Print Friendly and PDF

DOSTOYEVSKİ /Andre Suares den Vecdi Bürün


Dostoyevski’ye Dair

Geçen asrın ortalarından asrımızın başına kadar Rus edebiyatında görülen psikolojik realizmin şüphesiz ki, en kuvvetli temsilcisi Dostoyevski’dir. Ondokuzııncu asrın başında Fransız ve daha önce Alman romantikleri, insanın duygular dünyasını heyecanların diliyle anlattılar. Aşkımızı, aşkın kendi diliyle canlandırdılar. Sonraki Fransız realistleri ise hayatımızın sefil gerçeğini, yarayı dışından neşterleyen hekimin tarafsız gözüyle aydınlattılar. Sefaletin felsefesini yaptılar. Asrın insanı hakkında evrensel görüşler ortaya koyan Balzac, Zola, Flaubert gibi sanatçılar, insanlıktan insana geçileceğini umuyorlardı. Onlardan belki sadece ışık ve ilham alan Rus yazarları, insanı tanımak için doğrudan doğruya insandan işe başlamanın zorunlu olduğunu anlayanlardır. Onların eserlerinde cemiyet olaylarıyla tabiat dekorunun ikinci planda kaldığını görüyoruz. Ele geçirilmeğe değerli olan bölge onlarca insan ruhudur. Bu sanatçılar arasından, benzeri görülmemiş bir ihtiras ve âdeta aşk ile insan ruhuna bağlanan Dostoyevski’yi seçtik.\Onun eserlerinde tabiat, bir tabloda bulunan gölgeden fazla birşey değildir, onda da insan ruhunun akisleri görülmelidir. Ruhsuz tabiat, insanın tabiatı olamaz. Romanlarında tabiat sadece çerçeve rolünü oynamaktadır. Eser bütünüyle bir psikolojik yapıdır; şuur dışı hallerinin harekete geçirdiği, derinlerine nüfus kabil olmayan ruhsal bir sarsıntının içteki macerasıdır. Onun kahramanları kendi kendilerini idare etmezler. Tabiat kanunları kadar muhkem içsel zaruretlerin itmesiyle kımıldanırlar^

Dostoyevski büyük kaderin sırrını insanın dışında aramadı, onu iç hayatının derinlerinde barınan ilâhı merhametin aydınlığında yakaladı, insan, sefaletleriyle kadere sığınan ve merhametin elinde kurtuluşunu bulan bir yaratıktır, insanı cemiyet değil, ancak dinin bütün ruhu olan merhamet kurtarabilir. Cemiyet hayatı, sefaletlerimizin sahnesidir. Ferdî ruhu Allah’a bağlayan din, selâmetin yoludur.

Anadolu insanını, içinde kaynaştığı biribir sefaletin pençesinden kurtarmak için atılan adımlar ve yapılan bütün hamleler, son nesilleri istenen sonuca ulaştırmadı. Biz, dinin dâvası olan ruhun selâmete ulaşması idealinin bunun tek çaresi olduğu inancındayız. Dini, ruhundan sıyırıp bedene ve bedeni idare eden kaidelere bağlayanların tuttuğu yol da onu felce uğratmak ve aslından uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Sanat hareketi, bilerek veya bilmeyerek insan ruhunun selâmeti yolunda aşkın rehberliğiyle yürüyüştür. Biz, insanın sade Allah’a yaranma sevdasından ilham alan bir idealizmin temeli üzerinde Anadolu insanının ruhunun derinliklerine inmesini bilen, bir realizmin, bir Anadolu psikolojik realizminin, millî sanatımızın geleceği olduğuna inanıyoruz.

HAREKET YAYINLARI

Hayatı Hakkında

Sonbaharda doğdu. Kışın öldü.

Babasının doktorluk ettiği hastahanenin arka tarafındaki gamlı bir odada hayata doğdu. Sisli, puslu, kapkara bir mevsimin hüküm sürdüğü bir gecede can verdi. Beyaz geceleri doya doya teneffüs etti. Bütün ömrü mahzun şafaklardan kesif karanlıklara kadar, etrafına dizilmiş fakirlerin kokusu içinde geçti. Doğduğu hastahane, dilenciler manastırı idi.

Üç erkek ve dört kız kardeşinin yaş bakımından İkincisi olarak, on dört yaşında annesini, az sonra babasını kaybetti. O hayat bahtsızlıklarının erkenden yakasına sarıldıklarından biriydi.

Çocukken sayfiyede iki üç yaz geçirdi. Akrabaları Moskovadan epeyce uzakta Tolstoy’a komşu idiler ve bu geniş kırlarda küçük bir sayfiye evleri vardı. Bütün hayatınca tarlalar tahayyül etti ve yalnız şehirlerde yaşadı.

Marie manastırında her şey sıkıntı idi. Kalabalık bir aile .ve bir çok esir hizmetkâr dar bir yerde sıkışıyorlardı; oturdukları yer, iki oda bir mutfaktan ibaretti, orada fakirce, fakat hararetle yaşanırdı.

Ateşli bir şefkat, evin aleviydi.

İstidatların büyük yetiştiricisi baba âciz ve hastalıklı, daima dua etmeğe hazır ana, her ikisi de en ufak bir şüphenin bile karıştıramıyacağı bir imana sahiptiler. Bu, Avrupa ile Asya arasında eski âdetler, aile sadeliği, doğuya mahsus tatlılık ve Hıristiyanların işkilli düzeniyle ovanın çok eski ruhudur. Burada şiddet değil, İngiliz protestanlarına, yahut, şimal Pietiste’lerine mahsus bir ciddiyet vardır. Bu eski Ruslar yumuşak ve alçak gönüllüdürler. Zorlu bir kahkaha onları sessizliklerinden ayırır. Onlar doğuda pek umumî olan heyecanın bu özelliğine maliktirler. Hiç gülemezler; fakat ağlarlar; ağlamayı bilirler; ve bundan sıkılma duymazlar. Dostoyevski’nin babası devletin ve ordunun çok aşağı işlerinde kendisine yarıyan küçük bir asalete mensuptu. Bu asalet, orada, Fransadaki burjuvazi rolünü oynardı. Bu servetsiz orta sınıf asilleri ya orduda tüfekçi, ya doktor, ya şehirde hoca, mühendis, veya kimyagerdiler. Onlar gibi, doyurmıyan meslek ücretinden ve takdirsiz rütbelerinden başka bir şeyleri olmayanlar tüccar kızlarile evlenirler.

Dostoyevskinin annesi böyle idi; hürmetkâr, tamamile kocasına, bağlı, ailenin Hıristiyanlık emrinde yardımcısı ve ev idaresi, uykular, çocuk bakımları arasında bölüştürülmüş.

Genç kız kardeşler bir parça başka türlüdürler,, iki büyük oğlan Fedor ve kardeşi Michel baş ve işaret parmağı gibi yapışık, kendilerini ayni etüde vermişler ve yirmibeş yaşlarına kadar birbirlerinden ayrılmıyorlar. Genç Dostoyevski, dinî bağın diğerlerine sert bir düğüm tesiri yaptığı ailenin derin samimiliğinde yükselmiştir.

Nöbetlere, buhranlara hassastır. Kapalı ve şefkatli, mütefekkir ve zorlu, bazan taşkın bir tabiat, çokluk suskun ve her şeyden uzak. Bütün bu tabiattekiler; ihtirasla hissederler, kendilerini az verirler ve daha fazla kendilerinde toplanma halindedirler; uzlaşmaya kabiliyetli değildirler ve kendilerini ancak tamamen verebilirler.

Sevgiye açtır, buna rağmen bağlanmaz. Zaten, öyle ki daima zayıf bir sıhhati vardı. Hasta değillerse de, ailede hepsinin vücudu muztarip idi. Sınır tanımıyan bir izzeti nefsi olduğunu inkâr etmiyordu. Hasta karakteri, ıztıraplı çapraşıklığı, toplumdan hoşlanmasına müsaade etmez. Bu esnada o, bütün vakitlerinde, alabildiğine kuvvetle dostluğu teneffüs eder.

Asla boş kalmadı. Küçük azaplar onu, onda büyük ıztırapların yer alması için terkederler. Hastalık nefes aldırmaksızm onunla münasebettedir: Daima bacaklarına sürünür. Kendi hasta olmadığı zaman, hastalık gene evin içindedir: Ya annesine, ya kardeşine veyahut biraz geç olarak karısına belâ olur. Senelerle beraber şüpheleri, işkilleri artmaktan geri kalmadı.

CDostoyevski bütün sevgilerinde bahtsızdır. Onda izzeti nefisten başka, bir parça gurur bulduğuma hayret ederim. Bütün gururu milleti içindir. îzzeti nefsi, ne diğerince tercih edilmekten, ne de boş böbürlenmeden gelmediği zaman da gene o kendisinden memnun olmayı, hiç te bilmiyordu. ^Başkalarının hükmünden çekinir: Beceriksizlikle kötü neticelere varmalarından şüphe eder; hatayı, yerinde sıkıştırır; kendisine azap veren adaletsizliğe üstün gelir. Güvensizliği daima his nizamı içindedir: Akıbet, sevilmeği ister. Onu, sevilmiş olmamanın tehlikesi gazaptandım, yahut gücendirir. Yalnız bu adamdır ki göründüğü ölçüde küçük olmasın. Yüksek cemiyet tarzlarından başka hiç bir şey ona bir parça olsun yakışmıyor. Dünya adamı gibi tabiî seçmeden başka adilik te ona yabancıdır.

Hususî tarzından gayri ne yükselmiş, ne de giyinmiştir. Cemiyet içinde silik olmak, terbiyeli olmaktır. Cins bir ruh rezalete haykırır. Dünyayı dolduranlar bir altın sikke ise, bir rayice sahip olması için çok yeni olmaması lâzımdır, böylece değiş tokuş berraklığı paydos eder ve tasvir kendini tanımağa meydan bırakmaz. Altın yahut kurşun diyelim, bir Dostoyevski silik olmaktan ıztırap duymaz. Çök basit kıyafet içinde, sadeliği içinde kibarlığı olabilir; fakat elbisesini giymeği bilmez; modanın örf ve âdetin zor ile kabul ettirdiği elbiseler içinde rahat değildir: Tebdili kıyafet etmiştir. İnsanlar vardır ki ne yaparlarsa yapsınlar, dünyanın bütün vasıtaları ortasında şeffaftırlar: Çıplaklığın rezaletini takdim ederler. Giyiniş tarzları cemiyetin hayvanına müşterek bir zarf vermekten başka bir şey için yaratılmamışlardır. Onun gibi bir salon kahramanı, herkesin elbisesi içinde kendisi değildir.

Fakat Dostoyevski, diğer birinin elbisesine kayıvermiş olduğunu ve ölünce beş parası çıkmayacak bir adamın halini meydana vurmaksızm giyinemez.

Ne kadar çok cemiyette yaşamağa ve onunla bağdaşmağa çabalarsa da, cemiyet adamı olmağa o kadar az kabiliyetlidir.

Ne kadar fazla aşk isterse de, kendisinin sevilmeğe lâyık olduğuna o kadar az inanır. Diğerleri, başkaları gibi fikren kendini her şeyi yapar; ve onun için her şey olmak gene az, o hiç bir şey olmak ta istemiyor. İşte ihtiraslı kalblerin sancısı.

Daima aldanan bir aşk ihtiyacı. Sevdiklerini okkaya vurduğunu merhametsizce sıkıştırdığını biliyor.

Henüz pek gençtir, «kendisine azap veren düşünceler yüzünden» uyumaz. Ümitsiz kelimeler, onun söylemeği alışkanlık edindikleridir: Şehirden muztarip olur, yalnızlıktan ıztırap çeker, kendi ve başkaları, ona azap verir; bir gün «Petersburg ve hayatım bana pek fena, pek boş görünüyorlar» diyordu; ve bundan bir netice çıkarıyordu: «Hayatım şu dakikada devam etmese neş’e ile öleceğim». Aşağı yukarı, istediğini yapamıyordu ve bu, iradesi ve tamamlamağı hayallediği bir eseri olan her insan için öldürücü bir hastalıktır. Onu hasta eden kötü bir nasip midir? Yoksa nasibini ve kaderini köstekliyen hastalık mıdır? Dostoyevski daima mâni olunmuş bir haldedir. Sefalet ve hastalık, aşağılık av köpeği sürüsü terbiyecisi tarafından alçaklaştırılmış iki ebedî köpek gibi, bu hayatı paylaşmışlardır.

Kendisini köstekliyen şeye karşı duyduğu tiksinme, sıkıntı, vücudunun gayri maddî olduğuna inanan asabî haller, şüpheler, az kalsın o büyük ahlâk değişmesi zamanından evvel onu deli edecekdi. İntihar fikri onda yerleşiyor. Merak sarıyor. Uyku uyumamak onu kemirmişti. Bir çokları, böyle giderse aklını kaybedeceğini düşünüyorlardı. Zevke karşı aç gözlüdür; fakat zevk onun derisini yüzüyor, şehvet karma karışık ediyor, haz yerden yere vuruyordu. Mahrum olunca da, müteessir oluyor; ve mahrumiyetten kurtulduğu zaman gene muztarip oluyor. Şehrin onca hiç bir değeri yoktur, bununla beraber, orada yaşamağa mahkûmdur. «Petersburg benim için bir cehennemdir.»

Sıkıntı ve sefalet onu azap içinde bırakmıştır. Ve bütün ömrü boyunca bahtsızlık olanca kudretiyle onu yutar. Sürekli bir mücadele içinde, manevî ve maddî ıztırabm zirvesinde çabalar, çekişir.

Başlangıçta, sonda olduğu gibi inliyor: «Ekmeğim için çalıştığım zaman zaferin bence ne ehemmiyeti var?»

Bazan, büyük sefaletlerin ruhlar için iyi bir şey olduğu söylenir. Bu, o ebedî azaptan ve o kefenlenmeden asla geçmemiş olanların fikridir. Bu gibiler, sefaletin bir adamın içinde öldürmüş olduğu bütün her şeyi bilmezler: Toprağı eşerek ekmeğini çıkaracağı kuvvet, ancak eser vermeğe müsait boş zamanda yaratılacak şaheserler için çalınmıştır. Daha beteri, onu bitiren, hiddete, ihtiyarlara, müthiş can sıkıntılarına dayanmak pahasına kendisini vermiştir; ne saatler, ne kaybolmuş seneler! Sefalet kuvvetlendirir mi? Evet, hiç şüphesiz bazan, amma ne yüksek fiyata? Ayakta, ancak, neş’enin kadavrası gibi bir şey kalır. Ve sefalet gene öldürür. Tıpkı onun gibi; vaktinden' evvel ölmek için her an hasta olarak, şaheserlerini çoğalttı ve her şeyden evvel, yaşadı. İnsan, en güzel, en emin, en başta gelenin yaşamak olduğunu çok unutur.

Dostoyevski’nin mektupları dehânın sefaletinin bir anıtı, ümitsizliğin uzun bir çığlığıdır. Kalbi delen mektuplardır. Zira kalbi delen ebedî sözler, ebedî bir dilenciden beklenir. Yirmisinde veya otuzunda, kırkında olduğu gibi ellisinde bu hep ayni inleyiştir. Kıtlık içinde ağlar. Elbisesi yok, taksitini ödiyecek parayı nereden bulacağını bilemiyor «ilk romanımla borçlarımı ödemek lâzım, bu iş muvaffak olmazsa, kendimi asmam pek mümkündür» (1). Karısı ve çocuğu olduğu halde bir çeyrek asır haykırıyor: «Kendime iki lira bulmak için pantolonlarımı rehine koymam lâzım geldi. Çocuğunu emziren karım, kendi son kışlık yün etekliğini rehine koyacak! Ve her şeye rağmen, işte iki gündür buraya kar yağıyor.» (2)

Borç, sanki peşine düşen bir canavardı: Asla ondan kurtulamadı. Suç ve Ceza’dan sonra, henüz meşhur, hapishaneyi boylamaktan kurtulmak için Rusyadan .kaçtı.

·        (1)  Dostoyevski’nin mektupları, 24 mart 1845 tarihli mektup,

·        (2)  Dostoyevski’nin mektupları.

Yabancı memleketlerde, borcun kırbacı altında, başıboş dolaştı. Dostoyevski gibi bir adam için sürgün, ihtimal ki zamanının Sibiryasından daha serttir. Borçlar, onu mektuplarını dolduran merhamet uyandırıcı itirafları yazmağa katlandırıyorlar. Borçlar onu sıkıştırır, korkuya uğratır; o sıkıntıda olduğunu hissetmiyormuş gibi, bir hareket yapmaz. Borç, onu ateş altında bulunduran en aşağı ihtiyaçları doyurmasına mâni olmak için, her zaman yanı başındadır. Mektuplarının içinde, ruble, borç para, rehinden başka bir meseleye rastlanmaz. «Çok ödeyeceğim; o kadar çok param olacak ki; bana o kadar fazlası lâzım ki.» İşte çarpınmalarının düğümü. «Size yalvarırım! Gökler aşkına! İsanm adı için, Allahaşkma!» Bu dilenci haykırışının dokuz defa tekrar edildiği mektuplar vardır. (1) Her an eziyetle yere çarpılmış secde ediyor: «Ümitsizlik içindeyim. Mahvoldum» «Yalvarırım, bana cevap yazınız! Derhal bir cevap, Allahaşkma!» Bu, Dostoyevski’nin bütün sahifelerde on kere, yüz kere, bin kere tekrarladığı duadır.

Bununla beraber oruç tutmak, kuru ekmeğini hasta bir kadının yatağının başucunda yemek sefaletlerin sefaleti değildir. Daha kötüsü de başa gelebilir: Meydan bulamayan eserlerle dolu olduğu zaman bile, her gün lâzım olan bu kuru ekmeği ruhile kazanmağa muvaffak olamıyor. Iztırap içinde, boynuna kadar ıztıraba batmışken, en karabaht ıztırap çekmek değildir. Fakat, oldukça iyi yaşamak icap ederken, sanatından ayrı ve hayatın günlük hayhuyile zincirlenmiş olmaktır. Bütün bunlar, hayat çok büyük olmak imkânlarını taşırken onu küçültürler.

(1) 1856 haziran mektupları «Açlıktan ölürken nasıl yazabilirim.» (2) Bahtsız soruyor: «Benden daha fazla ne istiyorlar? Sanat, hezeyansız, cehtsiz, şairane saflık istiyorlar; Turgenyev, Contcharow ve Tolstoy’u bana model olarak gösteriyorlar! Öyle ise benim içinde çalıştığım şartların farkında bile değiller!» Ve neticeye bağlıyor: «Bütün hayatım boyunca para için çalışmak zorunda kaldım; ve bütün hay atımca sürekli olarak ihtiyaçlar içindeydim, her zamankini bir tarafa bırakalım şimdi olduğu gibi.» (3)

İşte bütün bir hayatın feryadı. İşte otuz sene hastalık, sefalet ve matem içindeki Dostoyevski. Dinlenmeğe kavuşması için mezara sürtünmesi lâzım. Son beş senede, kendisini mezardan çıkaran ve «dur» kumandasını veren rahata kavuşuyor. Oraya kadar gelmek için, işkenceler ve ısırganların doldurdukları müthiş bir yol, ve bir defa cihanı gösteren o ne süratli bir geçittir... Nihayetsiz göğün avucu olduğu; gecenin eli insanı omuzlarından yakalar ve onu arkaya iter. Bir adım daha, böylece yaldızlı kaide gecenin başı ucundaki zirveden düşer; dar, heyhat kozaya döndürülmüş insan vücudu gibi, fakat hiç bir araştırmanın erişemiyeceği bir derinlikte ...

Ne Tolstoy, ne Turgenyev, ne diğer muhteşem Ruslar hastanın ve fakirin halinden anlar. Hakir adamdan bahsetmiyorum: .Zira Dostoyevski mutlu olamayan sanatkârın telâş ve hiddetlerini yuttu ise de zindanın utancını hiç bir zaman hissetmedi. Bir Rus zindanı, şerefle tıka basa dolu bir yerdir. Ve zaten vicdanlariyle cezayı kabul eden caniler, onun cezasını çektikten sonra cinayetlerinden utanç duymazlar. Tolstoy ve diğer bir çokları zengin, toprak sahipleridirler; vakitlerine istedikleri şekilde tasarruf

·        (2)  1869 Ekim tarihli mektup.

·        (3)  1870 26 Şubat / Mart tarihli mektup. ederler, servetleri vardır, bunların hepsinden aşkın olarak, değeri ölçülmez şu nimete sahiptirler: Kuvvetli bir sıhhat. Hiç bir mücadeleye girişmeden yaratıcı fonksiyonlarına boyun eğerler. Şairin saadeti başka yerde değil, tamamen buradadır.

Dostoyevski’nin boş zamanı yoktur, Dostoyevski pek serbest değildir. Gözyaşları içinde; zincirler içinde, mahmahpusdadır. Darağacından kaçar ,fakat onu belâların sonu gelmez devamı için akkorlar. Çünkü bir türlü yakayı sıyıramaz. Ne fenalığa boyun eğmeği, ne de isyanı vaazeder. Iztırap kahramanlığı tarzından konuşmağa cüret eder.

Fenalığın ruhumuza yüklediği şeyin, bize yapılanının ve bizim yapmağa tahrik edilmiş olduğumuzun kuvvetli denemesini seçmeğe cüret eder. Kendisi ve bütün ırkı için fedakârlık denemesini kabul eden bir tek adam olduğu halde, ıztıraplı aşkın tarafını kucaklaması, bana göre sadece aşktır. Ve etrafını kuşatan her şeyin dehşeti içinde, kendisi ve milleti için Dostoyevski yaşamanın güzelliğine imzasını basıyor.

Bütüne göre ölçüldüğü zaman onun hayatı konuştuklarımızdan da daha korkunç bir hayattır. Fikre bir parça tahammül gösterilirse; bununla beraber Dostoyevski’nin dış hayatı, iç hayatının bir tarzı gibi düşünüldüğü takdirde: Bahtın bütün sertlikleri, bedbahtlığın küfürleri, velhasıl bir sürü saban demiri ki göğsündeki yarayı daha çok deşmeğe ve gizli güzellik işinin bozulmasına çalışırlar. İşte Dostoyevski’de bütün bir dünya keşfi gerçekleşiyor. Bu odur; bu Rusyadır. Bütün zaruretile ölüme mahkûm olması icap ediyordu ve zindana Rusya ile beraber gitti. Dostoyevski bizim için mistik Rusyayı, merhametsiz ve Hıristiyan Rusyayı, resul halkını, Avrupa ile Asya arasmda şarkın tanrısal ve ateşten ruhunu iç sıkıntısının şafağında taşıyan Rusyayı yarattı. Hangi kral, hangi politika adamı, yahut hangi fatih bundan daha büyük ölçüde çalışmıştır? Dostoyevski ile Rusya, insan nevinin istikbal için saklanan bir çaresi halinde meydana çıkar.

Hayal

Orta boyu bir Rus için küçüktü. Asabi ve nizamsız, bütün hareketlerinde hararetle bekleyişten gelen bir teessür vardı. Daha doğrusu, yorgun hareket, ağır davranış, yıkılmış ve kefenlenmiş olduğu hissini verirdi. Sarsılmış veya yenilmiş bir adam, daima titreme, ter, zahmet içinde; ıslak ve hararetli tenden kokusunu duyuyorum.

Hoşnut değilken ihtiyar ve hasta görünürdü. Memnunluk onu hemen gençleştiriyordu.

Bütün vücudile Dostoyevski, bir başın adamından başka bir şey değildi. Baş büyük ve geniştir; her mânada kuvvetli: Her çizgi zorlu, kudretli, hattâ sert; ve her şeye rağmen umumî intiba tatlılık ve incelik dolu idi.

Kül rengi, soluk ve seyrek saçlar, çıplak değilse de zamanla soyulmuş; erkenden pek çıplak bir alın. Yüksek ve geniş olan bu alın, kaşlar arasında ikiye taksim vazifesi gören kıvrıntının üzerinde kuvvetli iki çıkıntı ile çok büyük görünürdü. Uzun sakalı intizamsız ve seyrektir.

Burnundan daha uzun, yüksek ve kaba kulakları vardır. Gözlerin altında sarkıntılar ve kıvrımdan iki çukur; dudaklarda burun deliklerinde bir çift hendek. Yüz, büyük kıvrımlarla kuru ve geniştir. Sağ yanağında daha çok halka mahsus olan çiller yayılır.

Ve işte hayatın kendisi, olan gözler. Solmuş eski kiremit renginde, parlak; göz çukurunun oldukça kenarındaki gözleri, yukarı tarafta dar bir şekilde zaptedilmiş ve göz kapağı ile kaşa dikilmiştir.

Saklı bir mahzunlukla doludurlar; ve bir ateş nokta bazan hülya içinde sönerek, bazan bir matkab gibi parlıyarak gözbebeğinin siyah tohumunu deler. Katlanmış kaşlar altında ne şayanı hayret bakış! Yaşarken ve avı beklediği gizli yerde gördüğü şey, herkesin gördüğü değildir: Derinliği arar, iç adamını dört gözle bekler, içe dalar; görüneni aşar. Ne kendinden ,ne duygu ve fikirlerinden hiç bir şeyi gizlemeğe kalkışır. İhtiras dolu bir dikkatle kendini verir. Kendinde bulunan bütün zahmeti ve bütün elemi ortaya kor. Iztırap daima hazır ve nâzırdır. Dostoyevski büyük gönüldür; çünkü bana göre, büyüklük biricik sıhhattir.

Aşağı yukarı sert, korkunç, ciddî bir bakış! Hücuma geçeceği ve avının üzerine saldıracağı anda ne kadar çok gözetler. Bununla beraber büyük bir hüzün gene meydandadır. Hemen hemen, halka mahsus, dinî bir hüzün: Sefaletin hüznü, hayatın kuytu ormanlarım sınayan, şuurun bütün yongalarını çaldıran, dökülmüş kanı içmek için bıçkıları çoğaltan doğramacının hüznü, bir defa için bile olsa onu işaret edebiliriz: İşte elemin adamı.

Zıtlık ona kötü bir gülüşle dudak büktürürdü; ve gönül hoşnutluğu onu, masumlukla beslenmiş bir cazibeye vardırırdı.

Iztırap bu adamın bütün çizgilerinin arkasındadır. Dostoyevski’nin yüzü, gülerse bir maskedir. Fakat adaleleri rahatlıkta iken, düşündüğü zaman, Dostoyevski’nin yüzü, içe dönük bir başka yüzün gölgede belirmiş aksidir. Nadir bir şiddette garip karakter: Görünen, adam, içteki adamın tayfıdır.

Bu yüz üstünde her şey elemden başka bir şey değildir: Geniş olmaktan ayrıca yüksek büyük alın; iki kaşın arasındaki hendek; küçük keskin ve kapalı, zahmetin sisine boğulmuş, gözyaşlarının halkasına oyulmuş gözler; ve hıçkıran çocuklarınki gibi yarı açık ağız: Yüzün hayaletinde her şey elemin derinliğidir. Her içte bulunan adamın gizliliği içinde yahut inlerinde boğulmak için takip edilmesi gerekli bir yoldur.

Böyle bir adamın hassasiyeti tanrısaldır.

Stendhal safi zekâ ve otomatın mekanik bilgisine sahipse, Dostoyevski düzene ve hislerin kaderine sahip olandır.

^Stendhal tahlil ile ihtirasların kökünde tesirlerini ve fiilleri yakalıyor. Dostoyevski, ruhların gizliliğini hudutlandıran intihaların ve hislerin tahlili ile ruhların en gizli tarafına dokunur. Dostoyevski his tahlillerinin eşsiz şahsiyetidir; o bu nevin en büyük kâşifidir^Ayni kudrete malik zıt vasıtalarla kıyaslanırsa, Stendhal ile Dostoyevski arasında, Pascal’m geometrisiyle Lagrange’m tahlili arasındaki fark benzerliği vardır. (Pascal bütün meseleleri şekillerin görülebilen taraflarıyla halledivermek isterdi'. Stendhal de öylefjHer şeyi anlamak. Lagrange’m metodu ve yeni matematik unsurun hudutlanması ve işaretin ince bir anlaşılışı ile adedin cevherine yaklaşmak ister. Dostoyevski de öyle:, Her şeye nüfuz etmek.

Stendhal ve Dostyevski ihtirasın üzerindedirler; başka hiç bir şey onları ilgilendirmez ve orada olmaktan alıkoymaz. Stendhal, ihtirasları, şekillendiren bir heykeltraş gibidir. Halbuki Dostoyevski onları canlandırır, küçük bir benzerleri imiş gibi onlar da yaşar. Stendhal dramın bütün akışını ayni gayretle tutmaz ve bazan işi alaya vurur. Halbuki Dostoyevski ihtirasların dramını oynamak ne kelime; Haçın ihtiraslarla beraber olduğuna iman eder.

Büyük şiddetler arasında canlı insanı hissetmenin gözü doymıyan adamı... Dostoyevski bütün hayatı hisseder ve hayvanlar da buna dahildir, fakat her şeye rağmen çok doğru bir gönülle her zaman insana döner. Bu, değişmez bir şüpheye kendisini veren adamın esasıdır. Her şey, hattâ bütün tabiat ona göre, insanın tabiiyetindedir.

Zindanda iken hapishaneleri ziyaret eden dindar bir kadın ona bir İncil hediye etti. Hakikî Dostoyevski’nin tarihi buradan başlar. İncili her vakit hararetle okumuş, fakat ruhunun, kitabı tefsir etmesine müsaade etmemişti. Gönül, tanrısal bir metin keşfeden bir münakaşa hakemidir.

Dostoyevski’nin sanatı sezgi (intuition)in doğrudan doğruya resmedilmesidir. İşte bu, her şeyin onda çok hakikî iken niçin rüyaya benzediğinin tam bir izahını verir. Onu iyice duyabilmek için tam ölçüde toparlanmış ve nüfuz etmiş olmak lâzımdır.

Sanatı Üzerine

Başladığı andan itibaren kuvvetinin nerede olduğunun farkındadır; eğer onu eserlerinde gösteremiyorsa, muhakkak ki dehâsının her hangi bir tarafında sıkıştırmıştır. Biraz geç te olsa, meydana çıkartacaktır.

Aşağı yukarı, ben orijinalim, diyordu, ve benim vasıtam terkip değil, tahlildir. İçe dalarım; atomları yoklıyarak her şeyi sorarım.

Boş şeylermiş gibi ilimlerden nefret etti.

Terbiyesi, her şeyden sonra, sadece edebiyat oldu.

Fransızca ve Almancayı pek erkenden biliyordu. Küçük Dostoyevski’lerin Souchard adında bir Fransızca hocaları vardı. Babasının fakir evinde Dostoyevski, okuma zevkini aldı. Ona âdeta malik olunmağa mecbur bir şey gibi malikti: İhtirasla. En çetin mahrumluğu zindanda iken okuyamamak oldu.

(Talebe yahut zindan mahkûmu, mahpushanede, Sibiryada, tavan arasından tavan arasına gezerken kitapları daima onunla beraberdi. İncil, Schakespeare, Shiller, Racine, Dante, Puşkin. Dostlarından para istemediği zaman, kitap göndermeleri için yalvarır.*)

' En fazla Fransız eserleriyle beslenmişti. Fransız eserleri onda Antik kültürün yerini tutmuşlardı. Fransızca onun Yunanca ve Lâtincesidir. Büyük bir arzuyla hepsini, Voltaire, Balzac, Eugene, Sue ve Racine’i yutuyor. Genç iken okuduğu şeyler çok geniştir.

Bütün hayatı boyunca kendisine benziyenlere karşı meraklıdır; onların neşrettiklerine açtır: Durmadan Turgenyev’in, Contcharow ve Tolstoy’un romanlarını ister her çeşit yazan müellifleri ve tenkitçileri takip eder. Onun görüşünde yalnız Puşkin ve Gogol dehâya sahiptirler; Tolstoy’a gelince, onu reddeder.

Çokluk Dostoyevski’den hiç bir suretle ilgili bulunmadığı kaba bir barbar imiş gibi söz ederler. Yeryüzünde bundan daha saçma bir şey olamaz. Mektep müdürlerinin ve edebiyat çavuşlarının iyi fikri: Mevki kapmak için kendi barbarlıklarını aldatıyorlar. Ve kendi orijinalliklerini meydana vurmak için her büyük ruhta barbarlık bulurlar. Halbuki barbar konuşmayı bilmez; kekeler. Dostoyevski ırk ve terbiye bakımından uzun bir kültürün adamıdır. O asla eğilmemiş bir tarzda kalmamıştı. Küçük asaletin bu çocuğu asil nimeti kabul etti. Derse geç başlamadı. Hepsi bir yana, beşikten başlanarak terbiye edildi. Fakir yahut zengin olsun o, Rus tüccarlarının ve burjuvalarının küçük asaletinin seçkinidir. Dostoyevski’nin babası sadece sert, yalnız ve yalnız din fikirleriyle meşgul bir adam değildir: Harp meydanlarında hizmet ve Napolyon’a karşı harbetmiştir. Oturduğu mahallenin ötesinde şehri, ve hattâ Rusyayı görür.

Dostoyevski’nin nerede olduğunu aramak lâzımdır: O, Rus ruhunun zaferini yapan Pleiade’in ortasındadır. Gogol’dan iki yaş küçük, Toltoy’dan yedi yaş büyüktür. Hepsi de Alexsandre’in mistik idaresi altında doğmuşlar; Nikolas’nın suskunluğu ve karanlıkları içinde büyümüşlerdir. Hepsinin, de babaları vaktin Rusyasını kurtararak Avrupaya kabul ettiren 1812’nin adamlarıdır. Rusya hiç şüphesiz bu babalar ve bu çocuklara benzeyenleri bir daha bulamıyacaktır. Elit mânasında asildirler: Tabiatin seçtikleridirler ve her isteğe cömertlikle cevap verirler. Cömert olmak, yalnız bu, bütün bir asalettir. Hâsılı iyi soydandırlar. Esere ateşli, yaptıklarına inanan; serbest bir ruhla kendilerini verirler; zamanlarına, memleketlerine, bütün insanlara ve kendilerine zarurî olarak lâzım olduklarına dair vehimleri vardır.

Zaten, Turgenyev hariç, birbirlerine karşı sert, acı ve zalimdirler. Dostoyevski hiç kimse ile sürekli olarak anlaşamaz. Dostoyevski’ye karşı Bielinski, Turgenyev ve diğerlerinin önceleri taşımış oldukları iyilik fikri, az sonra onlara da, Dostoyevski’ye de yaramaz olur. Onların sevdikleri Dostoyevski, «İnsancıklar» muharriri olarak kendilerine benzeyendir; hakikî Dostoyevski, onları görünce kusar. Kalbi sert ve aşk önünde ayni hisle alçak gönüllüdür. Derin bir şekilde hırslıdır. Yaklaştığı her edebiyat adamiyle bozuşur. İşte bir kaide: Bir dehâ sanatkârı değil edebiyat adamlariyle anlaşmak, hattâ bunu yapmağa bile teşebbüs etmek istemiyecektir. Dostoyevski bir dost bile saklıyamaz. Şüphesiz dostluktan çok şey ister.

Melânkolik tabiat! Sevenleri çok sevmek. Bundan çok güzel bir fikir edinilir. O, kendisi için yaşıyan bu ihtiraslı gönlü isterdi. Ondan korkarım: Zira tercih ettikleri uğruna yaşıyabilirdi.

Sanatına saygısı ve aşkı vardır.

Iztırabm uç noktasında, kendisinden ıztırap çekmemesi gerekirken yalnız kendisine teslim olarak uzaklara gider. O böyle, yahut hay.allediğim gibi değil midir? Sanat aşkı içinde yine uçları tanır: Ruhu sıkan hastalık, onu dehâsının zıddına halk için bir şey yapmaktan geri iter.

Sanatkârın gözünde halk kötü bir zarurettir:. Ona üstün gelmek icabeder.

Yaratma haline tapar. Fakat yazmak, onu öldürür. Kalemiyle yaşarken ve almağa mecbur olduğu siparişlerin esiri iken, sipariş üzerine yazmıyacağmı protesto edişi ve dayanması güzeldir. Onun için büyük muharrirlere az denktir; karışık bir romandan sonra, bir şaheser verir; ve şaheseri orta bir kitabı takibeder (1).

Eserlerinden bazılarında insana sıkıntıdan esniyormüş gibi gelir. Öyle tahammül edilmez bir uzunluk, bir araştırışta ve inceliktedirler ki, çılgınlığı hissettirirler. Tahlil hezayanı, işkili düşündürür ve dahilî teferruatın çok küçük olarak bir müfrit marazîliliği vardırÇDostoyevski’nin başıbozukluğu düzenini bulmadığı zaman merhamete şayandır. Eğlenir, surat eder. Ne sıkıcı gülüş! Dostoyevski korkunç derecede ağır adım attığı vakit bir mahzen gibi karanlık, kokulu ve sıkıntılıdır.

Eksik kalmış eserleri, sanılır ki parçalar, satırlar ve birliğin önemine itaat etmiyen bir eserden seçmelerdir. Çok tahlil zalimdir, fazla birlik ise zarurîdir. O, bütün teferruat ve iç unsur bakımından kimyevî bir vücut gibidir: Atomlar orada iken onları toplıyacak ve guruplandıracak kıvılcım lâzımdır; ve kristalin şeklini bulması gerekir.

·         (1) «Suç ve Ceza» dan sonra «Kumarbaz» 1866 ve 1867; «Kocalık Hastası» sonra «Budala» 1868 ve 1870.

Dostoyevski düzenini bulmağa muvaffak olmadığı zaman, harikulâde düzensizdir.

Lâkin onu ele geçirdiği zaman da düzeni yine müsrifçe harcar.

Hiç bir şey ne kaba benzetmeye ne de kaba bir kelime ile kaba bir eseri elemeğe yarayan teşekküle ihanet etmez. Dostoyevski’nin düzeni içinde her şey uzuv ve uzuvların izafîliğidir. Her şey içten gelen bir ihtiyaçla gerçekleştirilmiştir. Burada vak’alarm hayatı, mağaranın kalın duvarlarında hayaldir. İç hayatın gölgesi ve hayali, görünmiyen ocağın ateşindedir. Böylece Dostoyevski’nin şaheserleri rüya içine dalmışlardır: Shakespeare’de ve bazan îbsen’de olduğu gibi, yalnız rüya karakterleri vardır.

«Suç ve Ceza» gibi bir eserin düzeni duyulmamış, garip bir şeydir. Onu birkaç gün üstüste tahlil ettim. Bu harikulade dramın perde perde üstüne tamamile Raskolnikov’un şuurunda geçtiğini söylemekle yetiniyorum. İki uzun cilt içinde, kahramanın muhayyilesinin yarattığı ve şuurunun açtığı hislerin ölçüsünden başka bir şey yok. Çok kısa bir saati ihtiva ediyorlar; fakat bu saatin her ânı, düşünen cevheriyle ve fiiliyle aksisedaları ve mânileriyle tamamiyle tüketilmişlerdir. Böyle bir eser iyice hissedildiği zaman, ruh tarafından vücuda gelmesi uzun zamandır temenni edilen harikaya, benzer: Sanat, nihayet bir rüya olan hayatın rüyasıdır.

Dostoyevski, uçurumlardan çıkan unutulmaz sözler bakımından zengindir. Bunlar ihtişamsız ve açıklıktan uzaktırlar; fakat iki mağara arasındaki derin bir su toplantısı gibi; denizin saf derinliği, bulutları ve yıldızlariyle geniş bir akşam seması içinden bakarlar.

Yirmi yaşma gelmeden ölecek olan, veremden ve hevesten kangren olmuş bir bedbahta, Prens Mişkin kapıyı açarak, söyler: «Buyurunuz, saadetimizi affediniz.» (1) «— Niçin sizde bulunan her şeyi mahvettiniz?» diye genç kız, masum Prense haykırıyor; «neden gururunuz yok?» (2) Ve o, bütün boş gururlara, hattâ kendi ziyanına karşı hissiz: «Mesut olmak için hiç bir şeyim eksik değilse, zahmetlerimin ve acılarımın sebebi nedir». (3)

Bayağılaştırılmış aziz olarak katil Raskolnikov konuşuyor: «Sen de, sen de düzenin üstündesin: Bir hayatı mahvettin, kendi hayatını; bu ayni şeydir.» (4) Ve yine, «Cüret etmek istedim: Öldürdüm ve kendimi öldürdüm.» (5) Yahut dua olmağa lâyık şu satırlar: «îsâ bizimle beraber olmadan önce hayvanlarla beraberdi.» (6) «Hâkim adaletli olsaydı, ihtimal katil suçlu olmazdı.» (7)

Dostoyevski, Petersburg’un şuuruna sahiptir.

O, gündüzün ve gecenin can çekişmesi olan o kutup kışlarının ve gecenin yine gündüz olduğu, hayalci bir şafak ve çılgın bir sevgilinin bakışı gibi düşünce ve tapılmağa lâyık o yazların ruhudur. Sarhoşlarla mistiklerin birbirlerinin kollarına girdikleri ikiyüzlü haberlerin narin ve inatçı dudaklarda uçuştuğu; kötü çirkefin çok mahzun halli göründüğü ve ince, mâsum gübreliğini semirttiği;

·        (1)  Budala.

·        (2)  Budala.

·        (3)  Budala.

·        (4)  Suç ve Ceza.

·        (5)  Suç ve Ceza.

·        (6)  Karamazof Kardeşler.

·        (7)  Karamazof Kardeşler. vicdan azaplarının kalblerde salkım, salkım açtıkları ve bâkirelerin günahı kışkırtan kokularla dolu oldukları o kızgın ve dondurucu şehirde onunla beraber yaşadım.

bfYeni bir dünya doğmaktadır.

Dostoyevski’nin eserinde bütün kadrolariyle tamam bir toplum, Öğrenilmeğe değer dinî bir toplum vardır. Çünkü dünyanın bütün totemleri bir işe yaramaz, neslin o soydan türediği fikri noksandır: Ne olursa olsun, din insan için bir bağdır. Dostoyevski demeti bozmaz. Topluluğun düğümünü daha fazla sıkıştırır: Hor esnaftan kibirli üstada kadar hepsi de ayni yerdedirler. Onda sıralar ve unvanlar yoktur. Üstünlük ve mertebe canlı faziletlerin ve karakterlerindir.

Prensleri, bâkireleri, kahraman tavırlı azizleri ve azizeler! olduğu gibi, hırsızları, nefret edilecek adamları, fatihlere eş cânileri, alçakları, külhani orospuları, soytarıları vardır. Dostoyevski kibar takımından ve esirlerden yana da zengindir. Sosyal şartlara onun metelik verdiği yoktur. Bu dehâ bence ne samimidir! Bu kıymet duygusu beni yumuşatıyor!

Bu derin şuurun dünyasıdır. İhtiraslar orada çıplak olmağa mukavemet ettiklerinden firenlenmiş gibi gözükürler; ihtilâçlı gibidirler, çünkü örtülerinden yavaş yavaş soyunmuşlardır. Dostoyevski iyice bilir ki sadelik mevzularda değil; fakat onları gören gözdedir. Çok ve en sade hayat aslında karışıklığın ta kendisidir. Sadelik görünüşün uykusundan başka, bir şey değildir.

Bir dünya ki orada hisler delillerin cinnetine ve ıztırabm cehennemine benziyen keskinliğin en son haddine ve bir kızgınlığa kadar vardırılmışlardır. Orada her şey şiddet her şey ifrattır. Alışılagelinen kaide iradesizliktir. Müşterek düzen orta düzendir. Ve orta, ortanın' mekânıdır.

Ölçü gündelik hayatın unsurudur. Sanata ölçü istatistiğin vasıtası gibi gerçek gözükür. Halbuki hakikî ölçü mukayese edilen büyüklüklerin kendilerine mahsus olandır. Ölçü, Olemp’te oturanlarla, yani tanrılarla (erebe) harp esirleri için ayni şey olamaz. Meslek ruhlarının sayıları karınçalarınki kadardır. Ölçülerle gıdalarını sağlarlar. Ölçüye bu bakımdan değer verince onu ahlâk istatistiği kadar saçma buluruz. Zira işaretler ancak kemiyet âlemini işaret ederler. Keyfiyet tanrısal düzendir, öyle ki fiillerin ve hislerin şuurla münasebet halinde oldukları yer.

Derin şuurun dünyası rüyayı resmettirir, bu Dostoyevski ile beraber geldiği zaman çılgınlığı; böylece canlı varlıklar daha uzaktan bir yankı almak için şarkılarının yankısını duyururlar; öyle ki ihtiraslarının tahlilini yaptıkları vakit kendileri şuurlarının şuuruna tamamen sahiptirler.

Stendhal’de bu fevkalâde tahlil tamarniyle zekâya ait bir tarzdadır, hattâ kahraman dinlemeğe hazırlanırken, onun arkasında insanların en zekisinin bulunduğu ve dinlediği daima farkedilir. Her şey aydınlık; her şey düzen; her şey zekâdır. Dostoyevski’de ihtiraslar kendilerini takip ve seyretmek için ihtiraslanır, kendilerini yerler. Her şey rüya ve çılgınlığın karakterini alır. Fakat bu çılgınlık dünyası gerçeğin âlemidir. Çılgınlık, yapayalnız olanın rüyasıdır. Akıl, şüphesiz her şeyin çılgınlığıdır. Burada Dostoyevski’nin büyüklüğü kendisini gösterir: Shakespeare gibi ve aynı, Rembrandt gibi ve aynı. BÖyleleri yanaştıkları yüksek dağlar ve göz karartan derinliklerin kenarlarına benziyen tahlilin ve şuurun zirveleridir. Bu iki üç zirve, aralarında bulunan Dostoyevski gibi bir şahikayı örtmezler.

Büyük hayalciler geniş ölçüde yaşıyanlardır. Hayattan çok uzaklaşmış gibi görünürlerken diğer insanlardan daha yakın bir şekilde hayatla temastadırlar.

Her şey içe dönüktür. Bu, şeklini değiştirerek dünyayı yaratan düşünceden başka bir şey değildir. Bu, hayatı gönül için duyulabilir bir hale getirerek meydana çıkaran heyecandır. Daha ileri gidelim; hattâ dünya, bir zekânın hayalinden başka bir şey bile. değildir. Kâinat.....sezgisin.

4 Yaratıcı heyecan biricik ve gerçek bilgidir. Zatında doğduğu şekilde, eşyayı da doğurur. Her şey onun rüyasıdır. Kalb vasıta, ve mahaldir./

îşte yeni sanat. İşte didinmelerimizin hedefi ve hazırladığı aradığım ve özlediğim sanat. Tabiatin ve fiilin büyüklüğünü tamamiyle emerek belirten içe dönük sanat: İçten dışa ve her şey aynen dıştan içedir. Böyle bir sanatın daima az olan geçmişteki peygamberleri bence çok azizdirler. Çünkü şöyle böyle değil, gerçekten mevcut olmuşlar ve tam ölçüde yaşamışlardır. Başkalarına benzememek ve yalnız anlamış olmak için henüz bu yeni asır içinde bulunanlardan çok bahsedeceğim.

İhtiraslar ve Lâhzalar

Sanatı hastalığından gelmiyor, lâkin sanatında hastalığı vardır. Ve bu mukaddes hastalık, sanatını öldürmiyecek olduktan sonra, sanatçı sanatını açmak ve yaymak için kendisine bu hastalıkta bir yardımcı bulur. Binlerce saralı içinde, o aptal olmıyan biricik adamdır; zira onda sıhhatin tanımadığı ışıklar vardır. Bu, ruhun öyle bir mucizesidir ki, şifasını hattâ hastalıktan meydana getirebilir. Ruh adına konuşmamak için kendimi tutacağım. Et spuritus adjuvat infirmitatem Nostrom, diyor papaz. Bırakalım, istediği zaman o fısıldar; hattâ âlimlerin köpekleri onun üzerine saldırsalar da...

Velhasıl hasta, bazı da bir deli olduğu fikrini vererek daima sefil, ihtirasa olduğu gibi ve melânkoliye mevzu olabilecek; pek seyrek, gülmekten gözleri parlıyan ve kara hülyalı dalgınlıklara düşen uzak bir tabiat! Sıhhatlilik ne vücudun ruhtan hoşlandığı, ne ruhun vücudun zekâya yapabileceği her türlü fenalığa aldırmadığı o mesut muvazene ise, o az sıhhatli adamdır. Dostoyevski, hapishaneden ve zindandan başka yerde saranın adamı ve saralı adam değildi. O halde, otuz yıl boyunca yaşamak için ona kalan şey kendisini yere çarpanın sert eli altında çökmektir. Bu gerçek bir sara mı, yahut onu hudutlardıran asabi şekillerden biri midir? Ne olursa olsun nöbetler pek seyrek değildiler: Bir ayda üç dört, hattâ bazı her gün sara nöbeti geçirdiği olmuştu.

Dostoyevski mukaddes hastalık içinde yaşadı. Ve bu hastalık ona, esrarlı dehşet adını verdiği mübarek dehşeti keşfettirdi.

Aura guaedom Frigida hareketin ve ihsasların bir terkibi. Esrarengiz bir soluk, ruhu onlardan mahrum etmeksizin etrafım kuşatan şeylerden ayıran bir perde işlemek için ipekleri tezgâha koymağa koyulur: İhtirasın ve malik olmanın girift bir kumaşı, hususî manâya göre bir uçurum, kâinatın karanlık bir açıklanması.

Her şeye rağmen bunun muhakkak bir hastalık olması isteniyorsa, ona sacayak hastalığı adını veririm. Bu peygamberlerin durumu, hattâ mistik varlığın şartıdır. Zira, boylu boyunca yerde uzananın bu unutkanlığı bir ortadan kalkma, bir yok olma ve birer birer sayılmadıkları için eşyanın onca görünmez olduğuna inanmayınız. Bilâkis her şey onda tam yerini alır; ve kâinatın şekilleri değişmez. Bir etrafında bütünleşirler. İşte aziz Paul, nazil olacak söz onu Şam kumaşının yollarında güneşiyle erittiği vakit dinler, görür, hisseder; sebep olanla sebep olmuştur; Tanrısının ilmine tamamiyle açılır ve onun ateşi ruhunun üzerine mızrağını saplar, oradan bir kılıcın kanlı ucu gibi onun içine işler.

Bu girdap, hattâ hareket hissini verir, çünkü o, toprak hindibaşı çiçeği üzerine büyük bir rüzgâr gibi zamanı üfler. Sürat, nöbeti ve zamanın topluluğunu ortadan kaldırır: Ebedî ve şüpheyi davet eden bir teskin olmanın zarı altında her şey derinliktir. Orada her şey kendisini ifade eder: Ve orada her şey ifade edilmiş gibi tertip edilmiştir. İnsanın olgun ihtirasından başka hiç bir şey değildir. O kendi âleminin şuurudur. O kendisini canlandıran ener

jinin sefil tekerleğidir; hattâ bu enerjinin içinde erir, orada çekirdek, değişmez merkez ve kâinatın umulmadık çıkagelmesidir.

Kendinden geçiş halinin şahitleri mukaddes mevzuun saymasını bilemediği şeyi kendisiyle birlikte onu yok etmeksizin dakikalar ve anlarla sayarlar. Büyük Muhammed peygamber böyle anlardan birinde dağların yerlerini değiştirdiğini ve su içtiği biricik kupayı meydana getirmek için asırları yığdığını söylüyordu. Dostoyevski böyle nöbetleri yaşadı. Bunda büyük bir iç sıkıntısı duymuştu. Aşırı korku mistik bir dehşetten hayatın âdiliği içinde iki misli oluyordu: Hayır, bir misli olsa nöbetin geri gelmesi beklenir; zira derinlikleri ziyaret etmiş olan ruh, büyük esasların içinden başka yerde pek yaşıyamaz: Hayatın bütün mevzularını, bütün düşünce ve bütün hareketleri oraya uzatır^,Derinlik, af tanımadığı gibi tekrarı da reddeder. Sonsuz bir varlık duyan, vazife olarak yalnız sonsuzluğu tanır. İşte o hastalığı içinde böyle teneffüs eder. Onun rüya gördüğü söyleniyorsa, işte o, rüya görmeğe böyle tutulup

Saranın buhrana doğru ilerleyişini, Dostoyevski’nin derinliğe doğru olan hareketinde eksiksizlik görünüyor.

Neye benzerse benzesin, tefekkürü asla tepelemiyordu. Bu tefekkür, sayar, sonsuz derecede küçük olana dokunur; ambarın buğdaylarını bir bir yoklıyan, antenlerini bunların etrafında uzatıp çeken kâşif böcek gibi atom atom tahlili tecrübe eder. Çalıştığı lâbirentin içinde o derece gider gelir ki, tereddüt ettiğine inanılacağı gelir; fakat karakteri bir an bile gözden kaçırmaz: Sanki orada sarhoştur, daha doğrusu, orada hisseder, orada tadar her türlü görünüşü tulumba ile çeker ve onları temizler.

Karanlıklar içinde duygunun vücudunu meydana getiren karanlık hareketlerin ve duyguların düğümünü çözmesi icabediyor. Bütün lifleri birer birer arar: Sonunda onları bulur; fakat daima, kendisine ağacın kökünün soğanına doğru istikamet vererek birinden diğerine gider. Yanılmaz bir tabiî sevk ona rehberlik eder. Tuttuğu yol hudutsuz ve ağır görünür. Bu, Dostoyevski’nin niçin hikâye anlatmadığını ifade eder: Anlatmak, hikâye etmek, değerini düşürmektir. Yalnız, karşılıklı konuşma ve içe ait kavislerin bütün macera ve bütün eğilme ve bükülmelerini verebilir. Dostoyevski’nin büyük eserleri, onları rüyamızda vücutlandırdığımız ölçüde ruhumuzun içinde kendilerini yaratırlar. Bizde husule getirdikleri dokunmalardan ve ince farklardan doğarlar. Kendi hayatlarının sebebinden başka bir sebebe sahip olanlar Dostoyevski’yi anlıyamaz.

Hiç bir şair biraz olsun düşünceye biricik ve sade bilgiyi vermedi.

Dostoyevski’nin bülinmiyen heyecanların içine inişi bir hesap ve bir keşif ihtiva eder. Bu iniş tamamen sezgi, deneme, imâ ve evvelden gören adamın alâmetidir; berikiler yakınken ötekiler geniş bir uzaklaşma içinde kaybolurlar; fakat şuurun ufkunda görülmeğe başladıkları andan itibaren yaklaşma muhakkaktır. Bu anda ormanın üzerinde bir hüzün göğü hüküm sürer. Uykusuzluk kendini kuvvetsiz düşüren o yorgunluk sıçramalariyle orada serserice dolaşır. Ben, orada ağır ağır keskinleşir, yavaş yavaş kendi için gölge içinde uzaklaşır. Öyle ise, bu ıztıraplı ben görüşün bütün eteklerini aydınlatan zirve, kutlanmış ateşli nokta gibidir; ve heyecanın kâinatı ışığın gözetleme âleti içine girer. Dostoyevski’yi iyice okumak için insanın henüz bilemediği şeyi hatırlaması gerekiyor: Böylece ihtirası ilk bakıştan itibaren orada, sevilen mevzuda bilmediğini sıkıştırır; evvelce kaçan binlerce çizgi yine ihtirasının mevzuunda kendilerini seyrettikleri, çiçeğinin balını aldıkları ruha girerler. Dostoyevski bütün şairlerin içinde en çok ve daima tekrar okuyabileceğimdir.

Olabilir ki, düşünen unsurlarla hassasiyet unsurunun biribirlerinden doğdukları, his içinde, doğuş halinde iken tefekküre dokunulan, duygunun gece kargaşalığı içinde ıztıraplı bir şafak gibi uyandığı bu seyrek sezgi hallerine Dostoyevski’yi hastalık hazırlamıştır.

Evvelâ, «o» nun yokluğu.

Sonra, çırpınma içinde, uçuruma iniş.

Zira, her his ruh için bir uçurumdur.

Lâkin her şeyin arasında aşk.

Bilginin uzvu değilse, neye ruh denir?

Rezil rüsva edilen bu adı, beni hiç yormıyan biricik mevzua saklıyorum.

Başlangıçtan itibaren kalb, yapmağa muktedir olduğu şeylerin içinde yaradılmıştır.

Evvelâ o kendisinde cesettir. Eti itaatsizce hiddet gösterir ve dağılır: Bir olur. Salya akıtır, boşalır, kusar; boğulur, pislenir; kendisini sıkan esirlikten kaçmak ister. Kızgın karanlıkların seyahatinde kendini kaybetmeyi istemez. Bunun için, karşı koyar, terkedilmiştir.

Ne dehşet! Lüzumsuz bir paçavra gibi orada, bilginin eşiğinde bırakmıştır. O, orada Çinin bir sokağında vebâdan çatılayarak gebermiş bir kurdun derisi gibi... Mısraların, insanların meydana getirdikleri kalabalık da başına üşüşmüştür.

Ve et tekrar ona inmeyi ve varlığı ile tıkabasa doldurmayı arzu ettiği ruhu bulduğu zaman —Ey Tanrı, seni örtüyorum— şuur tereddüt eder: Karmakarışık yollarda gizlenerek yürür; bitkinmiş gibi kapanır; hapishanenin duvarlarını eliyle yoklar; taşları, yosunları örümcek ağlarını ve iğrenç böcekleri, çatlaklardaki hayaletleri sayar. Teşvik ettiği adımların samimiliği ile hakir yürüyüşlerini tazeliyerek, bir işareti bile ihmal etmiyerek yolunu tekrar tanır: Bu evvelce tanıdığı ve yaşadığı, lâkin hâtırasını, kaybettiği şeyi keşfeder.

Bir fiilin sebeplerini veya bir hissi ele aldığı zaman Dostoyevski’nin davranışı da böyledir. Dokunuşu hayatı aydınlatan, görünmiyen ele eş, tekrar bulduğunu teşvik eder; unsurları orada saydığı ölçüde canlandırır. Karakterlerin yaratılması, ihtiraslı bir yaratıcı tarafından yapılan ruhun bir nüfus sayımıdır.

Kendilerinde sonsuzun mânası ve zevki olan bu anlar şüphe çekişidir. Ve ölümün bir çeşidinin, tanrısal hayatın bir saniyesini takibetmesi kaçınılmazdır. Zamanla kayıtlı bir ölümden yapılan bu hırsızlığı vaktin ötesinde ödemek gerekir. Bir an için bütün bilgiye sahip bulunmuş olmanın korkunç nimetini satın almak pahasına bütün bilgiyi kaybetmek lâzım gelir.

Esas olarak, etle ruh arasındaki muvazeneye dayanılabileceği doğru değildir. Her zaman ikisinden biri, diğerini götürür. Bütün büyük şairlerde madde yenilmiştir. Eti çok severler, bu yüzden ondan çekinirler. Daha doğrusu, onun tarafını tutarak kendilerine meydan okurlar. Gerçekten böyle ise, idealist olmıyan bir sanat nedir? Hattâ bir düşünce nedir?

O aşkta nasıldır? İşte sanatkârın fazlasiyle sakladığı, insanın büyük sırrı. Tanınan bu sır karakterin ölçüsünü tanıttırır. Sanatkârın yalnız Tanrısı ve sanatına karşı olan aşkını değil; lâkin, şuurun bilmezlik gösterdiği ve kalbin onlara bir ad takınaksızın bir esrar mekânı içinde beslediği kadına aşkını ve ete ait bütün düşüncelerini işaret etmek istiyorum. Ve çokluk, insanın sırrı, aşkının mevzuuna kendisinden teslim ettiği şeyde değil, her şeyden fazla muhafaza ettiği, temsil etmediği, hiç kimsenin itimadına ve görmesine izin vermediği şeydedir.

Kitaptan kitaba Dostoyevski kadınlarla sefil bir şekilde ev bark olur. Kendininkilere benzemiyen ne mahzun ve ne ateşli düğünler! Onda şaheserlerinin anahtarını arıyorum. Doğrusunu söylemek lâzımsa, hayatı, şaheserlerini dolduran şeylere cüret edemedi. Fakat, ne de olsa eserleri hayatiyle aydınlatılınca pek karanlık değildirler.

Sibiryada, bir doktordan dul kalmış, geçkin yaşlı, bahtsız bir kadınla evlenmişti: Romanlarındaki gibi bir evlenme; merhamet ve çılgınlık zifafları, göz yaşları, isteri, ıztırap ve pişmanlıklar karışımı. Dostoyevski olsun, kahramanları olsun yalvarmaların bütün bu nevileri içinden işkencenin en uzununu seçer gibi evleniler. O, haç’ı ele geçirmek uğruna ve çokluk ümitsiz çabalar.

Arzu orada fedakârlığa bir cazibeden başka bir şey değildir. Et, zayıf bir şekilde bile zevkini değil de felâketini ve hüznünü arar.

Ruh bir saadet vadine değil, yürekler parçalayıcı sefaletin bir nev’ine, seçmesinin bir kaderine kendisini neşesiz, bırakır. Kendi hesabına saadeti ümidetmiyerek, onu kendisinden başka birisine vermenin vehmi saklansaydı, bu az bir şey olurdu; lâkin mesele böyle değil. Dostoyevski nin evlenmeleri çilesi dolmıyacak olan bir bahtsızlığı tamamlarlar. Et onun sefaletinden başka bir şey elde etmez. Ve etin hakettiği her şey de bundan ibarettir.

Kadınlara karşı yakıcı ve ıztıraplı bir şefkat taşır. Öyle ki, kadınlardan ıztırap çekmeğe ihtiyacı olduğu söylenebilir ve onlara ıztırap çektirdiği dehşetini duyduğu zaman, her şeye rağmen onlar için bir ıztırap fırsatı olacağımda görmezlikten gelir.

Kadınlardan gelen sonsuz gibi bir arzu, ve ona dokunmaktan, o arzuyu memnun etmekten müthiş bir. çekinme. Kendisini cezbettiklerinden, kadınlara karşı onun içinde bir korku yaşar. Şüphesiz dişi varlıktan vazgeçmeğe muktedir olamıyordu; ve bir kadının saadetini kurmağa hiç de iktidarı olmaksızın kendisinin olan bir kadından başkasını hayal etmesi icabediyordu. İlk evlenmesi pek nefret vericidir: Çirkinlik ve ahır kokar. Bu, durmadan yatağa hasret çeken bir aşktır. Dostoyevski, ondan kendine mahsus .fedakârlığı istedi. Bir ceza aradı; hissettiğim, gördüğüm ve söylemek istemediğim bir kabahatin kefaretini ödedi.

Bir müddet sonra, dul kadından dul kalır ve karı olarak bir genç kız alır. Onda genç kızlara karşı, hiç kimsenin nereye kadar vardığını kestiremediği bir ihtiras vardır. O, mâsumiyet, çiçekte çiçek olan ilk gençlik, portakal içinde mandalin ve aşkın aşkı için hazır bulanlardandır.

Prens Mişkin aşkta, Dostoyevski’nin ta kendisidir. Kadınların en ince şehvetini, genç kızların füsunu olan etle kalb arasındaki gülüşü teneffüs eder; kızlarla âşıkların tatlılıklarını da hayal eder.

Kadın ne olursa olsun böyle bir adamın hayatını her kadınla ve böyle bir adamla bir kadının hayatını ürpererek düşünürüm. O, kelepçeler ortasında yaralı birçok âzalar gibi bütün sefaletlerin asılı olduğu şehvet gölgesinden başka kadına bir şey teslim edemez. Geri tarafı için de ebedî bir sükût içinde kalır. Sessizliği, sadece ihtirastan ve zahmetten kurtulmak için kendisine yol bulmakta bozar. Zahmet yahut ihtiras, yalnız kendileriyle ilgili şeyleri ihtiva ederler.

Ne kadar az düşünseler de, böyle adamların yüzünden neşeleri dilsizdir. Iztırap tek hatiptir. Onunla ıztırap çeken bir kadın lâzım. Lâzım diyorum, cins bir kadın ise onun istidadının böyle olduğunu bilir. Kadının ıztırap çekmesi lâzım. Ve onun kadına ıztırap çektirmekten ıztıtırap çekmesi lâzım. Bu suretle cinsler birikirlerini tanır, sonunda sevişirler. Aşk bu tecrübenin içindedir. Böyle olmayınca, bencil zevk her şeyi maskeler.

Böyle bir adamdan doğan ıztıraba tahammül etmek bir kadın için ne ıztırab! Bir kadının sabrı kuvvetidir. İyiliği faziletidir. Kendisinde hayata karşı olan imanı muhafaza etmek için ne cesaret! Kendisi bakımından imanını kaybetmiş olabilir, lâkin onu seviyorsa onun hesabına imanı olması lâzım. Kadın, böyle bir adamın iradesine ihanet edemez; eserinin verdiği eşsiz dersi unutamaz: Bu derste hayata iman, her an ayni değerde; bütün güzelliğin annesidir.

Kadın olmak çetindir. Fakat kadın olmak, Paris ile Nis arasında erkeklere karşı duydukları kinlerle bir aynada kendilerini alçaklaştırarak kitap yazan namussuzlaşmış kadınlardan olmaktan daha değerlidir. Bunlar kendilerini sanatkâr sanırlar, çünkü sanatın aşağılıklarıdırlar.

Sivilcelerini koparan Laiys gibi değil, lâkin onları ebediyet boyunca bulunmuş oldukları güzelliklerle yaralarının bataklığında ve tattıkları pis zevklerle kremlerinin murdarlığı içinde ıslatmak cezası borçtur (1).

(1) Di guella sorza scapigliato fonte, che lâ si groffia con l’unglie Merdose Ed ör s’accosia, osa e piede Stante infer., XVIII; 44.

Dostoyevski kadınlan herkesten daha iyi tanır. Çünkü ihtirası sayesinde onları yükseltmeyi, şifalandırmayı temenni ederek kadınlara ıztırap çektirdiğini ve onları ıztırap çekerken gördü. O kadınları, bir an evvel etin yüzleşmeleri gibi merhametsiz, bir an sonra ağızlarında besleyici sütle pek hoş, lâkin her zaman için tamamiyle çılgınlar halinde görür: Bencilik çılgınları, yahut kendilerini vermenin çılgınları, öldürmenin çılgınları, yahut kendilerini erkeğe kurban etmenin çılgınları.

Onların biricik ihtiraslarını, o içinde çabaladıkları bekleyişi bilir: Bu bekleyiş içinde onlar, hayata daveti, ve kıvılcımı haber veren tanrılarının parmağını bekliyen, daima uyuyan ayni «havvâ» dırlar.

Ve onların bu ebedî bekleyişi içindeki ebedî yanılmamalarını, ebedî ümitsizliklerini çözümler: Onların hesabına yaşamak lâzımdır! Onlar hayat verebilirler, fakat ona sahip olamazlar! Onlara ruhun bütün hayatı olan ateşi üflemek lâzımdır ;bu ölmez ve nâçiz alevi düşmeğe bırakmak gerekmez. Ve erkeğin bu alevi onlar için besliyememesi de nekadar alın yazısıdır. Aşka ve erkeğe kendilerinden yapmak istedikleri hediyenin iğfaline göz yaşları dökmeleri icabeder. Öyleyse, Dostoyevski onların merhamet tanımıyan ateşlerinden, arzunun ve şefkatin ocağını tehdideden o donmuş garezlerden şüphe etmiştir. O, kadının körüklerinin teskin edilmez bir teessüf gibi teşvik ettiği, genç kızların hissinde titriyen o bâkir ve mâsum şehveti, o fesada uğramış utançları şehvanî ruhtan bir taslak gibi bıraktı.

Kadınlarda her şey durgundur. Geriye, ittikleri zorlamıya, bazan fedakârlıklarından gelen bir zorlamayı davetçi çıkarırlar. Az sonra da bundan bir yüzleme elde etmek için çok kibar bir hatırbilirlik saklarlar. Onlar ter kokulan içinde iyidirler, feragatle katlandıkları vehmiyle ve ilkah edilmeyi istiyen çiçek olarak iyidirler. Kadınlar, olmak için güneşi sayıklıyan, bununla beraber olgunluğu lanetlemek istiyen meyvadırlar; meyvalarının eti açtır.

Beklemek, daima beklemek! Bütün arzularını hiç bir zaman elde etmiş olmamak için!

Kadın böyledir.

Böyle olunca, Dostoyevski bir erkekten fazladır: Ve öyle fazla ki, Dostoyevski’den de fazladır. Bir erkekten ve bir kadından fazla. Bütün bu erkekler, bütün bu kadınlar, onda tamamiyle ve diğerlerine bir vakit için bağsız olarak kendidirler. (Ben) nevi ile çoğalır. Bu mukadder hediyeyi alan adam tabiî olarak hayatta ve eserlerinde rüyanın şekillerini taşır.

Çok taraflı veya çok tek taraflı Dostoyevski, iki yahut üç veya birçok kadınlarla aşka girişir: Çünkü sevdiği her kadın için onun içinde iki yahut üç veya birçok erkek vardır. İster onun etini arzulasın, ister kendini onda bazı nadir putların ibadetine yahut bâkire ve vakfetmiş olsun, aşkın cömertliği kudretli bir ihtiyaca ve esrarengize cevap vereni paylaştırır. Ona et ile bir arada ruh lâzım.; ona göz yaşları ile neş’e lâzım. Ve kadının meyvasınm ateşliliğinde ona gençlik, hattâ çocukluk lâzımdır.

Ayni kadına karşı Dostoyevski, iki yahut üç erkek çıkarır, çünkü onları kendinde bulur; ve çıkardığı erkeklerin üçünün birden onun içinde, onun sevdiği kadına ihtiyaçları varır. Kitaplarındaki kahramanlar bu karanlık esastan hareket ederler: Hepsi birden ayni aşk içinde ancak bir adam meydana getirirler, bu odur: Dostoyevski. Bu sabırlı tahlil diğer yüzlerin vazifeleri olmaksızın bir yüzü tanıyamaz. Ve bu anlayış ,eserlerinde hayat içinde ve bilhassa uzak aşk içinde , zekâ için makul olmıyan zıtlığı düzenler.

Bu erkeğin genç kız arzusu, bir çiçek tarhındaki güzel kokulu ateş çiçeği gibi titrer.

Bana göre o, her akdmda Meryemi arar; ondan başkasını sevemez. Bu sevda onu alır götürür; gökün üçüncü katma çıkarır, yahut insanın arzusuzluğunun çocukluğa hitabeden ateşler saçan hiddete indirir. O geçici hevesle değil, örtülü bir ihtirasla hareket eder. Bu ateşi, kaba iştahın esiri olanlara anlatamam.

Aşka doyamıyan adamda bütün arzulara hâkim olan bir ihtiras çarpar: Bütün aşkların karıştıkları ve girift oldukları bir aşka tutulmak. Bu bakımdan, Dostoyevski kadındır ve erkektir; âşıktır ve babadır; çılgınlıkta ruhu için et; etinin hezeyanına karşı baştan başa ruhtur. Ve o aşkın bütün cevherinin içinde bulunduğu unutulamıyan masumluğu ister.

Âşık sevgilinin biraderidir. Siegfried hemen hemen sevgilisinin oğludur ve onu düşünürken daima annesini düşünür. Kundry nefes nefese olan Parsifal’in dudaklarından küçük erkek çocuklarınkini andıran bir halle bir buse çalar.

Dostoyevski’nin küçük bir kızla evlendiği söylense buna pek şaşmıyacağım. Görülebilen vak’aların plânını burada bırakırsam, gizli adamın vak’alarının. tarihini aralık ettiğime eminim.

İnsanın ihtiraslı olduğu ölçüde şehvetli olduğunu zannetmeyiniz. Hislerin şiddeti ihtirasla artabilir. Fakat ihtiraslı muhayyile fikirden gelen bir şehvet nev’ine de tâbidir. Hiç bir şey onun sarhoşluklarını açığa vurmaz ve şehvet ateşi güçlüğü aramak yolunda tükenir.

Dostoyevski, en az iki kanlıdır. Yalnız niyetlerden bahsediyorum. îhtiras nadir olarak özlediğine rastlar; ayni derecede sevilen iki veya üç kadın az bulunur. Sevilmemiş yahut az sevilen bir kadına merhamet korkunç bir ihtirastır. Bu ihtiras, başka bir ihtirastan daha fazla emin olarak bazan ölüme götürür. Böylece, diğerinin uğruna feda olması için konulan ateşi, kendini feda etmenin ateşi hudutsuz olarak geçer.

Dostoyevski ikisini birden istiyordu: Biri kendisi, diğeri daha ötede bulunan kendisi için. Dostoyevski gizli dilsizliğini itiraf eder: Bizi seven ve kendisine gelecek saygıyı bizden bekliyen kadına kendini vermek; ve sevdiğimiz, ve bize gelecek saygıyı kendisinden beklediğimiz kadını almak; bu türlü ihtiras yaşatır ve öldürür. «Budala» nm karanlık gecesinde iki adam, bekledikleri görülür ki, ikisi de aslında ölüdür; ve ölmüş yatan kadın, o dahi kurban ve cellât kadın değil midir? Sonunda, istenen neş’e ve eşsiz tutulan saygı bitmez tükenmez zahmetle birikirlerine karışırlar.

O halde, mizaca göre, insana ziyadesiyle mutluluk vadeden his içinde bu ıstırap araştırması nedir? Bu, şuurun mukadderatı içinde değil midir? İnsan çok düşünür ve öyle sanılır ki erkek ve kadın müşterek hayat için yaradılmamışlardır. Az veya çok süren ihtiras pek de devamın bir haline benzemez. İhtiras, bir dram gibi mücadele ile yaşar ve ölümle düğümünü çözer.

Bununla beraber erkek ve kadın çok sevişirler, karışmış bir halde ve bir arada yaşamak onlar için genellikle’ kaçınılmazdır.

İnsan aşkı, diğer mahlûkların tabiî aşkından, birçok aşağılık çiftler gözden geçirilirse ve hattâ insanların büyük bir kısmı da dahil, yalnız bu tarafiyle seçilir.

Iztırap çekebilen bir kadın ve bir erkeğin biribirlerinden ıztırap çekmeleri lâzımdır. Alelâde şekli içinde kadın elemli gözükür; ve çokluk bu halinde rol yapmayı seçer. Fakat cins erkek bunu onun yanma komaz.

Aşkta ıstırap çekmiyen gönül çok alçaktır. Yalnız ıztıraptır ki bizi insanlığa lâyık olabilmemizin imkânları içine yerleştirir. Aşkın, kötü aşağılamaların affına kadar vardıramadığı âşık kaç para eder? Hissedilen aşk içinde ve hattâ ıstırabın bizi ahenk haline koyduğu aşk içinde lâyık olmak için kadından büyük ölçüde ıztırap çekmek gerekir.

Bu, kadında ve erkekte zıtlaşan tabiatlerden değildir. Kalbler müşterek yapıcı mevkiinde bulundukları zaman bu, ıztırap değil, kaderdir. Bir kader maskesi altında insanların her birini tehdideden sefalet, hastalık, matem, bütün bunlar; aşkta maskelerini atarlar ve âşıklar arasında biri için diğerinin çehresini alırlar.

Eskilerden bizi en fazla ayıran ölçü aşktır.

İhtirasımız bizde iki âlemin birliğini yapmaktan başka, ne çok ateşli, ne de çok doludur:. Hıristiyan kalbi Payenne et’te oturur; ve Payenne et hıristiyan kalb ile münasebette bulunur.

Kendimizi sonuçdan yana küçültmeksizin bizde bulunan diğerine ait bir âlemi taksim edemiyeceğimizi bize ispat eden aşkımızdır.

Aşkın sırrı ıztırabm sırrının aynıdır. Iztırap çekmiyen aşklardan başkasına inanmam. Iztırap bir hastalık değildir: bir zenginleşmedir. Psyche zevkin uykusu içinde değil, zahmetin uykusuzluğu içinde ıztırabı uyandırsaydı, Tanrısını kaybetmezdi. Iztırap az olunca aşk kendisinin gölgesidir.

Eskiler ıztırabı yeneceklerine inandıktan sonra, ıztıraba cehalet gösterirlerdi. Ve biz, biz ıztırabı kurtarmalıyız.

Eskiler nefislerine pek düşkündürler. Iztırabı seçmeğe mecbur olduğumuzu iddia etmiyorum. Ondan çıkmak uğrunda insan elinden geleni yapmalıdır. Lâkin onu tanımalıyız. Gerçek insan ıztırabının ustası değildir, bununla beraber ne kaçak, ne de esirdir. O, bu mevkide kurtarıcı olmalıdır.

Hayata derinlik ve birçok yankılar veren hıristiyan ihtirası üzerinde yeni bir hayatın yükseltilmesi bizim eserimizdir. Bunda yalnız büyüklük neş’eyi yaratacaktır. Zira hayat nerede ise, neş’e de oradadır; hattâ yalvarışlarda yaşamak bile neş’eye sahip olmak demektir. Iztırapsız olunca ne büyüklük, ne de güzellik kıymetlidir. Fevkalâde bir yüzde göz yaşlarının sabah yağmuru gibi, her hissettiğine değer veren insan bir iç hüznü duymadan yaşıyamaz. Iztırap büyük şanlı bir kudrettir.

En ufak bir şeyi ortadan kaldıracak yerde her şeyi içimize doldurmak ve içimizde her şeyi tamamlamak lâzımdır.

Hristiyanî ihtiras, bu ihtirası meşrulaştırmak lâzım geliyorsa, onun sonsuz değeri ile ıztırabm biribirine bağladığı aşkı yarattığım söyliyeceğim. Sanat, oyun ile mukayese edilirse, ayni düzende bir kudret ifratıdır. Eskilerde aşk, parlıyan ve kendini tüketen bir alevdir.

Bizim aşkımız devam eden ve devam etmeyi istiyen bir ateş, alevlerini hırs ile yuttuğu ölçüde alevlerini canlandıran bir kızgın madenler ateşi, bütün hayatı besliyen bir ateşliliktir. Eskilerin aşkı, bizimkinin ancak zarfıdır: Hisler gönüle ilâve edilmiştir.

Rus Derinliği

Gizli derinliğin ihtirasları, derinliliğin safhaları: ekseriya bunlar uyurlar; lâkin müşterek sulh sahillerinin sürükledikleri köpürmüş olabilir. Iztırap için doğmuş derin varlıklarda hayat aşkının nereye kadar gidebileceğini, bilmezsiniz. Bu aşk onları, kanunlarınıza göre cürümler adını verdiğiniz, iktidarın bütün ifratlarına götürür. Ne nefislerine düşkün Yahudiler, ne Amerikalılar bu hayat aşkını duyacaklardır: Onlar mâbudları tarafından pek fazla esirlik altına alınmışlardır: Yahudiler fazla olan mâbudlarınm esirliği altında ve buna uygun olarak, bu esirlikten zevk duymak arzularına göre; Amerikalılar. gururlu, boş ahlâktan ve zemberekli otomatların kaba yalanı içinde...

Aklın ağırlıklarına topyekûn bütün değerleri boca etmeksizin şöhret ve güzellik, başkalarına hayat vermek, hattâ hayat almak, işte mistik şeref.

Boş gururdan maada, şerefin bütün çeşitlerine sahip olan Dostoyevski şerefi, aziz bir havâri’nin hissettiği gibi, ayni derecede hisseder.

Aşkın aşkı, Dosteyevski’nin şahsında bir kadının cellâdı, başka bir kadının oyuncağı bir adam yaratacaktır. Fakat her ikisi için de ruhunda ve kanında yalnız şefkat duyacaktır. Masumluğa karşı taşıdığı ihtiras, belki, onu küçük bir kızla, âşıkça yaşamağa götürecektir. Gök şahit olsun ki küçük kızın saflığını bozmak için değil! Taze saflığını yakma getirmek ve o saflıkta kendini saflaştırmak için: İnsan kendi mülkiyeti içinde olandan başkasını tanımaz, ve her mülkiyet suça temas eder. Heyhat; kendi göz yaşlarında canım mâsumluğu devam ettirmek için. Nihayet onda kendi kadınını bulmak için.

Daima saadetten uzak! Daima neş’esiz! Ve daima şefkat içinde. Göz yaşları içinde gülümseyiş. Bize her ne suretle olursa olsun mal olmuş çılgınlıklarda değilse, saadet nerededir? Istıraplı ruh, bu doymıyan iştahaya eşit olan tek değerdir.

Kendini tanımanın zalim sanatınde çok ileri giden Dostoyevski’nin vicdan azapları, esefleri var mıdır? Açık olarak o, kendini verir. Lâkin tarife sığan ve saklıyan vicdan azapları büyük bir lâftır. Dostoyevşki’de takibettiği ihtiras doluluğunu hiç bir zaman elde edememek ümitsizliği vardır. Sıhhatli ümitsizlik, müthiş, aldanma, inkâr, kendini tamamiyle dinlenmeğe salıvermenin boşlukları. Biricik ihtiras, kısaca, doluluk ihtirasıdır.

Yaratıcı bir sanatkâr, yer yer aşağı yukarı kâinata bağlanan yaratma işine katılmak ister. Bu hal, sonsuzlukta dolaşan kendisinden boş bir şekilde sanatkârın niçin nefret ettiğini açıklar: Kendisini hor görmez. Aksine, başkalarını fazlasiyle horlıyabilir; bununla beraber horladıklarından nefret etmez.

Bu, onda meyvanın çekirdeğinin sönmek bilmez ateşliliğidir. Bütün suçlar ruhiyle münasebet kurabileceklerdir: Bu ruh, zarar vermemek olan saf iradesinden, ne de her şeyden sonra mâsumluk olan ilkel hırsından hiç bir şeyi kaybetmek nedir bildi. Canlı şeyi, kendinde ona ibadetten mahvedinceye kadar ona malik olmayı hissetmekten başka bir şey teneffüs etmez. Nihayet bu ruhun, aşk mevzuunu kendi hayatının zararına tekrar yaratmak uğruna öldürmek istediğini söyliyeceğim.

Dostoyevski, sefaletlerini satmak için teşhir eden ve konuştuğu ölçüde cesurlaşan Rousseau değildir: «Siz benden daha sefilsiniz; en azdan, beş para bile etmediğimi size ne kadar gösterirsem göstereyim, yine sizden değerliyim.»

Bunun için Dostoyevski büyük bir değer taşır; ve onda bulunan her şey değerlidir. O1 hayatla ayni değerde olan esasa dokunur. Okyanusların dibinde olduğu gibi, yeter ki ona erişmek için sonda atılsın. Bu dünyanın kımıldamaz hacmidir; ve bütün denizler dünyanın kabuğu üzerinde ancak şebnem bir elbisedir.

Dostoyevski aşksız yapılan fenalıktan başka bir şeyi tekrar ispat etmez. Onun için kendindeki vasattan başka bir şey yoktur: Çünkü onda, her şey, hattâ etin büyük suçları bile gönül ve ruhtur. Ona göre, ruhsuz insanlardan ve milletlerden başka, yeryüzünde her şey mânalıdır. Gerektiği zaman, bütün kabahatler içinde, hepsinin kefaretini ödemeğe lâyık olmak için yakıcı gönül sıcaklığında okşanılan her şeyi feda etmek. Bir adım daha, aşk nerede ise, hayat oradadır. Hayat nerede ise, iyilik de oradadır. İşte bu yüzden suça bağlı dehşetin kefaretini ödemekte o çok itaatlidir: Her ceza adaletsizdir ve cezayı tertipleyen şeytanın eseridir. Cezayı kabul eden suçlunun içinde adaleti ve selâmeti taşıyan sebep de bu düşünceden gelir: Zira Dostoyevski’nin gönlü bunu arzular. Ya kendi kendini cezalandırmak kuvvetine malik olmak, yahut cezalandırılmış olmak. Hatâ içinde kaybedilen hayat, kefâretini ceza ile ödemek suretiyle tekrar elde edilir. Suç, kandırma ile gönlü doğru yoldan çıkarır; ve ihtimal ki gönlün bu kandırmadan başka dehşeti yoktur.

'^Dostoyevski çok vakit kötü adam olarak gözüktü ve kıskanç bir adamın yapacağı hareketleri yaptı. Çok keskin bir varlık her zaman fena gibidir. Kuvvet yaralar. Kalblere işliyen bir bakış kalbler için bir yumruktur. O, çok ince bir uç yaptı ve onu şefkatli göz yaşlarının dökülüşünde körlettiği halde bu uçun delmesi isteniyor. İnsanlar halledilmiş olmayı reddederler.) Hattâ kendi kendilerine bile keşmedilmeyi de pek kabul etmezler. Zora başvurmadan soyulamazlar; böyle iken kendilerini tanımak için de çırpınırlar. Dostoyevski hiç hatır gönül dinlemez. İnsan tabiatinin mayasında bulunan yalan onu kudurtuncıya kadar gazaplandırır. Ne olursa olsun, o kendini bütün dünya çapında fatih olan ile ölçendir: Ve yalanı vurur, yere çarpar, diri diri derisini yüzer. İnsan üzerine lânet damgası vurmağa cüret edenleri lânetler. Hâkimlerden başka hiç bir kimseyi muhakeme etmez. Birkaç kişinin damlasında kıvrılmak, yalnızlık yahut bir millet için yaratılan, hoşlandırmak yahut yaralamak istiyen şey asla ondan bir şey ihtiva etmez. Onun göz yaşları, kısa ve her zaman hayret eden kahkahasından daha hızlıdırlar. Epantchine’lerin salonunda bütün dostlar baykuş gibi, cazibesi yüzünden hırsla yenilmiş nişanlısına kızarken eşsiz bir sevinçle sosyal ölümüne koşar gördüğüm masum Prens, Dostoyevskidir.

O, kendi kendisinin olmanın değişmez arzusiyle, kendisini hoşlandıranı hoşlandırarak ve kendisini hiç bir zaman hoşlandırmamış olanın hoşuna gitmeden tatlı veya sinik olabilirdi. O, insanları öylesine başbaşa dost olarak ele alıyordu ki halk, kitapları tarafından incelenmiştir.

Hislerinin izzeti nefisten gelen uzak sarhoşluğu içinde, ve böylece gururdan gelen düşünceleriyle mahmuzlanmış, kendini başkalarını pek fazla horlıyan şu iktidar ifratına götürürdü: mevcut olanları unutmak. Daha doğrusu, sevimliliklerine kavuşursa onları ihtirasında bir araya getiriyor, onları orada kendisiyle birlikte kendi vücutlarından ayırıyor ve ateşliliğinin hızla akan sularında onları yıkıyordu. Bütün çekingenliğini kaybeden o, his ölçüsünün incelmiş mânasiyle galip gelmeyi ileri sürmüyordu; lâkin aşkının mevzuunu sevdirmek istiyordu. Ve şüphesiz bu işe o kadar şefkat ve zor koyuyordu ki böyle arzu, aşkın her türlüsüne, sahip olunan hırs ve tamahı saklar. O vakit, o, sözleri en uç noktalara kadar götürür, bendin kapılarını kaldırır, ihtiraslı aklının bütün bendlerini yıkar. Vahşidir. Korkutur. Aşkın ümitsiz gönlünde bu adamın pars atılışları ve pençeleri vardır.

Ha, göz yaşlarının, aziz göz yaşlarının ne hediyesi! Ağıtlara ne atılış! Kumların kuruluğu ile gökyüzünün sevimsizliği arasında susuzluğun azaplandırdığı çöldeki elemlilere, gayesiz akan bitmez tükenmez bir kaynak gibi, gönlün bütün Kabe ziyaretçilerine açtığı hayrat çeşme.

Üslûbun kuvveti her şeyi götürür, taşır. Lâkin hissin derinliği her şeyi, hattâ üslûbu saklar.

Bu sanatin son sözü değil midir?

Dostoyevski’de, yabancıların ve Yahudilerin mülâhazasmca görülen sertliğin bir üslûp delili olduğunu söyliyeceğim: Çünkü bu adamlarda aynı göz yaşlarından eser yoktur. Dostoyevski batının bütün milletlerinden nefret eder; batı ile alay eder. İsviçrede, Fransa yahut Almanyada yaşamağa mecbur olunca boğulur. Rusyayı terkedince, onca her şey boş ve manasızdır. Birlikte nefes aldığı iç sıkıntısının ve nefretin gariplikleriyle kendinden intikam alır. Lâkin Petersburg yahut Moskovada onlara adaleti iadeye kabiliyetlidir. Kendilerini orada hazırladıkları şart içinde, onları Rusyanın iyiliği uğrunda kullanmak ister. Zira orada bunları reddeder, onlar da kendi göz yaşlarını bu büyük simanın göz yaşlarına karıştırmaktan oldukça uzakken yine de Rus göz yaşlarına karşı kin duyarlar.

İşte bu yön, Dostoyevski’de her şeyin nasıl Yahudilerin lanetine mahkûm olmakla sona erdiğini gösterir. Dostoyevski ile Yahudiler arasında, Tevratla İncil arasındaki ayni kavga vardır. İncil onu tamamen doldurduktan sonra Tevratı büsbütün unutur. Canlı üzerine aşılanan ölü, canlıyı bozar.

'(Nihayet Dostoyevski kumarbazdır. Ve her zaman kaybeder.

Niçin kumar oynuyor? İki kere ıstıraplı adamda, oyun onun bütün kuvvetini alıyor. Oynamak için kumar oynanır ve kazanmak için kumar oynanır.)

Piyangonun servet yapmak için, bana pek namuslu bir Vasıta olarak gözüktüğünü çokluk söyledim. Bu yol, servet edinmek için gerekli dehâya sahip olmıyan fakat para deyince düşüp bayılanların yoludur. Bununla beraber yine de servet sahibi olamazlar. O halde ahlâk bu işten memnundur.

Kadere inanmıyanlar hayata asla bakmamışlardır. Tesadüf, inanmayanların kadere taktığı addır. Kumar kaderin halk tarafından esaslı bir muayeneden geçirilmesidir. Oedipe, Thebes yolu üzerinde kumar oynar. Oreste kumar oynamış olarak doğar. Eskilerin, büyük bilgiçlerin yukarıdan şüpheleri yoktur. Karamaça serisine bir koz saklamak için, bu şüphesizlik içinde hilekârlık yapmağa kadar varırlar: Hiç bir işe yaramamacasma bahtsızlığa bu yolda bir müdahale yapan Samos’lu hâkim Polycrate de bunlardan biridir. Sakladığı şey onu pek korumaz, bununla beraber, o ne kadar adaletlidir. Kader onun aldatılmış olduğunu dinlemez birini tevazuu, diğerini de edepsizliği için cezalandırır.

Her şeyde ıztıraplı olan Dostoyevski kumarda ruha malik olabiliyordu. On bin rublelik mahsulü Eldorado tarlalarına ekiyormuş gibi hayalle, borçlarını ödemek ve sıkıntıdan kurtulmak için son altı rublesiyle oynardı. Kârın her zaman mümkün olduğunu temenni ediyordu, yeter ki kader onda toplansın: Yalnız bir unutma ânı lâzımdır, ve elverir ki hayırsız servetin gözü bulunduğu yerden başka yerde olsun ve süratli bir göz hareketi, işte kazanıldı.

Her zaman kaybedenin macerayı yeniden kışkırtmamak için elinde bir sebep yoktur. Kibir ve doğruluk duygusu böyle olsun ister. Bir çeşit kumarbaz vardır ki onda adalete ihtiraslı bir adam bulunur. Bu yüzden, her zaman kaybetmek onu öfkelendirir. Prensip olarak eğer kazanılamıyorsa, her zaman da kaybedilmemelidir. Ne çâre ki, iman işe karışır ve insan tutulur. Bu izzeti nefis aşkı gülünç değildir. Çünkü safdil hayat ibadet üzerine kurulmuştur. Bahtsız kişi bahtsızlıktan kurtulmak için oynar, aynı zamanda kendinden kaçan saadeti zorlamak için de oynar. Kumar zenginliğin bir sorgu işaretidir. Ve zengindik cevap vermeyi ne kadar çok reddederse, o kadar çok sual sorulur.

Her zaman kazansaydım, kaybetmek için oynardım. Nihayet kazanmak için oynanır; bu akşam, yarın akşam, gelecek hafta yahut birkaç gün üstüste kaybetmek de

olağandır. Ben kumar oynarken konuşurum; Dostoyevski ise yalvarıyordu.

Asalet ve liyakattan yana.ne kadar da noksan! Bununla beraber nasıl da bunların üstüne yükselir! Kendisinden beklenen hareketi yaparak, hesaplamıyarak her şeyi nasıl da tamam ölçer biçer!

Dünyaya göre olan şereften hoşlanmaktan her şekle mahsus terbiyenin renkleriyle bezenmiş aşağılık bir utanmazlığın maskelediği o sonsuz geri taraftan Dostoyevski’yi ayıran ne derin şeref! Modern cemiyette şeref, içinde ne salonlar, ne eşya, ne de karı kocanın odaları, velhasıl hiç bir şey bulunmıyan bir sarayın üzerindeki gümüş armanın şık yüzüne benzer: Yangın öylesine yanmıştır ki, ev hattâ zifaf sırrından da tamtakırdır. Dostoyevski’de büyük şehirlere ve salonlara mahsus şerefin bu tarafı yoktur.

.^Dostoyevski ağlamak için saklanmaz. Dilenmekten yüzü kızarmaz. Paraya değer verdiği yoktur. Tanrısından hiç bir şey terketmez; tanrısının ondan istediğine en ufak ölçüde ihaneti aklından geçirmez; ve işte hakikî şeref de budur. Amerikalı, her şeyden sonra, ihtimal ki kendi şerefine sahiptir: Dolar ve soğuk banyo.)

Dostoyevski zenginliğin sefalet içinde yaptığı saldırışı gösterir. Dayanışı kahramancadır: Tanrısına hizmet yolunda insanların en alçak gönüllüsüdür. Duaya, yalvarışa, zekât kabul etmeğe razı olur. Hiç bir suçlamıya karşı çıkmadığı gibi, hiç bir horlamanın önünden uzaklaşmaz.

' O Dostoyevski ki, ne kadar gururlu ve ne kadar çok izzeti nefsi vardır ve o hasta gururla tutuşmuş ten, o lâzım olan imanı kendisine kadar yerleştirir. Yalvarır, veren eli öper. Buna rağmen böyle bir adama vermek, bu ona daima kırbaç vurmaktır. Verileni tatlılıkla alır; hayır duası eden bir nevi hıçkırıkla kabul eder.

Onu yüzlemek için iyice aşağılık olmak lâzımdır. Onda mükemmellik aşkı vardır: Onun belini büken el. beyledir. Birçok hastalıklarla çalışan o, dünyaya göre olan liyakatini ruha göre olan risaletine feda eder. Risaletine inanmasaydı, bütün Ruslar daha fazla Rus olamazdı. Ona uyanlara veremediği zaman üzülür; lâkin dostlarına borçlu olmaktan utanç duymaz. Ve bundan ıstırap duyarsa, yine bunda bir hizmet etmek fırsatını bulur. O, kendisini memnun etmeğe asla muvaffak olamıyan insandır. Bir barbar muamelesi gören o, Atina yahut Fransanın bir sanatkârı gibi mükemelliği sever. Kendisini herkesin gözünde heceliyen bir adam gibi görülmeğe bırakır; fakat taşıdığı esere ihanet etmeyi bilmezdi. Diğer taraftan, çok defa o, bana Wagner’i hatırlatır. Ve muhakkak ki sanata iki zıt çok çeşitli maddeden ve ayrı bir şekilden oldukları halde, başka iki insanınkinden başka türlü, çok yakından birikirlerine dokunurlar. Wagner’in tahlili ve Dostoyevski’ nin tahlili ayni esasta neticelenirler: Eşit gönül iradesiyle biricik duyguyu saklarlar düğümlenen, çözülen, anlaşan eşit içe dönük hareketler. Heyecanla yaşarlar ve iki ayrı düzen içinde eşit heyecanı meydana getirmeğe doğru koşarlar.

Ağaçlar eşit cevherden değildirler. Yapraklar ayrılır; ve dallar zıt ufuklara doğru giderler; lâkin kökler birdir.

Dostoyevski’nin gülüşünde Wagner’in kendisini tekrar tanıyorum. Wagner bir defadan başka gülmedi; ve neş’ esi neş’elilikte değil, heyecanda ıslanır. Büyük Rusta neş’eliliğin gölgesi bile yoktur. Bana kalırsa, Dostoyevski’nin dehşetli ve acılı gülüncü bana çok dokunur. Lebedev, Mar

meladov, Karamazov Baba, Flastaff da mukayese edilemez bir dolulukta hayrette bırakan cehreler, Bu soytarılar biribirlerini severler! Canavarlar yahut çocuklar gibi      ;

esasta birbirlerini severler. Ve hayatı azizler gibi severler.     

Katil veya gülünç, bütün canlandırdıkları için olduğu i gibi, Dostoyevski kahramanları içindir. Hayat, onun taraftar olduğu başka şey yoktur. İşte benim zevkime göre bir benzeri olmıyan gülüncün kaynağı: Yıkıcı değildir; her türlü alaydan yana temizlenmiştir. Ayıptan, söğüp saymadan tamamiyle uzaktır.

Mermeladov, Lebedev ve bütün kumpanya, kötü şefkatliler ve aziz cynique’ler, bizzat hayatın soytarıları, gül I mede olduğu gibi göz yaşlarında da kendilerini seyrederler. Çünkü Dostoyevski hiç bir şeyi inkâr etmez, hattâ yıktığı zaman soytarıları muvaffak olmamış bir âlemi belirtirler,— lâkin, utanç, kabahat, vicdan azapları içinde ehli salibine devam edeni. Bütün bunlarla, onlar mağdurluklarını taşırlar; meşru imtiyazları ne kadar çoktur. Hayatın sahip olduğu haktan ve kendi değersizliklerinden aynı zamanda emindirler. Lebedev ve Marmeladov’un Bouvard ve Pecuchet’ye kıyaslanınca ne muhteşem ayrılıkları, ikisi de ölmez karikatürler! Ötekilere gelince, bunları aşağılayamazsınız. İlk önce güldürürler, sonra sırıttırırlar; en sonunda gülünçlükleri tefekkürün nefes aldırmıyan gıcıklamasına benzer; bu gülmede insan, sinirden ve iç sıkıntısından çatlar. Onlar mücerret ve mahzundurlar. Sürekli olarak ilme ve çalışmalarına şekil verirler. Marmeladov ve Lebedev gerçekleştirilmişlerdir ve çok insandırlar. Lebedev ve Marmeladov’un yaşadığı şartlarda biraz yaşamış olan her aile babasında bir Lebedev ve bir Marmeladov bulunduğunu Dostoyevski söylerdi. Onlar kâinat istihzasının otomatları, Flauber’in iki daimî kâtibi gibi ne ölümdedirler ve ne de mahkûm edilmişlerdir.

Batının Rusyaya karşı silâhlandırıldığı ölçüde, Dostoyevski batıya karşıdır. İnkâr iradesi ona daima yabancı kalmıştır. İnkâr eden ikrar eder. Hattâ Yahudi aleyhdarı değildir. Rusyayı ve İsâyı bütün inkâr edenlere yaptığı mücadele, ayni ad ile Yahudilere karşıdır.

^Her türlü siyasî hürlüğü hor görürken ne kadar da hürdür! Hürlüğün reye bağlı olmadığını bilir. Zira, sandığa rey atanlar esir değil midirler? Sanat, siyaset, din, Dostoyevski’de ayni hücreden kaynarlar: Sonsuz olarak kâinat hayatının mutemedi ve onunla karışmanın tevazulu gururu.1^

Bir âdâmın kendisini kâinata vermesi için değerli olması gerekir. Başka türlü ne hediye edebilir ki? İster çok yüksekten düşsün yahut mecbur olduğu gibi nihayet dünya üzerinde yatıyorsa, evvelâ diz çöksün, bu hareket, o anaya bütün öpüşlerini, bütün göz yaşlarını geri vermek, büyük bir aşk, büyük bir neş’edir. Eğer bol bol verilmiyorsa, her şeyi vermek kâfi değildir. Dostoyevski hayata lâyık bir kurban yapmak için beni coşturur. Aynen, insan nev’ine bir mucize vermek için ırkını ve vatanını en yüksek noktaya götürür. O Rusyanm ekşi bir suratla Avrupaya düşman adamı değildir. Fakat Avrupanm, Rusyanm şeklini değiştirerek, mahvederek hattâ ayrılarak Rusya ile adlanmasını 'istemiyor. Yabancı tefekkürle beslenmek ve onun tarafından hazmedilmeğe kendini bırakmamak demektir.

Toprak ve ırk aşkı Dostoyevski’yi inzivaya davet etmez. Bu, para toplıyan bir mülkiyet değil, seven ve kendini açığa vuran bir aşktır. Hiç bir şeyi ortadan kaldırmaz. Rusya çok Rus olacak, Avrupa çok Avrupa olacak ve orada insan nev’inin hayatı asillikle yayılmış olacaktır.

Ne kadar garezsiz ve küçüklüğü olmayan toprak aşkı. Toprak biricik koruyucudur. Toprağı seven ve öpen ona hak kazanır. Şüphesiz, ilk önce, bizi koruyan toprağın bir köşesinde durulur. Lâkin Dostoyevski’ye göre ölüler dirileri idare etmezler: Hiç bir Dostoyevski, ölü balığı kımıldatamaz; faziletlerinde bile olsa, bir araya toplanmalarını ölülere ihtar etmez. Bu, onda, çağırdığı yaşıyanların cömertliğine ve ölüleri yaşatan büyük aşklarınadır. Bir kabristana kapanmak için Dostoyevski pek fazla kuvvetlidir. Bir mezar içinde yaşamıyoruz, göz yaşlarımızla, takdis edilen güneşe karşı bir fidelikte yaşıyoruz. O hayatı gömmeğe değil, yenilemeğe çalışır. İnsanın eseri mezarın tohumlarını yetiştirmek değil, bilâkis toprağa yeni kültürler ekerek kabri gençleştirmektir.

Ne hasislik, ne de ekşimiş kinden gelen kuyruk acısı. Dostoyevski Avrupanm Rusyayı yutmasından korkmaz; fakat Rusyayı Avrupaya bir kemik gibi atana karşı koyar. Dostoyevski, çok insan olmak için en çok mümkün şekilde kendi kendinin olmak vazifesini her düzen ve her derecede haber verir. Yalnız bu değer içinde, insanlık çok iyi ve çok güzel olacaktır. Ona göre ırk, sonunda yüksek insanlığa varmak için bir vasıtadan başka bir şey değildir.

Batının Ölçü ile tanıdığı şeyi, Rus hisle halleder. Batı sayar ve numara koyar: O sayı ve geometridir. Rus hatırlar ve sıkıştırır: O iç hareketi ve musikidir.

Batı dünyanın üzerine doğru gözlerini açar; görür ve mukayese eder. Dostoyevski tarzında Rus içeri bakar. Rus gözlerini kaparsa, bu fazla görmemek içindir; yahut, eşyaları hayallerin tarif edildikleri gölge içinde hayatın derin mırıltılarını dinlemek içindir. Ahenk ilk çehredir; ve karanlıkların göğsünde fevkalâde karanlık şey, şekillerin doğurdukları melodidir.

Sevmediği zaman bir Rusun niçin hiç bir değeri olmadığının sebebi budur. Rus tenkid-etmez: İnkâr eder. Şüphe etmez: Mahveder. O Tanrısız değildir: Yokluğun papazıdır.

Dostoyevski kırk iki yaşından evvel değerli hiç bir şey meydana getiremedi. Bütün büyük eserleri kırk ile öldüğü altmış yaşının doluluğu arasında yaratılmışlardır. Öteki Ruslar pek vaktinden evvel yetişmişlerdir: Puşkin, Lermantov ve Gogol az fakat ateşli bir hayat yaşadılar. Dostoyevski bu gençlerden değildir.

Rusya onu kaybetmeden az bir zaman evveli müstesna, kendini Dostoyevski’de tekrar tanımamıştır. O milletinin kahramanı, düşünen adam, ırkı için çarpan kalb olmuştu ;amma ölümünden ancak beş altı sene evvel bu, nihayet anlaşılabilmişti. Bizzat Tolstoyun varmağa muvaffak olamadığı muazzam mertebeyi almak için yine de o uzak gayeye dokunması gerekmişti. Tolstoy yarım asra yakın bir zamanını memleketinin büyük sanatkârı olarak geçirebilmişti. Dostoyevski ise yalnız birkaç mevsim boyunca, seven, kinlenen, düşünen, istiyen ve her şey için konuşan; evin sayılan büyük oğlu, bütün kardeşlere önder, Rusyanm adamı olmuştu.

O ıstırabın adamıdır: Bu onun Rusyada biricik unvanı mıdır? Böyle sanmakla çok haksızlık edilir. Ben Rus ıstırabını Dostoyevski’nin şahsında anladım: O yalnız bereketli değil saflaştıran kuvvete de sahiptir. Rus neş’esinin hiç bir fazileti yoktur. Yaşamak istedikleri zamandanberi

genç milletlerin yeter neş’eleri vardır. Aradığınız neş e sizi ezer.

Onu bu ıstıraplı hükümdar haline getirmesi için Dostoyevski’nin hayatının gerçekte ne idiyse öyle olması gerekiyordu. Siyasî hatâya düşmesi hiç olmadığı halde bir eşkıya muamelesi görmesi ve ölüme mahkûm edilmesi, zindanda çürümesi gerekiyordu.

Hiç kimse Dostoyevski kadar ıstıraplarına ibadet etmedi. Hatâ şahsı düşünülürse pek bereketli olmadı. O, hatâda insanların hislerine tatbik ettiği rüyaların kıyaslanmaz bakışını edindi. O sayfanın iki tarafını da okudu, ve görünen yüz, onca diğer yüzü anlamak için sadece bir vasıtadır.

Büyük bir ruhun hatâsı ancak ve ancak fiildedir: irade ve gönül, kendilerini canlandıran büyüklüğe sadık iken pek hatâya düşmezler. Ancak takibedilecek yolda aldanılır. Başlanan yere tekrar dönüldüğü zaman, hatâ olmadan asla bu kadar iyi görülmemiş olan bütün görünüşlere ve bütün ufka sahip olunur. Büyüklük zahmetin ve kudretin müşterek köküdür.

Genç Dostoyevski’den değer alan eser (1), ve zindan felâketine kadar gelenler, bana orta bir icadın ve çok zayıf bir değerin eseri gibi gelir. Tavan aralarının galiz hasisliğinden korkarlar. Gözleri daima yaşlı ve durup dinlenmeden dert döken soydandırlar. Bunlarda az kuvvetli ve zayıf bir Gogol görülseydi, Gogol’u önceden haber vermiş olurlardı. Bu eserlerde vak’a zorlanmış ve çizgi güzellikten yana tamtakırdır. Bunlar o umumhane yatağından bu umumhane yatağına gezen, köstebek yuvalarında yavaşça ağlıyan unutulmuş ressam Tassoet’nin tab

(1) Les pauvres Gens, 1846; le Double, les Nuits blancishes; 1847, 1849.

lolarma benzerler. Zira, hissin derinliği yalnız karıştırdığı derinliği düzeltir; yalnız tahlilin derinliği uzak karışıklığı farzeder ve onu doğrulaştırır. Dostoyevski’nin taşıdığı bu iki yüksek kabiliyet ancak fiilin zorluğu ve karakterlerin eğilip bükülmesiyle kendini meydana koyar.

Dostoyevski başlangıçta olduğu gibi sonda da bazan ihtiyarların yüzünden ve ancak gençlerden zahmet çeker. Bu zahmette yine Rusya vardır, daima çok ham yahut çok olgundur; kokmuş delikanlıları ve çocukluktakinden daha taze ruhlu ihtiyarları vardır. Orada çokluk genç kadınlar, çiçekli bir ten altında haşarat ve kül dolu bi/kalb ' taşırlar. Rusya kudret ifratında yaşar. Ve ikisi ortasını bilmez.

Dostoyevski’nin kendisi ve eserleri bu bilinmiyen âlemin ortasmdadırlar. O ve eserleri olgunluk yaşının büyük eserleridir. Bu adam bütün kuvvetiyle gençliğe sahip olandır: Gençler, gençleri tanımazlar. Dostoyevski ne gerçekten rüyaya, ne de rüyadan gerçeğe haksızlık yapan, yalnız hayatın derinliğini anlıyan adamdır. Onu zindana gönderen, onu yüz kara adamın müşaviri yapan ilk ve son olay yalnışlarının az ehemmiyeti vardır. Korkunç imparatorluğun üçüncü mıntakasmda İncilin görünen eli ve gizli yüzü olması az mühimdir. Slâv ırkı ve İsâ adına idare eden mânâsız polislerin yahut yaralı ve hastalar için Kızıl Haçın yardımlarını çalan prenslerin de az ehemmiyeti vardır. Bütün olay yanlışlarının Dostoyevski’nin vücutlaştırdığı Rusyaya inanmamıza mâni olamazlar. Yalnız ondaki Rusya değil, onu bize yükseltir, Puşkin ve Gogol, Turganyev ve Tolstoy’da görünen Rusyayı tamamlar. Kundaklar içinde bir Rus halkının olması lâzımdır. Bu siyasî esirlerin manevî hürlüğün takdire değer kişileri olmaları lâzımdır. Öldürmeler ve sarhoşluklar cehenneminde bu

kabaların Avrupada benzeri pek bulunmıyan bir. şuurla zengin olmaları lâzımdır. Bu milletin, zulümcü çocuklar gibi bazan her şeye kudretli ve geri kalan zamanlarda nefret veren bir iktidarsızlık içinde ve buna rağmen Avrupanın bir Tanrıya sahip olan biricik milleti olması lâzımdır.

Çılgın da olsa, hattâ aşağılık da olsa, hattâ kana ve kokusuz hayat soyuna boğulmuş olsa, bu Rusya ne para için ne kin için, ne ticaret dengesi ne de zorbalığın aşağılık zaferleri için yaşamaz. Rusya insan nev’ine dinî bir vicdan vermek için yaşar: Hattâ hysterie’sinin Rusyayı fırlattığı kusmaların ve kasap dükkânlarının ortasında her şeye rağmen, insanlara kardeş bir gönlü vardır.

Dostoyevski, umumiyetle ıztırabm vasat tabiatlere kapadığı ahlâkî sefaletin ,bütün hodgâmlığm üstünde ıztırapla yükselmek ve ıztırap için doğmuştu.

Kâinatı kaplıyan bir hayatın sıhhati ve açlığı adını verdiğim şeyi fethetmesi için ona, hastalık, gönül azapları ve ölümün varlığı lâzımdı. Lâkin fazlası da fazladır: Yaşamak için nefes almak lâzımdır. Ama bir parça az olsaydı, o da birçokları gibi korkunç ve. aziz yükselmenin yarı yolunda kalmış gitmişti. Bütün ıztırap ve azabın onda bulunması az değerli değildir. Bu yüzden, onun adı, emniyetle bir dağa değil, ancak kanlı basamaklara yazıldı. Bilhassa tabiatinden gelen bir kıskançlıktan ve her zaman vahşi olan bir izzeti nefisten esaslı surette temizlenmek için ona suçların cehennemi ve zindan lâzımdı. Bu lânet, bu belâ, Shakespeare ve Wagner müstesna, hiç kimsenin inmediği ruhun büyük esaslarını ona keşfettirdi. Orada, cürmün faziletleri olduğunu, faziletin kendisiyle dolu olabileceğini, insan oğlunun mayasının evvelden kestirilemiyeceğini, kalbin ayni zamanda bütün kini ve bütün affı taşıdığını, bir kerecik de olsa ruhun kurtulduğunun biricik günah ve günahın her tarafta var olduğunu ,bir parça kefaret razı olununca affa kavuşulacağını ve iddiacı bunu reddedince ıstırabın feragati değerlendirdiğini; aşkın her şeyin ve herkesin eşsiz saygısı olduğunu; İsâ tarafından tekrar hayata avdet ettirilmenin kanın değerinden ileri geldiğini, cezalandırmağa cüret edenlerin dehşetini, ceanın suçluda kederinin gururunu ve İnsanî liyakatini tekrardan sağlamak için her suçluya zarurî olduğunu anladı: Zira bütün hayat, aşkın bize teklif ettiği ve kefareti Ödenmek gereken bir kefarettir.

İşte Dostoyevski orada milletinin ve bütün milletlerin ruhunu, hattâ o ruhu öldürenlerin ruhunu hissetti. Kendisini bütün görünüşlerin üstüne koymayı orada öğrendi. Orada kendisini derin bir surette yaşamağa vakfetti: Çünkü Dostoyevskinin bütün eseri, şüphesiz ki biricik gerçek olan esrarlı hakikat ve derinlik içinde bir hayattır. Orada, kendisini sebatla her türlü peşin hükümlerin; önünde ahlâk ve siyasetten daha fazla dayanamamış olan aklî şeylerin üzerine yerleştirdi. Büyük Dostoyevski, ilk defa olarak, hayatın sonunun yine bizzat hayat olduğunu gösterdi. Lâkin çok uzakta idi: Derin bir surette, hayatın kendine can veren gönül olmaksızın boş bir kalıp, ve böylece aşkın bu biricik sonun sonu olduğunu anladı. İnsan kendini geçmek için değilse, niçin yaradılmıştır? İnsan tamamlanmış bir şekil değildir, lâkin olgun şekle bir atılış, ve olgun insana doğru devam eden bir denemedir. Dostoyevski’de bu kahramanca fazileti ve bu iç büyüklüğünü bulurum.

Seziş karanlıklar içinde gönlün bir bakışıdır. Dıştaki gece içten fışkıran ışıkla aydınlanır. Orada hiç bir şey kendini meydana koymaz, ve her şey aydınlanır: Orası hayatın şekil aldığı, hareketlendiren sebeplerin sıklaştıkları ve fiilin kendisini sınırladığı yerdir.

Seziş, derinliğin dört kollu şamdanıdır. O, mevcut gözükenin esasında mevcut olanın âşık şuurudur. O, tanınan ve halledilenden hâki kalandır. O, bilginin ve aşkının gerçek tabiî şevkidir.

Dostoyevski’de her şeyi sessizce başvurarak bitiririm. Dostoyevski seçişinin şuuruna sahiptir ve mucizesi böyledir. Onu bir musikişinasmış gibi okumak gerekir.

İncelik karışıksız ruhların en çok görülebilen alâmetleridir. ^Tanrısal saflık, hayrın masumluğudur. Şer işlemekten dehşet! Dostoyevski, çok iffetli orospular ve çok saf caniler yaratmakta ve namuslu adamlara inandığından fazla onlara inanmakta tereddüdetmez: Bunlar sevenlerdir; ve suç onlarda, devam eden kötülük değil, ânın sefaleti, çılgınlığı ve hatâsıdır. O, ifadedeki tantana ile orospunun namuslu kadından ve katilin hâkimden daha değerli olduklarını söyledik Fakat müdafaa ettiği orospu bir kurbandır: Onda alçaklığının ihtişamını değil, alçaklığın değerlendirdiği sefaletin ihtişamını gösterir. Ve nihayet, kendini ihtirasla veren her mahlûk ister kendinin cellâdı, suç ortağı yahut putu olsun, kurbandır.

Bu hayrete şayan adamda faziletli neş’eden hiç bir iz yoktur. Hiç bir şey vazife ve ahlâkın yüksek yerine azıcık olsun çıkmış değildir. Menşeleri araştırmasını bildiği derinlikten günahların affını ve tohumunu kendisinde bulur. Ve suçların suçu olan merhametsizliği de aziz bir korku ile köklerinde ayırır. Merhametsizlikle sefaletin dehşet saçan iki kız kardeş gibi arzunun aynı bel kemiğinde birleşmiş olduklarını görür. Dostoyevski onlardan iğrendikçe, onlarla ahbaplığa koyulur. Dostoyevski bilhassa kötülüğe karşı merhametsizdir: Gizli veya açık olsun, zahmete acıması, günahın istediğinden harikulâdedir. Ne dumanlı, ne de kararsız olan merhamet hiç bir zayıflığı davrandırmaz, göz yaşlarından hoşlanmaz: O, acısız şefkatin boş ve ölü kaldığı, faziletlerin fazileti ve yüksek insan faziletidir.

Nerde seven kendisini unutur ve sevilen mevzuun içine karışır ise, gerçek aşk oradadır. Acımanın gözyaşları siz, merhametsiz öpüşleri utandırıyorsunuz.

Faziletin en yüksek noktası daima kendini yenmek ve mevzuu kucaklamaktır: Az sahip olunan o gönül yahut hiç sahip olunmayan o ruh olmaktır.

Fethetmenin bu türlüsü, buna benziyen hükmetmekten başka bir büyüklük ve başka bir berekettendir.

İşte yalnız Ruslarla Fransızlarımızm sahip oldukları görüşün ihtişamlı cesareti. Onlar insan ihtirasları arasında zavallı bir seçme yapmazlar: Her şeyi gözden geçirirler ^'Âşıkların dudağı olmadığına inanmak gafilliğine düşmezler. Rus hissinin derinliği ve Fransız zekâzmın kudreti: Yeni bilginin uçmak için iki kanadı. Sonsuzluğun gayretli bir rüyası olmaksızın büyüklük yoktur. Derinlik zekâda değil, hissin altında olan bir şeydir. Derinlik dinî ruhun, yalnız bu ruhun imtiyazıdır. Dinî hissin bilgisidir. Hangi kuvvetli zekâ kainatta kendinden bir münasebet aramaz ?>. Lâkin bu hiç de bir fikre sahip olmak sayılmaz: O bir işaretten başka bir şey değildir. O münasebete ait his. olmak lâzımdır. Ve dinî ruh böyledir. Uzak yollardan ve zalim düşüşlerden sonra, dinî ruh kendisini aşk içinde tesbit eder: Onun yeri orası, fethi orasıdır; kuvveti ve iktidarının istidadı; dinlenme yeri orasıdır. Dostoyevski gezici aşka vadedilen tacı esirgemedi. Düşünülen araştırmanın limanına girdi.

Gerçeklik! Gerçeklik imal ediyorlar mı! Ha! Evet! Tutacak yer olmadan, gübresiz ve topraksız ağaç olmadığını biz de biliriz. Lâkin yeri hiç terketmese, topraktan çıkmasa ve gübreden kurtulmasaydı ağaç ağaç olmazdı; hattâ kökü kururdu.

Büyük Fransızlar zekânın içindeki her kuvvete sahiptirler. Çoğunun yalnız dinî ruhlara vergi olan derinliği yoktur. Biraz olsun ona sahip değildirler. Zira gök kubbenin altında katedralları yükseltenler ona sahip olmuş idiler. Büyük Flaubert bana bunu, yokluğun bu prensibini düşündürür. O kurudur ve kül eker. Eserinin çok tuzlu pişmişliği ve kumlar bundan ileri gelir: Bütün çizgiler güzeldirler; ve orada ebedî iç sıkıntısının rüzgârında güçlükle nefes alınır. Flaubert cenaze hizmetlerine ait bir dehâdır. Umduğum gibi gönlü varsa, bu gönül hayat ıçm değildir. Zaten bu gönülde malik olduğu şeyi boğar: Zekasının âlemi gibi aşksız olmağa çabalar; ve doğrusu buna da muvaffak oldu.

Tanrı aşkı yahut anlatmak istediğim şefkat, ona ne ad takılırsa takılsın, bütün diğer aşkları da iştirak ettirir. Dostoyevski’nin teneffüs ettiği aşk Tanrı aşkıdır. Ve Rus milleti de onunla beraber bu aşkı teneffüs eder. Dostoyevski’nin imanı üzerine, Rus milletine iman edilmelidir.

Kudretlerin kurbanı Dostoyevski, kudretler hesabına konuşur: İstibdat, kilise, zenginler, ona göre; yapabilecekleri bütün kötülükler oldukça uzak olarak insan ruhu üzerinde yapmış oldukları hareketle tazmin edilmiştir: Iztırabı cömertçe israf ederek ondaki fevkalâdeyi kışkırtırlar. Dostoyevski bu fânî kudretleri müdafaalarla tüketiyorsa bunda bir ispat zaferi görürüm. Dostoyevski milletini kendinden bilir. Irkın her isyanı yıkma ye yok etme isteğinin zincirini çözer. Onun burnunu toprağa sürttüren hâkim taassupla onu başıboşluktan korur. Rus kafasını inkâr eder. Hürlüğü derhal çirkin inkâra döner. Rusların ırkı fevkalâdelikle ıztırap çeker ve itaat eder. Kendine karşı koyar ve alçaklıktan kendisine âdillik yapar. Bu ırk, ancak ıztırabm yollarından mükemmelliğe gidebilir. Bir kelime ile bu ırk mistik iman ile yokluk, Tanrı aşkı ile hayat kini arasında olandan başka bir şey seçmek istemez.

Büvün ıstırapların üstadı olan Dostoyevski, uçurumun anahtarlarım elinde tutarak, yokluğun kapılarını kapar. Her türlü inkârlarla teşvik edilmiş olan o, hiç bir şeyi yıkmaz, ispat eder. Dostoyevski’de, tekrar satın alınmış'bir Nietsche’yi takdir ederim.

Sarp kayalıkta başları dönen Promethe’lere inanmam. Benim Promethe’m, onu iyice zincire vurduğunu hayal eden Jüpiter’in bizzat kendisini korkutur.

Bütün filozoflarda inkâr ve ölü olana Dostoyevski üstün geldi: Bir derece daha yükseldiği büyüklüğü bundandır. O İsâ tarafından tekrar hayata avdet ettirilmede bitkin bir halde mukadderatlarımızı taşır. Onu olduğu gibi tasvir ettiysem, ne âlâ, bilmiyorum. Lâkin, canlı eserin geçici nazariyesi ile gerçek sanatkârın aşksız düşünürünü ayıran mesafe bana asla iyi ölçülemez gibi gelir.

Biraz daha ilerliyelim.

Zekâ âleminde kifayet bulabilen Nietzche’den ve eskilerden bahsedeceğim. Bunlar gönlün âlemine bir parmak olsun yaklaşmazlar. Eşikte kalırlar. Kendilerini, hiç bil

medikleri evin içine ait kanun yapmış farzederler. Şüphesiz, zekânın gururuna müsaade edilen bütün geri taraf, Nietzche’nin sefil övünmesi bundan gelir; zira oraya çöküntü ile giren ve çığlıklarla düşünüşün derecelerini işaret eden zekâdır. Zekâ gururunun umumî felç kokması gerekmez. Kendini metheden zekâ, çılgınlığın hakareti içinde mazeret bulamıyacaktır; fakat, bilâkis bu zekânın mâhiyeti neşvünemasının bütün eserleri üzerinde hüküm taşır; ve ne olursa olsun bu zekâ, her şeyi yalnız çılgınlığa dönüştürdü. Ve fazlasiyle de kendi hiddetinin lânetine uğradı.

Schopenhauer ve Spinosa için ne ise, hayatın büyük şahitleri Nietzche için, daima, o olacaklardır. Bunlar büyük sanatkârlardır: Aşkın emin kişileri. Onların birden daha fazla olduklarını bilirim. Lâkin Dostoyevski hepsinin şahıdır. Vaktinde: Nietzche’nin bütün küstahlıklarını evvelden ihtar etti. Wagner de onunla beraberdi. Budaladan tanrısal «Parsifal» e giden yol çok uzak değildir.

Zaten bir sade mantık oyunundan başka bir şey olmıyan felsefeler bir sanat eserinde şekil alırlar. Sincaplar gibi kafesten çıkmak lâzımdır. Felsefenin hayat üzerinde canlı bir şaheserden başka ifadesi yoktur. Nietzche’nin kitapları şahesere doğru denemelerdir; lâkin bu Apollon daima kafes içindedir; hakikî Phebus olarak altın gözlükleriyle üniversitenin tanrısı olur; hattâ arabası zannettiği kürsü ve esâtirî kanatlı atı sandığı zayıf Alman kısrağı deliliğin lügatleriyle gülünç bir şekilde süslenmiştir.

Delikanlılık yollarında fevkalâde çocuk şahsiyete önderlikte Nietzche’nin yardımı dokunabilir. Nietzche itaatsizlik için iyi bir metoddur. Ve doktorların tarzında, prensipleriyle sarhoş ve hayata tamamiyle kördür; her şeye sertlik koyar. Bu tarafı ile de, içe ait kaideleri ve düzen

leri olmıyanlara düzenlilik dersi verir. Hatta yarım sanatkârlar arasında sanat tabiî şevkini de memnun ederdi. Bütün hayatını inkâr ile geçirmiş olan ihtiyar Wagner, Parsifal’in parlak günlerinde, dünyanın karşısına taş putlarının, Bachus’sunun, Apollon’unun kırk ayaklıların aşkını çıkaran, her türlü yaratma ameliyesine iktidarsız, hattâ zevke kabiliyetsiz bu aklı selbedilmiş Cebel papazı önünde ancak omuz silkebilirdi. Hayata malik olmak için bize yeni tanrılar lâzımdır. Fakat ölmüş tanrılar hayat vermezler. 'Wagner, Parsifal’in canlı olduğunu biliyordu; öyleyse, onu dünyaya takdim için bir keyf mantığı profesörüne arka çevirmek icabederdi, Nietzche’de yüz vermiyordu.

Dostoyevski ayni hakla bu hareketi kaç kere yapmıştı. Dostoyevski yalnız kitapların değil, hayatın adamıdır. O hayatın adamı olduğu içindir ki biricik olarak kuvvetler âlimidir. Nietzche tahammül edilmez kalem odası ve kitapların adamı iken, eskiler yine fiilin adamıdırlar. Nietzche kendi tecrübeleri ile hayatı hareketi hiç, ihtirasları hiç bilmez; ve böyle iken ihtiraslara ve hayata kanunlar vermeğe kalkışır. Nietzche’nin profesörlerin peygamberi ve konuşmalariyle musikiyi bozan duygusuz, sağır kadınların tanrısı olmasına şaşmam. Nietzche olduklarına kendilerini aldatan coşkun inatçı âsiler ve bunların çoğu talebe doğmuş zekâlardır.

Nietzche eskilerin ve okumak bilmiyenlerin kahramanca hayat tasavvurları mahallinde durur. Onu okuyanlar Yunanlıları, ortaçağın İtalyanlarını, ne Pascal, ne Stendhal, ne de büyük inkılâbı anlamamış iseler bu mikyasın müsaade ettiği nisbette Niezche onları hayran eder, büyüklük intibaı verir.

Nietzche’de durmalıdır. Fakat onda yerleşen ancak yarım bir adamdır. O, sadece edebiyatçı kadınlar ve delikanlılar için bulunmaz maldır. Raskolnikov ve Dostoyevski diğeri bütün genç kahramanları, Nitzche’nin kendilerine öğretebileceği her şeyi kendilerinden bilirler. Fakat Dostoyevski onları bu yarım bilgi ile ilerletmez. Onları insan şefkatinin hususî ve muhteşem sahanlığı olan üst kata götürür. «İnsan üstü» ne gelince, bu, hitabet heveslileri için iyi bir lâftır. Kulaklarımda bu lâfın debdebeli sesi vardır. İnsan olmaktan başka İnsanî olan hiç bir şey yoktur. Jüpiter’in pazarında insana sık rastlanmaz. Ve hiç bir «insan üstü» insanın mikyasında olandan gayri hiç bir mânaya sahip değildir. İnsanı geçmek istiyorsan, tamamiyle insan ol. Büyük ve tek hakikat budur.

Sezgi bütün zekâların toplandığı yerdir.

Nietzche’de hiç bir şey yok ki Dostyevski’de bulunmasın. Nietzche’de her şey inkâr iken, hattâ ispat ettiği şey —ve her şeyden önce bahtsızın kendisi— yaşamanın ıstırabından gayri her inkâr Dostoyevski’de kesilir; mağlûp olmaz fakat ıztırabın ispatında erirler. Dostoyevski’de, aşk her şeyi hayatın güzelliği ile neticelendirir. Bu, evet demek değildir. Fakat iradeden ve gururdan gelen, Stoik’lerin kutup güneşi olan bu donmuş evet, hayatı taşıyarak, onu ispat eden aşktır.

Böyle bir ağaç tamamiyle nefis yemişler verir. Onun dallarını eğdim ve şafağın kurban edilişinden gurubun feda edilişine kadar, hattâ öğle sıcaklığında yemişleri ıslatan şebnem içinde tekrar birleştirmek isterim.

Dostoyevski safalarla, cümbüşlerle ağlar. Ve dostları da çokluk onun gibi ağlarlar. Kendim için de, göz yaşlarının sırrı diyeceğim. Dostoyevski tatlı ağıtların harikulâde tevazuunu tanır. Ve bu, muhakkak ki onda büyük bir sırdır.

Ümideden ve İnsanî ağaçlığı tazeliyen yağmur, şefkatin göz yaşları, siz aşkla dolu gönüllere açılmış kaynaksınız. Ve bu âşık su, asla kurumamıştır; bu şefkatli kayaya nerede dokunursanız dokunun, sağanak hazırdır. Hangi gurur daha yüksekten gelir? Zira o yaprakların üzerinde kaybolmaz: Göz yaşı kendini verir ve yaprakların içine işler. Ancak kendini hor görmek için ona kızılır; çünkü o alabildiğine çağlar. Fakat hor görmeğe güler, hiç bir hor görmenin varamıyacağı ne kadar da taassuptu bir hatırbirliği vardır.

Suçun itirafı yahut iyiliğin sarhoşluğu, ıztırap yahut neş’e içinde heyecan ve vecdle toprağı öpmek, kendini ona tekrar bağlamak, kalbin nöbetleşe boşalan damarına onu doldurmak, ağlıyarak toprağı Öpmek, işte Dostoyevski’nin çocuklarını çağırdığı ibadet^ O göz yaşları ad takılmıyan bir saadetle zengindirler: Yalnız neş’e ve tamamen neş’e olan hayata maliktirler.

Hayata tapınGeldiğin ve gideceğin toprakta öpüş ve göz yaşların ibadetini itiraf et. Bu ibadetin vergisi olarak şerre sabret ve ondan hayrın şuurunu al.J

Gönlün coşar. Seni terkeder. Ve kendisini çağıran o sonsuz hayata gider. Zaten sonsuzluktan başka nereye gidilir?

Böylece göz yaşların dört gözle beklediği neş’eye sahip olurlar. Onlar, senin terkettiğin kendinin haddi aşkın neş’esine sahiptirler. Bu üzülmüş olman değil: kurtulmuş olmandır. Bu öpüşe kadar kendinde uçurum ve boşluğa eşit kâinat ıztırabmın sonsuz ve durmadan yenilenen sahillerinde bir çöl halinde idin. Cehennem boşlukta ıztıraptır. Toprağa karşı yatmış, bütün hayat olan gönüllü ölümle öldün: Kendini terkederek tekrar diriltiyorsun. Bu dönüşü olmıyan çıkış, hakikî aşktır, aziz ruh!

Bu aşk bir ölünün iğrendiren ağziyle: Yaşamak! Yaşamak! diye haykıran kafa aşkı değildir. Bu, bütün tabiatte bulunan ve ona cevap veren gönlün melodisidir: İşte buradayım! İşte buradayım! O, hayatın şarkısını söyler; o, hayattan ölüme kadar seslerin âhengidir: Çünkü hayata sahiptir, çünkü onu taşır, onu verir. Ve onun üzerinden alınmasa, gerçekten ne verilir? Gömleğime kadar soyunup vermezsem ne hediye etmiş olurum? İşte aşkın gururu ve tanrısal tevazuu.

Bana göre, gerçekten kendini öven ve her şeyi kendine olsun istiyen gurur, kendini kıyas eden zekânın gururu, bir parça aşağılık cinsten bir tevazudur. Kendini kıyaslıyan küçük düşer. Zekânın gururu da böyledir.

Fakat kullanmayı bildiği sayısız kabiliyetler içinde, silininceye kadar kendisini yaratma işine koyan ve kendisini unutarak yaratmakla iktifa eden tevazulu aşk, tevazuun bu fevkalâde hali göklere lâyık bir büyüklüktür.

Kendini ölçüsüz veren ona malik olur. Bütün hayatın gönlünde tamamiyle tevazulu olan o, mevzuunu yaratır; zaferini tanımakta kendinden şüphe etmez. Zekânın gururu yalnız kendisiyle seçilir: Mezarda kendini tutarak yoklayan bir ölü gibi.

Aşk, göz yaşları içinde tapınır: Dostoyevski’nin sesi budur. İşte o sert ve çok tatlı ses, o yorulmaz ruhun kudreti ve yakıcı mahmurlukları, çok şefkatli aldırışsızlıkları. Istırapların altınını yıkamak istemekten yorulmıyan: Buna, nehirlerin boyunca suları tarayarak altın ile karışık parçaları araştıran bu altın arayıcısına hangi kuvvet denk düşebilir?

Ey azizler, hayrın göz yaşları, sel yolları, şefkatin derin geçitleri, sizler yaratarak yaşatan ve yalnız aşktan lâf eden çok lezzetli göz yaşlarısınız. Âşıkların öpüşlerinde, yine, çok uzaktan gelen, hayatı yaşıyan, hayatı tebliğ eden; hayat hesabına konuşan bu çok saf, bu çok sıcak kanlı göz yaşlarıdır. Ve çokluk konuştukları sözü anlamazlar, onu itibardan düşürdükleri zaman bile, yine onda asîlleşmişlerdir.

Göz yaşlariyle toprağı öpen tanrı aşkiyle sarhoş insan gibi, âşık sevgilisini öper, ve kanı sevgilisinde ağlar. Toprak bu göz yaşlarını kabul eder; ve sevilene günahkâr hediyeyi veya tanrılar şerefine şarap serpme âyinini kıskançlıkla toprakta saklar. Bunda ruh hor görülmüş övülmüşse bunu kim ölçecek? Aşkla hizmet etmek her zaman bir zaferdir. Kadının ve toprağın fazileti her türlü hizmete misal olarak gösterilmelidir. Ve erkeğin kendi aşağılaşmasında hayatın itibarını bulmasını isterim. Asla hayattan başka bir şey için konuşmuyorum; onu yükselten ve tamamen ilâve edici gururdan başka bir şeyi güzel görmüyorum.

Hayat aşkı; bu şimdiye kadar yanlış söylenmiş bir lâftır. Hayat aşktan ne pek büyük, ne de pek kuvvetlidir. Hayat, aşkta arzumuzun kendisinden güzel bir vait yaptığı kemalli güzelliği bekler. Hayat aşkından fazla, aşk hayatı: Dostoyevski’nin temeli böyledir. Aşkla doğurtmak ve hayatı kurtarmak. Büyük ruhlar yalnız bunun için yaşarlar. Ve en saf, fazla, dopdolu aşktır.

Ey çok ateşli, çok şiddetli ve çok tevazulu Fledor Mihailoviç, büyükler arasında siz, gerçek ve derinsiniz. Şüphesiz diğerlerini aşarsınız. Yüksekliğimize kavuşmak uğrunda uçurumlarda ıslanmamız gerektir. Derinliğin hatâsı içinde her şey eksiktir. Ve bütünde sahtelik veya noksanlık vardır.

İşte kinin bütün diğerleri arasında bir beden kökten başka bir şey olmadığı nokta: Şekil yılan yahut kurt gibi ise bunun ne zararı var? Böyle oluşu, dehşet saçmak yahut mahvetmek için değil, besleyici damarlara karışmak içindir. İşte gerçek olmak gayretiyle her şeyin ideal olduğu nokta; orada ruhun rüyası ikinci bir bâsü bâdelmevt rahmi gibi bütün maddeyi emer. Burada düşünce harekettir; vakıa fikirdir; burada hareket ve fikir tamamen aşktır. Her şey hayatın kendisi, hayatın acıması için, ve kalbin yaratıcı bir aşktan istediği saygının yakınlığı içinde ıslanır.

Orada her şey aşk, her şey hayattır! Bu, geçici şeylerin yokluğunun ötesinde ümidimizin ve imanımızın temellendiği yüksekliktir.

Eğer aldanmıyorsam, Dostoyevski ve ben kendi haddimde, biz akılcı istibdadın, filozofların ve bütün gayri İnsanî zehirlerin panzehiriyiz: Dostoyevski yeni dünyanın en büyük şuuru.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar