Print Friendly and PDF

DİNLER TARİHİNE GİRİŞ



 YAZAN: Prof. Dr. ÂNNEMARIE SCHIMMEL

(Not: Yazıda tarama noksanlıkları var. Fazla düzeltilme yapılmadı dikkat edelim.)

ÖNSÖZ

\Diri deyince, insanların behemehal şahıs şeklinde olması lâzım gelmi-yen insan üstü bir kudretle münasebetini anlamaktayız. İlâh ve Tanrı mefhumunun mevcud olması lâzım gelmez.j


İnşan ile bu insan üstü kudret arasındaki münasebet, duygular, iman akideleri ve ibadetler şeklinde tezahür eder: İnsan ürker ve güvenir, bu kudretin celâlinden korkar, yahut da cemaline karşı sonsuz bir hayranlık duyar. Marburg’lu ilâhiyatçı Rudolf OTTO tarafmdan, İlâhi kuvvetin bilhassa bu iki tarafına âlimlerin dikkati celbedilmiştir: Bu insan üstü kudret (OTTO’nun tâbiri ile numinös kuvvet) hem mysterium tremendum, insanı heybetle titreten sır, hem de mysterium fascinans, inşam, hayran eden sırdır.


İnsan ile bu kuvvet arasındaki münasebetleri ifadelendirmek maksa-d’yle din akidelerinde, İlâhî varlığın hususiyetleri tavsif edilmiye çalışılır; yaradılışın sırrım anlatıp dünyanın sonu ve âhiret hayatı hakkındaki tasavvurlar belirtilir; dünyanın her tarafmda görünen muhtelif mitik anasır da buna dâhildir.


İbadetlere gelince, en mühimleri olan salât, dua ve kurbanın muhtelif şekillerini zikretmekle iktifa edebüiriz.


Bu suretle tezahür eden din üzerinde çeşitli şekillerde ilmi çalışmalar yapmak mümkündür; bu çalışmalar usulen beş kola bölünür :


DİN TARİHÎ : Bu ilim kolunun özel vazifesi, filoloji ve tarih usulleriyle muayyen bir milletin veya ırkın, bir devrin, bir mezhebin veya bir tek şahsiyetin dinini tetkik etmektir, ve aynı zamanda da ayn ayn dinlerin jenealojik, yani nisbet bakımından bağhhğmı, yahud dinlerin birbiri ile tarihî münasebetini araştırmaktır.


Dinler tarihi, dinleri, iptidaî dinler, millî dinler, dünya dinleri olmak üzere büyük gruplara ayırır. İptidaî din mefhumunun sâhası pek geniştir; en aşağı derecede bulunan Afrikanın Pigmen kavimlerinden yüksek seviyede bulunan zenci, yahut Polinezya kavimlerine kadar olan dinleri ihtiva etmektedir. Bütün bu dinlerin bazı müşterek tarafları mevcut olmakla beraber, onlan araştırıp içten anlamak için etnolog, filolog ve sosyologların işbirliğine büyük bir ihtiyaç vardır. — Millî dinler mefhumu ise, bilhassa antik devrin muhtelif dinlerini ihtiva etmektedir : Yunan ve Romah, Jermen ve Kelt, eski Çin ve Alışır, Hitit ve Aşarilerin dinleri buna aittir. Onlar, yalnız bir milletin ruhanî malıdır, bu milletin hududundan aşmaz. Fakat bazen, millî dinlerden bir dünya dini gelişmiştir : Yalnız Ya-hudilere mahsus bir dinden, Hristiyanhk husule gelmiştir; Hindistandaki millî dini, Asya'nın büyük bir kısmında yayılan Budizmin büyüdüğü topraktır. Vazifemiz, böyle bir inkişafın hangi şartlar altmda vuku bulabildiğini aramak ve sormaktır.


çDin bügisinin ikinci büyük bölümü, DİN FENOMENOLOJİSİ’dir. Bu ilim, tarihî mevküni dikkatle nazara almaksızın sadece dinî hâdisenin mahiyetini tetkik eder. Muhtelif dinlerin mukaddes âyinlerini, mukaddes mahallerini, kudsî zamanlarım, mukaddes eşyasını, kudsî şahsiyetlerini inceler; ayrı ayrı her dine mahsus Tanrı mefhumunu araştırır) Bu feno-menolojik görüşün belki en güzel misali, Friedrich HEİLER’in muhtelif dinlerde du’a ve niyaz hakkmdaki meşhur eseridir («Das Gebet»).ÇDin fenomenolojisi, dinler tarihinde bazen biraz kaotik görünen muhtelif tezahüratı araştırıp tertipler; dinlerin çeşit çeşit tiplerini güzel bir nizama koyar; bütün dinlerde müşterek olan olayları gösterirBu sebeptendir ki* • Din fenomenolojisi, dinlerin ayrılıklarını inkâr etmeksizin —bilâkis her dinin hususiyet ve hayat merkezini göz önünde tutarak — dinî duygunun ve bu duygunun tezahürlerinin hemen bütün dünyada birbirlerine benzediğine işaret edip bu suretle dinlerin asimin ve maksadının bir olduğunu ispat etmeğe çahşırAynı zamanda din fenomenolojisi, mukaddes bir âyinin nasıl gelişip değiştiğini araştırır. Dinî bir tasavvurun en iptidaî milletlerden başlıyarak en yüksek dinlere kadar hangi şekilde yaşamağa devam ettiğini gösterir: Eski âyinler, yüksek dinlerin lisanlarında remiz halinde kullanılır: Meselâ şairimiz, «Âşiyân-i murg-i dil zülf-i perîşânmda-dır» derken, eski Mısır ve muhtelif iptidaî milletlerde sık sık rastlanan «dil kuşu, can kuşu» ndan bahsettiğinin farkında değildir. Başka bir misâl: Hristiyanhkta ÎSÂ, son yemeğinde kırılası ekmeği kendi vücuduna, dökülesi şarabı kendi kanma benzetmiştir ki o kan insanların kurtuluşu için dökülecektir: O zaman, en eski zamanlardan kalma, ilâhların öfkesini teskin etmek maksadile icra edilen insan kurbanına ve kanın temizleyici kuvvetine ima etmiştir; bu fikir, Havârîlerin mektuplarında daha teferruatlı bir surette kullanılmıştıfl


Bu suretle,UDin fenomenolojisi dinî remizlerde gizli olan manâyı meydana çıkarmağa ve mecazî sözlerin kutsal manâsını çözmeğe çalışır. Din tarihinin Din fenomenolojisi ile birleştiği yer, dinlerin tarihî inkişafının fenomenolojisidir, yani: bütün dinlerin neşvünemasında, âyinlerinin teşekkül edişinde hususî bir nizam vardır; onu bulup başka dinlerde görünen inkişaf ile mukayese etmekle uğraşır. Meselâ: muhtelif dinlerde kadın’ın vaziyetini sorar ve bu vaziyetin dinlerin inkişafında hemen ayni kanunlara göre değişmesini gösterir.


(Kadm’ın vaziyeti deyince, d’n bilgisinin üçüncü bölümüne temas etmiş oluruz; bu, DÎN SOSYOLOJİSİ’dir. Bu ilim, dinin, aile ve millete karşı aldığı tavrı, din sahasında meydana gelen sosyolojik olayları, muhtelif dinî cemaatların cemiyetle olan münasebetini araştırır. Din sâhasın-da gelişen sosyolojik olaylardan kasdettiğimiz, mürşid ve mürid, muallim ve şak'rt münasebetleri, cemaat, mezhep, tarikat, kilise mefhumlarıdır. Bu ilim de, kabileye bağh, kollektif, ve misyonerlik fonksiyonları olmıyan millî din ile fertlerin kurtuluşunu sağlamak gayesinde olan ve millî sınırları aşan dünya dinleri arasındaki farkı inceler?(


[DİN PSİKOLOJİSİ, din bilgilerinin dördüncü kolu sayılmaktadır. Onun konusunu, ferdin dinî iç tecrübesi teşkil etmektedir. Dinin başlangıç ve inkişafını ruh bakımından izah etmeğe çalışmaktadır. Onun tehlikesi, şahsî ve sübjektif nazarlara fazla kıymet vermesidir] (meselâ - psi-kolojist okulunun yaptığı gibi, - bütün dinî olayların, yalnız insanin iç tecrübesinden iştikak etmesi); böylece, dinin değişmez objektif "hakikati kâfi derecede göz önünde tutulamaz. (.Din psikolojisi, bilhassa «dinî isti-dad» a önem vermektedir. Bu gibi araştırmalarda, insan tiplerini dikkat-la inceleyip hususî bir tipoloji yaratmakla meşguldür. Yaratıcı dinî şahsiyetlerin iç hayatım tetkik etmekle- uğraşan bu ilim, bilhassa bütün dinlerin büyük mistiklerinin kendi hayatları hakkında verdikleri malûmata önem atfetmektedir} Bu gibi tetkiklerde, dinin, yahud takvanın kendini iki şekilde göstermesi belirtilmiştir: Bunun birisine «peygamberâne takva» (prophetic), ötekisine mistik takva denilir. Bilhassa İsveç din bilgini Nathan SÖDERBLOM ile Marburg’lu Profesör Friedrich HEİLERL in çahşmaları sayesinde din bilgilerinde şöhret kazanan bu iki tip arasındaki sınırlar şüphesiz pek seyyaldir; ama, âlimlerin tespit ettikleri bu fark, dinin muhtelif tezahüratını anlamak için pek mühimdir. Tarihte, peygamberâne tipin, vahiy yoliyie kendi ulviyet ve kudsiyetini gös-teren Tanrı mefhumu karşısında, mistikliğiıı statik bir sükûnette bulunan, ekseriya şahsî olmıyan Tanrı anlamı yer almaktadır. % Peygamberlerin Tanrısı kendisine ubudiyetle bağlanılan, kulluk edilen bir faâl Allah’tır; mistiklere gelince, onlar vecid ve istiğrak ile ulûhiyetin tecelli um-mânmda garkolmak, yahud da İlâhi maşuk ile birleşmek isterler. Allâhın zatı hakîkaten her ifadeden uzak kaldığı için insanların bu iki yolu, birbirine insanlık bakımından zıd olmakla beraber Allah’ta birleşen ebedî faâliyet ve ebedî sükûnete, celâl tarafına ve cemal tarafına, işaret etmektedir


pin bilgilerinin beşinci bölümü, DÎN FELSEFESİdir: Dinin mahiyeti nedir? sualine cevap veren meselelerle meşguldür. Çalışmalarım, DÎN METAFİZİĞİ tetvic etmektedir. Din metafiziği, din feııomenolojisi tarafından gösterilen mutlak varlık mefhumunun hakikatini ve insanın bu varlıkla olan münasebetlerinin gerçekliğini sormaktadır.


Kanaatımca, din bilgilerinin bütün bu kollarını araştırmak için bu memleketin, Türkiye’nin vaziyeti fevkalâde müsaittir. Dünyada pek az ülkede en eski zamanlardan beri muhtelif milletler, ırklar ve bundan ötürü muhtelif dinlerin mümessilleri yaşamışlardır. Burada, eski ipti-tidaî dinler mevcud idi; Hititlerin millî dininin komplike merasimi, eski şarkın diğer büyük «kâhin dinleri» ni iyi anlamağa hizmet edebilir; oradan muhtelif kurban çeşitleri, yer ve faaliyet ilâhlarına teveccüh eden dua ve niyazların işlenilmiş formülleri öğrenilir. Gene aynı memlekette, Yunan din ve felsefesinin inkişaf mı seyredebiliriz; HOMEROS’un ilâhlarını yakından tanıyıp onun ilâh mefhumlarım tenkid eden tabiat feylesoflarının eserlerini yazdıkları yerleri görmeğe imkân buluruz. Bundan sonra, daha başka bir zihniyetin aksini gösteren Roma dininin mâbed ve heykelleri görünmektedir; bu suretle bu din ile başka indo-jermen dinler arasındaki benzerlik ve farklar belli olur. Aynı zamanda, Orta Anadolu’dan garba intikal eden dinî tasavvurları tetkik edebiliriz: Büyük ana ilâhesi, bilhassa K y b e 1 e adiyle m- ö. 204 senesinden itibaren Roma’ya getirtilen, vahşî bir verimlilik ilâhesi; ve ona dair mitolojik destanlar; sonra da Anadolu’da ve bilhassa o memleketin cenubî-şarkî mıntakasın-da icra edilen mister âyinleri ki, gelişen hristiyanhğa derin bir tesir bırakmıştır. Hıristiyanlığın tarihini, Türkiye’de mükemmelen araştırabili-riz: Yeni husule gelen bu dinin en ateşli misyoneri, Tarsus’lu PAVLUS' idi ki, mühim mektuplarının birini Konya ve bütün Galatya’da oturan cemiyetlere yazmıştır. Hristiyan akideleri yaratıp I s â’nın, Meryem A n a’nın, teslisin mahiyetini beyan etmeğe çalışan büyük konsüller ilk asırlarda Efes, İznik ve İstanbul’da vuku bulmuşlardır. En derin mistik cereyan, 4. asırda Kayseri civarında yaşıyan rahiplerin hayat ve eserlerinde parlar. Bizans kilisesinin ehemmiyeti hakkında bir şey söylemeğe lüzum yoktur; hâlâ da şarkî Anadolu’da en eski hristiyan mezhepleri kalıntılarının mevcut olmasına işaret etmekle iktifa edilebilir. Bundan sonra İslâm dininin hem sünnî, hem de şiî tezahürlerini, muhtelif tarî-katlerini, büyük ilâhiyatçı ve mutasavvıfların eserlerini yakından incelemek mümkündür. Demek ki dinî inkişafın hemen her merhalesini kendi memleketimizde görebilir, bundan başlıyarak din tarihinin geniş ufuklarına gidebiliriz.


Yine, bu memlekette birbirini takip eden, yahud yanyana yaşıyan dinleri yakından araştırmış olursak, eski âdetlerin devamına şâhit olur, meselâ bazı tarikatlarda hıristiyan ve müslüman zamanlarından önce mevcut olan tasavvurlara rastlarız. Çok zengin Türkçe ve Farsça edebiyatta, insanlığın en eski dinî tasavvurları sembol halinde muhafaza edü-mektedir; günden güne artan bir anlayışla bu şnrlerin ihtiva ettikleri derin mânâlara hayran oluyoruz. Biz garbli din bilginlerinin şimdiye kadar biraz ihmal ettiğimiz bir konu, yani hususî bir «İslâm fenomenolojisi» gayet enteresan neticeler verecektir.


Din sosyolojisi bakımından, Anadolu’da antik devirde teşekkül eden mister cemaatları, Yunan felsefe 'mektepleri, hıristiyan rahiplerin organizasyonları, müslüman tarikatlar, sonra da bütün bu teşkilâtın devletle münasebetleri, mürşid ile mürid, öğretmen üe şakirt arasındaki münasebet - bütün bu dinî dünya, âlimlere, sosyolojinin hemen her sahasında pek zengin bir ham madde vermektedir.


Artık 'din psikolojisine gelince, yüzlerce hıristiyan ve .müslüman evliya bir yana Yunus ve Mevlâna gibi büyük mutasavvıfların eserleri, dinî iç tecrübelerin muhtelif taraflarım tanıyıp öğrenmek için gayet kıymetli kaynaklardır.


Fakat, din bilgilerinin hangi tarafı ile meşgul bulunursak bulunalım - bir şeyi daima gözönünde tutmalıyız: din, ne filoloji vasıtasiyle, ne de sosyolojinin verdiği kanunlarla, ne de en ince psikolojik metodlarla izah edilebilir. Dinin dış olayları, tavsif edilebilecek bir şeydir; dinin aldığı şekilleri, muhtelif ilimlerin elimize verdiği vasıtalarla araştırmak mümkündür ama, dinin özel mahiyetini bu gibi vesilelerle tanıyamayız. Dinî sâha, bütün İlmî sâhâlardan ayndır; bu sâha-ya giren insan, Hazret-i MUSA’nın huzurda bulunduğu zaman havf ve zevkle titreyişi gibi, dünyanın en esrarengiz sâhasına girdiğini bilmeli, evvelâ sükût ve hayranlıkta kalmalıdır. Maamafih din bilgininin vazifesi, tahsisen bir dinin doğruluğunu ispat etmek değildir; bu, onun, ilâhiyatçılara bıraktığı bir ödevdir. Her ilâhiyatçı, kendi akidelerinin hakikatim müdafaa etmeğe çalışır, bu işte de, ilâhiyatçı sıfatiyle, haklıdır. Din bilgini ise, objektif bir gözle bakmağa çalışmalı, her dinde gizli olan hakikati anlayıp anlatmağa uğraşmalıdır. Kendi dininin ülkülerini, başka dinlerin ülküleri ile mukayese etmelidir; kendi dininin zayıf gibi gelen noktalarım, başka dinlerin zayıf görünen noktalan ile karşılaştırmalıdır. Fakat yanlış bir perspektifle, yabancı dinlerin ilk anda acaib görünen hususiyetlerini derhal kat’î hatalar olarak tavsif ve reddetmemelidir. Çünkü Allâh birdir, ve bütün dinlerde, en iptidaîlerinde büe, insanlar, muhtelif isimlerle isimlendirilen bu Allâha tapınışlardır. Din bilgisi ile meşgul olan insan, elest gününden başhyan bu büyük ibadet hareketine şahit olmak saadetine naü olur. Din bilgisinin bu özelliği, İsveçli büyük episkopos Nathan SÖDERBLOM’un vefatından birkaç dakika evvel söylediği bir sözden belli olur. SÖDERBLOM demişti ki: «Biliyorum ki, Allâh yaşıyor. Bunu din tarihinin verdiği malûmatla ispat edebilirim.»


Umumî malûmat veren kitap ve dergiler :


CHANTEPİE DE LA . SAUSSAYE, Lehrbuch der Religionsgeschichte, (A. Bertholet ve E. Lehmann, 1925). - TİELE-SÖDERBLOM, Kompendium der Religionsgeschichte, 1931   - N. SÖDERBLOM, Einführung in die Religonsgeschichte,


1928. - Die Religionen der Erde, 19492 - G. MENSCHİNG, Allgemeine Religionsgeschichte, 19492, Histoire Generale des Religions, 1S45 f. - G. VAN DER LEEUW, De godsdiensten der wereld, 1940 f. - A. BERTHOLET, Religionsgeschichtlich.es Lesebuch, 1926 v.s. - E. LEHMANN ve H. HAAS, Textbuch zur Religionsgeschichte 19222. - N. SÖDERBLOM. Der lebendige Gott im Zeugnis der Religionsgeschichte, 1942. -. M. ELtADE, Traite d’histoire des religions 1949.


H. FRÎCK, Allgemeine Religionswissenschaft, 1928. - G. MENSCHİNG, Ver-gleichende Religionswissenschaft, 1938. - G. VAN DER LEEUİV, Phanomenologie der Religion, 1933. - J. WACH, Sociology of Religion, 1950. - W. JAMES, Die re-ligiöse Erfahrung'in ihrer Mannigfaltigkeit. 19203-G. WÜNDERLE, Das religiöse Erle-ben, 1922. - R. OTTO, Das Heilige, 1947   - E. HEİLER, Das Gebet 1923    - E.


ÜNDERHİLL, Mysticism, 1911. (Almancası 1928)


Die Religion in Geschichte und Gegenwart, 1927 - 19322 (RGG) - HASTİNGS, Encyclopedia of Religions and Ethics, (ERE) 1908 v.s. - A. BERTHOLET, Wörterbuch der Religionen, 1951.


Dergiler :


Archiv für Religionswissenchaft (ARW), Leipzig. - Anthropos, Wien. - Revue d’histoire des Religions (RHR) Paris. Review of Religions, New York. - Religions, London. - Studi e materiali delle storia di religioni, Rom. - Zeitschrift für Missions-kunde und Religionsvnssenschaft (ZMR). - Numen, Leiden.


İPTİDAÎ DİNLER

(İNathan SÖDERBLOM ve ondan sonra Alman din bilgini Rudolf OTTO’nun beyan ettiklerine göre, hakikî dinin fârik alâmeti, şahsî bir Tanrı mefhumu değil; insanın, mehabetinden korkup aynı zamanda güzelliğine hayran kaldığı mukaddes,, akıl ile idrak edilemiyen, hepsinden farklı olan bir varlığın mahiyetini duymasıdır.


İhsandan kuvvetli olan böyle garip bir varlığın mahiyetine inanan dinler hemen bütün yeryüzünde bulunur; bu duygunun en aşağı derecesini, iptidaî dinlerin çoğunda mevcut olup Melanesiyaca bir kelime üe mânâ denilen tasavvur ve mefhumlarda görebiliriz. Bu kelime, bir şeyin veya bir insanın kendine mahsus bir kudret ve kuvvete sahip olduğunu ifade etmektedir; meselâ, şekli acaîb olan bir taşın veya çok muvaffak bir muharibin mânâları vardır.’\\Aynı surette de vücudun muayyen halleri, doğum ve ölüm gibi, yahud da bir sihir sözü, bir mukaddes İlâhî mânâ ile dolu olabilir. Bazı dinlere göre her mahlûkun bir mânâsı vardır; onlarca, bazı insanlar, bazı cinler bile, hemcinslerinden fazla mânâya sahip olabilirler. Kurban âyinlerinde de böyle bir tasavvurun kalmasına rastlamaktayız: insan, cin, ilâh veya başka kuvvetlere, «kuvvetleri artıp bana da fazla bereket verebilsinler» diye teberrularda bulunur. Bu prensibe, «do ut des» prensibi denilir ki «ben vereyim, sen de ver» demektir.')


Muhtelif dinlerde görünen kurbanların bir kısmı, bu prensipten ileri gelmiştir: Hem eski Amerikalılar tarafmdan, hem de indo-jermen milletlerde meselâ güneşe, insanları koruma kuvveti artsın diye çeşit çeşit kurbanlar takdim edilir, dans etmek, koşmak veya ateş yakmak gibi güneşin yürüyüşünü temsil edip yürümek tâkatı-m kuvvetlendiren hareketlerde bulunur.                          /


Mânâ ile dolu her şey kıymetlidir; bu sebepten insan, başka şeylerde bulünarTmanâyı benunsemek~veya- una İşLiı ak ntmek maksâdiyle ya düşmanının, ya kuvvetli bir hayvanmJmnı ve~yüreği gibi büyük İnikdardâ mânâ ihtiva eden şeyleri temellük etmeğe çalışır (bu bakımdan hem yam-yamlarm, hem de kelle avcılarının kast ettiklerinin ne oldukları anlaşılır.)


Mânâyı büyük mikdarda ihtiva eden kısımlar, kan ve yürek bir yana, vücudun yağı, vücuddan çıkan madde, sonra da saç ve tırnaklardır. Saçım kaybetmek, kuvvetini kaybetmek demektir) (bak. Eski Ahidda, Hâkimler 13-16: Samson hikâyesine).


f Mânâ’yı taşıyan şeyler — kâhin ve şamanların demetlerinde göründüğü veçhile— muhtelif kısımlardan mürekkep ise yahud işlenmemiş, ham bir resim veya put şeklinde bulunursa, bu gibi şeylere fetiş denilir


Zikri geçen kuvvet, kıymetli olmakla beraber, pek de tehlikelidir; bunun için insan, mânâ ile dolu olan şey ve mahlûklarla serbestçe muamele etmemelidir; bunlar (gene melanesiyac ı bir tâbir ile) tabu’dur, yani onlara yaklaşmak için etraflı ihtiyat tedbirleri lâzımdır. Âyinlere bağlı her şey tabudur; insanlar ise, hususî vaziyetlerde de tabudurlar: harbe veya ava giden erkekler, lohusalar, yeni doğmuş, yeni ölmüşler tabu hükümleri altmda kalırlar.]


LAynı surette hayvanlar da bir ferd veya bir cemaat için tabu olabilir. Totemizm denilen, bilhassa Avusturalya ve eski Şimalî Amerika’da yayılmış olan dinlerde, her taifeye mahsus bir hayvan —- bazen de bir nebat— var ki bu taife, kendi esatirine göre, esas itibariyle bununla bir idi. Tavşan taifesi bu sebepten hiç bir zaman bir tavşan avlayıp yemez; yarasa taifesi, yarasaları kendi akrabaları gibi telâkki eder. Yalnız mukaddes yemekler vasıtasiyle totem hayvanatı ile kendine mensup olan insanlar arasındaki sık münasebeti ifade etmek maksadiyle totem hayvanı yenilebilir, fakat o halde, resmî bir matem tutulur.


(Totemizme çok yakın olan bir tasavvur, bilhassa kırmızı derililerde mevcut olan ve bunların bir kelimesiyle, nagualizm , ismiyle tavsif edilen bir dinde görülmektedir. Kırmızı derili, balîğ olduğu zaman, muayyen âyinler icra ettikten sonra kuytu~bîr~yerde yatıp rüyasmdâ~EahğT~Eây vanı göreceğini merak eder. Farzedelim ki bir kartal görünür, delikanh, kartalı kendi koruyucusu sanır ve una daima-hürmet gösterifTT


Totemizm’de nikâha dair bir çok kanunlar var, öyle ki meselâ tavşan taifesine mensup olan bir adam, aynı taifeye mensup bir kadınla katiyen evlenemez (eksogami).


Tabuların, bir kısmı mutlaktır; kuvvetle dolu bir madde veya bir insandan gelen tehlikeyi tarafsızlaştırmak maksadiyle, insan, mahsus merasim icad etmiştir; bu meydanda bilhassa buluget, nikâh ve ölüme dair âyinler büyük bir rol oynamaktadır. Tabu, tam bir sarî hastalık gibi, ona dokunan insana sirayet edip onu da tabu haline getirir. Bunun için insan, bir tabu’ya dokundu mu, derhal müşkil ve mufassal temizleme ve tasfiyeler icra etmek mecburiyetinde kalır. Tabu’yı ihlâl eden, otomatik olarak cezalandırılır: eğer yaptığı günahın farkına varırsa, autosügges-tion sayesinde ölür; eğer günahı ile cemaata zarar vermişse, cemaatın intikamı onu öldürürJTabu’ya dokunmak gibi hâdiselere mâni olmak, üzere pek komplike âyinler geliştirilmiştir. Pek tipik bir misal şudur: Polyneziyali krallar, dokundukları her şeyi derhal tabu haline getirecek kadar kuvvetli ve mâna ile dolu sayıldıklarından, kendi elleriyle yemek almayıp hususî hademe tarafmdan yedirilmeğe mecbur idiler})


Biraz zayıflamış bir halde aynı tasavvurat bütün dinlerde, hattâ dünyanın en yüksek dinlerinde bile, hâlâ yaşamaktadır.


Fakat dinlerin çoğunda tabu mefhûinu ikiye ayrılmıştır: iptidaî bir görüşe göre yalnız tabu olan şey, ya profan muhitten ayrı olarak mukaddes ve mahrem, yahud da saf ve temiz olmıyarak telâkki edilmiştir. Mukaddes bir yere veya bir şeye yaklaşmak istiyen, uzun hazırlık merasimi geçirmeğe mecburdur; temiz olmayan bir şeye dokunan ise, yalnız uzun tasfiye âyinlerinden sonradır ki, tekrar temizlik haline girer.


(.Geçen zamanlarda din bilginleri (bilhassa İngiliz âlimi TYLOR, 1832 - 1917) Animizm’i, yani ruhlara inanışı, bütün iptidaî dinlerin temeli sanmışlardır. Şahsiyetin bir aksi olan ruha inanış, galiba insanı heyecanlandıran rüyalardan inkişaf etmiştir.) Ölümün, insanı son derece korkutması şüphesiz olsa gerektir; ölünün vücudunda görünen değişiklik, hareketsizlik, sükût, yaşayanları şaşırtmıştır. Ölünün dostlarının ve akrabalarının rüyalarında görünmesi onun —belki şekli değişmekle beraber — hâlâ yaşadığı düşüncesine insanları inandırmıştır. Belki de insanın bir kısmının, yani ruhunun, ölümden sonra yaşamağa devam ettiğini zannetmişlerdir. Bu gibi tasavvurlara göre, insanın ruhu ile gölgesi arasmda sıla bir alâka vardır; efsane ve esatirde arasıra şu motife rastlarız: gölgesini kaybeden bir insan, ruhunu da kayb etmiş gibi temsil edilir.


Alman edebiyatmda bu hikâye tipinin iki meşhur misâli vardır: CHAMİSSO, Peter Şlemil, gölgesiz adam; HOFMANNSTHAL, Die Frau ohne Schatten.


Bazı iptidaî milletlerin zanlarmca, bu «gölge ruhu» nun yanmda insanın hayatî kuvveti olup ölümde yok olan ve ekseriya nefese bağlı olan ikinci bir ruh vardır. Bu mefhum, hem nefes ile nefs arasındaki iştikaktan belli olur, hem de can kelimesinde —ki eski Farscada vyana, nefes, demektir. Antik dinlerde inkişaf eden jeııius mefhumu— yani her insanın kendine mahsus koruyucu ve ilham verici bir perinin varhğma inanışı— bu esastan teşekkül etmiştir.


Bundan başka ruh hakkında muhtelif tasavvurlara rasthyabiliriz; ruh arasıra kanda yaşar gibi tasavvur edilir; bazı telâkkilere göre insanın üç, dört ve daha fazla ruh nev’i, yahud ruhanî kuvvetleri vardır. Pek sık rastlanan tasavvurlara nazaran, ruh vücuddan ayrılarak başka yerlere gidebilir; insan, ruhunu bir ağaç7yâhüd herhangi bir~yerde sakhya-bîlir; hem Afrıka/da? hem de 12rta Amerika’da yaşıyan bu fikirlerin bir aksi, bugüne kadar efsane ve lejandlarda görünmektedir. Ruh bazen de hayvan şeklinde temsil edilir: kuş ve fare, yılan ve kelebek bu ruh hayvanlarının en meşhur mümessilleridir.)


Ölü mıhıma hürmet gösterip de kurban vermek lâzım gelir; çünkü o, istemiyerek bu dünyadan ayrıldığından hâlâ burada yaşıyanlara ziyan vermek ister. Onu teskin etmek için kurban ve hediyeler takdim edilir. Bazı milletlerce, bu dünyada fazla mânâya sahip olan bir kişi —meselâ bir kabile reisi, bir kâhin— öbür dünyada da gayet kuvvetli ve kudretli oluyor. Böyle bir insan ölürse, âhirette de müessir olmağa devam eden mânâsından istifade etmek maksadiyle ruhuna büyük mikyasta kurban ve teberrüler verilir. Umumiyetle, bu çeşit kurbanlar yalnız âüeye mensup ölüler için hazırlanır)


Bir Zulu, ceddi hakkında şu sözleri kullanıyordu: «O, öldükten sonra yaşar gibi bize karşı davranacaktır. Bizden başka insanlara niçin baksın? Yalnız bize bakacaktır.» Başka bir zenci de «Baba, öldükten sonra bile zenci için kıymetli bir hazînedir» diyordu.


Ecdat ruhlarından bilhassa âilenin gelişip üremesi ve gençlerin izdivacı için bereket istirham olunur:


Hindistanda ölülere verilen kurbanlarda şöyle niyaz edilir: «Bana kuvvetli oğullar verin, ecdadım, bana kuvvetli oğullar verin, dedelerim, bana kuvvetli oğullar verin, babalarım.»


Ailenin sağlam kahp da ruhlara geleceklerde teberrularda bulmağa devam edebilmesi için buğdayı büyütmeleri de ecdattan istenilir.


Bu dünyadan ayrılan ruh nerede ikamet eder? Bu meseleye dinler kadar çok cevaplar vardır. En mühim tasavvurlara göre, ikametgâhı ya hava ve rüzgârda, taş veya nebatlarda, yahud yer altında, denizlerin Ötesinde veya göklerde bulunan bir ölü ülkesindedir. Arasıra bu ölü ülkesinde muhtelif tabakat bulunduğu söylenilir; o halde, fazla mânâya sahip olan kıral ve kâhinler âhirette de en güzel yerlere gidecekler; avam ise, ya daha aşağı ve alçak bir yere gidecek, yahut dünyada öldükten sonra âhirete gelmeksizin derhal yok olacaklar. Bazen de, ölü ruhlarının âhirette bir müddet yaşadıktan sonra ikinci defa kat’î olarak öleceklerine inanılır


Zikri geçen bu iki tasavvurun, yani bir taraftan maddelerin hususî bir kuvvet ihtiva etmesinin, öbür taraftan ruhlara inanışının birleşmesi, Animatizm_denilen bir dinin esası olsa gerektir. Bu tâbir, bütün tabiatın canh olarak kabul edildiğini ifade etmektedir. Bir yandan, cin, peri, gul ve saire tabiata bağh olan ruhlar —şimşek devleri, su perileri ve buna benzer mahlûkat— bir yandan da canlı sayılan madde ve şeyler bu geniş sâhada bulunmaktadır.


. I\Çeremis köylü, eski ve yıpranmış ayakkaplarini bir ağaca asıp onlara hitap ederek şükranlarım ifade eder ve bu vefalı hizmetçilerine iyi rahatlık ister: bu, iptidaî canlandırmanın pek güzel bir misalidir. Bir iki misal daha: Afrika zencilerinden biri olan Ksosa, astığı ırmağa «ırmak, beni yeme» diye niyaz eder; Ainu, buğday ilâ-hesine bereketli mahsul verdiği için teşekkür eder.


Zaman ilerledikçe insan, bu gibi başlangıçlardan ileri gelen mahsus ilâhları tasavvur etmeğe başlamıştır. Bu geçme eski Mısır dininde göze çarpmaktadır: Orada, ilâhların büyük bir kısmı, tasvirlerde hayvan başları ile gösterilmiş, merasimde mukaddes hayvanlar şeklinde temsil edilmiştir. Çünkü iptidaî insan, korka korka ve ürke ürke hürmetlerini, fil, arslan, yılan, boğa gibi kuvvetli veya esrarengiz hayvanlara sunmuştur.


\Hem iptidaî, hem de yüksek dinlerde tabiat ruh ve cinlerinin yanında faaliyet ilâhları da var, meselâ insana rahatsızlık veren hastalık devleri, insan onları ya efsun duaları, üfürük ve bu çeşit sihirlerle kovmağa, yahud da kurban ve niyazlarla yatıştırmağa çalışırı İnsanoğlunun işlerini de mahsus ilâhlar tahakküm altında tutmaktadırlar: bu gibi ilâhların dünyanın hemen her köşesinde yayılmış bir taifesi, harp ilâhlarıdır. Bundan maada meselâ Eve zencilerinde bir çarşı ilâhı, kırmızı derililerin bir aşiretinde zenginlik bahşeden bir mal ilahesi bulunur. Bu faaliyet veya mütehassıs ilâhları bilhassa eski Yunan, Romalı ve Baltık dinlerinde büyük bir rol oynamışlardır. O zamanki insan, hemen her işinde, her .halinde, nereye gitse, nerede kalsa, başka bir ilâha niyaz etmiştir. Eski Yunanlar meselâ kadınlar bayramında Kail ogeneia,. yani «güzel doğum veren» adlı bir ilâheye tapmış, buluğ çağmda neşvünema veren T h a 1 1 a ve Auksesiya’ya müracaatta bulunmuşlardır.


Dinlerin çoğunda yer ilâhları mevcuddur. Bunlara, mahsus bir yere bağh oldukları için yalnız bu özel yerde tapılır; kendi ülke veya şehri için mesul olan bu yer ilâhları bu mmtaka ve burada oturanlardan başkasını himaye edemezler.


Bu nev’i tabiat veya yer ilâhlarının faaliyet muhiti epey dardır ama, yavaş yavaş genişliyebilir de. ilâh, hususiyetlerini kayp edip yardım edici, koruyucu sıfatlarım alelıtlak benimsiyor: o halde, ırmak ilâhı yalnız sularda boğulanlara değil, bütün insanlara her tehlikeye karşı yardım edebilir.


Başka bir inkişaf, ayrı ilâhların birleşmeleridir: ayrı tabiat fenomenlerini şahıslandıran ilâhlar, bir tek büyük tabiat ilâhının şekline girerler veya Yüce Tanrının fonksyonlan sayılır. Esasen her şimşek birer ilâhdır, sonra insan bütün bu fenomenleri çıkartan bir şimşek ilâhı mefhumuna varmış, daha sonra da şimşekler saçmak Yüce Tanrının bir fonksyonu olarak telâkki edilmiştir.


Muhtelif milletlerin birbirine karışması sayesinde bu milletlerin ilâhlarının da birleşmeleri muhtemeldir; mitoloji, bu gibi hâdiseler, ilâhlar arasındaki harbler veya nikâhlar ve hısımlık münasebetleri hakkmdaki esatirlerde anlatmaktadır.


Böyle bir birleşmeye rağmen, iptimaî din ve yüksek dinlerde yaşamağa devam eden halli dini, her dertte insana daha yakın olan mahsus bir ilâha müracaat etmeyi tercih eder: katolik kilisesinde, bu hususta eski faaliyet ilâhlarının rolünü oynayan azizlerin de böyle bir ihtisası var; Aziz B 1 a s i u s ’ a, boğaz ağrılarından, Aziz R o h u s ’ a, vebadan kurtarsın diye niyaz edilir.


Zikri geçen bu prensiplerin yanmda, âlimler son onyıllarda iptidaî dinlerin dördüncü mühim bir teşekkülü hakkmda araştırmalarda bulunmuşlardır. Bu teşekkül, Yüce Tanrı ya Aslî Fail ya Yarat-cı’ya inanıştır. Bilhassa katolik papaz W. SCHMİDT, senelerce, bu gibi Yüce Tanrı mefhumunun hemen bütün iptidaî milletlerde mevcud oluşunu ispat etmekle uğraşıp başka din bilginlerinin şiddetli itirazlarına rağmen arka-daşlarile beraber, geçen sene vuku bulan vefatına kadar bu sâhada çalışmıştır. Bu nevi ilâhlara bir çok dinlerde rastlarız ama, insanın ilk ve en iptidaî Tanrı mefhumunun bu surette teşekkül edip etmediği belli değil, şüphelidir. Bu Yüce Tanrılar, zikri geçen ruhlar ve devlerden daha uzak, daha sakindir: onlann en mühim eseri, bu dünyayı yaratmış olmasıdır. Onlar ilk defa insanlara kanun verip ahlâk ve terbiyeyi himaye ederler. Bazı dinlerce, bu yaratıcı «deus otiosus» yani tembel ilâh sıfa-tiyle dünyadan çekilmiştir. «Ey uyuyan» diye ona hitap eden Polinezi-yah bir İlâhi vardır. Başka dinlerde ise, yaptıklarına bakar, mahlûkatm hayat ve ölümlerini tâyin eder. Bu yaratıcı, ekseriya baba veya ihtiyar adam şeklinde temsil edilir; dünyayı efsunla yaratan büyük büyücü sı-fatile de tasvir edilir. Bazı milletlere göre, rahim ve hâkim, hattâ âlimi-küldür. Fakat bu iptidaî milletlerin kendi aşiretlerinden başka taifeleri himaye eden bir ilâh kolaylıkla tasavvur edemediklerinden, «âlimikül» tâbirini de yalnız dünyanın bu aşirete ait küçük parçasını tanır gibi anlamamız lâzım gelir. Bu ilâh bazen de menfi sıfatlar taşıyan bir İlâhî zatla beraber tezahür eder. Oturduğu yer mavi göktür.


Bu dinin en güzel misali eski Türklerin, muhtelif âlimler tarafından ortaçağda bile anlatılmış dinidir. Tanrı mefhumu zaten hem göğün kendisini, hem de insana nizam ve ahlâk öğreten semavî prensipi ifade eder; ortaçağlı bilginlerin anlattıklarına göre, bu Tengri bütün dünya’yı yaratmış, şimdi mahlûkâtınaya saadet ya ceza verir. Başka bir rivayete göre, hareket etmeden yarattığı bu dünyaya bakar. Çin dininde de göreceğimiz veçhile, göğün hem şahsî hem de gayri şahsî birer tarafı vardır.


Ekseriya «baba» demlen bu üâha — arasıra ilk mahsulden sunulan bir hediye müstesna — hemen hiç bir teberruda bulunulmaz. Ona mahsus âyîn ve merasim yoktur; çünkü esasen iyi olduğundan onu, fena ruhlar ve tehlikeli devler gibi, kurbanlarla teskin etmeğe lüzum yoktur İhsan bu Tanrıya hemen hiç niyaz ve dua etmez. Bu sebepten, yaratıcının iptidaî dinlerin çoğunda kendinden daha faaT ruhların yanmda ehemmiyetini kaybetmiş olması şayanı hayret değildir.


Bu iptidaî monoteizm mefhumu, P. W. SCHMtDT ile- tarafdarlarm-ca, ilâhiyatçı bir görüşle müdafaa edilmektedir. İptidaî milletlerde, yaradılıştan kalan bir tabiî iyilik, Allah’ı tanıyıp sevmek için bir kudret kalmıştır ki, sonraki inkişafta gittikçe kaybolmuştur. Onun fikirleri, bundan evvel hâkim olan inkişaf doktrinlerine karşı bir reaksiyon olsa gerektir; çünkü bundan evvel dinin köklerinin ne olduklarına dair gördüğümüz telâkkiler, monoteizmin asırlar boyunca manâya ve ruhlara inanıştan, politeizmden geliştiğini söylemişlerdir. Bu muhtelif cereyanlar;n hangisinin doğru olduğunu bilmiyoruz ve herhalde daha sonra da bilmi-yeceğiz; büdiğimiz yegâne hakikat, bu çeşit çeşit dinî olay ve tasavvurların, insan üstü bir kudrete karşı duyulan haşyetten husule gelmiş olmasıdır.                                                                                                > '


•V


J. B. FRAZER. The Golden Bough, 12 cilt. 1913 v.s. — N. SÖDERBLOM, Das Werden des Gottesglaubens, 19262 — P. W. SCHMIDT, Der Ursprung der Gottesidee, (şimdiye kadar 9 cilt) — J. W. HAUER, Das religiöse Erlcbnis auf den unteren Stufen, 1923. — K. BETH, Religion und Magie bei den Naturvölkern, 19272. — O. H. RAT-SCHOW, Magie und Religion, 1946 — K. Th.PREUSS Die gelstige Kültür der Naturvölker. — G. VAN DER LEEÜW, De primitieve mens en de religie. 19522. —. U. HARVA, Die religiösen Vorstellungen der uralaltaischen Völ-ker (FFC 125) 1939. — G. NİORADZE, Der Schamanismus bei den sibirschen Völ-kern. 1925. — H. WEBSTER. Taboo, 1942.


ÇİN DİNLEEİ

Çin dininin en eski şeklini gereği gibi tanımıyoruz; yalnız alelûmum, muhtelif temellerine dair bir tasavvur silsilesi kurabiliriz.


Çin’de, her devrin dinî tezahüratına mahsus olan özellik, ecdada gösterilen hürmet ve perestiştir. Bir çok iptidai dinlerde pek kuvvetli bir ecdat ibadeti mevcud ise de, her halde Çin dininde kendini gösteren akrabalık ve âileye bağlılık hissi kadar olmasa gerektir. «Her şeyin kökü göklerdedir; insanın kökü ise, ecdadmdadır.» diyen bir hikmet sözü vardır.


(Baba, en eski zamanlardan itibaren evde sulta sahibi idi. Levhaları evdeki hususî bir dolapta muhafaza edilen ecdat ruhlarına kurbanlar takdim eden odur. Ailede, vuku bulan — nişanlanma, evlenme, gibi — bütün mühim hâdiseler bu ecdad levhalarının önünde icra edilmiştir. Eski Çinlilerce, insanın, evlenmeden veya bir oğul tevlit etmeden ölmesi, en büyük günah, aynı zamanda da en elemli azaptır; ecdat ruhlarına ibadeti devam ettiren bir oğul bulunmazsa, ölü felâket getiren bir gulyabanî şeklinde çok uğursuz bir hayat sürmeğe mecburdur.


(Esasen pek basit olan ev dolabı, asil ve zenginlerin evlerinde küçük bir mabed haline gelmiştir. Çin imparatoru ise, yedi büyük dolaba (yani mabede) sahip idi. Bu türbeler güzel ve muhteşem bir surette süslenmişlerdir}


Ecdada gösterilen hürmetin yanında, eski Çinde tabiata da perestiş edilmiştir. Yeryüzündeki vakalar ile gökdekiler arasında bir münasebetin mevcud olması lâzım geldiğini hisseden Çinliler, yıldızlara tapınışlardır. Milletin büyük bir kısmı köylülerden ibaret olduğu, bu suretle çiftçiliğin ehemmiyeti de takdir edildiği için,' toprağın meyva getiren, bereket veren kuvveti bir ilâh şeklinde şahıslandınlmıştır. (Gök ve yeryüzünde vaki olan her hâdise, iki prensipin işbirliğinden ileri gelmiş gibi telâkki edilmiştir: Yangjsmini taşıyan yüksek, aydın, erkek prensip ile ym, yani derin, karanlık, dişi prensip arasındaki mütekabil tesir, dünyadaki bütün cereyanları, bütün vakaları husule getirir. Yang’m tevlid edici, güneşe bağh kuvveti ilk bahar ve yazda artar; kırmızı renk ve tek sayı ile temsil edilir. Yin’in hususiyetlerine gelince, siyah renkle bir alâkası vardır; aya bağlıdır; sonbahar ve kışta kuvvet alır. Aynı zamanda, devler onun hükmü altında kalırlar Hayatın devamı için lâzım gelen meddüce-zir, çıkış ve iniş, yani elektrik cereyanında da göze çarpan prensip, eski Çin feylesofları tarafından fikir sistemlerinin esası, fal sanatının da bir temeli sanılmıştır. Çin’in klâsik edebiyatma dahil olan I - Ging, yani tahavvülâtm kitabı, düz ve kesik çizgilerle temsil edilen bu iki prensipi geniş bir fal sanatına tatbik etmektedir. — yang prensipini, - yin pren-sipini ifadelendiren şekillerdir ki, 64 muhtelif kombinasyonda bulunabilir.


Çin merasiminde, bilhassa göğün önemli bir yer tuttuğu malûmdur. T i e n kelimesi, göğün kendisi demektir; ş a n g - t i , daha fazla şahsî bir manâ ile, göğün hükümdarının bir ismidir. Ş a n g -1 i ’ nin, evvelâ yerdeki hükümdar ile karşılaştırılmış olması çok muhtemeldir. Sonra imparatorun ecdadmm vasıtasız olarak, doğrudan doğruya göğe bağlanmış olduğunu söyliyen ilâhiyatçılar, kendisine «Göğün oğlu» ismini vermişlerdir; bu hâdise, m. ö. 12. asırda vuku bulmuştur, imparator bu sıfatla, milleti idare edip gök gibi tarafsız adaletle reyâsına bakacaktı. Burada, bütün Çin dininin bir özelliği olan mikrokosm — makrokosm münasebeti göze çarpar: çnsan, büyük dünya ile küçük bir dünya olan kendi zatı arasındaki âhengi gerçekleştirmeli, tam göğün hareketine uymağa çalışmalıdır. Millet bir felâkete uğradı mı, İmparatorun göğün hareketlerine muhalif davrandığı zan edilmiştir.)


Kanun ve şeriatı veren yine göktür; o, iyi insanlara uzun ömürler bahşettiği gibi fazilete (te) de mükâfat vermektedir. Klâsik görüşte, fazilet dört kısımdan teşekkül etmektedir: insan sevgisi, adalet, emredilen merasime riayet, bilgi. İhsan, bu dört aslî fazileti bir arada tophya-rak onlara göre hareket edince, bahtiyarlık ve saadet kazanacaktır.


Çinlüerin, bütün İlâhî varlıklarla —yani ecdat ruhlarından başh-yarak müteaddit tabiat cin ve perilerine ve göğün tâ kendisine kadar— dua ve kurban vasıtasiyle sıkı münasebetleri vardı. Bütün işlerin en yükseği, kurbandır; çünkü kurban demek, faâletlerin en önemlisi ve Çinlilerin bilhassa sevdikleri, hürmet ve evlât muhabbeti demektir. Duaya gelince, kendilerine teveccüh edilen üâhlara karşı derin bir saygı, Çin dininin bir hususiyeti olan biraz kuru bir üslûpta ifade edilmektedir. Âyinlerde okunan resmî dualar da oldukça cansız, bazen de iç sıkıcıdır. Bu halin sebebi, eski Çin dininin, sarhoşluk ve taşkınlık bilmiyen, yalnız mevcud olanlarla alâkadar olan, insanları orta yoldan götüren bir din olmasıdır. Bunun için de, bu dinde, başka dinlerde göreceğimiz gibi, bir yaradılış esatirine, tekvin hakkmdaki mitolojik fikirlere rastla-mamaktayız.


•Zikri geçen yang ile yin arasındaki tezadı birleştiren prensip, tao-dur. Bu kelime, «yol, doğruluk, tabiî dünya nizamı, dünyamn değiştirilemez kanunlara göre gidişi» demektir. Çin dininin en mühim tasavvurlarından biri budur. Tao ile gök arasındaki münasebet, bize gelen metinlerde pek açık görünmez; tao’yı gökten de yüksek bir prensip saymamız doğru olsa gerektir


Tao mefhumu, hem LAOTSE’nin, hem de KUNGFUTSE’nin fikir sistemlerinin temek olmuştur.


LAOTSE’nin hayatı hakkında malûmatımız hemen hiçtir. M. ö. 6. inci asırda yaşamışmış; lejanda .göre bir emîrin paytahtmda arşiv memuru imiş; ihtiyarlığında garba göçmüş; Tao te king —yani tao ile fazilet hakkmdaki kitabı — adh küçük eserini bir gümrükçüye yazdırmış, sonra yeri belli olmaksızın kaybolmuş. (Bu sahneyi —LAOTSE ile gümrükçü — arasıra Çin resimlerinde görmekteyiz.) Başka bir rivayete göre, üstad, şagirdlerinin hazır bulundukları bir yerde ölmüştür.


Tao te Idng, Çin dininin, anlaşılması son derecede zor bir eseridir. Sayıya gelmiyen âlimler, onu Avrupa dillerine çevirmeye uğraşmış iseler de, pek muvaffak olamamışlardır. 81 kısa bahta evvelâ tao, sonra da te’den bahseden küçük kitabının unvanım bile aynı kelimelerle tercüme edememişler; her mütercim bu kelimelerin yeni bir karşılığını bulmaya uğraştığı gibi, kitabın kelimelerine de kendi fikirlerine göre bir mânâ vermiştir. Küçük kitabın sırrı, en eski mistiğin bir nümunesi olmasıdır. LAOTSE, bu eserinde mistik mefhum ve tasavvurlara anadilinde ilk defa bir şekil vermeğe çalışmıştır; bunun için seçtiği tabirler, gösterdiği remizler açık ve muayyen değildir. Bundan maada, Çin dilinin hususiyetleri, eski zamanların bizim mantığımıza uymıyan ifade tarzı, küçük eserin tercümesini bir kat daha güçleştirmiştir.


Tao’nun mahiyetinin ne olduğu, LAOTSE’ce yalnız menfi tabirlerle ifade edilebilir (bu, bütün milletlerin büyük mistiklerinin büdirdikleri bir hakikattir):


çOna bakarken, onu göremiyorsun: Farkına varılmaz denilir. Onu dinlerken, onu işitmiyorsun: İşidilemez denilir. Yüksek tarafma (yang) gelince aydın değildir; aşağı tarafma gelince karanlık değildir. Ona karşı giderken onu göremiyorsun. Ardından yürüyünce, sonunu göremiyorsun}


.Tao - her şeyden evvel mevcud idi; o, bütün şeylerin prensipidir. Tao’dan dünya çıkar;' o, «bir olanı» tevlit ettikten sonra, «bir olan» yang ile yin denilen ikilik doğar. Bu ikilikten ise çokluk husule gelir.\


\LAOTSE’nin özel bir tasavvuru, bu yaratıcı kuvvetin, yumuşak olmakla beraber her kuvveti yenen suya benzetmesidir. İnsan ise, tao’ya behzemiye çalışsın; işlemesi, işlememesi gibi olsun; çalışması çahşmama-sı gibi. Wu-wei, yatıl «yapmamak» prensip!, Taoism’in bir ülküsüdür: İnsan, dünya nizamına uyarak yaşamalı, kendi gayretlerini sarfetmeksi-zin tao’nun kanunlarına ittiba etmelidir; böyle bir sükûnet içinde yaşarken dünyanın tabü nizamım muhafaza etmek suretiyle mesud bir hayat sürebilir!) Hükümdar bile, böyle bir işlememesi sayesinde devletini en mükemmel surette idare eder, çünkü :


Memlekette ne kadar fazla şey men ve yasak edilirse, millet o kadar fakir olur. İnsanlara karşı yapılan muamele ne kadar hilekâr ve marifetli olursa, insanlar arasmda o kadar inanılmaz . hileler meydana çıkar. Ne kadar çok kanun ve emirler bildirilirse, o kadar haramı ve hırsız zuhur eder.


Bu ahlâk kanunları tek kişiler için değil, aynı zamanda da milletler arasındaki münasebetler için verilmiştir:


Bir devleti büyüten, o’nun sanki en aşağı nehir havzasını teşkil etmesidir...... Memlekette kadının rolünü oynamasıdır. Kadın, itiraz et


meksizin, itaat etmesinden dolayı zevcini idaresi altına alır. Demek : büyük devlet küçük devletlerin itaati altına girince, küçük devletler onun eline geçer, aksi takdirde, küçük devletler itaat vasıtasiyle büyük devletleri ele geçirirler.


Böyle bir tavazuun yanında merhamet de bulunur. Kâmil âlim, insanların hepsini, düşmanlarım bile, sevgi ile düşünür.


İyilere karşı iyilik gösteriyorum; iyi olmıyanlara karşı gene iyilik gösteriyorum; bu suretle, hepsi iyi olurlar.


Harp, yalnız bozulmuş nizamı tamir etmek için helâldir; halbuki: Harpte kazanan ise, matemli olanların tarafından durmalıdır.


LAOTSE’nin öğretmek istediği derin hakikatler, Çin zihniyetinde derin bir tesir bırakmamıştır. Kendisi «tao’ya nazaran aydınlatılmış olanın akh, insanlarca karanlıkla kaplanmıştır» diye, bu halden şikâyet etmiştir.


M. ö. 3. üncü asrın ortasmda yaşayan ÇUVANG - TSE, Laotse’nin doktrinlerini ikmal etmiştir. Eserlerinde arasıra hem KUNGFU - TSE’nin âlim ve mütebahhir taraftarları, hem de Taoism’in azmaları aleyhine mutedil münakaşalar görünmektedir. ÇUVANG - TSE, Çin’in en büyük edebiyatçılarından biri olduğu gibi, kendisinden bir az sonra kıymetli eserlerini veren MENG - TSE, âlemşümul bir merhametin, derin bir şefkatin mümessilidir.]                       ç.cV;


Taoism’de en eski zamanlarda bile bir yönden kuvvetli bir kyiyetism, «işlememek» emrinden çıkan bir sekincüik, husule geldiği* gibi, öbür yönden LAOTSE’nin esrarengiz ve müphem sözlerine bir manâ verilip onlardan sihir sözleri, afsun işlemek için talimat elde etmeğe çalışılmış, tao ise, uzun ömür veren, belki de ölümsüzlük bahşeden sihirli bir kuvvet olarak telâkki edilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Taoism’m kâhinlerinin (bilhassa m. ö. 2. asırdan itibaren) memlekette pek geniş ve önemli bir yer alan ruhlara inanışta arttıkça ehemmiyet kazanan büyücü ve fal sanatını büen kâhinler rolünü oynamaları şaşılacak bir hal değildir.


Budizm Çin’e geldiği zaman, Taoist’ler cenuptan gelen bu dinde kendi fikirlerine benziyen bir kaç olay bulmuşlardır. Taoism’e ait olan bazı ilâhlar Budizm’in tesiri altmda şekillerini değiştirmişlerdir; fakat yeni dinin en mühim tesirini, Taoism’de rahib cemaatlarının gelişmesinde görmekteyiz. LAOTSE’nin aslî fikirlerinde, bu gibi cemaatlara dair bir tek kelime bile mevcut değüdir; o, bilâkis ilk plânda pek esoterik ve ferdin kurtuluşundan bahseden hikmet sözleri bildirmiştir. Milâddan sonra 1. asırda Çin’de ortaya çıkan bir taoist «kilise», ki reisi siyasî kuvvete bile sahipti, yine LAOTSE’nin fikirlerine tam muhalif olan bir müessesedir.


17. ve 18. asırda Çin kültürü jezvit misyonerler tarafmdan Avrupa’da ilk defa tanıtıldığı zaman, garbın dikkatini celbeden din, LAOTSE’nin sözleri değü, KUNGFUTSE’nin doktrini idi. Bu doktrin, AvrupalIlara akla uygun bir dinin mükemmel nümunesi gibi görünmüş, aydınlatma devrinin büginlerinin dinî tasavvurlarına pek uymuştur. Meşhur Alman feylesofu LEİBNİZ’in, Çinlüeri dünyanın en mükemmel milleti saydığı malûmdur - yegâne noksanları —ona göre— İsâ’da görünen İlâhî vahyin onlara henüz gelmemiş olmasıdır.


KUNGFUTSE’nin öğrettiklerinin, Çin devletinin millî dini olması uzun bir inkişafın neticesidir. M. ö. 59 senesinden başhyarak KUNGFUTSE’-ye imparator, memur, mektep çocukları tarafmdan devlet ilâhına lâyık olan bir şekilde tapılmış, kendisine sayısız mabedler vakf edilmiştir. 1906 senesinde neşredilen bir fermana göre imparator, gök ve yere ait ruhanî rütbesini bu âlime de ita etmiştir. M. ö. 551 doğan, 489 da vefat eden KUNGFUTSE’ye gelince, bu hali görmüş olsaydı şaşırırdı. Kendine «din kurucusu» ünvanını bile vermezdi çünkü. Onun gayesi, memleketin karışık siyasî vaziyetini tanzim maksadıyle dinin eski merasimini tekrar ihya etmekti. Bu sebepten Şi-klng (305 muhtelif şarkıyı muhtevi «Şarkılar kitabı») ve Şu - king’in tarihî malûmat ve vesikaları gibi maziye ait mühim eserleri toplayıp kendi zannınça bozulmuş olan parçalarım sildikten sonra memleketinin, ülkülerine göre gösterilen bir maziyi, temiz de bir geleneği aksettiren muteber millî edebiyatmı yaratmıştır.


KUNGFUTSE’nin sözleri, dinî emir ve talimat değildir; yalnız ahlâk hakkındaki Usul ve kaideleri ihtiva etmektedir. Ona göre tao, bilhassa insanın yürüyeceği doğru yol, yani ahlâk prensipidir. Fazilet, klâsik devre ait eserlerle meşgul olmak suretiyle muhafaza edilmektedir. İnsanın en önemli işi, merasim ve âyinleri titizce icra etmesidir. Çünkü Di-king (ahlâk, adab üzerinde kitap) söylediği gibi, merasim, halk ve avamı birbirine bağhyan benddir; bu bend açılırsa, halk telâş içinde kahr.


KUNGFUTSE’nin dine karşı aldığı vaziyet tamamiyle rasyonalistik olduğundan, insanların derin dinî duygu ve ihtiyaçlarını tatmin edecek kadar canlı olmamıştır. Doktrinin temeli, Çinlilere mahsus fazilet olan ve beş esas münasebette kendini gösteren hürmettir: ana baba ile çocuklar arasındaki hürmet, kan kocanın birbirine gösterdiği hürmet, kardeşler, arasındaki hürmet, dostlar arasındaki hürmet, âmir ile memur arasındaki hürmet. Bu, bütün hayatın en mühim temelidir. Mesut bir hayat sürmek için, insanın şu kaidelere uyması lâzımdır: hayatm bütün tezahüratı, bütün hallerinde itidal, tefrit ve ifrattan kaçmak, iyilere karşı iyilik, kötülere karşı adalet göstermek.


İnsanlara karşı mümkün olan adaleti icra edip, ilâhlarla devlere ihtiram göstermekle beraber hepsinden muayyen bir mesafede bulunmağa çahşmaya «hikmet» denilebilir.


Faziletin en yüce derecesi, bir insanm daima değişmez, orta yoldan yürümesidir.


Alicenap ruhlu adam için en mühim şey adalettir. Bunu icra edince ahlâk ve edeplere göre davranır, onları tevazu ile ifade, vakar üe icra eder. Alicenap ruhlu adam böyledir.


KUNGFUTSE, çahşmalarile asırlardan beri hüküm süren millî dinin geleneklerini yeniden canlandırmıştı; onun ahlâk sistemi, bilhassa cemiyet ve millet için yaratılmıştır - sevdiği milletini siyasî bir terbiye vası-tasiyle saadete kılavuzlamak KUNGFUTSE’nin gayesi idi. Şakirtleri, fikirlerine daha muntazam bir şekil vermeye uğramışlardır. O büyük tanzim edicinin doktrinleri, imparatorun göğün oğlu olmasını ifade eden tasavvurlarının daha fazla dinin merkezine koymalarından dolayı, seneden seneye şöhret kazanmağa başlamış, nihayet millî din olarak kabul edilmeğe muvaffak olmuştur. M. ö. 206 meydana gelen Han dinastisininjlk hükümdarı, KUNGFUTSE’nin mezarında teberrular da bulunmuştur.


Arttıkça kemikleşen millî din gayet dakik ve noksansız, en ufak teferruatına kadar tâyin edilen bir merasim sistemi halini almıştır. İmparatordan başka kimselerin icra edemiyecekleri bir tören, paytahtı olan Peking şehrinin cenub (yani yang) tarafında bulunan gök mabedinde babasma — yani göğe — takdim edilen kurbandı. Şehrin öbür ucunda, «yer prensi» ne mensup merasim yapılmıştır. Dinin merkezini teşkil eden bu eski ibadete asırlar boyunca yeni merasim katılmıştır; ilâhların sayısı büyümüş, yeni ilâhlar ortaya çıkmıştır. İmparatorun, iptidaî halk dininde yaşayan müteaddit dev ve cinleri muayyen bir makama yükseltebilmesi için, bir inşam ölümünden sonra istediği gibi ilâh derecesine çıkarması pek büyük bir iş sayılmaz. Öbür taraftan imparator, suçlu görünen memurları ve millete felâket gönderen üâhları azledebilirdi. İnsan ile ilâhlar arasmdaki had pek kesin değildi. Halk, çeşit çeşit faaliyet ve yer ilâhlarına tapmağa devamla yeni ilâhlar da icad etmiştir. Bu yeni ilâhlar arasmda bizi ilgilendirecek bir şahsiyet, 14. asırdan itibaren dinî hayatta mümtaz bir yer tutan «edebiyat ilâhı» dır — edebiyata Çin’de oynadığı mühim rol ise malûm olsa gerektir.


Resmî dinin ekseriya, emredilen merasime bakmak, binbir talimata göre davranmaktan başka bir şey olmamasına karşılık, mukabü kuvvet, bir taraftan yansı mistik, yansı da büyü olan iptidaî Taoizm, öbür taraftan da milâddan sonra Hindistandan Çin’e gelmeğe başhyan Budizmin merhametli, teselli verici ruhu idi.


M. DE GROOT, Universismus, die Grundlage der Religion und Ethik, des Staatswesens und der Wissensclıaften Clıinas, 1918. — W. GRUBE, Religion und Kültür der Chinesen, 1910. — R. WlLIIELM, Konfuzius und Konfuzianismus, 1928. — E. SCHMÎTT, Konfuzius, 1926.


ŞİNTOİZM

>!


Japonya’nın yerli dini, Budizm’in o memlekete geldiğinden beri Budda’-nın yoluna mukabil «İlâhların yolu», yani şin - to, adım almıştır. Bu di-nin iki hususiyeti var; bir taraftan, tipik bir millî dindir; diğer taraftan, tabiata perestiş pek ehemmiyetli bir rol oynamaktadır. Şintoizm’m mîllî Tür din oluşu takvin esatirinden belli olur: kardeş olan gökbabası ile yer anası ilk adaları doğurmuşlardır. Anne, başka ilâhlar doğurduktan sonra ateş~îlahını döğururken~~oîüî\ yeraltı ülkesine gider. Onu takib eden gök ilâhı onu bulamıyor; yüzünü toz ve topraktan yıkarken yeni ilâhları yaratır; gözlerinden güneş ilâhesi Amaterasu çıkar. Bu ilahe, bir mağaraya kaçıp dünyayı karanlıklara batırdıktan sonra bir âyine vâ-sîtasile yine göğe çekilir. Onun bir torunu Japonya krah olur.')


y\Eski Şinto’da ilâhlar — bu esatirde belirtildiği veçhile — insanlara benzeyip ilimleri bütün hâdiselere şâmil ohnıyan varlıklar olarak tasavvur edilmişlerdir. Onlardan bir kısmı gökte, bir kısmı yeryüzünde, ağaç, dağ ve başka yerlerde yaşamaktadır. Yer altmdaki bir ülkede kötü devlerle ölüler otururlar. Müteaddit efsanelerde zikredilen, bir bakışta kav-ranamıyan .-ilâhların çokluğu içinde (bazen onlara kısaca «8 milyon ilâh» denilir) İmparatorun büyükannesi olan güneş ilâhesi Amaterasu ’ya bilhassa hürmet gösterilmekte, doğan güneşe dua ile selâm verilmektedir. Memleketin en mukaddes dağı olan Fujiyama’ya gidenler için en mühim ve haşyetli an, yeni doğan güneşe tapınıştır. Amateras u’nun sembolü olan parlak bir ayna, her mabedde mevcuddür. Güneş yanında mukaddes dağ, ırmak ve ağaçlar, gök gürültüsü, rüzgâr ve ateş ilâhları ve daha bir çok ruhanî varhklar memleketin her köşesini doldurmaktadır; yemek veren pirinç ilâhı, umumiyetle koruyucu bir üâh haline gelmiştir. Her esnafın üâhlan vardır, kazan ve tava, kalem, iğne, hemen her şey bir ilâha bağlıdır.


Cin dininin tesiri dolayısiyle ecdada perestiş daha fazla inkişaf etmiştir; atalara da teberrularda bulunulmuştur. Bazı insanlar da, bilhassa zaten ilâhların oğlu olan imparator ile yüksek rütbeli memur ve askerler ilâh mertebesine çıkabilmişlerdir; meselâ ilim ve yazı sanatının ilâhı, 874 - 903 te yaşayan bir edebiyatçı (MÎCHİZANE) dir. Bu ilâhlar şerefine tertiplenen törenlere bütün millet iştirak etmektedir.)


İlâhlar gerçi bir taraftan muhtelif resimlerle temsil edilmişlerdir, lâkin öbür taraftan bu resimlerden daha kıymetli birer timsalleri vardır ki, halka gösterilmeyip mabedlerin halimlerinde saklanılmaktadır; iki kutu içinde muhafaza edilen bu timsaller, bir ayna, bir kılıç veya başka remzi bir maddedir.


İlâhlara tapmak hemen her yerde mümkündür ama, ibadet ekseriya miya veya jinja denüen, büyük bir dua salonu ile bir kudüsülakdesi ihtiva eden mabedlerde vuku bulmaktadır. İlâhların evleri sanılan bu mabedlerin adedi, bütün Japonya’da 100.000 den fazla olsa gerektir. İbadet, dua ve kurbandan — bilhassa yemek kurbanlarından — ibarettir. Her insan niyazında kendi isteklerini ifade edebilirse de, ibadetin gerçek merkezi, kâhinlerin resmî dualarıdır. Kâhinler evlidirler; eski zamanlarda, asıl âilelere mensup hatunlar da, kâhin vazifesini görmüşlerdir. Mabede yaklaşmak istiyen, ancak tam bir halde temiz olmak şartıyle içeri girmeğe izin alabilir. Temiz olmamak en büyük günahtır; ahlâkî bir günah anlamı bunun yanında büyük bir yer tutmamaktadır. Başka dinlerde pek kuvvetli olan ahlâk felsefesi Şintoizm’da bulunmamaktadır, bununla beraber Şintoizm ahlâksızdır denilemez; insanları hem dış, hem de iç temizliğine kavuşturacak şekilde terbiye eder.


$18 inci asırda, bir kaç bilgin, gittikçe artan yabancı tesirler karşısında müsavi ve hattâ faik bir mevki alsm diye yerli dini genişletip is-lâh etmişlerdir; Şintoizm’in doktrinleri bile, o ilâhiyatçılara göre İlâhî bir vahyin meyvesidir. Sayısız tabularla ihata edilen imparator (Mikado, Tenno) asırlarca hükümete hemen hiç bir tesir bırakmadan Kyota’da oturduktan sonra 1868 senesinde hakikî hükümdarlık etmeğe başlamış, Şinto’nun milletin dini olduğunu ilân etmiştir. Halbuki 1889 senesinden beri yine umumî din serbestliği ilân edilmiştir. Şimdi halkın '% 30 un Şin-to dinine mensub olduğu söylenilebilir; fakat halkta Şinto ile Budizm arasındaki hudud pek seyyaldir


K. FLORENZ, Die historischen Quellen der Shinto-Religion (Quellen zur Reli-gionsgeschichte 7), 1919. — W. GUNDERT, Japanische Relîgionsgeschichte, 1935.


ESKİ AMERİKAN DÎNLERİ

Babil ve Asur dinleri gibi, İspanyol fatihlerinin 16. asırda son olaylarını gördükleri Orta ve Cenubî Amerika’da İnka, Maya, Azteklerin dinleri de yüksek kültürlü birer milletin dinî duygusunun ifadeleri idi.


(.Son derece inceleştirilen bir medeniyetle şaşılacak derecede muntazam olan bir devletin içinde Azteklerde, insan kurbanlarının en önemli yeri tuttuğu dehşet verici merasim icra edilmiştir. Bu millette cari olan yaradılış destanına göre insan yalnız, güneş ilâhının kuvvetlerini — ona msân'yürekleri yedirmek suretiyle — tazelendirmek üzere yaratılmışta; yoksa, guneşTIahızayıflar ve dünyaya bereket vermezdi. Her sene ilâhların şerefine bırTEâç bayram yapılırdı kı, en mühimleri Azteklerin kolibri şeklinde tasvir edilen millî ilâhı Huithilopohtl i’nin şerefine verilen, yüzlerce ve binlerce insanın ölümüne sebeb olan törenler idi) (Bu ilâh bilhassa harp ilâhının faaliyetini göstermiştir; bunun içindir ki, harp esirleri onun en çok beğendiği bir takdime sayılmıştır. Onun yanında Kuethalohuatl adlı başka bir İlâhî varlık vardı ki, esatire göre doğuda bir kızın doğurduğu, dünyaya kültür getiren bir kahramandır. Öldürücü güneş hararetin ilâhı, Tekatlipoka, en zalim yüksek ilâhlardan biri idi; asıl güneş ilâhma gelince, kabartma ve heykellerde, insan yüreklerini içine almak için açılan bir ağızla temsil edilmiştir.)


Vizteklerde, ibadetin büyük bir kısmı, oruç, züht, inanılmaz ve ta-hammülfersa riyazetten ibaretti. Bazen ehram şeklinde bina edilen muazzam mabedlerde kocaman, korku verici heykeller bulunmuştur; satıhları, klâsik ülkülerimize pek uymayan, lâkin bütün kanşıkhklariyle beraber çok sanatkârane ve manâsı derin olan tezyinatla süslenilmiştir. Bu gibi kabartmalardan, Aztek kâhinlerinin gayet komplike ve dünyanın bütün takvim hesaplarından mükemmel bir takvim nizamını tertiplediklerini öğrenmekteyiz. Merasim pek zalim olmakla beraber insanların da ilâhlarına sığınıp merhametlerine güvendiklerini bize gelen bazı İlâhî ve güzel dualarından istidlal edebiliriz.')


Yukatan’da oturan Maya milleti, ibadetinde, Azteklerinki kadar kan dökmemiştir. Onlar, güneş ilâhı yanında başka milletler gibi muhtelif tabiat ve faaliyet ilâhlarına da tapınışlardır. Halkta, eski dinin tek tük zayıf artıklan resmî katolisizmin sathı altında halâ yaşamağa devam etmektedir.


Peru’lulara gelince, onlar da her yerde bulunan güneş ilâhına tapın-mışlardır. Halbuki bu ilâha lâyık ibadet, yalnız înka ismiyle meşhur olan hükümdar ile âlimler tarafından icra edilebilmiştir. Orada da tabiatla alâkalı tabiat üstü varlıklara hürmet gösterilmesi şüphesizdir. Senede bir çok bayramlar yapılmış ise de, ilâhlara, insan kurbanları az ve nadiren takdim edilmiştir. Peru’da, ruha inanışın hâkim olmuş bulunması muhtemeldir; çünkü — tam Mısırda görüldüğü veçhile — ölen İnka’nm cesedi itina ile tahnit edilip büyük mezarlarda muhafaza edilmiştir.


E. Seler, Gesammelte Abhandlungen, 1905 - 1908. — G. C. Vaillant, Aztecs of Mexico 1941.


ESKİ MISIR

Eski zamanların, en meşhur anıtları ehramlar idi. Bu âbideler, mi-lâddan evvelki Yunan ziyaretçilerinin dikkatlerini celb etmişti; hem bu muazzam binalar, hem de eski Mısırın şehirlerinde icra edilen, yabancılara da pek acayip görünen hayvan ibadeti Yunan coğrafyacıları ve edebiyatçıları tarafından büyük bir ilgi ile anlatılmıştır. HERODOT, DİODOR ve bilhassa «De Iside et Osiride» adh eserinde meşhur İsis mis-terlerinden haber veren PLUTARK, geçen asrın ilk onyıilarma kadar Eski Mısır dinine dair malûmat veren hemen yegâne kaynak idi. Genç Fransız âlimi CHAMPOLLÎON üç lisanda yazılan bir kitabe vasıtasiyle (Rosette taşı) Mısır yazılarının muammasını 1822 de çözmeğe başladıktan sonra yavaş yavaş hem ehramlardaki metinleri, hem de hieratik denilen bir hat ile yazılan papirüslerin muhteviyatım tetkike fırsat bulunulmuştur. Halbuki şimdiye kadar eski Mısır dini ve kültürü hakkında bir çok malûmatı elde etmemize rağmen bütün müşkilât henüz ortadan kalkmamıştır.


Eski Yunanlılar, tavsifi değişmez bir kül halinde mümkün olmayıp muhtelif tekâmül mertebeleri geçirmiş olan Mısır dininin zikri geçen iki hususiyetini tebarüz ettirmekle bu dinin en önemli ana fikirlerini anlatmışlardır: birisi, ölülere gösterdiği hürmet, onlara mahsus âyin ve merasim ve ölümden sonraki hayata dair tasavvurlarıdır; öteki, hayvanat âyinleri, hayvanlara gösterilen saygıdır.


Memleketin muhtelif yerlerinde ekseriya hayvan şeklinde temsil edilen yer ilâhları vardı ki onlara mahsus hayvanlar takdis edilmişti. Bu mukaddes hayvanların en meşhur misali, Apis boğasıdır. O, en eski Mısır hükümdar sülâlesinin zamamnda memleketin kültür merkezini teşkil eden Menif şehrinde yerleştirilen P t a h adh büyük ilâhm mukaddes hayvanıdır. Kendisi yaratıcı ve şekil verici olduğu için, sanatkâr ve hey-keltraşlarm da koruyucu ilâhıdır. Zevcesi, aslan başı ile tasvir edilen S e h m e t’tir; onun bir akrabası, kedi başh B a s t e t, cazibeli bir aşk ilâhesidir. Bu ilâheye ait, Bubastis denilen bir yerde, içinde yüzlerce kedi mumyası gömülü bir mezarlık bulunmuştur.)


İlâhların çeşit çeşit hayvanlarla münasebetleri' vardı; kara leylek, şebek, koç, timsah, doğan, inek ve daha birçok hayvanlarda tecelli eden üâhlara tapmılmıştır.


(En eski zamanlardan bağlıyarak Mısır’da bir güneş ilâhının perestişi umumiyetle yayılmıştı. Bütün tabiata, bütün mevcudata bereket veren, R e diye isimlendirilen güneş ilâhı, her gün kayığıyle göklerin etrafında dolaşıp sabahleyin gölge ve zulmetin hükmünü mağlûp eder. Asırlar boyunca On (bugünkü Heliopolis) şehrindeki ilâhiyatçılar teferruatlı bir güne teolojisini geliştirmiş, R e’ye atfettikleri kuvveti arttırmışlardır. Memleketin sayısız ilâhlarının çoğunu R e ’ nin tecellileri olarak ilân ederek güneş ilâhı ile birleştirmişlerdir Sabahleyin K h e p r a, öğle vakti R e , akşamleyin T h u m adları ile vasıflandırılır.» İlâhiyatçıların fikir sistemlerinde ilâhlar, sonraki mitolojide büyük bir rol oynı-yan üçlük veya dokuzluklarda tertiplendirilmişlerdir. Hristiyan teslis spekülâsyonunun, başka dinlerde de sık sık rastlanmakla beraber biİhas-sa Mısır’da ğelışıniş olan bu fikirlerin tesiri altında kalmış olması gayet muhtenıeldir)         ——          —    —


£Ölüm âyinlerinde özel bir ehemmiyeti olan ve hellenistik devre kadar büyük bir rol oynıyan Isis ile O s i r i s hakkındaki mitler ise, eski yaradılış ve kurtuluş tasavvurlarından ibarettir. Ona göre, ezelde gök ilahesi N u t ile zemin ilâhı K e b arasında sıkı bir birlik vardı. (Bir gök ilâhesi, din tarihinde ender görünen bir anlamdır; gök ekseriya, toprak anayı ilkah eden bir ilâh şeklinde temsil edilmektedir.) Bu tasavvurun yanında, eski Mısır’da gök de bir inek şeklinde tasvir edilmiştir; birbirinden çok ayn olan yaradılış mitlerinin hepsini beyan edemiyoruz. N u t ile keb arasındaki nikâhtan, Osiris, îsis, Seth ve N e f t i s adlarını taşıyan 4 İlâhî çocuk doğmuştur. İnsanlara kültür ve ahlâk getiren, pek muhterem ve necip bir hükümdar sanılan ve eski Mısır âdetine göre kızkardeşi İ s i s ’ in zevci olan Osiris, kıskanç kardeşi Seth tarafındah parçalanarak öldürülmüştür.-) (Ölü-, müne dair rivayetler farklıdır) .îsis, zevcinin arkasmdan ağladıktan sonra, kendisini sihir ile tekrar canlandırmağa muvaffak olmuş; yeniden hayata kavuşan Osiris de ölüler ülkesinin kıratlığına tâyin edilmiştir. Firavunluğun kudretini şahıslandıran oğlu, doğan başlı Horuz, muzip ve hilekâr S e t h ’e karşı savaşmıştır; babasına, kuvvetlerini arttırmak maksadile muharebede kaybettiği bir gözünü takdim etmiştir. Eski Mısırlı mitlerin psikolojik bir tefsirinin yazılması tecrübe edilince, Osiris, kendi varlığının farkına daha varamamış tabiatı şahıslandı-ran bir ilâhtır ki, ölü Firavn ile birleştiğinden dolayı kendi varlığını ta-, nıyor ve başka ilâhların hususiyetlerini benimsemek suretile en büyük ilâh oluyor; Seth ise, tabiatın hem verimlilik, hem de felâket getiren karanlık kuvvetidir.


Osiris ’in hatırası için yapılan âyinlerde İ s i s’ in söylediği çok müessir ve şairane ağıtlar vardır :


Tek başıma, ilelebed!


Kocam, sana giderim.


Ayaklarım yüriiye yüriiye giderler.


Benden milyonlarca fersah uzak bulunmasaydm!


Bütün memleketler, bütün ülkeler, bütün şehirler, bütün mabedler, Bana gelip ağlayın, ellerinizi başlarınıza tutun!


Ben îsis’im, bahtiyar V e n n o f e r’in kansı, Benden uzak olan zevcimin...


İlâhlar arasında bilhassa yazmanın mucidi ve ilmin hâmisi olan T o t , alâkamızı kendine celb etmektedir; o, ölülerin geçirecekleri muhakemede kâtiptir. Yunanlılar, onu kendi ilâhlarından H e r m e s’ e benzetmişlerdir; Kermes Trismegistos, yani üç defa büyük Hermes, isminde neoplatonik spekülâsyonlarına ve oradan simya ve bu gibi gizli bilgilere geçip onların usullerinde hikmet öğreten bir varlık sayılıp mühim bir yer tutmuştur.


Müteaddit ilâhların yanında Mısır dininde memlekete bereket veren Nil nehri de hürmete değer bir ilâh sayılması şayanı hayret değildir.


\ffiksos’larm m. ö. 17. nci asırdan önce Mısın istilâ ettiklerinden sonra, Theben şehrinde temerküz eden «Yeni Devlet» in, 18. inci dinastisin-de en parlak zamanlarım gördüğü vakit, bu şehrin A m o n adlı yer ilâhı, güneş ilâhı ile birleştirilerek memleketin en yüksek, en kudretli ilâhı olmuştur. Bu birleşmeden sonra A m o n - R e ismini taşıyan ilâh hemen on asır şairane ve dokunaklı İlâhilerle övülmüştür.’! Onun ibadeti, tek tanrıcılığa çok yakın idi; A m o n - R e «benzeri "yok, yegâne ilâh, do-kuzluğun reisi, yaratıcı» ve bu gibi tabirlerle methedilmiştir. Ona hizmet eden kâhinler bütün kâhinlerden fazla, selâhiyet ve nüfuza sahip idi, yüksek kâhinin İçtimaî mertebesi yalnız firavnınkinden aşağıdır. Halbuki kısa bir zurnan için, bu âyinler devam ettirilmeyip onların yerine yeni bir ibadet geçirilmiştir. Çtfilâddan önce 1377 - 1357 senelerinde Mısır’m hükümdarı olan genç firavun AMENHOTEP IV, ilâhların çokluğundan vaz geçmiş, halkım, zannmca aydın güneş kursunda (aton) tezahür eden tek bir tanrıya ibadet ettirmeğe çalışmıştır. Memleketinde bütün mâbed ve âbidelerde A m o n - R e ile başka ilâhların isimlerini ve onlara vakfo-lunan kitabeleri tahrip etmiştir. Kendi ismini bile değiştirerek kendine «güneş kursunun aydınlığı» manâsmda olan ECHNATON ismini seçmiş-tir.-ŞjTheben şehri eski ilâhiyatm merkezi olduğu için genç firavn yeni bir paytahtı — Teli el - Amarna şehrini •— kurmağa karar vermiştir ki, orada severek perestiş ettiği ilâha tapıp ona gayet güzel güneş İlâhilerinde hayranlık, hürmet ve şükranını ifade etmiştir. Bu İlâhiler firavnm kendisi tarafmdan yazılmamışsa bile, maiyetinde ve onun tesiri altmda yazılmıştır. En meşhur, bazı parçalarında mezmuru andıran şiirinin bir kısmı şudur:


Göğün ufuklarında güzel görünürsün, ey her şeyden evvel yaşayan pür hayat güneş kursu!


Doğu ufukta doğarsm,


Bütün dünyayı güzelliğin ile aydınlatırsın.


Sen güzelsin, sen büyüksün, sen pırıl pırıl parlarsın


Sen bütün yeryüzünün üstünde yüce ve ulusun,


Şuaların dünyaya şâmil olur,


Yarattıklarının tâ uçlarına kadar.


Sen ufukta doğup güneş kursu şeklinde, Gündüz panldaymca dünya aydın olur. Hayvanların hepsi yem otlarına sevinir, Ağaçlar da, otlar da yeşilleşir, kuşlar yuvalarından uçar, Kanadlan seni över.


Hayvanların hepsi sıçraya sıçraya gelir,


Uçan ve uçuşanlar hepsi, sen onlar için doğunca, yaşarlar.


Gemiler akıntı aşağı, akıntı yukarı giderler, Göründüğünden ötürü her yol açılır.


Irmaklardaki balıklar yüzünü gördükleri için şen ve şâtırdır,


Senin şuâlarm denizin tâ içine girer.


Sen uzak göğünü yapmışsın,


Orada doğup bütün yaptıklarını görmek maksadiyle.


Sen yalnız var iken, yaşayan güneş kursu şeklinde doğarken,


Görünürken, parlarken, uzaklaşırken, dönerken,


Sayısız şeyleri yalnız kendine çıkarmışsın:


Şehirleri, köyleri, aşiretleri, yollan, ırmaklan.


Bütün mahlûkatm gözleri seni görür.


Günün güneş: olarak yeryüzünün üstünde bulunduğun zaman...


Mısır’da tek tanrıcılığı yaymak maksadiyle girişilen bu tecrübeye karşı ECHNATON’un ölümünden sonra eski ilâhlann kâhinleri derhal irti-cakâr bir muhalefette bulunmuşlardır. Maamafih A t o n’un ile kırahn isimlerinin hemen mahv edilmelerine rağmen Amama kültürünün teşvik ettiği yeni sanat hareketleri, meselâ eski Mısır'da mutad olan sert ve mehabetti bir üslûpta temsil edilen heykel ve kabartmaların yerine hayata daha yakm, tabiata daha uygun tasvirlerin kabul edilmesi gibi, bundan sonraki asırlarda da göze çarpan bir iz bırakmışlardır.


\Muhtelif ilâhların ve onların en yücesi olan A m o n - R e’ye ait, muhteşem mabedlerde icra edilen âyn ve merasim, gayet titizce ve resmî şekillerde mudebdeb ve mutantan bir surette vuku bulmuştur. Muazzam bir kapıdan girerek «ilâhların yolundan» geçip mabedin, içerisine giderdi; fakat en mukaddes yer tamamiyle karanlık idi. Bu hücrede oturan ilâh heykeli nefis elbiselerle giyinmiş, kıymetli zinetlerle süslenmiştir; ona da lezzetli yemekler, nefis şaraplar takdim edilmiştir. Bütün bu vazifeleri görmek için müteaddit kâhin sınıflan mabedde bulundurulmuştur.


En yüksek (ve esas itibariyle tek) kâhin, firavun kendisi idi. Ancak paytahtmın dışında başka kâhinler onun yerini tutmuşlardır. Firavun da en yüksek ruhanî reisi olmaktan ziyade, henüz hayatta olduğu vakit bir ilâh sanılmıştır. Bu hal, aşağı yukan m. ö. 2500 senesinde yazılmış bir metinde «R e onu (yani firavnı) doğurmuştur» diye tesbit edilmiştir. Daha eski zamanlarda, firavn’m yaratıcı ilâhın kendisi olduğunu söyliyen bir teolojinin mevcud olması muhtemeldir. İlâh olarak zevcesine hulûl ederdi; oğlu, yine ilâhtı. Kıraliçenin doğurduğu oğlu, İlâhî babanın kendisidir. Bu tasavvurun bir ifadesi olarak «annesinin bugası» ndan bahseden mitolojik esatirlerde görmekteyiz (buga : ilâhın bir tecellisidir). Firavun, her gün icra ettiği merasimde ilâhlardan yeniden kudret ve İlâhî kudsiyeti alırdı. Öldükten sonra O s i r i s’le birleşerek başka ilâhlarla beraber ona da tapılmıştır.


\Eski Mısır dininin bizi belki en fazla ilgilendiren ve yalnız ona mahsus olan bir tarafı, ölüm hakkındaki tasavvurlarıdır. Edebiyatta, daha doğrusu bize gelmiş olan yazıların en büyük kısmında — en eski zamanlardan kalan Ehram metinlerinden başhyarak Yeni Devlete ait müteaddit papirüs yapraklarındaki yazılara kadar — bu meseleler yer almıştır. Halbuki Mısırlılar bu sebepten bedbin ve dünyadan bıkmış bir millet sayılamaz; bilâkis, bu dünyevî hayatı çok sevdikleri için aynı hayat ahirette de devam etsin diye ölüler ülkesine giden yolu mümkün olduğu kadar kolaylaştırıp ölülerin istikbalini mümkün olduğu nisbette güzelleştirmeğe çalışmışlardır.


Ölüme müteallik edebiyatın en mühimmi ve Mısır’da cari olan muhtelif tasavvurlara dair tafsilâth malûmatı veren parçası, muhtelif zamanlarda yazılmış olan ve muhtelif okunma tarzları bulunan «Ölüler kitabı» dır ki, ölülerin ellerine verilip, onlara, öbür dünyaya giden güç yoldan geçerken iki dünyayı ayıran ırmağı aşmalarım kolaylaştıran afsun ve sihir sözleri ihtiva etmekte, öbür dünyanın mahiyetinden de bahsetmektedir.


Eski Mısır’da insanm mahiyeti haklımda hüküm süren tasavvurları anlatmak kolay değüdir; çünkü, iptidaî milletlerin çoğunda görüldüğü veçhile, bir tek ruhun değil, muhtelif ruhların mevcud olmalarına inanılmıştır. Bu inanışa nazaran, ba denüen ruh prensipi, ölümde bedenden


ayrılmaktadır; o, hayat veren, muayyen şahsiyet bahşeden bir kuvvet olsa gerektir; ka ismiyle meşhur olan başka bir ruhun bedende kalması gayet muhtemeldir.


Beden ile ruh arasında mevcud olarak ölümden sonra bile devam eder gibi telâkki edilen bu münasebete inanıştan dolayıdır ki,‘ ölünün cesedi büyük bir itina ile tahnit edilip kendisine kurbanlarla duaların arz edilmesine lüzum görülmüştür.


Bunun için de kabirler ebediyete kadar kalacak bir metanetle bina edilmişlerdir: firavunların muazzam kabirleri olan ehram veya asırlar sonra Nü nehrinin batı kenarında kayalarda açılmış kocaman ölü odala-_ rmı da bu fikrin bir aksi sanmamız lâzım -gelmektedir.


O kadar mehabetti, bir kabri olmıyan fakiri öbür dünyada bekliyecek olan kısmet, herhalde pek fena olsa gerektir.


Cenaze merasiminde, esatire göre, İsis’in Osiris’i yine hayata kavuşturmak için icra ettiği âyinler tekrarlanmıştır.


Öbür dünya hakkındaki tasavvurlar asırlar boyunca değişmiştir; bazen, ölüler ülkesi, oraya giden yol gayet müşkül ve tehlikeli olmakla beraber bereketli bir memleket olarak tasvir edilmiştir. O memleketin kıralı O s i r i s ’tir. Bazen de — ilk zamanlarda yalnız kirala ait bir tasavvurun âdi insanlara da nakledilmek suretiyle — ölü’nün artık Osi-r i s ile bir olacağını söyliyen metinler vardır. On’da yerleşen güneş ilâhiyatçılarına nazaran ebedî saadet, güneş ilâhının kayığile göklerde dolaşması ile elde edilir.


\ Ölüler kitabının 125. babında, üâhlarm ölüyü muhakeme edecekleri anlatılmaktadır: adalet ilâhesi onu O s i r i s’ e aldıktan sonra, yüreği tartılır; tartmanın neticesini yazı ilâhı T o t bir deftere yazar — bu, kıyamette konacak mizanın ilk misalidir. 42 yargıç bu sahneye iştirak ederler; ölü, hiç günah işlemediğini, merhametli olduğunu, ölülere yemekler, ilâhlara kurbanları takdim ettiğini itiraf etmeğe icbar edilir. Bütün üâhlarm isimlerini de tanıması şarttır. Bu muhakeme ve imtihandan geçti mi, uhrevî saadete naü olur


Fakat öbür dünyaya gidenlerden hiç kimse dönmediği için, eski Mısır edebiyatı, insana, günlerini şenlik ve neşe içinde geçirmeği tavsiye etmektedir. Büyük miktarda mevcut olan hikmet sözleri de aynı nasihatta bulunmaktadır; bunların en meşhur kısmı, İMHOTEB’in hikmet sözleridir ki, İbranî hikmet sözleri üzerine derin bir tesir bırakmıştır. Mesud bir aile hayatının, çocukların bolluğunun da insanın dünyevî saadetini tamamladıkları gibi uhrevî saadetin temelleri yine bunlardır: çünkü ölü merasimi yapmak, oğulların vazifesidir.


Bir papirüs, eski Mısır dininin tarihinde hususî bir yer tutan «Hayattan bıkmış olanın kendi nefsile bir konuşması» ismile şöhret kazanan mükâlemeyi ihtiva etmektedir. Bu parça, milâddan önceki 20. asrın başlangıcında yakın şarkta hükmeden pek müşkül ve karışık zamanlarda yazılmıştır. Orada insanm, nefsini kendinden ayn bir varlık olarak telâkkiye varmasını din tarihinde ilk defa .olarak görmekteyiz. Ölüme susayan bu insanm söylediği bir kaç şiir, eski zamanlarda bulduğumuz en güzel lirik parçalardır. 4000 sene evvel . karasevdalı bir gönülden çıkmış olan şu şiir; bu günlere kadar yıpranmamış, dün çiçeğini açan nilüferin kokusu kadar tazedir:           ......         . ...


Ölüm bugün önümde duruyor


Bir hastanın şifası gibi,


Rahatsızlıktan sonra bir gezinti gibi.


Ölüm bugün önümde duruyor,


Mürisafilerin kokulan gibi,


- Rüzgârlı bir günde yelken altında bir oturuş gibi.


Ölüm bugün önümde duruyor,


.....Nilüferin rayihası gibi,


İnsanm, serhoşluğun kıyısında oturuşu gibi.               .


Ölüm bugün, önümde duruyor,


Senelerce hapislerde yaşayan bir insanm,


KendLevini özlemesi gibi...                    .   -


A. ERMAN, Die' Literatür der Aegypter, 1923 — A. ERMAN,' Die aegyptische Religion, 1943. — G; ROEDER, ürkunden des alten Aegypten,, 1923. — J. BREASTED, Development of Religion and Thought in Ancient Egypt, 1912.- .— H. KEES, Totenglaube und Jenseitsvorstellungen der alten Aegypter, 1926. — H. KEES, Der Götterglaube im alten Aegypten, 1941. —


SÜMER VE AKAD DİNİLERİ

Mısır’da olduğu gibi, Fırat ile Dicle arasındaki cezirede de milâddan 3000 sene kadar evvel pek yüksek bir kültür ve medeniyet teessüs etmiştir. O civarlarda asırlar boyunca, muhtelif milletler, çeşit çeşit ırklar birbirini takip etmişlerdir — Sümerler ve Akadlar, Amurrulular ve Kas-sitlar ve Asuriler.M. ö 668 - 626 Asurî milletinin kıralı olan ASURBANİ-PAD’ın büyük kütüphanesinde, en eski Sümer devrinden tâ Yeni - Asur devrine kadar dine ait metinler muhafaza edilmiştir ki bunlar eski kâhin dinlerinin özelliklerine dair kıymetli malûmat vermektedir. Irâk’m muhtelif yerlerinde yapılan kazılarla bu husustaki bilgilerimiz seneden seneye artmıştır}


En eski zamanlara ait (m. ö. 3000) kültürlerin en önemlisi, Sümerle-rinkidir. Onlar, ne Sâmî ve ne de aryan ırklarına mensup olan, galiba dağlardan gelmiş bulunan bir millettir. Dinlerinde hususî yer ilâhlarının büyük bir ehemmiyeti haiz olması pek muhtemeldir. Fakat ilâhların göze çarpan bir hususiyeti, isimlerinin çivi yazısında daima yıldız şeklinde bir işaretle~'eraber~yazilmasıdır. Demek; eski ilâhların şüphesi? gökle sıkı bir münasebeti vardı. Halbuki Sümerler ve onlardan sonra gelen milletlerin ilâhları uzak semavî varlıklar değildir; bunlar tam insan şeklinde görünen hükümdarlar sayılmışlardır. Ancak bu ilâhları insanlardan ayıran, bilhassa ölümsüzlüktür. İnsanlar, ilâhların hademeleridir; onlara güzel evler bina edip lâzım gelen yemek ve içecekleri takdim ederler, onları sevindirip öfkelerini teskin etmeğe çakşırlar.


Sümer dininin çok dokunaklı bir tesir bırakması Lahaş’h kıral GUDEA’-nın kurduğu mabede yazdırdığı metinler sebebiledir ki kıral orada, rüyalarından, mabedin binasından, dualarından ve bütün dinî meselelerden bahsetmektedir. Fakat dinin büyük bir kısmı aşağı yukan m. ö. 2000 yılında Sümerlerin ülkelerine akın eden cenup kısmında Babüonya’h, şimal kısmında Asuriler denilen sâmî milletler tarafından benimsenmiş ve bu suretle bize kadar gelmiştir. Sümer ilâhlarının çoğu, yeni gelen ilâhlarla birleştirilmiş, ilâhiyatçılar tarafmdan Akad ilâhlarının baba, yahud başka akrabaları olarak beyan edilmişlerdir.


Sâmîlerin Sümerlerden aldıkları ilâhların en mühimleri, bir üçlükte toplanan A n u, E n 1 i 1 ve E a’ dırlar.


Anu, esas itibariyle göklerin mâlikidir; bu sıfatla da, kıral-lan tahta çıkarır. Mukaddes şehri Uruk olan bu ilâhın, bütün tabiat üstü varlıkların en yücesi olması, kendisine ait olan rakamın — eski Şark matematiğinin temeli olan — 60 olduğundan belli olur. >


E n 1 i l ise; muhakkak rab ve hükümdardır; bazen hem göğün hem yeryüzünün sultanı olarak tasvir edilmesine rağmen bilhassa yeryüzüne bağlıdır. Mukaddes şehri Nippur, mukaddes sayısı 50 olan bu ilâh, dağların padişahıdır, insanların kısmetlerini tâyin eden tapmaktır.


E a ’ ya gelince, suların derinliğinin üâhıdır; eski zamanlarda iki büyük ırmağın mansaplarmda vaki olan Eridu şehrinde ona tapmılmıştır; kırk’a bağh olan bu ilâha, temizleyici, velût kuvvet, aynı zamanda da’ hikmet sıfatlan izafe edilmiştir. Büyük bir büyücü, mâhir bir sanatkârdır; bu sıfatlardan dolayıdır ki, insanların da yaradam olarak tasvir edilmiştir.


(Bu büyük üçlük mitolojide ve ilâhiyatçıların fikir sistemlerinde neka-dar mühim olursa olsun, onlar asırlar boyunca başka üâhlann gelişmesinden dolayı göze çarpan üstünlüklerini kaybetmişlerdir. Nippur şehrinin üâhı Enli l’in yerine takriben m. ö. 1950 yıllannda, Akadlarm yeni payitahtı Babil’in yer ilâhı M a r d u k gelmiştir. M a r d u k, büyük ilâhlar arasmda en önemli mevkie yükselmişti. Eski Babil yaradılış esatiri, bu ilâhın, ezelde Tiamatu adlı muazzam deniz ve kaos ejderini öldürdüğünü anlatmaktadır. Kahraman, üâh kurultayı tarafından dünya hüküm- • dan payesine çıkarılmıştır. Onunla bundan evvelki ilâhlar arasmda münasebet kurmak maksadiyle, M a r d u k, E a ’ nın oğlu olarak tavsif edilmiştir. E a ’ mn hikmetini tevarüs ettiğinden hastaların dertlerine şifa verip devleri kovabilen ulu bir üfürükçü ilâh şeklinde tasavvur edilmiş, öbür taraftan da yaratan üâha ait sıfatlarla süslenmiştir. Kendisine 50 şeref lâkabının verilmesi, ehemmiyetine bir işarettir. Müşteri yıldızına bağh olan bu ilâha ibadet, Yeni. - Babilonyah devrine kadar de-vâmTetmiştir


M a r d u k şerefine yapılan bayram, İlkbahar veya Nevruz bayramıdır. Babü mitolojisine göre ilâhlar o gün mabedin en mukaddes yerinde toplamp gelecek senenin mukadderatım tâyin edip göklere yazmaktadırlar.


Başka şehirlerde yerleştirilen yer ilâhları, M a r d u k’un yanmda ya kaybolmuşlar yahut da hususiyetlerini değiştirmişlerdir: N i n u r t a. eski bir fırtına ve rüzgâr ilâhı, bilhassa harp ve av ilâhı olmuştur; düşmanlarına okla taarruz eder. Bazı yerlerde M a r d u k ’tan daha kuvvetli olan N ab u (Nebo) sonra onun oğlu olarak telâkki edilmiştir — o, Mısır’da T o t olduğu gibi, insanlara kültür ve yazı sanatını getiren ilâhtır. Bunun için bilhassa fal sanatı ile meşgul ve yazı yazmağa vâkıf olan kâhinlerin üâhıdır; ekseriya, elinde çivi yazışım kazmak için kullanılan bir kalemi taşır gibi temsü edilmiştir.


N e r g a 1 ’a gelince, hem öldürücü güneş harareti üe, hem de ölüm ülkesiyle münasebetleri mevcuddur; hususî sâhası, bilhassa yeraltmda-ki ülkedir; hem oranın hükümdarı, hem de dev, gulyabani, cin gibi mah-lûkatın korkunç üâhıdır.


Sayısız üâhlardan, ateş dâhini zikretmekle iktifa ederiz; o, büyük temizleyicidir, kurbanı yaktığı için de insanlarla üâhlar arasında mutavassıttır.                                .


Bundan maada, her büyük üâh için bir zevce tasvir edilmişse de, bu müennes kuvvetlerin özelliklerini pek iyi göremiyoruz; kıraliçenin riyasetinde kâhineler, onlara lâyık ibadeti icra etmekle meşgul olurlarmış.


Sönerlerden alman zikri geçen üçlükten daha mühim bir Akad üçlüğü vardır ki, birinci ilâhı, ay üâhı Sin’ dir. Onun yanında eski sâmî güneş ilâhı Ş a m a ş bulunmaktadır. Üçüncü üâhî varhğa gelince, bazı yerlerde rüzgâr, fırtına ve yağmur üâhi, buga veya arslan suretli A d a d veya Raman’ dır; fakat ekseriya Zühre yıldızına bağlı olan I ş t a r adlı verimlilik ilâhesi, büyük ana-ilâhe, Sin ve Ş a-m a ş ile beraber bulunmaktadır.


Sin ise, ona en eski zamanlardan beri Kaldealı Ur şehrinde tapıml-mıştır. Onun adına icra edilen ibadetin ikinci merkezi, orada müâddan sonra büe ay ve yıldızlara tapan ve İslâm tarihinde de bir rol oynıyan Sa-bi’lerin vatanı olan Harran şehridir. — Sin, nur verici, aydınlatan, fal sanatını koruyan ilâhtır; göklerin ve yeryüzünün padişahı da odur. Güzel üâhüerde, ekseriya ya boynuzlu boğa veya göklerde dolaşan gümüş kayık, yahud da mavi sakallı bir ihtiyar şeklinde tasvir edilmektedir.


Hükümdar sıfatiyle, Sin bütün ilâhlardan, güneş ilâhı Ş a -maş’ tan büe, yüksektir. Gece, günü doğurduğu için Ş a m a ş , S i n ’ in oğlu sanılmıştır. O bilhassa her şeyi gören kahraman,, dünyada adalet yayan ve adaletle hüküm veren büyük yargıçtır; mitolojide kendisine Adalet ve İnsaf adlı iki oğlu isnat edilmiştir. Adalet üâhı sıfatiyle, insanlara da kanunları vermiştir: Eski Babü sanatının en meşhur kabartmalarından biri, Babü kıralı HAMMURAPl’nin kanuhlanm ihtiva eden levhaları Ş.a m a ş’ın elinden kabul ettiğini göstermektedir.


Gök gürlemesini şahıslandıran A d a d veya Raman, kasırga ilâhlarının mahiyetinde gürültü ile dünyayı gezmektedir; insan, düşmanının memleketini tahrip etmek isteyince o ilâha afsun ve dua üe teveccüh etmiştir.


Üçlükte A d a d ’ dan daha sık rastlanan I ş t a r ’ m ibadeti Akadlarda büyük bir rol oynamış, başka milletlere de sirayet etmiştir; Elam ve Mitanni’de ona rastlanır; Yunanlılarda da A' s t a r t e ismiyle şöhret kazanmıştır. Eski Sümer dininde muhtelif ana ilâheler varmış ki onların en büyük kısmı dinin inkişafı sâyesinde büyük üâhlarm zevceleri haline münkahp olmuşlardır. Aynı inkişaftan dolayıdır ki, I ş-t a r, bütün müstakil müennes İlâhî varlıkların hususiyetlerini benim-siyerek yegâne büyük verimlilik, aşk ve ana ilâhesi olmuştur. Ş i n ’in kızı olduğu için Şama ş’m kızkardeşi olarak göklerin kıraliçesidir. Mukaddes sayısı 15 dir (Sin 30, Şamaş 20). Iştar, hem akşam yıldızı, hem de sabah yıldızı olan Zühre’ye bağh olmasından dolayı hem geceleyin, hem de gündüzün yapılan işlere bakar: bu suretle hem aşk ilâhesi, hem de aydın ve cesur harb ilâhesi şeklinde tasavvur edilmiştir. Bilhassa Asur mitolojisinde, pars veya aslanın sırtının üstünde durarak ya ava veya harbe gidiyor gibi görünmektedir. Öbür taraftan ana ilâhe olduğundan bazen memede bir çocuğu vardır. Sayısız ilâh ve kıral-larm sevgilisi olan I ş t a r ’ a insanlar en dokunaklı ve tath dualarla teveccüh etmişlerdir; o onlara şefkat ve merhametle bakmıştır. Aşk ilahesinin ibadetiyle meşgul olan hususî kadın kâhineler mabedlerde bulunmuşlardır; âyinlerine, mukaddes fahişelik dahildi. Halbuki kadın kâhinler, çocuk doğurmamalıydılar; bir çocuk doğdu mu, derhal anasmdan alınıp başka bir yerde yetiştirilmiştir.


Tâ Sümer zamanından kalan bir mitolojik destan, îştar ile sürülerin ilâhı olan Tammuz (Dumuzi) arasındaki aşk hikâyesini anlatmaktadır. Yaz zamanında (yani temmuz . ayında) öldükten sonra ilkbahar yeşilliğini mezarının kuytuluğuna götüren genç Tammuz, yeni yılın başlangıcında tekrar hayata kavuşup bütün memleketin neşvünemasını dünyaya getirmektedir. I ş t a r ’ m genç maşukunu kayb. ettikten sonra söylediği ağıtlar dinî edebiyatta hususî bir yer almaktadır :


Kaybolan için âh u feryad edilir :


Vay evlâdım diye âh u feryad edilir,


Vay Damucuğum diye âh u feryad edilir...


Annenin onu doğurduğu parhyan çamdan,


Eanna’da, aşağıya, yukarıya âh u feryad edilir.


Sahibini evi âh u feryad ededurur,


Sahibin şehri âh u feryad ededurur.


Bu feryad, çiçeklenmiyecek nebat için bir feryaddır,


Bu feryad, başak vermiyeeek buğday için bir feryaddır.


Hazîne ve mal bir defa daha zuhûr etmiyecek hazîne ve mal içindir, Kuvvet vermiyen zayıf kocalar, zayıf çocuklar içindir.


Bu feryad, kamış vermiyen derin ırmak içindir.


Bu feryad, buğday vermiyen tarlalar içindir...


Bu feryad, baharat vermiyen nebat yatakları içindir.


Bu feryad, uzun ömür vermiyen saray içindir...


T a m m u z’un yeniden ölüler ülkesinden çıktığı gün, «İştar’ın cehenneme gitmesi» ni anlatan bir şür okunmuştur: Sevgilisini kurtarmak için yer altındaki ülkeye inen ilahe orada Âb-ı hayatı (Bengi Su’yu) elde etmeğe çalışmış, bir çok güçlüklerden sonra arzusu yerine gelinceye kadar, bütün dünyada nebatların neşvüneması, havyanlarm yavrulaması büsbütün kesilmiştir.


T a m m u z, tam Mısır’da O s i r i s gibi, din tarihinde mühim bir yeri haiz bulunan, ölen ve mezardan çıkan ilâhlardandır; halbuki tabiatın tezahüratına Ö s i r i s’ten fazla bağlıdır. Tabiat her sene aynı şekilde görünen yetişip ölmesini şahıslandıran bu ilâhlar, Allâhm faaliyetini bilhassa tarihî inkişaflarda, özel tarihî hâdiselerde göre milletlerde (bilhassa Yahudiler!) artık ehimmiyetlerini kaybetmişlerdir.


Akad ilâhları arasmda Aşarîlere mahsus A ş u r’u zikretmeliyiz. O, memleketin sultam ve harb sahibi olarak tasavvur edilip resmi de kiralın mühürüne kazdırılmışlar. Harb esirleri ve başka şehirlerden getirilen yabancı yer ilâhları kendisine takdis ettirilmiştir. A ş u r, umumî inkişaftan dolayı yükseltilen başka ilâhlar gibi bazen de dünyayı yaratan ilâh sanılmış ise de, büyük Akad ilâhlarından fazla kendi millet ve. şehrine bağh kalmıştır.


(Adlan geçen büyük ilâhların yanında daha ehemmiyetsiz İlâhî varlıklar da vardı. Hastalık, veba, felâket gönderen dev ve cinler dünyada sürü sürü mevcuddur. Onlara karşı muhtelif sihir ve afsun dualan, komplike âyinleri icra edilmiştir. Gökte bulunan Igîgi’ler, yeryüzünde oturan Anunaki’ler resmî dualarda zikredilmektedir; hemen her ilâh tabakasına mahsus kâhinler titizce tertiplendirilen râsimelerle meşguldür.')


Maamafih, Asur ve Babil dininin dünya kültür tarihinin inkişafı için önemi olan hususiyetler, bu çeşit çeşit ilâhlar, bu sayısız cinler, bu titiz merasimden ibaret değildir; bu tarafları, yâlnız o zamanki «kâhin dininin» en tipik misalidir.\Bizi ilgilendiren özelliği, büyük kozmik münasebetlere inanıştır. Dünyanın gidişi ilâhlar tarafından tâyin edilmiş, yıldızlara yazılmıştır. İnsanın vazifesi, yıldızların ayrı vaziyetlerinin hangi manâları ihtiva ve hangi değişikliklere işaret ettiklerini öğrenmek, yani nü-cum ile tabiat ve insan hayatı arasındaki benzerlik ve bağlılıkları araştırmaktır.)]


Eski Babilonya’lılann heyet ilmine müteallik bilgileri gayet genişti; ayın, güneşin, yıldızların hareketleri hesap edilmiş, göğün taksim edilmesi, 12 burdu zodyağm tavsif edilip ayrılması daha o zamanlarda icad edilmiştir. Hattâ gayet müşkil bir muamelede bulunmak suretiyle küsûfları hesapedilip önceden haber verilebilmiştir. Babilonya’lılann hesap sisteminin temeli 60 olduğundan günün, saat ve dakikaların bu güne kadar kabul edilen şekilde altmışa taksim edilişi 3500 sene evvelki riyaziyecüerin eserlerine dayanmaktadır.


(Halbuki bütün bu hayrete şayan bilgiler yalnız astroloji’den çıkmış, o sanatın bir yardımcı ilmi olarak telâkki edilmiştir. Astroloji ve fal sanatında 7 sayısı gayet büyük bir rol oynamıştır; haftanın 7 güne taksim edilmesi o zamandan kalmıştır. Haftanın yedinci günü uğursuz olduğu için insan o günde çalışamadı; ne vazifesine bakmağa, ne de kurban yakmağa mezun oldu. îsrael’de görünen Şebt takdisi, o günde hiç bir işe bakılmaması, bu usulün tesiri altında kalmış olmaktan ileri gelmiş bulunması gayet muhtemeldir)


(Fakat yıldızlara bakarak istikbali «gök yazısından» önce söylemekten-se,.Babil kâhinlerin tefeül için daha başka vesileleri vardı. Bilhassa öldürülmüş kurban hayvanlarının kara ciğerlerine bakış gayet iyi neticeler verimştirT'Bu «ciğere bâloş»"keyfiyetme" eski zamanlarda~~ hemen bütün büyük millftflprrle T-astlaTnalrtayız; m'tektnT~~knma~ dinine "kadar yayiTrnîş-tır. Bize gelen büyük tunç veya taş ciğer nümunelerinin gösterdiği veçhile, bu organın her noktasının başka bir mânâsı vardır; hususî bir yerde, bu veya şu değişiklik peyda olursa, dünyada veya evde muhakkak bu veya şu hâdise zuhura gelecektir. Pek mekanistik olan bu tefeüle benzer bir usul de, su ile zeytinyağının karıştırılması ve bu suretle görünen muhtelif şekillere bakarak istikbalin8önceden söylenmesidir.p


Bu majik tecrübelerin yanında rüyalara büyük bir ehemmiyet atfedil-miştir; Sümer kıralı GUDEA meşhur yazılarında, onu bir mabedi bina etmeğe teşvik eden rüyalardan bahsetmiştir; bu gibi rivayetler çoktur.1)


Kâhinlerin — bu fal sanatı bir yana — işi, kötü dev ve cinlere karşı ihtiyat tedbirleri almaktı. Her köşede, her sokakta gizlenerek pusuda bek-liyen hastalık ve felâket cinlerini korkutmaVveya kovmak için bir çok resmi tâbirler, muayyen âyinler mevcuddu. Bâzen~de~kötü~cigEfento sâdecebir afsun sözü kâfi gelmez, gökteki iyi' ilâhlara niyaz edilerek on-lardan~yardım istirham edilmiştir; o halder~keııdismden-müessirncfan~af-şmyyücglgnriya yalvaran dua fleirleştirilmiştir.          ~~


Hemen bütün afsun dualarında, kâhin evvelâ M a r d u k’a müracaat eder; bu ilâh ricasını babasına :— yani E a’ya — iblâğ eder; ondan- aldığı cevabı kâhine bildirir. Hastalıklara karşı alınan tedbirleri iyice anlatan bir duânın nümunesi şudur :


Irmak ilâhı beni göndermiş, ilâh beni göndermiştir.


Memlekete şifa getiren üfürükçü benim.


Şehirde dolaşan büyük temizleyici kâhin benim.


Namtar’ın yakaladığı, Aşakku’nun üzerine atıldığı hasta —


’ Eridu’nun ağzı yıkanmış üfürükçüsü benim.                        l


Ben o hastaya yaklaşınca,                '       ?


hasta adeleleri görünce,


uzuvlarını gözden geçirince,


hastaya E a’mn suyunu serpince,


hastayı korkutunca,


hastanın yanaklarını okşayınca,


hastanın üzerinde bağırınca,


Eridu’nun afsununu söyleyince —


o zaman iyi dev, iyi koruyucu ilâh yanımda olsun! .


Aşakku -devlerine gelince, yedi çeşit hastalık devlerinden, hastanın başını ağrıtan cinsidir.


Bir kişi bir belâya müptelâ olduğu zaman mabeddeki merasimde haline uygun ağıtlar söylenilmiştir. Halbuki bu şürler kendi duygularım anlatan şahsî şiirler değil, kâhinler tarafmdan telif edilen numunelerdir. Bazen basit, uzun tekrarlanan şikâyet ve feryadlardan ibarettir; bazen de felâket ve bahtsızlığı pek dokunaklı ve müteessir sözlerle tavsif; eden şiirlerdir. Dua eden, belâlarım anlattıktan sonra, şiirin sonunda ilâhtan yardim ister, günahlarından kurtulmasını diler. Çünkü ö zamanların görüşünde insana isabet eden hastalık ve felâket günah işlemesinden ileri gelmiştir. Bu sebepten, her merasimde evvelâ günahların itirafı lâzımdır, insan belki istemiyerek bir ilâhın emirlerine göre davranmamış, insanlara karşı fenalıkta bulunmuştur —günah, tam maddî bir pislik gibi, başka kimselere sızabilir. Günahtan kurtulan insan, felâket ve hastalıktan kurtulmuş olur. Zavallı insanları tehdit eden, öfkelendiren ilâhların kalblerine dokunmak için hususî kâhinler ağlayıp ağıt söylemekle meşgul idiler; günahkâr, uzun arıtma merasimine maruz kalmış, kurtulduktan sonra duâlarmda vadettiği kurbanı takdim etmekle mükellef idi. Kurban âyinleri, pek azametli bir surette süslü mabedlerde icra edilmiştir. İlâhlar, tam insanlar gibi, güzel bi r evden zevk aldıkları için en eski zamanlardan beri kendilerine mehabeti! mabedler tahsis' edilmiştir. Sümer zamanında bu mabedler zikkurat (pek yüksek, muhtelif katlar-. dan ibaret bir bina.) şeklinde yapılmıştır; dağları andıran bu . mabedin en yüksek katı ilâhların oturduğu yerdir. Aynı zamanda bu zikkurat’ lar, nücumlara bakmak için çok elverişli idi. Mabcd, yalnız uzun hazırlıklardan, uğurlu yerin, uğurlu zamanın belirtilmesinden sonra bina edilmiştir; işlere bizzat kıral iştirâk etmiştir: bir çok resim ve heykeller, kmah, elinde veya başında lâzım gelen maddeleri taşır halde göstermektedir, O da, en büyük kâhindir. Mabede ait bütün binaların bitirilmesinden sonra heykeller getirtilip hususî merasimle canlandınlmışlar-dır; bundan sonra, ilâhın hakikaten onu gösteren heykelde bulunmasına inanılmıştır. Bunun için kendisine her gün seçme yemekler, lezzetli şaraplar, bira ve sular takdim edilmiş, kurban hayvanları da sunulmuştur. .


'Uzun kurban âyinlerinin en önemli kısmı, kâhinlerin söyledikleri İlâhîlerdir. Uzun şiirlerde ilâhın şeref isimleri, harikulâde işleri sayılıp en güzel ve şairane kelimelerle övülmüştür. İlâh ne kadar ehemmiyetsiz olursa olsun, ona takdim edilen İlâhîlerde ulu, kuvvetli bir hükümdar, dünyanın yaradanı, dünya nizamının korucusu olarak medh edilmektedir, Meselâ ay ilâhı S i n’e şöyle hitap edilmektedir :.


Kuvvetti genç boğa, kaim boynuzlu, kusursuz uzuvlarla, lâciverd sakallı, bolluk ve bereketle dolu!


: Levent endamlı, kendinden yetişen meyva,


muhterem görünen, bereketinden doymamıza imkân olmıyan, .


her şeyi doğuran anarahim, canlı varlıkların ortasında mukaddes bir ikametgâh kuran sen!


Bütün ülkelerin hayatım elinde tutan, merhametli,. lutufkâr peder!


Ya rab, ulûhiyetin uzak gökler gibidir, bol bol bereketi' olan engin


•. • • r •. . ;    .                                                                        deniz gibidir.


Toprağı yaratmış, âbideleri kurmuş, isimlerini anlatmış olan sen!


İlâh ve insanları doğuran, mabedleri kuran, kurbanlar nizamını ko-


. yn, Kıralhğı tertip eden, hükümdar âsâlarım bahşeden, en uzak zaman-


“                                lar için kaderi tâyin eden peder!


Senin ağzından çıkan söz, göklerde duyulunca, İgiği’ler secde ederler. Senin ağzından çıkan söz yeryüzünde duyulunca, Anunald’ler top-


.. rağı öperler..


Senin ağzından çıkan söz, yukarıdan rüzgâr gibi gelip geçince, çayır


-                  ' '  •              ve otlaklar bereketli mahsul verir.


Senin ağzmdan çıkan söz, yeryüzünde söylenilince, yeşillikler yetişir. Senin ağzından çıkan söz, davar sürüsünü, koyun ağılını büyütür, canlı varlıkları çoğaltır.


Senin ağzmdan çıkan söz, adalet ve hakkı muhafaza eder, insanlar doğru ve samimî konuşurlar.


Senin ağzından çıkan söz uzak gökler gibidir, kimsenin görmediği gizli yeraltı ülkesi gibidir.


Senin ağzından çıkan söz — onu kim anlar, ona kim tahammül eder?


Hem ağıtlar, hem İlâhiler en güzel kısımlarında İbranî mezmurlarım andırmaktadır. Mezmurun aslı, eski Sahildeki merasimlere benzer âyinler ise de, asırlar boyunca mezmur şairler bu âyinlerden vazgeçip' şahsî bir din duygusuna varmağa muvaffak olmuşlardır. Babil İlâhileri ise, âyinlere bağlanmaktan kurtulamamıştır.


Eski İrâk’ta geniş bir mitoloji edebiyatı en eski zamanlardan beri mevcuddu. ilkbahar bayramında bir yaradılış esatiri anlatılmıştır (enuma eliş) ki onun bizi bilhassa ilgilendiren konusu, M a r d u k ’un T i a -mat ejderini öldürmesidir. Kurtarıcı ilâh, bu kaos ejderinin parçalanan vücudundan dünyayı yaratmıştır. Bu, başka iptidaî dinlerde de rastlanan bir fikirdir.


Adapa hikâyesine gelince, rüzgârın kanadlannı kıran adamın kısmetinden bahsetmektedir; bu esatirin en mühim fikri, Adapa’nın kendisine takdim edilen ölümsüzlük nebatım yememesi dolayısiyle bütün gelecek insanları ölümsüzlükten mahrum etmesidir.


12 levhada yazılmış olarak bize gelmiş olan Gilgameş destanı, eski  şarkın en meşhur mitolojik destam sanılmaktadır. Üçte iki ilâh olan Gilgameş’in vefakâr arkadaşı Enkidu ile beraber geçirdiği maceralarda ve Enkidu’nin ölümünden sonra gördüğü ıztırapda, dünya edebiyatında sık sık rastlanan motifleri görmekteyiz: meselâ bir tek insanın geçirdiği bir tufan’hakkındaki ve Ahdi Atik’te anlatılan tufan destanına benziyen esatir, Gilgameş’in âb-ı hayatı elde etmiye uğraşması ve başka paralellere göze çarpmaktadır.


Hititlerin dininde, eski Şark dinlerine pek benzer tasavvurlara rast-lanmaktadır. Büyük bir ana üâhe, kuvvetli bir fırtına ilâhı orada da mevcud idi; ibadetin, pek resmî bir şekilde icra edilmesini bize gelen metin ve kabartmalardan istidlâl edebiliriz.


M. JASTROW, Die Religion Babylonlens und Assyriens, 1905-1912, — A. UNGNAD, Die Religion der Babylonier und Assyrer, 1921. — Ch. F. JEAN, La religion sumerienne, 1948. — E. DHORME, Les Religions de Babylonie et d’Assyrie, 1949. -— A. FALKENSTEÎN, Die Haupttypen der sumerischen Beschwörung, 1931. — G. CONTENEAU, La magie chez les Assyriens et les. Babylonlens. 1947. — TALLQU1ST, Akkadische Götterepitheta, 1938. — G. CONTENAU, L’epopee de Gilgamesh, 1942. — G. FURLANİ, La religione degli Hittitl, 1936. — R. DUSSAUD, Les Religions de Hittites et des Hourrites. des Pheniziens et des Syriens, 1949.


ESKİ YUNANİSTAN

Yunanlar, m. ö. 12. asırda §imal memleketlerinden Akdeniz mınta-kalarma ilerleyince, orada uzun zamanlardan beri revaçta olan ve indo -jermen ırkına mensup olmıyan bir milletin kültürüne rastlamışlardır. Girit-Mikena’lı denilen bu kültür, gittikçe inkişaf eden Yunan dinine de tesirler icra etmiştir. Onun bir kaç hususiyeti şimdiye kadar tamamen belirtilmemiştir; hüküm sürdüğü mıntakalarda muazzam mezarların mevcut olmasından, ölülere ihtiram gösterilip, ölüm hakkında da özel tasavvurların beslenildiğini istidlal edebiliriz. Âyinlerde kullanılan bir âlet, aynı zamanda da bir koruma timsâli olan çifte balta tasvirleri duvarlarda, sunaklarda çok sık görülmektedir. Tabiate perestişe gelince eski Giritlilerin ağaçlara hususî bir dikkat ve saygı gösterdikleri gayetle muhtemeldir; ağaçlar, İlâhî kuvvetleri ihtiva etmişlerdir. İlâhlara gelince, çok defa kuş şeklinde tasvir edilmiştir; bize intikal eden resimlere inanırsak, ilâhelere de büyük mikdarda tapınılmıştır. Onlar arasında bilhassa, daima hayvanların refakatinde görünen ve bu hususiyetinden dolayı «hayvanların kıraliçesi» ismiyle vasıflandırılan genç bir İlâhî varlık dikkati celbetmektedir


Girit’li dinî mefhumların ve İlâhî şahsiyetlerin bir kısmı Yunan dinine, sirayet etmiş; İlâhî varlıklar, peri ve cinler şerefine yapılan merasime gelince, tâ eski zamanlardan beri mukaddes sayılan yerlerde icra edilegelmiştir; çünkü din tarihinin bir kanununa göre, bir defa mukaddes olan yer, yeni gelen bir dinin taraftarları için de kudsiyetini (belki biraz değiştirilmiş şeküdej muhafaza etmektedir.


\En eski Yunan devrinin halk dinine dair malûmatımız pek eksiktir. Başka iptidaî milletlerde de olduğu gibi, kuvvetli bir demonistik din hükmetmiştir; insan, muhtelif dev ve nahoş varlıklardan kendini koruyup bilhassa tabiat üstü kuvvetlere yaklaşabilmek için lâzım gelen tedbirlere riayet etmeğe çalışmıştır. Deisida-monia, demonik kuvvetlere karşı duyulan havf, haşyet o eski dinin bir hususiyeti idil Bu sebepten insan bilhassa bütün temizlik usullerine büyük bir ehemmiyet atfetmiştir. İlâhî kuvvet kendini taşlarda, ağaçlarda da göstermiştir; bu kökten sonraki ilâhların bir kaçı gelişmiştir: Kermes, Hermae (yolun kenarındaki taş direkleri) lerin İlâhidir; ağaçların ihtiva ettikleri kuvvetleri driad ve buna benzer perilerde şahıslandınlmıştır; bazen de hususi ağaçlar ilâh-


larm sembolleri olmuştur. (Atina- zeytin ağacı; A p o 11 o - defne ağacı). Halbuki ilâhlar hemen hiç hayvan şeklinde tasvir edilmemiştir; bu, eski Şark dinlerinden ve bilhassa Mısır dininden büyük bir farkıdır Ölülere büyük bir saygı gösterilmiştir; ölü ruhlar zararlı oldukları için, onlara kurbanlar sunulmuştur. Bazı büyük kahramanlar, fevkalâde insanlar Ölümlerinden sonra ilâhlaştınhp Heros ismiyle yan ilâhlar sayılmıştır.


tBir çok yer ve faaliyet ilâhları memleketin hemen her köşesinde mev-cud idi. Her amel için ve hayatım her safhası için mütahassıs ilâhlar vardı — çocuklan terbiye eden, ekinleri büyüten, hastalara şifa veren,. şehri koruyan yüzlerce varlık. Dinin bütün özelliği, Walter F. OTTO’nun söylediği gibi, toprağa, yere bağlılıktır.)


(Halbuki eski halk dininin bu ktonik, karanlık ve ekseriyâ tekin ol-mıyan tarafları HOMEROS’un heybetli "esatirinde önemli bir. rol oyna-mamaktadır. M. ö. galiba 9. asırda telif edilen bu esatirde, aydın, yüce, semavî, Olimpas dağına mensup ilâhlar dinin merkezini teşkil etmektedirler. Halbuki bu ilâhlar o zamanki asıl derebeylerin İlâhî bir azamete büyütülen nümunelerinden başka varlıklar değillerdir ki onlann, Z e v s’ in riyasetinde bulunan devleti, yeryüzünde görünen saray hayatının bir aksidirJ(Bu ilâhlar, herşeyi bilir veya her yerde hazır olarak değil, tam insanlar nevinden tasavvur edilmişlerdir. Sonraki Yunan feylesofları, bu dini felsefe bakimından tenkid ederken bazen pek dünyevî maceralara benziyen bu ilâh efsanelerinden alınmışlardır. HOMEROS’ta yerli ilâhlar ve ölüler hemen hiç mevzuubahs değildir; din, eski merasim yerlerinden de aynlmıştır.j


Panteon’un — yani ilâhlar cemaatının — reisi, esas itibariyle gök ve nur ilâhı, ona karşı kimsenin bir şey yapamıyacağı bir hükümdar olan Z e v s’tir. «Parlamak» mânâsına giren bir kökten gelen Z e v s isminin gösterdiği gibi, gökte parhyan olaylarla alâkalı idi; şimşek ve fırtınaları, oturduğu yüksek dağlardan yeryüzüne gönderir. Yağmurun sahibi olduğu için, verimlilikle de münasebeti vardır. Bazen adaletin koruyucusu, sanılmıştır. Fakat daha çok, iradesi mutlaktır; insanlara adalet-. siz ve insafsız görünen amellerde de bulunabilir.


Z e v..s, dünya’nm yarâdanı olmadığı gibi, bazen de başka ilâhlarla beraber değiştirilemez bir kısmetin (moira) iradesine tabi olarak tasavvur edilmiştir. HOMEROS, Zevs için arasıra sırf «ilâh» tabirini kullanmış; ilâhiyatçılar bu görüşü gittikçe benimsemişlerdir.


Mitolojik esatire göre, Z e v s’in zevcesi, «inek gözlü» H e r a, kadınların ve evlenmenin ilâhesidir. Z e v s’in kızı ise, babasının başından çıkan ve bu suretle onun hikmetini şahıslahdıran A t e n a’dır; Z e v s’e 44:-


de nasihatlariyle yardım etmektedir. Kültür getirici, sanat ve sinâatı koruyan, iffetli ve akıllı ilahe Atina şehrini .himayesi altında tutmaktadır; dört senede bir defa yapılan Panatene hayranımda, ilahenin heykeli yeni elbiselerle süslenilip bir çok da müsabakalar icra edilmiştir. Ciddî ve kibar genç ilahenin mukaddes hayvanı, baykuş idi.


A p o 11 o n, büyük olimpiyah ilâhların üçüncüsü, «müdafaa edici», hastalığı, taharetsizliği def’eden, suçlan —•' Öldürme suçunu bile — bağış-lıyan bir varlıktır. 200 den fazla mukaddes isimin mevcudiyeti Anadolu’.-dan gelen bu ilâhın ibadetinin yayılma derecesini isbat etmektedir. Günaha ve hastahğa mübtelâ insanları temizliyen A p o 1 1 o, nizamın himayecisi de olmuştur. Daima eski usullerin muhafazasını teşvik eder, eski ananevi âyîn tertibine devam ettirilmesini ister gibi temsil edilmiştir. Karanlık ve toprak kuvvetlerini şahıslandıran Piton ejderini öldürdükten sonra bu varlığın mukaddes bir yeri olan Delfi’nin de sâhibi olmuştur: mitik olmıyan bir tabir ile, 9. uncu asırdan itibaren bu ilâhın, en eski zamanlardan kalan Delfi’deki kehanet yeri ile bir münasebeti ortaya atılmıştır ki bu birleşme sayesinde evvelâ bir toprak ilâhesine mahsus olan bu yer bir zamanlar Yunanların millî merkezi haline gelmiştir, insanları temizliyen A p o 1 1 o, zaman ilerledikçe aydınlığın, güzel âhengin, kudsî itidalin bir sembolü olmuştur.


Olimpiyah ilâhlar arasında H e r m e s’in ismi unutulmamalıdır. Esas itibariyle yollarda bulunan taş direklerinin, sonra yolların ilâhı olan bu varlık, o sıfatı sayesinde ilâhların habercisi, süratin de kanadh ilâhı, olmuştur. Çocukluğunda, mitlere göre, A p o 11 o’nun öküzlerini çalıp hiddetlenen ilâhı kavalın icadı üe teskin eden bu kurnaz üâh, tüccarların koruyucu ilâhı sanılmıştır.


P o s e y d o n’a gelince, suların, denizin ilâhıdır; ona mahsus mukaddes hayvan, attır. — Güzellik, aşk, bazen de verimlilik ilâhesi sanılan A f r o d i t’in deniz köpüğünden (afros) çıkışını, güzelliği ile insanları büyüleyişini anlatan hikâyeler, sanatkârları her asırda yeni şairane eserler, güzel resimler yaratmağa teşvik etmişlerdir. A f r o d i t, gözü bağlı, küçük bir çocuk şeklinde tasvir edilen aşk ilâhı E r o s’un annesidir.


Altıncı asırda, 12 yüksek ve en mühim ilâha, rivayete, göre Atina’da müşterek sunaklar kurulmuştur. O ilâhlara, Atina’dan başka Yunan şehirlerinde de tapınılmış, sonra da birlikte Roma’ya getirtilmiştir. Onlar, 6 çift halinde tasavvur edilmişlerdir: Z e v s ile zevcesi H e r a, P o s.e y d o h ile Ât e.n a,, harp ilâhı, kuvvetli A r e s ile güzel A f r o d i t; A p o 11 o ile kızkardeşi olan av ilâhesi, iffetli bir kız olan Artemis ki, eski Girit hayvanların kıraliçesi gibi, ormanların hayvanlariyle beraber temsil edilmektedir; ateş ilâhı, aynı zamanda da semavî demirci olan Hefistos ile ocak ilahesi H e s -t i a; H e r m e s ile nebat ve mahsul verici D e m e t e r. Bu ilâhlar, Walter F. OTTO’nun bir sözüne göre, «ezelî idelerin şahıslandır-malan» sayılabilir.


HOMEROS’un gösterdiği ilâhlarda asîl bir sınıfın aksini görmemize mukabil aşağı yukarı m. ö. 750 de yaşıyan HESİOD, Teogoni (yani İlâhların yaradılışı) adlı eserini daha fazla çiftçilere göre bir dinin mümessili olarak yazmıştır. Onda, Z e v s daha fazla adaletin himayecisi, ahlâkların koruyucusudur; orada, moira’lar büe Z e v s’in kızlan olarak temsil edilmiştir. İlâhların münasebetleri iyice tertiplendirilen bîr sistem halinde gösterilip muhtelif yer ilâhlarının da mevkü tespit edilmiştir. HESİOD’da, kaos’tan başhyarak, Gea ve Uranos’un nikâhı, onun kendi çocuklarım yemesi ve artık Z e v s’in meydana çıkması gösterilmektedir.


Klâsik Yunan dini, ince ve hassas ahlâk duygusuna garip ve nahoş görülen esatirden temizlendirilmiş bir surette en mükemmel ifadesini 5. inci asrm büyük dram yazarlarının eserlerinde bulmuştur. Büyük AYŞÎLOS, Z e v s ’ ten hemen monoteistik kelimelerle bahsetmiştir. Dinin en yüksek ülkü ve örneği, SOFOKLES’in (497-406) trajedilerinde temsil edilmiştir. Bu dine nazaran, insanın işliyeceği en büyük günah kibir ve gurur (hybris), ilâhların hasedini uyandıran azamet ve kendi kuvvetlerine fazla güvenmedir. Böyle bir fikir, başka dinlerde de az çok bulunabilir ama, en kuvvetli izlerini Yunan dininde bırakmıştır. İnsanın bu aslî günah karşısında müspet bir ülkü bulması lâzımdır; bu, itidaldir ki insanın, istidadlarmı ahenkli bir surette geliştirmesi, ilâhların iradeleri altında huşu içinde yaşamasıdır. Böyle bir davranış her insanın ona erişmeğe çalışacağı hedeftir. İhsan, insaniyetin hudutlarım aşmadan ilâhların istediklerini işlemekle uğraşmalıdır. Bu «apollinik» itidal, klâsik devrin sanat eserlerinde de kendini göstermektedir.


Bu yüksek dinî ülkülerin ve bu olimpiyah ilâh ülkesinin yamnda, halk dini eski şekillerinde yaşamağa devam etmiştir. Yunanların esaslı merasim yerleri galiba mukaddes korular idi. HOMEROS’tan sonraki zamanlarda, büyük mikdarda mabedler bina edilmiştir. Halkın tapındığı kaba ve iptidaî odun heykeller yamnda bilhassa 5. asırdan itibaren pek sanatkârane ilâh heykelleri yapılmıştır. Büyük heykeltraş FİDİAS’ın elinden çıkan sanat eserleri insanın güzellik ülkülerini harikulâde bir şekilde temsil etmeğe muvaffak olmuştur. Yunan ilâh resimleri, mermer heykelleri bugüne kadar gönül çekici tazeliğini muhafaza edip hâlâ güzellik örnekleri olarak takdir edilmektedir.


Mabedlerde ilâhlara kurbanlar takdim edilmiş, bir kısımlarında hususî bir kurban ziyafeti verilmiştir; bir kısmında kurban yakacak ateşler yakılmış, veya bir vasıta ile ilâhlara gönderilen kurbanlar sunulmuştur. Demek, klâsik kurban mefhumunun iki tarafı mevcuddur; bir taraftan ilâhlarla beraber yemekten dolayı onlarla bir münasebet kurmak; öbür taraftan ilâhlara insanların iştirâk etmediği hediye veya keffaret armağanları takdim etmek; Büyük bayramlarda muhtelif mukaddes yerlerde, meselâ Olimpia’da, hem sanatkârların müsabakaları, hem de spor yarışmaları vuku bulmuştur.


Halkta en eski zamanlardan beri toprak ana’ya tapınılmış, verimlilik âyinleri de icra edilmiştir. Halbuki Anadolu’da görülen, tabiat ile alâkalı ana ilâheler asıl Yunanistan’da pek ehemmiyetli bir rol oynamamıştır. Eski Yunan toprak ana’sı şerefine yapılan merasimin bir merkezi, Elevsis idi. Orada her sene mehabetti âyinlerle D e m e t e r adlı ilâhenin, kaybolan kızı Persefon e’yi korku ve heyecan ile araması canlandınlmıştır. Demete r’in kederinden dolayı mahsul zarar görüp, ilâhenin, yeraltı ülkesinin kiralın kaçırdığı, şimdi de o ülkenin kıra-liçesi olan kızım bulduğundan sonra dünyada neşvünema yeniden başlar. -Maamafih, zaman ilerledikçe, bu hikâyeyi temsü eden majik âyinler değil, insan hayatının bir sembolü sanılan efsanenin kendisi halkın ilgisini celb etmeğe başlamıştır. Mistik cereyanlar Yunan dinine sirayet ettikçe bu merasim de zenginleşmiş, yeni bir mânâ kazanmıştır. Deme-t e r’in kızım yeraltı ülkesinden kurtuluşu gibi, insan ruhunun da ölüler ülkesinden ( H a d e s ) kurtulabileceği hakkında bir ümit belirmiştir. Elevsis’deki sırrî (gizli) âyinlerde, ruhunu kurtarmak istiyen namzed hususî bir törenden geçmeliydi; antik devrinin edebiyatçı ve şairleri bu âyinlerin temizleyici kuvvetini, merasimin unutulmaz tesirlerini hayranlıkla titriyen sözlerle övmüşlerdir.


Olimpiya’h ilâhlardan başka bir ilâh mefhumu, esasen Trakyah bir hayvan ilâhı olan D i o n i s o s’un şahsiyetinde kendini göstermektedir. Ona bilhassa, kendilerinden geçmiş sarhoş kadınlar tarafmdan ibadet’ edilmiştir. Pek esrarengiz hüviyetini, çıldırmış gibi kendi hadlerini aşan, ormanları koşarak geçen, artık ilâhın mukaddes hayvanım parçalayıp yiyen kadınların şu kelimeleriyle ifade etmeğe çalışılmıştır :


x Gel, gel, şeklin nasıl olursa olsun,


Dağların boğası sen, yüzbaşh yılan,


yanan alevle aslan,


Ey ilâh, hayvan, sırr, gel! j


çD i o n i s o s, üzüm ile temsü edüen bir verimlilik dâhidir; onun şahsiyetine, eski şarkın «ölen ve tekrar hayata kavuşan ilâh» anlamı eklenmiştir. Esas itibariyle pek garip ve bazen hayaya aykırı merasimi,


ilâhm ibadeti bütün memlekete intişar ettikçe medenî ve ahlâkî usullere göre bir değişikliğe uğramıştır. Bundan ötürü kültür sahasında derin tesirler bırakmıştır i o n i s o s’un coşkun ve heyecanlı abidlerin koro halinde söyledikleri şarkılar ve İlâhilerden klâsik ditiramb şekli gelişmiştir ; onların şakalarından komedi, ilâhm ölümünde yaktıkları ağıtlardan trajedi inkişaf etmiştir — demek, şimdiki tiyatro şekilleri, D i o -n i ş o s merasiminden kıymetli bir mirastır. D i on i s o s’lu din duygusunun hususiyeti, vecid ve serhosluktur: insan, ilâhla birleştirmeği umar: Demek ki aydın, tefrit ve ifrattan kaçan A p o 1 1 o__dininin klâsik itidalin tam tezadıdır. >


D i o n i s o s dininin tasavvurları ile, Orfizm karışmıştır. Bu din, esatire göre Menad, yani coşkun ve aşık peri kızlarının parçalanchrdıkla-fFöRFE’ye bağlıdır ki o mitik şair, tatlı şarkılarîylevahşi "hayvanlan bile munis yapmağa muvaffaE~ölmuştur. Halbuki esaslı (İrfizm, pek sert bir zühd've riyazet vasıtasiyle ruhu temizlemeğe çalışan bir felsefedir; bundan, garp âleminde ilk defa olarak vücudun, ruh zindanından başka bir şey olmadığını (soma sema), aslen de Eer maddeden serbest olan uhttn~~tenâsüh- kânunlanBartabr-olduğunu......söyliyen ~düktrmler~7iava


çıkmıştır. Orfik teolojide pek enteresan bir yaradılış esatirine rastlarız: Z e v - s , Dionisos-Zagrevs adlı bir oğul tevlit eder; o çocuk, kalbi müstesna, Titanlar tarafından yenilir. Z e v s, kalan kalbi yedikten sonra, Semeie adlı bir kız ile yeni bir Dionisos’u tev-lît ettikten sonra Titanları ateşle yakar, onların külünden insanları yaratır ki şimdi hem titanik (yani: İlâhî olmayan) ve İlâhî unsurları içinde taşırlar. İlâhi kıvılcımların kurtuluşu riyazet, muhtelif yemeklerden ic-tinab ediş, ruhanî tasfiye ile vâki olabilir. Tasfiye edilen ruh artık7~ken-dî~anavatanı olarryıtdızlara döner.           ~ ~


Bu telâkkilerin en mühim mümessilleri, cenubî İtalya’da m. ö. 510 da vefat eden meşhur matematikçi ve musikici PİTAGOR, hususî bir tarikatın kurucusu, ve ondan bir asır sonra- yaşıyan EMPEDOKLES’tir ki, kendini, artılı fani bir insan değil, ölümsüz bir ilâh olarak tavsif etmiştir


Bu muhtelif din şekilleri yanyana yaşamışlardır. Eski Yunanistan şümullü bir devlet olmadığı için özel bir «devlet dini» hiç zamanda mev-cud değildi. Şehirlerde ayn ayrı ilâhlara tapınmıştır; memleketin siyasî vaziyeti, Yunan milletini şâmil bir tanrı anlayışına sevketmemiştir. Birçok küçük şehir ve eyaletlerin ilâhları — esas itibariyle aynı din duygusundan, aynı tarihî kaynaklardan gelmelerine rağmen — bir türlü birleşti-rilemediler. Halbuki her eyalet ve bilhassa Atina şehri, an’anevî dinî merasimi sertçe muhafaza etmiştir. îlk zamanlarda âyînleri icra eden bizzat kral idi; demokrasinin kuruluşundan sonra gittikçe bir kâhin sınıfı husule gelişmiştir. Kâhin vazifesini asîl ailelerin âzalan, fahrî olarak icra


?l.8


etmişlerdir; kurbanların bir kısmı onlara tahsis edilip başkaca ikramiyeler verilmiştir. Bazı yerlerde, kabineler ilâh ve bilhassa ilahelerin hizmetinde bulunmuşlardır.


M. ö. 6. ve 5. asırlar, din tarihinde gayet önemli bir zamandır. Dünyanın bütün uçlarında — Çin’den başlıyarak — yeni dinî cereyan, yeni felsefî hareketler meydana çıkmağa başlamışdır. Yunanistan’da dram yazarları eski dinin en yüksek seviyesini-gösterdikleri gibi, feylesuflar da yeni dinî telâkkiler ileri sürmüşlerdir. 474 senesinde ölen KSENOFANES, eski ilâh hikâyelerine ve bilhassa Z e v s’un muhtelif aşk maceralarını ima ederek, halk ve HOMEROS’un eski tasavvurları aleyhine kullandığı şiddetli tabiriyle meşhurdur:


HOMER ile HESİOD çalmak, zina etmek ve birbirini aldatmak gibi insanlarda ayıp ve hakaret sanılan bütün günahları ilâhlara atfetmişler.


Ana’anevî ilâh tasavvurları aleyhine de söz açmıştır :


Eğer atların ve öküzlerin elleri olsaydı, onlar ilâh heykellerini at ve öküz şekillerinde yaparlardı.


(Anadolu’nun cenubu-garbî kenarında oturan büyük yunan tabiat feylecsflan. jahsî kanaatlanııa göre ya suyu (TALES), ya hava’yı (ANAKSİMENES), yahud da ateşi (HERAKLİT) dünyanın ash sanmışlar, buna müallik teorilerini işlemişlerdir. Bu son şahsiyet, Yunan tabiat feylesoflarının en büyüğü, tevarüs edilen dinden çekinip bütün ilâhların arkasında bir vahdet, bir ilâh prensip! görmüştür ki onda, dünyanın gidişi için lâzım olan bütün tezadlar birleşmektedir:)


Yegâne muhakkak olan bir mahiyet, kendinin Z e v s ismiyle isim-lendirümesini hem ister, hem istemez.


HERAKLİT’te İlâhî yaratıcı prensip logos (yani kelime) kelimesiyle vasıflandırılmıştır; bu fikir, bundan sonraki teolojik sistemler için gayet ehemmiyetlidir.


Yeni gelişen tabiat bilgisinin ilim ile iman arasındaki münasebetleri araştırmasından dolayı, eski dinî tasavvurla, ataların âdetlerine gösterilen saygı ve hürmet azalmağa başlamıştır. Bazı bilginlerce ilâhlar, en eski zamanlarda harikulâde müessir işleri dolayısiyle ilâhleştirilmiş insanlardır. (Bu teoriyi uyduran EVHEMEROS isimli.zat olduğu için, bu gibi denemelere Evhemerism jjenilir).) Başka bir görüşe nazaran ilâhlar tabiatın muhtelif olaylarını şahıslandırmaktadır. Sofistler ise, tam bir agnostizism göstermişlerdir; bunlar, ilâhlar hakkında bilgileri olmadığını söylemişlerdir. Onlar da, ilâhların aslının insan olduğunu beyan etmeğe uğraşmışlardır: ilâhlar, faydalı olanın taşahhüsleri, yahud akıllı devlet adamlarının, halkı tanzim etmek maksadiyle icad ettikleri varlıklardır. Artık insan, her şeyin ölçüsü sanılmıştır.


 ‘•Felsefe ve hikmetin en büyük öğretmenlerinden biri — belki de onların en önemlisi — SOKRAT’tır (469-399). Onun tahakkuk ettirmeğe çalıştığı gaye, ahlâk bakımından doğru olanı ayırd etmektir. Bu doğruluk prensipini murakabe ve vicdan imtihanı vasıtasiyle tanıyan insan, bütün hayatında, nerede ve hangi vaziyette bulunursa bulunsun, gerçekleştirmeğe uğraşacaktır. SOKRAT, İlâhî bir sesin (daimonion)teşvi-kiyle hareket edip memleketin~terBîyecisi olduğundan~emîndi: onun va-zffesVTnsanlarm hepsini, vicdamn sesine kulak verip dıştan veya içten gelen hiç bir vesveseye tabi olmaksızın doğru yoldan ayrılmamalarını teşvik etmektir. Ona göre, irade ve fazilet bir olmalıdır; faziletten ayrı olan bir iradenin faydası yoktur. Bunun için SOKRAT, uzun konuşmalarında her vatandaşının vicdanını uyandırıp kendine göre doğru yolu göstermeğe çalıştığı gibi, kendi ödevine sadık kalarak hükümetin kendisine içirdiği zehri tam bir itaatle içip ölmüştür.)


VBurada SOKRAT’ın şakirdlerinde, en önemli mümessili DÎOGEN olan Kynik mezhebini zikretmemiz lâzımdır; onda, fazîlet ve bilhassa çok uğraşmakla kazanılan fazîlet, hayatın merkezini teşkil etmektedir; her nevi neşe ve hevese karşı derin bir nefret duyulmaktadır. — .Neşe ve heves, insanı fazîlet yolundan çıkartan tehlikelerdir.1}—


SOKRAT’ın kendisi bir tek satır bile yazmamıştır; öğrettikleri, bfee şakirdi olan EFLÂTUN (PLATON) (427 - 347) sayesinde gelmiştir. Dialoglarmda, üstadının sözlerine dayanarak onun fikirlerini inkişaf ettirmiştir; SOKRAT’ın eserini yalnız EFLÂTUN’un aynasında görmekteyiz. EFLATUN bütün garp dünyasının felsefe tarihinde hudutsuz bir tesir bırakmıştır. .Eserlerinde orfik ve d’onisik mistikliğinin ham maddelerini temizlemiş, tasfiye etmiş, mükemmelleştirmiştir. İnsan ruhunun, kemale kavuşmak istemesi, ruhun aslında İlâhî olmasına bir delildir. Hakikate erişmeğe çahşmak suretiyle, ruh gittikçe kendi aslına yaklaşabilir. Ruh ezelde mevcud idi; bildiği her şey, yalnız ezelde bildiği şeyleri n bir hâtırasıdır. Aslına giden ruhanî hareket, kuru bir çalışmadan, sert bir riyazetten uzak kalarak, heyecan, şevk, aşk içinde bir yükseliştir. Hislerle duyulan bu dünya, ezelî ve ebedî olan mükemmel ide’lerin bir suretidir ki bu suretten vazgeçip ebedî numunelere erişmek insanın gayesidir. Bu idelerin en yükseği, iyi olanmkidir.


C EFLÂTUN’un bu ana fikirlerine bir kaç asır sonra PLOTİNOS (m. s. 207 - 270) tarafından daha mistik bir ifade verilmiştir. PLOTİNOS’un en mühim fikri, yine ruhun, ezelL;ve ebedî ahadiyyet ile birleşmesidir. Dünyanın bu ahadiyetten derece derece feyizler şeklinde çıktığı gibi, ruh biı yolda aksi istikâmette de kendî~âsiına erişmeğe çalışır; EuUıayatta mümkün öîân enberin saadet, ruhun, vecdin ifade edümez nadir” anlarında bulduğu vuslattır ki belki insanın uzun zaman fazîlet ve riyazet ije meşgul-olduğundan sonra, bunu Tanrı kendisine bahşeder. Bu sistem- , de dünyânın hemen hiç bir kıymeti yoktur. EzdFlîıır kendinden taş-mak suretiyle nus’u — yani: ezelî ide’leri taşıyan varlığı — dünyaya ge-tirirî~o~nûs’tan dünya ruhu, ondan tek ruhlar çıkmaktadır, İnsanın ruhiı, üâhî aşk vasıtasiyle kendi aslına benzemeğe sevkettikten sonra artık ~ ohunlâÖîrlAşecektir. PD0T1N, Ennead adlı altı kısımlık büyük eserin-• de,~şahsi olmıyan bir Tann mefhumunu bildirmekle beraber hem hristi- "z yan, hem de müslüman mistik cereyanlarda derin bir iz bırakmıştır


Kurtuluşa kavuşmağa uğraşan bu derin mistik din yanında, EFLA-TÜN’un şahsî şakirdi ARÎSTOLES’in (384 - 322) felsefe sistemi görünmektedir. Bu âlim, yaşadığı zamanda mevcud olan ilmin hemen hepsini toplayıp dünyanın bütün olaylarında âlemşümul bir nizamın mevcudiyetini göstermeğe çalışmış, bügilerin hemen bütün sahalarında gelecek asırların İlmî teşebbüslerinin temellerini atmıştır. COna göre, İlâhî prensip «ilk muharrik» tir ki kendisi müteharrik değildir; o, maddesiz kullî ruhtur. Her şeyin maddesinden tahakkuk etmek istiyen şekil çıkar; bu suretle, ruh, vücudun hakikî şekli olarak kabul edilebilir. İslâm felsefesi ARİSTOTELES’in doktrinlerini neo - platonism fikirleriyle karışmış bir şekilde benimsemiş ve genişletmiştir. Yunanlı üstadın sistemleri — ve bilhassa mantık sistemi — hristiyan mütekallim ve ilâhiyatçılarının nazariyatında ne kadar büyük bir yer tuttuğu malûmdur.A


Antik devrinin en önemli dinî - felsefî cereyanı ise, Stoa idi. O cereyanm kurucusu ZENO, M. ö. 264 senesinde vefat eden suriyeli bir feylesof idi. Stoa’ya mensup feylesofların tasavvurlarının an’anevî dine karşı aldıkları tavırda birbirinden farklı olmalarına rağmen, hepsinde derin bir ahlâk duygusu vardı.) Fazîlet, dünya nizamına uygun bir şekilde yaşamaktır; bu dünya nizamı, İlâhî bir Tanım, İlâhî bir pfensiptîr. Halkın taptığTTîâfi7~GevYıe heros’lara gelince, yalnız bu ezeli kuvvetten gelen varlıklardır. Dünyanın mânâh bir nizamının mevcud olmasına ina-nıştan7~ahlâkları yenîîemeğe çalışma fikri doğmuştur. Stoa'hlar, insanın yüksek ahlâkî fıtratın üzerinde durmuşlardır; insan, bu kabiliyetini kâfi derecede geliştirince dıştan gelen bütün sıkıntılara ehemmiyet vermeden tamam bir iç hürriyetine mâlik olur. Dünya nizamına uyularak işlenilen amellerden biri, geniş bir müsamaha, millet ve sınıf hadlerini aşan bir insan sevgisidir; SENEKA’nın bir sözüne göre: «Bir insanın bulunduğu her yerde, iyi amellerin işlenilmesine imkân vardır.»)


Milâddan sonra Stoa felsefesi bilhassa Roma’da intişar etmiş, ona mensup olanlardan M. s. 65 senesinde ölen SENEKA, M. s. 130 vefat eden topal köle EPÎKTET ve împerator MARK AUREL hayat ve yazılan vasıtasiyle milletdaşlarının çoğu için ihtirama değer, güzel bir insa-niyyetin örnekleri olmuşlardır. Saadet ve bahtsızlığı aynı huzurla kabul eden bu feylesoflarm eserleri, hristiyanhkta da takdir edilmiştir.


ZENO’nun bir çağdaşı, EPÎKUR idi. Bu feylesof, insanlara, ebedî saadeti içinde ve dünyanın kederlerine bakmaksızın oturan ilâhlara ümit ve korkudan uzak bir ihtiram ve sevgi ile tapmalarım öğretmiştir, ilâhların bu hali, insanlar için güzel bir örnek sayılmıştır; onlar gibi insan da neşeli bir huzur içinde yaşasın, şehevî ve alçak fikir ve amellerden de vazgeçsin. İlâhlar — huzurun nümuneleri olmakla beraber — dünyanın gidişine bakmadıklarından insan, İlâhî bir zevkle tam bir ruh sükûneti kazanmağa çalışsın.


Atina’daki Akademi, klâsik Yunan felsefesinin merkezi, imperator JUSIİNİAN tarafından kapatılmış, M. s. 529 eski felsefî hareketlere bir son verilmiştir.


RESCHER, Ausführliches Lexikon der griechischen und römischen Mythologie, 1884 v.s. — PAULY - WISSOWA, Realenzyklopaedie der klassischen Altertums-wissenschaften. 1894 v.s. — U. VON WİLLAMOWÎTZ - MÖLLENDORF, Der Glaube der Kellenen.—O. KERN, Mie Religion der Griechen, 1928.— P. NİLSSON, Geschichte der griechischen Religion, 1941, 1950.— Walter F. OTTO, Die Götter Griechenlands, 1934 — Walter F. OTTO, Dionysos, 1933. — R. PETTAZZONÎ, La religion de la Grece ancienne, 1952. — G. O. FÎELD, Die Philosophie Platons, 1952. — W. JAE-GER, Aristoteles, 1927. — E. ROHDE, Psyche.


ROMALILAR

Roma ile Yunan dinleri arasında bir çok müşterek ilâhlar sayesinde zahirî bir benzerli mevcud ise de, bu iki din esas itibariyle birbirinden pek farklıdır. Yunan ilâhlarının, çeşit çeşit esatirde çok canlı birer şahsiyet olarak temsil edilmelerine karşılık, yerli Roma ilâhları hüviyetleri inkişaf etmemiş, gölgeler kadar zayıf şahsiyetler halinde kalmışlardır.


En eski zamanlarda, Roma’da majik usuller büyük bir rol oynamıştır; dinde büe bu majik görüşün müteaddit izleri görülmektedir. Bu dinin bir hususiyeti, hemen her vakada yeniden ortaya çıkan faaliyet ilâhları ile fazilet ilâhları, çok sık olarak da vakanın kendisini şahıslandıran ilâhlardır. Onlar, başka dinlerin gelişmelerinde görünen kaidelere göre hepsine şâmil olan bir yüce Tanrının fonksyon veya sıfatlarına tahavvül etmemiş, Roma’nın bütün din tarihi boyunca ferdî varlıklar halinde yaşamağa devam etmişlerdir. Bu tabiat üstü varlıkların en önemlüeri, çiftlik ile âile hayatına aittir:


Sterkulinus adh bir üâh, tarlanın gübrelenmesine bakar; Verkuator, toprağın sapanla ilk defa yarılmasına, R e p a -r a t or ise, bu işin tekrar edilmesine, İmporkitor’a gelince, üçüncü çift sürmesine yardım eder.


Her ameliyeye mahsus bir ilâh vardır:)


(Subriator, yaban otlarm söküp atmasının korucusudur... tâ hasadda inayetini gösteren M e s s o r ile buğdayın mahzenlerden çıkarılmasının ilâfiı olan Promitor’a kadar sayısız faaliyet ilâhlarına rastlanmaktadır.


. Faziletler de — F i d e s, vefa, ile başhyarak — tamamen ilâhlaş-tınhmşlardır. İstediğimiz kadar kolaylıkla bulunan misallerden, insanın hoşuna giden bir misali daha alalım: Bakır paranın ilâhı, Aeskula-n u s adh bir varlık, vardı ki M. ö. 301 senesinde bakır yerine gümüş paranın kullanılmasına başlandığı vakit, kendisinin Argentinus, yani «gümüşlü», isimli bir İlâhî oğlu dünyaya gelmiştir.)


Romalı dinin ilk devrinde en büyük rol oynıyan ilâhlar, Jüpiter ve Kvirinus’ tur. Jüpiter bilhassa çiftliğe bağlıdır; esas itibariyle göğü temsil eden bir ilâhtır; bu sıfatından dolayı, hem yıldı-nmm hem de andın ilâhı sayılmıştır. Onun yanında, nikâhın kudsiyeti-ni muhafaza eden zevcesi, iri gözlü J u n o hüküm sürer. Mars, harb ilâhı, bazen Roma milletinin atası gibi telâkki edilmiştir. Kvi-r i n u s ’ un fonksyon ve sıfatlarının farkına henüz tamamiyle varamadık.


Bize gelen dua numuneleri, ilâhların isimlerini sırasiyle saymak suretiyle, kapımn, açmanın, başlangıcın üâhı olan J a n u s adiyle başlamaktadır. (Onun ismi halâ J a n u a r, janvier ayının adında görülmektedir). Hem geleceğe, hem de mâzîye bakan kapı ilâhı resimlerinde iki başlı, yahud iki yüzlü olarak tasvir edilmektedir. Zikri geçen bu sırada görülen son İlâhî varlık, evde yapılan ibadette en önemli yer tutan V e s-t a, yani ocak ilâhesidir. Roma şehrinin ve bu suretle de bütün memleketin ocak ve merkezini teşkil eden V e s t a mabedinde, evvelâ dört, sonra altı, daha sonra da yedi kadın kâhin tarafından hizmet edilmiştir. Bu hatunlar, rahibeler nevinden, daima iffetlerini muhafaza etmekle mükellef olup aksi takdirde şehrin ve milletin emniyetini tehdid eder gibi sayılıp idam edilmişlerdi. Resmî âyinlerde özel vazifeleri vardı; kendilerine derin bir saygı gösterilirdi.


Her yerin iyi bir himaye edici perisi, bir L a r ’ ı vardı. Mahzene (lat. penas) bağh olduklarından, P e n a t ’lar diye isimlendirilen bu ev perilerine, hususî ibadetin en büyük kısmı teveccüh etmiştir. Her insanın da özel bir hayat verici, koruyucu perisi mevcuddur ki, erkeklerde bu perinin adı g e n i u s, kadmlarda J u n o idi. Bu, eski ani-mist dinin kalıntıları olsa gerektir: g e n i u s hayat ile alâkadar olan ruh prensipinin bir teşahhüsüdür.


En eski zamanlarda mabedler bina edilmemekle beraber, merasim komplike ve sert kaidelere tabi idi; bütün din tarihinde, Romalı dininde olduğu kadar titiz talimata hiç rastlamamaktayız; âyinler en ufacık teferruata kadar tertiplendirilmişti, duâlar bile en ehemmiyetsiz görünen söz ve hareketlere kadar değiştirilemez bir nizamın altında, idiler. Bugünkü Roma kilisesinin gayet sert formül ve talimatında bu fikirlerin aksi görülmektedir.


Esas itibariyle, kıral, kâhinlerin en yücesi idi; isimleri geçen üç büyük ilâha bağh olan üç flamen (yani Jüpiter’in kâhini flamen dialis, sonra flamen martialis, flamen kvirinalis) saygı ve hürmete lâyık olmakla beraber aynı zamanda pek güç ve hayatın hemen bütün taraflarım ihata eden tabu - kaidelerine riayet etmek zorunda idiler; bilhassa flamen dialis’in hattı hareketi hakkındaki emirler çok komplike idi.


Bu büyük üâhlann yanında başka küçük ilâh ve perilere lâyık olan ibadeti icra eden kâhin zümreleri vazifelerini görmüşlerdir; çoban ilâhı G.’an F a v n u s ’ a merbut zümre, Luperci idiler. Mühim bir rol oym-yan başka bir cemiyet, ilâhların isteklerini kuşların uçuşuna bakarak tâyin eden Avgur’lar idiler;eski Babü'de görülen ve bilhassa İtalya'nın aslî sekenesi sayılan Etrusk’lerde cari olan ciğer falına bakış,. Roma’da tevarüs edilen usullere göre işlenilmiştir. Merasimin hazırlanmasına ve icra edilmesine bakmak, Pontifeks denilen kâhinlerin vazifesi idi; onların başı, pontifex maximus unvanım' taşıyan bir zattı. Bu tabir, hristiyanhğa da, papanın bir unvanı olarak sirayet etmiştir.


Tarkvin’li devrinden itibaren, Roma dininin muhiti genişlemeğe başlamıştır. Jüpiter optimus m a x i m u s, yani en iyi, en yüksek Jüpiter’in şerefine Roma hisarında vuku bulan âyinlerin ehemmiyeti artmış, bu ilâh da, bir dereceye kadar fatih ve muzaffer Roma devletinin İlâhî teşahhüsü sayılmıştır. O zaman, Roma’nm ilk devrinde bile mevcud olan Etrüsk tesiri ve Yunanistan’ın, bir az kuru olan Roma dinini canlandıran ruhanî kuvvetinin bıraktığı izleri göze çarpmaktadır.


Napoli civarında bulunan Kumae isimli, A p o 1 1 o’ya mahsus bir' mukaddes yerden M. ö. 520 senesinde sibylla mıönşe’li kitaplar Roma’ya getirtilmişti. Bunlar, fal sanatına alâkalı yazılardır ki, onlar sayesinde fal sanatı da Roma’nm millî âyinlerine girmiş, onlardaki teşviklerle Yunan, sonra da şark dinlerine ait mefhumlar ve muhtelif Romanın dinî tasavvurlarına sızmıştır. Sibylla’lar ise, hristiyan ilâhiyat ve sanatlarında Tanımın sözlerini en eski zamanlardan beri bildiren ârif kadınlar olarak tasavvur edilip lâtince hristiyan İlâhilerinde bile bir yer almışlardır


O zamana kadar, plebey’ler, yani basit halk, avam, merasime iştirâk edememiştir. Bu hakka malik olduktan sonra, Yunanistan’dan gelen ilâhları seve seve kabul edip onlara ibadet etmeğe yardım etmişlerdir. İlâhlarla birlikte Yunan esatir ve ilâh resim ve heykelleri de Roma’ya gelmiş, müphem Romalı ilâhlara daha şahsî bir şekil vermişlerdir. O zaman, Yunan Z e v s, Romah Jüpiter ile mukayese edilip hemen her Yunan ilâhının bir karşılığı bulunulmuştur. M. ö. 217 senesinde Yunan din sisteminde toplanan 12 ilâha (6 çift, bak. s. 45) tamamen Roma’da vatandaş haklan verilmiştir. Bu birleşme, tâ eski zamanlardan beri mukaddes kanunlarda tespit edilen «yerli» ile «idhal edilen» ilâhlar arasındaki aynhğı bertaraf etmiştir. Bu hareketten 13 sene sonra, Sibylla menşeli falın sözlerine uyarak Anadolu ana ilâhesi K y b e 1 e’-nin taş heykeli, bütün düşmanlan memleketten kovsun diye Roma’ya getirtilmiştir. Asyah dinler Roma’ya akın etmeğe başlamışlardır, Neticede aslî halk dini aynşmış, felsefe ve bilhassa Stoa felsefesi, âlim ve bilginler tarafından eski dinin yerine konulmuştur. Öbür taraftan, halkta hüküm süren bâtıl itikad, kendini binbir renkte göstermiş, müneccimler (kalde’ler, yani eski Babil’den gelen ve oradaki astrolojiden ilham alan kimseler) üe sihirbazlar arttıkça avamı büyü ve hurafeleriyle aldatmakla çalışmışlardır.


İmperatorlar zamanında, eski âyinlerin yenilendiği görülmektedir. OGÜST, klâsik devre ait merasimi yine canlandırmakla uğraşmıştır. Halbuki o zamanın en enteresan dinî olayı, imperator şerefine yapılan âyinlerdir. Esas itibariyle bu perestiş, saltanat süren imperatorun ge-nius’u ile ilâh mertebesine yükseltilen seleflerine ait idi; ama, DÎOKLE-TİAN’m devrinde, henüz yaşamakta olan imperator ilâhhğa nakledilmiştir. Maamafih OGÜST’ün gördüğü saygıyı, başka bir imperator görmemiştir. Bu merasim, Roma devletinde birleştirilmiş ayrı ülke ve milletlerin birlik duygusunu kuvvetlendirmiştir: hükümdara hürmet etmek ve tapınmak, devletin getirdiği saadeti şükran ve memnuniyetle takdir etmek demekti. Yahudiler, bu merasime iştirak etmeğe mecbur değillerdi; o âyîn, Roma devletinde mevcud olan sayısız başka dinlerin hepsinde — yeni gelişen Hristiyanlık müstesna — makbuldü.


Bütün dinî tasavvurlarda, o zaman küllî bir bakış peyda olmuştur: Romalı şehirdaşm eski zamanlarda yabancı ilâhlardan nefret edip çekinmesine rağmen, hafidlerince o esrarengiz varlıklar Roma’da tanınmış ilâhların kopyalarından başka bir şey sanümamıştır: her yabancı milletin en yüce ilâhı bir surette bir Jüpiter, her harb ilâhı birer Mars olarak telâkki edilmiştir, (interpretatio romana).


ROMA DEVLETİNDE DİNLERİN KARIŞMASI.


M. ö. 204 senesinde, Asyah ana ilâhe K y b e 1 e ’ nin Roma’ya getirilmesi üe şarklı dinler oraya yani garp memleketlerine girmeğe başlamıştır. Vatanı Anadolu olan bu üâhenin vahşî ve garip merasimin en önemlisi, ilkbaharda vaki olan büyük’ bayramdı ki, kâhin namzedleri orada — esatire göre Kybele’nin maşuku olan Attis’in yaptığı gibi — üâhe şerefine kendilerini hadım ederlerdi.


Bu dinî tasavvurların Asya’dan gelmelerine karşılık, Mısır’dan da îsis üe Serapis’e ibadet âdeti Roma’ya gelmiştir. Sera-pis burada, eski Mısır’da î s i s ’ in kocası olan O s i r i s’in yerine geçmiştir. Bu üâhlara tapan cemiyetin, sık bir kurum halinde organize edüen kâhinleri her gün müessir âyinler icra etmişlerdir. Roma’h-larin çoğu esrarengiz takdis ve açılış töreni vasıtasiyle î s i s’ in sırrına, ilân ettiği ölümsüzlüğe iştirak etmekle uğraşmışlar, insanın dinî duygu ve ihtiyaçlarını tatmin eden, resimlerde çok defa Horus çocuğunu kucağında tutar halde tasvir edilen bu ilahe, Roma kadınlarının da cikkat ve sevgilerini celbetmeğe başlamıştır.


ÇM. ö. 1. asırdan beri Romalılar ve bilhassa askerler, îranhlarla carî olan savaşlar sebebiyle İran menşeli M i t r a perestişini görüp benimsemişlerdir. Bu din, eski safiyetini muhafaza etmeyip babilli yıldız ibadetiyle yeni bir kül haline gelmekle beraber, Romah ordunun pek beğendiği bir dünya görüşünü bildirmiştir. i t r a ’ ya inanış zaten İran’da da, bilhassa şimalî - garbide oturan kabilelerin cömertlerinde mühim bir yer tutmuş, daima muhariplerin dinî imiştir. Romah askerlerle beraber memleketin ta şimal ve garb sınırlarına kadar intişar eden bu dinin mukaddes yerlerinin hâlâ Almanya ve Fransa’da kalıntıları mevcuddur. Hemen bütün Roma devletine yayılan bu din, yeni gelen Hristiyanhğm en kuvvetli murakıbı idi. M i t r a âyinleri, yeraltı mahzenlerinde veya dağlardaki mağaralarda icra edilmiştir; böyle bir makamda yüzden fazla insan yer almıştır.) Misterlere giren namzed, seneler boyunca bir kaç dereceden geçip muhtelif mertebelere terfFedüebil-mişfîr; halbuki 7 inci? yani en yüksek, mertebe yalnız kâhinlere mahsus kalmıştır.


i t r a , esatire göre insanlara yardım etmek maksadiyle mitik boğayı öldürdüğü, mütemadiyen mücadelelerde bulunduğu gibi, insan da, nefsanî heveslerini bastırıp kalbini temizlemeğe çalışmalıdır. Bu dinde en çok istenilen faziletlerin, cesaret, itaat, açık gözlük olmasından ve kendine mensup olanların ahlâkım kuvvetlendirmesi dolayısiyle askerlere çok uygun gelmiştir. M i t r a dini, güneş ibadetine de bağlanmıştır; M i t r a esas itibariyle bir güneş ilâhıdır. Onun şerefine icra edilen âyinlerin son cümlesi şudur:


Labbeyk ya Rab, sularm sultanı, labbeyk, arzm kurucusu, labbeyk, ruhun hükümdarı. Ya Rab, yeniden doğmuş, kendimi yükselterek vefat eder, yükseltmiş ölürüm. Hayatı tevlid eden doğumdan peyda olup yok olmağa eriyerek gidiyorum, senin kurduğun, senin tertiplediğin, senin yarattığın İlâhî sırra uyarak yolumdan yürüyorum.)


Roma’ya gelen Suriyeli çiftçilerle tacirlere gelince, kendi üâhları-m beraber getirmişlerdir. Hımısh bir âileye mensup olan imperator HE-LÎOGABAL, şehrinin yerli ilâhım Solinvictus Elagabal (yani: yenilmez güneş Elagabal) isim ile memleketin en yüce ilâhının yerine yükseltmek istediyse de, muvaffak olamadı. Bununla beraber, çok defa M i t r a dini üe karışan «yenilmez güneş» in tesiri, İm-peratorlar devrinin sonunda pek genişledi. O asırlarda gelişen sinkre-tistik din tasavvurunda, güneş bir merkez teşkil etmiştir; yenilmez güneşin yeniden doğduğu gün, (25. aralık) hâlâ hristiyanhkta İsâ’nın doğum günü olarak telâkki edilmiştir; en eski hristiyan resimlerinden birinde, îsâ, bu güneşin nişanlarım taşır gibi temsil edilmiştir.


Şarktan Roma’ya gelen bütün dinlerin, merasime müteallik birer lejandı var ki müessir muhteviyatı (ekseriya bir ilâhın ölüp tekrar hayata kavuşması), müminlerin kalblarma dokunmuş ta derin bir iç tecrübe husule getirebilmiştir. Bu lejandlar, merasimde temsil edilmişlerdir. Âyinlere iştirak edecek namzed, esrara vâkıf olup İlâhî mukaddesata bile iştirâk ederek üâhın geçirdiklerini de geçirmek suretiyle — yani, ilâhla beraber ölüp yeni bir hayata uyanmak suretiyle — öbür dünyada da uğurlu bir kısmet kazanacağı hakkında kuvvetli bir ümit beslemiştir. İnsandan istedikleri kurban, riyazet ve şâire bu şark dinlerinde kolay değüdi; dindar, her şeyi, her dünyevî lezzeti feda etmeğe hazır olmalıydı. Mukaddes yemekler de, takdis edilenler arasmda aynlamaz bir rabıta kurmuştur. Eski zamanlarda insanlar, kendi milletinin dini vası-tasiyle birbirine merbut bulunmalarına rağmen, şimdi ferdin kurtuluşu insanların ügilerini celb etmiş ve takdis edüenlerin, millî olmıyan, özel kanunlarına nazaran yaşıyan cemiyetlerde birleşmeleri, millî cemaatların yerine geçmiştir.


G. WlSSOWA, Religion und Kultus der Römer. 19122 . — F.’ALTHEÎM, Rö-mische Religionsgeschichte, 1931 - 1933. — C. CL.EMEN, Die Religion der Etrusker, 1936. — E. CUMONT, Les religions orientales dans la paganisme romain. 19092; — R. RElTZENSTEÎN, Poimandres, 1904. — J. LEİPOLDT, Sterbende und • aufer-stehende Götter, 1923. — R. REİTZENSTElN, Die hellenistischen Mysterienreligî-onen nach ihren Grundgedanken und Wirkungen, 1927a. — H. LEİSEGANG, Die Gnosis, — H. PREİSKER, Neutestamentliche Zeitgeschichte, 1937.


İptidai kültürlerin hepsinde, insan, ferdî bir şahıs olarak değil, yalnız bütün soyun bir parçası, âilesinin külliyetini şahıslandıran bir varlık şeklinde hareket etmektedir. Soyun üyelerini birbirlerine bağhyan tesanüt, eski Jermenlerde kendini geniş mikyasta göstermiştir. Akrabaları birleştiren, bütün aileye şâmil bir hayat kuvveti, müşterek bir «uğur», müşterek bir «şeref» tir. Ailenin bu suretle bir tek varlık olmasından dolayı, insanın, akrabasını öldürmesi âdeta intihardı. Çok önemli yer tutan bu cemiyet duygusu yanında, Jermenlerde pek kuvvetli bir faaliyet görülmektedir. Halbuki insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, işlerini başarılarla bitirebilmek için bir «uğur» a ihtiyacı vardır; çiftçi, buğdayının yetişmesi için; gemici, müsait yele kavuşması için bir «uğur» a muhtaçtır. İnsaf ve adaletle saltanat sürecek hükümdarların uğurlarına gelince, onların gayet kuvvetli olması lâzımdır.


însan, işini nerede işlerse, orada iyi mıntaka vardır; fakat insanın henüz gidemediği çöl, orman ve kıraç yerlerse, dev ve cinlerin vatanlarıdır. Halbuki şu tükenmez faaliyet inşam felâket ve ölümden kurtaramaz; maamafih, Jermen, başma gelene inkiyat etmeden inad ve cesaretle ona karşı durup ölüme kadar istediği gibi hareket etmeğe çalışmıştır. Böyle bir dinde, coşkunluğa, heyecana yer yoktur; başka milletlerin insanlarını son derecede ilgilendiren, onları ruhunun derinliklerine kadar sarsan meseleler, burada bulunmazdı: ıztırap hakkmda, ıztırabm mânâsı, ıztıraplardan kurtulabilmesi hakkında Jermenlerde hiç bir teolojik sistem kurulmamıştır. Ayni zamanda da, bu millet, başka iptidaî milletler nev’inden, hiç bir tabu kanunu yaratmamıştır; insanlar arasındaki münasebetler bu gibi kanunlara tabi değildir. Hayata bağh olan her şey, şâmil bir küllün bir parçası olarak tasavvur edilmiştir


Faal hayat kuvveti ile şahsî bir ruh arasmda o eski zamanlarda Jer-menler bir ayrılık kabul etmemişlerdir. Hayat, ruha, şahsiyete ait her şeye, elbiselerine, silâhlarına, ziynetine bürünüp kalmaktadır. Bu «hayat», Jermen dininin merkezi olarak anlaşılabilir. Kendi mülkünü ya tamamiyle, yahut kısmen yabancı birine tahvil etmek, kendi kuvvetinden bir kısmım hediye etmek demektir; bu sebeple böyle bir hareket pek resmî bir âyîn halinde vaki olmuştur, insan, akrabasından ohnıyan bir dostta kardeşlik bağlan tesis edince onu kendi uğuruna iştirak ettirmiş olur.


\\Bizde malûm olan ruh ile beden arasındaki fark ve bu iki prensipin ölümde birbirinden ayrılışı, Jennenlerce meçhuldür. Ölü bile, soy cemiyetinin bir parçası olarak yaşamağa devam eder gibi tasavvur edilmiştir. Onun, âüesinde doğacak bir çocukta tekrar bu dünyada göze görünen bir şekil almasına inanılmıştır. Bir çocuğa ölü akrabasının aynı ismini veya ismine benzeyen bir adı verilmesi o telâkkiden ileri gelmiştir. Öbür taraftan, bu, çocuğun ancak isim aldıktan sonra soyunun içine doğmuş olmasını ifade etmektedir; isim, ona kendi hüviyetini verir. Böyle bir telâkkiye bir çok iptidaî milletlerde rastlanmaktadır. — Ölüler ise, muayyen zamanlar «yaşayan ölü» şeklinde evlerinin civarlarında dolaşıp insanlara da zarar verebilirler


(Hayat prensipi, evde ve eve mensup nebat ve hayvanlarda da mev-cuddur. Uğur’un bilhassa ziynetlerle silâhlara bağh olduğunu söyliyen rivayetler vardır. Evin kendisi, bilhassa kapısı ve ev sahibinin oturduğu yer, kuvvetle doludur. Jermen dininde kadınlara gösterilen hürmet ve saygı, bir yönden, uğur ve kuvvetle dolu evle sıkı münasebetlerinden, öbür yönden de tabiat üstü varlıklarla olan alâkalarından ileri gelmiştir. Kadınlar, fala bakmakta ve kâhinlik yapmakta büyük bir rol oynamışlardır}


\Soya mahsus bir kaç mukaddes yer, evin dışında bir çeşme ile bir mukaddes ağacı (ekseriya bir meşe ağacı) olan bir koru içinde itibar olunmuşlardır. Mabedler oldukça geç, galiba Romalıların tesirleri alfanda, bina edilmiştir; orada kanlı kurban bayramları yapılmıştır Halbuki babadan oğula intikal eden bir kâhinlik yoktu. Kâhinler, hususî bir terbiye geçirmek mecburiyetinde değillerdi; komplike âyinler de mevcud değildi. Âilenin reisi kurbanlarım istediği gibi takdim edebilirdi; çünkü kâhinlere mahsus bir esrarengiz marifet yoktu. Şimal memleketlerinde, evlerde yapılan bayramlar, hayatın en mühim zamanlan idi; o merasim, onlara iştirâk edenlerin uğurlarım hususî yemekler yemek ve şarap içmek suretiyle tazeleştirip gelecek için kuvvetlendirmek maksadiyle icra edilirdi. Bunun için de her önemli hâdiseye, her mühim işe yalnız böyle bir bayram yapıldıktan sonra başlanırdı. Bu hususî bayramların başka güneşle ve senenin gidişiyle alâkah olarak (kış başlangıcında, kışın ortasında, yaz başlangıcında) üç büyük tören yapılırdı.


(İlâhlar insanlardan yücedir. Onlar, aynı zamanda hem şahsiyetler, hem de şahsî olmıyan kuvvetlerdir. İnsanlara en yakın olanları, fylgjur, yanı «takip edenler», insanlara tâbi olan perilerdir. Her âile, her soy .kendi ilâhım bir akraba şeklinde görmüştür; ilâh, tam insan gibi, kuvvetini


kurban ve bayramlar vasıtasiyle artırmak zorunda olan bir varlık sanılmıştır. Hakîkî aşiret ilâhlarının hemen hiç bulunmadığını söyliyebiliriz; hususî bir gök ilâhı, yahud da yıldız ilâhlarına eski Jermenlerde rastlan-mamaktadır. Fakat, ancak 9. asırdan itibaren mitik efsanelerden bazı örneklerin mevcud olduğu için eski Jermen ilâhların şahsiyetlerini pek vazıh bir şekilde görememekteyiz.}


fVikinglerin en eski zamanlarmda, asîl çiftçi soylarının müşterek ilâ-          î


hı Tor meydana gelmiştir. Tor, insanların dünyasının koruyucu-         i


su, devlerle savaşan, kuvvetli, iri bir ilâhtır. Kocaman devlerle mücadele eden, tekin olmıyan varlıkları yenen bu muharip ilâh, tekelerin çektikleri bir arabada gezinip muazzam bir çekiç ile silahlandırılmıştır. Jermen          .


memleketlerinin en geniş mmtakalarmda ona tapınılmış olması gayet muhtemeldir; çünkü Jermen- dillerinin hemen hepsinde perşembe gününün ismi, bu ilâha bağlıdır (Donnerstag, thursday).


Asîl muhariplerin ilâhı ise, O d i n (W odan) dır. Oturduğu yer, göklerde bulunan Valhal adlı bir hisardır. Hizmetçüeri olan Validirler, kuvvetli muharip kızlar, savaşlarda şehîd olanları oraya getirirler; o hi-         I i


sarda her gün akşama kadar harble meşgul olduktan sonra geceleyin istirahat ederler. Ağaçlara asılan harb esirleri ve millet düşmanlan da


O d i n’ in malıdırlar. Bu ilâh dehşet saçan ve havalardan, sekiz ayakh


bir ata binerek geçen, âvâre bir kahraman olmakla beraber hikmetin de


sahibi, şiir sanatının mucidi, odun veya taşlara kazdan sihirli harflerin


(runa) üstadıdır. Ölülerin ilâhı sıfatiyle kış gecelerinde arkadaşlariyle beraber bulutlarda dört nala at koşturup dünyayı gezer; kendisi de, — belki hıristiyanlık tesirlerini belirten bir rivayete göre— 9 gün yer-altı ülkesinde bir ağacm dalında asıh kahp orada hikmeti öğrenmiştir. Bir tek gözü vardır; omuzlannda iki karga oturur. O d i n, Viking’le-        j


rin zamanında en çok sevilen ilâh idi; cesur ve atügan muharip ve de-


nizcilerin ülkülerini temsil eder ve bunun için de, biraz kaba, saba olan



Tor’ dan üstün gibi görülmüştür. Ona yöneltilen ibadetin cenuptan ge-


lip bilhassa Norveç’te yayılmış olduğunu istidlâl edebiliriz; İslanda’da o ilâh bilinmiyor. O d i n’ in zevcesi, F r i g denilen bir ilâhedüj


Zafer bahşeden, T y r veya Z i u isimli bir üâha dâir malûmatımız eksiktir; mitlerde, tek bir eli olduğu söylenir; dünyayı korkutan


Fenris kurdu ile mücadele ederken bir elini kaybetmiştir. Onun şerefine


kılıç rakıslan icra edilmiştir. Onun mukaddes günü salıdır (Dienstag,


Tuesday).


O d i n, Tor ve onlarla ilgili ilâhlar Ase’ler ismiyle birleştiril-


miştir. Çiftlikle meşgul bir aşiretin ilâhları, selâmet, verimlilik ve bere-


ketli bir sene getiren Freyr ve Nyö r d isimli varlıklar, Van’- |ı:'


İar adiyle meşhurdur; onlarla Ase’ler arasında — eski efsanelere göre — bir muharebe vaki vukua gelmiştir ki neticesinde, iki düşman taraf birleşmiştir. Jermenlerin muhtelif aşiretleri arasında çıkan muharebeler ve onların neticesinde vaki olan «ilâh birleşmesi» mitoloji'de bu suretle anlatılmıştır. F r e y r’in mukaddes hayvanı, erkek domuz idi. O ilâh şerefine yapılan törenlerin merkezi, şimal memleketlerin en muazzam merasim yeri Uppsala şehri idi, orada icra edilen âyinler, F r e y r’in işlerini anlatan destanlar gibi, oldukça şehevî bir karekter taşırdı, hattâ insan kurban etmeğe kadar büe vanrdı.


Küçük ilâhlar arasında bok i’nin hususî bir mevkn vardır : o, aslen dev olmakla beraber ezelde O d i n ile kankardeşliği ettikten sonra ilâhlar arasına katılmıştır; halbuki mahiyeti, hilekâr ve dessas olmasından da bellidir.


M. s. 13. asırda, İslanda’da eski esatir Edda adh şiir koleksiyonlarında toplanmıştır, iki ayrı Edda vardır ki en meşhuru, Snorri Edda isminle anılan ve eski mitolojinin muhtelif noktalarına temas eder bir eserdir; Şiir Edda’sı ise, bir kaç Jermen İlâhisini ihtiva etmektedir, islanda’da toplanan halk efsanelerden — Saga’lardan — Jermen dininin anahatlanm da anlamak mümkündür. Halbuki bütün bu eserlerin telif tarihleri oldukça geç olduğu için, içlerindeki hikâyelerde hristiyan tesirlerin ne mikdarda mevcud bulunduğunu bilemiyoruz. Saga’lar şimal memleketlerinde yaşı-yan kahramanlarm geçirdikleri maceraları anlatan, özel bir şairane üslûpta yazılan hikâyeler, o zamanın dinî ve günlük hayatının hususiyetlerini aydınlatmağa yardım edebilir. Edda’daki efsaneler herhalde — aslına nazaran — bir takım değiştirmelere uğramıştır; onlarda tamamen bir sistemde tertiplendirilmiştir. Dünyanın gidişi, büyük bir dram halin-leleri, tabiat üstü varlıkların birbirlerine karşı duydukları dostluk veya kin duygulan hakkında rivayetler vardır. Bütün bu hâdiseler büyük bir sistemde tertiplendirilmiştir. Dünyanın gidişi, büyük bir drma halinde görülmüştür; bu dramın en feci, en de müessir vakası, B a l d e I adh aydın, genç ilâhın yanm ilâh L o k i ’ nin hainliği neticesinde öldürülmesidir. Dünyanın sonu bir «ilâhlar ufulü» (ragnarök) olacak ki o zaman bütün dünya ateş ile mahv edildikten sonra yeni bir dünya ya-radılacaktır; ilâhlar da öleceklerdir, onlar da kısmete tabidirler, (bak R. WAGNER’in meşhur operası «Götterdaemınerung»).


Bu fikirler, en kuvvetli ifadelerini «Vala’mn vahyi» (Völuspa) isim-Jermen esatirini ilk ve son defa olarak bir kül haline getiren, fakat her halde hristiyan tesiri altında yazılan büyük bir şürde bulmuştur.


K. HELM, Altgermanische Religionsgeschichte, 1910, 1937, 1954, — J. DE VRtES, Altgermanische Religionsgeschichte, 1935 - 1937. — V. GRÖNBECH, Kültür und Religion der Germanen, 1937/38. — H. SCHNEİDER, Die Götter der Ger-manen, 1938. — W. BAETKE, Art und Glaube der Germanen, 19382.


KELTLER

Keltler, taş devrinin şon zamanlarında oturdukları Orta Avrupa’dan bir taraftan garbi Avrupa ve İngiltere’yb öbür taraftan Anadolu’ya kadar yayılmışlardır. Bu sahanın pek geniş olmasına rağmen, Kelt dininde bir kaç müşterek tasavvur göze çarpmaktadır.


\Bilhassa tabiat ilâh ve cinlerine tapmılmıştır. Bu tasavvur galiba yanında bir hayvan bulunan insan şeklinde tasvir edilen ilâhların aslı olsa gerektir. Bu gibi ilâhlardan, ayı ve kaz ilahelerini zikretmekle iktifa ederiz. Muhtelif memleketlerde ayrı isimlerle gördüğümüz ilâhların çoğu, fonksyon bakımından birbirine çok benzemişler, faaliyetlerinde bir ayrılık göstermemişlerdir. Tabiat ve verimlilikte alâkalı olan ilâhe gruplarına bilhassa kadınlar tarafından tapınılmış olması pek muhtemeldir; Kelt dininde büyük bir rol oynıyan bu grupların en mühimi, resimlerine sık rastlanan Matres, yahud Maternae, yani «anneler» üçlüğüdür.\


(Keltlerde, ilâhların muayyen bir ilâh ülkesi yoktur; tepelerde, adalarda veya korularda oturur gibi telâkki edilmişlerdir. Keltle-rin en mukaddes yeri, içinde âyinler yapılan koru idi; mabed binaları ise, herhalde yalnız Romalıların tesiri altında inkişaf etmiştir. En mukaddes ağaç, meşe ağacı idi. Irmaklarla çeşmeler ilâhelerle canlandırıhmştırj.


Âyinler pek vahşîce idi; Romalı müellifler, Keltlerin, ilâhlarına barıştırma ve şükran kurbanlarında kaç insan öldürdüklerinden dehşet ve korku ile bahsetmektedirle. Bu kurban âyinleri, dinin merkezi olduklarından, bir inşam onlara iştirak etmekten men' etmek, kendisini en ağır cezaya maruz bırakmak demekti.Âyinleri icra eden kâhinler, teberru ve falcılık eden Druid’ler idiler; bunlar «ilâhların lisaniyle konuşup» âyin, kehanet gibi dinî usullere vâkıf oldukları için hayatm bütün taraflarında, siyasette bile, büyük bir tesir ve nüfuzu haiz olmuşlardır. En asil ailelerin âzalan, kadınlar dâhü olmak üzere, Druid’liği öğrenmişlerdir. Bu kâhinlerin hususî bir teşekkülünün mevcud olması muhtemeldir.


Klâsik devrinin müelliflerine inanırsak, Druid’lerin felsefe sâhasın-da derin bilgüeri vardı.


Kelt dininde en tipik tasavvur, insanın ölümsüzlüğüne dair pek kuvvetli bir inanıştır; zanlannca, ölü gelecek hayatında bu dünyevî ömre benziyen, daha mesut ve bahtiyar bir halde yaşıyacaktır, bunun içindir ki, ölü, kendisine ait eşya ile ve hattâ akrabası ile beraber gömülmüştür.


MAC CULLOCH, The ReUgion of the Anclent Celts, 1911. — W. KRAUSE, Die Kelten, 1929.


ESKİ İRAN DİNİ

Eski zamanlarda Hindistan ile İran arasındaki münasebetler hem ırk, hem de dil bakmamdan gayet , sıkı olmakla beraber bu iki memleketteki dinî inkişafta şaşılacak bir fark göze çarpmaktadır. Hind dininin Veda’larda görünen şeklinde bulunan ilâh isimleri, Zerdüşt tesiriyle İran’da peyda olan dinde bir rol oymyan İlâhî varlıklarda da mevcuttur amma bazen aynı kelime ile isimlendirilen tabîat üstü mahlûkat bu iki mıntıkada birbirine zıd bir surette gelişmiştir: meselâ İran’da Yüce Tanrının ismi olan Ahara kelimesi, Veda’larda Asura’ya tahavvül edip kötü cinlerden bir zümrenin adıdır. Bilâkis, İran dininde yalan ilâhları olan dev’ler .Hindistan’da Deva isimli iyi ilâhlardır.


(Halbuki İran’da Zerdüşt’ ten evvel ve Zoroastrismin yarımda yaşayan dinin bazı hususiyetleri, ancak, Hindistan’da bulunan tasavvurlarla karşılaştırıldıktan sonra anlaşılmaktadır; bir çok mitlerin mânâsım bundan başka vasıtalarla kavnyamıyoruz.j


Zerdüşt’ün faaliyetinin ne zaman vuku bulduğunu kat’i olarak tespit etmek mümkün değildir; bazı kayıdlardan kendisinin M. ö. 6. asırdan evvel ortaya çıkmış olduğunu istidlal edebiliriz; bazı âlimlerce, M. ö. 569 senesinde doğmuştur. Onun vatanı, büyük İsveç müsteşriki H. S. NYBERG’in kıymetli araştırmalarına göre Hvarizm ve Mâveraun-nahr’de hayvan yetiştiren bir kabilenin ülkesi idi. Oraya akın eden, memleketinin civarmda yayılmış olan M i t r a dinine mensup olanlarla münakaşalarda bulunduğundan dolayı, Zerdüşt’ün Sırdarya mmta-kasmda oturan bir aşiretin ülkesine gidip orada da dâvâlarmı, dinî tasavvurlarım bildirmekle oranın VİŞTÂSPA adlı 'hükümdarım kendine celbetmeğe muvaffak olmuş bulunması gayet muhtemeldir. ıMaamafih, bir çok dinlerde gördüğümüz veçhüe, Zerdüşt’ünde ilân ettiği fikirler gittikçe biraz değiştirip komşu dinlerden gelen ilâhları — eski düşmanı olan M i t r a’yı bile — bazı tadillerden sonra benimsiyerek onlara kendi dinî sisteminde yer vermiştir.) Zerdüşt’ün ölümünü takiben, bildirdiği din evvelâ yakın çevrelerde, oradan garba, yani tâ İran’a yayılmıştır. Orada memleketin resmî dini olmuştur. Halbuki bu dinin hayatî kudretleri, arttıkça sonsuz talimat, merasim ve emirler ırnıma-nmda hemen boğulmuştur.Müslümanların 7. asnn ortasında İran’ı fethetmelerinden sonra eski mugan’lann dini oradan kaybolup ancak ekse-seriyette Bombay’da oturan parsilerin küçük bir zümresinde yaşamağa devam etmektedir. Şu kadar var ki onun bir in’ikasını İslâm şiirinin aynasında görmekteyiz: hem acem şairleri deyr-i mugan ile pir-i muganı müteaddit beyitlerde methetmişlerdir hem de Türk divan edebiyatı şairleri mugpeçeleri, mugan pirlerini birçok gazellerinde övmüşlerdir.)


Zoroastrism’in — yani Zerdüşt’e ait dinin — şifahî bir gelenekte rivayet edilen esaslı mukaddes kitaplarının bir kısmından fazlası bize gelmemiştir. Şimalî - garbî İran’da kullanılan bir lehçede telif edilen bu metinler, muhtelif zamanlara ait olmakla beraber hepsi Avesta’da toplanmıştır. Mukaddes metinlerin iki üç nüshasından fazla kopyalar mevcud değildi. Bunun yanında zend ismiyle meşhur olan bir dinî edebiyatı vardı. Şimdiye kadar bu zend, Avesta’ya pehlevî (yani orta-farisi) dilinde yapılan şerhler olarak kabul edilmiştir; fakat en yeni tetkiklere ve bilhassa İsveç bilginin G. WlDENGREN’in son makalelerine nazaran, bu zend metinleri İran’ın şimalî - garbî köşesinde, Ermenistan’da yaşı-yan dindarların an’anelerini aksettirmektedir. Bu dindarların eski M i t-r a—dinine yakın oldukları için zend denilen bu ilâve ve şerhlerle klâsik Zerdüşt an’anesine muhalif olan fikirler bile resmî din kitaplarına ve -bütün teolojik fikirlerine sızmıştır. Bu inkişafın tafsilâtı şimdiye kadar incelenmemiştir.


Zend kelimesi ise, Islâm tarihi için zendîk tabirinin aslı olduğu için alâkabahş olsa gerektir — İran’da, Avesta’ya Ortodoks olmıyan bir şerh yazanlara bazen zindîk denildiği gibi, islâmiyette de bu tabir esas itibariyle sünnî geleneğe muhalif olan kişiler için kullanılmıştır.


Avesta, hem dine, hem şeriat ve akidelere ait metinleri ihtiva etmektedir. Bu metinlerin en önemli kısmı, dinî merasim sırası hakkındaki kolleksiyondur:


Resmî âyinlere ait parçalardan ibaret olan Yasna. Onun 28 inci, 34 üncü, 43 üncü, 51 inci ve 53 üncü bablan, Gatha ismini taşıyan, Zerdüşt ile muhitinin İlâhilerini ihtiva etmektedir. Bu şürler, farsçanın pek eski bir lehçesinde, aynı zamanda da gayet sanatkârane ve anlaşılması zor bir üslûpla yazılmıştır; şimdiye kadar garp dillerinde bütün müşkilâtı halleden bir tercüme yapılamamıştır.


Yasna’nın 35 inci babından 41 inci babına kadar, ZERDÜŞT’-ün cemaatının, Yedi kısımlı Yasna adını taşıyan en eski vesikasını teşkü etmektedir. Avesta’nın ikinci mühim kısmı, «Küçük Avesta» ve küçük merasim ve gündelik ibadetin sırası hakkında talimat veren Yaşf’lardır,


Bütün bu metinlerin birbirinden ayrı lisan derecelerine ait olduğundan, onların da muhtelif zaman ve mekânlarda husule geldiklerini soy? liyebiliriz.


Zerdüşt’ün doktrininin zayıf bir tesirini Gatha’larda görmekteyiz. En yüksek Rab, Ah ura M a z d a’dır (bu iki kelimenin de birbirinden ayrılması, yahud yerlerinin değiştirilmesi mümkündür). Ahura, âlim-i kül, dünya nizamının plânını hazırhyan, hayat veren hâkimdir; o, kat’iyyen aldatılmaz. Ona yakın olan' üâhî varlıklar, Ameşa Spenta (mukaddes, ölümsüz) adlı, faal, işliyen kuvvetler vardır ki, reisleri, olan Abura Mazda üe bir yedilik şeklinde birleşirler. Altı Ameşa Spenta, hem Ahura Mazda’ dan çıkan müstâkil ilâhlar, hem de O’nun zatının muhtelif taraflarıdır; isimleri, pek abstrâit faziletlere ima etmektedir: onlarda meselâ Aşa Vahişta, yani «en iyi dindarlık», «doğru nizam» adlı bir varlık dikkatimizi celbetmektedir; o, Ah: ura Mazda’ya mahsus bir kuvvetdir: — Hind dininde ona benzer rta , «nizam, tanzim edici» isimli (ve lisan bakımından ayin kelime olan) prensip, dünyanın gidişini idare eden V a r u n â ’ ya ortak olmaktadır. Fransız âlimi DUMEZİL, Aşa’nın yalnız eski indojermen Varuna ’ nin bir süblimasyonu olduğunu ispat etmiştir. -


Bizce henüz bilinmiyen sebebi bir kaç bilgininin kendi görüşlerine göre aydınlatmağa çalıştıkları bir buhran, Zerdüşt’ü, kendi fikirlerini geliştirmeğe sevketmiştir. «Buga haklımdaki Gatha» da, memlekete dıştan gelen, ayırdedici işareti boğa kurbanları olan yeni bir din-• den korkan boğa, ilâhlara niyaz etmektedir; Ahura Mazda, merhamet ve kuvvetini gösterip yalvaran hayvanı Zerdüşt’ün himayesi altına koymaktadır. Bu hâdise — yani Z e r d ü ş t ’ ün bu hususta gördüğü vizyon, — kendisine karşı Ahura Mazda’mn faaliyetini açıkça göstermiştir; şimdiden, O’nu, mütemadiyen kötülük kuvvetleri ile savaşan iyi prensip olarak tanımıştır.                      .


Görüp duyduklarını beyan etmek maksadiyle, Yasna’nın 43 üncü babında, tekrar tekrar «Senin faaliyetine şahit oldum» denilmektedir. Yüce Tanrının eli her şeyde belli olur; inşana doğru yolu, doğru nizamı öğ-- retir. O babda ve daha başka yerlerde anlatılan, Zerdüşt ile kendi ilâhı arasındaki konuşma, ilâha istediklerini soran şamanlarm tâ eski zamanlarda kullandıkları tekniğe pek benziyor. Yani Zerdüşt’ün hareket hattı, Eski Ahdin, Rabbin sözünden  mağlûp olan peygamberlerin tavrından pek farklıdır; Zerdüşt daha iptidaî bir kültüre bağlıdır. Maamafih bu fark, İran peygamberinin muazzam ehemmiyetini küçültmemektedir; bilâkis, bu adam, din tarihinde o zamana kadar hâkim olan tasavvurlara son derece önemli bir unsur katmıştır. Bu ta-66


savvur, dünyanın muayyen, bir nihayeti olması, bir nevi kıyametin kopmasıdır.


Ezelden beri dünyaya hükmetmek için gece gündüz muharebe eden iyi prensip (Ahura Mazda, Ormuzd) ile kötü prensip (Angra maınyu, Ahriman) arasındaki gerginlik dünyanın sonuna kadar devam edecektir.‘Dünyânın sonu, Ahura M a z -d a ’ nın, saltanatı artık tesis edeceği gün olacaktır. O gün, erimiş demirden ırmak dünyanın üzerine dökülecek, müminlere ılık süt kadar hoş görünen bu dehşet verici nehir, kötüleri yakıp mahvedecektir, iyiler ise, o nehirden geçtikten sonra insaf ve iyilikle parhyan yeni bir dünyada mesut bir hayat süreceklerdir


\Bu gibi'tasavvurları ifade eden. Zerdüşt, İsraü, Hristiyanlık ve İslâm âleminde,, dünyanın son zamanlarına ait vahyler alan resullerin (apokaliptik) ilk örneğidir. Halbuki, bu umumî muhakeme yanında her insan ölümünden sonra Çinvat köprüsünden geçmek suretiyle hususî bir imtihana maruz kalacaktır: iyiler, hayatlarında daima Ahura Mazda’ nın tarafında mücadele edenler, zahmet çekmeden öbür dünyaya vâsıl olacaklar; kötüler ise «duruglann evlerinde», yani yalan cinlerinin oturdukları yerde, hasret çekip yaşayacaklardır. Öbür dünyada, yeni öleni karşılaşan zat, insanin semavî, ruhanî numunesi, onun «meleği» dir. Amellerine nazaran bu şahsiyet ya can çekici güzel bir kız, ya-hud da iğrenç bir varlıktır


Zerdüşt dininin eski mertebelerinde mevcud olan bu fikirler, sonraki ilâhiyatçıların nazariyatında geliştirilmiştir. Yeni dinin taraftarları Turi kabileleriyle temas ettiklerinden, onların bir kaç ilâhı bunların dinî tasavvurlarına sızmıştır, meselâ güzel ve kudretli verimlilik ilâhesi, müessir bir toprak ve su perisi olan Ardvi Sura Anahita (şimdi N a h i t); kunduz kürkleriyle süslenmiş, iri bir kız şeklinde tasavvur edilen bü varlık bir çok yerlerde övülmüştür. Göklerde parhyan nurun, aynı zamanda da ahd-ü vefanın ilâhı olan M i t r a bile, eski dininin İlâhî varlıklariyle birleşmiştir. Z e r d ü ş t ile taraftarları bu yabancı (veya daha doğrusu: eskiden İran’da tapınılan) ilâha karşı her ne kadar şiddetli davranmış iseler de, komşu kabilelerde sarsılmaz bir mevkii olan Mitra gittikçe Ahura M a z d a ’ nın maiyetinde yüksek rütbe elde etmiştir; sonraki teolojik ve mitolojik fikirlerin çoğunu yalnız Mitra dininin tesirleri olarak kabul etmek mümkündür. Üçüncü bir misal, dinin kurucusu tarafından kafi ve sert tabirlerle reddedilen, boğa kurbanlarında içilen, sarhoşluk veren Haoma (şarap, bak. Hindistan’da soma) bile zaman ilerledikçe Zoroastrism’in âyinlerinde kullanılıp Ahura Mazda’ nın bir oğlu olarak vasıflandırılmıştır.


Zikri geçen bu son üç ilâh, Yazata denilen, ibadete değer, mahlûka-tın bir cinsine mensupdur. Bu âüenin en tipik mümessili, mertebesi git» tikçe Ameşa Spenta’larmkine yükseltilen Sraoşa’dur. Sraoşa bir taraftan insanın İlâhî söyleyip dua okumasını, öbür taraftan da İlâhî dinlemeyi şahıslandıran bir varlıktır; kurban sözlerinin de ilham ve vahyin perisi olduğu için insan ile Ahura Mazda arasında elçilik yapar. Duaların resmî şekilleri, emredilen tabirleri, bilhassa en önemli yer tutan Ahuna Vairya adlı dua, hep İlâhî şahsiyetler şeklinde tasavvur edilmiştir.


Tabîat üstü iyi mahlûkatın Fravaşı denilen fırkası Yazata isimli bu ilâhlardan farklıdır. Onlar, bütün varlıkların, Ameşa Spentalar da dahil olmak üzere, semavî örnekleridir: bir taraftan ölülerin ruhlan, öbür taraftan hayatta olanlann doğumdan evvel yaradılan koruyucu perileridir; iyi ve dindar insanların yanında yalan kuvvetlerine, devlere karşı daima savaşıp dünyanın iyi kısımlarına hareket verirler. •


İlâhiyatçılar, Avesta’daki müphem imalara dayanarak dünyanın gidişinin 12000 sene devam edeceğini ileri sürmüşlerdir; yaradılıştan 3000 sene sonra, kötü kuvvetler dünyaya akın etmeğe başlamışlardır; onların hâkimiyeti yavaş yavaş artmıştır. Üçüncü devirde Zerdüşt meydana çıkıp devlerle merhametsizce muharebe etmektedir. Bu peygamberin sperması bir gölde muhafaza edilir. Dünyanın son devrinde, her bin yılda bir, bu gölde yıkanan birer kız bu spermanın bir kısmından gebe olup dünyayı kurtaran birer kahramanı doğuracaktır. Saoşyant ismini taşıyan üçüncü kurtarıcı, artık dünyayı Ahura Mazda’ nm, yalan kuvvetlerini imha etmek maksadiyle icra edeceği muhakemeye isal edecektir


tDünya, iki düşman mmtakasına bölündüğü için, insan durmadan savaş ve muharebede bulunmalıdır. Bu mücadelenin bir kısmı, iyi amellerle âyinleri titizce icra etmekle meşgul olmaktır. Dindar kimse, gündelik merasimi yaptı mı devlerin kudretlerini zayıflatmış olur; bütün kuvvetleriyle çahştı mı, yalan söylemeden, vefa ve iffet içinde yaşadı mı, Ahura Mazda’ nm taraftarları lehine bir zafer kazanmış olur? l| En önemli emirler, taharet, temizlik hakkmdaki talimattır; insanın, kötü prensip taraf ma bağh olan her şeyden uzak kalması şarttır. Hem. toprak ile su, hem de ateş hiç bir suretle kirlenmesine maruz kalmamalıdır; ölülerin cesedleri bu unsurlara kat’iyyen dokunmamahdır — cesed-lerin yüksek kulelerde oturtulmasının sebebi budur («sükût kuleleri»). Unsurların en kıymetlisi ateştir; ona hürmet göstermek merasimin mihrakıdır. Hususî mabedlerde ona ihtiram edilir; alevlerini kirletmemek için kâhinler eldiven giyip ağızlarını, bir mendil ile örterler. Yabancıları, İran dininde en çok ilgilendiren tarafı, bu ateş perestişi idi.-  A h u r a Mazda' nın dünyasına ait mukaddes hayvan ve nebatlar da vardır; sığır bir yana, en mukaddes hayvanlar köpek, tembelleri uykudan uyandıran ve çalışmağa teşvik eden horoz, ondan sonra da su samurudur. Oldukça yeni bir kaynağa nazaran, bir tek su samurunu öldüren adam, ceza olarak 10000 yılan, lOOOOsu yılanı, 10000 kurbağa, 10000 yeşil kurbağa, 10000 kaplumbağa, 10000 er çeşit çeşit haşaratı öldürmelidir; bu, pek nazarî bir emir olmakla beraber, Ahura Mazda’nın iyi dünyasına mensup olan varlıkların kıymetini iyi göstermektedir. Yılanlar, fareler, haşarat ve muzır hayvanatın çoğu kötü prensiple ilgili, bundan dolayı da öldürülmeğe lâyık mahlûkattır; onlar ne kadar çabuk imha edilirse bu Rabbin beğeneceği bir amel sayılmaktadır


Eski İran’da görülen dualizm ise, bütün tabiatı ihata etmektedir. Maddenin iyi kısımları mevcud olduğu gibi ruhanî dünyada kötülük de vardır. Vücud, kendiliğinden kötü ve pis değildir; büâkis, o da, A h u -r a M â z d a ’ nın emrettiklerini icra etmek suretiyle insanın kurtuluşuna hizmet edebilir. Maddenin esas itibariyle kötü, ruhun muhakkak iyi olması nevinden bir tasavvur, Zoroastrism’de değil, ancak gnostik ve mistik fikir sistemlerinde peyda olmaktadır.


H. S. NYBERG, Die Religionen des alten Iran, Almancası 1938. — G. WÎDEN-GREN, Hochgottglaube İm alten Iran. — G. WlDENGREN, Zur iranischen Religions-geschichte, Numen I, n.


MANİKEİZM

(Zerdüşt dininde, «iyi» ile «kötü» arasındaki gerginlik varlığın bütün tezahüratına şamil olmasına karşılık, gnostik — teozofik felsefe ve dinlerde bu fikir «ruh» ile «madde» arasında barışmaz bir tezadçı telâkkiye inkılâp ettirmiştir. Din tarihinin bir kaç devresinde Taslanan bu sistemlerin en mükemmel ve en derin nümunesi, Manikelzm’dir. Bu dinin kurucusu M. s. 215 — 276 senelerinde İran’da ŞAPUR devletinin hükiim sürdüğü sahada dâvasını yaymakla meşgul olan Mani’ dir. Dinini bir müddet Türkistan’da neşrettikten sonra, Zoroastrism kâhinlerinin tahrikleriyle hapse atılmış, ve nihayet habeste ölmüştür.)


<M a n i ’ nin dini kısa zaman içinde doğu ve batıya yayılmıştır. Bu dinin başhca hususiyeti, büdirdiği hikmeti geldiği ülkelerde hâkim olan dinlere uydurmasıdır: Budist bir memleket olan Türkistan’da Budizm’in sembollerini kullandığı gibi, garpta da, hristiyan akidelere çok uygun gelen fikirler husule getirmiştirj Son yıllarda bir yönden Türkistan ve Çin’in Kansu adlı eyaletindeki araştırmalarda elde edilen Türkçe, Çince ve muhtelif İran lehçelerinde telif edilmiş bulunan yazılar, diğer taraftan da Mısır’da bulunup İlâhîler ve daha başka mühim eserleri ihtiva eden koptik papirüsler bize, Manikeizm’in o civarlarda aldığı şekli iyice tanıtmaktadır. Şimdiye kadar malûmatımız, bu dine aleyhdar olan hristiyan membalardan (bilhassa, gençliğinde 9 sene bu dine sülük etmiş olan AUGUSTİN’in eserlerinden) ve yine düşman bir tavır alan müslü-man kaynaklarından almak mecburiyetinde idik.


Mani’ nin doktrininde dinin merkezi olarak pek komplike bir kosmoloji, dikkatimizi celbetmektedir. Onu, en kısa ve çok basit bir şekilde tavsif etmek isteyince en mühim noktalarım şöyle sıralayabiliriz: ezelî bir nur sâhasının yanında yine ezelden beri maddî bir sâha mev-cuddur ki onun kıskanç hükümdarı, o nura saldırıp bir parçasını gasbet-miştir. «Büyük ulûhiyet pederi» ne — yani nuranî sahanın ilâhına — ait olan beş «ev» bu halden korkmuştur. Karanlık aleyhine savaşabilmek maksadile ilâh kendinden çıkan ve «hayatın annesi» adı verilen bir feyiz ile asıl inşam doğurmuştur. Karanlık devlerinin, insanların ilk örneği olan bu İlâhî mahlûku öldürüp yuttuklarından dünyayı yaratmıştır. Bu dünya on gök üe sekiz arzdan ibaret olarak tasavvur edilmektedir.,.


Mısır’da yazılan bir İlâhi, zikri geçen muharebeyi şöyle anlaimak-tadır:


; Halbuki nur ülkesinde bir çok melekler vardı ki


.. Pederin düşmanım mağlûp etmek için kudretleri vardı.


. Kendüerinden yüksek olmak istiyen asîleri, göndereceği kelimesiyle (yani oğlu ile) bastıracak peder, . . sürüsünü imha edecek aslanın, geldiğini gören bir çoban gibi —


— ki hile ile bir tek kuzu feda ederek —                        . :


Aslanı yakalamak için kuzuyu tuzağa yerleştirir.


' Bir tek kuzu feda etmekle bütün sürüsünü kurtarır.


Sonra da, aslanın yaraladığı kuzuya şifa verir.


Kuvvetli oğlunu gönderen peder işini ayni surette işler...


Burada Mani’ nin kosmolojisini hristiyan tabirlerde (Allah’ın ku-susu, Allah’ın oğlu diye) anlatan edebiyatının güzel bir misalini görmekteyiz. .


Yaradılıştan sonra, insanın en önemli ödevi, karanlık maddesinde mahpus olan nur parçalarım esaretten kurtarmasıdır. Bu işte bazı semavî kuvvetler de ona yardım eder. İnsan; karanlık hükümdarının dünyaya getirdiği bir mahlûktur; tek basma kalsaydı, belki maddeden kurtulup nuranî feleklere dönebilirdi, ama, karanlık kuvvetleri, tenasül va-sıtasiyle Adem’deki nuranî unsurlar daha fazla parçalanarak zayıflasın diye Havva’yı da yaratmışlardır. Bunun için, İsâ adını taşıyan, fakat tarihî İsâ mefhumundan uzak kalan İlâhî bir zat, Adem’e züht ve riyazette yaşama nasihati vermiştir. Bu kaynaklardan, Hristiyanhkta bilhassa AUGUSTÎN sayesinde büyük bir rol oynayan «asli suç» ve bu suçun bilhassa cinsî münasebetlerde görülmesi meselesi husule gelmiştir; ruhbanlıkta ve zahidlerde bütün cinsî muamelelere karşı söylenilen sözlerin çoğunun, bu manikeist fikirlerin tesiri altında kuvvetlenmiş olması muhtemeldir.


Bir çok peygamberler, bilhassa Zerdüşt, Budda ve İsâ, insanlara, aslî nur sahasına hasret çeken nur parçalarım kurtarmak vazifesini öğretmişlerdir; bunların son ve en büyük mümessili bizzat Mani’ dir. Hristiyan muhitte kendinin, İsa'nın vadettiği «teselli verici» olmasını iddia etmiştir; Budizm mıntakalannda Huda’nın sözlerindi kendi doktrinlerine uygun olması üzerinde kolaylıkla durabilmiştir; burada, müşterek olan nokta, insanın artık bu hayatın ıztıraplanndan kurtaracağıdır. .                                                    ......


yManikeizm’in, Hazret-i İsâ hakkında gayet güzel bir fikri vardır: haçta ıztırap çeken İsâ, maddî dünyada dert çeken nurun bir sembolüdür; her dakika her nebatta, her mahlûkta ıztırap çeke çeke artık kendi ana vatanına kavuşacak olan nurun tecellisi o dur.j


Nur parçalarının kurtulması, yalnız en sert ve müsamahasız züht ile gerçekleşeceğinden, Mani’ nin dinine mensup olanlarda «husus» (electi) denilen muayyen bir zümre teşekkül etmiştir ki, kendüerini arıtmaktan başka bir işleri yoktu. Onların yanında, para, yemek ve bu gibi lüzumlu maddî şeyleri «husus»lara takdim ederek onlara hizmet eden bir «muhib» zümresi vardı.


Nuru kurtarmak için en güzide vasıta, nur parçalarım ihtiva eden İlâhî ve duaları söyleyip mukaddes kitapları okumaktır. Manikeist’lerin kitaplarının fevkalâde nefis yazılıp sanatkârane resimlerle de süslenil-mesi her halde, Mani’ nin bir ressam olduğu hakkındaki efsanelerin kaynağı olsa gerektir. Türkistan’daki Manikeist kitap sanatından, İslâm minyatür sanatına müteveccih bir cereyanın mevcud olduğu malûmdur.


Ayn dillerde yazılan İlâhîlerde gayet müessir dualar vardır ki insan onlarda artık karanlığın zülmünü geri bırakıp ezelî ve ebedî nura kavuşmayı özlediğini tath ve kuvvetli sözlerle ifad etmektedir:


Şimdi içten rica ederek candan niyaz ederim:


Lütfet, beni bu maddî vücuddan kurtar, durmadan athyan, Dalgalanan, çalkalanan bu zehirli ateş denizinden, içinde dalıp çıkan ejderlerin gemileri yuttukları denizden!


Ben, ey büyük Aziz, nurun bir kuzusuyum,


Gözyaşları döktüm, tahammül ettim, ağladım, zülümden şikâyet ettim,


Çünkü beni yakalayıp nurun iyi âilesinden uzaklaştıran


Kurtların ve bütün vahşî dört ayaklıların cefalarına uğradım.


İnayet et! Ah, beni tut!


Beni nurun yumuşak, sulhperver sürüsüne kat, Şeriatın harmanına, nurun mahzenine beni eriştir. O zaman serbest ve daima korkmadan gezinebilirim.


Ben de, ya Rab, nurun, kuytu bir ormanda dikenlere atılmış,


Kokulu bir tohum tanesiyim,


İnayet et! Beni yerden kaldır!


Şeriatın harmanına, nurun mahzenine beni eriştir.


H. — Ch. PUECH, Le Manichasme, 1949. — H. H. SCHAEDER,Urform und Fortbildungen des manlchaeischen Systems, 1927 — H. H. SCHAEDER, Der Manichae-ismus nach netten Funden und Forschungen, 1935 (Orientalische Stimmen zum Er-lösungsgedanken) — C. R. C. ALLBERRY, A Manichaean Psalmbook, 1938 '


HİND DÎNLERİ : BRAHMANİZM, HİNDUİZM

Din, dünyanın iki ayrı mıntakasında, iptidaî, zümre veya millete bağlı olan bir dinden, bütün insanlara şâmil yüksek bir din şeklinde tekamül etmiştir; bu iki mıntaka, bir yanda Yahûdîliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın ana vatanı olan sâmî memleketler, öte yanda da en derin mistik mefhumları yaratan Hindistan’dır.


\Hind dinî duygusu en eski zamanlardan beri garp dünyasının fikirlerine küçümsenmiyecek bir tesir bırakmıştır; Yunan dininde belki Hind felsefesinin bazı izlerini görebiliriz; Ortaçağda, İran - Arabistan - Akdeniz yolu üe Avrupa’ya gelen Hind efsaneleriyle beraber bu milletin dinî tasavvurları batıya sızmıştır - en meşhur misali, BUDDA’nm hal tercümesinin, şarkta yaşıyan bir hristiyan zahidin hikâyesi sanılması, BUDDA’mn bu suretle ister istemez kilise azizleri sırasma girmesidir (Joasaf, 27.X.). 17. asırdan itibaren tâcir ve misyonerlerin teşebbüsleriyle Hind dinleri, Hind edebiyatı da Avrupa’da tanınmağa başlamıştır. 1785 de büyük mis-stik şiir Bhagavadgita’mn İngiliz âlimi WİDKİNS tarafından yapılan bir tercümesi çıktı; vatandaşı William JONES, dört sene sonra meşhur dram Şakuntala’yı İngilizceye çevirdi. Bu eser, bilhassa Alman klâsik şairlerinin hayranlığını uyandırmağa muvaffak oldu; HERDER, GOETHE ve SCHÎLLER bu şiirin güzelliğini en tatlı sözlerle methettiler. Hindistan, romantik şairlerinin özlediği «insaniyetin, dinlerin anavatanı» idi; bu muhitte, Indoloji’nin ilk sistematik eserleri de çıkmıştır (SCHLEGEL 1808). Geçen asırda bu sâhada çalışan âlimlerden yalnız, mukayeseli din bügi-lerinin kurucusu sanılan, İngiltere’de yaşayan Alman Prof. Max MÜL-LER’i zikredebiliriz ki, Sacred Books of the East adlı, bütün şark dinlerine âit vesikaların tercümelerini muhtevi pek kıymetli bir eserin temek-? ni atmıştır.


Hem Upanîşad’lann derin mistikliği, hem de Buddizm’in hikmeti bilhassa geçen asırda garbî felsefe cereyanlarında bir iz bırakmıştır : SCHOPENHAUER ve talebesi Paul DEUSSEN Upanişad’larm tasavvurlarına hayran kaldılar; asrın sonunda Bayan BLAVATSKY tarafından kurulan Teosofik hareket gerie~en müEim fikirlerini Hind felsefesinderi"âl-dı: Teosoflarm bir branşı; 1912 de Almanya’da Rudolf STEINER’in riya-setinde çalışmağa başhyan ve garbî Avrupa’da hâlâ artan bir kuvvet teşkil eden Antroposoflardır. Buddizm mevzuunda yalnız âlimleri değü, halkı da tenvir etmek maksadiyle, Avrupa’da 1903 den itibaren misyonerlikte bulunmuştur; Berlin ve Münih’te buddist ibadetgâhlan vardır. Bu cereyanların yamnda, Hind dinleri ile Hristiyanlık arasmda bir işbirliğine veyahut bir sentezevarmak istiyen cereyanhr~üâ~meveuttufy~


Hind dinî edebiyatma gelince, en eski zamanlardan beri bugüne kadar çok muhtelif lisanlarda telif edilmiştir. En eski eserler, Veda-lar, asırlar boyunca yalnız şifahî bir an’ane ile nesilden nesle tevarüs edilmiştir. Mukaddes kitapların lisanı, sanskritçedir. [yani Sanskrit «yapılmış, işlenilmiş» (dü) demektir.] Halk dillerine gelince, en mühimmi prakrif-tir, ki onun da bir çok muhtelif lehçeleri kullanılmıştır; Jayna’larm eserlerinin bir kısmı bu dilde yazılmıştır. Pali dili ise cenubî Buddizm’in mukaddes metinlerin lisanıdır. 10. asırdan itibaren ayrı ayrı yeni lehçeler ve lisanlar (Pancabi, Marathi, Kaşmiri gibi) / dînî edebiyatta kullanılmaktadır; 12. asırdan beri Urdu dili de bir rol oynamağa başlamıştır. İndo-jermen lisanlarının yamnda bilhassa ' cenubî Hindistan'ın dinlerinde başka ırklara ait diller görülmektedir; Tamil ve Mala-yalam en önemli misalleridir.


Hindistan’ın en eski dinî. teşekküllerinde, başka indo-jermen milletlere de mahsus olan tasavvurlara rastlamaktayız: ağaç, su ve ateş mukaddes şeylerdir; bilhassa ateşin ehemmiyeti gayet büyüktür. Büyük bir ateş olan güneşe de tapılmıştır; göklerde arabası ile dolaşan bu ilâhî kuvvete derin bir hürmet gösterilmiştir; onun kuvvetlerini tazelendirmek için bir çok büyüler icra edilmiştir. Gök ilâhının yanmda toprak ana ilahesi de mevcuddur. Fakat dinin büyük bir kısmının majik bir mahiyet taşıdığım söyliyebiliriz; bu majik taraflar bilhassa kurban, âyinlerinde görülmektedir .


Hindistan'ın dinî duygusuna göre, insan üç ayrı, yoldan kurtuluşa gidebilir: birisi, ameller vasıtasiyle (yani kurbanlarla) kurtuluş; ötekisi, bilgi ve marifet vasıtasiyle (yani tanrısal, İlâhî hakîkati tanımakla) kurtuluş; üçüncüsü ise, insanm şahıs şeklinde tasavvur edilen bir ilahi severek kendini teslimi etmesi vasıtasiyle ’ kurtuluştur.                      ;


1) Amele, yani kurbana en büyük ehemmiyeti atfeden dinin aksini, bir kısmı aryaların Hindistan’a geldikleri ilk zamandan kalan, Veda denilen teferruatlı edebiyatta görmekteyiz. M. ö. aşağı yukan 3000. ile 300 arasmda gelişen bu geniş edebiyatın ismi «bilgi» demektir. Veda’lar, İlâhîleri, kurban merasiminde kullanılan resmî tabirleri, afsun düâlarmı ihtiva etmektedir. Dinî duyguya gelince, Bigveda’nm binden fazla İlâhîsi bütün bu eserlerin en enteresan parçasıdır. Atharvaveda’da, sihir sözleri ve afsun duâlan hakkındaki talimatı bulmaktayız. Sama - ve Ya-jurveda da ise, Rigveda’dan daha büyük mikdarda, kurbanlarda kullanılmaları lâzım gelen söz ve tabirleri öğretmek için toplanmıştır; bir çok İlâhî de iki üç Veda’da aynı şekilde bulunmaktadır. Muhtelif Veda’lar kurban merasiminde muhtelif vazifelere memur olan kâhinler tarafından okunmaktadır.


Bu edebiyatın müelliflerine dair malûmat elde etmek güçtür. Bir çok âilelerin isimleri geçmekle beraber, Veda’lar Hindlilerce İlâhî bir eserdir. Aslının ilâhlarda bulunduğuna dair bir çok rivayetler vardır: onu ilk defa okuyan, ilâhların çocuğu idi; İlâhîleri vahy halinde duymuş, ya-hud görmüştür ; Veda’lar bazen de, İlâhî bir hipostaz, ilâhların doğurdukları bir varlık, İlâhî bir feyiz olarak tavsif edilmektedir. Bunun için, bu edebiyatla meşgul olmak, en iyi amel, kurban kadar kıymetli bir amel sayılmaktadır.


ÇKurbanın, hiç bir memlekette, hiç bir dinde Hindistan’da görünen mikyasta önemli bir yer tutmamasını söyliyebiliriz. Kurbanların mânaları birbirinden farklı idi; üâhlarm öfkesini teskin etmek maksadiyle takdim edilen kurbanlar yanında, hususî takdimeler de verilmişti. En eski zamanlardan kalan at kurbanı, iptidaî bir hieros gamos, mukaddes nikâh, sembolleştiren bir amel idi. Kurban’ın majik tarafları da göze çarpmaktadır: Hind dininin inkişaf ettiği zamanların tasavvurlarına göre, üâhlar kurbanları özleyip teberruatta bulunanlara buna mukabü nimetler - uzun hayat, çocuklar ve bilhassa en çok istenilen şey, inekler - ihsan etmektedirler. Kurban, ilâhların hayatî kuvvetini tazelediği için bu suretle insan onlara bu kuvvetten bir kısmım vermek imkânım elde etmektedir. «Tereyağı burada - senin verdiklerin neredeî». diyen duâlar vardır. Böyle bir nokta-i nazar inkişaf edince, ilâhlar, artık kurbanı takdim edene - yani kâhine - tabi olmuşlardır.)


Eski zamanlarda ev sahibi - bazen karısının yardımı ile - ilâhlara kurbanları takdim etmiştir; evde yapılan bir çok âyinlere o bakmıştır. Eakat her kurban, gittikçe müşkülleşen hazırlıkları gerektirmiştir; zühd ve riyazet, tasfiyeler hem merasimden evvel hem merasimden sonra lâzımdı. Zaman ilerledikçe bir kâhin sınıfı ortaya çıkmıştır ki kurbanı icra edebilmek için gerçekleşen bütün bu hazırlıkları, Veda’larm okunmaları, mukaddes tabirlerin titizce ifade edilmesi gibi vazifeleri üstlerine almışlardır. Brahman denilen bu kâhin sınıfı, Hindistan’ın dört kısımdan ibaret olan İçtimaî bünyesinde en yüksek smıfı teşkil etmiştir. İkinci sınıf, muhariplerden, üçüncüsü esnaf, tüccar ... gibi nevi insanlardan teşekkül etmiştir. En aşağı sınıf, başka. ırklara mensup olan hademeler sınıfı idi.j


\Brahmân’ın işi, yalnız kurban merasimini icra etmek değil, aynı zamanda da sihir ve büyü yapmak idi. Brahmân bu suretle dünyada en kudretli, en kadir varlık olup ilâh ve devleri istediği gibi kullanabilmiştir; tabiatüstü varlıkların, onun iradesinin bir zayıf âleti olmaktan başka fonksyonlan yoktu.)


Veda’larda isimleri geçen ilâhların en mühimleri, în.dr a, A g -n i ve Varuna ’dır.


•I.A g n i, ateşin ilâhıdır. Kurbanı yaktırdığı için, ateş ilâhı insan ile büyük ilâhlar arasında kâhin sıfatiyle tavassut edip, insanların verdiklerini onlara takdim etmektedir. Tipik bir kurban ilâhı olan A g -n i’nin yanında, ikinci «kurban ilâhı», Soma, görülmektedir. Ölümsüzlük bahşeden, serhoşluk veren bu mukaddes şarap da özel bir kurban âyininde kullanılmıştır; Veda’ların bir kitabındaki bütün İlâhîler kendisine tahsis edilmiştir.]


İ n d r a, esas itibariyle bir fırtma ilâhıdır. Kuraklıktan sonra susuz toprağa yağmur yağdıran, ejderi öldüren, düşmanlarım mahveden, büyük mikdarda sarhoşluk verici Soma şarabmı içen kahramandır. «Kuvvetin sâhibi», «kendiliğinden hâkim olan» bu ilâh, tabiatın, hudutlarım aşan kuvvetlerini temsil etmektedir; çok yiyen, çok içen, canlı aşk maceraları olan İn dr a ’mn maiyetinde R u dr a isimli korkunç hastalık ilâhının riyasetinde gürültü ile dünyayı korkutan rüzgâr ve kasırga .ilâhları toplanmıştır. Arkadaşları arasında arasıra V i ş n u ’ya rast-lanmaktadır.


Harpçi, vahşî î n d r a’ya mukabil dünyanın nizam ve kanunlarının hâmisi olan V a r u n a bulunmaktadır. Varuna, günahkârı cezalandıran, niyaz edene bakan, vakarh ve âdil bir ilâh olduğundan, Slgveda’nm en müessir, en muhteşem İlâhî ve duâlan kendisine tevcih edilmiştir.


Onun sayesinde mahlûkat bilgiye erişmiş;


Dünyaların aralarım şiddetle açan ilâh,


Yıldızlarla gökleri yukarıya itip


Yeryüzünü aşağıda döşemiştir.


Düşünerek kendime şöyle sorarım:


V a r u n a’ya ne zaman yaklaşacağım?


Ne zaman, kin beslemeden kurbana sevinecek?


Ne zaman sevinerek inayetini görmek bana nasib olacak?


Günahınım ne olduğunu merak ederim;


Bilenlere bunu sorarak giderim.


Sorduğum âriflerin hepsi


Bir şey söylerler: Varuna sana kızar!


İlâhîler söyliyen dostunu öldürecek kadar


Seni kızdıran en büyük günahım nedir? Ey kudretli, kayyum,


Bunu bana anlat! Diz çöküp, günahımı bağışla diye


Senden afv istiyeyim....


Fakat V a r u n a sihirbazlığı da iyi bilir; bazı rivayetlere göre dünyayı yaratan odur. Onun yanında, eski Aryanlarda vefa ve ahdi temsil eden M i t r a sık sık görülmektedir.


Veda zamanında, ilâhelere az tâpılmıştır. Yalnız şafak ilâhesi, kır atların çektikleri altından bir arabaya binen U ş a s , bir kaç güzel İlâhîde övülmüştür. Şafağın bir de erkök ilâhı vardır.


İlâhların etrafında sayısız devler, cinler ve bu çeşit mahlûkat hemen her yerde bulunmaktadır: sularda, korularda çançekici apsaras (sıı kızları) yaşarlar; gandarva’lar da mitolojide büyük bir rol oynamaktadır.


Göklerdeki ilâhlardan, bilhassa İlâhi ikiz, aşvin’ler, şafak ilâhesinin âşıklan sıfatiyle meşhurdur.


Fakat âlemin her hareketini, her değişikliğini tanzim eden kuvvet, rta, ezelî ve ebedî kanundur.


Veda zamanında, Hindistan’da görülen kosmoloji oldukça karışıktır. Yaradılış mitlerinde, şahsî ve gayrı şahsî tasavvurlar yanyana bulunmaktadır. İran mitolojisinde de cari bir anlama - inşam kadîm’e - Hindistan’da da rastlanmaktadır: Yama, insanların numunesi, öldükten sonra ölülerin kıralı sıfatile ebedîleştirilmiştir. Bundan maada, ilk kurbanı takdim ettiği için hususî bir yer tutan, insanların pederi Manu’dan bahseden gelenekler pek önemlidir. Antropolojik tasavvurlara gelince, insanın muhtelif ruhlarının mevcud olmasına dair bir inanış mevcuddu : nefese bağlı olan prâna ve atman (ki sonraki felsefede gayet mühim bir yer tutmuştur); hayat ruhu olan asu; esas itibariyle gözbebeğini temsil eden, kosmolojik mitlerde bazen yaratıcı fonksiyonlarım benimsiyen puruşa; akıl ve idrak ile bir münasebeti olan manas.


Ahlâkî fikirlerde, günah ve suç dünyanm nizamına karşı işlenen bir hatadır; aynı zamanda, bir hastalık gibi sirayet eden, maddî bir şey olarak telâkki edilmektedir. Bu sebepten, ilâhların mağfiretine kurban va-sıtasiyle nail olmağa çahşan insan, hem bu maddî günahtan temizlenme-ğe, hem de bozulan dünya nizamım düzeltmeğe çalışmaktadır.


Kurban merasimini bilip icra eden Brahman, insan ve ilâhları idaresi altmda bulunduracak kadar kuvvetli olmuştur. Benzer bir inkişaf sayesindedir ki riyazet de kendisine mahsus bir kıymet kazanmıştır. Hemen bütün iptidaî milletlerde az çok bulunduğu veçhile riyazet, âyinleri hazırlayıp günlük hayatından ayrılarak kendini yalnız dinî merasime mahsus bir mukaddes hale getirmek için lâzım olan ve şüphesiz çok faydası bulunan'bir tedbirdir .Halbuki Hindistan’da, metodik riyazet, yoga, bu asıl-dan ayrılıp bizatihi hedef olmuştur. Riyazet çeken zahid «uğraşıyor»; uğraşınca tabiat üstü kuvvetlere malik oluyor, kurtuluşa erişiyor. Hind edebiyatı, bir çok efsane ve esatirde, riyazetlerin ateşiyle ilâhları bile korkutan zahidlerden bahsetmektedir. Fevkalâde kuvvetli bir zahid meydana çıkarsa, ilâhlar, dünya nizamı bozulmasın diye onu tehlikeli riyazetinden çevirmek mecburiyetinde kahp ekseriya güzel ve gönül çekici bir periyi yeryüzüne gönderirler; zahid onu görünce âşık olup bir müddet riyazetinden vazgeçin; bu vesile ile ilâhların kudreti yine artarLejandlara göre bir zahidin, riyazet ve ibadetinin ateşiyle 500 asil prens yakmış olmasını göz önünde tutunca, üâh ve devlerin de sayısız yoga temrinleriyle meşgul olup yalnız böyle bir riyazet vasıtasiyle kuvvetlerini kazanmış olduklarım anlatan esatiri daha iyi anlamaktayız. Maamafih, yoga’da dinî elemanlar temrin (bilhassa nefes temrinleri) yanında kaybolup zahidin ilahlara bağlılığı da çözülmüştür. Yoga âftîk~bîr hazırlık derecesi değil, kendinden işliyen bir ameldir.


Yoga hakkmdaki en mühim eser, PATANJALÎ’nin, bütün mütalâaları toplayıp felsefî suretle tefsir eden Yogasutra’sıdır.


Dört Veda etrafında gayet geniş bir edebiyat vücuda gelmiştir. Onun bir kısmı, Brahmana metinleridir. Kurban âyîn ve erkânım gösteren bu metinlerde, kurban hakkmdaki bilgi, «kurban felsefesi» en ufak teferruata kadar işlenmiştir. Arifler, esatir ve mitolojik efsanelerde veya kurbana ait suallere verilen cevaplarda Brahman’ın mahiyetini öğrenip öğretmek için uzun spekülâsyonlarda bulunmuşlardır.Brahman’m evvelâ, iptidaî dinlerdeki mânâ mefhumuna benzer esrarengiz, müessir bir kudret olinası gayet muhtemeldir. Bu kudret kendini, ilâhlara bile kuvvet veren kurbanda gösterir. Kurbanın makbul olması da resmi tabirlerin doğru okunmalarına bağh olduğundan Brâhman kelimesi «kurban sözü» manâsına girip, Brahmân, kurbanı takdim eden kâhinin unvanı olmuştur. Sonra bu mefhumun ihtiva ettiği mâna daha genişleyip de bu edebiyatın en önemli metni olan Sattapattabrahmana’da brahma, bütün varlığın aslı olarak telâkki edilmektedir «Ezelde yalnız brâhman vardı; ilâhları o yarattı».) ......


Bu inkişafın yeni bir derecesi, gayri şahsî ve mutlak sanılan bu yaratıcı prensibin yanında şahsî bir ilâh şeklinde tasavvur edilen B r a h -m a’nm peyda olmasıdır.


Ç Brahmana’larda, kurban hakkmdaki nazarî düşünceler son haddini bulmuştur. Onlarda görünen ilâhiyetçi sistemlerde, Veda’larda olduğu gibi, muhtelif ilâh ve yaradılış tasavvurları bulunmaktadır: Yaradan, dünyayı ya kendinden çıkarmış, yahud kurban ve riyazet vasıtasiyle yaratmıştır; yahud da. dünya, İlâhî hakikatin bir aldanış~perde veya öyumîn-dan (maya) başka bir şey değildir. «Mâhlükatm rabbi» prajapati? şahsî bîr yaradan, halk dininde önemli bir yer tutmamıştır. ’ çyedalara bağlanan ikinci bir' ebebiyat kolunda, «amel vasıtasiyle kurtuluş». yolunun yerine başka bir yok gösterilmektedir: bilgi ve marifet va-sıtasiyle kurtuluş. Bu metinler bütün dünya vazifelerini yaptıktan sonra kendilerini sadece dine vakfetmek maksadiyle ormanlara çekilen zahidle-re öğretilecek bilgileri ihtiva eden aranyaka’lar, yani «orman metinleri» ve bunların içinde bulunan Upanişad’lardirÇ


- Muhtelif zamanlara ait olan Upanişad mistiği, kurban ve riyazet hak-kındaki pek nazarî makalelere katılmıştır. Bu mistiğin, evvelki dinî , duygu ve telâkküere tabi olmasını inkâr edip onu aslından ayırarak mücerred bir fenomen sanmamıza imkân yoktur. Hâlbuki bütün bu bağlılıklarla beraber bu mistik, o zamana kadar mevcud bulunmayan ve belki de bundan sonra daha yüksek bir mertebesi bulunmayacak olan bir seviyeye erişmiştir. Împersönaî mistiğin en mükemmel nümunesini bu metinlerde görebiliriz. '         '     ' ’                                                                                •


\Veda’larm peyda oldukları zamanın dünya görüşü, ve dünya duyuşu asırlar boyunca değişmiş, insanlar iptidaî cesaret ve hodbinlikten uzaklaşıp bedbin olmağa başlamışlardı. Bu hayatın, bu varlığın dertleri, tenasühe ve sonsuz doğuş silselesine inanış sayesinde daha acı, dünyadaki hayat daha ümitsiz görünmüştü. Tenasühe inanış, eski zamanlarda inşam amellerine göre bu hayattan ya iyi, ya kötü olan yeni bir hayata bir defa daha' dünyaya getiren kuvvet - yani İnsanî faaliyetin özü olan karman -İlâhî adaletin bir olayı telâkki edilmişti. Mââmafih zaman ilerledikçe, insan bu hayattan daha iyi bir hayata kavuşmak bile istemeyip maddî dünyadan, doğufn silsilesinden kurtulmağa çalışırdı. Çaresiz insan, bu dünyada «kuru bir çeşmede oturan bir kurbağa nevinden» kurtuluşa, sonsuz sükûnete susardı J                                         '


ÇUpaıüşadlann ârifleri - her mistiğin yaptığı gibi - insana kendi içine gitmeyi öğretmişlerdir. Dış dünyadan vazgeçip bu dünyayı terkeden sâlik, kendi kalbinde hayat prensibini - yani canın sırrı olan atmâh’r-bnîür. Vecîclde.atnıaırın kendi sim olduğunu ve atman’dan butun şeylerin, bütün dünyalann çıktığım anhyıverir'          '               —


«Alev şeklinde yanan, bir ateşten kıvılcımların çıkıp ± er tarafakvayıl-masTgibi, makamlarına göre bütün hayartkuvvetle.ri bu atman’dan çıkarlar, hayat kuvvetlerinden ilâhlar, ilâhlardan âlemler çıkar,»-


Bundan, atman’m brahman denilen yaratıcı prensiple bir olması anlaşılır :«âham brâhmasmı-ben brahma’yım»: bu, ârifin, kâmilin en yük-sekhıarifetihin bahtiyar ifadesidir. «Tat tvam asi- bu şensin». üpanişad-lârih «büyük sözü» dürTyani: bütün âlemde mevcud olan her parçada, her varlıkta senin atman île ayni kaynaktan gelen, bundan ötürü onunla de bir olan bir sır vardır. „    '         ' ~


«UDD ALAKA oğluna dedi ki:» Niagrodha ağacından bana bir meyve getir!» - Oğlu: «Buyurun muhterem efendim» dedi. - «Onu ikiye ayır!» - «İkiye ayrılmıştır, muhterem efendim.» - «İçinde ne görüyorsun?» - «Orada, muhterem efendim, ufacık çekirdekler görüyorum.»


·        - «Onlardan birini ikiye ayır!» - «Ayrılmıştır, muhterem efendim.»


·        - «İçinde ne görüyorsun?» - «Hiç bir şey görmüyorum, muhterem efendim.» - Bunun üzerine dedi ki : «Ey aziz, görmediğin incelik ise -and olsun ki bu inceliğin mahiyeti, bütün âlemin nefesidir; reel olan budur, atman budur, sen kendin busun!»


Halbuki atman’m sırrmı ifade etmek kolay değildir. Onun mahiyetini Hindu ârifleri, muhtelif şekillerde beyan etmeğe çalışmışlardır: «O, hare. kettedir, hareketten de uzaktır: o, yakındır; o, her şeyin içindedir, o her ‘şeyden dışarıdır.» (İşa-Up). Atman ile brahman arasındaki birliğin sırrına yalnızmenfi "tabirlerle işaret edilebilir; o, neti neti, «yoE~yok»tur.


/(Yalnız onu tanımıyan onu tanır,


Onu tanıyan onu bilmez.


Tanıyan tarafmdan tanınmamış,


Tanımıyan tarafmdan tanınmış -ty


bu - Kena-Upan'şad’ın ahenkli sözlerile - atman-brahman simdir.


Bu atman, bütün mahlûkatm kıymetleri yalnız O’nun sayesinde olan en yüksek, mutlak kıymettir :


Kan, kocasını koca olduğu için değil, içindeki atman sebebiyle sever. Koca, karısını, kan olduğu için değil, içindeki atman için sever. Oğullar, oğullar oldukları için değil, içlerindeki atman dolayısiyle sevilir. Mal ve sermaye, mal ve sermaye olduğu içine değil, içindeki atman hasebiyle sevilir... İlâhlar, ilâh olduklan için değil, içlerindeki atman sebebiyle sevilir... Bunun için atman’a merakla bakmalı, at-man’ı işitmeli, atman’ı düşünmeli, atman’a dikkat etmeli MAİTREYİ; çünkü atman’ı görüp, işitip, düşünüp bildikten sonradır ki bütün âlemi bilmiş olursun.


İnsan, son derunî tecrübesini - yani bu sırra vâkıf oluşu - vuslatmjve-ya rüyasız bir uykunun saadeti ile mukayese etmektedir. Bu tecrübeye kâviîşg[ak~için mürşidinidaresinde uzun bir hazırlık lâzımdır ama, insan, son hedefi kendi kuvvetleriyle bulamaz; çünkü mistik tecrübeleri zoriıya-maz SÖDERBLOM, okuyucuların dikkâtini Kathaka-upanişad’m bir cümlesine celb etmiştir ki orada mistik yolun sonu şöyle ifade edilmektedir : «Yalnız O’nun (yani atman’m) seçtiği, O’nu idrak etmeğe muktedirdir.» BıFcümîel,marifetin ve bundan~çıkan kurtuluşunun msa.h~in''eseri olduğundan değil, taayyünsüz, akü"için yok olan TanrınıîTlhâyetr~oîdnguna işaret etmektedir. Bu bilgiye erişen, doğuş silsilesinden çıkıp ölümünden sonra kendi hüviyetim artık fark etmeksizin Jirahman’dâ enyip kaybö-lacaktır.


<«Ölümden sonra şuur kalmaz ...... İkilik farzedilirse, biri ötekini


koklar, görür, işitir, düşünür, tanır, onunla konuşur. Fakat ferdin bütün kısımları atman haline geldikten sonra — başka bir varlıkla nasıl konuşsun, onu nasıl koklasın, görsün, işitsin, düşünsün, tamsın?») lUpanişadlar, 1801 de Fransız müsteşrik ANQUETİL DUPERRON tarafından, 17 ncı asırda mogol prensi DARA ŞİKOH’un teşvikiyle hazırlanan bir farsça tercümeden lâtinceye çevrildikten sonra Avrupa’da şöhret kazanıp 19 uncu asırda bilhassa A İman felsefesinde derin bir iz bırakmıştır.) (Meşhur Alman feylesofu SCHOPENHAUER «tat tvam asi — bu. sensin»! diyen büyük sözde, temelleri merhamet ve acıma olan kendi ahlâk felsefesinin esaslarını bulmuş, Upanişad’lara karşı duyduğu hayranlığı «Asıl metni müstesna dünyada daha güzel, daha yüksek bir şey okumak mümkün olmıyan Upanişad’lar, hayatımın tesellisi olduğu gibi ölümümün de tesellisi olacaktır.» sözleriyle ifade etmiştir.J


\SCHOPENHAUER’in talebesi Paul DEUSSEN ile bir çok Alman âlim ve edebiyaçıları Upanişad’larm zaman ve mekân şartlarına (yani eski kurban ve Brahman nazariyesine) bağlı olduklarına göz yumarak yalnız derin fikirlerine baktıkları Hind felsefe ve mistiğini son derece takdir etmişlerdir.1)


Zikri geçen bu esaslara dayanarak Hindistan’da bir kaç felsefî sistem teşekkül etmiş ki en mühimleri Samkhya felsefesi ve Vedânta teolojisidir. Samkhya - felsefe sisteminde hususî bir Tanrıya yer verilmeyip sayıya sığmıyan nefeslerin gerçek varlığı itiraf edilmektedir—-Buddizm’de bu na-zariyenin tesirleri göze çarpmaktadır. Halbuki samkhya - felsefesi, diğer Hind tasavvurlarına muhalif olarak, maddenin hakikî olup ezelî ve ebedrflefeslerin~önuhlâ birleştiklerini ileri sürmektedir. Madde üç prensiple belifHEr~kl, 1) aydın "ve temiz prensip olan (sattva) «var olmâx~2) kendini sevda ve enefjTeklinde gösteren (rajâs)' «renk», 3) kendinden dert, zulmet, tembelEk~vX çıkanÇtamas) «karanlık» tır. İnsan, cisim ye ruh arasındaki ayrılığın farkına varmak suretiyle ebedî hürriyete kavu-ı şürTTam Buddizm’de göreceğimiz ve'çhüergayet±öiıIpEke olan bu felsefe-de de insan, bilgisizliğin her ıztırabm mahv olası sebebi olduğunu anlamıştır.


Vedânta felsefesine gelince, o, atman - brahman’dan başka bir reali-. tenin İnevcuÜ olmadığını kabul 'edip renk renk tezahürat dünyasını, tabî-â57msânİan, ilâhların hepsini bir aldanış perdesi, bir sihir, bir «maya» savmaktadır.ıV(?dâîita (yani «Veda’lann sonu») nın en önemli mümessili,


822 de vefat eden büyük ŞANKARA, kat’i bir surette Brahma’nın yanında




ikinci bir prensinin mevcnd olmadığını beyan "etmiştir, (advalfâ7~«iküik yjoEteîâkkisi). Yegâne reel olan Brahma’ya — yani taayyunsüzT'şahsi-,




yeti olmıyan varhk've fikir —~âIdânŞ~perdesFmâya) iltihak ettiğinden




Brahma, şahsî şeklinde tasavvur edilen bir Tanrı gibi tecellî etmektedir.




Bu""suretfeFBrahma1






~maya~îîe~EîTfeşmeslndeır




-flerrgelir gibFtelâkki




edüen halk ilâhlarına da ibadet etmeğe imkân-vardır, "l’akât bu mahdüd ve-ntdatıcrtezâEüratı terk edipmütlak Brahma’yı tanımak, Vedânta fel




sefesinin erişmeğe değer maksadıdır




(_Mamafih, bu dinin de, bütün dinlerin




tarihinde tekrarlanan bir inki




şafa tâbi olarak, asırlar boyunca tahriflere uğradığım görmekteyiz. Bu




tahriflerin biri, insanın, Tanrı anlamının en yüksek mertebesi olan «mutlak Tanrı» tasavvürmm tahammül edemedîgtndeii, btrmuLlalrVafEEIâ'ken-di arasında tavassut eden şahsî bir Tanrı anlamına varmasıdır. Bunun içind2. nci asırda Vedântâ/yı yine tefsir eden RAMANUjA’nın şerhinde şahsî bir Tanrı mefhumu bulunmaktadır. RAMANUJA’ya göre Brahman, düşünmekle mukayyeddir. Brahman'ın vahdaniyeti muteayyin, müteşahhıs olup fikirlerinde çokluğu taşıdığından dolayTbu dünya da, T)ir~aldâmş değildir ;~ezelden beri Brahman'ın fikirlerinde mevcud olan bimseydir.)




çîşvara (yani Rabb) mefhumuna da bu felsefede rastlanmaktadır.: o. Brahman'ın kendini idrak edişi makamı — yani kendi zatma vukufu ile — FFür mertebe tenezzül ederek idrakin tecellîsi makamıdır. İşyara, Hin-duizm’de şahsî ilâhm bir ismidir}


£Hind dinlerinin bir kolunda — bhakti, yani Tanrı aşkında — asırlar boyunca arttıkça ön plâna gelen şahsî’bir ilâha inanış, RAMANUJA sayesinde Vedânta felsefesinin mutlak Tanrı anlamına müncer olup bu mefhumlara daha sıcak bir renk vermiştir.}


f|Hind dininin inkişafında görünen son devir, Hinduizm adiyle tavsif edilmektedir. Hindu, bu dinde doğup yetişmiş, hududlarım aşmasma ka-tiyyen imkân olmıyan muayyen bir cemiyet tabakasma mensup bir insandır. Tabakalar arasındaki hudud yalnız son senelerde, bilhassa GANDİ’-nin tesiri altında bir az gevşettirilmiştir.)J


Hinduizm, muhtelif ve bizce bazen ayırd edilmiyen ilâh ve devlerin




çokluğundan, acayip esatîr ve âyinlerden dolayı anlaşılması zor bir din, daha doğrusu bir din âlemidir. Bu dinin tezahüratı, Hindistan’da çeşit çe




şit şekillerde, bir çok kollarla, üç dört başla tasvir edilen putlar veya ek




seriya mutantan kabartma ve heykellerle süslü muazzam mabedler gibi bize ilk bakışta pek garip görünmektedir. Ama, tekrar bakınca insan ya




vaş yavaş bu düğümlenmiş şekillerin anahatlarının, hattâ hususî güzel




liklerinin farkına vanr..




Hinduizm’de gerek aryan, gerekse de bunların gelişmelerinden evvel Hindistan’da oturan milletlerin dinî tasavvurları birleşmiştir. Fevkalâde geniş bir tolerans ve müsamahası sayesinde tarih boyunca birbirine ad olan ilâhları, ve dinin içine sızan her yabancı unsuru benimsemek kabildir. Nathan SÖDERBLOM bu hah «Hindistan, yok demeğe takat bulamamıştır» diye pek isabetli bir surette tavsif etmiştir. Dünyayı ancak bir maya, bir hayal, olarak telâkki eden, Tann’nın bir kısmînin da vakit vakit hayvan veya insan şeklinde yeryüzüne indiğine inanan bir din, herzaman, eskir ilâhlarla birleşecek yem dinî tasavvurları kabul etmeğe hazırdır. Cenubî Hindistan’h bir şairin sözleriyle :


Dinleri iyice seyredince


Şunu görürüm : senin bir oynundur;


özleri, ey canan, farklı değildir.


Artık sükûtunun ummamnda kaybolur


Denize akan ırmaklar gibi...


Çok geniş bir epik edebiyatı ile mitolojik eserler (purâna) Hinduizm’-in klâsik devrinin en mühim örneklerini ihtiva etmektedir; ayn mitolojik konular arasında kesin bir hudud tâyin etmek hemen hemen mümkün değildir — eski bir ormanın nebatları gibi birbirinden çıkar, birbirini örter.


Hinduizm’e göre, dünyanın prensipi üç kısımlı bir şekilde tecellî etmektedir: yaratıcı Brahma, muhafaza edici V i ş n u, tahrib edici Şiva. Varuna, sonsuz zamanlar âlemşümul İlâhî ummanda âlem yılanının sırtı üstüne yatar; göbeğinden çıkan bir nilüfer çiçeğinde dört yüzlü Brahma heybetle oturup âlemi kendinden dışarıya çıkarır. Bu âlem, gerçek değil, İlâhî hayalin hedefsiz bir oyunudur. İlâhlar, insanların hakikî dünya sandıklan bu oyuna arasıra kanşırlar: devlerin kudretlerinin fazla arttığı zaman V i ş n u’nun bir kısmı dünyevî bir mahlûk — balık, kaplumbağa, insan — şeklini ahp devleri yenmekle şayanı hayret keramet gösterdikten sonra tekrar ezelî ve ebedî ilâhın içine döner.'jj


f(Veda devrinde bu üç ilâhtan daha büyük bir rol oynıyan ilâhlar ( meselâ I n d r a) Hinduizm’da ezelî Tanrının birer tecellîsi olarak telâkki edilmektedir. Bir çok Hindularm zanlannca, BUDDA ve İSA bile V i ş -n u’nun indirdiği kısımlardan (avatâra) başka bir şey değillerdir. Böyle-ce, her yabancı ilâh veya din kurucusu avatâra sıfatüe Hind dininde bir yer bulabilir,


(V i ş n u’nun tecellîlerinden bilhassa iki tanesi Hind edebiyatında pek önemli yer tutmaktadırlar: bunlar, Rama ile Krişna’ dır.)


V i ş n u’nun, şehzade Ram a’nın şahsiyetini aldığı zaman vatansızlığa gitmeğe icbar edilip refikasını kaçıran devlerle muharebe etmesi muazzam bir eser olan Ramâyana’da edebîleştirihniştir. Sanskritçe yazılmış bu büyük şiirin yanında, Ram a’mn muharebelerini, çektiği dertleri anlatan bir kaç eser mevcuddur; onların en meşhuru, İlâhî aşkla yanan TULSİ DAS adlı (ölümü 1624) bir şairin, halk dilinde yazdığı «Rama’-nrn hayatı», Hindistan’da hâlâ en çok beğenüen dinî kitaplardandır.


Din tarihi için belki V i ş n u ’nun ikinci meşhur avatâra’sının, yani K r i ş n a’nm, önemi daha büyüktür. Kıral ARJUNA’nın arabacısı şeklinde göze görünen K r i ş n a, kıralı, düşmanları olan akrabalarına karşı savaşmağa teşvik eder. Ramâyana’nın yanında Hind edebiyatının en büyük epik eseri sayılan Mahabhârata’nın bir parçası, bu sahneyi anlatmaktadır. Bhagavadgita (Bhagavad, yani «yüksek, aziz» den bahseden şiir) Hind felsefesinde yeni bir adımdır; bu uzun ve müessir şürin şimdiki şekli, herhalde oldukça geç bir zamanda (m. s. 1000 den sonra) pek eski metinlerden tertiplenmiştir. Halbuki aslî fikirler istediğimiz kadar vazıhtır: K r i ş n a’nm bu hitabında, insan ile ilâh arasındaki münasebetler, kurtuluş yolu da tarif edilmektedir. Buna göre dindar, amellerle değil, yalnız bilgi ve marifet yolile de değil, rahmet ve sevgi ile bakan bağışlayıcı bir ilâha severek kendisine teslim etmek suretiyle kurtuluşa erişebilecektir.


r i ş n a «Bana ve yalnız bana aşkla tapan fâsik ve günahkâr bile, doğru bir karar verdiği için iyi bir insan sayılsın.» diyor?


İnsan, hakikî şeklinde kendine yaklaşanı imha edici bir ateş denizi olan Tanrıyı, yalnız avatâra vasıtasiyle tanıyabilir. Tann, bu tecellîsine bağlanan dindara şöyle bir vaidde bulunmuştur :


«Bütün varlıklar benim nazarımda müsavidir.


Ne dostum ve ne de düşmanım vardır. Fakat aşkla bana bağlananlar bendedir ve ben onlardâyım.»          ' ~~        ~


[m fil




(K r i ş n a, kirala her amelde doğru yolu öğretir; insan faaliyette bulunsun ama, işlerinin bedelini beklemesin; tam bir hürriyette yaşayıp ilâhın inayetine güvensin. Bu suretle kurtuluş, kurban merasimini titizce icra eden Brahmânlara ve uzun riyazet ve tefekkürden sonra atman-brahman sırrına vâkıf olan âriflere münhasır kalmaz; bu. bhakti (aşk) mistikliği her cemiyet tabakasına aynî mikyasta, kurtuluşa kâ-vuşmajmkânı verir? onun temeli, ilâhTlhâyete~Ttimaddm. Bu fikirler Bhagavadgitâ’da en güzel ifadesini bulmuştur; bhakti bu şiirin satırlarında en parlak renklerde övülmektedir. Avrupa’da geçen asnn ilk senelerinde şöhret kazanan ve ifade edilemez bir hayranlıkla karşılanan bu eser, büyük Alman feylesof ve âlimi wilhelm von HUMBOLDT tarafından «dünyada mevcud olan eserlerin en güzeli, en yükseği ve en meha-betlisi» diye vasıflandırılmıştır?)


QBu bhakti dininin an tatlı poetik ifadesi, JAYADEVA’nın yine K r i ş n a hikâyesini anlatan bütiin şiirlerden güzel «Gitagovinda» adlı eseridir ki, genç bir çoban kisvesinde dünyaya gelen K r i ş n a nın çoban kızlarile oynaşıp seviştiğini anlatmaktadır. Geleneğe göre, bu, Tanrı’nın ruhlarla oynadığı ezelî oyunun bir sembolüdür) K r i ş n a, kızlar arasmda maşukası- R â d a’dan başka bir kıza candan âşık olmamakla beraber, 16108 çoban kızının (gopi) her biri, sevdiği genç ilâhın yalnız kendisine iltifat edip mesud bir sema’da durmadan kendisiyle elele, kol kola çevirdiğini zann eder — fakat bu, bir taraftan, tanrının aldatıcı, büyüleyici maya’nın hoş bir oyunudur; öbür taraftan da her insana aynı muhabbetle bakan ve her inanan gönüle bölünmemiş bir küll şeklinde görünen tanrının güzel bir sembolüdür. «Keşidelerin neşîdesi» gibi aşkın bütün merhalelerini parlıyan renklerle anlatan, hikâyeyi lisanın en güzel cevherleriyle, en tatlı ahenklerle süsliyen Gitagovinda, bütün şehevî remizleriyle beraber mistik manâda tefsir edilmektedir. Krişna ile Râda hikâyesinin muhtelif rivayetleri Hind edebiyatında ve güzel sanatlarmda da her asırda yeniden ele alman bir konudur.


Hindlilerin bir kısmı mukaddes üçlüğün ikinci şahsım temsil eden V i ş n u’ya taptığı gibi, başka mezheb sâlikleri teslîsin üçüncü kuvvetine, yanı tahrip edici Ş i v a’ya ibadet etmektedir. Veda’larda R u d -r a ismini taşıyan hastalık ilâhmdan inkişaf eden bu ilâh, her halde Hindistan'ın aryan olmıyan eski sekenesinin bir çok ilâh mefhumlarını kendinde birleştirmiştir Âlemin geçirdiği dört uzun devrin son kısmının hükümdarı odur. Ş i v a, ilâhların, ezelde ölümsüzlük veren şarâba (Âb-i Hayat’a) mâlik olmak maksadiyle «süt denizini» çalkaladıkları zaman zehir içmesi dolayısiyle, boğazı hâlâ mordur. Yılanlar onu kuşatırlar, kafa tasından yapılmış bir kâse elinde tutarak gerek hararetli bir zâhid şeklinde, gerekse de şevkle raks eder suretle dünyayı gezer. Heykellerde dört kol ile temsil edilmektedir. Ş i v a, mahv eden prensip olmasına rağmen tevlid eden kuvvet yine ’cfdürj bunun—için~ekserîya ÜTıga (yani tenasül âleti)-şeklinde sembolize edilmektedir; bu suretle ona daTtâpınılmaktadır.


Ş i v a’ya inananlar ise, pek canlı bir dinin hararetli mümessilleridir. Cenubî Hindistan'ın (ve belki bütün memleketin) çok derin bir iştiyakla yanan İlâhîleri, şivait mezhebine mensub olan Tamil şairlerinin söyledikleri şiirlerdir. İlâhî aşkla sarhoş olan bu şairlerin en mâhiri, 17 nci asırda yaşıyan MANÎKKA VAŞAGA’dır :


Ben zavallı, senden ayn düştüm mü, Kurumuş bir ırmakta


Balıkçık çırpınır gibi çırpınarak


Korkarım: beni bırakma!


Sen, ey. güneş kadar pırıl pırıl


Pırıldayan cevher!


Ey mevlâ, senin başından


• Akan örgülerin


Çalkanan dalgalarının


— Ganja nehrinin dalgalarının —


Girdabında ufacık bir kayık gibi


Bembeyaz, ince,


Parlıyan hilâl yuvarlanıyor...


Ulûhiyetin korkunç, dehşet taraflarım şahıslandıran Ş i v a’nın yanında bir müennes kuvvet de vardır ki ona bu ilâhla birlikte tapıhnak-tadır. Ş i v a’nın zevcesi Kal i veya D u r g a, Himalaya’nın kızı sanılan hem korkunç, hem de cazibeli bir ilâhedir; eski milletlerin ana -ilâheleri gibi sayısız çocuk doğurup onlan öldürerek yiyen toprak ananın bir sembolü olsa gerektirmiş i v a’da olduğu gibi, Kali-Durga tasavvurunda da bir çok eski Hind İlâhilerinin birleştikleri şüphesizdir. Ş i v a mezhebine bağh dindarlarca, her ilâhın, yaratıcı kuvvetini temsil eden ve kendisinden hiç aynlmıyan böyle bir müennes tarafı (şakti) vardır; bazı mezheblere nazaran ilâh, böyle bir kuvvet bulunmadan dünyayı katiyyen yaratamazdı


İlâhların adedi gayet kabarıktır; muhtelif cereyanların binleşip tekrar ayrılması dolayısiyle bazı ilâhlar muhtelif şekillerde peyda olup baş-kalariyle, bir çok komplike akrabalık münasebetleri vasıtasiyle bağlamışlardır; böylece, Hindistan'ın en popüler ilâhlarından biri olan fil; başlı G a n e ş a, zenginlik ilâhı, Ş i v a’nın büyük oğlu olarak telâkki edilmektedir. Bir çok ilâhlar — bazen Veda devrinde büyük bir rol oynıyan varlıklar — Hinduizm’de yalnız bir dünya devrinde hüküm süren semavî kırallar şeklinde tasavvur edilmektedir.


Dünya, altı felek ile yedi yeraltı ve bundan daha aşağı olan cehennemler arasmda mevcud olan bir yumurta şeklinde tasavvur edilmektedir; Brahma onu teşkil etmiştir; muayyen bir zamandan sonra (100 Brahma yılı, yani 311040 milyar sene) tekrar yok olur. Her Brahma yılının 360 gece ve gündüzü vardır; her gece her gün bir kalpa sürer; gecenin gelişinde. dünyanın büyük bir kısmı mahvolur; gündüz ise, her gün 13 defa — en yüksek 4 felek müstesna — mahvolur; her iki imha, arasmda birer insan-ı kadîm 71 er devri hâkimdir; her devrin, birbirinden kısa ve fena olan dört zamanı vardır. Bu sonsuz sayılar, Hindistan’da hakikî bir tarih anlayışına yer vermemiştir; dünyanın gidişi, tekrarlanan ve gerçek bir sonlan olmıyan hâdiselerden ibarettir.)


İnsan bu dünyada sayısız ilâh ve devler arasında yaşıyor; bilhassa köylerde, şehirlerde sayıya sığmıyan hastalık ilâhları, devler ve saire mahlûkata inanılmaktadır, bağlar, ırmaklar, hayvanlar da mukaddes, İlâhî varlıklar sayılmaktadır. Bilhassa inek, Hindistan'ın en mukaddes hayvanıdır; GANDHİ’nin sözüne göre, o, bütün insan olmıyan mahlûkların mümessilidir; onu öldürmek, bir Brahmân’ı öldürmek kadar affedilmez bir günahtır                   ./


Bütün memlekette, mukaddes yerler, ziyaret edilen şehir ve nehirler vardır. Ganja nehri insanları günahlarından temizler; Benares şehrinde, ölen her mahlûka Ş i v a’nın inayeti sayesinde kurtuluş vadedil-miştir. Mabedlerin şekli değişir; en ufak ve iptidaî binalardan başhyarak en güzel, fevkalâde zengin süslenilmiş kocaman mabedlere kadar; merasim de, yalnız bir kaç çiçek takdim edişten ta komplike âyinlere kadar ayrı ayn hususiyeti göstermektedir. Her sene bir kaç büyük bayram yapılmaktadır; onların en önemlileri, «Ş i v a’nın gecesi», K r i ş n a’-mn doğum günü, L a k ş m i adlı, V i ş n u’nın zevcesi olan ilâhenin şerefine icra edilen kandîl bayramıdır.


f Merasimde, mantra denilen mukaddes sözler pek ehemmiyetli bir yer tutmaktadır. Her ilâhın, tercih ettiği manitaları vardır; hem Veda’ların İlâhîleri, hem de yeni «kudret sözleri» mantra olarak hemen her ibadetin başlangıcında kullanılmakta, muhtelif hareket ve jestlerle de icra edilmektedir. Bütün mukaddes kelimelerin en mühimmi, «om» dur; bu, dünyanın en eski numinos kelimelerinden biridir ki Hinduler ve bunlara dayanan milletler ona çok'büyük tesirler atfetmektedirler


(Her Hindu, bundan evvelki hayatının bir neticesi sayesinde içinde doğan sınıfa göre bir çok dînî vazifeler üzerine almağa mecburdur; sınıfı her nekadar yüksek ise, vazifeleri o kadar çoğalır. Doğumdan evvel vaki olan ilkah merasiminden başhyarak, çocuğa sol omuzda taşman mukaddes iplik verilmesi ile kendisine mukaddes gayitri - İlâhîsi söylenilmesi (bu âyinden sonra «iki defa doğmuş» çocuk sınıfa gerçekten intisap etmiş oluyor), nikâh merasimi, defn merasimi, ölülere sunulan kurbanlara kadar — hayatın hemen her safhası hususî âyinlerin icrasını gerektirmektedir. Bilhassa Brahmân sınıfın dînî vazifeleri çoktur. Eski usullere göre, onun yolu şöyle idi: çocukluğunda Veda öğrenen talebe, sonra âilesine bakan peder, sonra ormanlara çekilen zahid, nihayet dilenci râhib. Halbuki bugün bilhassa üçüncü merhale hemen hiç bulunmıyorj


Muhtelif vazifeler yanında birçok serbest ameller mevcuddur: büyük kurbanlar, ziyaretler, fakirleri yedirmek, mukaddes sözleri işitmek, züht gibi ameller insanı, gelecek hayatında kötü bir şekilde doğmaktan kurtarabilir, lansan, kirlilik, ve günahtan içtinap etmelidir; yüksek sınıflı bir Hindu için meselâ Hindu olmıyan her insan, sonra da her köpek, sarımsak ve başka maddeler daima kirlidir; onlara dokunduktan sonra hususî bir tasfiye âyîni lâzımdır; bazen de pek müşkül keffaretler istenilir.


Hinduizm’in büyük bir kısmında, tantra (ağ) denilen eserlerin tesirleri görünmektedir. O kitaplar, esas itibarîyle şakta’ların mukaddes yazılandır ki, Tanrı ile şaktisi arasındaki konuşmalar şeklinde merasimle sihirbazlığa, büyü sözlerine dair malûmat vermektedir. Bu karışık, bazen de şehevî ve nahoş âdetleri ihtiva eden din, halkın fikirlerinde hâkim olsa gerektir; bununla beraber o eserlerde bile, arasıra derin dînî görüşlere rastlanmaktadır.


(Asli Hinduizm’in yanında, İslâm ve Hıristiyanlık memlekete geldiği zamandan itibaren bir kaç sinkretist cereyan peyda olmuştur. Bu cereyanlarda belki en enteresan şahsiyet, 1524 senesinde vefat eden KA-BİR’dir; İslâm ve Hinduizm arasmda mistiklik sayesinde bir birleşme yaratmağâ~çahşmıştır; Allah’ı Ra m a adiyle isimlendiriyor fTE" dinin dış olayiarmı~kabuf~etmeksizin~(ne sünnet, ne de heykeller) gayet güzel İlâhîlerinde İlâhî maşukunu özleyişini, aşkım, dertlerini pek parlak, tath beyitlerle söylemiştir. Yarattığı dinî hareket hâlâ Hindistan da mevcuddur. Başka bir birleşme, ki onda İslâm fikirleri daha fazla ön plâna konulmuştur, Sîkh dinidir.)


Bilhassa büyük Moğol imparatoru EKBER sayesinde İslâm ile Hinduizm arasmda bir dinî konuşma husule geldi; imparatorun kendisi, kendine mahsus yeni bir sentez yaratmış, ama, bu yeni cemaat yalnız sarayında küçük bir rol oynamış. Halka kadar ilerlemiştir. Dinî müsamahası, devrinde yapılan resim ve minyatürlerden belirtmektedir. Torunu prens DARA SHİKOH, hem Hindistan edebiyatından muhtelif eserleri tercüme ettirmiş, hem de Hind zahid ve âlimleriyle dinî konular üzerinde uzun ve derin konuşmalarda bulunmuştur.


(Hinduizm, hıristiyanlık fikirlerini de benimsemeğe çalışmıştır. Hris-tiyan misyonerler aleyhine arasıra yazılar yazılmış ise de, Hindu’ler daha fazla, hristiyan anafikirlerini kendi dinlerinin hususiyetleri ile mukayese edip î s â’yı avatâra’lardan biri olarak, yahud başka bir şekilde beyan etmeğe uğraşmışlardır.Bilhassa geçen asırda senkrestik mezheb-ler kurulmuştur; onların en enteresanı, Brahmo-Samaj’tır. 1828 senesinde tesis edilen bu cemiyet, hristiyanhk fikri — ve bilhassa hristiyanhk ahlâkı — ile Hinduizm’e yeni teşvikler verecekti; onun üyelerinden, Ra-bindranath TAGORE ile babasını zikretmeliyiz. TAGORE ve GANDHİ, modern Hinduizm’in belki en tipik mümessilleri sayılabilirler: ikisi, eski Hind dinlerinin sonsuz müsamahasını göstermişlerdir: GANDHÎ’de, ahimsa — öldürmemek — ülküsü bütün siyasî teşebbüslerinin temeli idi; avatâra’lara inandığı iğin kendini hem îsâ’nın hem de Muhammed’in şakirdi sanmıştır. Bu iki insan — sonra da RAMAKRİŞNA, VIVEKAN-DA, RADAKRİŞNA gibi büyük dinî şahsiyetler - sayesinde Hinduizm son senelerde garpta büyük alâka toplamağa muvaffak olmuştur)


M. WİNTERNÎTZ, Geschichte der indischm Literatür, 1908 - 1920. — H. OL-DENBERG, Die ReUgion des Veda, 19172. — P. DEUSSEN, 60 Upanischaden des Veda, 1897. — W. RUBEN, Die Philosophen der Vpanishaden, 1949. — E. HEİLER, Die Mystik der Upanishaden, 1925. — K. F. GELDNER, Der Rigveda. 1923; 1954. — J. W. HAUER, Die Anfânge der Yoga-Praxis im alten Indien, 1922. — J. W. HAUER, Der Yoga als Heilsweg, 1932. - H. VON GLASENAPP, Der Hinduisinus, 1929. — H. ZtMMER, Maya, 1936. — H. W. SCHOMERUS, Die Hynmen des Ma-nikka. Vaschaga, 1923. — W. E. MÜHLMANN, Makatına Gandhi, 1952.


BÜD.DİZM

(_Milâddan önce 6. ncı asırda Hindistan’da, Veda’larm otoritelerini itiraf etmiyen, dilenci rahiblerden ibaret olan iki tarikat teşekkül etmiştir. Bunlardan biri, MAHAVİRA adlı bir zatın muhitinde doğup gelişen Jayna taıdkati, «beyaz giyenler» ve «hava ile giyinmişler» (yani üryanlar) isimli iki kolu ile sert bir riyazete fazla ehemmiyet atfetmiştir. En kıymetli amellerden biri, aç kalmak suretiyle intihar etmektir. Jayna (bu isim «galîbüyenen» demeEB.T)~rahibr--esfci—HM~zâEİd~~emirlerine bağlıdır; bilhassa 1. ve 5. emrine gayet titizce dikkat etmektedir: canh bir mahlûk öldürmemek için, geçtiği yollan bir süpürge ile temizleyip ağızını birmendil ile örter ;~beşinci emir, kat’î fakrve yoksulluktur. Ta-tîkat, muazzam bir edebiyat şeklinde görünen husûsî bir felsefe yaratmıştır; buna nazaran, sonsuz küçük ve büyük ruhlar mevcuddur; dünyanın tekerleği durmadan döner; en mesut devirden başhyarak en büyük facialarla dolu devre kadar ve bundan tekrar eski saadete, tekrar felâkete tahavvül eder; her devirde kurtarıcı kuvvetler insanlara lâzım gelen yolu göstermek maksadiyle dünyaya gelmişlerdir.) Halbuki bugüne kadar yaşamakta olan, Hindistan'da aşağı yukan 1.250.000 mensubu bulunan bu tarikatın tarih boyunca nasıl inkişaf ettiği yalnız Hind din tarihine ait bir hâdise iken, biraz sonra meydana çıkan ikinci tarikata —yani Buddizmin—, kendi ana vatanında hemen hiç bulunmamakla beraber, dünyanın en mühim dinlerinden biri olması keyfiyeti malûmdur.


Bu tarikata kurucusu olan, GOTAMA lâkabım taşıyan ve SAKYA aüesine mensup olan SÎDDHARTA aşağı yukarı 560 senesinde (m. ö.) şimalî Hindistan’da bulunan Kapilavattu şehrinde doğmuştur. Babası asîl bir prens olduğu için SÎDDHARTA gençliğini neşe ve refah içinde geçirmiştir; kendi sözlerine göre :


«Babamın evinde eğlenmem için bir havuzda mavi nilüferler, bir başka havuzda beyaz nüüf erler, bir diğerinde de kırmızılar açardı; bu çiçekler hep benim içindi. Ve ben, ey rahipler, ancak Benares ıtırları sürünürdüm. Benim üç elbisem de yine Benares’ten gelirdi. Gece gündüz üstümde açık bir şemsiye soğuktan sıcaktan, toz veya çiğden beni korurdu. Üç sarayım vardı...»


Ama, bir gün bu boş hayata artık dayanamayarak vatansızlığa, evsizliğe gitmek maksadiyle saraylarım, karısını, yeni doğmuş oğlunu bırakıp tammıyan bir fakîr sıfatiyle memlekette dolaşmağa başlamıştır.


Lejantla göre, GOTAMA babasının bütün ihtiyat tedbirlerine rağmen birer hasta, ihtiyar ve ölü insana Tasladıktan sonra bu dünyamn, bu ömrün, bu gençliğinin fani olduklarının farkına varmış, bunun için şehirden kaçmıştır.


ROTAMA evvelâ Yoga temrinlerine büyük ehemmiyet vermiş, buddist metinlerin etraflı bir surette tavsif ettikleri veçhile gayet sert riyazeti sayesinde ölmeğe yakın olmuştur. Maamafih, bu riyazetin de kendisine sükûnet, huzur,ilham vermediğinden, bir müddet sonra ondan vazgeçerek yine yemek yemeğe başlamıştır. Bu istikrarsızlığını anhyamıyan beş zahit arkadaşı onu bu sebepten yalnız bırakmışlardır. Neranjara nehrinin kenarındaki bir incir ağacının altında, denilebilir ki, murakabeye dalan GOTAMA kurtuluşa getiren en derin bilgi ve marifeti kazanmış, dört kısımh hakikati öğrenmiştir: ıztırap, ıztırabm sebebi, ıztırabın sebeplerinin giderilmesi, ıztırabm giderilmesine çıkaran yol (Bu tabirler, samkhya - felsefesinden aldığı tıbbî İstılahlardır; hayat, bir dert, bir hastalıktan başka bir şey değildir.)


GOTAMA, bu bilgiye kavuştuktan sonra derhal tam Nirvana’ya gidebilirdi; lejandlara inanırsak, böyle bir iğvaya da maruz kalmıştır. Çünkü bir taraftan, insanların âlelûmum kendisi için bulduğu bu bilgiye erişmeğe kabiliyetli olmadıklarım göz önünde tutarken, öbür taraftan da va’z ve hitaplarla meşgul bulunmasının, ruh sükûnet ve huzurunu bozacağından korkardı.


[Halbuki B u d d a, (yani «ilhama kavuşan») bu iğvaya kulak vermeyip ıztırap çeken mahlûkata acıyarak onlara da kurtuluşa getiren hakîkatları bildirmeğe karar vermiştir; buddist bir tabirle «dhamma (yani doktrin) in tekerleğini çevirmeğe başlamıştır.» Bu karar, sonraki asırlarda Mahayana Buddizminda peyda olan inkişafların kaynağıdır.)


B u d d a , Benares’te kendini bir müddet evvel yalnız bırakmış olan beş zahide ilk va’zını vermiş, orada «dört mukaddes hakikati» bildirip zühd ile dünyevî zevkler arasındaki orta yoldan bahsetmiştir :


«Ey rahipler! Bu dünyayı terkedenlerin iki ifrattan kaçınmaları lâzımdır. Bu iki şey nedir bilir misiniz? Bunlardan birisi zevklere, eğlencelere, inşam alçaltan şehevî kaba, âdî, faydasız bazlara yer vermek; İkincisi de riyazetlerle, rahibin kendine yedirdiği dertlerle asîl olmıyan faydasız bir hayata atılmaktır. Ey rahipler! Bu iki ifrattan da kaçman kâmil, gözü ve gönlü açan ve inşam hikme-te, irfana, huzûra, ilhama ve Nirvana’ya götüren bu orta yoldan yürümüştür.


Ey rahipler! Kâmilin gözü ve gönlü açan ve hikmete, huzûra, irfana, ilhama ve Nirvana’ya götüren bu orta yol hangisidir? Bu yol sekiz yol ağzma ayrılan o şerefli yoldur ki, bu yollar şunlardır: doğru inanış, doğru irade, doğru söz, doğru iş, doğru yaşayış, doğru çahşış, doğru düşünüş, doğru murakabedir. İşte ey rahipler, kâmilin bulduğu, gözü ve gönlü açan, hikmete, huzûra, irfana, ilhama ve Nirvana’ya götüren doğru yol budur. İşte ey rahipler; ıztı-rap ve ıztırabın doğuşu hakkındaki yüksek hakikat şudur: doğuş ıztırap, ihtiyarlık ıztırap, hastalık ıztırap, ölüm ıztıraptır. Sevilmi-yen şeylerle bir arada bulunmak ıztırap, sevilen şeylerden ayn düşmek ıztırap, arz edilen şeye malik olmamak ıztıraptır. Kısaca, bağlanmaktan ileri gelen bu beş küme ıztıraptır.


İşte ey rahipler, ıztırabın kaynağı hakkındaki yüksek hakikat şudur: hakikaten insanı bir kere doğuştan tekrar doğuşlara sürük-liyen bu varlık arzusu, varlık susuzluğudur ki hislerden ileri gelen bazlarla beraber kâh şurada, kâh burada tatmin edilmek isterler: zevk arzusu, varlık arzusu, kudret arzusudur.


İşte ey rahipler, ıztırabın kaldırılması hakkındaki yüksek hakikat şudur: hakikaten bu ihtirasların yokluğu, varlık arzusunun tam mânasiyle tahribi, terk edilmesi, yok edilmesi, vazgeçilmesi ile olur. İşte ey rahipler, insanı ıztırabın kaldırılmasına götüren yüksek hakikat şudur: hakikaten bu yol sekiz yol ağzma ayrılan o şerefli yoldur ki bu yollar şunlardır : doğru inanış....»


B u d d a uzun seyahatlarında doktrinini halka üân ederken, seneden seneye müridlerin adedi çoğalmıştır. Takriben 80 yaşında iken B u d -d a bu dünyayı terkedip murakabenin dördüncü merhalesinden büyük Nirvana’ya kavuşmuştur. Müridleri, rahip tarikatım teşkil etmişler (bhikkhu), onların yanında, B u d d a’nın evvelâ itiraz etmesine rağmen rahibelerin de bir tarikati teşekkül etmiştir.


(Tarîkate mensup olmıyarak rahiplerin ahdlerini üstlerine almağa mecbur olmıyan lâik (bir tasavvuf tabirini kullanarak «muhipler» diyeceğimiz) bir zümre de vardır ki hiç bir şeye malik olmıyan rahip ve rahibelere bakmış da onlara lâzım gelen şeylerle yardım etmişlerdir.


> Buddizmin temelleri, triratna’da (yani üç kısımh cevher) toplanmıştır; onlar B u d d a, dharma ve samgha’dır: dharma, B u d d a’nın bulup bildirdiği doktrin ve akidedir ki, Buddizm’in hayat merkezini teşkil etmektedir. Hristiyanhkta î s â’nın, İslâmda Kur’ân-ı Kerîm’in tuttuğu yeri, Buddizm’de ne bu dinin kurucusu, ne de mukaddes bir kitap tutar; inşam kurtuluşa götüren hakikatlanm bildiren doktrin bu dinin hakikî mihveridir. Samgha ise, rahip ve rahibelerin cemaatıdır. Akide, bu üç temeli şu suretle ifade etmektedir : }


B u d d a y a sığmıyorum, dharma’ya sığmıyorum, samgha’ya sığmıyorum.


tBuddist rahiplerin en mühim âyini, 15 günde bir defa yapılan «günahların itiraf âyini» dir. O zaman, ne mühiplerin ne de rahibelerin hazır bulundukları bir zaviyede, rahipler, itiraf maddelerini okuyan bir pir ile toplantıya en uf ak ’ günahlarını itiraf etmektedirler.!


Buddizmin doktrinlerini bilhassa Tripitaka (Pali dilinde tipitakam), yani «üç sepet» adlı, Pah lisamnda yazılmış kocaman bir eserden tanımaktayız. Bu eser, şu kısımları ihtiva etmektedir :


·        1.  Sepet: vinâya, «hüda», bilhassa rahipliğin usul ve kaideleriyle bunların infaz hükümleri.


·        2.  Sepet: dhamma, doktrin. Bazen bu sepete de Sutta-pitaka ismi verilmektedir. Sutta «iplik» kelimesinin manâsım «anahatları» mânâsmda anlamamız doğru olsa gerektir. Bu sepet, B u d d a’-nm, kendilerine akide ve fikirlerini beyan ettiği konuşmalarının çoğunu ihtiva ettiğinden pek enteresan ve tripitaka’nm bizce en önemli kısmıdır. B u d d a’nın konuşmalarından mâada bu sepette bir çok küçük eserler bulunmaktadır ki onlardan biri, B u d d a’nın hayatmı pek şairane anlatan dhammâpadam’dır; therigata, «rahip ve rahibelerin şiirleri» adlı, dünyayı terkedip ilhama erişmiş olanların saadetini gösteren bir şiir antolojisinin kıymeti hem şiir, hem de din bakımından büyüktür. Suttanitaka’-ya ait olan, jataka denilen hikâyeler ise, B u d d a’nın sözlerine dayanarak onun bundan evvelki zamanlarda başka şekillerde doğup yaşamasmı anlatmaktadır; bu eserin kaynaklan eski Hindistan’da yayılmış efsanelerde bulunmaktadır.


·        3.  Sepetin (abhidhamma) muhteviyatı ise, bilhassa Buddizm’in felsefe ve psikolojisinden ibarettir.


Zikri geçen bu eserler muayyen bir asırda değil, muhtelif zamanlarda toplanmıştır. Rivayete göre, B u d d a’nm müridleri, mürşidin ölümünü müteakip derhal yazılarını toplamağa başlamışlardır. Tarikatta ihtilâf ve münakaşalar meydana çıktığı zaman, büyük konsiller davet edilip müşkiller orada halledilmeğe çalışılmıştır. Bu konsillerin en meşhuru, milâddan önce 245 senesinde Buddizm ile büyük bir alâka gösteren, âlemşümul mahabbet ve toleransmı ilân etmek niyetiyle payitahtının civarındaki kayalara kazdırdığı fermanlariyle bu dinin fikirlerine mükemmel bir ifade veren, dünyanın en iyi ve müsamahakâr hükümdarlarından sayılan kıral AŞOKA’nın himayesinde toplanan 3. konsildir.


O zaman, bir kanon mevcud idi. Bunun asıl dilinin Magada lisanı olması pek muhtemeldir. Şimali memleketlerde Buddistler bir sanskritçe


93


tercümesini kullanmışlardır; ondan Tibetçe, Çince, Moğolca, Uygurca ve daha fazla lisanlara bir çok tercümeler yapılmıştır.


Cenup memleketlerinde hüküm süren ve eski Buddizm’in hususiyetlerini daha iyi gösteren kanon, Pali lisanında yazılan, zikri geçen eserlerinden ibaret olan bir eser, aşağı yukarı müâddan bir kaç sene evvel Serendib adasmda bitirilmiş olsa gerektir.


Buddizm’de müşahhas bir tanrı yoktur; mevcud olan devler — yani ilâhlara ve meleklere benziyen nuranî mahlûkat — yaşayan her şey gibi




~dbğumla~ÎTn~~~~siisiiesine bağlıdır.




En m



mefhum)




ilhama çıkaran




yoldur. Buddist, dua ve niyazla değil) onun yerine murakabe ve tefekkür-le meşguldür — müşahhas bir tann . bulunmadığı için, insan~kıme dîıa




etsin?




/Her mistikte göründüğü veçhile, Hindistan zahidleri ve Buddist ra-hiblerinde seyrü sülûkta ilk adım olarak dünyayı terk edip Hindistan’da asırlardan beri zahidlerin kabul ettikleri beş şarta riayet etmek lâzımdır: 1. can taşıyan hiç bir varlığı öldürmemek (ahimsa); 2. başkalarına ait olan şeyleri almamak, 3. yalan söylememek, 4. afif yaşamak, 5. hiçbir şeye malik olmamak. Bu, hazırlık derecesidir. Rahip, ondan aşarak murakabeye gider; bunun sayesinde bilgi ve kurtuluşa varabilir.’!)


Murakabenin de dört derecesi vardır; muhtelif murakabe yollarının en mühimmi dhyana denilen metoddur. Buna göre, insan 1. bu dünyanm fena ve alçak olmasının farkına varmak maksadiyle meselâ mezarlıklarda ölüler veya hastalıklara müptelâ mahlûkat, yahud da iğrenç sanılan kendi vücudu gibi çirkin şeyleri seyr ederken bu hayatın, bu dünyanın en kötü, en menfi taraflarım düşünür, dünyadan inziva eder. Bunun sonunda, 2. insan o fena dünyayı terkettim diye derin bir saadet duyar ki 3. derecede durgun ve sakin bir zevk haline gelir. 4. derecede ise, insan ne sevinç, ne de ıztırap duyar, huzûr ve sükûnet içinde, iyilik ve kötülükten uzak bir halde yaşar j)


Başka bir mürakebe metoduna göre, insan, birinci derecede, bütün dünyalarda yaşıyan bütün mahlûkatı hayırhahlıkla düşünür, sonra bütün mahlûkatla birlikte sevinir; sevindikten sonra hepsine acır; 4. derecede tekrar ne sevinç, ne de ıztırabı mevcud olan bir huzûra ermiş oluruz


yBu dördüncü derecede insan, bundan evvelki hayatlarım nasıl geçirdiğini görür; sonsuz doğum silselesi ve onun sebeplerini anhyabilir; dört hakikatin — yani ıztırabm, ıztırap sebebinin, ıztırap sebeplerinin giderilmesinin, ıztırap sebeplerinin giderilmesine çıkan yolun — farkına varır. ,,v






çKâmilin gördüğü, bu illiyet rabıtası 12 kısmalı tekerlek şeklinde tasvir edilmektedir.’ Buddizm, ruhun hakikî varlığını inkâr edip bütün hallerin yalnız bir an işin var olduklarım tarif etmekle beraber, illiyet rabıtasının dünyada en mühim rolü oynadığını" itiraf etmektedir. Çünkü her hal, her vaziyet, ondan evvelki bir halden ileri gelmiş gibi telâkki edilmektedir. Buddist manastırlarındaki, ekseriya korkunç resimlerle süslü hayat tekerlekleri, bilgisizlikten başhyarah ölüm ile bitmek suretiyle bu illiyet râbıtasmı en iptidaî insanlara bile anlatmak üzere yapılmıştır.)


Murakabenin dördüncü derecesinde bu hakikati anhvan kâmil, tabi-ilah ve insanların seslerini duyar, ferasetle insanların fikir ve düşüncele. rini bilir; başkalarının gözlerine görünmiyen bir hale gelir; güneş, ay ve yıldızlara kendi elleriyle dokunabilir.


at üstü, şeylere de vakıf olup sihir de yapabilir ;~ûzaklârdan ve yakından




f Halbuki’ kasdettiği bu tabîat üstü tecrübe ve sihirbazlıklar değil, Nirvana’ya uğramaktır. Sâlik yalnız bu dördüncü dereceye vâsıl olduktan sonra Nirvana’ya erişebilir. Bü Nirvana mefhumunu, «yokluk» ile tercüme etmek pek isabetli değildir; böyle bir tercüme yalnız, yokluğun mistik mânâsının ne olduğu gözönüne tutulduğu takdirde doğru sayılabilir. Çünkü Nirvana, psikoloji bakımından sevinçsiz ve ıztırapsız huzûr; kosmoloji bakımından, insanın doğum silsilesinden kurtulmuş olması, metafizik bakımından ise en yüksek kıymet, yanı müspet bir.'mahiyettir3


B u d d a ’ nın güzel bir söküne göre «Nirvana gürültülü bir ummana benzeyen dünyanın gidişinde sâkin bir adadır». Ama, onun sim, bütün mıstıklıgın arayıp bulduğu son hakikâtin sınTgibi, kelirneleıie~ifgde' edil-lemez,~âkıl ile erişılemez; bunun~Tgin, akıFonu yalnız yokluk olarâlT anlamaktadır. Nirvana, "ölüm de değildir; bilâkis ihsan bu hayatta iken Airvana'ya kavuşaEniFWaaarsTfâtlarmı, ölümiiııdeB-Sonra büyiik Nir-vana’ya gideceği zaman kaybeder. Fakat varlık arzusu kadartehlikeli "bir istek~de ölüm arzusudur; ölüme susayan bir insam~Nİrvana’ya eri-şemez.


Nirvana akıl için yokluk olduğundan ötürü, B u d d a metafizik meselelerden hiç bahs açmamıştır: Nirvana’ya kavuşmuş olan orada var mı, yok mu? Bu dünya ezelî ve ebedî mi, muvakkat mı? diye soranlara cevap vermemiştir. Çünkü bu meseleler, ne murakabeyi icra etmek ve doğru yoldan yürümek için lâzımdır, ne de kurtuluşa yardım ederler. B u d d a , kanaatini bir mecazda şöyle ifade etmiştir :


Zehirli bir ok bir insana vurmuş, arkadaş ve akrabaları tabibi çağırmışlardır. Farzedelim ki bu hasta : «Bana ok vuran insanın kim olduğunu— şerif mi, brahman mı, vaisya mı, şudra im olduğunu — bilmeden evvel yaram için tedavi istemiyorum» diye inkâr eder, ya «Bana ok vuran adamın ismi nedir, hangi âileye mensuptur, uzun boylu mu, kısa boylu mu, orta boylu mu, beni vuran silâhın şekli nasıldır — bunu bilmeden evvel yaram için tedavi istemiyorum» diye cevap verir — : böylece inkâr etse eğer, bu işten ne çıkardı? Adam yarasından ölürdü.»


Temeli «beş zahid emri» olan ve bundan ötürü ilk bakışta belki soğuk, dünyaya uymıyan bir din, yahud dinî bir felsefe şeklinde göze görünen Buddizm’de merhametin ne kadar önemli bir yer tuttuğu şayanı dikkattir. Bütün mahlûkata, insanın düşmanlarına bile şamil olan bu merhamet ve sevgi (maitri, metta), ahimsa (yani can taşıyan bir şeyi öldürmemek) emrinin müspet tarafıdır. Buddistlerin efsane ve lejandlan, bu değişilmez hayırhahhğı en parlak renklerle tasvir etmektedir:


Bütün ülkelerde mahlûkatm bütün dertleri bitsin..., padişah, harami veya askerler tarafmdan tehdit edilip, idamlarına hüküm verilip, yüzlerce çeşit çeşit korkudan zarurete düşen mahlûkat ise, zarurete düşmüş bu bedbahtların en müthiş, en korkunç yüzlerce korkudan kurtulsunlar. Vurulup, hapse konup, elem çekip türlü türlü ıztıraplarda bulunanlar, binlerce kederlere müptelâ olanların hepsi zincirlerinden kurtulsunlar; vuranlar, darbelerden kurtulsunlar; idam ile tehdit edilenler yine hayata kavuşsunlar, sıkıntıya düşenler büsbütün korkudan kurtulsunlar... kimseye dert veya keder dokunmasın. Bütün mahlûkat afiyette bulunsunlar. İşte, maitri budur.


\\ Belirttiğimiz veçhile, bu âlemşümul merhametten dolayıdır ki, Budda, derhal Nirvana’ya gitmek yerine, insanlar araşmda vâz ve hitap ile meşgul olmaya karar vermişti, B u d d a’mn bu kararı Buddizm’in bir fırkası tarafından dinin merkezi ve temeli sayılıp daha geniş bir mânada anlaşılmıştır. Bu hal, Hindistan’dan şimalî memleketlere ilerleyip orada inkişaf eden bu fırkalardan belli ,olur: Mahayana yani «büyük araba» Buddizm’i. Cenupta yayılan Eünayana (yani: küçük araba) adlı fırkada ise, insan yalnız kendi kurtuluşu ile uğraşıp ne kadar çabuk olursa olsun Nirvana’ya erişmeğe çalışmaktadır; ona bu yolda yardım eden kurtarıcı bir ilâh yoktur; bu fırka aslî Buddizm’in âdet ve tasavvurlarına sâdık kalmıştır.


Halbuki Mahayana’ya mensup olan insan, büyük bir arabası olduğu için tehlike zamanında bir çok arkadaşı da kurtarabilen bir adam nevinden, hemcinslerine de kurtuluşa giden yolu göstermeğe çalışır. Bundan ötürü Mahayana’mn ülküsü ilhama kavuşup Nirvana’ya varmış B u d-d a değil, mahlûkatm saadetini kendi kurtuluşuna tercih eden Bod-i s a t t v a , yani Budda namzedi, mümkün olduğu derecede insanlara kurtuluş yoluna kılavuzlamakla uğraşıp bütün insanlara da sevgi, saadet ve bahtiyarlık verip Nirvana’nm mes’ud sükûnetine erişmekten vazgeçer.


«Su, ateş, ay, güneş elemanları otları, çalıları, nebatları yetiştirdiği gibi, aynı surette de temiz kalbli Budda namzedinin ma-habbetini göstermesi ile bütün mahlûkat koncalanıp açılır. O, bütün mahlûkatm aydın sıfatlarının hepsini yetiştirir.»


çBu fırkanın mütaleasınca, Budda’ nm, kendi doktrinini ilân et-mek hususundaki karan, ezelde bütün mahlûkatm kurtulmasından ev-


veİTNîrVana’ya Uğrâmîyâcağnn diye verdiği bir ahdin dünya plânında




zuhûr eden muvakkat bir tecellisidir. Mahayana’da, eski Buddizm’in ülküsünü teşkil eden «Budda yolundan yürüyerek Nirvana’ya uğramak» ezelî ahdine güvenmesi dinin sırrıdır. O zamana kadar dinin merkezini teşkil eden cihanıma (doktrin) yerine Budda’ nm şahsiyeti gel-miŞtir.)


prensibi değil, insanın, Budda’ya inanması, ona teslim olması, onun




B u d d a ’ nm şahsiyeti demek, yalnız tarihî Budda demek değildir. Çünkü Mahayana’da büyük miktarda mevcud olan Budda ve Bodisattva’lar ekseriya taun haline girmişlerdir; GOTAMA, uzun teselsülde 25. Budda sayılmaktadır. Tarih boyunca bu dünyada tecelli eden her Budda’ nm birer ruhanî B u d d a ’ sı (Dhyanı budda) ve onun Dhyanı bodisattva’sı vardır. GOTAMA’nın ruhanî B u d d a’sı Budda Amitaba (yani «muazzam nur ile parhyan) dır; ona bilhassa Çin ve Japonya’da tapımlmakta-dır; o, merhametli, bağışhyan , nuranî bir ilâhtır. Tarihî GOTAMA’nın Dhyani bodisattva’sı, Avalokiteşvara ismini taşıyan bir İlâhî varlık, Mahayana’mn en popüler ilâhıdır.)) Enteresan bir inkişaftan dolayı bu ilâh, merhameti sayesinde eski Çin ana ilâhelerinden birisi ile birleşip Kvan-yin (Japonya’da K v a n n o n ) adlı bir ilâheye inkilâp etmiştir. Kvan-yin, ekseriya kucağında bir çocukla tasvir edilmektedir; ash büsbütün unutulmuştur. Bu ilahede görünen inkişaf m, şüphesiz başka ilâhlarda da görünmesi mümkündür; Dhyani bud-da ve Dhyani bodisattva’lar herhalde bir çok eski yer ve faaliyet ilâhla rını içlerine almış ve böylece ananeyi muhafaza etmişlerdir.


Avalokiteşvara ise, şimdi Tibet’in millî üâhıdır; bu memlekette, bir çok iptidaî tasavvurlarla karışmış, sayısız ilâhları olan eski Bon dininin de izlerini taşıyan bir Buddizm mevcuttur. Bu millî Buddizm’e, Lamaîsm denilir. Yeni din, galiba 7. asırda Tibete gelmiş, 8. asım ortasında büyü ve sihir usulleriyle karıştırılmış ve mukaddes metinlerin bir tibetçe tercümesi (Kanjur ve Tanjur) vasıtasiyle memlekette yayılmıştır. 14. asırda Lamaism THSONG-KHAPA adlı bir ilâhiyatçi tarafından refdrme edilmiştir; onun mezhebi, «san» dır (rahiplerin san kuşak ve külâhlarmdan dolayı). Rahipler, memlekette en büyük rolü oynamaktadır; manastırlar, kültürel hayatın merkezleridir. Lasa şehrinde oturan Dalai Lama ile Taşilunpo manastırında yaşıyan I’aııçenlama bu rahiplerin ve memleketin ruhanî reisleridir?)


Şimalî Buddizm’de, sayıya sığmıyan bu ilâhlar yanında Nirvana anlamı da değişmiştir. Mahayana, Nirvana hasretinden, zaman ve mekândan âzâde olmak arzusundan vazgeçip müminlere göklerde bulunan bir cennet, «garptaki saadet ülkesi» ni va’d etmektedir ki orada B u d -d a ’ nın nurunu göreceklerdir


Mahayana Buddizm’inin geniş edebiyatına gelince, hayalle dolu hikâye ve lejandlarda B u d d a ’ mn hayatmdan bahsederek kerametlerini anlatmaktadır; hemen bütün din koruyucularında görüldüğü gibi, B u d-d a ’ 11111 da bir kız tarafından doğuruîdûgû, doğuşünnrrir-hariKulâde "olaylarla vuku bulduğu anlatılmaktadır. Bu efsaneîerdefTiodisaftvâ" ülküsü arttıkça mükemmelleşmiştir.


Mahayana Buddizm’i, milâddan sonraki ilk asırda Çin’e kadar ilerlemiş, 6 ncı asrın ortasında Japonya’ya gelmiştir. Orada bilhassa 12, ve 13 üncü asırlarda bir kaç önemli mezheb teşekkül etmiştir. Bunların Av-rupa’da son yıllarda en büyük ilgiyi uyandıran mezhebi, murakebeyTon plâna koyan Zen tarikatıdır (zen - dhvana’dari müştaktır). Maksadı, müridin sert bir terbiyeyi geçirdikten sonra birden bire mantakrabıtâsîm dan çıkarak tenevvür ve ilhama kavuşmasıdır; bu yolda, ekseriya mür-şıdin paradoks bir ifadesi, akla uymıyan bir hareketi müridi mantıkî ol-mıyan bîrbilglye kılavuzlıyabilir.Zen Buddizm’inin. .Tapon kültürüne, bilhassa asîl muhariplerin (samuray) terbiye ve ahlâklarına bıraktığı tesiri küçümsememeli; gerek meşhur Japon çay merasimi, gerekse lirik şü-rin en zarif şekilleri de Zen mezhebinin tesiri altında kalmışlardır. Bu terbiyeyi görmüş bir adam, tam bir ahenkle hareket edebilir; bütün varlığının bir tek noktaya teveccüh ettiği için sanatta da bir tek çizgi veya bir iki satır ile her şeyin hakîki mahiyetini isabetle ifade ederf


Japon halkı, daha fazla aynı zamanda HONEN ve müridi ŞİNRAN tarafından bildirilen Jodo mezhebine alâka göstermiştir. Mahayana’mn fikirlerini en mantıkî surette geliştiren bu mezhepte Budda A m i t a-b a ’ mn (A m i d a) sonsuz kurtarıcı merhametine inanış, kurtulabilmek için yegâne şarttır. Kadın, erkek; zengin, fakir, iyilik yapmadan, riyazet çekmeden Budda’ mn ezelî ahdine güvenmek şar-tiyle, ebedî saadete erişebilirler. Bu suretle, eski agnostik Buddizm, yalnız mürakabe ve bilgiye ehemmiyet veren bir mistik felsefesinden, İlâhî bir kurtarıcının sözüne inanan ve sonsuz merhametine güvenen tipik bir sola fides dini şekline gelmiştir/ ŞİNRAN’ın bu telâkkileri Hristiyan-hkta protestanlar tarafmdan ileri sürülen doktrinlere o kadar benziyor ki, 16. asırda Japonya’ya gelen katolik misyonerler, o memlekette bile LUTHER’in zendekesinin mevcud olduğunu yazmışlardır. Bu basit ve halkın dinî ihtiyaçlarım iyice tatmin eden inamş Japonya’da çok taraftar bulmuştur.


ÇL3 üncü asırda Japonya’da vâ’zlarda bulunan, yüksek fikirleriyle beraber müteassıp olan NİÇÎREN, zikri geçen bu iki Buddist mezhebini takdir etmemiş, vatandaşlarına cehennemi ihtar ederek ihtiraslarım yennıe-ğe dâvet etmiştir. Fakat Buddızm’in müsamahalı ruhuna muhalif olan taassuptan dolayı şiddetli taarruzlara maruz kalmıştır. Onun akîdesi, Budda’ mn zatının bütün olaylara şâmil olmasını ileri sürmektedir: «Ruh, Budda ve hakikî varlık. bu.......iigji_.kendi_rııhumıızda mevcud-


durj bundan mâada bir reel varlık yoktur: bu, vahydır, Buddahkfrır.sî


W. SCHUBRlNG, Die Jaina, 1927 — H. OLDENBERG, Buddha und der altere Buddhismus, 1921. — H. BECKH, Buddhismus, 19262. — E. WALDSCHMİDT, Die Buddhalegende, 1949. —


H. HAAS, Amida Buddha, unsere Zuflucht, 1910. — D. T. SUZUKI, Die grosse Befreiung, 1947. — D. T. SUZUKI, Zen Buddhism and Japanese Culture, 1936.


F. HEİLER, Die buddhistisehe Versenkung. 1922. — W.. RUBEN, Buddhizm Tarihi, 1947.


İSRAİL

İsrail milleti dünya din tarihinde gayet mühim bir yer tutmuştur demlebilir: İlâhî vahye dayanan bu dine, Allah'ın istek ve emirlerini bü-diren peygamberler tarafmdan özel bir şekil verilmiştir. İsrailin bu dini dayandığı vahy bakımından hem hristiyanhğm, hem de — endirekt bir surette — İslâm dininin esâsıdır. Halbuki, bu dinin özellikleri ne kadar enteresan ve eşsiz olursa olsun, inkişafı yakın doğuda görülen dinî fenomenlerden tecrid edilmez; büâkis onu bir taraftan onlarm sayesinde, öbür taraftan da onlara karşı gösterdiği hareketin bir aksulameli olarak anlamamız lâzımdır.


Bu dinin en mühim vesikaları Eski Ahid’de toplanmıştır. Halbuki Eski Ahid, muayyen bir zamanda muayyen bir zatın tesbit ettiği bir eser değildir; onun tarihi yüzlerce yıl sürmektedir. Bize kadar gelen bu tek kitabın metni ayn kaynaklardan alınmış; ciddî bir filolojik ve tarihçi tenkit bu muhtelif rivayet cereyanlarım belirtmiştir. Maamafih, bu ince kaynak tenkidi sayesinde Eski Ahdin kıymeti bizim için çoğalmıştır: biz bu kitabı, İsrail milletinde muhtelif zamanlarda peyda olan ve ilâhiyatçi ve tarihçilerin düşüncelerini in’ikas ettiren dinî inkişafın habercisi saymaktayız.


Yahudi an’anesine göre, Eski Ahid üç kısma bölünür : — Tevrat — Mebiim (yani: peygamberlerin sözleri), — Ktubim (kitaplar, tarih, hikmet ve saireye ait eserler).


Bu kitapların sırası bazen pek mânah görünmüyor; halbuki kitapların bize gelen sırasiyle muhteviyatını bilmek lâzımdır :


Tevrat: yani MUSA’ya atfedilen 5 kitap : Tekvin (bab 1-11: tâ tufana kadar yaradılış destanı, insanların ilk suçu, bab 12-50' İBRAHİM’in ve oğullarının hikâyeleri; ÎSHAK, YAKUP, YUSUF’-un Mısır’da bulunması)


·        2)  Çıkış (bab 1-18 MUSA, İsrail’in Mısır’dan çıkışı, bab


19 - 40 Allah'ın Tür dağında MUSA’ya kanunları büdirmesi).


·        3)  Levililer : âyîn ve merasime ait usuller; kurban, kâhinler, temizlik kanunları, bayramların tanzimi.


·        4)  Sayılar : İsrailin Tür dağından kalkıp Erden ülkesine girmesi.


5) Tesniye: 622 senesinde Yehuda kıralı Yoşiya zamanında kâhinler tarafmdan neşredilmiş bir eser ki, MUSA’nın ölümünden bahsettiği ve MUSA’nın zamanmda henüz mevcud olmıyan bir çok âdetlere ima ettiği için o zamanki ilâhiyatçıların, bozulmuş dini islâh etmek maksadiyle yazdıklarım diyebiliriz.


Bugünkü Tevrat’ta, en aşağı,iki ayrı kaynağa rastlarız: Allah'ın ismini muhtelif şeküde kullandıklarından, Yahvist (Yahve ismini kullanan) ve Elohist (Elohim ismini kullanan) diye isimlendirilmektedir. Yahvist, en eski kaynak olsa gerektir; eseri aşağı yukarı m. ö. 1000 senesinde yazmış olmalıdır; Elohist ise, daha fazla teolojik meseleler üzerine durur; aynı mevzulardan bahseden eseri 8. asırda telif etmiş olsa gerektir. Bir aşır sonra, bilinmemiş bir âlim bu iki (belki de daha fazla) kaynağı birleştirmiş, şimdiki haline getirmiştir.


Aynı müelliflerin eseri, bazen Tevrat’a bağlanan Yeşu kitabında görülmektedir ki, Filistin’in fethini anlatmaktadır.


Hâkimler kitabı, Ken’ân’da zuhura gelen müşküâttan, müs-tebidçe hüküm süren hâkimlerden bahsetmektedir; onlarm en meşhuru, bedevilere karşı savaşan GÎDEON’la herhalde mitik bir varlık olan SİMSON’dır.


But kitabı, Babü sürgünlüğünden (530 dan) sonra yazılan küçük bir romandır; yabancı olan RUT, gayet mes’ud ve memlekette büyük bir rol oynıyan bir âileyi kurar : bu, EZRA tarafmdan yasak edilen «yabancılarla nikâh» a karşı bir reaksiyondur.


I. Samuel, kıratlığın başlangıçlarından, SAUL ve DAVUD’in tahta çıkmasından bahsettikten sonra, II. Samuel yalnız DAVUD’un m. ö. 970 senesine kadar süren saltanatında vaki olan hâdiseleri anlatmaktadır. I. Kırallar, SÜLEYMAN’ın kıratlığını anlatır, 12. babdan itibaren o kırahn 931 de vuku bulan ölümünden sonra memleketin ikiye bölünmesini ve bilhassa ilk büyük peygamber olan İLYA’nın amellerini ileri sürmektedir; H. Kıratlar’a gelince, memleketin cenup bölgesinin (Yehuda’mn) sonuna kadar (587) gitmektedir. Peygamberlerin sözlerinden anlaşılan tarihî vakıalarım belirten bir eserdir.


I. ve II. Tarihler, İsraü milletinin tarihini tekrar anlatmaktadır.


Ezra, sürgünlükten sonra Iran İmparatorları sayesinde tekrar Kudüs’e giren ve orada yeni bir mabed bina etmekle meşgul olan milletten bahs edip EZRA’nm gayet sert nikâh kanunları vasıta-siyle yahudiliği sözün tam manasiyle kuruduğunu göstermektedir.


Nehemia, EZRA’nm yaptığı gibi Yahudilere daha çok eski zamanların usul ve kanunlarına riayet etmelerini emretmiştir.


Ester kitabı, Purim bayramının aslım belirtmektedir.


Eyüp: Eski Ahidde hüküm süren mukayese anlamına karşı bîr aksülâmeldir. EYÜP, dindar olmakla beraber, felâketlere uğruyor; dostlarının itirazlarına ve başına gelen bütün facialara rağmen Allah’a güveniyor ve, Allah'ın sözünü işittikten sonra kendini O’nun iradesine teslim ediyor. Kitabın öğrettiği, Allahın istedikleri, onun iradesi, onun kudreti tek insanın saadetinden ehemmiyetlidir.


Mezmuriar, 5 kitapta 150 dinî şüri ihtiva etmektedir. Onlarda, eski şarkta kullanılan İlâhi tarzlarım benimsiyen ama daha fazla şahsî bir din duygusu ile dolduran, hayatın hemen her vaziyetinde ya ferdin, ya cemaatin söylediği dualara rastlanmaktadır. Onların büyük bir kısmı hâlâ hristiyan ibadetinde okunmaktadır.


Süleymanm meselleri: hikmetin sahibi olan SÜLEYMAN’a atfedilmekle beraber muhtelif zamanlara ait, atasözleri, hikmet sözleri, Allah korkusunu, yaşamak sanatım öğreten meseller. Eski Mısır hikmet edebiyatının tesirleri burada görülmektedir.


Vaiz : yine SÜLEYMAN’a atfedilen, halbuki sürgünlükten sonraki zamana ait olan ve bedbinlikle dünyanın boşluğunu anlatan küçük bir kitap.


Neşidelerin Neşidesi : sürgünlükten sonraki zamanlarda gelişen pek dünyevî, tath ve güzel aşk şarkılarım, maşuk ile maşuka arasındaki maceraları, konuşmaları pek şairane anlatmaktadır. İsraü’de bu kitabın şehevî aşkı çok erken Allah ile kendi nişanlısı sayılan İsraü milleti arasındaki sevginin bir sembolü olarak telâkki edilmiş, şarkılar bu bakımdan mukaddes kitaba sızmıştır. Yine SÜLEYMAN’m bir eseri olduğu iddia edilen bu kitap, hristiyanhk-ta da mistik mânada anlaşılmış, ya İSÂ ile kilise arasındaki muhabbetin güzel bir sembolü, yahut da (bilhassa 12. asırda gelişen mistik te’vîle göre) kalbm ÎSÂ’ya karşı duyduğu aşkın bir ifadesi olarak kabul edilmiştir.


Peygamberlerin eserleri :


îsâya (m. ö. 740 senesinden itibaren Yehuda’da) bab 40 dan : Devteroişaya, sürgünlükte milletini teselli eden, ismi bilinmiyen büyük bir peygamber.


Yeremiya (m. ö. 630 ile 586 arasında, Yahuda’da)


Yeremiya’nin mersiyeleri (galiba onun eseri olmıyan ağıtlar) Ilezekiel : sürgünlükte yaşıyanlarm büyük peygamberi.


Daniel: sürgünlükte yaşıyan bir peygamber.


«Küçük» peygamberler :


Hoşea : 740 senesinden evvel İsrail’de vâz etmiştir.


Yoel: 8. asrın başlangıcında Yehuda’da yaşamıştır.


Amos: Tekoa’lı bir çoban, peygamberlerin en müessirlerinden biri. 740 dan evvel İsrail’de bulunmuştur.


Obadya : YOEL’in bir çağdaşıdır.


Yunus : İsraü’de 8. asnn ortasında faaliyette bulunmuştur. Mika : Yehuda’da 7. asnn ortasında yaşamıştır.


Nahum : MİKA’dan biraz sonra yaşamıştır.


Habakuk : Yehuda’da 622 senesinden önce bulunmuştur.


Tsefanya : 7. asnn ortasında Yehuda’da vâ’zetmiştir.


Haggay — Zekarya — Maleaki : Babü sürgünlüğünden sonra Filistin’de.


Peygamberlerin muhtelif eserlerine de bir çok yabancı unsurları sirayet etmiş; muhtelif şahsiyetlere ait sözler birbirlerine kanştırümış-tır. îmana göre çözülmez bir kül olan bu eserler, kaynak tenkidi sayesinde özel strüktürlerini, her peygamberin hususiyetlerini daha vazıh bir şekilde göstermektedir.


Hem Eski Ahdin verdiği malûmatı, hem de aynı zamanda yazılan Mısır, Babü, Assur milletlerinde muhafaza edilen vesikaları araştırmış olursak, İsraü dininin tarihî gelişmesinin anahatlannı şöyle görürüz :


Sami rmnta.ka.simn garp kısımlarında (meselâ Ken’ân, Suriye, Feni-kiya) hüküm süren eski din, bilhassa verimlilikle alâkadar olan merasimden ibaretti. Milletlere göre isimleri değişen bir üâh, tabîatm gidişini idare edip insanın hayatini de tanzim eder gibi tasavvur edilmiştir. Onlarda bilhassa B a a 1 (Rabb), E 1 («kudret, kuvvet»), M e 1 e h («malik») muhtelif ibadet merkezlerinde büyük bir rol oynamışlardır. Eski Babü’de gördüğümüz veçhile, müteaddit yer ilâhlarına tapmılmış-tır. Aynı zamanda bir yönden gök kraliçesi ve büyük ana-ilâhe olan bir tanrıçanın mabedlerinde mukaddes fahişelik vaki olup, I ş t a r üe T a m m u z’un aşk destanı gibi, bu tanrıçanın da ölen ve yeniden canlandırılan bir üâha bağh olduğunu anlatan bir çok verimlilik mitleri vardı. İlâhlara kurbanlar sunulmuştur; bilhassa Ken’ân’da insan kurbanları ve büyük nvkdarda çocuk kurbanları takdim edilmiştir — üâhm hiddetini teskin etmek için yalnız en kıymetli mal, erkek çocuklar, kâfi görünmüştür.


Ken’ân’a (m. ö. 2000 den beri) gelen, herhalde Arabistan ve İrak’tan muhaceret eden İsrailliler ise, bedevi bir kültüre mensup, iptidaî milletlerin hepsi gibi o zaman pek derin bir Tanrı anlamma henüz varamamış bir kâbile idi. Muhtelif maddelerde peyda olan tabîatüstü kuvvete inanmışlardır; bu maddelerin en önemlisi, kan idi: her ahidde, her mühim amelde biraz kan dökmek lâzımdı. Halbuki odun ve başka şeylerde de böyle bir mâna kuvveti görülmüştür. En eski zamanlarda bile, ınu-kaddes söze büyük bir kudret atfedilmiştir. Bütün Sami’ler gibi, İsrail' kabilesinde de mukaddes taşlara hususî bir hürmetin gösterilmesi gayet muhtemeldir; taşlarm özel bir kuvvetine inanmalarına, YAKUB’un Beth-E1 de görüp anlattıkları bir işarettir : YAKUP, başım bir taşın üstüne koyduktan sonra rüyasında göklere çıkan bir merdiven ve artık Rabbın kendisini görmüştür.


«ve YAKUP uykusundan uyanıp dedi : Gerçek Rab bu yerdedir, ve ben onu bilmedim... Ve YAKUP sabahleyin erken kalktı, ve başı altına koymuş olduğu taşı aldı ve onu direk olarak dikti ve tepesine zeytin yağı döktü. »(Tekvin 28)


Buna karşı, MUSA’mn Mısır’dan çıkardığı aşiretin dini, büsbütün başka bir görünüşten ileri gelmiştir. Eski zamanlarda (kat’i bir tarih bilmiyoruz) belki tesadüfen Mısır’a gelmiş olan bu aşiret, MUSA’mn riyasetinde belki 14. asırda akrabalarının memleketlerine, Ken’ân’a göçmeğe başlamıştır. Bu Mısır’h İsraillilerin aslının YAKUB’un oğlu YU-SUF’a bağlanması kâhinlerin güzel bir uydurmasıdır — Tevrat'ın tarih tasavvuru, adî tarihin hâdiselerini değil, İsrailin İlâhî bir plâna göre geçirdiği safhaları belirtmeğe çalışmaktadır. MUSA’ya Tur dağında ismini vahyeden Yahve, belki esas itibariyle Tur dağma mensup olan bir fırtına ilâhıdır — ateş ve gök gürültülerinin içinde tecelli eder; — belki de o civarda yaşıyan Midyan kabüesinin bir aşiret ilâhıdır. Fakat derhal bu mahdut yer ve küçük aşiretten ayrılıp kendisine bağlı bir ruhanî cemaatin ilâhı şeklinde görünmektedir. Başka Sami ilâhlarının faaliyet ve kuvvetlerinin tabiatın doğuş ve ölümünde belirmelerine rağmen, bu ilâh kendini tarihte gösterir: birden bire bir millet, her sene yeniden meydana gelen tabiat tezahüratının sonsuz deveramna bakmaktan vazgeçip tarihin kıymetini, yani tarihte Allahın idaresini görmeğe başlamıştır. Bize pek tabiî görünen bu hal, aşağı yukarı 3500 sene evvel yaşıyan insanların zihniyetlerinde büyük bir değişikliğe sebep olmuştur.


Bu ilâh, kendi milleti olan İsraü ile bir aht etmiştir; esatire göre tufandan sonra vuku bulan bu ahit, millet ile Allah arasında çözülmez bir irtibat yaratmıştır; İsrail tarihinde vaki olan her hadise, bu ahdin bir neticesi olarak telâkki etmiştir; millet ahdma riayet etmeyince, Rabb ceza yağdırdı; millet günahından tövbe edince, Rab eski ahdi yenileştiriyor. Allâh Tur dağında MUSA’ya şöyle hitap etmiştir :


Ve bununla beraber düşman memleketlerinde oldukları zaman, onları tamamen yok etmek ve kendilerile olan ahdimi kırmak üzere kendilerini reddetmiyeceğim ve onlardan nefret etmiyeceğim; çünkü ben onların Allahı Rabb’im; ve onların Allah’ı olmak için kendilerini Mısır diyarından milletlerin gözü önünde çıkarmış olduğum ata-larınm ahdini onlar uğruna hatırhyacağım; ben Rabb’im.» (Lev.


26, 4 - 45)


İsrail’in Mısır’dan çıkışı, Yahudi ilahiyatında, şahsî dinde de yorulmadan zikredilen hâdisedir:


Rabbe şükredin, çünkü iyidir; çünkü inayeti ebedîdir...


İsraili aralarından çıkarana; çünkü inayeti ebedîdir.


Kızıl Denizi ikiye bölene; çünkü inayeti ebedîdir.


Ve İsraili ortasından geçirene; çünkü inayeti ebedîdir.


Firavn ile ordusunu Kızıl Deniz’e atana; çünkü inayeti ebedîdir...


'         (Mezmur 136, 1; 12-16)


Millet Yahve’nin, muhafazasına gayretle baktığı ahlâk emirlerine g göre davranıp, adalet eder ve komşusunu severse, Rab, onu doğru yoldan yürütmiye devam edecektir. Halbuki Rabbin iradesi insanlar tarafından bilinemez; o, mukaddes, şedid, kahhar, fa’al bir ilâhtır.


İlâhlar arasında senin gibi kim vardır, ya Rab? Kudsiyette çelil, semalarda heybetli, hârikalar yapan, senin gibi kim vardır? (Çıkış, 15,11)


Rabbin celâli, kudsiyeti bir çok mezmurlarda (19., bilhassa gayet eski zamanlara ait 29., 90. ve saire) övülmüştür; EYÜP hikâyelerinde en mehabetli sözlerle tavsif edilmiştir. Bu ifade edüemez kudsiyetin sırrı, belki en isabetli ifadesini İLYA peygamberinin destamnda bulmuştur (I. Kırallar 19) :


Ve işte, Rab geçiyordu, ve büyük kuvvetli yel dağlan ayrıyor-du; ve Rabbin önünde kayalan parçahyordu; fakat Rab yelde değildi; ve yelden sonra zelzele; fakat Rab zelzelede değildi; ve zelzeleden sonra ateş; fakat Rab ateşte değildi; ve ateşten sonra sâkin ince bir ses. Ve bu oldu ki, İLYA bunu işitince yüzünü cübbesiyle örttü...»


MUSA’nm ve büyük peygamberlerin zamanlarında, öbür dünyada bir kıyametten, amellerin ölümünden sonra bir mukabelesinin vuku bulaca-. ğmdan bahis açılmamıştı; Yahve, dirilerin ilâhıdır, ölülerinki değü. İnsan, bu hayatta amellerinin mükâfatını görür; hayata mâna veren, yalnız Rabb’e inanıştır.


(Yahve dininin Ken’ân’a gelen taraftarları oradaki dinlerde kısa bir müddet münakaşa ettikten sonra, Şekem şehrinde toplanan İsrail ihtiyarları, başları, hâkimleri, reisleri Yahve’ye kulluk etmeye resmen karar vermişlerdir. Halbuki zaman ilerledikçe eski yerli dinlerden bir çok âdetler, görünüşünü bir az değiştirip Yahve dinine sızmıştır: eski ilâhların yerine Yahve gök ve tabîat ilâhı da sanılmıştır; Ken’ân kurban-merasiminin bir kısmı- da İsrailliler tarafından kabul edilmiştir. Maama-


fih ev yaptırmıyan, şarap içmiyen Rehabi’ler gibi bir iki küçük zümre, tevarüs edilen bedevi kültüre ve en eski~Yahve dininin emirlerine uyarak yaşamağa devam etmişlerdir. İsrailliler, yerli dinlerin en iyi parçalarını kendi merasimine sızdırmış iseler de, insan kurbanları gibi kötü taraflarım, sihir muameleleri de şiddetle yasak etmişlerdir; büyücüler ise idam edilmişlerdir?)


İsrail oğullan, tarihi idare eder gibi telâkki edilen Yahve’yi, gittikçe kendi milletlerine bağlayıp sırf millî bir ilâh sanmışlardır; büyük peygambelerce büe, Yahve’nin günü — yani bu dünyanın sonu ve yeni bir zamanın başlangıcı — kat’î surette İsrail’e inhisar ettirilmiştir. Başka milletlere de şâmil olan bir selâmet, yabancıların da Yahve’nin itaati altına gelecekleri hakkmdaki fikirlere yalnız son peygamberlerde (6. asrın ortasında) rastlanmaktadır. O yeni dünyanın merkezi, yeni bir Kudüs olacaktır :


...... Ve bir çok kavimler gidecekler, ve diyecekler: Gelin, Rab-bin dağına, Yakubun Allâh’ının evine çıkalım; ve kendi yollarım . bize öğretecektir ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Siondan, ve Rabbin sözü Yeruşalimden çıkacak. Ve milletler arasında hükmedecek ve çok kavimler hakkında karar verecek ve kılıçlarım sapan demirleri ve mızraklarım bağcı bıçaklan yapacaklar; millet millete karşı kılıç kaldırmiyacak ve artık cengi öğrenmiyecekler. (İş. 2, 3) İsrail oğullan, merasimin bütün değişiklikleriyle beraber, bütün insanlar arasından seçilip Yahve’ye yaklaşarak onu yüz yüze görmeği in’am edilen ve bundan sonra dinin kurucusu plan MUSA’yı, dinin bir merkezi olarak takdir etmekten hiç çekinmemişlerdir.


MUSA’mn bildirdiği dini temiz bir şekilde muhafaza etmek, yahud da onu yabancı dinlere kanşmış olmasından temizlemek maksadiyle 8. inci asrın ortasından beri bir çok peygamber memlekette meydana çıkmışlardır. Halbuki bundan evvel, SÜLEYMAN’ın ölümünden sonra (931) ikiye bölünen memleketin .şimalî mmtakasmda, İLYA adlı bir kuvvetli peygamber oradaki B a a 1 ilâhının kâhinlerin aleyhine ayaklamıştı; bir çok mûcize sayesinde onlan — kiralın muhalefetine rağmen — mağlûp etmiştir. Bu fırsatta ve Eski Ahdin rivayet ettiği başka hikâyelerden, o civarlarda hususî nebi cemiyetlerinin mevcud olduklarını öğrenmekteyiz. Bunlar, rakıs ve muayyen temrinlerle vecde gelmeğe çalışmışlardır; halbuki yazılan kalmış olan büyük İbranî peygamberlerin bu muhitlerle münasebetleri yoktur.


Tekoa’da çoban olan AMOS’tan başhyarak (m. ö. 8. asnn ortasında) İsrail peygamberlerinin hepsi, Yahve’nin sözü hayatlannda derin bir değişiklik husule getirmesinden dolayı meydana çıkmağa mecburlardı. Hususî bir iç tecrübe ile O’nun sözünü işittikten, yahud da bayıltıcı bir mü-106


şahede ile kuddus olan Rabb’in yüzünü, • kudsiyetini ruhanî gözleriyle gördükten sonra, bütün millete, büyüklere de, küçüklere de hitap ederek yolunun şaşıranlara Allah'ın emir ve nehylerini ilân edip onlan doğru yola sevk etmeğe uğraşmışlardır.


Yeremiya diyor ki:


Ve bana Rabbin şu , sözü geldi : Ana karamda sana şekil vermeden önce seni tamdım, ve şen' doğmadan önce seni takdis ettim, seni milletlere peygamber ettim. Ve ben dedim : Ah, ya Rab Yehova işte, ben söz söylemek bilmiyorum; çünkü çocuğum. Ve Rab bana dedi: Ben çocuğum, deme; çünkü kime seni gönderirsem gideceksin ve sana emrettiğim her şeyi söyliyeceksin. Onların yüzünden korkma, çünkü seni kurtarmak için ben seninle beraberim! Ve Rab elini uzattı ve ağzıma dokundu; ve Rab bana dedi : İşte sözlerimi senin ağzına koydum; bak bugün milletler üzerine ve ülkeler üzerine, kökünden sökmek ve yıkmak için, halk etmek ve yok etmek için, bina etmek ve dikmek için seni koydum.


«Tövbe edin!» peygamberlerin tekrarlanan tevbihleridir, «tövbe edin, yoksa Yahve’nin cezası size isâbet edecektir.» Ta uzaklarda uyuyan bir istikbalden değil, bu dakikada Allah’a karşı yapmaları lâzım gelen vazifelerden bahsetmişlerdir. İsrailin başma gelecek felâketlerin önüne geçmek için adalet ve Allah sevgisi, insan sevgisi göstermekten mühim bir ödev yoktur. Merasim ve âyînlerin bu ahlâkî emirlere karşı büyük bir ehemmiyetleri yoktur; bunlara bazen hiç kıymet atfedilmemektedir :


Rab diyor : Kurbanlarınız çok olmuş, bana ne? koçlardan yakılan takdimelere ve besili hayvanların yağma doydum; ve boğaların, kuzuların, ve ergeçlerin kanından hoşlanmam. Önümde görünmeğe geldiğiniz zaman elinizden bunu kim istedi de, avlularıma ayak basıyorsunuz? Artık boş takdime getirmeyin; buhur bana mekruh şeydir; ay başı ve Sebt günü toplantı çağırılmasına, fesat ile bayram toplantısına dayanamıyorum. Ay başılarınızdan ve belli bayramlarınızdan nefret ediyorum; üzerimde yüktürler, onları taşımaktan yoruldum. Ve ellerinizi açtığınız zaman, gözlerimi sizden gizliye-ceğim; bir çok dualar ettiğiniz zaman da dinlemiyeceğim; elleriniz kanla dolu. Yıkanın, temizlenin; gözümün önünden işlerinizin kötülüğünü atın, kötülük etmekten vazgeçin; iyilik etmeği öğrenin; adaleti arayın, ezilmiş olana doğruluk edin, öksüzün hakkım koruyun, dul kadının dâvasına bakinmiş. 1, 11 v.s.; bak Yer. 7,21 ve başka yerlere)


Peygamberler bu fikirleri mütemadiyen ifade etmişlerdir — ister milleti günahlarından dolayı azarhyan tabirlerle, ister İlâhî cezayı bildiren tehdit sözleri ile; gâh eski kehanet üslûbunu, gâh ağıt şeklini kullanmışlardır. YEREMİYA derdini, ümitsizliğini şöyle anlatmaktadır :


Kâşki başım sular ve gözlerim yaş pınarı olsa da, kavmin öldürülmüş kızlarına gece gündüz ağlasam! Kâşki bana çölde bir yolcular konağı olsa da, kavmimi bıraksam ve yanlarından gitsem! Çünkü onların hepsi zina ediciler, hainlerdir (Yer. 9, 1)


Sözlerinin tesirini daha fazla kuvvetlendirmek için peygamberler sembolik amellerde de bulunmuşlardır. Yakın doğunun milletlerinin hepsi Asur kiralına kulluk etsinler diye, YEREMİYA boynuna bir boyunduruk almıştır. Kendi milletini bekliyen kısmeti sembolleştirmek istediği zaman,


Rab şöyle dedi : Git ve çömlekçi işi toprak bir testi satın al, ve kavmin ihtiyarlarından bir kaçmı bul... O zaman seninle beraber giden adamların önünde testiyi kıracaksın ve onlara diyeceksin: Orduları Rabbi şöyle diyor: Nasıl ki, çömlekçi kabmı kırarlar, o da bir daha onarılamaz, ben de bu kavmi ve bu şehri öyle kıracağım...


Gündelik hayat peygamberlere kullandıkları temsil ve mecazlar vermiştir: bir fahişe ile evlenen HOZEA, Yahve ile îsraü arasındaki münasebeti, nişanlısını terkeden vefasız bir gelin şeklinde sembolize ettirmiştir; aynı mecaz, YEREMİYA tarafından da ilk vahylerinde kullanılmış tır. İŞAYA’ya gelince «Bir baki Yahve’ye dönecek» diye beslediği ümidi ifade etmek maksadiyle, oğluna bü mânayı taşıyan «Şearyaşub» ismini vermiştir.


Büyük peygamberler, felâket ve uğursuzluk ilân eden insanlardı; onlar, îsraü kıraüannın (bilhassa Asur ve Babil hükümdarlarına karşı) yaptıkları siyasî hatalarla milletin Yahve’ye hürmet etmemesi arasındaki münasebetleri iyi bildikleri için, yorulmadan siyasî reislerle kâhinleri tevbih etmişlerdir; fakat onlar, nahoş ve cansıkıcı nasîhatlarma kulak asmamışlardır. Böylece, İsrail ülkesinin sekenesi 722 yılında Asur kıralı SARGON tarafından nefyedilmiştir. Bunun üzerine cenubî ülkede peygamberlerin teşvikiyle bir kaç defa dinî İslâhat icra edilmiş ise de, 7. asırda yaşıyan peygamberlerin sözleri ekseriya kabul edilmemiştir.


Mületinin böyle bir anlayışsızlığı bilhassa cenup devletinin kırılmasına tevbih edici bir şahit sıfatiyle iştirâk eden YEREMİYA’nın kısmeti idi. Gençliğinde ve peygamber faaliyetinin ilk yıllarında, kıral YÖSİ-YA’nın m. ö. 622 senesinde icra ettiği merasim reformünü büyük memnuniyetle görmüştü. Bu reform, rivayete göre Kudüs mabedinde kâhinler tarafından bulunan eski bir yazıya dayanarak yapılmıştı : Tesni-ye’nin en mühim parçalarını ihtiva eden ve MUSA’ya atfedüen bu kitap sayesinde, Filistin’de cari olan kanşık ibadetlerin yerine âyinlerin eski şekilleri ihya edilmiştir. İslahatçı kâhinlerin bir eseri olan bu hareket, aynı zamanda da İsrail’in tarih anlamına yeni bir şekil vermiştir : bu tarih, şimdiden bir kurtuluş tarihi, Allâh’m, sevdiği millete gösterdiği inayeti belirten vakaların bir tarihi olarak telâkki edilmeğe başlamıştır.


YEREMİYA, buna ait vesikaların , buhınulmasından sonra bir kaç sene susmuşsa da, Babil orduları yaklaşınca yeniden Yahve’nin sözlerini bildirip kendine isabet eden belâlarda bir tek fikirde teselli bulmuştur: 722 senesinde Asurya’ya nefyedilenler, sonra da 597 senesinden beri Kabilde sürgünlükte bulunanlar, artık İlâhî ruh ve hakikatte yaşıyacak bir Israü milletinin özünü ve yeni kökünü teşkil edeceklerdir.


Kendisi, vatandaşlariyle beraber Mısır’a gitmeğe mecburdu; nerede, ne zaman öldüğünü bilmiyoruz. YEREMİYA’nm gayet şahsî, bütün merasimden azade olan dini, duâları, ağıtları Eski Ahdin en güzel ve müessir parçalamadandır. İnşam vasıtasızce Allah’la karşı karşıya koyan bu peygamberin derin dinî duygusunun, mezmurlann şairlerine de bir tesir bırakmış olduğu şüphesizdir.


Kabilde nefyolunanlarm muhitinde üçüncü büyük peygamber sanılan HEZEKİEL de bulunmuştur; o, sürgünlükten evvel Yehuda’da uğursuzluk bildiren peygamberlerden idi ama, Kabil’de saadet tebşir etmeğe başlamıştır :


Çünkü Rab Yehova şöyle diyor : İşte ben, koyanlarımı ben sorup onları araştıracağım. Dağılmış koyanlarının arasında bulunduğu gün, çoban sürüsünü nasıl araştırırsa, ben de koyanlarımı öyle araştıracağım, bulutlu ve karanlık günde dağılmış oldukları yerlerin hepsinden onları kurtaracağım... Onları iyi otlakta güdeceğim ve onların ağdı îsrailin yüksek dağlan üzerinde olacak... (Hez. 34; 11, 12, 14)


Halbuki kitabının büyük bir kısmı şiddetli tehditleri, gördüğü heybetli ve korkunç vizyonlan ihtiva etmektedir. HEZEKİEL’in kullandığı sembollar gayet renkli ve kuvvetlidir ama, İŞAYA ve YEREMİYA’nm sözleri kadar dokunaklı değildir. HEZEKİEL’den bir kaç sene sonra çıkan, sözlerinin İŞAYA’nın kitabına ilâve ettirilmesi dolayışiyle DEV-TEROİŞAYA (yani ikinci İŞAYA) denilen, adı bilinmez bir peygamber, selâmet ve uğur geleceğinden başka bir şey söylememiştir :


Allahınız diyor : Teselli edin, kavmimi teselli edin!


Zayıf olana kuvvet verir ve takati kalmamış olanın kudretini artırır. Gençler bile zayıflar ve yorulur ve bütün yiğitler düşerler. Fakat Rabbi bekliyenler kuvvetlerini tazeler, kartallar gibi kanat gerip yükselirler, seğirtirler ve yorulmazlar, yürürler ve zayıflamazlar.


Halbuki bu uğurun yalnız îsraile değil, başka milletlere de şâmil olacağından emindi. Kitabındaki «Yalıve’nin kulu» hakkındaki bap, bilhassa hıristiyan dini için en büyük ehemmiyeti haizdir. Orada, bir şahsiyetin, çoğunun suçlarım taşıyıp onların yerine kurban olduğu söylenilmek-tedir..


Büyük peygamberlerin sözlerinde gittikçe vazıh olan bir tasavvur, yani, kendini Allah’a vakfeden bir kalbin her kurbandan önemli ve kıymetli olmasına kani oluş, en güzel ifadesini 51. nci mezmurda bulmuştur;


Ya Rab, dudaklarımı aç ve ağzım senin hamdini bildirsin.


Çünkü sen kurbandan zevk almazsın, yoksa arzeylerdim, Yakılan takdimeden razı olmazsın.


Allahın kurbanları kırılmış ruhtur; ey Allah, kırılmış ve ezilmiş yüreği hor görmezsin.


Yahudilik — sözün tam mânasiyle — İsrail oğullarının Babü’de geçirdikleri sürgünlükten sonra inkişaf etmiştir. Oradan Filistin’e döndükten sonra (m. ö. 538) İlâhi şerîati bildiren TEVRAT, daha fazla bütün hayatın merkezi sanılmıştır. Bu, hayatın, sayısız âyinleri icra etmekten, Rabbin emrettiklerine dikkatle bakmaktan ibaret olduğunu söylemekti. Nikâha dair de Yahudilere mahsus talimat verilmiştir; Yahudiler artık yabancılarla evlenemezlerdi. Hâkim olan kanaatça, Tevrata tabi olan insan sevabım kazanır; hastalık ve bahtsızlığın bir günah işlenmesinden ileri geldiği söylenilmiştir.


Mısır’dan gelen «hikmet. sözü» adım taşıyan edebî cinsin ayni fikirleri ifade ettiğinden, İbrani edebiyatında da bir aksi seda uyandırmıştır. (Süleyman'ın meselleri). Fakat biraz mekanistik görünen «günah — ceza; iyi amel — mükâfat» teorileri yanında, tamamiyle başka bir din Eyüp kitabı’nda peyda olmuştur : hayatın, belânın mânasını anlamıya çalışan, insafsız görünen Yahve ile münakaşa eden insanın bütün dinlerde — eski Babü’de uzun bir şürin mevzûunu teşkü eden ve her zamanda yeniden zuhûr eden ayaklanması, ümitsizliği, artık kadîr ve kâdir Allah'ın teslim etmesi, bu kitabın satırlarında konunun ehemmiyetine uygun bir ifade bulmuştur. EYÜB’ün şikâyetleri Yahudüerin âhirette vâki olan bir ceza veya mükâfata inandıkları bir zamanın problemlerini göstermektedir :


EYÜP şöyle şikâyet ediyor : «Beni çamura attı ve toz gibi ve kül gibi oldum. Sana çağırıyorum ve bana cevap vermiyorsun; ayağa kalkıyorum ve gözünü bana dikiyorsun... Fakat insan düşerken el uzatmaz mı? Ve felâketi içinde ondan ötürü yardıma çağırmaz mı? Ben sıkıntıda olan için ağlamaz mı idim? Yoksul için canım ke-.derlemez mi idi? Ben iyilik beklerken kötülük geldi; ben ışık umarken karanlık geldi... O zaman Rab kasırganın içinde EYÜBA cevap verdi dedi : Bilgisizce sözlerle takdiri karartan bu adam kim? Şimdi kuşağım beline vur, erkek gibi, sana sorayım da, bana anlat. Ben dünyanın temellerini korken, sen nerede idin? Bildir, sen nerede idin?...


Belki aym zamanda, 73 üncü mezmûrun tanımadığımız şairi, EYÜP gibi ümitsizce hayatının ve derdlerinin manasım soranlara, Allah’a güvenen kalbin unutulmaz cevabım vermiştir :


Fakat ben daima seninle beraberim, benim sağ elimden tuttun. Öğüdünle bana yol gösterirsin ve sonra beni izzetle alırsın.


Göklerde başka kimim vardır? Ve yeryüzünde senden başkasım istemem!


İnanan insan, ceza ve mükâfat sormaz; Allah’ı yanında duyunca başka bir şey istemez.


Aşağı yukarı m. ö. 300 senesinden m. ö. 135 senesine kadar İsraili — yahudi dininin ikinci büyük devrini görmekteyiz. Selevkyali hükümdarların Yahudileri hellenistik fikir ve siyaset sistemlerine girmeğe icbar etmelerine karşı, 175 ile 143 seneleri arasında, Makkabe’lerin isyanları sayesinde Yahudiler evvelâ dinî sonra da siyasî hürriyeti kısa bir zaman için elde etmişlerdir. Selevkyalilerin devrini müteakip Romalı hâkimiyet devrinde tekrar Filistin vatanperestlerin bir çok isyan hareketleri vuku bulmuştur.


• (_O zaman da, Eski Ahid, muhtelif kaynaklardan gelen, muhtelif müellif ve mürettiplerin izlerini gösteren rivayet, hikâyet, tarihî ve şairane kısımlarının bir kül haline getirilmesinden sonra şimdiki şeklim almağa başlamıştır. Üstüste katılmış bu rivayetleri birbirinden ayırıp metnin tarih boyunca nasıl inkişaf ettiğim göz önünde tutabilmek için dikkatli bir tahlil lâzımdır. Böyle bir tahlil yaptıktan sonradır ki, dinin özel köklerini bütün güzellikleriyle görmekteyiz. Bu suretle de, metnin içine sızmış olan bir kelimeye dayanarak yanlış teolojik ve felsefî sistemleri kurmaktan kurtulabiliriz.)


Yahudi dininin yeni — ve sonraki din tarihi için son derece mühim olan — bir unsuru benimsemesi o zaman da vaki oldu: Zoroastrizm’den, dünyanın sonunda bir kıyamet, umumî bir muhakeme vaki olacağına inanış İsrail’e gelmiştir. Eski Yahye dinin aksine olarak, dünyanın gayesi bu hayatta değil, âhirette veya yeni bir dünyada — yeni bir Kudüs’te — bulunacağı söylenilmiştir. Milletin, yabancıların tazyiki altında geçirdiği pek zor zamanlarda, bu vaziyetten daha iyi bir istikbalin geleceğine ümit beslemesi gayet tabiîdir : ya DAVUD’un neslinden zuhûr edecek bir hükümdar, mesihî bir kıral beklenilmiş, yahud da YAHVE’nin bizatihi kıral olarak tahta çıkıp ezelde dünyaya şâmil olan selâmeti tekrar getiren yeni zamanın, yeni dünyanın geleceğini ilân edeceği zannedilmiştir.


«Ve kurt kuzu ile beraber oturacak, ve kaplan oğlakla beraber yatacak ve buzağı ve genç aslan ve besiü sığır bir arada olacak, ve onlan küçük bir çocuk güdecek. Ve inekle ayı otlanacak, onların yavrulan birlikte yatacak ve aslan sığır gibi saman yiyecek...» (îş. 11; 6, 7).


Eskatolojik, yani zamanın sonunda vaki olacak hâdiselere ve bilhassa Allah'ın egemenliğinin gelmesine ait mezmurlar, Yahudilikte hiç kaybolmayan bu ümidi bildirmektedir (meselâ No. 46, 47, 96-99).


Rabbe yeni bir İlâhi okuyun; çünkü o şaşılacak işler yaptı. Sağ eli ve mukaddes bazusu kendine zafer verdi... Deniz ve. onun dolusu, dünya ve onda oturanlar gürlesinler, ırmaklar el çırpsınlar, Rabbin önünde dağlar meserretle terennüm etsinler; çünkü o, yere hükmetmeğe geliyor, dünyaya adaletle ve kavimlere doğrulukla hükmedecek. (98, 1, 7 -9)


Yahudilik, bu hususta hakîkaten «ümidin dini» olarak vasıflandın-labilir.


Yine İran tesiri altmda, Yahudilikte Allah ile kötü bir kuvvet — yani şeytan — arasındaki dâimî savaş — hakkmdaki fikirler gittikçe geniş bir yer almıştır. Dinin eski şeklinde, şeytan, İblis, bilhassa düşmüş olan bir melek sayılmıştır; Eyüb kitabının başlangıcında bile Allah ile İblis arasındaki konuşmadan, kötü kuvvetlerin yalnız İlâhî bir emir üzerine çalıştıkları anlaşılır.


 {Yahudiliğin bu ikinci safhasında, şerîatin sayısız emir ve nehylcri daha fazla işlenilmiştir; onu büen ve şerheden; hem hukukçu, hem de üâhiyatçı olan yazıcılar, Allah'ın beğeneceği bir hayat sürmek için lüzumlu görünen kanunları bilmeleri dolayısiyle milletin hakîkî sâhipleri idiler. Onlarda iki mezhep vardı ki, bunlardan Sadukiler yalnız MÜSÂ’mn Tevrat'ının ihtivâ ettiği emirlerin mer’iyetini takdir etmişlerdir. Ferisiler ise, bunun yanında mevcud olan şifahi geleneğin ilzâm edici olmasını ileri sürmüşlerdir.0)


Kudüs’te bulunan, îsraü’in en mukaddes yeri olan ve bazen de dünyanın merkezi sayılan eski mâbedin HAGGAY ve ZEKARYA (Zekeriya) peygamberlerinin sözlerine tabi Babil sürgünlüğünden sonra tekrar bina edilmişti; sayısız mezmûr ve şiir, yahudi milletinin bu yeri ne kadar özlediğini göstermektedir. Fakat asırlar boyunca, kurbanlara değil, Allah'ın sözünü dinleyip de duâlarda bulunmağa fazla ehemmiyet verildiği için, her yerde yaptırılan sinagog’un —yani cemâatin duâ edip hutbe dinlemesi maksadiyle yapılan ibadetgâhm— ehemmiyeti artmıştır. Kudüs’teki mabedin m.s. 70 senesinde tahrib edilmesinden sonra sinagoglardan başka mâbedler kalmamıştır. O yerlerde, Tevrat tornan bir sandıkta muhafa-za edilmektedir; sinagogun içerisine giren Yahudi, bu sandığın önünde ba-şını saygı ile eğip ona parmağı ile dokunur, parmağım da öper.


. Sinagog’da yapılan âyînlerTlnuayyenüüâTârrTevrâtokunması ve hut-bedenlBarettirjJbrani şâirleri, bilhassa ortaçağda, en güzel şürlerini ya hîTaymlere hasretmişler veya hususî merasim şerefine yazmışlardır. Şebt âyinleriyle tarihin en mühim hâdiselerini andıran bayramlardan Yahudi sanatkârlar ruhani ateşlerini almışlardır. Bu bayramların en önem-lüeri, roş haşana (yılbaşı), kippur (büyük bağışlama bayramı), sukkot (sonbaharda yapılan eski bir mahsul bayramı) ve pesah (nisanın ilk haftasında, Mısır’dan çıkışı andıran büyük bayramdır); on günlük bir oruç ve bir kaç bayram daha icra edilmektedir. Bilhassa tarihî hâdiseleri hatırlatan bu bayramlarda söylenilen İlâhîlerde, Yahve’nin milletler arasm-dan seçip kendine tahsis ettiği milletin, asırlarca Rab’dan gelen belâ ve tedbirleri gördükten~sönra günün birinde nihayet Sîon dağına donup O’nun ‘inayetini göreceğine inanış, bugüne kadar devam etmektedir leri orada gayetle vâzıh bir suretle gösterilmektedir; meselâ roş haşana (yılbaşı) da okunan duâlar, dünyanın yaradılışını, gelecek kıyameti hatırlatmaktadır; kippur gününde bilhassa günahların itirafı ibadetin en mühim kısmıdır. Duânm yanında mukaddes kitaplardan okunan parçalar vardır; haftanın her gününe mahsus bablar okunmaktadır; Tevrat’ın okunmasını müteakip şebt, bayram ve oruç günlerinde peygamberlerin eserlerinden seçme fıkralar okunmaktadır. Bu muhtelif parçalar eski zamanlarda tefsir edilmiştir; bu tefsir, sonları bir va’z olarak gelişmiştir#


Yahudi ibadeti mukaddes yerlere ihtiyaç göstermiyen ilk ruhanî




ibadet sayılabilir. Onun hususiyetleri, haftada bir günün ibadetlerine




mahsus olup, her günün ozeTriiıâ zaman iafı~hulunmasrdîrTıbadette, mu-kaddes'yazılan okunup tefsir edilmektedir. .Günde üç duâ zamanı var-dır, sabahleyin, öğle vakti ve akşam. Sabahve akşam "duaları şma




IEW»ını




adhTEîsminı ihtiva ediyor TTesnf 6, 4 - 9; 11, 13 -21; Sayılar 15, 37 -41) ;




(ütün resmî duâlarda şmone esre (onsekiz duâ) adlı kısmı okunmaktadır. Bundan fazla muhtelif duâlar, (keduşa, Allah'ın kudsiyeti, kaddiş «Al




lah kuddustur», niyazlar) ibadeti teşkil etmektedir. Bayram ve şebt günü duâlan âdî günlerin duâlanna benzer; yalnız o bayramların özellik




Duâlar, örtülü baş ile okunur; sinagoglarda da kadınların hemen hiç haklarFyöktur; cemaat, en aşağ on erkekten teşkil edilmektedir. Sabah duâlarmda hususî bir duâ mantosu giyilir, âdî günlerde ayrıca ellerine duâ bilekliği takılır. Her erkek, imâm vazifesini alabilir. Duâlar eski zamanlarda serbest idi; şiirlerle süslenilip Ifenisleiîhnîstir-tDİutnn): bu suretle muhtelif memleketlerde yerli şairlerin eserleri de ibadette okunmaktadır; bütün duâ ve şiirleri toplayan eserler (mahsor) Yahudilerin iki büyük grupuna (Alman, Amerika v.s. Aşkenaz’m ve İspanyol-şarkh Sefardım) göre ayrılmaktadır. Sinagog’da kullanılan bestelerin ne zamana ait olduğu bilinmiyor; fakat herhalde çok eski geleneklere dayanmaktadır.


Yunanlıların Yakın Doğu’yu idareleri altında geçirdikleri zaman, geniş memleketin muhtelif yerlerinde Yahudi cemaatler meydana çıkmıştır ki çeşit çeşit dinlere mensup olanlar arasında misyonerlik yapmakla meşgul olmuşlardır. Hellenistik kültür muhitinde yeni ruhani teşvikleri candan özliyenlerin çokluğundan Yahudiliğe yeni intisap edenlerin adedi şayanı dikkattir. O zaman Yahudilik dar millî çerçevesinden aşıp Yakın Şark’ta yeni dinî hareketleri teşvik etmiştir. Bu muhitte, Eski Ahid Yu-nanca’ya çevrilmiştir; bu tercümenin rivayete göre 70 âlim tarafmdan başarıldığı için Yunan metnine Septuaginta (yetmişlik) adı takılmıştır; bu methi ibranice aslından biraz farklı olduğundan an’anenin tarihi için büyük bir ehemmiyeti haizdir.


\Zikri geçen bu hellenistik - Yahudi cemaatlerde b'r taraftan kat’î bir tevhid bildirildiği için, öbür taraftan da sinagoglardaki ibadetin sadeliği ve vekârlıhğı o zamanda câri olan başka âyinlerden pek farklı olduğundan, bu Yahudilerin, birkaç asır sonra gelen hristiyan tasavvur ve ibadet şekillerine bir yol açmış olduklarım söyliyebilirizJ-


Hellenistik Yahudiler kendi hikmet sözleri ile Yunan felsefesi arasında bir münasebet mevcut olduğunun farkına varmış iseler de, kendi dinlerinin mutlak üstünlüğünü ispat etmek için Yunan feylesoflarının bu fikirleri eski Yahudi kaynaklardan çalmış oldukları ithamında bulunmuşlardır. Bir yönden bu gibi iddialar, bir yönden de İktisadî müsabaka meselesi, klâsik devrinde bile zuhur eden Yahudi aleyhdarlığmın sebeblerinden idi.


[İskenderiyeli FİLO’nun (öldü m. s. 40) icra ettiği, Yahudi şeriatçılıkla eflâtûnî felsefe arasmdaki sentez, bilhassa Tevrat’ın mecazî şekilde şerhine yol açmıştır. FİLO, dünya ile Allah arasındaki farkına o kadar büyük bir yer vermiştir ki, bu mesafeyi geçmek için birçok mutavassıt varlıklara lüzum görmektedirOnlann en ehemmiyetlileri, İlâhi kelâm (Logos) ve İlâhi hikmet (Sofia) dır. Orfik ve platonik fikirleri benimsemek suretiyle bedenin, rûhun zindanı olduğunu söyleyip, bundan kurtarmak için lâzımgelen rûhâni tasfiyeleri beyan ettirmiştir. FİLO monoteistik dinlerde ilk hakîkî mistik sayılabilir. Tevrat’ın mecazî şerhleri, hristiyan ilâhiyatçıların İncil ve Tevrat şerhlerine de dikkate değer bir tesir bırakmıştır.


M. s. 70 senesinde Kudüs’teki mâbedin tahribinden sonra Yahudiler dünyanın her tarafına dağılmışlardır. Ortaçağda İspanya, Yahudi kültürünün bir merkezi idi. Orada müslüman hükümdarlar sayesinde hem şiir.. hem de felsefe sahalarında şaşılacak eserler yaratmışlar, İslâm felsefesinin garba naklinde de bir mutavassıt rolünü oynamışlardır. Şairler arasında, tatlı ve kuvvetli şiirlerinde İsrail’in sonsuz hasretini,- değişmez Yahudi inanışım dile getirmeğe muvaffak olan YEHUDA KALEVİ, felsefe sâhasmda MAYMONÎD’in isimlerini zikretmekle iktifa ederiz.


15. asırda müslüman hükümdarların üeriliyen hristiyan ordular tarafından gittikçe Ispanya’dan çıkarılmalarından sonra, Yahudiler de müdhiş merhametsiz takiplere müptelâ olduktan sonra bu memleketi terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Üç asır evvel, haçh seferlerinde, garbi Avrupa’da yaşıyan Yahudiler zâlim takiplere kurban olmuşlardı. 18. asrın sonuna — yani aydınlatma devri tesirlerinin zuhûra gelmesine — kada.r, haklan gayet sınırlıydı; hududian muayyen olan mahallerinde garp kültüründen tamamiyle habersiz kalmışlardır.


Yahudi hayatının hareket hattı, o zaman da — her zaman olduğu gibi —- Tevrat’tır. Milâddan sonraki asırlar, din bilginleri, an’anevî kanunları genişletip değişmiş olan vaziyete göre tadil ve tashih etmişlerdir. Aşağı yukarı m. s.. 200 senesine kadar süren bu iş, Taimud’un filişna denilen esas maddesidir. Tevrat'ın bir şerhinden başka bir şey olmamakla beraber bundan sonra kendisi, mer’î olan şeriat haline gelmiştir. Mişna yine muhtelif şerh ve ilâvelerle genişletilmiştir. Gemara adım taşıyan bu ilâveler, hazırlandıkları yer ve okula nazaran ya babilonyah, ya filistinli Gemara olarak vasıflandırılmaktadır. Şeriat, sayısız emir ve nehyler, ibadet ve hukuka dair talimat (halaha) yanında Talmud’da büyük mikdarda hikâye, mesel, hikmet sözleri, lejandlar vardır ki onların akisleri edebiyat ve folklorda görünmektedir.


O’almud’un fikirlerinin milletin zihniyetinde hâkim olmasına rağmen insanların dînî duyguları tatmin eden bir m’stik cereyan da teşekkül etmiştir. Kabbala adiyle isimlendirilen hu hareketin eserleri oldukça geniş bir edebiyat halinde toplanılmıştır. Ayrı zamanlarda husule geldiği için onlarda, ayrıca dînî ve felsefî cereyanların tesiri göze çarpmaktadır : içinde sayılar ve harflere bağh bir mistiklik (bir nevi hurûfîlik), sonra da melekler, devler, tabîat üstü varlıklar hakkmdaki mübhem teoriler bulunduğu gibi, gayet derin ve temiz bir Tanrı anlamını belirtmeğe çalışan denemeler de görülmektedirdahdûd olmıyan, ezelî bir ilâh hâkimdir ki onunla, görülen dünya arasmdaki mesafe on derecede tecelli eden bir nûr ile doludur (Burada, FÎLO’nun fikirlerinin bir gelişmesi görülmektedir). Varlığın her parçası, Allah’ın zatım tâyin eden muhtelif sıfatları haiz bu İlâhi nur kıvılcımlarına iştirâk etmektedir. Bu kıvılcımların, kudret, rahmet, hilm, hiddet gibi Allah’ın muhtelif sıfatlarının birer tecellîsi oldukları için her varlık ta, bu İlâhi sıfatlara, kendinde mevcud olan nur parçasına- nazaran, sahih olur : bir insanda daha fazla rahmet, başkasında aralarında fark var. Halbuki büyük benzerlikleri için sinoptik (yani: aynı bakışla) olarak tavsif edilmektedir. Bu benzerlik meselesini halletmek için birkaç tecrübe yapılmıştır; bugün, Markos’un İncilinin' en eskisi olduğunu, Matta ve Luka hem bunun en eski şeklinden, hem de kaybolan, Q denilen bir kaynaktan metinlerini aldıklarını söyliye-biliriz. Q bilhassa î s â ’ nın hikmet sözlerini ve yazılarını ihtiva eder.


Markos’a göre İncil 70 senesinden önce yazılmıştır ve Yahudi âdetlerini tefsir eden bir hristiyan tarafından pek basit bir uslunla telif edilmiştir. Matta’ya göre Incil’in müellifi galiba Yahudilikten hristiyanhğa ihtida eden bir Suriyeli idi; Yahudi âdetlerini tefsir etmeyip Eski Ahdin sözlerine bir çok defa ima etmiştir.


Luka’ya göre İnci, başka İncillerde mevcut olmıyan hikâyeleri, meselâ î s â ’ nın doğumunu ihtiva etmektedir; onun yazarı, rivayete göre PAVLUS’un seyahat refiki olan LUKA’dır (ki aynı zamanda «Besûllerin işleri» ni yazmıştır); her halde esas itibariyle Yahudi olmıyan bir zattır.


Yuhanna’ya göre İnci, oldukça geç yazılan, pek mistik bir eserdir; orada, î s â ’ nın Allah’ın oğlu olmasına işaret edildiği gibi, î s â ’ nın şahsiyeti de İlâhi bir nur içinde gösterilmektedir.


Bu dört Incil’den maada, Yeni Ahid’de şu eserler toplanmıştır :


Besûllerin işler), î s â ’ nın göğe çıkmasından ve Pantkot gününde Ruhülkuddüs’ün havarilere gelmesinden itibaren genç hristiyan cemaatının hayatına dair malûmat ve bilhassa en büyük misyoner olan PAVLUS’un seyahatları baklandaki rivayetler.


PAVLUS’a atfedilen mektuplar ki onların bir kaç parçası o büyük ilâhiyatçnun eserleri değildir. Romalılara, Korintoslulara, Ga-latyalılara, Filipililere, Selâniklilere birinci, Fil’mona yazdığı mektuplar tamamen veyahut büyük kısımlarında gerçekten onun eserleri olsa gerektir; mesele teferruatına kadar halledilememiştir.


Romalılara mektup; aşağı yukarı 55 senesinde yazılan, PAVLUS’un teolojik görüşlerini en iyi şekilde gösteren uzun bir mektup. Orada, Allah’ın tecellîsi, şeriat ile iman arasındaki münasebetler, vaftiz gibi pek mühim meselelerden bahsedilmektedir (16 bap).


Korintoslulara 1, mektup (16 bap); 55 senesinden evvel Efes’ten gönderilen bir mektup; hakîkî hikmetten, nikâhtan, putperestlerin kurbanı ve evharistiya, son 'ra'varırr a da ölülerin kıyametinden bahsedilmektedir; onun en meşhur parçası, 13. bap, sevgiyi, (agape) en güzel sözlerle övüp başka keramete tercih etmektedir. Halbuki bu parça galiba PAVLUS’un değildir; çünkü mektubunun gidişini kesiyor.


Korintoslulara 2, mektup (13 bap). Daha doğrusu: 4. mektup, çünkü bu arada iki mektup kaybolmuştur. Muhaliflerle münakaşalar ihtiva ettiği gibi gayet şahsi ve derin bir imanın örnekleri olan parçaları da vardır. (Meselâ 6, 3 -10; bilhassa 12, 1 -10).


Galatyahlara mektup: (6 bap), aşağı yukarı 50 senesinde cenû-bî Galatya’da oturan hristiyanlara, yahud 52 senesinde şimalî Galat-ya’daki cemaatlara yazılan bir müdafaa mektubu; Yahudiliğin aır-anelerini muhafaza edenler PAVLUS’un aleyhinde ithamlarda bulunmuşlardır; kendi amellerini izah ve müdafaa eder.


Efesoslulara : Herhalde PAVLUS’un kendisinin yazmadığı bir mektup. Uzun bir şükrandan sonra hristiyan hayattan:, bahsedilmekte, ahlâk esasları verilmektedir. Bu eseri galiba PAVLUS’un hır şagirdi yazmıştır.


Filipilere mektup : (4 bap) herhalde Romalı hapishaneden yazılan bir mektup. İnsan, İsa’ nm yolunda gitmelidir; bu suretle şimdiden semavi bir hayat sürüp î s â ’ nm yakın zamanda geleceğini meserretle bekliyebilir.


Koloselilere mektup (4 bap); Efesoslulara yazılan mektuba benzer; o da PAVLUS’un bir şakirdinin eseri olsa gerektir.« İ s â ’ da ulûhiyetin bütün doluluğu bedenen mukimdir».


Selâniklilere 1. mektup (5 bap) PAVLUS’un en eski mektubudur; en mühim parçası, 4. babda kıyamet ve İ s â ’ nm gelişinden bahistir.


Selâniklilere 2. mektup (3. bap). Belki PAVLUS’a ait değildir, î s â ’ nm tecellisi hemen peyda olmıyacaktır; bundan evvel, deccal’in gelmesi lâzımdır.


Tinıoteos’a 1. mektup ve 2. mektup : (6 bap, 4 bap) PAVLUS’a ait değildir. î s â , insanlar ile Allâh arasında yegâne mutavassıttır; bir çok nasihat ve tavsiye, bilhassa episkopos için (1. mektup 2. bab).


Filemon’a mektup (1 bap); PAVLUS’un, Filemon’m evinden kaçan bir köle hakkmdaki sözleri.


İbrâmlere mektup : (13 bap) müellifi bilinmiyen, 96 senesinden evvel yazılmış enteresan bir mektupdur ki, eski hristiyanhğm teolojik fikirlerinin bir hülâsasını göstermektedir; bilhassa İ s â ’-nm Allah’ın oğlu olması, aynı zamanda da hem ezelî ve ebedî büyük kâhin, hem de kurban olması inancı üzerinde durmaktadır.


Yakub’un mektubu : (5 bap) imanın, iyi amelleri işlemeden ölü olduğunu söylemektedir.


Petrus’un 1. ve 2. mektubu (4 bap, 3 bap) : PETRUS’a atfedilen, fakat onun eseri olmıyan iki mektup; orta ve şimalî Anadolu’da oturan cemaatlara ahlâkî nasîhatlar; gelecek semavi egemenliğini bekleyiş.


Yuhanna’nm 1., 2., ve 3. mektubu (5 bap, 1 bap, 1 bap) : İ s â ’ nm en çok sevdiği şakirda atfedilen, İlâhî muhabbetten bahseden mektuplar. «Allah sevgidir, ve sevgide duran Allah’ta durur ve Allah onda durur.»


Yahuda’nm mektubu (1 bap). Nasîhatlar.


Vahy (22 bap) YUHANNA’ya atfedilen, mahşer günü ve yeni dünya hakkında pek korkunç ve rengârenk tasavvurlar gösteren eskatolojik bir vizyon. Bu eser, oldukça geç Yeni Ahd’in kanunî yazdan arasında sayılmıştır. Bütün hristiyan eskatolojik tasavvurları î s â ’ nm mutlak hükümdarlığını gösteren bu kitaptan ilham almışlardır.


î s â ’ nm yolu muhtelif İnc'l ve mektuplara göre muhtelif şekillerde de görünmektedir : PETRUS’un anlattıkları ve buna dayanan Markos İncili, I s â ’ nm vaftizinden itibaren göklere çıkmasına kadar gitmektedir; Luka ve Matta’ya göre İnciler, İ s â ’ nm doğumundan (ve ecdadın dan bile) başlıyarak yine göğe çıkışma kadar dünyevî hayatmm bütün safhalarından bahsetmektedir. PAVLUS’un mektupları, î s â ’ nm ezelde mevcud olmasından başhyarak semavi ve dünyevî yolunu göstermektedir; Yuhunna’ya göre İnci ise, Allah’ta olan Kelâm (logos) ile başlar, aynı hayarî ye atfedilen Vahy’da kıyamet ve yeni bir dünyanın geleceğini de göstermektedir.


Muhtelif kaynakların verdikleri malûmata nazaran, î s â ’ nm Filistin’de bulunduğu zaman hakkında şöyle bir fikir edinmek mümkündür:


INâsira’h î s â ’ da peyda olan dînî cereyanın bir ön ayağı, VAFTÎZ-Cİ YAHYA idi. Erden mmtıkasmda, çöllerde eskatolojik bir mezhebi kurmuştu. Ona nazaran, günahların affının ve yeni bir doğuşun bir sembolü olan vaftiz, kıyamette insanın başma gelecek muhakemeden muvaffakiyetle geçebilmek için lâzım olan bir âyîn idi.p


(1 s â ise, bu mezhebe iştirak etti, vaftiz oldu - o zaman rivayete göre otuz yaşında idi. Incil’e nazaran, vaftizinde Ruhulkudus güvercin şekline göklerden inerek onun başına konmuştur; üâhi bir ses «Sevgili Og hım budur, ondan razıyım» demiştir. Bir müddet - kırk gün - çölde itikâf edip Şeytân tarafından da tecrübe edüdikten sonra Galüea ülkesinde dolaşan eskatolojik vâiz sıfatiyle halka şöyle hitap etti : «Tövbe edin ki Allah’ın eğemenliği yakındır. »3


Sert bir zâhid olan YAHYÂ karşısında î s â hayata daha yakın, daha serbest davranmıştır; ilk mucizesini Kana kasabasında vaki olan bir düğünde yapmıştır.


î s â , insanlara şifa verip mecnûnları cinlerden kurtarmasının Al-lâh’n egemenliğinin gelmesini ispat eden burhanlar olduğunu söylemiştir. Vatandaşlarının ve hattâ kendi ailesinin anlayışsızlığı dolayısiyle erkek ve kadın şagirdlerini hakikî âilesi olarak.kabul edip aileye, soya bağlı ol-mıyan bir cemaat vücuda getirmiştir.


Zamanımızda protestan kilisesinin büyük bir kısmının kabul ettiği ve hakikatten şüphesiz pek uzak kalmıyan telâkkiye göre î s â ’ nın göz önünde tuttuğu en mühim nokta Eskatöloji idi, yani, kıyamet günü ile Allah’ın melekûtunun en yakın zamanda peyda olacağına inanıştır. İlâhî bir mucize ile, kafi adaletin, hakikatin ve sevginin melekûtu getirilecek, hüküm süren Romalı imparatorluğunda görünen şeytanî kuvvetler yok edilecektir. Kötüler Cehennemde yakılacak, iyiler ise, kıyamet ve tecellî vasıtasiy-le ebedî hayata gideceklerdir. İ s â , kendinin bu İlâhî egemenliğin yalnız mübeşşiri değil, onun getiricisi olduğuna kani idi, o, İlâhi iradeyi yerine getirendir. Gösterdiği mucizeler, bu kudretinin bir feyzidir. Şakirdlerine öğrettikleri duâda - «Göklerdeki babamız» - Allah’ın melekûtunun gelmesi en mühim yer almaktadır.:« Senin melûkutun gelsin; gökte olduğu gibi yerde de senin iraden olsun!»)


ÇBu duâda, î s â ’ nın gayet önemli ikinci fikri görülmektedir : Allah -baba anlamı. însan Allah’ı, çocukları seven bir peder şeklinde görsün, çocuk gibi ona sığınıp bütün kalbini de ona versin. Eski Yahudilikte, Y a h v e, arasıra İsrail milletinin babası sıfatiyle gösterilmiştir; fakat daha fazla Rabb, kıral sıfatlarını göstermektedir. î s â ’ da, bu Allâh - baba’ya inanış ve güveniş dinin merkezine girmektedir. Çünkü î s â , kendini de Allah’ın oğlu olarak tavs’f etmiştir. Fakat bu tabir herhalde, mecazi bir mânada kullanılmaktadır.) î s â ’ nın kendi sözlerinde daha büyük bir rol oynıyan bir mefhum, «İnsanoğlu» dur. Bu kelime, Eski Ahdin peygamberlerin vahylerine kadar geri gidiyor; bilhassa DANİEL’in vahylerinde bu «İnsanoğlu», dünyada gelecekte sonsuz bir saltanat süren İlâhî bir varlıktır :


Ve işte, insan oğluna benzer biri göklerin bulutları ile geldi ve günleri eski olana kadar geldi, ve onun önünde kendisini yaklaştılar. Ve bütün kavimler ve diller ona kulluk etsinler diye, kendisine saltanat ve izzet ve kıralhk verildi; onun saltanatı, geçmiyecek ebedî bir saltanattır ve kıralhğı yıkılmıyacak bir kırallıktır. (Dan. 7, 13, 14).


HENOH’a atfedilen apokrif bir eser, bu fikri genişletip daha teferrû-âth bir şekilde însanoğlu’nun Allâh ile bir olduğunu göstermektedir. Fakat bu esere göre (ki Yahudilikte büyük şöhret kazanmıştır), insanoğlu, gelecek İlâhi melekûtun mübeşşiri şeklinde yeryüzünde vâzda bulunup bundan sonra Allâh canibinden bu İlâhî rütbesine yükseltilmektedir; kendisi, bir gün İnsanoğlu olarak bu sıfatla dünyada hüküm süreceğini anlatamaz; bu, yalnız Allah’m bir vahyile hususî insanlara bildirilen bir hakikattir. Bunun için î s â ’ da kendi havârîlerine bundan bahsetmiyor ama, PET-RUS’u bu husustaki sözlerine («Sen, hayyolan Allah’m oğlu Mesihsin») ona «Ne mutlu sana, çünkü bunu sana açan, et ve kan değil, göklerde olan Babamdır» diye cevap vermek suretiyle tam bu eski tasavvurların çerçevesinde kalmıştır.


Fakat î s â ’ nm biidird;ği bu İlâhî egemenlik, şimdiden insanların arasında mevcuttur; birçok misallerde anlattığı gibi görünmez bir halde işliyor, insan, o kıymetli cevheri bulmak için her şeyi bırakmalıdır.


Bu bakımdan î s â’ ’ nm ahlâkî kanunları da anlaşılmaktadır. İnsana, bu melekûta girmeğe imkân veren şartlar, Allah’m irâde ettiklerini icrâ etmektir, yani : rûhanî temizlik, tevazu, affeden ve yardım eden bir sevgi ve rahmet, yar ve ağyar sevgisini göstermek suretiyle olabilir. Bu ahlâkî emirleri dıştan değil, içten, irade ve niyet bakımından anlamak lâzımdır : kin ve buğz beslemek, öldürmektir; bir kadına şehvetle bakmak, zinâdır. Bundan da, evlenme meselesi halikındaki sözlerini de anhyabiliriz:


«Kim zinâdan ötürü olmayıp karısını boşar ve başkası ile evlenirse, zina eder; boşanmış olanla da evlenen zina eder.» Şagirdler î s â’-ya dediler : Eğer erkeğin, karısı ile hâli böyle ise, evlenmek iyi değil! Fakat î s â onlara dedi: Bütün adamlar bu sözü kabûl edemez, ancak kendilerine verilmiş olanlar kabul edebilir. Çünkü anadan doğma hadım vardır ve insanlar tarafmdan yapılmış hadım vardır, göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de vardır. (Matta 19, 9, - 12).


Bundan, boşanmaya hiç müsaade vermediğini belirtir; bu söze daya-' narak katolik kilise de böyle bir müsaade vermez.


Halbuki insan, nekadar çakşırsa çalışsın, ebedî saadeti, ebedî hayatı en faziletli amellerinin bir ücreti olarak değil, yalnız Allâh’m inayetinin bir armağanı olarak alabilir :


Zira göklerin melekûtu ev sahibi bir adama benzer ki, sabah erken bağına rençber tutmağa çıktı. Ve rençberlerle günde bir dinara uyuşup onları bağa gönderdi. Ve saat üç sularında çıkıp çarşı meydanında başkalarını işsiz durur gördü. Ve onlara dedi : Siz de bağa gidin, ben size hak ne ise, onu veririm. Onlar da gittiler. Saat altı ve dokuz sularında yine çıktı, yine şöyle yaptı. Ve saat onbir sularında çıkıp işsiz duran başkalarını buldu ve onlara dedi : Neden burada bütün gün aylak duruyorsunuz? Onlar kendisine dediler : Çünkü bizi kimse tutmadı. Onlara dedi : Siz de bağa gidin. Ve akşam olunca, bağ sah;bi kâhyasma dedi : Rençberleri çağır; ve sonuncudan başlayarak birincilere kadar ücretlerini ver. Saat onbir sularında tutulanlar geldikleri zaman, her biri bir dinar aldı. Birinciler geldikleri vakit, daha fazla alacaklarım sandılar; onlar da adam başına bir dinar aldılar. Ve aldıkları’ zaman, ev sahibine karşı mırıldanarak dediler : Bu sonuncular bir saat işlediler ve sen onları günün ağırlığını ve sıcaklığını çeken bizlerle bir tuttun. Fakat o cevap verip onlardan birine dedi : Arkadaş, sana haksızlık etmiyorum; sen benimle bir dinara uyuşmadın mı? Kendininkini al, git; bu sonuncuya verdiğim gibi vermek istiyorum. Malımla istediğimi yapmak bana caiz değil mi? Yoksa benim iyi olduğumu kötü gözlemi görüyorsun? Böylece sonuncular birinciler ve birinciler sonuncular olacaklardır. (Matta 20, 1-16)


î s â ’ nın sözleri, meselleri, bir kanun değildir; o, istiğfar eden günahkâra ve Allah’ın rahmetini arayan âsilere, Allâh’ın, sevgi ve merhametle niyazlarına cevap vereceğini bildirmiştir. Bu sebepten, bir defa «Allâh bana inayetini göster!» diyen gümrükçüyü, hodperest ve kendi iyi amellerine güvenen Ferisiye tercih etmiştir. Allâh ve İnsan sevgisi, Eski Ahd’in peygamberlerinin de büdirdikleri emirler, ahlâkın merkezidir: kıyamet gününde,. İnsanoğlu şeklinde görünecek mesihî yargıç, insanlara akidelerini değil, komşularına yaptıklarını soracaktır :


O zaman Kıral, sağındakilere diyecektir : Ey sîzler, Babamın mübarekleri, gelin, dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan melekûtu miras alm. Zira aç idim, bana yiyecek verdiniz, susamıştım, bana içecek verdiniz; yabancı idim, beni içeri aldmız; çıplak idim, beni giydirdiniz; hasta idim, beni aradınız; zindanda idim, yanıma geldiniz. O zaman sâlihler ona cevap verip diyecekler : Ya Rab, biz seni ne zaman aç görüp yedirdik, veya susamış görüp içirdik? Ve ne zaman seni yabancı gördük içeri aldık, veya çıplak görüp giydirdik; ve ne zaman seni hasta, veya zindanda görüp yanma geldik? Kıral cevap verip onlara diyecek: Doğrusu size derim : Mademki bu kardeşlerimden, şu en küçüklerinden birine yaptınız, bana yapmış oldunuz.» (Matta 25)


Zâhirî bir zenginliğe bağlılık, Allâh yolunda bir manidir. î s â fakirlere «Ne mutlu size» diye hitap etmiştir; insan, her şeyden önce Allah'ın melekûtunu ve salâhını aramalıdır; bundan sonra bütün bu dünyevî •şeyler ona artırılacaktır. Bütün ahlâkî emirlerin bir hülâsası, Bağ va’zı diye isimlendirilen, MATTA tarafmdan rivayet edilen babda görülmektedir; onun en meşhur parçası şudur :


Ne mutlu ruhta fakir olanlara; çünkü göklerin melekûtu onlarmdır. Ne mutlu yaslı olanlara; çünkü onlar teselli edilecekler.


Ne mutlu halim olanlara; çünkü onlar yeri miras alacaklar.


Ne mutlu salâha acıkıp susayanlara; çünkü onlar doyurulacaklar. Ne mutlu merhametli olanlara; çünkü onlara merhamet edilecek. Ne mutlu yüreği temiz olanlara; çünkü onlar Allah’ı görecekler.


. Ne mutlu sulh edicilere; çünkü onlar Allah oğullan çağırılacaklar.


. Ne mutlu salâh uğrunda eza çekmiş olanlara; çünkü göklerin melekûtu onlarmdır. (Matta 7)


î s â ’ nın faaliyeti illi zamanlarda İsrail oğullarına münhasır kalmıştır. Fakat Yahudi olmıyanlarda gördüğü kuvvetli iman onu, yabancı milletlerin de gelecek İlâhî rrelekûta iştirak edeceklerini tefe’ül etmeğe sevk etmiştir. (Matta 8, 11) Halbuki Yahudiliğin çevresinde kalmıştır. Fakat papazları, âyinleri olan, kilise denilecek hususî bir müesseseyi kurmamış ise de, etrafında toplanan cemaat sonraki kilisenin nüvesi idi. Bu muhitte bir tövbe vaftizi mevcud idi; müşterek yemeklere gelince, göklerdeki İlâhî Babasmm sofrasında vuku bulacak, ziyafet halinde tasavvur edilen semavî saadetin bir sembolü idi.


Vaftizci YAHYA’nın hükümet tarafından öldürülmesinden dolayı î s.â ’nın durumu da tehlikeli olmağa başladı. Kudüse girip Allah'ın düşmanlarına, şeytanî kuvvetlere meydan okumak suretiyle Allah’ın mele-kûtunun gelmesini tecil etmeğe karar verdi. Bir eşeğe binip halk tarafından büyük sevinç ve meserret ile karşılanarak Kudüs’e gitti. İlâhî otorite ile oradaki mâbedde bulunan tüccarı mukaddes yerden kovdu. Fakat Sin-hedrion, yani Yahudilerin kurultayı, Romalı müstevlileriyle bir münakaşadan korkarak î s â ’ yi tevkif etmeğe karar verdi. O, böyle bir imkânm gerçekleşmesini hissederek şakirdleriyle bir vedâ ziyafetini yaptı ki, o münasebetle, tam İsrailin eski peygamberleri nevinden, sembolik bir amelde bulunmuştur. Eski Ahdin «İnsanoğlu» mefhumunu, yine Eski Ahid’de mevcud olan «ıztırap çeken Allah kulu» ile birleştirip insanları kurtarmak maksadiyle bütün ıztırapları kendine alan, kuzu gibi itaatli kurban olan (İş. 53) ve kemali itâatmdan ötürü Allah’ın sağ tarafına yükselten kur tarıcı sıfatiyle bu son ziyafetinde, hareket etmiştir. Bu veda ziyafeti, Yahudi Pesah bayramından bir kaç gün evvel vaki olduğundan, sonraki ilâhiyatçılar, zikri geçen bu tasavvur ile Yahudilerin bu bayramda kurban ettikleri kuzu arasında bir münasebet kurmuş, î s â ’ yı da «dünyanın günahını taşıyan, Allah’ın kuzusu» olarak tavsif etmişlerdir.


î s â o akşam, bir gün sonra vuku bulacak olan ölümünü, ekmeği kırması, şerabı da dökmesi üe «Bu, benim vücudum; bu benim ka--mm» diye sembolleştirmiştir. Yakında şagirdlerile beraber cennette ebedî ziyafetini göreceğinden emindi.


Bu son ziyafete hristiyan teolojide gayet büyük bir ehemmiyet atfedilmektedir. Kilisenin çeşit çeşit mezheblerinde bunun mânası hakkında birbirlerinden farklı telâkkiler vardır.Eski hristiyanlar, î s â ’ nm, insanları ölüm ve günahtan kurtaran ölümünü hatırlıyarak ibadetlerinden biraz ekmek yiyip şerap içerek ikisini onun vücudunun bir sembolü, gelecek saadetinin de bir müjdesi saymışlardır; aynı zamanda bu mukaddes yemek J’gakrament) dağınık hristiyanlann ruhani birliğini ifade etmektedir. Fakat asırlar boyunca bu spiritualistik telâkkinin yerine daha realis-tik bir tasavvur gelmiştir: ekmek ' parçası (yahud, da mayasız yapılan lıostia), î s â ’ nm vücududur; şarap, onun hakikî kanıdır. Papazın, î s â ’ nm kelimelerini söyleyip (ve, ortodoks kilisenin usullerine göre) Rû-hulkudüsü dâvet ettikten sonra (epjklese) ekmek yalnız zâhiri bir sıfattır; zatı ise, I s â ’ nm kâmil vücudu - hem ulûhiyeti, hem de beşeriyeti ile - dir. Bu sırrı lâyık bir surette kabul edebilmek için, insan bundan evvel tövbe ve günah ikrar etmelidir; bu kanın şifabahş kuvveti - Incil’de İbranilere yazılan mektupta bildirildiği veçhile - günahlarm lekelerini yıkayıp insanın rûhunu tasfiye etmektedir. Günahkârlık halinde bu mukaddesatı kabul etmek en büyük suçlardan biridir


(13. üncü asırdan beri katolik kilisede yalnız papazlara şarap bardağı verilmiştir; halka gelince, ekmek parçasmı almaktadırlar. Protestanizmin Lutheran mezhebinde, ekmekle şarabın zatı bir tahvile uğramaz, fakat bu maddelerin «içinde, altında ve ortasında» î s â ’ nm hakikî zatı insanlara takdim- edilmektedir. Reforme kiliseye nazaran, ekmekle şarap yalnız remiz ve misallerdir. Bu muhtelif telâkkilerden dolayı hristiyan kiliseler arasmda bu noktada bir birlik mevcud değildir. Bir kiliseye veya bir mezhebe mensup olan kişi, öbür mezhepte evharist’ya’ya iştirak edemez; meselâ katolik bir adam Lutheran kilisede papazın müsaadesiyle bu mukaddesata iştirak edince otomatik olarak lutheran kilisenin bir üyesi oluyor


s â , şagirdlerile birlikte yaptığı bu son sohbetinden sonra Zeytin dağında bir bahçede münacatta bulunmuş, gecede - rivayete göre bir şa-girdin hiyaneti yüzünden - tevkif edilmiştir. Romalı imparatorluğunu me-s'hi dâva ile tehdîd ettiği için haça geçirilmiştir. Cuma günü, sabahleyin, 22 nci mezmurun ilk - «Allah’ım, Allah’ım beni niçin bıraktın?» - kelimelerini bağırarak ölmüştür.


gün, gelecek İlâhî eğemenliğin hayalini görenlerin ümidi kırılmış gibi idi. Şagirdler, Galilea’ya kaçmışlar, yalnız birkaç kadm Kudüs’te kalmışlardır. Fakat kısa bir zamandan sonra, haçta ölen, belli bir mezarda gömülen î s â ’ nm kıyam etmesine dair haberler memlekette yayılmıştır; göze görünen bir şekilde mezarmdan kalkıp kendinin yakında kıyamet gününde yine yeryüzüne döneceğini söylediği anlatılmışta Bu kıyama dair malûmat birbirlerinden biraz farklıdır; en eskilerine göre, I s â Galilea’daki şagirdlerine gözükmüş, bagkalarca, Kudüste tezahür etmiştir. Rûhâni bir telâkkinin yanında, kıyam edenin vücudünün kesîf olarak tavsif edenler de vardır.


günlerde - bilhassa I s â ’ mn kıyam günü sayılan Paskalya gününde - Kudüste neler vuku bulduğunu bilmiyoruz; yalnız, ifade edilmez bir hâdisenin, o zamana kadar korkak ve ürkek şagirdlerin hattı hareketini birden bire tamamiyle değiştirdiğini şüphe etmeden söyliyebiliriz. Rivayete göre, 1 s â , kıyamından sonra kırk gün şagirdlerile beraberdi; 40 inci günde ise, bir bulut içinde göklere çıkmıştır. On gün sonra, Pantkot bayramında, Kudüste içtimâ "eden şagirdler üzerine Rûhulkudüs ateşten yalazalar şeklinde dökülmüştür


Hepsi Rûhulkudüsle doldu ve kendilerine Ruhun verdiği söyleyişe göre başka başka dillerle söylemeğe başladılar... Her biri, onların kendi diliyle söylediğini işitiyordu. Hayran oldular ve şaşıp dediler : «îşte, söyliyen bu adamlar hep Galileali değil mi? Ve nasıl biz, her birimiz kendi anadilimizi işitiyoruz? Biz, Partlar, Medler, Elâm-lılar ve Mezopotamyada, Yahudiyede, hem de Kappadokyada, Pon-tus ve Asyada, Frikyada, hem de Pamfiliyada, Mısırda ve Libya semtlerinde Kirine çevresinde oturanlar, gerek Yahudi ve gerek mühtedi Romah misafirler, Giritliler ve Araplar, kendi dillerimizde Allâh’m büyük işlerini söylediklerini işitiyoruz.»


Bunun üzerine, şagirdler, ne insan, ne de Şeytân’dan korkarak î s â mn bildirdiklerini neşretmeğe çalışmışlardır. Etraflarında toplanan cemaatın, Yahudi âyinlere iştirak etmesine rağmen özel bir ibadeti vardı ki, merkezini, eskatolojik bir mukaddes olan «ekmek kırması» teşkil etmiştir. Şagirdlerin riyasetinde mal birliği içinde yaşamışlardır.


Yahudi - aramik cemaatın yanında bir yahudi - hellenistik cemaat gelişmiştir. Onun reisi, ISTEFAN adlı bir adamdı; yedi kişiden ibaret olan bir komite ile bu yeni cemaatı idare etmiştir. ISTEFAN, va’zlerinde, Yahudi mâbedin, kanunlarının ve kurban âyinlerinin I s â ’ mn dönüşünde biteceğini ilân ettiği için, Yahudîler tarafından taşlarla öldürülmüştür. Bu suretle, kilisenin ilk şehidi (martir) olmuştur.


Onun ölümünden sonra, hellenistik cemaat Kudüs’ü terkedip Akdeniz ülkelerine dağılmıştır. Yahudi olmıyanlar arasmda misyonerlik yapmağa başlamıştır. Hristiyan dinine yeni intisap edenlerin Yahudi kanunlara riayet edip etmiyecekleri hakkında Yahudi- hristiyanlar ile başka milletlerden gelen, evvelâ Yahudi olmıyanlar arasmda bir ihtilâf husule geldi ki, Yahudi olmıyanlar lehine halledilmiştir. (Meselâ başka milletlerden gelen hristiyanlar ne sünnet usulüne tabi oldular,ne de Yahudiler için mer’i o-lan yemek kanunlarına riayet etmeğe mecbur kaldılar).


Bu ilk ihtilâflardan sonra, hristiyanhk oldukça çabuk intişar etmiştir. Sinagoglarda bildirilen tek tanrıcılık onun yolunu açmıştı. Yoksullar ise, hristiyanlann geniş merhamet faaliyetini, bütün esnaf hududunu aşan yardımım teşekkürle kabulle bu dine intisap etmişlerdir.


Hristiyanhk yayıldıkça hellenistik mister - dinlerinin birçok hususiyetlerini benimsemiştir. Onlar gibi ölen ve yeniden hayata kavuşan bir kurtarıcı ilâhtan bahsetti, ki, dindar mukaddes âyinlerde onunla birleşip ebedî hayatı kazanacağım ümit etmektedir. Halbuki Hristiyanhğm bildirdiği kurtarıcı, Osiris, Mitra, Attis nevinden mitolojik bir varlık değil, kısa zaman evvel yaşamış olan bir şahsiyet idi.


Hristiyanhğm, Yahudilik için yaşayan bir mesihi - eskatolojik cereyandan, merkezi I s â ’ mn insanı kurtaran ölümü olan bir mister - dini haline getirilmesi bilhassa PAVLUS’un teşviki ile vuku bulmuştur. Bu adam, hristiyanları şiddetle takip eden bir müteassıp olduktan sonra hristiyan dinin en ateşli vaizi kesilmiştir. O, bütün âleme şâmil bir kurtuluş hakkın-daki fikirleri ya havarilerin sözlerinde bulduğu temellere dayanarak, ya-hud da kendi iç tecrübelerine göre inkişaf ettirmiştir. Şerîate bağlanmakla değil, Allâh’m kurtuluş ameline inanmakla insan kurtulabilir. î s â ’ mn kendi va’zlerinde her şeyden mühim olan eskatolojik fikirler, PAV-LUS tarafından mister âyinleriyle birleştirilmiştir; zira doğduğu yer, Tarsus şehri, hellenistik misterlerin bir merkezi idi. Bu yeni görüşte, î s â ’ yı, ilk şagirdlerinm gördükleri veçhile yalnız tarihî bir insan olarak değil, ölen, mezardan çıkan ve göklere yükselen Rab (kyrîos) olarak tasvir edilmektedir. Bu kyrîos kelimesi, hristiyan teolojisine göre bütün şeref isimlerini ihtiva etmektedir: bu suretle hem muallim, hem İlâhi Rab, hem de kıral mânasına şâmil olur. Liturjidekyrie eleison «Ya Rab, merhamet et» diyen niyâz tekrar ve tekrar dünyanın bütün kiliselerinde kullanılmaktadır. Yani, bu kyrîos lâkabı, î s â ya teveccüh eden duâlarda en büyük ehemmiyeti haizdir. O eski zamanlardan itibaren, hristiyanlar, ilahi Rab olan Mesîh îsâ’ya duâ etmeğe veya onun isminde Allaha niyaz etmeğe başladılar.


PAVLUS’a nazaran, î. s â ’ mn yeryüzünde sürdüğü hayat, pek önemli değildir; o, yalnız enkarnasyon sırrma ve haçta ölümüne ehemmiyet vermektedir. Bu fikirlerin en tipik ifadesi, Filip'ılere yazılan mektupta bulunmaktadır :


Mesîh î s â ’ da olan düşünce sizde de olsun; o Mesîh ki, Allah’ın suretinde olduğu halde, Allah’a müsavi olmağı bir ganimet saymadı; fakat kul suretini aldı ve insanların benzeyişinde olarak, kendini hâli kıldı; ve şekilde insan gibi bulunarak ölüme, hattâ haç ölümüne kadar itâat edip nefsini alçattı. Bunun için de Allah onu pek çok yükseltti, ve her ismin fevkinde olan ismi ona ihsan etti ve yer-dekiler ve yer altındakiler diz çöksün ve Baba Allah’ın izzeti için her dil «î s â M e s î h Rabdır» diye ikrar etsin! (Fil. 2, 5-11)


Bundan da anlaşıldığı veçhile PAVLUS’un teolojisinde haç fikri en mühim yer tutmaktadır; î s a ’ nm haça yükseltilmesi, aynı zamanda göklere yükseltilmesinin şartıdır. Haç, inananlar için «hikmet, adalet ve kurtuluş» demektir. Halbuki bu hâdisenin derin mânası, ancak iman edenlere görünüyor.


Çünkü haç sözü helâk olanlarca akılsızlıktır, fakat biz kurtulanlara Allah’m kudretidir (I. Kor. 1, 12).


Zira haç, ÂDEM’in işlediği ve bütün insanlara sirayet eden günahtan kurtuluştur.


Bunun için, nasıl günah bir adam vasıtasiyle ve ölüm günah Va-sıtasiyle dünyaya girdiyse, böylece ölüm de bütün insanlara geçti; çünkü hepsi günah işlediler;... çünkü şeriat kadar dünyada günah vardı; ama şeriat yokken günah sayılmaz. Fakat gelecek zatın su-, reti olan ÂDEM’in tecavüzünün benzeyişi üzere günah işlememiş olanlar üzerinde de, ADEM’den MUSA’ya kadar ölüm saltanat sürdü. Fakat suç nasılsa, mevhibe de öyle değildir; çünkü birinin suçu ile çoğu öldülerse, çoğu için Allah’m inayeti ve bir adamın, yani, îsâ Mesih’in inayetiyle olan atiye daha ziyadeleşti.....Şimdi


öyle ise, bir suç vasıtasiyle bütün insanlara mahkûmiyeti için hüküm geldiği gibi, böylece de hayatın salih sayılması için bir salâh f i’li vasıtasiyle bütün insanlara atiye geldi. (Eo. 5, 12 -18) Veya başka bir sözle bu paradoksu ifade etmeğe çahşıyor :


Mesih, bizim uğrumuzda lânetlenmiş olarak bizi şeriatin lânetinden kurtardı (Gal. 3, 14)


Demek,! s â ’ nm böyle bir ölümü sayesinde günahın mükâfatı olan ölüm mânevi bir mânada insanlardan alındığı gibi, bu aslî suç karşısında yaratılan şeriatın meriyeti de î s â ’ ya iman edenler için bitmiştir.


Çünkü zannediyoruz ki, şeriatın işleri olmıyarak insan imanla salih sayılır. (Rom. 3, 28).


Böyle bir kurtuluşu gören insan, M e s î h îsâ ile birleştirilir (bu telâkki, sonra kilisede peyda olan mistikliğin bir köküdür). İnsan vaftiz vasıtasiyle îsâ ’ nm mistik vücudüne - yani bütün inananların ranîcemaatmâ~V giriyor; vaftiz, PAVLUiS’a göre'7         birlikte


ütmelTverkıyam etmektir. Bu suretle husüteTgeİen münasebet, mukaddes yemege~(evharistiya) iştirak etmek suretiyle .îsâ ~’nın vücudünü ve kanını ruhani bir şekilde benimsemekle kuvvetlendirilir. O zaman iki aslî mukaddesat olan vaftiz ile evharist ya, î ş â ’ nm zamanmda olduğu gibi yakmda gelecek İlâhî egemenlik için bir hazırlayış olarak değil, kurtuluş sırnna bağlı olarak kabul edilmektedir. PAVLUS’un bu telâkkisi, hristiyanhğm inkişafı için gayet önemlidir.


Büyük misyonerin muhtelif şehirlerde oturan hristiyanlara yazdığı mektuplarda arasıra gılostik fikirlere rastlamaktayız; bu gibi tasvirler devtero - pavihıik - yani PAVLUS’un adını taşımakla beraber kendisinin yazmadığı - mektuplarda daha sık görülmektedir. PAVLUS’a atfedilen mektuplardan hangilerini yazdığı şimdiye kadar yüzdeyüz belli değildir; büyük mektuplarında (Romalılara, Korintoslulara) bile bazen ona ait ol-mıyan parçalara tesadüf etmekteyiz. Bilginler, Efeslilere, Kolossoslulara, İbranilere gönderilen mektupların PAVLUS’un eserleri olmadığına kanidirler. Zikri geçen bu gnostik metinlerde, î s â , ikinci ÂDEM şeklinde tasvir edilmektedir, yahud da Eski Ahkl’de zikredilen kıral - kâhin MEL-KÎSEDEK ile mukayese edilmektedir; çünkü o, aynı zamanda sunakta kansız kurbanı (ekmek ve şarabı) takdim eden kâhin ve haçın sunağında kendi kanını insanların kurtuluşu için döken kurban kuzusudur.


I s â , bu metinlere göre, İlâhi kudreti şahıslandıran varlıktır : Ülûhiyetin bütün doluluğu Mesihte bedenen mukimdir. (Kol 2,19) Allâh, bedende izhar olundu. (I Tim. 3, 16)


Bu gnostik ve mistik cereyanın en mühim metni, 4. üncü Incil’dir. YUHANNA’ya, î s â ’ nm en çok sevdiği şagirdine atfedilen bu İncü aşağı yukarı m.s. 100 senesinde yazılmış olsa gerektir. Burada î s â Allah’ın Kelâmı (logos), şagirdlerine Allah’ın harikulâde amellerini gösterir, gösterdiği mucizeler, İlâhi ve ruhani amellerinin sembolleridir. Sık sık tekrarlanan «Ben... im» (Ben doğru yolum - ben üzümüm - ben âb-ı hayatını v.s.) ülûhiyetine ima etmektedir.


Kıyamet ve hayat benim; bana iman eden ölmüş olsa da, yaşar ve kim yaşar ve bana iman ederse, ebediyen ölmez. (Yuh. 11, 25)


Ben asmayım, siz çubuklarsınız; bende duran ve kendisinde durduğum kimse çok meyva verir; çünkü bensiz bir- şey yapamazsınız. (Yuh. 15, 5).


Yol, hakikat ve hayat benim; ben vasıta olmadıkça, Baha’ya kimse gelmez. (Yuh. 14,6).


î s â ’ ya inananlar, O’nda yaşarlar, o da onlarda yaşamaktadır. Mesihte baki olan bu yeni hayat, insanlara vaftiz ve evharistiya vasıtasiyle verilmektedir. Halbuki Yuhanııa’ya göre İncil, î s â ’ nm iki hususiyetini bilhassa ön plâna koymuştur : dış ibadete pek fazla bir ehemmiyeti affetmemesi ve bütün âleme şâmil olan sevgi ve merhamet.


Allâh Ruhtur, ve ona tapmanların ruhta ve hakikatte tapınmaları gerektir. (Yuh. 4, 24).


Böyle bir ruhanî ibadet sayesinde, insanlar arasmda hâlâ mevcud olan ruhî ve dinî hududlar düşecektir. î s â ’ mn ölümü, YUHANNA’ya göre, O’nun, ulûhiyetin kudretine girişinden başka bir vak’a değildir. Bunun için de, haçta ölen I s â ’ nm son kelimesi, üç sinoptik İncilde okunduğu gibi 22. nci mezmurun başlangıcı değil, majestetik bir «Tamam oldu» dir. Fakat İlâhî sırların beyanı î s â ’ mn ölüm ve göğe çıkışı ile bitmiş değildir. Tarihî I s â dan sonra «tesellibahş» (paraklet), yani Ruhulku-düs, inananları ulûhiyetin esrarına daha derin bir yol gösterecektir (Yuh. 15, 26).


 Ruhulkudüs burada, şahıs olarak_tasawıır edilmiştir. Allah’ın takdis edicrkudretini şahıslandırmaktır; yalnız onun sayesinde insan hakikî îmâ-hagirebihr, doğru sözlerle Allah’a duâ edebilir. Hristiyan kilisede, YU-HANNA’nın naklettiği bu söze dayanarak arasıra «Üçüncü bir devlet» kurmak istiyenler kalkmışlardır : PETRUS’a dayanan Roma kilise ve PAVLUS’un doktrinlerim ileri süren protestan kiliseden sonra yuhanneik bir kiliseyi beklemişlerdir ki orada ne şerîat, ne de başka dış kanunları mevcud olup yalnız Allah'ın sevgisi saltanat sürecektir. Yahut Eski Ahdin bildirdiği İlâhî peder ve Yaradan’m egemenliğinden, î s â ’ da görünen Kurtancı’ıım devletinden sonra artık Ruhulkudüs’ün takdis edici kuvveti* kendini, ruha; î bir âlemşumûl kilisede gösterecektir Bu gibi fikirler Ortaçağda (bilhassa JOACHİM DE FLORİS’in ecclesia spiritualis, ruhanî kilise, hakkmdaki güzel hayallerinde) görüldüğü gibi hâlâ, kilisenin kemikleşmesine üzülen geniş ruhlu ilâhiyatçılarda yaşamaktadır.


YUHANNA’nın teolojisinin en güzel ifadesi, bu havarî’ye atfedilen mektuplarda kendini göstermektedir :


Ey sevgililer, eğer Allah bizi böylece sevdi ise, bizim de birbirimizi sevmemiz gerektir. Hiç bir vakit kimse Allâh’ı görmemiştir; eğer birbirimizi seversek, Allah bizde durur ve onun sevgisi bizde ikmal edümiş olur.


Allâh sevgidir ve sevgide duran Allah’ta durur ve Allah onda durur. (l.Yuh. 4, 10, 12. 16).                                 - ---------


«Böylece, hristiyanlık yeni unsurlar benimsemiş, mevcud olan fikirleri geliştirmiştir. İlk asırlarda heretik sayılan gnostk cereyanlar da Incil’de bulunan maddelerin bir genişlemesinden ibaretti. Halbuki o felsefî-mistik sistemlerde, yeryüzünde yürümüş olan î s â ’ ya hemen hiç ehemmiyet verilmemiştir; I s â , yukarı TM ur dünyasından gelen,~en derin felaketlerde bulunan dünyayı kurtaran ve bu maksadla İnsanî bir vücud giyen flâhîbir varlık sanılmaktadır; m§âhî~vüeudÜ7~bir hayalden ibârefG~~(do-ketîzm), hakikî değildi; çektiği ıztıraplar da gerçek değildi. Halbuki kilise, muhtelif şekillerde husule gelen ve hristiyanhğın özünü başka mister dinlerin hususiyetleriyle karıştıran bu gnostik cereyanları kabul etmemiştir


cGnostiklerin yanında, takriben m.s. 150 senesinde Karadenizli MAR-KlON va’zlarda bulunmağa başlamıştır. Bu adam, PAVLUS’un ciddî bir taraftarı idi. Eski Ahd’in bildirdiği Y a h v e , onun zannınca iptidaî ve düşük bir İlâhî varhktır ki, önün zıddı î s â ’ da zuhur eden, sevgi olan «Yabancı İlâh» tır. MARKÎON, Luka’ya göre Incil’i, Resullerin işlerini ve Paviusün mektuplarını toplayıp bir nevi Ahdi Cedîd yaratmıştır. Resmî kilise tarafından zındık sanılan bu adamın böyle bir eserinden ötürü, kilisenin mümessilleri de, kendi maksadlarma göre bir Yeni Ahid toplamağa karar vermiş, o zamanda mevcud olan yazılardan en meşhur ve bütün cemaatların takdir ettiklerini seçip fazla fantastik olanlarını kanunî olarak kabul etmemiştir; en büyük hristiyan cemaatlarda kullanılan bu resmî İncil, 2. nci asrın 2. yansından bugünkü şeklini almıştır; yalnız bazı küçük kiliselerde bir iki bap ya ilâve edilmiş, yahud da eksilmiştir. Fakat böyle bir eserin meydana çıktığından sonra, hristiyan dinine hristiyan olmıyan fikirler içine sızmasın diye bir set yapılmıştır?


Yeni gelişen dini tehdid eden sinkretisme karşı ikinci bir set, bir akî-de’nin yani yaradılış ve kurtuluş halikında imama, cemaat tarafından âyinlerde kullanılan kısa bir hülâsasının yaratılması idi. Bizde Apostolikum isminde meşhur olan bu akîde, yine 2 nci asrm son onyıllarmda husule gelmiştir.


Herhalde ilk defa olarak Roma’daki vaftiz liturjisinde kullanılmış olan bu akidenin yanında, yeni bir şekil alan kiliseyi muhtelif cereyanlardan koruyan üçüncü bir set, episkopos vazifesi idi. Cemaatın reisi olan episkopos’un ruhanî silsilesi kesilmeden havârîlere kadar geri gitmektedir'.' Şü~;silSİle7-3reni-bir cpiskoposun vazifesine başladığı vakit eski episko-posların el koyması ile temsil edilmektedir; Ortodoks, Romalı, Anglikan kiliselerinde bu silsile bugüne kadar havârîler zamanmdan itibaren tevarüs edilen ruhun devam etmesini temin etmektedir; protestan kiliselerde, bu successio apostolica kesilmiştir.


CEpiskopos vazifesinin kurulması, kilisede yeni bir devrin başlangıcı demektir. O zamana kadar ibadette, Rûhulkudüs’le dolu erkek ve kadınlar serbestçe va’z ve duâlarda bulunup en derin saygıya değer sayılmışlardır; kilisede mevcud olan vazife sahipleri ise, cemaatın dış hayatuıı tanzim edip âyinlerde ruh sahiplerinin vekilleri idüer.)


Zikri geçen bu üç set sayesinde kilise resmî ve sert bir nizamı olan bir teşkilât haline gelmiştir. Ruhun, eski zamanlarda göze çarpan serbest tesir edişi kat’î sınırlarla tahdit edilmiştir.


Kilisenin kanaatmca, hem tacil, hem de akîde ve kilisedeki vazifeler, î s â ’ um şagirdlerine dayanır; kilise, apostoiik’tir; yani havarilerin an’a-nesini muhafaza etmektedir. Halbuki zikri geçen bu üç unsurun çeşit çeşit tarihî; sebeplerden ötürü vücude geldiğini söyliyebiliriz.)


<Bu harekete karşı, MONTANUS adlı, takriben 170 senesinde meydana çıkan, Frikyah bir adam, en eski hristiyanhğm profetik kuvvetlerini yenileştirmeğe çalışmıştır; î s â ’ nm eski eskatolojik fikirlerini tekrar ön plâna koymuştur. Ama MONTANUS ile yanında çalışan kadın peygamberler resmî kilise tarafından reddedilmişlerdir — bu hâdiseden itibaren «hristiyanhk» demek, episkoposlann hüküm sürdükleri, apostolik geleneğin koruyucusu sanılan «kikse» demekti.)


Kilisenin bu inkişafında Roma şehri, havârîlerin zamanından beri büyük bir faaliyette bulunmuştur. Oradaki cemaat, en eski zamanlardan beri başına gelen bütün şiddetli takiplerde bitmez bir sabır göstermiştir. Ro-ma’dâ, en mühim havârîler olan PETRUS ile PAVLUS, imparatorların hristiyanlar aleyhine icra ettikleri korkunç takiplerde şehit olmuşlardı. Bu sebeptendir ki, o zaman Roma episkoposunun üstünlüğü başka cemi-..yetler tarafmdan bu tarihî bakımdan kabul edilmiştir; halbuki Roma’nın ..hususî bir hukukî üstünlüğü mevcud değildi. Asırlarca süren bir merkez-. leştirme hareketi sayesinde, Roma’da oturan episkopos, yavaş yavaş hukuk bakmamdan da öbür episkoposlann reisi hâline gelmiş, artık PET’-RUS’un halifesi sıfatiyle bütün kilisenin reisliğini kendi elinde toplamağa başlamıştır; onun bu iddiâsı, Matta’nm İnci Finde nakledilen bir söze dayanmaktadır :


yBen sana derim ki : Sen PETRUS’suıı ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmiyecek- tir. Göklerin melekûtunun anahtarlarım sana vereceğim; yeryüzünde bağlıyacağın her şey göklerde bağlanmış olsun ve yeryüzünde çözSce-, ğin her şey göklerde çözülmüş olur. (Bit. 16, 18)


Papa’mn bu husustaki fikirleri i, hem ortodoks, hem de protestan kiliseler kabul etmemektedir.


Harikulâde şahsiyetlerin riyaseti ile, birbirine muhalif olan zâhirî tesirler altında, hristiyanhk eski İsrail Yahve - perestişinden 2 nci asrın oldukça iyi tertiplendirilmiş kilisesine giden yoldan yürümüştür. Yahudilikte Babüonya, Mısır, Kenan, İran dinlerinin izlerini gördüğümüz gibi, hristiyanhğm da hellenistik - şarklı mister dinlerin, Yunan ve hellenistik felsefe ile mistik hareketlerin tesiri altında kaldığını biliyoruz. Hemen her safhası belli ve vâzıh olan bu. birleşme ve inkişafta, İlmî teşebbüslerle be-lirtilemiyecek bir tek nokta vardır ki, o da hristiyan dininin en önemli noktasıdır : I s â ’ nın ölülerden kıyam etmesine inanış nereden geldi?


Gösterdiğimiz suretle vücuda gelen katolik (yani şâmil, üniversel — çünkü her yerde, her zamanda aynı hakikatlara inananların cemiyetidir) kilise, sTasırdan 6." asra kadar binasmı kuvvetlendirip esaslarını daha İre -sin olarak ifadelendirmeğe çalışmıştır. Apologet’ler ismi ile tanınan birkaç şahsiyet, klâsik Yunan felsefesi bu binanın nazarî bir temeli sıfatiyle kullanmağa başlamıştır; onlardan, bilhassa, martir olarak 165 senesinde ölen JUSTÎN’i zikretmemiz lâzımdır./


SBüyük İskenderiyeli ilâhiyatçılar KLEMENS ile talebesi olan ORİGİ-NES, Apologet’leria yolundan yürümüşlerdir. KLEMENS’e göre, bütün Yunan felsefesi ile Yahûdî din I s â 1 nın gelişini hazırlıyaıı İlâhî vahyîer olup bir tek~logos (Allâh’m'ezeldea beri mevcud olan kelimesi ki I ‘ ş~a ' da tecelli eder) bütün nisanları nurlandırmıştır. Hemen~aynı fikirlere dayanan ORÎGİNES’e nazaran, hristiyanlık bütün insanların aslî dinidir ama, insanTûltürel ve dinî seviyesine göre I s~§7~yı muhtelif "suretlerde görüyor: vücuddâ zuhur eden, beden~ve~ruha şifâ veren tabîb Fs â ’~5ân~~VâS'geçîp ezelî ve ebedî logos’a çıkmalı, onunla mistik bir mânada birleşmelidir. ORÎGÎNES, EFLÂTUN’un felsefesi ile hristiyan itikad-lân arasında bir sentez yaratacaktı ama, kilise onun teşebbüslerini takdir etmemiştir. Bilhassa ileri sürdüğü apokatastis hapanton doktrini, yani cehennemdeki azapların ebedî olmayıp günlerin sonunda artık bütün insanlar kurtulup Allahtan başka birşey mevcud olmıyacağına dair fikirleri kilise tarafından bugüne kadar ekseriya reddedihnektedir/Halbuki ORÎGÎNES, eski zamanlarm en büyük ilâhiyatçısı idi; Kitâb-ı Mukaddes’i onun kadar iyi bilen ve tefsir eden bir kimse yoktur. Bununla beraber kilise, doktrinlerinin bir kısmını Ortodoks olarak kabul etmemiş, 553 sene-s:nde pek insafsız bir hüküm ile bu büyük mistik ilâhiyatçıyı zındıklar arasında saymıştır .j


ÎJCib'senin itikadları, ekünıenik konsillerde geliştirilmiştir. 325 senesinde İznik’te vuku bulan bütün episkoposlarm böyle bir toplantısı, î s â ’ -nın varlığı hakkmda bir beyana varmıştır: oradaki münakaşa, «i» harfi hakkında bir münakaşa idi ki ondan dolayı, büyük kilisede iki zıd cereyan yanyana yaşamağa mecbur idiler. ARİUS tarafından temsil edilen itikad, î s â1 nın babasıntzat bakımından müşabih olduğunu söylemiştir-(ho-mo oııios): ATHAN-ASI ı ıs'nıxnrtndnkmlarak~k-aljul edilen itikadı, İ s â ’-nm zat bakımından babası ile. aynı olduğunu beyan etmiştir (homo ousios); yâhFcb î s â ’ da tam~ve~kgt’î~bir enkarııasyuinm taraftandır; ARİUS, î s aYda peyda olan paradoksu reddetmiştir. Fakat onun fikirleri, bundan sonra hristiyanlaştırılmış Jermenlerde asırlarca yaşamağa devam etmiştir.?


\jkinci mühim bir koıısil, 431 senesinde Efes’te vâki olmuştur. Oradaki kararlarda î s â ’nın mahiyeti hakkmda îzâhât vermeğe çalışılmıştır: î s â ’ da iki tabiat — birisi İlâhî, birisi de İnsanî — bir şahısta mevcuddur/ Buna karşı, o konsilde reddedilen NESTORİUS, î s â’ da iki şahıs (ya-hud hipostaz) mevcud olduğunu ileri sürmüştür: İlâhi logos veüHSan olan î s â arasında irade bakımından bir b/rliği husule gelmiştir ama, ikisi esas 1 ti bâriyle ayrüşahslyetlerdir. Bunun için de NESTORtUS, Efes kon-silinin itikad haline getirdiği theotokos mefhumunu kabul edememiştir : Meryem ana yalnız insan î s â ’ yı doğurmuştur, ilâh fs â.’ yı~degil. «Allah doğuran» mefhumunun, eski Ana ilâhelerin merkezi olan Efes şehrinde Meryem ananın şeref lakabı olarak seçilmesi belki bir tesadüf de-ğüdir.|


NESTORİUS’un, î s â ’ da iki ayn şahıs kabul eden taraftarları Ür-fa (Edessa) yolu ile şarka gelmişlerdir. îrân’dan geçerek bilhassa Türkistan ve Çin’de, bir kısımları da Hindistan’da misyonerlik etmişlerdir. Muhtelif fırkaların birbirinden ayrılmasından ötürü bu cereyann gittikçe zayıflamıştır; Moğol devrinde artık hemen hemen kaybolmuştur. Yalnız İrak ve cenub-doğu Anadolu’da hâlâ tek-tük kalıntıları mevcuddur.


f 451 senesinde Kalkedon (Üsküdar) da yine bir konsil toplandı ki, tek-rarkristolojik bir mesele ile meşgul idi. O zaman, monofisitler büyük kiliseden ayrılmışlardır. Bilhassa İskenderiyeli ilâhiyatçılar, î s â ’ da yalnız bir tabiatın mevcud olduğunu söylemişlerdi; İlâhi ve insani tabiat bu yeni tabiatta kanştınlmıştır.{Buna karşı, Kalkedon konsili iki tabiatın mevcudiyetini vâzıh bir surette göstermekle meşgul idi. Bu konsilin kararlarını kabul etmiyenler, monofisit ismini almışlardır. Bunlar, Suriye’de ya-şıyan Yakubi’ler, Mısır’daki Kıbtler ve habeşî hristiyanlardır. 270 senesinde ilk millî kilise olarak Kayserili GREGOR tarafından kurulan Ermeni kilise de, Kalkedon konsilinin kararlarını kabul etmemiştir


Maamafîh, garbın ve şarkın büyük kiliselerinde — Yunan, Romalı ve Protestan — bir şahısta iki tabiatın mevcud olup î s â ’ nın yalnız bu suretle insanları kurtardığı itiraf edilmektedir.


Asırlar boyunca garp ile şarktaki dînî telâkkiler arasında bir fark meydana geldi. İstanbul’lu patriark FOTİUS, 867 senesinde ilk defa Roma ile münasebetleri kesmiş ve bu münasebetle, şark kilisesine mahsus olan bir kaideyi de ileri sürmüştür : İtikadda, Bûhulkudüs’ün yalnız İlâhi Pederden çıktığı beyan edilmektedirT'Katolik kilise ise, rnİmn hemTe-cferThem de Oğul (yani İs-â ) dan çıktığını söylemektedir. ŞârFltîIî-sesı, eski telâkkileri muhafaza etmiştirjBabaT Oğul ve Ruh arasındaki münasebet en eski Hristiyanhkta «ökonomik» olarak tasvir edilmiştir : Baha’nın işi, yaratılıştır, oğlun işi?” kurtuluş, ruhunki : takdîstir. BundaîTsonra, bulTç sıfat, AUair’uı içinde Vâki olâri," ifâde edilemez hâ-yatı sembolleştirmek maksadiyle temsil edilmiştir. Roma kilisesinde, Rû-hulkudüs Peder ile Oğul arasmda mevcud olan ezelî ve ebedî muhabbetin


ifadesidir; mistiklerin şairane bir tabiri ile, Ruh, ezelden beri kendini Oğ-lunda seven Pederi oğlu ile birleştiren öpüştür. BiTTakımdan7R.oma kilT-sesı?~RüEun ikisinden sıktığını İddiSTetmıştır. ~              ''   ~~


FOTÎUS’ım — bilhassa siyasî sebeplerden husule gelen — kat’i müna-sebeten iki asır sonra, (16 Temmuz 1054), Romalıların Aya Sofya kilisesinde takdim ettikleri bir vesika ile kat’î bir ayrılık vaki oldu ki, bir kaç birleştirme konsillerine'rağmen bugüne kadar devam etmektedir.


10 uncu asıraa Bizans’ta vaftiz olan bir Rus prensesi, memleketini hristiyanlaştırmağa başlamış, şark kilisesinin itikadlarını orada da neş-rettirm’ştir. 1589 senesinde, Roma ile İstanbul'un yanmda Moskova’da üçüncü büyük patriarkat yaratılmıştır. Onun reisi, hâlâ oldukça büyük bir tesir icra etmektedir Ruslar bilhassa son asırda gayet derin ve bilgili ilâhiyatçı ve feylesoflar vasıtasiyle ortodoks kilisesinin hakîkî mahiyetini beyan etmeğe çalışmışlardır. Bu kilisede asırlar boyunca halkta görünen derin mistik duygular, aynı zamanda da teologların en yüksek ve ince fikirleri, şimdi garpta Rus kilisesinin geleneklerini sakhyan ilâhiyatçılar tarafından doğu hristiyanlara gösterilmektedir.


Ortodoks kilise, idare eden bir papanın hukukî otoritesini kabul eimiyör; kilise,’daha?fazla ruhanî bir varhk~olarak temsil edümekte-dûTdtıyam-eden—î-s-âr-i-dan' bütün hristıyanlarda akan inayet ve hayat cereyanmda~~yaşamaktadır. Onun enbüyük bayramı, Paskalya, I s a ’-nm kıyamıdır; insanı ebedFoİümuhden kurtaran ~5û~hâdise,ridltseffift-<ve Ser ~ insanın hayatmnTnıerkezi sayılmaktadır - hiç bir kilisede,şârİTkili-sesinde görüldüğü miktarda Paskalya İlâhîleri, Paskalya âyinleri mevcud değildir.


(“Halbuki sert bir dış nizamı mevcud olmadığı için bu kilisede eski zamanlarda bazen - hem Bizansta, hemde Rusya’da - dünyevî hükümdarların otoritesine tabi olmuştur; imparatorlar, kiliseyi siyasî hedefler için kullanmakla uğraşmışlar ve kendi dünyevî otoriteleriyle dinî meseleleri halledip itikadlar bile icad etmeğe çalışmışlardır


Şark kilisesi, plâtonik fikirlerin tesirleri altında kaldığı için dünyevî resmilerin, insanı üâhî güzelliğe kılavuzhyan bir vesile olduklarına kaildir I s â ’ yı, Meryem anayı, teslîsi, azizleri temsil eden ve hususî bir üslûpta yapılan resimler Tlfcon) ’ kiliselerde, kudusuiakdesi kilisenin halka mahsus kısmmdan~ayfilm.~aktadır; evlerde de güzel ikonlara rastlanır. 726 senesinde Kayser LEOrudetmieyhmeT>h“karârkâkarmış, ama, 61 sene sonra resimleri müdafaa edenlerin partisine uzun ve şiddetli münakaşalardan sonra hak verilmiştir.


Bu kilisede, gayet sert bir zühd ile derin bir mistiklik inkişaf etmiştir. Ruhbaniyet âdetleri kendilerini Mısır ve Anadolu’da göstermeğe baş-


lamıştır. Rahib ve zahidler evvelâ tek başlarına çölde, dağlarda' yaşamışlardır; 4 üncü asırdan itibaren rahip cemaatları teşekkül etmiştir. Bu cemaatlere ilk kanun ve usulleri veren şahsiyet, Kayserili BASÎLÎUS (ölümü 379) idi. Niyaz, zühd ve amellerle meşgul olan rahiplerin hayatını, melekle-rinkine benzetmiştir; onun teşviki sayesinde teşkil edilen rahip kolonilerinin pek tipik misallerini, Ürgüp, Göreme ve Orta Anadolu’nun başka ’   •


yerlerinde görmekteyiz. Ruhbaniyet bundan sonra garbda da intişar et-m:ş, orada muhtelif tarikatlarda geliştirilmiştir. Şark kilisesinde ise, bilhassa Athos dağında yaşıyan rahip zümresi en sert zühdü üstüne almış, ince bir mistik ile meşguldür.                    *


*


 Bu mist’k cereyanlar, BASÎLÎUS ile aynı zamanda ve aynı mıntıkada yaşıyan iki GREGOR (Naziansh ve Basilius’un kardeşi olan Nissalı) tarafından işlenmiştir; bu iki ilâhiyatçı, hristiyanhğa plâtonik ve neoplato- 1 nik fikirleri sızdırmışlardır; Apologetier’in başladıkları işi onlar bitirmişlerdir; aynı zamanda da teslis doktrinlerini daha güzel bir şekilde ifade etmeğe çalışmışlardır. BASÎLİUS’un bir sözü, bütün dinlerde mevcud olan mistik bir fikri şöyle beyan ediyor :


Allah’ın zatı hakkmdaki bilgi, idrak edilmemesine idrak etmekten Töaretdr.' Biz, Allah'ımızı' faaliyetinden dolayı tamdığmnzıiddia ediyoruz ama, kendi zatına eristiğimize dair bir hayale takılmıyahm. Çünkü Onun faaliyeti bize iniyor; zatına gelince, biz ona erişemiyo-


Neoplatomk fikirleri, hu kappadokyalı azizler vasıtasiyle kiliseye öir yol bulmuştur. Halbuki onlardan daha kuvvetli, daha derin bir mistik, bu fikirleri o kadar isabetli bir şekilde ifade etmiştir ki, artık bütün kilisenin malı olmuştur. Bu mistik, 5 inci asırda DİONYSÎUS AREOPAGİTA tak-' ma adı ile yazan, kendi ismini bilmediğimiz bir Suriye’li ilâhiyatçıdır. Melekler hakkmdaki kitabı ve bilhassa mistik"'teolojisine dair küçük eseri, asırlar boyunca hristiyanhkta son derece büyük bir rol oynamıştır. Bu yazarda, kilisede ilk defa, her mistiğin sevdiği via negationis’u görüyoruz : vllah’m varlığı__yalaz-menfi—tabirlerle tavsif edilebilir: Allah, her şeyden ayrıdır, her şeyden daha yüksek, daha aziz, daha küddûstur. Hem garb, hem de şark kilisesinde DİONYSÎUS adını kullanan bu büyük şahsiyetin tesirleri açıkça görünmektedir.


Yunanistan'da, bu mistik cereyanın en önemli mümessili, 11 inci asrın ilk yarısında yaşıyan SİMEON’un ismini kaydetmemiz lâzımdır ki, o mistik şair, pek güzel İlâhileri ile Allah’ın büyüklüğü ve izzeti ile insanın yoksulluğu arasındaki gerginliği, aynı zamanda da insanın evharistiya’da aldığı İlâhî armağanı - yanî İlâhi maşuk ile vuslatı - ifade etmeğe çalışmış ve bu hususta nurla dolu, çok müessir dualarda bulunmuştur]:


Bir olduk benimle O! Fakat hangi isim ile O’nunla birleşmiş olan kendime hitap ederim? Tabiata göre iki, zata göre bir olan Allah, be-nî~de iki kat yaptı : gördüğün veçhile bana da iki kat bir isim verdi.' Tabiattan dolayı ben insanım, "inayetten üLiiriıAliah'îmT


fSonraki asırlarda, Yunanistan’da süptil bir mistik, cok mühim mistik temrinler (bilhassa nefes almak temrinleri) görünmektedir; bütün bu mistikTn’anelerin birleştiği yer, rahiplerin sükûnet ve derin münacatla meşgul bir halde yaşadıkları Athos dağıdır. Buna benzer mistik - eksta-tik, yahud da mistik kvietistik cereyanlar Rusya’da da muhtelif şekillerde meydana gelmiştir. )


Garp hristiyan âlemi ise, 3 üncü ve 4 üncü asırdan itibaren birçok din adamları yetiştirmiştir ki onların en büyüğü, AUGUSTÎN’dir. Gençliğinde Manikeizme mensup olduktan sonra vaftiz olmuş, şimalî Afrika’da bulunan Hjppo şehrinin episkoposluğuna tâyin edilmiştir. Manikeist geleneğe bir bakımdan sadık kalarak hristiyan fikir sistemlerinde aslî suç mefhumuna önemli bir yer vermiştir :(İnsan, Âdem’in Cennette Allâh’m emrine muhabf olarak yasak meyveyi yemesinden ötürü doğuştan beri suçludur; bu aslî suç, tenasül vasıtasiyle tevarüs edilmektedir. Bu telâkki (ki onun kökleri PAVLUS’un beyanatında bulunmaktadır)* sonraki ilâhiyatçıların nazariyatında gayet büyült bir rol oynamıştır. Bu suç ile doğan adam, Allah’tan kaçar, Allah’a karşı hodperestliğinden ötürü isyan eder, baştan başa günahla suç ile doludur, kendiliğinden iyi ameller işliye-mez. Bu sert telâkki, Protestantizm’de de mevcuddur; katolik kilise ise, gittikçe AUGUSTİNin pek radikal fikirlerinden biraz uzaklaşıp insana, bu aslî suçun takdis eden inayeti imha etmesine rağmen, biraz tabiî iyilik atfetmektedir.


<Yalmz 17 inci asırda Fransa’da jesuit tarîkatine karşı savaşan, gayet derin bir ahlâk duygusu ile mutlak ve değişmez bir imanla hristiyan ülkülerini ileri süren Yanseırst cereyan AUGUSTİN’in fikirlerini be nimsemiştir)                                                                 i


439 senesinde vefat eden bu büyük ilâhiyatçı, belki katolik kilisenin en tipik mümessilidir. Bir taraftan kilisenin sert otoritesini kabul etmiş, bir taraftan da hakikî rûhânî kilisenin âlemşümul mahabbetin bağı olduğunu söylemiştir. Decivitate Dei «Allah’ın Devleti hakkında» adlı büyük eserinde yeryüzünde görünen, semâvî kilise bir nümunesi olan kiliseyi vasıflandırmaktadır. Meşhur bir manikeist arkadaşı aleyhine yazdığı eserlerde, kendini pek mantıkî ve felsefî bir bilgin sıfatiyle gösteriyor; aslî suç meselesi hakkındaki münakaşalarda Incil’in otoritesine dayanarak biraz taassuba giren büyük ilâhiyatçı olarak görünüyor. Bununla beraber, AUGUSTÎN derin bir mistik idi. Onun sayesinde neoplatonik mistik cereyanları garb hristiyanlığma sızmıştır. Duâlan derin bir aşk ve hasretle yanmaktadır :


(İlâhî, sen bizi kendin için yarattın; bizim kalbimiz de, sende rahat bulacağı zamana kadar huzursuzdur.)


AUGUSTİN’in bu sözü, meşhur Confessiones’ten alınmıştır - şahsî ve dînî hayatını anlatan, ilk büyük otobiyografya olarak şöhret kazanan bu kitap, müellifin hayatmm her halini, iç tecrübelerinin her merhalesini, dış vakaların en küçüğünü bile Allaha teveccüh ederek münacat şeklinde arzetmektedir. Pek şahsî ve derin bir imân, Confessiones’in her satırında görülmektedir.


Bu suretle, AUGUSTÎN’de gelecek asırlarda birbirinden ayrılan ve yalnız çok ender şahsiyetlerde birlikte görünen iki sıfat - büyük dogmatik ilâhiyatçı, derin mistik - en mükemmel ifadesini bulmuştur.


Mistik cereyanlara gelince, bütün Ortaçağda kilisede mevcud idi. Fakat - tam İslâm dünyasında olduğu ..gibi - bilhassa 13. üncü asırda hepsinden büyük mistik şahsiyetler meydana geldiler. [Bundan evvel, Fransa’da yaşıyan Aziz BERNHART (ölümü 1153 de) «Neşîdelerin neşîdesi»' nin şerhi ile derin ve ince aşk fikirlerini ileri sürmüştü; onun eserlerinde, Passion mistiği denilen tasavvurlar - yani î s â ’ mn çektiği azaplara teveccüh edişi - ilk defa olarak uzun uzun işlenilmiştir. Mistik aşk ve hasreti tatlı sözlerle öven, derin tecrübelerden geçen bu aziz, aynı zamanda da kilise siyasetinde ehemmiyetli bir yer tutmuştur)


İtalya’da biraz sonra Assisi’li FRANZ kemal-i fakr, tevâzu ve ıztırap içinde sonsuz bir semâvî sevince ermiştir.' Bütün mâhlûkatakardeş» di-yebylmşIâfâT vahşî hayvanlarâ7~BûEbeier~veren, ağır hastalara-sefkatte bakan, tam İ s â ’nm yapıp~emfettiklerine göre yaşıyan FRANZ, hayatinin sonu.ıda i s â~rya sâdık kalarak el, ayak ve vücuduna st-gmata -yâmTs sinin haçta aldığı yaralan - almıştır.ÇEtrafmda toplanan şagirdler, Pâpa’nm fermanı ile organize edilen bir tarikat haline getirilmiş, franziskan tarikatın nüvesini teşkil etmişlerdir. 1274 senesinde ölen BONAVENTURA, bu tarîkatin en büyük şeyhi, FRANZ’ın aşkını augustinik ve neoplatonik fikirleri ile birleştirip büyük bir mistik sistemi yaratmıştır; 1306 da vefat eden JACOPO\E DA TODÎ, aynı İlâhî aşkı serhoş şiirleriyle durma: dan methetmiştir.)


Almanya’da ise, hristiyan mistiğin en önemli şahsiyetlerinden biri olan, Dominikan tarikatına mensup ECKHART’tir. Hristiyan anafikirle-rin arkasında personel olmıyan, takayyütsüz, taayyünsüz bir ilâh mefhumunu gösteriyor. Teslis arkasında, bu taayünsüz İlâhî varlık, hu «fazla aydın karanlık», bu ezelî ve ebedî derinlik vardır. İ s â ’ mn Filistin’de doğması değil, onun insanm-kendi......kalbinde doğması îâzımdır- yani, insan,


kendinde gizlenen İlâhî ateşi, ruhun kıvılcımım bulup gerçekleştirmelidir. ECKIîART’m bu mistik tasavvurlarının bir kısmı, kilise tarafından tekfir edilmiştir. Halbuki o, DÎONYSİUS AREOPAGÎTA vesüesiyle . hristi-yanhğa gelen neoplatonik unsurları en mahirane geliştiren ilâhiyatçıdır


ECKHART’a yakın olan bir mistik, Flandra’da yaşıyan RUYSBROEK idi ki derin bir tefekkür ile şairane bir görüşü birleştirmiştir. Onun tesirleri, 14 üncü ve 15 inci asırlarda şimali-garbî Avrupa’da gelişen zahidane yaşıyan erkek ve kadın, cemiyetlerinde göze çarpmaktadır.


ECKHART’tan biraz sonra, kendisinden daha yumuşak ve şahsî bir ilâh mefhumunu gösterip derin bir insan ve ilâh sevgisi olan SUSO cenubî Almanya’da bulunmuştur; ECKHART gibi Dominikan tarikatına bağlı olan TAULER, bilhassa insanlara heyecan ve iman veren va’zları ile halkta geniş bir mistik hareket uyandırmıştır.


Vjîemen aynı zamanda, kadınlar arasında canh bir mistik husule gelmiştir. HİLDEGARD (ölümü 1179) fevkalâde renkli vizyonları ile Allah’ın yaşıyan nuruna bakmış, siyaset sahasında da şayanı hayret bir faâli-et~göStermişt'i’. takat bütün muâsırlanndan büyük olan mistik şâir, MEHTÎLD’dir. O hatun, lâtince yazan âlim arkadaşları karşısında eserlerini ekseriya Almanca yazmıştır (ECKHART’ın da Almanca eserleri vardır). Aşk, heyecan, hasretini anlatmağa çahşıp yeni kelimeler icad edip Alman düini en ateşli, en coşkun ifadelerle zenginleştirmiştir. Allah ile kalb arasındaki aşktan başka bir konusu yoktur.


Ya Rab, beni cidden çok sev, beni sık sık ve uzun uzun sev! Beni ne kadar sık seversen o kadar temiz olurum; beni ne kadar azametli seversen o kadar güzel olurum; beni nekadar uzun seversen o kadar mukaddes olurum, bu yeryüzünde!/


MEHTHİLD’in ma’nevî hemşirelerinin de gayet kıymetli şiir, müna-cat ve yazıları vardır. O hatunlar, manastırlarda î s â ’ ya karşı duydukları aşktan ötürü yanmışlardır; ifade etmeğe uğraştıkları bu aşk bazen hududunu aşmıştır. Ve o manastırlarda hristiyan mistiğinin bir hususiyeti inkişaf etmiştir: sakrament mistiği, yani sunaktaki takdis edüen ekmekte mevcud sanılan î s â ’ ya tapmış. î s â ’ nın bu ekmekteki huzuru, fâli!heIerr,Vfflrkaddesatı-kn-bu]-ettik4err zamaırdamHılr vecid haline getirecek kadar kuvvetüVluyulmnştur. Bu nevi mistik-biraz zayıflamış tiîr şekilde -Hâlâ katolik halkta yaşamağa devam edip ibadete daha sıcak ve içten bir hüviyet vermektedir; Ortaçağda, en güzel İlâhîlerin yazılmasına sebep olmuştur. Halk, takdis edüen hostia’sı mevcud olan bir kilisede î s â ’ nın huzurunu hissediyor ve candan duâlanm kendisine teveccüh ettiriyor.


Almanya’da yazılan mistik kitaplardan biri bugüne kadar okunmaktadır : imitatio Christi, MESÎH’in taklidi. Yukarıda zikrettiğimiz passion-mistiği bu küçük kitapta güzel ve sade bir ifade bulmuştur. î s â ’ nın ha-yatma ve bilhassa ıztıraplarınm bütün safhalarına teveccüh edilir; insan, bu ıztarapve ölümü kendi kalbinde tahakkuk edince bu dünyâyTterkeder de yeni bir hayat bulur.


İsveç’ten gelen koca BÎRGİTTA hatun, şiddetli vizyonları sayesinde meşhurdur; o da siyasî hayata karışmıştır. Kurduğu tarikatın ilk manastırı, uzun zamanlar şimalî Avrupa’nın dinî merkezini teşkil etmiştir?


İngiltere’de de 14 üncü asırda canlı bir mistik cereyanının bulunduğunu, o zamanda hem erkekler, hem de kadınlar tarafından yazılan kıy- ' metli eserlerden öğrenmekteyiz; neoplatonik fikirler ve cazip bir aşk duygusunu gösteren bu mistiklerden, Richard ROLLE ile Norwich’li JULİ-ANE’yi zikretmekle iktifa ederiz.


İtalya’da ise, 13 üncü asırda bir taraftan Assisi’li FRANZ ile şagird-lerinin ışığı parlamıştır, diğer taraftan DANTE, Dlvina Commedia unvanlı, insanı Cehennem’den Cennet’e götüren meşhur eserinde İlâhî aşkı, İlâhî ziyayı mükemmelen ifade edip bütün mistik sembollerle kilisenin akide ve âyinlerine de ima eden şairane sözleri ile, o zamanki katolik dünya görüşünün hemen bütün taraflarına şamil olan bir kubbe bina etmişti ki, onun anahtar taşı, dindarların Allah’ın müşahedesine nail olmasıdır.


14. asırda, o memlekette Siena’h hatun KATARİNA’nm teşviki ile dominikan tarikatı reforme edilmiş, Fransa’ya nefyolunan Papa tekrar Roma’ya getirilmiştir. Halbuki bu hatunun adaşı, Genovah KATARINA (ölümü 1510) ondan daha derin, daha huzûrlu bir mistik idi.


“Garbin en büyük mistikleri, 16 mcı asırda Ispanya’da yetişmiştir. Ciddî temrinler bilhassa jesuit tarikatın tesis edicisi Loyola’h İGNATİUS tarafından işlenmiştir. İspanya ve belki Avrupa’nın en kuvvetli, en müessir az'zesi, TERESA DE JESUS, m5stik duânm tekniğini fevkalâde bir şekilde gerhedip ruhun muhtelif hallerini en ufak teferruata kadar beyan etmiştir. Bu kibar hatun ile ruhanî dostu, mistik yolun bütün dere ve tepelerini, karanhk ve saadetlerini üstün bir suretle belirten JUAN DE LA CRUZ’un zühdü, ifadeleri, hareketleri, iç tecrübeleri, duâ ve şiirleri biraz klâsik devrin müslüman mutavassıtlarının hallerini andırmaktadır!)


Mistik cereyanın son olarak erdiği sahil Fransa’dır. Orada 17 nci aşırda FRANÇOÎS DE SALES kuvvetli, koyu renkli eski mistik fikirleri daha hoş, biraz sathî ve kibarlara göre yumuşatılmış bir üslûpla temsil etmeğe muvaffak oldu. Buna karşı, kvietist’lerin kast ettiği, tam bir tevekkül, hiç bir şey istemiyen bir aşk, bir alâkasızlıktır ki insan orâ3â7~Eattâ, Cehennemiden kurtulmasını değil, yalnız Allah’ın iradesinin yerine gelmesini istiyor. Bu sekmediğin, bu aıııoıır pıır’üıı en büyük mümessüîeri. FENELON ile Madam DE LA MOTHE GUYON, tehlikeli sanılan bu gibi fikirlerinden dolayı kilise tarafından reddilmişlerdir.


Yalnız katolik kilisede değil, protestantizm’de de bir kaç mistik şahsiyet görünmektedir. Onlardan 17 inci asırda Almanya’nın en önemli mistiği, anlaşılması zor olan, simiya ile de uğraşan, 'esrarengiz kunduracı Jakob BÖHME Alman ve İngiliz cemiyetlerinde oldukça derin bir tesir bırakmıştır; o asrın sonunda Alman dînî edebiyatma tesir eden, şirin ve derin şiir veren dokumacı TERSTEEGEN’in İlâhîleri hâlâ halk tarafından sevilmektedir. •         '


Kilise içinde bir taraftan pek süptil bir mistik zûhura geldiği gibi, öbür taraftan eski Romalı hukuk prensipleri, Romah siyaset fennini içine alan kilise, klâsik Roma imparatorluğunun vârisi olmuştur. Bizans’ta devlet ile kilise arasmda gayet sıkı bir münasebet mevcud idi; garbda ise, kilise istibdadını daima muhafaza etmeğe muvaffak olmuş idi. İmparator Konstantin’in 321 senesinde hristiyanlığı uzun, kanh takiplerden sonra Roma devletinin resmî dîni olarak kabul etmesinden sonra devletin siyasî inkişafı ve bilhassa paytahtm İstanbul’a nakli, Roma şehrinin, garb memleketlerinin dînî siklet merkezi haüne gelmesine sebep oldu. En eski zamanlarda yalnız tarih bakımından episkoposlarm en yükseği sayılan Roma episkoposu, 5. inci asırdan itibaren hukuk bakımından da bütün kilisenin reisi sıfatını benimsemiştir; aynı inkişaf sayesinde, muhtelif memleketlerde mevcud olan, birbirinden biraz farkh olan ibadet şekilleri gittikçe birleştirilmiştir; ibadet lisanı, yalnız lâtince idi.(Asırlarca süren bu hareket, î s â ’ nm vekili, PETRUS’uıı halifesi olan Papa’nm kudretini gittikçe kuvvetlendirmiştir; 1870 senesinde tebliğ edilen Vatikank itikad-lara göre, Papa, ex catedra (yani kilisenin reisi sıfatiyle) bir ferman buyurursa, yanılmaz. Yeni bir itikad, yeni bir akîde yaratabilir (bak. 1950 de Meryem ananın göğe çıkması hakkmda neşredilen akîde). Eski zamanlarda, bu hususta bir konsilin işbirliği lüzumlu göründü; Episkopalizm denilen bir hareket asırlar boyunca böyle bir talepte bulunmuş ama, bu temerküz hareketi karşısmda muvaffak olmamış tır Vatikan’h itikadlaruı bildirilmesinden sonra, bir cemaat büyük kiliseden ayrılıp bütün an’aneleri muhafaza etmiş, yalnız Papa’nm mutlak otoritesini kabul etmemiştir; «Eski katolik» denilen bu cemaatın merkezleri, Hollânda ve İsviçre’de bulunmaktadır.


Kilisenin manevî binası, Ortaçağda birçok ilâhiyatçı ve feylesoflar tarafından kuvvetlendirilmiştir. Bilhassa (skolastik felsefesinde, aristote-lik doktrin ve kategorilerle teolojinin meseleleri işlenilmiştir; hemen her teolojik mesele sual, müsbet ve menfi cevaplar, müellifin müsbet fikirleri ve başka telâkkilerin reddi ile halledilmeğe çalışılmıştır. Bilhassa İlâhî vahy ile İnsanî akıl arasındaki münasebet o zamanki ilâhiyatçıları celbet-miştir; (skolastik bilginlerinin en büyüğü, Akvinas’h THOMAS, bu iki prensip arasında âhenkü bir münâsebet yaratmıştır: bilmek ve inanmak, tabiî ve vahy vasıtasiyle kazanılan marifet iki ayrı şeydir; ama, tabiat, İlâhi inayet sayesinde mahv edilmiyerek, tamamlandırılmaktadır. İnsanın tabîî imkânlarım da itiraf eden bu fikirler, Roma kilisesi tarafından asırlarca çok takdir edilip 1879 deiiberi kilisenin normal teolojisi sayılmıştır. İskolastik, fikirlerini bilhassa İslâm dünyası ile vaki olan İlmî ve teolojik mücadelelerde geliştirmiştir; müslüman feylesoflar ve bilhassa İBNÜ RÜŞD sayesinde garba gelen Aristoteles şerhleri, Avrupa’da büyük bir alâka ile kabul edilmiştir. İBNİ RÜŞD’ün eserlerinden yapılan tercümelerde vakî olan bazı mübhem noktalar, resmî kiliseyi, o teorileri öğreten Averroistlei1 aleyhine hareket etmeğe sevketmiştir. Bilhassa THOMAS, bu gibi cereyanlar karşısında katolik doktrinleri şâmil bir şekilde temsil eden büyük eserlerini yazmış, Aristoteles’in metodlarını da kendi felsefe- * sine tatbik etmiştir.


İskolastik’te, iki büyük tarikatın muhtelif görüşleri de görünmektedir : franziskan’lar, iradenin ehemmiyetini ön plâna koymuşlardır; domi-nikanlar (meselâ bizzat THOMAS, ECKHART) a kıl-ve aklî-kuvvetler üzerinde durmuşlardır. Bunun içindir ki, bilhassa franziskan bilginler TDUNS SCOTUS,~OKKAM) akıl ile vahy arasuıda kat’i ve telifi mümkün olmıyan bir tezad görmüşlerdir : aklaTuymîyan, vahyin~muhteviyatıdır; vahyin hakikati akıl ile idrak edilemez.


îskolastik’in bu felsefi çalışmaların yanında kilisenin nizamı gittikçe sertleşmiştir. Son derece titiz ve en ufak teferruata kadar işlenilen bir ahlâk kanunu mevcuddur; dindar, mukaddesata yaklaşmadan evvel suçlarını bir papaza itiraf etmeğe mecburdur; papazın sözüne göre, suçların ehemmiyetine göre muhtelif dînî cezaları üzerine aldıktan sonra günahlarını çıkarması vaki olur. Nefsin en ufak duyguları ve şehevî lezzetlerine dair insan sonsuz emir ve nehyler altında kahr; bilhassa 17 inci asırda bu hususta, eski kilisenin ülkülerinden uzak kalan pek tafsilâtlı eserler meydana gelmiştir.


Kilise hayatma dair bütün hukuk talimatı ve kanunları, 1918 senesinden beri mer’î olan Codex iuris canonici’de mevcuddur.


Ortaçağda, Roma kilisesinde çoktan beri mevcud olan bir tasavvur gerçekleştirilmiştir; bu, papazların evlenmemeleridir. Bir taraftan eski rahibane ve zahidane cereyanların tesiri altmdâ kahp, öbür taraftan da, her sabah mukaddesatı takdim eden bir papazm, cinsî münasebetlerden dolayı cünüb halde bulunmasını istemiyen kilise, bu kanun bütün katolik’ memleketlerde - en uzak şimalî ülkeler müstesna - icra ettirmiştir


O zaman, ölümden sonraki hayat hakkında, eski kiliseden yayılmış olan bir tasavvur dogmatik şeklini bulmuştur; bu purgatorium telâkkisidir. KLEMENS, ORİGINES ve başka büyük ilâhiyatçıların zikrettikleri bu fikir, 1439 da akîde haline getirilmiştir : purgatorium, Allah'ın inayetinde ölmekle beraber İlâhî adalete kâfi derecede tarziye etmiven ruh-lârm oturdukları yerdirfi'Dünyada yaşıyan dindarlar, ölülerin ruhlarının çektikleri azapları dua, niyaz, sadâkat, eyharistiya vasıtasiyle teskin edebilirler; ruhlar, orada bir müddet ıztırap vasıtasiyle temizlendikten sonra artık Cennet’e girmeğe imkân bulacaklardı/


Katolik kilisenin hemen bütün akîde, kanun ve âdetleri, LUTHER’in reformasiyonundan ötürü toplanan Triept koıısilinin neşrettiği kararlarında tespit edilmiştir.


Katolik kilise, Papalık müessesesinden dolayı devletten ayrı yaşamak imkânını haizdir; bu suretle, merkezi Vatikan devleti olan bu büyük, beynelmilel cemiyet bütün siyasî buhranlarda tarafsızca ve oldukça serbest hareket edebilir. Liturjinin yalnız bir tek lisanda icra edilmesi, yine kilisenin bu beynelmilel hüviyetine işaret etmektedir. Halk dininin en iptidaî ifâdelerinden başhyarak mistiklerin en yüksek fikirlerine kadar dinin hemen her safhasmı içine aldığından kültür seviyesi bakımından birbirinden çok ayrı olan insanları kendine celbetmeğe muvaffak olmuştur. An’anevî iman, tevarüs edilen âdetler, dînî bir otorite ariyan insanlara bir selâmet duygusunu verir.


Maamafıh, katolik kilisede asırlar boyunca bir yönden âdetlerin bir kemikleşmesi, öbür yönden muhtelif dînî tasavvurların bir maddeleştiril-mesi vâki olmuştur ki ona karşı muhtelif dindarlar itiraza kalkışmışlardır. Papalığın seneden seneye büyüyen dünyevî kuvvetini, papazlarm genişli-yen Iı'erarld’sini, kilisenin mutlak otoritesini eski ve aslî hristiyanhğm bir tahrifi olarak telâkki edenlerin bir kısmı, kilisenin faal ve canlandırıcı bir unsuru olmak üzere ruhban tarikatlarına alınmış, bir kısmı da zm-d’k sıfat'yle resmî kiliseden kovulmuştur.


Zındıklara gösterilen muamele, Ortaçağın en karanlık, yüz kızartıcı olaylarındandır : binlerce ve binlerce insan o zaman, inkv'sitsyon tarafından idam edilip ateşle yakılmıştır.


Roma kilisesinde göze çarpan bu cereyan ve Incil’in ruhuna büsbütün muhalif olan başka usuller aleyhine savaşanlara, en mühim şahsiyeti, alman reformatörü LUTHER idi (1483-1546). Senelerce Erfurt şehrinde rahip olan genç LUTHER, uzun derûnî mücadelelerden sonra insanın bütün zühdün ve iyi amellerinin neticesinde d ğil, yalnız Allah’ın, suçları te-mizliyen inayeti sayesinde kurtulacağını anla mıştır. Onun bütün teolojik tasavvurları, tövbeyi yeni bir mânada anlamasından ileri gelmiştir : Allah sevgisi (yani : haçta ölen I s â ) insanı hakîkî tövbeye sevket-mektedir; insan, kendiliğinden hakîkî tövbeyi duyamaz. İskolastiğin, akla ve insanın kendi tabiatına rtfetiği iyi sıfatlan kabul etmiyen LUTHER, 1517 senesinde V/ittenberg şehrinde S5 cümleyi neşrettikten sonra Roma kilisesi ile açık mücadeleye girişmiştir, Papalığın, tarih boyunca inkişaf ettiğine, konsillerin de hatalar yapabildiklerine ima etmiş, 1520 senesinde Alman prenslerini, kilisenin reformüne başlamasma tahrik etmiştir. Kilise tarafından reddedildikten sonra, Almanya için en önemli eserme başlamıştır : bu, evvelâ Incil’in, sonra da Eski Ahd’in Almanca tercümesidir ki, bir kaç yanhşla beraber hâlâ Usan ve ruh bakımından Kitabı Mukaddesin en iyi tercümesi sayılmaktadır. Resmî kiliseye karşı açtığı savaşta, muhtelif cereyanlar peyda olmuştur; siyaset sâhasmda beklenil-miyen müşkülât husule gelmiştir - LUTHER, daha fazla prenslerin yardımıma dayanmağa mecbur kaldı. Bu suretle, Lutheran kilisesi, Roma kilisesi gibi devletten serbest kalamamıştır.


LUTHER, Allah’ta bilhassa akıl ile bilinmiyen unsurlar üzerinde dur-« muştur. Deus abscond:tus, gizli Allah, faal, dehşet verici, ateş gibi imha eden bir varlıktır ki insan ondan, deus reveiatus’a, tecellî eden Allah’a, kaçıyor : tecellî olan, büsbütün sevgi ve inavet olan Allah, haçta Jilen I s â 1 da peyda olur" î s â , tam eski konsillerin tavsif ettikleri veçhile. hem insan, hem de Allah’tır, zat bakımından Allah’la birdir. İnsan, yalnız buna inandığı için saadete"erişebilir; eğer âdil olan Mesîh insanlarda müessir olursa, insanların suçları da Allah tarafından bağışlanır. Vaftiz’-de aslî suç insanda kahr; insan yalmz yemden doğar. Evhffifîstiya’ya gelince, î s â orada vücûden mevcûddur.?


Alman reformatörü bilhassa î s â ’ dan bahseden, onun faaliyetine şehadet eden încîl’e en büyük ehemmiyeti vermiştir : I s â , încîl’in muhteviyatıdır. Bunun için de, protestan kiliselerde ibadette bilhassa İıı-cîl’in okunmasına ve onun sözlerini cemaata izah eden vâza geniş bir yer verilmektedir; ekseriya protestan kiliselerde evharistiya nadir olarak verilmektedir. Bu hususta, LUTHER ve öbür reformatörler (daha doğrusu : onlardan sonra inkişaf eden protestan kilise) eski hristiyanlığııı âdetlerine riayet etmemişlerdirLUTHER, katolik kilisede sayıları yedi olan sakramentleri de ikiye inhisar ettirmiştir : vaft'z ve evharistiya; başkalarına kıymet vermemiştir. Sakramentlerde bile en önemli şey, gözlerle görülen madde veya zâhirî amel değil, bu maddeleri takdis edilen üâhi kelimedir.?


ÇLUTHER’in muâsırları, Fransız - İsviçreli CALVIN ve İsviçreli ZWİNGLİ, onun gibi Roma kilisesinde görünen yanlış tasavvurlara karşı savaşmışlar ise de, bazı noktalarda kendisine muhalefet etmişlerdir. yiALr VİN’in fikirlerinde, Allah’ın egemenliğinin yeryüzünde tahakkuk etmesi arzu edilmektedir; kısmet ve kader hakkmdaki telâkkileri de pek serttir (LUTHER’e göre, yalnız ebedî saadet için Allah’ın ezelî bir kaderi vardır; CALVIN’e göre, hem Cennet'e, hem de Ceiieımemje-idenlefin~-metı ezelden beri yazılmıştır). Evharstiya. ise~ İsa' nın vücüdü göklerdedir; onun ruhu bizi biran için oraya getirir. ZWÎNGLİ’nin telâkkisine göre, evharistiya, yalnız bir defa vaki olan bir hâdisenin sembolüdür. Bu sebepten, ZWÎNGLİ ÜeTJU'rJtiKK arasmaâT529 da Marburg’da vâki“üîan bir konuşmada kat’îyyen bir anlaşma mümkün değildi. {Lutheran ve re-forme kiliseler arasındaki tezad hâlâ meveuddur. Calvinismin sert ahlâk sistemi, insanları durmadan çalışmaya teşvik eden, mistik fikirlere hemen hiç yer vermiyen, liturjik usulleri de, kiliselerin süslenmesini reddeden teorileri bilhassa garbi Avrupa’da ve Amerika’da derin tesirler bırakmıştır)


tiReformâtörler - ve bilhassa Papa’da deccâl’in bir sembolünü gören LUTHER - Roma kilisesinin göze çarpan bir kaç kötü tarafım kaldırmış ise de, onun iyi taraflarının bir kısmını bazen sertlikle reddetmiştir. Hıristiyanlığın yalnız bir tarafına alâkadar olan reformatörlerin kiliseleri yine bir tek tarafhğa ve bir darlık tehlikesine uğramıştır)) Protestanzimin evvelâ yalnız Incil’e dayanması,, bir Papanın otoritesini kabul etmemesi, bu cereyam daha sübjektif bir telâkkiye götürebildi; bütün dindarların iştirak ettikleri liturjinin asırlar boyunca hüviyetini hemen kaybetmesi, onun yerine uzun va’zlarm gelmesi insanların çoğunu hakikî kilise hayatından uzaklaştırmıştı Sübjektivizmin bir tehlikesi, kilisenin çerçevesinde sayıya sığmıyan yeni cemiyet ve mezheblerin ,7ta*


çıkmasıdır. 16 ncı ve bilhassa 17. asırlarında ortaya çıkan mezheblerden bir kısmı (meselâ Metodistler, Baptisler Remonstrantlar, Mennonit-ler) büyük cemaatlar haline gelmişlerdir. Kilisenin zâhirî sertleşmesi karşısında, pietistik muhitler, insandan derin bir iç tecrübesini, hakîkî bir tövbe istemişlerdir; onlar sayesinde, dindarlar daha fazla kilisenin hayatına iştirak edip bilhassa fakîrlere, öksüzlere bakmak vazifesini üstlerine almışlardır. Bu suretle, büyük yardım amellerine yol açmışlardır. Öbür taraftan, bazı noktalarda biraz mübalâğa göstermişlerdir.


Küçük, lâkin faal cemaatlardan kvâkerler_(yani titriyenler) dogmatik olmıyan, derin bir dinle I s â ’ nın emrettiği komşu sevgisini mükemmelen gerçekleştirmektedirler. Kilisenin zâhirî şekillerini kabul etmiyen, hu-zurlu toplantılarmda «iç nura» riayet eden bu küçük zümre, oldukça geniş bir 'tesiri haizdii


Katolik kiliseye en yakm olan, protestanizm ile Roma katolisizm arasm-da bir köprü teşkil eden cemaat, Anglikan kilisesidir. İngiltere’nin resmî kilisesi, 16. asırda siyasî sebeblerle Roma’da ayrılmakla beraber tevarüs edilen âdetleri, heybetli âyinleri v.s. hâlâ muhâfaza etmektedir; yalnız Papa’nın otoritesini itiraf etmemektedir. İçinde de birbirinden farklı ce-reyanîâr"vardır ki önlardan~biri, gittikçe kilisenin Roma’h tipine yaklaş-maktadır.~Halbukî Anglikan kilisesinin özelliği, — memleketin büyük bir kısmının başka kenisâvi cereyanlara mensup olmasına rağmen — İngiltere’nin resmî kilisesini temsil etmesidir. 9


18 inci asırda, aydınlatma devrinde, insanlar, hristiyanlığa yeni bir görüşle bakmağa başlamışlardır. Şarka giden tüccar ve misyonerlerin rivayetleri sayesinde şöhret kazanan şark dinlerini tanımağa gayret gösterilmiştir; feylesoflar, bütün dinlerde akla uygun ve hepsinde müşterek olan bir özü görüp bütün dinlerin birliği anlayışım tahayyül etmişlerdir. Aynı zamanda, hristiyanlar, dinin kaynaklarım füoloji ve tarih'bakımından ilk defa olarak tenkîd etmeğe başlamışlardır.


Aydınlatma devrinin biraz müfrit rasyonalismi karşısında, 19“ uncu asrın başlangıcında zuhûra gelen romantizm hareketi, dinin derin mitik ve mistik muhteviyatım göstermeğe çalışmıştır. Gelişen din bilgisi, ilâhiyatçılara da yeni imkânlar vermiştir. Halbuki o asırda iki tarafta görünen doğmatisme karşı (bilhassa Vatikanlı itikadlardan sonra) katolik kilisede modernisin ismiyle tavsif edilen, Italyan, Fransız, Alman ve İngiliz bilginlerin uyandırdıkları bir cereyan, itikadlan modern kültür ile birleştirmeğe çahşıp yeni ilimlerin metodlanm da dînî meselelere tatbîk etmek iste-, miştir. İlk zamanlarda katolizmin en asil kuvvetlerini, en yüksek imkânlarım gösteren bu cereyan, bazı noktalarda kiliseye tehlikeli görünen fikirleri ileri sürdüğü için 1907 senesinde Papanm bir syllabus’u ile yasak edilmiştir.


Protestantism’da ise, liberalist cereyan eski akîdeleri tarih ve akıl bakmamdan tenkîd etmişlerdir, din tarihi ile beraber çalışmışlardır. Halbuki bu harekete karşı, Birinci Harbi Umumîden sonra tekrâr bir Ortodoks sis-’ tem gelişip bugün protestan kilisede hüküm süren sert ve müsamahasız dogmatizme sebep oldu (dialektik teoloji).


Birinci harb esnasında, ayrılan kiliselerin birleşmesini hedef tutan bir hareket görülmüştür (ekumenik hareket). Bu gibi işlerin en ateşli reisi İsveç protestan episkopos ve değerli din bilgini Nathan SÖDER-BLOM idi. Yorulmaz faaliyeti neticesinde 1925 de Stockholm da bütün hıristiyan kiliselerin mümessilleri toplanmıştır. Yalnız Roma kilisesi — kendi telâkkisine göre selâmete götüren yegâne hakikî kilise olduğu için — ne Stockholm konferansına, ne de buna benzer hareketlere iştirak etmiştir. İki büyük kısma bölünen Ekumenik hareket (birisi âyîn ve akidelerle, ötekisi pratik ameller, sosyal, kültürel meselelerle meşguldür), bir kaç kongreden sonra 1948 senesinde Amsterdam’da hemen bütün Romah olmıyan kiliselere şâmil olan bir «Dünya kilise kurultayı» (World council of aiths) teşkil etmiştir. O toplantıda görüldüğü veçhüe, kilisenin inkişafında şimdi bilhassa Afrika ve Asya’da yetişen genç cemaatler oldukça önemli bir rol oynamağa başlamışlardır?


Hıristiyan ibadeti, en eski zamanlarda dindarların evlerinde icra edilmiştir. Halbuki KONSTANTİN devrinden itibaren, artık din serbestliğini kazanan hristiyanlar, hususî ibadetgâhlar bina etmeğe başlamışlardır.


1.46


Şekilleri asırlar boyuncadeğişen bu kilise binalarının hemen hepsinde ve bütün mezheblere ait oianlarmda, halka mahsus olan kısım ile kudüsülak-des arasındaki ayrılık görünmektedir; Yunan-Rus kilisesinde ikonlar duvarı, Roma kilisesinde daha ince bir parmakhğa benzer ve bazen mimarî bakımdan gayet nefis olan bir bölme kilisenin bu iki kısmını ayırmaktadır. Basît bir masadan inkişaf eden sunak, kilisenin ma’nevî merkezini teşkil etmektedir; o, muhtelif mimarî üslûblara nazaran gittikçe zenginleştirilip artık 18 inci asrın mutantan kiliselerinde gayet süslü bir hale gelmiştir. Ortaçağdan itibaren, sadece bir haç, sunağın üzerinde durdu; sonra da, haçta ölen î s â ’ ya ölmekte büe galip olan kıral, yahud da ifade edilmez azap çeken kul halinde tasvir edilmektedir. Bilhassa katolik kilisede, sunağı süsliyen resimler, en mâhir ressamların fırçasiyle î s â ’-nın hayatına dair sahneler göstermektedir; protestanlar ise, resimlere kiliselerinde fazla yer vermemişlerdir; reförme kilise, ibadetgâhm yegâne süsü olarak bir haç kabul etm'ştir. Katolik kiliselerde, merkezî sunağın yanında bir çok küçük sunaklar mevcuddur; çünkü arasıra aynı zamanda muhtelif papazlar missa’yı icra etmektedirler. Vaazlar için, minberin hususî bir yeri vardır/


Kilisenin muhtelif şekilleri, bütün şehirlere hâkim olan kuleleri, her devrin dînî duygularını isabetli ifade etmektedir : gotik üslûbumda bina edilen yüksek, ince, zarif, oya gibi sanatkârane kimselerin sütunları, insanın kalbini yukarıya çekip, mistik duygu yaratmağa müsaittir; bilhassa renk renk cam pencereleri binanm içine esrarengiz bir güzellik verir.


·        18. asrın kiliselerinde (bilhassa cenubî Almanya’nmkilerinde) neş’eli, aydın bir hava mevcuddur; duvarlarda, tavanlarda temsil edilen küçük melekler, yahud Cennet’e ait -sahneler, beyaz, altın ve açık mavi renkler sevindirici bir mahiyeti haizdir)


Katolik kilisenin usullerine göre, yeni bir kilise evvelâ hususî bir takdis vasıtasiyle kullanılacak hâle getirilmelidir.


t-Pazar günlerinde icra edilen (katolik kilisede hergün ibadet vardır) ibadetin şekli uzun bir inkişafın neticesidir; onun iki mühim kısmı, hazırlık ibadeti ve hakikî evharistiya vardır. En eski zamanlarda, özel bir nizama göre hazırhk ibadetinde duâ, İncil ve Eski Ahid’den okumalar, ve va’zdan sonra vaftiz olmıyanlar kiliseyi terkederler; vaftiz olanlar ise m’ssa’nin, takdim edilecek hostia (ekmek) ve garabm takdis ve mukaddesata nail oluşundan ibaret olan ikinci kısmına iştirak edebilirlerdi. Muhtelif duâların nizamı gittikçe işlenmiştir; şimdiki usullere göre, her ibadetin sabit kısımları ve muhtelif bayramlara nazaren değişen duâ ve okunuşları mevcuddur. Şark kilisesinde, Roma kilisesine nazaren sâbit kısımlar daha müteaddiddir. Protestan kilisede evharistiya ibadetin merkezini teşkil etmiyor; orada kısa bir liturji icra edilir (ki, her eyalette ayrı usullere tâbidir) ve bir va’z verilir. Halbuki bütün klişelerde ibadetler jnu-siki üe güzelleştirilmektedir; hem papaz, hem de cemaat liturjinin hususî yerlerini beste ile söylemektedirler; bundan mâada, cmaat Incil’in metnine ve va’zm konusuna uygun üâhîler söylerler. Bu âdet, bilhassa protestan kiliselerde gayet güzel üâhîlerin yazılmasına sebep oldu. Missa’nın en mühim parçalar da garbin en meşhur bestekârları tarafından bestelenmiştiri)


Papaz (ve, bilhassa Şark ve Roma kiliselerinde, onun yanında çahşan Diakonlar) hususî elbiseler giymektedir; o elbiselerin şekil ve renkleri özel bir kanıma tâbidir: meselâ oruç ve tövbe zamanlarında, menekşe renklidir; âdî pazar günlerinde yeşil v.s. Protestan kilise yalnız bazı mezheplerinde bu âdeti benimsemiştir; papaz orada ekseriya siyah bir cübbe, yahud, reforme kiliselerde, âdî siyah elbiseleriyle va’z veriyor. Halbuki sunakta bulunan örtülerin renkleri bazen, eski usullere tâbi, kilise yılının muktezalanna göre değişir. Kilise yılı, adî yıldan farklı olarak muhtelif bayramlarında I s â ’ nm ve cemaatın hayatım sembolleştirmektedir. Bu suretle insan, her sene bu büyük drame iştirak etmeğe fırsat bulur. Bazı bayramların günleri sabittir; meselâ Noel ki, ilk asırlarda


·        6. Ocakta kutlanırken, şimdi 24/25 Aralıkta yapılır. Başkalan, Paskalya gibi, müşkül bir usule göre her sene yeniden tesbit edilir; o, 22 Mart ile lö.Nisan arasında bir pazar gününde vâki olur. Kilise yılının bir numunesini vermek için, 1945/55 yılın en mühim günlerini göstermeğe çalışıyoruz:


I) Advent devri (yani I s â ’ nm doğum gününü ha-zırhyan dört haftalık bir tövbe zamanı). Resmî renk : menekşe.


·        28. Kasım : 1, advent pazan


·        5. Aralık : 2. advent pazarı


·        6. Aralık : Aziz NİKOLAUS’un günü (bilhassa şimalî - garbî Avrupa’da çocuklara hediye verilir).


8. Aralık : MERYEM ANA’nın immaculata conceptio’su (1477 de Roma’da başlanan bir usul).


·        12. Aralık : 3. advent pazarı (bir sevinç günü olduğu için penbe rengi de kullanılabilir).


·        19. Aralık : 4. advent pazarı


H) Noel devri: î s â ' nm doğum günü; resmî renk : beyaz.


24./25 Aralık : Noel.


·        26. Aralık : Kilisenin ilk şehidi olan ISTEFANUS’u anma günü (Resullerin işleri 6. ve 7. babı), renk : kırmızı.


·        28. Aralık : Suçsuz öldürülen çocukları anma günü (Mt. 2, 13 -18) ; renk ya kırmızı veya menekşe (kırmızı martirlerin ve Ruhulkudüs-ün rengidir).


6. Ocak : sâ’nın tecellîsi (Mt. 2, l-12;I§aya 60, 1-6) Bundan sonra adî pazar günlerinde resmî renk : yeşil.


IH) Büyük Paskalya oruç hazırlığı (renk menekşe).


·        6. Şubat : Septuagesimae.

·        13.Şubat : Sexagesimae (2. Kor. 11„ 19-33; 12, 1-9),


20. Şubat : Quinquagesimae (1. Kör. 13).


Büyük Paskalya orucu, Passion zamanı. 40 gün, renk : menekşe. İbadette org çalınmaz; missa’nm ihtiva ettiği hamd ve sena okunmaz.


23. Şubat : Kül çarşambası.


·        27. Şubat, 6. Mart, 13. Mart Passion pazarlan,


·        20. Mart : Laetare pazarı; o günde-okunan mezmurun başlangıcı «Lae-tare!» yani «Sevin’in» olduğu için, ibadet daha aydın bir hüviyet taşıyor; renk penbe olabilir. Papa, o pazar gününde altından bir gül takdis etmektedir.


25. Mart : Meryem Ana’nm annunuciatio’su.


27. Mart : Passion pazarı


3. Nisan : «Büyük hafta» nm, yani î s â- ’ nın öldüğü haftanın başlangıcı. Bu haftada, her günün hususî ibadetleri vardır.


·        7. Nisan : î s â ’ nm, evharistiya’yı tesis ettiği gün. Rengi beyaz.


·        8. Nisan : î s â ’ nm ölüm günü. Renk : siyah.


IV) Paskalya devri: (saadet getiren bir bayram olduğu için, rengi beyazdır).


10. Nisan : î s â ’ nm ölülerden çıkmasını anma günü; kilisenin en •... büyük bayramı.


Bundan sonraki 40 gün kilise, bu hâdiseyi hatırlatıyor. Eski zamanlarda, hıristiyanhğa yeni intisap edenler Paskalya’da vaftiz olurlardı.


19. Mayıs : î s â ’ nm göğe çıkması (renk : beyaz).


·        29. Mayıs : Pantkot (Ruhulkudüsün havarilere gelmesi), renk : kırmızı (ateş zebanlarla geldiği için).


Pantkot ile, kilise yılının mühim kısmı bitiyor. Kikse, bu 7 ayda I s â ’-nm bütün hayatım hatırlattıktan sonra, Pankottan sonraki pazar gününde, teslîsi hatırlatıyor :


5. Haziran Trinitatis (teslîs günü) renk : beyaz. Bu bayram, oldukça geç kurulmuştur.


·        9. Haziran Festus Corpus Christi, yalnız katolik kiliseye, ait bir bayram. I s â ’ nm kendi vücudu olan hostia şerefine bir rahibenin teşviki ile icad edilen bir gün. Renk : beyaz.


Bundan sonra gelen pazar günlerinde, resmî renk alâlûmum yeşildir; pazar günlerinin hususî isimleri yoktur. (Trinitatis, yahud Pantkot’tan sonraki pazar günleri) .Muhtelif ve en eski zamanlarda mevcud olmıyan bayramlardan en önemlileri şunlardır :


24. Haziran : Vaftizci YAHYA.


15. Ağustos : MERYEM ANA’mn göğe çıkması (eski kilisede yalnız : vefatı).


8. Eylül : MERYEM ANA’mn doğum günü.


·        14. Eylül : Haçın bulunması (328 senesinde, haçın bulunduğunu anlatan bir rivayete dayanarak yapılan bir bayram.)


·        29. Eylül : Melek MIKAEL’i anma günü.


Protestan kilise, 31. Ekim’de, LUTHER’in reformasyonunu hatırlatıyor.


·        1. Kasım : Bütün azizleri anma günü.


·        2. Kasım : Bütün ölmüş ve purgatorium’da bulunan ruhları anma


günü.


Protestan kilisede, 17. Kasım (yahud o haftanın çarşamba gününde) bir tövbe günü icra edilmektedir. Kilise yılının son pazar günü, protestan-larda ekseriya Ölüler günü olarak telâkki edilmektedir.


Bilhassa azizler, MERYEM ANA v. s. şerefine yapılan küçük bayramlara protestanlarda hemen hiç ehemmiyet verilmemektedir. Şark kilisesine gelince, zikredilen bu günlerin bazılarına hususî bir manâ vermektedir; meselâ Paskalya orucunun ilk pazar günü, «Ortodoks günü» sayılıp 842 senesinde ikon’lann taraftarlarının kazandıkları zaferi ve bu suretle bütün ortodoks olmıyanların mağlûbiyetini hatırlatıyor.


Bu kilise yılının büyük hareketinden maada, dindar (ve bilhassa ra-hib ve rahibeler) günün gidişinde okunan duâlar vasıtasiyle tekrar yaradılış ve kurtuluş hâdiselerini gözönünde tutar. Halbuki bu usuller, ruhbanlığı olmıyan protestan kiliselerde kaybolmuştur.


R. BÜLTMANN, Das Urchristentum, 1949. — A. LOİSY, La naissance cıu Christianisme, 1933.-— E. W. BARNES, The tise of Christianity, 1947. — A. Von HARNACK, Das Wesen des Christentums, 1903. — A. VON HARNACK, Dogmen-geschichte, 1909-1, — A. VON HARNACK, Marcion, das Evangelium vom fremden Gott, 1942.2.—A. SCHVVEİTZER, Geschichte der Leben - Jesu - Forschung, 1933 . — G. PFANNMÜLLER, Jesus im Urtell der Jahrhunderte, 1932-’. — K. HEUSSİ, Kom-pendiüm der Kirchengeschichte. 19491» — H.BALL, Byzantinisches Christentum,


·        1923. '— F. HEİLER, Der Katholizismus, seine Idee und seine Erscheinung, 1923. — F. HEİLER, Urkirche und Ostkirche, 1937. — F. HEİLER, Altkirchliche Autonomie und pâpstlicher ZentraUsmus, 1941. — K. ADAM. Das Wesen des Katholizismus,


·        1924. — LECHNER. - EİSENHOFER, LlTURGlK des römîschen Ritus, 1953 . —. R. BÜLTMANN, Theologie des Nenen Testaments, 1948. — A. LİETZMANN, Messe und HerrenmâhI, 1926)


DİNÎ ŞAHSİYETLERİN VE İLÂHÎ VARLIKLARIN İSİMLERİ.

ADAD : Babilonyah, hem verimlilik, hem de felâket getiren bir rüzgâr ve fırtına üâhı ki, aynı sıfatlarla meşhur olan, RAMMAN adlı asuryah bir ilâhla birleştirilmiştir.


ADAPA : Babil mitolojisinde, rüzgârın kanadlarmı kıran, sonra gafleti sayesinde kendisine takdim edilen ölümsüzlük nebatını yemiyen ve bu suretle bütün insan oğullanın ölümsüzlükten mahrum eden bir kahraman.


ÂDEM : Dk insanın, İsrail, Hristiyanlık ve İslâmda, ismi. Onun hikâyesi, Tekvin 2 - 3 de anlatılmaktadır. Hristiyan telâkkiye göre, onun suçu, bütün insanlara sirayet etmektedir. _ Kuran’a nazaran, (Bakara, 34 ve başka yerlerde) bütün melekler, İblis müstesna, Allah’m emri üzerine ona hürmet göstermişlerdir; o, dünyevî mahlûkatm hükümdarı ve ilk peygamberdir.


AESCULANUS : Roma’da bakır parasının ilâhı.


AFRODİT : Yunanlılarda, deniz köpüğünden çıkan, güzellik ve aşk ilâ-hesi, EROS’un annesi. Romalılarda VENÜS.


AGNİ : Veda’larda, ateş ilâhı; evvelâ ocak ateşine bağh, sonra bilhassa kurban ateşine; böylece de insanlar ile ilâhlar arasmda kâhinlik yapan, ilâhlara insanların kurbanlarım takdim eden gayet mühim bir İlâhî varlık.


AHRİMAN (ANGRA MAİNYU) Zoroastrism’de kötü ve karanlık prensip. Eski rivayetlere göre, ZERVAN’m oğlu ve bu suretle AHU-RA MAZDA’nuı ikiz kardeşi.


AHUNA VAÎRYA : Zoroastrism’de en mukaddes, sonra ilâhlaştıran duâ formülü. «Rabbm iradesi, adaletin kanunudur; göğün, bu dünyada MAZDA namına işlenilen ameller için mükâfatı (vardır) ; fukaraya yardım edenlere, AHURA, melekûtunu bahşeder.»)


AHURA MAZDAH : [ZERDÜŞT dininde iyi prensip, esas itibarile Hindistan’da VARUNA’ya çok yakın (yahud aynı) olan yaradan ve kurtaran ilâh. Eski esatıra göre, ZERVAN’m oğlu, AHRİMAN’-ın kardeşi. A. bütün unsurları ihata eden, dünyaya şâmil olan bir varlıktır; Öbür taraftan, dünyayı yaratatrbir ilâhtır


AMATERASU : Şinto dininde güneş ilâhesi, Japonya imperatorunun büyük annesi. Esâtira göre en eski zamanlarda ilâhlar arasında vâki olan maceralarda bir mağaraya kaçıp, artık bir ayna vası-tasiyle tekrar oradan götürüldüğü için, onun mukaddes âleti yuvarlak aynadır.


AMENHOTEP IV. (ECHNATON), Mısırda m. ö. takriben 1377 - 52 hakim olan, yalnız güneş kursunun ibadetini Mısır’da yayınlamağa çalışan Firavun. Kurduğu yeni payitahtta, Teli el Amamada, yeni bir kültürün geliştiği görülmektedirki, o kültür Fıravmn ölümünden sonra derhal vuku bulan irticâlara rağmen Mısır sanatmda derin bir tesir bırakmıştır.


AMEŞA SPENTA : (AHURA MAZDA ile yedi tanesi olan İlâhî varlıklar. Onlar, süblime olan eski indojermen ilâhlar olsa gerektir; hem Yüce Tanımın, muhtelif tarafları, hem de müstakil varlıklardır. Onların isimleri, ekseriya abstre faziletlerin isimleridir/. VOHU MANA «iyi düşünce», AŞA VAHÎŞTA «en iyi nizam (kanun, hakikat); KŞATRA VAİRYA «melekût», SPENTA ARMA-İTÎ «mukaddes huşu, doğru zihniyet», HAURVATAT «kemal, sıhhat», AMERATAT «ölümsüzlük». Onlar da, muhtelif nebat, hayvan v.s. ile merbutturlar.


AMÎDA : [BUDDHA AMÎTHABA veya — Japonya’da AMÎDA (çinçe OMİTOFO) «ölçülmez nur ziyası», .BUDDA’nın dhyambodisatt-va’sı, Çin ve bilhassa Japonya Buddizminde, garpta bulunan Cen-net’in şahsî bir ilâh şeklinde tasavvur edilen, kıralı) Lejandlara göre onun hedefi, insanların hepsini — en fakir ve en abdallarını bile — Budda mertebesine getirmesidir. Jodo Buddizmine göre, insanın kurtuluşu yalnız, AMÎDA’nın bu va’dine inanıp güvenmesinde bulunmaktadır; ona sığman insan, kat’iyyen Cehenneme girmez.


AMON : Mısırda Theben şehrinin, m. ö. takriben 2000 senesinden itibaren hususî ilâhı. Güneş ilâhı RE ile birleştirilip, Theben şehrinin m. ö. aşağı yukarı 1580 senesinden «Yeni devletin» merkezi olduğu zaman Mısır'ın en yüksek ilâhı olmuştur.


AMOZ : Takriben m. ö. 750 senesinde İsrail milleti içerisinde vâzeden bir peygamber. Tekoa köyünden gelen bir çoban olan A., şimalî İsrail’de gördüğü karışık âyinlere karşı şiddetli sözlerle tepki yapmıştır. Muhtelif vizyonlarım, tövbih ve tehdit sözlerinde bildirmiştir. Çok kuvvetli bir ahlâk duygusu olan peygamberin vahy-leri, Eski Ahd’in en müessir parçalanndandır.


Bak. BALLA, Die Droh - und Scheltworte des Amos, Leipzig 1925.


ANQUETİL DUPERRON : (1731-1805), bir Fransız müsteşriki. 1761 Avesta’nm ilk nümunelerini Avrupa’ya getirip, 1801 senesinde Upanişad’lann farsca bir tercümesinden lâtince bir tercümesini neşretmiştir (Oupnekhat, id est secretum tegendum).


ANAHİTA, ARDVİ SURA (NAKİT) : Eski İran’da tapınılan bir su ve bereket ilâhesi. ZERDÜŞT’ten sonra, onun dininde de yazatalar arasmda mühim bir yer bulmuştur.


ANAKSİMENİS (m. ö. takriben 558 - 525 e kadar) — Yunan tabiat feylesoflarından biri; .ona göre, dünyanın en eski ve önemü unsuru, havadır.


ANU : Sümerlerde gök ilâhı, göklerin maliki, kırallan tahta çıkartan semavî imperator. Mukaddes yeri, Uruk şehri idi. En büyük ilâh olduğundan kendisine Babilonyah matematik sisteminde temeli olan 60 rakamı verilmiştir.


ANUNAKİ : Akad mitolojisinde, yeryüzünde yaşıyan İlâhî varlıklar.


A PİS BOĞASI : Mısır’da PTAH adlı ilâhın mukaddes hayvanı; onun ismine, hellenistik devrinde SERAPÎS’ta tekrar rastlanın aktadır.


APOLLON : Anadolu’dan Yunanistan’a gelen, sonra bilhassa Delfi’de yerleştirilen,temizleyici, tekfir edici, aydın, bir ilâh, güzel bir itidal, güzel de bir âhenk, musiki ve sanatları seven bu ilâhm sıfatlarıdır.


ARES : Yunan mitolojisinde, ZEVS ve HERA’nın oğlu olan harb ve savaş ilâhı. Roma’da : MARS.


ARGENTİNUS : Roma’da gümüş paranın ilâhı, AESCULANUS’un oğlu.


ARİSTOTELES : (384 - 322). EFLÂTUN’un şagirdi, Büyük İskender’in üstadı. Felsefe tarihinde ilk büyük sistematik feylesof; teolojide, arapça tercümeler ve şerhler sayesinde Ortaçağda Avrupa’da şöhret kazanan ve iskolastik sistemin mantıkî temellerini kuran A. hem İslâm, hem de Hıristiyanlık dünyasında gayet ehemmiyetli bir rol oynamıştır.


Bak. W. JAEGER, Aristoteles. 1923.


ARİUS : (Ölümü 355; İstanbul’da). I s â ’ nm tabiatı hakkında eski kilisede icra edilen münakaşalarda, A., I s â ’ nm, İlâhî babasına zat bakımından müşabih olduğunu ilerf sürmüştür. (Pederln~haş-langıcı yoktur, oğlunun baslangîcî~vardır: logos, Allah’ m bir mahlûkudur.! Iznîkkonsih tarafından 325 te reddedilen bu telâkki, ARlUS’un taraftan sayesinde Jermen aşiretlere getirilip orada asırlarca hüküm sürmüştür. ARİUS, bir kaç sene sürgünlükte kaldıktan sonra tekrar episkopos vazifesine geri çağınl-mıştır.


ARJUNA : Bhagavadgita’da KRİŞNA’nm nasihatim kabul eden, kendi akrabaları ile savaşan kıral.


ARTEMİS : Yunan mitolojisinde, APOLLON’un ikizi olan, bekâr, güzel av ve hayvan ilâhesi. Roma’da DİANA.


ASE’ler : Jermen mitolojisinde, Asgar’da oturan yüksek ilâhlar, bilhassa TOR, ODİN ve ZIU (TYR).


ASSURBANİPAL : m. ö. 668 - 626 Aş urda hâkim olan, eski dinleri hakkında mevcud olan metinleri büyük bir kütüphanede toplıyau kıral. Eski mezopotamya dinlerine dair pek kıymetli malûmat ihtiva eden bu kütüphane, 1845 - 54 senelerinde bulunmuştur.?


AŞA VAHlŞTA : AMEŞA SPENTA’lardan biri, Hindistan’da mevcud olan RTA’nın aynı, VARUNA’nm bir süblimasyonu, İlâhî nizam.


AŞAKKU : Babilde bir nevi hastalık ilâhları, hastamn başını ağrıtan devler.


AŞOKA: m. ö. 273 - 233 Hindistan’da kıral. Buddizme karşı derin bir sempati gösteren bu kıral, bütün idaresmi yalnız dînî bir temele dayanarak icra etmiştir. Kayalara kazdırdığı fermanlar, dünyada az görünen bir müsamaha ve bütün dinlere karşı geniş bir tolerans göstermektedir. Onun reisliğinde, 245 de Buddistlerin 3. üncü ve en mühim konsili toplanmıştır.


AŞUR : Asur şehrinin, bilhassa harb ilâhı, sıfatım taşıyan yer ilâhı.


ATENE : (PALLAS ATENA), Atina şehrinin koruyucu ilâhesi. ZEVS’-in başından çıkan, onun hikmetini şahıslandıran, bir taraftan ev işlerini öbür taraftan ilim ve sanatları himaye eden ilâhenin mukaddes hayvanı, baykuş, onun mukaddes ağacı, zeytin ağacıdır. Roma’da : MİNERVA.


ATHANASİUS : (Takriben 295-373). ARÎUS’un aleyhtarı. Ona göre, ÎSA İlâhî babasiyle zat bakımından ayındır, onun gibi yaratılma-mış ve ilâh olarak ölümsüzdür. İnsanları ilâhlaştırmak maksa-diyle İnsanî tabiatı almıştın


A TON : Güneş kursu, ECHNATON’un Mısır’da yaptığı din reformunda yegâne ilâh.


ATTİS : Frikyah bir ilâh, KYBELE adlı ilâhenin sevgilisi. Esatıra göre vahşî bir domuz tarafından öldürülmüş yahud çıldırarak kendini hadım etmek suretiyle ölmüştür. ATTİS, ölen ve yeniden hayata kavuşan verimlilik ilâhlarından biridir; onun ölüm günü, 2. martta anılmıştır; 25. martta, ölülerden çıkışı tesit edilmiştir. Ayinlerde, onunla KYBELE arasmdaki aşk, ilâhenin kıskançlığı v.s. temsil edilmiştir.


FRAZER; Adonis, Attis, Osiris.


AUGUSTİN: (354-430) garp kilisesinin en büyük şahsiyeti. Şimal’ Afrika’da doğan A., gençliğini neşe ve sefaletle geçirdikten sonra 9 sene Manikeisme mensup kahp sonra Roma ve Milâno’da neoplatonizm ile meşgul oldu ki o felsefe, onu hıristiyanhğa götürmüştür. Şimalî Afrika’da bulunan Hippo şehrine episkopos seçilmiş ve orada ölmüştür. Büyük otobiografyasmın (Confess’ones). hemen bütün Avrupa dillerine tercümeleri vardır; muhtelif kitap ve risaleleri sayesinde bütün Ortaçağın üstadı olmuştur. Aslî suç hak-kındaki gayet sert fikirleri de hâlâ kilise hayatında büyük bîr rol oynamaktadır.


AUKSESİYA : Yunanlılarda, büyüyüşün ilâhesi.


AVALOKîTEŞVARA : Gotama BUDDA’mn dhyambudda’sı, Tibet’in, millî ilâhı; 10. veya 11. yüz ile temsil edilmektedir. Çin ve Japonya’da bir ilâhe şeklinde görünmektedir (bak KVANNON).


AYŞİLOS : (m. ö. 525 - 456). Yunanistan büyük trajedi yazarlarından biri. ZEVS’i, hikmetin, kurtuluşun ve kudretin yegâne kaynağını takdir etmiştir.


BAAL : Bir yerin «R'abbı» veya «ilâhı», hemen bütün sâmî mıntakalar-da bulunan, nihayet isim haline gelen bir unvan. BAAL adlı ilâhlar, fırtına ve verimliliğe bağhdır, çok defa, vahşî buğanm şeklinde tasvir edilmektedir. İsrail peygamberleri, bilhassa, BAAL-lara gösterilen perestiş aleyhine seslerini yükseltmişlerdir.


BAALŞEM TOB (1698 -1759) cenubî - şarkî Polonya’da yasayan bir Yahudi aziz. Talmud’un sayısız emirlerinden dolayı oldukça komplike olan Yahudiliği canlandırmağa çalışan bu adam, dini, iki mühim unsurlarına getirmiştir : Allah sevgisi ve duanın kuvvetlerine inanış. Sevinç ve aşkla parlıyan bu mistik, halkın kavrıya-cağı bir şeküde kendini göstermiş ve bunun için çabucak Polonya'nın fakir Yahudi sekenesine intişar etmiştir; Hassidism ismile meşhurdur


M. BUBER, Die Botschaft der Chassîdim. — M. RUBER, Chas-skl’sche Erzâhlungeıı.


BALDER : Jermea mitolojisüıde ODİN ve FRÎGG’in oğlu. Snorri Edda’-ıım anlattığı hikâyeye göre, FRİGG, bütün mahlûkattan, BAL-DER’e hiç zarar vermeyim diye yemin almış, yalnız ökse otunu unutmuştur. Oyunda, BALDER kör kardeşinin ökse otundan yaptığı bir okla vurulmuş, ölmüştür. Şayet bütün varlıklar onun için ağlarsa ölümden kurtulabilir; fakat ihtiyar bir kadın kıyafetinde yol üstünde oturan LOKİ ağlamamış; bu suretle BALDER ölüler ülkesinde kalmağa mecbur olmuştur.


BASÎLÎUS (takriben 330-379), Kayserili bir rahip. Onun sayesinde, rahiplik Anadolu’da manastır hâlinde tesis edilmiştir; eski zamanlarda tek başına yaşıyan rahiplerin yerine, büyük veya küçük cemiyetlerde yaşıyan rahipler cemaatı ülküsünü gerçekleştirmeğe . çalışmıştır. Muhtelif işlerle meşgul olmakla beraber gün ve gecelerinin büyük bir kısmını dua ile geçiren, pek az konuşan rahipler, BASÎLÎUS’e göre şimdiden meleklerle göklerde yaşıyorlar.


BASTET : Kedi başlı bir Mısırlı aşk ve sevinç ilahesi.


BARTH, Kari (1886), Bale Üniversitesinde profesör, dialektikjteoloji adlı’ cereyanın ilk ve en mühim mümessili.


BENEDÎKT XIV; (1740-1758) Papa; âlim ve geniş ruhlu bir bilgin.


BENEDİKT, Nursiali : 6. asırda garp hifistiyan dünyasmda rühban tarikatına kanunlar veren aziz. Hayatı hakkında hemen hiç malûmat - bir kaç lejand müstesna - elde edilmez.


BERNHART, Aziz (1091 -1153), Clairvaux manastırının abbas’ı JTiri). Bir taraftan pek faal bir vaiz, öbür taraftan derin bir mistik olan B., Neşîdeleriıı neşîdesine yazdığı mistik şerhi, ve bu hususta verdiği vâ’zlar vasıtasiyle Ortaçağ aşk mistiğine kuvvetli bir ilham vermiştir. MERYEM ANA’ya karşı duyduğu pek derin bir sevgi, ÎSÂ’nın passionuna yanan bir teveccüh BERNHARD’m eserlerinden aksettirilmiştir.


Bak. E. GİLSON, La theologie mystique de. St. Bernart. 1934.


BİRGİTTA (1303-1373), İsveç’te yaşıyan, kocasının ölümünden kuvvetli vahyalar aldıktan sonra Roma’ya giden ve orada kilise siyasetine de iştirak eden bir hatun. Merkezi Vadstena şehri olan yeni bir tarikat kurmuştur.


BLAS1US (Aziz), Ermeni bir episkopos.


BLAVATSKY, (Helena P., 1831-94; kuvvetli bir medium, ispiritizm ile meşgul olduktan sonra 1875 teosofiz cemaatım tesis etmiştir. Senelerce Hindistan’da yaşamıştır, j


BODHİSATTVA : BUDDA namzedi. Her insan, hususî bir adaktan sonra BODHİSATTVA olabilir; B. nın vazifesi, bütün mah-lûkatı sevindirmek, onları her dertten,her kederden kurtarmak, 'her vâflıkta~îzli "olan iyi sıfatlafF~geliştirmektir. Bunu yapmadan evvel Nirvana’ya girmez.


BÖHME, Jakob (1575 -1624), (Alman kunduracı ve mistik müellifi. Anlayışı zor bir sembolik kullanan, teolojik sisteminde iyi ile kötü prensip arasında kat’i bir dualizmı ileri süren, bazen de simiya ilüuğraşan bu nadir şahsiyet, Alman ve bilhassa İngiliz mistik ve teosoflara tesir icra etmiştir./En önemlileri «Aurora» (şafak) ve Mysterium nıagnunı olan eserlerinde, Allah’ta mevcud olan «ateşli aşk iradesi» ve «karanlık hiddet iradesini» belirtmek şn-retiyle LÜTHER’în~ana fikirîerinF mistik bir şekilde geliştir -miştir.


BRAHMA : Hindistanlda dünyayı yaratan kuvvet, sonra mistik bir teslisin ilk şahsiyeti.


BONAVENTURA : (1221- 1274), doctor ecclesiae. 1257 Fransizkan tarîkatine intisap etmiştir; o tarîkatin en büyük mistik ilâhiyatçısı sayılmaktadır. DÎONÎSÎOS AREOPAGITA’nın fikirlerini, AUGUSTİN’in teolojisiyle birleştirmiştir. «Her bilgi ve marifet. Allah’tan gelen tenvirdir, her bilgi ve marifet, aşk içinde Allah’la birleşmeyi istihdaf etmektedir»


E. GİLSON, La Philosophie de St. Bonarentura. 1924.


DE BROSSES, Charles (1709-1777). 1760 Le culte des dieux feticlıes adh bir eser çıkaran Fransız âlimi.


BUDDA «Tenvir edilen».


CALVIN : Johann (1509-64). Kilisenin reformatörlerinden biri. Fransa’da doğup büyümüş, protestanlarm fikirlerine temayül edip te Institutio Christianae religionis (hıristiyan dininde dersler) adlı bir eserde fikirlerinin anahatlannı göstermiştir. Ekseriya Gene-va’da yaşamıştır. fLUTHER’den birkaç noktadan fark gösteren doktrinin merkezi, insanın, Mesih’te yaşamasının ezelden yazılmasıdır. Allah'ın izzeti, Allah’ın melekûtu insan tarafından takdir edilmelidir. LUTHER’de görünen inayet mefhumu, CALVIN’-de ikinci plânda kalmıştır.


CHAMÎSSO, Adalbert von (1781 -1838) : Alman şairi ve edebiyatçısı.


F. CHAMPOLLİON :   (1790-1832), 1822 eski Mısır hierogliflerin mâ


nasını bulmağa muvaffak olan Fransız bilgini.


CVANGTSE : m. ö. takriben 330 da doğan, temiz bir Taoizmin mümessili olarak KUNGFUTSE’nin taraftarları ile münakaşa eden bir Çin edebiyatçısı.


DANİEL : Rivayete göre Babil sürgünlüğünde peygamber olan, fakat galiba oldukça geç bir zamana ait olan bir peygamber. Renk renk vahylerinde Eski Ahid’de ilk defa Apokaliptik fikirleri ileri sürmüştür.


DANTE ALÎGHİERİ : (1265 -1321), İtalya’nın ve şüphesiz bütün garb âleminin Ortaçağda en kuvvetli, en derin şairi ki onun Divina Commedia’sı, gayet güzel bir şür olduktan başka zamanının hemen bütün teolojik bilgilerini de, ihtiva etmektedir.


DÂRA ŞIKÜH (1615-1659), Moğol İmparatoru CİHANGİR’in oğlu; Hind dinlerine çok merak eden prens, upanişadlan ve başka Hind eserlerini Farsça’ya çevirilmesini teşvik edip Hind âlimleri ile de dinî mubahaselerde bulunmuştur. (Les entretiens de Lahore, ed. L. MASSÎGNON.)


DAVUD : Yehuda’nın,' sonra da Filistin’in şimal mıntakası olan Israei’in Kıralı. 10 uncu asrm ilk kısmında hâkim olan bu kiralın h’Lâve-leri, Eski Ahid’de 1. Sam. 16 den 1. kıraliara 1 bablannda yazılmıştır. SAUL’u müteakip tahta çıkan DAVUD, hem iyi bir siyaset adamı hem de kıymetli bir sanatkârdı. Kur’ân’a göre Peygamber’dir.


DEMETER : Yunanlarda, toprak ana, buğday anası; tarlaların verimliliğini ve insanların tevlit kuvvetlerini himaye etmektedir; bundan ötürü, devleti koruyan bir ilâhe haline gelmiştir. Mitolojide, PERSEFONE’nin annesidir.


DEUSSEN, Paul : (1845 -1919) Alman indolog ve feylesofu. Vedanta felsefesi, hırlstiyan fikirleri ve üstadının SCHOPENHAUER’in teorilerini birleştirmeğe ve Upanişadlan garbda tanıtmaya çalışmıştır.


DEVTERO - IŞAYA : İsmi bilinmiyen, Babil sürgünlüğünde İsrail’de yaşıyan, Allah'ın rahmet ve sevgisini müjdeliyen bir peygamber. İŞAYA’nm kitabına eklenilen eserinde, bütün milletlerin, bir olan Allah’ı nihayet takdis edip İlâhî merhamet sayesinde kurtulacağı bildirilmektedir. Kitabın en enteresan parçası, «Yahve’nin kulu» (ebed Yahve) bablandır (52,53).


DİANA : Roma’da av ilâvesi.


DÎODOR : (m. ö. 1 inci yüzyılda) ÖGÜST’e kadar dünya tarihini yazan bir Romalı müellif.


DHYANI BUDDA : Ruhani BUDDA. d. budda ve bodisattvalann hepsi, bir tek ezeîTjruhani BUDDA’dan çıkmış gibi tasavvur edilmektedir.                                                                           •


DİOJEN : (m. ö. takriben 412 - 323) kynik felsefesinin en meşhur mümessili.


DİONYSOS : Belki Trakya’dan gelen, esasen buğa şeklinde tasvir edilen, serhoşluk ve verimlilik ilâhı. (Roma’da BAKKUS). Orfik rivayete göre, D., ZEVS’in oğludur; titanlar onu öldürüp yemişlerdir; ZEVS, onun yüreğini yiyip yeni bir D. tevlid ettikten sonra titanları öldürür ve onlarm külünden insanları yaratır. W. F. OTTO, Dionysos.


DİONYSİOS AREOPAGİTA : m. s. 525 senesinden evvel yazan, ismi bi-


linmiyen bir mistik ilâhiyatçı. PAVLUS’un bir talebesinin ismini takan ve bu suretle daha büyük bir otorite ile konuşan bu misti


ğin, yakubi kilisenin bir episkoposu olması muhtemeldir. O, neop-latonismin fikirlerini geniş bir ırmak halinde hıristiyan kiliseye akıtmıştır; bilhassa, her mistikte büyük bir rol oynıyan via ne-ğationis tatbik etmiştir; Allah, aydın bîr karanlıktır, öî butun mevcud olanın yokluğudur. «Melekler hterarkileri» ve Mistik teo-loji isimli eserlerinde, bu fikirleri arzetmektedir; orada da bütün


âlemin İlâhi bir ahenkte yaşamasına işaret etmektedir. Bütün hayat, İlâhi aşk kuvvetinden çıkarr-oraya döneı. DÎONrSîOSTuâ-'mn muhtelif mertebelerini de tavsif ve izah~efffilştir.


DUMEZİL : Paris’te okutan bir Fransız müsteşriki ve din bilgini.


DUNS SCOUTS : (ölümü 1308); bir İngiliz, Franziskan rahibi, Akvinas’-h THOMAS’ın muhalifi : Allah’ın özü, eııtellekt değil, mantıkla idrak edilmiyen ve mantıka uymıyan iradedir. ’


EA : Sümerlerde, Fırat ve Dicle nehirlerinin mansabmda bulunan Eri-du şehrinde bilhassa tapman su ilâhı, büyük Sümer teslisinin üçüncü şahsiyeti (mukaddes sayısı 40). Temizleyici, majik ve güzel sanatlarla hikmetin sahibi olan bu ilâh, bazen de, insanların yaratıcısı olarak tavsif edilmektedir. Onun oğlu sanılan MARDUK, majik usullerde, her hikmetin menbaı olan babasına müracaat eder gibi gösterilmektedir.


ECHNATON : (bak Amenhotep IV).


ECKHART : (1260 -1327) dominikan tarikatına mensup bir Alman mis-tiği. Va’zlan ile, yazdan ile DİONYSİOS AREOPAGİTA’mn tesiri altında kaldığım göstermektedir/Allah'ın, ÎSÂ’nın, her insanın kalbinde doğmasını talep edip, testisi ise onu yalnız ulûhiye-tin derinliğinden çıkan bir tecelli olarak kabul etmiştir- Gayet derin ve bir bakıma tipik hıristiyan mistiğin hudûdunu aşan fikirlerinin bir kısmı, katolik kiliseye tehlikeli görünmüş, 1329 da, ECKHART’m sisteminin 28 noktası reddedilmişti?


EFLÂTUN : (427 - 347) Yunanistan'ın en müessir feylesofu. Üstadı SOKRAT’m fikirlerini geliştirmiş, hem siyaset bakımından (devlet hakkındaki eserleri), hem de teoloji bakımından (ide’lerin varlığı, inşam kanathyan hakîkî aşk v.s.) son derece mühim ülküleri göstermiştir.


EKBER (1452 -1605). 1556 Hindistan’da mogol imparatorlarının tahtına çıkan, hem muvaffakiyetle bitirdiği muharebe, hem de memleketinin idare reförmü ile meşhurdur; kültür bakımından, güzel sanatları, ilim ve dinî işleri teşvik etmiştirBilhassa Hindistan’da mevcud olan muhtelif dinler arasmda bir anlayış husule getirmeğe çalışmak maksadiyle bütün dinlerin mümessilleri ile icra ettiği mubahase ve konuşmaları şayam dikkattir. Benimsediği dîn-i İlahî bütün dinlerin en iyi müşterek elemanlarını ihtiva eder?


EL : Habeşler müstesna bütün sâmî milletlerde Allah mefhûmu. Bu kelime, sık sık, bu ilâhın ibadeti icra edilen yerin ismi ile beraber kullanılmaktadır (meselâ Beth-EI, «Allah'ın evi»); herhalde eski Kenân yer ilâhlarının isimleri bu gibi adlarda muhafaza edilmektedir.


ELİSABETH : Azîze (1207 -1231) Macar bir prenses, çocuk iken Eise-nach şehrine gelip, oradaki Kont’un genç refikası sıfatında merhamet ve iyiliği ile şöhret kazanmıştır. Kocasının ölümünden sonra Marburg’a gidip orada fakir ve hastalara bakarken Assisi’li FRANZ’m ülkülerini gerçekleştirmeğe uğraşmıştır. Vefatından 4 sene sonra kilise tarafından «azîze» unvanını almış, onun şerefine hâlâ mevcut olan bir kilise bina edilmiştir. ELİSABETH, hı-ristiyan azîzelerinin en sevimlisi olsa gerektir.


EMPEDOKLES : (Takriben m. ö. 490 - 430), Sicüyah, PİTAGOR’un doktrinlerini neşreden bir feylesof ki, kendini İlâhî bir tecellî olarak ihtirama değer görmüştür. Lejanda göre, kendini bir yanar


dağa atmak suretile intihar etmiştir. \ Felsefi sisteminde Orfizmin fikirleri, tenasüh inanışı v.s. mevcuddur.)


ENKİDU : Gilgameş esatirinde GtLGAMEŞ’in dostu.


ENLİL : Sümer ve Akkadda esas itibariyle yeryüzünün ilâhı; dağların kıralı. İlâhlar arasında, kudretti hükümdardır. Ona ait olan sayı, 50 dir. Mukaddes paytahtı, Nippur şehridir.


EPİKTET : (Takriben 50-138), topal bir köle olup, Roma’da Stoa felsefesinin en meşhur mümessillerinden biridir.


EPİKUR : (341-270), felsefi bir cereyanın kurucusu./» Eski Yunan dinini tenkit eden ve ondan kurtulmak istiyen E., ilâhların tam ruh-lar gibi, atomlardan mürekkep olup keder ve sıkıntılardalîser-best, dünya idaresine bakmaksızın yaşadıklarım söylemiştir, insan da, iyilik yapmakla ve ruhani sevinçleri aramakla, onlarınkine benzer bir halde yaşasın.;


EROS : «Aşk», AFRODİTE’nin oğlu. Genç bir oğlan veya kanadh, gözleri bağh bir çocuk şeklinde tasvir edilen EROS, felsefeye - ve bilhassa EFLÂTUN’a göre - dünya prensipidir, iytgüzel veTIoğ-ru olana erişmeyi istihdaf eden ezelî hasret ve aşk Dinlerde, EKOS-âhlamının mânasma dair eserler : A. NYGREN, Eros und Agape, 1930. — W. SCHUBART, Religion und Eros, 1944; - L. KLAGES, Vom kosmogonischen Eros 1921.


ESTER : Yahudi rivayetine göre (Ester kitabı) İran kıralım, bir günde 75800 Yahudi düşmanı öldürtmeğe teşvîk eden güzel bir kadın. Bu hâdiseyi anma günü, Purim bayramıdır.


EVHEMEROS .’ Aşağı yukan m. ö. 300 de yaşıyan bir Yunan edebiyatçısı ki onun seyahat kitabında, ilâhların, büyük insanların ilâh-laştınlmasmdan ileri geldiklerini iddia, etmiştir.


EVRİPİDES : (480 - 406) büyük Yunan dram yazarlarından biri. Halli dininde mevcud olan üâh hikâyelerinin ahlâksızlığını şiddetle tev-bih etmiştir. Bakkant’lar adlı trajedisi, DÎONYSOS dininin en kuvvetli sanatkârane ifadesi sayılmaktadır.


EYÜB : Eski Ahid’de, an’anevî bir halk efsanesine dayanan menkibe-nin kahramanı. Bütün belâlarda sabreden, Allah’a güvenen EYÜP, eski ahd’e göre nihayet Allah’la münazara ediyor. Artık Allah'ın fırtınada vâki olan tecellisi üzerinde, kendini O’nun iradesine teslim ediyor. EYÜB, tahammülün ve sabrın misali olmuştur.


EZRA : Isrâil milletinin Babil sürgünlüğünden döndüğü zaman, Yahudilikte büyük bir reform icra eden, milletin bütün hayatım tev-rat’ın otoritesi altına koyan bir kâhin. Ona atfedilen kitaplar, yaptıklarım belirtmeğe çalışmışlardır. 3. üncü ve 4. üncü Ezra kitabı apokriftir.


FAVNUS : Roma dininde, hayvanların tevlid kuvvetini koruyan ilâh. Yunanlarda PAN.


FENELON : (1651 -1715) Felsefe, terbiye ve din sahasında çalışmış bir Fransızdır Telemak ve Tanrının sıfatlan ve mevcudiyetinin tetkiki ve başka eserleri tanınmıştır. Mistik aşkın fikriyatının (amour pur) Fransa’da en büyük mümessilidir.


FİDES : Roma dininde, vefa ilâhesi.


FİDÎAS : Yunanistan’ın en meşhur heykeltraşı (m. ö. 5. asır.)


FİLO : (m. ö. 25 - m. s. 40) İskenderiyeli hellenistik - Yahudi cemaatına mensup mistik bir feylesof. [Tevrat’a yazdığı şerhlerde, mistik felsefesini ve allegorik bir tevil meyli göstermektedir. Eserlerinde bilhassa logos - teorileri görülmektedir. FİLO’nun mistiği, hem Yahudi, hem de hristiyan mistiğin inkişafına yardım etmiştir.


FİRAVUN : Eski Mısır’da, evvelâ dünyayı yaratan ilâh sayılan, sonra bu yaratan ilâhla bir sayılan İlâhî oğul, hem hükümdar hem de baş kâhin.


FOTÎUS : (Ölümü 897) 857 de Bizans’ta patriark olan, 863 te Roma kilisesi tarafmdan reddedilen, Roma ile Bizans kiliseleri arasında ilk büyük aynhğı husule getiren ilâhiyatçı. Bilhassa filioçue formülü aleyhine tedbirler almıştır.


FRANZİSKUS, Assisi’Ii (1181 -1226). Zengin bir âilenin çocuğu, ÎSÂ ve havârîler gibi tam bir fakîr hayatı sürmüş, «Fakr hanım» la .• mistik mânada evlenmiş, sonsuz bir sevgi ile bütün varlıkları dü-. günmüş ve onlara yardım etmiş bir aziz. Kendisi etrafında toplanan fakirlerin, Papa tarafmdan bir tarikat şeklinde organize ... edilmeleri, FRANZ’ın istediği ruhanî hürriyet ve fakr ülküsüne muhalif idi. Vefatmdan iki sene evvel stigmata almıştır. Onun en meşhur lirik eseri, «Güneş ilâhîsi»dir ki orada, güneşten bağlıyarak, toprağın, rüzgârın, suyun ve ölümün mevcud olmaları hasebiyle Râbbine şükrân ve senada bulunmuştur. 1228 senesinde «aâz» unvanını almıştır.


S ABATÎER.Viede St. François d’Assise. 1893.


FRANZ, Sales’li (FRANÇOİS DE SADES) (1567-1622) Fransa’da je-suit mekteblerine gittikten sonra zındıklara karşı savaşan, sonra mistik cereyanlara iştirak eden ve Mise tarafmdan 1665 senesinde : aziz, 1887 senesinde doctor eeclesiae ünvanını alan bir zat. Ruhânî dostu olan Madame DE CHANTAL ile beraber mistik yolundan yürümüş, fakat Ortaçağ’m büyük mistiklerinin derinliğini bulmamıştır. Bununla beraber —veya belki bunun için — eserleri pek beğenilmiştir. En meşhur kitapları : Intro-duction â la vie devote, Traite de l’amour de Dieu.


FREYR («Rab») : Jermenlerde, bilhassa şimalî - şarkî mıntakada, verimlilik ilâhı. İbadet merkezi, Uppsala şehri idi. Van’lara mensuptur.


FRİGG : dermen mitolojisinde, ODİN’in zevcesi, BALDER’in annesi, kadın faziletlerinin örneği. Onun mukaddes günü, cuma’dır (Freitag, friday).


GANDHİ (1869 -1948) : Hindli bir hukukçu, Cenubî Afrika’da Hindli-. lerin kurtuluşu için mücadele eden, Hindistan'ın siyâsî hürriyetini kazanan «büyük ruh» (Mahatma). Onun fikirlerinin temeli, eski Hind zahid emri ahimsa, öldürmemek, idi: kendini bîr ta-Taftan aynı zamanda BUDDA’nm. ISÂ’nın ve MUHÂMMADm gagirdi olarak vasıflandıran GANDHÎ, öbür taraftan tipik bir Hindu kalmıştır. Muhtelif sınıflar. arasındaki hudûdu bertaraf .? etmeğe çalışmıştır, fakat Hinduizmde büyük bir rol oynayan bir telâkkîyi — ineğe gösterilen ihtiramı — muhafaza etmiştir; çünkü inekte, bütün gayri İnsanî tabîatm kudsiyetinin güzel bir sem-" bolünü görmüştür, avatara’lara inanışı GANDHİ’ye, her dinin mümessilerini takdir etmeğe imkân vermiştir


GEA : Toprak ana; Eski Yunan mitolojisinde URANOS’un- karısı; doğurduğu çocukları öldürüp yiyor.


GİDEON : Eski Ahdin Hâkimler kitabına ğöre, İsrail’de büyük hâkimlerden biri (Hak.6-8) ; Midyan kabilesini mağlûp etmiştir.


GÎLGAMEŞ : Hikâyesi; 12 levhada muhafaza edilen, sümer - akad bir kahraman, üçte iki üâh, üçte bir' insan. Belki Uruk şehrinin kı-rallarından biridir. En mühim noktalan, GİLGAMEŞ’in, âb-ı hayatı araması ve dünyayı kaphyan Tufan’dan bahsi olan GÎLGAMEŞ esatiri, herhalde Eski Şark edebiyatında akisler uyandırmış, dünya edebiyatına büe bazı tesirler bırakmıştır, .....


GOETHE, Johann Wolfgang von (1749-1832). Almanya'nın en büyük şairi.


GOTAMA : BUDDA’nm asıl ismi.


GREGOR I (Büyük GREGOR) : (590 - 604) ilk rahib papa olan, bunun için de rahiblere çok yardım eden ve birçok eserleri ile dinî ve ahlâkî meselelere dokunan şahsiyet.


GREGOR İLLUMÎNATOR : (240 ile 250 - 320 arasında), Kayseri’li bir zat, Ermeni kilisenin tesis edicisi. Onun sayesinde, Ermeni kilise takriben 280 de millî kikse haline gelmiştir.


GREGOR, NAZÎANZ’h: (takriben 319-takriben 390), İskenderiye ve Atina’da tahsil eden, ilim- ve pratik amellerle meşgul olan ve 380 senesinde kısa bir zaman için patriark olan büyük Kappadokyah üâhiyatçıların biri. 379 da İstanbul’da «logos’un İlâhî tabîatine dâir 5 konuşma» yapmıştır.


GREGOR, NİSSA’h : (takriben 335-takriben 394), Büyük BASİLÎ-US’un kardeşi, 371 de Nissa’da episkopos. Kappadokyah ilâhiyatçıların en büyük mistiği odur; ORİGÎNES ile kilisevî an’ane arasında bir ahenk yaratmağa uğraşmıştır. _Jhsan, içinde İlâhî bir mîras taşıdığı için, Allah’ı tanımak imkânına sahip olur; Allah’ı, vecdde müşahede edebilir. Halbuki GREGOR de, Allah'ın onu ta-nîmâinak suretiyle tanındığını söylemiştir, yani via negationis’e en büyük ehemmiyeti atfetmiştir.       


GUDEA : (Aşağı yukan m. ö. 2400) Lahas şehrinin sümer kıralı. Bir ilaheye teveccüh eden, duâsı pek meşhurdur, gocukça bir itimadın güzel bir ifadesidir «Annem yoktur, sen benim annemsin; babam yoktur, sen benim babamsın». GUDEA’nm bize gelen yazıtlarından, Sümer ibadetinin bir çok hususiyetlerini istidlal edebiliriz.


GUYON, Madame DE LA MOTHE : (1648 -1717) Kvietismin en meşhur mümessili olan bu hanım, anıour pur mefhumunu son mantıkî "neticelerine kadar geliştirmiş, bilhassa«passif duâ» nın tekriıği-ıririnkîşal ettirmiştir. Mistik- teorileri, «Les torrents~.spii'il'(iels» ve «Moyen court et tres facile de faire oraison» adlı kitaplarında bulunmaktadır. FENELON, onun taraftan idi. Tam bir tevekkül öğreten Mm.e GUYON, kilise tarafından reddedilen fikirlerinden dolayı bir kaç defa hapishaneye konmuştur.


HABAKUK : Zamanı belli olmıyan bir İsrailli peygamber ki, onun küçük eseri, peygamberane liturji şeklini göstermektedir.


HAGGAY : m. s. 320 senesinde, Kudüs’te bina edilen mabede dair birkaç beyit söyliyen bir peygamber.


HAMMURAPİ : (m. ö. 1955 -1913) Amuru milletine mensup olan, Kabil’in 1. sülâlesini tesis eden ve bu vesile ile MARDUK’a Kabil panteonunda hususî bir yer veren kıral. Rivayete göre ŞAMAŞ’-tan aldığı kanunları bütün yakın şark hukukunda derin tesirler bırakan bir eserdir.


HEFİSTOS : Yunanlılarda, ateş ilâhı, demircilerin koruyucusu. Romalılarda : VULKANUS.


HEİLER, Friedrich (doğumu 1892), dindar bir katolik âilesinden gelen, din bilgileri ve şark dillerini okuyan ve «Duâ» hakkında şâmil tezi sayesinde çok genç yaşta dünyada meşhur olan âlim. İsveç’te SÖDERBLOM ile temas etmiş, orada protestan kilisesine intisap eylemiştir. 1921 senesinden beri Marburg’da Din bilgileri profesörü. /Heiler’in gayesi, protestan - katolik muhalefetinden geçerek ruhâni bir kilise kurmak veya hazırlamaktır; o kilise, bütün hıristiyan olmıyanlara, Allah’ı aşk ile arayanlara şâmil olacaktır. Din bilgilerinden aldığı bütün malûmatı ile, bu büyük hedefi tahakkuk ettirmeğe çalışmaktadır


HENOH : İsrail esatirine göre, insanların ecdadından biri, güya 365 sene yaşıyan bir patriarktır. Ölümünden evvel göğe götürülmüştür. Bu esrarengiz şahsiyete atfedilen apokrif bir eserde, İnsan oğlu fikirleri gayet vazıh bir şekilde görülmektedir; HENOH, kendisi, Allah'ın egemenliğinin geleceği günde kıral bulunacak olan İnsan oğlu’dur.


HERA : Yunanlılarda, ZEVS’in, inek gözlü refikası; ahlâka ve iffete bakan, kadınların hayat ve sıkıntılarında onlara yardım eden bir ilahedir.


HERAKLİT : (m. ö. 540 - 480) Yunan tabiat feylesoflarının en büyüğü, ki ona göre, her şeyin ash ateştir. Efes’te bulunan bu feylesof, İlâhî asılda bütün zıdlann nihayet birleşip huzûra kavuştuğunu, dünyanın "gidisini tesvikZeden iIâhî loğös’ürrherseyi saran ateş-ten olduğunu söylemiştir.


KERMES : Yunanlılarda, yollarda bulunan taş yığın ve direklerinin ilâhı, sonra yolların, çobanların, hırsızların ve tüccarların ilâhı; büyük ilâhların hizmetinde haber getiren, kanadh kunduraları ile temsil edilen ilâh.


KERMES TRİSMEGİSTOS : «Üç defa büyük Kermes», KERMES ile Mı-sır’h yazı ilâhı TOT’un bir karıştırılması. Hellenistik devrinde hu-sûle gelen bu İlâhî varhğa, geniş bir edebiyat bina edilmiştir. 18 eser olan Hermetika, bilhassa ilk kitabında dünyanın yaradılışından başhyarak kozmik suç ve insanın yedi yıldız feleklerinden geçerek yine göktekOîâlıî babası ile birleşeceğini bildirmektedir. Muhtelif kaynaklan olan bu hermetik felsefesi, ortaçağa kadir garb ve şarkta müessirdi.


HERODOT : (Ölümü takr. m. ö. 425). Onun büyük tarih eserinde, Mısır ve başka eski şark dinlerine dair — bazen yanhş — malûmat verilmektedir.


HESİOD : (Aşağı yukan m. ö. 700) Yunan dinini, çiftçi ve orta taba- ka yönünden nazara almıştır. Theogoni’si, ilâhların gelişmesini . anlatmaktadır; onun merkezinde, ZEVS, âdil olan yüksek ilâh, bulunmaktadır. «Günler ve işler» adlı eseri de, mitolojik bablan ihtiva etmektedir.


HESTÎA : Yunanlılarda ateşin ve ocağın ilâhesi (Romahlarda : VESTA)


HEZEKİEL : Babil sürgünlüğünde. Allah’tan vahy alan îsrailü Peygamber. Onun, son vahyi, 571 senesindedir. Sürgünlükte yaşıyanlann peygamber ve kâhini idi; kuvvetli vizyonları, sembolik amelleri de anlatılmaktadır.


HİERONİMUS : (ölümü m. s. 420). Roma’da tahsü ettikten sonra vaftiz olup râhib olmuştur; senelerce Suriye çöllerinde, sonrada İstanbul’da bulunmuştur. 382 de Roma’ya gitmiş, 388 de Bethlehem de bulunan bir manastıra çekilmiş, ruhânî dostlarına va’zlar vermiştir. Kitabı Mukaddes’! lâtinceye çevirmiştir; bu büyük eserinden başka, muhtelif şerhler, zühd hakkında eserler, lejandlar yazmıştır. Resimlerde, ekseriya hücresinde oturarak yazı yazdığı, yanında bir aslan bulunduğu tasvir edilmektedir.


HİLDEGARD, BİNGEN’ü : (1098-1179), Garbi Almanya’da bir rahibe manastırının reisesi. Kuvvetli vizyonlarından, kilisenin vazıyetini tanzim etmeğe, mektupları ile de Papa ile Alman imperatoru arasındaki gerginliği gevşetmeğe çalışmıştır. HİLDEGARD, ilk büyük Alman mistik hatunu sıfatiyle, kendi vizyonlarında gördüklerini gösteren resimlerle süslü eserleri sayesinde garb dünyasında oldukça büyük bir rol oynamıştır.


HİSKİYA : m. ö. 720 - 691 Yehuda kıralı. İlk senelerde Asur kiralının Ye-huda üzerindeki hükümranlığını kabul etmişse de sonraları memleketinin istiklâli için muharebeye girişmiştir. (Iş. 18; 18-31).


HOFMANNSTHAL, HUGO VON (1874-1929), Avusturya'nın en büyük şairlerinden biri.


HOMER (galiba m. ö. 9. asır) :Rivayete göre Yunan epik şürlerinin müellifi. Hayatı hakkında elimizde hemen hiç malûmat yoktur; halbuki «homerik din» anlamı, din tarihinde, kendisine atfedilen bü-yük şiirlerinde görünen antromoporfik, asil muharipJer_gibLday-ranahveıhkanlara’ çok yakın olan ilâhlara~ inânış"demektir.


HONEN : (1250 -1310), Japonya’da, Mahayana Buddizminin bir refor-matörü. Talebesi ŞİNRAN gibi, insanın ebedî saadetine yalnız BUDDA’ya inanıp güvenmek suretiyle erişebileceğini öğretmiştir.


HORUZ : Mısır dininde, İSİS’in, OSİRİS’in ölümünden sonra doğurduğu doğan başh İlâhî çocuk. Esas itibariyle Edfu şehrinin ilâhı olan HORUZ, güneş ilâhı RE ile de birleştirilmiştir; güneş «ufuklarda çıkan HORUZ» dur, Firavun, onun tecellîsi sayılmıştır. — ISIS, çok defa küçük HORUZ’la beraber temsil edilmiştir.


HOZEA : (m. ö. 745 ile 735 arasında) şimalî İsrael’de peygamber olan, milletinin suçlan ve bilhassa Babil’den getirtilen üâhlann ibadeti aleyhine çok şiddetli ve müessir tevbih sözleri söyliyen bir şahsiyet. Bir fahişe ile evlenen bu peygamber, Yahve ile İsrail arasındaki münasebeti, kendi nikâhına benzetmiştir : Halk, hakikî sevgilisinden kaçar ve yabancı ilâhlarla sevişir; onu seven Yahveyi üzer ve aralarındaki eski ahdi unutur. t


HUİTHİLOPOHTLİ : Azteklerde kolibri şeklinde tasvîr edilen harb ilâ--»            hı. Âyînleri pek zâlim olan bu ilâha, 1482 senesinde yeni bir ma-


bed tesis edildiği zaman, 70000 harb esirinin idam edildiği anlatılmaktadır. Bu rivayet mübalâğah olabilir ama, şüphesiz ki şerefine binlerce insan kurban edilerek en fecî şekilde öldürülmüştür.


İBRAHİM : Tevrat'ın Tekvin faslının 12-25 inci babı hakkındaki malûmatı ihtiva etmektedir. Fakat bu rivayetler, hakikî tarih olmaktan uzak kahp belki eski zamanlarda Filistin’de yaşamış ve Irak’-tan gelen sâmî aşiretlerinin bir numunesi olan bir muhterem insanın hayatı hakkında lejandlardır. Bu gibi lejandlarda, bir milletin ruhanî tarihi teksif edilmektedir. İBRAHİM, (Işaya 41,8) ilk defa olarak«HalîIu’llah» lâkabım almıştır. Hıristiyan kilisede (Luk. 16, 12; Gal. 3'; Rom. 4), yahudilikte ve İslâm dininde İBRAHİM hakkında birçok rivayetler mevcuddur. Bilhassa İslâm dininde, İSMAİL vasıtasiyle de Arapların atası olan, temiz İslâm dininin ilk mümessili olarak son derece takdir edilen İBRAHİM’-in ehemmiyeti pek büyüktür.


i


İGİGİ : Akad mitolojisinde, göklerde yaşıyan İlâhî varlıklar.


ÎGNATİUS, LOYOLA’h : (1491 -1556) Zabit olduktan sonra 1527 tövbe eden ÎGNATİUS, 1534 kurduğu jesuit tarîkatmi MERYEM ANA’nın himayesi altma koymuş, aynı zamanda da papaya karşı değişmez bir itaat ve, tarîkatin içinde, kat’î bir teslim taleb etmiştir. Hususî bir temrin kitabı vasıtasiyle, hem tarîkatte, hem-de dünyada yaşıyanlan terbiye etmeğe çalışmıştır. 1622 senesinde «azîz» ünvanını almıştır.


ILYA : Eski Ahıd’de (1. Kırallar 17 v.s.) bilinen hikayeye göre, İsrail dö m. ö. 10 uncu asırda ortaya çıkan pek kuvvetli bir peygamber. Muhtelif mucizeleri anlatılmaktadır; bilhassa, yabancı ilâhlara (Baal’lara) tapan 300 kahini öldürmesi ve monoteist tasavvurları kiralın muhalefetine rağmen neşretmeğe çahşması meşhurdur. 1. Kırallar 19 da, Horeb dağından Allah ile konuşması hakkında malûmat vardır; o, Eski Ahd’in en güzel parçalarından biri, sayılabilir. 2. Kırallar 2, ölümden evvel ateşli bir araba ile göğe çıktığı söylenilmektedir.


İMPORKİTOR : Roma’da üçüncü çift sürmenin ilâhı.


İMHÖTEP : m. ö. takriben 1000 senesinde Mısır’da memur olan bir zat ki, kendi oğlu için 30 hikmet sözü toplamıştır. Bunların tercümesi, Süleymanın Meseleleri 22, 17 - 23, 22 de bulunan sözlerinde mevcuddur.


İNDRA : Veda’larda yağmur yağdıran, kahraman, kuvvetli bir harb ilâhı. Çok yiyen, çok soma içen ve bazen biraz vahşî bir varlık. Hinduizm’de büyük bir rol oynamamıştır; Veda zamanından sonra ehemmiyetini kaybetmiştir.


İNKA : Peru’da, güneş ilâhının oğlu sayılan hükümdar.


İRENAEUS : (Lyon’lu), takriben 150 de Anadolu’da doğmuş, Fran-' sa’da episkopos olmuştur. Kendisi, hıristiyan doğmatik’in yaratıcısı olarak tavsif edilebilir. Zındıklar aleyhine yazdığı kitaplar meşhurdur. Ona nazaran, Allah'ın ÎSÂ’da insan şeklinde peyda olmaşmdan maksad, insanıAiIâhlâsfıfllmâsîdır; ISA, ikinci Âdem ölaraktelâkki-edilmektedir. İRENAEUS bilhassa episkopos’larm silsileleri üzerinde durmuş, böylece de kilisenin teşekkülüne yardım etmiştir. Halbuki büyük Kappadokyah ilâhiyatçılar kadar geniş ufuklu ve derin değildir.


İSHAK : Patriark’lanıi İkincisi, İBRAHİM’in ve SARA’nm oğlu (bak. Tekv. 18); İshak yüzünden, İSMAİL çöle gönderilmiştir (Tekv. 21,8); o, babası tarafından kurban olarak takdim edilecekti (Tekv. 22). İSMAİL, Arapların atası olduğu gibi, İSHAK’da, Ya-hudilerin atası sayılmaktadır.


İSİS : Mısır dininde, OSİRİS’in kız kardeşi ve zevcesi. Asırlar boyunca, hemen bütün ana ilâhelerin hususiyetlerini benimsemiştir, tabîa-tin kraliçesi olduğu gibi, fakirlere ve kederlerle yüklü olanlara şefkat ve merhamet gösteren anne de dir ; ölüler ülkesinde hâkim olan OSİRÎS’in zevcesi sıfatiyle ölülerin de kıraliçesi olmuştur, -j ÎSİS’in şerefine yapılan mister törenleri, hemen bütün Yakın Doğuda, ve bilhassa Roma’da büyük bir rol oynamıştır; hellenistik devrinde, zühd, riyazet ve tasfiye âyinlerinden sonra ilâhenin sırrına yaklaşan insan, hususî bir törende vâkî olan «vuslat» tan sonra yeni bir hayata ve en nihayet ebedî saadete erişmeği ummuştur.


İSKENDER: (m. ö. 363 - 330).


ÎSTEFAN : Hellenistik - Yahudüikte husule gelen ilk hıristiyan cemaatın reîsi. Yahudî ibadetinin, ÎSÂ’nın dönüşünde biteceğini söylediği için Yahudiler tarafmdan taşlarla öldürülmüştür. Kilise’nin ilk martiri olan İSTEFANUS’u anma günü, 26. Aralıktır.


İŞAYA : (m. ö. 8. inci asım ortasından itibaren). Takriben 740 senesinde ilk vahyi alan İŞAYA, Yehuda’da yaşamış, bir peygamber hanımla da evlenmiştir. Yahvenin gününün, kendi ilâhım bırakan İsrail oğullarının başına muhakkak yakında geleceğini, bildirmiş tir. 722 senesine kadar, Asur ordularının bu ceza gününü getireceklerinden emindi; fakat bundan sonra, Asurilerin de İlâhî cezaya maruz kalacaklarım söylemiştir. İŞAYA, pek kuvvetli, ve muhtelif şekillerde —şiir, ağıt, nasihat v.s. — bildirilen vahylerinde bilhassa bir şey öğretmiştir ki onun üzerinde bütün hayatı boyunca durmuştur : Yahve, kurban ve zâhirî bir ibadet değil, iman ve itimad istiyor.


İŞTAR : (Sümerlerde : İNNİNA) Eski Akad dininde — başka sami dinlerinde de olduğu gibi — zühre yıldızına bağh olan, bunun için hem akşam, hem de sabahta vâki olan işleri himaye eden büyük ana ilâhe. Aşk, verimlilik, mukaddes , fahişelik onun sahasıdır; öbür taraftan, harb ilâhesidir de. Ona benzer ilâheler, bütün Yakın Şarkta mevcuddur.


JAKOPONE DA TODİ : (Takriben 1240 -1306) franziskan tarikatına mensup bir şair. Kilisede görünen suüdareye karşı yazdığı acı hicivlerden dolayı senelerce hapishanede kalmıştır. Halbuki onu meşhur eden, bu hicivler değil, mistik aşkla yanan, fâkr ve aşkı en güzel renklerle vasıflandıran, onlan en âhenkli sözlerle öven şarkılarıdır.


JAYADEVA: (12. asır) Hinduizmin büyük şairlerinden biri. Onun en ehemmiyetli eseri, KRİŞNA ve RADA’nm aşkım anlatan Gitago-vinda’dır.


JOAHİM DE FLORÎS : (takr. 1132 -1202), / ecclesia spiritualis, yani «ruhanî kilise» nin ülküsünü ileri süren rahip. 1200 senesinin yılbaşında aldığı bir viziyone nazaran, Eski Ahid’de ifâdesini bulan «Babanın kilisesi», ve ISÂ’nm kilisesinden sonra nihayet Ruhul-kuddüs’ün âlemşümul kilisesi gelecektir.)


JOEL : Galiba m. ö. 5. inci asrm sonunda yaşıyan bir ibrânî peygamber.


JUAN DE LA CRUZ : (1542 - 91); Ispanya’da Karmel tarîkatine mensup ve bu tarikatın büyük reformatörü olan TERESA’mn ruhanî dostu olan bu mistik, hıristiyan dünyasının en büyük mistiklerinden biri, aynı zamanda da Ispanya'nın en önemli şairlerin-dendir.Yazdığı ve sonra tefsir ettiği büyük şiirlerinde, kalbin mistik yolda geçmeğe mecbur kaldığı «karanlık gece» yi, yani Allah’tan uzak, tesellisiz kalmasını ifade etmiştir; bu gecenin en derin karanlıklarda, birden bire İlâhî huzurun nûru parhyor. Mistiğin yolunu, Karmel dağına çıkış remizi ile göstermiş, mistik du-â hakkında da —TERESA gibi — malûmat vermiştir./


J. BARUZİ, St. Juan de la Croix et le probleme de Texperience mystique. 1924.


JULÎAN OF NORWİCH : (1343-1413 den sonra) . Ingiltere’nin büyük mistik hatunlarının en önemlisi. Derin bir aşk, renkli ve zarif vi-ziyonlarmdan anlaşılmaktadır


JUSTİN : (Takriben 100 - takriben 165) eski hıristiyan kilisenin apolo-getlerinin en meşhuru. Ona göre, ÎSÂ’da insan şeklinde görünen İlâhî logos, tohum halinde başka milletlerde, Yunan feyîesöflârm-rda da mevcuddur. “Halbuki yegâne doğru felsefe7~ohâ~ğofe7TR-ristiyanhktır.                                                 ""


JUSITNİAN : (takriben 482 - 565) kiliseye kanun veren ve bu suretle kilisenin teşekkülüne hukukî imkânları da hazırlıyan imperator. ORİGINES ve monofizitlere karşı hareket etmiştir.


KABİR : (1440-1510) Hindistan’da İslâm ile Hinduizm arasında bir senteze varmağa uğraşan büyük~mistik şair. Hinduizm73e'~mev-cud olan ilâh resim ve heykellerini reddetmekle beraber, yegâne Allah'ın ismi olarak hind avatarası RAMA’nm adım kullanmıştır. RABİNDRANATH TAGORE tarafından İngilizceye çevrilmiş mistik şiirleri, tasavvufun en güzel hususiyetlerini göstermektedir; halbuki şayanı hayret ahenklerine rağmen kâfi derecede tanınmamaktadır.


tj '


KALÎ-DURGA: Hinduizm’de, ŞİVA’mn zevcesi, Himalaya’nın kızı; doğuran ve öldüren bir ana ilâhe. Bazen kendisine insan kurbanları takdim edilmiştir; onun şerefine yapılan âyinler, bazen pek şehevîdir. Bununla beraber, Hindistan'ın büyük mistik şairleri derin ve canlı bir aşkla bu ezelî anneye teveccüh edip, ona hararetti İlâhîler armağan etmişlerdir.


KALLOGENİA : Yunanistan’da kadınlar tarafmdan tapılan «güzel doğum veren» ilâhe.


KATARINA, GENOVÂ’h : (1447 - 1510). Kendisine iyi amellerle, bilhassa hastalara bakışa, veren bir İtalyan azîzesi. Sert bir zühd, ve ateşli vizyonlarla meşhurdur; bilhassa purgatorium hakkında-ki vizyonları katolik kilisede takdir edilen bir kitapta’ neşredilmiştir. Duâ ve vizyonlarından anlaşıldığı veçhile, Allah’ta şahsî taraflar değil, gayri şahsî taraflar üzerinde durmuştur; yani, neoplatonik mistik ananesine sâdık kalmıştır.


F. VON HÜGEL, The mystical Element of Religion, as studied in St. Catharine of Genova and her friends. 1908.


KATARINA, SİENA’LI : (1347-1380). Dominikan tarîkatine mensup, pek faal bir İtalyan mistik hatun. Ortaçağda çok kullanılan bir tâbir ile, ÎSÂ’nın gelini sayılan KATARINA, kilise siyasetinde, PapalarFAvignon’dan Roma’ya getirmesi ile büyük bir muvaffakiyet kazanmıştır.


KEB : Mısır dininde, yeryüzü ilâhı. Bu, dinlerde ender tesadüf edilen bir tasavvurdur; ekseriya, yeryüzü dişi bir varlık şeklinde şahıslan-dınlmakta.dır.


KHEPRA : Mısır’da On şehrinin ilâhiyatçılarına göre, güneş ilâhının sabahleyin aldığı isim.


KLEMENS : İskenderiye’n (m. s. 216 dan evvel ölmüş). Büyük İskenderiyeli kateket mektebinin reisi. Ona ve taraftarlarına göre, bü-


"                         esee ve muhtelif millî dinlerde, bir olan ilâhîjlûgo.kendini


SŞ®ES22e~32mdâbîOhfiû£5-CII£îdur,§imdi i                    Puyuda organizasyon halinde görünen hıristiyan kilise, gittikçe


thanî bir şekilde gelişmelidir.                   ~         ~ ’


İd;;


i < ! KONSTANTÎN : 306 - 337 Roma imperatoru olan, 317 umumî din ser-t                  Mestliğini ilân eden ve biraz sonra Hıristiyanlığa devletinde en


.. ,                  mühim, yeri veren, hükümdar. Ölümünden evvel vaftiz olan


.                KONSTANTİN, imperatorun, kilisenin de hükümdarı olduğunu


ileri sürmüştür.


KRİŞNA . Hinduizm’de VÎŞNU’nun bir avatarası. Belki eski zamanlar-:                    da esatir kahramanından, yahud da bir yer ilâhından gelişmiş, -


Jsonra hem arabacı, hem de çoban sıfatiyle Hind dini edebiyatında İİ                     temsil edilmektedir.


1 J                                                                   -


I           ESENOFANES : (m. Ö. 570-480) Yunan felsefesinde inkişaf eden din


<   - tenkidini Sadelendiren bir feylesof. Bilhassa HOMER ve HESİ-


·        • ’                     un esâürinde göze çarpan antromorfistik tasavvurları şiddet-


,                     le tenkid etmiştir.


,f ; EUETZALKOHUA.TL : Azteklerde, kültür getirici ilâh.. Esâtîre göre, ,                  doğuda bir kızın doğurduğu bir kahramandır.


·        •        KÜNGFCJTSE (KONFUZİUS) : (m. ö. 551-479), Çin dininin reforma-


l i                 törü. Muhtelif vazifeler gördükten sonra öğretmen olan, bilhas-


;                  sa Çin edebiyatının eski âdetlerden bahseden eserlerini tahsil


'i                 6den’ ve musikiye önem veren KUNGFUTSE, 508 senesinde


' .                 hakan olmuş, siyasî buhranlardan ötürü memleketini terk etmiş


tir. Onun gayesi, geleneğin bozulması dolayısiyle her bakımdan tehlikeli bir duruma düşen memleketine yardım edip vatandaşla-rmı ananevi şekilde terbiye etmek idi. Bunun için klâsik edebiyatı toplayıp kanun şekline getirmiştir. Dinî meselelerle çok az meşguldü; daha fazla ahlâk konusu üzerinde durmuştur, m. ö. 204 senesinde mezarında ilk defa kurbanlar takdim edilmiş, m. s. 1912 gok ve yeryüzü ilâhları payesine yükseltilmiştir.


KVİRINUs : Roma dininde, fonksyonları pek iyi bilinmiyen büyük bir


ı                       ilah.


KVANYIN, (jap. KWANNON), Mahayana Bnddizm’de, Götaina BUD-VAnm dyambodisatva’sı olan AVALOKÎTEŞVARA’nm Çin ve


i 174                                      .      •




Japonya’da aldığı şekil. EskiÇin ana ilaheleriyle birleştirilip şefkatli bir ilahe olmuştur. Kadınlar, ondan. çocuk istirham ederler, hastalar, afiyet ve şifa rica ederler. Resimlerde, bir çok defa bir çocukla beraber gösterilmektedir.


KYBELE : Frikyah bir ana ilahe; ona tapma âdeti m. ö. 204 senesinde Roma’ya gelmiştir. KYBELE’ye mukaddes olan madde, siyah bir taş heykeldir. Esâtîr ve âyinlerde, onunla ATTİS arasındaki aşk macerası mevzûu bahistir.


LAKŞMİ : Hinduizm’da, güzelliğin, evlenmenin ve zenginliğin ilâhesi, VİŞNU’nun zevcesi. Onun mukaddes hayvanı, inektir.


LANG, ANDREW : (1844-1912), İngiliz bir din bilgini. Bilhassa iptidâi dinlerle meşgul olan LANG, dinlerde mitolojik tasavvurların ikinci plânda geldiklerini ve dinin «pratik» taraflarından inkişaf ettiklerini söylemiştir.


The Making of Religion. 1898.


LAOTSE : Aşağı yukarı m. ö. 604 te doğan, muhtemelen arşiv memuru olan büyük Çin ilâhiyatçı ve feylesof. Ne zaman öldüğünü bilmiyoruz; onun hüviyetini yalnız Taoteking adli küçük kitabından istidlâl edebiliriz. Çin’de eski ve yeni zamanlarda en derin mistik sayılabilir.                                              .


LAR : Roma’da, ev ve ateş ilâhı, eve ait olan tarlaların da koruyucusu.


LEİBNİZ, G. W. (1646 -1716) : Alman aydınlatma felsefesinde en büyük şahsiyet. İlmin bütün sâhasmda — matematikten teolojiye kadar — çahşan LElBNİZ, idealistik bir sistem yaratmış, âlemlerde mevcud olan büyük âhengi göstermeğe çalışmıştır.


LEO, İSAURÎOS, (716-741) : Bizans imperatoru olan, 726 senesinde ikon’lan kiliselerden kaldırtan ve bundan dolayı ortodoks kilisenin mukavemetini uyandıran hükümdar.


LOKİ : Eski Jermen mitolojisinde, yansı dev, yansı ilâh olan bir varlık. ODİN’in kankardeşi olan LOKİ, çeşit çeşit şekillerde göze görünüyor : Sinek, kartal, balık, ayı, acuze v.S; Ateş ile sıkı bir münasebeti vardır.


LUTHER, MARTİN : (1483 -1546), 1505 te Erfurt şehrinde rahip olan, üç sene sonra Wittenberg’de .profesörlüğe tâyin edilen Alman re-formatörü, 1517 de doktrinlerini bildirdikten sonra, 1521 Alman imperatorunun huzûrunda akidelerini müdafaa etmiş; resmî kilise ile münasebetlerini kesmiştir, İncil ve Ahd Atik’i Ahnancaya çevirmiştir. LUTHER’in teolojik tasavvurları, kendi tecrübelerinden anlaşılmaktadır. Uzun seneler, iyi amellerle, riyazetle Allah'ın inayetini aradıktan sonra, bu inayetin Allah’ın serbest bir hediyesi olduğunu anlamış ve bu hakîkata binaen, insana, yalnız, ÎSÂ’da tecelli eden üâhî sevgiye güvenip bütün günahlarına rağmen Allah'ın rahmetine itimad etmeyi öğretmiştir. İncil’cle bu "fikirleri âfâyîp bulmuştur. Bundan dolayı, Papalıkta temerküz eden komplike katolik sisteme karşı hareket etmiş, kilisede lâik elemanına ehemmiyet vermiştir.


MAİTREYİ : Upanişadlar’da, bazı yerlerde hitap edilen bir hanım.


MALEAKI: Babil sürgünlüğünden sonra İsrail’de kısa zaman için va’z-larda bulunan bir peygamber.


MANİ (215 - 273) Parth asil âilelerden birinin oğlu olarak Babil’de doğan MANİ, zoroastrik ve gnostik unsurları birleştirip yeni bir dînî sistem yaratmağa çalışmıştır. Pek komplike bir mitoloji vası-tasiyle, insanın, içinde, gizlenilen nur parçalarım kurtarıp tekrar nur dünyasma dönmesini öğretmiştir. Sisteminde hem ZERDÜŞT, hem de BUDDA ve ÎSÂ bir rol oynamaktadır; MANİ, kendisini, ÎSÂ’nın vadettiği paraklet saymıştır. Faal misyonerler saye-sinde, Manikeizm oldukça çabuk Türkistana kadar ilerlemiştir. MANI’nin kendisi ise, zoroastrik muganların teşviki ile tevkif edilmiştir Onun ressam olduğunu söyliyen rivayetler, herhalde, ma-nikeistlerin mukaddes kitaplarım en zarif şekilde süslemelerinden ileri gelmiş olsa gerektir.


MAHAVİRA : (m. ö. 539 - 467) Şimalî Hindistan’da Jaina tarîkatinin kurucusu, veya daha eski sistemlerin reformatörü. Mutlak bir zühd istiyen MAHAVİRA, elbise giymeksizin dilenci rahip sıfa-tiyle dolaşmıştır. Kendisine verilen lâkab, Jaina, «galib, yenen» dir.


MANİKKA VAŞAĞA : (Belki m. s. 8. asır), Tamil dilinde yazan, İlâhîlerini ŞİVA ve KADÎDURGA’ya yönelten şair. Hindistan’da ya-şıyan dinî şairlerin en büyüğü olsa gerektir; İlâhîlerinde, hudud-ları aşan, her şeyi yakan, en kuvvetli renklerle parhyan bir aşk görünmektedir.


MANU : Veda ve Hinduizme göre, dünyanın yaradılışından sonra ilk defa kurban takdim eden insan; bir tufan esnasmda, o zaman balık şeklinde dünyaya gelen VÎŞNIJ/ tarafından kurtarılmıştır. MA-NU’ya atfedilen eser, Brahmanların vazife, hak ve ahlâkından malûmat veren, m. ö. 2. inci asır ile m. s. 2. asır arasında yazdan bir hukuk kitabıdır.


MARK AUREL : Roma’da 161 -180 imperator. Yunanca bir eseri, Stoa felsefesinin ve ahlâkının mükemmel bir örneğidir; çünkü imperator, teori bakımından değil, kendi tecrübelerine göre konuşmak selâhiyetine sahiptir.


MARDUK : Babil şehrinin yer ilâhı ki, o, m. ö. 1950 senesinden itibaren Amuru dinastisinin zaferinden dolayı büyük üâhlar arasmda sayılıp EA’nm oğlu olarak kabul edilmiş ve bu vesile ile Babil panteoun’unun en mühim şahsiyeti olmuştur. Ezelde tiamat ejderini öldüren MARDUK, EA’nm hikmetine iştirak ettiği için üfürükçülerin, tablblerin ilâhı da olmuştur. Ona karşı icra edilen ibadet, yeni Asur devletinin zamanına kadar yaşamağa devam etmiştir.


MARKİON (ölümü takriben m. s. 160), Sinoplu bir adam, PAVLUS’un en sert taraftarı. O, Eski Ah’d’de şerîat ve emirlerden başka bir şey görmemiş, orada faaliyette bulunan İlâhî varhğı fena ve zâlim olarak telâkki etmiştir. Incil’de tecellî eden, sevgi ve merhamet olan ÎSÂ, «yabancı ilâh», Eski Ahd’in ilâhımn zıddıdır. MARKİON, kendme göre LUKA’mn İncil’inden, PAVLUS’un mektuplarından ve Resullerin İşlerinden hususî bir Ahdi Cedid tertiplemiştir. Kilise, merhametsiz bir riyazetle yaşıyan MARKİON’u zındık saymıştır.


MARS : Roma’da harb ilâhı, kendi milletinin koruyucusu, bundan dolayı da tarlaları himaye eden bir ilâh. Mukaddes ayı, halâ onun ismini taşıyan mart ayıdır.


MATRES : («anneler») Keltlerde üçlük şeklinde tasvir edilen ilâheler.


MAYMONİD : (1135 -1204), Ispanya’da büyüyen, sonra Mısır’da tabib olarak yaşıyan büyük Yahudi feylesof ve ilâhiyatçı. Mfşna’yı §<-r-hetmiş, Yahudi akideyi güzel bir sistemde izah etmiş ve bilhassa ARİSTOTELES’in felsefesine Yahudilikte bir yer vermiştir. Halbuki Tevrat’ın an’anesine sâdık kalarak, dünyanın ezelî olmasını muhtemel görmemiş, onun yaradılmış olmasının ihtimale daha yakın olduğunu ileri sürmüştür. MAYMONİD’in eserleri, arap feylesoflarm fikirlerini de garba nakletmeğe yardım etmişlerdir; onlar Yahudiliğin inkişafı için de gayet önemlidirler.


MEHTHİLD, MAGDEBURG’lu : (Takriben 1212 -1280), dominikan tarikatına tertiar olarak mensup olan bu büyük Alman mistik ve şair, ortaçağda mistik yolundan yürüyen kadınlar arasında hususî bir yer almaktadır, «ülûhiyetm akan ziyası» adlı kitabı, nesir ve şiir şeklinde, yeni kelimeleri yaratmaktan çekinmeden, en cesur ifadeleri bile kullanarak, İlâhî aşkın sırrına îma etmektedir.


MELKİSEDEK : Tekvin 14,17 - 20 e göre, Kudüs’te kıral ve kâhin olan, İBRAHİM’İ takdis eden bir zat. Incil’de, İbr. 7, İSA o kâhin - kiralına benzetilmektedir.


MENG-TSE: (372-289), Çin’de KUNGFUTSE’nin doktrinlerini müdâfaa eden ve tazelendiren bir edebiyatçı. Onun eserleri, derin bir insan sevgisini ve geniş bir müsamaha fikrini göstermektedir.


MERYEM ANA : ÎSÂ’nın annesi (Bak Mk. 6, 3; Mt. 13, 35; Res. 1, 14) En eski rivayetlere göre, Marangoz YUSUF’un refikası ve başka çocukların da annesi idi; Matta’ya göre İncil, bakire olarak îsâ’-yı doğurduğunu söylemektedir. Buna dayanarak hıristiyan kilise, onun, hem ÎSÂ’nın doğumundan evvel, hem de bundan sonra bakire olduğunu ileri sürmektedir. Efes konsilinde, kendisine «Allah’ı doğuran» lâkabı verilmiştir; bu sıfatla, ÎSÂ tarafından İcra edilen kurtuluşa muvassıt olarak iştirak etmektedir. İlâhiyatçılar, MERYEM ANA’nm her günahtan masum olup, hattâ aslî suç’a müptelâ olmadığım ileri sürmüşler ve bundan ötürü, ölüme de maruz kalmadığını istidlâl etmişlerdir. — Oldukça erken, MERYEM ANA’ya gösterilen ihtiram liturjide hususî bayramlar, hususî duâ ve İlâhiler şeklinde geniş bir yer tutmuştur; bilhassa şark kilisesi kendisine gayet derin bir hürmet göstermektedir. Protestan kilise, MERYEM ANA’ya ÎSÂ’nın annesi olarak ihtiram etmekle beraber, ona ait bayramların hemen hepsini kaldırmıştır. En eski zamanlardan beri, MERYEM ANA’yı temsil eden resimler, onun şerefine yazılan şiirler bütün kilisede yayılmıştı; keramet gösteren MERYEM heykelleri, MERYEM ANA’nm tecellîleri bilhassa katolik halk dininde gayet büyük bir rol oynamaktadır. — Mistikleri için MERYEM ANA, Allah'ın sözüne itaat eden, Allah’ı kendinde kabul eden kalbin güzel bir sembolüdür.


MİCHİZANE : (847-903), Japonya’da meşhur bir edebiyatçı; ölümünden sonra, ilim ve yazı sanatının ilâhı payesine çıkarılmıştır.


MESSOR : Roma’da hasad toplamasının ilâhı.


MİCHA : ,(m. ö. 700 den evvel), Filistinde kısa bir zaman için yabancı ilâhların perestişi aleyhine tehdit sözlerinde bulunan bir peygamber.


MİKADO : Güneş ilâhesinin torunu sayılan Japonya imperatoru.


MİTRA : Eski indojermenlerde, ışıkla bir münasebeti olan bir üâh. Hindistan’da VARUNA ile beraber bulunan MİTRA, göklerdeki nizamın muhafaza edicisidir; ahd-ü vefanın ilâhıdır. Eski İran dininde en mühim şahsiyet o idi; ZERDÜŞT tarafmdan reddedü-mekle beraber sonraki asırlarda tekrar Zerdüşt dinine sızmıştır. İbadeti, bilhassa şimalî - garbî İran’da icra edilmiş, oradan, başka unsurlar benimsedikten sonra askerler vasıtasiyle Roma’ya gelip Roma imparatorluğunun tâ kenarlarına kadar intişar etmiştir. Burada, kötü devlerle savaşan, mitik boğayı öldüren, bazen güneşle birleştirilen MÎTRA’ya mahsus ibadeti m. s. 4. üncü asra kadar Avrupa’da devam etmiştir.


MOLOK : İsrail’de, muhtelif yerlerde ismi geçen bir ilâh ki, ona, rivayete göre çocuklar kurban olarak takdim edilmiştir.


MONTANUS : (ölümü m. s. 178), Hıristiyanlığın profetik hususiyetlerini canlandırmağa çalışan Frikyah bir zâhid; kilisede o zaman büyük bir rol oynamıyan eski hıristiyan eskatolojik fikirleri onun mezhebinde dinin merkezini teşkil etmiştir.


MUSA : Tevrat’ta Çıkış kitabından itibaren, Mısır’da bulunan Ya-hudüeri Filistin’e götürmeğe çahşan MUSÂ’nın hayatı hakkında az çök lejandh rivayetler bulunmaktadır. Mısır’dan çıkış galiba takriben m. ö. 1250 de vuku bulmuştur. MUSÂ’nın şahsiyeti hakkında hemen hiç müsbet malûmat mevcud değildir; onun büyük eseri, İsrail milletine yeni bir Tanrı mefhumunu vermesidir. Kendisine Tur dağında tecellî eden YAHVE, din tarihinde ilk defa


£0


• tarihe bağlı bir ilâhtır. Bunun için, MUSÂ’yı din tarihinin en mühim şahsiyetlerinden saymamız lâzımdır. Tevrat ise, onun eseri değildir; yalnız ona ait hikâyeler ve tarih boyunca ona atfedüen söz ve emirleri ihtiva etmektedir.


MÜLLER, MÂX : (1823 -1900), .Alman müsteşriki, sonra Ingiltere’de Din bilgileri profesörü. Onun teşviki ile, Şark dinlerinin bütün mukaddes kitap ve ehemmiyetli vesikalarının tercümelerini ihtiva eden Sacred Books of the East adlı kolleksiyon neşredilmiştir. Din tarihi konusu üzerinde yazdığı kitaplarda, geniş bir tolerans kendini göstermektedir.


NABU : (NEBO) Akad mitolojisinde MARDUK’un oğlu sayılan, kültür ve bilhassa yazı sanatım getiren, elinde bir kalem tutarak temsil edilen ilâh.


NAHUM : Galiba m. ö. 620 senelerinde Filistin’e hücum eden Asur kı-rallan aleyhine ses çıkaran bir İbranî peygamber.


NAMTAR : Akad mitolojisinde, bir hastalık devi.


NANAK : (1469 -1538), şimalî Hindistan’da, KABİR’den ilham alarak, mistik yoldan geçen ve dokunaklı beyitlerde vuslat ve Allah'ın vahdetini ifadelendiren bir şair. Onun beyitleri, Siîdı’lerin mukaddes kitabına menkuldür.


NEFTİZ : Mısır mitolojisinde, SETH’in kızkardeşi ve zevcesi.


NEHEMİA : Babü sürgünlüğünden sonra Kudüs’ün tamirine bakan, bilhassa surların inşasını teşvik eden, İrân hükümetinin hizmetinde bulunan bir Yahudi memur. Yaptıkları, Nehemia kitabında anlatılmaktadır.


NEPTÜN : Roma’da deniz ilâhı.


NERGAL : Sümer ve Akad mitolojisinde ilk zamanlarda güneş harâ-retinin ilâhı, aynı zamanda — yeraltı ülkesinin ilâhesini yendikten sonra onun kocası olarak — yeraltı ülkesinin hükümdarı, dev ve güllerin kıralı.


NESTORlUS : (ölümü 451), 428 - 431 İstanbul patriarkı, Efes konsilin-de, ÎSÂ’da mevcud olan iki-tabiat hakkmdaki doktrinleri redde-’ dildikten sonra Mısır’a nefyedilmiştir.


NİÇİREN : (1222 -1281), Japonya’da Buddizm’in en enteresan şahsiyetlerinden biri. Jodo mezhebinde büyümesine rağmen Buddizm’in bütün mezheblerini reddetmiş, halkı tövbeye çağırarak va’zlar vermiştir. Suddharma - Pundarikasutra’dan aldığı fikirlere göre, Budda’nın varlığı mekân ve zamanda mevcud olan bütün olayla.-râ~şamildir. Sert ve müsamahasız tasavvurlarından ötürü, bir kaç defa~hükûmet tarafından tevkif edilmjştirT~                ~~~


NİKOLAUS, MİRA’h : (Ölümü m. s. 350), Azız ünvanını alan, merhamet ve insan sevgisiyle meşhur olan bir episkopos. Anma gününde — 6. Aralık — hâlâ çocuklara hediyeler verilmektedir; ona dair birçok lejandlar halkta yaşamaktadır.


NİNURTA : Sümer ve Akad mitolojisinde fırtına ilâhı, sonra bu sıfatından dolayı harp üâhı şeklinde gelişen varlık. Bazı yerlerde, taş ve nebatların ilâhı da sayılmıştır.


NUT : Mısır’da, gök ilâhesi.


NYBERG, H. S. : (1889), İsveç müsteşrik ve din bügini, Eski Ahid ve bilhassa ZERDÜŞT dîni hakkmdaki kıymetli eserleri ile meşhurdur.


NYÖRD : Jermenlerde, Van adlı ilâhlara dahil bir verimlilik ilâhı.


OBADJA : İsrail peygamberlerinin biri; zamam belli değil; pek kısa vahylerinde YAHVE’nin adalet ve cezasmdan bahsedilir.


ODtN (WODAN) : Jermenlerde, ölülerin ilâhı, sonra büyük büyücü ve mukaddes harflerin üstadı, asîl muhariblerin koruyucusu ve zafer bahşeden bir varlık. İki kargası ile beraber, sekiz ayakh kır •atma binmiş olarak bulutlardan geçtiği tasavvur edilir.


OGÜST : (m. ö. 27 - m. s. 14) Roma imperatoru. En çok sevdiği ilâh APOLLON olan OGÜST, eski Roma âyinlerini canlandırmağa çalışmıştır. Onun genius’una tapınmış, ölümünden sonra kendisi ilâhlaştınlmıştır.


OKKAM : (Ölümü. 1347), İngiliz franziskan rahibi, iskolastikte, AKVİ-NAS’h THOMAS’m muhalifi. Ona göre, imanda «nişin?» diye so-rulmaz, iman ve ilim, iki zıddır.__«Earadoks olduğu için ona ina-mybrum?»


ÖRFE : Trakya’dan gelen bir mitolojik şahsiyet ki, efsanelere göre, güzel besteleri ile vahşî hayvanları büe munisleştirmiştir. Yine esatire göre çıldıran kadınların parçalayıp öldürdükleri ORFE’nin ismine m. ö. 6. asırda ortaya çıkan Orfizm denilen mistik - aske-tik cereyan bağlıdır.


ORİGÎNES : (Takrîben 185 - 254),/'İskenderiye kateket mektebinde KLEMENS’in talebesi. Kendini dînî sebeblerle hadım eden ORÎ-GÎNES, eski kilisenin en~büyük tistâdîanndan bjYidnhalETRini ileTîıristiyan mistiği arasmda bir köprü yaratmış, hıristiyanhğın, bütün insanların dini olduğunu, yalnız insanların muhtelif seviyelerine nazaran ayrı ayıT~şe£iIIgrde göründüğünü söylemiştir. Neöplatonik felsefesine dayanarak, insanâf Azelî ve ebedî İogâs’a kadar çıkmasını öğreten ORİGÎNES, apokatastasis doktrini ile, dünyanın sonunda Allah’tan başka bir şey kalmıyacağını ileri sürmüştür. Aynı zamanda, Keşidelerin neşidesinin sembollerinden istifade ederek mistik aşkı övmüş, Tevrat ve Incil’in metinlerini de dikkatle incelemiş ve birbiri ile mukayese etmiştir. Bütün bu faziletlerine rağmen, 553 te kilise tarafından zındıklar araşma konmuştur, j


OSİRİS : Mısır’da, NİL’in taşması ile ve binnetice verimlilikle münasebetleri olan bir ilâh. Mitolojide, KEB ve NUT’un ilk oğlu, kardeşi SETH tarafından öldürülmüş ve bundan sonra ölüler ilâhı olmuştur. Halbuki aşağı yukarı m. ö. 2700 senesinden beri ölülerin ilâhı sayılmıştır. FİRAVUN, ölümünden sonra OSİRİS oluyor. Asırlarca süren bir inkişaftan dolayı, nihayet her insanın, ölümünden sonra bu ilâhla birleşeceği söylenilmiştir. OSİRİS, esas itibariyle hayvan şeklinde, yahud hayvanın refakatiyle tasvir edilmemiştir; Apis boğası ile münasebeti oldukça geç bir zamana aittir.


OTTO, RUDOLF : (1869-1937). Senelerce Marburg’da İlâhiyat profesörü olan OTTO, (dinin, bütün başka ilim ve tecrübelerden farklı olarak yalnız kendi mahiyetinden anlaşıldığım ileri sürmüş ve bu suretle bütün din bilginliğine yeni bir temel vermiştir. Ulûhiyetin 182


cemal ve celâl tarafım vasıflandırmak iğin, mysterium fascinans ve mysterium tremendum tâbirlerini kullanmıştır. Muhtelif dinlerin mukayesesinde kıymetli araştırmalarda bulunan OTTO, din--lerin birleşmesine yardım etmek maksadı ile «Religröser Mensch-heitsbund» adlı bir organizasyon kurmuştur


OTTO, WALTER F. : (1874), Yunan dini tasavvurlarının en mahir tercümanlarından biri. Kitaplarında, Yunan ilâhlarının mahiyetini mükemmelen izâh etmiştir.


PAN : Yunanistan’da, hayvanların/çobanlann ilâhı (Roma’da FAVNUS)


PAVLUS : Tarsus’ta doğan, hellenistik - Yahudi cemaatma mensup olan, hıristiyanhğm inkişafını hazırhyan havari. Hıristiyanlan şiddetle takip ettikten sonra, ÎSÂ’nm bir vizyonu sayesinde hı-ristiyan olup uzun seyahatlerinde muhtelif milletlerde misyonerlik etmiştir. Kıbrıs ve Pamfiliya, cenubî Anadolu, sonra Suriye, Konya, Yunanistan’dan geçtikten sonra üç sene kadar (50-53) Efes’te kalmış, tekrar Yunanistan’a, ve bir daha Kudüs’e döndükten sonra Roma’ya gitmiş, orada martir olarak ölmüştür. Kurduğu cemaatlara yazdığı mektuplarda, Yahudi şerîatten serbest olan, yalnız ÎSÂ’nm ölümünde peyda olan kurtuluşa güvenen bir dini bildirmiştir. ÎSÂ’nm gelişi ile, yeni aion, ebedî dünya şimdiden gelmiştir. PAVLUS, ÎSÂ’nm büdirdiklerine başka bir şekil vermiştir; onun eserlerinin muhteviyatı, ÎSÂ’da olduğu gibi eskatoloj’k bir tasavvur değil, ÎSÂ’nm kendisi, onun kurtuluş amelidir. Bu sebepten bazı liberal ilâhiyatçılar, PAVLUS’un fikirlerini reddederek İNCÎL’de görünen ÎSÂ tasavvuruna dönmüşlerdir. Halbuki PAVLUS’un mektuplarının, eldeki muhtelif İncillerden daha evvel yazılmış olması dolayısiyle, bu teşebbüsler de pek faydalı bir netîce verememiştir.


PENAT : Roma’da, yemek dolaplarmm ve mahzenin ilâhları; evin ocağı ile bir münasebetleri mevcud olduğu için Roma devlet âyinlerinde VESTA mabedinde onlara da yer ayrılmıştı.


PERSEFONE : Yunan mitolojisinde, ZEVS ile DEMETER'in kızı, HA-DES tarafmdan kaçırıldıktan sonra yeraltı ülkesinin kıraliçesi-dir. Onda, verimlilik ve ktonik ilâhelerin bir birleşmesi görünmektedir.


PETRUS : (KEFAS, yani «Kaya»), SİMON adlı bir balıkçı, ÎSÂ’nın ilk havarilerinden biri. Matta 16,18 e göre, ÎSÂ kendisi için kurulacak kilisede hususî bir yer verip «Sen, üzerinde kilisemi kuracağım kayasın» demiştir. Bu söze, Roma kilisesi hakkını dayanmaktadır. Rivayete göre, ÎSÂ, kıyanımdan sonra ilk olarak PET-RUS’a görünmüştür. (1. Kor. 15,5). O, Kudüs’te teşekkül eden hıristiyan cemaatın reisi idi. Onunla PAVLUS arasında bir zamanlar bir muhalefet çıkmıştır; çünkü PETRUS, Yahudi an’ane-lerini daha fazla muhafaza etmek istemiştir. Halbuki o da, PAVLUS gibi, Roma’ya gitmiş, martir olmuş, rivayete göre PAV-


• LUS ile aynı günde öldürülmüştür.


PLOTİN : (Takriben 205-270) Mısırlı; Roma’da okumuş, hem EFLÂ-TUN’un, hem de STOA’nın felsefesi ile meşgul olan büyük bir mistik feylesof. Bir olan Allah’tan nus vasıtasiyle çıkan, tâ maddî dünyaya kadür~mehlruhtekrar_ menşeine çıkmafidir? Ruhu mutlak olanla birleşen vecid, PLOTİN’e hayatında dört defaTna-sip olmuştur. Mistik felsefesini, Ennead’larda izah etmiştir.' Onun, hem garb, hem şarkta bütün Ortaçağda icra ettiği tesir hayrete şayandır.


Plotins Enneaden, tere. H. Fr. MÜLLER, 1878 -1880.


POSEIDON : Yunanistan’da bütün suların ilâhı, sonra bilhassa deniz ilâhı. Onun mukaddes hayvanı at olduğundan, onun şerefine hususî bayramlarda at yarışmaları icra edilmişlerdir. — Roma’da, ona müşabih ilâh, NEPTUN’dur.


PRAJAPATÎ : «Mahlûkatın rabbi», Brahmanism’de dünyayı yaratan, insanlara çocuk veren bir İlâhî varlık. Bildiğimize göre, onun ibadeti büyük bir rol oynamamıştır; bu ibadet üâhiyatçıların yarattıkları bir mefhum idi.


PROMÎTOR : Roma’da, buğdayı mahzenlerden çıkarma ilâhı.


PTAH : Mısır dininde, Menif şehrinin ilâhı, san’atkârlarm ve esnafm koruyucusu. Onun mukaddes hayvanı, Apis boğası idi.


PİTAGOR : (Takriben m. ö. 532), büyük bir matematikçi, sayılar teorisinden başka musikiyle de meşgul idi. Tenasüh fikirlerini Yunanistan’da neşretmiş ve feleklerin, yıldızların âhenkli rakıslan üzerinde durmuştur.


RADA : Hinduizm’de KRİŞNA’nın hakikî sevgilisi, Allah’ı seven ve onun tarafmdan sevilen kalbin bir sembolü.


RAMA : Hinduizm’de VİŞNU’nun bir tecellîsi; prens olan RAMA, zevcesiyle 14 sene memleketinden uzak kahp bu arada çok müşkül muharebeler geçmeğe mecbur olmuştur. O da, Bhakti mistiğinin bir ülküsüdür. KAHIR, BAMA ismini Allah ismi olarak kullanmaktadır.


RAMAKRÎŞNA : (1834 - 1886)Hinduizm’de son asırda meydana çıkan en cana yakın şahsiyet. Her kadında, üâhî annenin bir tecellîsini _gören RAMAKRÎŞNA, Hind mistiğinin pek tipik bir mümessilidir. Bütün iradesini İlâhî iradede erittikten sonra, dinlerin esash birliğine ima ediyor : «Var oluş, bilgi ve saadet olan Bir, bazılar tarafından Göd,~bazılar tarafından Allah, bazılar tarafmdan Ha-ri, bazılar tarafmdan brahma diye isimlendirilir.»


ROMAİN ROLLAND, La v:e de Ramakrishna. Paris 1929.


RAMAN : Babil’de bir rüzgâr ve fırtına ilâhı, çok defa ADAD’la birleştirilmiştir.


RAMANUJA : (Ölümü takriben 1138). Vedanta felsefesinin ikinci büyük mümessili. Ona göre, BRAHMAN ismile vasıflandırılan İlâhî varlık, bütün iyi sıfatlan içinde~lâşîy3r~v:e~billîâ~ssâ~~aüşünmekie muttasıftır. Onun~için BRAHMAN’dan çıkan âlem bir hayal, bir maya değüdir, bir realiteyi haizdirZ_Bu suretîe?~halk ibâdetinde bir rol oynıyan ilâhların perestişme ve bilhassa bhakti mistiğini Vedanta felsefesine—sızdırmıştır.               ------- ~"


RE : Mısır’da güneş ilâhı, memleketin ilk millî ilâhı; On teolojisine göre, bir ilâh dokuzluğunun en yüksek ilâhıdır.


REPARATOR : Roma’da toprağın sapanla ikinci defa yarmasmm ilâhı.


ROHUS, Aziz: (Takriben 1295-1327), katolik kilisede halkı vebaya karşı koruyan bir azîz.


ROLLE, RİCHARD : (1290 -1349), ilk İngiliz mistiği. Oksford’da tahsil ettikten sonra inzivaya çekilmiş, franziskan mistik duygusunu ifade etmiş ve felsefî sistemlere değil, hayatta lâzım olan mistik temrin ve tecrübelere kıymet vermiştir.


RUYSBROEK, JAN DE : (1293-1381), Belçika’da yaşıyan, mistik terbiyesini ECKHART’tan alan ve onun fikirlerini geliştirip rûhâni hayata tatbik eden büyük bir mistik. Eserlerinde, san’atkârane tertiplendirilmiş merhalelerden vuslata giden yolu göstermiş, ECKHART’m talebesi olarak ulûhiyetin, derinliği idrak edilemi-yecek esrarı üzerinde durmuştur. Şimalî - garbî Avrupa’da mistik cereyanlar onun sayesinde pek kuvvetli olmuştur.


RUDRA : Veda’Iarda bir fırtma ve hastalık ilâhı ki, ondan, Hinduizm’-de ŞİVA inkişaf etmiştir.


SAMUEL : İsrail’de kıralhğm te’sîs edilişinde pek büyük faaliyet gösteren bir şahsiyet. Ona dair malûmat, Eski Ahid’de I. ve n, Sa-muel kitaplarmda yazılmıştır.


SAOŞYANT : ZERDÜŞT dîninde, dünyanın sonunda bir kızın ZER-DÜŞT’ün spermasından doğuracağı kahraman, ki iyi ve kötü prensip arasındaki mücâdelenin son safhasmı iyilerin zaferi ile bitirecektir.


SARA : ÎBRAHİM’in zevcesi, İSHÂK’m annesi.


SAUL : İsrail milletinin, aşağı yukarı m. ö. 1000 senesinden itibâren hüküm süren ilk kıralı.


SCHMİDT, P. WİLHELM : (Ölümü 1954), Katolik din bilgini. Eserlerinde, dünyada en iptidaî milletlerde bir monoteizmin mevcud olmasını ispat etmeğe çalışmış ve bu hususta pek enteresan malûmat toplamıştır.


SCHOPENHAUER, ARTUR : (1788-1860), 19. uncu asrın en kuvvetli feylesoflarından biri ki, Hind fikirlerinden ilhâm alıp hem N’rvana hem de Upanişadlann umumî birlik mefhûmunu benimsemiştir.


. SCHLEÎERMACHER, FRİEDRÎCH DANİEL : (1768-1834), Berlin’de lutheran papaz ve profesör. «Din hakkındaki konferansları» ve başka eserleri ile 19. uncu asrın dînî hayatında derin bir tesir bırakmıştır; dinin psikolojik taraflarmı belirtmeğe çalışmış ve dinin mahiyetini «mutlak bir merbutiyet,» olarak tavsif etmiştir. Mistik fikirleri ile karışmış olan derin ve güzel teolojik sistem,


bugün bilhassa dialektik teoloji tarafından, fazla sübjektif olduğu için, reddedilmektedir.


SCHWEÎTZER, ALBERT : (1875), zamannmzm en şayanı hayret insanlarından biri. Esas itibariyle ilâhiyatçı olan ve bu sıfatiyle, ISÂ’nın eskatolojik va’zmı gösteren «Geschichte der Leben - Jesu -Forschung» adlı kitabında.son aşırların ÎSÂ hakkmdaki fikirlerini belirten SCHWEÎTZER, tıp ile de meşgul oldu, 1913 den iti-bâren Orta Afrika’da hastahaneler kurmuş ve oradaki zencileri ,            maddî ve ma’nevî bakımdan kuvvetlendirmeğe çalışmakta; «Ha


yata karşı hürmet» sözleriyle teksif edilen ahlâk felsefesini kuvveden füle çıkarmağa uğraşmaktadır. Aynı zamanda, zamanımı-zm en iyi musikinas ve org çalanlarından biridir.


SEHMET : Mısır’da, aslan başh bir harp ilâhesi; PTAH’m zevcesi.


9-


SEMELE : Yunan mitolojisine göre ZEVS’in bir maşukası, DİONİSOS’-un annesi. HERA’nm kıskançlığından dolayı ZEVS onu ateşle yakmıştır.


SENEKA (m. ö. 4- m. s. 65) Stoa felsefesine mensup bir Romalı feylesof. Hayatı, bir ölüm hazırlığını sanmış, tabiat kanunlarına mutâbık yaşıyan insanlardan, daima yardıma hâzır olan umumî bir merhamet talep etmiştir. Eski Hıristiyanlığa da tesirler bırakmıştır.


SERVET, MlCHAEL: (Ölümü 1554). Teslîs akidesini itiraf etmediği için Geneva’da CALVİN’in emri üzerine ateşle yakılmıştır; o, protestan inkvisizyonun ilk kurbanlanndandır.


* SERAPİS : (OSİRİS ve APİS BUĞA), ptolomaik devrinde hellenistik tesirler altında Mısır’da husûle gelen, şarka ve garbe intişar eden bir ilâh birleşmesi. Onun yanında, yine İSÎS bulunmaktadır; OSİ-’             RİS’ten tevarüs edilen bir hususiyeti, ölülerin hükümdarı olma


sıdır.


SETH : Mısır mitolojisinde, kardeşi OSÎRÎS’i öldüren ilâh.


SİDDARTA : BUDDA’nın ismi. f


SÎMEON, (YENİ TEOLOG) : (949-1022), İstanbul’da rahip olan, son-9              ra nefy olunan mistik şair. Şark kilisesinin en kuvvetli şairi olsa


gerektir. Vecidde İlâhî nuru görmüş, onun güzelliğini şürlerinde


187


ifadelendirmeğe çalışmıştır. İlâhî aşk ile dolu olan SİMEON, şiirlerinde bilhassa insanın Allah’la birleşmesinden, vuslatın ve inşam takdis eden inayetin sırrından bahsetmektedir.


N. STETHATOS : Un grand mystigue byzantin. Vie de Symeoıı le Nouveau Theologien, Texte grec ... et trad française. Roma 1928. KİLÎAN KİRCHHOFF, Licht vom Licht. (SİMEON’un İlâhîlerinin Almanca tercümeleri).


SİMSON : Hâkimler 13; 15; 16 ya göre, İsrail’in büyük hâkimlerinden biri. Onun kuvveti, saçlarında bulunuyor; belki tabiat kuvvetinin ve bilhassa güneşin bir şahıslandınlmasıdır.


SİN : Akad dininde, ay ilâhı, yıldızlara bağh olan büyük üçlüğün en mühimini. Bütün âlemin padişahı olduğu gibi, güneşi ve yıldızlan da doğurmuştur : —ŞAMAŞ ve İŞTAR onun çocuklandır—. İlâhîlerde, kaim boynuzlu bir boğaya, bir kayığa veyamavi sakallı bir adama benzetilmektedir. Onun ibadetinin merkezi, Ur şehri, sonra da Haran şehri idi. Yemen’de oturan Sami aşiretlerde de, bu ay ilâhı en önemli yeri tutmuştur.


SÖDERBLOM, NATHAN : (1866 -1931) İsveç’in büyük din adamı ve âlimi. Paris’te papaz olduktan sonra 1901 senesinde Uppsala Üniversitesinde, 1912 de Le’pzig’de profesör olmuş, 1914 te, İsveç Arkepiskoposu seçilmiştir. Ayrılmış olan kiliseleri birleştirmek maksadiyle, 1925 te Stockholm’da büyük bir kilise toplantısı tertip etmiştir. Müteaddid resmî vazifelerinin yanında, din bilgisi sâhasırda bir çok kıymetli kitaplar da yayınlamıştır; bilhassa «Has Werden des Gottesglaubens» 1914 (dinin asimi üç unsurda araştırmaktadır: Mana’ya inanış, Animizm ve Yüksek Tann’ya inanış) Dinlerin mukaddes kitapları, LUTHER’in teolojisi, eski Iran dini v.s. hakkında eserleri mevcuddur; ölümünden sonra, Der lebendige Gott adlı, muhtelif dînî şahsiyetlerin iç tecrübelerini t; hlil eden bir kitabı FRİEDRİCH HEÎLER tarafmdan neşredilmiştir.


SOFOKLES . (496 - 406) .Yunanistan'ın büyük' dram yazan. Eserlerinde, kısmetin değiştirilmez kuvvetini, insanın bu husustaki zayıflığını göstermiştir.


K. REİNHARDT, Sophokles. 1948


SOKRAT : (469- 399) Yunanistan'ın büyük felsefe üstadı. Şahsiyeti, yalnız EFLÂTUN’un eserlerinde görünmektedir. Kuvvetli nir iç sesinin emirlerine uyarak hareket eden SOKRAT, vatandaşlarında sual ve konuşma vasıtasiyle ahlâk duygusunu, hakîkata susuzluğu uyandırmakla meşgul idi.


SOL İNVİCTUS ELAGABAL : Sami memleketlerden gelen bir BAAL ile MİTRA arasındaki birleşmeden ileri gelen, bir ilâh. Takriben m. s. 270 de Roma’ya getirilmiştir. ,


SOMA : Hindistan’da, Veda’larda medhedilen, ölümsüzlük veren mukaddes kurban şarabı, kendisi de ilâhlaştırılmıştır.


SOZİNİ, LELİO VE FAUSTO : (16 inci yüzyıl) Teslîs’i kabûl etmiyen iki İtalyan hukukçu.


SRAOŞA : Zoroastrizm’de, «İtaat, doğru dinleyiş» ma’nasını taşıyan bir İlâhî varhk.


STEİNER, RUDOLF : (1861-1925), Theosof, sonra da 1913 senesinde Antroposofik cemaatın kurucusu ki Hind fikirlerini, hıristiyan unsurlarını ve GOETHE’nin muhtelif tasavvurlarını birleştirmeğe çalışmıştır. Kendisi, enteresan rûhâni tecrübelerden geçmiştir; tarafdarlan kendisine hemen her sâhada yeni ve hayatı iyileştiren bilgiler atfetmektedirler.


STERKULÎNUS : Roma’da tarlaları gübreleme ilâhı.


ŞUBRİATOR : Roma’da yabanî otlan söküp atma ilâhı.


SUSO (SEUSE), HEİNRİCH : (Takriben 1295-1366), cenubî Almanya’da yaşıyan bir dominikan rahibi. ECKHART’m yanında tahsü etmiştir ama, onun mistiği, ECKHART’ınkinden daha yumuşak, daha şahsî bir ilâh mefhumunu göstermektedir. Bilhassa MER-YEM ANA’ya ve onun birer sembolü_olan_ her kadına......österdi-


ğThürmet memurdur. <<Ebedî hikmete aid kitapçık» adlı en meşhur eserinde, İlâhî hikmet ile vâki olan mistik konuşmalardan bahsetmektedir.


SÜLEYMAN : DÂVUD’un oğlu, 10 uncu asırda İsrailin kıralı (Bak 2. Sam. 6-20, 1. Kırallar). Bütün kuvvetlerini kültürel ve ticarî amellere veren SÜLEYMAN, Kudüs’te binâ ettirdiği mabed sayesinde şöhret kazanmıştır. Onun saltanatında, İsraü milleti en refahlı günlerini görmüştür. Kültürel yaşarılan gözönünde tutarken, halkın, muhtelif zamanlara ait hikmet sözleri, şiir, mez-mur ve daha başka kıymetli eserleri kendisine atfetmesi şayanı hayret değildir.


ŞAMAŞ : Eski sâmî güneş ilâhı ki — bilhassa Akad mitolojisinde — ay ilâhının bir oğlu olarak telâkki edilmiştir. ŞAMAŞ, her şeyi gören adâletli hâkim, kanunları büdiren ilâhtır.


ŞAN - Tİ : Eski Çin’de, gök hükümdarı.


ŞANKARA : (Bazen ŞANKARAÇARYA, Üstâd ŞANKARA; ölümü takriben m. s. 820) Vedanta felsefesinin ilk ve en büyük mümes-süi. Upanişadlan şerhederken advaita doktrinini geliştirmiştir : hakikî varhk, yalnız BRAHMAN’dır; bu dünya onun bir hayalidir. Bu hakikati igten bilen ârif, ölümünden sönrâ~BRA'HMAN ilebirlesecekTOrınsara’dalTkurtulaeaktTr?


ŞANKARA, Upanişadlarm felsefesini son neticelerine kadar getirmiş ve mistiğin son hududuna kadar ilerlemiştir.


ŞAPUR I : (241 - 272) İran imperatoru.


ŞEARYAŞUB : İŞAYA’nm bir oğlu; ismin ma’nâsı, İŞAYA’nın ümidini ifadelendirmektedir «Bir kalıntı tövbe edecektir.».


ŞİNRAN : (1173 -1263), Mahayana Buddizmine Japonya’da yeni bir şekil veren, Jodo mezhebinin hususiyetlerini daha vâzıh bir surette belirten reformatör. İnsanın kurtuluşu iğin yalnız AMİDA’-ya inanış lâzımdır. Eski rahip an’anesini bırakarak 12Ö3 senesin-de evlenmiştir. İlâhileri ile itikadları halk arasmda yayılmıştır


ŞİVA : Hinduizm’de tahrib edici .rakkas, zâhid, mor boğazlı ilâh, büyük üçlüğün üçüncü-kısmı. Tevlit edici olduğu için Linga şeklinde temsil edilmektedir.


TAGORE, RABİNDRANATH : (1861-1941), Eski bir Brahmân ailesinden gelen, babası Brahmo - Samaj hareketine iştirak eden TAGORE, Bengal dilinde pek sanatkârane şiirleri ile, şark ve garb dünya görüşünün âhenkli bir sentezini yaratmağa-uğ-rasmıştır. Hind zahid emirierinibertaraf eden, tabiat güzelliğinde Allah'ın güzelliğine tapan, aşk ye şeyinçJ3İldiren TAGORE, şairane ve dünyaya yakın olan mistiği sayesinde garp’ta Hindistan’a çok dostlar kazandırmıştır.


TALES, MİLETLİ : (m. ö. 640 - 548), Yunan tabiat feylesoflarmdan biri; ona göre, dünyanm yaradılışında en büyük rol oynıyan prensip, sudur.


tj


TAMMUZ : (Sümer DUMUZİ) eski Şark dinlerinde IŞTAR’ın maşûku olan, genç bir çoban ilâhı. Merasim ve mitlerde, onun ölüp yine hayata kavuşması temsil edilmiştir.


A. MOORTGAT, Tammuz. 1949.


TAULER : (Takriben 1300-1361), dominikan tarîkatine mensup, ECK-HART’in talebesi olan bir mistik. ECKHART’tan daha fazla mistiğin hayata tatbik edilmesi, mistik va’zları ile meşgul olmuş ve garbi Almanya’da kuvvetli bir mistik hareket uyandırmıştır.


TEKATLIPOKA : Azteklerde öldürücü güneş hararetini şahıslandıran, insan kanma susayan gayet korkunç bir İlâhî varlık.


TERESA DE JESU : (1515 -1582) Karmel tarîkatinin büyük reforma-törü. Ispanya’da yetişen mistikler arasında, bu hatun en büyük rolü oynamıştır. Yazdığı eserlerinin yanmda, manastırda gördüğü harikulâde iç tecrübeleri ile, tarîkatin reformünü yorulmaz bir faaliyet ile icra etmiştir. Eserlerinden, mistik duânın dört derecesine dair fikirleri gayet mühimdir; ruhun çıkışım da derin bir psikolojik bilgi ile anlatmıştır. Viziyonlarmda, İlâhî aslan ya-nan oku ile vurulmuştur. Şüphesiz ki, mistikle Allah arasında vâ-kToîân <<büyük~könuşma», yani vecde getiren duâ, hıristiyan mistikte onun yaptığı kadar güzel tasvir edilmemiştir.)


TERSTEEGEN, GERHARD :  (1697 -1769), garbi Almanya’da yaşıyaıı


bir dokumacı; Fransız kvietistlerin eserlerini tercüme edip vatanında tanıtmıştır; mistiklerin biografyalarım da neşretmiştir. Halbuki en önemli eseri, İlâhîleridir. Şirin, sâkin ve huzurla dolu şiirleri hâlâ protestan kiliselerinde okunmaktadır.


TERTULLİAN : m. s. 2. asnn sonunda faaliyette bulunan bir hıristiyan edebiyatçı. Hukuk ve felsefe sâhalarında çalıştıktan sonra kiliseye dokunan hemen her meseleye dair risaleler neşretmiş, lâtin dilinin pek mantıkî formüllerinden istifade ederek teslis ve ÎSÂ hakkında kat’î ve değiştirilmez mefhumlar yaratmıştır. Lâkin hıristiyanhğın ahlâkî emirlerini o kadar sert bir şekilde ileri sürmüştür ki, neticede resmî kiliseden ayrılarak MONTANUS’un mezhebine katılmıştır.


THALLO : Yunanistan’da verimlilik veren, çocukları büyüten ilâhe.


THOMAS, AKVİNAS’h: (1225-1274). 1243 dominikan tarîkatine inti-sab eden, Paris ve Almanya’da okuyan THOMAS, Ortaçağ’ın en büyük iskolâstik ilâhiyatçısı sayılmaktadır. /ARİSTOTELES’iıı fikir ve bilhassa mantığım benimsemek suretiyle kilisenin doktrinlerine felsefî bir temel kurmuştur. İmân ve aklî bilgi birbirini tamamlamaktadır; inayet, insanın tabîaîînî~mahV~etmiyor7~öhu kemâlleştiriyor. THÖMAS’tâ günahların bağışlanması üzerinde değil, tabîatin mayet vasıtasiyle tamamlaştırılması üzerinde du-rulmaktadmTedkijîkşîsteminîTSÛmmâTffieoIöğîaedirbüyü'lrese-nnde”(skolastik metodlara göre îzâh etmiştir; hıristiyan olmıyan-ları ve bilhassa müslümanlan Hıristiyanlığa döndürmek maksa-diyle, şumnıa contra gentiles’i yazmıştır. Onun yarattığı teolojik sistem, katolik kilisede hâlâ büyük bir yer tutmaktadır./ M. GRABMANN, Thomas von Aquin. 1926.


THOMAS A KEMPIS, (1380-1471), HollandalI rahip. Onun, rahiplere tahsis ettiği, İmitatio Christi adlı kitab hâlâ katolik' halkta okunmaktadır.


THUM : Mısır’da, On’daki güneş ilâhiyatçılarına göre, güneşin akşam vakti aldığı ad.


TİEN : Çin’de, ilâh sanılan gök.


TOR (DONAR) : Jermenlerde çekiç’le tasvir edüen, kuvvetli ve biraz kaba fırtına ilâhı. Romalılar onu kendi JUPİTER’lerine benzetmişlerdir; aslen her halde Hindistan’daki ÎNDRA’ya benziyen bir ilâhtır. Jermen mitolojisinde oldukça büyük bir rol oynıyan TOR’- un mukaddes günü, perşembedir (Donnerstag, thursday).


TOT : Mısır’da, yazma san’atımn ve ilmin ilâhı ki, ölüler muhakemesinde yazıcı vazifesini temsil eder ve ölülerin amellerini yazar.


TSONG - KAPA : ' (1357 -1419), Tibet’te Lamaism’in reformatörü.


TUDSİ DAS : (1532 -1623), Hindistan’da, ekseriya Benares’te yaşıyan mistik şair. RAMA’ya dair eserinde, dokunaklı beyitlerle inşam kurtaran aşk ve RAMA’ya güvenişi anlatmıştır; onun eseri, hâlâ Hindistan’da çok sevilmektedir.


TYLOR, EDWARD BURNETT : (1832 -1917), İngiliz etnolog ve antropologu. Din tarihinde, Animizm teorisini ileri sürmüştür.


TYR (ZtU) : Jermenlerde harp ilâhı ve yargıç, kılıçla savaşan bir kahraman. Romalılar, onu MARS’la mukayese etmişlerdir. Onun mukaddes günü, sah günüdür. (D'enstag, tuesday).


UDDALAKA : Upanişadlarm feylesoflarından biri.


URANOS : Eski Yunan mitolojisine göre, gök ilâhı, GEA’nın kocası, titanların babası; kendi oğlu KRONOS (zaman ilâhı) tarafından hadım edilerek azlolunmuştur.


UŞAS : Veda’larda şafak ilâhesi; gök kapılarını şuaları ile açar.


VAFTÎZCİ YAHYA : (Bak. Mr. 1,1-8; Mt. 3,1-12; Luk. 3,1 -20) Erden çölünde tövbeye çağıran vâiz. Eski İsrail peygamberleri gibi, âyinleri beğenmemiş, tevbihlerde bulunmuştur. Erden sularında icra ettiği vaftiz, insanlara gelecek kıyamette muvaffakiyet verecekti.Hiikûmet tarafından idam edilmiştir.


VALKÜR : Jermenlerde harb perileri, ölü kahramanlan muharebeden sonra ODİN’in hisarına götüren kızlar.


VAN’lar : Jermenlerde, verimlilik ve doğurganlıkla alâkadar olan, bilhassa şimalî - şarkî mmtakalarda bir rol oynıyan ilâhlar; onların en önemlileri, NYÖRD,FREYR ve FREYA dırlan Bir ibadet merkezi, Uppsala şehri idi.


VÂRUNA : Veda’larda, dünyanm nizamını koruyan, yargıç ve kıral olan, muhteşem, sihir bilen, günahları cezalandmp affeden Rabb.


VENÜS : Roma’da güzellik, ve aşk ilâhesi.


VERKUAKTOR : Roma’da toprağı sapanla ilk defa sürmenin ilâhı.


VESTA : Roma’da ocak ateşinin ilâhesi (bak. Yunanistan HESTİA). Onun ocağı, Roma devletinin merkezi sayılmıştır. VESTA’ya takdis edilen kızlar, husûsî tabu emirlerine tâbi idiler.


VÎŞNU : (Hinduizm’de bulunan teslisin ikinci şahsı, muhafaza edici ve arasıra bir kısmını dünyaya indiren ve bu suretle devleri yenen, mavi renkli ilâh. Halk VÎŞNU ve onun avataraları olan RAMA ve KRİŞNA’ya karşı derin ve sıcak bir sevgi duymaktadır.)


VİŞTASPA : ZERDÜŞT’ün dinine ilk olarak iştirak eden kıral.


VÎVEKANDANDA : (1862-1902), (RAMAKRÎŞNA’nm talebesi; onun fikirlerini garbda tanıtmak maksadiyle uzun seyahatlar yapmıştır. Vedanta felsefesi ona göre, dünyanın en mükemmel dinidir ve her yerde kabul edilmeğe şayan fikir sistemidir.)


VULKANUS : Roma’da ateşin ve demircilerin ilâhı.


WAGNER, RÎCHARD : (1813-1883), Alman bestekâr; operalarında eski Jermen mitolojisinden parçaları canlandırmağı denemiş, bazen de buddist fikirlerinin te’sirleri altında kalmıştır.


WENNOFER : Mısır’da OSÎRİS’in bir ismi.


YAHVE : İsminin telâffuzu belli olmıyan, îsraü milletinin ilâhı. Mukaddes ismini suüstimal etmemek için onu oldukça geç «adonay» «Rab» kelimesinin harekeleri üe okumuşlardır ; böylece YEHOVA olmuştur. Aslî isminin izahı, Çıkış 3,14 de verilmektedir : «BEN OLANIM» (hyy «olmak» kökünden) Midyan kabîlenin bir aşiret üâhı, yahud Tur dağında yerleştirilen bir fırtına ilâhı olan Yah-ve, MUSÂ’nm zamanından beri tarihte faal ve müessir olan, İsrail ile merbut bulunan tek hakikî ilâh şeklinde kendini göstermiştir.


YAKUB : îsraü miüetinin atası, ÎSHAK’ın oğlu, YUSUF’un babası, tipik bir çoban. Ona dair hikâyeler, Tekvin’in muhtelif yerlerinde anlatılmaktadır; en mühim noktalar, BETH’EL’de gördüğü viziyon (28, 11) ve İlâhî bir varlıkla güreşidir (32, 23).


YAMA : Hindistan’da ölümü gören ilk insan. Bundan dolayı ölülerin kıralı ve âhirette hâkim olarak tasvir edümiştir.


YANUS : Roma’da kapının, sonra da âilenin ilâhı. İki başlı veya iki yüzlü YANUS, devlet âyinlerinde de yer almıştır. Onun mukaddes ayı, senenin başlangıcı olan ocak ayı (Januar, Janvier) dir.


YEHUDA HALEVÎ : (1085 -1141 den sonra). Ortaçağ’da müslüman Ispanya’da çiçek açan yahudî felsefe ve şür san’atmın en mâhir mümessüi. Toledo şehrinde - doğari HALEVİ, Arap edebiyatının kaidelerini İbranî şürine tatbîk etmiştir; sütlerinde, atalarının vatanı olan Kudüs’e duyduğu hasreti, (Sion şiirleri), Yahudiliğin kederlerini anlatmış, Filistin’e gidince yazdığı «deniz şürleri» nde, tabiatın heybetini ifade etmiştir. Aynı zamanda iyi bir feylesof idi; al- Hazarı adh kitabında, İmâm GAZZÂLİ’nin tesiri altında muasır felsefeyi tenkîd edip, dinin sırrını Allah’la beraber yaşamasında görmüştür; Allah hakkıhdâla''bilği7VlinV5Imâk'fan uzak kalır.                                                          ~~


YEREMİYA : (Takriben m. ö. 650 - 577 den sonra). İsrail peygamberlerinin en büyüğü. Gençliğinde bile Allah'ın sözünü dinliyen (1,10), aşağı yukarı 627 senesinde ilk defa vahylerini bildiren YEREMİYA, yabancı Baallere gösterilen perestiş aleyhine savaşmıştır. Kıral YOŞİYA’nm reformlarından sonra bir zaman susmuş, 612 den itibaren tekrar va’zetmeğe başlamış, bundan sonra kıral ve kâhinler tarafından takip edilip çöle çekilmiştir. Babil orduları yaklaştıkları zaman, kiralın bu milletle mevcud olan ahde sâdık kalmasını talep etmiş ama muvaffak olamamış; kavmi-nin en büyük kısmı Babil’e götürüldükten sonra bir kaç vatandaşı ile beraber Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır. YEREMİYA’mn hususiyeti, pek şahsî bir ifade, gayet müessir duâlar, sonra da birçok sembolik amellerdir. Onun sözleri, bir arkadaşı tarafmdan yazılmıştır. O, sonraki îsrâilî takva ve dinî şürler üzerinde pek derin bir tesir bırakmıştır.


YOŞİYA : 639 - 609 Yehuda’nın kıralı. 622, kâhinlerin teşviki ile ibadeti yabancı unsurlardan temizletmiş, âyinleri, eskisi gibi, Kudüs’teki mabed’de temerküz ettirmiştir. 609 da Mısır Firavnuna karşı muharebeye çıkarken öldürülmüştür.


YOŞU : Musâ’mn hademe ve halifesi. Onun ismini taşıyan kitab, bap 1 -12 de Erden mmtakasmm fethini, 12 - 34 bu toprakların paylaştırılmasını anlatmaktadır, Yoğu kitabı, tam Tevrat gibi, yah-viştin ve elohistin redaksyonlarım göstermektedir.


YUHANNA (YAHYA) : Rivayete göre, ÎSÂ’nm en çok sevdiği havari. Galiba Kudüs’te martir olarak ölmüştür. Kendisine atfedilen, In-cîl’in en mistik kısmını teşkil eden eserler hakikatte ona ait değildir.


YUNO : Roma’da, kadınların hayat kuvveti; sonra YUPİTER’in zevcesi sıfatiyle «mutlak kadın».


YUPİTER : (Dyaus piter, nur pederi), Roma’da gök ilâhı; gök gürültüsü ve yağmurun sahibi odur. Aynı zamanda adâlet ve ahdin de ilâhıdır.


YUSUF : Rivâyete göre YAKUB’un oğlu; onun hikâyesi, Eski Ahd’in en güzel parçalarından biri olduğu gibi, Kur’ân’da da hikâyelerin en güzeli olarak tavsif edilmektedir.


ZAKARYA : (m. ö. 520 - 516), Babil sürgünlüğünden sonra, mabedin binasına ehemmiyetle işaret eden, muhtelif vahylerini büdiren bir İsrail peygamber.


ZEFANYA : Takriben m. ö. 625 Kudüs’te bulunan, eskatolojik va’zlar veren, tövbe ve huşu talep eden bir İsrailli peygamber.


ZENON : (336 - 264) Stoa felsefesinin ilk mümessili.


ZERDÜŞT (ZOROASTER) : m. ö. 6 mcı asırdan evvel monoteistik bir dini İran’da yaratmağa çahşan peygamber. Onun en mühim vahyi, herhalde «Boğa hakkmdaki gatha» da muhafaza edilmektedir; o zamandan beri, iyi prensipi temsil eden AHURA MAZDA’nın faaliyetini müşahede etmiştir. İlk tarafdarlarmı Sırdarya mınta-kalarmda bulmuştur. Hususî hayatma dair hbmen hiç bir malûmat elde edilemiyor.


ZERVAN : Eski İran dîninde ve ZERDÜŞT’ten sonra husûle gelen bir cereyanda, zaman ilâhı; erkek ve kadın prensipi, doğurduğu ikiz AHURA MAZDA ve AHRIMAN’de peyda olan iyi ve kötü prensipi de taşımaktadır. Zerdüşt dininde yer bulmamıştır.


ZEVS : Yunan mitolojisine göre, KRONOS’un oğlu. Nurlu bir gök ilâhıdır, fırtına ve yağmurla da ilgilidir. Gittikçe bütün İlâhî sıfatları benimsiyen, birçok yabancı ilâhlarla birleşen en yüksek ilâh


oluyor; feylesof ve şairlere göre, dünyayı tanzim eden prensip, yegâne realite odur.                ’


A. B. COOK, ZEUS. Cambridge 1914.


ZWİNGLl, HULDRYCH : (1484-1531), İsviçre’li reformatör. Huma-nistik, geniş ruhlu bir adam, LUTHER’den fazla akla dayanan, insan tabîatinin bazı iyi noktalarını da itiraf eden ZWÎNGLİ, ev-haristiya meselesinde LUTHER ile anlaşamamış, LUTHER’den daha spiritualistik bir telâkki ileri sürmüştür.


DİNLERİN VE DÎNÎ CEREYANLARIN İSİMLERİ.

ANTROPOSOFİSM : 1913 R. STEÎNER tarafından i’theeosofik fikirlere dayanarak tesis edilen. Hind ve hıristiyan fikirlerini birleştiren bir cereyan..Karma ve tenâsüh fikri mevcud olmakla beraber îsâ kurtarıcı olarak~teIâkki"ediInSştîr: Butün~âlemde~büyüg~5ir afienk görülüp bü~âhengi de gündelik hayatta? tatbik etmeğe ça-hşümâktadır, İyi bir terbiye sistemi mevcuddur- Mürakebeye büyük yer ayrılmıştır. A, bilhassa Almanya’da~pek ~muvalfalc~oîdu.


APOLEGETLER : 2. .asırda, hıristiyan ana fikirlerini Yunan_Ke_bilhassa Stoa felsefesi-vardımi-vle-kuvvetlendirmeğe çalışan ilâhiyatçılar (JUSTÎN v.s.) Dinin esrarını, felsefe vasıtasiyle nüfuz ederek gör-meğe uğraşan a.ler, bütün ihsâhlârüâ?meüdZhE”ÎQgQS spfajna-tikos’un mevcudiyetine- kani olmuşlar, bu suretle Yunan felsefe-sini~de, Hıristiyanlığı hazırhyan bir «mekteb» olarak takdir et-mişlerdir.              ~


AVERROİSTLER İBNÜ RÜŞD’ün (Lât. AVERROES) eserlerinden yapılan tercümelerine dayanan, dünyanın ezelî ve ebedî oluşunu, felsefî hakikatle dînî hakikatin iE~âyn şey olduğunu ileri süren ve~bünun içm~resmîkato‘IiFTalisesi tarafmdan" 13. asırda redde-dilen bir felsefî cereyan


BENEDİKTİN TARÎKATI: (O.S.B.)Nursia'h BENEDÎKT’in takriben 529 senesinde kurduğu bir rahip tarîkati. BASİLÎUS’un nümunesine sâdık kalarak manastırlarda yaşıyan rahib cemaatları, tek başına yaşıyan zâhidlere tercih etmiş ve tesis ettiği tarîkate mükemmel bir kanun vermiştir. Orare et laborare, duâ etmek ve çalışmakla meşgul olan benediktin rahipler, kültür bakmamdan bütün garbi Avrupa’da şayanı hayret eserler yaratmışlardır; onlar hâlâ dînî edebiyat, liturjik ve bu gibi meselelerde en faal ve en mahir tarîkati teşkil etmektedirler.)


BAPTİSTLER : İngiltere’de 17., inci asırda meydana çıkan, çocuk vaf-tizmini kagûFetmyehryâlmz büyükleri — en eski hırîstıyan acle-~tine göre — vaftiz eden bir cemaatOnlarınTbuyuk bir kısmjTÂme-rlka’ya göçmüştür; 1834 te Almanya’da Baptist mezhebi bir yer bulmuştur. Baptistler, kilise kanun ve idarelerini reddediyorlar; yalnız Eski ve Yeni Ahd’in otoritesine ehemmiyet veren cemaatin yegâne reisi, î s â ’ dır; bu dünyada onun bir reisi bulunmamaktadır.)


BON DÎNİ : Eski Tibet millî dini. Tabiat dev ve perilerine büyük bir ina-mş_mevcuddur; onların hiddetinTteskın etmek~içiîrayînler icra edilmiş, bilhassa tehlikeli yol ve geçitlerde küçük kurbanlar takdim edilmiştir. (Bu âdet, hâlâ mevcuddur). Büyü ve sihir ile meşgul olan kâhinler, insanlarla ilâhlar arasmdaki münâsebetlerîTâh-zrmZetmislerdir.\ffinduizm’in tesirlerini göstereiFTm elinde, zaman ilerledikçe bir mitoloji de geliştirilmiştir; onun kalıntıları, Bud-dizm ile karıştırılmıştır}


H. HOFFMANN Zur Gesclrehte der t betisehen Bon-Religion. 1938.


BRAHMO - SAMAJ j. Geçen asrın ortasında Hindistan’da kurulan, Hinduizmi, hıristiyan fikirlerimardımiyle (bilhassa içtimaFVe ahlâkî ülküleri ile) yenileştirip canlandırmağa çalışan bir cereyânT Ta-rafdarları az olmakla beraber önemli bir rol oynıyan bu~cemîye-tin en güzîde üyelerinden biri şair TAGORE idi?)


DOMÎNIKAN TARİKAT: (ordo fratrum praedicatorum, O.P.)1216 senesinde kurulan, bilhassa zındıklara karşı savaşan ve pek kuvvetli vâizleri ile meşhur olan büyük rahip tarîkati. Bir taraftan inkvi-siyonu icra eden bu tarîkat te, öbür taraftan Akvinas’lı THOMAS, ECKHART ve başka büyük mistik şahsiyetler yetişmişlerdir)-


EKUMENİK HAREKET : (Ayrılan kiliselerin birleştirilmesine çahşan, İsveç episkopos’u SÖDERBLOM tarafından teşvîk edilen ve ilk büyük ifadesini 1925 de Stockholm’daki büyük kongrede bulan bir cereyan ki son harbten sonra tekrar işlerine başlamıştır .


EPİSKOPALİZİM .Epjskoposlann konsiline kilisede en büyük tesir icra etmesinin taraftarları ki, papalıkta görünen temerküz hareketi' aleyhine savaşmışlardır. 13. üncü asırdan itibaren, bilhassa 14. üncü asırda bir çok ilâhiyatçılar bu fikirlere iştirak etmişlerdir. Episkopalizm papaların tehdidine rağmen, 18. inci asra kadar arasıra Avrupa’da, bilhassa Fransa kilisesinde, görünmüştür, în-fall-hilitas akidesinin bildirilmesinden sonra, bu cereyan tekrar katolik kilisede husule gelmiş, «Eski katolik» kilisesinin teşekkülüne sebeb olmuştur


ERMENİ KİLİSESİ :/îlk hıristiyan millî kilisesi, 280 senesinden beri mevcud olan bu kilise, Kalkedon konsilinin kararlarını kabul etmemiştir; o, en eski zamanlara ait liturjik usulleri muhafaza etmektedir


FERİSİLER : Yahudilerde, mîlâddan önce ortaya çıkan, şeriatın en küçük teferruatına bile riayet eden bir grup. Tevrat’ın şerhi olan şifahî geleneğe en büyük ehemmiyeti atfetmişlerdir. Onlar, sonraki asırlarda talmud’u yaratmışlardır; sinagog müessesesine Yahudilikte önemli yerini veren onlardır.


FRANZÎSKAN TARÎKATÎ (ordo fratrum minörüm, OEM) : Assisi’li FRANZ’ın şagirdleri ki hiç bir şeye mâlik değillerdir; manastır da pek fakir olmalıdır. Bilhassa vaiz ve ruhani yardımla meşgul olan bu tarîkatin reisi, 12 sene için seçilen bir «general» dir. Başka tarîkatlarde olduğu gibi, Franziskanların da bir kadın tarikatı vardır. Bu tarikata yakın olan tertiarlar, F. nin fikirlerini bütün garb dünyasma yaymışlardır. Tarîkatin kendisinde, asırlar boyunca birkaç ayrılık peyda olmuştur; bu sûretle, birçok jdicük tarîkatlere bölünmüştür.,


GNOSTİK (Ma’rîfe) : İnsanın, Allâh’ı tanımak vasıtasiyle kurtulaca-ğını~~ileri süren cereyâîü~âTHâlöüE~yalnız~böyle bir bilgiye inhisar-etmiyen marife, gnostik denilen dinlerde büyük ve komplike sistemler yaratmıştır: makrokosmos ile mikrokosmos arasındaki münasebetleri; mutlak İlâhî varlıktan çıkan muhtelif aionlarm mahiyeti, dünyanın gittikçe Allah’tan uzaklaşması, rûhâni varlıkların hierarldleri hakkında pek komplike telâkkileri ileri sürmüştür. Birçok dînlerde gnostik fikirlere rastlamamıza rağmen, bu tabir bilhassa hellenistik devrin sonunda, ve Hıristiyanlığın kom-


şuluğunda, yaşıyan cereyanlarda kuHanılmaktadır.yGnostik hareketlerde iki telâkki göze çarpmaktadır. Birisi zâhidane" âske-tîktir: bütün~mşânlar, dunymTYT~mâddî şeylerden ictinab etmek sûretiyle İlâhî asıllarma döneceklerdir7~öbür~teIaEH liber-tihist’tırTTübun insanlar. bıit'um_giEüüüâişlemhdiHer7unkü dünya’nm en~fâni ve~en~maddî hâline gehnesinden~evveT~kurtu-W've~yüEârî~çîEâSnıareket peyda olamıyacaktır. Buiki-gö-rüsterTiIeri gelen.....cereyanlar, satüTlütanda~bazı Eere.tik_mezhep-


İerde'yâşâmağâ~devâm etmiştir-LEİSEGÂNG, DÎe"Gliösİs71§2?.


HASSİDİSM : (Hasidim = «dindarlar»), 18. inci asırda Polonya’da ve komşu memleketlerde peyda olan bir Yahudi halk mistiği ki en mühim temelleri, duâ, sevgi ve sevinç’tir.


KINAYANA : «Küçük araba» Serendîb, Birma, Siam, Kamboca’da görünen, eski Buddizmin hususiyetlerini muhafaza eden Buddizm.


JANSENİSM : Cornelius JANSEN tarafmdan 17. inci asrm başlangıcından itibaren tahrik edilen, AUGUSTÎN’in aslî suç mefhumunu en ciddî ve sert ma’nada kabûTeden bir cereyan. TFSSîFTârîk'âti âleyKihAliulünanKrrkat’î bir predestinatiöh’ün taraf darı idi. Pek derin şahsî bir takvayı, Allâh’ın irâdesine teslimi mükemmel bir sûrette gösteren Jansenistlerin merkezi, Port Royal idi. Orada, meşhur Fransız feylosof PASCAL’da, derin dinî fikirlerini, je-suitlere karşı yazılarını neşretmiştir. Jansenistlerin temsil ettikleri mutlak ve kat’î dindarlık, daha yumuşak davranmak isti-yen kilise tarafmdan tasvib edilmemiş, JANSEN’in fikirleri 1642 de papa tarafından reddedilmiştir.


JAYNA TARİKAT! : Sert bir zühd ile meşhur olan, Hindistanda m. ö. 6. asırda gelişen, Veda otoritesini kabûl etmiyen iki büyük râhib tarîkatlerinden biri.l


JESUÎT TARÎKATİ (S.J.): ijLoyola’h İGNATİUS tarafmdan 1534 senesinde müslümanlar arasında misyonerlik yapmak maksadiyle te’-sis edilen, altı sene sonra neşrine papa tarafmdan resmen izin verilen bir tarikat. Papa’ya mutlak bir itâat gösteren, yalnız manastırlarda değil, dünyada pek faal olan bu tarikat, sert bir disipline tâbidir. İGNATİUS’un yarattığı ruhani temrinler, gayet iyi bir terbiye ve tahsil gören Jesuitlerin ma’nevî sûrette kuvvet-


2C0.


lendirilmesi maksadile icra edilmektedir. LUTHER’in reformati-yonuna karşı mücâdele eden bu tarikat, hâlâ geniş bir te’sîri hâizdir ve meselâ MERYEM ANA’nın göğe çıkması hakkındaki akidenin teşekkülünde önemli bir rol oynamıştır.)


JODO : /-Japonya’da 12. nci asırda Mahayana Buddizm’inin bir mezhebi olarak gelişen, ŞİNRAN tarafından genişletirden bir cereyan ki, yalnız AMİDA’nm va’dine güvenen insamn muhakkak Cennete gideceğine kanidir. Mensupların adedi takriben 13 milyon olsa gerektir.}


KARMEL TARÎKATÎ:  Peygamber ÎLYA’nm orada İlâhî vahyi olan kar-mel dağında itikâfa çekilen zâhidlerin tarîkati. 1195 te hususî bir kanunu yaratılmış, tarikat Avrupa’da da oldukça geniş sûrette intişar etmiştir. En sert branşı, «çıplak' ayaklı Karmel’H»lerdir. Bu tarîkatin kadın bölümü, büyük Ispanyol mistik TERESA ta-rafmdan 1563 senesinde reforme edilmiştir. Tarikat, bilhassa mistik duâ ve murâkabe ile meşguldür; birçok büyük büginler de yetiştirmiştir


KIPTI KİLİSESİ : Monofizit küiselerden biri. Patriarkı, İskenderiye’de oturmaktadır. En eski rahip an’aneleri hâlâ orada bulunmaktadır. )


KVÂKER («titriyenler») : «Dostların cemiyeti», 1648 senesinden i’tibâ-reîFîngiltere’de meydâna çıkan bir mistik-pratik cereyan ki şimdilik — takriben 150000 âzası olmakla beraber,— Amerika’da büyük bir rol oynamaktadırlar. Onlara göre, her insamn içinde ilâ-hî bir nur parlamaktadır; her insan Allah’ın oğlüdur.~îsâ’nih mistik vücûdu, bütün insaniyete şâmildir. İbadette. Allah’a sükûtla teveccüh edilmektedir. Sulhnerestlikleri için, Kvâkerier, askere gitmiyorlar; harbde azap "çekenlere her türlü ma’nevî ve mâddî yardımda bulunuyorlar.


KYNİKLER : Aşağı yukarı m. ö. 400 senesinde kurulan bir Yunan felsefî hareketi ki onlara göre, en yüksek kıymet, arzusuzluktur. Allah mefhûmu, oldukça abstrâif, şahsî olmiyan bir"vârhgT göstermektedir; faziletleri geliştirmek, en iyi ibadettir. .              '


LAMAİSM : Tibet’te görülen, muhtelif halk efsaneleriyle karıştırılma


Buddiznu-Rivâyete göre 2 müyon ilâhları mevcûddur; kâhinler ile halk arasında kesin bir hudud vardır; yalnız rahipler, nirvana’va gireceklerdir.


LİBERALİZM : İlmî tenkîd ve akıl ile dînin köklerini, tarihini ve durumunu araştıran, akidelere serbest bir görüşle bakan bir teolojik cereyan. Aydınlatma devrinden itibaren garbî Avrupa’da bu nevi teoloji inkişaf etmeğe başlamıştı; 19. asrın sonunda, tarih ve dinler tarihi ile el ele çalışmış, geniş ufuklu tedkikata imkân vermiştir. Protestantizmde liberalizm ismi ile vasıflandırılan bu önemli hareketin bir tehlikesi, dînin nıınrnos, esrarengiz tarafına pek ehemmiyet vermemesidir.


W. NİGG, Gesch'chte des rel'giösen Liberalismus. 1937.


MAHAYANA : «Büyük araba», Buddizmin, bilhassa şimal mıntakala-rında aldığı şekil.


MAKKABE’ler : Yahudilikte, Selevkiyalilar ile mücadelede bulunan, İsrail milletinin yunanlaştınlmasma karşı savaşan dinî-millî bir zümre, m.ö. 165 senesinde, İsrail’in dînî hürriyetini kazanmışlardı.


MENNONİTLER : 1540 senesinde Hollanda ve şimalî-garbî Almanya’da, vaftiz hakkmdaki fikirlerinin umûmî protestan telâkkilerinden farklı olduğu için husûsî bir cereyân şeklinde organize edilmiş, sonra bilhassa Amerika’ya göçmeğe mecbûr olmuş bir cemaat. Her cemiyet kendi idaresi altında yaşıyor; hepsinden yüksek bir reisleri yoktur. Yalnız büyükler vaftiz edilmektedir; ÎSÂ’nm emirlerini kelime keIimü~Tcraretmek-7Çin~ ne askere gidiyorlar, ne de and içiyorlar. Başka cemaat ve dinlere karşı müsâmaha ve to-lerâns-gosteriyoflar)


METODİSTLER : (1738 senesinde Oxford’da yaşıyan John WESLEY’in hakîkî Hıristiyanlığa tövbe etmesinden sonra evvelâ kilisenin hudûdları içinde kalan, nihayet onun sınırlarını aşan bir cereyan; 1760 da Amerika’ya giden metodistler, bühâssa insanın hakîkî iç tecrübesine, tevbesine kıymet veriyorlarfheFünsâm gününü'Ve dâkîkâsfhibildiğl~boyle bir tevbeden titizce-geçirmeTidir; bu süb-jektiFtecrübe olmadan, resmî kilisenin de ehemmiyeti—kalmıyog. Optimistik bir dünya görüşü olan metodist cereyânı, hem Avrupa, hem de Amerika’da oldukça kuvvetlidir.


MODERNISM : Katolizismde geçen asrın ortasmdan it'baren inkişaf eden, dîni modern kültür ile birleştirmeğe çalışan bir cereyan. Zaman ilerledikçe, Kitabı mukaddes’i modem ilmin verdiği vâsıtalarla tenkîd etmeğe ve tarih bakınmadan anlamağa uğraşan mo-dernist âlimler, eski akidelere de bazen yeni bir mâna vermeği denemişlerdir. Papa tarafmdan bu cereyan 1907 syliabus Lamenta-libl vasıtasiyle yasak edilmiş, üç sene sonra her katolik papazdan antimodernist-andı taleb edilmiştir.


F. HEÎLER, Alfred Loisy, der Vater des katholischen Moderırsnıus-1947.


MONOFİZİT : /Kalkedon konsilinin karârlarım kabûl etmiyen, bilhâssa Suriye ve Yakın Şarkta mevcûd olan hıristiyan kiliselerinin un-vâm.|/tYAKUP BAR AD Al tarafından 577 senesindenberi muhtelif seyahatler sonunda teşkil edilen Suriye kilisesi, onun ismi ile meşhurdur. ÎSÂ’da yalnız bir tabiatın mevcûd olduğunu, ou tabîatin de ulûhiyeFve~ihsâniyeTfen"ıhâTet bulundugunıFsoyliyen monofizitler, esas itibariyle ortodoks sayılan telâkkilerden uzak kalmamıştır; yalnız kullandıkları ta’bîrler belki biraz farklı veya müphemdi/


NEOPLATONÎSM : PLOTİN’e dayanan mistik-felsefî sistem ki merke-. k*’ eze olan’ın, âlem ile münasebetidir. Ezelî İlâhî varlıktan çı-kan dünyadan tekrar BİR OLAN’a dönen insan, uzun hazırlıklar, riyazet ve zühddeîT sonra, belki de şimdiden vecidde vuslata eri -şebilir. Neoplatonizın bir kısım hıristiyan ve müslüman mistikler üzerine derin tesirler bırakmıştır.


NESTÜRÎLER : Efes konsilinin karârlarını kabul etmiyen, NESTO-RİUS’un ismini taşıyan kilise. Onlara göre,IŞÂ'da iki tabiat, iki hipostas bir tek şahsiyet hâlinde mevcuddur; ÎSÂ, hem büs-bütün insan, hem de büsbütün ilâhtır, fakat~~MERYEM ANÂ'yal-riiz fnsârFölan ÎSÂ’yı doğurmuştur, bunun için, «Allah doğuran» (theolTokos) ismim alması doğru değildir. Urta’dan İfân’îg”Tiir-kestân-ve Çin’e kadâf~inEişar~eden NESTÛRller, 13. üncü asra kadar o mmtakalarda bulunmuşlardır.


ORFÎZM : Yunanistan’da m. ö. 5. veya 6. asırda vücude gelen bir zühd cereyâm. Enteresan bir kosmoloji’de aslî suç’a benzer bir anlamı ileri sürmüşlerdir; insan, yaradılıştan itibaren suçlu ve fenadır. Amellerine göre birçok doğuştan geçerek belki semavî-~vat~anina dönecektir./


PİETÎSM : Takriben 1675 senesinde__Almanva’da, kilisenin ortokods ve kemikleşmiş şekilleri aleyhine husule gelen bir cereyan. Dinin iç tecrübelerim önlana köyanpeski“günârhalim ÎSÂ’mnAüümü sayesıhde~yeni kazanılan inayetin saadeti ile karşılaştıran ve ge-hiş bir~edebıyat yaratân~bü~piefistık muhit, bazen mubâlağı, lü-zumündan fazla dokunaklı ve tırmaîayıcF~tarafları ile beraber, bilhassa sosyal sahada büyük işler icra etmiş, kilise hayatma yeni bir sübjektivismi eklemiştir.


PROTESTANTİZM : İsmini, 1529 LUTHER’in taraf tarlarmm, kilisenin din meselelerine dair bir karârına karşı neşrettikleri bir protesto’-dan almıştır. İçinde çeşit çeşit mezhepler bulunan protestanizm, Roma kilisesineAıâzaran lâik~elemanlara dâhageniş bir faaliyet imkânım verip, rahipliği bertaraf etmiştir. Onun merkezi Incil’de mevcud olan İlâhî kelâm olduğu için, halka Incil’in ve eski Ahd’in tercümeleri verilmiştir. Resmî bir an’anesi mevcud olmadığı için, Protestantizm Incil’in muhtelif şerhlerine ve, bundan dolayı, muhtelif dînî cereyanların gelişmesine yer vermiştir ki o cereyanların her biri, İncîl’i başka bir ma’nâdâ kabul etmektedir. Bu sübjektivizm, protestantizmin büyük tehlikesidir. Öbür taraftan, insamn yalnız Incil’in otoritesine ve kendi vicdanına güvenip resmî bir kilisenin otoritesinin hududlarında kalpağa mecbur olmadığı için o kilisede dinin tarihî inkişafına dair araştırmalar, İlmî teşebbüsat daha erken yapılmıştır.


REFORME KİLİSE : İsviçre’de, Fransa’da, Hollanda ve garbî Almanya'nın bir kısmmda yayılmış bulunan, fakat tek bir organizasiyo-nu olmıyan bir protestan kilise. CALVIN ve ZWİNGLİ’nin fikirlerini geliştiren, bilhassa sakrament teolojisinde jutheran telâkkisinden ayrılan, zâhirî liturjik şekillere kıymet vermiyen mühim bir cemâat.


REHABİLER : Yahudilikte, aşiret hâlinde yaşamağa devâm eden ve Kudüs’te m. ö. 6. asırda bile mevcûd olan bir cemâat. Eski bedevî an’anelere sâdık kalarak ne ev yaptırmışlar, ne de ziraat ile meşgul olmuşlardır.


REMONSTRANTLAR : f (Ârminianlar): 1610 Hollanda’da din meselelerine dâir bir karar (remonstratio) çıkaran, bundan ötürü resmî kilisenin tazyîkı altında kalan bir cemâat. Tolerans, serbest İlmî çahşma ve dinî hürriyeti müdafaa eden bu cemâat, hâlâ Hollanda’da oldukça geniş bir yer almaktadır; o memleketin —ve bir ba-kundan Avrupa’nın — ilk büyük din büginleri bu mezhebe mensup idiler.)


SADDUKÎLER : Yahudilikte, yalnız Tevrat'a dayanan, şifâhî geleneğin mer’iyetini kabul etmiyen ve bu sûretle, Babil sürgünlüğünden sonra İsrail’de husûle gelmiş eskatolojik fikirleri reddeden bir mezheb.)'Merkezi, Kudüs ma’bedinde icra edilen an’anevî ibâdet idi. Ma’bed m. s. 70 senesinde tahrib edildikten sonra, Sad-dukîlerin nüfûzu da sona ermiştir.


SİKH : Hindistan’da takriben 1500 senesinde Guru NANAK tarafından organize edüen bir cemiyet. İslâm’dan alman kat’î bir mono-teismin mevcudiyetine rağmen Hindistan felsefesinden gelen maya ve nirvana tasavvurlarını benimsemiştir. Tenasüh fikri kabul edilmekte dîr7 ama~ âvâtara’lara inanılmamaktadm Mukaddes "yeri Amritsa’dakr7<aitm-maibed-»-olamSiMr‘"tafîkatin İlâhî ve dînî edebiyatını ihtiva eden eser, Granth’tır.


SOFİSTLER : m. ö. 5 inci asırda Yunanistan’da vücûde gelen bir felsefi cereyan.


STOA : Yunanistan’da m. ö. 4 asrın sonunda ZENON tarafından kurulan bir felsefe sistemi. O, dünyayı, logos’un iyi bir eseri olarak kabûl ediyor;- insana lâzım olan fazîlet, iyi üe kötü arasındaki-farkı tanıyîjrbilmektır. Ferdin tekâmülüne yardım eden bu felse-feTünilliyetînin hudûdunu aşmış, en bünlkrinumessillerinrRöma’cia bulmuştur.


ŞÎNTO : İlâhların yolu; Japonya’nm millî dini.


TANTRİZM : Hinduizm’de, tantralara dayanan mistik-majik yol; insan, şakti ile aynı olmasının farkına varmalıdır. Husûsî bir Hincf mez'-hebine âıtTolanTântrizmi tabiri, din tarihinde, hemen her yerde mevcûd olan karışık, komplike ve mübhem dini-majik usullerde kullanılmaktadır.


TAOİZM : CÇin’de LAOTSE’nin ifadelerine dayanan, tabîat felsefesine bağh bir mistik. M. s.l. inci. asırda kilise hâlinde teşekkül eden, Buddizme de yaklaşan Taoizm, eski ülkelerine asırlar boyunca kaybedip büyü ve majikle meşgul olmuşturt


THEOSOFİ : Birçok dinlerde, dinin ve dînî felsefenin merkezini teşkîl eden T. gnostik~fikirlere çok yakın olan~6if cereyandır. Büyük mistik ve mutasavvîfErdOjBlSlTZAKABÎ/ Jakob~BÖHME) theo-"söfik tasavvurlara rastlanmaktadır. AleliÜâk2jr.-_mefhuınuL şimdi, "TSYSnesmdeBayânBraVATŞKYJ11112 zâbitinin Eklikte ~tesîs~eftflHeri cereyanda kuüanılmaktadm~Hinjd~~fiMrîöfîni beniffiseyenTbir taraftan ispiritizm, öbür taraftan mistikten ilham ktaîUT., (bilhassa 1907 "senesinden itibaren AnnıeTlESANT’m reisliği altında faaliyette bulunmuştur. 1913 antroposofi muhtelif sebeplerden theosofiden ayrılmışa da eski Hind karma tasavvurlarını muhafaza etmiştir!)


UNÎTARİSM : Kilisede teslis akidesini kabûl etmiyen cereyanlar. 16. asırda, CALVİNTtarafîndan ateşle idam edüeıTSERVETÎ ve Italyan SOZİNL (ki taraftarları Polonya’dan Amerika’ya göçmek zorunda kalmışlardır) bu fikirlerin klâsik mümessilleridir. Dogmatikte geniş bir tolerans gösteren Unitarian kilise, şimdi şimalî Amerika’da temerküz etmektedir.


WORLD COUNCÎL OF FAİTHS : Ekumenik hareketin teşvîki ile 1948 de Amsterdam’da yapılan toplantı’da kurulan, Roma kilisesi müstesna hemen bütün hıristiyan kiliselerini ihata eden bir orga-nizasiyon.


YAHUDİLİK : Babil sürgünlüğünden sonra gelişen, MAKKEBEler zamanından mâadâ müstakil bir devleti bulunmıyan, bütün helle-nistik, sonra hıristiyan ve müslüman dünyasmdan yayılan Yahudi milliyet ve dini.


YAKUBİLER : Suriye’deki monofizit kilise, 578 de vefât eden YAKUP BARADAI tarafından teşkil edilip en iyi zamanmı 12. inci asırda görmüştür.


ZEN : (Dhyana, «murakabe» nin Japoncası) Çin’de vücûda gelen, 1236 senesinden i’tibâren Japonya’da da intişâr eden, siste-matik temrinler ve mürşidin paradoks görünen amelleri vasıta-siyîe müfidi müşafedeye ~götüreh~bir tarikat. Aşağı yukarı 8J5 milyon mensubu olan~Zeh~tarıkafî7-Japonya kültürü üzerinde derin bir tesir bırakmıştır.


KİTAPLASIN İSİMLERİ

ABHIDHAMMA : Buddist Pali-kanon’un; iskolâstik ve teolojik mevzû-lar üzerinde eserler ihtiva eden 3 üncü kısmı.


ARANYAKA : «Orman metinleri», Veda’lara bağlı, kurbanın mahiyetine dâir, metinler.


AURORA : JAKOB BÖHME’nin mistik bir eseri.


AVESTA : 21 muhtelif eserden, oldukça geç toplanan, ZERDÜŞT’ün ve sonraki cemâatlerinin İlâhî, ta’lîmât, vesikaları v.s. muhtelif zamanlara ait parçaları ihtiva eden kanonik eser.


BAKKANTEAR : EVRİPÎDES’in. bir dramı.


BHAGAVADGÎTA : Hindistanda bhakti-mistiğine dâir en önemli eserlerinden biri, Mahabharata adh büyük epik şürin bir parçası !              olan, arabacı sıfatı ile kirala, kendi akrabalarına karşı giriştiği


muharebeden önce nasihat veren KRİŞNA’nm hikâyesini anlatan Bh,, m. ö. 2 inci asırdan sonra, belki daha geç bir vakitte telif edilmiş, asırlar boyunca muhtelif ta’dîlâta uğramıştır- Müşahhas bir ilâha karşı duyulan aşk ve i’timâd, insanı kurtaran vesiledir; bu, 19. uncu asrın ilk senelerinde Avrupa dillerine çevrilmiş a           olan büyük eserin hülâsasıdır.


BRAHMANA : Hindistan’da. Vedalara bağh olan edebiyatın mühim bir *            kolu ki bilhâssa kurban teolojisini arzetmektedir.


BRHADARANYAKA UPANİŞAD : bk. UPANÎŞAD.


CODEX İURİS CANONİCİ : 1917 senesinden i’tibâren Roma kilisesinin bütün hukuk maddelerini ihtiva eden, resmî şerîat eseri.


CONFESSİONES : AUGUSTİN’in, münâcat şeklinde 397 ile 400 seneleri arasında yazdığı büyük otobiografya.


DE CİVİTATE DEİ : «Allâh’m devleti hakkında», AUGUSTİN’in 412 de başladığı, 426 da bitirdiği, dünyevî ve semâvî devlet, kilise ile


 imparatorluk arasındaki gerginlikleri araştıran, Roma kilisesinin inkişâfına derin bir te’sîr bırakan eser.


DE İSÎDE VE OSÎRİDE : PLUTARCH’m, eski Mısır âyinleri hakkında malûmat veren eseri.


DHAMMA : (Sanskr. dharma, «akîde, doktrin») Pali-kanon’un 2. «sepeti» ; Buddizmin akideleri ve buna benzer meseleler hakkında eserler ihtiva etmektedir.


DHAMMAPADAM : Palikanon’un suttapitika adlı kısmmda bulunan, 423 hikmet sözünü ihtiva eden bir kitap.


DİVİNA COMMEDİA : DANTE’nin, 13. asrm bütün teolojik, mistik ve İlmî malûmatım içinde topladığı, üç defa 33 er babda Cehennem, purgatorîum ve Cennet’ten bahseden, hristiyan Ortaçağın en derin, en de müessir büyük şiiri.


EDDA : SNORRÎ adh bir zatm (ölümü 1241) îslânda’nın hıristiyanlag-tırılmasmdan 20 sene sonra vatandaşları için topladığı, eski jer-men İlâhî ve esâtîrinden örnekler veren bir eser. — Onun yanında, Eski yahud Şiir Edda’sı, 28 şiirden ibârettir. Onda, dünyânın sonuna âid olan Völuspa bulunmaktadır. — Edda’da görünen jer-men dininin kalıntıları, hıristiyan elemanlarla karışmış olsa gerektir; şürlerin husûsî bir üslûbu, pek kısa ve müessir cümleleri, vardır.


ENNEAD : PLOTÎN’in, dokuzar kitabı olan altı büyük kitabından ibaret neoplatonik mistik felsefesinin temeli sayılması gereken eseri.


ENUMA ELİŞ : Babü’de, dünyanın yaradılışını anlatan epik şür.


GATHA : AVESTA’nm YASNA isimli kısmının 28 ilâ 34 üncü, 43 üncü üâ 51 inci ve 53 üncü bâblan ki ZERDÜŞT’ün cemâatinde söylenilen İlâhîleri, ZERDÜŞT’ün kendi sözlerini ihtiva etmektedirler. Bab 43, Buga hakkındaki gatha’dır.


GEMARA : M. s. 5.inci asrm sonuna kadar yapılan Mişna şerhi; bir Ba-bilonyalı bir de Filistinli g. —muhtelif tefsir mekteplerine göre — mevcuddur.


GİTAGOVİNDA : JAYADEVA’nm, 12. nci asırda KRİŞNA ile RADA arasındaki aşk macerasma dair yazdığı, pek şairane, parlak, renkli bir lirik dram ki, ona Hindular tarafından tam mistik bir ma’-nâ verilmiştir; bu suretle, bhaktl-mistiğin en tipik ve en şirin misallerinden sayılabilir.


GRANTH : Sikh dininin mukaddes kitabı.


GÜNLER VE İŞLER : HESİOD’UN eseri.


HAGGADA : Yahudi geleneğinin, talmud’un bir bölümü; Tevrat'ın şerhinde bilhâssa lejandları, mukaddes hikâyeleri, şairane efsâneleri üeri sürmektedir; ESKİ AHD’in bazı parçalarını da sembolik bir şekilde tefsir etmeğe çalışır. Sinagoglarda Tevrat’ın okunmasından sonra, veya halk toplantılarında da okunan haggada, Yahudi folkloru için gayet enteresandır.


HALAHA : Yahudi geleneğinin bir bölümü; bilhâssa hukuk, âyîn ve ibâdetle meşguldür. O, talmud’un en büyük kısmını teşkil etmektedir. İçinde bulunan her bir hukuk maddesi, yine Halaha ismini taşımaktadır.


HERMETİKA : KERMES TRİSMEGİSTOS’un otoritesine dayanan mistik - gnostik eserler.


İ-GİNG : «Tahavvülât kitabı», eski Çin’de, yang ve yin prensiplerine dayanan bir fal kitabı. Düz ve keskin çizgilerle, 64 heksagramm şeklinde (8 defa 8, çünkü 8, Çin’de mukaddes bir sayıdır) temsil edilen numunelere göre, küçük çöplerle fal sanatı icra edilmektedir I-Ging, son zamânlarda garpta (bilhâssa psikolog C. G. JUNG sâyesinde) büginlerin ilgilerini celbetmiştir.


İMİTATİO CHRİSTİ («Mesih’in taklidi»), THOMAS A KEMPİS adlı mistiğin, insana, I s â ’ nın yaptıklarını yapmayı ve bu sûretle mu’tedü mistik yolundan yürümeyi öğreten, hâlâ katolik halk arasında çok okunan ve sevilen küçük, fakat zengin eseri.


ÎNCÎL : (Yunanca «evangelion», yani «müjde», I s â ’ nın getirdiği müjde; sonra kitabın ismi oldu): Aslı, havârîlerin şifahen anlattıkları hikâyelerdir; aslî dili, arameik lisanıdır. Sözün tam ma’-. nâsmda ÎNCÎL olan dört kitabın muhteviyatı, hem î s â ’ nın söylediği hikmet sözleri ve misaller, peygamberâne ve apokaliptik sözleri, şerîat hakkındaki ifâdeleri, hem de onun hakkında anlatılan kerâmet ve lejandlardır. Bu metinlerüı, vaftiz olacaklara verilen derslerde kullanılmak üzere toplanılmış olması muhtemeldir.


ÎNSTÎTUTÎO DOCTRÎNAE CHRÎSTÎANAE : CALVÎN’in teolojisinin nüvesini ihtiva eden eser.


INTRODUCTÎON A LA VÎE DEVOTE : SALES’LÎ FRANZ’m, mistik yolun başlangıcım öğreten bir eseri.


JATAKA : Pali-kanon’da, B u d d a ’ nm bu hayatmda önceki 550 hayatından bahseden ve onun, on aslî fazilet (yani sabır, iffet, merhamet v.s.) sayesinde her defa daha yüksek bir mertebede doğmasını anlatan eser.


KABBÂLA : Yahudi mistiğinin en mühim eseri. En büyük kısmı. 13. asırda İspanya ve Almanya’da toplanmıştır. Bilhâssa Sohar («Parlama») adh kısmı, Tevrat'ın bir şerhi olmak iddiâsmda bulunmakla berâber, çok tarafh bir eseridir. FÎLO’nun, gnostik ve neoplatonik cereyânlarm tesirleri altında, İlâhî emanasyonlardan, bazen tenâsühten büe bahsedilmektedir. Allâh ile dünyevî varhk-lar arasında kat kat nûr felekleri, her insan?~her varlıktaTilâhî nûr kıvılcımları vardır. Hurûfîlikten başhyarak en yüksek mistik flâh mefhûmuna kadar hemen her mistik olay gofünmektedİT. ' ; Tevrat’ta icrâ edilen te’vil şu kelimelerden anlaşılıyor : «Tevrat’ın, âdi kelimeler ve profan hikâyeleri ihtiva ettiğini iddia edene lânet!


- Gerçekten onun her kelimesinde derin bir sır gizlidir!»)


KANÇUR : «Çevrilmiş söz», tipitakâm’ın tibetçisini veya mogolcasmı ve onun yanında geniş bir dini edebiyatı, büyü sözleri, mantraları v.s. ihtiva eden lOŞjâltlik, Lamaism’in mukaddes eseri.


MAHABHARATA : lOOOOOJpeyit ve 18 kitaptan ibâret olan büyük Hind


210


Jt____________,_________


epik şiiri. Onuıı nüvesi, eski bir kahraman efsanesidir; buna asırlar boyunca muhtelif kaynaklardan gelen mitik, teolojik ve m’stik fikirler eklenilmiştir. Hindistânm dînî edebiyatından sayılan şiirin kıymeti şöyle övülmektedir : «Düşünce, amel ve sözlerle işlenilen her suç, bu şüri dinliyen adamdan alınır.»


MAHSOR : Yahudi ibâdetinde kullanılan duâ ve dînî şiirleri ihtivâ eden, sinagoglarda kullanılan eser.


MAJÜSKEL METİNLERİ : Incil’in yalnız büyük Yunan harfleriyle yazılan, noktasız en eski metinleri; onlar, İncil metninin en ehemmiyetli temelleridir : S, Sinaiticus, 4. üncü asırdan; B, Vatikaıılı, yine 4. üncü asır; A, Alexandrinus, 5. asırdan (en erken bulunulan metin budur), C oldukça zengin, 5. inci asırdan kalan bir metin; D, Codex Bezae, 6. mcı asır. Eskiden şarkta kullanılan İncil ve tercümeleri, bilhassa B ve S’e dayanmışlardır; garp an’anesi ise, D ye istinad etmektedir.


MEZMÜR : Eski Ahd’in meşhûr bir kitabı. 150 İlâhî ve dinî şiiri ihtiva eden, 5 bölümlü olan mezmûr kitabının müellifleri bilinmemektedir; bugünkü şiirlerinin SÜLEYMAN’m eserleri olmadığım söy-liyebiliriz. Eski Babil ibâdetinde kullanılan İlâhî şekilleri, duâ formülleri İsrail’de kullanılmıştır ama, mezmûrlarda daha şahsî bir din görünmektedir; o şiirler, âyinlerde söylenmelerine rağmen kâhinler tarafından yazılmış örnekler değildir. Onlarda, muhtelif konular göze çarpmaktadır: medh ü senâ için İlâhiler ki, Allah’ın övülmeğe lâyık sıfatlarının, hârikul’âde amellerinin anlatılması ile başlıyor (ms. 136, 103, 148 v.s.). Halk ağıtları: İsrail, başına gelen felâketlerden şikâyet etmektedir (44, 74, 80). Şükran ve kurban İlâhîleri: insan, çektiği azapları anlattıktan sonra, Allah’ın kudretini övüyor ve teşekkürlerini bildiriyor. Ferdin ağıtları : insan, gördüğü ıztıraplardan, hastalıktan, günahlarından bahsettikten sonra birden bire, ümidini canlandırıyor, Allah’a şimdiden, gelecek yardımı için teşekkür ediyor (22, 73, 42/3). Buna benzer, daha kısa ve dokunaklı «itimad mezmurları» vardır ki insan orada yalnız, Allah’a nasıl güvendiğini ifâde etmeğe çahşıyor (123, 130,. 23). Kıralhk mezmurları, kiralın tahta çıkmasından bahsediyorlar (110,2), eskatolojik mezmurlar ise, Allah’ın artık melekûtunu getireceği hakkmdaki ümidi gösteriyor (46, 96 - 99). Bu büyük grupların yanmda, muhtelif «hikmet mez-murlan» (11), mabede girerken’ söylenilen mezmûrlar (122 v. s.) v. s. mevcuddur.


MÎSSALE ROMANUM : Katolik kilisenin ibadet şeklini bütün kilise yılı boyunca en küçük teferruata kadar gösteren ibadet kitabı.


MİŞNA : Tevrat’ın şerhi, Yahûdîlikte bu hususta mevcud olan bütün şifâhî gelenek. Altı bölümü vardır : Ziraat, bayramlar, «kadınlar» (yani nikâh, ev hayâtına dâir talimat), zararlar (hukuk), mukaddes şeyler, taharet. Mişna, ilk defa 1492 Venedik’te basılmıştır.


MOYEN COURT ET TRES F ACİLE DE FAİRE ORAİSON : Mme. GU-YON’un, mistik dûa ve bilhassa passif dûa hakkında, kvietizmin tasavvurlarım etraflıca gösteren bir eseri.


NEŞÎDELERÎN NEŞÎDESÎ : Eski Ahd’e ait, şâirâne bir aşk macerası. Âşık ile maşûk arasındaki aşk, Yahudilikte İsrail ile Allah arasm-daki münâsebetin bir sembolü olarak te’vîl edilmiştir. Hristiyan-hk, bu aşkı, İ s â ile kilisesi arasındaki sıkı münâsebetin bir misâli olarak kabul etmiş, sonra da, tek kalbin Allaha karşı duyduğu aşk ve hasretin güzel bir sembolü saymıştır. Bilhassa Aziz BERNHART, bu nev’î şerhlerin en meşhur misâlini vermiştir. Küçük eserin remizleri, hem Yahudilik, hem de hristi-yanhkta sık sık kullamlmaktadır; mistik edebiyat bilhassa bu kaynaktan istifade etmiştir. Orada geçen bazı tabirler, MERYEM ANA’ya da tatbik edilmektedir.


ÖLÜLER KİTABI : Eski Mısır’da öbür dünyaya dair mevcud tasavvurları gösteren, muhtelif şekillerde bize gelen, resimlerle süslü bir eser.


PALIKANON : Eski Buddizmin mukaddes kitapları.


PİUTİM : Yahudilikte resmî duâlar arasında okunan, en meşhur şâirlerin eserleri olan dînî şürler.


PÜRANA : Hindistan’da «eski efsâneler», muhtelif mezheblerin tasavvuflarına göre ilâhlarîn hayâtına, yaradılışa, mukaddes şahsiyetlere v.s. ait olan mitolojik eserler.


Q : Sinop tik Incil'lerin, kaybolan bir kaynağı; onun İ s â ’ nm hikmet sözlerini ihtiva etmesi gayet muhtemeldir.


RAMAYANA : 24000 beyittik bir Hind şiiri. O, V i ş n u ’ mm, RAMA şeklinde yeryüzünde göründüğü vakit geçirdiği maceraları anlatmaktadır. Aynı konu, defalarca halk dilinde de bahis mevzûu olmuş idi Klâsik eserin m. ö. 4. veya 3. üncü asırda te’lîf edilmiş olmas: muhtemeldir.


SAGA’lar : k-anda ve Norveç’te gelişen kahraman efsâneleri.


SEPTUAGÎNZA : Eski Ahd’in Yunanca tercümesi. «Yetmişlik» adım, rivayete göre yetmiş bügin tarafmdan başarılması dolayısiyle almıştır. S. hıristiy anlar tarafından kabul edilmiştir; Yahudiler bunun üzerinde yeni bir tercümesini yaptırmışlardır. S. nm bazı yerleri, bizde bulunan İbrânî metinden farklı olup birkaç yerinde de aslında mevcud olmıyan hikâyeler bulunduğu için, bu tercüme, metin tenkidi bakımından pek önemlidir.


SÎDDUR : Yahudi duâlarmm nizamını gösteren resmî duâ kitabı.


SUTTAPÎTAKA : «İplik sepeti», Pali-kanon’un 2. kısmı. 5 eseri ihtiva etmektedir. En mühim parçalarından biri, «mahaparinibbanasut-ta, yani «Büyük Nirvana hakkındaki sutta», BUDDA’nın ölümünü anlatan eserdir.


SÜLEYMANIN MESELLERİ : Muhtelif eserlerden toplanılan hikmet sözleri. Onların 22. ve 23. bablannda, Mısırlı bir kaynak aynen tercüme edilmiştir.


ŞÎKÎNG : («Şarkılar kitabı»), dört kitaptan ibaret olan, 305 şiiri ihtiva eden, resmî Çin edebiyatına ait bir kitap. KUNGFUTSE, 1000 ile 600 seneleri arasında vücûda gelen bu şiirleri toplayıp kitap haline getirilmiştir.


(Bak. A. WALEY, The Book of Songs, 1937).


ŞUKİNG : Resmî Çin edebiyatına dâhil olan, m. ö. 2357 senesinden itibaren 627 senesine kadar tarihî hâdisâtı anlatma gayesi güden, fakat bir tarih eserinden daha fazla prenslerin terbiyesine dair olan eser.


TALMUD : Tevrat’m ve şifahî an’anenin, mişna’ya bağlanan yeni bir şerhi. Babiloniyah ve Filistinli Talmud, en geniş bir şekilde bütün şerîati ihtiva eden, Yahudilerin hayatını tanzim eden eser.


T'ANTRA («ağ»), şakta’ların mukaddes kitapları. Ş i v a ile şaktısi arasındaki konuşmalar şeklinde dînî meseleleri ve bilhassa karışık büyü ve majik usulleri ihtiva eden eserler. Onların hususiyetleri; Asya da halk ve hususî mezheplerde görülen yarı dînî, yan majik pratiklerle uğraşan cereyanlara tantrizm ismini vermeğe sebep oldu.


TANCUR : Takriben 1300 senesinde bitirilmiş olan, Kancur’un bir şerhi sayılan 225 cildlik bir tibetçe eser, kancur gibi, ekseriya Hind kaynaklarınsak alman çeşit çeşit dînî ve gayrı dînî malûmat vermektedir.


TAO TE KÎNG «Tao ile te hakkmdaki kitap» : 81 baptan ibaret olan, LAOTSE’ye atfedilen, Çin mistikliğinin en eski eseri olan kitap.


TERİGATA : . «Rahiplerin şiirleri», Palikanon’a ait bir eser.


TESNİYE : (Devteronomium), Tevrat’ın 5. inci kitabı. Kıral YOŞİYA zamanında kâhinlerin iddiasma göre ma’bedde bulunan bir eser. Onun merkezi, bab 12 - 26 de bulunan şeriat kısımlarıdır. Bu kitap, kâhinlerin bir eseridir, MUSA’nın değildir.


TEVRAT : MUSA’ya atfedilen 5 kitap. Kelime, Allaha, istediğini sormak metodu demektir; bundan sonra: bu suretle elde edilen İlâhî emirlerin mecmuası; sonra, Yahudi cemâatinin hayatım tanzime dair İlâhî emirleri ihtiva eden ve MUSA’ya atfedilen kitaplar. Bu son inkişaf Babü sürgünlüğünden sonra başlamıştır. Artık Tevrat, üâhî ve kelime kelime vahy olan bir kitap sayılmıştır. Üzerinde yazıldığı tomar, sinagogun merkezini teşkil etmektedir.


THEOGONİ : HESİOD’un, eski Yunan mitlerine dair eseri.


TRÎPİTİKA (Tipitakam) : Buddizmin mukaddes kitaplarının kanonu. Pali lisanında yazılmıştır.


TRAİTE DE L’AMOUR DE DIEU : SALES’li FRANZ’m, mistik aşka dair kitabı.


214


UPANİŞADLAR : Vedalara ilâve edilen, muhtelif zamanlara ait olan yazılar. Kurban teolojisinden gelen ilâhiyatçılar, o eserlerinde, «marifet ile kurtuluş» yolunu bulmağa çalışmışlardır. U. larm en derin f kri, atman ile brahman’ arasında bir ayrılık bulunmadığı hakkn Caki mistik marife’dir. En meşhur Upanişadlar, îşa, Kena, Kathv. i, ve en eskilerinden olan Brhadaranyaka U. landır. O eserle* ı felsefesi, Avrupa’da geçen asırda derin bir tesir bırakmıştır. U. larda zikredilen zevat hakkında şimdiye kadar kâfi derecede malûmat edinmek mümkün olamamıştır.


VEDA : En eski Hind dininin dört mukaddes kitabı. 1028 İlâhîyi ihtiva eden Rigveda kurbanda duâ okuyan kâhin tarafından kullanılmıştır; Yajurveda ise, kurbanı takdim eden kâhin tarafından, Samaveda, İlâhî okuyan kâhin tarafından. Atharvaveda, hemen hemen aynı İlâhî ve talimatı göstermektedir. Vedalarm Hindistan'ın en mukaddes kitapları oldukları için onların da ilâhların vahyleri, ilâhların çocukları, ezelden beri Brahman’da mevcud oldukları söylenilmiştir. — Vedalara, büyük bir dînî edebiyat ilâve edilmiştir : Brahmanalar,, Aranyaka ve Upanişadlar, sutra’lar-


VEDANTA : «Vedalarm sonu», mutlak bir monizm öğreten, fakat felsefe okullarına göre farklar gösteren Hind dînî edebiyatına ait eserler.


VÖLUSPA : Edda’nm, dünyanın başlangıcı ve sonu hakkındaki bir şiiri. Dünyanın ateşle yakılmasından sonra, yeni bir dünyada İlâhî bir saâdet hüküm sürecek. V., yani «Vala’mn vahyi» her halde hıris-tiyan fikirlerinin tesirini gösteriyor.


VİNAYA : Palı kanon’un 1. kısmı, 227 maddesi olan günah itirafı formülünü, tarikat hakkmdaki emirleri v.s. ihtiva etmektedir.


YAHYA’NIN VAHYİ : Incil’in son kitabı, 70 ile 90 seneleri arasında yazılmış olsa gerektir. Hıristiyanlığın apokaliptik tasavvurlarım en vazıh şekilde gösteren bu vahyin müellifi, dördüncü Incil’in müellifi ile aynı değildir.


YASNA : Avesta’da bulunan, gatha’ları da ihtiva eden liturjik bir eser.


YAŞT : Avesta’nm ihtiva ettiği, yazatalara takdim edilen kurbanlarda söylenilen, herhalde ZERDÜŞT’ten daha eski bir zamana âit olan İlâhîler.


YOGASUTRA : Sanıklıya felsefesine bağh olan, Pantanjali’nin eseri olan, Yoga felsefe ve pratiğini belirten kitap.


ZEND : Avesta’ya yapılan bir şerh ki muhtemelen şimalî-garbî İran’da oturan, eski İran dinini muhafaza eden muhitte gelişmiştir.


DÎN TARİHÎNDE KULLANILAN BAZI TÂBİRLER

ADVAİTA : (İkilik yok) : Hindistan’da bilhassa meşhur ilâhiyatçı ve feylosof ŞANKAEA tarafmdan işlenilmiş, Brahman’dan başka bir şeyin hakiki olmayıp bütün varlığın — ilâhlar da dâhil olmak üzere — yalnız İlâhî aldanış perdesinin, İlâhî rüyanın bir oyunu olduğunu ileri süren doktrin.)


ÂDVENT : Hr. kilise yılının başlangıcı; İ s â ’ nm doğum gününü hazırlayan zaman. Katolik kilisede, Noel’den evvelki dört hafta tövbe ve riyazet zamanı sayılır; ortodoks kilisede, Noel’den evvel 40 gün oruç tutulur.


AGAPE : Incil’de sevgi ve muhabbet, bilhassa Allah’tan insana inen ve bundan sonra yar ve ağyar sevgisinde kendini gösteren âlemşümul muhabbetti. Kor. 13, bu muhabbeti övmektedir.


Sonraki, eski hıristiyanhkta : müşterek yemekler ki oralara zengin ve fakir, bütün cemâat iştirak etmiştir.


AGNOSTİK ; \Transzendent olanı tanımak mümkün olmadığını ileri süren din veya felsefeler, meselâ Upanişadların felsefesi (Allah «Yok yok» tur), Buddizm, Yunanistanda Sofistler (İlâhi olanı bilmemize imkân yoktur) fv.s.


AHAM BRAHMASMİ :_Ben brahma (yani dünyayı yaratan prensip) im; Upanişadların «büyük sözü».


AHİMSA : («öldürmemek») :3Eski Hindistanda zühd emirlerinin en mühimini. Her varlığın/ tenasüh sayesinde husûsî bir ruhu, özel bir kıymeti mevcûd olduğundan, onu öldürmek yasaktır.: Ahimsa emri, hem büyük rahip tarikatlarında — Jainizm’de, Buddizm’den daha fazlasiyle — riayet edilmektedir, hem de Hinduizmde büyük bir rol oynamaktadır. GANDHİ’nin siyâsî ve ahlâkî ülküleri bu noktai nazardan gelişmiştir- Hiç bir varhğa zarar vermemek maksadiyle, zâhidler gayet titiz ihtiyât tedbirleri alıp gidecekleri yollan süpürge ile temizliyor, içecekleri suyu dikkatle süzdürüyorlar. İslâm dünyâsında, eski mutesawıfla,rdan İBRAHİM İBN EDHEM bu ahimsayı göstermiştir


AÎON < Çok uzun bir zaman. Esas i’tibâriyle bir zaman ilâhı ki pek uzun "devirlerden sonra yenileşir; Gnostik’te, ezelî İlâhî varlıktan çıkan feyizler, yarı İlâhi varlıklar.


AKİDE : Bir dinin muhteviyatmı kısa bir hülâsa hâlinde ifâde eden, cemâatin benimsiyeceği cümleler. Akîdeler ekseriya, dinin, zındık sayılan cereyanlariyle mücadele ettiği zaman yanhş fikirlere karşı bir set teşkü etmek maksadiyle geliştirilmiştir.


ALLAHIN ÇOCUĞU : Incil’de, î s â, her insanın Allah'ın oğlu olduğunu söylemiştir; bu mefhum, «Göklerdeki babamız» kelimeleriyle başhyan duâda kendini göstermektedir. PAVLUS’a göre, İsa mn bu sözü dünyaya büyük bir müjde getiriyor, çünkü, oğlu olan, vâris de sayılır : insan bu sûretle, İlâhî melekûtun vârisi olarak tavsîf edilir. Rom. 8, 17 -17 «Çünkü Allah’ın Rûhu ile sevkedilen-lerin hepsi Allahın oğullarıdırlar. Çünkü yine korku ile kulluk ruhunu almadınız; fakat oğulluk ruhunu aldınız, ve onunla, Ab-ba, Baba, diye çağırırız... ve eğer evlât isek hem de varisleriz; Allah’ın varisleri, ve Mesih’in hemvarisleriyiz...» •


ALLAHIN KUZUSU : Eski Ahid’de, İsrail milleti Allah'ın.kuzusudur; HESEKİEL’e göre, Allah iyi çoban sıfatiyle, kuzularını otlağa götürecektir. İncîl’Se, bu tabir î s â ’ da kullanılır; 1 Kor 5,7, «Çünkü |)izim fıshımız_(yani pesahta kesilen kurban) olan Mesih de kurban edilmiştir.» Yuhanna’ya göre Incil’de, İ s â «dünyanın günahını kandıran Allah kuzusu» olarak tavsif edilir; eski bir âdete göre, senede bir defa bir kuzu, yahud bir koyun hususî törenlerden sonra milletin günahlarım kaldırsın diye İsrailliler tarafından çöle salıverilmiştir. Bu tasavvur, İş. 53 de azab çeken kul hakkında söylenilen fikirlerle karıştırılmış, î s â ’ ya nakledilmiştir. YUHANNA’nm vahyinde, bu tasavvur dinin merkezini teşkil etmektedir; hıristiyanlar, elbiselerini o İlâhî kuzunun kanında yıkamak suretiyle (yani vaftiz vasıtasiyle) günahlarından kurtulmuşlardır. — Kilisenin liturjisinde hâlâ, evharistiya’-dan evvel, üç defa aguus del adlı (yani «Allah'ın kuzusu») bir duâ okunmaktadır. Güzel sanatlarda da bu motife sık sık rastlan-maktadır.


ALLAHIN OĞLU : Eski Ahid’de îsrael milleti; Kıralhk mezmurlarmda İsraü kıralı, yahud belki beklenilen mesihi kıral (meselâ Mezm 2,7 : Rab bana dedi: Sen benim oğlumsun, ben seni bugün tevlît ettim). Orada eski şarkın mukaddes kıratlığından gelen an’ane-ler mevcûddur. Incil'de, bu söz, Mesih’in vazifesini beyân etmektedir (Mt. 16, 16 : Sen hay olan Allahın Oğlusun, Mesihsin). İncile göre, bu Mesih gökten geliyor, göğe de dönüyor. Sonraki teslis fikirleri, bu ifadelere dayanmıştır.


AMOUR PUR : Fransiz kvietistik mistikte, muhlis, mutlak bir aşk ki insan orada ÂÜah’tan ne Cennet istiyor, ne de Cehenriebıden kür-tülmâyî~niyâz ediyor; tam~Tlâhî irâdenin bir âleti olarak yaşıyor; aşktaTduyduğu lezzetten bile kaçıyor. Tasavvufta RÂBİA,HAL-LAC, Ahmet GAZZÂLÎ bu nev’i aşkın mümessilleri sayılabilirler.


ANA İLAHE : Bilhassa Sâmî mıntakalarda ve Anadolu’da era tipik nü-mûne’.eri görülen, toprağa bağlı, toprağın tevlit edici kuvvetlerini şahıslandıran bir İlâhî varlık. Ana ilâheler — Demeter, Kybele, İştar, belki de Kali-Durga — hemen her dinde raslanır; onlar kendilerini ana, maşûka, bâkire şeklinde gösterirler. Birçok ilâh ve insanlarla sevişen İştar, İlâhî çocuğu ile temsil edilen î s i s, sayısız çocuklar doğuran ve onları yine öldüren K a 1 i - hepsi bu tipin muhtelif taraflarıdır. Bazen de, bu ana ilâhe, bâkire olmakla berâber, çocuk doğurur. Pek eski bir kültür seviyesine ait olan bu fikirlerin kalıntıları, semâvî dinlere (Hıristiyanlıkta Meryem Ana tasavvuru, Buddizmde Kvannön) sızmıştır.


ANİMATİZM.: Bütün tabîat hâdiselerini ve dünyada mevcud olan hemen her şeyi canlandıran bir fikir sistemi.


ANİMİZM : Ruhlara inanış. Ingiliz âlimi TYLOR’un 1867 senesinde ilk def'a kullandığı bir tabirdir. TYLOR rüyalarda görünen ruh, ölü ruhu ve başka ruhlara inamsın, bütün dinlerin kökü olduğunu iddia etmiştir; buna karşı bir çok bilginler tarafından dinlerin başka kaynakları gösterilmiştir. Halbuki ruhların farkına varış dinin mühim bir kaynağım teşkil etmektedir.


ANNUNCİATÎO : MERYEM ANA’ya, Cibraü tarafından î s â ’ nm doğumunun bildirilmesi.


ANTROPOMORFİZM : İnsanın, İlâhî varhğı insan şeklinde tasavvur etmesi. Yunan ilâhları, bu görüşün pek tipik birer misalidir; onlar, tamamiyle insan nevinden hareket ediyorlar. Fakat hemen her dinde, (muhtelif ilâh heykellerinde belirtildiği veçhüe) antropomorfizm az çok yer alır; en yüksek dinlerde bile, Allah'ın ellerinden, Allah’ın yüzünden bahsedilmektedir; çünkü insan, tam ruh olan bir Allah’ı zorlukla tasavvur edebilir ve, onun mahiyetini ifade etmek için, İnsanî anlam ve ifadeleri kullanmak mecburiyetinde kalır.


ANTROPOSOFİZM : £1913 de Almanya’da R. ŞTEÎNER tarafmdan tesis edilen bir senkretist cemâat. Merkezleri Bâl şehrine yakın olan Ooetheanum’un isminden anlaşıldığı gibi, GOETHE’nin fikirleri-ni, eski teosofik fikirlerle hıristiyâğ ülkülenyle~kârıştırmîşlardîr. Teosoft’den ayrılan bu cemâat, Hindistândan gelen tenâsüh ve karma doktrinlerini benimsemiştir; temrinler, ve insanı gittikçe meleklere, âlemin kurtarıcısı olan FlFaT’ya götüren me-ditasyonlara icra ettiriyorlarj güzel sanEtEraTrenk armonisi sis-temlerine büyük bir ehemmiyet veriyorlar, bilhâssa da terbiye sâ-, hâsında gayeFgemş~Fir~fââIiyetr gösteriyorlar. 1922 de kurulan ChristengememseKâfFTHıristiyanlar Cemiyeti), Antroposofizmde ilk senelerde Hind fikirleri arkasında "gizlenen hıristiyan doktrinlere yeni bir ma’nâ vermeğe çahşıyor.


APOKALİPTİK : <(pünyanın spnundan_bahseden,-yahud-dünyamn-sonu-na dâir malûmat veren bir edebiyat. İlk defa eski İran’da görünen, oradâErYaEüdiEğe sızan bu fikirler, milâddan önce birkaç mühim eserin meydana gelmesine zemîn olmuştur; mîlâddan sonra, havârîlere ve başka zevâta atfedilen oldukça geniş bir apokaliptik edebiyat vücûda gelmiştir. İslâmî sâhaya yayılmış olan cafr bu cümledendir


APOKATASTASİS HAPANTON : (Dünyanın sonunda, eski kâmil hâlin ‘ tekrar gelmesi, kötülerin, devlerin bile nihayet İlâhî inayet sâye-sinde Cehennem’den kurtulması. 1. Kor. 15,28 «tâ ki Allah her


; şeyde her şey olsun»’diye yazılmıştır. Zikri geçen-tasavvur, hıris-tiyanhkta bilhassa ORİGÎNES tarafmdan müdâfaa edilmiş ise de resmî kilise tarafından kabul olunmamıştır.


APOKRÎF : Eski ve Yeni ahid’de esas itibariyle mevcüd- olmayan. eserler. HtERONİLIUS’tarFitibaren, bu kelime, eskTAhd’in îb-’ranT'metninde mevcud olmamakla beraber Septuaginta’da mev-cud olan parçalarda kullanılır; onların en büyük kısmı, Tridenti-• mım’dan sonra katolik kilise tarafından kanonik olarak kabul . edilmiştir.' Ahdi Cedîd’e ait olan • apokrifier!n. çoğu,• enteresan • lejandları ihtiva etmektedir; fakat fazlasiyle hayâle' kaçtıkları için kanonik'olarak takdir edilmemektedir..    . . . ;


APOSTOLÎKUM : Incil’dengeliştirilen akide-2. asırda katehumenle-rin vaftiz derslerinde kullanılan, 6. mcı asırda Fransa ve Ispanya’ya da gelen üç kısımlık bir formül ki şimdiye kadar- kilisede pazar günlerinde okunmaktadır. Daha fazla işlenilmiş bir akide, Nizeo-Konstantinî akidedir. Apostoükum’un tarihî inkişafı hakkında en mühim eser, A. VON HARNACK, Dııs apostolische Glaubensbekenııtnis, 1892 senesinde çıkan, şimdiye kadar 27 baskısı olan, kitaptır.


ASLÎ SUÇ : ÂDEM’in suçu yüzünden bütün insanlar suçludurlar; suçun cezâsı, ölümdür. PAVLUS, bu fikirleri, bilhassa Römalîlarâ7 yaz-dığı mektupta gayet'açık bir sûrette izah etmiştir. Gnostikler ise, . bu suçun özel bir kaynağını arayıp bunu maddede bulmuşlardı.


TERTULLİAN’a göre, suç, ÂDEM’in çocukları için pek tabiî bir


• şeydir; fakat büyük AUGUSTİN, ÂDEM’de bütün insanların suç- lu olduklarım, suçun bu sebepten bütün insanlara — bir hastalık nevinden — sirayet etmekte, tenâsül vâsıtasiyle tevârüs edilip insanın, kendiliğinden hiç iyilik yapamadığını öğretmiştir. AUGUS-TİN’in bu fikirleri, bilhassa 17. asırda Jansenist cereyanında ön plâna konmuştur. Şark kilisesi ise, insanın, bu aslî suçla beraber öldürecek bir fesâda uğramadığını söyliyor. İskolâstik ise, bu suçun, Cennet’te mevcûd olan husûsi bir İlâhî, inayet aramağanmm kaybolmasına sebebiyet verdiğini ileri' sürmektedir. Protestantizme gelince, aslî suçun, bütün İnsanî tabîatin kat’î bir fesâdı olduğunu iddia ediyor; böyle bir fesâd olmasaydı, I s â ’ nın kurtarıcı ameli ma’nâsız kahrdı. Bazı Ortaçağ ilâhiyatçıları bile, aslî suça «o fe-lix culpa» diye hitap etmişlerdi: «Ey mes’ud suç!» çünkü yalnız o suç vasıtasiyle insan böyle bir kurtuluşa nail olabilmiştir. — Aslî suçun her insanda doğumdan itibaren mevcud olduğundan,


yeni doğan çocuk bile onun yükünü taşır ve, vaftiz olmadan ölün- ce, Cennet’e giremez (katolik doktrin). Aslî suç’tan doğumdan itibaren serbest olan yegâne insan, yine katolik akideye göre, ; Meryem Ana’aır; bunun içindir ki. — yeni akîdeye nazaren — ... ölümü görmeden göğe-çıkmıştır.


ASURA : Eski zamanlarda indojermenlerde İlâhî varlıklar; Hindistan’--.da, bilhassa demonik bir tarafı olan ilâhlarda kullanılırdı (meselâ V â r u n a, R u d r a ve bu ilâhtan gelişen Ş i v a); sonra da devler de kullanılmıştır. İran’da, ahura mefhumu bundan aykırı.bir mâna almıştır (bk. Ahura Maz.da).


AŞVİN : Hindistan’da Veda devrinde İlâhî ikiz; müşterek sevgilileri, yahud  karılan olan U ş a s — şafak ilâhesi — ile birlikte göklerde dolaşırlar; san’atkârlardır.


ATMAN : (Almanca Ate®ı, nefes),(Hindistan’da, şahsî ve kozmik hayat ' prensibi. Ölümden sonra yaşamağa devam edip tenasühte şahsi--   yetin mahiyetini muhafaza ediyor. Upanişadlann felsefesine gö-


. ret her varlığın ruhu, atman’ı, âlemin ruhunun, brahman’ın aynıdır. ,. .   Bu birliği tanıyıp tahakkuk ettiren ârif, ölümünden sonra ezelî ve


ebedî brahman’da kaybolup tenasühten kurtulmuştur


AVATARA : («İnen»)<<Hinduism’de V i s n u ’ nun, zaman zaman kurtarıcı sıfatiyle dünyaya inen ve zamanın icablarına göre muhtelif şekillerde kendini gösteren bir kısmı (balık, kaplumbağa, arslan, cüce, RAMA v.s.).


AYDINLATMA DEVRİ : 17. inci ve 18. inci asırlarda garbî Avrupa’da vâki olan, bir felsefî cereyânm devri. Bilhassa akla dayanan bu felsefî sistemlerde, insanı’eski dogmatizmden kurtarmağa çalışmışlar, teolojide deism’in fikirlerini ileri sürmüşler, - antropolojide ise, insanın esas itibâriyle iyi olduğunu iddia etmişlerdir. İngiltere’de gelişen bu cereyan, Fransa’da inkılâbın hazırlığı olarak büyük bir rol oynamıştır. Almanya’da felsefe sâhasmda bu devrin en mühim şahsiyeti, LEİBNİZ idi. Aydınlatma devrinin bir husû-siyeti, Avrupa’da yeni tanınmağa başhyan yabancı dinlere karşı : gösterilen ilgi, teoloji sahasında oldukça geniş bir tolerans idi. •


AZİZ : Hıristiyan kilisede eski zamanlarda, vaftiz olan her insan birer azîz olarak telâkki edilmiştir. Azizlerde (evliyalarda olduğu gibi), İlâhî kuvvet kendini açıkça gösteriyor. Şehîdler, faziletli insanlar


22<î halk tarafından erken taziz edilmişlerdir.Roma kilisesi, bir insana «aziz» (sanct, saint) unvanını vermek için komplike bir sistem icad etmiştir. 993 de ilk defa olarak bS* insan, Papa tarafından bu unvanı almıştır; 1170 den itibaren, sistem şimdiki hâline gelmiştir j)/Kanonise edilecek bir insanın ölümünden sonra, onun hayatı hakkında malûmat toplamp; lekesiz bir hayat sürüp iki keramet de göstermiş ise, beatificat'o_vâki olur (yani beatus, se-lig) unvanmı alır. Bazen asırlarca süren bir muameleden sonra belki aziz unvanmı alır, onun şerefine kiliselerde missalar icra edilmeğe müsaade edilir. 18. asırda Papa BENEDÎKT XIV., ka-nonisatio için lâzım gelen sıfatlan bildirmiştir; zikri geçen faâ-let ve kerametlerden_maâda, «kara sevdalı bir insan olmakla beraber daima İlâhî neşe içinde yaşaması» şarttır.>


BA : Mısır da, insanın ölümünde ölen hayat prensipi.


BABÎL SÜRGÜNLÜĞÜ : İsraü oğullarının m. ö. 597 ve 586 senelerinden sonra Babil mmtakasında geçirdikleri, yahudiliğin inkişafı için son derece mühim zaman. Eski îbrânî lisânının yerine gittikçe arameik dili geçti; sürgünlükte peygamberlerin yerine kâhinler geldiler; Yahudiliğin hüviyeti o zaman ve Filistin’e dönüşten sonra (538) şimdiki ma’nâda inkişaf etmiştir.


BAKKANT : Yunanhlarda, D i o n i s o s (lat. B a k k us) adlı ilâhın sarhoş ve heyecanh cemiyetinin âzası.


BEATİFİCATİO : Bk. «Aziz».


BHAKTİ L<=Hindistan’da: muhabbet, Allah’a karşı duyulan aşk. En par-. lak ifâdesini, Bhagavadgita da bulunmuştur; KRİŞNA’nm şeklinde göze görünen Allah orada «Bana muhabbetle sığman kay-• .bolmaz». diyor.                               .


BHAKTÎ-MARGA : Aşk vasıtasivle kurtuluş.


BHİKKU (Müennes : bhikkini) .Buddizm’de râhip. Çok sert kaidelere tâbi olan rahipler, Buddizmin özünü teşkil ediyorlar; onlar hiç bir şeye malik değillerdir, akrabaları ile münasebetlerini kesmişlerdir; dilenci sıfatiyle, günde ancak bir defa yemek yiyerek memleketlerde dolaşıyorlar A


BRÂHMAN : (Mana gibi kendiliğinden müessir' olan,, meselâ afsun sözünde mevcud bulunan bir tabiat üstü kuvvet; Hindistan’da kurbana en büyük kuvvet atfedildiğinden, brahman kurban sözünde mevcud olan kuvvet, bundan sonra dünyayı yaratan kuvvet sayılmıştır.)


BRAHMÂN : Mukaddes kurban kuvvetiyle temas eden, en yüksek sınıfa âit Hind Kâhini.


CİĞERE BAKIŞ : Eski şarkta ciğer, ruhun ve duyguların mekânı sayıl-jjlğl için, onda, vâki olan değişikliklerin, kozmik ahenge uyarak, muayyen ma’nâlan hâiz oldukları zannedilmiştir. Ciğerin her hangi bir yerinde bu ya şu değişiklik vuku bulursa, insamn kendi evîndeTveya devlette bu veya~şu hâdise vâki olur.-Bu fal sanatı, bilhassa eski Babüde işlenilmişti; Hititlerde, Yunanlarda da mev-cûcTidi;Tütrüsklerde yine pek büyük bir rol oynamıştır; onlardan Romahlar’a geçmiştir.


ÇİFTE BALTA : Bilhassa Girit - Mikenali kültüründe mukaddes bir âlet, koruyucu bir sembol.


ÇİNVAT KÖPRÜSÜZerdüşt dininde, ruhun, ölümden sonra geçeceği köprü.


DAGVAZI_£ İncü’de MATTA’nın 5 inci - 7 inci bâblarmda toplanılmış va’z ve hikmet sözleri. î s â ’ mn, muhtelif zamanlarda bildirdiği emirler burada bir tek vaz haline getirilmiştir- Eskatolijik emirler oldukları için, insandan mutlak bir teslim, merhametsiz bir mü-câdele-i nefs taleb ediyor. Bunun için, onlarm gündelik hayatta gerçekleştirilmesi hıristiyan ahlâk felsefesini büyük müşkilâta sokmuştur. Halbuki bu dağ va’zmda î s â ’ nın en derin fikirlerinin mevcûd olduğu şüphe yoktur.


DALAİ LAMA : Lamaism’deki «sarrmezheb» in reisi; paytahtı, Lasa şehrindeki Potâla’dır. :


DECCÂL : (Incil’de : Antichrist), 2. Sel. 2, 4 de yazıldığına göre, kıyametten evvel î s â ’ mn muhâlifi; yalnız onu mağlûp ettikten sonra Mesih’in melekûtu peyda olacak. Bazı hıristiyan mezheplerde, meselâ LUTHER’de, Papa, deccal’in nümûnesi sayılmıştır.)


jdslâmiyette, deccâl yine dünyanın sonundan evvel hüküm süren, insanları baştan çıkartan, felâket günleri getiren, nihayet Mehdi tarafından öldürülecek olan bir varlıktır.}


DEÎSM : Allah’ın var olmasını inkâr etmemekle beraber kendisini oldukça uzak, dünyânın gidişine bakmıyan—Jaal olmıvan, bütün âutföpöînörfıstik tasavvurlardan serbest kalan bir varlık şeklin-de temsil eden bir teolojik - felsefî sistem. Muhtelif dinlerde görü-lerFböyle bir telâkki, en klâsik ifâdesini aydınlatma devrinde İngiliz Deism’inde bulmuştur.


DEİSİDAÎMONÎA : Yunan dininde, ilâhlardan, devlerden, bütün tabiat üstü kuvvetlerden korku.


DEUS ABSCÖNDİTUSlGİzİİ ilâh», mistik bir ta’bîr; bilhâssa LUTHER’-in teolojisinde kullanılmıştır; Orada, «irâdesi, hükümleri insan ta-rafmdan hiç anlaşılamıyacak Allah» elemektir.


DEUS OTİOSUS : Tembel, çalışmıyan ilâh : âlemi yarattıktan sonra oradan çekilip, dünya nizamına bakmıyan yaradan ve bazenTle kültür getiren ilâh.


DEUS REVELATUS: «Tecellî olan ilah». LUTHER’e göre, deus abs-conditus’un, insanlara î s â’ da gösterdiği lütüf ve sevgi tarafı.


DEVA : İndojermeriîerde ilâh; Hindistan’da yüksek, aydınHâhî varhk-larm ismi (meselâ İndra, Aşvin 1er, sonra da Vişnu). İran’da aynı mefhûm dev manâsında kötü, yalancı kuvvetleri va-; sıflandırmaktadır.


DEVTERO - PAVLİNİK: PAVLUS’un ismini taşımakla beraber ona ait ol-' mıyan mektuplar (meselâ Efeslilere).


DHAMMA :/(Dharma) Hindistan’da «kanun, doğru nizam, hidâyet»-; Bud-dizm’da akide’niıTlkincFkısmı,~âynjTzâmanda da Buddizm’in en mühim rüknü. Ne B u d d a ’ mn şahsiyeti ne de ona ait veya şakirtleri tarafından toplanan mukaddes kitaplar, dhamnıa kadar dinin merkezini teşkil etmişlerdir)


DHYANA : Murakabe,: meditatiön, (Buddizm’de).


DİAKON :Kilise’de, Papaz’dan evvelki ruhanî rütbe.


DİALEKT1K TEOLOJİ : Birinci büyük 'harpten sonra, liberal . teolojisi karsısmda bir reaksiy:OrüoIarak.-Karl......B ARTH~ve~baska-”ilâhiyat-


çflarm yüeMagettrdjMeg-bir-pmtestan-dsoloiik sistem. -‘Orada, -hanm sözünün ,daima~A.lla.h’m vahyinden uzak kahp-bundaıı~ötü'-rifher va’zın, ve Allahın vahyi hakkında her beyanatın durmadan birYüalektiF~ğerğîŞkte bulunduğu söylenilmektedir. Vahye da-yâmmyan her teoloji reddilir; günah meselesi en -sert ve para-dokmşekilde ifâde edilir. Her nevi şahsî iç-tecrübeye w .bilhassa ;  mistiğe karşı gayet~şiddetli bir müşam~ahaspzhk~ve -anlayışsızlık gosterilmekteBiF; çünkü bu gibi tecrübeler. vah-ve__£layanmadıgı için İnsanın, kendiliğinden Allah’a yaklaşabildiğini zannetmesinden ileri geliyor; bu suretle7~ilahî kelâmın yalnız bir defa, yani î s â ’ da, dünyaya hitap ettiğini bildiren -hakikat gizlenir. Bu pek dar~noktaî~nâzârc[an anlaşıldığı -veçhile dialektik teoloji Jnristiyaıi olmıyan dinlere karşı düşmanlık gösterir.


DOCTOR ECCLESÎAE: Papa, yahud konşil tarafından verilen bir un-vân. Katolik kSisede -en -eski .zamanlardan itibaren takriben 20 kişi, «temiz doktrin ve sağlam akîde, kutsal bir hayat, -şâmil bil-gi»leri dolayısiyle bü unvanı almıştır. (Meselâ -Akvinaslı THO-MAS).


DO UT PES :4Bea vereyim, sen de veri» : kurbanda behren bir telâkki.: insan, istedğı şeyleri elde etmek .maksadiyle ilâhlara teberrular-da bulunur. Bunu iki şekilde beyan.etmek mümkündür : 1 — Ma-jik usullere göre, insan, ilâhların kuvvetlerini artırmak istiyor; 2— dînî âdetlere nazaran,, ilâhları sevindirip onlardan da bir şey almak istiyor)


DÖKETÎZM : Bir realiteyi, yalnız hayâl olarak telâkki edis._ Gnostikte. bîîhassa~T~s â ’ nın hakîkî bir bedenTlmayıp~tıîf~lrayalî bedende dün5myaAgeMiğim-idÜJa~eden fikirlere denilir.


DOLAP : ’Çinde, evin ecdad resimlerini ihtiva eden mukaddes yeri.


DÖRT MUKADDES HAKİKAT : (Buddizm’de ıztırâp, ıztırâbın sebebi, ıztırâbın sebebinin kaldırılması, ıztırâbın sebebinin kaldırılmasına götüren yol.')


DRÎAD .: Yunanlılarda, dişi ağaç perileri.


DRUİD : Keltlerde kâhinler; -kurban merasimi ile, meşgul olan, hâkim ve öğretmen sıfatiyle çahşan asîl adamlar.


ECCLEStA SPİRÎTIJALİS : Rûhanî kilise.


EKSOGAMİ : iptidaî kavimlerde, bir insanın kendi aşiretinin içinden -•'bir'zevce alamaması. Bu âdet, bilhassa totemizm’de mevcuddur.


EKUMENİK : Eski mânâda : (İnsanların oturdukları mıntakalara şâmil • -olan kilise; o kilisenin mümessillerinin icrâ ettikleri ilk konsiller, ekumenik konsiller ismi' ile meşhurdur. (İznik, Efes, Kalkedon).


.Şimdi, ekumenik hareket, bütün kiliseler arasındaki münasebetleri


- Hıuvve ilendirip kiliselerin • işbirliğini teşvik eden; Birinci Büyük Harpte başlıyah büyük ve pek faal bir cereyanı ifâde etmektedir)


ELECTİ : Manikeizm’de, bir nevi râhiplikte ömür süren, duâ ve oruçla meşgul olan en hususî zümre


ELOHİST : Eldeki Tevrat’ın kaynaklarından biri. Allah’tan bahsederken Elohim ismini kullandığı için, elohist adi ile tanınmıştır. Mühtemelenm. ö. 8. asırda yaşıyan bu üâhiyatçv Yahvist’ten fazla teolojik fikrlerle meşgul olup Tevrat’ın hikâyelerinde tabiat ' üstü hâdiseler üzerinde durmuş, esatiri daha ilmi bir şekilde ter-tiplendirmiştir.


EMANASİYON : Theogoni ve kosmogonide görünen-bir hâdise, İlâhî bir feyiz. Muhtelif dinlerde-ezelde İlâhî bir varlığın, dünyayı kendinden çıkarttığını söyliyen mitler ve tasavvurlar vardırj~6ü7a-faüilış~tâsawurununtam~zîddıdır;- çünkü Allah ile dünyâ arasında zât bakımından bir müsâbehet,'~yahud da Hır ayniyeFoEhası râzımgehrEmanasyona inanan dinlerde (eski Hindistan dini, Ma-hayana Büddizm, Manikeizm, gnostik sistemler, her türlü mistik — meselâ ÎBNÜ ARABÎ’nin sisteminde) ~ ekseriyâ Allah’tan çıkan varlıkların, muhtelif merhalelerden geçerken aslî kemâlini kay-ÜeHıEleıi-söyteamişfeî—bumaddî dünya, son merhaledir: insan, şimdi geldiği yoldan aksi istikamette geçmek suretiyle. İlâhî ash-


ENKARN AS YON <:Esas itibariyle ulûhiyetin, tezahürât dünyasına gir-mesi; sonra : Allah’ın, insan şeklinde peydâ olması; hulûl. Hindu-ismdiTavatara tasavvuru, Vi ş n u ’ nun böyle bir enkarnasyonu iddia etmektedir; enkarnasyona inanış, hıristiyanhğın temelidir. Bu doktrine göre insan o kadar suçludur ki, yalnız Allah tarafından - kurtarılabilir; halbuki bu kurtuluş, yalnız bir insan tarafından icrâ edilebilir — bunun için, î s â ’ "da hem İlâhî, hem de İnsanî


- tab:at:n mevcûd olması insanların, kurtuluşu, için şarttır.? (bk.


B.om.'s/sTGaî. 4, 4; 6, 2; Fil. 271):                       Z


ENZYKLİKAj_ Papa’nm, bütün dindarlara, yahut episkoposlara gönderdiği bir sirküler. İlk sözlerire nazaran isimlendirilir (meselâ : E. pascendi, pascendi  kelimeleriyle başlar). .


 -                      •         //                1 ' a- a-? :L


EPİKLESE__ (Kurbanda, ilâhların dâvet edilmesi; hırlstiyan teolojisinde, salîrament~maddesinin takdisinde, I s â ’ nm, yahud Rûhulku-düs’ün çağırılması. En eski şekli galiba, halâ bazı mezheplerde kullanılan maranatha «Ey biz m Rabbimiz, gel.» kelimeleri idi. 2. inci asırdan itibaren Ruhuikudüs, ekmek ve şarabı takdis etmeğe dâvet edilmiştir; bu âdet, gark kilisesinde halen yaşamağa, devam etmektedir


EPİSKOPOS : (İlk zamanlarda, hırlstiyan cemaatlerin nizâmına bakan .... zât (bk. Fil. 1, 1). 2. inci asırdan sonra. otorite sahibi olup muhtelif şehirlerde cemâatin reisi ve hocası oldu; onun silsilesi, ha-... vâ.rîlere kadar .iner.j-Episkoposların cemiyeti, kiliseyi temsil edip, İdlisenin de en müh;m temeli sayılmıştır. 4. üncü asırdan itibaren, bir eyâletin en yüksek ep'skopos, metropolit ünvâmnı alıp başkalarının resi seç'Inrşfr. Gelişen papalık, episkoposların eski ehemmiyetini tahit etmiştir.,


ESKATOLOJÎK : Âlemin istikbaline aid tasavvurlar A Bu gibi f kir ve tasawurlara~e_rKpEîdâîIerinden bağlıyarak, hemen bütün milletlerde rastîanmaktadır. Dünyanın sonu, ekseriya bir tabiat felâketi vasıtasiyle gelecek g.bi tasavvur edilir. (Bazen, böyle bir fe-' lâket dünyayı imhâ etmekle beraber biraz sonra yeni bir dünya : aynı şartlar altında tekrar husule gelip bu suretle hayatın son-. suz. tekerleği bütün bu hâdiselere rağmen dönmeğe devam eder.y Birçok milletler, eskatolojk tasavvurları yalnız kendi ülkeleri , için kabul etmişlerdir: Eski İsrail, peygamberlerindi, eşkatolojik va’zlar vermelerine rağmen, yalnız İsrail’in sonunu düşünmüşlerdir. Sonra bu fikirler, başka milletlere bakarak genişletilmiştir.


... .Hemen her eskatolojik eserde, dünyanın sonunu (ve bazan da kı-. yâmeti) bildiren hâdiseler sayılmaktadır: Zelzele (bak,. ZELZELE sûresine!), Tûfan, göklerin, yıldızların mahvolması (pek güzel bir misali, TEKVÎR sûresidir), bazen de yeryüzünde vâki olan şiddetli muharebeler (eski İran eskatolojisinde, semavî dinlerde deccal ile vuku bulacak melâhim). Bu dünyanın, sonundan sonra alacağı şekil, ezelde mevcûd olan Cennet’e benziyecek; bu fikir, bilhassa yahudüikte inkişaf etmiştir (hak Iş. 9 ve 11!). Hıristiyanlıkta ise, orada î .s .â ’ nın gelmesi, eskatolojik bir hâdise olarak telâkki edilmiştir; yaptığı keramet İlâhî eğemenliğin insanlar arasında mevcud olmasına bir işâret sayılmıştır. Bu suretle, hıris- ’ hiyah teolojisine göre, . î s â ’ mn zuhûr etmesiyle,, eskaton (son zaman) şimdiden hakikat olmuştur; î-s â ’ ya inanan insan, şimdiden bu yeni dünyada yaşamaktadır. İslâm dininin î s â ’ nuı


• - geleceği hâkkmdaki düşüncesi de bu arada hatırlanabilin


EVHEMERİZMEVHEMEROS’a dair, ilâhlarm esas itibariyle ilâhlaş-tınlan kahramanlardan başka bîrey~o]mâdîklârr hakkında bir teori.                                    ..----——-


EVHARÎSTİYA: c' Lisan bakımmdan ; Şükrân; sonra hıristiyaulıkta bir sakrament’in ismi: Çünkü î s â , ölümünden bir gün evvel, ekmek ve şaraptan ibâret olan bu mukaddes yemeği, Yahudi usullere göre bir şükran duası okunurken, b r hâtıra yemeği olarak tesis etmişti. Cemaatlarda, bu «şükran», î s â ’ nın kurtaran ölümü için okunurdüj. Evvelâ pek basit bir hatıra yemeği olan e. nihayet uzun missa’nın merkezi hâline gelmiştir. Incil’de bu âdete dair ilk haber, PAVLUS’un Korintoslulara yazdığı 1. mek-tub (11, 23) de bulunmaktadır; orada yazılan sözler, kilisede, ekmekle şarâbın takdis edildiği zaman okunmaktadır; katolik telâkkisine göre, î s â ’ nın bu kelimeleri, ham maddeyi onun hakîki kan ve bedene tahvil etmek kudretini haizdir. En eski hıristiyan-lar, e. yi bir nevi kurban olarak icra etmişlerdir; klâsik ilâhiyatçılara göre (ORÎGİNES, AUGUSTİN) bu iki maddede -tabiat üstü İlâhî varlık, ruhânî bir şekilde mevcûdduf; iskolâstik devrine kadar, daha realistik bir telâkki gelişmişti; transsubstantio sâ-yesinde maddeler gerçekten beden ve kan hâline getirilir. Domi-nikan tarikatına nazaran; e,, inşâm takdis eden mukaddes bir ni-şânedir; franziskanlara nazaran, Allah’ın ruhta gösterildiği mucizenin bir sembolüdür. Reformatörler, meselâ LUTHER ise, eski realistik fikirleri benimseyip «İsâ’nın vücudunun gerçekten yenü-diğini» söylemiştir. CALVİN’e gelince, î s â ’ nın vücudu e. da kuvvet ve tesir bakmamdan mevcuddur diye daha spiritüalistik bir fikre varmıştır; ZWİNGLİ, A yı bir hatıra olarak kabul etmiştir. Romalı kilise, bilhassa e. nm kurban olması üzerinde duruyor; o, papazın her gün takdim ettiği «kansız kurban» dır


EX CATHEDRA t Kürsüden, yani kilisenin yanılmıyan hocası .sıfatında. Papa hakkında kullanılan bu tâbir, Papa’mn, hu sıfatla hir hüküm vermesi demektir.


EX. ÖPERE OPERATO Kendi kuvvetinden işliyen bir şey, meselâ : bir kurban,- kâhinin gerekli afsun dualarını doğruca ve titizce okumasından dolayı, müessir olur.


FAALİYET İLÂHLARI : Kendilerine ait olan çok dar bir faaliyet sahaları-olan, bilhassa Roma, İslây/ve Yunan, dinlerinde büyük miktarda husûle gelen ilâhlar.


FENRİS KURDU : Jermen mitolojisinde, Cehennemi kuvvetlerin kardeşi olan, dünyanın sonuna kadar zmcirlerle sarılmış olarak yeraltı ülkesinde yatan kocaman, kurd şeklinde görünen devimsi bir varlık ki, nihayet, dünyanm sonunda ilâhlara taarruz.-edecektir.


FETİŞ : «(İnsanların yaptıkları, mana ile dolu, müessir bir âlet, yahud b:rçok eşyadan mürekkep bir şey (çifte balta, şamanlann kudum-lan, sepetleri)) F. kelimesi, 1760 senesinde çıkan, Fransız âlim DE BROSSES’in bir eserinde (Ee culte des d'eux fetiches) ilk defa kullanılmıştır; esas manâsı «yapılmış» dır.


FlLÎOQUE : «ve oğuldan» Roma kilisesinde, akidede kullanılan bir ilâve; buna göre Ruhûlkudüs hem peder hem de oğuldan çıkar. Ortodoks kiliseye goreT~Ruh yalnız Pederden çıkar. Bu nokta, iki büyük kilisenin ayrılmasının mühim bir âmili oldu.


FLAMEN : Roma’da kurban kâhini, kelimenin manâsının ifâde ettiği gibi «ateşi üfüren» kâhinler. Üç büyük flamen yanında, 12 tanesi küçük ilâhların hizmetinde bulunmuşlardır.          -


FONKSYON İLÂHLAR!: Tek bir fonksyonu olan ilâhlar (meselâ : N i k e , zafer gef riyor). Ekseriya asırlar boyunca bir büyük ilâhın fonksyonları haline gelebilirler (meselâ : A_tena Nike: zafer getiren A t e n a )


FESTUM CORPUS CHRİSTİ : (MESÎH’in vücûdunun bayramı) franz. la Fete Dieu), katolik kilisesinde 1247 senesinde Belçikalı bir râ-hibenin teşviki ile ilk defa icrâ edildikten sonra 1317 de resmî bayram olarak bildirilen, pantkottan 11 gün sonra yapılan bir bayram-, 1215 de Lateran koıisilinde transsubstantiön akîdesi kabul edüdikten sonra, î s â ’ nın vücûdunu gerçekten ihtiva eden hostia, kiliselerde muhafaza edilmiş ve ona tapınılmıştı; f. c. Oh. de, takdis edilen hostia büyük, bir geçitte şehirlerde gösterilmektedir. Reformasyondan sonra, protestanlar bu âdeti reddetmişlerdir; bu sebepten, şimdilik en tipik katolik bayramı sayılmaktadır.


FRAVAŞÎ : Zerdüşt dininde, insanlara yardım eden ruhanî varlıklar. Onlara Avesta’da uzun bir.şiir (Yaşt 13) ithaf edilmiştir.


FYLGJUR : Jermenlerde, insanı takîb eden, ruhanî kuvvetler (bir nevi gölge ruhları).


GÂYİTRİ : Bigveda m 62,10 da bulunan, her Brahman’ın sabahleyin okuduğu, kadınlar tarafından okunamıyan mukaddes bir beyit : «İlâh Savitri’nin, f kirlerimizi canlandıracak bu mükemmel nurunu kabul etmek istiyoruz.» Bu beyit, mitolojide, Brahma.’-nııı ikmci zevcesi şeklinde şahıslandırılmıştır.


GENIUS : Roma dîninde : erkeklerde mevcûd olan esrarengiz hayat kuvveti, sonra da koruyucu peri.


GOPİ : KRİŞNA’nm sevd’ği çoban kızları; Hindistan mistiğinde, Allah’a âşık olan ve onun hayâli vâsıtasiyie saadet bulan kalbin misâli.


HAÇ : Hıristiyan olnryan bazı dinlerde de pek meşhur bir nişâne olmakla beraber, hır.'stiyanhğm özel alâmeti sayılabilir. KONSTANTİN devrinden-itibaren, haç, hır stiyanhğm sembolü oldu. Halbuki sunaklarda, haçlar 1100 senesinden evvel bulunmamıştır; şark kilisesinde, böyle b’r âdet daha evvel intişâr etmiştir. İlk zamanlarda yalnız haçı temsil ettikten sonra, sanatkârlar da, ya azâp çekerken, yahud da gâbp olan kıral şeklinde, î s â ’ yı haçta göstermeğe başladılar.Liturjide (ve bundan dolayı da gündelik hayatta) proestan olmayan kiliselerde haç nişanı el ile ahn ve göğüs üzerinde yapılır. — İncTe göre î s â ’ nm haçta ölmesi dimin merkezidir; î s â ölüme kadar Allah'ın irâdesine itâat ettiği için, bu sûretle semâvî izzete girebilir (Fil. 2, 8), Haç, şeytânî kuvvetlere karşı kazanılan zafer demektir (Kol. 2, 15), çünkü I s â ’ nm bu ölümü, insanları aslî suçtan ve ölümden kurtarır „ (en mühim yerler : 1. Kor. 15,3; Gal. 3,13; İbrani 10,12; Yu-hanna’ya göre İncil 1, 19).


HADES : Yunanhlar’da, yeraltı ülkesi ve onun kıralı.


-HAOMA : Eski İran’da kurban merasimlerinde sunulan mukaddes. şarap (bak soma). Zerdüşt tarafmdan âyinlerde kullanılmasına rağmen, zoroastrizmin inkişâfında tekrar ehemmiyet kazamp pek - mukaddes ve her hastalığa şifâ veren bir madde, hazan da A h u r a M a z d a nın bir oğlu olarak telâkki edilmiştir.


HAYAT TEKERLEĞİ : Buddizm’de,/ hayâtın muhtelif merhalelerini — bilgisizlikten bâşhyarak ölüme kadar — ekseriyâ korkunç resimlerle belirten, en tipik misallerini Tibet ve Çin manastırlarında gösteren levhalar.


HENOTEİZM : Bütün başka ilâhlardan yüksek olan bir üâha inanış ;        (eski ŞârİTcimlerinde bazan boylebir-cefeyanrğörülmekteairfMr-


hassa duâ ve İlâhilerde, hitâp edilen ilâh, bütün İlâhî varlıklardan daha kudretli, daha faal olarak tavsif edilmektedir).


HEROS : Yunanlılarda, kahramanlar, insanlarnı ataları. Mitolojide, bazı heros’larm ilâhlaştırılması, bazı ilâhların da heroı mertebesine düşmesi gösterilmektedir : Heros perestişi, antik imperator peres-tişinde ve h;r bakımdan, azizlere gösterilen ihtiramda yaşamağa devam etmektedir.


HİBRÎS : Kibir. Yunanlılarda, ülkü sanılan «doğru nizâm, itidâl» in zıddı hibris, ilâhların hiç bağışlamayacakları bir sıfattır; insanın başına gelen her belâ, bu tehlikeli sıfatın meyvesidir.


HİERARKÎ : Papaz veya rahiplerin, hususî mertebelerde tertip edilen nizamı. Eski Şark’m büyük kâhin dînlerinde pek güzel tertiplendirilmiş hierarkiler mevcuddur; katolik kilisede, 8 mertebesi olan . bir h.- vardır ki yüksek merhaleleri, diakon, papaz, ©piskopostur. Bazı tasavvurlara göre, meleklerdi de özel bir hierarkileri mevcuddur.


HfERODUL : «mukaddes köle», birçok dinlerde, mâbedlerde— bilhassa verimlilik ilâhelerinin hizmetinde — fahişelik eden kadınlar. Sâmî mıntakalarda (Babil, Kenan, Yemen) ve eski Anadolu’da, bugünkü ahlâk bakmamdan pek anlaşılmıyan bu âdet büyük mikyasta mevcuddu. Manâsı esas, itibarile, ilâheye veya ilâha takdim edilen bir «bekâret kurbanı» olsa gerektir; bazen de, gök ile toprak arasmda vâki olan mukaddes nikâhı temsîl ve bu sûretle — majik usullere göre -—icrâ etmek arzusundan doğmuştur.


HİEROS' GAMOSu «mukaddes nikâh»,. gök ilâhı ile topsak anası âra-sındâ vâki olan, dünyaya verimlilik bahşeden: nikâh.


HİPOSTAZ;: İlâhî bir sıfat. Sıfatlar, bazen müstakil İlâhî varlıklar hâline gelmiştir,, meselâ hellenistik- Yahudilikte sofiya:«Allah’ın hikmeti».


HOMOÎOUSÎOS : Zat. bakımından müşabih (îsâ ile İlâhî Peder).


HOMOOUSİOS : Zat bakımından aynı (îsâ ile İlâhî Peder).


HOSTİA : çEvharstyada kullanılan, mayasız, ekmekten yapılmış yuvarlak ekmek parçası ki,, takdîstgnjsonra__î_sJi ’. nın vücudu haline


gelmektedir:. Râhibeler tarafından. imâl edilen hostia, mukaddes bir-sembol (bir haç, bir balık, v.s.) ile- süslüdür. Ortaçağ râhibe lejandlanna göre, takdis edilen hostialarda birçok mucizeler görülmüştür;, hostia’ya teveccüh, bilhassa râhibeler manastırlarında geliştirilmiştir.)


HRÎSMA : /gTakdîs edilen, katolik ve şark kiliselerinde kullanılan bir zeytin yağı. Bir sakramentum clırysmatis, katolTkkilisesinde-eoeuk-Iafa~Ruhulkudüs’ü vermek maksadiyle, episkopos tarafmdan 7 yaşından büyük çocuklara hususî bir törende verilir; çocuğun alhı bu madde ile yağlanır. LUTHER, bunu sakrament olarak-kabul etmiştir.)


HTONÎK İLAHLAR : Yeraltı mmtakasma âid olan, hem ölümle, hem de verimlilikle alâkalı İlâhî varlıklar.


İKON : Şark kilisesinde, îsâ’ yi, MERYEM ANA’yı, teslisi; azizleri temsil-eden, hususî' bir üslûpta- yapılmış olan, hem kilisede, hem evlerde bulunan resimler. İkonoklast denilen, ikonlara gösterilen ihtirama karşı savaşan zümrelere karşı, şark kilisesinin resmî teolojisi bunları kabul etmiş ve, ikonları, İlâhî varhklarm bir aksi, ulûhiyete götüren bir mainevî köprü, saymakla eski plâtonik tasavvurlara sâdık kalmıştır,


İKONOSTASE. r \Sark kiliselerinde,, halka, mahsus, yeri,, kudüselakdes’ten ayıran, resimlerle süslü bir.- duvar


ÎMMACULATA CONCEPTÎO : MERYEM ANA’nın aslî, suçtan ana rahimde; biieserbes t. olmasını iddia eden. 1854 senesinde, katolik kilisede akîae'lıâlin&-gelen telâldrfu Bundan sıı çıkar ki o, ölümden de kurtulmuştur (çünkiûölümg aslî: suçun neticesidir)? — bu sûretle, 1950 de neşredilen katolik akide (MERYEM. ANA’nın ölmeden göğe cık-ması) bu akidenin mantıkî heticesidîrJHalbuki bu gibi fikir — suçsuz bir bâkirenin İlâhî, yahuct yarı İlâhî bir çocuğu doğurması — dünyanın, birçok dîninde görülmektedir. Eski. Hıristiyanlık, MERYEM'ANA hakkında bu gibi tasavvurlar ileri sürmemiştir; bu, uzun bir inkişafın meyvesidir


INFALLİBİLİTAS anılma, tehlikesine maruz kalmamak. Eski hıris-tiyaıı telâkkisine göre, konsiller, epikoposlann toplantıları resmî sıf atiyle konuşurken yanılamazlardı (bir nevi icmâ). Halbuki papalığını temerküz syâsetinden dolayı', birkaç cereyanın itirazlarına. rağmen: 18:12.1870? de Vâtikanlı itikadlarmda, Bapa’nm, ex-cafchedra hüküm verince,, yamlamadiğı ileri? sürülmüştür. Bu fikir, ortaçağda da bazı yerlerde (meselâ Akvinash -Thomas’ta) görülmektedir


İNKVİSÎSYON :: Bilhassa. Ortaçağda meydana gelen, hırfstiyanliğın düşmanlarım ve. zındıklan yenmeğe çalışan bir- müessese. Eski kilisede, te gibi. ruhani mücâdeleler, ruhanî silâhlarla — kitap ve risalelerle — yapılmıştı. Halbuki AUGUSTÎN’in tehlikeli, prensip! cog te iatrare — onları,, kiliseye girmeğe zorlayın!. — kikse tarafından. merhametsizce- tatbik edilmiştir. 12.. asırda, Akvinaslı THOMAS gibi bilgili adamlar bile, zındık ve kâfirlerin ateşle yakılmasının doğru olduğunu, iddia, etmişlerdir. Cenubî Fransa’da oturan, bir' mezhep, bu takiplerin ilk kurbânı oldu; 1209 senesinde ona mensup olanların büyük çoğunluğu ateşle öldürülmüştür. Ispanya’da, inkvisisyon devletle elele çalışmıştır; onun «din amelleri» Ortaçağ’da mistikler, Yahudiler, Müslümanlar, reformatör-ler aleyhine icrâ edilmiştir; bu sûretle, binlerce ve binlerce insan en fecî ölümle öldürülmüştür.


.İNSANOĞLU.: Incil’de îsâ’nm b’.r unvânı. 69 yerde bulunan bu kelime, ESKİ AHD’in DANİEL kitabında, mevcud olan insanoğlu fikirlerine dayanır- (bak Daniel: Tr 13)?, Apokr’f. hr eser. olan. HENOH -kitabında,. Rudolf: OUTO/nun. gösterdiği’ gibi, insanoğlu, anlamı gelişmiş b'r şekilde görülmektedir.-:: bu. lâkabı: taşıyan, ezelden beri mevcud olan bir varlıktır; Allah’m gelecek; melekûtunda hâk.m olmakla beraber yeryüzünde gizli ve büinmemiş bir hayat sürüyor; yalnız Allah tarafından vatandaşlarına tanıtılır. Isâ, herhalde bu tasavvurları benimseyip kendinde bu gizli insanoğlu’nu görmüştür. Yuh. 3, 13, insanoğlunun ezelden beri göklerde yaşadığım söylemektedir «Hiç kimse göğe çıkmamıştır; ancak gökten inmiş olan İnsanoğlu çıkmıştır; o ki, göktedir.»


ÎNTERPRETATİO ROMANA : Romalıların, yabancı dinlerin muhtelif ilâhlarını kendilerinkine benzetip mese’â her yabancı harp ilâhında birer Mars, her aşk ilâhesinde birer Venüs görmeleri.


İSA’NIN GÖGE ÇIKMASI: Hıristiyan kilisesinde Paskalyadan 40 gün sonra yapılan bayram (bak. Resullerin işleri 1, 3). O bayramla, Paskalya devri son bulur; paskalya mumlan söndürülür.


[SKOLASTİK : (Katolik kilisede gelişen kelâm sistemleri. Bilhassa ARİS-TOTELES’in eserlerinin çoğunun garpta tanınmasından'sonra is-kolâstik metodlar — her meselenin sual ve cevap, menfî ve müs-bet tarafları üe belirtilmesi — Yunan felsefesinin mantık usullerine göre işlenmiştir. Müslüman felsefesine karşı - savaşan (skolâstik metodlar, bu savaş neticesinde ink'şaf etmişlerdir. İsko-lâstik, bir tek fikir sistemi değildir, içinde muhtelif ve bâzeîFbır-birine muhâlif olan cereyanlar damevcucldur. İMlbûErkatblîITki-


• h’sesinin-felsefesi, ~ö~zâmanlarda yaratıhp mükemmel bir sistem haline getirilmiştir.)


İnkişâfı gereği gibi gösteren, kıymetli bir eser: M. GRAB-MANN, Gesch’chte der scholastischen Methode. 1909/11.


İŞVARA : 4<Rabb», Hindistan’da, mutlak olan tanrı, şahsiyet hâlinde telâkki edilebilir; insan sevdiği, güvendiği bu şahsî Allah’a «İşvara» diyor, ona aşkla yaklaşıyor. İşvara mefhûmunu Vedanta felsefesine sızdıran ilâhiyatçı; RAMANUJA idy


JNANA MARGA : Hindistan’da : Marifet, bilgi vasıtâsiyle kurtuluş; en mükemmel ifâdesi Upanişadlarda bulunan bu kurtuluş yolu, insanın, yalnız hususî bir'İlâhi hakikati tanıdıktan sonra tenâsühten kurtulacagnıı'ÖğTetmekted’r •_ Upan-şadlara göre, atman ile brah-manTarâsmdaki aslî birliği bilmeli; Buddizm’e göre, dört hakikat tanımalı,. sanıklıya felsefesine göre, madde ile ruh arasındaki farkı görmelidir. Bu hakikati bilmeden evvel, insan sonsuz sam-sara’ya bağlıdır, )


JAÎNA : «Galip, yenen», Hindistan’daki Jaina tarikatinin felsefesine-aa-zaran her dünya devrinde ortaya çıkan kurtarıcı , ve ıslâhçı kuvvetin ismi. JJnların bu devirde son tecellîsi, tarîkati kuran MA-'HAVİRAdır.


JİNYA: Japonya’da şlnto mâbedi.


KA : Mısır’da ölümden sonra insanm bedeninde kalan bir ruh prensibi. Bunun için mezarlara bazen «ka’nın evi» denilir


KADİŞ : «Allah kuddûstur», kelimeleri ile başlayan, Yahudî ibâdetinde mühim bir yer alan dua.


KALPA : Hindistan’da «dünya devri», yani dünyanm yaratıldığı ve tek-"râr yok olduğu bir devir. Bu kalpalar durmadan birbirini takîbe-derler; her kalpa’nın muhtelif devirleri vardır ki insanlar ve devler onlarda yaşar ve savaşırlar; kalpa’nın son devri, felâketle, kötülükle dolu, ve başkalarından kısadır. Buddist tasavvurlara göre, bir büyük kalpa, her birisi 1,680,000 yıl devam eden 80 tane küçük kalpadan ibârettir. Hinduizmde, buna benzer tahayyüllere rastlamaktayız.


KANON : Bir dînin bütün mukaddes ve umumiyetle kabûLedilen kitapla- rı. TBûddiznvdeTalHEânöjı, lııristiyanlStaEski Ahid ve Incil), kanon, ekseriya, muayyen bir dînî şahsiyet tarafından tesîs edilen dinlerde tertiplendirilmektedir; ona âit sözler ve hikâyelerle verdiği emirler kitap hâlinde toplanmaktadır. Bazen de bu kanunlara tabiat üstü bir asıl atfedilir (Vedalar, ilâhların eserleri, ya-hud ilâhlarla berâber yaratılmıştır; Tevrat, büsbütün İlâhî vahy-dir v.s.). Kanon, bir dîni, yabancı tesirlere karşı koruyan bir . settir.                                                           . :


KARMA :i_xi\mel»Hindistan’da çok eski zamanlardan beri mevcüd olan, :    belki ilk defa Brhad-aranyaka-Upanişad’da yazdan bir tasavvura


göre, insanm amelleri, bundan sonraki hayâtının husûsiyetlerhıi İr: bu'süretle, şahsî olmıyan bir adâletTsayesincfe iyi ameller mükâfat, kötü ameller ise cezâ görecektir. Şimdiki ha


yatta vâki olan her hâdise, geçen hayâtın bir neticesidir. Karma tasavvuru, insanı, ahlâk emirlerine göre hareket etmeğe teşvîk etmektedir; dünyanm sonunda vuku bulacak olan bir kıyâmete ve İlâhî bir muhâkemeye inanmıyan bir millet için karma prensi-




pi bir nevi üâhî adâleti temsil etmektedir. Hem Buddizm, hem de Jainizm, insanın karmasından kurtulamıyacağmi; ileri sürmektedirler


KARMA MARGA Hindistan'da : Amellerle (yani kurban vasıtasiyle) kurtuluş.


KATEKESEj_Vaftiz’den evvel vâki olan dersler. Eski kilisede, vaftiz olmak isteyenlere hazırlık dersleri verilmiştir. O zamanın en meşhur din mektepleri bu işle meşgul idiler. Bilhassa 3. üncü asırda Kudüslü KIRÎLL tarafından verilen «mistik katekese»ler — yani vaftiz ve evharistlya’nm esrârına dâir konferanslar — pek meşhurdur.               '


KATEKUMEN : Vaftiz olmak isteyen, k. 1er missa’ya yalnız birinci kısmında. iştirâk etmeğe mezun idiler; misterlerin_(yani takdis edişin)» başlangıcından evvel kiliseyi terketmişlerdir.


KATOLİK : /«Şamil, evrensel» manâsına gelen bu kelime, bilhassa, muh-~tekf şekitlerdeTezahüretmesine: rağmen âlemşümul bir birliği teş-kîLedem müesseselerde kullanılır.. Kilise, kendine en eski zamanlarda bu lâkabı vermiştir; bundan kasdettiği, bütün, dünyada mev-cûd olması, bütün an’aneleri muhâfaza etmesi,, bütün dînî olaylara şâmü bulunmasıdır,lÇok defa kullanılan bir misâle göre, î s â’-mn mistik vücûdudur.’ ıYani, muhtelif fonksiyonları olan uzuvları bulunmakla, berâber bir küldür. Katolik lâkabı;, bütün kiliseler tarafından kendi hâli için kullanır. Halbuki âdi dilde, ekseriyâ yalnız Roma kilisesi- hakkında, kullanılır!) (Roma katolik kilisesinin birkaç husûsiyeti şudur: İyi; organize bir hierarkiye sâhiptir; episkoposlann kudreti,, papa-’nııı reisliği altında , kalmaktadır. Papalığın bu temerküz hareketi,, birbirinden farkh olan eski litur-jüerin birleşmesinde belli olur. İlâhî vahy, hem Incil’in, hem de kilisede muhafaza olunan an’anenin kaynağıdır; halbuki katolik kilise, Incil’den daha eskidir ;j Incil’i kanon olarak yaratan o dur. An! ane-;. rivayete göre: havârîlerden geliyor; asırlar boyunca eskiden mevcûd olan nüveler inkişâf eder ve bu suretle yeni akideler de gelişebilir. —İnsan,, dâimâ. günah, ile bağışlama, iyi amel ile İlâhî inayet arasındaki gerginliği duyar,, ve mümkün olduğu: kadar iyi amellerle: meşgul olun. Gayet ince ve yüksek felsefe sistemlerinde katolik. îmânın hakikatini isbat etmeğe çalışan Roma katolik kilisesi,, insanın,, yalnız bu kilise sâyesinde, bu kilisenin papazlarının vereceği mukaddesat sâyesinde kurtulacağını söyler ve bu sebepten dolayı başka, kiliselerin birleştirme teşebbüslerine iştirâk. etmez-.


KEDUŞA:: Yahudi ibâdetinde söylenilen bir dua.


KİLİSE Müşterek bir akidesi ve âyinleri olan, rûhânî bir reisin şahsiyetinde an’anevî birliğin sembolünü gören insanlara şâmil olan bir organizm.Bu manâda, kilise tâbirini muhtelif milletlerde kullanmak câizdir. (meselâ Lamaizm’de «sarı kilise» ve «kırmızıJali-se»). Fakat alelitlâk hıristiyanlıktâ' kullanılmaktadır. Katoliklere göre, kilise, 1 s â tarafından kurulmuş olan bir müessesedir; reisi, PET-RUS’un h lîfesi sayılan papa dır; daha lûb.ânî bir telâkkiye gere, bütün müzminlerin rûhânî cemâati ki İdaresi, zamânın İcâbına nazaran değişebilir. Gal. 6, 16,, kiliseyi «Mesih’in vücûdu» olarak vasıflandırılmıştır. KLEMENS’e göre (2. mektub, 14),(ihakîkî kilise, -ezelden beri rûhan .göklerde mevcuddu, hıristi-yan cemaatlerde zuhura geldi. Görülmiyen, bütün inanan insanları ihâta eden kilise üe yeryüzünde peydâ olan kilise arasındaki fark, reformatörlerde de görülmektedir. Yeryüzünde görünen ve çalışan kilise, ecclesla militans, muharebe eden kilise'dir; nihâyet göklerde eccles'a triumphans, muzaffer kilise, tecellî edecektir.,


KİLİSE YILI : Isa’ nın hayatını senenin gidişinde temsil eden, kilise tarafından uzun zamanlarda geliştirilen bayramların nizâmı.


KİPPUR : Yahudilikte büyük bağışlama günü. Tövbe ve uzun ibâdetlere merbût olan bu önemli bayram, Leviler kitabının 16. cı babında verilen talimata dayanmaktadır.


KİRİOS :«Rabb», 1 s â ’ ya eski hıristiyanhkta verilen unvan (baki. Kor. 2, 8; 2. Kor. 8, 5-6). Kyrie eleyson «Rabb, merhamet göster» hâlâkiliselerde tekrarlanan, Yunanca kelimeleriyle .bütün . garp.ikiliselerine girmiş olan niyaz.                       :


KOSMOGONİuAlemin oluşuna dâir mitolojik veya felsefî tasavvurlar.


KOSMOLOJ.Î: Alemin mâhiyetine dâir tasavvurlar: Onun oluşu, de-vamryâlemin bir sonu var um, yok mu? iyi tertiplenmiş bir kül’ müdür, bir oyun mu ? ....... gibi meselelerle meşgul olan ilim.


KUDUSULAKDES: İsrail’de mabedin iç hücresi ; bundan sonra, her mâ-bedin, içerisine lıalkm giremiyeceği mukaddes yer.


KURTULUŞ OİNLERİ:: Her dinde, kurtuluş anlamı var, .çünkü her din, insanı, bu dünyadan ayınp İlâhî bir hakikate sevketmek istiyor.


Halbuki bu kurtuluş anlamı, muhtelif şekillerde görünür. En dar manâda Asya’da doğan birkaç dîne bu ad verilmektedir: inşam - bu dünyanm ıztıraplarından tam bir sükûnet hâline götürmek isteyen Upanişad mistiği, Hinduizm, Jainizm. İran’da, Zerdüşt dîninin başka unsurlarla karışmasından sonra husûle gelen dîni sistemler, bilhassa Manikelzm, sonra da bütün gnost;k cereyanlar, hellenistik mister dinleri bu mefhûma dâhildirler. Hıristiyanlıkta I s â ’-nm ölümüne inanış, kurtaran ameldir.


KVİETİZM : Kalbin tam bir huzur ve sükûneti, mutlak bir tevekkül, bütün arzu velSeklerden~vâzgedşr~Hemen her mistikte görülen biTUavranış, (ve belki en tipik nümûneleri eski tasavvufta bulunan) hıristiyanhkta, 17. nci asırda Fransa’da-kilise tarafmdan reddedilen bir mistik cereyanın ismi olmuştur.


LİMBUS : Katolik doktrinine nazaran, ne Cemiet’e, ne de Cehennem’e ve-'=yâ7purgatoriuma âit uhrevî bir yer ki onun bir kismındâ (1. patram), Eski Ahid’de zikredilen dindarlar ve hıristiyan olmayanların bâzı güzide mümessilleri otururlar (halbuki yalnız, î s â ’ nm urücundan sonra Cehennem’e gitmesine kadar ölmüş olanlar); limbus mfantium’da, vaftiz olmadıkları için aslî suçtan kurtulamayan çocuklar otururlar.


LİNGA : Hindistan’da, Ş i v a ’ nm sembolü olarak mâbedlere konulan ve hamâil şeklinde tasvir edilen tenâsül âleti.           ...


LÎTUR.TÎ : İbâdet nizâmı. Liturjide, dînin mitleri ve akîdeleri temsîl edil-’ mekfedırî eski Şark dinlerinde de, mitolojik hâdiseleri temsil etmekle onları canlandıran liturjiler mevcud idi. Şimdi bilhassa kili-: senin ibâdet, nizâmında kullanılır. Bu nizam, 3.. üncü asırdan iti-bâren bugünkü şeklini almağa başlamıştır. Roma’da icrâ edilen


•    1., HİPPOLİT tarafmdan tertiplendirilmiştir. Bizans kilisesinde, her


. î - gün Ilrisostomus liturjisi, yalnız, en yüksek bayramlarda Basilius liturjisi icrâ edilmektedir. Suriye’de hususî bir yakubî liturji mev-cuddur. Garpta, Roma 1. sinin yanında, gallikan (yâni Fransa ve


.. Ispanya’da kullanılan) 1. büyük bir rol oynamıştır; fakat zaman ilerledikçe onların hepsi birleştirilmiştir. 1570 senesinde neşredilen Missale Romanum, şimdi mer’î olan nizâmı bildirmiştir. Roma liturjisi, şark liturjrsinden daha zengindir. Protestan kiliselerde, eski liturjinin yalnız zayıf kalıntıları mevcuddur. ..


LÎTURGİK : Âyinlerle, meşgul olan ilim.


LOGOS ıKelâm, İlâhî akıl. HERAKLİT’e göre, İlâhi logos, dünyamn ya-•. ratıhş ve tanzim ediüşinde~en mühim~yeF~âlmştın-—Gnostik-sis-temîerde, 1. hemen müstakil bir hipostas hâline gelir, Allah ile


- dünya.arasında tavassut eden kuvvet o dur. Hıristiyanlıkta, î Aâi öFelÜlogos ıleJnrlestirilmisti-g-tbak. Yuh. 1. 1: Kelâm~bas-langıçta var idi, ve Kelâm Aliah nezdinde idi,ve Kelâm Allah


•• : İdi...)


LOGOS SPERMATİKOS : Eski hıristiyan ilâhiyatçılara _göre tohum hâ-. .. linde her insanda mevcud olan İlâhî logos.


LUPERCİ : Roma’da çoban ve verimlilik ilâhı F a. v n u s’un kâhinleri.


MAKROKOSMOS -MİKROKOSMOS : Âlemde mevcud olan kuvvetler arasmda sıkı bir münâsebetin var olmasına inanıştan. ileri gelen bir tasavvur: insanda vâki olan, âlemde de vâki olur; göklerde vuku bulan bir hâdise, paralel bir hâdisenin yeryüzünde husule, geldiğini gösterir. Bu fikir, antik devrin dinlerinde sık sık görülmektedir : Çin’de, insan tao’ya göre hareket etmelidir; eski Bâ-bil ve . Sümer’de, hem: yıldızlara bakış, hem de ciğere bakış sanatı bu g;bi görüşlerden inkişaf etmiştir.Her ferd, gerçekten küçük bir âlem (mikrokosmos) sayılır; içinde büyük âlemin bütün imkânlarını taşır. Bilhassa , muhtelif dinlerde önemli bir'rol oynıyan . «ilk insan» mefhûmunda,.-bu tasavvurlara rastlanmaktadır; İlk . insan, dünyamn bir nümûnesidir, dünyamn mümessilidir; Böyle-ce de inşam kâmil: o, âlemin bütün husûsiyetlerini kendinde top-


1                layan, kâinatın aynası olan varlıktır}) ' .             ;


MAİTRİ '(palı .:. mette): Âlemşümul sevgi ve: merhamet, Buddizmde en !        . mühim faziletlerden biri.: -      . ;                 ' ; . .


MANÂ : Bir şeye veya bir insana mahsus, tabiatüstü kudret, harikulâde ' : bir kuvvet. Bu melanezyah kelime ve mefhum, 1878 senesmde İngiliz âlimi CODRİNGTON tarafından ilk defa kuüanilmıştır; bundan sonra çok geçmeden bütün din tarihinde — dinin en mühim köklerinden biri olarak — meşhur bir anlam olmuştur.


\ MANTRA : Mukaddos-sözbeyit, formül; Hindistan’da husûsî, bir kudreti haiz olau- ibâdetlerde mırıldanTİân kısa söz veya~dûâ. .;


MARANATHA : «Ey Rabbimiz, gel!» ı(yahud .<«Eabbimiz .-gelir».).: ariîssa’-da kullanılan duâlarm en eskisi.


MARTÎR : Şehit. Kendi dîni için öldürülmüş bulunan, bunun için derhâl Cennet’e girecek olan dindar. , :0nun mezarı, kudretle .doludur. Martinlerin kemikleri, kiliselerde, sunakta muhafaza .edilmektedir.                                        ;                  .


MAYAj Sihir, aldanış perdesi, Hindistan’da, yegâne reel olan Brahman’-m hayâli sayılan maddî dünyanın tezâhürâtı.


MESİH : «Yağ sürülerek takdîs edilmiş şahsiyet». Dünyanın sonunda kral olacak; eski Ahd’e nazaran da,’şimdiE mukaddes kıral olabilir. Yahudilikte, DAVUD’un neslinden şıkan bir mesîhî. kıral beklenilirdi; hâlâ Yahudî felsefesinde Mesih’in gelmesi üzerinde durulmaktadır. î s â, mesih (yunanca Chrîstos) ünvanmı almıştır; o, İlâhî egemenliği getiren, orada kerâmat gösteren kıral sayılmıştır.


MİKADO:: Japonya’nın, güneşin torunu sayılan imparatoru.


MİSSA : Hıristiyan ibâdetinin (bilhassa katoliklerde) ismi.Adım, papa-zm «ite nrissa est» (gidin, cenıaate~gitmeğe~izin verilir) sözlerin-. den almıştır. Eskiden beri, iki kısmı vardır: birisi —duâ, okunmalar ve bazen vaazdan ibaret'.olan, katekumenlerin de iştirak ettikleri umûmîirisim; ötekisi,, yalnız vaftiz olanlara açık olan «kur-ban missa» sı ki içinde offertorlum’daekmek ve şarap hazırlanıyor, sonra takdîs edilip tahvîl ediliyor; artık commuriionda istiyenlere veriliyor. .Missa, muhtelif şekillerde icrâ ediliri missa ısolemnis, «yüksek (heybetli) m.», en mühim parçalar musiki ile icrâ edilir; sonra yalnız papazlardan okunan hususî missalar (papaz, her gün missa okumakla.mükelleftir.; .adî katolik pazar gününde bir mis-saya iştirak etmekle mükelleftir).. Papaimissa, Papa tarafından, pmıtifical m., episkopos tarafmdan icrâ edilir. Dindar, hususî bir niyetle ihusûsî İbir missa icrâ ettirebilir (meselâ: purgatorium’-da bulunanların azaplarını teskin etmek gayesiyle ve yahut baş-ka iyi bir maksad ile)


MİSTER DİNLERİ;: Yalnız husûsî bir törenden gecen. insanlar, mister-lere (yani esrâra )iştirâk edebüirler. insan, o dinlerde uzun~Kir hazırliktnonraTûyinlerde temsil e3ilenlHKlbiHeşip~nfflm~lıa-; yatım, ölümünü ikendmfâhakkük ettirir ve'böylece, ölen ve~ye-


.2'40


niden hayata kavuşan ilâh gibi, artık. ö]ümiinden_sonra__ebedî ha-‘yata nail olur. Mister dinleri, eski milletlerde — bilhassa Anadolu ~ve Yunan" mıntakalarında — büyük bir rol oynamıştır; Elevsis’de vâki olan törenler, K y b e 1 e âyinleri, İ s i s misterleri onların en tipik ve Roma imparatorluğuna da intişar eden misalleridir. Mister dinlerine intisâb edenler, eski millî dinlerin hududlarını aşıp daha şahsî ve derin bir kurtuluş dinine girmişlerdir. Bu dinlerin birçok hususiyetleri, hristiyanhğa da sızmıştır.                                                       .    -


MİTOS : İlâhların tarihi; dünyanın yaratılışını, ilâhların münasebetlerini, tabiat üstü kuvvetlerin mâceralannı anlatan, hemen her din-r            de bulunan ve en eski zamanlara âit olan hikâyeler ki, göze görü


nen bir hakikati anlatmamakla berâber eski zamanların lisânı ile insanlara dokunan bir tabiatüstü hakikati temsil ve beyân etmeğe çalışır.


MÎYA : Japonya’da şinto dîninde mevcûd olan mâbedlerin ismi.


MOİRA : Eski Yunanistan, insanlarm hayât ve ölümlerini tâyin eden bir I             kısmet üâhesi. Bazen, Z e v s ve büyük ilâhlar ona tabidirler;


sonraki mitoloj'de (bilhassa HESİOD’dan sonra) moira’lar ekse-riyâ Z e v s ’ in üç kızı sayılmıştır.


MYSTERİUM FASCİNANS ( Saadet bahşeden, cançekici sır; Rudolf OTTO’nun terminolojisinde: Ulûhiyetin aydın, huzurlu, insana sevgi, selâm ve kurtuluş gönderen, cemal tarafı.j


MYSTERİUM TREMENDUM : Korkutan, titreten sır; Rudolf OTTO’nun terminolojisinde ulûhiyetin karanlık, hiddet, cezâlandıran I*             mehabetti tarafı, insanın akh için yok plan, görünen ve tasavvur


edilen her şeyden ayrı olan celâl tarafı.


NAGUALİZM : Bilhassa kırmızı derililerde mevcûd olan bir tasavvur: İnsanîn kısmetiThusûsTKiFlıayvanın kısmetine bağlıdır.


NİCEANUM - KONSTANÎÎNOPOLİTANUM : Şark kilisesinde 565 sene-.              sinden beri her evharistiya’da okunan, eski apostolikum adlı aki


denin biraz genişletilmiş, daha mistik şeklini gösteren akîde. Roma küisesi bunu yüksek bayramlarda — yalnız filioque kelimesini ilâ-'             ve ederek — kullanıyor.


NÎRVANA :Buddizm’de en yüksek maksad: Akıl için yok olan, halbuki müsbet bir kıymet — sonsuz, ıztırapsız huzûr; kosmoloji bakımından insanın, artık doğum silsilesinden kurtulmuş olması; metafizik bakımından en yüksek kıymet, ifâde edilmez saadet. («Bliss, inspeakable», bir buddist râhibinin sözleriyle,) Dünyada duyulan «susuzluk» sönmüş olacak, faaliyet, istekler mevcûd ol-mıyacak; bu huzurlu adada ne toprak, ne de su, ne ateş ne de hava, ne ölüm, ne de doğum vardır. Halbuki böyle bir hal, İnsanî tabirlerle ifâde edilemez; B u d d a da, bu hususta hiç malûmat vermemiştir. — Mahayana buddizminde, bu gayri şahsî, abst-rait Nirvana mefhûmunun yerine hakîki bir Cennet gelmiştir.


NUMİNOS : Rudolf OTTO’nun numen, «ulûhiyet» kelimesinden teşkîl et-tiği bir mefhum; o, mutlak mukaddesolam tavsif etmektedir; ÇünküTHlâMvârlîklgyıryâEûdThsâhânferintrdıeybetTverCTİTİâ dıse've varlıkları bütün ahlâkî faziletlerden (Allah iyi, âdil, âlim v.~~s7~dir)~ ayırınca, yine mukaddes bir~varhğm mevcûdîvetihi dürüyoruz. Korkutan ve can çekici tarafları ile insanın kalbine dokunan" veorada dînFbir duygu uyandıran bıi-tabiatüstü kuvvet, mnhmos"âdı üe vasıflandınlmaktadır.


NUS : Gnostik ve bilhassa neoplatonik-fikir sistemlerinde, yegâne İlâhî ~ varhktan çıkan, içinde ide’leri taşıyan dünya rûhu.


OM : Hindistan’da, İlâhî kuvvetle dolu mukaddes bir kelime. Duâlarda, ibâdetlerde, uzun nefes almakla, söylenilir. Tlpanişadİara göre <<Orümceğin~kendî~telIerine tırmanması ve~açık havaya gelmesi gibi, hâEkâten~mürakabe ile meşgul olan heFmsan, oîmkelünesine tırmanarak, kurtuluşa erişir.»


ORTODOKS f «Doğru akîdesi. doğru hamd ü senâsı_olan»_cemaat. Şimdi bilhassa şark kilisesi hakkında kullanılan bir fahrî tâbir. — Öbür taraftan, prtodoks ta, her dinde, akîdesi sağlam olan zümre için kullanılır.


PANATENEYA BAYRAMI : Dört senede bir defa eski Yunanistan’da A t e n a ’ mn şerefine yapılan bir tören. İlâhenin heykeline o zaman yeni elbiseler getirtilmiştir; ayrıca spor müsabakaları da ic-râ edilmiştir.


PANÇENLAMA : Lâmaism’in «kırmızı mezhebinin rûhanî reisi. Tibet’te bulunan Taşilunpo adh manastırda bulunaîFbîFlama, Dalay-lâma’dan fazla dînî meselelerle meşguldür.,


PANTHEON : Yunanistan ve Roma’da «bütün ilâhlara» takdis edilen mâbed. Roma’da ilk pantheon m. ö. 24 senesinde binâ edilmiştir. Mutlak mânada, ilâhların bütünlüğü demektir.,


PANTKOT : Yahudilikte ilkbaharın sonunda yapılan «hafta bayramı» zamânında icrâ edilen hıristiyan bayramı. Resullerin işleri, bab 2, 1 de anlatılan hikâyeye göre, paskalyadan 50 gün sonra Rühul-kudüs havârîlere gelip onlara, muhtelif lisanlarda va’z etmeğe imkân vermiştir. Pantkot, bu hâdisenin anılması günüdür.


PAPA : 3. üncü asırdan itibâren bütün episkoposiarın ünvânı, 5. asırdan itibâren Roma episkopos’una tahsis edilmiştir. Tarih bakımından mevcûd olan özel yeri, hukuk bakımından da gittikçe kuvvetlendirilmiştir. Ortaçağda, Papahk garpte bir zamanlar en kuvvetli ve müessir siyasî kuvvet idi. Halbuki 1309 -1377 de Fransa kı-rallan tar'afmdan Avignon şehrine götürülen, papalar, dünyevî kuvvetlerin oyuncakları idüer; 1377 -1417 hem Avignon da, hem de Roma’da birer Papa mevcûd idi. Fakat bundan sonra, papahk tekrar kuvvetlerini toplamış, merkezi Vatikan olan hususî bir devlette oturan Papa bilhassa 1870 senesinde bildirilen infallibilitas -akidesi sâyes inde bilkuvve ve bilfiil Roma kilisesinin mutlak reisi, kendi tâbirleriyle î s â ’ nm vekili, PETRUS’un halîfesidir.


PARAKLET : Yuhanna’y'a göre Incil’de I s â ’ dan sonra gelecek, onun doktrinlerini tespit edecek «tesellî verici» Ruhûlkudüs (Yuh. 14, 26; 15, 26 16, 7-12; 23, 26).


PARAMENT : (parare, «süslemek») kilisede kullanılan kıymetli kumaşlar, sonra bilhassa papazların husûsî bir kanûna tâbi olan elbiseleri, sunakta bulunan örtü ve kaplan.


PASKALYA : Hıristiyanlığın ilk zamanında Yahudi pesah gününde yapılan bayram. Halbuki p zamanlar, cemaat her pazar günü, I s â ’-nm bir pazar günü ölülerden çıkmasını anarlardı. 2. nci asırdan beri husûsî bir paskalya günü kiliselerde intişâr etmiştir.Fakat onun tarihi, sâbit bir gün değüdir; her sene yeniden tespit edilmektedir : İlkbaharda ay’m tam görünüşünden (Bedri tam) sonraki pazar günü. — Paskalya, kilisenin — ve bilhâssa sark kilisesinin en mühim bayramı sayılabilir; ibâdet şeklinde bir çok eski âdet ve usuller muhâf aza edilmektedir, (mumların, suyun takdisi v.s.) Eski kilisede, katakumenler o gün vaftiz oldular.


PASSİON : I s â ’ nm çektiği azaplar. Passion - mistiği: Bilhassa Aziz - BERNHARD zamanından itibaren, Ortaçağda ve 18. aşıra kadar hıristiyan mistikte önemli bir yer tutan bir tasavvur : İnsan, .1 s â ’ nm çektiği azaplarına, kanma, yaralarına teveccüh"edipT)ü -kımü7uzefinHe'Lefekkür-edîyor, bîTâzâpTân dâTkendT rühundâ~du-yuyor"ve-ârtX I s â~rmn, ıztıfap kenTnsanîyetindSrijJIın sevgisine gelir, ölen-ve çıkâiFMe3FIen5nieştîrîr7O mistik cere-yammmhir~branşî~Öîlhassa ~s~a7’~lmğ'~sevgi ıle~yanan~ kalbine tgvecculT etmektedir.


Passion zamanı: quadragesimae, Paskalya’dan evvelki 40 gün; kilisede *Eâmlıkglö'vÖe''w oruç zamanıdır (Oruç orada, bütün etlerden, şark kilisesinde hayvandan gelen her mahsulden içtinâp etmek demektir); Ortaçağ’da, o zaman günahkârlar ağır cezâlara mâruz kalmışlardır. Paskalya günü, bütün bunlara bir son verdi.


PATRIARK : En eski zamanlarda yaşıyan, İsrail milletinin ataları sayılan İBRAHİM, ÎSHAK, YAKUB. - Kilisede, büyük ve en ehemmiyetli şehirlerin rûhânî reisleri : Roma, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Kudüs, ve birkaç metropolit.


PES AH : Yahudilerin, nisanın ilk haftasında icra edilen, Mısır’dan çıkışı âgriatân~büyük bayram. ChInşX2Tgîe~anlatıldığrveçhîIe, Misir’dan çıkmakta olan Yahudiler, bütün hayvanların ilk doğanlarım kesmişler, onların kanım kapılara sürmüşlerdir. Bu günlerde yine kuzular kesilir. Mısır’dan çıkış, Yahudi tarihinde en mühim ve hemen her duâ da hatırlanan hâdise olduğu için, pesah bayramının ehemmiyeti de gayet büyüktür. - Hıristiyan paskalyanın ash o gündür.


PİTON EJDERİ : Delfi de oturan, A p o 1 1 o n tarafından öldürülen bir htonik varlık.


POLİTEİZM : Çok tanrıcılık. İptidaî milletlerde mevcud olan muhtelif faaliyet, yer, fonksyon ilâhlarına inanış. Dinler gelişince, bu ilâhlar bazen güzel gruplar hâlinde temsil edilmiştir; Bâbil, Mısır, Hindistan’da bu gibi İlâhî üçlük, yedilik (bilhassa Bâbil’de), do-kuzluklara rastlanmaktadır.


PONTİFEX MAXİMUS Roma dîninde, bütün hayâtı için seçilmiş baş kâhin, m. ö. 12 senesinden itibâren Roma imperatoru bu ünvânı benimsemiştir. 5. inci asırdan beri, Papa’mn ünvânlarmdan biridir.


PURGATORİUM : Katolik kilisenin akidelerine göre, «Allah’m inâyetin-de ölmekle beraber üâhî adâlete,;kâfi mikdarda tarziye vermiyen ruhların oturdukları yer») Yani : vaftiz olanların, günahlarından temizlendirilecekler! yer. Mt. 5, 26; Mt. 12, 32 I. Kor. 3,12 gibi yerlere dayanan bu telâkki, 1439 da vâki olan Florenz konsilinde resmen kabûl edilmiştir. Eski kilisenin, Kappadokyah ilâhiyatçıların «temizliyen bir ateş» ten bahsetmelerine rağmen, bu telâkki şark kilisesinde resmî bir akide olmamıştır. Katolik telâkkiye göre, p. da bulunan «fakir ruhların» azapları, missa sâyesinde teskin edilir veya kısaltılır. 2. Kasım, bütün bu ruhlan anma günüdür. Protestan kilise, p. tasavvurunu reddetmektedir.


PURÎM : 14. Aralıkta yapılan bir Yahudi bayramı. Esther kitabında anlatılan hikâyeye göre, İran kıralı ESTHER’in teşviki ile birdenbire 85000 Yahudi düşmanmı öldürtmüştür.


RAJAS : <Şamklıya felsefesinde 2. prensip : insan dünyasına âit olan hareket: Kasıt, şevk, kuvvet.


ROŞ HAŞANA : Yahudilikte yılbaşı. Ekim ayında (eski tişri ayında) icrâ edilir.


RTA : Hak, Hakikat, doğru nizam. Hindistan’da — bilhassa Veda devrinde— dünyanm doğru nizâmını yaratan kosmik prensip. V a -r u n a üe berâber zikredilen bu tanzim edici kuvvet, İran’da aşa ismiyle görülmektedir.


RUHULKUDÜS : Allah'ın seçtiği milletin ve insanın üzerinde duruyor, onları doğru yoldan götürüyor. O, insana tövbe, duâ ve niyaz öğretiyor. Incil’de bu tesirlerinden bahsedilmiştir. Sembolü beyaz bir güvercin olan Ruh, yılanda sembolleştirilen ş%tânî~kûvveEfi-rı yenEmsâm~tâkdîs eder gibi tasavvur edilmektedir. Eski ki-liseTTnlhâssa İlâhî şahısların tesirlerine ehemmiyetTatfetmiştir; Allah baba, yaratıcı, I s â kurtarıcı olduğu gibi, Rûhnlkudüs insanları takdis eden kuvvettir. -O. tabiî (yani : vaftiz olmıyan) ihsanın zâtına âit değildir; vaftiz’de, insana geliyor. — ATHA-NASİUS, Rûhulkudüsün perestişini taleb etmiştir. 362 senesinde, Kappadokyah ilâhiyatçılar, r.un, İlâhî pederle zât bakmamdan bir olduğunu söylemişlerdir. 'Esasıfibârıyle, r. un yalnız Peder’den çıktîğiYlerisürüImüştur ki. Jaû telâkki,~halâ şark kilisesinde mev-cüddürT'Röinâ’da, 589İfilioque (ruhun, babadan ve oğuldan çıkması hakkmdaki) cümle ilâve edilip 1014 senesinden beri akidede de okunmuştur. Çünkü oradaki tasavvurlara göre, r. Aüahile I s â arasmda ezelden beri mevcûd olan muhabbeti şahısîandır-inaktadır.


RUNA : Jermenlerde, taş, odun ve daha başka maddelere kazdırılan mu-~~~kaddes harfler, nmalar, fal san’atmda kullanılan, majik kuvvetleri hâiz olan, mitolojiye göre O d i n ’ in îcâd ettiği, manâh harfler.


SAKRAMENT : Mukaddes bir sev, bir âyin. Hıristiyanlıkta esas itibâ-riyle vaftiz ve evharistiya. Asırlar boyunca, katolik kilisesi yedi s. kabûl etmiştir. î s â 1 nın mistik vücûduna iştirâk ediş demek olan vaftiz; confirmiatio (hrisam s.), yani Rûhulkudüs’e hâs olan inayet ve marifetlerinTâkvîyF~ediiişi; evharistiya, «kansızTmr-bântoyge: kâybolânaftrmâyetinrtekrar elde etmek için; tak-dis edilen yağın hastalara sürülmesi (hem şifâ, hem de günahla--rmbagışlanması için); ordo : hierarkînin üç üst merhalesinde bulunan diakon, papaz ve episkoposun takdîsî. nikah : katolik telâkkiye göre, î s â ile kilisesi arasındaki çözülmez rûhânî münâsebetin bir sembolü ve bundan ötürü mukaddes bir s. tır; (kilise, Incil’in emirlerine sâdık kalarak boşanmağa izin vermiyor). Kiliseye göre, Ruhûlkudüs maddî şekilleri tahvil etmektedir; s., İlâhi inayeti ihtiva etmektedir. O, yalnız papaz tarafından icrâ edilebilir. Vaftiz, crisam s. ve ordo’nun «mührü» insandan siline-mez. Yalnız vaftiz ve evharistîya’yı s. olarak kabûl eden reforma-törlerden LUTHER.s. m, her insana üâhî inâyeti vadettiğini, halbuki bu inâyetin yalnız dindarlar tarafından elde edildiğini söylemiştir. CALVİN’e gelince, Allah bu s. 1er vasıtasiyle bize vadet-tiği inâyeti tesbît ediyor, biz — onları icrâ etmek sûretiyle — kendisine takvâ, îmân ve itimâdımızı gösteriyoruz. ZWÎNGLÎ’ye göre, s. 1er an ma âyinleridir


SAKRAMENT MİSTİĞİ : Hostia’ya teveccüh etmek suretiyle mistik yoluna giren katolik halkın (ve ortaçağda biIhassâTrâlîîhelerin) mistiği. 'Ttahar-genişbîrmânâda, birçok dinlerde, mukaddes bir heykel, yahud takdîs edilen herhangi bir şeye teveccüh ederken mürâkâbe ve vuslata girenlerin yolu (meselâ Hîndîstânkla K a -]’~TıiB~hkelİZonimdervecde~gelen; mister dinlerinde mukaddes “yemeklere istirâk etmek suretiyle istiğrâka dalan dindarlar, s. mistiği yolundan yürüyorlar).


SAMGHA : Buddizm’de rahipler - cemâati, triratna’nm üçüncü kısmı.


SAMKHYA : («sayı»), Hindistan’da ortodoks sanılan 6 felsefî sistemden biri. Upanişadlarda bazen onun akisleri görünmektedir; Jai-nizm ve Büddizm’in temellennden biridir. Sonra bilhassa yoga ile birleştirilmiştir. Bu felsefeye göre, individüel ruhların sayısı mah-düd7fldirrEsî~İrTîah~yoktur. Maddî dünya, bir ezelî maddeden çıkafTtekrar onun içine döner. Ruhlar, bu maddeye bağh-'dîFruhdfemideraSm farkı" görmeden insan kurtulamaz. 'BLrbîlğiye'varan ruh, karma’sının bittiği âna kadar bu dünyada yaşamağarctevânrgcfer, sohrâTn&vanaya gider, s. felsefesi asırlar boyunca geEsrnîş7~gayet komplike.........hirJsîstemdir. Vedanta siste


mi karşîsmdaTmaddeye bir gerçek varlığı atfetmektedir; bu ezelî, şüursûz~madde durmadan yaratmakla meşguldür.


SAMSARA : Doğumlar silsilesi; her insanın, karmasına göre tekrar ve "tekrar dünyaya geleceğini iddia eden, bilhassa Hinduizm ve Hin-d’stan’m büyük rahip tarîkatlerinde ileri sürülen telâkki.


SAMURAY : Japonya’da asil muharip sınıfına mensup olan zât.


SATTVA : Samkhya felsefesinde, ilâhlar âlemine âit olan aydm, akla "bağlı, iyi kuvvetler, faziletler, nur prensipi.


SEKİNCİLÎK : bak. kvietizm.


SİBYLLA : Bazı eski şark dinlerineâitlan peygamber hatunlar; m. ö. ' 8rinci"âsTrAân IFıbâremzikredilen bu yan ilaffvârhkîânnn meşhuru, Eritrea’h s, dır; Napoli civânnda bulunan Cumae’de mev-cûd olan s., Roma dîninde büyük bir rol oynamıştır; ona atfedilen, heksameter şeklinde yazılan fal kitaplan, yabancı ilâhların Roma’ya getirtilmesine sebep oldu. Hıristiyan edebiyatçılar bu nevi edebiyatı benimsemişlerdir, s. 1ar, Eski Ahd’in peygamberleriyle beraber, bazan ortaçağ edebiyatında zikredilmektedir.


SİNAGOG : Yahudilerin mabedi. Babil sürgünlüğünde ve Kudüs’ten


uzak kalan Yahudi cemaatlerinde, kurban sunmak maksadiyle yapılan mabedin yerine, halka Tevrat’ı öğretmek ve tam ruhânî bir ibadette bulunmak maksadiyle sinagoglar dînin bir merkezi oldular. S. de ibâdet, icra edebilmek için, en aşağı 10 erkeğin ha-zır bulunmasışarttır. Örtülü basla, bazı.....günlerde de hususî bir


dga~mâhtosu ile._sabah-duâsmda-duâbilezikleri giyerek sinagogda duâlarını okuyan yahudi, yüzünü Kudüs’e çevirir. Resmî dualar yavaş yavaş "inkişaf etmişlerdir, şimdi kullanılan resmî duâ-lâr, piut m denıîenllerie-güzelIestHImektedir; bütün ibâdet ni-zamTIresmî duâlar ve plutim) mahsor isindi eserlerde toplanıl-mıştır.


SINHEDRİON (SANHEDRÎN) : Yahudilerin kurultayı. Lev. 11,16 âyetine dayanarak 70 üyesi baş kâhinin reisliğinde toplanmıştır.


SİNKRETİZM : Bilhassa antik devrin son asırlarında, en muhalif dinler arasında birbirine henzemiyen f k'r ve tasavvurlar karıştırılıp bu şekilde yeni d mî olaylar husule getiren cereyan.


SİNOPTİK («aynı bakımdan») : (Takriben 1800 senesinden itibâren hı-  ristiyan "teoloji de, Incil’in MATTA, MARKOS ve LUKA’ya dâir kısımlarını vasıflandıran bir tâb’r/ Çünkü o üç İncil, birbirine şekil ve sıra bakımından oldukça yakmdır, bazen de kelime kelime aynıdır. Fakat bununla beraber, her Incil’in hususiyetleri mevcûddur. Bu müşkülâtı halletmek için, î s â’ nın hayâtına dâir malûmâtm iki eserden alınmış oldukları ileri sürülmektedir; onlann birisi, MAR-KOS’un en iptidâi şekli, ötekisi, Q denilen, î s â ’ nın hikmet sözlerini ihtiva eden bir kaynaktır.


SOFİYA : İlâhiJıikınnt/eski Yahudilikten gnostik sistemlere sızmış olan bir mefhum, Sofiya orada hemen hemen ipostaz haline getirilmiştir. Kilisede, bilhassa Ortodoks kilisede, onu Meryem Ana ile birleştirmeğe çahşan cereyanlar vardır.’


SOLA FİDES : Yalnız îmanla». Yani, insan, yalnız, Allah’ın sevgi ve "merhametine inanmak ve güvenmek sayesinde,şerîatin emrettiği iyi emelleri yapmadan, saâdete erişebilir. İyi ameller, îmânın bir meyvesidir, onun bir şartı değildir. En kuvvetti ifâdesini LU-THER’de bulan bu fikir Hindistan’da bhakti - mistiğinde, Maha-yana - Buddizm’de Amida Budda’ya gösteren itimad v.s. de mevcuddur.y(Bak. İncil, Romalılara 3/11).


SOMA Hindistan’da, kurbanlarda kullanılan, sarhoşluk7 ve ölümsüzlük bahşeden, ash göklerde sanılan mukaddes şarap/ İlâhî bir varlık olduğu için, kendisine B'gveda’nm birçok İlâhîsi tevcih edilmiştir.


SOMA- SEMA : (Yunanca) :£«Beden hapishânedir»; yani, nur dünyası-' na âit olan ruh, karanlık dünyasına âit olan maddî vücudda mahpus kalıp ölüm vasıtasiyle artık kurtulur. Orfizm’de ilk defa bu kelimelerle ifâde edilen tasavvur, ’ hemen bütün mistik dinlerde ehemmiyetli bir yer tutmaktadır?


STİGMATA : î s â ’ nın haçta iken el, ayak ve abımda aldığı yaralar. Bajjristiyaw-diadaE_ve mistikler, hu yaralar üzerinde dâimî bir murâkabede bulundukları için onların, kendi vücudlarmda ger-ceklesmesine-sâhit-oldulan: bazılarında dibini bir hâlde, Tazılarında da yalnız passion zamamndâTyâhud cuma günlerinde görül-mektedîrr'TariEte vâki olan bu hadiselerin ilk~müspet~nümûnesi, ÂssysFli FRANZ’in stigmata (1224 senesinde) dır.


STOLA : İbâdette diakon, papaz ve episkopos tarafından bütün liturjik "elbiseler üzerinde giyilip, 2 metre kadar uzun bir ipek liturjik renklerde yapılıp papazın rütbesine göre muhtelif şekillerde taşınmaktadır.              •


SUCCESSİO APOSTOLÎCA Episkoposların, tâ havârîlere kadar inen, eski episkoposun el koyması ile temin edilen silsilesi. Protestan küiselerinde reformasiyon devrinden itibâren kesilmiştir; yalnız İsveç’te hâlâ mevcuddur.


SUKKOT : Yahudilikte sonbaharda yapılan bayram; eski bir bereket töreni olan bu bayramın aslı hakkmdaki rivâyet. Sayılar 23, 42 de bulunmaktadır.                                              ~


SUNAK : Hemen bütün dinlerde, kurbanları takdim etmek için konulan, ekseriya taştan yapılmış masa. Kurbanların cinsine göre, yakılan takdimeler, buhur takdimeler, hayvan veya nebat kurbanları için sunağın şekli değişir. Hıristiyanlıkta, sunak, ilk zamanlarda (ve şimdi reforme kilisede) basit bir masa idi. Sonra, martinlerin vücûdundan bir parçacığı sunağın hususî bir yerinde muhafaza edildi. Artık, «kansız kurban» takdîm etmek için tahsis edüen martirlerin kuvvetinden de hisse alan mukaddes yerdir. Sunak, kilisenin merkezini teşkîl etmektedir; asırlar boyunca, muhtelif sanat cereyanları şeklini, süsünü değiştirmiştir.


SYLLABUS : Papa tarafından neşredilen beyanlar, bilhassa bid’atler ve yanlış doktrinler aleyhine bildiren kararnâmeler; onların en meşhuru, 1909 senesinde Modernist cereyana karşı çıkan syllabus Lamentabilidir.


ŞAKTI : Hindistan’da, bilhassa ŞİVA mezheb'.erinde ilâhın yaratıcı kuvveti, onunla ayrılmaz bir münasebette bulunan müennes bir İlâhî kudret; veya muhtelif isimleri olan bir ilâhe.


ŞAMAN : Büyücüler, sihirbaz tabibler, tabiat üstü kuvvetlerle temâs eden kâhinler; tâbir, ekseriyâ şimalî Asya’da Moğol ve Türkler arasında çalışan kâhinler için kullanılmaktadır. Şamanın bir hu-susiyeti, mânen göklere çıkması, göklerin ve yeralfTTilkelerinin muhtelif tabakalanhakkmdâ" malûmat verip, lâzmFgelîrse o ara-dâTevlerleT cinlerle savaşmasıdır. VeccThâhnde yapılan bü~seya-hatTânlâtan gayet müessir İlâhî ve şiirler mevcuddur. (Bak. Ab-dülkadir înan’ın Şamanizm adlı eseri. 1955)


ŞEBT GÜNÜ : Tekvin esâtirine göre, Allah'ın, yaratıhşdan sonra yedinci günde dinlendiği için insan da, Yahudi an’anesine göre, o gün hiç b'r işle meşgul olmamalıdır. Evvelâ kaba işler hakkında verilen bu enfr, Babil sürgünlüğünden sonra daha kesin ve daha yaygın b’r şekilde telâkkî olunmuş, en ufak meşgaleler bile yasak edilmişti. Şebt gününün bu özelliği, belki eski Babilde yedinci günün meşûm sanıldığı için husûle gelmiştir.


ŞMA : Yahudi ibâdetinde en mühim duâ; her gün sabah ve akşam baş-’’ ka duâlarla berâber okunur. İsmini, duâ’mn ilk kelimelerinden (şma İsrail) den aldı : «Dinle, ey İsrail : Allah’ımız Rab bir olan Rabdir; ve Allah'ın Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin» (Tesn. 6, 4). Bundan sonra, Tesu. 11, 13 - 21 ve Sayılar 15,37 - 41 okunur.


ŞMONE ESRE (BERACHOT) (18 şükran) : Yahudilikte gündelik duâ-nın merkezi; 18 (şimdi 19) duâ ve bundan sonra şükran ve hamd formülleri. Eski zamanlardan beri cemaat tarafmdan okunduğu için, bu duânın cümleleri «biz» şeklinde yazılmıştır. Sinagoglarda Şmone esre evvelâ sessizce okunur, sonra haham tarafmdan yüksek sesle tekrarlanır.


ŞUDRA : Hindistan’da en aşağı, eski zamanlarda aryan olmıyan kölelerden mürekkep tabaka.


TABU : (Haram mânâsına giren Polinezyalı bir kelime. Bir şeyin tabi-atüstü ve tehlikeli kudretini ifâde etmekten ibârettir. Tabu, tam bir hastalık nevinden, başka şeylere sirâyet edebilir; ona yaklaşmak için, uzun hazırlık âyinleri lâzımdır.


TAMASj__ Sanıklıya felsefesinde üçüncü prensip : devlere, hayvan, nebat ve cemâdâta âit ağırlık, hareketsizlik, kötülük, faaliyetsizlik prensibi.


TAO : Çin’de, tabiatın ve dünya gidişinin değişmez nizâmı; insanın amellerinin örneği; onda, birbirine zıd 'olan yang ve yin birleştiril-miştir.p


TAPAS: «Ateş, ısıtma», Hindistan’da riyâzet; insan, riyâzet çekerken, müşkîFve uzuırtemriıılerden—ge'çerkenrTçinde-o--kadaF-ku-vvetli bir~(manevî) ateş~t5püyör~ki, 5aşkaiarmr~bile-yakabiJir—BuJhu-süsta, Hind edebiyatmda bir çok lejandTar vardır?  ———————


/

TAT TWAM ASÎ Upanişadlarda, insanm atananının her şeyin atananı ile bir olduğunu ifâde eden büyük söz : «bu, sensin». Bu suretle, dünyanm ayrı olayları arasında sık bir münâsebet, bir birlik kurulur; her varlığın ıztırâbı, benim de ıztırâbımdır; her varlığın ölümü, benim de bir bakımdan ölümümdür. Bunun için bu söz, SCHOPENHAUER’in bildirdiği «merhamet felsefesinin» temeli olmuştur.


TE : Fazilet; Çin’de, insanın, birşey istemeden, yalnız tao ile güzel bir âhenkte bulunurken, islediği-ameİLdte’nin en mühim sıfatı, akra-bâVârârkâdaslara karşı gösterilen hürmettir.


TEİZM : Bir tek Tanrının mevcûdiyetini kabul eden bir doktrin, ateizmin zıddıdır. Bu tanrı, birdir, (politeizm karşısmda), âlemden ayrıdır ve onu yaratmıştır (panteizm karşısında), onu hâlâ idâre etmektedir, yaşıyan bir zâttır, (deizm karşısmda).


TENASÜH : Muhtelif dinlerde, rûhun ölümden sonra tekrar dünyaya geleceği hakkmda tasavvurlar vardır. Bu tasavvur, ruhun, cisimden ayrı olduğunu iddia etmektedir. Karman sâyesinde insan amellerine göre insan, hayvan, nebat, ilâh şeklinde doğacaktır. Te-nâsüh tasavvuru, bilhassa Hindistan dinlerinde büyük bir rol oynamaktadır; eski Veda devrinde bir nevi ahlâkî kontrol sistemi olduktan sonra Upanişadlarda ve Buddizmde, inşam zincirliyen dünyevî kuvvetlerin bir sembolü de sanılmıştır. Buddizm’de tenâ-süh tasavvurunun ne kadar büyük bir rol oynadığı, jataka’lardan öğrenilmektedir. Murâkabede bulunan, murakabenin üst derecesinde, geçmiş hayâtlarının farkına varır. Orf-'zm ve buna dayanan rnisfilVcefeyânlârda, bu fikir~ğarpte de yayılmağa başlamıştır. Hattâ bazı hıristiyan ve müslüman mezheplerde (ahl-ı hak, ihvan as - safa v.s. gibi) tenâsüh fikrine rastlanmaktadır7~Avrupa’da, az çok taraftarı bilhassa theosofi ve antroposofi sayesinde kazanmıştır.


TENNO : Göğün oğlu, Japonya imparatorunun ünvânı.


TERTİAR : (Tarikatlarda muhip gibi), bir tarîkatin bütün usullerini üzerine almıyan, «üçüncü» bir tabaka teşkîl eden, manevî bakımdan tarîkate mensup olan insanlar. Hem Buddizm’de, hem İslâmiyet ve Hıristiyanlıkta (Manikeizmi de zikredebiliriz) bu terti-arlann — tarîkatin ülkülerini dünyaya getirdikleri için — ehemmiyeti çok büyüktür.


TESLİS : Muhtelif dinlerde, ilâhlar bir üçlük hâlinde birleştirilmiştir; üç, hemen bütün dinlerde mukaddes bir sayıdır/Faaliyet üçlükleri, âile üçlükleri, mistik üçlükler eski Hindistan'dan ( B r a h -ma-Vişnu-Şiva) ve Sümerden (Anu-Enlil-E a ) başhyarak yüksek dinlere kadar rastlanmaktadır. Hıristiyanlıkta (1. Kor. 12, Matta 28,9) gibi yerlerde Incil’de zikredilen Allah - îsâ - Ruhulkudüs teslîs mefhûgmndan, komplike bir teslîs sistemi gelişmiştir. Yanyana zikredilen bu üç İlâhî küvvet7birbirinden~fâSlı olarak telâkkîedİhnıştınAralarındaki münâsebet, 381 senesinde İstanbul’da toplanan konsü tarafından şöyle izâh edilmiştir : Allahbaba tevlit edilmemiş, oğlu îsâ tevlit edümiş, Ruhûlkudüs Allah’tan çıkmıştır. Halbuki o zaman bile, teslîse inanış hıristiyanlar için şarttır; bu konsüden bir sene evvel çıkan bir fermana göre, teslîsi inkâr edenler, devletin hukuk himâyesi altında kalmazlar. AUGUSTİN’e ve ona tâbi olan garp kilisesine, göre, üç İlâhî şahsiyetin münâsebetleri yalnız teslîsiıı içinde vâki olup teslîs dışarıya bir tek İlâhî varlık olarak kendini gösterirModern telâkkiye göre, teslîs, Allah'ın üç tarafı istihdaf eden irâdesmOfade etmektedir, Allah’ta mevcûd olan hayatm bir. sembolüdür. Teslise inanış protestanlarda da imânın şartı sanılmasına rağmen (CALVIN, 1554 de teslisi inkâr eden. SERVETİ Geneva’da ateşle yaktırdı) muhtelif zaman ve mekânlarda bu akidemi kabul etmiyen, şimdi ekseriya Unitarlans ismiyle bilhassa Amerika’da bulunan cemaatlar ortaya çıkmıştır.


THEOGONÎ : İlâhların yaradılış ve hayatlarını ifâde etmeğe çahşan mitler.                                   '''


THEOTOKOS : «Allah’ı doğuran», MERYEM ANA’ya 431de Efes kon-silmde veEIen, Nesturi'mezheb tarafından kabul edilmiyen ünvan.


TİAMAT : Ezelde deniz dibinde yatan kaos ejderi. Akad mitolojisine göre M a r d u k . onu öldürmüştür.


TİTAN : Yunan mitolojisine göle, . U r a n o s ve G a i a ’ nm çocukları olan, Z e v s ’ ten evvel dünyada hâkim olan İlâhî varlıklar. Zevs tarafından imha edilmişlerdir.


TJURUNGA : Uzunca, dar küçük tahta âletler ki bir iplik vâsıtasiyle ~ msanm başı etrafmda döndîîrülürve~hu~surefleâflp, vızîItıîıJbiA ses çıkanfTBÎlhassa Avustralya’da yaşıyan iptidaî milletlerde, bu t. en mukaddes ve mana üe dolu âlettir; bazen, ti. nm ölü ecdâdın ruhlarını veya kuvvetlerini ihtivâ ettiği söylenilir. Kadm ve çocuklar, ona yaklaşmamahdırlar.


TRÎRATNA : Uç.kısımlık cevher; Buddizmde Budda, Dharma ve samgha. Jainizm de, triratna’nın kısımları «doğru inanış, doğru bügi, doğru yürüyüş» tür.


TOTEMİZM : İptidâi milletlerde, bir aşiret veya kabilenin hususî bir hayvanla (bazen de nebat ve başka tabiat olaylariyle) akrabalığı. Aşiret hayvanın ismini taşır, kendi akrabası sanılan hayvanı yemez, yabancı bir aşiretin âzâları üe evlenir.


TRANSSUBSTANTÎATÎON : Evharistiya. hakkmda, 1215 de vâki olan 4. Lateran konsilinden itibâren resmî katolik telâkki : ekmeğin ve şarabın zâtı takdis vasıtasiyle I s â ’ nm vücudu ve kam zâtı ile değiştirilir; bütün Mesih, insâniyeti ve ulûhiye-ti, bu parça ekmekte mevcuddur. Maddî unsurların zât bakımından değişmesi, papazm sessizce okunan kelimeleri (I. Kor. 1.2) vâsıtasiyle olur.


TRÎDENTÎNUM : LUTHER’in reformasiyonunun bir aksülâmeli olarak 1545 -1583 senelerinde Trient şehrinde toplanan, Roma kilisesinin hemen bütün tezâhürâtı hakkında kesin talimat büdiren ve bu suretle katolizismin şimdiki hâlini hazırhyan büyük,konsil..


UĞUR : Jermenlerde, insana ait olan, mukaddes hayat kuvveti.


VAFTİZ : \Eski şark dinlerinin bir kısmında, bilhassa mister dinlerinde inşam temizliyen, günâhlarmı yıkayan bir vaftiz mevcuddu, Vaftiz, ölüm demekti : Suya batan insan, geçen hayatından «öldü». yeni bjrjhayata-başladı. Vaftizci YAHYA’nın icra ettiği vaftiz, eskatolojik bir mâhiyet taşıdı : İnsan, bu sûretle gelecek kıyâmet ve İlâhî muhâkemeden muvaffakiyetle geçmeğe lâyik bir hâle geldi.} î s â , YAHYA tarafmdan vaftiz oldu( Mark. 1, 9), bazı ilâhiyatçılara göre, hakîkî İlâhî hayatı o andan itibâren başladı. Kendi telâkkisine göre, vaftiz «ölmek, ateşle vaftiz olmak» demektir (bak. Mark. 10, 35); o, hususî bir vaftiz icrâ etmemiştir. Paskalya’dan sonra, cemaati (ölülerden çıkmış olan Rabbin bir sözüne dayanarak : Mt. 28, 19). î s â ’ nm isminde vaftiz etmeğe başlamıştır. Onun için, vaftiz, Rûhulkudüsle yeni bir hayata girmek demekti. PAVLUS, Rom. 6, 3 de, vaftizin yeni bir hayata götüren ölüm olduğuna işaret etmiştir. O zaman, yalnız büyükler uzun bir hazırlıktan sonra vaftiz olmuşlardır; AUGUSTİN, aslî suç’un mevcûdiyeti için çocukların derhal vaftiz olmalarım taleb etmiştir. Bu sûretle, çocuk vaftizmi hemen bütün kilisede intişâr etmiştir; yalnız bir kaç mezhep (meselâ baptistler) büyükleri vaftiz ederler. Vaftiz, hayatta yalnız bir defa mümkün olan, tekrarlanamayan bir sakramenttir. Halbuki bazen, bir kiliseyi terk edip öbür kiliseye gidenler, (meselâ Roma veya şark kilisesine giren protestanlar) yeniden vaftiz oldular. Vaftizin, teslîs namına icrâ edilmesi şarttır.


VATIKANLI AKİDELER : 1870 senesinde Vatikan konsilinde bildirilen, Papa’ıun mfallibilitas’ma dâir akideler.


VİA NEGATÎONİSj__«înkâr yolu», Allah'ın her şeyden başka olduğunu, akıl için yok olduğunu, bilgi ile idrâk edilemiyeceğini tasavvurlar. Bilhassa mistik dinler (TJpanişadlar, PLOTİN, ECKHART, BAYEZİD BİSTÂMÎ v.s.) bu yolu, Allah'ın kudsiyet ve büyüklüğünü tavsif etmek için sevmişlerdir.


WU - WEİ=-xdşlememek», Çin’de LAOTSE’nin öğrettiği passif davranış; insan, yalnız tao’ya uyarak, kendiliğinden bir şey istemeden, hareket etmelidir.


YAHVE’nin KULU : DEVTERO - IŞAYA (bab 52, 13 - 53, 12) da zikredilen esrarengiz bir'şahsiyetya İsrail milleti, ya bilinmiyen bir şahsiyet, yahut da yazarm kendisi. Çokların azaplarım teskin etmek için bütün ıztıraplarmı üzerine alan, öldürülen kul, Hıristiyanlıkta î s â ’ ya imâ eden b;r sembol olarak beyân edilmiştir.


YAHVİST : Eldeki Tevrat’m kaynaklarından birinin müellifi. Allah için, Yahve ismini kullandığından bu isimle meşhur olmuştur. Ona atfedilen, oldukça basit, ve teolojik olmıyan bir üslûpla yazılan parçalar belki de iki muhtelif müellife aittir; en eskisi, herhalde m. ö. 10. uncu asırda yaşamıştır.


YANG : Çin’de yüksek, aydm, erkek, tevlîd edici, yaz prensip!; I - Ging’-de düz çizgi ile temsil edilmektedir. (----)


YAZATA : ZERDÜŞT dîninde, ihtirâma değer, tabiatüstü, âlemin iyi tarafında bulunan varlıklar; en eski İran dînine mensûp olan İlâhî varlıklar zaman ilerledikçe onlara eklenilmişlerdir.


YAŞIYAN ÖLÜ : Jermenlerde, ölü, ruhsuz bir beden hâlinde değil, şekli değişmiş olmakla berâber yine yaşıyan bir varlık olarak kabûl edilmiştir.


YİN : Çin’de, dişi, karanlık, ağır, gölge prensipi; I - Ging’de kesilmis_çiz-gîlerle temsîl edilmektedir. (--)


YOGA : Hindistan’da mevcûd olan 6 ortodoks felsefe sisteminden biri. Ona_göre,Allahbaşkaj:uhlamgibi_bir_ruhânL_varlıktır.Bil-hassa yoga temrinleri gâyet enteresandır; inşân, ruh ile madde arasındaki ayrılığı tanımağa çalışır, sonsuz riyâzet, gâyet güç temrin ve~bilhassa nefes kontrolü ile tabîat üstü "kuvvetleri elde etmeğe uğraşır, loga’nihbu tarafı, garbta felsefî tarafından daha fazlaTmeşhurdur.


YÜCE TANRIYA İNANIŞ : Muhtelif iptidâî milletlerde, ekseriyâ dünyadan uzak kalarak ayinlerde hemen hiç yer tutmayan dünyayı yaratan bir yüce Tanrıya inanılmaktadır; Tevratm şehâdetine dayanarak birçok ilâhiyatçılar, bu. iptida} tektanrıcılığı («Ur-monotheismus») bütün dîni olayların kökü sanmışlardan? —


ZÎKKURAT : Sümerlerin bina ettikleri, ehrâmlara benziyen büyük kuleler şeklinde yapılan, kat kat mâbedler. Tevrat’ın Babil kulesi hakkında anlattığı hikâye, herhalde böyle bir zikkurattan ilhâm almıştır.                                            .


Kitabımız burada sona erdi. Bu arada okuyucularıma aşağıdaki hususları açıklamayı lüzumlu görüyorum:


Fakültemizde İslâm Tarihi hususî bir ders olarak okutulmaktadır. Bu itibarla Mukayeseli Dinler Tarihi kitabımıza ayrıca İslâm Tarihi kısmının alınmasından sarfınazar edildi. Bununla beraber, kitabımızı ilgilendiren muhtelif dinlere ait metinler ayrıca bir kitap halinde verilecektir.


Tab’ işinde karşılaşılan zorluk ve gecikmelerden dolayı kitapta vukua gelen kusurlar için özür dilerim.


Bu arada bu kitaba ait notlarımı okuyarak basılmasına yardım eden arkadaşım Kemal Edip Kürkçüoğlu ve asistanım Hikmet Tanyu’ya teşekkür ederim.


Ankara, Aralık 1955


Annemarie Schimmel-Tan


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar