KUR’ÂN’DA GÜNAH-MUSÎBET İLİŞKİSİ
Hazırlayan: Sabahattin GÖZTOK
ÖNSÖZ
Âlemlerin
Rabbi Allah’a hamdolsun. O’nun kulu, elçisi Hz. Muhammed’e, aile efradına ve
ashabına salât ve selâm olsun. Allah insanı yaratmış fakat başıboş
bırakmamıştır. İnsanların içinden seçtiği peygamberlerle onlara doğru yolu
göstermiştir. “Sana da Kur’ân-ı indirdik ki kendilerine ineni insanlara
açıklayasın. Belki düşünüp ibret alırlar.”1 Peygamberimiz Allah’tan aldığı emir ve
yasakları önce kendi hayatında uygulamış ve aynı zamanda sözlü ve fiili olarak
insanlara anlatmıştır.
Aslî görevi Allah’a kulluk olan
insan zamanla ilâhi vahyi unutmuş hevâsının peşine düşüp dünya hayatı içinde
adeta kaybolmuştur. Eşrefi mahlûkât olarak yaratılan insan ilâhi vahiyden
uzaklaşmasının bedelini aşağıların aşağısına düşerek ödemiştir
Allah (c.c.) yeryüzünü, gökleri
ve bunlar arasındaki bütün varlıkları insanın emrine düşünüp araştırsınlar diye
sunmuştur. Bundan dolayı Kur’ân, insanları derin derin düşünmeye ve aklını
kullanmaya teşvik eder. Aklını kullanmayanlara da cezasını vermekle tehdit
ederek uyarır. Kur’ân, evren ve onun yaratıcısı hakkında insanı düşünmeye sevk
ettiği gibi geçmiş toplumlar ve fertler hakkında da araştırma yapmasını ister.
Peygamberlerine karşı takındıkları tavırları, karşı koyuşlarını, musîbetlere
maruz kalmalarına sebep olan nedenler hakkında bilgi edinmemizi, bunların
başına gelen felâketlerden ibret almamız gerektiğini bizlere bildirir.
Kur’ân’ın değişik âyetlerinde
insanın işlediği günahların başlarına gelen felâketlerin sebebi olduğu
vurgulanmıştır. “Onları günahları sebebiyle helâk ettik,2 günahları yüzünden suda boğuldular,3 onlardan her birini
günahı sebebiyle cezalandırdık,4”
bu ve buna benzer âyetlerde bu hususa vurgu yapılmıştır.
Amacımız, Kur’ân âyetleri
ışığında işlenen günahlarla insanların başlarına gelen musîbetler arasında ki
ilişkiyi ortaya koymaktır. Ta ki öncekilerin düştüğü yanlışlara düşmeyelim ve
öncekilerin başına gelen felâketler bizlerin de başına gelmesin. İbret
alınmayan her şeyin tekrar ettiğini de zaten hepimiz çok iyi biliyoruz.
Sabahattin GÖZTOK
VAN - 2010
GİRİŞ
Cenâb-ı Allah’ın yaratmış
olduğu en önemli varlık eşrefi mahlûkat olan insandır. Allah, kâinattaki her
şeyi insanlara hizmet etsin, insanları da Allah’a kulluk etsinler diye
yaratmıştır. Yine Allah’ın verdiği akıl nimeti ile diğer canlılardan ayrılan
insan, aynı zamanda irade sahibidir. İnsan, irâdesiyle Allah’ın (cc) emirleri
doğrultusunda kulluk yapmaya müsait olduğu gibi, bunun tersi istikâmette günah
işlemeye de müsait bir yaratılışa sahiptir. Allah insana sayılamayacak kadar
nimetler bahşetmiş; ama onu başıboş bırakmamış, bu nimetler karşılığında,
insandan yalnız kendisine kulluk etmesini istemiştir.
Kur’ân tarih boyunca insanların
çeşitli felâket, deprem, kasırga, fırtına, hastalık, kuraklık, açlık, kıtlık,
gibi musîbet kategorisinde değerlendirilebilecek hadiselere maruz kaldığını
bize bildirmektedir. Yine bu olaylar anlatılırken ibret alınmadığı takdirde
geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaşanılması kaçınılmaz olaylar olduğu hususu
vurgulanmaktadır.
Kur’ân, insanların
günahlarıyla, başlarına gelen musîbetler arasında doğrudan ilişki kurmuş, bu
ilişkiyi de insanların dikkatlerine sunmuştur. Başınıza gelen herhangi bir
musîbet kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir.5 Bu ve buna
benzer birçok âyette musîbetlerle işlenen kötü eylemler arasında bağlantılar
vardır.
Bu
çalışmada temel amacımız, Kur’ân âyetlerini temel alarak günah ve musîbet
kavramlarını, bu iki kavram arasındaki ilişkiyi, günahların musîbetlerin
meydana gelmesinde bir rolünün olup olmadığı konusunu ortaya koymaktır.
ARAŞTIRMANIN AMACI
Günah ve musîbet Kur’ân’ın
birçok yerinde kullanılan kavramlardır. Yine bu iki kavramın Kur’ân’ın birçok
yerinde ardı ardına ve bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde kullanımları söz
konusudur.
Çalışmamızın temel amacı, günah
ve musîbet kavramlarını tahlil etmek ve bu kavramların Kur’ân-ı Kerîm’deki
kullanım alanlarını belirlemektir. Bununla beraber her
iki kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de kullanıldıkları anlam alanı içerisinde
değerlendirerek daha sonra aralarındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.
ARAŞTIRMANIN METODU
Araştırmamızın temel metodu
günah ve musîbet kavramlarının Kur’ân’da kullanıldığı anlamları incelemek
sözlük ve terim anlamını vererek yakın anlamlı kavramları tahlil etmektir.
Bununla beraber Kur’ân’ın bütünlüğü içerisinde bu iki kavram arasındaki
ilişkiyi ortaya koymaktır.
Bu kavramları incelerken Arapça
sözlüklerden yararlandık. Günah ve musîbetin Kur’ân’da hangi anlamlarda
kullanıldıklarını tespit ettik.
Ayrıca günah kavramını ifade
eden kelimeleri, günaha sevk eden faktörleri, niteliğine göre günahları;
musîbet kavramını, musîbet kavramını ifade eden kelimeleri, musîbetin
sebepleri, çeşitlerini, ceza veya mükâfat açısından musîbeti tefsirlerden
hareketle inceledik. Daha sonra Kur’ân’ın bütünlüğü içerisinde günah ve musîbet
arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalıştık.
Âyetlerin
anlamını verirken TDV yayınları arasında yer alan meâli tercih ettik.
ARAŞTIRMANIN PLANI
Araştırmamız giriş ve üç
bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde; ilâhî dinler açısından günah kavramı
ele alınmıştır.
Birinci bölümde: Günah
kavramının anlamı, günah kavramını ifade eden kelimeler, günaha sevk eden
dâhili ve hârici faktörler ve günahların nitelikleri (büyüklük ve küçüklük)
üzerinde durulmuştur.
İkinci bölümde: Musîbet
kavramının mâhiyeti, Kur’ân’da zikredildiği anlam, musîbetle ilgili kavramlar,
musîbet çeşitleri, musîbetlerin sebepleri, ceza veya mükâfat açısından musîbet
üzerinde durulmuştur.
Üçüncü bölümde ise; Kur’ân’da
günah musîbet ilişkisi, Kur’ân’da günah musîbet ilişkisi açısından zikredilen
günahlar, Kur’ân’da günah musîbet ilişkisi yönüyle de zikredilen ve helâke
uğratılmış toplum ve fertler ile ilgili Kur’ân âyetleri ışığında bilgiler
verilmiştir.
İLÂHİ
DİNLER AÇISINDAN GÜNAH KAVRAMI
Günah kavramı, ilâhi dinlerin
üzerinde hassasiyetle durduğu bir kavramdır. Dini kurallara aykırı olarak
yapılan ve bunun karşılığı olarak maddi mânevi bazı cezalara konu olan durum ve
davranışlar diye tarif edilmektedir.
Günahın
dini bir kavram olması bakımından muhtevası hem dinlerdeki ulûhiyet kavramına
hem de insanların bu ulûhiyetle münasebetlerine göre dinden dine değişmektedir.
Bütün dinlerde günah anlayışı bulunmakla birlikte, insanlar üzerindeki
etkileri, kaynağı, günahtan kurtulmanın yolları farklılıklar göstermektedir.
İlahi dinler olan Yahudîlik, Hristiyanlık ve İslâm Âdem’in cennette yasak meyve
yemekle işlediği günahı ilk günah olarak kabul ederler. Bununla birlikte ilk
günahı farklı yorumlamışlardır. Yahudilere göre Âdem işlediği bu ilk günahtan
dolayı ölüm ve çileli hayat gibi cezalara çarptırılmıştır. Hristiyanlıkta
Âdem’in cennette tanrının iradesine karsı gelerek işlediği ilk günahın onun
neslinden gelen bütün insanlığa geçtiğine inanılmaktadır. Yani Âdem’in
günahının sonuçları sadece kendini değil, kendi soyundan gelen herkesi
bağlamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm Adem’in tövbe etmesiyle günahının bağışlandığını
belirtmektedir.6
Dinlerden her birinin kendi yapısına uygun bir şekilde günah anlayışı vardır.
Araştırma sahamız Kur’ân-ı Kerîm olmakla beraber konumuzun daha iyi
anlaşılabilmesi açısından giriş bölümünde Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki günah
anlayışına da değineceğiz.
YAHUDİLİK’TE GÜNAH
Yahudilikte günah, Yehova’ya
başkaldırıdır.7
Tanrı tarafından ikame edilen düzeni ihlâldir.8 İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes’te günahı ifade eden
yaklaşık yirmi kelime vardır. Bunlardan en çok geçenler “het’, pesa ve avon”
dur. Kitab-ı Mukaddes’in Yunanca tercümesinde de hata kelimesinin en yaygın
karşılığı amertia’dır. Latince tercümede ise günahın karşılığı olarak
“peccatum, culga, iniquitas, offensio, delictum ve scelus” kelimeleri
kullanılır.9
Yahudilikte günahtan beşeri
tabiatın ayrılmaz bir vasfı olmak yerine, tanrı ve ona isyân eden insan
ikilisine bağlı bir çerçeve içerisinde bahsedilir. Tanrıya başkaldırdığı için
günahkâr insandan söz edilir. Çünkü herkes Yehova ile ilişki halindedir. Bu ilişki
sadece yaratan yaratılan ilişkisi değildir. İki şahıs ilişkisidir. İnsan
tanrının karşısındadır. Tanrı ona bir cevap imkânı vermiş, karşısında bir
tercih zarureti koymuştur. Günah tanrıyı seçmeyi onu tercih etmeyi reddediş,
dolayısıyla da bu ilişkinin bozulması parçalanmasıdır.10
Beşeri planda günah ailevî ve
ictimâi bağın parçalanmasına, tanrıya karşı işlenen günah ise tanrıdan
ayrılmaya sebep olur.11
İnsan her günah işlediğinde ise karşısında olan Yehova’dan uzaklaşır ve Âdem’in
tecrübesini tekrar tekrar yaşar.12
Tekvin’de günahtan özel bir
mevzu olarak bahsedilmektedir. Burada yukarıda ifade ettiğimiz gibi Tanrı
tarafından ikame edilen düzeni ihlal ve Tanrı karşısında onun tarafından hoş
karşılanmayıp sonucunda beşerin bedbahtlığını getiren bir kendini tasdik etme
olarak ele alınmaktadır.13
Ahdi Atik’te insan tabiatının
kötülüğü hususunda köklü bir kanaat sergilenir. Kötülüğe karşı doğuştan gelen
devamlı meyil insanın topraktan yaratılmış olmasına bağlanır.14 İnsan nefsi ve
şeytan daima günaha sürükleyicidir.15 Peygamberler günahı ayrılmaz bir vasıf olarak
“kötü kalbin içinde kök salmış” görürler.16
Ahd-i Atîk'te günah doktrini şu
şekilde İfade edilir: “Ve vâki olacak ki bütün bu sözleri sen kavme bildirince
onlar da sana: Neden bize karşı Rab bu büyük kötülüğü söyledi? Ve fesadımız
nedir? Ve Allah’ımız Rabbe karşı işlediğimiz suç nedir? deyince onlara
diyeceksin: Mademki atalarınız beni bıraktılar, Rab diyor: Ve başka ilâhların
ardınca yürüdüler ve onlara kulluk ettiler ve onlara tapındılar ve beni bırakıp
şeriatımı tutmadılar ve siz atalarınızdan ziyade kötülük ettiniz. İşte siz de
beni dinlememek için her biriniz kendi kötü yüreğinizin inatçılığı ardınca
yürüyorsunuz.”17 18
Günahın kaynağı ise sıkça ve
kuvvetlice “kötü duygular ve kalb” gösterilir. İnsan nefsi ve Şeytan ise daima
günaha sürükleyicidirler, Peygamberler, günahı ayrılmaz bir vasıf olarak, “kötü
kalbin içinde” kök salmış olarak görürler ve zamanın nihâyetinde Beni İsrail'e
bir iyi kalb verileceğini ilân ederler. Dış tezahürler olarak günah, “objektif
bir realitedir ve Yehova'ya muhalif güçlerin bir tezahürüdür”. Hatta Eski Ahid
tasvirlerinde günah, “bir evin kapısı önünde dolaşan ve avının üzerine ,,18
atılmak için ufak bir fırsat kollayan bir şeytanla karşılaştırılmaktadır
Eski Ahit’te, Hristiyanların
inandığı anlamda Aslî Günah’ın varlığından bahsedilemez. Ahdi Atik’te insan
tabiatının kötülüğü konusunda köklü bir tabiat sergilenir. İnsan kötülüğe olan
doğuştan ve devamlı meylini onun topraktan yaratılmasına bağlar. Peygamber
Yeremya da sık sık kalbin kötü eğilimlerinden bahseder19 ve günahı, yaratılış biçiminden ve düşüşten
kaynaklanan bir hastalık gibi mütalaa eder. Ancak çok geç Eski Ahit
pasajlarında ferdî sorumluluk telkin edilmekle birlikte günahın bütün bir
milletin işi olduğu şuuru vardır.20 Eski Ahit’in bazı ifadeleri, insanın
başlangıçta işlediği suçun bütün insanlık tarihine sirâyet ettiğine işaret
eder. Tanrının emrini dinlememe, cennetten sürülme anlamına gelmiştir ki
Yahudilerin uğramış oldukları bütün sürgünler bu suçun cezası olarak
düşünülmüştür. Bu nedenle Yahudilikte günah ferdin kendisiyle sınırlı olmayıp
cezalandırma toplumsaldır.21
Nitekim Eski Ahit’te cezanın kolektifleştiği, insanların (Beni İsrail’in)
günahlarının bir canlıya (günah keçisi, teke) intikal ettirilerek, bu yolla
günahlarından arınmanın gerçekleştiği görülmektedir.22
“Ve Harun iki elini canlı
ergecin başı üzerine koyacak ve İsrailoğullarının bütün fesatlarını ve bütün
günahlarını, bütün suçlarını onun üzerinde itiraf edecek ve bunları ergecin
başı üzerine koyacak ve hazırlanmış bir adamın eliyle onu çöle salıverecek ve
ergec onların bütün fesatlarını kendi üzerinde ıssız bir diyara taşıyacak
(...)”23
Yahudilerde, Hristiyani manada
bir günah itirafını görememekteyiz. Sadece dua üslûbu içersinde Tanrı'ya
sunulan yakarışlarla, bunlar arasında günahı dile getirişler vardır. Peygamber
Daniel (ö. 562m.), Tanrı'nın merhametini elde etme nokta-ı nazarından halkın
günahlarını Tanrı'ya itiraf eder. Taleb edilen merhametin gayesi ise, mevcut
musibetlerden kurtulma, azad olmadır:24 “Ve şimdi, ey Allah’ımız, bu kulunun duasını
ve yakarışlarını dinle ve viran olan kendi makdisinin üzerine yüzünü Rab
uğrunda parlat”25.
Mısır'dan, Arz-ı Mev’ûd'tan vaki sürgünler için yapılan dualar da, aynı form
içinde, ilâhî rahmete çağrı yapmak için günahların, alçak gönüllü itirafı
üzerine dayanır. Umumî istiğfarın sözcüsü olan bu tür edebiyat Eski Ahid'in
bütün bölümlerinde mevcuttur.26
27 Ancak Kutsal
tapınakta yapılan keffâret ayinlerinde günah itirafı kollektif bir hava ve şuur
içinde yapılır. Fakat bu, keffâret ayinleri için tertip edildiğinden, müstakil
bir itiraf ayini olarak görülemez.
Tanrı'yla bir ayrılık ve O'na
bir saldırı olarak günah, ancak O'nun tarafından bir afla silinebilir. Af
olunma için, “Yehova'ya olan bağlılık ve sevgi, affın, şüpheye 11111
11 •
. ”27
mahal kalmaksızın
gerçekleşmesine yeter.
Yahudilikte emirler ve yasaklar
Tanah'ta da bildirilmiştir. Tanrı Yehova'nın emirlerini yerine getirmemek veya
yasakları işlemek günahtır. Yahudi şeriatında birçok günah konusu vardır. En
önemlileri On Emir'de sıralanmıştır. Bu emirlere uymamak büyük günahtır.
Yahudilikteki on emir şunlardır:
1- Yehova'nın karşısında başka
ilahlar edinmek.
2- Puta tapmak.
3- Allah’ın ismini boş yere
kullanmak.
4- Cumartesi gününe saygılı
olmak, hiçbir iş yapmamak.
5- Anneye, babaya hürmet etmek.
6- Adam öldürmek.
7- Zina etmek.
8- Hırsızlık yapmak.
9- Yalan yere şahitlik yapmak.
10- Komşunun hiçbir şeyine
tamah etmemek.
Yahudi Tanah’ında olduğu gibi,
Talmud’da da birçok günah konusu vardır. Talmud’un ana metni olan Mişna altı
bölümden meydana gelir. Her bölümde günahla ilgili birçok önemli emir vardır.
Mişna’nın altı bölümü şunlardır:
1- Zerâim: (Ziraatla ilgili
hükümler)
2- Moed: (Belirli günlerle
ilgili hükümler)
3- Nashim: (Kadınlarla ilgili
hükümler)
4- Nezikin: (Ceza ve medeni
kanunla ilgili hükümler)
5- Kodashim: (Mukaddes şeylerle
ilgili hükümler)
6- Tohoroth: (Temizlikle ilgili
hükümler) 28 29
Günahla kendisine saldırılan
Tanrı, kısas, şiddet kullanma veya lütuf kanununa göre muamelede bulunma
hürriyetine sahiptir. Kısas kanununun haricinde cezalandırma nadirdir. “Bu
durumlarda Yehova kollektif intikam prensibini uygular gibidir. Yine şunu
açıkça söylemek uygun düşer ki bu gibi durumlarda, halkın müşahhaslaşmış şekli
olan ve halktan sorumlu bulunan krallar tarafından işlenen günahlar söz
konusudur. Ve halka verilen bu ceza, kısas yasasının ihlâli değildir.” Düşüşten
evvel, Âdem’in arzularını kendi isteği doğrultusunda yönlendiren Havva'nın,
bundan böyle, kocasına bağımlı olması, toplu bir arada katmayı isteyen Bâbil
Kulesi'nin mimarlarının dağıtılmaya mahkûm edilmesi; yabancı tanrıların
yakınında fuhuş yapmak için Yehova'yı terk eden milletin, Yehova'dan uzak,
yabancı bir diyara sürülmesi, hep kısas yasasının birer işleyişidir.30
Hristiyanlık günah konusuna
hassasiyetle bakmıştır. Günah ilâhî arzu ve iradeye muhalefet olarak kabul
edilmektedir. Ahd-i Cedîd’de günah, insanın arzusunun Tanrı'nın arzusuna
muhalefeti olarak takdim edilir. Bütün günahlarda ortak özellikler Tanrı'dan
uzaklaşmak, onunla beraber yaşamayı reddetmek31 ve Tanrı'nın sözüne itaat etmemektir.32 Günah Tanrı'ya
itaatsizlik ve başkaldırı, ezelî kanuna uymayan arzu, fiil veya söz, akla,
gerçeğe ve sağduyuya karşı bir hatadır.33 Tanrı’nın insanlık için belirlediği hayat
tarzından şuurlu veya şuursuz sapmadır. Her iki durumda insan, Tanrı’nın vahyi
ile beyan ettiği iradeye ters düşen bir davranışı hür bir iradeyle yapmaktadır.
Tanrı’nın rızasına muhalif olan bir davranışı yapmak suretiyle günah işleyen
bir kişi Tanrı’yla olan ahdini bozmakta ve ona düşman hale gelmektedir. Bu
duruma düşen insan, Tanrı’nın insanlığa olan sevgisini de inkâr etmiş
olmaktadır.34
İncil’de bahsedilen bütün
günahlarda şu ortak hususiyet görülebilir: Tanrı’dan uzaklaşmak, O’nunla
beraber yaşamayı reddetmek.35
Tanrı’nın sözüne itaat etmemek.36
Günahın teolojik hususiyetleri
üzerinde duran Pavlus (ö. 67m.) özel
günahlardan çok günahın
evrenselliğini işler. Pavlus günah kavramıyla, bütün beşeriyet üzerinde hâkim
olan ve şahsîleşmiş evrensel bir gücü anlar. Bu evrensel güce tâbi olmak insanı
hürriyetinden mahrum etmekte, kendine köle yapmaktadır. St. Augustin, kötülüğün
başlı başına bir cevher olduğunu reddederek onu “iyiliğin olmaması” diye tanımlar
ve günahı Tanrı’nın kutsiyet ve hikmetine bir saldırı olarak değerlendirir. Ona
göre günah bütün beşerî varlığa bulaşmıştır; bundan dolayı sadece bir gün
yaşamış çocuk bile günahkârdır. St. Augustin’in (ö. 430m.) bu kanaati, aslî
günah inancına sıkı sıkıya bağlı oluşundan ve bunu doktrin haline getirmesinden
kaynaklanmaktadır. Günahın kaynağı, insandaki arzularla bunların baskısı sonucu
istek ve iradenin bozulması, kötü niyet ve insanın yaratılıştan getirdiği
yetersizliktir. Bunlara dış etkenlerin tesiri de eklenince günah tahakkuk
etmektedir. Diğer taraftan insanlık başlangıçtan beri aslî günahla maluldür.37
Hristiyanlıkta günah iki kısma
ayrılmaktadır: Bunlardan birincisi Âdem’den dolayı bütün insanlığa sirâyet
ettiğine inanılan “Asli Günah” diğeri ise fertlerin bizzat işlediği “Fiili
Günah”tır.38
Asli Günah, Hristiyanlık’ta,
Hz. Âdem ile Havva’nın cennette “Yasak meyve” den yemek suretiyle işlediklerine
ve nesilden nesile bütün insanlığa intikal ettiğine inanılan suça verilen
isimdir.
Aslî günah (Peccatum Originis)
terimini ilk defa Saint Augustin kullanmış ve doktrinleştirmişse de bu konuda
ilk yorum yapan Pavlus olmuştur. Önceleri Hristiyanlığa karşı iken daha sonra
ilk havarilerin arasına katılan, Hz. İsa ile ilgili kurtarıcılık doktrinini
ortaya koyabilmek için değişik bir izah getiren Pavlus'a göre günah dünyaya
Âdem vasıtasıyla girmiştir. Her insan Âdem'in suçundan bir miktar taşımakta ve
bu suç nesilden nesile geçmektedir. İnsanlığı bu suçtan kurtaran ise Hz.
İsa'dır. Her doğan çocuk vaftiz olmadığı müddetçe suçludur.
Gerçekte Pavlus'un bu yorumu
Tevrat’tan kaynaklanmaktadır. Tevrat’a göre topraktan yaratılan ve Mezopotamya
bölgesinde bulunduğu tahmin edilen Aden mevkiindeki bahçede (cennet) oturan
Âdem’in iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemesi yasaklanmış, yediği takdirde
ölümlü bir varlık olacağı ve kötülüklere dalacağı kendisine bildirilmiştir.
Fakat yılan Havva’yı, onun vasıtasıyla da Âdem’i kandırarak yasak meyveden
yemelerine sebep olmuş, böylece ilk günah işlenmiştir. Hristiyanlığa göre Âdem
ile Havva’nın soyundan gelen bütün insanların irsiyetten dolayı bu suça iştirak
ettikleri kabul edilmiş ve cezalandırılacaklarına inanılmıştır. Meryem’in
rahminde İsa’ya hulul eden Tanrı, günahsız olan kendi oğlunu göndermiş, o da bu
günaha kefaret olmak üzere çarmıhta can vermiştir. İnsanlar ise vaftiz olmak suretiyle aslî
günahtan kurtulmuş olacaklardır.39
Günahın teolojik hususiyetleri
üzerinde duran Pavlus özel günahlardan çok günahın evrenselliğini işler. Pavlus
günah kavramıyla, bütün beşeriyet üzerinde hâkim olan ve şahsîleşmiş evrensel
bir gücü anlar. Bu evrensel güce tâbi olmak insanı hürriyetinden mahrum
etmekte, kendine köle yapmaktadır. St. Augustin, kötülüğün başlı başına bir
cevher olduğunu reddederek onu “iyiliğin olmaması” diye tanımlar ve günahı
Tanrı’nın kutsiyet ve hikmetine bir saldırı olarak değerlendirir. Ona göre
günah bütün beşerî varlığa bulaşmıştır; bundan dolayı sadece bir gün yaşamış
çocuk bile günahkârdır. St. Augustin’in bu kanaati, aslî günah inancına sıkı
sıkıya bağlı oluşundan ve bunu doktrin haline getirmesinden kaynaklanmaktadır.
Günahın kaynağı, insandaki arzularla bunların baskısı sonucu istek ve iradenin
bozulması, kötü niyet ve insanın yaratılıştan getirdiği yetersizliktir. Bunlara
dış etkenlerin tesiri de eklenince günah tahakkuk etmektedir. Diğer taraftan
insanlık başlangıçtan beri aslî günahla maluldür.
Hristiyanlar fiili günahı,
insanın bedenini ve ruhunu kirleten asli günahın bir sonucu olarak
görmektedirler. Bununla beraber asli günah bir tane iken fiili günah çok
çeşitlidir.
Hristiyan teolojisinde günah
birçok kısma ayrılmakta ve günahlar arasında bir derecelendirme yapılmaktadır.
Ahd-i Cedîd’de Pavlus günahla ilgili iki liste vermektedir: Bütün haksızlık,
kötülük, tamah, şerirlik ile dolmuş olarak; haset, katil, niza, hile, huysuzluk
ile dolu; kötülük söyleyenler, zemmamlar, Allah'ın menfurları, küstah, kibirli,
övünücü, kötü şeyler mucidi, ana babaya itaatsiz, anlayışsız, sözünde durmaz,
tabii sevgiden mahrum, merhametsizdirler. Bu gibi şeyleri işleyenler ölüme
müstahaktır diye Allah’ın hükmünü bildikleri halde yalnız bunları yapmakla
kalmazlar, fakat yapanları da hoş görürler.40 “Ve bedenin işleri bellidir; onlar zina,
pislik, şehvet, putperestlik, sihirbazlık, düşmanlıklar, münazaa, kıskançlık,
gazaplar, çekişmeler, ayrılıklar, fırkalar, hasetler, sarhoşluklar, sefahatler
ve bunlara benzer şeylerdir... Bu gibi şeyleri yapanlar Allah’ın melekûtunu
miras almayacaklardır.”41
Öte yandan günahları konu ve
muhtevalarına, çeliştikleri güzel davranışlara ve ters düştükleri emirlere
göre, ayrıca Tanrı’ya, kişinin kendine ve yakınlarına karşı işlenmeleri veya
bedenî ve ruhî olmaları yönünden, hatta düşünce, söz ve davranış açısından
tasnif etmek mümkündür. Günah temelde aslî günah “peccatum originale” ve fiilî
günah “peccatum actuale” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincisinden
insanlığı kurtarmak üzere Tanrı günahsız olan kendi oğlunu göndermiş, o da bu
günaha kefaret olmak üzere çarmıhta can vererek kendini feda etmiştir. İnsanlar
ise vaftiz olmak suretiyle bu günahtan kurtulabilmektedirler. Fiilî günahı kişi
doğuştan getirmeyip kendi irade ve arzusuyla tahakkuk ettirdiğinden ondan
sorumludur. Fiilî günah tabîî ve ilâhî kanunların çiğnenmesidir. Bu günah
Tanrı’ya karşı kasten işlenmekle kulu ebedî olan hayattan mahrum edip ebedî
cezaya sürükler.
Günah, işlenen suçun ağırlığı
ve işleyenin sorumluluğu nispetinde derecelenir. Fiilî günahlar, ölüme götüren
bağışlanmaz (peccatum mortale) ve ölüme götürmeyen bağışlanabilir (peccatum
veniale) günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Kilise geleneği de bu tasnifi
benimsemiştir. Ölüme götüren günah, Tanrı’nın kanununu çiğneme sebebiyle insan
kalbindeki Tanrı sevgisini yıkmakta, kişiyi Tanrı’dan uzaklaştırmaktadır. Bir
günahın bağışlanmaz sayılması için ciddi ve ağır olması ve bile bile işlenmesi
gerekir. Ciddi ve ağır olması on emrin çiğnenmesi demektir. Bunlar tamamen
bilerek ve isteyerek işlenen günahlar olup tövbe ve Tanrı’dan af dileyip
bağışlatılmazsa Mesih’in krallığından atılmayı ve ebedî olarak cehennemde
kalmayı gerektirir. Bağışlanabilir günah işleyenler ilâhî mağfireti kısmen
kaybeder, ahirette de arınma yeri olan A’râfta azâb çekerler. Bağışlanmaz
günahın affının Tanrı’nın bağışlamasına bağlı olmasına karşılık bağışlanabilir
günah ibâdet ve iyi işlerle silinir.
Bütün günahların ve
kötülüklerin kaynağı yedi temel günahtır (peccata capita-le). Hristiyanlığın S.
Jean Cassien (ö. 433m.) ve S. Gregoirele Grand’dan (Ö. 604m.) itibaren
benimsediği bu yedi günah şunlardır: Gurur, haset, cimrilik, sefahat, oburluk,
öfke ve tembellik.42
1. KUR’ÂN’DA GÜNAH KAVRAMI
Günah Farsça bir kelime olup
sözlükte suç, uygunsuz fiil, vicdanı rahatsız eden kabahat anlamına gelir.43
Allah’ın buyruklarına aykırı
düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm şeriâtının ve temiz insan fıtratının
yapılmamasını emrettiği hususlardır.44
İnsanın, şeytana boyun
eğmesinin bir sonucu olarak ve onun isteğine uyarak işlemiş olduğu, dünya ve
ahirette cezayı gerektiren, toplum hayatına zarar veren, Allah’a itaatle
bağdaşmayan herhangi bir fiil,45
meşrûiyetini Allah’tan alan her şeye başkaldırıyı ve meşru olmayan niteliğini
yine Allah’tan alan her şeyi yapmayı ifâde eder.46
Kur’ân’da günah kelimesinin
lafzına yakın olarak “Cünâh” kelimesi kullanılmıştır. “Meyletmek, yönelmek”
manasına gelen bu kelime Kur’ân’daki kullnılışı bakımından hem “darlık, sıkıntı”
hem de “günah” anlamında kullanılır. Ancak çoğu kez bu kelime, “sakınca, engel,
be’s, v.b.” manalarda kullanılmıştır. Ancak bu kelime ya “lâ cünaha”, veya
“leyse cünâhun” şeklinde geçmektedir. ‘Bir günah yoktur, bir sakınca yoktur
veya mahzur yoktur, günah olmaz, günah işlenmiş olmaz’ gibi anlamlara gelen bu
kelimenin Kur’ân'da bu şekilde yer alması oldukça dikkat çekicidir. “Cünâh”
kelimesinin sözlükteki karşılığı “ism-hata” sözcüğüdür.
Allah'ın emrine karşı gelme,
yasaklarını bilerek çiğneme, İslâm'ın ilkelerinden sapma, ihmal etme, sürçme ve
karşı gelme gibi hatalı fiilleri tanımlamak için Türkçe’de “günah” kelimesini
kullanıyoruz. “Cünâh” kelimesi bu hataların yalnızca bir kısmını, “ism” sayılan
çeşidini ve biraz da mahzurlu (sakıncalı) olan davranışları anlatmaktadır. Şu
örneklerde olduğu gibi:
“Şüphesiz Safâ ile Merve
Allah’ın işaretlerindendir. Böylece kim Ev’i (Kâbe'yi) hacceder veya umre
yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir cünâh (günah-mahzur)
yoktur... ” (Bakara,2/158)
“Yeryüzünde
adım attığınızda (yolculuğa veya savaş için çıktığınızda), kâfirlerin size bir
kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir
cünâh-mahzur yoktur (sizin için günah değildir)... ”
(Nisâ,4/101)
1.1.2. ISTILAHÎ ANLAMI
Günah, dinen kötü fiilleri,
ahlakî ve ilahî hukukun bir ihlali ve netice olarak da gerek bu dünyada,
gerekse gelecek âlemde, ağır bir ceza ile cezalandırılmaya 47
müstehak bir olgudan ibarettir
Meşruiyetini, Allah’ın
varlığından alan her şeye saldırı ve gayrı meşru olma keyfiyetini yine
Allah’tan alan her şeyi yapmadır. Günah, bireyin karamsarlığa düşmesine
hayattan tat almamasına ve isâbetli sonuçlardan uzaklaşmasına neden olabildiği
gibi toplumların en ürpertici biçimde cezalandırılmasını veya yok edilmesini de
sağlayabilir.47 48
Günah kavramı dinî bir kavram
olup bütün dinlerde mevcuttur. Dolayısıyla günah, dinî emirlerin yerine
getirilmemesi veya yasakların çiğnenmesiyle ortaya çıkan dinî, ahlakî ve
vicdanî açıdan sorumluluk gerektiren bir olgudur. Nasıl beşerî kanun ve
kuralların çiğnenmesi suç diye adlandırılıyorsa, dinî alandaki hata ve
davranışlar da günah olarak nitelendirilmektedir.49
Hz Muhammed (sav) bir hadislerinde
günahı “seni rahatsız eden ve başkasının bunu öğrenmesini hoş görmediğin
şeylerdir” şeklinde tarif etmektedir.50 Demek ki insan fıtratı hakikate eğilimli
olduğundan, herhangi bir olumsuz davranışta içi sızlamakta ve ondan
hoşlanmamaktadır. Hz. Peygambere nispet edilen bu söz bu açıdan anlamlıdır.51
Bir başka hadiste Resûlullah
(s.a.s) Vâbisâ’ya şöyle der: “İyilik ve günahtan sormaya gelmiştin değil mi?
Vâbisâ “Evet” der. Ve anlatmaya devam eder. Resûlullah hemen parmaklarını bir
araya topladı, onlarla göğsüne vurdu ve şöyle dedi. “Nefsine danış kalbine
danış ey Vâbisâ! İyilik, nefsinin kendisine ısındığı ve kabinin huzur
içerisinde olduğu şeydir. Günah ise nefsini tırmalayan ve göğsünde ”52
tereddüde yol açandır.
Kur’ân,
günah kavramını ifade etmek üzere on altı kadar kelime kullanmaktadır. Bunların
arasında bir anlam yakınlığı olsa bile, her biri başka bir hataya, hatanın
farklı bir boyutuna işaret eder. Ancak hepsinin ortak noktası, nefse, şeytana,
karanlık ve kötü işlere yenik düşmeyi, sıkıntıyı ve ıstırabı, toplumsal
huzursuzluk ve kaosu, çirkin ve bayağı davranışları, dengeyi bozmayı ve haddi
aşmayı ifade etmeleridir.
1.2. KUR’ÂN’DA GÜNAH KAVRAMI
İLE YAKIN ANLAMLI KELİMELER
Kur’ân’da
günah kavramı çok geniş olmakla beraber günahı ifade eden birçok kelime
kullanılmıştır. Günahı ifade eden kelimelerin çok çeşitli kullanılması,
kullanılış amaçları arasındaki nüanslar açısından bu kelimeler arasında ayırım
yapılması zorunludur. Günahı ifade eden kelimelerin arasında farklılık da olsa
hepsindeki ortak nokta Allah’ın yasaklarını çiğneme ve Allah’ın rızasına aykırı
davranışlar anlatmalarıdır.
1.2.1. İSM
Temel anlamı dinen meşru
sayılmayan bir işin yapılmasıdır. Zarar anlamı da taşır. Bununla beraber meşru
olmayan bir fiilin işlenmesi durumunda karşılığında ceza gelen günah,52 53 haramın ihlali, meşru olmayan şeyi yapma54 için kullanılır.
Peygamber Efendimiz (sav) bir
hadisi şerifte ismi şöyle tarif etmişlerdir. “Nevvas İbn Sem’an (r.a) bir gün
Resûlullah’a, iyilik ve ism nedir diye sorar. Hz. Peygamber (s.a.v)’de ona
şöyle cevap verir: “İyilik, ahlakın güzel olmasıdır. Günah ise, kalbini
tırmalayıp insanların da muttalî olmasından hoşlanmadığın şeylerdir.”55 İsm kelimesi,
müminlerin dışındakiler için kullanıldığı zaman küfür anlamı taşımakla beraber56 Müminler için
kullanıldığı zaman küfür dışındaki diğer günahları ifade eder.57
‘Esime’
fiili ‘günah işledi ve haram şeyleri yaptı.’ anlamında kullanılmıştır.58 Istılahta, şer’ân
ve tab’ân kaçınılması gereken59
insanı sevaptan uzaklaştıran işlendiğinde kötüleme, kınama ve cezalandırmayı
gerektiren ve kalbin rahatsız olduğu dinen yasaklanmış fiilleri işlemeye ism
denir. Günaha düşüren şeye de ism denmiştir.60 İsm kavramı ve çeşitli türevleri Kur’ân’da 48
yerde geçmektedir.61
1.2.2. ZENB
Temel anlamı, kuyruk,
birbirinin peşinden gitme, herhangi bir şeyin sonu gibi manalara gelir. “zeneb”
kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Günah, cürüm, ve ma’siyet gibi anlamları
ifade etmektedir.62
Hayvan ve diğer şeylerin
kuyruğu anlamında kullanılmıştır. Bu kelimeyle sona kalan ve alçak ve değersiz
şeyler de ifâde edilir: Onlar toplumun kuyruğudurlar. Sularının akmasından
dolayı, tepeler arasındaki su yolları, sözü bu anlamdan istiâre edilmiştir.
Kuyruğu dibinden beneklenip
oluşmaya başlayan hurma. Uzun kuyruklu ata ve kuyruğu olan kovaya da denir.63
Âkıbet kötü olan her söz ve
fiil, Allah’a karşı işlenen ikrah verici cürüm64 anlamındadır. Bu kelime, bir şeyin kuyruğu
nokta-i nazarından âkıbet kötü kabul edilen her fiil için de kullanılır. Bundan
dolayı, günaha; ardından meydana gelecek olan şey dikkate alınarak ardıl ve
ceza, diye isimlendirilir.65
Bu anlamda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah, onları günahları yüzünden
yakaladı. (Âl-i İmrân, 3/11); Her birini kendi günâhı ile yakaladık.
(Ankebût, 29/40); Günâhları Allah'tan başka kim affeder ki? (Âl-i İmrân
3/135).
Zenb kavramı, Kur’ân’da 37
yerde geçmektedir.66
Allah’ın âyetlerini yalanlama, inkâr etme,67 itaatsizlik etmek,68 büyüklenmek,69 şirk,70 zina etmek ve iftirada bulunmak,71 adam öldürmek,72 insanlara kötülük
yapmak,73 Allah
yolunda cihattan geri kalmak,74
gibi yasaklanan her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlar zenb olarak ifade
edilmiştir.
“Görmediler mi ki
onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine
verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altlarından
ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları günahları sebebiyle
helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık?”
(En’âm, 6/16)
Bu ve buna benzer âyetlerde de
günahların insanın başına gelen felâketlerin yegâne sebebi olduğu üzerinde
durulmaktadır: “Allah onları günahları sebebiyle yakalayıverdi. Allah’ın
cezası çok şiddetlidir. ” (Âl-i İmrân, 3/11)
Aşağıdaki âyette de günahın
cezalandırılma sebebi olduğu hususu belirgin olarak göze çarpmaktadır.
“Nitekim onlardan her
birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar
gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik,
kimini de suda boğduk. Allah zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine
zulmediyorlardı.” (Ankebût, 29/40)
Doğrunun zıddıdır. Yoldan çıkıp
sapma, isâbet etmeme gibi manalara gelir. “hatîetun” kelimesi mutlak olarak
günah “hıt’un” kelimesi ise kasıtlı olarak işlenen günah anlamına gelmektedir.75 Hata ve günah
demektir.76
İsfâhânî (ö. 502/1108) , belli
olan yönden dönüş yapmaktır şeklinde tarif etmiştir. Bu birkaç şekilde
olabilir.
Birincisi: istenmesi iyi
olmayan, uygun görülmeyen şeyi isteyip onu yapmaktır. İnsanın kendisinden
sorumlu tutulduğu gerçek hata/yanlış budur. Bu olguyu tanımlamak için “Hatîe”
fiili ve mastarları kullanılır. Yüce Allah buyurur: Onları öldürmek ağır bir
suçtur; (İsrâ, 17/31) Biz kesinlikle hata edenleriz. (Yusuf, 12/91)
İkincisi: Yapılması uygun
görülen şeyi yapmak isterken, başka bir şeyin kendisinden sadır olmasıdır. Bu
olayı anlatmak için, fiil ve sıfatlan kullanılır. Bu irade açısından isâbet
etse de, yaptığı iş açısından hata etmiştir. Yüce Allah’ın: “Kim yanlışlıkla
bir mümini öldürürse mümin bir köle âzâd etmesi gerekir. ” (Nisâ, 4/ 92)
sözü de bu anlamdadır.
Üçüncüsü: Kişinin, yapılması
uygun görülmeyen şeyi isteyip ondan başka bir şeyi yapmasıdır. Bu durumda kişi
iradesinde hatalı, yaptığı işte isâbetli sayılır; amacı açısından kötülenirken,
yaptığından dolayı da herhangi bir takdire şayan görülmez. Şairin de şu
sözlerinde kastettiği mana budur:
“Bana kötülük yapmak istedin
fakat sevinmeme yol açtın
Zîrâ insan bazen bilmeden de
iyilik yapabilmektedir.” 77
Kim bir işi yapmak isterken
elinden başka bir şey çıkarsa hata etti denir. Kastettiği şey ile yaptığı
uyumlu olduğunda ise isâbet etti denir. Kimi zaman da güzel olmayan bir iş
yapan veya güzel olmayan bir şeyi yapmak istediğinde hata etti sözü
kullanılmaktadır. Onun için hataya düştü, doğrudan saptı, doğruya isâbet etti,
hatayı hata gördü gibi ifadeler kullanılmaktadır.78
Kur’ân’da hatîe kavramı zenb
ism ve seyyie kavramları ile aynı anlamda kullanılmıştır.79 Şirk (Allaha ortak koşmak), inkâr80 ve nifak
(ikiyüzlülük), “hatîe” (büyük günah) olduğu gibi hırsızlık yalan, iftira v.b.
söz ve fiillerde (hatîe) büyük günahtır.
Amel defteri solundan verilecek
olan kâfirler, müşrikler, Allah’a inanmayan ve yoksulu doyurmaya önayak
olmayanlar,81
hakkı yalanlayanlar,82
mütekebbir, zorba, bozguncu,83
azgın, zalim ve asi olan kimseler,84 Kur’an’da “hatakarlar” (hatîe, hâtıîn, hâtıûn)
olarak nitelenmişlerdir.
Kur’ân, cahiliye Araplarını
yoksulluk endişesiyle çocuklarını öldürme âdetine de “hatîe” anlamında
kullanılan “hıt’” demektedir.
“Geçim endişesi ile
çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da sizin de rızkınızı veririz.
Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur. ”
(îsrâ, 17/31)
Nûh Kavminin helâk edilişinden
bahsedilirken helâk ediliş sebepleri olarak günahlara dalmış olmaları sebep
gösterilmektedir.
“Bunlar hataları
yüzünden suda boğuldular. ”(Nûh,
71/25)
Ağaçtan meyveyi koparmak,
toplamaktır. Hep aynı anlama dayanır. “el-curâmetu” ise, toplanmış hurmanın
çürük olanı demektir. Bu, istenmeyen her şey için kullanılır, övülen kişiler
için ise hiç kullanılmaz85
Tecavüz etmek, sınırı aşmak ve
günah işlemek gibi manalara da gelir.86 Kur’ân’da çoğunlukla fiilden türetilmiş sıfat
(cürm işleyen veya cürm işlemiş olan) anlamında ki “mücrim” şeklinde
geçmektedir.
“Öyleyse kim Allaha
karşı yalan uydurandan veya onun âyetlerini yalanlayanlardan daha zalimdir!
Bilesiniz ki mücrimler asla iflah olmazlar. ” (Yûnus,
10/17)
Kur’ân yine cürmün nifâk ve
tekzible yakın ilişkisi olduğuna dikkat çekmekte, cürmün kaynağının istikbâr
olduğunu ve helâke uğrayan bütün müşrik toplumların mücrim olduğunu ifade
etmektedir.
Istılahta, hukuken yasaklanan
ve yapılması halinde failin had, kısas veya ta’zirle cezalandırılması öngörülen
eylemlerdir.86 87
A’râf suresinde Lût kavminin
helâk edilişi anlatıldıktan sonra şu ifadelere yer verilir:
“De ki;
yeryüzünde gezinde, günahkârların (mücrimlerin) âkıbet nice oldu görün!”
(Neml, 27/69)
1.2.5. SEYYİE
İnsana üzüntü veren her şeydir.
Dünya ve ahiret işleri; ruh ve bedenle ilgili durumlar; mal, makam, şan, şöhret
yitirmek ve bir dost kaybetmek gibi harici şeyler. Kusursuz olarak bembeyaz
çıksın; (Hz. Musa ile ilgili âyet) yani ellerde bir hastalık olmaksızın. Bu,
baras diye tefsir edilmiştir. Baras, ellerde meydana gelen bir çeşit
hastalıktır.88
Kelimenin kökü su’dur. İnsana
herhangi bir üzüntü ve acı veren şey manasına gelmektedir. Bu kelimenin günah
anlamında kullanılması her ikisinin de sonucunun aynı olmasındandır. 89
Seyyie lafzı Kur’ân’da hem
insanın kötü ameline karşı verilen bir ceza ve musîbet90 anlamında hem de cezayı gerektiren kötü amel91 karşılığında
kullanılmıştır.
Seyyienin zıddı hasenedir.
Hasene (İyilik) ve seyyie (kötülük), iki kısımdır:
Biri, akıl ve şer’in iyi ve
kötü gördükleri şeyler. Örneğin şu âyette zikredilenler gibi: Kim iyilik
getirirse, kendisine getirdiğinin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, ancak
dengiyle cezalandırılır .(En’ âm, 6/160)
Diğeri ise insan tabiatına göre
belirlenen iyilik ve kötülüklerdir. Bu da insan tabiatının hafif ve ağır
gördüğü şeylerdir.
Şu âyetler bu anlamdadır: Kendilerine
iyilik geldiği zaman: “işte bu bizim hakkımızdır. ” dediler. Başlarına bir
kötülük gelirse Musa ile yanındakilerin uğursuzluğuna verirlerdi. (A’râf 7/31);
Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik (A’râf, 7/95); Bugün
rezillik ve kötülük kâfirleredir! (Nahl, 16/27).
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti (Mülk 67/27); Yüzlerinizi kötü
duruma soksunlar (îsrâ, 17/7); Kim kötülük yaparsa onunla
cezalandırılır. (Nisâ, 4/23)
Elçilerimiz Lût ’a
gelince onlar yüzünden fenalaştı, eli ayağı birbirine dolaştı. (Hûd,
11/77) Yani onları üzecek şeyler başlarına geldi. (başlarına kötü şeyler gelir
diye üzüldü).
“Seyyi’,
seyyie” kelimesi Kur’ân’da 62 defa geçmiş ve şirk 92, azâb, ceza ,93 zarar,94 çirkin fiiller (fevâhış, livâta),95 şer,96 küfür, büyük-küçük
günah,97 anlamlarında
îmân, salih ameller ve hasene’nin zıddı,98 hatîe’nin,99 ve zulmün,100 anlamdaşı olarak kullanılmıştır.
1.2.6. VÎZR
Vizr, yük, ağırlık, ağır yük,
vebâl, sığınak, kendisine sığınılan bir sığınak olan dağ anlamına gelir.101 “Vezer” ise
ağırlık manasıyla ilişkili olarak sarp ve muhkem dağ demektir. Bu özellikteki
dağlar, firarilerin, kaçakların sığındıkları uygun mekânlar olduğu için, gerek
dağ, gerek kale, gerek silah, gerek insan vesaire, 102
mutlaka bir kurtarıcı, sığınak, sığınacak
yer ve siper manalarında kullanılmıştır.
Kur’ân’da
27 defa geçmiştir.102 103 Günahkâr insana,
vâzira ,104 Vezer
sığınacak yer,105
günahın cezasının ağırlığı 106anlamında
kullanılmıştır. Bir âyette hiçbir günahkârın diğerinin günahını çekmeyeceği
bildirilmiştir.107
Ancak insanları hak yoldan saptıran, onları küfre, günaha ve harama sürükleyen
kimse bu insanların günahlarının bir kısmını yüklenecektir.108 Bununla birlikte sapan ve günaha dalanlar da
cezalarını çekeceklerdir. Çünkü Kur’ân’dan yüz çeviren,109 îmânı ve sâlih amelleri terk edenler,110 günahı
yüklenmişler ve ziyana uğramışlardır.
1.2.7. FÜCÛR
Yalanlamak, yalan söylemek, hak
ve doğruluktan, hayır amellerden sapmak, günah ve haramlara dalmak anlamlarına
gelmektedir.111
Kur’ân’da;
“îmân, ibâdet, itaat ve takvâ’nın” (günah olan söz, fiil ve davranışları terk
ederek Allah’a karşı gelmekten sakınmanın) zıddı olarak kullanılmıştır. Fücûr
ve takvâ Allah tarafından nefse ilham edilen iki melekedir. Nefsini fücûr ile
kirleten ziyana uğrar, takvâ ile temizleyen kurtuluşa erer.112
1.2.8. ŞİRK
“Şe-ri-ke” kökü, temel anlam
bakımından iki şey arasında benzerlik kurma nedeniyle, bir şeyin tek başına
yalnız başına olmaması halini anlatır. Bu açıdan şirk, infirâd, (tek olma tek
başına olma) nın zıddıdır.113
İki mülkün birbirine katılması karıştırılmasıdır.114
Ortaklık, ortak olmak ve
Allah’ın rubûbiyetinde ortak koşmak demektir.115
Allah’a şirk koşmak günahların
en büyüğüdür.116
Şirk ve küfrün Allah tarafından bağışlanmayacağı bildirilmektedir: “Şüphesiz
ki Allah, kendisine eş koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını
(günahları) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah ’a ortak koşarsa, gerçekten
pek büyük bir günah işlemiş olur.”117
Şirk, imam Maturidî’nin (ö.
333/944) tasnifine göre itikâdi ve ameli olmak üzere ikiye ayrılır: “İtikadi
şirk, put v.s’ nin kâinatı yaratmada ve idare etmede Allah’a ortak olduklarına
inanmak, peygamberlerden yahut da farz ibâdetlerden herhangi birini inkâr
etmek, helallerin haram, haramların helal olduğunu kabul etmektir.
Ameli
şirk, Allah ile birlikte ondan başka bir şeye de ibâdet etmek, nimetlerin
şükrüne Allah’tan başkasını ortak kılmak, müminlerle savaşmak, Allah’a ibâdet
ve itaat edilmesine mani olmaktır. Mâturidî, ayrıca lisanıyla Allah’a îmân edip
de kalbiyle inkâr etmeninde bir nevi şirk olduğunu görüşünü benimsemektedir.118
1.2.9. DALÂLET
Arapçada “dalle” kelimesi,
yolunu kaybetmek, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan çıkmak ve insanın talep
ettiği noktadan mahrum kalması, şaşmak, bocalamak, yok olmak, helâk olmak,
sapıklığa düşmek manalarını ifade eder. Kur’ân’da “dalle”, türevleriyle 191
âyette geçer.119
“işte onlar hidâyete
karşılık dalâleti satın alanlardır.... ”
(Bakara,2/16); “Bize doğru yolu göster, kendilerine lütuf ve ikramda
bulunduğun kimselerin yolunu; gazâba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.
” (Fatiha, 1/6-7)
Dalâlet kavramının içeriğinde
biri sapma diğeri saptırma olmak üzere iki anlam bulunmaktadır. Kur’ân’da,
Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret
gününe inanmamak,120
Allah’a şirk koşmak,121
zulüm yapmak,122
gibi davranışlar sapma olarak ifade edilmiştir.
1.2.10. İSYÂN
A’sâ fiilinin mastarıdır.
İtaatin zıddıdır.123
Filan kişi itaatin dışına çıktı, itaatten ayrıldı. Temelde ise “Kişinin kendini
değneğiyle savunmaya ya da korumaya çalışması,124 uçmak, yavru, annenin peşinden gitmemek” gibi
manalara gelir. Dinî anlamda isyân; Allah ve Resûlünün emirlerine uymamak,
itaat etmemek demektir.125
Bu anlamda isyân iki kısma
ayrılır:
a) Dininin ahkâmını, Allah’ın
emir ve yasaklarını reddetmek ve kabulden imtina etmek. Bu, inkârdır.
b) İman edilmesi gereken
şeylere îmân etmekle birlikte emir ve yasakları ihlal etmek, itaatsizlik etmek.
Bu, fısk ve hatadır, itaatten isyân ederek sapmaktır. Dolayısıyla isyânın
bazısı küfür bazısı değildir. Allah’a ve Peygambere isyân, mutlak olarak
zikredildiği zaman buna, küfür de fısk da dâhildir.126
Cin suresinin 23. âyetinde,
“... Kim Allah ’a ve Rasûlüne isyân ederse ona, içinde ebedî kalacağı
cehennem ateşi vardır" buyrulmuştur. Âyetteki “Allah ve Resûlüne
isyân”, Peygamberin Allah’tan alıp haber verdiği ilâhî gerçekleri, âyetleri
kabul etmemek, şirk ve küfürde ısrar etmektir. Allah’a ve Resûlüne isyân eden
kimse “îmân etmeyen kimse” anlamındadır.
İsyân kelimesi Kur’ân’da;
Küfür, inkâr etme,127
cühûd, bile bile hakkı kabul etmeme,128 ğavâ, azma,129 fısk, itaatsizlik etme,130 kizb, Allah’ın âyetlerini
yalanlama,131 ism ve ‘udvân, günah işleme ve düşmanlık
yapma,132 i’tidâ,
haddi aşma133 ve
cebbâr, zorba,134
kavramları ile birlikte kullanılmıştır.
Kur’ân’da,
Firavun’un,135
Yahudilerin,136
Nûh kavminin137
ve helâk edilen bütün kavimlerin,138 peygamberlerine isyân ettikleri bildirilmiştir
ki bu isyân da inkâr anlamındadır.139
1.2.11. FISK
Lügatte hurmanın kabuğunu yarıp
dışarı çıkması manasına gelir.140 Fareye kendisinde bir pislik olduğundan
“fuveysika” denilmiştir.141
142 “Feseka
fulenun” filan kişi şeraitin haram dairesinin dışına çıktı. Allah’ın emrini
terk etti. İtaatin dışına çıktı.
142
Anlamlarında kullanılmıştır.
Fısk sözcüğü küfr kelimesinden
daha geniş anlamlıdır. Günahın azına da çoğuna da fısk denir. Fakat çok olan
günahla ilgili kullanımı yaygınlık kazanmıştır. “fâsık” sözcüğü ise daha çok
dinin hükümlerini gözetme sorumluluğunu üzerine almış ve onun otoritesini kabul
etmiş sonra da dinin hükümlerinin tümünü veya bir bölümünü uygulamayı ihmal
etmiş, yapmamış veya yerine getirmeden bırakmış olan kimseyle ilgili olarak
kullanılır. Eğer temelde kâfir olan bir kimseye fâsık denilirse, bu onun,
aklın, kendisini zorunlu tuttuğu, ya da fıtratın, kendisini mecbur ettiği şeye
ait hükümleri gözetmeyi ihmal etmesi ya da yerine getirmeden bırakmasından
dolayıdır.143
“İblis ise cinlerdendi
de Rabbinin emri dışına çıktı. (Kehf,
18/50)
“Biz bir memleketi helâk
etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati)
emrederiz de4 onlar orada kötülük işlerler. ” (İsrâ, 17/16)
“Namuslu kadınlara zina
isnat edip sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Artık
onların şahitliğini asla kabul etmeyin. işte bunlar fâsık kimselerdir. ”
(Nûr, 24/4)
Allah, müminlere îmânı
sevdirmiş, küfrü, fıskı ve isyânı çirkin göstermiştir.144
Kur’ân’da türevleriyle beraber
54 yerde kullanılmıştır.145
Örtmek, gizlemek, perdelemek,
kaplamak, uzak durmak, isyân etmek gibi manalara gelir.146 Gündüzü örtmesinden dolayı geceye, tohumu
yerin içine gizlemesinden dolayı çiftçiye, kâfir denilmiştir.147 Küfr kelimesi
daha çok dinle ilgili kullanılır.148
Küfrün en büyüğü Allah’ın
birliğini, dini veya peygamberliği kalpte doğrulukları bilindiği halde zahiren
inkâr etmektir. 149
Kâfirler hakkında Kur’ân’da
şöyle denilmektedir: “(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere
gelince, işte Allah ’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların
üzerindedir. ” (Bakara, 2/161)
“Gerçekten,
inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya
dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azâb
vardır; hiç yardımcıları da yoktur. ” (Âl-i
İmrân, 3/91)
1.2.13. NİFÂK
Tarla faresi ve çöl tavşanı
gibi hayvanların gizli yuvası manasına gelir. Dini terim olarak, bir yandan
İslâm’a girip diğer yandan çıkmayı ifade eder.150
Yüce Allah Kur’ân’da
münâfıkları: “insanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde
“Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler.”151 “Ey Resûl! Kalpleri îmân etmediği halde
ağızlarıyla “inandık” diyen kimselerden ve Yahûdîlerden küfür içinde koşuşanlar
(ın hâli) seni üzmesin. ” (Mâide, 5/41) şeklinde tanımlar ve onların
özelliklerini şöyle bildirir: Münâfıklar, Müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinirler, Allah ’ı aldatmaya çalışırlar, namaza tembel tembel kalkarlar, Allah
’ı pek az zikrederler, ne müminlerden yana ne de kâfirlerden yana olurlar,
ikisi arasında bocalayıp dururlar (Nisâ, 4/139, 142); kötülüğü emreder,
iyiliğe engel olurlar, elleri de sıkıdır (Tevbe, 9/67); yalancıdırlar,
yeminlerini kalkan edinirler, insanları Allah yolundan alı korlar,
gösterişlidirler, süslü konuşurlar, her gürültüyü kendi aleyhlerine
zannederler. (Münâfikûn, 63/1-4) Şeklinde tarif etmiştir.
Hz. Peygamber de münâfıkların
konuştuklarında yalan söylediklerini, verdikleri sözde durmadıklarını, emanete
hıyanet ettiklerini, düşmanlıkta aşırı gittiklerini bildirmiştir.152 153
Münâfıklar
görünüşte mü’min oldukları için, dünyada Müslüman muamelesi 153
görürler. Ancak ahirette cehennemin en alt
tabakasına atılacaklardır.
1.2.14. HÛB
Sözlükte “deveyi alıkoymak,
menetmek” demektir. Sahibini sevaptan alıkoyduğu, kişinin azarlanıp menedildiği
alıkonulduğu veya geri tutulduğundan günaha “hûb” denmiştir. “Hâbe” fiilinin
mastarıdır. 154 Hûb,
ism ve zenb ile aynı anlamdadır. Üzüntü, keder, musîbet, vahşet, helâk olma ve
günah gibi manalara gelir.155
Kur’ân’da bir âyette geçmiş ve
yetimin malını haksız yere zulmen yemenin büyük günah olduğu “hûben kebîren”
şeklinde ifade edilmiştir.156
“Yetimlere mallarını
verin. Temizi pis olanla (helâli haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi
mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır. ” (Nisâ,
4/2)
“Tağâ” fiilinin mastarıdır.
İsyanda itaatsizlikte sınırı aşmak, haddi aşmak, zulüm, günah ve küfürde aşırı
gitmek gibi manalara gelmektedir.157
Helâke uğrayan toplumların
karakteri ve onları helâke götüren sebepler anlatılırken tuğyân felâketine
dikkat çekilmiştir. Firavun’un tavrı, Nûh kavminin inkârı, Lût kavminin
taşkınlığı ve Semûd kavminin zevk ve sefa içinde yaşadıkları halde nankör
davranmaları bir zulüm ve tuğyân hareketi olarak değerlendirilmiştir.
“Siz her yüksek yere bir
alâmet dikerek eğleniyor musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı
ediniyorsunuz? Yakaladığınız zaman, zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?”
(Şuarâ,26/128-130)
“Azana ve dünya hayatını
ahirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. ”
(Nâziât,79/37-39) Âyetleri buna işaret etmektedir.
Kur’ân,
azgın ve başkaları üzerinde ilahlık iddiasında bulunacak kadar sapıtanlara ve
kendisini Nemrud ve Firavun örneğinde olduğu gibi yeryüzünün hükümdarı ve tek
hâkimi kabul edenlere tâğut demektedir. “...İnkâr edenlere gelince, onların
dostları da tâğuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar,
cehennemliklerdir.”158
1.2.16. CÜNÂH
Geminin bir tarafı üzerine
yatması anlamına gelir. İnsanı haktan başka tarafa meylettiren her günah da
yanı sıra, herhangi bir günaha da adı verilmiştir.159
Bir şeyi basıp meylettiren
ağırlık demek olup, harec, sıkıntı, vebal, isim mânâsına da gelir.160 Kur’ân’da yirmi
beş defa yer almaktadır.161
1.3.1.
NİTELİKLERİNE GÖRE GÜNAH ÇEŞİTLERİ
Nitelikleri bakımından günahlar
küçük ve büyük günahlar diye ikiye ayrılır. Burada belirtilmesi gereken şey,
günahların küçük ve büyük günahlar diye ayrılması Kur’ân-Kerîm’de böyle bir
tasnifin olmasından kaynaklanmaktadır. Nisâ suresinde “Eğer size yasaklanan
(günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve
sizi güzel bir yere koyarız.”162 buyrulmuştur.
“Onlar, ufak tefek
kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir.
Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. ”163
Onlar, büyük günahlardan ve
hayâsızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. (Şûrâ,
42/37)
Gazâlî
günahın bu şekilde ayırımı konusunda şöyle der: Allah’u Teâlâ’ya karşı her
türlü itaatsizlik haddi zatında büyük olmakla beraber birbirlerine karşı
nispetleri itibariyle günahlar küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Zira
günahlar şahıslara ve durumlara göre farklılık gösterirler.164
1.3.1.1. BÜYÜK GÜNAHLAR
İslâmi literâtürde “ el-kebire”
(çoğulu kebâir) ve “el fâhişe” (çoğulu el-fevâhış) kelimeleri ile ifade edilen
büyük günahlardır. Bunlar dünyada cezası, ahirette azâbı bildirilmiş olan,
hakkında şiddetli nehiy bulunan, son derece çirkin olan ya da çok işlenen yasak
fiillerdir.165
Elmalılı Hamdi Yazır (ö.
1951) “Kebâir” kelimesini “üzerinde tehdit
gerçekleşen veya haddi (şer’i)
cezayı gerektiren yahut açıkça yasaklanmış olan günahlar”166 şeklinde tarif etmiştir.
Allah’ı tanımaya engel olan ve
yapılması halinde şer’i ceza gereken veya Allah’u Teâlâ’nın cehennem azâbıyla
tehdit ettiği günahlardır.167
İbn Hacer el-Heytemi ez-Zevâcir
an Iktirâfi ’l-Kebâir isimli kitabında büyük günahları diğerlerinden
ayırmak için üç esas kabul etmiştir:
1. Hakkında had (dünyada peşin
ceza) vârid olan,
2. Hadiste hakkında şiddetli
ve„id vârid olan,
3. Hakkında tel’in vârid olan
günahlar.
Gazâlî’de yaptığı tasnifte
büyük günahları üç kategoride mütalaâ etmektedir. Bunlar:
1. Allah’ı ve peygamberlerini
bilmeye mani olanı; küfür
2. Hayatın devamı ve Allah’ın
bilinmesinin kendisiyle mümkün olduğu, cana ait olan
3. İnsanların malına
taalluk edenler. Mal insanın geçim vasıtasıdır. Buna musallat olmak asla caiz
değildir.168
Buhârî’nin sahihinde geçen bir
hadiste: Abdurrahman b. Ebi Bekr babasından şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Resûlullah’ın yanında idik üç
defa şöyle buyurdu: Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Allah’a
şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik emek ve yalancı şahitlik emek...”169
Peygamberimiz (sav) bir
hadislerinde:
“ Helâk edici yedi (günahtan)
sakının (bunlar) Allah’a eş tutmak, sihir, haklı olarak öldürülenden başka,
Allah’ın haram kıldığı adamı öldürmek, yetim malı yemek, ribâ yemek, harbin
kızıştığı gün geri dönmek, evli, iffetli ve îmân sahibi kadınlara iffetsizlik
isnat etmek.”170
Buyurmak suretiyle büyük günahlardan yedi tanesini ifade etmiştir. Bir başka
hadiste büyük günahların sayısı dokuz olarak belirtilmiş, ana babaya
itaatsizlik ve Mescidi Haram’da yapılması yasak olan bir fiili işlemek de
bunlara eklenmiştir.
Bütün bu tanımlar ışığında
büyük günahı şu şekilde tarif etmemiz mümkündür. Kur’ân ve hadislerde büyük
günah olarak bildirilen ve açıkça yasaklanan, Allah’ın hakkında lanetle ve
gazapla hükmünü bildirdiği, işleyenin dünyada ve ahirette ya da her ikisinde
ceza görmesine neden olan her türlü fiile hadislerde belirtilmediği halde
zararı ve bozgunculuğu171
172 onlardan daha
fazla olan 172
eylem ve davranışlardır.
Bu konuda yazılan bütün
kitapların birleşiği nokta en büyük günahın şirk olduğudur. Daha sonra fertlere
karşı işlenen suçlar gelir.
Kebâirin sayısı ile ilgili
ashab ihtilaf emişir. İbn Mesûd (ö. 32/652) dört, İbn Ömer (Ö. 73/692) yedi,
Abdullah b. „Amr (ö. 65/684) dokuz olduğunu söylerken İbn ‘Abbas (ö. 68/687),
İbn Ömer’in “büyük günahlar yedidir” dediğini duyduğu zaman: onlar yediden
fazla yetmişe yakındır, demiştir173
İbn Hacer el-Heytemî ez-Zevâcir
‘an Iktirâfi ’l-Kebâir isimli kitabında 476 kebire174 Şemsettin Ebu Abdullah ez-Zehebî’de 76
kebîreyi açıklamıştır. Zehebî bu günahları Kur’ân ve sünneti esas alarak tespit
etmiştir. Bunlar:
Allah’a şirk (ortak) koşmak,
insan öldürmek, sihir (büyü) yapmak, namazı terk etmek, zekâtı vermemek,
anne-babaya karşı gelmek, fâiz alıp vermek, haksızca yetim malını yemek,
Peygamberimiz’e yalan isnat etmek (Hadis uydurmak), özürsüz Ramazan orucunu
bozmak, savaş meydanından kaçmak, zinâ yapmak, liderin halkına zulmedip
zorbalık yapması, içki içmek, büyüklenmek, kendini beğenmek, övünmek, yalan
yere şahitlik etmek, livâtâ yapmak, iffetli kadınlara iftira atmak, ganimetten,
zekat malından ve devletten para ve mal çalmak, insanların mallarını haksız
yollarla almak, hırsızlık yapmak, yol kesmek, yalan yere yemin etmek, yalan
konuşmak, intihar etmek, hâkimin hükmünde haksızlık yapması, kadınların
erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemeleri, hulle yapmak ve yaptırmak, leş,
kan ve domuz eti yemek, haraç toplamak, riyâkârlık yapmak, Allah’a ve Resûlü’ne
ihanet etmek, ilmi gizleme ve sadece dünya için öğrenme, yaptığı iyiliği başa
kakmak, kaderi inkâr etmek, insanların duymalarını istemediği şeylerini gizlice
dinlemek, lânet okumak, devlete karşı çıkmak, kahin, büyücü ve müneccimi
(falcı) tasdik etmek, nüşûz (kadının beyine haksız yere huysuzluk yapması),
akrabalarla ilişkiyi kesmek, koğuculuk yapmak, ölenin arkasından
bağırıp-çağırıp, kendini dövmek, soya-sopa sövmek, haddi aşma, başkalarının
hakkını çiğnemek, silahlı isyân yapmak ve büyük günahları kabul etmemek,
Müslümanlara eziyet ve küfretmek, evliyâullaha eziyet ve düşmanlık yapmak,
kibrinden elbiseyi yerlerde sürümek (elbiseyle gösteriş yapmak), erkeklerin
altın ve ipek giymeleri, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, sınır ve
insanlara yol gösteren levhaların yerini değiştirmek ve sökmek, sahabenin önde
gelen büyüklerine sövmek, Ensardan herhangi birine sövmek, sapıklığa çağırma
veya kötü bir çığır açmak, herhangi bir kesici aleti kardeşine doğru tutarak
korkutmak, bilerek babasından başkasına baba demek, uğursuzluğa inanmak, altın
ve gümüş kaptan içmek (kullanmak), Haktan saparak münakaşa tarzında tartışmak,
niza yapmak, hizmetçilerine haksızlık edip zulmetmek, tartıda ve ölçüde
haksızlık yapmak, Allah’ın azâbından emin olmak, Allah’ın rahmetinden ümidini
kesmek, iyilik yapana nankörlük yapmak, fazla suyu hapsedip kimseye vermemek,
hayvanın yüzünü dağlamak, kumar oynamak, Harem (Mekke) bölgesinde taşkınlık
yapmak, Cuma namazını terk edip tek başına namaz kılmak, Müslümanları gizlice
izlemek ve mahremlerini açığa çıkarmak.175
Günahların küçük ve büyük diye
ayrılmasının sebebinin Kur’ân’ı Kerîm’den kaynaklandığını daha önce
belirtmiştik. Kur’ân’ı Kerîm’de lemem176 177 ve
seyyie kelimeleriyle ifade edilen küçük günahlar, tarifini şu ifade de bulur:
Kebirenin alanı veya tarifi dışında kalan, yani hakkında bir ceza (had)
bulunmayan, cehennem ateşi ile de tehdit edilmeyen günahtır. Kebirenin tersine
tevbe etmeden iyi amellerle silinen sağire olarak da tarif edilmiştir. Hz. Ömer
ve îbn Abbas’ ın bu konu hakkında; “ îslâm’da büyük günah yoktur. Çünkü büyük
günah tevbe ve isiğfarla silinir. Küçük günah da ısrar edilirse büyük günah
olur.” Dedikleri rivâyet 177
edilmiştir.
Günahı küçümsemek ve onu hiçe
saymak da küçük günahları büyük günahlara dönüştüren nedenlerden birisidir.
Çünkü günahları küçük görmek ve bunlarda ısrar etmek kişiyi daha büyüklerini
yapmaya teşvik etmek ve ruhen onu 178 hazırlamak
anlamına gelecektir.
Kişinin
manevi yönüne zarar verme hususunda devamlı yapılan küçük günahlar, yalnız bir
defa işlenen büyük günahtan daha etkili bulunmuştur. Bu sebeple devam ile küçük
günahların büyüyeceği, tevbe ve istiğfar ile büyük günahın yok olacağı genel
kabul görmüştür.
1.3.2. MUHATABA GÖRE GÜNAHLAR
Allah’a
karşı, insanlara karşı ve kişinin kendine karşı işlediği günahlar olmak üzere
üçe ayrılabilir.
1.3.2.1, ALLAH’A KARŞI İŞLENEN
GÜNAHLAR
Bu türden günahlar, kul ile
Allah arasında kalır ve yalnızca Allah’ın hakkına taalluk eder. Bu çeşit
günahlar, Allah’ın emrini dinlememek ve onun hatırını saymamaktan ibarettir.
Namaz
kılmamak, oruç tutmamak gibi günahlar bu türdendir. Çünkü namaz kılıp kılmamak
veya oruç tutup tutmamak insanlarla ilgili işler değildir. Bunlar yalnızca Allah’a
itaat etmek veya etmemek olaylarıdır.178 179
1.3.2.2. İNSANLARA KARŞI
İŞLENEN GÜNAHLAR
İnsanlara karşı işlenen
günahlar hem Allah hakkına hem de kul hakkına taalluk eder. Bu çeşit günahlarda
hem Allah’ın emrini dinlememek hem de insanların haklarını çiğnemek söz
konusudur.
Saptırmak, çalmak, dövmek,
sövmek gibi günahlar bu türdendir. Bunlarda hem Allah’ın emirlerini çiğnemek
hem de insanlara zarar vermek söz konusudur. Dinsizliğe davet etmek, bid’atı
yaymak, günahlara teşvik etmek, halka aşırı ümit vererek kalplerindeki Allah
korkusunu gidermek saptırmanın örneklerindendir.
En büyük günah küfür ve
şirktir. Bu günah Allah’ın hakkına taalluk eder. Bunun dışında, kul hakkına
taalluk eden günahlar, yalnızca Allah’ın hakkına taalluk eden
günahlardan daha büyüktür. Çünkü Allah (cc) isterse kendi hakkını affeder.
Fakat kul hakkını, kulun kendisi affetmedikçe, O da affetmez. Kul hakkı olan
günahın daha büyük olması bu anlamdadır.180
I.3.2.3. İNSANIN KENDİSİNE
KARRŞI İŞLEDİĞİ GÜNAHLAR
Günahların kötü âkıbet bizzat
yapanları ve buna sebep olanları ilgilendirmektedir. Bunun sonucunda insanlar
günahları bizzat kendilerine karşı işlemiş olurlar. Bu durum bazen “tehtânune”181 kelimesiyle
ifade edilirken bu günah işlemek suretiyle nefse zulmü ifade eder. Öyleyse
günahın çeşidi ne olursa olsun onun yıpratıcı tesir ve sonuçları, doğal olarak
işleyeni ilgilendirir. Hâlbuki Kur’ân’da insanın günah işlemek suretiyle kendi
nefsini tehlikeye atmaması istenmektedir.182
Kişinin kendi nefsine karşı
günah işlemesi, selim fıtratını bozması demek olup, Kur’ân-ı Kerîm’de “kendine
zulmetme” tabiriyle ifade edilmiştir.183
İnsan, gücü yetmeyeceği
şeylerden sorumlu tutulmamaktadır. İnsan kendi ruhî ve maddi varlığı üzerinde,
sosyal çevrede de olduğu gibi, istediği biçimde davranamaz ve böyle bir
tasarruf hakkına da sahip değildir. Hz. Peygamberin sünneti bize şu mesajı
iletmektedir: “Üzerinde Rabbinin de hakkı vardır, nefsinin de hakkı vardır,
ailenin de... Buna göre her hak sahibine hakkını ver!”184
Hz. Peygamber, birçok vesileyle
bu duruma değinerek, insanın nefsine zulüm edercesine çok uzun süre uykusuz
kalması ve devamlı oruç tutması gibi aşırı amelleri kınamış, bu gibi
davranışlardan vazgeçilmesini istemiş veya yasaklamıştır. Bu hususta şöyle bir
olay anlatılır: Sahabîlerden bir grup Peygamber Efendimizin zevcelerine gelir
ve peygamberimizin nasıl ibâdet ettiğini sorarlar. Aldıkları cevap üzerine,
kendi amellerini azımsayarak; “Geçmiş ve gelecek günahları affedilmiş olan
Peygamber (s.a.v) böyle ibâdet ederken bizler ne haldeyiz” derler. İçlerinden
biri;
- Bundan sonra ben, geceleri
uyumayıp devamlı namaz kılacağım, der.
Öbürü:
- Ben de sürekli oruç
tutacağım, der.
Ötekisi de:
Ben de kadınlardan
(hanımlarımdan) ayrılacağım ve asla evlenmeyeceğim der. Böylece sözleşirler.
Bunların durumu Peygambere ulaşınca, bu kişileri çağırır ve onlara: Şöyle şöyle
konuşanlar sizler misiniz? Allah’a yemin ederim ki, ben Allah’tan sizden daha
çok korkarım, daha çok sakınırım. Fakat ben bazen oruç tutarım, bazen iftar
ederim. Namaz kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim
sünnetimi terk ederse, o benden değildir.” diyerek onları uyarmıştır.185
Hz.
Peygamber’in zikrettiğimiz hadislerinde, nefsimizin meşru haklarını kabul
etmemek, ona karşı işlenmiş bir günahtır ve cezası ahirette görülecektir. Meşru
olmaksızın, canımıza, ruhî ve bedenî varlığımıza yönelteceğimiz her hangi bir
suç ahirette misliyle cezalandırılacaktır. Her kim, dünyada nefsini her hangi
bir şeyle öldürürse, (intihar ederse) kıyamet gününde de o şeyle azâb olunur.186
1.4. GÜNAHA SEVK EDEN FAKTÖRLER
Günaha sevk eden faktörleri,
insanın yapısında bulunan meyil ve arzularla onu dışarıdan etkileyen amiller
olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. İslâmiyet’e göre insan yapısında
bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis, “alabildiğine kötülüğü
emreden” (nefsi emmâre)187
ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar halinde sürekli telkinde bulunan bir
güçtür. Günaha sevk eden bir başka faktör de ölümsüz bir dünya hayatı içgüdüsü
ve ahireti düşünmeme tavrıdır.188 Kendini bu psikolojiye kaptıran insan, hayat
sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi pervâsızca hareket etme arzusuna kapılır ve
hayvanî istekleri tatmin etme duygusunun baskısıyla günaha kolayca kayabilir.
Kur’ân-ı Kerîm bu menfi temâyüllü nefse karşı, kendini kınayan (levvâme)189 ve rızâ-i Hak’ta
huzur bulan (mutmainne) nefisleri, yani dizginlenmiş ve eğitilmiş, iyilik
yapmayı kabullenmiş nefislere ulaşmayı önerir.
Ayrıca
insanın hassas bir psikolojik yapıya sahip olması, fizyolojik ve psikolojik
bağımlılıklarının bulunması da önemli günah faktörleri olarak zikredilmektedir.190
1.4.1. İNSANIN YAPISINDA OLAN
EĞİLİM VE ARZULAR
Lügatte can kan191ruh, su, ceset,
bir şeyin cevheri, azamet192kendi
benlik kötü istek, kötülüğe meyil insandaki maddi manevi şeylere meyil anlamına
gelmektedir.193
Nefs kelimesi Kur’ânı Kerîm’de
değişik şekillerde kullanılmıştır. Beşeri varlığın kendisini,194 hem de insanın
kötü meyil ve arzularını gösterir195 ki bu yönüyle bizi ilgilendirmektedir.
Nefis günaha sevk eden
faktörlerin başında gelir. Yine nefs insan varlığının en aşağı tabakası olup
bütün kötü huyların ve çirkin hareketlerin merkezidir.196
“Ben nefsimi temize çıkarmam;
çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder.
Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi.197
Hz peygamberin şu hadisi de
“Senin en azgın düşmanın iki böğrün arasındaki nefsindir.” bu manayı ifade
eder.198
Çünkü insan nefsi, şehevî
arzulara çok meyillidir.199
Nefis olanca şiddeti ile kötülüğü emreder; insan karakterinin lezzetli olan
şeylere karşı arzu duyulan bir özelliği vardır.200 Yusuf (a.s.)’ın gayreti bunun için, yoksa ben
kendimi temize çıkarmam, nefsimi temize çıkarmak için değildir. Çünkü Rabbimin
merhamet ettiği müstesnadır. Rabbimin koruduğu müstesna nefis insana, daima
kötülüğü emreder diyor.
Bu hususta tercih edilen diğer
bir görüş de bu âyetin, Yusuf (a.s.)’un sözünü aktarmakta olduğudur. Buna göre
mana şöyledir: Maksadım gıyabında bana güvenip, ırz ve namusu için emîn iken
hanımına ihanet etmediğimi vezirin bilmesini sağlamaktı. İnsanî özelliklere
sahip nefsimi kalbin vesveselerinden temize çıkaramam. Doğrusu her nefis şehevî
arzu ve isteklere meyyaldir. Ancak Allah’ın günahlara dalmaktan koruduğu ve
dosdoğru olmaya muvaffak kıldığı nefis bundan müstesnadır ki bu da
peygamberlerin nefsi ve sâlih kimselerin yoludur. Doğrusu Rabbim, hatâ
edenlerin günahlarını bağışlar ve onlara merhamet eder. Tabî ki bu, onların
tevbeye koşmaları ve Allah’a yalvarmaları neticesindedir. Böylece Allah, onları
günahların izlerinden arındırır ve nefislerini günah lekelerinden temizler.201
Andolsun, insanı biz yarattık
ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından
daha yakınız.202
“Ve nefsinin ona ne fısıldadığını
biliriz.”
İşte böylece insan, kendi
nefsini apaçık ortada bulur. Kendisinin inkâr ettiği ve reddettiği hesap gününe
hazırlık olmak üzere nefsini hiçbir perdenin örtemediğini ve içinden geçen her
duygu ve fısıltının yüce Allah tarafından bilindiğini görür.203
“Onlar
ancak sizin ve atalarınızın (ilah edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir.
Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar (putperestler)yalnız
zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki kendilerine, Rableri
katından yol gösterici gelmiştir.”
(Necm, 52/33)
1.4.1.2.ÖLÜMSÜZ DÜNYA HAYATI
ARZUSU
İnsanoğlunun ebedi yaşama
arzusu onu günaha düşüren bir başka önemli sebeptir. İnsan dünyada iken yapıp
ettikleri yüzünden ölümü temenni etmez. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde
ifade edilmiştir.
“Fakat kendi elleriyle
önceden yaptıkları işler yüzünden ölümü hiçbir zaman temenni edemezler. Allah o
zalimleri hakkıyla bilendir. Andolsun, sen onların, yaşamaya, bütün
insanlardan; hatta Allah ’a ortak koşanlardan bile daha düşkün olduklarını
görürsün. Onların her biri bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki uzun yaşamak onları
azaptan kurtaracak değildir. Allah onların bütün işlediklerini görür. ” (Bakara,
2/95-96)
Onlar ölümü kesinlikle
istemeyeceklerdir. Çünkü Ahirette karşılarına çıkacak olan kendi el ürünlerinin
birikimi onlara ne sevap ümidi vermekte ve ne de azaptan kurtuluş güvencesi
sağlamaktadır. Tersine onları orada bekleyen akıbet azaptır. Üstelik yüce Allah
zalimleri ve onların işlemiş oldukları amelleri iyi bilmektedir. Kur’ân-ı
Kerîm: “Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha
tutkunu olarak bulacaksın” ifadesi ile bu huyu azarlayan, hor görme ve
aşağılama yağmuruna tutan bir üslupla dile getiriyor.
Her biri bin yıl yaşatılsın
ister. Çünkü onlar, yüce Allah’ın karşısına çıkmak istemezler ve kendileri için
bu hayatın dışında başka bir hayat olduğu akıllarının ucundan bile geçmez.204
İşlemiş oldukları günah ve
cürümler sebebiyle onlar, yaşadıkları müddetçe ölümü asla istemezler. Onlardan
her biri biner sene yaşamak ister. Ne kadar yaşarsa yaşasın, ömrün uzunluğu onu
Allah’ın azâbından uzaklaştırıp kurtaracak değildir. Allah onların yaptıklarını
görmektedir ve ona göre cezalandıracaktır. Allah o zalimler ve yaptıkları zulmü
bilir. Ona göre cezalandırır.205
Bu âyet Yahudilerin, ahiret
yurdunun yalnızca kendilerine ait olacağı, sadece kendilerinin cennete
girecekleri yolundaki iddialarına cevap mahiyetindedir. Eğer bu iddialarında
samimi iseler, asıl yurtlarından bile uzaklaşmış olarak çeşitli zahmet, elem ve
kederler içinde yaşadıkları şu dünyadan ayrılarak, eksiksiz bir mutluluk yeri
olan cennete kavuşabilmek için bir an önce ölmeyi istemeleri gerektiği ifade
edilmektedir. Onlar böyle bir temennide bulunamazlar; çünkü kendi iddialarından
kendileri de emin değillerdir. Bunun sebebi de bizzat kendilerinin işledikleri
cürüm ve cinayetlerdir. Her ne kadar sözde kendilerine indirilen kitaba
inandıklarını, doğru yolda olduklarını ve bütün insanlar içinde ahiret
mutluluğuna sadece kendilerinin lâyık olduğunu İddia ediyorlarsa da,
işledikleri kötülükler yüzünden vicdanları bu iddialarını doğrulamamaktadır.
Bunun için asla ölümü temenni edemezler.
“Kusurlarından dolayı
kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz. ”
(Kıyame, 75/2)
Yüce Allah, büyüklüğü ve
korkunçluğu sebebiyle kıyamet gününe yemin etti. Ayrıca Allah’a karşı kusur
işlemesinden dolayı sahibini kınayan, itaat ve güzel amel işlemekle birlikte
bağış dileyen ve tevbe eden nefse yemin etti. Hasan Basrî (ö. 110/728) şöyle
der: “Bu, mü’minin nefsidir. Çünkü mü’mini her ne zaman görsen nefsini
kınamaktadır.” Bu sözümle ne demek istedim, şu amelimle ne yapmak istedim?”
der. Kâfir ise işine devam eder, ne kendini hesaba çeker ne de nefsini kınar!206
(Allah şöyle der:) “Ey
huzur içinde olan nefis! Sen O ’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine
dön!” (Fecr, 89/27-28)
Mümin ruhlara böyle
sesleniliyor: “Ey” denilerek şefkat ve yakınlıkla, “Ey ruh” diye seslenilerek
ruhaniyet ve şereflendirme bahşederek, “Ey huzura eren nefis” denilerek övgü ve
huzur bahşetme ile. Bu serbestlik ve huzur ortamında şu emir geliyor: “Rabbine
dön”. Yeryüzünde bunca gurbet hayatı yaşadıktan ve ana beşiğinden ayrıldıktan
sonra asıl kaynağına dön. Seninle Rabbin arasındaki ilişki, tanışıklık ve
münasebetle birlikte Rabbine dön. “Razı edici ve razı edilmiş olarak.” Bütün
atmosferi hoşnutluk ve şefkatle dolup taşıran bu meltemle dön Rabbine. “İyi
kullarım arasına gir.” Bu yakınlığa ermek için seçkin olan ve yakınlaştırılan
kullarımın arasına gir. “Cennetime gir.” Benim rahmetime ve himayeme gir.
Bu öyle
bir şefkattir ki daha ilk seslenişten itibaren içinden cennet meltemleri
esmektedir. “Ey huzura eren nefis” Rabbine güvenen, onun yoluna güvenen, o
yolda Allah’ın kaderine güvenen, sıkıntıda ve rahatlıkta, rızkı vermede ve
daraltmada, Rabbine güvenen ve O’ndan asla kuşkulanmayan, güvenip de bir daha
sapıtmayan, güvenip de bir daha yolunda tereddüt etmeyen, güvenip de korku ve
dehşet gününde 207 korku
duymayan ey huzura eren nefis!207
1.4.1.3.İNSANIN ZAYIF YAPISI
Günaha sebebiyet veren bir
başka sebep de insanın hassas yapısından kaynaklanan zayıflığıdır.
Allah sizden
(yükümlülükleri) hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.
(Nisâ, 4/28)
İçtihatlarınızda davranış ve
hareketlerinizde şehvete değil, hikmete ve Allah’ın açıklamalarına ve önünüzde
bulunan doğru yolda gidenlerin ahlâk ve davranışlarına uyunuz ve İslâm’ın teşrî
ilminde (kanun koyma ilminde) pek büyük bir esas olan şu âyetinde; Allah Teâlâ
sizden ağır yükümlülükleri kaldırıp sorumluluğunuzu hafifletmek ister. Çünkü
insan zayıf olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı kanun koyma konusunda nefsânî
arzulara uymak caiz olmadığı gibi şiddet ve baskı da caiz değildir. Burada
“Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!”208 Dualarının bir
kabul olma işareti vardır ki “Onların üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini
bağlayan bağları kaldırır.”209
“Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez.”210 “Dinde size bir güçlük yüklemedi.”211 âyetleri, aynı
şekilde “Ben size kolay, toleranslı hanif dinini getirdim.” Nebevî hadisi de
hep bu kolaylaştırma ve hafifletme düstûrunu ifâde ediyor. İnsanlar,
zannettikleri gibi kuvvetli bir yaratık değildirler. Şiddete dayanamazlar,
hafifletmeye muhtaçtırlar ve İslâm dini, onlara bu hafifliği bağışlamak için
gelmiştir.212
Andolsun ki sizi biraz
korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz.
Sabredenleri müjdele.
(Bakara, 2/155)
Kadınlar, oğullar, yük
yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle
arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir.
Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.
213(Âl-i İmrân,
3/14.)
Şehvetle ilgisi çok olan,
bütünüyle şehvet kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan muhabbet yahut
sırf şehvet için sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler insanlara çok
süslü, çok ziynetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler
yalnızca bunlar zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet olması
özelliği, bir de hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği vardır.
Birincisinde süsleyen Allah, İkincisinde süsleyen şeytan ve beşerin
bilgisizliğidir ki fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu
ettiği şeye atılışıdır ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir. Bunun ifrat
derecesine hırs ve şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel bir
anlama gelir ise de aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet kesilmiş
iştah çekici şeyler anlamına kullanılmıştır.214
İnsanda bu “arzulara” yönelik
bir eğilim vardır. Bu onun temel yapısının bir parçasıdır. Gerçek şu ki; insan
yaratılışında bu eğilimi dengeleyen, insan hayatının yalnız bu tek yönde
boğulmasına ve yüce duygularının gücünü ve ilhamını yitirmesine engel olan bir
yön daha bulunduğunudur. İnsan fıtratının bu diğer yönü; yüce hedeflere doğru
yönelme yeteneği, nefse hâkim olma, bu “arzulara” tümüyle yönelirken nefsi en
sağlıklı sınırda durdurma yeteneğidir. Bu, nefsi ve hayatı yapıcı sınırında durduran,
bunun yanında hayatın sürekli biçimde terakkisini ve onun yüce davetin
ufuklarına doğru yükselişini, insanın gönlünü Melei Â’lâ’ya, ahiret yurduna ve
Allah’ın rızasına bağlanmasını sağlayan fıtratın öbür yüzüdür. Bu ikinci
yetenek birinci yeteneği düzene sokar, terbiye eder, onu kirden, pisliklerden
arındırır, onu güvenli bir düzeye çıkarır. Böylece insanın duygusal arzuları ve
günübirlik özlemleri, insanlığın özüne ve gönlünün engin arzularına, Rabbine
yönelişine, O’ndan sakınmasına engel olamaz. Öyleyse fıtratın bu yönü,
insanlığın yüce hedeflere doğru yükselme ve yücelme çizgisidir.215
“Zevklere aşırı düşkünlük
insanlara süslü (çekici) gösterildi.” Öyleyse bunlar sevilen, hoş görülen
arzulardır. Pis ve tiksindirici olarak görülmüş değildir. İfade biçimi onları
pis görmeyi ve onlardan tiksinmeyi çağrıştırmıyor. Yalnızca yapısının ve
etkenlerinin bilinmesi ve yerli yerince kullanılıp bu sınırın aşılmaması,
hayatta kendisinden daha değerli ve yüce şeylerin üstüne çıkarılmaması
gerektiği belirtilmiştir. Burada insanın arzulara dalmaksızın ve onlarda
boğulmaksızın zorunlu olanlarını alıp daha başka ufuklara açılması gerektiği
ifade edilmiştir.
Burada İslâm, beşerin,
fıtratına uygun hareket etmek, ona realitesinden hareketle fıtrattan gelen
duyguları baskı altına almaya ve kökünden söküp atmaya değil, eğitmeye ve
ilerletmeye çalışmakla farklı bir uygulama getirmiştir. Günümüzde insanın
şehevi arzularını baskı altına almaktan ve bunun zararlarından, ayrıca bu
duyguları, baskı altına almak ve söküp atmaktan kaynaklanan “psikolojik
bunalımlardan” söz edenler, bu bunalımların sözü edilen duyguların “denetim
altına alınmasından” değil, onları baskı altında tutmaktan kaynaklandığını
kabul etmektedirler. Bu ise doğuştan gelen duyguları pis olarak değerlendirmek
ve onları kökten reddetmektir. O da insanı birbirine aykırı iki taraflı baskı
altına sokar.216 217
Burada söz konusu edilen
arzular, nefsânî arzuların bir örneğini oluşturmaktadır. Bu, Kur’ân ile muhatab
olan toplumun arzularını somutlaştırmaktadır. Bunların bazıları her zaman
geçerli olan ve herkesin arzularını temsil etmektedir. Kur’ân bu arzuları arz
ederken, her biri kendi konumunda değerlendirilsin, sınırını aşmasın ve
diğerlerine karşı taşkınlık yapmasın diye onların gerçek değerini de ifade
eder.
“Bunlar dünya hayatının
güzellikleridir.”
Âyet-i kerimelerin burada temas
ettiği bütün sevimli zevkler -ve bunlara benzer diğer zevkler ve arzular normal
hayatın güzellikleridir. Bunlar ne yüce bir hayatın ne de engin ufukların
güzellikleridir. Yakın olan bu yeryüzünün güzellikleri... Bunlardan daha
iyisini arzu edenlere gelince onlara nimet Allah katındandır. O nimetler daha
iyidir; zira insanın nefsini yükseltir ve onu arzu ve isteklere boğulmaktan,
göklere yükselmesine engel olacak ve onu yere çakılmaktan kurtaracaktır. Daha
iyisini arzu edenlere Allah katındaki güzellikler daha hayırlıdır. Bunlar aynı zamanda söz konusu arzuların yerini de
doldurur:
1.4.2. İNSANA DIŞARDAN ETKİ
EDEN AMİLLER
1.4.2.1.DÜNYA
HAYATININ ÇEKİCİLİĞİ
İnsan dünya hayatında geçici
süre ile yaşar, sonra ölür. Kıyamet kopunca dirilir. Sonra cennet veya cehennem
olmak üzere ahiret hayatı başlar. Bu hayat sonsuzdur. Kur’ân’da dünya hayatı
ile ahiret hayatı karşılaştırılır. Dünya meta’ı yani menfaatleri ve
lezzetlerinden yararlanılması azdır, devamlı değildir.218 Ahiret yurdu ise müttakîler için daha
hayırlıdır.219 Ahiretin
yanında dünya hayatı aldatıcı bir meta’dan,220 aldatıcı bir zevkten,221 oyun, eğlence, ziynet ve övünmeden ibarettir.222 223 223
Asıl hayat ahiret yurdudur.
Yüce Allah kâfirlere süslü
gösterildiğini beyan ettiği dünya hayatı için;
“ Ey insanlar! Allah’ın va’di
gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın”224 buyurmuştur.
Dünya hayatına dalan, nimet ve
lezzetleriyle oyalanan, Yaradan’ını ve ahireti unutup azan, dünya hayatını
tercih eden kimseye cehennem va’dedilmiştir.225 Buna rağmen insanlardan kimi sadece dünya
hayatını ister, böyle kimselerin ahirette nasipleri yoktur.
“Fakat onları
kurtarınca, bir de bakarsın ki yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapıyorlar. Ey
insanlar! Sizin taşkınlığınız, sırf kendi aleyhinizedir. (Bununla) sadece dünya
hayatının yararını elde edersiniz. Sonunda dönüşünüz bizedir. (Biz de) bütün
yaptıklarınızı size haber vereceğiz. ”
(Yûnus, 10/23)
Söz konusu sıkıntı daimi ve
ebedî olmayınca bunun hükmü de sürekli olmaz. Çünkü o sıkıntıyı görünce öyle
yürekten and içerek yalvarırlar da sonra Allah, kendilerini o sıkıntıdan kurtarınca,
helâk olma tehlikesini onlardan uzaklaştırınca o küstahlar yeryüzünde hemen
taşkınlığa başlar. Daima şükretmek üzere verdikleri sözlerinden cayar,
ahitlerini ve yeminlerini çiğner, yine haddi aşıp saldırganlık yapmaya, yine
küfre ve şirke, yine fitne ve fesada başlarlar. Bu halde bulunan bayağı ve
küstah kimselerin taşkınlığı yine kendilerinedir. Saldırılarının zararı
gerçekte saldırdıklarına değil, yine kendilerinedir. Çünkü o taşkınlıklarıyla
olsa olsa şu geçici dünya çıkarını elde ederler, yapacakları bütün kazanç, elde
edecekleri bütün kâr dünya malından ibaret olur ki, bu aslında oyuncak sayılan
bir faydalanmadır. Sonra da dönüşünüz Biz’e olacaktır. Yani en sonunda ister
istemez dönüp Biz’e geleceksiniz, huzurumuzda toplanacaksınız. Biz de size, işte
o zaman bütün yapa geldiklerinizi haber vereceğiz.226
Günaha düşmede önemli
faktörlerden biri insanların kendilerini Allah’ın yolundan saptırmaya
çalışanlara tabi olmalarıdır.
“Eğer yeryüzündekilerin
çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve
onlar sadece yalan uyduruyorlar!”
(En’âm, 6/116)
Eğer sen yeryüzünde
bulunanların çoğunluğuna itaat edecek, uyacak, onlardan hakem yapacak olursan,
seni Allah’ın yolundan, şeriatından saptırırlar. Çünkü onlar hükümlerinde ilme,
hak delile değil, ancak zan ve vehme tâbi olurlar. Ne inançlarında kesinlik, ne
kanunlarında, ölçülerinde haklılık, ne de hükümlerinde isâbet bulunur. Ve onlar
başka değil, ancak kendi mızraklarıyla ölçer, kişisel, nefsanî ölçü ve
tahminleriyle keyiflerine göre hüküm verir, yalan söylerler. Mesela “Allah,
beşere bir şey indirmedi” derler, Allah’a ortak ve çocuk isnat ederler, putları
ve heykelleri yakınlaşma aracı sayarlar. Haklıyı haksız, haksızı haklı,
çıkarırlar, helale 1 1
11111 227
haram, harama helal derler.
“O gün zalim kimse,
(çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de
peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost
edinmeseydim! Andolsun, Kur’ân bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı.
Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir. ”
(Furkan, 25/27-29.)
İbn
Kesîr bu konuyla ilgili şöyle der: “Yüce Allah, Peygamberin yolundan ayrılıp
başka yola giren zâlimin pişmanlığını haber veriyor. Kıyamet günü geldiğinde,
pişmanlığın kendisine fayda vermeyeceği bir zamanda pişman olacağını, pişmanlık
ve üzüntüden ellerini ısıracağını bildiriyor. Âyetin inişi ister Ukbe b.
Mu‘ayt, ister diğer bedbahtlar hakkında olsun, âyet bütün zalimleri kapsar.”
Zâlim der ki: “Keşke ben o Peygambere uysaydım ve onunla birlikte, beni azaptan
kurtaracak hidâyet yoluna girseydim.227 228
1.4.2.3. ŞEYTANIN TAHRİKLERİ
Şeytanın insanın günah
işlemesinde önemli bir payı vardır. Çünkü şeytan insana düşmandır.229 Kötülüğü günahı
ve isyânı230
fuhşu, zinâyı ve cimriliği,231
münkeri,230 231 232 küfrü, şirki ve
peygambere uymamayı emreder. İnsanlara Allah’ı anmayı unutturur,233 yaptıklarını
süslü ve cazip gösterir,234
doğru yoldan saptırır,235
azdırır ve günaha sürükler.236
Çünkü şeytan Âdem’in Allah’a secde emrine muhalefet edip secde etmekten imtina
emiş, bu sebeple huzurdan kovulup lanetlenmiştir. Kıyamet gününe kadar
Allah’tan yaşama izni alan şeytan:
“İblis: “Rabbim! Öyle
ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi. Allah da
“O halde sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar
mühlet verilenlerdensin” dedi. İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık,
andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa
erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım ” dedi. Allah, “İşte bu
bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım
üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin yoktur” dedi. ”
(Hicr, 15/36-42)
Allah’tan yaşama izni alan
şeytan insanoğlunu azdıracağına yemin etmiştir. Allah şeytanı ve ona uyanları cehenneme
atacağını va’detmişir.237
Bundan dolayı Allah, âdemoğluna şeytanın adımlarına uymamayı,238 ona kulluk
etmemeyi,239 onu
düşman edinmeyi240
ve şerrinden kendisine sığınmayı emretmiştir.241 Şeytana uyanlar hüsrana uğrarlar.242
2. KUR’ÂN’DA MUSÎBET KAVRAMI
S-v-b kökünden “e-sâbe”
fiilinin isimidir. Hedefe ulaşmak, yukarıdan aşağı inmek ve üzerine düşmek gibi
anlamlara gelir. Hatanın zıddı anlamındaki sevâb ile aynı kökten gelmektedir.
Es-savb yağmur yüklü bulut ve şiddetle yağan yağmur anlamındadır.243 Kelimenin kökü
olan “sa-ve-be”, “hata’” ın zıddıdır. Kur’ân’da daha çok fiil şekli olan esâbe
kullanılmaktadır. Ölüm ve benzerleri gibi, insan tabiatına uygun olmayan
felâketlerdir.244
Başa gelmek anlamı olmakla beraber “insanın başına gelen her kötü durumu” ifade
eder.245
2.1.2. ISTILAHÎ ANLAMI
Temelde musîbet kelimesi atışla
ilgili olmakla beraber, felâket, kaza, talihsizlik, anlamına tahsis edilmiştir.246
Musîbet, hedefine isâbet eden
mermi gibi, insana şiddetle dokunan olay ve felâkettir. Yeryüzünde musîbet,
yeryüzünde herhangi bir zarar ve harap olmaya sebep olan alet ve ziyanlardır.
Kuraklık, kıtlık, ürün ve hayvanlara gelen zararlar demektir. Ev veya şehir
yıkımı, arazi kaybı, zelzele ve diğerleri gibi her tür zararı kapsar. 247
Başınıza ne musîbet
geldi ise ellerinizin kazancı iledir. (Şura,
42/30)
Ayrıca esâbe fiili, hayırla ve
şerle ilgili kullanılmıştır.
“Sana bir iyilik
gelirse, bu onları üzer. Eğer başına bir musîbet gelirse, “Biz tedbirimizi
önceden almıştık” derler ve sevinerek dönüp giderler. ”
(Tevbe, 9/50)
“Görmez misin ki Allah,
bulutları sevk eder. Sonra, onları kaynaştırıp üst üste yığar. Nihâyet
yağmurun, onların arasından yağdığını görürsün. O, gökten, oradaki dağ (gibi
bulut)lardan dolu indirir de onu dilediğine isâbet ettirir, dilediğinden de
geri çevirir.” (Nûr,24 /43)
Mü’mini üzen her şey
musîbettir. Peygamberimiz (s.a.v), yanmakta olan mum sönünce istircâ’ etmiş,
yani İnnâ liilâhi ve İnnâ ileyhi Raci„un: Biz Allah’ın kuluyuz ve yine ona
döneceğiz demiştir. Bunun üzerine kendisine: “ Bu bir musîbet midir ki istirca’
eylediniz? diye sorulmuş, peygamberimiz (s.a.s)’de: Evet mümini üzen eziyet
veren her şey musîbettir” buyurmuştur.248
Esâbe fiili Kur’ân’da birkaç
âyette helâk anlamında da kullanılmıştır. Bunların ilki Nûh, Hûd, Salih ve Lût
kavimlerine gönderilen musîbet ile alakalıdır. Hz. Şuayb, kavmine nasihat
ederken, dürüst insanlar olmalarını tavsiye etmiş, ticaretlerinde sahtekârlık
yolunu bırakmalarını söylemiş ve böyle devam ederlerse Nûh, Hûd, Salih ve Lût
kavminin başına gelen musîbetlerin aynısının onlara da gelebileceği ihtarında bulunmuştur.249
Şuayb (a.s): ”Ey Kavmim!
Bana karşı olan düşmanlığınız, Nûh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Salih
kavminin başına gelenin benzeri gibi bir musîbeti sakın sizin de başınıza
getirmesin. (Ve unutmayın ki) Lût kavmi sizden uzak değildir. ”(Hûd, 11/89)
“Herhangi biriniz ister
mi ki içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan,
hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları
var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir
kasırga isâbet etsin de orası yanıversin!”
(Bakara, 2/266) âyetinde de bir bahçeye isâbet eden ve onu yakıp küle çeviren
olayda esâbe fiiliyle anlatılmıştır.
Cürcani musîbet kavramını,
insanın doğasına uygun düşmeyen ölüm ve benzeri şeyler250 diye tarif eder.
Musîbet kelimesi isim olarak
Kur’ân-ı Kerîm’de on yerde geçmektedir.251 Türevleri 65 âyette fiil, bir âyette “sevâb”
bir yerde “sayyib”olarak toplam 77 kez kullanılmıştır.252
2.2.KUR’ÂN’DA MUSÎBET
KAVRAMIYLA YAKIN ANLAMLI
Bu
bölümde Kur’ân’da kullanıldıkları lafız itibariyle farklı ancak ihtiva
ettikleri anlam itibariyle musîbet kavramına yakın anlam ihtiva eden kelimeler
incelenecektir.
2.2.1. BELÂ
Sözlükte “denemek, sınamak;
eskimek; musîbet, darlık, gam, dert ve sıkıntı” anlamında kullanılmıştır. İbn
Manzur’a göre belâ; hem denemek, imtihan etmek, hem de nimet şeklinde iki tür
mana ifade etmektedir.253
Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun’un
İsrailoğulları’na reva gördüğü korkunç işkenceler “büyük bir imtihan (belâün
azim)”254 ve
“apaçık bir imtihan (belâün mübin)”255 diye nitelendirilmiştir. Hz. İbrâhim’in oğlu
İsmail’i kurban etme girişimi de “apaçık bir imtihan” sayılmıştır.256 Kulun denendiği
imtihandan başarıyla çıkmasına da “güzel bir imtihan (belâün hasen)”
denilmiştir.257
Allah’ın korku ve kıtlık vermesi, can, mal ve meyveleri eksiltmesi de birer
belâ (deneme) dir.258
Dünya, kimin daha güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir belâ (deneme) yeridir,
ölüm de hayat da bunun için yaratılmıştır.259 Peygamberler de dâhil olmak üzere Allah
herkesi bir belâ ile denemektedir. Belânın en şiddetlisine uğrayanlar önce
Peygamberler, sonra da mânevi bakımdan onlara en yakın olanlardır.260 Bir kimsenin
gerçek şahsiyeti denenmesi halinde belli olur. Büyük belâlara büyük insanlar dayanabilir.
Elde edilecek olan sevabın büyüklüğü katlanılan belânın büyüklüğüne göredir.
Belâya uğrama günahlardan arınmaya ve mânen yükselmeye vesile olur. Bununla
birlikte belâ istenmemeli, Allah’tan âfiyet dilenmelidir. Hz. Peygamber de
“dayanılamayacak belâlardan” Allah’a sığınmıştır.
Helâk, mahvolmak, ölmek,
kaybolmak, kırmak, düşmek, bozulmak ve azâb görmek anlamına gelir.261 Helâk
kelimesinin türediği he-le-ke, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de toplam
olarak 68 yerde geçer. Kur’ân literatüründe “helâk” şekliyle mastar halinde
geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil halinde bulunur. En çok “Ehleknâ
(biz helâk ettik)” şeklinde geçmektedir.262
Helâk kelimesinin Kur’ân’da
kullanıldığı anlamlar yedi başlık altında toplanmıştır. Bunlar:
1. Bir şeyin başkasında
bulunmasına rağmen senin elinden çıkıp gitmesi, kaybolması, zail olması, yok
olması.263
2. Bir şeyi şekil değişikliğine
uğratarak ve ifsat edip bozarak yok etmek
3. Ölmek ve öldürmek.
4. Bir şeyin dünyadan yok
olması, varlığının ortadan kalkması. Helâkin bu anlamı Kur’ân’da ki anlamıyla
aynıdır.
“O ’nun zatından başka
her şey yok olacaktır. ”
(Kasas, 28/88)
5. Helâkin en önemli
anlamlarından biri de azâb ederek öldürmektir.
6. Helâkin bir anlamı da
kınanarak ve lanetlenmiş olarak ölmektir.
7. Korku ve fakirlik.264
“De ki: Allah ’ın size
üstünüzden (gökten) ve ayaklarınızın altından (yerden) bir azâb göndermeye ya
da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.”
(En’âm, 6/65) âyetinden de anlaşıldığına göre helâk genel olarak üç şekilde
gerçekleşmektedir. Bunların üstten ve alttan gönderilenleri tabii felâketler
şeklinde, sonuncusu ise insanlar eliyle meydana gelmektedir.265
Helâk oluş nedenleri arasında,
zulüm,266 aşırı
gitmek,267 fısk,268 refah ve bolluk
içinde şımarmak ve azmak269
zikredilmiştir. Hadislerde ise helâk ediliş nedenleri olarak, tefrika ve
çekişme,270 aşırı
cimrilik,271
peygamberlere çok soru sormak272
ve şirk,273
gösterilmektedir.
Bir toplum kendilerine
peygamber gönderilmeden cezalandırılmaz, insanlar, kendi benliklerindeki
özelliklerini değiştirmedikçe, Allah da onların bu özelliklerini değiştirmez,274
Vücutta
ortaya çıkan hastalıklar, beden sağlığı için ne kadar tehdit oluşturuyorsa,
Kur’ân ve Sünnet’te ifade olunan zulüm, isyân, tefrika, ihtilâf vb. gibi sosyal
hastalıklar da toplumlar için o nispette tehlike oluşturmaktadır.
2.2.3. AZÂB
Azâb, lugatte, “terk etmek,
vazgeçmek, vazgeçirmek” gibi manalara gelir. Azâb kelimesinin kökü, “azb” dir.
“işkence, eziyet, elem ve tatlı” anlamında kullanılır.275 Elem ve ıstırapların bir kısmı beden, bir
kısmı da ruh üzerinde etkili olduğuna göre azâb hem maddi hem de manevi bir
elem ve ceza niteliği taşır.
İnsanların birbirlerine
yaptıkları kötü muâmele de “azâb” kelimesi ile ifâde edilmiştir. Meselâ
Firavun’un İsrâil oğullarının erkek çocuklarını öldürmesine “azâb” denilmiştir.276
Kur’ân’da türevleriyle birlikte
490 defa geçen azâb, genellikle ilâhî emirlere karşı gelenlere verilen cezanın
adı olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de azâb manasında geçen başka kelimeler
de vardır. Bunlardan en çok tekrarlananlar “nâr, cehennem, ricz, be’s ve ikâb” kelimeleridir.
Zina yapanların277 ve cumartesi
günü balık avlama yasağını ihlal eden Yahûdilerin cezalandırılması,278 fakirin hakkını
vermeyenlerin bağ-bahçe ve ürünlerine âfet uğraması,279 Nûh kavminin suda boğulması,280 dolu düşmesi,
şiddetli yağmur yağması, yıldırım çarpması, zelzele, sel felâketi ve âfet
olması,281 açlık,282 insan öldürme,283dövme, işkence
vb. kötülükler,284
kabir hayatında,285
dünya ve ahirette Allah tarafından günahkârlara verilen cezâlar,286 azâb kavramı ile
ifâde edilmiştir.
Kâfirler
için “büyük, alçaltıcı, acıklı,287 şiddetli,288 sürekli,289 ve kötü290 bir azâb olduğu bildirilmiştir.
2.3. MUSÎBET ÇEŞİTLERİ
Hastalık,
yara, bere, kırık, çıkık, zulüm, işkence, açlık, susuzluk, yoksulluk gibi
doğrudan insanlara isâbet eden musibetler;291 hayvanlara, ürünlere ârız olan âfetler,
zelzele, kuraklık, sel felâketi, tufan vb. âfetler yeryüzüne isâbet eden
musibetler; yangın, gasp edilme, çalınma, bozulma, kırılma vb. zararlar mala
isâbet eden musibetler;292
şirk, nifak, küfür ve isyân gibi kişinin inancına, dinine gelen musibetler
olmak üzere dört çeşit musibet vardır.
2.3.1. DOĞRUDAN İNSANA İSABET
EDEN MUSÎBETLER
Musibetler, bizatihi insanın
kendisine isâbet eder. Cenabı Allah,
De ki: “O size
üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azâb göndermeye,
ya da sizi grup gurup birbirinize düşürmeye ve kiminizin şiddetini kiminize
tattırmaya gücü yetendir. ” Bak, anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde
nasıl açıklıyoruz. (En’âm, 6/65) buyurmak
suretiyle insanlara değişik yollardan azâbını göndermeye kadir olduğunu beyan
etmiştir.
Azâb onların üzerine, Nûh
(as)’nin kıssasında olduğu gibi, üzerlerine gökten inen yağmur ve yıldırımlar
gibi; Lût kavminin taşa tutulmasında ve fil ashabının taşlanmasında olduğu
gibi, üzerlerine gökten inen “sayha” korkunç çığlık şeklinde iniverir. Azâbın
ayaklarının altından gelmesi ise yerin sarsılması, Kârun’un yere geçirilmesi
şeklinde olur.293
Elmalılı bu âyetle ilgili: O
Allah’ın size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azâb göndermeye, üstten
azâb, yıldırım düşmek, taş yağmak, tufan olmak gibi gök âfetleri; ayakların
altından azâb, zelzele olmak, yerin göçmesi, su ve ateş çıkması gibi yer
âfetleri hakkında olduğu açıktır. İbni ‘Abbas valilerin zulmü, terbiyesizlerin
kötülüğü için demiştir ki üstten azâb, alttan azâb demektir. Bazı tefsirciler
de baştan veya alttan gelen hastalıklar ve musibetler ile tefsir etmişlerdir.
Âyet, hepsini ihtimali içine almaktadır, der.294
2.3.2. YERYÜZÜNE İSABET EDEN
MUSİBETLER
Yeryüzünde ve kendi
nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce,
bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre
kolaydır.295
Yerdeki musibetler;
yağmursuzluk, ürünsüzlük, bitkilerin az olması fiyatların artması (enflasyon)
ve açlığın birbirini kovalaması gibi,296 yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebep
olan âfet ve ziyanlar; kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan
âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi zararlardır.297 Bu bağlamda
canlı ve cansız ne varsa hepsine dokunan zararlar yeryüzüne isâbet eden musibetlerdir.
2.3.3.
MALA İSABET EDEN MUSİBETLER
Andolsun ki sizi biraz
korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz.
Sabredenleri müjdele .298
İnsanın mülküne bağına
bahçesine, evine, işyerine, dükkanına, arabasına, hayvanlarına gelen her türlü
zayiat, noksanlık, hasar, ziyan, yangın, deprem, sel felâketi, yıldırım
çarpması, trafik kazası, düşman saldırısı, dolu düşmesi, şiddetli yağmur,
yırtıcı hayvanların musallat olması, kaybolma kırılma v.b. sebeplerle insanın
canlı ve cansız mallarına gelen zararlar; işlerin kesata gitmesi, iflas
alacaklarını tahsil edememe, ürünlerini satamama, her türlü bağ-bahçe
ürünlerinin yetişmemesi... gibi zararlar insanın malına gelen musibetlerdir.299
“Her kim de benim
zikrimden (Kur ’ân ’dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de
onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. ”
(Tâ-Hâ, 20/124)
“Onun için bu dünyada sıkıntılı
bir geçim vardır.” Bu, dünyada fakirlik anlamında değildir. Böyle bir kimse,
bir milyoner veya büyük bir imparatorluğun sahibi olabileceği halde, vicdan
rahatlığından yoksun olacaktır. Çünkü “zikr” den yüz çeviren kimse tüm dünyevi
başarıları haram yollardan kazanacak ve bu nedenle sürekli vicdan azâbı çekecek
ve gerçek mutluluk ve huzurdan yoksun olacaktır.300
İbn Kesir, kim de Benim
zikrimden yüz çevirirse (Benim emrime ve Resûlüme indirdiklerime zıt gider,
ondan yüz çevirir de unutmuş görünür ve onun dışında başka bir şeyden hidâyet
almaya kalkarsa) bilsin ki onun (dünyada) dar bir geçimi olur. Onun için huzur
ve göğüs ferahlığı yoktur. Sapıklığından ötürü göğsünde bir sıkıntı vardır. İsterse
dışı nimet içinde olsun, dilediğini giymiş, dilediğini yemiş, dilediği yerde
ikâmet etmiş olsun. Kalbi yakin ve hidâyetle temizlenmedikçe o şüphe, hayret ve
kalb huzursuzluğu içindedir. Devamlı bir şüphe 301
içinde bocalamaktadır. İşte bu, geçimin
darlığındandır, şeklinde açıklamıştır.301
2.3.4.
DİNE İSABET EDEN MUSİBETLER
Şüphe yok ki musibetlerin en
büyüğü insanın dinine isâbet eden musibetlerdir.
“Bu iki zümrenin durumu,
kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç
birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?”
(Hûd, 11/24)
Gerçekten Biz, insana (yani en
iyi işi ortaya koymak için imtihan vermek üzere yaratılmış olan insan cinsinden
herhangi birine) tarafımızdan bir nimet, bir rahmet tattırır da sonra onu ondan
çekip alırsak şüphe yok ki, o insan ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder.
Gelecek hakkında bütün ümidini yitirir. “Allah yine verir.” demez. Geçmişi de
hemen unutur. “Bugün vermediyse dün vermişti.” deyip şükretmez. Büsbütün nankör
biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini toptan inkâr etmeye
varıncaya kadar ileri gider. Günaha girer, tevbe ve istiğfar etmek hatırına
gelmez. Eğer ona dokunmuş olan bir sıkıntıdan sonra ona hoş bir nimet
tattırıverirsek, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf
iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa
kesinlikle şunu der: “Bütün o kötülükler benden uzaklaşıp gitti”. Bir daha
başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Artık o ferih ve fahûrdur. Sevinçlidir
ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır.
Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla şuna buna caka
yapmaya başlar. Hâsılı insan dünyada nimetten veya zorluktan boş kalmaz, bolluk
veya yokluk için de ömür sürer: Bazen yoklukla imtihan olur, bazen bollukla
imtihan olur. Ve insanoğlu yaratılıştan gelen bir özellikle rahmetten, nimetten
hazzeder, onun kaybından dolayı da üzüntü duyar, acı çeker. Her iki halde
rahmetten Rahmân’ı, rahmetin elden gidişinden de yine Rabbin gazap ve azâbını
düşünerek, gereğince hareket edip ahiretini düşünmek, en iyi davranışı ortaya
koymak lazım gelirken, insan cinsinde öyle “zalûm ve cehûl” bir ruh hali vardır
ki, çokları nimeti düşünür de nimeti vereni düşünmez. Nimet veya sıkıntının
esas gayesini ve hikmetini göz ardı eder. Onun hikmetiyle ilgilenmez, nimet
tecrübesi gördüğü halde o nimet elinden alınınca hemencecik her şeyi unutur,
bir karamsar ve bir nankör oluverir çıkar. Buna karşılık yokluk ve sıkıntı
tecrübesi gördüğü halde bir nimet tadınca, bir daha hiç acı görmeyecekmiş gibi
ve o nimet sırf kendisinin emeği ve icadıdır.302
“Kim bu dünyada körlük
ettiyse ahirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır.
(İsrâ, 17/72)
Cenâb-ı Hakk’ın, “Kim bu
(dünya)da kör olursa, o ahirette de kördür” buyruğu ile gözün kör olması
kastedilmemiş; aksine bununla, kalbin körlüğü kastedilmiştir. Âyetteki “o,
ahirette de kördür” ifadesine gelince, bu hususta iki görüş vardır:
Birinci körlük kalbin
körlüğüdür. Dünyada iken kalpleri kör olanlara, bu durum, onların dünyayı elde
etme ve onun lezzet ve güzelliklerinden yararlanarak sevinme konusunda aşırı
hırsları bulunması sebebiyle meydana gelmiştir. Bundan dolayı, bu istek
ahirette artar ve orada, dünyayı elden kaçırmadan dolayı hasret büyür. Bunun
yansıra, onlarda marifetullah nurları hakkında herhangi bir şey de yoktur.
Böylece onlar, şiddetli bir zulmetin ve büyük bir hasretin içinde kalakalırlar
ki işte âyette bahsedilen, körlükten bu kastedilmiştir.
İkinci
görüş körlüğün, gözün körlüğü manasına hamledilmesidir. Buna göre mana, “Bu
dünyada kimin kalbi kör olursa, kıyamette o kimse, gözü kör olarak haşredilir”
şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, “...biz onu Kıyamet gününde de kör olarak
haşrederiz. O, “Rabbim, beni niçin kör hasrettin? Halbuki ben, gören bir kimse
idim?” der. (Allah da): “Öyledir. Sana âyetlerimiz geldi de sen onları unuttun,
işte bugün de sen öylece unutuluyorsun” (Tâ-Hâ, 24/124-126);”Biz onları kıyamet
günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzükoyun haşredeceğiz.. ,”(İsrâ,
17/97) buyurmuştur. Bu körlük, onların cezalarını arttırmak içindir.303
2.4. MUSİBETLERİN GELİŞ
SEBEPLERİ
Kâinattaki her şey, her hadise
bir sebebe binaen yaratılmıştır. Bunun gibi yeryüzünde meydana gelen musibetler
de sebepler etrafında gerçekleşmiştir. Musibetler Allah’ın takdiri, insanların
hatalı davranışları, nimetlere nankörlük, insanların insanlara yaptıkları
zulüm, ilâhi kurallara uymama ve imtihan sebebi olarak gerçekleşir.
Yeryüzünde ve de nefislerde
meydana gelen bütün musibetler Allah (cc) takdiri iledir. Bu gerçek Kur’ân-ı
Kerîmde şöyle ifade edilir.
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde
uğradığınız hiçbir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta
(Levh-i Mahfûz ’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah ’a göre kolaydır.
Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah ’ın size verdiği nimetlerle
şımarmayasınız diye (böyle yaptık.) Çünkü Allah, kendini beğenip övünen hiçbir
kimseyi sevmez. ” (Hadîd, 57/22-23)
Yeryüzünde ve de nefislerinizde
hiçbir musîbet vuku bulmaz ki bir kitapta yazılmış olmasın. Musîbet, hedefine
isâbet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hâdise ve felâkettir. Arzda vuku
bulan musîbet, yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebep olan âfet ve
ziyanlardır. Bu, kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan âfetler,
ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi diğer bütün zararları içine
almaktadır. Nefislerdeki musîbet ise, ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis,
işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi insanlarla ilgili olan acılardır.
Tatlı başarılar Allah’ın lütfu olduğu gibi bütün musîbetler de Allah’ın ezeli
ilminde veya Levh-i Mahfûz’da yazılmış bir takdiridir. Öyle ki o yeri veya
nefisleri yahut da o musîbeti yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce
yazmışızdır. O nasıl mümkün olur denilmesin. Çünkü o, Allah’a göre kolaydır,
Allah Teâlâ madde ve zamandan müstağni (berî) dir. O halde takdir edilen
musîbetten kaçınmakla kurtulma mümkün olmaz. O yazılmış ise yalnız müsabakaya
girişenlere değil, kaçanlara veya oturup zevk ve rahatına bakanlara dahi gelir
çatar. Musîbetlere karşı kadere bağlanmanın kalbe kuvvet ve sağlamlık vermesi
yanında, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir
faydası da vardır.304
Allah’ın izni olmaksızın hiçbir
musîbet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir.
Allah her şeyi hakkıyla bilendir.305
Bir musîbet isâbet etmez ki
Allah’ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek mümin, ferd yahut topluluk
her kim olursa olsun başına can, mal veya başka şeylerle ilgili herhangi bir
musîbet, maddî, manevî, kavli veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir
hadise gelirse o, her halde
Allah’ın izniyledir. Allah’ın izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle,
çalışmasıyla kimseye bir musîbet erişmez. Allah’ın izni olmayınca bir yaprak
bile yerinden oynamaz.306
Hiçbir
şey rastlantı sonucu veya boşuna meydana gelmemiştir. Faydasız ve başıboş
değildir. Her hareket, şu evrenin yaratılışında planlanmış ve kendisine özgü
sebep ve sonuçları olan bir kadere göre hareket etmektedir. Bu hareketler bozulmaz,
askıya alınmaz ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam adet ve kanunlara uygun gelmekle
beraber belirlenen programları planında gizli bir hikmeti gerçekleştirmekte ve
hep birlikte evrenin nihai projesini tamamlamış olmaktadırlar.307
2.4.2. İNSANLARIN DAVRANIŞLARI
İnsanların hataları
davranışlarının musîbetlerin gelmesinde önemli bir etkisi vardır. Bu husus
Kur’ânı Kerîm’de şu şekilde ifade edilmiştir:
Başınıza her ne musîbet
gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.
(Şûrâ, 42/30)
Başınıza ne musîbet geldiyse
kendi ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır.
Burada Allah’ın emirlerine aykırı eylemler neticesinde karşılaşılan sonuç ifade
edilmektedir.
Ancak
musîbet sadece günahkârlara isâbet etmez. Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek
derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle günahkâr olmayanların
başlarına gelen musîbetler de yok değildir. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de “Andolsun
sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden
yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. ”308 Şeklinde ifade edilmiştir.
2.4.3. NİMETLERE NANKÖRLÜK
Musîbetlerin çoğu Allah’ın
emrini dinlememek, Allah’ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini
bilmemek ve sonuçta şükrün yerine insana verilen nimetlere karşı nankörlüğü
koymaya bağlıdır.309
Allah şöyle bir
memleketi misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan
bolca rızık gelirdi. Fakat Allah ’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden
yaptıklarına karşılık Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı.
Andolsun, onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Böylece
zulmederlerken azâb onları yakalayıverdi. (Nahl,
16/112-113)
Küfrün ve nimeti inkârın azâbı,
yalnız ahirette değil, dünyada da büyüktür. “Nimet ne kadar büyük, ne kadar
olağanüstü ise küfür ve inkârın azâbı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevâli de
o ölçüde acı olur.” ifadesiyle, Kur’ân-i Kerîm’de ümmetlere verilen cezaların
nimetlere orantılı olarak verildiğinin altını çizmektedir.310
En büyük nankörlük, Allah’ı
inkâr ve O’nun vaz’ ettiği risâlet müessesesini ve o müessesenin Allah
tarafından gönderilen elçilerini ve davetlerini kabul etmemek ve onların Allah
adına sunduğu prensipleri ve kuralları tanımamaktır. Elbette böyle büyük bir
isyân ve başkaldırının cezası da büyük olacaktır. Allah, zerre kadar da olsa
asla haksızlık etmez.311
Herkese yaptığına karşılık bir ceza verir.312 Hem bu dünyada hem ahirette her nefis peşinde
koştuğu şeyin karşılığını bulacaktır.313 Bu sünnetullah314 (Allah’ın âdeti), bu ilâhî adalet, bu mizan
asla şaşmaz, yanılmaz ve değişmez.
İsrailoğulları, Allah Teâlâ’nın
kendilerine ihsan ettiği sayısız nimetlere karşılık isyân etmişler, tarihte
benzerine rastlanmayacak biçimde Allah hakkında kötü zanda bulunmuşlar ve aslı
astarı olmayan sözler sarf etmişler, peygamberlere karşı çıkmış, hatta bazı
peygamberleri öldürmüşlerdir. Allah, onları Firavun’un zulüm ve esaretinden
kurtarmış, onlara yurt vermiş, bıldırcın eti ve kudret helvası lütfetmiş, buna
rağmen onlar, bu nimetlere nankörlükle, isyânla ve buzağıya taparak karşılık
vermişlerdir.
Allah Teâlâ, bu nankörlükleri
sebebiyle onlara, maymunlaşma, domuzlaşma, horluk, yoksulluk, Beyt-i Makdis’e
kırk yıl girme yasağı, birbirlerinin arasında kin, düşmanlık ve lanetlenme gibi
cezalar vermiştir.
Onların nankörlüklerini ve bu
sebeple uğradıkları cezayı Kur’ân şöyle haber verir: “Musa kavmine şöyle
dedi: “Ey kavmim! Allah ’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin
ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz. ” Onlar, kendilerini
çeşitli sıkıntılardan kurtarılmalarına sebep olan Hz. Musa’nın bu emrine itiraz
ettiler. Sebatsız, cesaretiz, vefasız ve korkak olduklarını şu sözleri ile
ispat ettiler: “Ya Musa! Orada zorba bir toplum var, onlar oradan çıkmadıkça
biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz'”315 Edep, hayâ
ve hatta îmân sınırını da zorlayarak fütursuzca şu itirazda bulundular: “Ey
Musa! Onlar orada bulunduğu müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve
Rabbin gidin savaşın; biz burada duracağız. ” dediler.316 317 Haddi
aşan ve söylediği sözün îmân ve izanla bağdaşmadığını anlamayacak kadar
basiretsiz ve oldukça kaba olan bu topluluk, cezadan başka neye müstahak
olabilirdi? Bilgisiz, görgüsüz, nezaketsiz ve üstelik Rablerine karşı böyle
saygısız davranan bu insanların 317
2.4.4. ZULÜM
Eşyanın tabiatına ters hareket
ederek hakkı çiğnemek anlamındadır. Bir başka ifadeyle, gerek hak kitapta
gerekse de fıtratta tabiî olarak bulunan ilâhî emirlere muhalefet etmek ve
bunun neticesi olarak da, haksızlıkta bulunmak olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim
her varlık kendisi için konulan kanuna (sünetullah’a) harfiyyen uymasına ve
gereğini fiili olarak yerine getirmesine karşılık, insanın kendisi için
yaratıldığı, yerine getirmesi gereken emânet adı verilen kulluk görevini,
yapamamakta ve bu yüzden de zâlim olarak nitelendirilmektedir:318
“Biz emâneti, göklere,
yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler,
(sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi;(bununla beraber onun hakkım
tam yerine getirmedi).Çünkü o, çok zâlim, çok câhildir. ”
(Ahzâb, 33/72)
“(O kâfirler)
kendilerine ancak meleklerin veya senin Rabbinin helâk emrinin gelmesini
bekliyorlar. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi,
fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. Bu sebeple işledikleri kötülüklerin
cezası onlara ulaştı ve alay ettikleri şey kendilerini kuşattı.”319 (Nahl, 16/32-33)
Kur’ân’da zülüm kavramının, üç
kullanım boyutuna sahip olduğunu görmekteyiz:
1- İnsanla Allah arasında olan
zulüm: Bu Kur’ân’a göre en büyük ve en ağır zulümdür:
“Doğrusu şirk büyük bir
zulümdür...” Bu âyet bize, insanla Allah arasındaki zulmün, ona denk tanrılar
tutmak olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu türden olan zulmün kategorisi içine
Allah’ın âyetlerini yalanlama da girmektedir. Bu tür zulüm kavramı genellikle
“femen” ile “vemen ezlemü” şeklinde İsm-i Tafdîl ile kullanılmaktadır.
2- İnsanların birbirlerine
karşı yaptıkları zulüm: Bu tür zulüm insanlara yapılan gayr-ı meşru her türlü
haksızlığı içine almaktadır.
“Ancak şunlar aleyhine
yol vardır ki insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırırlar, işte
böylelerine acı bir azâb vardır. ” (Şûra,
42/42)
3- İnsanın kendi nefsine
yaptığı zulüm:
Bu tür zulüm, insanın ilâhî
kitapta belirtilen hususlarda lakayt davranması, gereğine göre amel etmemesi
olarak ifade edilmektedir.
Yukarıda izah edilen insanın
kendisiyle Allah arasında yaptığı zulüm ile diğer insanlara yaptığı zulüm de,
netice itibarıyla insanın kendi nefsine yaptığı zulümlerdendir. Kur’ân’da, bu
kategoriye giren zulüm hususunda, Allah’ın insanlara zulmetmediği, insanların
kendilerine zulmettikleri belirtilerek “lâkin onlar kendilerine zulüm
ediyorlar.” formuyla bu tür zulme çok temas edilmektedir.320
Kur’ân’a genel olarak
baktığımızda Cenabı Allah insanlara musibetleri kendi işledikleri hatalar
yüzünden, insanları denemek veya ibret olmaları için verdiğini beyan ediyor.
Allah Teâlâ, En’âm suresinin
sonunda, hilafetin bir neticesi olarak “imtihan”ı haber vermektedir:
“O Allah, sizi
yeryüzünün halifeleri yapan, sizi imtihan etmek için kiminizi derecelerle
kiminizin üstüne çıkarandır.321
O, hanginizin ameli, hal ve hareketlerinin daha güzel olacağı hususunda sizi
imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır322 323 O,
hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü de 323
hayatı da takdir edip
yaratandır.
Demek ki hayatın arkasından
yeni bir hayatın, onun arkasından da diğer bir hayatın mütekabilen yaratılması,
insanları bu ikisi arasında, güzel bir sa’y ve amel mücadelesiyle, Allah’ın
mülkünde güzel bir âmil, yüksek bir memur olmak üzere, müsabaka için, bir
imtihan meydanına çıkarılmaları hikmetine ve gayesine müteveccihtir.324 Hem insan,
fakirle zengini müsavi yapan, hataları düzeltme imkânını sona erdiren ölümün
geleceğinden korkarak ve kıyamete kadar tekrar dirilmeyi bekleyeceğini hesaba
katarak günahlardan kendisini çeker325 ve Allah’ın istediği en güzel ameli yapar.
Böylece, bir hadîste de buyrulduğu gibi, akılca en güzel, yani iyiyle kötüyü
temyiz edip iyiyi tercih ederek aklını en güzel kullanan, Allah’ın
haramlarından en çok sakınan, Allah’a taatte en süratli olan, böyle olmayandan
ayrılmış olur.326
Cenab-ı Allah, bunun için
insanı, imtihanı anlama vasıtalarıyla teçhiz 327 etmiştir.327
“Hakikat biz, insanı birbiriyle
karışık bir damla sudan yarattık. Onu, imtihan etmek için işitici ve görücü
yaptık.” 328 Çünkü
imtihan hilkatin eksiksiz olmasından sonra olabilir. İmtihan için, insanın fıtratı
sıhhatli, aklı selîm olması gerekir, bunlar olmadan imtihan olmaz.328 329 İnsanın
basîr (görücü) olması, bizzat gözüyle birlikte, basiretin kaynağı olan, kalbi
ve aklı olduğunu da ifade eder. Çünkü bu kelime hem görme organı olan gözü
ifade, hem de idrâk merkezi olan kalbi ifade eder.330 Allah, bu zahirî ve batini teçhizattan başka,
ona, hidâyet ve dalalet, hayır ve şer yollarını, necat ve helâk sebeplerini
beyan için,331
işitmeye ait delillerden kitaplar, akla ait delillerden enfüsi ve afakî
burhanlar gösterdi332
“Gerçek, biz ona doğru yolu gösterdik. İsterse şükredici olsun, isterse nankör
olsun” 333
İnsanın îman babındaki bu
imtihanı başarsa bile, sebat ve amel noktasından imtihanı devam eder.
“İnsanlar, inandık demeleriyle, bırakılacaklarını ve imtihana
çekilmeyeceklerini mi sandılar.”334 Bu hususta Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurur:
“Mümin olan erkek ve kadın, Allah’a kavuşana ve üzerinde hiç hata kalmayana ,,335
kadar, malı, nefsi ve evladı
hususunda belâlardan kurtulamaz.”335
Yüce Allah, insanları açlık,
susuzluk, mallar, canlar ve meyvelerde noksanlaştırmak suretiyle imtihan
edeceğini bildirmekte ve sabredenlerin müjdelenmesini peygamberine
emretmektedir.
Andolsun ki sizi biraz korku ve
açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri
müjdele. Onlar; başlarına bir musîbet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle)
Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.336
Musîbete karşı takınılan tavır,
aynı zamanda îmân ile nifakın arasını ayıran ve münâfık tiplerin kalplerindeki
nifakı açığa çıkaran bir imtihan aracıdır. Yani îmânların musîbetle
sınanmasıdır.
“Şüphesiz ki içinizden
(savaşa çıkmak için) pek ağır davrananlar vardır. Size bir musîbet geldiği
zaman (onlar) “Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım ” der ”
(Nisâ, 4/72)
Allah (cc) müminleri
musibetlerle imtihan etmiştir. Müminler Uhud savaşında bozguna uğratılmakla
imtihan edilmişlerdi:
“Andolsun, Allah,
izniyle, onları (müşrikleri) kırıp geçirdiğiniz sırada size olan vadini
gerçekleştirdi. Nihâyet sevdiğiniz şeyi (zaferi) size gösterdikten sonra, za’f
gösterdiniz. (Peygamber’in verdiği) emir konusunda tartıştınız ve emre karşı
geldiniz. içinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de. Sonra
sizi denemek için onlardan yüzünüzü çevirdi. (Kaçıp hezimete uğradınız. Buna
rağmen) sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır. Peygamber,
arkanızdan sizi çağırırken siz durmadan dağa yukarı kaçıyor, hiç kimseye dönüp
bakmıyordunuz. Bundan dolayı Allah, size keder üstüne keder verdi ki (bu
durumlara alışasınız ve daha sonra) elinizden gidene ve başınıza gelene
üzülmeyesiniz. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ”
(Âl-i İmrân, 152-153)
“iki
topluluğun (ordunun) karşılaştığı günde başınıza gelen musîbet Allah ’ın
izniyledir. Bu da müminleri ortaya çıkarması ve münâfıklık yapanları belli
etmesi içindi. Onlara (münâfıklara), “Gelin, Allah yolunda savaşın veya
savunmaya geçin ” denildi de onlar: “Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik”
dediler. Onlar o gün, îmândan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde
olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi
bilmektedir. ” (Âl-i İmrân, 3/166-167)
2.5. CEZA VEYA MÜKÂFAT
AÇISINDAN MUSİBETLER
Musibete
maruz kalma hadisesi inanç türünün hepsi ile ilgilidir. Musibet, kâfire ya
inkârından vazgeçip Allah’ı tanımasına vesile olması ya da inadından dolayı
helâk olması için verilir. Günahkâr mümine isâbet eden musibet günahlarından
tövbe etmesi için bir hatırlatma mahiyetindedir. Müttaki müminlere gelen
musibetler ise Allah’ın sevmesinin bir sonucu olarak hata ve kirlerden
kurtulması ve Allah’ın yanındaki derecelerinin yükselmesi içindir.
2.5.1. KÂFİRLERE İSABET EDEN
MUSİBETLER
Allah’ın (cc) emirlerine karşı
bulunduğu için müşrik, münâfık ve kâfirlerin başına gelen musibetlerin bir
kısmı kendilerine cezadır.
“Bizzat kendi
yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu
bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık!
diyecek olmasalardı (seni göndermezdik). ”
(Kasas,28/47)
“Başlarına bir musîbet geldiği
zaman” şeklindeki âyetler müfessirlerin aktardığına göre; Kureyş kâfirlerinin
Medine Yahudilerine adam göndererek onlardan peygamberin durumunu sormaları
üzerine inmiştir. Bunun üzerine Yahudiler, Kureyş kâfirlerine peygamberin
sıfatını, dürüstlüğünü, peygamberleri Musa’da olduğu gibi, onun da Allah
katından vahiy aldığını haber vermişlerdi. Buna rağmen bu kâfirler kibirlenerek
“Musa ve Muhammed! Her ikisi de sihirbazın tekidir, onlara gelen sihirden başka
bir şey değildir. Bu yüzden biz her ikisini de yalanlıyoruz” dediler. 337
Râzi bu
âyeti açıklarken buradaki musîbetten kastın kıyamet günü azâbı olduğunu söyler
“Kıyamet günü başlarına azâb geldiğinde “Ey Rabbimiz, keşke bize bir peygamber
gönderseydin de, biz de âyetlerine uysaydık, müminlerden olsaydık” diyecek
olmasalardı... (seni göndermezdik)338
2.5.2. GÜNAHKÂR MÜMİNLERE
İSABET EDEN MUSÎBETLERLER
Mü’min günah işlerse musîbete
maruz kalabilir. Eğer kendine isâbet eden musîbet karşısında sabrederse maruz
kaldığı musîbetlerin bir kısmı kendisinin bağışlanmasına vesile olur. Şûrâ
suresi 30. âyette şöyle buyrulmuştur.
Başınıza gelen herhangi
bir musîbet kendi ellerinizle yaptığınız işler yüzündendir. O, yine de çoğunu
affeder.
Başınıza ne musîbet geldiyse
kendi ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır.
Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım
sebeplerle günahkâr olmayanların başlarına gelen musîbetler de yok değildir.339
“Andolsun sizi biraz
korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme
ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele. ”
(Bakara, 2/155)
Hâlbuki birçoğundan
affediyor da dünyada hesaba çekmiyor. Çünkü “Eğer Allah insanları zulümleri
yüzünden hesaba çekecek olsaydı yerin üstünde hiçbir canlı mahlûk bırakmazdı. ”
(Nahl, 16/61)
İnsanın başına gelen her
kötülüğün, insanın kendi elleriyle hazırladığı bir sebebi vardır. Ne var ki
Yüce Allah, onu her yaptığından dolayı suçlu bulup cezalandırmıyor. Çünkü Allah
(cc) insanın zayıf bir yaratık olduğunu, onun fıtratına bazı itici özellikler
verdiğini ve bu itici özelliklerin zaman zaman insanı etkisi altına aldığını
biliyor. Bu yüzden bir hoşgörü ve insana yönelik rahmetinin belirtisi olarak
çoğu suçlarını bağışlıyor.
Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor:
“Kim fenalık yaparsa cezasını görür. Kendisine Allah’tan başka ne dost ne de
yardımcı bulur” (Nisâ, 4/123) meâlindeki âyet nazil olduğu zaman, Müslümanları
çok ciddi bir kedere sevk etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle
tavsiye etti: “Amellerinizde orta yolu ve doğruyu bulmaya çalışın. Mü’mine
musîbet nevinden her ne ulaşır ise günahlarına bir kefaret olur. Musîbet,
beklenmedik bir hadise olmuş, ayağına batan bir diken olmuş fark etmez.”340
Ali bin
Zeyd annesinden anlatıyor: Annesi Hz. Ayşe (r.a)’ye Cenab-ı Hakk’ın şu âyetinden:
“...İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesâba çeker ve
dilediğini bağışlar” (Bakara, 2/284) ve keza: “Kim fenalık yaparsa cezasını
görür” (Nisâ, 4/123) âyetinden sordu. Hz. Ayşe şu cevabı verdi: “Benim
Resûllullah (s.a.s)’tan bu hususta sorduğum günden bu yana kimse meseleyi bana
sormadı. Resûlullah (s.a.s) şöyle cevap vermişti: “Bu, Allah’ın hastalık ve
kazadan tut, cebine koyduğu basit bir eşyanın kaybıyla duyduğu üzüntüye
varıncaya kadar mâruz kaldığı musîbetlerle kulunu (dünyada) cezalandırmasıdır.
Böylece kul, peyderpey günahlarından arınmış olarak çıkar, tıpkı ham altının
körükten saf kızıl çıktığı gibi.341
2.5.3. MÜTTAKÎ MÜMİNLERE İSABET
EDEN MUSİBETLER
Müttaki müminlerin başına gelen
musîbetler ise derecelerinin yükseltilmesine yönelik olduğu bakara 155.âyette
bildirilmektedir.
Andolsun ki sizi biraz
korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile
deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!
(Bakara, 2/155)
Hz. Ayşe’den rivâyet edilmiş
bir hadiste: Mümine bir diken isâbet etmez ve ondan daha küçük bir şey isâbet
etmez ki bu yüzden Allah onun mertebesini bir derece yükseltmiş ve bir günahını
silmiş olmasın.342
Muâz b. Cebel (r.a.) anlatıyor:
“İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihâd yapmayı temenni eden bir kimse,
bilâhare ölse de, öldürülse de şehit sevabı kazanır. Kim de Allah yolunda yara
alsa veya Allah yolunda düşmanın sebep olmadığı bir musîbetle bile yaralansa bu
yara, kıyamet günü, en büyük hâli içinde rengi zaferân renginde, kokusu da misk
kokusunda olarak gelir. Kimin vücudunda, Allah yolunda iken çıkan, iltihap gibi
bir yara açılacak olsa bu da onun için şehitlik mührü olur.343
Musîbetlerin günahları silme
fonksiyonunu anlatırken günahsız konumunda olan “peygamberlerin ve çocuklar” ın
durumunun ne olacağı düşünülebilir. Peygamberlerin durumu üç şekilde
yorumlanmaktadır. Bunlara musîbetin gelmesi, hem Allah katındaki derecelerini
yükseltmek, hem de bela anında nasıl sabretmeleri gerektiğini öğretmek içindir.
Üçüncü şık ise Allah’ın bize bildirmediği bir sebepten dolayı musîbete maruz
kalırlar. Çocuğa ise derecesini yükseltmek için musîbet verilir. Bir başka
görüşe göre anne babaların derecelerini yükseltmek içindir.344
Yüce Allah musîbetlere,
belâlara ve hastalıklara maruz kalıp sabreden müminlere mükâfat veriyor. Bu
hususu Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu sözü desteklemektedir.
“Ne acâiptir müminin işi!
Gerçekten onun her işi hayırdır. Bu hal, müminden başka hiçbir kimse için böyle
değildir. Eğer ona sevinç verici bir şey isâbet ederse şükreder. Bu da kendisi
için bir hayır olur. Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir şey isâbet ederse
sabreder, bu da kendisi için hayır olur.”345
KUR’ÂN’DA GÜNAH MUSÎBET İLİŞKİSİ
Kur’ân
insanların günahlarıyla başlarına gelen musibetler arasında doğrudan irtibat
kurmuştur. Bu irtibat birçok âyette insanların dikkatlerine sunulmuştur.
“(Bedir de) iki katını
(düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza
geldiği için mi “Bu nasıl oluyor! ” dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır.
Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Âl-i
İmrân, 3/165) Bedir’de Müslümanlar müşriklerden yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş
kişi de esir almışlardı. Uhud’da ise yetmiş şehit verdiler. Âyet-i kerimede
geçen “musîbet” le buna işaret ediliyor. Ve bunun, okçuların Allah Resulü’nün
emrini tutmamalarından dolayı başlarına geldiği vurgulanıyor.
“Elleriyle yaptıkları
yüzünden başlarına bir felâket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve
arayı bulmak istedik, diye yemin ederek sana nasıl gelirler! ” (Âl-i
İmran, 3/125)
“Bizzat kendi
yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu
bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık!
diyecek olmasalardı (seni göndermezdik). ”
(Kasas, 28/47)
“Başınıza gelen herhangi
bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber)
Allah çoğunu affeder. ” (Şûrâ,
42/30) Âyette hitap edilenler, günahkâr müminlerdir. Günahı olmayan müminlerin
başına gelen musibetlerin sebepleri başkadır. Mesela onların sabretmeleri ecirlerini
arttıracak sebeplerden biri olarak sayılabilir.
Zira sabır ile ecre veya yüksek
derecelere mazhar edilmek gibi birtakım sebeplerle mücrim olmayan enbiya,
evliya ve çocuklar gibi zümreye de isâbet eden musibetler yok değildir.” Çünkü,
“Andolsun, sizi korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve
mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütuf ve
keremimi) müjdele, ”346
buyrulmuştur. Başa gelen musibetler: ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar,
boğulmalar, yıldırım çarpması ve benzeri hoşa gitmeyen her şeyi kapsamaktadır.
Bu konu ile ilgili olarak pek
çok tefsirde değişik rivayetlerde hadisler nakledilmiştir. Bunlardan bir kısmı:
“Muhammed (s.a.v.)in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir
kamışın yaralaması, bir damar seğirmesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah
yüzündendir. Allah’ın onlardan bağışladığı ise daha çoktur.” Hz. Ali (r.a.) den
rivayet olundu ki Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Yâ Ali, size musibetten ne
gelirse, kendi ellerinizin kazandığındandır. Bununla beraber O, çoğunu affeder.
Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir
hastalık veya bir musibet veya bir belâ sizin kazandıklarınızdandır. Allah
Teâlâ, ahirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halim’dir. Dünyada iken
bağışlamış olduğuna gelince, Allah Teâlâ bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek
kadar da Kerim’dir.” Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Nefsim kudret
elinde olan Allah’a yemin ederim ki müminin başına gelen hiç bir dert, zahmet,
hastalık, üzüntü ve keder yoktur ki, Allah Teâlâ bunu onun hatalarına keffâret
kılmasın. (Ayağına) batan ve ona acı veren bir dikene varıncaya kadar.”347
Müttâki müminlerin başına gelen
musibetler ise derecelerinin yükseltilmesine yönelik olduğu bakara 155.âyette
de bildirilmektedir.
Andolsun ki sizi biraz korku ve
açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz.
(Ey Peygamber! ) Sabredenleri müjdele!
Hz. Ayşe’den rivâyet edilmiş
bir hadiste; Mümine bir diken veya ondan daha küçük bir şey isâbet etmez ki bu
yüzden Allah onun mertebesini bir derece yükseltmiş ve bir günahını silmiş
olmasın.348
Kur’ân sıklıkla kendi
yaptıkları yüzünden ve kendi kazandıklarıyla349 ifadelerini kullanarak gelen musibetlerin,
insanın yanlış ve kusurlarında aranması gerektiğini bildirir.
Yüce Allah bu hususu bir
âyetinde şöyle beyan eder:
“Başınıza gelen herhangi
bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.(Bununla beraber)
Allah (günahlarınızın) birçoğunu affeder (de onlardan ötürü bir musîbet
vermez.). ” (Şûrâ, 42/30)
Bu âyete göre, insanın başına
gelen her bir musîbetin onun işlediği bir günaha ceza olarak geldiği
anlaşılmaktadır. Şu halde insanın başına gelen ceza cinsinden her bir musîbeti
kendinden bilmesi gereğinin Kur’ân’ın bir emri olduğunu söyleyebiliriz. Aksi
bir düşünce insanı, daima dışarıda bir suçlu aramaya sevk edecektir. Bunun
içindir ki Kur’ân bize bir ölçü vermektedir. Suçlu başkası değil, kendi
nefsinizdir.
Ancak burada şu hususu açıklığa
kavuşturmamız gerekmektedir. Acaba insanın başına gelen her bir sıkıntı ve
musîbet mutlaka onun işlemiş olduğu bir günah sebebiyle midir? Buna, Kur’ân’ın
diğer âyetlerini de dikkate aldığımızda evet, diyebilmemiz isâbetli
gözükmemektedir. Zira Kur’ân’da insanların bağlılıklarını ve sabırlarını ölçmek
ve ibret almalarını sağlama için de birçok sıkıntı ve musîbetle denendikleri
bildirilmektedir. Örnek olarak şu iki âyeti verebiliriz:
“(Ey inananlar), yoksa
siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Sıkıntı ve musîbet onlara öylesine dokunmuş ve
öylesine sarsılmışlardı ki nihâyet Peygamber ve beraberindeki müminler, Allah
’ın yardımı ne zaman? Diyecek hale gelmişlerdi...”35
“Biz mutlaka sizi, biraz
korku ile biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla
deneriz. (Ey Nebi), sen sabredenleri müjdele. Onlar ki başlarına bir musîbet
geldiğinde. Biz Allah ’a aidiz ve O ’na döneceğiz, derler?”350 351
Görüldüğü gibi insanın başına
gelen musîbetlerin bir kısmı işlemiş oldukları suç ve günahlarının cezası
olarak bir kısmı da onların bağıllılıklarını ölçmeye yönelik olarak
gelmektedir.
Bu ikinci kısımda onların sabır
ve teslimiyet duygularının geliştirilmesi ve buna bağlı olarak Allah nezdinde
ki mevkilerinin yükselmesi söz konusudur.
Bu cümleden olarak burada,
“Başınıza gelen her bir musîbet nefsinizdendir.” âyetini, günah ve
kusurlarınızın arkasından ceza olarak gelen her bir musîbet sizin kendi
yüzünüzdendir, şeklinde yorumlamamızın daha uygun olacağı kanaatindeyiz.
Bu bağlamda üzerinde durulması
gereken bir nokta da şudur. İnsan işlemiş olduğu her bir günahından ötürü bu
dünyada mutlaka cezalandırılmamadadır. Eğer o her bir yanlış düşünce ve
hareketinden dolayı cezalandırılacak olsaydı, gözünü musîbetten açamayan bir
varlık olurdu. Nitekim rahmeti gazâbının önünde bulunan yüce Allah günahların
çoğunu affedip bağışladığını bildirmektedir:
Eğer Allah yaptıkları
yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık
bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor.
Vakitleri gelince ( gereğini yapar) .352 Şüphesiz ki
Allah kullarını (bihakkın) görendir.353
Yüce Allah musîbetlere,
belalara ve hastalıklara maruz kalıp sabredenlere mükâfat veriyor.
Günahlar, musîbetlerin
sebebidir: “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz
(günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder. ” (Şûrâ,
42/30)
Yani, ey insanlar! Başınıza
gelen bütün hastalık ve diğer felâketler gibi musîbetler, acılar, dertler,
kıtlık, deprem ve benzeri nâhoş durumlar, kazandığınız günahlar sebebiyledir.
Fakat (Allah) günahlarınızın çoğunun cezâsını peşinen vermez (belki ahirette de
bir kısmını affeder). İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Allah’ın bize görünen
âlem (âfâk) ve iç âlemimizde (enfüs) gösterdikleriyle Kitabında
bildirdiklerinden anlıyoruz ki musîbetlerin sebebi günahlardır. Bu sebeple
Allah, Şûrâ, 30 ve Âl-i İmrân, 155. âyetlerde bu gerçeği beyan eder. Şu âyet de
bunu açıklar: “(Bedir’de) İki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir
musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza gelince, „bu nasıl oluyor?’ dediniz ha? De
ki: „O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Âl-i
İmrân, 3/165)354
Ebu Musa el- Eş’ari’nin torunu
Bilal, vaktiyle çok konforlu bir hayat yaşarken, sonradan ikbali idbâra dönmüş,
Kûfe’de kendi evine hapsedilmiş. Onu bu durumda gören bir ihtiyar:
“- Ey Bilal, demiş, sen bizim
yanımızdan geçerken yol temiz olduğu halde burnunu tutup geçerdin. Şimdi bu
haldesin ha! Bilal, bu sözü babası Ebu Bürde’nin, dedesi Ebu Musa el-Eş’ari’den
duyduğu şu hadisi anlatarak yanıtlamış: “Allah’ın elçisi şöyle buyurdu: “Kula
erişen bir musîbet, büyük, küçük bir felâket hep kendi günahı yüzündendir.
Allah’ın affettikleri de daha çoktur.”355
İnsanın
başına gelen belâ ve musîbetler, “sebep” olduğu halde, genellikle günahların
sonucu durumunda olsa da, günah ve itaatsizlikten kaynaklanmayan musîbetlere
maruz kalan kimseler de vardır. Zemahşerî diyor ki: “Peygamberler, çocuklar ve
deliler gibi günahı olmayan kimselerin başlarına gelen acı ve benzeri
musîbetler, ödenecek bir ücret (mükâfat), bir maslahat ve bir (İlâhî) maksat
içindir.356 Kurtubî
de şöyle demektedir: “İkrime der ki: ‘Kulun başına gelen hiçbir sıkıntı, hatta
daha kötüsü yoktur ki Allah’ın onu affetmesine veya ancak kendisiyle
ulaşabileceği bir dereceye nail olmasına sebep olmasın.”357 Peygamberlerin başına gelen sıkıntılar da
ceza değil; derecelerinin yükselmesinin murad edildiği belâlar çeşidindendir.358
3.1. MUSÎBETE SEBEBİYET VERMESİ
AÇISINDAN KUR’ÂN VE SÜNNETTE ZİKREDİLKEN GÜNAHLAR
Kur’ân-ı Kerîm’de işledikleri
günahlar yüzünden musîbete uğratılan toplumlardan bahsedilirken, onlara bu
cezayı vermeyi gerektirecek sebepler de zikredilmiştir. Toplumları helâke
götüren günahlar; inançsızlık,359 Peygamberleri ve getirdiklerini yalanlamak,360 zulmetmek,361 kendilerine
verilenler dolayısıyla şımarıklık etmek,362 yeryüzünde fesat çıkarmak, bozgunculuk
yapmak,363
müsriflik etmek, aşırılıklarda bulunmak,364 hile ve tuzak kurmak365tır. Bununla beraber kavimlerin işledikleri
günahlara mahsus bir takım cezalandırma sebepleri de zikredilmektedir. Kitabı
kısımlara ayırmak,366
yani; bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek, insanları yakalarken zorbalar
gibi yakalamak,367
gece baskınları yaparak,368
can güvenliğini tehdit etmek, (Semûd kavmi örneği), inatçı zorbaların emrine
uymak,369 tabii
akısın aksine hareket ederek nesil güvenliğini tehdit etmek370 (Lût kavmi, eşcinsellik), ölçü ve tartıda
hile yaparak mal güvenliğini tehdit etmek371 gibi benzer sebepler; dünya hayatında
cezalandırılan, musîbete uğratılan kavimlerle birlikte anılan kötülükler olarak
göze çarpmaktadır.372
Peygamberimiz (sav) bir
hadislerinde günahların helâk sebebi olduğu vurgulanmıştır.
“ Helâk edici yedi (günahtan)
sakının (bunlar) Allah’a eş tutmak, sihir, haklı olarak öldürülenden başka,
Allah’ın haram kıldığı adamı öldürmek, yetim malı yemek, ribâ yemek, harbin
kızıştığı gün geri dönmek, evli, iffetli ve îmân sahibi kadınlara iffetsizlik
isnâd etmek.”373
Günahlar,
Allah’ın insana ikram ettiği birçok nimetin yok olup gitmesine sebep olduğu
gibi, Allah’ın gazap ve cezasını celbeden bir özellik taşırlar. Günahlar,
intikam alınmasına ve nimetlerin elden çıkması sonucuna götürür.374
3.2. KUR’ÂN’I KERÎM’DE GÜNAH
MUSÎBET İLİŞKİSİ AÇISINDAN ZİKERDİLEN MUSÎBETLER
Kur’ân’ın tarihi ele alışında
en çok ağırlık verilen konu, toplumların yok oluşları ve bu yok oluşu
hazırlayan sebeplerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş milletlerin durumları
anlatılırken, bu milletlerin küfürleri ve günahları nedeniyle
cezalandırıldıklarından sık sık bahsedilir. Bir toplum, hiçbir düzelme, ıslah
olma emaresi taşımıyor, günahlar içinde boğuluyor, hiçbir ikaza aldırmıyor,
haktan ve hayırdan tamamen yüz çeviriyorsa artık Allah’ın azâblarından birine
muhataptır.
Allah, bu toplumları günahları
sebebiyle helâk ettiğini ifade etmektedir. Bu gerçek Kur’ân’da söyle ifade
edilir:
“Başınıza gelen her
musîbet, kendi ellerinizle işlediklerinizyüzündendir. ”375
“Onlardan önce de Nûh
kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı
da Peygamberleri yalanlamışlardı. işte onlar da (böyle) gruplardı. (O
grupların) her biri peygamberleri yalanladı da onları cezalandırmam hak oldu. ”376 377
Onlardan önce Nûh kavmi,
Res halkı ve Semûd kavmi, Âd ve Firavun, Lût ’un kardeşleri, Eykeliler,
Tübba’ın kavmi de yalanlamıştı. Bütün bunlar (kendilerine gönderilen)
peygamberleri yalanladılar, böylece kendilerini uyardığım şey 377
gerçekleşti.
Kur’ân-ı Kerîm’de musîbet
kavramının kavimlerin helâkı ya da azâblandırılması ile ilgili olarak da
kullanıldığını görmekteyiz. Kur’ân âyetlerine baktığımızda bu konuda yeterli
açıklamayı bulmamız mümkündür. Lût (a.s.)’ın kavminin başına gelecek olan
şeyin, onun karısının da başına geleceği ifade edilmekte (innehu musibuhâ mâ
esâbehum),378
yine Şuayb (a.s.), kendi kavmini uyararak, Nûh, Hûd veya Salih kavimlerinin başına
gelenlerin benzerlerinin, kendilerinin başına da gelebileceğini (en yusîbekum
mislu mâ esâbe kavmi Nûhin...)379 söylemektedir.
Âyet ve hadislerden yola
çıkarak musîbetin yöneldiği iki alan görmekteyiz. Birincisi ferd, ikincisi
toplumdur. Musîbetin ferde bakan tarafının asgari derecesini bir müminin
ayağına diken batması, gibi bir hadise oluştururken; malından evladından olma,
vücudun azalarını kaybetme gibi hadiseler azami seviyeyi oluşturur. Topluma
bakan yönüyle de bu farklılaşmayı görmek mümkündür. Haşerelerin ve kurbağaların
musallat edilmesi gibi; toptan bir musîbetin gelmesi alt seviyeyi ifade
ederken, başlarına taş yağması, yerin dibine geçirilme, maymuna çevrilme gibi
toptan helâk üst seviyeyi anlatmaktadır.380
Buradan
hareketle peygamberlerine karşı gelen, işledikleri günahlar sebebiyle helâk
edilen ve içerisinde insanlar için ibretler bulunan kıssaları günah ve bunun
neticesi gönderilen toplumsal ve ferdi musibetleri Kur’ân âyetleri ışığında
zikredeceğiz.
3.2.1. TOPLUMSAL MUSİBETLER
3.2.1.1,
NÛH KAVMİNE GÖNDERİLEN MUSİBETLER
Hz. Nûh’un meskeni Irak idi.
Vedd, Suva’,Yağus, Yauk ve Nesr diye anılan putlara, tapan kavmini başlarına
gelecek olan azâbla korkutmak, bir olan Allah’a davet etmek üzere peygamber
olarak gönderildi.381
Hz. Nûh’un ismi Kur’ân’da 43
yerde geçmektedir. Kıssa A’râf, Hûd, Mü’minun, Şuarâ, Kamer ve Nûh surelerinde
ayrıntılı olarak zikredilmiştir.
Nûh (a.s.) tebliğ ve davet
vazifesini gece, gündüz, gizli açık yaptı. Ancak kendisinin bütün bu çabaları,
onların îmândan kaçmalarından küfürlerini 382
arttırmalarından, başka bir işe
yaramadı.382
Bütün çabalarına rağmen kavmi
Hz. Nûh’u yalanladı. Kendisine sadece alt tabakadan dar görüşlü insanların
inandığını ve kendisinin yalancı olduğunu iddia etmişlerdir. 383
Hz. Nûh’un kavminde göze çarpan
önemli bir husus kendilerinin işledikleri günahlarla beraber îmân etme ihtimali
olan birçok kimseyi yoldan çıkartmış olmalarıdır. Çünkü bu kimselerin
şerlerinin özelliği, kendileriyle sınırlı kalmayıp, toplumun tamamını
dolayısıyla da insan neslini îmân aleyhine tehdit eder bir hal almasıdır. Bu
durum karşısında ilâhî irade duruma müdahale eder ve bu davranışları sergileyen
insan ve toplumlara musîbet verir. Boğularak helâk edilen Nûh kavminin
durumu Kur’ân-ı Kerîm’de
“Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda
boğuldular. ”
(Nûh, 71/25) şeklinde ifade edilmiştir.384
Hz. Nûh 950 yıllık tebliğ
hayatından sonra kavminin îmân etmesinden ümidi kesince (öğütlerinin fayda
vermemesi üzerine)
“Nûh dedi ki: ‘Rabbim!
Gerçekten onlar bana karşı geldiler, malı ve çocuğu ancak kendi hüsranını
artıran kimselere uydular. ” (Nûh,
71/21)
Cenab-ı
Allah Hz. Nûh’un kavmini peygamberlerine karşı geliş ve itaatsizliklerinden
dolayı büyük bir musîbetle helâk etti.
3.2.I.2. ÂD KAVMİNE GÖNDERİLEN
MUSÎBET
Âd kavminin peygamberi Hz.
Hûd’dur. “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. ”
(A’râf, 7/65)
Âd kavminden Kur’ân’ın on yedi
yerinde bahsedilmektedir.385
Hûd (a.s.)’ın ismi yedi yerde geçmektedir.386 Kıssa Kur’ân’ın dışındaki kutsal kitaplarda
zikredilmemektedir. Âd kavmiyle ilgili Kur’ân dışında güvenilir bir bilgi
yoktur.387
Hz. Hûd kavmini bir olan
Allah’a ibâdete kendilerine ne fayda ne de zarar sağlamayan tanrılarına
ibâdetten men etmeye, insanlara zulmetmekten vazgeçirmeye davet etti.388
Cenabı Allah onları inatlarından
vazgeçirmek için onlara öncü mahiyetinde musîbetler verdi. Yağmuru üç yıl
boyunca kesti.389
Âd kavmi bu şekilde büyük sıkıntılar yaşadı.
Ancak yaşadıkları bunca
sıkıntıya rağmen ders almayıp putperestliğe devam eden kavim helâk edilmiştir.
Bu durum Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir.
Âd kavmi de (Hûd’u)
yalanladı. Azabım ve uyarılarım nasılmış! Biz onların üstüne, uğursuzluğu
sürekli bir günde gürültülü ve dondurucu bir rüzgâr gönderdik. insanları
köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu. Azâbım ve
uyarılarım nasılmış, (gördüler)! Andolsun biz, Kur’ânı düşünüp öğüt almak için
kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?
(Kamer, 18-22)
Âd kavmini yok eden rüzgâr o
toplumun birlikte yaşadığı bölgede esmeye başlayınca, kâfiri deviriyor, mümine
ise herhangi bir zararda bulunmuyordu. Çünkü Allah’ın kanununa göre müminler
helâk olmaktan her zaman bir şekilde kurtarılırlar. Âd kavmi içerisindeki îmân
ehli de bu şekilde kurtarılmış oldu.390
3.2.1.3. ASHABI RESS’E
GÖNDERİLEN MUSÎBET
Ashâb- Ress’ten Kur’ân’da iki
âyette bahsedilmiştir. Peygamberlerini yalanladıkları için helâk edildikleri
anlatılmıştır. Ancak peygamberlerinin ve kendilerinin kim olduğu, nerede
yaşadıkları ve nasıl helâk edildikleri bildirilmemiştir.
Âd ve Semûd kavimlerini,
Ress halkını ve bunların arasında pek çok nesilleri de helâk ettik.
(Furkan, 25/38)
Onlardan önce Nûh kavmi,
Ress halkı ve Semûd kavmi de yalanlamıştı. (Kâf,
50/12)
Bunlardan
Kâf suresinde yer alan âyette Ashâb-ı Ress’in, helâk ediliş sebebinin kizb,
yani peygamberlerinin getirdiği mesajı yalanlama olduğu açıkça
belirtilmektedir. Furkan suresindeki âyette de yine aynı vurgu ile
karşılaşılmaktadır. Çünkü bir önceki âyette Nûh kavminin helâk oluş sebebi
olarak kizb (yalanlama) eylemi gösterilmekte ve Ashâb-ı Ress âyeti de bu âyete
atfedilmektedir.391
3.2.1.4. SEMÛD KAVMİNE
GÖNDERİLEN MUSîBET
Yerleşim bölgeleri Şam’da
Vadi’l Kurâ ile Hicaz bölgesi arasında bulunan Hicr denilen bölgedir. Salih
(a.s.)’nin ismi Kur’ân’da dokuz kez tekrar edilmekle beraber392 Semûd ismi yirmi
altı yerde zikredilmiştir.393
Semûd kavmi putlara tapıyor ve
onları Allah’a ibâdetlerine ortak ediyorlardı. Allah (cc) Salih (a.s.) ı
Allah’ın birliğine ve onun ortağı olmadığına işaret eden mucizelerini ve
nimetlerini hatırlatan bir öğütçü olarak gönderdi. Salih (a.s.) kavmine kesin
ve açık delillerle sapıklık içerisinde olduklarını anlattı. Allah’ın sadece
kendisine ibâdet edilmesini istediğini belirtti.394
Hz Salih sözlerinde doğru
olduğunu ifade etmek maksadıyla kavmine bir dişi deveyi mucize olarak
göstermiş, ona dokunmamalarını ve zarar vermemelerini öğütlemiştir.395 Deveye zarar verdikleri
taktirde kendilerini elem verici bir azâbın yakalayacağını öğütlemiştir. Ancak
kavmi bu öğütlere aldırış etmemiş ve deveyi kesmişlerdir.
Şems suresinde Semûd kavminden
bahseden bölümde, bu kavmin yalanlama vasfından, Allah’ın özel olarak koruma altına
aldığı kutsal şeye ihanet ve günahlara aşırı derecede dalmaları gibi
özelliklerinden söz edilmekte ve bütün bunlar sebebiyle helâk edildikleri
anlatılmaktadır.396
“Fakat onlar, onu
yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı
onları helâk etti ve kendilerini yerle bir etti. ”
(Şems, 91/14)
Kur’ân-ı
Kerîm’de kavimlerle ilgili helâk âyetleri zikredilirken, dikkat çekilen husus
kasıtlı olarak, günah olduğunu bilerek, günahlarda ısrarcı davranmak, Allah’ın
emirlerine karşı gelmek, yasaklarını ihlal etmek toplumların helâkine neden
olmuştur, olmaya da devam edecektir.
3.2.I.5. LÛT KAVMİNE GÖNDERİLEN
MUSÎBET
Yüce Allah Lût (a.s)’ı
küfürleri ahlaksızlıkları dillere destan olan Sedûm ve diğer dört şehir halkına
peygamber olarak gönderdi. Lût (a.s.) yirmi dokuz yıl kadar içlerinde kaldı.397
Onları bir olan Allah’a ibâdete
ve yapa geldikleri haksızlık ve ahlaksızlıkları bırakmaya davet etti. Bu daveti
kabul etmedikleri takdirde azâba uğrayacaklarını haber verdi.398
“Bilin ki, ben size
gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah ’a karşı gelmekten sakının ve
bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum.
Benim ecrimi verecek
olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi
bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı
aşmış (sapık) bir kavimsiniz!”
(Şu‘arâ, 162-165)
Lût (a.s.) kavminin davetini
kabul etmesi için bütün gayretini sarf etti. Ancak kavmi inkârda daha da ileri
gitti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah’tan kavmini helâk etmesi için dua etti.
“O, kavmine demişti ki:
Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayâsızlığı
yapıyorsunuz! (Bu ilâhî ikazdan sonra hâla) siz, ille de erkeklere yaklaşacak,
yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız? Kavminin cevabı
ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: (Yaptıklarımızın kötülüğü ve azâba
uğrayacağımız konusunda) doğru söyleyenlerden isen, Allah ’ın azâbını getir
bize! (Lût:) Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle Rabbim! dedi. ”
(Ankebût, 2930)
Lût’ (a.s.)ın duası üzerine
Allah, genç delikanlılar suretinde melekler gönderdi. Sapıklar onlara da
tecavüze yeltendiler ve sonunda helâk oldular.
Allah Resûlü’nün (s.a.s),
ümmeti adına en çok endişe ettiği çirkin fiillerden birinin Lûtilik olduğu,
hadisi şerifte şöyle haber verilmektedir.
“Ümmetim için en çok korktuğum
şey, Lût kavminin işidir.399
Homoseksüel ilişkinin sadece
Lût kavmini helâk etmediği, bunun yanında bu tür bir eylem içerisine giren
birey ve toplumlarında, Allah’ın kanununa göre deprem ve yer sarsıntılarıyla
yere batırılma gibi musibetlere uğratılacakları ifade edilmiştir.400
Kur’ân bütün milletleri bu
fiili işlemekten ve Lût Kavmine gelen azâbın kendilerine gelmemesi için onları
bu iş karşısında sessiz kalmamaları gerektiği konusunda uyarmaktadır. Kur’ân
Lût Kavmini ve başlarına gelen azâbı zikrettikten sonra hemen şunu söylemiştir:
“ O azâb zalimlerden uzak değildir.”
Yani
azâb Lût kavminin yaptığını yapanlardan uzak değildir. Onların yaptığını
yapanlara mutlaka gelecektir.401
3.2.I.6. ŞUAYB (A.S)’İN KAVMİNE
GÖNDERİLEN MUSÎBET
Şuayb (a.s)’ın ismi Kur’ân’da
on defa geçmektedir.402
Fesâhâtı, belâğatı, ve peygamber olarak kavmini îmâna davet ederken gösterdiği
inceliği sebebiyle peygamberlerin hatibi olarak nitelendirilmiştir.403
Medyenliler ticarette
mahirdiler. Şehirleri ticaret kervanlarının uğrak yeriydi. Maddi bakımdan
yüksek bir seviyedeydiler.
Kavim Allah’a inanmıyor, başka
tanrılara tapıyordu. Sattıkları zaman ölçü-tartıyı eksik tartıyorlardı. Allah
onlara kendi içlerinden, peygamberi Şuayb (a.s.)’ı gönderdi. Şuayb (a.s.)
onları sadece Allah’a kulluk etmeye çağırdı. Kavmini uyardı, onlara adaletle iş
yapmalarını emretti.404
“Medyen ’e de kardeşleri
Şuayb ’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah ’a kulluk edin! Sizin için
ondan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır
(ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün
azabından korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara
eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. Eğer mümin
iseniz Allah ’ın (helalinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben
üzerinize bir bekçi değilim. ” ( Hûd,
11/84-86 )
Ancak kavmi Şuayb (a.s.)’nin
davetini geri çevirdi ve getirdiği mucizeleri bütünüyle yalanladı. Bütün bu
isyânlarının cezası olarak Allah’ın azâbına uğradılar. Allah kendinden bir
rahmet olarak mü’minleri kurtardı. Kâfirleri ise helâk etti.
“Emrimiz gelince, Şuayb
’ı ve onunla beraber îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık;
zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke
kaldılar. Sanki orada hiç barınmamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi (Allah ’ın
rahmetinden) uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu. ”
(Hûd, 11/94-95)
Şuayb (a.s.)ın kavmi de Semûd
kavmi gibi nasihat dinlemedikleri için korkunç bir ses ve gürültü ile helâk
olmuştur. Bunların cezalarının aynı olması kötü ahlak bakımından birbirlerine
benzediklerine işarettir. Nitekim Allah’ın rahmetinden uzak olmaları için her
iki kavme de aynı beddua edilmiş ve Medyen kavmi bu hususta Semûd kavmine
benzetilmiştir.
Allah (c.c) Medyen halkını
helâk edip Şuayb (a.s.) ve beraberindeki müminleri kurtardıktan sonra Şuayb
(a.s.)’ı Eykelilere peygamber olarak gönderdi. Eykelilerde yalanlamaya devam
etti. Bunun üzerine Allah (c.c.) onları helâk etti.
“Eyke halkı da
peygamberleri yalancılıkla suçladı. Şuayb onlara şöyle demişti: (Allah ’a karşı
gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Artık Allah ’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı
sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin
Rabbidir. Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden
olmayın. Doğru terazi ile tartın. insanların hakkı olan şeyleri kısmayın.
Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve önceki nesilleri
yaratan (Allah) dan korkun.
Onlar şöyle dediler:
Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin.
Bil ki biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. Şâyet doğru sözlülerden
isen, üstümüze gökten azâb yağdır.
Şuayb: Rabbim
yaptıklarınızı en iyi bilendir, dedi. Velhasıl onu yalancı saydılar da,
kendilerini o gölge gününün azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün
azâbı idi.
Çok
sıcak günlerden sonra gökte bulutlar belirmiş, onların gölgesine sığınmışlardı.
Allah bulutlardan ateş yağdırarak azgınları, asileri yakmış ve cezalandırmıştı.
Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları îmân etmezler. Şüphesiz
Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. ”
( Şuarâ, 26/176-191)
3.2.I.7. FİRÂVUN VE
İSRÂİLOĞULLARINA GÖDERİLEN MUSÎBET
Hz. Musa Allah Teâlâ’nın, dört
büyük kitaptan biri olan Tevrat’ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip,
hâkim kılması için gönderdiği Ulu’l-„Azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim
(a.s)’ in soyundan olup, İsrailoğullarının inançlarını ıslah etmek ve onları
Allah Teâlâ’nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti. Küfürle
mücadelesi Kur’ân-ı Kerîm’de değişik yerlerde uzun uzun anlatılmaktadır.405
Mûsa (a.s) da, Allah Teâlâ
tarafından İsrailoğulları’na gönderilmiş bir resul idi. O da tıpkı kendisinden
önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah’a îmân etmeye çağırdı.
Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavuna karşı tevhit yolunda
mücadele etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun
da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek
gayesiyle kovalandı. Allah Teâla Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette Hz. Mûsa
(a.s)’dan söyle bahsediyor:
“Kur’ân’da Musa'yı da
an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve israiloğulları’na gönderilmiş bir peygamber
idi. ” (Meryem, 19/51)
Hz. Musa Firavun ve yandaşlarına
îmân etmeleri için birçok fırsatlar sunmuştur. Ancak firavun taraftarları Musa
(a.s.)’a isyân etmiş, getirdikleri mucizeleri inkâr ederek büyük nankörlük
örneği sergilemişlerdir. Helâk edilen kavimler arasında en çok fırsat tanınan
toplum Firavun ve arkadaşları olmuştur.406 Firavun ve kavmine helâkten önce öncü
niteliğinde cezalar verilmiştir. Bu cezalar A’râf suresinde:
“Biz de ayrı ayrı
mucizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan
gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular."
(A’râf, 7/133) şeklinde ifade edilmiştir.
Yine Hz. Musa’nın bedduasıyla
tams cezasına çarptırıldılar. Mûsâ şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen
Firavun ’a ve onun ileri gelenlerine dünya hayatında nice zinet ve mallar
verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların
mallarını silip süpür (tams) ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu
azâbı görünceye kadar îmân etmezler. ”
Firavun ve yandaşlarını
oluşturan Kıbtîlere verilen ilk ceza tufandır. Bu tufan, Nûh tufanı gibi değil
de, evlerin içini dolduran, her tarafı sular altında bırakan, fakat kendilerini
boğmayan bir su baskını şeklinde meydana gelmiştir. Bir tarım ülkesi olan
Mısır’da daha sonra büyük bir çekirge istilası olmuştur. Her şeyi yiyip
bitirmişlerdir. Ekinleri, meyveleri yemelerinin yanı sıra, elbiseleri, evlerin
tahtalarını hatta tahtaları birbirine tutturan demir çivileri bile yedikleri
söylenir. Sonra haşere istilası başlamıştır. Buğdaydan çıkan güve, kene ve
kanatsız küçük çekirgelerden oluştuğu söylenen haşereler, çok daha tahrip edici
olmuştur. Küçük olmaları sebebiyle her yere nüfuz etmişlerdir. Bunu, kurbağa
istilası takip etmiştir. Yiyeceklerinin, sularının, yataklarının,
elbiselerinin, hulasa her şeylerinin içine kurbağa girmiş, hayat çekilmez bir
hale dönüşmüştür. Bundan sonra da tüm suların kan haline dönüştürülmesi olayı
yaşanmıştır ki kuyuların, ırmakların ve nehirlerin suları kan rengine
dönüşmüştür.407
Bütün bu olayların neticesinde
Firavun ve kavminin ileri gelenleri kendilerine gönderilen peygamberlerin
uyarılarına aldırmadıkları ve onlara inanmadıklarından dolayı helâk
edilmişlerdir.
Toplumların
gelecekte nasıl bir sonuçla karşılaşacakları, o sonuç gelmeden önceki
davranışlarına bağlıdır. Elçilerin getirdikleri ilâhî yasalara inanıp, o
yasalar doğrultusunda davranışlarda bulunurlarsa, refah ve bolluk içerisinde
bir hayat süreceklerdir. Yok, eğer, inkârcı bir tutum içerisinde olurlarsa,
alçaltıcı ve acı bir azâbla helâk edileceklerdir. Her iki durumda da başlarına
gelecek şeylerin nedeni kendileridir.408
3.2.2. FERDİ MUSİBETLER
Kur’ân’ın tarihe olan bakışı,
üslubunun farklılığıyla da ortaya çıkmaktadır. Kur’ân geçmişten haber verirken
bunu gelecek nesillerin ibret almalarını amaç edinen bir üslup kullanarak
yapmıştır. Olumlu davranışlar ve bunları sergileyenleri nasıl bir üslupla ele
almışsa olumsuz davranışları ve bu davranışları sergileyenleri de öyle ele
almıştır. Bu konular ele alınırken de konu edinilen olay ve şahıslar arasında
hiçbir ayırım gözetmemiştir. Hiçbir zaman peygamberlerin yakın akrabalarının
hakka karşı koydukları çirkin davranışları sümen altı etmemiştir. Peygambere
yakın olan insanların gösterdikleri çirkin davranışları ortaya koymanın
başkalarının gözünde bir eksiklik getireceği gibi bir düşünceyi
benimsememiştir. Bunun aksine Peygambere bu kadar yakın olan insanların,
yakınlıklarına rağmen hakka karşı gösterdikleri mücadeleyi anlattıktan sonra
uğradıkları kötü sonuçtan sonraki nesilleri haberdar etmeyi ve bunlardan ders
almalarını sağlamayı öncelikli hedefleri arasına almıştır.409
Buradan
hareketle peygambere akraba olsun veya olmasın peygamberlerine karşı gelen,
işledikleri günahlar sebebiyle kendisine musîbet gönderilen ve içerisinde
insanlar için ibretler bulunan, Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat kendilerinden isim
zikredilerek bahsedilen bazı fertleri ve başlarına gelen musîbetleri Kur’ân
âyetleri ışığında zikredeceğiz.
3.2.2.I. HZ. NÛH’UN OĞLUNA
GÖNDERİLEN MUSÎBET
Burada peygambere akraba olması
açısından Hz. Nûh’un oğlunu ele alacağız. Daha önce Nûh kavmine musîbet
gönderilerek helâk edildiklerini belirtmiştik. Hz. Nûh’un oğlu da helâk
edilenler arasındaydı. Bu durum Kur’ân’da şöyle anlatılmaktadır.
“Gemi, dağlar gibi
dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna,
“Yavrucuğum, bizimle beraber sen de bin, inkarcılarla birlikte olma ” diye
seslendi. O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım ” dedi. Nûh,
“Bugün Allah ’ın rahmet ettikleri hariç, onun azabından korunacak hiç kimse
yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.(Hûd,
11/42-43)
Nûh Rabbine seslenip
şöyle dedi: “Rabbim! Şüphesiz oğlum da dilemdendir. Senin va ’din elbette
gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. ” Allah, “Ey Nûh! O asla
senin dilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O halde hakkında
hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı
öğütlerim” dedi. (Hûd, 11/45-46)
Bu âyetler îmân etmeyenlerin
peygambere akraba olmalarının, kendilerine fayda sağlamayacağı ifade etmektedir.
3.2.2.2.
KÂRUN’A GÖNDERİLEN MUSÎBET
Kârun, Hz. Musa’nın akrabası
olup Allah’ın kendisine genişlik verdiği büyük servet ve hazine sahibi bir
adamdı.410
Süslenmiş üç yüz cariye ve dokuz bin adam yanında bulunduğu halde, halkın
yanına çıkardı. Konağının kapısını altından yaptırmış, duvarlarını altın
levhalarla kaplatmıştı.411
Firavun ve Hâmân gibi Kârun’da
Musa (a.s)’ı çok yalancı ve sihirbazdır! Diyerek reddetti ve yalanladı.412 Kârun ve
adamlarının ibret vesikası kıssası Kur’ân’da:
“Şüphesiz Kârûn, Mûsâ
’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile
taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine
şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah böbürlenip şımaranları sevmez. ” “Allah
’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah ’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk
isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez. ” Kârûn, “Bunlar bana bendeki bilgi ve
beceriden dolayı verilmiştir ” dedi. O, Allah ’ın kendinden önceki nesillerden,
ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helâk etmiş olduğunu
bilmiyor muydu? Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru
sorulmaz (Çünkü Allah hepsini bilir). Kârûn, zineti ve görkemi içerisinde
kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, “Keşke Kârûn’a verilen
(servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet
sahibidir ” dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, “Yazıklar olsun
size! iman edip de iyi işler yapanlara Allah ’ın vereceği mükâfat daha
hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur ” dediler. Sonunda onu da,
sarayını da yerin dibine batırdık. Allah’a karşı ona yardım edebilecek adamları
da yoktu. Kendisini savunup kurtarabileceklerden de değildi! Daha dün onun
yerinde olmayı arzu edenler, “Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediği
kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah bize lütfetmiş
olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kâfirler iflah olmayacak”
demeye başladılar. ”
(Kasas, 28/76-82) şeklinde anlatılmaktadır.
Allah,
Kârun’u daha önceki kavimler içerisinde kendisinden daha güçlü ve daha zengin
birtakım kimseleri helâk ettiği gibi, onu da helâk edebileceğiyle uyarmıştı.
Fakat bundan gerekli dersi almayan Kârun’un sonu, diğer zalimlerden farklı
olmadı.413
3.2.2.3. HÂMÂN’A GÖNDERİLEN
MUSÎBET
Hâmân, Firavun’un en yakın adamı
olmakla beraber, kendisinden Kur’ân’da üç surede altı kez bahsedilmiştir. Hz.
Musa’ya muhalefeti sebebiyle, Firavun’la birlikte suda boğularak helâk
edilenler arasında yer almıştır.414
Kur’ân’da Hâmân’ın
zikredilmesi, özellikle Firavun’un, yapmasını emrettiği kuleyle alakalıdır. Hz.
Musa karsısında her tür hileli yola başvuran Firavun, hem kendi saltanatının
devamını sağlamak, hem de halkı Hz. Musa’ya îmân etmekten vazgeçirmek amacıyla,
yardımcısı Hâmân’a yüksek bir kule yapmasını emretmişti:
“Firavun: Ey Hâmân! Bana
yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın
Tanrısını görürüm! Doğrusu ben onu yalancı sanıyorum, dedi. ”(Mümin,
40/36-37)
Kulenin sağlam olması için de
pişmiş tuğla (tîn) kullanmasını emretmişti: “Ey Hâmân! Haydi, benim için
çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et). Bana bir kule yap ki, Musa’nın
Tanrısına çıkayım. ” (Kasas, 28/38)
Firavun, kendince bu yüksek
kuleye çıkacak, Hz. Musa’nın bahsettiği Allah’ı orada göremediğini söyleyerek
halkını, Hz. Musa’nın iddialarını ciddi bir şekilde araştırdığına ve Hz.
Musa’nın yalancı olduğuna ikna edecekti.415
“Firavun’un yandaşlarını
suda boğduk”(Bakara, 2/50) “Musa’yı ve
onunla beraber olanların hepsini kurtardık, sonra diğerlerini suda boğduk ”(Şu‘arâ,
26/66) âyetlerinin gösterdiği gibi suda boğulanlar arasında Firavun, veziri
Hâmân ve son neferine kadar o ikisinin tüm askerleri yer almıştır. Hz. Musa’yı
inkâr edip Firavun’un ordusunda yer alanlardan, başlarına geleni aktaracak bir
haberci dahi kurtulamamıştır.416
3.2.2.4.
SÂMİRÎ’YE GÖNDERİLEN MUSÎBET
Kendilerini Firavun’un zulmünden
kurtarıp Mısır’dan çıkaran peygamberleri Hz. Musa’dan, tapınmak için put
isteyen İsrailoğullarına, Hz. Musa Allah’tan emir almaya gidip kendilerinden
ayrıldığı bir sırada, fırsattan istifade ile istedikleri putu altından buzağı
şeklinde yapan; bilgisiyle onun böğürmesini sağlayan ve yaptığı bu buzağının
İsrailoğullarının ve Musa’nın gerçek ilahı olduğunu, Musa’nın da zaten bunu
aramaya gittiği yalanını söyleyerek oradakilerin çoğunluğunun tapınmasını
sağlayan; Musa’nın dönüşünden sonra ise hatalarını anlayan İsrailoğullarının
kendisini yalnız bıraktığı, Musa tarafından lanetlenip kovulan, ölünceye kadar
da <417 yalnız
yaşamak zorunda bırakılan put imalatçısıdır.
Müslüman olduğunu ilan etmesine
rağmen, eski inancından kalma içindeki ineğe tapma sevgisinden kurtulamamıştı.
Hz. Musa’nın Tur Dağı’na Allah’ın emirlerini almaya gittiği bir sırada,417 418 kavmi arasında yokluğunu fırsat bilip,
onlara buzağı heykeli şeklinde bir put yaptı419 “ve bu, sizinde Musa’nın Tanrısıdır. (Taha,
20/88) dedi. Sâmirî’nin yaptığı put, (el-„icl) buzağı şeklinde idi.420
Sâmirî’nin yaptığı bu buzağı
heykeli, “böğürüyor ve yürüyordu.” Rüzgâr buzağı heykelinin, alt tarafından
(dübüründen) girip, ağzından çıkıyordu. Böğürmeside bu şekilde oluşuyordu.421
Sâmirî’nin yaptığı buzağı ses
çıkarmaya başlayınca, İsrailoğulları bundan çok etkilendi. Sevinçlerinden
etrafında dans etmeye başladılar. Sâmirî’nin yaptığı bu puta, İsrailoğulları
arasından birçok kimse tapmaya başladı. Hz. Musa’nın, İsrailoğullarına göz
kulak olsun diye kendi yerine vekil bıraktığı Hz. Hârun’un, İsrailoğullarını bu
buzağıya tapmaktan vazgeçirmeye yönelik çabaları da sonuçsuz kaldı.422 Sonunda Hz.
Musa, Allah’tan aldığı vahiyle birlikte kavmi arasına dönünce, onların bu
durumunu görüp büyük bir üzüntüye kapıldı.423 Kızgınlığından ötürü elindeki Tevrat
levhalarını yere attı. Hırsını, yerine vekil bıraktığı kardeşi Hârun’un
yakasını çekerek ondan almaya kalktı.424Hz. Musa, Sâmirî’nin yaptığı puta tapanlara
şöyle beddua etti: “Ey kavmim! Buzağıya taparak kendinize zulmettiniz.
Allah’a tevbe edin ve birbirinizi öldürün, savaşın. Bu sizin için Rabbinizin
katında daha iyidir’” (Bakara, 2/54) Benzer bir âyette de bu durum şöyle
yer almıştır:
“Buzağıyı (Tanrı)
edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında
bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.”(A’râf,
7/152) Böylece Allah’ın gazâbı onlara erişti; dünya hayatında perişanlık,
sıkıntı ve belalara maruz kalarak, puta tapanlarla tapmayanlar arasında başlayan
savaşta, İsrailoğullarından yaklaşık yetmiş bin kişi ölmüştü. Neredeyse
İsrailoğullarından geriye kimse kalmayacaktı. Hz. Musa ve Harun’un
İsrailoğullarını tamamen helâk etmemesi için Allah’a yalvarmalarıyla bu savaş
sona erdi.425
İsrailoğulları arasına
putperestliği sokan Sâmirî’ye Allah’ın elçisi Hz. Musa’nın tepkisi çok sert
olmuştu. O, Sâmirî’ye yaptığı bedduada şöyle demişti: “Musa: Defol! dedi,
artık hayatın boyunca sen: ‘Bana dokunmayın! ’ diyeceksin. (Toplumdan dışlanıp
yalnız başına kalacaksın.) Sana vaat edilen bir ceza var ki, ondan asla
şaşırtılmayacaksın. (O cezanı mutlaka zamanında bulacaksın.) Şimdi, durup taptığın
tanrına bak. Biz onu yakacağız, sonra da onu ufalayıp denize
savuracağız. ”(Taha, 20/97)
Rivâyete
göre, Hz. Musa’nın, “Artık hayatın boyunca sen, ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin”
şeklindeki bedduasından sonra Sâmirî, hakikaten, ağır bir bulaşıcı hastalığa
yakalanmış ve ömrü boyunca insanlardan uzak durmak zorunda kalmıştır.426
3.2.2.5. BAHÇE SAHİPLERİNE
GÖNDERİLEN MUSÎBET
Burada malına güvenip Allah’ı
ve verdiği nimetleri unutan bir nankör kâfirin bu çok güvendiği malının ansızın
elinden alınarak yok edilmesi hadisesini Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı şekliyle
zikredeceğiz.
“Onlara su iki adamı
misal olarak anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de
etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. iki bağın
ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. ikisinin arasından
bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden
arkadaşlarıyla konuşurken ona söyle dedi: Ben servetçe senden daha zenginim;
insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm. (Böyle gurur ve kibirle)
kendisine zulmederek bağına girdi. Söyle dedi: Bunun hiçbir zaman yok olacağını
sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna
götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet
bulurum. Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: Sen, dedi, seni topraktan,
sonra nutfeden (spermden) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan
Allah ’ı inkâr mı ettin? Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir
şeyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde ‘Maşallah! Kuvvet yalnız Allah ’ındır ’
deseydin ya! Eğer malca ve evlatça beni kendinden güçsüz görüyorsan (sunu bil
ki): Belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir; senin bağına ise
gökten yıldırımlar gönderir de bağ kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut
bağının suyu dibine çekilirde bir daha onu arayıp bulamazsın. Derken onun
serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü
ellerini ovuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. Ah, diyordu, keşke
ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım. ”
(Kehf, 18/32-42)
Kur’ân’da anlatılan bu kıssa
günahların bu dünyada verilebileceğinin bir göstergesidir. Allah, bu hadiseyi
sadece tarihte gerçekleşmiş bir hadise olarak vermiyor. İnsanları, kulluk
etsinler, vahyine uysunlar, bir daha aynı hatayı tekrar işlemesinler ve ibret
alsınlar diye ibret vesikası olarak sunuyor. Yani insanlar aynı hataları
işlerlerse başlarına benzer musibetlerin geleceğini beyan buyuruyor.
Kur’ân’da musibete uğratılan
kavim ve fertlerle ilgili anlatılanlardan çıkarılabilecek sonuç, kavimler
işledikleri şirk, küfür, isyân, zulüm, peygamberi yalanlama ve mucizeyi inkâr
kabilinden fiiller dolayısıyla musibetlere maruz kaldıklarıdır. Bununla
beraber, insanların kendilerinden önce gelen bu toplulukların yaptıklarını
yapmaları halinde aynı musibetlere maruz kalabilecekleri hususudur.
3.3.
GÜNAH MUSÎBET İLİŞKİSİ AÇISINDAN KUR’ÂN’I KERİM’İN DOĞAL ÂFETLERE BAKIŞI
Daha önce, insanların bir
imtihan dünyasında olduklarını, nimetlerle olduğu gibi doğal afet, felâket,
kıtlık v.b. musibetlerle de imtihan ve terbiye edildiklerini belirtmiştik.
İnsanlar, hür iradeleriyle iyiyi yahut kötüyü tercih edebilirler. Her imtihanda
olduğu gibi bu imtihanda da bir netice, bir mükâfat veya bir ceza vardır.
Kur’ân’ın bize anlattığına göre bu ceza ve mükâfat ahirette olmakla beraber
dünyada da söz konusudur.
Şimdiye kadar zikrettiğimiz
âyet ve hadislerin tamamı olmasa da insanların başlarına gelen birçok türlü
hastalık afet, bela ve musibetlerin çoğunlukla kendi hata suç ve günahları
yüzünden olduğu ifade edilmektedir. Hayatımızdaki çeşitli olgu ve olaylara
baktığımızda da bunun doğru olduğunu görebiliriz. Deprem kuşakları üzerinde
oturan bireyler, evlerini deprem şartlarına uygun biçimde inşa etmezler yahut
ettirmezlerse, yani malzemeden çalarlarsa tabii ve doğal olan deprem sonucunda
yok olma, yakınlarını, mal, mülk ve servetlerini kaybetme musibetiyle karşı
karşıya gelebilirler. Beden ve çevre sağlığına önem vermeyenler hastalık
mikroplarını kendileri davet etmiş olurlar. Hasta olmaları ve acı çekmeleri de
kendi kusur ve hatalarının cezası olmuş olur. Yine trafik kurallarına uymayan
bireylerde kendi hatalarının cezasını mallarının zayi olması, sakat kalmaları
ve nihâyetinde 427
hayatlarını kaybetmekle ödemek
zorunda kalırlar.427
Allah Teala kullarına
zulmetmez ve onların kötülüğünü istemez. Fakat insanlar kendilerine
zulmederler. (Mümin, 40/31)
Deprem hadisesini ancak bu
Kur’âni bakış açısıyla sağlıklı bir çerçevede değerlendirebiliriz. Şunu hemen
belirtelim ki depremin acı bilançosunun altında ağırlıklı olarak beşeri
ihmaller vardır. Allah tabiat hadiseleri için bazı kurallar koymuştur.
İnsanların bu kanunlara uygun olarak hareket etmeleri gerekmektedir. Eğer dere
yataklarına ev yaparsanız, selin evleri önüne katmasını Allah’ın bir cezası
olarak değerlendiremezsiniz. Keza fay hattı üzerinde olduğu bilinen yerlere
depreme dayanıklı evler yapmazsanız, depremde evlerin enkaz haline gelmesine
Allah’ın cezası olarak addedemezsiniz. Bunlar insanların ihmallerinin açık
neticeleridir ve sünnetullaha uygun sonuçlardır.428 İnsanlar tedbirlerini almazlarsa depremlerde
ve diğer doğal afetlerde kayıplarının fazla olması kaçınılmazdır.429
Nitekim Kur’ân’da; “insanların
elleriyle işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıkar. Allah da belki
dönerler diye, yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır. ”
(Rum, 30/41) duyurulmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş birtakım
ümmetlerin davranışları, inkâr ve isyânları sebebiyle toplu ve şiddetli azâba
uğratıldıklarını bize haber vermektedir. Mesela; Hz. Nûh, Lût ve Şuayb
kavimleri işledikleri hata ve günahları sebebiyle topluca helâk edilmişlerdir.
Yüce Allah, bunları kitabında ibret olsun diye zikretmektedir.
Kur’ân akıl sahibi insana,
kâinatta olup bitenlere ve çevresindeki eşya ve olaylara bakarak bunlardan
ibret almasını, dersler çıkarmasını emretmektedir. Kâinatın işleyişi ve düzeni
kadar, geçmiş ümmetlerin, işledikleri hatalar yüzünden uğradıkları acı
akıbetler de birer ibret vesilesidirler. Kur’ân özellikle geçmiş ümmetlere ait
ibretlik olayları, ders alınması için zikrettiğini ifade etmektedir. Kur’ân’da
insanların düşünüp ibret ve tedbir almaları için geçmiş milletlerle ilgili
birçok misal verilmiştir. Bu tür genel ifadelerin yanında Kur’ân’da geçmiş bazı
toplumların yaşadığı özel olaylar da gündeme getirilmekte, bunlardan ders
çıkarılması konusunda dikkatler çekilmektedir. Nitekim Âd kavminin başından
geçenler anlatıldıktan sonra “şüphesiz bunda öğüt ve ibret vardır.”430 buyrulmaktadır.
Allah, bunları sırf tarihi
olayların birer aktarımı olarak vermiyor. İnsanları, kulluk etsinler, vahyine
uysunlar, dünyayı maddi ve manevi olarak imar etsinler, adaletle hükmetsinler,
güzel işler yapsınlar diye anlatıyor. Yüce Allah, bu fıtrat kanununu bozanları
zaman zaman farklı cezalarla te’dib etmiştir. İşte bu tarihî hakikatler, Kur’ân
vasıtasıyla bizlere aktarılıyor ki aynı hatalar tekrar edilmesin. Âlemlerin tek
Rabbi ve hâkimi Cenâb-ı Allah olduğuna göre; insanların hata, isyân, günah,
zulüm, kul hakkını yeme ve benzeri yanlış tasarrufları karşısında, sünnetullah
devreye girerek onlar uyarılmakta ve onların tevbe etmeleri istenmektedir.
Sünnetullah tarih boyu hep böyle tecelli etmiştir. Önemli bir nokta da şudur:
Eski milletlere toptan (umumi) azâblar indirilmiştir. Ancak Hz. Peygamber’in
gelmesinden sonra toptan imha olmayacak, belki kısmî uyarılar görülebilecektir.
İşte bu bağlamda depremlerin,
sellerin ve gerek işlenen günahlar neticesinde gerekse ihmaller neticesinde
uğranılan musîbetlerin de ibret alınacak olaylar olarak değerlendirilmesi,
yaşananlardan ders çıkarılması gerektiği açıktır.
SONUÇ
Çalışmamızın
konusu Kur’ân’da Günah Musîbet İlişkisidir. Bu itibarla araştırmamız Kur’ân
âyetleri ve onun açıklaması olan tefsirler etrafında gerçekleşmiştir. Kur’ân
tarih boyunca insanların, çeşitli felâket, deprem, kasırga, fırtına, hastalık,
kuraklık, açlık, kıtlık, gibi musîbet kategorisinde değerlendirilebilecek
hadiselere maruz kaldığını bize bildirmektedir. Yine bu olaylar anlatılırken
ibret alınmadığı takdirde geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaşanılması
kaçınılmaz olaylar olduğu hususu vurgulanmaktadır. Yani Kur’ân’dan anladığımız,
günah ile musîbet arasında doğru orantılı bir ilişkinin olduğudur. Bu orantının
iki tarafı olan günah ve musîbet kavramları tezimizin anahtar kavramlarıdır.
Günah Farsça bir kelime olup
sözlükte suç, uygunsuz fiil, vicdanı rahatsız eden kabahat anlamına gelir.
Allah’ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm
şeriatının ve temiz insan fıtratının yapılmamasını emrettiği hususlardır
Kur’ân’da günah kelimesinin
lafzına yakın olarak ‘Cünâh’ kelimesi kullanılmıştır. “meyletmek, yönelmek”
manasına gelen bu kelime Kur’ân’da ki kullanılışı bakımından hem “darlık,
sıkıntı” hem de “günah” anlamında kullanılır. Ancak çoğu kez bu kelime,
“sakınca, engel, be’s, v.b” manalarda kullanılmıştır. Kur’ân’da günah kavramı
çok geniş olmakla beraber günahı ifade eden birçok kelime kullanılmıştır. Bu
kelimelerin başlıcaları ism, zenb, hatie, şirk, cürm, delalat, fucur, seyyie,
küfür hûb, nifak, fısk ve isyândır.
Günah kavramı, ilâhî dinlerin
üzerinde hassasiyetle durduğu bir kavramdır. Dini kurallara aykırı olarak
yapılan ve bunun karşılığı olarak maddi manevi bazı cezalara konu olan durum ve
davranışlar diye tarif edilmektedir.
Günah kavramı, ilâhî dinlerde
farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Neye günah denildiği ise, ilgili dinin
öğretilerine karşı çıkmak çerçevesinin dışına çıkmamaktadır. Mesela
Yahudilikte, Tanrı Yehova’nın emirlerini yerine getirmemek veya yasakları
işlemek günahtır. Yahudi şeriatında birçok günah konusu vardır. En önemlileri
On Emir’de sıralanmıştır.
Hristiyanlıkta ise günah
konusuna hassasiyetle bakılmıştır. Günah ilâhî arzu ve iradeye muhalefet olarak
kabul edilmektedir. Ahd-i Cedîd’de günah, insanın arzusunun Tanrı’nın arzusuna
muhalefeti olarak takdim edilir.
İslâm anlayışında, günahlar
nitelikleri bakımından küçük ve büyük günahlar diye ikiye ayrılır. Ancak neyin
küçük veya büyük sayılacağı çok net değildir. Bunun sebebi, Kur’ân’da böyle bir
sınıflamanın olmamasıdır. Ancak Peygamberimizin hadislerinde, bazı günahların
insanı helâk eden şeklinde nitelenmesi, bazılarının üstünde şiddetle durulması,
yapılması halinde büyük bir cezanın verileceğinin belirtilmesi bir kısım
günahların büyük günahlar kategorisinde sayılmasını mümkün kılmaktadır. Ancak
bir ölçü olarak, bir günahın kendisinden daha büyük olana göre küçük,
kendisinden daha küçük olana göre de, büyük sayılması söylenebilir. Tabi burada
işlenilen günahın kişinin kendisine ve topluma verdiği zararla doğru orantılı
olduğunu unutmamak gerekir.
Peki insan neden günah işler?
Günaha sevk eden faktörleri, insanın yapısında bulunan meyil ve arzularla onu
dışarıdan etkileyen amiller olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür.
İslâmiyet’e göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü
nefis, “alabildiğine kötülüğü emreden” (nefsi emmâre) ve kişiyi günaha
yöneltmek için fısıltılar halinde sürekli telkinde bulunan bir güçtür. Günaha
sevk eden bir başka faktör de ölümsüz bir dünya hayatı içgüdüsü ve ahireti
düşünmeme tavrıdır. Ayrıca insanın hassas bir psikolojik yapıya sahip olması,
fizyolojik ve psikolojik bağımlılıklarının bulunması da önemli günah faktörleri
olarak zikredilmektedir. İnsanı günaha sevk eden dış amiller ise, dünya
hayatının çekiciliği, kötü örneklerin bol miktarda olması ve şeytanın
tahrikleridir.
Tezimizde ki ikinci anahtar
kavram musîbettir. Musîbet, S-v-b kökünden e sâbe fiilinin ismidir. Hedefe
ulaşmak, yukarıdan aşağı inmek ve üzerine düşmek gibi anlamlara gelir. Hatanın
zıddı anlamındaki sevâb ile aynı kökten gelmektedir. Istılahi olarak ise,
musîbet, hedefine isâbet eden mermi gibi, insana şiddetle dokunan olay ve
felâkettir. Yeryüzünde musîbet, yeryüzünde herhangi bir zarar ve harap olmaya
sebep olan alet ve ziyanlardır.
Musîbet kelimesi isim olarak
Kur’ân-ı Kerîm’de on yerde geçmektedir. Ancak bunların yanında, bu kavramla
aynı anlamı taşıyan başka ifadelerde kullanılmıştır. Bunlar, azâb, bela ve
helâk kelimeleridir. Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle, musibetler farklı türlerdedir.
Bunlardan kimisi, direkt insana arız olan kimisi, yeryüzüne arız olan gibi
türlerdir.
Peki, musibetlerin geliş
sebepleri nelerdir? Kâinattaki her şey, her hadise bir sebebe binaen
yaratılmıştır. Bunun gibi yeryüzünde meydana gelen musibetler de bazı sebepler
etrafında gerçekleşmiştir. Musibetler Allah’ın takdiri, insanların hatalı
davranışları, nimetlere nankörlük, insanların insanlara yaptıkları zulüm, ilâhi
kurallara uymama ve imtihan sebebi olarak gerçekleşir.
Musibete maruz kalma hadisesi
inanç ayırt etmeksizin herkesle ilgilidir. Musibet, kâfire ya inkârından
vazgeçip Allah’ı tanımasına vesile olması ya da inadından dolayı helak olması
için verilir. Günahkâr mümine isabet eden musibet günahlarından tövbe etmesi
için bir hatırlatma mahiyetindedir. Müttaki müminlere gelen musibetler ise
Allah’ın sevmesinin bir sonucu olarak hata ve kirlerden kurtulması ve Allah’ın
yanındaki derecelerinin yükselmesi içindir.
Kur’ân insanların günahlarıyla
başlarına gelen musibetler arasında doğrudan irtibat kurmuştur. Kur’ân sıklıkla
kendi yaptıkları yüzünden ve kendi kazandıklarıyla ifadelerini kullanarak gelen
musibetlerin, insanın yanlış ve kusurlarında aranması gerektiğini bildirir.
Bununla beraber her günahtan sonra musibet beklenmemesi gereğini ifade
etmiştir. Nitekim Fâtır suresi 45.ayette eğer Allah yaptıkları yüzünden
insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat
Allah onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor, buyrulmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de musibet
kavramının kavimlerin helakı ya da azablandırılması ile ilgili olarak da
kullanıldığını görmekteyiz. Kur’an ayetlerine baktığımızda bu konuda yeterli
açıklamayı bulmamız mümkündür. Lût (a.s.)’ın kavminin başına gelecek olan
şeyin, onun karısının da başına geleceği ifade edilmekte yine Şuayb (a.s.),
kendi kavmini uyararak, Nûh, Hûd veya Salih kavimlerinin başına gelenlerin
benzerlerinin, kendilerinin başına da gelebileceğini söylemektedir.
Musibete sebebiyet vermesi
açısından Kur’an’da zikredilen günahların sebep olduğu musibetlerin bir kısmı
toplumsal musibetler sınıfına dâhil iken bir kısmı ise, ferdi musibetlerdir.
Bunlardan birincisine örnek olarak, Nûh, Salih, Hûd, Lût ve Şuayb (a.s.) gibi
peygamberlerin kavmine gelen musibetleri sayabiliriz. Ferdi musibetlere ise,
Hz. Nuh’un Oğluna gönderilen musîbet, Karun'un başına gelen musîbet, Samiri'ye,
Bahçe sahiplerine gönderilen musibetler sayılabilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de musibete
uğratılmış her toplum ve bireyin cezalandırılma sebebi tek tek ele alınmıştır.
Bu sebepleri ayrı ayrı ele almamızın nedeni geçmişten ibret alabilmektir.
Günümüzde de aynı yollardan geçip aynı fiilleri tekrarlayan toplum ve
bireylerin başına öncekilere benzer cezaların gelmesi kaçınılmazdır.
Günah musîbet ilişkisi
açısından Kur’ân-ı Kerîm’in doğal afetlere bakışı şöyle ifade edilebilir, Allah
insanı yaratmış ve ona iyi ile kötüyü seçebilme kudretini vermiştir. İyilik
karşılığında mükâfatın kötülük karşılığında ise bir cezanın olacağı adil olan
yaratıcı için zıddı düşünülemeyecek bir durumdur. Ancak mutlak ceza ve
mükâfatın asıl yeri dünya değil ahirettir. Bununla beraber yapılan amellere
karşılığın kâmil olarak verileceği yerin cennet ve cehennem olması dünyada
hiçbir karşılığın olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu baptan olarak Kur’ân bize
verdiği haberlerde, bu durumu açıkça beyan etmiş, insanın başına gelen
musîbetlerin çoğu zaman onların eliyle meydana geldiğini ifade etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Abdulbaki,
Muhammed Fuad (ö.1968m.), el-Mu‘cemu’l-Müfehres
li-Elfâzi’l
Kur’âni’l-Kerîm,
İstanbul, 1987.
Âlûsî, Ebu’l-Fadl Mahmud (ö.
1270/1853), Rûhu’l Meâni fî Tefsîrî’l-Kur’âni’l- ‘Azim ve ’s seb
’i’l-Mesânî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Kahire t.y.
Ateş, Süleyman, Yüce
Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988-1991.
Aydın, Mehmet, Ansiklopedik
Dinler Sözlüğü, Konya, 2005.
Aydın, Hayati, Kur'ân'da
insan Psikolojisi, Timaş Yay., İstanbul 1999.
Bebek, Adil, Maturidî’de
Günah Problemi, Rağbet Yay., İstanbul, 1998.
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed
b. İsmail(ö. 256/870), el-Câmi‘u’s-Sahih, Beyt’ul- Efkâr, Riyad, 1997.
Buladı, Kerim, Kur’ân’da
Nankörlük Kavramı, Pınar Yay., İstanbul, 2001.
Cebeci, Lütfullah, Kur’ân’da
Şer Problemi, Akçağ Yay., Ankara, 1985.
Cürcânî, Ali b. Muhammed b. Ali
(ö. 816-1413), et-Ta‘rifât, Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1408/1987.
Çimen, Abdullah Emin, Niçin
Helâk Oldular, Akademi Yay., İzmir, 2008.
Dârimî, Ebu Ebû Muhammed
Abdullah b. Abdurrahman (ö. 255/868), Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
Derveze, İzzet (ö.1984m.), et-
Tefsîru’l-Hadîs, (trc.: Şaban Karataş), Ekin Yay., İstanbul, 1998.
Dıhlevî, Veliyullâh Ahmed b.
Abdurrahim, Huccetullâhi’lBâliğa, Kahire, 1355.
Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe
Sözlük, Rehber Yay., Ankara, 1990.
Ebû Dâvud, Süleyman b. el Eş„as
el-Ezdî es-Sicistânî (ö. 275/888), Süneni Ebu Dâvud, Dâru’l Fikr,
Beyrut, 1994.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b.
Muhammed (ö. 505/1111), ihyâu ‘Ulumi’d-Dîn, Kahire, ts.
Güneş, Abdulbaki, Kur’ân
Kıssaları ve Medeniyetlerin inşası, Gündönümü Yay., İstanbul, 2005.
Harman, Ömer Faruk, “Günah”,
DİA, İstanbul, 1996, XIV, 278-286.
Heyet, Dini Kavramlar
Sözlüğü, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 2006.
Heytemî, Ebu’l Abbas Ahmed b.
Muhammed b. Ali b. Haceru’l Mekki, ez- Zevâcir ‘an İkirâfi’l-Kebâir,
Beyrut, 1402/1981.
İbn Ebi’l-‘İzz, el-Hanefî, Şerhû
‘Akideti’t Tahaviyye, Beyrut, 1988.
İbn Faris Ebu’l Hüseyin Ahmed
b. Zekeriyya (ö. 395/1004), Mu’cemu’l-Mekâyîs fi ’l-Luğa, (tah.
Şihâbuddîn Ebû Amr), Daru’l Fikr, Beyrut, 1994.
İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned,
Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
İbn Kesîr, Ebu’l Fidâ İsmail b.
Ömer, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, Kahire, ts.
İbn Manzûr, Ebu’l Fadl
Cemâluddîn Muhammed b. Mükrim el-İfrîkî el-Mısrî (ö. 711/1311), Lisân’ul-‘Arab,
Daru İhyâ-i't- Türâsi'l ‘Arabî, Beyrut, 1992.
İsfâhânî, Râgıb Hüseyin, b.
Muhammed (ö. 502/1108), el-Müfredât fi Ğarîbi’l Kur’ân, Dâru’l Ma’rife,
Beyrut, t.y.
İzutsu, Toshihiko (Ö.1993m.), Kur’ân’da
Dini ve Ahlaki Kavramlar, (trc. Selahattin Ayaz), Pınar Yay., İstanbul,
1991.
Kara, Necati, “Kur’ân ve
Sünnette Belâ-Musîbet”, EKEVAkademi Dergisi, Ankara, 1998, I, 33-58.
Kara, Necati, Kur’ân’a Göre
Hz. Musa Firavun ve Yahudiler, Seha Neşriyat, İstanbul, 1989.
Karagöz, İsmail, Kur’ân ’a
Göre Musîbetler Açısından İnsan ve Toplum, Çelik Yay., İstanbul, 1996.
Karagöz, İsmail, Kur’ân’a
Göre Allah ve İnsan Açısından Zulüm, Çelik Yay., İstanbul, 2006.
Katar, Mehmet, Yahudîlik,
Hristiyanlık ve İslâm’da Tövbe, Andaç Yay., Ankara, 2003.
Kılavuz, Ahmed Saim, İmân-Küfür
Sınırı, İstanbul, 1990.
Kılıç, Sadık, Kur’ân’da
Günâh Kavramı, Hibaş Yay., Konya, 1984
Kitab-ı Mukaddes, Eski
ve Yeni Ahit, (Tevrat ve İncil) Kitab-ı
Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1976.
Komisyon, Deprem, DİB
Yay., Ankara, 2000.
Köksal, M.Âsım, Peygamberler
Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 8.Baskı, Ankara, 2004.
Kur’ân-ı Kerîm ve
Açıklmalı Meâli, (Heyet: Ali Özek,
Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İ.Kafi Dönmez, Sadreddin
Gümüş,) TDV, İslâm Ansiklopedisi Yay., Ankara, 1993.
Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed
b. Ahmed b. El-Ensârî (ö. 671/1272), el-Câmi‘u li-Ahkâmi’lKur’ân, Dâru’l
İhyâi’t-Turâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1985.
Kutub, Seyyid (ö.1966m.), fîZilâli’lKur’ân,
I-VI, Dâru’ş Şurûk, Beyrut, 1998.
Küçük, Ahmet, Kur’ân’da
Toplumsal Sınanma ve Sonuçları, (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya, 2006.
Mevdûdî, Ebu’l -A’lâ (ö.
1979m.), Tefhimu’l Kur’ân, (trc. Heyet, Dünya Yay.), İstanbul, 1996.
Müslim, Ebu Hüseyin b. Haccâc
el-Kuşeyrî, (ö. 261/874), el-Camiu’s-Sahih, Beytu’l Efkâr, Riyad, 1998.
Neccâr, Abdulvehhâb (ö.
1941m.), Kasasu’l Enbiyâ, Muessesetu’l-Aklebi, Kahire, t.y.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b.
Şuayb (ö. 303/915), Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
Okumuş, Ejder, Kur’ân’da
Toplumsal Çöküş, İnsan Yay., İstanbul, 2007.
Özarslan, Selim, Kelâmda
Tevbe, Bizim Büro Yayınevi, Ankara, 2003.
Özarslan, Selim, Günah
Musîbet ilişkisi Üzerine, Hilal Matbaacılık, Elazığ, 2006.
Özsoy, Ömer, Sünnetullah Bir
Kur’ân ifadesinin Kavramlaşması, Fecr Yayınevi, Ankara, 1994.
Öztürk, Yaşar Nuri, Depremin
Gösterdikleri, (Yeni Yüzyıl için Uyarılar), Yeni Boyut, İstanbul, 1999.
Öztürk, Yener, "Kelamı
Açıdan ‘Hasenenin/iyiliğin Allah’tan, Seyyienin/Kötülüğün Nefisten’ Olduğunu
Bildiren Âyetin Yorumu”, Ekev Akademi Dergisi, Ankara, 2003, XVI, 131-152.
Râzî, Fahruddin Muhammed b.
Ömer b. el- Hüseyin b. el-Hasan b. Ali et-Temîmî el-Bekrî, (ö. 606/1209) et-Tefsîru’l
Kebîr ( Mefâtihu’l Ğayb), Darul Fikr, Beyrut, 1981.
Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu’t-Tefâsir,
I-III, Dâru’l Ensâr li’n-Neşr, İstanbul, 1987.
Sa’lebî, Ebu İshak Ahmed b.
Muhammed b. İbrâhîm en- Nisâbûrî (ö. 427/1035), Kısasu’l Enbiyâ (‘Arâisu
’l-Mecâlis), el-Mektebetu’s Sekâfiyye, Beyrut, ts.
Sâmî, Semseddîn, Kâmûs-û
Türkî, Çağrı Yay., İstanbul, ts.
Tabbâra, Afif Abdulfettâh,
Kur’ân’da Peygamberler ve Peygamberimiz, (Trc: Ali Rıza Temel, Yahya Alkın),
Gonca Yayınevi, İstanbul , 1982.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b.
Cerîr b. Yezîd b. Hâlid (ö. 310/922), Câmiu’l Beyân fi Te ’vîli’l Kur’ân,
Mısır, 1968.
Tirmizî, Muhammed b.İsa Ebu İsa
(Ö.279/892), Sünenü’t-Tirmizî, Dâru’l-İhyâ-ît-Turâsi’l-‘Arabî, Beyrut,
1994.
Tok, Nuri, Kur'ân'da
Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Etüt Yay., Samsun, 1998.
Tümer, Günay, “Asli Günah”, DİA,
İstanbul, 1996, III, 496, 497.
Ünal, Ali, Kur’ân’da Temel
Kavramlar, Nil Yay., İstanbul, 1999.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi
(ö. 1951m.), Hak Dini Kur’ân Dili, Azim
Dağıtım, İstanbul, ts.
Yetik, Zübeyir, Sâmirî,
Beyân Yay., İstanbul, 1986.
Zehebî, Şemsuddîn Ebu Abdullah
Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1374), (Terc: Mustafa KASADAR), Ravza Yay.,
2001.
Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Cârullâh
Mahmud b. Ömer (ö. 538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki Gevâmizi ’t-Tenzîl ve
Uyûni’l-Ekâvîli fî Vucûhi’t-Te ’vîl, (nşr. Mustafa Hüseyin Ahmed),
Dâru’r-Reyyân, Kahire, 1987.
Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîrû’l-Munîrfi’l-Akîdeti
ve’ş-Şerî‘ati ve’l-Menhec, Dâr’l-Fikr, Dimaşk, 1991.
ÖZET KUR’ÂN’DA GÜNAH MUSÎBET
İLİŞKİSİ
Günah, Allah’ın buyruklarına
aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm şeriatının ve temiz insan
fıtratının yapılmamasını emrettiği hususlardır
Musîbet, hedefine isâbet eden
mermi gibi, insana şiddetle dokunan olay ve felâkettir. Musîbet, yeryüzünde
herhangi bir zarar ve harap olmaya sebep olan afet ve ziyanlardır.
Kur’an tarih boyunca
insanların, çeşitli felâket, âfet, hastalık, kuraklık, açlık, kıtlık, gibi
musîbet kategorisinde değerlendirilebilecek hadiselere maruz kaldığını bize
bildirmektedir. Yine bu olaylar anlatılırken ibret alınmadığı takdirde geçmişte
olduğu gibi günümüzde de yaşanılması kaçınılmaz olaylar olduğu hususu
vurgulanmaktadır. Yani Kuran’dan anladığımız, günah ile musîbet arasında doğru
orantılı bir ilişkinin olduğudur.
Kur’ân insanların günahlarıyla
başlarına gelen musîbetler arasında doğrudan irtibat kurmuştur. Bu irtibat
birçok âyette insanların dikkatlerine sunulmuştur. Allah insanı yaratmış ve ona
iyi ile kötüyü seçebilme kudretini vermiştir. İyilik karşılığında mükâfatın
kötülük karşılığında ise bir cezanın olacağı adil olan yaratıcı için zıddı
düşünülemeyecek bir durumdur. Ceza ve mükâfatın asıl yeri dünya değil ahirettir.
Ancak yapılan amellere karşılığın kâmil olarak verileceği yerin cennet ve
cehennem olması dünyada hiçbir karşılığın olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu
yönüyle Kur’ân bize verdiği haberlerde, bu durumu açıkça beyan etmiş, insanın
başına gelen musîbetlerin çoğu zaman onların eliyle (günahlarıyla) meydana
geldiğini ifade etmiştir.
Nahl, 16/43.
En’âm, 6/66.
Nûh, 71/24.
Ankebût, 29/40.
Şûrâ, 42/30.
Harman, Ömer Faruk, “Günah”, DİA,
İstanbul, 1996, XIV, 278; Aydın, Mehmet, “Günah” Ansiklopedik Dinler
Sözlüğü, Konya, 2005, s. 390.
Harman, “Günah”, DİA,
XIV, 279.
Kılıç, Sadık, Kur’ân ’da
Günah Kavramı, Hibaş Yay., Konya, 1984, s. 78; Harman, “Günah”, DİA, XIV,
280.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
85.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
78.
Harman, “Günah”, DİA,
XIV, 278.
Harman, “Günah”, DİA,
XIV, 278.
Kılıç, Sadık, Günah Kavramı,
s. 78.
Kitab-ı Mukaddes Eski ve
Yeni Ahit (Tevrat ve İncil), Kitabı
Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1976, Tekvîn, 6/5; 8/21; Yeremya, 16/12; 17/9;
18/12
Tekvîn, 8/21.
Yeremya, 4/ 4; 5/23; Hezekiel,
11/ 19.
Yeremya, 16/10-12; Harman,
“Günah”, DİA, XIV, 278.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
82.
Yeremya, 16/12, 17/9, 18/12.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
79,80-82; Harman, “Günah”, DİA, XIV, 281.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
84; Harman, “Günah”, DİA, XIV, 281.
Levililer, 16/21-22.
Levililer, 16/21-22.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
83.
Daniel, 9/17.
Kırallar, 8/46-53; Mezmurlar,
79; Daniel, 3/26-45.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
85.
Çıkış: 20/2-17.
Aydın, Dinler sözlüğü,
s. 392.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
86.
Luka, 15/11-32.
Matta, 7/21.
Harman, “Günah”, DİA,
XIV, 279.
Katar, Mehmet, Yahudilik,
Hristiyanlık ve İslâm’da Tövbe, Andaç Yay., Ankara, 2003, s. 4.
Luka, 15/11.
Matta, 7/24.
Romalılar, 6/2; Galatyalılar,
3/ 22; Kılıç, Günah Kavramı, 89; Harman, DİA, XIV, 281.
Katar, Tövbe, s. 4.
Tümer, Günay, “Asli Günah”, DİA,
İstanbul, 1996, III, 496.
Romalılar'a Mektup, 1/28-32.
Galatyalılar'a Mektup, 5/19-21.
Harman, “Günah”, DİA, XIV, 278.
Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe
Sözlük, Rehber yay., Ankara, 1990, s. 419; Heyet, TDİBY, Dini Kavramlar
Sözlüğü, Ankara, s. 204 ; Semseddîn Sâmî, Kâmus-û Türkî, İstanbul,
1978, s. 1185.
Cürcâni, Ali b. Muhammed b.
Ali, et-Ta ’rifat, Dâru’l Kütubi’l ‘İlmiyye, Beyrut, 1408/1987, s.
9,107, 151.
Dıhlevî, Veliyullâh Ahmed b.
Abdurrahim, Huccetullâhi’l Bâliğa, Kahire, 1355, I, 58.
Okumuş, Ejder, Kur’ân ’da
Toplumsal Çöküş, İnsan Yay., İstanbul, 2007, s. 131.
İzutsu, Toshihiko, Kur ’ân
’da Dini ve Ahlaki Kavramlar (çev. Selahattin Ayaz), Pınar Yay., İstanbul,
1991, s. 317.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
32,33.
Harman, “Günah”, DİA,
XIV,278.
Tirmizî, Ebu İsâ Muhammed b.
İsâ Ebû İsâ, Sünenü ’t-Tirmizî, Dâru’l-İhyâi’t Turâsi’l ‘Arabî, Zühd,
52, Beyrut, 1994, 52.
Özarslan, Selim, Kelâmda
Tevbe, Bizim Büro Yayınevi, Ankara, 2003, s. 20.
Dârimî, Ebu Ebû Muhammed
Abdullah b. Abdurrahman, Sünen, I-II, Çağrı Yay., Buyû’, 2, İstanbul,
1992.
İbn Manzûr, Ebu’l Fadl
Cemluddîn Muhammed b. Mükrim el-İfrîkî, el- Mısrî, Lisân ’ul- Arab, I,
28-30; Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim
Dağıtım, İstanbul, ts.,VI, 4471.
İzutsu, Dini ve Ahlaki
Kavramlar, s. 319.
Müslim, Ebû Hüseyin b. Haccâc
el-Kuşeyrî en-Nisabûrî, el-Câmiu ’s-Sahîh, Beytu’l Efkâr, Riyad, 1998,
Birr, 5; Tirmîzî, Zühd, 52; İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, Çağrı Yay.,
İstanbul, 1992, IV, 182, 227.
Mâide, 5/62.
Bebek, Adil, Maturidî’de
Günah Problemi, Rağbet Yay., İstanbul, 1998, s. 95.
İsfahânî, Ragıb, Hüseyin b.
Muhammed, el-Müfredât fi Ğaribi’l Kur ’ân, Dâru’l Ma’rife, Beyrut, s.
10.
Cürcânî, et-Ta ’rîfât,
s. 7.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 10.
Abdulbaki Muhammed Fuad, el-Mu
’cemu ’l Müfehres li Elfâzi’l Kur ’âni’l Kerîm, İstanbul, 1408/1987, s.
415.
İbn Manzûr, Lisân, III,
1519-1521.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 181.
İzutsu, Dini ve Ahlaki
Kavramlar, s. 317; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 107.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 181.
Abdulbaki, el-Mu ’cem,
s. 415.
Enfâl, 8/52.
Mâide, 5/49.
Ankebût, 29/39.
Mâide, 5/18.
Yusuf, 12/23.
Şu’arâ, 26/14.
Yusuf, 12/97.
Tevbe, 9/102.
İbn Manzûr, Lisân, II,
1192-1194.
Okumuş, Toplumsal Çöküş,
s. 133.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 151.
îsfahânî, el-Müfredât,
s. 151.
Nisâ, 4/112; Bakara, 2/81.
Nûh, 71/21.
Hâkka, 69/16.
Alak, 96/13.
Kasas, 28/4.
Nâzi’ât, 79/17.
îsfahânî, el-Müfredât,
s..91.
İbn Manzûr, Lisân, I.
604.
Heyet, Dini Kavramlar,
s. 108.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 253.
İbn Manzûr, Lisân, III,
2138-2140.
Bkz., Âl-i İmrân, 3/120; A’râf,
7/131; Ra’d, 13/6; Neml, 27/46; Rûm, 30/36.
Bkz., Bakara, 2/81; Nisâ, 4/85;
En’âm, 6/160; Yunus, 10/27; Ra’d, 13/22; Mü’minûn, 23/96; Neml, 27/90; Kasas,
28/54; Fussilet, 41/34.
Nisâ, 4/18.
Ahzâb, 33/51.
A’râf, 7/168.
Hûd, 11/78.
Mü’min, 40/45.
Nisâ, 4/31.
Fussilet, 41/34; Câsiye, 45/21.
Bakara, 2/81.
Zümer, 39/51.
Îsfahânî, el-Müfredât,
s. 521.
Yazır, Hak Dini, VI,
.381-382.
Abdulbaki, el-Mu ’cem,
s. 750.
En’âm, 6/164.
Kıyâme, 75/11.
Fâtır, 35/17,
En’âm, 6/164.
Nahl, 16/25.
Tâ-Hâ, 20/120.
En’âm, 6/31.
İbn Manzûr, Lisân, VI,
2352-2353.
Şems, 91/8-10.
İbn Faris Ebu’l Hüseyin Ahmed
b. Zekeriyya, Mu ’cemu ’l-Mekâyîs fi’l-Luğa, (tah. Şihâbuddîn Ebû Amr),
Daru’l Fikr, Beyrut, 1994, s. 557; Çimen, Abdullah Emin, Niçin Helâk
Oldular, Akademi Yay., İzmir, 2008, s. 521.
İsfahânî, el- Müfredât,
s. 529.
İbn Manzûr, Lisân, VI,
2248-2250.
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed
b. İsmail, el-Câmi‘u ’s-Sahîh, Beytu’l Efkâr, Riyad, Edeb, 6; Müslim,
İmân, 38.
Nisâ, 4/48
Bebek, Günah Problemi,
s. 98.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 297-298.
Nisâ, 4/136.
Nisâ, 4/116.
Lokmân, 31/111.
İbn Manzûr, Lisân, IV,
2982.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 337.
İbn Manzûr, Lisân, IV,
2982-2983.
Heyet, Dini kavramlar,
s. 341.
Nisâ, 4/42.
Hûd, 11/59.
Tâ-Hâ, 20/121.
Hucurât, 49/7.
Nâzi’ât, 79/21.
Mücâdele, 58/8,9.
Âl-i İmrân, 3/112.
Meryem, 19/14.
Yûnus, 10/91.
Bakara, 2/61.
Nûh, 71/21.
Hâkka, 69/9,10.
İbn Faris,Mu’cem, s.
836; İsfâhânî, el-Müfredât, s. 337.
İbn Manzûr, Lisân, V,
2413-2414.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 380.
İbn Manzûr, Lisân, V,
2413-2414.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 380.
Hucurât, 49/7.
Abdulbaki, el- Mu ’cem,
s. 520.
İbn Manzûr, Lisân, V,
3897-3902; İsfahânî, el-Müfredât, s. 433-434.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 433-434.
İsfahâni, el-Müfredât,
s. 433-434.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 433-434.
İbn Manzûr, Lisân, VI,
4509.
Bakara, 2/8.
Müslim, İmân, 107; Buhârî,
İmân, 24.
Nisâ, 4/145.
İbn Manzûr, Lisân, I,
1035-1037; İsfahânî, el-Müfredât, s. 134.
İbn Manzûr, Lisân, I,
1035-1037; İsfahânî, el-Müfredât, s. 134.
Nisa, 4/2.
İbn Manzûr, Lisân, IV,
2677-2679; İsfahânî, el-Müfredât, s. 304.
Bakara, 2/257.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 100.
Yazır, Hak Dini, II,
122.
Abdulbaki, el-Mu ’cem,
s. 179; Bakara, 2/158, 198, 229, 230, 233, 233, 234, 235, 236, 240, 282; Nisâ,
4/23, 24, 101, 102, 128; Mâide, 5/ 93; Nûr, 24/29, 58, 60, 61; Ahzâb, 33/5, 51,
55; Mümtehine, 60/10.
Nisâ, 4/31.
Necm, 53/32.
Gazâlî, İmam Ebû Hâmid, İhya-u
Ulumi’d-Dîn, Kahire, ts., IV, 16.
Bebek, Günah Problemi,
s,100.
Yazır, Hak Dini, VI, 65.
İbn Ebi'l-‘İzz el-Hanefî, Şerhû
‘Akîdeti’t Tahaviyye, Beyrut, 1988, s. 370, 371.
Gazâlî, Ihyâ, IV, 15-21.
Buhârî , Edeb 6, İmân,16.
Buhârî, Kitâbu’l Vasâya, 23.;
Ebu Dâvud, Vasâya,10.
Kılavuz, Saim, Iman Küfür
Sınırı, Marifet Yay., İstanbul, 1990, s. 89.
Özarslan, Tevbe, s. 26.
Gazâlî, Ihyâ, IV, 17.
Heytemî, Ebu Abbas Ahmed b.
Muhammed b. Ali b. Haceru’l Mekkî, ez- Zevâcir ‘anIkirafi’l-Kebâir,
Beyrut, 1402/1981.
Zehebî, Şemsuddin Ebu Abdullah
Muhammed b. Ahmed b. Osman, Kitabu ’l -Kebâir (trc: Mustafa Kasadar),
Ravza Yay., îstanbul, 2001, s. 5.
Necm,53/32.
Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu
’t-Tefâsir, Daru’l Ensâr li’n-Neşr, îstanbul, III, 249.
Gazâlî, İhyâ, IV, 18.
Gazâlî, İhyâ, IV, 17.
Gazâlî, İhyâ, IV, 20.
Bakara, 2/187.
Bakara, 2/95.
Bkz., Bakara, 2/57; Âl-i İmrân,
3/117, 135; Tevbe, 9/70; Ankebût, 29/40.
Buhârî, Edeb, 84-86.
Bkz., Buhârî, Nikâh, 1; Müslim,
Nikâh, 5.
Müslim, İmân, 176.
Yûsuf, 12/53.
Bakara, 2/95-96.
Kıyâme, 75/2.
Nisâ, 4/28.
İbn Manzûr, Lisân, VI,
234.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
251.
Gazâlî, İhyâ, III, 3.
Al-i İmrân, 3/54; Yûsuf 12/54;
Zâriyât 51/21.
En’âm 6/93; Kâf, 50/16.
Kılıç, Günah Kavramı, s.
252.
Yusuf, 12/53.
Gazâlî, İhyâ, III, 4;
Kılıç, Günah Kavramı, s. 252.
Sâbûnî, Safvet, II, 170.
Râzî, Fahruddîn Muhammed b.
Ömer b. el-Hüseyin b. el-Hasan b. Ali et-Temîmî el-Bekrî, et-Tefsiru ’l
Kebir (Mefâtihû ’l Ğayb), Dâru’l-Fikr, Beyrut, XVIII, 159-160.
Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîrû
’l-Munîr, Risale Yay., İstanbul, 2008, VII, 8.
Kâf, 50/16.
Kutup, Seyyid,fi-Zilâli’lKur’ân,
Dâru’ş-Şurûk, Beyrut, 1998, VI, 3361.
Kutup, fi-Zilâl, I, 92.
Sâbûnî, Safvet, I, 71.
Sâbûnî, Safvet, III,
459.
Kutup, fi- Zilâl, VI,
3766.
Bakara, 2/28.
A’râf, 7/157.
Bakara, 2/185.
Hac, 22/78.
Yazır, Hak Dini, II,
456.
Âl-i İmrân, 3/14.
Yazır, Hak Dini, II,
321.
Kutub, fi-Zilâl, I, 373.
Kutup, fi- Zilâl, I,
374.
Kutub, fi-Zilâl, I, 374.
Karagöz, İsmail, Kur’ân ’a
Göre Zulüm Açısından Allah ve İnsan, Çelik Yay. İst. 1994, s. 41.
Nîsâ, 4/77.
Ra’d, 13/26.
Âl-i İmrân, 3/85.
Hadîd, 57/20.
Ankebût, 29/64.
Fâtır, 35 /5.
Nâzi’at, 79/38-39.
Yazır, Hak Dini, IV,
468.
Yazır, Hak Dini, III,
501.
Sâbûnî, SafVet, II, 331.
İsrâ, 17/53.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed bin
Cerîr b. Yezîd b. Halîd, el-Câmi‘u ’l Beyân fi Te’vîli’l Kur ’ân, Mısır,
1968, II, 77.
Bakara, 2/169.
Nûr, 24/21.
Mücâdele, 58/19.
En’âm, 6/43.
Neml, 27/24.
Meryem, 19/83.
A’râf, 7/11-18.
Bakara, 2/168.
Yâsîn, 36/60.
Fâtır,35/6.
Nahl, 16/98.
Mücâdele, 58/19.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 288; İbn Manzûr, Lisân, IV, 2518-2520.
Cürcânî, Ta’rîfât, s.
217; ayrıca bkz. İbn Faris,Mu’cem, s579-580.
Kara, Bela-Musîbet, s.
35.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 288.
Yazır, Hak Dini, VII,
434.
Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed
b. Ahmed b.el-Ensârî, el -Câmi ‘u li Ahkâmi’l-Kur ’ân, II, 175; Yazır, Hak
Dini, I, .548.
Çimen, Helâk Kavramı, s.
117.
Cürcânî, Ta’rîfât, s.
217.
Bakara, 2/156; Âl-i İmrân,
3/165; Nisâ, 4/62; Nisâ, 4/72; Mâide, 5/106; Tevbe, 9/50; Kasas, 28/47; Şûrâ,
42/30; Hadîd, 57/22; Teğâbun, 64/11.
Abdulbaki, el-Mu ’cem,
s. 415.
İbn Manzûr, Lisân, I,
355-356; İsfahânî, el-Müfredât, s. 61.
Bakara, 2/49; Â'râf, 7/141;
İbrahim, 14/6
Duhân, 44/33.
Sâffât, 37/106.
Enfâl, 8/17.
Bakara, 2/155.
Mülk, 67/2.
Buhârî, Merdâ, 3; Tirmizî,
Zühd, 56; İbn Mâce, Fiten, 23; Dârimî, Rekâik, 67.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 545; İbn Faris, Mu ’cem, 1074.
Abdulbaki, el-Mu ’cem,
s. 737-738.
Hâkka, 69/29.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 545; Çimen, HelâkKavramı, s. 74-75.
Okumuş, Toplumsal Çöküş,
s. 90-91.
En'âm, 6/47, 131.
Enbiyâ, 21/9.
Ahkâf, 46/35.
İsrâ, 17/16; Kasas, 28/58.
Tirmizî, Kader, 1.
Ebû Dâvûd, Zekât, 46.
Müslim, Hac, 412.
İsrâ, 17/15.
Ra'd, 13/11.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 327.
A'râf, 7/141.
Nisâ, 4/25; Nûr, 24/2, 8.
A'râf, 7/165.
Kalem, 68/33.
Nûh, 71/1.
En'âm, 6/65.
Mü'minûn, 23/18.
Lokmân, 31/21.
Yâsîn, 36/18.
En'âm, 6/93.
Ra'd, 13/34.
Bakara, 2/7, 90, 104.
İbrahim, 14/2.
Mâide, 5/37.
A'râf, 7/165.
En’âm, 6/65; Hadîd, 57/22.
Bakara, 2/155.
Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XIII, 23.
Yazır, Hak Dini, VII,
34.
Hadîd, 57/22.
Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XXIX, 23.
Yazır, Hak Dini, VII,
434.
Bakara, 2/155.
Karagöz, İsmail, Kur ’âna
Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum, Çelik Yay., İstanbul, 1996, s.
23.
Mevdudî, Ebu’l-A’lâ, Tefhimu
’l Kur ’ân, (trc:Heyet, Dünya Yay.), İstanbul, 1996.
İbn Kesir, Ebu’l Fidâ İsmail b.
Ömer, Tefsîru'l-Kur'âni'l- ‘Azîm, Kahire, ts. IX, 377.
Yazır, Hak Dini, IV,
531.
Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XXI, 17-18.
Yazır, Hak Dini, VII,
435.
Teğâbun, 64/11.
Yazır, Hak Dini, VIII,
93.
Kutup, Seyyid, fi-Zilâl,
III, 165.
Yazır, Hak Dini, VII,
28.
Yazır, Hak Dini, V, 265.
Yazır, Hak Dini, V, 265.
Nisâ, 4/40.
Mâide, 5/38.
Necm, 53/39.
Sünnetullâh, Allah’ın öteden
beri süregelen ve sürecek olan, kendine özgü, değişmeyen davranış tarzı
şeklinde tarif edilmiştir. Bkz. Özsoy, Ömer, Sünnetullâh Bir Kur ’ân
İfadesinin Kavramlaşması, Fecr Yayınevi, Ankara, 2004, s. 53.
Mâide, 5/22.
Mâide, 5/24.
Buladı, Kerim, Kur’ân ’da
Nankörlük Kavramı, Pınar Yay., İstanbul, 2001, s. 391.
Aydın, Hayati, Kur'ân'da
İnsan Psikolojisi, Timaş Yay., İstanbul, 1999, s. 232-237.
Nahl, 16/33-34.
Aydın, İnsan Psikolojisi,
s. 232-237.
En'âm, 6/165.
Hûd, 11/7.
Mülk, 67/2.
Yazır, Hak Dini, VIII,
183.
Razî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XXX, 56.
Cebeci, Lütfullah, Kur ’ân
’da Şer Problemi, Akçağ yay., Ankara, 1985, s. 35.
Kutub, fi-Zilâl, XXIX,
221.
İnsan, 76/2.
Taberî, el-Câmiu ’l Beyân,
XXIX, 127; Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr, XXX, 237.
İsfahânî, el-Müfredât,
s. 63.
Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XXX, 237.
Âlûsî, Ebu’l Fadl Mahmud, Rûhu
’l Meâni fı Tefsîri Kur ’âni’l- ‘Azim ve ’s-Seb ’i’l Mesâni, Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-‘Arabî, Kahire, ty., XXIX, 153.
İnsan, 76/3.
Ankebût, 29/2.
Tirmizî, Zühd, 58 ; Cebeci, Şer
Problemi, s. 35.
Bakara, 2/155-156.
Derveze, İzzet, et-Tefsîru
’l-Hadîs, (trc: Şaban Karataş ve dğr.), EkinYay., 1998, II, 299-301.
Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XXIV, 258.
Yazır, Hak Dini, VII,
28.
Müslim, Birr 52.
Tirmîzî, Tefsîr, Bakara, 2993.
Buhârî, Merdâ, 3; Müslim, Birr,
46;
Tirmîzî, Fedâilu'l-Cihâd 21;
Ebu Dâvud, Cihâd 42; Nesâî, Cihâd 25.
Âlûsî, Rûhu ’l-Meânî,
XXI, 41; Kara, Belâ- Musîbet, s. 55.
Müslim, Zühd, 13.
Bakara, 2/156.
Buhâri, Merdâ, l; Müslim, Birr,
52 ; Tirmizi, Cenâiz, 1; İbn Hanbel, Müsned, II, 335.
Buhari, Merdâ, 3; Müslim, Birr,
46.
Bkz., Nisâ, 4/62; Mâide, 5/49;
En’âm, 6/129; A’râf, 7/96; Tevbe, 9/95; Nahl, 16/34; Kasas, 28/47;
Rûm, 30/36; Mü’min, 40/17.
Bakara, 2/214.
Bakara, 2/155.
Öztürk, Yener, “Kelâmi
Açıdan ‘Hasenenin/İyiliğin Allah ’tan, Seyyienin/Kötülüğün Nefisten ’ Oduğunu
Bildiren Âyetin Yorumu”, Ekev Akademi Dergisi, Sayı:16, Ankara, 2003, s.
142-143.
Fâtır, 35/45.
İbn Teymiye, Risâle-i Emr-i
Bi'lMa'rûf s. 31.
Tirmîzî, Tefsîr, 44.
Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Cârullah
Mahmud b. Ömer (ö. 538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki Ğevâmizi’t-Tenzîl ve
Uyûni’l-Ekâvîli f Vucûhi’t-Te’vîl, I-IV, (nsr. Mustafa Hüseyin Ahmed),
Dâru’r-Reyyân, Kahire, 1987, IV, .226.
Kurtûbî, Ahkâmi'l Kur'ân,
XXVI, .31.
Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XVII, 172.
Enbiyâ, 21/6.
A’râf, 7/78; Enfâl, 8/53-54.
Kehf, 18/59; Yûnus, 10/13,14.
En’âm, 6/45; Sebe’, 34/34-35;
Zuhruf, 43/24.
Bakara, 2/205.
Necm, 53/50-51.
En’âm, 6/123-124; Fâtır, 35/43.
Hicr, 15/90,91.
Şu‘arâ, 26/30.
Neml, 27/49-51.
Hûd, 11/60; İbrahim, 14/15-16.
Su’arâ, 26/160-174.
Şu’arâ,26/181.
Küçük, Ahmet, Kur ’ân ’da
Toplumsal Sınanma ve Sonuçları, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya, 2006, s.
245.
Buhârî, Vasâyâ, 23; Ebu Dâvud,
Vasâyâ,10.
Çimen, Helâk Kavramı, s.
527.
Şurâ, 42/30.
Sâd, 38/12-14.
Kâf, 50/12-14.
Hûd, 11/81.
Hûd, 11/89.
Kara, Belâ-Musîbet, s.
37.
bkz. A’raf, 7/59;Hud, 11/26;
Nuh, 71/1-2; Köksal, Asım, Peygamberler Tarihi, Diyanet Yay., Ankara, s.
87.
bkz. Nûh, 71/6; Neccâr,
Abdulvehhâb, KısasulEnbiyâ, Muessesetu Aklebi, Kahire, s. 32,33.
bkz. A’raf, 7/60; Hûd, 11/32;
Mü’minûn, 23/24-25; Hûd, 11/25.
Çimen, HelâkKavramı, s.
215-216.
Çimen, HelâkKavramı, s.
237.
Bkz. A’raf, 7/65; Hud,
11/50,53,58,60,89; Şu‘arâ,26/124.
Neccâr, Kasas, s. 49.
Neccâr, Kasas, s. 51,52.
Köksal, Peygamberler Tarihi,
s. 119.
Râzî, et-Tefsîru ’l Kebîr,
XXIX, 53.
Çimen, HelâkKavramı, s.
231.
Neccâr, Kasas, s. 58.
Abdulbaki, el-Mu’cem, s.
160.
Neccâr, Kasas, 59.
Bkz. Hûd, 11/63-67; Hicr,
15/80.
Çimen, Helâk Kavramı, s.
251.
Köksal, Peygamberler Tarihi,
s. 248.
Neccâr, Kasas, s. 112.
Tirmîzî, Hudûd, 24; İbn Mâce,
Muhammed b. Yezid el Kazvînî, es Sünen, Dâru’l Kutub’ul ‘İlmiye, Beyrut,
ts., Hudûd, 12.
Çimen, Helâk Kavramı, s.
543.
Tabbâra, Afif Abdulfettâh,
Kur ’ân ’da Peygamberler ve Peygamberimiz, (Trc: Ali Rıza Temel ve dğr.),
Gonca Yayınevi, İstanbul , 1982, s. 176.
Bkz. A’râf, 7/85, 88, 90, 92; Hûd,
11/84,87,90,95; Şu’arâ, 26/177; Ankebût, 29/36.
Tabbâra, Peygamberler ve
Peygamberimiz, s. 236.
Neccâr, Kasas, s. 145.
Bkz. Kasas, 28/3-43; Tâ-Hâ, 20
/9-101; Şu’arâ, 26/10-68; A’râf, 7/100-156; Yûnus, 10/75-92.
Çimen, Helâk Kavramı, s.
298.
Sa’lebi, Ebu İshak Ahmed b.
Muhammed b. İbrâhîm en- Nisâbûrî, Kısasu ’l Enbiyâ, el-Mektebetu’s
Sekafıyye, Beyrut, ts. s. 172; Kara, Necati, Hz. Musa Firavun ve Yahudiler,
Seha Neşriyat, İstanbul, 1989, s. 326-327; Çimen, Helâk Kavramı, s. 300.
Tok, Nuri, Kur ’ân ’da
Sünnetullâh ve Helâk Edilen Kavimler, Etüt Yay., Samsun, 1998, s. 46.
Çimen, Helak
Kavramı,
s. 374.
Neccâr, Kasas, s. 281
Köksal, Peygamberler Tarihi,
I, 84.
Mü’min, 40/23-24.
Çimen, HelâkKavramı, s.
388.
Bkz. Kasas, 28/6,8,38; Ankebût,
29/39; Mümin, 40/24,36.
Çimen, HelâkKavramı, s.
391.
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 414.
Yetik, Zübeyir, Sâmirî,
Beyan Yay., İstanbul, 1986, s. 29.
Bkz. A’râf, 7/148.
Bkz. Tâ-Hâ, 20/88.
Tâberî, el- Câmiu ’l Beyan,
XVI, 204.
Çimen, HelâkKavramı, s.
394.
Bkz. Tâ-Hâ, 20/90-91.
Çimen, Helâk Kavramı, s.
395.
A’râf, 7/50.
Sa’lebi, Kısas, s. 187;
Çimen, HelâkKavramı, s. 397.
Çimen, HelâkKavramı, s.
398.
Ateş, Süleyman, Yüce Kurân ’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat,
İstanbul, 1990, VIII, s. 198-199; Özarslan, Günah-Musîbet, s. 30.
Komisyon, Deprem, DİB
Yay. s. 21
Meksika’da 7.5 büyüklüğünde
meydana gelen depremde sadece 14 kişi ölürken, 7.4 büyüklüğündeki Marmara
depreminde on binlerce kişinin ölmesini sorgulayan bir yazar, bu neden böyle
oluyor? diye soruyor ve bunun cevabını şöyle veriyor: “Mesele yerleşim
bölgelerinin seçimi ve buralardaki binalaşmanın planlanmasında haram kazanca ve
siyasal sömürüye prim verip vermeme meselesi...diyor. Öztürk, Yaşar Nuri, Depremin
Gösterdikleri, (Yeni Yüzyıl için Uyarılar), Yeni Boyut, İstanbul, 1999, s.
15
Şuarâ, 139.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar