YİRMİ YEDİNCİ SİFİR 2.Bölüm
ÜÇ YÜZ
YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM
' Veliler ile Düşmanlar Arasında
Ortak Menzilin Hikemî Mertebeden Bilinmesi
Gayb âleminin birbiriyle çatışmasının bilinmesi
hakkındadır. Bu menzil bin Muhammedi makam içerir.
Bütün ganimetleri yer Hakk’ın ateşi Kim onların bedeli olursa masum kalır
Onların o kişi üzerinde otoritesi
olmaz artık
Böyle biri Hakk’ın yaratıkları
içindeki vekili, hüküm vermiştir
Geçmiş olan ise amiliyle birlikte
mensuh Kıyamet günü betimlenen nesihle
Herkes kendi menzilinden haz alır ve
nimetlenir Cennet ehli, cehennem ehli ve kadimler
Hazzı bilgi ve marifet olmayan kimse
Hevanın mertebesine ayak basmamış demek
Allah Teâlâ rahmetinin bilgisiyle
rızık versin bize ,
Alimler menziline bizi ulaştıracak
kadar nasip etsin
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu
menzilde kullarının paylarından bol bir nasibinin olduğunu kullarına
açıklamıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Allah Teâlâ’nın hakkı yerine getirilmede öncelikli olandır.’ Yani Allah Teâlâ
hakkı kulun hakkından önce gelir. Kur’an’da şöyle der: ‘Vasiyet
edilmemiş bir vasiyet veya borçtan sonra..:96 Burada vasiyet borca takdim
edilmiştir ki vasiyet Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Çünkü tasarruf izni olan malda
tasarruf yaparken vasiyetiyle bizi yükümlü tutan vasiyet sahibine o hakkı
tanıyan bizzat Allah Teâlâ’dır.
Fakihler, Allah Teâlâ’nın naslarda
belirtilen hükmüne aykırı olarak, borcu vasiyetin önüne geçirirler. Fakat zahir
ehlinin bir kısmı böyle yapmaz. Onlar vasiyeti borca öncelerler ki ben de bu
görüşteyim. Allah Teâlâ namazda kendisine ait payı da yarım yapmıştır. Bu
yarım, öteki kısımdan farklıdır ve şöyle demiştir: ‘Namazı kendim ile kulum
arasında ikiye ayırdım. Bir yarımı bana, diğeri kuluma aittir. Kulum için
istediği verilecektir.’ Bu taksimde Allah Teâlâ ile namaz kılan kulu bir
yapmıştır. Ganimetin ise beşte birinin kendisine ait olduğunu belirtmiştir.
Geride kalan ise dört kısımdır ve beşe taksim edilirler. Her sınıfın Allah
Teâlâ’ya ait olandan farklı bir payı vardır. Bu taksim edilende Allah Teâlâ’nın
payı, kullarıyla arasındaki Hakk nispede, namazdakinden daha büyüktür. Yoksa
yarım pay beşte bir payından daha çoktur. O halde Allah Teâlâ ganimettekinden
daha çok namazı taksim etmiş, bu taksim mertebeye ve özel taksime göre yapılır.
Öyleyse onun ganimetteki payı, diğer kalan kısımlara göre daha çoktur. Burada Hakk
kendisini kulları karşısında onların derecesine indirmiş, kendisine
davrandıkları gibi onlara davranmıştır. Başka bir yerde Allah Teâlâ şöyle der:
‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’97 Burada benzeşmeyi ortadan
kaldırmıştır. Başka bir yerde O’ndan aktaran şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ
Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır.’ Sonra Allah Teâlâ insanı isimlerin zuhur
yeri yapmış, bu isimleri ona vermiştir. Öyleyse kul, Allah Teâlâ’nın isimlendiği
bütün isimlerle isimlenir. Bununla birlikte nispetler farklı olsa bile, bir
ismin göstermiş olduğu anlam tektir ve o anlam değişmez.
Allah Teâlâ insanların bir kısmını
yeryüzünde halife yapmış, yaratılmışlar arasında hüküm verme hakkı tanımış,
neyle hüküm vereceğini bildirmiş, onu tek (ahad) yapmış, halifelik
mertebesinde onunla çatışanın öldürülmesini hükme bağlamıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem halifenin tek olmasını hükme bağlamış, görevi
hakkında onunla savaşanın öldürülmesini şeriat yaparak şöyle buyurur: ‘İki
halifeye biat edildiğinde, onlardan ötekini öldürünüz.’ Allah Teâlâ halifeye
hâzinede tasarruf hakkı tanımış, genel olarak bakışı ona yönlendirmiş, zulüm
yapsa veya adil davransa bile emrine itaat etmemizi emretmiştir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: 'Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya,
peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz’98 Onlar, halifeler ve devlet başkanınm
görevlendirdiği vekilleridir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini halife atadığı kadar
ona da vekil atama hakkı tanımıştır. Böylece verme, engelleme, cezalandırma ve
bağışlama onların yetkisine bırakılmıştır. Bütün bunlar meşru bir ölçüde
gerçekleşir. Öyleyse görevlendirme ve azletme onların hakkıdır. Nitekim
Hakk’ın elinde terazi vardır, adaleti yükseltir ve aşağı indirir! Bu terazi Allah
Teâlâ’nın ‘Teraziyi koydu’99 ayetiyle yeryüzüne indirmiş olduğu
terazidir. Sonra şöyle demiştir: Günün ameli gecenin ameli gerçekleşmezden önce
veya günün ameli gerçekleşmezden önce gecenin ameli Hakk’a yükseltilir. İşte halifenin
durumu da öyledir: Halkın işleri ona yükseltilir. Görevliler ve tahsildarlar
halkın işlerini halifeye arz ederler. O da dilediklerini kabul eder,
dilediklerini reddeder. Binaenaleyh Hakk’m yaratıklarında tasarruf etmeyle
ilgili zikredip belirlememiş olduğu her hususta hükümdara kulları arasında
tasarruf yetkisi tanımıştır.
Allah Teâlâ ulûhiyetinde Allah Teâlâ
ile çatışan bazı düşmanlar yaratmıştır. Misal olarak Firavun ve vb.
verebiliriz. Halife karşısında da görevinde onunla çatışan kimseler yaratmış,
halifeye onlarla savaşmasını emretmiş, onları yendiğinde kendilerini
öldürmesini istemiştir. Nitekim Allah Teâlâ müşriklere böyle davranır. Onların
kalma süresi Allah Teâlâ’nın onlara mühlet vermesi süresi kadardır. Halifenin
onları cezalandırması ve yenmesi vakti, onların ölüm zamanıdır. Öyle ki (ilahi
ve, kevnî) iki nüsha karşı karşıya konulmuş olsaydı, arada hüküm itibarıyla bir
harf bile değişiklik olmazdı. Nitekim Hakk yaratıkları hakkındaki ezeli bilgisiyle
hüküm verirken halife zann-ı galibiyle hüküm verir. Çünkü halife yönetimi
altındaki bütün hususlarda kesin bilgiye sahip değildir ve gerçeği yanlıştan
tam ayırt edemez. Halife (hükümdar), ancak delilin kendisine söylediği üzere
hareket eder. Nitekim Allah Teâlâ da mahlûkatına kıyamette böyle davranir.
Onları -haklarındaki bilgisine rağmenşahitleri getirdikten ve kesin delili
ortaya koyduktan sonra cezalandırır. Hâkimin bilgisine göre hareket
edemeyeceğini söyleyenler, buradan hareketle bu görüşe varmıştır. Bu bağlamda
âlime gelirsek, âlimin bilgisinde eleştirilecek nokta bulunabilineceği için
böyle davranır. Allah Teâlâ ise hakkında hüküm verilene karşı delil ortaya
koymak üzere böyle davranır. Öyle ki Allah Teâlâ ahirette bir kişiyi ancak
dünyada peygamberinin diliyle kendisini yükümlü yaptığı şeriata göre
cezalandırır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -Rabbinin
emriyleRabbine şöyle der: ‘Rabbim Hakk ile hüküm ver/’100
Yani beni kendisiyle gönderip insanlar arasında kendisiyle hüküm vermemi bana
emrettiğin ‘Hakk’ ile hüküm ver. Hakk kendisini mahlûkatımn menziline indirmiş
ve onların arasından en tam ve kâmil tecelligahı imam-halife yapmış ve sonra
şöyle buyurmuştur: ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz.’ Bu
sayede imamlık, tüm yaratıklara yayılmış, onların içinden her biri adına
imamlık mertebesi gerçekleşmiştir. Herkes ‘Hakk’tan belirli bir miktar kazanmış
ve sahip olduğu ölçüde Allah Teâlâ’nın tasarruf imkânı verdiği hususlarda
tasarrufta bulunmuştur. O halde her insan Hakk’ın suretindedir. Bununla birlikte
Allah Teâlâ’nın tecellisi en büyük imamda daha bariz ve ondaki emri daha büyük,
ona itaat daha yetkindir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kullarına
şeriat yaptığı hususları belirlerken şeriatını çeşitli kısımlara ayırmıştır.
Bu bağlamda bütün yükümlülere farz kıldığı bir kısım vardır ki bu kısım ikiye
ayrılır: Bir kısmı kendiliğinden onlara farz kıldığı kısımdır. Misal olarak
namaz, zekât, oruç, hac, temizlik vb. kendiliğinden onlara farz kıldığı
emirleri verebiliriz. Bir kısmı ise farz değilken insanların kendi üzerlerine
farz kıldıkları kısımdır. Allah Teâlâ da onları -Hakk’ın kıldığı farz
gibiödüllendirmek üzere bu farzı emretmiştir. Bu sayede biz insanın Allah
Teâlâ’nın suretinde olduğunu da tam olarak öğreniriz, çünkü Allah Teâlâ
kendine müminlere yardım etmeyi, merhameti vb. şeyleri farz kılmıştır. Bunun
ödüllendirme amaçlı olduğunu söyledik, bu durum Allah Teâlâ’yı bilenler için
böyledir. Bir gruba göre ise bu durum (yerine getirmediklerinde) insanları
cezalandırma maksadı taşır. Bu farzlara misal olarak adağı verebiliriz.
Böylece insanlar kendisine bir şeyi farz kılmada rububiyetle yarışmış ve didişmiş
olurlar. Allah Teâlâ da onlara bu işleri farz yaparak onların kendilerine bir
şeyi farz kılma hakkına sahip olmadıklarını kendilerine öğretir. Onlar da bu
sayede kendi değerlerini öğrenirler. Hakk kendine vacip kıldığı bir şeyi
yerine getirmezse, kınanamaz veya bu konuda suçlanamaz. Çünkü O’nun mertebesi
‘dilediğini yapar’ diye nitelenmeyi gerektirir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın
kendine zorunlu kıldığı bir şeye (Allah Teâlâ üzerinde) ‘vacip’ haddi
uygulanmaz. Buna mukabil kulun zorunlu kılmasıyla Allah Teâlâ’nın ona farz
kıldığı bir şeyi belirlediği şekilde yerine getirmediğinde, kendisine vacip
haddi uygulanır. Bu yönüyle bu farz da asıl farza benzer ve dolayısıyla yerine
getirilmediğinde cezalandırılır. Öte yandan ücreti daha fazla olduğu gibi
yerine getirmeyende cezası da çoktur. O halde onun karşılığı her iki durumda da
büyüktür.
Fiillerin bir kısmı vaciplerin
suretine ilavedir. Bunlar ‘nafile’ diye isimlendirilir. Bunun anlamı vacibe
ilave demektir, ilavenin farzlarda bir sureti ve karşılığı yok ise, nafile
sayılmaz. Böyle bir ibadet, müstakil bir ameldir ve onun ecirdeki derecesi
nafilenin derecesiyle bir değildir. Sonra yapı karışır. Nitekim yükümlünün
yapısı da karışıktır. Bu nedenle farzların yapısında sünneder tespit
edilmiştir. Bunlar farzlara ilave ibadetlerdir. Kulun kendiliğinden bir
yükümlülük olmaksızın gönüllü yerine getirdikleri ise -nafilelerin
yapısındafarzlar gibi vacip sayılır. Bu nedenle kıyamet günü farzlar tam
yerine getirilmediğinde, Allah Teâlâ şöyle diyecektir: ‘Kulumun farz ibadetini
nafile ibadetinden tamamlayınız.’ Başka bir ifadeyle vacip farzdaki eksiklik
nafiledeki farzdan tamamlanır. Vacip-farz sünnetlerden eksik kısım ise nafilelerin
sünnetlerinden tamamlanır. Kısaca her şey kendi benzerine katılır.
Ganimetlerin ‘enfal’ diye
isimlendirilmesinin sebebi nedir? Bir ruh bana şöyle sordu: ‘Ganimetler niçin
‘enfal’ diye isimlendirilmiştir.’ Şöyle dedik: ‘Şeriatı bilen bütün müminler, Allah
Teâlâ’nın müminlere savaşmayı ancak Allah Teâlâ’nın kelimesi yüksek,
kâfirlerin kelimesi aşağıda olsun diye farz kıldığını bilir. Bunda bir
kapalılık yoktur. Bu sayede iki kelime iki ayağın birbirinden ayrışması gibi
birbirinden ayrışır. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi zat ve hüküm bakımından çift
yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın tercümanları bize -ki onlar Allah Teâlâ’nın
peygamberleridircihadın, savaşmanın ve dövüşmenin emredilme vaktinden itibaren
bize şu hususu bildirmişlerdir: Allah Teâlâ ganimetleri ateşe sunmuş, ateş de
onlardan belirli bir kısmı yemiştir. Ateşin Rabbine itaatinin bir yönü,
ganimetlerden ancak kendisine ulaşmanın helal kılındığı kısmı yemesiydi. Allah
Teâlâ mücahitlerin susuzluğunun gözüktüğü ganimeti yemeği ateşe yasaklamıştı.
Böylece alman kısım ona ulaşıncaya kadar ganimeti yemez, mücahit için amel
temizlenmiş olurdu. Muhammedi şeriat geldiğinde, Allah Teâlâ ganimedere
Muhammed ümmeti için (daha önce ateş tarafından) yenilen o kısmı eklemiştir ki
bu kısım onlara verdiği nimetlere ilavedir. Ateşten almış olduğumuz bu kısım
ise Muhammed ümmeti adına ‘nafile’ mesabesinde olmuş, bu kısmı onlara cihat
etmiş olmalarına karşılık bir Hakk olarak vermemiştir. Çünkü bu kısım cihat
nedeniyle onlara verilmiş bir Hakk olsaydı, kendileriyle birlikte savaşmayan
hiç kimse onlarla ganimedere ortak olamazdı. Öyleyse söz konusu ganimet kısmı
mücahiderin zorunlu bir hakkı değil, Allah Teâlâ’nın kendilerine ikram ettiği
bir paydır ve onu zikretmiştir. Allah Teâlâ kendi adına da ganimette bir pay belirlemiştir.
Bunun nedeni savaşta müminlere yardım etmiş olmasıdır ve bu nedenle O’nuh
savaşta bir nasibi vardır.
Allah Teâlâ’nın ganimederde kendisine
pay ayırmasının sebebi dinine yardım etmiş olması olunca, dinine yardım eden
herkes O’nun nasibinden nasiplenirler ki onlar gazilerdir. Dolayısıyla ayet
dikkate alındığında onların payı beşte bir olmaktadır. Sonra dört tane beşte
birlik kısım geride kalır ve onlar da beşe bölünerek taksim edilir. Beşin
birisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir. Onun ölümünden sonra da
zamanının halifesine aittir, ikinci beşte birlik kısım Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in yakınları olan
Ehl-i beyt’e aittir; üçüncü beşte bir
yetimlere, dördüncü beşte bir yoksullara, beşinci beşte bir ise yolda
kalmışlara verilir.
Alimlerden birisinin -ki zannediyorum
İbn Ebi Leyla’dırşöyle dediği aktarılır: ‘Ganimetin ilk beşte birlik kısmını Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem alır, Kabe’ye doğru çıkartır ve şöyle derdi: ‘Bu Allah
Teâlâ’ya ait kısımdır.’ Sonra kalan kısımları taksim ederdi.’ Ganimette ateşe
ait bu kısmı Allah Teâlâ bu ümmete aktardığı gibi insanın malında da zikredilen
kısımlar için bir Hakk belirlemiştir. Böylece Allah Teâlâ mal sahiplerine o
hakkın mallarından belirli bir usulle çıkartılmasını vacip lalmış, imamın
(devlet başkanının) o hakkı almasını emretmiş, söz konusu kesimlerin onu
almalarını vacip kılmamıştır. Onlar kendi haklarını alıp almamada tıpkı diğer
haklarda olduğu gibi muhayyerdirler. Onların arasından her kim hakkını alırsa
gerçekte kendi hakkını almış olur; kim hakkını bırakırsa kendi hakkını almamış
olur ve bu Hakk ona aittir. Bu (hakların) bilgisini bilmekle ve onları yerine
getirmekle yükümlü olan kişi bizzat İmam’dır.
Güzelliğe nail olan herkesi Yusuf
sanma Güzel insaflı imamdır kuşkusuz
istediğin ve arzuladığına ulaşırsan
şayet Sen sevilen iffetli Yusuf olursun
İmam (devlet başkanı) güçlü bir zanla
‘Ganimet olarak aldıklarınız’101 ayetinde zikredilenler ile Haşr
suresinde (zekât alacak) zikredilenlerin ganimetteki paylarının bilhassa beşte
bir olduğunu zannedebilir. Bu durumda onlara ganimeti böyle taksim eder.
Geride kalan kısım ise Müslümanların hâzinesine aittir ve devlet başkanı onda
uygun gördüğü şekilde tasarrufta bulunur. Dilerse onu âdilce ve eşitçe mücahitlere
dağıtır. Dilerse onların arasında bir derecelenmeye gider. Nitekim devlet
başkanı aynı şeyi yalanlar kendileri adına belirlenmiş payları aldıktan sonra
miras kalmış malda yapar. Veya devlet başkanı miras maldan kalan kısmı ölünün
yakınlarına dağıtır. Devlet başkanı zannı galibiyle asıl beşte birlik kısmın Allah
Teâlâ’ya, kalan kısımların da Allah Teâlâ’nın adlarını verdiği kimselere ait
olduğunu düşünebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ kendi yolunda savaşanlar için
sadakalarda bir pay belirlemişken ganimette ancak devlet başkamnın taksimden
önce belirlediği veya ‘Kim (savaşta) birini öldürürse onun ganimetine sahiptir’
sözüne binaen verdiği kısmı belirlemiştir.
Bu menzilde sözün böyle konulara
kadar uzamasının nedeni, menzilin bilhassa Allah Teâlâ’ya nispet edilen payları
içermiş olmasıdır. Buradaki gayemiz ganimetlerden ve fıkıh ilmine göre onların
taksiminden söz etmek değildi; Bize göre tasavvuf yolunda ganimetler, insan
adına gerçekleşen ilahi ilimlerden ibarettir. Allah Teâlâ bu ilimleri mücahede
ve nefisle cihat etmenin karşılığında bize verir. Nitekim müminin bizzat
imanında da bir ticareti vardır. Söz konusu ticaret, acı azaptan kurtaran
ticarettir. Öyleyse (nefisle) ‘cihat’tan meydana gelen her bilgi ganimettir ve
ganimetlerin taksim edildiği üzere paylaştırılır. O ganimette Allah Teâlâ’ya
ait pay İhlasın ilgili olduğu hususlarken peygambere ait pay ona imandır;
yakınlarına ait pay onları sevmektir. Ganimetten yetimlere ait kısım ise amel
sahibi gayeye ulaşmazdan önce gerçekleşen ilimlerdir.
VASIL
Gayenin Açıklanması
Gayenin tanımı saliki ameli kendisine
izafeden müstağni kılacak (derece) demektir. Buluğ çağına ermezden önceki
sabinin hareket ve davranışları kendine izafe edilir.
Baliğ olduğunda onun her türlü fiilleri daha önce kendisine izafe edilirken
artık Allah Teâlâ’ya döner. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Erginlikten sonra tamlık olmaz.’ Öyleyse buluğ çağından önce salik adına
gerçekleşen her şey, kendinden olan hakkıdır, çünkü onu belirleyen Allah Teâlâ’dır.
Yoksullar için olan pay, acizlik,
kudretsizlik ve gücün onlardan alınması nedeniyle -çünkü Allah Teâlâ metanet ve
kuvvet sahibidirortaya çıkan paydır. Yoldakine ait olan pay, Allah Teâlâ’ya
giden yolun oğlu olması bakımından ona aittir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Dünyanın çocukları olduğu gibi ahiretin de çocukları vardır.
Siz ahiret çocukları olunuz!’ Onlar yol çocuklarıdır. ‘Dünyanın çocuklarından
olmayınız.’ Amelde İhlasın suretine gelirsek, ihlâs keşif yoluyla amelin
failinin Allah Teâlâ olduğun bilmendir. Nitekim gerçekte de her amelin faili Allah
Teâlâ’dır. İster kınanan, ister övülen amel olsun durum böyledir. Çünkü
değerler, amelin kendisi değil, Allah Teâlâ’nın ondaki hükmüdür. Bir rivayette
Allah Teâlâ’nın şöyle dediği aktarılır: ‘Her kim başkasını kendisine ortak
koştuğu bir amel işlerse, ben ondan uzağım. O koştuğu ortağa aittir.’ Burada
ameli belirsiz getirmiş, herhangi bir ameli özellikle zikretmemiştir.
‘Kendisi’ amel demektir. ‘Ondan’ zamiri ortağa, yani Allah Teâlâ’dan başkasına
döner. ‘O’ zamiri ise ortak koşana döner. Çünkü Allah Teâlâ amelden uzak
kalmaz. Hiç kuşkusuz amelin faili O’dur. Allah Teâlâ ancak ortaktan uzaklaşır,
çünkü ortak, yokluk; Allah Teâlâ ise varlık demektir. O halde Allah Teâlâ,
yokluktan uzaktır. Çünkü yokluk kendisine katılmayacağı gibi Allah Teâlâ da
yoklukla nitelenemez. Çünkü Allah Teâlâ zatı gereği varlığı zorunlu olandır. O
halde yokluktan ‘beraet5 (uzaklık) sahihtir. Nitekim ayet-i kerimede
4Allah Teâlâ ve peygamberinden bir
beraat, müşriklerden anlaşma yaptıklar imza... ’102
denilir. Burada Allah Teâlâ ortaktan uzaklaşmıştır, çünkü ortak denilen bir
şey yoktur ve o yokluktur. Allah Teâlâ ‘müşriklerden’103 buyurur. Bu da ortaktan yüz çevirmek
ve uzaklaşmak demektir. O halde amelin tamamen Allah Teâlâ’ya tahsisi (ihlas),
Allah Teâlâ’nın ameldeki nasibi ve payıdır. Çünkü amelde gözüken suret, Allah
Teâlâ’nın kendinde ameli izhar ettiği şahısta ortaya çıkmıştır ve görünüşte iş
birbirine karışır. Duyuyla bakarken amelin o kişiden meydana geldiğinden kuşku
duymayız. Bu durumda ameli ona izafe etmek sahih bir izafedir. Bu nedenle
O’nun ez-Zahir isminden dolayı her şeyin aynı olduğunu söyleriz. Burada gizli
bir delil vardır, şöyle ki: Göz bir araç ve alet görür. Alet başka bir şey
nedeniyle yönlendirilmiştir ki duyu o şeyi algılamaz. Öyleyse alet ameli yapan
değildir, fakat duyu ancak aleti algılamıştır. Hâkim (akıl) duyulurun ardında
amel eden bir şey olduğunu bildiği kadar duyu ancak o aracı algılar. Öyleyse
hâkim duyulurun ötesinde aletle amel eden ve onu kullanan birinin bulunduğunu
bilir. Teorik düşünce sahipleri aletin ardında bulunan ve onu kullanan o şeyi
nâtık-akıllı ve hayvani nefs diye ifade ederler.
Bu isimlendirmeyi yapmakla onlar
duyunun idrak edeceği şeylerden olmayan bir anlama geçmişlerdir. İşte keşf ve
müşahede ehlinin nefs-i natıka hakkında cem’ ve vücûd mertebesindeki idrakleri
de tıpkı böyledir. Başka bir ifadeyle onların idrak ettiği şey, teorik
akılcıların duyuyla algılanan alet hakkında idrak ettiğiyle birdir. Onlar nefs-i
nâtıka’nın ötesinde bulunan ve ameli işleyen başka bir şey olduğunu
anlamışlardır. Nefs-i nâtıka’nın ardında bulunan amel sahibi ise ‘Allah Teâlâ’
denilendir. O’nun amelinde nefs, Allah Teâlâ ehline ve akılcılara göre, duyuyla
algılanan aletle birdir. Böyle bir idrak gerçekleşmediğinde, bize göre, kişi
amelinde tam bir ihlasa ulaşamaz. Bununla birlikte araçlar sabittir ve onlar
amelin ortaya çıkışında kullanılırlar. Binaenaleyh ‘bilen bir kavim için’ bütün
âlem, kendisinden ortaya çıkan fiiller karşısında Hakk’ın araçları ve aletidir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir rivayette şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musunuz?’ Sahabe
şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ve resulü daha iyi bilir!’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkı
O’na ibadet etmeleri, herhangi bir şeyi ortak koşmalarıdır.’ Sonra şöyle buyurmuştur:
‘Bu hakkı yerine getirdiklerinde, onların Allah Teâlâ üzerindeki hakkını biliyor
musunuz? Onların hakkı Allah Teâlâ’nın onları cennete sokmasıdır.’ Hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘herhangi bir şeyi ortak koşmamak’ ifadesinde şey
kelimesini her şeyi ona sokmak amacıyla belirsiz kullanmıştır. Bu durum Allah
Teâlâ’nın ‘Kim rabbine kavuşmayı umut ederse,
salih amel işlesin, rabbine kulluk yaparken hiçbir kimseyi ortak koşmasın’104 ayetinde ‘kimse (ahad)’ kelimesinin
kullanımına benzer. Burada da ‘kimse’ belirsiz gelerek birliği olan her şeyi
içermiştir. Bu itibarla her şeyin bir birliği vardır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bir ihtimal olmaksızın ‘rıza’ halini göstersin diye ‘Allah
Teâlâ’ya kavuşma’ ifadesini zikretmiştir. Böyle bir kavuşma cennette
gerçekleşecektir, çünkü orası Rıdvan, yani ‘razı olma yeridir.’ Allah Teâlâ ile
karşılaşan herkes, Mutlu değildir ve mertebelerin Allah Teâlâ’nın kendilerinde
yarattığı özelliğe göreburada etkileri vardır. Aynı şey ‘Allah
Teâlâ’ya onların etleri, kanları ulaşmaz, fakat sizden olan takva ulaşır’105
ayetinde geçer. Allah Teâlâ bizden kendisine ulaşacak şeyi ‘takva’ olarak
belirlemiştir. Allah Teâlâ kullarına onların sahip oldukları şeylerde ve
üzerinde bulundukları durumlarda kendi nasibini bildirmiş, kullarını bu
sözleşmeye teşvik ederek şöyle buyurmuştur: ‘Sizinle
yaptığım ahde uyunuz!'106 Allah
Teâlâ’nın sizin üzerinizdeki hakkı, sizinle yaptığı sözleşme ve ahdi yerine
getirmenizdir. Bu durum beş namaz hakkında söylenmiş şu hadiste belirtilir:
‘Kim onları herhangi bir haklarını zayi etmeksizin yerine getirirse, Allah Teâlâ
katında kendisini cennete girdirmekten ibaret bir ahit elde eder.’
Namaz, kendisiyle kulları arasında
yaptığı taksime göre, Allah Teâlâ ile konuşmak (münacat) demektir. Kim namazdan
Allah Teâlâ’ya payını verip kendi payını da alırsa, hiç kuşkusuz, Allah
Teâlâ’nın hakkını ve nasibini vermiş demektir. Allah Teâlâ âlemlerden
müstağniyken âleme ait ve âlemin muhtaç olduğu bir hususta kendisine bir pay
nasip belirlemiş ve bir kısım yaratmıştır. Hal böyleyken aslı fakirlik ve
-kendi hakikatinde ve var olmasında değil sadecekendindeki zuhurunda bile
yoksulluk olan âlem hakkında ne düşünebilirsin? Burada kendi hakikatinde değil
dedik. Çünkü onların kendilikleri bakımından hakikatleri, herhangi bir
kimsenin yaratmış olmasına bağlı değildir. Buna mukabil sadece varlık, yokluk
vb. durumlarda haller o hakikatlerde tasarrufta bulunur ve bu sayede o hakikat
üzerinde hükümlerini izhar edecek kimseye muhtaç kalırlar. Bunu bilmelisin.
O halde hakkını talep edip bu konuda
ısrarlı davranan hiç kimse kınanmaz. Fakat Allah Teâlâ bizim için bazı haklar
belirlemiştir ki onları terk ettiğimizde bizim adımıza daha büyük bir karşılık
ortaya çıkar. Allah Teâlâ böyle hakları terk etmeyi güzel ahlakın bir yönü
yapmış, bunun ecrini bizzat kendisine bırakmıştır. Bu durum ‘Kim
bağışlar ve arayı düzeltirse, ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır’107 ayetinde bildirilir. Hakkını talep
edenin durumu ise ‘Zulümden sonra kim yardım alırsa
onun üzerinde bir yol yoktur’108 ayetinde belirtilir. Ayette onun
böyle bir hakkı olduğu belirtilir. Allah Teâlâ da hakkını ve haklarını zayi
etmeleri durumunda kullarına karşı böyle yapar; bağışlar, affeder ve ıslah
eder. Böylece herkes iki diyarda da O’nun rahmetine kavuşur ve her nerede
bulunurlarsa bulunsunlar ilahi rahmet onları kuşatır. Fakat bu rahmette insanlar
eşit değillerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cüretle
günah işleyenleri iman eden, salih amel edenlerle bir tutacağımızı nıı
zannettiler? Onların'ölümleri ve hayattaki durumları ne kötüdür. Ne kötü hüküm
veriyorlar.’109 Allah
Teâlâ bilenlerle bilmeyenleri de bir tutmamıştır. Kullar arasında kâmiller, Allah
Teâlâ’ya ait üzerinde Hakk bırakmayan kimsedir. Daha doğrusu sahip olduklarında
başkasına ait olan bütün hakları yerine getiren kimsedir. Herhangi bir kimsenin
veya şeyin üzerinde hakkı varsa, şeriatın belirlediği tarzda o nasibi verir.
Hakkı yerine getirdiğinde, şeriat tarafından kendisine ait olduğu
zikredilenlerin hepsi ona döndürülür. Allah Teâlâ onunla yaptığı ahdi yerine
getirdiğinde, kul bir karşılık olarak değil, ihsan ve lütufla verdiklerini Allah
Teâlâ’dan alır. Böyle birisi işi olduğu hal üzere bilen Allah Teâlâ
âlimlerindendir. Onlar, kendilerini sadece Allah Teâlâ’nın bildiği
yaratılmışlar içindeki Efrad’dır.
Saadete ulaşma hususunda en kâmil
yola dikkatini çektim, onun üzerinde başka bir muduluk yoktur! İşte ey
kardeşim! Bunun ardında yine de iş mühim, yapılacak olan iş büyüktür. Bu
konudaki sorunlar daha büyük ve ağırdır. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli (işin sonu
demek olan) gayenin hayret olduğunu kabul etmiştir ki, hayret, acizliktir. Allah
Teâlâ’nın kulları nezdinde bir hakkının ve nasibinin olduğunu açıklamak için bu
kadar açıklama yeterlidir. Allah Teâlâ o nasibi ve hakkı ‘Hakk ediş yoluyla’ onlardan
talep ettiği gibi vekâlet yoluyla da başkalarının hakkını onlardan talep eder.
Ayette belirtildiği üzere, Allah Teâlâ sadakaları vekâlet yoluyla alır, onları
berekedendirir ve nemalandırır. İnsanlar kendisini vekil edinmeseler bile Allah
Teâlâ, bir rahmet ve lütuf olarak kendiliğinden insanlara vekillik eder. Bir
kavmin ise kendi seçimleriyle vekilleri olur. Onlar Allah Teâlâ’nın kendilerine
O’nu vekil edinmeyi emretmiş olması nedeniyle Allah Teâlâ’yı vekil edinirler.
Yoksa onlara emretmeseydi, kölenin/kulun O’nu vekil edinme cüreti olamazdı. Allah
Teâlâ kullarına iyilik yaparak büyüklüğünden inerek gizli lütfuyla onlara
tenezzül edince, onlar da kendisini vekil edinmiş, bu ilahi tenezzül onlarda
naz haline yol açmıştır.
Hadiste ‘Allah Teâlâ kulun namazından
şuurla kıldığı kısmı kabul eder’ denilir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Allah Teâlâ’nın hakkıyla ilgili kısmı yerine getirmeyi pekiştirmek
istemiştir. En çoğunu yarım saymıştır. Bu kısım Allah Teâlâ’nın kulun
namazından kendisi için belirlemiş olduğu kısımdır. En azı ise onda biridir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Namazın onda biri, dokuzda biri,
sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri ve
yarısı... (kabul edilir).’ Yarım ancak Fatiha’da zikredilmiştir. Bu nedenle
onun manasını anladık ve namazın bütün fiillerine, sözlerine, hatta Allah
Teâlâ’nın bizi yükümlü tuttuğu tüm amellere yaydık. Onun belirlediklerine
gelirsek, bunlar Fatiha’nın sınırlı olduğu dokuz kısımdır. Birinci kısım
besmele’dir ‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın
adıyla.’110 İkincisi
‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir’111,
üçüncüsü ‘Rahman ve rahimdir’112,
dördüncüsü ‘Din gününün sahibidir’113,
beşincisi ‘Ancak sana ibadet ederiz’114,
altıncısı ‘Ancak senden yardım dileriz’115,
yedincisi ‘Bizi sırat-1 müstakime ulaştır’116,
sekizincisi ‘Nimet verdiklerinin yoluna’117,
dokuzuncusu ‘Gazap ettiklerinin veya dalalette
olanların yoluna değil’118
ifadeleridir. Namazından gafil ve zarara uğrayan insan Fatiha’da zikretmiş
olduğumuz kısımların herhangi birisinde Allah Teâlâ karşısında huzur halinde
olmayandır. Buna Allah Teâlâ’nın ondan yanma kadar kabul edeceğini zikretmiş
olduğu kısımlardır. Kim besmeleyi Fatiha’dan ayet kabul edip onu ayırmazsa,
Fatiha’da zikrettiğimiz üzere taksim gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ’nın eşya
hakkındaki hükmü müçtehidin hükmüyle birdir. Allah Teâlâ müçtehit içtihat
ederken onunla beraberdir. Kim içtihadıyla besmele’yi Fatiha’dan ayrı sayarsa,
besmele’nin Fatiha’dan ayet olmadığını söylemiş olur. Onun için dokuzunca kısım
‘Dalalette olmayanların yolu’119 ayetidir. Bununla birlikte besmele
bir kısım olmaya daha uygun ve daha Hakk sahibidir, çünkü hiç kuşkusuz besmele,
Allah Teâlâ’yı bilenlere göre Kur’an’dandır. Onun surelerde tekrarı, Kur’an’da
diğer kelimelerin tekrarı gibidir. Dokuza ilave olan kısım ise namaz kılanın tilavet
esnasında kelimenin harflerini ‘akletmesidir.’ Bazen namaz kılan kişi
kelimenin harflerinden bir harfi akleder ve diğerlerinden gafil kalır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu ayederden ‘ancak aklettiği kabul edilir’
sözünün anlamı budur. Akıllı kişi, Allah Teâlâ’nın kendilerini eksiksiz kabul
etmesi için bu kısımları tam yerine getirendir. Kim bu kısımlardan herhangi
birini namazında eksik yaparsa, Fatiha suresini okumasındaki bu eksiklik nafile
namazlarında telafi edilir ve öyle birinin nafile namazları çoğaltması
gerekir. Nafilelerdeki okuma farz namazdaki Fatiha eksikliğini telafi etmezse,
belirli bir namazın dışında huzur halinde okumuş olduğu Fatiha ile o eksiklik
tamamlanır. Bununla birlikte o bütün fiillerinde namazda olabilir, çünkü böyle
birisi sürekli namaz halindekilerden olabilir. Onlar, her anlarında Allah Teâlâ’yı
zikredenlerdir. Başka bir ifadeyle onlar bütün hallerinde Allah Teâlâ’ya
münacat edenlerdir.
Kısaca Allah Teâlâ’nın kullarını
yükümlü tuttuğu işlerdeki payı, onlara farz kıldığı hususlardır. Kulların Allah
Teâlâ’dan nasipleri ise Hakk’ın onlar hakkında üzerine borç yaptığı
hususlardır. Bütün bunlarda nafilenin karşılığı nafiledir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin bu meseledeki payı onu tasdik etmek, kendine ve getirdiklerine
imandır. İmanın tezahür ettiği hususlardan birisi, zamanların en hayırlısının
namaz ve ezan zamanı olmasıdır. Şefaatin ve konuşmanın en hayırlısı ise
Rahman’ın izin verdiği kimselerin şefaati ve konuşmasıdır. Bunlar Hakk’ın
peygamberinin bize getirdiği ve tebliğ ettiği hususlardandır. Bu (vahyi
alırken) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tecelli eden Hakk’ın karşısında
‘tedelli’ etmiş, tecelli kendisini bayıltmamış, aksine tecelli eden karşısında
uyanık tutmuştur. Bu nedenle tecelliye yönelmiş, ondan yüz çevirmemiş ve geriye
dönmemiştir. Onu tasdike gelirsek, tasdik peygamberin Allah Teâlâ katından bize
gelmiş olduğunu O’nun bildirmiş olmasından kaynaklanır. Peygamber Hakk’a yakın
zattır. Onun getirdiklerine imana gelirsek, bu imanın nedeni Hakk’ın verdiği
haberdir. Bu bağlamda kendisine iman etme hususunda Hakk’ın haberleriyle onun
getirdiği şeylerle Hakk’tan verdiği haberlere iman birbirinden ayrıdır.
Dolayısıyla ona ancak sırrında Hakk’ın hitap ettiği kimse iman edebilir. Bununla
birlikte muhatap bunun farkına varmaz veya kiminle konuştuğun bilemez. Sadece
kalbinde tasdik (duygusu) bulan ona iman edebilir. Keşif ve huzur ehli ise
kulaklarıyla duyarak ve kalpleriyle Hakk’ın kelamını tanırlar ve peygamberin Allah
Teâlâ’nın katından gelen elçi olduğunu öğrenirler. Böylece basiret üzere
peygambere iman ederler. Peygamberin getirdiklerine ise peygamberin sırrında
kendisiyle konuştuğu kimse iman edebilir. Bununla birlikte konuşulan kişi bunu
fark etmeyebilir veya kendisiyle konuşanı tanımayabilir. O kişi sadece
peygamberin getirdiği şeye kalbinde bir tasdik bulur. Keşif ve huzur ehli ise
kalpleriyle, kulaklarıyla ve ‘gözleriyle’ duyarak (ve görerek) peygamberin
sözünün Allah Teâlâ katindan gelmiş olduğunu öğrenirler. Allah Teâlâ’nın dışında
birisinin katında olsaydı onda pek çok ihtilaf bulurlardı. Böylece basiret
üzere ona iman ederler.
Peygamberin getirdiği hususlara
imandan söz ederken ‘gözleri’ zikrettik, fakat aynı şeyi Hakk’ın kelamını
duymada söylemedik, çünkü peygamberi rüyamızda gördüğümüzde hiç kuşkusuz onu
görmüş oluruz. Hakk ise böyle değildir. Onu gördüğümüzde, kendi menzilimizi ve
Hakk’a dair tasavvurumuzu görmüş sayılırız. Bu nedenle haberini tasdikten söz
ederken ‘gözler’den söz etmedik. Kalpler ve kulakları ise bilhassa haber için
kullandık, yoksa Hakk’ın onu söylemiş olmasıyla ilgili olarak söylemedik. Çünkü
Hakk’ın karşısında kalplerin, kulakların ve gözlerin idraki eşittir. Alemdeki
herhangi bir kimse herhangi bir şeyi idrak ettiğinde gerçekte Hakk’ın
karşısında kendi menzilini ve suretini idrak etmiş demektir. Öyleyse hiç kimse
Hakk’ı idrak etmemiştir. Bu nedenle zikrettiğimiz ve açıkladığımız hususa
dikkat çekme üzere ‘duyan’ olmaları bakımından kalpleri ve özellikle haber için
kulakları zikrettik.
Bunu öğrenince, hiç kuşkusuz,
üzerinde bulunan Allah Teâlâ’ya ve peygamberine ait hakları yerine getirmiş
olursun. Bu konuda Allah Teâlâ ehlinden bir grup konuyu Allah Teâlâ’dan
öğrenmemiş oldukları için yanılmıştır. Allah Teâlâ ehlinden bir cemaat hata
yapmışken şekilci âlimler nasıl yapmasın! Bu meselelerde imandan hareketle
konuşan kimse, söylediklerimizi söylemelidir ve öyle bir insan zevkinden
konuşuyor demektir. Bu bağlamda iki hatta üç şahsın peygamberin elinde
gerçekleşen mucizeye tanıklık ettiklerini görürsün. Allah Teâlâ söz konusu
mucizeyi getirdiği vahye delil olsun ve bizzat kendisini tasdik etsin diye
peygamberin elinde izhar eder. Mucizeye şahit olanlardan birisi, onun hakikat
olduğundan emindir, fakat yine de inkâr eder. İkinci şahıs ise mucizenin delaletini
bilmediği için, böyle bir delil onda delil olmaz. Üçüncü kişi iman eder ve
tasdik eder. Hâlbuki üçü için de yer aynı, göz bir ve dıştaki algı birdir.
Buradan şun\ı anladık: İman ve tasdik eden kişinin kalbine Hakk tecelli ederek
gerçeği doğrudan ona bildirmemiş olsaydı, o da peygambere iman etmez, tasdik
etmez ve diğer arkadaşları gibi davranırdı. Aynı durum peygamberin
getirdiklerine iman etmede geçerlidir: Allah Teâlâ onun kalbine tecelli ederek
gerçeği vasıtasız bildirmeseydi, peygamberin getirdiğine iman etmez ve onu
tasdik etmezdi. Bununla birlikte mümin bu tecellinin farkına varmayabilir ve
nasıl iman ettiğini bilmeyebilir. Başka bir ifadeyle her mümin imanın onun
adına nereden gerçekleştiğini bilmez. Duyduğumuza ve gördüklerimize göre, Allah
Teâlâ’nın peygamberine iman eden bazı kimseler, peygamberin davetini işittiklerinde
ve kendisini gördüklerinde bir mucize veya herhangi bir delil istemeden
kendisine iman etmişlerdir. Söz konusu insanlar içlerinde peygamberin
iddiasında doğru söylediğini ‘bulmuş’, beklemeden ve ayak sürümeden hemen
kendisine iman etmişlerdir. Bunun nedeni ancak kalbe gerçekleşen ve sözünü
ettiğimiz tecellidir. Hâlbuki o kişi imanının tecelliden kaynaklandığın
bilmeyebilir. Bu ölçüdeki bir bilgiyle keşif ehli diğer müminlerden üstün
olmuştur. Onların keşifleri olmasaydı, işleri ve varlıkları şöyle böyle tafsil
edemezlerdi. Öyleyse peygamberin payı, kendiliğinde ve Allah Teâlâ katından
getirdiği hususlarda (kendisine iman ederken) onu rabbine katmaktır.
Bu bilgide yetimlerin payına
gelirsek, gerçekte bu pay, sana ait işlerde iddianın dışına çıkacak vaktin
gelmesidir. Senin payın o vakit gelmezden önce fiillerini kendine izafe
etmendir. Bu esnada sana itiraz olmaz, senden (fiillerin) çekip alınmaz, sana
bir zorlama olmaz. Olgunluk çağı geldiğinde, perdelenirsin ve bütün
hareketlerinde sınırlanma gerçekleşir. Artık davranışlarına Hakk’ın hükümleri
yöneür, çünkü onlar sende ortaya çıkmış Hakk’ın fiilleridir; sende ortaya çıkmamış
olsalardı, hükme ilahi hitaba veya hükme konu olmazlardı. ‘Onların sende ortaya
çıkmış olması’, fiillerin sana ait olduğu iddianın ta kendisidir. Allah Teâlâ
ise seni yükümlü tuttuğu hususlarla seni sınırlayarak sana şunu öğretmek ve
dikkatini çekmek istemiştir: Söz konusu fiiller senin gerçek ve mutlak mülkün
olsaydı, -kendisine değilsana ait bir meselede Hakk’ın tasarrufta bulunması
mümkün olmazdı. Bunun sebebi şudur: Akıl olgunluk dönemine ermiş ve kişide akıl
ve düşünce sağlam bir şekilde yerleşmiştir. Allah Teâlâ’nın sana vermiş
olduğunu akılla, kendinin (fiiller için) zuhur mahalli olduğunu ve bütün
fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görmen gerekir. Fiiller sana ait
değildir. Böyle bir hal sende kendiliğinden gerçekleşmiş olsaydı, Allah Teâlâ
sana bu fiiller hakkında yasak koymaz ve bu hayatta seni yükümlü tutmazdı.
Bakınız! Aklı olgunluk derecesine ulaşmayana sınırlıma olmadığı gibi Allah
Teâlâ öyle bir insanı yükümlü de tutmaz. O, aklının hükmünden perdelenmiş bir
mecnundur. Aynı şey uyuyan ve akla sahip olmayanlar için geçerlidir.
Bununla birlikte insan söz konusu
niteliğin kendisinde oluşmasıyla dünya hayatında yükümlülüğün gerekli olduğu
vakte ulaşır ve ardından kendisinden perde kalksa bile yine de yükümlülük ve
şeriatın hitabı kendisinden kalkmaz. Bunun nedeni hükmün Hakk değil yere ait
olmasıdır. Çünkü kıyasla meseleye bakarsak, bu Hakk ulaşan birisinden
yükümlülüğün kalkması gerektiği hükmünü verebiliriz. Fakat içinde bulunulan
yerin bir hükmü olmalıdır. Nitekim müşriklerin çocukları ve kâfirlerini bu
diyarın hükmü nedeniyle babalarına katarız. Bununla birlikte onların fıtrat
üzere olduklarını da biliriz. Onlar şirk koşmamış, kâfir olmamışlardır. Hâlbuki
içinde bulunulan yerin bir hükmü vardır. Ahiret vakti gelip oraya göç
ettiğimizde, bu diyarın hükmünün dışına çıkarız. Böylece rıza vb. mahalline
ulaştığımızda, yükümlülük bizden düşer. Aynı şey Allah Teâlâ’nın bu hayatta
mutlu olduğunu bildirdiği kimse için geçerlidir. Allah Teâlâ başka birisine de
bedbahtlığını bildirir. Bununla birlikte bu bilgi onlarda yükümlülük veya
engellemeyi kaldırmaz. Çünkü bu hayatta hükümlerin (nevamis) konulma nedeni
dünya ve ahiret maslahatıdır. Öyleyse imkânsız olan, dünya hayatı devam edip
içindekiler orada yaşadığı sürece, yükümlülüğün ortadan kalkmasıdır. Böyle
olmasaydı perde kalktığında, yükümlülüğün de kalkmış olması gerekirdi. Çünkü
öyle bir insan Allah Teâlâ’dan başka fail görmez ve bir şey kendine yasak
koymaz! Allah Teâlâ kendine bir şeyi zorunlu kılarsa, bunun maksadı, kendi
başımıza üzerimize zorunlu saydığımız hususlara bizi ısındırmaktır. Biz bir
şeyi Allah Teâlâ için kendimize farz kılarsak, O da birbirimizden ayrışalım
diye, o hükmü bize farz yapar; öyle bir durumda o işi yapmazsak, günahkâr
oluruz, hâlbuki Hakk kendine vacip saydığı bir işi terk ederse öyle bir hüküm
ortaya çıkmaz. Çünkü günahkâr ve asi olmak, başkasının farz kılması karşısında
ortaya çıkan bir hükümdür. Bir şeyi biz kendimize vacip kıldığımızda gerçekte
onu farz yapan Allah Teâlâ olmasaydı, yapmadığımızda asi ve günahkâr olmazdık.
Başkasının kendisine bir şeyi farz yapmadığı kimse böyle bir işi yerine
getirdiğinde, bu durum onun bir ihsanı, iyiliği ve güzel ahlakı olur.
Şöyle sorabilirsin: Bu durum
hayırlarla ilgilidir. Kötülük söz konusu olduğunda durum ne olacak? Şöyle
deriz: Gerçekte sadece hayır vardır ve hayır iki kısımdır: Bir kısmı sırf
hayırdır ve onda kötülük bulunmaz. Diğeri, karışık hayırdır. Bu kısım,
kendinde bir tür kötülüğün bulunduğu kısımdır. Nitekim nahoş ilacı içmeyle
ilgili olarak bu meseleyi açıklamıştır. Başka bir misal ise günah işleyen ve itaat
eden mümindir. Mümin kendisine itaatin katışmadığı bir günah işlemesi mümkün
değildir, çünkü bir günahın ‘günah’ olduğuna inanmak da itaattir!
Burada ‘kalbi olana’ bir uyan vardır.
Böylece iş, ahirette buluğ çağına ermezden önce yetimin üzerinde bulunduğu
duruma döner. Burada yetimlerden söz ettik. Yetim olmasa bile buluğ çağma
girmeyen bütün çocuklar da öyledir. Çünkü yetim velisinin tedbiri ve yönetimi
altındadır ve veli ise müminlerin velisi olan Allah Teâlâ’dır. Babasının
tedbiri altında bulunana ise babası varken bakılmaz. Çünkü fer (dal) yakın
kökünden yardım alır. Bakınız! Meyve kendi kökü olarak ağacın dalını bilir,
çünkü o daldan yardım alır. Dal ise meyvenin bilmediği kökü tanır. Yetim
babasının ölmüş olduğunu öğrenir ve kalbi kırılır. Ona rehberlik edecek bir
kökü ve aslı yoktur. Allah Teâlâ’yı bilenler ise yetime babasının kimi varsa
kendisinin aynı kimsesi olduğunu öğretir. Babasının sahibi Allah Teâlâ’dır.
Böylece yetim tüm işlerinde Allah Teâlâ’ya yönelir.
Yetimin kendisi hakkında Allah Teâlâ
karşısındaki durumu böyle olunca, Allah Teâlâ da kendi payını bollaştırmak
üzere yetimin ganimette payını belirlemiştir. Bu pay sabinin fiilleri
kendisine izafe edip bu konuda bir yasaklama ve yükümlülükle muhatap
olmamasıdır. Kim bir yetimin başını sıvazlarsa, her saça karşılık bir sevap
alır. Aynı durum yetimin dışındakiler için geçerli değildir. Yoksulun (miskin)
durumu da güçlü bir hamisi olmamada yetime benzer. Allah Teâlâ onun zayıflığını
‘güçlendirmiş’, başka bir ifadeyle zayıflığına zayıflık katmıştır. Çünkü
yaratdmış asıl itibarıyla zayıftır. Allah Teâlâ onun zayıflığına zayıflık
kattığında, miskinlik ortaya çıkar ve artık hiçbir gücü kalmaz. Miskin iken
güçlü olduğunu iddia ederse, Allah Teâlâ ona kızar, çünkü haline aykırı bir
durum sergilemiştir. Başka bir ifadeyle böyle bir yoksul ve miskin, kendini
bulunduğu makamın gerektirmediği bir halle yükümlü tutmuş demektir. Bu nedenle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kıyamette üç
grup insanla konuşmaz ve onlara bakmaz, onları tezkiye etmez, onlar için büyük
azap vardır; yalancı hükümdar, yaşlı zâni ve kibirli yoksul.’ Yani büyüklenmede
abartılı davranan yoksula Allah Teâlâ bakmaz. Nitekim
Allah Teâlâ, miskinin zayıflığını
artırmıştır, çünkü o miskin olmak bakımından iki zayıflık sahibidir: Birincisi
aslı itibârıyla olan zayıflık, İkincisi fakirliktir. Bu zayıflık nedeniyle
miskin başını kaldıramaz. Hâlbuki mal sahibi öyle değildir. Mal sahibi zengin
kendinde malın gücünü bulur. Bu nedenle de mal ‘mal’ diye isimlendirilmiştir,
çünkü o sahibini ya hayra ya da kötülüğe yönlendirir; mal sahibini itidalde
bırakmaz. Miskin ise kaderin akıntıları altında sakin bir halde Allah
Teâlâ’nın geceleyin ve gündüz vakti kendisine getireceği şeylere bakar durur.
Bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın onun vasıtasıyla ve kendisinde uygulayacağı
işlerle mutmaindir. Bilir ki Allah Teâlâ’dan kaçarak sığınılacak kimse yine Allah
Teâlâ’dır ve Allah Teâlâ dilediğini yapandır. Böyle bir miskin, Allah Teâlâ’nın
taksiminin içinde bulunduğu durum olduğundan hakka’l-yakîn bir şekilde
emindir. Allah Teâlâ ise şu sözüyle onun kırıklığını telafi eder: ‘Ben kalpleri
kırık kimselerle beraberim.’ Çünkü kalbi kırık birinin yanına geldiğinde, hal
ve söz olarak onun yanında sadece Allah Teâlâ’nın oturduğunu görürsün! Bu
nedenle Allah Teâlâ kendisinin bir çabası olmasa bile ganimette ona pay
vermiştir. Allah Teâlâ başkasını ona hadim etmiş, miskin de başkasının
gayretiyle ve yorulmasıyla (elde edilen ganimetten) Allah Teâlâ’nın kendisine
ulaştırmış olduğu malla rahatlamıştır. Onun durumu bilgisi olmayan cennet ehli
müminin durumuna benzer. Daha vakfe yerinde iken Allah Teâlâ’yı bilenlerin
menzillerini görür, üzülür, pişman olur. Bunun üzerine Allah Teâlâ cehennemlik
âlimlere yönelir, onun bilgi elbisesini çıkartır ve mümine giydirir. Mümin de
cennette o bilgiyle birlikte bilginin menziline yükselir. Çünkü her bilginin
cennederde bir menzili vardır ve oraya ancak o bilginin sahibi yerleşebilir.
Bilgi cennette kendi menzilini talep eder. Allah Teâlâ’nın mümine giydirdiği
bilginin sahibi olan âlim ise cehennem ehlidir -onlar ateşin ehlidir.
Binaenaleyh bilgi kendi başına var olamaz ve kendi başına kaldığında o
menzilden düşer. Öyleyse bilginin bulunduğu bir mahal olmalıdır. Allah Teâlâ
da bilgisiz Mutlu-mümine o bilgiyi giydirir, o da bilgiyi menziline yükseltir.
O yerin ne büyük hasreti vardır!
Fakat cahil müminin cehennem ehli
olanlardan aldığı bilginin ne tür bilgi olduğunu araştırmak gerekir Cehenneme
giren kişi dünya hayatında bir bilgi sahibi olsa bile, bilgisine bir kuşku
girmiştir. Onun hayretine gelirsek, bu durum onun araştırma mahallinde
olmasından kaynaklanır. Bilgisiyle birlikte sahip olduğu halin kendisinden
izalesine gelirsek, böyle bir insan dünya hayatında (bilgisine giren kuşku nedeniyle)
onun cehalet olduğuna inanmıştı. Ahirette ise bilgi olduğuna inanır. Böyle bir
bilgi sahibinden çekip alman ve âlim olmayan cennetlik mümine giydirilen
bilgidir. Hal böyle olunca, Allah Teâlâ ölüm vaktinde cehennemlikler üzerinde
-ki onlar ateş ehlidircehenneme yakışan bilgiden başka bir bilgi bırakmaz.
Bunun dışındaki ilimler ise cehenneme değil cennet ehline özgü ilimlerdir. Allah
Teâlâ öyle bir bilgi sahibine yaşarken veya can çekişme esnasında bir kuşku
verir. Söz konusu kuşku onun aklına girerek kendisini bilgiden uzaklaştırır
veya şaşırtır, sonra da bu hal üzere ölür. Hâlbuki bilgi gerçekte doğruydu.
Böyle bir bilgi cennet ehline giydirilecek bilgidir. Başka bir ifadeyle dünya
hayatında o konuda bilgiye sahip değil ve cehennem ehlinin bilgisine tamah
ettiklerinde, bu bilgi onlara giydirilir. Böylece cehennemlik kişinin kuşku
üzere ölmüş olduğu hakkında kesin bilgi ortaya çıkar. Ganimette miskinin payı
bu demektir. Çünkü dünyada kuşkuyla kendisinden çekip alınan şey o kişiyi
yormuş ve bitap bırakmıştır. Yorulmanın neticesinde ‘ganimet’ elde edince, bu
kez kuşku bilgisine girmiş, bu durumda ise miskinin payı haline gelmiştir.
Yol oğluna (ibnü’s-sebil) gelirsek,
onlar Allah Teâlâ katında en değerli gruplardır, çünkü çocuk babasından
uzaklaştırılamaz. O ‘yol oğlu’ diye isimlendirilmiştir, çünkü menzilin imkânsız
olduğunu bilir. Bilir ki bir durum üzere kalmak da imkânsızdır. Başka bir
ifadeyle hem salik hem Rabbin tecellisi ve hatta bizzat Rabbi için bir halde
kalmak mümkün değildir; çünkü rab yaratıklarının işlerindedir. Onlardaki durum
sürekli ve her zaman yenilenme şeklinde ortaya çıkar. Ayakları bir yerde sabit
durmayan kimse ise harekedi ve yürüyordur. Böyle bir insan ancak yolda hareket
eder. Bu bağlamda dünyada ve ahirette sürekli kendilerinde yürünen yollar
vardır. Bu bilgiye sahip insan dünyada ve ahirette ‘yol oğludur.’, O kendini
yola vermiş, onunla ilgilenmiş ve onda yolcu olarak bulunmuştur. Yolcunun ise
azığa ihtiyacı vardır ve bu nedenle Allah Teâlâ ona ganimetten pay ayırarak
gayretinin bulunmadığı bir şeyle kendisini besler. Ayette geçen ‘yol oğlu’
mücahidin kendisi de olabilir. Yol ise ahit ve tarif bildiren belirlilik takısı
nedeniyle ‘Allah Teâlâ’nın yolu’ olabilir. Allah Teâlâ bu yol hakkında ‘Allah
Teâlâ yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyin’120 buyurur. Kastedilenler cihatta şehit
olanlardır. Böylece mücahidin ganimetteki payı Allah Teâlâ’nın yol ehli adına
belirlemiş olduğu miktar olmuştur. Bu kısım, sadakalarda onun adına
belirlenenin dışında, bilinen miktardır. Bunu bilmelisin! Çünkü bu ‘Allah
Teâlâ’ya ve furkan günü kuluna indirdiğine iman etmişseniz’ iyi bir uyarıdır. Allah
Teâlâ’nın öğ-
# # I
retmesiyle, Kürsüde iki ayak olarak
ortaya çıkan iki kelimeyle iki kabzayı ayırt etmelisin. Çünkü Allah Teâlâ ehli
-ki onlar ahiret çocuklarıdırAllah Teâlâ’ya giden yolculukta ‘yol
çocuklarıdır.’ Onlar ‘udve-i dünya (yakın taraf)’ ile Allah Teâlâ karşısında
yakın mertebe ve makam elde etmiş olanlardır. Ötekiler Allah Teâlâ karşısında cudve-i
kusva (uzak taraf)’ cihetinde bulunurlar. Onlar, dünya hayatının ve ondaki
yolların çocuklarıdır. Binek sizden daha aşağıdadır. Allah Teâlâ aşağıda olmayı
onlara vermiştir. Çünkü ‘Kâfirlerin kelimesi süflidir’121 Kim senden aşağıysa, sen onun
üzerindesin. Çünkü siz muduluğun kendilerine tahsis edildiği Allah Teâlâ
ehlisiniz. ‘Allah Teâlâ ise kelimesi yüce
olandır.’122
Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın hükmü
ve kazasıyla gerçekleşir, yoksa öne geçmiş bir sebepten (el) değil, öne geçmiş
ilahi inayetten kaynaklanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bizim
tarafımızdan haklarında iyiliğin öne geçtiği kimseler yaklaştırılanlardır.’123
Bakınız! Allah Teâlâ ehli udve-i
dünya’yla yolculuk eder
Şirk ehli udve-i kusva ile
Uzaktaki aşağıdakiyle ayrışır
Yakını da yüksek olana ulaşır
Düşünmezler mi binek yakındır onlara
Herkes kendi mertebesine daha yakın
Allah Teâlâ’nın böyle bir yere ve bu
tarz bir taksime -ki ganimettir söz konusu olanbeşi tahsis ettiğini görünce,
anladık ki Allah Teâlâ âlemde muteber kısımlar arasından (herhangi birini
değil) sadece karşılaşma vaktinde ordunun düzenini dikkate almıştır. Orduyu
dikkate almasına gelirsek, Allah Teâlâ orduyu malik ve kahır olması itibarıyla
dikkate alır. Bu itibarla Allah Teâlâ kendisiyle didişen düşmanlar yaratmıştır.
Ordu karşılaşma esnasında beşe taksim edilir. Birincisi kalptir. Kalp imamın
yeridir ve kulun bedeninden Allah Teâlâ’nın kendine ayırdığı mahaldir. Allah
Teâlâ ‘kulumun kalbi beni sığdırdı’ buyurur. Geride kalan kısımlar ise, sağ,
sol, ön ve arka kısımlardır. Bunun için beşte bir Allah Teâlâ’ya ait olmuş,
kalan dört adet beşte bir ise, diğerlerine ait olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ
düşmanın bize önümüzden ve ardımızdan geleceğini bildirmiştir. Düşman
ardımızdan geldiğinde onu ayağımızla ve topuğumuzla; sağımızdan gelince
sağımızla, solumuzdan gelince solumuzla karşılarız. Düşmanın gayesi, kalbe
ulaşıp ordunun komutanını kalpten izale etmektir. Düşmanın başka bir gayesi
yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ nazargahı olan ve kendisini sığdıran kulun
kalbinden bu yerlere yerleştirdiği kimselerle kalbi müdafaa etmek ister. Düşman
o yerlerden kalbe girmek isterken ordu kalbi korumak için savaşır. ‘Allah Teâlâ
yolunda savaşanlar O’nun kelimesi yüce ve kâfirlerin kelimesi süfli olsun diye
savaşırlar’ mealindeki hadiste belirtilen durum budur. Kâfirler düşmanlardır. Allah
Teâlâ bâtında kalpten onlara yardım ederken onlar zahirde düşmanın fırsat
kollamış olduğu yönlere karşı kalbi savunurlar. Bu nedenle ganimetin beşte biri
O’na aittir. Allah Teâlâ ganimette kendi payını belirlemiştir, çünkü düşmanlara
karşı müminlere yardım eden O’dur. Ordu O’nun dinine yardım eder. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’nın iman edenlerin velisi olması kâfirlerin ise velisinin olmayışından
kaynaklanır.’124 Başka
bir ifadeyle kâfirler, kendilerine yardım edecek bir "kalbe sahip
değillerdir.
Allah Teâlâ’nın bol bir payı var
Bir artış olmaksızın ganimetin beşte
biri
İmar ettiği kalp O’na ait O, saygın
ve ilahi Arş
Kalanı ise taksim etmiş Bazı
kullarına bir ihtisas olarak
Kalemimin yazdığını öğrenen Varlığın
verdiğini elde etmiş demek
Ya bir resul veya vâris veya veli
Bildiğimiz kadarıyla sadece müşahedesi var
Allah Teâlâ’nın bildirdiğine
gelirsek Benim bir katkım yok onda, bir ihsan o
Bu menzildeki ilimlerden birisi
şudur: Bir bilgi bütün bilinenlere mi ilişir, yoksa bilinen her şeyin bir
bilgisi mi vardır? Yoksa biline nispede durum değişir mi? Bilgi nedir? Acaba o
bilenin zatı mıdır, yoksa ondaki bir nitelik midir, yoksa bilenin zatı veya
sıfatı olmayan bir nispet midir? Eşya arasındaki münasebederin yol açtığı bir
araya gelme ve içrima bu menzilden öğrenilir. Senin amelinle amel edenin senden
olduğu bu menzilden öğrenilir. İstinat bilgisi, bu menzilden öğrenilir.
İstinat edilenin himayesi ve meşakkatte ortaklığı, terk edilmesi uygun görülen
şeyin terk edilmesi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o şey sana sevimli
gelebilir. Herhangi bir şeyin sarsamayacağı iman bu menzilden öğrenilir. Güzel
ahlakın bulunduğu kimsede gerekeli kıldığı hususlar, bu menzilden öğrenilir.
Makamlar ve bu menzilin ilgili olduğu hususlar buradan öğrenilir. Çok ve azm
bilgisi ve bilkuvve sayıca çok olan buradan öğrenildiği gibi sayıca ve bilkuvve
az olan bu menzilden öğrenilir. Ayakların kaydığı husus buradan öğrenilir.
Ayakları kaydıran şey, Allah Teâlâ’nın sana senden istekte bulunan kimseler
karşısında isteklerine göre davranma özelliği vermesidir. Bu ayakları kaydıran
bir şeydir. Bunun nedeni, gayelerin farklılığı ve müminin kendisini sınırlamış
olduğu şekilde hükümleri taklit etmekle yükümlü olmasıdır. Kişinin istidatlı
olduğu şey ile istidadı olmadıkları bu menzilden öğrenilir. Durumunu
bilmediğin kimseye nasıl davranacağın buradan öğrenilir. Alemden veya Hakk’tan
senin mukabilin olan şeyin ancak senin niteliğinin olduğunu bu menzilden
öğrenirsin. Başların hüküm itibarıyla kuyruklara katılması bu menzilden
öğrenilir. Bu hal, başm yönettiği kimselerle eşidendiği bil haldir. Misal
olarak üzerinde bulunan kimsenin türü olduğu orta türü verebiliriz veya
altındaki şeyler için cinsi verebiliriz. Teşvik ilmi buradan öğrenilir. Ondan
uzaklaşma fayda verir mi, vermez mi? Uyanıkken duyulur suretteki hayalin idraki
bu menzilden öğrenilir. Dıştan veya içerden duyulur bir şey yoktur. Aksine o
su olarak gördüğün bir seraba benzer. Başka bir misalde ise serapta büyük
gördüğün küçüğe veya uzaktan siyah gördüğün beyaz dağa benzer. Bunlar, hayalin
duyunun dışında olan şeylerdir.
İnsanın kendine helaki çağırmasına
yol açan durum buradan öğrenilir. Bu esnada insan nefsinde helakini gösteren
bir alamet arar. Güç yetiremeyeceği halde, kişinin güç yetirdiğini zannettiği
şey buradan öğrenilir. Aciz bırakma (i’caz) neye döner. Yaratılmışın güç
yetiremeyeceği bir şeye mi, yoksa daha önce güç yetirip sonra engellendiği bir
duruma mı döner? Takvanın sahibine kazandırdıkları bu menzilden öğrenilir.
Peygamber ve müminler arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Muhatabın
kendisiyle konuşurken anlamasını irade ettiği şey buradan öğrenilir. Allah
Teâlâ’ya ait olduğu ortaya çıkan ve âleme ait olanlar ile âleme gözüken fakat Allah
Teâlâ’ya ait hususlar bu menzilden öğrenilir. Yönler, ihata, sükûn ve hareket
bu menzilden öğrenilir. Ahiretteki yararlar bu menzilden öğrenilir. Korku
yerinde emniyeti gerektiren sebep buradan öğrenilir. Böyle bir şey geçerli
midir, değil midir? Mevtin ne demektir? Şahıstaki bir hal midir? Bu durumda
kişinin mevtini onun hali olur. Veya halin dışında bir şey midir? Nefislere
hâkim vehimlerin varlığını gerektiren sebepler bu menzilden öğrenilir. Onlar,
ilahi tecelli suretlerindendir. Övülen istek ile kerih görülen istek, bu
menzilden öğrenilir. Salahı ve en iyiyi gözetmek, bu menzilden öğrenilir. Bu
gözetme kim için zorunludur. Tehdit ve vaat bu menzilden öğrenilir. Savaşmak
üzere insanların safları ve iki topluluk görülünce, dinen kiminle savaşmak
gerekir?
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ
YÜZ YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM
Kayyumiyet
Secdesinin Menzilinin Bilinmesi; Ayrıca Doğruluk, Mecd, İnci ve Surelerin
Bilinmesi
Adalet kubbesine konulduğunda terazi Ve gelince Hakk
hüküm vermek ve ayırmak üzere
Bizim için benzersiz bir üçgen ortaya çıkar İkizkenar ve biri benzersiz
Bekası için tercihi lazım İhsanla
desteklenen bir iş gerek
Meyil istiva halinde ortadan kalkar
Saadet terazisi ağır basar
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, dince ve akla göre Allah Teâlâ mertebesi (ulûhiyet) tek olandır.
Binaenaleyh O’ndan başka ilah yoktur ve O mülkünde ortağı olmayandır; mülk Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şeydir. Allah Teâlâ’nın velisinin olmasına gelirsek,
veli mülkte ortağın bulunması gibi değildir. Çünkü öyle bir şey mutlak anlamda
olumsuzlanmış tır. Daha doğru bir ifadeyle ortak, gerçekte varlığı
reddedilendir. Veli ise var olandır. Öyleyse veli Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve
O’na kendini sevdirmek üzere yardım eder; belki Allah Teâlâ onu seçer ve
kendine yaklaştırır. Yoksa veli Allah Teâlâ’ya (hâşâ) zelil oldu da O’nu zelil
kılana karşı veya zayıf kaldı diye yardım edecek değildir. Allah Teâlâ zayıflık
ve zilletten münezzehtir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’ya yardım ederseniz...’125
Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ yardım edenlerin en
hayırlısıdır’126
buyurur. O halde ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz’127
ifadesini ancak böyle bir yardımın olması gerektiği için söylemiştir. Fakat bu
yardım söylediğimiz anlamda olabilir. Bu durum ‘Oııun
zilletten (dolayı) dostu yoktur’128
ayetinde belirtilir. Yani zelil olduğu için yardımcıya ihtiyacı olmaz. ‘Onu
yücelt.’129
Yani O’nu bu iki nitelikten tenzih etmelisin.
Allah Teâlâ aklın ve şeriatın
deliline göre esma-i Hüsna (güzel isimleri) veya sıfatları veya nispederi
itibarıyla çokluğun birliğine sahiptir. Bilhassa şeriatın deliline göre,
^atuıd? çokluğun birliğine sahiptir. Bu durum kendinden haber verdiği üzere,
böyledir. Allah Teâlâ ‘O’nun iki eli açıktır’130
buyurur. Başka bir ayette ‘iki elimle yarattığım’131 ve
‘Gözlerimizin önünde cereyan eder’132
buyurur. Kalp Rahman’ın iki parmağı arasında bulunur. ‘Gökler
sağ elinde dürülmüştür.’133
‘Rabbimizin her iki eli de sağ ve mübarek eldir.’ Bütün
bunlar ve benzer ayet ve hadisler, zattan verilen haberlerdir. Allah Teâlâ
bunları kendinden bildirmiştir. Bununla birlikte akli deliller bunları
imkânsız sayar. Dinleyici nazariyatçı bir mümin ise, bu ifadeleri tevile
kalkar, çünkü o aklıyla hareket etmektedir. Dinleyici bâtını imanla münevver
birisiyse, bu ifadelere Allah Teâlâ’nın onlar hakkındaki bilgisine göre iman
eder. Bununla birlikte el, parmak, göz vb. naslarda telaffuz edilen kelimelerin
manası da bilinir. Fakat Allah Teâlâ basireti açıncaya kadar bunların kendisine
nasıl nispet edileceği bilinemez. Basiret açılınca, bu ibarelerle kastedilen
şeyi keşif yoluyla öğrenir, çünkü Allah Teâlâ her peygamberi kavminin diliyle
göndermiştir. Yani konuşanın dinleyene ulaştırmak istediği anlamları ifade
etmek üzere yaygınlık kazanmış kelimelerle göndermiştir. Bu nedenle anlam,
söyleyene nasıl nispet edileceği bilinmese bile, onu göstermek üzere konulmuş
lafzın delaletinden farklılaşmaz. Bu nispetin bilinmeyişi ise ibareyle
anlatılan manaya akılda bir zarar vermez.
Birdir O ve çok! Şaşılır O öğrenen
için bir mezhep
Bilgi ancak onu elde edene ait Zevk
yoluyla ise bir meşrep
Ey talip! O bir hazine O talep
ettiğin şeyi getiren
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, bilinenler arasında hükmü kendi zatı olmayıp başka bir şey olan
bir şeyin bulunması imkânsızdır. Öte yandan gerçekte bir çokluk nedeniyle bir
olmayan hiçbir bir yoktur. O halde her şey bileşiktir. Bir şeydeki en az
bileşiklik, o şeyin hakikatiyle hakkında verilen hükmü birden içermesidir. O
halde çokluk bulunmayan bir birlik yoktur.
Bilmelisin ki, kendisi nedeniyle
varlığı zorunlu olan (Hakk) için zorunlu bileşiklik, akılcıların vehmettiği
gibi bir zararı O’na vermez. Çünkü akılcıların düşündükleri zarar, farklı
türleriyle, mümkün bileşiklikte ortaya çıkabilir. Bu bağlamda belirli bir
mümkünde ortaya çıkan özel bir terkip ve bileşiklik, (o terkibi sağlayan) bir
belirleyicinin var olmasını gerektirir. Bu durum, bir şeyin kendisi nedeniyle Hakk
ettiği durumdan farklıdır. Nitekim özü gereği şekiller kabul eden bir şeyi
düşünürken, bu özelliğin onda herhangi bir kimse tarafından yapılmış olduğunu
söylemezsin. Başka bir ifadeyle şekilleri kabul etmek, kimsenin belirlemiş
olmasına bağlı değildir. Bir belirleyicinin varlığı, (şekil kabul edici olmanın
değil), belirli bir şekli kabul edici olması itibarıyla düşünülür. Söz konusu
şekli kabul ederken başka bir şeklin onda bulunması da mümkündür. Öyleyse
belirli bir şekli kabul etmek için bir belirleyici gerekir, yoksa şekilleri
kabul edenin (var olması için) gerekmez. Çünkü şekilleri kabul etmek o şeyin
kendinden kaynaklanır. O halde varlığı zorunlunun kendisi nedeniyle
gerektirdiği ‘zati terkip’ böyle bir hükmün dışındadır. Çünkü akılcılara göre
O’nun mahiyeti bilinmezdir. Bu nedenle terkip bilinse bile, O’na nasıl nispet
edildiği bilinemez; terkibin manası, zatında ‘çok’ olmak demektir. Öte yandan Allah
Teâlâ’nın kadim sıfadara sahip olması, sıfadarı kabul eden Eşarîler vb.
kelamcılara göre, O’nun birliğine zarar vermez. Akılla ulaştığımız hüküm, Allah
Teâlâ hakkında herhangi bir şekilde hüküm veremeyeceğimizdir. (Allah Teâlâ
hakkındaki bilgiye ulaşmak üzere) aklî düşünceye dalarak konu uzmanlarından
meşhur olduğu üzere O’nun ‘sırf akıl’ olduğunu ileri sürenlerin nihai hükmü -ki
böyle birinin imandan nasibi yokturAllah Teâlâ’nın illet olduğu hükmünü
vermektir. Allah Teâlâ’nın ‘illet’ olduğu hükmünü verirken O’nun zatında birlik
mutlak olarak gerçekleşmemiştir. Diğer akılcılar ise O’nun hakkında ‘nispet’
(terimini kullanarak) hükmünü vermiş, ‘kail olmak’, ‘kadir olmak’ gibi
hükümlere ulaşmışlardır. Bu iki nispede Allah Teâlâ hakkında Kail (söyleyen) ve
Kadir diye hüküm veririz. Bunların dışındaki akılcılar, O’nun zatına ilave
kadim-ezeli ve zatıyla var olan sıfatlarının bulunduğu hükmünü verirler. Bu
sıfadar hayat, bilgi, kudret, irade, kelam, duyma ve görmedir ve onların
sayesinde Allah Teâlâ Hay, Alim, Kadir, Mürid, Mütekellim, Basîr ve Semi’dir.
Manaları bakımından bütün isimler, yani ilahi isimler, bu ezelî-kadim ve
Hakk’ın zatıyla var olan sıfadarm altına dahildirler.
Akılcıların bir kısmı her ilahi ismin
akılda bir anlamı olduğunu kabul ederler. O anlamdan söz konusu anlamın Hakk’ın
zatıyla var olan kadim ve ezeli bir anlam olduğu anlaşılır. Onlara göre
anlamların sayısı ne kadar olursa olsun durum aynıdır. Kadı Ebu Bekir
elBakillanî’nin bu görüşte olduğu aktarılmıştır. Bununla birlikte bütün
akılcılar aklî düşünceyle hadislerin (zaman içinde var olanlar) Allah Teâlâ’ta
bulunamayacağında görüş birliğine varmışlardır.
Öyleyse akılcılar, ya nispetler veya
sıfadar veya isimlerin manaları (terimlerini kullanarak) Allah Teâlâ’nın zatmı
herhangi bir hükümden yoksun bırakamamışlardır. Sonra peygamberin Allah
Teâlâ’dan aktardığı vahiy demek olan şeriat gelmiş ve şöyle demiştir: ‘O Allah
Teâlâ’nın kelamıdır.’ Peygamber getirdiği vahyin Allah Teâlâ katından olduğu
hakkmdaki iddiasını doğrulayan delil ortaya koymuş, Allah Teâlâ da onun
kendinden aktardığı hususlarda heva ve arzusundan konuşmadığını bildirerek ‘O ancak
vahyedilen bir vahiydir’134
buyurur. Ruh-ı emin (Gebrail) onu peygamberin kalbine indirir veya Allah Teâlâ
onu peygamberin nefsine vahyeder. Bu vahiy Allah Teâlâ’nın kendinden bildirdiği
ve kendisini nitelediği özellik ve durumda olduğunu haber verir. Allah Teâlâ bu
niteliklerini anlatmak üzere dilde alışıla gelmiş bazı ibareler kullanmıştır.
Bu konuda peygamberin gönderilmiş olduğu dilde herhangi bir kuşku taşımayız. Allah
Teâlâ bu ibarelerle kendinden haber vermiş, iki el, parmaklar, sağ el, gözler,
beraberlik, gülmek, sevinmek, şaşırmak, neşelenmek, gelmek, gitmek, istiva
etmek, inmek, görmek, bilmek, konuşmak vb. fiilleri ve (nitelikleri) kendisine
izafe etmiştir. Bunun yanı sıra koşmak, had, miktar, rıza, gazap gibi
mükelleflerden meydana gelen işler nedeniyle öfkelenmeyi kendine izafe
etmiştir. Onlar o fiilleri yaptıklarında Allah Teâlâ’yı kızdırırlar. Buna
karşılık Allah Teâlâ gazaplanmak özelliğiyle kendini nitelemiştir. Kul sadaka
yerdiğinde, Allah Teâlâ’nın gazabını söndüreceğini bildirilmiştir vs. Bütün
bunlar manası bilip Allah Teâlâ’ya nispederinin (ve O’nunla ilişkilerinin)
keyfıyederinin bilinmediği hususlardır. Allah Teâlâ katından muhatap ve mükellef
her insanın onlara iman etmesi gerekir. Bütün bunlar, aklın (Allah Teâlâ
hakkmdaki) delilleriyle çelişir. Bununla birlikte tevil edildiklerinde akıl
onları kabul eder. Aklın iman ederek onları kabul etmesi daha uygundur, çünkü
böyle ifadeler, Hakk’ın kendi hakkında verdiği hükümlerdir. Bununla birlikte Hakk
‘O’nun benzeri bir şey yoktur’135 demiştir.
Allah Teâlâ bizden bu niteliklerin kendisiyle ilişkisini bilmemizi
olumsuzlamıştır, yoksa bunlarla O’nun hakkında hüküm vermeyi olumsuzlamamıştır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında bir şekilde hüküm vermiş olması,
herhangi bir yaratılmışın O’nun hakkında verdiği hükmü kabul etmemizden daha
uygundur; ‘yaratılmış’ derken kastettiğimiz akıldır. Hükümde Rabbinin yerine
akima uyan insan ne kadar da kördür! Böyle bir insan Rabbin kendisi hakkında
verdiği hükmün peşinden gitmez. Bundan daha şiddetli bir körlük olabilir mi?
Bilhassa Allah Teâlâ’dan (vahyi) aktaran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
akıl sahibi yükümlülere O’nun zatı hakkında düşünmeyi ve zatını Allah
Teâlâ’nın haber vermediği sıfatlarla nitelemeyi yasaklamıştır. Onlar ise hükmü
ters çevirerek Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmüş, bir takım hükümlerle
O’nun zatı hakkında hükümler vermişlerdir. Allah Teâlâ peygamberleri vasıtasıyla
kendi zatında olduğu durumu bize bildirince, akıllarından hareket edenler o
haberleri inkâr etmiş, reddetmiş, peygamberleri yalanlamışlardır. Onların
içinden peygamberleri tasdik edenler ise, zamanın maslahatını dikkate alan
akıllı-hakimin yönlendirmesiyle ve eksik nefislerdeki yerleşik durumu
onaylamak üzere böyle nitelikteki bir ilahı (kabul etmek için) amillerin
çokluğu nedeniyle böyle davranmışlardır. Onlar böyle bir inancı kabul
ettiklerinde, sıradan insanlara onların inandıkları gibi bu sıfadara (sahip
İlah’a) bağlanmış olarak görünürler. Hâlbuki içlerinde sergilediklerine aykırı
inanç taşırlar. Teorik (nazar) düşüncesiyle peygamberin varlığına ulaşan ve
getirdiği haberlerde onu tasdik edenin yapabileceği nihai iş ise peygamberin
verdiği haberleri tevil etmekten ibarettir. Tevil onu Rabbinin kendisi
hakkında verdiği haberlerde, aklının hükmünün dışına çıkartmamış olur. Böyle
bir insan peygamberi tasdik ederken adeta yalancı gibidir.
İman nurundan başka nura sahip
olmayan ‘selamet’ sahipleri ise bu meseleleri Allah Teâlâ’nın o konudaki
bilgisine göre O’na havale etmişlerdir. Bununla birlikte vahyin kendisiyle
gönderildiği dilde söz konusu ibarelerin yaygın kullanımla belirlenmiş
anlamlarının verdiği bilgiye iman ederler ve kesin bir şekilde onu kabul
ederler. Keşif ve vecd sahipleri de o insanların iman ettiği gibi iman eder,
ardından Allah Teâlâ’nın onlar adına belirleyip kendilerine şeriat yaptığı
hususlarda takva sahibi olurlar. Takva sahibi olduklarında bu kez Allah Teâlâ
onlara ‘furkan’ verir. Bu furkan sayesinde söz konusu hükümlerin Allah Teâlâ’ya
ve yaratılmışlara nasıl nispet edileceğini ayırt eder, onların manalarını
müşahedeyle ve zorunlu bilgiyle anlarlar. Onların ulaşacağı yer de burasıdır.
Akılların bir işte nasıl farklılaştığını, yolların nasıl çeşitlendiğini ve
akl-ı selim sahibi ‘kulak
veren’136 kimseye gerçeğin nasıl belli olduğuna bakınız! Kastedilen
Hakk’ın hitabına kulak vermektir. Kulak verirken ‘o
şahittir.’’137
Yani müşahede ve keşf yoluyla, ilahi hitabın nasıl yorumlanacağını bilir.
İfade ettiğimiz husus sabit olup
gerçek bizim açıkladığımız ve izah ettiğimiz şekilde olunca, şunu da bilmen
gerekir: Allah Teâlâ gözlerin kendisini görmüş olduğu ez-Zahir ve ‘el-Bâtındır’138.
Bu yönüyle akıllar O’nu müşahede eder. Bilinenler arasında Allah Teâlâ’ya gizli
kalan bir şey yoktur; her şey, Allah Teâlâ’ya görünür. Aynı şekilde Allah Teâlâ
da hem yokluk hem var olma hallerinde yaratıklarından gizli değildir. O baş ve
kalp gözlerine zuhur ederek her şeye görünür. Fakat müşahede etmiş olmak, O’nun
talep edilen olduğunun bilgisini insana kazandırmaz. Allah Teâlâ’nın talep
edilen (madûb) olduğunu bilmek, ancak O’nun bildirmesiyle ve kulunun nefsinde
madubun kendisi olduğunu bildiren zorunlu bir bilgi yaratmasıyla mümkündür. Bu
bilgi, uyuyanın peygamberin suretini görmesi veya uykuda Hakk’ı görmesine
benzer. Bu esnada açık bir sebep olmaksızın görülenin -eğer peygamber
isepeygamber veya -Hakk iseHak olduğunu anlar. Bu ‘vicdan (buluş)’ kendiliğinde
doğru olduğu kadar aynı zamanda rüyada görülen şey itibarıyla da kendindeki
duruma uygundur. Allah Teâlâ’yı bilmek da öyledir ve O ancak böyle idrak
edilir; yoksa tefekkür ve teorik düşünceyle idrak edilmez. Çünkü Allah Teâlâ
herhangi bir yaratılmışın vereceği hükmün altına girmez. Gerçek böyledir ve Allah
Teâlâ bize suretlerde halden Hakk gireceğini bildirmiş, bununla birlikte söz
konusu hükümler de sabittir. Bu hükümler sabit olacağı için, Allah Teâlâ
hakkında O’nun kullarına tecelli ettiği bütün suretlerle ilgili verdiği hüküm
gibi hüküm veririz. Binaenaleyh O’ndan başka bir şey yoktur. Bu dunun bilhassa
kendisinde Allah Teâlâ’dan başkasının ilahlık iddiasında bulunamayacağı
mertebede durum böyledir; Bu nedenle Allah Teâlâ hakkmda misal veremeyiz:
Çünkü O misalin ta kendisi
Münezzehtir, yücedir ve aziz
Hepimiz O’ndamz
Korkuyla gerçeği incelersen görürsün
Müjdelediği kimse hariç
Emniyet bulmuştur o ve saygılıdır
Mertebenin gereğini yerine
getirmelisin! Çünkü işleri bilen kimse zuhurda vaktin gerektirdiği hükme bir
şey katmaz. Bu nedenle sufiler topluluğu ‘sufı vaktinin oğludur (ibnü’l-vakt)’
demişlerdir. Allah Teâlâ adamlarından kâmillerin hükmü budur. Kıyamet günü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem -ki rauf ve rahimdirbir grup hakkında (mekânın
hükmünü dikkate alarak) şöyle der: ‘Uzak olsun, uzak olsun!’ Bu hal ortadan
kalktığında, bu kez o konuda lütuf göstermiş, rüzgârın uzak bir mekâna
düşürdüğü kimseye şefaatçi olmuştur; rüzgâr nefsin arzusunun hükmünün gücüdür.
Böylece Hakk, ez-Zahir ve el-Bâtın, el-Muiz ve el-Muzil gibi (mütekabil
isimlerin) hükmüyle tek bir yerde ve halde gazap ve rıza, rahmet ve azap edici
olarak bulunur ve adeta iki sıfat arasında bir berzah olarak tecelli eder.
Çünkü Hakk iki kabza ve iki el sahibidir. Her elin ilâ hükmü olduğu kadar her
bir kabzada bir topluluk vardır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in sahabesine göstermiş olduğu iki kitabın durumuna benzer: Birisinde Allah
Teâlâ’nın insanları yarattığı andan kıyamete kadar cennet ehlinin isimleriyle
babalarının, aşiret ve kabilelerinin isimlerinin, diğerinde de yine Allah
Teâlâ’nın insanları yarattığı günden kıyamete kadar yaşamış (cehennemlik)
insanların isimleriyle babalarının, aşirederinin ve kabilelerinin isimleri
bulunuyordu. O yazı aşina olduğıımuz yazıyla yazılmış olsaydı, bir şehir
dolusu sayfa onları sığdıramazdı. Hal böyle iken peygamberin elindeki iki kitap
onları nasıl sığarsın ki? Bu konu geniş bir şeyin dara sokulmasının bilgisidir;
bu esnada dar genişletilmez veya geniş daraltılmaz. Bu işleri müşahede edip
zevk yoluyla öğrenen kimse, Allah Teâlâ’yı ve gerçeği olduğu hal üzere ve
kendinde bilen biridir. ‘Kendinde’ dedik, çünkü işin doğrusu bir şeyi ancak
kendisinin bilebileceğidir. Bir şeye o şeyin kendisinden başka kesin delil
olamaz. Göz görürken akıl kabul etme özelliğine sahiptir.
Madubun kendisi olmayan yabancı
(garib) delillerle işleri ve gerçeği öğrenmek isteyene gelirsek, böyle bir
insanın gayeye ulaşmışı veya eline hüsrandan başka bir neticenin geçmesi
mümkün değildir. Bu bağlamda hakka yalcın olanlar ‘iki el sahibi’ diye
nitelenmiş zatın mukabilinde Allah Teâlâ’nın önünde dururlar. Onlar, ilahi
emirleri bütün mekânlarda yaratılmışlara uygulama amacı taşırlar. Sağ el
mensupları ise böyle bir tasarrufla ilgili değillerdir. Onlar, (tasarruftan
uzak kalan) selamete eren ve beraat kazananlardır. Bunun nedeni onların
nefislerine hakim olmak ve Hakk’a uyarak arzularını engellemiş olmalarıdır.
‘Sol el ehli’ oldukları söylenen öteki elin mensuplarına gelirsek, onlar başlarını
öne eğerler. Bir kısmı gördüğünün azameti nedeniyle susmuş bir halde başını hiç
kaldırmaz.
Bu üç topluluktan her birisi ancak
kendi makamının, menzilinin ve mekânının verdiklerini görebilir. Böylece her
biri Allah Teâlâ’ya dair ötekinin gördüğünden fraklı bir durumu görür. Hâlbuki
Hakk birdir. İş ‘çokluğun birliği’ durumunda olmasaydı, bu toplulukların
gördükleri şey değişmezdi. O halde birde çokluk bulunmasaydı, iş bir olabilirdi
ve bölünme kabul etmezdi. Hâlbuki bölünme kabul etmiştir. Öyleyse asıl da onun
gibidir. Ahirette iki yerin bulunmasının sebebi bu olduğu gibi aynı zamanda
terazide iki kefenin bulunması, rahmetin zorunlulukla ve ihsanla sınırlanmış
olması, cennederde dereceler şeklinde ve cehennemde derekeler şeklinde
mertebelerin derecelenmesinin nedeni de budur.
Sadece bir-çok var
Varlıkları/gerçekleri böyle bir
şeyle görürsün
Bak bir kere! Aldanma gerçek diye
gelince sana
Hiç kuşkusuz O’nun korkutucusu var
Söylediğin her şey bir yalan
Onu dinlemek gönlü daraltır
Hakk bir kuluna ceberut özelliğiyle
tecelli ederse, kulun Allah Teâlâ’dan başka tedbir edicisi yoktur. Misal olarak
Hakk’ın tecellisi karşısında sarsılan Hz. Musa’nın dağını verebiliriz. Çünkü
dağda, (yönetici) başka kimse yoktu. Allah Teâlâ onun adma bir tedbir edici
(ruh) yaratmış olsaydı -nefs-i nâtıkanın bedenleri yönetmesi gibi cisim
sarsılmazruhlar sarsılır, tecelli dağdaki hükmünü ruhta icra ederdi. Nitekim
daha önce bedeni yönetmek üzere bulunan ruh, yönetme özelliğini yitirerek, Hz.
Musa’nın bedeninde bayılma gerçekleşmiştir. Bayılma bedeni tedbir eden ve
yöneten (nefs-i nâtıka’nın) bu görevden uzaklaşması demektir. Nitekim dağ da
(yeryüzünün sallanmasını engelleyen) kazık olma halini yitirmiş, kendiliğinde
sabitken başkasını sabit kılamamıştı; hâlbuki Allah Teâlâ dağı yeryüzü
sallanmasın diye oraya yerleştirmiştir. Dağ parçalandığında konuluş hikmeti
kalkmış, yönetici ruh ise bayılanın bedenini yönetme özelliğini yitirmişti. Öte
yandan Hz. Musa bayılmanın ardından ayılmışken dağ eski sabit haline
dönmemişti. Çünkü onun yerini alan başka dağların bulunması nedeniyle (parçalananı)
talep eden kime yoktur. Hâlbuki bu özel bedenin bu ruhun dışında yaratılmış
bir yöneticisi yoktur. Bu nedenle (Musa’nın bedeni olan) cisim hal diliyle Allah
Teâlâ’dan kendini yöneten ruhu talep etmiş, Allah Teâlâ da onu kendine
döndürmüş ve Hz. Musa ayılmıştır. Binaenaleyh doğal yaratılış, kendini yöneten
ruhun tedbirinin sürekliliğini ister, çünkü o kendini yönetecek bir
yöneticiden (müdebbir) müstağni kalamaz. Buna mukabil yeryüzü belirli bir dağın
kendisine kazık olmasını talep etmez, çünkü başka dağların varlığı nedeniyle
yeryüzü belirli bir dağa muhtaç kalmamıştır. Bununla birlikte yeryüzü sakin
kalmak için bütün dağlardan müstağni kalamaz. İşte Hz. Musa’nın ayılmasındaki
hikmetle dağın önceki ‘kazık olmak’ haline dönmemesindeki hikmet budur.
Dağlar asıl itibarıyla rahmet, lütuf
ve tenezzül özelliğiyle yaratılmışken buna mukabil ‘kahır’ suretiyle ortaya
çıkmışlardır, çünkü onlar yeryüzünün sallanışını engellemişlerdir. Bu nedenle
dağların rahmeti kahırda tezahür eder ve dolayısıyla tevazua aşina değillerdir.
Çünkü onlar daha önce toprak iken dağ haline gelmiş değillerdir. Allah
Teâlâ’nın müşahede perdesiyle -yoksa bilgi perdesiyle değilkendisinden
perdelenmekle kahır ve ceberut özelliğinden aşağı indirdiği ilk dağ, Hz. Musa’nın
dağıydı. Allah Teâlâ onu parçalayarak bu özelliğinden aşağı indirmiş, daha önce
dağ iken toprağa dönüştürmüştür, Binaenaleyh Hz. Musa’nın dağı ‘nefsini bilen
ilk dağdır.’ Kıyamette ise Hakk’ın tecellisi nedeniyle bütün dağlar ‘paramparça
olur’139 ve
‘Dağlar atılmış yün gibi olacak.’140
Kıyamette yeryüzünün uzaması, dağların uzayıp toprağa dönüşmesiyle ortaya
çıkan fazlalıktan ibarettir. Başka bir ifadeyle dağların havada kalan kısımları
yayıldığında yeryüzünün genişliği artar. Bu nedenle bir rivayette ‘Allah Teâlâ
kıyamet günü derinin uzatılması gibi yeryüzünü uzatır’ denilerek yeryüzünün
uzatılması derinin uzatılmasına benzetilmiştir. İnsan deriyi çektiğinde,
kendinde bulunmayan hiç bir şey ona eklenmeksizin deri uzar. Çünkü deride
büzülme ve daralma vardır. Uzatıldığında ise büzülme ortadan kalkar ve genişler
ve kendinde bulunan darlıktan kurtularak yayılır. Yeryüzünün genişliğinde bir
ilave olur ve ondaki çukurlar yeri düz Hakk getirecek şekilde yukarı kalkar.
Böylece yüzeyindeki uzunluk artar derinlere doğru artar. Bu yönüyle yeryüzünün
bu şekildeki genişlemesi (büzülmüş) bir derinin uzatılmasına benzer. Artık
yeryüzünde bir eğiklik ve boşluk görülmez ve göz bir perde veya yükseklik veya
eğim olmaksızın oradaki herkesi görür ve bütün yaratılmışlar birbirlerini
görür. Böylelikle bütün yaratılmışlar, ilahi isimlerden ez-Zahir ve
el-Bâtın’dan kaynaklanan iki (mütekabil) sıfat ile ‘iki ayağın’ varlığı
nedeniyle ortaya çıkan kulları arasında hüküm vermek ve ayrıştırmak demek olan Allah
Teâlâ’nın hükmünü müşahede ederler.
Hakk zuhur etmeseydi insan olmazdı
Hakk’ın bâtınlığı olmasaydı bu kez
burhan ortaya çıkmaz
Sadece zorunlu (vacip) var, yine
zorunlu var Gerçeği anlarsan, bilirsin ki imkân diye bir şey yok
Zatının kendisinden daha kâmili yok
âlemde Alemde insan diye isimlendirilene bak!
Ondan başka gaye yok varlıkta
Çünkü o Hakk! kalıcılık ve ateş
perdelemesin seni
Onu var eden bildirdi ki
Bazen izhar ettiği bir gazabı ve bir
rızası var
iki yer olmalı: ikram diyarıdır biri
Öteki azap; akla bir açıklama var burada
ifade ettiğimiz bu hususları iyi
düşün Hiçbir yalan yok, hakikattir hepsi
Kendisinden aktardığım ve söylediğim
bu hususlara nasıl aşina olmazsın ki?
Bilmelisin beni
destekleyen Hakk
O’ndan aktardığım
sözlerde ve beni sınırladı beni
Ruhlar sürekli indirir o bilgiyi
Beni ararlar ve bana yönelirler daima
Çünkü kâmil bir göz var bizde Onunla beni
gören kendini görmüş demek
Bunun için Rabbim var etti beni ve
tahsis etti bana Beni var ederken O’ndan olan her şeyi
Bak bir bana, suretimde sırlar
görürsün Her halde Hakk mutlu eder beni
Karşı koyamayacağım bir işe yönelsem
Rabbim o işte destekler beni
Rabbimi gören her akıl birler O’nu Hakk
beni benimle görünce, birler beni
Allah Teâlâ
biliyor, gayb’da bir sır yok
Kendine vuslat
etmek üzere Hakk beni fert yapar
Bu menzilde dört kitapta yer alan
ilimler bulunur: Kitaplar Kuran, Tevrat, İncil ve Zebur’dur. Kitapların
indirilme sebepleri, onların ancak peygamberlere indirilmiş ‘kelam’ olması,
kitaplarda bulunan elçilerin kitaplarının yakın göğe indirilmesi bu menzilden
öğrenilir. Rivayet edildiğine göre, kitap yakın göğe Kadir gecesi
indirilmiştir -ki o gece Şaban’ın yarısına muvafık gelen gecedir-. Ardından
Cebrail onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kalbine yirmi üç senede
veya yirmi senede indirmiştir ki bu konuda görüş ayrılığı vardır. Bu aktarımın
inzal ve tenzil diye isimlendirilmesi bu menzilden öğrenilir. Kendisinden
perdenin kalktığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Böyle birisi perdenin
kalkmasıyla bulunduğu hal üzere gerçeği müşahede eder. Bu durumdaki bir insan
dinî adapla yükümlü müdür? Yoksa bu makam zühulü, yani yükümlülüğün sebebi olan
aklın ortadan kalkmasını mı gerektirir? Böyle bir insan müheymen meleklerle
birlikte suretsiz kalır. Vasiyeder, adap, muhatapların ve aşırı gidenlerin halleri,
bu menzilden öğrenilir. Komşu hakkında komşuluğun korunması bu menzilden
öğrenilir. Komşu komşunun hakkına riayetsizlik ettiğinde, öteki kendisine yapılan
saygısızlığa mukabil bir davranışla mı karşılık verir? Yoksa komşunun hakkına
yine riayet etmekle mi yükümlüdür ve yapılan kötülüğe karşılık vermemeli midir?
Güzel ahlakı emretmekle nitelenmiş olanın durumu bu menzilden öğrenilir. Bu
ahlak içinde yer alanlardan birisi de bağışlamak, hoş görmek; kendisini yerine
getirmedeki müstağnilik nedeniyle sıkıntıları göz ardı ederek rahatlamaktır.
Bundan sonra cezalandırır. Affetmek teşvik edilen bir davranıştır. Telafi
etmek de teşvik edilmiştir. Bu nitelikteki birisinde cezalandırıcılık hangi
nitelik nedeniyle gerçekleşir. Emir ve sıfatı arasındaki fark bu menzilden
öğrenilir. Ziynetten yasaklanmış ve mubah kılınan kısımlar, tehlikeli olan
kısımlar ile her ziynetin mertebesi bu menzilden öğrenilir. Habis ve hoş arasındaki
fark bu menzilden öğrenilir. Bir kişinin sorumluluğunda iki şahıs bulunup
birisi iflas etmiş öteki kazançlı ise, telafi kimin yükümlülüğündedir?
Övgü ve hallere göre tafsil bu.
menzilden öğrenilir. Ölülerin ölüm esnasında birbiriyle konuşmaları, bu
menzilde öğrenilir. Onların ölümden sonraki halleri yaratılmazdan önceki
halleri gibi midir, değil midir? Ölüm ve mahiyeti bu menzilden öğrenilir. İki
kabza arasındaki ayrım, bu menzilden öğrenilir. Kıyamet günü ve Cennet’e
girmezden önceki yükümlülük, bu menzilden öğrenilir. Mutlular ve bedbahtlar
hakkmdaki alameder bu menzilden öğrenilir. Alametsiz kimsenin hangi cemaate
ait olacağı bu menzilden öğrenilir. Bir şey hakkında yemin edip Allah Teâlâ’nın
yalanladığı kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Bu durum bir rivayette
geçer: ‘Allah Teâlâ’ya karşı yemin yapanı Allah Teâlâ yalanlar.’ Kötülük yapma
ve dileği yerine getirme gücüne sahip kerem sahibi bir insanın zorda kalmış
dilencinin isteğini yerine getirmediği halde mazur sayılmasının nedeni bu
menzilden öğrenilir. Böyle bir mahrumdilencinin durumu nedir? Gece ve gündüz
çocuklarının bilgileri ve onların neye göre ayrıştırılacağı, bu menzilden
öğrenilir. Nurlar âleminin tespihleri bu âlemden öğrenilir. Kulun iki zıt
sıfata sahip olması bu menzilden öğrenilir. Böyle biri Allah Teâlâ katında her
iki halde de övülendir. Rahmetin her şeyi kuşatmış olması bu menzilden
öğrenilir. Bunun ardından rahmet, kendilerinde bulunan bir nitelik nedeniyle
bazı şahıslara yakın olmakla nitelenmiştir. Böyle bir rahmet her şeyi kuşatan
rahmet midir, başka bir rahmet midir? Allah Teâlâ’nın kendi istemesi olmadan Mutlu
yaptığı kimseler, bu menzilden öğrenilir. Böyle biri Allah Teâlâ’nın bilgisinde
Mutlu olarak bulunur. Amâ bir insanın görene söylediği şu sözün anlamı bu
menzilden öğrenilir: ‘Amâ değilsin fakat hiçbir şey görmüyorsun. Ben karanlığı
görüyorum, sen onu görmüyorsun ve gördüğünü zannediyorsun.’
İtibar, imkân ve mümkünler bu
menzilden öğrenilir. Simya ve vârislik, vârislerin durumu, vakaların
delilleri, teşbih ve gayret, bu menzilden öğrenilir. Şevk ve özlem, bu
menzilden öğrenilir. Tövbe ve mahiyeti, kısımları ve tövbe edenler, bu
menzilden öğrenilir. Her şeyin ilmi, bu menzilden öğrenilir. Zevk bu menzilden
öğrenilir. Hallerin tesiri, bu menzilden öğrenilir. Sınırlılık ve mutlaklık,
ağırlıkların kaldırılması, bu menzilden öğrenilir. İhtisas bu menzilden
öğrenilir. İlimlerin taksimi bu menzilden öğrenilir. Mertebelerin ilmi bu
menzilden öğrenilir. Şeriadarın değiştirilmesi, bir kısmının diğerlerinin
hükmünü kaldırması bu menzilden öğrenilir. Yemini bozmak ve yemini yerine
getirmemek bu menzilden öğrenilir. Sebebi gerçekleşmezden önce korkutma ve
ürkütme bu menzilen öğrenilir. Ahider ve berzahı misaklar, bu menzilden
öğrenilir. Teslim bu menzilden öğrenilir. İstidraç ve ‘yakınlıkta uzaklığı
izhar’ bu menzilden öğrenilir. Bu meseleyi bilenin özelliği bu menzilden
öğrenilir. Vakidi şeylerin vakideri bu menzilden öğrenilir. Amelde ameli
gerektiren bilginin gereği bu menzilden öğrenilir. Çünkü ameli veren bir
bilginin sahibinde bulunup o kişinin amel etmemesi mümkün değildir. İnsanların
çoğu bunu caiz görmez, onlar yanılmaktadır. Hiç kuşkusuz bilgi ameli gerektirir
ki bu zorunludur.
İsimlerde ortaklık ve tesirleri bu
menzilden öğrenilir. Acizlik ve onun nerede fayda vereceği ve nerede delil
olacağı bu menzilden öğrenilir. Uzuvların faydalan bu menzilden öğrenilir.
Şeytanî düşüncenin ve nefsanî düşüncenin insandan nasıl uzaklaştırılacağı bu
menzilden öğrenilir. Secde edenlerde secde mertebeleri ve onları secde ettiren
şeyin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Sahibi için bir daha başı secdeden kaldırmanın
söz konusu olmadığı secde, bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
ÜÇ YÜZ YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Hayvanlar (Behaim) Ümmetinin Menzilinin
Bilinmesi
İlahi mertebeden üç ulvî sırrın
bilinmesi ile sonra gelenin öne geçmesi ve önce gelenin
sonra gelmesinin bilinmesi hakkındadır.
Arifler müsemmaya uçarlar Saygın
meleklerin kanatlarıyla
Zatların zatına, bir niteliği yokken
isimlerin ruhlarıyla onları döndürür
Her yönden zatları kemale erer
Münezzeh bir hal ve makamda
Hallerinin şahidi ortaya çıkar ve
hükmeder Hepsi peş peşe imam
Allah Teâlâ bize ve sana yardım
etsin, bilmelisin ki, hayvanlar, ümmetlerden bir ümmettir. Bütün
yaratılmışların olduğu gibi onların da her cinse özgü bir tespih ve namazları
vardır. Onların tespihleri, yaratıcılarının tenzihi hakkındaki bilgileridir.
Onların da ‘O’nun benzeri bir'şey yoktur’141
ifadesinden bir nasipleri vardır. Hayvanların namazlarına gelirsek, onların da
Hakk ile münacatları vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Saf
saf duran kuşlardan her biri namazını ve tespihini bilmiştir:142 Başka
bir ayette ‘Rabbin arıya dağlardan evler edin
diye vahyetti ve ağaçlardan, bütün meyvelerden ye ve Rabbi’nin yolunu takip et’143
buyrulur. Onlar, Allah Teâlâ’nın arılar için belirlediği ve zelil bir şekilde
kendisini takip edecekleri yollardır.
Yaratılmışlardan her birinin özel bir
konuşma tarzı vardır ki, onu kendisine öğreten Allah Teâlâ’dır. Bununla
birlikte Allah Teâlâ’nın o konuşmayı anlamak üzere keşf verdiği kimseler de o
konuşmayı duyarlar. Hayvanlardan ancak akıl, fikir ve düşünme gücüne sahip
kimselerden ortaya çıkabilecek sanat ve hareketler ile bu konuda gözle görülen
ölçüler, onların bu hususlarda bir bilgilerinin olduğunu gösterir. Ardından insanın
sahip olduğu genel yönetme (tedbir) imkânından yoksun olduklarını gösteren bir
takım durumları görülür. Bu durumda onların haline bakanlarda bir karışıklık
ve belirsizlik ortaya çıkar, hayvanların durumu tuhaf bir hal alır. Muhtemelen
insanlar, durumlarındaki bu belirsizlik nedeniyle ‘behaim (işi müphem,
belirsiz olanlar) diye isimlendirmişlerdir. Fakat bize göre gerçek öyle
değildir, çünkü hayvanların durumu her şeyden daha açık ve barizdir. Kim böyle
bir belirsizlikle karşılaşmışsa, bu konuda keşfi olmadığı için karşılaşmıştır.
Binaenaleyh insanlar yaratılmışları ancak kendilerini müşahede ettikleri ölçüde
tanırlar. Öte yandan hayvanların marifet sahibi olduğunu, Allah Teâlâ’yı
bildiklerini, Allah Teâlâ’nın ehliyet verdiği hususlarda ehliyet sahibi
olduklarını kabul edenler de onların durum ve halleri kendilerine keşf
edildiği için böyle düşünmüşlerdir. Veya böyle biri imanında sadık bir
mümindir. Kitap veya sünnette hayvanların durumu hakkında bir bilgi gelmiş, o
insan da bu bilgiye iman etmiştir.
Bu görüşte bize yardımcı olan kaynak,
şeyhimiz, seleften imamımız, Allah Teâlâ’nın muhakkikler üzerindeki hücceti
Sehl b. Abdullah Tüsteri’dir. Kutu’l-Kulub’un
yazarı Ebu Talib el-Mekkî kendisinden söz aktarırken şöyle der: ‘Üstadımız Sehl
b. Abdullah henüz küçük yaştayken kalbinin secde ettiğini görmüş. Kalbi
secdeden kalkamamış.’ Ayrıca henüz altı yaşındayken Kuran’ı ‘istizhar’
etmiştir. Onun zikrini yaparak halvete girdiğimde, bu özel fetih bana açılmış,
o zikrin nuruyla bende gizli olan şey ortaya çıkmıştır. Sonra bu kâşif nur
kayboldu ve şöyle dedim: ‘Bu dostumun (Hz. İbrahim) müşahedesidir.’ O esnada Allah
Teâlâ’nın bize ve peygamberine emrettiği bir milletin (din) varisi olduğumu
anladım. Bu emir ‘Babanız İbrahim’in milleti, o sizi
müslümanlar diye isimlendirendir’144
ayetinde belirtilir. Bu müşahede esnasında onun babalığını, benim ise evlat
olduğumu anladım. Şeyhimiz Salih el-Berirî İşbiliye’de bana şöyle demişti:
‘Oğlum! Baldan sonra sirkeyi tatmaktan sakın!’ Ne demek istediğini anladım.
El-Berirî, Allah Teâlâ’ yönelenler, hatta bütünüyle Allah Teâlâ’ya dönenler
arasında gördüklerimin en büyüklerindendi. O kademde onun gibi birisini
görmedim. Bir gün erken bir vakitte şeyhin huzuruna geldim ve yazmış olduğum
bir şiiri okudum. Şiiri düşünerek yazmamıştım. Ebu Abbas b. Arif en-Sünhaci
şöyle der:
Öyle bir söz geldi ki dinlemek
bıktırmaz
Nesri ve nazmı bize haz verir
Halim hakkında dile getirdiğim şiir
şöyleydi:
Baldan sonraki
sirke gibiydi sanki .
Sabahım geçti ve silindi
Halinde gece karanlığı ortaya çıktı .
Karanlık kalpte hastalıklar doğurdu
‘Rabbim’ dedim, ‘buyur, ne
istiyorsun’ dedi
‘Amel etmek için bir nur’ dedim
Söylediğimi biliyordu Hakk
'Kapalı bir kapı’, dedi, dedim ki
‘peki’
Dedim ki ‘bana mahsus nurunu ihsan
et’
Bir nur çıktı ki benzemez hiçbir
şeye
Önce göğümde (akıl) sonra yerimde (nefs) sonra ...
İkisinin arasındaki her şeyde,
Bir süre olmaksızın
Sözümü anlayan
kimse bilir ki,
Ben kendinden inmiş
olduğu emrin ta kendisiyim
Şeyh bunu ‘nefs’ diye tefsir ederek
şöyle dedi: ‘Bu sabahın yaklaştığı andaki tecellidendir.’ Ben de ‘Doğru,
gerçekten öyle oldu’ deyince, şeyh şöyle dedi: ‘Her halde, nimet veren Allah
Teâlâ’ya hamdolsun. İnsanlar hallere yayılmış nimeti bilselerdi, sevinç ve
sıkıntıyı ayırt edemez ve hamd tek olurdu.’ Ben de şöyle dedim: ‘Hamd zaten
tek.’ O da şöyle dedi: ‘Haklısın oğlum, haklısın ve şeyh hata yapmış!’ Şeyhin
elini öptüm, o da benim başımı öptü.
Doğru sözlü davetçi açıklamak üzere
gelince Kulak ver ona, imanlı isen
Allah Teâlâ’nın peygamberine dedim:
Sen benim vesilenısin Mutluluk yerine ulaştıran vesilem; gizlice ve açıkça
derim bunu
Ona imanda bir
tereddüdüm yok
Ben gerçeği açık ve
kesin bir şekilde öğrendim
Müşahedede bana gelen ilahi keşifle
Kıyamette bizim bir yerimiz olur
Dileyen iman etsin dileyen bıraksın Allah
Teâlâ’dan başkası yok! bunu biliyoruz biz
‘Allah Teâlâ’m!
Benim özüm içimde’
‘Kimdir ben, ben
diyen?’ dersin
‘Ihsan eden ve her
halde veren benim’
Öyle bir nitelik ki
bizden başkasına ait olamaz
Başkası yok, aksine benim söylediğim
Peygamberlerin getirdiğidir; söz bizim, bizle ve bizim için
Peygamberim benim
niteliğim
Hitap ettiğim de
benden başka değil; sen bizimle aynısın
Akılcılara ve sıradan insanlar
tarafından ‘canlı (hay)’ veya hayvan olmadığı söylenen âlemdeki her şey, bize
göre, yaratılırken Allah Teâlâ’yı bilme ve tanıma özelliğinde yaratılmıştır.
Her şey rabbinin tespihini söyleyen bir canlıdır. Mümin iman ederek, keşif
sahibi ise görerek bu gerçeği idrak eder. Allah Teâlâ hayvanı kendini bilme
özelliğinde yaratmış, onu tespih etsin diye konuşturmuş, daha önce zikredilmiş
yaratıklarda bulunmayan bir şehveti hayvanda yaratmıştır. Melekleri ise
-şehvete sahip olarak değilirade ve marifet özelliğinde yaratmıştır. Allah
Teâlâ onlara emir vermiş, kendilerinde yaratılan irade nedeniyle emrine karşı
gelmeyeceklerini bildirmiştir. Meleklerde bir irade bulunmasaydı, emre karşı
gelmemekle ve emredileni yapmakla övülmezlerdi. Cinler ve insanlar ise bilme ve
şehvet gücüne sahip olarak yaratılmıştır. Şehvet iradedeki özel bir ilgidir.
Başka bir ifadeyle şehvet, doğal irade demektir. Öyleyse insan ve cinlerin
meleklerin olduğu gibi ilahi bir iradeleri yoktur, fakat ‘şehvet’ denilen doğal
iradeleri vardır. Onlar, bilgi elde etmek amacıyla değil, akıl (gücüne) sahip
olarak yaraulmıştır. Allah Teâlâ akü insanlar ve cinler için bilhassa bu dünya
hayatında -ahirette değilşehvetlerini dizginleyecekleri bir araç yapmıştır.
Ahiret hayatında ise (dizginlemek yoktur) ve bu nedenle Cennetliklere şöyle
denilir: ‘Orada nefislerinizin arzuladığı
şeyler vardır.’145
Ayet Allah Teâlâ’nın bizi kendinde yaratacağı ahiret yaratılışının dünya
yaratılışı gibi doğal olduğunu belirtir, çünkü şehvet ancak doğal nefislerde
bulunabilir. Doğal nefislerin ise iradede nasipleri yoktur. İnsan veya cinler,
keşif olmaksızın, bilgi elde ettiklerinde, bilgi onlarda yaratılmış fikir
gücünden meydana gelir. Fikir gücünün nefs-i nâtıka’ya vermiş olduğu her şey,
gerçekte bilgi olsa bile, muvafakat yoluyla fikirden meydana gelmiş bilgidir. O
halde insandaki bilgiler, fıtrat, zorunluluk ve ilham yoluyla meydana gelen
bilgilerdir. Onun için meydana gelen keşif ise Allah Teâlâ’nın kendisini
üzerinde yarattığı bilgiyi ona keşf eder ve böylece bilineni görür. Fikir
yoluyla bilgiye böyle ulaşmak imkânsızıdır. Şöyle denilebilir: ‘Duyunun idrak
ettiklerinden olduğu halde, bunu nerden bileceksin? Geride bir tek nazari güç
kalmıştır.’ Şöyle deriz: ‘Hayır geride ilham ve Allah Teâlâ’nın bildirmesi
kalmıştır. Nefs-i nâtıka keşif ve özel yönden (vech-i has) gerçekleşen zevk
yoluyla o bilgiyi rabbinden alır. Bu özel yön her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki
özel yöndür.’ Sahih düşünce imkâna ekleme yapmadığı gibi
ancak onun verdiğini verir. Böyle bir
bilgi, Allah Teâlâ’nın bilgisinden ve O’nun bildirmesinden elde edilen
bilgidir. Bu durum fikir yoluyla öğrenilir. İbn Atâ bir deve üzerinde
gidiyordu. Devenin ayağı tökezleyince, İbn Atâ şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’nın
şanı yücedir.’ Deve karşılık vermiş: ‘Allah Teâlâ’nın yüceliği senin O’nu
yüceltmenden fazladır.’ Deve Allah Teâlâ’yı İbn Atâ’dan daha fazla biliyordu ve
bunun üzerine İbn Atâ utanmış! Bu durum hayvanların Allah Teâlâ hakkmdaki
bilgilerinin bir yönüdür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme gelirsek, sahih bir hadiste onun şöyle dediği zikredilir:
‘İsrailoğulları devrinde bir adam ineğine binmiş. Bunun üzerine inek şöyle
demiş: ‘Ben bunun için yaratılmadım, ben ekinde kullanılmak üzere yaratıldım’.
Sahabe sormuş: ‘Bir inek de konuşur mu?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem:
‘Ben buna inandım, Ebu Bekir ve Ömer de inandı’ diye karşılık vermiştir. Çünkü
haberi veren Cebrail idi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadiseyi
görmüş olsaydı, ‘iman ettim’ demezdi. O inek, niçin yaratıldığını bilen hayvan
suııfından bir inekti. İnsan ve cinler ise Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere
yaratılmışlarken bu yaratılış gayelerini ancak peygamberin diliyle Allah
Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenirler. Hâlbuki söz konusu bilgi onların
fıtratlarında bulunur. Fakat üzerinde bulundukları hal, onlara keşf
edilmemiştir. Allah Teâlâ ehlinden birisi eşek binen bir adama rastlamış.
s Adam eşeğin başından çekiştirip
daha hızlı yürütmeye çalışıyordu.
l] .• -
i) Adama ‘Eşeğin başına vurma, niçin
vuruyorsun?’ diye çıkışınca, eşek i.; ona
dönerek şöyle demiş: ‘Bırak onu, çünkü o aslında kendi başına jk vurmaktadır.’
O da işlerin nereye döneceğini -fikir yoluyla değilfıtraten bilen bir eşekti.
Ey perdeli insan! Hayvanların
mertebesi nerede, senin merteben nere! Hayvanlar seni bilir ve işinin nereye
döneceğini bilirler. Onlar niçin yaratıldıklarını da bilirler. Sen ise bütün
bunlardan habersizsin.
Bununla birlikte hayvanlar, Allah
Teâlâ hakkmdaki bilgide hayret makamında bulunurlar. Onlar bu bilgi ve makamda
yaratılmışlardır. Çünkü hayret Allah Teâlâ hakkında sahih düşünce sahiplerinin
ve tecelli ehlinin ulaşacağı makamdır. Bu nedenle Allah Teâlâ O’nu
bilmeyenlere şöyle der: ‘Onlar hayvanlar gibidirler.’146
Yani hayret anlamındaki dalalettedirler. Sonra şöyle der: ‘Hatta
‘yol bakımından’ daha kötü durumdadırlar.’147
Ayette geçen ‘sebil’, yol demektir. Onların dalaleti artmıştır.
Yani onlar fikir güçleriyle öğrenmek
istedikleri rableri hakkındaki bilgiye ulaştıran yoldaki hayrederi artmıştır.
Söz konusu hayret Allah Teâlâ hakkındaki hayrete ilavedir. Aynı şekilde onlar
hakkında söylemiş olduğu hususlarda da Allah Teâlâ artış ve ilaveyi yola
vermiştir. O halde dalalet sadece fikirde ve hakkında düşünmenin yasaklandığı
hususlarda tefekkür etmekle ilgilidir; hakkında düşünmenin yasaklandığı mesele
ise Allah Teâlâ’nın zatıdır. Allah Teâlâ ‘Kim
burada kör ise.. .’148 buyurur. Kastedilen,
Allah Teâlâ hakkında bilgisizliktir. Nitekim zatı bakımından gerçekte durum
öyledir. ‘Ahirette daha kördür.’149
Nitekim dünyada da kördü. Sonra Allah Teâlâ ekleme yaparak şöyle der: ‘Sebil
bakımından daha da sapmıştır.’150
Kastedilen yoldur. Bu nedenle Amr b. Osman el-Mekkî marifetin ve arifin
niteliğinden söz ederken ‘Onlar bugün nasıl iseler, yarın da öyle olurlar’
demiştir.
Anlayış sahibiysen, Allah Teâlâ’nın
dalaletteki insanları hayvanlara benzetirken hayvanlardaki eksikliğe benzetme
yaptığını zannetmemelisin. Burada hayrette benzetme yapılmıştır, yoksa hakkında
hayrete düşülen şeyde benzetme yapılmamıştır. Allah Teâlâ hakkında en güçlü
hayret, Allah Teâlâ’yı bilenlerde meydan gelir. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbine şöyle dua ettiği aktarılmıştır: ‘Benim
Şendeki hayretimi arttır!’ Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
suretlerin farklılaşması nedeniyle tecelli ehlinde ortaya çıkan hayret
makamının yüceliğini biliyordu. Bu hadisi başka bir hadiste zikredilen ‘Sana
hamdi sayamam, Sen kendini övdüğün gibisin’ ifadesi de destekler. Allah
Teâlâ’nın kendisini nasıl övdüğü bize bildirilmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ,
ellerini sadaka vermek üzere açmakla veya kulunun tövbesiyle sevinmek vb.
hususlarla kendini övmüştür. Bununla birlikte Allah Teâlâ ‘benzeri
bir şeyin olmadığı kimsedir’151 ve
‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler.’152
Hz Peygamber ‘Hayvanlar sizin ölüm
hakkında bildiklerinizi bilselerdi, onlarda yiyecek yağ bulamazdınız’ buyurur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onların istidadanndaki iyilik ile
bizim istidadımızdaki kötülüğe nasıl dikkat çektiğine bakmalısınız! Kim ölüm
hakkında böyle bilgiye sahip olursa, nihayette ulaşacağı hal hayvanların
istidadını elde etmek olacaktır. Bu makama ulaşmak, ulaşana dönük bir övgü
olduğu kadar onun adına kötülüğün ortadan kalkması demektir. İnsanın dışındaki
hayvanlara nasıl hor bakılabilir ki? Allah Teâlâ’nın sana dönük övgüsünün
nihayeti, onların niteliklerine seni ortak yapmaktır. Öyleyse gönlünü açıp ‘Rabbim
bilgimi arttır’153 demelisin. Çünkü Allah
Teâlâ’nın yaratıklarında birtakım sırları vardır ve bu nedenle ‘Allah Teâlâ
sizi farklı tavırlarda yaratmıştır.’
Bilmelisin ki, hayvanlar Allah Teâlâ
tarafından insana amade kılınmış ve onun karşısında zelil yapılmış olsalar
bile, insanın da bazı durumlarda hayvanlara hizmetçi yapıldığını unutmamalısın.
İnsan su vermek, yemek ve mekânlarının temizlenmesi gibi hayvanların
maslahatına uygun işleri gözetmekle onlara hizmet eder. Bunun yanı sıra
pisliklerin ve tozların onlara ulaşmasını önlemek insanın bir görevi olduğu
kadar eziyet görecekleri sıcaktan ve soğuktan korunmaları da gerekir. Bu ve
benzeri görevler, Hakk’ın seni hayvanlara amade ve hizmetçi kılmasından
kaynaklanır. Allah Teâlâ seni onlara muhtaç yaratmıştır, çünkü onlar senin
yüklerini bütün gücünü harcayarak ulaştırabileceğin yerlere ulaştırırlar. Bu
ise nefislerin yorulması demektir. Daha doğrusu bu binekler olmaksızın ancak
vehim ve hayalle ulaşabileceğin -yoksa gerçekte ulaşamazsınbir yere seni
taşırlar. Dolayısıyla hayvanların sana amade kılınması nedeniyle onlara karşı
bir üstünlüğün yoktur. Allah Teâlâ onlardan çok seni onlara muhtaç yapmıştır.
Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kayıp devenin durumu sorulunca
kızmış ve şöyle demiştir: ‘Senden ona, ondan sana ne! O kendi yoluna gider,
suya ulaşır, bitkilerden yer, en nihayetinde sahibi onu bulur.’ Böylece deveyi
sana muhtaç yapmamış, seni ona muhtaç yapmıştır. Kaçabilecek bütün hayvanlar
senden kaçar. Bu durum, onların sana muhtaç olmamasından ve onlara zarar vereceğini
fıtraten bilmelerinden kaynaklanır. Senin hayvanları araman ve bir hayvanı ele
geçirmek üzere gayretini harcaman, hayvanlara muhtaç olduğunun delilidir.
Hayvanlar sana muhtaç değilken, nasıl onlardan daha üstün olduğunu iddia
edersin ki? Şu sözü söyleyen ne kadar doğru söylemiş: ‘Değerini bilen helak
olmaz.’ Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, işleri ve hakikatleri ancak ‘zevk’
yoluyla onları müşahede eden ve keşf yoluyla gören bilebilir.
Özleme ancak ona göğüs geren
aşinadır
Aşk ateşini yaşayan bilir
Filin haberi gelmedi mi? O Allah
Teâlâ’nın evini yıkmaktan çekinmiş ve ayak sürümüştür. Kuşların fil sahiplerine
yaptıkları ve onlara attıkları taşların haberi gelmedi mi? Her taşm öldürmede
diğerine ait olmayan belli bir özelliği vardı. Bakınız! Bu durum o hususta
kendilerine dönük vahiy olmaksızın onlardan ortaya çıkabilir miydi? Âlemdeki
bir fil ile âlemdeki savaşçılar arasında ne kadar fark vardır? Bu durum onlarda
ortaya çıkmışken başkalarında ortaya çıkmamıştır. Allah Teâlâ anlamayan
birisine vahyeder mi? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz
her peygamberi onlara açıklasın diye kavminin diliyle gönderdik.’154
Allah Teâlâ’nın böyle yapması, emre uymadıklarında haklarında delil ortaya
çıksın diye anlamalarını sağlamaktan başka bir amaç mı taşır? Yoksa onlar
anladıklarını yapıp mutlu olsunlar diye mi böyle yapmıştır? Birinci veya ikinci
nebilikte her hangi bir hayvanın veya hayvan dışındaki bir şeyin Allah
Teâlâ’nın emrine asi olduğunu veya Allah Teâlâ’nın vahyini kabul etmediğini
duydun mu? Taşın Hz. Musa’nın elbisesini alarak kaçtığını duymadın mı? Böylece
kavmi Hz. Musa’nın ayıbını görmüş, kendisine izafe ettikleri işte iftira
ettiklerini anlamış, Allah Teâlâ da onların iftiralarından Hz. Musa’yı tezkiye
etmişti. Sana göre o taş, Allah Teâlâ’nın bu konuda verdiği emrin dışında başka
bir nedenle mi elbiseyi kaçırmıştır? Gökler, yer ve dağların emaneti taşımaktan
kaçınıp bu konuda korkuya kapılmaları, emanetin değeri hakkındaki bir bilgiden
değil miydi? Bu kaçınma onu taşıma emrinin sonuçta varacağı yeri bilmekle
ilgili değil midir? Onlar emanette Allah Teâlâ’nın hakkını koruyamamaktan
korkmuşlardır ve arz ile emir arasındaki farkı da biliyorlardı. Bu bağlamda
‘arz etmek’ serbest bırakmak demektir. Onlar ise kendileri adına ihtiyacı
seçerek selameti istemişlerdi. Allah Teâlâ onlara gelmelerini emrederken göğe
ve yere şöyle der: ‘İsteyerek veya zorla geliniz. O
ikisi ‘isteyerek geldik’ demiştir. ’155
Allah Teâlâ’nın emrine itaat etmişler ve zorla gelmemişlerdir. Bakınız! Kuran-ı
Kerim bir dağa inmiş olsaydı, dağ korkar ve Allah Teâlâ korkusundan
parçalanırdı. Bu durum Allah Teâlâ’nın indirdiği vahyin değerini bilmeksizin
meydana gelir miydi? Veya bu durum muhatap olduğu korkutmayı bilmeksizin olabilir
miydi? O korkutmalar karşısında yalçın dağların katılığı erir ve kaybolur. Allah
Teâlâ ve peygamberi bize pek çok kere yaratılmışlardaki Allah Teâlâ’yı bilmek,
O’na itaat etmek ve hakkını yerine getirmek özelliklerini beyan buyurmuşlardır.
Biz ise inanmayız, duymayız. Sonra da müminlerden olalım diye, işin kendinde
bulunduğu durumu tevile kalkarız. Hâlbuki böyle yaparken yalancılardan oluruz.
Rabbimizin bize bildirmiş olduğu habere kendi duyularımızı yeğleriz. Çünkü biz
Hakk’ın bildirdiği haberi gözümüzle görmüş değiliz. .
Bütün yaratıkların hay ve nâtık veya
hayvan-ı nâtık olduğunu bilmek gerekir; bunlar donuk (cemad), bitki veya ölü
olabilirler. Çünkü ister kendi başına var olsun ister başkası nedeniyle bilfiil
var olsun, her şey rabbinin övgüsünü tespih eder. Tespih etmek, ancâk canlının
özelliği olabilir. Varlıklarda bu durumu müşahede eden bir insan, yalnız
başına bile -ki o yalnızlık sıradan insanlarca ‘toplumla olmak’ diye
isimlendirilirtam hayâ sahibi olur. Nitekim topluluk içinde de hayâ sahibi
olur. İnsan her zaman toplumla beraberdir, çünkü insan kendini sığdıran
mekândan veya onu gölgeleyen bir gökten mahrum değildir. Herhangi bir mekânda
bulunmasaydı bile, ancak kendileriyle iş yapabildiği kendi organlarından ve
bedeninin parçalarından hayâ ederdi. Bedenin parçaları onun iş yapma
araçlarıdır ve onlar kendini görürler. Bu nedenle organlardan şahidik istenmesi
onların da şahitlik yapması, kaçınılmazdır. Allah Teâlâ adil olandan şahidik
ister. Böyle bir hal sahibinin hiçbir zaman halvette ve yalnız başına kalması
mümkün değildir: Kim bu Hakk ulaşırsa, hiç kuşkusuz, hayvanlar derecesine
katılır. Bu konudaki delil, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahih
bir hadisteki şu sözüdür: ‘Kuşkusuz ölünün bir yakarışı vardır. Mutlu olan ölü
şöyle yakarır: ‘Beni kabrime hızla götürün.’ Bedbaht şöyle der: ‘Beni nereye
götürüyorsunuz?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her şeyin ölülerin bu
yakarışlarını duyduğunu söylemiştir. Duymayanlar sadece insanlar ve cinlerdir.
‘Her şey5 kapsamına ölünün yanlarından geçtiği donuklar, bitki ve
bütün hayvanlar dâhildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bir katır
üzerinde kabirden geçtiği ve katırın hızla kaçtığı aktarılmıştır. Bunun üzerine
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kabirdeki insanın azap çektiğini görmüş
ve bu yüzden kaçmıştır’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hicret
edip Medine’ye geldiğinde, devesinin yularını serbest bırakmış, sahabesinden
birisi de onu tutmak isteyince şöyle demiştir: ‘Onu bırakın, o emre göre
hareket eder.’ Emri anlayana emir verilebilir. Deve Ebu Eyyub el-Ensari’nin
evinin yakınına çökmüş, peygamber de oraya yerleşmiştir.
Sahih bir hadiste şöyle denilir:
‘Müezzinin lehine sesinin ulaştığı yerlerdeki kuru veya yaş her şey şahitlik
eder.’ Burada zikredilenler, ‘her şey5 kelimesini açıklar. İnsanlar
ve cinler arasında bu durumu müşahede edenler sadece o iki türün fertleridir.
Bu bağlamda cinler de tanımda insanla ortaktır, çünkü cin de hayvan-ı nâtıktır
(konuşan/düşünen canlı). Onlara ‘cin’ adı genellikle insanların gözlerinden
perdelenmiş oldukları için verilmiştir. Onların insanla ilişkisi, insanın
zahirinin bâtınıyla ilişkisine benzer. Bu nedenle Allah Teâlâ iki türün
dışındaki türler için şöyle der: ‘Yeryüzündeki
her canlı veya kanatlarıyla uçan kuşlar sizin gibi ümmetlerdir.’156
Benzerler nefsin nitelilderinde ortak olanlardır ve hepsi hayvan-ı nâtık’tır.
Sonra Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘Sonra
rablerine toplanırlar.’157
Yani siz rabbinize toplandığınız gibi onlar da rablerine götürülürler. Bu
durum şu ayette belirtilir: ‘Vahşiler
toplandığında.. .’158 Bu
toplanmanın gayesi, şahitlik etmektir ve böylece Allah Teâlâ bizim aramızda
hüküm verdiği gibi onların arasında da hüküm verir: Boynuzsuz koyun boynuzludan
hakkını alır. Nitekim bir rivayette böyle denilir. Hayvanların da Allah Teâlâ
katında bizim bilmediğimiz bir yönden muhatap ve yükümlü olduklarının delili
budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her
ümmete bir korkutucu gelmiştir.’159
Burada ‘ümmet’ ve ‘korkutucu’ belirsiz gelmiştir. Onlar ümmetler arasında yer
alır. Korkutucularına gelirsek, her birisinin kendinde bir korkutucusu
olabileceği gibi bazen türün içinde kendi cinsinden bir korkutucu olabilir.
Onun bilmediği yönden durumun böyle olması gerekir. Bu durumu ancak Allah
Teâlâ’nın kendisine gösterdiği kimse görebilir. Nitekim Allah Teâlâ şeytan
hakkında ‘O sizi görür, sizin onu görmediğiniz yönden kabilesi de sizi görür’
der. Allah Teâlâ şeytanların bizimle tartışmak üzere dostlarına ilham
verdiklerini zikretmiştir. Şeytanın dostu, tartışmada söylediği sözlerin kendi
bilgisinden ve düşüncesinden kaynaklandığını zannederken gerçekte şeytanın
ilhamından kaynaklanır. Keşif sahipleri diğer bütün sesleri duydukları gibi
şeytanın verdiği ilhamı da gözleriyle görür ve kulaklarıyla duyarlar. Her canlı
da bu duruma şahittir ve bu nedenle Allah Teâlâ gördüklerini onlara
ulaştırmasınlar diye onları dilsiz yapmıştır. Onlar hakkımızda hal suretiyle
emin olan kimselerdir.
Allah Teâlâ zikrettiğimiz hususlar
arasından hayvanlara keşfetmiş olduğu herhangi birisini insan türünden
birisine göstermemiştir. Fakat Allah Teâlâ insana emanet duygusu ihsan
ettiğinde, gösterebilir. Emanet ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesi ve ilhamıyla
görülebilecek şeyleri başkasından sakınmak demektir. Çünkü Allah Teâlâ
insanların kulaklarını ve gözlerini rüzgârların esmesini, suların çağlamasını
ve bütün sesli şeyleri çoğunlukla duymaktan ve anlamaktan perdelemişse, bunun
nedeni o şeylerin kapalı kalmasını murat etmiş olmasıdır. Keşif sahibi bu
durumu ifşa etseydi, gizlemenin hikmeti ortadan kalkardı. Fakat Allah Teâlâ
keşifle bazı hususları ifşa etme izni verebilir ve bu durumda arif izin
verildiği ölçüde ifşa edebilir.
Bu menzilde yer alan ilimlerden
birisi, merhamedilerin övülmesinin bilgisidir. Ortak izhar ettiği halde ona
inanmayanın durumu, bu menzilden öğrenilir. Muvahhider arasında da ortağı
reddederken ona inananlar vardır. Böyle birisi sebeplerin bir kısmının bir şeyi
zatı gereği yaptığına inanır. Fiillerde muvahhit olan ise Allah Teâlâ’dan
başka fail görmez. Sebepliliği kabul edenler şöyle der: ‘Kara ve mazı birleşip
doğal engeller ortadan kalktığında, kara bir şeyin yani mürekkebin ortaya
çıkması gerekir.’ Bunu söylemekle birlikte o kişi muvahhittir (birleyen).
Gerçek muvahhit mürekkebin var edilişini Allah Teâlâ’ya ait görendir.
Zikredilen görüşteki insanlara misal olarak, Eşarîler vb. verebiliriz. Doğal
engeller ortadan kalktığında, ikisinin bir araya gelmesi mümkün olmakla
birlikte, Allah Teâlâ o rengi kendisinde yarattığında mürekkep meydana
gelebilir. Doğayı kabul edenler için durum öyledir. Muvahhit kelamcılara
gelirsek, onlar şöyle der: ‘Araştıran kişi delilin yönünü öğrendiğinde, medlûl
(delillendirilen) zorunlu olarak meydana gelir.’ Bununla birlikte onlar, delil
ve medlûlün yönü hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Öyle bir şey, selim
akıl sahibi için geçerli değildir. Çünkü delilin yönü öğrenilmiş olsa bile,
medlûl meydana gelmez. Onların şöyle demesi mümkün değildir: ‘Delilin yönünün
bilinmesi medlûlün bilinmesinden ibarettir.’ Çünkü onlar, delil ile medlulü
ayırt ederler. Adet itibarıyla -yoksa alden değilzorunlu ifadesini eklemiş
olsalardı, onlara karşı çıkılmazdı. Çünkü delilin yönü ile gören için görüş
arasında bir fark yoktur; aksine görme daha yetkindir. Biz iman yoluyla Allah
Teâlâ’nın gözlerimizi bizden başkalarının görmüş olduğu pek çok görülenden
perdelediğini biliriz. Dolayısıyla görmeyle birlikte doğal yaratılışa zarar
veren engeller ortadan kalkmış olsa bile, zorunlu bir şekilde görülen ortada
bulunmaz. Dolayısıyla görülen her ikisi için mevcut ve her ikisi de göz
sağlığına sahip olmuş olsa bile, bir insan ötekinin görmediğini görebilir. Bu,
doğanın veya varlığın etkisinin bulunmadığı ilahi perdedir ve yaygındır.
Zahirde nice müşrik vardır ki bâtında muvahhittir. Aynı şey bunun tersi için
doğrudur.
Ecellerden bilinen ve bilinmeyenler
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın zatıyla farklı yerlerde bulunması, bu
menzilden öğrenilir. Bu duruma misal olarak, beyazın bütün beyazlarda
bulunması verilebilir. Bil ki Allah Teâlâ kendisi hakkında bir hüküm
zikrettiğinde, o hükmün varlıklarda bir misali vardır. Çünkü misali olmayan
bir şeyi zikretmiş olsaydı, bildirmenin yararı olmazdı. Ne var ki bazı
anlayışlar, bu durumu kavrayamayabilir. O halde bu hükmün (misalinin) ait
olduğu varlık kime görünürse, Allah Teâlâ’nın söz konusu hükümle o kişiyi
muhatap aldığını anlarız; ondan başka birisi muhatap değildir. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerin ve
yerlerin yaratılışı insanların yaratılışından daha zor
değildir. Fakat insanların çoğu bilmez.’160
İnsanların bir kısmı burada ‘büyük’ derken neyin kastedildiğini anlarken bir
kısmı bunu anlama; anlayan ve bilen, ayede muhatap olandır. Bütün ayetlerde durum
böyledir. Aynı durum ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’161
ayetinde geçerlidir. Burada Allah Teâlâ eşyada benzerliğin olumsuzlanmasını
bilene hitap etmiştir.
Allah Teâlâ’nın bilgisinin
bilinenlere genel taalluku (ilişme), bu menzilden öğrenilir. Aramızdan
bilinenleri vacip, imkânsız ve mümkün diye tasnif edenler, tümel bir yönden
genelleme yapabilmiştir (ve Hakk’m bilgisine benzemiştir). Geride bu
hükümlerden birisiyle hakkında hüküm verilen şeyin alimler arasındaki gerçek
durumu kalmıştır. Mümkünlerden meydan^ gelen şeyler bu menzilden öğrenilir. Bu
bağlamda bütün mümkünler ayettir. Bazı kimseler ‘ayet’ olmaları itibarıyla onlardan
yüz çevirir. Bir kısmından yüz çevrilip diğerlerinden yüz çevrilmeyişinin
nedeni nedir? Açıklanmış bir hususta kendini kuşkuya düşürenin durumu bu
menzilden öğrenilir. Onu kuşkuya sevk eden sebep nedir?
Allah Teâlâ’nın âlemde karışıklığı
(iltibas) yaratmış olması hangi ilahi hakikatten kaynaklanır? Bu durum O’nun
kullarına bilinen ve bilinmeyen farklı suretlerde tecelli etmesinden mi
kaynaklanır? Bununla birlikte Allah Teâlâ kendiliğinde değişmeyen bir
hakikattedir. Tecelli ancak öyle olabilir. O halde âlemde sadece karıştırma
vardır. Bu durum Şâri’nin haber verdiği şu durumdan kaynaklanır: Mümin kâfir
suretiyle gözükür, hâlbuki o mutludur; kâfir mümin suretinde gözükür, hâlbuki o
bedbahttır. Dolayısıyla herhangi bir kimse hakkında işin bize karışık görünmesi
nedeniyle bedbahtlık ve muduluk hükmü verilemez. Bize göre karışıklık yoktur.
Karışıklık Mutlu hakkında bedbahdık, bedbaht hakkında Mutlu hükmünü vermede
ortaya çıkar. Bu durumda iş bize karışık görünür. Kesin bir hüküm vermeseydik
herhangi bir şey bize karışık görünmezdi. Kıyamet günü rahmetin hüküm sahibi
olması, bu menzilden öğrenilir. Adalet rahmetin bir yönüdür. Kıyamet günü hükümde
adalet günüdür. Rahmet kıyamet günü ancak gerçeğe şahit olmak üzere gelir.
Öyle ki adalet hükmü sona erer, hakkında hüküm verilen kimsede süresi biter,
rahmet sonsuza kadar o kişideki hükmü üstlenir.
Allah Teâlâ’ya ve yaratılmışlara
(halk) ait hususlar bu menzilden öğrenilir; ‘Allah Teâlâ’ya’ derken tümüyle
O’na tahsis edileni kastetmekteyim. İlah olmayanın ortak olmadığı Allah
Teâlâ’ya mahsus nitelik bu menzilden öğrenilir.
Manalarının değişmesi nedeniyle ilahi
isimlerin niçin çoğaldığı bu menzilden öğrenilir. Acaba onlar içerdikleri
manalara ait isimler midir, yoksa o manaların nispet edildiği kimseye ait
isimler midir? Söz konusu manalar var olan durumlar mıdır, yoksa varlıkları
olmayan nispeder midir? Hüküm ve kazaî işlerde insaflı olmak ve adaledi
davranmak bu menzilden öğrenilir. Hüküm süresinin bitiminden sonra Hakk edişten
müstağni yapan şey bu menzilden öğrenilir. Cezayı Hakk edenden
olumsuzlanmasında kurtuluşun manası nedir? Müşrikin koştuğu ortağı inkârı bvı
menzilden öğrenilit. Onun doğruluğa bakan bir yönü var mıdır, yoksa her
bakımdan yalancı mıdır? Gerçekte söz söyleyen Allah Teâlâ’dır. Öyleyse müşrikin
de doğruya bakan bir yönü olmalıdır ve buradan onun sözü Allah Teâlâ’nın
sözüne nispet edilir. Bununla birlikte o söz yaratılmışın dilinde ortaya
çıkmıştır, çünkü Allah Teâlâ o sözü kulunun diliyle söylemiştir. Sahih bir
rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Allah
Teâlâ kulunun diliyle söyler, Kuran bunu beyan etmiştir.’ Öyleyse tercümanın
sözü kendinden aktarılanın sözüdür. Hallerin sahiplerindeki hükümleri bu
menzilden öğrenilir. Bir delil olmaksızın iki mümkünden birinin kesin olarak
gerçekleşmesinin neticesi, bu menzilden öğrenilir. Keşif sahibi arifin
öfkelenmesine yol açan Hakk’ın fiili ile öfkelenmediği fiil bu menzilden
öğrenilir. Öfke bâtının ve için amelidir. insan içinde öfke bulunmadan
öfkelenmiş olsaydı, bu durumda imandan çok nifaka yakın olurdu. Nifaka teşvik,
bu menzilden öğreni, lir. Acaba böyle bir şey teslimle öğrenilir mi? İşlerini (Allah
Teâlâ’ya) teslim eden ile insanları idare eden bir araya gelirse, hangisi daha
bilgilidir. Çağrıya icabet etmeyi engelleyen sebep bu menzilden öğrenilir.
Böyle birine ‘duyan’ mı denilir, yoksa duymayan mı? Karanlık bu menzilden
öğrenilir; karanlık körlük ve dalalet demektir ki, o da hayrettir.
Dünyevi yaratılışın içerdiği maden,
bitki, hayvan, insan, cin, gök ve yer gibi her şeyin toplanması, bu menzilden
öğrenilir. Hakk’ı tevhide davet eden sebep, bu menzilden öğrenilir. Bu
tevhitle birlikte artık şirk ve ortak koşmak mümkün değildir. Bu çağrının
süreklilik özelliği var mıdır, yok mudur? Varsa, tevhidin hükmü bakidir. Yoksa,
sürekliliği yoktur ve sadece belli bir kavim hakkında geride kalır. İmanın genelliği
bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle her şey, Allah Teâlâ’nın kendisiyle
müminlere merhamet edeceği rahmete varır. Çünkü rahmetin bir yönü de imanın
genel olmasıdır. Bevadih ve hücumlar (kalbe ansızın gelen varidat) bu menzilden
öğrenilir. Bu konu kitabın haller bölümünde ele alınmıştır. Alim olmadığı
halde, bilgi sahibi olduğu iddiasında bulananın durumu bu menzilden öğrenilir.
Böyle biri tesadüfen bilgiye ulaşılır. Acaba onun bilgi sahibi olduğu
söylenebilir mi, söylenemez mi? Allah Teâlâ için sevmek, Allah Teâlâ için buğz
etmek, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ için buğz edenin bu fiilinde
sayesinde Allah Teâlâ için sevmesini sağlayan bir yön bulunur mu? Nitekim onun Allah
Teâlâ katından buğz etmesine karşılık kendisiyle rızıklandığı bir yönü vardır.
Mücmeldeki tafsilin faydası bu menzilde öğrenilir. İnsanm eşya üzerinde imkânı
varken acelecilik özelliğinde yaratılması, bu menzilden öğrenilir. Gaybler bu menzilden
öğrenilir; onların arasında bilinen ve bilinmeyenler, bu menzilden öğrenilir.
Sebeplere ait olmaları bakımından sonuçları bilinmeyen sebepler nelerdir?
Bununla birlikte sebepler o sonuçların sebepleri olmaları yönünden olmaksızın
bilinirler. Âlemdeki şahısları (bireyleri) Allah Teâlâ’nın bilmesi bu menzilden
öğrenilir.
Dünyadaki vefat ve diriliş, ahirette
kendinden dirilişin meydana geleceği ölüm ve iki ölümde de berzaha intikal, bu
menzilden öğrenilir.
Melekî ruhların ibadetteki
mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Genel anlamda müşrik olan ve olmayan
alimlerin kurtuluşu, bu menzilden öğrenilir. Bu durum, Kuran’da hakkında hüküm
verilmiş, fakat farkına varılmayan garip bilgidir. Kudredinin fiili terk
etmesini gerektiren sebep bu menzilden öğrenilir. İsimlendirilen her ismin
bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Burada dışta isimlendirilenin var olması gerekmez.
Acaba varlık bakımından bütün bilinenleri kuşatan mertebe hangisidir?
Bilinenin varlığının imkânsız olup olmaması birdir. Cezanın berzah olması ve
cezada berzah olan kısım bu menzilden öğrenilir. Bu durumda onu yerine getirmek
başka bir cezayı meydana getirir. Dönüş buradan öğrenilir. Acaba neye racidir?
Bu, öne doğru yürümek demektir. Nitekim şöyle deriz: ‘Günün ilerleyen saatinde
gün döndü.’ Hâlbuki güneşte bir dönüş yoktur, aksine güneş kendi yolundadır.
Acaba bu dönüş eşyadaki nesih (birinin ötekiyle ortadan kalkması) gibi midir?
Nesih (veya bu anlamdaki dönüş), hükmün bitip başka bir hüküm süresinin
başlamasıdır. Yol ise birdir ve yolda yürüyende yoldan ayrılma ve dönme hali
gerçekleşmez. Üfleme ve -kendi bir olsa bilehüktimlerinin farklılığı bu
menzilden öğrenilir.
Müşahede ile müşahede ve teorik bilgi
arasındaki fark bu menzilden öğrenilir? İstidlal bu menzilden öğrenilir. Her
bilginin adamlarının olması ve -aktarılmasa bileher makamın bir sözünün
olması, bu menzilden öğrenilir. Öyleyse söz hal demektir. Teşbihi kabul
etmeyeni teşbih etmeye sevk eden nedir? Yeniden yaratmanın ilkinin tarzında
olması bu menzilden öğrenilir. Böyle olmasaydı, yeniden yaratma denilmezdi.
Bir şeyin zıddına mahal olup olmaması bu menzilden öğrenilir. Belirsiz
olanların açıklanması bu menzilden öğrenilir.
Gece ve gündüz bu menzilden
öğrenilir. Girdirme, dürülme ve örtmenin onlara nispetinin anlamı bu menzilden
öğrenilir. Onların yenilenmesi ve değişmesi bu menzilden öğrenilir. Çoğun
birden çıkartılması, bu menzilden öğrenilir. Böyle bir şey ancak bir ile
terkip edilen doğal terkip üzerinde dereceli bir şekilde olmaksızın nasıl
mümkün olmasın? Eşyadaki başkalaşmaların anlamı nedir? Hükümler bu menzilden
öğrenilir. Her hüküm yöneldiği kimsede mi geçerlidir, yoksa bir kısmı geçerli,
bir kısmı geçerli değil midir? Hüküm veren Allah Teâlâ’dır. O halde varlıkta
-hakkında hüküm verilen kimse içindoğru olmayan hüküm nasıl bulunabilir? Bu
meselede bir kapalılık vardır. Bu kapalılık ortağın varlıkta bulunacağı
hükmünün verilmiş olmasından kaynaklanır. Ortak Allah Teâlâ’ya koşulduğunda,
öyle bir hüküm batıldır, çünkü O’nun mülkünde ortağı yoktur. Allah Teâlâ hakkındaki
sözlerin çokluğu, bu menzilden öğrenilir. Bu durumun -ihmal değilHakk’ın süre
vermesinden kaynaklandığı bu menzilden öğrenilir, isimlendirmenin ve terkinin
sonuçları bu menzilden öğrenilir. Aşağıdaki beyitlerin anlamı bu menzilden
öğrenilir:
Cehalet ölümdür onu bilmez Bilgiyle
nefesleri canlı olandan gayrisi
Bir akideye bağlanma bilinmez Bir
fitille bağları güçlenenden gayrisi
O hulul etmedi, sen öyle zannedersin
Böyle tahayyül eden şaşırır kuşkusuz
Kimi Allah Teâlâ saptırırsa hiçbir
rehber yol gösteremez ona Öylesi zenginken iflası Hakk eden biri
Pekiştirmede ortaya çıkan durum, bu
menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM
Hal, Akit, İkram,
İhanet İle 'İhbar' Tarzındaki Dua Menzilinin Bilinmesi
Bu, Muhammedi bir menzildir.
Gümüşten sayfalar
Cevherden ve kıymetli madenden
Saygın melekler getirdi onları
Üzerlerinde korunmuş satırlar
Bize göründüklerinde Her renkten
‘yedik’ durduk
Bir kısmı nitelik ilimleri Bir kısmı
kevn ilimleri
Bir kısmı hal ilimleri Bir kısmı
müşahede ilimleri
Bir kısmı vuslatı söyler Bir kısmı ayrımı söyler
Münezzehtir Allah Teâlâ ve Müteal
Benzemez hiçbir varlığa
O’nun varlığı kendisi O’nun varlığı
varlığım değil!
Bilmelisin ki, on iki, parmakla
sayılan veya basit sayıların sonuncusudur. Parmakla sayılanlar dokuz, onlu
olanlar ise üç tanedir; toplamı on ikidir. On ikiden her birinin ötekine ait
olmayan bir hükmü ve ilahi bir müşahedesi vardır. Sayılardan her birine ait Allah
Teâlâ adamlarından bir adam vardır ve söz konusu sayının hükmü o adama aittir.
Bir sayı değildir ve bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem vitir namazını on bir rekât olarak kılardı, çünkü bir sayı
değildir. Bir sayı olsaydı, genel
anlamıyla hem sayılarda hem
sayılanlarda birlik bulunmazdı. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem vitir namazını on bir rekât olarak kılardı ve her rekât ümmetinden bir
adamın yapısına karşılık gelirdi. Söz konusu adamın kalbi, o rekâtta
peygamberin kalbinin suretindedir. On iki ise on biri kendinde toplayan
sayıdır. On ikinin makamının sahibi ise zahirde ve bâtında bütünüyle Hakk’tır.
O bilir, kendisi ise bilinmez. O, ilk birdir, çünkü sayıların ilki ikidir. On
ikiye ulaştığında, on iki senin ulaştığın on bir sayıdır. Çünkü ilk bir, sayı
değildir. On iki ise ilk bir sayesinde meydana gelebilir. Hâlbuki o sayı
değildir ve bu hüküm kendisine aittir. O halde ilk ‘bir on ikidedir, fakat o
değildir.’ Nitekim aynı kalıpta şöyle dersin: ‘Sen ve sen olmayan!’
Bu on iki adam, marifet hâzinelerini
ortaya çıkartanlardır. Onlar, âlemin suretlerinde gizlenmiş hâzinelerdir. O
halde âlem, âlemdeki suretlerin bilgisine sahipken o insanlar suretlerin
içerdiği şeylerin bilgisine sahiptir. Hazine suretlerdeki hâzinelerdir.
Böylece hâzineyi ‘ilk bir (vahid-i evvel)’ vasıtasıyla ortaya çıkartırlar.
Onlar tevhidi ve ibadeti en iyi bilenlerdir. Allah Teâlâ ile sürekli münacat,
onların halidir. Söz konusu zatî münacat, birin tüm sayılara eşlik etmesi gibi,
onlara eşlik eder. Bu durum ‘O sizinle
beraberdir, nerede olursanız olun’162
ayetinde zikredilir. Yani sizin birin dışında belli bir varlığınız yoktur! O
halde bir sayısıyla bütün sayılar dışta var olur. Bu yönüyle bir, sayıları
gösteren ve gizleyendir. Bu birin remzi Eliftir. Çünkü onun görünmek amacıyla
sayılarda ve basamaklarıyla ilişkisi ve ülfeti elif vasıtasıyla
gerçekleşmiştir. Bu yönüyle o, ilk ve sondur (evvel ve âhir): Bir kendisiyle
çarpıldığında, çarpımdan kendisi çıkar. Bir hangi sayıyla çarpılırsa
çarpılsın, o sayıda artma ve katlanma gerçekleşmez, çünkü herhangi bir sayıyla
biri çarptığında, onu gerçekte o sayının birliğiyle çarpmışsın ve bu nedenle
sayıda ilave olmamıştır. Çünkü bir kendiliğinde artışı veya çarpıldığı şeyde
bir artışı kabul etmez ve dolayısıyla artma olmaz. Bir bulunduğu her yerde
birdir! Bir ile yüz bini çarpsan yüz bin, bir ile ikiyi çarpsan iki, bir ile
onu çarpsan on dersin. Bir ile çarpılan sayıda artış olmaz. Çünkü bir, herhangi
bir şeye yerleşmeyecek veya herhangi bir şeyin ona yerleşmeyeceği bir makama
sahiptir; sayının tam sayı veya kesirli olması birdir. Binaenaleyh bir,
hakikatleri -kendilerinde başkalaşma olmaksızınoldukları hal üzere bırakır.
Çünkü hakikatler değişseydi bir de değişmiş olurdu. Hakk’ın kendinde
başkalaşması gibi hakikatlerin başkalaşması da imkânsızdır. Başkalaşma olsaydı,
ne Hakk’a ne yaratıklara dair bilgi sahip olabilirdik. Hakikatlerin asla
başkalaşmayacağı sabittir. Bu nedenle herhangi bir şeye itimat mümkün olmuştur
ve söz konusu itimat ‘bilgi’ denilen şeydir.
Şimdi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in vitir namazı kılmasından (bilgileri) ortaya çıkan on bir kişiden her
bir adamı zikredelim! Daha doğru bir ifadeyle onların sayısının on bir olması,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zahir surette on bir rekât kılmasını
gerektirmiştir. Bununla birlikte söz konusu suretler, bâtında Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den meydana gelmiştir, çünkü o peygamberken Adem
(as.) henüz su ve toprak arasındaydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
nitelikte olduğu için, onları (vasıta olarak) var etmiş, bedeniyle âlemde zuhur
ettiğinde o manevi sureüer kendisine eşlik etmişti. Böylece söz konusu
suretler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bedenini gayb âlemine münasip
olması için (namaz için) ayağa kaldırmış, on bir rekât vitir ile zahirine hâkim
olmuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de onları birlemiş (vitir yapmış),
böylece o suretler peygamberin birliği olmuşlardır. Öyleyse bu manevi suretler,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinde hem hakim ve hem onun hükmü
altında bulunan şeylerdir. Onlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
meydana gelmiş, onda ortaya çıkmış, iki farklı açıdan da onda hüküm vermişlerdir.
Onlardan birisi, ilk rekâtın
suretidir. Ondan Allah Teâlâ adamlarından bir adam meydana gelmiştir ve
niteliği bakımından -yoksa onun adı değildirkendisine Abdülkebir (el-Kebir’in
kulu) denilir. Bu adam, makul ve ruhanî yaratılış sahibidir. Bedene girdiğinde,
kendisiyle çağrıldığı niteliği itibarıyla insan suretindedir. Aynı durum on
iki suretteki her bir adam için böyledir.
Bilmelisin ki ilahi isimlerde, daha
üst ve daha yüce şeldinde ifade edilen bir derecelenme vardır. Müşrikler
kendilerini kınamak için ‘eall hubel’ yani ‘en üstün olan hubeldir’
dediklerinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlara karşılık sahabesine
‘siz de söyleyin’ demiş, sahabe ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Ne söyleyelim’
dediklerinde, şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâu a’la ve eceli’ yani ‘Allah Teâlâ
en üstün ve en yücedir.’ Müşrikler bu ifadeyi kabul edebiliyorlardı, çünkü
onlar ‘bizi Allah Teâlâ’ya daha çok
yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ediyoruz’163
diyorlardı. Allah Teâlâ onlara göre daha üstün, daha yüce olandır! Müşrikler
peygamberi ilahlara taparak yaklaşmak istedikleri Allah Teâlâ’dan gelen bir
peygamber olduğu hususunda tasdik etmiş olsalardı, onları ilah diye
isimlendirmezlerdi. Onlar ilahları ibadet ettikleri şeyler olmaları hasebiyle
‘ilah’ saymışlardı. Çünkü ilah ibadet edilen (mabud), ‘ilahet’ ise ibadet
demektir. Bir rivayette ‘Seni ve âlihete’ni terk ederler’164
ayetindeki ‘âlihe’ kelimesi ibadet şeklinde okunmuştur. ‘Alihe’165
dediğinde şöyle der: ‘Kendilerine ibadet ettiğimiz mabudlar!’ Müşrikler
ilahlığı ibadet ettikleri şeylere nispet etmişken Allah Teâlâ’ya daha kâmil ve
-kendilerine göredaha yüce bir şekilde nispet etmişlerdi. Bu durum, onların
(ayette belirtilen) bu itiraflarından anlaşılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem de bu nedenle mübalağa kipiyle ‘daha yüce’ demiştir. Yani ‘Allah
Teâlâu ekber’ (bu ayetten anlaşıldığı üzere) sizin sözünüz ve inancınızdır. Bu
nedenle namazdaki tekbirde ‘Allah Teâlâu ekber’ lafzı üstünlük bildiren kiple
gelmiştir. Yoksa taşlar ‘daha üstün’ değildir veya yontup ilahlık nispet
ettikleri şeyler veya yıldız ve benzeri şeyler üstün değildir. Üstünlük
varlıkta değil, münasebette gerçekleşmiştir, çünkü varlıklar arasında üstünlük
yoktur. Başka bir ifadeyle kul ile efendi, rab ile merbub arasında, yaratan ile
yaratılan arasında bir derecelenme yoktur. Bu suretin yaratılışı hakkında ima
ettiğimiz meseleyi hakka’l-yakîn bir şekilde anlamış olsaydı, cezalandırmanın
ardından müşrikin varacağı yeri de anlardın.
Vitirde İkinci Rekâtın Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından
biri yaratılır ve kendisine Abdulmücib denilir.
Bilmelisin ki, icabet, isteğin ve sualin neticesi ve fer’idir. Bu kişi, sual ve duasıyla
efendisine tesir ettiği gibi efendi Hakk’ın kula karşılık vermesini sağlar.
Çünkü Allah Teâlâ -peygamberinin diliylekulu kendisini razı ettiğinde razı
olmak, öfkelendirdiğinde öfkelenmek özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Kul Allah
Teâlâ’yı kızdırır, Allah Teâlâ da kızar. Kul Allah Teâlâ’yı güldürür, Allah
Teâlâ da güler! Böyle ifadeler Kitap ve Sünnette yer alır. Allah Teâlâ
kendisine icabet etsin diye kulda isteği yaratır, kendine kızsın diye Hakk’ı
kızdıran fiili yaratır. Bu durum, işin dairevi bir şekilde, kul ile Allah Teâlâ
arasında döndüğünü öğretir. Dairenin sonu başlangıca varır ve böylece sondaki
başa yönelmiş olur. Bu sayede Allah Teâlâ Evvel ve Ahir olur (İlk ve Son). Hal
böyle iken, gerçekte O’nu ancak kendisi razı ederken yine kendi kızdırır. Çünkü
Allah Teâlâ başkasının etkisinde olamayacak kadar münezzeh ve mütealdir. Bunu
anlamalısın!
Allah Teâlâ’nın âlemdeki yegâne
hükmü, zikrettiğimizdir. Bakınız! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin
için fariğ kalacağız.’166 Allah
Teâlâ’nın yegâne meşguliyeti biziz. Allah Teâlâ bizden bizim için fariğ
kalacaktır. Biz yok olsaydık, O yine olurdu. Hâlbuki hem varlık hem takdir
bakımından öyle olmamıştır. Gerçek ancak böyle öğrenilir. Veya biz olmasaydık,
izafetler ortadan kalkardı. Hâlbuki öyle olmamıştır. Çünkü onlar, kendileri
nedeniyle, izafettirler. Dolayısıyla Rab ancak göreli ve izafeli olarak
bilinebilir. Bu nedenle Rab ismi Kuran’da tamlama yapılmadan gelmemiştir.
Bununla birlikte bu ismin tamlama yapıldığı şeyin kendisi değişebilir. Bu
bağlamda Rab ismi zamir isimlerine, bazen varlıklara, bazen hallere izafe
edilir. Rabbini böyle tanımamışsan, kesinlikle O’nu tanımamışsın demektir.
Aklın taksimiyle Hakk’ı ancak ‘kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olanın hükmü
böyledir’ diye bilirsin. Acaba varlığı zorunlu olan var mıdır, yok mudur? Bunu
ancak kendi varlığınla öğrenebilirsin. O halde Allah Teâlâ’yı ancak kendinle
tanıyabilirsin. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı bilmen kendini bilmene bağlı
olmalıdır. Varlığın isen O’nun varlığına bağlıdır. Onun rabbin olduğunu bilmen
ise kendini bilmene bağlıdır. Varlıkta asıl olan O’dur, sen ise varlıkta
fer’sin. Buna mukabil O’nu bilmede asıl olan sen, bilgide fer’ olan O’dur.
Vitirde Üçüncü
Rekâtın Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından
Abdülhamid denilen birisi yaratılmıştır.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’ya övgü
iki tarzda yapılır; mutlak ve sınırlı övgü! Mutlak
övgü acizlikle birlikte olabilir. Misal olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Seni övmeyi başaramam, Sen kendini övdüğün gibisin’ hadisinde geçen
ifadeyi verebiliriz. Şair şöyle der:
Biz seni ‘salih’ diye övmeye kalksak
Bizim övgümüzün üzerinde kalırsın
Herhangi bir yaratılmışın Allah
Teâlâ’ya layık övgüyü tam olarak bilmesi, mümkün değildir. Çünkü bütün mümkünlerin
varlığa girmesi mümkün değildir ve her mümkünün Allah Teâlâ’ya bakan özel bir
yönü vardır. Allah Teâlâ o mümkünü bu özel yönden var ettiği gibi o mümkün de Allah
Teâlâ’yı bu özel yönden bilir ve -sadece özel yön sahibinin bildiği övgüyleAllah
Teâlâ’yı yine o yönden över. Başka birisinin o övgüyü bilmesi mümkün olmadığı
gibi lafız ve işarede onu ifade etmesi de mümkün değildir. Allah Teâlâ’yı var
olan ve olacak her dille övmekle gerçekleşen mutlak övgü bu demektir. Bu
nedenle ‘Subhanallahi adedi halkihi’, yani ‘yarattıkları sayısınca Allah Teâlâ’yı
tenzih ederim’ diyenin sevabınm varlıkta gerçekleşmesi düşünülemez. Fakat onun
sevabı, hal be hal sonsuza kadar sürekli yaratılır. Bu nedenle şeriat kulun bu
ifadeyi üç kez söylemesini emretmiştir ve bu sayede duyulur sevap, hayalî
sevap ve manevi sevap gerçekleşirken kul da duyu, hayal ve akıl bakımından
nimetlendirilir. Nitekim kendisi de hamdi duyu, hayal ve akıl bakımından
zikretmiş olduğu kadar aynı zamanda duyu, hayal ve akıl bakımından ibadet etmiştir.
Kul bu şekilde ilahi kelimeleri veya Arş’ın tartabileceği sayıdaki kelimeleri
zikreder, çünkü Arş tanımı itibarıyla bütün âlemdir. Aynı şekilde, ‘cennet
ehlinin ve cehennem ehlinin fiilleri hakkında nefsinin razı olduğu miktarca’
demesi de öyledir. Çünkü onlar, ancak Hakk’ı razı eden işlerde tasarrufta
bulunur ve o işi yaparlar. Bunun nedeni bulundukları yerin -dünya ve yükümlülük
yerinden farklı olarakböyle yapmalarını gerektirmesidir. Buna mukabil dünya
hayatında Allah Teâlâ’yı razı eden ve kızdıran işleri yaparlardı. Allah Teâlâ
ateşi kızdıklarının diyarı yapmıştır. Dolayısıyla ateş ehli olanların dünya
hayatında Allah Teâlâ’yı kızdıran işleri yapmaları kaçınılmazdır. Ateş
diyarına yerleşip orayı doldurduklarında, sadece Allah Teâlâ’yı razı eden işleri
yaparlar ve bu nedenle ateş ehlinin varacağı yer de, her şeyi kuşatmış olan Allah
Teâlâ’nın rahmetidir. Bununla birlikte oıası bedbahtlık diyarıdır. Bu hüküm
devam eder, nitekim peygamberlik görevi biten ve görevini tamamlayıp Allah
Teâlâ’ya dönen peygamberin de ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi’ olduğunu söyleriz.
Hâlbuki o esnada peygamber değildir. İşte bunun gibi bedbahtlık diyarı hakkında
da ehli hakkında bedbahdık hükmü ortadan kalkmış olsa bile ‘bedbahtlık diyarı’
demeyi sürdürürüz.
Mukayyet, yani sınırlı övgüye
gelirsek, filozoflar Allah Teâlâ’yı tenzih niteliğiyle (överek)
sınırlamışlardır. Allah Teâlâ’yı ‘fiil’ fiil sıfatıyla överken, cüzilik hükmü
vermemişler, tümellik veya asalet anlamıyla O’nu nitelemişlerdir. Filozofların
(hâkimler) dışındakiler ise Allah Teâlâ’ya yönelik övgüyü, fiil ve tenzih
sıfatıyla birlikte sınırlamışlardır. Bunlar, kâmillerdir; çünkü onlar,
bildikleri hususta hâkimlere ortak olmuşken onların bilmediği meseleleri bu
övgüye eklemişlerdir. Filozoflar kâmillerin bildiği ilave konuyu himmet
eksikliği nedeniyle öğrenememişlerdir. Söz konusu eksiklik, kendilerindeki
kuşkudan kaynaklanmış, bu kuşku ise Allah Teâlâ’dan sadece birin ortaya
çıkabileceği (Bir’den bir çıkar) şeklinde hüküm vermelerini sağlamıştır.
Onlara göre Allah Teâlâ’nın kitabında kendini nitelediği niteliklere sahip
olması mümkün değildir. Çünkü o filozoflara göre, gerçek olduğu üzere ve keşif
sahipleri, mutlak iman sahipleri ve akıl yönünden (vahyi ve nübüvveti) kabul
eden bazı kelamcıların inandığı şekilde, (Allah Teâlâ katından) indirilmiş bir
kitabın olması veya ‘peygamber’ denilen bir şahsın gönderilmesi söz konusu değildir.
Kuşkusuz nebevî-vitir rekâtlarının
suretlerinden (meydana gelen adamlar ve onların özellikleri) âleme yayılmıştır.
Bu yayılma Hz. Adem su ve toprak arasındayken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘peygamber’ olmasıyla aşlamış, kıyamete kadar sürecektir.
Vitirde Dördüncü Rekâtın Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından
Abdurrahman denilen biri meydana gelir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ
birbirlerine merhamet etsinler diye kullarında var
ettiği ilahi rahmeti zatî rahmetten yaratmıştır; zatî rahmet vasıtasıyla ise Allah
Teâlâ bilinmek istediğinde âlemi onunla yaratmış, onunla kendine ‘rahmeti
yazmıştır.’ Hakk’ın üzerine yazılmış rahmet zatî rahmetin edilgeniyken
(münfail) ihsan rahmeti her şeyi kuşatan rahmettir. O halde bir şeyin kendisine
merhametine zatî rahmet imdat eder ve ona bakar; kendine merhamet eden herkesin
müşahedesi bu rahmette gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ kendini sevmek ile
sevdiklerine kavuşmayı şiddetle özlemekle nitelenmiştir. Allah Teâlâ
sevdiklerine ancak bu rahmet sahibinin kendini müşahede ettiği rahmet
vasıtasıyla kavuşur. Bu rahmet Allah Teâlâ’nın kendi üzerine yazdığı ve zatî
veya ihsan rahmetinde müşahedesi bulunmayan rahmettir. Kendine kötülük yapana
yapılan rahmet ile ilahi ihsanın veya ilahi cömertliğin genişliğinin
gerektirdiği rahmetin müşahedesi ise ihsan rahmetinde gerçekleşir. Bu rahmet
İblis’in bile umuda kapılmasını sağlayan rahmettir. Onun aşağısında olanların
ise yazılmış rahmet veya zati rahmete dair müşahedeleri yoktur. Bu sayede Allah
Teâlâ ve Rahman isimleri diğer bütün isimlerden farklıdır. Bütün isimler Allah
Teâlâ’ya aittir. Bütün isimler, Rahman ve Allah Teâlâ ismine delildir, fakat
insanların çoğu farkında değildir.
Allah Teâlâ ehlinden kimsenin bu
taksime göre rahmetin üçe ayrıldığına dikkat çektiğini görmedim. Bu taksim,
gerçekte olduğu gibi, bilinmeyen bir taksimdir. Biz onu keşiften öğrendik.
Arkadaşlarımızın niçin bu taksimi ifade etmediklerini bilmiyorum. Fakat
zannederim ki Allah Teâlâ onlara bu taksimi keşfettirmiştir. Bu konuyla ilgili
nebevi haberlere gelirsek, kuşkusuz peygamberler gözle görerek bu meseleyi
öğrenmiş, biz de onların kandillerinin nurundan bu bilgileri öğrenmişizdir. Çünkü
Allah Teâlâ bizi kendisine ve peygambere uymakla rızıklandırmıştır. Allah
Teâlâ’ya uymak ‘O sizinle beraberdir, nerede
olursanız olun’167
ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ her nerede olursa olsun bu beraberlikte
kuluna tabidir. Biz de her nerede zuhur ederse hüküm bakımından Allah Teâlâ’ya
tabi oluruz. Biz dururuz ve Allah Teâlâ’nın bir emri izhar etmesini bekleriz.
Sonra o emrin izhar ettiği hükme uyar ve insanların genelinin nezdinde hükme
aykırı davranmayız. Mesela bilinmeyen bir surette tecelli ettiğinde Hakk’ı
bilmek yerine susmamız bundan kaynaklanır. Hâlbuki biz O’nu bu surette de
biliriz. Her iki durumda da Hakk tecelliyle ve inkâr hükmüyle öne geçen iken
biz susarak O’na tabiyiz. Bununla birlikte (bilinmedik bir surette tecelli
ettiğinde) inkâr etmeyiz veya k^bul etmeyiz: İşte Hakk’a uym^k bu demektir.
Allah Teâlâ’nın bize ihsan ettiği
peygambere uymaya gelirsek, bu durum, ‘Allah
Teâlâ’nın peygamberinde sizin için
güzel örnek vardır,us
ayetinde zikredilir. Cemaate namaz kıldırırken peygamber bize uymuş, bizi
dikkate almıştır. Namazda zayıf, hasta, ihtiyaç sahipleri bulunabilir diye peygamber
onlara göre namaz kıldırmıştır. Öyleyse peygamber hem uyan hem uyulandır! Sonra
namaz kıldırırken en zayıfı dikkate alarak namaz kıldırmamızı bize emretti.
Böylece zikrettiğimiz hususta Rahman’a tabi olduk. Öyleyse biz tabi olanlarız.
Rahman da hakikatlerimizin verdiği ihtiyaç ve yoksunluk nedeniyle bize tabidir.
Böylece Rahman üzerinde bulunduğumuz durumla paralel olarak bize davranır. Bu
durumda biz tabi olunanlarız. Kullarda efendilik hakikatlerinin neyi verdiğine
ve kulluk ve ibadet hakikatlerinin efendilikte neyi ortaya çıkardığına
bakmalısın! Bu adam âlemde bu nitelikteki insandır. Dördüncü rekât vasıtasıyla
dört ilahi ismin hükümleri ortaya çıktığı gibi doğal yaratılışta doğanın
hükümleri ortaya çıkar. Unsurların hükümleri ise bu üç rahmetin kendilerine ait
olduğu üç türeyende de (müvelledat-ı selase), hayvani yaratılışta ise
karışımların (ahlât) hükümleri ortaya çıkar. Bu adam, bütün bunların üzerinde
egemendir.
Vitir Namazının Beşinci Rekâtının Sureti
Bu suretten ise Allah Teâlâ
adamlarından Abdulmu’ti (verenin kulu) denilen bir adam yaratılmıştır.
Bazen bu kişinin
verişi vehbî olabilir. Bu durumda veren Abdulvehhab’dır. Bazen nimet vermek
amacıyla verir. Bu durumda Abdulmün'im’dir. Bazen kerem şeklinde olabilir. Bu
durumda veren, Abdülkerim’dir. Bazen onun verişi cömerdik şeklindedir. Bu
durumda veren Abdülcevad’dır. Bazen verişi seha tarzındadır. Bu durumda Abdulmukît
ve Abdıissahi’dir. Bazen isar tarzmda verir. Bu durumda veren Abdülgani olur.
Vermenin bu tarzı, verişlerin en kapalı ve anlaşılması en güç olanıdır. Hatta
bizim dışımızdakiler onu (Allah Teâlâ hakkında) imkânsız saymıştır. İlahi
mertebe hakkında bu verme tarzını kabul eden görmediğimiz gibi el-Gani’nin
manasını bilenden başka kimsenin onu kabul etmediğini gördük. Şöyle ki: Sahih
bir rivayette belirtildiğine göre kul, hüviyeti itibarıyla Hakk’ın onun bütün
güçleri olduğu bir makama ulaşabilir. Bu durum ‘Ben onun duyması, görmesi ve
eli olurum’ hadisinde belirtilir. Bunun dışındaki organ ve güçler de
zikredilir.
Allah Teâlâ zatı gereği müstağnidir
ve müstağnilik kendinden kaybolmayacak (zatî) bir niteliktir. Kul bu makama
yerleştiğinde, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ kendinden ve her şeyden müstağnilik
niteliğini de ona verir. Çünkü O’nun hüviyeti, kulun güçlerinin yerini
almıştır. Bu durum, vermenin kısımları arasında îsar (muhtaç olunanı başkasına
vermek) için geçerli olabilir. Bu durumda Allah Teâlâ, hüviyetine mahsus bir
hususta kulunu ‘tercih etmiş’ ve şöyle demiştir: ‘İhtiyaçları
olsa bile, onları kendilerine tercih ederler.’169 Ki
‘bile’ demeye gerek olmadan onlara muhtaçtırlar. ‘İsar’ tarzında, yani muhtaç
olduğu halde vermek, verene dönen ilave bir üstünlük ve ihsan demektir. Bu
nedenle Allah Teâlâ ‘isar’ tarzında vermeye daha uygun iken kulun hakkında bu
verme tarzı daha yetkin bir davranıştır. Burada ehline imayla anlatılabilecek
başka türlü açıklanması mümkün olmayan sır ilimleri vardır. Ehline ima etmek
ise bu sırlara ulaşmak için onları cesaredendirmek amacı taşır. Ehli o sırları
kabul karşısında korku içindeyken, onlarla nasıl nitelensinler Ki? Diğer
isimler daha kolay anlaşılır.
Vitir Namazının Altıncı Rekâtının Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından
Abdülmümin denilen birisi yaratılır.
Bilmelisin ki, iman ilahi bir niteliktir. Bu yönüyle iman, herhangi bir iddiacının iddia
ettiği bir hususun doğruluğuna bütün delillerin delalet etmesiyle ortaya çıkar.
Burada gerçekte delil olması itibarıyla herhangi bir şart belirtilmeksizin
bütün deliller kast edilmiştir. Mesela delil duyulur bir delil ise, duyu ona
öyle şahidik eder. İddianın doğruluğuyla hüküm veren de zorunlu bilgi vermiş
olur. Bu zorunlu bilgi, iddiacının iddiasının doğruluğu hakkında delilin ta
kendisidir. Öyleyse bu delilleri ortaya koyan kimse iddia sahibini
doğrulayandır (iman eden). Bir kimse onu doğrulayıp herhangi birinin nefsinde
bilgi meydana geldiğinde, delilin meydana geldiği şahıs iddia sahibim doğrulamış,
tasdik ise kevne döıjnyiş olur. Yani Hakk'ta olduğu gibi yaratıklarda ortaya
çıkmış demektir. Böylece iddia sahibi iki doğrulayan arasında sınırlanır;
hangi yöne yönelirse, iddiasıyla getirmiş olduğu hükmü tasdik edeni bulur. Bu
hal ona iki uçtan gerçekleşecek yalanlamaya karşı bir güvence verir. Kevni
(oluş) inkâr ederse, kendiliğinde iddiacının doğruluğundan emindir. Kastedilen
doğruluğu hakkında bilginin gerçekleşmesidir.
Bu rekâtın suretiyle birlikte insan
ve cinlerin bâtınlarına tasdik (duygusu) yayılmıştır. Bu durum işin bâtınında
söz konusu rekâtın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den meydana
gelmesinden itibaren gerçekleşir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Adem su ile toprak arasındayken peygamberdi. Dolayısıyla bu rekâtın ortaya çıkardığı
tasdik, bütün tasdik edenlerde mücerret bir ruh olarak sirayet eder. Ta ki Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem o rekâtı bedeniyle kılıp o suret bedenlenir. Bu
ruh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in fiilinden bedensel bir suret
giyer, çünkü o, duyulur hareketlerden oluşur. Böylece o suretin yapılması, bize
göre, iki sureti bir araya getirmekten daha güçlü olur. Nitekim onun tesiri de
bedenin zuhur etmesiyle birlikte gerçekleşen gönderilme vaktinde daha güçlüdür.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Âdem su ile toprak arasındayken
peygamberdi. Onun gelişiyle birlikte bütün şeriatlar hükümlerini kaybetmiştir
ve herhangi bir şeriatın hükmü geride kalmamıştır. Bunun istisnası, herhangi
bir şeriat olması bakımından değil, sadece kendi şeriatı olması itibarıyla, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bıraktıklarıdır.
Vitirde Yedinci Rekâtın Sureti
Bu suretten ‘Abdürrahim’ adlı Allah
Teâlâ adamlarından biri var olur.
Bilmelisin ki, hükmünü izhar
edebilecek şekilde kadirde (güç yetiren) bulunan rahmet,
bulunduğu kimseye acı bir azap olarak döner. Çünkü rahmet zatı gereği rahmet
edilene ulaşmak ve etkisini bilfiil onda izhar etmek ister. Rahmeti uygulama
gücüne sahip kimsede bulunduğunda iki neticesi ortaya çıkar: Birincisi rahmet
edendeki eseridir. Bu eser, rahmet edilene ulaşmakla ortadan kaybolan acıdır.
Bu durumda rahim (merhamet eden), rahmeti icra etme kudretine sahip olması
itibarıyla, merhamet ederek merhamete mazhar olan kimsedir. Rahmetin ulaştığı
kimse de bu rahmet ve rahmet edenin onu icra etmesiyle merhamet görmüştür.
Öyleyse rahmetin o kimsedeki eseri iki yönden ortaya çıkar: Birinci eser,
rahimin rahmetinin merhuma (merhamet edilen) ilişmesine yol açan durumun
kalkmasıdır. Öyleyse sahibi kendisini icra etme ve uygulama gücüne sahip
olmadıkça, her rahmet, nimet değildir. Başka bir ifadeyle rahmet sahibinde
bazen azap suretinde ortaya çıkarken bazen nimet suretinde ortaya çıkar.
Rahmetin azap suretinde ortaya çıkması, sahibinin kendisini uygulama gücünden
mahrum olması durumundadır. Buna mukabil uygulama gücüne sahipken rahmet hem
rahmet eden hem edilende nimet suretinde ortaya çıkar. O halde rahmet,
birbirine zıt iki sureti kabul etmiştir. Bu durum, rahmetin elem ve azap
meydana getirmesi itibarıyla garip durumlardan birisidir. Rahmet rahmeti
uygulama gücünden yoksun o kişide bulunmasaydı, acı çekmekle nitelenmeyecekti.
Sonra bu meselede daha garip bir
durum vardır, şöyle ki: Rahmeti uygulama gücüne sahip kimsenin önünde bir engel
olabilir. Böyle bir durumda kişi nahoş bulmanın acısını yaşar. Bu durum,
rahmeti icra etme gücüne sahip olması bakımından o engelin yol açtığı bir hükmüdür.
Bu mesele, Allah Teâlâ hakkındaki
bilgilerde en çetin meselelerden biridir. Hükmü ise nebevi haberlerde Allah
Teâlâ’nın kendinden bildirirken buyurduğu şu kutsi hadiste ortaya çıkar:
‘Mümin kulumun canını alırkenki tereddüdün dışında yaptığım hiçbir işte
tereddüt göstermedim. O ölümü kerih görür, ben gecikmesini! Hâlbuki bana
kavuşması gerekir.’ Ölümün kaçınılmaz olması kendisine ölümü kerih ve nahoş
göstermektedir. Burada Allah Teâlâ’ya kavuşmanın ölümle gerçekleşeceği ortaya
çıkmaktadır. Ölüm salt duyudan çıkarak k uykuda gördüğümüz şekilde müşterek
duyuya çıkmaktır, çünkü uyku, ölüm türlerindendir. Başka bir ifadeyle uyku duyu
âleminden çekilmek ve hayal âlemine ve ortak duyu âlemine geçmek ve intikal
etmek demektir. Uyuyan uykusunda -ölü ölümden sonra gördüğü gibirabbini görür.
Bununla birlikte ölünün görmesinin ve rabbine kavuşmasının geri dönüşü yoktur.
Uyuyan ise belli bir süreye kadar geri döndürülerek uykusundan uyanır. Kavuşma
uykudan değil de, fenadan gerçekleşir ve sonra beka haline döndürülürse, böyle
birinin hükmü kıyamette diriltilip artık önünde perdesi olmayan ölünün durumu
gibidir. Uyuyan insan ile fani olan insan arasındaki fark budur. Bu nedenle
Amr b. Osman el-Mekkî ariflerin niteliğinden söz ederken şöyle der: ‘Onlar bugün
nasıl iseler, yarın -Allah Teâlâ’nın izniyleyine öyle olacaklardır.’
Binaenaleyh rahmetin hükmünden daha
garip bir şey yoktur. Bakınız! Doktor kangren olmuş birine karşı merhamet
duyar. Fakat ona acı çektirmeden rahmeti ona ulaştıramaz. Doktor hastaya
duyduğu merhamet ölçüşünce onu uygulama imkânı bulamadığı durumda acı
duyacaktır. Hastaya merhameti olmasaydı, o acıyı duymazdı. Bakınız! iyileşen
insan elem ve acı değil, haz bulmaktadır. Zikrettiğim bu meseleyi Allah Teâlâ
hakkındaki bilgide düşünmelisin! Ben Hakk’ı sahih bir keşif ve sarih bir
müşahedede görmüştüm. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem beraberdi. Allah
Teâlâ ilahlık iddiasında bulunduğu için Deccal’in öldürülmesini emretmişti.
Bununla beraber ağlıyor ve iddiası nedeniyle cezalandırılmasına karşılık
mazeret beyan ediyor, bu konuda elinden bir şey gelmiyordu. Bu ağlamak, bir
engel nedeniyle merhametini uygulama imkânından mahrum rahmet sahibinin
içindeki acmın benzeriydi. İlahi bilgide bundan daha büyük bir hayret yoktur;
büyük olmasaydı, Hakk kendini tereddüt etmek özelliğiyle nitelemezdi. Tereddüt
hayret demektir! Anlayınız.
Vitir Namazının Sekizinci Rekâtının Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamalarından
Abdülmelik denilen bir adam yaratılır.
Bilmelisin ki, ‘mülk’ denilen hakikati var eden mülk ile kul da nitelenir Hakk da
nitelenir. Fakat Hakk’ın o isimle nitelenmesi yaratılmışın nitelenmesi gibi
değildir. Yaratılmış olan, mutlak anlamda mülk iken Hakk ‘mülkün mülküdür’,
yoksa mutlak anlamda bir mülk değildir. Hakk, kulluğu tam ortaya çıkmadıkça
kulun mülkü olmaz. Bu makama erdiğinde ise kul sahibi olan Melik’in -ki Allah Teâlâ’dırmülkü
olduğunu tam olarak öğrenir. Böyle söylememizin nedeni, Allah Teâlâ hakkında
nazarî (bilgi sahibi) bir grubun O’nun cüzîleri tam olarak bilmediğini ileri
sürmüş olmalarıdır. Allah Teâlâ onlara göre tikeli (cüz) de içeren tümeli
(küll) bilir. Keşif ve vecd ehli olan hakikat ehli öyle düşünmez. Bu nedenle
hem Melik hem mülk adı Allah Teâlâ’nındır. Başka bir ifadeyle bu nitelik,
akılcıların onu kabul etmemesi nedeniyle, Hakk’tan ‘zorla ve şiddetten’ zuhur
etmiştir. Çünkü akıllar Allah Teâlâ hakkında görüş birliğine varmayınca,
tartışma ve görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, Hakk da şiddet sahibi olarak mülkü
kendine tahsis etmiştir. Arif kul da Hakk’ı kendine ‘mülk’ yapmıştır, yani
itirazcıların varlığı nedeniyle (Hakk’ı) şiddede ‘mülk’ yapmış ve O’na ‘mülkün
mülkü’ demiş, bu sayede Hakk’ın ‘mülkün mülkü’ olmasıyla yaratılmışın Allah
Teâlâ’nın mülkü olmasını ayırt etmiştir. Yaratılmış O’nun mülkü iken Allah
Teâlâ’ya kulluk etmekle nitelenmişken Hakk ‘mülkün mülkü’ olmakla nitelenmiş,
fakat kulluk etmekle nitelenmemiştir. Gerçi Hakk’ta -daha önce söylediğimiz
üzereyaratılmışların tesiri vardır, fakat yine de O ‘kulluk’ ile nitelenmez.
Çünkü Hakk’ın mülkün mülkü olması, zelil olmasından kaynaklanmaz. Çünkü Allah
Teâlâ bu tesirin asıl sebebidir. O halde O’na dönen şey, kendinden meydana
gelendir. Yaratılmışlar ise öyle değildir; çünkü onlara kendilerinden olanlar
gibi daha önce onlarda bulunmamışken Hakk’tan meydana gelen şeyler döner. Bunu
bilmelisin!
Vitir Namazının Dokuzuncu Rekâtının Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından
Abdülhadi denilen birisi yaratılmıştır.
Bilmelisin ki, hidayet ‘Kimi Allah Teâlâ saptırırsa, ona hidayet edecek yoktur’170
ayetine göre ilahi bir eser iken ‘Her kavmin
hidayet edeni vardır’171 ayetinde
belirtildiğine göre yaratılmıştan meydana gelen bir eserdir. İkinci ayetin
anlamı, birinciye döner, çünkü yaratılmış rehber ve hidayetçi, Allah Teâlâ
katından gelen bir peygamber olabilir. Peygamber hidayet eden değil,
tebliğcidir. Başka bir ifadeyle peygamber imana ulaştırmaz, açıklar ve yol
gösterir. Allah Teâlâ peygamberlerin görevi olan açıklama ve kendilerine vacip
kıldığı izah hususunda, şöyle der: ‘İnsanlara
indirileni onlara açıklaman için...’172 Tevfık, yani
imana ulaştırmak demek olan hidayet hakkında da şöyle der: ‘Onları
hidayete ulaştırmak senin işin değildir.’173
Yani onlara getirip sana açıklamanı emrettiğin vahyi kabullerini sağlamak senin
görevin değildir. ‘Fakat Allah Teâlâ hidayet eder.’174
Yani dilediklerine iman etmeyi nasip eder. ‘O
hidayete ulaşanları eni iyi bilendir.’175
Yani bu tevfıki kabul edecek kimseleri bilir. Çünkü öyle biri, Allah Teâlâ’nın
yarattığı özel bir mizaçtadır. Bu hidayet edenler ise açıklama ve beyanın
rehberleridir, yoksa ‘tevfik rehberleri’ değillerdir. Hâdi olan Allah Teâlâ ise
hem açıklar hem tevfik nasip eder. Buna mukabil yaratılmış hidayetçi, sadece
açıklamakla yükümlüdür.
Bunu söyledik ve bu konuda birtakım
deliller getirdik. Bunun nedeni, hakikatlerden bihaber olan bazı kimselerin
şöyle bir zanna sahip olmalarıdır: Onlara göre kul Allah Teâlâ’dan tebliğ
ettiği hususları açıklarken dürüst davrandığında, onun nasihati dinleyenlerin
nefislerine etki eder. Hâlbuki gerçek onların zannettiği gibi değildir. Çünkü Allah
Teâlâ’ya peygamberlerden daha yakın, O’ndan aktarırken daha doğru sözlü, Allah
Teâlâ katından getirdikleri hususları kabulde daha sevgili gelen kimse yoktur.
Bununla beraber bütün dinleyenler onların sözlerini kabul etmemiştir. Hatta
doğru sözlü peygamber tebliğini yaparken ‘onların
sadece kaçmalarını artırdı.’176 Demek ki,
Hz. Nuh’un daveti, insanların hepsini şamil değildi. Bu himmeti kesin bir
şekilde bilmemize rağmen, himmetin çağrılanda aynı etkiye sahip olmadığını
anladık. Dinleyenler arasından vahyi kabul edenler, mübelliğin, yani davetçinin
himmetinin etkisiyle değil, Allah Teâlâ’nın onun yaratılışına ihsan ettiği
mizaç nedeniyle kabul etmiştir. Peygamberin bildirdiği o ve benzeri vahyi
kabul etmeyi gerektiren özel mizacı sadece kendilerini bu mizaca göre yaratan Allah
Teâlâ bilebilir. Bu durum ‘O hidayet edenleri en iyi bilendu’177
ayetinde zikredilir. Bir davetçinin Allah Teâlâ’ya çağırdığı bir mecliste
bulunup onun sözünün sana etkisini görmediğinde, ‘Bu durum davetçinin dürüst
olmayışındandır’ deme! Eksiklik şendendir ve senin zatından kaynaklanmıştır.
Çünkü Allah Teâlâ seni o esnada söyleneni kabul etme özelliğinde yaratmamıştır.
İnsaflı olan hatırlatıcı-davetçinin getirdiğini düşünür; söyledikleri doğru
olduğu halde onları kabul etmemişse, eksikliğin kesinlikle hatırlatandan
değildinleyenden olduğunu anlar. Başka bir öğütçünün meclisinde bulunup aynı
söz orada zikredildiğinde, bu kez söz ona edd eder ve -bilgisizcebu öğütçünün
doğru söylediğini belirtir, ‘dürüst davranmış ve sözü kalbime tesir etmiştir’
der. Hâlbuki sen farkında değilsin de eksiklik şendendir.
Tesirin senin hakikati kabul etmenden
kaynaklanmadığını bilmelisin. Çünkü söylenen söz, gerçekte iki öğütçüde de
doğruydu. İlkinde değil de, bu mecliste tesirin gerçekleşmiş olması, ikinci
öğütçüyle senin aranda veya zamanla senin aranda bulunan bir nispet ve
ilişkiden kaynaklanmış ve bu nedenle öğüt sana tesir etmiştir; yoksa tesir
öğütçüye ait değildir. Bazen bir öğütçüye inancın olmadan, ikinci hakkındaki
inancın nedeniyle onun sözü sana etki eder. Öyleye her durumda sana senden
başkası veya benzer bir durumdan başkası tesir etmemiştir. Bu nedenle ilahi
hidayeti ‘tevfik’ ve beyan ile açıkladık. Bizim ‘tevfik’ demiş olmamız,
dinleyen ile anlatan arasındaki nispete uygundur, yoksa beyana değil! Çünkü
beyanın iki durumda iki öğütçüde de gerçekleşmiş olduğunu varsaydık; hâlbuki
kabul, ikisinden birisinde gerçekleşmiştir. Bunu bilip hakka’l-yakin bir
şekilde öğrenmelisin ki, Allah Teâlâ’nın izniyle doğru yola ulaşasın.
Bu meseleyi öğrenmekle elde edilecek
faydanın en azı, öğüt verirken kendisini dürüst bulmama ithamından tebliğcinin
kurtulmuş olmasıdır. Senin tebliğciyi reddetmen demek, hakkı ve hakikati
reddetmen demektir. Çünkü selim akıl sahibine hakikat kimin elinden gelse
tesir eder. Allah Teâlâ’ya şirk koşan biri veya Allah Teâlâ düşmanı veya Allah
Teâlâ’ya iftira eden bir yalancının veya Allah Teâlâ katında cezalandırılacak
biri doğru bir söz söylese, akıllı insan o sözü ortaya çıktığı yer itibarıyla
değil, hakikat oluşu itibarıyla kabul eder. Hakk’ı ve hakikati arayan, bu
özellikle başkalarından ayrışır.
Vitrin Onuncu Rekâtının Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından
Abdurabbihî (rabbinin kulu) denilen bir adam var edilmiştir.
Bilmelisin ki, rububiyet (rablik) izafi bir niteliktir ve tamlamanın iki
unsurundan birisi ötekinden bağımsız kalamaz, izafet veya tamlama, iki kişiye
ait bir durumdur ve onların birbirine zıt olmaması gerekir. Bununla birlikte
bazen zıt olabilirler, bazen olmazlar. Bu bağlamda mülkü olmayan malik -hem
varlık hem takdir bakımındanolamayacağı gibi yönettikleri olmayan bir hükümdar
da olamaz. Merbub olmadan rabbin varlık ve takdir bakımından düşünülmesi mümkün
değildir. Bütün göreli ve izafilerde durum böyledir. Âlemin ilahi isimlerin hakikatleriyle
ilişkisi, her iki taraf için de, izafe ve tamlama olan şeylerin birbiriyle
ilişkisiyle birdir. Âlem ilahi isimleri talep ederken ilahi isimler de âlemi
talep ederler. Söz konusu isimlere misal olarak er-Rabb, el-Kadir, el-Halik,
en-Nafı, ed-Darr, el-Muhyi, el-Mumit, elKahir, el-Muizz, el-Muzill vb. isimleri
verebiliriz. Bazı ilahi isimler daha vardır ki, onlar âlemi talep etmezler.
Fakat daha önce zikrettiğimiz isimler arasında bulunan ayrım gibi bir ayrım
olmaksızın, âlemdeki nefisler o isimlerden bir rahatlık bulur. Rahadığı veren
isimler el-Gani, el-Aziz, el-Kuddüs vb. isimlerdir.
Allah Teâlâ’ya ait bütün isimler,
-ilahi zata ilave mana düşünülmeksizinözellikle O’nun zatına delalet ederler.
Çünkü her ismin iki durumu vardır: Birincisi bir fiile delalet etmesidir. Bu
yönüyle isim, zorunlu olarak âlemi talep eder. Veya isim tenzihe delalet eder.
Böyle bir isim, âleme ait eksiklik sıfatının Hakk’tan uzaklaştırılmasını
sağlayan isimdir. Hakk öyle bir isimden tenzih edilir. Bunun dışında Allah
Teâlâ’nın bize verdiği bir isim yoktur. O halde bütünüyle Allah Teâlâ’ya özgü
özel bir isim yoktur. Öyle bir isim varsa bile, o isim, O’nun bilgisinde kalan
ve gaybında kendisine ayırdığı isimlerden olabilir. Allah Teâlâ o isimleri bize
izhar etmemiştir. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ bize isimlerini kendisini
övmemiz için izhar etmişti. Bu isimler arasında özel ismin bulunması
imkânsızdır, çünkü özel isimlerle isimlendirilen övülemez. Fakat isimler
manalara mahsus ve Onları gösteren özel isimlerdir. Bu manalar, hükmü bizde
ortaya çıkan Hakk’ı övme amacı taşır. O söz konusu isimlerin manalarıyla
isimlendirilen iken manalar lâfzi isimlerle isimlendirilen şeylerdir. Misal
olarak el-Alim, el-Kadir ve diğer isimleri verebiliriz. O halde Allah Teâlâ
‘güzel’ isimlerin sahibidir. Fakat onlar lafızlar değil, manalardır, çünkü
lafızlar güzellik, çirkinlik ile ancak delil oldukları manalara uyarak
nitelenirler. Yoksa zadarı bakımından lafızların anlamı yoktur. Çünkü lafızlar,
‘terim’ olarak isimlendirilen yapılardan ibaret olan bileşik harflere ve özel
yapılara ilave bir şey değillerdir. Bunu anlamalısın!
Vitrin On Birinci Rekâtının Sureti
Bu suretten Allah Teâlâ adamlarından
Abdülferd (el-Ferd’in kulu) denilen biri yaratılmıştır.
Bilmelisin ki, insaf sahibi kişi ferdiyeti ancak başka birini düşünmekle
anlayabilir; ‘fert5 denilen kimse kendisindeki bir nitelikle ondan
farklılaşmış ve ayrılmıştır. Ferde özgü nitelik ötekinde de bulunabilseydi
birincisine ‘fert’ denilmezdi. Ferdin kendisinden ayrıştığı şeyin de mudaka
akledilir (makul) bir şey olması gerekir: o da çifttir (şef). Ferdin sayesinde
çiftten ayrıştığı özellik, ferdin mutlak birliğe (ahadiyet) benzemesidir.
Tek sayıların ilki üçtür ve bir, fert
değildir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ üçün üçüncüsüdür’178 diyenleri kâfirlikle
nitelemiştir. Hâlbuki onlar ‘Allah Teâlâ ikinin üçüncüsüdür’ deselerdi, kâfir
olmayacaklardı çünkü Allah Teâlâ ikinin üçüncüsü, üçün dördüncüsü, dördün
beşincisidir ve bu sayı böyle devam eder. Bu durum Allah Teâlâ’nınn ‘O sizinle
beraberdir, her nerede olursanız’179
ayetinde belirtilir. Her kim kendinde bir ise (ahadiyet), Allah Teâlâ o birin
İkincisidir; kim ikilikteyse, Allah Teâlâ o ikiliğin üçüncüsüdür; kim üçte
bulunursa, Allah Teâlâ üçün dördüncüsüdür ve böyle devam eder. Allah Teâlâ her
nerede bulunurlarsa bulunsunlar, yaratıklarıyla beraberdir. Binaenaleyh
Yaratan (el-Halik Teâlâ) onları terk etmez, çünkü yaratılmış olan (halk),
el-Halik ismine herhangi bir kuşku olmayacak sahih bir bağla dayanır. Gerçi bu
isim çeşitli manaları çağrıştırır ve O, yani el-Halik zatı gereği o manaları
talep eder. Her mananın ise yaratılmış olanda (zuhur etmek isteyen) bir eseri
vardır, yoksa Yaratan’da değil! O halde el-Halik ismi söz konusu manaları
kendinde toplayan isim gibidir ve o manaların -Yaratan’da değilyaratılmışta
eserleri olmalıdır. Hakk dörtte onların dördüncüsü olarak bulunmaz, dörtte
beşinci olarak tek ve fert kalır. Çünkü ‘O’nun benzeri
olan bir şey yoktur:180
Dörtte dördüncü olarak bulunsaydı, onlardan biri olurdu. Dördün her biri
-herhangi bir ayırıcı özellik olmaksızındördün aynıdır. Durum öyle olsaydı,
dörttekilerden her biri varlığıyla Hakk’ı dördüncü yapmış olurdu ki gerçek öyle
değildir. Bütün sayılarda da durum böyledir. O halde bir sayı varsaydığında,
Hakk’ı o sayıdan sonra gelip kendisine bitişen bir (vahid) saymalısın ve böyle
olması da gerekir; çünkü bir, var saydığın sayıyı içerir. Dörtten sonra gelen
beşinci dördü içerirken dört onu içermez. Hakk dördü beş yaparken Hakk’ı
beşinci yapmaz, çünkü dört bizatihi dörttür. Bütün sayılarda durumun böyle
olmasının nedeni, sayılanlarda sayının korunması amacından kaynaklanır.
Gerçekte koruma ancak Allah Teâlâ’ya ait bir iştir ve Allah Teâlâ (bütün
sayıları koruyan) birden başkası değildir. Bir sayısı her zaman altındaki çift
ve teki korur; bir çifti tek teki çift yaparak ‘üçün dördüncüsü’, ‘dördün
beşincisi’ denilmesini mümkün kılar. Hâlbuki beşin beşincisi, dördün
dördüncüsü, onun onuncusu denilmez.
Filozoflara göre teklik (ferdiyet)
üçten itibaren bütün sayılar arasındaki tek sayılar olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Misal olarak beş, yedi, dokuz gibi tek sayıları verebiliriz. Her
iki tek sayı arasında bir çift (sayı) makamı, her iki çift arasında tek
sayının makamı bulunur. Filozoflara göre durum böyleyken bize göre durum öyle
değildir. Çünkü teki çift yapan ve çifti tek yapan -ki filozoflara göre tek
olan odurteklik (ferdiyet), bir’e aittir. Böyle olmasaydı, Hakk’ın ferdiyetiyle
ilgili olarak ‘üçün dördüncüsüdür’, ‘beşincinin akıncısıdır’ -daha azı veya
çoğu için de olmak üzerevs. denilemezdi. Allah Teâlâ her nispette fert olandır:
bazen teki çift yapmakla tek kalırken bazen çifti tek yapmakla tek kalır. Bu
durum ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü O olmasın,
beş kişi yoktur ki, akıncısı O olmasın'’181
ayetinde zikredilir. Allah Teâlâ kendi ferdiyeti hakkında teklik tanımında
filozofların dile getirmediği teki çift yapan ferdiyeti özel olarak zikretmiştir.
Sonra genelleştirerek şöyle demiştir: ‘Bundan
daha azı veya daha çoğu... O onlarla beraberdir.'’182
Onların sayısı tek veya çift olsa da durum aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ onların
çift veya tek oluşlarından birisi değildir. Allah Teâlâ onları gözeten er-Rakîb
ve arkalarından ihata eden el-Hafîz’dir. Yaratıklar Hakk’a ait mertebeye intikal
ettiklerinde, Hakk o mertebeyi takip eden başka bir mertebeye geçer
(yaratılmışlar altı ise Hakk yedincidir). O’nun yaratılmışlar kendisine intikal
etmezden bulunduğu mertebede durması mümkün değildir. Bu ilahi sırrın ne kadar
ince ve tenzihte ne kadar yüce olduğuna bakmalısın! Yaratıklar o mertebede Hakk
ile ortak değildir. Yaratılmış olan her zaman Hakk’a katılmak istese bile
Hakk’m o mertebeden ayrılmış olması nedeniyle buna güç yetiremez. Bu nedenle
sayılar sonsuzdur; sonlu olsaydı, yaratıklar Hakk’a katılmış olurdu. Böyle bir
şey hiçbir zaman mümkün değildir. Binaenaleyh yaratılmış olan bizatihi yaratılmış
iken Hakk bizatihi Hakk’tır. Mesela sohbet etmek üzere üç kişilik bir cemaat
bir mecliste toplandığında, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ o cemaatin dördüncüsüdür.
Çünkü dördüncü başka biridir. Dördüncü bir insan gelip yanlarına otursa, bu kez
Hakk dördüncülük mertebesinden onları dört yapan şahsın gelmesiyle birlikte
beşincilik mertebesine geçer. Beşinci biri geldiğinde bu kez Hakk beşincilik
mertebesinden altıncılık mertebesine geçerek beşin altıncısı olur. Bu durumda Hakk,
o kişinin gelişinden önce beşincileri olduğu topluluğun altıncısı olmuştur.
Bunu anlamalısın! Kuşkusuz âlî bir
bilgiye dikkatini çektim ve bu bilgi nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükretmelisin. Bu
açıklamalarımla Allah Teâlâ hakkında benden bir şeyler öğrenenler nedeniyle
bana fayda vermesini umarım. Onlar bu bilgileri daha önce bu sahada yazılmış
kitaplarda bulamazlar. Bu bilgiler, Kuran’dan olan kelimenin noktasıdır. Bizde Allah
Teâlâ’dan gelen, O’nun verdiği (kelamı hakkındaki) anlayıştır ki bu anlama Allah
Teâlâ’nın bizim adımıza geride bıraktığı vahiydir. Zikrettiğimiz hususlar, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in gece namazındaki vitrinin (yorumundan
ibarettir).
On ikinci kişi ise vitrin suretinden
yaratılmanın dışında kalan ve el-Müheymin denilen kimsedir. O ilk Bir’dir. İlk
Bir, sadece Allah Teâlâ olabilir. Allah Teâlâ büyüklüğünde Bir ve Büyük
olandır: ‘Doğurmamıştır, doğrulmamıştır, kimse
dengi değildir.’183
VASIL
On İkinin Kendisiyle Tamamlandığı
Adam
Benzer şekilde aylar Ramazan ayıyla
tamamlanır. Allah Teâlâ ayları kendi isimlerinden birisiyle tamamlamıştır. O’nun ismi Ramazan’dır ve bu isimle her şey
tamamlanır.
Dördün kemali beşle gerçekleşir. Allah
Teâlâ dördün beşincisi iken dördün dört kalmasını koruyandır (Hafız). Kendi
cinsinden onu beş yapan biri geldiğinde, dört ortadan kalkar ve bu durumda Allah
Teâlâ ‘beşin altıncısı’ olarak beşin varlığını korur, çünkü el-Hafız’dir. Bu
işin ne kadar sırlı olduğuna bakınız! Bu sayede âlemde gerçekleşen bir halden
başka bir Hakk intikal ve firar mümkün olur. Çünkü Allah Teâlâ -daha önce
zikrettiğimiz nedenlesayı mertebelerinde intikal eder.
Allah
Teâlâ’nın sayesinde on ikiyi tamamladığı adamın adı, Abdullah’tır (Allah Teâlâ
isminin kulu). Abdullah diye isimlendirilmesinin nedeni, Hakk’m kendisine
isimlerinden her birinin hakikatiyle tecelli etmesidir. Bu isimler ‘En
güzel isimler O’na aittir, o isimlerle Allah Teâlâ’ya dua edin,m ayetinde
belirtilir. Bu isimlerden birisiyle Allah Teâlâ’ya dua ettiğinde, Allah Teâlâ o
isimde ‘icabet eden’ olarak sana tecelli eder. Ramazan ayının orucunu var
sayalım: Onun orucunu tutmak, on iki aydan (birisinde) vaciptir. Bu aylar
arasındaki herhangi bir ayda oruç, Ramazan ayının günlerini birisindeki oruca
teşbihle tutulur, çünkü Ramazan dışındaki diğer aylardaki oruç nafiledir.
Vacip olan oruç, Hakk’ın kendiliğinden onu vacip kılması nedeniyle, Ramazan orucudur.
‘Kendiliğinden’ dedik, çünkü adak yaparak Allah Teâlâ’nın -senin onu kendine
farz kılman nedeniylesana farz kıldığı oruç senin için bir cezadır. Buna
karşılık onu yerine getirdiğinde, Allah Teâlâ sana farz orucu yerine getirmiş
sevabı verir. Bununla birlikte adak orucu ise kendiliğinden olan vacip
arasında fark vardır. Şöyle ki: Kendiliğinden olan vacibi (farz) vaktinde
tutmazsan kaza edersin. Adakla gerçekleşen vacibi unuttuğunda veya yerine getiremeyecek
şekilde hastalanıp vaciplik vakti geçtiğinde, artık onu kaza etmezsin. Hakk’ın
vacip kıldığı oruç ile insanın kendine vacip kıldığı (adak) arasındaki fark
budur. .
Bu on iki kişinin durumu hakkında
zikrettiklerimizi anlayan, hiç kuşkusuz, ilahi hâzineleri elde etmiş demektir.
Nitekim bir rivayette Allah Teâlâ Fatiha suresini -diğer nebileri olmaksızınHz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e Arş’taki hâzinelerinden birisinden
verdiği zikredilir. Fatiha Allah Teâlâ’nın indirdiği kitaplardan herhangi
birisinde veya herhangi bir sayfada bulunmaz. Fatiha suresi sadece Kuran’da
bulunur. Bu nedenle Kuran (toplayıcı anlamında) ‘kuran’ diye
isimlendirilmiştir, çünkü o, önceki kitaplarda ve sahifelerde indirilirmiş
olanlarla indirilmemiş olan ayetleri bir araya getirir. Bütün indirilmiş
kitaplardaki vahiyler kendisinde yer alırken herhangi bir sayfa veya kitapta
indirilmemiş olanlar da ondadır.
Bu
menzildeki ilimlerden birisi, hal ve akit ilmidir. Helal ve haram bu menzilden
öğrenilir. Kâfir ve müminin bir araya geldiği veya uzlaştıkları durum, bu menzilden
öğrenilir. Hayvanların şeriat hükümlerinden herhangi birisinde insana
katılması, bu menzilden öğrenilir. Kemalin bazı şahıslarla ilgili olması ve
diğer hususlar bu menzilden öğrenilir. Takdis sebepleri ve türleri bu
menzilden öğrenilir. İlahi ihsan ve nimeder, bu menzilden öğrenilir. Misaklar
ve ahider, bu menzilden öğrenilir. Bedeni ibadederin suretleri, bu menzilden
öğrenilir. Yaratılmışlardan meydana gelen tazim, ilahi borçlanmalar, iman bu
menzilden öğrenilir. Ebdal (Bedeller) bu menzilden öğrenilir. İlahi tedavi,
tarif, iddialar hususunda delillerin ortaya konulması bu menzilden öğrenilir.
Ret ve kabul, nefislerdeki tevfîz ve teslim bu menzilden öğrenilir. Örtme ve
eşyanın asıllarına irca edilmesi bu menzilden öğrenilir. Birin herhangi bir
makamda çoğun yerini alması, bu menzilden öğrenilir. ,
Uyum ve farklılık bu menzilden
öğrenilir. Mecbur olanın cezalandırılması, bu menzilden öğrenilir. Sema’ bu
menzilden öğrenilir. Manevi nur ve hidayet, bu menzilden öğrenilir. Misaller
bu menzilden öğrenilir. Uyma bu menzilden öğrenilir. Şehadeder, mead ve hükmü,
korku ve sakınma, eşya arasındaki cinslik, sevgi ve onun değeri, sevenlerin
sınıfları, bu menzilden öğrenilir. Sevgilinin hil’aderi bu menzilden
öğrenilir. İhtisas bu menzilden öğrenilir. Bâtınların genel ve özel nezdinde
neshi bu menzilden öğrenilir. Hakk’ın yaratıklara benzetilmesi ve bu konuda
caiz olan ve olmayan hususlar bu menzilden öğrenilir. Duymanın neyle ilgili
olduğu ve akim nazarî gücü bakımından ona müdahalesinin söz konusu olmadığı bu
menzilden öğreniür. Vergi ve kazançlar buradan öğrenilir. Peygambere zorunlu
olan hususlar bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’yı kendi isminden başka bir
isimle isimlendirilenin tevhitteki durumu, bu menzilden öğrenilir. Dalalet,
saptırma ve bu konudaki farklılıklar bu menzilden öğrenilir. Emr-i bi’l-maruf
ve nehy-i ani’l-münker (hayrı tavsiye ve kötülükten sakındırmak) bu menzilden
öğrenilir. Yaratıkların Hakk’a tesiri, bu menzilden öğrenilir. Kitap ehlinin
bedbaht olmasının nedeni buradan öğrenilir. Sıkıntıyı ortadan kaldırmak bu
menzilden öğrenilir. Takva sahiplerinin mertebeleri buradan öğrenilir. İhtiyar
ve serbestlik buradan öğrenilir Mekânların
birbirine göre üstünlüğünün sebebi nedir? Aşağıdakinin yukarıdakine etkisi
buradan öğrenilir. Eşyanın asıllarına ve köklerine izafe edilmesi bu menzilden
öğrenilir. Hayrı teşvik buradan öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar