Print Friendly and PDF

KUR’ÂN’DA GÜNAH-MUSÎBET İLİŞKİSİ

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Sabahattin GÖZTOK

ÖNSÖZ

Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun. O’nun kulu, elçisi Hz. Muhammed’e, aile efradına ve ashabına salât ve selâm olsun. Allah insanı yaratmış fakat başıboş bırakmamıştır. İnsanların içinden seçtiği peygamberlerle onlara doğru yolu göstermiştir. “Sana da Kur’ân-ı indirdik ki kendilerine ineni insanlara açıklayasın. Belki düşünüp ibret alırlar.”1 Peygamberimiz Allah’tan aldığı emir ve yasakları önce kendi hayatında uygulamış ve aynı zamanda sözlü ve fiili olarak insanlara anlatmıştır.

Aslî görevi Allah’a kulluk olan insan zamanla ilâhi vahyi unutmuş hevâsının peşine düşüp dünya hayatı içinde adeta kaybolmuştur. Eşrefi mahlûkât olarak yaratılan insan ilâhi vahiyden uzaklaşmasının bedelini aşağıların aşağısına düşerek ödemiştir

Allah (c.c.) yeryüzünü, gökleri ve bunlar arasındaki bütün varlıkları insanın emrine düşünüp araştırsınlar diye sunmuştur. Bundan dolayı Kur’ân, insanları derin derin düşünmeye ve aklını kullanmaya teşvik eder. Aklını kullanmayanlara da cezasını vermekle tehdit ederek uyarır. Kur’ân, evren ve onun yaratıcısı hakkında insanı düşünmeye sevk ettiği gibi geçmiş toplumlar ve fertler hakkında da araştırma yapmasını ister. Peygamberlerine karşı takındıkları tavırları, karşı koyuşlarını, musîbetlere maruz kalmalarına sebep olan nedenler hakkında bilgi edinmemizi, bunların başına gelen felâketlerden ibret almamız gerektiğini bizlere bildirir.

Kur’ân’ın değişik âyetlerinde insanın işlediği günahların başlarına gelen felâketlerin sebebi olduğu vurgulanmıştır. “Onları günahları sebebiyle helâk ettik,2 günahları yüzünden suda boğuldular,3 onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık,4” bu ve buna benzer âyetlerde bu hususa vurgu yapılmıştır.

Amacımız, Kur’ân âyetleri ışığında işlenen günahlarla insanların başlarına gelen musîbetler arasında ki ilişkiyi ortaya koymaktır. Ta ki öncekilerin düştüğü yanlışlara düşmeyelim ve öncekilerin başına gelen felâketler bizlerin de başına gelmesin. İbret alınmayan her şeyin tekrar ettiğini de zaten hepimiz çok iyi biliyoruz.

Sabahattin GÖZTOK

VAN - 2010

GİRİŞ

ARAŞTIRMANIN KONUSU VE ÖNEMİ

Cenâb-ı Allah’ın yaratmış olduğu en önemli varlık eşrefi mahlûkat olan insandır. Allah, kâinattaki her şeyi insanlara hizmet etsin, insanları da Allah’a kulluk etsinler diye yaratmıştır. Yine Allah’ın verdiği akıl nimeti ile diğer canlılardan ayrılan insan, aynı zamanda irade sahibidir. İnsan, irâdesiyle Allah’ın (cc) emirleri doğrultusunda kulluk yapmaya müsait olduğu gibi, bunun tersi istikâmette günah işlemeye de müsait bir yaratılışa sahiptir. Allah insana sayılamayacak kadar nimetler bahşetmiş; ama onu başıboş bırakmamış, bu nimetler karşılığında, insandan yalnız kendisine kulluk etmesini istemiştir.

Kur’ân tarih boyunca insanların çeşitli felâket, deprem, kasırga, fırtına, hastalık, kuraklık, açlık, kıtlık, gibi musîbet kategorisinde değerlendirilebilecek hadiselere maruz kaldığını bize bildirmektedir. Yine bu olaylar anlatılırken ibret alınmadığı takdirde geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaşanılması kaçınılmaz olaylar olduğu hususu vurgulanmaktadır.

Kur’ân, insanların günahlarıyla, başlarına gelen musîbetler arasında doğrudan ilişki kurmuş, bu ilişkiyi de insanların dikkatlerine sunmuştur. Başınıza gelen herhangi bir musîbet kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir.5 Bu ve buna benzer birçok âyette musîbetlerle işlenen kötü eylemler arasında bağlantılar vardır.

Bu çalışmada temel amacımız, Kur’ân âyetlerini temel alarak günah ve musîbet kavramlarını, bu iki kavram arasındaki ilişkiyi, günahların musîbetlerin meydana gelmesinde bir rolünün olup olmadığı konusunu ortaya koymaktır.

ARAŞTIRMANIN AMACI

Günah ve musîbet Kur’ân’ın birçok yerinde kullanılan kavramlardır. Yine bu iki kavramın Kur’ân’ın birçok yerinde ardı ardına ve bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde kullanımları söz konusudur.

Çalışmamızın temel amacı, günah ve musîbet kavramlarını tahlil etmek ve bu kavramların Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanım alanlarını belirlemektir. Bununla beraber her iki kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de kullanıldıkları anlam alanı içerisinde değerlendirerek daha sonra aralarındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.

ARAŞTIRMANIN METODU

Araştırmamızın temel metodu günah ve musîbet kavramlarının Kur’ân’da kullanıldığı anlamları incelemek sözlük ve terim anlamını vererek yakın anlamlı kavramları tahlil etmektir. Bununla beraber Kur’ân’ın bütünlüğü içerisinde bu iki kavram arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.

Bu kavramları incelerken Arapça sözlüklerden yararlandık. Günah ve musîbetin Kur’ân’da hangi anlamlarda kullanıldıklarını tespit ettik.

Ayrıca günah kavramını ifade eden kelimeleri, günaha sevk eden faktörleri, niteliğine göre günahları; musîbet kavramını, musîbet kavramını ifade eden kelimeleri, musîbetin sebepleri, çeşitlerini, ceza veya mükâfat açısından musîbeti tefsirlerden hareketle inceledik. Daha sonra Kur’ân’ın bütünlüğü içerisinde günah ve musîbet arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalıştık.

Âyetlerin anlamını verirken TDV yayınları arasında yer alan meâli tercih ettik.

ARAŞTIRMANIN PLANI

Araştırmamız giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde; ilâhî dinler açısından günah kavramı ele alınmıştır.

Birinci bölümde: Günah kavramının anlamı, günah kavramını ifade eden kelimeler, günaha sevk eden dâhili ve hârici faktörler ve günahların nitelikleri (büyüklük ve küçüklük) üzerinde durulmuştur.

İkinci bölümde: Musîbet kavramının mâhiyeti, Kur’ân’da zikredildiği anlam, musîbetle ilgili kavramlar, musîbet çeşitleri, musîbetlerin sebepleri, ceza veya mükâfat açısından musîbet üzerinde durulmuştur.

Üçüncü bölümde ise; Kur’ân’da günah musîbet ilişkisi, Kur’ân’da günah musîbet ilişkisi açısından zikredilen günahlar, Kur’ân’da günah musîbet ilişkisi yönüyle de zikredilen ve helâke uğratılmış toplum ve fertler ile ilgili Kur’ân âyetleri ışığında bilgiler verilmiştir.

İLÂHİ DİNLER AÇISINDAN GÜNAH KAVRAMI

Günah kavramı, ilâhi dinlerin üzerinde hassasiyetle durduğu bir kavramdır. Dini kurallara aykırı olarak yapılan ve bunun karşılığı olarak maddi mânevi bazı cezalara konu olan durum ve davranışlar diye tarif edilmektedir.

Günahın dini bir kavram olması bakımından muhtevası hem dinlerdeki ulûhiyet kavramına hem de insanların bu ulûhiyetle münasebetlerine göre dinden dine değişmektedir. Bütün dinlerde günah anlayışı bulunmakla birlikte, insanlar üzerindeki etkileri, kaynağı, günahtan kurtulmanın yolları farklılıklar göstermektedir. İlahi dinler olan Yahudîlik, Hristiyanlık ve İslâm Âdem’in cennette yasak meyve yemekle işlediği günahı ilk günah olarak kabul ederler. Bununla birlikte ilk günahı farklı yorumlamışlardır. Yahudilere göre Âdem işlediği bu ilk günahtan dolayı ölüm ve çileli hayat gibi cezalara çarptırılmıştır. Hristiyanlıkta Âdem’in cennette tanrının iradesine karsı gelerek işlediği ilk günahın onun neslinden gelen bütün insanlığa geçtiğine inanılmaktadır. Yani Âdem’in günahının sonuçları sadece kendini değil, kendi soyundan gelen herkesi bağlamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm Adem’in tövbe etmesiyle günahının bağışlandığını belirtmektedir.6 Dinlerden her birinin kendi yapısına uygun bir şekilde günah anlayışı vardır. Araştırma sahamız Kur’ân-ı Kerîm olmakla beraber konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi açısından giriş bölümünde Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki günah anlayışına da değineceğiz.

YAHUDİLİK’TE GÜNAH

Yahudilikte günah, Yehova’ya başkaldırıdır.7 Tanrı tarafından ikame edilen düzeni ihlâldir.8 İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes’te günahı ifade eden yaklaşık yirmi kelime vardır. Bunlardan en çok geçenler “het’, pesa ve avon” dur. Kitab-ı Mukaddes’in Yunanca tercümesinde de hata kelimesinin en yaygın karşılığı amertia’dır. Latince tercümede ise günahın karşılığı olarak “peccatum, culga, iniquitas, offensio, delictum ve scelus” kelimeleri kullanılır.9

Yahudilikte günahtan beşeri tabiatın ayrılmaz bir vasfı olmak yerine, tanrı ve ona isyân eden insan ikilisine bağlı bir çerçeve içerisinde bahsedilir. Tanrıya başkaldırdığı için günahkâr insandan söz edilir. Çünkü herkes Yehova ile ilişki halindedir. Bu ilişki sadece yaratan yaratılan ilişkisi değildir. İki şahıs ilişkisidir. İnsan tanrının karşısındadır. Tanrı ona bir cevap imkânı vermiş, karşısında bir tercih zarureti koymuştur. Günah tanrıyı seçmeyi onu tercih etmeyi reddediş, dolayısıyla da bu ilişkinin bozulması parçalanmasıdır.10

Beşeri planda günah ailevî ve ictimâi bağın parçalanmasına, tanrıya karşı işlenen günah ise tanrıdan ayrılmaya sebep olur.11 İnsan her günah işlediğinde ise karşısında olan Yehova’dan uzaklaşır ve Âdem’in tecrübesini tekrar tekrar yaşar.12

Tekvin’de günahtan özel bir mevzu olarak bahsedilmektedir. Burada yukarıda ifade ettiğimiz gibi Tanrı tarafından ikame edilen düzeni ihlal ve Tanrı karşısında onun tarafından hoş karşılanmayıp sonucunda beşerin bedbahtlığını getiren bir kendini tasdik etme olarak ele alınmaktadır.13

Ahdi Atik’te insan tabiatının kötülüğü hususunda köklü bir kanaat sergilenir. Kötülüğe karşı doğuştan gelen devamlı meyil insanın topraktan yaratılmış olmasına bağlanır.14 İnsan nefsi ve şeytan daima günaha sürükleyicidir.15 Peygamberler günahı ayrılmaz bir vasıf olarak “kötü kalbin içinde kök salmış” görürler.16

Ahd-i Atîk'te günah doktrini şu şekilde İfade edilir: “Ve vâki olacak ki bütün bu sözleri sen kavme bildirince onlar da sana: Neden bize karşı Rab bu büyük kötülüğü söyledi? Ve fesadımız nedir? Ve Allah’ımız Rabbe karşı işlediğimiz suç nedir? deyince onlara diyeceksin: Mademki atalarınız beni bıraktılar, Rab diyor: Ve başka ilâhların ardınca yürüdüler ve onlara kulluk ettiler ve onlara tapındılar ve beni bırakıp şeriatımı tutmadılar ve siz atalarınızdan ziyade kötülük ettiniz. İşte siz de beni dinlememek için her biriniz kendi kötü yüreğinizin inatçılığı ardınca yürüyorsunuz.”17 18

Günahın kaynağı ise sıkça ve kuvvetlice “kötü duygular ve kalb” gösterilir. İnsan nefsi ve Şeytan ise daima günaha sürükleyicidirler, Peygamberler, günahı ayrılmaz bir vasıf olarak, “kötü kalbin içinde” kök salmış olarak görürler ve zamanın nihâyetinde Beni İsrail'e bir iyi kalb verileceğini ilân ederler. Dış tezahürler olarak günah, “objektif bir realitedir ve Yehova'ya muhalif güçlerin bir tezahürüdür”. Hatta Eski Ahid tasvirlerinde günah, “bir evin kapısı önünde dolaşan ve avının üzerine ,,18 atılmak için ufak bir fırsat kollayan bir şeytanla karşılaştırılmaktadır

Eski Ahit’te, Hristiyanların inandığı anlamda Aslî Günah’ın varlığından bahsedilemez. Ahdi Atik’te insan tabiatının kötülüğü konusunda köklü bir tabiat sergilenir. İnsan kötülüğe olan doğuştan ve devamlı meylini onun topraktan yaratılmasına bağlar. Peygamber Yeremya da sık sık kalbin kötü eğilimlerinden bahseder19 ve günahı, yaratılış biçiminden ve düşüşten kaynaklanan bir hastalık gibi mütalaa eder. Ancak çok geç Eski Ahit pasajlarında ferdî sorumluluk telkin edilmekle birlikte günahın bütün bir milletin işi olduğu şuuru vardır.20 Eski Ahit’in bazı ifadeleri, insanın başlangıçta işlediği suçun bütün insanlık tarihine sirâyet ettiğine işaret eder. Tanrının emrini dinlememe, cennetten sürülme anlamına gelmiştir ki Yahudilerin uğramış oldukları bütün sürgünler bu suçun cezası olarak düşünülmüştür. Bu nedenle Yahudilikte günah ferdin kendisiyle sınırlı olmayıp cezalandırma toplumsaldır.21 Nitekim Eski Ahit’te cezanın kolektifleştiği, insanların (Beni İsrail’in) günahlarının bir canlıya (günah keçisi, teke) intikal ettirilerek, bu yolla günahlarından arınmanın gerçekleştiği görülmektedir.22

“Ve Harun iki elini canlı ergecin başı üzerine koyacak ve İsrailoğullarının bütün fesatlarını ve bütün günahlarını, bütün suçlarını onun üzerinde itiraf edecek ve bunları ergecin başı üzerine koyacak ve hazırlanmış bir adamın eliyle onu çöle salıverecek ve ergec onların bütün fesatlarını kendi üzerinde ıssız bir diyara taşıyacak (...)”23

Yahudilerde, Hristiyani manada bir günah itirafını görememekteyiz. Sadece dua üslûbu içersinde Tanrı'ya sunulan yakarışlarla, bunlar arasında günahı dile getirişler vardır. Peygamber Daniel (ö. 562m.), Tanrı'nın merhametini elde etme nokta-ı nazarından halkın günahlarını Tanrı'ya itiraf eder. Taleb edilen merhametin gayesi ise, mevcut musibetlerden kurtulma, azad olmadır:24 “Ve şimdi, ey Allah’ımız, bu kulunun duasını ve yakarışlarını dinle ve viran olan kendi makdisinin üzerine yüzünü Rab uğrunda parlat”25. Mısır'dan, Arz-ı Mev’ûd'tan vaki sürgünler için yapılan dualar da, aynı form içinde, ilâhî rahmete çağrı yapmak için günahların, alçak gönüllü itirafı üzerine dayanır. Umumî istiğfarın sözcüsü olan bu tür edebiyat Eski Ahid'in bütün bölümlerinde mevcuttur.26 27 Ancak Kutsal tapınakta yapılan keffâret ayinlerinde günah itirafı kollektif bir hava ve şuur içinde yapılır. Fakat bu, keffâret ayinleri için tertip edildiğinden, müstakil bir itiraf ayini olarak görülemez.

Tanrı'yla bir ayrılık ve O'na bir saldırı olarak günah, ancak O'nun tarafından bir afla silinebilir. Af olunma için, “Yehova'ya olan bağlılık ve sevgi, affın, şüpheye 11111         11     •    .  ”27

mahal kalmaksızın gerçekleşmesine yeter.

Yahudilikte emirler ve yasaklar Tanah'ta da bildirilmiştir. Tanrı Yehova'nın emirlerini yerine getirmemek veya yasakları işlemek günahtır. Yahudi şeriatında birçok günah konusu vardır. En önemlileri On Emir'de sıralanmıştır. Bu emirlere uymamak büyük günahtır. Yahudilikteki on emir şunlardır:

1- Yehova'nın karşısında başka ilahlar edinmek.

2- Puta tapmak.

3- Allah’ın ismini boş yere kullanmak.

4- Cumartesi gününe saygılı olmak, hiçbir iş yapmamak.

5- Anneye, babaya hürmet etmek.

6- Adam öldürmek.

7- Zina etmek.

8- Hırsızlık yapmak.

9- Yalan yere şahitlik yapmak.

10- Komşunun hiçbir şeyine tamah etmemek.

Yahudi Tanah’ında olduğu gibi, Talmud’da da birçok günah konusu vardır. Talmud’un ana metni olan Mişna altı bölümden meydana gelir. Her bölümde günahla ilgili birçok önemli emir vardır. Mişna’nın altı bölümü şunlardır:

1- Zerâim: (Ziraatla ilgili hükümler)

2- Moed: (Belirli günlerle ilgili hükümler)

3- Nashim: (Kadınlarla ilgili hükümler)

4- Nezikin: (Ceza ve medeni kanunla ilgili hükümler)

5- Kodashim: (Mukaddes şeylerle ilgili hükümler)

6- Tohoroth: (Temizlikle ilgili hükümler) 28 29

Günahla kendisine saldırılan Tanrı, kısas, şiddet kullanma veya lütuf kanununa göre muamelede bulunma hürriyetine sahiptir. Kısas kanununun haricinde cezalandırma nadirdir. “Bu durumlarda Yehova kollektif intikam prensibini uygular gibidir. Yine şunu açıkça söylemek uygun düşer ki bu gibi durumlarda, halkın müşahhaslaşmış şekli olan ve halktan sorumlu bulunan krallar tarafından işlenen günahlar söz konusudur. Ve halka verilen bu ceza, kısas yasasının ihlâli değildir.” Düşüşten evvel, Âdem’in arzularını kendi isteği doğrultusunda yönlendiren Havva'nın, bundan böyle, kocasına bağımlı olması, toplu bir arada katmayı isteyen Bâbil Kulesi'nin mimarlarının dağıtılmaya mahkûm edilmesi; yabancı tanrıların yakınında fuhuş yapmak için Yehova'yı terk eden milletin, Yehova'dan uzak, yabancı bir diyara sürülmesi, hep kısas yasasının birer işleyişidir.30

2- HRİSTİYANLIKTA GÜNAH

Hristiyanlık günah konusuna hassasiyetle bakmıştır. Günah ilâhî arzu ve iradeye muhalefet olarak kabul edilmektedir. Ahd-i Cedîd’de günah, insanın arzusunun Tanrı'nın arzusuna muhalefeti olarak takdim edilir. Bütün günahlarda ortak özellikler Tanrı'dan uzaklaşmak, onunla beraber yaşamayı reddetmek31 ve Tanrı'nın sözüne itaat etmemektir.32 Günah Tanrı'ya itaatsizlik ve başkaldırı, ezelî kanuna uymayan arzu, fiil veya söz, akla, gerçeğe ve sağduyuya karşı bir hatadır.33 Tanrı’nın insanlık için belirlediği hayat tarzından şuurlu veya şuursuz sapmadır. Her iki durumda insan, Tanrı’nın vahyi ile beyan ettiği iradeye ters düşen bir davranışı hür bir iradeyle yapmaktadır. Tanrı’nın rızasına muhalif olan bir davranışı yapmak suretiyle günah işleyen bir kişi Tanrı’yla olan ahdini bozmakta ve ona düşman hale gelmektedir. Bu duruma düşen insan, Tanrı’nın insanlığa olan sevgisini de inkâr etmiş olmaktadır.34

İncil’de bahsedilen bütün günahlarda şu ortak hususiyet görülebilir: Tanrı’dan uzaklaşmak, O’nunla beraber yaşamayı reddetmek.35 Tanrı’nın sözüne itaat etmemek.36

Günahın teolojik hususiyetleri üzerinde duran Pavlus (ö.  67m.) özel

günahlardan çok günahın evrenselliğini işler. Pavlus günah kavramıyla, bütün beşeriyet üzerinde hâkim olan ve şahsîleşmiş evrensel bir gücü anlar. Bu evrensel güce tâbi olmak insanı hürriyetinden mahrum etmekte, kendine köle yapmaktadır. St. Augustin, kötülüğün başlı başına bir cevher olduğunu reddederek onu “iyiliğin olmaması” diye tanımlar ve günahı Tanrı’nın kutsiyet ve hikmetine bir saldırı olarak değerlendirir. Ona göre günah bütün beşerî varlığa bulaşmıştır; bundan dolayı sadece bir gün yaşamış çocuk bile günahkârdır. St. Augustin’in (ö. 430m.) bu kanaati, aslî günah inancına sıkı sıkıya bağlı oluşundan ve bunu doktrin haline getirmesinden kaynaklanmaktadır. Günahın kaynağı, insandaki arzularla bunların baskısı sonucu istek ve iradenin bozulması, kötü niyet ve insanın yaratılıştan getirdiği yetersizliktir. Bunlara dış etkenlerin tesiri de eklenince günah tahakkuk etmektedir. Diğer taraftan insanlık başlangıçtan beri aslî günahla maluldür.37

Hristiyanlıkta günah iki kısma ayrılmaktadır: Bunlardan birincisi Âdem’den dolayı bütün insanlığa sirâyet ettiğine inanılan “Asli Günah” diğeri ise fertlerin bizzat işlediği “Fiili Günah”tır.38

Asli Günah, Hristiyanlık’ta, Hz. Âdem ile Havva’nın cennette “Yasak meyve” den yemek suretiyle işlediklerine ve nesilden nesile bütün insanlığa intikal ettiğine inanılan suça verilen isimdir.

Aslî günah (Peccatum Originis) terimini ilk defa Saint Augustin kullanmış ve doktrinleştirmişse de bu konuda ilk yorum yapan Pavlus olmuştur. Önceleri Hristiyanlığa karşı iken daha sonra ilk havarilerin arasına katılan, Hz. İsa ile ilgili kurtarıcılık doktrinini ortaya koyabilmek için değişik bir izah getiren Pavlus'a göre günah dünyaya Âdem vasıtasıyla girmiştir. Her insan Âdem'in suçundan bir miktar taşımakta ve bu suç nesilden nesile geçmektedir. İnsanlığı bu suçtan kurtaran ise Hz. İsa'dır. Her doğan çocuk vaftiz olmadığı müddetçe suçludur.

Gerçekte Pavlus'un bu yorumu Tevrat’tan kaynaklanmaktadır. Tevrat’a göre topraktan yaratılan ve Mezopotamya bölgesinde bulunduğu tahmin edilen Aden mevkiindeki bahçede (cennet) oturan Âdem’in iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemesi yasaklanmış, yediği takdirde ölümlü bir varlık olacağı ve kötülüklere dalacağı kendisine bildirilmiştir. Fakat yılan Havva’yı, onun vasıtasıyla da Âdem’i kandırarak yasak meyveden yemelerine sebep olmuş, böylece ilk günah işlenmiştir. Hristiyanlığa göre Âdem ile Havva’nın soyundan gelen bütün insanların irsiyetten dolayı bu suça iştirak ettikleri kabul edilmiş ve cezalandırılacaklarına inanılmıştır. Meryem’in rahminde İsa’ya hulul eden Tanrı, günahsız olan kendi oğlunu göndermiş, o da bu günaha kefaret olmak üzere çarmıhta can vermiştir. İnsanlar ise vaftiz olmak suretiyle aslî günahtan kurtulmuş olacaklardır.39

Günahın teolojik hususiyetleri üzerinde duran Pavlus özel günahlardan çok günahın evrenselliğini işler. Pavlus günah kavramıyla, bütün beşeriyet üzerinde hâkim olan ve şahsîleşmiş evrensel bir gücü anlar. Bu evrensel güce tâbi olmak insanı hürriyetinden mahrum etmekte, kendine köle yapmaktadır. St. Augustin, kötülüğün başlı başına bir cevher olduğunu reddederek onu “iyiliğin olmaması” diye tanımlar ve günahı Tanrı’nın kutsiyet ve hikmetine bir saldırı olarak değerlendirir. Ona göre günah bütün beşerî varlığa bulaşmıştır; bundan dolayı sadece bir gün yaşamış çocuk bile günahkârdır. St. Augustin’in bu kanaati, aslî günah inancına sıkı sıkıya bağlı oluşundan ve bunu doktrin haline getirmesinden kaynaklanmaktadır. Günahın kaynağı, insandaki arzularla bunların baskısı sonucu istek ve iradenin bozulması, kötü niyet ve insanın yaratılıştan getirdiği yetersizliktir. Bunlara dış etkenlerin tesiri de eklenince günah tahakkuk etmektedir. Diğer taraftan insanlık başlangıçtan beri aslî günahla maluldür.

Hristiyanlar fiili günahı, insanın bedenini ve ruhunu kirleten asli günahın bir sonucu olarak görmektedirler. Bununla beraber asli günah bir tane iken fiili günah çok çeşitlidir.

Hristiyan teolojisinde günah birçok kısma ayrılmakta ve günahlar arasında bir derecelendirme yapılmaktadır. Ahd-i Cedîd’de Pavlus günahla ilgili iki liste vermektedir: Bütün haksızlık, kötülük, tamah, şerirlik ile dolmuş olarak; haset, katil, niza, hile, huysuzluk ile dolu; kötülük söyleyenler, zemmamlar, Allah'ın menfurları, küstah, kibirli, övünücü, kötü şeyler mucidi, ana babaya itaatsiz, anlayışsız, sözünde durmaz, tabii sevgiden mahrum, merhametsizdirler. Bu gibi şeyleri işleyenler ölüme müstahaktır diye Allah’ın hükmünü bildikleri halde yalnız bunları yapmakla kalmazlar, fakat yapanları da hoş görürler.40 “Ve bedenin işleri bellidir; onlar zina, pislik, şehvet, putperestlik, sihirbazlık, düşmanlıklar, münazaa, kıskançlık, gazaplar, çekişmeler, ayrılıklar, fırkalar, hasetler, sarhoşluklar, sefahatler ve bunlara benzer şeylerdir... Bu gibi şeyleri yapanlar Allah’ın melekûtunu miras almayacaklardır.”41

Öte yandan günahları konu ve muhtevalarına, çeliştikleri güzel davranışlara ve ters düştükleri emirlere göre, ayrıca Tanrı’ya, kişinin kendine ve yakınlarına karşı işlenmeleri veya bedenî ve ruhî olmaları yönünden, hatta düşünce, söz ve davranış açısından tasnif etmek mümkündür. Günah temelde aslî günah “peccatum originale” ve fiilî günah “peccatum actuale” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincisinden insanlığı kurtarmak üzere Tanrı günahsız olan kendi oğlunu göndermiş, o da bu günaha kefaret olmak üzere çarmıhta can vererek kendini feda etmiştir. İnsanlar ise vaftiz olmak suretiyle bu günahtan kurtulabilmektedirler. Fiilî günahı kişi doğuştan getirmeyip kendi irade ve arzusuyla tahakkuk ettirdiğinden ondan sorumludur. Fiilî günah tabîî ve ilâhî kanunların çiğnenmesidir. Bu günah Tanrı’ya karşı kasten işlenmekle kulu ebedî olan hayattan mahrum edip ebedî cezaya sürükler.

Günah, işlenen suçun ağırlığı ve işleyenin sorumluluğu nispetinde derecelenir. Fiilî günahlar, ölüme götüren bağışlanmaz (peccatum mortale) ve ölüme götürmeyen bağışlanabilir (peccatum veniale) günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Kilise geleneği de bu tasnifi benimsemiştir. Ölüme götüren günah, Tanrı’nın kanununu çiğneme sebebiyle insan kalbindeki Tanrı sevgisini yıkmakta, kişiyi Tanrı’dan uzaklaştırmaktadır. Bir günahın bağışlanmaz sayılması için ciddi ve ağır olması ve bile bile işlenmesi gerekir. Ciddi ve ağır olması on emrin çiğnenmesi demektir. Bunlar tamamen bilerek ve isteyerek işlenen günahlar olup tövbe ve Tanrı’dan af dileyip bağışlatılmazsa Mesih’in krallığından atılmayı ve ebedî olarak cehennemde kalmayı gerektirir. Bağışlanabilir günah işleyenler ilâhî mağfireti kısmen kaybeder, ahirette de arınma yeri olan A’râfta azâb çekerler. Bağışlanmaz günahın affının Tanrı’nın bağışlamasına bağlı olmasına karşılık bağışlanabilir günah ibâdet ve iyi işlerle silinir.

Bütün günahların ve kötülüklerin kaynağı yedi temel günahtır (peccata capita-le). Hristiyanlığın S. Jean Cassien (ö. 433m.) ve S. Gregoirele Grand’dan (Ö. 604m.) itibaren benimsediği bu yedi günah şunlardır: Gurur, haset, cimrilik, sefahat, oburluk, öfke ve tembellik.42

1. KUR’ÂN’DA GÜNAH KAVRAMI

1.1. GÜNAHIN ANLAMI

1.1.1. LÜGAT ANLAMI

Günah Farsça bir kelime olup sözlükte suç, uygunsuz fiil, vicdanı rahatsız eden kabahat anlamına gelir.43

Allah’ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm şeriâtının ve temiz insan fıtratının yapılmamasını emrettiği hususlardır.44

İnsanın, şeytana boyun eğmesinin bir sonucu olarak ve onun isteğine uyarak işlemiş olduğu, dünya ve ahirette cezayı gerektiren, toplum hayatına zarar veren, Allah’a itaatle bağdaşmayan herhangi bir fiil,45 meşrûiyetini Allah’tan alan her şeye başkaldırıyı ve meşru olmayan niteliğini yine Allah’tan alan her şeyi yapmayı ifâde eder.46

Kur’ân’da günah kelimesinin lafzına yakın olarak “Cünâh” kelimesi kullanılmıştır. “Meyletmek, yönelmek” manasına gelen bu kelime Kur’ân’daki kullnılışı bakımından hem “darlık, sıkıntı” hem de “günah” anlamında kullanılır. Ancak çoğu kez bu kelime, “sakınca, engel, be’s, v.b.” manalarda kullanılmıştır. Ancak bu kelime ya “lâ cünaha”, veya “leyse cünâhun” şeklinde geçmektedir. ‘Bir günah yoktur, bir sakınca yoktur veya mahzur yoktur, günah olmaz, günah işlenmiş olmaz’ gibi anlamlara gelen bu kelimenin Kur’ân'da bu şekilde yer alması oldukça dikkat çekicidir. “Cünâh” kelimesinin sözlükteki karşılığı “ism-hata” sözcüğüdür.

Allah'ın emrine karşı gelme, yasaklarını bilerek çiğneme, İslâm'ın ilkelerinden sapma, ihmal etme, sürçme ve karşı gelme gibi hatalı fiilleri tanımlamak için Türkçe’de “günah” kelimesini kullanıyoruz. “Cünâh” kelimesi bu hataların yalnızca bir kısmını, “ism” sayılan çeşidini ve biraz da mahzurlu (sakıncalı) olan davranışları anlatmaktadır. Şu örneklerde olduğu gibi:

“Şüphesiz Safâ ile Merve Allah’ın işaretlerindendir. Böylece kim Ev’i (Kâbe'yi) hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir cünâh (günah-mahzur) yoktur... ” (Bakara,2/158)

“Yeryüzünde adım attığınızda (yolculuğa veya savaş için çıktığınızda), kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir cünâh-mahzur yoktur (sizin için günah değildir)... ” (Nisâ,4/101)

1.1.2. ISTILAHÎ ANLAMI

Günah, dinen kötü fiilleri, ahlakî ve ilahî hukukun bir ihlali ve netice olarak da gerek bu dünyada, gerekse gelecek âlemde, ağır bir ceza ile cezalandırılmaya 47 müstehak bir olgudan ibarettir

Meşruiyetini, Allah’ın varlığından alan her şeye saldırı ve gayrı meşru olma keyfiyetini yine Allah’tan alan her şeyi yapmadır. Günah, bireyin karamsarlığa düşmesine hayattan tat almamasına ve isâbetli sonuçlardan uzaklaşmasına neden olabildiği gibi toplumların en ürpertici biçimde cezalandırılmasını veya yok edilmesini de sağlayabilir.47 48

Günah kavramı dinî bir kavram olup bütün dinlerde mevcuttur. Dolayısıyla günah, dinî emirlerin yerine getirilmemesi veya yasakların çiğnenmesiyle ortaya çıkan dinî, ahlakî ve vicdanî açıdan sorumluluk gerektiren bir olgudur. Nasıl beşerî kanun ve kuralların çiğnenmesi suç diye adlandırılıyorsa, dinî alandaki hata ve davranışlar da günah olarak nitelendirilmektedir.49

Hz Muhammed (sav) bir hadislerinde günahı “seni rahatsız eden ve başkasının bunu öğrenmesini hoş görmediğin şeylerdir” şeklinde tarif etmektedir.50 Demek ki insan fıtratı hakikate eğilimli olduğundan, herhangi bir olumsuz davranışta içi sızlamakta ve ondan hoşlanmamaktadır. Hz. Peygambere nispet edilen bu söz bu açıdan anlamlıdır.51

Bir başka hadiste Resûlullah (s.a.s) Vâbisâ’ya şöyle der: “İyilik ve günahtan sormaya gelmiştin değil mi? Vâbisâ “Evet” der. Ve anlatmaya devam eder. Resûlullah hemen parmaklarını bir araya topladı, onlarla göğsüne vurdu ve şöyle dedi. “Nefsine danış kalbine danış ey Vâbisâ! İyilik, nefsinin kendisine ısındığı ve kabinin huzur içerisinde olduğu şeydir. Günah ise nefsini tırmalayan ve göğsünde ”52

tereddüde yol açandır.

Kur’ân, günah kavramını ifade etmek üzere on altı kadar kelime kullanmaktadır. Bunların arasında bir anlam yakınlığı olsa bile, her biri başka bir hataya, hatanın farklı bir boyutuna işaret eder. Ancak hepsinin ortak noktası, nefse, şeytana, karanlık ve kötü işlere yenik düşmeyi, sıkıntıyı ve ıstırabı, toplumsal huzursuzluk ve kaosu, çirkin ve bayağı davranışları, dengeyi bozmayı ve haddi aşmayı ifade etmeleridir.

1.2. KUR’ÂN’DA GÜNAH KAVRAMI İLE YAKIN ANLAMLI KELİMELER

Kur’ân’da günah kavramı çok geniş olmakla beraber günahı ifade eden birçok kelime kullanılmıştır. Günahı ifade eden kelimelerin çok çeşitli kullanılması, kullanılış amaçları arasındaki nüanslar açısından bu kelimeler arasında ayırım yapılması zorunludur. Günahı ifade eden kelimelerin arasında farklılık da olsa hepsindeki ortak nokta Allah’ın yasaklarını çiğneme ve Allah’ın rızasına aykırı davranışlar anlatmalarıdır.

1.2.1. İSM

Temel anlamı dinen meşru sayılmayan bir işin yapılmasıdır. Zarar anlamı da taşır. Bununla beraber meşru olmayan bir fiilin işlenmesi durumunda karşılığında ceza gelen günah,52 53 haramın ihlali, meşru olmayan şeyi yapma54 için kullanılır.

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisi şerifte ismi şöyle tarif etmişlerdir. “Nevvas İbn Sem’an (r.a) bir gün Resûlullah’a, iyilik ve ism nedir diye sorar. Hz. Peygamber (s.a.v)’de ona şöyle cevap verir: “İyilik, ahlakın güzel olmasıdır. Günah ise, kalbini tırmalayıp insanların da muttalî olmasından hoşlanmadığın şeylerdir.”55 İsm kelimesi, müminlerin dışındakiler için kullanıldığı zaman küfür anlamı taşımakla beraber56 Müminler için kullanıldığı zaman küfür dışındaki diğer günahları ifade eder.57

‘Esime’ fiili ‘günah işledi ve haram şeyleri yaptı.’ anlamında kullanılmıştır.58 Istılahta, şer’ân ve tab’ân kaçınılması gereken59 insanı sevaptan uzaklaştıran işlendiğinde kötüleme, kınama ve cezalandırmayı gerektiren ve kalbin rahatsız olduğu dinen yasaklanmış fiilleri işlemeye ism denir. Günaha düşüren şeye de ism denmiştir.60 İsm kavramı ve çeşitli türevleri Kur’ân’da 48 yerde geçmektedir.61

1.2.2. ZENB

Temel anlamı, kuyruk, birbirinin peşinden gitme, herhangi bir şeyin sonu gibi manalara gelir. “zeneb” kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Günah, cürüm, ve ma’siyet gibi anlamları ifade etmektedir.62

Hayvan ve diğer şeylerin kuyruğu anlamında kullanılmıştır. Bu kelimeyle sona kalan ve alçak ve değersiz şeyler de ifâde edilir: Onlar toplumun kuyruğudurlar. Sularının akmasından dolayı, tepeler arasındaki su yolları, sözü bu anlamdan istiâre edilmiştir.

Kuyruğu dibinden beneklenip oluşmaya başlayan hurma. Uzun kuyruklu ata ve kuyruğu olan kovaya da denir.63

Âkıbet kötü olan her söz ve fiil, Allah’a karşı işlenen ikrah verici cürüm64 anlamındadır. Bu kelime, bir şeyin kuyruğu nokta-i nazarından âkıbet kötü kabul edilen her fiil için de kullanılır. Bundan dolayı, günaha; ardından meydana gelecek olan şey dikkate alınarak ardıl ve ceza, diye isimlendirilir.65 Bu anlamda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah, onları günahları yüzünden yakaladı. (Âl-i İmrân, 3/11); Her birini kendi günâhı ile yakaladık. (Ankebût, 29/40); Günâhları Allah'tan başka kim affeder ki? (Âl-i İmrân 3/135).

Zenb kavramı, Kur’ân’da 37 yerde geçmektedir.66 Allah’ın âyetlerini yalanlama, inkâr etme,67 itaatsizlik etmek,68 büyüklenmek,69 şirk,70 zina etmek ve iftirada bulunmak,71 adam öldürmek,72 insanlara kötülük yapmak,73 Allah yolunda cihattan geri kalmak,74 gibi yasaklanan her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlar zenb olarak ifade edilmiştir.

“Görmediler mi ki onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık?” (En’âm, 6/16)

Bu ve buna benzer âyetlerde de günahların insanın başına gelen felâketlerin yegâne sebebi olduğu üzerinde durulmaktadır: “Allah onları günahları sebebiyle yakalayıverdi. Allah’ın cezası çok şiddetlidir. ” (Âl-i İmrân, 3/11)

Aşağıdaki âyette de günahın cezalandırılma sebebi olduğu hususu belirgin olarak göze çarpmaktadır.

“Nitekim onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Ankebût, 29/40)

1.2.3. HATÎE

Doğrunun zıddıdır. Yoldan çıkıp sapma, isâbet etmeme gibi manalara gelir. “hatîetun” kelimesi mutlak olarak günah “hıt’un” kelimesi ise kasıtlı olarak işlenen günah anlamına gelmektedir.75 Hata ve günah demektir.76

İsfâhânî (ö. 502/1108) , belli olan yönden dönüş yapmaktır şeklinde tarif etmiştir. Bu birkaç şekilde olabilir.

Birincisi: istenmesi iyi olmayan, uygun görülmeyen şeyi isteyip onu yapmaktır. İnsanın kendisinden sorumlu tutulduğu gerçek hata/yanlış budur. Bu olguyu tanımlamak için “Hatîe” fiili ve mastarları kullanılır. Yüce Allah buyurur: Onları öldürmek ağır bir suçtur; (İsrâ, 17/31) Biz kesinlikle hata edenleriz. (Yusuf, 12/91)

İkincisi: Yapılması uygun görülen şeyi yapmak isterken, başka bir şeyin kendisinden sadır olmasıdır. Bu olayı anlatmak için, fiil ve sıfatlan kullanılır. Bu irade açısından isâbet etse de, yaptığı iş açısından hata etmiştir. Yüce Allah’ın: “Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir köle âzâd etmesi gerekir. ” (Nisâ, 4/ 92) sözü de bu anlamdadır.

Üçüncüsü: Kişinin, yapılması uygun görülmeyen şeyi isteyip ondan başka bir şeyi yapmasıdır. Bu durumda kişi iradesinde hatalı, yaptığı işte isâbetli sayılır; amacı açısından kötülenirken, yaptığından dolayı da herhangi bir takdire şayan görülmez. Şairin de şu sözlerinde kastettiği mana budur:

“Bana kötülük yapmak istedin fakat sevinmeme yol açtın

Zîrâ insan bazen bilmeden de iyilik yapabilmektedir.” 77

Kim bir işi yapmak isterken elinden başka bir şey çıkarsa hata etti denir. Kastettiği şey ile yaptığı uyumlu olduğunda ise isâbet etti denir. Kimi zaman da güzel olmayan bir iş yapan veya güzel olmayan bir şeyi yapmak istediğinde hata etti sözü kullanılmaktadır. Onun için hataya düştü, doğrudan saptı, doğruya isâbet etti, hatayı hata gördü gibi ifadeler kullanılmaktadır.78

Kur’ân’da hatîe kavramı zenb ism ve seyyie kavramları ile aynı anlamda kullanılmıştır.79 Şirk (Allaha ortak koşmak), inkâr80 ve nifak (ikiyüzlülük), “hatîe” (büyük günah) olduğu gibi hırsızlık yalan, iftira v.b. söz ve fiillerde (hatîe) büyük günahtır.

Amel defteri solundan verilecek olan kâfirler, müşrikler, Allah’a inanmayan ve yoksulu doyurmaya önayak olmayanlar,81 hakkı yalanlayanlar,82 mütekebbir, zorba, bozguncu,83 azgın, zalim ve asi olan kimseler,84 Kur’an’da “hatakarlar” (hatîe, hâtıîn, hâtıûn) olarak nitelenmişlerdir.

Kur’ân, cahiliye Araplarını yoksulluk endişesiyle çocuklarını öldürme âdetine de “hatîe” anlamında kullanılan “hıt’” demektedir.

“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur. ” (îsrâ, 17/31)

Nûh Kavminin helâk edilişinden bahsedilirken helâk ediliş sebepleri olarak günahlara dalmış olmaları sebep gösterilmektedir.

“Bunlar hataları yüzünden suda boğuldular. ”(Nûh, 71/25)

1.2.4. CÜRÜM

Ağaçtan meyveyi koparmak, toplamaktır. Hep aynı anlama dayanır. “el-curâmetu” ise, toplanmış hurmanın çürük olanı demektir. Bu, istenmeyen her şey için kullanılır, övülen kişiler için ise hiç kullanılmaz85

Tecavüz etmek, sınırı aşmak ve günah işlemek gibi manalara da gelir.86 Kur’ân’da çoğunlukla fiilden türetilmiş sıfat (cürm işleyen veya cürm işlemiş olan) anlamında ki “mücrim” şeklinde geçmektedir.

“Öyleyse kim Allaha karşı yalan uydurandan veya onun âyetlerini yalanlayanlardan daha zalimdir! Bilesiniz ki mücrimler asla iflah olmazlar. ” (Yûnus, 10/17)

Kur’ân yine cürmün nifâk ve tekzible yakın ilişkisi olduğuna dikkat çekmekte, cürmün kaynağının istikbâr olduğunu ve helâke uğrayan bütün müşrik toplumların mücrim olduğunu ifade etmektedir.

Istılahta, hukuken yasaklanan ve yapılması halinde failin had, kısas veya ta’zirle cezalandırılması öngörülen eylemlerdir.86 87

A’râf suresinde Lût kavminin helâk edilişi anlatıldıktan sonra şu ifadelere yer verilir:

“De ki; yeryüzünde gezinde, günahkârların (mücrimlerin) âkıbet nice oldu görün!” (Neml, 27/69)

1.2.5. SEYYİE

İnsana üzüntü veren her şeydir. Dünya ve ahiret işleri; ruh ve bedenle ilgili durumlar; mal, makam, şan, şöhret yitirmek ve bir dost kaybetmek gibi harici şeyler. Kusursuz olarak bembeyaz çıksın; (Hz. Musa ile ilgili âyet) yani ellerde bir hastalık olmaksızın. Bu, baras diye tefsir edilmiştir. Baras, ellerde meydana gelen bir çeşit hastalıktır.88

Kelimenin kökü su’dur. İnsana herhangi bir üzüntü ve acı veren şey manasına gelmektedir. Bu kelimenin günah anlamında kullanılması her ikisinin de sonucunun aynı olmasındandır. 89

Seyyie lafzı Kur’ân’da hem insanın kötü ameline karşı verilen bir ceza ve musîbet90 anlamında hem de cezayı gerektiren kötü amel91 karşılığında kullanılmıştır.

Seyyienin zıddı hasenedir. Hasene (İyilik) ve seyyie (kötülük), iki kısımdır:

Biri, akıl ve şer’in iyi ve kötü gördükleri şeyler. Örneğin şu âyette zikredilenler gibi: Kim iyilik getirirse, kendisine getirdiğinin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, ancak dengiyle cezalandırılır .(En’ âm, 6/160)

Diğeri ise insan tabiatına göre belirlenen iyilik ve kötülüklerdir. Bu da insan tabiatının hafif ve ağır gördüğü şeylerdir.

Şu âyetler bu anlamdadır: Kendilerine iyilik geldiği zaman: “işte bu bizim hakkımızdır. ” dediler. Başlarına bir kötülük gelirse Musa ile yanındakilerin uğursuzluğuna verirlerdi. (A’râf 7/31); Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik (A’râf, 7/95); Bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir! (Nahl, 16/27).

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti (Mülk 67/27); Yüzlerinizi kötü duruma soksunlar (îsrâ, 17/7); Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. (Nisâ, 4/23)

Elçilerimiz Lût ’a gelince onlar yüzünden fenalaştı, eli ayağı birbirine dolaştı. (Hûd, 11/77) Yani onları üzecek şeyler başlarına geldi. (başlarına kötü şeyler gelir diye üzüldü).

“Seyyi’, seyyie” kelimesi Kur’ân’da 62 defa geçmiş ve şirk 92, azâb, ceza ,93 zarar,94 çirkin fiiller (fevâhış, livâta),95 şer,96 küfür, büyük-küçük günah,97 anlamlarında îmân, salih ameller ve hasene’nin zıddı,98 hatîe’nin,99 ve zulmün,100 anlamdaşı olarak kullanılmıştır.

1.2.6. VÎZR

Vizr, yük, ağırlık, ağır yük, vebâl, sığınak, kendisine sığınılan bir sığınak olan dağ anlamına gelir.101 “Vezer” ise ağırlık manasıyla ilişkili olarak sarp ve muhkem dağ demektir. Bu özellikteki dağlar, firarilerin, kaçakların sığındıkları uygun mekânlar olduğu için, gerek dağ, gerek kale, gerek silah, gerek insan vesaire, 102 mutlaka bir kurtarıcı, sığınak, sığınacak yer ve siper manalarında kullanılmıştır.

Kur’ân’da 27 defa geçmiştir.102 103 Günahkâr insana, vâzira ,104 Vezer sığınacak yer,105 günahın cezasının ağırlığı 106anlamında kullanılmıştır. Bir âyette hiçbir günahkârın diğerinin günahını çekmeyeceği bildirilmiştir.107 Ancak insanları hak yoldan saptıran, onları küfre, günaha ve harama sürükleyen kimse bu insanların günahlarının bir kısmını yüklenecektir.108 Bununla birlikte sapan ve günaha dalanlar da cezalarını çekeceklerdir. Çünkü Kur’ân’dan yüz çeviren,109 îmânı ve sâlih amelleri terk edenler,110 günahı yüklenmişler ve ziyana uğramışlardır.

1.2.7. FÜCÛR

Yalanlamak, yalan söylemek, hak ve doğruluktan, hayır amellerden sapmak, günah ve haramlara dalmak anlamlarına gelmektedir.111

Kur’ân’da; “îmân, ibâdet, itaat ve takvâ’nın” (günah olan söz, fiil ve davranışları terk ederek Allah’a karşı gelmekten sakınmanın) zıddı olarak kullanılmıştır. Fücûr ve takvâ Allah tarafından nefse ilham edilen iki melekedir. Nefsini fücûr ile kirleten ziyana uğrar, takvâ ile temizleyen kurtuluşa erer.112

1.2.8. ŞİRK

“Şe-ri-ke” kökü, temel anlam bakımından iki şey arasında benzerlik kurma nedeniyle, bir şeyin tek başına yalnız başına olmaması halini anlatır. Bu açıdan şirk, infirâd, (tek olma tek başına olma) nın zıddıdır.113 İki mülkün birbirine katılması karıştırılmasıdır.114

Ortaklık, ortak olmak ve Allah’ın rubûbiyetinde ortak koşmak demektir.115

Allah’a şirk koşmak günahların en büyüğüdür.116 Şirk ve küfrün Allah tarafından bağışlanmayacağı bildirilmektedir: “Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah ’a ortak koşarsa, gerçekten pek büyük bir günah işlemiş olur.117

Şirk, imam Maturidî’nin (ö. 333/944) tasnifine göre itikâdi ve ameli olmak üzere ikiye ayrılır: “İtikadi şirk, put v.s’ nin kâinatı yaratmada ve idare etmede Allah’a ortak olduklarına inanmak, peygamberlerden yahut da farz ibâdetlerden herhangi birini inkâr etmek, helallerin haram, haramların helal olduğunu kabul etmektir.

Ameli şirk, Allah ile birlikte ondan başka bir şeye de ibâdet etmek, nimetlerin şükrüne Allah’tan başkasını ortak kılmak, müminlerle savaşmak, Allah’a ibâdet ve itaat edilmesine mani olmaktır. Mâturidî, ayrıca lisanıyla Allah’a îmân edip de kalbiyle inkâr etmeninde bir nevi şirk olduğunu görüşünü benimsemektedir.118

1.2.9. DALÂLET

Arapçada “dalle” kelimesi, yolunu kaybetmek, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan çıkmak ve insanın talep ettiği noktadan mahrum kalması, şaşmak, bocalamak, yok olmak, helâk olmak, sapıklığa düşmek manalarını ifade eder. Kur’ân’da “dalle”, türevleriyle 191 âyette geçer.119

“işte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır.... ” (Bakara,2/16); “Bize doğru yolu göster, kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazâba uğramışların ve sapmışların yoluna değil. ” (Fatiha, 1/6-7)

Dalâlet kavramının içeriğinde biri sapma diğeri saptırma olmak üzere iki anlam bulunmaktadır. Kur’ân’da, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmamak,120 Allah’a şirk koşmak,121 zulüm yapmak,122 gibi davranışlar sapma olarak ifade edilmiştir.

1.2.10. İSYÂN

A’sâ fiilinin mastarıdır. İtaatin zıddıdır.123 Filan kişi itaatin dışına çıktı, itaatten ayrıldı. Temelde ise “Kişinin kendini değneğiyle savunmaya ya da korumaya çalışması,124 uçmak, yavru, annenin peşinden gitmemek” gibi manalara gelir. Dinî anlamda isyân; Allah ve Resûlünün emirlerine uymamak, itaat etmemek demektir.125

Bu anlamda isyân iki kısma ayrılır:

a) Dininin ahkâmını, Allah’ın emir ve yasaklarını reddetmek ve kabulden imtina etmek. Bu, inkârdır.

b) İman edilmesi gereken şeylere îmân etmekle birlikte emir ve yasakları ihlal etmek, itaatsizlik etmek. Bu, fısk ve hatadır, itaatten isyân ederek sapmaktır. Dolayısıyla isyânın bazısı küfür bazısı değildir. Allah’a ve Peygambere isyân, mutlak olarak zikredildiği zaman buna, küfür de fısk da dâhildir.126

Cin suresinin 23. âyetinde, “... Kim Allah ’a ve Rasûlüne isyân ederse ona, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır" buyrulmuştur. Âyetteki “Allah ve Resûlüne isyân”, Peygamberin Allah’tan alıp haber verdiği ilâhî gerçekleri, âyetleri kabul etmemek, şirk ve küfürde ısrar etmektir. Allah’a ve Resûlüne isyân eden kimse “îmân etmeyen kimse” anlamındadır.

İsyân kelimesi Kur’ân’da; Küfür, inkâr etme,127 cühûd, bile bile hakkı kabul etmeme,128 ğavâ, azma,129 fısk, itaatsizlik etme,130 kizb, Allah’ın âyetlerini

yalanlama,131 ism ve ‘udvân, günah işleme ve düşmanlık yapma,132 i’tidâ, haddi aşma133 ve cebbâr, zorba,134 kavramları ile birlikte kullanılmıştır.

Kur’ân’da, Firavun’un,135 Yahudilerin,136 Nûh kavminin137 ve helâk edilen bütün kavimlerin,138 peygamberlerine isyân ettikleri bildirilmiştir ki bu isyân da inkâr anlamındadır.139

1.2.11. FISK

Lügatte hurmanın kabuğunu yarıp dışarı çıkması manasına gelir.140 Fareye kendisinde bir pislik olduğundan “fuveysika” denilmiştir.141 142 “Feseka fulenun” filan kişi şeraitin haram dairesinin dışına çıktı. Allah’ın emrini terk etti. İtaatin dışına çıktı.

142

Anlamlarında kullanılmıştır.

Fısk sözcüğü küfr kelimesinden daha geniş anlamlıdır. Günahın azına da çoğuna da fısk denir. Fakat çok olan günahla ilgili kullanımı yaygınlık kazanmıştır. “fâsık” sözcüğü ise daha çok dinin hükümlerini gözetme sorumluluğunu üzerine almış ve onun otoritesini kabul etmiş sonra da dinin hükümlerinin tümünü veya bir bölümünü uygulamayı ihmal etmiş, yapmamış veya yerine getirmeden bırakmış olan kimseyle ilgili olarak kullanılır. Eğer temelde kâfir olan bir kimseye fâsık denilirse, bu onun, aklın, kendisini zorunlu tuttuğu, ya da fıtratın, kendisini mecbur ettiği şeye ait hükümleri gözetmeyi ihmal etmesi ya da yerine getirmeden bırakmasından dolayıdır.143

“İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. (Kehf, 18/50)

“Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de4 onlar orada kötülük işlerler. ” (İsrâ, 17/16)

“Namuslu kadınlara zina isnat edip sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. işte bunlar fâsık kimselerdir. ” (Nûr, 24/4)

Allah, müminlere îmânı sevdirmiş, küfrü, fıskı ve isyânı çirkin göstermiştir.144

Kur’ân’da türevleriyle beraber 54 yerde kullanılmıştır.145

1.2.12 KÜFÜR

Örtmek, gizlemek, perdelemek, kaplamak, uzak durmak, isyân etmek gibi manalara gelir.146 Gündüzü örtmesinden dolayı geceye, tohumu yerin içine gizlemesinden dolayı çiftçiye, kâfir denilmiştir.147 Küfr kelimesi daha çok dinle ilgili kullanılır.148

Küfrün en büyüğü Allah’ın birliğini, dini veya peygamberliği kalpte doğrulukları bilindiği halde zahiren inkâr etmektir. 149

Kâfirler hakkında Kur’ân’da şöyle denilmektedir: “(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah ’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerindedir. ” (Bakara, 2/161)

“Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azâb vardır; hiç yardımcıları da yoktur. ” (Âl-i İmrân, 3/91)

1.2.13. NİFÂK

Tarla faresi ve çöl tavşanı gibi hayvanların gizli yuvası manasına gelir. Dini terim olarak, bir yandan İslâm’a girip diğer yandan çıkmayı ifade eder.150

Yüce Allah Kur’ân’da münâfıkları: “insanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler.”151 “Ey Resûl! Kalpleri îmân etmediği halde ağızlarıyla “inandık” diyen kimselerden ve Yahûdîlerden küfür içinde koşuşanlar (ın hâli) seni üzmesin. ” (Mâide, 5/41) şeklinde tanımlar ve onların özelliklerini şöyle bildirir: Münâfıklar, Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler, Allah ’ı aldatmaya çalışırlar, namaza tembel tembel kalkarlar, Allah ’ı pek az zikrederler, ne müminlerden yana ne de kâfirlerden yana olurlar, ikisi arasında bocalayıp dururlar (Nisâ, 4/139, 142); kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar, elleri de sıkıdır (Tevbe, 9/67); yalancıdırlar, yeminlerini kalkan edinirler, insanları Allah yolundan alı korlar, gösterişlidirler, süslü konuşurlar, her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler. (Münâfikûn, 63/1-4) Şeklinde tarif etmiştir.

Hz. Peygamber de münâfıkların konuştuklarında yalan söylediklerini, verdikleri sözde durmadıklarını, emanete hıyanet ettiklerini, düşmanlıkta aşırı gittiklerini bildirmiştir.152 153

Münâfıklar görünüşte mü’min oldukları için, dünyada Müslüman muamelesi 153 görürler. Ancak ahirette cehennemin en alt tabakasına atılacaklardır.

1.2.14. HÛB

Sözlükte “deveyi alıkoymak, menetmek” demektir. Sahibini sevaptan alıkoyduğu, kişinin azarlanıp menedildiği alıkonulduğu veya geri tutulduğundan günaha “hûb” denmiştir. “Hâbe” fiilinin mastarıdır. 154 Hûb, ism ve zenb ile aynı anlamdadır. Üzüntü, keder, musîbet, vahşet, helâk olma ve günah gibi manalara gelir.155

Kur’ân’da bir âyette geçmiş ve yetimin malını haksız yere zulmen yemenin büyük günah olduğu “hûben kebîren” şeklinde ifade edilmiştir.156

“Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla (helâli haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır. ” (Nisâ, 4/2)

1.2.15. TUĞYÂN

“Tağâ” fiilinin mastarıdır. İsyanda itaatsizlikte sınırı aşmak, haddi aşmak, zulüm, günah ve küfürde aşırı gitmek gibi manalara gelmektedir.157

Helâke uğrayan toplumların karakteri ve onları helâke götüren sebepler anlatılırken tuğyân felâketine dikkat çekilmiştir. Firavun’un tavrı, Nûh kavminin inkârı, Lût kavminin taşkınlığı ve Semûd kavminin zevk ve sefa içinde yaşadıkları halde nankör davranmaları bir zulüm ve tuğyân hareketi olarak değerlendirilmiştir.

“Siz her yüksek yere bir alâmet dikerek eğleniyor musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz? Yakaladığınız zaman, zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?” (Şuarâ,26/128-130)

“Azana ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. ” (Nâziât,79/37-39) Âyetleri buna işaret etmektedir.

Kur’ân, azgın ve başkaları üzerinde ilahlık iddiasında bulunacak kadar sapıtanlara ve kendisini Nemrud ve Firavun örneğinde olduğu gibi yeryüzünün hükümdarı ve tek hâkimi kabul edenlere tâğut demektedir. “...İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar, cehennemliklerdir.”158

1.2.16. CÜNÂH

Geminin bir tarafı üzerine yatması anlamına gelir. İnsanı haktan başka tarafa meylettiren her günah da yanı sıra, herhangi bir günaha da adı verilmiştir.159

Bir şeyi basıp meylettiren ağırlık demek olup, harec, sıkıntı, vebal, isim mânâsına da gelir.160 Kur’ân’da yirmi beş defa yer almaktadır.161

1.3. GÜNAH ÇEŞİTLERİ

1.3.1. NİTELİKLERİNE GÖRE GÜNAH ÇEŞİTLERİ

Nitelikleri bakımından günahlar küçük ve büyük günahlar diye ikiye ayrılır. Burada belirtilmesi gereken şey, günahların küçük ve büyük günahlar diye ayrılması Kur’ân-Kerîm’de böyle bir tasnifin olmasından kaynaklanmaktadır. Nisâ suresinde “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.”162 buyrulmuştur.

“Onlar, ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. ”163

Onlar, büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. (Şûrâ, 42/37)

Gazâlî günahın bu şekilde ayırımı konusunda şöyle der: Allah’u Teâlâ’ya karşı her türlü itaatsizlik haddi zatında büyük olmakla beraber birbirlerine karşı nispetleri itibariyle günahlar küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Zira günahlar şahıslara ve durumlara göre farklılık gösterirler.164

1.3.1.1. BÜYÜK GÜNAHLAR

İslâmi literâtürde “ el-kebire” (çoğulu kebâir) ve “el fâhişe” (çoğulu el-fevâhış) kelimeleri ile ifade edilen büyük günahlardır. Bunlar dünyada cezası, ahirette azâbı bildirilmiş olan, hakkında şiddetli nehiy bulunan, son derece çirkin olan ya da çok işlenen yasak fiillerdir.165

Elmalılı Hamdi Yazır (ö.  1951) “Kebâir” kelimesini “üzerinde tehdit

gerçekleşen veya haddi (şer’i) cezayı gerektiren yahut açıkça yasaklanmış olan günahlar”166 şeklinde tarif etmiştir.

Allah’ı tanımaya engel olan ve yapılması halinde şer’i ceza gereken veya Allah’u Teâlâ’nın cehennem azâbıyla tehdit ettiği günahlardır.167

İbn Hacer el-Heytemi ez-Zevâcir an Iktirâfi ’l-Kebâir isimli kitabında büyük günahları diğerlerinden ayırmak için üç esas kabul etmiştir:

1. Hakkında had (dünyada peşin ceza) vârid olan,

2. Hadiste hakkında şiddetli ve„id vârid olan,

3. Hakkında tel’in vârid olan günahlar.

Gazâlî’de yaptığı tasnifte büyük günahları üç kategoride mütalaâ etmektedir. Bunlar:

1. Allah’ı ve peygamberlerini bilmeye mani olanı; küfür

2. Hayatın devamı ve Allah’ın bilinmesinin kendisiyle mümkün olduğu, cana ait olan

3.  İnsanların malına taalluk edenler. Mal insanın geçim vasıtasıdır. Buna musallat olmak asla caiz değildir.168

Buhârî’nin sahihinde geçen bir hadiste: Abdurrahman b. Ebi Bekr babasından şöyle dediğini rivâyet ediyor:

“Resûlullah’ın yanında idik üç defa şöyle buyurdu: Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik emek ve yalancı şahitlik emek...”169

Peygamberimiz (sav) bir hadislerinde:

“ Helâk edici yedi (günahtan) sakının (bunlar) Allah’a eş tutmak, sihir, haklı olarak öldürülenden başka, Allah’ın haram kıldığı adamı öldürmek, yetim malı yemek, ribâ yemek, harbin kızıştığı gün geri dönmek, evli, iffetli ve îmân sahibi kadınlara iffetsizlik isnat etmek.”170 Buyurmak suretiyle büyük günahlardan yedi tanesini ifade etmiştir. Bir başka hadiste büyük günahların sayısı dokuz olarak belirtilmiş, ana babaya itaatsizlik ve Mescidi Haram’da yapılması yasak olan bir fiili işlemek de bunlara eklenmiştir.

Bütün bu tanımlar ışığında büyük günahı şu şekilde tarif etmemiz mümkündür. Kur’ân ve hadislerde büyük günah olarak bildirilen ve açıkça yasaklanan, Allah’ın hakkında lanetle ve gazapla hükmünü bildirdiği, işleyenin dünyada ve ahirette ya da her ikisinde ceza görmesine neden olan her türlü fiile hadislerde belirtilmediği halde zararı ve bozgunculuğu171 172 onlardan daha fazla olan 172

eylem ve davranışlardır.

Bu konuda yazılan bütün kitapların birleşiği nokta en büyük günahın şirk olduğudur. Daha sonra fertlere karşı işlenen suçlar gelir.

Kebâirin sayısı ile ilgili ashab ihtilaf emişir. İbn Mesûd (ö. 32/652) dört, İbn Ömer (Ö. 73/692) yedi, Abdullah b. „Amr (ö. 65/684) dokuz olduğunu söylerken İbn ‘Abbas (ö. 68/687), İbn Ömer’in “büyük günahlar yedidir” dediğini duyduğu zaman: onlar yediden fazla yetmişe yakındır, demiştir173

İbn Hacer el-Heytemî ez-Zevâcir ‘an Iktirâfi ’l-Kebâir isimli kitabında 476 kebire174 Şemsettin Ebu Abdullah ez-Zehebî’de 76 kebîreyi açıklamıştır. Zehebî bu günahları Kur’ân ve sünneti esas alarak tespit etmiştir. Bunlar:

Allah’a şirk (ortak) koşmak, insan öldürmek, sihir (büyü) yapmak, namazı terk etmek, zekâtı vermemek, anne-babaya karşı gelmek, fâiz alıp vermek, haksızca yetim malını yemek, Peygamberimiz’e yalan isnat etmek (Hadis uydurmak), özürsüz Ramazan orucunu bozmak, savaş meydanından kaçmak, zinâ yapmak, liderin halkına zulmedip zorbalık yapması, içki içmek, büyüklenmek, kendini beğenmek, övünmek, yalan yere şahitlik etmek, livâtâ yapmak, iffetli kadınlara iftira atmak, ganimetten, zekat malından ve devletten para ve mal çalmak, insanların mallarını haksız yollarla almak, hırsızlık yapmak, yol kesmek, yalan yere yemin etmek, yalan konuşmak, intihar etmek, hâkimin hükmünde haksızlık yapması, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemeleri, hulle yapmak ve yaptırmak, leş, kan ve domuz eti yemek, haraç toplamak, riyâkârlık yapmak, Allah’a ve Resûlü’ne ihanet etmek, ilmi gizleme ve sadece dünya için öğrenme, yaptığı iyiliği başa kakmak, kaderi inkâr etmek, insanların duymalarını istemediği şeylerini gizlice dinlemek, lânet okumak, devlete karşı çıkmak, kahin, büyücü ve müneccimi (falcı) tasdik etmek, nüşûz (kadının beyine haksız yere huysuzluk yapması), akrabalarla ilişkiyi kesmek, koğuculuk yapmak, ölenin arkasından bağırıp-çağırıp, kendini dövmek, soya-sopa sövmek, haddi aşma, başkalarının hakkını çiğnemek, silahlı isyân yapmak ve büyük günahları kabul etmemek, Müslümanlara eziyet ve küfretmek, evliyâullaha eziyet ve düşmanlık yapmak, kibrinden elbiseyi yerlerde sürümek (elbiseyle gösteriş yapmak), erkeklerin altın ve ipek giymeleri, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, sınır ve insanlara yol gösteren levhaların yerini değiştirmek ve sökmek, sahabenin önde gelen büyüklerine sövmek, Ensardan herhangi birine sövmek, sapıklığa çağırma veya kötü bir çığır açmak, herhangi bir kesici aleti kardeşine doğru tutarak korkutmak, bilerek babasından başkasına baba demek, uğursuzluğa inanmak, altın ve gümüş kaptan içmek (kullanmak), Haktan saparak münakaşa tarzında tartışmak, niza yapmak, hizmetçilerine haksızlık edip zulmetmek, tartıda ve ölçüde haksızlık yapmak, Allah’ın azâbından emin olmak, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek, iyilik yapana nankörlük yapmak, fazla suyu hapsedip kimseye vermemek, hayvanın yüzünü dağlamak, kumar oynamak, Harem (Mekke) bölgesinde taşkınlık yapmak, Cuma namazını terk edip tek başına namaz kılmak, Müslümanları gizlice izlemek ve mahremlerini açığa çıkarmak.175

1.3.1.2, KÜÇÜK GÜNAHLAR

Günahların küçük ve büyük diye ayrılmasının sebebinin Kur’ân’ı Kerîm’den kaynaklandığını daha önce belirtmiştik. Kur’ân’ı Kerîm’de lemem176 177 ve seyyie kelimeleriyle ifade edilen küçük günahlar, tarifini şu ifade de bulur: Kebirenin alanı veya tarifi dışında kalan, yani hakkında bir ceza (had) bulunmayan, cehennem ateşi ile de tehdit edilmeyen günahtır. Kebirenin tersine tevbe etmeden iyi amellerle silinen sağire olarak da tarif edilmiştir. Hz. Ömer ve îbn Abbas’ ın bu konu hakkında; “ îslâm’da büyük günah yoktur. Çünkü büyük günah tevbe ve isiğfarla silinir. Küçük günah da ısrar edilirse büyük günah olur.” Dedikleri rivâyet 177

edilmiştir.

Günahı küçümsemek ve onu hiçe saymak da küçük günahları büyük günahlara dönüştüren nedenlerden birisidir. Çünkü günahları küçük görmek ve bunlarda ısrar etmek kişiyi daha büyüklerini yapmaya teşvik etmek ve ruhen onu 178 hazırlamak anlamına gelecektir.

Kişinin manevi yönüne zarar verme hususunda devamlı yapılan küçük günahlar, yalnız bir defa işlenen büyük günahtan daha etkili bulunmuştur. Bu sebeple devam ile küçük günahların büyüyeceği, tevbe ve istiğfar ile büyük günahın yok olacağı genel kabul görmüştür.

1.3.2. MUHATABA GÖRE GÜNAHLAR

Allah’a karşı, insanlara karşı ve kişinin kendine karşı işlediği günahlar olmak üzere üçe ayrılabilir.

1.3.2.1, ALLAH’A KARŞI İŞLENEN GÜNAHLAR

Bu türden günahlar, kul ile Allah arasında kalır ve yalnızca Allah’ın hakkına taalluk eder. Bu çeşit günahlar, Allah’ın emrini dinlememek ve onun hatırını saymamaktan ibarettir.

Namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi günahlar bu türdendir. Çünkü namaz kılıp kılmamak veya oruç tutup tutmamak insanlarla ilgili işler değildir. Bunlar yalnızca Allah’a itaat etmek veya etmemek olaylarıdır.178 179

1.3.2.2. İNSANLARA KARŞI İŞLENEN GÜNAHLAR

İnsanlara karşı işlenen günahlar hem Allah hakkına hem de kul hakkına taalluk eder. Bu çeşit günahlarda hem Allah’ın emrini dinlememek hem de insanların haklarını çiğnemek söz konusudur.

Saptırmak, çalmak, dövmek, sövmek gibi günahlar bu türdendir. Bunlarda hem Allah’ın emirlerini çiğnemek hem de insanlara zarar vermek söz konusudur. Dinsizliğe davet etmek, bid’atı yaymak, günahlara teşvik etmek, halka aşırı ümit vererek kalplerindeki Allah korkusunu gidermek saptırmanın örneklerindendir.

En büyük günah küfür ve şirktir. Bu günah Allah’ın hakkına taalluk eder. Bunun dışında, kul hakkına taalluk eden günahlar, yalnızca Allah’ın hakkına taalluk eden günahlardan daha büyüktür. Çünkü Allah (cc) isterse kendi hakkını affeder. Fakat kul hakkını, kulun kendisi affetmedikçe, O da affetmez. Kul hakkı olan günahın daha büyük olması bu anlamdadır.180

I.3.2.3. İNSANIN KENDİSİNE KARRŞI İŞLEDİĞİ GÜNAHLAR

Günahların kötü âkıbet bizzat yapanları ve buna sebep olanları ilgilendirmektedir. Bunun sonucunda insanlar günahları bizzat kendilerine karşı işlemiş olurlar. Bu durum bazen “tehtânune”181 kelimesiyle ifade edilirken bu günah işlemek suretiyle nefse zulmü ifade eder. Öyleyse günahın çeşidi ne olursa olsun onun yıpratıcı tesir ve sonuçları, doğal olarak işleyeni ilgilendirir. Hâlbuki Kur’ân’da insanın günah işlemek suretiyle kendi nefsini tehlikeye atmaması istenmektedir.182

Kişinin kendi nefsine karşı günah işlemesi, selim fıtratını bozması demek olup, Kur’ân-ı Kerîm’de “kendine zulmetme” tabiriyle ifade edilmiştir.183

İnsan, gücü yetmeyeceği şeylerden sorumlu tutulmamaktadır. İnsan kendi ruhî ve maddi varlığı üzerinde, sosyal çevrede de olduğu gibi, istediği biçimde davranamaz ve böyle bir tasarruf hakkına da sahip değildir. Hz. Peygamberin sünneti bize şu mesajı iletmektedir: “Üzerinde Rabbinin de hakkı vardır, nefsinin de hakkı vardır, ailenin de... Buna göre her hak sahibine hakkını ver!”184

Hz. Peygamber, birçok vesileyle bu duruma değinerek, insanın nefsine zulüm edercesine çok uzun süre uykusuz kalması ve devamlı oruç tutması gibi aşırı amelleri kınamış, bu gibi davranışlardan vazgeçilmesini istemiş veya yasaklamıştır. Bu hususta şöyle bir olay anlatılır: Sahabîlerden bir grup Peygamber Efendimizin zevcelerine gelir ve peygamberimizin nasıl ibâdet ettiğini sorarlar. Aldıkları cevap üzerine, kendi amellerini azımsayarak; “Geçmiş ve gelecek günahları affedilmiş olan Peygamber (s.a.v) böyle ibâdet ederken bizler ne haldeyiz” derler. İçlerinden biri;

- Bundan sonra ben, geceleri uyumayıp devamlı namaz kılacağım, der.

Öbürü:

- Ben de sürekli oruç tutacağım, der.

Ötekisi de:

Ben de kadınlardan (hanımlarımdan) ayrılacağım ve asla evlenmeyeceğim der. Böylece sözleşirler. Bunların durumu Peygambere ulaşınca, bu kişileri çağırır ve onlara: Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz? Allah’a yemin ederim ki, ben Allah’tan sizden daha çok korkarım, daha çok sakınırım. Fakat ben bazen oruç tutarım, bazen iftar ederim. Namaz kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimi terk ederse, o benden değildir.” diyerek onları uyarmıştır.185

Hz. Peygamber’in zikrettiğimiz hadislerinde, nefsimizin meşru haklarını kabul etmemek, ona karşı işlenmiş bir günahtır ve cezası ahirette görülecektir. Meşru olmaksızın, canımıza, ruhî ve bedenî varlığımıza yönelteceğimiz her hangi bir suç ahirette misliyle cezalandırılacaktır. Her kim, dünyada nefsini her hangi bir şeyle öldürürse, (intihar ederse) kıyamet gününde de o şeyle azâb olunur.186

1.4. GÜNAHA SEVK EDEN FAKTÖRLER

Günaha sevk eden faktörleri, insanın yapısında bulunan meyil ve arzularla onu dışarıdan etkileyen amiller olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. İslâmiyet’e göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis, “alabildiğine kötülüğü emreden” (nefsi emmâre)187 ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar halinde sürekli telkinde bulunan bir güçtür. Günaha sevk eden bir başka faktör de ölümsüz bir dünya hayatı içgüdüsü ve ahireti düşünmeme tavrıdır.188 Kendini bu psikolojiye kaptıran insan, hayat sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi pervâsızca hareket etme arzusuna kapılır ve hayvanî istekleri tatmin etme duygusunun baskısıyla günaha kolayca kayabilir. Kur’ân-ı Kerîm bu menfi temâyüllü nefse karşı, kendini kınayan (levvâme)189 ve rızâ-i Hak’ta huzur bulan (mutmainne) nefisleri, yani dizginlenmiş ve eğitilmiş, iyilik yapmayı kabullenmiş nefislere ulaşmayı önerir.

Ayrıca insanın hassas bir psikolojik yapıya sahip olması, fizyolojik ve psikolojik bağımlılıklarının bulunması da önemli günah faktörleri olarak zikredilmektedir.190

1.4.1. İNSANIN YAPISINDA OLAN EĞİLİM VE ARZULAR

1.4.1.1. NEFİS

Lügatte can kan191ruh, su, ceset, bir şeyin cevheri, azamet192kendi benlik kötü istek, kötülüğe meyil insandaki maddi manevi şeylere meyil anlamına gelmektedir.193

Nefs kelimesi Kur’ânı Kerîm’de değişik şekillerde kullanılmıştır. Beşeri varlığın kendisini,194 hem de insanın kötü meyil ve arzularını gösterir195 ki bu yönüyle bizi ilgilendirmektedir.

Nefis günaha sevk eden faktörlerin başında gelir. Yine nefs insan varlığının en aşağı tabakası olup bütün kötü huyların ve çirkin hareketlerin merkezidir.196

“Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi.197

Hz peygamberin şu hadisi de “Senin en azgın düşmanın iki böğrün arasındaki nefsindir.” bu manayı ifade eder.198

Çünkü insan nefsi, şehevî arzulara çok meyillidir.199 Nefis olanca şiddeti ile kötülüğü emreder; insan karakterinin lezzetli olan şeylere karşı arzu duyulan bir özelliği vardır.200 Yusuf (a.s.)’ın gayreti bunun için, yoksa ben kendimi temize çıkarmam, nefsimi temize çıkarmak için değildir. Çünkü Rabbimin merhamet ettiği müstesnadır. Rabbimin koruduğu müstesna nefis insana, daima kötülüğü emreder diyor.

Bu hususta tercih edilen diğer bir görüş de bu âyetin, Yusuf (a.s.)’un sözünü aktarmakta olduğudur. Buna göre mana şöyledir: Maksadım gıyabında bana güvenip, ırz ve namusu için emîn iken hanımına ihanet etmediğimi vezirin bilmesini sağlamaktı. İnsanî özelliklere sahip nefsimi kalbin vesveselerinden temize çıkaramam. Doğrusu her nefis şehevî arzu ve isteklere meyyaldir. Ancak Allah’ın günahlara dalmaktan koruduğu ve dosdoğru olmaya muvaffak kıldığı nefis bundan müstesnadır ki bu da peygamberlerin nefsi ve sâlih kimselerin yoludur. Doğrusu Rabbim, hatâ edenlerin günahlarını bağışlar ve onlara merhamet eder. Tabî ki bu, onların tevbeye koşmaları ve Allah’a yalvarmaları neticesindedir. Böylece Allah, onları günahların izlerinden arındırır ve nefislerini günah lekelerinden temizler.201

Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.202

“Ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.”

İşte böylece insan, kendi nefsini apaçık ortada bulur. Kendisinin inkâr ettiği ve reddettiği hesap gününe hazırlık olmak üzere nefsini hiçbir perdenin örtemediğini ve içinden geçen her duygu ve fısıltının yüce Allah tarafından bilindiğini görür.203

“Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilah edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar (putperestler)yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir.” (Necm, 52/33)

1.4.1.2.ÖLÜMSÜZ DÜNYA HAYATI ARZUSU

İnsanoğlunun ebedi yaşama arzusu onu günaha düşüren bir başka önemli sebeptir. İnsan dünyada iken yapıp ettikleri yüzünden ölümü temenni etmez. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde ifade edilmiştir.

“Fakat kendi elleriyle önceden yaptıkları işler yüzünden ölümü hiçbir zaman temenni edemezler. Allah o zalimleri hakkıyla bilendir. Andolsun, sen onların, yaşamaya, bütün insanlardan; hatta Allah ’a ortak koşanlardan bile daha düşkün olduklarını görürsün. Onların her biri bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki uzun yaşamak onları azaptan kurtaracak değildir. Allah onların bütün işlediklerini görür. ” (Bakara, 2/95-96)

Onlar ölümü kesinlikle istemeyeceklerdir. Çünkü Ahirette karşılarına çıkacak olan kendi el ürünlerinin birikimi onlara ne sevap ümidi vermekte ve ne de azaptan kurtuluş güvencesi sağlamaktadır. Tersine onları orada bekleyen akıbet azaptır. Üstelik yüce Allah zalimleri ve onların işlemiş oldukları amelleri iyi bilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm: “Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın” ifadesi ile bu huyu azarlayan, hor görme ve aşağılama yağmuruna tutan bir üslupla dile getiriyor.

Her biri bin yıl yaşatılsın ister. Çünkü onlar, yüce Allah’ın karşısına çıkmak istemezler ve kendileri için bu hayatın dışında başka bir hayat olduğu akıllarının ucundan bile geçmez.204

İşlemiş oldukları günah ve cürümler sebebiyle onlar, yaşadıkları müddetçe ölümü asla istemezler. Onlardan her biri biner sene yaşamak ister. Ne kadar yaşarsa yaşasın, ömrün uzunluğu onu Allah’ın azâbından uzaklaştırıp kurtaracak değildir. Allah onların yaptıklarını görmektedir ve ona göre cezalandıracaktır. Allah o zalimler ve yaptıkları zulmü bilir. Ona göre cezalandırır.205

Bu âyet Yahudilerin, ahiret yurdunun yalnızca kendilerine ait olacağı, sadece kendilerinin cennete girecekleri yolundaki iddialarına cevap mahiyetindedir. Eğer bu iddialarında samimi iseler, asıl yurtlarından bile uzaklaşmış olarak çeşitli zahmet, elem ve kederler içinde yaşadıkları şu dünyadan ayrılarak, eksiksiz bir mutluluk yeri olan cennete kavuşabilmek için bir an önce ölmeyi istemeleri gerektiği ifade edilmektedir. Onlar böyle bir temennide bulunamazlar; çünkü kendi iddialarından kendileri de emin değillerdir. Bunun sebebi de bizzat kendilerinin işledikleri cürüm ve cinayetlerdir. Her ne kadar sözde kendilerine indirilen kitaba inandıklarını, doğru yolda olduklarını ve bütün insanlar içinde ahiret mutluluğuna sadece kendilerinin lâyık olduğunu İddia ediyorlarsa da, işledikleri kötülükler yüzünden vicdanları bu iddialarını doğrulamamaktadır. Bunun için asla ölümü temenni edemezler.

“Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz. ” (Kıyame, 75/2)

Yüce Allah, büyüklüğü ve korkunçluğu sebebiyle kıyamet gününe yemin etti. Ayrıca Allah’a karşı kusur işlemesinden dolayı sahibini kınayan, itaat ve güzel amel işlemekle birlikte bağış dileyen ve tevbe eden nefse yemin etti. Hasan Basrî (ö. 110/728) şöyle der: “Bu, mü’minin nefsidir. Çünkü mü’mini her ne zaman görsen nefsini kınamaktadır.” Bu sözümle ne demek istedim, şu amelimle ne yapmak istedim?” der. Kâfir ise işine devam eder, ne kendini hesaba çeker ne de nefsini kınar!206

(Allah şöyle der:) “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O ’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (Fecr, 89/27-28)

Mümin ruhlara böyle sesleniliyor: “Ey” denilerek şefkat ve yakınlıkla, “Ey ruh” diye seslenilerek ruhaniyet ve şereflendirme bahşederek, “Ey huzura eren nefis” denilerek övgü ve huzur bahşetme ile. Bu serbestlik ve huzur ortamında şu emir geliyor: “Rabbine dön”. Yeryüzünde bunca gurbet hayatı yaşadıktan ve ana beşiğinden ayrıldıktan sonra asıl kaynağına dön. Seninle Rabbin arasındaki ilişki, tanışıklık ve münasebetle birlikte Rabbine dön. “Razı edici ve razı edilmiş olarak.” Bütün atmosferi hoşnutluk ve şefkatle dolup taşıran bu meltemle dön Rabbine. “İyi kullarım arasına gir.” Bu yakınlığa ermek için seçkin olan ve yakınlaştırılan kullarımın arasına gir. “Cennetime gir.” Benim rahmetime ve himayeme gir.

Bu öyle bir şefkattir ki daha ilk seslenişten itibaren içinden cennet meltemleri esmektedir. “Ey huzura eren nefis” Rabbine güvenen, onun yoluna güvenen, o yolda Allah’ın kaderine güvenen, sıkıntıda ve rahatlıkta, rızkı vermede ve daraltmada, Rabbine güvenen ve O’ndan asla kuşkulanmayan, güvenip de bir daha sapıtmayan, güvenip de bir daha yolunda tereddüt etmeyen, güvenip de korku ve dehşet gününde 207 korku duymayan ey huzura eren nefis!207

1.4.1.3.İNSANIN ZAYIF YAPISI

Günaha sebebiyet veren bir başka sebep de insanın hassas yapısından kaynaklanan zayıflığıdır.

Allah sizden (yükümlülükleri) hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır. (Nisâ, 4/28)

İçtihatlarınızda davranış ve hareketlerinizde şehvete değil, hikmete ve Allah’ın açıklamalarına ve önünüzde bulunan doğru yolda gidenlerin ahlâk ve davranışlarına uyunuz ve İslâm’ın teşrî ilminde (kanun koyma ilminde) pek büyük bir esas olan şu âyetinde; Allah Teâlâ sizden ağır yükümlülükleri kaldırıp sorumluluğunuzu hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı kanun koyma konusunda nefsânî arzulara uymak caiz olmadığı gibi şiddet ve baskı da caiz değildir. Burada “Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!”208 Dualarının bir kabul olma işareti vardır ki “Onların üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır.”209 “Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez.”210 “Dinde size bir güçlük yüklemedi.”211 âyetleri, aynı şekilde “Ben size kolay, toleranslı hanif dinini getirdim.” Nebevî hadisi de hep bu kolaylaştırma ve hafifletme düstûrunu ifâde ediyor. İnsanlar, zannettikleri gibi kuvvetli bir yaratık değildirler. Şiddete dayanamazlar, hafifletmeye muhtaçtırlar ve İslâm dini, onlara bu hafifliği bağışlamak için gelmiştir.212

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. (Bakara, 2/155)

Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır. 213(Âl-i İmrân, 3/14.)

Şehvetle ilgisi çok olan, bütünüyle şehvet kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan muhabbet yahut sırf şehvet için sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler insanlara çok süslü, çok ziynetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler yalnızca bunlar zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet olması özelliği, bir de hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği vardır. Birincisinde süsleyen Allah, İkincisinde süsleyen şeytan ve beşerin bilgisizliğidir ki fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu ettiği şeye atılışıdır ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir. Bunun ifrat derecesine hırs ve şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel bir anlama gelir ise de aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet kesilmiş iştah çekici şeyler anlamına kullanılmıştır.214

İnsanda bu “arzulara” yönelik bir eğilim vardır. Bu onun temel yapısının bir parçasıdır. Gerçek şu ki; insan yaratılışında bu eğilimi dengeleyen, insan hayatının yalnız bu tek yönde boğulmasına ve yüce duygularının gücünü ve ilhamını yitirmesine engel olan bir yön daha bulunduğunudur. İnsan fıtratının bu diğer yönü; yüce hedeflere doğru yönelme yeteneği, nefse hâkim olma, bu “arzulara” tümüyle yönelirken nefsi en sağlıklı sınırda durdurma yeteneğidir. Bu, nefsi ve hayatı yapıcı sınırında durduran, bunun yanında hayatın sürekli biçimde terakkisini ve onun yüce davetin ufuklarına doğru yükselişini, insanın gönlünü Melei Â’lâ’ya, ahiret yurduna ve Allah’ın rızasına bağlanmasını sağlayan fıtratın öbür yüzüdür. Bu ikinci yetenek birinci yeteneği düzene sokar, terbiye eder, onu kirden, pisliklerden arındırır, onu güvenli bir düzeye çıkarır. Böylece insanın duygusal arzuları ve günübirlik özlemleri, insanlığın özüne ve gönlünün engin arzularına, Rabbine yönelişine, O’ndan sakınmasına engel olamaz. Öyleyse fıtratın bu yönü, insanlığın yüce hedeflere doğru yükselme ve yücelme çizgisidir.215

“Zevklere aşırı düşkünlük insanlara süslü (çekici) gösterildi.” Öyleyse bunlar sevilen, hoş görülen arzulardır. Pis ve tiksindirici olarak görülmüş değildir. İfade biçimi onları pis görmeyi ve onlardan tiksinmeyi çağrıştırmıyor. Yalnızca yapısının ve etkenlerinin bilinmesi ve yerli yerince kullanılıp bu sınırın aşılmaması, hayatta kendisinden daha değerli ve yüce şeylerin üstüne çıkarılmaması gerektiği belirtilmiştir. Burada insanın arzulara dalmaksızın ve onlarda boğulmaksızın zorunlu olanlarını alıp daha başka ufuklara açılması gerektiği ifade edilmiştir.

Burada İslâm, beşerin, fıtratına uygun hareket etmek, ona realitesinden hareketle fıtrattan gelen duyguları baskı altına almaya ve kökünden söküp atmaya değil, eğitmeye ve ilerletmeye çalışmakla farklı bir uygulama getirmiştir. Günümüzde insanın şehevi arzularını baskı altına almaktan ve bunun zararlarından, ayrıca bu duyguları, baskı altına almak ve söküp atmaktan kaynaklanan “psikolojik bunalımlardan” söz edenler, bu bunalımların sözü edilen duyguların “denetim altına alınmasından” değil, onları baskı altında tutmaktan kaynaklandığını kabul etmektedirler. Bu ise doğuştan gelen duyguları pis olarak değerlendirmek ve onları kökten reddetmektir. O da insanı birbirine aykırı iki taraflı baskı altına sokar.216 217

Burada söz konusu edilen arzular, nefsânî arzuların bir örneğini oluşturmaktadır. Bu, Kur’ân ile muhatab olan toplumun arzularını somutlaştırmaktadır. Bunların bazıları her zaman geçerli olan ve herkesin arzularını temsil etmektedir. Kur’ân bu arzuları arz ederken, her biri kendi konumunda değerlendirilsin, sınırını aşmasın ve diğerlerine karşı taşkınlık yapmasın diye onların gerçek değerini de ifade eder.

“Bunlar dünya hayatının güzellikleridir.”

Âyet-i kerimelerin burada temas ettiği bütün sevimli zevkler -ve bunlara benzer diğer zevkler ve arzular normal hayatın güzellikleridir. Bunlar ne yüce bir hayatın ne de engin ufukların güzellikleridir. Yakın olan bu yeryüzünün güzellikleri... Bunlardan daha iyisini arzu edenlere gelince onlara nimet Allah katındandır. O nimetler daha iyidir; zira insanın nefsini yükseltir ve onu arzu ve isteklere boğulmaktan, göklere yükselmesine engel olacak ve onu yere çakılmaktan kurtaracaktır. Daha iyisini arzu edenlere Allah katındaki güzellikler daha hayırlıdır. Bunlar aynı zamanda söz konusu arzuların yerini de doldurur:

1.4.2. İNSANA DIŞARDAN ETKİ EDEN AMİLLER

1.4.2.1.DÜNYA HAYATININ ÇEKİCİLİĞİ

İnsan dünya hayatında geçici süre ile yaşar, sonra ölür. Kıyamet kopunca dirilir. Sonra cennet veya cehennem olmak üzere ahiret hayatı başlar. Bu hayat sonsuzdur. Kur’ân’da dünya hayatı ile ahiret hayatı karşılaştırılır. Dünya meta’ı yani menfaatleri ve lezzetlerinden yararlanılması azdır, devamlı değildir.218 Ahiret yurdu ise müttakîler için daha hayırlıdır.219 Ahiretin yanında dünya hayatı aldatıcı bir meta’dan,220 aldatıcı bir zevkten,221 oyun, eğlence, ziynet ve övünmeden ibarettir.222 223 223

Asıl hayat ahiret yurdudur.

Yüce Allah kâfirlere süslü gösterildiğini beyan ettiği dünya hayatı için;

“ Ey insanlar! Allah’ın va’di gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın”224 buyurmuştur.

Dünya hayatına dalan, nimet ve lezzetleriyle oyalanan, Yaradan’ını ve ahireti unutup azan, dünya hayatını tercih eden kimseye cehennem va’dedilmiştir.225 Buna rağmen insanlardan kimi sadece dünya hayatını ister, böyle kimselerin ahirette nasipleri yoktur.

“Fakat onları kurtarınca, bir de bakarsın ki yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapıyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız, sırf kendi aleyhinizedir. (Bununla) sadece dünya hayatının yararını elde edersiniz. Sonunda dönüşünüz bizedir. (Biz de) bütün yaptıklarınızı size haber vereceğiz. ” (Yûnus, 10/23)

Söz konusu sıkıntı daimi ve ebedî olmayınca bunun hükmü de sürekli olmaz. Çünkü o sıkıntıyı görünce öyle yürekten and içerek yalvarırlar da sonra Allah, kendilerini o sıkıntıdan kurtarınca, helâk olma tehlikesini onlardan uzaklaştırınca o küstahlar yeryüzünde hemen taşkınlığa başlar. Daima şükretmek üzere verdikleri sözlerinden cayar, ahitlerini ve yeminlerini çiğner, yine haddi aşıp saldırganlık yapmaya, yine küfre ve şirke, yine fitne ve fesada başlarlar. Bu halde bulunan bayağı ve küstah kimselerin taşkınlığı yine kendilerinedir. Saldırılarının zararı gerçekte saldırdıklarına değil, yine kendilerinedir. Çünkü o taşkınlıklarıyla olsa olsa şu geçici dünya çıkarını elde ederler, yapacakları bütün kazanç, elde edecekleri bütün kâr dünya malından ibaret olur ki, bu aslında oyuncak sayılan bir faydalanmadır. Sonra da dönüşünüz Biz’e olacaktır. Yani en sonunda ister istemez dönüp Biz’e geleceksiniz, huzurumuzda toplanacaksınız. Biz de size, işte o zaman bütün yapa geldiklerinizi haber vereceğiz.226

1.4.2.2. KÖTÜ ÖRNEKLER

Günaha düşmede önemli faktörlerden biri insanların kendilerini Allah’ın yolundan saptırmaya çalışanlara tabi olmalarıdır.

“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar!” (En’âm, 6/116)

Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna itaat edecek, uyacak, onlardan hakem yapacak olursan, seni Allah’ın yolundan, şeriatından saptırırlar. Çünkü onlar hükümlerinde ilme, hak delile değil, ancak zan ve vehme tâbi olurlar. Ne inançlarında kesinlik, ne kanunlarında, ölçülerinde haklılık, ne de hükümlerinde isâbet bulunur. Ve onlar başka değil, ancak kendi mızraklarıyla ölçer, kişisel, nefsanî ölçü ve tahminleriyle keyiflerine göre hüküm verir, yalan söylerler. Mesela “Allah, beşere bir şey indirmedi” derler, Allah’a ortak ve çocuk isnat ederler, putları ve heykelleri yakınlaşma aracı sayarlar. Haklıyı haksız, haksızı haklı, çıkarırlar, helale 1     1      11111  227

haram, harama helal derler.

“O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim! Andolsun, Kur’ân bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir. ” (Furkan, 25/27-29.)

İbn Kesîr bu konuyla ilgili şöyle der: “Yüce Allah, Peygamberin yolundan ayrılıp başka yola giren zâlimin pişmanlığını haber veriyor. Kıyamet günü geldiğinde, pişmanlığın kendisine fayda vermeyeceği bir zamanda pişman olacağını, pişmanlık ve üzüntüden ellerini ısıracağını bildiriyor. Âyetin inişi ister Ukbe b. Mu‘ayt, ister diğer bedbahtlar hakkında olsun, âyet bütün zalimleri kapsar.” Zâlim der ki: “Keşke ben o Peygambere uysaydım ve onunla birlikte, beni azaptan kurtaracak hidâyet yoluna girseydim.227 228

1.4.2.3. ŞEYTANIN TAHRİKLERİ

Şeytanın insanın günah işlemesinde önemli bir payı vardır. Çünkü şeytan insana düşmandır.229 Kötülüğü günahı ve isyânı230 fuhşu, zinâyı ve cimriliği,231 münkeri,230 231 232 küfrü, şirki ve peygambere uymamayı emreder. İnsanlara Allah’ı anmayı unutturur,233 yaptıklarını süslü ve cazip gösterir,234 doğru yoldan saptırır,235 azdırır ve günaha sürükler.236 Çünkü şeytan Âdem’in Allah’a secde emrine muhalefet edip secde etmekten imtina emiş, bu sebeple huzurdan kovulup lanetlenmiştir. Kıyamet gününe kadar Allah’tan yaşama izni alan şeytan:

“İblis: “Rabbim! Öyle ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi. Allah da “O halde sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar mühlet verilenlerdensin” dedi. İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım ” dedi. Allah, “İşte bu bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin yoktur” dedi. ” (Hicr, 15/36-42)

Allah’tan yaşama izni alan şeytan insanoğlunu azdıracağına yemin etmiştir. Allah şeytanı ve ona uyanları cehenneme atacağını va’detmişir.237 Bundan dolayı Allah, âdemoğluna şeytanın adımlarına uymamayı,238 ona kulluk etmemeyi,239 onu düşman edinmeyi240 ve şerrinden kendisine sığınmayı emretmiştir.241 Şeytana uyanlar hüsrana uğrarlar.242

2. KUR’ÂN’DA MUSÎBET KAVRAMI

2.1. MUSÎBETİN ANLAMI

2.1.1. LÜGAT ANLAMI

S-v-b kökünden “e-sâbe” fiilinin isimidir. Hedefe ulaşmak, yukarıdan aşağı inmek ve üzerine düşmek gibi anlamlara gelir. Hatanın zıddı anlamındaki sevâb ile aynı kökten gelmektedir. Es-savb yağmur yüklü bulut ve şiddetle yağan yağmur anlamındadır.243 Kelimenin kökü olan “sa-ve-be”, “hata’” ın zıddıdır. Kur’ân’da daha çok fiil şekli olan esâbe kullanılmaktadır. Ölüm ve benzerleri gibi, insan tabiatına uygun olmayan felâketlerdir.244 Başa gelmek anlamı olmakla beraber “insanın başına gelen her kötü durumu” ifade eder.245

2.1.2. ISTILAHÎ ANLAMI

Temelde musîbet kelimesi atışla ilgili olmakla beraber, felâket, kaza, talihsizlik, anlamına tahsis edilmiştir.246

Musîbet, hedefine isâbet eden mermi gibi, insana şiddetle dokunan olay ve felâkettir. Yeryüzünde musîbet, yeryüzünde herhangi bir zarar ve harap olmaya sebep olan alet ve ziyanlardır. Kuraklık, kıtlık, ürün ve hayvanlara gelen zararlar demektir. Ev veya şehir yıkımı, arazi kaybı, zelzele ve diğerleri gibi her tür zararı kapsar. 247

Başınıza ne musîbet geldi ise ellerinizin kazancı iledir. (Şura, 42/30)

Ayrıca esâbe fiili, hayırla ve şerle ilgili kullanılmıştır.

“Sana bir iyilik gelirse, bu onları üzer. Eğer başına bir musîbet gelirse, “Biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevinerek dönüp giderler. ” (Tevbe, 9/50)

“Görmez misin ki Allah, bulutları sevk eder. Sonra, onları kaynaştırıp üst üste yığar. Nihâyet yağmurun, onların arasından yağdığını görürsün. O, gökten, oradaki dağ (gibi bulut)lardan dolu indirir de onu dilediğine isâbet ettirir, dilediğinden de geri çevirir.” (Nûr,24 /43)

Mü’mini üzen her şey musîbettir. Peygamberimiz (s.a.v), yanmakta olan mum sönünce istircâ’ etmiş, yani İnnâ liilâhi ve İnnâ ileyhi Raci„un: Biz Allah’ın kuluyuz ve yine ona döneceğiz demiştir. Bunun üzerine kendisine: “ Bu bir musîbet midir ki istirca’ eylediniz? diye sorulmuş, peygamberimiz (s.a.s)’de: Evet mümini üzen eziyet veren her şey musîbettir” buyurmuştur.248

Esâbe fiili Kur’ân’da birkaç âyette helâk anlamında da kullanılmıştır. Bunların ilki Nûh, Hûd, Salih ve Lût kavimlerine gönderilen musîbet ile alakalıdır. Hz. Şuayb, kavmine nasihat ederken, dürüst insanlar olmalarını tavsiye etmiş, ticaretlerinde sahtekârlık yolunu bırakmalarını söylemiş ve böyle devam ederlerse Nûh, Hûd, Salih ve Lût kavminin başına gelen musîbetlerin aynısının onlara da gelebileceği ihtarında bulunmuştur.249

Şuayb (a.s): ”Ey Kavmim! Bana karşı olan düşmanlığınız, Nûh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başına gelenin benzeri gibi bir musîbeti sakın sizin de başınıza getirmesin. (Ve unutmayın ki) Lût kavmi sizden uzak değildir. ”(Hûd, 11/89)

“Herhangi biriniz ister mi ki içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga isâbet etsin de orası yanıversin!” (Bakara, 2/266) âyetinde de bir bahçeye isâbet eden ve onu yakıp küle çeviren olayda esâbe fiiliyle anlatılmıştır.

Cürcani musîbet kavramını, insanın doğasına uygun düşmeyen ölüm ve benzeri şeyler250 diye tarif eder.

Musîbet kelimesi isim olarak Kur’ân-ı Kerîm’de on yerde geçmektedir.251 Türevleri 65 âyette fiil, bir âyette “sevâb” bir yerde “sayyib”olarak toplam 77 kez kullanılmıştır.252

2.2.KUR’ÂN’DA  MUSÎBET KAVRAMIYLA YAKIN ANLAMLI

KELİMELER

Bu bölümde Kur’ân’da kullanıldıkları lafız itibariyle farklı ancak ihtiva ettikleri anlam itibariyle musîbet kavramına yakın anlam ihtiva eden kelimeler incelenecektir.

2.2.1. BELÂ

Sözlükte “denemek, sınamak; eskimek; musîbet, darlık, gam, dert ve sıkıntı” anlamında kullanılmıştır. İbn Manzur’a göre belâ; hem denemek, imtihan etmek, hem de nimet şeklinde iki tür mana ifade etmektedir.253

Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun’un İsrailoğulları’na reva gördüğü korkunç işkenceler “büyük bir imtihan (belâün azim)”254 ve “apaçık bir imtihan (belâün mübin)”255 diye nitelendirilmiştir. Hz. İbrâhim’in oğlu İsmail’i kurban etme girişimi de “apaçık bir imtihan” sayılmıştır.256 Kulun denendiği imtihandan başarıyla çıkmasına da “güzel bir imtihan (belâün hasen)” denilmiştir.257 Allah’ın korku ve kıtlık vermesi, can, mal ve meyveleri eksiltmesi de birer belâ (deneme) dir.258 Dünya, kimin daha güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir belâ (deneme) yeridir, ölüm de hayat da bunun için yaratılmıştır.259 Peygamberler de dâhil olmak üzere Allah herkesi bir belâ ile denemektedir. Belânın en şiddetlisine uğrayanlar önce Peygamberler, sonra da mânevi bakımdan onlara en yakın olanlardır.260 Bir kimsenin gerçek şahsiyeti denenmesi halinde belli olur. Büyük belâlara büyük insanlar dayanabilir. Elde edilecek olan sevabın büyüklüğü katlanılan belânın büyüklüğüne göredir. Belâya uğrama günahlardan arınmaya ve mânen yükselmeye vesile olur. Bununla birlikte belâ istenmemeli, Allah’tan âfiyet dilenmelidir. Hz. Peygamber de “dayanılamayacak belâlardan” Allah’a sığınmıştır.

2.2.2. HELÂK

Helâk, mahvolmak, ölmek, kaybolmak, kırmak, düşmek, bozulmak ve azâb görmek anlamına gelir.261 Helâk kelimesinin türediği he-le-ke, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de toplam olarak 68 yerde geçer. Kur’ân literatüründe “helâk” şekliyle mastar halinde geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil halinde bulunur. En çok “Ehleknâ (biz helâk ettik)” şeklinde geçmektedir.262

Helâk kelimesinin Kur’ân’da kullanıldığı anlamlar yedi başlık altında toplanmıştır. Bunlar:

1. Bir şeyin başkasında bulunmasına rağmen senin elinden çıkıp gitmesi, kaybolması, zail olması, yok olması.263

2. Bir şeyi şekil değişikliğine uğratarak ve ifsat edip bozarak yok etmek

3. Ölmek ve öldürmek.

4. Bir şeyin dünyadan yok olması, varlığının ortadan kalkması. Helâkin bu anlamı Kur’ân’da ki anlamıyla aynıdır.

“O ’nun zatından başka her şey yok olacaktır. ” (Kasas, 28/88)

5. Helâkin en önemli anlamlarından biri de azâb ederek öldürmektir.

6. Helâkin bir anlamı da kınanarak ve lanetlenmiş olarak ölmektir.

7. Korku ve fakirlik.264

“De ki: Allah ’ın size üstünüzden (gökten) ve ayaklarınızın altından (yerden) bir azâb göndermeye ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.” (En’âm, 6/65) âyetinden de anlaşıldığına göre helâk genel olarak üç şekilde gerçekleşmektedir. Bunların üstten ve alttan gönderilenleri tabii felâketler şeklinde, sonuncusu ise insanlar eliyle meydana gelmektedir.265

Helâk oluş nedenleri arasında, zulüm,266 aşırı gitmek,267 fısk,268 refah ve bolluk içinde şımarmak ve azmak269 zikredilmiştir. Hadislerde ise helâk ediliş nedenleri olarak, tefrika ve çekişme,270 aşırı cimrilik,271 peygamberlere çok soru sormak272 ve şirk,273 gösterilmektedir.

Bir toplum kendilerine peygamber gönderilmeden cezalandırılmaz, insanlar, kendi benliklerindeki özelliklerini değiştirmedikçe, Allah da onların bu özelliklerini değiştirmez,274

Vücutta ortaya çıkan hastalıklar, beden sağlığı için ne kadar tehdit oluşturuyorsa, Kur’ân ve Sünnet’te ifade olunan zulüm, isyân, tefrika, ihtilâf vb. gibi sosyal hastalıklar da toplumlar için o nispette tehlike oluşturmaktadır.

2.2.3. AZÂB

Azâb, lugatte, “terk etmek, vazgeçmek, vazgeçirmek” gibi manalara gelir. Azâb kelimesinin kökü, “azb” dir. “işkence, eziyet, elem ve tatlı” anlamında kullanılır.275 Elem ve ıstırapların bir kısmı beden, bir kısmı da ruh üzerinde etkili olduğuna göre azâb hem maddi hem de manevi bir elem ve ceza niteliği taşır.

İnsanların birbirlerine yaptıkları kötü muâmele de “azâb” kelimesi ile ifâde edilmiştir. Meselâ Firavun’un İsrâil oğullarının erkek çocuklarını öldürmesine “azâb” denilmiştir.276

Kur’ân’da türevleriyle birlikte 490 defa geçen azâb, genellikle ilâhî emirlere karşı gelenlere verilen cezanın adı olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de azâb manasında geçen başka kelimeler de vardır. Bunlardan en çok tekrarlananlar “nâr, cehennem, ricz, be’s ve ikâb” kelimeleridir.

Zina yapanların277 ve cumartesi günü balık avlama yasağını ihlal eden Yahûdilerin cezalandırılması,278 fakirin hakkını vermeyenlerin bağ-bahçe ve ürünlerine âfet uğraması,279 Nûh kavminin suda boğulması,280 dolu düşmesi, şiddetli yağmur yağması, yıldırım çarpması, zelzele, sel felâketi ve âfet olması,281 açlık,282 insan öldürme,283dövme, işkence vb. kötülükler,284 kabir hayatında,285 dünya ve ahirette Allah tarafından günahkârlara verilen cezâlar,286 azâb kavramı ile ifâde edilmiştir.

Kâfirler için “büyük, alçaltıcı, acıklı,287 şiddetli,288 sürekli,289 ve kötü290 bir azâb olduğu bildirilmiştir.

2.3. MUSÎBET ÇEŞİTLERİ

Hastalık, yara, bere, kırık, çıkık, zulüm, işkence, açlık, susuzluk, yoksulluk gibi doğrudan insanlara isâbet eden musibetler;291 hayvanlara, ürünlere ârız olan âfetler, zelzele, kuraklık, sel felâketi, tufan vb. âfetler yeryüzüne isâbet eden musibetler; yangın, gasp edilme, çalınma, bozulma, kırılma vb. zararlar mala isâbet eden musibetler;292 şirk, nifak, küfür ve isyân gibi kişinin inancına, dinine gelen musibetler olmak üzere dört çeşit musibet vardır.

2.3.1. DOĞRUDAN İNSANA İSABET EDEN MUSÎBETLER

Musibetler, bizatihi insanın kendisine isâbet eder. Cenabı Allah,

De ki: “O size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azâb göndermeye, ya da sizi grup gurup birbirinize düşürmeye ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir. ” Bak, anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz. (En’âm, 6/65) buyurmak suretiyle insanlara değişik yollardan azâbını göndermeye kadir olduğunu beyan etmiştir.

Azâb onların üzerine, Nûh (as)’nin kıssasında olduğu gibi, üzerlerine gökten inen yağmur ve yıldırımlar gibi; Lût kavminin taşa tutulmasında ve fil ashabının taşlanmasında olduğu gibi, üzerlerine gökten inen “sayha” korkunç çığlık şeklinde iniverir. Azâbın ayaklarının altından gelmesi ise yerin sarsılması, Kârun’un yere geçirilmesi şeklinde olur.293

Elmalılı bu âyetle ilgili: O Allah’ın size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azâb göndermeye, üstten azâb, yıldırım düşmek, taş yağmak, tufan olmak gibi gök âfetleri; ayakların altından azâb, zelzele olmak, yerin göçmesi, su ve ateş çıkması gibi yer âfetleri hakkında olduğu açıktır. İbni ‘Abbas valilerin zulmü, terbiyesizlerin kötülüğü için demiştir ki üstten azâb, alttan azâb demektir. Bazı tefsirciler de baştan veya alttan gelen hastalıklar ve musibetler ile tefsir etmişlerdir. Âyet, hepsini ihtimali içine almaktadır, der.294

2.3.2. YERYÜZÜNE İSABET EDEN MUSİBETLER

Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.295

Yerdeki musibetler; yağmursuzluk, ürünsüzlük, bitkilerin az olması fiyatların artması (enflasyon) ve açlığın birbirini kovalaması gibi,296 yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebep olan âfet ve ziyanlar; kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi zararlardır.297 Bu bağlamda canlı ve cansız ne varsa hepsine dokunan zararlar yeryüzüne isâbet eden musibetlerdir.

2.3.3. MALA İSABET EDEN MUSİBETLER

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele .298

İnsanın mülküne bağına bahçesine, evine, işyerine, dükkanına, arabasına, hayvanlarına gelen her türlü zayiat, noksanlık, hasar, ziyan, yangın, deprem, sel felâketi, yıldırım çarpması, trafik kazası, düşman saldırısı, dolu düşmesi, şiddetli yağmur, yırtıcı hayvanların musallat olması, kaybolma kırılma v.b. sebeplerle insanın canlı ve cansız mallarına gelen zararlar; işlerin kesata gitmesi, iflas alacaklarını tahsil edememe, ürünlerini satamama, her türlü bağ-bahçe ürünlerinin yetişmemesi... gibi zararlar insanın malına gelen musibetlerdir.299

“Her kim de benim zikrimden (Kur ’ân ’dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. ” (Tâ-Hâ, 20/124)

“Onun için bu dünyada sıkıntılı bir geçim vardır.” Bu, dünyada fakirlik anlamında değildir. Böyle bir kimse, bir milyoner veya büyük bir imparatorluğun sahibi olabileceği halde, vicdan rahatlığından yoksun olacaktır. Çünkü “zikr” den yüz çeviren kimse tüm dünyevi başarıları haram yollardan kazanacak ve bu nedenle sürekli vicdan azâbı çekecek ve gerçek mutluluk ve huzurdan yoksun olacaktır.300

İbn Kesir, kim de Benim zikrimden yüz çevirirse (Benim emrime ve Resûlüme indirdiklerime zıt gider, ondan yüz çevirir de unutmuş görünür ve onun dışında başka bir şeyden hidâyet almaya kalkarsa) bilsin ki onun (dünyada) dar bir geçimi olur. Onun için huzur ve göğüs ferahlığı yoktur. Sapıklığından ötürü göğsünde bir sıkıntı vardır. İsterse dışı nimet içinde olsun, dilediğini giymiş, dilediğini yemiş, dilediği yerde ikâmet etmiş olsun. Kalbi yakin ve hidâyetle temizlenmedikçe o şüphe, hayret ve kalb huzursuzluğu içindedir. Devamlı bir şüphe 301 içinde bocalamaktadır. İşte bu, geçimin darlığındandır, şeklinde açıklamıştır.301

2.3.4. DİNE İSABET EDEN MUSİBETLER

Şüphe yok ki musibetlerin en büyüğü insanın dinine isâbet eden musibetlerdir.

“Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 11/24)

Gerçekten Biz, insana (yani en iyi işi ortaya koymak için imtihan vermek üzere yaratılmış olan insan cinsinden herhangi birine) tarafımızdan bir nimet, bir rahmet tattırır da sonra onu ondan çekip alırsak şüphe yok ki, o insan ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında bütün ümidini yitirir. “Allah yine verir.” demez. Geçmişi de hemen unutur. “Bugün vermediyse dün vermişti.” deyip şükretmez. Büsbütün nankör biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini toptan inkâr etmeye varıncaya kadar ileri gider. Günaha girer, tevbe ve istiğfar etmek hatırına gelmez. Eğer ona dokunmuş olan bir sıkıntıdan sonra ona hoş bir nimet tattırıverirsek, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa kesinlikle şunu der: “Bütün o kötülükler benden uzaklaşıp gitti”. Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Artık o ferih ve fahûrdur. Sevinçlidir ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla şuna buna caka yapmaya başlar. Hâsılı insan dünyada nimetten veya zorluktan boş kalmaz, bolluk veya yokluk için de ömür sürer: Bazen yoklukla imtihan olur, bazen bollukla imtihan olur. Ve insanoğlu yaratılıştan gelen bir özellikle rahmetten, nimetten hazzeder, onun kaybından dolayı da üzüntü duyar, acı çeker. Her iki halde rahmetten Rahmân’ı, rahmetin elden gidişinden de yine Rabbin gazap ve azâbını düşünerek, gereğince hareket edip ahiretini düşünmek, en iyi davranışı ortaya koymak lazım gelirken, insan cinsinde öyle “zalûm ve cehûl” bir ruh hali vardır ki, çokları nimeti düşünür de nimeti vereni düşünmez. Nimet veya sıkıntının esas gayesini ve hikmetini göz ardı eder. Onun hikmetiyle ilgilenmez, nimet tecrübesi gördüğü halde o nimet elinden alınınca hemencecik her şeyi unutur, bir karamsar ve bir nankör oluverir çıkar. Buna karşılık yokluk ve sıkıntı tecrübesi gördüğü halde bir nimet tadınca, bir daha hiç acı görmeyecekmiş gibi ve o nimet sırf kendisinin emeği ve icadıdır.302

“Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır. (İsrâ, 17/72)

Cenâb-ı Hakk’ın, “Kim bu (dünya)da kör olursa, o ahirette de kördür” buyruğu ile gözün kör olması kastedilmemiş; aksine bununla, kalbin körlüğü kastedilmiştir. Âyetteki “o, ahirette de kördür” ifadesine gelince, bu hususta iki görüş vardır:

Birinci körlük kalbin körlüğüdür. Dünyada iken kalpleri kör olanlara, bu durum, onların dünyayı elde etme ve onun lezzet ve güzelliklerinden yararlanarak sevinme konusunda aşırı hırsları bulunması sebebiyle meydana gelmiştir. Bundan dolayı, bu istek ahirette artar ve orada, dünyayı elden kaçırmadan dolayı hasret büyür. Bunun yansıra, onlarda marifetullah nurları hakkında herhangi bir şey de yoktur. Böylece onlar, şiddetli bir zulmetin ve büyük bir hasretin içinde kalakalırlar ki işte âyette bahsedilen, körlükten bu kastedilmiştir.

İkinci görüş körlüğün, gözün körlüğü manasına hamledilmesidir. Buna göre mana, “Bu dünyada kimin kalbi kör olursa, kıyamette o kimse, gözü kör olarak haşredilir” şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, “...biz onu Kıyamet gününde de kör olarak haşrederiz. O, “Rabbim, beni niçin kör hasrettin? Halbuki ben, gören bir kimse idim?” der. (Allah da): “Öyledir. Sana âyetlerimiz geldi de sen onları unuttun, işte bugün de sen öylece unutuluyorsun” (Tâ-Hâ, 24/124-126);”Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzükoyun haşredeceğiz.. ,”(İsrâ, 17/97) buyurmuştur. Bu körlük, onların cezalarını arttırmak içindir.303

2.4. MUSİBETLERİN GELİŞ SEBEPLERİ

Kâinattaki her şey, her hadise bir sebebe binaen yaratılmıştır. Bunun gibi yeryüzünde meydana gelen musibetler de sebepler etrafında gerçekleşmiştir. Musibetler Allah’ın takdiri, insanların hatalı davranışları, nimetlere nankörlük, insanların insanlara yaptıkları zulüm, ilâhi kurallara uymama ve imtihan sebebi olarak gerçekleşir.

2.4.1. ALLAH’IN TAKDİRİ

Yeryüzünde ve de nefislerde meydana gelen bütün musibetler Allah (cc) takdiri iledir. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerîmde şöyle ifade edilir.

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfûz ’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah ’a göre kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah ’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye (böyle yaptık.) Çünkü Allah, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi sevmez. ” (Hadîd, 57/22-23)

Yeryüzünde ve de nefislerinizde hiçbir musîbet vuku bulmaz ki bir kitapta yazılmış olmasın. Musîbet, hedefine isâbet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hâdise ve felâkettir. Arzda vuku bulan musîbet, yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebep olan âfet ve ziyanlardır. Bu, kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi diğer bütün zararları içine almaktadır. Nefislerdeki musîbet ise, ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi insanlarla ilgili olan acılardır. Tatlı başarılar Allah’ın lütfu olduğu gibi bütün musîbetler de Allah’ın ezeli ilminde veya Levh-i Mahfûz’da yazılmış bir takdiridir. Öyle ki o yeri veya nefisleri yahut da o musîbeti yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce yazmışızdır. O nasıl mümkün olur denilmesin. Çünkü o, Allah’a göre kolaydır, Allah Teâlâ madde ve zamandan müstağni (berî) dir. O halde takdir edilen musîbetten kaçınmakla kurtulma mümkün olmaz. O yazılmış ise yalnız müsabakaya girişenlere değil, kaçanlara veya oturup zevk ve rahatına bakanlara dahi gelir çatar. Musîbetlere karşı kadere bağlanmanın kalbe kuvvet ve sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır.304

Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.305

Bir musîbet isâbet etmez ki Allah’ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek mümin, ferd yahut topluluk her kim olursa olsun başına can, mal veya başka şeylerle ilgili herhangi bir musîbet, maddî, manevî, kavli veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir

hadise gelirse o, her halde Allah’ın izniyledir. Allah’ın izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle, çalışmasıyla kimseye bir musîbet erişmez. Allah’ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz.306

Hiçbir şey rastlantı sonucu veya boşuna meydana gelmemiştir. Faydasız ve başıboş değildir. Her hareket, şu evrenin yaratılışında planlanmış ve kendisine özgü sebep ve sonuçları olan bir kadere göre hareket etmektedir. Bu hareketler bozulmaz, askıya alınmaz ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam adet ve kanunlara uygun gelmekle beraber belirlenen programları planında gizli bir hikmeti gerçekleştirmekte ve hep birlikte evrenin nihai projesini tamamlamış olmaktadırlar.307

2.4.2. İNSANLARIN DAVRANIŞLARI

İnsanların hataları davranışlarının musîbetlerin gelmesinde önemli bir etkisi vardır. Bu husus Kur’ânı Kerîm’de şu şekilde ifade edilmiştir:

Başınıza her ne musîbet gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder. (Şûrâ, 42/30)

Başınıza ne musîbet geldiyse kendi ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır. Burada Allah’ın emirlerine aykırı eylemler neticesinde karşılaşılan sonuç ifade edilmektedir.

Ancak musîbet sadece günahkârlara isâbet etmez. Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle günahkâr olmayanların başlarına gelen musîbetler de yok değildir. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. ”308 Şeklinde ifade edilmiştir.

2.4.3. NİMETLERE NANKÖRLÜK

Musîbetlerin çoğu Allah’ın emrini dinlememek, Allah’ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemek ve sonuçta şükrün yerine insana verilen nimetlere karşı nankörlüğü koymaya bağlıdır.309

Allah şöyle bir memleketi misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah ’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı. Andolsun, onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Böylece zulmederlerken azâb onları yakalayıverdi. (Nahl, 16/112-113)

Küfrün ve nimeti inkârın azâbı, yalnız ahirette değil, dünyada da büyüktür. “Nimet ne kadar büyük, ne kadar olağanüstü ise küfür ve inkârın azâbı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevâli de o ölçüde acı olur.” ifadesiyle, Kur’ân-i Kerîm’de ümmetlere verilen cezaların nimetlere orantılı olarak verildiğinin altını çizmektedir.310

En büyük nankörlük, Allah’ı inkâr ve O’nun vaz’ ettiği risâlet müessesesini ve o müessesenin Allah tarafından gönderilen elçilerini ve davetlerini kabul etmemek ve onların Allah adına sunduğu prensipleri ve kuralları tanımamaktır. Elbette böyle büyük bir isyân ve başkaldırının cezası da büyük olacaktır. Allah, zerre kadar da olsa asla haksızlık etmez.311 Herkese yaptığına karşılık bir ceza verir.312 Hem bu dünyada hem ahirette her nefis peşinde koştuğu şeyin karşılığını bulacaktır.313 Bu sünnetullah314 (Allah’ın âdeti), bu ilâhî adalet, bu mizan asla şaşmaz, yanılmaz ve değişmez.

İsrailoğulları, Allah Teâlâ’nın kendilerine ihsan ettiği sayısız nimetlere karşılık isyân etmişler, tarihte benzerine rastlanmayacak biçimde Allah hakkında kötü zanda bulunmuşlar ve aslı astarı olmayan sözler sarf etmişler, peygamberlere karşı çıkmış, hatta bazı peygamberleri öldürmüşlerdir. Allah, onları Firavun’un zulüm ve esaretinden kurtarmış, onlara yurt vermiş, bıldırcın eti ve kudret helvası lütfetmiş, buna rağmen onlar, bu nimetlere nankörlükle, isyânla ve buzağıya taparak karşılık vermişlerdir.

Allah Teâlâ, bu nankörlükleri sebebiyle onlara, maymunlaşma, domuzlaşma, horluk, yoksulluk, Beyt-i Makdis’e kırk yıl girme yasağı, birbirlerinin arasında kin, düşmanlık ve lanetlenme gibi cezalar vermiştir.

Onların nankörlüklerini ve bu sebeple uğradıkları cezayı Kur’ân şöyle haber verir: “Musa kavmine şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah ’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz. ” Onlar, kendilerini çeşitli sıkıntılardan kurtarılmalarına sebep olan Hz. Musa’nın bu emrine itiraz ettiler. Sebatsız, cesaretiz, vefasız ve korkak olduklarını şu sözleri ile ispat ettiler: “Ya Musa! Orada zorba bir toplum var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz'”315 Edep, hayâ ve hatta îmân sınırını da zorlayarak fütursuzca şu itirazda bulundular: “Ey Musa! Onlar orada bulunduğu müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada duracağız. ” dediler.316 317 Haddi aşan ve söylediği sözün îmân ve izanla bağdaşmadığını anlamayacak kadar basiretsiz ve oldukça kaba olan bu topluluk, cezadan başka neye müstahak olabilirdi? Bilgisiz, görgüsüz, nezaketsiz ve üstelik Rablerine karşı böyle saygısız davranan bu insanların 317

âkıbet elbette bu olacaktı.

2.4.4. ZULÜM

Eşyanın tabiatına ters hareket ederek hakkı çiğnemek anlamındadır. Bir başka ifadeyle, gerek hak kitapta gerekse de fıtratta tabiî olarak bulunan ilâhî emirlere muhalefet etmek ve bunun neticesi olarak da, haksızlıkta bulunmak olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim her varlık kendisi için konulan kanuna (sünetullah’a) harfiyyen uymasına ve gereğini fiili olarak yerine getirmesine karşılık, insanın kendisi için yaratıldığı, yerine getirmesi gereken emânet adı verilen kulluk görevini, yapamamakta ve bu yüzden de zâlim olarak nitelendirilmektedir:318

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi;(bununla beraber onun hakkım tam yerine getirmedi).Çünkü o, çok zâlim, çok câhildir. ” (Ahzâb, 33/72)

“(O kâfirler) kendilerine ancak meleklerin veya senin Rabbinin helâk emrinin gelmesini bekliyorlar. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. Bu sebeple işledikleri kötülüklerin cezası onlara ulaştı ve alay ettikleri şey kendilerini kuşattı.319 (Nahl, 16/32-33)

Kur’ân’da zülüm kavramının, üç kullanım boyutuna sahip olduğunu görmekteyiz:

1- İnsanla Allah arasında olan zulüm: Bu Kur’ân’a göre en büyük ve en ağır zulümdür:

“Doğrusu şirk büyük bir zulümdür...” Bu âyet bize, insanla Allah arasındaki zulmün, ona denk tanrılar tutmak olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu türden olan zulmün kategorisi içine Allah’ın âyetlerini yalanlama da girmektedir. Bu tür zulüm kavramı genellikle “femen” ile “vemen ezlemü” şeklinde İsm-i Tafdîl ile kullanılmaktadır.

2- İnsanların birbirlerine karşı yaptıkları zulüm: Bu tür zulüm insanlara yapılan gayr-ı meşru her türlü haksızlığı içine almaktadır.

“Ancak şunlar aleyhine yol vardır ki insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırırlar, işte böylelerine acı bir azâb vardır. ” (Şûra, 42/42)

3- İnsanın kendi nefsine yaptığı zulüm:

Bu tür zulüm, insanın ilâhî kitapta belirtilen hususlarda lakayt davranması, gereğine göre amel etmemesi olarak ifade edilmektedir.

Yukarıda izah edilen insanın kendisiyle Allah arasında yaptığı zulüm ile diğer insanlara yaptığı zulüm de, netice itibarıyla insanın kendi nefsine yaptığı zulümlerdendir. Kur’ân’da, bu kategoriye giren zulüm hususunda, Allah’ın insanlara zulmetmediği, insanların kendilerine zulmettikleri belirtilerek “lâkin onlar kendilerine zulüm ediyorlar.” formuyla bu tür zulme çok temas edilmektedir.320

2.4.5. İMTİHAN

Kur’ân’a genel olarak baktığımızda Cenabı Allah insanlara musibetleri kendi işledikleri hatalar yüzünden, insanları denemek veya ibret olmaları için verdiğini beyan ediyor.

Allah Teâlâ, En’âm suresinin sonunda, hilafetin bir neticesi olarak “imtihan”ı haber vermektedir:

“O Allah, sizi yeryüzünün halifeleri yapan, sizi imtihan etmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkarandır.321 O, hanginizin ameli, hal ve hareketlerinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır322 323 O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü de 323

hayatı da takdir edip yaratandır.

Demek ki hayatın arkasından yeni bir hayatın, onun arkasından da diğer bir hayatın mütekabilen yaratılması, insanları bu ikisi arasında, güzel bir sa’y ve amel mücadelesiyle, Allah’ın mülkünde güzel bir âmil, yüksek bir memur olmak üzere, müsabaka için, bir imtihan meydanına çıkarılmaları hikmetine ve gayesine müteveccihtir.324 Hem insan, fakirle zengini müsavi yapan, hataları düzeltme imkânını sona erdiren ölümün geleceğinden korkarak ve kıyamete kadar tekrar dirilmeyi bekleyeceğini hesaba katarak günahlardan kendisini çeker325 ve Allah’ın istediği en güzel ameli yapar. Böylece, bir hadîste de buyrulduğu gibi, akılca en güzel, yani iyiyle kötüyü temyiz edip iyiyi tercih ederek aklını en güzel kullanan, Allah’ın haramlarından en çok sakınan, Allah’a taatte en süratli olan, böyle olmayandan ayrılmış olur.326

Cenab-ı Allah, bunun için insanı, imtihanı anlama vasıtalarıyla teçhiz 327 etmiştir.327

“Hakikat biz, insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu, imtihan etmek için işitici ve görücü yaptık.” 328 Çünkü imtihan hilkatin eksiksiz olmasından sonra olabilir. İmtihan için, insanın fıtratı sıhhatli, aklı selîm olması gerekir, bunlar olmadan imtihan olmaz.328 329 İnsanın basîr (görücü) olması, bizzat gözüyle birlikte, basiretin kaynağı olan, kalbi ve aklı olduğunu da ifade eder. Çünkü bu kelime hem görme organı olan gözü ifade, hem de idrâk merkezi olan kalbi ifade eder.330 Allah, bu zahirî ve batini teçhizattan başka, ona, hidâyet ve dalalet, hayır ve şer yollarını, necat ve helâk sebeplerini beyan için,331 işitmeye ait delillerden kitaplar, akla ait delillerden enfüsi ve afakî burhanlar gösterdi332 “Gerçek, biz ona doğru yolu gösterdik. İsterse şükredici olsun, isterse nankör olsun” 333

İnsanın îman babındaki bu imtihanı başarsa bile, sebat ve amel noktasından imtihanı devam eder. “İnsanlar, inandık demeleriyle, bırakılacaklarını ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar.”334 Bu hususta Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurur: “Mümin olan erkek ve kadın, Allah’a kavuşana ve üzerinde hiç hata kalmayana ,,335

kadar, malı, nefsi ve evladı hususunda belâlardan kurtulamaz.”335

Yüce Allah, insanları açlık, susuzluk, mallar, canlar ve meyvelerde noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğini bildirmekte ve sabredenlerin müjdelenmesini peygamberine emretmektedir.

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musîbet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.336

Musîbete karşı takınılan tavır, aynı zamanda îmân ile nifakın arasını ayıran ve münâfık tiplerin kalplerindeki nifakı açığa çıkaran bir imtihan aracıdır. Yani îmânların musîbetle sınanmasıdır.

“Şüphesiz ki içinizden (savaşa çıkmak için) pek ağır davrananlar vardır. Size bir musîbet geldiği zaman (onlar) “Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım ” der ” (Nisâ, 4/72)

Allah (cc) müminleri musibetlerle imtihan etmiştir. Müminler Uhud savaşında bozguna uğratılmakla imtihan edilmişlerdi:

“Andolsun, Allah, izniyle, onları (müşrikleri) kırıp geçirdiğiniz sırada size olan vadini gerçekleştirdi. Nihâyet sevdiğiniz şeyi (zaferi) size gösterdikten sonra, za’f gösterdiniz. (Peygamber’in verdiği) emir konusunda tartıştınız ve emre karşı geldiniz. içinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de. Sonra sizi denemek için onlardan yüzünüzü çevirdi. (Kaçıp hezimete uğradınız. Buna rağmen) sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır. Peygamber, arkanızdan sizi çağırırken siz durmadan dağa yukarı kaçıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bundan dolayı Allah, size keder üstüne keder verdi ki (bu durumlara alışasınız ve daha sonra) elinizden gidene ve başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ” (Âl-i İmrân, 152-153)

“iki topluluğun (ordunun) karşılaştığı günde başınıza gelen musîbet Allah ’ın izniyledir. Bu da müminleri ortaya çıkarması ve münâfıklık yapanları belli etmesi içindi. Onlara (münâfıklara), “Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunmaya geçin ” denildi de onlar: “Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik” dediler. Onlar o gün, îmândan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir. ” (Âl-i İmrân, 3/166-167)

2.5. CEZA VEYA MÜKÂFAT AÇISINDAN MUSİBETLER

Musibete maruz kalma hadisesi inanç türünün hepsi ile ilgilidir. Musibet, kâfire ya inkârından vazgeçip Allah’ı tanımasına vesile olması ya da inadından dolayı helâk olması için verilir. Günahkâr mümine isâbet eden musibet günahlarından tövbe etmesi için bir hatırlatma mahiyetindedir. Müttaki müminlere gelen musibetler ise Allah’ın sevmesinin bir sonucu olarak hata ve kirlerden kurtulması ve Allah’ın yanındaki derecelerinin yükselmesi içindir.

2.5.1. KÂFİRLERE İSABET EDEN MUSİBETLER

Allah’ın (cc) emirlerine karşı bulunduğu için müşrik, münâfık ve kâfirlerin başına gelen musibetlerin bir kısmı kendilerine cezadır.

“Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı (seni göndermezdik). ” (Kasas,28/47)

“Başlarına bir musîbet geldiği zaman” şeklindeki âyetler müfessirlerin aktardığına göre; Kureyş kâfirlerinin Medine Yahudilerine adam göndererek onlardan peygamberin durumunu sormaları üzerine inmiştir. Bunun üzerine Yahudiler, Kureyş kâfirlerine peygamberin sıfatını, dürüstlüğünü, peygamberleri Musa’da olduğu gibi, onun da Allah katından vahiy aldığını haber vermişlerdi. Buna rağmen bu kâfirler kibirlenerek “Musa ve Muhammed! Her ikisi de sihirbazın tekidir, onlara gelen sihirden başka bir şey değildir. Bu yüzden biz her ikisini de yalanlıyoruz” dediler. 337

Râzi bu âyeti açıklarken buradaki musîbetten kastın kıyamet günü azâbı olduğunu söyler “Kıyamet günü başlarına azâb geldiğinde “Ey Rabbimiz, keşke bize bir peygamber gönderseydin de, biz de âyetlerine uysaydık, müminlerden olsaydık” diyecek olmasalardı... (seni göndermezdik)338

2.5.2. GÜNAHKÂR MÜMİNLERE İSABET EDEN MUSÎBETLERLER

Mü’min günah işlerse musîbete maruz kalabilir. Eğer kendine isâbet eden musîbet karşısında sabrederse maruz kaldığı musîbetlerin bir kısmı kendisinin bağışlanmasına vesile olur. Şûrâ suresi 30. âyette şöyle buyrulmuştur.

Başınıza gelen herhangi bir musîbet kendi ellerinizle yaptığınız işler yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.

Başınıza ne musîbet geldiyse kendi ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır. Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle günahkâr olmayanların başlarına gelen musîbetler de yok değildir.339

“Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele. ” (Bakara, 2/155)

Hâlbuki birçoğundan affediyor da dünyada hesaba çekmiyor. Çünkü “Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hesaba çekecek olsaydı yerin üstünde hiçbir canlı mahlûk bırakmazdı. ” (Nahl, 16/61)

İnsanın başına gelen her kötülüğün, insanın kendi elleriyle hazırladığı bir sebebi vardır. Ne var ki Yüce Allah, onu her yaptığından dolayı suçlu bulup cezalandırmıyor. Çünkü Allah (cc) insanın zayıf bir yaratık olduğunu, onun fıtratına bazı itici özellikler verdiğini ve bu itici özelliklerin zaman zaman insanı etkisi altına aldığını biliyor. Bu yüzden bir hoşgörü ve insana yönelik rahmetinin belirtisi olarak çoğu suçlarını bağışlıyor.

Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: “Kim fenalık yaparsa cezasını görür. Kendisine Allah’tan başka ne dost ne de yardımcı bulur” (Nisâ, 4/123) meâlindeki âyet nazil olduğu zaman, Müslümanları çok ciddi bir kedere sevk etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle tavsiye etti: “Amellerinizde orta yolu ve doğruyu bulmaya çalışın. Mü’mine musîbet nevinden her ne ulaşır ise günahlarına bir kefaret olur. Musîbet, beklenmedik bir hadise olmuş, ayağına batan bir diken olmuş fark etmez.”340

Ali bin Zeyd annesinden anlatıyor: Annesi Hz. Ayşe (r.a)’ye Cenab-ı Hakk’ın şu âyetinden: “...İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesâba çeker ve dilediğini bağışlar” (Bakara, 2/284) ve keza: “Kim fenalık yaparsa cezasını görür” (Nisâ, 4/123) âyetinden sordu. Hz. Ayşe şu cevabı verdi: “Benim Resûllullah (s.a.s)’tan bu hususta sorduğum günden bu yana kimse meseleyi bana sormadı. Resûlullah (s.a.s) şöyle cevap vermişti: “Bu, Allah’ın hastalık ve kazadan tut, cebine koyduğu basit bir eşyanın kaybıyla duyduğu üzüntüye varıncaya kadar mâruz kaldığı musîbetlerle kulunu (dünyada) cezalandırmasıdır. Böylece kul, peyderpey günahlarından arınmış olarak çıkar, tıpkı ham altının körükten saf kızıl çıktığı gibi.341

2.5.3. MÜTTAKÎ MÜMİNLERE İSABET EDEN MUSİBETLER

Müttaki müminlerin başına gelen musîbetler ise derecelerinin yükseltilmesine yönelik olduğu bakara 155.âyette bildirilmektedir.

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! (Bakara, 2/155)

Hz. Ayşe’den rivâyet edilmiş bir hadiste: Mümine bir diken isâbet etmez ve ondan daha küçük bir şey isâbet etmez ki bu yüzden Allah onun mertebesini bir derece yükseltmiş ve bir günahını silmiş olmasın.342

Muâz b. Cebel (r.a.) anlatıyor: “İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihâd yapmayı temenni eden bir kimse, bilâhare ölse de, öldürülse de şehit sevabı kazanır. Kim de Allah yolunda yara alsa veya Allah yolunda düşmanın sebep olmadığı bir musîbetle bile yaralansa bu yara, kıyamet günü, en büyük hâli içinde rengi zaferân renginde, kokusu da misk kokusunda olarak gelir. Kimin vücudunda, Allah yolunda iken çıkan, iltihap gibi bir yara açılacak olsa bu da onun için şehitlik mührü olur.343

Musîbetlerin günahları silme fonksiyonunu anlatırken günahsız konumunda olan “peygamberlerin ve çocuklar” ın durumunun ne olacağı düşünülebilir. Peygamberlerin durumu üç şekilde yorumlanmaktadır. Bunlara musîbetin gelmesi, hem Allah katındaki derecelerini yükseltmek, hem de bela anında nasıl sabretmeleri gerektiğini öğretmek içindir. Üçüncü şık ise Allah’ın bize bildirmediği bir sebepten dolayı musîbete maruz kalırlar. Çocuğa ise derecesini yükseltmek için musîbet verilir. Bir başka görüşe göre anne babaların derecelerini yükseltmek içindir.344

Yüce Allah musîbetlere, belâlara ve hastalıklara maruz kalıp sabreden müminlere mükâfat veriyor. Bu hususu Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu sözü desteklemektedir.

“Ne acâiptir müminin işi! Gerçekten onun her işi hayırdır. Bu hal, müminden başka hiçbir kimse için böyle değildir. Eğer ona sevinç verici bir şey isâbet ederse şükreder. Bu da kendisi için bir hayır olur. Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir şey isâbet ederse sabreder, bu da kendisi için hayır olur.”345

KUR’ÂN’DA GÜNAH MUSÎBET İLİŞKİSİ

Kur’ân insanların günahlarıyla başlarına gelen musibetler arasında doğrudan irtibat kurmuştur. Bu irtibat birçok âyette insanların dikkatlerine sunulmuştur.

“(Bedir de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza geldiği için mi “Bu nasıl oluyor! ” dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Âl-i İmrân, 3/165) Bedir’de Müslümanlar müşriklerden yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de esir almışlardı. Uhud’da ise yetmiş şehit verdiler. Âyet-i kerimede geçen “musîbet” le buna işaret ediliyor. Ve bunun, okçuların Allah Resulü’nün emrini tutmamalarından dolayı başlarına geldiği vurgulanıyor.

“Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felâket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik, diye yemin ederek sana nasıl gelirler! ” (Âl-i İmran, 3/125)

“Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı (seni göndermezdik). ” (Kasas, 28/47)

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder. ” (Şûrâ, 42/30) Âyette hitap edilenler, günahkâr müminlerdir. Günahı olmayan müminlerin başına gelen musibetlerin sebepleri başkadır. Mesela onların sabretmeleri ecirlerini arttıracak sebeplerden biri olarak sayılabilir.

Zira sabır ile ecre veya yüksek derecelere mazhar edilmek gibi birtakım sebeplerle mücrim olmayan enbiya, evliya ve çocuklar gibi zümreye de isâbet eden musibetler yok değildir.” Çünkü, “Andolsun, sizi korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütuf ve keremimi) müjdele, ”346 buyrulmuştur. Başa gelen musibetler: ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar, boğulmalar, yıldırım çarpması ve benzeri hoşa gitmeyen her şeyi kapsamaktadır.

Bu konu ile ilgili olarak pek çok tefsirde değişik rivayetlerde hadisler nakledilmiştir. Bunlardan bir kısmı: “Muhammed (s.a.v.)in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir kamışın yaralaması, bir damar seğirmesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah yüzündendir. Allah’ın onlardan bağışladığı ise daha çoktur.” Hz. Ali (r.a.) den rivayet olundu ki Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Yâ Ali, size musibetten ne gelirse, kendi ellerinizin kazandığındandır. Bununla beraber O, çoğunu affeder. Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir hastalık veya bir musibet veya bir belâ sizin kazandıklarınızdandır. Allah Teâlâ, ahirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halim’dir. Dünyada iken bağışlamış olduğuna gelince, Allah Teâlâ bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar da Kerim’dir.” Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki müminin başına gelen hiç bir dert, zahmet, hastalık, üzüntü ve keder yoktur ki, Allah Teâlâ bunu onun hatalarına keffâret kılmasın. (Ayağına) batan ve ona acı veren bir dikene varıncaya kadar.”347

Müttâki müminlerin başına gelen musibetler ise derecelerinin yükseltilmesine yönelik olduğu bakara 155.âyette de bildirilmektedir.

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber! ) Sabredenleri müjdele!

Hz. Ayşe’den rivâyet edilmiş bir hadiste; Mümine bir diken veya ondan daha küçük bir şey isâbet etmez ki bu yüzden Allah onun mertebesini bir derece yükseltmiş ve bir günahını silmiş olmasın.348

Kur’ân sıklıkla kendi yaptıkları yüzünden ve kendi kazandıklarıyla349 ifadelerini kullanarak gelen musibetlerin, insanın yanlış ve kusurlarında aranması gerektiğini bildirir.

Yüce Allah bu hususu bir âyetinde şöyle beyan eder:

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.(Bununla beraber) Allah (günahlarınızın) birçoğunu affeder (de onlardan ötürü bir musîbet vermez.). ” (Şûrâ, 42/30)

Bu âyete göre, insanın başına gelen her bir musîbetin onun işlediği bir günaha ceza olarak geldiği anlaşılmaktadır. Şu halde insanın başına gelen ceza cinsinden her bir musîbeti kendinden bilmesi gereğinin Kur’ân’ın bir emri olduğunu söyleyebiliriz. Aksi bir düşünce insanı, daima dışarıda bir suçlu aramaya sevk edecektir. Bunun içindir ki Kur’ân bize bir ölçü vermektedir. Suçlu başkası değil, kendi nefsinizdir.

Ancak burada şu hususu açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir. Acaba insanın başına gelen her bir sıkıntı ve musîbet mutlaka onun işlemiş olduğu bir günah sebebiyle midir? Buna, Kur’ân’ın diğer âyetlerini de dikkate aldığımızda evet, diyebilmemiz isâbetli gözükmemektedir. Zira Kur’ân’da insanların bağlılıklarını ve sabırlarını ölçmek ve ibret almalarını sağlama için de birçok sıkıntı ve musîbetle denendikleri bildirilmektedir. Örnek olarak şu iki âyeti verebiliriz:

“(Ey inananlar), yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Sıkıntı ve musîbet onlara öylesine dokunmuş ve öylesine sarsılmışlardı ki nihâyet Peygamber ve beraberindeki müminler, Allah ’ın yardımı ne zaman? Diyecek hale gelmişlerdi...”35

“Biz mutlaka sizi, biraz korku ile biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. (Ey Nebi), sen sabredenleri müjdele. Onlar ki başlarına bir musîbet geldiğinde. Biz Allah ’a aidiz ve O ’na döneceğiz, derler?”350 351

Görüldüğü gibi insanın başına gelen musîbetlerin bir kısmı işlemiş oldukları suç ve günahlarının cezası olarak bir kısmı da onların bağıllılıklarını ölçmeye yönelik olarak gelmektedir.

Bu ikinci kısımda onların sabır ve teslimiyet duygularının geliştirilmesi ve buna bağlı olarak Allah nezdinde ki mevkilerinin yükselmesi söz konusudur.

Bu cümleden olarak burada, “Başınıza gelen her bir musîbet nefsinizdendir.” âyetini, günah ve kusurlarınızın arkasından ceza olarak gelen her bir musîbet sizin kendi yüzünüzdendir, şeklinde yorumlamamızın daha uygun olacağı kanaatindeyiz.

Bu bağlamda üzerinde durulması gereken bir nokta da şudur. İnsan işlemiş olduğu her bir günahından ötürü bu dünyada mutlaka cezalandırılmamadadır. Eğer o her bir yanlış düşünce ve hareketinden dolayı cezalandırılacak olsaydı, gözünü musîbetten açamayan bir varlık olurdu. Nitekim rahmeti gazâbının önünde bulunan yüce Allah günahların çoğunu affedip bağışladığını bildirmektedir:

Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince ( gereğini yapar) .352 Şüphesiz ki Allah kullarını (bihakkın) görendir.353

Yüce Allah musîbetlere, belalara ve hastalıklara maruz kalıp sabredenlere mükâfat veriyor.

Günahlar, musîbetlerin sebebidir: “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder. ” (Şûrâ, 42/30)

Yani, ey insanlar! Başınıza gelen bütün hastalık ve diğer felâketler gibi musîbetler, acılar, dertler, kıtlık, deprem ve benzeri nâhoş durumlar, kazandığınız günahlar sebebiyledir. Fakat (Allah) günahlarınızın çoğunun cezâsını peşinen vermez (belki ahirette de bir kısmını affeder). İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Allah’ın bize görünen âlem (âfâk) ve iç âlemimizde (enfüs) gösterdikleriyle Kitabında bildirdiklerinden anlıyoruz ki musîbetlerin sebebi günahlardır. Bu sebeple Allah, Şûrâ, 30 ve Âl-i İmrân, 155. âyetlerde bu gerçeği beyan eder. Şu âyet de bunu açıklar: “(Bedir’de) İki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza gelince, „bu nasıl oluyor?’ dediniz ha? De ki: „O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Âl-i İmrân, 3/165)354

Ebu Musa el- Eş’ari’nin torunu Bilal, vaktiyle çok konforlu bir hayat yaşarken, sonradan ikbali idbâra dönmüş, Kûfe’de kendi evine hapsedilmiş. Onu bu durumda gören bir ihtiyar:

“- Ey Bilal, demiş, sen bizim yanımızdan geçerken yol temiz olduğu halde burnunu tutup geçerdin. Şimdi bu haldesin ha! Bilal, bu sözü babası Ebu Bürde’nin, dedesi Ebu Musa el-Eş’ari’den duyduğu şu hadisi anlatarak yanıtlamış: “Allah’ın elçisi şöyle buyurdu: “Kula erişen bir musîbet, büyük, küçük bir felâket hep kendi günahı yüzündendir. Allah’ın affettikleri de daha çoktur.”355

İnsanın başına gelen belâ ve musîbetler, “sebep” olduğu halde, genellikle günahların sonucu durumunda olsa da, günah ve itaatsizlikten kaynaklanmayan musîbetlere maruz kalan kimseler de vardır. Zemahşerî diyor ki: “Peygamberler, çocuklar ve deliler gibi günahı olmayan kimselerin başlarına gelen acı ve benzeri musîbetler, ödenecek bir ücret (mükâfat), bir maslahat ve bir (İlâhî) maksat içindir.356 Kurtubî de şöyle demektedir: “İkrime der ki: ‘Kulun başına gelen hiçbir sıkıntı, hatta daha kötüsü yoktur ki Allah’ın onu affetmesine veya ancak kendisiyle ulaşabileceği bir dereceye nail olmasına sebep olmasın.”357 Peygamberlerin başına gelen sıkıntılar da ceza değil; derecelerinin yükselmesinin murad edildiği belâlar çeşidindendir.358

3.1. MUSÎBETE SEBEBİYET VERMESİ AÇISINDAN KUR’ÂN VE SÜNNETTE ZİKREDİLKEN GÜNAHLAR

Kur’ân-ı Kerîm’de işledikleri günahlar yüzünden musîbete uğratılan toplumlardan bahsedilirken, onlara bu cezayı vermeyi gerektirecek sebepler de zikredilmiştir. Toplumları helâke götüren günahlar; inançsızlık,359 Peygamberleri ve getirdiklerini yalanlamak,360 zulmetmek,361 kendilerine verilenler dolayısıyla şımarıklık etmek,362 yeryüzünde fesat çıkarmak, bozgunculuk yapmak,363 müsriflik etmek, aşırılıklarda bulunmak,364 hile ve tuzak kurmak365tır. Bununla beraber kavimlerin işledikleri günahlara mahsus bir takım cezalandırma sebepleri de zikredilmektedir. Kitabı kısımlara ayırmak,366 yani; bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek, insanları yakalarken zorbalar gibi yakalamak,367 gece baskınları yaparak,368 can güvenliğini tehdit etmek, (Semûd kavmi örneği), inatçı zorbaların emrine uymak,369 tabii akısın aksine hareket ederek nesil güvenliğini tehdit etmek370 (Lût kavmi, eşcinsellik), ölçü ve tartıda hile yaparak mal güvenliğini tehdit etmek371 gibi benzer sebepler; dünya hayatında cezalandırılan, musîbete uğratılan kavimlerle birlikte anılan kötülükler olarak göze çarpmaktadır.372

Peygamberimiz (sav) bir hadislerinde günahların helâk sebebi olduğu vurgulanmıştır.

“ Helâk edici yedi (günahtan) sakının (bunlar) Allah’a eş tutmak, sihir, haklı olarak öldürülenden başka, Allah’ın haram kıldığı adamı öldürmek, yetim malı yemek, ribâ yemek, harbin kızıştığı gün geri dönmek, evli, iffetli ve îmân sahibi kadınlara iffetsizlik isnâd etmek.”373

Günahlar, Allah’ın insana ikram ettiği birçok nimetin yok olup gitmesine sebep olduğu gibi, Allah’ın gazap ve cezasını celbeden bir özellik taşırlar. Günahlar, intikam alınmasına ve nimetlerin elden çıkması sonucuna götürür.374

3.2. KUR’ÂN’I KERÎM’DE GÜNAH MUSÎBET İLİŞKİSİ AÇISINDAN ZİKERDİLEN MUSÎBETLER

Kur’ân’ın tarihi ele alışında en çok ağırlık verilen konu, toplumların yok oluşları ve bu yok oluşu hazırlayan sebeplerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş milletlerin durumları anlatılırken, bu milletlerin küfürleri ve günahları nedeniyle cezalandırıldıklarından sık sık bahsedilir. Bir toplum, hiçbir düzelme, ıslah olma emaresi taşımıyor, günahlar içinde boğuluyor, hiçbir ikaza aldırmıyor, haktan ve hayırdan tamamen yüz çeviriyorsa artık Allah’ın azâblarından birine muhataptır.

Allah, bu toplumları günahları sebebiyle helâk ettiğini ifade etmektedir. Bu gerçek Kur’ân’da söyle ifade edilir:

“Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işlediklerinizyüzündendir. ”375

“Onlardan önce de Nûh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da Peygamberleri yalanlamışlardı. işte onlar da (böyle) gruplardı. (O grupların) her biri peygamberleri yalanladı da onları cezalandırmam hak oldu. ”376 377

Onlardan önce Nûh kavmi, Res halkı ve Semûd kavmi, Âd ve Firavun, Lût ’un kardeşleri, Eykeliler, Tübba’ın kavmi de yalanlamıştı. Bütün bunlar (kendilerine gönderilen) peygamberleri yalanladılar, böylece kendilerini uyardığım şey 377 gerçekleşti.

Kur’ân-ı Kerîm’de musîbet kavramının kavimlerin helâkı ya da azâblandırılması ile ilgili olarak da kullanıldığını görmekteyiz. Kur’ân âyetlerine baktığımızda bu konuda yeterli açıklamayı bulmamız mümkündür. Lût (a.s.)’ın kavminin başına gelecek olan şeyin, onun karısının da başına geleceği ifade edilmekte (innehu musibuhâ mâ esâbehum),378 yine Şuayb (a.s.), kendi kavmini uyararak, Nûh, Hûd veya Salih kavimlerinin başına gelenlerin benzerlerinin, kendilerinin başına da gelebileceğini (en yusîbekum mislu mâ esâbe kavmi Nûhin...)379 söylemektedir.

Âyet ve hadislerden yola çıkarak musîbetin yöneldiği iki alan görmekteyiz. Birincisi ferd, ikincisi toplumdur. Musîbetin ferde bakan tarafının asgari derecesini bir müminin ayağına diken batması, gibi bir hadise oluştururken; malından evladından olma, vücudun azalarını kaybetme gibi hadiseler azami seviyeyi oluşturur. Topluma bakan yönüyle de bu farklılaşmayı görmek mümkündür. Haşerelerin ve kurbağaların musallat edilmesi gibi; toptan bir musîbetin gelmesi alt seviyeyi ifade ederken, başlarına taş yağması, yerin dibine geçirilme, maymuna çevrilme gibi toptan helâk üst seviyeyi anlatmaktadır.380

Buradan hareketle peygamberlerine karşı gelen, işledikleri günahlar sebebiyle helâk edilen ve içerisinde insanlar için ibretler bulunan kıssaları günah ve bunun neticesi gönderilen toplumsal ve ferdi musibetleri Kur’ân âyetleri ışığında zikredeceğiz.

3.2.1. TOPLUMSAL MUSİBETLER

3.2.1.1, NÛH KAVMİNE GÖNDERİLEN MUSİBETLER

Hz. Nûh’un meskeni Irak idi. Vedd, Suva’,Yağus, Yauk ve Nesr diye anılan putlara, tapan kavmini başlarına gelecek olan azâbla korkutmak, bir olan Allah’a davet etmek üzere peygamber olarak gönderildi.381

Hz. Nûh’un ismi Kur’ân’da 43 yerde geçmektedir. Kıssa A’râf, Hûd, Mü’minun, Şuarâ, Kamer ve Nûh surelerinde ayrıntılı olarak zikredilmiştir.

Nûh (a.s.) tebliğ ve davet vazifesini gece, gündüz, gizli açık yaptı. Ancak kendisinin bütün bu çabaları, onların îmândan kaçmalarından küfürlerini 382

arttırmalarından, başka bir işe yaramadı.382

Bütün çabalarına rağmen kavmi Hz. Nûh’u yalanladı. Kendisine sadece alt tabakadan dar görüşlü insanların inandığını ve kendisinin yalancı olduğunu iddia etmişlerdir. 383

Hz. Nûh’un kavminde göze çarpan önemli bir husus kendilerinin işledikleri günahlarla beraber îmân etme ihtimali olan birçok kimseyi yoldan çıkartmış olmalarıdır. Çünkü bu kimselerin şerlerinin özelliği, kendileriyle sınırlı kalmayıp, toplumun tamamını dolayısıyla da insan neslini îmân aleyhine tehdit eder bir hal almasıdır. Bu durum karşısında ilâhî irade duruma müdahale eder ve bu davranışları sergileyen insan ve toplumlara musîbet verir. Boğularak helâk edilen Nûh kavminin

durumu Kur’ân-ı Kerîm’de   “Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda

boğuldular. ” (Nûh, 71/25) şeklinde ifade edilmiştir.384

Hz. Nûh 950 yıllık tebliğ hayatından sonra kavminin îmân etmesinden ümidi kesince (öğütlerinin fayda vermemesi üzerine)

“Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Gerçekten onlar bana karşı geldiler, malı ve çocuğu ancak kendi hüsranını artıran kimselere uydular. ” (Nûh, 71/21)

Cenab-ı Allah Hz. Nûh’un kavmini peygamberlerine karşı geliş ve itaatsizliklerinden dolayı büyük bir musîbetle helâk etti.

3.2.I.2. ÂD KAVMİNE GÖNDERİLEN MUSÎBET

Âd kavminin peygamberi Hz. Hûd’dur. “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. ” (A’râf, 7/65)

Âd kavminden Kur’ân’ın on yedi yerinde bahsedilmektedir.385 Hûd (a.s.)’ın ismi yedi yerde geçmektedir.386 Kıssa Kur’ân’ın dışındaki kutsal kitaplarda zikredilmemektedir. Âd kavmiyle ilgili Kur’ân dışında güvenilir bir bilgi yoktur.387

Hz. Hûd kavmini bir olan Allah’a ibâdete kendilerine ne fayda ne de zarar sağlamayan tanrılarına ibâdetten men etmeye, insanlara zulmetmekten vazgeçirmeye davet etti.388

Cenabı Allah onları inatlarından vazgeçirmek için onlara öncü mahiyetinde musîbetler verdi. Yağmuru üç yıl boyunca kesti.389 Âd kavmi bu şekilde büyük sıkıntılar yaşadı.

Ancak yaşadıkları bunca sıkıntıya rağmen ders almayıp putperestliğe devam eden kavim helâk edilmiştir. Bu durum Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir.

Âd kavmi de (Hûd’u) yalanladı. Azabım ve uyarılarım nasılmış! Biz onların üstüne, uğursuzluğu sürekli bir günde gürültülü ve dondurucu bir rüzgâr gönderdik. insanları köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu. Azâbım ve uyarılarım nasılmış, (gördüler)! Andolsun biz, Kur’ânı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan? (Kamer, 18-22)

Âd kavmini yok eden rüzgâr o toplumun birlikte yaşadığı bölgede esmeye başlayınca, kâfiri deviriyor, mümine ise herhangi bir zararda bulunmuyordu. Çünkü Allah’ın kanununa göre müminler helâk olmaktan her zaman bir şekilde kurtarılırlar. Âd kavmi içerisindeki îmân ehli de bu şekilde kurtarılmış oldu.390

3.2.1.3. ASHABI RESS’E GÖNDERİLEN MUSÎBET

Ashâb- Ress’ten Kur’ân’da iki âyette bahsedilmiştir. Peygamberlerini yalanladıkları için helâk edildikleri anlatılmıştır. Ancak peygamberlerinin ve kendilerinin kim olduğu, nerede yaşadıkları ve nasıl helâk edildikleri bildirilmemiştir.

Âd ve Semûd kavimlerini, Ress halkını ve bunların arasında pek çok nesilleri de helâk ettik. (Furkan, 25/38)

Onlardan önce Nûh kavmi, Ress halkı ve Semûd kavmi de yalanlamıştı. (Kâf, 50/12)

Bunlardan Kâf suresinde yer alan âyette Ashâb-ı Ress’in, helâk ediliş sebebinin kizb, yani peygamberlerinin getirdiği mesajı yalanlama olduğu açıkça belirtilmektedir. Furkan suresindeki âyette de yine aynı vurgu ile karşılaşılmaktadır. Çünkü bir önceki âyette Nûh kavminin helâk oluş sebebi olarak kizb (yalanlama) eylemi gösterilmekte ve Ashâb-ı Ress âyeti de bu âyete atfedilmektedir.391

3.2.1.4. SEMÛD KAVMİNE GÖNDERİLEN MUSîBET

Yerleşim bölgeleri Şam’da Vadi’l Kurâ ile Hicaz bölgesi arasında bulunan Hicr denilen bölgedir. Salih (a.s.)’nin ismi Kur’ân’da dokuz kez tekrar edilmekle beraber392 Semûd ismi yirmi altı yerde zikredilmiştir.393

Semûd kavmi putlara tapıyor ve onları Allah’a ibâdetlerine ortak ediyorlardı. Allah (cc) Salih (a.s.) ı Allah’ın birliğine ve onun ortağı olmadığına işaret eden mucizelerini ve nimetlerini hatırlatan bir öğütçü olarak gönderdi. Salih (a.s.) kavmine kesin ve açık delillerle sapıklık içerisinde olduklarını anlattı. Allah’ın sadece kendisine ibâdet edilmesini istediğini belirtti.394

Hz Salih sözlerinde doğru olduğunu ifade etmek maksadıyla kavmine bir dişi deveyi mucize olarak göstermiş, ona dokunmamalarını ve zarar vermemelerini öğütlemiştir.395 Deveye zarar verdikleri taktirde kendilerini elem verici bir azâbın yakalayacağını öğütlemiştir. Ancak kavmi bu öğütlere aldırış etmemiş ve deveyi kesmişlerdir.

Şems suresinde Semûd kavminden bahseden bölümde, bu kavmin yalanlama vasfından, Allah’ın özel olarak koruma altına aldığı kutsal şeye ihanet ve günahlara aşırı derecede dalmaları gibi özelliklerinden söz edilmekte ve bütün bunlar sebebiyle helâk edildikleri anlatılmaktadır.396

“Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helâk etti ve kendilerini yerle bir etti. ” (Şems, 91/14)

Kur’ân-ı Kerîm’de kavimlerle ilgili helâk âyetleri zikredilirken, dikkat çekilen husus kasıtlı olarak, günah olduğunu bilerek, günahlarda ısrarcı davranmak, Allah’ın emirlerine karşı gelmek, yasaklarını ihlal etmek toplumların helâkine neden olmuştur, olmaya da devam edecektir.

3.2.I.5. LÛT KAVMİNE GÖNDERİLEN MUSÎBET

Yüce Allah Lût (a.s)’ı küfürleri ahlaksızlıkları dillere destan olan Sedûm ve diğer dört şehir halkına peygamber olarak gönderdi. Lût (a.s.) yirmi dokuz yıl kadar içlerinde kaldı.397

Onları bir olan Allah’a ibâdete ve yapa geldikleri haksızlık ve ahlaksızlıkları bırakmaya davet etti. Bu daveti kabul etmedikleri takdirde azâba uğrayacaklarını haber verdi.398

“Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah ’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum.

Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!” (Şu‘arâ, 162-165)

Lût (a.s.) kavminin davetini kabul etmesi için bütün gayretini sarf etti. Ancak kavmi inkârda daha da ileri gitti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah’tan kavmini helâk etmesi için dua etti.

“O, kavmine demişti ki: Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! (Bu ilâhî ikazdan sonra hâla) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız? Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: (Yaptıklarımızın kötülüğü ve azâba uğrayacağımız konusunda) doğru söyleyenlerden isen, Allah ’ın azâbını getir bize! (Lût:) Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle Rabbim! dedi. ” (Ankebût, 2930)

Lût’ (a.s.)ın duası üzerine Allah, genç delikanlılar suretinde melekler gönderdi. Sapıklar onlara da tecavüze yeltendiler ve sonunda helâk oldular.

Allah Resûlü’nün (s.a.s), ümmeti adına en çok endişe ettiği çirkin fiillerden birinin Lûtilik olduğu, hadisi şerifte şöyle haber verilmektedir.

“Ümmetim için en çok korktuğum şey, Lût kavminin işidir.399

Homoseksüel ilişkinin sadece Lût kavmini helâk etmediği, bunun yanında bu tür bir eylem içerisine giren birey ve toplumlarında, Allah’ın kanununa göre deprem ve yer sarsıntılarıyla yere batırılma gibi musibetlere uğratılacakları ifade edilmiştir.400

Kur’ân bütün milletleri bu fiili işlemekten ve Lût Kavmine gelen azâbın kendilerine gelmemesi için onları bu iş karşısında sessiz kalmamaları gerektiği konusunda uyarmaktadır. Kur’ân Lût Kavmini ve başlarına gelen azâbı zikrettikten sonra hemen şunu söylemiştir: “ O azâb zalimlerden uzak değildir.”

Yani azâb Lût kavminin yaptığını yapanlardan uzak değildir. Onların yaptığını yapanlara mutlaka gelecektir.401

3.2.I.6. ŞUAYB (A.S)’İN KAVMİNE GÖNDERİLEN MUSÎBET

Şuayb (a.s)’ın ismi Kur’ân’da on defa geçmektedir.402 Fesâhâtı, belâğatı, ve peygamber olarak kavmini îmâna davet ederken gösterdiği inceliği sebebiyle peygamberlerin hatibi olarak nitelendirilmiştir.403

Medyenliler ticarette mahirdiler. Şehirleri ticaret kervanlarının uğrak yeriydi. Maddi bakımdan yüksek bir seviyedeydiler.

Kavim Allah’a inanmıyor, başka tanrılara tapıyordu. Sattıkları zaman ölçü-tartıyı eksik tartıyorlardı. Allah onlara kendi içlerinden, peygamberi Şuayb (a.s.)’ı gönderdi. Şuayb (a.s.) onları sadece Allah’a kulluk etmeye çağırdı. Kavmini uyardı, onlara adaletle iş yapmalarını emretti.404

“Medyen ’e de kardeşleri Şuayb ’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah ’a kulluk edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır (ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. Eğer mümin iseniz Allah ’ın (helalinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim. ” ( Hûd, 11/84-86 )

Ancak kavmi Şuayb (a.s.)’nin davetini geri çevirdi ve getirdiği mucizeleri bütünüyle yalanladı. Bütün bu isyânlarının cezası olarak Allah’ın azâbına uğradılar. Allah kendinden bir rahmet olarak mü’minleri kurtardı. Kâfirleri ise helâk etti.

“Emrimiz gelince, Şuayb ’ı ve onunla beraber îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Sanki orada hiç barınmamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi (Allah ’ın rahmetinden) uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu. ” (Hûd, 11/94-95)

Şuayb (a.s.)ın kavmi de Semûd kavmi gibi nasihat dinlemedikleri için korkunç bir ses ve gürültü ile helâk olmuştur. Bunların cezalarının aynı olması kötü ahlak bakımından birbirlerine benzediklerine işarettir. Nitekim Allah’ın rahmetinden uzak olmaları için her iki kavme de aynı beddua edilmiş ve Medyen kavmi bu hususta Semûd kavmine benzetilmiştir.

Allah (c.c) Medyen halkını helâk edip Şuayb (a.s.) ve beraberindeki müminleri kurtardıktan sonra Şuayb (a.s.)’ı Eykelilere peygamber olarak gönderdi. Eykelilerde yalanlamaya devam etti. Bunun üzerine Allah (c.c.) onları helâk etti.

“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı. Şuayb onlara şöyle demişti: (Allah ’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah ’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. insanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) dan korkun.

Onlar şöyle dediler: Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bil ki biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. Şâyet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azâb yağdır.

Şuayb: Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir, dedi. Velhasıl onu yalancı saydılar da, kendilerini o gölge gününün azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azâbı idi.

Çok sıcak günlerden sonra gökte bulutlar belirmiş, onların gölgesine sığınmışlardı. Allah bulutlardan ateş yağdırarak azgınları, asileri yakmış ve cezalandırmıştı. Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları îmân etmezler. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. ” ( Şuarâ, 26/176-191)

3.2.I.7. FİRÂVUN VE İSRÂİLOĞULLARINA GÖDERİLEN MUSÎBET

Hz. Musa Allah Teâlâ’nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat’ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip, hâkim kılması için gönderdiği Ulu’l-„Azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim (a.s)’ in soyundan olup, İsrailoğullarının inançlarını ıslah etmek ve onları Allah Teâlâ’nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti. Küfürle mücadelesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik yerlerde uzun uzun anlatılmaktadır.405

Mûsa (a.s) da, Allah Teâlâ tarafından İsrailoğulları’na gönderilmiş bir resul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah’a îmân etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavuna karşı tevhit yolunda mücadele etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek gayesiyle kovalandı. Allah Teâla Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette Hz. Mûsa (a.s)’dan söyle bahsediyor:

“Kur’ân’da Musa'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve israiloğulları’na gönderilmiş bir peygamber idi. ” (Meryem, 19/51)

Hz. Musa Firavun ve yandaşlarına îmân etmeleri için birçok fırsatlar sunmuştur. Ancak firavun taraftarları Musa (a.s.)’a isyân etmiş, getirdikleri mucizeleri inkâr ederek büyük nankörlük örneği sergilemişlerdir. Helâk edilen kavimler arasında en çok fırsat tanınan toplum Firavun ve arkadaşları olmuştur.406 Firavun ve kavmine helâkten önce öncü niteliğinde cezalar verilmiştir. Bu cezalar A’râf suresinde:

“Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular." (A’râf, 7/133) şeklinde ifade edilmiştir.

Yine Hz. Musa’nın bedduasıyla tams cezasına çarptırıldılar. Mûsâ şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ’a ve onun ileri gelenlerine dünya hayatında nice zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür (tams) ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azâbı görünceye kadar îmân etmezler. ”

Firavun ve yandaşlarını oluşturan Kıbtîlere verilen ilk ceza tufandır. Bu tufan, Nûh tufanı gibi değil de, evlerin içini dolduran, her tarafı sular altında bırakan, fakat kendilerini boğmayan bir su baskını şeklinde meydana gelmiştir. Bir tarım ülkesi olan Mısır’da daha sonra büyük bir çekirge istilası olmuştur. Her şeyi yiyip bitirmişlerdir. Ekinleri, meyveleri yemelerinin yanı sıra, elbiseleri, evlerin tahtalarını hatta tahtaları birbirine tutturan demir çivileri bile yedikleri söylenir. Sonra haşere istilası başlamıştır. Buğdaydan çıkan güve, kene ve kanatsız küçük çekirgelerden oluştuğu söylenen haşereler, çok daha tahrip edici olmuştur. Küçük olmaları sebebiyle her yere nüfuz etmişlerdir. Bunu, kurbağa istilası takip etmiştir. Yiyeceklerinin, sularının, yataklarının, elbiselerinin, hulasa her şeylerinin içine kurbağa girmiş, hayat çekilmez bir hale dönüşmüştür. Bundan sonra da tüm suların kan haline dönüştürülmesi olayı yaşanmıştır ki kuyuların, ırmakların ve nehirlerin suları kan rengine dönüşmüştür.407

Bütün bu olayların neticesinde Firavun ve kavminin ileri gelenleri kendilerine gönderilen peygamberlerin uyarılarına aldırmadıkları ve onlara inanmadıklarından dolayı helâk edilmişlerdir.

Toplumların gelecekte nasıl bir sonuçla karşılaşacakları, o sonuç gelmeden önceki davranışlarına bağlıdır. Elçilerin getirdikleri ilâhî yasalara inanıp, o yasalar doğrultusunda davranışlarda bulunurlarsa, refah ve bolluk içerisinde bir hayat süreceklerdir. Yok, eğer, inkârcı bir tutum içerisinde olurlarsa, alçaltıcı ve acı bir azâbla helâk edileceklerdir. Her iki durumda da başlarına gelecek şeylerin nedeni kendileridir.408

3.2.2. FERDİ MUSİBETLER

Kur’ân’ın tarihe olan bakışı, üslubunun farklılığıyla da ortaya çıkmaktadır. Kur’ân geçmişten haber verirken bunu gelecek nesillerin ibret almalarını amaç edinen bir üslup kullanarak yapmıştır. Olumlu davranışlar ve bunları sergileyenleri nasıl bir üslupla ele almışsa olumsuz davranışları ve bu davranışları sergileyenleri de öyle ele almıştır. Bu konular ele alınırken de konu edinilen olay ve şahıslar arasında hiçbir ayırım gözetmemiştir. Hiçbir zaman peygamberlerin yakın akrabalarının hakka karşı koydukları çirkin davranışları sümen altı etmemiştir. Peygambere yakın olan insanların gösterdikleri çirkin davranışları ortaya koymanın başkalarının gözünde bir eksiklik getireceği gibi bir düşünceyi benimsememiştir. Bunun aksine Peygambere bu kadar yakın olan insanların, yakınlıklarına rağmen hakka karşı gösterdikleri mücadeleyi anlattıktan sonra uğradıkları kötü sonuçtan sonraki nesilleri haberdar etmeyi ve bunlardan ders almalarını sağlamayı öncelikli hedefleri arasına almıştır.409

Buradan hareketle peygambere akraba olsun veya olmasın peygamberlerine karşı gelen, işledikleri günahlar sebebiyle kendisine musîbet gönderilen ve içerisinde insanlar için ibretler bulunan, Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat kendilerinden isim zikredilerek bahsedilen bazı fertleri ve başlarına gelen musîbetleri Kur’ân âyetleri ışığında zikredeceğiz.

3.2.2.I. HZ. NÛH’UN OĞLUNA GÖNDERİLEN MUSÎBET

Burada peygambere akraba olması açısından Hz. Nûh’un oğlunu ele alacağız. Daha önce Nûh kavmine musîbet gönderilerek helâk edildiklerini belirtmiştik. Hz. Nûh’un oğlu da helâk edilenler arasındaydı. Bu durum Kur’ân’da şöyle anlatılmaktadır.

“Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna, “Yavrucuğum, bizimle beraber sen de bin, inkarcılarla birlikte olma ” diye seslendi. O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım ” dedi. Nûh, “Bugün Allah ’ın rahmet ettikleri hariç, onun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.(Hûd, 11/42-43)

Nûh Rabbine seslenip şöyle dedi: “Rabbim! Şüphesiz oğlum da dilemdendir. Senin va ’din elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. ” Allah, “Ey Nûh! O asla senin dilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O halde hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim” dedi. (Hûd, 11/45-46)

Bu âyetler îmân etmeyenlerin peygambere akraba olmalarının, kendilerine fayda sağlamayacağı ifade etmektedir.

3.2.2.2. KÂRUN’A GÖNDERİLEN MUSÎBET

Kârun, Hz. Musa’nın akrabası olup Allah’ın kendisine genişlik verdiği büyük servet ve hazine sahibi bir adamdı.410 Süslenmiş üç yüz cariye ve dokuz bin adam yanında bulunduğu halde, halkın yanına çıkardı. Konağının kapısını altından yaptırmış, duvarlarını altın levhalarla kaplatmıştı.411

Firavun ve Hâmân gibi Kârun’da Musa (a.s)’ı çok yalancı ve sihirbazdır! Diyerek reddetti ve yalanladı.412 Kârun ve adamlarının ibret vesikası kıssası Kur’ân’da:

“Şüphesiz Kârûn, Mûsâ ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah böbürlenip şımaranları sevmez. ” “Allah ’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah ’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez. ” Kârûn, “Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir ” dedi. O, Allah ’ın kendinden önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helâk etmiş olduğunu bilmiyor muydu? Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru sorulmaz (Çünkü Allah hepsini bilir). Kârûn, zineti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, “Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir ” dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, “Yazıklar olsun size! iman edip de iyi işler yapanlara Allah ’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur ” dediler. Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık. Allah’a karşı ona yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendisini savunup kurtarabileceklerden de değildi! Daha dün onun yerinde olmayı arzu edenler, “Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kâfirler iflah olmayacak” demeye başladılar. ” (Kasas, 28/76-82) şeklinde anlatılmaktadır.

Allah, Kârun’u daha önceki kavimler içerisinde kendisinden daha güçlü ve daha zengin birtakım kimseleri helâk ettiği gibi, onu da helâk edebileceğiyle uyarmıştı. Fakat bundan gerekli dersi almayan Kârun’un sonu, diğer zalimlerden farklı olmadı.413

3.2.2.3. HÂMÂN’A GÖNDERİLEN MUSÎBET

Hâmân, Firavun’un en yakın adamı olmakla beraber, kendisinden Kur’ân’da üç surede altı kez bahsedilmiştir. Hz. Musa’ya muhalefeti sebebiyle, Firavun’la birlikte suda boğularak helâk edilenler arasında yer almıştır.414

Kur’ân’da Hâmân’ın zikredilmesi, özellikle Firavun’un, yapmasını emrettiği kuleyle alakalıdır. Hz. Musa karsısında her tür hileli yola başvuran Firavun, hem kendi saltanatının devamını sağlamak, hem de halkı Hz. Musa’ya îmân etmekten vazgeçirmek amacıyla, yardımcısı Hâmân’a yüksek bir kule yapmasını emretmişti:

“Firavun: Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısını görürüm! Doğrusu ben onu yalancı sanıyorum, dedi. ”(Mümin, 40/36-37)

Kulenin sağlam olması için de pişmiş tuğla (tîn) kullanmasını emretmişti: “Ey Hâmân! Haydi, benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et). Bana bir kule yap ki, Musa’nın Tanrısına çıkayım. ” (Kasas, 28/38)

Firavun, kendince bu yüksek kuleye çıkacak, Hz. Musa’nın bahsettiği Allah’ı orada göremediğini söyleyerek halkını, Hz. Musa’nın iddialarını ciddi bir şekilde araştırdığına ve Hz. Musa’nın yalancı olduğuna ikna edecekti.415

“Firavun’un yandaşlarını suda boğduk”(Bakara, 2/50) “Musa’yı ve onunla beraber olanların hepsini kurtardık, sonra diğerlerini suda boğduk ”(Şu‘arâ, 26/66) âyetlerinin gösterdiği gibi suda boğulanlar arasında Firavun, veziri Hâmân ve son neferine kadar o ikisinin tüm askerleri yer almıştır. Hz. Musa’yı inkâr edip Firavun’un ordusunda yer alanlardan, başlarına geleni aktaracak bir haberci dahi kurtulamamıştır.416

3.2.2.4. SÂMİRÎ’YE GÖNDERİLEN MUSÎBET

Kendilerini Firavun’un zulmünden kurtarıp Mısır’dan çıkaran peygamberleri Hz. Musa’dan, tapınmak için put isteyen İsrailoğullarına, Hz. Musa Allah’tan emir almaya gidip kendilerinden ayrıldığı bir sırada, fırsattan istifade ile istedikleri putu altından buzağı şeklinde yapan; bilgisiyle onun böğürmesini sağlayan ve yaptığı bu buzağının İsrailoğullarının ve Musa’nın gerçek ilahı olduğunu, Musa’nın da zaten bunu aramaya gittiği yalanını söyleyerek oradakilerin çoğunluğunun tapınmasını sağlayan; Musa’nın dönüşünden sonra ise hatalarını anlayan İsrailoğullarının kendisini yalnız bıraktığı, Musa tarafından lanetlenip kovulan, ölünceye kadar da <417 yalnız yaşamak zorunda bırakılan put imalatçısıdır.

Müslüman olduğunu ilan etmesine rağmen, eski inancından kalma içindeki ineğe tapma sevgisinden kurtulamamıştı. Hz. Musa’nın Tur Dağı’na Allah’ın emirlerini almaya gittiği bir sırada,417 418 kavmi arasında yokluğunu fırsat bilip, onlara buzağı heykeli şeklinde bir put yaptı419 “ve bu, sizinde Musa’nın Tanrısıdır. (Taha, 20/88) dedi. Sâmirî’nin yaptığı put, (el-„icl) buzağı şeklinde idi.420

Sâmirî’nin yaptığı bu buzağı heykeli, “böğürüyor ve yürüyordu.” Rüzgâr buzağı heykelinin, alt tarafından (dübüründen) girip, ağzından çıkıyordu. Böğürmeside bu şekilde oluşuyordu.421

Sâmirî’nin yaptığı buzağı ses çıkarmaya başlayınca, İsrailoğulları bundan çok etkilendi. Sevinçlerinden etrafında dans etmeye başladılar. Sâmirî’nin yaptığı bu puta, İsrailoğulları arasından birçok kimse tapmaya başladı. Hz. Musa’nın, İsrailoğullarına göz kulak olsun diye kendi yerine vekil bıraktığı Hz. Hârun’un, İsrailoğullarını bu buzağıya tapmaktan vazgeçirmeye yönelik çabaları da sonuçsuz kaldı.422 Sonunda Hz. Musa, Allah’tan aldığı vahiyle birlikte kavmi arasına dönünce, onların bu durumunu görüp büyük bir üzüntüye kapıldı.423 Kızgınlığından ötürü elindeki Tevrat levhalarını yere attı. Hırsını, yerine vekil bıraktığı kardeşi Hârun’un yakasını çekerek ondan almaya kalktı.424Hz. Musa, Sâmirî’nin yaptığı puta tapanlara şöyle beddua etti: “Ey kavmim! Buzağıya taparak kendinize zulmettiniz. Allah’a tevbe edin ve birbirinizi öldürün, savaşın. Bu sizin için Rabbinizin katında daha iyidir’” (Bakara, 2/54) Benzer bir âyette de bu durum şöyle yer almıştır:

“Buzağıyı (Tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.”(A’râf, 7/152) Böylece Allah’ın gazâbı onlara erişti; dünya hayatında perişanlık, sıkıntı ve belalara maruz kalarak, puta tapanlarla tapmayanlar arasında başlayan savaşta, İsrailoğullarından yaklaşık yetmiş bin kişi ölmüştü. Neredeyse İsrailoğullarından geriye kimse kalmayacaktı. Hz. Musa ve Harun’un İsrailoğullarını tamamen helâk etmemesi için Allah’a yalvarmalarıyla bu savaş sona erdi.425

İsrailoğulları arasına putperestliği sokan Sâmirî’ye Allah’ın elçisi Hz. Musa’nın tepkisi çok sert olmuştu. O, Sâmirî’ye yaptığı bedduada şöyle demişti: “Musa: Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen: ‘Bana dokunmayın! ’ diyeceksin. (Toplumdan dışlanıp yalnız başına kalacaksın.) Sana vaat edilen bir ceza var ki, ondan asla şaşırtılmayacaksın. (O cezanı mutlaka zamanında bulacaksın.) Şimdi, durup taptığın tanrına bak. Biz onu yakacağız, sonra da onu ufalayıp denize savuracağız. ”(Taha, 20/97)

Rivâyete göre, Hz. Musa’nın, “Artık hayatın boyunca sen, ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin” şeklindeki bedduasından sonra Sâmirî, hakikaten, ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanmış ve ömrü boyunca insanlardan uzak durmak zorunda kalmıştır.426

3.2.2.5. BAHÇE SAHİPLERİNE GÖNDERİLEN MUSÎBET

Burada malına güvenip Allah’ı ve verdiği nimetleri unutan bir nankör kâfirin bu çok güvendiği malının ansızın elinden alınarak yok edilmesi hadisesini Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı şekliyle zikredeceğiz.

“Onlara su iki adamı misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. iki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. ikisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşlarıyla konuşurken ona söyle dedi: Ben servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm. (Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Söyle dedi: Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum. Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermden) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah ’ı inkâr mı ettin? Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde ‘Maşallah! Kuvvet yalnız Allah ’ındır ’ deseydin ya! Eğer malca ve evlatça beni kendinden güçsüz görüyorsan (sunu bil ki): Belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağ kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut bağının suyu dibine çekilirde bir daha onu arayıp bulamazsın. Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini ovuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. Ah, diyordu, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım. ” (Kehf, 18/32-42)

Kur’ân’da anlatılan bu kıssa günahların bu dünyada verilebileceğinin bir göstergesidir. Allah, bu hadiseyi sadece tarihte gerçekleşmiş bir hadise olarak vermiyor. İnsanları, kulluk etsinler, vahyine uysunlar, bir daha aynı hatayı tekrar işlemesinler ve ibret alsınlar diye ibret vesikası olarak sunuyor. Yani insanlar aynı hataları işlerlerse başlarına benzer musibetlerin geleceğini beyan buyuruyor.

Kur’ân’da musibete uğratılan kavim ve fertlerle ilgili anlatılanlardan çıkarılabilecek sonuç, kavimler işledikleri şirk, küfür, isyân, zulüm, peygamberi yalanlama ve mucizeyi inkâr kabilinden fiiller dolayısıyla musibetlere maruz kaldıklarıdır. Bununla beraber, insanların kendilerinden önce gelen bu toplulukların yaptıklarını yapmaları halinde aynı musibetlere maruz kalabilecekleri hususudur.

3.3. GÜNAH MUSÎBET İLİŞKİSİ AÇISINDAN KUR’ÂN’I KERİM’İN DOĞAL ÂFETLERE BAKIŞI

Daha önce, insanların bir imtihan dünyasında olduklarını, nimetlerle olduğu gibi doğal afet, felâket, kıtlık v.b. musibetlerle de imtihan ve terbiye edildiklerini belirtmiştik. İnsanlar, hür iradeleriyle iyiyi yahut kötüyü tercih edebilirler. Her imtihanda olduğu gibi bu imtihanda da bir netice, bir mükâfat veya bir ceza vardır. Kur’ân’ın bize anlattığına göre bu ceza ve mükâfat ahirette olmakla beraber dünyada da söz konusudur.

Şimdiye kadar zikrettiğimiz âyet ve hadislerin tamamı olmasa da insanların başlarına gelen birçok türlü hastalık afet, bela ve musibetlerin çoğunlukla kendi hata suç ve günahları yüzünden olduğu ifade edilmektedir. Hayatımızdaki çeşitli olgu ve olaylara baktığımızda da bunun doğru olduğunu görebiliriz. Deprem kuşakları üzerinde oturan bireyler, evlerini deprem şartlarına uygun biçimde inşa etmezler yahut ettirmezlerse, yani malzemeden çalarlarsa tabii ve doğal olan deprem sonucunda yok olma, yakınlarını, mal, mülk ve servetlerini kaybetme musibetiyle karşı karşıya gelebilirler. Beden ve çevre sağlığına önem vermeyenler hastalık mikroplarını kendileri davet etmiş olurlar. Hasta olmaları ve acı çekmeleri de kendi kusur ve hatalarının cezası olmuş olur. Yine trafik kurallarına uymayan bireylerde kendi hatalarının cezasını mallarının zayi olması, sakat kalmaları ve nihâyetinde 427

hayatlarını kaybetmekle ödemek zorunda kalırlar.427

Allah Teala kullarına zulmetmez ve onların kötülüğünü istemez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler. (Mümin, 40/31)

Deprem hadisesini ancak bu Kur’âni bakış açısıyla sağlıklı bir çerçevede değerlendirebiliriz. Şunu hemen belirtelim ki depremin acı bilançosunun altında ağırlıklı olarak beşeri ihmaller vardır. Allah tabiat hadiseleri için bazı kurallar koymuştur. İnsanların bu kanunlara uygun olarak hareket etmeleri gerekmektedir. Eğer dere yataklarına ev yaparsanız, selin evleri önüne katmasını Allah’ın bir cezası olarak değerlendiremezsiniz. Keza fay hattı üzerinde olduğu bilinen yerlere depreme dayanıklı evler yapmazsanız, depremde evlerin enkaz haline gelmesine Allah’ın cezası olarak addedemezsiniz. Bunlar insanların ihmallerinin açık neticeleridir ve sünnetullaha uygun sonuçlardır.428 İnsanlar tedbirlerini almazlarsa depremlerde ve diğer doğal afetlerde kayıplarının fazla olması kaçınılmazdır.429

Nitekim Kur’ân’da; “insanların elleriyle işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıkar. Allah da belki dönerler diye, yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır. ” (Rum, 30/41) duyurulmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş birtakım ümmetlerin davranışları, inkâr ve isyânları sebebiyle toplu ve şiddetli azâba uğratıldıklarını bize haber vermektedir. Mesela; Hz. Nûh, Lût ve Şuayb kavimleri işledikleri hata ve günahları sebebiyle topluca helâk edilmişlerdir. Yüce Allah, bunları kitabında ibret olsun diye zikretmektedir.

Kur’ân akıl sahibi insana, kâinatta olup bitenlere ve çevresindeki eşya ve olaylara bakarak bunlardan ibret almasını, dersler çıkarmasını emretmektedir. Kâinatın işleyişi ve düzeni kadar, geçmiş ümmetlerin, işledikleri hatalar yüzünden uğradıkları acı akıbetler de birer ibret vesilesidirler. Kur’ân özellikle geçmiş ümmetlere ait ibretlik olayları, ders alınması için zikrettiğini ifade etmektedir. Kur’ân’da insanların düşünüp ibret ve tedbir almaları için geçmiş milletlerle ilgili birçok misal verilmiştir. Bu tür genel ifadelerin yanında Kur’ân’da geçmiş bazı toplumların yaşadığı özel olaylar da gündeme getirilmekte, bunlardan ders çıkarılması konusunda dikkatler çekilmektedir. Nitekim Âd kavminin başından geçenler anlatıldıktan sonra “şüphesiz bunda öğüt ve ibret vardır.”430 buyrulmaktadır.

Allah, bunları sırf tarihi olayların birer aktarımı olarak vermiyor. İnsanları, kulluk etsinler, vahyine uysunlar, dünyayı maddi ve manevi olarak imar etsinler, adaletle hükmetsinler, güzel işler yapsınlar diye anlatıyor. Yüce Allah, bu fıtrat kanununu bozanları zaman zaman farklı cezalarla te’dib etmiştir. İşte bu tarihî hakikatler, Kur’ân vasıtasıyla bizlere aktarılıyor ki aynı hatalar tekrar edilmesin. Âlemlerin tek Rabbi ve hâkimi Cenâb-ı Allah olduğuna göre; insanların hata, isyân, günah, zulüm, kul hakkını yeme ve benzeri yanlış tasarrufları karşısında, sünnetullah devreye girerek onlar uyarılmakta ve onların tevbe etmeleri istenmektedir. Sünnetullah tarih boyu hep böyle tecelli etmiştir. Önemli bir nokta da şudur: Eski milletlere toptan (umumi) azâblar indirilmiştir. Ancak Hz. Peygamber’in gelmesinden sonra toptan imha olmayacak, belki kısmî uyarılar görülebilecektir.

İşte bu bağlamda depremlerin, sellerin ve gerek işlenen günahlar neticesinde gerekse ihmaller neticesinde uğranılan musîbetlerin de ibret alınacak olaylar olarak değerlendirilmesi, yaşananlardan ders çıkarılması gerektiği açıktır.

SONUÇ

Çalışmamızın konusu Kur’ân’da Günah Musîbet İlişkisidir. Bu itibarla araştırmamız Kur’ân âyetleri ve onun açıklaması olan tefsirler etrafında gerçekleşmiştir. Kur’ân tarih boyunca insanların, çeşitli felâket, deprem, kasırga, fırtına, hastalık, kuraklık, açlık, kıtlık, gibi musîbet kategorisinde değerlendirilebilecek hadiselere maruz kaldığını bize bildirmektedir. Yine bu olaylar anlatılırken ibret alınmadığı takdirde geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaşanılması kaçınılmaz olaylar olduğu hususu vurgulanmaktadır. Yani Kur’ân’dan anladığımız, günah ile musîbet arasında doğru orantılı bir ilişkinin olduğudur. Bu orantının iki tarafı olan günah ve musîbet kavramları tezimizin anahtar kavramlarıdır.

Günah Farsça bir kelime olup sözlükte suç, uygunsuz fiil, vicdanı rahatsız eden kabahat anlamına gelir. Allah’ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm şeriatının ve temiz insan fıtratının yapılmamasını emrettiği hususlardır

Kur’ân’da günah kelimesinin lafzına yakın olarak ‘Cünâh’ kelimesi kullanılmıştır. “meyletmek, yönelmek” manasına gelen bu kelime Kur’ân’da ki kullanılışı bakımından hem “darlık, sıkıntı” hem de “günah” anlamında kullanılır. Ancak çoğu kez bu kelime, “sakınca, engel, be’s, v.b” manalarda kullanılmıştır. Kur’ân’da günah kavramı çok geniş olmakla beraber günahı ifade eden birçok kelime kullanılmıştır. Bu kelimelerin başlıcaları ism, zenb, hatie, şirk, cürm, delalat, fucur, seyyie, küfür hûb, nifak, fısk ve isyândır.

Günah kavramı, ilâhî dinlerin üzerinde hassasiyetle durduğu bir kavramdır. Dini kurallara aykırı olarak yapılan ve bunun karşılığı olarak maddi manevi bazı cezalara konu olan durum ve davranışlar diye tarif edilmektedir.

Günah kavramı, ilâhî dinlerde farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Neye günah denildiği ise, ilgili dinin öğretilerine karşı çıkmak çerçevesinin dışına çıkmamaktadır. Mesela Yahudilikte, Tanrı Yehova’nın emirlerini yerine getirmemek veya yasakları işlemek günahtır. Yahudi şeriatında birçok günah konusu vardır. En önemlileri On Emir’de sıralanmıştır.

Hristiyanlıkta ise günah konusuna hassasiyetle bakılmıştır. Günah ilâhî arzu ve iradeye muhalefet olarak kabul edilmektedir. Ahd-i Cedîd’de günah, insanın arzusunun Tanrı’nın arzusuna muhalefeti olarak takdim edilir.

İslâm anlayışında, günahlar nitelikleri bakımından küçük ve büyük günahlar diye ikiye ayrılır. Ancak neyin küçük veya büyük sayılacağı çok net değildir. Bunun sebebi, Kur’ân’da böyle bir sınıflamanın olmamasıdır. Ancak Peygamberimizin hadislerinde, bazı günahların insanı helâk eden şeklinde nitelenmesi, bazılarının üstünde şiddetle durulması, yapılması halinde büyük bir cezanın verileceğinin belirtilmesi bir kısım günahların büyük günahlar kategorisinde sayılmasını mümkün kılmaktadır. Ancak bir ölçü olarak, bir günahın kendisinden daha büyük olana göre küçük, kendisinden daha küçük olana göre de, büyük sayılması söylenebilir. Tabi burada işlenilen günahın kişinin kendisine ve topluma verdiği zararla doğru orantılı olduğunu unutmamak gerekir.

Peki insan neden günah işler? Günaha sevk eden faktörleri, insanın yapısında bulunan meyil ve arzularla onu dışarıdan etkileyen amiller olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. İslâmiyet’e göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis, “alabildiğine kötülüğü emreden” (nefsi emmâre) ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar halinde sürekli telkinde bulunan bir güçtür. Günaha sevk eden bir başka faktör de ölümsüz bir dünya hayatı içgüdüsü ve ahireti düşünmeme tavrıdır. Ayrıca insanın hassas bir psikolojik yapıya sahip olması, fizyolojik ve psikolojik bağımlılıklarının bulunması da önemli günah faktörleri olarak zikredilmektedir. İnsanı günaha sevk eden dış amiller ise, dünya hayatının çekiciliği, kötü örneklerin bol miktarda olması ve şeytanın tahrikleridir.

Tezimizde ki ikinci anahtar kavram musîbettir. Musîbet, S-v-b kökünden e sâbe fiilinin ismidir. Hedefe ulaşmak, yukarıdan aşağı inmek ve üzerine düşmek gibi anlamlara gelir. Hatanın zıddı anlamındaki sevâb ile aynı kökten gelmektedir. Istılahi olarak ise, musîbet, hedefine isâbet eden mermi gibi, insana şiddetle dokunan olay ve felâkettir. Yeryüzünde musîbet, yeryüzünde herhangi bir zarar ve harap olmaya sebep olan alet ve ziyanlardır.

Musîbet kelimesi isim olarak Kur’ân-ı Kerîm’de on yerde geçmektedir. Ancak bunların yanında, bu kavramla aynı anlamı taşıyan başka ifadelerde kullanılmıştır. Bunlar, azâb, bela ve helâk kelimeleridir. Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle, musibetler farklı türlerdedir. Bunlardan kimisi, direkt insana arız olan kimisi, yeryüzüne arız olan gibi türlerdir.

Peki, musibetlerin geliş sebepleri nelerdir? Kâinattaki her şey, her hadise bir sebebe binaen yaratılmıştır. Bunun gibi yeryüzünde meydana gelen musibetler de bazı sebepler etrafında gerçekleşmiştir. Musibetler Allah’ın takdiri, insanların hatalı davranışları, nimetlere nankörlük, insanların insanlara yaptıkları zulüm, ilâhi kurallara uymama ve imtihan sebebi olarak gerçekleşir.

Musibete maruz kalma hadisesi inanç ayırt etmeksizin herkesle ilgilidir. Musibet, kâfire ya inkârından vazgeçip Allah’ı tanımasına vesile olması ya da inadından dolayı helak olması için verilir. Günahkâr mümine isabet eden musibet günahlarından tövbe etmesi için bir hatırlatma mahiyetindedir. Müttaki müminlere gelen musibetler ise Allah’ın sevmesinin bir sonucu olarak hata ve kirlerden kurtulması ve Allah’ın yanındaki derecelerinin yükselmesi içindir.

Kur’ân insanların günahlarıyla başlarına gelen musibetler arasında doğrudan irtibat kurmuştur. Kur’ân sıklıkla kendi yaptıkları yüzünden ve kendi kazandıklarıyla ifadelerini kullanarak gelen musibetlerin, insanın yanlış ve kusurlarında aranması gerektiğini bildirir. Bununla beraber her günahtan sonra musibet beklenmemesi gereğini ifade etmiştir. Nitekim Fâtır suresi 45.ayette eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor, buyrulmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de musibet kavramının kavimlerin helakı ya da azablandırılması ile ilgili olarak da kullanıldığını görmekteyiz. Kur’an ayetlerine baktığımızda bu konuda yeterli açıklamayı bulmamız mümkündür. Lût (a.s.)’ın kavminin başına gelecek olan şeyin, onun karısının da başına geleceği ifade edilmekte yine Şuayb (a.s.), kendi kavmini uyararak, Nûh, Hûd veya Salih kavimlerinin başına gelenlerin benzerlerinin, kendilerinin başına da gelebileceğini söylemektedir.

Musibete sebebiyet vermesi açısından Kur’an’da zikredilen günahların sebep olduğu musibetlerin bir kısmı toplumsal musibetler sınıfına dâhil iken bir kısmı ise, ferdi musibetlerdir. Bunlardan birincisine örnek olarak, Nûh, Salih, Hûd, Lût ve Şuayb (a.s.) gibi peygamberlerin kavmine gelen musibetleri sayabiliriz. Ferdi musibetlere ise, Hz. Nuh’un Oğluna gönderilen musîbet, Karun'un başına gelen musîbet, Samiri'ye, Bahçe sahiplerine gönderilen musibetler sayılabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de musibete uğratılmış her toplum ve bireyin cezalandırılma sebebi tek tek ele alınmıştır. Bu sebepleri ayrı ayrı ele almamızın nedeni geçmişten ibret alabilmektir. Günümüzde de aynı yollardan geçip aynı fiilleri tekrarlayan toplum ve bireylerin başına öncekilere benzer cezaların gelmesi kaçınılmazdır.

Günah musîbet ilişkisi açısından Kur’ân-ı Kerîm’in doğal afetlere bakışı şöyle ifade edilebilir, Allah insanı yaratmış ve ona iyi ile kötüyü seçebilme kudretini vermiştir. İyilik karşılığında mükâfatın kötülük karşılığında ise bir cezanın olacağı adil olan yaratıcı için zıddı düşünülemeyecek bir durumdur. Ancak mutlak ceza ve mükâfatın asıl yeri dünya değil ahirettir. Bununla beraber yapılan amellere karşılığın kâmil olarak verileceği yerin cennet ve cehennem olması dünyada hiçbir karşılığın olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu baptan olarak Kur’ân bize verdiği haberlerde, bu durumu açıkça beyan etmiş, insanın başına gelen musîbetlerin çoğu zaman onların eliyle meydana geldiğini ifade etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA

Abdulbaki, Muhammed Fuad  (ö.1968m.),  el-Mu‘cemu’l-Müfehres  li-Elfâzi’l

Kur’âni’l-Kerîm, İstanbul, 1987.

Âlûsî, Ebu’l-Fadl Mahmud (ö. 1270/1853), Rûhu’l Meâni fî Tefsîrî’l-Kur’âni’l- ‘Azim ve ’s seb ’i’l-Mesânî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Kahire t.y.

Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988-1991.

Aydın, Mehmet, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya, 2005.

Aydın, Hayati, Kur'ân'da insan Psikolojisi, Timaş Yay., İstanbul 1999.

Bebek, Adil, Maturidî’de Günah Problemi, Rağbet Yay., İstanbul, 1998.

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail(ö. 256/870), el-Câmi‘u’s-Sahih, Beyt’ul- Efkâr, Riyad, 1997.

Buladı, Kerim, Kur’ân’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yay., İstanbul, 2001.

Cebeci, Lütfullah, Kur’ân’da Şer Problemi, Akçağ Yay., Ankara, 1985.

Cürcânî, Ali b. Muhammed b. Ali (ö. 816-1413), et-Ta‘rifât, Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1408/1987.

Çimen, Abdullah Emin, Niçin Helâk Oldular, Akademi Yay., İzmir, 2008.

Dârimî, Ebu Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman (ö. 255/868), Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.

Derveze, İzzet (ö.1984m.), et- Tefsîru’l-Hadîs, (trc.: Şaban Karataş), Ekin Yay., İstanbul, 1998.

Dıhlevî, Veliyullâh Ahmed b. Abdurrahim, Huccetullâhi’lBâliğa, Kahire, 1355.

Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Rehber Yay., Ankara, 1990.

Ebû Dâvud, Süleyman b. el Eş„as el-Ezdî es-Sicistânî (ö. 275/888), Süneni Ebu Dâvud, Dâru’l Fikr, Beyrut, 1994.

Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (ö. 505/1111), ihyâu ‘Ulumi’d-Dîn, Kahire, ts.

Güneş, Abdulbaki, Kur’ân Kıssaları ve Medeniyetlerin inşası, Gündönümü Yay., İstanbul, 2005.

Harman, Ömer Faruk, “Günah”, DİA, İstanbul, 1996, XIV, 278-286.

Heyet, Dini Kavramlar Sözlüğü, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 2006.

Heytemî, Ebu’l Abbas Ahmed b. Muhammed b. Ali b. Haceru’l Mekki, ez- Zevâcir ‘an İkirâfi’l-Kebâir, Beyrut, 1402/1981.

İbn Ebi’l-‘İzz, el-Hanefî, Şerhû ‘Akideti’t Tahaviyye, Beyrut, 1988.

İbn Faris Ebu’l Hüseyin Ahmed b. Zekeriyya (ö. 395/1004), Mu’cemu’l-Mekâyîs fi ’l-Luğa, (tah. Şihâbuddîn Ebû Amr), Daru’l Fikr, Beyrut, 1994.

İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.

İbn Kesîr, Ebu’l Fidâ İsmail b. Ömer, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, Kahire, ts.

İbn Manzûr, Ebu’l Fadl Cemâluddîn Muhammed b. Mükrim el-İfrîkî el-Mısrî (ö. 711/1311), Lisân’ul-‘Arab, Daru İhyâ-i't- Türâsi'l ‘Arabî, Beyrut, 1992.

İsfâhânî, Râgıb Hüseyin, b. Muhammed (ö. 502/1108), el-Müfredât fi Ğarîbi’l Kur’ân, Dâru’l Ma’rife, Beyrut, t.y.

İzutsu, Toshihiko (Ö.1993m.), Kur’ân’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, (trc. Selahattin Ayaz), Pınar Yay., İstanbul, 1991.

Kara, Necati, “Kur’ân ve Sünnette Belâ-Musîbet”, EKEVAkademi Dergisi, Ankara, 1998, I, 33-58.

Kara, Necati, Kur’ân’a Göre Hz. Musa Firavun ve Yahudiler, Seha Neşriyat, İstanbul, 1989.

Karagöz, İsmail, Kur’ân ’a Göre Musîbetler Açısından İnsan ve Toplum, Çelik Yay., İstanbul, 1996.

Karagöz, İsmail, Kur’ân’a Göre Allah ve İnsan Açısından Zulüm, Çelik Yay., İstanbul, 2006.

Katar, Mehmet, Yahudîlik, Hristiyanlık ve İslâm’da Tövbe, Andaç Yay., Ankara, 2003.

Kılavuz, Ahmed Saim, İmân-Küfür Sınırı, İstanbul, 1990.

Kılıç, Sadık, Kur’ân’da Günâh Kavramı, Hibaş Yay., Konya, 1984

Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, (Tevrat ve İncil) Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1976.

Komisyon, Deprem, DİB Yay., Ankara, 2000.

Köksal, M.Âsım, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 8.Baskı, Ankara, 2004.

Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklmalı Meâli, (Heyet: Ali Özek, Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İ.Kafi Dönmez, Sadreddin Gümüş,) TDV, İslâm Ansiklopedisi Yay., Ankara, 1993.

Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. El-Ensârî (ö. 671/1272), el-Câmi‘u li-Ahkâmi’lKur’ân, Dâru’l İhyâi’t-Turâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1985.

Kutub, Seyyid (ö.1966m.), fîZilâli’lKur’ân, I-VI, Dâru’ş Şurûk, Beyrut, 1998.

Küçük, Ahmet, Kur’ân’da Toplumsal Sınanma ve Sonuçları, (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya, 2006.

Mevdûdî, Ebu’l -A’lâ (ö. 1979m.), Tefhimu’l Kur’ân, (trc. Heyet, Dünya Yay.), İstanbul, 1996.

Müslim, Ebu Hüseyin b. Haccâc el-Kuşeyrî, (ö. 261/874), el-Camiu’s-Sahih, Beytu’l Efkâr, Riyad, 1998.

Neccâr, Abdulvehhâb (ö. 1941m.), Kasasu’l Enbiyâ, Muessesetu’l-Aklebi, Kahire, t.y.

Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (ö. 303/915), Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.

Okumuş, Ejder, Kur’ân’da Toplumsal Çöküş, İnsan Yay., İstanbul, 2007.

Özarslan, Selim, Kelâmda Tevbe, Bizim Büro Yayınevi, Ankara, 2003.

Özarslan, Selim, Günah Musîbet ilişkisi Üzerine, Hilal Matbaacılık, Elazığ, 2006.

Özsoy, Ömer, Sünnetullah Bir Kur’ân ifadesinin Kavramlaşması, Fecr Yayınevi, Ankara, 1994.

Öztürk, Yaşar Nuri, Depremin Gösterdikleri, (Yeni Yüzyıl için Uyarılar), Yeni Boyut, İstanbul, 1999.

Öztürk, Yener, "Kelamı Açıdan ‘Hasenenin/iyiliğin Allah’tan, Seyyienin/Kötülüğün Nefisten’ Olduğunu Bildiren Âyetin Yorumu”, Ekev Akademi Dergisi, Ankara, 2003, XVI, 131-152.

Râzî, Fahruddin Muhammed b. Ömer b. el- Hüseyin b. el-Hasan b. Ali et-Temîmî el-Bekrî, (ö. 606/1209) et-Tefsîru’l Kebîr ( Mefâtihu’l Ğayb), Darul Fikr, Beyrut, 1981.

Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu’t-Tefâsir, I-III, Dâru’l Ensâr li’n-Neşr, İstanbul, 1987.

Sa’lebî, Ebu İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm en- Nisâbûrî (ö. 427/1035), Kısasu’l Enbiyâ (‘Arâisu ’l-Mecâlis), el-Mektebetu’s Sekâfiyye, Beyrut, ts.

Sâmî, Semseddîn, Kâmûs-û Türkî, Çağrı Yay., İstanbul, ts.

Tabbâra, Afif Abdulfettâh, Kur’ân’da Peygamberler ve Peygamberimiz, (Trc: Ali Rıza Temel, Yahya Alkın), Gonca Yayınevi, İstanbul , 1982.

Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid (ö. 310/922), Câmiu’l Beyân fi Te ’vîli’l Kur’ân, Mısır, 1968.

Tirmizî, Muhammed b.İsa Ebu İsa (Ö.279/892), Sünenü’t-Tirmizî, Dâru’l-İhyâ-ît-Turâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1994.

Tok, Nuri, Kur'ân'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Etüt Yay., Samsun, 1998.

Tümer, Günay, “Asli Günah”, DİA, İstanbul, 1996, III, 496, 497.

Ünal, Ali, Kur’ân’da Temel Kavramlar, Nil Yay., İstanbul, 1999.

Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (ö. 1951m.), Hak Dini Kur’ân Dili, Azim

Dağıtım, İstanbul, ts.

Yetik, Zübeyir, Sâmirî, Beyân Yay., İstanbul, 1986.

Zehebî, Şemsuddîn Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1374), (Terc: Mustafa KASADAR), Ravza Yay., 2001.

Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Cârullâh Mahmud b. Ömer (ö. 538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki Gevâmizi ’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîli fî Vucûhi’t-Te ’vîl, (nşr. Mustafa Hüseyin Ahmed), Dâru’r-Reyyân, Kahire, 1987.

Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîrû’l-Munîrfi’l-Akîdeti ve’ş-Şerî‘ati ve’l-Menhec, Dâr’l-Fikr, Dimaşk, 1991.

ÖZET KUR’ÂN’DA GÜNAH MUSÎBET İLİŞKİSİ

Günah, Allah’ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm şeriatının ve temiz insan fıtratının yapılmamasını emrettiği hususlardır

Musîbet, hedefine isâbet eden mermi gibi, insana şiddetle dokunan olay ve felâkettir. Musîbet, yeryüzünde herhangi bir zarar ve harap olmaya sebep olan afet ve ziyanlardır.

Kur’an tarih boyunca insanların, çeşitli felâket, âfet, hastalık, kuraklık, açlık, kıtlık, gibi musîbet kategorisinde değerlendirilebilecek hadiselere maruz kaldığını bize bildirmektedir. Yine bu olaylar anlatılırken ibret alınmadığı takdirde geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaşanılması kaçınılmaz olaylar olduğu hususu vurgulanmaktadır. Yani Kuran’dan anladığımız, günah ile musîbet arasında doğru orantılı bir ilişkinin olduğudur.

Kur’ân insanların günahlarıyla başlarına gelen musîbetler arasında doğrudan irtibat kurmuştur. Bu irtibat birçok âyette insanların dikkatlerine sunulmuştur. Allah insanı yaratmış ve ona iyi ile kötüyü seçebilme kudretini vermiştir. İyilik karşılığında mükâfatın kötülük karşılığında ise bir cezanın olacağı adil olan yaratıcı için zıddı düşünülemeyecek bir durumdur. Ceza ve mükâfatın asıl yeri dünya değil ahirettir. Ancak yapılan amellere karşılığın kâmil olarak verileceği yerin cennet ve cehennem olması dünyada hiçbir karşılığın olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu yönüyle Kur’ân bize verdiği haberlerde, bu durumu açıkça beyan etmiş, insanın başına gelen musîbetlerin çoğu zaman onların eliyle (günahlarıyla) meydana geldiğini ifade etmiştir.

1

Nahl, 16/43.

2

En’âm, 6/66.

3

Nûh, 71/24.

4

Ankebût, 29/40.

5

Şûrâ, 42/30.

6

Harman, Ömer Faruk, “Günah”, DİA, İstanbul, 1996, XIV, 278; Aydın, Mehmet, “Günah” Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya, 2005, s. 390.

7

Harman, “Günah”, DİA, XIV, 279.

8

Kılıç, Sadık, Kur’ân ’da Günah Kavramı, Hibaş Yay., Konya, 1984, s. 78; Harman, “Günah”, DİA, XIV, 280.

9

Kılıç, Günah Kavramı, s. 85.

10

Kılıç, Günah Kavramı, s. 78.

11

Harman, “Günah”, DİA, XIV, 278.

12

Harman, “Günah”, DİA, XIV, 278.

13

Kılıç, Sadık, Günah Kavramı, s. 78.

14

Kitab-ı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil), Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1976, Tekvîn, 6/5; 8/21; Yeremya, 16/12; 17/9; 18/12

15

Tekvîn, 8/21.

16

Yeremya, 4/ 4; 5/23; Hezekiel, 11/ 19.

17

Yeremya, 16/10-12; Harman, “Günah”, DİA, XIV, 278.

18

Kılıç, Günah Kavramı, s. 82.

19

Yeremya, 16/12, 17/9, 18/12.

20

Kılıç, Günah Kavramı, s. 79,80-82; Harman, “Günah”, DİA, XIV, 281.

21

Kılıç, Günah Kavramı, s. 84; Harman, “Günah”, DİA, XIV, 281.

22

Levililer, 16/21-22.

23

Levililer, 16/21-22.

24

Kılıç, Günah Kavramı, s. 83.

25

Daniel, 9/17.

26

Kırallar, 8/46-53; Mezmurlar, 79; Daniel, 3/26-45.

27

Kılıç, Günah Kavramı, s. 85.

28

Çıkış: 20/2-17.

29

Aydın, Dinler sözlüğü, s. 392.

30

Kılıç, Günah Kavramı, s. 86.

31

Luka, 15/11-32.

32

Matta, 7/21.

33

Harman, “Günah”, DİA, XIV, 279.

34

Katar, Mehmet, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da Tövbe, Andaç Yay., Ankara, 2003, s. 4.

35

Luka, 15/11.

36

Matta, 7/24.

37

Romalılar, 6/2; Galatyalılar, 3/ 22; Kılıç, Günah Kavramı, 89; Harman, DİA, XIV, 281.

38

Katar, Tövbe, s. 4.

39

Tümer, Günay, “Asli Günah”, DİA, İstanbul, 1996, III, 496.

40

Romalılar'a Mektup, 1/28-32.

41

Galatyalılar'a Mektup, 5/19-21.

42

Harman, “Günah”, DİA, XIV, 278.

43

Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Rehber yay., Ankara, 1990, s. 419; Heyet, TDİBY, Dini Kavramlar Sözlüğü, Ankara, s. 204 ; Semseddîn Sâmî, Kâmus-û Türkî, İstanbul, 1978, s. 1185.

44

Cürcâni, Ali b. Muhammed b. Ali, et-Ta ’rifat, Dâru’l Kütubi’l ‘İlmiyye, Beyrut, 1408/1987, s.

9,107, 151.

45

Dıhlevî, Veliyullâh Ahmed b. Abdurrahim, Huccetullâhi’l Bâliğa, Kahire, 1355, I, 58.

46

Okumuş, Ejder, Kur’ân ’da Toplumsal Çöküş, İnsan Yay., İstanbul, 2007, s. 131.

47

İzutsu, Toshihiko, Kur ’ân ’da Dini ve Ahlaki Kavramlar (çev. Selahattin Ayaz), Pınar Yay., İstanbul, 1991, s. 317.

48

Kılıç, Günah Kavramı, s. 32,33.

49

Harman, “Günah”, DİA, XIV,278.

50

Tirmizî, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ Ebû İsâ, Sünenü ’t-Tirmizî, Dâru’l-İhyâi’t Turâsi’l ‘Arabî, Zühd, 52, Beyrut, 1994, 52.

51

Özarslan, Selim, Kelâmda Tevbe, Bizim Büro Yayınevi, Ankara, 2003, s. 20.

52

Dârimî, Ebu Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, Sünen, I-II, Çağrı Yay., Buyû’, 2, İstanbul, 1992.

53

İbn Manzûr, Ebu’l Fadl Cemluddîn Muhammed b. Mükrim el-İfrîkî, el- Mısrî, Lisân ’ul- Arab, I, 28-30; Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, ts.,VI, 4471.

54

İzutsu, Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 319.

55

Müslim, Ebû Hüseyin b. Haccâc el-Kuşeyrî en-Nisabûrî, el-Câmiu ’s-Sahîh, Beytu’l Efkâr, Riyad, 1998, Birr, 5; Tirmîzî, Zühd, 52; İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, IV, 182, 227.

56

Mâide, 5/62.

57

Bebek, Adil, Maturidî’de Günah Problemi, Rağbet Yay., İstanbul, 1998, s. 95.

58

İsfahânî, Ragıb, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fi Ğaribi’l Kur ’ân, Dâru’l Ma’rife, Beyrut, s. 10.

59

Cürcânî, et-Ta ’rîfât, s. 7.

60

İsfahânî, el-Müfredât, s. 10.

61

Abdulbaki Muhammed Fuad, el-Mu ’cemu ’l Müfehres li Elfâzi’l Kur ’âni’l Kerîm, İstanbul, 1408/1987, s. 415.

62

İbn Manzûr, Lisân, III, 1519-1521.

63

İsfahânî, el-Müfredât, s. 181.

64

İzutsu, Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 317; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 107.

65

İsfahânî, el-Müfredât, s. 181.

66

Abdulbaki, el-Mu ’cem, s. 415.

67

Enfâl, 8/52.

68

Mâide, 5/49.

69

Ankebût, 29/39.

70

Mâide, 5/18.

71

Yusuf, 12/23.

72

Şu’arâ, 26/14.

73

Yusuf, 12/97.

74

Tevbe, 9/102.

75

İbn Manzûr, Lisân, II, 1192-1194.

76

Okumuş, Toplumsal Çöküş, s. 133.

77

İsfahânî, el-Müfredât, s. 151.

78

îsfahânî, el-Müfredât, s. 151.

79

Nisâ, 4/112; Bakara, 2/81.

80

Nûh, 71/21.

81

Hâkka, 69/16.

82

Alak, 96/13.

83

Kasas, 28/4.

84

Nâzi’ât, 79/17.

85

îsfahânî, el-Müfredât, s..91.

86

İbn Manzûr, Lisân, I. 604.

87

Heyet, Dini Kavramlar, s. 108.

88

İsfahânî, el-Müfredât, s. 253.

89

İbn Manzûr, Lisân, III, 2138-2140.

90

Bkz., Âl-i İmrân, 3/120; A’râf, 7/131; Ra’d, 13/6; Neml, 27/46; Rûm, 30/36.

91

Bkz., Bakara, 2/81; Nisâ, 4/85; En’âm, 6/160; Yunus, 10/27; Ra’d, 13/22; Mü’minûn, 23/96; Neml, 27/90; Kasas, 28/54; Fussilet, 41/34.

92

Nisâ, 4/18.

93

Ahzâb, 33/51.

94

A’râf, 7/168.

95

Hûd, 11/78.

96

Mü’min, 40/45.

97

Nisâ, 4/31.

98

Fussilet, 41/34; Câsiye, 45/21.

99

Bakara, 2/81.

100

Zümer, 39/51.

101

Îsfahânî, el-Müfredât, s. 521.

102

Yazır, Hak Dini, VI, .381-382.

103

Abdulbaki, el-Mu ’cem, s. 750.

104

En’âm, 6/164.

105

Kıyâme, 75/11.

106

Fâtır, 35/17,

107

En’âm, 6/164.

108

Nahl, 16/25.

109

Tâ-Hâ, 20/120.

110

En’âm, 6/31.

111

İbn Manzûr, Lisân, VI, 2352-2353.

112

Şems, 91/8-10.

113

İbn Faris Ebu’l Hüseyin Ahmed b. Zekeriyya, Mu ’cemu ’l-Mekâyîs fi’l-Luğa, (tah. Şihâbuddîn Ebû Amr), Daru’l Fikr, Beyrut, 1994, s. 557; Çimen, Abdullah Emin, Niçin Helâk Oldular, Akademi Yay., İzmir, 2008, s. 521.

114

İsfahânî, el- Müfredât, s. 529.

115

İbn Manzûr, Lisân, VI, 2248-2250.

116

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmi‘u ’s-Sahîh, Beytu’l Efkâr, Riyad, Edeb, 6; Müslim, İmân, 38.

117

Nisâ, 4/48

118

Bebek, Günah Problemi, s. 98.

119

İsfahânî, el-Müfredât, s. 297-298.

120

Nisâ, 4/136.

121

Nisâ, 4/116.

122

Lokmân, 31/111.

123

İbn Manzûr, Lisân, IV, 2982.

124

İsfahânî, el-Müfredât, s. 337.

125

İbn Manzûr, Lisân, IV, 2982-2983.

126

Heyet, Dini kavramlar, s. 341.

127

Nisâ, 4/42.

128

Hûd, 11/59.

129

Tâ-Hâ, 20/121.

130

Hucurât, 49/7.

131

Nâzi’ât, 79/21.

132

Mücâdele, 58/8,9.

133

Âl-i İmrân, 3/112.

134

Meryem, 19/14.

135

Yûnus, 10/91.

136

Bakara, 2/61.

137

Nûh, 71/21.

138

Hâkka, 69/9,10.

139

İbn Faris,Mu’cem, s. 836; İsfâhânî, el-Müfredât, s. 337.

140

İbn Manzûr, Lisân, V, 2413-2414.

141

İsfahânî, el-Müfredât, s. 380.

142

İbn Manzûr, Lisân, V, 2413-2414.

143

İsfahânî, el-Müfredât, s. 380.

144

Hucurât, 49/7.

145

Abdulbaki, el- Mu ’cem, s. 520.

146

İbn Manzûr, Lisân, V, 3897-3902; İsfahânî, el-Müfredât, s. 433-434.

147

İsfahânî, el-Müfredât, s. 433-434.

148

İsfahâni, el-Müfredât, s. 433-434.

149

İsfahânî, el-Müfredât, s. 433-434.

150

İbn Manzûr, Lisân, VI, 4509.

151

Bakara, 2/8.

152

Müslim, İmân, 107; Buhârî, İmân, 24.

153

Nisâ, 4/145.

154

İbn Manzûr, Lisân, I, 1035-1037; İsfahânî, el-Müfredât, s. 134.

155

İbn Manzûr, Lisân, I, 1035-1037; İsfahânî, el-Müfredât, s. 134.

156

Nisa, 4/2.

157

İbn Manzûr, Lisân, IV, 2677-2679; İsfahânî, el-Müfredât, s. 304.

158

Bakara, 2/257.

159

İsfahânî, el-Müfredât, s. 100.

160

Yazır, Hak Dini, II, 122.

161

Abdulbaki, el-Mu ’cem, s. 179; Bakara, 2/158, 198, 229, 230, 233, 233, 234, 235, 236, 240, 282; Nisâ, 4/23, 24, 101, 102, 128; Mâide, 5/ 93; Nûr, 24/29, 58, 60, 61; Ahzâb, 33/5, 51, 55; Mümtehine, 60/10.

162

Nisâ, 4/31.

163

Necm, 53/32.

164

Gazâlî, İmam Ebû Hâmid, İhya-u Ulumi’d-Dîn, Kahire, ts., IV, 16.

165

Bebek, Günah Problemi, s,100.

166

Yazır, Hak Dini, VI, 65.

167

İbn Ebi'l-‘İzz el-Hanefî, Şerhû ‘Akîdeti’t Tahaviyye, Beyrut, 1988, s. 370, 371.

168

Gazâlî, Ihyâ, IV, 15-21.

169

Buhârî , Edeb 6, İmân,16.

170

Buhârî, Kitâbu’l Vasâya, 23.; Ebu Dâvud, Vasâya,10.

171

Kılavuz, Saim, Iman Küfür Sınırı, Marifet Yay., İstanbul, 1990, s. 89.

172

Özarslan, Tevbe, s. 26.

173

Gazâlî, Ihyâ, IV, 17.

174

Heytemî, Ebu Abbas Ahmed b. Muhammed b. Ali b. Haceru’l Mekkî, ez- Zevâcir ‘anIkirafi’l-Kebâir, Beyrut, 1402/1981.

175

Zehebî, Şemsuddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osman, Kitabu ’l -Kebâir (trc: Mustafa Kasadar), Ravza Yay., îstanbul, 2001, s. 5.

176

Necm,53/32.

177

Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu ’t-Tefâsir, Daru’l Ensâr li’n-Neşr, îstanbul, III, 249.

178

Gazâlî, İhyâ, IV, 18.

179

Gazâlî, İhyâ, IV, 17.

180

Gazâlî, İhyâ, IV, 20.

181

Bakara, 2/187.

182

Bakara, 2/95.

183

Bkz., Bakara, 2/57; Âl-i İmrân, 3/117, 135; Tevbe, 9/70; Ankebût, 29/40.

184

Buhârî, Edeb, 84-86.

185

Bkz., Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5.

186

Müslim, İmân, 176.

187

Yûsuf, 12/53.

188

Bakara, 2/95-96.

189

Kıyâme, 75/2.

190

Nisâ, 4/28.

191

İbn Manzûr, Lisân, VI, 234.

192

Kılıç, Günah Kavramı, s. 251.

193

Gazâlî, İhyâ, III, 3.

194

Al-i İmrân, 3/54; Yûsuf 12/54; Zâriyât 51/21.

195

En’âm 6/93; Kâf, 50/16.

196

Kılıç, Günah Kavramı, s. 252.

197

Yusuf, 12/53.

198

Gazâlî, İhyâ, III, 4; Kılıç, Günah Kavramı, s. 252.

199

Sâbûnî, Safvet, II, 170.

200

Râzî, Fahruddîn Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyin b. el-Hasan b. Ali et-Temîmî el-Bekrî, et-Tefsiru ’l Kebir (Mefâtihû ’l Ğayb), Dâru’l-Fikr, Beyrut, XVIII, 159-160.

201

Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîrû ’l-Munîr, Risale Yay., İstanbul, 2008, VII, 8.

202

Kâf, 50/16.

203

Kutup, Seyyid,fi-Zilâli’lKur’ân, Dâru’ş-Şurûk, Beyrut, 1998, VI, 3361.

204

Kutup, fi-Zilâl, I, 92.

205

Sâbûnî, Safvet, I, 71.

206

Sâbûnî, Safvet, III, 459.

207

Kutup, fi- Zilâl, VI, 3766.

208

Bakara, 2/28.

209

A’râf, 7/157.

210

Bakara, 2/185.

211

Hac, 22/78.

212

Yazır, Hak Dini, II, 456.

213

Âl-i İmrân, 3/14.

214

Yazır, Hak Dini, II, 321.

215

Kutub, fi-Zilâl, I, 373.

216

Kutup, fi- Zilâl, I, 374.

217

Kutub, fi-Zilâl, I, 374.

218

Karagöz, İsmail, Kur’ân ’a Göre Zulüm Açısından Allah ve İnsan, Çelik Yay. İst. 1994, s. 41.

219

Nîsâ, 4/77.

220

Ra’d, 13/26.

221

Âl-i İmrân, 3/85.

222

Hadîd, 57/20.

223

Ankebût, 29/64.

224

Fâtır, 35 /5.

225

Nâzi’at, 79/38-39.

226

Yazır, Hak Dini, IV, 468.

227

Yazır, Hak Dini, III, 501.

228

Sâbûnî, SafVet, II, 331.

229

İsrâ, 17/53.

230

Taberî, Ebu Cafer Muhammed bin Cerîr b. Yezîd b. Halîd, el-Câmi‘u ’l Beyân fi Te’vîli’l Kur ’ân, Mısır, 1968, II, 77.

231

Bakara, 2/169.

232

Nûr, 24/21.

233

Mücâdele, 58/19.

234

En’âm, 6/43.

235

Neml, 27/24.

236

Meryem, 19/83.

237

A’râf, 7/11-18.

238

Bakara, 2/168.

239

Yâsîn, 36/60.

240

Fâtır,35/6.

241

Nahl, 16/98.

242

Mücâdele, 58/19.

243

İsfahânî, el-Müfredât, s. 288; İbn Manzûr, Lisân, IV, 2518-2520.

244

Cürcânî, Ta’rîfât, s. 217; ayrıca bkz. İbn Faris,Mu’cem, s579-580.

245

Kara, Bela-Musîbet, s. 35.

246

İsfahânî, el-Müfredât, s. 288.

247

Yazır, Hak Dini, VII, 434.

248

Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b.el-Ensârî, el -Câmi ‘u li Ahkâmi’l-Kur ’ân, II, 175; Yazır, Hak Dini, I, .548.

249

Çimen, Helâk Kavramı, s. 117.

250

Cürcânî, Ta’rîfât, s. 217.

251

Bakara, 2/156; Âl-i İmrân, 3/165; Nisâ, 4/62; Nisâ, 4/72; Mâide, 5/106; Tevbe, 9/50; Kasas, 28/47; Şûrâ, 42/30; Hadîd, 57/22; Teğâbun, 64/11.

252

Abdulbaki, el-Mu ’cem, s. 415.

253

İbn Manzûr, Lisân, I, 355-356; İsfahânî, el-Müfredât, s. 61.

254

Bakara, 2/49; Â'râf, 7/141; İbrahim, 14/6

255

Duhân, 44/33.

256

Sâffât, 37/106.

257

Enfâl, 8/17.

258

Bakara, 2/155.

259

Mülk, 67/2.

260

Buhârî, Merdâ, 3; Tirmizî, Zühd, 56; İbn Mâce, Fiten, 23; Dârimî, Rekâik, 67.

261

İsfahânî, el-Müfredât, s. 545; İbn Faris, Mu ’cem, 1074.

262

Abdulbaki, el-Mu ’cem, s. 737-738.

263

Hâkka, 69/29.

264

İsfahânî, el-Müfredât, s. 545; Çimen, HelâkKavramı, s. 74-75.

265

Okumuş, Toplumsal Çöküş, s. 90-91.

266

En'âm, 6/47, 131.

267

Enbiyâ, 21/9.

268

Ahkâf, 46/35.

269

İsrâ, 17/16; Kasas, 28/58.

270

Tirmizî, Kader, 1.

271

Ebû Dâvûd, Zekât, 46.

272

Müslim, Hac, 412.

273

İsrâ, 17/15.

274

Ra'd, 13/11.

275

İsfahânî, el-Müfredât, s. 327.

276

A'râf, 7/141.

277

Nisâ, 4/25; Nûr, 24/2, 8.

278

A'râf, 7/165.

279

Kalem, 68/33.

280

Nûh, 71/1.

281

En'âm, 6/65.

282

Mü'minûn, 23/18.

283

Lokmân, 31/21.

284

Yâsîn, 36/18.

285

En'âm, 6/93.

286

Ra'd, 13/34.

287

Bakara, 2/7, 90, 104.

288

İbrahim, 14/2.

289

Mâide, 5/37.

290

A'râf, 7/165.

291

En’âm, 6/65; Hadîd, 57/22.

292

Bakara, 2/155.

293

Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XIII, 23.

294

Yazır, Hak Dini, VII, 34.

295

Hadîd, 57/22.

296

Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXIX, 23.

297

Yazır, Hak Dini, VII, 434.

298

Bakara, 2/155.

299

Karagöz, İsmail, Kur ’âna Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum, Çelik Yay., İstanbul, 1996, s. 23.

300

Mevdudî, Ebu’l-A’lâ, Tefhimu ’l Kur ’ân, (trc:Heyet, Dünya Yay.), İstanbul, 1996.

301

İbn Kesir, Ebu’l Fidâ İsmail b. Ömer, Tefsîru'l-Kur'âni'l- ‘Azîm, Kahire, ts. IX, 377.

302

Yazır, Hak Dini, IV, 531.

303

Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXI, 17-18.

304

Yazır, Hak Dini, VII, 435.

305

Teğâbun, 64/11.

306

Yazır, Hak Dini, VIII, 93.

307

Kutup, Seyyid, fi-Zilâl, III, 165.

308

Yazır, Hak Dini, VII, 28.

309

Yazır, Hak Dini, V, 265.

310

Yazır, Hak Dini, V, 265.

311

Nisâ, 4/40.

312

Mâide, 5/38.

313

Necm, 53/39.

314

Sünnetullâh, Allah’ın öteden beri süregelen ve sürecek olan, kendine özgü, değişmeyen davranış tarzı şeklinde tarif edilmiştir. Bkz. Özsoy, Ömer, Sünnetullâh Bir Kur ’ân İfadesinin Kavramlaşması, Fecr Yayınevi, Ankara, 2004, s. 53.

315

Mâide, 5/22.

316

Mâide, 5/24.

317

Buladı, Kerim, Kur’ân ’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yay., İstanbul, 2001, s. 391.

318

Aydın, Hayati, Kur'ân'da İnsan Psikolojisi, Timaş Yay., İstanbul, 1999, s. 232-237.

319

Nahl, 16/33-34.

320

Aydın, İnsan Psikolojisi, s. 232-237.

321

En'âm, 6/165.

322

Hûd, 11/7.

323

Mülk, 67/2.

324

Yazır, Hak Dini, VIII, 183.

325

Razî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXX, 56.

326

Cebeci, Lütfullah, Kur ’ân ’da Şer Problemi, Akçağ yay., Ankara, 1985, s. 35.

327

Kutub, fi-Zilâl, XXIX, 221.

328

İnsan, 76/2.

329

Taberî, el-Câmiu ’l Beyân, XXIX, 127; Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXX, 237.

330

İsfahânî, el-Müfredât, s. 63.

331

Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXX, 237.

332

Âlûsî, Ebu’l Fadl Mahmud, Rûhu ’l Meâni fı Tefsîri Kur ’âni’l- ‘Azim ve ’s-Seb ’i’l Mesâni, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-‘Arabî, Kahire, ty., XXIX, 153.

333

İnsan, 76/3.

334

Ankebût, 29/2.

335

Tirmizî, Zühd, 58 ; Cebeci, Şer Problemi, s. 35.

336

Bakara, 2/155-156.

337

Derveze, İzzet, et-Tefsîru ’l-Hadîs, (trc: Şaban Karataş ve dğr.), EkinYay., 1998, II, 299-301.

338

Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXIV, 258.

339

Yazır, Hak Dini, VII, 28.

340

Müslim, Birr 52.

341

Tirmîzî, Tefsîr, Bakara, 2993.

342

Buhârî, Merdâ, 3; Müslim, Birr, 46;

343

Tirmîzî, Fedâilu'l-Cihâd 21; Ebu Dâvud, Cihâd 42; Nesâî, Cihâd 25.

344

Âlûsî, Rûhu ’l-Meânî, XXI, 41; Kara, Belâ- Musîbet, s. 55.

345

Müslim, Zühd, 13.

346

Bakara, 2/156.

347

Buhâri, Merdâ, l; Müslim, Birr, 52 ; Tirmizi, Cenâiz, 1; İbn Hanbel, Müsned, II, 335.

348

Buhari, Merdâ, 3; Müslim, Birr, 46.

349

Bkz., Nisâ, 4/62; Mâide, 5/49; En’âm, 6/129; A’râf, 7/96; Tevbe, 9/95; Nahl, 16/34; Kasas, 28/47;

Rûm, 30/36; Mü’min, 40/17.

350

Bakara, 2/214.

351

Bakara, 2/155.

352

Öztürk, Yener, “Kelâmi Açıdan ‘Hasenenin/İyiliğin Allah ’tan, Seyyienin/Kötülüğün Nefisten ’ Oduğunu Bildiren Âyetin Yorumu”, Ekev Akademi Dergisi, Sayı:16, Ankara, 2003, s. 142-143.

353

Fâtır, 35/45.

354

İbn Teymiye, Risâle-i Emr-i Bi'lMa'rûf s. 31.

355

Tirmîzî, Tefsîr, 44.

356

Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Cârullah Mahmud b. Ömer (ö. 538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki Ğevâmizi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîli f Vucûhi’t-Te’vîl, I-IV, (nsr. Mustafa Hüseyin Ahmed), Dâru’r-Reyyân, Kahire, 1987, IV, .226.

357

Kurtûbî, Ahkâmi'l Kur'ân, XXVI, .31.

358

Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XVII, 172.

359

Enbiyâ, 21/6.

360

A’râf, 7/78; Enfâl, 8/53-54.

361

Kehf, 18/59; Yûnus, 10/13,14.

362

En’âm, 6/45; Sebe’, 34/34-35; Zuhruf, 43/24.

363

Bakara, 2/205.

364

Necm, 53/50-51.

365

En’âm, 6/123-124; Fâtır, 35/43.

366

Hicr, 15/90,91.

367

Şu‘arâ, 26/30.

368

Neml, 27/49-51.

369

Hûd, 11/60; İbrahim, 14/15-16.

370

Su’arâ, 26/160-174.

371

Şu’arâ,26/181.

372

Küçük, Ahmet, Kur ’ân ’da Toplumsal Sınanma ve Sonuçları, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya, 2006, s. 245.

373

Buhârî, Vasâyâ, 23; Ebu Dâvud, Vasâyâ,10.

374

Çimen, Helâk Kavramı, s. 527.

375

Şurâ, 42/30.

376

Sâd, 38/12-14.

377

Kâf, 50/12-14.

378

Hûd, 11/81.

379

Hûd, 11/89.

380

Kara, Belâ-Musîbet, s. 37.

381

bkz. A’raf, 7/59;Hud, 11/26; Nuh, 71/1-2; Köksal, Asım, Peygamberler Tarihi, Diyanet Yay., Ankara, s. 87.

382

bkz. Nûh, 71/6; Neccâr, Abdulvehhâb, KısasulEnbiyâ, Muessesetu Aklebi, Kahire, s. 32,33.

383

bkz. A’raf, 7/60; Hûd, 11/32; Mü’minûn, 23/24-25; Hûd, 11/25.

384

Çimen, HelâkKavramı, s. 215-216.

385

Çimen, HelâkKavramı, s. 237.

386

Bkz. A’raf, 7/65; Hud, 11/50,53,58,60,89; Şu‘arâ,26/124.

387

Neccâr, Kasas, s. 49.

388

Neccâr, Kasas, s. 51,52.

389

Köksal, Peygamberler Tarihi, s. 119.

390

Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXIX, 53.

391

Çimen, HelâkKavramı, s. 231.

392

Neccâr, Kasas, s. 58.

393

Abdulbaki, el-Mu’cem, s. 160.

394

Neccâr, Kasas, 59.

395

Bkz. Hûd, 11/63-67; Hicr, 15/80.

396

Çimen, Helâk Kavramı, s. 251.

397

Köksal, Peygamberler Tarihi, s. 248.

398

Neccâr, Kasas, s. 112.

399

Tirmîzî, Hudûd, 24; İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el Kazvînî, es Sünen, Dâru’l Kutub’ul ‘İlmiye, Beyrut, ts., Hudûd, 12.

400

Çimen, Helâk Kavramı, s. 543.

401

Tabbâra, Afif Abdulfettâh, Kur ’ân ’da Peygamberler ve Peygamberimiz, (Trc: Ali Rıza Temel ve dğr.), Gonca Yayınevi, İstanbul , 1982, s. 176.

402

Bkz. A’râf, 7/85, 88, 90, 92; Hûd, 11/84,87,90,95; Şu’arâ, 26/177; Ankebût, 29/36.

403

Tabbâra, Peygamberler ve Peygamberimiz, s. 236.

404

Neccâr, Kasas, s. 145.

405

Bkz. Kasas, 28/3-43; Tâ-Hâ, 20 /9-101; Şu’arâ, 26/10-68; A’râf, 7/100-156; Yûnus, 10/75-92.

406

Çimen, Helâk Kavramı, s. 298.

407

Sa’lebi, Ebu İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm en- Nisâbûrî, Kısasu ’l Enbiyâ, el-Mektebetu’s Sekafıyye, Beyrut, ts. s. 172; Kara, Necati, Hz. Musa Firavun ve Yahudiler, Seha Neşriyat, İstanbul, 1989, s. 326-327; Çimen, Helâk Kavramı, s. 300.

408

Tok, Nuri, Kur ’ân ’da Sünnetullâh ve Helâk Edilen Kavimler, Etüt Yay., Samsun, 1998, s. 46.

409

Çimen, Helak Kavramı, s. 374.

410

Neccâr, Kasas, s. 281

411

Köksal, Peygamberler Tarihi, I, 84.

412

Mü’min, 40/23-24.

413

Çimen, HelâkKavramı, s. 388.

414

Bkz. Kasas, 28/6,8,38; Ankebût, 29/39; Mümin, 40/24,36.

415

Çimen, HelâkKavramı, s. 391.

416

İbn Kesîr, Tefsîr, III, 414.

417

Yetik, Zübeyir, Sâmirî, Beyan Yay., İstanbul, 1986, s. 29.

418

Bkz. A’râf, 7/148.

419

Bkz. Tâ-Hâ, 20/88.

420

Tâberî, el- Câmiu ’l Beyan, XVI, 204.

421

Çimen, HelâkKavramı, s. 394.

422

Bkz. Tâ-Hâ, 20/90-91.

423

Çimen, Helâk Kavramı, s. 395.

424

A’râf, 7/50.

425

Sa’lebi, Kısas, s. 187; Çimen, HelâkKavramı, s. 397.

426

Çimen, HelâkKavramı, s. 398.

427

Ateş, Süleyman, Yüce Kurân ’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1990, VIII, s. 198-199; Özarslan, Günah-Musîbet, s. 30.

428

Komisyon, Deprem, DİB Yay. s. 21

429

Meksika’da 7.5 büyüklüğünde meydana gelen depremde sadece 14 kişi ölürken, 7.4 büyüklüğündeki Marmara depreminde on binlerce kişinin ölmesini sorgulayan bir yazar, bu neden böyle oluyor? diye soruyor ve bunun cevabını şöyle veriyor: “Mesele yerleşim bölgelerinin seçimi ve buralardaki binalaşmanın planlanmasında haram kazanca ve siyasal sömürüye prim verip vermeme meselesi...diyor. Öztürk, Yaşar Nuri, Depremin Gösterdikleri, (Yeni Yüzyıl için Uyarılar), Yeni Boyut, İstanbul, 1999, s. 15

430

Şuarâ, 139.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar