Print Friendly and PDF

HURAFELER VE BATIL İNANIŞLAR

 


İsmail Lütfi ÇAKAN

GİRİŞ

Sağlıklı bir dinî hayat, hurafe ve bâtıl inanışlardan ukak olan hayattır.

SAĞLIKLI BİR DİNÎ YAŞAYIŞ İÇİN

Yeterli, dikkatli ve sürekli bir denetime tâbî tutulmayan veya büsbütün denetimsiz kalan istek ve arzular gibi inançlar ve bu inançlara dayalı olarak yapılacak davranış ve ibâdetler de zamanla yozlaşırlar. Bulunmaları gerekli kıvam ve nitelikten uzaklaşırlar. Neticede onların yerini bir takım yanlış kabuller ve sağlıksız uygulamalar’ alır. Yanlış temellere dayanan davranışlar, kişileri, daha doğrusu, bu davranış sahiplerini belli bir süre avutsa bile, beklenen mutlu sona ulaştırıcı olamazlar. Hatta tam aksine, beklenmeyen ve istenmeyen acı sonuçlara, pişmanlıklara, giderilmesi imkânsız büyük kayıplara yol açarlar.

Bu sözlerimizle biz, sağlıklı bir dinî yaşayış için önce sağlam inanç esaslarına ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın, sonra da ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak hurafe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın gerektiğini vurgulamak istemekteyiz.

«Hurafe». Nedir? ’

Bilindiği gibi «hakîkat»ın zıddı olan «hurâfe», aslı-esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir.

Her devirde, her toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurafe ve bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima gündemde kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece insanlığın başına dert olmasında genellikle cahillik, alışkanlık, görenek, propaganda, çıkar hesabları ve kişisel zaaflar etkili olmuşlardır.

Öte yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli bazı konularda ve bilhassa kadınlar arasında yaygındırlar. Kabul etmek gerekir ki «kadınlar bâtıl itikadlara hakîkat gibi kapılırlar. En bilginleri dahi .inanılmayacak şeylere inanırlar.» Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyoekonomik tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların ortadan kaldırılabileceği görüş ve iddiası, modern ve ileri toplamlarda da hurâfe Ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük ölçüde geçerliğini kaybetmiştir. Bu durum, hurâfe ve bâtıl inanışların ekonomik olmaktan çok, kültürel bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, Dinler Tarihi bize göstermektedir ki, İlâhî dinler, ki-: silerin doğrudan uzaklaştığı, bir takım yaratık-j lan çeşitli gerekçelerle ilâh edindiği, kısaca hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı olduğu dönemlerde ortaya çıkmışlar ve insanlığı boş ve asılsız inanç ve tapınmalardan kurtarmaya, dünya ve âhirette mutlu kılmaya çalışmışlardır. İlâhî dinlerin Peygamberler aracılığı ile verdiği bu ciddî savaşa Tevhîd Mücâdelesi dememiz mümkündür.

Tevhîd mücâdelesi, Tanrı tanımazlıkla mücâdele demek olduğu kadar, asılsız kabuller, yanliş uygulamalar yani hurâfe ve bâtıl inanışlarla da mücâdele demektir. Dinimiz ve j sevgili peygamberimiz de aynı şartlar içinde j zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi en aklî ve mantıkî metodlarla en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun tarihî kanıtı, «cahiliyye devri» diye bilinen İslâm öncesi dönemin kokuşmuş orta doğu toplumlarmm, uzun süre dünya milletlerince özlem ve gıbta ile izlenen İslâm Medeniyeti'ni gerçekleştirmiş olmalarıdır.

Ne var ki bu kültürel hastalık, değişen toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş, giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir. Peygamber Efendimizden sonra, O’nun vârisleri olan din bilginleri ve ilim adamları hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı verilen mücadeleyi yürütmüşler, yürütmektedirler.

Dinler Tarihi araştırmacıları, hurâfe ve bâtıl inanışların hemeh hepsinin temelinde ecdada bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğunu bildirmektedirler. Bazı yaratıklarda üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın, tarih içinde sıkça görülen yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu yanlış ve yanılgıdan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve inananları «uğursuzluk» sebebi olarak suçlayan milletler bile görülmüştür. Hatta İslâmiyetin getirdiği en mütekâmil dinî ve aklî gerçekleri «öncekilerin uydurmaları, masalları» diye, hurafeler ve batıl inanışlar adına mahkum etmek isteyenler çıkmıştır. Ne kadar garibtir ki, günümüzde de saplandıkları hurâfe ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlara, bu yüce ve nezîh dinin, ona hizmet verenlerin, halkı hakka çağıranların karşısına çıkıp yanlışlarında, hakta direnircesine direnenlere rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derîn bir cehâlet bulunmaktadır. Dinimizin, insan özüne ve gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilkeleri ve bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz davranışları sergilemesi düşünülemez. Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır.

Şu da tartışmasız bir gerçektir ki, toplumun hangi kesimine mensub olursa olsun, yeterli ve sağlıklı dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde bulunan kişilerin, hurâfe ve bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır

 Çâresi ise, bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip kılmaktır.

Hurâfe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar kişileri farkına vardırmadan doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek amel ve davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dînin gerçeklerinden uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili Peygamberimizin bir şerefli hadîslerinde buyurdukları gibi, her bid'at ve hurâfe sapıklık sebebidir. O, şöyle buyurmuştur:

«Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı; yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden olmadığı halde sonradan uydurulup dine sokuşturularilardır. Böyle uydurulmuş her şey bid’attır, hurâfedîr, her bid’at da sapıklık sebebidir.»

Öte yandan hurâfe ve bâtıl inanışlar, inanma, kulluk, takdir ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek olduğundan toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar, ffğri ile doğru birbirine karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları halinde bu asılsız inanç ve uygulamalar «kurunun yanında yaşın da yanması» gibi, yeterli dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından, dine ait bazı esasların da hurafe ya da bâtıl inanış olarak görülmesine ve tenkid edilmesine sebep olurlar. Böylece de «dindarlık» yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır ki herhangi bir kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi sorumluluk doğurur.

Hurafe ve bâtd inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı, bu durumlarına dindarlık; bunlara karşı çıkılmasına da itikadsızlık, inençsHhk damgasını vururlar. Oysa, iyi bilinmesi gerekli olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden oi-nı dince kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle mümkündür. Bu yüzden dindarlık sanarak hurafe ve bâtıl inanışlara kapılmak, halkımızın deyimiyle, «yanlış kapı çalmak»tır, aldanmaktır.

Hurafe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak istendikleri zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve ya-

panlann çokluğunu öne sürerek, yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu, yanlışın doğru, hurafenin hakikat sanılmasına gerekçe yapmaya çalışırlar. Bu da en az bir önceki ka-

- dar büyük bir yanılgıdır. Çünkü değil çoğunluğun, bütün bir milletin bile bir yanlış ve hıı-râfe üzerinde birleşmesi, onun niteliğini de-ğiştiremez, hurafeyi hakikat yapamaz. Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir. Gerçek ise, Bakara Suresinin 147. âyetinde belirtildiği gibi, «Âüah’dan gelendir».

Genel bir tanıtım ve değerlendirmesini yapmaya çalıştığımız hurafe ve bâtıl inanışlar, toplumda, dinimizce asla tasvîb edilmeyen,  asılsız üzüntülere, karamsarlıklara, sebepsiz   çılgınlıklara yol açmakta, sadeliği, kolaylığı ve akla uygunluğu ile tanınmış gerçek dinî ya-n           sayışta, -ifade uygunsa^ bir çeşit anarşi do- ğurmaktadırlar. İş bu kadarla da kalmamakta, bazı gözü açıklara haksız kazanç imkânları bi-  le sağlamaktadırlar.    Ülkemizde en yaygın olanlarım açıklama- hedef aldığımız hurafe ve bâtıl inanışlar, ;         saygı duyulması gerekli kutsal değerlere karşı tam anlamıyla bir saygısızlık, demektir. Bu yüzden de bütünüyle hurafe ve bâtıl inanışlardan uzak kalınması, aklın, ilmin ve dinin aydınlığı ile gerçeğe dönülmesi gerekmektedir. Hurafe ve bid’atların terk ve tedâvisinde, Hz. Peygamberin yaşayışı ve tavsiyeleri yani sürmet’i en büyük yardımcıdır. İslâm Tarihi bunun örnekleriyle doludur. Nitekim bizzat Peygamber Efendimiz de bizlere şu tavsiyede bulunmuştur : «Size iki şey bırakıyorum, bunlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmaz, (hurafe ve yanlışa kapılmazdınız; Allah’ın kitabı ve Nebî’sinîn sünneti!»

Gaybden'haber vermeğe bağlı hurafeler

«De ki;' göklerde ve yerde ğaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.»

— en-Nend (27), 65 —

mm»»»

GAYB’I BİLMEK MÜMKÜN MÜ?

Yüce Yaratıcı'nm biz insanlara verdiği aksi, duyular, sezgi, rüya ve benzeri öğrenme vasıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne «Şehâdet âlemi» denir.

însan’ın bu kendine ait vasıtalarla hakkında bilgi edinemiyeceği, Allah, Cennet, Cehennem, yarın başına neyin geleceği gibi konuların hepsine de -insan nokta-ı nazanndanGayb âlemi» denir.

Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını mucib olmuştur. Bu âlem hakkında da bilgi edinmek istemiştir. Tabiî bu merak, ve istek; gaibden haber verdiğini söyleyen kahinler, arrâflar, falcılar tarafından istismar edildiği gibi günümüzde de bunlara ek olarak medyumlar ve ruh çağıranlar tarafından kötüye kullanılmaktadır.

Hurâfelerin, bâtıl inanışların toplumda

yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendîlerinde bulunmayan bir takım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve böylece menfaat sağlamasına yol açan «gaybı bildiği ve haberverdiği «yalanına» ve muhtelif şekillerine dik

kat çekmeden önce mes’elenin dinimiz acısıh-dan nasıl öle alındığını açıklayalım.

Dinimize göre gayb’ı sadece Allah bilir. «De ; göklerde ve yerde gaybı, Allah’dan başka bilen yoktur.» (Nem! Suresi, âyet 65).

Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği Peygam berîer bile gaybı bilemezler. Kur’an-ı Kerim'de ;     , Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurulmakfa ve durum bizlere bütün açıklığıyla duyurulmaktadır:

 «De ki; Size Allah’ın hazîneleri yanımda, dır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben* meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vah-yolunana uyuyorum.» (En’am Suresi, âyet 50).

«De : «Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka he bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Görülmeyeni (gaybı) hileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan'bir kavim

için bir uyarıcı ve müjdeciyim.» (A’raf Suresi, âyet 188).

Cin Suresi'nin 26 ve 27. âyetlerinde de Allah Teâlâ’nın, ancak peygamberleri gayb bilgisine muttali kıldığı belirtilmektedir.

O halde Allah’dan bir bildirme olmadığı sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir. Allah Teâlâ da bu bilgiyi sadece Peygamberlerine bildirdiğine ve Hz. Muhammed’den sonra da peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır.

Her akıllı kişi kabul eder ki hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiç bir zaman bu zavallıların heva ve. heveslerine tabi olmaz, onlar dedi diye İlâhî takdir değişmez. «Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.» (Mü’minun Suresi, âyet 71).

Sevgili Peygamberimiz, hidâyet rehberimiz Hz. Muhammed bir hadîslerinde, gaybdan haber vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır:

«Gayb habercisi (kahin, arrâf, falcı...} ne gidib, onun dediğini doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderilen (Kur’an)’ı inkâr etmiş olur.» (Tîrmizi, K. Tahare, 102; İbn Mâce, K. Tahare, 122).

Anlaşılmaktadır ki, ğaybden haber verdiklerini söyleyen kimselerin dinlenmemesi bir vecibe, dinlenilmeleri ise büyük bir vebâl ve yasaktır.

FALCILIK VE FALA BAKTIRMAK

. Fal ve falcılık; gayb'den haber verme, gelecek hakkında önceden fikir beyan etmek temeline dayanmaktadır.

Tarihin her devrinde, her millette istikbali öğrenme teşebbüslerine, bunun muhtelif şekillerine ve değişik vasıtalarına rastlanmak-tadır. «Ezlam» denen fal okları, remiller, İranlIların ve Rumların tavla ve satranç oyunları, günümüzde, yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma, kitab açma v.s. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır. Ayrıca, çağımızda falcılık, gazete vasıtasıyla modern insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları, faldaki yalan'ın boyutlarım oldukça genişletmiştir.

Falcılığın bütün nevilerine misal olmak üzere Kur’an-ı Kerim'de «ezlam» fal okları ve bunlardan istikbali öğrenme işlemlerinden bahsedilmiştir. Önce ezlam’ı tanıyalım : Arab-Iciin üç çeşit okları vardı. Bunlardan birinin üzerinde «Rabbım emretti» veya «yap»; ötekinin üzerinde «Rabbım nehyettî» veya «yapma» yazılı idi. Üçüncüsü ise, boştu. Bu oklar putha-nelerde bulunurdu. Putperest arab, bir işe niyet etti mi veya bir yolculuğa çıkacağı zaman puthapeye gider bu okları atardı. «Yap» yazılı ok çıkarsa, düşündüğünü yapar, «Yapma» çıkarsa, vaz geçerdi. Boş ok çıktığı takdirde, öteki ikiden biri çıkıncaya kadar ok atmaya devam ederdi. Böylebe güya gelecek hakkında bilgi edinmiş, olurdu.

Hurâfe ve bâtıl inanışlarının hepsine birden savaş açmış bulunan dinimiz, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. «Fa! oklarının, Şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarab içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını, kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini Maide Suresinin 90. âyeti çok açık bir şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette (Maide : 3) de : « ve fa! oklarıyla kısmet aramanız sîze haram kılındı.» buyurulmuştur.

Öte yandan «beş bilinemez»! açıklayan Lokman Suresi’nin 34. âyetinde de «hiç bir nefis yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç bir nefis nerede öleceğini de bilemez.» buyu-rulmakta, gelecekten haber vermeye kalkışmaktan ibaret olan falcılığın Islâm’da yeri olmadığı duyurulmaktadır.

Peygamber Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde falcılıktan elde edilecek kazançtan (hulvânu’l - kâhin) mü’minleri nehyetmiş bulunmaktadır, (bk. Buhârî, büyü', 25, 113; Müslim, müsâkât, 40).

O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan kazanç temin etmek hiç bir surette müslümana yakışmayan hareketlerdir, özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri, böyle boş şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir.

Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden korusunlar... Unutmayalım ki, aldatmak hainlik ise, aldanmak da ahmaklıktır...

Bir sürü yalan ve tahminin içinde bir kaç tanesinin mevcut hale ya da ileride olacaklara uygun düşmesi; falcıların gayb’rbilmesi anlamına gelmediği gibi onlara inanıp İslâm'ın temiz inanç esaslarından vaz geçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye de değmez... Kim böyle bir değişmeye rıza gösterirse, dünyanın ve ahiretin en büyük zararına uğramış demektir.

«FÂL-İ HAYR» NEDİR?

Fal ve falcılıktan söz ederken özellikle yaşlılardan 2aman zaman duyduğumuz «bu bir fâl-i hayr’dır» gibi sözlerde yer alan «fâl-i hayr» ifadesi üzerinde de kısa bir açıklama yapmak uygun olacaktır.

Şunu hemen belirtelim ki İsiâmiyetin hoş gördüğü -tabir caiz ise- tek fal, fal-i hayr’dır. Fal-i hayr; duyulan bir güzel kelimeyi uğurlu saymak, onunla tefe’ül etmek, onu hayr’a yormaktır. Eskiler buna «yom tutmak»; tersine ise «şom tutmak» da derler. Böylesi bir hayr’a yorma olayına bizzat sevgili Peygamberimizin hayatında rastlamaktayız. Hudeybiye Seferinde, Hudeybiye Antlaşması’nın yapılması esnasında Kureyş temsilcisi olarak Süheyl b. Amr’ın geldiğini görünce Peygamber Efendimiz; Süheyl kelimesinin «yumuşaklık ve kolaylık» manasıyla tefe’ül ederek, müslümanlara şöyle buyurdu ;

— Artık işiniz (bir dereceye kadar) kolaylaştı demektir.»

İşte bu, bizzat Hz. Peygamber'in bir kelime ile tefe’ül etmesi, onu hayra yormasıdır. Bilindiği gibi neticede İslâm Devletinin resmen Mekkeli müşrikler tarafından tanınması anlamına gelen Hudeybiye Antlaşması; Hz. Peygamberle bu Süheyl b. Amr tarafından imzalanmıştır.

 Fâl-i hayr’a bir başka örnek de şudur: Arab edib ve şâiri Esmâî, Tabiîn’in büyüklerinden Abdullah b. Avn’e «güzel bâr kelime ite tefe’ül. nasıl olur?» diye sorar. O da cevaben şöyle buyurur:

«Bir hastanm, kendisine «sâlim!» diye hltebedilmesinden sağlığa kavuşacağı anlamım çıkarması, o hitabı böyle yorumlamasıdır.»

Yine yitiğini arayan birine «Vâciddîye Beslenilmesi de «yitiğini bulacağı» şeklinde bir iyiye yorma vesilesi olabilir. Keza hacca gitmemiş birine, «hacı efendi» denmesinden o kişinin, hacca gideceği şeklinde bir güzel mana çıkarması da bir tür Fal-i hayr’dır, güzele yorma'dır. «Söyleyene değil, söyleten’© bak!» diye, Allah Teâlâ’nın, o kişi hakkında böyle bir hayr’ı murad etmiş olmasını ummanın hiç bir sakıncası yoktur.

Sözü, ^fâl-i hayr’ı tanımlayan bir hadis-i şerifle bitirelim :               ,

Ebû Hureyre (r.a.) dedi ; «Rasulullah'ı, .«İslâm’da teşe’üm (uğursuz saymak) yoktur; iyisi, tefe'üldür, (hayra yormakdır)» derken işittim.» ,

Tefe’ül nedir, Ey Allah'ın Rasûlü? diyenler oldu. Rasul-i Ekrem şöyle buyurdu :

«— Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür.»

(Buhârî, tıb, 43, 44; Müslim, selâm, 110).

 

RUH ÇAĞIRMA

Son zamanlarda özellikle sosyete arasm-da yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya «asrî cincilik» diyebileceğimiz bir uygulama vardır : Ruh çağırma

Ruh çağırma seanslarında madde ötesi bîr varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı çok ciddî şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.

Bunun için de önce inanç esaslarımıza göre ölümden sonra ruh'un durumunun ne olduğunun bilinmesine ihtiyaç vardır. Önce bu noktayı ele alalım.

Beden kafesinden ayrılan ruhlar BERZAH âleminde toplanırlar. Orada dünyadakine benzer bir takım faaliyetlerde bulunma, bazı noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş, hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Çünkü her türlü ibadet ve amel sahnesi dünyadır. Dünyadan ayrılanlann mükellefiyetleri biter. Mükellefiyetle ilgili bîr takım çalışma yapma imkânları da ortadan kalkar. Nitekim bu konuya ışık tutan bir hadisi şerif şu mealdedir:

«İnsan öldüğü zaman amelî kesilir, amel defteri kapanır. Ancak yaptığı üç şeyden ötürü (sadece) sevabı devam eder: Topluma yönelik sadaka, faydalı ilim, kendisine dua eden çocuk..» (Müslim, vasiyye, 14; Ebû Davud, vesâ-yâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36; Ahmed b. Hanbel, il, 372).

Öte yandan Peygamber Efendimiz Kabir’i tarif ederken onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin de bu iki durum içinde bulunacaklarım belirtmiştir. O (s.a.) şöyle buyurmuştur :

«Kabir ya Cennet bahçelerinden bîr bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.» (Tirmizî, kîyâme, 26).

Şimdi düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile, dünyadaki-lerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine Cehennem azabları içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin davetlerine icabet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?

Sonra her iki haldeki ruh için de dünya-dakilerle temas kurmakta ne fayda olacaktır?

Binaenaleyh ruhların, insanlarla ve dünyadakilerle haşir-neşir oldukları, ölmemiş gibi bir takım işler yaptıkları iddiasına dayanan ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu hadislere ters düşmektedir. Onların bu yöndeki iddiaları geçersiz ve tutarsızdır. Delilden yoksundur.

Eğer ruhların dünyaya dönüp, dünyadaki-ler gibi bir takım faaliyetlere katılma imkan ve şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyeti kerimede bir kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız. Şöyle buyuruluyor:

«Onlar (günahkârlar) orada, «Rabbımız, bizi çıkar, yaptığımız amelden başkasını (daha iyisini) yapalım» diye bağırışıriar »

Bu arzuya verilen cevab da âyette açık-lanmakta, şöyle denmektedir:

«Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti, öyle ise tadın (o azabı). Zalim-terin hiç bîr yardımcısı yoktur.» (Fâtır Suresi, âyet 37).

Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi bir takım faaliyetlerde bulunamıyacakları bir başka âyette de şu şekilde belirtilmektedir:

«Onlardan birine ölüm gelince: «Rab-bım, beni geri çevir, belki yapmayıp (noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim.» der. Hayır; bu kendi sözüdür. Tekrar diriltilecekler! güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bîr engel vardır.» (Mü'minun Suresi, âyet 99-100).

~ Medyumlara cevab verdiği söylenen ruhlar, bu engeli aşmayı beceren bir takım gözü açıklar mı dersiniz? İlâhî sınırları, Allah'ın beyanım; beşeri sınırlar ve insanın sözlerine benzetebilen cahiller ancak bunun böyle olabileceğini düşünebilirler ve tabiî aldanırlar..

Diyeceksiniz ki; iyi ama ruh çağırma seanslarına gelen hatta «içecek sigara» bile isteyen varlıklar var.. Peki bunlar kim? Verdikleri bir takım geçmiş vakıalara uygun bilgiler var? Bunlara ne diyeceğiz?

Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren «madde ötesi» varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamıyacağı yukarıda bir kısmini verdiğimiz deliller muvacehesinde anlaşılmış bulunmaktadır. Zaten bu işle uğraşanlar da bu konuda şüphe içinde olduklarını açıkça ifade etmektedirler. «Ruhlarla muhaberede bulunduklarını söyleyen medyumların bir çok iddiaları, yukarıda saydığımız mihanikîyetlere göre yanlış ve hatalı olabilir..» (bk. Spirtua-lizm, s. 133, İstanbul, 1949).

Öte yandan «huddamcılık» cincilik yani cin çağırma faaliyetleri ve bu esnada edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden beri bilinen ve halen de devam eden bir ameliyedir. Sosyete çevrelerinin buna «ruh çağırma» ismini takması, hiç bir şeyi değiştirmez. Merhum Ahmed Naim Bey’in dediği gibi bu, «alafranga cincilik» olur, o kadar...

Cin denilen, dünyada yaşayan ve çoğu kez ins (insanlar) karşılığı kullanılan, insanlar gibi mü’mini ve kâfiri bulunan bir varlık çeşidinin varlığı kesindir. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler buna açıkça ışık tutmaktadırlar. Hatta, -bilindiği gibi- Kur’an'da «Cinn Suresi» adıyla müstakil bir sure de bulunmaktadır.

İslâm bilginleri cinnleri çok çeşitli açılardan incelemişlerdir. Meselâ,

1— Cinn'in varlığı,

·        2 — Cinn’in ne zaman yaratıldığı,

·        3 — Neden yaratıldığı,

·        4 — Cisim mi yoksa sırf cevher mi olduğu,

·        5 — Çeşitleri,

·        6 — Niçin cinn dendiği,

·        7 — Yerler, içerler mi, aralarında evlenme çoğalma var mıdır?

·        8 — Mükellef midirler? Haklarında sevab veya azab söz konusu mu?

·        9 —‘ Salih ve fasıkları var mıdır?

·        10 — Muhtelif şekil ve suretlere girebilirler mi? v.s.

Cinn'in varlığı, dışında kalan konularda az-çok görüş farklılıkları vardır. Ama cinlerin varlığı noktasında kimsenin bir tereddüdü olmamıştır, olamaz da...

Bu arada hatırlanmasında fayda olan bir husus da Kur'an-ı Kerim'in verdiği bir başka bilgidir. Kur'an-ı Kerim, cinlerin; Hz. Süleyman’ın emrinde çok çeşitli işlerde çalıştırıldıklarını haber vermektedir. Gaybı bilmediklerini de kesinlikle ortaya koymaktadır.

«... Rabbının izniyle cinlerden bir kısmı, onun (Süleyman) önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona alevli azabı tattırırdık. Ona dilediği gibi kaleler, timsaller, havuzlar kadar (geniş) leğenler ve sabit kazanlar yaparlardı. (Sebe’ Suresi, âyet 12-13 Ayrıca bk. Sa'd Suresi, âyet 36-38..)

«(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı.» (Sebe’ Suresi, âyet 14).

Cinnlerin gaybı bilmemelerine rağmen, bazı bilgiler edinebilmek gayesiyle göklere yükselip kulak hırsızlığı yapmaya çalıştıklarından ve başlarına indirilen yıldızlarla bundan men edildiklerinden de Kur'an-ı Kerim’de bahsedilmektedir.

«Andolsun biz (dünyaya) en yakın göğü lambalarla donattık ve onları şeytanlar için taşlamalar yaptık » (Mülk Suresi, âyet 5).

Hz. Peygamberin okuduğu Kur’an’ı dinledikleri ve sonra dönüp hemcinslerine Kur’an’ı anlattıkları ve ona inanmaya çağırdıkları da Cinn Suresi âyetlerinde belirtilmektedir...

Bütün bunlar cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip olabilecekleri, özellikle ruh çağırma seanslarında kendisiyle görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair bir takım bilgileri bilmelerinin onlar için mümkün olduğu anlaşılmaktadır. O halde şunun ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin sorulan suallerin bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin doğru olması için yeter sebep değildir. Böyle bir aldatma Şey-tan'ın taktiklerine pek uygun düşmektedir.

Başlıca gayesi insanları doğrudan, güzelden ve imandan uzaklaştırmak olan şeytan ve taifesi, ruh çağırma seanslarını elbette en iyi şekilde değerlendirmeye çalışacaktır. Nitekim bütün dünyada ruh çağırma’ya merak sarmış kişilerin yayınları incelendiği zaman —ifadeler farklı olsa bile— hepsinde dinlerin mantıksızlığı, geçersizliği, özellikle Allah’ın birliği (tevhid) inancını zedelemeye yönelik bir takım mesajların varlığı görülecektir. Yani ruh çağırma işlemlerinin temelinde, dinlerin inkâr ve ibtali davasının ve yerine yeni bir dinsizlik dini ikame amacının yattığı anlaşılacaktır. Bu da Şeytan ve taifesinin hiç şüphesiz en zevkli işi ve hizmeti (!) olacaktır.

Dünya ruhçularının nasıl bir anlayış geliştirmek istedikleri ve bunun kendi beyanlarından alınmış delilleri, eski Diyanet İşleri Başkalarımızdan Prof. Dr. Süleyman Ateş’in Diyanet Dergisi’nin 106- 107. sayısında (Ankara 1971) yazdığı bir makalede -özetle- görülebilir.

Sayın Ateş, anılan makalesinde bir arkadaşının hatırasına da yer vermekte ve ruh çağırma seanslarının davetlisi'nin kimliğini açıklamaktadır. Aynen şöyle demektedir:

«Bir arkadaşımın anlattığı bir hatıra da bu fikrimi teyid etmektedir: «Diyarbakır’da iken, kendimi ruh çağırmalarına kaptırmıştım. Bir ruh gelip bana kendini Abdülkâdir Geylânî diye takdim ediyordu. Ben de inanmıştım. Bir gün bir ruh geldi. Arapça bir şeyler okudu. Ona Arapça bilmediğimi, söylediklerini Türkçe söylemesini rica ettim. Türkçe-sini söyledi. Bunların âyet mi, hadis mi olduğunu sordum. «Âyet® dedi. Kur’an’ın neresinde dedim. «Falan yerinde» dedi. Dediği yere baktım, öyle bir âyet bulamadım. İçime şüphe düştü. Bu gelen velî ise velî yalan söylemezdi. Yine çağırdım, dediği yerde öyle bir âyetin olmadığını söyledim. «Falan tefsirde» dedi. Baktım, orada da yoktu. İyice kuşkulandım. Tekrar çağırdım: «Doğru söyle dedim, sen velî misin, şeytan mısın?» «Ben şş.ş.ş.şey-tan..» dedi. Eûzubillahimineşşeytanirracîm, dedim ve kalktım. Bir daha da böyle bir şey yapmadım.»

Evet cinlerin ömürlerinin uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz konularda bazı şeyler söylemeleri ğaybı bildiklerini göstermez, Onların bilgileri de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır.. İnsanları yanıltmaya yöneliktir.

Müslümanlar maddeye olduğu kadar madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak bu inançların Kitab ve sünnette yer alan bilgilere uygun olması gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehm hiç bir zaman ilim değildir. Binaenaleyh îman da en kesin bilgilere dayanmak zorundadır. O halde asıllı asılsız bir takım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanımızı süründürmenin anlamı yoktur..

Bize Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm'de emredilen, insan ve cin vesvesiciierin şerrinden Allah'a sığınmaktır. Biz de onu yapıyor ve ruh çağırıyoruz diye cin çağıranları ve bunlara inananları gerçekle uyarıyoruz.

«De ki: Sığınırım ben insanların rabbına, insanların padişahına, insanların tanrısına; in. sanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvese-cînin şerrinden!.. O ki, insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar, gerek cinlerden, gerek insanlardan...» (Nâs sûresi, âyet, 1-6).

 

TAŞ YAPIŞTIRMAK

Gayb'den haber almak ve gelecek konusunda bilgi sahibi olmak merakının en garib ve akıl almaz tezahürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa taş yapıştırma hurafesidir. Bu da öteki bir çokları gibi maalesef türbeler çevresinde tutunmuştur. Genellikle türbe yakınında veya içindeki herhangi bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır. Yurt sathına yayılmış taşla ilgili hurafe ve batıl inanışlar ve bunların uygulama şekilleri hakkında geniş bilgi almak isteyenler Prof. Dr. Hikmet Tanyu’nun «Taşla İlgili inançlar» eserine baş vurabilirler.

Taş yapıştırma hurafesinde dikkat çeken husus; o türbedeki zat (veya zevat) aracılığı ile tutulan niyyet’in Allah katında kabul görüp görmediğinin öğrenilebileceği zannı; hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan dilendiğine inanılmasıdır.

Bazan da taş yapıştırılan taşta bir kudsi-yet tevehhümü'nün bu eyleme vesile kılındığı görülür. Tabiî bütün bunlar, putperestlik yani kudsiyet izafe ederek putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadırlar. İslâm'ın en ciddî mücadele hedeflerinden biri hatta birincisi olan putperestlik kalıntılarının, çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması ne kadar ters bir durumdur.

Hz. Peygamberin vefatından sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerle en amansız mücadeleyi Hz. Ebu Bekr vermiştir. Bu yüzden çağdaş ir-tidat olaylarına İslâm mütefekkirleri »Ebu Bekr’i olmayan irtidat!..» demektedirler. Hz. Ömer de bid’at, hurafe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir hassasiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurafe ve batıl inanışlara da »Ömer’i olmayan hurafeleri.» demek geliyor insanın içinden...

Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini sanan cahillere Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarımızda, kendisinden nakledilen bir hadiste gördüğümüz Hz. Ömer'in şu tavrını hatırlatmakta büyük fayda olacaktır sanırım :

Hz. Ömer bir haccında Haceru'l - Esved'e ' yaklaşıp öpmüş Ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir:

— ÇOK İYİ BİLİYORUM • KÎ SEM ZARARI VE FAYDASI OLMAYAN SADE BİR TAŞ PAR-ÇASISIN! EĞER RASULULLAH'IN SENİ ÖPTÜĞÜNÜ GÖRMESEYDİM ASLA SENİ ÖPMEZ-DİM!..

(Hac İbadeti esnasında Haceru’l-esved’in -mümkünse- öpülmesi, değilse, uzaktan selâm-lanması »istilâm», Rasûluilah'ın bizzat yaptığı bir işlemdir. Haceru’l-esved’in bulunduğu köşe Tavafa başlangıç noktasıdır. Tahlru’l-Mevlevî merhumun ifade ettiği gibi, her hangi bir eve giden, ev sahibine selâm verir. Beytullah’ı (Allah’ın evi, Kâ'be’yi) ziyârete gidenler de O’nun sahibine selâmlarını Haceru’l-esved’i selâmlamakla yerine getirmiş kabul edilmektedirler.)

Hemen belirtelim ki müslüman için sün-net’e uymak vaz geçilmez bir görevdir. Hz. Ömer de bu muhteşem sözüyle âdeta «işin içinde Rasûlullah’m sünnetine uymak olmasaydı, seni asla öpmezdim..» demek istemektedir. Böylece de her müslümanın sahip olması gereken iman nezaket ve şuuruna fevkalâde bir örnek vermektedir...

O halde nerede ve ne -şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine inanmak gibi bir sapıklıktan vaz geçilmesi ve böy-lesi hurafelerle sevinen veya yetinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin öğütlenmesi tevhid'e hizmet noktasından büyük bir önem arzetmektedir.

Hep birlikte şu ikrarımızı tekrar edelim :

«Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekildir!»

 

UĞURSUZLUK VAR MIDIR?

Hurafe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan kaçışların cirit attığı bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği pek tabiîdir. Toplumumuzda da bu aynen böyledir. Ne uğursuzluk vehimleri yok ki?.. Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13 rak-kamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği., v.s. Uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşya... Kuş uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın dumanının çıkışına göre yorumlara girmek ve daha neler neler...

Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu yanlışların, bu asılsızlıkların günümüzde de aynen hatta daha da etkisini artırarak yaşaması, toplumun her kesimini tesiri altına alması karşısında her konuda olduğu gibi sığınılacak yer «âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan Hz. Muhammed’in gerçeği ortaya koyan hadisleri, sünnetidir. O (s.a.) mes’eleyl temelinden halleden bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

«Uğursuzluk diye bir şey yoktur!» (Bu-hârî, tıb, 19, 25, 43-45; Müslim, selâm, 102 vd.J.

Kadın, ev ve binek’de uğursuzluk bulunabileceğine dâir bir rivâyeti Hz. Aişe vâlide-miz; «Cahiliye arablan bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna i nanırlardı,» demektir, diye açıklamış ve İslâm’ın uğursuzluk görüşüne katılmadığını kesinlikle ortaya koymuştur. «Uğursuzluk vehmiyle hiç bir niyet edilen işten geri dönülmemesi gerektiği» Taberânî’nin rivayet ettiği bir hadiste yer almaktadır.

Hiç bir şey doğuştan uğursuz değildir. Uğursuzluk -varsa şayet, herkesin kendisinde kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında günlük konuşmalarda sık sık duyduğumuz «uğurlu geldi», «uğursuz geldi» gibi sözler ve hükümler, birer zan ve vehmdir. O şeyin veya olayın aslında uğurlu ve uğursuz olduğunu göstermez.

Uğursuzluk anlayışı, bir çokları gibi İslâm’a başka inanç sistemlerinden girmiştir. Binaenaleyh müslümanların İslâmî hiç bir esasa dayanmayan ve. peygamberimiz tarafından «yoktur» diye beyan buyurulan uğursu-luk hurafesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını karartmamaları, zihnî ve imanî safiyetlerini bozmamaları, bulandırmamaları gerekir. Hurafeler ve batıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz...

©ünlerle ilgili hurafeler

İKİ BAYRAM ARASI NİKÂH KIYILMAZ MI?

Birçok yörelerimizde halâ yaşamakta olan bir yanlış anlayış da «iki bayram arasında nikâh kıyılmaz» görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen bu asılsız sözün, toplumumuzda giderek etkisini kaybetmesine rağmen, tamamen unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması müslümanlar açısından bir talihsizliktir.

Bilindiği gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muamele sıfatlarını haiz, şaka götürmeyen, daha çok ibâdet’e yakın bîr müessesedir. Dinimizde «ruhbanlık» olmadığı için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul edilmiştir. Hatta ibadet edebilmek için evlenmeme düşüncesine kapılanlar bizzat peygamber efendimiz tarafından uyarılmış, «Benim sünnetimi terkeden benden değildir!» diye çok ciddî şekilde tehdid edilmişlerdir.

Hem ibâdet hem de muamele yönü dolayısıyla Islâm Hukukunda özel bir yere sahip

olan nikâh'ın sıhhat şartları arasında «iki bayram arasında olmaması» gibi bir kayd bulmak mümkün değildir. Yine bilinmektedir ki, dinimizde her hangi bir hüküm koyabilmek için bunun ya Kitab'dan ya Sünnet’ten, ya İcma’dan ya da Kıyas’dan bir delilinin olması gerekmektedir. Bu dört kaynakta delili bulunamayan bir konu hakkında söylenecek sözler mesnedsiz, asılsız, uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük bir değer taşımaz. Şu iyice bilinmelidir ki, nasıl bir şeyin «yapılabilir yani helâl» kabul edilmesi için yukarıda sözünü ettiğimiz delillere ihtiyaç varsa, aynı şekilde her hangi bir konunun «yasak, işlenemez» olduğunu tesbit için de aynı delillere ihtiyaç vardır. Atmakla olmaz.

«İki bayram arası nikâh kıyılmaz» uydur-ması; delilsiz bir söz olmanın ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in hareketiyle reddedilmiş bir görüştür de. Çünkü Hz. Peygamber’in Hz. Aişe ile evlenmesi Ramazan ayını takib eden Şevval ayı içinde gerçekleşmiştir. Yani iki bayram,arasında cereyan etmiştir. Hem iki bayram arası olmayan gün mü var ki? Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman varsa, Kurban Bayramı ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da kameri yıl 354 gün olduğuna göre yaklaşık dokuz ay on gün vardır. (Kamerî yıl’ın 354 gün olduğu hesabına göre.) Biri 2 ay 10 gün olduğu için «iki bayram arası» kabul edilirken ötekisi 9 ay 10 gün olduğu için mi «iki bayram arası kabul edilmez» Tabiî bunun anlaşılır bir tarafı yoktur.

Fıkıh kitaplarımızda nikâh'ın ibâdet niteliği dolayısıyla mescidlerde ve cum’a günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani «müstehab» olduğu kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman açısından her hangi bir kayda rastlamak mümkün değildir. O halde halkımız ve özellikle sayın okurlarımız bu tür asılsız söylentilere iltifat etmemeli, nikâhın ne zaman kıyıldığına değil, hangi şartlarla kıyıldığına ve kurulan yeni yuvanın dinî noktadan aranılan şartlara sahip olup olmadığına dikkat etmelidirler. Çünkü «Allah’ın emri, Hz. Peygamber'in sön. neti » üzere sözleriyle başlatılan evlilik hayatının, inşa safhasının ve devamının da Allah'ın emri ve Hz. Peygamber’in sünneti üzere olması gereklidir.

«SALI YOLA ÇIKILMAZ»,

«CUMA İŞ YAPILMAZ» MI?

özellikle hanımlar arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, «Şah günü bir İşe başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz» anlayışı; ötekisi ise, kadınların cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır.

Tabiî her iki yanlışın da dinî ve makul bir gerekçesi yoktur. Bâtılın bâtıl olmaktan başka gerekçesi olur mu?..

Hemen belirtelim ki, dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, «şu yapılmaz», «bu yapılır» şeklinde bir ayırım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu eylemlere göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder.

Sah günü ile ilgili söylentilerin asılsızlığı müslümanlar açısından İstanbul’un 29 Ma. yıs 1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır. Bu çağ açıp, çağ kapayan büyük Islâm Fethi’nden fevkalâde üzüntü duyan ğayr-i müslimler; İstanbul’u kaybettikleri gün olduğu için salı gününü kendileri açısından uğursuz saymış, yas günü ila netmiş ve bir süre o gün herhangi bir iş yapmamış olabilirler. Zamanla, onların bu -kendileri zaviyesinden- bir ölçüde haklı görülebilecek kanaat ve uygulamaları, işin farkında olmayan müslüman halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da müslümanlığa ait bir görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.

Cum'a günü kadınların iş yapmamasına gelince bu da anlaşılması güç bir tutum ve bâtıl inanıştır. Zira cum'a günü, iç ezanı dediğimiz cami içinde okunan ezandan, cum’a namazının farzını kılıncaya kadar geçecek süre içinde işi, ticareti terketmek bir vecibedir. Ama tabiî, cum'a namazıyla mükellef olan müslüman erkekler için... Kadınların cum'a namazı kılmak gibi bir mükellefiyetleri olmadığından işi bırakmak zorunlulukları da kesinlikle yoktur. Zaten erkekler de cum’a namazının farzı bittikten sonra işlerinin başına dönebileceklerdir Konu ile ilgili âyetlerin meâlini birlikte okuyalım :

«Ey inananlar, Cum’a günü namaz için çağrıldığı (nız) zaman, Allah’ı anmaya koşun, ahş-verişl (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfün-dan (nasibinizi arayın. Allah’ı çok anın , kurtuluşa eresiniz!» (Cum’a Suresi, âyet 9-10).

Evet, bir kez daha belirtelim ki, bu âyetlerin muhatabı, genelde mükelleflik çağında bulunan, özelde, cum’a namazının edâ şartlarına sahip olan müslüman erkeklerdir, kadınlar değil...

Öte yandan, cum’a günü kadınların iş yapmayı doğru bulmamaları, cum’a gününün, hafta tatili olduğu günlerden kalma yerinde bir anlayışın mana ve mahiyet değiştirmiş bîr uzantısı gibi de değerlendirilebilir. Şöyle ki;

Cum’a günü tatildir ve o gün evin erkeği genellikle evdedir. Cum’a namazına gidecektir. Onu rahatsız etmemek ve özel hizmetlerinde bulunmak için umumî temizlik ve çamaşır gibi işlerin yapılması uygun bulunmamıştır. Böyle güzel bir gelenek yerleşmiştir. Hafta tatilinin değiştirilmesinden sonra bu anlayış ve uygulamanın, cum’a gününün, gün olarak kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece de bugünkü yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir.

Kaynağı ne olursa olsun, salı ve cum'a günleri hakkında hanımlar arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir ölçüyü ifade etmediği ve yanlışlığı ortadadır. O halde hata ve yanlışta ısrar etmenin manası yoktur.

İKİNDİDEN SONRA UYUYANIN RIZKI KESİLİR Mİ?

Bazı yörelerimizde «İkindiden sonra uyunmaz. İkindiden sonra uyuyanın rızkı kesilir.» anlayışı yaygındır.

İkindiden sonra uyuyanların uyanınca bir tatsızlık, hatta bir yorgunluk, bazan baş ağrısı hissettikleri tecrübe ile sabittir. İkindiden sonra uyuyup akşama doğru uyanan çocukların huysuzlaştığı da bilinmektedir. Bu tabiî halin dışında, ikindiden sonra uyumanın rızka mani olacağı düşüncesi, inanca yönelik bir husus olduğu için üzerinde durulması gereklidir.

Dinimize göre gündüz, geçim temini için çalışma, gece istirahat zamanıdır. Genelde bu böyle olmakla beraber, gerektiği takdirde, gece çalışılır ve gündüz istirahat edilebilir. Bu da yasak ve haram değildir. Hatta gece ibadet ve işlerine yardımcı olması açısından, «Kaylule» denilen öğle uykusu peygamber efendimiz tarafından tavsiye edilmiştir. Kur'ân-ı Ke-rim’de de (Nur Suresi, âyet 58) bu konuya temas edilmiştir.

İkindiden sonra uyuma mes'eiesine gelince; bunun iş ve ticâret hayatı ile ilgili bir yönü akla gelmektedir. Nitekim Buhârî ve Müslîmde yer alan bîr hâdis-i şerifte: «Kıyamet günü Allah Teâlâ’nın, yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağı» insan gurupları sayılırken 3. olarak şöyle buyurulmaktadır :

«Ve bir kişi ki malım ikindiden sonra pazara çıkarır ve «kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, şu kadar verdiler (de vermedim)» diye yemin eder. Karşısındaki de ona inanır »

Buradaki «ikindiden sonra» kaydı; tahdîdî bir kayıt değildir. Yani, ikindiden sonra malını çıkarıp böyle yemin eden kötüdür de, günün bir başka saatinde pazara malını çıkarıp yemin eden bu hükme dahil değildir, anlamına gelmez. Bu kayıt; özellikle Arabistan v.s. gibi sıcak iklim bölgelerinde bulunan ülkelerin çarşı-pazar durumlarında görülen tabiî ve umumî hali ifade etmektedir. Gidenler de bilirler ki, sıcak iklim bölgelerindeki ülkelerde çarşı-pa-

zar günün ilk ve son saatlerinde canlıdır. Öğle saatleri çok sıcak olduğu için alış-veriş oldukça durgundur. Öğlende durgunlaşan hayat havanın serinlemeye başlamasıyla ikindiden sonra canlılık kazanır. O halde, çarşı-pazarın canlılık kazandığı saatlerde uyuyan kimse o günün ticaret ve kazancından mahrum kalır. , Böylece de rızkı (kazancı) azalmış (kesilmiş) olur.

Memleketimizde ise durum oldukça farklıdır. Bir çok bölgelerimizin kent ve kasabalarında günün her saatinde ticaret le alış-veriş yapılabilir. Yine bir çok bölgelerimizde haftada bir gün kurulan pazarlar da ikindiden sonra hemen tamamen dağılır. Çünkü çevre köylerden gelenler «akşam olmadan» köylerine dönebilmek için «vakitlice» işlerini bitirip vasıtalarıyla veya yaya olarak köylerinin yolunu tutarlar. Durum bu olunca, sıcak iklim bölgeleri için kazanç noktasından doğru, olan «ikindiden 1 sonra uyuyanın rızkının kesileceği» hükmü; bizim memleketimize göre «iş zamanı tembel tembel dolaşanın, ticaret zamanı uyuyanın kazancı olmaz.» şeklinde anlaşılacaktır. Yani gerçek sebep yalnızca ikindiden sonra uyu-  mak değil, çalışmamak kazanmak için gayret göstermemek, fırsatı kaçırmaktır. Bu manada bahis konusu ettiğimiz söz, tam bir gerçeği ifade etmiş olmaktadır. Zaten «insana çalışmasının karşılığından başka bir şey yoktur» (Necm Suresi, âyet 39).

O halde bir kez daha tekrar edelim, rızkın azalması ikindiden sonra uyumaya değil; iş zamanı çalışmamaya gafil gafil dolaşmaya bağlıdır. İkindiden sonra uyumamasına rağmen tembel tembel duran kişinin rızkı kendiliğinden artacak değildir. Mes’ele görev yapmak, fırsatı kaçırmamak ve çalışmakta düğümlenmektedir.

 

Ölüler ve tabirlerle ilgili hurâfeler

«Yalnız sana ibâdet eder, yalnız senden yardım dileriz.»

— el-Fatiha (1), 4 —

TÜRBELERE ADAK ADAMAK

Daha çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde kümelenen hurafelerin başında, türbelere adak adamak, pencere demirlerine ve yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak, türbe içinde veya çevresinde mum yakmak v.s. gelmektedir. Bunlar üzerinde kısaca duralım :

Adak ya da dinî ifadesiyle nezir; Allah rızası için, insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak (mukayyed) veya bağlı olmaksızın (mutlak) mübah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği sürece, adayan borçlu kalır.

Bu kısa açıklama gösterdi ki, adak Allah’tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk koşmuş olur.

Öte yandan iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın hiç bir şeyi değiştiremiyeceği, kaderi zorlıyamıyacağıdır. Kimse yapacağı vaadlerle -haşa- Allah Teâlâ'nın ezelî takdirini değiştirebileceğini sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile getirmiştir: «Nezir (adak) hiç bir şeyi (şerri ve zararı) defet-mez.. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur.» (Buhârî, Kader, 6).

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuş-tur:

«Kim, Allah'a itaati gerektiren bir hayr ve ibadet adarsa, adağım yerine getirsin. Kim de Allah'a karşı günah işlemeyi gerektiren şer bir îş neşrederse, Allah’tı âsî olmasın, adağım yerine getirmesin.» (Buhârî, Eymân, 28). Allah'a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından daha büyük bir vebaldir. Allah' tan başkaları için adanan adaklar da yerine getirilmemesi’ gerekli nezirler cümlesinden-dir. O halde «falan türbeye bir koç adadım,» diye söylenip gezenler ne yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları «adağımı falan türbe civarında keseceğim» demek midir? Yoksa, o türbede yatana mı adadım demek istemektedirler? İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi lazımdır. Birincisi ise; cahilleri yanıltmamak için ve yer kaydı da adakta önemli olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği bir yerde kesmelidir.

MUM YAKMAK - ÇAPUT BAĞLAMAK

Türklerin müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda mum yakmak .gibi âdetleri, kendileriyle birlikte İslâm’a geçmiş halâ da izlerine rastlanan' hurafe ve bâtıl inanışlardandır. Bunlar Türklere de hristiyanlar aracılığı ile müşrik ve mecusilerden geçmişlerdir. Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı birden işleten bu tür hurafelerden kesinlikle uzak bulunmak gerekir. Tevhid’i gölgeleyici, kişileri tevhid inancından şirk’e sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden meded umanlar, putlardan fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiç bir iş yapmış olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile...

Allah ile kul arasında aracı kabul etmeyen İslâm dini ile, mum yakarak, çaput bağlayarak ölülere adaklar adayarak muradına nail olacağını, hastalığından kurtulacağını, bahtının açılacağını sananlar ve yeri gelince de Müslümanlığı kimselere vermeyenler ne kadar biribirine ters düşmüşlerdir!...

«Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.» âyetini kıldığı namazın her rek'atinde okuyanların, «gazaba uğramış ve sapıkların yoluna tabî olmaktan» Allah'a sığınanların, verdikleri bu söze ve yaptıkları bu büyük duaya sadık kalmalarından daha tabiî ne olabilir?...

Merhum Akif’in;

Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar, Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!

mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya, İslâm'ın sâdeliğinde dinî kişiliğimizi bulmaya çalışalım. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun böylesî hurafelere tahammülü yoktur...

 

YEŞİL DÜŞMANLIĞI

(Yeşil çiğnemek, çelenk ve çalı götürmek)

İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı kabul eder.

Ne var , her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurafe ve bâtıl inanışlar, amacı bilinmeden başka milletlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen âdetler yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.

İslâm -ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan «Hıdırellezde yeşil çiğnemek gerek» düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, Antakya'da olduğu gibi dinî -bayramlarda mezarlara yeşil çalı götürmeler, büyük kentlerde salgın hale gelen cenazeleri çelenklerle teşyi etmeler v.s. gibi bir sürü uygulama bize yabancı, zararlı ve başka ümmetlere benzeme girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyemizi kemirip durmaktadırlar.

İtiraf edelim ki, ölüm ve ölüm ötesiyle ilgili hurafe ve bâtıl inanışlar gün geçtikçe artmaktadır. Oysa en çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı ölüm ve sonrası ile ilgili muamelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne bando, ne slogan ne tekbir ve tehlil.. Sadece acele fakat telâşsız, mükedder fakat vakur, hayat kadar ölüme de razı bir havada ve fatihalarla ve sürekli ölümü düşünerek yapılacak mütevazı bir merasim, ölene karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın, hurafe ve boşuna yorgunluktur. Hatta cenazeyi rahatsız etmektir.

Bilinmelidir , cenazeyi çelenklerle teşyi etmek Hristiyan adetidir. Çelenk, aslında Hristiyanın kutsal bildiği haç taşıma aracıdır. Çıplak taşımamak için onu süslemekte ve öylece mezara kadar götürmektedir. Peki biz, bu çelenk hurafesiyle, mezara ne göndermek, teyiz. Hristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasında üzüntülerimizi mi? Ya da okumadığımız veya okuyamadığımız fatihaları mı? Allah aşkına söyler misiniz, çelenk bunların hangisine yakışıyor, ve ne işe yarıyor?

Müslüman ölen kardeşine, fatiha okur. Çelenk gibi hristiyan dinî geleneğini yaşatmaz ve boş yere masraf yapmaz. Kabir üzerine yığılmış bir kamyon çelenk’in maliyeti ile, ameliyat bekleyen bir dertli fakirin derdine çare mi olunamaz? Bu, daha mı az fayda temin eder yoksa?

 İslâmiyet, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve çalı değil, büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden yanadır. Sevgili Peygamberimiz, bizzat buna örnek vermişler, iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, «bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler için rahmet vesilesi olmaları umulur» buyurmuşlardır. O halde ne yaptığımıza ve ne yapmamız gerektiğine yeniden bir dikkat edelim. Cenazemizi mi memnun edeceğiz, yoksa hristiyanlan mı körü körüne taklid edeceğiz? Kararı bu hurafeye bu çağda -çağdaşlıktır sanarak- rağbet edenler versin...

Yanlış kabuller

Çarpıtılmış bilgi, bilgisizlikten daha zararlıdır.

DÜNYA MÜMİNE ZİNDAN MİDİR?

Bazı saf ya da cahil müslümanlarca, tembelliğe mazeret olarak ileri sürülen «dünya kâfirin, âhiret mü'minin.» veya «dünya mü'minin zindanıdır» yargısı; İslâm ve müslümaniar aleyhinde konuşulmasına vesile olan bir yanlış yorumdur. Neden yanlıştır? Açıklayalım :

Güvenilir hadis kitaplarımızda «Dünya mü'minin zindanı, kâfin cennetidir» anlamında bir hadisi şerif vardır. Bu hadis-i şerif bir kaç çeşit yoruma tâbi tutulabilir. En aklî ve İslâm esaslarına uygun açıklaması şöyledir:

Bu hadis, iman ve küfrün öteki dünyada sebep olacağı neticeye göre dünya hayatının değerlendirmesini yapmaktadır. Yani, «Ahîrette ki durumlarına göre dünya, mü'minin zindanı, kâfirin cenneti yerindedir.» anlamını ifade etmektedir. Nitekim mü’minin ve kâfirin âhiret-teki durumunu belirten âyetlerden de aynı manâ anlaşılmaktadır:

«Kitap ehlinden ve puta tapanlardan inkâr edenler, şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte bunlar yaratık, ların en kötüsüdürler.

Fakat inanıp yararlı iş işleyenler, işte onlar da yaratıkların en iyisidirler. Onların Rabb-leri katında mükâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan And cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razı.. Bu, rabbından korkan kimseyedir...» (Beyyine Suresi, âyet, 6-8).

Mü’mine va’d olunan Cennet’in ve kâfirin varacağı yer olan Cehennem’in vasıflarını anlatan öteki Kur’an âyetleri; gerçekten âhiret-teki duruma göre dünyanın, mü’min için nasıl bir zindan hayatı niteliği taşıdığını; yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet hayatı görünümünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. (Bu âyetleri toplu halde mütalâa etmek isteyen okuyucularıma «Hicrî 15. Asra girerken Müslümanca Yaşamak» adlı eserimizin 75-81. sayfalarını okumalarını tavsiye ederim.)

Konuyu şu tarihî hikâye iyice açıklamaktadır :

Kadılardan biri Bağdat'ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli bir biçimde atıyla külhan sokağından geçer. Külhancı Yahudi, üstü-başı simsiyah, cehennemî bir görünümle Kadı’nın önüne çıkar, atının gemine yapışır ve :

— Allah, Kadı’ya kuvvet versin. Peygamberinizin, «dünya mü’mine zindan, kâfire cen-nettir» sözünün manâsı nedir? Görüyorsunuz ya, dünya -mü’min ve muhammedî olduğun halde- sana cennet; -kâfir yâhudî olduğum halde- bana zindandır. Hadisin manâsı aksiyle ortadadır..» der.

Üstün kavrayış ve fazilet sahibi kadı şöyle cevap verir :

— Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve heybetine rağmen dünya; Allah'ın cennette hazırladıklarına nisbeten benim için zindandır. Cehennemde seni bekleyen azaba nis-betle dünya (bu haliyle de olsa) senin için cennettir.» (İ. H. Bursevî, Ruhu'l-beyân, 111/23).

. Artık açıkça ne demek olduğunu anladığımız bu hadis gerekçe gösterilerek «dünya kâfirin, âhiret mü’minin» yargısıyla müslümanları dünyayı terke ve tembelliğe zorlamak, ön-

ce hadisin gerçek manâsına sonra da İslâm’ın özüne aykırı bir tutum olur. Unutulmamalıdır ki, t-, temiz ve hoş nzıklar dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet günü ise, yalnızca mü'minlere aittir.» (A'raf Suresi, âyet 32).

Sözümüzü Akif'ten mısralarla bağlayalım :

Bizim muhiti, bizim halkı seyredince nazar; Görür ki : beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.

Ne hükmü var ki, esasen yalancı dünyanın? Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ'nın. Fena kuruntu değili Ben derim, sorulsa bana; «Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca, sana!»

Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin! Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin? Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak! Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.

Bekâyı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;

Çalış, çalış ki bekâ, sa’y olursa hakkedilir.

DÜNYA ÖKÜZÜN BOYNUZUNDA MI?

Halk arasında dolaşmakta olan «dünya san öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır.» sözü ve özellikle deprem olduğu yer ve zamanlarda «sarı öküz yine kafasını salladı» gibi yarı şaka yarı ciddî söylenen sözler, kaba bir cehaletin akıl almaz delilleridir. Hatta «dünyanın öküz ile balığın üzerinde olduğu»na dair hadis'in mevcudiyetinden bahsedilmesi işi iyice ciddileştirmektedir. Gerçek durum şudur:

Dünya'nın öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır. İbn Hacer'in «el-Metâlibu’l-âliye'sinde (liî, 265-266), yer yüzünün yaratılışıyla ilgili babta İsrailî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Ka'bu'l-Ahbar'ın -Hz. Peygamber'e izafe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki kurduğu görülmektedir. Öte yandan ef-Heysemî'nin Mecmu'z-zevâid'-inde de (VIII, 131), ibn Ömer'den naklen Hz. Peyg^mber'in dünyanın yeri ile ilgili bir dizi suale «Arz su üzemdedir», «Su, kaya üzerindedir», «Kaya, iki tarafından arz'a temas eden bir balığın üzerindedir» şeklinde cevap verdiği belirtilmektedir. Ancak el-Heysemî, bu hadisi rivayet edenler arasında bulunan Abdullah İbn Ahmed'in «zayıf bir ravî olduğu»nu belirterek, bu haberin doğruluğu konusundaki endişesini duyurur. el-Albânî ise, İbn Adî’in el-Kâmilinde ve İbn Mende’nin et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâ-yetin kesinlikle «uydurma» olduğunu ve böy-lesi İsrail kıssalarının Rasulullah'ın sözü imiş gibi nakledilmesinin vebaline işaret etmektedir. (Silsiletu'l-ahadisi’z-zaiyfe; 294 no'Iu ha-dis).

Abdüilâtif Harpûtî meşhur eseri «Tenki-hû'l-kelam fî akaidi ehl’l-İslâm’da bu öküz-ba-lık uydurma ve hurafesinin ehl-i kitab'a ait olduğunu hatta bunun Yahudilik ve Hristiyan-hk için bile bir leke olduğunu belirtmektedir. Ehl-i Kitabın bu hurafeyi nasıl anlayıp anlattıklarını bir iyice naklettikten sonra şunları söylemektedir: «Ehl-i Kitabın bu hurafeleri akıl ve mantık ile bilinir ve söylenir sözler olmadığından, bunların mukaddes kitablarda yazılmış veyahut peygamberlerin beyanlarında yer almış kudsî ifadeler olduğu sanılmış ve dinlerinden addedilmiştir. Böyiece dinleri İçin büyük bir leke olmuştur.»

Harpûtî İşin bize ait yönüne de şöyle temas etmektedir:

Bahsi geçen uydurma söz ve görüşlerin doğurduğu zararlar sadece yahudi ve hristiyan-îara münhasır kalmamış, bilakis her asrın İslâm Dünyasına da az çok tesir etmiştir.» [Har-pûtî’nin görüşleri için bk. Astronomi ve Din, Diyanet Dergisi, XIII, 6 (Kasım-Aralık 1974), 343-361; Nesil, Mart 1979, 24-26],

Hasılı, Lem'alar müellifinin de belirttiği gibi; bazı İslâmî eserlerde görülen öküz ve balığa dair acaip ve akıl almaz hikâyeler ya is-railî bilgilerdir veya temsil nev’indendir ya da bazı hadisçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak bazı dikkatsizler bunları hadis zannederek Rasul-i Ekrem (s.a.)'e isnad etmişlerdir. (Lem’alar, 86).

Müslüman olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde halk arasında dolaşan bu dünyanın öküz veya balık üzerinde olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler İslâm ile uzaktan yakından ilgili değildir. Müslü-manlarm da böyle boş laflara itibar etmemeleri gerekmektedir. Ve tabiî hiç kimse de bu söz» leri ileri sürerek İslâm düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir düşmanlıktan başka bir şey yapmış olmaz. Böylesi kişilere Akif gibi «Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?» diye sorma hakkı doğar...

Sözü bir âyet meâli ile bitirelim :

«Sen dağlara baksan hareketsiz olduklarını sanırsın. Halbuki onlar bulut gibi kayar giderler. İşte sana her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan Allah'ın san’atı! Şüphesiz O, yaptıkla-rmızdan tamamen haberdardır!» (Nem! Suresi, âyet 88).

 

SORUMLULUKTAN KURTULMAK MÜMKÜN MÜ?

Bazı cahillerin «bizim namazımız kılınmış, abdestimiz alınmıştır. Önemli olan kalb temizliği değil ? O da biz de var. İbâdete ihtiyacımız yok» gibi sözleri ya da «biz şeriatı aştık, hakikate ulaştık, artık mükellefiyet kalmadı.» yollu hezeyanları köşe bucakta söyledikleri ve bunları savundukları -az da olsa- görülmektedir. «Dâr-ı teklif = mükellefiyet sahnesi» olan dünyada, Allah’ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her aklı selim sahibi bunu böyle kabul eder.

O halde mükellefiyet nedir? diyeceksiniz. Açıklayalım :

Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve erginlik çağma ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartları da vardır. Meselâ; oruç'un farz olması için, Ramazan'a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamıyacak kadar hasta olmamak v.s. gibi...

Bu kısa açıklama göstermektedir , mükellefiyetten kurtulabilmek için ya müslüman olmamak ya. buluğa ermemiş çocuk olmak veya deli ya da gel-git akıllı olmak yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında, hiç bir sebeple, hiç bir görevle, hiç bir makamda bulunmakla teklif'den yani Allah'a kulluk görevinden kurtulmak hiç bir fânî için asla mümkün değildir.

Düşünmek gerek bir kere; eğer manevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı. Halbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır. Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan istenmiştir. Teheccüd Namazının Hz. Peygambere vacib olması gibi...

Sonra, yalancı peygamberlerden başka hiç bir sahabî ve İslâm velisi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluğunun kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şahit değildir.

«Gönderdiğimiz peygamberlere de kendi, terine peygamber gönderdiklerimize de soracağız.», «onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size..» âyeti kerimeleri ve nihayet Hz. Peygamber’e hitabeden «Vs sana ölüm gelinceye kadar Rabbına ibadet (e devam) et., âyeti İslâm’da hiç bir kimse için dokunulmazlık, şeriat - üstünlük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.

Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu ırka veya millete mensub olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber akrabalarına ayrı ayrı hitabettiği bir konuşmasında en son kızı Fatma'ya hitabettikten sonra «benden bana ait şeyleri isteyin vereyim. Ama Allah’ın azabına karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azabından kendinizi kendiniz koruyun..» buyurmuştur.

Sorumsuzluk iddia etmek «namazımız kılınmış», «biz şeriatı aştık» demek, dünya şartlarında insan ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddia; «Lâ yus'el amma yef’al = yaptığından sorumlu tutulmayan Allah’a» ortaklık iddia etmek gibi bir hezeyandır, saçmadır. Asıl amacı da «haram-helâl sınırını» yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır.

«Hem dâll hem mudili = Hep sapık hem saptırıcı» olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, toplumdan tecrid etmek, ilgisizliğe mahkum etmek onlara yapılacak en büyük iyilik olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir böyle saçmalıklardan da vaz geçerler.

Hz. Mevlânâ’nın sözüyle bağlıyalım yazımızı :

«Rabbırn, her köle azad edildiği gün sevinir; ben ise sana gerçekten kul - köle olduğum gün sevineceğim »

KUL KUSURSUZ OLUR MU?

«Kusursuz kul olmaz», «beşer şaşar», «şaşmaz  düşmez bir Allah» gibi cümlelerin günlük konuşmalarımız arasında bolca yer almasına ve gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı cahillerin, saygı duydukları kişileri «kusursuz» ifan ettiklerine -seyrek de olsa- rastlan-maktadır.

Hemen belirtelim ki, «kusursuz kul» tasavvuru, Şiilerin «imam-ı ma’sum» akidesiyle büyük bir paralellik içindedir. Tabiatıyla İslâm'ın ve ehl-i sünnet'in akidesine de ters düşmektedir. Peygamberlerden bile «zelle» denen küçük hataların sudur ettiği gerçeği yanında «şeyh efendi»nin veya «üstad»ın hatasızlığını iddia etmek, her şeyi ters yüz etmek, «hatayı sevap görmek» gibi bir sapıklığı sergilemek demektir.

Herkesi gerçek mevkiinde ve tabiî özellikleri ile değerlendirebilmek ya da buna rıza gösterebilmek en büyük olgunluktur. Bu ol-günlük övgü ve yergi duygularındaki itidale bağlıdır. Sevdiğini ölçüsüz seven, yerdiğini kararsız yeren tipler, haddini bilmeyen, aşırı-Iıktan yana ve her an gaf yapmaya hazır kişilerdir.

Keşfler, kerametler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir. Mucize sahipleri bile İnsanî özellikleri sebebiyle yanılgıya düşerlerse, özel ilâhı ikram demek olan keramet, asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez. «Kerameti zahir» nice kişi vardır ki, kerametinden önce «hatası zâhir»dir. Bunun böyle olması da pek tabiî, çok normaldir. Çünkü ne kadar salih olursa olsun bir kişi kusursuz olamaz. İnsan kusurunu afvettirmesini bildiği ölçüde saygı değerdir, kıymetlidir. Zaten hüner hiç kusur işlememekte de değildir. İşlenen hatayı afvetti-rebilmektir hüner... Nitekim Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde :

«Eğer siz hiç günah işlemeyecek olsaydınız, Allah Teâiâ sizi yok edip yerinize günah işleyecek ve afv dileyecek bir millet var eder ve onları bağışlardı.» buyurarak, hataya müsamaha etmemenin, onu afvettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî iradeye daha uygun düştüğünü belirtmiş, kusursuzluğu değil, hatadan hemen dönmeyi yani tevbeyi teşvik etmiştir.

Öte yandan kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle, -varsa- eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata daha eklenmektedir. Ve tabiî bu hatasız (!) görüşleri ve eserleri tenkit etmek mes’ele olmakta, böyle bir cürümü (!) işleyenler, dinlerinden imanlarından bile uzaklaştırılmakta, olmadık hakaret ve karalamalara muhatab kılınmaktadırlar. İlmî tenkit faaliyeti ve dolayısıyla ilmin gelişmesi de böyiece körü körüne kösteklen-mektedir.

Unutulmamalıdır ki, kusursuz kitab sadece Kur’ân-ı Kerim'dir. Çünkü Allah kelâmıdır. Çünkü Allah’ın hıfzı ve korumasındadır. Ondan öte her kitapta az-çok kusur bulunmaması gayr-i mümkündür. Binaenaleyh bazı cahillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddia sahiplerinin en büyük kusurlarından biri olmaktadır.

Kullara yaptıklarını güzel göstermek şey-tan’ın bir taktiğidir. Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça Şeytan'ın tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir. Halk deyimiyle «dost için post olmak»tır.

Hasılı şâirin şu sözü konuya ait gerçeğin tam ölçüsüdür:

«Her günahın içki gibi bir sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, kaç kişinin ayık kaldığını!..»

 

NAZARLIK TAKMAK DOĞRU MU?

«Göz değmesi» veya «nazar değmesi» diye bilinen, mikrobik olmayan ve aniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren manevî rahatsızlıkların varlığını hepimiz pek iyi biliriz. »Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı» gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve «insan gözünden çıkan şuaların, dikkatle belki biraz da kıskançlıkla bakış esnasında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine tesir icra etmesi» şeklinde açıklamaktadır.

Rasulullah Efendimiz Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte : «Göz değmesi gerçektir (vaki'dir)» buyurmuşlardır (Buhârî, tıb, 36; Libas, 86; Müslim, selâm, 41-42; Ebu Davud, tıb, 15; Tirmîzî, tıb, 19; Mu-vatta, ayn, 1; Ahmed b. Hanbel, 1, 1, 294, II, 222, IV, 67, V, 70). Hatta Peygamber Efendimiz, «dokunan her kötü gözden» Allah’a sığınmayı, Hz. İbrahim'in bir duası olarak ümmetine ta'-lim etmiştir. (Buhârî, enbiyâ, 10; Ebu Davud, sünneh, 20; İbn Mâce, tıb, 36). Hz. Aişe validemiz de Hz. Peygamberin göz değmesine karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir (Buhârî, tıb, 35).

Nazar değmesine karşı okuma suretiyle uygulanan tedavinin Hz. Peygamber ve ashabı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler alındığı örnekleriyle sabittir. Bu tedavide daha çok Fatiha, İhlas, Felak v& Nâs sureleri ve Âyetü'l-kürsî'nin okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler arasındadır. Islâm bilginlerinin çoğu, böylesi bir tedavi karşılığında ücret alınabileceği görüşündedirler. Elmalı'lı mer-hum’un belirttiği gibi (Hak Dini Kur’an Dili, Felak Suresi Tefsiri, IX, 6394 - 6399) bu tedavi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır.

Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı güya tedbirmiş gibi, halk arasında dolaşan bir takım hurafelerin manâsızlığı kendiliğinden ortaya çıktı sanırım. Çocukların elbiselerine mavi boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu v.s. takmak.; evlere, binaların girişlerine, arabalara at nalı, at-kafası, çeşitli muskalar asmak, kurşun dök-, mek, tütsü yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara göz resimleri yapıştırmak, acaip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı aletleridir. Bunların tıb açısından en küçük bir faydası düşü-nülemiyeceği gibi bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak haramdır.

Bir tür koruyucu totem izlenimini veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesinlikle yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir, (bk. Nesâî, Ziynet, 17; İbn Mâce, tıb, 39).

O halde anlaşılmıştır ki, müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu zannına kapılmak değil, her şeyini borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine sunduğu rabbına sığınmaktır. Şifayı verecek olan’ın ne ilaç ne doktor, ne okuma ne hoca değil, bizzat Allah Teâlâ olduğunu hiç unutmamaktır. Allah şifa vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Makul ve emredilen yoldan hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifayı yalnız ve yalnız Allah'tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde bir ikinci görevdir.

Manevî hastalıkların tedbiri de manevi dir. Kur’an âyetlerinin ve me'sur duaların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp batıla kapılmadır.

«Allah’ım, her şeytan (tabiatlının şerrin)-den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü gözden şifa veren kelimelerine sığınırım.»

Netice

BİD’ATLARA KARŞI KORUNMA ÇARELERİ

Beyhakî’nin İbn Abbas’dan rivayet ettiği bir hadise göre «Allah’ın en çok buğuz ettiği iş, bid’attır(Ali Mahfuz, İbda’, s. 32)

Böyle olunca bid’atlardan korunmak bir anlamda da İlâhî buğuzdan kurtulmaya çalışmak demek olacaktır. Bu sebeple müslûman toplumun bid’atlardan korunmasında devlet de görevlidir, müslümanlar da...

·        a) Devletin görevi

Bid'atlarla mücadelede devlet başkanınca alınması gerekli tedbirlerin başında, şartlarını haiz bir muhtesib (ler zümresin)!, anında emrbi’I-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini görmek üzere örgütlemek ve görevlendirmek gelmektedir.

Muhtesib, şer’i şerife aykırı her fiili önlemek ve böylesî bir münkeri işlemeye kalkışanları bundan vazgeçirmek anlamındaki hisba görevi’ni deruhte eden kişidir. (İbda’, 143)

Devlet, hisbe teşkilâtının çalışması için gerekli jnâlî imkân ve tahsisatı beytu’l-mâl (bütçe)den karşılamakla da yükümlüdür. (İbda', s. 144)

Hisbe, İslâm toplumunda her türlü denetim görevlerini üstlenen kurulun ortak adı olarak sünnet dışı gelişmeleri kontrol etmeyi de ifade etmektedir. Hatta «hisbe’nin bid'atlar karşısındaki önemi, öteki münkerât karşısındaki rol ve ehemmiyetinden çok önde gelir.» (İbda’, s. 149)

·        b) Müslüman halkın görevi

Bid'atla mücadelede ihtisab müessesesi kadar, hatta ondan daha da önce müslüman-larda hisbe ruhu’nun bulunması gereklidir. «İddihâru’l-ecr indellah = mükâfatı Allah katında biriktirmek» demek olan hisbe ruhu bld’atlarla mücadelede temel şarttır. „

Bu şart, bid'atlara karşı amansız, tavizsiz ve hoşgörüsüz olmak gerektiğini ortaya koymaktadır. Çünkü bu illet bünyevîdir, sâridir, ciddidir. Acımaya, müdahalede gecikmeye gelmez.

Hatta halkının tümü sünnet üzere yaşıyan bir beldede çıkan bir bid'atı önlemek ve bid'at-çıyı vaz geçirmek için bu belde halkı devlet başkanından izin almadan teşebbüse geçebilirler, onlara bu hak tanınmıştır.

Bir bölümü ehl-i sünnet bir başka bölümü ehl-i bid’at ya da bid’at taraftarı olan kişilerin bid’atçıya müdahale etmek için —daha büyük bir kargaşaya meydan vermemek düşüncesiyle— mutlaka devlet başkanından izin almaları şarttır. Devlet başkanı kime izin verirse, yetki ve görev omundur, bid'atı o önleyecek, bid’at-çıyı o te'dib edecektir. [İbda', s. 149)

Öte yandan bid’atçıya yardımcı olmanın, İslâm’ın yıkımına çalışmak demek olduğu halk tarafından bir iyice benimsenmelidir.

Bid’atlarla mücadele edebilmek, bid'atçınm tuzağına düşmemek için yeteri kadar İslâm ve sünnet konusunda bilgi sahibi olmaya çalışmak gerekir. Bid’atm yerleşmesi için en uygun vasat cehalet’Ie oluşur.

Bid'atlar ve fitnelerden korunabilmek için Kur’an ve sünnet'e sığınmak ve sarılmak, fert ve devlet planında yapılacak yegâne görevdir. Rasulullah (s.a.) tarafından tavsiye' edilen yol da budur.:

«Sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmıya-cağınız iki şey bırakıyorum sîze : Allah’ın kitabı ve Peygamberin sünneti...» (Muvatta, kader 3]

«Benden sonra yaşayanlarınız pek çok ihtilâflar görecektir. Size sünnetime ve hidâyete erdirilmiş halifelerimin sünnetine sımsıkı sarılmanızı tavsiye ederim.» (Ebu Davud, sünnet 5; Tirmizî, ilim 16; Dârimî, mukaddime 16) «Dine Muhalefetten sakınım Dine sonradan sokulan herşey bid’at ve her bid’at da dalâlet (sebebi)dir.» (Dârimi, mukaddime 16)

·        c) Bid'atçılarm cezalandırılması

Bid’atçıları cezalandırmakta bir kaç görüş bulunmaktadır.

·        1 — Haricîler gibi öldürülmek suretiyle cezalandırılırlar:

Ebu Katâde’den : «Bir bid’at icad ve ihdas eden kılıcı haketmiştir.» (Dârimî, mukaddime 16)

·        2 — Daha hafif bir ceza ile cezalandırılırlar.

·        3 — Cezalandırmaya güç yetirilemezse, bid'atı açıklanarak ondan , halkın sakıridırılması yoluna gidilir. Ki, bu bi,r emr-1 bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker görevidir. (İbda', s. 141)

İslâmî anlamda icra yetkisinin bulunmadığı ülke ve toplumlarda da müslümanlar bu üçüncü yolla bid'at ve bid'atçılarla mücadele etmek ve müslümanların korunmasına çalışmakla görevlidirler. Bu konuda da birinci derecede ulema (bilginler) ya iş düşmekte, sorumluluk terettüb etmektedir.

Bu ikaz görevi yerine getirildikten sonra--dır ki, «Ey inananlar, siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduktan sonra o yoldan sapan» lann size bir zararı olmaz.» âyetindeki İlâhî müjde ve garantiden yararlanmaya hak kazanılmış olur. (İbda', s. 147)

Çünkü yapılan uyarının muhatablarca kabul edilip - edilmemesinden sorumlu değiliz. Uyarının yapılmasından ve doğru olan, yolda yürümekten sorumluyuz. Hz. Peygamberin görevi de bu değil miydi?

«Sana sadece tebliğ gerekir. Hesab görmek bizim işimizdir!»                 

Bugün Türkiye’de din görevi üstlenenlerin bu konuda daha büyük bir dikkat göstermeleri zarureti ortadadır. Çünkü dinî hayat, belli menfî gelişmeler sonucu, her türlü yabancı ve düşman unsurlar tarafından yozlaştırılmaya çalışılmış olduğu için müsiüman halk, din kokusu aldığı hemen her girişimi desteklemek eğilimi göstermiş, hoş karşılamış, benimsemiştir. Zamanla alışkanlık halini alan bu uygulamalardan müslûman halkı şimdi vazgeçi-rip gerçek olan’a, sünnet’teki uygulama biçimine alıştırmak ve bunu da en küçük yaptırım gücüne dayanmadan yapabilmek... İşte görev ve güçlüğü budur...

SON SÖZ

Buraya kadar Müslüman-Türk toplumu olarak günlük hayatımızda -muhtelif boyutlarda- etkisini hissettiğimiz ve yaşadığımız yanlışlar dizisi içinden en yaygınlarını en belirgin yönleriyle ve korunma çareleriyle birlikte dikkatlerinize sunma gayreti içinde olduk.

Şimdi son 'derken bir iki nazik ve önemli noktayı bir kez daha vurgulamakta yarar görmekteyiz.

Hurafeler ve bâtıl inanışlar daha çok sıhhat, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak noktalarında ve toplumun hemen her kesiminde en ağır şekilde de kadınlar arasında yoğunlaşmaktadır. Hayat şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi tedbirlerle bu hurafe ve bâtıl inanışların ortadan kalkabileceği görüşü, modern ve ileri toplumlarda da aynı hurâfe ve bâtıl inançlara ya da benzerlerine rastlanması gerçeği karşısında’ geçerliğini kaybet-mistir. Demektir ki hurafeler toplumların ortak ve onulmaz kültürel dertleridir.

Hurafe, bid’at ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı bu durumlarını dindarlık, tevekkül, Allah’a güvenme; bunlara karşı çıkmaya da «itikadsızlık» damgasını vururlar. Oysa bilinmesi ve hiç unutulmaması gerekli olan bir gerçek vardır : Din'in kabul etmediği anlayış ve uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık ancak, dinî olanı, dince kabul Ve emredileni emrediidiği şekilde yerine getirmektir. Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, yanlış kapı çalmaktır, aldanmaktır, aldatmaktır. Cehâlete, câhil hatta bazan hâin telkinlere kurban gitmektir. Din’in aslî sâfiyetine gölge düşürmek, din düşmanlarına söz hakkı tanımak, onların dince kabul edilmiş bir çok hususu «hurâfe» diye ilan etmelerine -bilmeden de olsa- çanak tutmaktır. Gerçeğe mekân olması gereken kalb evini yalana, yanlışa açmaktır.

Herhangi bir hurâfe veya bâtıl inanışa halkın çoğunluğunun sarılmış olması o hurâfe-nin gerçek ve doğru kabul edilmesi için gerekçe yapılamaz. Gerçeğin ölçüsü bizzat gerçektir. Gerçtek ise, Allah'tan gelendir.

O halde şer'î delillerde, özellikle sünnet’te yeri olmayan uygulama ve kabuller hurafe’-dîr, bid’attır, bâtıldır...

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan Peygamber Efendimizin sünnetini yaşamak, bizi her türlü yanlıştan kurtaracak yegâne yoldur. Çünkü doğru yol, O’nun kılavuzla-dığı yoldur. Gerisi tek kelime ile boş'tur.

O’nun bir duası ile «son» diyor, okuyucularıma yanlıştan uzak, sağlıklı dinî yaşayışlar diliyorum :

«Ey kalbleri halden hale çeviren Allah’ım, benim kalbimi dinin üzere sabit ve dâim kıl.»

EK

Şeyh Ahmed Vasiyetnamesi Hakkında Bir Rapor

ŞEYH AHMET VASİYETNAMELERİ HAKKINDA ZARURİ BİR AÇIKLAMA

Müslümanlık birlik ve beraberlik dinidir. Müslümanlar İslâm’ın zuhûrundan .bugüne kadar varlıklarını bu şuurla korumuşlardır. Bundan böyle de varlıklarını dinî birlik ve, kardeşlik şuuruyla korumaya devam edeceklerdir. Bu gerçeği çok iyi bilen İslâm düşmanları bu sağlam birliği öteden beri kundaklanışlardır. Bilhassa maksatlı kişiler müslümanların arasına sokularak saf ve bilgisiz müslümanları her fırsatta aldatıp aralarında fitne ve fesad çıkarmaya çalışmışlardır. Yahudilerle; temsilcileri sayılan Abdullah b. Sebe ile başlıyan yıkıcı faaliyetler günümüze kadar çeşitli adlar ve kisveler altında sürüp gelmiştir. İşte bu gün müslüman halkımızın her yönden birliğini, beraberliğini ve dininhemeli sayılan temiz inançları yıkıcı, mahiyette bilinen faaliyetlerden bir tanesi de, Şeyh Ahmet Vasiyetnamesi adı verilen maksatlı yayınlardır.

Bu vasiyetnameler esas ve muhtevada dinimize tamamen aykırıdır. Şöyle ki :

1 — Mezkûr vasiyetnamede Şeyh Ahmet, uykuya daldığı bir sırada bu vasiyetleri Peygamberimizden aldığını iddia ediyor. Rüyada birisini gördüyse, bu peygamberimiz olamaz. Onu gördüğünü zannediyorsa, şemâili tam’-mıdır? Tam diyorsa, bu1 büyük bir yalandır. Çünkü vasiyetnamenin içindekiler, Dinimize aykırıdır. Böyle dine uymayan bir vasiyetnameyi Peygamberimize isnad etmek, yalan ve büyük bir iftiradır. Peygamber Efendimiz yalan yere rüya uydurma hakkında şöyle buyurmaktadır: «Bir adamın babasından başkasına intisabı, uykuda görmediğini gördüm demesi, benim söylemediğim bir sözü, söyledi diye iftira etmesi en büyük günahlardandır.» «Peygamberine iftira eden yahud gözlerine iftira eden yahud ana-babasına iftira eden Cennetin kokusunu duymaz» «Rüyasında görmediğini gördüm deyip yalan söyliyen kimse, cehennem ateşindeki yerini hazırlasın».

2 — Bir kimseye rüyasında Peygamberimiz tarafından dinî yeni bir hüküm tavsiye edilse, bununla amel edilmez. Çünkü onun irtihali ile vahiy sona ermiştir ve sağlığında iken din tamamlanmıştır. Bu husus, bazı âyet ve hadislerle de açıklanmıştır. Binaenaleyh görülen bu çeşit rüyalar, dinin İlâhî ölçülerine uygun olduğu müddetçe haktır ve rüyayı sa-dıkadır. Bu gibi rüyalar, dinî hükümleri sadece teyid eder. Fakat dinen hiçbir hüküm ifade etmez. Şayet görülen rüyalar (vasiyetnamedeki gibi) dine aykırı ise, bâtıldır ve şeytanîdir. Hiçbir değer ifade etmez.

3 — Şeyh Ahmet, Dinî hükümlere atıflar yaparak çeşitli dinî hükümler icad etmektedir. Halbuki dinde inanılacak esasları, ha-; ram ve helâl gibi hükümleri ancak ve ancak Allah bildirir. Bu hususta Peygamber sadece tebliğ ile görevlidir. Aksi takdirde Allah hakkına tecâvüz olur. Halbuki Şeyh Ahmet, burada bunu düşünmiyecek kadar gafil ve câhil veya azılı bir İslâm düşmanı durumuna düşmektedir.

4 — Şeyh Ahmet, Peygamberimizden olduğunu iddia ettiği vasiyetnameleri rivayet etmektedir. Rivayetin kabule şayan olabilmesi için rivayet edenin biyografisinin çok iyi bilinmesi, ayrıca itimad edilir bir şahsyet olması gerekir. Aksi takdirde rivayetin hiç bir değeri olmaz. Ravzaı Mutahharanın böyle bir imam ve hatibi veya hizmetçisi var mıydı. Var idi ise, nasıl bir kimse idi? Aklı, inancı ve ahlâkı, nasıl bir şahıs idi? Halen böyle bir zat var mıdır? Bu ve emsali sorulara hiçbir Medineli veya herhangi bir eser, cevap verememektedir- Şu halde, bu rivayeti, hayatta olmıyan hayalî bir kimse yapmış oluyor. Sonra takma bir adla yapıldığını düşünsek, neden buna baş vurulmuştur? Bu , iyi niyetle yapılsa dahi, hatayı düzeltmiş olmaz ki... Günkü vasiyetnameler fahiş hatalarla doludur.

5 — Şeyh Ahmet bazı vasiyetnamelerde; «Türbe-i Şerif Hâtibî», bazısında . «Peygamberimizin türbedarı» ve bazısında da «Resulul-lah’ın Harem anahtar taşıyıcısı» olduğunu yazarak, Ona olan mesnetsiz yakınlığını ve hayalî hizmetlerini istismara kalkmaktadır. Ona olan gerçek yakınlık, dinî esaslara uymıya bağlıdır. Yer ve kan yakınlığının İslâm’da, iman ve amel-i salih olmadıkça, hiç bir değeri yoktur. Şeyh Ahmet burada Peygamberimize yakınlığını ve hizmetini ileri sürerek, «Onu rüyada görür görmez tanıdığı ve onun bir nevi yakını olması hasebiyle elçisi durumunda olduğu» fikrini sinsice benimsetme çabasına girişmiştir. Halbuki Peygamberlerin vârisleri din bilginleridir.

6 — Vasiyetnamelere şirk koşanların ve ona inanmıyanın kâfir olacağı iddia edilmiştir. Vasiyetname, İslâm Dininin hangi esa-smdandır? Ne ile sabittir , onu tanımak iman; tanımamak küfür olsun? İslâm Dininin; iman ve amel esasları bellidir. Kimin neyi kabul ederse müslüman; neyi inkâr edrese kâfir olacağı bellidir. Şeyh Ahmed'e göre İslâm Dinini kabul edip tatbik etse dahi, bir kimse, mezkûr vasiyetnameleri kabul etmemesi veya propagandasını yapmaması halinde kâfir sayılmaktadır ki, bu, dine, akla ve mantığa aykırıdır ve çok gülünçtür.

7 — Vasiyetnamelerde büyük yeminler edilerek; «Vasiyetnamede yalan yoktur, varsa imansız gideyim» denilerek okuyan ve dinleyenin yüreği titretilmeye ve heyecana getirilmeye çalışılmaktadır. Bu yeminler, Şeyh Ah. med’in iddiasına, bizzat kendisinin inanmadığım ve başkalarının inanmalarında da şüpheye düştüğünü göstermektedir. Ayrıca lânetler edilmektedir. Lânet, lânet edilene gitmeyince edene döner. Burada da Allah'ın lâneti Şeyh Ah-med’in kendisine dönerek kendi kendini Allah'ın mel'unu durumuna düşürmektedir.

8— Vasiyetnameleri çoğaltıp propagandasını yapmıyan ve onları dağıtmıyanların yüzünün kara, dağıtanların da afv olunduğu ve Peygamberi görmüş olacağı iddia edilmektedir. Halbuki âyet ve hadislerde, yüzleri kara olanların kâfirler olduğu beyan edilmektedir. Yüzü kara olma kâfire mahsus bir azaptır. Bir vasiyetnameyi kabul etmiyen ve propagandasını yapmıyan bir müslümanı kâfir yerine koymak dine aykırıdır.

Bu vasiyetnameleri dağıtanlara ise, bol bol bağışlamalar vadedilmiştir. Bunların hiçbirisi ne kitap ve sünnette ve ne de bunlara dayanan dinî kitaplarda mevcuttur. Bu mükâfat ve cezalar, tamamen uydurmadır.

Münderecatı, usul ve esasları İslama baştan sona aykırı olan yazılması müslümanlar arasında fitne ve fesada sebeb olan Vasiyetnameyi uyduran, ya çok saf ve câhil bir insan veya İslâm Dinine ve Müslümanlara düşman bir kimse veya teşkilât veya menfaat sağlayan bir guruptur.

Netice : Vasiyetnameler hiçbir îlmî ve dinî esasa dayanmıyan indî ve maksatlı fikirleri yaymıya matuf, millî birliğimizi, dinî bütünlüğümüzü bozucu, inanç ve hissiyatımızı rencide edici, bölücü ve zihinleri teşviş edici zararlı bir neşriyattır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar