilen doğal iradeleri vardır. Onlar, bilgi elde etmek amacıyla değil, akıl (gücüne) sahip olarak yaraulmıştır. Allah Teâlâ akü in­sanlar ve cinler için bilhassa bu dünya hayatında -ahirette değilşehvet­lerini dizginleyecekleri bir araç yapmıştır. Ahiret hayatında ise (dizgin­lemek yoktur) ve bu nedenle Cennetliklere şöyle denilir: ‘Orada nefisle­rinizin arzuladığı şeyler vardır.’145 Ayet Allah Teâlâ’nın bizi kendinde yaratacağı ahiret yaratılışının dünya yaratılışı gibi doğal olduğunu belirtir, çünkü şehvet ancak doğal nefislerde bulunabilir. Doğal nefislerin ise iradede nasipleri yoktur. İnsan veya cinler, keşif olmaksızın, bilgi elde ettikle­rinde, bilgi onlarda yaratılmış fikir gücünden meydana gelir. Fikir gü­cünün nefs-i nâtıka’ya vermiş olduğu her şey, gerçekte bilgi olsa bile, muvafakat yoluyla fikirden meydana gelmiş bilgidir. O halde insandaki bilgiler, fıtrat, zorunluluk ve ilham yoluyla meydana gelen bilgilerdir. Onun için meydana gelen keşif ise Allah Teâlâ’nın kendisini üzerinde yarattığı bilgiyi ona keşf eder ve böylece bilineni görür. Fikir yoluyla bilgiye böyle ulaşmak imkânsızıdır. Şöyle denilebilir: ‘Duyunun idrak ettikle­rinden olduğu halde, bunu nerden bileceksin? Geride bir tek nazari güç kalmıştır.’ Şöyle deriz: ‘Hayır geride ilham ve Allah Teâlâ’nın bildirmesi kalmıştır. Nefs-i nâtıka keşif ve özel yönden (vech-i has) gerçekleşen zevk yoluyla o bilgiyi rabbinden alır. Bu özel yön her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki özel yöndür.’ Sahih düşünce imkâna ekleme yapmadığı gibi

ancak onun verdiğini verir. Böyle bir bilgi, Allah Teâlâ’nın bilgisinden ve O’nun bildirmesinden elde edilen bilgidir. Bu durum fikir yoluyla öğ­renilir. İbn Atâ bir deve üzerinde gidiyordu. Devenin ayağı tökezle­yince, İbn Atâ şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’nın şanı yücedir.’ Deve karşılık ver­miş: ‘Allah Teâlâ’nın yüceliği senin O’nu yüceltmenden fazladır.’ Deve Allah Teâlâ’yı İbn Atâ’dan daha fazla biliyordu ve bunun üzerine İbn Atâ utanmış! Bu durum hayvanların Allah Teâlâ hakkmdaki bilgilerinin bir yönüdür.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme gelirsek, sahih bir hadiste onun şöyle dediği zik­redilir: ‘İsrailoğulları devrinde bir adam ineğine binmiş. Bunun üzeri­ne inek şöyle demiş: ‘Ben bunun için yaratılmadım, ben ekinde kulla­nılmak üzere yaratıldım’. Sahabe sormuş: ‘Bir inek de konuşur mu?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Ben buna inandım, Ebu Bekir ve Ömer de inandı’ diye karşılık vermiştir. Çünkü haberi veren Cebrail idi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadiseyi görmüş olsaydı, ‘iman ettim’ demezdi. O inek, niçin yaratıldı­ğını bilen hayvan suııfından bir inekti. İnsan ve cinler ise Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere yaratılmışlarken bu yaratılış gayelerini ancak peygamberin diliyle Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenirler. Hâlbuki söz konusu bilgi onla­rın fıtratlarında bulunur. Fakat üzerinde bulundukları hal, onlara keşf edilmemiştir. Allah Teâlâ ehlinden birisi eşek binen bir adama rastlamış.

s Adam eşeğin başından çekiştirip daha hızlı yürütmeye çalışıyordu.

l] .• -

i) Adama ‘Eşeğin başına vurma, niçin vuruyorsun?’ diye çıkışınca, eşek i.; ona dönerek şöyle demiş: ‘Bırak onu, çünkü o aslında kendi başına jk vurmaktadır.’ O da işlerin nereye döneceğini -fikir yoluyla değilfıtraten bilen bir eşekti.

Ey perdeli insan! Hayvanların mertebesi nerede, senin merteben nere! Hayvanlar seni bilir ve işinin nereye döneceğini bilirler. Onlar niçin yaratıldıklarını da bilirler. Sen ise bütün bunlardan habersizsin.

Bununla birlikte hayvanlar, Allah Teâlâ hakkmdaki bilgide hayret ma­kamında bulunurlar. Onlar bu bilgi ve makamda yaratılmışlardır. Çünkü hayret Allah Teâlâ hakkında sahih düşünce sahiplerinin ve tecelli eh­linin ulaşacağı makamdır. Bu nedenle Allah Teâlâ O’nu bilmeyenlere şöyle der: ‘Onlar hayvanlar gibidirler.’146 Yani hayret anlamındaki dalalette­dirler. Sonra şöyle der: ‘Hatta ‘yol bakımından’ daha kötü durumdadır­lar.’147 Ayette geçen ‘sebil’, yol demektir. Onların dalaleti artmıştır.

Yani onlar fikir güçleriyle öğrenmek istedikleri rableri hakkındaki bil­giye ulaştıran yoldaki hayrederi artmıştır. Söz konusu hayret Allah Teâlâ hakkındaki hayrete ilavedir. Aynı şekilde onlar hakkında söylemiş ol­duğu hususlarda da Allah Teâlâ artış ve ilaveyi yola vermiştir. O halde dalalet sadece fikirde ve hakkında düşünmenin yasaklandığı hususlarda tefek­kür etmekle ilgilidir; hakkında düşünmenin yasaklandığı mesele ise Allah Teâlâ’nın zatıdır. Allah Teâlâ ‘Kim burada kör ise.. .’148 buyurur. Kastedi­len, Allah Teâlâ hakkında bilgisizliktir. Nitekim zatı bakımından gerçekte durum öyledir. ‘Ahirette daha kördür.’149 Nitekim dünyada da kördü. Sonra Allah Teâlâ ekleme yaparak şöyle der: ‘Sebil bakımından daha da sap­mıştır.’150 Kastedilen yoldur. Bu nedenle Amr b. Osman el-Mekkî ma­rifetin ve arifin niteliğinden söz ederken ‘Onlar bugün nasıl iseler, ya­rın da öyle olurlar’ demiştir.

Anlayış sahibiysen, Allah Teâlâ’nın dalaletteki insanları hayvanlara benze­tirken hayvanlardaki eksikliğe benzetme yaptığını zannetmemelisin. Burada hayrette benzetme yapılmıştır, yoksa hakkında hayrete düşülen şeyde benzetme yapılmamıştır. Allah Teâlâ hakkında en güçlü hayret, Allah Teâlâ’yı bilenlerde meydan gelir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbine şöyle dua ettiği aktarılmıştır: ‘Benim Şendeki hayretimi arttır!’ Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem suretlerin farklılaşması nedeniyle tecelli ehlinde ortaya çı­kan hayret makamının yüceliğini biliyordu. Bu hadisi başka bir hadiste zikredilen ‘Sana hamdi sayamam, Sen kendini övdüğün gibisin’ ifadesi de destekler. Allah Teâlâ’nın kendisini nasıl övdüğü bize bildirilmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ, ellerini sadaka vermek üzere açmakla veya kulunun tövbesiyle sevinmek vb. hususlarla kendini övmüştür. Bununla birlikte Allah Teâlâ ‘benzeri bir şeyin olmadığı kimsedir151 ve ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler.’152

Hz Peygamber ‘Hayvanlar sizin ölüm hakkında bildiklerinizi bil­selerdi, onlarda yiyecek yağ bulamazdınız’ buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onların istidadanndaki iyilik ile bizim istidadımızdaki kötülüğe nasıl dikkat çektiğine bakmalısınız! Kim ölüm hakkında böyle bilgiye sahip olursa, nihayette ulaşacağı hal hayvanların istidadını elde etmek olacak­tır. Bu makama ulaşmak, ulaşana dönük bir övgü olduğu kadar onun adına kötülüğün ortadan kalkması demektir. İnsanın dışındaki hayvan­lara nasıl hor bakılabilir ki? Allah Teâlâ’nın sana dönük övgüsünün nihayeti, onların niteliklerine seni ortak yapmaktır. Öyleyse gönlünü açıp ‘Rab­bim bilgimi arttır153 demelisin. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıklarında birtakım sırları vardır ve bu nedenle ‘Allah Teâlâ sizi farklı tavırlarda yaratmıştır.’

Bilmelisin ki, hayvanlar Allah Teâlâ tarafından insana amade kılınmış ve onun karşısında zelil yapılmış olsalar bile, insanın da bazı durumlarda hayvanlara hizmetçi yapıldığını unutmamalısın. İnsan su vermek, ye­mek ve mekânlarının temizlenmesi gibi hayvanların maslahatına uygun işleri gözetmekle onlara hizmet eder. Bunun yanı sıra pisliklerin ve tozların onlara ulaşmasını önlemek insanın bir görevi olduğu kadar eziyet görecekleri sıcaktan ve soğuktan korunmaları da gerekir. Bu ve benzeri görevler, Hakk’ın seni hayvanlara amade ve hizmetçi kılmasın­dan kaynaklanır. Allah Teâlâ seni onlara muhtaç yaratmıştır, çünkü onlar senin yüklerini bütün gücünü harcayarak ulaştırabileceğin yerlere ulaş­tırırlar. Bu ise nefislerin yorulması demektir. Daha doğrusu bu binek­ler olmaksızın ancak vehim ve hayalle ulaşabileceğin -yoksa gerçekte ulaşamazsınbir yere seni taşırlar. Dolayısıyla hayvanların sana amade kılınması nedeniyle onlara karşı bir üstünlüğün yoktur. Allah Teâlâ onlardan çok seni onlara muhtaç yapmıştır. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kayıp de­venin durumu sorulunca kızmış ve şöyle demiştir: ‘Senden ona, ondan sana ne! O kendi yoluna gider, suya ulaşır, bitkilerden yer, en nihaye­tinde sahibi onu bulur.’ Böylece deveyi sana muhtaç yapmamış, seni ona muhtaç yapmıştır. Kaçabilecek bütün hayvanlar senden kaçar. Bu durum, onların sana muhtaç olmamasından ve onlara zarar vereceğini fıtraten bilmelerinden kaynaklanır. Senin hayvanları araman ve bir hayvanı ele geçirmek üzere gayretini harcaman, hayvanlara muhtaç olduğunun delilidir. Hayvanlar sana muhtaç değilken, nasıl onlardan daha üstün olduğunu iddia edersin ki? Şu sözü söyleyen ne kadar doğ­ru söylemiş: ‘Değerini bilen helak olmaz.’ Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, işleri ve hakikatleri ancak ‘zevk’ yoluyla onları müşahede eden ve keşf yoluy­la gören bilebilir.

Özleme ancak ona göğüs geren aşinadır

Aşk ateşini yaşayan bilir

Filin haberi gelmedi mi? O Allah Teâlâ’nın evini yıkmaktan çekinmiş ve ayak sürümüştür. Kuşların fil sahiplerine yaptıkları ve onlara attıkları taşların haberi gelmedi mi? Her taşm öldürmede diğerine ait olmayan belli bir özelliği vardı. Bakınız! Bu durum o hususta kendilerine dönük vahiy olmaksızın onlardan ortaya çıkabilir miydi? Âlemdeki bir fil ile âlemdeki savaşçılar arasında ne kadar fark vardır? Bu durum onlarda ortaya çıkmışken başkalarında ortaya çıkmamıştır. Allah Teâlâ anlamayan birisine vahyeder mi? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz her peygamberi onlara açıklasın diye kavminin diliyle gönderdik.’154 Allah Teâlâ’nın böyle yapma­sı, emre uymadıklarında haklarında delil ortaya çıksın diye anlamalarını sağlamaktan başka bir amaç mı taşır? Yoksa onlar anladıklarını yapıp mutlu olsunlar diye mi böyle yapmıştır? Birinci veya ikinci nebilikte her hangi bir hayvanın veya hayvan dışındaki bir şeyin Allah Teâlâ’nın emrine asi olduğunu veya Allah Teâlâ’nın vahyini kabul etmediğini duydun mu? Ta­şın Hz. Musa’nın elbisesini alarak kaçtığını duymadın mı? Böylece kavmi Hz. Musa’nın ayıbını görmüş, kendisine izafe ettikleri işte iftira ettiklerini anlamış, Allah Teâlâ da onların iftiralarından Hz. Musa’yı tezkiye etmişti. Sana göre o taş, Allah Teâlâ’nın bu konuda verdiği emrin dışında baş­ka bir nedenle mi elbiseyi kaçırmıştır? Gökler, yer ve dağların emaneti taşımaktan kaçınıp bu konuda korkuya kapılmaları, emanetin değeri hakkındaki bir bilgiden değil miydi? Bu kaçınma onu taşıma emrinin sonuçta varacağı yeri bilmekle ilgili değil midir? Onlar emanette Allah Teâlâ’nın hakkını koruyamamaktan korkmuşlardır ve arz ile emir arasın­daki farkı da biliyorlardı. Bu bağlamda ‘arz etmek’ serbest bırakmak demektir. Onlar ise kendileri adına ihtiyacı seçerek selameti istemişler­di. Allah Teâlâ onlara gelmelerini emrederken göğe ve yere şöyle der: ‘İsteyerek veya zorla geliniz. O ikisi ‘isteyerek geldik’ demiştir.155 Allah Teâlâ’nın emrine itaat etmişler ve zorla gelmemişlerdir. Bakınız! Kuran-ı Kerim bir dağa inmiş olsaydı, dağ korkar ve Allah Teâlâ korkusundan parçalanırdı. Bu durum Allah Teâlâ’nın indirdiği vahyin değerini bilmeksizin meydana gelir miydi? Veya bu durum muhatap olduğu korkutmayı bilmeksizin olabi­lir miydi? O korkutmalar karşısında yalçın dağların katılığı erir ve kay­bolur. Allah Teâlâ ve peygamberi bize pek çok kere yaratılmışlardaki Allah Teâlâ’yı bilmek, O’na itaat etmek ve hakkını yerine getirmek özelliklerini beyan buyurmuşlardır. Biz ise inanmayız, duymayız. Sonra da müminlerden olalım diye, işin kendinde bulunduğu durumu tevile kalkarız. Hâlbuki böyle yaparken yalancılardan oluruz. Rabbimizin bize bildirmiş oldu­ğu habere kendi duyularımızı yeğleriz. Çünkü biz Hakk’ın bildirdiği haberi gözümüzle görmüş değiliz.    .

Bütün yaratıkların hay ve nâtık veya hayvan-ı nâtık olduğunu bil­mek gerekir; bunlar donuk (cemad), bitki veya ölü olabilirler. Çünkü ister kendi başına var olsun ister başkası nedeniyle bilfiil var olsun, her şey rabbinin övgüsünü tespih eder. Tespih etmek, ancâk canlının özel­liği olabilir. Varlıklarda bu durumu müşahede eden bir insan, yalnız başına bile -ki o yalnızlık sıradan insanlarca ‘toplumla olmak’ diye isimlendirilirtam hayâ sahibi olur. Nitekim topluluk içinde de hayâ sahibi olur. İnsan her zaman toplumla beraberdir, çünkü insan kendini sığdıran mekândan veya onu gölgeleyen bir gökten mahrum değildir. Herhangi bir mekânda bulunmasaydı bile, ancak kendileriyle iş yapa­bildiği kendi organlarından ve bedeninin parçalarından hayâ ederdi. Bedenin parçaları onun iş yapma araçlarıdır ve onlar kendini görürler. Bu nedenle organlardan şahidik istenmesi onların da şahitlik yapması, kaçınılmazdır. Allah Teâlâ adil olandan şahidik ister. Böyle bir hal sahibinin hiçbir zaman halvette ve yalnız başına kalması mümkün değildir: Kim bu Hakk ulaşırsa, hiç kuşkusuz, hayvanlar derecesine katılır. Bu konu­daki delil, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahih bir hadisteki şu sözüdür: ‘Kuşkusuz ölünün bir yakarışı vardır. Mutlu olan ölü şöyle yakarır: ‘Beni kabrime hızla götürün.’ Bedbaht şöyle der: ‘Beni nereye götürüyorsunuz?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her şeyin ölülerin bu yakarışlarını duyduğunu söylemiştir. Duymayanlar sadece insanlar ve cinlerdir. ‘Her şey5 kapsamına ölünün yanlarından geçtiği donuklar, bitki ve bütün hayvanlar dâhildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bir katır üzerinde kabirden geçtiği ve katırın hızla kaçtığı aktarılmıştır. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kabirdeki insanın azap çektiğini görmüş ve bu yüzden kaçmıştır’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hicret edip Medine’ye geldiğinde, devesinin yularını serbest bırakmış, sahabesinden birisi de onu tutmak isteyince şöyle demiştir: ‘Onu bıra­kın, o emre göre hareket eder.’ Emri anlayana emir verilebilir. Deve Ebu Eyyub el-Ensari’nin evinin yakınına çökmüş, peygamber de oraya yerleşmiştir.

Sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Müezzinin lehine sesinin ulaştığı yerlerdeki kuru veya yaş her şey şahitlik eder.’ Burada zikredilenler, ‘her şey5 kelimesini açıklar. İnsanlar ve cinler arasında bu durumu mü­şahede edenler sadece o iki türün fertleridir. Bu bağlamda cinler de tanımda insanla ortaktır, çünkü cin de hayvan-ı nâtıktır (konu­şan/düşünen canlı). Onlara ‘cin’ adı genellikle insanların gözlerinden perdelenmiş oldukları için verilmiştir. Onların insanla ilişkisi, insanın zahirinin bâtınıyla ilişkisine benzer. Bu nedenle Allah Teâlâ iki türün dışındaki türler için şöyle der: ‘Yeryüzündeki her canlı veya kanatlarıyla uçan kuşlar sizin gibi ümmetlerdir.’156 Benzerler nefsin nitelilderinde or­tak olanlardır ve hepsi hayvan-ı nâtık’tır. Sonra Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘Sonra rablerine toplanırlar.’157 Yani siz rabbinize toplandığı­nız gibi onlar da rablerine götürülürler. Bu durum şu ayette belirtilir: ‘Vahşiler toplandığında.. .’158 Bu toplanmanın gayesi, şahitlik etmektir ve böylece Allah Teâlâ bizim aramızda hüküm verdiği gibi onların arasında da hüküm verir: Boynuzsuz koyun boynuzludan hakkını alır. Nitekim bir rivayette böyle denilir. Hayvanların da Allah Teâlâ katında bizim bilmediği­miz bir yönden muhatap ve yükümlü olduklarının delili budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her ümmete bir korkutucu gelmiştir.’159 Burada ‘ümmet’ ve ‘korkutucu’ belirsiz gelmiştir. Onlar ümmetler arasında yer alır. Korkutucularına gelirsek, her birisinin kendinde bir korkutucusu olabileceği gibi bazen türün içinde kendi cinsinden bir korkutucu ola­bilir. Onun bilmediği yönden durumun böyle olması gerekir. Bu du­rumu ancak Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdiği kimse görebilir. Nitekim Allah Teâlâ şeytan hakkında ‘O sizi görür, sizin onu görmediğiniz yönden ka­bilesi de sizi görür’ der. Allah Teâlâ şeytanların bizimle tartışmak üzere dost­larına ilham verdiklerini zikretmiştir. Şeytanın dostu, tartışmada söyle­diği sözlerin kendi bilgisinden ve düşüncesinden kaynaklandığını zan­nederken gerçekte şeytanın ilhamından kaynaklanır. Keşif sahipleri di­ğer bütün sesleri duydukları gibi şeytanın verdiği ilhamı da gözleriyle görür ve kulaklarıyla duyarlar. Her canlı da bu duruma şahittir ve bu nedenle Allah Teâlâ gördüklerini onlara ulaştırmasınlar diye onları dilsiz yapmıştır. Onlar hakkımızda hal suretiyle emin olan kimselerdir.

Allah Teâlâ zikrettiğimiz hususlar arasından hayvanlara keşfetmiş oldu­ğu herhangi birisini insan türünden birisine göstermemiştir. Fakat Allah Teâlâ insana emanet duygusu ihsan ettiğinde, gösterebilir. Emanet ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesi ve ilhamıyla görülebilecek şeyleri başkasından sa­kınmak demektir. Çünkü Allah Teâlâ insanların kulaklarını ve gözlerini rüzgârların esmesini, suların çağlamasını ve bütün sesli şeyleri çoğun­lukla duymaktan ve anlamaktan perdelemişse, bunun nedeni o şeylerin kapalı kalmasını murat etmiş olmasıdır. Keşif sahibi bu durumu ifşa etseydi, gizlemenin hikmeti ortadan kalkardı. Fakat Allah Teâlâ keşifle bazı hususları ifşa etme izni verebilir ve bu durumda arif izin verildiği öl­çüde ifşa edebilir.

Bu menzilde yer alan ilimlerden birisi, merhamedilerin övülmesi­nin bilgisidir. Ortak izhar ettiği halde ona inanmayanın durumu, bu menzilden öğrenilir. Muvahhider arasında da ortağı reddederken ona inananlar vardır. Böyle birisi sebeplerin bir kısmının bir şeyi zatı gere­ği yaptığına inanır. Fiillerde muvahhit olan ise Allah Teâlâ’dan başka fail görmez. Sebepliliği kabul edenler şöyle der: ‘Kara ve mazı birleşip do­ğal engeller ortadan kalktığında, kara bir şeyin yani mürekkebin ortaya çıkması gerekir.’ Bunu söylemekle birlikte o kişi muvahhittir (birle­yen). Gerçek muvahhit mürekkebin var edilişini Allah Teâlâ’ya ait görendir. Zikredilen görüşteki insanlara misal olarak, Eşarîler vb. verebiliriz. Doğal engeller ortadan kalktığında, ikisinin bir araya gelmesi mümkün olmakla birlikte, Allah Teâlâ o rengi kendisinde yarattığında mürekkep mey­dana gelebilir. Doğayı kabul edenler için durum öyledir. Muvahhit kelamcılara gelirsek, onlar şöyle der: ‘Araştıran kişi delilin yönünü öğ­rendiğinde, medlûl (delillendirilen) zorunlu olarak meydana gelir.’ Bununla birlikte onlar, delil ve medlûlün yönü hususunda görüş ayrılı­ğına düşmüşlerdir. Öyle bir şey, selim akıl sahibi için geçerli değildir. Çünkü delilin yönü öğrenilmiş olsa bile, medlûl meydana gelmez. On­ların şöyle demesi mümkün değildir: ‘Delilin yönünün bilinmesi med­lûlün bilinmesinden ibarettir.’ Çünkü onlar, delil ile medlulü ayırt ederler. Adet itibarıyla -yoksa alden değilzorunlu ifadesini eklemiş olsalardı, onlara karşı çıkılmazdı. Çünkü delilin yönü ile gören için gö­rüş arasında bir fark yoktur; aksine görme daha yetkindir. Biz iman yoluyla Allah Teâlâ’nın gözlerimizi bizden başkalarının görmüş olduğu pek çok görülenden perdelediğini biliriz. Dolayısıyla görmeyle birlikte do­ğal yaratılışa zarar veren engeller ortadan kalkmış olsa bile, zorunlu bir şekilde görülen ortada bulunmaz. Dolayısıyla görülen her ikisi için mevcut ve her ikisi de göz sağlığına sahip olmuş olsa bile, bir insan ötekinin görmediğini görebilir. Bu, doğanın veya varlığın etkisinin bulunmadığı ilahi perdedir ve yaygındır. Zahirde nice müşrik vardır ki bâtında muvahhittir. Aynı şey bunun tersi için doğrudur.

Ecellerden bilinen ve bilinmeyenler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın zatıyla farklı yerlerde bulunması, bu menzilden öğrenilir. Bu du­ruma misal olarak, beyazın bütün beyazlarda bulunması verilebilir. Bil ki Allah Teâlâ kendisi hakkında bir hüküm zikrettiğinde, o hükmün varlık­larda bir misali vardır. Çünkü misali olmayan bir şeyi zikretmiş olsay­dı, bildirmenin yararı olmazdı. Ne var ki bazı anlayışlar, bu durumu kavrayamayabilir. O halde bu hükmün (misalinin) ait olduğu varlık kime görünürse, Allah Teâlâ’nın söz konusu hükümle o kişiyi muhatap aldığı­nı anlarız; ondan başka birisi muhatap değildir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerin ve yerlerin yaratılışı insanların yaratılışından daha zor değildir. Fakat insanların çoğu bilmez.’160 İnsanların bir kısmı burada ‘büyük’ derken neyin kastedildiğini anlarken bir kısmı bunu anlama; anlayan ve bilen, ayede muhatap olandır. Bütün ayetlerde du­rum böyledir. Aynı durum ‘O’nun benzeri bir şey yoktur161 ayetinde geçerlidir. Burada Allah Teâlâ eşyada benzerliğin olumsuzlanmasını bilene hi­tap etmiştir.

Allah Teâlâ’nın bilgisinin bilinenlere genel taalluku (ilişme), bu menzil­den öğrenilir. Aramızdan bilinenleri vacip, imkânsız ve mümkün diye tasnif edenler, tümel bir yönden genelleme yapabilmiştir (ve Hakk’m bilgisine benzemiştir). Geride bu hükümlerden birisiyle hakkında hü­küm verilen şeyin alimler arasındaki gerçek durumu kalmıştır. Müm­künlerden meydan^ gelen şeyler bu menzilden öğrenilir. Bu bağlamda bütün mümkünler ayettir. Bazı kimseler ‘ayet’ olmaları itibarıyla on­lardan yüz çevirir. Bir kısmından yüz çevrilip diğerlerinden yüz çevrilmeyişinin nedeni nedir? Açıklanmış bir hususta kendini kuşkuya dü­şürenin durumu bu menzilden öğrenilir. Onu kuşkuya sevk eden sebep nedir?

Allah Teâlâ’nın âlemde karışıklığı (iltibas) yaratmış olması hangi ilahi hakikatten kaynaklanır? Bu durum O’nun kullarına bilinen ve bi­linmeyen farklı suretlerde tecelli etmesinden mi kaynaklanır? Bununla birlikte Allah Teâlâ kendiliğinde değişmeyen bir hakikattedir. Tecelli ancak öyle olabilir. O halde âlemde sadece karıştırma vardır. Bu durum Şâri’nin haber verdiği şu durumdan kaynaklanır: Mümin kâfir suretiyle gözükür, hâlbuki o mutludur; kâfir mümin suretinde gözükür, hâlbuki o bedbahttır. Dolayısıyla herhangi bir kimse hakkında işin bize karışık görünmesi nedeniyle bedbahtlık ve muduluk hükmü verilemez. Bize göre karışıklık yoktur. Karışıklık Mutlu hakkında bedbahdık, bedbaht hakkında Mutlu hükmünü vermede ortaya çıkar. Bu durumda iş bize karışık görünür. Kesin bir hüküm vermeseydik herhangi bir şey bize karışık görünmezdi. Kıyamet günü rahmetin hüküm sahibi olması, bu menzilden öğrenilir. Adalet rahmetin bir yönüdür. Kıyamet günü hü­kümde adalet günüdür. Rahmet kıyamet günü ancak gerçeğe şahit ol­mak üzere gelir. Öyle ki adalet hükmü sona erer, hakkında hüküm ve­rilen kimsede süresi biter, rahmet sonsuza kadar o kişideki hükmü üst­lenir.

Allah Teâlâ’ya ve yaratılmışlara (halk) ait hususlar bu menzilden öğreni­lir; ‘Allah Teâlâ’ya’ derken tümüyle O’na tahsis edileni kastetmekteyim. İlah olmayanın ortak olmadığı Allah Teâlâ’ya mahsus nitelik bu menzilden öğreni­lir.

Manalarının değişmesi nedeniyle ilahi isimlerin niçin çoğaldığı bu menzilden öğrenilir. Acaba onlar içerdikleri manalara ait isimler midir, yoksa o manaların nispet edildiği kimseye ait isimler midir? Söz konu­su manalar var olan durumlar mıdır, yoksa varlıkları olmayan nispeder midir? Hüküm ve kazaî işlerde insaflı olmak ve adaledi davranmak bu menzilden öğrenilir. Hüküm süresinin bitiminden sonra Hakk edişten müstağni yapan şey bu menzilden öğrenilir. Cezayı Hakk edenden olumsuzlanmasında kurtuluşun manası nedir? Müşrikin koştuğu ortağı inkârı bvı menzilden öğrenilit. Onun doğruluğa bakan bir yönü var mıdır, yoksa her bakımdan yalancı mıdır? Gerçekte söz söyleyen Allah Teâlâ’dır. Öyleyse müşrikin de doğruya bakan bir yönü olmalıdır ve bu­radan onun sözü Allah Teâlâ’nın sözüne nispet edilir. Bununla birlikte o söz yaratılmışın dilinde ortaya çıkmıştır, çünkü Allah Teâlâ o sözü kulunun diliy­le söylemiştir. Sahih bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği akta­rılır: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle söyler, Kuran bunu beyan etmiştir.’ Öyley­se tercümanın sözü kendinden aktarılanın sözüdür. Hallerin sahiple­rindeki hükümleri bu menzilden öğrenilir. Bir delil olmaksızın iki mümkünden birinin kesin olarak gerçekleşmesinin neticesi, bu menzil­den öğrenilir. Keşif sahibi arifin öfkelenmesine yol açan Hakk’ın fiili ile öfkelenmediği fiil bu menzilden öğrenilir. Öfke bâtının ve için ame­lidir. insan içinde öfke bulunmadan öfkelenmiş olsaydı, bu durumda imandan çok nifaka yakın olurdu. Nifaka teşvik, bu menzilden öğreni, lir. Acaba böyle bir şey teslimle öğrenilir mi? İşlerini (Allah Teâlâ’ya) teslim eden ile insanları idare eden bir araya gelirse, hangisi daha bilgilidir. Çağrıya icabet etmeyi engelleyen sebep bu menzilden öğrenilir. Böyle birine ‘duyan’ mı denilir, yoksa duymayan mı? Karanlık bu menzilden öğrenilir; karanlık körlük ve dalalet demektir ki, o da hayrettir.

Dünyevi yaratılışın içerdiği maden, bitki, hayvan, insan, cin, gök ve yer gibi her şeyin toplanması, bu menzilden öğrenilir. Hakk’ı tevhi­de davet eden sebep, bu menzilden öğrenilir. Bu tevhitle birlikte artık şirk ve ortak koşmak mümkün değildir. Bu çağrının süreklilik özelliği var mıdır, yok mudur? Varsa, tevhidin hükmü bakidir. Yoksa, sürekli­liği yoktur ve sadece belli bir kavim hakkında geride kalır. İmanın ge­nelliği bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle her şey, Allah Teâlâ’nın kendisiyle müminlere merhamet edeceği rahmete varır. Çünkü rahmetin bir yönü de imanın genel olmasıdır. Bevadih ve hücumlar (kalbe ansızın gelen varidat) bu menzilden öğrenilir. Bu konu kitabın haller bölümünde ele alınmıştır. Alim olmadığı halde, bilgi sahibi olduğu iddiasında bulana­nın durumu bu menzilden öğrenilir. Böyle biri tesadüfen bilgiye ulaşı­lır. Acaba onun bilgi sahibi olduğu söylenebilir mi, söylenemez mi? Allah Teâlâ için sevmek, Allah Teâlâ için buğz etmek, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ için buğz edenin bu fiilinde sayesinde Allah Teâlâ için sevmesini sağlayan bir yön bulunur mu? Nitekim onun Allah Teâlâ katından buğz etmesine kar­şılık kendisiyle rızıklandığı bir yönü vardır. Mücmeldeki tafsilin faydası bu menzilde öğrenilir. İnsanm eşya üzerinde imkânı varken acelecilik özelliğinde yaratılması, bu menzilden öğrenilir. Gaybler bu menzilden öğrenilir; onların arasında bilinen ve bilinmeyenler, bu menzilden öğ­renilir. Sebeplere ait olmaları bakımından sonuçları bilinmeyen sebep­ler nelerdir? Bununla birlikte sebepler o sonuçların sebepleri olmaları yönünden olmaksızın bilinirler. Âlemdeki şahısları (bireyleri) Allah Teâlâ’nın bilmesi bu menzilden öğrenilir.

Dünyadaki vefat ve diriliş, ahirette kendinden dirilişin meydana geleceği ölüm ve iki ölümde de berzaha intikal, bu menzilden öğreni­lir.

Melekî ruhların ibadetteki mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Genel anlamda müşrik olan ve olmayan alimlerin kurtuluşu, bu men­zilden öğrenilir. Bu durum, Kuran’da hakkında hüküm verilmiş, fakat farkına varılmayan garip bilgidir. Kudredinin fiili terk etmesini gerek­tiren sebep bu menzilden öğrenilir. İsimlendirilen her ismin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Burada dışta isimlendirilenin var olması gerek­mez. Acaba varlık bakımından bütün bilinenleri kuşatan mertebe han­gisidir? Bilinenin varlığının imkânsız olup olmaması birdir. Cezanın berzah olması ve cezada berzah olan kısım bu menzilden öğrenilir. Bu durumda onu yerine getirmek başka bir cezayı meydana getirir. Dönüş buradan öğrenilir. Acaba neye racidir? Bu, öne doğru yürümek de­mektir. Nitekim şöyle deriz: ‘Günün ilerleyen saatinde gün döndü.’ Hâlbuki güneşte bir dönüş yoktur, aksine güneş kendi yolundadır. Acaba bu dönüş eşyadaki nesih (birinin ötekiyle ortadan kalkması) gibi midir? Nesih (veya bu anlamdaki dönüş), hükmün bitip başka bir hü­küm süresinin başlamasıdır. Yol ise birdir ve yolda yürüyende yoldan ayrılma ve dönme hali gerçekleşmez. Üfleme ve -kendi bir olsa bilehüktimlerinin farklılığı bu menzilden öğrenilir.

Müşahede ile müşahede ve teorik bilgi arasındaki fark bu menzil­den öğrenilir? İstidlal bu menzilden öğrenilir. Her bilginin adamları­nın olması ve -aktarılmasa bileher makamın bir sözünün olması, bu menzilden öğrenilir. Öyleyse söz hal demektir. Teşbihi kabul etmeyeni teşbih etmeye sevk eden nedir? Yeniden yaratmanın ilkinin tarzında olması bu menzilden öğrenilir. Böyle olmasaydı, yeniden yaratma de­nilmezdi. Bir şeyin zıddına mahal olup olmaması bu menzilden öğre­nilir. Belirsiz olanların açıklanması bu menzilden öğrenilir.

Gece ve gündüz bu menzilden öğrenilir. Girdirme, dürülme ve örtmenin onlara nispetinin anlamı bu menzilden öğrenilir. Onların yenilenmesi ve değişmesi bu menzilden öğrenilir. Çoğun birden çıkar­tılması, bu menzilden öğrenilir. Böyle bir şey ancak bir ile terkip edi­len doğal terkip üzerinde dereceli bir şekilde olmaksızın nasıl mümkün olmasın? Eşyadaki başkalaşmaların anlamı nedir? Hükümler bu men­zilden öğrenilir. Her hüküm yöneldiği kimsede mi geçerlidir, yoksa bir kısmı geçerli, bir kısmı geçerli değil midir? Hüküm veren Allah Teâlâ’dır. O halde varlıkta -hakkında hüküm verilen kimse içindoğru olmayan hü­küm nasıl bulunabilir? Bu meselede bir kapalılık vardır. Bu kapalılık ortağın varlıkta bulunacağı hükmünün verilmiş olmasından kaynakla­nır. Ortak Allah Teâlâ’ya koşulduğunda, öyle bir hüküm batıldır, çünkü O’nun mülkünde ortağı yoktur. Allah Teâlâ hakkındaki sözlerin çokluğu, bu menzilden öğrenilir. Bu durumun -ihmal değilHakk’ın süre verme­sinden kaynaklandığı bu menzilden öğrenilir, isimlendirmenin ve ter­kinin sonuçları bu menzilden öğrenilir. Aşağıdaki beyitlerin anlamı bu menzilden öğrenilir:

Cehalet ölümdür onu bilmez Bilgiyle nefesleri canlı olandan gayrisi

Bir akideye bağlanma bilinmez Bir fitille bağları güçlenenden gayrisi

O hulul etmedi, sen öyle zannedersin Böyle tahayyül eden şaşırır kuşkusuz

Kimi Allah Teâlâ saptırırsa hiçbir rehber yol gösteremez ona Öylesi zenginken iflası Hakk eden biri

Pekiştirmede ortaya çıkan durum, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

Hal, Akit, İkram, İhanet İle 'İhbar' Tarzındaki Dua Menzilinin Bilinmesi

Bu, Muhammedi bir menzildir.

Gümüşten sayfalar Cevherden ve kıymetli madenden

Saygın melekler getirdi onları Üzerlerinde korunmuş satırlar

Bize göründüklerinde Her renkten ‘yedik’ durduk

Bir kısmı nitelik ilimleri Bir kısmı kevn ilimleri

Bir kısmı hal ilimleri Bir kısmı müşahede ilimleri

Bir kısmı vuslatı söyler Bir kısmı ayrımı söyler

Münezzehtir Allah Teâlâ ve Müteal Benzemez hiçbir varlığa

O’nun varlığı kendisi O’nun varlığı varlığım değil!

Bilmelisin ki, on iki, parmakla sayılan veya basit sayıların sonun­cusudur. Parmakla sayılanlar dokuz, onlu olanlar ise üç tanedir; top­lamı on ikidir. On ikiden her birinin ötekine ait olmayan bir hükmü ve ilahi bir müşahedesi vardır. Sayılardan her birine ait Allah Teâlâ adamların­dan bir adam vardır ve söz konusu sayının hükmü o adama aittir.

Bir sayı değildir ve bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vitir namazını on bir rekât olarak kılardı, çünkü bir sayı değildir. Bir sayı olsaydı, genel

anlamıyla hem sayılarda hem sayılanlarda birlik bulunmazdı. Bu ne­denle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vitir namazını on bir rekât olarak kılardı ve her rekât ümmetinden bir adamın yapısına karşılık gelirdi. Söz konusu adamın kalbi, o rekâtta peygamberin kalbinin suretindedir. On iki ise on biri kendinde toplayan sayıdır. On ikinin makamının sahibi ise za­hirde ve bâtında bütünüyle Hakk’tır. O bilir, kendisi ise bilinmez. O, ilk birdir, çünkü sayıların ilki ikidir. On ikiye ulaştığında, on iki senin ulaştığın on bir sayıdır. Çünkü ilk bir, sayı değildir. On iki ise ilk bir sayesinde meydana gelebilir. Hâlbuki o sayı değildir ve bu hüküm kendisine aittir. O halde ilk ‘bir on ikidedir, fakat o değildir.’ Nitekim aynı kalıpta şöyle dersin: ‘Sen ve sen olmayan!’

Bu on iki adam, marifet hâzinelerini ortaya çıkartanlardır. Onlar, âlemin suretlerinde gizlenmiş hâzinelerdir. O halde âlem, âlemdeki suretlerin bilgisine sahipken o insanlar suretlerin içerdiği şeylerin bilgi­sine sahiptir. Hazine suretlerdeki hâzinelerdir. Böylece hâzineyi ‘ilk bir (vahid-i evvel)’ vasıtasıyla ortaya çıkartırlar. Onlar tevhidi ve ibadeti en iyi bilenlerdir. Allah Teâlâ ile sürekli münacat, onların halidir. Söz konusu zatî münacat, birin tüm sayılara eşlik etmesi gibi, onlara eşlik eder. Bu durum ‘O sizinle beraberdir, nerede olursanız olun162 ayetinde zikredilir. Yani sizin birin dışında belli bir varlığınız yoktur! O halde bir sayısıyla bütün sayılar dışta var olur. Bu yönüyle bir, sayıları gösteren ve gizle­yendir. Bu birin remzi Eliftir. Çünkü onun görünmek amacıyla sayı­larda ve basamaklarıyla ilişkisi ve ülfeti elif vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bu yönüyle o, ilk ve sondur (evvel ve âhir): Bir kendisiyle çarpıldığın­da, çarpımdan kendisi çıkar. Bir hangi sayıyla çarpılırsa çarpılsın, o sayıda artma ve katlanma gerçekleşmez, çünkü herhangi bir sayıyla biri çarptığında, onu gerçekte o sayının birliğiyle çarpmışsın ve bu nedenle sayıda ilave olmamıştır. Çünkü bir kendiliğinde artışı veya çarpıldığı şeyde bir artışı kabul etmez ve dolayısıyla artma olmaz. Bir bulunduğu her yerde birdir! Bir ile yüz bini çarpsan yüz bin, bir ile ikiyi çarpsan iki, bir ile onu çarpsan on dersin. Bir ile çarpılan sayıda artış olmaz. Çünkü bir, herhangi bir şeye yerleşmeyecek veya herhangi bir şeyin ona yerleşmeyeceği bir makama sahiptir; sayının tam sayı veya kesirli olması birdir. Binaenaleyh bir, hakikatleri -kendilerinde başkalaşma olmaksızınoldukları hal üzere bırakır. Çünkü hakikatler değişseydi bir de değişmiş olurdu. Hakk’ın kendinde başkalaşması gibi hakikatlerin başkalaşması da imkânsızdır. Başkalaşma olsaydı, ne Hakk’a ne yaratık­lara dair bilgi sahip olabilirdik. Hakikatlerin asla başkalaşmayacağı sa­bittir. Bu nedenle herhangi bir şeye itimat mümkün olmuştur ve söz konusu itimat ‘bilgi’ denilen şeydir.

Şimdi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vitir namazı kılmasından (bilgileri) orta­ya çıkan on bir kişiden her bir adamı zikredelim! Daha doğru bir ifa­deyle onların sayısının on bir olması, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zahir surette on bir rekât kılmasını gerektirmiştir. Bununla birlikte söz konusu suretler, bâtında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den meydana gelmiştir, çünkü o pey­gamberken Adem (as.) henüz su ve toprak arasındaydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu nitelikte olduğu için, onları (vasıta olarak) var etmiş, bedeniyle âlemde zuhur ettiğinde o manevi sureüer kendisine eşlik etmişti. Böy­lece söz konusu suretler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bedenini gayb âlemine mü­nasip olması için (namaz için) ayağa kaldırmış, on bir rekât vitir ile zahirine hâkim olmuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de onları birlemiş (vitir yap­mış), böylece o suretler peygamberin birliği olmuşlardır. Öyleyse bu manevi suretler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinde hem hakim ve hem onun hükmü altında bulunan şeylerdir. Onlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den meydana gelmiş, onda ortaya çıkmış, iki farklı açıdan da onda hüküm vermişler­dir.

Onlardan birisi, ilk rekâtın suretidir. Ondan Allah Teâlâ adamlarından bir adam meydana gelmiştir ve niteliği bakımından -yoksa onun adı değildirkendisine Abdülkebir (el-Kebir’in kulu) denilir. Bu adam, makul ve ruhanî yaratılış sahibidir. Bedene girdiğinde, kendisiyle çağ­rıldığı niteliği itibarıyla insan suretindedir. Aynı durum on iki suretteki her bir adam için böyledir.

Bilmelisin ki ilahi isimlerde, daha üst ve daha yüce şeldinde ifade edilen bir derecelenme vardır. Müşrikler kendilerini kınamak için ‘eall hubel’ yani ‘en üstün olan hubeldir’ dediklerinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onla­ra karşılık sahabesine ‘siz de söyleyin’ demiş, sahabe ‘Ey Allah Teâlâ’nın pey­gamberi! Ne söyleyelim’ dediklerinde, şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâu a’la ve eceli’ yani ‘Allah Teâlâ en üstün ve en yücedir.’ Müşrikler bu ifadeyi kabul edebiliyorlardı, çünkü onlar ‘bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ediyoruz163 diyorlardı. Allah Teâlâ onlara göre daha üstün, daha yüce olandır! Müşrikler peygamberi ilahlara taparak yaklaşmak istedik­leri Allah Teâlâ’dan gelen bir peygamber olduğu hususunda tasdik etmiş olsa­lardı, onları ilah diye isimlendirmezlerdi. Onlar ilahları ibadet ettikleri şeyler olmaları hasebiyle ‘ilah’ saymışlardı. Çünkü ilah ibadet edilen (mabud), ‘ilahet’ ise ibadet demektir. Bir rivayette ‘Seni ve âlihete’ni terk ederler164 ayetindeki ‘âlihe’ kelimesi ibadet şeklinde okunmuştur. ‘Alihe165 dediğinde şöyle der: ‘Kendilerine ibadet ettiğimiz mabudlar!’ Müşrikler ilahlığı ibadet ettikleri şeylere nispet etmişken Allah Teâlâ’ya daha kâmil ve -kendilerine göredaha yüce bir şekilde nispet etmişlerdi. Bu durum, onların (ayette belirtilen) bu itiraflarından anlaşılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bu nedenle mübalağa kipiyle ‘daha yüce’ demiştir. Yani ‘Allah Teâlâu ekber’ (bu ayetten anlaşıldığı üzere) sizin sözünüz ve inancı­nızdır. Bu nedenle namazdaki tekbirde ‘Allah Teâlâu ekber’ lafzı üstünlük bildiren kiple gelmiştir. Yoksa taşlar ‘daha üstün’ değildir veya yontup ilahlık nispet ettikleri şeyler veya yıldız ve benzeri şeyler üstün değildir. Üstünlük varlıkta değil, münasebette gerçekleşmiştir, çünkü varlıklar arasında üstünlük yoktur. Başka bir ifadeyle kul ile efendi, rab ile merbub arasında, yaratan ile yaratılan arasında bir derecelenme yoktur. Bu suretin yaratılışı hakkında ima ettiğimiz meseleyi hakka’l-yakîn bir şekilde anlamış olsaydı, cezalandırmanın ardından müşrikin varacağı yeri de anlardın.

Vitirde İkinci Rekâtın Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından biri yaratılır ve kendisine Abdulmücib denilir.

Bilmelisin ki, icabet, isteğin ve sualin neticesi ve fer’idir. Bu kişi, sual ve duasıyla efendisine tesir ettiği gibi efendi Hakk’ın kula karşılık vermesini sağlar. Çünkü Allah Teâlâ -peygamberinin diliylekulu kendisini razı ettiğinde razı olmak, öfkelendirdiğinde öfkelenmek özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Kul Allah Teâlâ’yı kızdırır, Allah Teâlâ da kızar. Kul Allah Teâlâ’yı güldürür, Allah Teâlâ da güler! Böyle ifadeler Kitap ve Sünnette yer alır. Allah Teâlâ kendisine icabet etsin diye kulda isteği yaratır, kendine kızsın diye Hakk’ı kızdıran fiili yaratır. Bu durum, işin dairevi bir şekilde, kul ile Allah Teâlâ arasında döndüğünü öğretir. Dairenin sonu başlangıca varır ve böylece sondaki başa yönelmiş olur. Bu sayede Allah Teâlâ Evvel ve Ahir olur (İlk ve Son). Hal böyle iken, gerçekte O’nu ancak kendisi razı ederken yine kendi kızdırır. Çünkü Allah Teâlâ başkasının etkisinde olama­yacak kadar münezzeh ve mütealdir. Bunu anlamalısın!

Allah Teâlâ’nın âlemdeki yegâne hükmü, zikrettiğimizdir. Bakınız! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin için fariğ kalacağız.’166 Allah Teâlâ’nın yegâne meş­guliyeti biziz. Allah Teâlâ bizden bizim için fariğ kalacaktır. Biz yok olsay­dık, O yine olurdu. Hâlbuki hem varlık hem takdir bakımından öyle olmamıştır. Gerçek ancak böyle öğrenilir. Veya biz olmasaydık, izafet­ler ortadan kalkardı. Hâlbuki öyle olmamıştır. Çünkü onlar, kendileri nedeniyle, izafettirler. Dolayısıyla Rab ancak göreli ve izafeli olarak bilinebilir. Bu nedenle Rab ismi Kuran’da tamlama yapılmadan gel­memiştir. Bununla birlikte bu ismin tamlama yapıldığı şeyin kendisi değişebilir. Bu bağlamda Rab ismi zamir isimlerine, bazen varlıklara, bazen hallere izafe edilir. Rabbini böyle tanımamışsan, kesinlikle O’nu tanımamışsın demektir. Aklın taksimiyle Hakk’ı ancak ‘kendisi nede­niyle varlığı zorunlu olanın hükmü böyledir’ diye bilirsin. Acaba varlı­ğı zorunlu olan var mıdır, yok mudur? Bunu ancak kendi varlığınla öğrenebilirsin. O halde Allah Teâlâ’yı ancak kendinle tanıyabilirsin. Binaena­leyh Allah Teâlâ’yı bilmen kendini bilmene bağlı olmalıdır. Varlığın isen O’nun varlığına bağlıdır. Onun rabbin olduğunu bilmen ise kendini bilmene bağlıdır. Varlıkta asıl olan O’dur, sen ise varlıkta fer’sin. Buna mukabil O’nu bilmede asıl olan sen, bilgide fer’ olan O’dur.

Vitirde Üçüncü Rekâtın Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından Abdülhamid denilen birisi yara­tılmıştır.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’ya övgü iki tarzda yapılır; mutlak ve sınırlı öv­gü! Mutlak övgü acizlikle birlikte olabilir. Misal olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Seni övmeyi başaramam, Sen kendini övdüğün gibisin’ hadisin­de geçen ifadeyi verebiliriz. Şair şöyle der:

Biz seni ‘salih’ diye övmeye kalksak Bizim övgümüzün üzerinde kalırsın

Herhangi bir yaratılmışın Allah Teâlâ’ya layık övgüyü tam olarak bilmesi, mümkün değildir. Çünkü bütün mümkünlerin varlığa girmesi müm­kün değildir ve her mümkünün Allah Teâlâ’ya bakan özel bir yönü vardır. Allah Teâlâ o mümkünü bu özel yönden var ettiği gibi o mümkün de Allah Teâlâ’yı bu özel yönden bilir ve -sadece özel yön sahibinin bildiği övgüyleAllah Teâlâ’yı yine o yönden över. Başka birisinin o övgüyü bilmesi mümkün olmadığı gibi lafız ve işarede onu ifade etmesi de mümkün değildir. Allah Teâlâ’yı var olan ve olacak her dille övmekle gerçekleşen mutlak övgü bu demektir. Bu nedenle ‘Subhanallahi adedi halkihi’, yani ‘yarattıkları sayısınca Allah Teâlâ’yı tenzih ederim’ diyenin sevabınm varlıkta gerçekleşme­si düşünülemez. Fakat onun sevabı, hal be hal sonsuza kadar sürekli yaratılır. Bu nedenle şeriat kulun bu ifadeyi üç kez söylemesini emret­miştir ve bu sayede duyulur sevap, hayalî sevap ve manevi sevap ger­çekleşirken kul da duyu, hayal ve akıl bakımından nimetlendirilir. Ni­tekim kendisi de hamdi duyu, hayal ve akıl bakımından zikretmiş ol­duğu kadar aynı zamanda duyu, hayal ve akıl bakımından ibadet et­miştir. Kul bu şekilde ilahi kelimeleri veya Arş’ın tartabileceği sayıdaki kelimeleri zikreder, çünkü Arş tanımı itibarıyla bütün âlemdir. Aynı şekilde, ‘cennet ehlinin ve cehennem ehlinin fiilleri hakkında nefsinin razı olduğu miktarca’ demesi de öyledir. Çünkü onlar, ancak Hakk’ı razı eden işlerde tasarrufta bulunur ve o işi yaparlar. Bunun nedeni bulundukları yerin -dünya ve yükümlülük yerinden farklı olarakböyle yapmalarını gerektirmesidir. Buna mukabil dünya hayatında Allah Teâlâ’yı razı eden ve kızdıran işleri yaparlardı. Allah Teâlâ ateşi kızdıklarının diyarı yapmıştır. Dolayısıyla ateş ehli olanların dünya hayatında Allah Teâlâ’yı kızdı­ran işleri yapmaları kaçınılmazdır. Ateş diyarına yerleşip orayı doldur­duklarında, sadece Allah Teâlâ’yı razı eden işleri yaparlar ve bu nedenle ateş ehlinin varacağı yer de, her şeyi kuşatmış olan Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Bu­nunla birlikte oıası bedbahtlık diyarıdır. Bu hüküm devam eder, nite­kim peygamberlik görevi biten ve görevini tamamlayıp Allah Teâlâ’ya dönen peygamberin de ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi’ olduğunu söyleriz. Hâlbuki o esnada peygamber değildir. İşte bunun gibi bedbahtlık diyarı hakkında da ehli hakkında bedbahdık hükmü ortadan kalkmış olsa bile ‘bedbaht­lık diyarı’ demeyi sürdürürüz.

Mukayyet, yani sınırlı övgüye gelirsek, filozoflar Allah Teâlâ’yı tenzih ni­teliğiyle (överek) sınırlamışlardır. Allah Teâlâ’yı ‘fiil’ fiil sıfatıyla överken, cü­zilik hükmü vermemişler, tümellik veya asalet anlamıyla O’nu nitele­mişlerdir. Filozofların (hâkimler) dışındakiler ise Allah Teâlâ’ya yönelik övgü­yü, fiil ve tenzih sıfatıyla birlikte sınırlamışlardır. Bunlar, kâmillerdir; çünkü onlar, bildikleri hususta hâkimlere ortak olmuşken onların bil­mediği meseleleri bu övgüye eklemişlerdir. Filozoflar kâmillerin bildiği ilave konuyu himmet eksikliği nedeniyle öğrenememişlerdir. Söz ko­nusu eksiklik, kendilerindeki kuşkudan kaynaklanmış, bu kuşku ise Allah Teâlâ’dan sadece birin ortaya çıkabileceği (Bir’den bir çıkar) şeklinde hü­küm vermelerini sağlamıştır. Onlara göre Allah Teâlâ’nın kitabında kendini nitelediği niteliklere sahip olması mümkün değildir. Çünkü o filozoflara göre, gerçek olduğu üzere ve keşif sahipleri, mutlak iman sahipleri ve akıl yönünden (vahyi ve nübüvveti) kabul eden bazı kelamcıların inandığı şekilde, (Allah Teâlâ katından) indirilmiş bir kitabın ol­ması veya ‘peygamber’ denilen bir şahsın gönderilmesi söz konusu de­ğildir.

Kuşkusuz nebevî-vitir rekâtlarının suretlerinden (meydana gelen adamlar ve onların özellikleri) âleme yayılmıştır. Bu yayılma Hz. Adem su ve toprak arasındayken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘peygamber’ ol­masıyla aşlamış, kıyamete kadar sürecektir.

Vitirde Dördüncü Rekâtın Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından Abdurrahman denilen biri mey­dana gelir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ birbirlerine merhamet etsinler diye kullarında var ettiği ilahi rahmeti zatî rahmetten yaratmıştır; zatî rahmet vasıta­sıyla ise Allah Teâlâ bilinmek istediğinde âlemi onunla yaratmış, onunla ken­dine ‘rahmeti yazmıştır.’ Hakk’ın üzerine yazılmış rahmet zatî rahme­tin edilgeniyken (münfail) ihsan rahmeti her şeyi kuşatan rahmettir. O halde bir şeyin kendisine merhametine zatî rahmet imdat eder ve ona bakar; kendine merhamet eden herkesin müşahedesi bu rahmette ger­çekleşir. Çünkü Allah Teâlâ kendini sevmek ile sevdiklerine kavuşmayı şid­detle özlemekle nitelenmiştir. Allah Teâlâ sevdiklerine ancak bu rahmet sahi­binin kendini müşahede ettiği rahmet vasıtasıyla kavuşur. Bu rahmet Allah Teâlâ’nın kendi üzerine yazdığı ve zatî veya ihsan rahmetinde müşahe­desi bulunmayan rahmettir. Kendine kötülük yapana yapılan rahmet ile ilahi ihsanın veya ilahi cömertliğin genişliğinin gerektirdiği rahme­tin müşahedesi ise ihsan rahmetinde gerçekleşir. Bu rahmet İblis’in bile umuda kapılmasını sağlayan rahmettir. Onun aşağısında olanların ise yazılmış rahmet veya zati rahmete dair müşahedeleri yoktur. Bu sayede Allah Teâlâ ve Rahman isimleri diğer bütün isimlerden farklıdır. Bü­tün isimler Allah Teâlâ’ya aittir. Bütün isimler, Rahman ve Allah Teâlâ ismine delil­dir, fakat insanların çoğu farkında değildir.

Allah Teâlâ ehlinden kimsenin bu taksime göre rahmetin üçe ayrıldığına dikkat çektiğini görmedim. Bu taksim, gerçekte olduğu gibi, bilinme­yen bir taksimdir. Biz onu keşiften öğrendik. Arkadaşlarımızın niçin bu taksimi ifade etmediklerini bilmiyorum. Fakat zannederim ki Allah Teâlâ onlara bu taksimi keşfettirmiştir. Bu konuyla ilgili nebevi haberlere gelirsek, kuşkusuz peygamberler gözle görerek bu meseleyi öğrenmiş, biz de onların kandillerinin nurundan bu bilgileri öğrenmişizdir. Çün­kü Allah Teâlâ bizi kendisine ve peygambere uymakla rızıklandırmıştır. Allah Teâlâ’ya uymak ‘O sizinle beraberdir, nerede olursanız olun167 ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ her nerede olursa olsun bu beraberlikte kuluna tabidir. Biz de her nerede zuhur ederse hüküm bakımından Allah Teâlâ’ya tabi oluruz. Biz dururuz ve Allah Teâlâ’nın bir emri izhar etmesini bekleriz. Sonra o emrin izhar ettiği hükme uyar ve insanların genelinin nezdinde hükme aykırı davranmayız. Mesela bilinmeyen bir surette tecelli ettiğinde Hakk’ı bilmek yerine susmamız bundan kaynaklanır. Hâlbuki biz O’nu bu surette de biliriz. Her iki durumda da Hakk tecelliyle ve inkâr hükmüy­le öne geçen iken biz susarak O’na tabiyiz. Bununla birlikte (bilinme­dik bir surette tecelli ettiğinde) inkâr etmeyiz veya k^bul etmeyiz: İşte Hakk’a uym^k bu demektir.

Allah Teâlâ’nın bize ihsan ettiği peygambere uymaya gelirsek, bu durum, ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinde sizin için güzel örnek vardır,us ayetinde zikredi­lir. Cemaate namaz kıldırırken peygamber bize uymuş, bizi dikkate almıştır. Namazda zayıf, hasta, ihtiyaç sahipleri bulunabilir diye pey­gamber onlara göre namaz kıldırmıştır. Öyleyse peygamber hem uyan hem uyulandır! Sonra namaz kıldırırken en zayıfı dikkate alarak namaz kıldırmamızı bize emretti. Böylece zikrettiğimiz hususta Rahman’a tabi olduk. Öyleyse biz tabi olanlarız. Rahman da hakikatlerimizin verdiği ihtiyaç ve yoksunluk nedeniyle bize tabidir. Böylece Rahman üzerinde bulunduğumuz durumla paralel olarak bize davranır. Bu du­rumda biz tabi olunanlarız. Kullarda efendilik hakikatlerinin neyi ver­diğine ve kulluk ve ibadet hakikatlerinin efendilikte neyi ortaya çıkar­dığına bakmalısın! Bu adam âlemde bu nitelikteki insandır. Dördüncü rekât vasıtasıyla dört ilahi ismin hükümleri ortaya çıktığı gibi doğal yaratılışta doğanın hükümleri ortaya çıkar. Unsurların hükümleri ise bu üç rahmetin kendilerine ait olduğu üç türeyende de (müvelledat-ı selase), hayvani yaratılışta ise karışımların (ahlât) hükümleri ortaya çıkar. Bu adam, bütün bunların üzerinde egemendir.

Vitir Namazının Beşinci Rekâtının Sureti

Bu suretten ise Allah Teâlâ adamlarından Abdulmu’ti (verenin kulu) de­nilen bir adam yaratılmıştır.

Bazen bu kişinin verişi vehbî olabilir. Bu durumda veren Abdulvehhab’dır. Bazen nimet vermek amacıyla verir. Bu durumda Abdulmün'im’dir. Bazen kerem şeklinde olabilir. Bu durumda veren, Abdülkerim’dir. Bazen onun verişi cömerdik şeklindedir. Bu durumda veren Abdülcevad’dır. Bazen verişi seha tarzındadır. Bu durumda Abdulmukît ve Abdıissahi’dir. Bazen isar tarzmda verir. Bu durumda veren Abdülgani olur. Vermenin bu tarzı, verişlerin en kapalı ve anla­şılması en güç olanıdır. Hatta bizim dışımızdakiler onu (Allah Teâlâ hakkın­da) imkânsız saymıştır. İlahi mertebe hakkında bu verme tarzını kabul eden görmediğimiz gibi el-Gani’nin manasını bilenden başka kimsenin onu kabul etmediğini gördük. Şöyle ki: Sahih bir rivayette belirtildiği­ne göre kul, hüviyeti itibarıyla Hakk’ın onun bütün güçleri olduğu bir makama ulaşabilir. Bu durum ‘Ben onun duyması, görmesi ve eli olu­rum’ hadisinde belirtilir. Bunun dışındaki organ ve güçler de zikredilir.

Allah Teâlâ zatı gereği müstağnidir ve müstağnilik kendinden kaybolmaya­cak (zatî) bir niteliktir. Kul bu makama yerleştiğinde, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ kendinden ve her şeyden müstağnilik niteliğini de ona verir. Çünkü O’nun hüviyeti, kulun güçlerinin yerini almıştır. Bu durum, vermenin kısımları arasında îsar (muhtaç olunanı başkasına vermek) için geçerli olabilir. Bu durumda Allah Teâlâ, hüviyetine mahsus bir hususta kulunu ‘tercih etmiş’ ve şöyle demiştir: ‘İhtiyaçları olsa bile, onları ken­dilerine tercih ederler.’169 Ki ‘bile’ demeye gerek olmadan onlara muh­taçtırlar. ‘İsar’ tarzında, yani muhtaç olduğu halde vermek, verene dö­nen ilave bir üstünlük ve ihsan demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘isar’ tar­zında vermeye daha uygun iken kulun hakkında bu verme tarzı daha yetkin bir davranıştır. Burada ehline imayla anlatılabilecek başka türlü açıklanması mümkün olmayan sır ilimleri vardır. Ehline ima etmek ise bu sırlara ulaşmak için onları cesaredendirmek amacı taşır. Ehli o sırla­rı kabul karşısında korku içindeyken, onlarla nasıl nitelensinler Ki? Di­ğer isimler daha kolay anlaşılır.

Vitir Namazının Altıncı Rekâtının Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından Abdülmümin denilen birisi yara­tılır.

Bilmelisin ki, iman ilahi bir niteliktir. Bu yönüyle iman, herhangi bir iddiacının iddia ettiği bir hususun doğruluğuna bütün delillerin delalet etmesiyle ortaya çıkar. Burada gerçekte delil olması itibarıyla herhangi bir şart belirtilmeksizin bütün deliller kast edilmiştir. Mesela delil duyulur bir delil ise, duyu ona öyle şahidik eder. İddianın doğru­luğuyla hüküm veren de zorunlu bilgi vermiş olur. Bu zorunlu bilgi, iddiacının iddiasının doğruluğu hakkında delilin ta kendisidir. Öyleyse bu delilleri ortaya koyan kimse iddia sahibini doğrulayandır (iman eden). Bir kimse onu doğrulayıp herhangi birinin nefsinde bilgi mey­dana geldiğinde, delilin meydana geldiği şahıs iddia sahibim doğrula­mış, tasdik ise kevne döıjnyiş olur. Yani Hakk'ta olduğu gibi yaratıklar­da ortaya çıkmış demektir. Böylece iddia sahibi iki doğrulayan arasın­da sınırlanır; hangi yöne yönelirse, iddiasıyla getirmiş olduğu hükmü tasdik edeni bulur. Bu hal ona iki uçtan gerçekleşecek yalanlamaya kar­şı bir güvence verir. Kevni (oluş) inkâr ederse, kendiliğinde iddiacının doğruluğundan emindir. Kastedilen doğruluğu hakkında bilginin ger­çekleşmesidir.

Bu rekâtın suretiyle birlikte insan ve cinlerin bâtınlarına tasdik (duygusu) yayılmıştır. Bu durum işin bâtınında söz konusu rekâtın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den meydana gelmesinden itibaren gerçekleşir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Adem su ile toprak arasındayken peygamberdi. Dola­yısıyla bu rekâtın ortaya çıkardığı tasdik, bütün tasdik edenlerde mü­cerret bir ruh olarak sirayet eder. Ta ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o rekâtı bede­niyle kılıp o suret bedenlenir. Bu ruh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in fiilinden be­densel bir suret giyer, çünkü o, duyulur hareketlerden oluşur. Böylece o suretin yapılması, bize göre, iki sureti bir araya getirmekten daha güçlü olur. Nitekim onun tesiri de bedenin zuhur etmesiyle birlikte gerçekleşen gönderilme vaktinde daha güçlüdür. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Âdem su ile toprak arasındayken peygamberdi. Onun gelişiyle bir­likte bütün şeriatlar hükümlerini kaybetmiştir ve herhangi bir şeriatın hükmü geride kalmamıştır. Bunun istisnası, herhangi bir şeriat olması bakımından değil, sadece kendi şeriatı olması itibarıyla, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bıraktıklarıdır.

Vitirde Yedinci Rekâtın Sureti

Bu suretten ‘Abdürrahim’ adlı Allah Teâlâ adamlarından biri var olur.

Bilmelisin ki, hükmünü izhar edebilecek şekilde kadirde (güç yeti­ren) bulunan rahmet, bulunduğu kimseye acı bir azap olarak döner. Çünkü rahmet zatı gereği rahmet edilene ulaşmak ve etkisini bilfiil on­da izhar etmek ister. Rahmeti uygulama gücüne sahip kimsede bulun­duğunda iki neticesi ortaya çıkar: Birincisi rahmet edendeki eseridir. Bu eser, rahmet edilene ulaşmakla ortadan kaybolan acıdır. Bu du­rumda rahim (merhamet eden), rahmeti icra etme kudretine sahip ol­ması itibarıyla, merhamet ederek merhamete mazhar olan kimsedir. Rahmetin ulaştığı kimse de bu rahmet ve rahmet edenin onu icra et­mesiyle merhamet görmüştür. Öyleyse rahmetin o kimsedeki eseri iki yönden ortaya çıkar: Birinci eser, rahimin rahmetinin merhuma (mer­hamet edilen) ilişmesine yol açan durumun kalkmasıdır. Öyleyse sahibi kendisini icra etme ve uygulama gücüne sahip olmadıkça, her rahmet, nimet değildir. Başka bir ifadeyle rahmet sahibinde bazen azap sure­tinde ortaya çıkarken bazen nimet suretinde ortaya çıkar. Rahmetin azap suretinde ortaya çıkması, sahibinin kendisini uygulama gücünden mahrum olması durumundadır. Buna mukabil uygulama gücüne sa­hipken rahmet hem rahmet eden hem edilende nimet suretinde ortaya çıkar. O halde rahmet, birbirine zıt iki sureti kabul etmiştir. Bu du­rum, rahmetin elem ve azap meydana getirmesi itibarıyla garip durum­lardan birisidir. Rahmet rahmeti uygulama gücünden yoksun o kişide bulunmasaydı, acı çekmekle nitelenmeyecekti.

Sonra bu meselede daha garip bir durum vardır, şöyle ki: Rahmeti uygulama gücüne sahip kimsenin önünde bir engel olabilir. Böyle bir durumda kişi nahoş bulmanın acısını yaşar. Bu durum, rahmeti icra etme gücüne sahip olması bakımından o engelin yol açtığı bir hükmü­dür.

Bu mesele, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerde en çetin meselelerden biri­dir. Hükmü ise nebevi haberlerde Allah Teâlâ’nın kendinden bildirir­ken buyurduğu şu kutsi hadiste ortaya çıkar: ‘Mümin kulumun canını alırkenki tereddüdün dışında yaptığım hiçbir işte tereddüt gösterme­dim. O ölümü kerih görür, ben gecikmesini! Hâlbuki bana kavuşması gerekir.’ Ölümün kaçınılmaz olması kendisine ölümü kerih ve nahoş göstermektedir. Burada Allah Teâlâ’ya kavuşmanın ölümle gerçekleşe­ceği ortaya çıkmaktadır. Ölüm salt duyudan çıkarak k uykuda gördü­ğümüz şekilde müşterek duyuya çıkmaktır, çünkü uyku, ölüm türlerindendir. Başka bir ifadeyle uyku duyu âleminden çekilmek ve hayal âlemine ve ortak duyu âlemine geçmek ve intikal etmek demektir. Uyuyan uykusunda -ölü ölümden sonra gördüğü gibirabbini görür. Bununla birlikte ölünün görmesinin ve rabbine kavuşmasının geri dö­nüşü yoktur. Uyuyan ise belli bir süreye kadar geri döndürülerek uy­kusundan uyanır. Kavuşma uykudan değil de, fenadan gerçekleşir ve sonra beka haline döndürülürse, böyle birinin hükmü kıyamette dirilti­lip artık önünde perdesi olmayan ölünün durumu gibidir. Uyuyan in­san ile fani olan insan arasındaki fark budur. Bu nedenle Amr b. Os­man el-Mekkî ariflerin niteliğinden söz ederken şöyle der: ‘Onlar bu­gün nasıl iseler, yarın -Allah Teâlâ’nın izniyleyine öyle olacaklardır.’

Binaenaleyh rahmetin hükmünden daha garip bir şey yoktur. Ba­kınız! Doktor kangren olmuş birine karşı merhamet duyar. Fakat ona acı çektirmeden rahmeti ona ulaştıramaz. Doktor hastaya duyduğu merhamet ölçüşünce onu uygulama imkânı bulamadığı durumda acı duyacaktır. Hastaya merhameti olmasaydı, o acıyı duymazdı. Bakınız! iyileşen insan elem ve acı değil, haz bulmaktadır. Zikrettiğim bu mese­leyi Allah Teâlâ hakkındaki bilgide düşünmelisin! Ben Hakk’ı sahih bir keşif ve sarih bir müşahedede görmüştüm. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem beraberdi. Allah Teâlâ ilahlık iddiasında bulunduğu için Deccal’in öldürülmesini em­retmişti. Bununla beraber ağlıyor ve iddiası nedeniyle cezalandırılma­sına karşılık mazeret beyan ediyor, bu konuda elinden bir şey gelmi­yordu. Bu ağlamak, bir engel nedeniyle merhametini uygulama imkâ­nından mahrum rahmet sahibinin içindeki acmın benzeriydi. İlahi bil­gide bundan daha büyük bir hayret yoktur; büyük olmasaydı, Hakk kendini tereddüt etmek özelliğiyle nitelemezdi. Tereddüt hayret de­mektir! Anlayınız.

Vitir Namazının Sekizinci Rekâtının Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamalarından Abdülmelik denilen bir adam ya­ratılır.

Bilmelisin ki, ‘mülk’ denilen hakikati var eden mülk ile kul da nite­lenir Hakk da nitelenir. Fakat Hakk’ın o isimle nitelenmesi yaratılmışın nitelenmesi gibi değildir. Yaratılmış olan, mutlak anlamda mülk iken Hakk ‘mülkün mülküdür’, yoksa mutlak anlamda bir mülk değildir. Hakk, kulluğu tam ortaya çıkmadıkça kulun mülkü olmaz. Bu makama erdiğinde ise kul sahibi olan Melik’in -ki Allah Teâlâ’dırmülkü olduğunu tam olarak öğrenir. Böyle söylememizin nedeni, Allah Teâlâ hakkında nazarî (bilgi sahibi) bir grubun O’nun cüzîleri tam olarak bilmediğini ileri sürmüş olmalarıdır. Allah Teâlâ onlara göre tikeli (cüz) de içeren tü­meli (küll) bilir. Keşif ve vecd ehli olan hakikat ehli öyle düşünmez. Bu nedenle hem Melik hem mülk adı Allah Teâlâ’nındır. Başka bir ifadeyle bu nitelik, akılcıların onu kabul etmemesi nedeniyle, Hakk’tan ‘zorla ve şiddetten’ zuhur etmiştir. Çünkü akıllar Allah Teâlâ hakkında görüş birliğine varmayınca, tartışma ve görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, Hakk da şiddet sahibi olarak mülkü kendine tahsis etmiştir. Arif kul da Hakk’ı kendine ‘mülk’ yapmıştır, yani itirazcıların varlığı nedeniyle (Hakk’ı) şiddede ‘mülk’ yapmış ve O’na ‘mülkün mülkü’ demiş, bu sayede Hakk’ın ‘mülkün mülkü’ olmasıyla yaratılmışın Allah Teâlâ’nın mülkü olmasını ayırt etmiştir. Yaratılmış O’nun mülkü iken Allah Teâlâ’ya kulluk etmekle nitelen­mişken Hakk ‘mülkün mülkü’ olmakla nitelenmiş, fakat kulluk etmekle nitelenmemiştir. Gerçi Hakk’ta -daha önce söylediğimiz üzereyaratıl­mışların tesiri vardır, fakat yine de O ‘kulluk’ ile nitelenmez. Çünkü Hakk’ın mülkün mülkü olması, zelil olmasından kaynaklanmaz. Çünkü Allah Teâlâ bu tesirin asıl sebebidir. O halde O’na dönen şey, kendin­den meydana gelendir. Yaratılmışlar ise öyle değildir; çünkü onlara kendilerinden olanlar gibi daha önce onlarda bulunmamışken Hakk’tan meydana gelen şeyler döner. Bunu bilmelisin!

Vitir Namazının Dokuzuncu Rekâtının Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından Abdülhadi denilen birisi yaratıl­mıştır.

Bilmelisin ki, hidayet ‘Kimi Allah Teâlâ saptırırsa, ona hidayet edecek yok­tur170 ayetine göre ilahi bir eser iken ‘Her kavmin hidayet edeni vardır171 ayetinde belirtildiğine göre yaratılmıştan meydana gelen bir eserdir. İkinci ayetin anlamı, birinciye döner, çünkü yaratılmış rehber ve hidayetçi, Allah Teâlâ katından gelen bir peygamber olabilir. Peygamber hidayet eden değil, tebliğcidir. Başka bir ifadeyle peygamber imana ulaştırmaz, açıklar ve yol gösterir. Allah Teâlâ peygamberlerin görevi olan açıkla­ma ve kendilerine vacip kıldığı izah hususunda, şöyle der: ‘İnsanlara indirileni onlara açıklaman için...’172 Tevfık, yani imana ulaştırmak de­mek olan hidayet hakkında da şöyle der: ‘Onları hidayete ulaştırmak senin işin değildir.’173 Yani onlara getirip sana açıklamanı emrettiğin vahyi kabullerini sağlamak senin görevin değildir. ‘Fakat Allah Teâlâ hidayet eder.’174 Yani dilediklerine iman etmeyi nasip eder. ‘O hidayete ulaşanla­rı eni iyi bilendir.’175 Yani bu tevfıki kabul edecek kimseleri bilir. Çünkü öyle biri, Allah Teâlâ’nın yarattığı özel bir mizaçtadır. Bu hidayet edenler ise açıklama ve beyanın rehberleridir, yoksa ‘tevfik rehberleri’ değillerdir. Hâdi olan Allah Teâlâ ise hem açıklar hem tevfik nasip eder. Buna mukabil yaratılmış hidayetçi, sadece açıklamakla yükümlüdür.

Bunu söyledik ve bu konuda birtakım deliller getirdik. Bunun ne­deni, hakikatlerden bihaber olan bazı kimselerin şöyle bir zanna sahip olmalarıdır: Onlara göre kul Allah Teâlâ’dan tebliğ ettiği hususları açıklarken dürüst davrandığında, onun nasihati dinleyenlerin nefislerine etki eder. Hâlbuki gerçek onların zannettiği gibi değildir. Çünkü Allah Teâlâ’ya pey­gamberlerden daha yakın, O’ndan aktarırken daha doğru sözlü, Allah Teâlâ katından getirdikleri hususları kabulde daha sevgili gelen kimse yoktur. Bununla beraber bütün dinleyenler onların sözlerini kabul etmemiştir. Hatta doğru sözlü peygamber tebliğini yaparken ‘onların sadece kaçma­larını artırdı.’176 Demek ki, Hz. Nuh’un daveti, insanların hepsini şamil değildi. Bu himmeti kesin bir şekilde bilmemize rağmen, himmetin çağrılanda aynı etkiye sahip olmadığını anladık. Dinleyenler arasından vahyi kabul edenler, mübelliğin, yani davetçinin himmetinin etkisiyle değil, Allah Teâlâ’nın onun yaratılışına ihsan ettiği mizaç nedeniyle kabul et­miştir. Peygamberin bildirdiği o ve benzeri vahyi kabul etmeyi gerekti­ren özel mizacı sadece kendilerini bu mizaca göre yaratan Allah Teâlâ bilebi­lir. Bu durum ‘O hidayet edenleri en iyi bilendu177 ayetinde zikredilir. Bir davetçinin Allah Teâlâ’ya çağırdığı bir mecliste bulunup onun sözünün sana etkisini görmediğinde, ‘Bu durum davetçinin dürüst olmayışın­dandır’ deme! Eksiklik şendendir ve senin zatından kaynaklanmıştır. Çünkü Allah Teâlâ seni o esnada söyleneni kabul etme özelliğinde yaratma­mıştır. İnsaflı olan hatırlatıcı-davetçinin getirdiğini düşünür; söyledik­leri doğru olduğu halde onları kabul etmemişse, eksikliğin kesinlikle hatırlatandan değildinleyenden olduğunu anlar. Başka bir öğütçünün meclisinde bulunup aynı söz orada zikredildiğinde, bu kez söz ona edd eder ve -bilgisizcebu öğütçünün doğru söylediğini belirtir, ‘dürüst davranmış ve sözü kalbime tesir etmiştir’ der. Hâlbuki sen farkında değilsin de eksiklik şendendir.

Tesirin senin hakikati kabul etmenden kaynaklanmadığını bilmeli­sin. Çünkü söylenen söz, gerçekte iki öğütçüde de doğruydu. İlkinde değil de, bu mecliste tesirin gerçekleşmiş olması, ikinci öğütçüyle senin aranda veya zamanla senin aranda bulunan bir nispet ve ilişkiden kay­naklanmış ve bu nedenle öğüt sana tesir etmiştir; yoksa tesir öğütçüye ait değildir. Bazen bir öğütçüye inancın olmadan, ikinci hakkındaki inancın nedeniyle onun sözü sana etki eder. Öyleye her durumda sana senden başkası veya benzer bir durumdan başkası tesir etmemiştir. Bu nedenle ilahi hidayeti ‘tevfik’ ve beyan ile açıkladık. Bizim ‘tevfik’ de­miş olmamız, dinleyen ile anlatan arasındaki nispete uygundur, yoksa beyana değil! Çünkü beyanın iki durumda iki öğütçüde de gerçekleş­miş olduğunu varsaydık; hâlbuki kabul, ikisinden birisinde gerçekleş­miştir. Bunu bilip hakka’l-yakin bir şekilde öğrenmelisin ki, Allah Teâlâ’nın izniyle doğru yola ulaşasın.

Bu meseleyi öğrenmekle elde edilecek faydanın en azı, öğüt verir­ken kendisini dürüst bulmama ithamından tebliğcinin kurtulmuş ol­masıdır. Senin tebliğciyi reddetmen demek, hakkı ve hakikati reddet­men demektir. Çünkü selim akıl sahibine hakikat kimin elinden gelse tesir eder. Allah Teâlâ’ya şirk koşan biri veya Allah Teâlâ düşmanı veya Allah Teâlâ’ya iftira eden bir yalancının veya Allah Teâlâ katında cezalandırılacak biri doğru bir söz söylese, akıllı insan o sözü ortaya çıktığı yer itibarıyla değil, haki­kat oluşu itibarıyla kabul eder. Hakk’ı ve hakikati arayan, bu özellikle başkalarından ayrışır.

Vitrin Onuncu Rekâtının Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından Abdurabbihî (rabbinin kulu) de­nilen bir adam var edilmiştir.

Bilmelisin ki, rububiyet (rablik) izafi bir niteliktir ve tamlamanın iki unsurundan birisi ötekinden bağımsız kalamaz, izafet veya tamla­ma, iki kişiye ait bir durumdur ve onların birbirine zıt olmaması gere­kir. Bununla birlikte bazen zıt olabilirler, bazen olmazlar. Bu bağlam­da mülkü olmayan malik -hem varlık hem takdir bakımındanolama­yacağı gibi yönettikleri olmayan bir hükümdar da olamaz. Merbub olmadan rabbin varlık ve takdir bakımından düşünülmesi mümkün değildir. Bütün göreli ve izafilerde durum böyledir. Âlemin ilahi isim­lerin hakikatleriyle ilişkisi, her iki taraf için de, izafe ve tamlama olan şeylerin birbiriyle ilişkisiyle birdir. Âlem ilahi isimleri talep ederken ilahi isimler de âlemi talep ederler. Söz konusu isimlere misal olarak er-Rabb, el-Kadir, el-Halik, en-Nafı, ed-Darr, el-Muhyi, el-Mumit, elKahir, el-Muizz, el-Muzill vb. isimleri verebiliriz. Bazı ilahi isimler da­ha vardır ki, onlar âlemi talep etmezler. Fakat daha önce zikrettiğimiz isimler arasında bulunan ayrım gibi bir ayrım olmaksızın, âlemdeki nefisler o isimlerden bir rahatlık bulur. Rahadığı veren isimler el-Gani, el-Aziz, el-Kuddüs vb. isimlerdir.

Allah Teâlâ’ya ait bütün isimler, -ilahi zata ilave mana düşünülmeksizinözellikle O’nun zatına delalet ederler. Çünkü her ismin iki durumu vardır: Birincisi bir fiile delalet etmesidir. Bu yönüyle isim, zorunlu olarak âlemi talep eder. Veya isim tenzihe delalet eder. Böyle bir isim, âleme ait eksiklik sıfatının Hakk’tan uzaklaştırılmasını sağlayan isimdir. Hakk öyle bir isimden tenzih edilir. Bunun dışında Allah Teâlâ’nın bize verdiği bir isim yoktur. O halde bütünüyle Allah Teâlâ’ya özgü özel bir isim yoktur. Öyle bir isim varsa bile, o isim, O’nun bilgisinde kalan ve gaybında kendisine ayırdığı isimlerden olabilir. Allah Teâlâ o isimleri bize izhar et­memiştir. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ bize isimlerini kendisini övmemiz için izhar etmişti. Bu isimler arasında özel ismin bulunması imkânsızdır, çünkü özel isimlerle isimlendirilen övülemez. Fakat isim­ler manalara mahsus ve Onları gösteren özel isimlerdir. Bu manalar, hükmü bizde ortaya çıkan Hakk’ı övme amacı taşır. O söz konusu isimlerin manalarıyla isimlendirilen iken manalar lâfzi isimlerle isim­lendirilen şeylerdir. Misal olarak el-Alim, el-Kadir ve diğer isimleri ve­rebiliriz. O halde Allah Teâlâ ‘güzel’ isimlerin sahibidir. Fakat onlar lafızlar değil, manalardır, çünkü lafızlar güzellik, çirkinlik ile ancak delil olduk­ları manalara uyarak nitelenirler. Yoksa zadarı bakımından lafızların anlamı yoktur. Çünkü lafızlar, ‘terim’ olarak isimlendirilen yapılardan ibaret olan bileşik harflere ve özel yapılara ilave bir şey değillerdir. Bu­nu anlamalısın!

Vitrin On Birinci Rekâtının Sureti

Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından Abdülferd (el-Ferd’in kulu) deni­len biri yaratılmıştır.

Bilmelisin ki, insaf sahibi kişi ferdiyeti ancak başka birini düşün­mekle anlayabilir; ‘fert5 denilen kimse kendisindeki bir nitelikle ondan farklılaşmış ve ayrılmıştır. Ferde özgü nitelik ötekinde de bulunabil­seydi birincisine ‘fert’ denilmezdi. Ferdin kendisinden ayrıştığı şeyin de mudaka akledilir (makul) bir şey olması gerekir: o da çifttir (şef). Ferdin sayesinde çiftten ayrıştığı özellik, ferdin mutlak birliğe (ahadiyet) benzemesidir.

Tek sayıların ilki üçtür ve bir, fert değildir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür178 diyenleri kâfirlikle nitelemiştir. Hâlbuki onlar ‘Allah Teâlâ ikinin üçüncüsüdür’ deselerdi, kâfir olmayacaklardı çünkü Allah Teâlâ ikinin üçüncüsü, üçün dördüncüsü, dördün beşincisidir ve bu sayı böyle devam eder. Bu durum Allah Teâlâ’nınn ‘O sizinle beraberdir, her nerede olursanız179 ayetinde belirtilir. Her kim kendinde bir ise (ahadiyet), Allah Teâlâ o birin İkincisidir; kim ikilikteyse, Allah Teâlâ o ikili­ğin üçüncüsüdür; kim üçte bulunursa, Allah Teâlâ üçün dördüncüsüdür ve böyle devam eder. Allah Teâlâ her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, yaratık­larıyla beraberdir. Binaenaleyh Yaratan (el-Halik Teâlâ) onları terk etmez, çünkü yaratılmış olan (halk), el-Halik ismine herhangi bir kuş­ku olmayacak sahih bir bağla dayanır. Gerçi bu isim çeşitli manaları çağrıştırır ve O, yani el-Halik zatı gereği o manaları talep eder. Her mananın ise yaratılmış olanda (zuhur etmek isteyen) bir eseri vardır, yoksa Yaratan’da değil! O halde el-Halik ismi söz konusu manaları kendinde toplayan isim gibidir ve o manaların -Yaratan’da değilyara­tılmışta eserleri olmalıdır. Hakk dörtte onların dördüncüsü olarak bu­lunmaz, dörtte beşinci olarak tek ve fert kalır. Çünkü ‘O’nun benzeri olan bir şey yoktur:180 Dörtte dördüncü olarak bulunsaydı, onlardan biri olurdu. Dördün her biri -herhangi bir ayırıcı özellik olmaksızındördün aynıdır. Durum öyle olsaydı, dörttekilerden her biri varlığıyla Hakk’ı dördüncü yapmış olurdu ki gerçek öyle değildir. Bütün sayılar­da da durum böyledir. O halde bir sayı varsaydığında, Hakk’ı o sayı­dan sonra gelip kendisine bitişen bir (vahid) saymalısın ve böyle olma­sı da gerekir; çünkü bir, var saydığın sayıyı içerir. Dörtten sonra gelen beşinci dördü içerirken dört onu içermez. Hakk dördü beş yaparken Hakk’ı beşinci yapmaz, çünkü dört bizatihi dörttür. Bütün sayılarda durumun böyle olmasının nedeni, sayılanlarda sayının korunması ama­cından kaynaklanır. Gerçekte koruma ancak Allah Teâlâ’ya ait bir iştir ve Allah Teâlâ (bütün sayıları koruyan) birden başkası değildir. Bir sayısı her za­man altındaki çift ve teki korur; bir çifti tek teki çift yaparak ‘üçün dördüncüsü’, ‘dördün beşincisi’ denilmesini mümkün kılar. Hâlbuki beşin beşincisi, dördün dördüncüsü, onun onuncusu denilmez.

Filozoflara göre teklik (ferdiyet) üçten itibaren bütün sayılar ara­sındaki tek sayılar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Misal olarak beş, yedi, dokuz gibi tek sayıları verebiliriz. Her iki tek sayı arasında bir çift (sa­yı) makamı, her iki çift arasında tek sayının makamı bulunur. Filozof­lara göre durum böyleyken bize göre durum öyle değildir. Çünkü teki çift yapan ve çifti tek yapan -ki filozoflara göre tek olan odurteklik (ferdiyet), bir’e aittir. Böyle olmasaydı, Hakk’ın ferdiyetiyle ilgili ola­rak ‘üçün dördüncüsüdür’, ‘beşincinin akıncısıdır’ -daha azı veya çoğu için de olmak üzerevs. denilemezdi. Allah Teâlâ her nispette fert olandır: bazen teki çift yapmakla tek kalırken bazen çifti tek yapmakla tek kalır. Bu durum ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü O olmasın, beş kişi yoktur ki, akıncısı O olmasın'’181 ayetinde zikredilir. Allah Teâlâ kendi ferdiyeti hakkında teklik tanımında filozofların dile getirmediği teki çift yapan ferdiyeti özel olarak zikretmiştir. Sonra genelleştirerek şöyle demiştir: ‘Bundan daha azı veya daha çoğu... O onlarla beraberdir.'’182 Onların sayı­sı tek veya çift olsa da durum aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ onların çift veya tek oluşlarından birisi değildir. Allah Teâlâ onları gözeten er-Rakîb ve arka­larından ihata eden el-Hafîz’dir. Yaratıklar Hakk’a ait mertebeye inti­kal ettiklerinde, Hakk o mertebeyi takip eden başka bir mertebeye geçer (yaratılmışlar altı ise Hakk yedincidir). O’nun yaratılmışlar kendisine intikal etmezden bulunduğu mertebede durması mümkün değildir. Bu ilahi sırrın ne kadar ince ve tenzihte ne kadar yüce olduğuna bakmalı­sın! Yaratıklar o mertebede Hakk ile ortak değildir. Yaratılmış olan her zaman Hakk’a katılmak istese bile Hakk’m o mertebeden ayrılmış ol­ması nedeniyle buna güç yetiremez. Bu nedenle sayılar sonsuzdur; sonlu olsaydı, yaratıklar Hakk’a katılmış olurdu. Böyle bir şey hiçbir zaman mümkün değildir. Binaenaleyh yaratılmış olan bizatihi yaratıl­mış iken Hakk bizatihi Hakk’tır. Mesela sohbet etmek üzere üç kişilik bir cemaat bir mecliste toplandığında, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ o cemaatin dör­düncüsüdür. Çünkü dördüncü başka biridir. Dördüncü bir insan gelip yanlarına otursa, bu kez Hakk dördüncülük mertebesinden onları dört yapan şahsın gelmesiyle birlikte beşincilik mertebesine geçer. Beşinci biri geldiğinde bu kez Hakk beşincilik mertebesinden altıncılık merte­besine geçerek beşin altıncısı olur. Bu durumda Hakk, o kişinin gelişin­den önce beşincileri olduğu topluluğun altıncısı olmuştur.

Bunu anlamalısın! Kuşkusuz âlî bir bilgiye dikkatini çektim ve bu bilgi nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükretmelisin. Bu açıklamalarımla Allah Teâlâ hak­kında benden bir şeyler öğrenenler nedeniyle bana fayda vermesini umarım. Onlar bu bilgileri daha önce bu sahada yazılmış kitaplarda bulamazlar. Bu bilgiler, Kuran’dan olan kelimenin noktasıdır. Bizde Allah Teâlâ’dan gelen, O’nun verdiği (kelamı hakkındaki) anlayıştır ki bu an­lama Allah Teâlâ’nın bizim adımıza geride bıraktığı vahiydir. Zikrettiğimiz hususlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gece namazındaki vitrinin (yorumundan ibarettir).

On ikinci kişi ise vitrin suretinden yaratılmanın dışında kalan ve el-Müheymin denilen kimsedir. O ilk Bir’dir. İlk Bir, sadece Allah Teâlâ ola­bilir. Allah Teâlâ büyüklüğünde Bir ve Büyük olandır: ‘Doğurmamıştır, doğrulmamıştır, kimse dengi değildir.’183

VASIL

On İkinin Kendisiyle Tamamlandığı Adam

Benzer şekilde aylar Ramazan ayıyla tamamlanır. Allah Teâlâ ayları ken­di isimlerinden birisiyle tamamlamıştır. O’nun ismi Ramazan’dır ve bu isimle her şey tamamlanır.

Dördün kemali beşle gerçekleşir. Allah Teâlâ dördün beşincisi iken dör­dün dört kalmasını koruyandır (Hafız). Kendi cinsinden onu beş ya­pan biri geldiğinde, dört ortadan kalkar ve bu durumda Allah Teâlâ ‘beşin altıncısı’ olarak beşin varlığını korur, çünkü el-Hafız’dir. Bu işin ne kadar sırlı olduğuna bakınız! Bu sayede âlemde gerçekleşen bir halden başka bir Hakk intikal ve firar mümkün olur. Çünkü Allah Teâlâ -daha önce zikrettiğimiz nedenlesayı mertebelerinde intikal eder.

Allah Teâlâ’nın sayesinde on ikiyi tamamladığı adamın adı, Abdullah’tır (Allah Teâlâ isminin kulu). Abdullah diye isimlendirilmesinin nedeni, Hakk’m kendisine isimlerinden her birinin hakikatiyle tecelli etmesidir. Bu isimler ‘En güzel isimler O’na aittir, o isimlerle Allah Teâlâ’ya dua edin,m ayetinde belirtilir. Bu isimlerden birisiyle Allah Teâlâ’ya dua ettiğinde, Allah Teâlâ o isimde ‘icabet eden’ olarak sana tecelli eder. Ramazan ayının orucunu var sayalım: Onun orucunu tutmak, on iki aydan (birisinde) vaciptir. Bu aylar arasındaki herhangi bir ayda oruç, Ramazan ayının günlerini birisindeki oruca teşbihle tutulur, çünkü Ramazan dışındaki diğer ay­lardaki oruç nafiledir. Vacip olan oruç, Hakk’ın kendiliğinden onu va­cip kılması nedeniyle, Ramazan orucudur. ‘Kendiliğinden’ dedik, çün­kü adak yaparak Allah Teâlâ’nın -senin onu kendine farz kılman nedeniylesana farz kıldığı oruç senin için bir cezadır. Buna karşılık onu yerine getirdiğinde, Allah Teâlâ sana farz orucu yerine getirmiş sevabı verir. Bu­nunla birlikte adak orucu ise kendiliğinden olan vacip arasında fark vardır. Şöyle ki: Kendiliğinden olan vacibi (farz) vaktinde tutmazsan kaza edersin. Adakla gerçekleşen vacibi unuttuğunda veya yerine geti­remeyecek şekilde hastalanıp vaciplik vakti geçtiğinde, artık onu kaza etmezsin. Hakk’ın vacip kıldığı oruç ile insanın kendine vacip kıldığı (adak) arasındaki fark budur.     .

Bu on iki kişinin durumu hakkında zikrettiklerimizi anlayan, hiç kuşkusuz, ilahi hâzineleri elde etmiş demektir. Nitekim bir rivayette Allah Teâlâ Fatiha suresini -diğer nebileri olmaksızınHz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e Arş’taki hâzinelerinden birisinden verdiği zikredilir. Fatiha Allah Teâlâ’nın indirdiği kitaplardan herhangi birisinde veya herhangi bir sayfada bu­lunmaz. Fatiha suresi sadece Kuran’da bulunur. Bu nedenle Kuran (toplayıcı anlamında) ‘kuran’ diye isimlendirilmiştir, çünkü o, önceki kitaplarda ve sahifelerde indirilirmiş olanlarla indirilmemiş olan ayetle­ri bir araya getirir. Bütün indirilmiş kitaplardaki vahiyler kendisinde yer alırken herhangi bir sayfa veya kitapta indirilmemiş olanlar da ondadır.

Bu menzildeki ilimlerden birisi, hal ve akit ilmidir. Helal ve haram bu menzilden öğrenilir. Kâfir ve müminin bir araya geldiği veya uzlaş­tıkları durum, bu menzilden öğrenilir. Hayvanların şeriat hükümlerin­den herhangi birisinde insana katılması, bu menzilden öğrenilir. Ke­malin bazı şahıslarla ilgili olması ve diğer hususlar bu menzilden öğre­nilir. Takdis sebepleri ve türleri bu menzilden öğrenilir. İlahi ihsan ve nimeder, bu menzilden öğrenilir. Misaklar ve ahider, bu menzilden öğrenilir. Bedeni ibadederin suretleri, bu menzilden öğrenilir. Yara­tılmışlardan meydana gelen tazim, ilahi borçlanmalar, iman bu men­zilden öğrenilir. Ebdal (Bedeller) bu menzilden öğrenilir. İlahi tedavi, tarif, iddialar hususunda delillerin ortaya konulması bu menzilden öğ­renilir. Ret ve kabul, nefislerdeki tevfîz ve teslim bu menzilden öğreni­lir. Örtme ve eşyanın asıllarına irca edilmesi bu menzilden öğrenilir. Birin herhangi bir makamda çoğun yerini alması, bu menzilden öğre­nilir.              ,

Uyum ve farklılık bu menzilden öğrenilir. Mecbur olanın cezalan­dırılması, bu menzilden öğrenilir. Sema’ bu menzilden öğrenilir. Ma­nevi nur ve hidayet, bu menzilden öğrenilir. Misaller bu menzilden öğrenilir. Uyma bu menzilden öğrenilir. Şehadeder, mead ve hükmü, korku ve sakınma, eşya arasındaki cinslik, sevgi ve onun değeri, seven­lerin sınıfları, bu menzilden öğrenilir. Sevgilinin hil’aderi bu menzil­den öğrenilir. İhtisas bu menzilden öğrenilir. Bâtınların genel ve özel nezdinde neshi bu menzilden öğrenilir. Hakk’ın yaratıklara benzetil­mesi ve bu konuda caiz olan ve olmayan hususlar bu menzilden öğre­nilir. Duymanın neyle ilgili olduğu ve akim nazarî gücü bakımından ona müdahalesinin söz konusu olmadığı bu menzilden öğreniür. Vergi ve kazançlar buradan öğrenilir. Peygambere zorunlu olan hususlar bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’yı kendi isminden başka bir isimle isimlendi­rilenin tevhitteki durumu, bu menzilden öğrenilir. Dalalet, saptırma ve bu konudaki farklılıklar bu menzilden öğrenilir. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker (hayrı tavsiye ve kötülükten sakındırmak) bu menzilden öğrenilir. Yaratıkların Hakk’a tesiri, bu menzilden öğrenilir. Kitap ehlinin bedbaht olmasının nedeni buradan öğrenilir. Sıkıntıyı ortadan kaldırmak bu menzilden öğrenilir. Takva sahiplerinin merte­beleri buradan öğrenilir. İhtiyar ve serbestlik buradan öğrenilir Me­kânların birbirine göre üstünlüğünün sebebi nedir? Aşağıdakinin yukarıdakine etkisi buradan öğrenilir. Eşyanın asıllarına ve köklerine izafe edilmesi bu menzilden öğrenilir. Hayrı teşvik buradan öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar