KAVRAM VE MAHİYET OLARAK SÜNNET VE BİD'AT
Sünnet ve
Bid'at konusu, üzerinde çok konuşulan bir konu olmasına rağmen be!ki de en az
anlaşılan konulardan biridir. Toplumun her kademesinde hemen her yerde gündeme
gelmekte fakat bu iki kavramın mahiyeti tam olarak anlaşılmadığı için çok kere
yanlış yorumlanmaktadır. Hatta o derece ki sıhhatinde şüphe edilmeyen bir konu,
bakıyorsunuz bid'at olarak algılanıyor veya.bid'at olan bir şey, dinin bir
rüknü, bir şartı gibi hüsnü kabul görüyor. Anlayışların bu kadar karmaşık
olduğu bu iki kavram üzerinde söz söylemek de bir o derece daha zordur.
İşte genel
olarak birbirinin zıddı olan bu iki kavramın mâhiyet açısından durumunun ne
olduğunu ortaya koymak amacıyla bu
çalışmamızı yapmış bulunuyoruz. Konu tamamen teorik olarak ve ilmî ölçüler
içinde ele alınmış, bir tesbit çalışmasına yöneliktir. Şu bid'attir, bu
değildir gibi bir takım ayırımlar yapılarak tek tek sayılmamıştır. Ulaşabildiğimiz
ölçüde kaynaklardan faydalanılmış ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Yeri
geldikçe konuyla ilgili yeni anlayışlara da işaret edilerek konu işlenmeye
çalışılmıştır.
Hz.
Peygamber'in sünnetini öğrenmeyi, onu öğrenip yaşamayı; dinden olmadığı halde
dine sokulmaya çalışılan bid'atlardan şiddetle sakınmayı gaye edinmiş
insanımızın, İslâm'ı ve onun güzelliklerini daha iyi öğrenerek iki cihanda da
saadete ermesi dileklerimizi ifade ederken, bu çalışmamız sırasında
görüşlerinden faydalandığım Prof. Dr. Talat Sakallı'ya gerek kaynak tesbiti
gerekse kaynaklarla ilgili fotokopi temini hususunda bize yardımcı olan sayın
Yrd.Doç.Dr. Hüseyin Küçükkalay hocamıza ve Araş.Görevlileri İshak Özgel ve Nuri
Tuğlu'ya burada teşekkürlerimi sunarım.
Yrd.Doç.Dr.Ali
Çelik[1]
Tarih
boyunca bütün toplumlarda daima kendisiyle karşılaşılan olgu, din'dir. Din
fıtrîdir ve evrenseldir. Bu olguyu insan doğuştan (fıtratında-yaratılışında)
getirir, ama onu tezahürleri farklı olabilir. İnsanla beraber var olan ve onun
benliğini etkileyen bu yüce olgunun (din duygusu) nasıl olması gerektiğini de
Allah, insanlara gönderdiği elçileri vasıtasıyla bildirmiştir.
İslâm
bilginlerine ait din tarifleri, Kur'an-ı Kerim ve İslâm inançları gözönünde
bulundurularak yapılmıştır. Seyyid Şerif el-Cürcânî: "Din akıl sahiplerini
Peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilâhî bir kanundur"[2]
şeklinde tarif etmektedir. Zebîdî: "Din akıl sahibi insanları kendi
tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur"[3] diyerek
el-Cürcânî'nin tarifini biraz farklı ifadelerle dile getirmiştir. Tehânevî'nin
tarifi ise biraz farklıdır: "Din akıl sahiplerini kendi iradesiyle şimdiki
halde (dünyada) salâha, gelecekte (âhirette) felaha, sevkeden Allah tarafından
konmuş ilâhî bir kanundur"[4] M.
Hamdi Yazır, bu klasik tarifleri dikkate alarak, din ve İslâm kelimeleri
arasındaki uyuma dikkat çekerek şöyle der: "Din de insanlar arasında
ihtilaf ve çekişmeleri önleyerek müsâlemeyi temin eden bir kanundur. Dinde
yalnız insanlar arasında değil, insanlarla Allah arasında da bir ahid ve
barışıklık (selam) vardır. Bu sayede hâlik'in iradesiyle mahlûkun (yaratılmışın
yani insanın) iradesi arasında bir uygunluk sağlanmış olur."[5] Hulâsa
din, fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir
âmil olduğu gibi toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan kurumdur.
Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren en mükemmel
kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan,
kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir.[6]
Allah
tarafından tesbit edilmiş bu dinin nasıl uygulanacağı, yine bizzat O'nun
tarafından seçilmiş ve kendilerine Rasül veya Nebî dediği elçiler
(Peygamberler) vasıtasıyla insanlara bildirilmiştir. Sadece bildirilmekle
kalmamışlar, örnek olup, dinin uygulama esaslarını, kendi hayatlarında en güzel
bir şekilde göstermişlerdir. Nitekim Peygamberimiz için de Kur'an'da "Usvetün hasenetün" en güzel
örnek tabiri kullanılmıştır.[7]
Bu durumda
din denilince şu dört unsurun birlikte düşünülmesi gerekmektedir:
1- Allah ve O'nun mutlak hâkimiyeti ve tevhidi,
2- Allah'ın insanlara dünya ve âhiret saadetini temin
edecek buyrukları,
3- İlâhî buyrukları insanlara tebliğ eden elçi
(Peygamber)
4- Bu buyrukları tebliğ edip yaşayan, yorumlayan hayata
geçiren peygamberin yaşam tarzı (sünneti).
Bu dört
unsur İslâm tarihi boyunca hiç ihmal edilmemiş, beraberce yorumlanıp
uygulanmaya çalışılmıştır. Bu demek değildir ki her şey toz pembedir. Hayır,
zaman içinde, bu dört unsurdan birine veya bir kaçına önem verilip, diğerlerine
daha az önem verildiği, hatta peygamber ve sünneti mefhumunun dikkate
alınmaması gerektiği ifade edilmiş, bu konuda ekol oluşturulmuştur.[8]
İslâm
yaşayan ve yaşanan bir din; İslâm medeniyeti yaşayan bir medeniyettir. Temel
dayanakları ise birbirinden ayrılmaz iki unsur Kur'an ve Sünnet. Tarih boyunca
bütün müslümanlar bu iki kaynağı daha iyi nasıl anlar da Allah'a karşı
görevlerimizi yapmış, dünya ve âhiret saadetini kazanmış oluruz düşüncesinin
mücadelesini vermişlerdir. Aranan hep Kur'an ve Sünnet eksenli bir din
anlayışıdır. Bu ideal anlayış uğraşında bazen uç noktalarda seyredenler de
olmamış değildir. Dün olduğu gibi bugün de aynı ideal anlayış içinde gayretler
sarfedilmektedir. Özellikle peygamber ve onun sünneti konusunda çok şey
söylenmekte ve yazılmaktadır. Her bir yazılan yazı, söylenen söz yeni düşünce
dünyalarının kapısını aralamakta, böylece konu canlılığını korurken
"gerçek", tekrar tekrar tescil edilmektedir. Konuşulan ya da
tartışılan noktanın odağında bulunan asıl öge "peygamber" kavramıdır.
Peygamber nasıl bir şahsiyettir? İnsan mıdır, melek midir yoksa nedir? İnsan
ise bütün duygu, düşünce, kişilik ve benlik olarak sokaktaki insandan farksız
mıdır yoksa farklı yönleri olmalı mıdır? Bütün bunlara bağlı olarak O'nun
getirdikleri ve O'ndan sâdır olan davranışlar ve o davranışların değeri
konuları tartışılan hususlardır. Bu tartışmaların nihâî amacı ise Kur'an'ı
daha iyi anlamak, sünneti daha iyi kavramaktır.
Şüphesiz az
bir Kur'an bilgisine sahip olan kimseler peygamberin bir melek olmadığını ve
O'nun bir insan olduğunu, gerek fizik olarak gerekse his ve duygular olarak
diğer insanlardan ayrı olmadığını bilirler. Bilinmesi gereken bir başka husus
da, hatta en önemlisi O'nun insanlar içinden seçilmiş olmasıdır. Bunun altının
çizilmesi gerekir. Peygamberler, Allah'ın insanlar arasından kendi emirlerini
onlara tebliğ etmek için seçtiği şahsiyetlerdir. Yani peygamberler, diğer
insanlara göre artı değerleri olan insanlardır. Ama bu artı değerler de yetmez,
Allah tarafından seçilmiş olmak esası da vardır. Peygamberlik kesbi değil
vehbidir (çalışarak kazanılmaz Allah
vergisidir, O'nun seçmesi gerekir). Seçilmiş olmak üstün meziyetlerle
donanmış olmayı gerektirir. Hz.
Peygamber'in "Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi ise güzel yaptı"[9] sözlerinin işaretinden de anlaşıldığı gibi,
peygamberler ilâhî terbiye ve murakabe altındadırlar. Bunun yanında insanî
özellikleri vardır, diğer insanların ihtiyaç duydukları şeylere onlar da
ihtiyaç duyarlar yani melek değildirler, insandırlar ama bu insanilik hiç bir
zaman sıradanlık değildir.
Konuya bu
perspektiften bakıldığı zaman ifrat ve tefrite düşmeden peygamber ve
peygamberin sünnetini değerlendirmede orta yol bulunmuş olacaktır.
Geçmişten
günümüze tartışılan bir başka husus tebliğ edilen, sünnetle yorumlanan İslâm'la
(Dinle), yaşanan İslâm arasında, çeşitli toplum katmanları arasındaki
çelişkilerdir. Hangisi İslâm? Halkın yaşadığı mı, Kur'an ve sünnetle anlatılan
mı? Tabiki Kur'an ve sünnetle anlatılan, İslâm'dır. Kur'an'ın mevsûkiyeti ve
güvenilirliği tartışılmaz. Bu konuda hiç kimsede ufak bir şüphe yok ancak, Hz.
Peygamber'e ait sünnetin bize intikal edişi, sahih sünnet arasına bazı farklı
ifadelerin sokuluşu, peygamberi -haşa- bir masal kahramanı haline vardıracak
ifrat ve tefrid noktalara gitmeyi kolaylaştıracak durum arzetmesi; böyle bir
görüntünün toplum genelinde inanç haline dönüşmesi, problemin bir başka
sebebidir. İşin bu noktaya gelmesi ise, İslâm'ı kabul eden toplumlarda, İslâmî
şuurlanma tam olamayınca, dinî eğitim yetkili kaynaklardan verilmeyince,
toplumun şuuraltında gizlediği o maşerî vicdan ve onu besleyen örf ve
gelenekler ön plana çıkmaktadır. Onların ne derece dinî olup olmadığını test
edecek dinî bilgiden de yoksun olununca karşımıza, din haline getirilmiş bir
gelenek ortaya çıkıveriyor. Bu gün görülen kargaşa dinî kültür mü, kültürel din
mi? onun kargaşasıdır. Bu şekilde şuuraltındaki bazı kültürel değerlerin, bazen
de şahsî menfaat veya siyasî maksatlarla uydurulmuş sözlerin sahih hadislerin
arasına kasıtlı kasıtsız sokulmuş olması problemi daha da artırmaktadır.
Böyle
problemler yumağı içinde şu sünnettir bu bid'attır tartışmaları ise sürüp
gitmektedir. Toplumun bir kesimi eğitimsizliğin ve dinî cehaletin sonucu
hurafelere düşerken, bir kesimi de toplumun yapısını pek fazla önemsemeden
keskin tavırlar almak suretiyle tekfir etme derecesine varan anlayışlar içinde
görülmektedir. Bunun yanında peygamberin Allah tarafından seçilmiş olmasının
gereği olarak bulunan bazı özellikler reddedilerek beşerilik vasfı öne çıkarılıp,
peygamber ve O'nun sünnetine karşı tavır alan düşünceler ortaya çıkmaktadır.
Günümüz insanı bu ikilem arasında gidip gelmektedir. Biz bu çalışmamızda kavram
ve mahiyet olarak sünnet ve bid'at kavramlarının teorik bir araştırmasını
yapmaya gayret ettik. [10]
"Sünnet"
kelimesi, (s-n-n) kökünden gelmektedir. Bu kökten türeyen diğer şekiller de dikkate
alınınca, pek çok değişik manaya geldiği görülür. İbn Manzûr (711/1311), bunları
şahitleriyle birlikte zikrederek uzun bir listesini verir.[11] Bu manalardan bazıları
şöyledir:
"Diş,
mızrak ucu, suret, yüz (:vech), yaş (:ömür), bileği taşı, iyi olsun kötü olsun
yol, gidişat, tabiat (:huy, karakter), metod, model, tek bir yönden esen
rüzgar, otlatmak, cilalamak, sözü güzelleştirmek, şekil vermek, bir kalıba koymak,
kasdetmek, deveyi süratle sürmek, suyu yavaş yavaş dökmek, akıtmak..."
gibi daha pek çok manaya gelmektedir.
(s-n-n)
kalıbının türemiş manaları arasında ilk defa kullanılan temel mananın hangisi
olduğu konusunda İbn Düreyd (321/933), bunun "bir şeyi âdet olarak ihdas
etmek, örnek olarak ortaya koymak" manası olduğunu söyler.[12] İbn
Fâris (395/1005), "dökmek, akıtmak" manasının temel mana olduğuna
işaret ederek, kelimenin şu şekilde kullanıldığını örnek gösterir: (Suyu yüzüme
döktüm.)[13]
Cevheri
(393/400) de, (suyu yüzüme akıttım) örneğini vererek bu dökme işinin aralıksız,
peşpeşe yani akıtmak manasının temel mana olduğunu açıklar.[14]
"Sünnetullah"
kavramı üzerinde semantik bir çalışma yapan Dr.Ömer Özsoy'un da tesbit ettiği
gibi, bu temel manalara göre sünnet, "orjinal, sürekli ve belli standarda
oturmuş (iyi-kötü) davranış biçimidir."[15]
Sünnet kelimesinin
Kur'an'da ve Sünnette kullanılış biçimlerine baktığımız zaman, kelimenin lügat
yönünden sahip olduğu manaların bir kısmını muhafaza ettiğini görüyoruz.
Kur'an'daki kullanılış biçimleri arasında bazen müfred[16], bazen cemi[17] ve
bazen de izafet[18] formları
geçmektedir. Kur'an'da toplam onüç yerde geçmektedir.
Sözkonusu
ayetlerin hepsinde "yol, vak'alar, ilâhî kanun, âdet" manalarında
kullanılmıştır. Hz. Peygamber'in hadislerinde ise, sîga olarak müfred, cemi
şekilleri kullanıldığı gibi, terkip olarak da kullanılmıştır. "Sünneti
sünnetü Rasûlillah, Sünnetü hulafâi'r-râşidîn el-mehdiyyin, sünnetü'l-müslimîn.[19]"
gibi terkipler bunlardan bir kaçıdır.
(s-n-n)
kelimesi ve müştekkâtının hadislerdeki kullanılışında ihtiva ettiği lügavî
manalardan "âdet, gidişat, model, çığır açmak ve takip edilen yol"
şeklindeki birbirine çok yakın olan manaları sıkça kullanılmakla beraber, bazı
hadislerde, kelimenin muhtevasındaki diğer manaların da kullanıldığı görülmektedir.
Meselâ:
Mescid-i
Nebevî'ye gelen bir bedevînin orada bir kenara bevletmesine karşı Hz.
Peygamber'in tavrı şöyle nakledilmiştir:
"Bir kova su istedi ve o bevledilen yere döktü." Bu
hadiste geçen "Fesennehû" kelimesi "Sabbehu" (:onu döktü)
anlamında kullanılmıştır.[20]
Amr bin el-As, yapmış olduğu vasiyetinde üzerime
yavaş yavaş toprak koyunuz) dediği, burada da "Fesünnû... sennen"
lafızlarını kullandığı ve bunların da "Daûhu vad'an sehlen": yavaş
yavaş dökünüz" manasında olduğu nakledilmektedir.[21]
Başka bir
hadisten alınmış şu cümle de "sünnet" kelimesinin yine bilinen
manası dışında kullanıldığını göstermektedir: "Sadakaya teşvik etti. O
sırada çirkin yüzlü bir adam ayağa kalktı." Buradaki
"Kabîhu's-sünne" ifadesi, "kabîhu's-sure" manasında olduğu
belirtilmektedir.[22]
Sünnet
kelimesi, İslâm'ın başlangıcından itibaren husûsî bir mana kazanmış, yine yol,
tarîk, gidişat (.sîret), takip edilen ve örnek alınan yol gibi manalarını
muhafaza etmiş olmakla birlikte, bu manalar sadece Hz. Peygamber'in sîretine
tahsis olunmuştur. Ancak Hz. Peygamber'in tarîk ve sîretinin, Allah'ın
tebliğine memur ettiği din ile ilgili olması dolayısıyla, kelimenin lügatte
görülen "kötü ve mezmum yol" manası, ıstılahı manasında
kaldırılmıştır. Hz. Peygamber'in sünneti sözkonusu olduğu zaman, bu sünnetin
zemme lâyık yol ve gidişat olması mümkün değildir. Aksine bu yol ve gidişat
övülmeye ve örnek alınmaya layıktır.[23] Artık kelime, teknik bir
anlam kazanmıştır. Dinde mutlak olarak sünnetten bahsedildiği zaman, ondan
anlaşılan: "Kur'an'ın zikretmediği hususlarda, Hz. Peygamber'in kavlî
olsun, fiilî olsun ve takriri olsun, emrettiği, yasakladığı ve teşvik ettiği
şeylerdir."[24]
Sünnetin
ıstılah olarak tarifi, İslâmî ilim dallarının her birinde ve hatta her bir
ekolde, Hz. Peygamber'e âidiyyeti saklı olmakla birlikte farklı şekillerde
incelenmiş ve tarif edilmiştir. Her bir ilmî disiplin, kendi penceresinden
meseleye bakmış ve kendine yeteni almıştır.[25] Ayrıca zaman içinde sünnet
kavramının kapsamı genişlemiştir. İlk zamanlarda sadece Hz. Peygamber'e izafe
edilen her şey sünneti teşkil ederken, daha sonraları sahabe kavilleri, tabiin
ictihadları da sünnet kapsamı içinde müteâlâ edilmiştir. Hz. Peygember'den
başka diğer insanların da sünnet koyup koyamıyacakları tartışılmıştır.
Kelimenin kök manası içinde olan "iyi olsun kötü olsun takip edilen
yol" manası ön plana geçerek kullanılmaya başlanmıştır.
Bu açıdan
sünnetin ıstılah olarak manasını onbeş asırlık İslâm kültürü içinde ele alarak
belli bir tarife sığdırmak oldukça zordur. Meseleye bu zaviyeden bakıldığı
zaman, gerek müslüman bilginlerin, gerekse oryantalistlerin sünnetin ıstılahı
manası üzerinde farklı yorumlar getirdiklerini görüyoruz. Bunları ana
başlıklar altında görelim:[26]
Usûl
âlimleri Sünnet'i şöyle tarif eder: "Hz. Peygamber (s.a)'den Kur'an'ın
dışında sâdır olan söz, fiil ve hareketlerdir."[27] Bazı müteahhirûn alimleri
hariç, bütün usulcüler Sünnet'in bu şekildeki tarifinde ittifak halindedirler.
Bazı müteahhirûn âlimler sâhabe-i kiramdan sâdır olan söz, fiil ve takrirleri
de Sünnet kavramı içinde müteâlâ etmişlerdir.[28]
Sünnet
kavramının Usûl âlimlerince bu tarifte geçen "sâdır olma.."
ifâdesinin delâlet ettiği mana üzerinde durulmuş, Hz. Peygamber (s.a.)'den
Kur'a'nın dışında Cenâb-ı Hak'tan hikâye ederek "Cenab'ı Hak buyurdu ki:
..." şeklinde sâdır olan sözlerin, yani Kutsî Hadis'lerin yine O'ndan
sâdır olan fiillerden zevâid ve hasâis nev'inden olanların da Sünnet tarifi
kapsamına girip girmeyeceği meselesi, Hz. Peygamber (s.a.)'in nübüvvetten
önceki yaşayışında sâdır olan söz fiil ve takrirlerinin Sünnet olarak alınıp
alınamayacağı gibi konular da tartışılmıştır.[29] Çünkü Usûl alimleri için
gerekli olan, Hz. Peygamber (s.a.)'den sudur eden şeyin sübûtunun kesinliğidir.
O, bu delile dayanarak ondan hüküm çıkaracak ve bu hüküm ümmet için normatif
bir özellik kazanacaktır. Bu sebepten dolayıdır ki, Usûl âlimleri Hz.
Peygamber'e, kendisinden sonra, ictihad yapacak müctehidlere, bu işte yardımcı
ve dayanak olacak kaideler koyan, insanlara hayat düsturlarını açıklayan bir
müşerrî (şeriat koyucu) olarak bakmışlardır.[30]
Hadisçilerin
tarifinde "Hz. Peygamberin sözleri, fiilleri, takrirleri gerek yaratılışla
gerekse güzel ahlakla ilgili sıfatları, Peygamberlikten önceki halleri ve
risalede ilgili durumları olduğu gibi Hz. Peygamber'e izafe edilen her şey
sünnettir."[31] Bu
manaya göre sünnet, muhaddisler nezdinde hadis ile müteradiftir.[32]
Muhaddislerin
sünnet tarifinde yer alan "Hz. Peygamber'e izafe adilen..." ifâdesi,
ayırıcı bir özellik olup, muhaddislerle usulcülerin sünnet tarifindeki en
belirgin anlayış farkıdır.[33]
Ftkıhçılar,
sünneti "farz ve vacip dışında Hz. Peygamber'den gelen hükümler"[34] olarak
tarif ederler. Bu tarife göre usûlcülerle aralarındaki fark şudur: Usulcülere
göre sünnet, şer'ı hükümlerin delillerinden bir delildir. Fıkıhçılara göre ise,
bu delil ile her hangi bir fiilin sabit olduğu hükümdür.[35]
Bu genel
çerçevedeki tarif yanında, fıkhî mezhepler arasında küçük ayrıntılarla farklı
tarifler getirilmiştir. Ama hepsinin ortak yanı, fıkıhçıların sünneti, ahkâm-ı
şer'iyye içinde mütâlâa etmiş olmalarıdır.[36] Bununla birlikte Şafiî (204/819)'nin sünneti, vahyin bir
nev'i kabul edip sünnet-i sabite (sübût bulmuş sünnet) yahut hikmet olarak
değerlendirmesi; sünnet denilince Hz. Peygamber'e ait örnek davranışlar
olarak görmesi[37]
yanında, Şafii (179/795) sünneti, "Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri ve
takrirleriyle bu çerçevede daha sonraki nesillerin ortaya koydukları uygulamalar"[38]
şeklinde anlamaktadır. Zaten o, bütün rivayetlerini topladığı eserine
"el-Muvatta" ismini vermiştir. "el-Muvatta" demek,
"çiğnenmiş, hazırlanmış yol" yahut "(üzerinde yürünmesi)
kolaylaştırılmış yol" demektir.[39] Sanki el-Muvatta
ile kasdedilen, Nebî (s.a.) 'in ve ashabının üzerinde yürüdükleri yol
(gidişat) kastedilmiştir ki, o da İslâm yolu, Kur'an'ın sarih tefsiridir.[40] Onun
bu anlayışı itibariyledir ki Medine ehlinin ameli, ictihadlannda büyük yer
işgal etmektedir. Hanefî hukukçularından Serahsî (ö.483/1090) şöyle der:
"Bize göre sünnet, Rasûiüllah (s.a.) ve sahâbe-i kiramın edindikleri
yoldur."[41]
Kelamcılar
ise sünneti, bid'atın karşıtı (zıddı) olarak görmektedirler.[42] Bazı
fıkıhçılar tarafından da kullanılan bu mânâ, zaman içinde özellikle itikadı
ağırlıklı bir anlam kazanmıştır. "Fülan sünnet üzeredir, fülan bid'at
üzeredir", denildiği zaman anlatılmak istenen bu manadır.
Bu ifâde
genel manada söylenmiş olup Kelâmcılarca, Sünnet/Hadis, çok farklı şekillerde
değerlendirilmiştir. Bazı Kelamcılar Sünnet'i tamamen reddederken, bazıları
çeşitli şartlar ileri sürerek dolaylı bir şekilde reddetmişlerdir.[43] Bir
kısmı da Sünnet'i reddetme yerine, Sünnet'in bize nakledilmesinde ilk kaynak
olan Sahâbîlerin büyük çoğunluğunu, ileri sürdükleri "mürtekib-i
kebire" düşüncesiyle veya "imamet" görüşüyle tekfir etmek
suretiyle, onların rivâyetiyle gelen Sünnet'i kabul etmemekte yahut kendi arzu
ve isteklerine göre değerlendirmektedirler.[44] Kısaca, "Kelâmcılara
göre Sünnet" hakkında net bir şey söylemek oldukça zordur. Ancak
Kelâmcılara göre genel olarak Sünnet, bid'at'ın zıddıdır.
Bazı
müelliflerin sünnetin tarifi hakkındaki görüşleri şöyledir:
Şâtıbî
(790/1388) bu konuda şöyle der:
"Sünnet
kelimesi bir ıstılah olarak çeşitli anlamlarda kullanılır:
Birinci
manası: Sadece
Peygamber'den nakledilen, bizzat Kur'an tarafından ele alınmayıp aksine Hz.
Peygamber tarafından açıklanan şeylerdir.
İkinci
manası: Bid'atın
karşıtı anlamındadır. Sünnetin bu kullanılış şeklinde dikkate alınan husus,
sadece şeriat sahibinin yani Hz. Peygamber'in ameli olmakta ve
"sünnet" tabiri işte bu açıdan kullanılmaktadır. Yapılan fiilin
Kitab'ın (Kur'an'ın) bir gereği olup olmamasına bakılmamaktadır.
Üçüncü
manası:
"Sünnet" sözcüğünün, sahabenin işleyegeldikleri şeyler anlamında da
kullanılmasıdır. Sünnet diye isimlendirilen şeylerin Kitapta olup olmamasına
bakılmamaktadır. Çünkü bu halleriyle onlar yani sahabe:
a) Ya kendilerince sabit olan fakat
bize kadar ulaşmayan bir sünnete tabî olmuşlardır.
b) Ya da üzerinde hepsinin veya
halifelerinin icmâ ettiği bir içtihada dayanmışlardır. Onların bir konuda icmâ
etmeleri, icmâ olmaktadır. Halifelerin icmâı ise, aslında bütün sahabenin icmâı
anlamına gelir. Çünkü maslahat gereği tüm insanları o şeyle amel etmeye sevkedene
bu ve bu arada sahabenin böyle bir davranışa karşı herhangi bir tepki
göstermemesi, onların da hükme katıldıklarını gösterir. (Bu sükûtî icmâdan
kabule daha şayandır. Çünkü tepki gösterilmemesi yanında tüm sahabe tarafından
işlenir olması ona ayrı bir güç katar). Bu durumda mürsel maslahatlar,
istihsana (dayalı uygulamalar), sünnetin bu sonuncu kullanılış şekli altına
girer.
Buraya kadar
anlatılanları topladığımızda, sünnet kelimesinin kullanılışının şu dört yönü
ihtiva ettiği ortaya çıkmaktadır:
a) Hz. Peygamber'in sözleri
b) Hz. Peygamber'in fiilleri
c) Hz. Peygamber'in tasvipleri (ikrar,
onay). Hz. Peygamber'den sadır olan bütün bu söz, fiil ve tasvipler ya vahye
dayalıdır ya da -Hz. Peygamber hakkında içtihadın sahihliği görüşüne göre-
içtihada dayalıdır.
d) Sahabe ve halifelerden nakledilen
uygulamalar. Bu türden olanlar da her ne kadar söz, fiil ve tasvip (ikrar) gibi
üçe ayrılabilirse de tek bir tür olarak kabul edilmektedir.[45]
Abdülhay
el-Leknevî (1364/1877), "İkâmetü'l-Hücce" isimli eserinde:
"Sünnet,
sadece Rasûlullah (s.a.)'in yaptığı şeylerden ibaret değildir. Rasûlüllah'tan
sonra gelen halifelerin tatbikatı ve dinî sahada koydukları şer'î hükümler de
sünnettir."[46] der.
el-Âmidî
(631/1233) sünnetin muhtevasını daha geniş bir açıdan değerlendirerek
Kur'an-sünnet ve icmâ bütünlüğünden bahsetmekte, icmâ ile varılan sonuçları bir
nevî sünnet çerçevesinde müteâlâ etmektedir.[47]
Görüldüğü
gibi, sünnet terimi, kapsam itibariyle Hz. Peygamber'e ait söz, fiil ve takrire
alem olmuş bir isim olmaktan çıkmış, zaman içinde Hz. Peygamber'e ait Nebevî
sünnet çerçevesinde ortaya konan, yeni içtihatlar ve bu konuda oluşan icmâ,
sünnet kapsamına dahil edilmiştir. Yani başlangıçta Hz. Peygamber'in örnek
alınan davranışları sünnet lafzıyla ifade edilirken, zaman içinde Hz.
Peygamber'den başka kimselerin yahut toplulukların davranışları da aynı lafızla
ifade edilmeye başlanmıştır. Yukarıda da kısmen temas ettiğimiz gibi, Hz.
Peygamber'den başkasının da sünnet koyup koyamıyacagı tartışılmıştır. Konuya
işaret edilmesi açısından Şevkânî'nin "lrşâdu'l-Fuhûl"ünde yaptığı
şu nakli zikretmek yerinde olacaktır: "İbn Fâris,
"Fıkhu'l-Arabiyye"sinde şöyle der: "Ulema, Ebû Bekir'in sünneti,
Ömer'in sünneti diyenlerin bu sözlerini iyi görmemişler ve ancak Sünnetullah:
Allah'ın sünneti, Sünnetü Rasûlillah: Rasûlüllah'ın sünneti denilir,
demişlerdir."[48]
Hadis Usûlü
ile ilgili eserlere baktığımız zaman, görülen bazı hadis/sünnet taksimleri,
daha çok Hz. Peygamber'e ait olanla olmayanı ayırmaya yönelik çalışmalardır.
Meselâ: Hadis, Haber ve Eser taksimi gibi. Buna göre, Hz. Peygamber'den
gelenlere Hadis, diğerlerinden gelenlere Haber diyenler olduğu gibi, Horasan
Fıkıh bilginleri de Hz. Peygamber'den gelenlere Haber, ashaptan gelenlere Eser
adını vermişlerdir.[49] Ayrıca
hadislerin müntehâsı açısından Merfû hadis, Mevkuf hadis ve Maktu hadis ayırımı
da yine bu tür çalışmalardandır. Bütün bunlar, daha ilk devirlerde sünnet kelimesinin
lügat ağırlıklı olarak daha çok kullandığına işaret etmektedir. Nitekim Hadis
külliyatını incelediğimiz zaman Hz, Peygamber (s.a.)'in söz, fiil ve
takrirleriyle ilgili bilgilerin hemen yanında sahabe ve hatta tabiine ait söz,
fiil ve uygulamaları ile ilgili bilgileri de bulabilmekteyiz.[50]
Il- Sünnet
Hakkında Yeni Anlayışlar
"Sünnet
hakkında yeni anlayışlardan kastımız, sünnetin bugüne kadar yapılan klasik
tarif ve anlamının dışında yapılan tarifler ve farklı yorumlardır. Şüphesiz
onbeş asırlık İslâm tarihi içinde sünnet kavramı üzerinde farklı yorumlar
yapılmış, yeni bakış açıları getirilmiştir. Bunları tek tek tesbit edip
üzerinde değerlendirme yapmamız mümkün değildir. Biz burada genellikle meseleye
daha çok tesbit açısından yaklaşarak, yapılan çalışmaların ana esaslarını
belirlemeye çalışacağız.
Konuyu
incelediğimiz zaman, klasik sünnet anlayışlarına göre daha farklı bir bakış
açısını sergileyen bu anlayışların temelindeki asıl unsurun, gelişen dünya
karşısında İslâm dünyasının gerek fikrî seviyede gerekse sınaî ve teknolojik
bakımdan geri kalmışlığının eziklik psikolojisi içinde İslâm'ın evrensel
değerleri savunduğu, tarihte görevini yerine getirmiş ve nihayet arşive
kaldırılmış bir inanç ve dünya görüşü olmadığı düşüncesini ispat etmek amacıyla
ileri sürülmüş yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlarda modernist düşüncenin egemen
olduğu bir hakikattir, İslâm modernizminin gerçekleşmesi için de, önünde bir
engel gibi duran sünnet ve sünnet malzemesinin yeniden yorumlanması
gerekmekteydi. İşte bu ve benzeri düşünceler istikametinde sünnet üzerine yeni yorumlar
geliştirilmiştir. Bu yorumlara baktığımız zaman, sünnet hakkındaki yeni
anlayışların menfî ve müsbet yönde olmak üzere iki alanda yoğunlaştığını
görüyoruz. Menfî alandaki yaklaşımlar, daha çok oryantalist kaynaklıdır. Bu
anlayış, "sünnetin, dinin kaynaklarından biri olamayacağı" düşüncesi
üzerine bina edilmiştir. Oryantalistlerin iddiaları sadece sünnete karşı
çıkmakla sınırlı değildir. Biz konumuz itibariyle bu ifâdeyi kullandık, yoksa
onlar "Hz. Peygamber (s.a.)'in şahsını ve tebliğlerini hedef
seçmişlerdir. Yazdıkları ciltler dolusu kitaplarda, Hz. Peygamber (s.a.)'in
Allah'tan vahy almadığını, Kur'an-ı Kerim'i önceki dinlere ait çeşitli
kaynaklardan derleyerek yazdığını, İslâm'ın Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabiîlik,
Câhiliye dönemi gibi önceki din ve kültürlerden aktarılan hususlardan meydana
geldiğini ve vahye dayanmadığını iddia etmişlerdir.[51] Bu görüşlerini desteklemek
için de tamamen taraflı, adalet, insaf ve tarafsızlık ilkelerine uymayan
objektiflikten uzak çalışmalar içine girmişlerdir, ilk hedef olarak da
"Sünnet" 'i seçmişlerdir. Sünnetin sübûtu, yazımı, isnad müessesesi
ve teşri değeri ile sünnet malzemesinin (hadislerin) sıhhat durumu gibi pek çok
konuda görüşler ileri sürerek sünnete eleştirilerde bulunmuşlardır.
Sünnete
karşı menfî tutumlarıyla tanınan Gibb, İ. Goldziher, Leon Caetani, J. Schacht,
R. L. Nicholson, M. J. Kister gibi pek çok batılı araştırmacıyı saymak
mümkündür.
Fazlurrahman,
oryantalistlerin sünnete cephe almalarının sebeplerini şöyle açıklar:
1. Bu araştırmacılar, sünneti
oluşturan muhtevanın bir kısmının, Arapların, İslâm öncesi örf ve âdetlerinin
doğrudan bir devamı olduğunu;
2. Sünnetin büyük bir kısmının ise,
şahsî ictihadlarıyla mevcut sünnetten ya da uygulamadan istidlallerde bulunan
Yahudi kaynakları ile Bizans'ın ve İran'ın idarî uygulamalardan yeni unsurlar
ilave eden ilk dönem İslâm Hukukçularının düşünce faaliyetlerinin bir ürünü
olduğunu;
3. Nihayet ilk döneme ait sünnetin
bütün muhtevasının, Hadis'in sonraları ezici bir hareket haline dönüşmesi ve
ikinci asrın sonlarında özellikle üçüncü asırda bir halk hareketi haline
gelmesi sonucu sözlü olarak "Peygamberin sünneti" koruması altında
bizzat Peygamber'e isnad edildiğini.[52] ileri sürmeleridir. Böylece
sünnet diye Hz. Peygamber (s.a.)'e izafe edilen şeylerin aslında Hz. Peygamber
(s.a.)'le ilgisinin bulunmadığı tezini atarak bunu destekleyecek malzeme
bulmaya çalışmışlardır.
Böyle bir
gayret içine girmek ve arzu ettikleri sonuca varmak, Hristiyan kültürü içinde
yetişmiş, düşünce dünyasında vahy olgusunun ne olduğu netleşmemiş, bir
müslümanın anladığı mânâda Peygamber ve vahy anlayışına erememiş bir batılı
araştırmacı için gayet normaldir. Çünkü gerek İncil nüshalarının sübûtundaki
meçhûlîyet, gerekse Hz. Isa (a.s.)'ın peygamberliğinin farklı algılanışı,
onları, İslâm'ın vahy anlayışını ve Peygamber anlayışını kavramada zorlamaktadır.
Vahy olgusu nedir, onun karşısında müslümanın aldığı tavır nasıldır vb. sorular
batılı bir araştırıcı için hiç bir mânâ ifade etmez. Onlar vahyi insan kelamı
gibi gördüklerinden, kendileri için kudsiyeti olmasına rağmen İncil ayetlerini
pekâla eleştirebiliyorlar, bir peygambere her türlü isnadları yapabiliyorlar,
bunu da hiç yadırgamıyorlar. İnanç dünyaları böyle bir idrakle donanmış. Böyle
bir kültür içinden gelen bir araştırıcı için hiç bir art niyet olmasa bile,
İslâm'ın vahy ve Peygamber anlayışını kavramak zor olacaktır. Veya en azından
bunu kendi düşünce ve inanç biçimine adapte ederek anlamaya çalışacaktır. İşte
bu adaptasyon olayıdır ki, onları Kur'an ayetleri, Hz. Peygamber (s.a.) ve
O'nun sünneti hakkında çok rahat söz söylemeye sevketmiştir. Art niyetli
olmayanlar ise, daha çok politik ve siyasal kaygılarını, ilmîlik perdesi
altında takdim etme gayreti içine girmişlerdir. Önceden belirledikleri hedef ve
sonuçlar için zorlama te'viller, çok kere tahrifler yapmak suretiyle
çalışmalarını sürdürmüşler, İslâm'ın orjinal kaynakları yerine tarih boyunca
farklılaşan kültürel değerleri de orjinal kaynak olarak kullanma yoluna
giderek çok değişik sonuçlara ulaşmışlardır. Böylece galip devletlerin,
sömürge edindikleri ülkelerin insanlarının değer yargılarını sarsmak suretiyle
o ülkeler halkları üzerindeki tahakkümlerini biraz daha fazla devam ettirmelerini
sağlayacak araştırmalar yapmışlardır.[53]
Oryantalistlerin
bu şekildeki menfî tavırlarının etkisinde kalarak Sünnet'e karşı menfî tavır
içinde görülen müslüman ilim adamları da bulunmaktadır. Onların bu menfilikleri,
bir İslâm düşmanlığı olmasından ziyade İslâm'ın aktüalitesini korumak, İslâm'a
çağdaş yorumlar getirmek kaygısıdır. Onlara göre, sünnet verileri, gerek
sübûtundaki ve gerekse sıhhatindeki bir takım endişelerden dolayı Kur'an'ın anlaşılmasını
güçleştirmektedir. Bunun için sadece Kur'an yeterlidir, o iyi anlaşılmalıdır.
Kur'an'ı anlamak için başka verilere gerek yoktur.[54] Sünnet kavramına yeni
anlamlar yüklemek, sünnetin yerelliğini ileri sürmek gibi görüşleri benimseyen
bazı müslüman bilginlerin sünnete karşı bu tutumları, aslında mağlup ülkeler
insanlarının psikolojisini yansıtmaktadır. Yani bu durum, İslâm mütefekkirleri
arasında görülen, yabancı kültürler karşısında zihinsel yenilgilerinin bir
yansımasından başka şey değildir. Bu kompleksin kırılması gerekiyordu. Bunun
için İslâm dünyasındaki bazı ıslah-tecdid/yenilik hareketlerine girişildi. Bu
yenilikler fikrî düzeyde olmalıydı, bunun için de işe eğitimden başlanmalıydı.
Genel olarak ifade ettiğimiz bu gerekçe ile Seyyid Ahmed Han (1817/1898),
Cambridge Üniversitesi'ni örnek alarak Hindistan'da "Muhammedian Oriental
Collage"= Muhammedî Şarkiyat Koleji'ni kurmuş; konuyu değerlendirişi
farklı olmasına rağmen mutlak bir yenilik ihtiyacının olduğuna inanan
"Abduh (1905) Mısır'da "el-Ezher"'i ıslah gayretlerine
girişmiştir. Yenilik düşüncesinin temeli, Hindistan'da Ali el-Müttekî (1567)
Abdülhak ed-Dihlevî (1642) ve Şah Veliyyullah ed-Dihlevi (1762) gib İslâm
bilginlerinin gerek sünnet/Hadisin, gerekse Kur'an'ın daha iyi anlaşılması,
genel olarak İslâm'ın yorumlanması konusundaki gayretli çalışmalarına kadar
dayanmaktadır. Ne varki zaman içinde söylemler farklılıklar göstermiş, Emir Ali "Kur'an Hz. Peygamber'in
aklının bir ürünüdür" derken, Seyyid Ahmed Han, aklın kabul etmediği
gerekçesiyle Melek, Cennet, Cehennem, Cin, Kur'an'da zikredilmesine rağmen Nuh Tufanı, İbrahim (a.s.)'ın ateşe
atılması, İsa (a.s.)'ın babasız doğması gibi mucizeleri kabul etmiyordu.
Hadisler hakkında mutlak dirayet usûlünün uygulanması gerektiğini savunan S.
Ahmed Han, hadisler hakkında şüpheli görüşlerin yolunu açmış, Hind
yarımadasındaki hadisi inkar hareketi için zemin hazırlamada büyük rol
oynamıştır.[55] Ancak
burada şunu da ifade etmek yerinde olacaktır: Sadece Kur'an'la yetinme, sünneti
reddetme düşüncesinin temelleri İslâm'ın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır.
Nitekim İmam Şafii'nin (204/819) el Ümm isimli eserinde hadisleri reddeden
biriyle yaptığı tartışmaya yer vermiş olması[56], problemin daha hicrî III.
asır başlarında görülmeye başladığına işaret etmektedir. Buradan, günümüzdeki
tartışmaların geçmişten gelen bir anlayışın devamı olarak anlaşılabileceği
gibi, asıl önemlisi, kullanılan üslûbun
oryantalistlerin üslubuyla paralellik arzetmesi, oryantalistlerin
kendileri gibi düşünen müslüman bilginler üzerinde etkinin olduğu kanaatini
uyandırmaktadır.[57]
Sünnete
karşı takınılan bu menfî tavır için genel olarak şu deliller ileri
sürülmektedir:
1. Kur'an-ı Kerim'de En'am: 6/38'de şöyle
buyurulmaktadır:
"Biz kitapta hiç bir şeyi eksik
bırakmadık."
Kur'an
açıklanmaya muhtaçtır dediğimizde bu, Kur'an ve O'nu her halükarda, her uır
aşırılık ve noksanlıktan uzak tutana, muhalif hareket etmek ve Kur'an'ı
indireni tekzibte bulunmak olur. Bundan dolayı Allah'ın şeriatine Sünnet veya
Hadis gibi başka bir şeyle katkıda bulunmak olacak şey değildir.[58] Bu
görüşe, Tevfik Sıddîkî ve Ebû Reyye de katılır.[59]
2. Allah c.c. "Muhakkak zikri
biz indirdik onu biz muhafaza edeceğiz" buyurmuştur. [60]
Bu görüş
sahipleri, "Allah bu ayette, sünneti değil, Kur'an'ı koruyacağını garanti
etmiştir. Şayet Sünnet de Kur'an gibi delil olsaydı, Allah onu da
korurdu" şeklinde bir mantık yürütmede bulunmaktadırlar.[61]
3. Eğer Sünnet, hüccet ve kaynak
olsaydı Nebi (s.a.) yazılmasını emreder, Sahabe ve Tabiin de toplama ile
uğraşırdı.[62]
4. Müslümanlar sadece vahy yoluyla
gönderilenlere tâbi olmakla yükümlüdürler. Vahy ise sadece Kur'an'la
sınırlıdır. Bu sebeple hadislerin Hz. Peygamber'e nisbeti kesin olsa bile,
onlara uyulması zorunlu değildir. Çünkü bu hadisler Allah'tan gelen bir vahy
değildir.[63]
5. Hz. Peygamber (s.a.)'in verdiği
hükümler ve ortaya koyduğu çözümlerde, kendi döneminin ihtiyaç ve şartlarını
gözönünde bulundurmuştur. Şayet biz O'nun döneminde yaşasaydık bizim için de
geçerli olurdu. Ancak o dönemin şartları bugün mevcut değildir. Binaenaleyh
Sünnet'in bugün bizim için delil teşkil etmesi, yani o dönemin çözümlerinin
bugün için de geçerli olması mümkün değildir.[64]
Bu tür akıl
yürütmelerle Sünnet'i reddetme düşüncelerinin gerekçelerini belirlemiş
olmaktadırlar.
Sünnet
hakkında müsbet yöndeki yeni arayışlara gelince, bunlar daha çok klasik Sünnet
anlayışlarını kabul etmekle birlikte, Sünnetin muhtevası, Sünnet malzemelerinin
(hadislerin) değerlendirilmesi (Metin tenkidi yapılması gibi) ve Sünnetin
uygulama biçiminin niteliği üzerindeki anlayışlar şeklinde özetleyebiliriz.
Sünnetin
muhtevası ile kasdedilen, Sünnet kavramının neleri kapsayıp kapsamadığı
konusudur. Yani Sünnet denince anlaşılması gereken nedir? Hz. Peygamber
(s.a.)'in sözleri, fiilleri ve takrirleri midir? Yoksa daha sonraki nesillerin
Sahabe ve Tabiin neslinin sözleri ve uygulamaları da Sünnet kavramının
muhtevası İçinde mi mülahaza edilecektir? Hatta Fazlurrahman'ın "Yaşayan
Sünnet" diyerek ifade ettiği (ilk devir müslümanlarının Nebevî modele
bağlı kalarak serbestçe ortaya koydukları çok sayıda fikir ve tatbikat vardır.
Yorum, ictihad ve toplumun örf ve adetlerini de içine alan bu ikinci kısım
cemaatin yaşayan sünnetini oluşturmaktadır.)[65] uygulamalar da Sünnet'in
muhtevasına dahil midir?
Bu konudaki
yeni anlayışları iki noktada toplayabiliriz:
1. Klasik Sünnet tariflerinin dışındaki
hemen bütün yeni anlayışlar şu tezi savunmaktadırlar. "Sünnet denilince
Hz. Peygamber (s.a.)'in sözleri, fiilleri, davranışları, bir model insan
olarak ortaya koyduğu her türlü ahvali anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.)'e
ait bu ahvalin kendi içinde bağlayıcılık açısından, ittibâ açısından değişik
ayırımları yapılabilir, ama burada üzerinde durulan husus, Sünnet kavramının
içi Hz. Peygamber (s.a.)'e nisbet edilen şeylerle doldurulmuş olmalıdır. Daha
sonraki nesillerin uygulama ve ictihadları bu kavrama dahil
edilmemelidir." Yapılan Sünnet yorumları sırasında sıkça bahsedilen
"Nebevî Sünnet" terimi buna işaret etmektedir. Bu anlayışın tarihi
geçmişi İmam Şafiî (204/819)'ye kadar uzanmaktadır.
2. Hz. Peygamber (s.a.)'in örnek
davranışları demek olan Sünnetin alanı geniş tutulmalıdır. Yani örneklik vasfı
hayatın her safhasında kabul edilmelidir. Bu anlayış biçimi bazı bilim
adamlarının yapmış oldukları Sünnet tariflerinde açık bir şekilde
görülmektedir. Yeni anlayışlardan bazılarını şöyle özetleyebiliriz:[66]
A- Bazı
İslâm Bilginlerinin Sünnet Hakkındaki Anlayış Ve Yorumları
İslâm
modernizminin önde gelen simalarından Muhammed Abduh (1905)'a göre
"hadis, bir otorite tarafından tutarlı bir şekilde nakledilmeli, aklî
tecrübeyi ihmal etmemelidir."[67] Öte yandan Muhammed Abduh,
sadece müslümanların üzerinde ittifak ettikleri hadislerin kabul edilmesi
gerektiğini ve daha önemlisi, eğer gerçekten Hz. Peygamber'den sudur etmiş
olabileceği kesin olmayan bir hadisle karşılaşılırsa, onu temkinli olarak
reddetmenin mümkün olacağını öne sürerek aynı sonuca -yani zahiren de olsa
modernleştirme sürecinin önüne çıkan hadis engelinin kaldırılmasına-
varmaktadır.[68]
Muhammed Abduh'un programı, kendi ifâdesine göre, şunları ihtiva ediyordu:
1. Eski haline irca edebilmek
suretiyle, İslâmiyetin ıslâhı,
2. Arap dilinin yenilenmesi,
3. Halkın haklarının tanınması...
Onun
fikirleri, esasını her şeyden önce İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye'nin
muhafazakar ıslahatçı temayülü ile Gazzâli'nin ahlâkî dini anlayışından
almaktadır.[69]
Görüldüğü
gibi, Abduh, toplumun içinde bulunduğu taklid hastalığından kurtulması, dinin
ihtilaflar çıkmadan önceki saflığında, Selef-i Sâlihin'in anladığı gibi
anlaşılması ve gerçek dini bilgilere ulaşılması için yeniden temel kaynaklara
dönülmesi ve onların akıl ölçülerinde değerlendirilmesi ve Arap dilinin ıslah
edilerek İslâm ülkeleri arasındaki her türlü ilişkide kullanılmasının zorunlu
olduğunu savunmaktadır.[70] Akla
ve aklın fonksiyonu olarak içtihada büyük önem veren Abduh Kur'an ve Sünnet,
ibâbet ve insanlar arası münâsebetler için genel prensipler ortaya koymuştur.
Bunları bazı esaslar dahilinde, hayatın bütün şartlarına uygulamayı insanın
içtihadına bırakmıştır, der.[71] O,
düşüncesine temel olarak, İslâm'ın serbest düşünceye davet ettiğini, kişinin
buna ulaşabilmesi için de öncelikle sadece Allah'tan korkması ve ulaştığı
sonuçları akıl ölçütü ile test etmesi gerektiği fikrini almıştır.[72]
Yaşadığı
dönem itibariyle Abduh'la çağdaş olan Seyyid Ahmed Han (1898) Hindistan'da
Aligarh ekolünün kurucusu olup, yenilikçi yaklaşımıyla dikkat çekmektedir.
Hatta ilk modernist olarak bilinmektedir. Batıya karşı ılımlı ve müsamahakar
tutumu, aşırı hayranlığının bir ifadesidir. Hareketinin esasını, "Batının
gelişmişliği ve zenginliğinin sırrı modern batı ilimlerinde gizlidir. Eğer
müslümanlar batı ülkeleriyle yarışmak istiyorlarsa, modern ilimlerden
faydalanarak eğitim alanındaki eksiklikleri giderip dünyanın güçlü ülkeleriyle
yanyana yürüyebilirler."[73]
ifadeleriyle özetlenen düşünce teşkil etmektedir. İşte bu düşüncelerini
gerçekleştirmek için, Cambridge Üniversitesi'nin bir örneğini 1875'de
Aligarh'ta Muhammedian Oriental College: Muhammedi Şarkiyat Koleji'ni kurdu.
Mutezilî geleneğin akılcı anlayışı ile İslâm'ı yeniden değerlendirmeyi gaye
edinen Seyyid Ahmed Han, şöyle demekteydi: "Eğer halk, taklidi bırakmaz,
Kur'an ve sahih hadiste mevcut nuru araştırmaz ve din ile günümüz ilmini
uzlaştırma yoluna gitmezse, İslâm Hindistan'da yok olup gidecektir."[74] Fakat
bunu yaparken, ondokuzuncu yüzyıl Avrupa'sının akılcılığından ve tabiat
felsefesinden büyük ölçüde etkilenmiş olacak ki, inanç sistemlerinin
mahiyetlerini değerlendirmek için "Tabiata uyma" diye adlandırdığı bir ölçü ortaya attı ve
İslâm'ın bu ilkeye göre en yüksek derecede doğrulandığı sonucuna vardı. Onca
akıl, en önemli standarttır. Böylece o, tabiatın ve tabiat kanunlarının
bağımsızlığını ortaya koymak gayesiyle mucizeyi inkar etti. Hareket noktası
böyle bir batı akılcılığı olduğundan, vardığı sonuç, özel yorumundan öte
geçmedi.[75]
Sünnet
konusundaki görüşü ise, şöyledir: Rasûlullah (s.a.)'e her hangi bir şey nisbet
edilince şu üç şarta bakılır ve buna göre kabul veya reddedilir:
1. Rivayet edilen hadiste kesinlikle
ve yakînen Rasûlüllah'ın sözü olmalıdır.
2. Rivayetin aktarıldığı kelimelerden
bizzat Rasûlullah'ın kelimelerinin kendisi olduğuna ilişkin şahit ve kanıt bulunmalıdır.
3. Rivayetin aktarıldığı kelimeler
için, şarihlerin zikrettiği anlamlar dışında anlamlar olmamalıdır.
Bu üç
şarttan biri gerçekleşmeyince, o sözün Rasûlullah'a nisbet edilmesi doğru
olmaz.[76]
Seyyid Ahmed
Han'ın ileri sürdüğü bu şartlar ancak lafzan mütevatir hadiste
bulunabilmektedir. Seyyid Ahmed Han'ın hadislere karşı bu katı ve sert
yaklaşımı, Hind yarımadasında hadisi inkar hareketi için zemin hazırlamada büyük
rol oynamıştır. Yine o, Kur'an'da zikredilen mucizeleri, Nuh tufanı, İbrahim
(a.s.)'ın ateşe atılması, İsa (a.s.)'ın babasız doğması, Yunus (a.s.)'ın
balığın karnına girmesini kabul etmiyor[77], yine cennet, cehennem,
melekler ve nasların tevâtürüyle sabit olan âhiret hallerini inkar ediyordu.[78]
Sünnete
karşı tenkidçi bir yaklaşım içinde bulunan âlimler arasında Muhammed İkbal
(1938) ile Fazlurrahman (1988) da bulunmaktadır. Muhammed İkbal, hadisi İslâm
hukukunun ikinci büyük kaynağı olarak kabul etmekle birlikte, hadisin sıhhati
konusunda mübalağayı kabul etmemiştir. Onun bu konudaki görüşlerini Pakistanlı
Prof. Muhammed Münevver şöyle belirtir: "O, hadisi inkar etmiyordu.
Hadisin faydası ve sıhhati hakkında mübalağayı kabul etmezdi. Ne bütün hadis
kaynaklarını kabul eder ne de onların faydalı bir fıkıh kaynağı olduğunu
tamamen reddederdi. Bir denge ve ihtiyat üzere idi."[79]
Hadis
anlayışında hadisçiler ve fıkihçılar ilaveten tarihçilerin görüşlerine de
dikkat ediyordu. Mesela, halifenin Kureyş'ten olması hususunda hadisçiler
yerine tarihçi İbn Haldun'un görüşüne katılıyordu.[80]
İbn Haldun'a
göre, "İmamlar Kureyştendir"
hadisi şöyle anlaşılmalıdır: "Kureyş Araplar arasında siyâsi istikrarı
temin edecek en kudretli kabile idi. Onun için müslümanların işlerini görecek
olan adamın arkası kuvvetli olmalı ki, hedefine ulaşabilsin. Şeriat sahibi,
ahkâmını her hangi bir boy'a, bir asra, bir millete has kılmış değildir.
İslam'a davet işi umumi'dir. Halife kulların işini görmekle vazifelidir. Ve bir
işe de ancak ona kudretli olan getirilir.[81]
Hadis
kaynaklarının güvenilir olmadığını söyleyen Fazlurrahman, bu görüşünün
gerekçesini şöyle açıklar:
"Gerçekte
hadislerin çoğu ilk devirdeki müslümanların Hz. Muhammed (s.a.)'e nisbet
ettikleri söylentilerin toplamıdır. Bu söylentileri onlar kendileri
düzenlemişlerdir."[82] Fazlurrahman,
hadislerin çoğunun Hz. Muhammed (s.a.)'in sünneti üzerine bina edilen selef-i
sâlihinin sünneti olduğunu kabul eder. Ona göre "Gerçi hadislerin temeli,
sonunda Peygamber'in sünnetine dayanmaktadır. Ancak gerçek olan şey, Hz.
Muhammed'in sünnetinin kalıbına sokulan selefi sâlihinin sünnetidir."
Ayrıca "Bunlar selef-i sâlihinin basiret ve hikmetlerinin toplamıdır."[83] Ona
göre hadis kitapları yerine siyer kitapları daha fazla güvenilirdir. Onun bu
fikri "tarihî tenkit" fikrine dayanır. Ona göre tarihî tenkitten
murad "konu olan hadisin Kur'an'ın zahirî şehâdetine veya kabul edilmiş
bir tarihi şahitliğe veya başka bir hadise ters (müteârız) olmamasıdır."[84]
Fazlurrahman,
hadislerde gelişme fikrini ortaya atar. Onun bu anlayışına göre hadisler ortam
ve duruma göre şekillenerek fazlalaştı. O, hadislere yapılan ilâveyi, gelişme
olarak tanımlar. Fazlurrahman bu görüşüne dayanarak hadisleri ikiye ayırır:
Tarihî hadisler, Peygamber'in sîret ve tarihi ile ilgili hadisler. Ona göre bu
tür hadisler genelde şüpheden uzaktır. Teknik hadisler, Fıkıh ve Kelam
konuları ile ilgili hadisler. O, "Bu tür hadislerin pek çoğunun durumu
şüpheli ise de yine de temel anlamda onların hücciyyetini (delil olmasını)
kabul etmekteyim" demektedir.[85] Ayrıca J. Schacht'ın
Yaşayan gelenek, düşüncesiyle paralellik gösteren Yaşayan Sünnet anlayışını
savunur. Yaşayan sünnetle anladığı ise şudur: "Sahabe, Tabiin ve
Etbâu't-Tâbiin nesillerini kapsayan ilk İslâm toplumu, âlimleri ve idarecileri
yoluyla, Hz. Peygamber'i ve O'nun sünnetini esas alarak karşılaştıkları her
türlü probleme çözüm üretmişler ve bu faaliyeti sünnet kavramının genel
kapsamı içinde mütâlâa etmişlerdir."[86]
Yusuf
el-Kardavî Sünnet'i şöyle tarif eder: "Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış bir
tefsiri, İslâm'ın ise pratik ve -de örnek- bir tatbikidir. Öyle ki Nebî (s.a.),
tefsir olunmuş bir Kur'an ve yaşayan bir İslâm idi."[87] Nitekim müminlerin annesi
Aişe (r.a.) fıkhı, basireti ve Rasûlüllah ile yaşamasıyla bu manayı anlamış ve
Rasûlüllah'ın ahlakından sorulduğunda net ve beliğ bir ifade ile "O'nun ahlakı Kur'an'dı."[88] diye
cevap vermiştir.
Öyleyse kim,
özellikleriyle, rükünleriyle İslâm'ın pratik metodunu öğrenmek isterse, onu
tafsil edilmiş ve yaşanmış olarak, kavlî, amelî ve takriri sünnetten
öğrensin."[89]
Kardâvî daha
sonra "İslâm'ın pratik metodu" diye tarif ettiği sünnetin kapsamını
açıklayarak şöyle devam eder: "Bu, uzunluk, genişlik ve derinlik olarak
insan hayatının hepsini kaplaması ile temayüz eden bir metoddur. Uzunlukla,
insanın doğumundan ölümüne dek, hatta ceninlik döneminden, ölüm sonrasına
kadar bütün hayatını kapsayan zaman dilimini kasdediyoruz. Genişlik ile de,
evde, çarşıda, mescidde, yolda, işte, Allah ile olan ilişkide, kişi, aile,
müslüman veya gayr-ı müslimler, hatta insan, hayvan ve bitkiler ile olan
ilişkilerde dahi, kişinin daima Sünnet'in rehberliğinde yürümesiyle hayatın her
sahasını kuşatan genişliği kasdediyoruz. Derinlikten kastımız ise, insan
hayatının iç yapısındaki derinliktir, ki bu da vücut, akıl ve ruhu kapsar.
Zahir ve bâtını içine alır, söz, amel ve niyeti de kuşatır."[90]
Kapsamı bu
kadar geniş olan "Sünnet" kavramının Kardâvî'ye göre genel özelliği,
ruhla beden, akıl ile kalp, dünya ile âhiret, misal ile gerçek, teori ile
pratik gayb ile şehâdet, hürriyet ile yükümlülük, birey ile toplum, ittiba
(sünnete uyma) ile ibtidâ (bidate uyma) gibi unsurlar arasındaki dengeyi
sağlama ve kolaylaştırıcılık özelliğiydi.[91]
S.
Süleyman Nedvî "Tahkîku
Ma'na's-Sünne" isimli eserinde sünneti şöyle tarif eder: "Sünnet,
mütevâtir amele verilen bir isimdir. Yani bununla şunu kasdediyorum: Mütevâtir
bir şekilde bize nakledilmiş olan Rasûlüllah (s.a.)'in amelinin keyfiyetidir
ki, o ameli Rasûlüllah (s.a.) işlemiş, sonra sahabe (r.a.) ve daha sonra tabiîn
işlemiş ve böyle (amel edile edile bize kadar ulaşmıştır). Onun lafzan mütevâtir
olması şart değildir, bir şeyin amelen mütevâtir olması da mümkündür... İşte bu
amelî mütevâtir yoluna Sünnet denilmiştir. Meselâ, biz Hz. Peygamber (s.a.)'in beş vakit namazı, farz
kılındığı andan itibaren bilinen vakitlerde ve bilinen şekilleriyle devamlı
kıldığını biliyoruz. Aynı şekilde sahabe, tabiin ve onlardan sonra gelenler ve
günümüze kadar bütün müslümanlar aynı şekilde (namazlarını kılmaya devam
ediyorlar). Hz. Peygamber (s.a.)'in
bu tatbikatını (aynen yapma
konusunda), hadis kitapları tedvin edilmeden önce yaşayan müslümanlar ile,
hadis kitapları tedvin edildikten sonra yaşayan müslümanlar müsâvîdir. Bütün
müslümanlar yaşadıkları asırları, beldeleri, düşünceleri ve mezhepleri farklı
olsa da Rasulüllah (s.a.)'in, sahâbe-i kiramın âdab ve erkânıyla bir günde beş
vakit namazı kıldıkları konusunda her asırda ittifak halindedirler, işte bu
amelî mütevâtirdir. İnkarı büyük günahlardandır. Hiçbir aklı başında kişi, namazların
bu vakitleri ve bu erkânı (kılınış biçimleri)nı hadisçiler ve fıkıhçılar
belirlemiştir demeye cüret edemez.."[92]
Nedvî, görüldüğü
gibi Sünnet kavramından, amelî mütevâtiri anlamaktadır. Bazı İslâm
bilginlerinin "Hadis ile Sünnet birbirinin müteradifidir"[93]
şeklindeki görüşlerine karşı, o, bu iki lafzı birbirinden ayrı mütâlâa
etmektedir. Ona göre Hadis, Rasûlüllah (s.a.)'in sözleri, fiilleri ve ahvali
konusundaki kavlî rivayetlerdir.[94]
Pakistan'da
(25 Ağustos 1941) yılında kurulmuş olan Cemaat-ı İslâmî'nin kurucularından ve
aynı zamanda ilk başkanı olan Mevdüdî'nin Sünnet/hadis konusundaki düşünce ve görüşlerini,
daha çok temsil ettiği Cemaat-i İslâmî hareketinin genel görüşleri
çerçevesinde tesbit ediyoruz. Bu hareketin şu dört amaç için hareket ettiği
bilinmektedir:
1. İlâhî değerler ve prensiplerin
ışığında insan düşüncesini yeniden şekillendirmek.
2. Ferdi ıslâh etmek.
3. Toplumun bütün kurumlarını ıslah
etmek.
4. Devlet sistemini ıslah etmek, yani
ilâhî sistemin tesisi.[95]
Bu hareketin
fikrî alt yapısını Mevdûdî'nin görüşleri oluşturmaktaydı. Mevdudî'ye göre,
ilâhî sistemin kurulması sünneti, diğer sünnetlerden, belki de bazı farzlardan
daha önemlidir. Mevdûdî, müslümanların siyâsî özgürlüğünü veya kendilerini
yönetme hakkını değil, aynı zamanda İslâmî hükümetin kurulmasını da istiyordu.
Bu temel düşünce etrafında oluşan Cemaat-i İslâmî hareketinin hedefi, fertten
topluma, evden hükümet idaresine kadar her şeyin ıslâhı olduğu için, toplumun
bütün sınıfları arasında kadın, erkek, mezhep ve grup ayırımı yapmaksızın
çalışma yürütmektir.[96]
Mevdûdî'ye
göre Hz. Muhammed (s.a.)'e, Kur'an'a (vahy-i metlüv) ilâveten, vahy-i gayr-i
metlüv (hadis) de gelmekteydi.[97] Vahy-i
gayr-i metlüv'ü de şöyle açıklamaktadır: "Allah tarafından mücerred bir
düşünce, peygamberin kalbine aktarılmaktadır. Peygamber onu kendi kelimeleriyle
ifade etmektedir." Ayrıca Vahy-i gayr-i metlüv, Hz. Peygamber'e önderlik
için geliyordu ve insanlara Allah'ın kelimeleriyle değil, Hz. Peygamber'in
sözleri, kararları ve yaptıkları şeklinde ulaşmaktaydı.[98] Çünkü Hz. Peygamber'in
kelimelerinde tilâvet amacı yoktu. Onun verdiği eğitime tabî olma amacı vardı.
Hadislerde Kur'an ayetleri ve sureleri gibi tertipte öncelik ya da sonralık
şeklinde bir zorunluluk yoktu. İnsanların hadis ezberlemesi değil, dürüst bir
şekilde başkalarına aktarması yeterliydi.[99]
Mevdûdî, bu
iki tür vahyi kabul ederek onun mertebelerini şöyle beyan etmektedir:
"İlk olarak Kur'an, sonra amelî tevatür yoluyla ulaşan sünnetler, daha
sonra mütevâtir ve meşhur rivayetler, ondan sonra birbirine destek veren sahih
senedli ahbâr-ı âhad, en sonunda ise güvenilir bir şeye ters düşmeyen sahih
senedli ahbâr-ı âhad'dır. Bu yollarla Hz. Peygamber'den bize ulaşan her şey
şüpheden uzaktır.[100]
"Sünnet,
Allah Rasûlü'nün insanların öğrenmesi ve devam ettirmesi için uyguladığı amelî
yoldur. Hz. Peygamber'in insan veya insanlık tarihinin özel bir döneminde dünyaya
gelen bir kişi olarak kendi özel hayatında yaptığı şeyler bunun
dışındadır."[101]
Mevdûdî, Hz. Peygamberin sünnetleri ve âdetleri arasındaki farka özel önem
vermektedir.[102] Bunun
için Cumhur arasında yaygın olan sünnetler hakkında farklı görüşe sahiptir.
Meselâ sakalı, Hz. Muhammed'in sünneti değil de âdeti olarak görmektedir.[103]
Hadisi, sünneti öğrenme yolu olarak kabul eder ve şöyle der: "Biz senedin sahih olması ile hadisin de
mutlaka sahih olacağı itikadında değiliz. Bazan sahih senedli bir hadis metin
bakımından zayıf olabilmektedir." Bundan dolayı din hakkında yeterli bilgi
edinmek için bu hadis metinlerine Kur'an ve hadis ışığında dikkat etmeyi
gerekli görmektedir.[104]
Hadis
rivayeti konusunda farklı bir ıstılah geliştiren Mevdûdî, bunu "Mîzaç
şinas-i Rasûl (Hz. Peygamber'in mizacını iyice tanıyan kişi) diye formüle
eder."[105]
Allah'ın tefakkuh kabiliyetini ihsan etiği, Kur'an ve Peygamber sîretinin derin
ve kapsamlı bir şekilde incelenmesi konusunda özel bir yeteneği (zevk) olan,
ölçüsü kıymetli bir taşın en ince özelliklerini bile açığa çıkarabilecek
içgörüye ve yılların tecrübesine sahip bir kuyumcununki kadar duyarlı olan
böyle bir insana, şeriat sistemini bir bütün olarak kavrayıp değerlendirebilen
bir insana, çözümlenmek üzere ayrıntılı meseleler geldiği zaman, kendi
içgörüsünü kullanarak bunların hangilerinin İslâm'ın mantalitesi ve doğasıyla
uyumlu olduğunu hangilerinin de olmadığını bildirebilir. İşte bu ölçü, böyle
bir insanın din adına sunulan herhangi bir şeyi reddetmekte veya kabul etmekte
kullandığı ölçüdür, İslâm'a ilişkin bilgisi ve ona yönelik hisleriyle neyin
sahih olduğunu neyin böyle kabul edilemeyeceğini bilebilir. Verili bir haber
hakkındaki yargısını oluştururken haberin rivayet tetkikinden belli miktarda
yardım alabilir, ancak asıl karar vermedeki faktör başka bir yerde, onun
zihinsel donanımında yatmaktadır. Böyle bir insan sanki Peygamberin zihnine
sahipmiş gibi, nerdeyse peygamberin düşündüklerini düşünebilir. Bu böyledir.
Çünkü İslâm'ın mantalitesi (mizaç), peygamberin nefsinin mizacıyla tıpatıp
aynıdır. İslâm'ın mantalitesini anlayan Allah'ın kitabını ve Rasûlün sünnetini
derin ve kapsamlı bir şekilde inceleyen kimse, Peygamber'in mantalitesine
nüfuz eder (Mizaç şinasî) ki, rivayetlere baktığı zaman kendi başına, kazandığı
yeteneklere binaen, hangilerinin peygamberden geldiğini, hangilerinin
peygamberin sünnetine en yakın rivayetler olduklarını belirleyebilir."[106]
Rivayetlerin
incelenmesi sırasında, rivayetlerin yanısıra dirayetin kullanılması gerektiğini
savunan ve buna mizaç şinas-i Rasûl diyen Mevdûdî, bu vasıflara sahip olabilmesi
için şöyle der: "İslâmın sınırları içinde ancak İslâmî terbiye görmüş olan
bir akıl isabetli çalışabilir ve karar verebilir. Yabancı renk ve huya sahip
veya terbiyeden geçmemiş bir akıl, anarşi çıkarmaktan başka bir iş yapmaz,
herhangi bir yapıcı hizmet vermez."[107]
Mevdûdî'ye
göre bu iş (dirayet) tamamen zevke göredir. Hiç bir usûle bağlı değildir.[108]
Böylece Mevdûdî, hadisçilerin bütün gayretlerinin usullere bağlı olmak yerine
zevke dayandığını kabul etmektedir. Halbuki zevk ve usul arasında manevî his ve
ortada bulunan bir gerçek gibi, fark vardır. Gâlibâ Mevdûdî, sonradan bu
görüşünün tehlikeli olduğunu öğrenmiş ve başka bir kitabı olan "Sünnet ki
Â'ini Heysiyyet" de hadisçilerin çalışmalarının katı usullere bağlı olduğunu
belirtmiştir.[109]
Mevdüdî'nin
bu görüşleri tartışmalara yol açmıştır. Bir taraftan "İslâm'ın gerçek
doğası" fikrinin indî (îtibârî, keyfî) olması kuvvetle ihtimal dahilinde
olacak, bu kavram onun kişisel özellik ve tercihlerinin olumsuz etkilerine
maruz kalacaktır. Bir haberin gerçek İslâm'la mutabık olup olmadığı konusunda
Mizaç Şinâs-i Rasûl'ün verdiği yargının ötesinde bir karar mercii kalmadığı
zaman, kişisel takdir, diğer bütün unsurların üzerinde hakem konumuna
oturtulmuş olur"[110]
şeklinde itirazlar gelirken, diğer taraftan Mevdüdî'nin kişisel olarak
kendisine "Mizaç Şinâs-i Rasûl olma statüsünü verme" iddiaları ileri
sürülmüştür. Ancak Charles, J. Adams'ın belirttiğine göre: "Doğrusunu
söylemek gerekirse, Mevdüdî'nin hiç bir yerde ne kendisi, ne de yakın dostları
adına böyle bir iddiayı açıkça ve net bir biçimde öne sürmediğini teslim etmek
zorunludur.[111]
"Mevdüdî'nin
amacı muhaddislerin taklid edilmesine saldırmak ve bunu yıkmaktı."[112] O,
hadisçilerin çalışmalarının büyüklüğünü ve önemini kabul etmekle birlikte şu görüşlerini
de ifâde etmektedir: "Onlar her halükârda insandırlar, insan ilmi için
Allah'ın koyduğu sınırları aşamazlar, insanın çalışmalarında doğal olarak meydana
gelen eksiklikler, onların çalışmalarında da bulunabilir."[113] Bunun
için, "Biz asla herkesin hadis imamlarını körükörüne taklid etmesi veya
onları hatadan berî görmeleri gerektiği düşüncesini desteklemedik."[114] der.[115]
Kısaca
birkaç örneğini sunduğumuz yeni sünnet anlayışları, hızla gelişen batı
medeniyeti karşısında yenilmişlik psikolojisi içinde bulunan İslâm toplumunun,
hem batının sömürge çemberini kırmak, İslâm kültürünü aşındırıp tahrip eden
kültürel baskısını kaldırmak, hem de kendini ispatlamak amacıyla kendi
değerlerini yeniden ele alıp gözden geçirme çabaları olarak görülmektedir.
İster müsbet, ister menfi manada olsun ileri sürülen bütün görüşlerde bu gayretler
sezilmektedir. Bu bir özeleştiridir. Oryantalistlerin etkisinde kalarak farklı
bazı görüşlere sahip olanlar bulunabilir ama biz onları kasdî bir faaliyet
olarak görmüyoruz. Öz eleştiri yapılırken bazen doz kaçırılmış olabilir. XIX
ve XX. yüzyıldaki pozitivist düşüncenin öne çıkıp modernizmin hızla yayıldığı
dünyada İslâm dünyasının belki de hazırlıksız yakalanmış olması sonucu, böyle
bir geçiş dönemi içinde fikri çalkantıların olmasına zemin hazırlamıştır.
Yapılan çalışmalar, getirilen yorumlar hep Kur'an ve özellikle sünnetin nasıl
anlaşılması gerektiği noktasında yoğunlaşmaktadır. Ortada bir yanlışlık vardır,
çünkü İslâm dünyası gerek fikrî gerekse teknolojik olarak olmaması gereken
yerdedir. Öyleyse bu yanlışlık nerede olmuştur? İşte yeni sünnet anlayışlarının
hareket noktası burasıdır. Yapılan yorumlar ve teklif edilen öneriler dikkate
alındığında henüz bir orta yolun bulunduğu kanaatinde olmadığımızı belirtelim.
Zira en az yüz-yüzelli yıldır aktif manada yapılan bu tartışmalar hep uç
noktalarda seyretmekte, ümmetin rahatça hüsnü kabulle karşılayacağı bir ortak
zemin oluşturulamamış bulunmaktadır. Her bir yorumun, yapılan bir teklifin bir
açıdan bakıldığında makul tarafı bulunmaktadır. Ancak geçmişle gelecek
arasında, aradaki köprüleri atmadan, zaman zaman küçük sapmalar olsa da İslâmî
anlayışın bütünlüğünü yansıtacak bir yoruma ulaşılmış değildir. Fakat her bir
yaklaşım, yorum biçimi tenkide açık yönleri bulunmakla birlikte dikkate değer
açıklama ve yorumlardır.[116]
Ill-
Sünnetin Bazı Problemleri
Geçmişten
günümüze üzerinde tartışılan konulardan biri Sünnet'in kaynağı meselesidir. Bu
tartışma, Sünnet denilince Hz. Peygamber (s.a.)'e izafe edilen veya Hz. Peygamber
(s.a.)'den sâdır olan söz, fiil ve takrirler olarak anlaşılan sünnet tarifi
çerçevesindedir. Sahabe hatta bazılarına göre tabiin söz, fiil ve takrirleri
buna dahil değildir. Çünkü tartışmanın konusu, Hz. Peygamber (s.a.)'in
sünnetinin kaynağının niteliğiyle ilgilidir. Sünnet, vahy mahsûlü müdür, vahy
mahsûlü değil midir? konusudur. Günümüzde sıkça tartışılan bu konu üzerinde
kısaca durmak istiyoruz.
Sünnetin
kaynağı ile ilgili tartışmalar incelendiği zaman genel olarak üç noktada
toplandığını görmekteyiz. Bunlar:
1. Sünnet vahy mahsûlüdür.
2. Sünnet vahy mahsûlü değildir.
3. Sünnetin bir kısmı vahy mahsûlüdür,
bir kısmı vahy mahsûlü değildir.
Bunları
sırasıyla inceleyelim. .[117]
1- Sünnet
Vahy Mahsûlüdür Diyenlerin Görüşleri
Bu görüşe
göre, Sünnet de Cenâb-ı Hak'kın Hz. Peygamber (s.a.)'e indirdiği bir çeşit
vahydir. Fakat bu vahy şekli Kur'an vahyinden farklıdır. Bu farklılığı ifade
için el-Vahyü'l-Metlüv (okunan vahy: Kur'an) ve el-Vahyü'1-gayru'l-Metlüv
(okunmayan vahy: Sünnet) ayırımı yapılmıştır.[118]
Okunan vahy
(el-Vahyu'l-metlüv)'in özellikleri[119]:
a) Hz. Peygamber (s.a.)'e uyanıkken
Cebrail (a.s.) vasıtasıyla gelmiştir.[120]
b) Gerek namazda gerekse namaz dışında
okunarak ibadet edilir.
c) Yalnız manâsıyla rivayeti caiz
değildir.
d) Tağyir ve tebdil edilmekten
korunmuştur.
e) Abdesti olmayanın dokunması
haramdır.[121]
f) Gusül abdesti alması gereken kimse
onu okuyamaz. "[122]
g) Her harfini okumanın on sevabı
vardır.
h) Belli kısımlarına ayet ve sure adı verilir.
Okunmayan
vahy (el-vahyu'l-gayru'l-metlüv)'in özellikleri.[123]
a) Yalnız manası Allah tarafından
vahyedilmiştir, sözleri Rasûlüllah (s.a.)'e aittir.[124]
b) Mânâyı iyi anlayanların onu yalnız
manasıyla nakletmeleri caizdir.
c) Lafzı mu'ciz değildir.
d) Okunarak ibâdet edilmez.
e)
Uykuda, uyanıkken, melekle, meleksiz, her türlü vahy şekilleriyle
gelmiştir.
f) Kur'an için yukarıda sayılan
özellikler burada aranmaz.
Zikredilen
bu özellikleriyle el-Vahyu'l-gayru'l-metlüv (:Sünnet), Kur'an'dan
ayrılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.)'den sâdır olan bütün sözler, fiiller ve
takrirler bu anlayışa göre vahy eseridir. Bunun delillerine gelince:
1. "O hevâ ve hevesinden
konuşmamaktadır, o ancak vahyedilen bir vahydir"[125]
ayeti, Sünnet'in vahy mahsûlü olduğuna işarettir. Çünkü ayetle geçen (Hüve)
zamiri, Hz. Peygamber (s.a.)'e, O'nun konuştuğu şeye râcîdir.
2. "Allah sana Kitap ve
Hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir"[126]
mealindeki ayette, açık bir şekilde Hz. Peygamber (s.a.)'e Hikmet'in
verildiğinden bahsedilmektedir. Buradaki Hikmet'ten maksat ise Sünnettir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) bir hadislerinde "Bana Kur'an ve onun bir
misli verildi"[127] buyurmuştur.
Burada kasdettigi Hikmet, Sünnettir.
3. Gerek es-Saffât: 37/102. ayette,
gerekse el-İsra: 17/60. ayette zikredilen Peygamberlere gösterilen rüyaların,
ilham olduğu, bunun da bir çeşit vahy olduğu ifade edilmektedir. Mezkûr
ayetlerin manası şöyledir:
"Bir
zaman sana: "Rabbin insanları kuşatmıştır (herkes O'nun, kudreti
içindedir, kimse O'nun hükmünden kaçamaz) demiştik. (Bu söz, Bedir olayının
müjdesi idi). Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'an'da lanetlenmiş ağacı insanların
(imanını) sınama (aracı) yaptık. Biz onları çeşitli şekillerde korkutuyoruz.
Fakat bu, onlara, sadece büyük bir azgınlık artırmaktan başka bir katkıda
bulunmuyor."[128]
"(Çocuk)
onun yanında koşma çağına erişince (İbrahim ona): "Yavrum, dedi, ben
uykuda görüyorum ki seni kesiyorum, (düşün) bak, ne dersin?" (Çocuk):
"Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden
bulacaksın! dedi."[129]
4. Hz. Peygamber (s.a.)'in zaman zaman
bir takım olaylar sırasında veya kendisine sorulan sualler sırasında vahy
beklemesi.[130]
5. "İnsanlara, kendilerine
indirileni açıklaman için sana bu zikri indirdik"[131]
ayetinde geçen "zikr" den maksad, hem Kur'an'a hem de Kur'an'ı
açıklama görevi kendisine verilen Hz.Peygamber'in sünnetidir.
Sünnet'in
vahy mahsûlü olduğunu ispat sadedinde ileri sürülen deliller bunlardan ibaret
değildir. Hz. Peygamber (s.a.)'in daha pek çok uygulamalarından örnekler
verilerek mesela, Zeyneb validemizle nikahlanışı, kıblenin tahvili gibi
konulara işaret eden ayetlerden hareket edilerek, ileri sürülen görüşlerini
desteklemektedirler. Bu görüşleri savunanların başında İmam Şafiî (204/819),
İbn Hıbban (354/965), İbn Hazm (456/1063), Gazzâlî (505/1111) gibi İslâm
bilginleri gelmektedir.[132]
2- Sünnet
Vahy Mahsûlü Değildir Diyenlerin Görüşleri
Sünnetin
vahy mahsûlü olup olamayacağı konusu geçmişten günümüze "sünnetin
hüccetliği" meselesi içinde tartışılagelmiştir. Bunun izlerini özellikle
mu'tezilî kelamcılarının fikirlerinde görmekteyiz. Bu konuyu "İslâm
Düşüncesinde Sünnet" isimli eserimde uzun uzun tartışan M.H. Kırbaşoğlu
şu tesbiti yapar:
a)
Sünnetin tamamının vahy ürünü olduğunu söylemek çok zor, hatta
imkansızdır.
b) Ancak bu, Kur'an dışında Hz.
Peygamber'in Cenâb-ı Hak ile herhangi bir iletişim veya diyalog kurma
imkanından mahrum olduğu anlamına alınmamalıdır. Adına ister vahy, ister ilham,
isterse başka bir şey densin O'nun bir takım konularda Allah Teâlâ ile temas
kurmuş olması mümkündür.[133]
Çağdaş
yazarlardan Suphi Salih de Ulûmu'l-Hadis isimli eserinde bu konudaki görüşünü
şöyle açıklar: "Biz -vahy nokta-i nazarından- Kur'an-ı Kerim'in Rasûlullah
(s.a.)'in kalbine indirilmesi ile, bazı hadisleri söylemesi için ona ilham
verilmesini birbirinden ayırmaya şiddetle taraftarız. Sonra da -bu ayırım
sebebiyle- vahy hadisesinin sadece Kur'an-ı Kerim'e mahsus olduğu
kanaatindeyiz. Zira Rasûlüllah (s.a.) kendine nazil olan vahy ile, Allah
Teâlâ'nın ilhamı diye bahsettiği kendi hadislerini zaten birbirinden açıkça ayırırdı.
İçinden geçen sırf insanî düşünce ve fikirleri ilâhî kelam ile karıştırması
mümkün değildir. Bu durumda -nebevî hadislerdeki "tevkîiî" (vahye
müstenid) manaya- Kur'an-ı Kerim'in de dediği gibi[134] hikmet adını vermeyi
tercih ediyoruz. Mütehassıs İslâm alimlerinin ekserisi, ayetteki hikmet
kelimesiyle Kur'an-ı Kerim'in kasdedilmediği ve fakat Hz. Peygamber'in kavlî ve
fiilî sünnetinden başka bir şey olmayan Allah'ın Rasülüne bildirdiği şeriat
hedeflerinin, talimat ve sırlarının mecmuundan ibaret bulunduğu
kanaatindedir."[135] Konuyu
inceleyen A, O. Koçkuzu, Suphi Salih'in böyle bir kanaate sahip olmasını,
Ebu'l-Bekâ'nın Külliyat'taki ve İbn Hazm'ın el-İhkâm'daki açıklamalarından
kaynaklandığı, fakat Ebu'l-Beka'nın adı geçen eserinde sünnet için mutlak
olarak vahy demediğini, bilakis yaptığı tarifiyle onun sınırlarını çizdiğini
ifade ederek, şu nakilleri yapar:
"...
ancak Kur'an-ı Kerim ile hadis şu yönlerden birbirlerinden ayrılmaktadır:
Kur'an, karşısındakilere bir meydan okuma ve bir acz ispatı göreviyle
gelmişken, onun bu nitelikleri hadislerde yoktur. Kur'an'ın lafzı Levhi
Mahfuz'da yazılmıştır. Ne Cibril'in ne de Hz. Peygamber'in katiyyen bu
lafızlarda salahiyet hakları vardır. Hadiste durum farklıdır. O Cibril'e mana
olarak indirilmiş, meleğin getirdiği manaya, Cibril söz ve ibare kisvesi
giydirmiş, Peygamber (s.a.) de bu ibareyi beyan edip müslümanlara açıklamıştır.
Veya Peygamber'e Cenâb-ı Hak ilham yoluyla anlayabileceğimiz tarzda hadislerin
manasını vermiş, Peygamber de onu ifadeye yarayan ibarelerle bu manayı karşıdaki
muhataplara nakletmiştir."[136]
3- Sünnetin
Bir Kısmı Vahy Mahsûlüdür, Bir Kısmı Vahy Mahsûlü Değildir Diyenlerin Görüşleri
Eldeki aklî
ve naklî deliller, sünnetin tamamının vahye dayandığını ispatlamıyorsa da
tümünün de ictihad ürünü olduğunu ortaya koymamaktadır. Sünnette beşerî unsur
olduğu gibi, vahy unsuru da vardır.[137]
Muhammed
Abdül-Azim ez-Zerkânî, el-Menhelü'1-Hadis isimli eserinde konuya temas ederek
sünnetin bir kısmının vahy eseri olabileceğini, bu tür vahyin de bazen celî
(açık) bazen de hafî (gizli) olacağını belirtmekte, Cebrail (a.s.)'ın Peygamber
(s.a.)'e imam olarak namaz vakitlerini öğretmesini celî olan vahye örnek
gösterirken, hafî olarak gelenler de ilham yoluyla gelenler ki sorulan bir soru
karşısında Peygamber (s.a.)'in bir müddet sükut durması ve sonra cevap vermesi
bu türdendir- ve uykuda gelenler şeklinde bir taksime tabi tutmaktadır. Vahy
mahsûlü olmayan kısımları ise, Hz. Peygamber'in bir beşer olarak yaptıkları
ictihadlarıdır.[138] Bu
konuda genel olarak vahyin konusuna girmeyen konularda Peygamberlerin
ictihadlarda bulunmaları caizdir. Bu konuda Peygamber (s.a.)'in pek çok uygulaması
da olmuştur. Vaby eseri olmayıp Peygamber'in içtihadı olan sünnetin bu kısmı
ilâhî irâde tarafından kontrol altındadır. Çünkü bu ismet sıfatının bir
gereğidir. Ancak bazı dünyevî işlerde görülen hatalar ise, itikâdî ve şer'î
konularda olmadığı gibi, onların da birer beşer oldukları hakikatinin
unutulmaması gibi bazı hikmetlere mebnidir .[139]
Sünnetin
sübûtundan kastımız, Hz. Peygamber'e izafe edilen söz, fiil ve takririn
muhafaza edilerek daha sonraki nesillere intikalinin nasıl olduğu ile ilgili
hususlardır. Konuyu incelediğimiz zaman Sünnet'in Hz. Peygamber'den öğrenilip
muhafaza edilişinin iki şekilde olduğunu görürüz: 1) Hıfz (ezberleme), 2)
Yazma.
İşte
Sünnet'in gerek hıfz yoluyla gerekse yazma yoluyla tesbiti konusunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Eğer sünnet, ezberleme yoluyla tesbit edilmişse bu
ezberleme, sırasında bizzat Hz. Peygamber'in kullandığı kelimeler ve terkipler
aynen korunabilmiş midir, yoksa aynı manayı korumakla birlikte farklı ifadeler
de kullanılmış mıdır? Eğer Sünnet yazıyla tesbit edilmişse, bu yazma işi bizzat
Hz. Peygamber'in emriyle mi olmuş -Vahyin yazılmasında olduğu gibi- yoksa
sahabe kendileri özel notlar mı tutmuşlardır? şeklindeki sorular, Sünnetin
sübûtu üzerinde tartışmaları meydana getirmiştir. Şimdi konuyu inceleyelim.[140]
1.
Sünnet'in/Hadislerin Yazıyla Tesbit Edilmesi
Hz.
Peygamber'in yirmiüç yıllık risâlet döneminde bir taraftan yeni dinin tebliği,
bir taraftan da bu tebliğe ilk muhatap olah sahabenin onu iyi anlayıp içlerine
sindirmesi için, onları daima ilme teşvik etmesi, sahabeyi Kur'an ve bunun
yanında Sünneti öğrenmeye karşı büyük bir istek ve arzuya sevketmişti. Sahabe
arasında okuma yazma oranının çok düşük olması nedeniyle, çoğunlukla ezberleme
yoluna gidiliyordu. Yazı bilenler ise -ki bu sayı çok azdır. Muhammed
Hamidullah, bunun onyedi kişi civarında olduğunu nakletmektedir.[141] Fakat
Muhammed el-Hatib Accâc, Usûlü'l-Hadis Ulûmunu ve Mustalahuhû isimli eserinde[142] bu
sayının daha fazla olduğunu belirtmektedir- kendileri özel notlar tutmak
şeklinde bir gayret içindeydiler.
Hadis
kaynakları sünnetin yazılması ile ilgili olarak bize iki farklı rivayet
nakletmektedirler. Bu rivayetlerden biri hadislerin yazılmasını yasaklayan
hadisler, diğeri de hadislerin yazılmasına cevaz veren hadisler. Hadisler
arasındaki bu tearuz, sünnetin yazıyla tesbiti konusundaki tartışmaların da
odak noktasını teşkil etmektedir. Bu hadisler şunlardır:
Hadis
yazmayı yasaklayan hadisler
Hadislerin
yazılmasını yasaklayan hadisler üç sahâbî tarafından nakledilmiştir. Bunlar Ebû
Said el-Hudrî, Ebû Hüreyre ve Zeyd bin Sabit (radiyallahu anhüm).
Ebû Said
el-Hudrî'nin rivayetleri şöyledir:
Ebû Said
el-Hudrî (r.a.) rivayet etmiştir, Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Benden
(bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur'an'dan başka bir şey yazdı ise onu imha
etsin. Ancak yazmaksızın benden dilediğiniz gibi rivayet edebilirsiniz, bunda
hiç bir beis yoktur. Her kim bile bile bana isnad ederek yalan uydurursa
cehennemdeki yerine hazırlansın."[143]
Ebû Said
el-Hudrî'den rivayet edilmiştir: "Rasûlüllah (s.a.)'den hadis yazmam için
izin istedim, bana izin vermedi."[144]
Ebû
Hureyre'den rivayet edilmiştir: "Biz hadis yazarken Rasûlüllah (s.a.)
yanımıza çıkageldi, bize
"Yazdığınız
şey nedir?" dedi. Biz de
"Senden duyduğumuz hadisler" dedik. Hz. Peygamber (s.a.):
"Allah'ın
kitabından başka bir kitap mı istiyorsunuz? Sizden önceki milletleri Allah'ın
kitabının yanında başka kitapları yazmaları sapılmıştır" dedi.[145]
Zeyd bin
Sâbit'ten gelen rivayet şöyledir: Zeyd bin Sabit bir defasında Muaviye'nin
yanına girdiğinde, Muaviye kendisine bir hadis sormuş ve yazılmasını
istemiştir. Bunun üzerine Zeyd bin Sabit:
"Rasûlüllah
(s.a.) bize hadisinden bir şey yazılmamasını emretti demiştir.[146]
Hadislerin
yazılmasına cevaz veren hadisler
Abdullah bin
Amr'dan nakledilmiştir. "Rasûlüllah'tan duyduğum her şeyi yazıyordum.
Amacım bunları ezberlemekti. Kureyş beni bundan menetti. Şöyle dediler:
"Sen
Rasûlûllah'tan duyduğun her şeyi yazıyorsun. Halbuki O, bir beşerdir, rızâ
halindeyken olduğu gibi gazap (öfkeli) halindeyken de konuşabilir." Bunun
üzerine yazmaktan vazgeçtim ve durumu Rasûlüllah (s.a.)'e anlattım. Rasûlüllah
(s.a.) parmağıyla ağzına işaret ederek:
"Yaz, nefsim kudret halinde
olan Allah'a yemin olsun ki bundan (ağzımdan) hakkın dışında bir şey
çıkmaz" buyurdular.[147]
Ebû Hüreyre
(r.a.) anlatıyor: "Ensar'dan bir adam Rasûlüllah (s.a.)'in meclisinde
oturur, Hz. Peygamber'den hadis dinler, hoşuna gider fakat ezberleyeni ezdi.
Rasûlüllah'a bu durumdan yakındı.
"Ey
Allah'ın Rasûlü, senden bir hadis dinliyorum hoşuma gidiyor, ancak
ezberleyemiyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Elinin
yardımına müracaat et" buyurdu ve
eliyle yazmasını işaret etti.[148]
Hadislerin
yazımı konusunda lehte ve aleyhte verdiğimiz bu örneklerde görüldüğü gibi her
iki grup hadisler arasında bir teârüz sözkonusudur. Hadisler arasındaki vürûd
tarihinin hangisinin daha önce ifade edilmiş olduğunu tesbit etme imkanından
mahrum olunuşu nedeniyle bu tearuzun giderilmesi konusunda İslâm bilginleri pek
rahat hareket edememişlerdir. Bu cümleden olarak bazı alimler, özellikle ilk
zikredilen Ebû Said el-Hudrî hadisinin mevkuf olduğunu, dolayısıyla delil
olarak kullanmaya elverişli olamayacağını ileri sürmelerine rağmen, onların bu
görüşleri fazla rağbet görmemiştir.[149] Ayrıca Ebû Said
el-Hudrî'nin diğer rivayeti bunu desteklemektedir. Dolayısıyla hadis sahihtir.
Bu nehy hadisi, yazmayı mubah kılan diğer hadislerle neshedilmiştir.[150]
Bu konuda
ileri sürülen görüşlerden biri de, teârüz halinde olan bu hadisler arasında
umum husus ilişkisinin bulunduğu yönündedir. Şöyle ki: Rasûlüllah (s.a.),
hadislerin yazılmasını umûmî bir ifade ile yasak etmişti, zira O'nun sözleri
ashâb-ı kiramın umûmuna birden müteveccihti. Ashâb-ı kiram ise, sika, sâlih,
zabıt, hafız olmak bakımından birbirinden farklı idi. Zabtı kuvvetli olanların
hıfzına, ayrıca yazı ile tesbitin yardım edeceği, unutma ihtimali bulunan ve
hafızası sağlam olmayanların ise, daha iyi zabtedebileceği düşüncesiyle,
Rasûlüllah (s.a.) bazı sahabeye hadislerin yazılması mevzuunda hususî izin
vermesi, Rasûlüllah (s.a.)'in zamana ve şahıslara göre takdir ve tayin ettiği
bir takım önemli sebeplere dayanmaktadır.[151]
Bir başka
görüş ise, hadisler arasında Nesh vâkî olduğu düşüncesidir. Bu da, ilk
dönemlerde Kur'an ayetleriyle sünnetin (hadislerin) karışma endişesinden dolayı
hadislerin yazılması Rasûlüllah (s.a.) tarafından yasaklanmıştı. Daha sonra
müslümanların sayılarının çoğalması, Kur'an hakkındaki bilgilerinin artması bu
endişeyi ortadan kaldırmıştır. Durum böyle olunca hadislerin yazılmasına cevaz
veren hadisler, yazılmasını yasaklayan hadisleri nesh etmiştir.[152] İbn
Kuteybe de aynı kanaatte olduğunu beyan etmektedir.[153]
Bu iki grup
hadisler arasındaki tearuzu giderme yolundaki değerlendirmeler her iki grup
hadisler arasında cem ve te'iif yahut, hadis yazımına cevaz veren bir
yaklaşımla olduğu gibi, aksi istikamette hadis yazımının yasaklanması yönündeki hadisleri öne
çıkararak konuyu değerlendiren İslâm bilginleri de olmuştur. Bu görüşü savunan
alimlerin başında Reşid Rıza gelmektedir. "Onun fikrine göre, hadislerin
yazılmasına İslâm'ın ilk günlerinde müsâde edilmiş, daha sonraki bir dönemde
ise menedilmiştir."[154] Onun
nazariyesine göre, Hz. Peygamber (s.a.)'in, kendi hadislerinin ebedî bir
kaynak veya dinin bir parçası olmasını arzu buyurmamışlardır. O yüzden
hadislerin yazılmasını yasaklamışlardır. Bu emir sahabe tarafından harfiyyen
tatbik edilmiştir. Onun içindir ki Hulafa-i Râşidin, hadis nakletmek şöyle
dursun yazmamışlardır bile. Hatta ileri gelen sahâbîler, ayrıca hadis
rivayetine karşı çıkmışlardır. Tabiin, sahabeden kalmış hiç bir sahife elde
etmiş değildi ve onlar valiler tarafından sadece böyle bir talepte bulunulduğu
zaman yazarlardı.[155]
Hadislerin
yazılmasının yasaklandığı görüşünü savunan âlimlerden Mahmud Ebu Reyye ise bu
konuda şöyle der: "Eğer yazım izini veren hadislerle bunu yasaklayanlar
arasında bir çatışma olduğu varsayılırsa, bunlardan birinin diğerini nesh
etmiş olması gerekir. Bu durumda sonraki gelenler yasaklama doğrultusunda
olduğu için, bunları nâsih (neshedici) görmek gerekir. Zira Rasûlüllah
(s.a.)'in vefatından sonra sahabe, hadis yazımını yasaklayan hadisler
nakletmişlerdir. Ayrıca sahabenin hadisleri tedvin etmeyişi de ikinci bir delil
teşkil etmektedir. Şayet sahabe hadisleri tedvin etmiş olsaydı yaptıkları
tedvinleri bol bol bulmak mümkün olacaktı.[156] Ebû Reyye daha sonra
görüşünü desteklemek babında değişik örnekler vererek sahabenin bazılarının
yazdıkları sahifeleri yakmalarını, onların hadisleri, dinin Kur'an benzeri
kaynağı haline getirmek istemeyişlerine bağlar.[157]
Gerek Reşid
Rıza'nın gerekse Ebû Reyye'nin bu görüşleri şiddetle eleştirilmiş, yapılan
ilmî tahlillerle görüşlerinin tutarsızlığı ispatlanmaya çalışılmıştır. Bu
çalışmaları yapanlar arasında Mustafa Sıbaî, Muhammed Ebû Şehbe, Mustafa
Â'zamî gibi ilim adamlarını sayabiliriz.
İslâm
âlimlerinin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in ilk zamanlar hadislerin yazılmasını yasakladığı
fakat daha sonra izin verdiğini ifâde etmektedirler. Yani gerek Reşid Rıza gerekse
Ebû Reyye'nin dediği gibi hadislerin yazılması konusunda önce izin vardı sonra
bu neshedilip yasaklandı şeklinde değil, bilakis tam tersidir. Daha ilk
devirlerden itibaren mesele tartışılmış ve yasağın önce, yazım izninin daha
sonra olduğu ifade edilerek konu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunu İbn
Kuteybe (276/889)'nin "Te'vilu Muhtelifi'1-Hadis"inde[158]
Râmehürmûzî (360/917)'nin "el-Muhaddisu'l-Fasl’ında[159] Hattabî (388/898)'nin
"Meâlimu's-Sünen"inde[160]
görmekteyiz. Hatta Nevevî (661/1263) âlimlerin, hadislerin yazılmasının
(yazmaya izin veren hadislerin daha sonra olduğunu dikkate alarak) cevazı
konusunda, icmâ ettiklerini ifade eder.[161] Bütün bunlara rağmen
sahabeden bazılarının hadisleri yazmadıkları[162], yazmaktan vazgeçtikleri[163],
yazdıklarını imha ettikleri[164] hatta
hadislerin yazılmaması konusunda bizzat tavır aldıkları[165] da bir vakıadır. Hakkında
âlimlerin fikir birliği içinde oldukları böyle bir konuda sahabenin bu şekildeki
uygulamaları nasıl değerlendirilmiştir. Yani sahabeyi böyle bir davranışa
sevkeden sebep ne olabilir? Yine bu sorunun cevabını da sahabenin kendi
sözlerinde buluyoruz:
Hz. Aişe
(r.a.) naklediyor:
Babam
Rasûlüllah (s.a.)'den beşyüz hadis toplamıştı (yazmıştı). Bir gece (yatakta)
çok dönüp durdu. (Onun bu hali) beni endişelendirdi. (Kendisine):
"Sana
bir şey mi oldu, bir şikayetin mi var?" diye sordum. Bana:
"Yanında bulunan hadisleri
getir" dedi. Ben
de onları getirdim, ateş istedi ve o tomarı yaktı. Ona
"niçin
yaktın?" dedim, şöyle dedi:
"O hadisler içinde, kendisine
güvendiğim ve itimat ettiğim bir adamın naklettiği hadisler bulunabilir.
Halbuki o adamın bana naklettiği hadis öyle olmayabilir. Ben de onu nakletmiş
olurum. (İşte) böyle olmaktan korktuğum için imha ettim."[166]
Sahih
isnadla nakledilen Ebu'n-Nadre'den gelen bir rivayet de şöyledir:
Ebu'n-Nadre
dedi ki: "Ebu Said el-Hudrî'ye şöyle dedim:
"Muhakkak
sen Rasûlüllah (s.a.) den çok ilginç hadisler naklediyorsun. Biz (onları
rivayetimiz sırasında) ona ilave etmekten veya noksan rivayet etmekten
korkuyoruz, Ebû Said el-Hudrî şöyle dedi:
"Siz o
hadisleri Kur'an olarak (yani Kur'an gibi yazılmış kitap halinde olup onları
devamlı müzâkere edilir halde kılmak) mı edinmek istiyorsunuz? Hayır (olmaz),
lâkin siz benden, bizim Nebî (s.a.)'den aldığımız gibi alınız (yani
ezberleyerek)."[167]
Hz. Ömer
(r.a.)'ın bu konudaki uygulaması ise, bazı sahabenin niçin hadis yazmadıkları
veya yazmaktan vazgeçtiklerini çok net olarak ortaya koymaktadır:
Urvetübnü
Zübeyr'den gelen bir rivayet şöyledir:
"Hz.
Ömer (r.a.) hadisleri yazdırıp bir kitapta toplamayı düşünüyordu. Durumu Hz.
Peygamber'in ashabı ile istişare etti. Onlar da hadislerin toplanıp yazılması
fikrinde olduklarını söylediler. Hz. Ömer bir ay boyunca bu konuda istihare
etti. Sonra bir sabah şöyle dedi:
"Hadisleri
yazdırmayı düşünüyordum, fakat sizden evvel yaşamış kavimleri hatırladım.
Onlar da böyle kitaplar yazmışlar ve onlara öyle sarılmışlardı ki, sonunda Allah'ın
kitabını ihmal ettiler. Allah'a yemin olsun ki ben Allah'ın kitabına bir şey
ilave etmiyecegim (yani ona bir şey karıştırılmasına vesile olmayacağım)."[168]
Yukarıdaki
rivayetlerden anlaşılacağı üzere, hadislerin ilk zamanlarda yazılmasının
yasaklanmasında ve sahabeden bazılarının bu yasağı daha sonra devam
ettirrnelerindeki en önemli sebep, hadis sahifeleriyle Kur'an sahifelerinin
karıştırılma tehlikesidir. Ne zaman insanlar Kur'an ayetleriyle hadisleri
ayırdedebilecek, aralarındaki hiyerarşiyi dikkate alabilecek Isiâmî şuura
ulaştılar, ondan sonra hadislerin yazılması konusunda kendilerine yazma izni
verildi. Sahabe arasındaki hadis yazımı konusunda farklı uygulama ve
tedirginliğin sebebi budur, yani Kur'an'la hadislerin birbirine karıştırılması
ve bunun sonucu da Ehl-i Kitab'ın düştüğü duruma düşme endişesidir. Hatib
Bağdâdî'nin de ifade ettiği gibi "Hadislerin yazılması bir süre
yadırgandıktan sonra geniş ölçüde tatbik sahası buldu ..."[169] Pek
çok sahabe hadis yazmışlardır. Bu konuda geniş bir çalışma yapan Mustafa
Â'zamî'nin tesbitine göre[170] pek
çok sahâbî hadis yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Ebû Eyyub el-Ensârî (52/672)
2. Ebû Râfiî (Hz. Peygamber'in
azadlısı) (40/660)
3. Ubey bin Ka'b (22/642)
4. Enes bin Mâlik (93/712)
5. Selmân-i Fârisî (32/652)
6. Abdullah bin Zübeyr (73/692)
7. Abdullah bin Ömer (74/693)
8. Abdullah bin Mes'ud (32/652)
9. Hz. Fâtıma (12/632)
10. Muaz bin Cebel (18/638)
11. Muaviye bin Ebî Süfyan (60/680)
12. Numan bin Beşir el-Ensârî (65/684)
13. Zeyd bin Erkâm (66/685)
14. Mugîre bin Şu'be (50/670)[171]
Hadislerin
yazılmasının cevazı konusuna kail olarak hadis yazan pek çok sahâbîyi takiben
tabiin döneminde de hadis yazma faaliyeti gelişerek devam etmiş ve aynı zamanda
tabiin döneminde Hadis Usulü ilminin temelleri atılmıştır. Hadislerin yazımına
ruhsat verildiğini ve buna ittibâen de bazı sahâbîlerin hadis yazdıklarını
yukarıda zikrettik. Yine Hz. Peygamber (s.a.) dönemindeki bizzat O'nun emriyle
gerçekleşen resmî yazışmalar (vesikalar) ve ayrıca o dönemde bizzat yazıldığı
tesbit edilen bazı gayr-i resmî vesikalar[172] diyebileceğimiz sahabenin
özel gayretleriyle yazılmış sahifeler, bize Nevevî'nin: "Alimlerin
hadislerin yazılmasının cevazı konusunda ittifak ettiler"[173] sözünü
teyid etmektedir, İbn Salah da Ulûmu'l-Hadis'inde "(Daha sonra) hadislerin
yazımı konusundaki ihtilaf zail olmuş ve müslümanlar bunun cevazı ve mubahlığı
konusunda icmâ etmişlerdir. Eğer hadisler kitaplara yazilmasaydı, gelecek
asırlara intikal etmez, yok olur giderdi" demektedir.[174]
2.
Sünnetin/Hadislerin Rivayet Edilmesi
Rivayet: Sünnetin ve benzeri haberlerin
nakli ile, bunları haber verenlere isnadından ibarettir. Bu tarife göre
rivayette üç unsur vardır: Birincisi rivayete konu teşkil eden sünnet veya
benzeri olan haber, ikincisi bu haberi kendisine nakledene isnad ile rivayet
eden şahıs, üçüncüsü de haberi kendisine rivayet edenden alan diğer şahıs.
Rivayetin gayesi, her şeyden önce, Hz. Peygamber'in söz ve fiillerinden ibaret
olan sünnetini, yahut daha umumî manası ile hadisini asırlarca sonra gelecek
olan nesillere duyurmaktır.[175] işte
kısaca konusu ve gayesi bu olan rivayetin keyfiyeti nasıl olmuştur? Bu konuda
özellikle manen rivayet, İslâm âlimleri arasında ifade ettiği mânâ itibariyle
ihtilaf konusu olmuştur. Bu ihtilafın keyfiyetine girmeden önce rivayetin
kısımları üzerinde duralım. Rivayet iki türlüdür: Lafız ile rivayet, mânâ ile
rivayet.
a) Lafız ile
rivayet: Hadisleri
lafız yoluyla işitildigi gibi rivayet etmek yani kelimesi kelimesine rivayet
etmek demektir. Hadis âlimleri -bilhassa ilk zamanlar- hadisi rivayet eden
kimsenin, onu hiç bir değişiklik yapmadan, fazla ve noksan söylemeden, aynen
şeyhinden aldığı lafızla rivayet etmesini şart koşuyorlardı. Bunu da Hz.
Peygamber'in şu sözünden çıkarıyorlardı: "Bir
hadis duyup da onu aynen duyduğu gibi rivayet eden kimsenin Allah yüzünü
ağartsın. Kendisine hadis nakledilen nice kimseler vardır ki, onu duyandan
daha iyi muhafaza eder."[176]
Sahabenin
ekserisi lafızla rivayet üzerinde bu yüzden çok durmuş, Rasûlüllah (s.a.)'in
hadislerinde bir ilâve ve noksan yapmaktan sakınmışlardır. Hatta birbirlerine
müdâhale ederek "Rasûlüllah öyle değil de şöyle buyurmuştu."
şeklinde tashih etmişlerdir.[177]
Tâbiun ve etbâu tabiîn devrinde İbn Sîrîn, İbrahim bin Meysere, Süfyan bin
Uyeyne, Abdurrahman bin Mehdî, Reca bin Hayve gibi büyük hadis âlimleri de
lafız ile rivayeti savunmaktadırlar.
b) Mana ile rivayet: Hadisleri
mânâ ile rivayet etmek mânâsına gelen
"er-rivâyetü bi'l-ma'nâ", lafızla rivayetin karşıtı olarak kullanılan bir
tâbirdir. Hz. Peygamber'in ağzından çıkan harf ve kelimeleri aynen nakletmenin
aksine, hadisi ya kısaltarak, ya da hadis metnindeki kelimelerin müteradiflerini
kullanarak, fakat her halükarda hadisin asıl mânâsını bozmadan yapılan rivayetlerdir.[178]
Sahabe
arasında lafız olarak rivayet etmeye karşı gösterilen titizliğin yanında bazı
sahabelerin ve tabiin tabakasına mensup pek çok hadisçinin mânâ ile hadis
rivayet etmeye cevaz verdikleri bilinmektedir. İşte bu şekil rivayetler, mânâ
ile hadis rivayet edilmesi konusunda ihtilaf sebebi olmuştur.
Mânâ ile
hadis rivayet edilmesine cevaz veren ve kendilerinin de rivayetleri bulunan
sahâbîlerden bazıları şunlardır; Ali bin Ebî Tâlib, Abdullah bin Abbas, Enes
bin Mâlik, Ebu'd-Derdâ, Vasile bin Eskâ, Ebû Hüreyre, Hz. Aişe, Abdullah bin
Mesud, Tabiin'den de mânâ ile hadis rivayetine cevaz verenler arasında Hasan
el-Basrî, eş-Şa'bî, Amr bin Dinar, İbrahim en-Nehâî, Mücâhid gibi isimleri
sayabiliriz.[179]
Hadisin mânâ
ile rivayetinde bir mahzur görmeyenler bunun için bir takım şartlar ileri
sürdüler. Buna göre râvinin sarf, nahv ve lügat ilimlerini bilmesi, lafızların
delâlet ettiği manayı ve maksadı anlaması, lafızlar arasındaki mânâ farkına
vâkıf olması ve hadisi lahinsiz olarak rivayet etmesi lazım gelmektedir.[180]
Duyduğu bir hadisi, lafzını terkederek mânâ ile rivayet etmek isteyen kimseye,
eğer lafızları ve onların delâletini bilmiyorsa mânâ olarak rivayet etmesine
cevaz verilmez, bilakis onun hiçbir değişiklik yapmadan duyduğu lafızlarla
nakletmesi gerekir.[181]
Hadis
âlimlerinin çoğu manâ ile hadis rivayetine yukarıda zikredilen şartlar
çerçevesinde cevaz vermişlerdir.[182] Onlar şu aklî delilleri
ileri sürmüşlerdir:
1. İbn Mes'ud ve diğer bazı sahâbîler
rivayetlerinde: "Hz. Peygamber şunları buyurdular, yahut bunun gibi,
veyahutta buna benzer bir söz söylediler" demişlerdir. Demek oluyor ki
böyle diyen sahâbî, Hz. Peygamber'in ne söylediğini hatırlayamamiş, sözlerinin
yerine manasını rivayet etmiştir.
2. İmam Şafii'nin belirttiğine göre,
tabiîlerden biri, "yetiştiğim kimi sahâbîler bir hadisin manasında
birleştikleri halde sözlerinde ihtilaf etmişlerdi. İçlerinden birine bu hali
söyledim, "manası bozulmadıktan sonra bunun mahzuru yoktur" diye
cevap verdi. Sahâbîlerin yukarıdaki sözleriyle tabiîlerin bu görüşleri,
hadislerin mânâ ile rivayet edilmelerinin caiz olduğu konusunda icmâ
mesabesindedir.
3. Sahâbîler, Hz. Peygamberle birlikte
bulunduklarında, O'ndan işittiklerini hemen yazmadıkları gibi ezberlemek için
huzurunda tekrar da etmiyorlardı. Böyleyken belledikleri hadisleri aradan uzun
yıllar geçtikten sonra rivayet etmeleri gösterir ki, onların ezberledikleri çok
kere Hz. Peygamber'in lafızları değil, ağzından çıkan sözlerin taşıdığı manadır.
4. Şer-i Şerifi Arap olmayanlara kendi
lisanlarıyla şerhetmek bilittifak caizdir. Arapça lafızları, müteradifleri olan
diğer Arapça lafızlarla değiştirmek evleviyyetle caizdir.[183]
Burada şunu
hatırlatmak yerinde olacaktır: Mânâ ile hadis rivayet edilmesi konusundaki
ihtilafların hiç biri yazılı hadis kaynakları için geçerli değildir. Bu yazılı
kaynaklardaki hadislerin her hangi bir lafzının bir başkasıyla değiştirilmesi,
bilittifak caiz değildir. Zira mânâ ile rivayet etmeye cevaz verenler işitilen
lafızları aynen zaptederek ezberlemedeki güçlük ve meşakkati göz önüne alarak
yapmışlardır. Kitaplara geçmiş rivayetleri ise, oldukları gibi nakil ve
rivayet etmekte hiçbir güçlük yoktur. Bir de bir hadisi mânâ ile rivayet eden
kimsenin, rivayetini müteakip, "ev kemâ kale", "ev
nahvehû", "ev şibhehû ev mâ eşbehe hazâ mine'l-elfâz" demesi
gerekir. Nitekim, mânâ ile rivayetteki vebali düşünerek bazı sahâbîlerin
-yanılmış olmak korkusuyla- böyle söyledikleri sabit olmuştur.[184]
Gerek Hadis,
gerekse Usûl alimleri Sünneti/Hadisleri değişik bakış açılarından ele alarak
bazı sınıflandırmalara tabi tutmuşlardır. Bu sınıflandırmalar sünnetin daha iyi
tesbiti ve anlaşılmasına yönelik çalışmalardır. Bir hadis problemi olarak
değerlendirilmemesi gerekirse de her bir taksim ve onunla ilgili ıstılahların
anlaşılması ve değerlendirilmesinde İslâm âlimleri arasında görüş farklılıkları
olmuştur. Bugün Hadis Usulü kitaplarımızdaki bilgiler, ümmetçe genel kabul
gören bilgilerdir. Yoksa sadece zayıf hadisle ilgili 42'den 510'a varıncaya
kadar farklı tarifler yapılmıştır. Ayrıca sünnetin bağlayıcılığı konusundaki
görüş farklılıkları da bu kabildendir. Biz burada konunun bir şemasını çizmek,
ana hatlarıyla bu meselelerin neler olduğunu ortaya koymak istiyoruz.
1. Mahiyet itibariyle;
a. Kavlî Sünnet
b. Fiilî Sünnet
c. Takrîrî Sünnet
2. Bize gelişdeki râvî sayısı
îtibâriyle:
a. Mütevâtir
b. Ahad (Bu da kendi arasında Meşhur,
Aziz ve Garib diye kısımlara ayrılır)
3. Sıhhat ve hüküm îtibâriyle:
a. Sahih
b. Hasen
c. Zayıf
4. Hadisi söyleyeni îtibâriyle:
a. Hadisi Kutsî
b. Merfû
c. Mevkuf
d. Maktu
5. Makbul olup olmayışı îtibâriyle:
a. Makbul Hadisler
b.
Merdud Hadisler
6. Bağlayıcılık îtibâriyle:
Bu konuda
ikili taksimden başlayarak üçlü, dörtlü, beşli, altılı, onlu ve onikili olmak
üzere farklı bakış açılarıyla farklı taksimler yapılmıştır. Hanefî kitaplarında
yer alan taksim, ikili taksimdir. Buna göre:
a. Sünnetü'1-Hüdâ
b. Sünnetü'z-Zevâid.[185]
İmam Mekhûl
(112/730)'ün taksimi de ikili taksimdir:
a. Sünnet-i Farîza
b. Sünnet-i Fazîle. [186]
Şah
Veliyyullah ed-Dihlevî (1176/1762) de ikili taksimden yanadır:
a. Risâleti Tebliğ Kabilinden Olan
Sünnet
b. Risâleti Tebliğ Kabilinden Olmayan
Sünnet.[187]
a. Kavil
Sünnet: Hz.
Peygamber'in değişik münâsebetlerle ve değişik amaçlarla söylemiş olduğu
sözlerine kavlî sünnet denir. Genel olarak "hadis" ifadesiyle
kasdedilen kavlî sünnettir. Bu itibarla hadis kelimesiyle kavlî sünnet kelimesi
birbirinin müteradifidir. Yalnız kavlî sünnet, sünnet terimine göre daha hususî
mânâ taşımaktadır. Kavlî sünnet, kendisiyle ahkâmın beyanı ve teşriî
kasdedildiği zaman teşrî kaynağıdır. Vahye mebnî olmayan, teşrî ile alakası
bulunmayan sırf dünyevî işlerde teşrî kaynağı değildir.[188] Sünnetin çoğunluğunu kavlî
hadisler temsil eder.
Yönlendirme
ve yasama onlarla ifade edilir. Nebevi beyan onlarla ortaya konur.[189]
b. Fiilî
Sünnet: Hz.
Peygamber'in özel ve tüzel, dinî ve dünyevî hayatındaki pratik uygulamalarıdır.[190] Hz.
Peygamber'in terkettigi şeyleri O'nun fiilleri cümlesinden sayanlar bulunmakla
beraber, usûlcülerin çoğuna göre, Rasûlüllah'ın terkleri, fiil kabilinden
değildir. (Burada anlatılan husus fiil veya terkin lügavî manasından ziyade
gerektirdiği hüküm açısındandır). O'nun fiilleri, aksi durumu gerektiren yani
fiilinin vücub, nedb ya da ibâhaya husûsî olarak delâlet etmesi gibi belli bir
söz, hal karînesi ya da başka bir delil olmadıkça mutlak izin ifâde eder.
Mutlak izin ise, vacip, mendup ve mubahı içine alır.[191] Rasûlullah (s.a.)'in
fiilleri konusunda çok farklı değerlendirmeler yapılmış, îtibâra göre taksimler
yapılmıştır. Süleyman Aşkar'ın yapmış olduğu taksim en detaylı olanıdır. Ona
göre Hz. Peygamber'in fiilleri (:fiilî sünneti) şöyledir:
1. Cibillî fiil (insan olarak
kendisinden sâdır olan fiiller),
2. Adî fiiller (Bir gelenek olarak
yaptıkları),
3. Dünyevî işlerle ilgili fiiller,
4. Harikulade fiiller ( Mucizeler
gibi),
5. Hasâis türünden olan fiiller
(Sadece Hz.Peygamber'e ait olan fiiller),
6. Kur'an'daki hükümleri beyan
sadedinde olan fiiller,
7. İmtisâlî fiiller,
8. Fiil-i müteaddî (Hz. Peygamber'in
başkalarını ilgilendiren konularda yapmış olduğu tasarruflarına denir.
Muamelât, ukûbât gibi).
9. Vahiy bekleme anında yaptığı
fiilleri,
10. Fiil-i mücerred (Bize nisbetle,
hükmü açıklayan bir karine bulunmayan ve önceki sayılan tasarruflardan hiç
birine girmeyen fiiller)[192]
c. Takriri Sünnet: Rasûlüllah
(s.a.)'in sahabeden bazılarından sadır olan bir fiili, gördüğü zaman sükut
etmesi yahut o fiilin iyi-güzel olduğunu izhar buyurmasına takriri sünnet
denir.[193]
Takrîrî sünnet birkaç şekilde tezahür edebilir.
1. Hz. Peygamber'in bir fiile karşı
susması, karşı çıkmaması şeklinde olabilir.
2. Bazen yapılan fiil karşısında
tebessüm ve sevinç göstermesi şeklinde olur.
3. Bazen de Habeşlilerin mescidde
mızraklarıyla oynamalarını takrir buyurması ve onlara "Ey Efride
oğulları" demesi ve Hz. Aişe (r.a.)'ya bakması için izin vermesi şeklinde
olur. Yani ikrarı ile ef'âli birbirine uygun düşer. Bazen de ikrar ettiği
halde kendisinin o şeyden uzak durduğu da olabilir.[194]
2. Hadisin
Bize Gelişindeki Râvî Sayısı İtibariyle
a.
Mütevâtir: Yalan üzere
birleşmeleri âdeten mümkün olmayan râviler topluluğunun, her nesilde kendileri
gibi bir topluluktan alıp naklettiği, görme ve işitmeye dayanan hadistir.[195] Bu tariften
de anlaşılacağı üzere mütevâtir haberin taşıdığı şartlar şöyledir:
1. Kalabalık bir cemaat tarafından
nakledilmelidir.
2. Bu kalabalığın kasıtlı veya
kasıtsız yalan üzere birleşmeleri mümkün olmamalıdır.
3. Bu kalabalığın sayısında herhangi
bir nesilde azalma olmamalıdır. Fakat kalabalığın artışı haberin doğruluğunu
teyid eder.
4. Haber, menşeinde onu nakledenlerin görme ve işitme
fiillerine dayanmalıdır.
Bu şartlar
bir araya geldiği zaman haber, zarurî ilim ifade eder. Yani onu işiten için red
ve inkarı mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu bir bilgi hâsıl olur.
Bu bilgi dine taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk
ediyorsa onunla amel etmeyi gerektirir.[196]
Mütevâtir
hadis iki şekilde ele alınmıştır:
1. Lafzı
Mütevâtir: Senedin başından sonuna kadar, hadisin metninin aynı
lafızlarla rivayet edilmesidir.[197] Şu
hadis lazî mütevâtire hep örnek verilegelmiştir: "Kim bile bile bana yalan isnad ederse cehennemdeki yerine
hazırlansın."[198] Bu
hadisin, -değerlendirmeler farklı olmakla birlikte -en az kırk en çok ikiyüz
sahâbî tarafından rivayet edildiği nakledilmektedir.[199] Lafzî mütevâtir olarak
gelen hadisler sayıca çok azdır.[200] Suyûtî'nin
"el-Ezhâru'1-Mütenâsıra fî'l-Ahbân'l-Mütevâtira" isimli eserinde
mütevâtir hadis sayısı 112'dir. Mezkur eser üzerine yeni ilâvelerle Ebû
Abdillah Muhammed bin el-Kettânî tertip ettiği Nazmu'l-Mütenâsır
fi'1-Hadisi'l-Mütevâtir isimli eserinde 310 hadis bulunmaktadır.[201] Ancak
bunların hepsinin lafzî mütevâtir mi yoksa ma'nen mütevâtir mi olduğu konusunda
kesin bilgimiz yoktur. Fakat, lafzan mütevâtir veya ma'nen mütevâtir kayıtları
konulmadan "mütevâtir" kelimesi yalın halde (mutlak olarak)
zikredildigi zaman, bunun anlamı "Lafzan Mütevâtir" demektir.[202]
2. Ma'nen
Mütevâtir: Lafızları
az çok birbirinden farklı olmak üzere manası tevatür yoluyla rivayet edilen
hadise denir. Ma'nen mütevâtir hadis, kimsenin inkar edemeyeceği kadar çoktur.[203] Hem
lafzı hem de ma'nevî mütevâtir hadîsin kesin ve yakînî bilgi ifade ettiğinde
bütün muhaddisler müttefiktir.[204] Müteâtir
haberin Hz. Peygamber'e nisbet edilmesi kesinlik göstermektedir. Bu da bize
mütevâtir haberle sabit olan şeyle amel etmenin farz olduğunu gösterir.
Mütevâtir haberin lafzı yoruma ihtimali olmadıkça delâlet ettiği hükümlerde
ihtilaf edilmez.[205] Mütevâtir
haberle sabit olan dinî bir mefhumu inkar veya aksini iddia ve ona inanma
hakkında, ilim adamları çok şiddetli bir tesbit yapmakta bu işe cür'et edenin
kafir olacağını ileri sürmektedirler. Bunu normal karşılamak gerekir. Çünkü
Kur'an ve inanç esasları gibi, dinde ilk kademeyi teşkil eden her şey bu yolla
gelmiştir. Bunları red ise, dini temelde kabul etmemek anlamına gelmektedir.[206]
b. Ahad Hadisler (:Haber-i
Vâhidler): Tevatür
sıfatı eksik olan ve zarurî bilgiyi gerekli kılmayan haberdir.[207] Bir başka
ifadeyle Mütevatir haberin dışında olan haberlere Âhad haberler denir. Bu
durumda Meşhur hadisler de Ahad hadis kapsamındadır. Çünkü Meşhur hadisler
başlangıç itibariyle âhaddırlar, daha sonraki nesillerde tevatür derecesine
ulaşmıştır. Böyle olunca hadislerin büyük bölümü "tevatür şartlarını
taşımayan âhad hadislerdir. Hadis kitaplarımızı dolduran hadislerin hemen hemen
hepsi bu anlamda âhad hadislerdir."[208]
Âhâd
haberlerin zarurî ilim ifade edip etmemesi ihtilâfına bağlı olarak bu çeşit
haberlerin dini konularda delil olması, bir başka deyişle âhâd haberlerle amel
edilip edilmeyeceği konusunda ihtilaf vardır. Bu konuda özel bir çalışma yapan
Ali Osman Koçkuzu hocamızın "Rivayet ilimlerinde Haber-i Vahitlerin itikat
ve Teşri Yönlerinden Değeri" isimli çalışması, alanında yazılmış en geniş
eserdir. Konu detaylı bir şekilde işlenmiştir.[209]
3. Sıhhat Ve
Hüküm İtibariyle:
Bu taksimin
altına Âhad hadis grubu girmektedir. Bunlar da genel olarak üçe ayrılır:
a. Sahih
Hadis: Şöyle tarif
edilmiştir: Şâzz ve muallel olmayarak isnadı Hz. Peygamber'e veya sahabeden
birine yahut daha sonrakilerden birine varıncaya kadar adalet ve zabt sahibi
kimselerin, yine kendileri gibi adalet ve zabt sahibi kimselerden muttasıl
senedlerle rivayet ettikleri hadistir.[210]
Tarif, sahih
hadis için şu dört şartı ihtiva etmektedir. Bunlar:
1. Sahih hadis müsned olacak yani
senedi kesintisiz olacaktır.
2. Râvilerinin tamamı âdil ve zabıt
(öğrendiğini eksiksiz belleyen ve nakleden) kimseler olacak.
3. Şâzz olmayacak (yani sika bir râvînin
kendisi gibi sika râvilere muhalif olarak naklettiği hadis olmayacak.)
4. Dış görünüşü itibariyle sahih
görünmekle birlikte konunun uzmanlarınca farkedilebilecek gizli bir kusur
taşımıyor (illetli: muallel değil) olacak.
Bu şartlar
tahakkuk etmedikçe ya da biri eksik olunca hadis sahih olmaktan çıkar. Ancak
bazı âlimler bir hadisin sahih olabilmesi için bu şartlara başka şartlar da
ilave etmişlerdir. Bunları Ahmed Naim Tecrid-i Sarih Tercümesi'nde şöyle
belirtir:[211]
1. Hâkim Ulûmu'l-Hadis'inde:
"Sahih'in râvisi, hadis ilmine intisap etmiş olmakla şöhret bulmuş
olmalı" der.
2. Sem'ânî'nin Kavât’ında zikrettiğine
göre, "Ravînin fehm ve marifet, kesret-i semâ ve ehl-i hadis ile devamlı
müzakere üzere olduğu ma'rûf olması lazımdır.
3. Bazıları hadisi, râvî lafızla değil
de mânâsı ile rivayet ediyorsa hadisin manasını bilen bir kimse olması şart koşulmuştur.
4. İmam-ı Azam Ebû Hanife'ye göre
hadisin sahih olabilmesi için, râvinin fakih olması da şart koşulmuştur.
5. Buhârî her râvînin kendi şeyhinden
semâı olduğunun (işittiğinin) sabit olmasını da şart koşar. Râvî ile
kendisinden hadis nakledilen kimsenin yalnız muasır olmalarını yeterli görmeyip
bir de görüşmüş olduklarının sübûtu şarttır, der.
6. Bazıları: "Bir hadisin sahih
olabilmesi için râvisinin o hadisi rivayet ettikten sonra hilafı ile amel
etmemiş olması da şarttır. Binaenaleyh bu kaydın tarif içine konulması gerekir"
demişlerse de buna da hacet yoktur. Zira râvinin kendi rivayetinden sonra
rivayet ettiği haberin içeriğiyle amel etmemesi, esasen râvînin cerhedilmesini
gerektiren illetlerdendir.
7. Bir hadisin isnadı yukarıdaki
şartlara haiz olmasa da ulemâca telakkî bi'1-kabul olmuş (kabul ile
karşılanmış) ise hüccet sayılır diyenler de vardır. Ibn Abdilber (463/1071),
Ebû İshak Isfirâînî (418/1027) ve Ebû Bekr bin Fevrek (= Fûrek) (406/1015) bu
kanaattedirler. Son iki alim şöyle demişlerdir: "Bir hadisin sıhhati
hadis imamları katında meşhur olmasından belli olur."
8. Sözleri
kabûl-i âmmeye mazhar olmamış (pek itibâr görmemiş) bazı ulemâ, rivayeti
şehâdet mertebesinde tutup adl ve zabıt olan râvinin münferid olmamasını,
hadisin sıhhati için şart koşmuşlardır. Nitekim, Mu'tezilenin ileri gelenlerinden
Ali el-Cübbâî (303/915): "Adlin rivayet ettiği haber kendisine diğer bir
adlin rivayeti munzamm olmadıkça
(eklenmedikçe), yani Kitabullah'ın zahiri ile sabit olan başka bir haberin
zahiri ile desteklenmedikçe, yahut da sahabe arasında yaygın veya bazı
sahabece onunla amel edilmiş olmadıkça kabul olmaz" diyor. Cumhuru fukahâ
ve muhaddisîn ise tek kişinin şehâdeti makbul olmamakla beraber sika olmak
şartıyla rivayetini makbul sayarlar.
Burada bir
hususu ifade etmek istiyoruz: Görüldüğü gibi bir hadisin sıhhat durumunu tesbit
etmek için gerçekten
çok ciddî,
çok mâkul şartlar ileri sürülmüştür. Fakat bu şartların bir kısmı bir hadis
bilgininin veya fakihin kendi ileri sürmüş olduğu şartlardır. Onun içindir ki
hadislerin sıhhat durumu belli bazı ortak şartlar belirlenmiş olmasına rağmen
daha çok ictihâdîdir. Her ne kadar ümmetin telakkî bi'1-kabul ettiği makbul ve
sahih hadisleri toplayan kitaplar (Kütüb-i sitte veya Kütüb-i tis'a gibi, İbn
Hıbban'ın Ibn Huzeyme'nin sahihi gibi) olsa da günümüz teknolojisinden de
faydalanarak en azından merhum Muhammed Fuat Abdülbâkî'nin yaptığı gibi hadis
imamlarının, ittifak ettikleri hadisleri, daha geniş bir çerçevede toplayarak
yeni çalışmalar yapılarak ümmetin hizmetine sunulabilir. Ayrıca hadis
imamlarının bir hadisin sahihliğini tesbit etmek için ileri sürmüş oldukları
şartlar incelenerek ortak noktalar tesbit edilip o istikamette çalışmalar
yapılabilir.
Sahih hadis,
yukarıda zikrettiğimiz (Senedin kesintisiz olması, râvilerin tamamının adalet
ve zabt sahibi olması, şâzz olmaması ve illetle olmaması) şartları en üst
seviyede içinde bulunduruyorsa böyle hadislere Sahih lizâtihî denir. Mutlak
olarak "sahih" denilince de sahih lizâtihî anlaşılır. Eğer makbuliyet
sıfatlarını tamamen ihtiva etmiyor ancak dışarıdan bir destek yardımıyla (âdıd)
sahih olmuşsa, böyle hadislere de Sahih Liğayrihî denir.[212]
Sahih hadisin hükmü: Hadisçiler, hadis ehlinden kabul
edilen fukaha ve usûlcüler sahih hadisin hüccet (delil) olduğu ve onunla amel
etmenin vacip olduğu konusunda icmâ etmişlerdir. Hadis ister tek bir râvî,
ister onunla beraber bir başkası rivayet etmiş olsun isterse tevatür derecesine
varmamış üç ve daha fazla kişinin rivâyetiyle meşhur olmuş olsun.
Âlimler,
sahih hadisle helaller ve haramlar konusunda amel etmenin vacip oluşu konusunda
ittifak elmiş olmalarına rağmen, itikadı konularda ihtilaf etmişlerdir. Âlimlerin
çoğu, itikâdî konular ancak yakîn ifade eden kesin bilgi ile ispat edilir ki o
da; "Kur'an-ı Kerim ayetleri ve mütevâtir sünnettir" görüşündedirler.
Ehl-i sünnet âlimlerinden bazıları ve İbn Hazm ez-Zâhirî (456/1064) sahih
hadisin ilmi yakîn ifade ettiğini ve dolayısıyla îtikadî konularda da onunla
amel etmenin vacip olduğu kanaatindedirler.[213] Ancak sika da olsa hiç bir
râvînin hataya düşmekten korunmuş (:masum) olmadığı hatırdan
çıkarılmamalıdır."[214]
b. Hasen
Hadis: Şâzz ve
illetten salim olarak zabtı mükemmel olmayan râviler tarafından rivayet edilen
hadistir. Hasen hadis tabiri hakkında Tirmizi şu tarifi yapıyor: "İsnadında
yalanla itham edilmiş hiçbir kimse bulunmamakla beraber şâzz da olmayan ve
kendi gibisi diğer tariklerden de rivayet edilen hadis bize göre hasen
hadistir."[215] Bu
tarife göre, isnâdındakı râvileri içinde fahiş bir galat ve hata vasıflanmayacak
derecede seyyiü'1-hıfz (hıfzı kötü), yahut hakkında ne cerh ne de ta'dil
nakledilmemiş, yahut kendisini kimi cerh kimi ta'dil etmiş iken hakkında cerh
ve ta'dil cihetlerinden hiç biri tercih edilmemiş mestûru'1-hal (durumu
bilinmiyor), yine (an'ane) ile hadiste tedlis yapan bir müdellis bulunursa o
hadis hasen olmuş olur.[216] Hasen
hadise, hasen denmesi, râvilerine gösterilen hüsnü zandan dolayıdır."[217]
Mutlak
olarak söylenen "hasen hadis" sözüyle, lizâtihî hasen hadis
kasdedilir. Hadisin senedindeki râvilerinden biri çok hata yapacak kadar dalgın
ve kizb (yalan) ile müttehem olmamakla beraber, ehliyetli ve ehliyetsiz olduğu
anlaşılmayacak kadar kapalı olan hadis ise, ligayrihî hasen hadis olur.[218]
Hasen hadisin hükmü: Bütün fakihlere göre kendisiyle
amel edilmesi ve ihticâcı konusunda makbuldür. Hadisçilerin ve Usûlcülerin
büyük bir kısımı da aynı görüştedirler.[219] Hasen li-gayrihi de
hadisçiler ve usûlcülerin cumhuruna göre hüccettir, onunla amel edilir. Aslında
hasen li-gayrihi zayıf hadislerden olmasına rağmen başka tariklerden gelen
rivayetlerle desteklendiği ve onu zayıflık derecesine indiren durum (ravinin
ezberinin kötü olması, gaflet hali gibi) zail olmuştur.[220]
c. Zayıf
Hadis: Makbul
hadis şartlarını taşımayan hadise zayıf hadis denir. Makbul hadisin şartları
ise sahih ve hasen hadisin taşıdığı şartlardır. Bunlar: Râvînin adaleti, Ravinin
zabtı, senedin ittisali (kesintisiz oluşu), şâzz olmaması, gizli bir illetle
ma'lül olmaması ve hadisin başka bir yönden rivayet edilerek desteklenmiş
olması.[221] Bu
şartları taşımayan hadis zayıf hadistir. Zayıf hadislerin çeşitleri çoktur.
Kendi aralarında dereceleri bulunan zayıf hadislerin çeşitleri hakkında İbn
Hacer el-Askalânî (852/1448): "Bu taksime ve çeşitlerinin ne olduğuna
şimdi muttalî değiliz" derken[222] Ebû Hatim bin Hıbban
el-Büstî (354/965) yaptığı taksiminde 49'a çıkarmış[223], el-lrâkî (806/1403) 42
olarak tesbit etmiştir[224], bu
sayıyı 128 hatta 510'a kadar çıkaranlar vardır.[225]
Zayıf
hadisin hükmü: Konu çok geniş olmakla birlikte
kısaca özetlersek:
1. Zayıf hadisle mutlak olarak
helaller, haramlar konusunda amel edilir. İmam Ahmed bin Hanbel ve Ebû Davud
bu görüştedirler. Tabiki bu, gayr-i şedid bir zayıflığa sahip olan hadisler
içindir.
2. Zayıf hadislerle fezâil konusunda
amel edilmesi müstehaptır. Fukaha ve muhaddislerin çoğu bu görüştedir. Nevevî,
Aliyyu'1-Kâri ve İbn Hacer el-Heytemî gibi.
3. Mutlak olarak zayıf hadisle amel
edilmez. Ne fezâil konusunda ne de bazı helaller ve haramlar konusunda. Ebü
Bekir bin el-Arabî bu görüştedir.[226]
Hanefiler
kural olarak zayıf hadisle amel edilebileceğini ve bunun kıyas ve rey'e tercih
edileceğini söylemişlerdir.[227]
Hadis
âlimleri, mevzu (uydurma) hadisler hariç zayıf hadisleri terhîb ve tergîb
(sakındırma ve teşvik etme) konularında rivayete cevaz vermişlerdir. Ancak
rivayet sırasında da gerekli titizlik gösterilmiştir. Hadisi rivayet ederken
Hz, Peygamber'e nisbet etme konusunda kesinlik ifade eden lafızlar
kullanmamışlar (Rasûlüllah (s.a.) buyurdu, emretti, şöyle yaptı gibi.), bilakis
Rasûlüllah'tan rivayet olundu, vârid oldu, naklediliyor... gibi lafızlar
kullanmışlardır.[228]
4. Hadisi
Söyleyeni İtibariyle
Bundan
maksad, hadisin söylendiği kaynak açısından yapılan taksimdir. Buna göre:
a. Kudsi
Hadis: Hz.
Peygamber'in söz olarak Rabbına izafe veya Rabbından rivayet ettiği hadislere
hadis-i kudsî, hadis-i ilâhî veya hadis-i Rabbânî denilmiştir. Bu çeşit hadislere
kudsiyetin izafe edilmesi onların Allah Teâlâ'dan sadır olması yönündendir.
Yani bunların menşei Allah Teâlâ’dır.[229]
Hadis-i
kudsi hakkında iki görüş ileri sürülmüştür:
1. Hadis-i kudsî Allah'ın
kelamındandır. Nebî (s.a.) sadece onları hikaye etmiştir. Çünkü, Allah'a izafe
edilmiştir (Allah Teâlâ buyuruyor ki ...) gibi, sonra muhtevasında konuşan
kimsenin ifâdeleri saklıdır (Ey kullarım ... gibi.)
2. Hadis-i kudsi, diğer nebevi
hadisler gibi Hz. Peygamber'in sözüdür. Bu görüşü Külliyat’ında Ebu'1-Bekâ
savunmaktadır. İfadesi şöyledir: "Kur'an'ın lafzı da manası da
Allah'tandır. Vahyi Celi ile gelmiştir. Hadis-i kudsi ise, lafzı Hz.
Peygamber'den manası ise ilhamla veya uykuda Allah tarafından Peygamber'ine
verilmiştir." et-Tîbî de bu görüşü benimsemiş ve şöyle demiştir:
"Kur'an Cebrail (a.s.)nin getirmiş olduğu bir lafızdır, hadis-i kudsî ise
Allah'ın ilhamla veya uykuda manasını haber verdiği, Hz. Peygamber'in de
ümmetine kendi sözleriyle naklettiği hadislerdir. Diğer hadisler ise Allah'a
izafe etmemiş, O'ndan da rivayet etmemiştir."[230]
b. Merfû
Hadis: Özellikle
Hz. Peygamber'e isnad edilen söz fiil ve takrirlerden -ister munkatı isnadla
isterse muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun- bütün hadislere Merfû hadis
denir. Merfû hadis ikiye ayrılır:
1. Sarahaten
Merfû: Söz, fiil ve
takririn Hz. Peygamber'e açık bir ifâde ile isnad edilmesidir.
2. Hükmen Merfû: Söz, fiil ve takririn Hz. Peygamber'e aidiyeti açıkça
belirtilmeyen, bununla beraber, nakledilen haberlerin mahiyetinden O'na ait
oldukları anlaşılan ve merfû olduklarına hükmedilen hadislerdir.[231]
c. Mevkuf
Hadis: Sahabenin
akvâl, ef'al ve takririne ait olan muttasıl veya munkatı olarak nakledilen
şeylerdir. Bunlarda rivayet sahâbiye dayanıp orada kalır, Rasûlüllah (s.a.)'e
ulaşmaz.[232]
d. Maktu
Hadis: Tabiuna ait
söz ve fiillere Maktu hadis denir.[233]
"Merfû,
Mevkuf ve Maktu gibi tabirler, "sened"in değil "metin"in
sıfatlarıdır. Bu üçlü taksimde dikkate alınan husus, sözün senedi olmayıp
bizzat kendisidir."[234] Horasan
fakihleri Mevkuf’a, Eser; Merfu'ya, haber ismini vermişlerdir.[235]
Merfû' Mevkuf ve Maktu Hadisin
Hükmü: Merfû hadis
bütün İslâm bilginlerince hüccet kabul edilmiştir. Sahih olan görüşe göre
mevkuf ve maktu hadis hüccet degildir.[236]
5. Makbul
Olup Olmayış İtibariyle
Amel edilip
edilmemesi ile ilgili genel olarak belirlenmiş bir taksimdir. Aslında yukarıda
zikredilen hadis taksimlerinde veya çeşitlerinde hüccet olup olmadıkları, amel
edilip edilmeyecekleri konusu anlatılmıştır. Ancak bazı Usûl-ü Hadis
müelliflerinin yapmış oldukları bir taksim olması hasebiyle buraya almayı
uygun gördük. İbn Hacer'in taksimine göre Mütevâtir dışında kalan haberler ya
Makbuldür veya Merdud'dur.
a. Makbul Hadisler: Kendisiyle amel edilmesini gerektiren
hadislerdir. Genellikle sahih hadisin mürâdifi olarak kullanılmıştır.
b. Merdud Hadisler: Ravisinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle
amel etmek gerekmeyen hadistir.[237]
Mevzu Hadisin hükmü: Peygamber'e iftira atmak, O'nun
adına yalan uydurmak demek olduğundan haramdır, hatta Ahmed Naim'in ifadesiyle
"eşna'ı haram olduğunda şüphe yoktur." Yani hadis uyduran kişi en
kötü haramı işlemiş demektir. Küfürden sonra en büyük günahlardan birini
işlemiş fâsık demektir.[238]
Hz.
Peygamber'den sâdır olan veya O'na izafe edilen sünnetin taksimi konusunda
farklı görüşler bulunmaktadır. Genel olarak sünnet, mâhiyeti açısından üçe
ayrılmaktadır: a) Kavlî sünnet, b) Fiilî sünnet, c) Takrirî sünnet.
Genel
anlamıyla bu üç şekilden birisi olarak tezahür eden sünnet özellikle teşrî
değeri ve bağlayıcı olup olmaması açısından İslâm bilginleri arasında farklı
şekillerde değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmelerin bir kısmı daha genel
esaslar dikkate alınarak yapılmıştır, bir kısmı da biraz daha detaya inilerek
yapılmıştır. Bunların en azı ikili en çoğu ise onikili taksim şeklindedir.[239]
-Hanefî
kitaplarında ele alınan taksim, ikili taksimdir. Buna göre sünnet iki kısımdır:
aa)
Sünnetü'l-hüdâ: Namazı
cemaatle kılmak, ezan ve ikâmet gibi dinî nişanelerden olma özelliği taşıyan ve
terki durumunda isâeti gerektiren sünnet.
ab)
Sünnetü'z-Zevaid: Giyim
kuşam, oturup kalkma gibi Peygamber (s.a.)'in günlük yaşantılarıyla ilgili olan
sünnetleridir. Bunların terkedilmesi durumunda bir beis (sakınca) yoktur.[240]
-İmam Mekhûl
(r.a.)'ın taksimi de yine ikili taksimdir:
aa) Sünnet-i Fariza: Bu kısım alınması gerekli olup,
terki küfrü gerektirir.
ab) Sünnet-i
Fazîle; Bu kısımda
olan sünneti almak bir fazilet terki ise harec (sakınca) doğurur. Mekhul'den
şöyle nakledilir:[241]
-Şah
Veliyyullah ed-Dihlevî (1176/1762) ikili sünnet taksimi yapan İslâm
âlimlerindendir. "Hüccetullahi'l-Bâliğa" isimli eserinde bu görüşünü
şöyle açıklar:[242]
aa) Risâleti tebliğ kabilinden olan sünnet: Şu ayeti kerime, sünnetin bu kısmı
hakkındadır:
"Peygamber
size neyi verirse onu alın, size neyi yasaklarsa ondan kaçının."[243]
Tebliğe
yönelik sünnete şunlar dahildir:
-Ahiret
hayatı ve meleküt âlemine dair hadisler. Bu kabilden olan sünnetin tamamı
vahye dayalıdır.
-İbâdetlerle
ilgili hükümler ve onları belirleyici hadisler.
-İrtifakların
(yani ihtiyaçların karşılanması yollarının) zaptu rabtına yönelik hadisler. Bu
kısımda olan sünnetin bir kısmı vahye, diğer bir kısmı da içtihada dayalıdır. Rasûlüllah'ın
içtihadı, vahiy mesabesindedir. Çünkü Allah Teâlâ onu, görüşünün hata üzere
karar kılmasından korumuştur. Zannedildiği gibi, O'nun içtihadının nassla
belirtilmiş bulunan şeylerden (mansus) istinbat edilmiş olması gerekmez.
-Herhangi
bir şekilde kayıtlamaksızın mutlak olarak zikrettiği hikmetler, maslahatlarla
ilgili sünnetler. Güzel huyları ve zıdlarını belirlemesi böyledir.
-Üstün
ameller ve menkıbelerle ilgili sünnet. Bunlardan bir kısmının vahye diğer bir
kısmının da içtihada dayandığını düşünüyorum.
ab) Risâleti tebliğ kabilinden olmayan sünnet:
Bu tür
sünnet hakkında Rasûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ben de nihayet bir insanım.
Size dininizden bir şey emrettiğim zaman, onu alın, size kendi görüşümden bir
şey emrettiğim zaman, ben de nihayet bir insanım."[244]
Bu kısmın
altına şu konulara dair olan sünnet girer:
-Tıbla
ilgili hadisler.
-"Siz
siyah ve alnı sakar ata bakın"[245] türünden olan hadisler.
Bu kabil
sünnetin dayanağı tecrübedir.
-İbadet
niyeti olmaksızın âdet kabilinden olan, bir kasıt bulundurmaksızın gelişigüzel
yaptığı tasarrufları.
-Folklor
kabilinden olup kavminin anlatageldikleri şeyleri zikretmesi.
-O güne has
bazı cüzî maslahatın kasdına yönelik olan, ümmetin tamamı için bağlayıcı
olmayan sünnet.
-Özel hüküm
ve kazası.[246]
Bu taksim
İbn Kuteybe (276/889)'nin taksimidir. Buna göre sünnet:
ba) Bizzat Cebrail (a.s.)'in getirdiği
sünnet.
bb)
Hz. Peygamber (s.a.)'in kendisine verilen yetkiye dayanarak vaz' ettiği
sünnet.
bc) Hz. Peygamber (s.a.)'in bizi te'dib
için yani öğretmek için koyduğu sünnet ki, onları yaparsak bizim için fazilet
olur ama yapmaz terkedersek, bizim için hiç bir sorumluluk olmayan
sünnetlerdir.[247]
Muhammed Ebû
Zehra'nın Hz. Peygamber'den sâdır olan fiillerle ilgili taksimi de üçlü bir
taksimdir. Bu taksime
göre:
ba) Şeriatı açıklamak için yapılan
işler
bb) Hz. Peygamber'e mahsus işler
bc) Bir beşer olarak Arabistan'da
yaygın olan geleneklere göre Hz. Peygamber'in yaptığı işler.[248]
Hz. Peygamber'in
sünnetini İzzüddin Abdilaziz bin Abdisselam (660/1262), "Kavâidu'l-Ahkâm
fî Mesâlihi'l-Enâm" isimli eserinde dörtlü bir taksim içinde ele alarak
inceler:
ca) Tebliğ, cb) Fetva, cc) Kaza, cd) Emânetü'1-Uzmâ (İmamet görevi)[249]
Benzer bir
taksimi, Şihâbuddin Ahmed el-Karârî (684/1285) de yapmaktadır.[250]
Ebu'l-Huseyn
el-Basrî (463/1071), Hz. Peygamber'in fiillerini: a) Cibillî, b) İmtisâlî,
c) Hasâis, d) Kur'an'daki mücmeli beyan eden ve e) Mübtede' olarak yaptıkları olarak beşli; Ebû Şâme el-Makdisî
(665/1267): a) İmtisâlî, b) Cibillî, c) Hasâisu'n-Nebî, d) Sıfatı
bilinmiyen mutlak fiiller ve e)
Beyânî fiiller, f) Sıfatı bilinmiyen
Mübtedî fiiller şeklinde altılı bir tasnif yapmaktadır.
Süleyman
Aşkar ise şu taksimatı verir:
1. Hz. Peygamber'in beşer olarak
yaptığı fiiller (Cibillî fiil)
2. Adet ve gelenek olarak yaptıkları
3. Dünyevî işlerle ilgili fiilleri
4. Mucizeleri
5. Hasâis
6. Beyan
7. İmtisalı fiilleri
8. Fiili müteaddî (yani başkasını
ilgilendiren konularda) yapmış olduğu tasarrufları.
9. Hz. Peygamberin vahy bekleme anında
yaptığı fiilleri
10. Fiil-i Mücerred yani bize nisbetle
hükmünü açıklayan bir karine bulunmayan ve bundan önce sayılan tasarruflardan
birine girmeyen fiillerdir.
Tâhir bin
Âşur'un (1394/1973) tesbitinde ise,
a) Teşrî tasarrufları,
b) Fetva mahiyetindeki tasarrufları,
c) Yargı mahiyetindeki tasarrufları,
d) İmâre (Devlet Başkanlığı) ile
ilgili tasarrufları,
e) Hedy ve irşadla ilgili,
f) Arabuluculuk (musâlaha) ile ilgili,
g) Fikir danışanlara yol gösterme ile ilgili,
h) Nasihat mahiyetindeki,
ı) İnsanları mükemmele yönlendirmek
için yaptığı tasarruflar,
i) Yüce hakikatleri öğretmeye yönelik
tasarrufları,
j) Te'dib için olan tasarrufları ve
Cibillî tasarrufları olmak üzere oniki ayrı gruplandırma halinde taksim ederek
konuyu işlemiştir.[251]
Bütün bu
sünnet taksimleri, sünnet olarak bilinen Hz. Peygamber'e ait bir davranışın
hangi kategoriye girdiğini tesbit etmek, Hz. Peygamber'den sâdır olan her şeyin
sünnet olup olmadığını, bağlayıcılık vasfının bulunup bulunmadığını belirlemek
için yapılan gayretlerdir. Ancak şurası bir gerçek ki Hz. Peygamber (s.a.)
Kur'an'ın ifadesiyle "en güzel örnek"[252]
olma vasfını hayatı boyunca bizzat göstermiştir. Zira O bir peygamberdir, fakat
bununla birlikte bir beşerdir de. O'ndan bize intikal örnek davranış
modellerini tesbit ve tahlilde bir takım sınıflandırmalara gitmekten ziyade
daha dengeli, sünnetin, gerektiğinde şeklini ve lafzını dikkate alarak,
kasdedilen manây-ı maksudunu tesbit etmeye çalışarak, Peygamberi idraki
içimizde duymaya çalışmak daha mâkul olacaktır. Bu bahsettiğimiz husus, Hz.
Peygamber'e ait bir davranış biçiminin, hangi konulara delâlet ettiği açıkça
belli olmayan durumlarda olması halindedir. Yoksa açıkça risâletle mi ilgili
yahut risâletin dışındaki konularla mı ilgili oldugu belli olan konularda
yapılacak iş bellidir. Belirtilen hükmün durumuna göre amel edilir. Sünnet
malzemelerini değerlendirmede, meseleye bağlayıcılık açısından bakarak bu
bağlayıcılığın niteliği de o derece önemlidir. Şöyle ki, bağlayıcılık olayını,
işlenmediği takdirde ceza veya ikapla karşılaşılması gerekli olan bir husus
olarak anlayabildiğimiz gibi, işlenmediği takdirde herhangi bir ceza veya ikab
sözkonusu olmasa bile en azından sevaptan mahrum olma gibi de anlayabilir
miyiz? Eğer öyle anlarsak, bir bakıma bu da bir cezadır. Çünkü, ibadetlerle
adetleri birbirinden ayıran temel öğenin niyet olduğu bilinen bir gerçektir.
Hz. Peygamberin uyguladığı sünnet-i zevâid kabilinden bir davranış biçimi uygulama
konusunda hukukî açıdan bir zorunluluk olmasa bile belki ahlakî açıdan,
Peygamber'e bağlılığın bir ifadesi olarak, o niyetle bunu uygulamak isteyen
kimse, uygulamadığı takdirde kendisini sorumlu hissedecek olursa, bu durumda
söylememiz gereken şu olacaktır: Benimsenip kabullenilen bu davranış biçimi
uygulanabilir ancak, bir başka müslümana bunu uygulamanın zorunluluğu ifade
edilmemelidir.[253]
Sünnet,
Kur'an'ın yaşanmış bir tefsiri, İslâm'ın ise pratik ve de örnek bir tatbikidir.
Öyle ki Nebî (s.a.), tefsir olunmuş bir Kur'an ve tecessüm etmiş bir İslâm idi.[254]
Nitekim bunun böyle olduğunu Hz. Aişe (r.a.)'nın şu sözleri çok açık bir
şekilde ifade etmektedir. Ona Hz. Peygamber'in ahlâkından sorulunca şöyle cevap
vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'an'dı."[255] Kur'an ve sünnet bir
bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın
onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî
hayata geçirilişi olmaktadır. Çok daha önemlisi, Kur'an'ın Kur'an olduğunu bize
Rasülüllah (s.a.) haber vermektedir.[256] Bu itibarla sünnetin
fonksiyonu derken onun Kur'an'ı anlama, yorumlama ve yaşama konusunda ne
getirmiştir? Bunlar üzerinde genel bilgiler vermek istiyoruz.
Sünnet,
şer'î hükümleri beyan bakımından Kitab (Kur'an)'ın yardımcısıdır. Bunu şu üç
maddede özetleyebiliriz:
1. Sünnet Kitab'ın mübhem ve mücmelini
açıklar, umûmî hükümleri tahsis eder, Cumhûr'a göre nâsih ve mensûh'u bildirir.
2. Sünnet, Kur'an'da asılları sabit
olan farzları tamamlayıcı hükümler getirir.
3. Sünnet, Kur'an'da bulunmayan bir
kısım hükümleri beyan eder. Sünnet bu hükümlerden başka bir kısım takriri
hükümler de ihtiva eder.[257]
İmam Şafiî
(204/819) er-Risâle isimli eserinde şöyle der: "İlim ehlinden hiç birinin,
Peygamber'in sünnetinin üç türlü olduğunda muhalefet etmiş olduğunu bilmiyorum.
Bunların ikisinde birleşmişlerdir.
1. Bu ikisinden birincisi şudur: Allah
bir hususta hakkında Kur'an nassı indirmiştir. Rasûlüllah (s.a.) de Kitabın
nassına benzer şekilde (onu) açıklamıştır.
2. Allah Kitabında mücmel olarak
indirdiği husus olup, Rasûlüllah'ın Allah'ın kasdettiği manayı açıklamasıdır.
Bu ikisinde ihtilaf etmemişlerdir. Üçüncüsü, Hz. Peygamber'in Kitabın nassı
olmayan hususta hüküm koymasıdır. Bu konuda da:
a) Kimi Allah'ın, Peygamber'e itaati
farz kılması ve kendi rızasına uygun olacağını bilmesinden dolayı, Peygamber'e
Kitabın nassı olmayan hususta hüküm koyma selâhiyeti vermiştir, demiştir.
b) Kimi de koyduğu sünnetin Kitap'ta
mutlaka bir aslı olduğunu söylemiştir. Nitekim namazın aslı farz edilmişken
sayısını ve açıklamasına dair Peygamberin sünnetleri vardır. Aynı şekilde
alışveriş ve şeriatın diğer hususlarında sünnetler koymuştur. Zira Allah "Mallarınızı
aranızda bâtılca yemeyin" [258] buyurdu, ve "Allah
alışverişi helal ribayı haram kılmıştır."[259] dedi. Peygamberin helal ve
haram kıldığı hususlar, namazı açıklaması gibi, Allah namına yapmış olduğu
açıklamalardır.
c) Kimi de bunu ortaya koyan Allah'ın
elçi göndermesidir. Peygamber'in sünneti Allah'ın farz kılmasıyla sabittir.
d) Kimi sünnet koyduğu her nesnenin
O'nun kalbine ilham edildiğini söylemiştir. Sünnet, Allah tararından kalbine
atılan hikmettir. Böylece kalbine atılan O'nun sünneti olmuştur."[260]
Dikkat
edilmesi gereken, Peygamber'in dinde (teşrî) içtihadının esası, Kur'an'ın ve
teşrî ilkelerinin O'na verdiği ruhtur. O, hüküm koymada, Kur'an'daki hükümlere
kıyas etmeğe veya Kur'an'ın şeriat koyma hususunda öngördüğü genel ilkelerini
uygulamaya dayanırdı. Bunun için Sünnetin hükümlerinin kaynağı Kur'an'ın
hükümleri olur.[261]
Kur'an'a
nisbetle sünnete bakıldığı zaman onu ikiye ayırmak mümkündür:
1. Teklifi bir hüküm getiren yani
emir, nehiy ya da izin ihtiva eden sünnet. Kur'an'ın delâlet ettiği ve
anahatlarıyla işaret ettiği sünnet işte bu kısımdır. Bunlar bir tür Kitab'ın açıklanması
mahiyetindedir. Sünnetin Kur'an'a râcîliği, yükümlülük açısından mükelleflerin
fiilleriyle ilgili durumlara nisbetledir.
2. Yükümlülük getirmeyen (Teklifi
olmayan), meselâ geçmişten ve gelecekten haber verme gibi, emir, nehiy ya da
izinle ilgisi bulunmayan hadisler. Bunlar da iki kısımdır:
a. Bu türden olup da yine Kur'an'ın açıklaması mahiyetinde
gelen hadisler. Bunların Kur'an'ın tefsiri olduğunda herhangi bir kuşku yoktur.
b. Tefsir makamında bulunmayan itikâdî ya da amelî bir
yükümlülük manası taşımayan hadislerdir. Bu türden olan hadislerin illâ da
Kur'an'da bir aslı olması gerekmez. Çünkü bu konu yükümlülük getirmeyen
fazladan bir şeydir. Meselâ alaca hastalığına yakalanmış kimse (abraş), kel ve
kör hakkında gelen ve onların imtihan edilmelerini belirten hadis, âbid Cüreyc
ile ilgili hadis bu kabilden örneklerdir. Bunlar üzerine herhangi bir amelî
yükümlülük doğmamaktadır. Ancak bu tür hadislerde dahi Kur'an'da yer alan
kıssalara bir benzerlik vardır. Bu muhtemelen terğib ve terhib ilkesine dayalı
açıklamalar olmakladır.[262]
Teklifî
olmayan sünnet de bir yönüyle en azından Kur'an'ın beyanı mesabesinde olup,
teklifî olan sünneti desteklemekte, ona yardımcı olmaktadır. Yani sünnet ister
teklifî olsun ister teklifî olmasın Kur'an'ın kapsamı içindedir, Kur'an'ın
hayata geçirilmiş biçiminin keyfiyetini bize açıklar ve yol gösterir. Bu
itibarla Kur'an ve Sünnet bir bütünlük arzeder. Bunun için de Kur'an'la sahih
sünnet hiç bir zaman birbiriyle çelişik değildir. Prensipte bu böyledir. Bize
çelişik gibi gelen hususlar ise, üzerinde araştırılması gereken, sağlıklı bir
değerlendirme yapılması, eldeki ölçülerin yeniden gözden geçirilmesi gereken
hususlardır.
Sünnetin
fonksiyonu, düşünce planından ziyade daha çok pratik hayatta kendisini
gösterir. Çünkü hayata yansıyan Kur'an ahkâmı, ancak sünnetin belirlediği şekil
ve tarzda olur. "İslâmî yapının Kur'an ayetleriyle belirlenmiş üç ana
inanç temeli olan tevhid, risâlet ve âhiret, sünnetin bu konulara getirdiği
yorumlarla anlaşılabilmektedir. İslâm'ın beş esasından (kelime-i şehâdet hariç)
dördünün (Namaz, oruç, hacc, zekat) uygulanabilirliği ve işlerlik kazanması
tamamen sünnetin önderliğine ve örneklemesine bağlıdır."[263]
Sünnetin
fonksiyonu üzerindeki hemen bütün çalışmalarda genellikle sünnetin teşri
değeri, teşrîde kaynak olup olamayacağı konusu ayrıntı denilebilecek incelik
içinde ele alınmış ve incelenmiştir. Bu sevindirici bir husustur. Ancak belki
bugün çekilen sıkıntı, bu bilgi birikiminin günümüz müslümanına hangi metodla
nasıl sunulması meselesidir. Yani sünnetin hayata taşınması meselesidir.
Günümüz ilim dünyasını meşgul eden, "Sünnetin yerelliği ve Evrenselliği"[264],
Sünnetin nihâî amacı nedir?"[265] ve "Sünnetin
bireysel, toplumsal ve evrensel boyutları"[266] gibi farklı ifadelerle
dile getirilen en önemli husus da budur.
Bu konuda
hadislerin/sünnetin de mutlaka sosyolojik yönünün de dikkate alınmasının
"sünnetin nihâî amacı olan İslâm toplumunu oluşturmada" önemli bir
yeri olduğu kanaatimizi ifade etmek istiyoruz. Belki de genel Din Sosyolojisinin
bir alt dalı olarak "Sünnet Sosyolojisi" geliştirilebilir. Nitekim
benzer bir çalışma olarak "Kur'an Sosyolojisi" üzerine fikir üreten
ilim adamlarımızın[267]
gayretlerini takip ediyoruz, İslâm medeniyeti bitmiş bir medeniyet değil, yaşayan
bir medeniyettir. Bu medeniyetin beslendiği ana kaynak ise Kur'an ve Sünnettir.
Bu iki kaynağın verileri fonksiyoner hale getirilip insanımızın bilgisine
sunulması da bilim adamlarımızın üstün gayretlerine bağlıdır.[268]
Bid'at
kelimesi, "b d a" kökünden gelmiş olup "eşi ve benzeri olmayan
bir şeyi yapmak, icad etmek" manasına gelir. Kelime, kök manasında ve
türemiş şekillerinde "Yenilik, icad etmek, sonradan meydana gelmek,
benzeri olmamak" gibi birbirine çok yakın müteradif manalar taşımakla beraber,
farklı kelime gruplarıyla değişik anlamlar kazanmıştır.[269] Bu konuda bir fikir vermek
amacıyla bu türemiş şekiller ve ifade ettikleri manalardan bir kaçını
hatırlatmak istiyoruz:
Bîr şeyi
benzersiz yapmak, îcad etmek.
Kuyu kazmak
ve açmak.
Benzeri
olmamak
İşini güzel
yapmak.
Hastalık,
yorgunluk, zayıflık gibi arızalardan dolayı deve yolda kalmak.
Fulanın
delili hükümsüz kaldı.
Şair
benzersiz şiir yazdı.
Yeniden bir
şey peyda etmek, bid'at çıkarmak.
Bir şeyi
eşsiz bulmak.
Yeni iş,
olay, şecaat ve şerefte üstün kişi, Moda.
Sonradan
ihdas olunan bid'at, Bir şeyin benzeri yokken ihdas eden, yaratan, Allah'ın
el-esmâu'1-hüsnâsından biri. Mükemmel, olgun, yeni tulum, semiz kişi
Ezherî
(ö.370/991) temel anlam olarak "yeni olmak" manasını: el-Kisâî
(ö.190/805) "hayırda ve şerde sahip olunan en son nokta," olarak
ifâde eder. Kelimenin "Deve zayıflıktan, hastalıktan veya yorgunluktan
dolayı yolda kalmak" şeklindeki kullanılışında, temel manâ olarak
"engellemek, alıkoymak" manası da bulunmaktadır. Nitekim hadisi
şerifte bu anlam aynen kullanılmıştır :
"Rasûlüllah'a
bir adam gelmiş ve
"Yâ
Rasûlallah binitimin zayıf ve bitkin düşmesi beni yoldan alıkoydu, bana bir
binit temin et"[270],
demiştir.
(el-Efvah),
"Tebdeu" kelimesini kullanarak şu şiiri nakleder:
Her çalışan
için kendinden önceki kimselerden bir yol vardır (Sünnet vardır). O
çalışmasında ya gelişir büyür veya geri kalır.
Ebû Said,
"ebdea" kalıbında "bâtıl olmak" manasının bulunduğunu ve
kullanımda (Falanın hücceti bâtıl oldu) denildiğini belirtir.
el-Asmaî
(ö.216/837) ise, kök kelimede "doymuş olmak, semiz olmak" manasının
bulunduğunu söylerken, İbn Arabî (ö.231/845) "gerekli kıldı, vacip
saydı" manalarının bulunduğunu söyler.[271]
Görüldüğü
gibi (b d a) kelimesi ve türemiş şekillerinde anlatılan manaların hepsi şu
ortak manada birleşmektedir: "Mevcut durumun dışında olmak". Yeni bir
şey yapmak da, bir şeyi güzel yapmak ta, şaşırtıcı bulmak da, yolcu devesinin
her hangi bir arızî sebepten dolayı yolda kalması da, delilin bâtıl olması da
ve bir şeyin fazla olup doymuşluk derecesine ulaşması da hep mevcut durumun
dışındaki hallere, davranışlara ve durumlara işaret etmektedir.
Kelimenin
Kur'an-ı Kerim'de kullanılışı ise: Hadîd suresi 27. ayette "ihdas etmek,
uydurmak" manasına, Ahkâf suresi 9. ayette "ilk defa olmak,
benzeri olmamak" anlamında, Bakara suresi 117. ayette ve En'am suresi
101. ayette "yaratmak" manasına olmak üzere dört yerde geçmektedir.
Bunlardan son ikisinde Allah'ın yaratmasından sözedilmekte, Hadid süresindeki
ayette, Ehli Kitab'ın ruhbanlık ihdas etmeleri, Ahkâf suresinde ise, Hz.
Peygamher'in nübüvvetiyle ilgili olarak O'nun ilk gönderilmiş peygamber
olmadığı, Allah tarafından O'ndan önce de peygamber gönderildiği anlatılmaktadır.
Hadislerde
ise kelimenin kök ve türemiş şekillerinin kullanıldığı görülmekle birlikte,
daha çok menfî manası ağırlıklı olarak kullanılmıştır, Ayrıca kelime, Muhdes
(sonradan meydana gelmiş) kelimesinin müteradifi olarak kullanılmıştır.
Bid'at
kelimesiyle çok kere eşanlamlı (=müteradif) olarak kullanılan muhdes kelimesi
hakkında da bilgi vermek yerinde olacaktır. Çünkü bir kısım hadislerde Hades ve
“muhdes", "muhdesât" kelimeleriyle, bid'atlar anlatılmıştır.
Muhdes
kelimesi, h-d-s kalıbından türemiştir. Kelimenin kök manası "Araz olsun,
cevher olsun, bir şeyin sonradan ortaya çıkması, daha önce olmayan bir şeyin
îcâd olması" demektir.[272]
Kelimenin türemiş şekilleri dikkate alınınca, "eskinin zıddı yani yeni,
yaşın genç olmasından kinaye olarak ifade edilmesi, icad etmek, ortaya koymak,
vakıa, haber, hadis, yeni bir durum, konuşmak, bilgi vermek"[273] gibi
birbirine çok yakın manaları olduğu görülmektedir. Ortak mânâ ise,
"önceden olmayan bir şeyin ortaya çıkması, yani yeni olarak zuhur
etmesidir." İnsan olsun hayvan olsun yaşı genç olanlar için kinaye olarak
kullanılması, ömür çizgisinde daha ilk zamana, yenilik haline işaret ettiği
gibi, eskinin zıddı olmak, hatta Ezherî'nin ifade ettiği şekliyle felaketler ve
musibet manası da, mevcut duruma göre yeni bir duruma işaret etmektedir. Daha
sonra terim olarak, "sünnette bilinmeyen ve mu'tad olmayan münker bir işin
ortaya çıkması" olarak anlaşılmıştır. "Muhdesâtu'1-Umur"
terkibiyle: "Selefi salihinin yapmadığı şeylerden ehli hevânın
(kendilerince) icad ettikleridir" şeklinde tarif edilmiştir.
Görülüyor ki
hadislerde çokça geçen "muhdes-hades" kelimeleri de ifade ettikleri
mânâ îtibariyle, bid'at kelimesiyle müteradif olarak menfî manada
kullanılmıştır.[274]
Bid'at
kelimesinin ıstılâhî manası, farklı şekillerde yapılmıştır. Kelimenin lügat
manası, ağırlıklı olarak "yenilik" anlamını taşımakla birlikte, terim
olarak kullanılmasında kelimeye farklı manalar yüklenmiştir. Bu farklılıklar,
daha çok kelimenin kapsamını tayin etme konusundan kaynaklanmaktadır. Yapılan
bid'at tariflerine bakıldığı zaman, bunları genel olarak iki grupta toplamak
mümkündür. Bunlar, geniş kapsamlı ve dar kapsamlı tariflerdir.
Geniş
kapsamlı tarife göre bid'at: "Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan her
şeydir."[275]
Dar kapsamlı
tarife göre bid'at: "Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili
olup ilave ve eksiltme özelliği taşıyan her şeydir."[276]
Her iki
tarifi tahlil edersek, görüldüğü gibi "Hz. Peygamber'den sonra ortaya
çıkma" konusunda müştereklik olmasına rağmen, muhtevaları açısından
farklılık göstermektedirler. Yani birinci tarife göre bid'atın muhtevasına
"her şey" girerken, ikinci tarife göre bid'atın muhtevasına sadece
"dinle ilgili hususlar" girmektedir. Her iki tarife göre de, bid'at
kelimesinin manasındaki "yenilik" daha çok mezmum manada anlaşılmış,
kapsam ne olursa olsun dinde kaynağı olmayan davranış olarak kabul edilmiştir.
Yapılan mücadele ise, dinin tahrif edilmesi endişesindendir.
Burada
üzerinde durulması gereken bir başka husus, Hz. Peygamber döneminin sonunun,
bid'atların ortaya çıkmasında sınır kabul edilmesidir. Ancak bu sınır Hz.
Peygamber'in bu konudaki hadisleri dikkate alınarak itibar edilen hadisin
delalet ettiği manaya göre, Hulafâi raşidin dönemi, Sahâbe-i kiram dönemi ve
Tabiîn dönemi sonuna kadar genişlemiştir. Bu ihtilaf, sünnet tarifi ve mahiyeti
hakkındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Çünkü sünnet ve bid'at biri diğerinin
negatifi iki kelimedir.
Şimdi bid'at
anlayışındaki bu dönemler hakkında bilgi verelim:[277]
1- Geniş
Kapsamlı Bid'at Tarifi
a- Hz-
Peygamber (s.a.) Dönemi: Bu anlayışa
göre, Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkan (muhdes) her şey bid'attir.[278] Bu
ortaya çıkan şeyin dinî konularla ilgili olması veya olmaması arasında fark
yoktur. Yani ister ibâdet cinsinden olsun, ister âdet cinsinden olsun değişmez.
Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkmış olması, onun bid'at olması için
yeterlidir. Bu anlamda yapılan bid'at tarifinde, kelimenin, lügat manası öne
çıkmıştır.
Bu anlayışı
benimseyenler, görüşlerini, Hz. Peygamber (s.a.)'in "İşlerin en kötüsü
sonradan ortaya çıkan şeylerdir. Sonradan ortaya çıkan her şey (bid'at) de bir
sapıklıktır."[279] Nesâi'nin
rivayetinde ise "... amellerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkan
şeylerdir. Sonradan ortaya çıkan her şey bid'attır. Her bid'at sapıklıktır,
her sapıklık (işleyen de) cehennemdedir."[280]
mealindeki hadisiyle temellendirmektedirler. Suyûtî, Nesâî'nin Sünen'i üzerine
yaptığı şerhinde mezkur hadisle ilgili şu nakilde bulunur:
"Nevevî'ye
göre "her bid'at sapıklıktır" hükmü, tahsis edilmiş bir âmmdır. Ve
sapıklık olan bid'attan maksat, baştan aşağı sonradan uydurulan şeylerdir.[281]
Bu görüşü
benimseyenler arasında başta İmam Şafii olmak üzere[282], Nevevî[283],
İzzeddin Ibn Abdisselâm[284], İbn
Hazm[285],
Ebu'l-Ferec Îbnü'l-Cevzî[286], Ibn
Abidin[287] gibi
İslâm bilginleri gelmektedir.
Yapılan bu
tarifte bir kapalılık (mübhemiyyet) vardır. O da Hz. Peygamber (s.a.) den sonra
ortaya çıkan şeylerin (özelliğinin) dikkate alınmamasıdır. Yani dinle ilgili
olanla ilgili olmayan arasında, yahut dini esaslarla bir bağlantısı bulunan
ile bulunmayan veya zıd düşen şeyler arasında bir ayrım yapılmamış ve hepsine
birden "bid'at" ismi verilmiştir. Tabiki bu şekil bir isimlendirme,
kelimenin lügat manasının daha fazla ön plana çıkmış olmasındandır. Yoksa daha
sonraları kelime, lügat manasını bir ölçüde kaybederek, Hz. Peygamber (s.a.)
den sonra ortaya çıkan her yeni şeye verilen isim değil, mezmum manayı ifade
eden bir anlam kazanmıştır. Bid'at kelimesinin "sonradan ortaya çıkan her
şey" olarak anlaşılması ise, bazı problemleri de beraberinde getirmiştir.
Şöyle ki: Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkan bir yenilik, eğer dinle
ilgili ise, dînin asıllarına uygun ise veya delâleten bunlara kıyas
edilebiliyorsa ve dine de hiç bir surette zarar vermiyor bilakis destekleyip onu
teşvik ediyorsa, buna ne denilecek, sonradan ortaya çıkan şeylerde dine zarar
veren şeyle vermeyen şey nasıl ayırdedilecektir? Yahut bu sonradan çıkan şey,
insanlığın faydasına ait bir gelişme ve îcad ise buna ne denilecek? Görüş
sahiplerince, bu kapalılık şöyle giderilmeye çalışılmıştır: "O da, ortaya
çıkan yeni şeyin vasfına, faydalı-iyi olup olmama özelliğine bakmaktır,
iyi-faydalı olup olmamadaki ölçü ise, Hz. Peygamber (s.a.)'in sünneti ve
Kur'an'dır. İster âdet cinsinden olsun, ister ibâdet cinsinden olsun ortaya
çıkan şey, bu iki esasa arzedilir ve ona göre değerlendirilir" diyerek
bazı tariflere de gitmişlerdir. Mesela:
İmam Şafii
şöyle der: "Bid'at iki türlüdür: Bid'at-ı memdûha (övülmüş bid'at) ve
bid'at-ı mezmûme (yerilmiş bid'at). Sünnete uygun olan bid'at, bid'at-ı
memdûha, sünnete uygun olmayan bid'at ise, bid'at-ı mezmûmedir."[288]
İbn Hazm,
"Bid'at, Kur'an'da ve sünnette gelmeyen her şeydir."[289] der.
İbnu'1-Esir,
"Bid'at iki türlüdür: Bid'at-ı Hûda, bid'at-ı dalâl. Allah'ın ve Rasûlünün
emrettiği şeylerin hilâfına olan şeyler zem ve inkar sadedindedir. Allah ve
Rasûlünün emredip teşvik ettiği şeylerin umûmî manası altında olan şeyler medh
sadedindedir. Cömertlik, sehâvet, iyiliği emretmek gibi fiiller övülmüş
fiillerdendir."[290]
Şeyh
Abdülhak ed-Dihlevî, Mişkât şerhinde şöyle der: "Biliniz ki Rasûlûllah
(s.a.)'den sonra zuhur eden her şey bid'attır. Sünnetin asıllarına ve
kaidelerine muvafık olursa veya onlara kıyas edilirse işte o bid'at-ı
hasenedir. Şayet yeni çıkan şey sünnete ve onun esaslarına muhalif ise ve
onlara kıyas da edilemiyor ise, o bid'at-ı seyyiedir."[291]
Görüldüğü
gibi, bu anlayışa göre, Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra ortaya çıkan şeyin
Kur'an ve Sünnet esasları içinde uygunluğu araştırılıyor, ona göre hüküm
veriliyor, fakat dinle ilgilidir yahut dünyevîdir, âdet cinsindendir gibi bir
ayırıma gidilmiyor. Yani Hz. Peygamber (s.a.) döneminde bilinmiyen şeyler
bid'at olarak kabul ediliyor. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi bu şekil bir
anlayış, geniş kapsamlı olup, kelimenin lügat manasının ağırlıklı olduğu bir
anlayıştır.
b- Hulafai
râşidin dönemi: Bu anlayışa
göre bid'at, yine dini-dindışı ayırımı yapılmadan Hz. Peygamber (s.a.) ve
hulafâi râşidin döneminden sonra ortaya çıkan her yeni şey olarak kabul
edilmektedir. Bid'atların ortaya çıkışı için zaman olarak hulafâi râşidin devri
sonunun esas alınması ise, Hz. Peygamber (s.a.)'in bir hadisine
dayandırılmaktadır:
İrbad bin
Sâriye'den rivayet edilmiştir: "Rasûlûllah (s.a.) bir gün sabah namazını
müteakip bize son derece tesirli vaaz etti. Bu vaazın tesirinden gözler
yaşardı, kalpler ürperdi. Ashaptan biri
"Kuşkusuz
bu, vedalaşan bir kişinin öğütleri (gibi)dir, o halde Yâ Rasûlûllah bize neyi
tavsiye buyurursunuz?" dedi. Rasûlü Ekrem buyurdu ki:
"Allah'ın emirlerine saygılı
olmayı, (idareciniz) Habeşli bir köle bile olsa dinleyip itaat etmeyi size
tavsiye ederim. İçinizden yaşayanlar bir çok fitnelere (ihtilaflara) şahid
olacaklar. Sonradan meydana çıkan (uydurulmuş) işlerden önemle sakınınız. Çünkü
bunlar dalâlettir. îçinizden her kim bunlara ulaşırsa benim sünnetime ve
hidâyet üzere olan râşid halifelerin yoluna sımsıkı sarılsın.."[292]
Hadiste
"hulafâi râşidinin: " bizzat zikredilmesi, onların döneminde ortaya
çıkan şeylerin bid'at kabilinden olamayacağı, çünkü onların yaptıkları veya
onayladıkları şeylerin de bir yönüyle sünnet olduğu inancı[293] bu görüş sahiplerince
ileri sürülmektedir. Yine Hz. Peygamber (s.a.)'in: "Benden sonra Hz. Ebû Bekir ve Ömer'e uyunuz."[294]
emirleri bunu desteklemektedir.
Bu anlayışa
göre de bid'at, lügat manası ağırlıklı olarak tarif edilmiş ve muhdes şeylerin
bidatlık sınırı biraz genişlemiş ve Hz. Peygamber (s.a.) döneminden hulafâi
râşidin dönemine kadar kaymıştır. Ortaya çıkan şeylerin bid'at olup olmaması
konusundaki değerlendirmeye esas olan ölçüye, hulafâi râşidin de eklenmiştir.
Yani, Kur'an, Sünnet ve hulafâi râşidinin sünneti (uygulamaları) dır. Yeni
zuhur eden bir şeyin bidatlığı, veya bid'at-ı hasene ve bid'at-ı seyyie oluşu,
bu zikredilen ölçüye uygunluğu nisbetindedir.
c-Sahâbe Dönemi: Sonradan meydana gelen şeylerin
bid'at kabul edilmesi, ancak o şeyin Hz. Peygamber (s.a.) ve tüm sahâbe-i kiram
döneminden sonra ortaya çıkmış, Kur'an, sünnet ve sahabe uygulamalarında bir
benzerinin veya kıyas edilebilecek bir kaidesinin bulunmamış olmasıyledir.[295] Bu
anlayışta, zaman dilimi daha da genişlemiş sahabe dönemi sonuna kadar uzamıştır
ki, en son vefat eden sahâbî, Ebu't-Tufeyl Amir bin Vâsile'dir. Onun ölüm
tarihi ise hicrî 110'dur.[296] Bu da
tarih olarak Emevî halifelerinden Hişam bin Abdilmelik zamanına rastlar.[297]
İslâm'ın doğuşundan itibaren yüz yıllık (bir asırlık) bir zaman dilimi içinde
zuhur edip o dönemde yaşayan her hangi bir sahâbinin tasvibinden geçen bir
takım yeni şeyleri (muhdesat) bid'at olarak görmeyip, ancak bu dönemden sonraki
yeni şeyler için bid'at olup olmadığı değerlendirmesine gidilmesindeki esas
unsur: Sahâbe-i kiram'ın sözlerinin, fiillerinin ve tasviplerinin de sünnet
olarak kabul edilmesi düşüncesidir. Şâtıbî, sahabeden sadır olan fiillerin
durumu hakkında şu görüşü ileri sürer;
"Onlar
ya kendilerince sabit olan fakat bize kadar ulaşmamış olan bir sünnete tabî
olmuşlardır, ya da üzerinde bütün sahâbilerin veya Raşid halifelerin icmâ
ettiği bir içtihada dayanmışlardır. Onların bir konuda icmâ etmeleri, icmâ sayılmaktadır.
Halifelerin ameli ise, aslında tüm sahabenin icmâı anlamına gelir. Çünkü
maslahat gereği, tüm insanları o şeyle amel etmeye sevkeden bu ve bu arada
sahabenin böyle bir davranışa karşı herhangi bir tepki göstermemesi, onların da
hükme katıldıklarını gösterir."[298]
Abdulğani
en-Nabîûsî, Birgivi’nin Tarikat-ı Muhammediye'si üzerine yaptığı
"el-Hadîkatü'n-Nediyye Şerhu Tarikatı Muhammediye" isimli şerhinde,
müellifin bidati tarif ederken " : İlk dönemden sonra" ifadesinden,
ilk dönemin selef yani Rasûlüllah (s.a.) ve Sahabe dönemi olduğunu
açıklamaktadır.[299] Ancak
bazı sahabenin kendi zamanlarında ortaya çıkan şeylere
"bid'at" diye hükmetmiş olmalarına gelince ise, (o durumda) bid'at
terimi mutlak olmakla birlikte, şayet meydana getirilen bir şeyin kötülüğüne
dair gerek sözlü gerekse fiilî işaretler mevcutsa, bu taktirde, ihdas olunan
yenilik, kabul edilmeyip reddedilir. Çünkü o kötüdür. Onlara göre böyle bir
emareyi taşıması onun reddi için yeterlidir. Şayet böyle olmayıp da, onun kabul
edilebilir olduğuna bir işaret varsa, bu alınabilir. Çünkü bu şerî manada
bid'at olmayıp, genel manasıyla yani lügat anlamıyla bir bidat ve yeniliktir.
Dalâlet manasına gelen mezmum manadaki bid'at değildir" diyen Leknevî[300], bu
konuda şu misalleri verir: Birinciye örnek (bid'at sayılana): Ebu Davud'un Mücâhid'den tahriç ettiğine göre
şöyle demiştir: "Ibn Ömer'le birlikte bulunuyordum. Bir adam öğle veya
ikindi namazında tesvib yaptı (=Yani ezanla kamet arasında ikinci bir i‘lamda
bulundu "essalatü hayrun minennevm" gibi). Bunun üzerine Ibn Ömer:
Onu yanımızdan çıkarın. Zira onun yaptığı bid'attır."[301] dedi.
Yine Aynî, "el-Binâye Şerhu'l-Hidâye" isimli eserinde şöyle
der: "Mebsut'ta rivayet edilmiştir ki Hz. Ali (r.a.) yatsı namazında
tesvîb yapan bir müezzin gördü de şöyle dedi: "Bu bid'atçiyi mescitten
çıkarınız!"[302]
Devamla Leknevî şu açıklamayı yapar:
(Zikredilen)
bu iki haber bulunmasına rağmen bütün namazlarda tesvîb yapılmasını fakihler
nasıl iyi gördüler (istihsan ettiler) dersen, ben şöyle derim: Bu konuda İslam
bilginleri üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
Birincisi: Sabah namazı hariç bütün namazlarda
tesvîb mekruhtur. Sabah namazı ise uyku ve gaflet (in galebe çaldığı bir)
vakittir. Bundan dolayı müezzinin tesvib yapması iyi görülmüştür. Bu da aslı
Ebû Davud'un tahriç ettiği şu hadise dayanılarak istinbat edilmiştir: "Ebu
Bekre (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. Şöyle der: "(Bir gün) sabah namazı
için Rasûlüllah (s.a.) ile beraber çıktım. (Mescide giderken O), her bir adama
uğruyor onu namaza çağırıyor, yahut ayağıyla onu (uyandırmak için) hareket
ettiriyordu.)"[303]
Aliyyü'1-Kârî de bu hadisle ilgili olarak: "Edindiğim (bilgilere) göre,
bütün namazlarda tesvîb yapılmasının meşrûiyyeti bu hadisten alınmıştır."
der.[304]
İkincisi: Bu Ebû Yusuf'un görüşüdür. Ona göre
tesvîb, ümerâ (idareciler) yahut müslümanların işleriyle meşgul olan (önder
kişilerin namaza çağrılmalarında) caizdir. Müteaddid rivayet tarikleriyle
nakledilmiştir ki, Bilâl-i Habeşî Hz. Peygamber (s.a.)'in hâne-i saadetlerinin
kapısına gelirler ve onu namaza çağırırlardı.[305] Bu ve benzer rivayetler
tesvîbin cevazına delil teşkil edecek uygulamalardır.
Üçüncüsü: Müteahhirûn ulemânın görüşüdür. O
da Akşam namazı hariç bütün namazlarda ve bütün insanlar için tesvîb yapılması
müstahsen görülmüştür. Müteahhirûn ulema konuyu şöyle tevcih ederler:
Zamanımızda bütün namazlara karşı bir tembellik gösterme zuhur etmiştir.
(İnsanları)
tekrar tekrar namaza çağırmak daha evlâdır. Ama asr-ı saadette böyle değildi,
ihtiyaç da duyulmuyordu. Zikredilen yukarıdaki iki esere (habere) muhalefet
edilmesi, bu mazeretten dolayıdır.[306]
Leknevî,
daha sonra bu konuda ikinci örnek olarak teravih namazı konusunda Hz. Ömer
(r.a.)'m cemaatle kılınmasını emredip sonra da "Bu ne güzel bir
bid'attır" sözünü değerlendirerek şu tesbitte bulunur: "Sahabenin
ihdas ettiği şeyler bid'at değildir." Sahabenin gidişatına (sünnetine) uymayı
emreden pek çok hadis vardır,[307] Hz.
Ömer'in ifadesinde geçen "bid'at" sözü, yenilik manasında olup,
kelime, ıstılah olarak kullanılmış değil, lügat olarak kullanılmıştır. Nitekim
İbn Teymiyye bunu şöyle açıklar:
Teravih
namazı, Peygamberimiz zamanında teker teker de kılınmış, cemaatle de
kılınmıştır. Peygamberimiz ilk gecelerinde teravih namazının cemaatle
kılındığı bir Ramazan ayının, üçüncü ve dördüncü gecesinde yine cemaatle
teravih kılmak amacıyla mescidde Toplanan sahâbîlere şöyle buyurmuştu:
"Size teravih namazı kıldırmaya
çıkmayışımın sebebi, bu işin üzerinize farz olmasından duyduğum endişedir. Bu
namazı evlerinizde kılınız. Çünkü insanın farzlar dışındaki en faziletli namazı
evinde kılacağı namazdır."[308]
Hz. Peygamber'in teravih namazını kıldırmaya
çıkmayışının sebebi açıktır. O da bu namazın farz olarak kabul edilme
endişesidir. Daha sonra Hz. Ömer döneminde, müslümanlar, mescidi kandillerle
aydınlatarak bir imamın arkasında topluca teravih kılmaya başlayınca, bu
uygulama daha önceki tatbikatlardan farklı olduğu için "bid'at" diye
adlandırılmıştır. Çünkü terimin sözlük anlamı, bu isimlendirmeye elverişlidir.
Yoksa bu uygulama ıstılah anlamıyla bid'at değildir. Sebebine gelince sünnet
onu, salih amel kapsamına almış fakat sadece farz kabul edilir endişesiyle
devam ettirmemiştir. Peygamberimizin vefatıyla farz olma endişesi ortadan
kalktığı için bu uygulamanın yeniden yapılmasında hiç bir engel kalmamıştır."[309]
Konuyu
özetlersek, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında olmayan ve fakat sahabe tarafından
ortaya konan bir yenilik (bid'at)'i alıp almama konusunda şunlara dikkat
edebiliriz:
1. Kur'an ve sünnette bunun iyi ve güzel olduğuna dair
bir nass varsa, onunla amel etmek daha evlâdır. Gerçi hâdise her ne kadar Hz.
Peygamber (s.a.) döneminde meydana gelmemiş ise de bunu, şeriat temellerine
dahil etme imkanı vardır.
2. Kur'an ve sünnette bunun iyi ve güzel olduğuna delâlet
eden bir nass olmayıp bilakis muhalif bir nass varsa, bu durumda, sahabenin
yaptığı işin şeriat dışı olmayacağı dikkate alınarak, o konudaki muhalefet eden
nass çerçevesinde sahabenin uygulaması anlaşılmaya çalışılır, bu konuda bütün
güç sarfedilir. Buna rağmen sahabe uygulaması açık olarak nassa muhalif
oluyorsa, sahabe uygulaması alınmaz. Çünkü nass esastır. Sahabe bu durumda
mazur sayılır, zira bu konudaki bilgi kendisine ulaşmamıştır. Eğer ulaşsaydı
böyle nassa muhalif uygulamada bulunmazdı.
3. Eğer sahabenin yaptığı bu iş (yenilik=bid'at) hakkında
lehte ve aleyhte bir delil yoksa, o konuda sahabe uygulaması alınır. O fiilin
işlenmesi hususunda sahabe ittifakı varsa bununla amel edileceği açıktır. Ancak
sahabe arasında ihtilaf varsa, müctehid dilediği sahabenin görüşünü tercih
edebilir. Çünkü hangi sahâbiye uyarsa hidayet bulur.[310] Usul-û fıkıh kitaplarında
konu detaylı bir şekilde incelenmiştir.
d- Tabiin
Dönemi: Bid'atların
ortaya çıkmasında bu sınırın tabiin devri olduğu ileri sürülerek bid'at
tarifleri yapılmıştır. Şöyle ki: Bid'at "Mânây-ı aslîsi sonradan hadis
olan, noksan veya fazla şeylerde istimali galib oldu. Binaenaleyh lisan-ı
şer'îde ba'de'l-ikmal emr-i dinde süneni seniyye-i muhammediyyeye, ahkâm-ı
şeriyyeye, ashâb ve tabiine âray-ı muctemiasına külliyyen muhalif olarak
muahharen hadis olan ehvâl ve âmâle ıtlak olunur."[311] Hz. Peygamber (s.a.)'in
bir hadisine dayanarak bu sınırı, tebeî tabiin dönemine kadar
genişletmişlerdir.[312] Bu
konudaki hadis şöyledir:
"Sizin en hayırlılarınız
benimle beraber yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları
takip edenler..."[313]
Böylece bu
hadiste her üç nesil de ifâde edilmiştir. "Tabiin ile tebeî tabiin
zamanlarında meydana gelen yeni şeyler ve îcadlar hakkındaki açıklama da,
yukarıda sahabe dönemiyle ilgili yapılan açıklamanın aynısıdır. Yani meydana
gelen yeni bir şeyde, tabiîler tarafından herhangi bir reddetme vâki olmuşsa bu
bid'attır, değilse bid'at sayılmaz."[314]
Bid'atın
ortaya çıkmasındaki zaman dilimlerindeki bu şekildeki ihtilafa rağmen hepsi de
ister dinî olsun, ister din dışı olsun, ister ibadetle ilgili olsun, isterse
âdetle ilgili olsun mezkur dönemlerden sonra ortaya çıkan şeylerin bid'at olduğu
konusunda ittifak halindedirler. Ancak bu bid'atların, Kur'an, sünnet yahut
Kur'an, Sünnet ve hulafâi râşidin yahut Kur'an, Sünnet, Sahabe-i kiramın
sünneti; yahut da Kur'an, Sünnet, Sahabe Tabiin ve tebei tâbiin'in sünnetine
uygun olup olmaması açısından bir değerlendirmeye tabi tutulmakta ve ona göre
bid'at-i hasene veya bid'at-i seyyie diye isimlendirilmektedir. Bid'at
kelimesinin muhtevasında ittifak vardır fakat bid'ate konu olacak vakıanın
ortaya çıkış zamanı ve sınırında ihtilaf bulunmaktadır.[315]
Dar kapsamlı
bid'at tarifi ise, "Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili
olup ilave ve eksiltme özelliği taşıyan her şeydir."[316] Hâdimî şöyle der:
"Eğer denilse ki: Dünya işleri, şeriatin hükümlerinden hariç değildir.
Zira kulların fiillerinden hiç bir fiil, şeriatın ahkâmından olan hiç bir
hükümden uzak olamaz.
Deriz ki:
Belki de burada geçen dinden murad, îtikâdî olsun veya amelî olsun ibadetlere
mahsus olan hükümlerden ibarettir."[317]
Bu tarife
göre dinle ilgili olmayan mubah şeyler bid'at kavramının kapsamına
girmemektedir. Yani günlük hayatta meydana gelen yeni icadlar, teknolojik gelişmeler
ve bir takım sosyal değişmeler bid'atın konusu değildir. Bu görüşe sahip îslam
bilginleri arasında İmam Mâlik[318]
(ö.179/795), Turtûşî[319]
(ö.520/1126), Şâtıbî[320]
(ö.790/1388), Bedreddin Aynî[321]
(ö.855/1451), Birgivî[322]
(ö.981/1573), İbn Teymiyye[323] (ö.728/1328),
İbn Hacer el-Askalanî[324]
(ö.852/1448) ve İbn Receb el-Hanbelî[325] (ö.795/1393) sayılabilir.
Şâtıbî,
el-İ'tisam isimli eserinde: "Bid'at, dinde sonradan îcad edilen ve
şerîate uygunmuş gibi görünen bir yoldur ki, onunla Allah Teâla'ya daha çok ibadet
kastolunur."[326] diye
tarif eder.
Görüldüğü
gibi Şâtıbî, bid'atı "dînî görünümlü yol" olarak tarif etmiştir. Buna
göre, bir kimsenin bir şeyi yemeyi kendisine yasaklaması bid'at değildir, ancak
bu yasaklamayı dindarlık vesilesi sayması bid'attır.[327]
Şâtıbî'nin
bu tarifinde, dar kapsamlı bid'at anlayışı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Din emretmediği halde dinin emriymiş gibi göstererek ve de bununla Allah'a daha
fazla kulluk yapacağı inancına sahip olmak.
Bid'atı bu
mânâda anlayanlar Hz. Aişe (r.a.)'nın rivayet ettiği şu hadisi delil
getirmektedirler: "Kim bizim şu
işimizde, ondan olmayan bir şeyi ihdas ederse, o reddedilmiştir."[328]
Hadisin metninde geçen "bizim şu
işimizde" ifadesinden murad, din ve şeriat demektir.[329]
Böylece
bid'at denilince, akla gelen sadece "bid'atı seyyie" dir. Yani
bid'atın hasenesi olmaz. İbn Receb el-Hanbelî şöyle der:
"Bid'attan
murad; şeriatte olduğuna hiç delil olmayan ve şeriatte aslı olmayıp yeni ihdas
olunan şeydir. Şayet yeni ihdas olunan şey aslında şeriatte var ise, bu takdirde
o şey, her ne kadar lügat itibariyle bid'at olsa da, gerçekte şer'an bid'at
değildir."[330] İbn
Hacer el-Askalânî de aynı kanaatte olup, bid'at, sünnetin zıddı olan şeyler
için kullanılır. Bu durumda bid'at, bid'at-ı mezmûmeyî anlatır, hasenesi
olmaz."[331]
Tarikat-ı Muhammediye şerhi olan el-Berîka'da, müellif Hâdimî aynı şeyi
söylemektedir: "Bid'attan gaye kınanan bid'attır (Yani bid'at-ı
seyyie)."[332]
"Fakihlere göre de bid'at asla âdetleri içine almaz, onlara şamil
değildir."[333]
Konu, İslâm
bilginleri arasında tartışma konusudur ve tamamen bir değerlendirme, konuya
bakış açısı meselesidir. Konuyu, bid'at kelimesinin lügat manasından hareket
ederek geniş kapsamlı bir tarifle ele alanlar, zorunlu olarak bir takım
sınıflandırmalara girmişler, "bid'at-ı hasene", "bid'at-ı seyyie";
"bid'at-ı memdûhe", "bid'at-ı mezmûme"; "bid'at-ı
hûdâ", "bid'at-ı dalâl" gibi, genellikle ikili taksimde bulunmuşlardır.
Bundan başka toplumda ortaya çıkmış bid'atları âdeta gözlemleyerek
"bid'at-ı hakîkî, bid'at-ı izafî", "bid'at-ı fiilî, bid'at-ı
terkî"; "bid'at-ı amelî, bid'at-ı îtikâdî"; "bid'at-ı âdet,
bid'at-ı ibâdet" gibi taksimler de yapılmıştır. Ayrıca bid'at, hüküm
açısından da ele alınarak "Vâcib, haram, mendub, mubah ve mekruh"
şeklinde fıkhî değerlendirmelere de tabî tutulmuştur. Bu konuda ileride bilgi
verilecektir.
Bid'atı, bu
kelimeye yüklenmiş mezmum mânâyı ihtiva eden bir terim olarak ele alıp dar
kapsamlı bir tarifle anlayanlar, bid'at denilince, mezmum mananın anlaşılması
gerektiğini, buna göre de bid'atın "Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan
ve dinle ilgili konulardaki ilave ve eksiltme özelliği taşıyan her şey"
olduğunu, bu konuda hiç bir şekilde taksime yahut sınıflandırmaya
gidilemiyecegini ileri sürerek, dolayısıyla bid'at'ı; hasene veya seyyie diye
ayırmanın anlamsız olduğunu söylemektedirler.
Mahiyet ve
muhteva itibariyle arzettiğimiz bid'at, gerek geniş kapsamlı manası, gerekse
dar kapsamlı manası ile İslam tarihi boyunca hayatiyetini devam ettirmiş,
halen muhtevası genişleyerek devam etmektedir. O kadar ki, bazen bid'at
kelimesi hurafe kelimesiyle müteradif (eş manada) kullanılmaya başlamıştır.
Aslen geleceği ifade eden bid'at kelimesinin (muhtevasındaki
"yenilik" manasından dolayı),geçmişin akıl dışı inançlarından ibaret
olan, hurafe kelimesiyle, aynı manayı paylaşır hale gelmiş olması düşündürücüdür.[334] Zira
dinin özü ve hayatın gerçekleri o derece unutulmuştur ki, geçmişe ait hurafeler
yeni bir şeymiş gibi kabul görmüştür. Bu bize cehaletin boyutunu ve ulaştığı
sonucu göstermektedir. İster dinî olsun ister olmasın, hayatın tüm safhalarına
cehaletin egemen olması, toplumda bâtıl düşünce, boş inanç ya da bid'at ve
hurafeleri câzib hale getirmektedir.
Bid'at
konusunda yazılan pek çok eserde, yukarıda zikrettiğimiz bir takım
sınıflandırmalara tabî tutulabilen geniş kapsamlı bid'at anlayışı ele alınmış
ve devamlı bid'at-ı hasene, bid'at-ı seyyie konusu işlenmiştir. Bu anlayış bu
gün topluma hakim olan düşüncedir. "Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan
her şey bid'attır." Anlayış bu kadar geniş tutulunca hemen hemen İslâm'a
ait bütün ilmî disiplinlerde, kendine yer bulmuştur. Yani bid'at, Kelamda,
Fıkıhta, Hadiste, Tefsirde yeri geldikçe kullanılan bir terim haline gelmiştir.
Bu ilmî disiplinler içinde daha ilk devirlerden itibaren özellikle hicrî 1.
asırdan İtibaren Kelâm ön plana geçmiş hatta bid'at konusu, Kelâm ilminin belli
konuları arasına girmiş ve bir takım îtikâdî fırkaların tesbit ve tayininde
ayırıcı vasıf olarak ortaya çıkmıştır,[335]
Bütün bu
açıklamalardan sonra bid'atı şöyle tarif etmemizin daha uygun olacağı
kanaatindeyiz:
"Bid'at,
Hz. Peygamber'in teblîgat ve talimatından sonra dinde yapılan ziyade ve
noksanlıktır."
Bu
tarifimizde geçen bazı ifadelerin açıklanması gerekmektedir, şöyle ki:
a) "Hz. Peygamberin tebligat ve talimatı..."
ifadesiyle gerek Hz. Peygamber'den sudur eden söz-fiil ve takrirleri gerekse
Hz. Peygamber'e sahabe tarafından izafe edilen söz-fiil ve takrirleri
anlıyoruz. Çünkü sahabenin Hz. Peygamber'e izafeten naklettikleri şeyler de
kaynak itibariyle aynıdır, yani sanki ondan sâdır olmuştur. Zira kendilerinin
onları aklen bilmeleri mümkün değildir. Ama aklen bilmeleri mümkün olanlar
varsa onları ayırıyoruz. Birincilere, Hadis Usulü terimiyle "Hükmen
Merfû"; ikincilere ise sahabe kavli yahut mevkuf hadis diyoruz.
Bazı müelliflerin
"Kur'an ve sünnette kaynağı -açık veya gizli, delâleten veya işareten-
olmayan..." şeklindeki ifadelerini biz "Hz. Peygamber'in
tebligatının içinde veya tebligatı dışında olarak anlıyoruz. Çünkü Hz.
Peygamber'den sonra, dinde ortaya çıkan şeyler hakkında Kur'an ve Sünnetten
istinbat yoluyla verilen hükümleri de Hz. Peygamber'in tebligat ve talimatı
kapsamında görüyoruz. Bu sebepten "Hz. Peygamber'in tebligat ve
talimatından sonra ..." ifadesini özellikle kullanmış bulunuyoruz.
b) "Dinde yapılan ziyâde ve noksanlık"
ifadesiyle de, Hz. Peygamber'in tebligat ve talimatı kapsamında olmayan yeni
ortaya çıkan şeylerin (=Muhdesât) bid'at olabilmesi için dinî konularla ilgili
olması (ibâdet-îtikâd gibi) gerekir. Her ne kadar din kelimesi hayatın bütün
teferruatını kapsamaktadır deniliyor ise de bu mânâ daha çok din kelimesinin
lügavî ağırlıklı manasıdır. Ama terim (=ıstılah) olarak din kelimesini ele
alırsak, din: îtikâdî konularda, ibadetle ilgili konularda ve muamelâtla ilgili
konularda Allah ve Rasûlü tarafından kaideleri konmuş, kuralları belirlenmiş
hususlar ya da bu kaide ve kurallar istikametinde istinbat edilen hususlar
manasınadır. Bu konularda yapılacak farklı yorumlar genel çerçevenin dışına
çıkmadıkça kabul edilir. Genel çerçevenin dışına çıkılır, dinde ilave ve
noksanlık getirme gibi bir boyuta ulaşırsa bu bid'attır. Bu manada bid'at
denilince de akla bid'at-ı seyyie gelir. Zaten konu böyle ortaya konulunca
artık bid'at-ı haseneden söz edilmez.
Dinî hayatın
dışında ortaya çıkan şeyler bid'at değildir. Teknolojik yenilikler, yeni
buluşlar, bir takım ilmî gelişmeler bid'at olarak degerlendirilmemelidir.[336]
Lügatte
"insanların işlerinde ve âdetlerinde alışageldikleri şey"[337]
manasına gelen örf, terim olarak "insanların akıllarının şehadetiyle
üzerinde birleştikleri, tabiatlarının doğru kabul ettiği (iş ve
inanışlardır)."[338]
"Akıl veya din yönünden iyi-müstahsen görülen, selîm akıl sahiplerinin
kötü karşılamadığı şey" diye de tarif edilmektedir.
Bid'atın
örfle münasebeti çok yakından ilgilidir. Geçmişten îtibâren yaşana gelen örf,
dinin bazı temel ilkelerine ters düşebilir. Bunlar reddedilmiştir. İslâmî
yaşayışta bunlar artık yaşanmaz. Ancak öyle örf çeşitleri vardır ki içinde
bulundurduğu özellikler itibariyle manevî bir şekil almıştır. Zamanla da sanki
dinin bir emriymiş gibi takdim edilmiş hatta benimsenmiştir. Aslında yapılan
şey geçmişin yeniden canlandırılması, taklid edilmesidir. Veya toplumlararası
etkileşim sonucu başkasına ait bir örfün taklid edilerek benimsenmesi ve
zamanla dinî-mânevî bir hüviyyete bürünmesi şeklindedir. Bu da İslam'ın temel
esprisiyle zıd düşmüş olmasına rağmen reddedilmesi gerekirken, dinî bir değer
olarak taklid edilmesi şeklinde ortaya çıktığından, bir anlamda dinde ilave ve noksanlık
getirmektir.
Bid'atın
örfle münasebeti bu açıdan ele alınmalı ve değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.[339]
Bid'atın
menşei hakkında İslam bilginlerinin çoğu ilk bid'atın, Haricîlerin çıkışıyla
başladığını ileri sürerlerken[340], bazıları
bunun, önceki devirlerde olduğunu, meselâ Hz. Osman (r.a.) dönemindeki fitne
hareketleriyle, Abdullah b. Sebe'nin faaliyetleriyle ilgi kurmakta[341]; bir
kısmı Hz. Peygamber dönemine götürmekte[342]; bir kısmı da meselâ,
Endülüs âlimlerinden Ebû Bekir Muhammed b. Velid et-Turtûşî (ö. 520/1126)
bid'at kelimesinin, ıstılah manasındaki muhtevayı dikkate alarak "tebdil
ve tağyir yahut ziyâde ve noksanlaştırma" ifadesinden hareketle, geçmiş
ümmetlerin işledikleri ma'siyetler olarak, Kur'an'da zikredilen bazı tutum ve
davranışların[343],
ziyâde ve noksanlaştırmaların, tebdil ve tağyirin[344] de Bid'at olduğu
kanaatiyle, konuyu "Kitabu'l-havâdis ve'1-bid'a" isimli eserinde uzun
uzun açıklamaktadır.[345]
Turtûşî'nin bakış açısından konu ele alınırsa, şöyle anlaşılması gerekecektir:
Hz. Adem (a.s.)'dan itibaren, bütün ilahî dinlerde sonradan meydana gelen
ziyâde ve noksanlıklar yani yapılan tahrifat, bid'at çerçevesinde mütâlâa
edilmektedir. Ancak bu anlayış, ileride de temas edileceği gibi bid'at
çeşitlerinden küfrü gerektiren bid'at nevine has bir anlayış olmalıdır.[346]
"İslam'a
yönelik ilk bid'atın, Hâricilerin[347] ortaya çıkışı"[348]
olduğu bilinmektedir. Ancak,
bid'atın en geniş manası itibariyle, Hz.
Peygamber (s.a.)'in tebliğ edip kaide ve kurallarının vaz edildiği dine
(İslam'a) karşı, her türlü itiraz olarak algılandığında, ilk bid'at
teşebbüslerinin daha Hz. Peygamber (s.a.) döneminde ortaya çıkmaya başladığı
görülmektedir. Bu konuda iki örnek görelim,
Câbir bin
Abdillah (s.a.) şöyle dedi:
Rasulullah
(s.a.) Huneyn'den döndüğü zaman Ci'râne mevkiinde iken kendisine Zu'1-Huveyris
denilen bir kimse geldi. Bu sırada Bilal'ın elbisesi içinde (eteğinde) gümüş
paralar dolu olup, Rasulullah (s.a.) de bundan alıyor ve insanlara veriyordu.
O kimse:
“Ya
Muhammed! Adaletli ol,” dedi. Rasulullah:
"Sana
yazıklar olsun! Ben de adaletli olmazsam, artık kim adaletli olur? Ben adaletli
olmazsam (Sen âdil olmayan bir insana tabi olduğun için) muhakkak eli boş
kalmış ve ziyan etmişsindir"; buyurdu.
Bunun
üzerine Ömer bin Hattab:
"Bana
müsaade et yâ Rasûlallah! Şu münafığı öldüreyim", dedi. Rasulullah:
"İnsanların,
Muhammed sahâbîlerini öldürtüyor,
demelerinden Allah'a sığınırım. Mukakkak bu şahıs ve bunun avânesi Kur'an'ı okurlar fakat okudukları Kur'an hançerelerine geçmez. Onlar,
Kur'an'dan (Dinden) okun, avdan delip çıktığı gibi çıkarlar" buyurdu.[349] Böylece itiraz eden kişi
Rasulullah (s.a.)'e karşı itiraz kapısını açmaya ve O'na tam teslimiyet ve ittibaya karşı çıkmaya teşebbüs
etti.[350]
Hadis
şarihleri, bunların, "başsız yaşamak isteyen ve ümmetin içtimaî
dağınıklığını ihtiyar eden Hâriciler olduğunu bildiriyorlar."[351]
Yine Hz.
Peygamber'e karşı bir bir başka itiraz, Ensar'dan bazıları tarafından gelmişti.
Enes bin Mâlik şöyle nakleder:
Allah Teâla,
Huneyn (630 m.) harbinde Rasûlüne Feyy olarak verdiklerini Kureyş'ten bir takım
kimselere yüzer deve vermeğe başladığında Ensar'dan bazı kimseler:
- Allah,
Rasûlüne mağfiret etsin. O Kureyş'e veriyor da bizleri bırakıyor. Halbuki
kılıçlarımızdan hâlâ Kureyşlilerin kanı damlamaktadır, dediler.
Enes bin
Mâlik devamla dedi ki: Ensârın bu sözü Rasullullah'a (s.a.) duyuruldu.
Rasullullah Ensar'a haber gönderip, onları deriden bir çadır içinde topladı.
Ensar toplanınca Rasulullah (s.a.) yanlarına geldi ve:
"Sizin
tarafınızdan söylenmiş olup bana ulaşan bu söz nedir?" dedi. Ensar'ın anlayışlı olanları:
“Ya
Rasulallah bizim görüş rey sahibi olanlarımız hiç bir şey söylememişlerdir,”
dediler. Yanlız yaşları küçük bazı gençlerimiz: Allah mağfiret buyursun. O,
Kureyş'e ihsanda bulunuyor da bizleri bırakıyor. Halbuki bizim kılıçlarımızdan
hâlâ Kureyş kanı damlıyor, demişler. Bunun üzerine Rasullullah (s.a.):
"Ben Kureyş'ten henüz küfre
yakın bulunan bazı kimselere (=muellefe-i kulûb) dünyalık veriyorum ve bununla
onların gönüllerini İslâm'a alıştırıyorum. Bu insanlar, aldıkları mallarla
evlerine giderlerken, siz de Allah'ın Rasûlü ile evlerinize dönmenizden razı
olmuyor musunuz? Allah'a yemin ederim ki sizin peygamberle Medine'ye dönüp gitmeniz,
onların ganimet mallarıyla evlerine gitmelerinden şüphesiz çok
hayırlıdır", buyurdu.
Bunun üzerine Ensar:
“Ya
Rasulallah! Biz seninle Medine'ye gitmeyi tercih ederiz. Bizler buna çoktan
razı olmuşuzdur,” dediler. Rasûlüllah:
"Emin
olunuz ki, bundan sonra yakın bir zamanda başkalarının sizlere üstün tutulmasına
şahid olacaksınız. Sizler, Allah'a ve Rasûlüne kavuşuncaya kadar sabrediniz.
Ben Havz başında olacağım", buyurdu.
Ensar hep beraber:
“Sabırlı
olacağız,” dediler.[352]
Bu iki
olayda olduğu gibi gerek münafıkların müslümanlar arasında fitne çıkarma
teşebbüsleri[353],
gerekse yahûdilerin Evs ve Hazrec kabileleri arasında fitne ateşini yakıp her
iki kabileyi birbirlerine karşı savaşmaya tahrik etmelerini Hz. Peygamber
engellemiştir.[354]
Böylece Hz.
Peygamber'e ve O'nun sünnetine karşı ilk itirazların, İslam toplumuna giren
yabancı fikirlerin, daha Hz. Peygamber döneminde ortaya çıkmaya başladığını,
kural dışı bu hareketlerin, kelimenin mezmum manası ile ıstılâhî anlamda ilk
bid'at teşebbüsleri olarak görüyoruz. Ancak bu teşebbüsler münferid
olaylardır. Bunlara bakarak konuyu genellemek hatalı olabilir, fakat bununla
beraber ıstılâhî anlamda bid'atın üslûbu açısından bir tesbittir.
Rasûlüllah'ın
vefatını müteakip yeni ihtilaflar zuhur etmiş, ridde olayları olmuş, İslam
coğrafyasının hızla genişlemesi sonucu farklı kültürdeki toplumlar İslam'ı
kabul ettikçe beraberlerinde, ictihad edilerek çözümü sağlanacak yeni yeni
problemleri de İslam'a taşımışlardır. Çıkan bu yeni problemler karşısında,
Kur'an ve Sünnet çerçevesinde içtihadlar yapılıp çözümler önerildiği gibi,
Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun düşmeyen fikir ve düşünceler de üretilmeye,
topluma yayılmaya, deklare edilmeye başlanmıştır.
Daha çok
îtikâdî alanda görülen bu düşünce ayrılıkları, bazı müteşâbih ayetlerin
yorumlanması, anlaşılması sırasında ortaya çıkmış, İslam toplumunda yeni
fırkaların, bölünmelerin dogmasına sebep olmuştur. Bu manada, İslam'a yönelik
ilk bid'at Hâricilerin ortaya çıkışı olarak bilinmektedir.
Tabiidir ki
bu düşünce farklılıklarının bir alt yapısı olmalıdır. Bu alt yapı üzerinde
ihtilaflar, neşvu nema bulmuşlardır. O da, fetih hareketleri sonucu, İslam'ın
doğduğu Hicaz bölgesine nisbetle daha zengin olan bölgelerin İslam coğrafyasına
katılması, bu coğrafya üzerinde yaşayan halkın İslam'ı kabul etmelerine rağmen,
gerekli olan İslâmî şuura ulaşamamaları sebebiyle eski sahip oldukları inanç
ve geleneklerini -İslam'a aykırı olmasına rağmen İslam kisvesi altında
yaşatmak istemeleri; İslam toplumunda meydana gelen siyasî ayrılıklar sonucu,
topluma rehber olacak konumda bulunan sahabe neslinin, kontrol mekanizmasını,
yani toplumun, saf İslam anlayışı ile ne derece örtüşüp örtüşmediği
konusundaki gerekli uyarı ve yönlendirme faaliyetlerinin istenilen düzeyde
etkisini göstermemesi gibi son derece girift gelişmelerdir.
Hz. Ömer,
fitneleri yok etmeye karşı azimli, bid'atlara geçit vermeyecek bir
hassasiyette, Kur'an ve Sünneti en güzel şekilde yorumlayıp uygulayan bir
sahâbî-Haiife idi. Onun hilâfeti döneminde ilk bid'atçı olarak görülen kişi
Sabi'g bin Asel'dir. Kendisine îbn Sehl el-Hanzalî de denilir, İbn Hacer'in
el-İsâbe'sinde naklettiğine göre, Medine'ye gelen bu zat, Kur'an'daki Müteşâbih
ayetler hakkında sorular sormaya başlamış, Hz. Ömer onu te'dib edip kafasını
yarmış, hatta Hz. Ömer kafasına vurup da kan akınca, bu şahıs:
“Ya Ömer! Bu
sana yeter, artık kafamdaki o şeyler (yanlış düşünceler) gitti" demiştir.
Daha sonra Hz. Ömer onu Basra'ya sürmüş, Ebû Musa'ya bir mektup yazarak, onunla
oturulmamasını, ona herhangi bir ihsanda bulunulmamasını belirtmiştir.
Dârekutnî'nin tahriç ettiği bir habere göre Hz. Ömer onu Haricî görüşleri
savunmakla suçlamıştır.[355]
Bununla beraber Zehebî (748/1374) bid'at'ın kavram olarak taşıdığı mânâsı
itibariyle Hz. Osman'ın şehadetinden sonra ortaya çıktığını nakleder: "Hz.
Osman'ın hilafeti zamanında herhangi bir bid'at zuhur etmemiştir. O'nun öldürülmesiyle
birlikte, birbirine karşı iki bid'at ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri Hz.
Ali'yi tekfir eden Havâric diğeri de O'nun imametini, ismetini, nübüvvet ve
uluhiyyetini iddia eden Ravâfıza (Gulât-ı Şia) bid'atları idi. Sahabe asrının
sonlarına doğru, İbnü'z-Zübeyr ve Abdülmelik'in yönetimleri esnasında Mürcie
ve Kaderiyye bid'atları, tâbiun asrının başlarında ve Emevî hilâfetinin
sonlarında da Cehmiyye ve Müşebbihe bid'atları zuhur etti. Sahabe devrinde
bunların hiç biri olmamıştı.[356]
Bid'at
denilince hemen akla, genellikle îtikadî anlamda İslâm'da meydana gelen
sapmalar gelmektedir. Bid'atı konu edinen hemen bütün çalışmalarda, bazı
müteşâbih ayetleri kendilerine has yorumlarıyla cumhur ulemâdan ayrılan ve
Fırak-ı dâlle (sapık fırkalar) diye nitelenen bazı görüş sahipleri
gelmektedir. Turtuşî[357],
Şâtıbî[358],
İbnul Cevzî[359],
Birgivî[360],
Ahmed er-Rûmî el-Akhisârî[361], Dr.
İzzet Ali Atıyye[362], Ali
Mahfuz[363]
eserlerinde bu görüşe ağırlık vermektedirler. Nitekim Turtuşî şöyle der:
Âlimlerimiz
şöyle dediler: Bid'at'ın aslı dört fırkadır, yetmişiki fırkadan diğerleri
buradan doğmuştur. Onlar: Haricîler, Râfızîler, Kaderiyye ve Mûrcie[364].
Bid'at
kelimesinin etimolojik tahlilinden de anlaşıldığı gibi bid'at, "iyi olsun
kötü olsun mevcut durumun dışında olmak" manasında odaklaşıyordu. Bir
takım fırkaların kendilerine has görüşleriyle ortaya çıkmaları ve giderek
sistemleşmeleri sonucu, Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu din, asr-ı saadetteki
anlayışın dışında yeni yeni yorumlara uğruyordu. Bu ise bazı yaşlı sahâbîleri
üzüyor ve onları, karşı bir dirence sevkediyordu. Mesela Enes bin Mâlik'in şu
sözleri çok ilginçtir: "Hz. Peygamber devrinde mevcut olan şeylerden
(Kelime-î şahadetin dışında) hiç birini artık göremiyorum." der.
Kendisine
"Namazı
da mı?" diye sorulunca, O,
"Namaza
da ne yaptığınızı bilmiyor musunuz? (Öğleyi akşama yakın kılmadınız mı?)"
cevabını verir.[365]
Artık İslam
toplumu hızlı bir değişim içindedir. Bu değişim gün geçtikçe de dozunu
artırarak devam ediyordu. Her fethedilen ülke kendi sahip oldukları inançları,
alışkanlıkları ve problemleri İslam'a taşıyorlardı. İslam toplumu, Hz. Osman
(r.a.) devrinden itibaren, değişimin baskısını adetâ iç bünyesinde iyiden iyiye
hisseder olmuştu. Nitekim Ebû Zeri Gıfârî şöyle demiştir:
"Allah'a
yemin ederim ki daha önce görmediğim ve bilmediğim şeyler görülmeye başlandı.
Bunların ne Kitapta ne de sünnette yeri vardır. Vallahi Hak'kın kaybedildiğini,
bâtılın dirildiğini, doğru söyleyenin yalanlandığını, fâsıkların tercih
edildiğini ve mal sevgisinin arttığını görüyorum."[366]
Bütün bu
yeni gelişmeler, muhtevasında yeniye ve yeniliğe delâlet eden mânâların
bulunduğu bid'at kelimesini, mezmum mânâda, kötü olarak ortaya çıkan şeylere
verilmiş bir isim halinde âdeta kavramlaştırmıştır. Artık bid'at, lügat
mânâsını muhafaza eden anlayışlar olmasına rağmen çoğunlukla, dinin
onaylamadığı şeyler diye anlaşılmaya başlanmıştır. Bu mânâda bid'at kelimesi
sıkça telaffuz edilir olmuştur. Hz. Osman'ın şehâdeti, Hz. Ali'nin şehâdeti,
arkasından gelen gerek fikri düzeyde gerekse siyâsî alandaki olumsuz gelişmeler
karşısında, müslüman gördüğü, yanlış inanç ve uygulamalara bid'at terimiyle
karşılık vermeye başlamıştır. Zaman zaman "bu sünnettir", "şu
bid'attır" şeklindeki değerlendirmelerde anlatılmak istenen budur. Belki
de gelişen olumsuz ceryanlara karşı müslümanların İslâm'ı savunma aracı olarak
kullandıkları bir terimdir.
Tarihî
perspektiften konuya baktığımızda, şartların ve ortamın böyle bir kavramın
üretilmesini zorunlu kıldığını görüyoruz. Sünnet lafzıyla Hz. Peygamber'in
tebliğ ettiği risâlet, bid'at lafzıyla da buna uymayan anlayış ve uygulamalar
kasdedilmiştir.
Hz.
Peygamber'in vefatından sonra geçen üç asırlık dönem, tarih içinde İslam
toplumunun yaşadığı en karışık dönemdir. Bu dönem, kültür ve medeniyetlerin
çatıştığı, bir takım fırkaların ortaya çıktığı dönemdir. Câhiliye döneminin
itikad ve gelenekleri, bu çalkantılı ortamda tekrar canlanmaya başlamıştır. Bu
dönemde âdeta İslâm, entellektüel tartışmaların (Halku'l Kur'an vs. gibi)
konusu haline gelmiştir.[367]
B- Bid'at
Üzerinde Bazı Tanımlar
Çağdaş Arap
müelliflerinden Muhammed Talbi'nin "Studia İslamica" (XII, 1960)'da
yayınlanan " Les bida" adlı makalesinde[368] bid'atların ortaya çıkışı
ile ilgili tesbiti şöyledir: "Netice olarak, bid'at fikrinin doğuşunda
müslümanların ilk üç neslinin yaşadığı devir özellikle ehemmiyet kazandı ve
temel atma ve mayalanma devri oldu. Bu devirde hiç bir fıkıh tam manâsıyla
tanzim edilmedi. Fakat İslam'a yön veren büyük mükellefiyetler -ki onlardan
birisi de bid'atlardan nefret etmekti- o devirde oluşmuştu. Özet olarak diyebiliriz
ki, birinci asır fikrin psikolojik hazırlanış, ikinci asır, dâr-ı İslamı,
gittikçe artan yeniliklerin hücumuna karşı koruyabilecek kitapların telif
edildiği asır oldu."
Muhammed
Talbî, ikinci asırdan itibaren telaffuz edilmeye, kitaplara geçmeye ve geniş
halk kitleleri tarafından benimsenmeye başlanan bid'at kavramı için
"bid'atlar doktrini" tabirini kullanmakta ve kavramın ilgi alanının
bu derece genişlemesini, istihzâî bir ifadeyle "savunma sisteminin mucid
kurmayları, bütün sahalarda büyük tesirleri olan hadisçiler oldular"
diyerek hadisçilere bağlamaktadır. Onun bu ifadelerinde, gerek Goldziher'in
gerekse J.Schact'ın bu konudaki görüşleriyle paralellik görülmekte ve âdeta
bid'at kavramının yenilik düşmanlığını sembolize eden ıstılahlaşmış bir terim
olduğu anlatılmak istenmektedir. Nitekim müellife ait şu satırlar bunu daha
açık bir tarzda ifade etmektedir: "Yabancı geleneklerin âni müdâhalesi
sonucu, cemiyetin gözle görülür ve hızlı değişimi tekâmülün telaşlandırın ve
şuurlandırıcı tesiri ile, şaşkınlığı acıya dönüştürmüştür. Bu telaş sonucu,
belli ve denenmiş yollardan geriye dönüş şeklinde, bu gidişi ıslah edici bir
kıstasın aranması hareketi, İslam toplumunda devamlı görülecek bir reaksiyon
halinde yeniden doğmuş oldu.
Bizzat
peygamber tarafından teşkilatlandırılmış olan Medine şehri, kısa zamanda, arzu
edilen bir model olarak kabul edilmiş ve onun çevresi, değişim halindeki bir
dünya üzerinde muhafaza edilmesi gerekli bir ideal olarak gönüllere
yerleşmişti. Hemen hemen her yerde görülen dînî yaşantıdan uzak hayatın orada
da izlerine rastlanmasına rağmen, genel mânâda sosyal değişiklikler orada daha
az hissedilmişti. Doğru sözlülük ve dürüst yaşantılarının halk üzerinde
oluşturduğu nüfuz ile, en meşhurlarının Said İbn el-Müseyyeb (95/713-714)
olduğu, peygamber öğretisinin emin kişileri olan fakîhlerin, peygamber
zamanına hürmeten geleneklere bağlılık ve bilhassa "yeni"ye, kısa
zamanda, "sınırsız başıboşluk" teşhisi konması ile de, yeni olan her
şeyden nefret fikrinin orada (Medine) gelişmesine büyük katkıları olmuştu.
Böylece Medine, kısa zamanda, örnek bir şehir ve hadiste[369] de belirtildiği gibi
"sünnetin ve dıştan gelecek kötülüklerden korunmuş islâmî hayatın ideal
sığınağı (dâr-el-Sünne) olmuştu. Bu mukaddes şehrin sakinlerinin amelleri, bu
şekilde, İslam hukukunun temel prensip ve ölçüleri olmağa hak kazanmıştı."[370]
Müellif
bununla da yetinmeyip gerek bid'atı yeren gerekse sünneti teşvik eden
hadislerin, kendi ifadesiyle "güçsüz bir kalpazanlık"[371] ürünü
olarak ortaya çıktığını ileri sürerek bu hadislerin sonraki dönemlerde
uydurulduğunu ifade etmektedir.
Halbuki
durum hiç de öyle değildir. Bütün bu ifadeler, geçmişte çokça örnekleri görülen
İslâm'a saldırının kamufle edilmiş şeklinden ibarettir. Güya İslam'ın,
dondurulmuş, statik bir yapıya sahip kurallar bütünü olmadığını savunacağım
derken, onun şiddetle savunduğu ikinci ana kaynağı (sünnet), tahrib edilmektedir.
Halbuki bid'atlardan bahseden hadisler dikkatle incelendiği zaman bunların pek
çoğunun güvenilir raviler tarafından rivayet edilmiş sahih hadisler olduğu
muteber kaynaklarda nakledilmektedir.[372]
C- İslami
İlimlerde Bid'at Kavramı
Bid'at
konusu, kavramın mânâsındaki genişlik ve muhtevâsındaki zenginlikten dolayı,
İslâmî ilimlerin her bir dalında, ilgisi itibariyle az veya çok ama mutlaka
konu edilmiştir. Kaynaklar incelendiği zaman görülen odur ki, bid'at kavramı,
Hz. Peygamber (s.a.) dönemi (buna sahabe, tabiin ve tebe-i tabiîn dönemini
ekleyenler de vardır) İslâm anlayışını, sonraki devirlerde ortaya çıkan
muhalif düşünce ve inançlara karşı savunma aracı olarak kullanılmıştır. Yani
bid'at kavramı, Kur'an ve sünnete uymayan bir inanışın, bir düşüncenin veya
bir amelin "uygunsuzluk ve makbul olmayişhk" özelliğini belirten bir
ölçü olmuştur. Onun için Şâtıbî, bidati tarif ederken "din görünümlü
yol" ifadesini kullanmıştır.[373] Bu da dinden olmadığı
halde dinmiş gibi kabul etmek demektir.[374]
Şüphesiz
hayat dinamiktir, değişim ve süreklilik arzeder. Ne var ki İslâm'ın özellikle
ilk üç asrı, bu değişimi çok hızlı ve baş döndürücü bir surette yaşamıştır. Bir
taraftan coğrafî alandaki genişleme, diğer taraftan siyâsi ve sosyal hareketlilik,
birbirine zıd fikrî ceryanların çarpışması, kültürler arası etkileşim gibi pek
çok faktör, ilmî disiplinlerin oluşmasına, mezheplerin ve îtikâdî yahut siyâsî
fırkaların teşekkülüne neden olmuştur, İslâmî ilimlerin büyük çoğunluğunun
tedvini ilk üç asırda tamamlanmıştır.
İşte böyle
bir ortamda bid'at konusu canlılığını daima muhafaza etmiştir. Her bir Kelâmî
fırka yahut ilmî disiplin, gerek Kur'an ayetlerini (özellikle müteşâbihatı)
gerekse Hz. Peygamber'in hadislerini yorumlamada kendi anlayış tarzının doğru
olduğunu savunarak, kendisinin dışındaki fikirleri bid'atlıkla suçlamıştır.
"Hem ilk hem de müteahhir Selef âlimleri, Kur'an-ı Kerim'de açıkça yer
almayan, Rasûlüllah ve sahabe topluluğu tarafından dile getirilmeyen her
düşünceyi geniş anlamıyla sünnet dışı saydıklarından, sünnî Kelamcılar da dahil
olmak üzere hepsini ehl-i bid'at olarak kabul etmişlerdir."[375] Selef
alimlerine göre, "Ayet ve hadislerin mânâları sahabenin anladığı kadardır.
Ashab, naslardan ne anlamışsa İslâm odur, bunun dışında kalan rey, kıyas,
te'vil, tefsir icmâ ve ilham dinden değildir."[376] Selefiyye böyle derken
Mutezile alimleri de benzer ifadeler kullanarak kendilerinin dışındakileri,
bid'atlıkla itham etmektedirler. Onlar, Kur'an'a, sünnete ve icmaya aykırı olan
şeylerin bid'at olduğunu savunmalarına rağmen, kendi görüşlerinin Kur'an ve Sünnete
uygun olduğu kanaatiyle, kendileri dışında kalan Havâriç, Şia, Mürcie,
Cebriyye, Müşebbihe, Selefiyye ve Ehl-i sünnet kelamcıları bid'at fırkalarını
oluşturmaktadır derler.
Haricîler
de, müslümanlar arasında meydana gelen anlaşmazlığın ilâhî hükümlere göre
çözümlenmesi gerektiğini savunmuş ve buna karşı çıkanları bid'at ehli
saymıştır.[377] Şia
da ehl-i beytin intikamını almak ve günahkarlara karşı cihad etmek amacına
muhalif olanların, ehl-i bid'at olduğunu savunmaktadırlar.[378]
Bid'at
konusuna fıkıh ilmi açısından baktığımız zaman, ortaya çıkan bid'atların daha
çok fürû fıkıhta ve özellikle de ibadetler konusunda olduğunu görmekteyiz.
Fıkhî meselelerde görülen bid'atların, şüphesiz pek çok sebebi vardır.
Bunlardan bazılarını şöyle tesbit etmemiz mümkündür:
a) Genişleyen İslâm coğrafyasındaki yeni unsurların,
beraberlerinde getirdikleri eski inanç ve uygulamaları, müslüman olduktan sonra
da devam ettirmek istemeleri. Bunu da o inançlarını İslâmlaştırarak veya İslâm
elbisesine bürüyerek devam ettirme gayretleri.
b) Cehaletin yaygınlaşması, yüksek İslâm ruhunun zamanla
kaybolması.
c) Cehalet sonucu ortaya çıkan taassub.
d) İslâm toplumunda görülen siyâsî ve fikrî çalkantılardan
bunalan bazı kişilerin, bu tür ihtilaflardan uzak durmak ve kendini daha fazla
ibâdete vermek maksadıyla tamamen içine kapanık yaşaması ve dinden olmayan
bazı bilgi ve uygulamaları din edinmek suretiyle, güya daha fazla dindar olma
çabasına kapılması.
e) Bazı kötü niyetli kimselerin, dini bozmak için halk
üzerinde manevî baskı kurmak, onları daha rahat sömürmek için din duygularını
istismar etmesi, bunu yaparken de Kur'an ve sünnet dışı uygulamalara baş
vurmaları.
f) Yetkisiz din bilginlerinin halkı yanlış yönlendirmeleri.
g) Değişik dinî ve felsefî ceryanların etkisi gibi daha
pek çok sebep zikredilebilir.
Bu konuda
eser veren ilim adamları, fıkhî sahada ortaya çıkan bid'atların âdeta dökümünü
yapmışlar, bir fıkıh kitabı tasnifi içinde, konuyu baplar altında tek tek
incelemeye çalışmışlardır. Bu bidatlar arasında Taharetten, abdestten tutunuz
da namaz, oruç, hac, kurban, camilerde, mübarek gecelerde, bazı merasimlerde
yapılan bid'atlara varıncaya kadar tesbit edilip işlenmiş, yanlışlar belirtilip,
doğru şekilleri gösterilmiştir. Bu eserler arasında Ali Mahfuz'un
"el-İbdâ'sını, Dr. İzzet A. Atıyye'nin "el-Bid'a"sını,
Şâtıbî'nin "el-İ'tisam"ını, Turtûşî'nin "Kitabu'l-havadis
ve'l-Bidâ"sını, İbn Teymiyye'nin "İktizâu's-sırati müstakim"ini
zikredebiliriz.[379]
Bid'at
konusuna hadis ilmi açısından baktığımız zaman, gerek Rivâyetü'l-hadis gerekse
Dirâyetü'l-hadis ilmi açısından konu edildiğini görüyoruz. Bid'at kelimesi,
Rivâyetü'1-hadiste, pek çok hadiste ya bizzat bid'at kelimesi şeklinde veya
onun müteradifi olan muhdes -ihdas- hades kelimeleri şeklinde geçmektedir.[380]
Dirâyetü'l-hadiste ise, doğrudan hadisle ilgili değil de hadis rivayetinde
bulunan kimsenin (=râvinin) akidesiyle ilgili ta'n sebepleri arasında
zikredilir.[381]
Hadis
ilminde, bid'at ehli denilince, îtikâdî bid'atlar denilebilecek, sahabe
devrinin sonlarına doğru iyiden iyiye görülmeye başlayan, Şîa ve Râfizîlik,
Hâricilik ile daha sonraları vücut bulan Mürcie, Cehmiyye, Kaderiyye, Cebriyye,
Mücesime, Müşebbihe, Mutezile gibi siyasî ve îtikadî fırkaların taraftarları
anlaşılır. Bu fırkaların her birinin, Kur'an-ı Kerim'in müteşâbih ayetlerini
te’vil etmek, hadisleri zoraki bir biçimde yorumlamak, nihayet hadis uydurmak
suretiyle ortaya atıp yaydıkları fikirlere de bid'at denilmiştir.[382]
Hadis
râvileri arasında, yukarıda zikredilen ve kaynaklarda genellikle "fırak-ı
dâlle" diye isimlendirilen bu fırkaların görüşlerine kapılanlar olmuştur. Hz.
Peygamber'den hadis rivayet eden birinin, böyle bir durumda olması şüphesiz
onun yapacağı rivayetler ve bu rivayetlerin hüccetliği konusunda bir takım
tereddütler uyandırdığından, bid'atü'r-râvi konusu, Cerh ve Ta'dil ilmi içinde
incelenmiş ve râvi ile ilgili olarak ta'n sebepleri arasında sayılmıştır.
Bilindiği
gibi bid'at küfrü gerektiren ve küfrü gerektirmeyen bid'at olarak genel olarak
ikiye ayrılır.[383] İşte
hadis ilminde bid'atlık ile nitelenmiş bir râvinin îtikadî durumu bu yönden
incelenmiş ve hangi tür bir bid'ata meylettiği veya irtikab ettiğine
bakılmıştır. Eğer, râvı, küfrü gerektiren bir bid'at üzere ise, cumhuru ulemâya
göre, onun rivayetleri kabul edilmez.[384] Küfrü değil de fıskı
gerektiren bir bid'at üzere ise, bu konuda ihtilaf edilmiştir.
Bazıları,
rivayetleri mutlaka reddedilir demişlerdir. Bunların başında Mâlik bin Enes
gelmektedir.[385] İbn
Sîrin, Yunus bin İshak, İbn Uyeyne, Ali bin Harb gibi hadisçiler, Bâkıllanî ve
Gazzâlî gibi usulcüler de bu görüştedir.[386]
Bazıları da
bid'atla nitelenmiş bir râvinin rivayetlerinin kabul edilebilmesi için bazı
şartlar ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki:
1- Böyle bir râvî dâî değilse yani bid'at olan
fikirlerinin ve inançlarının propagandasını yapmıyorsa kabul edilir.
2- Kendi mezhebine yahut taraftarlarına yardım etmek
için yalanı helal saymadığı sürece dâî olsun veya olmasın rivayetleri kabul
edilir. Bunların başında da İmam-ı Şafii gelir. Nitekim İmam-ı Şafii'nin şöyle
dediği rivayet edilir: "Ben Râfızîlerden Hattabiye fırkası hariç ehl-i
hevânın (=bid'at) şehadetini kabul ederim. Çünkü Hattabiye fırkası mensupları,
kendi fırkaları için yalanı helal sayıyorlar."[387] lbn Ebî Leylâ, Süfyan-ı
Sevrî, Kâdî Ebû Yusuf'un da aynı görüşte olduğu rivayet edilmiştir.[388]
Ebû Hatem
bin Hıbban el-Bûstî ise şöyle der: "Bid'ata çağıran dâînin, rivâyetiyle
ilgili, imamlarımız katındaki görüş, (onunla) ihticac olunmaz (şeklindedir). Bu
konuda ulema arasında hiç bir ihtilafın da olduğunu bilmiyorum."[389]
lbn Hacer,
dâî olmayan bid'atçı bir râvinin rivayetinin kabul edilebilmesi için, el-Cûzcânî'nin,
"râvinin yaptığı rivâyeti, sahip olduğu bid'atını desteklememesi"
gerektiğini şart koştuğunu nakleder ve bu görüşü kendisi de destekler.[390]
Nesâî ve Ebû
Davud'un da hocası olan Ebû İshak el-Cüzcânî "Marifetü'r-rical"
isimli eserinde bunu şöyle açıklar: Bunlar arasında Haktan -yani sünnetten-
ayrılmış olanlar bulunmakla beraber doğru sözlü olanlar da vardır. Sahip olduğu
bid'atını desteklemediği sürece rivayetlerini almaktan başka da çare
yoktur."[391]
el-Irâkî,
dâî olan mübtedînin yaptığı rivâyetiyle ihticac edilemiyeceğini iddia eden
kimseleri reddederek, Buhârî ve Müslim'in böyle kimselerin rivâyetleriyle
ihticac ettiklerini belirterek şöyle der: Buhârî, İmran bin Hıttan rivayetini
aldı. Halbuki O, Hâricilerin dâilerindendi. Buhârî ve Müslim, Abdul Hamid
(Humeyd) bin Abdurrahman el-Hamânî'nin rivayetini almışlardır, halbuki o,
mûrcie dâîlerindendir.[392]
Suyûtî, Tedribu'r-Râvî isimli eserinde bu konuda uzunca bir liste vermektedir.[393]
Ortaya çıkan
bid'atlar, özellikleri dikkate alınarak bir takım değerlendirmelere tabi
tutulmuş ve bu değerlendirmeler istikametinde kısımlara ayrılmıştır.[394]
A- Hasene Ve
Seyyie Cihetinden Bid'atlar
Bu taksim,
bid'at kavramını daha çok, geniş mânâsı itibariyle anlayanların yaptığı bir
taksimdir. Yani Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan her şey bid'attır
diyenlere göredir. İster dinî konularda olsun, isterse dinî olmayan konularda
olsun değişmez. Ortaya çıkan bir bid'at, Allah'ın ve Rasûlûnün emredip teşvik
ettiği şeylerin umûmî mânâsına giriyorsa [bazılarınca da, ilk üç dönemde
(sahabe-tabiin-tebe-i tabiin) bulunmayıp, Kur'an ve sünnet esaslarından birine
giriyorsa] iyi-hasene; eğer girmiyorsa zem ve inkar sadedinde olup
kötü-seyyiedir.[395] Bu
konuda lmâm-ı Birgivî Tarikat-ı Muhammediye'sinde şunları nakleder: "Eğer
sen, ibâdet kabilinden olan ve adına Bidat-ı Hasene denilen bir yeniliği
araştıracak olursan, ya işâreten veya delâleten şâri' tarafından buna izin
verildiğini bulursun. Zamanımız alimlerinin iki fırkaya ayrılmaları ne kötü
şeydir. Bu iki fırkadan birincisi sünneti sadece üç döneme
(sahabe-tâbiin-tebe-i tabiin) hasretti. Bu üç dönemden sonra meydana gelen
şeyleri bid'at-ı dalâl olarak kabul etti. Fakat böyle düşündüğü gibi bu
şeylerin şerî esaslarından birine dayanıp dayanmadığına bakmadılar. Hatta
bazıları da sünneti sadece Hz. Peygamber dönemine hasrettiler. Sahabe zamanında
meydana gelen yenilikleri bile bid'at-ı dalal kabul ettiler. İkinci grup ise,
babalarından, dedelerinden anlatılagelene, şeyhlerinin yaptıklarına baktılar.
Bunlar için şeriatte herhangi bir asıl ve temel bulunmasa da bunların çoğunu
bid'at-ı haseneye dahil ettiler. Çünkü bunlar, babalarına, atalarına ve
dedelerine, şeyhlerine itimad ettiler. Birinci bölümde yer alanlar "Her bid'at dalalettir"
hadisiyle (Hz. Peygamber'den sonra yahut ilk üç dönemden sonra ortaya çıkan
şeyleri) redde kalkışınca, ikinciler de hadisi tahsis ettiler.[396]
Burada şunu
belirtmekte de fayda mülahaza ediyoruz: Bid'at kavramını dar mânâda anlayanlar
yani, "bid'at, Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkan, dinle ilgili olup
ilave ve eksiltme özelliği taşıyan her şeydir."[397] diyenler, her ne kadar
"bid'at denilince anlaşılan bid'at-ı seyyiedir, bid'atın hasenesi olmaz
diyorlarsa da zaman içinde bu iki ayrı anlayış içinde tedahül olduğunu, bid'at,
dinle ilgili hususlardaki ilave ve noksanlıktır diyenlerin de bid'atı hasene ve
seyyie diye taksime gittiklerini görüyoruz. Bugün özellikle halk arasında
bid'atın hangi konularda olup olmayacağına bakılmaksızın bid'at tarifleri
yapılmakta ve hasene-seyyie diye hükümler verilmektedir.[398]
1)
Maslahat-ı Mürsele Ve Bid'at-i Hasene
Hasene ve
seyyie açısından yapılan bid'at taksimi ister islemez akıllara, özellikle
Hanefî hukukçuları tarafından fer’i deliller içinde sayılan maslahat-ı mürsele
ile istihsan delilinin, bid'at-i hasene ile münasebetinin ne olup olmadığı
sualini getirmektedir. Burada konuyu bu açıdan ele almak istiyoruz.
Maslahat-ı Mürsele: Mutlak yararlılık mânâsına gelen bu
ifade, usûlcülerin terminolojisinde "Şâri'in, gerçekleşmesi için bir hüküm
koymadığı, şerî bir delilin de onun muteber sayılıp sayılmamasını göstermediği
nesnedir."
Bu tarifin
açıklaması şöyledir: Hükümlerin konmasından maksad, insanlara yararlı olan
nesneleri temin etmek yani menfaatlerini celbetmek ve zararlarını savmak ve sıkıntılarını
kaldırmaktır. İnsanların yararına olacak şeyler sınırlı değildir ve sayıları
sonlu da değildir.[399]
"İslâm'da muteber olan maslahatlar (insanların faydasına olan şeyler) şu
beş esasta toplanır: 1- Dini koruma,
2- Canı koruma, 3- Aklı koruma, 4- Nesli
koruma ve 5- Malı koruma. İnsan hayatı
ancak bu beş şey sayesinde ona lâyık bir yaşayış olabilir."[400]
"Maslahat-ı
mürsele veya ıstıslah, İslâm'ın amaçlarına uygun olan, hakkında muteber veya
ilga edilmiş özel bir delil bulunmayan maslahatlardır. Eğer maslahatları
gösteren bir delil bulunursa, bu gibi maslahatlar, kıyasın şümulüne girer; ilga
edildiklerine dair bir tanık bulunursa, onlar da bâtıl olup, kabul edilmeleri
İslâm'ın amaçlarına aykırı düşer."[401]
Maslahat-ı
mürsele konusu, ihtilaflı bir konudur, İslâm hukukçuları delil olup olmayacağı
konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Hanefî ve Şafiîler, bunu müstakil bir delil
olarak kabul etmeyip kıyasa dahil saymışlardır. İmam-ı Malik ve Hanbeliler
belli şartları haiz ve İslâm'ın amaçlarını gerçekleştiren maslahatları delil
olarak kabul ederler. Aradıkları şartlar:
1- Maslahat ile Şâriin amaçları arasında bir uygunluk
olmalıdır. O, şerî delile aykırı düşmemelidir.
2- Maslahat akla yatkın olmalı, akıl erbabınca kabul edilebilir
nitelikte olmalıdır.
3- Maslahata göre verilen hüküm, zarurî bir güçlüğü
kaldırmalıdır.[402]
Konu,
gerçekten ayakları kaydıran bir konudur. Zira bid'atı geniş kapsamlı
değerlendirerek, bid'atların hasenesinin de seyyiesinin de bulanabileceğini
savunanlar, bid'at-ı hasene konusunda iddialarını ispatlama sadedinde,
maslahat-ı mürselede kullanılan delilleri ileri sürmektedirler. Halbuki maslahat-ı
mürsele ile bid'at-ı hasene birbirini karşılamazlar. Maslahat-ı mürselenin
gayesi, zorluluğu kaldırmak, şiddeti defetmek ve zarureti korumaktır. Bu ise
amaç olmayıp araç durumundadır. Halbuki bid'atte böyle bir durum söz konusu
değildir. Teklifte ziyâdelikler getirmektedir. Bu ise, teklifte hafifletme
değil fazlalıktır.[403]
Şurası muhakkak ki, bu problem, bid'atı geniş kapsamlı olarak anlayanlar
içindir. Ama bid'ati dar kapsamıyla anlayanlar için bid'at-ı hasene diye bir
şey olmadığı için, böyle bir problem de söz konusu değildir.[404]
2- İstihsan
ve Bid'at-ı Hasene
Bid'atın
istihsan ile münasebetine gelince, onu da yine istihsanı açıklayarak tesbite
çalışalım.
Ebu'l Hasen
el-Kerhî, istihsanı şöyle tarif eder:
İstihsan,
müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir meselede
benzerlerinin hükmünden başka bir hükme dönmesidir.
lstihsanın
esası, hükmün küllî bir kaideye aykırı düşmesidir. Onun için öyle bir gerekçe
olmalıdır ki, kaidenin dışına çıkmak, ona sarılmaktan şeriate daha yakın olsun.[405]
Müctehid imamlardan Ebû Hanife ile İmam-ı Mâlik'in fazlaca başvurduğu istihsan
deliline Şafiî şiddetle karşı çıkmaktadır.[406]
Bid'at-ı
haseneyi tarif ederken, gizli veya açık, delâleten veya sarahaten Kitap ve
sünnetten bir asla =temele isnad eden, Hz. Peygamber (bazılarına göre sahabe ve
tâbiin)'den sonra ortaya çıkan şeyler[407] deniliyor ise de, bid'at-ı
hasene kabul edilen öyle şeyler vardır ki hiç bir delile dayanmamaktadır. Bu
konuda delil olarak ileri sürülen "Müslümanların
iyi gördüğü Allah katında da iyidir, müslümanların kötü gördüğü Allah katında
da kötüdür."[408]
hadisi, Abdullah bin Mesûd'a nisbet edilen mevkuf bir hadistir, diğer bir takım
sahih hadislerle tezat teşkil etmekdir.[409] Mesela:
"İsrail oğulları yetmişbir
fırkaya ayrıldılar. Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrıldılar, ümmetim ise
yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Biri dışında diğerleri cehenneme
gidecektir." Dediler ki:
"Ey
Allah'ın Resûlû, ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir?" O,
"Benim
ve ashabımın üzerinde bulunduğu fırkadır" buyurdu.[410]
Tirmizî'nin
"Bu hadis sahihtir" dediği bu hadiste, İslâm ümmetinin yetmişüç
fırkaya ayrılacağı haber verilmektedir. Fırkalara ayrılacak ümmetin bir
meselenin "iyiliği-güzelliği" konusundaki ittifakı nasıl olacaktır?
Buradaki işkal, önceki hadisin yani "Müslümanların
iyi gördüğü Allah katında da iyidir..." hadisinin haber-i vâhid olduğu
ve mevkuf olduğu gerekçesiyle delil olamiyacağı ileri sürülerek giderilmeye
çalışılmıştır.[411]
Kanaatimiz
şudur ki, konu tamamen bir anlayış farkından ileri gelmektedir. Yani bid'at-ı
hasene anlayışını benimseyen ulemâ, -meselâ, İmam Şafiî bunlardandır- istihsanı
kabul etmemektedir. Isühsanı kabul edenler ise ya bid'at-ı hasene diye bir şey
yoktur, bid'at, bid'attır, hesenesi seyyiesi olmaz demektedirler. Meselâ,
Mâlikilerden Şâtıbî, Hanbelîlerden İbn Receb el-Hanbelî, Şâfiîlerden lbn Hacer
el-Askalânî'yi sayabiliriz. Veya belli bazı şartlar ileri sürerek istihsan ile
bid'at-ı hasene arasındaki ince farkı tesbit etmek suretiyle, her ikisinin aynı
şey olmadığını; istihsanın mutlaka bir küllî kaide ile bağlantısı olurken,
bid'at-ı hasenede her zaman böyle olmadığını, dolayısıyle ikisinin farklı
şeyler olduğunu ifade etmektedirler. Buna göre belki şöyle ifade etmek mümkün
olacaktır: Her istihsanla verilmiş hükümde bid'at-ı hasene ile ilgili bir yön
bulunabilir, benzerlikler olabilir ama, her bid'at-ı hasenede, istihsan
deliliyle ilgili yönler bulunmaz.[412]
B- Bid'at-ı
Hakikî Ve Bid'at-ı İzafi (Hakikat ve İzafet Cihetinden
Bid'atlar)
Hakîkî
bid'at, bütün yönleriyle hiçbir şekilde sünnette olmayan ve hiçbir şer’î
delilin delâlet etmediği bid'attır. Allah'ın rızasını kazanmak maksadiyle,
evlenmeyi gerektirecek sebepler bulunmasına rağmen -fıtrata aykırı olarak-
evlenmeyi terketmek[413],
Şia'nın aşure gününde Hz. Hüseyn'in şehid edilmesini anmak amacıyla yüzlerini
tokatlamaları, başlarını, vücutlarını yaralamaları, Kabe'nin dışında bazı
türbelerin etrafında tavaf etmek, mumlar vs. dikmek, kandiller asmak gibi.[414]
İzafî bid'at
ise, bir açıdan bakıldığında bid'at olan, diğer bir açıdan bakıldığı zaman
bid'at olmayan yeniliklerdir.
Mesela:
Receb ayının ilk cuma gecesi (perşembe-cuma) belli bir usûlde 12 rekat nafile
namaz kılmak gibi. İki rekatta bir selam verilir. Her rekatta bir
"fatiha", üç defa "innâ enzelna" suresi ve 12 defa da
"ihlas" suresi okumak suretiyle kılınır. İslam bilginleri buna çirkin
ve münker bir bid'attır demişlerdir. Çünkü zahiren bakıldığında, kılınan, bir
namazdır. Fakat belli vakitte belli şekilde edâ edilmesine dair hiç bir delil
bulunmamaktadır. O, namaz olarak görülürse bid'at sayılmaz ama, böyle bir namaz
şeklinin Kitapta ve sünnette bulunmamasına rağmen kılınması, bid'at-ı
seyyiedir. Çünkü yeni bir şey uydurulmuştur. İmanı koruma namazı, anne-babaya
iyilik namazı, kabir namazı gibi kılman namazlarda Kitap ve Sünnette yeri
olmayan namazlardır. Eğer bunlar sünnettir, peygamberimiz böyle yapmıştır diye
yapılırsa bid'at-ı seyyie olur. Bütün bunlar zâtı îtibâriyle namaz olup meşru
ise de şerî hiç bir delile dayanmadığı için bid'attır.[415]
C- Bid'at-ı
Âdiyye ve Bid'at-ı Taabbudiyye (Âdetler ve
İbâdetler Cihetinden Bid'atlar)
-Bid'atın
geniş manâlı tarifi dikkate alınarak yapılan bu taksimi açıklamadan önce umuru
âdiyye ve umuru taabbudiyye tabirleri üzerinde durmak istiyoruz.
-Umûr-u
âdiyye (=âdetlerle ilgili işler)'den maksad, dünyevî kazançlar elde etmeye
vesile olan muamelât, tasarrufât gibi insanlar arasında ceryan eden şeylerdir.
İnsanlar arasındaki dünya ile ilgili bu işlerin işlenip yapılmasıyla, Cenâb-ı
Hak'ka kurbiyet (yaklaşma) kasdedilmez.[416] Fakat her ne kadar bir
gaye ve maksad olmasa da, yine de işlenen bu tür fiillerin ibâdetlerle doğrudan
değil, dolaylı olarak bir irtibatı vardır. Artık böyle bir durumda kişinin, o
konudaki niyetine bakılır. Çünkü biliyoruz ki "ibadetle âdeti birbirinden
ayıran temel nokta niyettir."[417] Ancak buradaki taksim daha
çok zahirî durum itibariyledir.
Din,
mükellefe tasarruf hürriyetini, şerî delillerden alınmış makâsıda ve dinin
umûmî prensiplerine uygun olmak, esası üzerine tanımıştır. Yani bu tür işleri
insanın nefsine veya diğer insanlara zarar vermemek ve haddi aşmamak şartıyla
insana bırakmıştır. Daha açık bir ifade ile, kendisine mubah kılınan şeylerin
câizlik dairesinden çıkmadığı, yasak dairesine girmediği sürece insana
bırakılmıştır. İnsanın, bu tür işleri değiştirme ve istediğini yapma
(=ibtidâ'), maslahata zarar vermeyip makâsıd-ı şerîa'nın dışına çıkmadığı
sürece hakkı vardır. Makâsıd-ı Şeria ise:
1- Zarüriyyâtı muhafaza, yani, insan hayatının gerçekleşmesi
ve varlığının devamı için lüzumlu olan şeyler. Bu da genellikle şöyle ifade
edilir: Dini korumak, nefsi korumak, malı korumak, aklı korumak ve ırzı korumak.
2- Haciyyat-ı muhafaza, yani, mükellefler üzerinde dînî
sorumluluğu kolaylaştırmak meşakkat ve zorluğu kaldırmak için lüzumlu olan
şeylerdir. Seferde oruç tutmamanın mübahlıgı, hayızh bir kadından farz
namazların düşmesi gibi.
3- Tahsiniyyatı korumak, yani, fıtrî ve tabiî
güzellikleri gerçekleştirmek için gerekli olan şeylerdir. Ahlak güzelliği,
fizikî güzellik gibi, kemâlin ve cemâlin oluşması için gerekli şeyler. Taharet
hükümlerine, setrül-avret hükümlerine riâyet gibi.
Bütün
bunlar, durumu ve önemine binaen, dinde mertebelendirilmiştir. Hâciyyât yahut
tahsîniyyâtı elde etmek için zarûriyyatın ihlâli caiz değildir.[418]
Taabbudî
işlere gelince, bizzat Allah'a takarrub için vazolunan şeyler hakkında mutlak
olarak kullanılır. Namaz, oruç, hac, zikir vb.
İşte gerek
umûr-u âdiyye gerekse umûr-u taabbudiyeden insana çizilen sınırın dışına
çıkılması halinde -ki bu sınırın neler olduğu Kur'an ve sünnette açıklanmıştır-
o konuda, geniş manâlı tarife göre bid'at işlenmiş olur. Bu işlenen bid'atın
da durumuna göre, hasene veya seyyie olarak değişir.[419]
Kaynaklara
baktığımız zaman bid'atın hüküm açısından îtikâdî ve amelî olmak üzere iki
yönden incelendiğini görüyoruz:[420]
Bu îtikâd ve
iman konusunda ehl-i sünnet akidesinin zıddına ihdas edilen inançlara sahip
olmaktır. Bunların bir kısmı küfre götürür, bir kısmı ise, küfre götürmeyip
fâsıkhğa sebebiyet verir. Her iki konudaki örnekleri fırak-ı dâlle diye bilinen
sapık fırkaların görüşlerinde bulmak mümkündür.[421]
Fakat küfür
olmayan bu kabil bid'atlar, amelde büyük günahların en büyüğüdür.[422] Yani
amelen büyük günahlardan sayılmıştır. Bunun böyle olması, birincinin küfür
olup ikincinin büyük günah sayılması, ya amelî şeylerin değil de îtikadî
şeylerin hakikatine îtikaddan dolayıdır. Veya îtikâdî şeylerin asılları olup
amelî şeyler için temel unsurlar olmasından dolayıdır. Bir de denilmiştir ki: O
(îtikâdî konudaki bid'atın) nefiste, artık ondan çıkmayacak şekilde yerleşmesinden
dolayıdır.[423] İşte
bu sebeptendir ki: "Büyük günah işleyen kimsenin tevbesi kabul edilir ama
bid'at sahibinin tevbesi ise kabul olunmaz." denilmiştir.[424]
Çünkü, bid'at sahibi, onun taat olduğuna inandığından dolayı tevbeye ihtiyaç
bile duymaz. Asıl yanlışlık veya bid'atın doğurduğu en büyük zarar, buradadır.
Bid'atların
bir kısmının küfrü gerektirdiğini yukarıda beyan etmiştik. Ehl-i kıblenin
tekfir edilip edilemiyeceği konusunda Hâdimî konuyu uzun uzun tartışarak bazı
sonuçlara varır. Şöyle ki:
"Küfre
nisbet, ancak hudüs-i âlem gibi, cesedlerin haşri vb. İslâm'ın zaruriyyâtından
olup üzerinde ittifak edilen şeyleri inkarda olur. Bunların dışındaki asıllarda
ise ihtilaf edilmiştir."[425]
İtikad
hakkında ictihadda hata etmek özür değildir. Çünkü, usul ve akâidde hata eden
kimse cezalandırılır; hatta dalâlette olduğu ve kâfir olduğu söylenir.
Amellerdeki ictihad böyle değildir. Çünkü amellerdeki içtihadında hata eden
nıüctehid, mazurdur ve hatta sevap alır. İtikadı bid'atın zıddı, Ehl-i
Sünnet-i Nebeviyye Ve'l-Cemaat-ı İslâmiyye'nin îtikâdıdır. Bunlar Mâturîdiyye
ve Eşariyye'den olan kimselerdir. Aralarında ihtilaf mevzuu hususlar olsa da,
her ikisinin asılları birdir. Biri diğerini sapıklığa nisbet etmemişlerdir.[426]
Bu
düşünceler Hâdimî'ye ait orjinal değerlendirmeler değildir, belki de kendi
dönemine kadar olgunlaşarak gelmiş olan anlayışın bir özetidir. Onun bu
ifadelerine aynen katılmakla birlikte izah edilmesi gereken cümlelerin
bulunduğunu da belirtmeliyiz. O da şudur: "İtikad hakkındaki ictihadda
hata etmek özür değildir... amellerdeki içtihadında hata eden müctehid,
mazurdur..."
Konuya
ictihad noktasından bakarsak, yapılan iş, "maksûda ulaşmak için mechûdu
bezletmek"ten ibarettir, iş, aynı, fakat zemin-saha farklıdır. Bu
farklılık ise, yani birinin itikad, diğerinin ise amel olmasıdır. Ancak îtikâdî
sahada, müctehid yaptığı hatadan dolayı cezalandırılmakta (sapıklıkla hatta
tekfir ile itham edilmekte), amelî sahada ise, hata etse de
mükafatlandırılmaktadır. Peki bu nasıl anlaşılacaktır? Yani bizi bu hükmü
vermeye zorlayan sebep nedir? Elimizdeki kriter nedir veya ne olmalıdır?
İtikâdî
konularda, yaptıkları farklı ictihadları sebebiyle dalâlet ve sapıklıkla itham
edilen, hatta tekfir edilen fırkaların, tekfir edilmelerine sebep teşkil eden
görüşlerini yani ictihadlarını incelediğimiz zaman, ortaya şu sonuç çıkmaktadır
Yapılan bu
îtikâdî ictihadlar, ya hakkında kesin ayet bulunan konularda olup sünnet hiç
dikkate alınmadan tamamen felsefî yorumlar şeklindedir. Veya bir takım
müteşâbihât üzerinde yine sünnete itibar edilmeksizin yapılmış değerlendirmelerdir.
Bu yorumlar ve değerlendirmeler Kur'an ve sünnetin temel espirisine zıd,
Tevhid'e aykırı ise hatadır. Bu hata ise sahibini, konunun önemine binaen
dinin asılları veya füruna göre, ya dalâline veya küfürüne sebep olur.[427]
Bu da
Allah'a yakîn olmak, O'nun rızasını kazanıp hoşnudluğuna ermek için işlenen
amellerdir. Bu, ya emredilmiş bir amelin aslını tahrif etmek şeklinde olur veya
dinden olmayan bir şeyi, dindenmiş gibi kabul etmek suretiyle onunla amel
edilmesi şeklinde olur. Mükellef olduğumuz bütün amellerde, zikredildiği
şekillerden birisi ile, pek çok bid'atın mevcut olduğunu görmekteyiz. Bu
münasebetle gerek itikâdî gerekse amelî açıdan bid'at konusu muhteva îtibâriyle
çok geniştir. Bunu dikkate alan bazı İslam alimleri mesela bunlardan İzzeddin
İbn Abdisselam, bid'ati hüküm açısından beşe ayırarak incelemiştir:[428]
Fukaha bununla Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ashab-ı kiramdan sonra ortaya
çıkarılan şeyleri kasdetmektedir.[429]
1- Vacib olan bid'at: Bu görüşü ileri sürenler, diyorlar ki mutlaka
yapılması gereken bazı yenilikler vardır. Bunlardan vazgeçilemez. Mesela bazı
sapık fırkaların iddialarına cevap vermek için (aklî-naklî) bir takım deliller
tertip etmek, onları öğrenmek gibi. Dini zâyî olmaktan korumak ve tahrif etmek
isteyenleri susturmak için gerekli olan yeni ilimler geliştirmek, Kur'an'ı
anlamak için dil ilmi, tefsir ilmi, fıkıh ilmi gibi, hadislerin sahihini
sakîminden ayırdetmek, yalancıların ve ehl-i hevânın bâtıl düşünceleriyle
mücadele etmek için lazım olan ilim dallarını ihdas gibi hususlar, hep ihdası
vâcib olan şeylerdir.[430]
Vacib olan
bid'atlara, aslında bid'at denilmesi lügat itibariyledir. Yoksa kelimenin
mezmum mânâsı dikkate alınarak, ıstılah halinde kullanıldığını düşünürsek bunlara
bid'at denilmesi doğru değildir.
2- Haram olan bid'atlar: Bu bid'atlar, tahrim kaidelerini ve bunun
dindeki delillerini ihtiva eden bid'atlardır. Kur'an ve sünnete muhalif teşrî
koymak gibi. Ehl-i bâtıl mezhep ve fırkaların görüşleri böyledir. Hülâsa, dine
zarar veren, onun asıllarından bir aslı yıkan yahut bir sünneti öldüren
bid'atlar, haram olan bid'atlardır.[431]
3- Mekruh olan bid'atlar: Dindeki kerahet[432] kaidelerini ve onun
delillerini ihtiva eden bid'atlardır. Dinen mendub olan ibadetlerde yapılan ziyâdeler
gibi. Meselâ, namazdan sonra çekilen tesbihattaki tesbih (sübhânellah), tahmid (elhamdülillah) ve
tekbir (Allahû Ekber) lafızlarını, otuzüçten (Hz. Peygamber'in yaptığı
şekilden) daha fazla yapmak.[433]
Mescidleri süslemak, Kur'an'ı yaldızlamak[434], Kur'an'ı, mânâyı bozacak,
harfleri değiştirecek şekilde hatalı okumak. Bunun, sahih olan görüşe göre
haram olduğu da söylenmiştir.[435] Bazı
günler yahut geceleri, -dinde olmadığı halde- münhasıran ibadete tahsis etmek
gibi.[436]
4- Mendub olan bid'atlar: Dindeki
nedb-teşvik kaidelerini ve delillerini içeren bid'atlardır. Ramazanda
teravih namazını cemaatle kılmak, şeriate muhalif olmayan ve asr-ı saadette
bilinmeyen her türlü iyilik, hayatı kolaylaştıracak kuvvetli, sağlam ve geniş
binalar yapmak, okullar, karakollar yapmak gibi.[437]
5- Mubah olan bid'atlar: Şeriatteki ibâhe kaidelerini ve onun
delillerini ihtiva eden bid'atlardır. Haram ve mekruh olacak sınıra varmayacak
derecede yemede, içmede, giyimde, meskende genişlik, öğle ve ikindi
namazlarından sonra musafaha yapmak gibi.[438]
İmam Birgivî
bu konuda şu bilgileri verir: "... îtikadda olan bid'atın tam zıddı, Ehl-i
Sünnet ve'l-Cemaatın İtikadıdır. İbadette olan bid'atın zıddı ise Sünnet-i
Hüdâdır. (Hz. Peygamber'in arasıra terketmekle beraber devam ettiği veya
terkedene niçin terkettin demediği ibadetlerdir. İtikaf gibi.) Adetlerdeki
bid'ati işlemek sapıklık (=dalalet) değildir. Bunun zıddı sünnet-i zâide'dir.
Sünnet-i zâideyi işlemek müstehaptır.[439]
Burada ifade
etmemiz gereken bir husus şudur: İzzüddin İbn Abdisselam'ın yapmış olduğu,
hüküm açısından bid'at taksimindeki mubah, mendub ve vacib olan bid'atları,
bid'at olarak kabul etmek anlamsız görülmektedir. Eğer bid'at kelimesini geniş
manâsıyla anlarsak bunları, Bid'at-ı hasene grubuna dahil etmemiz yeterli
olacaktır. Yok eğer, bid'at kelimesini, dar mânâsı içinde anlarsak, o takdirde
bunlara hiç bir surette bid'at diyemeyiz.[440]
C-
Bid'atların Doğması Ve Yayılmasının Sebepleri
Bid'atların
gerek ortaya çıkmasının gerekse toplum tarafından kabul edilmesinin
sebeplerini genel olarak şöyle tesbit edebiliriz:
1. Cehalet: Dînî, dinin asıllarını bilmemek. Bu bilgisizlik ister yol
gösterici, irşad edici, rehber kimselerde olsun, isterse onların sözlerine
inanıp duyduklarını, gördüklerini yapmaya çalışan insanlarda olsun, bid'atın
doğmasında ve yayılmasında en önemli faktördür. Çünkü, iyiyi kötüden, doğruyu
yanlıştan ayırdedecek elde ölçü yoktur. Neyi, neye göre söylediğini bilmeyen
bir mürşidin hataya düşmesi kaçınılmazdır. Bu cehalet:
a- Kur'an'ı bilmemek, onun ayetlerinin muhkemliğinden
mûteşâbihliğinden, zâhirliğinden ve hafîliğinden habersiz olmak. Yani Kur'an'ı
anlamadaki cehalet.
b- Sünnetin sahihini sahih olmayanından ayırdedememek.
Sünnet diye, hadis diye duyduğu herşeye sarılmaya çalışmak. Sünnetin gerek
teşri değeri hakkında, gerekse fezâil konularındaki anlayış zaafiyeti içinde
olmak. Yani sünneti anlamadaki cehalet.
c- Kur'an ve sünnet anlayışlarına paralel olarak, dinî
anlayış ve uygulayıştaki cehalet.
Cehaleti bu
derece geniş olan her fert veya böyle fertlerden meydana gelen toplumlarda
bid'atların dogması ve yayılması için artık zemin hazır demektir.
2. Müteşâbihâta Uymak: Özellikle Kur'an ayetlerinden müteşâbih
olanlara takılıp kalmak yahut onları kendi şahsî veya fırka hesabına farklı
yorumlamak. Bu da:
a- Ya kasıtlı olur, bir takım fitne çıkarmak isteyen
bid'atçılar tarafından yapılır.
b- Ya da âlim geçinen fakat cahil kimseler tarafından
ileri sürülen te'viller şeklinde olur.
3. Heva ve hevese uymak, dinin
getirmiş olduğu esas ve ilkelere uymamak, gözardı etmek.
Bundan
başka:
-Alimlerin
topluma kötü örnek olması, gördükleri yanlışlıklar karşısında susmaları, doğru
olanı söylememeleri, toplumun tepkisinden korkmaları.
-İdarecilerin
bid'atçilarla beraber olup onlara destek vermeleri hatta bu bâtıl düşüncelerin
yayılmasını sağlamaları. İslam tarihindeki fitne olayları karşısında Emevî
halifelerinin tutumu gibi. Memun'un bizzat Kur'an'ın mahluk olup olmadığı
konusundaki tartışmalarda, ehli sünnet alimlerine bizzat zulmetmesi bunun en
müşahhas örneğidir.
-Ortaya
çıkıp yayılan bid'atların halk tabakaları tarafından benimsenip âdeta din
yahut dinden bir cüz kabul etmeleri sonucu, işin taassub derecesine varması,
-Mücadelenin
güçlüğü, gibi pek çok sebep sıralanabilir. Bunlar arasında asıl önemli sebepler
kısaca, ulemânın bozulması, ümerânın (idarecilerin) bozulması, cehalet ve yersiz,
gereksiz din tartışmaları bid'atların doğmasına, doğmuşsa yayılmasına
kaynaklık etmektedir.
Burada
önemle hatırlanması gereken bir husus da yine cehaletten kaynaklandığı belli
olan din ile kültürün birbirine karıştırılmasıdır. Kültürel mirasın dinin bir
emri yahut asılları kabul etmek son derece yanlış ve tehlikelidir. Her kültürde
dinin izleri mutlaka vardır ve olacaktır. Ancak kültürel her olgu birebir aynen
dinin esaslanndandır demek ise yanlış olur. Bu karışıklığı ayırdedememek de
bid'atın doğup gelişmesini besleyen sebeplerin başında gelmektedir. Kendi
değer yargılarıyla içe dönük yaşayan toplumlarda, bu ince farka dikkat
edilmezse, nasıl yeni bid'atların doğması kaçınılmazsa, değer yargılarını
tamamen kaybetmiş, belki de kimlik bunalımı içinde olan toplumlarda,
toplumlararası etkileşim sonucu, aynı şekilde hatta, fazlasıyla bid'atların
doğması ve yayılması da kolaylaşacaktır. Bu hassas dengeyi koruyacak, din
kültür ayırımını farkedecek, her özelliği kendi yerine oturtacak esas ise,
cehaletin ortadan kalkması ve dinin doğru anlaşılmasıdır.[441]
Il-
Bid'at'tan Bahseden Hadisler
Bu konuda
pek çok hadis bulunmaktadır. Bu hadisler gerek hadis külliyatı içinde dağınık
olarak bulunmakta gerekse bid'at konusunda özel olarak yazılmış eserlerde bir
araya getirilmiş olarak bulunmaktadır. Mesela, hicri 282'de vefat etmiş olan
Muhammed bin Vaddah el-Kurtûbî'nin "Kitâbun fîh Mâ Câe fi'1-bida'"
isimli eseri bunlardandır.[442]
Bid'at/Muhdes
kelimeleri, gerek lügat mânâsındaki "yenilik", gerekse ıstılah
mânâsındaki mezmum ifadeyle "dinde sonradan ortaya çıkmış ziyâde ve
noksanlık getiren şeyler" manâsıyla hadislerde pek çok yerde geçtiğini
yukarıda zikretmiştik. Bu konudaki hadisleri topluca düşünürsek, genel olarak
şu ana başlıklar altında toplamamız mümkün olacaktır:[443]
A- Mutlak
Yenilik Manasını İfade Eden Hadisler[444]
Bu
hadislerde herhangi bir kayıtlama, tahsis etme yoktur. İyi olsun kötü olsun,
dînî konularda olsun dînî olmayan konularda olsun umûmî mânâyı ihtiva
etmektedirler.
Hadislerdeki
bu umûmî ifadeler, delâlet ettiği mânâyı tesbit etmede farklı yorumlara
gidilmesini gerektirse de, daha çok bid'atın geniş mânâda anlaşılmasına delil
teşkil etmişlerdir. Mücerred yenilik mânâsının esas alındığı geniş manâlı
bid'at anlayışında "bid'at, ihdas veya muhdes" kelimelerinin yanında,
yine lügat mânâsı dikkate alınarak "sünnet" kelimesi de
kullanılmıştır. Bu konudaki hadislerden bazıları şöyledir:
-Rasûlullah
(s.a.), Teravih namazını ilk günlerde cemaatle kıldırmış, daha sonra farz olur
endişesiyle, cemaatle kıldırmayı bırakmıştı. Vefatına kadar böyle devam etti.
Hz. Ebu Bekir döneminde de Teravih cemaatle kılınmadı. Hz. Ömer döneminde, Onun
emriyle, Sahâbe-i Kiram içinde güzel Kur'an okunuşuyla temayüz etmiş olan Ubey
bin Ka'b'ın imamlığında, Teravih namazı cemaatle kılınmaya başlanmıştı.
Daha sonra bunu
gören Hz. Ömer (r.a.) "Bu
ne güzel bid'attır" dedi.[445]
Hadiste
geçen "bid'at" kelimesi, lügat mânâsındadır ve şerî mânâsından daha
umûmîdir.[446] Yani
mezmum mânâda bir anlayışı içermemektedir. Çünkü sünnet onu sâlih amel
kapsamına almış fakat sadece farz olur endişesiyle devam ettirmemiştir. Peygamberimizin
vefatıyla farz olma endişesi ortadan kalktığı için bu uygulamanın
tazelenmesinin önünde hiç bir engel kalmamıştır. Hz. Ömer döneminde
müslümanlar, mescidi kandillerle aydınlatarak bir imam arkasında topluca
teravih namazı kılmaya başlayınca, bu uygulama daha önceki uygulamalardan
farklı olduğu için bid'at diye adlandırılmıştır.[447]
- Tirmizi ve
İbn Mâce'nin tahriç ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim
de Allah ve Rasûlünün razı olmadığı bir bid'atı icad ederse, ona, o bid'atla
amel edenlerin günahının bir misli (yazılır), (o) insanların günahlarından da
bir şey eksilmez."[448]
Bu hadiste
de "bid'at" kelimesi "mutlak yenilik" mânâsında
kullanılmıştır. "Allah'ın ve
Rasûlünün razı olmadığı..." ifadesiyle, bu yeniliğin sıfatı, özelliği
belirtilmiştir.
İbn Mesûd
(r.a.)'den Rasûlüllah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:
"Sizi sonradan meydana gelen
şeylerden sakındırırım. Şüphesiz işlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkan
şeylerdir. Sonradan ortaya çıkan her şey bid'attır. Her bid'at dalâlettir."[449]
Görüldüğü
gibi, hadiste, âdeta bid'atın hem tarifi yapılmış hem de en belirgin özelliği
olan "dalalet"sapıklık oluşu belirtilmiştir. Her ne kadar bu hadiste
."Her sonradan ortaya çıkan şey bid’attır" şeklinde de rivayet
vardır."Her sonradan ortaya çıkan" şeyin bid'at olduğu mutlak olarak
ifade edilmekte ise de, hadisin devamındaki ikinci cümlenin “Muhakkak her bid'at sapıklıktır"
ibaresiyle, getirmiş olduğu genel mânâ, hadis şarihleri tarafından uzun uzun
yorumlanmış, sonradan ortaya çıkan hangi şeylerin sapıklık olacağı
tartışılmıştır. Yukarıda geçtiği gibi bu farklı değerlendirmeler bid'at
kavramının tarif edilmesi ve anlaşılmasında çok net olarak ortaya çıkmıştır.
"Dar kapsamlı bid'at, geniş kapsamlı bid'at" tarifleri bu
tartışmaların sonucudur. Hülâsa, Peygamberimizin "Her bid'at sapıklıktır" sözü bütün yenilikleri, bütün
ilk uygulamaları kapsamaz. Çünkü İslâm dininin bizzat kendisi, hatta diğer
peygamberlerin getirmiş oldukları dinlerin her biri, birer "yenilik",
birer "ilk uygulama"dır. Peygamberimizin bu sözüyle kasdettiği şey,
gerek Kur'an ve gerekse kendisi (yani sünnet) tarafından meşruluğu
onaylanmamış olan yeni davranışlardır.'"[450]
B- Mezmum
Mânâyı Îfade Eden Hadisler[451]
- Bu tür
hadislerde bid'at kelimesi kullanılmakla birlikte, bu bid'atın özelliği de
zikredilmiştir. Kelime, daha dar anlamda kullanılmıştır. O da dinle ilgili olan
konularda veya Allah'ın ve Rasûlünün razı oîmadığı şeylerde diye tahsis
edilmiştir. Birkaç örnek görelim:
- Hz. Aişe
(r.a.)'den rivayet edilmiştir. Nebî (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kim
bizim şu işimizde (dinimizde), ondan olmayan bir şeyi ihdas ederse, o,
reddedilmiştir."[452]
- Kesir bin Abdillah bin Amr bin Avf,
babasından, o da dedesinden, peygamberimizin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"...
Kim Allah ve Rasûlünün razı olmadığı bir Bid'at çıkarırsa, insanlardan onunla
amel edenlerin günahından bir misli onun üzerine yazılır, (onu işleyen)
insanların günahından da bir şey eksilmez."[453]
-
"Bid'at çıkaran hiç bir topluluk yoktur ki, onun benzeri bir sünneti
kaldırmış olmasınlar. Senin sünnete sarılman, bid'at ihdas etmenden daha
hayırlıdır."[454]
- İbn Ömer (r.a.) den rivayet edilmiştir, şöyle
dedi: "Bir gün Rasulullah (s.a.) evinden çıktı. Evinin arkasında (bir grup
sahabe) Kur'an ayetleri üzerinde tartışıyorlardı. Peygamberimiz son derece
öfkelendi, yanakları kıpkırmızı kesildi âdeta kan damlıyordu ve şöyle dedi:
"Ey
topluluk, Kur'an ayetleri üzerinde tartışma yapmayınız. Sizden önceki ümmetler,
cidal (tartışma) sebebiyle helak oldular. Muhakkak Kur'an, ayetleri bazısı
bazısın tekzip için gelmedi, bilakis tasdik eder halde geldi."[455]
Bid'at
kelimesine yüklenilen ve bid'at denilince hemen akla gelen mezmum mânâ, bu
gruptaki hadislerden anlaşılan mânâdır. Bu da yeni ortaya konan şeylerin, dinle
ilgili olması, Kur'an'da ve sünnette meşruluğunu gerektirecek bir delilin
bulunmaması, Hz. Peygamber'in onayından geçmemiş olması gibi belli kayıtlarla
sınırları çizilmiş şeylerdir. Yoksa ortaya çıkan her yeni durumda bid'athk
aramak, bu konudaki hadisleri maksadına uygun olarak anlayamamak demektir.
Yukarıda birinci grupta zikredilen hadisler de zahiren umum ifâde ediyor ise de
bu mânâda yorumlanmahdır.[456]
C- Bid'at
Çıkaran Ve Ona Tâbi Olanları Yeren Hadisler
Bu gruptaki
hadisler, bid'at çıkarmaktan veya çıkarılmış bir bid'ata tabî olmak suretiyle
âdeta ona meşrûiyyet kazandırmaktan sakındırmaktadır. Çünkü bid'atın ihdas edilmesi
kadar, onun toplumun vicdanında yerleşmesi de o kadar büyük tehlike
arzetmektedir. İşte bu tür hadisler böyle bir tehlikeyi önlemeye matuftur.
İlgili hadislerden bazıları:
- Huzeyfe
(r.a.) şöyle demiştir: Rasûlüllah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah,
bid'at sahibinin ne namazını, ne orucunu, ne zekatını, ne haccını, ne umresini,
ne cihadını, ne farzını, ne nafilesini kabul etmez. (Sanki O) kılın hamurdan
çıktığı gibi dinden çıkar."[457]
Hadisteki
ikazın şiddetinden, küfrü gerektiren bid'atı çıkaranlardan bahsettiğini
anlıyoruz.
- Şâtıbî,
el-İ'tisâm'ında, lbn Vaddah'ın Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet edilen bir hadisi
nakleder:
"Kim
bid'at sahibinin yanına, ona saygı duymak maksadıyla varırsa, dini yıkma
konusunda (ona) yardım etmiş olur."[458]
Görüldüğü
gibi muteber hadis kaynaklarında geçen bu hadislerin ihtiva ettikleri
mânâlardaki umumîlik ve hususîlik ya da mutlaklik ve mukayyedlik, bid'at
kavramının dar kapsamlı ve geniş kapsamlı dediğimiz farklı bid'at
anlayışlarının doğmasına sebep olmuş, kelime mezmum mânâsı ağırlıkta kullanılan
bir terim olmuştur.
-Sahâbe-i
Kiram, Tabiin ve selefi sâlihinden de bid'atı ve bid'atçıyı yeren sözlerden bir
kaçı şöyledir:
- Abdullah bin Mesûd şöyle der: "(Sünnete)
uyunuz, bid'at çıkarmayınız, size bu yeter."[459]
- Osman bin Hazir el-Ezdî şöyle dedi: İbn Abbas'ın yanına vardım ve:
“Bana
tavsiyede bulun” dedim.
“Peki” dedi
ve "Allah'tan kork, istikamet üzere ol, ittibâ et, (Kur'an ve sünnete
uy), bid'atçı olma" buyurdu.[460]
- Osman bin
Ebî Revvâd şöyle demiştir: Ben Zührî'den işittim, şöyle buyurdu: "Ben
Dımaşk'ta (Şam'da) Enes bin Mâlik’in yanına girdim, ağlıyordu. Ona:
“Seni
ağlatan nedir?” dedim. Enes,
“(Ben
Rasulullah zamanında) erişmiş olduklarımdan, namaz müstesna, hiçbir şeyi
tanımaz olmaklığıma ağlıyorum, işte bu namaz da zayi edilmiştir,” dedi.[461]
Bununla namazların müstehab vakitlerinde kılınmayıp geciktirilmesini kasdetmiştir.
- İbn Abbas şöyle der: "Bid'at sahibi,
işlediği bid'atı terketmedikçe Allah hiç bir amelini kabul etmez. "[462]
- İmam-ı
Mâlik'e izafe edilen bir söz de şöyledir:
"Kim
İslam'da bir bid'at ihdas ederse ve onu da güzel görürse, sanki o kimse,
Muhammed (s.a.)'in peygamberlik görevine ihanet etmiştir kanaatindedir. Çünkü
Allah Teâla: "Ben bugün sizin dininizi tamamladım"
buyurmuştur. Bu sebepten o gün Hz. Peygamber zamanında din olmayan bu gün de
din olmaz."[463]
- Ömer bin
Abdilaziz, kendisine biat edilip halife olunca minbere çıkmış, Allah'a hamd ve
sena ettikten sonra şöyle demiştir:
"Ey
insanlar (biliniz ki) Nebîniz (s.a.)'den başka nebî yoktur. Kitabınız
(Kur'an)'dan başka kitap yoktur, Hz. Peygamber'in sünnetinden başka da sünnet
yoktur. Sizin ümmetiniz (Muhammed ümmeti) den başka da ümmet (gelecek değildir). Dikkat edin
Allah'ın yüce Kitabında Nebisinin diliyle helal kıldığı şeyler, kıyamet gününe
kadar helaldir. Haram kıldığı şeyler de kıyamet gününe kadar haramdır. Ben
bid'atçı değilim lakin (Kur'an'a ve sünnete) tabî olanım. Ben şeriat koyucu
değilim, lâkin onu uygulayıcıyım. Sorumluluk yükleniciniz olarak en ağırını
yüklenmiş olanınızım. Dikkat ediniz, Halika mâsiyet konusunda mahluka itaat
yoktur" sonra minberden indi.[464]
- İmam-ı
Evzâî, Zührî ve Mekhûl'un şöyle dediğini nakleder: "Naslar size nasıl
geldiyse öylece kabul ediniz."[465] Yani te'vil
ve yorumlara dalarak
bid'atlara zemin hazırlanmamasını tavsiye etmektedirler.
- İmam-ı
Malik şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.) vefat ettiği zaman din
tamamlanmış kemâle ermişti. Artık bundan sonra Rasûlüllah (s.a.) ve ashabının
yoluna tabî olmak gerekir, yoksa rey'e (indî yorumlara) değil. Çünkü bir kimse
rey'e tabî olsa, sonra reyi daha kuvvetli bir adam gelir, bu defa ona tabî
olur. Her görüşü kuvvetli adam geldikçe ona tâbi olur. Ben öyle
zannediyorum ki bu işin sonu gelmez.[466]
Tarih
boyunca İslâm âlimleri bid'atlarla daima mücadele etmişler, müslümanların
hayatlarını Kur'an ve Sünnet esasları çerçevesinde devam ettirmelerine yardımcı
olmak amacıyla gerekli uyarılarda bulunmuşlardır. Çünkü "ihdas edilen her
bir bid'at, bir sünnetin yok edilmesi" demektir. Mücadelenin amacı ise,
dinin tahrif edilmesine engel olmaktır. Bu sebepten ortaya çıkan her yeni şey,
İslâm bilginleri tarafından büyüteç altına alınmış, üzerinde gerekli
değerlendirmeler yapıldıktan sonra İslâm'ın temel esaslarıyla çelişip
çelişmediği, dinin ruhuna uyup uymadığı hakkında, hüküm verilmiştir. Buna
rağmen bir takım insanlarca, uygun olmadığı hakkında, hüküm verilmiş olan
düşünce veya davranış şekli, benimsenip hüsnü kabul görmüşse, bunun yanlışlığı
konusunda da gerekli uyarılar ve ikazlar yapılarak bu yanlışın giderilmesine
çalışılmıştır.
Ne var ki bu
uyarılar mücadele yöntemindeki kusurlardan dolayı ifrat ve tefrit dediğimiz
aşırılıklardan ve uç noktalara ulaşmaktan kendini kurtaramamıştır. Ya çok
keskin ve sert bir üslup kullanarak bid'atçıların taassubunu körüklemişler,
birleştirmek yerine ayrılmalara, sünnete uymak yerine, uzaklaşmalarına sebep
olmuşlardır. Veya bid'atlarla mücadele edenlerin bir kısmı da, çevrelerinde
yaygın binlerce bid'at ve hurafe karşısında sükut etmeyi tercih ederek ikinci
bir uç noktayı meydana getirmişlerdir. Buna da gerekçe olarak da, "fitne
çıkar" mazeretini ileri sürmüşlerdir. Ancak, fitnenin üzerinde durmak
gerekmektedir. Fitne nedir? Şahsi menfaatlerin azalması, dünyevi dostlukların
zail olması, şöhretlerin gölgelenmesi... irşadı durduracak fitneler midir?...
Fitne, İslâm ve İslâm cemaatine zarar verecek, onları birbirine düşürecek,
birliği ve beraberliği sarsacak, az fayda karşısında çok zarar getirecek
davranışlar, hadiseler ve neticelerdir.[467]
Şüphesiz
mücadelede üslup çok önemlidir. Konunun önemine göre de farklılıklar gösterir.
Yapılan mücadelede sonuç almak için, o sonuca götürecek metodun iyi
belirlenmesi gerekmektedir. Bu sebepten özellikle bid'at konusu gibi ifrat ve
tefrite düşme riski olan, mücadele alanı kaygan bir zemin teşkil eden konuda
daha dikkatli olmak gerekmektedir. Çünkü konunun hem inanç yönü, hem uygulama
yönü, hem ibadet yönü hatta taassub yönü gibi farklı yönleri bulunmaktadır.
Bütün bu özellikleri dikkate almak lazımdır. Biz de bid'atlarla mücadele
edilmesine inanan bir kişi olarak takip edilmesi gereken metodun ve uygulanacak
mücadele üslubunun nasıl olması gerektiği konusunda aşağıdaki tesbitleri yapmış
bulunuyoruz:
1. Bid'atlardan arındırmak için,
içinde mücadele edilecek toplumun iyi tanınması gerekmektedir. Kültürel
yapısının tüm incelikleri tesbit edilmeli, değer yargıları belirlenmeli, bir
inanç haritası çıkarılmalıdır. Dinle ilgili olanlar ile dinle ilgili olmayanlar
(Bununla Kur'an ve Sünnet tarafından belirlenmemiş adetler, gelenekler ve
folklorik değerler gibi hususları kasdediyoruz) birbirinden iyi ayrılmalı, bid'atların
ancak dinle ilgili olan alanda olduğu unutulmamalıdır.
2. Toplumun dini yaşayışında görülen
bid'atların özelliklerine göre tasnifi yapılmalı ve ortaya çıkış nedenleri saptanıp
ilmî yönden değerlendirilmeli, yanlışlıkları işaret edilmeli, doğrular
gösterilmelidir. Bid'atın yanlışlığı ifade edildikten sonra doğru olan mutlaka
alternatif olarak sunulmalıdır.
Çünkü
yıllardır benimsenerek topluma malolmuş bir bid'atın bir anda silinip yok
olması beklenilmemelidir. Toplum birinci elden bilgilendirilmelidir.
3. Doğrular ve gerçekler hiç bir zaman
gizlenilmemelidir. Her fırsatta dile getirilmeli ve bunda devamlılık sağlanmalıdır.
Çünkü toplumsal bilinçlenmenin az olduğu ortamlarda bu tür bidatlar daha çabuk
benimsenilmekte ve kısa zamanda toplumun bazı kültür değerleri adeta din haline
gelmekte veya dinin emirleriymiş gibi benimsenmektedir.
4. Bid'atlarla mücadelede hedef uzun
tutulmalı ve sonuç alma uzun vadeye yayılmalıdır. Sabırlı ama kararlı bir
şekilde doğrular devamlı anlatılmalı, yanlışlar bıkmadan, usanmadan
söylenmelidir.
5. Taassub olan konularda çok dikkatli
ama taviz vermeden hareket edilmeli, dinle çelişmeyen ve folklorik değer
olarak benimsenmiş değer yargılarının üzerine gidilmemelidir. Ancak bu değer
yargılarının dinin emirleriyle açıktan çeliştiği olursa uygun bir üslup içinde
kabul edilen bu değerin yanlışlığına işaret edilmelidir.
6. Bid'at olarak görülen her düşünce
veya davranış biçimi, tek tek ele alınıp incelenmeli, yanlışlıklar tesbit
edilmeli, gerekçeler ortaya konulmalıdır. Yani meseleye toptancı bir bakış
açısı içinde yaklaşılmamalidır. Çünkü her düşünce ve davranış, kendi içinde bir
bütündür, mutlaka arka planı vardır. Aslında problemi çözecek olan da bu arka
planının iyi bilinmesidir.
Fakat bütün
bu şekildeki ciddî, planlı ve organize bir mücadele yapılmış olsa bile
özellikle şu küçülen dünyamızda, haberleşme araçlarının son derece geliştiği
çağda özellikle inanca taalluk eden konulardaki yanlışlıkları tamamen gidermek,
bu alanda yapılan mücadelede başarı kazanmak zor görünmektedir. Fakat
kazanılacak başarının yüzdesi de oldukça yüksek olacaktır.[468]
Din hiç bir
insanın vazgeçemeyeceği, yaratılışında beraber getirdiği kutsal bir olgudur.
Allah buyruklarını peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirmiş ve onlardan bu
kurallar çerçevesinde yaşamasını istemiştir. İslâm dini de Onun peygamberi Hz.
Muhammed (s.a.) tarafından tebliğ edilmiş, fiilen uygulama biçimi
gösterilmiştir (sünnet). Kur'an'ın bizzat peygamberimizin emriyle vahy
katipleri tarafından yazıya geçirilip daha sonra Hz. Ebu Bekir döneminde
Mushaf haline getirildiğini biliyoruz. Kur'an'ın pratiği olan Sünnet'in Kur'an
gibi özel katipler vasıtasıyla tesbiti mümkün olmadığı için olması da mümkün
değil, çünkü bir yaşam biçiminin bülün ayrıntılarını yazıyla tesbit
imkansız-zaman içinde, Kur'an'ı anlama, dini yaşama adına bir takım sebeplerle
hadislerin, sünnetin arasına Hz. Peygamber'in söylemediği, O'nun yapmadığı
şeyler de sokulmuş. Ulemâ geliştirdiği gerek isnad metoduyla, gerek cerh-ta'dil
ilmiyle sünnetin sahihini sakîminden ayırma yolunda gayret sarfetmişler ciltler
dolusu kitaplar yazarak bilgiler vermişler, sünnetse bizzat sünnet olduğunu
ifade etmişler, uygun değilse sünnete uygun olmadığını veya bu ifadeyi
özetleyecek bir kelime olarak "Bid'at" kelimesini kullanmışlardır.
Sünnet ve bid'at, biri diğerinin negatifi halinde olan bu iki kelime toplumda
sıkça telaffuz edilmeye başlanmıştır. Ne yazık ki halk, bu iki kelimenin
mahiyetini tam olarak bilmediği için, gerektiği yerde kullanamamış ve yanlışlara
düşmüştür. Geleneğe ait bir öge dinin bir emri gibi algılanır olmuştur. Yapılan
mücadelede keskin tavırlar alınınca ifrat-tefrit uç noktalar meydana gelmiştir.
Yaptığımız
bu küçük çalışmamızda her iki kavramın mâhiyetinin ne olduğunu ortaya koymaya
çalıştık. Vardığımız sonuç ise dînî cehaletin kaldırılması gerekliği yönündedir.
Zira hem toplum hem de -dînî hususlar yanlış algılandığı için- din zarar
görmektedir. Folklorik değerler, kültürel gelenekler, dinî değerler birbirine
karıştırılmayarak Tevhide, dinin özüne zarar vermediği müddetçe, folklorik
değer, bir çeşitlilik olarak mütâlâa edilebileceği, bid'atların sıralaması yapılmaktan
ziyâde bu konuda ölçü verilmesinin daha uygun olacağı kanaatine vardık.
Bid'atlarla yapılacak mücadelede kesin ve keskin tavırlar almaktan ziyâde, bu
konudaki cehaletin giderilmesi bid'ata konu olan hususlar tek tek ele alınarak
sünnete uygun olup olmadığı tesbit edilmek suretiyle konunun ilmî bir tarzda
ortaya konmasının daha faydalı olacağım düşünüyoruz. Bid'at ve hurafeden uzak
durmak Kur'an ve Sünneti doğru öğrenmekle mümkündür.
Tevfik
Allah'tandır.[469]
1- Abdülbaki, Muhammed Fuad, -el-Mu'cemu'l-Müfehres li
Elfâzı'l-Kur'an, Ofset, ts.
2- Abdülganî, Abdülhâlık, -Hucciyyetü's-Sünne, ABD,
et-Ma'hedü'1-Alemi li’l-Fikri'1-Islamî, 1413/1993.
3- Accac, Muhammed Accac el-Hatîb, - es-Sûnnetü
Kable't-Tedvin, Kahire, 1971
4- Ahmed bin Hanbel -Müsned (I-VI), İstanbul-1981,
Ofset.
5- Ahmed Naim, Miras, K., - Sahih-i Buharı Tecridi Sarih
Tercemesi ve Şerhi, (I-XIII), Ankara-1984.
6- Ahmed Muhammed Şakir,
-el-Baisü'1-Hasis, Beyrut, Ofset, ts.
7- Ahmed er-Rûmî
el-Akhisâri,-Mecâlisü'l-Ebrar ve Mesâliku'l-Ahyâr (Yazma) Millî
Kütüphane, Ankara kayıt no: 392 Tasnif no: 297.3.927.
8- Ahmed er-Rûmî el-Akhisâri -Bid'ıyye
(Yazma) Risaleler mec. içinde Manisa İl Halk Kütüphanesi Kitap Sarayı, Kayıt
no: 2937/2.
9- Ahmed er-Rûmî
el-Akhisâri,-Risaletü'1-Muhdes (Yazma) Risaleler mecmuası içinde, Senirkent
Müftülük Kütüphanesi Kayıt No: 268 Senirkent/Isparta.
10- Ahmed er-Rûmî
el-Akhisâri,-er-Risaletü’l bid'a (Yazma), İzmir Millî Ktp. No: 886.
11- Alıyyu'l-Karî, -Mirkâtü'l-Mefatih
Şerhu Mişkâti'l-Mesâbih (Thk. Sıdkî Muhammed, Cemil Atlar) (I-XI),
Beyrut-1414/1994.
12- Ali Mahfuz, -el ibdâ fi
Madârrı'l-İbtida, Dâru'l-I'tisam, 1375/1956.
13- Âmidi, Seyfüddin -el-lhkâm fî
Usüli'l-Ahkâm (I-IV), Mısır, 1387/1967.
14- Aşık, N-, "Sünnet'in Yerelliği
ve Evrenselliği, Hadis'in Dünü Bugünü ve Geleceği Sempozyumu, Ekim-1993 Samsun.
15- Aşkar, M. Süleyman, -Efalü'r-Rasûl,
Beyrut (I-II), 1414/1993.
16- Ateş, A. O., -Oryantalistlerin Hz.
Peygamber İle İlgili İddialarına Cevaplar, İstanbul-1996.
17- Aynî, M. Bedrüddin, -Umdctü'l-Kâri
bir Şerhi Sahihi'l-Buhâri, I-XXV, Kahire, 1392/1972.
18- Aynî, M. Bedrüddin, -el-Binaye
Şerhu'l-Hidâye, (1-X), Beyrut-400/1980.
19- A'zamı.M. Mustafa, -Dirasât
fi'l-Hadisi'n-Nebeviyye ve Tarihu Tedvînihi, I-II, Beyrut, 1405/1985.
20- Bağdadî, Ebû Mansur
Abdulkâhir,-el-Fark Beyne'l-Fırak(Trc. E. R. Fıglalı), Ankara, 1981.
21- Bırgıvî, Muhammed bin Pîr Ali,
-Tarîkat-ı Muhammediyye (Trc. C. Yıldırım), İstanbul, 1981.
22- Buhârî, Muhammed bin İsmail
-el-Câmiu's-Sahih (Sahihu'l Buharı), 1-VIII, İstanbul, 1981
23- Cebeci, L,-"Kur'an Sosyolojisi
Üzerine Bir Deneme", İst. Arş., Ocak-1987.
24- Cezîrî, Abdurrahman, -Kitabu'1-Fıkh
ale'l-Mezâhibi'l-Erbea (1-V), İstanbul, 1979, Ofset.
25- Cürcanî, Ali bin Muhammed es-Seyyid
es-Şerif-Kitâbu't-Ta'rîfat, (Thk. Abdulmuîn el-Hufnâ), Kahire, 1991.
26- Çakan, İ.L., -Hadis Usûlü, IFAV
yay. İst. 1989.
27- Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah bin
Abdirrahman,-Sünen, (1-11), Beyrut, ts.
28- Dâüdî, Zaferullah, -Pakistan ve
Hindistan'da Hadis Çalışmaları, Istanbul-1995.
29- Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, (I-XIV), İstanbul, 1993.
30- Ebû Dâvüd, Süleyman bin el-Eş'as
es-Sicistâni, -Sünen, 1-IV, (Thk. Muhyiddin Abdülhamid) ts.
31- Ebû Reyye, Mahmud, -Muhammedi
Sünnetin Aydınlatılması (Trc. Muharrem Tan), İstanbul-1988.
32- Ebu's-Sünne, Ahmed Fehmi, -el-Örfü
ve'l-Ade fi Rey'il-Fukaha, Kahire, 1987.
33- Ebû Lübabe Hüseyn,
-Mevkıfu'l-Mu'tezile mine's-Sünneti'n-Nebeviyye, Riyad, 1399/1979.
34- Ebû Zehra, Muhammed, -Usülü'I-Fıkih
(Trc. Abdülkadir Şener), Ankara, 1979
35- Ebû Zehra, Muhammed, -İmam-ı Şafii
(Trc. Osman Kesikoğlu), Ankara, 1987.
36- Ebû Zehra, Muhammed, -İslam’da
Siyâsî Mezhepler Tarihi (Trc. K. Aytekin, H. Karakaya) İstanbul, 1983.
37- Ebû Zehv, Muhammed, -el-Hadîs
ve'l-Muhaddisün, Beyrut, 1404.
38- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır,
-Hak Dini Kur'an Dili 1-1X, İstanbul-1971
39- Eş'arî, Ebu'l-Hasen,
-Makâlâtü'l-İslâmiyyin (Thk. Muhyiddin Abdülhamid), Beyrut, 1416/1995.
40- Fazlurrahman, -İslamic Methodology
in History, İslamabad, 1984, (Trc. S.Akdemir, Tarih Boyunca İslam Metodoloji
Sorunu, Ankara, 1995)
41- Fazlurrahman, -İslam (Trc. M.
Aydın, M. Dağ), Ankara, 1993.
42-Fığlalı, E. R., -Çağımızda ltikâdî
İslam Mezhepleri, Ankara, 1983.
43- Fığlalı, E. R., - "Abdullah
bin Sebe" mad., D.I.A., 1,133.
44- G.Levi Della,
-"Hâriciler" mad., I.A.
45- Hâdımî, Muhammed Mevlânâ Ebü Said.
-el-Berîka (Trc. B. Çetiner, H. Ege, S.Oğuz), İstanbul, 1981.
46- Hamidullah, Muhammed, -Muhtasar
Hadis Tarihi ve Sahifei Hemmam bin Münebbih (Trc. Kemal Kuşçu), İstanbul, 1967.
47- Hamidullah, Muhammed,
-el-Vesaiku's-Siyâsiyye, Beyrut, 1405/1985.
48- Hatıb el-Bağdâdî, Ebû Bekir bin
Ali, -el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye (Thk. Ömer Hâşim), 1406/1986.
49- Hatiboğlu, İ., -Modernistlerin
Sünnet Anlayışı, (Basılmamış Dok. Tezi)1996
50- Hatiboglu, M. Said, "Hilâfetin
Kureyşhiligi", A.Ü.I.F.D. XIII, 121-213.
51- Hattâbî, Ebû Süleyman Hammad bin
Muhammed, -Mealimü's-Sünen, (I-IV), Beyrut, 1991,1. Baskı.
52- Hallâf, Abdûlvahhab, -İlmu
Usuli'l-Fıkıh, İstanbul, 1984, Ofset.
53- Irâki, Zeynüddin Abdurrahim bin
el-Huseyn -Fethu'l-Mugîs (Thk.A. Muhammed Şakir), Beyrut, 1412/1992.
54- Itır, Nureddin, -Menhecü'n-Nakd fi
Ulümi'l-Hadis, Beyrut, 1412/1992.
55- İbn Abdılber, Ebû Ömer Yusuf,
-Câmiu Beyâni'l-Ilm ve Fadlih (Thk. Ebû Eşbâl ez-Zuhayrî) (l-ll), Suudî
Arabistan, 1414/1995.
56- İzzuddın Abdilaziz bin Abdisselam,
-Kavâidü'l-Ahkâm fî Mesâlihi'1-Enâm, I-II, Beyrut ts.
57- İbn Arabi, Ebû Bekir Muhammed bin
Abdillah, -Ahkâmu'l-Kur'an (Thk. Ali Muhammed el-Becâvi), 1-IV, Beyrut,
1378/1959.
58- İbnu'l-Cevzı, Ebu'l-Ferec
Abdirrahman, -Telbîsu İblîs, Dımaşk, 1396/1976.
59- İbn Durayd, Ebû Bekir Muhammed
el-Hasen el-Ezdî -Cemheretü'l-Lüga (I-III), Daru Sâdır, Beyrut, Ofset.
60- İbnu'l-Esir, Mecdüddîn, -en-Nihâye
fî Garîbi'l-Hadis, I-IV, Mekke, Ofset.
61- İbn Faris, Ahmed bin Zekeriyya,
-Mu'cem Mekâyisu'1-Luga (Thk. A. Harun), Kahire, 1368.
62- İbn Hacer, Şihabuddin Ahmed bin Ali
bin Muhammed (Askalâni) -Fethu'l-Barî bi Şerhi Sahihi'l-Buhârî. XIII,
Ihyâu't-Türas, Beyrut, 1402,
63- İbn Hacer,-Nüzhetü'n-Nazar Şerh
Nuhbeti'l-Fiker (Terc. Koçyigit, T.) Ankara
64- İbn Hacer -el-Isâbe fî
Temyizi's-Sahâbe, I-IV, Beyrut, 1328.
65- İbn Hacer -Lisânu'l-Mizan
66- İbn Haldun, -Mukaddime, I-IIIl,
M.EG.S.B. yay. İst.-1988
67- İbn Kuteybe, Abdullah bin Müslim,
-Te'vilü Muhtelifu'l-Hadis, Mısır, 1326.
68- İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed bin
Yezid el-Kavzînî, -Sünen (I-II), (Thk. M. Fuat Abdülbâkî), İhyâu't-Türâs,
1395/1975.
69- İbn Manzur, -Lisânu'l-Arab, 1-V1,
Dâru'l-Maarif Neşri, Kahire ts. 1-XV, Beyrut, 1388/1968.
70- İbn Receb, el Hanbeli,
-Câmiu'1-Ulûm ve'1-Hikem, (Thk. Şuayb Arnaud, İbrahim Bâcis), Beyrut,
1415.
71- İbn Receb, Şerhu İleli't-Tirmizi
(Thk. Suphi es-Sâmerrâ), Beyrut, 1405/1985.
72- İbn Sa'd, Ebû Abdullah Muhammed,
-Tabakatü'l-Kübra, I-IX, Beyrut, ts. Ofset.
73- İbn Salah, Ebû Amr Osman bin
Abdirrahman, -Ulûmu'l-Hadis (Thk. Nureddin Itır), Dımaşk, 1986.
74- İbn Teymıyye, Takıyuddîn Ahmed,
-İktizâu's-Sıratı'l-Müstakîm, (Thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), Dâru'l-Fikir,
1369/1950.
75- İbn Teymıyye, -Mecmuu Fetâva,
I-XXXVIII, Beyrut, 1398/1978.
76- İzzet Ali Atıyye, -el-Bid'a:
Tahdiduhâ ve Mevkıfu'l-İslam Minhâ, Beyrut, 1982.
77- Karâfî, Şihabuddin Ebu'l-Abbas
Sanhâci el-Karâit, -el-Furûk, I-IV, Beyrut, ts.
78- Kardâvî, Yusuf, -Keyfe Neteâmelü
Ala’s-Sünneti'n-Nebeviyye, ABD, 1410 (Trc. Bünyamin Erol, Sünneti Anlamada
Yöntem, İst. 1993 2. baskı)
79- Kâsımî, Cemâlûddin,
-Kavâidü't-Tahdis, Beyrut, 1399/1979.
80- Kâtip Çelebi, -Keşfüzzünun, I-II,
MEB, İstanbul, 1972.
81- Kâtip Çelebi, -Mizânu'1-Hak,
İstanbul, 1972
82- Kettânî, Seyyid Şerif Muhamed bin
Ca'fer, -er-Risâletü'1-Mustadrafe, İstanbul, 1986 (ofset)
83- Kırbaşoğlu, M. Hayri, -İslam
Düşüncesinde Sünnet, Ankara, 1993.
84- Koçyiğit, Talat, -Hadis
Istılahları, Ankara, 1985.
85- Koçyiğit, -Kelamcılarla Hadisciler
Arasındaki Münakaşalar, Ankara, 1984.
86- Koçyiğit, -Hadis Usûlu, Ankara, ts.
87- Koçkuzu, A. O., -Rivayet
İlimlerinde Haber-i Vahitlerin İtikat ve Teşri Yönden Değeri, Ankara, 1988.
88- Kurtübî, Ebû Abdullah Muhammed bin
Ahmed el-Ensari, -el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, Mısır, 1372/1952.
89- Kurtübî, Leknevî, Abdülhay,
-Ikâmetü'l-Hücce (Thk. Abdülfettah Ebû Gudde) Halep, 1386/1966
90- Malik Bin Enes, -el-Muvatta, I-II, Beyrut,
1406/1985.
91- Malik bin Enes, Mazharuddin Sıddık,
-İslâm Dünyasında Modernist Düşünce (Trc. M. Fırat,G. Korkmaz), İstanbul, 1990.
92- Mevdûdî, Ebu'I-a'lâ, -Sünnetin
Anayasal Niteliği (Trc. A. Asrar), İst. 1997.
93- Muhammed Bin Ebi Bekir, -Miftâhu'l-Cinan
Şerhu Şir'ati'İslam, İstanbul,1993.
94- Muhammed el-Behiy, -İslâm
Düşüncesinde Oryantalist Etki (Trc. İ. Sarmış), İstanbul, 1996.
95- Muhammed Salahuddin, -Kamusu
Osmanî, İstanbul, 1313.
96- Muhammed Tahir Hekim, -Sennetin
Etrafındaki Şüpheler, Trc. Hüseyin Aslan. İst. 1985.
97- Müslim, Ebu'i-Hüseyn, Müslim bin
Haccac, -el-Camiu's-Sahih, (Thk. M. F. Abdûlbaki), I-V, Mısır, 1955
98- Müslim, el-Mu'cemu' -Vasît
99- Nedvî, S. Süleyman, -Tahkikü
Ma'nas-Sünne, Mısır, 1377/1957
100- Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed bin
Şuayb, -Sünen (Suyûti Şerhi Hindi haşiyesi ile birlikte), I-VIII, İstanbul,
1981.
101- Nevevî, Ebû Zekeriyya Yahya bin
Şeref, -el-Minhâc fî Şerhi Müslim bin Haccac, I-XVIII, Beyrut, 1414.
102- Nevevî,-Irşâdü Tullâbi'l-Hakâik,
I-II, Medine, 1408-1987.
103- Özsoy, Ömer, - Sönnetullah, Ankara,
1994.
104- Ragibel-el İsfehani, el-Müfredât fî
Garibi'l-Kur'an, İstanbul, 1979
105- Sakallı, T., - "Sünnet'in
Bağlayıcılık Açısından Taksimi", S.D.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, II, 39-103,
1995. 106- Schacht, J., - "Muhammed Abduh" mad. İ.A. VII.
107- Sehavî, -Fethu'l-Mugîs, I-III,
Beyrut, 1403/1984
108- Serahsî, Ebû Bekir Muhamıncd bin
Ahmed bin Ebî Sehl, -Usûlü's-Serahsi, (Thk. Ebu'I-Vefa), Beyrut, ts.
109- es-Sıbaî, Mustafa, -es-Sünnetü ve
Mekânetuha, fi Teşri'i I-İslam, Beyrut, 1396/1976.
110- Sofuoğlu, M. Cemal,-"Şii
İmamiyyenin Hadis Anlayışı Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiilik
Sempozyumu
111- Sofuoglu, Mehmed, -Sahihi Müslim
Tercümesi, I-VIII, İstanbul, 1988
112- Suphi es-Salıh, -İslâm Mezhepleri
ve Müesseseleri (Trc. İ. Savaş), İst. 1993
113- Suphi es-Salıh, -Ulûmu'l-Hadis ve
Mustalahuhu, (Trc. M. Yaşar Kandemir), Beyrut, 1965.
114- Es-San'ânî, Emir es-San'ânî
Muhammed bin İsmail el-Emir el-Husnî, -Tavdîhu'l Efkâr li Meânî
Tenkîku'l-Enzâr, I-1I, Kahire, 1366/1947.
115- Suyûtî, Celâlüddin Abdurrahman bin
Ebî Bekir, -Tedrîbu'r-Râvî fi Şerhi Takrîbu'n-Nevevi (thk. Ö. Haşimi), I-1I,
1409.
116- Suyûtî, -Mifâhu'l-Cenne
fi’l-Ihticâcı bi's-Sünne, Medine, 1409/1988.
117- Eş-Şâfii, Muhammed bin İdris,
-el-Ümm (Thk. Muhammed Zührî en-Neccar), Beyrut, ts.
118- Eş-Şâfii -er-Risâle (Thk. M. Seyyid
Kiylânî), İstanbul, 1985 Ofset.
119- Şatibî, Ebû İshak İbrahim bin Musa
bin Muhammed, -el-İ’tisam, I-II, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut, 1405/1985. 120-
Şatibî, -el-Muvâfakat fi Usûli's-Şeria, I-1V, Mısır, ts.
121- Şehristânî, Ebu'l-Feth Muhammed bin
Abdilkerim bin Ebi Bekir bin Ahmed, -el-Milel ve'n-Nihal, 1-11, Mısır, 1961.
122- Şevkanî, Muhammed bin Ali bin
Muhammed, -İrşaadu'l-Fuhûl ilâ Tahkiki'l-Hakkı min İlmi'l-Usûl.
123- Şimşek, Mehmet -
"Bid'atlar" A.Ü.I.F.D. XXIII, 443-446.
124- Tırmızî, Ebû İsa Muhammed bin İsa,
-Sünen (I-V), İstanbul, 1981 Ofset
125- Toksarı, Ali, -Delil Olma Yönünden
Sünnet, Kayseri-1994
126- Turtüşî, Ebü Bekir Muhammed bin
Velid -Kitâbu'l-Havâdis Ve'1-Bida, Suudi Arabistan, 1411/1990
127- Tehanevî, Muhammed bin Ali bin Ali,
-Keşşâfu Istılahâti'l-Fünûn, I-II, İstanbul, 1994 Ofset.
128- Uğur, Müctebâ, -Ansiklopedik Hadîs
Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1992.
129- Ünal, İ. Hakkı,
-"Fazlurrahnıan'ın Sünnet Anlayışı ve Yaşayan Sünnet Kavramı Üzerine"
İslâmi Araştırmalar, c.4, sayı 4 Ekim 1990.
130- Yaran, Rahmi, - "Bid'at"
mad. D.I.A.
131- Yardım, A., -Hadis I-II, İzmir,
1984.
132- Yavuz, Y. Şevki, - "Ehl-i
Bid'at" mad. D.I.A.
133- Watt, Montqomary, -İslam
Düşüncesinde Teşekkül Devri (Trc.E.R. Fıglalı)
134- Wensınck, -Concordance, I-VIII
135- Zebîdî, Zeyyid Muhammed el-Huseynî,
-Tâcu'1-Arûs min Cevheri'l-Kamûs (Thk. İbrahim et-Terzî), et-Türâsü'1-Arabî,
1392/1972)
136- Zehebi, Şemsüddin Muhammed,
-Tezkiratü'1-Huffaz, I-1V, Beyrut, ts.
137- Zehebi, -Mîzânul-I'tidal fî
Makdi'r-Rical, Beyrut, ts.
138- Zehebi, -el-Müntekâ min
Minhâci'l-İtidal, Mısır, ts.
139- Zerkânî, Muhammed Abdülaziz, -el-Menhelü'l-Hadis,
Kahire, 1363.
140- Zeydan, Abdulkerim, -el-Veciz fî
Usûli'1-Fıkh.[470]
[1] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 11-12.
[2] Ta'rîfat, din mad.
[3] Tâcu'I-Arûs, din mad.
[4] Keşşaf, II, 305.
[5] Hak Dini Kur'an Dili, II, 1062.
[6] Günay, Tümer, DlA, 9/312-320, "din" maddesi
özetlenerek
[7] Ahzab: 33/21.
[8] Ehl-i Kur'an ekolü gibi.
[9] Camiu's-Sagir, ha. no: 310
[10] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 13-17.
[11] İbn Manzur, Lisânu'1-Arab, XIII, 220-229; Zebîdî,
Tâcu'1-Arûs, V, 243.
[12] İbn Düreyd, Cemhere, I, 95; Özsoy, Ö., Sünnetullah,
s.49; Fecr Yayınları, 1994 Ankara
[13] İbn Fâris, Mu'cem Mekâyısü'1-Lüga, III, 60-61; Özsoy,
Ö., a.g;e, s.50-51
[14] Ibn Manzûr, a.g.e., XIII, 224-226
[15] Özsoy, Ö., a.g.e., s.53
[16] İsra: 17/77.
[17] Ali Imran: 3/137; Kehf: 18/55; Fâtır: 35/43.
[18] Ahzab: 33/38, 62; Gafir: 40/85; Fetih: 48/43.
[19] Bkz. Concordance, II, 555-558; lbnü'1-Esîr, en-Nihâye,
II, 409-416; (Tahkik, Tahir Ahmed Zavî-Mahmud Muhammed Tanâhî,
ofset, Mekke.)
[20] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 227; İbnü'1-Esîr, a.g.e.,
II, 413.
[21] İbnû'I-Esîr, a.g.e., II, 413; Müslim, İman, 192
(Müslim'in rivayetinde "Şennu şennen" şeklindedir.
[22] İbnü'1-Esîr, a.g.e., II, 413. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 21-23.
[23] Koçyigit, T., Hadis İstılahları, s.400, 1985 Ankara.
[24] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 225; Ibnü'1-Esîr, a.g.e.,
II, 409
[25] Muhamed Ebü Zehv, el-Hadîs ve'1-Muhaddisûn, s.9.
[26] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 23-24.
[27] Muhammed S. Aşkar, Efalü’r-Rasûl, I, 18, 1414/1993,
Beyrut; Abdulgani Abdülhalik, Hucciyyetü's-Sünne, s. 68, 1413/1993, 2. Bas.
Dâru'1-Vefa, U.S.A.
[28] Abdulgani, a.g.e., s. 69; Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs
ve'l-Muhaddisûn, s.9-10, 1404/1984 Beyrut, Serahsî, Usûlü'1-Fıkh, I, 113,
1373/1944 Kahire.
[29] Aşkar, a.g.e., I, 214-314.
[30] Mustafa Sıbâi, es-Sünnetü ve Mekânetühâ fî-Teşrîi'l-Islâm, s.49, 1405/1985 Beyrut (4. bas.) Ali Çelik,
Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997:
24-25.
[31] Aşkar, a.g.e., I, 18; M. Ebû Zehv, el-Hadis
ve'1-Muhaddisun, s.10
[32] M. Ebü Zehv, a.g.e., göst. yer.; Kardâvi, Sünneti
Anlamada Yöntem, 27; Accac, es-Sünnetü Kable't-Tedvîn, s.15-16
[33] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 25.
[34] M. Sıbaî, es-Sünnetü ve Mekânetühâ fî Teşrîi'l-lslâm,
s.43
[35] Kardâvî, a.g.e., s.28; Amidî, el-lhkâm, I, 247;
Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl, s.67, Accac, a.g.e., göst. yer.
[36] Ahkâm-ı Şer'iyye: Hanefilerce: Farz, vacip, sünnet,
müstehab, mubah, haram, mekruh, rnüfsid'dir. Diğer mezheplerce bu sayı
değişmektedir.
[37] Şafiî, er-Risâle, s.22 (96-103. mad.); M. Ebû Zehra,
İmam Şafiî, s.176-177 (Trc. O. Kesikoğlu); Serahsî, Usûl, 1, 114.
[38] Nedvî, Tahkîku Ma'nâ's-sünne, s.21
[39] el-Mu'cemu'1-Vasit, II, 1041
[40] Nedvî, a.g.e., s.21
[41] Serahsî, Usûl, I, 113. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet
Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 26-27.
[42] Koçyiğit, T., a.g.e., s.401; Şevkânî, a.g.e., s.31;
Şâtıbî, el-Muvâfakat, IV, 4.
[43] Mu'tezile âlimlerinden Nazzâm (231/845), Câhız
(255/869) bunlardandır. Nazzâm, icmâyı reddetmesi hasebiyle, Mûtevâtir hadisi
reddeder. (Bağdadî, el-Fark beyne'l-Fırak, 87, İbn Kuteybe, Te’vilu
Muhtelifi'l-Hadis, s. 20 (Trc. M. H. Kırbaşoğlu, s. 30), Câhız ise, hadis
ehlini alaylı bir üslûp içinde eleştirerek, aslında hadise karşı olan tutumunu
ortaya koymaktadır. (Ibn Kuteybe, Te'vil, s.72) Yine bir Mutezilî olan Ebû Huzeyl
el-Allâf (235/850) "Havâss-ı selime ile bilinmesi mümkün olmayan geçmiş
peygamberin haberleri ile ilgili konular, râviler arasında cennet ehlinden bir
veya daha fazla kişinin bulunmasıyla, o rivayet hüccet olarak kabul
edilir." "Ebû Lübâbe Hüseyn, Mevkıfü'l-Mu'tezile
mine's-Sünneti'n-Nebeviyye, s. 90-92; Bağdadî, el-Fark beyne'l-Fırak, s. 77,
Krş. Koçyigit, T., Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, s. 245) diye
ileri sürdüğü bu şart, bulunmadıkça, haber ister Âhad, ister Mûtevâtir olsun
kabul edilmeyeceğini belirtmektedir.
[44] Havâriç, "mürtekib-i kebîre" (:büyük günah
işleyenleri tekfir etmek görüşüne sahip olduğundan, onlara göre Sıffîn
savaşında gerek Hz. Ali'nin gerekse Hz. Muâviye'nin "tahkîm"'i (hakem
olayını) kabul etmelerinden dolayı her iki tarafa mensup sahâbiler, mürtekib-i
kebîre sahibidirler. (Şehristâni, el-Milel ve'n-Nihat, I, 114-115) Şia da, Hz.
Peygamber'in sağlığında saf ve temiz olan bir çok sahâbî, onun ölümünden sonra
bu hallerini muhafaza edememişler, Gadîr-i Hum günü, Ali'ye bey'at ettikleri
halde, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bu bey'atlerine uymamışlar, irtidat
etmişlerdir. (Sofuoğlu, M.C., "Şiî İmâmiyye'nin Hadis Anlayışı",
Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiîlik Sempozyumu, Tebliğ, 6, 258-286.)
Sadece, Selmân-ı Fârisî, Ebü Zer-i Gıfârî, Huzeyfe bin el-Yeman, Mikdad bin
el-Esved gibi bir kaç sahâbiyi tekfir etmezler.
[45] Şatıbî, el-Muvâfakat, IV, 4-7 (Krs. Trc. Mehmet
Erdoğan, el-Muvâfakat, IV.l-5)
[46] Abdülhay el-Leknevi, Ikâmetü'l-Hucce, s.20-21
[47] Amidi, el-Ihkâm, I, 210 vd. (Krş. Kırbaşoğlu, M.H.,
İslâm Düşüncesinde Sünnet, s.92-93)
[48] Şevkânî, Irşâdu'l-Fuhal, s.67-68
[49] Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, I, 149-150.
[50] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 27-30.
[51] Ateş, A.O. Oryantalistlerin Hz. Peygamber (s.a.) ile
İlgili İftiralarına Cevaplar, s.371; Benzer ifadeler için Gibb, Muhammedanism,
s.27-39. naklen Muhammed el-Behiy, İslâm
Düşüncesinde Oryantalist Etki, s.33-40 (Trc. İbrahim Sarmış, İst., 1996, Ekin yay.).
[52] Fazlurrahman, islaımc Methodology in History, s.5
(İslamabad, 1984); krş. Trc. Akdemir, S-, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji
Sorunu, s.I7 (Ankara-'995).
[53] Muhammed el-Behiy, a.g.e., s.222-234 (Özetle).
[54] Zaferullah Dâudî, Pakistan ve Hindistan'da Hadis
Çalışmaları, s.277 (Ehlu'l-Kur'an ekolüne göre "Hüküm ancak
Allah'ındır" ayetinden sonra Hz. Muhammed (s.a.)'e itaat şirktir"
Muhibbu'l-Hak, Belâgu'I-Hak, s.26'dan naklen Dâudî, a.g.e., s.277)
[55] Bkz. Hatiboglu, ibrahim Modernistlerin Sünnet
Anlayışı, s.58-64; Zaferullah Dâudî, Pakistan ve Hindistan'da Hadis
Çalışmaları, s.297-300.
[56] Şâfiî el-Ümm, VII, 273. (Beyrut, ts. Tahkik: Muhammed
Zührî en-Neccar).
[57] Bu konuda pek çok eser kaleme alınmış,
oryantalistlerin müslüman bilim adamları üzerindeki etkileri örnekler verilerek
anlatılmıştır. Bkz. Mustafa Sıbâî, es-Sünnetü ve Mekânetühâ fî' Teşrii'l-İslâm,
Muhammed el-Behiyy, el-Fikru'l-İslâmî el-Hadîs ve sılatühû
bi'l-Istimâri'l-Garbî (İbrahim Sarmış tarafından İslâmi Düşüncede Oryantalist
Etki ismiyle Türkçe'ye çevrilmiştir. Ekin Yay. İst., 1996). Muhammed Tahir
Hekim, Sünnetin Etrafındaki Şüpheler (Trc. Hüseyin Aslan, İst. 1985), Ayrıca
bkz. I. Hatipoglu, Modernistlerin Sünnet Anlayışı, (Basılmamış Doktora Tezi,
1996).
[58] Mustafa Â'zamî, Dirâsât fi'1-Ehâdisi'n-Nebeviyye,
s.31.
[59] M. Tahir Hekim, a.g.e., s.101.(el-Menâr Dergisi
9/16'dan naklen)
[60] Hicr: 15/91
[61] Kırbaşoglu, M. H., İslâm Düşüncesinde Sünnet, s. 152 (Ankara-1993).
[62] M. Sıbâî, a.g.e., s.158.
[63] Kırbaşoglu, M.H., a.g.e., s. 162, (Hadim Huseyn İlâhî
Bahş, Kur'aniyyun ve Şubuhâtuhum Havle's-Sünne, s.213-214 (Taif-l409/1989)'dan
naklen.)
[64] Kırbaşoğlu, M.H., a.g.e., s.164.
[65] Ünal, I.H., "Fazlurrahmamn Sünnet Anlayışı ve
Yaşayan Sünnet Kavramı Üzerine" Islâmî Araştırmalar, Fazlurrahman Özel
Sayısı, Ekim 1990, s.286.
[66] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 31-38.
[67] Sıddîkî, Mazharuddin, İslâm Dünyasında Modernist
Düşünce, s.86. (Trc. M. Fırat, G. Korkmaz, İstanbul, 1990). 51
[68] Fazlurrahman, İslâm, s.305-306 (Trc. M. Aydın; M. Dağ,
Ankara-1993).
[69] Schacht, J., "Muhammed Abduh" Mad. İ.A.,
VIII, 489.
[70] Hatiboglu, İ., Modernistlerin Sünnet Anlayışı, s.87
[71] Hatiboglu, İ, a.g.e., s.88.
[72] Hatiboglu, İ., a.g.e., göst. yer (Adams, İslâm and
Modernism in Egypt, s.127-143; Abduh, Risâletü't-Tevhid, s.19-20, 31, 46-51,
111-113'den naklen). Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 38-40.
[73] Zaferullah Dâudî,
Pakistan ve Hindistan'da Hadis Çalışmaları, s.298.
[74] Fazlurrahman, a.g.e., s.302.
[75] Fazlurrahman, a.e.e., s.303-304
[76] Muhammed Tahir Hekim, Sünnetin Etrafındaki Şüpheler,
s.95-96.
[77] Dâudî, a.g.e., s.300.
[78] Muhammed Tahir Hekim, a.g.e., s.96. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 40-41.
[79] Dâudî, a.g.e., s.282 (Muhammed Münevver Mirza,
İkbâl: Fikr-i Islâmi li Teşkîl-i Cedîd,
s.256 (Karaçi, ?)'den naklen).
[80] Dâudî, a.g.e., s.283
(Muhaddis (Dergi), c.XX, sayı 9,
s.46'dan naklen).
[81] Hatiboglu, M. Said, "Hilâfetin Kureyşîliği",
A.Ü.I.F.D. XXIII, 185; lbn Haldun, Mukaddime Tre. I, 492-496). Ali Çelik,
Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 42.
[82] Dâudî, a.g.e., s.287 (Fikr-o Nazar (Dergi), Ocak,
1964, s.l7'den naklen).
[83] Dâudî, a.g.e., göst. yer, aynı kitaptan.
[84] Dâudî, a.g.e., s.287-288 (Fazlurrahman, Some Islamic
Issues, s.287; Fikr-o Nazar (Dergi), Şubat, 1965, s.515'den naklen).
[85] Dâudî, a.g.e., 5.288-289 (Fikr-o Nazar (Dergi), Ocak-Şubat,
1964, s.9'dan naklen).
[86] Ünal, I. H., "Fazlurrahman'ın Yaşayan Sünnet
Kavramı Üzerine Islâmî Araştırmalar, c.IV, Sayı 4, s.286 (Ekim-1990). Ali
Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul,
1997: 42-44.
[87] Kardâvî, Y., Keyfe Neteâmelu
Ala's-Sünneti'n-Nebeviyye, s.23. (Trc. Sünneti Anlamada Yöntem, s. 115)
[88] Müslim, Müsâfirûn, 18; Ebü Dâvud, Salat, 316; Nesâî,
Kıyamu'l-Leyl, 2; Müsned, Vl/544..
[89] Kardâvî, a.g.e., s.23 krş.
[90] Kardâvî, a.g.e., s.23-24.
[91] Kardâvî, a.g.e., s.23-24. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet
Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 44-45.
[92] Nedvî, a.g.e., s.18-19.
[93] Subhi es-Salih, Ulumu'l-Hadis, s.8 (5. baskı,
Beyrut, 1965); krş. (Trc. M. Y.
Kandemir, Hadis İlimleri ve
Hadis İstılahları, s.6, Ankara, 1973.
[94] Nedvi, a.g.e., s.20. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet
Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 45-46.
[95] Dâudi, a.g.e, s.260.
[96] Dâudî, a.g.e, s.260-261.
[97] Dâudî, a.g.e, s.261 (Mevdüdî, Hadis ve Kur'an,
s.71-73; Mevdûdî, A'inî Heysiyyet, s.l25-134'ten naklen).
[98] Dâudî, a.g.e, s.262 (Mevdûdî, A'inî Heysiyyet,
s.245'ten naklen)
[99] Dâudî, a.g.e, s.262 (Mevdûdî, a.g.e., s.359'dan
naklen)
[100] Dâudî, a.g.e, s.262-263 (Mevdûdî, a.g.e., s.163'den
naklen)
[101] Dâudî, a.g.e, s.263 (Mevdûdî, Resâil, 1, 250'den
naklen)
[102] Dâudî, a.g.e, s.263 (Mevdûdî, a.g.e., 1, 249'dan
naklen)
[103] Dâudî, a.g.e, s.263 (Mevdûdî, a.g.e., 1, 147'den
naklen)
[104] Dâudî, a.g.e, s.264 (Mevdûdî, a.g.e., 1, 223-233'den
naklen)
[105] Charles, J. Adams, The Authority of the prophetic
Hadith in the Eyes of Some Modern Muslims (Essaays on Civilization), Leiden,
1976, pp. 25-47 (Trc. Nedim Alpdemir, Islâmî Araştırmalar, c.VII, sayı: 3-4,
1994, s.300-301.)
[106] Charles, J. Adams, a.g.m., göst. yer. (Trc. Nedim
Alpdemir, a.g.e., s.300).
[107] Tercümânü'l-Kur'an, Aralık, 1958, s.164-166. Mevdûdî,
Sünnetin Anayasal Niteliği, s.43
(Trc. Dr. N. Ahmet Asrar, İstanbul, 1997).
[108] Dâudî, a.g.e., s.265 (Mevdûdî, Tefhimat, I, 362'den
naklen)
[109] Dâudî, a.g.e., s.265 (Mevdüdî, Â'ini Heysiyyet,
s.39-40'dan naklen)
[110] Charles, J. Adams, a.g.m., göst. yer. (Trc. Nedim
Alpdemir, a.g.m., s.301)
[111] Charles, J. Adams, a.g.m., göst. yer. (Trc. Nedim
Alpdemir, a.g.m., göst. yer.)
[112] Charles, J. Adams, a.g.m., göst. yer. (Trc. Nedim
Alpdemir, a.g.m., s.302)
[113] Dâudî, a.g.e., s.267 (Mevdûdî, Tefhimat, I, 356'dan
naklen)
[114] Dâudî, a.g.e., göst. yer. (Mevdûdî, Hadis ve
Kur'an'dan).
[115] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 46-51.
[116] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 51-52.
[117] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 53.
[118] Muhammed Ebü Zehv, el-Hadîs ve'I-Muhaddisûn, s.12-15.
[119] Kasımı, Kavâidu'd-Tahdîs, s.65; Muhammed Ebû Zehv,
a.g.e., s.14.
[120] Her ne kadar İmam Müslim'in Enes bin Malik'ten yaptığı
rivayette (Müslim, Salat, 53) Kevser suresinin uykuda geldiği şeklinde bir
rivayetten söz ediliyorsa da, aslında buradaki "igfa"' kelimesi,
bilinen manadaki uyuklama -uyku hali- (nevm) değil, vahyin nüzulü sırasında Hz.
Peygamber (s.a.)'in vahyin şiddetinden dolayı hissettiği ağırlıktır şeklinde
yorumlanarak, Kevser suresinin de uykuda gelmediği ifade edilmiştir. (Bkz. M.
Ebû Zehv, a.g.e., s.14)
[121] "Ona temiz
olanlardan başkası dokunamaz" Vakıa: 56/79 ayeti kerimesi üzerinde
farklı yorumlar yapılmıştır. Ayette bahsedilen ve ancak temiz kimselerin
dokunabileceği kitabın Kur'an değil, Levh-i mahfuzdaki kitap olduğu veya temiz
olmaktan maksat, abdestsizlik hali olabildiği gibi, abdestsizlik değil cünüplük
kasdedildiği veya bütün bunlar değil, müşriklik kasdedildiği şeklindeki değişik
görüşler ve bunlarla ilgili deliller ileri sürülmektedir. (Bkz. Ebû Bekir Ahmed
er-Râzî el-Cessas, Ahkâmu'I-Kur'an, 111, 415-416, Dâru'l-fikir, ts.; Ebû Bekir
Muhammed bin Abdillah, İbn el-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, IV, 1737-1738, Tahkik:
Ali Muhammed el-Becâvî, Dâru'l-marife, Beyrut, 1378/1959, 2.baskı).
[122] Bu konuda daha geniş bilgi için; bakz. Cezîrî, K.Fıkh
alâ Mezâhibi'l-Erbea, I, 47.
[123] Muhammed Ebû Zehv, a.g.e., s.15.
[124] Kutsî hadisle Nebevi hadis arasındaki fark ise, Kutsî
hadisi naklederken Hz. Peygamber (s.a.), onun Cenâb-ı Hak'tan olduğunu bizzat
O'na izafe ederek ifâde eder. Allah Teâlâ buyuruyor ki ... gibi. Ama Nebevî hadislerde
böyle bir izafe etme yoktur. (Bkz. Kâsımî, a.g.e., s.66).
[125] Necm: 53/4.
[126] Nisa: 4/112.
[127] Suyûti, Miftâhu'l-Cenne, s.11, 1409/1988, Medine, Ebû
Dâvud, Sünnet, 6 (No. 4604)
[128] İsra: 17/60.
[129] Saffat: 37/102.
[130] lfk olayında olduğu gibi.
[131] Nahl: 16/44.
[132] Kırbaşoğlu, M.H., İslâm Düşüncesinde Sünnet, s.259;
Şafii, er-Risâle, s.22; Gazzâlî, el-Mustasfâ
min İlmi'1-Usûl, 1, 83, Mısır, 1322/1904; İbn Hazm, el-İhkâm fi
Usûli'l-Ahkâm, I, 93, Kahire, 1404/1984; İbn Hıbban, el-Ihsân fi
Takribi Sahihi İbn Hıbban (bi tertibi Ali bin Belbân el-Fârisî, 1/189, Beyrut,
1988,'dan naklen.). Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan
Yayınları, İstanbul, 1997: 53-57.
[133] A.g.e. s.277-278)
[134] Âli imran: 3/164.
[135] Subhi es-Salih, Ulûmu'l-Hadis, s.301-302.
[136] Koçkuzu, A. O., Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin
İtikat ve Teşrî Yönden Değeri, s.41 (Ebu'1-Bekâ, Külliyat'tan). Ali Çelik,
Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997:
57-58.
[137] Toksan, A., Delil Olma Yönünden Sünnet, s.106.
[138] Abdül-Azim ez-Zerkânî, el-Menhelü'1-Hadis, s.60 vd.;
Ayrıca bkz. Koçkuzu, A.O., a.g.e., s.42-43.
[139] Toksarı, A., a.g.e.,s.112. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 59.
[140] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 59-60.
[141] Hamîdullah, M., Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahîfe-i
Hemmâm bin Münebbih, s.16 (Trc. Kemal Kuşçu, İstanbul-1967).
[142] s.140, Beyrut-1401/1981.
[143] Müslim, K. Zühd ve'r-Rekâik, 72; Dârimî, Mukaddime,
42; Müsned, III, 12, 21,39, 55.
[144] el-Hatib, Takyîdu'1-İlim, s.32-33.
[145] el-Hatîb, a.g.e., s.33.
[146] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'1-İlm, I, 271.
[147] Dârimî, Mukaddime, 43.
[148] Tirmiziî İlim, 12.
[149] Toksan, A., Delil Olma Yönünden Sünnet, s.40.
[150] Ahmed Muhanımed Şâkir, el-Bâisu'l-Hasis, s.133,
[151] Subhi es-Salih, Ulûmu'l-Hadîs, s.21 (Trc. M. Y.
Kandemir, s.16-17).
[152] Toksan, Ali, a.g.e., s.40.
[153] İbn Kuteybe, Te'vilü Muhtelifi'l-Hadîs, s.365 vd.
[154] Mustafa A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s.24 (Trc. Hulusi Yavuz), (Reşid Rıza "Notes
on Tedvîn fi'1-Islâmî, el-Menâr, X, 767'den naklen).
[155] Mustafa A'zami a.g.e., göst. yer. (Reşid Rıza, a.g.m.,
el-Menâr, X, 768'den naklen).
[156] Mahmud Ebû Reyye, Muhammedî Sünnetin
Aydınlatılması, s.28 (Trc. Muhammed Tan).
[157] Mahmud Ebu Reyye, a.g.e., s.28-29.
[158] İbn Kuteybe, a.g.e., s.365.
[159] Nureddin Itır, Menhecü'n-Nakd fî Ulûmi'I-Hadis, s.42
(Râmehürmûzî, el-Muhaddisu'l-Fâsıl, 56 b, s.386'dan naklen).
[160] Hattabî, Meâlimü's-Sünen, IV, 170.
[161] Nevevî, el-Minhâc Şerhu Sahihi Müslim bin Haccac,
XVIII, 129-130 (tahkik ve tahriçli baskı Beyrut-1414/1994, XVIII, 329-330).
[162] Hamidullah, M., a.g.e., s.40 (:Hz. Aişe (r.a.)
hadis yazmayan sahabeden biridir). Hz. Ömer, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa el-Eş'arî,
Ebu Said el-Hudrî gibi sahabîlerin hadis yazmayı iyi görmedikleri
nakledilmektedir. (Ibn Salah, Ulûmu'l-Hadis, s.181.)
[163] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, I,
274-275 (Thk. Ebu'l-Eşbal ez-Züheyrî, Beyrut-1414/1994). (:Hz. Ömer (r.a.)
hadis yazmaktan vazgeçmiştir.)
[164] Zehebi, Tezkiratü'l-Huffaz, I, 5 (: Hz. Ebû Bekir (r.a.) yazdığı hadisleri imha
etti.)
[165] Ebû Said el-Hudri'nin (r.a.) şöyle dediği nakledilir:
"Hadisleri mushaf haline getirmek mi istiyorsunuz? Nebi (s.a.) bize tahdis
ediyor biz ezberliyorduk. Siz de bizim
ezberlediğimiz gibi ezberleyiniz." (İbn Abdilberr, a.g.e., I, 273).
[166] Zehebi, a.g.e., I, 5. 66
[167] İbn Abdilberr, a.g.e., 1, 273.
[168] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 275; Suyûti, Tedrîbu'r-Râvî,
II, 64.
[169] el-Hatîb, a.g.e., s.64-65.
[170] Mustafa Â'zamî,
Dirâsât fi'1-Hadisi'n-Nebeviyye ve Tarîhuhu Tedvînihi, s.92-142.
[171] Hz. Peygamber'den hadis yazanlar sadece bunlar
değildir. Biz burada meşhur olan
sahabeden bazılarını zikrettik.
[172] Resmî vesikalar olarak, Medine'ye hicreti müteakip
hazırlanan müslümanlar, yahudiler ve henüz İslâm'ı kabul etmeyen Araplar
arasındaki hak ve yetkileri belirleyen Medine Anayasası'nı (M. Hamîdullah,
el-Vesâik, 15-21); hicretin 1. yılında yazıldığı tahmin edilen Nüfus Sayımını
(Buhârî, Cihad, 180); komşu kabilelere ve devlet başkanlarına yazılan Dine
Davet Mektupları (M. Hamidullah, el-Vesâik, 43-81); Valilere yazılan
talimatları (M. Hamidullah, el-Vesâik, 137); Vergi Tarifeleri Ahkamını (Ebû
Dâvud, Zekat, 5, ha: 1568) sayabiliriz. Hz. Peygamber'in hayatında sahabenin
emri olmaksızın kendilerinin yazdıkları gayr-i resmî vesikalar dediğimiz
vesikalar arasında Abdullah bin Amr bin As'ın "es-Sahîfetü's-Sadıka’sı,
içinde 500 kadar hadis bulunan Hz. Ebû Bekir'in hadis notlan -ki daha sonra
yakmıştır-, Hz. Ali'nin sadakalar ve diyet hükümlerini içeren tomarını, Enes
bin Mâlik'in sahifesini ifade edebiliriz, (bkz. M. Hamidullah, Muhtasar Hadis
Tarihi, s.39-46).
[173] Nevevî, a.g.e., XVIII, 129-130.
[174] İbn Salah, a.g.e., s.182. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet
Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 60-69.
[175] Koçyigit, T., a.g.e., s.371.
[176] Ebü Dâvud, İlim, 10; Tirmizî, İlim, 7; İbn Mâce,
Mukaddime, 18; Dârimî, Mukaddime, 24; el-Hatib, el-Kifâye, s.205-206.
[177] Subhi es-Salih, a.g.e., s.80-81 (Trc. M. Yaşar Kandemir,
s.64-65).
[178] Koçyiğit, T., a.g.e., 372.
[179] el-Hatib, a.g.e., s.239-246.
[180] Subhi es-Salih, a.g.e., s.83 (Trc. M. Kandemir, s.66)
[181] İbn Salah, a.g.e., s.213; Suyûtî, a.g.e., II, 95-96; İrâki, Fethu'l-Mugîs, s.260-261.
[182] İbn Salah,
a.g.e., s.214; Ibn
Hacer, Nüzhetü'n-Nazar Şerhu Nuhbetü'l-Fiker, s.48.
[183] Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih
Tercemesi ve Şerhi, I, 459-462 (özetle) ayrıca bkz. Uğur, M., Ansiklopedik
Hadis Terimleri Sözlüğü, s.325-326.
[184] Ahmed Naim, a.g.e., I, 467. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 69-72.
[185] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtar, 1, 103, Dâmad,
Mecmau'1-Enhur fi Şerhi Mülteka'l-Ebhur, I, 8.
[186] Dârimî, Sünen, (Mukaddime) 47 (I, 145), ayrıca bkz.
Erdoğan, M., Akıl Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, s.260; Sakallı, T., S.D.Ü.
İlahiyat Fak. Dergisi, sayı: 2, İsparta, 1996.
[187] Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliga, 1, 128; Sakallı, T.,
a.g.m. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1997: 73-74.
[188] Abdülkerîm Zeydan, el-Vecîz fî Usûli’l-Fıkıh, 133-134.
[189] Kardâvî, Y., Sünneti Anlamada Yöntem, s.42.
[190] Kardâvî, Y., a.g.e., s.43.
[191] Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV, 58-59; ayrıca bkz. Erdoğan,
M., a.g.e., s.92.
[192] Aşkar, S., Efâlü'r-Rasûl, 1, 185 vd.; ayrıca bkz.
Sakallı, T., a.g.m.
[193] Sıbâî, M., a.g.e., s.48.
[194] Kardâvî, a.g.e., s.52-53; Erdoğan, M., a.g.e.,
s.110-112. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan
Yayınları, İstanbul, 1997: 74-76.
[195] Itır, N., Menhecü'n-Nakd, s.404; el-Hatîb, el-Kifâye,
s.32; Subhi es-Salih, a.g.e., s.146-147.
[196] Koçyigit, T., a.g.e., s.346.
[197] Subhi es-Salih, a.g.e., 5.149; Itır, N., a.g.e.,
s.405.
[198] Buhari, İlim, 38; Müslim, Zühd, 72; Tirmizî, Fiten,
70.
[199] İbn Salah, a.g.e., s.269.
[200] Ahmed Naim, a.g.e., 1, 105.
[201] Kettânî, er-Rîsâletü'1-Mustatrafe, s.194-195.
[202] Çakan, İ. L, Hadis Usûlü, s.107
[203] Subhi es-Salih, a.g.e., s. 149; Abdülkerim Zeydan,
a.g.e., s.139.
[204] Subhi es-Salih, a.g.e., s.151.
[205] Toksan, A., a.g.e., s.168,
[206] Koçkuzu, A. O., Rivayet ilimlerinde Haberi Vahitler
İtikat ve Teşri Yönlerinden Değeri, s.76 (Tavdihu'l-Efkar, II, 211'den naklen)
[207] el-Hatîb, a.g.e., s.32.
[208] Çakan, İ. L, a.g.e., s.109. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 76-79.
[209] Adı geçen eser, Diyanet Yayınlan arasında 1988 yılında
basılmıştır.
[210] Subhi es-Salih, a.g.e., s.145 (krş. M. Y. Kandemir,
Hadis Istılahları, s.119); Ibn Salah, a.g.e., s.11-12; Itır, N., a.g.e., s.242;
Suyûtî, Tedrîb, I, 43.
[211] Ahmed Naim, a.g.e., I, 202-205 (özetlenerek)
[212] Subhi es-Salih, a.g.e., s. 146; Kâsımî,
Kavâidü't-Tahdîs, s.80.
[213] Itır, N., a.g.e., s.245; Subhi es-Salih, a.g.e.,
s.156; A. M. Şâkir, el-Bâisû'I-Hasîs, s.37.
[214] Çakan, I.L., a.g.e., s.125.
[215] Ibn Salah, a.g.e., s.30 (krş. Itır, N.'.in sayfa
altındaki dipnotu).
[216] Ahmed Naim, a.g.e., I, 242.
[217] Kâsımi, a.g.e., s.102; Itır, N., a.g.e., s.271.
[218] Subhi es-Salih, a.g.e., s.156 (krş. M. Y. Kandemir,
Hadis Istılahları, s.129)
[219] Itır, N., a.g.e., s.271.
[220] Itır, N., a.g.e., s.271.
[221] İbn Salah, a.g.e., s.41; Itır, N., a.g.e., s.286.
[222] Ahmed Naim, a.g.e., 1, 270; Suyûtî, Tedrîb, I, 144.
[223] İbn Salah, a.g.e., s.41.
[224] Suyûtî, a.g.e., I, 144.
[225] Ahmed Naim, a.g.e., I, 270; Itır, N., a.g.e., s.287
(Muhammed es-Semâhî 510’a çıkarmıştır.)
[226] Itır, N., a.g.e., s.293-294.
[227] Toksan, Ali, a.g.e., s.201.
[228] Itır, N., a.g.e., s.297 (özetle). Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 79-85.
[229] Koçyiğit, T., a.g.e., s.123.
[230] Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, s.17-18.
[231] Subhi es-Salih, a.g.e., s.216 vd., Ayrıca bkz.
Koçyigit, T., a.g.e., s.217.
[232] Ahmed Naim, a.g.e., 1, 134-135; Kâsımî, a.g.e., s.130
[233] İbn Salah, a.g.e., s.47; Kâsımî, a.g.e., s.130.
[234] Yardım, Ali, Hadis I, s.42.
[235] Kâsımî, a.g.e., s.130
[236] Kâsımî, a.g.e., göst. yer. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 85-87.
[237] Koçyigit, T., a.g.e., s.208, 214.
[238] Ahmed, N., a.g.e.. I, 292-293. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 87.
[239] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 88.
[240] İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, I, 103 (Kahraman
yay., İst., 1984); Dâmâd, Mecmau'l-Enhur fî Şerhi Mülteka'l-Ebhur, I, 8, (Dâru'l-Hilâfe mat. 1273 İst.)
[241] Dârimi, Sünen (Mukaddime), 47 (I, 145); Ayrıca bkz.
Erdoğan, M., Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, s.260.
[242] Dihlevî, Hüccetullahi'l-Bâliga, (Trc. M. Erdoğan,
1,472-473).
[243] Haşr: 59/7.
[244] Müslim, Fedâil, 40.
[245] Tirmizî, Cihâd, 20; İbn Mâce, Cihâd, 14; Müsned, V,
300.
[246] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 88-90.
[247] İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadis, s.246-250
(Mısır-1326); Ayrıca bkz. Erdoğan, M., a.g.e., s.263.
[248] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh.101 (Trc. Abdülkadir Şener,
Ankara-1979). Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan
Yayınları, İstanbul, 1997: 90.
[249] ibn Abdisselam, Kâvâidu'l-Ahkâm, II, 121.
[250] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 91.
[251] Sakallı, T., "Sünnetin Bağlayıcılık Açısından
Taksimiî, S.D.Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi, s.39-102.
[252] Ahzab: 33/21.
[253] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 91-93.
[254] Kardâvî, Y. a.g.e.,s.23; (Trc. Sünneti Anlamada
Yöntem, s, 115).
[255] Müslim, Müsâfirûn, 139, Ebû Dâvud, Salât, 316; Nesâî,
Kıyamu'l-Leyl, 2; Müsned,VI,54,111.
[256] Erdoğan, M., a.g.e., s.259.
[257] Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'1-Fıkh, s.93
[258] Nisa: 4/29:
[259] Bakara: 3/275.
[260] Şafiî, er-Risâle, s.32-53 (Thk. Muhammed Said
Kiylânî).
[261] Abdülvahhab Hallâf, İlmu Usûli-l-Fıkh, s.43.
[262] Erdoğan, M., a.g.e., s.256-257.
[263] Çakan, I. L, "îslâmî Yapılanmada Model ve
Metodoloji Olarak Sünnet", Sünnetin Dindeki Yeri, s.242 (Tartışmalı ilmî
Toplantı tebliğleri Ocak-1997, ist.)
[264] Aşık, N., "Sünnet'in Yerelliği ve
Evrenselliği", Hadisin Dünü-Bugünü ve Geleceği Sempozyumu, s.23
(Tebligler-Ekim-1993, Samsun).
[265] Kırbaşoglu, M.H., İslâm Düşüncesinde Sünnet, s.63 vd.
(Birinci baskı).
[266] Kırbaşoglu, M. H., a.g.e., s.96.
[267] Cebeci, L., "Kur'an Sosyolojisi Üzerine Bir
Deneme", İslâmî Araştırmalar sayı, 3, Ocak-1987, s.5-37.
[268] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 93-100.
[269] İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, I, 229-231; İbn Dûreyd,
Cemhere, 245, Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâtı'l-Fünûn, 1,133; Zebîdi, Tâcu'l-Arûs,
XX, 309; Ibn Fâris, Mekâyisu'l-Lüga, 1,209-210, Atıyye, İzzet Ali, el-Bid'a,
s.157.
[270] Ebü Dâvud, Edeb, 110; Tlrmizî, İlim, l; Müsned, IV,
120; V.272. 102.
[271] İbn Manzur,a.g.e.,göst. yer.
[272] Râgıb, el-Müfredât, s.222; Ibn Manzur, Lisân,
1/796-797; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, 5/206-212
[273] Göst. yerler.
[274] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 101-104.
[275] Izzûddin İbn Abdlsselâm, Kavaidü'l-Ahkâm, 1,172;
Atıyye, a.g.e., s.162.
[276] Tehânevî, a.g.e., 1,133; Atıyye, a.g.e., göst. yer.;
Yaran, R., DİA, VI, 129; Bid’at mad.
[277] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 105-106.
[278] Izzüddîn İbn Abdisselâm, a.g.e.,
1,172;Atıyye,a.g.e.,s.l62.
[279] Müslim, Cuma, 43; Ibn Mace, Mukaddime, 7.
[280] Nesâî, İdeyn, 22.
[281] Nesâî, İdeyn, 22. (Hadisin şerhindeki malûmat)
[282] Atıyye, a.g.e., s.160, Ibn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII,
213.
[283] Aliyyu'l-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtih Şerhu
Mişkâti'l-Mesâbih, I, 368; Nesâî, III, 188-189 (Suyûtî Şerhinde)
[284] İzzüddin Ibn Abdisselam, a.g.e., s.172
[285] Atiyye, a.g.e., s. 160
[286] İbnu'l-Cevzî,Telbisü Iblîs,s.l6
[287] İbn Âbidin, Reddu'I-Muhtar, 1,561-562.
[288] Atıyye, a.g.e.,s.160
[289] Atıyye, a.g.e., göst. yer.
[290] İbn Manzur, Lisân, 1,229-230
[291] Tehânevi, Keşşaf, 1,133; Atıyye, a.g.e., s.162
[292] Tirmizî, İlim, 16; Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime,
6; Dârimi, Mukaddime, 16, Müsned, IV, 126,127
[293] Abdulhay el-Leknevî, İkâmetü'l-hucce, s.25
[294] Tirmizî, Menâkıb, 16,37; Ibn Mâce, Mukaddime, 11;
Müsned, V, 382,385, 399,403
[295] Hâdimî, Berika Terc, 1,273; Leknevî, a.g.e., s.19 (Ahmed
er-Rûmî, Mecalisu'l-Ebrar’dan naklen)
[296] Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisü'1-Hasis, s.190
[297] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, II, 418.
[298] Şâtıbî, Muvafakat, IV, 4
[299] Leknevî a.g e., s.24. (Abdulğani en-Nablûsî,
el-Hadîkatü'n-Nediyye Şerhi. Tarikatı Muhammediyye, 1,136'dan naklen.)
[300] Leknevî, a.g.e, s.42
[301] Ebû Dâvud, Salat, 43, (Ha. No: 538)
[302] Aynî, el-Binâye Şerhu'l-Hldâye, 1/550
[303] Ebû Dâvud, 11/21 (Salat, 283 (Ha. No: 1264))
[304] Aliyyü'1-Kârt Mirkatül-Mefâtih Şerhu
Mişkâti'l-Mesâbih, 1/421
[305] Leknevî, a.g.e., s.44 112
[306] Leknevî, Ikâmetü'l-Hucce, s.42-44
[307] Leknevî, a.g.e., s.46-48.
[308] Buhârî, I'tisâm, 3; Müslim, Salâtül Müsâfirin, 761;
Müsned, V, 182.
[309] İbn Teymiyye, Iktîzâü's-Sırâti'l-Müstakîm, 276-277.
[310] Leknevî, a.g.e., s.54-55.
[311] Muhammed Salahuddin, Kâmus-ı Osmânî, Kısm-ı Sâni,
s.212-213, (1313-lst.); Muhammed bin Ebü Bekir, Şlr'atü'l-İslâm, s.9.
[312] Leknevî, a.g.e., s.24
[313] Ebû Dâvud, Sünnet, 9; Tirmizî, Fiten, 45; Müsned, V,
357.
[314] Leknevî, a.g.e., s.55.
[315] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 106-115.
[316] Tehanevî, a.g.e., 1,133; Atıyye, a.g.e., s.162.
[317] Hâdimî, Berîka Terc, 1/275
[318] Ali Mahfuz, el-lbda1, s.108
[319] Turtûşî, Kitabu'l-Havadis ve'1-Bida', s.21-22
[320] Şatıbi l’tisam,Iı36-37.
[321] Aynî, Umde, IV, 414-416 (Kahire, L392/1972)
[322] Birgivî, Tarîkat-ı Muhammediye, s.8-10
[323] İbn Teymiyye, Mecmü'u Fetâvâ, VII, 173.
[324] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-Bârî, V, 231; Atıyye,
el-Bid'a, s.163-164
[325] Atıyye, a.g.e., s.162.
[326] Şâtıbi, a.g.e., 1,37-39.
[327] Yaran, R., DİA, VI, 130, Bid'at mad.
[328] Buhârî, Sulh, 5; Müslim, Akdiye, 17-18; E. Dâvud,
Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[329] İbn Receb, Câmiu'1-UIüm ve'1-Hikem, 1,177.
[330] Atıyye, el-Bid'a, s.162-163
[331] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, V, 231
[332] Hâdimî, Berika Trc. I, 268
[333] Hâdimî,a.g.e.,I,275
[334] Bid'at kelimesinin lügat ve ıstılah manalarında
"hurafe" manası olmasa da bugün pratikte halk arasında bu manada da
kullanılmaktadır. (Kâtip Çelebi, Mîzânu'1-Hak, s.65'ten mefhum olarak,
İstanbul, 1972).
[335] Yavuz, Y. Ş., DIA, X, 501-505, Ehli Bid'at Mad.
[336] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 116-121.
[337] İbn Manzur, Lisan, IV, 2899; el-Mucemu'l-Vasît, s.519.
[338] Cürcânî, Ta'rîfat, 149,
[339] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997:121.
[340] Atıyye, I.A., el-Bid'a, s.30-32
[341] Fığlalı, E.R., DIA, 1,133, "Abdullah b.
Sebe" mad.
[342] Müslim, Zekat, 142-143-144
[343] Yahudilerin, Cumartesi yasağını çiğnemeleri ma'siyeti
gibi
[344] Yahudilerin kendilerine emredilen "bağışlanmak
istiyoruz" ifadesini değiştirerek onun yerine “Buğday" demeleri gibi
(Kurtubî, el-Câmiu li Ahkami'l-Kur'an, 1,410-411
[345] Turtûşî, Kitâbu'l-Havidis ve'1-Bid'a, s.23-29
[346] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 121-122.
[347] Haricîler: (37/675) de Sıffin savaşı sırasında
ihtilafı gidermek için başvurulan Tahkim (Hakem) olayında "Lâ hükme
illallah" kaidesini ileri sürerek ayrılan bir fırkadır. İlk çıkışları siyasî
olmakla birlikte, ehl-i sünnetten ayrı kendilerince gerek îtikadî gerekse amelî
görüşleri bulunmaktadır. (G. Levi Della Vida, I.A., V/l, 234-236)
Haricîler bugün bazı körfez ülkeleriyle Kuzey Afrika'da az sayıda bulunmaktadır
(DIA, 10/504)
[348] Atıyye, el-Bidıa, s. 30-32. [Haricîlerin bir görüş
olarak ortaya çıkışı Hz. Peygamberin vefatından sonra Tahkim Olayı (37/675)
akabinde ise de, Tahkimden önce de müslumanların zihinlerini işgal eden diğer
fikirler veya ortaya çıkan gruplar göz önünde tutulursa bu fırkanın bir defada
hemen vücüd buluvermiş bir fırka olduğunu iddia edemeyiz. (R. Fıglalı,
Çağımızda Îtikadî Isl. Mezhepleri, s.67)]
[349] Müslim, Zekat, 142-143-144
[350] Atıyye, el-Bid'a, s.26-27
[351] Nevevî, el-Minhâc, 7/159-160 124.
[352] Müslim, Zekat, 132; Sofuoğlu, Sahih-i Müslim
Tercemesi, 3/250
[353] Buharî, 6/128; Müslim, Birr ve Sıla, bab, 16, H.62.
[354] İbn Sa'd, Tabâkat, I, 216-227; Atıyye, el-Bid'a, s.28
[355] İbn Hacer, el-İsâbe, 2/198-199; Dârimî, 1/54
[356] Zehebî, el-Münteka Min Minhâci'l-I'tidal, s.386.
[357] Turtuşî, Kitabu'l-Havâdis ve'I-Bid'a.
[358] Şâtıbî, el-İtisam.
[359] Ibnu'l-Cevzî, Telbîsu İblîs.
[360] Birgivî. Tankat-ı Muhammediye.
[361] Akhisari, er-Risâletü'1-Bid'a (yazma), İzmir Milli
Ktp. No: 886 el-Bid’iyye, Manisa İl Halk Ktp. No:
2937/2; Mecalisü'I-Ebrar (yazma), Milli Ktp. Gn. Kitaplık, No: 927.
[362] Atıyye, el-Bid'a.
[363] Ali Mahfuz, el-ibdâ’ fi Mazarrati'l-lbtidâ
[364] Turtuşî, a.g.e-, s.33; Ayrıca bkz. İbn Teymiyye,
Mecmuu Fetâvâ'da: "Haricîler ve Şîa" diye iki fırkayı zikreder, bkz.
a.g.e., III, 279; Şâtıbî, a.g.e., 11,220.
[365] Buhârî, Mevâkıt, 7; Tirmizî, Kıyame, 17
[366] Prof. Subhi es-Salih, İslam Mezhepleri ve
Müesseseleri, s.75 (Trc. ibrahim Savaş, 1993»Ist.); M. Ebû Zehra, islam Siyâsî
Mezhepler Tarihi, s.23 (Trc, H. Karakaya-Kerim Aytekin, 1983-Ist.)
[367] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 122-129.
[368] Adı geçen makale Dr. Mehmet Şimşek tarafından terceme
edilmiş ve AÜ1F Dergisi XXIII, 443-460.
[369] Buhârî, l'tisâm, 6, 16; Fedâilü'l-Medine, 1.
[370] Talbi, M, Bid'atlar, A.Ü.l.F.D. XXIII, 448 (Trc. M.
Şimşek) (Müellif bu konuda şu referansı vermektedir. Bu konuda bak: R.
Brunschving, polemi-ques medievelas autour dur rite de Malik, in el-Andalus,
1950, Fask.2, s.377-435)
[371] Talbi, M, Bid'atlar, A.Ü.l.F.D. XXIII, 458.
[372] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 129-131.
[373] Şâtıbi, İ'tisâm, 1,37 132
[374] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 131-132.
[375] Yavuz, Y.Ş., DİA, 10/502 Ehl-i Bid'at mad.
[376] Yavuz, Y.Ş., a.g.e. göst. Yer. (Kâdî Abdulcebbar,
Fazlu'l-İ'tizal, s.138-165, 166-167,184-187'den naklen)
[377] Watt, M.W., İslam Düşüncesi'nin Teşekkül Devri, s. 14,
20-22 (Trc. E.R. Fığlalı); Yavuz, Y.Ş., DIA, 10/503 Ehl-i Bid'at mad.
[378] Watt, M.W., a.g.e., s.53. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet
Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 132-133.
[379] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 133-134.
[380] Bkz. Concordance 1,151-152; 433-436
[381] el-Hatîb, el-Kifaye, s.148-153; Suyûtî, Tedrîb, I,
275-279; Nevevi, K. İrşâdi Tullâbi'l-Hakâik, I, 300-304; İbn Salah,
Ulûmu'l-Hadîs, 114-115.
[382] Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s.67
[383] İbn Hacer, Nuhbetü'l-Fiker, s.40-41; Ayrıca, Zehebî
(748/1347), "Mîzanu'l İ'tidâl" adlı eserinde Bid'at-ı Kübrâ ve
Bid'at-ı Sugrâ şeklinde bir ayırıma gitmiştir. 1,5-6
[384] Suyûti, Tedrib, I, 327, Sehâvî, Fethu'l-Mugîs, 1, 333
(I-III, Beyrut 1403/1984).
[385] el-Hatib, el-Kifâye, s.148 vd
[386] İbn Receb, Şerhu Ileli't-Tirmizi, s.64; İbn Hacer, Lisânu'l-Mizan,
I, 10; Emir es-San'ânî, Tavdihu'l- Efkâr, II, 202.
[387] İbn Salah, Ulûmu'l-Hadîs, s.114; el-Hatîb, el-Kifâye,
s.149
[388] el-Hatîb, a.g.e., s.149
[389] İbn Salah,a.g.e,s.115
[390] İbn Hacer, Nuhbetü'l-Fiker, s.40-41
[391] Suyûti, Tedrib, 1.276
[392] Kasımi, Kavâidü't-Tahdîs, s.194.
[393] Suyûti, Tedrîb, 1,278-280. Ali Çelik, Kavram ve
Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 134-137.
[394] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 137.
[395] İbn Manzur, Lisân, I, 229-230; Tehânevî, Keşşaf, I,
133; Atıyye, I.A., el-Bid'a,s.l62.
[396] Leknevî, a.g.e., 56-57.
[397] Leknevî, İkâmetü'l-Hucce, s.22; Hâdim'î, el-Berika
Terc, 1,273
[398] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 137-139.
[399] Abdulvahhab Hallaf, İlmu Usûli'l-Fıkıh, s.93; (krş.
Trc. H. Atay, İslam Hukuk Felsefesi, s.265)
[400] Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkıh, s. 278 (Trc. A.
Şener, İslam Hukuku Metodolojisi, s.239)
[401] Muhammed Ebu Zehra, a.g.e., gösterilen yer.
[402] Muhammed Ebu Zehra, a.g.e., 280; (Trc. A. Şener,
s.241)
[403] Şâtıbî, a.g.e., 11,135. 140
[404] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 139-140.
[405] M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 262 Trc. s.226.
[406] M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 270 Trc. s.232; Şafiî,
Risale, s. 219; Şâtıbî, l'tisam, II, 137.
[407] Akhisârî, Risaletü'l-Muhdes, vr.93a.
[408] Müsned,I,379.
[409] Şâtıbî, a.g.e., II, 152.
[410] Tirmizî, 2/107; lbn Mâce, 2/1321-1322.
[411] Ebû Sünne,el-Örf,s.25.
[412] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 141-142.
[413] Evlenmenin terkedilmesi daha fazla dindarlık olarak
anlaşılması bid'attır. Yoksa belli bazı insanî veya şer’î mazeretler sebebiyle
terkedilmesi böyle değildir.
[414] Ali Mahfuz, el-İbdâ, s.55-58
[415] Ali Mahfuz, el-İbdâ, s.59 vd. (Özetle mefhum olarak).
Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1997: 142-143.
[416] Atıyye, el-Bid'a, s.257-258
[417] İbn Receb, el-Hanbelî, Câmiu'1-Ulûm ve'1-Hikem, s.85
[418] Atıyye, a.g.e., s.263-264.
[419] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 143-145.
[420] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 147.
[421] Allah'ın zâtını insana benzeten fırkalardan Sebeiyye'in
kurucusu Abdullah bin Sebe’ Hz. Ali (r.a.) için "Sen
ilahsm-Allah’sın" demiştir. (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, 1, 174);
Yine Mu'tezile'nin kollarından olan Nazzâmiyye fırkası, kader inancını
reddetmişler ve "Hayır ve şer bizdendir" demişlerdir. (Şehristânî,
a.g.e., I, 54); Eş'arî, Makâlâtü'l-İslamiyyin, 11, 576); Mûrcie fırkası
"Mümine, günah zarar vermez" inancını benimsemiştir (Şehristânî,
a.g.e., I, 139). Gerek Şehristânî, "el-Milel ve'n-Nihal" isimli
eserinde gerekse Bağdadî, "el-Fark Beyne'l-Fırak" isimli eserinde
sapık fırkaları ve görüşleri hakkında geniş bilgiler vermişlerdir.
[422] Hâdimî, Berîka, Trc. I, 277; Akhisârî, Mecâlis, vr. 34
a; Risâletü't-Muhdes, vr. 93 a.
[423] Hâdimî, a.g.e.,göst. yer.
[424] Akhisârî, Mecalis, vr. 35 b; Risâletü'l-Muhdes, vr. 94
b.
[425] Hâdimî, a.g.e., Trc. 1,278
[426] Hâdimî, a.g.e., Trc. 1,278-280 (özetlenerek).
[427] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 147-149.
[428] Karâfî, el-Furûk, IV, 202-205; Îzzeddin İbn
Abdisselam, a.g.e., 1,173.
[429] Birgivî, Tarikatı MuhammediyeTrc. s.37.
[430] Akhisârî, Mecâlis, vr. 34 a; Risâtetü'l-Muhdes, vr. 93
a; Risâletü'I-Bid'a, vr. 63 b; İzzeddin Ibn Abdisselam, a.g.e., 1,173; Atıyye,
el-Bid'a, s.294-295.
[431] Atıyye, el-Bid'a, s.294-295; Ali Mahfuz, el-İbdâ, s.73
[432] Burada "Kerahet" lafzıyla anlatılan daha çok
kerâhet-i tenzihiye olmayıp kerâhet-i tahrimiyye olduğudur. Ancak bunun her
ikisine hamledenler de vardır. (Ali Mahfuz, a.g.e., s.144-147)
[433] Atiyye, a.g.e., s.295-296 (Fazla yapmak, Peygamber
(s.a.) böyle yaptı, sünnettir diye olursa mekruh, bid'at olur. Çünkü Hz.
Peygamber öyle yapmamıştır, mekruhun bid'at oluşu, peygamberin yapmadığını
yaptı diyerek inanmadandır.)
[434] Şâfiîlere göre mekruh, Hanefilere göre mubahtır.
(Mirkâtu'l-Mefâtih, 1, 368)
[435] İzzeddin Ibn Abdisselam, a.g.e., 1,173.
[436] Ali Mahfuz, a.g.e., s.73
[437] İzzeddin Ibn Abdisselam, a.g.e., 1,173; Atıyye,
a.g.e., s.295-296
[438] İzzeddin Ibn Abdisselam, a.g.e. göst. yer; Atıyye,
göst. yer.
[439] Birgivî, Tarikat-ı Muhammediye Trc. s.37-38. 152
[440] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 149-152.
[441] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 152-154.
[442] 1416/1499-Dâru's-Sameyî-Suudi Arabistan.
[443] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 154-155.
[444] Tirmizi, İlim, 16; Ebû Davud, Sünnet, 5; Ibn Mace,
Mukaddime, 6; Darimi, Mukaddime, 16; Mûsned, IV, 126,127; 1,400
[445] Buharı, Teravih, 1; Muvatta, Ramazan, 3.
[446] İbn Teymiyye, İktizau's-Sırâti'l-Müstakîm,s.276.
[447] İbn Teymiyye, a.g.e., göst. yer.
[448] İbn Mâce, Mukaddime, 15; Tirmizi, İlim,
[449] İbn Mâce, Mukaddime, 7.
[450] İbn Teymiyye, a.g.e., 276. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet
Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 155-157.
[451] İbn Mâce, Mukaddime, 15; Müsned, IV, 105; Tirmizi,
İlim, 15; Nesâî, I'deyn, 22; Dârimî, Mukaddime, 23.
[452] Buhari, Sulh, 5; Buyu’, 60; Müslim, Akdiye, 17-18; İbn
Mâce, Mukaddime, 1
[453] İbn Mâce, Mukaddime, 15; Tirmizi, İlim, 16.
[454] Müsned, IV, 105.
[455] Şatıbî, l'tisam, II, 156.
[456] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 157-158.
[457] Nesâî, İydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7.
[458] Şâtıbî, ['lisanı, 1, 74.
[459] Dârimi, Mukaddime, 23.
[460] Darimi, Mukaddime, 19.
[461] Buharî, Mevâkıt, 7; Tirmizi, Kıyâme, 17.
[462] Ali Mahfuz, el-tbda,s.H7.
[463] Ali Mahfuz, a.g.e., s.108; Şâtıbî, Ttisam, 1,49.
[464] Şâtıbî, l'tisam, 1,86.
[465] Şâtıbî, a.g.e., II,336. 160
[466] Şâtıbî, a.g.e., II, 155. Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet
Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 158-161-
[467] Karaman, H., İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, II,
255-257, İstanbul 1982 (özetlenerek).
[468] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 161-164-
[469] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 165-166.
[470] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 167-171.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar