HURAFELER VE BATIL İNANIŞLAR
İsmail
Lütfi ÇAKAN
GİRİŞ
Sağlıklı
bir dinî hayat, hurafe ve bâtıl inanışlardan ukak
olan hayattır.
SAĞLIKLI BİR DİNÎ YAŞAYIŞ İÇİN
Yeterli,
dikkatli ve sürekli bir denetime tâbî tutulmayan veya büsbütün denetimsiz kalan
istek ve arzular gibi inançlar ve bu inançlara dayalı olarak yapılacak davranış
ve ibâdetler de zamanla yozlaşırlar. Bulunmaları
gerekli kıvam ve nitelikten uzaklaşırlar. Neticede onların yerini bir takım
yanlış kabuller ve sağlıksız uygulamalar’ alır. Yanlış temellere dayanan
davranışlar, kişileri, daha doğrusu, bu davranış sahiplerini belli bir süre
avutsa bile, beklenen mutlu sona ulaştırıcı olamazlar. Hatta tam aksine,
beklenmeyen ve istenmeyen acı sonuçlara, pişmanlıklara, giderilmesi imkânsız büyük
kayıplara yol açarlar.
Bu
sözlerimizle biz, sağlıklı bir dinî yaşayış için önce sağlam inanç esaslarına
ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın,
sonra da ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak
hurafe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın gerektiğini vurgulamak istemekteyiz.
«Hurafe». Nedir? ’
Bilindiği
gibi «hakîkat»ın zıddı olan «hurâfe»,
aslı-esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı
zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde
dolaşan abartılmış hikâyelerden ibârettir. Bâtıl
inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek
demektir.
Her
devirde, her toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurafe ve bâtıl inanışlar,
toplumların ortak derdi olarak daima gündemde kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece insanlığın başına
dert olmasında genellikle cahillik, alışkanlık, görenek, propaganda, çıkar hesabları ve kişisel zaaflar etkili olmuşlardır.
Öte
yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık,
ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli bazı
konularda ve bilhassa kadınlar arasında yaygındırlar. Kabul etmek gerekir ki «kadınlar bâtıl itikadlara hakîkat gibi kapılırlar. En bilginleri dahi
.inanılmayacak şeylere inanırlar.» Geçim şartlarının düzeltilmesi,
sağlık hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyoekonomik
tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların ortadan
kaldırılabileceği görüş ve iddiası, modern ve ileri toplamlarda da hurâfe Ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında
büyük ölçüde geçerliğini kaybetmiştir. Bu durum, hurâfe
ve bâtıl inanışların ekonomik olmaktan çok, kültürel bir mesele olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Nitekim, Dinler Tarihi bize
göstermektedir ki, İlâhî dinler, ki-: silerin
doğrudan uzaklaştığı, bir takım yaratık-j lan çeşitli gerekçelerle ilâh
edindiği, kısaca hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı
olduğu dönemlerde ortaya çıkmışlar ve insanlığı boş ve asılsız inanç ve
tapınmalardan kurtarmaya, dünya ve âhirette mutlu
kılmaya çalışmışlardır. İlâhî dinlerin Peygamberler aracılığı ile verdiği bu
ciddî savaşa Tevhîd Mücâdelesi
dememiz mümkündür.
Tevhîd
mücâdelesi, Tanrı tanımazlıkla mücâdele
demek olduğu kadar, asılsız kabuller, yanliş
uygulamalar yani hurâfe ve bâtıl inanışlarla da mücâdele demektir. Dinimiz ve j sevgili peygamberimiz de
aynı şartlar içinde j zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi
en aklî ve mantıkî metodlarla
en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun tarihî kanıtı, «cahiliyye
devri» diye bilinen İslâm öncesi dönemin kokuşmuş orta doğu toplumlarmm,
uzun süre dünya milletlerince özlem ve gıbta ile
izlenen İslâm Medeniyeti'ni gerçekleştirmiş
olmalarıdır.
Ne
var ki bu kültürel hastalık, değişen toplum şartları içinde yeniden kendini
göstermiş, giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir. Peygamber
Efendimizden sonra, O’nun vârisleri olan din bilginleri ve ilim adamları hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı verilen mücadeleyi
yürütmüşler, yürütmektedirler.
Dinler
Tarihi araştırmacıları, hurâfe ve bâtıl inanışların hemeh hepsinin temelinde ecdada bağlılık, ateş, su, orman
ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğunu bildirmektedirler.
Bazı yaratıklarda üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde
etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar,
insanlığın, tarih içinde sıkça görülen yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu
yanlış ve yanılgıdan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve inananları
«uğursuzluk» sebebi olarak suçlayan milletler bile görülmüştür. Hatta İslâmiyetin getirdiği en mütekâmil dinî ve aklî gerçekleri
«öncekilerin uydurmaları, masalları» diye, hurafeler ve batıl inanışlar adına
mahkum etmek isteyenler çıkmıştır. Ne kadar garibtir ki, günümüzde de saplandıkları hurâfe
ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlara, bu yüce ve nezîh
dinin, ona hizmet verenlerin, halkı hakka çağıranların karşısına çıkıp
yanlışlarında, hakta direnircesine direnenlere rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz,
bu davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derîn bir cehâlet bulunmaktadır. Dinimizin, insan özüne ve gerçeğine
en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilkeleri ve
bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip
olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz
davranışları sergilemesi düşünülemez. Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği
tanımaktır.
Şu
da tartışmasız bir gerçektir ki, toplumun hangi kesimine mensub
olursa olsun, yeterli ve sağlıklı dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde
bulunan kişilerin, hurâfe ve bâtıl inançlara
kapılmaları daha kolay olacaktır
Çâresi ise,
bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip kılmaktır.
Hurâfe
ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar kişileri farkına vardırmadan
doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de
bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek amel ve davranış olarak, inandıklarını
söyledikleri dînin gerçeklerinden uzaklaşıvermişler.
Çünkü Sevgili Peygamberimizin bir şerefli hadîslerinde
buyurdukları gibi, her bid'at ve hurâfe
sapıklık sebebidir. O, şöyle buyurmuştur:
«Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı;
yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden
olmadığı halde sonradan uydurulup dine sokuşturularilardır.
Böyle uydurulmuş her şey bid’attır, hurâfedîr, her bid’at da sapıklık
sebebidir.»
Öte
yandan hurâfe ve bâtıl inanışlar, inanma, kulluk,
takdir ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek
olduğundan toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar, ffğri ile doğru birbirine karışır. Özellikle, toplumda
yaygınlaşmaları halinde bu asılsız inanç ve uygulamalar «kurunun yanında
yaşın da yanması» gibi, yeterli dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından, dine
ait bazı esasların da hurafe ya da bâtıl inanış olarak görülmesine ve tenkid edilmesine sebep olurlar. Böylece de «dindarlık»
yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış olmanın
sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır ki herhangi bir kötülüğe
sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi sorumluluk doğurur.
Hurafe
ve bâtd inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir
kısmı, bu durumlarına dindarlık; bunlara karşı çıkılmasına da itikadsızlık, inençsHhk damgasını
vururlar. Oysa, iyi bilinmesi gerekli olan bir gerçek
vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve uygulamalarla dindarlık olmaz.
Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden oi-nı dince kabul
ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle mümkündür. Bu
yüzden dindarlık sanarak hurafe ve bâtıl inanışlara kapılmak, halkımızın
deyimiyle, «yanlış kapı çalmak»tır, aldanmaktır.
Hurafe
ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak istendikleri
zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve ya-
panlann
çokluğunu öne sürerek, yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu, yanlışın
doğru, hurafenin hakikat sanılmasına gerekçe yapmaya çalışırlar. Bu da en az
bir önceki ka-
-
dar büyük bir yanılgıdır. Çünkü değil çoğunluğun, bütün bir milletin bile bir
yanlış ve hıı-râfe üzerinde birleşmesi, onun
niteliğini de-ğiştiremez, hurafeyi hakikat yapamaz.
Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir. Gerçek ise, Bakara Suresinin 147. âyetinde belirtildiği gibi, «Âüah’dan
gelendir».
Genel
bir tanıtım ve değerlendirmesini yapmaya
çalıştığımız hurafe ve bâtıl inanışlar, toplumda, dinimizce asla tasvîb edilmeyen, asılsız üzüntülere,
karamsarlıklara, sebepsiz çılgınlıklara yol
açmakta, sadeliği, kolaylığı ve akla uygunluğu ile tanınmış
gerçek dinî ya-n
sayışta,
-ifade uygunsa^ bir çeşit anarşi do- ğurmaktadırlar. İş bu
kadarla da kalmamakta, bazı gözü açıklara haksız kazanç imkânları bi- le
sağlamaktadırlar. Ülkemizde
en yaygın olanlarım açıklama- yı hedef
aldığımız hurafe ve bâtıl inanışlar, ;
saygı duyulması gerekli kutsal
değerlere karşı tam
anlamıyla bir saygısızlık, demektir. Bu yüzden de bütünüyle hurafe ve
bâtıl inanışlardan uzak kalınması, aklın, ilmin ve dinin aydınlığı ile gerçeğe
dönülmesi gerekmektedir. Hurafe ve bid’atların
terk ve tedâvisinde, Hz. Peygamberin yaşayışı ve
tavsiyeleri yani sürmet’i en büyük yardımcıdır. İslâm
Tarihi bunun örnekleriyle doludur. Nitekim bizzat Peygamber Efendimiz de
bizlere şu tavsiyede bulunmuştur : «Size iki şey bırakıyorum,
bunlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmaz, (hurafe
ve yanlışa kapılmazdınız; Allah’ın kitabı ve Nebî’sinîn
sünneti!»
Gaybden'haber vermeğe bağlı hurafeler
«De
ki;' göklerde ve yerde ğaybı, Allah’tan başka bilen
yoktur.»
—
en-Nend (27), 65 —
mm»»»
GAYB’I BİLMEK MÜMKÜN MÜ?
Yüce
Yaratıcı'nm biz insanlara verdiği aksi, duyular,
sezgi, rüya ve benzeri öğrenme vasıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne «Şehâdet âlemi» denir.
însan’ın
bu kendine ait vasıtalarla hakkında bilgi edinemiyeceği,
Allah, Cennet, Cehennem, yarın başına neyin geleceği gibi konuların hepsine de
-insan nokta-ı nazanndan-«Gayb
âlemi» denir.
Eskiden
beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını mucib olmuştur. Bu âlem hakkında da bilgi edinmek
istemiştir. Tabiî bu merak, ve istek; gaibden haber verdiğini söyleyen kahinler, arrâflar, falcılar tarafından istismar edildiği gibi
günümüzde de bunlara ek olarak medyumlar ve ruh çağıranlar tarafından kötüye
kullanılmaktadır.
Hurâfelerin,
bâtıl inanışların toplumda
yaygınlaşmasına
ve bazı kişilerin asla kendîlerinde bulunmayan bir
takım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve böylece menfaat sağlamasına
yol açan «gaybı bildiği ve haberverdiği
«yalanına» ve muhtelif şekillerine dik
kat
çekmeden önce mes’elenin dinimiz acısıh-dan nasıl öle alındığını açıklayalım.
Dinimize
göre gayb’ı sadece Allah bilir. «De kî; göklerde ve yerde gaybı, Allah’dan başka bilen yoktur.» (Nem!
Suresi, âyet 65).
Allah
Teâlâ’nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği Peygam berîer
bile gaybı bilemezler. Kur’an-ı Kerim'de ;
, Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurulmakfa ve durum bizlere bütün açıklığıyla duyurulmaktadır:
«De ki; Size Allah’ın hazîneleri
yanımda, dır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben* meleğim de demiyorum. Ben sadece
bana vah-yolunana uyuyorum.» (En’am
Suresi, âyet 50).
«De
kî: «Ben kendime, Allah'ın
dilediğinden başka he bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim.
Görülmeyeni (gaybı) hileydim, daha çok iyilik
yapardım ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan'bir
kavim
için bir uyarıcı ve müjdeciyim.» (A’raf Suresi, âyet 188).
Cin
Suresi'nin 26 ve 27. âyetlerinde de Allah
Teâlâ’nın, ancak peygamberleri gayb bilgisine muttali
kıldığı belirtilmektedir.
O
halde Allah’dan bir bildirme olmadığı sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir.
Allah Teâlâ da bu bilgiyi sadece Peygamberlerine bildirdiğine ve Hz.
Muhammed’den sonra da peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer
yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır.
Her
akıllı kişi kabul eder ki hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiç bir
zaman bu zavallıların heva ve. heveslerine
tabi olmaz, onlar dedi diye İlâhî takdir değişmez. «Eğer gerçek onların
heveslerine uysaydı gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.» (Mü’minun Suresi, âyet 71).
Sevgili
Peygamberimiz, hidâyet rehberimiz Hz. Muhammed bir hadîslerinde, gaybdan haber
vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır:
«Gayb habercisi (kahin, arrâf, falcı...} ne gidib, onun
dediğini doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderilen (Kur’an)’ı inkâr etmiş olur.» (Tîrmizi, K. Tahare, 102; İbn Mâce, K. Tahare,
122).
Anlaşılmaktadır
ki, ğaybden haber verdiklerini söyleyen kimselerin
dinlenmemesi bir vecibe, dinlenilmeleri ise büyük bir vebâl
ve yasaktır.
FALCILIK VE FALA BAKTIRMAK
.
Fal ve falcılık; gayb'den haber verme, gelecek
hakkında önceden fikir beyan etmek temeline dayanmaktadır.
Tarihin
her devrinde, her millette istikbali öğrenme teşebbüslerine, bunun muhtelif şekillerine
ve değişik vasıtalarına rastlanmak-tadır.
«Ezlam» denen fal okları, remiller, İranlIların ve Rumların tavla ve satranç oyunları,
günümüzde, yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma, kitab açma v.s. falcılığın şekil
ve malzemesinin bir kısmıdır. Ayrıca, çağımızda falcılık, gazete vasıtasıyla
modern insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında
gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar
yayınlamaları, faldaki yalan'ın boyutlarım oldukça
genişletmiştir.
Falcılığın
bütün nevilerine misal olmak üzere Kur’an-ı Kerim'de «ezlam»
fal okları ve bunlardan istikbali öğrenme işlemlerinden bahsedilmiştir. Önce ezlam’ı tanıyalım : Arab-Iciin üç çeşit okları vardı. Bunlardan
birinin üzerinde «Rabbım emretti» veya «yap»;
ötekinin üzerinde «Rabbım nehyettî»
veya «yapma» yazılı idi. Üçüncüsü ise, boştu. Bu oklar putha-nelerde bulunurdu. Putperest arab,
bir işe niyet etti mi veya bir yolculuğa çıkacağı zaman puthapeye
gider bu okları atardı. «Yap» yazılı ok çıkarsa, düşündüğünü
yapar, «Yapma» çıkarsa, vaz geçerdi. Boş ok çıktığı takdirde, öteki
ikiden biri çıkıncaya kadar ok atmaya devam ederdi. Böylebe
güya gelecek hakkında bilgi edinmiş, olurdu.
Hurâfe
ve bâtıl inanışlarının hepsine birden savaş açmış bulunan dinimiz, bütün
çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. «Fa! oklarının, Şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarab içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir
cürüm sayıldığını, kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini Maide
Suresinin 90. âyeti çok açık bir şekilde
bildirmektedir. Bir başka âyette (Maide
: 3) de : « ve fa! oklarıyla kısmet aramanız sîze haram kılındı.» buyurulmuştur.
Öte
yandan «beş bilinemez»! açıklayan Lokman
Suresi’nin 34. âyetinde de «hiç bir nefis yarın ne
kazanacağını bilemez. Yine hiç bir nefis nerede öleceğini de bilemez.» buyu-rulmakta,
gelecekten haber vermeye kalkışmaktan ibaret olan falcılığın Islâm’da yeri olmadığı duyurulmaktadır.
Peygamber
Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde falcılıktan elde edilecek kazançtan (hulvânu’l - kâhin) mü’minleri nehyetmiş bulunmaktadır, (bk. Buhârî,
büyü', 25, 113; Müslim, müsâkât, 40).
O
halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan kazanç temin etmek hiç
bir surette müslümana yakışmayan hareketlerdir,
özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri, böyle boş şeylerle
kendilerini aldatmamaları gerekmektedir.
Falcılar
bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden korusunlar... Unutmayalım
ki, aldatmak hainlik ise, aldanmak da ahmaklıktır...
Bir
sürü yalan ve tahminin içinde bir kaç tanesinin mevcut hale ya da ileride
olacaklara uygun düşmesi; falcıların gayb’rbilmesi
anlamına gelmediği gibi onlara inanıp İslâm'ın temiz inanç esaslarından vaz
geçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye de değmez...
Kim böyle bir değişmeye rıza gösterirse, dünyanın ve ahiretin en büyük zararına
uğramış demektir.
«FÂL-İ HAYR» NEDİR?
Fal
ve falcılıktan söz ederken özellikle yaşlılardan 2aman zaman duyduğumuz «bu bir
fâl-i hayr’dır» gibi
sözlerde yer alan «fâl-i hayr»
ifadesi üzerinde de kısa bir açıklama yapmak uygun olacaktır.
Şunu
hemen belirtelim ki İsiâmiyetin hoş gördüğü -tabir
caiz ise- tek fal, fal-i hayr’dır. Fal-i hayr; duyulan bir güzel kelimeyi uğurlu saymak, onunla tefe’ül etmek, onu hayr’a
yormaktır. Eskiler buna «yom tutmak»; tersine ise «şom tutmak» da derler.
Böylesi bir hayr’a yorma olayına bizzat sevgili
Peygamberimizin hayatında rastlamaktayız. Hudeybiye
Seferinde, Hudeybiye Antlaşması’nın yapılması
esnasında Kureyş temsilcisi olarak Süheyl b. Amr’ın geldiğini görünce Peygamber Efendimiz; Süheyl
kelimesinin «yumuşaklık ve kolaylık» manasıyla tefe’ül
ederek, müslümanlara şöyle buyurdu
;
— Artık işiniz (bir dereceye kadar)
kolaylaştı demektir.»
İşte
bu, bizzat Hz. Peygamber'in bir kelime ile tefe’ül
etmesi, onu hayra yormasıdır. Bilindiği gibi neticede İslâm Devletinin resmen
Mekkeli müşrikler tarafından tanınması anlamına gelen Hudeybiye
Antlaşması; Hz. Peygamberle bu Süheyl b. Amr
tarafından imzalanmıştır.
Fâl-i hayr’a bir başka örnek de şudur: Arab
edib ve şâiri Esmâî, Tabiîn’in büyüklerinden
Abdullah b. Avn’e «güzel bâr kelime ite tefe’ül. nasıl olur?» diye sorar. O da cevaben şöyle buyurur:
«Bir
hastanm, kendisine «sâlim!»
diye hltebedilmesinden sağlığa kavuşacağı anlamım
çıkarması, o hitabı böyle yorumlamasıdır.»
Yine
yitiğini arayan birine «Vâcid!» dîye
Beslenilmesi de «yitiğini bulacağı» şeklinde bir iyiye yorma vesilesi olabilir.
Keza hacca gitmemiş birine, «hacı efendi» denmesinden o kişinin, hacca gideceği
şeklinde bir güzel mana çıkarması da bir tür Fal-i hayr’dır,
güzele yorma'dır. «Söyleyene değil, söyleten’© bak!»
diye, Allah Teâlâ’nın, o kişi hakkında böyle bir hayr’ı
murad etmiş olmasını ummanın hiç bir sakıncası
yoktur.
Sözü,
^fâl-i hayr’ı tanımlayan
bir hadis-i şerifle bitirelim : ,
Ebû
Hureyre (r.a.) dedi kî; «Rasulullah'ı, .«İslâm’da teşe’üm (uğursuz saymak) yoktur; iyisi, tefe'üldür,
(hayra yormakdır)» derken işittim.» ,
—
Tefe’ül nedir, Ey Allah'ın Rasûlü?
diyenler oldu. Rasul-i Ekrem
şöyle buyurdu :
«—
Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür.»
(Buhârî, tıb, 43, 44; Müslim,
selâm, 110).
RUH ÇAĞIRMA
Son
zamanlarda özellikle sosyete arasm-da yaygınlaşmış
olan modern kâhinlik veya «asrî cincilik» diyebileceğimiz bir uygulama vardır : Ruh çağırma
Ruh
çağırma seanslarında madde ötesi bîr varlıkla ilgi
kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup olmadığı,
söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı çok ciddî şekilde üzerinde
durulması gerekli bir konudur.
Bunun
için de önce inanç esaslarımıza göre ölümden sonra ruh'un
durumunun ne olduğunun bilinmesine ihtiyaç vardır. Önce bu noktayı ele alalım.
Beden
kafesinden ayrılan ruhlar BERZAH âleminde toplanırlar. Orada dünyadakine benzer
bir takım faaliyetlerde bulunma, bazı noksanları telâfi etme imkânları yoktur.
Artık amel safhası bitmiş, hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Çünkü her
türlü ibadet ve amel sahnesi dünyadır. Dünyadan
ayrılanlann mükellefiyetleri biter. Mükellefiyetle
ilgili bîr takım çalışma yapma imkânları da ortadan
kalkar. Nitekim bu konuya ışık tutan bir hadisi şerif şu mealdedir:
«İnsan
öldüğü zaman amelî kesilir, amel defteri kapanır. Ancak yaptığı üç şeyden ötürü
(sadece) sevabı devam eder: Topluma yönelik sadaka, faydalı ilim, kendisine dua
eden çocuk..» (Müslim, vasiyye,
14; Ebû Davud, vesâ-yâ, 14;
Tirmizî, Ahkâm, 36; Ahmed
b. Hanbel, il, 372).
Öte
yandan Peygamber Efendimiz Kabir’i tarif ederken onun
iki durumda olabileceğini, ölenlerin de bu iki durum içinde bulunacaklarım
belirtmiştir. O (s.a.) şöyle buyurmuştur
:
«Kabir
ya Cennet bahçelerinden bîr bahçe veya Cehennem
çukurlarından bir çukurdur.» (Tirmizî, kîyâme, 26).
Şimdi
düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile, dünyadaki-lerle o güzel
hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine Cehennem azabları içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin
davetlerine icabet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?
Sonra
her iki haldeki ruh için de dünya-dakilerle temas
kurmakta ne fayda olacaktır?
Binaenaleyh
ruhların, insanlarla ve dünyadakilerle haşir-neşir oldukları, ölmemiş gibi bir
takım işler yaptıkları iddiasına dayanan ruh çağırma girişimleri, ruhların
durumuyla ilgili bu hadislere ters düşmektedir. Onların bu yöndeki iddiaları
geçersiz ve tutarsızdır. Delilden yoksundur.
Eğer
ruhların dünyaya dönüp, dünyadaki-ler gibi bir takım
faaliyetlere katılma imkan ve şansları olsaydı,
herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan çok daha önemli işleri
olurdu. Nitekim bir âyeti kerimede bir kısım ruhların
ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız. Şöyle buyuruluyor:
«Onlar
(günahkârlar) orada, «Rabbımız, bizi çıkar,
yaptığımız amelden başkasını (daha iyisini) yapalım» diye bağırışıriar
»
Bu
arzuya verilen cevab da âyette
açık-lanmakta, şöyle denmektedir:
«Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar
bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti, öyle ise tadın (o
azabı). Zalim-terin hiç bîr
yardımcısı yoktur.» (Fâtır
Suresi, âyet
37).
Ruhların
dünyaya dönüp dünyalılar gibi bir takım faaliyetlerde bulunamıyacakları
bir başka âyette de şu şekilde belirtilmektedir:
«Onlardan birine ölüm gelince: «Rab-bım, beni geri çevir, belki yapmayıp (noksan) bıraktığımı
tamamlar, iyi işler işlerim.» der. Hayır; bu kendi sözüdür. Tekrar
diriltilecekler! güne kadar arkalarında geriye
dönmekten onları alıkoyan bîr engel vardır.» (Mü'minun Suresi,
âyet 99-100).
~
Medyumlara cevab verdiği söylenen ruhlar, bu engeli
aşmayı beceren bir takım gözü açıklar mı dersiniz? İlâhî sınırları, Allah'ın
beyanım; beşeri sınırlar ve insanın sözlerine benzetebilen cahiller ancak bunun
böyle olabileceğini düşünebilirler ve tabiî aldanırlar..
Diyeceksiniz
ki; iyi ama ruh çağırma seanslarına gelen hatta «içecek sigara» bile isteyen
varlıklar var.. Peki bunlar
kim? Verdikleri bir takım geçmiş vakıalara uygun bilgiler var? Bunlara ne
diyeceğiz?
Ruh
çağırma seanslarına mesajlar getiren «madde ötesi» varlıkların, gerçekten
çağrılan ruhlar olmadığı, olamıyacağı yukarıda bir
kısmini verdiğimiz deliller muvacehesinde anlaşılmış bulunmaktadır. Zaten bu
işle uğraşanlar da bu konuda şüphe içinde olduklarını açıkça ifade
etmektedirler. «Ruhlarla muhaberede bulunduklarını söyleyen medyumların bir çok
iddiaları, yukarıda saydığımız mihanikîyetlere göre
yanlış ve hatalı olabilir..» (bk. Spirtua-lizm,
s. 133, İstanbul, 1949).
Öte
yandan «huddamcılık» cincilik yani cin çağırma
faaliyetleri ve bu esnada edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla
elde edildiği eskiden beri bilinen ve halen de devam eden bir ameliyedir.
Sosyete çevrelerinin buna «ruh çağırma» ismini takması, hiç bir şeyi
değiştirmez. Merhum Ahmed Naim Bey’in dediği gibi bu,
«alafranga cincilik» olur, o kadar...
Cin
denilen, dünyada yaşayan ve çoğu kez ins (insanlar)
karşılığı kullanılan, insanlar gibi mü’mini ve kâfiri
bulunan bir varlık çeşidinin varlığı kesindir. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i
şerifler buna açıkça ışık tutmaktadırlar. Hatta,
-bilindiği gibi- Kur’an'da «Cinn Suresi» adıyla
müstakil bir sure de bulunmaktadır.
İslâm
bilginleri cinnleri çok çeşitli açılardan
incelemişlerdir. Meselâ,
1—
Cinn'in varlığı,
·
2
— Cinn’in ne zaman yaratıldığı,
·
3
— Neden yaratıldığı,
·
4
— Cisim mi yoksa sırf cevher mi olduğu,
·
5
— Çeşitleri,
·
6
— Niçin cinn dendiği,
·
7
— Yerler, içerler mi, aralarında evlenme çoğalma var mıdır?
·
8
— Mükellef midirler? Haklarında sevab veya azab söz konusu mu?
·
9
—‘ Salih ve fasıkları var mıdır?
·
10 —
Muhtelif şekil ve suretlere girebilirler mi? v.s.
Cinn'in
varlığı, dışında kalan konularda az-çok görüş farklılıkları vardır. Ama
cinlerin varlığı noktasında kimsenin bir tereddüdü olmamıştır, olamaz da...
Bu
arada hatırlanmasında fayda olan bir husus da Kur'an-ı Kerim'in verdiği bir
başka bilgidir. Kur'an-ı Kerim, cinlerin; Hz. Süleyman’ın emrinde çok çeşitli
işlerde çalıştırıldıklarını haber vermektedir. Gaybı
bilmediklerini de kesinlikle ortaya koymaktadır.
«... Rabbının
izniyle cinlerden bir kısmı, onun (Süleyman) önünde çalışırdı. Onlardan kim
buyruğumuzdan sapsa, ona alevli azabı tattırırdık. Ona dilediği gibi kaleler,
timsaller, havuzlar kadar (geniş) leğenler ve sabit kazanlar
yaparlardı. (Sebe’ Suresi, âyet
12-13 Ayrıca bk. Sa'd Suresi, âyet
36-38..)
«(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman,
onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle
değnek çürüyüp de ona dayalı
duran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki, eğer
cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı.» (Sebe’ Suresi, âyet 14).
Cinnlerin
gaybı bilmemelerine rağmen, bazı bilgiler edinebilmek
gayesiyle göklere yükselip kulak hırsızlığı yapmaya çalıştıklarından ve
başlarına indirilen yıldızlarla bundan men edildiklerinden de Kur'an-ı Kerim’de
bahsedilmektedir.
«Andolsun biz (dünyaya) en yakın göğü lambalarla donattık ve
onları şeytanlar için taşlamalar yaptık »
(Mülk Suresi, âyet 5).
Hz.
Peygamberin okuduğu Kur’an’ı dinledikleri ve sonra dönüp hemcinslerine Kur’an’ı
anlattıkları ve ona inanmaya çağırdıkları da Cinn
Suresi âyetlerinde belirtilmektedir...
Bütün
bunlar cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip olabilecekleri,
özellikle ruh çağırma seanslarında kendisiyle görüşülmek istenen kişinin geçmiş
hayatına dair bir takım bilgileri bilmelerinin onlar için mümkün olduğu
anlaşılmaktadır. O halde şunun ya da bunun ruhu olarak seanslara
gelenlerin sorulan suallerin bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin
her söylediklerinin doğru olması için yeter sebep değildir. Böyle bir aldatma
Şey-tan'ın taktiklerine pek uygun düşmektedir.
Başlıca
gayesi insanları doğrudan, güzelden ve imandan uzaklaştırmak olan şeytan ve
taifesi, ruh çağırma seanslarını elbette en iyi şekilde değerlendirmeye
çalışacaktır. Nitekim bütün dünyada ruh çağırma’ya
merak sarmış kişilerin yayınları incelendiği zaman —ifadeler farklı olsa bile—
hepsinde dinlerin mantıksızlığı, geçersizliği, özellikle Allah’ın birliği (tevhid) inancını zedelemeye yönelik bir takım mesajların
varlığı görülecektir. Yani ruh çağırma işlemlerinin temelinde, dinlerin inkâr
ve ibtali davasının ve yerine yeni bir dinsizlik dini
ikame amacının yattığı anlaşılacaktır. Bu da Şeytan ve taifesinin hiç şüphesiz
en zevkli işi ve hizmeti (!) olacaktır.
Dünya
ruhçularının nasıl bir anlayış geliştirmek istedikleri ve bunun kendi
beyanlarından alınmış delilleri, eski Diyanet İşleri Başkalarımızdan Prof. Dr.
Süleyman Ateş’in Diyanet Dergisi’nin 106- 107. sayısında (Ankara 1971) yazdığı
bir makalede -özetle- görülebilir.
Sayın
Ateş, anılan makalesinde bir arkadaşının hatırasına da yer vermekte ve ruh
çağırma seanslarının davetlisi'nin kimliğini
açıklamaktadır. Aynen şöyle demektedir:
«Bir
arkadaşımın anlattığı bir hatıra da bu fikrimi teyid
etmektedir: «Diyarbakır’da iken, kendimi ruh
çağırmalarına kaptırmıştım. Bir ruh gelip bana kendini Abdülkâdir
Geylânî diye takdim ediyordu. Ben de inanmıştım. Bir
gün bir ruh geldi. Arapça bir şeyler okudu. Ona Arapça bilmediğimi,
söylediklerini Türkçe söylemesini rica ettim. Türkçe-sini söyledi. Bunların âyet mi, hadis mi olduğunu sordum. «Âyet® dedi. Kur’an’ın neresinde dedim. «Falan yerinde»
dedi. Dediği yere baktım, öyle bir âyet bulamadım.
İçime şüphe düştü. Bu gelen velî ise velî yalan söylemezdi. Yine çağırdım, dediği yerde öyle bir
âyetin olmadığını söyledim. «Falan tefsirde» dedi.
Baktım, orada da yoktu. İyice kuşkulandım. Tekrar çağırdım: «Doğru söyle dedim,
sen velî misin, şeytan mısın?» «Ben şş.ş.ş.şey-tan..» dedi. Eûzubillahimineşşeytanirracîm, dedim ve kalktım. Bir daha
da böyle bir şey yapmadım.»
Evet
cinlerin ömürlerinin uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa
zamanda uzun mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri
bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz konularda bazı şeyler söylemeleri ğaybı bildiklerini göstermez, Onların bilgileri de çoğu kez
noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır..
İnsanları yanıltmaya yöneliktir.
Müslümanlar
maddeye olduğu kadar madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak bu inançların Kitab ve sünnette yer alan bilgilere uygun olması
gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına
müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehm hiç bir
zaman ilim değildir. Binaenaleyh îman da en kesin
bilgilere dayanmak zorundadır. O halde asıllı asılsız bir takım
söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanımızı süründürmenin anlamı yoktur..
Bize
Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm'de emredilen, insan ve
cin vesvesiciierin şerrinden Allah'a sığınmaktır. Biz
de onu yapıyor ve ruh çağırıyoruz diye cin çağıranları ve bunlara inananları
gerçekle uyarıyoruz.
«De ki: Sığınırım ben insanların rabbına, insanların padişahına, insanların tanrısına; in.
sanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvese-cînin
şerrinden!.. O ki, insanların göğüslerine (kötü
düşünceler) fısıldar, gerek cinlerden, gerek insanlardan...» (Nâs sûresi,
âyet, 1-6).
TAŞ YAPIŞTIRMAK
Gayb'den
haber almak ve gelecek konusunda bilgi sahibi olmak merakının en garib ve akıl almaz tezahürlerinden biri de daha çok
kadınların ilgi gösterdikleri taşa taş yapıştırma hurafesidir. Bu da öteki bir çokları gibi maalesef türbeler çevresinde tutunmuştur.
Genellikle türbe yakınında veya içindeki herhangi bir taş veya duvar bu iş için
kullanılmaktadır. Yurt sathına yayılmış taşla ilgili hurafe ve batıl inanışlar
ve bunların uygulama şekilleri hakkında geniş bilgi almak isteyenler Prof. Dr.
Hikmet Tanyu’nun «Taşla İlgili inançlar» eserine baş vurabilirler.
Taş
yapıştırma hurafesinde dikkat çeken husus; o türbedeki zat (veya zevat)
aracılığı ile tutulan niyyet’in Allah katında kabul
görüp görmediğinin öğrenilebileceği zannı; hatta dileklerin bizzat türbede
bulunandan dilendiğine inanılmasıdır.
Bazan
da taş yapıştırılan taşta bir kudsi-yet tevehhümü'nün bu eyleme vesile kılındığı görülür. Tabiî
bütün bunlar, putperestlik yani kudsiyet izafe ederek
putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadırlar. İslâm'ın en ciddî
mücadele hedeflerinden biri hatta birincisi olan putperestlik kalıntılarının,
çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması
ne kadar ters bir durumdur.
Hz.
Peygamberin vefatından sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerle
en amansız mücadeleyi Hz. Ebu Bekr vermiştir. Bu
yüzden çağdaş ir-tidat olaylarına İslâm
mütefekkirleri »Ebu Bekr’i olmayan irtidat!..» demektedirler. Hz.
Ömer de bid’at, hurafe ve bâtıl inanışlara karşı pek
büyük bir hassasiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurafe ve batıl
inanışlara da »Ömer’i olmayan hurafeleri.» demek
geliyor insanın içinden...
Taş
yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini sanan cahillere Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarımızda,
kendisinden nakledilen bir hadiste gördüğümüz Hz. Ömer'in şu tavrını
hatırlatmakta büyük fayda olacaktır sanırım :
Hz.
Ömer bir haccında Haceru'l - Esved'e
' yaklaşıp öpmüş Ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir:
—
ÇOK İYİ BİLİYORUM • KÎ SEM ZARARI VE FAYDASI OLMAYAN SADE BİR TAŞ PAR-ÇASISIN!
EĞER RASULULLAH'IN SENİ ÖPTÜĞÜNÜ GÖRMESEYDİM ASLA SENİ ÖPMEZ-DİM!..
(Hac
İbadeti esnasında Haceru’l-esved’in -mümkünse-
öpülmesi, değilse, uzaktan selâm-lanması »istilâm», Rasûluilah'ın bizzat yaptığı bir işlemdir. Haceru’l-esved’in bulunduğu köşe Tavafa başlangıç noktasıdır.
Tahlru’l-Mevlevî merhumun ifade ettiği gibi, her
hangi bir eve giden, ev sahibine selâm verir. Beytullah’ı
(Allah’ın evi, Kâ'be’yi) ziyârete
gidenler de O’nun sahibine selâmlarını Haceru’l-esved’i
selâmlamakla yerine getirmiş kabul edilmektedirler.)
Hemen
belirtelim ki müslüman için sün-net’e
uymak vaz geçilmez bir görevdir. Hz. Ömer de bu muhteşem sözüyle âdeta «işin
içinde Rasûlullah’m sünnetine uymak olmasaydı, seni
asla öpmezdim..» demek istemektedir. Böylece de her müslümanın sahip olması gereken iman nezaket ve şuuruna
fevkalâde bir örnek vermektedir...
O
halde nerede ve ne -şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da bu şekilde
taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine inanmak gibi bir sapıklıktan
vaz geçilmesi ve böy-lesi hurafelerle sevinen veya
yetinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin öğütlenmesi tevhid'e hizmet noktasından büyük bir önem arzetmektedir.
Hep
birlikte şu ikrarımızı tekrar edelim :
«Allah
bize kâfidir ve O, ne güzel vekildir!»
UĞURSUZLUK VAR MIDIR?
Hurafe
ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan kaçışların cirit attığı bir
toplumda bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği ve
değer kargaşasına düşüleceği pek tabiîdir. Toplumumuzda da bu aynen böyledir.
Ne uğursuzluk vehimleri yok ki?.. Evden çıkınca kedi
ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13 rak-kamı,
elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği., v.s. Uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşya... Kuş
uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın dumanının
çıkışına göre yorumlara girmek ve daha neler neler...
Hatırladıkça,
saydıkça insana bunaltı veren bu yanlışların, bu asılsızlıkların günümüzde de
aynen hatta daha da etkisini artırarak yaşaması, toplumun her kesimini tesiri
altına alması karşısında her konuda olduğu gibi sığınılacak yer «âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan Hz. Muhammed’in
gerçeği ortaya koyan hadisleri, sünnetidir. O (s.a.) mes’eleyl temelinden halleden bir hadis-i şeriflerinde
şöyle buyurmaktadır:
«Uğursuzluk
diye bir şey yoktur!» (Bu-hârî,
tıb, 19, 25, 43-45; Müslim, selâm, 102 vd.J.
Kadın,
ev ve binek’de uğursuzluk bulunabileceğine dâir bir rivâyeti Hz. Aişe vâlide-miz; «Cahiliye arablan bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna i nanırlardı,» demektir, diye açıklamış ve İslâm’ın
uğursuzluk görüşüne katılmadığını kesinlikle ortaya koymuştur. «Uğursuzluk
vehmiyle hiç bir niyet edilen işten geri dönülmemesi gerektiği» Taberânî’nin rivayet ettiği bir hadiste yer almaktadır.
Hiç
bir şey doğuştan uğursuz değildir. Uğursuzluk -varsa şayet, herkesin kendisinde
kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında günlük konuşmalarda sık sık
duyduğumuz «uğurlu geldi», «uğursuz geldi» gibi sözler ve hükümler, birer zan
ve vehmdir. O şeyin veya olayın aslında uğurlu ve
uğursuz olduğunu göstermez.
Uğursuzluk
anlayışı, bir çokları gibi İslâm’a başka inanç
sistemlerinden girmiştir. Binaenaleyh müslümanların
İslâmî hiç bir esasa dayanmayan ve. peygamberimiz
tarafından «yoktur» diye beyan buyurulan uğursu-luk
hurafesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını karartmamaları, zihnî ve imanî safiyetlerini bozmamaları, bulandırmamaları gerekir.
Hurafeler ve batıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz...
©ünlerle
ilgili hurafeler
İKİ BAYRAM ARASI NİKÂH KIYILMAZ MI?
Birçok
yörelerimizde halâ yaşamakta olan bir yanlış anlayış da «iki bayram arasında
nikâh kıyılmaz» görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen bu asılsız sözün,
toplumumuzda giderek etkisini kaybetmesine rağmen, tamamen unutulmamış olması
ve zaman zaman ortaya atılması müslümanlar açısından
bir talihsizliktir.
Bilindiği
gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muamele
sıfatlarını haiz, şaka götürmeyen, daha çok ibâdet’e
yakın bîr müessesedir. Dinimizde «ruhbanlık» olmadığı
için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul edilmiştir. Hatta ibadet
edebilmek için evlenmeme düşüncesine kapılanlar bizzat peygamber
efendimiz tarafından uyarılmış, «Benim sünnetimi terkeden
benden değildir!» diye çok ciddî şekilde tehdid
edilmişlerdir.
Hem
ibâdet hem de muamele yönü dolayısıyla Islâm Hukukunda özel bir yere sahip
olan
nikâh'ın sıhhat şartları arasında «iki bayram
arasında olmaması» gibi bir kayd bulmak mümkün
değildir. Yine bilinmektedir ki, dinimizde her hangi bir hüküm koyabilmek için bunun
ya Kitab'dan ya Sünnet’ten,
ya İcma’dan ya da Kıyas’dan
bir delilinin olması gerekmektedir. Bu dört kaynakta delili bulunamayan bir
konu hakkında söylenecek sözler mesnedsiz, asılsız,
uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük bir değer taşımaz. Şu
iyice bilinmelidir ki, nasıl bir şeyin «yapılabilir yani helâl» kabul edilmesi
için yukarıda sözünü ettiğimiz delillere ihtiyaç varsa, aynı şekilde her hangi
bir konunun «yasak, işlenemez» olduğunu tesbit için
de aynı delillere ihtiyaç vardır. Atmakla olmaz.
«İki
bayram arası nikâh kıyılmaz» uydur-ması; delilsiz bir
söz olmanın ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in hareketiyle reddedilmiş bir
görüştür de. Çünkü Hz. Peygamber’in Hz. Aişe ile
evlenmesi Ramazan ayını takib eden Şevval ayı içinde
gerçekleşmiştir. Yani iki bayram,arasında
cereyan etmiştir. Hem iki bayram arası olmayan gün mü var ki? Ramazan Bayramı
ile Kurban Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman varsa, Kurban Bayramı
ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da kameri yıl 354 gün olduğuna göre
yaklaşık dokuz ay on gün vardır. (Kamerî yıl’ın 354
gün olduğu hesabına göre.) Biri 2 ay 10 gün olduğu için «iki bayram arası»
kabul edilirken ötekisi 9 ay 10 gün olduğu için mi «iki bayram arası kabul
edilmez» Tabiî bunun anlaşılır bir tarafı yoktur.
Fıkıh
kitaplarımızda nikâh'ın ibâdet
niteliği dolayısıyla mescidlerde ve cum’a günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani «müstehab» olduğu kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman
açısından her hangi bir kayda rastlamak mümkün değildir. O halde halkımız ve
özellikle sayın okurlarımız bu tür asılsız söylentilere iltifat etmemeli,
nikâhın ne zaman kıyıldığına değil, hangi şartlarla kıyıldığına ve kurulan yeni
yuvanın dinî noktadan aranılan şartlara sahip olup olmadığına dikkat
etmelidirler. Çünkü «Allah’ın emri, Hz. Peygamber'in
sön. neti » üzere sözleriyle başlatılan evlilik
hayatının, inşa safhasının ve devamının da Allah'ın emri ve Hz. Peygamber’in
sünneti üzere olması gereklidir.
«SALI YOLA ÇIKILMAZ»,
«CUMA İŞ YAPILMAZ» MI?
özellikle
hanımlar arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, «Şah günü bir İşe
başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz» anlayışı; ötekisi ise, kadınların
cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır.
Tabiî
her iki yanlışın da dinî ve makul bir gerekçesi yoktur. Bâtılın bâtıl olmaktan
başka gerekçesi olur mu?..
Hemen
belirtelim ki, dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, «şu yapılmaz», «bu
yapılır» şeklinde bir ayırım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu eylemlere
göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder.
Sah
günü ile ilgili söylentilerin asılsızlığı müslümanlar
açısından İstanbul’un 29 Ma. yıs
1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır. Bu çağ açıp,
çağ kapayan büyük Islâm Fethi’nden fevkalâde üzüntü
duyan ğayr-i müslimler;
İstanbul’u kaybettikleri gün olduğu için salı gününü kendileri açısından
uğursuz saymış, yas günü ila netmiş ve bir süre o gün herhangi bir iş yapmamış
olabilirler. Zamanla, onların bu -kendileri zaviyesinden- bir ölçüde haklı
görülebilecek kanaat ve uygulamaları, işin farkında olmayan müslüman
halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da müslümanlığa
ait bir görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.
Cum'a
günü kadınların iş yapmamasına gelince bu da anlaşılması güç bir tutum ve bâtıl
inanıştır. Zira cum'a günü, iç ezanı dediğimiz cami
içinde okunan ezandan, cum’a namazının farzını
kılıncaya kadar geçecek süre içinde işi, ticareti terketmek
bir vecibedir. Ama tabiî, cum'a namazıyla mükellef
olan müslüman erkekler için... Kadınların cum'a namazı kılmak gibi bir mükellefiyetleri olmadığından
işi bırakmak zorunlulukları da kesinlikle yoktur. Zaten erkekler de cum’a namazının farzı bittikten sonra işlerinin başına
dönebileceklerdir Konu ile ilgili âyetlerin meâlini birlikte okuyalım :
«Ey inananlar, Cum’a
günü namaz için çağrıldığı (nız) zaman, Allah’ı
anmaya koşun, ahş-verişl (işi-gücü) bırakın. Eğer
bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne
dağılın ve Allah’ın lütfün-dan
(nasibinizi arayın. Allah’ı çok anın kî, kurtuluşa
eresiniz!» (Cum’a Suresi, âyet 9-10).
Evet,
bir kez daha belirtelim ki, bu âyetlerin muhatabı,
genelde mükelleflik çağında bulunan, özelde, cum’a namazının edâ şartlarına
sahip olan müslüman erkeklerdir, kadınlar değil...
Öte
yandan, cum’a günü kadınların iş yapmayı doğru
bulmamaları, cum’a gününün, hafta tatili olduğu
günlerden kalma yerinde bir anlayışın mana ve mahiyet değiştirmiş bîr uzantısı gibi de değerlendirilebilir. Şöyle ki;
Cum’a
günü tatildir ve o gün evin erkeği genellikle evdedir. Cum’a
namazına gidecektir. Onu rahatsız etmemek ve özel hizmetlerinde bulunmak için
umumî temizlik ve çamaşır gibi işlerin yapılması uygun bulunmamıştır. Böyle
güzel bir gelenek yerleşmiştir. Hafta tatilinin değiştirilmesinden sonra bu
anlayış ve uygulamanın, cum’a gününün, gün olarak
kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece de bugünkü
yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir.
Kaynağı
ne olursa olsun, salı ve cum'a günleri
hakkında hanımlar arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir
ölçüyü ifade etmediği ve yanlışlığı ortadadır. O halde hata ve yanlışta ısrar
etmenin manası yoktur.
İKİNDİDEN SONRA UYUYANIN RIZKI
KESİLİR Mİ?
Bazı
yörelerimizde «İkindiden sonra uyunmaz. İkindiden
sonra uyuyanın rızkı kesilir.» anlayışı yaygındır.
İkindiden
sonra uyuyanların uyanınca bir tatsızlık, hatta bir yorgunluk, bazan baş ağrısı hissettikleri tecrübe ile sabittir.
İkindiden sonra uyuyup akşama doğru uyanan çocukların huysuzlaştığı da
bilinmektedir. Bu tabiî halin dışında, ikindiden sonra uyumanın rızka mani
olacağı düşüncesi, inanca yönelik bir husus olduğu için üzerinde durulması
gereklidir.
Dinimize
göre gündüz, geçim temini için çalışma, gece istirahat zamanıdır. Genelde bu
böyle olmakla beraber, gerektiği takdirde, gece çalışılır ve gündüz istirahat
edilebilir. Bu da yasak ve haram değildir. Hatta gece ibadet ve işlerine
yardımcı olması açısından, «Kaylule» denilen öğle
uykusu peygamber efendimiz tarafından tavsiye edilmiştir. Kur'ân-ı
Ke-rim’de de (Nur Suresi, âyet
58) bu konuya temas edilmiştir.
İkindiden
sonra uyuma mes'eiesine gelince; bunun iş ve ticâret hayatı ile ilgili bir yönü akla gelmektedir.
Nitekim Buhârî ve Müslîmde
yer alan bîr hâdis-i şerifte: «Kıyamet günü Allah
Teâlâ’nın, yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağı» insan gurupları
sayılırken 3. olarak şöyle buyurulmaktadır :
«Ve bir kişi ki malım ikindiden sonra pazara
çıkarır ve «kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, şu kadar
verdiler (de vermedim)» diye yemin eder. Karşısındaki de ona inanır »
Buradaki
«ikindiden sonra» kaydı; tahdîdî bir kayıt değildir.
Yani, ikindiden sonra malını çıkarıp böyle yemin eden kötüdür de, günün bir
başka saatinde pazara malını çıkarıp yemin eden bu hükme dahil
değildir, anlamına gelmez. Bu kayıt; özellikle Arabistan v.s.
gibi sıcak iklim bölgelerinde bulunan ülkelerin çarşı-pazar durumlarında
görülen tabiî ve umumî hali ifade etmektedir. Gidenler de bilirler ki, sıcak
iklim bölgelerindeki ülkelerde çarşı-pa-
zar
günün ilk ve son saatlerinde canlıdır. Öğle saatleri çok sıcak olduğu için
alış-veriş oldukça durgundur. Öğlende durgunlaşan hayat havanın serinlemeye
başlamasıyla ikindiden sonra canlılık kazanır. O halde, çarşı-pazarın canlılık
kazandığı bû saatlerde uyuyan kimse o günün ticaret
ve kazancından mahrum kalır. , Böylece de rızkı (kazancı) azalmış (kesilmiş)
olur.
Memleketimizde
ise durum oldukça farklıdır. Bir çok bölgelerimizin
kent ve kasabalarında günün her saatinde ticaret le alış-veriş yapılabilir.
Yine bir çok bölgelerimizde haftada bir gün kurulan
pazarlar da ikindiden sonra hemen tamamen dağılır. Çünkü çevre köylerden
gelenler «akşam olmadan» köylerine dönebilmek için «vakitlice» işlerini bitirip
vasıtalarıyla veya yaya olarak köylerinin yolunu tutarlar. Durum bu olunca,
sıcak iklim bölgeleri için kazanç noktasından doğru, olan «ikindiden 1
sonra uyuyanın rızkının kesileceği» hükmü; bizim memleketimize göre «iş zamanı tembel
tembel dolaşanın, ticaret zamanı uyuyanın kazancı olmaz.» şeklinde
anlaşılacaktır. Yani gerçek sebep yalnızca ikindiden sonra uyu- mak değil,
çalışmamak kazanmak için gayret göstermemek, fırsatı kaçırmaktır. Bu manada
bahis konusu ettiğimiz söz, tam bir gerçeği ifade etmiş olmaktadır. Zaten
«insana çalışmasının karşılığından başka bir şey yoktur» (Necm
Suresi, âyet 39).
O
halde bir kez daha tekrar edelim, rızkın azalması ikindiden sonra uyumaya
değil; iş zamanı çalışmamaya gafil gafil dolaşmaya bağlıdır. İkindiden sonra
uyumamasına rağmen tembel tembel duran kişinin rızkı kendiliğinden artacak
değildir. Mes’ele görev yapmak, fırsatı kaçırmamak ve
çalışmakta düğümlenmektedir.
Ölüler ve tabirlerle ilgili hurâfeler
«Yalnız
sana ibâdet eder, yalnız senden yardım dileriz.»
—
el-Fatiha (1), 4 —
TÜRBELERE ADAK ADAMAK
Daha
çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde kümelenen
hurafelerin başında, türbelere adak adamak, pencere demirlerine ve yakınındaki
bir ağaca çaput bağlamak, türbe içinde veya çevresinde mum yakmak v.s. gelmektedir. Bunlar üzerinde kısaca duralım
:
Adak
ya da dinî ifadesiyle nezir; Allah rızası için, insanın kendi kendini herhangi
bir şarta bağlı olarak (mukayyed) veya bağlı
olmaksızın (mutlak) mübah olan bir konuda
borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği sürece, adayan borçlu kalır.
Bu
kısa açıklama gösterdi ki, adak Allah’tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak
olmaz. Adayan da şirk koşmuş olur.
Öte
yandan iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın hiç bir şeyi değiştiremiyeceği, kaderi zorlıyamıyacağıdır.
Kimse yapacağı vaadlerle -haşa- Allah Teâlâ'nın ezelî
takdirini değiştirebileceğini sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle
dile getirmiştir: «Nezir (adak) hiç bir şeyi (şerri ve zararı) defet-mez.. Ancak nezir sebebiyle
cimriden mal çıkarılmış olur.» (Buhârî,
Kader, 6).
Bir
hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuş-tur:
«Kim,
Allah'a itaati gerektiren bir hayr ve ibadet adarsa,
adağım yerine getirsin. Kim de Allah'a karşı günah işlemeyi gerektiren şer bir îş neşrederse, Allah’tı âsî
olmasın, adağım yerine getirmesin.» (Buhârî, Eymân, 28). Allah'a karşı
isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından daha büyük bir vebaldir.
Allah' tan başkaları için adanan adaklar da yerine getirilmemesi’ gerekli
nezirler cümlesinden-dir. O halde «falan
türbeye bir koç adadım,» diye söylenip gezenler ne yapmak istediklerini
anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları «adağımı falan türbe civarında keseceğim»
demek midir? Yoksa, o türbede yatana mı adadım demek
istemektedirler? İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi lazımdır.
Birincisi ise; cahilleri yanıltmamak için ve yer kaydı da adakta önemli
olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği bir yerde kesmelidir.
MUM
YAKMAK - ÇAPUT BAĞLAMAK
Türklerin
müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve
kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda mum yakmak .gibi âdetleri, kendileriyle birlikte İslâm’a geçmiş
halâ da izlerine rastlanan' hurafe ve bâtıl inanışlardandır. Bunlar Türklere de
hristiyanlar aracılığı ile müşrik ve mecusilerden geçmişlerdir. Malı israf etmek, başka
ümmetlere benzemek gibi iki haramı birden işleten bu tür hurafelerden
kesinlikle uzak bulunmak gerekir. Tevhid’i
gölgeleyici, kişileri tevhid inancından şirk’e sevkedici bu çirkin
putperest âdetlerinden meded umanlar, putlardan fayda
bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa özellikle yeni yetişenlere
kötü örnek olmaktan başka hiç bir iş yapmış olmazlar. Bu da vebal olarak onlara
yeter de artar bile...
Allah
ile kul arasında aracı kabul etmeyen İslâm dini ile, mum yakarak, çaput bağlayarak
ölülere adaklar adayarak muradına nail olacağını, hastalığından kurtulacağını,
bahtının açılacağını sananlar ve yeri gelince de Müslümanlığı kimselere
vermeyenler ne kadar biribirine ters düşmüşlerdir!...
«Yalnız
sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.» âyetini
kıldığı namazın her rek'atinde okuyanların, «gazaba
uğramış ve sapıkların yoluna tabî olmaktan» Allah'a
sığınanların, verdikleri bu söze ve yaptıkları bu büyük duaya sadık
kalmalarından daha tabiî ne olabilir?...
Merhum
Akif’in;
Hurafeler,
üfürükler, düğüm düğüm bağlar, Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!
mısralarıyla
çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya, İslâm'ın sâdeliğinde
dinî kişiliğimizi bulmaya çalışalım. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun böylesî hurafelere tahammülü yoktur...
YEŞİL
DÜŞMANLIĞI
(Yeşil
çiğnemek, çelenk ve çalı götürmek)
İslâm
hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan
yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete,
sıhhate ve çevre sağlığına yararlı kabul eder.
Ne
var kî, her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurafe ve
bâtıl inanışlar, amacı bilinmeden başka milletlerden devşirilen, kapılardan
gümrüksüz geçirilen âdetler yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm
-ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan «Hıdırellezde
yeşil çiğnemek gerek» düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları
dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, Antakya'da olduğu gibi dinî
-bayramlarda mezarlara yeşil çalı götürmeler, büyük kentlerde salgın hale gelen
cenazeleri çelenklerle teşyi etmeler v.s. gibi bir
sürü uygulama bize yabancı, zararlı ve başka ümmetlere benzeme girişimleri
olarak sosyal ve dinî bünyemizi kemirip durmaktadırlar.
İtiraf
edelim ki, ölüm ve ölüm ötesiyle ilgili hurafe ve bâtıl inanışlar gün geçtikçe
artmaktadır. Oysa en çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı ölüm ve sonrası
ile ilgili muamelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne bando, ne slogan ne tekbir ve tehlil.. Sadece acele fakat
telâşsız, mükedder fakat vakur, hayat kadar ölüme de razı bir havada ve fatihalarla ve sürekli ölümü düşünerek yapılacak mütevazı
bir merasim, ölene karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir
yığın, hurafe ve boşuna yorgunluktur. Hatta cenazeyi rahatsız etmektir.
Bilinmelidir
kİ, cenazeyi çelenklerle teşyi etmek Hristiyan adetidir. Çelenk, aslında Hristiyanın
kutsal bildiği haç taşıma aracıdır. Çıplak taşımamak için onu süslemekte ve
öylece mezara kadar götürmektedir. Peki biz, bu çelenk
hurafesiyle, mezara ne göndermek, teyiz. Hristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasında
üzüntülerimizi mi? Ya da okumadığımız veya okuyamadığımız fatihaları
mı? Allah aşkına söyler misiniz, çelenk bunların hangisine yakışıyor,
ve ne işe yarıyor?
Müslüman
ölen kardeşine, fatiha okur. Çelenk gibi hristiyan dinî geleneğini yaşatmaz ve boş yere masraf
yapmaz. Kabir üzerine yığılmış bir kamyon çelenk’in
maliyeti ile, ameliyat bekleyen bir dertli fakirin
derdine çare mi olunamaz? Bu, daha mı az fayda temin eder yoksa?
İslâmiyet, kabir üzerine yığılmış kurumaya
mahkûm çelenk ve çalı değil, büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler
dikilmesinden yanadır. Sevgili Peygamberimiz, bizzat buna örnek vermişler, iki
kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, «bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler için
rahmet vesilesi olmaları umulur» buyurmuşlardır. O halde ne
yaptığımıza ve ne yapmamız gerektiğine yeniden bir dikkat edelim. Cenazemizi mi
memnun edeceğiz, yoksa hristiyanlan mı körü körüne taklid edeceğiz? Kararı bu hurafeye bu çağda -çağdaşlıktır
sanarak- rağbet edenler versin...
Yanlış
kabuller
Çarpıtılmış
bilgi, bilgisizlikten daha zararlıdır.
DÜNYA MÜMİNE ZİNDAN
MİDİR?
Bazı
saf ya da cahil müslümanlarca, tembelliğe mazeret
olarak ileri sürülen «dünya kâfirin, âhiret mü'minin.» veya «dünya mü'minin
zindanıdır» yargısı; İslâm ve müslümaniar aleyhinde
konuşulmasına vesile olan bir yanlış yorumdur. Neden yanlıştır? Açıklayalım :
Güvenilir
hadis kitaplarımızda «Dünya mü'minin zindanı, kâfin
cennetidir» anlamında bir hadisi şerif vardır. Bu hadis-i şerif bir kaç çeşit
yoruma tâbi tutulabilir. En aklî ve İslâm esaslarına uygun açıklaması şöyledir:
Bu
hadis, iman ve küfrün öteki dünyada sebep olacağı neticeye göre dünya hayatının
değerlendirmesini yapmaktadır. Yani, «Ahîrette ki
durumlarına göre dünya, mü'minin zindanı, kâfirin
cenneti yerindedir.» anlamını ifade etmektedir. Nitekim mü’minin
ve kâfirin âhiret-teki durumunu belirten âyetlerden de aynı manâ
anlaşılmaktadır:
«Kitap ehlinden ve puta tapanlardan inkâr edenler,
şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte bunlar
yaratık, ların en kötüsüdürler.
Fakat
inanıp yararlı iş işleyenler, işte onlar da yaratıkların en iyisidirler.
Onların Rabb-leri katında mükâfatı, içinde temelli ve
sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan And
cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razı.. Bu, rabbından korkan kimseyedir...» (Beyyine Suresi, âyet, 6-8).
Mü’mine
va’d olunan Cennet’in ve kâfirin varacağı yer olan Cehennem’in vasıflarını anlatan öteki Kur’an âyetleri; gerçekten âhiret-teki
duruma göre dünyanın, mü’min için nasıl bir zindan
hayatı niteliği taşıdığını; yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet hayatı
görünümünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. (Bu âyetleri
toplu halde mütalâa etmek isteyen okuyucularıma «Hicrî 15. Asra girerken
Müslümanca Yaşamak» adlı eserimizin 75-81. sayfalarını okumalarını tavsiye
ederim.)
Konuyu
şu tarihî hikâye iyice açıklamaktadır :
Kadılardan
biri Bağdat'ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli bir biçimde atıyla
külhan sokağından geçer. Külhancı Yahudi, üstü-başı simsiyah, cehennemî bir
görünümle Kadı’nın önüne çıkar, atının gemine yapışır ve :
—
Allah, Kadı’ya kuvvet versin. Peygamberinizin, «dünya mü’mine
zindan, kâfire cen-nettir» sözünün manâsı nedir? Görüyorsunuz ya, dünya -mü’min
ve muhammedî olduğun halde- sana cennet; -kâfir yâhudî olduğum halde- bana zindandır. Hadisin manâsı aksiyle ortadadır..» der.
Üstün
kavrayış ve fazilet sahibi kadı şöyle cevap verir :
—
Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve heybetine rağmen dünya; Allah'ın cennette
hazırladıklarına nisbeten benim için zindandır.
Cehennemde seni bekleyen azaba nis-betle dünya (bu
haliyle de olsa) senin için cennettir.» (İ. H. Bursevî, Ruhu'l-beyân, 111/23).
.
Artık açıkça ne demek olduğunu anladığımız bu hadis gerekçe gösterilerek «dünya
kâfirin, âhiret mü’minin»
yargısıyla müslümanları dünyayı terke ve tembelliğe
zorlamak, ön-
ce
hadisin gerçek manâsına sonra da İslâm’ın özüne
aykırı bir tutum olur. Unutulmamalıdır ki, t-, temiz ve hoş nzıklar dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet günü
ise, yalnızca mü'minlere aittir.»
(A'raf Suresi, âyet 32).
Sözümüzü
Akif'ten mısralarla bağlayalım :
Bizim
muhiti, bizim halkı seyredince nazar; Görür ki : beyni
bozulmuş yığın yığın kafa var.
Ne
hükmü var ki, esasen yalancı dünyanın? Ölürse, yan gelecek cennetinde
Mevlâ'nın. Fena kuruntu değili Ben derim, sorulsa
bana; «Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca, sana!»
Dolaş
da yırtıcı aslan kesil behey miskin! Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak! Ki artığınla geçinsin senin de bir
yatalak.
Bekâyı
hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;
Çalış,
çalış ki bekâ, sa’y olursa hakkedilir.
DÜNYA ÖKÜZÜN BOYNUZUNDA MI?
Halk
arasında dolaşmakta olan «dünya san öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır.»
sözü ve özellikle deprem olduğu yer ve zamanlarda «sarı öküz yine kafasını
salladı» gibi yarı şaka yarı ciddî söylenen sözler, kaba bir cehaletin akıl
almaz delilleridir. Hatta «dünyanın öküz ile balığın üzerinde olduğu»na dair hadis'in
mevcudiyetinden bahsedilmesi işi iyice ciddileştirmektedir. Gerçek durum şudur:
Dünya'nın
öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir
hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır. İbn
Hacer'in «el-Metâlibu’l-âliye'sinde
(liî, 265-266), yer yüzünün
yaratılışıyla ilgili babta İsrailî
hikâyeler nakletmekle meşhur olan Ka'bu'l-Ahbar'ın
-Hz. Peygamber'e izafe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki kurduğu
görülmektedir. Öte yandan ef-Heysemî'nin Mecmu'z-zevâid'-inde de (VIII,
131), ibn Ömer'den naklen Hz. Peyg^mber'in
dünyanın yeri ile ilgili bir dizi suale «Arz su üzemdedir»,
«Su, kaya üzerindedir», «Kaya, iki tarafından arz'a
temas eden bir balığın üzerindedir» şeklinde cevap verdiği
belirtilmektedir. Ancak el-Heysemî, bu hadisi rivayet
edenler arasında bulunan Abdullah İbn Ahmed'in «zayıf bir ravî olduğu»nu belirterek, bu haberin doğruluğu konusundaki
endişesini duyurur. el-Albânî
ise, İbn Adî’in
el-Kâmilinde ve İbn Mende’nin
et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâ-yetin
kesinlikle «uydurma» olduğunu ve böy-lesi İsrail
kıssalarının Rasulullah'ın sözü imiş gibi
nakledilmesinin vebaline işaret etmektedir. (Silsiletu'l-ahadisi’z-zaiyfe;
294 no'Iu ha-dis).
Abdüilâtif
Harpûtî meşhur eseri «Tenki-hû'l-kelam fî akaidi ehl’l-İslâm’da bu öküz-ba-lık uydurma ve hurafesinin ehl-i kitab'a ait olduğunu hatta bunun Yahudilik ve Hristiyan-hk için bile bir leke olduğunu belirtmektedir. Ehl-i Kitabın bu hurafeyi nasıl anlayıp anlattıklarını bir
iyice naklettikten sonra şunları söylemektedir: «Ehl-i Kitabın bu hurafeleri akıl ve mantık ile bilinir ve
söylenir sözler olmadığından, bunların mukaddes kitablarda
yazılmış veyahut peygamberlerin beyanlarında yer almış kudsî
ifadeler olduğu sanılmış ve dinlerinden
addedilmiştir. Böyiece dinleri İçin büyük bir leke
olmuştur.»
Harpûtî
İşin bize ait yönüne de şöyle temas etmektedir:
Bahsi
geçen uydurma söz ve görüşlerin doğurduğu zararlar sadece yahudi
ve hristiyan-îara münhasır kalmamış, bilakis her
asrın İslâm Dünyasına da az çok tesir etmiştir.» [Har-pûtî’nin görüşleri için bk. Astronomi ve Din, Diyanet
Dergisi, XIII, 6 (Kasım-Aralık 1974), 343-361; Nesil, Mart 1979, 24-26],
Hasılı,
Lem'alar müellifinin de belirttiği gibi; bazı İslâmî
eserlerde görülen öküz ve balığa dair acaip ve akıl
almaz hikâyeler ya is-railî bilgilerdir veya temsil
nev’indendir ya da bazı hadisçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak bazı
dikkatsizler bunları hadis zannederek Rasul-i Ekrem (s.a.)'e isnad etmişlerdir. (Lem’alar, 86).
Müslüman
olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde halk arasında dolaşan
bu dünyanın öküz veya balık üzerinde olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler
İslâm ile uzaktan yakından ilgili değildir. Müslü-manlarm
da böyle boş laflara itibar etmemeleri gerekmektedir. Ve tabiî hiç kimse de bu
söz» leri ileri sürerek
İslâm düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir
düşmanlıktan başka bir şey yapmış olmaz. Böylesi kişilere Akif gibi «Suç başkasınındır
da niçin başkası mahkûm?» diye sorma hakkı doğar...
Sözü
bir âyet meâli ile bitirelim :
«Sen
dağlara baksan hareketsiz olduklarını sanırsın. Halbuki
onlar bulut gibi kayar giderler. İşte sana her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan
Allah'ın san’atı! Şüphesiz O, yaptıkla-rmızdan
tamamen haberdardır!» (Nem! Suresi, âyet 88).
SORUMLULUKTAN KURTULMAK MÜMKÜN MÜ?
Bazı
cahillerin «bizim namazımız kılınmış, abdestimiz
alınmıştır. Önemli olan kalb temizliği değil mİ? O da biz de var. İbâdete
ihtiyacımız yok» gibi sözleri ya da «biz şeriatı
aştık, hakikate ulaştık, artık mükellefiyet kalmadı.» yollu hezeyanları köşe bucakta
söyledikleri ve bunları savundukları -az da olsa- görülmektedir. «Dâr-ı teklif
= mükellefiyet sahnesi» olan dünyada, Allah’ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir
ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir.
Her aklı selim sahibi bunu böyle kabul eder.
O
halde mükellefiyet nedir? diyeceksiniz. Açıklayalım :
Mükellefiyet:
İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman
olmak, akıllı olmak ve erginlik çağma ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar
genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı
özel şartları da vardır. Meselâ; oruç'un farz olması
için, Ramazan'a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamıyacak kadar hasta olmamak v.s.
gibi...
Bu
kısa açıklama göstermektedir kİ, mükellefiyetten
kurtulabilmek için ya müslüman olmamak ya. buluğa ermemiş çocuk olmak veya deli ya da gel-git akıllı
olmak yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında, hiç bir sebeple, hiç bir görevle,
hiç bir makamda bulunmakla teklif'den yani Allah'a
kulluk görevinden kurtulmak hiç bir fânî için asla
mümkün değildir.
Düşünmek
gerek bir kere; eğer manevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak
olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı. Halbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen
kendileri de sorumlu olmuşlardır. Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden
daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan istenmiştir. Teheccüd Namazının Hz. Peygambere vacib
olması gibi...
Sonra,
yalancı peygamberlerden başka hiç bir sahabî ve İslâm
velisi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluğunun
kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şahit değildir.
«Gönderdiğimiz
peygamberlere de kendi, terine peygamber gönderdiklerimize de soracağız.»,
«onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size..» âyeti kerimeleri ve nihayet
Hz. Peygamber’e hitabeden «Vs sana ölüm gelinceye
kadar Rabbına ibadet (e devam) et., âyeti İslâm’da hiç bir kimse için dokunulmazlık, şeriat -
üstünlük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.
Herhangi
bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu ırka veya millete mensub olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe
yapılamaz. Hz. Peygamber akrabalarına ayrı ayrı hitabettiği
bir konuşmasında en son kızı Fatma'ya hitabettikten
sonra «benden bana ait şeyleri isteyin vereyim. Ama
Allah’ın azabına karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azabından kendinizi kendiniz
koruyun..» buyurmuştur.
Sorumsuzluk
iddia etmek «namazımız kılınmış», «biz şeriatı aştık» demek, dünya şartlarında
insan ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddia;
«Lâ yus'el amma yef’al =
yaptığından sorumlu tutulmayan Allah’a» ortaklık iddia etmek gibi bir
hezeyandır, saçmadır. Asıl amacı da «haram-helâl sınırını» yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü
yaymaktır.
«Hem
dâll hem mudili = Hep
sapık hem saptırıcı» olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, kendi
düşünceleriyle başbaşa bırakmak, toplumdan tecrid etmek, ilgisizliğe mahkum
etmek onlara yapılacak en büyük iyilik olsa gerektir. Ola ki akıllarını
başlarına devşirir ve kendilerine gelir böyle saçmalıklardan da vaz geçerler.
Hz.
Mevlânâ’nın sözüyle bağlıyalım yazımızı
:
«Rabbırn, her köle azad edildiği
gün sevinir; ben ise sana gerçekten kul - köle olduğum gün sevineceğim »
KUL
KUSURSUZ OLUR MU?
«Kusursuz
kul olmaz», «beşer şaşar», «şaşmaz düşmez bir Allah» gibi cümlelerin
günlük konuşmalarımız arasında bolca yer almasına ve gerçeğin de bu olmasına
rağmen, bazı cahillerin, saygı duydukları kişileri «kusursuz» ifan ettiklerine
-seyrek de olsa- rastlan-maktadır.
Hemen
belirtelim ki, «kusursuz kul» tasavvuru, Şiilerin «imam-ı ma’sum» akidesiyle büyük bir paralellik içindedir.
Tabiatıyla İslâm'ın ve ehl-i sünnet'in
akidesine de ters düşmektedir. Peygamberlerden bile «zelle»
denen küçük hataların sudur ettiği gerçeği yanında «şeyh efendi»nin
veya «üstad»ın hatasızlığını iddia etmek, her şeyi
ters yüz etmek, «hatayı sevap görmek» gibi bir sapıklığı sergilemek demektir.
Herkesi
gerçek mevkiinde ve tabiî özellikleri ile değerlendirebilmek ya da buna rıza
gösterebilmek en büyük olgunluktur. Bu ol-günlük övgü ve yergi duygularındaki
itidale bağlıdır. Sevdiğini ölçüsüz seven, yerdiğini kararsız yeren tipler,
haddini bilmeyen, aşırı-Iıktan yana ve her an gaf
yapmaya hazır kişilerdir.
Keşfler,
kerametler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir. Mucize sahipleri bile İnsanî
özellikleri sebebiyle yanılgıya düşerlerse, özel ilâhı ikram demek olan
keramet, asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez. «Kerameti zahir»
nice kişi vardır ki, kerametinden önce «hatası zâhir»dir.
Bunun böyle olması da pek tabiî, çok normaldir. Çünkü ne kadar salih olursa olsun bir kişi kusursuz olamaz. İnsan kusurunu
afvettirmesini bildiği ölçüde saygı değerdir,
kıymetlidir. Zaten hüner hiç kusur işlememekte de değildir. İşlenen hatayı afvetti-rebilmektir hüner... Nitekim Sevgili Peygamberimiz
bir hadis-i şeriflerinde :
«Eğer
siz hiç günah işlemeyecek olsaydınız, Allah Teâiâ
sizi yok edip yerinize günah işleyecek ve afv
dileyecek bir millet var eder ve onları bağışlardı.» buyurarak, hataya müsamaha
etmemenin, onu afvettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî iradeye daha uygun düştüğünü belirtmiş,
kusursuzluğu değil, hatadan hemen dönmeyi yani tevbeyi
teşvik etmiştir.
Öte
yandan kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle, -varsa- eserlerinin de
hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata daha eklenmektedir. Ve tabiî bu
hatasız (!) görüşleri ve eserleri tenkit etmek mes’ele
olmakta, böyle bir cürümü (!) işleyenler, dinlerinden
imanlarından bile uzaklaştırılmakta, olmadık hakaret ve karalamalara muhatab kılınmaktadırlar. İlmî tenkit faaliyeti ve
dolayısıyla ilmin gelişmesi de böyiece körü körüne
kösteklen-mektedir.
Unutulmamalıdır
ki, kusursuz kitab sadece Kur’ân-ı
Kerim'dir. Çünkü Allah kelâmıdır. Çünkü Allah’ın hıfzı ve korumasındadır. Ondan
öte her kitapta az-çok kusur bulunmaması gayr-i mümkündür. Binaenaleyh bazı
cahillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu
iddia sahiplerinin en büyük kusurlarından biri olmaktadır.
Kullara
yaptıklarını güzel göstermek şey-tan’ın bir
taktiğidir. Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye
kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça Şeytan'ın tuzağına
düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir. Halk deyimiyle «dost için
post olmak»tır.
Hasılı
şâirin şu sözü konuya ait gerçeğin tam ölçüsüdür:
«Her
günahın içki gibi bir sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, kaç kişinin ayık
kaldığını!..»
NAZARLIK TAKMAK DOĞRU MU?
«Göz
değmesi» veya «nazar değmesi» diye
bilinen, mikrobik olmayan ve aniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren
manevî rahatsızlıkların varlığını hepimiz pek iyi
biliriz. »Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı»
gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb
da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve «insan gözünden çıkan şuaların,
dikkatle belki biraz da kıskançlıkla bakış esnasında yoğunluk kazanması ve bu
yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine tesir icra
etmesi» şeklinde açıklamaktadır.
Rasulullah
Efendimiz Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte : «Göz değmesi gerçektir (vaki'dir)»
buyurmuşlardır (Buhârî, tıb,
36; Libas, 86; Müslim, selâm, 41-42; Ebu Davud, tıb,
15; Tirmîzî, tıb, 19;
Mu-vatta, ayn, 1; Ahmed b. Hanbel, 1, 1, 294, II, 222, IV, 67, V, 70). Hatta Peygamber
Efendimiz, «dokunan her kötü gözden» Allah’a sığınmayı, Hz. İbrahim'in bir
duası olarak ümmetine ta'-lim etmiştir. (Buhârî, enbiyâ, 10; Ebu Davud, sünneh, 20; İbn Mâce, tıb, 36). Hz. Aişe validemiz de Hz. Peygamberin göz değmesine karşı
okumayı emrettiğini haber vermiştir (Buhârî, tıb, 35).
Nazar
değmesine karşı okuma suretiyle uygulanan tedavinin Hz. Peygamber ve ashabı
tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler alındığı
örnekleriyle sabittir. Bu tedavide daha çok Fatiha, İhlas, Felak
v& Nâs sureleri ve Âyetü'l-kürsî'nin
okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler arasındadır. Islâm
bilginlerinin çoğu, böylesi bir tedavi karşılığında ücret alınabileceği
görüşündedirler. Elmalı'lı mer-hum’un
belirttiği gibi (Hak Dini Kur’an Dili, Felak Suresi
Tefsiri, IX, 6394 - 6399) bu tedavi çeşidinde aslolan
hastanın bizzat kendisinin okumasıdır.
Bu
açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı güya tedbirmiş gibi, halk arasında
dolaşan bir takım hurafelerin manâsızlığı
kendiliğinden ortaya çıktı sanırım. Çocukların elbiselerine mavi boncuklar,
nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu v.s.
takmak.; evlere, binaların girişlerine, arabalara at
nalı, at-kafası, çeşitli muskalar asmak, kurşun dök-, mek,
tütsü yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara göz resimleri yapıştırmak, acaip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu
bâtıl inanışın zavallı aletleridir. Bunların tıb
açısından en küçük bir faydası düşü-nülemiyeceği gibi
bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları
vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak haramdır.
Bir
tür koruyucu totem izlenimini veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış kanısının
zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların kullanılmasını Peygamber
Efendimiz kesinlikle yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan
kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp
atmasını emretmiştir, (bk. Nesâî, Ziynet, 17; İbn Mâce, tıb,
39).
O
halde anlaşılmıştır ki, müslümana yakışan, basit
birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu zannına kapılmak değil, her şeyini
borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine sunduğu rabbına
sığınmaktır. Şifayı verecek olan’ın ne ilaç ne
doktor, ne okuma ne hoca değil, bizzat Allah Teâlâ olduğunu hiç unutmamaktır.
Allah şifa vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Makul ve
emredilen yoldan hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifayı yalnız ve
yalnız Allah'tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde bir ikinci görevdir.
Manevî
hastalıkların tedbiri de manevi dir. Kur’an âyetlerinin ve me'sur duaların
okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede alınması demektir.
Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp batıla kapılmadır.
«Allah’ım,
her şeytan (tabiatlının şerrin)-den, zehirli haşerâttan
ve dokunan her kötü gözden şifa veren kelimelerine
sığınırım.»
Netice
BİD’ATLARA KARŞI KORUNMA ÇARELERİ
Beyhakî’nin
İbn Abbas’dan rivayet
ettiği bir hadise göre «Allah’ın en çok buğuz
ettiği iş, bid’attır.» (Ali Mahfuz, İbda’, s. 32)
Böyle
olunca bid’atlardan korunmak bir anlamda da İlâhî buğuzdan kurtulmaya çalışmak demek olacaktır. Bu sebeple müslûman toplumun bid’atlardan
korunmasında devlet de görevlidir, müslümanlar da...
·
a)
Devletin görevi
Bid'atlarla
mücadelede devlet başkanınca alınması gerekli tedbirlerin başında, şartlarını
haiz bir muhtesib (ler
zümresin)!, anında emr-î
bi’I-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini görmek üzere örgütlemek ve
görevlendirmek gelmektedir.
Muhtesib, şer’i
şerife aykırı her fiili önlemek ve böylesî bir münkeri işlemeye kalkışanları bundan vazgeçirmek
anlamındaki hisba görevi’ni
deruhte eden kişidir. (İbda’, 143)
Devlet,
hisbe teşkilâtının çalışması için gerekli jnâlî imkân ve tahsisatı beytu’l-mâl
(bütçe)den karşılamakla da yükümlüdür. (İbda', s. 144)
Hisbe,
İslâm toplumunda her türlü denetim görevlerini üstlenen kurulun ortak adı
olarak sünnet dışı gelişmeleri kontrol etmeyi de ifade etmektedir. Hatta «hisbe’nin bid'atlar karşısındaki
önemi, öteki münkerât karşısındaki rol ve
ehemmiyetinden çok önde gelir.» (İbda’, s. 149)
·
b) Müslüman halkın görevi
Bid'atla
mücadelede ihtisab müessesesi kadar, hatta ondan daha
da önce müslüman-larda hisbe
ruhu’nun bulunması gereklidir. «İddihâru’l-ecr indellah =
mükâfatı Allah katında biriktirmek» demek olan hisbe
ruhu bld’atlarla mücadelede temel şarttır. „
Bu
şart, bid'atlara karşı amansız, tavizsiz ve
hoşgörüsüz olmak gerektiğini ortaya koymaktadır. Çünkü bu illet bünyevîdir, sâridir, ciddidir. Acımaya, müdahalede
gecikmeye gelmez.
Hatta
halkının tümü sünnet üzere yaşıyan bir beldede çıkan
bir bid'atı önlemek ve bid'at-çıyı
vaz geçirmek için bu belde halkı devlet başkanından izin almadan teşebbüse
geçebilirler, onlara bu hak tanınmıştır.
Bir
bölümü ehl-i sünnet bir başka bölümü ehl-i bid’at ya da bid’at taraftarı olan kişilerin bid’atçıya
müdahale etmek için —daha büyük bir kargaşaya meydan vermemek düşüncesiyle—
mutlaka devlet başkanından izin almaları şarttır. Devlet başkanı kime izin
verirse, yetki ve görev omundur, bid'atı o önleyecek,
bid’at-çıyı o te'dib edecektir.
[İbda', s. 149)
Öte
yandan bid’atçıya yardımcı olmanın, İslâm’ın yıkımına
çalışmak demek olduğu halk tarafından bir iyice benimsenmelidir.
Bid’atlarla
mücadele edebilmek, bid'atçınm tuzağına düşmemek için
yeteri kadar İslâm ve sünnet konusunda bilgi sahibi olmaya çalışmak gerekir. Bid’atm yerleşmesi için en uygun vasat cehalet’Ie
oluşur.
Bid'atlar
ve fitnelerden korunabilmek için Kur’an ve sünnet'e
sığınmak ve sarılmak, fert ve devlet planında yapılacak yegâne görevdir. Rasulullah (s.a.) tarafından
tavsiye' edilen yol da budur.:
«Sıkı
sarıldığınız sürece
asla sapıtmıya-cağınız iki şey bırakıyorum sîze : Allah’ın
kitabı ve Peygamberin sünneti...» (Muvatta, kader 3]
«Benden sonra yaşayanlarınız pek çok
ihtilâflar görecektir. Size sünnetime ve hidâyete
erdirilmiş halifelerimin sünnetine sımsıkı sarılmanızı tavsiye ederim.» (Ebu Davud,
sünnet 5; Tirmizî, ilim 16; Dârimî,
mukaddime 16) «Dine Muhalefetten sakınım Dine sonradan sokulan herşey bid’at ve her bid’at da dalâlet (sebebi)dir.»
(Dârimi, mukaddime 16)
·
c) Bid'atçılarm
cezalandırılması
Bid’atçıları
cezalandırmakta bir kaç görüş bulunmaktadır.
·
1
— Haricîler gibi öldürülmek suretiyle cezalandırılırlar:
Ebu
Katâde’den : «Bir bid’at icad ve ihdas eden kılıcı haketmiştir.»
(Dârimî, mukaddime 16)
·
2
— Daha hafif bir ceza ile cezalandırılırlar.
·
3
— Cezalandırmaya güç yetirilemezse, bid'atı
açıklanarak ondan , halkın sakıridırılması
yoluna gidilir. Ki, bu bi,r
emr-1 bi’l-ma’ruf ve nehy-i
ani’l-münker görevidir. (İbda', s. 141)
İslâmî
anlamda icra yetkisinin bulunmadığı ülke ve toplumlarda da müslümanlar
bu üçüncü yolla bid'at ve bid'atçılarla
mücadele etmek ve müslümanların korunmasına
çalışmakla görevlidirler. Bu konuda da birinci derecede ulema (bilginler)
ya iş düşmekte, sorumluluk terettüb etmektedir.
Bu
ikaz görevi yerine
getirildikten sonra--dır ki,
«Ey inananlar, siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduktan sonra o yoldan
sapan» lann size bir zararı olmaz.» âyetindeki İlâhî müjde ve garantiden yararlanmaya hak
kazanılmış olur. (İbda', s. 147)
Çünkü
yapılan uyarının muhatablarca kabul edilip -
edilmemesinden sorumlu değiliz. Uyarının yapılmasından ve doğru olan, yolda
yürümekten sorumluyuz. Hz. Peygamberin görevi de bu değil miydi?
«Sana sadece tebliğ gerekir. Hesab görmek bizim işimizdir!»
Bugün
Türkiye’de din görevi üstlenenlerin bu konuda daha büyük bir dikkat
göstermeleri zarureti ortadadır. Çünkü dinî hayat, belli menfî
gelişmeler sonucu, her türlü yabancı ve düşman unsurlar tarafından
yozlaştırılmaya çalışılmış olduğu için müsiüman halk,
din kokusu aldığı hemen her girişimi desteklemek eğilimi göstermiş, hoş
karşılamış, benimsemiştir. Zamanla alışkanlık halini alan bu uygulamalardan müslûman halkı şimdi vazgeçi-rip
gerçek olan’a, sünnet’teki
uygulama biçimine alıştırmak ve bunu da en küçük yaptırım gücüne dayanmadan
yapabilmek... İşte görev ve güçlüğü budur...
SON
SÖZ
Buraya
kadar Müslüman-Türk toplumu olarak günlük hayatımızda -muhtelif boyutlarda-
etkisini hissettiğimiz ve yaşadığımız yanlışlar dizisi içinden en yaygınlarını
en belirgin yönleriyle ve korunma çareleriyle birlikte dikkatlerinize sunma
gayreti içinde olduk.
Şimdi
son 'derken bir iki nazik ve önemli noktayı bir kez daha vurgulamakta yarar
görmekteyiz.
Hurafeler
ve bâtıl inanışlar daha çok sıhhat, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi
sahibi olmak noktalarında ve toplumun hemen her kesiminde en ağır şekilde de
kadınlar arasında yoğunlaşmaktadır. Hayat şartlarının düzeltilmesi, sağlık
hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi tedbirlerle bu hurafe ve bâtıl
inanışların ortadan kalkabileceği görüşü, modern ve ileri toplumlarda da aynı hurâfe ve bâtıl inançlara ya da benzerlerine rastlanması
gerçeği karşısında’ geçerliğini kaybet-mistir. Demektir
ki hurafeler toplumların ortak ve onulmaz kültürel dertleridir.
Hurafe,
bid’at ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük
bir kısmı bu durumlarını dindarlık, tevekkül, Allah’a güvenme; bunlara karşı
çıkmaya da «itikadsızlık» damgasını vururlar. Oysa
bilinmesi ve hiç unutulmaması gerekli olan bir gerçek vardır
: Din'in kabul etmediği anlayış ve
uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık ancak, dinî olanı, dince kabul Ve
emredileni emrediidiği şekilde yerine getirmektir. Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, yanlış kapı çalmaktır,
aldanmaktır, aldatmaktır. Cehâlete, câhil hatta bazan hâin telkinlere kurban gitmektir. Din’in
aslî sâfiyetine gölge düşürmek, din düşmanlarına söz
hakkı tanımak, onların dince kabul edilmiş bir çok
hususu «hurâfe» diye ilan etmelerine -bilmeden de
olsa- çanak tutmaktır. Gerçeğe mekân olması gereken kalb
evini yalana, yanlışa açmaktır.
Herhangi
bir hurâfe veya bâtıl inanışa halkın çoğunluğunun
sarılmış olması o hurâfe-nin gerçek ve doğru kabul
edilmesi için gerekçe yapılamaz. Gerçeğin ölçüsü bizzat gerçektir. Gerçtek ise, Allah'tan gelendir.
O
halde şer'î delillerde, özellikle sünnet’te
yeri olmayan uygulama ve kabuller hurafe’-dîr, bid’attır, bâtıldır...
Âlemlere
rahmet olarak gönderilmiş bulunan Peygamber Efendimizin sünnetini yaşamak, bizi
her türlü yanlıştan kurtaracak yegâne yoldur. Çünkü doğru yol, O’nun kılavuzla-dığı yoldur. Gerisi tek kelime ile boş'tur.
O’nun
bir duası ile «son» diyor, okuyucularıma yanlıştan uzak, sağlıklı dinî
yaşayışlar diliyorum :
«Ey
kalbleri halden hale çeviren Allah’ım, benim kalbimi
dinin üzere sabit ve dâim kıl.»
EK
Şeyh
Ahmed Vasiyetnamesi Hakkında Bir Rapor
ŞEYH AHMET VASİYETNAMELERİ HAKKINDA
ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Müslümanlık
birlik ve beraberlik dinidir. Müslümanlar İslâm’ın zuhûrundan .bugüne kadar
varlıklarını bu şuurla korumuşlardır. Bundan böyle de varlıklarını dinî birlik ve, kardeşlik şuuruyla korumaya devam edeceklerdir. Bu
gerçeği çok iyi bilen İslâm düşmanları bu sağlam birliği öteden beri
kundaklanışlardır. Bilhassa maksatlı kişiler müslümanların
arasına sokularak saf ve bilgisiz müslümanları her
fırsatta aldatıp aralarında fitne ve fesad çıkarmaya
çalışmışlardır. Yahudilerle; temsilcileri sayılan Abdullah b. Sebe ile başlıyan yıkıcı
faaliyetler günümüze kadar çeşitli adlar ve kisveler altında sürüp gelmiştir.
İşte bu gün müslüman halkımızın her yönden birliğini,
beraberliğini ve dininhemeli sayılan temiz inançları
yıkıcı, mahiyette bilinen faaliyetlerden bir tanesi de, Şeyh Ahmet
Vasiyetnamesi adı verilen maksatlı yayınlardır.
Bu
vasiyetnameler esas ve muhtevada dinimize tamamen aykırıdır. Şöyle ki :
1
— Mezkûr vasiyetnamede Şeyh Ahmet, uykuya daldığı bir sırada bu vasiyetleri
Peygamberimizden aldığını iddia ediyor. Rüyada birisini gördüyse, bu
peygamberimiz olamaz. Onu gördüğünü zannediyorsa, şemâili
tam’-mıdır? Tam diyorsa, bu1 büyük bir yalandır. Çünkü
vasiyetnamenin içindekiler, Dinimize aykırıdır. Böyle dine uymayan bir
vasiyetnameyi Peygamberimize isnad etmek, yalan ve
büyük bir iftiradır. Peygamber Efendimiz yalan yere rüya
uydurma hakkında şöyle buyurmaktadır: «Bir adamın babasından başkasına
intisabı, uykuda görmediğini gördüm demesi, benim söylemediğim bir sözü,
söyledi diye iftira etmesi en büyük günahlardandır.» «Peygamberine iftira eden yahud gözlerine iftira eden yahud
ana-babasına iftira eden Cennetin kokusunu duymaz» «Rüyasında görmediğini
gördüm deyip yalan söyliyen kimse, cehennem ateşindeki
yerini hazırlasın».
2
— Bir kimseye rüyasında Peygamberimiz tarafından dinî yeni bir hüküm tavsiye
edilse, bununla amel edilmez. Çünkü onun irtihali ile vahiy sona ermiştir ve
sağlığında iken din tamamlanmıştır. Bu husus, bazı âyet
ve hadislerle de açıklanmıştır. Binaenaleyh görülen bu çeşit rüyalar, dinin
İlâhî ölçülerine uygun olduğu müddetçe haktır ve rüyayı sa-dıkadır.
Bu gibi rüyalar, dinî hükümleri sadece teyid eder.
Fakat dinen hiçbir hüküm ifade etmez. Şayet görülen rüyalar (vasiyetnamedeki
gibi) dine aykırı ise, bâtıldır ve şeytanîdir. Hiçbir değer ifade etmez.
3
— Şeyh Ahmet, Dinî hükümlere atıflar yaparak çeşitli dinî hükümler icad etmektedir. Halbuki dinde
inanılacak esasları, ha-; ram ve helâl gibi hükümleri ancak ve ancak Allah
bildirir. Bu hususta Peygamber sadece tebliğ ile görevlidir. Aksi takdirde
Allah hakkına tecâvüz olur. Halbuki
Şeyh Ahmet, burada bunu düşünmiyecek kadar gafil ve câhil veya azılı bir İslâm düşmanı durumuna düşmektedir.
4
— Şeyh Ahmet, Peygamberimizden olduğunu iddia ettiği vasiyetnameleri rivayet
etmektedir. Rivayetin kabule şayan olabilmesi için rivayet edenin
biyografisinin çok iyi bilinmesi, ayrıca itimad
edilir bir şahsyet olması gerekir. Aksi takdirde
rivayetin hiç bir değeri olmaz. Ravzaı Mutahharanın böyle bir imam ve hatibi
veya hizmetçisi var mıydı. Var idi ise, nasıl bir kimse idi? Aklı,
inancı ve ahlâkı, nasıl bir şahıs idi? Halen böyle bir zat var mıdır? Bu ve
emsali sorulara hiçbir Medineli veya herhangi bir eser, cevap verememektedir-
Şu halde, bu rivayeti, hayatta olmıyan hayalî bir
kimse yapmış oluyor. Sonra takma bir adla yapıldığını düşünsek, neden buna baş vurulmuştur? Bu jş, iyi
niyetle yapılsa dahi, hatayı düzeltmiş olmaz ki... Günkü vasiyetnameler fahiş
hatalarla doludur.
5
— Şeyh Ahmet bazı vasiyetnamelerde; «Türbe-i Şerif Hâtibî»,
bazısında . «Peygamberimizin türbedarı» ve bazısında
da «Resulul-lah’ın Harem anahtar taşıyıcısı» olduğunu
yazarak, Ona olan mesnetsiz yakınlığını ve hayalî hizmetlerini istismara
kalkmaktadır. Ona olan gerçek yakınlık, dinî esaslara uymıya
bağlıdır. Yer ve kan yakınlığının İslâm’da, iman ve amel-i salih
olmadıkça, hiç bir değeri yoktur. Şeyh Ahmet burada Peygamberimize yakınlığını
ve hizmetini ileri sürerek, «Onu rüyada görür görmez tanıdığı ve onun bir nevi yakını olması
hasebiyle elçisi durumunda olduğu» fikrini sinsice benimsetme çabasına
girişmiştir. Halbuki Peygamberlerin vârisleri din
bilginleridir.
6
— Vasiyetnamelere şirk koşanların ve ona inanmıyanın
kâfir olacağı iddia edilmiştir. Vasiyetname, İslâm Dininin hangi esa-smdandır? Ne ile sabittir kİ,
onu tanımak iman; tanımamak küfür olsun? İslâm Dininin; iman ve amel esasları
bellidir. Kimin neyi kabul ederse müslüman; neyi
inkâr edrese kâfir olacağı bellidir. Şeyh Ahmed'e göre İslâm Dinini kabul edip tatbik etse dahi, bir
kimse, mezkûr vasiyetnameleri kabul etmemesi veya propagandasını yapmaması
halinde kâfir sayılmaktadır ki, bu, dine, akla ve mantığa aykırıdır ve çok
gülünçtür.
7
— Vasiyetnamelerde büyük yeminler edilerek; «Vasiyetnamede yalan yoktur, varsa
imansız gideyim» denilerek okuyan ve dinleyenin yüreği titretilmeye ve heyecana
getirilmeye çalışılmaktadır. Bu yeminler, Şeyh Ah. med’in
iddiasına, bizzat kendisinin inanmadığım ve başkalarının inanmalarında da
şüpheye düştüğünü göstermektedir. Ayrıca lânetler edilmektedir. Lânet, lânet
edilene gitmeyince edene döner. Burada da Allah'ın lâneti Şeyh Ah-med’in kendisine dönerek kendi kendini Allah'ın mel'unu durumuna düşürmektedir.
8—
Vasiyetnameleri çoğaltıp propagandasını yapmıyan ve
onları dağıtmıyanların yüzünün kara, dağıtanların da afv olunduğu ve Peygamberi görmüş olacağı iddia
edilmektedir. Halbuki âyet
ve hadislerde, yüzleri kara olanların kâfirler olduğu beyan edilmektedir. Yüzü
kara olma kâfire mahsus bir azaptır. Bir vasiyetnameyi kabul etmiyen ve propagandasını yapmıyan
bir müslümanı kâfir yerine koymak dine aykırıdır.
Bu
vasiyetnameleri dağıtanlara ise, bol bol bağışlamalar vadedilmiştir.
Bunların hiçbirisi ne kitap ve sünnette ve ne de bunlara dayanan dinî
kitaplarda mevcuttur. Bu mükâfat ve cezalar, tamamen uydurmadır.
Münderecatı,
usul ve esasları İslama baştan sona aykırı olan
yazılması müslümanlar arasında fitne ve fesada sebeb olan Vasiyetnameyi uyduran, ya çok saf ve câhil bir insan veya İslâm Dinine ve Müslümanlara düşman
bir kimse veya teşkilât veya menfaat sağlayan bir guruptur.
Netice
: Vasiyetnameler hiçbir
îlmî ve dinî esasa dayanmıyan
indî ve maksatlı fikirleri yaymıya matuf, millî
birliğimizi, dinî bütünlüğümüzü bozucu, inanç ve hissiyatımızı rencide edici,
bölücü ve zihinleri teşviş edici zararlı bir neşriyattır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar