KUR’ÂN VE HADİSLERE GÖRE HZ. PEYGAMBER’İN KİŞİLİĞİ
Hazırlayan:
Nadibe GÜL
BİRİNCİ BÖLÜM
KURAMSAL ÇERÇEVE
Kişilik kavramı günlük hayatımızda sıklıkla kullandığımız bir
kavramdır. Buna rağmen tanımlanmasında güçlük çekilmektedir. Bu güçlük insan
denen varlığın çok karmaşık bir yapıya sahip olmasından ve bu yapının net bir
şekilde belirlenmesinin zorluklarından kaynaklanmaktadır.
Batı dillerinde “kişilik” karşılığı olarak kullanılan personality
kelimesi Latince “persona” sözcüğüne dayanmaktadır.1
Persona’nın ilk anlamı eski Roma döneminde tiyatro oyuncularının yüzlerine
taktıkları maskelerdi. Bu maskelerin oyuncular tarafından kullanılma amacı
belli bir kişiliği temsil etmek, onun yansıyan özelliklerini ortaya koymaktı.[1]
[2]
Bu kelimenin Arapça karşılığı “şahsiyet”tir. “ŞHS” kökünden
türeyen kelime “yükselmek, görünmek, ortaya çıkmak, açıklamak” gibi anlamlara
gelir.[3]
Bu tabir, Arapçadaki karşılığını koruyarak, Türkçede de kullanılmaktadır.[4]
Nasıl kültür bir toplumun yaşam tarzını gösteriyorsa kişilik de
ferdin yaşama tarzını, bireyin özel yanını ifade etmektedir. Ancak yaşam
tarzının içinde çok sayıda özellik, bilinen ve bilinmeyen birçok boyut vardır.[5]
Psikologların ve davranış bilimcilerin çoğu için kişilik kavramı bireylerin
karakteristik özelliklerinin ve bu özellikler arasındaki ilişkilerinin, kişinin
diğer insanlar ve durumlara uyum gösterme yollarının incelenmesini kapsayan bir
kavram olarak düşünülür. Ancak kişiliğin, bireyleri diğerlerinden ayıran
davranış, tutum ve değerler gibi en temel özellikleri olduğu anlaşılmaktadır.[6]
Tanımdaki karakteristik kelimesi, davranışta bir tutarlılığın olduğunu
-insanların birçok farklı durumda belli şekillerde davrandığını ya da
düşündüğünü- ima etmektedir. Davranış, kişilik özellikleri ile çevrenin
fiziksel ve sosyal koşulları arasındaki etkileşimin bir sonucudur. Kişilik
kuramcıları bununla ilgili olarak davranışın içsel denetimli (bireyin
kişisel özellikleri tarafından belirlenen ve bu nedenle oldukça tutarlı olan
davranış) ya da dışsal denetimli (meydana geldiği özel durum tarafından
belirlenen davranış) olduğunu düşünmeleri ile bağıntılı olarak kişiliğe farklı
yaklaşımlar getirmişlerdir.1
Davranıştan bahsederken başkalarının gözlemleyebildiği toplumsal
kişilikten söz etmekteyiz. Ancak kişiliğin özel ve saklı bir kısmı da
vardır. Özel kişilik kavramı içinde, başkalarıyla paylaşılmayan
fanteziler, düşünceler ve yaşantılar bulunur. Özel kişiliği incelemek zor
olduğundan psikologlar toplumsal kişilik üzerinde yoğunlaşmışlar, özel kişiliği
roman ve biyografi yazanların analiz ve betimlemesine bırakmışlardır.[7]
[8]
Allport’un da dediği gibi insanın en ayırt edici özelliği onun
bireyselliğidir. Onun gibi bir kişi dünyaya asla gelmemiştir ve bundan sonra da
gelmeyecektir. İşte insana bu “bireyselliği” kazandıran özellikler
kişilik dediğimiz onun başkalarına benzemeyen kendine özgü bir biçimde
geliştirdiği ilişki bütünüdür.[9]
Kişilik, bireyin kendisinden kaynaklanan tutarlı davranış
kalıpları ve kişilik içi süreçlerdir. Burada önemli olan nokta davranışın tutarlı
olmasıdır. Yani kişinin sahip olduğu belli bir davranış kalıbını her zaman
ve her durum karşısında gözlemeyi bekleriz. Bugün dışa dönük bir insanın yarın
da dışa dönük olması beklenir. Bir diğer nokta da kişilik içi sürecin ele
alınmasıdır. Kişiler arası süreçlerden farklı olarak, kişilik içi süreçler,
nasıl davranacağımızı ve hissedeceğimizi etkileyen ve içimizde gelişen bütün
duygusal, güdüsel ve bilişsel süreçleri kapsar. Bu süreçlerin bireyden
kaynaklanıyor olması dış tesirlere kapalı olduğu anlamına gelmez. Yalnızca dış
etmenler ve durumlar davranışı belirlemez; bu etmenlere verdiğimiz cevap
içimizden kaynaklanır.[10]
Kişilik beden özelliklerinin, davranış tarzlarının, kabiliyet ve
istidatların, ihtiyaç, ilgi ve tavırların meydana getirdiği bir özellikler
organizasyonudur.[11]
Ferdin kişiliği içgüdüler, dürtüler, arzu ve istekler gibi
biyo-psişik faktörlerle din, ahlak kuralları, kültür ve medeniyet gibi
sosyo-psikolojik faktörlerin bütünleşmesinden meydana gelmektedir.1
Yani kişilik hamurunda doğuştan getirilen özelliklerle çevreden etkilenen
davranışlar bütünleşmiştir.
Biyolojik faktörler mizaç kavramı altında toplanmaktadır. Mizacın
sabit yönlerini morfoloji (beden yapısı), dinamik yönlerini ise fizyoloji
olarak adlandırabiliriz.[12]
[13]
Mizaç, psikoloji araştırmalarının kişiliği tanımlarken üzerinde
ısrarla durdukları noktalardan biridir. Diğer ikisi ise hususiyet ve tavırdır.[14]
Bu unsurlar kişiliğin yegâne değil, bariz üç cephesidir.
Mizaç, bio-kimyasal
bünyenin tabiatına yakından bağlıdır, bu sebeple o kalıtımın etkisindedir ve
devamlılık arz eder. Sıcakkanlı, soğukkanlı, ateşli mizaçlı, çabuk kızan,
kötümser, içine kapanmış, geçinilmesi kolay vs. gibi nitelikler mizaç
özellikleridir. Kişiye özgü nitelikler, onu diğer insanlardan ayıran vasıflar
olarak tanımlanabilir. Bu ise şahsın herkesten az veya çok farklılaştığı
anlamına gelmektedir. (Yemek yeme biçimi, giyinme şekli vs.) Tutumlarsa kişinin
içinde bulunduğu toplumdan öğrendiği, çevrenin etkisine açık yönlerini
oluşturur.[15]
Bu tutumlardan özellik gösterenleri ve son derece kişisel olan davranış ve
düşünceler mizacı oluşturur.[16]
Allport’a göre mizaç, biyolojik ve fizyolojik faktörlere bağlı olarak doğuştan
getirilmesinden ötürü kişiliğin hammaddesini oluşturmaktadır. Bu bakımdan
öğrenme ile çok az değişebilen bir yönelimdir.[17]
Bireye özgü duygu, düşünce ve davranışların örgütlenip bütünleşmesi,
onun kişiliğini oluşturur.[18]
Kişiliği oluşturan davranışlar, onu başkalarından ayırır. Onun için kişilik hem
özel (sıklıkla yapılan) hem de ayırıcı (başkalarından farklı,
daha az veya daha çok olan) davranışları kapsamaktadır.[19] Davranışın özel ve ayırıcı
niteliklerinin saptanabilmesi için izlenebilecek temel yol ise kişinin belirli
durumlarda neler yaptığının anlaşılmasıdır.[20]
İnsan duygu, düşünce ve inanç gibi değişik yönleri olan karmaşık
bir varlıktır. Bu sebeple kişilik bir şahsın veya şahısların girdikleri
davranışların yapısal ve dinamik özelliklerini gösterir.1
Bir kişiyi ele alıp yoğun bir şekilde incelemek istersek, bu
kişinin neye benzediğini (özellikleri, bu özellikleri nasıl düzenlediği), bu
tarzını nasıl elde ettiğini (şahsiyetinin belirleyici öğeleri, genetik ve
çevresel güçleri) ve niçin bu şekilde davrandığını (kişinin motivasyonel
yönlerini) araştırmamız gerekir.[21]
[22]
Buna göre kişilik “bir insanı nesnel ve öznel yanlarıyla
diğerlerinden farklı kılan, duygu, düşünce, tutum ve davranış özelliklerinin
tümü ve bireyin yapılaşmış bir ilişki biçimi”[23]
şeklinde tanımlanabilir. Eğer duygu, düşünce, tutum ve davranışlarda tutarlılık
gerçekleşmişse o kişideki kişisel bütünlüğün varlığından söz edilmektedir.[24]
Kişiliğin tanımındaki bu öğeler, insanın görünüşü, hareketleri,
jestleri, mimikleri ve çevreye uyumuyla dışarıya yansır. Bu özellikler kişinin
giyim, kuşam, yürüyüş biçimi, el-kol hareketleri, ses tonu, öfkelenme ve hoş
karşılama gibi bütün davranışlarında kendini gösterir.[25]
Geniş açıdan bakıldığında kişilik, bir kişiyi öbüründen ayıran
bütün çizgileri ve nitelikleri kapsar. Zira onun fiziki, zihni ve hissi yapısı,
güdüleri, tecrübeleri, alışkanlıkları, çevresi, çevresinde kendisine açık olan
imkânların hepsi ve bunların birbirlerine etkisi, organize olmuş bir sistem
olarak ferdin kişiliğini etkiler. Kişilik yapısı olarak ferdin davranışları,
düşünceleri, duyguları, söyledikleri ve yaptıkları bu faktörlerden etkilenir.[26]
Sağlıklı bir şahsiyetin taşıması gereken özellikler şunlardır:
bütünlük, devamlılık, uyum ve müstakillik. Bu vasıfların tezahür ettiği sosyal
ortamları da unutmamak gerekir. Çünkü ferdin davranışları, sosyal etkilerden
uzak tutulamaz.[27]
Şahsiyetin iki ana özelliği vardır; ferdi ve sosyal. Ferdi
yönü iç gözlemle tanınabilen sübjektif dünyasını, sosyal yönü de dışarıdan
görünen, başkalarına bakan, başkalarıyla ilgili taraflarını oluşturur.1
Kişiliğin başkalarıyla ilgili taraflarını oluşturan sosyal yönü,
bu kavramın kimlik kavramıyla olan bağlantısını açıklamaktadır. Çünkü
kişilik temelde bireye özgü olsa da bireyin kimliğiyle de yakından ilişkilidir.
Bir grubu, bir milleti, bir topluluğu diğerlerinden farklılaştıran özelliklere
bağlı olarak şekillenen kimlik ferdin aidiyet hissiyle bağlı olmasından
kaynaklanmaktadır.[28]
[29]
Ancak unutmamak gerekir ki ait olunan grupların dünya görüşü, ideal insan
tasarımı vs. o gruplardaki bireylerin kişilik yapılarını derinden etkilemekte
ve biçimlendirmektedir. Aslında kişilik ile kimlik arasındaki ilişki bireysel
ile toplumsal olan arasındaki ilişkiyi özetlemektedir. Üst çatı olarak kimlik
bizi ötekinden ayırırken, kişilik beni diğerinden ayırmaktadır. “Biz” ile “ben”
arasındaki ilişki kimlik ile kişilik arasındaki bağlantıyı oluşturmaktadır.
Kişilik, benlik ve kimlik kavramlarını da içinde
taşımaktadır. Benlik bireyin kendine bakış tarzı, kendini algılaması ve
değerlendirmesi hakkındaki görüşleridir. Bireyin davranışını tespit eden
değerlerin, amaçların ve ideallerin bir organizasyonu olarak tanımlanmaktadır[30]
“Kimlik ise insanın sosyal dünyada kendisini nasıl tanımladığı ve nereye
konumladığını yansıtmaktadır. Bu sebeple o, bireylerin ve grupların ayırıcı
özelliklerinin bütünü olarak tanımlanabilir.”[31]
İslam’ın kolektivist/toplulukçu yapıya ziyadesiyle önem vermesi
İslam kültüründe kişiliğin şekillenmesinde kimliğin çok önemli bir fonksiyon
üstlendiğini ortaya koymaktadır. Çünkü hem İslamî kimlik, hem de İslamî kişilik
takva üstüne kuruludur. Başka bir deyişle bir müslümanı müslüman olmayanlardan
ayıran temel unsur takva olduğu gibi, müslüman bir bireyi diğer müslümanlardan
ayıran da duygusal, düşünsel ve davranışsal olarak kişiliğinde takva ölçülerini
ne kadar yaşatabildiği meselesidir.
Kişilik kuramcıları, kişilik psikologlarının kişilikle ilgili
hangi konuların üzerinde durmaları gerektiği hususunda farklı görüşlere
sahiptir:
Frued’a göre kişilik üç bölümden oluşur. Bunlar benlik (ego), alt-
benlik (id) ve üst-benlik (süper ego) dur.[32] Freud insan davranışının
dürtüler ya da içgüdüler olarak tercüme edilen kuvvetli iç güçler tarafından
güdülendiğini belirtmiştir. İki ana tip içgüdümüz olduğunu söyler. Bunlar yaşam
ya da cinsellik içgüdüsüyle ölüm ya da saldırganlık içgüdüsüdür. 1Ayrıca
bilinç, bilinç öncesi ve bilinçaltı ayrımı yapar. Düşüncelerimizin büyük kısmı
bilinçaltında bulunmaktadır. Özellikle bozuk davranışın temelinde yatanlara
ulaşmanın yolu psikanalizdir.[33]
[34]
Yeni Fruedcular olarak adlandırılan Adler, Jung, Erikson, Horney,
Fromm, Sullivan gibi kuramcılar bu yaklaşıma çeşitli itirazlar getirmişlerdir.
Bu itirazlar çoğunlukla Frued’un kuramının olumsuz tutumuna, yetişkin
kişiliğinin yaşamın ilk beş ya da altı yılında gelişip şekillendiğini düşünüp
daha sonraki tecrübelere önem vermemesine, içgüdüsel etkileri gereğinden fazla
vurgulamasına yöneltilmiştir.[35]
Bu Kuramcılardan Adler’e göre insan, içerisinde yeterli olma,
başarılı olma veya “üstün olma” gibi bir duyguyla dünyaya gelmiştir. İnsanın
kişiliğini oluşturan bu duyguyu kullanarak gerçekleştirdiği çabadır. Yani insan
kişiliğini oluşturan en etkili faktör üstün olma istek ve çabasıdır.[36]
Adler yaşamın ilk birkaç yılının kişilik oluşumundaki etkisini kabul etmiş ve
buna anne-babaların etkisini de vurgulamıştır.[37]
Jung, kişisel bilinçaltından başka hepimizin ortak bir
bilinçaltına sahip olduğumuzu ve bunları atalarımızdan aldığımızı söyler.[38]
Allport kendilik kavramı üzerinde duran kuramcılardan biridir.[39]
Allport’a göre insanları önceden belirlenmiş kalıplara sokmaktansa bireyi kendi
içinde inceleme yaklaşımıyla kişiliği oluşturan özellikleri yakalamak mümkün
olacaktır. Burada incelenecek özellikleri belirleyen araştırmacı değil; bireyin
kendisidir. Allport belirli yetişkin davranışlarının izlerinin çocukluğa kadar
gittiğini ancak ikisinin aynı güdülerden kaynaklanmadığını söylemiştir.[40]
Eysenck kişilikteki bireysel farklılıkların biyolojiden kaynaklandığını
söylemektedir. Henüz iki-üç yaşındaki çocukların bile kişilik farklılıkları söz
konusudur.[41]
Carl Rogers, benlik bilincine önem verir. Bir kimsenin benlik
bilincini onun kendisiyle ilgili görüşlerinin oluşturduğunu söyler. Olumlu bir
benlik bilinci oluşturabilmemiz için koşulsuz sevgi ortamında yetişmemiz
gerekmektedir.1
Görüldüğü üzere yukarıda saydığımız kuramcılar ve başkaları
kişiliği incelerken seçtikleri ve odaklandıkları hususlara göre kişiliğe farklı
yaklaşımlar getirmişlerdir. Tüm bu değerlendirmelerden yola çıkarak diyebiliriz
ki herhangi birinin kişiliğini incelerken üzerinde durulması gereken konular
hakkında bir fikir birliği söz konusu değildir.
Karakter kelimesi Fransızca asıllı olup “bir bireyin kişiliğini
oluşturan ve çevresine gösterdiği tepkileri belirleyen sürekli, duygusal
niteliklerin tümüdür.”[42]
[43]
Bu kelime dilimizde “tabiat” kelimesi ile karşılanmaktadır.[44]
Tabiat, bir kimsenin temel kişiliğini oluşturan özellikler, eğilimler bütünü,
huy, karakter[45]
anlamlarına gelmektedir.
Allport kişiliği anlatırken mizaçtan başka karakterden de söz
etmiştir. Ona göre karakter ahlaki değer taşır ve bireyin davranışının iyi ya
da kötü olarak değerlendirilmesidir.[46]
Karakter kişilerde doğuştan itibaren mevcut bulunmaktadır. Karakter
adını verdiğimiz bu eğilimler çevrenin tesiri sonrası kuvvetlenir. Karakter
doğuştan olmakla beraber değişmezlik ve süreklilik arz eder. Bireylerin toplum
değerlerine, kültürüne ve ahlak kurallarına uygun davranış gösterme özelliği
karakter olarak ifade edilir. Karakter kişiliğin iskeletini oluşturur. Mizaç ve
karakter birlikte kişiliği oluştururlar.[47]
Karakter özellikleri, insanlar arası ilişkilerde gösterilen tutum
ve davranışa, onlar üzerinde bırakılan etki sonucuna göre tayin edilir.
Dürüstlük, güvenilirlik, yiğitlik, adaletlilik, şeref ve haysiyetine düşkünlük
ve cömertlik gibi bir takım ahlaki ve dini faziletler bu karakter
özelliklerinin belirlenmesindeki en önemli ölçülerdir. Bunlar aynı zamanda
Müslüman kimliğinin de ayırıcı vasıflarıdır.
Karakter müspet ya da menfi yönde gelişebilir. Bu bakımdan
“karaktersiz kişi” den bahsetmemiz mümkün değildir. Bu kişiye “kötü karakterli”
demek daha doğru olacaktır. Zira karakter “ruhta iyice yerleşen prensipler
vasıtasıyla her irade fiilinin kesin ve muayyen olması üzerine ruhun istikrar
kazanmış halidir.”1 Bu istikrar müspet ya da menfi yönde olabilir.[48]
[49]
1.3.
Karakter ve Kişilik
Kavramlarının Farkı
Karakter ve kişilik kelimeleri aynı anlamda kullanılabilmektedir.
Oysaki bu iki kavram arasında farklılıklar vardır. Kişilik kavramında insanın
bütün varlığı, bütün mahiyeti akla geldiği halde; karakter kelimesinde bütün
varlık akla gelmez. Kişilikte duygu, düşünce, hareket tarzları topyekûn göz
önünde bulundurulur. Karakterde ise daha ziyade yalnız iradeyi harekete getiren
düsturlar akla gelir.[50]
Karakter kavramının, kişilikten en önemli farkı; karakter
sözcüğünün ekseriyet itibarıyla ahlaksal özellikleri anlatmak üzere
kullanılmasıdır. “Karakter, kişiye özgü ahlaki davranışların bütünü olup
insanın bedensel, duygusal ve zihinsel faaliyetine çevrenin verdiği değerdir.”[51]
Bu sebeple karakter toplumun mevcut ve ideal kimlik algılarına göre
değerlendirilir.
Kişilik, karakterden daha geneldir ve onu da kapsar. Böylece
karakter kişiliğin daha çok toplum değerlerince oluşturulmuş şeklidir. Çünkü
kişilik karakteri de içine almak şartıyla bir insanın kendine has fiziksel ve
ruhsal bütün özelliklerini içeren bir terimdir.[52]
ANALİTİK AÇIDAN HZ.PEYGAMBER’İN TEMEL KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ
2.1.
Emin Oluşu
(Güvenilirliği)
Emin kelimesi sözlükte, “kendisine güvenilen, hıyanet etmeyen,
sözünde duran, vefalı; başkalarından korkmayan kimse”1 anlamına
gelir.
Emniyet, bütün peygamberlerin ortak özelliğidir.[53]
[54]
Onların bu özelliği taşımaları aksini düşündürmeyecek katiyette zaruridir. Çünkü
onlar ilahi vahyin kaynağıdırlar. Bir peygamber ile halkı arasındaki iletişimin
kalitesinden söz etmek için yani etkileyici bir iletişimin gerçekleşebilmesi
için kaynağın güvenilirliği ön şarttır.[55] Bu açıdan iletişim (tebliğ) in
kaynağı olan peygamberlerin de güvenilir olmalarının arandığından söz
edebiliriz.
Hz. Muhammed diğer peygamberler gibi güvenilir bir insandı.
Risaleti öncesinden beri insanlara güven telkin etmekte bu sayede de emin
sıfatıyla tanınmaktaydı.[56]
Mekkeliler onun güvenirliliğini çok iyi bilmelerinden ötürü kendisine en
kıymetli eşyalarını emanet etmekten çekinmemekteydiler.[57] [58] Bu güvenlerinin boş olmadığını
göstermek açısından, Mekke’den Medine’ye hicret etmeden önce, Hz. Ali’yi yerine
vekil bırakıp, kendisini öldürmek için gelen kabilesinin değerli eşyalarını
sahiplerine iade etmesi hususunda görevlendirmesini zikre değer görüyoruz.
Kureyş’in en tecrübeli adamlarından olan Nadr b. Haris onu şöyle
değerlendirmekteydi: “Ey Kureyş! Başınıza gelen felaketi bertaraf etmediniz.
Muhammed sizin gözleriniz önünde büyüdü. Hepinizin en doğrusu, en iyi huylusu,
en güvenilir kişisi odur ”'
Propaganda hedefini etkilemek için güvenilirliğin şart olmasının
yanında güvenilirliğin koşulu da, kaynağın propaganda yardımı ile bir çıkar
beklentisi içinde olmamasıdır. Propagandanın ilettiği mesajlar kaynağın çıkarı
ile özdeşleştirildiğinde iletişim etkileyici olmaktan çıkar1. Hz.
Peygamber’in, başlattığı tebliğ çalışmasında hiçbir maddi çıkar beklentisinde
olmaması onun güvenilirlik derecesini artırmıştır. Allah onun
beklentisizliğini, çıkar peşinde koşmadığını şöyle anlatmaktadır: “(Resulüm!)
Deki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka
türlü görünenlerden de değilim.”[59] [60]
2.1.1.
Güven Toplumu
Oluşturma Çabası
Hz. Peygamber güvenin ve emniyetin temsilcisi bir insan olmakla
beraber yetiştirdiği kimseler de büyük ölçüde kendisi gibi güvenilip
dayanılabilecek kimselerdi. Bu kimseler kalplerinde maneviyatın maddiyata
galebe çaldığı, öteki hayat ve hesap verme bilincinden ötürü dürüst ve gayretli,
idareden sorumlu olunca merhametli, zenginliklerinde cömert, sıkıntılarında
sabırlı, adalet konusunda imtiyaz tanımaz, kendilerine emanet edilen konuların
üstesinden gelmede gerçek bir namusluluk içinde olan kimselerdi.[61]
Hz. Peygamber emaneti olmayanın imanı olmadığını[62]
emanete hıyanetin münafığın alameti olduğunu[63] söyleyerek bu meselede söz
verecek kimselere cenneti garanti etmiştir.[64] [65] [66] O gerçek mümini ise şöyle
tarif etmektedir: “Hakiki mümin odur ki, insanlar malları ve canları
hususunda ona karşı emniyet içindedirler.”1
Yüce Allah müminlerin meziyetlerini sayarken “Onlar ki
emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler. Onlar ki şahitliklerini dürüst
yaparlar”3 demekte, emanetin önemli bir kişilik özelliği
olduğunu vurgulamaktadır.
Yukarıdaki ayete bakıldığında adalet ve emniyet arasındaki sıkı
bağlantı dikkatten kaçmayacaktır. Emniyet adaletin hem sebebi hem de sonucudur.
Zira adil olmanın yolu emin olmaktan geçer[67], adalet de emniyeti doğurur.
Bu konuda Allah şöyle buyuruyor: “Gerçekten Allah size, emanetleri ehline
vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi
emreder.”1
Bir yerde barış ve güvenin devamının güvenilir insanların söz
sahibi olmasıyla mümkün olacağı açıktır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle bir
tespitte bulunmaktadır; “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekleyin! ”
Sahabenin emanetin nasıl zayi olacağı hakkındaki sorusuna “îş, ehli olmayana
verildiği zaman”'1 şeklinde cevap veren Hz. Peygamber, toplumun
güvenini sağlamanın güvenilirlik vasfını taşıyan vazifeliler tarafından
oluşturulacağını anlatmış olmaktadır.
Allah emniyet vasfına sahip olmayan kimselerin yapacakları icraatı
şöyle anlatmaktadır: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman
‘Biz ancak ıslah edicileriz ’ derler. Şunu bilin ki onlar bozguncuların ta
kendileridir. Lakin anlamazlar.”[68] [69]
[70] Bu ayet de yukarıdaki
hadisin anlam itibariyle paralelinde bulunmakta ve “sorumluluk verilme
açısından güven telkin etmeyen bir kısım insanlar kurulu düzene zarar veren
bozguncular” olarak nitelenmektedir.
Hz. Peygamber gerçek bir emniyet insanı olmakla beraber toplumun
içinde bulunduğu zulüm ve kokuşmuşluğa çareler arıyor, bir güven toplumu
oluşturulması hususunda fikir sancısı çekiyordu. Toplumun dertlerine duyarlı
bir insandı ve ifsat olmuş bu topluluk hakkında tefekkür etmek amacıyla Hira
Mağarası’nda uzlete çekilirdi.[71]
İlk vahiy tecrübesi, çektiği fikir sancıları sonrasında yaşadığı bir deneyimdi.
Rısaleti öncesinde haksızlığa uğrayanların hakkını korumak için kurulan
Hilfu’l-Fudul cemiyetinin aktif üyesiydi.[72] O, böyle bir birlikteliğe
katılmaktan iftihar eder, “Kırmızı develere sahip olmam karşılığında bile
onu bozmak istemem” derdi.[73]
Bu cemiyete üye olmaya addettiği bu değer, onun hak gaspları karşısında, mal ve
can güvenliği hususunda sahip olduğu hassasiyeti ve bu zaviyeden güvenilir
kişiliğinin îslamî kimliğinden ayrı olarak tezahürünün belirgin bir
örneğidir.
Emin bir toplum oluşturmak için düşmanlığa set çekmeye, kötülüğü
ortadan kaldırıp iyiliği ve kardeşlik düşüncesini yaymaya çalışmıştır. Bunun
için Müslümanların birbirlerinden emin olması gerektiğini söylemiştir. O, bu
doğrultuda şunları söylemektedir: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve
dilinden emin olduğu kimsedir.”1 “Müslüman’a sövmek fasıklıktır, ve
onu öldürmek küfürdür.”'1
Onun beyanlarına göre hayırlı bir insan olup cennet ehlinden
sayılmak, yalnızca namaz, oruç gibi ibadetlerle yetinmekle mümkün olmaz.
Kötülüğünden çevresindekiler emin olmayan kimse cennete giremez.”[74]
[75]
[76]
[77]
Böyle yoğun bir şekilde ibadet eden ancak komşusuna kötülük yapan bir kadın
için Allah Rasûlü “O kadında hayır yoktur, o cehennemliktir” demiştir.
Hz. Muhammed, toplumdan kötülüğü kaldırmaya, onun yerine iyiliği
ikame etmeye çalışmış, bunun için “Her iyilik bir sadakadır”[78]
[79]
buyurarak hiçbir iyiliği küçük görmemeyi tavsiye etmiştir. Ancak iyiliğin neye
göre iyilik olacağı konusunda da yine İslamî kimliğin belirlediği çerçeve
referans verilmiştir. Ama yine de iyilik oluşu ile ilgili ittifak edilecek,
üzerinde şüphe bulunmayan hususlar söz konusudur. Bu şöyle örneklendirilir. Ebu
Hureyre’den gelen bir rivayette Hz. Peygamber buyurdu ki: “Bir adam yolda
yürürken yol üzerinde bir diken dalına rastladı. Onu alıp dışarı attı. Cenabı
Hak bu davranışından memnun kalarak onu mağfiret etti. ’” Burada iyilik
düşüncesine sahip olmak, tasvip edilen bir kişilik özelliği olarak İslamî
kimliğe bağlanmaktadır.
Müslim şarihi Nevevi’nin “Din nasihattir”[80] hadisi bağlamında getirdiği
açıklamalar, vicdanen iyilik olarak görülen şeylerin dini anlamda da iyilik
olduğunu, dinin, iyiliği öğütlemek ve bu tavsiyeleri uygulamak olduğunu
göstermektedir. Nevevi’ye göre dinin bütün Müslümanlar için nasihat olması,
Müslümanları aldatmamak, haset beslememek, onlara ezada bulunmamak, onlara
erişecek zararları engellemek, iyiliklerine olacak şeyleri celbetmek,
ayıplarını örtmek, kavlen ve fiilen yardımda bulunmak, herkese şefkat beslemek,
büyüklere saygılı küçüklere merhametli davranmak ve bu hususlarla ahlaklanmaya
teşviktir.[81]
Bunlar aynı zamanda dinî kimliği oluşturmaktadır.
Allah toplumda güvenin yayılması için iyilik düşüncesine önem
vermiş bir iyilik yapana daha iyisi ile karşılık verileceğini söylemiştir.”1
Hz. Peygamber’e göre her iyilik bir sadakadır, ancak bunu da yapamayan birisi
kötülük işlemekten kendini alıkorsa bu da onun için bir sadaka olur.[82]
[83]
[84]
Hz. Peygamber toplumda emniyeti sağlamak ve korumak için
inananların birbiriyle kardeş olmasını, dargınlıklara ve küskünlüklere son
verilmesini istemiştir.[85]
Medine’de Kureyş’le Ensar arasında kardeşlik sözleşmesi akdederek
insanları birbiriyle kardeş ilan etmesi bu konudaki açık örneklerden biridir.[86]
Allah müminler arasındaki kardeşliğe şöyle işaret etmektedir: “Müminler
ancak kardeştirler. Şu halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah ’tan
korkun ki merhamet olunasınız.”5 Ayetlerin delaleti ve Hz.
Peygamber’in uygulamaları ile toplumda güven ve dolayısıyla huzuru sağlama,
yapıcı ve birleştirici olmak gibi karakter özelliklerine sahip olmak, istenilen
özellikler olup bunlar önce Hz. Peygamber’de belirginleşip dinî kimliğin
içindeki yerini almıştır.
O, kardeşliği bozacak bütün davranışları yasaklayarak, birliği,
emniyeti güvence altına almıştır. Bunun için kötü zan, haset, gıybet ve
koğuculuk gibi ayrılığa düşürücü tutumlara karşı kesin tavır almıştır. Bu
hususlarla ilgili şöyle tespitlerde bulunmaktadır: “En kötüleriniz,
koğuculukla dolaşanlar, dostların arasını bozanlar, birbirlerinden ayrı
kalmakla fesadı isteyenlerdir. ”[87] [88]
“Zandan sakınınız, çünkü zan sözün en yalanıdır. Alışverişlerinizde birbirinizi
aldatıcı hareketlerde bulunmayın, birbirinizi çekememezlik etmeyin.”1
Öncelikle Hz. Peygamber’in temel karakter özellikleri arasında yer alan bu
kişiler arası münasebetlerde hakların korunması ve herkese iyilik düşüncesi ile
yaklaşılması prensibi, İslam Dini’nde insanlarla iletişimin düsturları haline
gelerek İslamî kimliğin bir öğesi olarak bütün üzerindeki yerini almıştır. Yani
Hz. Peygamberin bahsettiğimiz karakter özellikleri modellenmiş bir şahsiyetin
unsurları olarak dinî kimliği oluşturmuştur.
Hz. Peygamber ayıplamayı, dil uzatmayı, birbiriyle alay etmeyi
yasaklamıştır. Kendisi asla bu nevi davranışlarda bulunmazdı. O şöyle buyurur: “Mümin,
dil uzatan değildir, lanet edici değildir, kötü iş yapan değildir, kötü söz
söyleyen değildir.”1
Allah bu mevzuda şunları söylemektedir: “Ey iman edenler!
Hiçbir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Olur ki alay edilenler,
kendilerinden daha hayırlıdırlar. Bir takım kadınlar da diğer kadınlarla alay
etmesinler. Olur ki alay edilenler, kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Hem
birbirinizi ayıplamayın ve kötü lakaplarla atışmayın. imandan sonra fasıklıkla
adlanmak ne kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
”[89]
[90]
[91]
: “Vay haline her gıybetçinin (kaşıyla, gözüyle işaret edip) yüze karşı
eğlenenin.”3İşte bu ifadeler dinî kimliğin iyilik düşüncesinin
yaygınlaştırılıp kötülüğün ortadan kaldırılması içeriğini oluşturan tarafının
birinci el kaynaklarıdır.
Hz. Aişe boyunun kısalığı sebebiyle Hz. Safiye’yi ayıplamaya
kalkıştığında Hz. Peygamber’in cevabı kötülüğü her ne şekilde olursa olsun
önleme şeklinde kendini gösteren birleştirici karakterini ve güvenilir olması
şeklinde belirttiğimiz kişilik özelliğini göstermektedir. Bahsettiğimiz mevzuda
Hz. Aişe’ye cevabı şöyle olmuştur: “Bir söz söyledin ki denizin suyuna
karıştırılsa onu bile bozardı” Bu şekilde Hz. Aişe’yi tenkit ettikten
sonra, kendisine karşılığında dünyanın en iyi nimetleri verilse bile bir başkasını
taklit etmekten hoşlanmayacağını söylemiştir.[92]
Allah Rasûlü toplumda insanların birbirlerinin haklarına saygılı,
kötülüğü elinden, dilinden ve zihninden silmiş, hep iyilik düşüncesi ile oturup
kalkan kimseler olması hususunu gerçekleştirmek için çabalamış, böyle
insanların birbirlerini karşılamalarının ise selamla olacağı üzerinde
durmuştur. Selam veren, taşıdığı iyi niyetler hakkında kendisine
güvenilebileceğini ifade etmiş olmaktadır. Böylelikle selamın yayılmasıyla
toplumda emniyet ve güven yayılmış olmaktadır. Hz. Peygamber bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
Abdullah İbni Amr’dan rivayet edildiğine göre, bir adam dedi ki: “Ya
Rasûlullah! İslam’ın hangi işi daha hayırlıdır? Peygamber şöyle dedi; Yemek
yedirmen ve tanıdığına, tanımadığına selam vermendir.”[93]
Yukarıda güvenilirlik hakkında yapılan Kur’an ve hadis kaynaklı
değerlendirmeler, Hz Peygamber’in risalet öncesinde de sahip olduğu bu kişilik
özelliğinin İslamî kimliğin vazgeçilmezlerinden olduğunu göstermesi açısından
önemlidir. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in güvenilirlik vasfı onun önemli bir
kişilik özelliği olması yanında inananlara daimi surette tavsiye ettiği ve
gerçek mümini sahtesinden ayıran bir ölçüt olarak dinî kimliğin de sahasına
girmektedir.
2.1.2.
Rabbinden Emin
Oluşu ve Tevekkülü
Hz. Peygamber tüm insanlar için emniyet kaynağı olmasının yanında
rabbine karşı da tam itimat göstermiş hayatını tevekkül ve emniyet içinde
geçirmiştir.
Hicret yolculuğu esnasında Sevr mağarasına sığındıkları bir sırada
Mekkeliler’in, bulundukları yere yaklaşmaları ve seslerinin çok yakından
duyulabilmesi Hz. Ebu Bekir’de endişe yaratmasına rağmen asıl tehlikede bulunan
Hz. Peygamber’in endişesizliği ve arkadaşını teskin etmesi kayda değerdir. Bu
durum onun rabbine itimadını göstermektedir. Bu vaziyette arkadaşına söylediği
sözler şöyledir “Korkma! Allah bizimle beraberdir. İki kişi hakkında zannın
nedir ki onların üçüncüsü Allah’tır. ”1 Allah bu olayı daha
sonra ilahi beyanda tasvir etmiş ve Resûl-ü Ekrem’e ‘sekine’yi yani tam
bir emniyet halini indirdiğini açıklamıştır.[94] [95]
Allah pek çok yerde Hz. Peygamber’i ve inananları her ne olursa
olsun kendisine dayanıp güvenmeye çağırmaktadır. Zira Allah kendisine güvenenler
ve sonsuz bir itimat gösterenler için yeterli olduğunu sık sık
hatırlatmaktadır.[96]
Gerçek tevekkülü yakaladıklarında bir kısım insanların müminleri korkutmaları,
yalnızca onların Allah’a imanlarını artırma neticesini doğuracağını
söylemektedir[97]
Allah Hz. Peygamber’e kendisini koruyacağı hususunda garanti
vermekte ve kendisine güvenmesi gerektiğini hatırlatmaktadır.[98] Hz. Peygamber de bu
garantiden hiçbir şüphe duymamaktadır.
Allah Resûlü bir sefer dönüşü, bir ağacın altında dinlenmekte iken
bir adam ağaçta asılı duran kılıcını alarak başına dikilip “Şimdi seni benim
elimden kim kurtaracak?” diye sorduğunda Hz. Peygamber’in hiç telaş
göstermeden “Allah” diye bağırması1 da önemlidir. Kendine
güven davranışı şeklinde bir kişilik özelliği olarak nitelendirilebilecek bu
davranıştaki harekete geçirici güç kendine güvenden ziyade Allah’a kesin bir
itimatı içeren bir tevekkül davranışıdır diyebiliriz.
Herhangi bir insanın, basit bir fikir hususunda pek çok insanı
ikna etmesi, savunduğu düşüncede gerçekten kararlı olması ile mümkündür.
Savunduğuna kendisi inanmayan, ortaya koyduğu şeye güvenip başarı elde
edeceğinden emin olmayan bir insanın çabası hedefe ulaşmadan nihayete ermek
zorunda kalır.
Hz. Peygamber’in getirdiği hayat nizamı Mekkelilere göre, kabul
edilmesi zor mesajlar içermekteydi. Davetini insanlara ulaştırmak isteyen Hz.
Peygamber de aslında ağır bir yükün sorumluluğunu taşıdığının farkındadır.
Çünkü Mekkelilerin yerleşmiş ve katılaşmış inanç ve alışkanlıkları vardır.
Oysaki Hz. Peygamber’e gelen ilahi vahiy, sosyo-kültürel ve dini yapının büyük
oranda değiştirilmesini içermektedir.
Hz. Muhammed, yeni bir inanca olan çağrısını, öncelikle kendisi
kabul etmiş, kendi çağrısına ilk olarak kendisi iman etmiştir. Allah bunu şöyle
açıklamaktadır: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti,
müminler de (iman ettiler).”[99] [100]
“O, davetini başkalarına iletmeden önce kendi inancının tüm sonuçlarını
kabullendi ve hayatını bu inanca adadı.”[101]
Mekkeliler, yeni dine karşı amansız bir mücadele içerisine
girmeleri, bu süreçte sözlü ve fiili şiddet ve saldırganlık sergilemeye
başlamalarına karşılık Hz. Peygamber’in inandığı davasını her şart altında
savunmaya devam etmesi, müşriklerin talepleri sonrası yeğeni ile konuşan amca
Ebu Talib’e “Amca! Sen de mi beni terk etmek istiyorsun? Canımı eli altında
tutan o Allah’a yemin ederim ki, şu ilahi tebliğ vazifemi terk edeyim diye
güneşi sağ elime ayı da sol elime verip bana bağışlasalar, sen bile beni
bırakıp terk etmiş olsan onların bu dediklerini yapmam. Rabbim Allah bana
yeter.[102]” şeklinde cevap
vermesi bize başlattığı hareketin doğruluğuna ve gayretlerinin sonucunu mutlaka
göreceğine inanan, azimli, kararlı bir mücadele insanının profilini
göstermektedir. Hz. Peygamber’in böylesi sıkıntılı bir dönemde tereddütsüzlük
göstermesi onun kişiliğinin sağlamlığını ve davası konusundaki kararlılığının
göstergesidir.
Hz. Peygamber “Senin için netice, başlangıçtan elbette daha
hayırlıdır”1 ilahî vaadine ilk inanan kimsedir. Gördükleri
işkenceden şikâyetle yanına gelenlere “Allah bu işi mutlaka tamamlayacaktır.
Öyle ki bir yolcu San’a’dan Harda-mevt’e kadar yürürken sadece Allah ’tan ve
koyunlarına saldıracak olan kurttan korkacaktı ”2 demesi başlattığı
harekete duyduğu güveni göstermektedir
Hz. Peygamber başaracağına önce kendisi inanmış ve daha sonra da
bu inancını gerçekleştirmiştir. “Çünkü insan davranışlarını yönlendiren
kuvvetler arasında inançtan daha güçlüsü yoktur.”[103] [104] [105] Allah da Hz. Peygamber’in
davasının başarıya ulaşacağı hususunda, ona moral desteği olacak ayetlerle
desteklemiş, inananların yeryüzünün varisleri olacaklarını açıklamıştır.[106]
2.1.4.
Kendinden Emin
Oluşu ve Lider Kişiliği
Özgüven ya da kendine güvenmek de diyebileceğimiz bu özellik büyük
başarılar kazanan özel insanların temel niteliklerindendir. Çünkü aradığını
bulmanın, umduğuna ulaşmanın ilk şartı, önce o şeyin olabilirliğine karşı inanç
geliştirmektir. Başarıya ulaşmak için kararlı olmak şarttır.[107]
Zira başaracağı ile ilgili yoğun bir inanç geliştiren insanlar
kimilerince imkânsız görülen şeyleri umulmayan bir rahatlıkla
başarabilmektedirler.
Bu açıdan bakıldığında Hz. Muhammed, bahsettiğimiz bu özel
insanlardan biridir. Çünkü kabalığın, kural dışılığın, vahşetin olağan
karşılandığı bedevi bir toplumdan, hassasiyet sahibi, duyarlı medeniler
çıkarmak azımsanacak bir başarı olmasa gerektir. Hz. Muhammed bu büyük değişimi
gerçekleştirirken, başaracağından ve neticeden hiçbir şekilde şüphe etmemiştir.
Sonuçtan öyle emindir ki, kendisine tabi olanların seçimlerinden ötürü
en sıkıntılı günleri yaşadığı ve bu durumdan şikâyetle kendisinden yardım
istedikleri bir zamanda, bu yeni dinin getireceği huzur ortamını o zamandan
açıkça görebilmekte ve tasvirini çizebilmektedir. 1Yine Kureyş
yanındayken Ebu Talib’in Hz. Peygamber’e hitaben “Ey kardeşimin oğlu! Kavminden
ne istiyorsun” sorusuna cevabı da çok dikkat çekicidir. Tamamen güven içinde
şöyle demektedir: “Kendilerinden bir kelime istiyorum. (La ilahe illallah
diyecekler.) Eğer söylerlerse bütün Araplar o kelime sayesinde kendilerine
uyacak bütün Acem o kelime sayesinde cizye ödeyecek.'’”[108]
[109] Bu ise onun
başlattığı hareketteki ciddiyeti yanı sıra kendine güvenini de açıklamaktadır.
Burada ayrıca şu noktaya da değinilmelidir: Hz. Muhammed hakikat olduğu iddiası
ile getirdiği şeyleri öncelikle kendisi bizatihi kabul etmiştir. Bu bir inanma
fiilidir ve Hz. Muhammed bundan fazlasını da yaparak peygamberlik görevini de
üstlenmiştir. Bu üstlenme yalnızca getirdiği değerlere sarsılmaz bir imanı
değil, yüksek bir cesareti de gerektirmektedir; çünkü alaylara, tahkirlere ve
saygısızlıklara maruz kalacaktır.[110]
Kendine güven, zor durumlara cesaretle karşı durabilmeyi
sağlayan önemli bir özelliktir. Hz. Muhammed Allah’a tam bir itimat göstermekte
ve bundan aldığı güçle kendisine güven içerisinde bulunmaktadır. Onun hakkında
harplerdeki şecaati ile tanınan Hz. Ali’nin şöyle dediği belirtilmektedir: “Biz
harp meydanlarında sıkıştığımız ve içimize bir korku girdiği zaman derhal Allah
Resulü ’nün arkasına sığınır, itminan ve emniyete kavuşurduk.” [111]
Medine halkının bir gece vakti duydukları bir sesten ötürü korkup
endişeye kapıldıklarında Hz. Peygamber’in takındığı tutum dikkate değerdir.
Onun bir ata binerek Medine’yi dolaşıp hadiseyi incelemesi ve Endişe edecek
bir şey yok, neden korkuyorsunuz[112]
diyerek halkı teskin etmesi bir lider olarak ve diğer insanlardan daha fazla
olarak sahip olduğu kendine güven derecesi hakkında bir fikir vermektedir.
Görüldüğü üzere Hz. Muhammed kendisine güvenen bir insan olmakla birlikte bir
güven kaynağıdır da. Ona bu kazanımı sağlayan sahip olduğu lider kişiliğidir.
Yapılan araştırmalar göstermiştir ki; kişinin kendine güveni ile
liderlik arasında olumlu bir ilişki vardır. Kendine güveni olanlar lider olma
hususunda diğerlerinden daha şanslı iken, grup üyelerine güven aşılamaları
bakımından da önemli bir avantaja sahip olmaktadırlar. 1
Kendine güvenin yanında bir liderde bulunması gereken önemli
özelliklerden birisi de, en zor ve tehlikeli durumlarda dahi sükûnetini koruyabilmesidir.[113]
[114]Allah
Resulü’nün bir sefer dönüşü, bir ağacın altında dinlenmekte olduğu bir sırada
karşılaştığı bir hadiseye verdiği tepki konumuzla ilgilidir. Bir adamın
öldürmek maksadıyla ağaçta asılı duran kılıcını alarak başına dikilip “Şimdi
seni benim elimden kim kurtaracak?”diye sorduğunda Hz. Peygamber’in hiç
telaş emaresi göstermeden “Allah” diye bağırması[115] onun her durumda sükûnetini
koruyabilmesine yönelik liderlik yanını ortaya koymaktadır.
Lider, kritik zamanlarda duygusal ve düşünsel açıdan kendisini
denetleyebilen bir insandır. Sinirlerine hâkim olamayan, öfkesine yenilen
insanlar lider olamazlar.
Uhud savaşının ilk evresinde İslam ordusunda bir çözülme yaşanmış
pek çoğu bozularak kaçmış, Hz. Peygamber’i yaralı halde ve yalnız
bırakmışlardı. Yaptıkları seçimi sorgulayan bazıları “Bu işte bize bir şey
olsaydı, burada öldürülmezdik” demeye başlamışlardı. Bir kısmı verilen emri
dinlememiş, ganimet arzusuna yenik düşmüştü. Çok kritik bir durumda
bulunuluyordu. Böyle bir manzara karşısında lider konumunda bulunan kişinin
göstereceği tutum çok önemlidir.
Sinirlerin en gergin olduğu böyle bir durumda Hz. Peygamber
kendisini duygusal ve düşünsel açıdan denetleyemeyecek olsaydı, kurmaya
çalıştığı tüm yapı dağılır, asıl yenilgiyi o zaman yaşardı. Fakat lider
kişiliği ile Hz. Peygamber bu durumu kendi lehine çevirmesini bilmiştir. Tüm bu
bilgisizce yapılan davranışlara anlayışla yaklaştığını ilan eden Hz. Peygamber
insanları yeniden etrafında toplamayı başarmıştır. Bu durumu Allah şöyle
açıklamaktadır: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın.
Şayet sen kaba ve katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılır
giderlerdi.” [116]
Kendisini duygusal ve düşünsel açıdan denetleyip yeniden insanları
etrafında birleştiren Hz. Muhammed, ani bir kararla düşman ordusunun üzerine
yürüyüp yenilgiyi galibiyete çevirmiştir. Zaten liderlik hemen karar almayı ve
aldığı kararları da anında uygulamayı gerektirir1. Yani lider, zihinsel
nitelikler bakımından da ayrıcalık sahibidir. Uhud bunun gibi Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in lider kişiliğinin önemli tezahürleri ile doludur.
Bir insanın lider olmasında fiziksel niteliklerinin etkisinden
de söz edebiliriz. Bu durum tek başına yeterli olmasa da başlangıçta grup
üyeleri üzerinde olumlu etki yaratır.[117] [118] Hz. Peygamber (s.a.v.) de
fiziki yapı bakımından avantajlara sahiptir. Pek çok rivayette Hz. Muhammed’in
simasının etkileyici bir güzelliğe sahip olduğu, boyunun münasip uzunlukta
bulunduğu ve fiziki açıdan belirgin bir etkileyiciliğe sahip olduğu
anlatılmaktadır. Hz. Ali’den gelen bir rivayete göre kendilerini ansızın
görenler onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler fakat üstün vasıflarını
bilerek sohbetinde bulunanlar ise onu her şeyden çok severlerdi. Onun
üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: Ben gerek ondan önce,
gerek ondan sonra onun gibi birisini görmedim demek suretiyle onu tanıtma
hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi.[119]
Bir liderin yönlendirdiği kitle üzerinde etkili oluşu, onun güçlü
bir konuşma yeteneği ve ikna kabiliyeti sayesinde mümkün
olabilmektedir. Güçlü bir hitabete sahip olmayan ve ikna kabiliyetinden yoksun
olan birinin başarılı bir lider olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Bu şart
tek başına yeterli olmasa da liderliğin tamamlayıcı unsurlarındandır.
Hz. Peygamber yaşadığı toplumun en duru konuşanlarındandı. Bunda
onun çocukluğunu sütanne yanında geçirdiği Beni Sa’d yurdunun etkisi büyüktür.
Burası dilin en bozulmamış ve sade haliyle konuşulduğu bir çevredir. Hz.
Peygamber de kimi zaman bu durumdan iftiharla söz ederdi: “Ben sizin en
fasihinizim. Ben Kureyşliyim ve Beni Sa’d bin Bekr’de süt emzirildim. ”[120]
Konuşması açık ve seçikti. Sözleri tane tane söylerdi, hatta söylediği
kelimeleri saymak mümkündü[121].
Hz. Peygamber kendisinde bulunan ifade kudretini şöyle anlatmaktadır: “Ben
cevami’u’l-kelim ile gönderildim.”[122] Cevami’u’l-kelim
az sözle birçok manayı bir araya getirmek demek olup Hz. Peygamber’in
zorlanmadan konuşmasını ve ifadelerindeki akıcılığı belirtmektedir.
Hz. Peygamber’in ifadelerinin veciz ve akıcı olması yanında en
önemli özelliği, güçlü bir tesir gücüne sahip olmasıdır. Sahabeden Hâkim
b. Hizam Rasulullah’a birkaç defa müracaat etmiştir ve her defasında kendisine
mal verilmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber’in kendisini, dilenciliğe ve
hazırcılığa karşı bir dünya görüşünü yansıtarak, veren el alan elden
üstündür şeklinde uyarması, onda gerekli tesiri icra etmiştir ve Hâkim,
ömrünün sonuna kadar hiç kimseden hiçbir talepte bulunmamıştır.1
Hz. Peygamber üstün zekâsı ve ifade kudretiyle pek
çok meseleyi çözmüştür. Huneyn zaferi sonunda ‘müellefe-i kulub’ denilen ve
yeni Müslüman oldukları için kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen kimselere,
İslam’a henüz girmemekle beraber meyli olanlara, hoşnut tutulmazlarsa zararlı
olabilecek kimselere, ileri gelen şahsiyetlere elde edilen ganimetten fazla
miktarda pay verilmesi, Ensar gençleri arasında huzursuzluğa sebep olmuştu.
“Dar zamanda biz çağrılıyoruz, ganimet başkalarına veriliyor”, “Resulullah bu
taksimle Allah’ın rızasını gözetmemiştir” şeklinde sızlanmaların yüksek sesle
dillendirilmeye başlanması aynı zamanda Hz. Peygamber’in otoritesini de
sarsabilirdi. Bu söylentiler üzerine Hz. Peygamber sadece Ensar grubunun
çağrıldığı bir toplantı tertip ederek onlara şu etkileyici konuşmayı yapmıştır:
—Sizden bana kadar ulaşan bu sözler nedir? Siz yolunuzu şaşırmış
bir haldeyken ben sizi buldum da Allah benim vasıtamla sizi doğru yola hidayet
etmedi mi?
—Evet ya Resululah! Vallahi Allah’ın ve Resulü’nün nimet ve ihsanı
ile öyle oldu.
—Sizi fakir kimseler olarak buldum da Allah Teala benim vasıtamla
sizi zengin etmedi mi?
—Evet, vallahi, Allah’ın ve Resulünün fazl ve keremi ile öyle
olmuştur.
—Sizi birbirinize düşman halde iken buldum da benim vasıtamla
Allah Teala sizin kalplerinizi birbirine ısındırıp dost ve kardeş hale
getirmedi mi?
—Evet, vallahi, Allah’ın ve Resulü’nün sayesinde öyle olmuştur.
—Bana cevap vermiyor musunuz?
—Nasıl cevap verelim ya Resulullah?
—Vallahi isteseniz şöyle der ve doğru söylemiş
olursunuz: Sen bize kavmin tarafından tekzip edilmiş olduğun halde geldiğinde
biz tasdik etmedik mi? Perişan bir halde geldiğinde sana yardım etmedik mi?
Kovulmuş bir halde geldiğinde seni
bağrımıza basmadık mı? Muhtaç halde geldiğinde sana arka çıkmadık mı? bunları
diyebilirdiniz.
Ey Ensar İslam’a ısınmaları için onlara dünyanın yeşertisinden
bazı nimetler vererek, sizi dininize havale etmeme mi gücendiniz? İnsanlar
koyun ve develerden meydana gelen bir hayvan sürüsüyle buradan ayrılırken siz
Allah’ın Resulü ile yurdunuza dönmeye razı olmaz mısınız? Ruhum elinde olan
Allah’a yemin ederim ki, şayet hicret sevabı olmasaydı, mutlaka Ensar ’dan bir
fert olurdum. İnsanların tamamı bir vadiye sapsa Ensar bir başka vadinin yolunu
tutsa, elbette Ensar ’ın koyulduğu yola koyulurdum. Allah’ım Ensar’a rahmetinle
muamele buyur. Ensar’ın çocuklarına da, torunlarına da rahmetini ulaştır.
Ensar grubu bu sözler karşısında sakalları ıslanıncaya kadar
ağlayarak “Resulullah’ın taksimine de, bu taksimden nasibimizin Resulullah
olmasına da razı olduk”1 demişlerdir.
Eğer Hz. Muhammed bir lider olarak açık ve etkileyici bir
konuşmaya, yüksek bir ikna gücüne sahip olmasaydı, çıkan bu huzursuzlukta,
kurmaya çalıştığı bütün düzen yıkılır, başarısızlık kaçınılmaz bir sonuç
olurdu. Fakat o böyle bir durumda yüksek bir siyaset izleyerek gönülleri yine
kendisine çevirmiştir. Bu da onun etkili bir liderlik özelliğine sahip olduğunu
göstermektedir.
Hz. Muhammed büyük grupları etkilemede başarılı bir siyaset
izlediği gibi tek tek fertleri ikna konusunda da üstün zekâ örnekleri
göstermiştir. Zinaya ruhsat istemek amacıyla gelen gence yönelttiği zekâ ürünü
etkileyici sözleri, ikna gücünü göstermektedir. Bu sözlerinde gencin yapmak
istediği çirkin işin kendi yakın akrabası ile yapılmasını isteyip istemediği
sorularak[123]
[124]
muhatap empati yapmaya çağrılmaktadır.
Bir liderin taşıması gerekli temel niteliklerden bir diğeri de sorumluluk
sahibi olma, sorumluluklarının bilincinde olmadır. Yaptığı işin
sorumluluğundan kaçan birinin lider olması düşünülemez. Hz. Muhammed doğuştan
bu duyguya sahip olmakla beraber çocukluğunda sıklıkla yaptığı çobanlığın,
ondaki bu duygunun inkişafında etkili olduğunu düşünüyoruz. Çünkü çoban belli
sayıda ki hayvanın güvenliğinin sorumluluğunu yüklenir. Çocuk yaşta yüklenilen
bu vazife sorumluluk duygusunun gelişimine büyük katkı sağlar.
Hz. Peygamber’in amcası ile birlikte çıktığı ticari yolculukların
da bu duygunun şiddetinin artmasında tesiri olmuştur. Çünkü bu yolculuklarda
kervanın güvenliği de bir sorumluluğu gerektirir. Zira kervan yolları çölün
tehlikeleri ile doludur. Bu tehlikelere karşı kervanı korumak, düşman tehlikesi
karşısında bir komutanın ordusunu yönlendirmesine benzemektedir. Tüm bunlara
dayanarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber bir liderin sahip olması gereken
sorumluluk duygusuna yeterince sahip olma imkânını yakalamıştı. Çünkü yaptığı
çobanlık ve ticari yolculuklarda edindiği tecrübeler, onun bir lider olarak yetişmesini
sağlamıştır.
İnisiyatif sahibi olmak liderde
bulunması gereken bir diğer özelliktir. İnisiyatif sahibi bir lider bağımsız
hareket edebilir. Yani tek başına bir hareket başlatabilir. Hz. Peygamber’in
peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkışında ilk göze çarpan bu yönüdür. Çünkü o
hiç kimse kendine inanmazken kurduğu yeni dini, tek başına başlattığı bir hamle
ile oluşturmuştur. Ve yine hicretten sonra hac için Kâbe’nin yakınlarına kadar
gelmişken ve herkes aksini düşünüyorken onun Hudeybiye antlaşmasını imzalaması
inisiyatifini kullanması neticesi gerçekleşmiştir. Zamanın geçmesi ile
kararındaki isabetin daha net bir şekilde anlaşılması liderliğine de katkıda
bulunmuştur.
Liderlikle ilgili bazı nitelikler, sonradan eğitimle ya da
deneyimle kazanılabilmektedir. Bu açıdan, çocuğun büyüdüğü aile ortamının,
içinde yaşadığı yakın çevrenin kişiliğin oluşumunda ve bazı kişisel
niteliklerin kazanılmasında büyük etkisi vardır. Kişinin yaşadığı ortamda
bireyler arasındaki ilişkiler onu çok yönlü etkilemektedir. Yani kişiliğin
oluşumunda psikolojik faktörler yanında sosyo-ekonomik faktörler de rol
oynamaktadır.
Hz. Peygamber yetim büyümüştü. Yetim olmak yani babadan yoksun
oluş belki güçlü bir kişiliğin oluşumu için olumsuz bir neden sayılabilir.
Fakat Hz. Muhammed ana-baba yokluğundan doğan bu açığı, o dönem toplumunda söz
sahibi bulunan iki önemli lider kişilikle kapatmıştır. Dedesi Abdülmuttalib
büyük bir nüfuza sahipti ve Hz. Muhammed’in altı yaşına kadar yetiştirilmesi
sorumluluğunu üzerine almıştı. O çocukluğunu, yani kişiliğin büyük oranda
oluştuğu altı yaşa kadar olan bu çok önemli devreyi bir toplum liderinin
terbiye ve desteğinde, gözlemler yaparak geçirdi. Ondan iltifat gördü,
desteklendi, ruh dünyasını hep onun izleriyle doldurdu. O dönem yaşantısı ile
ilgili şu örnek bir fikir vermesi açısından önemlidir: “Abdülmuttalib’in Kâbe
yakınlarında bulunan bir minderi vardı. Ona oturmaya kimse cesaret edemezdi.
Fakat torun Muhammed ona oturmakta serbestti. Amcaları kendisini bu yerden
kaldırmaya çalıştıklarında dedesi tarafından şu sözlerle savunulurdu: “Bırakın
onu, onun büyük bir şerefi vardır”1. Bunun dışında da
Abdülmuttalib torununa olumlu bir benlik bilinci oluşturmasını
destekleyen bir tutum izlemiş, ona büyük bir değer verdiğini gösteren
davranışlar sergilemiştir. Kendisi olmadan sofraya oturmamış, yemeklerin en
iyisini ona ayırmış,[125]
[126]
onun hareketlerini izlemekten mutluluk duyduğunu kendisine hissettirmiştir. [127]
Kişilik kuramcılarından Carl Rogers’a göre bir insanın
olumlu bir benlik bilinci geliştirebilmesi için koşulsuz sevgi ortamında
yetişmesi gerekmektedir.[128]
Hz. Muhammed başta ilk çocukluk devresini yanında geçirdiği dedesi olmak üzere
amcaları ve halalarını da içine alan geniş bir akraba grubunun sevgi ve
ilgisine muhatap olmuştur. Kendisine daha sonra şiddetli bir karşı duruş
sergileyen Ebu Leheb bile o doğduğunda kendisini emziren Süveybe adlı cariyeyi
azat ederek bu çocuğa ilgisini göstermiştir.
Görüldüğü gibi Hz. Muhammed yetim bir çocuk olarak büyümüştür
ancak özsaygısını ve benlik bilincini etkileyecek şekilde
yetimliğin yalnızlığını, itilmişlik ve dışlanmışlığını yaşamamıştır. Çünkü
doğup yetiştiği çevrenin akrabalık bağları ana- baba yokluğunu hissettirmeyecek
ölçüde güçlüydü ve bir diğer yönden de mensup olduğu kabile şehrin en itibarlı
kabilesi, kendisini himaye eden kişiler de çevrelerinin sözü dinlenen en
itibarlı kimseleriydi.
Abdülmuttalib’in onun şuuraltı dünyasını ne denli etkilediği
yıllar sonra Huneyn Savaşı’nda Müslüman kuvvetlerin gerilemeye başlaması
esnasında düşman ordusunun önlerine yalnız olarak ilerleyip dillendirdiği şu
sözlerde kendisini göstermektedir: “Ben Allah’ın Resulüyüm bunda yalan yok!
Ben Abdülmuttalib ’in torunuyum, bunda da yalan yok!”[129]
O böyle söylemekle Allah’ın Resulü olmakla beraber, lider bir dedenin yanında
yetişmiş bir lider olduğunu, kendi arkasından gelenlerin bir liderin arkasında
zafere ulaşabileceklerini hatırlatmış oluyordu.
Abdulmuttalib’in ölümünden sonra yanında kaldığı amcası Ebu Talib
de babası gibi sosyal nüfuza sahip sözü dinlenen bir liderdi. Onun toplum
içindeki konumu ve kişiliği Hz. Peygamber’in bir lider olarak yetişmesinde
elverişli bir ortam yaratmıştır. Ebu Talib’in evinde gördüğü iyi muamelenin
özsaygısını korumasındaki katkısı inkâr edilemez. Böylelikle liderlikte çok
önemli olan kendine güven ve niteliklerini doğru değerlendirebilme yeteneği
(olumlu benlik bilinci) gelişmiştir.
Amcası Ebu Talib’in eşi Hz. Peygamber’e anneden mahrum oluşunun
getirdiği güvensizlik ve yoksunluk duygusundan koruyacak bir sıcaklık
ile yaklaşarak önemli bir görev icra etmiştir. Hz. Peygamber bakım ve görüm
hususunda kendi çocuklarından da fazla kendisi üzerinde hassasiyetle eğilmesi
sebebiyle onu anne yerine koyduğunu şöyle anlatmaktadır: “O öldüğü zaman
bazı kimseler beni şöyle ikaz ettiler: -Ey Allah ’ın Rasulü! Böyle yaşlı bir
kimsenin ölümünden ne diye böyle üzüntü duyuyorsun? Ben de şöyle cevap
verdim:-Nasıl duymayayım? Ben onun yanına yetim bir çocuk olarak sığınmışken o,
çocuklarını aç tutar beni beslerdi. Benim saçlarımı taramak için kendi
çocuklarını bir kenarda bırakırdı; hâsılı o benim anam gibiydi.”
Hz. Peygamber’in içinden neş’et ettiği Kureyş Kabilesi
sosyo-ekonomik olarak civar kabileler yanında ayrıcalıklı bir yere sahipti.
Prestij ve zenginlik açısından diğer bütün kabilelerden üstündü. Sosyo-ekonomik
niteliklerin liderlik gücüne sağladığı katkıyı düşündüğümüzde Hz. Peygamber’in
lider kişiliğe sahip olmasında Kureyş’ten olmasının payını inkâr etmemek
gerektiğini düşünmekteyiz. Bu nitelikler bir kişinin lider olmasını sağlamada
tek başına yeterli olmamakla beraber belli oranda etkili olabilmektedir.
Hz. Muhammed’in liderliğini incelediğimizde takipçileri üzerindeki
güçlü etkisinden de söz etmemiz gerekir. Bu, karizma olarak adlandırılan
ve muhatabı kendine bağlayan idraki zor bir çekiciliktir. Köken itibariyle Tanrı’dan
armağan ya da vehb-i ilahi anlamına gelen karizma, kişinin cazibe
merkezi haline gelerek başkaları üzerindeki etkileyiciliğine atıf yapan bir
kavramdır. Karizmatik liderler takipçileri üzerinde kişisel yeteneklerinin
gücüyle derin ve olağandışı bir etki yaratırlar. İnsanlar onların olağanüstü
kişisel özellikler taşıdıklarına inandıkları için itaat ederler. Bu, bütün
karizmatik liderlerde ortak bir özeliktir.[130] Yeni bir din ve peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıkan Hz. Muhammed, içinde bulunduğu toplum üzerinde çok
köklü ve güçlü bir etki oluşturdu. Bu etkinin sarsıcılığı karşısında elit
tabaka tarafından gösterilen reaksiyonun büyüklüğü de bu etkinin kuvvetini
ispatlar niteliktedir. Hz. Muhammed’in tebliğe başlaması ile sahip olduğu bu
karizmatik etki insanları yeni dine cezp etmekte oldukça başarılıydı. Yeni
dinin yayılmasından rahatsızlık duyan aristokrat tabaka, dinleyenlerin üzerinde
bıraktığı kuvvetli etkiye dayanarak Hz. Muhammed’in sihirbazlık yaptığını iddia
etmişlerdir. Oysaki etkileyiciliğinin dayandığı asıl güç onun sözlerinde ve
karizmatik kişiliğindeydi.
Karizma yenilikçi ve değişkendir. Karizmatik liderler buhran
dönemlerinde ve hızlı toplumsal değişimler sırasında ortaya çıkar, mevcut
otoritenin yerine geçerek eski düzeni yıkıp yerine yeni bir düzen kurarlar.1
Karizmatik tipler savaş devrim veya kurulu normların ve kurumların yıkılması
gibi acil durumlarda kendilerini göstermektedirler.[131] [132]
Hz. Muhammed peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığında Mekke’de
oligarşik temele dayalı bir devlet teşkilatı vardı.[133] Fakat bu yapıda geleneksel
ahlakın bozulmasıyla ve saldırgan bireysellikle birleşerek normsuzluk ve hukuk
dışılık cari bulunmaktaydı. Bu şartlar altında, normsuzluğa bir tepki olarak,
toplumsal ve kişisel yaşama tutarlılık kazandırabilecek bir takım yeni
değerleri el yordamıyla araştıran din arayışçıları ortaya çıkmaya başladı.[134]
Hz. Muhammed, toplumsal şartların müsait olduğu bu dönemde ve sosyolojik olarak
hazırlıklı bulunan bu çevrede[135]
getirdiği yeni dinle, bu gayri hukuki sistemi büyük ölçüde saf dışı bırakıp tüm
alanlarda etkili, yeni bir yapı oluşturmuştur. Hz. Muhammed’in yeni bir dine ve
güçlü bir lidere ihtiyaç duyulan bir dönemde ortaya çıkması, karizmanın kriz
durumları ile ilişkisi bağlamında onun karizmatik liderliğini doğrulamaktadır.
Hz. Muhammed oluşturduğu yeni değerler sistemine dinamik bir çehre
kazandırarak devamlılıkta ayrı bir atılım geçekleştirmiştir Weber’in ifadesiyle
karizmanın rutinleşmesi ya da kurumsallaşması diyebileceğimiz bu durum
dinin rutin gündelik hayatla bütünleşebilmesi için kaçınılmazdır. Çünkü bir
liderin fikirleri gündelik hayata uyarlanabilirlik özelliği taşımıyorsa ne
denli değerli olurlarsa olsunlar genel toplum yaşamında hayat bulamamaktadır.[136]
Weber’e göre bir kitlenin desteği olmadan bir liderin karizmatik
oluşundan söz etmek mümkün değildir.[137] Hz. Muhammed’in ilahi tebliğe
başlaması neticesi etrafında birleşen ve kendisine son derece bağlı olan
ashabı, onun karizmatik bir lider olduğunu göstermektedir.
Bütün karizmatik liderlerde ortak bir olgu vardır. O da insanların
onlara olağanüstü kişisel özellikler taşıdıklarına inandıkları için itaat
ettiğidir1Hz. Peygamber’e gösterilen kesin itaat ne eskiden kalma kurallara ne
de yasalara dayanmaktadır. Hz. Peygamber’e itaat onun kişilik özelliklerine ve
aldığı ilahi vahye dayanmaktadır. Bu da onun karizmatik bir lider olduğunu
kanıtlar. Karizma bir bireyin değerleri, hedefleri, ihtiyaçları ve umutları
üzerinde değişiklik yaratabilir.2Hz. Muhammed kendisine itaat eden ashabının
hayatının bütününde, inanç ve düşünce sistemleri üzerinde meydana getirdiği
köklü değişiklikler, onun karizmatik bir lider olduğunu göstermektedir.
“Karizmatik mesajlar kutsal olgunun tasarımlarına ve deneyimlerine
dayanıyorsa, o zaman bu mesajlar karizmatik lideri destekleyen taraftarların
zaten aşina olduğu ve onlarca anlaşılabilir bir dille ifade edilmelidir.”[138]
[139]
[140]
Hz. Peygamber’in getirdiği Kur’an’ın mesajı getirdiği toplumun dilini
kullanması bu duruma uygunluk taşımaktadır. Pek çok ayette Kur’an’ın
anlaşılması için Arapça bir Kur’an olarak indirildiği söylenmektedir.[141]
2.2.
Sadakat (Doğru
Sözlülüğü)
Peygamberlerin vazgeçilmez özelliklerinden[142] biri olan doğruluk Hz.
Peygamberin de kişiliğinin en önemli yanlarından biridir.
“Dürüst insan kişisel bütünlük içindedir.”[143] “Doğru sözlülük, kişinin
özünün, düşüncesinin, sözünün ve davranışının tutarlı olması, kişisel
bütünlüğü ifade eder.”[144]
Bu yüzden konuştuğunda doğruyu söylemek, bütüncül ve oturmuş kişiliğin en
önemli argümanıdır. “Kişisel bütünlük aslında sorumluluğun bir türüdür. Yani
kişi düşünce, duygu ve davranışlarının ahenk içinde olmasından hesap vermeye
hazır olduğu zaman kişisel bütünlük ortaya çıkmaktadır.”[145]
Hz. Peygamber’in doğru sözlülüğe yaklaşımına baktığımızda, bu
tutum sadece dili bir zaaftan kurtarmanın ötesinde içsel bir rahatlık ve huzur
ortamı yaratması ve iç çatışmalardan ferdi korumasıyla kişisel bütünlüğüne
katkı sağlamış olmaktadır. Bu durumun ferdin özsaygısına sağlayacağı getirileri
de hesaba katmak gerekmektedir. “Doğruluk, gönül rahatlığı ve iç
huzurudur; yalan ise kararsızlıktır”1 demekle Hz. Peygamber doğruluk
ve yalanın kişilik üzerindeki etkilerini izah etmiş olmaktadır.
Bu iç huzuru ve gönül rahatlığını yaşayan bir insan olarak Hz.
Peygamber’in sözleri ile hareketleri arasında aykırılık söz konusu olmamış,
hiçbir şekilde yapmadığı bir şeyi tavsiye ettiği iddiasıyla eleştirilmemiştir.
Hatta bugünkü tabirle beden dili ile sözü ve özü birbirini tasdik etmiştir.[146]
[147]
[148]
Risaletinden önce Muhammed’ül-Emin7, lakabıyla anılmasının
temelinde, bu duygu, düşünce ve davranış birliğinin kişiler üzerinde
oluşturduğu güven duygusu vardır. Ebu Kubeys Tepesi’nde topladığı insanlara “Şu
dağın arkasında bir ordu, size hücum etmek üzere geliyor desem bana inanır
mısınız?”diye sorduğunda “Evet inanırız, çünkü senin hiç yalan söylediğini
duymadık” itirafında bu duygunun tesiri vardır. Ayrıca Ebu Cehil ve Ebu Leheb
gibi kedisine karşı muhalefetin ileri gelenlerinin, getirdiği sistem hakkında:
“Muhammed! Ben sana yalancı demiyorum; ancak senin dediklerini doğru kabul
etmiyorum ”[149] demelerinde her ne
kadar teklifini kabulde katı bir kabulsüzlük içinde olsalar da ona yalancı
demelerinin inandırıcılıktan uzak olduğunu itiraf etmektedirler.
Hz. Peygamber için buldukları yakıştırmalar arasında şuurunun
bozulduğu, aklını kaybettiği ya da kendisinde hayaller oluştuğu, deli, büyücü,
şair olduğu iddiaları olmasına rağmen yalancı olduğuna dair herhangi bir şeyin
gelmemesi de dikkat çekicidir.[150]
Allah bununla paralel olmak üzere şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki ey
Peygamber! Onların söylediklerinin seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında
onlar seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler açıktan açığa Allah’ın ayetlerini
inkâr ediyorlar.”[151]
Kureyş reislerinden olup ona muhalefetin bir başka cephesini
oluşturan. Ebu Süfyan’ı, ticaret gayesiyle memleketinde bulunduğu Rum Meliki
Hirakl’in “Hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu?” sorusuna “Hayır,
onu hiç birimiz yalan söylerken duymadık”[152]
şeklinde cevap vermeye zorlayan da Hz. Peygamber’in doğruluk hususunda çevresi
üzerinde sağladığı mutlak itimattır.
Bunların dışında kendisini yakından tanıyan eşinin, ilk vahiy
geldiğinde teselli sadedinde söylediği sözler onu şöyle tanıtmaktadır: “Allah
’a yemin ederim ki Allah seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen, akrabanı
ziyaret edersin. Sözü doğru söylersin, hiç yalanın yoktur. işini görmekten aciz
olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını
kazandırır, misafiri ağırlarsın. Hak yolunda ortaya çıkan hâdiseler karşısında
halka yardım edersin.”1
Yine Hz. Hatice, Hz. Muhammed’e evlilik teklifinde bulunurken,
sahip olduğu vasıfları içinde doğru sözlülüğünü şöyle belirtmektedir:“Ey Amcam
oğlu! Seni akrabam olduğun için ve o veya bu gruba bağlanmadan orta yolda yer
aldığın için seviyorum; seni güvenilirliğin, doğru sözlü ve güzel huylu olduğun
için seviyorum.”[153]
[154]
Allah Rasûlü kendisinin yalandan uzak bir kimse olduğunu şu
sözleriyle belirtmektedir: “Ruhumu elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki
buradan hak sözden başkası çıkmaz.”[155]
Ashabı ona, “Sen ara sıra bizimle şaka yapıyorsun” deyince “Ben
şaka da olsa sadece hak olanı söylerim” [156] cevabını verir. Onun
latifelerini incelediğimiz zaman gerçekten de yalana yaklaşan hiçbir ibarenin bulunmadığını
görürüz. Bazen Enes b. Malik’e “Ey iki kulaklı”[157]
diye seslenmiş bazen de Ümmü Eymen’e “Sen, gözlerinde beyazlık bulunanın
hanımı değil misin?” demiştir. O, kocasının gözlerinde boz olmadığını iddia
edince Peygamber da: Gözlerinde beyaz bulunmayan hiç kimse yoktur”[158]cevabını vermiştir.
Kendisini taşıyacak bir binit isteyen birine, “Seni bir deve yavrusuna
bindirelim.” demiş, adam, “Deve yavrusunu ben ne yapayım?” deyince,
“Her deveyi mutlaka bir dişi deve doğurmuştur” [159]
demiştir. Tüm bu sözlerde latife havası sezilmektedir ama kesinlikle doğruluk
değeri taşımayan tek bir ifadeye rastlanılmamaktadır.
Rasûlüllah, neşeli, durgun, üzüntülü anlarda, dostları ve
düşmanlarıyla görüşürken, bolluk ve darlık günlerinde, evinde sudan başka bir
şeyin bulunmadığı, zırhını ipotek edip yiyecek temin ettiği günlerdeki
konuşmalarının hiç birinde gerçeğe ve doğruya bağlılık ölçüsünü aşmamıştır.1
Dili yalandan korumaya verdiği önem, onu düşük vaziyetlere
getirenleri sert bir üslupla uyarmasına neden olmuştur. Bakınız Allah Rasûlü bu
konuda şöyle söylemektedir: “insanları güldürmek için yalan yanlış konuşan
kişinin vay haline! Onun vay haline! Onun vay haline!”[160]
[161]
Allah Rasûlü’ne göre yalan nifak alametidir.[162] Bir müminde çeşitli kötü
huyların bulunması muhtemeldir, fakat yalanı bir müminde düşünmek imkânsızdır.
Bu konuda Hz. Peygamber’den şöyle bir rivayet gelmiştir:
Safvan bin Süleym’den gelen bir rivayette Allah Rasûlü şöyle
buyurmuştur: “Ey Allah’ın Rasûlü! Mümin korkak olur mu?” “Evet olabilir”
buyurdu. Şöyle denildi: “Peki mümin cimri olur mu?” “Evet olabilir” buyurdu.
“Mümin yalancı olabilir mi?” sorusuna ise “Hayır, asla” cevabını verdi.[163] Korkaklık ve cimrilik
gibi özellikler de hoş karşılanan, kabul gören özellikler değildir, fakat
yalancılığın bunlara nispeten daha çirkin bir huy olduğu anlatılmış olmaktadır.
Kur’an’da da yalan söylememek noktasında kesin emirlerin
bulunduğunu, sözü doğru söylemeye büyük önem verildiğini görmekteyiz. Allah
doğru sözlü olmak hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var ki
işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi
de(şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde sözlerini
değiştirmemişlerdir.”[164]
Kur’an, sözün ve insanın değerinin doğruluğunda olduğunu belirtir.
Dilleriyle tasdik ettiklerini kalplerinde inkâr edenler yani, özü ve sözü bir
olmayan münafıkların, görünüşleri itibariyle ve söz söylemeleri açısından ne
denli gösterişli olsalar da, yalancı oldukları için elbise giymiş kütüklerden
ve duvara yaslatılmış kerestelerden farkları olmadığını şöyle anlatmaktadır: “Onları
(münafıkları) gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini
dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir.”[165]
Münafıkların kıymetten düşmesi yalancı olmaları sebebiyledir.
Allah bunu şöyle anlatıyor: '“Allah, münafıkların yalancı olduklarına
şahitlik eder.” 1
Hz. Peygamber’in doğruluğunun, asla yalana tevessül etmemesinin en
büyük delillerinden biri de yine bizzat Kur’an’ın kendisidir. Zira “Hz.
Peygamber’in kendi ictihadiyle uygulamaya koyduğu bazı hükümlerin Allah’ın
ilmine muhalif düşmesi sebebiyle Peygamber’i hesaba çeken, azarlayan, çıkışan
ve kızan ayetler de dâhil kendisine vahyedilen her şeyi olduğu gibi tebliğ
etmesi” [166] [167] [168]
bunu ispat etmektedir.
Kur’an, Rasûl-ü Ekrem’in doğruluğunu şöyle beyan etmektedir:
“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kuvvetle
yakalar, sonra da onun can damarını koparırdık. Sizden hiçbiriniz buna mani
olamazdı.”2,
Hz. Peygamber, kendisi ve diğer inananlar için, yalanın en hafif
sayılanına bile tolerans göstermemiştir. Muhatap olarak aldığı kimse çocuk ve
hatta hayvan bile olsa onu aldatmayı hoş karşılamamaktadır. Son olarak aşağıda
zikredeceğimiz örnekler onun bu konudaki hassasiyetini gösteren açık
delillerdir:
Abdullah b. Amr şöyle demektedir: “Bir gün Allah’ın Rasûlü
bizim evde oturuyorken, annem beni, ‘Buraya gel! Sana bir şey vereceğim ’
diyerek çağırdı. Rasûlüllah anneme ne vereceğini sordu. Annem ‘ biraz hurma ’
cevabını verdi. O zaman Rasûlüllah ‘Eğer ona bir şey verilmeyecek olsaydı, bu
yalan sana karşı yazılacaktı’ dedi.”[169]
Bir sahabenin elinde boş bir külahla, sanki içinde bir şey varmış
gibi davranarak atını yanına getirmeye çalışması Allah Resulünü öyle rahatsız
etmiştir ki, o sahabeyi çağırmış ve hayvanı aldattığı için azarlamıştır.[170]
Hz. Peygamber kendisi doğru sözlü olmakla beraber kendisine
bağlananlara da devamlı surette doğru sözlü olmayı tavsiye ede gelmiştir.
Kendisine doğru sözlü olma konusunda teminat verebilene cenneti garanti
etmiştir[171]
Başka bir yerde de yalandan da öte şüpheli şeylerden bile uzak duran bir cemaat
oluşturmak için şöyle tavsiyelerde bulunuyor: “İçinde kuşku uyaran
şeyleri bırak, terk et. Doğruluk insanın içinde itminan ve oturaklaşma hâsıl
eder. Yalana gelince, burkuntudur, bulantı dır.”1
Her ne durumda olunsa da doğruluktan ayrılmamanın mutlak iyilik
olduğunu biz onun beyanlarından öğrenmekteyiz. Zira bazı durumlarda kişinin
aleyhine gibi görünse de doğru söyleyen her zaman için asıl kazançlı çıkan
taraftır. Çünkü doğru sözle konuşan, kişiliğini doğrultmuş olur. Doğruluk ve
yalanın sonuçlarını ve bu konudaki tavsiyelerini Hz. Peygamber’in ifadelerinden
dinleyelim:
“Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi birr ’e, o da sizi
cennete ulaştırır. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa Allah katında
sadıklardan yazılır.
Yalandan sakının. Yalan insanı fücura (günaha)o da cehennem
götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında
yalancılardan yazılır.”[172] [173]
2.3.
Ahde Vefakârlığı (
Sözünde Durması )
Ahde vefa Hz. Peygamber’in en önemli vasıflarından birisidir. O,
verdiği sözde durmayı imandan kabul etmiş, aksi şekilde davranmayı münafıklık
alameti saymıştır. İbn Amr bin el-As dan gelen bir rivayette Allah Rasûlü şöyle
buyurmaktadır:
“Kim de şu dört şey varsa halis münafık olur. O dört şeyden biri
bulunan kişide münafıklıktan bir haslet vardır. Ta ki onu terk edinceye kadar:
Kendisine bir emanet bırakıldığı zaman hıyanet eder, konuştuğunda yalan
konuşur, anlaştığı zaman anlaşmasında durmayıp bozar. Bir kimseyle çekiştiği
zaman karşısındakinden fazla kötülük yapar.”[174]
Kur’an’da sözde durmaya büyük önem verilmiştir. Kur’an’a göre ahde
vefakârlık muttaki insanın vazgeçilmez niteliklerindendir. Böyle bir insan
yalnızca ibadetlerin şekli formalitelerine takılı kalıp kuru dindarlık
gösterisinde[175]
bulunmaz. Allah bunu “iyilikyüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz
değildir” şeklinde anlatmaktadır Bu aslında dinde hedeflenen ana gaye de
değildir. Aslolan imandan sonra sabır, namaz, cömertlik ve verilen sözde
durmadır. Bakınız bu hususta Kur’an şöyle söylemektedir: “iyilik yüzlerinizi
doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır
ki; Allah ’a, ahiret gününe, meleklere, peygamberlere, kitaplara
inanır.(Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda
kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât
verir. Anlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve
savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır.
Muttakiler ancak onlardır.”1
Allah mükerrer defalar akitlerin yerine getirilmesini emretmiş,
sözlerini bozanlara 2
lanet etmiştir
Verilen söz bir nevi emanettir. Mümin verdiği sözü ne bahasına
olursa olsun yerine getirmeli yapamayacağı şeyi üzerine alarak başkalarına
haksız bir güven vermemelidir. Eğer elinde olmayan sebeplerden dolayı sözünü yerine
getiremeyecekse, bunu vakti geçmeden önce, bir şekilde bildirip mağduriyeti
önlemelidir. Bilhassa ticari muameleler göz önünde bulundurulduğunda durumun
ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.[176]
[177]
[178]Kur’an’da
bu hususta şöyle buyrulur.
“Ey İman edenler! Niçin yapamayacağınız şeyleri söylersiniz?
Yapamayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.”[179]
Hz. Peygamber’in yaşantısı bu konuda ümmeti için örnek olacak pek
çok misallerle doludur. Kendisi birine söz verdiği, vaad veya taahhütte bulunduğu
zaman mutlaka yerine getirirdi. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa şöyle rivayet
etmektedir:
“Peygamber ile henüz peygamber olarak gönderilmeden önce bir
alışverişte bulundum. Onun lehine bir hesabım kaldı. Falan yerde buluşalım diye
O’na randevu verdim. Fakat unuttum. üç gün sonra hatırladım ve gittim ki onun
hala beni orada beklemekte olduğunu gördüm. Bana şöyle dedi: Ey delikanlı beni
yordun! Ben tam üç gündür seni burada bekliyorum”[180]
Bizans İmparatoru’nun o sırada beldelerinde bulunan Kureyş ileri
gelenlerinden Ebu Süfyan’a sorduğu “Muhammed hiç sözünde durmazlık yaptı
mı?” sorusuna, tüm düşmanlığına rağmen “hayır yapmadı” cevabını
verdirten Hz. Peygamber’in her şart altında sözüne bağlılıktan bir nebze
ayrılmamasıydı.[181]
Zira Hz. Muhammed bir defa bile olsa ahde vefasızlıkta bulunmuş olsaydı, Ebu
Süfyan bu ayrıntıyı asla kaçırmaz ve orada muhakkak anlatırdı. Fakat hayatında
hiçbir açık bırakmamış olması Ebu Süfyanı bu cevaba zorlamıştır.
Borç borçlu ile alacaklı arasındaki bir sözleşmenin varlığını
gösterir. Borçlanan kişi alacaklı olana borcunu ödeme sözü vermiş demektir. Bu
yüzden de borca sadakat bir yönüyle ahde vefa sayılmalıdır. Hz. Peygamber
borcuna sadakatte de çok hassas davranmıştır. Ebu Hureyre’den gelen bir
rivayete göre: “Rasulullah’ta bir adamın parası ödenmemiş bir devesi vardı.
Adam borcunu istemeye geldi. Bu sırada kaba sözler sarf etti, hatta ashaptan
bazıları haddini bildirmek istediler. Ancak Rasulullah buna meydan vermeyip
“bırakın onu, hak sahibinin konuşma hakkı vardır” buyurdu. Sonra da “devesini
verin” diye emretti. Devesini aradılarsa da bulamadılar. Fakat onunkinden daha
değerli bir deve buldular. Aleyhisselatü ve ’s-selam Efendimiz “bunu verin”
dedi. Adam: “Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin” dedi.
Peygamber(a.s.): “En hayırlınız borcunu en iyi ödeyendir” buyurdu. 1
“Rasulullah Arabistan Yarımadasını çevreleyen devletlerin
yöneticileriyle ve yerel kabilelerle birçok anlaşmalar yapıp bu anlaşmaların
şartlarına titizlikle bağlı kalmıştır. Antlaşma yaptığında hiçbir zaman ilk
ihlal eden olmamıştır. Bu onun politikasının önde gelen prensiplerinden biri
idi. O, her zaman sözlerine ve anlaşmalarına riayet eder takipçilerine de böyle
davranmalarını tavsiye ederdi. Zira Allah kendileriyle anlaşma yapılan
kimseler dürüst davrandığı müddetçe ahitlere sadık kalınmasını emretmektedir. [182] [183]Fakat anlaşmanın
tarafı ihanette bulunursa o zaman yapılan akitten dönülebilmektedir.[184]
Bir devletin bir başkasına gönderdiği elçi devletlerarası
teamüllere göre dokunulmaz statüdedir. Bu açıdan onun geldiği şekilde
gönderilmesi gerekir. Aksi halde iki devlet arasında yazılı olmayan bu anlaşma
ihlal edilmiş sayılır. Ebu Rafi adında bir kölenin Kureyş elçisi olarak
Medine’ye geldiğinde İslam’ı seçmesi ve geriye dönmek istemediğini Hz.
Peygamber’e iletmesinden sonra Hz. Peygamber’in tutumu ahde bağlılığı
göstermesi açısından önemlidir. “Ne verdiğim sözden dönebilirim, ne de
elçileri yanımda alıkoyabilirim, şimdi geri dön, eğer oraya ulaştıktan sonra da
kalbindeki bu hal devam ederse geri gelirsin” diyen Hz. Peygamber elçiyi
göndermiş, nitekim elçi görevini bitirince geri dönerek müslüman olmuştur.”[185]
Görüldüğü gibi hiçbir sebeb Hz.Peygamber’i muhatabı ile arasında
cari bulunan herhangi bir anlaşmayı çiğnemeye sürükleyememiştir. Bu ancak onun
ahde vefakârlığıyla açıklanabilir. Yapılmış bir anlaşmaya, şartlar ne olursa
olsun sonuna kadar ve tavizsiz bağlılığını gösteren bir başka misal de Ebu
Cendel olayıdır. Hudeybiye barış antlaşmasına göre Mekke’den Müslüman olup
Medine’ye gelecekler, Mekkelilerin istemesi durumunda iade edilecekti. Bu şart
kaleme alındığı sırada Ebu Cendel’in, ayaklarında zincirler olduğu halde
Mekke’deki esaretten kaçıp gelmesi ve Hz. Peygamber’den imdat dilemesinden
sonra Müslümanlar Ebu Cendel’i geri vermek istememişlerdi. Fakat Hz. Peygamber
Ebu Cendel’den sözünden dönemeyeceği için Allah bir çıkış yolu gösterene kadar
sabretmesini istemiştir.1 Akitler konusunda Hz. Peygamber’i bağlayan
yasa şu ayette açıklanır:
“Anlaşma yaptığınız zaman, Allah ’ın ahdini yerine getirin ve
Allah ’ı üzerinize şahit tutarak pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın.
Şüphesiz Allah yapacağınız şeyleri pekiyi bilir.”[186]
[187]
İnsanlar genel olarak savaş zamanlarında anlaşmalara pek uymaz,
ferdi ahitlerine fazla değer vermez ve istedikleri zaman bozarlar. Fakat Hz.
Peygamber ferdi ve toplu kararları aynı görmüş, kişilerin yürürlüğe koydukları
anlaşmaları bile savaş durumunda korumuştur.[188]
Bedir Savaşı’ndan önce Huzeyfe b.Yeman ile babası İslam ordusunda
yer almak üzere Hz. Peygamber’in yanına gelirken müşrikler tarafından
yakalandıklarında Hz. Peygamber’e katılmayacaklarına dair söz vermeleri üzerine
serbest bırakılmışlardı. Daha sonra Hz. Peygamber’in yanına gelerek başlarından
geçenleri anlattıklarında Hz. Peygamber’in onlara, “Medine’ye dönünüz,
onlara verdiğiniz sözü yerine getiriniz. Biz de müşriklere karşı Allah ’ınyardımını
dileriz”[189]diyerek en güç anında
ve askere ihtiyacı olduğu bir zamanda bile verdiği sözden ötürü -bu söz savaş
zamanında bir müşriğe verilmiş bile olsa- gelenlerin orduya katılımını
istememesi, onun doğruluğa ve ahde vefaya verdiği değeri göstermektedir.[190]
Hz. Peygamber’ in insan sevgisi onun insana insan olduğu için
verdiği değerde gizlidir. Onun getirdiği düşünce sistemine göre insan bizzat
insan olması açısından kıymetlidir. “Mademki insandır, o halde üstündür ve
mükerremdir. Dokunulmazlık ve masuniyet hakkı vardır. İslam kanunu bu hakkı
bütün insanlığa; erkek veya kadın, beyaz veya siyah, zayıf veya kuvvetli, fakir
veya zengin herhangi bir millet veya kabile farkı gözetmeden devamlı olarak
bütün beşeriyete tanıyor.’’1 Bu hak, dostlara olduğu kadar düşmanlık
yapanlara da tanınıyor. Cabir b. Abdullah şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün önümüzden bir cenaze geçti. Rasûlullah ( s.a.v. ) ayağa
kalktı. Biz de kalktık. Sonra dedik ki: Ya Rasûlullah! O bir Yahudi ölüsü idi.
Rasûlullah (s.a.v. ) da; O da bir insan değil midir? diye mukabelede bulundu.”1
Hz. Muhammed ırk, cins ve coğrafya farklılıklarına dayalı
adaletsizlikleri ortadan kaldırdı. Tek nizam ve akide de bütün insanlığın
kardeşliği prensibini ortaya koydu ve uyguladı. Bu hareket o zamana kadar
insanlık vicdanında garip karşılanan bir fikirdi.[191] [192] [193]
Ona göre bütün insanlar bir ailenin üyeleri gibidirler. Asalet
doğuştan değil, ahlaki fazilet, hak ve vazifeye bağlılıkla meydana gelmektedir.[194]
Köle ve hizmetçilerin adeta insan yerine konulmadığı bir zamanda
Hz. Peygamber Ümmü Eymen’e ‘anneciğim’ diye hitap etmekteydi. Bu hitap köklü
bir düşünce değişikliğini müjdelemektedir. Bu düşüncenin esasını da “ne
olursa olsun insanı insan olarak sevip saymak” oluşturmaktadır.[195]
Onun oluşturduğu “bir tek insanlık” anlayışı bugün dahi insan
düşüncesinin en önemli unsurudur. Bu düşünce önemsiz bağlılıkları kaldırıp
azaltmakta, zayıf ve dayanıksız bırakmaktadır.[196] [197] [198] Bu anlayış, ifadesini Hz.
Peygamber’in şu cümlelerinde bulmaktadır:
“Bütün insanlar Âdem ’den, Âdem de topraktandır.’”^ Ne beyazın
siyaha, ne de bir başka milletin diğer milletlere üstünlüğü vardır! Üstünlük
ancak takvadadır.”
Allah Rasûlundeki insan sevgisinin kapsamı o denli geniştir ki
düşmanlarından kendisine fiili saldırılarda bulunanlara dahi açıktır. Çünkü Hz.
Peygamber onlara karşı samimi hisler beslemektedir. Bir insanın kendisine
apaçık düşmanlık besleyen ve şiddet uygulayanlara içinde kin taşımaması, gerçek
ve samimi bir sevgi ile onların hidayetine dua etmesi, ancak ruh yüceliği sayesinde
mümkün olabilir. Arkadaşları çeşitli defalar bu kimseler için beddua etmesini
kendisinden talep etmişlerdi. Fakat hiçbir şekilde olumlu cevap alamamışlardır.
Böyle teklifler karşısında Allah Rasûlu şöyle cevap verirdi: “Ben rahmet
olarak gönderildim, lanet isteyici olarak değil”.1 “Ben tevbe ve
rahmet peygamberiyim.”'
Uhud savaşında çok sevdiği dostlarını kaybettikten ve çeşitli
yerlerinden yara aldıktan sonra bile, kanı yere akarsa Allah onları mahveder
endişesiyle yaptığı dua onun duygu dünyasını ele vermektedir. Savaşın o
hengâmesinde şöyle dua etmektedir : “Allah’ım kavmimi bağışla; çünkü onlar
beni bilmiyorlar””1
Onda insanlara hakikati tanıtma ve onları sapıklıklardan ve azapla
mahvolmaktan kurtarma aşkı öyle bir seviyedeydi ki bunu, yalnızca bir peygamberin
sırtına yüklenen vazifeyi yerine getirmek isteği şeklinde sınırlamak doğru
olmadığı kanaatindeyiz. Onda daha başka bir şey vardı ve bu vazifeden de öte
bir şeydi. Onlara duyduğu gerçek sevgi ve onların hidayeti için çektiği
kavurucu hasret onun duygu dünyasını doldurmaktaydı. Allah (c.c.), onun yoğun
olarak hissettiği bu duygularını “Bu yeni kitaba inanmazlarsa (ve bu yüzden
helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin”[199] [200]
[201] [202],
“(Resulüm) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın.”[203] gibi
ayetlerle açıklamakta, onlar için üzülerek kendini helak etmemesi,[204]
kurmakta oldukları tuzaktan dolayı kaygı duymaması[205] konusunda teselli
vermektedir.
O kavminin sapıklıkta ve düşük ahlaki vaziyet üzerinde kalmaya
inat etmesine tüm gayretlerine rağmen insanların çoğunun yola gelmemesine ve
sonuçta da azaba layık hale gelmelerinden endişe etmekteydi. Bu nedenle gece
gündüz onları kurtarma çabasındaydı.8 Kendisi bu gayretini şöyle
açıklamaktadır:
“Benim ve sizin benzeriniz, ateş yakan ve ateşine pervane ve
çekirgeler düşmeye başlayınca onları ateşten kurtarmaya çalışan kimse gibidir.
Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Oysa siz benim
elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz.”1
Allah Hz. Peygamber’in sadece inananlar için değil tüm insanlar
hatta canlılar âleminin hepsi için bir rahmet unsuru olduğunu “Rasûlüm biz
seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik”[206]
[207] [208]
[209] ayetiyle
açıklamaktadır. “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez”2,
diyen Hz. Peygamber ilahi merhametin ancak diğer insanlara merhametli
bulunanlar üzerine olacağını belirtmiş olmaktadır.
Rasûl-ü Ekrem’in, bir münafık olduğu açık olan Abdullah İbn Übeyy’
in cenazesine çağrıldığında, buna şiddetle karşı çıkan Hz. Ömer e verdiği
cevap, onun, bir insanı ebedi azaptan kurtarmaya ne kadar istekli olduğunu
gözler önüne seren enfes bir misaldir: “Ömer! Benden uzak dur! Ben iki şey
arasında muhayyer kılındım ve bunlardan birini seçtim. Bana; onlar için ister
istiğfar et, ister etme. Onlar için yetmiş defa istiğfar etsen de Allah onları
affetmeyecektir. Bilsem ki yetmişi aşarsam onları bağışlayacaktır, mutlaka
aşardım.” Bu örnekte Hz. Peygamber’in insanları azaptan kurtarma
konusundaki hırsı açıkça görülebilmektedir. Bu hırsın kaynağı da yalnızca insan
sevgisi olabilir.
Allah Rasûlü’ndeki sevgi ümmetine yöneldiğinde bir derece daha
katlanmıştır. Onun bu çok yoğun sevgi hisleri ayette ‘harisûn aleyküm’ sözüyle
anlatılmaktadır. Buna göre müminlerin sıkıntıya uğraması Hz. Peygamber’e çok
ağır gelmekte, o müminlere çok düşkün, onlara karşı çok şefkatli ve merhametli
bulunmaktadır.[210]
“Allah Teâla Hz. Peygamber’in müminlere düşkünlüğünü anlattığı bu
ayette kendi isimlerinden[211]
olan rauf (çok şefkatli) ve rahim (pek merhametli) sıfatlarını
peygamberimize de vermiştir ki önceki peygamberlerden hiç biri bu sıfatların
ikisine birden mazhar olamamıştır.[212] O raufdur, re’feti çok
fazladır, yani gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti vardır. Rahimdir,
yani fıtraten Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Bu yüzden günahkârlara
bile acır.1
Abdullah İbni Mes’ud’un anlattığına göre bir gün Rasûl-ü Ekrem
kendisinden Kur’an okumasını istemiştir. Abdullah İbni Mes’ud okuduğu ay
etlerden,-“Ey Muhammed! Kıyamet günü her ümmetin içinden bir şahit
çıkardığımız, seni de bunların aleyhine şahit tuttuğumuz zaman bakalım halleri
nasıl olacak. ”[213] [214]
Ayetine gelince durmasını istemiş ve iki gözünden yaşlar boşalmıştır.[215]
Hz. Peygamber müminlere yakınlıkta kendi nefislerinden bile
ilerdedir. Çünkü O, müminleri kendilerinden ziyade düşünmekte onlar için
kendilerinden fazla endişelenmektedir. Bu duygunun kaynağı ise Hz.
Peygamberdeki yüce gönül ve kendisine tabii olanlara duyduğu emsali bulunmaz
sevgidir. Kur’an bu hususa şöyle açıklık getirmektedir: “Peygamber,
müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri onların analarıdır.”[216]
Rasûlüllah ilk zamanlar borçlu ölen kimsenin namazını kendisi
kılmaz arkadaşlarına kılmalarını söylerdi. Fetihler yapılıp ta maddi bakımdan
rahatlayınca Allah’ın elçisi şöyle demeye başladı: “Ben müminlere
kendilerinden daha ileriyim. Geride borç bırakarak ölen müminin borcunu ödemek
bana aittir; bıraktığı mallar ise varislerinindir.”[217]
Allah Rasûlü’nün ashabına duyduğu sevgi ona şöyle söyletmektedir: “Sakının
ashabımdan ve onlara uygunsuz söz söylemeyin.”[218]
Hz. Peygamberin müminlere duyduğu bu yoğun sevgi karşılıksız
kalmamakta; kim kendisiyle sohbet etmiş bulunsa veya karşılaşsa, ülfet ettiği
herkesin kalbi onun sevgisiyle dolmaktadır.[219]
Arkadaşları da Allah Rasûlü’nü kendi canlarından ve en yakınlarından
daha aziz tutmuşlardır. Ona duyulan sevgiyi Ebu Süfyan şöyle ifade etmektedir: “Hiçbir
kimse bir diğerini, Muhammed’in taraftarlarının Muhammed’i sevdiği kadar
sevemez.”1
Benî Dinar’dan bir kadının Uhud Savaşın da Allah Resûlü’nün şehit
olduğu haberini duyunca hemen savaş meydanına koşması, orada kendisine şehit
olan kocası, çocukları ve babasını gösterilmesine rağmen ısrarla Allah Rasûlü
nerede olduğunu sorması, kendisine Hz. Peygamber gösterildiğinde de kendisini
Rasûlüllah’ın ayakları önüne atarak büyük bir kayıptan kurtulan bir insan
sevinciyle “Sen hayattasın ya bütün musibetler hafif gelir ya Rasûlüllah”
demesi[220]
[221]
onun ne ölçüde sevildiğine bir başka örnektir.
Rasûl-ü Ekrem’e duyulan sevgi aynı zamanda kâmil imanın da ölçüsü
sayılmıştır. En kâmil imana sahip olan sahabe onu en kâmil manada seven
insanlardı. Bunu kendisi şu şekilde ifade etmiştir: “Hiç biriniz beni
anasından babasından (hatta) bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe imanını
ikmal etmiş olamaz. ”[222]
Allah da Hz. Peygamber’e ve kendisine duyulan sevginin baba, oğul, kardeş, eş,
hısım akraba, kazanılan mallar, kesata uğramasından korkulan ticaret,
hoşlanılan meskenlerden daha fazla olması gerektiğini söylemektedir. [223]
Enes b. Malik’ten gelen bir rivayette Hz. Peygamber’in kıyamet
için ne hazırlık yaptığını sorduğu bir adamın; Hazırladığım fazla bir şey
yok, ancak ben Allah ve Rasûlunü seviyorum demesi karşısında, sen
sevdiğinle beraber olacaksın cevabını duyanların hislerine Enes şöyle
tercüman olmuştur: “Müslüman olduktan sonra Rasûlüllah ’dan duyduğumuz bu
müjdeyle sevindiğimiz kadar hiç bir şeye sevinmemiştik.”[224]
Hz. Peygamber ashabı tarafından sevildiği ve onları sevdiği kadar,
müminlerin de birbirlerini çok sevmelerini istemiştir. Bir mümin diğerini öyle
sevmelidir ki onun çektiği herhangi bir sıkıntıyı bizzat kendisi çekiyormuş
gibi hissetmelidir. Bu konudaki tavsiye şöyledir: “Birbirlerini sevmekte,
birbirlerine acımada, birbirlerine şefkat hususlarında müminlerin misali, vücut
gibidir. O vücuttan bir organ hastalanınca vücudun diğer azaları uykusuzluk ve
ateşte ona katılmaya çalışırlar.[225]
Hilm, Peygamber Efendimiz’ in insanlarla münasebetlerinin en
belirgin rengidir. O’nu tarif etmek için, en yalın ifadesi ile hilm insanı
demek abartı olmayacaktır. Çünkü Hz. Muhammed’in ne peygamberlik öncesi ne de
sonrası hiç kimseye sert ve haşin davrandığı görülmemiştir. O, her zaman,
herkese mülâyemetle muamele edip kalplerini kazanmış, getirdiği mesajın kabul
görmesi, insanların gönüllerinin fethi ve etrafında birleşmeleri hep bu yönü
sayesinde mümkün olabilmiştir. Eğer bu denli merhametli olmasaydı, pek çoğunun
kalbi bu dine ısınmazdı. Cahilliği merhametsizliği ile katılaşmış pek çok
gönül, kapılarını O’nun kurtarıcı sesine açmazdı. Çünkü bu insanlar merhametli
bağra müsamahakâr tebessüme onları kuşatan şefkate, cehaletleri zaaf ve
noksanlıklarıyla sıkmayan hilme muhtaçtılar.
Hz. Peygamberin tebliğ hayatı boyunca da hilm den ayrılmaması ve
insanların kalplerinin fethini hedefleyen bu stratejisi sayesinde hiç bir maddi
güç kullanılmadan değişimin ve ilerlemenin ortaya çıkabileceği gerçeği ve uygar
bir toplumun ancak baskı ve dayatmanın olmadığı bir ortamda teşekkül
edebileceği ispatlanmış1 oluyordu. Mekke’de müşriklerin bütün
kışkırtmalarına, Müslümanları terörize etmek ya da onları başkalarının gözünde
terörist gibi göstermek ve böylece onları toptan yok etme gerekçesi bulmak için
şiddet eylemlerine başvurmaları konusunda ciddi çaba sarf etmelerine, zayıf
müminlere yaptıkları işkencelere rağmen Hz. Peygamber, “Ey Allah’ın elçisi,
biz müşrik iken hiç kimseye boyun eğmezdik, fakat Müslüman olduktan sonra
boynumuz büküldü” diyen Abdurrahman b. Avf’a : “Ben affetmekle
emrolundum, onun için kimseyle savaşmayın” diye karşılık vermiş, böylelikle
yaptıkları işkenceler karşısında Mekkelilere müminlerin “Rabbimiz Allah’tır”
demelerinden başka tutarlı bir gerekçe bırakmamıştır. Bu hadis Buharî’nin
şartlarına göre sahihtir. Fakat tahric
2
etmemiştir
Mekke döneminde namaz ve zekât gibi emirlerin gönderilmesi eski
adetleri olan intikam, asabiyet ve dünyalık şeyler için savaş ve mücadeleyi
yasaklamak; rahmet ve şefkat hislerini aşılamak gayesini de taşımaktadır.[226]
[227]
[228]
Hz. Peygamber Mekkelilerden gördüğü onca eziyete, aşağılanmaya,
sözlü ve fiili saldırılara rağmen hiçbir zaman misilleme yolunu seçmemiştir.
Kötülüğe kötülükle karşılık vermemiş; sabır göstermiştir. Tüm bunlara rağmen
hilmden ayrılmaması ondaki şahsiyetin ne denli sağlam oluştuğunu gösterir. Zira
zayıf ruhlar yoğun eziyet ve işkence altında anarşiye başvururlar. Oysaki baskı
ve dayatmaların âmâcı da zaten budur. Böylece inananların kanun dışı, huzur ve
düzen bozucu olarak ilan edilmeleri imkânı elde edilmiş olur. “Müsamahakâr
davranış sadece Müslümanlara karşı gösterilmesi gereken bir vazife de değil;
kâfir, Müslim herkese karşı davranışlarda benimsenip takip edilmesi gereken bir
prensiptir.”1 Bakınız Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kullarıma
söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü
şeytan insanın apaçık düşmanıdır!”[229]
[230] [231]
"Sen, şimdi onlara güzel muamele et. ”3 “Firavun ’ a gidin. Çünkü o iyiden
iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o aklını başına alır veya korkar. ”[232]
Müsamahakâr davranış ve müspet yaklaşım insan kazanma açısından
reaksiyon er tutum ve menfi tepkiden daha faydalıdır. “Çünkü şefkat ve merhamet
katı kalpliliği yumuşatan, kin ve düşmanlığı eriten, nefretin yerine muhabbeti
koyan, insanları birbirine yaklaştıran ve bağlayan bir duygudur.”[233]
İntikam almak kalplerdeki kini tutuşturup güçlendirmesine rağmen müsamahakâr
yaklaşım kini giderip kalpleri yumuşatır, dostluk ve sevgi bağları oluşturmada
kolaylaştırıcı etkide bulunur. Allah kimi ayetlerde hikmetle, güzel
öğütle en güzel şekilde mücadele edilmesi gerektiğini,[234] iyilikle kötülüğün
bir olmayacağını, kötülük iyilikle karşılandığında arada düşmanlık bulunan
kimsenin sıcak bir dosta dönüşebileceğini söylemektedir.[235]
Hz. Peygamber’in ve kendi yolunu takip eden ashabının kötülük ve
inançsızlık karşısındaki tutumu ayette şöyle anlatılmıştır: “Rahman’ın (has)
kulları ki onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler. Kendini bilmez kimseler onlara
laf attığında (incitmeksizin) Selam! derler (geçerler) ”[236]
Ayette de görüldüğü gibi kötü söz karşısında takınılacak tavır görmezden gelme
ve selam deyip geçmedir.[237]
Rasûlü Ekrem in gördüğü düşmanlık karşısında düşmanlığı değil
hoşgörü ve müsamahayı seçmesinde, insana duyduğu sevgi ve onu gerçek mutluluğa
kavuşturma arzusu temel iç dinamikler olarak karşımıza çıkmaktadır.1
Zira o, insanlara çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametliydi. Ve
sevdiklerinin sıkıntıya uğraması ona çok ağır gelmekteydi.[238] [239] İnsanlardan inanmayarak
gerçek mutluluğu kaybedenler karşısında çok büyük ızdırap duyuyor üzüntüden
neredeyse kendine kıyacak duruma geliyordu.[240]
Allah Rasûlü bir beşerdi ve bu yüzden bir beşerin iç âleminde
hissedebileceği tüm duyguları da yaşıyordu. Diğer insanlar gibi üzülüyor,
seviniyor ve başkalarında olduğu gibi bazı durumlarda öfkeleniyordu. Onu
diğerlerinden farklı kılan ise öfkelendiğinde verdiği tepkidir. Bu hususta
verilebilecek belki de en güzel misal Onun eşine yapılan iftira karşısında
sergilemiş bulunduğu tutum ve davranışlardır. Böyle bir durumla yüz yüze gelen
en alelade bir insan bile hissettiği yoğun baskıdan veya başka sebeplerden
dolayı hiç hesapsız hareketlere girebilir ve bu konuda kendisini mazur
sayabilir. Fakat Hz. Muhammed gibi toplum içinde büyük bir karizmaya sahip bir
insan ise yaşayacağı prestij kaybının hesabına bile girmeden söylentilere
rağmen hanımına gidip ithamda bulunmuyor ve ona eziyet etmiyordu. İnsanın öfke
yâda şüphe anında yapacağı kötülükleri yapmıyordu. Aksine o, bu öfkesi anında
bile eşinin suçsuz olacağı görüşüne meylederek öfkesini tutup sabrediyor,
hanımını suçlama yoluna gitmiyordu.[241] O’nun bu tutumu ise kendi
beyanları ile çelişmediğinin, söylediği, arkadaşlarına tavsiye ettiği gibi
hareket ettiğinin açık işaretlerinden biridir. Zira Abdullah b. Mesud’dan gelen
bir rivayette Rasûlüllah ashabına “Aranızda kime pehlivan dersiniz diye
sormuş, (onlar da); insanların yenemediği kimseye, demişler. (Bunun üzerine o)
Hayır (Öyle değil), hakiki pehlivan öfke anında kendisine sahip olabilen
kimsedir” buyurmuştur.[242]
Ve yeri geldiğinde, en zor anda, öfkeyi tutmanın imkânsıza yakın olduğu halde
bile söylediğini önce kendisi yaşamıştır.
Hz. Peygamber, insanlarla olan davranışlarında en güzel yolu
tutması hususu için gerekli bütün şartları da oluşturuyordu. Bunun için akıl ve
kalbini onlar hakkındaki negatif duygulardan, olumsuz haber ve bilgilerden uzak
tutmaya çalışıyordu. Yani davranışlarını kontrol altında tutarken duygularını
da muhafaza etmeyi ihmal etmiyordu. Çünkü bütün davranışlar kendileriyle ilgili
duyguların etkisindedir. Bunun için de kendisine hiç kimse hakkında olumsuz bir
haber getirilmemesini istiyordu. Böylece de o kişiye karşı bakışını da safi
tutabiliyordu. Zira o da bir beşerdi ve onun da kalbinde kızgınlık hisleri
bulunabilmekteydi. Abdullah b. Mesud ile aralarında geçen diyalogda bu tutumu
görebiliyoruz. Abdullah b. Mesud şunu anlattı; Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Hiç
kimse bana ashabımdan birisi hakkında kötü bir şey ulaştırmasın. Çünkü ben
onların yanına kalbim selim olarak çıkmak isterim. ” Peygamber ’e bir mal geldi
ve onu taksim etti. Sohbet eden iki kişinin yanına vardım. Birisi diğerine
şöyle diyordu: Vallahi Muhammedyaptığı taksimde ne Allah ’ın rızasını ne de
ahireti gözetmiştir. Bunu duyunca koştum Rasûlüllah’a geldim ve O’na anlattım.
Sonra: Sen şöyle demiştin. Hiç kimse ashabımdan birisi hakkında kötü bir şey
ulaştırmasın. Ama ben falancayla falancının şöyle şöyle dediklerini duydum,
dedim.
Rasûlüllah’ın öfkeden yüzü kızardı ve bizi kendi halimize bırak.
Musa’ya bundan daha çok eziyet edildi. Ama sabretti, dedi.1
Rasûl-ü Ekrem çevresindekilerden beklentisiz olarak onların
üzüntülerine katlanıyor fakat kendilerini üzmüyordu.[243] [244] “O her zaman bütün insanlığa
kucağını açmış, kendisine hakaret eden, kaba davranışlarda bulunanlara bile
âlemlerin efendisine yakışır bir lisanla cevap veriyordu.”[245] Hz. Peygamber kendisini hep
Hz. İbrahim’e benzetirdi.[246]
Kur’an’a baktığımızda onun hilmiyle tanıtıldığını görürüz: “İbrahim
cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah’a vermiş biri idi.”[247]
Hilm insanı Allah Rasûlü, hiçbir gün kaba konuşmamış, şahsi
hislerine kapılarak hiç kimseye kötü söz söylememiştir. Muhatabı bütün
kabalığını ve cehaletini de takınıp gelse bu O’nun sadece hilmini artırmaktan
öteye gidememiştir. Enes İbn Malik anlatıyor: “Bir defasında biz,
Rasûlüllah’la birlikte mescide otururken bir bedevi çıkageldi. Mescidin içine
idrarını yapmaya kalktı. Rasûlüllah’ın ashabı: Yapma, yapma dediler.
Rasûlüllah: Onun idrarını kesmeyin, bırakın onu dedi. Ashap da idrarını
bitirinceye kadar onu bıraktılar. Sonra bedeviyi çağırıp şunları söyledi:
Şüphesiz mescitler idrarın ve pisliğin hiçbirine uygun değildir. Ancak bunlar
Allah Teâla’yı anmak, namaz kılmak ve Kur ’an okumak için yapılmışlardır.
Arkasından bir adama emretti, o da bir kova su getirerek idrarın üzerine
serpti. '” Şimdi şu manzaraya bakalım. Bedevinin yaptığı bilgisizce
yapılmış ta olsa hem mescidin kutsiyetine hem de orada bulunanlara ve başta Hz.
Peygamber’e yapılmış büyük bir hakarettir. Tüm bunlara rağmen Hz. Peygamber
bedeviyi ne kovmaktadır ne de azarlamaktadır. Yaptığı sadece yumuşaklıkla
nasihatten ibarettir. Böylece bu bedevi de kazanılmış olmaktadır.
Kur’an-ı Kerim takva sahiplerinin özelliklerini sayarken onların
öfkelerini yutan insanlar olduklarını söylemektedir.2Hz. Peygamber öfkesini
tutmakta öylesine eşsiz bir yere sahipti ki yanında Hz. Ömer (r.a.) gibi,
yapılacak herhangi bir yanlış harekette baş uçurmak için hazır bekleyen ashabı
olmasına rağmen hilmden ayrılmamıştır. “Rasûlüllah’ın Huneyn dönüşünde, bir
adam yanına geldi. Bu sırada Hz. Bilal’ın eteğinde gümüş (para) vardı.
Rasûlüllah ondan avuç avuç alıp insanlara dağıtıyordu. Gelen adam: Ey Muhammed
adil ol, dedi. Hz. Peygamber, Yazık sana! Ben de adil olmazsam kim adil
olabilir? Eğer adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim, buyurdu.”[248] [249]
Yine bir gün Rasûl-ü Ekrem, ashabıyla sohbette bulunduktan sonra
ayağa kalktığında bir bedevinin Hz. Peygamber’in hırkasını sertçe çekerek “Muhammed”
Benim şu iki deveme de yiyecek yükle! Çünkü sen ne kendi malından veriyorsun ne
de babanın malından diyerek yaptığı çirkin davranış yüzünden ashabın
üzerine yürümesi üzerine “sözümü duyan herkesin ben izin verinceye kadar
yerinde kalmasını istiyorum ” demesi ve “Bu adamın develerinden birine
arpa, diğerine de hurma yükleyin ” diye emretmesi gerçekten ancak kendisine
layık bir davranıştır.
Eğer Hz. Peygamber bu adamın davranışı karşısında öfkelenip
intikam almak isteseydi bir anda tepesine sayısız kılıç inerdi. Çünkü Hz.
Peygamber etrafında tek bir işaret almak için gözünün içine bakan onlarca
ashabı hazır beklemektedir.
Hz. Aişe şöyle söylemektedir: “Rasûlüllah Allah yolunda cihad
etmesi hali müstesna hiç bir şeye ne bir kadına nede bir hizmetçiye asla eliyle
vurmamıştır. Hiçbir kimse ondan asla bir zarar ve bir eziyet görmemiştir. Nerde
kaldı ki Hz. Peygamber kendi arkadaşları için intikam duyguları beslesin.
Meğerki Allah’ın haramlarına karşı hürmetsizlik edilmiş olsun. İşte bu
takdirde, aziz ve celil olan Allah için öfkelenir, öç alırdı.”1
Hz. Peygamber yumuşak davranışı kendisine prensip edinirken,
bununla karakterinde kötülük bulunan kişilerin bu yönlerini açığa çıkarmalarına
meydan vermemiş olmaktadır. Aişe’den gelen bir rivayette, bir adamın
Peygamber’in yanına girmek için izin istediği, Peygamber bunu öğrenince o adam
hakkında: “Bu aşiretin kardeşi ne kötüdür” dediği, adam içeri girdiğinde
ise onu sıcak bir şekilde karşıladığı belirtilmektedir. Bu durumun bir tezat
olup olmadığını soran Hz. Aişe’ye “Allah kötüyü ve kötülüğü ortaya çıkarmaya
çalışan kimseyi sevmez ”2demesi onun yumuşak huyla kötülüğe
geçit vermediğini ve böylece onu tolere ettiğini göstermektedir. Çünkü kötü
karakterliye yumuşak davranış, umulmayan bir ihsandır. Her ihsan da insandaki
minnet duygularını harekete geçirir ve böylelikle kötülüğün önü tıkanmış olur.
Tersiyle mukabelede bulunmaksa kötüye kötülük için cesaret verir.
Kötülük gibi cehalete ve cahil kimselere karşı yaklaşımında da
hilminin tesirleri kendini göstermekte ve cahil insanlar onun yumuşaklığıyla
kazanılmaktadır. Onun cahillerle muamelesinde sonsuz bir sabır, sınırsız bir
hoşgörü ve eşsiz bir anlayış göze çarpmaktadır. Onlardan gelecek her türlü
eziyete tahammül ettiğini görmekteyiz. Kendisine yardım edilmesi için
Peygamber’e gelen bedevinin verileni yetersiz bularak memnuniyetsizlik ifade
ettiğinde ve bu yüzden ashabın üzerine yürümek için davrandığında Hz.
Peygamber’in tutumu cehalete karşı yaklaşımını açıklamaktadır. Allah Rasûlü bu
adamı önce hoşnut etmeye çalışmış ve hediye olarak verdiği şeyi artırmıştır.
Memnuniyetini kazandıktan sonra olaya şahit olanların ona karşı kızgınlıklarını
gidermek için adamın hoşnut kaldığını topluluk önünde ikrar etmesini sağlamış
sonra da ashabına dönerek bu işi şöyle yorumlamıştır : “Dikkat edin! Benimle
bu bedevinin misali sahip olduğu devesi ürküp kaçan adam gibidir. insanlar o
devenin peşine düşerler ama daha fazla ürkütmekten başka bir şey yapmazlar.
Bunun üzerine deve sahibi onlara: Benimle devemin arasından çekilin! Ben ona
daha yumuşak davranırım, der. Deve sahibi ona yönelir. Ona vermek için yerdeki
süprüntülerden alır. Deve gelir çöker. Onu yolculuğa hazırlar. Üzerine
yerleşir. işte bende o bedevi
'Müslim. Fezâil, 79.
2Buhârî, Edeb, 8; Müslim, Edeb, 22; Ebû Dâvud, Edeb, 5; Mâlik b.
Enes, Muvattâ ’, Hüsnü’l-Huluk, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,
38.
söylediklerini söylediğinde sizi kendi halinize bıraksaydım ve siz
de onu öldürseydiniz cehenneme girerdi.” 1
buyurdu.
Hz. Muhammed hilmle hareket edip bu bedeviyi kazanırken aynı
zamanda insan psikolojisinden ne kadar iyi anladığını ortaya koymakta, bir
insanın kalbine nasıl girilebileceğini göstererek arkadaşlarına örnek
olmaktadır. Aynı zamanda bu örnek onun getirdiği sistemin kısa bir sürede, baş
döndürücü bir hızla, çok geniş bir alana yayılmasındaki temel sebebin ipucunu
da vermektedir. Şayet o, bu denli merhametli ve halim olmasaydı, mesajı böyle
yankı bulmayacaktı.
Bu hususta başka bir örneği bize Abdullah b. Selam, Zeyd b. Süne’
den vermektedir. Bu kişi eski bir haham olup Hz. Peygamber’in hilmi sayesinde
İslam’ı seçmiştir. Şöyle söylemektedir: “Allah Rasûlü benden borç para
almıştı. Ben, o gün henüz Müslüman değildim. Gününden evvel geldim alacağımı
istedim. Hatta O ’na Siz Abdülmuttalip evlatları borcunuzu vermekte çok
tembelsiniz dedim. Benim bu sözüme Ömer kükreyerek Ey Allah düşmanı eğer
Yahudilerle aramızda anlaşma olmasaydı, senin kelleni uçururdum! Allah Rasûlüne
karşı terbiyeli konuş’’ dedi. Allah Rasûlü bana bakarak tebessüm etti. Ve Ömer
’e hitaben de “Ya Ömer, bu adama hakkını ver ve korkuttuğun için de ona yirmi
sa ’ ilave et buyurdu.’’
Hadisenin gerisini Hz. Ömer şöyle anlatmaktadır: Allah Resulü
’nün emri üzerine kalktım. Zeyd. b. Süne’ye verilmesi gerekenleri vermek üzere
onunla yola koyuldum. Derken bana yolda hiç beklemediğim şu sözleri söyledi :
“Ya Ömer! Biliyorum benim davranışıma kızdın. Ancak ben Tevrat’ta son peygamber
hakkında söylenenlerin hepsini onda gördüm. Sadece Tevrat’ta bir ayette şöyle
diyordu. “Onun Hilmi, cehline sebkat etmiştir. Cahillerin şiddeti onun ancak
hilmini artırır. Ben acaba O’nun hilmi, Tevrat’ta söylendiği gibi midir, bunu
öğrenmek istemiştim ve dediklerimi de bunun için demiştim. Şimdi inanıyorum ki,
O Tevrat’ın geleceğini haber verip müjdelediği peygamberin ta kendisidir. Şu
andan itibaren ben de O’nun son nebi olduğuna iman edip şahadet getiriyorum.”1
dedi.
En zor durumlarla karşılaştığında bile menfî yönde akan süreci
olumlu tarafa çekmek gibi yumuşak huydan kaynaklanan teenni hareketi de Hz.
Peygamber’in dikkat çeken bir özelliğidir. Uhud savaşında iki ordu karşılaştığı
gün bazıları gerisingeri kaçmışlar, Hz Peygamberi yaralı bir halde bırakmış
kendi canlarının kaygısına
1Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 15.
2İbn Hıbbân, Sahîh, I, 521; Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek
ala’s-Sahihayn, III, 604. düşmüşlerdi.1
Müminlerden bazıları[250]
[251]
da bu işten bize bir şey olsaydı burada öldürülmezdik diyorlardı.[252]
Yine bir kısmı onun emrine karşı çıkmış, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve
Rasûlüllah’ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti.[253]
İşte öylesi bir devrede Hz. Peygamber onlara karşı cezalandırıcı, sert ve haşin
davransaydı etrafındaki tüm insanlar dağılıp giderlerdi. Fakat Hz. Peygamber
böyle davranmamış, bu kişiler cezayı hak etmesine rağmen onlara karşı öfkesini
yutarak ve içinde hiçbir kırgınlık hissi taşımayarak yumuşaklık göstermiştir.
Allah, Hz. Peygamber’in bu tutumunu şöyle anlatmaktadır:
“O vakit Allah ’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın!
Şayet sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır
giderlerdi.”[254]
Hz. Peygamber’in şiddet ve musibet zamanında cehaletleri sebebiyle
vaveylâ edenlere karşı hilmli ve temkinli davranışı, katılıktan, sertlikten
uzak, yumuşak huylu ve ince kalpli oluşu liderliğe seçilenler için önemli
davranış prensipleridir.[255]
Çünkü zor zamanlarda bazı zayıf kimseler metanetlerini koruyamayabilir,
ellerinde olmadan bazı söz ve davranışlarda bulunabilirler. Böyle zamanlarda bu
kimselere hilmle yaklaşmak çok önemlidir. Aksi takdirde bu insanlar
kazanılmışken kaybedilir, ayrılık sebebi olabilirler.
Allah Rasûlu arkadaşlarına ve tüm diğer insanlara yumuşaklıkla
davranırken ashabına da kendi aralarında merhametli olmalarını tavsiye
etmiştir. Merhameti en temel ilke olan imanla birlikte anmıştır. Bakınız Hz.
Peygamber şöyle buyuruyor: “Merhametli olmadıkça iman etmiş olmayacaksınız.
Ey Allah’ın Rasûlu dediler, hepimiz merhametliyiz. Hayır dedi bundan maksat
ehlinize olan merhametiniz değil; bilakis halka, umuma olan merhametinizdir. ”[256] Allah da müminlerin
vasıflarından bahsederken onların birbirine merhameti tavsiye ettiklerini[257]
kâfirlere çetin, kendi aralarında merhametli olduklarını söylemektedir.[258]
Allah bir ayette müminlere şefkatli ve merhametli olmalarını
emretmektedir. “Sonra iman edenlerden sabrı birbirine tavsiye edenlerden,
merhameti birbirine tavsiye edenlerden olmak... İşte bunlar sağ yanın
adamlarıdır.”1
Hz. Peygamber yumuşak olup yakın davranan ve insanlara kolaylık
gösteren kimseye cehennem ateşinin haram kılındığını müjdelemiş.[259]
[260]
Kötülük görünce karşılık vermeye gücü yettiği halde affedenin, kızınca sakin
olanların Allah tarafından sevileceğini ve korunacağını söylemiştir.[261]
Kendisinden tavsiye isteyen kimseye de ardı ardına üç defa kızma demiştir.[262]
Hz. Peygamberde yumuşaklık insanlardan aşıp hayvanları da
kapsamıştır. O, bırakın insanlara sertlikle muameleyi hayvanlara bile yumuşak
davranılması gerektiği anlayışındadır. İnsanlardan görülen şiddete hilmle
yaklaşımı tavsiye etmesi gibi hayvanda görülen hırçınlıklar karşısında da yumuşak
davranışı tavsiye etmektedir.[263]
Rasûlu Ekrem’e göre, yumuşak huydan mahrum olan, her hayırdan mahrum
olur.[264]
[265]
Ve “Allah kullarına son derece yumuşak muamele eder ve yumuşaklığı sever.
Şiddet karşısında vermediğini yumuşaklık karşısında verir”?
Hz. Muhammed yumuşak bir tabiata sahip olması sayesinde insanlarla
ilişkilerinde hep kolay yolu tercih etmiştir. Hiçbir zaman zorlaştırıcı olup
işi yokuşa sürmemiştir. Çünkü bu insanları nefret ettirir ve uzaklaştırır. İki
şey arasında muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih etmiştir. İnsanlara da
kolaylaştırıcı olmaları, zorlaştırıcı olmamaları; müjdeleyici olmaları, nefret
ettirici olmamaları konusunda uyarılarda bulunmuştur.[266] Çünkü müjdelemek ve
kolaylaştırmak işi zora sokmaktan daha sevimli ve güzel ahlaka daha çok
yakışanıdır.
Hz. Ali’den gelen bir rivayette Hz. Muhammed insanların gönlü en
cömert olanı, en yumuşak olanı ve en iyi anlaşılanı idi. Onu birden gören kimse
korkuya kapılır, onunla sohbet ve arkadaşlık eden kimse onu sever ve ondan önce
ve sonra yaradılış ve ahlak bakımından böyle kimse görmedim derdi. 1
Abdullah İbnu Amr İbni’l As Hz. Peygamberin Tevrat’taki vasıflarını anlatırken
şöyle söylemektedir: “O, ne katı kalpli ne de kaba biridir. Çarşı pazarda
rast gele bağırıp çağırmaz. Kötülüğü kötülükle kaldırmaz, bilakis affeder
bağışlar”1
Görüldüğü gibi Hz. Muhammed’in hayat kesitlerinden alınan davranış
örneklerine, sıkıntı zamanlarına ve baskı altında takındığı tavırlara,
insanlara yaptığı tavsiyelere ve ashabının kendisi hakkındaki gözlemlerine bakarak
diyebiliriz ki, Hz. Peygamber gerçek bir hilm insanıdır ve insanlara yumuşak
muamele onun hayat felsefesinin en temel renklerindendir.
2.6.
Affediciliği
ve Hoşgörüsü
Hz. Peygamber’in önemli hayat düsturlarından biri de affediciliği
ve hoşgörüsüdür. Hz. Muhammed’in hayatının hangi sahnesine bakılırsa bakılsın
af ve müsamaha kareleriyle karşılaşılır. Allah Rasûlü insanların hatalarını ve
kusurlarını gidermeye çalışırken hep hoşgörülü ve tolere edici olmuştur.
İnsanlar kendilerini onun yanında rahat ve huzurlu hissetmişler, bu yönü
sayesinde onun etrafında kenetlenmiş, benzeri görülmemiş, sağlam bir kardeşlik
müessesesi kurmuşlardır. Çünkü affedici, hoşgörülü, benimseyici bir yaklaşım
insanları bir mıknatıs etkisi ile birleştirirken; kusur arayıcı, tenkit edici
tutum birlikleri dağıtır, tüm ayrılıkların ve kırgınlıkların sebebi olur. Hz.
Peygamber’in af, hoşgörü ve müsamahayı bünyesinde barındıran mesajı, onun
kişiliğinde yaşamla kaynaşmış, barış ve huzurun kaynağı olmuştur. Getirdiği
düşünce ve yaşam sisteminin kökleri ve en temel unsurları yine bu kavramlara
dayanmaktadır. Bu sisteme verilen İslâm’ adı da etimolojik olarak
kurtuluşa ermek barış ve esenlik[267] [268] [269] anlamlarına gelmektedir. Hz.
Muhammed insanları İslam’a çağırmakla onları barış ve huzur ortamında emniyetli
yaşam ve yaşam sonrasına, hayır etrafında kuvvetli bir birlikteliğe davet etmiş
olmaktadır. Ayrıca sunduğu mesajını sadece nazari bilgi seviyesinde bırakmamış;
hayata aktararak pratik alanda bizzat yaşayarak sergilemiştir. İslam’ın
hoşgörüsü doğrudan Hz. Peygamberin kişiliğinde belirmiş ve onun takipçilerine
elle tutulur, güçlü davranış örnekleri bırakmıştır. Açıktır ki söylenen sözün
verilen tavsiyenin etkisi uygulanarak gösterildiği nispette artar. O tüm
insanlara affediciliğin ve engin hoşgörünün canlı örneklerini vermiştir. Zira
Allah Rasûlü’nde Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok
ananlar için pek güzel bir örnek vardır.1
İslam Dünyası Hz. Peygamberin bu konudaki rehberliğine tabi
olduğunda tefrika illetinden kurtulabilir. Çünkü af ve müsamaha, İslam
Toplumunda görülen bölünmüşlük ve parçalanmışlık için etkili bir ilaç olarak
görünmektedir. Hoşgörü ve af birbirinden kopan fertleri bir araya getirecek
sihirli bir iksirdir. Kur’an’da “Çekişip birbirinize düşmeyin: sonra korkuya
kapılırsınız da kuvvetiniz gider” [270]
[271] denmektedir. Hz.
Peygamber de bu konuda şöyle söylemektedir: “Ben, haklıyken bile
çekişmeye girmekten kaçınan kimse için cennetin kenarında bir köşk verilmesine
kefilim. ” [272] Görüldüğü
üzere insanların birbirlerine tahammülsüzlük göstermeleri, affedici olmamaları
birliklerin bozulup dağılması neticesini vermektedir ve Hz. Peygamber’in
temsilcisi olduğu yaşam felsefesine zıttır.
Hz. Peygamberin (sav) tebliğinin ulaştığı başarısında affının
yadsınamayacak ölçüde ehemmiyeti vardır.[273] Dönemindeki insanların
davetine koşmasında onun yüce gönüllülüğünün, başkalarının hata ve
kusurlarından geçmesinin önemli oranda tesirinden söz edebiliriz.
Enes b. Mâlik’ten gelen bir rivayette Hz. Peygamber Mekkelilerin
kendisine olan davranışlarını kastederek şöyle demiştir: “Allah için o
derece korkutuldum ki hiçbir kimse o kadar korkutulmaz, Allah uğruna ve din
yoluna o derece eziyet çektim ki o kadar eziyet kimseye yapılmamıştır.
Üzerimizden bir ay geçerdi ki benim ve Bilal’ın bir canlıyı doyuracak kadar
bile yiyeceğimiz olmazdı. Olduğu zamanlarda ise Bilal’ın koltuğunu dolduracak
kadar olundu. ” [274] Allah Rasûlü ve
beraberindekiler Mekke’de on üç yıl boyunca çeşitli eza ve işkencelere maruz
bırakılmış, baskı ve zulümle yurtlarından çıkarılmıştı. Kendilerine reva
görülen tüm bu eziyet ve horlanmalara rağmen; o, gücü elinde bulundurduğunda
bunların hesabını sorma, intikam alma yoluna gitmemiştir. Çünkü o inanmaktadır
ki ki, bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı
sağlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir. 1Ve Allah müminlere, cezayı murat
ederlerse misliyle cevap verebileceklerini, fakat buna rağmen sabrederlerse
bunun daha hayırlı ve rızaya daha muvafık olduğunu şöyle söylemektedir:
“Eğer ceza verecekseniz size yapılan işkencenin misliyle cevap
verin. Ama sabrederseniz elbette o sabredenler için daha hayırlıdır.”[275] [276]
Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı sonrası getirilen esirlere
muamelesinde de bu anlayışın izlerini görüyoruz. Bu insanlar, yaptıkları
düşmanlığın neticesi öldürülmeyi beklerlerken çeşitli şekillerde
salıverilmişlerdir. Bu da doğal olarak Mekkelilerin kalplerinde bir nebze de
olsa yumuşama meydana getirmiştir. Bu esirlerin canlarını bağışlamanın ötesinde
Hz. Muhammed’in kendilerine yapılmasını tavsiye ettiği muamele, onun ne denli
bir mürüvvet insanı olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’in esirlere merhamet
ve cömertlikle muamele tavsiyesine karşılık ashabı kendi yemeklerinin en
güzellerini esirlere sunmuşlardı. Esirlerden biri daha sonra şunu söylemiştir:
“Allah Medine halkını mübarek kılsın. Kendileri hurma ile idare
ederken; bizlere zaten az olan buğday ekmeği verdiler. ” [277] Allah ihtiyaç içinde bulunulan bir zamanda, sırf rıza-i ilahi
için yapılan bu davranıştaki teşekkür dahi beklemeyen inceliği şu şekilde
anlatmaktadır:“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime
ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir
karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belalı bir günde
Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız, derler.” [278]
Hz. Aişe’nin anlattığına göre Resûlüllah hiçbir zaman yakışıksız
veya müstehcen sözü ağzına almaz, sokakta yüksek sesle konuşmaz, kötülüğe
kötülükle karşılık vermez, buna mukabil affeder, bağışlardı[279] O güçlü iken affetmek
ilkesini bütün insanlığa hediye ederek büyük bir inkılâp gerçekleştirmiştir.[280]
Hz. Peygamber bu türlü davranışın aynı zamanda Allah ahlakı olduğunu da
söylemiştir. Çünkü Allah kötülüğü kötülükle yok etmez; ancak iyilikle yok eder.[281]
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’e
akla gelecek her türlü eziyeti yaptıktan sonra kendisini öldürmek, mesajını
durdurmak için yaptıkları onca saldırılara rağmen, Mekke’nin fethi günü on bin
kişilik İslam ordusuyla karşılaştıklarında yapıp ettiklerinin hiç birinin
hesabı Hz. Peygamber tarafından kendilerine sorulmadı. Hiç kimsenin kılına
dokunulmadı. Mekke, Allah Rasûlü’nün ilan ettiği bir genel afla huzur ve sükûn
içinde fethedilmişti. Kendileri de bu iyi muameleyi hak etmediklerinin
farkındaydılar. Fakat Allah Rasûlü’nün mürüvvetini de bilmiyor değillerdi. Zira
kendisi onlara “Şimdi size nasıl muamele etmemi bekliyorsunuz?” diye
sorduğunda hepsi birden “Sen kerim oğlu kerimsin. Senden ancak kerem
beklenir” 1 demişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Benimle
sizin haliniz Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi olacaktır. Sizlere bu gün
hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur, Allah sizi bağışlasın. Gidiniz
serbestsiniz” [282] [283]
buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinde sergilediği tutum, bütün
insanlığa ve insanlığı yöneten geçmiş ve gelecek idarecilere, devlet
başkanlarına ve ordu komutanlarına büyük ders olmuş ve onlara güçlü iken
affetme, muktedir iken müsamaha gösterme evrensel ilkesini hediye etmiştir.[284]
Hz. Peygamber’i hep zor işleri başaran bir kişilik olarak, güçlü bir irade
insanı olarak görüyoruz. Cezanın en ağırını verebilmeye muktedir iken tüm
haklarından vazgeçip her şeye rağmen affedebilmek gerçekten zor bir iştir. Bunu
sadece sağlam ve oturmuş kişilik sahibi bir insan gerçekleştirebilir. Çünkü intikam
duygusu insanoğlunun sahip olduğu en ilkel duygulardan sayılırken affedicilik
gelişmiş duygulardandır.
Allah Rasûlü Mekke’yi fethettiğinde İslam’ın en
büyük düşmanı Ebu Cehil’in oğlu İkrime’yi[285],
düşmanlıkta ileri giden Ebu Süfyan’ı, amcasını öldüren Vahşi’yi[286]
ve onun cesedine eziyet eden Hind’i [287]
bağışlamıştır. Hz. Peygamber’in, düşmanlarını, özellikle onlar güçsüz
bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlaması pek çoğunun iman etmesine
vesile olmuştur. Fetih günü Ebu Süfyan’ın “Hala kafamda bir sürü şüphe var”
demesine karşılık Allah Resulü’nün “Kâbe’ye sığınan emniyette olduğu gibi
Ebu Süfyan’ın evine sığınan da emniyettedir” [288]
buyurması affediciliğinin boyutunu göstermesi açısından kayda değerdir. Bütün
Kureyş liderleri, affedilip serbest
bırakıldıktan sonra Hz. Muhammed’in inancının doğruluğuna ikna olmuşlar ve
kendi istekleriyle kabul ederek İslam’ın direkleri ve güçlü destekçileri
olmuşlardır.1
Allah iyilikle kötülüğün durumunu anlattığı bir ayeti kerimede
kötülüğe karşı iyiliğin düşmanlığı dostluğa çevirdiğini şöyle anlatmaktadır: “iyilik
ve kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle
arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.”[289] [290]
[291]
Allah Rasûlü’nün affediciliği sayesinde insanların gönlünü kazanmasının
örneklerinden biri de Sümâme bin Usal olayıdır. Bu kişi askeri bir harekât
neticesi esir olarak ele geçmiş, bir süre bu şekilde tutulmuştu. Bu zaman
zarfında kendisine Müslüman olması teklif edilmiş fakat kendisi bu teklife
soğuk yaklaşmıştır. Bir taraftan da Hz. Peygamber’den kendisini serbest
bırakmasını, bunun karşılığında dilediğini vereceğini söylemiştir. Neticede Hz.
Peygamber’in onu karşılıksız serbest bırakması Sümâme açısından umulmayan bir
durumdur. Bu ikramdan etkilenen Sümâme’nin İslamiyet’i seçtiğini görüyoruz. Bu
tercihini açıklarken şöyle söylemiştir:
“Ey Muhammed! Vallahi şu yeryüzünde bana senin yüzünden daha
düşman yüz yoktu. Fakat bu sabah senin mübarek siman bana yüzlerin en sevimlisi
göründü. Vallahi ben dinler içinde en çok senin dinine düşmandım. Fakat bu
sabah senin dinin bana göre dinlerin en sevimlisidir. Vallahi ben memleketler
arasında en çok senin şu şehrinden nefret ediyordum. Fakat bu sabah senin
içinde bulunduğun şehir bana göre şehirlerin en sevimlisidir. ”3 Netice itibariyle bu insan Hz. Peygamberin hiç karşılıksız affı
sayesinde İslam toplumuna kazanılmış oldu. Bu kimsenin kafasındaki soruları
cevaplayan ve kalbini kıvama getiren Allah Resulü’nün affedici oluşudur.
Sümâme bin Usal bir tüccardı ve Mekkelilerin tahıl ihtiyacını
karşılıyordu. Müslüman olunca Mekke müşriklerine tahıl sevkıyatını durdurdu.
Mekkeliler durumu Hz. Peygambere ilettiklerinde o Sümâme bin Usal’dan bir dönem
kendisi ve sevdiklerine ambargo uygulayarak büyük acılar yaşatan Mekkeliler’e
olan tahıl sevkıyatına devam etmesini istemiştir.[292]
Bu olayda Hz. Aişe’nin şu tespitinin tezahürlerini görüyoruz: “Resulullah
kendisi için kin tutup öç almazdı.”1 İsteseydi eline
Mekkeliler’den ambargonun intikamını alma fırsatı geçmişti. Düşmandan intikam,
olağan karşılanabilecek bir durumdur. Fakat Peygamber Aleyhisselam hiçbir zaman
intikam almamış, bütün düşmanlarını affederek onlara şeref ve değer vermiştir.[293]
[294]
[295]
Resulu Ekrem “Rabbim bana, intikam alacak gücüme rağmen düşmanları affetmemi,
benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi
emretmiştir” demiştir. Çünkü Allah ondan affedici olmasını şöyle istemektedir: “Yine
de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri „3 sever.
“Resûlüm sen af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillerden yüz
çevir. ” [296] Ayetinde de peygamberin
şahsında her insana, özellikle de liderlere, insanları affetmesi hoşgörülü
olması emredilmektedir.[297]
Müslümanlara da şöyle tavsiyede bulunmuştur: “Sana zulmedeni
affet, sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap. Aleyhine de olsa hakkı
söyle.” [298]
Yapılan kötülük karşısında iyilik yapmak zor bir hadise olarak
görülse de Hz. Peygamber’in ve arkadaşlarının hayatlarında bunun güzel
örneklerine rastlamaktayız. Bir fert kötülük yaptığında o, kendi mizacının gereğini
yerine getirmiştir. Müslüman da ona mukabil kendi mizacını ortaya koyar
öfkesini yutarak insanları affeder,[299] kızmalarına rağmen
kusurları bağışlar[300] ve iyilikle karşılık
verir. Allah bunu “Herkes kendi mizacına göre iş yapar” [301]
diyerek açıklamaktadır.
İfk hadisesinde önemli rol oynayan Mistah’ın affedilmesi ve
kendisini daha önceden himayesine almış bulunan Hz. Ebu Bekir’in yaptığı
yardımları kesmeye niyetlendiğinde inen ayet inanan bir insana yakışacak tavrı
belirtmektedir. Çünkü bütün insanlar yaptıkları işlerle kişiliklerini ortaya
koymaktadırlar. Allah şöyle buyurmaktadır: “içinizden faziletli ve servet
sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından)
vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar ferâgât göstersinler. Allah
’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok
merhametlidir ”1 Hz. Ebû Bekir de kendinden beklenen tavrı yani
affediciliğini göstererek en yakın dostu Hz. Peygamber’in tutumuna benzer bir
tavır sergilemiştir.
Allah Rasûlü olaylara hilmle yaklaşmak konusunda itidali de elden
bırakmamıştır. Kendisine karşı yapılan haksızlıklar karşısında engin
merhametini sergilerken; saldırılar başkalarının hukukuna yapıldığında
haksızlığa engel olmak adına celallenmektedir. Hz. Aişe de Hz. Peygamberin bu
yönünün şöyle anlatmaktadır: “Rasûlüllah kendisi için kin tutup öç almazdı.
Ancak Allah ’ın hürmetine saygısızlık edilmesi müstesnadır. işte bu halde
yapılan hürmetsizlik sebebiyle Allah için (öfkelenir) intikam alırdı.” [302] [303]
Ebu Zerr’in Bilâl’e “Ey siyah kadının oğlu” demesi üzerine öfkelenen
Allah Rasulü, Ebu Zerr’e hitaben sende hala cahiliye emaresi var diyerek onu
azarlamıştı.”[304]
Allah hilmi, Hz. Peygamber’in üzerinde görmek istemektedir. Kimi
yerde Hz. Peygamber “Ya Rabbi! Bunlar iman etmeyen bir kavimdir”
dediğinde onların bu tutumundan yüz çevirmesini yalnızca selamla karşılık
vermesini[305] şimdilik onlarla
güzel muamelede bulunmasını emretmektedir.[306]
Allah, insanların en yakınlarında bile kendilerine düşmanlık
edenlerin bulunabileceğini, onların kötülüklerinden korunmakla birlikte
kusurlarını başlarına kakmayıp örtücü olmanın büyük mükâfatlarla
karşılayacağını müjdelemiştir:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman
olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz,
kusurlarını örterseniz, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[307]
Bu ayette iyi ahlaka ulaşmak için çok önemli iki davranış prensibi
ortaya konmaktadır. Bunlardan birincisi kötülüğe karşı uyanık olmak, yani
bilinçli bir farkındalık, diğeri de düşmanlıkta bulunan en yakında bile olsa bu
kusurunu yüzüne vurup düşmanlığını pekiştirmeme, affedip görmezden gelerek
kazançlı çıkmaktır. Zira başka bir ayette af yolunu tutmanın düşmanlıkları
dostluğa çevirdiği belirtilmişti.[308] Allah Rasulu, bir kimse bir
kusur işlediğinde bunu yüzüne vurmazdı. O kişiyi “Falana ne oluyor ki”
diyerek suçlamak yerine “Bir kısım insanlara ne oluyor ki şunları
yapıyorlar”1 demek suretiyle kabahati dolaylı yollarla gidermeye
çalışırdı. Bu konuda Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmaktadır: “Kim bir mümin
’in ayıbını örterse Allah da kıyamet günü o kişinin bir ayıbını örtecektir.”[309] [310]
Hoşgörü insanlar arası ilişkilerde orta yolu takip etmek ve
dengeli olmak,[311]
affetmek, kusura bakmamak, farklılıkları anlayışla karşılamak anlamlarına
gelmektedir.[312]
Hoşgörü farklı dil, din, cins, inanç ve anlayış bakımından başkalarının
varlıklarından rahatsızlık duymama[313] her şeyi anlayışla
karşılayarak mümkün olduğunca hoş görme halidir.[314] Hoşgörüde zoraki, istemeyerek
bir tahammül bir katlanma değil; kabullenme ve olumlu bir yaklaşım söz
konusudur.[315]
Bu tariflerden yola çıkarak Hz. Peygamberin hoşgörüsünü farklı
inançlara ve farklı fikirlere yaklaşımını içerecek şekilde iki bölüm halinde
inceleyeceğiz.
Bir insan hakkında değerlendirmede bulunurken onun şahsına
çevresine ve topluma karşı sergilediği davranış biçimleri ele alınmalıdır. Hz.
Muhammed’in kişiliğini analiz ederken sağlıklı bir sonuca ulaşmak için, içinde
yaşadığı toplumun farklı kesimleri ile diyaloglarına da değinmeli, değişik
durumlardaki tavırlarını incelemeliyiz.
Hz. Muhammed Medine’ye hicret ettiğinde orada kendisinin varlığını
kabul eden farklı guruplarla karşılaştı. Bunlar müşrik Araplar, Yahudiler,
Hıristiyanlar ve Müslümanlardı. Orada bu farklı inanç ve çevreye mensup
insanları bir arada yaşayacakları ortak bir hukuki birlikteliğin içine dâhil
etti. Enes’in evinde toplanan Müslüman ve gayri Müslimler bir şehir devleti
yapısı ortaya çıkarmada anlaşmışlardı. Burada tarihteki örneğine ilk defa rastlanan
ve bir devlet başkanı tarafından ortaya konan ilk yazılı anayasayı yürürlüğe
koydu.[316]
Medine vesikası olarak adlandırılan bu belge Hz. Peygamber’in kurduğu devletin
temeline dini bir hoşgörüyü yerleştirdiğini göstermektedir. Çünkü bu vesikaya
göre “Yahudiler kendi dinlerinde, Müslümanlar kendi dinlerinde olacaklar,
herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşüldüğü zaman bu Yüce Allah ve Muhammed’e arz
ve havale edilecekti’”1
Hz. Peygamber’deki getirdiği inanca uzak yakın herkesi ortak bir
çatı altında birbirine tahammüllü yaşatma fikri, sahip olduğu derin hoşgörüyü
göstermektedir. O kendi tebliğine muhatap kıldığı bu insanları, ister davetini
onaylasınlar ister onaylamasınlar, bulundukları konumları itibariyle kabul
etmekteydi. Kendilerine İslam’ı teklif etmekte, hakikate inanmaya davet
etmekte, fakat tercihlerinden ötürü onları yargılamamaktaydı. Bu konuda Allah
şöyle buyurmaktadır: “iman edenlere söyle Allah’ın (ceza) günlerinin
geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah her toplumu yaptığına göre
cezalandıracaktır.” [317]
[318]
Hz. Peygamber hiç kimseyi İslam’ı kabul etmeleri hususunda
zorlamamı ştır. Zira dinde zorlama yoktur.[319] Çünkü zor kullanma her
insanın hür iradesini kullanarak hakikati tercih etmesi prensibine terstir ve
irade şartı gerçekleşmeksizin arız olan imanın kıymetinden söz edilemez.
Dileyen iman eder, dileyen inkâr eder.[320] İman etmeyene bu tercihinden
ötürü ceza vermek kimseye düşmez. Bu insanlara karşı sulh esastır. İnanan
insanın görevi bu kimselere müsamaha ve hoşgörü ile yaklaşmaktır. Hakikâti
tercih etmemelerinin sorumluluğu kendilerine cezası da Allah’a aittir.
Hz. Peygamber de bu prensipler ışığında muhatabından hiç birini
tebliğini kabul etmesi için zorlayıcı olmamıştır. Onun vazifesi “insanların
onaylayabilmeleri için mümkün olanca sarih ve etkili bir tarzda tebliğ etmek
idi. işte ondan sonrası insanlara kalıyordu ister kabul ederler, ister
etmezler.” [321]
Allah, Peygamberini kendisine şöyle anlatıyor: “Biz onların
dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerine bir zorlayıcı değilsin.
Tehdidimden korkanlara öğüt ver.” [322]
İbn İshak’tan rivayet edildiğine göre; “Ensar’dan birisinin
Hıristiyan olan iki oğlu vardı ve islam’ı kabul etmemekteydiler. Bu adam peygamber
efendimize gelerek onları islam’a girmeye zorlayıp zorlayamayacağını sordu.
Bunun üzerine inanç hususunda zorlama olmayacağını bildiren ayet nazil
olmuştur.” [323]
İnsanları İslam’a zorla sokmak Hz. Peygamberin sunduğu inanç
hürriyetini sığmadığı gibi ayrılmak isteyenleri (mürtedleri) öldürmekse onun
mesajının ruhuna aykırıdır. Fakat “İslam fukahâsının hemen tamamının mürtedin
öldürüleceği hükmünü kabul etmesi şaşırtıcıdır. Zira ne Kur’an’da ne de Hz.
Peygamber’in uygulamasında bunun örneğine rastlanmamaktadır. İnanç hürriyetinin
bayraktarlığını yapan bir dinin bu hürriyeti kullananları öldürmesi kendini
inkâr anlamına gelir.”1
“Hz. Peygamber zamanında pasif bir mürtet örneği yoktur.
Dolayısıyla mürtetlerin öldürülmesiyle ilgili hadis[324] [325] tarihi vakıalara baktığımızda
öldürme emrinin düşünce ve inançtan dolayı değil; çıkardıkları fitne, fesat,
düşmanla işbirliği, huzur ve güveni bozma kısaca eylemlerinden dolayı olduğu
kesin sonucuna varıyoruz.”[326]
Nitekim Kur’an-ı Kerim mürtede uhrevi cezanın dışında bir ceza öngörmemiştir.[327]
Hz. Peygamber de kendisine biat edip Müslüman olan, sonra bundan vazgeçip
Medine’yi terk eden bir bedeviye engel olmamıştır. [328] Zaten aksini iddia etmek
kendisine yapılan en büyük düşmanlıkları affeden ve insan kazanmayı dünyanın en
kıymetli işi addeden bir peygamberin kişiliği ile örtüşmez.
Hz. Peygamber kendi tebliğini kabul eden kimseler kadar kabul
etmeyenlere de çok müsamahalı davranmıştır. Onların inançlarına tahammül ve
hoşgörü göstermiştir. Onların yapıp etmeleri karşısında da “bizim işlerimiz
bize, sizin işleriniz size” demiştir. Yani biz birbirimizin kabullerine
müdahale etmeyiz, herkesin yapıp ettiği kendini bağlar, bunun için size husumet
göstermeyiz demek istemektedir.[329]
Hz. Peygamber ehli kitapla olan muamelesini böylelikle en güzel davranış
prensibi üzerine kurmuş,[330]
onları asgari müştereklerde birleşmeye çağırmıştır: De ki: Ey Ehli Kitap!
Sizinle bizim aramızda benzer ve ortak olan bir kelimeye geliniz. [331]
Kur’an’ın ortak değerlerde birleşme çağrısı muhatabının gönlünü
kazanmaya yönelik bir tebliğ yöntemidir.[332] Ve bu ileriye dönük
beraberliği başlatabilecek stratejik bir yöntemdir.1 Farklı dinlere
hoşgörülü davranmada muhatabın da aynıyla karşılık vermesi şart değildir.
Karşılık görülmese bile hoşgörü ve sevginin devam etmesi şöyle tavsiye
edilmiştir: “işte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde
siz onları seversiniz bütün kitaplara inanırsınız.”[333]
[334]
Allah ehli kitabı ve özellikle Yahudileri Allah Rasûlü7ne
anlatırken, onların hainliklerini ve kıskançlıklarını nazara vermektedir. Tüm
bu kötü huylarına rağmen onları yine de affetmesini, hoş görmesini tavsiye
etmektedir: “içlerinden pek azı hariç, onlardan (Yahudilerden) daima bir
hainlik görürsün. Yine de sen onları affet. ” [335] [336] “ Ehli kitaptan çoğu
hakikat kendilerine belli olduktan sonra sırf içlerinde ki kıskançlıktan ötürü,
sizi emanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz Allah onlar
hakkında ki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her
şeye kadirdir.”
Hz. Peygamber; “herkes kendi mizacına göre iş yapar”[337] fehvasınca
Yahudilerin kıskançlıkları neticesi yaptıkları çirkinliklere karşılık vermiyor,
her zaman iyilik yolunu tutuyordu. Hz. Aişe şöyle anlatmaktadır; “Bir gün
Resulü Ekrem ’in yanındaydım. Bir Yahudi huzuruna girmek için izin istedi,
içeri girince “Essamü aleyke (Allah canını alsın) ya Muhammed” dedi. Hz.
Peygamber de “ve aleyke (senin üzerine olsun) ” diye karşılık verdi. Ben
yaptığı bu terbiyesizlik dolayısıyla Yahudi’ye cevap vermek istedim. Fakat Hz.
Peygamberin memnun kalmayacağını düşünüp vazgeçtim. Daha sonra ikinci bir
Yahudi geldi o da “essamü aleyke” dedi Hz. Peygamber ona da “ve
aleyke” diye karşılık verdi ben yine Yahudi’ye cevap vermek istemedim fakat
Hz. Peygamberin memnun kalmayacağını düşünüp vazgeçtim. Daha sonra üçüncü bir
Yahudi geldi; o da essamü aleyke deyince artık dayanamadım ve “Allah
senin canını alsın, Allah ’ın gazabı laneti senin üzerine olsun, maymunların,
domuzların kardeşleri! Allah’ın elçisini Allah’ın selamlamadığı bir şekilde mi
selamlıyorsunuz” diye çıkıştım. Hz. Peygamber bana şunları söyledi: “Aişe!
Allah çirkin davranışı, kötü sözü sevmez; onlar bir laf attılar, biz de
kendilerine iade ettik. Onların lafı bize zarar vermez. Yahudiler kıskanç bir
millettir. Onlar Allah’ın bize lütfettiği güzellikleri kıyamete kadar
kıskanacaklardır. En çok da kendilerine nasip olmayıp bize bağışlanan Cuma gününü,
Allah’ın bize verip onlara vermediği kıblemizi, bizim selamlaşmamızı ve imamın
arkasında fatiha suresinden sonra âmin dememizi kıskanırlar.”1
Hz. Peygamberin farklı din mensuplarına gösterdiği hoşgörüde ve
birlikte barış ortamında yaşamada, onlardan Allah’a ve ahiret gününe inanıp
salih ameller işleyenler için de bir mükâfatın olacağı düşüncesi yatmaktadır.[338]
[339]
“Bir insanın iç dünyasındaki fikirleri kabul ve kanaatleri, sözlü
veya fiili olarak dış dünyaya yansıtmasına fikir ve ifade hürriyeti denmektedir.”[340]
Hz. Muhammed öyle bir hayat yaşadı ki bu hayatın içinde fikir hürriyetini
düşünceden pratiğe dönüştüğünü görmüş bulunuyoruz. İnsanlar onun yanında
fikirlerini açıklamaya çekinmiyorlar ve onun yanında kendilerini rahat
hissediyorlardı. Farklı fikirler ister hür, ister köle, ister kadın, ister
erkek, ister zengin, ister fakir kimden gelirse gelsin ilgi görüyor
değerlendirmeye alınıyordu. Bizzat Hz. Peygamber onların fikirlerine başvurmayı
prensip edinmişti. Böyle yapmakla hem onların desteğini almış oluyor hem de
onlara değer verdiğini göstermiş oluyordu. O bu konuda ashabına öyle bir
hürriyet vermiş ve rahatlık sağlamıştı ki bir devlet başkanı ve bir ordu
kumandanı olarak verdiği kararlar bile eleştiriye açık bulunuyordu. Bu açıdan
şu örnek oldukça dikkat çekicidir:
Hz. Peygamber Hendek savaşında Kureyş müşrikleri ile hareket eden
Gatafanlılar’ın ittifakını kırmak için onlara Medine’nin mahsulünün üçte birini
teklif etmişti. Bu teklifi öğrenen Sa’d bin Muaz ve Sa’d bin Ubade bu konuda
Hz. Peygambere itiraz etmişler ve şöyle söylemişlerdir:
“Ya Resülullah! Biz ve şu kavim (Gatafanlılar) bir zamanlar Allah
’a ortak koşar, putlara tapar, Allah’a ibadet etmez, O’nu (c.c.) tanımaz iken
bile, bunlar misafirlik veya bir şey satın alma dışında Medine’den bir tek
hurma yemeyi dahi ummamışlardır. Şimdi Allah bizi İslamiyet ile
şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu ve seninle ve onunla bizi
güçlendirdiği bir sırada mı mallarımızı bunlara (haraç olarak) vereceğiz.
Vallahi, bizim için, böyle bir anlaşma yapmaya hacet yoktur! Vallahi, yüce
Allah aramızda hükmünü verinceye kadar, onlara kılıçtan başka bir şey
sunmayacağız!”[341] Hz. Peygamber’in bunun üzerine antlaşma kâğıdını alıp yırtması
yanında bulunanlara fikirlerini açıkça ifade edebilme konusunda bir serbestiyet
verdiğini ve kendi kararından başkasının öngörüsü ile geçebilme enginliğine
sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü emir sahibi olup ta kendi kararından
başkasının kararı lehine vazgeçebilmek zor bir iştir.
Uhud savaşından önce savaşın nasıl yapılacağı hususunu da ashabı
ile istişare etmiştir. Kendisi farklı düşündüğü halde çoğunluğun fikrine saygı
duymuş ona göre davranmıştır.
Hendek savaşında da ashabın fikrine başvurmuş, Selman’ı Farisi’nin
fikrini kabul edip şehrin etrafına hendek kazdırmıştır.1
Bedir savaşında çadırın yeri hakkında ileri gelenlerden biri
olarak da sayılmayan Hubab bin Münzir itirazını dile getirmiş ve sonunda onun
fikri kabul görmüştür.[342]
[343]
Hz. Peygamber kendi beşeri halleri ile irşat vazifesinin
gereklerini bir birlerine karıştırmazdı. Dine ait olmayan konularda şahsi
görüşünü ortaya kor bunu müzakere eder ashabından da onay veya ret alırdı. Bu
konuda kendisi şöyle söylemektedir: “Ben ancak bir beşerim. Size dininize
ait bir şey emredersem bunu uygulayın. Size şahsi görüşten bir şey söylersem
ben ancak bir beşerim.” Bir başka rivayette “Siz dünyanızı daha iyi
bilirsiniz”[344] demektedir. Böylece
başkalarının kendi görüşünün üzerine görüş beyan etmesinde bir sakınca
görmediğini ve ayrıca isabetsiz bir fikir yürüttüğünde de bunu kabullenebildiğini
göstermektedir. Zira yukarıda ki sözleri Medineli çiftçilere hurma aşılamakla
ilgili verdiği tavsiyenin isabetli bulunmaması üzerine söylemiştir. Ayrıca
ashabının kendisine bazı kararları neticesinde “Bu vahiymidir, reymidir?” şeklinde
sorular yöneltebilmeleri onun fikir hürriyetine gösterdiği itinanın bir
neticesidir.
Hz. Peygamberin hür düşünceyi teşvik edici tavırları sadece ileri
gelenler ve toplumda sözü dinlenenler için değildi. O dönemde toplumun alt
tabakası sayılan köle ve cariyeler de bu hürriyeti sonuna kadar
kullanabiliyorlardı. Çünkü Hz. Peygamber köle ve hizmetçilere karşı da diğer
arkadaşlarına gösterdiği yakınlığı ve ilgiyi gösteriyordu. Berre adında bir
cariye kocasından nefret ederdi, ama kocası onu bırakmak istemiyor, aşkından
gözyaşı döküyor sokaklarda ağlayarak geziyordu. Durumu öğrenen Hz. Peygamber
cariye kıza kocasına dönmesini söyledi. Cariye: Ya Resûlüllah bu bir emir
midir? diye sordu. Hz. Peygamber “Bu bir emir değil, tavsiyedir”
dedi. Cariye ise “Eğer bu bir tavsiye ise ben onun yanına girmek
istemiyorum”1 diyerek kocasından ayrılmıştır.
Hz. Muhammed bir peygamber, bir devlet reisi, bir komutan olarak
çok yönlü bir insandı, arkadaşları arasında ve toplumun içinde apayrı bir yeri
vardı. Ashap ona tam bir sevgi ve itaatle bağlanmıştı. Bu konumuyla isteseydi
yanında hiç kimse tek kelime dahi konuşamazdı. Fakat zaman zaman sahabenin Hz.
Peygamber’in takdirlerine itiraz edebilmesi ve bunda da ısrarcı olabilmesi
ancak onun davranışları vasıtasıyla sahabede oluşturduğu fikir hürriyeti ve
bunun getirdiği özgüven neticesiyle sağlanabilmiştir.
Bir paylaştırma esnasında Müslüman olduğunu ve dağıtılan paydan
almaya liyakatli olduğunu düşündüğü bir zatı atlamasını doğru bulmayan ve bunun
nedenlerini anlamak hususunda ısrarcı davranan Sa’d İbni Ebi Vakkas’ın
tepkisine[345]
[346]
Hz. Peygamber’in yaklaşımı kayda değerdir. “Zira o bahse mevzu sahabenin
ısrarlı tutumundan rahatsızlık duyma yerine, olaya soğukkanlılıkla yaklaşarak
uygulamasındaki sebepleri izah yoluna gitmiştir. Burada Resululah’ın sahip olduğu
konuma rağmen sahabeyi susturmaya yönelmemesi gayet anlamlıdır.”[347]
“Hz. Peygamber’in sahabeye sağladığı fikir hürriyeti taşıdığı ve
önerdiği ahlakın bir icabı olmakla birlikte onlarda özgüven tesis etme
anlayışının da bir ürünüdür. Zira nebevi öğretinin gelecek nesillere
aktarılması, kişilik gelişimini tamamlamış hür düşünceli zihinlerin eseri
olacaktır”[348]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HZ. PEYGAMBER'İN ÇEŞİTLİ TOPLUM KESİMLERİ İLE İLİŞKİLERİ
3.1.
Hz.
Peygamber’in Çocuklara Yaklaşımı
Allah insanoğlunun fıtratına masum yavrular olan çocuklara karşı
bir sevgi bahşetmiş1 ve onu insanlar için göz aydınlığı kılmıştır.[349]
[350]
Bu sevgi kiminde bu kadarken bir diğerinden daha az veya daha çok olabilir.
Fakat insanlık vasfını kaybetmemiş her vicdan sahibinde bunun esintilerini
bulmak mümkündür.
Hz. Peygamber çocuk olgusuna orijinal bir yaklaşım getirmiştir. O,
çocukları bozulmamış, saf, duru insanlar olarak görür. Onlar çeşitli kirlerle
lekelenmemiş, günahsız ve temiz varlıklardır. Fıtrat üzere (Müslüman olarak)
doğan ana-babası daha sonra Yahudi, Hıristiyan, Mecûsî (hatta Müşrik) yapar.” [351]
Kalbi tüm insanlığa karşı büyük bir sevgi ve merhamet hisleriyle
dolu olan Hz. Peygamber’deki çocuk sevgisi, benzeri gösterilemeyecek seviyede
ve niteliktedir.
Hz. Peygamber çocukları hissetmeyen, bilmeyen varlıklar olarak
görmez; onları ciddiye alır, onlarla sanki yetişkinlerle konuşuyormuş gibi
konuşur, onları dinler, şakalaşır, onlarla çocuk olur ve onları kendi yanında
rahat ettirirdi. Nitekim Hz. Peygamber’in tavırlarına hayran olan Zeyd b. Harise
O’nu kendi ailesine tercih etmiştir. Hz. Enes’ten nakledilen şu sözler sanırım
Zeyd’in tercihinin sebebini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hz. Enes
anlatıyor: “Ben Rasûlullah kadar çoluk çocuğuna, aile fertlerine, eli
altındakilere merhamet duyan bir kimse görmedim.'’”[352]
Yine başka bir münasebetle şöyle söylemiştir: “Vallahi ona
dokuz-on sene hizmette bulundum. Yaptığım bir şey için; ‘niçin şöyle yaptın!’
yahut yapmadığım bir şey için ‘şöyle şöyle yapsaydın ya’ dediğini duymadım.”
Rahmet Peygamberinin çocuklarla ilişkilerinde göze çarpan, en
başta gelen hususiyeti, onların dostluğunu ve güvenini kazanmak için gösterdiği
aşırı gayrettir.1 Hz. Peygamber’in çocuklara yaklaşımında sevgi en
temel unsurdur. O, çocuklara sevgi göstermekte çok ileri giderdi. Zira çocuğu
sevmeye alıştırmanın ilk şartı onu sevmek ve sevdiğini göstermektir. Sevilen
çocuk sevmeyi öğrenir. Gerçekten çocukluğunda sevgiye doymamış insanın dengeli
bir kişilik geliştirmesi de, başkalarını sevmesi de olanaksızdır.[353]
[354]
Hz. Muhammed çocuklara karşı hissettiği sevgiyi açıkça
göstermekten çekinmezdi. Torunlarını kucaklayıp öper[355] kokularını reyhana
benzetirdi.[356]
Bir defasında Üsâme b. Zeyd ile torunu Hasan’ı dizlerine oturtup onları bağrına
basarak “Ey Rabbim bunlara merhamet et, çünkü ben bunlara karşı
merhametliyim” demişti.[357]
Rasûl-ü Ekrem Hz. Hasan’ı kucağına alıp sevdiğini, kendisiyle
oynayıp şakalaştığına, öptüğüne şaşırarak “Benim on tane çocuğum var,
onların hiçbirini öpmedim” diyen Akra’ b. Habis’e verdiği “Merhamet
etmeyene merhamet olunmaz”[358] [359]cevabı
ve bir grup bedevinin aynı şaşkınlıkla “Siz çocukları sever, öper misiniz?”
“Fakat Allah’a yemin ederiz ki, biz öpüp okşamayız” tarzındaki
karşılamalarına “Eğer Allah gönüllerinizden rahmet ve şefkati çekip almışsa
ben ne yapabilirim”1 demesi çocuklara merhametin hassas
kalplerin işi olduğunu göstermektedir. Böylece Hz. Peygamber çocuklar için son
derece önemli ve lüzumlu olan “sevilme” ihtiyacına kayıtsız kalmadığını
göstermiş olmaktadır.[360]
Hz. Peygamber çocukları farklı yerlerinden öpmüştür. Hz. Hasan ve
Hüseyin’in dudaklarından,[361]
Hz. Hasan’ın göbeğinin üstünden öpmüş[362] [363] acıtmadan dudağını 11 emmiştir.
Hz. Peygamber’in çocuklara duyduğu sevgi ve merhameti onlara karşı
kalbinin hassasiyetini şu rivayet belirtmektedir: “Rasûlüllah bir gün hutbe
okuyordu. Üzerlerine kırmızı gömlek giyen Hasan ve Hüseyin düşe kalka geldiler.
Hz. Peygamber onları görünce minberden indi ve onları yukarı kaldırdı. Sonra
şöyle buyurdu; ‘Allah Teâla mallarınız ve evlatlarınız birer fitnedir ’
buyurmakla gerçekten doğru söylemiştir. Şu iki çocuğun düşe kalka yürüyüşlerine
baktım, sözümü kesip onları yukarı kaldırıp almaktan kendimi alıkoyamadım.”1
Hz. Peygamber’in çocuk sevgisi, sadece kendi çocuklarına karşı
olan cibillî bir evlat sevgisinden çok; bütün çocuklara karşı idi.[364]
[365]
Hz. Peygamber bir gün bir düğünden dönen kadın ve çocuklarla
karşılaşmıştı. Onlara yönelerek şöyle demiştir: “Vallahi sizler bana halkın
en sevgili olanlar ısınız.”[366]
Yusuf İbnu Abdillah İbn Selam şöyle rivayet etmiştir: “Hz.
Peygamber beni Yusuf diye tesmiye etti, kucağına oturttu ve başımı okşadı.”[367]
Hz. Peygamber her sefer dönüşünde yolda karşılaştığı çocukları
kendi bineğine alır, önüne arkasına oturturdu.[368]
Mekke’nin fethedildiği gün Rasûl-ü Ekrem şehre girdiğinde, onu
Muttalip oğullarının küçük çocukları karşıladı. Allah’ın elçisi onlardan birini
önüne diğerini de devesinin arkasına bindirdi.[369]
Hz. Peygamber çocuklara merhamet hususunda Müslim, gayri müslim
ayrımı yapmamıştır. Esved İbni Serî şöyle anlatmaktadır: Bir defasında Rasûl-ü
Ekrem ile savaşa gitmiş, ganimet olarak bir miktar deve elde etmiştim.
Savaşçılar o gün çocuklara, kadınlara varıncaya kadar bir hayli insanı
öldürmüşlerdi. Hz. Peygamber bunu duyunca; “insanlara ne oluyor da,
kadınlara ve çocuklara varıncaya kadar öldürmekte aşırı gidiyorlar?”
buyurdu. Orada bulunanlardan biri “Ama Ey Allah’ın Elçisi! Öldürülen
çocuklar, Allah’ tan başkasını tanrı edinenlerin çocuklarıdır” dedi. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu; “Bakınız, sizin en hayırlılarınız
da Allah’ tan başkasını tanrı yerine koyanların çocuklarıdır. Çocukları ve
kadınları kesinlikle öldürmeyiniz. Çocukları ve kadınları kesinlikle
öldürmeyiniz.”[370]
Hz. Muhammed İslam toplumunun üyelerinin niteliklerinden önemli
ikisini, yani küçüğe sevgi, büyüğe saygıyı şu sözlerle anlatmaktadır: “Kim
küçüğümüze merhamet etmez ve büyüğümüzün hakkını tanımazsa bizden değildir.”1
Hz. Peygamber kendi çocuklarının ve torunlarının ölümlerine şahit
olmuş, merhamet duyguları coşmuş ve arkalarından gözyaşı dökmüştür. Çok sevdiği
oğlu İbrahim’ in ölümünde, namazda bile omzundan indirmediği kız torunu Ümame’
nin ölümünde[371]
[372]
çok müteessir olmuş, yüzü gözyaşlarıyla ıslanmıştır. “Siz de mi ağlıyorsunuz
Ey Allah’ ın Rasûlu?” diye soranlara: “Bu gördüğün gözyaşları rahmet ve
şefkat eseridir. Göz ağlar, kalp üzülür. Biz üzüntümüzü ancak Rabbimizin razı
olacağı sözlerle ortaya koyarız. Ey İbrahim! Senden ayrıldığımız için çok
üzgünüz”[373] diye karşılık
vermiştir.
Çocuklar anne-babalara verilmiş birer emanettir. Onlar
çocuklarının bakım ve görümlerinden, yetiştirilmelerinden sorumludur. Bu
çabalar aynı zamanda kulluğun da gereğidir. Bunun aksi davranışlar cezayı
gerektirir. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Bakmakla yükümlü
olduğu kimseleri zayi etmesi kişiye günah olarak yeter.”[374]
“Bir kimse Allah ’ın rızasını umarak aile bireyleri için bir harcama yaptığı
zaman bu, onun için bir sadakadır.”[375]
Ana-Babanın çocuğun terbiyesinden sorumlu olduğunu her fırsatta
dile getirmiştir. Bir defasında şöyle söyler: “Çocuklarınıza ikram edin ve
terbiyelerini güzel yapın.”[376] [377]
Bir başka sefer de şöyle söylemektedir: “Bir baba evladına güzel edepten
daha efdal bir şey hediye etmez.”1
Hz. Peygamber çocukların ihtiyaçlarını karşılar, isteklerini
yerine getirirdi. Hz. Ali’nin rivayetine göre; “Rasûlüllah bir gün kendisini
ziyarete gelir ve yanlarında geceler. Hasan ve Hüseyin uyumaktadır. Bir ara
Hasan ve ardında da Hüseyin su isterler. Hz. Peygamber derhal su kabına koşarak
onlara su verir.”
Hz. Peygamber çocuklar arasında adalete önem vermiş ve inananların
da böyle davranmasını tavsiye etmiştir. Zira Hz. Peygamber’e göre çocukların
ana-baba üzerindeki haklarından biri de onlara eşit davranılmasıdır.1
Oğullarından birine bir bağışta bulunan ve buna da Hz. Peygamber’i şahit tutmak
isteyen bir adama Hz. Peygamber, diğer çocuklarına da aynı şekilde bağışta
bulunup bulunmadığını sormuş adam bulunmadığını söyleyince “Öyleyse o
bağıştan geri dön, beni de bu işe şahit tutma; çünkü ben haksızlığa şahit
edemem. Allah ’tan korkunuz, çocuklarınız arasında adaletli davranınız”[378] [379]
şeklinde uyarmıştır.
Hz. Peygamber sadece erkek çocuklar arasındaki adalete önem
vermemiş; kız çocuklarını da erkek çocuklarla aynı seviyeye getirmeye
uğraşmıştır. Cahiliye devrinde kız çocukları çok değersiz görülüyor onlara önem
verilmiyordu. Özellikle alt tabakaya mensup ailelerde kız çocuklarına hiç
itibar edilmezdi. Kız çocuklarına tüketici gözüyle bakılırdı. Bir de ilerleyen
zamanlarda bazı hatalar yaparlar düşüncesiyle toplumda şeref ve itibarlarının
zedelenmesinden endişe ederlerdi. Bu yüzden, çoğu kez kız çocuklarının hayatına
bile bile son verirlerdi.[380]
[381]
Allah şu ayetlerde o dönemde kız çocuklarına hangi gözle
bakıldığını şöyle anlatmaktadır: “Aralarından birine bir kız çocuğu olduğu
müjdelenince içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen
müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde
yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki verdikleri hüküm ne kadar
kötüdür!”
Peygamberimizin yanında bir adamın erkek çocuğu geldiğinde öpüp
dizlerine oturtması kız çocuğu geldiğinde öpmeden dizine oturtması Hz.
Peygamber’in dikkatini çekmiş Niçin ikisini bir tutmadın? diyerek adamı
uyarmıştır.[382]
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber kız çocuklarına gösterilen sevgi ve ilginin erkek
çocuklarına gösterilenden az olmaması, bu hususta da kız ve erkek çocukları
arası adaletin sağlanması gereğini hatırlatmaktadır.
Peygamber Efendimiz’ in uygulamaları ile İslamiyet, kız ve erkek
çocukları arasındaki eşitsizliğe ve kız çocuklarının hakir görülmesine son
vermiştir.
Peygamberimizin girişimleriyle kız çocukları da hak ettikleri
saygın hayata kavuşmuşlardır.1
Hz. Peygamber öncelikle kendisi kız çocuklarına ihtimam göstermiş
onlara kıymet vermiştir. Toplum içinde kız çocuklarını kucaklamış omzunda
taşıyarak onlara nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir. Kızı Zeyneb’in
Ebu’l As’tan olma Ümâme adlı kızını omzuna alarak namaz kılardı. Ruküya varınca
çocuğu tutup yere bırakır rukü ve secdesini yapar ayağa kalkarken çocuğu tekrar
omzuna alırdı.[383]
[384]
Namaz gibi önemli bir ibadete bir kız çocuğu omuzdayken başlaması, ikincil
olarak kabul edilmiş bu cinsiyet için de bir şereftir. Çünkü onun Ümame’ye
gösterdiği sevgi kız çocuklarını toprağa gömen bir toplumda alışılmış bir tutum
değildir. Kendisine kız çocuğu müjdelenince öfkeden yüzü kapkara kesilen[385]
insanların bulunduğu bir toplumda o; hem de kız çocuğundan olma bir kız
torununa alışılmadık ikramlarda bulunuyor görülmemiş derecede bir ilgiyle değer
vermiştir.
Kendi kızı Hz. Fatıma’ya davranışları da süregelen tutumlara hiç
benzememektedir. Kızı Fatıma gelince ayağa kalkar, onun elinden tutar, onu öper
ve kendi oturduğu yere oturturdu.[386]
Hz. Peygamber inananlara da kız çocuklarına iyi davranmanın
getireceği uhrevi faydalara vurgu yaparak bakıp gözetilmelerini tavsiye
etmiştir.
“Bir kimsenin üç kız çocuğu veya üç kız kardeşi bulunurda onlara
güzel muamele eder ve onlara ihsanda bulunursa cennete girer. ” Yine iki parmağını birleştirerek şu sözü söylemiştir: “İki kız
çocuğa bakıp gözetenle cennette şu iki parmak gibiyim.”[387]
Hz. Peygamberin terbiyesinden geçenler öyle bir değişim
geçirmişlerdir ki cahiliye de durum böyleyken, Hz. Hamza’nın şahadetinden sonra
geriye bıraktığı bir yetim kız çocuğunun bakımını ve yetiştirilmesini üstlenmek
hususun da ashabın yarışırcasına çekiştiklerini görmekteyiz.[388]
Bu durum onun toplumu getirdiği nokta açısından manidardır.
Anne ile çocuk arasındaki ilişkilerin sürekliliği çok önemlidir.
Bu ilişkiler gelişmenin temelini oluşturur.1Anneden mahrum olma, çeşitli
düzeylerde davranış bozukluklarının nedenidir.[389] [390] Genellikle ilk üç yaşta,
çocuk anasının geçici ayrılığına birkaç hafta dayanabilir. Bebeklik çağında bu
ayrılığın bir haftayı geçmemesi doğru olur.[391] [392] Annenin rolü çocuğun gelişimi
açısından bu derece önemli olunca Allah Rasûlu çocukların annelerinden
ayrılmalarına şiddetle karşı çıkmıştır.
“Bir anne ile çocuğunu birbirinden ayıranları Yüce Allah kıyamet
gününde bütün sevdiklerinden ayırır.”
Hz. Peygamber çocuklara sevgiyle yaklaşmış, onların ihtiyaçlarını
karşılamış, mutlu ve güvenli çocuklar yetiştirmede gerekli tavsiyelerde
bulunmuş her fırsatta onların haklarını korumuştur. Onları huzursuz edecek
hiçbir davranışta bulunmamış ağlamalarına bile rıza göstermemiştir. Uzun uzun
kılmaya niyet ettiği bir namazda çocuk ağlaması işitse hemen namazı kısa yoldan
tamamlamış [393]
çocuğu ağlamaya terk etmemiştir.
Hz. Peygamber çocukların gözyaşları karşısında çok hassastır.
Ağlayan çocuk gördüğünde dayanamaz teselliye çare arardı. Sokakta ağlarken
gördüğü küçük bir kız çocuğuna ağlama sebebini sormuş, bir evde hizmetçilik
yaptığını, bir şey almak için gönderildiğini fakat verilen parayı kaybetiğini
öğrenince kaybettiği kadar para vermiştir. Çocuğun ağlamasının kesilmediğini bu
sefer de eve geç kaldığından dövülme korkusuyla ağladığını görünce elinden
tutarak evine kadar götürmüştür.[394]
Yine Hz. Ebu Bekir’in İslamiyete girişinden sonra mutad olarak her
gün evine ziyarette bulunan Rasûlüllah bir defasında küçük Aişe’yi kapının
önünde ağlar bulur. Çocuğun ağlayışı karşısında gözleri dolan Hz. Peygamber
ağlamasının sebebini sorar. Aişe, annesi Ümmü Rumman’dan şikayet edince
gözlerinden yaşlar akar. Çocukla ilgilenmeye devam eden Rasûlüllah, Ümmü
Rumman’ı görerek ebediyen ona kötü davranmaması hususunda söz alır.[395]
Hz. Peygamber çocuklara sevgisini göstermede çok cömert
davranırdı. Fakat hiçbir zaman sevgisinin suiistimal edilmesine izin vermezdi.
Her şey de dengeyi koruduğu gibi sevgi ve disiplin dengesini de her zaman
korurdu. Torunları Hasan ve Hüseyin yaşları çok küçükken ellerini sadaka
hurmasına uzattıklarında Allah Rasûlü’nün o hurmayı hemen ellerinden aldığını
ve “Bize sadaka hurması haramdır.”1 diyerek onların yanlış bir
davranışta bulunmalarını engellediğini görüyoruz.
Allah şöyle buyurmaktadır: “Mallarınız ve çocuklarınız ancak
birer imtihandır.”1
Büyük nimetler bir takım riskleri de beraberinde getirir. Evlat
nimeti konusunda da dengeli hareket etmek gerekmektedir. Bu da onun iyi bir
mümin olarak yetiştirilmesiyle mümkündür.[396]
[397] [398]
Bu konu ile ilgili başka bir rivayette Hz. Fatıma hakkındadır. Hz.
Fatıma boynunda bir gerdanlıkla Hz. Peygamber’in yanına geldiğinde Hz.
Peygamber ona şöyle der: “ister misin ki halk desin? Hz. Peygamber’in kızı
elinde cehennemden bir zincir kolye taşıyor?” Bu söz üzerine Hz. Fatıma
kolyeyi satar, bir köle alıp azat eder, durumu daha sonra Hz. Peygamber’e
iletir. O da şöyle dua eder: “Fatıma’yı cehennemden koruyan Allah’a hamd
olsun.”[399]
Başka bir yerde de sevgili kızının ganimet mallarından bir
hizmetçi isteğini, ashabı Suffe’nin hakkına girme endişesiyle geri çevirmiştir.
Hz. Peygamber’in Muhammed’ül-Emin olarak tanınması, mesajını
yetişkinlere ulaştırmada kendisine büyük kolaylık sağladığı gibi, çocuklarla
olan olumlu insani ilişkileri de onların eğitimlerinde kendisini başarılı
kılmıştır diyebiliriz.[400]
Zaten karşımızdaki insana saygı duymak, onun varlığını kabul
etmek, önemli ve değerli olduğunu hissettirmek ve onları oldukları gibi
benimsemek, gerçekçi ve doğal davranmak gibi olumlu insani ilişkiler, iletişimin
temel koşulları sayılmaktadır.[401]
Hz. Peygamber çocuklara gerçek anlamda değer verir, onları
kendisine muhatap kabul ederek şakalaşır, selam verir ve hal hatırlarını
sorardı. Onların içine karışır, onlarla birlikte olurdu. Çocukların çekinip
ürkmelerine sebebiyet verecek her çeşit tutumdan kaçınır, onların teklifsizce
yanaşıp konuşmalarını teşvik edecek davranışlara ehemmiyet verirdi.1
Hz. Peygamber çocuklara çeşitli armağanlar alarak onları
sevindirmiş, herkesin de böyle davranmasını tavsiye etmiştir. [402]
[403]
Kendisine sunulan turfanda meyveleri öncelikle çocuklara ikram etmiştir. Ayrıca
çocuk yaştaki sahabenin biatlerini kabul ederek[404] onlara önem verdiğini ortaya
koymuştur. Çocuklara verdiği değerden ötürü onların oyununu çok önemli kabul
etmiş, hiçbir zaman onları bu faaliyetten alıkoymaya çalışmamış bizzat kendisi
çocukların oyununa katılmıştır.
Çocuk denince ister istemez üzerinde durulması gereken bir diğer
konu da oyundur. Oyun, bir çocuğun hayatındaki en ciddi ve en önemli iştir.
Oyunsuz çocuk eksiktir. Hayata yeterince hazırlanmamış, onun provasını
yapamamıştır. Kişiliğin oluşumu ve gelişiminde oyunun önemi yadsınamaz. Bu
yüzden yetişkinler çocuklara oyunları konusunda yeterince hürriyet tanımalı,
onların oyunlarına müdahale de ısrarcı olmamalıdır. Çocuğun kendine güven
oluşturmasında ana-babayla oyun içinde yaşanan tecrübelerin büyük bir payı
vardır. Çocuk oyunla kendini ifade eder ve bir büyüğüyle oynayan çocuk,
kendisini daha değerli hisseder.
Hz. Peygamber’in çocukların oyunları konusundaki tutumuna ve
çocuklarla ilişkisine baktığımızda onun çocuk gelişimi konusunda ne kadar
bilinçli hareket ettiğini ve çocukların gelecek günlere hazırlanmasında olumlu
yönde katkılarda bulunmayı hiç ihmal etmediğini görebiliyoruz.
Hz. Peygamber çocukları gördüğünde onlar gibi çocuklaşır, onlarla
oyun oynar, onları eğlendirirdi. Ya’la İbnu Müre’ nin anlattığına göre bir
davete gitmekte olan Hz. Peygamber yolda çocuklarla oynamakta olan torunu Hz.
Hüseyin’i de beraber götürmek için yakalamak ister. Fakat çocuk bir sağa bir
sola kaçmaya başlayınca Hz. Peygamber yakalayıncaya kadar onu takliden bir sağa
bir sola koşarak peşinden gider. Tutunca elinin birisini ensesinin altına kor,
ağzını ağzına dayayarak öper ve Hüseyin bendendir bende Hüseyin’den ....” der.[405]
Hz. Peygamber çocuklara hoşlanacakları latif isimler takar, onları
öyle severdi. Enes’in küçük kardeşine Ebu Umeyr derdi. Enes’e de Zül Üzüneyn
derdi.1 Torunu Hasan’a luka (yaramaz) diyerek hitap etmiştir.[406]
[407]
Enes Resululah’ı anlatırken “Hz. Peygamber çocuklarla şakalaşmada
insanların en ileride olanıdır.” demektedir.[408] [409]
Muhammed İbn Rebi: “Ben beş yaşındayken Hz. Peygamber bir
kazandan ağzına su alarakpüskürtmüştü” diye rivayet etmiştir.
Enes b. Malik şöyle rivayet etmektedir: “Rasûlu Ekrem ahlakı en
güzel insandı. Biz çocukların arasına karışıp şakalaşırdı. Küçük kardeşim Ebu
Umeyr’in oynadığı serçeyi andıran bir kuşu vardı. Bir gün bu kuş öldü. Rasûl-ü
Ekrem kardeşimin üzüntüsünü görünce “Ne oldu buna?” diye sordu. “Oynadığı
kuş öldü onun için üzgün” dediler. O zaman Hz. Peygamber: “Ebu Umeyr! Ne
yaptı Nugayr (yavru kuş)” diye onun gönlünü aldı.[410]
Hz. Peygamber çocukla çocuk olur onları oynatır ve hatta birlikte
oynar onları güldürürdü. Hz. Hasan Rasûlüllah’ın sakalı ile oynarken, o da
ağzını açıp dilini çıkarır çocuğun ağzına sokarak mukabele ederdi.[411]
Hz. Cabir bir gün Rasûlüllah’ın huzuruna girdiğini, bu sırada
Hasan ve Hüseyin’i bindirmiş olan Hz. Peygamber’in (dört ayak vaziyetinde) yürümekte
olduğunu anlatmaktadır.[412]
Bir gün Rasûl-ü Ekrem torunu Hasan’ı omzuna bindirmişti. Onların
bu halde gören Hz. Ömer Hz. Hasan’a hitaben: “Ne güzel bineğiniz var. ”
der. Rasûl-ü Ekrem de “Ya ne güzel süvariler onlar.” diye mukabelede
bulunur.[413]
Oyunun çocuk için ne kadar ciddi bir iş olduğunu bilen Hz.
Peygamber onlara oynamaları konusunda geniş bir hürriyet tanımış ve hiçbir
zaman oyunlarını bozmamıştır.
Hz. Aişe küçük yaşta Allah Rasûlü’nün evine gelin gelmişti.
Mahallenin kız çocuklarıyla oyun oynardı. Hz. Peygamber eve geldiğinde kız
çocukları ondan çekinip şuraya buraya saklanırlardı. Hz. Peygamber ise onları
teskin eder, oyunlarına devam etmelerini sağlardı.1
Ümmü Halid küçük bir çocukken babası ile birlikte Hz Peygamber’in
yanına gelmişlerdi. O, Peygamber’in arkasına geçip peygamberlik mührüyle
oynamaya başlayınca babası ona engel olmaya çalışmış Hz. Peygamber ise “ Çocuğu
kendi haline bırak” diyerek oyununu bozmak istememiştir.[414] [415]
Hz. Hasan ve Hüseyin, Hz. Peygamber namazda iken gelip sırtına binerlerdi.
Hz. Peygamber de başını kaldırınca düşmemeleri için eliyle tutardı.[416]
Hz. Muhammed çocukların oyununu kendisi namaz içinde bile olsa korumaya
çalışırdı. Namaz gibi önemli bir ibadet esnasında bile çocukların oyununu
gözetmesi, buna hangi seviyede önem verdiğinin bir göstergesidir.
Şeddal İbni’l-Hâd şöyle anlatmaktadır: “Öğle veya ikindi
namazlarından biriydi. Torunu Hasan veya Hüseyin’i sırtına alan Rasûl-ü Ekrem
yanımıza geldi. Mihraba geçti. Çocuğu yere koydu, tekbir alıp namaza durdu. Biz
de arkasından namaza durduk. Allah’ın elçisi secdelerden birini gereğinden
fazla uzatınca başımı kaldırıp baktım, birde ne göreyim; çocuk secdeye varan
Rasûl-ü Ekrem ’in sırtına çıkmamış mı? Hemen başımı yere koydum. Namaz
bittikten sonra cemaat Ey Allah’ın elçisi! Secdelerden birini uzatınca başınıza
bir hal geldi veya vahiy indi sandık dediler. Rasûl-ü Ekrem şöyle buyurdu:
Bunların hiçbiri olmadı Fakat torunum namazda sırtıma bindi. O sırtımdan inene
kadar öylece durdum. Acele edip oyununu bozmak istemedim” [417]
Hz. Peygamber’in bu tavrı dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bunda,
çocuğun oyununa, ardından çocuğun kendisine verilen değeri, ona karşı beslenen
sevgi, şefkat ve merhamet hislerini, çocuk eğitimi ve insana yaklaşım
hususundaki yüksek bilinç seviyesini, tüm bunları sağlayacak kâmil insan olma
güzelliğini yakalayabiliyoruz. Minik yavrunun gönlünü kırmadan, onun kişiliğini
zedelemeden ve onu muhatap kabul ederek karşılıklı yaşanan sözsüz bir iletişim
vardır burada. Oyunu bozulmamak suretiyle kendisine saygı gösterilen çocuk
sağlıklı bir ruh potansiyeli ile saygın bir insan olur. Kendine güvenli sağlam
bir kişilik geliştirmesi imkânı doğar.
Çünkü çocuk kabul edilmek ve onaylanmak ister. Eğer aile ortamı
ona kendi benliğini tanımlama özgürlüğü veriyorsa, sağlıklı bir biçimde
olgunlaşma yolunda gelişir1 Çocuk ise, kendini en iyi oyun içinde
ifade eder. Oyunu gözetilen çocuk kendisini ifadede desteklenen çocuktur.
Çocuktan herhangi bir konuda herhangi bir şey talep edildiğinde
“anında boyun eğmesi, buyruğu yerine getirmesi beklenmemelidir.”[418]
[419]
Hz. Peygamber de çocukların isteklere uymaları konusunda hoşgörülü ve oldukça
toleranslı davranmıştır. Enes’den gelen bir rivayet bu durumu açıklamaktadır:
“Resulü Ekrem insanların en güzel ahlaklısıydı. Bir gün beni bir
hizmete gönderdi. ‘Vallahi gitmeyeceğim ’ dedim. içimden de Allah ’ın elçisinin
gönderdiği yere gitmeyi istiyordum. Dışarı çıktım, yolda oynayan çocukların
yanına gittim. Bir de ne göreyim, Resulü Ekrem arkamdan gelip ensemi
tutuvermiş. Yüzüne baktım: ‘Enescik seni gönderdiğim yere gittin mi? ’ diye
gülümsüyor. ‘Evet, Ey Allah ’ın Elçisi hemen gidiyorum.’ dedim.”[420]
Hz. Peygamber çocukların sosyal ve duygusal yönden gelişimlerini
tamamlamaları ve kendilerine güveni olan şahsiyetli bir kişiliğe sahip olmaları
için gerekli hassasiyeti göstermekteydi.[421] Çocuklara karşı davranışları
çocuk eğitimine, devrinden beklenenin çok üstünde katkılarda bulunmuştur. O,
çocuklar hatalı bir davranışta bulunduğunda baskıyla cezalandırma yolunu asla
tercih etmemiştir. Çünkü bu tutum yanlış davranışın düzeltilmesi değil, ancak
gizlenmesi neticesini verir. Zira eğitimde asıl olan cezalandırmak değil yanlış
davranışı ıslah etmektir. Bu da ancak doğruyu çocuğa anlatıp ikna etmek ve
özdenetim sağlamakla mümkün olur.
Çocuğa davranışının yanlışlığı kavratılabildiğinde, hiçbir
otoritenin korkusu olmadan da bu hatadan uzak duracaktır. Bu da ancak çocukla
doğru davranış üzerinde iş birliği yapmakla mümkün olabilir. Baskı veya ceza
ise çocukta yalnızca savunma mekanizmasını devreye sokacak, işbirliği yerine
uzlaşmazlık tavırlarını geliştirecektir. Sonuçta da olumlu tutum
kazandırılmayacaktır. Oysaki disiplinde amaç, çocuğa davranışlarını
düzenlemesini sağlayacak kendi kendini yönetme yeteneği kazandırmaktır.1
Bu açıdan Hz. Muhammed çocuklara hoşgörü ile yaklaşır bulundukları
hatalı bir davranıştan ötürü onları azarlamaz, sadece yapılan işin yanlış
olduğunu uygun bir ifade ile söylemek ve doğruyu göstermekle yetinirdi.[422]
[423]
[424]
Çünkü bir kural olarak çocuğun kişiliği değil yanlış davranışı
eleştirilmelidir.3 Rafi adındaki bir çocuğun başından geçen şu olay konuyla
yakından ilgilidir.
Rafi İbni Amr’l-Gıfâri anlatmaktadır: Henüz çocuk iken bir
hurma ağacı taşlamıştım. Beni Rasûlüllah ’a götürdüler. Buyurdu ki: ‘Ey
oğulcuğum hurmayı niçin taşladın? ’ Ben, karnım açtı yemek için deyince
Rasûlüllah: ‘Yavrum! (bir daha acıkırsan) hurmayı taşlama, altına dökülenlerden
ye ’ buyurdu. Sonra başımı okşadı. Allah’ım (buyavrunun) karnını doyur! diye
dua etti.[425]
Ceza vermeden önce çocuğu dinlemek, yersiz, haksız ya da aşırı cezalandırma
olasılığını azaltır.[426]
Hz. Peygamber’in yaşanan bir problem karşısındaki ilk tavrı çocuğu dinlemek
olmuştur. Yaptığı hatalı davranış ve nedenini çocuğun kendi ağzından
dinledikten sonra çocuğa alternatif sunmakta,[427] bir daha acıkırsa dibine
dökülenlerden yemesini tavsiye etmektedir. Böylece çocuğu, yapmaması gereken
şeyler üzerinde yoğunlaştırıp sıkmak yerine ne yapabileceğini açıkça söyleyerek
kızmadan düzeltme yoluna gitmektedir. Ebu Seleme’ nin oğlu Ömer den gelen
rivayette bu doğrultuda bir örnektir. Rivayet şöyledir:
“Ben Rasûlüllah ’ın terbiyesi altında bir çocuk idim. Yemek yerken
elim yemek kabının her tarafında dolaşırdı. Rasûlüllah bana: Ey oğul! (Yemeğe
başlarken) Allah ’ın adını an, sağ elinle ve sana yakın olan taraftan ye!
buyurdu. Bundan sonra ben, her zaman besmele ile sağ elimle ve önümden yedim”.[428]
Bu örnekte de çocuk ne yapması gerektiğini açıkça anlamıştır. Hz.
Peygamber çocuğa ne yapacağını değil de ne yapmaması gerektiğini anlatmaya
kalksaydı aynı neticeyi alamayabilirdi.
Hataları kızmadan düzeltmesi ile alakalı son bir örnek de Ebu
Mahzura’dan gelmiştir. Ebu Mahzura şöyle anlatmaktadır: “Biz on iki kişilik bir
grup halinde Huneyn yolunda Peygamber’in grubuna rastladık ve onlara dâhil
olduk. Namaz zamanı gelince müezzin, kafilesine ezan okumaya başladı. Biz de
onun sözlerini alay makamında tekrarlayıp onunla eğleniyorduk. (Bu işte elebaşı
bendim.) Peygamber sesimizi duymuştu. Bizi çağırıp ‘kulağıma gelen ses kimin
sesi’ diye sordu. Kimse cevap vermeyince hepimizi ayrı ayrı dinleyerek
imtihandan geçirdi. En sonunda benim olduğumu ortaya çıkardı. Öbürlerine
gitmeleri için işaret ettikten sonra bana dönerek ‘haydi ezan oku’ dedi. Ben
(hicabımdan başım eğik olarak) ayağa kalktım. Fakat bu kalkış boşa idi.Çünkü
ezanı bilmiyordum. (Bir anda içim kin ve nefretle doldu.) O anda benim yanımda
dünyanın en fena insanı Hz.Peygamber; en kötü işi de bana teklif ettiği bu
işti. (Sükûtum üzerine) Rasûl-ü Ekrem ezanın sözlerini ve okunuş şeklini kelime
kelime, cümle cümle bana öğretti. Sonra da elime içinde para olan bir kese
sıkıştırdı ve eliyle alnımı yüzümü, göğsümü okşayarak ‘barekallah’ (Allah seni
mübarek kılsın) dedi. ‘Ya Resulallah! Mekke’de ezan okumama müsaade et dedim’
‘ettim’ buyurdu. Artık içimdeki bütün kötü düşünceler gitmiş yerini hudutsuz
bir aşk ve sevgi doldurmuştu.1
Netice itibariyle her konuda olduğu gibi çocukları eğitme
konusunda da Hz. Peygamber’in insani değerlere önem verdiğini, onları sevdiğini
adaletli davrandığını, hoşgörüyle muamelede bulunduğunu, onlara değer
verdiğini, kişisel gelişimlerini tamamlama konusunda onlara yardımcı olduğunu”[429]
[430]
görmekteyiz.
3.2.
Hz.
Peygamber’in Kadınlara Yaklaşımı
3.2.1.
Değer
Açısından Kadın Cinsine Bakışı
Hz. Peygamber’in karşı cinsle münasebeti ve onu bir yerlere
yerleştirmesi açısından kadına bakışında, hemcinslerinden farklı olarak bir
ayrımcılık söz konusu değildir. Onun anlayışında insan nevinin diğer yarısını
oluşturan kadınlar, erkeklerle birlikte hakları ve sorumlulukları dengeli bir
biçimde paylaşmışlardır. Tebliğ ettiği Kur’an da erkek ve kadın inananlara,
birlikte ve aynı mesafede hitap eder. Hz. Peygamber hem erkekleri hem de
kadınları doğru yola çağırmıştır. Hz. Peygamber’e ilk inanan insan da, inancı
sebebiyle ilk şehit edilen insan da bir kadındır. Kur’ân’daki emirlerin
müzekker sigada kullanılması, bunlarla sadece erkeklere seslenildiğini
göstermez. Bu durum Arap dilinin gramer yapısının bir özelliğidir. Kur’ân’da ne
kadın ne de erkek hitap dışı tutulmuştur. Her ikisi de onun muhatabıdır.
Hz. Peygamber’in düşünce sisteminde erkek olmak bir üstünlük
sebebi değildir. Çünkü Allah her şeyi çiftler halinde yaratmıştır.1
İnsan cinsi de bundan farklı değildir.[431] [432] Allah ilk insanı yarattıktan
sonra ondan da eşini var etmiştir.[433] Erkek ve kadın Cennet’te
birlikte imtihan edildikten[434]
sonra yeryüzüne de birlikte gönderilmişlerdir.[435] Erkek ve kadın kendilerine
eşit itibar edilmiş ve eşit potansiyelle teçhiz edilmiş insan türünün iki
kategorisidir.[436]
Hz. Peygamber’in kadın ve erkeğin birbiri için ne anlam ifade
ettiğine dair anlayışının temellerini Kur’an’da görüyoruz. Kur’ân insan
cinsinin çiftler halinde yaratılmasının belli bazı sebepleri olduğunu
söylemektedir. Bunlar eşlerin birbirlerine ısınmaları ve sevip şefkat
göstermeleridir.[437]
Ayrıca kadınlar ve erkekler birbirlerinin velileridir. (dost ve
yardımcılarıdır.) [438]
Yaratılışla alakalı olarak her şeyden çifter çifter yaratılması,
yaratılan her varlığın bir eşinin, o varlığın planının bir parçası olduğu
anlamına gelir.[439]
Bir bütünü oluşturan parçalar bir gerçekliği oluşturabilmek için birbirlerine
bağımlıdırlar. İki parça birbirini tamamlar. Erkek kadın için, kadın da erkek
için tamamlayıcıdır. Aralarında bulunan bu çözülemez bağı Kur’ân şöyle anlatır:
“Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.”[440]
Yani eşit potansiyele sahip iki parça birbirini bütünlemekte, eksiğini
tamamlamakta ve birbirine kenetlenmesi halinde birbirleri için koruyucu
olmaktadır. Erkek kadın için, kadın da erkek için bir sükûn kaynağıdır.
Hz. Peygamber bu iki parçanın birbirine eş oluşunu ve dolayısıyla
eşit oluşlarını şöyle anlatır: '“Kadınlar erkeklerin eşit yarışıdırlar ”1
Allah ilk insanı ve diğer insanları yarattı ve de onlara kendi nefislerinden
eşler kıldı.[441]
[442]
Bu eşlerin insanların kendi nefsinden oluşu bu eşlerle mahiyetlerinin bir
olduğunu gösterir. Çünkü nefis bir şeyin kendisi bir şeyin cevheri demektir.[443]
Cevheri, özü aynı olan iki şey birbirine eşittir.
Hz. Peygamber’in ifadelerinden erkek olsun kadın olsun kimsenin
kazandığının zayi edilmeyeceğini anlıyoruz. Her ikisine de kazandıklarından bir
pay ayrılmıştır Zira Allah kimsenin suretine ve malına bakmaz; O,, ancak
amellere ve kalplere bakar.[444] [445]
Hz. Peygamber erkek cinsinin fiziki açıdan kadın bedeninden bazı
güçlü yanlarının olmasını kabulle birlikte mutlak üstünlüğün ancak takvada
olduğunu düşünmektedir. 5“Takva ise, bütünleşmiş ahlaki davranıştaki gayet
nazik dengeye denir. Tamamen mezcolmuş ve bütünleşmiş insan şahsiyeti ve bütün
olumlu parçaların birleştirilmesiyle meydana gelen kararlılık (sebat)
demektir.”[446]
Bu seviyeye ulaşan insanın erkek olsun kadın olsun üstünlüğünden söz
edilebilir.
Hz. Peygamber’e isnad edilen bazı sözlere bakıldığında erkek
hegemonyasını hatırlatan ifadelerle karşılaşılmaktadır. Bu ifadelerden Hz.
Peygamber’in kadın cinsini baskılayıp erkek egemenliğini artırma gayesi güttüğü
iddia edilebilir mi? Bu konuda bir karara varmak için kadının kocasına secde
etmesinden bahseden rivayeti inceleyelim: “Eğer bir kimsenin diğer bir
kimseye secde etmesi caiz olsaydı, üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı
kadının kocasına secde etmesini emrederdim. Nefsim kudret elinde olan Allah ’a
yemin ederim ki, şayet kocasının ayağından başında saçlarının ayrıldığı yerine
kadar irin ve iltihapla kirlenmiş yara olsa, sonra kadın ona yönelse ve
kocasını diliyle yalasa onun hakkını ödeyemez.”[447]
Kadının kocasına secde etmesi konusunda farklı lafızlarla başka
rivayetler de gelmiştir[448].
Allah’tan başkasına secde etmenin şirk olması bir tarafa, kocanın karısı
üzerindeki haklarından bahseden bu hadislerde Hz. Peygamber’in mübarek
ağızlarına yaraşmayan ve insanlar üzerinde tiksinti doğuracak ifadeler
bulunmaktadır. “Bunlardan bazılarının isnadlarında hadis uyduran kimselerle çok
zayıf raviler vardır. Bu rivayetlerin metinlerinde de, ravilerdeki zabt
kusurlarından kaynaklanan önemli problemler bulunmaktadır. Tüm bunlara
dayanarak diyebiliriz ki bu sözlerin Hz. Peygamber tarafından söylenmesi imkân
dâhilinde değildir.”1
Hz Peygamber’in söylemiş olması ihtimali bulunmayan yukarıdaki
sözlere dayanan bazıları Hz. Peygamber’i çok katı ve anlayışsız bir kimse
olarak tanıtmak istemektedir.[449]
[450]
Oysaki Hz. Peygamber yumuşak kalpli ve nezaket sahibi bir insandır.
Kadının kocasına secdesi hakkında hadis olduğu iddiasıyla söylenen
sözler Hz. Peygamber’in kendi felsefesiyle çelişecek şekilde kadının kocasına
mutlak itaatini gerekli kılmaktadır. Hz. Peygamber bütün fertlerin
yaptıklarının sorumluluğunu taşıdığını düşünmektedir Oysaki kadının Allah’a
itaat etmesi gibi kocaya mutlak itaatini emretmesi bu anlayışa terstir. Bu
düşünce temelde Kur’ân’ın ruhuna da aykırıdır. Bu durumda kadının sorumluluğunu
yerleştirecek yer bulamayız. Kadın: ‘Allah’ım kocam böyle istedi, şöyle yaptım,
bundan sonra da şu emrini yerine getirmeyi ihmal ettim’ deyince Allah: ‘Madem kocan
öyle istedi öyleyse seni affettim mi diyecektir? Eşit işe, eşit ceza ve mükâfat
varsa neden hayırda ve şerde kadının eli kocasının bağı ile bağlansın. Allah
bunu kabul etmez. Herkes ferttir ve özgür iradesi, kişisel ahlaki sorumluluğu
vardır ve bununla da karşılık görür.
Kur’ân’da hiçbir şekilde bir kadının kocasına mutlak itaatinin
emredilmemesi, kocaya itaatin iyi kadınların özelliği olduğundan
bahsedilmemesi, [451]bunun
İslam cemaatine dâhil olmalarının (biat) bir gereği olduğuna dair bir şartın
olmaması[452]
metin ve sened açısından problem taşımayan hadislerde de buna dair bir
değininin bulunmaması Hz. Peygamber’in kadınlardan böyle bir beklentisi
olmadığını ortaya koymaktadır.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber değer açısından kadını erkekten ayrı
tutmamakta sorumluluk ve mükafatta eşit bireyler olarak görmektedir.
3.2.2.
Karşı Cinsle
İlişkiler Konusunda Yaklaşımı
Hz. Peygamber’in varlığa karşı duruşu, insanlara ve diğer tüm
canlılara muamelesi rıfk ve yumuşaklık üzerine kurulmuştu. Yine o, bizzat Allah
tarafından yumuşak davranmakla emredilmiştir.1 Hz. Peygamber’in en
önemli karakter özelliklerinden biri, onun sonsuz merhameti ve müsamahasıdır.
Hz. Aişe’ye hitaben şöyle demektedir: “Ey Aişe yumuşak ol. Zira Allah ehli
beyte hayır dilediği zaman onlara yamuşaklık bahşeder.”[453] [454]
Yukarıdaki hadiste kullanılan Ehli Beyt terkibi Hz.Peygamber’in
kendi ailesine delalet edeceği gibi aile içi münasebetlere de delalet eder.
Yani bir evde yumuşak muamele geçerli ise orada hayır vardır. Bunun zıddı ise
‘yumuşak muamele bulunmayan ailede hayır yoktur’ şeklinde ortaya çıkar.
Allah Hz. Peygamber’de inananlar için güzel örnekler olduğunu
belirtmekte ve insanları onun ahlakına çağırmaktadır.[455] İşte kendisi güzel bir numune
olarak bize sunulan son Peygamber, içinde kadınların da bulunduğu mü’minlere
karşı çok merhametlidir.
“And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin
sıkıntıya uğramanız O ’na çok ağır ve güç gelir. Size çok düşkündür. Mü
’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.”[456]
Rasûl-ü Ekrem kadınlara o derece müşfik ve merhametliydi ki onları
çabuk kırılabilecek şişelere benzetmekde ve onlar hakkında dikkatli olunmasını
istemekteydi. Onun kadınlara karşı incelerden ince tutumunu anlatan şu
ifadeleri kayda değer buluyoruz:
Enes’den gelen bir rivayette şöyle söylenmektedir: Rasûlüllah’ın
(Kafilenin yürüyüş temposunu ezgileriyle canlı tutan bir kölesi vardı. Adı
Enceşe idi. Bu zat güzel sesli birisi idi. Rasülüllah (s.a.v) O’na: “Ey
Enceşe ağır ol! Şişeleri kırma- veya şişeleri sevk ederken ağır ol- dedi. Şişe
ile zayıf kadınları kast ediyordu'”[457]
Kendisine bu dünyada sevdirilen iki şeyden birinin kadın olduğunu
söylemekte ve onlara olan itibarı namazdan sonra ilk sıraya koymaktadır. “Şu
dünya hayatında iki şey bana hoş göründü. Kadınlar ve güzel koku; bununla
beraber namaz kılmak gözümün nurudur”
Hz.Peygamber (s.a.v) diğer hanımlarını da çok sevip değer vermekle
birlikte Hz. Hatice’nin onun yanında gerçekten büyük itibarı vardı. Ona olan
sevgisi ve iltifatı vefatından sonra da devam etmiştir. Peygamber kendisine bir
hediye getirildiği zaman şöyle derdi:
“Bunu falan hanıma götürün, çünkü o zevcem Hatice ’nin arkadaşı
idi. Bunu da falan hanımın evine götürün; çünkü o Hatice’yi severdi”[458] [459]
Hz. Peygamber’in hanımlarla ilişkisi konusunda gösterdiği onca
hassasiyete rağmen kimi çevrelerce onun kadınları dövmeyi ve onlara karşı
şiddet uygulamayı emrettiği şeklinde iddialarda bulunulmaktadır. Oysaki Hz.
Peygamber’in uygulamalarında kesinlikle kadına şiddete rastlamıyoruz. Îlâ
hadisesinde peygamber hanımlarına boşanma hususunda izin veren bir ayet inecek
ölçüde önemli sayılacak hadiseler yaşanmıştı.[460] Bundan başka Hz.Aişe’ye
yapılan iftira (ifk) hadisesinde de,[461] Hz.Peygamber’in
hiçbir şekilde Hz.Aişe’ye el kaldırdığını görmüyoruz. Oysa ki zina, diğer bütün
suçlardan daha büyüktür.
Hz. Peygamber kadına şiddeti tavsiye etseydi önce kendisi bu
durumlarda uygulardı. Hz. Peygamber’inkadına şiddeti onayladığına dair şöyle
bir rivayet ileri sürülmektedir:“Adama karısını dövmesinin sebebi sorulmaz
“[462]
Yukarıdaki hadis, Ebû Dâvud’un Sünen’inde şu senetle gelmektedir:
“Züheyr ibn Harb, Abdurrahmân bin Mehdî, Ebû Avâne, Dâvud ibn Abdillah el-
Evdî, Abdurrahmân el Müslî, Eş’âs bin Kays, Ömer bin Hattâb”
Yine aynı hadisi İbn Mâce bazı ilavelerle şöyle rivayet
etmektedir:
“Ben bir gece Ömer ’e misafir oldum. Gece yarısı olunca Ömer
kalkıp karısını dövmeye başladı. Ben onları ayırdım. Ömer yatağına dönünce
bana: ‘Ey Eş’as Rasûlüllah’dan işittiğim şeyi belle: ‘Adama karısını niçin
dövdüğü sorulmaz, vitir namazını kılmadan uyuma’ ravi demiştir ki ben üçüncü
cümlesini unuttum” [463]
Bu rivayetin senedi de şöyledir: “Muhammed ibnü Yahyâ, Hasan ibnü
Müdrik et -Tahhân, Yahyâ ibn Hammâd, Ebû Avâne, Dâvut ibn Abdillah el-Evdî,
Abdurrahmân el-Müslî, Eş’as bin Kays”.
Her iki hadisin ravilerinden Abdurrahman el Müslî’nin, Eş’as ve
Ömer tariki ile gelen söz konusu hadis dışında başka rivayeti bilinmemektedir.
Abdullah el Evdî bu kişiden yaptığı rivayette yalnız kalmıştır.1
Hâkim, Abdurrahmân el Müsli’yi sağlam kabul etse de Ebul Feth El-Ezdî onu zayıf
raviler arasında saymış ve durumunun şüpheli olduğunu söylemiştir.[464]
[465]
Yine her iki rivayetin ortak ravilerinden biri olan Ebu Avâne
hakkında, İbnu Main, ‘Okuması vardır ancak yazması yoktur’ demektedir. Pek çoğu
onu sika kabül etse de Ebu Hâtim onun kitaptan naklettiklerinin sahih olduğunu
fakat hafızasından naklettiklerinde büyük hataları olduğunu söyelemektedir.
Katade yazısı olmadığı için Ebu Avâne’nin zayıf kabul edilmesi gerektiğini
söylemektedir.[466]
Yukaridekilere göre hadisin bize geliş yolu şöyledir:
Ömer bi^ Hattab
Eş’as bin Kays
Abdurrahman el Müslî
Dâvud bin Abdillah el-Evdî
Vaddâh bin Abdul .ah (Ebu Avâne) (v.176)
Abdurahman b.Mehdi (v.198) Yahyâ
b.Hammâd b. ebi Ziyâd
Züheyr b.Harb Muhammed Hasan
b.Müdrik Muhammed b.
(v.234) b.Hâlid (v.210) Yahyâ
Rivayetin İbnü Mâce’de bulunan ve Yahya bin Hammat’tan gelen
ikincisinin ravilerinden Hasan bin Müdrik yalancılıkla suçlanmıştır. Ebu Davud
onun kezzab olduğunu; Fahd bin Avfın hadislerini alıp Yahya bin Hammat adına
değiştirdiği bu yüzden metruk olduğunu belirtmiştir.1 Hasan bin
Müdrik daha çok, isnad uydurmuştur. Fakat bu da bir uydurma çeşididir.[467]
[468]
Görüldüğü gibi adama karısını niçin dövdüğü sorulamayacağını
söyleyen hadislerin isnadında problemler vardır. İsradlarında zayıf hatta
kezzab raviler yer alır. Ayrıca hadisin metni de hem Kur’an’da hem de sünnette
hiçbir şekildie açıklama bulamamaktadır. Böyle problemli bir hadisin de delil
olarak kullanılamayacağı açıktır, zira problem hem metinde hem de senettedir.
Yine diğer bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
“Kadınlar konusunda Allah ’tan korkun. Onları Allah ’ın emaneti
olarak aldınız. Allah’ın kerimesi ile ferçlerini helal kıldınız. Sizin onlar
üzerindeki hakkınız yataklarınızı istemediğiniz kişilere çiğne tmemeleridir.
Eğer bunu yaparlarsa, onları şiddetli olmayacak şekilde dövünüz. Onların sizin
üzerinizdeki hakları ise, maruf vech ile rızıklandırılmaları ve
giydirilmeliridir.”3
İki hadisten şu anlaşılmalıdır ki, kadınlar erkeklerin sahip
olduğu bir eşya, üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilecekleri bir meta
değildir. Bunu “ Siz onların hiçbir şeyine malik değilsiniz sözünden anlıyoruz
” Dolayısıyla kendilerine itaatsizlik bahanesiyle dövülmelerine imkan yoktur,
ancak erkek kendisinin şerefi aleyhine işlenmiş çok büyük bir çirkinlik
durumunda, başka değil, ancak hafifçe dövebilir denmektedir. Hadiste geçen “şiddetli,
eziyet verici olmayacak şekilde” ifadesi o toplumda zaten mevcut olan
sakatlayıcı ve büyük zarar verici kadın dövme uygulamasını iyileştirme, en
azından yumuşatma amacına yönelmektedir. Yoksa bundan murat edilen kadın
dövmeyi teşvik etmek değildir.
Yine Peygamber’in arkadaşlarının kadınlara karşı alışageldikleri
ve bir türlü kurtulamadıkları tutumu ve Hz. Peygamber’in buna karşı tepkisini
gösteren aşağıdaki rivayeti kayda değer buluyoruz:
“lyaz bin Abdillah ’tan rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah ‘Allah
’ın cariyelerini (kadınlarınızı) dövmeyiniz’ buyurdu. Ömer Rasülüllah’a geldi
‘Kadınlar kocalarına karşı cüretkar hareket ediyorlar’ dedi. (Bunun üzerine
Rasulullah) onları dövmeye ruhsat verdi.Bunun üzerine Rasûlüllah’ın ailesine
bir çok kadın gelerek kocalarını şikayet ediyorlardı Bu durumu gören Hz
Peygamber ‘Yemin olsun al-i Muhammed’i bir
çok kadın dolaşıp kocalarını şikayet ediyorlar. Onlar (kadınları
dövenler) sizin hayırlarınız değiller’ buyurdu.”1
Görüleceği üzere Hz.Peygamber kadınların dövülmesinin çirkinliğini
açık bir şekilde ifade etmektedir. Fakat Hz.Peygamber’in arkadaşlarından
bazıları hanımları ile aralarında çıkan problemleri çözmede uzun yıllardır
alışkanlık, hatta huy haline getirdikleri dayağı kullanmadan yapamamaktaydılar.
Bir anlamda kadınlarla iletişim becerilerinde yetersiz olduklarını itiraf etmiş
olmaktaydılar. Bu çerçevede Peygamber de onlara geçici ruhsatlar vermiştir.
Fakat her fırsatta kadın dövme adetinin terk edilmesini emretmeye devam
etmektedir.
İşte kadına böyle önem veren, itibar gösteren, namazdan sonra en
değerli varlık olarak kadını gören, çabuk incineceklerini düşündüğü için son
derece müşfik ve merhametli davranan, alemlere rahmet olarak gönderilmiş,
içinde kadınların da bulunduğu mü’minler topluluğuna son derece düşkün olan[469]
[470]
Rahmet Peygamberinin kadınlara şiddeti ve onların incitilmesini emretmesi
mümkün değildir. O, hayatı boyunca, ne bir köleye ne de bir kadına bir fiske
dahi vurmamıştır.[471]
Böyle bir insandan dolayı kadınların eziyet görmesi düşünülemez.
Hz.Peygamber dayağı boşanma sebebi olarak görmüştür. Kocasından
dayak yiyen Ümmü Cemil bint Abdillah durumu Hz.Peygamber’e bildirir. Allah
Rasûlü onu ve kocasını karşısına alır ve eşinden ayrılmak isteyip istemediğini
sorar. Daha sonra kocası Ümmü Cemîl’den ayrılır.[472]
Görüldüğü üzere Allah Rasûlü hayatında hiçbir kadına karşı kötü
muamelede bulunmadığı gibi kendi arkadaşlarının hanımlarına karşı şiddet
uygulamalarını da tasvip etmemiştir. Hatta eşini döven erkeklere kısas
uygulamayı bile düşünmüştür.[473]
Hz. Ömer ve hanımı arasında geçen şu aşağıdaki dialog
Hz.Peygamber’in hanımları ile ilişkisine ve onlara olan eşsiz müsamahasına,
bunun yanında da bir kısım arkadaşlarının bir türlü kurtulamadıkları kadın
tasavvuruna güzel bir işaret taşımaktadır:
“İbn Abbas’tan Hz. Ömer şöyle dedi. Biz Kureyş toplumu olarak
kadınlara galiptik. Medine’ye geldiğimizde bir kavimle karşılaştık ki,
kadınları onlara galebe ediyordu. Bizim kadınlarımız da onlardan bunu öğrenmeye
başladılar. Bir gün karıma öfkelendim baktım bana karşı mırıldanıyor,
mırıldanmasını münasip görmedim, azarladım. ‘Benim mırıldanmamı niye münasip
görmüyorsun? Vallahi Peygamber hanımları bile ona karşı mırıldanıyorlar, hatta
birisi o gün geceye kadar yanına uğramıyor. ‘Ben de gönlümden doğrusu onlardan
böyle yapan muhakkak mahrûmiyet ve hüsrâna düşer’ dedim.”1
Yukarıdaki rivayet biraz farklı ifadelerle şu şekilde de
kaydedilmiştir:
“İbn Abbas’tan Hz. Ömer şöyle dedi: Cahiliye döneminde kadınları
bir şeyden saymazdık ta ki; Allah Teala, onlar için indirdiğini indirene kadar
ve haklarında verdiği payı verinceye kadar. Ben kendi kendime bir iş ile
düşünürken karım bana: Şöyle şöyle yapsan dedi. Ben de ‘Senin neyine lazım?
Benim düşündüğüm bir işte senin sorumluluğun da ne oluyor? ’ Dedim. Bana ‘Ey
Hattab oğlu! Sen kendine karşı gevezelik yapılmasını istemiyorsun, halbuki
senin kızın Rasülüllah’a karşı mırıldanıyor hatta o günü öfkeli bırakıyor.'’”[474] [475]
Kur’an’nın toplumun yarısını oluşturan kadının statüsünü yükseltmesi
ve Allah Rasûlü’nün tutumu pek çoğunu kadınlar konusunda dikkatli olmaya
itiyordu: Abdullah bin Ömer şöyle demektedir.
“Hz. Peygamber hayatta iken hakkımızda ayet iner korkusuyla
hanımlarımıza ellerimizi ve dilimizi uzatmaktan sakınırdık. Hz. Peygamber vefat
edince dilimizi ve ellerimizi onlara uzattık.’[476]
Yine bu bağlamda Hz. Peygamber mü’minlerin en hayırlılarının ve
kamil ahlaka sahip olanlarının hanımlarına en iyi davrananlar olduğunu
söylemekteydi:
“iman bakımından mü’minlerin en kamili, ahlakı en güzel olandır.
Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı en hayırlı olandır.”[477]
“Sizin en hayırlınız, eşine karşı hayırlı olanınızdır. Ben,
sizin içinizde ailesine karşı en iyi davrananızım.”[478]
Rahmet Peygamberi, insanlar arasında ayrılık ve çatışma çıkarmak
için gönderilmemiştir. O, insanlar arası muamelelerinde kolaylık ve af yolunu
tutmakla emredilmiştir. Dolayısıyla kendisini örnek kabul etmeleri gereken
mü’minler de öyledir.
“(Habibim) Sen kolaylığı tut. İyiliği emret, cahillerden yüz çevir Kızdıkları
zaman af edenler mü’minlerdir. ”2
Kur’an’da, karı koca arasında geçimin çok önemli olduğu ve
uyumsuzluk görülen noktalara yeni bir bakışın gerçekleştirilmesinin önemi
vurgulanmaktadır.
“Onlarla (karılarınızla) iyi geçinin. Eğer kendilerinden
hoşlanmadınızsa, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda bir
çok hayır takdir etmiş olur”
Allah Rasulü müslümanın kim olduğunu açıkça şu sözleriyle ortaya
koymaktadır: “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu
kimsedir.” [479]
[480]
Buna göre hanımlarına kötü söz söyleyenler ve onları dövenler burada
tarif edilen müslüman statüsüne girmemektedirler.
Bir kişinin diğerine herhangi bir şekilde vurması da gözardı
edilecek bir durum değildir. Ebu Hureyre’den gelen rivayetlerde Allah Rasülü
şöyle buyurur:
“Her kim diğerine bir vuruşla vurursa; Kıyamet günü ondan kısas
alınır. ”5 “Kim haksız yere döverse, Kıyamet günü’nde ona kısas yapılır ”[481]
Hz. Peygamber, kadın dövmeyi yasaklayan şu hadisinde bu işi
yapanları kendi mantıklarından vurmakta, utanma duygularını harekete geçirmeye
çalışmaktadır.
“Sizden biri hangi düşünceyle hanımını köle dövercesine dövmeye
tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta yatmayacaklar mı?”[482]
İbn Hacer yukarıda hadisin çeşitli vecihlerini şerh ettikten sonra
şu neticeyi çıkarır:“Bu hadis kölelerin tedibinde şiddetli darbe cevaz ifade
ettiği gibi, kadınların tedibinde şiddete başvurmadan dövmenin cevazına ima
var.” [483]
İbn Hacer’in bu tespitinin ne kadar tutarsız olduğu ortadadır. Bu
yorumda ataerkil zihniyetin tesirini görmek mümkündür. Halbuki kölesini döven
Ebu Mesud’a Hz.Peygamber’in tepkisi şu şekilde olmuştur:
“Ebu Mesud’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Kendi
kölemi dövüyordum, arkamdan şöyle bir ses duydum. Ey Ebu Mes ’ud! Bil ki senin
köleye güç yetirmenden çok Allah’ın gücü sana yeter. Döndüm bir de ne göreyim,
O kişi Rasûlüllah ’tır. Dedim ki, Ya Rasûlüllah! Artık bu köle Allah rızası
için hürdür. Bunun üzerine: Böyle yapmamış olsaydın sana Cehennem ateşi
dokunurdu, yahut seni ateşin alevi yalardı, buyurdular’”'1
Burada dikkatimizi çeken bir nokta var ki, kayda değerdir.
Rivayetten anlaşıldığına göre Allah Rasûlü, kölenin haklı mı haksız yere mi
dövüldüğünü bilmeden Ebu Mesud’u uyarmaktadır. Öyleyse köle dövmenin hiçbir
gerekçesi olamaz. Köle dövmek bile gerekçeye ihtiyaç göstermeksizin yasaksa
insanın karısını dövmesi nasıl kabül edilebilir? Ayrıca hadis bu işi yapanları
en büyük ceza olan Cehennem ateşi ile korkutmaktadır.
Hz.Peygamber kendisine kadının kocası üzerindeki hakkını sormak
için gelenlere erkeğin, karısının yeme-içme, giyinme gibi maddi ihtiyaçlarını
karşılaması yanında, kendisine iyi davranması, kötü söz söylememesi ve onu
yalnız bırakmaması gibi manevi ihtiyaçlarını da karşılaması gerektiğini
söylemektedir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Behz bin Hakim’den bana babam haber verdi, o da dedemden
duymuş, dedem demiş ki: Rasûlüllah’a ey Allah’ın Rasûlü kadınlarımıza ne
yapalım ve ne yapmayalım? dedim. Rasûlüllah: Ekin tarlana (ailene) dilediğin
gibi yakın ol, yediğinden onu da doyur, elbise diktiğinde ona da al, sen
çirkinsin diye yüzüne karşı söyleme ve dövme, buyurdu.””1
Bir adam Peygamber’e kadının kocası üzerinde hakkı nedir? diye
sordu. Efendimiz:
“Kocasının yemek yediği zaman ona da yedirmesi ve elbise
edindiği zaman onu da giydirmesidir. Sakın (karısının) yüzüne vurmasın, (onu)
takbih etmesin ve ev içi (aynı yatakta yatmak müstesna) terketmesin.”
buyurdu. [484]
[485]
[486]
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Allah Rasûlü kadınların
incitilmesini kesinlikle yasaklamıştır.Ancak ashabından bazıları kendilerinde
bu tür hareketler meydana gelmesine engel olamamaktaydılar. Bunun için Allah
Rasulü, bunlara kimi yerde göz yumarken kimi zamanda bu konudaki kollektif şuur
dışı yapılanmayı1 ayıklayarak, yererek yahutta kendisine özendirerek
değiştirmeye çalışmaktadır. Mesela kadınlara kötü davranaların alçak (leim)
karakterli insanlar olduığunu belirterek yererken; onlara iyi davrananların ise
al-i cenap insanlar olduğu söyleyerek yüceltmiştir.[487] [488] Ayrıca hanımlarını dövenlerin
mü’minlerin hayırlıları olmadıklarını açıkça ifade etmiştir.[489]
Tüm bunlardan anlaşılan Allah Rasûlü ’nün Cahiliyeden kalma bu çirkin adeti
değiştirmeye çalıştığıdır. Fakat insan psikolojisini de yabana atmayan Hz.Peygamber,
bu konudaki bakış açısını değiştirmek ve insanlara yeni bir bakış kazandırmak
için onları eğitmeye çalışmaktadır..
Hz.Peygamber müslüman kadınının durumunu günden güne iyileştirmeye
çalışmıştır. Bu birden bire meydana getirilmemiş zaman içinde kümülatif olarak
oluşmuştur. Ancak onun vefatından sonra bu gelişmenin kısmen durduğunu, kimi
yerde de gerilediğini söyleyebiliriz. Oysa ki Hz.Peygamber‘in düşüncesi ve
amacı bu değildi. Onun vefatından sonra kadının konumunun iyileştirilmesi
çabaları devam ettirilmeliydi. Fakat böyle olmamış İbn Ömer’in dediği gibi
Allah Rasulü hayatta iken vahiy gelir korkusuyla ellerini ve dillerini
kadınlara uzatmayanlar onun vefatından sonra buna teşebbüs etmişlerdir.[490]
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Hz.Peygamber‘in anlayışında erkek ve
kadın birbirinin tamamlayıcısıdır. Bir bütünün parçalarının birbirine düşman
olması düşünülemez. Bu bakımdan Hz. Peygamber erkekler ve kadınları birbirini
bütünleyen eşit parçalar olarak görmüş etrafındaki hanımlara da her zaman
sevgi, şefkat ve merhamet duyguları ile muamelede bulunup değer verdiğini
hissettirmiştir.
HZ. PEYGAMBER’İN CANLI VE CANSIZ VARLIKLARLA MÜNASEBETİ
Hz. Peygamber’in bir Peygamber olarak gelişinde rahmetin, en
önemli hikmet olduğu açıktır. Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik.”1 Onun merhameti canlı-cansız
tüm varlığa idi. Hz. Peygamber’de “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”
düsturunun kaynaklarını ve temellerini buluruz. Onun tabiat karşısında insanın
yeri hususundaki düşünceleri hak ve sorumluluklar çerçevesinde bir “uyum” düşüncesini
yansıtmaktadır.
4.1.1.
Tabiatın
Manevi Değeri (Gerçek Konumu)
İnsanın kul olması ve Allah’a kullukla mükellef olması gibi, tüm
varlık ta kendisiyle birlikte, o hiç farkına varmasa da, Allah’a kullukta
bulunmaktadır. “Her şeyin fiziki kıymetinin ötesinde manevi bir değeri
vardır. Her şey Allah ’ın işareti, O ’nu her an zikreden O’na daimi surette
ibadet eden tabii müminlerdir.”[491] [492]
‘Bu konuda Kur’an da şu açıklamaları görüyoruz:
“Yedi gök ve bunlarda bulunan herkes O ’nu tesbih ederler. O ’nu
tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini
anlamazsınız.”[493] [494]“Görmez
misin ki göklerde ve yerlerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, hayvanlar
ve insanların birçoğu Allah ’a secde ediyor. ”4 “Göklerde bulunanlar, yerdeki
canlılar ve bütün melekler büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.”[495]
Bu konuda da Hz. Peygamber’den de şu rivayet edilmiştir: “Telbiye
de bulunan hiçbir Müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş,
ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve
solunu göstererek) şu veya şu istikamette arzın son hududuna kadar devam eder.”1
Ebu Zerr’den gelen bir rivayette Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben
sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı,
uğuldamak da onu hak oldu. Sema da dört parmak sığacak kadar boş yer yoktur.
Her tarafta Allah ’a secde için alnını koymuş bir melek vardır. ”2
Canlı-cansız tüm varlığın ortak bir ilaha itaatte birleşmesi bu
varlıklar arasında uyum ve saygı neticesini doğurur. Varlıkla gerçek anlamda
uyum boyutunu yakalamış bulunan Hz. Peygamber onları şahsiyetli varlıklar
olarak kabul etmiş bu cansız görünen eşya ile konuşmuş, onlara isimler takmış
ve o isimlerle kendilerine hitap etmiştir. Çünkü cemâd olarak gördüğümüz her
varlığın, kendi bünyesine uygun bir hayatı vardır.[496] [497] [498]
Bir defasında Hz. Peygamber arza hitap ederek şöyle demiştir: “Ey
arz! Benim de, senin de Rabbimiz Allah’tır. Senin de, sende bulunanların da,
sende yaratılmış olanların da, senin üzerinde yürüyenlerin de şerrinden Allah’a
sığınırım.”[499]
Yine başka bir seferinde bir dağa sanki bir şahsiyet yüklercesine
şöyle demişti: “Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz, o da bizi sever.”[500] [501]
Üzerine teşrif ettiklerinde Uhud dağının telaş göstermesi üzerine “Uhud:
Sakin ol. Üstünde bir nebi, iki şehid ve bir sıddık vardır” buyurması da
hem kendilerinin onlarla konuşmasından, hem de cemâd diye adlandırdıklarımızın
Allah’ı kendi dilleriyle tesbihte bulunan bu tür canlı varlıklar olduğunu
anlatan bir dinin sahibi ve mübelliği olmasındandı.6
Doğrudan Allah’ın evrene ve diğer varlıklara hitabı onlara ayrı
bir ehemmiyet kazandırmaktadır. Bir anlamda tabiat Kur’an vahyine
katılmaktadır.[502]
Allah balansına ve karınca gibi hayvanlara vahyettiğini bildirip bazı hayvan
türleriyle bitki ve ağaçlara yemin eder. Yine tabiat varlıklarını (yıldızlar,
ay, güneş, bitkiler) şahit tutar.
Böylelikle insanlar için varlıkların manevi açıdan insan gibi
değerli oldukları vurgulanmış olmaktadır.1
Tabiatın ve evrenin tek sahibi Allah’tır.[503] [504] İnsanın onunla münasebeti ise
ibret almak ve istifade etmek çerçevesi içindedir. Kur’an bu durumu şöyle beyan
eder: “ Yer, gök ve bunlar arasındakiler boşuna yaratılmamıştır.”[505]
“Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler
vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit)
Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaradılışı hakkında derin düşünürler ve
şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, seni tespih ederiz. Bizi
cehennemin azabından koru!”[506]
Bu ayetler insana varlığın gerçek bilgisine ulaşması konusunda
rehberlik etmekte, varlıkla münasebetin ibret nazarıyla bakma gayesi ile
bütünleşmesi gerektiğini vurgulamaktadır. “Hiç kuşkusuz kâinat tablosu, insan
için varlıkları tetkik etme imkânı veren hem en büyük bir laboratuar, hem de
çok zengin gereçleri ve belgeleri içinde taşıyan büyük bir platformdur.”[507]
Mahlûkatın bir parçası olması sebebiyle insanla diğer varlıklar
arasında bir fark yoktur.[508]
Kur’an bunu şöyle açıklar:
“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan
kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır.”[509]
4.1.2.
Tabiattan
İstifade Ve Sorumluluk
İnsana diğer varlıklardan fazla olarak verilen yeterlilikler[510]
ona diğer canlıların üstünde bir konum sağlar.[511] İnsan tüm bu varlıklardan
istifade etme hakkına sahip olur.
“O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”[512]
Ancak, insan tabiattan istifade hakkına sahip olurken sorumsuz
değildir.1 Orada bozgunculuk yapmak ve tabiat dengelerini bozma
hakkına sahip değildir. “Yeryüzü insana geçici bir süre,[513]
[514] imtihan için[515] emanet olarak[516] musahhar kılınmıştır.
İnsana emaneti en iyi şekilde koruması öğütlenmiş, fiziksel ve toplumsal
hayatta fesat çıkarmaması, bozgunculardan olmaması istenmiştir.”[517] [518]
Kur’an da bu konuda şöyle buyrulmaktadır: “Dünya hayatına dair
konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana Allah ’ı
şahit tutan, işbaşına gelince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli
yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez. ”6
Allah aşağıdaki ayetlerde görüleceği üzere kâinatta bir tabii ve
ekolojik dengenin[519]
var olduğuna dikkatlerimizi çekerek arkasından bunu koruyun demekle; aksi
halde insanlığın istenmeyen durumlarla karşılaşabileceği belirtilmektedir.
“Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi
bozmayın.”[520] [521]
“Şüphesiz biz her şeyi belirli bir ölçüde yaralmışızdır.”'"İnsanların
elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde bozulma (fesat) çıkar: Allah
da belki geri dönerler diye yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırır.”[522] [523]
Görüldüğü üzere insanın tabiat üzerine üstünlüğü egemen olma
şeklinde değil, emanet kabul etme şeklindedir. “İnsanın tabiatı algılama
biçiminde meydana gelen bu farklılaşma çevre sorunlarının da başlangıcı
olmuştur. Çünkü insanın tabiata egemen olma anlayışı, insan ile yaşadığı çevre
arasındaki uyumu bozmuş, sınırsız ve sorumsuz bir şekilde tabiatı ve tabii
kaynakları sömürmesine dönüşmüştür. Bunun altında yatan temel sebepse tabiatı
her türlü değerden soyutlayarak nesneleştirmesi ve hammadde kaynağı bir meta
haline getirmesidir.”11 Küreselleşme sürecinin önemli bir niteliği
olarak insanın doğaya ve tabiata bakışında faydacı, istismar edici bir bakışın
yaygınlaşması, bir kısım canlıların neslinin tükenmesi, varlıkların tamamen
ortadan kalkmasını, canlıların ve doğanın istismarını beraberinde getirmektedir.1
4.1.3.
Hz. Peygamber’
in Tabiatla Münasebetleri
Hz. Peygamber, getirdiği dinin tabii çevreye, kurulu düzene ve var
olan ekolojik dengeye gösterdiği hassasiyeti, temel bir felsefe bir bakış açısı
olarak özümsemiş ve kendi içindeki, varlığa sonsuz derece şefkat ve muhabbet
duyma zenginliği ile birleştirerek canlı ve cansız varlıklar içinde bir rahmet
unsuru olduğu gerçeğini, tüm hareketlerine yansıtmıştır. “Hz. Peygamber kendi
devrinde çevreciliği bir siyaset haline getirmiştir.”[524] [525] [526]
Hz. Peygamber ağacın ve ormanın kıymetine binaen otlak olarak
bulunan kimi boş arazilerin ormanlaştırılmasını emretmiştir. Pek çok defa
ağacın kıymetinden bahseder, ağaç dikenleri över. Elinde ağaç fidanı olanın,
kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vakti varsa mutlaka
dikmesini tavsiye etmiş,”3Kim ağaç dikerse, Allah o ağaçtan elde edilen ürün
miktarınca ona sevap yazacağı müjdesini vermiştir.[527]
Ağaç dikmeye ödül vaat ettiği gibi, ağaçlara zarar verenlere de
ceza vaat etmiştir “Kim bir sidre ağacını keserse, Allah’ da onun başını
cehenneme uzatır.”[528]
Hz. Peygamber Mekke bölgesinin[529] olduğu gibi Medine bölgesini
de doğal sit alanı ilan etmiş[530]
ve orda kurulan canlı varlıklara dokunulmasını yasaklamıştır.
“Ya Rabbi! Hz. İbrahim Mekke ’yi haram kıldığı gibi ben de Medine
’yi haram kıldım. Onun iki kayalığı arası haram bölgesidir. Ağaçları kesilmez,
hayvanları avlanmaz, otu yolunmaz, ağaçlarının yaprağı koparılmaz.”[531]
Yine Taifliler, Müslüman olarak Hz. Peygamber’e geldiklerinde
şehirlerinin sit alanı ilan edilmesi teklifini Hz. Peygamber’e sunmuşlar; o da
bu teklifi kabul etmiştir. Onlara bir beyanname göndermiştir. Bu beyannamede
şöyle denmektedir:
“Vâc vadisinin ne dikenli ağaçları ne de fundalıkları kesilip
çıkarılacaktır. Av hayvanları öldürülmeyecektir. Böyle bir fili işleyip
yakalanan kimseler kamçı cezasına çarptırılacak ve üzerlerinden elbiseleri
alınacaktır. Kim ki bu fiili ısrar edip tekrarlarsa, şahsen yakalanıp
Rasûlüllah Muhammed’in huzuruna getirilecektir.”1
Hz. Peygamber toprağın bakımsızlığa terk edilmesinden hoşlanmamış,
toprağı ekip dikerek onu yeniden canlandıranı o toprakla mükâfatlandırmıştır.
Ürve ibnu Zübeyr’ den gelen bir rivayette Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim
bir ölü araziyi ihya ederse, bu yere o, herkesten ziyade hak sahibi olur.”'1
“Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in servete ve kazanca karşı tutumu
apaçık bir tarzda müspettir. Bizzat Hz. Peygamber meslek olarak bir tacir idi.
Ve bi’setinden sonra bile ticareti tamamen terk etmemiştir.”3 Hz. Peygamber’in hiçbir yerde çalışıp kazanmayı, zenginliği
yasaklayıcı bir tutumuna rastlamamaktayız. Ancak o servetin yalnızca bir araç
olarak kullanmasını hoş görmekte onun hayatın gayesi haline getirilmesi
yadırgamaktadır.
O’nun hayatına baktığımızda ve yaptığı harcamaları gözden
geçirdiğimizde hiçbir zaman dünya malına (eşya veya para) tama’ göstermediğini,
hırsla mala sarılmadığını görmekteyiz. O, ne gençlik devresinde -ki bu devre
dünyaya karşı hevesatın en canlı olduğu zaman dilimidir- ne de olgun yaşlarda
dünya zevklerine düşkünlük göstermiştir. Nitekim risalet görevinin başında
kendisine teklif edilen makam, mevki, kadın, para, mal, mülk teklifleri
karşısındaki tavrı ile kalbinde menfaat sevgisi ve dünyaya karşı ihtiras
taşımadığını açık bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır.
4.2.1.
Zahidâne
Yaşayışı ve Kanaatkâr Tutumu
Hz. Peygamber sahip olduğu imkânları kullanmaktan geri durmazdı.
Fakat O, bu imkânların çoğunu kendi şahsı ya da ailesi için harcamaz zahidane
bir hayat sürerdi. [532]
[533]
[534]
Onun zühdünü şu sözleri anlatmaktadır: “Dünya ve dünyalıklardan yüz çevir ki
Allah seni sevsin; halkın elinden olandan yüz çevir ki insanlar seni sevsin.”1
Fakat onun zühdü zenginliğe karşı düşmanlık ya da fakirliğe sevgi
içermiyordu. O, zenginliği Allah’a şükredilecek bir nimet sayıyordu. Zira Allah
insanlara lütfettiği nimetler vasıtası ile kendi hoşnutluğunu aramalarını
istemektedir. Yani Allah zenginliği insana verir, o fert bundan hoşnut olur ve
bununla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışır, malını hayır yolunda harcar. Bu da
ancak malı asıl gaye olmaktan çıkarıp vasıta haline getirmekle mümkün olur.
Kalbini mal sevgisi ile dolduran kişiyse asla malını bu seviyede harcayamaz.
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara; bu arada
dünyadan da nasibini unutma. Allah) sana ihsan ettiği gibi sen de( insanlara)
iyilik et. ”[535] [536]Nitekim “gerçek zahid dünyalığa sahip olup, onu eline alıp kalbine
sokmayan kimsedir”. [537]
Hz. Peygamber dünyanın ve dünya malının asıl gaye haline
getirilmeye değmeyecek kadar önemsiz olduğunu defalarca anlatmış, araç olmaktan
çıkarılıp amaç haline getirilmemesi için arkadaşlarını uyarıp durmuştur.
Cabir’den rivayet edildi ki; “Peygamber, yayla köylerinden
birinden şehre girerken pazara uğradı. Halk etrafındaydı. Derken küçük kulaklı
ölmüş bir oğlağın yanından geçti. Kulağından tutup: “Hanginiz bunu bir dirheme
alır? ” diye sordu. Onu ne yapacağız? Onun diri olsa bile bu kusuru nedeniyle
bir kıymeti olmaz, dediklerinde şöyle buyurdu: Vallahi, Allah katında dünyanın
bunun kadar bile değeri yoktur.”[538]
Yine başka yerde şöyle rivayet edilmektedir: “Uyanık olunuz!
Şüphesiz dünya değersizdir. Dünyalıklar da kıymetsizdir.” [539]
Aşağıdaki olay Hz. Peygamber’in dünyayı nasıl gördüğünü
açıklamaktadır: İbn Mesud şöyle rivayet etmiştir; “Allah Resûlü bir hasır
üzerinde uyudu, sonra ayağa kalktı. Hasırın izleri yan tarafına çıkmıştı. Ya
Rasûlüllah sana bir yatak temin etsek dedik. Şöyle buyurdu; Dünyayı ben
neyleyeyim? Bana göre dünya, bir ağacın altında oturup dinlendikten sonra
kalkıp orayı terk eden bir süvari gibidir.”[540]
Başka bir zaman da şöyle demişti: “Dünya nimetlerinden
istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrafil suru eline almış, Cenab-ı Hakkın
emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, dünya nimetlerinden nasıl
gelişi güzel istifade eder ki?”1
Allah da dünyanın asli kıymetini şöyle açıklamaktadır: “Dünya
menfaati önemsizdir. Takva ehli için ahiret daha hayırlıdır.”12 “Bu
dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurdu ise, doğrusu işte
gerçek hayat odur; eğer bilselerdi!”[541]
[542] [543]
Ebu Hureyre’den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber rabbinden
rızk isterken şöyle dua ederdi : “Allah’ım, Muhammed ailesinin rızkını,
onlara belini doğrultacak kadar bir azık kıl.”[544]
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber bazı zamanlarda bütün imkânlara
sahip olmasına rağmen bunlardan gelişigüzel istifade etmemiştir. Çünkü fazilet,
ancak kanaatinden dolayı fakir gibi yaşamaktır.[545] Elinin altından bunca mal
gelip geçiyordu fakat o ve ailesi beraber, gecelerce akşam yemeğinden mahrum
olarak vakit geçirirlerdi. Yedikleri ekmeğin çoğunu da arpa ekmeği oluştururdu.[546]
Hz. Peygamber ve ailesi onun Medine’ ye geldiği günden vefat ettiği güne kadar
üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.[547] Çoğu zaman açlıktan karnına
taş bağladığı olurdu.[548]
Hz. Ömer anlatıyor: “Allah’a yemin ederim ki, ben Rasûlüllah’ın
sabahtan akşama kadar kıvrandığını bilirim. Zira hurmanın en kötüsü olan,
(dakl) denen hurmayı dahi bulup karnını doyuramıyordu.” [549]
Rasûl-ü Ekrem vefat ettiğinde ise demirden yapılma zırhı bir
Yahudi’nin elindeydi. Ailesinin geçimini sağlamak için aldığı otuz ölçek arpa
karşılığında zırhını ona rehin bırakmıştı.[550]
Hz. Peygamber kanaatkâr bir hayat sürdü. Etrafına da malın
asgarisi ile iktifa etmeyi tavsiye etti. Bir yerde şöyle buyurmuştur: “
İnsanın içinde oturacağı bir evi, bedenini örtecek bir elbisesi, bulduğu kuru
bir ekmek parçası ve içeceği su ona yeterlidir.”1
Hz. Peygamber’in kanaat (malın asgarisi ile iktifa) tavsiyesi
kişiyi zenginleşmek gayretinde, itidale sevk etme gayesini gütmektedir. Yoksa
bunda uyuşukluğu ve meskeneti övme yoktur.[551] [552] Çünkü insan ancak bununla
nefsinde ve hayatında ölçülü olabilir. İnsan hırs ve tamahın seline kapılmaya
terk edilirse; hem kendi nefsine hem de toplumuna tehlikeli olur. Onun
tamahının daha üstün değerlere, daha ölmez manalara ve daha devamlı rızıklara
yöneltilmesi gerekir.[553]
“Kanaatte Allah’ın taksimine rıza vardır. Fakat bunun manası
hiçbir zaman fakirlerin geri bir yaşayışa sefil bir hayata razı olmalarını
sağlamak değildir. Zira Hz. Peygamber’ in kimi yerde Allah’ tan zenginlik
istediğini de biliyoruz. Kanaat doymaz hırs sahibi olmamak ve haset
etmemektir!” Bu konuda şu ayet
inmiştir: “Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin[554] [555]”.
İnsan tabiatı icabı dünyaya karşı hırslıdır ve aşırı isteklidir
Hz. Peygamber Ubey ’den gelen bir rivayette insandaki mal sevgisini şöyle
anlatmaktadır: "Eğer Âdemoğlunun bir vadi dolusu malı olsa ikincisini
ister, ikincisi olsa üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini (gözünü)ancak toprak
doldurur. ”5“Âdemoğlu yaşlı iken, iki şey hususunda genç sayılır; mal hırsı ve
yaşama hırsı.”[556] [557]
Kur’an’da insanın Rabbine karşı nankörlüğünün de altında yatan
temel sebep olarak aşırı mal sevgisinin bulunduğu şöyle anlatılmaktadır:“Yemin
ederim ki insan, Rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna kendisi de
şahittir. Ve o mal sevgisine de aşırı derece de düşkündür.”1
4.2.2.
Mal
Biriktirmeye Bakışı
Müslüman, sadece ruhani yahut yalnız maddi bir insan değildir. O
hem dünya hem de ahiret saadetini nefsinde toplayan bir insandır. Dünyaya hiç
ölmeyecekmiş gibi sarılmak aynı zamanda yarın ölecekmiş gibi hazır bulunmak
emredilmektedir.1 Hâsılı çalışıp kazanmak yasaklanmamakta aksine
teşvik edilmekte ancak mal mülk yığmayı mutlak olarak iyi ve en büyük gaye
kabul eden servet peşine düşme ve servetle iktidarların kötüye kullanımı yasak
olarak Hz. Peygamber’in dünya anlayışında belirmektedir. “Maddi kazanç
sağlama çabası insanın bütün faaliyetlerinin tek hedefi olduğu müddetçe gerçek
huzuru tatmak mümkün olmayacaktır. Çünkü gerçek huzur bedenin değil ruhun
tadabileceği bir keyfiyettir.”[558] [559]
[560]
Mal mülk yığma ve servet peşinde dolaşıp durmanın çirkin olduğu,
malın insana dünyada ebedi kalma zehabı vermesinin ne kadar aldatıcı olduğu şu
ayette de belirtilmektedir:
“Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı adet
edinen kimsenin vay haline ki o malı yığıp onu tekrar tekrar sayandır. Malın
hakikaten dünyada ebedi hayat vereceğini sanır o.”2,
Hz. Peygamber hiçbir zaman mal biriktirme hevesine kapılmamıştır.
Hâlbuki isteseydi, bulunduğu konum itibarıyle, hadsiz bir servete sahip
olabilirdi. Çünkü kendisine gerek Müslümanlardan gerekse hariçten devamlı
surette siyasi nitelikli hediyeler gelmekteydi.[561] Bunların bir kısmını bile
biriktirmek kendisine zenginlik olarak yeterdi.[562] Fakat o hediyelerin hiç
birine şahsı ve ailesi adına dokunmamış, tez elden tasadduk ederek dağıtmış
hatta onların dağıtımı bitene kadar gönül rahatlığı ile evine bile girmemiştir.
Hz. Peygamber kendi tercihinde ihtiyacından fazlasını yanında
tutmamaya özen gösterdiği gibi arkadaşlarını da bu tutuma alıştırmaya
çalışmıştır. Bu konuda Ebu Said el-Hudri’den gelen rivayet şöyledir: “Rasûl-ü
Ekrem ile yolculuk yapıyorduk. Bu sırada devesine binmiş bir adam çıkageldi.
Kendisine bir şey verilmesini umarak sağa sola bakınmaya başladı. Bunun üzerine
Rasûl-ü Ekrem, “Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, bineği
olmayanlara versin. Fazla azığı olanlar, azığı olmayanlara versin” buyurdu. Hz.
Peygamber daha bunun gibi pek çok mal çeşidi saydı. işte o zaman, ihtiyacından
fazla bir şeyi kimsenin yanında bulundurmaya hakkı olmadığını anladık.”1
Allah Rasûlü yaşamı boyunca servet edinmediği gibi vefatından
sonra da geriye ne bir altın, ne bir gümüş, ne bir köle, ne bir cariye, ne de
başka bir şey bıraktı. Yalnızca bindiği beyaz katırını, silahını ve yolcular
için vakfettiği araziyi bırakmıştır.[563] [564]
Allah servet peşinde koşup bu zenginlikleri yığıp çoğaltmaktan
başka bir şey düşünmeyen mal düşkünlerini, bu kötü ahlakları yüzünden acı bir
azapla tehdit etmektedir:
“Altın ve gümüşü yığıp ta Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte
onlara elem verici bir azabı müjdele. (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp
bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara denilir
ki, işte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz
şeylerin ( azabını) tadın.”[565]
İslam hukukunda miras bırakılan malın çok sayıda insan arasında
paylaştırılması, servetin tek elde yığılmasını engellemek ve sürekli dağılımını
sağlamak amacıyla öngörülmüştür. Kur’an da şöyle buyrulur: “... Ta ki ( o
mallar ), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın.”[566]
İslam’da çok nadir durumların dışında (hiç akrabası kalmayan
birisi gibi) miras tek kişiye kalmaz. Böylesi durumlarda bile mirastan bir
yakınlığı olmasa da yoksullara verilmesi emredilmektedir.[567] Kur’an da şöyle buyrulur:” (Mirastan
payı olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunursa
bundan onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin”.[568]
İnsanoğlundaki mal sevgisi malın kötüye kullanılmasına sebep
olmaktadır. Mal sevgisi kimi yerde yetimin hakkını yeme şeklinde ortaya
çıkarken kimi yerde de helal haram demeden mirasa saldırma şeklinde kendini
göstermektedir. Mala aşırı düşkünlük neticede zulüm getirmektedir. Servete
düşkünlüğün, mal çoğaltma hırsının zulme dönüştüğü bir araç olarak faizi
görüyoruz. Hz. Peygamber cahili toplumun süregelen uygulamalarından biri olan
faizi yasaklamış ve toplumu bu illetten kurtulmaya çağırmıştır. “Zira
cahiliye devrinde faizciliğin çok ileri gittiğini görmekteyiz”.1
“Riba, Peygamber devri Arabistan’ın da faizli bir istismar sistemi idi. Bu
sistemin temel hususiyeti, belli bir borç paranın çok kısa vadede kat kat
çoğalması idi.[569]
[570]
Kur’an şöyle diyor: “Ey Müminler, ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin”[571] Faizle ödünç vermek
suretiyle, servet fazlalıklarından faydalanılmakta, bu da daha ileri hayat
şartlarını elde etmek için kullanılmaktadır.[572] Yani bu da mal biriktirmede
kullanılan bir araçtır. Zengin zenginliği bir şekilde artarken fakir de
gittikçe fakirleşmektedir.
4.2.4.
Malı Temizleme
Vasıtaları
Allah’ın bu dünyadaki nimetleri insan ihtiyacını karşılamak için
yarattığı açıktır. Bu bakımdan şayet bir fertte ihtiyacının çok üstünde “hayat
vasıtası” varsa, başkalarının payına tecavüz etmiş demektir. Bu payı elinde
tutmaya devam etmek isterse haset, kıskançlık vs. gibi kötü duygularla çatışma
meydana gelecektir.[573]
Servet, bolluk ve refah değildir. Böyle olsaydı her servet sahibi,
toplum içerisinde fakir fukarayı gözetir, yoksul ve kimsesizlere yardım elini
açardı.[574]
Toplumda huzur ve refahı sağlamak fertleri infaka alıştırmakla mümkün olur.
İnfak; sahip olunan mal ve diğer şeylerin insanların hayrı ve iyiliği için
Allah yolunda harcanması, sarf edilmesidir.[575] İnfak umumiyetle karşılıksız
yardımlar için kullanılır.[576]
Hz. Peygamber toplumdaki gelir dağılımında adalet sağlamak için
zekât ve sadaka müessesesini kurmuştur. Bu sistem her zenginin malında
fakirlerin bir hakkı olduğu temel kabulüne göre çalışır. Zira Allah şöyle
buyurmaktadır: “Mallarında muhtaç ve fakirlerin de bir hakkı vardır.”[577]
Zekât fakrı zaruret yarasını saran en şifalı merhem olmasının yanı
sıra, aynı zamanda manevi bir sigortadır da.[578]Çünkü fert zekât ve sadaka
sayesinde mal biriktirme hırsından temizlenip vermeye alışmaktadır. Böylelikle
mal sahibi olmayanlardan yönelecek haset dolu bakışlar da engellenmiş olmakta
zekât ve sadaka yoluyla infak etmek suretiyle de mal temizlenmiş olmaktadır.
Hz. Peygamber en güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir.
Bunun için onun ahlakı en mükemmel ahlaktır. Zira o bir emniyet insanıdır.
Kendisine risalet gelmeden önce de “emin” olarak tanınıyor ve insanlara güven
telkin ediyordu. İnsanlar kedisine en kıymetli eşyalarını teslim etmekten
çekinmiyorlardı.
O sözüne inanılır, vadine sadık bir insandı kimse O’nun verdiği
sözden döndüğünü görmemiştir.
İnsana karşı büyük bir sevgi duyardı. İnsana insan olduğu için
önem verir başka bir değer hükmü aramazdı. Onda, insanlara hakikati tanıtma
arzusu bir karasevda gibiydi. İman etmemeleri karşısında duyduğu üzüntü ile
neredeyse kendini helak edecek duruma geldiği olurdu.
O, müminlere çok düşkündü, onların sıkıntıya uğraması ona çok ağır
gelirdi. Müminler de ona karşı sevgi hisleriyle dopdoluydu. Hiçbir kimse bir
diğerini, Hz. Muhammed’in ashabının onu sevdiği kadar sevmemişti. O, sevgiyi
toplumun mayası kabul etmiş ve toplumun bütün fertlerinin de birbirlerine aynı
sevgi hisleriyle bağlanmalarını ve herkesin bir diğerini canlı bir bünyenin bir
uzvu gibi görmesini istemiştir.
Hz. Peygamber hilm insanı idi. O’nun insanlarla münasebetinin en
belirgin özelliği buydu. O, hiçbir şart altında hilmi terk etmedi. Baskı
altında bulunduğu zaman da, en sevdiği insana en çirkin ithamda bulunulduğunda
da hilm ve teenni ile hareket etmekten vazgeçmedi. Hiçbir durumda öfkesine
yenilmediği gibi bunu sağlamak için müminlere karşı olan duygularını dahi
muhafazaya çalışmak amacıyla, yanında ashabı hakkında menfi konuşulmamasını
istemekteydi. Kaba, kötü karakterli ve cahil kimselere bile yaptıkları
nezaketsizlikler karşısında mülâyemetle muamele etmekten başka bir yol tutmadı.
Ashabına da her zaman böylesi bir tavrı tavsiye etti.
Hz. Muhammed’in önemli hayat düsturlarından biri de affediciliği
ve hoşgörüsüdür. Onun bu yönü sayesinde insanlar etrafında kenetlenerek benzeri
görülmemiş bir kardeşlik müessesesi kurmuşlardır. İnsanların onun davetine
bölük bölük, koşmalarında affediciliğinin ve özellikle intikama muktedir olduğu
zaman da affetmesinin olağanüstü tesiri olmuştur. Onda af, emsaline az rastlanır
nitelikteydi. Zira o, kendisinin ve sevdiklerinin canına ve hatta iffetine
yapılan taarruzları bile affedebilmiştir.
Onun hoşgörüsü farklı din mensuplarına kadar uzanmış ve bu yönü
sayesinde çok farklı düşünce ve inanç sahibi grupları Medine’de tek bir çatı
altında birleştirebilmiştir.
Hz. Peygamber her ne kadar insanları hakikate ulaştırmak gayesinde
sonsuz bir aşka sahip olsa da hiç kimseyi tercihinden ötürü yargılamıyordu.
Zira onun mesajında kişinin hür iradesi tercihte bulunması kıymet ifade etmekteydi.
Bu bakımdan hiç kimseye zorlamada bulunmak söz konusu değildi.
Hz. Peygamber herkesi bulunduğu konumu itibariyle kabul ediyor,
herkesle anlaşmak ve birlikte huzur içinde bulunmak için her türlü müsamahayı
gösteriyordu. Ortak bir kelime etrafında toplanmak için çaba sarfediyor,
Müslümanlara karşı kıskançlıkları ve hainlikleri ile bilinen Yahudilere karşı
bile en güzel şekilde mukabelede bulunuyordu.
Hz. Peygamber lideri bulunduğu toplum içindeki her ferde fikir ve
ifade hürriyeti tanımaktaydı. Bir devlet başkanı ve bir ordu komutanı olarak
verdiği kararları bile eleştiriye açık tutuyordu.
Allah Rasûlü beşeri halleri ile irşat vazifesinin gereklerini
birbirine karıştırmıyor, kendi şahsi görüşünün uygulanması neticesi meydana
gelen olumsuz bir durumda kendi fikrinin terk edilmesinde bir sakınca
görmüyordu.
Hz. Muhammed lider bir kişiliğe sahiptir. Güçlü ve köklü bir
hareketle yeni bir sistem kurmasında ve insanları kendi etrafında toplamasında
hitabet gücü, üstün zeka vb. gibi etkili liderlik özelliklerinin katkısı
büyüktür. Bir lider olarak Hz. Peygamber’e itaat onun kişilik özelliklerine ve
aldığı ilahi vahye dayanmaktadır. Bu da onun karizmatik bir lider olduğunu
kanıtlar. Karizma bir bireyin değerleri, hedefleri, ihtiyaçları ve umutları
üzerinde değişiklik yaratabilir. Hz. Muhammed kendisine itaat eden ashabının
hayatının bütününde, inanç ve düşünce sistemleri üzerinde meydana getirdiği
köklü değişiklikler, onun karizmatik bir lider olduğunu göstermektedir.
Hz. Muhammed yetim bir çocuk olarak büyümüştür ancak özsaygısını
ve benlik bilincini etkileyecek şekilde yetimliğin yalnızlığını, itilmişlik ve
dışlanmışlığını yaşamamıştır. Çünkü doğup yetiştiği çevrenin akrabalık bağları
ana-baba yokluğunu hissettirmeyecek ölçüde güçlüydü ve bir diğer yönden de
mensup olduğu kabile şehrin en itibarlı kabilesi, kendisini himaye eden kişiler
de çevrelerinin sözü dinlenen en itibarlı kimseleriydi.
Hz. Peygamber çocuklarla muamelesini sevgi ve merhamet yörüngesine
oturtmuştu. Her fırsatta onların sevilme ihtiyacını karşılar, sevgisini apaçık
bir şekilde ifade ederdi. Onların temel ihtiyaçlarına önem verir, oyunlarını
bozmaz, ağlamalarına kayıtsız kalmazdı. Çocuklar arası adalete önem verir, kız
çocuklarını erkek çocukları ile aynı seviyeye getirmeye çalışırdı. Çocuklara
değer verir, kendisine teklifsizce yanaşabilecekleri ortamı hazırlardı.
Hatalı davranışta bulunan çocuğu hemen cezalandırma yoluna gitmez;
çocuğu dinler, yapmaması gerekenler üzerinde değil; yapması gerekenler üzerine
vurgu yapardı. Her konuda olduğu gibi çocukları eğitme konusunda da insani
değerlere önem vermiş, kişisel gelişimlerini tamamlama konusunda onlara
yardımcı olmuştur.
Hz. Peygamber kadınları haklar ve sorumluluklar açısından da değer
açısından da erkeklerle eşit görmüş onlara nezaketle yaklaşmış ve kadına
uygulana gelen şiddeti ashabını eğiterek kaldırmaya çalışmıştır.
Hz. Peygamber’in dünyevi zenginliklere bakışında da itidal göze
çarpar. O zenginliği yasaklamamış ancak mal biriktirme hırsını tasvip
etmemiştir. Çünkü mala karşı aşırı sevgi onun kötüye kullanılmasına neden
olmaktadır. Oysaki servet, biriktirip saklamak için değil ihtiyaç sahiplerine
harcamak içindir. Hz. Peygamber’in hayatına baktığımızda da elinin altından
çokça mal geçtiğini fakat bunların hiç birini biriktirme yoluna gitmediğini
görmekteyiz. İsteseydi sınırsız bir servete sahip olabilirdi. Çünkü
Müslümanlardan ve hariçten devamlı surette hediyeler gelmekteydi.
Hz. Peygamber’in tabiata, canlı ve cansız varlıklara yaklaşımında
da rahmet peygamberi oluşunun tesirini görmekteyiz. O, varlığa yaklaşımıyla onu
anlamsızlıktan kurtararak, kendileriyle Allah’a kulluk noktasında birleşmiş
olma felsefesiyle yaklaştığı varlığa değer yüklemiştir.
Netice itibariyle diyebiliriz ki Hz. Muhammed kendisiyle ve
çevreyle barışık bütünleşmiş bir kişilik ortaya koymuştur.
Adler, Alfred (1998), insan
Tabiatını Tanıma, (çev.: Ayda Yörükan), b.y.y.:Türkiye İş Bankası Yay.
Ahmed b. Hanbel,
Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed (1982), (v. 241/855); Müsned, (I-IV),
İstanbul: Çağrı Yay.
Akarsu, Bedia (1975), Felsefe
Terimleri Sözlüğü, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Akseki, Ahmet Hamdi
(1991), Ahlâk İlmi ve İslam Ahlâkı (sdl. Dr. Ali Arslan Aydın), Ankara:
Nur Yay.
Aksu, Ali (2004), “İfk
Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, c. VIII, Sayı: 1, Sivas.
Algül, Hüseyin (2005), Peygamberimiz’
in Şemâili Ahlâk ve Âdâbı, İstanbul: Işık Yay.
Arkonaç, Sibel Ayşen
(1998), Psikoloji Zihin Süreçleri Bilimi, İstanbul: Alfa Basım Yayım
Dağıtım.
Arslan, Ali (trz.), Hülasâtü’-Tefâsir
(BüyükKur ’an Tefsiri) İstanbul: Okusan Yay.
Aslan, Ömer (2001),
“Hoşgörü ve Tolerans Kavramlarına Etimolojik Açıdan Bir Yaklaşım”,
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. V, Sayı: 2, Sivas.
Atav, Nephan (1991),
“Şahsiyetin Gelişiminde Aile Çevresinin ve Ailedeki Gerginliklerin Etkileri ”,
Birey Kişilik ve Toplum (Derleyenler: Beylü Dikeçligil, Ahmet Çiğdem) Aile
Yazıları 3, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu.
Ateş, Ali Osman (1996),
İslam’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri, İstanbul: Beyan
Yay.
.... (2000), Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın,
İstanbul: Beyan Yay.
Ateş, Süleyman (trz), Yüce
Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, XII, İstanbul: Yeni Ufuklar Yay.
..................... (1977), Kur’an Ansiklopedisi, İstanbul:
Kuba Vakfı Yay.
Atik, M. Kemal (1992), Kur’an
ve Çevre, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay.
Atkinson, Rita L.-
Atkinson, Richard C.-Hilgard, Ernest R.(1995), Psikolojiye Giriş, (III)
İstanbul: Sosyal Yay.
Ayhan, Halis (1986), Eğitime
Giriş ve İslamiyet’in Eğitime Getirdiği Değerler, İstanbul: Damla Yay.
Aytaç, Serpil (2000), İnsanı
Anlama Çabası, Bursa: Ezgi Kitabevi Yay.
Baymur, Feriha (1994), Genel
Psikoloji, 2. Baskı, İstanbul.
Bayrakdar, Mehmet
(2002), “Çevre Problematiği ve Din”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı 14, Konya.
Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed
b. Hüseyn (1414/1994), (v. 458/1066), es-Sünenü’l-Kübrâ, (I-X), (thk.
Muhammed Abdü’l-Kadîr Atâ), Mekketü’l-Mükerreme:
Mektebetü Dâri’l-Ba’z.
Bilmen, Ömer Nasuhi (trz.),
Kur’an’ı Kerim ’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, İstanbul: Akpınar Yay.
Buhârî, Ebû Abdillâh
Muhammed b. İsmâil (1982), (v. 256/869), el-Câmi’u’s-Sahîh, (I-VIII),
İstanbul: Çağrı Yay
.... (1979), el-Edebü’l-Müfred
(Terc. ve Şerh: A.Fikri Yavuz) İstanbul: Sönmez Yay.
Buladı, Kerim (2005), Peygamber
Gibi Yaşamak, İstanbul: Kayıhan Yay.
Burger, Jerry M.(2006), Kişilik,
İstanbul: Kaknüs Yay.
Büyük Larousse Sözlük
ve Ansiklopedisi (trz.), (I-XXIV), İstanbul: İnterpress Basım Yayım.
Canan, İbrahim (1993), Kütüb-i
Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi (I-XVIII), İstanbul: Akçağ Yay.
.............. (1991), Sulh Çizgisi, İzmir: T.Ö.V. Yay.
.............. (2004), Peygamberimiz’ in Sünnetinde
Terbiye, İstanbul: İpek Yay.
Cüceloğlu, Doğan
(1996), İnsan ve Davranışı,(6. Baskı), İstanbul: Remzi Kitabevi.
.................. (2005), İçimizdeki Biz, (39. Baskı),
İstanbul: Remzi Kitabevi.
Derveze, İzzet (1998), et-Tefsiru’l-Hadis
(Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri) (çev.: Ş.Karataş-A. Çelen-M.Çelen),
İstanbul: Ekin Yay.
Dârimî, Ebû Muhammed
Abdullâh b. Abdirrahmân (1982 ), (v. 255/869), Sünen, (III), İstanbul:
Çağrı Yay.
Dikmen, Hamit (2003),
“Hz. Peygamber’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, Çukurova Üniversitesi ilahiyat
Fakültesi Dergisi, c. III, Sayı: 2, s.129-138, Adana.
Durak, Nejdet (2006), ,
“Küreselleşme ve Değerler: Küreselleşme Sürecinde Bazı Ahlaki Problemler ve
İslam Ahlakı”, S.D.Ü.İ.F. VII. Kutlu Doğum Sempozyumu, Tebliğler (19
Nisan 2004) s. 149-164.
Draz, M. Abdullah
(1983), İslam ’ın İnsana Verdiği Değer, (Terc.: Nureddin Demir), b.y.y.
Kayıhan Yay.
Ebu Ya’la, Ahmed bin Ali
el-Mavsılî (1984), Müsned, Şam: Dar’ül-Memun Li’t- Turâs
Ebu Zehra, Muhammed
(1969), İslam’da Sosyal Dayanışma, İstanbul: Yağmur Yay.
Eraslan, Sadık-Keleş,
Ekrem (2003), En Güzel Örnek Hz. Peygamber, Ankara: T.D.V. Yay.
Eskicioğlu, Osman
(1996), İslam Hukuku Açısından Hukuk ve İnsan Hakları, İzmir: Anadolu
Matbaacılık.
Fazlurrahman (1996), Ana
Konuları ile Kur’an, (Çev.: A. Açıkgenç) Ankara: Ankara Okulu Yay
........................ (1996),.. Sîret Ansiklopedisi (I-VI),
İstanbul: İnkılap Yay.
.... (1976), İslamiyet ve İktisâdî Adâlet Meselesi
(Terc.: Doç. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı), Erzurum: Atatürk Ü. Yay.
Gökmenoğlu, Hüseyin
Tekin (1996), İslam’da Şahsiyet Hakları, Ankara: T.D.V. Yay.
Gülçür, Mûsa Kâzım
(1994), Kur’an’da Karakter Eğitimi, İzmir: Işık Yay.
Güneş, Abdulbâki (2005),
“Kur’an Işığında Şiddet Sorununa Bir Bakış”, Din Bilimleri Akademik
Araştırma Dergisi, c. V, Sayı 3, s. 7-28.
Güney, Salih (2000), Davranış
Bilimleri (2. Baskı), Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
el-Halebî, Burhânuddin
(1916), Kefu ’l-Hasis Ammen Ruviye bi-vad’il-Hadîs, Beyrut: Alemü’l
Kütüb.
Hâkim, Ebû Abdillah
Muhammed b. Abdillâh en-Nisâbûrî (1990), (v. 405/1014), el-Müstedrek,
Ale’s-Sahihayn (I-IV), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Hamidullah, Muhammed
(1996), İslam’a Giriş, Ankara: T.D.V. Yay.
.... (2003), İslam Peygamberi (
I-II ), (çev.: Salih Tuğ), Ankara: İmaj İç ve Dış Ticaret.
Heysemî, Hâfız Nûreddîn
Ali b. Ebi Bekr (1994), (v. 807/1404) Mecmau’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid,
(I-X) , (Tahk.: Abdullah Muhammed Derviş), Beyrut: Dar’u’l-Fikr Matbaası.
Hizmetli, Sabri (1995), İslam
Tarihi, Ankara: Yeni Çizgi Yay.
Hodgson, Marshall G.S.
(1995), İslam’ın Serüveni, (çev.: Alp Eker ve Arkadaşları.) İstanbul: İz
Yay
Hökelekli, Hayati
(1995), “Hz. Peygamber’in Çocuk ve Gençlere Yaklaşımı". Hz. Muhammed ve
Gençlik ( Kutlu Doğum Haftası :1992 ), Ankara.
İbn Hacer , Şihabüddîn
Ahmed b. Ali el-Askalânî (1996), (v. 852/1448) Tehzîbü’t- Tehzîb,
Beyrut: Dârül-Marife
.... (h. 1379), Fethu’l-Bâri bîŞerhi’l-Buhâri
(I-XIII) (Tahk. M. F. Abdülbaki), Beyrut: Dâru’l- Marife.
......................... (h. 1412), el-İsâbe fı Temyîzi’s-Sahâbe,
Beyrut: Dâru’l-Cîl.
İbn Hıbban, Ebu Hatim
Muhammed b. Hıbban et-Temimî el-Büstî (1993), (v. 354), Sahih (I-XVIII),
2. Baskı, Beyrut: Müessesetü’r-Risale.
İbn Hişam, Ebû Muhammed
Abdûlmelik b. Hişam (1994), (v. 213/828), es-Siretü’n- Nebeviyye,
(I-IV), (Terc.: Hasan Ege), İstanbul: Kahraman Yay.
İbn İshak b. Yesar,
Muhammed (1981), (v. 151/768), es-Sîretü İbn İshak, (Tahkik ve Talik:
Muhammed Hamîdullah), Riyad: Dâru’l-Hânî.
İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ
İsmail (1994), (v. 774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye (Büyük İslam
Tarihi), (I-XV), (Terc.: Mehmet Keskin), İstanbul: Çağrı Yay.
İbn Mâce, Ebû Abdillah
Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî (1413 / 1992), (v. 275/888), Sünen, (I-II),
2. baskı, İstanbul: Çağrı Yay.
İbn Manzûr , Ebu’l-Fadl
Cemaluddîn Muhammed b. Mükerrem (1994), (v. 711/1311) Lisân’ul-Arab,
(I-XV) Beyrut: Dâr-u Sâdır.
İbn Sa’d, Ebû Abdillah
Muhammed (trz.), (v. 230/ 844), et-Tabakâtü’l- Kübrâ, (I- VIII), Beyrut:
Dar-u Sâdır
İz, Mahir (1973), Din
ve Cemiyet, İstanbul: İrfan Yay.
Kardâvî, Yusuf (1976), Fukaralık
ve İslam, (Terc.: Avni İlhan), İzmir: Akyol Matbaası.
Kavaklıoğlu, Mahmut
(2003), “Sahabe-i Kiram’ın İstek, Öneri ve İtirazları Karşısında Hz.
Peygamber” ,Ekev Akademi Dergisi, Erzurum:Yıl:7, Sayı:15, (s.43-67).
Kazancı, Ahmet Lütfi
(1980), Peygamber Efendimiz’in Hitabeti, İstanbul: Marifet Yay.
Kerschensteiner,
G. (1977), Karakter Kavramı ve Terbiyesi, (Terc.: H. Fikret Kanad ),
Ankara: Milli Eğitim Basımevi.
Kesler, Fatih (1993), Kur’an’da
Yahudiler ve Hristiyanlar, Ankara: T.D.V. Yay.
Koçkuzu, Ali Osman
(2002), “Hz. Peygamber’in Mizacı ve Hadiste İşâri Tefsir”, S.D.Ü.İ.F. IV. Kutlu
Doğum Sempozyumu, Tebliğler, 19-20 Nisan 2000, Isparta.
Köksal, M. Asım (1981), İslam
Tarihi (Medine Devri, Hz. Muhammed ve İslamiyet, (I-XI), İstanbul: Şâmil
Yay.
Köknel, Özcan (1986), Kaygıdan
Mutluluğa Kişilik, İstanbul: Altın Kitaplar Yay.
Kutub, Seyyid (1968), Fîzilal’il-Kur’an,
(I-XVI), (Terc.: M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa ), İstanbul:
Hikmet Yay.
Lahbâbî, M. Aziz (1972), İslam
Şahsiyetçiliği, (Çev.: İsmail Hakkı Akın), İstanbul: Yağmur Yay.
Lings, Martin (2006), Hz.
Muhammed’in Hayatı, (Çev.: Nazife Şişman ) (41. Baskı), İstanbul: İnsan
Yay.
Mâlik b. Enes, el-
İmâm (1981), (v. 179/795), el-Muvattaa (I-II), İstanbul: Çağrı Yay.
Mehmedoğlu, Ali Ulvi
(2004), Kişilik ve Din, İstanbul: Dem Yay.
el-Mevdûdî, Ebu’l Âlâ
(1996), Tefhimu’l-Kur’an (Kur’an’ın Anlamı ve Tefsiri), (I-VII), (Terc.:
Muhammed Han Kayanî, Yusuf Karaca, Nazife Şişman, İsmail Bansal, Ali Ünal,
Hamdi Akta), İstanbul: İnsan Yay.
.................... (1978),
İslam Nizamı, (2. Baskı), İstanbul: Hilâl Yay.
el-Mizzî, Cemâluddîn
Ebû’l- Haccac Yûsuf (1994), (v. 742/1341), Tehzîbu’l-Kemâl fi Esmâi’r-Rical,
Beyrut: Müessesetü’r-Risale.
Morgan, Clifford T.
(1993), Psikolojiye Giriş (Terc.: Hüsnü Arıcı ve Arkadaşları), (12.
Basım), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yay.
Muhsin, Amine Vedûd (1997),
Kur’an ve Kadın (Terc.: Nazife Şişman), İstanbul: İz Yay.
Münâvî, Şemsuddîn Muhammed
Zeynüddîn Abdurraûf (h.1356), Feyzu’l-Kadir Şerhu Camiu’s- Sağir (I-VI) ,Mısır:
Mektebetü’t-Ticariyyetü’l-Kübra.
Müslim, Ebu’l- Hüseyn
Müslim b. el-Haccâc el- Kuşeyri (1981), (v. 261/874), el- Câmiu’s- Sahih,(I
- III), İstanbul: Çağrı Yay.
Nesâî, Ebû Abdirrahmân
Ahmed b. Ali b. Şuayb, (1992), (v. 305/915), Sünen, İstanbul: Çağrı Yay.
Nevevî, Ebû Zekeriyyâ
Yahyâ b. Şerefüddîn (1964), (v. 676/1277), Riyazu’s-Salihin ve Tercemesi,
(I-II), (çev.: Kıvamudddin Burslan, Hasan Hüsnü Erdem), Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi.
...................... (h.... 1392), Şerhü’n- Nevevî Alâ Sahihu
Müslim, (I-XVIII), Beyrut: Dar’u İhya’it-Turasi’l-Arabî.
Öcal, Mustafa (1989),
“Çocuk Terbiyesi ve Peygamberimizin Eğitim Metodu” Diyanet Dergisi
Peygamberimiz Özel Sayısı, c. XXV, Sayı: 4, Ankara.
.... (1995), “Hz. Muhammed’in Çocuk Eğitimindeki
Metodu”, Hz. Muhammed ve Gençlik (Kutlu Doğum Haftası: 1992), Ankara.
Robbins, Anthony (1993), Sınırsız
Güç (çev.: Dr. Mehmet Değirmenci), (10. baskı), İstanbul: İnkılap Kitabevi.
.... (1991), içindeki Devi Uyandır
(çev.: Belkıs Çorakçı), İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Salih, Ahmet (1999), İslam
Dünyasının Bugünkü Durumu Problemleri ve Çözümü Bursa: Dialog Yay.
Sami, Şemseddîn (trz), Kamus-u
Türkî, İstanbul.
Sarıçam, İbrahim
(2000), Hz. Muhammed’in Çağımıza Mesajları, Ankara: T.D.V. Yay.
................... (2001),.. Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,
Ankara: T.D.V. Yay.
Suyûtî, Celâluddîn b. Ebî
Bekr (1981), (v. 911/1505), el-Câmiu’s-Sağîr fi Ehadisi’l- Beşîri’n-Nezir,
(I-II), Beyrut: Dar’ü’l-Kütüb’il-İlmiyye.
Şiblî Nûmânî, Mevlâna
(2005), Son Peygamber Hz. Muhammed (Sîretü’n-Nebî) İstanbul: İz Yay.
Şenver, Mehmet (2004),
“Kur’an’ın Muhatabıyla Diyalog Kurma Sürecinde Ortak Değerlerin Yeri Ve Rolü”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. c.XIII, Sayı: 2, Bursa.
Sağlam, İsmail (2002),
“Hz. Peygamber’in Çocuk Eğitiminde Öne Çıkardığı Hususlar”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XI, Sayı 2, Bursa.
Sinanoğlu, Mustafa
(2000), T.D.V. İslam Ansiklopedisi, ‘İslam ’ maddesi, XXIII, 2,
İstanbul: T.D.V. Neşriyat.
Şentürk, Habil ( trz.
), Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in İbadet Hayatı, İstanbul:
Bahar Yay,
Özbek, Abdullah (1997), Bir
Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, (5. Baskı), İstanbul: Esra Yay.
et-Taberânî, Ebu’l-Kâsım
Süleymân b. Ahmed b. Eyyub (1985), (v. 360/971) Mu’cemu’s-Sağir, Beyrut:
el Mektebetü’l-İslamî.
et-Taberî, İbn Cerîr
(1995), (v. 310/922) Camiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut:
Dar’ül-Fikr.
Tirmizî, Ebû İsa
Muhammed bin İsâ (1981), (v. 279/892), Süren (I-VI), İstanbul: Çağrı
Yay.
Uğur, Mücteba (1980), Hicri
I. Asırda İslam Toplumu, İstanbul: Çağrı Yay.
Uğurel, Refia (1980), Gençlik
Psikolojisi, İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yay.
Usal, Alparslan-Aslan,
Zeynep, (1995), Davranış Bilimleri Sosyal Psikoloji, İzmir: Barış Yay.
Uysal, Veysel (1996), Din
Psikolojisi Açısından Dini Tutum Davranış ve Şahsiyet Özellikleri,
İstanbul: M.Ü. İFAV Yay.
............ (1994), PsikososyalAçıdan Oruç, Ankara:
T.D.V. Yay.
Ünal, Cevat (1983), Eğitim
Psikolojisi, Ankara: A.Ü.D.T.C.F. Yay.
Ünal, İsmail Hakkı
(2002), “İnsani Değerler Açısından Hz. Muhammed’i Doğru Anlamanın Değeri”, Yeni
Bir Geleceğe Açılırken İnsan ve Din Sempozyumu, V. Oturum, Adana: Çukurova
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
el-Vâhidî, Ebu Hasen Ali
bin Ahmed (1994), Esbâbu’n-Nüzul, Beyrut: Dâr’u'l-Kütübi’l Arabî
Weber, Max (1996),
Sosyoloji Yazıları, (çev. Taha Parla), İstanbul, İletişim Yay.
Yapıcı, Asım,(2006),
“Algısal Açıdan Müslüman Kimliği ve Dindarlık”, Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi
(Editörler: Ünver Günay-Celaleddin Çelik), Adana: Karahan Kitabevi.
Yardım, Ali (2004), Peygamberimiz’in
Şemaili, İstanbul: Damla Yay.
Yavuzer, Haluk (2003), Ana-Baba
ve Çocuk, (16. Basım), İstanbul: Remzi Kitabevi.
................ (1997),.. Çocuk Eğitimi El Kitabı, (5.
Basım), İstanbul: Remzi Kitabevi.
Yazır, Elmalılı M. Hamdi
(trz.), Hak Dini Kur’an Dili (sdl: İsmail Karaçam, Emin Işık, Nureddin
Bolelli, Abdullah Yücel ), (I-X), İstanbul: Azim Dağıtım.
Yeniçeri, Celâl (2000), Hz.
Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul, M.Ü. İ.F.V. Yay.
Yıldırım, Celâl (trz.), İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri (I-XIV), İzmir: Anadolu Yay.
Yörükoğlu, Atalay
(1998), Çocuk Ruh Sağlığı, (23. Basım), İstanbul: Özgür Yay.
Yüksel, Emrullah (2000), “Evren
Bilime İlişkin Bazı Kur’an Öğretileri”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı:2, İstanbul.
ez-Zehebî, Şemsüddîn
Ebû Abdillâh Muhammed b. Osmân et-Türkmânî(1995), (v. 748/1347), Mîzânü’l-İtidâlfi
Nakdi’r-Ricâl, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
ez-Zebîdî, Zeynü’d-dîn
Ahmed b. Ahmed b. Abdi’l-Latif (1972), (v. 893/1487) Sahîh-i
Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi (Terc.: Kâmil Miras), Ankara: D.İ.B. Yay.
[2]Aytaç,
İnsanı Anlama Çabası, s. 153 (Ayrıca bkz. Lahbâbî, İslam Şahsiyetçiliği,
s. 21, 22).
[3]Mehmedoğlu,
a.g.e., s. 43.
[4]Gökmenoğlu,
İslam ’da Şahsiyet Hakları, s. 46.
[6]Aytaç,
a.g.e, s. 155.
[8]Atkinson,
a.g.e., s. 523.
[10]Burger,
Kişilik, s. 23, 24.
[11]Ünal,
Eğitim Psikolojisi, s. 250.
[12]Uysal,
Din Psikolojisi Açısından Dinî Tutum Davranış ve Şahsiyet Özellikleri,
s. 26; Uysal, Psikososyal Açıdan Oruç, s. 25.
[13]Uysal,
Din Psikolojisi Açısından Dinî Tutum Davranış ve Şahsiyet Özellikleri,
s. 25.
[14]Atav,
“Şahsiyetin Gelişiminde Aile Çevresinin ve Ailedeki Gerginliklerin Etkileri” Birey
Kişilik ve
Toplum, s. 27.
[15]Atav,
a.g.m., s. 2, 3.
[17]Aytaç,
a.g.e., s. 192.
[18]Kara,
Kur’an ’da Beden Dili, s. 144.
[22]Arkonaç,
Psikoloji Zihin Süreçleri Bilimi, s. 358.
[23]Baymur,
Genel Psikoloji, s. 253; Cüceloğlu, İnsan Ve Davranışı, s. 404.
[24]Cüceloğlu,
İçimizdeki Biz, s. 97.
[25]Kara,
a.g.e., s. 144.
[27]Şentürk,
Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in İbadet Hayatı, s. 38.
[29]Yapıcı,
“Algısal Açıdan Müslüman Kimliği ve Dindarlık”, Dindarlığın
Sosyo-Psikolojisi, s. 207.
[30]Aytaç,
İnsanı Anlama Çabası, s. 158.
[31]Yapıcı,
“Algısal Açıdan Müslüman Kimliği ve Dindarlık”, Dindarlığın
Sosyo-Psikolojisi, s. 212.
[33]Burger,
Kişilik, s. 80.
[34]Usal-Aslan,
Davranış Bilimleri, s. 85.
[35]Burger,
a.g.e., s. 149.
[36]Adler,
İnsan Tabiatını Tanıma, s. 1.
[39]Aytaç,
a.g.e., s. 192.
[41]Burger,
a.g.e., s. 355.
[42]Cüceloğlu,
İnsan ve Davranışı, s. 428.
[43]Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “karakter” md., XII, 6386.
[44]Gülçür,
Kur’an ’da Karakter Eğitimi, s. 6.
[45]Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “tabiat” md., XX, 12117.
[46]Aytaç,
İnsanı Anlama Çabası, s. 192.
[47]Aytaç,
a.g.e., s. 156.
[48]Kerschensteiner,
G., Karakter Kavramı ve Terbiyesi, s. 15.
[49]Gülçür,
a.g.e., s. 8.
[50]Gülçür,
a.g.e., s. 10.
[51]Köknel,
Kişilik, s. 22.
[53]Algül.
“Emin” md., T.D.V.İ.A., XI, 111.
[54]7.
A’râf, 68; 12. Yûsuf, 54; 26. Şuarâ, 107, 125, 143, 162, 178; 27. Neml, 39; 28.
Kasas, 26.
[55]Usal,
Davranış Bilimleri, s. 159.
[56]Ahmed
b. Hanbel, Müsned, III, 425.
[57]Algül,
a.g.e, “emin” md., XI, 111.
[58]Şiblî,
Son Peygamber, II, 102.
[59]Usal,
Davranış Bilimleri, s. 159.
[61]Fazlurrahman,
SîretAnsiklopedisi, VI, 185.
[62]Ahmed
b. Hanbel, Müsned, III, 135.
[64]Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V, 323.
[65]Tirmizî,
İman, 12; İbn Mâce, Fiten, 2.
[66]70.
Meâric, 32, 33.
[67]Sert,
Kur’an-ı Kerim Işığında İnsan Tipleri, s. 201.
[68]4.
Nisâ, 58.
[70]2.
Bakara, 10-12.
[71]Buhârî,
Bed’ul-Vahy, 3.
[73]Ahmed
b. Hanbel, Müsned, I, 190.
[74]Müslim,
İman, 114.
[76]Müslim,
İman, 73; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 387, II, 288.
[77]Buhârî,
el-Edeb’ül-Müfred, I, 133.
[78]Müslim,
Zekât, 16; Ebû Dâvud, Zekât, 60.
[79]Buhârî,
Mezalim, 28, Cemaat, 32; Müslim, Birr, 128; Ebû Dâvud, Edeb, 172; Tirmizî,
Birr, 38; Mâlik b.
Enes, Muvatta’,
Salat’ul-Cemaat, 6;
[80]Buhârî,
İman, 42; Müslim, İman, 95.
[81]Nevevî,
Şerhü’n-Nevevî alâ Sahîhi Müslim, II, 39.
[82]10.
Yunus, 26; 27. Neml, 89.
[83]Buhârî,
Edeb, 33; Müslim, Zekât, 16.
[84]Buhârî,
Birr, 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 20.
[85]49.
Hucurât, 10.
[86]Buhârî,
İ’tisâm, 16; Buhârî, el-Edeb ’ül-Müfred, I, 572; Müslim,
Fezâilü’s-Sahabe, 205.
[87]Ahmed
b. Hanbel, Müsned, VI, 459.
[88]Buhârî,
Edeb, 57; Müslim, Birr, 28.
[89]
Tirmizî, Birr, 48.
[92]Ebû
Dâvûd, Edeb, 40.
[94]Buhârî,
Tefsîru Sûre, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 4.
[96]65.Jalâk,
3.
[99]Buhârî,
Megâzî, 31, Cihad, 84; Müslim, Fezâil, 13.
[102]Hamidullah, İslam Peygamberi, I, s. 101; Heysemî,
Mecmau’z-Zevâid, VI, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 126.
[104]Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 110.
[108]Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 110.
[109]Tirmizî, Tefsîru Sûre, 38.
[110]Hodgson, İslam’ın Serüveni, I, 100.
[111]Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 86.
[112] Buhârî, Edeb, 39; Müslim, Fezâil, 48, Cihad, 78.
[113] Güney, Davranış
Bilimleri, s. 517.
[114] Güney, a.g.e.
s. 518.
[115] Buhân,
Megâzi, 31, Cihad, 84; Müslim, Fezâil, 13.
[116]3. Âl-i İmrân, 159.
[117]Güney, Davranış Bilimleri, s. 517.
[118]Güney, a.g.e. s. 516.
[119]Yardım, Peygamberimiz’in Şemaili, s. 52.
[120]İbn Hişâm, Sire, I, 224.
[121]Buhârî, Menâkıb, 23; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 160.
[124]Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 256, 257.
[126]Köksal, a.g.e., s.70
[127]İbn Hişâm, a.g.e., I, 226.
[128]Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, s. 428.
[130]Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 96, 97.
[131]Turner, Max Weber ve İslam, s.41.
[132]Güney, Davranış Bilimleri, s. 541.
[133]Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 25.
[134]Turner, a.g.e., s. 49.
[136]Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 99.
[137]Turner, a.g.e. s. 42.
[139]Güney, Davranış Bilimleri, s. 541.
[140]Turner, Max Weber ve İslam, s. 44.
[143]Sert, Kur ’an-ı Kerim’de İnsan Tipleri, s. 201.
[144]Cüceloğlu, İçimizdeki Biz, s. 97.
[145]Sert, a.g.e., s. 201.
[146]Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 200.
[147]Buladı, Peygamber Gibi Yaşamak, s. 22.
[148]İbn Sad, et-Tabakâtü ’l-Kübrâ, I, 156; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
III, 425; İbn Hişâm, Sîre, I, 209.
[149]et-Tirmizi, Tefsîru Sureti’l-En’am 33.
[150]Şiblî, Son Peygamber, s. 621.
[154]İbn İshak, es-Sire, s. 120.
[155]Ebû Dâvud, el-ilm, 3.
[156]Tirmizî, el-Birr, 57.
[157]Tirmizî, el-Birr, 80.
[159]Ebû Dâvud, Edeb, 92.
[160]Kazancı, Peygamber Efendimiz’in Hitabeti, s.79.
[162]Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 447; Ebû Dâvud, Edeb, 80.
[163]Mâlik b. Enes, Muvatta ’, Kelam, 7, 19.
[167]Derveze, Sîretü’r-Rasul, II, 58. Ayrıca bkz. 8. Enfâl, 67-69;
9.Tevbe, 43-45, 113, 114; ll.Hûd, 12;
17.İsrâ, 73-75; 66. Tahrîm, 1-27,
80. Abese, 1-10.
[168]69. Hâkka, 44-47.
[169]Ebû Dâvud, Edeb, 88; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 452.
[170]Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 107.
[171]Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 323.
[173]Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 105; Ebû Dâvud, Edeb, 80.
[174]Buhârî, Îmân, 24, Mezâlim 17, 111, 101, Cizye 17; Müslim, Îmân 106; Ebû
Dâvud, Sünnet, 16; Nesâî, İman, 20.
[175]Fazlurrahman, SiretAnsiklopedisi, IV, 486; V, 120.
[178]Sert, Kur’an ’da İnsan Tipleri ve Davranışları, s. 280.
[180]Ebû Dâvud, Edeb, 82.
[181]Buhârî, Bed’u'l-Vahy, 6.
[184]8. Enfâl, 58.
[185]Ebû Dâvud, Cihad, 42.
[186]İbn Hişâm, Sîre, II, 318.
[188]Fazlurrahman, SiretAnsiklopedisi, III, 375.
[189]Müslim, Cihad, 98; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 395.
[190]Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 131.
[191]Draz, İslamın İnsana Verdiği Değer, s. 45, 46.
[192]Buhârî, Cenâiz, 49; Müslim, Cenâiz, 78-81; Ebû Dâvud, Cenâiz, 42, 43;
Nesâî, Cenâiz, 46.
[193]Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, s. 33.
[197]Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 361
[198]Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 158.
[201]Müslim, Cihad, 104, 105; Ahmed b. Hanbel Müsned, I, 380 (Ayrıca
bkz. Köksal, İslam Tarihi, Medine Devri, III, 176.)
[202]18. Kehf, 6.
[204]35. Fâtır, 8.
716. Nahl, 127.
[206]Buhârî, Rikak, 26, Enbiyâ, 40; Tirmizî, Emsâl, 7.
[208]Müslim, Fezâil, 15, Eymân, 9, Libâs, 2, Zikir, 11.
[209]Buhârî, Cenâiz, 84, Tefsir, 9; Nesâî, Cenâiz, 69.
[210]9. Tevbe 128.
[211]Allah kendi zatı hakkında da “Muhakkak ki Allah insanlara Rauf ve
Rahimdir.” (Bkz. 2. Bakara, 143;
22. Hac, 65 ) demektedir.
[212]Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV, 434.
[214]4. Nisâ, 41
3Buhârî,
Tefsir,4, Fezâilu’l-Kur’an, 32, 33, 35; Müslim, Musâfirîn, 247, 248; Ebû Dâvud,
İlim, 13;
Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 5.
[216]33. Ahzâb, 6.
[217]Buhârî, Kefâlet, 3, İstikraz, 10, 11, Tefsir, 33, Nafakât, 15, Ferâiz,
4, 15, 25; Müslim Ferâiz, 14, 16; Ebû Dâvud, Harac, 14, 15; Tirmizî, Cenâiz,
69, Ferâiz, 1; Nesâî, Cenâiz, 67; İbn Mâce, Sadakât, 13.
[218]Buhârî, Fezâilü’l-Ashâb, 5; Müslim, Fezâil, 221, 222.
[219]Kutup, Fî Zilali’l-Kur’an, II, 501.
[221]Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VI, 115; İbn Hişâm, Sîre, III,
133.
[222]Buhârî, İman, 8; Müslim, İman, 69.
[223]9. Tevbe, 24.
[224]Buhârî, Fezâilü’l-Ashâb, 6.
'Güneş, “Kur’an Işığında Şiddet Sorununa Bir Bakış”, Din
Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c. V, Sayı 3, s. 17.
[227] Hâkim en-Nîsabûrî, el-Müstedrek ala ’s-Sahihayn, II, 76;
Beyhakî, Sünen, IX, 11.
3Güneş, “Kur’an Işığında Şiddet Sorununa Bir Bakış”, Din
Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c. V, Sayı 3, s. 18.
[230]17. İsrâ, 53.
[231]15. Hicr, 85.
[233]Ateş, Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, s. 232.
[235]41. Fussilet, 34.
[236]25. Furkan, 63.
[237]28. Kasas, 54, 55.
'TaiTte
çeşitli aşağılamalara ve şiddete maruz kaldıktan sonra, Allah’ın kendisine
şehir halkını mahvetmek için gönderdiği azap meleğine, “Allah’ın onların
neslinden kendisine inanacak kimseler çıkarmasını umuyorum” şeklinde cevap
vermiştir. Bkz. Buhârî, Bed’il-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111.
[239]Bkz. 9.Tevbe, 128.
[240]Bkz. 16. Nahl, 127; 18. Kehf, 6; 26. Şuara, 3; 28.Kasas, 56; 35. Fâtır,
8.
[241]Aksu, “İfk Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. VIII, Sayı: 1, s. 19.
5Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107; Ebû Dâvud, Edeb, 3;
Mâlik b. Enes, Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
II, 236, 268, 507.
[244]Kutub, a.g.e., II, 501.
[245]Dikmen, “Hz. Peygamber’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, Çukurova
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. III, Sayı: 2, s.137.
[246]Buhârî, Enbiyâ, 24, 48; Müslim, İman, 27.
[249]Buhârî, Humus, 16, Edeb, 95, Menâkıb, 25; Müslim, Zekât, 142.
[250]3. Âl-i İmrân, 155.
[251]Derveze, et-Tefsîru’l-Hadis, V, .487, 490.
[253]Kutub, a.g.e., II, 502.
[254]3. Âl-i İmrân, 159.
[255]Derveze, et-Tefsîru’l-Hadis, V, 487.
[256]Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, VI, 448.
[258]48. Fetih, 29.
[260]Tirmizî, Kıyâme, 46.
[261]Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 132; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr,
I, 137.
[262]Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73; Mâlik b. Enes, Muvatta’,
Hüsnü’l-Huluk, 12; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, II, 175, 362, 366, 484, V, 34, 370; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid,
IX, 134.
[263]Buhârî, Edeb, 38; Müslim, Birr, 79; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,
199.
[265]Buhârî, İstitâbe, 4, İsti’zan, 22, Daavâd, 59, Edeb, 35; Müslim, Birr,
77, Selâm, 10; Tirmizî, İsti’zan, 12;
İbn Mâce, Edeb, 9; Mâlik b. Enes, Muvatta’,
İsti’zan, 38; Dârimî, Rikak, 75.
[266]Buhârî, İlim, 11, Megâzî, 60; Müslim, Cihad, 4; Ebû Dâvud, Edeb, 17;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 239, 283, 365, III, 131, 209 (Ayrıca bkz: 2.
Bakara, 185; 94, İnşirâh, 5. )
[267]Tirmizî, Menâkıb, 8.
[268]Buhârî, Buyû’, 50.
[269]Sinanoğlu, ‘İslam’ md., T.D.V. İ. A., XXIII, 2.
[273]Canan, Sulh Çizgisi, s. 122.
[274]Tirmizî, Kıyâme, 34.
[275]Bkz. 42. Şûrâ, 40.
[279]Bkz. Buhârî, Edeb, 39, 44; Tirmizî, Birr, 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
II, 174.
[281]Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 387.
[285]İbn Hişâm, a.g.e., IV, 71; İbn Kesîr, a.g.e., IV, 501.
[286]İbn Hişâm, a.g.e., III, 97. İbn Kesîr, a.g.e., IV, 37.
[287]İbn. Hişâm, a.g.e., s, 581.
[288]Ebû Dâvud, Harac, 25.
[289]Fazlurrahman, Sîret Ansiklopedisi, s. 503.
[291]Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 452; İbn Hişâm, es-Sire, IV,
287; Zebîdî, Sahiîh-i Buhârî, Tercrîd-i Sarih Tercemesi, X, 374.
[292]İbn Hişâm, a.g.e., IV, 287; Zebîdî, Sahih-i Buhari Muhtasarı
Tecrid-i Sarih Tercemesi, X, 374; Köksal, İslam Tarihi, VI, 9-14.
[294]Fazlurrahman, SiretAnsiklopedisi, I, 54.
[295]5. Mâide, 13.
[297]Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, “safh” maddesi, XVIII, s. 282.
6Tirmizî, Zühd, 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 148,
158, V, 259; Canan, Kütüb-i Sitte, XVI, s. 252.
[300]42. Şûra, 37.
[303]Buhârî, Menâkıb, 23.
[304]Buhârî, İman, 22.
[306]15. Hicr, 85.
[311]Aslan, “Hoşgörü Ve Tolerans Kavramlarına Etimolojik Açıdan Bir
Yaklaşım”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. V, Sayı: 2, s. 3.
[312]Aslan, a.g.m., s. 5.
[314]Sami, Kamus-u Türki, “Hoşgörü” md., I, 515.
[315]Aslan, a.g.m., s. 369.
8Hizmetli, İslam Tarihi, s. 230; Hamidullah, İslam’a
Giriş, s. 151; Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 189.
[317]İbn Hişâm, Sire, II, 174; Köksal, İslam Tarihi, Medine Devri,
I, 177
[319]2. Bakara, 256.
[320]18. Kehf, 29.
[321]Fazlurrahman, SiretAnsiklopedisi, I, 501.(Ayrıca bkz. 76. İnsân,
3.)
[322]50. Kaf, 25. (Ayrıca bkz. 42. Şûrâ, 48; 88. Gâşiye, 21, 22.
[323]Fazlurrahman, SiretAnsiklopedisi, I, 503.(Bkz. 2.Bakara, 256.)
'Ünal, “İnsani Değerler Açısından Hz. Muhammed’i Doğru
Anlamanın Değeri” Yeni Bir Geleceğe Açılırken İnsan ve Din Sempozyumu,
s. 244.
[325]Buhârî, Cihad, 149.
[326]Yakıt, “Kur’an’a Göre İnanç Düşünce Ve İfade Özgürlüğü”, Diyanet İlmi
Dergi, c. XXXVIII, Sayı: 2.
[328]Buhârî, Ahkâm, 45, 47.
[329]42, Şûrâ, 25.
[332]Şenver, “Kur’an’ın Muhatabıyla Diyalog Kurma Sürecinde Ortak Değerlerin
Yeri ve Rolü”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi. c. XIII, Sayı: 2, Bursa. s. 162.
[333]Şenver, a.g.m., s.161.
[335]5. Mâide, 13.
[337]17. İsrâ, 84.
[341]İbn Hişâm, Siîre, III, 310; Köksal, İslam Tarihi, Medine
Devri, V, 273.
[342]İbn Hişâm, Sîre, III, 311, İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 166.
[343]İbn Hişâm, Sîre, III, 355.
[344]Müslim, Fezâil, 140, 141.
[346]Buhârî, İman, 19.
[347]Kavaklıoğlu, “Sahabe-i Kiram’ın İstek, Öneri ve İtirazları Karşısında
Hz. Peygamber”,Ekev Akademi
Dergisi, Yıl:7, Sayı:15, s.61.
[348]Kavaklıoğlu, a.g.m., s.67.
[349]3. Âl-i İmrân, 14.
[352]Müslim, Fezâil, 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 112.
[353]Hökelekli, “Hz. Peygamber’in Çocuk ve Gençlere Yaklaşımı”, Hz.
Muhammed ve Gençlik (Kutlu Doğum Haftası: 1992 ), s. 48.
[354]Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, s. 183.
[355]Müslim, Fezâil, 62; Tirmizî, Menâkıb, 31; Heysemî Mecmau’z-Zevâid,
IX, 161.
[356]Buhârî, Fezâilu’s-Sahabe, 22; Tirmizî, Menâkıb, 9, 333.
[357]Buhârî, Edeb, 22, Fezâilu Ashabı’n-Nebî, 18, 22.
[358]Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezaîl, 65; Ebû Dâvud, Edeb, 145; Tirmizî, Birr,
12.
[360]Öcal, “Hz. Peygamber’in Çocuk Eğitimindeki Metodu”, Hz.
Muhammed ve Gençlik, (Kutlu Doğum Haftası: 1992), s. 11.
[362]Ahmed b. Hanbel, Müsned, VII, 421.
[363]Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 93; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid,
IX, 111.
[365]Canan, Peygamberimiz’ in Sünnetinde Terbiye, s. 152.
[366]Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 5.
[369]Buhârî, Umre, 13, Libas, 99, 100; Nesâî, Menâsık, 121.
[370]Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 435, IV, 24; Darimî, Siyer, 25.
[371] Ebû Dâvud, Edeb, 66.
[372]Buhârî, Cenâiz, 32, Merdâ, 9, Eyman, 9, Tevhid, 2, 25; Müslim, Cenâiz,
11; Ebû Dâvud, Cenâiz, 23, 24; Nesâî, Cenâiz, 22; İbn Mâce, Cenâiz, 53.
[373]Müslim, Fezâil, 62; Ebû Dâvud, Cenâiz, 23, 24.
[374]Ebû Dâvud, Zekat, 45.
[375]İbn Mâce, Ticaret 1; Nevevî, Riyâzu ’s-Sâlihîn, I, 330.
[376]İbn Mâce, Edeb, 3.
[377]Hâkim, el-Müstedrek, IV, 263.
[378]İbn Mâce, Ticâret, 67.
[379]Buhârî, Hîbe, 12, 13, Şehâdet, 9; Müslim, Hîbât, 9-19; Ebû Dâvud, Büyû,
83; Nesâî, Nahl, 1; İbn Mâce, Hîbât, 1.
[381]16. Nahl, 58,59; 43. Zuhruf, 17. Ayrıca bkz. Fakirlik korkusuyla
çocukları öldürenler hakkında; 81.
Tekvir, 8, 9; 6. En’âm, 40, 151; 17.
İsrâ, 31.
[383]Algül, Peygamberimizin Şemaili, Ahlak ve Adabı, s. 118.
[384]Buhârî, Salât, 106, Edeb, 18; Müslim, Mesâcid, 41; Ebû Dâvud, Salât,
164-165; Nesâî, Sehv 13.
[386]Buhârî, Menâkıb, 45, 25; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 98; Ebû Dâvud, Edeb,
155; Tirmizî, Menâkıb, 61.
[387]Tirmizî, Birr, 13.
[388]Buhârî, Sulh, 6, Megâzî, 44; Ebû Dâvud, Talak, 35.
[389]Yavuzer, Ana-Baba ve Çocuk, s. 15.
[390]Yavuzer, a.g.e., s. 17.
[391]Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, s. 43.
[392]Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 413; Tirmizî, Siyer, 17.
[395]Hakim, el-Müstedrek, 4-5.
[399]Nesâî, Zîned, 39; Hâkim, el-Müstedrek, III, 166.
[400]Sağlam, “Hz. Peygamber’in Çocuk Eğitiminde Öne Çıkardığı Hususlar”, Uludağ
Ü. İlahiyat F. Dergisi, c.XI, Sayı:2, s. 169.
[402]Canan, Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, s. 157.
[403]İbn Mâce, Edeb, 3.
[404]Heysemî, a.g.e., IV, 40, IX, 285.
[405]Hâkim, el-Müstedrek, III, 177.
[406]Tirmizî, Birr, 57.
[407]Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 532; Buhârî, el-Edebü ’lMüfred,
s. 404; Buhârî, Libas, 60.
[408]Taberânî, el-Mu’cemü ’s-Sağir, II, 39.
[409]Buhârî, İlim, 18.
5Buhârî, Edeb, 81, 112; Müslim, Âdâb, 30; Ebû Dâvud, Edeb,
69; Tirmizî, Salat, 131; İbn Mâce, Edeb, 21, 34.
[411] Hâkim en-Nîsâbûrî, Müstedrek, III, 169; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred,
s. 404.
[412]Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX. 181; Hâkim, Müstedrek, III,
186.
[415]Buhârî, Cihad, 188, Menakıbı’l-Ensâr, 37; Libas, 22, Edeb, 17.
[416]Heysemî, Mecmau’z-Zevâid; IX, 182.
[417]Nesâî, Tatbîk, 82; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 467; Hâkim, el-Müstedrek,
III, 181.
[418]Yavuzer, Ana-Baba ve Çocuk, s. 34.
[419]Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, s. 212.
[420]Müslim, Fezâil, 54; Ebû Dâvud, Edeb, 1.
[421]Sağlam, “Hz. Peygamberin Çocuk Eğitiminde Öne Çıkardığı Hususlar”, Uludağ
Ü.İ.F.D.(2002), XI, Sayı:2, s. 184.
[422] Yörükoğlu,
Çocuk Ruh Sağlığı, s. 214.
[423] Algül, Peygamberimizin
Şemaili, Ahlak ve Adabı, s. 119.
[424] Yörükoğlu,
Çocuk Ruh Sağlığı, s. 213.
[425] İbn Mâce,
Ticarat, 67; Ebu Davud, Cihad, 85.
[426] Yörükoğlu,
a.g.e. , s. 212.
[427] Öcal, “Çocuk
Terbiyesi ve Peygamberimizin Eğitim Metodu". Diyanet Dergisi, Peygamberimiz
Özel Sayısı, Ekim-Kasım-Aralık 1989, Cilt 25, Sayı:4, s. 179.
[428] Buhârî,
Et’ime, 43; Müslim, Eşribe, 108.
[429] Beyhakî, Sünen,
I, 393.
[430] Sağlam, “Hz.
Peygamberin Çocuk Eğitiminde Öne Çıkardığı Hususlar”, Uludağ Ü.İ.F.D.(2002),
c.XI, Sayı:2, s. 170.
[431]78. Nebe’,8; 20. Tâhâ, 53; 42. Şûrâ, 11; 43. Zuhruf, 12; 51. Zâriyât,
49.
[437]30. Rûm 21.
[438]9. Tevbe, 71.
[440]2. Bakara,187
[442]16. Nahl, 72: Allah sizin için kendi nefislerinizden eşler kıldı. Ayrıca
bkz. 30. Rûm, 21; 3. Âl-i İmrân, 195; 4. Nisâ, 1; 7. Âraf, 189; 39. Zümer, 6;
6. En’am, 98.
İbn Manzûr, Lısanü
l-Arab, VI, 236;
[444]Müslim, el-Birr ve’s-sıla, 34.
[445]49. Hucûrat, 13.
[447]Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 158, 159.
[448]Ebû Dâvud, Nikâh, 40; Tirmizî, Radâ’, 10;İbn Mâce, Nikâh, 4; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, VI, 76;
Dârimî, Salât, 159.
[449] Ateş, Hadis
Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, s. 311.
[450] Ateş, a.g.e.,
s. 295.
[451] 66. Tahrim,
5.
[452] Muhsin, a.g.e.,
s.133. Ayrıca bkz: 60. Mümtehine, 12.
[454]Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 71, 104, 105.
[456]9. Tevbe, 125.
[457]Buhârî, Edeb 90, 95, 111, 116; Müslim, Fezâil, 70 .
[458]Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 1.
[460]Müslim, Talak 34; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 66.
[462]Ebû Dâvud, Nikâh, 43.
[463]İbn Mâce, Nikâh, 51.
[464] Zehebî, Mizânu
’l-Îtidâl, IV, 332.
[465] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
III, 418.
[466] İbn Hacer, a.g.e.,
VI, 74.
[467]Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, VI, 324; Zehebî, a.g.e., II, 274,
275.
[468]el-Halebî, Keşfu ’l-Hasîs, s. 95.
3Dârimî, Menâsık, 34.
[472]İbn Hacer, el İsâbe, VIII, 181.
[473]Taberî, Câmiu’l-Beyan, IV, 83; Vahidî, Esbabu’n-Nüzul, s.
125.
[474]Müslim, Talâk, 34.
[475]Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 66.
[476]Buhâriî, Nikâh, 80 .
[477]Tirmizî, Radâ, 11.
[478]Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 9.
[484]Müslim, Eyman, 34, 35; Ebû Dâvud, Edeb, 123.
[485] Ebû Dâvud,
Nikâh, 42.
[486] İbn Mâce,
Nikâh, 1850.
'Kolektif şuur dışı yapılanma sosyal temsillerden beslenir.
Sosyal temsiller bireysel ihtiyaçlarla ilişkili olarak içselleştirilir.
[488]Suyûtî, a.g.e., II, 9.
[489]Ebû Dâvud, Nikâh, 43.
[490]Buhârî, Nikâh, 80.
[491] 21. Enbiyâ,
107.
[492] Bayrakdar, İslam
ve Ekoloji, s. 38.
[493] 17. İsrâ, 44
(Ayrıca bkz. 24. Nûr, 41; 57. Hadîd, 1; 61. Saff, 1 )
[494] 22. Hac, 18.
[495] 16. Nahl,
49. ( Ayrıca bkz. 55. Rahmân, 6. )
[496] Tirmizî,
Hac, 14.
[497] Tirmizî,
Zühd, 9; İbn Mâce, Zühd, 19.
[498] Koçkuzu,
“Hz. Peygamber’in Mizacı ve Hadiste İşâri Tefsir”, IV. Kutlu Doğum
Sempozyumu, s. 221.
[499] Ebû Dâvud,
Cihad, 80.
[500] Buhârî,
Cihad, 71, 74, Enbiya, 8, 27, Et’ime, 28, Daavât, 36, İ’tisam, 16; Müslim, Hac,
504; Malik b. Enes, Muvatta, Cami, 10.
[501] Koçkuzu, a.g.m.,
, s. 221.
[502] Bayyiğit, “Çevre
Problematiği ve Din”, S.Ü.İ.F.D. , Sayı:14, s. 40.
[503] Bayrakdar, İslam
ve Ekoloji, s. 40.
[504] Bkz. 4.
Nisa, 126; 24. Nur, 42.
[505] 21. Enbiya,
16.
[506] 3. Âl-i
İmrân, 190-191. ( Ayrıca bkz. 45. Câsiye, 3-5; 2. Bakara, 164; 10. Yunus, 6;
16. Nahl, 12. )
[507] Yüksel,
“Evrenbilime İlişkin Bazı Kur’an Öğretileri”, İ.Ü.İ.F.D., Sayı:2, s. 7-8.
[508] Bayyiğit, a.g.m.,
s. 47.
[509] 6. En’am,
38.
[510] 2. Bakara,
31.
[511] 17. İsrâ,
70.
[512] 2. Bakara,
29.
[513] Atik, Kur’an
ve Çevre, s. 135.
[514] 2. Bakara,
36.
[515] 11. Hûd, 37.
[516] 33. Ahzab,
72-73.
[517] Bayyiğit, a.g.m.,
s.49.
[518] 2.Bakara,
204-205.
[519] Bayrakdar, İslam
ve Ekoloji, s. 40.
[520] 55.Rahmân,
7-8.
[521] 54. Kamer,
49.
[522] 30. Rum, 41.
[523] Bayyiğit, a.g.m.,
s. 42.
[524] Durak, “Küreselleşme
Ve Değerler: Küreselleşme Sürecinde Bazı Ahlaki Problemler Ve İslam Ahlakı”, S.D.Ü.İ.F.
VII. Kutlu Doğum Sempozyumu, Tebliğler, s. 155.
[525]Bayrakdar, İslam ve Ekoloji, s. 50.
[526]Buharî Edeb-ülMüfred, s.168; Heysemî, el-Mecmau’z-Zevaid,
IV, 63.
[527] Ahmed b.
Hanbel, Müsned, V, 415.
[528] Ebû Dâvud,
Edeb, 171.
[529] Buhârî,
İlim, 37; Cezâu’s-Sayd, 8, Megazî, 50; Müslim, Hacc, 446.
[530] Buhârî,
Fezailu’l-Medine, 1, Cizye, 10, 17, Ferâiz, 21, îtisam, 5; Müslim, Hacc, 467,
Tirmizî, Velâ ve’l- Hibe, 3.
[531] Buhârî,
Cihad, 71; Müslim, Hacc, 458, 464; Ebû Dâvud, Menâsık, 96, 99.
[532] Hamidullah, İslam
Peygamberi, I, 501.
[533] Ebû Dâvud,
Haraç, 37; Tirmizî, Ahkam, 38; Malik b. Enes, Muvatta ’, Akdiye, 26;
[534] Fazlurrahman,
İslamiyet ve İktisadi Adalet Meselesi, s. 9.
[535] İbn Mâce,
Zühd, 1.
[536] 28. Kasas,
77.
[537] Kardavî, Fukaralık
ve İslam, s. 10.
[538] Müslim,
Zühd, 3.
[539] Tirmizî,
Zühd, 14; İbn Mâce, Zühd,3.
[540] Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 391.
[541] Tirmizî,
Kıyâme, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 36, III, 7.
[542] 4. Nisa, 77.
[543] 29. Ankebut,
64.
[544] Buhârî,
Rikak, 17; Müslim, Zekât, 126.
[545] Bayraktar, Çeşitli
Yönleriyle Hz. Peygamber, s. 27
[546] Tirmizi,
Zühd, 38; İbn Mâce, Et’ime, 49.
[547] Buhârî,
Et’ime, 1, 23, 27, Rikak, 17, Eyman, 22; Müslim, Zühd, 20, 22; Nesâî, Dahâya,
37, İbn Mace, Et’ime, 48, 49.
[548] Tirmizi,
Zühd, 39.
[549] Müslim,
Zühd, 36; İbn Mace, Zühd, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 24, 50;
Tirmizi, Zühd, 39.
[550] Buhârî,
Cihad, 89, Megâzi, 86, Buyu’, 33, Selem, 5, 6; Müslim, Müsâkât, 11, 12.
[551] Tirmizî,
Zühd, 30.
[552] Ebû Zehra, İslam
’da Sosyal Dayanışma, s. 137.
[553] Kardavi, Fukaralık
ve İslam, s. 24, 25.
[554] 4. Nisa, 32.
[555] Buhârî,
Rikak, 10. Tirmizî, Buyû, 7; Nesâî, Buyû, 58, 83; İbn Mâce, Rühûn, 1.
[556] Buhârî,
Rikak, 5; Müslim, Zekât, 115.
[557] 100. Âdiyat,
6, 8.
[558] Akseki, Peygamberimiz
Hz. Muhammed ve Müslümanlık, s. 135.
[559] Sert, a.g.e.
s. 227.
[560] 104. Hümeze,
1-3.
[561]; Müslim, Hacc, 473, Tirmizî, Daavat, 53; Malik b. Enes, Muvatta,
Cami, 2.
[562] Yeniçeri, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, s. 258, 261.
[563] Müslim,
Lukata, 18; Ebû Dâvud, Zekât, 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 34.
[564] Buhâri.Vesaya.
1, Cihad, 61, 86, Farzu’l-humus, 3, Megâzi, 84.
[565] 9, Tevbe,
34, 35.
[566] 59, Hasr, 7.
[567] Fazlurrahman,
SiretAnsiklopedisi, III, 409.
[568] 4. Nisâ, 8.
[569] Ateş, İslam
’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Adetleri, s. 494.
[570] Fazlurrahman,
a.g.e., s. 26.
[571] 3. Âl-i
İmrân, 130.
[572] Mevdûdî,
İslam Nizamı, s. 211.
[573] Mevdûdî,
a.g.e., s. 210.
[574] Pusmaz, a.g.m.,
s. 49.
[575] Pusmaz,
“Kur’an-ı Kerim'de İnfak Kavramı”, Diyanet İlmi Dergi, V, 4.
[576] Çağıncı,
“İnfak”, md., T.D.V.İ.A., XXII, 290.
[577] 51. Zâriyat,
19.
[578] İz, Din ve Cemiyet, s. 48.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar