YİRMİNCİ SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
İKİ YÜZ SEKSEN DOKUZUNCU BOLUM
Musevî Mertebeden Kendisinden Önce Bilginin Bulunmadığı Ümmî
Bilginin Menzilinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’yı bilmek süsleme ve güzelleştirme Fikir bilgisi ise benzetme ve saptırma
Fikirle bilmek özet bilgi ve karıştırma Allah
Teâlâ ile bilmek ise tahkik ve tafsil gerektirir
Fikir ile bilmek,
salt bildirme
Allah Teâlâ ile
bilmek başkalaştırmak ve değiştirmek
Süslü sözler seni
aldatmasın
Çünkü onların
medlülü bilgisizlik ve neden bulma
Filozof llah’ı reddetme derdinde Sebebinin
verisiyle, ki işlevsiz yapmak demek o
Eşari çoğalmış hakikat kabul eder O da bir
bilgi, fakat benzetme yapılmış
Bize göre ümmîlik, Kuran’ı veya
nebevi haberleri ezber (bilmekle) çelişmez. Ümmî, içindeki anlamları ve sırları
ortaya çıkarmak için teorik inceleme gücünü ve aklın hükmünü kullanmayan kimse
demek iken aynı zamanda ilahi konuları öğrenmede akıl delilinin verilerini
kullanmayan veya şer’î hükümlerde fıkhî delillerin, kıyasların ve neden tespitlerinin
müçtehitlere sağladığı verileri kullanmayandır. Kalp, akıl ve şeriat kaynaklı
teorik inceleme verilerinin bilgisinden kurtulduğunda, ümmîdir ve -herhangi bir
gecikme olmaksızm-sürade ilahi feyzi kabul edici Hakk gelir. Böyle bir kalp,
her şeyde ledünni bilgiden yararlanır. Bu bilginin değerini ise nebiler veya
velilerden kendisini tadanlar bilebilir, imanın derecesi ve yapısı bu sayede
kemale erer. Bu bilgiyle fikirlerin isabeti ve yanılgıları öğrenilir. Hangi
yönüyle düşüncelere hastalık ve sağılığın izafe edddiği bu sayede öğrendir.
Bütün bunlar, Allah Teâlâ’dandır. Bununla birlikte batıl hükmünü vermiş olsa
bde, varlıktan batd bir şey olmadığını da öğrenir. Çünkü varlığa giren her şey,
Allah Teâlâ’ya ait bir hükümle ve (aynı) hakikatten kaynaklanır, yoksa
başkasına ait değildir. Bu hakikat ve hükümde ise batıl ve anlamsızlık (abes)
yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’dan başkasma ait fiil olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan
başka fail veya O’ndan başka hüküm sahibi yoktur. Allah Teâlâ’dan başka
hükmeden de yoktur. Bu belirttiğimiz hususlarda önceden bdgisi olan kimse, bu
konuda önceden bdgisi bulunmayan ümmînin elde etmiş olduğu ledünni-dahi bdgiden
bir bdgi elde etmekten uzaktır. Çünkü akli ölçüler ve fakihlerin kullandığı
içtihat kaynaklı zahiri kıstaslar, genellikle zikrettiğimiz hususu reddederler.
Çünkü bu konunun büyük bölümü, akim yeteneğinin üzerindedir ve akıl terazisi
burada iş görmez. Aynı zamanda müçtehitlerin kullandığı terazinin de
üzerindedir, fakat fıkhın üzerinde değildir. Çünkü söz konusu bdgi, sahih
fıkhın ve sarih bdginin ta kendisidir.
«I
Musa ve Hızır kıssasında
zikrettiğimiz hususta güçlü bir deld vardır. Böyle iken fakihin durumu nasd
olabilir? Şâri’nin ve keşfin İlah’a nispet ettiği mekan ve benzeri hususlar,
aklın iddiası ve müçtehidin hükmüyle ortaya konulan akli delillere ve teorik
kıstaslara göre ne anlam ifade eder? Allah’ın kuluna vermiş olduğu rahmet,
kendisi de teorik bdgi ve içtihat hükmü araşma kendi yönünden engel koşmasıdır.
Ta ki Allah Teâlâ, bu sayede kendisini dahi fetihte ve kendi katından olan
bdgiyle ödüdendirir. Allah Teâlâ kulu Hızır hakkmda şöyle der: ‘Kullarımızdan
bir kul,’274 Burada onu çoğul zamirine izafe etmiştir. ‘Ona
katımızdan bir bilgi verdik.’275 Burada da çoğul zamiri kudanmıştır. ‘Ona
öğrettik.’276 Yine
çoğul zamir kıdlanmıştır. ‘Katımızdan.’277 Tekrar çoğul zamir kudanılmıştır. ‘Bilgi.’27S Yani onun
adına bu fetihte zahir ve bâtın bilgiyi, sır ve açıldık bdgisini, hüküm ve
hikmet bilgisini, akd ve (vahiyce konulan) vaz’î bilgiyi, delider ve kuşkular
bdgisini bir araya getirmiştir. Kendisine genel bdgi verilen ve bu bdgiyi
kullanması emredden nebder ve Allah Teâlâ’nın ddediği kimseler, söz konusu
kimseye tepki göstermiş iken o bu insanların getirdikleri bdgderden herhangi
birisi hakkmda kendderine tepki göstermemiştir. Hızır, başka türlü bir hüküm
vermiş olsa bile, o hükmün yerini ve nerede kullanacağım bilir. Böylelikle
Hızır, hükmünde göze olduğu gibi diğer güçlere de haklarım verir. Akla olduğu
gibi diğer manevi güçlere de haklarını verir. İlahi nispedere ve ilahi fethe de
hükümlerini verir. Bu sayede (Allah Teâlâ tarafından öğretilmiş olan) bilgin,
başkalarından fazla gelir. Bu fazlalık, basirettir. Kur’an-ı Kerim’de ‘Ben ve bana
uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırmaktayız’279
ayetinde buna işaret edilmiştir. Bu ayet, ‘ümmîlere
kendilerinden bir peygamber gönderdi5280 ayetinin
tamamlanmasıdır. Söz konusu kişi, ümmî olmasına rağmen, basiret üzere Allah
Teâlâ’ya davet eden peygamberdir. Ümmîler ise kendisiyle birlikte basiret üzere
Allah Teâlâ’ya davet eden kimselerdir. Öyleyse onlar, hükümde kendisine tabi
olanlardır, çünkü peygamber topluluğun başkamdir. Müçtehit ve akılcı ise
hiçbir zaman verdiği hükümde basiret sahibi olamaz.
Müçtehit basirete sahip değildir,
çünkü müçtehit bir gün dinî bir olay hakkında hüküm verir, yarm başka bir delil
görür ve bu delil dün verdiği hükümde yanıldığını kendisine gösterir. Bu kez
verdiği hükümden vazgeçer ve yeni deliliyle hüküm verir. Şâri ise birinci
hükmünü geçerli saydığı gibi ikinci hükmünü de geçerli sayar ve o esnadaki içtihadında
delilinin verisinden dönmesi yasaktır. Hâlbuki basirete sahip olsaydı, birinci
inceleyişinde yanlış hüküm vermezdi. Peygamberin verdiği hüküm ise öyle
değildir. Çünkü peygamberin verdiği birinci hüküm doğrudur. Ardından Allah
Teâlâ o hükmü zıddıyla ortadan kaldırır ve bu durum nesih diye isimlendirilir.
Nesih nerede, hata nerede?
Öyleyse nesih basiret varken
olabilirken hata basirede olamaz. Akıl sahibi de öyledir. Bu, akıl
sahiplerinden bir cemaatten gerçekleşen şeydir. Onlar incelediklerinde ve
inceleyişlerinde delile hakkını verdiklerinde ve delilin yönünü
öğrendiklerinde, bu delil kendilerine medlül (delillendirilen) hakkında bilgi
verir. Sonra onları başka bir vakit görürsün. Söz gelişi Mutezile veya Eşari
veya Brahmî veya filozof gibi, başka bir gruptan bir hasım başka bir hükümle
karşılarına çıkar. Söz konusu durumla ilgili delili kesin olduğuna hükmettiği
deliliyle çelişir ve delilini zedeler. Bu kez ona bakar ve birinci delilin
yanlış olduğunu ve delilinin unsurlarını taşımadığını görür. Görür ki delili,
bu konuda ölçüyü ihlal etmiştir, bunun farkında değildir. Bu durumda basiret
nerede kalmıştır? Aklın zorunlu saydığı şeylerde niçin böyle bir şey
gerçekleşmemiştir?
Öyleyse bu konu ehli için hükümde
basiret, akıllar için zorunlu hükümler gibidir, insanın ise ancak böyle bir
bilgiyle ferahlaması gerekir.
Bu taifenin kendisini hakka’l-yakin
öğrendikleri (tahakkuk) hususların bir kısmını aktaran Ebu Hamid Gazzâlî’nin
şöyle dediği söylenir: ‘Onların yollarına katılmak, kaynaklarından almak,
kendisinden yudumladıkları deryadan yudumlamaya karar verince, halvete girdim
ve teorik düşüncemden ve fikrimden soyudandım. Kendimi zikre verdim. Bunun
sonucunda daha önce sahip olmadığım bir bilgi benim adıma meydana geldi.
Bununla sevindim ve şöyle dedim: ‘Sûfiler adına meydana gelen şey benim adıma
da meydana geldi.’ Onun üzerinde düşündüm. Meğerse onda, daha önce sahip
olduğum fıkhî bir güç varmış. Anladım ki, bu bilgi benim için henüz
saflaşmamıştır. Tekrar halvete döndüm ve sûfilerin kullandığı yöntemi
kullandım. Bu kez de daha önce bulduğumu daha açık ve daha bariz bir şekilde
buldum. Sevindim, üzerinde düşündüm. Onda yine benim sahip olduğum fıkhî bir
kuvvet vardı ve benim adıma tam olarak saflaşmamıştı. Bunu defalarca
tekrarladım. Hal aynı haldi. Fikirden hareket eden teorik akılcılardan bu
kadarlık bilgiyle ayrıştım, fakat bu konuda sûfilere katılmış değildim. Anladım
ki: Mahv üzere yazı yazmak, mahv olmaksızın yazı yazmak gibi değildir. Bakınız!
Ağaçların arasmda meyvesi çiçeğini öneeleyenler vardır. Bu kısım, Allah Teâlâ’ya
yoluna girdiklerinde fakih ve kelamcı gibi olan akılcı bilginlere benzer. Bazı
ağaçlarda ise çiçek meyveden önce gelir. Bu kısım ise ledünni bilgisini zâhir
bilginin geçmemiş olduğu ümmînin örneğidir. Bu bilgi kendisine en kolay bir
şekilde gelir. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur. Bu fakih
ve kelamcı ise Allah Teâlâ hakkında hüküm vermek üzere, ilahi mertebeye kendi
kıstaslarıyla gelmişlerdir. Hâlbuki onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine bu
terazileri ancak Allah Teâlâ hakkında hüküm vermek için değil, Allah Teâlâ
için hüküm vermek üzere verdiğini bilememişlerdir. Bu nedenle edepten mahrum
kalmışlardır. Edepten mahrum kalanın cezası ise ledünni bilgiyi bilmemektir.
Böyle birisi ise kendi işi hakkında basiret sahibi değildir. Aklı bol olsa
bile, nasıl isabet edeceğini bilirdi. Bu bağlamda bir kısmı ilahi mertebeye
girmiş ve terazisini kapıda bırakmıştır. Oradan çıktığında ise bu teraziyle Allah
Teâlâ için ölçmek üzere alır. Böyle bir bilgin, teraziyle Allah Teâlâ’nın
huzuruna giren kimseden hal bakımdan daha iyidir. Fakat onun kalbi, içinde
kendisine dönmek bulunursa, bıraktığı teraziye bağlıdır. Bu nedenle de
düşüncesinin terazisine bağlı olduğu ölçüde, amaçlanan bilgiden mahrum kalır.
Bunun nedeni bıraktığı teraziye dönük ilgisidir. Bu kişiden daha iyi hal sahibi
ise terazini kıran kimsedir. Terazi ahşap ise onu yakar. Eriyen şeylerden ise
onu eritir veya soğutur. Böylelikle terazi olma özelliğini yitirir. Cevherinin
geride kalması, önemli değildir. Bunu yapmak güçtür ve kimsenin böyle
yaptığını duymadık. Böyle bir şeyim varsayımı ise imkânsız değildir. Allah Teâlâ
bazı kullarına bunu yapacak kadar güç vermiştir.
Ebu Hamid kırk gün boyunca yolunu
şaşırmış bir halde kaldığını söylemiştir. Bu tehlikelidir. Ümmînin hali ise
böyle değildir. Çünkü mümin Allah Teâlâ’nın katma mümin olarak girer. Ebu
Hamid’in zikrettiği bu hal ise sûfilerin hali değildir. Böyle bir hal, şeriatı
olmayıp da ne olduğunu öğrenmek isteyen kimselerin halidir. Böyle biri
araştırır, kendisine sûfilerin yolu gösterilir. O da, Hakkı Hakkın
bildirmesiyle öğrenmek üzere bu yola girer. Böyle birisinin idrak aracı da
temizdir. Ebu Hamid’in (idrak) mahalli ise hayrede meşguldü ve ilahi fethin
kendisine getirdiği hususları kabulde bu adam kadar güçlü değildi. Böyle durumdaki
birisine fetih takdir edilmişse, fetih nasip edildiği hususlarda kendilerini
yok ettiği bu teraziler hakkında basiret sahibi olur. Buna şaşırır. Dışarı
çıktığında ise terazilerle birlikte çıkar ve onlarla Allah Teâlâ hakkında değil
Allah Teâlâ için ölçer. Nitekim peygamberler de böyle yapmıştır. Böyle birisi,
(kendi hükmüyle çeliştiği için) herhangi bir şeyi reddetmeyeceği gibi herhangi
bir şeyi de terazinden başka bir yere koymaz. Böylelikle yanılgı ve kuşku
ortadan kalkar, ‘Kıyamet günü adalet terazileri konulur’281
ayetinin anlamını öğrenir. Allah Teâlâ, her bir terazi ile kendisi için
konulduğu şey ölçülsün diye, onları pek çok terazi yapmıştır.
Kelamcı akıl ölçüsüyle aklın gücünün
dışındaki bir şeyi tartmaya kalkarsa -ki bunlara örnek olarak ilahi nispetleri
verebiliriz-, terazi onu kabul etmez ve reddeder, onu inkâr ederek gerçeğin
sadece onun terazine girmiş olan şey olduğunu zanneder. Ebu Hanife’nin
terazinin helal saydığı nebizin helalliğini Şafii mezhebindeki fakih-müçtehit
kendi deliliyle tartmak istediğinde, Şafii’nin terazisi kendisini atar ve onu
haram sayarak şöyle der: ‘Ebu Hanife hata etmiş.’ Hâlbuki -söz gelişiŞafii
mezhebindeki müçtehidin sınırlama yapmadan böyle bir şey söylemesi caiz
değildir. Her müçtehidin içtihadının kendisini götürdüğü hükme göre şeriata
ibadet ettiği ve şeriatın delilinin verisinden vazgeçmeyi müçtehide yasakladığı
bilinir. (Delilinin verisinden vazgeçen) müçtehit, işine hakkını vermemiş,
genel anlamda şeriat hükmünü içeren genel terazide hata etmiş demektir. (Bu
terazi) Bilginler arasında herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, şeriat
bilginlerinin delillerin kaynakları ve hükümlerin ayrıntılarında dayandıkları
terazidir.
Kaynaklara gelirsek, kıyası delil
kabul edenleri bu görüşe götüren şey, kendileri için meşru olan içtihatlarıdır.
Zahirîlerden kendilerine karşı çıkanlar ise her müçtehidin içtihadının
kendisini sevk ettiği şeyle yükümlü olduğunu bilir. Fakat onlar, söz konusu
kimselere kıyası delil kabul etmekle yanıldıklarını söyler. Hâlbuki zâhirîlerin
şeriatın bir hüküm olarak onayladığı şeyi yanlış bulma hakkı yoktur. Öyleyse
kıyas şer’î bir delil olarak sabit olduğu gibi kıyasın dinde bir delil
olduğunun reddi de sabit ve geçerlidir.
Feri hükümlere gelirsek, bu kısma
örnek olarak, odalarda bulunmadıklarında üvey kızlarla (rebîbe) annesiyle
ilişkiye girilse bile -iki şart bulunmadığı içinevlenmeyi caiz gören Hz.
Ali’nin durumunu verebiliriz. Bu iki şart birden olduğunda ise rebîbe ile
evlenmek haramdır. Farklı düşünen ise bunu kabul etmez. Öyleyse genel terazi,
onlardan her birinin hükmünü uygular. Fakat genel teraziyle hüküm veren, insaf
olmadığı için, azdır. Bu bölümde akılcı-fakihlerin mahrum kalmasının nedenini
açıklamış olduk. Onlar, bu kapsayıcı ve değerli kapıya yönelmeyen kimselerdir.
Hâlbuki bu kapı, görüşleri kendilerini mutluluğa veya bedbahdığa sevk etse de,
herkesin görüşünü kendisi adına kabul eder. Hâlbuki hiç kimse, o yolu takip
edenlerin yöntemini kabullenmez. Bunun istisnası, onların tattıklarını tadan
ve ona inanan kimselerdir. Ebu Yezid şöyle demiş: ‘Bu yol ehlinin sözlerine
inanan ve onların tahakkuk ettikleri şeyleri kabul eden kimse gördüğünüzde,
size dua etmesini isteyiniz. Çünkü öyle biri duası kabul edilen
kimselerdendir.’ Duası kabul edilmeyenlerden nasıl olabilir ki? Müslüman,
mertebenin ortasındadır. Fakat mertebeyi bilmediği için orada olduğunu bilmez. Allah
Teâlâ, sayesinde dilediği kullarına hidayet ettiği nurundan nur verdiği
kimselerden etsin. Bu sayede onları doğru yola ulaştırır. O yol, göklerde ve
yerde olan bütün yol ve terazilerin kendisine ait olduğu Allah Teâlâ yoludur.
Dikkat ediniz, bütün yollar ve işler Allah Teâlâ’ta biter. Allah Teâlâ peygamberine
dönük iyiliğinden söz ederken şöyle der: ‘İşte böylece
sana emrimizden bir ruh vahyettik.’282 Bu ayet, ‘ruhu kendi
emrinden aktarır’283 ayetiyle
birdir. Başka bir ayette ise, ‘sen kitap
ve iman nedir bilmiyordun5284 denilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in idrak mahalli, kendisine vahyedilen şeyi
almaktan engelleyecek her şeyden temizlenmişti. ‘Fakat
onu bir nur yaptık.™* Yani bu menzili. ‘Kullarımızdan
dilediğimizi onunla hidayete ulaştırırız.’286 Burada cmen-neşaü
(dilediğimiz)’ ifadesi gelmiştir. Bu edat, delalet bakımından belirsizlik
bildirir ve Allah Teâlâ katında nebi ve veli gibi bazı kullarına özgüdür. ‘Sen
hidayet edersin.’287 Kendisiyle
sana hidayet verdiğimiz bu nur ile hidayet edersin. Bu nur verilen kul nebi
ise nur şeriattır. Veli ise nur, peygamberin şeriatının desteklenmesidir. Onun
hükmü, meşru bir emir ve kendisini bilen bazı müminlerin nezdinde bilinmeyen
bir emirdir. ‘Doğru yola ulaştırırsın.’288 Peygamber için bu yol, bilgi ve
muduluk yolu iken veli hakkmda ise bilgi yoludur. Çünkü o, meşru yolun içermiş
olduğu hikmeti bilmez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Dilediğine
hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok iyilik verilmiştir.’289 Onun hakkmda caz’
denilmemiştir. Sonra da şöyle demiştir: ‘Ancak
lüb sahipleri öğüt alır.’290 Lüb, ceviz ve zeytindeki yağ gibi,
akıldaki bir nurdur. Öğüt alma ve hatırlama ise ancak unutulmuş bir bilgiden
sonra olabilir
Öyleyse bu ayederde dile getirdiğimiz
açıklamalara dikkat et ki, Allah Teâlâ’nın izniyle mutluluğa ulaşasın.
İLAHİ BİLGİNİN ASLI
Bu bilginin bu menzildeki yerini açıkladıktan sonra, şimdi bu bilginin aslını, maddesini,
bekasını, maddesinin perdesini, kendisine neyle ulaşılacağını Allah Teâlâ’nın
desteği ve yardımıyla açıklayalım:
Bilmelisin ki, bu ilahi bilginin
aslı, ariflerin (yolculuklarının) kendisinde bittiği makamdır. Bu
‘makamsızlıktır’ ki, ‘Ey Yesribliler (Medindiler) sizin
için makam yoktur’291 ifadesinin
işarı yorumu ona değinir. Bu makam kesinlikle bir nitelikle sınırlanmaz. Ebu
Yezid el-Bestami bir sözünde buna işaret etmiştir. Kendisine,nasıl sabahladın
diye sorulduğunda, şöyle demiştir: cNe akşam var ne sabah. Akşam ve
sabah, nitelikle sınırlanan kimseye aittir. Benim ise niteliğim yoktur.’ Buna
göre sabah doğma, akyam ise batma içindir. Doğma zuhur, mülk ve şehadet âlemi
içindir. Batma ise örtünme, gayb ve melekût âlemi içindir. Bu makamda ârif, ne
doğulu ne batılı olmayan mübarek zeytin ağacı gibidir. Bu makam üzerinde
herhangi bir nitelik hüküm sahibi olmadığı gibi onunla da nitelenmez. Bu
arifin, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’292 ayetinden nasibidir. Konuyla ilgili
başka bir ayet ise, ‘Rabbin onların nitelemelerinden
münezzehtir’293 ayetidir.
Bu konumdaki makam, bu bilginin
aslıdır ve bu bilgiyle asıl arasında bir takım mertebeler vardır. Buna göre
asıl, belirli bir Hakk yönelmeyi ve meyletmeyi kabul etmekten uzaklık üzerinde
kalmak demektir. Sonra bu sebat, arifin nitelendiği bir suret meydana getirir
ki, söz konusu suretin bir zahiri bir bâtını vardır. Suretin bâtınına ancak bedensel
mücahede ve nefsanî riyazetten sonra ulaşılabilir. Arif bu bâtının sırrına
ulaştığında, özel bilgiye (ulaşmış) demektir. Bu sır, aranan bilgi için, kandil
için ışık gibi iken bilgi kandil gibidir Bu bilginin ürünü ise ancak kendisini
bilenlerde ortaya çıkabilir. Nitekim yağın hükmü de ancak fitilin bulunduğu
lambada ortaya çıkabilir. Arif, bu makamda asim kendisinden uzaklaştırdığı
nitelikleri kazanma gerçekleşir. Bu makamda -O’ndan dolayı değilkendimizden
dolayı Allah Teâlâ’yı niteleriz. Öyleyse bu nitelikler kendisine değil
eserlere aittir. ‘Allah Teâlâ vardır ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktur.’
Bu asıldan kitabm üç yüz ellinci bölümünde söz edilecektir.
Bu menzilin içerdiği hususlardan
birisi de, doğal cisimlerin yaratılması ve onların nurdan olduğunun
bilgisidir. İnsan bütün karanlıkkesif cisimlerin nasıl duru Hakk geldiğini
öğrendiğinde, onları -asılları olan nuranilik nedeniyleşeffaf olarak ortaya
çıkartır. Örnek olarak, kumun kirlerinden arınarak şeffaflaşan camı
verebiliriz. Cilalı taşlar, billur ve değerli madenler de konuyla ilgili
örneklerdir. Bunun böyle olmasının nedeni, bütün var olanların Allah Teâlâ’nın,
‘göklerin nuru’294 -ki bunlar ulvi şeylerdirve ‘yerin nuru’295
isminden meydana gelmiş olmasıdır. Bunlar ise aşağı kısımdaki şeylerdir. Allah
Teâlâ’nın nuru göklere ve yere izafe etmesi üzerinde düşün! Kesif cisimlerdeki
nuranilik olmasaydı, keşif sahibinin duvarın ardındaki şeyi veya toprağın
altındaki şeyi veya göklerin üzerindeki şeyi görmesi mümkün olmazdı: Onların
aslı olan latiflik olmasaydı, bazı velilerin duvarı aşması veya üzerinde toprak
yarken ölünün kabrinde ayakta durması mümkün olmazdı. Tabut üzerine konulmuş
ve toprak atılmışken, bu durum kendisini oturmasından ah koyamaz. Bununla
birlikte Allah Teâlâ bizim onu görmemizi engellemiştir.
Aramızdan keşif sahipleri ise onu
görür. Bu konuda pek çok rivayet ve salihlerden aktarılan menkıbeler vardır. Bu
nedenle Allah Teâlâ’nın kendisini yaratıp doğrusal olarak kalmış herhangi bir
cisim göremezsin. Donuk, bitki, hayvan, gök, yer, dağ, yaprak, taş gibi Allah Teâlâ’nın
kendisini yarattığı her cisim, döngüselliğe yönelmiştir. Bunun nedeni, o şeyin
kendi aslına yönelmiş olmasıdır ki, o da nurdur. Buna göre ilk var olan,
akıldır. O Kalem’dir ve Allah Teâlâ’nın kendisini örneksiz yarattığı (ibdaî)
ilahi nur olan ilk varlıktır. Allah Teâlâ ondan nefsi var etmiştir. O ise
levh-i mahfuzdur (korunmuş levha). O ise kendisiyle Allah Teâlâ arasındaki
vasıta nedeniyle nuranilikte akıldan daha aşağıdır. Eşya rükünlere ve
türeyenlere inene kadar kesifleşmeye devam eder. Buna göre her varlığın Allah
Teâlâ’ya dönük özel bir yönü olması nedeniyle nur kendisine yayılırken,
sebebine dönük bir yönünün olması nedeniyle de kendisinde karanlık, kesiflik
bulunur. Akıllı isen, iyice
düşünmelisin! Bu nedenle varlık (emir) her inişinde kararır ve kesifleşir.
Öyleyse akim mertebesi nerede, toprağmki nerede? Bunların arasında ne kadar da
vasıtalar vardır!
Sonra bilmelisin ki, insan cismi son
türeyendir, insan, kokuşmuş bir çamurdan bileşik olarak var olmuş son
türeyendir. O da gördüğün gibi döngüselliğe meyillidir. Bununla birlikte
insanda hayvan ve bitkilerden farklı olarak doğrusal hareket de bulunur. Allah
Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu güçlere göre, insanda manevi, duyusal ve cam
nurları vardır ki bunları diğer türeyenlerde bulamazsın. İnsan bu güçleri ancak
kendisindeki bu nuranilik ile kabul etmiştir. Öyleyse bu nuranilik, bu
idrakleri kabul için uygundur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Onlar
için bir ayet (ibret), gecedir, ondan gündüzü çıkartırız’196 Bilmelisin ki, ışık, karardıkta
gizlenmiştir. Binaenaleyh nur olmasaydı, karanlık da olmazdı. Hâlbuki Allah
Teâlâ, ondan nuru çıkartırız demedi. Çünkü geceden nur çıkartılsaydı, kendisini
yokluk aldığında, karanlığın varlığı ortadan kalkardı; intikal gerçekleşseydi,
onun zatı olduğu için, gittiği her yere giderdi. Gündüz güneşin doğuşundan
meydana gelen nurların bir yönüdür. Karanlığın zati bir nuru olmasaydı, gündüz
için bir mekan olamazdı ve idrak edden bir şey de olamazdı. Hâlbuki gece idrak
edden bir şeydir. Bir şeyde ışık bulunmazsa, o şey idrak edilemez. Bu ışık vasıtasıyla
o şey kendi zatından idrak eddir. Işık, o şeyin zatı ve içerdiği nurlar
nedeniyle gözlerin kendisini görmesine elverişli olmak anlamındaki
istidadıdır. Genedikle idrak göze tahsis edilmiştir. Hâlbuki idrak, gerçekte,
her bir şeye aittir. Öyleyse her şey, kendisini ve her şeyi idrak eder.
Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem önünden olduğu gibi ardından idrak edebilirdi ve başının kemiği veya
kemikleri veya sinirlerinin kalınlığı kendisini perdelemezdi. Şu var ki Allah
Teâlâ karanlığa ve kesifliğe bir emanet vermiştir ve onlar ardarındakini
gizlerler. Bu nedenle kendilerinde bulunan şey ortaya çıkmaz. Ortaya
çıktığında, Allah Teâlâ’nın bazı kullarına vermiş olduğu ilahi bir güç
nedeniyle harikulade olarak meydana gelir. Emanetçiye emaneti veren -ki Haktıro
emaneti dilediği kimseye ulaştırmasını emrederse, emaneti ona ulaştırması
gerekir. Öyleyse içlerine sakladıkları nurlar için kesif karanlık cisimlerden
daha güvenilir bir emanetçi yoktur. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ bir kısmını, ‘bu emin
şehir üstüne yemin olsun’297 ayetinde zikretmiştir. Böylelikle Allah
Teâlâ şehri emin diye isimlendirmiştir. Şehir, duvarları, surları, toprağı,
çamuru, kiremideri olan bir yerdir. Allah Teâlâ ise onu emin diye nitelemiş,
başka yaratıklarını yüceltmek üzere üzerlerine yemin ettiği gibi Allah Teâlâ
onun üzerine de yemin etmiştir. Yeminin başka bir gayesi ise Allah Teâlâ’nın
bize eşyanın Yaratıcısını yüceltmeyi öğretmek istemesidir. Biz de, kendileri
üzerine yemin edilmesi yönünden değil, Allah Teâlâ’yı yüceltmek üzere eşyayı
yüceltiriz. Çünkü bizim eşya üzerine yemin etmemiz caiz değildir. Allah
Teâlâ’dan başkası üzerine yemin eden kimse, Allah Teâlâ’nın emrine aykırı
davranmıştır. Bü mesele, yani Allah Teâlâ’dan başkası üzerine yemin etmek,
şekilci bilginlerin üzerinde görüş ayrılığına düştükleri bir konudur. Cisimler
her ne kadar eğilirse, döngüsellikten ibaret olan asıllarına o kadar
yaklaşmışlar demektir. Çünkü ilk cismi kabul eden ilk şekil, döngüselliktir.
Böylelikle ilk cisim felek oldu. Altında bulunan da kendisi gibi, sora gelen ise
kendisine yakın olmuştur. Doğa kendi aslında nur olmasaydı, tümel nefs ile tüm
heyula (heyula-i küll) arasında var olamazdı. Heyula -ki Heba’dırise varlığıyla
karanlığın kedisinde ortaya çıktığı ilk şeydir. Öyleyse heyula, karanlık
cevherdir ve şeffaf cisimler ve diğerleri onda ortaya çıkmıştır. Öyleyse
âlemdeki her karanlık, heba cevherindendir ki o da heyula’dır. Hebanın
aslındaki nur, aradaki ilişki nedeniyle, nurani suretleri kabul etmesini
sağlamıştır. Böylelikle onun karanlığı, suretlerinin nuruyla ortadan
kalkmıştır. Çünkü suret onları izhar etmiştir. Akılcıların terminolojisinde
karanlık doğayla ilişkilendirilmiştir. Bize göre karanlık ise gayb’den başka
bir şey değildir. Çünkü gayb duyuyla idrak edilmeeliği gibi idrake de vasıta
olmaz. Karanlık ise idrake vasıta olmasa bile kendisi idrak edilir. Karanlık
nur olmasaydı, idrak edilmesi mümkün olmazdı. Gayb olsaydı, görülmesi mümkün
olmazdı
Öyleyse gaybı ancak Allah Teâlâ
bilir. Bütün bunlar, gaybın anahtarlarıdır. Fakat onların anahtar olduklarını
da sadece Allah Teâlâ bilir. ‘Gaybın anahtarları O’nun katindadır,
onları O’ndan başkası bilemez.’298 Bunlar bizim
aramızda mevcutturlar, fakat onların gaybın anahtarları olduklarım bilemeyiz. Allah
Teâlâ’nın bildirmesiyle anahtar olduklarını öğrendiğimizde ise bu kez gaybı
bilmeyiz ki, anahtarlarla kendisini açalım! Böyle bir durumdaki insan, bir
evin anahtarlarını bulan birisine benzer. Fakat anahtarlarıyla kendisini
açacağı evi bilmez. ‘Gaybı bilendir, gaybını kendisinden başkası bilemez.’
Nurun eşyaya yayılışını belirttikten
sonra, bilmelisin ki, yaratılmışlar ya bedbaht veya mududur. Kesif-latif ve
karanlık olan ve olmayan kısımlarıyla nurun varlıklara yayılmasıyla bütün
varlıklar, kendilerini var eden yaratıcının varlığını hiçbir kuşku ve tereddüt
olmaksızın kabul ederler. Yaratanın, mutlak gayb sahibi olması bakımından,
sübut yoluyla zatı bilinemez. Fakat sonradan olanlara layık özelliklerden
tenzih edilir. Nitekim gayb hakkında da bir gayb olduğu bilinir, fakat içinde
neyin bulunduğu ve mahiyeti bilinemez. Ruhanilerin dilleriyle ilahi haberler
gelip ruhaniler (melekler) onları peygamberlere, peygamberler de bizlere
aktardığında, bir kısımız onlara inanır ve kendi fikrini ardına atar. Söz
konusu kişi, bu haberleri akimdaki kabul niteliğiyle ve kendilerini bildirenin
doğru sözlülüğüne güvenerek kabul eder. Bu haberler kendilerini tasdik etmeye
ilave bir şey yapmayı gerektirirse, kişi onu yapar. Böyle biri, ‘Mutlu’
denilen kimse ve ‘kulak veren ve şahit olan’299
kimsedir. Allah Teâlâ’nın kendisine vaat ettiği iyiliklere
göre, yerleşme yerinde ona karşılık ve belirli bir süreyle sınırlanmayan daimi
nimet verilecektir. Bu nimet, kendi ecelinin gelmesiyle sona erer, yoksa
ortadan kalkmaz ve değişmez. Peygamberlerin bildiklerine iman etmeyip bozuk
fikrini önder edinerek ona uyan kimse ise ya aslını yalanlayarak veya bozuk bir
teville reddeder. Böyle bir insan kendisine verdiği haberde peygamberi yalanlar
ve kendisini tasdike ilave olarak bir şey yapmayı gerektiren bir haber
olduğunda söylenenin gereğiyle amel etmediğinde ise bedbaht diye
isimlendirilir. Söz konusu kişi kendisindeki karanlık yön nedeniyle bedbaht
olmuştur. Aynı şekilde Mutlu olan da içerdiği nur nedeniyle iman etmiştir.
Böyle bir bedbaht yalanladığında azap ve kararsızlık diyarında ceza
görecektir. Bunun nedeni, sürekli bir azabın orada bulunmasıdır. Bu azap,
belli bir süreye bağlı değildir. Bununla birlikte bütün olarak hüküm yönünden
belli bir süresi vardır. Bu durum ilahi adaletten kaynaklanırken mutludaki
ödül ise ihsandan kaynaklanır. Bu ödül, değişmez, başkalaşmaz ve ortadan
kalkmaz. Bu hususta keşif ehli arasında görüş ayrılığı vardır. Aynı zamanda bu
mesele, keşif ehli ile akılcılar arasında (tartışılan) mühim bir konudur.
Keşif ehli arasında da konu üzerinde görüş ayrılığı vardır. Acaba onlara
uygulanan azap sonsuza değin sürecek midir, yoksa bedbahtlık diyarında onlar
adına bir nimet olacak mıdır? Bu durumda onlar adına azap belli bir sürede
biter. Keşif ehli sonsuza dek orada kalacaklarında ve çıkmayacaklarında ise görüş
birliğindedir. Çünkü her diyarı dolduracak kimselerin bulunması gerekir.
Zahirde kendilerine uygulanan elem sebepleri değişir ki bu kaçınılmazdır.
Onlar, acı intikamını aldıktan sonra, içlerinde ilkinden farklı olarak bu azabı
çekerken haz duyarlar.
Abdullah el-Mevrürî başkalarının da
bulunduğu bir toplulukta cemaatin imamı Ebu Medyen’in şöyle dediğini
aktarmıştır: ‘İki yerin ehli yerlerine girerler. Mudular Allah Teâlâ’nın
ihsanıyla, cehennemlikler ise Allah Teâlâ’nın adaletiyle cehenneme girer.
Girdikleri yerde ise amellerine göre yerleşir, niyederine göre orada kalıcı
olurlar.’ Bu, sahih bir keşiftir ve haşmetli hür bir adamının sözüdür. Ukubet
cezası, acıyı dünya hayatında şirk içinde geçirilen ömrün süresine denk olarak
verir. Süre dolduğunda ise Allah Teâlâ onlar adına ateşte bir nimet yaratır.
Öyle ki cennete girselerdi, Allah Teâlâ’nın kendilerini üzerinde yarattığı
mizaca uygun olmayışı nedeniyle acı duyarlardı. Öyleyse onlar, içinde
bulundukları ateşten, soğuktan, yılan ve akrep sokmalarından haz aldıkları gibi
cennedikler de gölgelerden, ışıktan, güzel hurilerden haz alırlar. Çünkü
onların mizacı da bunu gerektirir. Bakınız! Pislik böceği dünyada gül
kokusundan rahatsızlık duyan ve gübreden haz alan bir mizaçtadır. Aynı durum,
onun mizacında yaratılan şeyler için geçerlidir. Dünyada bu mizaçta yaratılmış
varlıklara tanık olduk. Öyleyse âlemdeki her bir şey, kendisine uygun şeyden
haz alırken kendisini iten şeylerden de acı duyar. Bakınız! Öfkeli kimse misk
kokusundan acı duyar. Öyleyse hazlar yatkınlığa tabi iken acılar da yatkınlığın
olmayışından kaynaklanır. Bu durum kendiliğinde kesin bir şeydir ve hiçbir
akıl sahibi onu inkâr edemez.
Soru şudur: Acaba süre dolduktan
sonra da, cehennemlikler bu mizaç üzere bu konumda kalacak mıdır, kalmayacak
mıdır? Yoksa onlar, acılarla acı veren şeyleri hissetmelerini gerektiren bir
mizaçta mıdır? Kendisinde kuşku bulunmayan sarih ve açık nass bilgi ifade etmek
üzere var olduğunda, hiç kuşkusuz ki, onunla hüküm verilir. Allah Teâlâ her
şeye kadirdir. Gerçi bu konuda gerçeği bilmiyor değilim, fakat onu açıklamak
gerekmez. Çünkü onu açıklamak, âlemdeki görüş ayrılığını ortadan
kaldırmayacaktır. Bir keşif ehli şöyle demiştir: ‘Onlar cennete çıkacak ve
cehennemde hiç kimse kalmayacaktır. Cehennemin kapıları birbirine çarpmaya
başlar, içinde cırcır otu biter. Allah Teâlâ, cehennem için kendi mizacında
olan bir grup yaratır ve bunlarla onu doldurur. Nitekim Allah Teâlâ balığı
suda, hava âlemini (canlılarını) havada yarattığı gibi ancak toprağın içinde
yaşayabilen canlıları da toprakta yaratır. Bu kısma örnek olarak köstebeği
verebiliriz. Bu hayvanlar yer üstüne çıktıklarında ölürler. Bu konuda bize ait
gam, onlar için hayattır. Balık sudan çıktığında, ölür. Onun gamı havadadır ve
hayat nuru onda söner, insan ve karada yaşayan hayvanlar suda boğulduklarında,
yok olurlar. Öyleyse bu kısmın gamı sudadır ve bu nedenle onların hayat ışığı
söner. Hem karada hem denizde yaşayan canlılar da vardır. Örnek olarak
timsahları, su insanı, su köpeği ve bazı kuşları verebiliriz. Bütün bunlar, Allah
Teâlâ’nın kendilerini yarattığı mizaca göre böyledir. Bu menzil hakkında
yeterli açıklama yaptık ve menzilin esaslarını Allah Teâlâ’nın yardımı ve
ilhamıyla dile getirdik. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ DOKSANINCI BÖLÜM
Musevî Mertebeden, Nimetleri Takrir ve
Kabul Menzilinin Bilinmesi
Söz ile açarız, sözün zatını, bakınız Gerçekte şerh edilmemiş bir sözde
İsimler anlamlar için anahtardır
İbarelerde, savunma ve eleştiri
İlham edilende özlem bulunmaz İlhamda
senden bir işaret olmazsa
Allah Teâlâ ehlinin marifetlerini
perdelerde keşf et Açıklama ve tasrih sende hüküm sahibi olmaz
Nefislerin beslendiği şeyi söyle Ruhun
kendisiyle beslendiği şeyi söyle
Ruh kendisine ilka edileni gizler
Nefisler de rüzgarın kendilerine
getirdiğini açar
Nefisler arzuladıkları şeyleri söyler Ruh
ise tasrih ile yanılırsa kınanır
Allah Teâlâ sana ve bize yardım
etsin, bilmelisin ki: Nimet veren, başa kakarak ve eziyet ederek verdiğini boşa
çıkarırsa, Allah Teâlâ katında beğenilen bir iş yapmış olmaz. Bununla birlikte
iyilik yaptığı kimse, çaresizliğini ve kendisine muhtaçlığını bildiği için ona
teşekkür etmiş olabilir. Öyleyse güzel ahlak, bilhassa bu konuda teşekkür almış
ise insanın yaptığı iyiliği başa kakmamasıdır. iyilik gören kimse bir şeye
muhtaç olabilir ve gerek duyduğu şeyi istemek üzere çaresizliğini ve
muhtaçlığını sergileyebilir. Hâlbuki istediği şey, yapılan iyilikte mevcuttur
(ve o bunu bilmiyordur). Halbuki o gereği yokken muhtaç kalmaktadır. Böyle bir
durumda iyilik yapan, yaptığı iyiliği kendisine bildirebilir ve ona bunu ifade
edebilir. Örnek olarak, bir adama bin dinar hibe eden birini verebiliriz. Aynı
adamın giyecek bir elbiseye ve bineceği bir bineğe ve evleneceği bir eşe muhtaç
olduğunu görür. Hâlbuki o kendisine iyilik yapanın amacının bütün bu
istediklerine ulaşması olduğunu unutmuş veya bilmiyordur. Böyle bir durumda
iyilik yapan insan, şunu belirtebilir: Senin benden istediğin her şeye sana
vermiş olduğum mal ile ulaşabilirsin. Öyleyse ne diye çaresizlik
sergilemektesin? Böyle bir durumda yapılan iyiliği ortaya koymak, bildirmek ve
hatırlatmak demektir, yoksa başa kakmak ve eziyet etmek değildir. Şu var ki
güzel ahlakın gereği şudur: insan yaptığı iyiliği böyle bir durumda
hatırlattığında, istekte bulunanın isteğini de boş çevirmemelidir. Ya hemen
isteğini yerine getirir veya söz verilerek bu hatırlatmanın yol açtığı utanma
duygusuyla içine düştüğü daralma halinden rahatlatılır ki, ilahi ahlak bunu
gerektirir.
Bilmelisin ki, bu menzil, belirttiğim
şekilde, iyiliği ifade etmeyi içerir. Bunun yanı sıra, teşrih ilmini de
(anatomi) içerir. Bu ilim, hikmet ehli doktorlarm bildiği bir ilimdir. Bunun
yanı sıra ilahi teşrihi de içerir. Bu kısma ise âlemin ve Hakkın sureti
üzerinde yaratılmış olması nedeniyle, insan türüne tahsis edilmiş suret
dahildir. İnsanın âlem yönünden teşrihini bilmek, ulvisiyle süflisiyle,
temiziyle çirkiniyle, nuru ve karanlığıyla, ayrıntılı olarak içermiş olduğu
varlıkların hakikatlerini bilmek demektir. Bu ilimden Ebu Hamid ve başkaları
söz etmiş ve açıklamıştır. İşte bu, bizim yöntemimize göre teşrih ilmidir
(anatomi), ikinci teşrih ilmi ise bu insan suretinde bulunan ilahi isimleri ve
rabbani nispederi bilmek demektir. Bunu ise ancak isimlerle ahlaklanmayı ve bu
ahlaki anmanın kendisine kazandıracağı ilahi mârifetleri bilen anlayabilir. Bu
konu hakkında da Allah Teâlâ ehli özellikle Allah Teâlâ’nın isimlerinin şerhinden
söz ederken konuşmuştur. Bunlara örnek olarak Ebu Hamid Gazzâlî, Ebu’l-Hakem
Abdüsselam b. Berrecan el-İşbilî, Ebu Bekir b. Abdullah el-Meğafiri,
Ebu’l-Kasım el-Kuşeyri gibi isimleri verebiliriz. Bu menzil, yükümlülüğü ve
-ameli terk etmek yönünden değiliçerdiği meşakkat yönünden teklifin kalkmasını
da içerir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kullarına
kendisine ve peygamberlerinin dilleriyle onlara indirdiği hususlara iman etmeyi
emretmiştir. Bunun yanı sıra imanla birlikte bazı anlamları da kendilerine
zorunlu olarak yüklemiştir. Allah Teâlâ o şeyleri bütün bunları onların
bâtınlarına manevi bir yük olarak yüklemiş, onların taşınma yerini ise kalpler
yapmış, zâhirlerine indirdiği bir takım ameli işler belirlemiş, maddi bir
külfet bulunan bu amelleri de onların organlarına yüklemiştir. Bunlara örnek
olarak ellerin amellerini, ayakların amellerini veya sadece bedenle yapılabilen
namaz ve cihadı ya da herhangi bir külfet bulunmayan gözleri haramdan
alıkoymayı veya ibret almayı sağlayacak şekilde ayedere bakmayı, kulağı gıybet
dinlemekten uzak tutmayı ve güzel söz dinlemeye yönlendirmeyi verebiliriz.
Böyle amellerde herhangi bir maddi külfet yoktur, sadece psikolojik bir güçlük
bulunur. Çünkü bu davranışlarda amacın bırakılması söz konusudur ki bu da
nefse ağır gelen işlerdendir. Bu menzildeki bu mertebe duyusal suretlerde
temsil edilmiş bir halde ortaya konulduğunda, sağında bir takım sandıklar ve
solunda da bir sandıklar konulur. Sağdaki sandıklar inci, yakut, değerli
taşlar, elbiseler, misk ve güzel şeylerle doludur. Bunların bir kısmı büyük
bir kısmı küçük sandıklardır. Bu makama giren kimseye şöyle denilir: Senin
bunu belli bir yere, güzel bir yere ve yeşermiş bir bahçeye kadar taşıman
zorunludur. Ona şöyle denilir: Bu yükleri o bahçeye taşıdığında, bütün
sandıkların içermiş olduğu şeyleri taşıman nedeniyleçektiğin sıkıntı
karşılığında sevap alacaksın. Ulaştığın bu yer, içerdiği bütün mülk ile
birlikte sana aittir. Bunlar beş tür sandıktır: Bir kısmı, vacip emir
sandıklarıdır, ikinci kısım mendup emir sandıklarıdır. Üçüncü kısım, kendisine
iman etmiş olman yönünden, mubah iş sandığıdır. Dördüncüsü, yasaklanmış olan
şeylerin sandığıdır. Beşincisi ise mekruh şeylerin sandığıdır. Bu sandıkların
bir kısmı seninle ilgili iken bir kısmı senden başkasıyla ilgilidir, fakat sen
onları taşımakla yükümlüsün. Buna göre senin zatına özgü ve kendisini yaparken
başkasına taşmayan bütün dini hitaplar, sana özgü olan şeylerdir. Sana yönelik
olan fakat kendisini yaparken senden başkasına ulaşan bütün dini hitaplar ise
başkasıyla ilgili olan ve senin taşımakla yükümlü olduğun kısımdır. Bu
davranışlara örnek olarak yoksullar için çalışmak, bilgisizlere öğretmek,
sapmışlara yol göstermek, Allah Teâlâ için, peygamberi için, müminlerin
önderleri ve sıradan müminler için nasihatte bulunmak gibi fiilleri
verebiliriz. Bunlar sağ kesimdekilerin sandıklarıdır. Dünya hayatında kendine
ve başkasına ait bir şeyi taşıdığın gibi ahirette kendine ve başkasına ait olan
ücret sana aittir. Bununla birlikte, -mümin isebaşkasının ücretinde de bir eksilme
olmaz. Mümin değil ise seninle ilgili teklifin durumu zimmî karşısındaki olan
davranışın gibidir. Onlar mümin olsaydı (yaptıklarına karşı alacakları) sevap
sana aittir. Hâlbuki onların bir sevabı yoktur. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu hususu amelle sınırlamış ve şöyle demiştir: ‘kim
iyi bir adet çıkarırsa, onun ücreti ve kıyamet gününe kadar onu yapanların
ücreti kendisine aittir.’ Buna göre müminin ahiretteki sevabından bir eksilme
olmaz. Zimmiye ise ya hemen gördüğü bir yarar veya dünya hayatında bir zararın
uzaklaştırılması şeklinde, dünya hayatında sevabının karşılığı verilir. Bu
sevap, amel sahibi için gerçekleşmiş olur. Bazen, dünya ve ahiretteki ücreti
kendisi için bir araya getirilir. Amel sahibi de, sandıkların taşıdığı değerli
malları ve onların nihayetini görür. Kendilerini taşıdığında, söz konusu
malların mülkü olmasıyla müjdelenmiştir. Öyle ki onların sevgisinde kendisini
yitirir ve onlara bağlanır. Bu durumda onları taşımak kendisine ağır gelmez ve
himmetini onları taşımaya yöneltmesi zoruna gitmez. Binaenaleyh onları taşımada
bir güçlük bulmaz. Bu, onun eziyetten ve -zimmet ehline yaptığıiyilik nedeniyle
haz alma halidir. Sonra taşıdığı yükün ağırlığına bakar. Söz konusu kişi, keşfe
sahip olmayan mümindir. O, sadece haberi tasdik etmiştir. Böylelikle onların
taşınmasını ağır bulur. Bu bağlamda bir kısmı, tasdikin baskın gelmesi ile
onları almak ve sahiplenmedeki şiddetli tamahkârlığı nedeniyle, onları
meşakkatle ve külfede taşır. Çünkü kendilerini taşıması emreden, ona şöyle
demiştir: ‘Taşımanın ödülü olarak bunlar senin.’
Bir kısmına yükler ağır gelir ve bir
kısmını çıkartarak hissettiği ağırlık hafiflesin diye yeryüzüne atar. Attığı
bazı şeylerle yük hafifleyince, geri kalanını taşır. Yükünden attığı şeyler,
solundaki sandıklarda demire, kurşuna, bakıra, cürufa dönüşür. Soluna
yerleştirilen bütün sandıklar, demirle, bakırla, katran gibi taşınması ağır ve
kokuları insanı rahatsız eden madenlerle dolmuştur. Ona şöyle denilir: Bu
sandıkları da, sağ yöndeki sandıkları belirlediğimiz sıraya göre sırtında
taşıyacaksın ve alevi ve soğuğu olan bir yere ulaştıracaksın. Bu sandıkların
taşıdığı şeyler senin mülkündür. Bu durum şu ayette belirtilir: ‘Onların
yüklerine yük katılır.mo Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise şöyle buyurmuştur: ‘Kim bir kötü adet çıkartırsa, onun günahı ve
kıyamet gününe kadar kendisini işleyenlerin günahı onundur.’ Bu menzilde keşif
sahibi adına suretler hazır bulunmazsa, kalbine maddelerden soyut anlamlar iner
ve onların ayrıntılarını bilir, onlardan her birini kendi makam ve yerine
katar. Bunun içinde bir sıkıntı ve külfet hissetmez. Çünkü efendisinin
iradesinin karşısında kendisinin bir iradesi yoktur. Bu nedenle o, açıklık ve
inşirah âlemindedir. Cisimleri yüklendikleri şeylerin bir kısmını taşımaktan
aciz kalsalar bile, ancak nefsin taşıyabildiğini taşımakla yükümlü tutulmuşlardır.
Burada nefs, duyuyu ikmal etmekten ibarettir. Çünkü manevi nefs üzerinde, bir
amacı olmadıkça, bir yükümlülük yoktur. Böylelikle hakkında bir gayesinin
bulunmadığı bir şeyle yükümlü tutulmuştur. Bu nedenle insan, nefsi bakımdan
mazur değildir de, genel itibarıyla bu durum onun takatinin dışında kaldığı
için duyusu yönünden mazurdur.
Bu menzilin bir yönü, meleklerin
yaratılışını bilmekle ilgilidir. Söz konusu melekler, tıpkı insanlar gibi, doğa
âleminden yaratılmışlardır, fakat latiftirler. Nitekim cinler de, ateşin
dumanından -ateş ise doğa âlemindendiryaratılmış olsalar bile, insandan daha
latiftir. Bununla birlikte onlar, ruhanidir ve şekillenirler ve hayalde
gözükürler. Doğa böyle bir durumu kabul etmeseydi, cinler âlemi de bu özellikte
olmazdı. Nasıl böyle bir durum inkâr edilebilir ki? İnsanın kesif-doğa âleminden
yaratıldığı kesindir ve doğadan (yaratılmış olarak) insanın dimağının ön
kısmında hayal hâzinesi bulunur. Bu güç sayesinde insan, imkânsız olan şeyleri
tahayyül edebildiğine göre mümkünleri nasıl tahayyül etmesin? Aynı şekilde melekler
de doğa âlemindendir. Onlar, feleklerin ve göklerin sakinleridir. Kuşkusuz ki Allah
Teâlâ, duman halinde olan göğe yöneldiğini ve onları yedi kat düzenlediğini
sana bildirmiş, ehlini de meleklerden yapmıştır. Bu durum, ‘her göğe
kendi emrini (görevini) vahyetti’30' ayetinde
belirtilir. Dumanın doğadan olduğunda ve meleklerin ise nurani cisimler
olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Nitekim cinler de ateş kaynaklı (narî)
cisimlerdir. Nur doğal olmasaydı, yakıcılıkla nitelenmezdi. Nitekim ateş de
yaşlıkları kurutma ve giderme özelliğiyle nitelenmiştir. Bütün bunlar, doğanın
özelliklerindendir.
Sonra, Allah Teâlâ Mele-i a’lâ’nın
(Yüce melekler topluluğu) hasımlaştıklarını bildirmiştir. Hasımlaşma, doğadan
kaynaklanır, çünkü doğa zıtların toplamıdır. Didişme ve çatışma, hasımlaşmanın
ta kendisidir ve bunlar ancak iki zıt arasında olabilir. Meleklerin, ‘orada
kan dökecek ve bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın’302 sözleri de bu kapsamdadır. Bu durum,
onların doğasından ve ilahi mertebe hakkmdaki gayretlerinden kaynaklanır.
Melekler ruhaniliklerine göre hareket etselerdi, Allah Teâlâ kendilerine, ‘ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım’303 dediğinde böyle bir söz
söylemezlerdi. Aksine onların verdiği cevap, sahip oldukları ilahi sır
nedeniyle, şöyle demek olurdu: Sen bilirsin, Ya Rabbi! Sen dilediğini yaparsın.
Biz senin emrindeki kullarız. Bize kime itaat etmeyi emredersen, biz ona itaat
ederiz.’ Öyleyse insandan bozgunculuk ve kan dökme fiilinin meydana gelmesini
sağlayan özellik, meleklerin itiraz etmesine yol açan özelliğin ta kendisidir.
Hâlbuki melekler bu özelliği başkasında (Âdem) görmüş iken kendilerinde
görememiştir. Bunun nedeni şudur: Daha önce de belirttiğimiz gibi, gaye
tutkusu, kişi ile yapması gereken şey arasına girmektedir. Bu nedenle de Allah
Teâlâ onlara şöyle demiştir: ‘Kuşkusuz ki ben sizin
bilmediklerinizi daha iyi bilirim.’304 Sonra da kendisine tahsis etmiş
olduğu ilahi isimlerin bilgisiyle, insanın üstünlüğünü meleklere göstermiştir.
Bu isimler, meleklere gösterilen kimsenin kendisine göre yaratılmış olduğu ve
meleklerin bilmediği isimlerdir. Bu durumda Allah Teâlâ adeta şöyle demiştir:
‘Ben bilgimi yaratıklarımdan dilediğime veririm ve ona ikram ederim.’ İşte
zikrettiğimiz husus, buradan öğrenilir. Bu konuda bilgi kendisine özgü menzilde
yeterli ve kesin bir şekilde gelecektir. Çünkü bu menzilin ilimleri iki kısımdır:
Bir kısmı, bu menzile özgü olup da başka bir yerde bulunmayan ilimlerdir.
Diğer kısım ise her bir menzilde bir yönünün bulunduğu ilimlerdir.
Bilmelisin ki, kalp Hakkı sığdıran
yer olsa bile, onu sığdıran şey de sadırdır. Onun sadır diye isimlendirilmiş
olması ise sudur etmiş olmasından kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Fakat sadırlardaki kalpler körelir.’305 Çünkü kalp (tecellinin) gelişi
esnasında, tecellinin gerektirdiği saygı, heybet ile ilahi yakınlık ve
tecellinin gerektirdiği durum nedeniyle daralır. Sudur ettiğinde ise genişler
ve rahatlar, çünkü o bir varlıktır ve oluşa çıkmaktadır. Böylelikle aradaki
ilişki nedeniyle genişler ve var olanların üzerlerine yayılması nedeniyle de
nurunun ışınları genişler. Bununla birlikte hemcinslerine karşı bu ilahi
bildirime tahsis edilmiş olması nedeniyle sevinir. Bu nedenle, kabz mahallinden
başka bir yerde kendisini' daraltan bir hal iliştiğinde, Allah Teâlâ kendisine
verdiği nimeti hatırlatarak kendisini uyarır. Bunun amacı, üzerindeki ilahi
nimeti hatırlamasını sağlamaktır. Böylelikle bu hatırlatma, onun darlığa
düşmesini engeller. Öyleyse bu zâhirde ilahi bir başa kakma (men’) bâtında bu
kalbe dönük bir rahmettir. Hakk, kendisine verdiği ihsan karşılığında, kulunun
(durumunu) onaylar. Şöyle denilebilir: ‘Allah Teâlâ kullarına (verdiği nimeti)
zikredebilir (başa kakabilir).’ Şöyle deriz: Allah Teâlâ o ifadeyi kulları
Müslümanlıklarını peygamberin başma kaktıklarında söylemiştir. Bunun üzerine Allah
Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘Onlara de ki: ‘Aksine
Allah Teâlâ sizi Müslüman yapmakla size iyilik yapmıştır.’306 Başka bir ifadeyle ‘başa kakma’ olacaksa,
bu konuda siz değil Allah Teâlâ Hakk sahibidir. Öyleyse bu örtüşmeyi bilmenin
bir yönüdür, yoksa onunla başa kakmayı amaçlamamıştır. Nitekim Allah Teâlâ bir
şeyi kendisi söyler, sonra onu yasaklamaz! Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ size yasaklar da kendisi sizden faiz
almaz. Allah Teâlâ size bağışlamak, affetmek ve güzel ahlakı emreder de, sonra
kendisi size bunun tersini yapmaz.’ Sizden kötü ahlak meydana geldiğinde, Allah
Teâlâ amellerinizi size çevirir. Yoksa Allah Teâlâ size karşı kendisinden
kaynaklanarak kötü ahlakla davranmaz. Burada söz konusu olan sizin amellerinizin
sizi aşamamış olmasıdır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın başa kakması, nimet vermek ve
ihsan etmektir. Bu ihsan, başa kakmak değil, nimeti vermek demektir.
Allah Teâlâ yaratıkları nezdinde bir
kulunun yükselmesini isterse, kulları arasında o kulun kendi katındaki değerini
zikreder. Bunu ise ya bildirerek yapar veya halinde veya elinde ancak Allah
Teâlâ’ya yakın kullardan çıkabilecek şeyleri gösterir ve izhar eder. Böylelikle
dillere düşer, efendisinin katındaki üstün mertebesi konuşulur. Örnek olarak, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kıyamet günü şefaat kapısını açmasını
verebiliriz. Bu özellik, başka peygamberlerden farklı olarak sadece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in aydınlığı kıyamet günü bu nedenle herkesten daha üstün olur. Orada
başkanlık ve yükseklik talep edilir. Dünyada ise ârif, insanların nezdinde nasıl
sabahlayacağına ve nasıl akşamlayacağına değer vermez. Çünkü onlar perdelenme
mahallindedir ve o teklif diyarındadır. Burada herkes, kendisiyle yükümlüdür ve
yapmakla görevli olduğu şeyleri yapması istenir.
Bu menzilin içerdiği şeylerden birisi
de, (kıyamet günü Hakk farklı surette tecelli ettiğinde kendisini) yadırgamanın
bilinmesidir. Bu, genel tecellidir. Bunun yanı sıra, tanıma bilgisini de
içerir. Bu ise özel tecellidir (Hakkın kulunun inancına göre tecelli etmesi)
ve bu tecelli genel tecellide içkindir. Söz gelişi Rab isminde Hakk kullarına
tecelli ettiğinde, bu, genel tecellidir. Buna karşılık ‘ve Rabbinin
üzerine yemin olsun ki,3°7 ayeti gibi ifadelerde tecelli
ettiğinde ise bu tecelli, özel tecellidir. Bununla birlikte tecelliler,
rububiyetten kaynaklanır. Fakat bunların arasında farklılık vardır. Çünkü
genel bir mecliste hükümdarla olman, yalnız başına kendisiyle olmanla bir
değildir. Bu nedenle birinin kendine özgü bir makamı ve bilgisi olduğu gibi
ötekinin de özel bir makamı ve bilgisi vardır. Genel tecelli daha çok ve
yararlı bilgi verirken özel tecelli daha büyük yakınlık sağlar.
Bilmelisin ki, bilinen ve yadırganan
tüm işlerin aslı, geçici ve arızîdir. Arız olduğunda, belirsizlik ve sorun
meydana gelir. Buna göre ârif,
Hakkı belirsizlik halinde tanır.
Öyleyse bu, geneldeki belirsizliktir. Burada ise belirsizlik içinde bilmektir.
Söz gelişi birisi şöyle der: ‘Bugün bir adam ile konuştum.’ Adam burada genel
içinde belirsizdir (herhangi birisi). Kendisiyle konuşan kimse için ise hakkmda
belirsizlik (herhangi bir) hükmü verilmiş iken bile tanınmaktadır. Öyleyse
âlemin kendisini tanımadığı ve inkâr ettiği esnada arifin Haktan müşahede
ettiği şey, kendisi için mârifetin ta kendisidir. Çünkü ârif, kendisini
inançlar sınırlarken layık olduğu mutlaklık üzere Hakkı bırakmıştır. Bu
nedenle de sıradan insanlar, (herhangi bir suret ile sınırlanmadan) belirsizlik
içinde O’nu bilmez. Bu, ârifler için yararı büyük olan bir makamdır.
Bilmelisin ki, bu menzilde ârif,
Haktan herhangi bir şeyi ancak en özel yönden isteyebilir, yoksa genel yönden
isteyemez. Arifin içinde bulunduğu hal hakkmda O’ndan bir şey istemesi doğru
değildir, çünkü böyle bir istek, kendisini içinde bulunduğu halin gerektirdiği
edebi yerine getirmekten alıkoyar. İçinde bulunduğu hal bedensel ibadeder gibi
duyuyla ilgili ise veya kalbi ibadetlerle ilgili manevi bir şey ise onun
hakkını yerine getirdikten sonra Hakk kendisini bu ibadetten (başka bir Hakk)
taşıyabilir. Arif ise Hakkın buradaki iradesini bilemez: Acaba Hakk onu hangi
mertebeye aktarmıştır? Acaba başka bir vacibe mi, yoksa menduba mı veya mubaha
mı, mekruha mı, yoksa bir harama mı aktarmıştır? (Hakkın iradesini bilmediği
için) Ârif kendisinden ayrıldığı makam ile Allah Teâlâ’nın bilgisine göre
kendisine intikal ettiği hal arasında bekler (vakfe). Bu esnada Allah Teâlâ’dan
bir elçi kendisine gelerek, sırrı’na şunu bildirir: ‘Allah Teâlâ (hakkındaki
iradesini bilmediğin) yeni iş hakkmda niyazda bulunmanı, yakarmanı, dua etmeni
emretmektedir. Geride ömrün kalmışsa, (ilgileneceğin iş) vaciplerden olmalıdır
ki, irade edilen budur. Vaciplerden değil ise mendup olsun (diye dua et).
İnayet icabeti geçmemişse, mubahlardandır. Mubahlardan değil ise ve başarısızlık
perdelerinin ardından sana bir takım ışıltıların geldiğini görüp bir harama
veya mekruha taşındığını anlarsan, intikal ettiğin bu hal karşısında Allah
Teâlâ’dan sana bilinç ve huzur ihsan etmesini istemelisin. O işe karşı
isteksizlik vermesini dilemelisin. Söz konusu işin yapılmasının çirkin bir iş
olduğunun bilgisinden seni perdelememesini iste. Böyle bir fiilin senden
meydana geldi diye, (onun kötü olması hakkındaki) ilahi bilgi değişmeyecektir.
Bu haldeyken, günahın sende genel anlamda bir hükmü kalmaz ve bu hususta hüküm
kadere aittir. Böyle bir durumdaki kişiye cezalandırma (hükmü taşıyan isimler)
belirli bir yönden yöneldiğinde -çünkü günah işlemek cezalandırılmayı
gerektirir-, el-Afüvv, elGafiır, er-Rahim isimleri de kendisine yönelir. Bunlar
da günah işlemenin kendilerini talep ettiği isimlerdir ve bu isimler (kişinin
o davranışı yapmaya karşı içinde duyduğu isteksizlik anlamında) kerahetin
kendilerini talep ettiği isimlerden destek alır. Bu kerahet, senin söz konusu
işi yapmayı kerih bulman ve nahoş karşılamandır. Bunun yanı sıra, ezeli kadere
de iman etmişsindir. (Burada bir çokluk ve cemaat ortaya çıkmıştır) ve ‘Allah Teâlâ’nın
eli cemaat üzerindedir.’ Hüküm ve baskınlık, günahın varlığıyla birlikte, söz
konusu kişiye muduluk ve iyilik veren bu isimlere aittir, işlediği günah da,
kendisini işlerken Allah Teâlâ karşısında huzur ve bilinç sahibi olması
nedeniyle, ilahi ruh sahibi canlı bir şey haline gelir ve kıyamet gününe kadar
kendisi için bağışlanma diler. Allah Teâlâ, cezasını sevaba çevirdiği gibi,
günah oluşunu da güzelliğe çevirir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
İKİ YÜZ DOKSAN BİRİNCİ BÖLÜM
Muhammedi
Mertebeden, Zamanın Başlangıcının -ki Dördüncü
FelektirBilinmesi
Yemin ettim Dehr’e ki, bir varlığı yok diye
Varlığı akledilir bir şey sadece
Onun üzerine yemin edersen, yokluğa yemin edersin
Varlığa değil, yemini bozmak, işlevsizlik
Bil ki, ünsiyet edeceği bir annesi yok onun
Ya da hükümlerde etkin bir babası da yok
Mârifetleri kendisine derece derece
yükselir Böyle bir şahıs makbuldür işte
Denizde hayrete düşen kılavuzsuz biri Böyle
biri heva nedeniyle malul
Zenginlik olmadan fakirliğe taşınırsan
Sizin rehberiniz akıldır, başkası değil
Dostum! Allah Teâlâ seni başarıya
erdirsin, bilmelisin ki, her şeyin bir başlangıcı vardır. Bu yoldaki bilgilerin
ve mârifederin en üstünü, başlangıçların bilinmesidir. Çünkü bütün âlem ve
âlemdeki her bir cins, insanın suretine göredir. İnsan ise son varlıktır.
Sadece insan, zâhirinde ve bâtınında ilahi surete göre var olmuş tek varlıktır.
Kuşkusuz ki Allah Teâlâ onun için de bir başlangıç yaratmıştır. Bu bağlamda Hakk
ile insan -ki son olma insana, ilk olma ise Hakka aittirsayısını sadece Allah
Teâlâ’nın bilebileceği bir takım kaynaklar ve başlangıçlar vardır. Şimdi,
anlayabileceklerinden ve aklının alabileceklerinden bir kısmını açıklayalım.
Aklının kabul etmeyeceği ve anlayamayacağın kısım hakkında ise susacağız.
Öncelikle, en üst olanla başlayıp oradan son dereceye varıncaya kadar aşama
aşama geçeceğiz. Şöyle deriz:
Her surette sadr (başlangıç) ikinci
derecede bulunur. Suretin cins veya tür veya şahıs olması durumu değiştirmez.
Buna göre zorunlu olanların başlangıcı, ezeli hayattır. Bu hayat ile Hakk teala
nitelenmiştir. Etkili isimlerin başlangıcı, âlemdir. Tenzihi niteliklerin
başlangıcı, benzerliğin reddedilmesidir. Mekanların başlangıcı, üstünde ve
altında hava bulunmayan Amâ’dır. Varlığın başlangıcı, mümkünlerdir. Var
olanların başlangıcı, ilk akıldır. Dehr’in başlangıcı, ezel ve ebed arasında
bulunan şeydir. Zamanın başlangıcı, heyula’nın sureti kabul etme zamanıdır.
Doğanın başlangıcı, ilk cismin keyfiyetidir. Niteliklerin başlangıcı, kudretin
var etmeye ilişmesidir. Niceliklerin başlangıcı, anlamların bölünmesidir.
Feleklerin başlangıcı, kürsüdür. Unsurların başlangıcı, sudur. Gecenin
başlangıcı, kızıl şafağın batmasıdır. Gündüzün başlangıcı, güneşin
aydınlatmasıdır -ışınları değil-. Türeyenlerin başlangıcı, hayvandır. İnsanın
başlangıcı, bilinmektedir. Ümmetin başlangıcı, İdris’in zamanıdır. Bu ümmetin
başlangıcı ise birinci nesildir. Dünyanın başlangıcı, Adem’in varlığıdır.
Günlerin başlangıcı, Pazartesi günüdür. Ahiretin başlangıcı, diriliştir.
Berzahın başlangıcı, uykudur. Ateşin başlangıcı, korku yeridir. Cennetin
başlangıcı, menzillerine yerleşmek ve inmektir. Azap ve nimetin başlangıcı ise
sebeplerini görmektir. Dinin kaynağı ve sadrı ise Allah Teâlâ’nın
peygamberidir.
Bilmelisin ki, her sadrın bir kalbi
vardır. Kalp sadırda olduğu sürece, kördür. Çünkü sadr, onun üzerinde bir
perdedir. Allah Teâlâ kendisini gören yapmak istediğinde, sadrından çıkar ve
görür. Öyleyse sebepler, varlıkların sadırlarıdır ve varlıklar ise kalpler
gibidir. Varlık, Allah Teâlâ’nın vesilesiyle kendisini var ettiği sebebe
baktığı sürece, kendisini var eden Allah Teâlâ’yı görmeyecek şekilde kördür. Allah
Teâlâ kendisini gören yapmak isterse, vesilesiyle yaratıldığı sebebe bakmayı
bırakır ve kendisini var ederken Rabbinden kendisine dönük özel yönden Allah
Teâlâ’ya bakmaya başlar. Böylelikle gören haline gelir. Öyleyse bütün
sebepler, sebeplilerin gözleri üzerindeki perdelerdir. İnsanlardan helak
olanlarda bu perdelerde helak olmuştur. Arifler ise sebepleri kabul eder, fakat
onları görmez, onlara haklarını verir, fakat onlara ibadet etmezler. Ârif olmayanlar
ise sebepler karşısında bunun aksine davranırlar, sebeplere ibadet ederler,
onlara haklarını vermez, onların Hakk ettikleri kulluğu kendilerinden gasp
ederler, onları görürler ve fakat onları (sebep olarak) kabul etmezler. Her
insanın şöyle dediğini duyarsın: Allah Teâlâ’dan başkası yok! Böylece sebepleri
reddeder. Onu sözüyle yükümlü tutsan, kendisine bir bela geldiğinde hemen
sebebi kabul ettiğine ve sebebi ortaya koyanı görmediğine tanık olursun. Sebebi
ortaya koyanı inkâr eder, (daha önce) reddettiği şeye inanır. Bazı insanlar
ise söz konusu belanın kendisine dayanılan sebep ile ortadan kalkmayacağını
öğrenir ve sebeplere olan güvenleri ortadan kalkar. Bu durumda sebepleri inkâr
eder ve Allah Teâlâ’ya, sebepleri yaratana döner. Bu durumda (daha önce) neyi
inkâr ettiğini ve neye iman ettiğini bilemez bir haldedir. Sebebin veya başka
bir şeyin anlamı nedir bilemez. Çünkü sebebin ancak sebeplinin kendisinden ortaya
çıktığı şey olduğunu öğrenseydi, belayı kaldırmak için başvurduğu sebebin,
herhangi bir yönden belanın sebebi olmadığını öğrenirdi. Çünkü onun sebebi
olsaydı, belayı ortadan kaldırırdı. Böyle bir durumda sebep belayı
kaldırmayarak kişinin belayı kaldırması için Allah Teâlâ’ya yönelmesine sebep
olmasıyla sınırlıdır. Öyleyse insan, manevi olarak sebeplerin etkisi altında
kalmayı sürdürür. Çünkü sebeplerin ortadan kaldırılması imkânsızdır. Allah
Teâlâ’nın ortaya koyduğu bir şeyi kul nasıl kaldırabilir ki? Böyle bir imkânı
yoktur. Fakat bilgisizlik bütün insanlara yayılmış ve onları körelterek,
kendilerine doğru yolu buldurmamıştır.
‘Allah Teâlâ dilediği kimseleri doğru
yola ulaştırır,’308 Yani O’nun emrinden vahyedilmiş ruh
ile hidayet eder. Böylelikle dilediği kullarına hidayet eder. Kuşkusuz ki Allah
Teâlâ hidayetin ruh ile gerçekleşeceğini ortaya koymuştur. Bu da, âlemde
sebebin ortaya konulmasıdır. Öyleyse sebepleri benimsemek, Allah Teâlâ’ya
itimat etmek ile çelişmez. Bu nedenle Allah Teâlâ bazı sebepleri kendilerinden
daha düşük sebeplerin sebepleri yapmıştır. Böylece sebeplerde sonunda Allah
Teâlâ’ya vardır. Allah Teâlâ ise ilk sebeptir, yoksa kendisiyle meydana geldiği
bir sebep yoktur. Gerçi âlemin sebebi, zat değil, mertebedir. Mertebenin sebebi
de âlemdir. Öyleyse âlemin (oluş) sebebi mertebenin var edilişinde, mertebenin
sebebi de âlemi bilmededir. Anla!
Gündüz (canlıların) hareket etmesi
için aydınlandığında, eşya için doğum gerçekleşir. Böylelikle genellikle duyu
âleminde varlıklar ortaya çıkar. Rüzgarlar denizlerde eser, dalgalar çarpışır,
gemiler yüzer, denizler içlerindeki şeyleri dalgaların çarpışması nedeniyle
fırlatır. Durağanlık için gece karardığında ise rüzgarlar sakinleşir, dalgalar
durulur, deniz genellikle kendisinde bulunan şeyleri tutar. Bu kez doğum,
berzahta gerçekleşir. Böylelikle karışık rüyalar, doğru rüyalar ve kâbuslar
meydana gelir. Bu durum, duyuda türeyenlerin suretlerinde meydana gelen
çirkin-güzel fiil ve yaratılış suretlerine benzer. Bu durum genellikle gecenin
sadrında ve gündüzün sadrında gerçekleşir. Çünkü rüzgarlar ancak güneşin
doğumundan sonra eserler ve bu durumda rüzgarlar meydana gelir. Nitekim yardım
rüzgarları da ancak ikindinin sadrında ve bağrında eser. Bu ise zevalden
sonradır. Bu nedenle bu esnada savaşmak uygun bulunmuştur. Gece durağanlık ve
karşılıklı sohbetin vaktidir. Geceleyin insan sevdiğiyle ve genellikle
kendisiyle dinginlik bulduğu kimseyle geceler, ancak kendisiyle ünsiyet ettiği
kimseyle sohbeder eder. Bu nedenle gece, sevgi ve merhametin aslı olmuştur.
Öyle ki, melekler azap ettikleri kimselere genellikle gündüzleri azap ederler.
Geceleyin ise etmezler. Çünkü azap eden de, geceleyin azap ederse kendisi de
uykusuzluk ve karşılaştığı uyumama hali nedeniyle azap çeker. Öyleyse gece,
dinlenme ve rahadama vaktidir. Azap eden ise kendisine eziyet etmek istemez ve
bu nedenle azabı hareketin vakti olan gündüze bırakır. Öyleyse sevgi ve
muhabbetin aslı geceden var olmuş iken bunun zıddı gündüzde mevcuttur.
Sonra, gaybet, yani sevilenin
sevenden gizlenmesi, sevginin gerektirdiği şekilde bir öğretim ve tedip
gizlenmesidir. Çünkü sevgisinde dürüst aşığı Allah Teâlâ sevgilisinin
gizlenmesiyle sınadığında, sevgilisini görmek üzere hasret çeker. Bu durumda
sevgisinde dürüsttür ve itibarı artar, sevgilisini (görmeyle) nimetlendiğinde
ödülü katmerleşir. Çünkü sevgiliye kavuşma esnasında bulduğu haz, kendisiyle
birlikte olurken bulduğu hazdan daha büyüktür. Korkudan sonra güvene kavuşmanın
verdiği tada denk bir haz yoktur. Bu sayede kişinin duyduğu haz katmerleşir.
Bu nedenle cennetliklerin nimetleri her an sürekli yenilenir ve bu durum
onların bütün duyularında, manalarında ve tecellilerinde geçerlidir. Öyleyse
onlar sürekli bir neşelenme halindedirler. Bu nedenle (sevgili ile sevdiği
arasındaki bu gizlilik halinde) onların nimetleri, ayrılığın gerçekleşmesi ve
bir daha buluşamama korkusu nedeniyle, en büyük nimettir, insan bu mertebenin
büyüklüğünü bilmediği için, sürekli birlikte olmak ister. Bilen ise nimetin
sürekli yenilenmesini ve iki nimet arasında fark bulunmasını ister. Böylelikle
gerçekte olduğu gibi yeni nimet ile haz alma gerçekleşir. Her insan bilmese,
her akıl anlamasa ve her göz görmese bile, gerçekte nimet, her an yenilenir.
Nimetteki yenilenmeyi göremeyen insanın bilgisizliği, onun bıkmasına yol açar.
Bu bilgisizlik insandan kalksaydı, âlemde bıkma diye bir şey olmazdı. Binaenaleyh
bıkkınlık, her an varlığını koruma ve nimetlerini yenileme hususunda insanın Allah
Teâlâ’yı bilmediğinin en büyük delilidir. Allah Teâlâ bizi tam keşif ve en
genel müşahede sahibi yapsın! Ayne’l-yakîn ne kadar da şereflidir ve işleri
bulundukları hal üzere müşahede eden kimse ne kadar mutludur! Fakat Allah Teâlâ
bu bilgisizlik ile himmet sahiplerini dikkate almıştır. Bu durum, insanlar
hakkında O’nun bir merhametidir. Çünkü onlar her bir zaman diliminde
azaplarının yenilendiğini görselerdi, bunun azabı daha büyük ve çekilen acılar
daha katmerli olurdu. Bu müşahede arasına engel konulup bu ilk üzüntünün
kendilerine eşlik eden şey olduğunu zannettiklerinde, ansızın gelişin
(sıkıntısı) onlarda bulunmamış, sürekli kendileriyle birlikte bulunduğunu
zannettikleri için, onu yüklenmek kendilerine hafif gelmiştir. Bu durum onlara
dönük bir rahmet ve hafifletmedir. Cehennemde ise durum farklıdır, çünkü cehennemlikler,
her nefes azabın yenilenmesini müşahede eder. Biz ise perdelenme yeri olan bu
dünya hayatındaki durumdan söz etmekteyiz. Bu dünya sadece ârifler için perde
yeri değildir, çünkü onlar için dünya ahiret gibidir. Başka bir ifadeyle onlar
keşif ve müşahede sahibidir. Bu ikisi, ayne’l-yakîn’in (görme kesinliği)
kendilerine verdiği iki şeydir ki, göz, bilgi araçlarının en yetkinidir. Görme
duyusuyla gerçekleşen bilgi, haz alman bilinenler arasında en büyük hazza sahip
olanıdır. Öyleyse ârifler hüküm bakımından ahirette, duyu bakımından ise
dünyadadırlar. Başka bir ifadeyle onlar, mertebe bakımından ahirette iken yer
bakımından dünyadadır. Sonra onlar adına bu durum, kabirden cennete ve bu
ikisinin arasındaki ahiret yerlerine göre ahirete bitişir. Bu durum şu ayette
belirtilmiştir: ‘Dünya hayatında onlara müjdeler
vardır.”09 Burada
kast edilen, âriflerin zikrettiğimiz şeyleri dünya hayatında müşahede
etmeleridir. Ahirette ise kabirden cennete kadar bu hal sürer. Öyleyse
âriflerin nimeti, kesintisiz bir nimettir. İşte bu, âriflerin nimetidir ve
başkaları bu sürekli nimete sahip değildir.
Sonra, Hakk bu menzilde inayetine
mazhar olmuş kuluna şunu emreder: Böyle bir müşahedede Hakk seninle beraber
olduğu gibi sen de kendilerini mutluluğa sevk eden bütün işlerinde kullarla
birlikte olmalısın. Arif bunu sadece tebliğ ve nasihatle yapabilir, daha
fazlası elinden gelmez. Öyleyse ârif, bu makama ulaştıran yolu açıklamalı ve
onu beyan etmelidir. Yoksa bu makamı kullara verme imkânı yoktur. Çünkü bu
verme, sadece Allah Teâlâ’ya özgüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey
Peygamber, sen tebliğ et.”10 Tebliğini
yaptıktan sonra ise kendisine şöyle denilmiştir: Görevin, sadece tebliğdir.
Yoksa hidayet etmek senin görevin değildir. ‘Sen
sevdiklerine hidayet edemezsin. Fakat Allah Teâlâ dilediklerine hidayet eder.”11 Hakikatler hakkındaki şu sözü ne
güzeldir: ‘O hidayete ulaşacakları en iyi bilendir.’312 Çünkü bilgi bilinene, bilinenin
üzerinde bulunduğu Hakk göre ilişir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen
iman etmiyorlar diye kendine yazık edeceksin.’313 Öyleyse resullerin ve bilginlerin
arasından varislerin vazifesi, sadece açıklayarak ve dile getirerek tebliğ etmekle
sınırlıdır, başka bir görevleri yoktur. Onlarm ödülleri ise veren ve ihsan eden
gibidir. Çünkü ‘iyiliğe rehberlik eden, onu yapan gibidir.’ Çünkü iyiliğe
delalet de iyiliğin bir parçasıdır.
Bu menzil, aynı zamanda, istinat
etmeyi ve istinat edilen şeyi bilmeyi de içerir. En büyük istinat, ilahi
(isimlere) dayanma ve istinat etmedir. Bu istinat, ilahi isimlerin
mertebelerini belirlemek üzere eserlerinin varlığının mahalline dayanması ile
varlıkları ortaya çıksın diye mahallin ilahi isimlere istinat etmesi ve
dayanmasıdır. İşte bu, istinatların en büyüğü ve kendisine dayanılanların en
azamedisidir. Böylelikle seni yola attık, düşe kalka ilerlemeye bak!
Bu menzilden insanların boş yere
ilgilendikleri bazı hususlar da öğrenilir. Örnek olarak (tasavvuf yolunda)
fakirliğin zenginlikten veya zenginliğin fakirlikten üstün tutulmasını
verebiliriz. Bu konulara dalmak, bilgisiz için olduğu kadar kendisini bilenler
için de gereksiz konulardandır. Çünkü haller birbirinden farklı olduğu gibi
menziller de farklıdır. Her halin kemali, varlığının ortaya çıkmasındadır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şeye yaratılışını vermiştir.’314 Binaenaleyh bu ayet, kendisini
anlayan ve tam olarak kavrayan kimseler için, gereksiz işlere dalma imkânı
bırakmamıştır. Şu var ki gereksiz işler de, Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır
ve Allah Teâlâ onlara da yaratılışlarını vermiş, sonra da hidayet etmiştir.
Başka bir ifadeyle şunu açıklamıştır: Gereksiz işlerin bulunduğu kimse,
kendisini ilgilendirmeyen konularla meşgul olurken, kendisini ilgilendiren
şeyi ise bilmemektedir. Fakirlik kendiliğinde yaratılışı tam bir şeydir. Onun
zenginlikte bir payı yoktur. Zenginlik de, kendi halinde yaratılışı yetkin bir
şeydir ve onun da fakirlikte bir payı yoktur. İşler birbirine girseydi,
zenginlik fakirlik ve fakirlik zenginlik olurdu. Çünkü bunlardan her birisi,
ötekinin kurucu unsurudur. Zıt ise zıddının aynı olmaz, iki zıt belirli bir
durumda bir araya gelmiş olsa bile, zenginlik ve fakirlik kesinlikle bir araya
gelmez. Öyleyse fakirliğin varlığında Allah Teâlâ katında bir konumu yoktur.
Zenginliğin ise varlığında kulda bir yeri yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ
yaratıklardan daha üstündür denilemeyeceği gibi aynı şekilde zenginlik
fakirlikten daha üstündür veya fakirlik zenginlikten daha üstündür de
denilemez. Öyleyse fakirlik, yaratıkların niteliği iken zenginlik Hakkın
niteliğidir. Karşılaştırma ancak tek bir cins ortak paydasında birleşen şeyler
için mümkün olabilir. Hakk ile yaratıkları bir araya getiren ortak bir özellik
ise yoktur, dolayısıyla zenginlik ile fakirlik arasında bir karşılaştırma söz
konusu değildir. Allah Teâlâ zenginlik hakkında şöyle demiştir: ‘Kuşkusuz ki Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’315 Fakirlik hakkında ise şöyle der: ‘Ey
insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ ise zengin ve hamid’dir
(övülmeye layıktır).’316 Bunu bildikten sonra, zenginlik
fakirlikten veya fakirlik zenginlikten üstündür diyen kimse, ‘Allah Teâlâ mı
üstündür, yoksa yaratıklar mı üstündür?’ diyen kimseye benzer. Bu kadar
bilgisizlik, bu sözü söyleyene yeter.
İnsanların
hakkında konuştuğu ve zenginlik (ğınâ) diye isimlendirdikleri şeye gelirsek,
böyle bir şey, nasıl zenginlik olabilir ki? Sen Allah Teâlâ’ya muhtaçsın ve
zenginliğinde zenginliğinden müstağni değilsin ki? Başka bir ifadeyle senin
zenginliğin yoksulluğunun ta kendisidir. Böyle bir şey, gerçekte ‘zenginlik’
diye isimlendirilmez. Öyleyse gerçek varlığa sahip şey ile -ki fakirliğingerçek
varlığı olmayan bir şey -zenginliğinarasında nasıl karşılaştırma yapılabilir
ki? insanın zengin diye isimlendirilmesi, o esnada amaçladığı şeyde etkin olan
sebebin varlığından ibarettir. Bu durumda insan, söz konusu sebep nedeniyle,
muhtaç olduğu şey bu sebeple var olacağı için ‘zengin’ diye isimlendirilir.
Öyleyse insan, arızî zenginliği içinde zatî olarak yoksul olandır. Muhtaç
olduğu şeyi sağlayacak sebep kendisinde bulunmadığında ise zenginlik olmaksızın,
fakir diye isimlendirilir. Öyleyse insan için her iki durumda da fakirlik
vardır, çünkü her iki durumda da zatı kendisiyle birliktedir. Durum böyle
olunca, (fakirlik ile zenginlik arasında) karşılaştırma yapmaya kalkmak,
gerçek bir nitelik ile göreli-geçici bir nitelik arasındaki bil, I
gisizlik demektir.
Bu menzilin içerdiği hususlardan
birisi de, bilgine, öğrenciye, soru sorana ve sorulana gereken şeylerin
bilgisidir. Şimdi ihtiyaç olduğu ölçüde, bunun bir kısmını açıklayalım. Çünkü
bu ihtiyaç genellikle insanlarda ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Cahil birisi
bir şey sormak üzere bilene geldiğinde, soruyu hangi yönden sorup cevabını
öğreneceğini bilmemektedir. Buradan soru sormaya kendisini sevk eden yönün
değerini de öğrenir. Buna şöyle örnek verebiliriz: Bir duvarın ardından bir ses
duyan kimse, orada bir şey bulunduğunu kesinlikle bilir, fakat onun mahiyetini
bilemez. Ya da bu duyunun yerini bilemez. Belki de örtünün ardı değildir.
Bunun üzerine perdenin ardını bilen birisine, orada duyuyla algılanabilecek bir
şeyin olup olmadığını sorar. Eğer var ise mahiyeti nedir? Soru sormak, bir
yönünün bilinmediği ve bir yönünün bilindiği bir şeyi sormak demektir. Konuyla
ilgili olarak, bazı kelamcılar bir takım sorunlar ileri sürmüştür. Bunlar bizim
konumuzla onlarınkini ayıran hususlardır. Bu kitabımız, fikrî ve teorik
değerlendirmelerin ele alındığı bir kitap değildir. Bu kitap, vehbi ve keşfi
bilgiler için yazılmıştır. Zikrettiğimiz hususu anlamaktan aciz olan
bilginlerin adeti, şudur: Öğrenci bilmediği bir meseleyi sormak üzere öğretmene
geldiğinde, konu soru soranın haline göre ağır bir mesele ise ona şöyle derler:
Seni ilgilendirmeyen bir meseleyi sorma, takatini aşar ve sonunun cevabını
anlayamazsın.’ Bize göre ya da gerçekte iş öyle değildir. Böyle bir durumda
eksiklik, (soru soranda değil) sorulan kişidedir. Çünkü soruyu sorana göre,
konunun muhtemel cevabının yönünü bilmemekte, sorduğu soruda faydalanmasını
sağlayacak şekilde ona öğretememektedir. Alim böyle davransaydı, soru soran
kimsenin aklının kaldıramayacağı ve anlayışının yeterli gelmeyeceği yönler
kendisine gizli kalırdı. Böylelikle soru soran kişi, bilginin cevabıyla
sevinir ve o konuyu söz konusu yönden öğrenmiş olurdu ki, o sahih bir yöndür.
Alimin bilgisini anlayışlı zeka geçerse, o yön ölçüsünde kendisini kaçırmış
olur. Anlayışlızeka ile o meselenin yönlerinin anlamamada eşidenmiş demektir.
Öyleyse soru soran, cevabını anlamayacağı bir soru sormamıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, konuyla ilgili’ olarak, sahabeye saygı öğretmek üzere bizi
bilgilendirmiştir. Bunlardan birisi şu hadisedir: Adamın birisi Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
sırtı sahabesine dönüktü. Adam şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi!
Cennediklerin ne giydiğini sormak istiyorum. Yaratılmış bir şey midir, yoksa
dokunmuş bir şey midir?’ Orada bulunanlar, adamın sorusu karşısında gülmüş. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise kızarak şöyle demiştir: ‘Bilmeyen birisi bilene
soru sordu diye mi gülüyorsunuz? Ey adam! Onlardan cennet meyveleri taşar.’ Ardından
adamın memnun olacağı şekilde kendisine cevap vermiş, soru soran karşısında
nasıl davranılması gerektiğini de sahabesine öğretmiş, adamın utancını
gidermiş, adam da bilgili ve sevinçli bir şekilde geri dönmüştür. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Soru soranı azarlama:317 Bu ifade geneldir. Gerçi ayetin iniş
sebebinde kast edilen şey, bilgi öğrenmeyi istemektir. Çünkü o, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ait ezeli bir halin öğretilmesiydi. Bu durum şu
ayette belirtilir: ‘Seni şaşırmış buldu, hidayet etti
(yol gösterdi).,m Yani seni hayrette buldu ve sana
gerçeği açıkladı. Öyleyse birisi sana gelip soru sorarsa, o kişi, şaşırmış bir
halde olduğun önceki durumun konumundadır. Dolayısıyla, nasıl ki ben seni kovmadım,
sen de onu kovma! Ben sana nasıl açıkladım, sen de ona öyle açıkla. Nitekim Allah
Teâlâ eski halini öğretmek üzere kendisine şöyle demiştir: ‘Seni
yetim buldu da barındırmadı mı?”19 Yani senin zelil etmedi, yetimliğin
ve kırıklığın nedeniyle zorbalıkla seni kovmadı. ‘Yetime
gelince..:320 Kendisini
bulduğunda. ‘Azarlama (ezme):321 Ona yumuşak davran, onu himaye et,
kendisine ihsanda bulun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘Kuşkusuz ki beni Allah Teâlâ terbiye etti. Ne de güzel terbiye etti!’ Öyleyse
yapmamız gereken şey, bu gibi ifadelerinde, peygamberlerine öğrettiği adaba
uymaktır. Başka bir örnek ise Nuh’a söylediğidir: ‘Sana
cahillerden olmamam tavsiye ederim.’322 Burada Allah Teâlâ, ‘sana
tavsiye ederim’323 derken,
Nuh’un yaşlı olması ve yaşının büyüklüğü nedeniyle, incelik göstermiştir.
Yaşlılarla konuşmanın belli bir tarzı ve özelliği olduğu gibi gençlerle konuşmanın
da belli bir usulü ve yöntemi vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
hakkında ise şöyle buyurmuştur: ‘Cahillerden olma.’324 Bu lütuf nerede, o kahır ve serdik
nerede? Aradaki fark, yaşlılık zafiyeti ile gençliğin gücüdür. Elli yıl nerede,
beş yüz yıl hatta daha fazlası nerede? Öyleyse ilk resul olan Nuh ile son
resul olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve diğer peygamberlere
dönük hitaplar, durumlarına göre gerçekleşmiştir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan
‘şunu yap’, ‘bunu yapma’ gibi bütün ifadeler, ilahi adap kısmına girer.
Bunları araştırırsan, ilahi edebi öğrenmiş olursun. Bu edebe uyarsan, Allah
Teâlâ’nın izniyle başarıya erersin. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
İKİ YÜZ DOKSAN İKİNCİ BÖLÜM
Musevî Mertebeden, Gayb Alemi ile
Şehadet Aleminin Ortaklık Menzilinin Bilinmesi
Gece örter, gaybteki sırları
Güneş karanlıkların gizlediği ne varsa gösterir
Şahıs kadın ise onu zikretmez Ta ki diğeri
gelir ve onu zikreder
Varlık asıl, zıddı ise köksüz Fakat
varlığın aslı onu izhar eder
Seni hiçbir şey Allah Teâlâ’dan alı
koyamaz, razı ol O’nda Rab olarak; gölgenin gizlediği kimse olma
Rabliğinde, bilgi ile O’nunla var ol Bir
hilal görsen bile, dolunay yapar O’nu
Heva seni çağırırsa, bir gün, eksiklik
nedeniyle O’ndan seni çağıran, hevayı zorlar
Verdiği ihsanına yok bir bedel Ne dünyada ne ahrette,
böyle derim ben!
Ceza bir bedel değil uygunluktur Bedel
olsaydı, onu tercih etmezdim
Allah Teâlâ’nın rahmeti ve
bereketleri üzerinize olsun. Ey kardeşlerim! Biliniz Ki, değer bakımından en
büyük menzillerden biri olan bu menzil, gaybî nikah menzilidir. Gaybî nikah,
anlamların ve ruhların nikahıdır. Önünde bulut bulunmayan güneşe benzeyen ilahi
tecelli ilmi bu menzile özgüdür. Bu tecelli ayın dolunay halindeki
tecellisinden başkadır. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Rabbinizi dolunay gecesinde ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz’ hadisinde
belirtilir. Bu tecellinin bu menzille ilişkisi yoktur. Aynı şekilde güneşi,
öğlen vakti önünde bulut bulunmadan gördüğünüz gibi (Rabbinizi görürsünüz). Bu
menzil, buradan öğrenilir. Bu, ilahi garip bir mazhardır. Korku ve cezayla
sınırlanmış olan ilahi cömertlik de bu menzilden öğrenilir. Bunun yanı sıra,
çirkin olsa bile doğruluk, güzel olsa bile yalanın mertebesi buradan öğrenilir.
Kazanılmış zenginlik -ki geçici zenginlik demektir-, mutluluk ve bedbahdık
alamederi, Allah Teâlâ’nın kendilerine itimat edilsin diye koyduğu şeylere dayanan
kimsenin başarısızlığa uğraması gibi hususlar buradan öğrenilir. Allah Teâlâ o
sebepleri kendilerine itimat edilsin diye koymuş iken, onlara itimat eden kimse
niçin başarısız olmuştur? Diller mertebesinden, ilahi ifade derecelerinden
açıklama bilgisi bu menzilden öğrenilir. Kendisinde iki zararın bir araya
geldiği ve birbirini çektiği mertebe bu menzilden öğrenilir. Lazım olan
istilam ve bu istilam makamının kendisine verilmiş olduğu yakınlaşmış kimseler
ile benzerlerinden bunun ve verilmediği kimseler buradan öğrenir. Arifin her
şeyde bulduğu ve Hakka zorunlu olmayan cömerdik buradan öğrenilir. Söz konusu
cömerdik, Hakkın yaratmasının (nedeni olan) cömerdiktir. Acaba Hakk özel bir
amelle ulaşılan bir bedel olur mu, olmaz mı? Allah Teâlâ izin verirse bu bölümü
fasıl fasıl, bazen ima yoluyla bazen değinerek açıklayacağız. Çünkü bunu
(ayrıntılı olarak açıklamak) sözü uzatır. Yardımcı Allah Teâlâ’dır. O’ndan
başka Rab yoktur.
Bu kapsamdaki konulardan birisi
netice veren gayb nikahıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Rüzgarları
dölleyici (aşılayıcı) olarak gönderdik.”25 Başka bir ayette ise şöyle
buyurmuştur: ‘Gökten bir su indirdik. Onunla
meyveler ortaya çıkar.”26 Başka bir ayette ise şöyle denilir: ‘Sizin
için yeri yatak, göğü bina (tavan) yaptık.”27 Daha önce, elinizdeki kitabın ulvi
babalar ve süfli analar bölümünde bu bölümden söz edilmişti. Oraya bakılabilir!
AÇIKLAMA
Anlamların
Manevi-Gaybî Bir Şekilde Cisimleri Nikahlaması
Bu menzilde kendisiyle ilgili
hususları zikredelim. Şöyle ki: Anlamlar, cisimleri gaybi-manevi bir şekilde
nikahlar. Bu ikisinden ise onların hükümleri doğar. Bu ise idrak edilme
özelliğinde olmayan ilahi el üzerinde bir perdedir. Bunlardan birisi de,
Heba’da zuhur eden bütün suretlerdir. Heba suretler için bir kadın, suretler
ise onun için koca gibidir. Bu ikisinden ise ancak kendilerinin aynı olan bir
şey meydana gelir. Çocuğun kendi ebeveynin aynı olması, en garip sırlardan
birisidir. Ebeveyn de çocukları olan kimsenin aynıdır. Hallac’m ‘Anam babamı
doğurdu’ derken kastettiği şey budur. Babanın babası olduğu çocuğunun aynı
olması ancak bu özel nikahta mümkündür. ‘Ol’ sözü de bu kapsamdadır. Bu
kelime, ‘yaratma emri’ kelimesidir. Allah Teâlâ İsa’nın Allah Teâlâ’nın
kelimesi olduğunu belirtmiştir. Varlıkların da Allah Teâlâ’nın kelimeleri
olduğunu söylemiştir. O’na ait varlıklarda bulunan şey, sadece ‘ol’ emridir ve
o var olanın aynıdır. Çünkü o kelimedir ve a'yân-ı sâbite’ye yönelmiştir.
Öyleyse a'yân-ı (sâbite) onun için anne gibidir. Böylelikle kelimeler ortaya
çıkmıştır. Bu durum, söz konusu a'yân-ı sâbite’nin varlığının bu gaybi
nikahtan meydana gelişidir. Bu ikisinin arasında çocuk ise onların aynı
olmuştur, kendilerinden başka değildir. Bu ise birinci durumdan daha latiftir.
Çünkü burada çocuk, mertebe kelimesinin aynıdır. Öyleyse ‘ol’ olanın aynıdır
ve Allah Teâlâ’ya nispet edilmiştir. Birinci ise ikinci derecededir. Çünkü o,
heba ve surete mensuptur. Bu nikah ise kendisinde içkindir. Anla! Kuşkusuz ki
seni yola sevk ettik.
Bütün cisimseller, gaybi bir nikahtan
meydana gelmiş çocuklardır. Bütün cisimler ise bir kısmı gaybi bir nikahtan,
bir kısmı ise gaybi bir nikah olmaksızın duyusal nikahta içkin olarak meydana
gelmiştir. Örnek olarak rüzgarların, suların, hayvanların, biddlerin ve
madenlerin ve doğal cisimlerde değil unsuri cisimlerde oluşan şeyleri
verebiliriz. Çünkü unsuri bir anneye aktardığı şeyle onun babası olmadıkça,
mülk âleminden herhangi bir şeyden kendi cinsinden bir şey meydana gelmez.
Öyleyse meydana gelen şey, o ikisi arasında meydana gelen çocuktur. Bazen ise
bir melek meydana gelir. Bu ise meleğin ilhamı diye isimlendirilen şeydir. Bu,
meleğin insan nefsine aktardığı şeydir. O ikisinin arasında bir tespih veya
tehlil meydana gelerek, tehlil yapan veya tespih eden kimseden nefes olarak
çıkar. Böylelikle nefese ve cevherine meleki bir suret üfler. Bu kez üflenilmiş
olan melek, onun babası, nefes ise annesi olur. Bu suret babasma yükselir ve
annesi olan insan nefsi adına kıyamet gününe kadar bağışlanma dilemek üzere
meleğin yanında bulunur. Şeriatta buradan hareketle şöyle bir hüküm verilir:
Temyiz ve akıl çağma ulaştığında, (boşanma halinde) baba çocuğu annesinden
alır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu melek bir akıllı yaratır.
Nikahların en garibi, yok etmedir. Bu
nedenle keşif ehli hakkmda görüş ayrılığına düşmüştür. Allah Teâlâ ise onu
meşiyetine bağlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Dilerse,
sizi giderir.’32* İktidarı ve güç yetirmeyi de, başka
bir kavmin var edilmesine bağlayarak, şöyle buyurmuştur: ‘Başka
bir kavim getirir.’329 Burada Allah
Teâlâ, iki kişiye işaret eden ‘zeynike’ zamirini kullanmamış, birliği yönünden
işaret, daha yakın olana ait olmuştur ki, kullanılan zamir de odur. Döllemeyen
rüzgarların gönderilmesi de bu kapsamdadır. Çünkü bu rüzgar, cevherlerden
değil, bir araya gelmekten ortaya çıkmış suretlerin varlıklarını gidermek
içindir. Öyleyse bunlar varlık meydana getirmez ve bu nedenle kendilerine
kısırlık izafe edilmiş, dölleyicilik özellikleri olumsuzlanmıştır. İşte bu,
çocuk doğması için değil, şehvet amaçlı cinsel ilişkidir. Nitekim cennet
ehlinin cinsel ilişkileri de öyledir. Öyleyse her şehvetten bir varlık meydana
gelmez ve kendisi nedeniyle bir varlığın bulunması gerekir. Buradan keşif ehli
arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Buna göre var olan suretlerin hakikatlerinin
-mevcut olmayansabit Hakk raci olduğunu keşf eden kimse, şöyle der: Kısır rüzgar,
sübut mertebesinde kendisinden çıkmış olan şeyi meydana getirir. O, Hakk
tarafından görülmektedir ve ‘dilerse sizi giderir5330 ayetinde
meşiyet, ona ilişmiştir. Yani kendisinde yoklukla nitelenmiş olduğunuz ilk
halinize sizi geri çevirir. Bu ise bir kısırlıktır, çünkü ondan kendisi
nedeniyle var olmamıştır. Bununla birlikte o, Yaratıcısı için zahirdir ve
görülmektedir. Mevcut suretlerin (yok etme) meşiyeti kendilerine yöneldiğinde
veya kısır rüzgarlar estiğinde yokluğa döneceğini müşahede etmeyen kimse ise
şöyle der: ‘Bu, herhangi bir şey meydana getirmez. Çünkü var etme, iktidara
aittir, yoksa meşiyete ait değildir, dölleyici rüzgara aittir, kısır rüzgara
ait değildir. Çünkü var olan bir şey kendisinden ortaya çıksaydı, kısır
olmazdı. İşte bu, keşif ehli arasındaki görüş ayrılığının nedenidir. Öyleyse
olumsuzlama varlığın kendisiyle ilgiliyken ispat edilen şey sübutun kendisiyle
ilgilidir. Bu ikisi kesinlikle bir şeyde bir araya gelmez. Dolayısıyla gerçekte
bir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü aramızdan muhakkik olanlara göre bu yolda
görüş ayrılığı, ancak bu şekilde olabilir. Başka bir ifadeyle bu yolda
olabilecek görüş ayrılığı, lafızdadır. Herkes sözüyle neyi kast ettiğini
yorumladığında ise görüş ayrılığı ortadan kalkar. Bu konudaki imalarımız yeterlidir.
Şekilci bilginlerin görülen hakkında
görendeki kuşkunun ortadan kalktığı durumu kendisine benzettikleri güneş
tecellisi de bu menzilden öğrenilir. Onlar bu durumu bir de dolunay halindeki
aya benzetirler. Bu da, bu hadiste kast edilen şeyin bir yönüdür. Fakat
muhakkikler, buna ilave olarak, iki mazharın farklı olduğunu eklerler. Dolunay
gecesinde aya benzetilen tecelli, özel bir mazhardır. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘dolunay gecesi’ demiş, ‘dolunay halinde’
dememiştir. Böylelikle onu geceye izafe etmiştir. Çünkü ben, ayı güneş gündüz
bulunmakla birlikte dolunay halinde görebilirim. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem onu geceye sadece muhakkiklerin kendisini bildiği bir nedenle
geceye izafe etmiştir. Bu menzil, söz konusu durum hakkında konuşulacağı menzil
değildir. Fakat bu menzil, güneşteki tecelli menzilini içerir. Çünkü Hakk,
muhakkiklere göre, tek bir suretteiki kere veya iki şahsa (aynı şekilde)
tecelli etmeyecek kadar yücedir. Öyleyse Hakta tecellide bir tekrar yoktur. Bunun
nedeni Hakkın sahip olduğu mudaklık ve ilahi genişliktir. Tekrar, darlık ve
sınırlanmaya yol açar.
Bilmelisin ki, güneş tecellisi, yani
güneşe benzetilen tecelli, bize göre en geniş tecelli diye isimlendirilen
şeydir. Bu tecelli, insanın onda kendisini görmekten fani olmadığı tecellidir.
Bu kitabm başında Adem’in toprağının kalıntısından yaratılmış olan yerden söz
ederken ona değinmiştik. Bu tecelli zati bir mazhardır ve onda tecelli
nedenlisine -nedenine değilizafe edilir. Bununla birlikte neden nedenlisinde
tek hakikat olarak ve keyfiyeti bilinmezbir halde zuhur etmiştir. Bu durum,
güneşin gündüzün içinde gözükmesine benzer. Bununla birlikte gündüz, güneşin
görünmesinin nedenlisidir. Başka bir örnek ise kandilin ışığının, onun üzerine
yayılmış ışıktan olmasıdır. Böyle bir şey, ne, den ve nedenlinin birlikte
görülmesi diye isimlendirilir. Öyleyse seni kendinden habersiz yapmayan her
tecelli, bu konumdadır. Tecellinin ‘en geniş’ diye isimlendirilmesinin nedeni
ise müşahede eden kimsenin tecelli edeni, edileni ve tecellinin nedenini aynı
anda görmüş olmasıdır. Geniş olmayan tecellide ise kendisinden başkasmı
görmezsin. Ne kendini ne başkasmı görmezsin. Müşahedeni, içinde bulunduğun
durumu da bilmezsin. Ta ki tecelli sana döner ve perde meydana gelir. Perde
parçalanmış olsaydı, bu tecelli sınırlı ve dar olurdu, çünkü perde kendisini
sınırlamıştır. En geniş olan ise perde içinde ortaya çıktığı gibi perde
olmaksızın da ortaya çıkabilir. Böylelikle müşahede eden, iki sureti birbirinden
ayırır. Bu nedenle onların hakkında şöyle denilir: ‘Onları köşklerine geri
döndürün.’ Bu durum onların acizliklerine işaret eder. Yani orada hapis
kalırlar. Burada nefis cevherlerin bulunduğu deryalar vardır. Onlara sadece
nefesi geniş gaybe âşık dalgıçlar ulaşabilir. Bu menzilin içermiş olduğu
tecelliyle kast edilen şeyi açıklamış oldum. Onun yararları sayısızdır. Onları
saymaya kalksaydık, bir kitap kendilerine yetmezdi. Çünkü dünyadaki ulvi
âlemde ebedilik ona ait iken ahirette süfli âlemdeki ebedilik ona aittir. Bu
tecelliden başka, kendisinden meydana gelen şeyde acı ve haz gibi iki zıddı bir
araya getiren bir tecelli yoktur. Bu tecelli, seven için başkasına sarılan ve
onu öpen bir maşuk gibidir. Bu bakımdan bir yönüyle seven, acı duyarken bir
yönüyle de haz alır. Korku ve cezayla sınırlanmış olan cömertlik de bu
menzilden bilinir. Bunun yanı sıra çirkin olsa bile doğruluk, güzel olsa bile
yalanın mertebesi de buradan bilinir. Kazanılmış zenginlik -ki geçici
zenginliktir-, muduluk ve bedbahtlık alamederi bu menzilden öğrenilir.
Bilmelisin ki, verginin sebepleri
değişiktir. Bu bağlamda bazı kimseler karşılık için verirler ve bu durum
alışveriş diye isimlendirilir. Buradaki cömertlik, satın alana büyük menfaat
verecek bir şeyle kendisini nimedendirmiş olmandır. Malı alan kişi ise müstağni
olduğu bir şeyi sana vermiş demektir. Öyleyse ticaretin taraflarından her biri,
elde edilmesinde her tarafın menfaatin bulunduğu bir şeyi getirmiş demektir.
Çünkü bunu engelleme imkânına sahiptir. Bu nedenle de verilen yönünden -veren
yönünden değilcömerdik diye isimlendirilir. Bu kapsamda insan, malı hakkında
korkarak veya kendisine gelecek duyusal acılar nedeniyle verebilir. Bu durumda
o, bu vermeyle iyi yâd edilmeyi ve sağlığı ve güveni satın almıştır. Öyleyse o
birinci kişi gibidir. İkisinin arasındaki fark ise şudur: Birincide kendisiyle
satın aldığı şey, kendisinde bir amacının bulunmasının mümkün olduğu şeydir.
Burada ise acıda veya afiyetin ve güvenin kaybolmasında kendisi için kesinlikle
bir amaç bulunamaz. Bu konuda farklı görüş belirten dosdanmızın bir kısmı
aşağıdaki mısraında görüşünü belirten Ebu Yezid gibi muhakkik kimseler
olabilir:
Bütün amaçlarıma ulaştım da
Azapla bulduğum kazdan başka .
Ebu Yezid, buradaki maksadını
açıklamıştır. Bu, hazdır ve o bizim de vardığımız ve benimsediğimiz görüştür.
Muhakkik olmayanların görüşü ise aynı sözle ifade edilmiş olsa bile, anlam
itibarıyla yolumuzun esasıyla ilgili değildir ve onun hakkında söyleyecek bir
sözümüz yoktur. İnsanların bir kısmı, nimedendirmek ve başka nedenler için
verir. Bu menzil ise sadece zikrettiğimiz hususla ilgilidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’yı size verdiği nimederi nedeniyle
seviniz’ hadisi bu konuyla ilgilidir. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, verdiği nimet ve ihsanları nedeniyle Allah Teâlâ’yı sevmemizi
emretmiştir. Acaba kullan hakkında Allah Teâlâ’dan herhangi bir şekilde
nimedendirme kapsamının dışına çıkan bir varlık eylemi var mıdır, yok mudur?
Dosdarımız bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda bir kısmı
nimedendirmenin nimetin varlığının kendisi olduğunu belirtirken kendisine
nimet verilen bu varlığın hükmünün verdiği amaçlara dikkat etmemiştir. Çünkü Allah
Teâlâ acıya da kendisine varlık vermekle nimedendirmiştir. Hâlbuki acı,
kendisinden acı duyanın amacına yatkın olmayabilir. Öyleyse o Allah Teâlâ’nın
kendisine verdiği bir nimettir. İş herkes hakkındaki nimetin genelliğine tek
bir hakikatle bağlı olsaydı, hiçbir şey olmazdı. Çünkü hakikatler böyle bir
şeyi kabul etmez. Öyleyse her varlıkta O’na ait bir nimet vardır. Bu nedenle
kimin makamı îsar ise kendisi zahit olarak kendisine lazım olanı sadaka olarak
verir. Bu durum, acının hükmü kendisinde bilfiil bulunduğunda, verdiği nimete
karşılık Allah Teâlâ’ya şükretmesidir. Çünkü bundan önce Allah Teâlâ’nın
mertebesini kendi amacına tercih ediyor değildi. Çünkü mülkte Allah Teâlâ’yı yüceltmesine ve şükretmesine yardımcı
olacak bir şey ortaya çıkmıştır. Çünkü o, kendisini var ettiği için acının Allah
Teâlâ’ya şükrettiğini müşahede eder. Böyle bir haldeki kimseye Allah Teâlâ
katındaki en büyük şefaatçi, varlıklar içerisinden acı, ilahi isimlerden ise
(acının dayanağı olan) elMübli ve el-Müskim (hasta eden) gibi isimlerdir.
Böylelikle bu şefaatin neticesi, hazzın varlığı ve ya sebebin ortadan kalkması
veya bekasıyla birlikte acının gitmesi olacaktır. Sebebi varken acının ortadan
kalkması ise harikulade olabilir. Bu da insanın kendisiyle şereflendiği
yaratıkların en büyüğüdür. Bu iradede Allah Teâlâ’yı tercih etmesine gelirsek,
hiç kimse Allah Teâlâ’nın mürid isminden kendi adına meydana gelecek iyiliği
bilemez. Onu ancak kendisini bu değerli Hakk tahsis etmiş Allah Teâlâ
bilebilir. İşte bu, çirkin olsa bile, Allah Teâlâ karşısındaki davranışta
doğruluk halidir. Çünkü bu acı başkasına inmiş olsaydı, bu halin kendisine
eşlik etmesi kaçınılmazdı. Başkası hakkında insanın başkasına inen bela
nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükrediyor olarak görülmesi çirkin bir iştir.
Özellikle de sevdiği birisi veya bir peygamber veya resul olduğunda böyledir.
Bu makamın meydana getirdiği başkasının afiyet bulmasıyla ise bu muhakkikin
kendisini giymiş olduğu çirkinlik gizlenmiş olur.
Zikrettiğimiz böyle bir yerde vermeyi
terk eden kimseye gelirsek, sen açıkladığımız hususlardan bu terkin sebebini ve
terk esnasında terk edenin neyi görmüş olduğunu öğrenmiş olmalısın. Çünkü bütün
bunların bilgisi, ortaya koyduğumuz hususa dahildir, bunu araştırabilirsin!
Çünkü açıklamaya kalkarsak, söz uzar. Kuşkusuz İti sana anahtarı verdik ve
kilidini de sana gösterdik. Sen de ondan dilediğini aç.
Bu bölümde kazanılmış zenginliğe
gelirsek, bu onun hükmüdür. Çünkü insan başkasından müstağni kalması,
hakikatleri bilmediğinin delilidir. Çünkü başkanın kendisinde bir etkisi
yoktur. Kuşkusuz ki onun zenginliği, ilgisi olmayan bir şeye bağlanmıştır. Allah
Teâlâ’dan müstağni kalırsa, kapkara cahildir. Çünkü o bu nitelikle gerçek
bilgiden olduğu kadar İslam’dan da çıkmıştır. Öyleyse ondan daha çok hüsrana
uğramış birisi yoktur. Çünkü ondan daha cahili yoktur. Öyleyse müstağnilik, gerçekte
mümkün değildir. Herhangi bir kimseye zenginlik ve müstağnilik izafe edilirse,
zati değil, geçici bir izafe olabilir. Bu nedenle Hakka ait el-Gani ismi de
selbi bir niteliktir ve âleme muhtaçlık kendisinden olumsuzlanmıştır. Herhangi
bir şeye muhtaç olan kimse, ondan kesinlikle müstağni kalamaz. Öyleyse gerçekte
müstağnilik, nispet olmaları bakımından değil, nispeder yönünden sebeplerle
ilgilidir. Öyleyse senden zıddını gideren her şebep, senin üzerinde hakim olan
şeydir. Sen bu durumda zenginlik ile nitelenir misin, nitelenmez misin? Bu
nispetin hakikatinin verisine göre, senin bunu incelemen gerekir. Söz konusu
nispet seni başkasından müstağni ederse, nispet müstağni olduğu gibi sen de
onun sayesinde müstağnisin. Seni müstağni etmezse, nispet müstağni olmadığı
gibi sen de onun vasıtasıyla müstağni olmazsın. Söz gelişi salt tokluğu
düşünelim. Tokluk vasıtasıyla açlıktan müstağni kaldığın söylenemez. Çünkü
tokluk senin amaçladığın bir şey değildir ki, toklukla ondan müstağni kalasın.
Fakat açlık sende bulunduğunda, sana duruluk, incelik, latiflik, kulluğa
bağlanmak ve yoksulluğu verir. Bunu onun hakikati verir. Sen ise onu
aramaktasın, yoksa ondan müstağni değilsin. Tokluk açlığın sana verdiği
zikrettiğimiz her şeyi verirse, bu durumda tokluk nedeniyle açlıktan müstağni
kalabilirsin. Çünkü açlık, özü gereği talep edilen bir şey değildir, o sadece
zikrettiğimiz nedenle talep edilir. Zıddında bu durumları bulduğumuzda ise
artık açlığa ihtiyacımız kalmaz. Çünkü doğa kendisini reddeder. Nitekim kendisini
de doğa var eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem açlıktan Allah
Teâlâ’ya sığınır ve şöyle derdi: “Ne kötü döşektir o!’ Çünkü açlık zikrettiğimiz
durumları kazandırmış olsa bile, bu durumda insanın mutlak anlamda Allah
Teâlâ’ya muhtaç olması kesin değildir. Aksine muhtaçlık Allah Teâlâ’dan
başkasına olabilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem genel
hakkında ‘Ne kötü döşektir o!’ demiştir. Çünkü bu yolun pirleri şöyle derler:
‘Açlık pazarda satılsaydı, müridin onu satın alması gerekirdi.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in gördüğüne bakan sûfiler, bu ifadeyi sûfderin
sürçmelerinden birisi kabul eder. Bunlara örnek olarak, sûfılerin yanıldığı
hususlarla ilgili bir takım risaleler yazmış olan Ebu Abdurrahman Sülemi’yi
verebiliriz ki bizim görüşümüz de budur. Açlığın bir tanımı ve ölçüsü vardır.
Bu, hayalî açlık değil, gerçek açlıktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
gerçek açlıktan Allah Teâlâ’ya sığınmıştır. Çünkü bu açlık, iradi olduğunda,
insanın şeriata karşı isyankâr, kendisine karşı zalim olmasına yol açar. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, zorunlu olmadıkça aç kalmazdı
ve bu Allah Teâlâ’yı bilenlerin halidir. Çünkü onların özelliklerinden birisi
de, adalettir. Kuşkusuz ki sana yeterli gelecek şekilde (bu menzili) açıklamış
olduk. Çünkü bizim açıklamamız, açık ifadeyi gereksiz kılan bir değinmeden
ibarettir.
Mutluluk (kazandıran) amellere
gelirsek, bunların alametleri, insanm bütün hareket ve duruşlarında Allah
Teâlâ karşısında huzur sahibi olarak davranması, fiilleri Allah Teâlâ’ya var
etme ve övülen bir bağlantı yönünden nispet edildiğini görmesidir. Fiillerden
kınanmış bir irtibat tarzını Allah Teâlâ’ya nispet etmek ise saygısızlık,
yükümlülük bilgisini ve onun kiminle ilgili olduğunu bilmemektir. Bunun yanı
sıra ‘kendisine ‘yap denilen yükümlü kimdir, bunu bilmemek demektir. Çünkü
yükümlünün hiçbir şekilde fiille ilişkisi olmasaydı, kendisine ‘yap’ denilmez,
şeriat bütünüyle anlamsız Hakk gelirdir. Hâlbuki şeriat, kendiliğinde
gerçektir. Öyleyse kulun fiille geçerli bir ilişkisi olmalıdır ve bu ilişki
yönünden kendisine ‘yap’ diye emir verilir. Bu emrin konusu, kesbi kabul
edenlerin ileri sürdüğü gibi, irade değildir. Kesp, delilin kendisini verdiği,
ilahi iktidarda içkin olan ve görünmez yapabilme sebebidir. Bu iradenin ona
dahil olması, yıldızların ışığının güneşin ışığında içkin olmasına benzer.
Delil sayesinde yıldızların yeryüzüne yayılan bir ışıkları olduğu bilinir.
Fakat güneş ışığının baskın gelmesi nedeniyle onu göremeyiz. Nitekim duyu,
kulların fiillerinin duyuda ve dine göre kendilerine ait olduğu hükmünü verir.
Duyuya göre ilahi iktidar, kulun fiilinde içkindir ve onu akıl idrak ederken
duyu kendisini idrak edemez. İlahi iktidarın kulun fiilinde içkin olması, güneş
ışığının yıldızların ışığında içkin olması gibidir, çünkü yıldızların ışığı,
güneş ışığının aynıdır ve yıldızlar o ışığın mazharıdır. Öyleyse bütün ışık
güneşe aittir. Duyu ise ışığı yıldızlara ait sayarak şöyle der: ‘Yıldızların
ışığı güneşin ışığına dahil olmuştur.’ Gerçekte sadece güneşin ışığı vardır ve
onun ışığı kendisine girmiştir. Çünkü ortada başka bir ışık yoktur. Aynalar da
bir etkiye sahip olsalar bile, bu onların kendi ışıklarından kaynaklanmaz.
Işığın -ışık olması bakımındanâlemde doğrudan ve vasıtasız etkisi ortaya
çıktığı gibi başka bir hükümle de aynadaki tecellisi bakımından etkisi olıır.
Bu tecelli dolaylıdır. Güneş ışığı dolunayda tecelli ettiğinde, dolunay
dışında tecelli ettiğindeki hükmünden farklı bir hüküm verir ve bunda bir kuşku
yoktur. Aynı şekilde ilahi iktidar da, kullarda tecelli ettiğinde, fiiller
yaratıklardan ortaya çıkar. Bu durumda da fiil ilahi iktidar ile gerçeklemiş
olsa bile, hüküm farklıdır. Çünkü bu kez fiil, tecellisi için ayna konumundaki
bu tecelligah vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Duyuda güneşin ışığı dolunaya
nispet edilir ve dolunayın ışığına ait olan fiil güneşin ışığına aittir. Aynı
şekilde, fiil duyuda yaratıklara nispet edilir. Fiil ise gerçekte Allah
Teâlâ’ya aittir. Etkinin değişmesi nedeniyle eşyada ışığa ait hüküm de
değişmiştir. Böylelikle ışığın dolunay vasıtasıyla verdiği şey, kendi başma
vasıtasız olarak verdiğinden farklı olmuştur. Aynı şekilde kulların fiillerinde
de hüküm değişir. Buradan yükümlülüğün kime yöneldiği ve kiminle ilgili olduğu
buradan öğrenilir. Akıl yoluyla ayda güneş ışığından herhangi bir şey
bulunmadığını, güneşin varlığıyla aya intikal etmediğini ve aym güneş için bir
tecelligah olduğunu bilirsin. Nitelik niteleneninden ve isim
isimlendirileninden ayrılmaz. İşte bu şekilde kulda da Yaratıcısından herhangi
bir şey bulunmadığı gibi ona yerleşmiş de değildir. Kul sadece Hakkın özel bir
tecelligahı ve mazharıdır.
Güneş ışığı dolunaya nispet edildiği
gibi iktidar da kullara nispet edilebilir. Durum aynı durumdur. Tam olarak bilinmediği
halde -çünkü herkes bunu tam olarak bilemezgüneş ile dolunay arasındaki ilişki
böyleyse, bu konuda yaratıklar ile ilahi emir ilişkisi hakkmda ne zannedersin?
O daha da bilinmezdir. Bu bilgiyi öğrenmek, muduluğun en yüce alametlerinden
birisidir. Böyle bir bilginin yoksunluğu ise bedbahtlığın alametlerindendir.
Burada ruhların manevi muduluğunu ve bedbahtlığını kastetmekteyim. Duyusal
mutluluk ve bedbahdığın alameti ise meşru amellerin şartlarıyla birlikte -ki
şart ihlas tıryapılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Dikkat
ediniz, halis din Allah Teâlâ’ya aittir.”3' Başka bir
ayete ise ‘Onlara sadece Allah Teâlâ’ya ihlaslı olarak ibadet etmeleri
emredildi”32
buyrulmuştur. Genel olarak alamederle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.
Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır, O’ndan başka Rab yoktur.
Allah Teâlâ’nın kendilerine itimat
edilsin diye ortaya koyduğu şeylere itimat edenin başarısızlığına gelirsek,
acaba Allah Teâlâ kendilerini bu iş ve ehli için koymuş iken onlara itimat eden
kimse niçin başarısız olur? Dostum! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın kendilerine
itimat edilsin diye ortaya koyduğu şeyler, kendisinin dışında değildir. Fakat
bu hüsrana uğrayan kimse onları, Allah Teâlâ’nın dışında rabler edinmiş,
böylelikle kendilerini ortaya koyana değil, kendileri nedeniyle bu sebeplere
bağlanmıştır. Böylelikle daha önce de zikrettiğimiz gibi bilgisizlik kendisine
zarar vermiştir. Öyleyse güneş ışığından dolunay aynasında ortaya çıkan
eserlere birisi bakar ve Allah Teâlâ’nın etkiyi kendisine bağladığı bu özel
tecelligah yönünden bu konuda güneşe itimat edebilir. Böyle birisi
başarısızlığa uğramaz. Çünkü o, işe hakkını vermiştir. Böyle birisi hakkında
güneş hiçbir zaman tutulmaz. Başarısızlığa uğrayan kimse, hakkında dolunayın
tutulduğu kimsedir. Böylelikle, aym aynasmm varlığıyla birlikte, bilgisizliğinin
karanlığı içinde kalır. Böylelikle bu başarısız kimse, bu mazharla birlikte
karanlıklar içindedir. Çünkü ay, bu şahsın kendisine itimat ettiği şeyi
perdelemiştir. ‘Siz ve Allah Teâlâ’nın dışında
taptıklarınız, cehennem yakıtısiniz™3 Bu, karanlıktır, çünkü karanlık
cehennemdir. Hangi karanlık ve hangi cehennem, bilgisizlikten daha büyük
olabilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘ya da karanlıklar gibi’334 ayetiyle ona benzetmiştir. Başka bir
ayette ise, ‘birbiri üstüne karanlıklar’335 demiştir. Kast edilen bilgisizlik
üstüne bilgisizliktir. Bu tür bilgisizlik, bilmeyen ve bilmediğini de
bilmeyenin cehaletidir. Böyle birisinin O’nun elini görmeye yaklaşabileceği
reddedilmiştir. Onu nasıl görebilir ki? Burada başka bir şey değil, el zikredilmiştir.
Çünkü el, ilahi iktidarın aracıdır ve var etme onunla gerçekleşir. Başka bir
ifadeyle, görsün diye iktidarını ortaya çıkarttığında, bilgisizlik karanlığı
nedeniyle onu görmeye yaklaşamaz. Çünkü onu görseydi, kendisini ilahi
iktidarın aynı olarak görürdü. Bakınız! Bilgiden ibaret olan ışıkta kendisini
çıkarttığında, elini görür ki onun iktidarı demektir. Bu durumda üst üste
gelmiş birikmiş karanlıkların ortadan kalkması nedeniyle varlığa ait iktidarm
ilahi iktidar olduğunu anlar. Bu nedenle benzetme karanlıkların en güçlüsüne
yapılmıştır. Çünkü havanın karanlığına denizin karanlığı, ona ise dalganın
karanlığı, ona ise dalgaların üst üste gelişinin karanlığı, ona yıldızların
ışıklarını perdeleyen buludarın karanlığı bitişmiştir. Böyle bir durumda ise
ışığın ne kendiliğinde ne de herhangi bir tecelligahında ortaya çıkma imkânı
kalmaz. Gecenin karanlığı doğanın karanlığıdır. Denizin karanlığı bilgisizlik
karanlığıdır ki bilginin olmayışı demektir. Fikrin karanlığı ise dalganın
karanlığıdır. Birikmiş dalgaların karanlığı ise fikirlerin kuşkularla iç içe
girmesinin birikintisidir. Bulutun karanlığı ise inançsızlığın karanlığıdır.
Öyleyse bütün bu karanlıkları kendinde toplayan kimse ‘hiç kukusuz
ki apaçık bir şekilde hüsrana uğramış’336 kimsedir. Bu ise
başkalarının değil, sadece Muattıla’nın halidir.
Bu menzil, diller mertebesinden,
ilahi yakınlığın derecelerini ifade etmenin bilgisini içerir. Bilmelisin ki, bu
bilgi, Allah Teâlâ’dan aktaran Şâri’nin bilinmesidir. Allah Teâlâ bize muhkem
ve müteşabihine iman etmeyi emretmiş ve getirdiği her şeyi kabul etmemizi
emretmiştir. Söyleyenin gerçekteki kastı budur diye ondan herhangi bir şeyi
tevile kalkarsak, iman derecesi bizden düşmüş olur. Çünkü delil, haber üzerinde
verilmiş bir hükümdür. Böylelikle iman hükmü işlevsizleşir. Müminden doğru
bilgi gelir ve bu delil sahibine şöyle der: Teorik düşüncenin verdiği yorumun
söyleyenin kastı olduğu hakkındaki kesinliğin, bilgisizliğin ve sahih bilgiden
yoksunluğunun ta kendisidir. Bilgiye tesadüf etsen bile, kuşkusuz ki senden
iman kaybolmuştur. Mutluluk ise imanla ve doğru bilgiyle irtibatlıdır. Sahih
bilgi, kendisiyle birlikte imanın kalacağı bilgidir. Öyleyse ârif, Allah
Teâlâ’ya vekil olarak, Allah Teâlâ’nın yolunu insanlara açıklamakla
yükümlüdür. Bu vekillik, ışığı ulaştırmada ayın güneşe vekil olmasına benzer.
Öyleyse gönderilmiş peygamberler, Hakkın tercümanları iken, varisler ise
peygamberlerin getirdiği kitap ve sünneti anlama hususundan Allah Teâlâ’nın
kendilerine vermiş olduğu anlayışa göre derece derecedir. İşte, ifadeyi bilmek
özetle budur.
İKİ KUMANIN BİR ARAYA GELMESİNİNİN
BİLİNMESİ
Bilmelisin ki.
Ebu Said el-Harraz’a şöyle sorulmuş: ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ Şöyle
cevap vermiş: ‘İki zıddı birleştirmesi özelliğiyle.’ Sonra da şu ayeti okumuş:
‘O Evveldir, âhirdir, zahirdir ve bâtındır.”37 Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, âhir
olduğu yönün aynısından evvel, zâhir olduğu yönün aynısından bâtındır. Çünkü Allah
Teâlâ hakkında yön ve durum, tektir, iki zıt, iki zarardır ve bu ikisi akıl
yoluyla bilinemez. Çünkü aklın gücü bunu vermez. Bu mesele ancak aklın gücünün
ötesinde bulunan bir makamdan öğrenilir. Söz konusu makamdan Allah Teâlâ,
vaciplere vacipliklerini, mümkünlere imkânlarını, imkânsızlara imkânsızlıklarını,
birlere birliklerini vermiştir. Öyleyse bu makam bir’i bir yapan makam olduğu
gibi kendisine zorunluluğu vermekle de zorunluyu zorunlu yapan makamdır. Akıl,
fikir gücü yönünden söylediğimiz bu durumu algılayamaz. Öyleyse bu, aklî
değil, sahih ilahi bir bilgidir. İlahi bilgide iki zıt bir araya gelirse, iki
kuma bir araya gelmiş olur ve birbirlerini severler. Çünkü tek bir hakikate
aittirler.
Bu bölümü -akıl nuruyla değiliman
nuruyla iyice düşün! Çünkü bu husus akıl tarafından kabul edilmez, reddedilir.
Nasıl ki göz akledilirleri idrak edemez ve kendi sınırını aşamaz, aynı şekilde
akıl da, gözün aracılığı olmaksızın gözle doğrudan algılanan şeyleri algılayamaz.
Öyleyse akıl görülenler olmaları bakımından görülenleri tek başına
algılayamaz. Hâlbuki görülenler yaratılmış olduğu gibi görme gücü de yaratılmış
bir şeydir. Kendi gücündeki bir şeyi idrakten, Hakka nispet edilen daha üstün
bir şeyi idrake onu çıkartan kimdir? Akıl, kendi gücünde olan bir şeyi idrakten
daha aşağıdaki bir şeyi -ki o aklın iddiasına göre duyuduridrak derecesine
inmekten acizdir. Öyleyse herhangi bir hususta kendisi gibi bir yaratılmışa
muhtaç olan kimse, Yaratan’a daha da muhtaçtır. Ariflerin bu konuda bildiği
hususlarla ilgili bu kadar değinme yeterlidir.
ISTILAM'IN BİLİNMESİ
(Bu menzilin) Ayrılmaz özelliği olan istilam ve bu istilam makamının kendisine verildiği
Hakka yakın kişinin aynı özeliğin kendilerine verilmediği benzerlerinden
(ayırıcı) özelliğine gelirsek, bilmelisin ki: istilam, sevenlerin kalplerine
gelen bir ateştir. Bu ateş sevgiliden başka önüne çıkan her şeyi yakar. Bazı
vakiderde ise sevgilinin suretini de sevenin nefsinden giderir. Bu ise sevenin
sevgilisini tahayyül etmek istediği vakittir. Böylelikle onu tahayyül imkânı
bulamaz ve sevgi ateşinin alevinin etkisi nedeniyle onun suretini (hayaline)
yerleştiremez. Böyle bir halde ona ‘istilam halinde’ denilir. Şairin şu
mısralarla kast ettiği kimse bu kişidir:
Kalbime bir ateş attı, sonra çekti de gitti Varlığım kemiklerim
arasında eziyet görüyor
Sevgi oklarını ya da avucunu attı Attığın
şey sana da isabet edecek
Onun düştüğü yer kalptir, sen ise Bu
mevzide onun meskenisin
‘Mecnun’ diye şöhret bulan ve
Leyla’nın aşığı olan Amr kabilesinden Kays’ın hali de böyleydi. Kays kendinden
geçmiş bir haldeyken Leyla gelmiş. Kays ise o esnada bir kırbaç eline alıyor,
onu göğsüne koyduğunda, deri kalbinin sıcaklığından anında eriyor, kendisi de,
sureti hayalinden kaybolduğu için kendisini aramak üzere Leyla Leyla, diye
haykırıyordu. Leyla kendisine ‘Kays, aradığın benim, Leyla benim!’ diye
bağırmış. Ancak Kays’ın hayalinde kendisiyle Leyla’yı tanıyabileceği bir sureti
yoktu. Fakat adını kendisinden duyduğunda ona ‘Benden uzak dur, çünkü seni
sevmek beni senden alı koydu’ demiştir. İşte istilam hali budur. Bu hal, ilahi
mertebede gerekli etkin bir haldir. Kendisinde Hakkın güzelliğinin görüldüğü
bütün ilahi isimler, kul ile Hakkın keyfiyeti arasına girer ve kendisini
zabtedebileceği veya hayaline yerleştirebileceği bütün suretleri ortadan
kaldırır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘Ya ze’l-celal ve’l-ikram diye dua edin.’ Kelime ilzaz kelimesinden
türetilmiştir ki, sabırlı olmak, direnmek demektir. Burada celal ikram’a
bitiştirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün hadislerinde
celal zikredildiğinde kendisiyle birlikte ikram da zikredilmiştir. Bunun
nedeni, kulun suretinin geride kalmasını sağlamak ve onun varlığını ortadan
kaldırmamaktır. Binaenaleyh celal -ki cemalin celalidirsana bir heybet giydirir
ve bu makamda heybete kapılırsın. Bu durum arifin ve sevenin nefsinde bulduğu
sevgilinin tazimidir. Böylelikle onun mertebesini her şeye tercih eder. Öyleyse
Allah Teâlâ’nın ona ikramı, her şeye tercih etmiş olmasıdır.
istilamın (sevginin aşırı hali,
kendinden geçmek) bir türü ise hemen kaybolur. Bu, sevgilinin hayal suretinde
görülmesinden kalbe gelen şeydir. Öyleyse bu hayal devam etiği ölçüde istilam
hali de sürer. Celal ise mudaklık sahibi olduğu için belli bir suretle
sınırlanmak karşısında gayrete gelerek, nefisten bu hâli siler. Böylelikle bu
sınırlanmış suretin istilamı suretin kaybolmasıyla ortadan kalkar, celalin
nefisteki etkisi demek olan diğer istilam geride kalır. Böylelikle seven,
nefsinde sınırlanmış olan sureti yalanladığını görür. Bu suret kendisine şöyle
demekteydi: Ben senin sevgilinim. Kendisini sınırlamaktan kaçınarak, böyle bir
suretten yüz çevirir. Çünkü seven bilir ki, sevgilisi sınırlanmaz. Bu nedenle
de içinde ateş yanar. Çünkü o, zabtedilemeyecek bir şeyi kendisiyle nimedenmek
üzere zabtetmeyi istemektedir. Bu nedenle bilgi muhabbetten üstün olmuştur. Allah
Teâlâ da peygamberine bilginin artmasını istemesini emretmiştir. Çünkü bilgi,
ilahi dosduğun ta kendisidir. Allah Teâlâ kullarının işlerini onunla üsdendiği
gibi onlara bilgiyle ikram eder ve kullan da O’nun bilenemez olduğunu da
bilgiyle öğrenirler.
Arif olmayan âşık ise nefsinde bir
suret yaratır. O surete bağlanır ve ona âşık olur. Böyle biri sadece ihatası
altında bulunan birisine ibadet etmiş ve âşık olmuştur. Onu bu makamdan
uzaklaştıracak yegane şey marifettir. Arifin ilahi mertebe hakkındaki hayreti,
hayrederin en büyüğüdür, çünkü o sınırlanma ve daralmanın dışındadır.
Ceylanlar avcının etrafında dağıldı
Bilemedi avcı, ne yakalayacağını
Hakk, O’nu sınırlayan bir suret yok ise
de, bütün suretlerin sahibidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’m! Şendeki hayretimi artır.’ Çünkü hayret, en büyük
makam, en yüce tecelligah en üstün mertebe ve en değerli mazhar ve örneksiz
yöntemdir. Korkutma, istikrarsızlık ve belanın kâfir mekanlarına yerleşmesi bu
mertebeden ortaya çıkmıştır. Hiçbir perde ve örtü yoktur ki, bu en yüce
müşahede, onu yok etmesin ve parçalamasın. Çünkü örtü, örtülü olanı sınırlar.
Perde perdelenmiş olanı çevreler. Hâlbuki O’nun zatının bir perdesi olmadığı
gibi celali nedeniyle de sınırlanmaz. Herhangi bir şey O’nu nasıl örtebilir
ki? Gözlerimizin önünde akıp kendisinden gizli kalan bir şey olabilir mi? Bu,
inkâr eden kimseler için bir karşılıktır. ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’33* diyen kimse doğru söylemiştir.
Herhangi bir gözün görmeyeceği veya bir mekanın sınırlamayacağı Allah
Teâlâ’dan başkası mı var ki? Bütün manevi ve duyusal suretler, O’nun
mazharlarıdır. Öyleyse bütün suretlerden -bütün suretlerde değilkonuşan O’dur.
Bütün gözlerle görülen O’dur. Bütün duyuşlarla duyulan O’dur. O, kelamı
duyulup akledilmeyen olandır. Herhangi bir göz kendisine bakıp O’nu
sınırlayamaz. O’nun bir mazharı yoktur ki, onunla sınırlansın. Hüviyet O’nun
ayrılmaz özelliğidir. O’ndan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir. Siler ve
sildiği şeyin aynıdır. ‘Sabit kılar’ ve sabit kıldığı şeyin aynıdır. Öyleyse
bu hükümde ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’ Verili sahih bilgi bununla O’nun
hakkında hüküm vermiştir.
Öyleyse delil bilgisi, kendisini olumsuzlar.
Çünkü delil (O’ndan bir şey) delilin gücünde değildir ve olumsuzluk ve tenzih
niteliklerinden başka bir şeyle ilgisi yoktur. Keşif bilgisi ise O’nu sabit
kılar ve baki kılar. O’nun adına bir mazhar ortaya çıksa, keşif kendisini o
mazharda görür. Her iki bilgi de doğrudur. Öyleyse Hakk, her iki kuvvet için de
kuvvedere göre bilinir. Bunun amacı her bir gücün kendi konumundan
ayrılmadığını ve ancak kendiliğinde bulunduğu duruma göre Allah Teâlâ’yı
bilmekten bir şey elde edebildiğini kendilerine öğretmektir. Öyleyse her güç
kendi zatını bilmiş ve kendisini nitelemiştir. Kendilerinde zuhur etmiş olmakla
sınırlanma ve takyit hükmünün dışına çıkmıştır. Bunun amacı kendisine ibadet
edilmesini sağlamaktır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ, kendisinden başkasına ibadet
edilmemesine hükmetmiştir. Böylelikle putlar ve ortak koşulanlar, kâfirlerin
iddiasınca, O’nun mazharları olmuş, onlara ilah adını vermişlerdir. Öyleyse
sadece Ilah’a ibadet edilmiştir. O ise bu mazharın kendisini gösterdiği şeydir.
Böylelikle onların ihtiyaçlarını karşılamış, onları sulamış ve
cezalandırmıştır, çünkü onlar, bu donuk suretlerde (kendisini gizlemiş olan)
bu ilahi mertebeye hürmet etmemişlerdir. Öyleyse onlar bedbahtlardır. İsabet
etseler de veya (gerçekte) sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş olsalar bile,
(bu hüküm değişmez). (Hakka ait) Varlığın bu mazharlara nasıl sirayet ettiğine
bakınız! Bu sayede onunla ba2ı insanlar Mutlu olmuşken bazı insanlar da bedbaht
olmuştur. Bir kısmı şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ vehminde tahayyül ettiğin ve
aklında tasavvur ettiğin her şeyden başkadır.’ Böyle diyenler, (bir yönden)
doğru söylemiş ve yalan söylemiş, izhar etmiş ve perdelemiştir. Başka birisi
ise şöyle demiştir: ‘Hakk bir delilin gösterdiği olamaz ve akılların aklettiği
(bir şey) olamaz. Akıllar kendi fikirleriyle O’nu idrak edemez. Bilgiler O’nu
zabtedemez. Zikredildiğinde, kendisiyle zikredilir, kendisiyle düşünülür ve
kendisiyle akledilir. Öyleyse O, akıllıların aklı, fikir sahiplerinin fikri,
zikredenlerin zikri, delil sahiplerinin delilidir. Bir şeyin dışında kaka, o
şey olmazdı. Bir şeyin içinde olsaydı, o şey olmazdı. Lazım olan istilam
halinin etkisini açıklamış oldum. Bilginler, bu değerli bilgiyi ve korunmuş
müşahedeyi gören Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir. Onların dışındakiler için
ise kendileri adına kendisine ibadet ettikleri bir alamet ortaya koymuş,
kendisini gördükleri bir hakikat ortaya koşmuştur. Söz konusu hakikat,
itikadının dayandığı şeydir. Bu itikat ya sahip olduğu delilden veya delil
sahibi birisini taklit etmesinden ortaya çıkmıştır. Öyleyse bu kişi,
kendiliğinde gayesine ulaşmış, mabuduna bağlanmış, kendisinde dinginlik bulmuş,
hayretten kurtulmuş, sahip olduğu şeyle çelişen şeyi inkâr etmiş, kendisinden
başkasının inancını kesinlikle reddetmiştir. Bu nedenle insanlar birbirlerini
tekfir etmiş, dünyada ve ahirette birbirlerini lanetlemişlerdir.
Gerçeği bulunduğu hal üzere bilen ise
rahattır. Onun zâhiri ve bâtını âlemdedir. Öyleyse o isabet eden göz, hakkında
nass bulunan münezzeh örnektir. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’339 ayetiyle
benzeri ve örneği olabileceğini reddetmiştir. Başka bir ifadeyle benzerinin
benzeri bir şey yoktur. Buradaki (ke-mislihi) ifadesindeki ‘ke’ (gibi), bazı
kimselerin ileri sürdüğü gibi fazladan bir harf değil, nitelik bildiren bir
edattır. Bazı bilginler ise bu konuda şunu ileri sürmüştür: O’nun bir benzeri
bulunsaydı, bu benzerin bile bir benzeri olmazdı. Öyleyse kendiliğinde Hakkın
örneğinin olamayacağı daha açıktır. Bazı kimselere göre ise ayette
zikrettiğimiz şekilde, gerçek bir örneğin örneği olması reddedilmiştir.
Cüneyd-i Bağdadi’ye mârifetin ne olduğu sorulmuş, şöyle cevap vermiştir:
‘Suyun rengi, testinin rengidir.’ Böylelikle suyu ve testiyi kabul etmiş,
başka bir ifadeyle anlamı, harfi ve idraki ve idrakin olumsuzlanmasını dile
getirmiştir. Başka bir ifadeyle ayırmış ve birleştirmiştir. Ne güzel cevaptır
bu!
(Bu menzilin ayrılmaz özelliği olan)
istilamın anlamını sana belirttikten sonra, şimdi de bu menzilden kalan
hususları açıklayalım: Bu ise zorunluluk kapsamının dışındaki ilahi cömertliğin
bilinmesidir. Acaba Hakk, özel bir amelle kendisine ulaşılan bir bedel olur mu,
olmaz mı? Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın bir sınırlı bir de sınırsız cömertliği
vardır. Çünkü Hakk, cömertliğinin bir kısmını varlıkla sınırlayarak şöyle
buyurmuştur: ‘Rabbiniz kendisi üzerine rahmeti
yazmıştır.’340 Yani,
kendilerini belirli bir özellikle nitelemiş olduğu belli bir kesim hakkında
kendisi üzerine rahmet yazmış ve bunu zorunlu kılmıştır. Bu ameller, ‘içinizden
bilmeden bir kötülük yapıp da sonra tövbe eden ve güzel davranan olursa, Allah
Teâlâ bağışlayan ve merhamet edendir’341 ayetinde belirtilir. Burada
belirtilen, bu nitelikte kimseler adına zorunlulukla sınırlanmış cömertliktir
ve bu cömertlik, bu özel ibadetin bedelidir. Tövbe ve iyi davranış ise
sınırsızmudak cömertlikten kaynaklanır. Böylelikle kendi cömertliğiyle cömertliğini
çekmiştir. Öyleyse kendisinden başkası O’nun üzerinde hüküm sahibi olmadığı
gibi O’nu başkası da sınırlamamıştır. İki cömertlik arasında kul ise yok olucu
bir araz ile (yok olanın) benzeri bir araz olarak bulunur.
Bilginimiz ve pirimiz Sehl b.
Abdullah şöyle demiştir: ‘İblis ile karşılaştım, kendisini tanıdım ve
kendisini tanıdığımı da anladı. Aramızda bir tartışma geçti. O bana söyledi,
ben ona söyledim. Sesimiz yükseldi ve tartışma uzadı. En sonunda ben durdum, o
da durdu, ben hayrete düştüm, o da hayrete düştü. Bana söylediği son söz şuydu:
‘Sehl! Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Benim
rahmetim her şeyi kapsamıştır.’342 Burada ifade geneldir. Biliyorsun
ki ben de bir ‘şey’im. Çünkü ‘her’ sözü, kapsam, ihata ve genellik bildirirken
‘şey5 ise belirsizlerin belirsizidir (her bir şey!). Öyleyse Allah
Teâlâ’nın rahmeti beni de kapsamıştır. Bunun üzerine Sehl kendisine şöyle
demiştir: ‘VAllah Teâlâi! Şeytan böyle bir ayeti kullanmadaki ince (zekasıyla)
beni susturdu, hayrete düşürdü. O bu ayetten bizim anlamadığımız bir şeyi
anladı, ayetten ve onun gösterdiği şeyden, bizim bilmediğimiz bir şeyi öğrendi.
Düşünceli bir halde hayrette kaldım. İçimden ayeti okumaya başladım. Ayetin
devamında, ‘onu yazacağım’343 bölümüne gelince, sevindim ve bir
kanıt elde ettiğimi ve bu kanıtla İblis’i yendiğimi ve bileğini büktüğümü
zannederek şöyle dedim: ‘Ey lanetli! Kuşkusuz ki Allah Teâlâ rahmetini seni
rahmetin dışına çıkartacak belli özellikle sınırlamış ve ‘onu yazacağım..
’344 demiştir.
İblis gülerek şöyle dedi. ‘Sehl! Senin bu kadar bilgisiz olabileceğini ve burada
kalacağım hiç zannetmezdim. Sınırlamanın O’nun değil, senin niteliğin olduğunu
bilmiyor musun?’ Sehl şöyle demiştir: ‘Bunun üzerine kendime döndüm, gözümü
kapadım, damağım kurudu! VAllah Teâlâi, verecek bir cevap bulamadım ve onun
yüzüne kapıyı kapatamadım. Anladım ki İblis’in büyük bir arzusu var. Ayrıldık.
Bundan sonra ne olacağım bilmiyorum. Allah Teâlâ bu sorunu ortadan kaldıracak
bir hüküm vermemiştir. Öyleyse iş, bana göre, yaratıkları hakkındaki mutlak
iradesine kalmıştır. Bu konuda sona erecek veya ermeyecek bir süreyle hüküm
veremem.’
Kardeşim! Bilmelisin ki, İblis’ten
aktarılan kanıdan dikkade inceledim. Bilginler arasında ondan daha cahilini ve
kanıtı daha zayıf olan kimseyi görmedim. Sehl b. Abdullah'ın kendisinden
aktardığı bu hikayeyi öğrendiğimde, şaşırdım ve kendisinde bilgisizlik
bulunmayan bir bilgiyi öğrendiğini anladım. İblis bu konuda Sehl’in piri
olmuştu. Biz ise bu bilgiyi ancak Allah Teâlâ’dan öğrendik ve -hamd
olsunİblis’in bu veya başka bir hususta bize bir iyiliği olmamıştır. Ömrümüzün
kalan kısmında da böyle olmasını dilerim. Bu konu, feri bir konu değil, asıl
konudur. Öyleyse İblis, Allah Teâlâ’nın rahmetinin ihsanın kendisinden ve mutlak
rahmetten ona ulaşmasını bekleyecektir. Allah Teâlâ kendisi üzerinde zorunlu
kıldığı şeyi bu cömertlikle zorunlu kılmış, tövbe eden ve iyilik yapanlara bu
cömertliğiyle dönmüştür. Öyleyse hüküm, herhangi bir sınırda sınırlanmayacak
kadar yüce ve büyük olan Allah Teâlâ’ya aittir. Binaenaleyh Allah Teâlâ
üzerinde ancak Allah Teâlâ’nın kendisine vacip kıldıkları vacip kılınabilir.
Arif de cömertliğinde böyle sınırlanmaz ve üzerine zorunlu olan bir şeyi
vermez. Çünkü zorunlu cömertliğin nedeni, sahipliktir. Arifin ise Allah Teâlâ
karşısında bir mülkü yoktur ki! Arifin elindeki mal, kendisine değil, Allah
Teâlâ’ya aittir. Zekât mal sahibine düşer, hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka mal
sahibi yoktur ki? Allah Teâlâ bu maldan belli bir miktarı çıkartmayı kendi
üzerine zorunlu kılmıştır. Söz konusu miktar, yaratıklarından belirli bir
gurubun hakkıdır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, ârifin elindeki bu mal
içinde bu payı onlar adına kendisine zorunlu kılmıştır. Arif ise söz konusu
kimseler adına maldan bu payı mal sahibinin yerine çıkartır verir. Bu durumda
ârif, vekalet yoluyla yetimin malında tasarruf eden vasinin durumuna benzer,
çünkü vasi yetimin velisidir. Bir grup, bu hususta keşiflerinde yanılmış,
ellerindeki malın zekâtı vermemiştir. Onlardan bir gurubu görmüştüm. Hâlbuki
onlar zekâtlık kısımdan daha’ fazlasını veriyorlardı, fakat zekât olarak
vermiyor ve şöyle diyorlardı: Kuşkusuz ki Allah Teâlâ’nın üzerinde zorunlu bir Hakk
olamaz. Bu mal, Allah Teâlâ’ya aittir, benim değildir. Ben ona sadece ödünç
olarak sahibim. Ben bu hususta Hanefi mezhebindeyim. Yetimin velisi yetimin
malından zekâtı vermek zorunda olmadığı gibi -çünkü yetime zekât düşmezyükümlü
o olduğu için ben de zekât vermem.’ Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, ilahi
cömertliği ve kısımlarını açıklamış oldum.
Acaba Hakk belli bir amelin karşılığı
olur mu, olmaz mı? Bilmelisin ki, Malik b. Enes bir konuda şöyle der: Bir adam
birisine hediye vermiş, hediye verilen ise karşılık vermemiş. Veren kişi
mahkemede karşılığını istemiş. Böyle bir durumda hakime bu belirsiz mesele
açıklanmalıdır ki, hüküm tam olarak verilebilsin. Hakim adama sorar: ‘Hediye
verirken ne istedin? Acaba cennetten bir karşılık mı istedin, ya da dünyada
bir bedel mi istedin, yoksa onun karşılığında Allah Teâlâ’nın rızasını mı
istedin? Davalı şöyle diyebilir: ‘Ben bu hediye ile ahrette cennetten bir
karşılık istedim veya dünyada bir karşılık istedim.’ Bu durumda hakim, hediyeyi
alanın -hediye geride kalmış isealdığını iade etmesine hükmeder. Hediye
tüketilmişse, bedelini ödemeye hükmeder. Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Acaba
kıymet hediyenin veriliş anındaki duruma göre mi hesaplanır, yoksa hüküm anında
mı? ‘Ben hediyeyi Allah Teâlâ rızası için verdim’ derse, onun lehine bir hüküm
verilmez ve hakim şöyle der: ‘Arkadaşın senin amacını gerçekleştirecek bir şeye
sahip değildir. Bir yönden, göründüğü kadarıyla onu bedel olarak ortaya koyar.
Çünkü bunun dışında kendisine ait olanı belirtmemiştir. Bir açıdan ise onun
bedel olmasını olumsuzlar, çünkü onun yaratıklarında bir şeyin O’nun bedeli
olması mümkün değildir. Hepsi O’nun nimetidir. Şu var ki bu hediyeye ahiretteki
karşılık, kendi cinsinden verilir. Ona bir şey eklerse, ihsan kabilindendir.
Şöyle denilir:
Ayrıldığın her şeyin bir bedeli var
Allah Teâlâ’nın ise ayrılırsan, bir bedeli
yok
Meselenin özü şudur: Zatı ve varlığı
yönünden Hakka herhangi bir şey karşı koyamaz. Hakkın zatı gereği aranması ve
talep edilmesi de geçerli değildir. Talip veya mürit, sadece Hakkı bilmeyi
veya görmeyi veya müşahede etmeyi arayabilir ve isteyebilir. Hakkın görülmesi
veya bilinmesi ise O’ndan olsa bile, kendisi değildir. O’ndan olduğu halde
kendisi değil ise bir bedel olması mümkündür. Bu durumda onun dünyadaki ameli,
Allah Teâlâ karşısında huzur olabilir. Nitekim hadiste ‘İhsan sanki görür gibi
O’na ibadet etmektir’ denilmiştir. Böylelikle böyle bir amelin Allah Teâlâ
katındaki karşılığı, O’nu görmektir ki menzillerin en üstünü budur. Öyleyse
görmek, bu hayatta (Allah Teâlâ karşısında) huzur sahibinin karşılığı iken
huzur sahibi olmayan kimse için bir ihsan ve minnettir. Başka bir ifadeyle
huzur, birisinde bedel iken ötekinde bir bedel değildir. Bu durumda dünya
hayatında huzur sahibi olmak, mutlak cömertlikten kaynaklanan bir ihsandır.
Görmek ise kendisine zorunluluğu kılmasına göre, sınırlı cömertlikten
kaynaklanır. Öyleyse O’nun cömertliğini yine kendi cömertliğinden müşahede
ettin! Öyleyse ne bir şey O’nun dışında kalmış ne de bir yaratılmış O’nun
üzerinde hüküm sahibi olmuştur. O’ndan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir. Allah
Teâlâ, herhangi bir sebep olmaksızın, bir kuluna başka birisine (ulaştırması
için) verir ve o başkası bunu Hakk etmemiş ise bu Hakk edişten dolayı kendisine
verilmiş olan bu kimse, Hakkın sınırlaması altında bulunur. Bu durumda ise
böyle bir verme, bir bedel istemekten kaynaklanmaz. Bununla ancak Allah
Teâlâ’nın rızasını amaçlar. Niyetiyle onu hedeflemiş olup olmaması durumu
değiştirmez. Çünkü kendiliğinden verme hali, bunu verir. Çünkü o, böyle
verirken vermesi bir karşılık olmayan mutlak cömertliğinde Hakkın niteliğiyle
nitelenmiştir. Onun hali böyle olunca; nasıl ki Allah Teâlâ kullarına ihsan
ettiği nimederi karşılığında karşılık talep ederse -ki bu talep nimedere karşı
şükür ve nimetin O’ndan olduğunu bilmektir-, Allah Teâlâ bu şükrü ve bu bilgiyi
de ödüllendirir. Aynı şekilde, başkasına nimet veren bu kul da övgü ve sena ile
ödüllendirilir. Sonra Allah Teâlâ onun karşılığını kendisiyle verir, cennede
değil! Öyle ki bu nitelikte Allah Teâlâ’nın niteliğiyle nitelenmiş olur.
Böylelikle sana bu menzilin içermiş olduğu hususların yorumlarını açıklamış
oldum. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ DOKSAN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Musevî Mertebeden, Şehadet Âleminin Varlığının ve Gayb Âleminin Zuhurunun Sebebinin
Bilinmesi
Güneşin ışınları var ise Bu ışık benden
önce ona geldi
Ölüm herkese ilişince Bu ölüm var eden
rabbindendir
Me’va cenneti tecelli edince Güzellikle
bize süslenmiş bir halde
Onu kuşatınca, rüzgarlarla nimetlendik Misk
gibi güzel kokularıyla kuşatınca
Gökte yıldızlar sönünce Sönme onun süsünden
kaynaklanır
Nefisler nefislere girerse Onlarm bu girmesi
ihsanlarıdır
Mekan imarcılarınındır yoldan çıkma Onları
avlamaktan kaçma
Resul nefisleri görürse Kendilerine gelen
risaleti reddederken
Üzerinden perdeler kalksaydı, getirdiğinin
İnatçı ona direnmezdi
Yıldızlar yüzücü olsaydı bir sona Sonları
gerçekleşmiş olurdu
Geceler ulaştıran olsaydı Yarınlarını,
karanlıklar diz boyu olmazdı
Sabah yüzler görseydi
Her yönü aydınlanmış, ışığından
Onu utandırmaz, onunla ölürdü
Onu kendinden geçirir, arzusunu yok ederdi
Hilal dolunaya dönseydi On dördüncü gün,
onu okumazdı
Denizler tatlı su olsaydı Başkaları ondan
haz olamazdı
Yerler düz olsaydı
El-Müheymin ‘onu yuvarladı’ demezdi
Her şeyin süsünü onda izhar etti Bir
hikmetle, onda gizledi sırrını
Diyarların sakinleri olsaydı Sakinleri
kendilerini bina eden olurdu
Fakat bence, ünsiyet sahih değil Gördüğün
niteliği olmayan bir zat ile.
Ulviler süflilerde olsaydı Süfliler
ulvilerin zirvesinde olurdu
Sabit olanlar yalçın olsaydı Yalçınlıkları
yüksek olduğu şeyden olurdu
Fakat yalçın olmanın bir makamı vardır
Yaratıkların rabbi onunla kendisine iltifat eder
Sahife yazarı tarafından yazılsaydı Onu
silerdi
Cahim soğuğu olmayan ateş olsaydı Arzusuna
göre yürürdü
Fakat azab zıddın varlığı
Nefs onu görür, cennetinde zevk yoluyla
Muhabbetin bir şahsı olsaydı Şevki gücünü
yitirirdi
Yükümlü arzuladığı şeyden dince yüz çevir
şeydi Şari onu yasaklamazdı
Yıldızları bulunmadan gök olsaydı Onu
zirvesinden pek az aydınlatırdı
Rüzgarlar başıboş esseydi Başıboşluk onları
kargaşaya düşürürdü
Pınarlar kendiliğinden çağlasaydı Alemlere
hayat verirdi, onların çağrısı
Bulut, onların hayası...
Kendisini müstağni ederdi
Dağlar yürütülseydi bir şekilde Göğü onun
serveti olurdu
Gözler onun zirvesini görseydi, perdesiz
Kör olurlardı ansızın
Hükümdarlar seni görseydi Geldiğinizde,
ödüllendirilmek helal olurdu
Kitab bütün hamdleri söyleseydi Bir kimseye
dünyadan; onu anlatırdı
İssız yerdeki güzel bahçenin güzelliği Onu
büyüleyemezdi yine de
Tehlike duraklarında durur, gücüyle Bir iş
kendini yuvarladığında
Seb-i mesani’ye yemin ettim
Ta’ları ile, harfler ile başlayan surelere
de
Güneşin battığını gördüm Yardımını
verdikten sonra
Havası ise bulutlar eliyle görür Toprağın
tohumları yetiştirdiğini
Kör gözler için çiçekleri yetiştirdiğini
Kökleri ise bizden gizlenir
Ayrıldın ve gizlendin denilince Halifesi
kardeşini yaptı gitti
Bana geldiğinde, elçisini kabul ettim
Konuşsun benimle şifası diye
Dedim ki, gizlemek benim için daha iyi
Çünkü ben fenada varlığımın fenasını
görmekteyim
Ondan meydana gelen nefretten ayrılmadım
Fakat onu sevk eden bir şevktendi
Emrine itinayla icabet ettim El-Müheymin’in
cömertliği onun karşısındaydı
Her şey ona muhtaç Hakk geldi Alem onun
haddine özlem duymuştu
Nice çukura düştüm O olmasaydı, şifasından
sıkılırdım
Şehvet illeti öyle bir illet ki, İsa Yardım
etse bile, şifa bulmazdı
Nice yemek var ki hırsla yedin de Onun bir
yararını görmedin
Nice şehvet var ki, kendisine baktın Ve
elde ettik, eziyetinden kurtulduk
Nefsimiz her neyi yapmak istese Akıl onun
niyetini gizlerdi
Nefsiler kendini hesaba çeker korkusuyla
Aklın nefsin cefasından sakınır çünkü
Nefs ise aklı bir gün bile düşünmedi Onun
veya niyetleri hakkında hüküm vermedi
Fakat şeriat onu ispat etti Girerken oraya,
mutluluk hakkında
Onu elde ettiler ve ardında perde kalmadı
El-Müheymin onları korudu
AÇIKLAMA
Kıyamet Günü Hakkın Görülmesi Meselesi
Allah Teâlâ bizi
ve seni desteklesin, bilmelisin ki, bu bölümün başındaki veya kitabm
herhangi bir bölümünün başındaki her kaside, kitapta nesir olarak yazılmış
şeylerin özet olarak yeniden ifade edilmesi için yazılmamıştır. Aksine bizzat
şiir de, ilgili bölümün açıklanmasının bir parçasıdır. Dolayısıyla şiirden
sonra gelen söz, bir tekrarlama değildir. Öyleyse konunun açıklanması için
şiire bakılması gerektiği gibi nesir hakkındaki söze de bakılması gerekir.
Çünkü şiirde konunun nesir tarzmda söz edilirken dile getirilmeyen bir takım
yönleri vardır. Bunlar, genellikle her bir meselenin müstakil olarak yer aldığı
tikel konulardır. Şu var ki her iki mesele arasında bir bağ vardır ve bunlar
birbirlerini talep ederler. Bu yönüyle onlar, insanın durumuna benzerler.
İnsan, sahip olduğu algılama yeteneğiyle hayvan hakkında konuşabildiği gibi beslenme
ve büyüme özelliğiyle de bitkiler hakkında konuşabilir. Öte yandan insan,
saçları ve tırnakları gibi duyumsamayan kısımlarıyla donuklar hakkında
konuşabilir. Öyleyse insan, gelişme özellikleriyle bitkilerle,
duyumsamayışlarıyla da donuklarla ilgilidir. Binaenaleyh varlıkta kendisiyle
başka bir şeyin arasmda irtibatın bulunmadığı bir şey kesinlikle yoktur. Buna
Rab ve merbub da dahildir. Çünkü yaratan yaratılmışı talep ederken Yaratan da
yaratılmışı talep eder. Bu nedenle bilgindeki bilgi, bilinenin suretine göre
gerçekleşmiş, bilinen bilginin suretinde ortaya çıkmıştır. Böyle değil ise
ilgi nereden gerçekleşecekti? Öyleyse (varlıklar arasında) her bakımdan
birbirini itme kesinlikle mümkün değildir. Dolayısıyla varlıkta şeyler
arasındaki zati irtibat nedeniyle meselelerin iç içe geçmiş olması
kaçınılmazdır. Bu irtibat hakkında dikkatini çektiğim meseleyi anla, çünkü o
büyük bir bilgiden haber vermektedir. Onu iyice anlamazsan, aldanış, senin
ayağını yok olma uçurumuna düşürür. Çünkü âlemin kadimliğiyle âlemin hadisliği
fikrini ileri sürenlerin görüşlerinin ne anlama geldiği buradan anlaşılır.
Hâlbuki her iki grup da âlemin mümkün ve her bir parçasının sonradan var
olduğunda görüş birliği içindedir. Her iki gruba göre de âlem, özü gereği
varlığı zorunlu olanın mertebesine sahip değildir. Alem bazı kimselere göre
başkası nedeniyle varlığı zorunlu olandır. Bu başkası ise bir kısmına göre,
var eden zattır, bir kısmına göre ise âlemin varlığını belirleyen ezeli bilgidir.
işaret ettiğimiz irtibat geçerli
olmasaydı, âlemin bir asıl olması mümkün olmazdı ki, o öyledir. Öyleyse irtibat
da gerçekleşmiştir. Birbirini itme (irtibatsızlık) ve bunun olmayışı ise başka
bir yöndendir. Öyleyse her ilahi hakikatin âlemde başkasına ait olmayan bir
hükmü vardır ki bunlar nispetlerdir. O halde âlemin bilginin hakikatine
nispeti, kudretin hakikatine nispetinden farklıdır. Öyleyse bilginin
kendisindeki hükmünde kendisiyle güç yetirilen arasında bir ilişki yoktur. Onun
ilişkisi, kendisiyle bilinen arasındadır. Bir şeyin bilinen olması, o şeyin
güç yetirilen olmasından başkadır. Bu üslupta meseleye bakarsan şöyle dersin: Allah
Teâlâ ile kulları arasında herhangi bir ilişki yoktur. Başka bir gözle
baktığında ise nispeti kabul etmiş olursun. Çünkü nispet ve ilişki, hepsinde
mevcuttur. Artık gördüğün şeye göre ve içinde bulunduğu anda sana hakim Hakk
göre hüküm ver! Hakikatler iki göz sahibi için belirginleşince, şeriatın
söylememesini istediği şeyi söylemelidir ve aklıyla hüküm vermemelidir. Çünkü
anlamları doğru olsa bile lafızların (Hakka) verilmesinin bir kısmı bize
yasaklanmış iken bir kısmının ise anlamı bozuk olsa bile kayıtsız anlamda bize
serbest bırakılmıştır. Buna örnek olarak mekan kabul etmeyen kimse adına mekan
lafzını kullanmamızı verebiliriz. Başka bir örnek ise bilgi almayan bir kimse
adına bilgi almış olduğu hükmünü vermektir. Öyleyse böyle bir lafı kullanmak
meşru iken olumsuz yönü ise makuldür. Nitekim ‘Hakka’ çocuk nispeti de yasaklanmıştır
ve Allah Teâlâ onu (bir imkânsızlığa bağlı bir şart bildiren) ‘ise’ edatının
hükmü altına sokmuştur. Nitekim Allah Teâlâ, ‘benim
nezdimde söz değişmez’345 ayetinde de sözün
değişmesini imkânsız kılmış, onu ‘ise’ edatının hükmüne dahil etmiştir. ‘İse’
edatı altına ise ancak mümkün girebilir. Akıl ise Allah Teâlâ adma çocuğun
olabileceğini akli olarak imkânsız sayar. Buna karşılık bütün insanların
hidayeti bulabileceklerini de akli olarak mümkün görür. Öte yandan bilgide bir
farklılık bulunduğunu bildiğinde, akli olarak bütün insanların hidayete
ermesini de akli olarak imkânsız sayar. ‘İse’ edatı, Hakkın bir şeyi dileyip
dilememede serbest olduğunu gösterir. Dilerse irade eder, dilemezse irade
etmez, ilahi haberler bunu bildirmiş iken akıl bunu imkânsız sayar. Kuşkusuz
ki Allah Teâlâ bize kendisini bilmeyi emretmiş, ayederi akıl sahipleri için
deliller yapmıştır. Fakat onlar, özel anlamda kendisine delil değildir.
Öyleyse şuna bakmak gerekir: Allah Teâlâ bize kendisini bilmeyi emrederken
Şâri’nin yolunu mu tutacağız ve taklit yoluyla verdiği haberle mi sınırlı
kalacağız? Yoksa teorik araştırma yolunu mu takip edeceğiz? Böyle olursa Allah
Teâlâ, akılla bilinen bir şey haline gelir. Bu durumda aklın delaletinden bize
göre Allah Teâlâ’nın ilah olmasını sabit kılan şeyi alırız. Şeriatm delilinden
ise bu ilaha nispet ettiğimiz isim ve hükümleri alırız. Böylelikle kendisini
bilmede şeriata ve akla göre hareket edenler haline geliriz ki doğrusu budur.
Çünkü şeriat, ancak akılla sabit olur. Böyle olmasaydı, herkes Hakka dair
akılların mümkün veya imkânsız saydığı her şeyi söylerdi. Onlar, şeriata inanmakla
birlikte bunu yapmışlar, kendilerine ihtiyaç olmayan hususlara teville
dalmışlardır. Bunlardan müstağni kalsalardı, akıl bu konuda kendilerini sorumlu
tutmaz ve şeriat da kendilerine niçin terk ettiklerini sormazdı. Aksine şeriat
onlara yaptıkları şeyi soracaktır. Onlar, bu konuda bir tehlikededir. Sustuğu
konuda konuşması zorunlu olmadıkça, susana karşı delil yoktur. Kuşkusuz ki bu
söze bölümün başında zikrettiğimiz kasidede yer alan bütün meseleler girer.
Çünkü onda zikredilen bütün meseleler, kendilerine istinat edeceği ilahi hakikatleri
talep ederken bazı ilahi hakikaüerden de uzaklaşır.
Bu bağlamda bu menzilin içerdiği
hususlardan birisi, iki keşif arasındaki perde tecellisi, iki perde arasında
keşif tecellisidir. Bu menzilden başka bu tür bir tecelliyi içeren başka bir
menzil yoktur. Çünkü herhangi bir açık kanıt olmaksızın tek başına mazhardaki
tecelli, açık kanıtla birlikte vermediği bir şeyi verir. Mazharın dışındaki
tek başına zati tecelli ise açık kanıt olmaksızın vermediği şeyi verir. Açık
kanıda gerçekleşen bu tecelli ise iki durumu sınırlamayı verir. Sınırlanmış
her şey, kendisini sınırlayan tarafından tanımlanmış ve hasredilmiş demektir.
Mutlak özelliğindeki zati tecellinin sınırlanmış olması, bu yoldaki bilgiler
içerisindeki en garip bilgilerden birisidir. Böyle bir durumda o, ayakta duran
insanın ayakta dururken ‘ayaktadır’ denmesi gibidir. İşin gerçeği ise onun
tasavvur edilemeyeceğidir. Kendisi zıtlardan münezzeh iken niteliklerinin
onları kabul ettiği kimse münezzehtir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: ‘Öğlen vakti güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.’
Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gündüz vaktini kast etmişse, hiç
kuşkusuz ki bütün zati tecellileri içerir. Bununla birlikte onlar, tecellinin
hükmünde birbirinden farklıdır. Söz gelişi Allah Teâlâ’nın yoksulluktan
müstağni olma özelliğiyle tecellisi ortaktan (münezzeh olan) birliğiyle
tecellisinden farklıdır. Bu ikinci durum ‘O’nun
mülkünde bir ortağı yoktur’346 ayetinde belirtilir. Görmeyle ilgili
zati tecelliler de, bu aldi-zati tecelliler gibidir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem burada ‘öğlen’ derken gündüzdeki belirli bir vakti kast etmiş
de olabilir. Anlam ve lafız bakımından daha açık ve kesin olan bu olduğu gibi
bu sözün bu anlamda yorumlanması daha yerindedir. Çünkü gündüzün bütünü zati
tecellidir. Çünkü güneş onda kendi zatıyla zuhur edendir. Çünkü gündüz güneşin
nedenlisi olsa ve ışınların ilk doğum anından batım anma kadarki sürede güneş
ile ortaya çıksa bile, güneşi gözlere gösteren de gündüzdür. Onun her bir
dakikada bir tecellisi ve hükmü vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Herkesin
buradan bildiği şey, zamanı uzayan şeydir. Böylelikle güneşin doğumu ile
ışınlarının yayılmasındaki hükmü ile aydınlatmasındaki, kendi ışığındaki
hükmünü, ışığının kaybolmasındaki hükmünü -Ki bu onun ilk batışıdırikindi
vaktindeki hükmünü, ışığını kendisine çekmesindeki hükmünü, gündüzün başmda ve
ortasında karşısında bulunan cisim üzerindeki otoritesinin eksilmesi halindeki
hükmünü, batması esnasındaki hükmünü birbirinden ayırt ederler. Her bir
tecelli, zati olsa bile, başka bir tecellide olmayan bir hükme sahiptir. İki
ucun dışındakilere gelirsek, iki zati tecelli arasındaki zati tecellidir. İki
uçta ise böyle değildir. Öyleyse buradaki tecelli, perde olan bir tecellinin
ardından gerçekleşen zati tecellidir. Diğer uç ise perde tecellisinin
kendisini takip ettiği zati tecellidir. Öyleyse o, zati ve perde tecellisinin
arasında gerçekleşen zati tecellidir.
Seni yola sevk ettik. Bu anlarda
güneşin hükümlerinin başkalaşmasını ve bu anların içinde belli bir vakitte
gerçekleşen benzetmenin durumunu anla! Bu vakit, gören ile görülen arasında
bulutun bulunmadığı ayıklık hali olan öğlen vaktidir. Sen de diğer vakiderde
zati tecellinin eserlerini al.
AÇIKLAMA
Âlemin Kadimliği Meselesi
Bilmelisin ki, yeryüzü üzerine yayılan güneş ışığı -ki o havaya yayılan güneş
ışığındandır-, kendisini algılayan gözün ışığı olmadıkça, herhangi bir
gerçekliğe sahip değildir. İki göz, yani güneş gözü ile kendisini idrak edenin
gözü bir araya geldiğinde ise görülenler aydınlanır ve şöyle denilir: Kuşkusuz
ki güneş onların üzerine yayılmıştır. Bu nedenle de engel olan bulutun
varlığıyla bu aydınlanma ortadan kalkar. Çünkü bu durumda göz, bulutun
varlığıyla diğer gözden ayrılmıştır. Bu son derece kapalı bir meseledir. Çünkü
ben şöyle diyorum: Güneş göğün ortasında bulunduğu halde, yeryüzünde kendisini
görecek herhangi bir canlının gözü olmasaydı, kesinlikle yeryüzüne yayılacak
bir ışığı olmazdı. Çünkü her yaratılmışın ışığı, kendisiyle sınırlıdır ve
onunla bir başkası aydınlanamaz. Öyleyse bizim gözlerimizin varlığı ile
güneşin varlığı, birlikte yayılan ışığı ortaya çıkartır. Bakiniz! Renkler tek
bir cisimde renkten renge girerler ve söz gelişi kırmızı veya yeşil olurlar.
Cisme doğrudan veya meyilli bakışına göre, sana farklı duyuyla algılanan renklerde
görünür. Bunları gözünle algılarsın fakat onların ne güneşte ne de bakılan
cisimde bir hakikati yoktur. Bu durumu da inkâr edemezsin. Özellikle de bakılan
cisim güneşte ise bu durumda hakikati olmayan aksine nispeti olan bir şeyi
idrak etmiş olursun. İşte yeryüzüne yayılan ışık da böyledir. Başka bir örnek
ise peyderpey bulunduğu cisimlerin rengine giren bukalemundur. Bukalemun,
sürade suret kabul eden bir şey olmadığı gibi cilalı bir cisim de değildir.
Onun renk değişimi ise duyuyla algılanan bir şeydir. Bununla birlikte bu
renklerin kendisine baktığın
o cisimde ya da kendiliklerinde bir varlığının
bulunmadığını da bilirsin. Aynı şekilde âlem de Allah Teâlâ’yı yokluğu halinde
idrak eder. Öyleyse âlem, kendisi yok iken, Allah Teâlâ’yı idrak eder. Allah
Teâlâ ise ilahi iktidar kendisine nüfaz etsin diye
âlemi var eder. Öyleyse dış varlık feyzi, yoklukları halinde Allah Teâlâ
tarafından görülenler üzerine düşer. Yokluğu halinde âlemin Hakk tarafından
görülmesini dikkate alan olabilir. Bu, gerçek bir görmedir ve bundan kuşku
duyulmaz. ‘Alem’ diye isimlendirilen şey budur. Hakk ise daha önce görmez iken,
daha sonra görmek özelliğiyle nitelenmez. Aksine Hakk sürekli olarak âlemi
görür. Öyleyse âlemin kadimliğini ileri sürenler, buradan dile getirmiştir.
Alemin kendisindeki ve kendisi nedeniyle olan varlığına bakıp da Hakkın
kendisini görmesi esnasında bu halin âlem için olmadığını gören kimse ise âlemin
hadisliğini dile getirir. Buradan şunu öğrenirsin: Eşyayı görmenin illeti,
Eşarilerin zannettiği gibi, onların var olması değildir. Hakkın buradaki
‘yüzü’, görülmeleri için görülenin istidadıdır. Görülen şeyin mevcut veya
madum olması birdir. Çünkü görme kendisine ilişir.
Eşarilerin dışında, Mutezile ise
gözle görmek için bir takım ilave şartlar ileri sürmüştür. Bunlar, varlığa tabi
ve buna ilave şartlardır. Bu nedenle onlar görmeyi bilhassa bilgiye
çevirmişlerdir. İki perde tecellisi arasındaki zat tecellisine gelirsek, söz
konusu zati tecellide gören için perde suretlerinden bir durumun ortaya çıkması
zorunludur. Böylelikle bu tecelli o şey için bir ayna haline gelir. Bu ayna iki
suretin karşısındadir. Böylelikle zat aynasında zati tecelli nuruyla iki
perdeyi görür. Nitekim el-Gani ve el-Hamid Hakkı kendisinden tenzih ederken
yoksulluğu görürsün. İş böyle olmazsa, aklen sana görünmeyen bir şeyden kendisini
nasıl tenzih edersin ki? Tecelli esnasında zatta perdenin sureti de böyledir.
Bundan daha açığı ise mümkün değildir. Öyleyse ârif bu iki perdenin suretini
idrak eder veya perdenin sureti ile bu diğer zati tecellinin o ikisinin
arasında bulunduğu zati tecelliyi aralarında gerçekleşen perde tecelligahında
idrak ederse, zikri ve ameli bu iki suretin o tecelligahta verdiği duruma göre
olmalıdır. O’nun hangi tecelli olursa olsun tecellide idrak edilemeyişinin
illeti, iki surettir. Bu iki suret zorunludur. Çünkü bir’in mutlak birliğinde
görülmesi mümkün değildir.
İnsan adına mutlak birlik geçerli
değildir ve o varlıkta ikinci mertebededir. Bu nedenle insan çifttir. Bu
nedenle de tecellide ancak iki sureti müşahede edebilir. İnsan ise bu ikisinin
arasında tecelligahtır. Öyleyse gören insan, her nerede görürse görsün, Haktan
ancak kendisini görebilir. Öyleyse bu tecelli sana kendini ve Hakkın kendisini
tanıtır. Tecelli iki suret arasında gerçekleşirse, iki suret amel olur. Dünyada
ise amel meşru yükümlülük amelidir. Ahirette ise bu durumda cinsel ilişki,
giyim, yiyecek, içecek ve sohbet gibi nimet ameli olabilir. Bütün bu ve
benzerleri, perdeye göre gerçekleşen şeylerdir. Bu nedenle insanlar ahirette
tecelliden döndüklerinde, bu suret ile dönerler ve o surete göre mülklerini
görürler. Nimet o surete göre gerçekleşir. Buradan nimetin eşyayla ilgili olduğu
düşüncesinin yanlışlığı ortaya çıkar. Çünkü nimet, eşyanın varlığıyla ilgilidir
veya bu perde suretleri içinde onları idrakle ilgilidir. İnsan onları zati
tecelligahta idrak eder. Tecelli iki zati tecelli arasındaki bir perde
tecellisi olabilir, bu durum, kuşluk ile öğlen arasında aym gözükmesini veya
iki gündüz arasındaki gecenin tecellisine benzer. Bu durumda bu perde
tecelligahındaki tecelli, -amel değilbilgi olur. Fakat (bu bilgi) tenzih
bilgisindendir. Böylelikle nefs kendisinden tat alır ve manevi nimet olarak
kendisinden nimetlenir. Bu, nefsin kendisine uygun cennetidir. Anla!
Zati tecelli perde tecellisi ile zati
tecelli arasında bulunursa, iki suret de amel değil bilgi sureti olur. Öyleyse
zatideki zati tecelli sadece tenzih bilgisinin suretidir. Perde tecellisinin
sureti ise teşbih suretinin tecellisidir. Bu, kulun ilahi isimlerle
ahlaklanması ve rabbani niteliklerle kendi mülkünde gözükmesidir. Bu makamda
yaratılmış yaratıcı haline gelir ve bütün ilahi isimlerin hükümleriyle gözükür.
Burası, mülkünde Yaratana vekillik ve halifelik makamı olduğu kadar himmet,
temas ve söz vasıtasıyla var olanlara etki böyle gerçekleşir. Himmete
gelirsek, insan bir şeyi irade eder, irade edilen şey, herhangi bir eksiklik
veya fazlalık olmaksızın önünde temessül eder. Söze gelirsek, bir şeyi irade
ettiğinde ona ‘ol’ der. Ya da amel ise o şeye temas eder. Buna örnek olarak,
İsa’nm kuşu yaratırken çamura temasını ve onu kuş olarak şekillendirmesini verebiliriz.
Bu durum ‘İki elimle yarattığım şeyi’347 ayetinde belirtilir. Öyleyse,
akleden ve anlayan kimse, insanın her ilahi mertebede bir nasibi bulunduğu
bilir ve anlar. Perde tecellisi, zat tecellisi ile perde tecellisi arasmda
olabilir. Bu durumda perde tecellisi, âlemin Hakk ile irtibatının bilinmesi
demektir. Bu durum, âlemin kendisine delil olması, onun nedenlisi ve sureti
üzerinde bulunması ve kendisiyle benzerlik ilişkisi yönündendir. Zati
tecellinin sureti ise ferahlamak, şaşırmak, gülmek, el, ayak, göz, iki el,
avuç, sağ el, yaratılmışa ve kendi üzerine yemin etmek gibi Hakkın yaratıkların
niteliklerinde tecellisini bilmektir. Bunun yanı sıra Hakkın ışık ve karanlık
perdeleriyle nitelenmeyi kabul etmesi, bu karanlık ve nurani perdelerin ardında
ise yakıcı tecellilere sahip olması, buradan öğrenilir. Tecelli makamları dört
ile sınırlanmıştır ki, bunlardan başka bir asıl yoktur.
Hakikat ilahi tecellilerin âlemde bu
dört ile sınırlı olduklarının bilgisini verdiğine göre, bütün varlıklar,
kendisine döndükleri asıl itibarıyla dördü olmuştur. Öyleyse her varlığın
bilgisinde tenzih bilgisi, teşbih bilgisi bulunmalıdır. Amelinde ise ya yapım
(sinai) ameli veya ruhanifikri amel bulunmalıdır. Bu dört kısmın dışında
kalması mümkün değildir. Aynı şekilde doğa da özü gereği bu tecellilerin hükmü
nedeniyle (dört şeyi) vermiştir. Çünkü varlıklar bu tecellilerin suretine göre
ortaya çıkmışlardır. Böylelikle sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık meydana
gelmiştir. Bunlar, her bir cisimde kemaliyle bulunurlar. Bununla birlikte,
bazı cisimlerde eşit güçte bulunabilirler ki bu, söz konusu cismin bekasmm
nedenidir. Bazen bir cisimde eşit güçte bulunmazlar. Bu durumda hastalıklar o
cisme eşlik eder ve unsurların birbirlerine baskın gelmesine göre sürekli
hastalıklarla yüz yüze gelir. Bu durum aşırıya giderse ölüm gerçekleşir ki
ifrat hali de kendilerindendir. Çünkü onlardan (birisinin veya bir kaçmm) ifrat
derecesine varması da, insanın veya canimin kendisini yediği bir yemek gibi
kendilerinden kaynaklanır. Buna göre söz konusu yemekte baskın olan şey,
cisimde kendisine uygun olan şeyin derecesini artırır. Buna göre yenilen şey
sıcak ise cisimdeki sıcaklığı artırırken, soğuk ise soğukluğu artırır. Diğer
unsurlar için de aynı şey geçerlidir.
Sonra, bu dört şeyin karışımından
dört şey meydana gelmiştir ve bunlar dört yön kabul etmiştir. Çünkü bu dört
tecellinin hakikatleri ancak bu dört şeyden sayıca kendi ölçülerince bir şeyin
meydana gelmesini gerektirmiştir. Bu nedenle bütün yönlerden birbirini itme
meydana gelirken aynı zamanda bu bölümün başında ilahiyat konularında zikrettiğimiz
üzere karşılıklı ilişki de meydana gelmiştir. Bu ilahi hakikat, âlemin de ancak
bu şekilde olmasına hükmetmiştir. Çünkü bilinen bilginin suretine göredir ve
Hakkın bilgisi ide O’nun zatıdır. Anla!
Buna göre karşılıklı itme, sıcaklık
ile soğukluk ve yaşlık ile kuruluk arasındaki ilişkidir. Bu nedenle sıcaklık,
soğukluk ve yaşlık, kuruluk aynı hükümde kesinlikle bir araya gelmez. Bu
nedenle Allah Teâlâ unsurları bu doğaların birleşiminden dört olarak yarattı.
Böylelikle ateş, sıcaklık ve kuruluktan meydana gelmiştir. Sonra, onun
ardından geleni her bakımdan kendisini iten bir şey yapmamıştır. Aksine bir
yönden kendisiyle ilgiliyken bir yönden ayrı olduğu bir şeyi ondan sonra
getirmiştir. Böylelikle hava, içerdiği yaşlık nedeniyle kendisini itse bile,
içerdiği sıcaklık ile ateşe komşu olmuştur. Çünkü iki ucu bir araya getirdiği
için, ortadakinin bir hükmü ve etkisi vardır. Böylelikle o iki şeyin birbirini
itmesinin (önüne geçerek) kendilerine hakim olmuştur. Bu bağlamda hava, sıcak
ve yaştır. Sıcaklığı nedeniyle, kendisiyle ilişkili olduğu ateşe dönüşür ve
vasıta hakim olur. Yaşlığı nedeniyle ise kendisine uygun olduğu suya dönüşür.
Sonra hava, alt tarafından suya komşu olur. Böylelikle hava sıcaklığı
nedeniyle ateşe komşu olmayı kabul ederken yaşlığı nedeniyle de suya komşuluğu
kabul eder. Bununla birlikte su, soğukluğu nedeniyle kendisine zıt iken hava
da sıcaklığı nedeniyle suyu iter. Aynı şekilde, her ikisinin de komşuluğunu
sağlayan soğukluk nedeniyle, toprak ile su arasında da bir komşuluk vardır.
Öyleyse bunlardan ortaya çıkan şey, bu asıl nedeniyle dört tane olmuştur. Aynı
şey, türeyen havan cismi için geçerlidir. Ateşin ondaki etkisi safra iken
havanın etkisi kan, suyun etkisi balgam ve toprağın ondaki etkisi ise karadır.
Böylelikle cisim, dört doğa üzerinde meydana gelmiştir. Aynı şey, dört güç
için geçerlidir: Bunlar, çekme, itme, hazmetme ve tutma güçleridir.
Mutluluk ve bedbahtlık da dört şeye
bitişir. Sağ, sol, arka ve ön. Yukarı yönde ise cisim doğası gereği
yürüyemezken aşağı yönde ise ruh doğası gereği yürüyemez. İnsan ve hayvan, bu
ikisinden bileşiktir. Öyleyse insanın muduluk ve bedbahtlığı, ruhunda ve
bedeninde doğasının kabul ettiği şeydedir ki bunlar da dört yöndür, insan bu
yönlerle yükümlüdür ve İblis de kendisine bu yönlerden gelir. Nitekim İblis
şöyle demiştir: cSonra onlara sağlarından sollarından,
önlerinden ve arkalarından geleceğim.’348 Zikrettiğimiz
nedenle ‘üsderinden’ veya ‘altlarından’ dememiştir. Öyleyse İblis insana ancak
muduluğuna ve bedbahtlığına etki edebileceği yönlerden gelir. İnsanın İblis’in
sözünü duyup da kabul etmesi onun muduluğuna etki ederken sözünü dinlemeyip
kendisini davet ettiği şeye icabet etmeyişi de bedbahtlığını etkiler. Eşyanın
mertebelerini düzenleyen Alim ve Hakim münezzehtir! Ulvi-cismani âlemin fiili
de böyledir. Böylelikle Allah Teâlâ, (aşağı) âlemdeki hükümlerin kendisinden
meydana geldiği burçları dört (doğalı) yapmıştır: Ateş, toprak, su ve hava.
Soru edatlarını da dört tane yapmıştır. Bunlar; mıdır, nedir, niçin ve nasıl
sorularıdır. Âlemde etkin olan isimler de dört tanedir. Bunlar; alim, mürid,
kadir ve kail isimleridir. Öyleyse Hakkın bir şeyi bilmesi, bir şeyin belli bir
vakitte belli bir durumda olmasını bilmesidir. Bu bilgi, o hali belirlemek
üzere iradeyi harekete geçirtir. Kail ismi ise o varlığı var etmek üzere
kudreti harekete geçirtir. Öyleyse Allah Teâlâ, bilmiş, irade etmiş, söylemiş
ve yapmıştır. Böylelikle varlıklar, bu dört şeyden ortaya çıkmıştır. Öyleyse
sıcaklık bilgiye, kuruluk iradeye, soğukluk söze, yaşlık ise kudrete aittir.
Buna göre sıcaklık ısıtırken kuruluk serdeştirir, yaşlık ise yumuşatır ve
soğukluk ise donuklaştırır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ne
kuru ne yaş.. .’349 Burada, iki etkini değil, iki
edilgini zikretmiştir. Çünkü iki edilgin, kendilerinden meydana geldikleri şeye
delalet ederler. Bunlar ise kuruluğun kendisinden meydana geldiği sıcaklık ile
yaşlığın kendisinden meydana geldiği soğukluktur. Zikrettiğimiz şekilde
sınırlanmış bu tecellilerin (âlemde) ortaya çıkarttıkları durumlara bakınız!
Aynı şekilde âlemde (bulunanlar da),
ya mutlak anlamda Mutlu veya mutlak anlamda bedbaht veya muduluğa intikal
etmesi mümkün bedbaht ve bedbahtiığa intikal etmesi mümkün Mutlu olmak üzere
(dört kısımdır). Böylelikle bu haller dört ile sınırlı olmuştur. Bu kapsamdan
başka bir dördü ise; Evvel, Ahir, Zâhir ve Bâtın isimleridir. Bir beşincisi
yoktur. Bunlar âlem karşısında Hakkın nitelikleridir. Sayıların mertebeleri de
beşincisi olmamak iizere dörttür. Bunlar, birler, onlar, yüzler ve binlerdir. Sonra
bileşiklik meydana gelir. Sayıların bileşimi ise rükünleri meydana getirmek
üzere, doğaların bileşiminin bir benzeridir.
Kardeşim! Bilmelisin ki, bu menzilin
kalan kısmını tamamladığım gece, menzilin bereketinden Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’i rüyada gördüm. Sırt üstü uzanmış ve şöyle diyordu: ‘Mesdere
mesh etmek ve eldiven giymeye varıncaya kadar, kulun her şeyde Allah Teâlâ’nın
büyüklüğünü görmesi gerekir.’ Baktığımda, ayaklarında iki yeni siyah terlik,
ellerinde eldiven vardı. Bu menzilde Allah Teâlâ’nın büyüklüğünün Hakk ettiği
bilgileri yazmam nedeniyle bana işaret ediyor gibiydi. Sonra şöyle dedi:
‘Dolunay doğmaya devam ettiği sürece, nefisler bostanlarda uyuyabilir ve
çarşılarda güven içindedir. Karanlık olup da dolunay çıkmayınca, hırsızlardan
korkulur. Bu durumda kişinin hırsızlardan sakınmak amacıyla şehre girmesi yaraşır.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediğinden, Hakkı müşahede halinin
nefislere hakim olmasını, nefislerin kendisini hakka’l-yakin olarak bilmesini ve
bu sayede Allah Teâlâ’yı bilmenin bostanlarına girmelerini ve farklı tarz ve
çok sayıdaki bilim dallarıyla Allah Teâlâ’yı bilmek üzerinde konuşmalarını kast
ettiğini anladım. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hakkı dolunaya
benzetmiş, bostanlardaki türlü meyveleri ise ilahi mertebenin içerdiği ilahi
isimler ve celalbüyüklük nitelikleri hakkındaki bilgilere benzetmiştir. Rüyada
‘dolunay battığında’ ifadesinden ise Hakkı eşyada müşahedeyi, O’nun karşısında
huzur sahibi ve halis niyetli olmayı kast eder. ‘Bilgisizlik, Allah Teâlâ’dan
habersizlik karanlıkları hakimdir ve hırsızlardan korkulur.’ Hırsızlar derken,
teorik akılcılara ve suri keşf sahiplerine ilişen saptırıcı kuşkuları kast
etmektedir. Bundan ise Hakkın mertebesinin Hakk ettiği hususlarda fazla
konuşmanın gerçekleşmesi hakkmda duyduğu korku nedeniyle söz etmiştir. ‘Şehre
girmelidir.’ Burada ise şeriatın zahirine bağlanarak ve cemaate uyarak bu
tehlikeden korunmasını kast eder. Cemaat, şehir halkıdır, çünkü Allah Teâlâ’nın
eli cemaade birliktedir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in, içindeki büyük muduluk ve bu menzilin içermiş olduğu marifet
nedeniyle, bütün organlarıyla büyük bir sıkıntı hissettiğini gördüm. O ikisi,
dolunayda ve geceleyin doğmaktaydı. Bu geceden gündüz meydana gelmiştir.
Dolunayın göğün bağrmda ışıldadığını görüyordum. Birisi şöyle diyor: ‘Allah
Teâlâ’dan kendisine gelen ve müşahede ettiği şey nedeniyle, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem (daha önce) büyüle sıkıntı içinde görülmemiştir.’
Uyandım ve hemen o menzil bölümünde bu rüyayı yazdım. Bana gösterdiği şeyler
nedeniyle sevindim ve Allah Teâlâ’ya hamd ettim. Bu menzil, bir takım ilimler
içermektedir. Nitekim her bir menzil pek çok cilde sığacak mârifederi içerir. O
gece arkadaşlarıma dedim ki: ‘Bu menzilin içerdiği bilgilerden bir meseleyi
zikredeceğim.’ Bir arkadaşım bana soru sordu, şöyle dedi: Hal böyle ise, o
zaman o menzilin içerdiği ana konuları söyleyerek ne kadar bilgi içerdiğini
bize bildir. Böylece biz de, sözü uzatmadan, ayrıntıya dalmadan onları öğreniriz.’
Ben de şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ izin verirse, bu kitapta daha sonra gelecek
menzillerde bunu yaparım.’ O gece benim için mübarek bir geceydi.
Bilmelisin ki, bu menzil,
yıldızlardaki tecelli bilgisini içerir. Sayılarının çokluğuna rağmen, aynı
anda her birine tecelli gerçekleşir ve bir görmeyle hepsi görülür. Bunun yanı
sıra tecellilerin birbirine girmesi, tabi-metbu tecellinin bilinmesi bu
menzille ilgilidir. Acaba tabi adına metbuya (uyulan) tecelli edenin bilgisi
gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi? Çünkü metbu Allah Teâlâ’ya davet etsin diye
gelmiştir, yoksa kendisine çağırmak üzere gelmemiştir. Bu bağlamda şöyle der:
‘Bizim ile sizin aranızda ortak olan bir kelimeye geliniz: Allah
Teâlâ’dan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah Teâlâ’yı
bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.’350 Başka
bir ayette ise şöyle buyrulur: ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah
Teâlâ’ya davet etmekteyiz:351 Burada (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem), Allah Teâlâ’ya davette uyan için de bir pay ayırmıştır. İnsan,
bazı bilgilerde insan olması yönünden bağımsızdır ve peygambere veya bir
rehbere muhtaç değildir. Bu tarz bilgilere örnek olarak, Allah Teâlâ’nın
birliğini bilmeyi ve O’na gerekli zorunlu nitelikleri bilmeyi verebiliriz.
Aynı şey, halvederinde ve güzel ahlakla nefsini temizlemeyle gerçekleşen keşif
esnasında ilahi feyiz için geçerlidir. Böyle biri adına gerçekleşen tecelli,
uyduğu kimse için gerçekleşen tecellinin aynıdır. Çünkü o, gerçekte uyan
değildir, basiret sahibidir. Bu insan, ya akıl delili veya gerçek keşif delili
nedeniyle, (bilgide) uyulanla birdir. Bu makam sahibi olmayan kimselerin Allah
Teâlâ hakkındaki bilgileri ise, uyulandan ‘iman’ yoluyla ve onun izinde giderek
alınmıştır. Böyle bir bilgi ancak peygamberin yolunu ‘takip etmekle’
gerçekleşecek ilimdir ve -bilgi olması yönüyle bilgi değilAllah Teâlâ’ya
yaklaştırıcı olan bilgidir. Aynı şey, Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayan beden
ve kalp amelleri için geçerlidir ve bunlar da peygambere uyarak elde edilir. Bu
bilgi sahibi adına bu makamda tecelli gerçekleştiğinde, bu tecellinin (verdiği
bilgide) uyan insan, uyulana katılmaz. Binaenaleyh bu tecelli uyulan adına
güneş kaynaklı iken uyan adına (ışığını güneşten alan) ay ve yıldız kaynaklı
tecellidir. Bunu bilmelisin!
Bu menzilin içerdiği konulardan
birisi de, er-Rab isminden başka (bir isimde) ve kendilerine tamlama yapılan
er-Rab isminde -yoksa ismin genel kullanımında değilHakkın bedbahdara tecelli
etmesidir. Bununla birlikte Hakk, perdeyi ancak o gün özel bir şekilde
yaratmıştır. Öyleyse bedbahtlar, kendilerine izafe edilen özel bir ismin
zamanında perde içindedirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Hayır,
onlar rablerinden o gün...’352 -burada Rabbi
kendilerine izafe etmiştir‘perdelidirler:353 Böylelikle perdeliliği belirli bir
zamana ait yapmıştır, anla!
Bu menzilin içerdiği hususlardan
birisi de, her tecellinin nimete yol açmayacağıdır. Tecelliyle nimetlenmek,
seven ve özleyenler için gerçekleşir. Onlar sevginin şartlarını yerine
getirenlerdir. Bu menzil, Böylelikle görülen (şehadette olan), gayb haline
geldiği gibi gayb olan şey de görülür Hakk gelir. Bu nedenle bazı arifler,
ahiret yaratılışında cisimlerin ruhlarda bâtın kalacağını ileri sürmüşlerdir.
Bu anlayışa göre ruhlar da, dünya hayatında olduğunun tam aksine, bedenler için
görünen mekanlar gibi olacaktır. Böylelikle ahirette zuhur eden ruh olur,
hüküm de bedene değil ruha aittir. Bu nedenle ahirettekiler, ruhun kendilerinde
etkin olması ve bedenin ruhta gizlenmiş olması nedeniyle, diledikleri herhangi
bir surete girme imkânı kazanırlar. Nitekim dünya hayatında da melekler ve
ruhlar âlemi de diledikleri her surete girme imkânına sahiptirler. Yeniden
yaratmanın bedenlerle olacağını inkâr eden keşif sahiplerinin menzillerinden
(birisi), onların ahiret hayatında gerçekleşecek durumu keşiflerinde görmüş
olmalarıdır. Onlar, diledikleri şekilde suretle girebilen bir takım ruhlar
görmüş, bu ruhların içermiş olduğu cisimsellik kendilerine gizli kalmıştır.
Nitekim bu dünya hayatında da bedenlerin içermiş olduğu beşeri ruhanilik bazı
kimselerce görülmez. Bedenler onlar için kabirlerdir. Ahirette ise bunun tersi
olarak ruhlar bedenlerin kabirleri gibi olacaktır. Bu nedenle (bazı keşif
sahipleri) bedenlerin yaratılacağını inkâr etmiştir. Biz ve arkadaşlarımızın
dünya hayatı ve ahiret hakkında elde ettiği tam keşif ise şöyledir: Biz burada
ruhlara doğal bedenlerin hakim olduğunu gördük. Bu nedenle cisimlerin görünen
kısımlarında ancak eserleri görülebilir. Uyku ve ölüm olmasaydı, keşif
sahibinden başkaları, zâhirde görülene ilave bir şeyin bulunduğunu
bilemeyecekti. Ölüm, durağanlık, cismin sahip olduğu eserlerden yoksun
kalmasına rağmen, bazı kimseler, bu görüşe varmıştır ki, bunlar Haşîşiyye’dir.
Onlar bu bedenlerin ardında herhangi bir şeyin bulunduğunu görememiştir. Alemde
ölüm denen bir şey olmasaydı, bu insanların durumu ne olabilirdi?
Bu menzilin içerdiği hususlardan
birisi de, ulvi âlemin bilinmesi, kendi terkibinde suretinin tertibinin
bilinmesidir. Ulvi âlem (yukarı âlem), görüşlerine delilin verisinden hareketle
varmış olsalar bile, gök bilimcilerin söylediğinden farklıdır. Gerçi Allah
Teâlâ’nın yukarı âlemi onların söylediği şekilde düzenlemesi de mümkündür,
fakat öyle yapmamıştır. Bununla birlikte bu tertip, gök bilimcilerinin vardığı
tertibi vermiştir. Bu menzil, Allah Teâlâ’nın aşağı âleme yerleştirdiği
şeylerin tertibinin bilgisini içerir. Yükümlülerin bilinmesini, nereden yükümlü
olduklarını ve onları harekete geçiren şeyin ne olduğunun bilgisini de bu
menzil verir. Aynı zamanda yakınlıkların bilgisini de içerir. Allah Teâlâ’ya
karşı büyüklenen zorbaların (boyunlarının) bükülmesinin bilgisini, Allah Teâlâ’yı
bilmede hayvanın insana katılmasını, akıbetlerin bilinmesini ve her âlemin
sonda neye vardığının bilgisini de içerir. Meselelerin başlıklarını zikretmiş
olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar