Print Friendly and PDF

YİRMİNCİ SİFİR 1.Bölüm

 



Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

İKİ YÜZ SEKSEN DOKUZUNCU BOLUM

Musevî Mertebeden Kendisinden Önce Bilginin Bulunmadığı Ümmî Bilginin Menzilinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’yı bilmek süsleme ve güzelleştirme  Fikir bilgisi ise benzetme ve saptırma

Fikirle bilmek özet bilgi ve karıştırma Allah Teâlâ ile bilmek ise tahkik ve tafsil gerektirir

Fikir ile bilmek, salt bildirme

Allah Teâlâ ile bilmek başkalaştırmak ve değiştirmek

Süslü sözler seni aldatmasın

Çünkü onların medlülü bilgisizlik ve neden bulma

Filozof llah’ı reddetme derdinde Sebebinin verisiyle, ki işlevsiz yapmak demek o

Eşari çoğalmış hakikat kabul eder O da bir bilgi, fakat benzetme yapılmış

Bize göre ümmîlik, Kuran’ı veya nebevi haberleri ezber (bilmekle) çelişmez. Ümmî, içindeki anlamları ve sırları ortaya çıkarmak için teo­rik inceleme gücünü ve aklın hükmünü kullanmayan kimse demek iken aynı zamanda ilahi konuları öğrenmede akıl delilinin verilerini kullan­mayan veya şer’î hükümlerde fıkhî delillerin, kıyasların ve neden tespit­lerinin müçtehitlere sağladığı verileri kullanmayandır. Kalp, akıl ve şeri­at kaynaklı teorik inceleme verilerinin bilgisinden kurtulduğunda, ümmîdir ve -herhangi bir gecikme olmaksızm-sürade ilahi feyzi kabul edici Hakk gelir. Böyle bir kalp, her şeyde ledünni bilgiden yararlanır. Bu bil­ginin değerini ise nebiler veya velilerden kendisini tadanlar bilebilir, imanın derecesi ve yapısı bu sayede kemale erer. Bu bilgiyle fikirlerin isabeti ve yanılgıları öğrenilir. Hangi yönüyle düşüncelere hastalık ve sağılığın izafe edddiği bu sayede öğrendir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’dandır. Bununla birlikte batıl hükmünü vermiş olsa bde, varlıktan batd bir şey olmadığını da öğrenir. Çünkü varlığa giren her şey, Allah Teâlâ’ya ait bir hü­kümle ve (aynı) hakikatten kaynaklanır, yoksa başkasına ait değildir. Bu hakikat ve hükümde ise batıl ve anlamsızlık (abes) yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’dan başkasma ait fiil olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan başka fail veya O’ndan başka hüküm sahibi yoktur. Allah Teâlâ’dan başka hükmeden de yoktur. Bu belirttiğimiz hususlarda önceden bdgisi olan kimse, bu konuda önceden bdgisi bulunmayan ümmînin elde etmiş olduğu ledünni-dahi bdgiden bir bdgi elde etmekten uzaktır. Çünkü akli ölçüler ve fakihlerin kullan­dığı içtihat kaynaklı zahiri kıstaslar, genellikle zikrettiğimiz hususu red­dederler. Çünkü bu konunun büyük bölümü, akim yeteneğinin üzerin­dedir ve akıl terazisi burada iş görmez. Aynı zamanda müçtehitlerin kullandığı terazinin de üzerindedir, fakat fıkhın üzerinde değildir. Çün­kü söz konusu bdgi, sahih fıkhın ve sarih bdginin ta kendisidir.

«I

Musa ve Hızır kıssasında zikrettiğimiz hususta güçlü bir deld var­dır. Böyle iken fakihin durumu nasd olabilir? Şâri’nin ve keşfin İlah’a nispet ettiği mekan ve benzeri hususlar, aklın iddiası ve müçtehidin hükmüyle ortaya konulan akli delillere ve teorik kıstaslara göre ne an­lam ifade eder? Allah’ın kuluna vermiş olduğu rahmet, kendisi de teorik bdgi ve içtihat hükmü araşma kendi yönünden engel koşmasıdır. Ta ki Allah Teâlâ, bu sayede kendisini dahi fetihte ve kendi katından olan bdgiyle ödüdendirir. Allah Teâlâ kulu Hızır hakkmda şöyle der: ‘Kullarımızdan bir kul,’274 Burada onu çoğul zamirine izafe etmiştir. ‘Ona katımızdan bir bilgi verdik.’275 Burada da çoğul zamiri kudanmıştır. ‘Ona öğrettik.’276 Yi­ne çoğul zamir kıdlanmıştır. ‘Katımızdan.’277 Tekrar çoğul zamir kudanılmıştır. ‘Bilgi.’27S Yani onun adına bu fetihte zahir ve bâtın bilgiyi, sır ve açıldık bdgisini, hüküm ve hikmet bilgisini, akd ve (vahiyce konulan) vaz’î bilgiyi, delider ve kuşkular bdgisini bir araya getirmiştir. Kendisi­ne genel bdgi verilen ve bu bdgiyi kullanması emredden nebder ve Allah Teâlâ’nın ddediği kimseler, söz konusu kimseye tepki göstermiş iken o bu insanların getirdikleri bdgderden herhangi birisi hakkmda kendderine tepki göstermemiştir. Hızır, başka türlü bir hüküm vermiş olsa bile, o hükmün yerini ve nerede kullanacağım bilir. Böylelikle Hızır, hükmün­de göze olduğu gibi diğer güçlere de haklarım verir. Akla olduğu gibi diğer manevi güçlere de haklarını verir. İlahi nispedere ve ilahi fethe de hükümlerini verir. Bu sayede (Allah Teâlâ tarafından öğretilmiş olan) bilgin, başkalarından fazla gelir. Bu fazlalık, basirettir. Kur’an-ı Kerim’de ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırmaktayız279 ayetinde buna işa­ret edilmiştir. Bu ayet, ‘ümmîlere kendilerinden bir peygamber gönderdi5280 ayetinin tamamlanmasıdır. Söz konusu kişi, ümmî olmasına rağmen, basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet eden peygamberdir. Ümmîler ise kendisiyle birlikte basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet eden kimselerdir. Öyleyse onlar, hü­kümde kendisine tabi olanlardır, çünkü peygamber topluluğun başka­mdir. Müçtehit ve akılcı ise hiçbir zaman verdiği hükümde basiret sahi­bi olamaz.

Müçtehit basirete sahip değildir, çünkü müçtehit bir gün dinî bir olay hakkında hüküm verir, yarm başka bir delil görür ve bu delil dün verdiği hükümde yanıldığını kendisine gösterir. Bu kez verdiği hüküm­den vazgeçer ve yeni deliliyle hüküm verir. Şâri ise birinci hükmünü geçerli saydığı gibi ikinci hükmünü de geçerli sayar ve o esnadaki içti­hadında delilinin verisinden dönmesi yasaktır. Hâlbuki basirete sahip olsaydı, birinci inceleyişinde yanlış hüküm vermezdi. Peygamberin ver­diği hüküm ise öyle değildir. Çünkü peygamberin verdiği birinci hü­küm doğrudur. Ardından Allah Teâlâ o hükmü zıddıyla ortadan kaldırır ve bu durum nesih diye isimlendirilir. Nesih nerede, hata nerede?

Öyleyse nesih basiret varken olabilirken hata basirede olamaz. Akıl sahibi de öyledir. Bu, akıl sahiplerinden bir cemaatten gerçekleşen şey­dir. Onlar incelediklerinde ve inceleyişlerinde delile hakkını verdiklerin­de ve delilin yönünü öğrendiklerinde, bu delil kendilerine medlül (delillendirilen) hakkında bilgi verir. Sonra onları başka bir vakit görür­sün. Söz gelişi Mutezile veya Eşari veya Brahmî veya filozof gibi, başka bir gruptan bir hasım başka bir hükümle karşılarına çıkar. Söz konusu durumla ilgili delili kesin olduğuna hükmettiği deliliyle çelişir ve delilini zedeler. Bu kez ona bakar ve birinci delilin yanlış olduğunu ve delilinin unsurlarını taşımadığını görür. Görür ki delili, bu konuda ölçüyü ihlal etmiştir, bunun farkında değildir. Bu durumda basiret nerede kalmıştır? Aklın zorunlu saydığı şeylerde niçin böyle bir şey gerçekleşmemiştir?

Öyleyse bu konu ehli için hükümde basiret, akıllar için zorunlu hüküm­ler gibidir, insanın ise ancak böyle bir bilgiyle ferahlaması gerekir.

Bu taifenin kendisini hakka’l-yakin öğrendikleri (tahakkuk) husus­ların bir kısmını aktaran Ebu Hamid Gazzâlî’nin şöyle dediği söylenir: ‘Onların yollarına katılmak, kaynaklarından almak, kendisinden yudum­ladıkları deryadan yudumlamaya karar verince, halvete girdim ve teorik düşüncemden ve fikrimden soyudandım. Kendimi zikre verdim. Bunun sonucunda daha önce sahip olmadığım bir bilgi benim adıma meydana geldi. Bununla sevindim ve şöyle dedim: ‘Sûfiler adına meydana gelen şey benim adıma da meydana geldi.’ Onun üzerinde düşündüm. Me­ğerse onda, daha önce sahip olduğum fıkhî bir güç varmış. Anladım ki, bu bilgi benim için henüz saflaşmamıştır. Tekrar halvete döndüm ve sûfilerin kullandığı yöntemi kullandım. Bu kez de daha önce bulduğu­mu daha açık ve daha bariz bir şekilde buldum. Sevindim, üzerinde dü­şündüm. Onda yine benim sahip olduğum fıkhî bir kuvvet vardı ve be­nim adıma tam olarak saflaşmamıştı. Bunu defalarca tekrarladım. Hal aynı haldi. Fikirden hareket eden teorik akılcılardan bu kadarlık bilgiyle ayrıştım, fakat bu konuda sûfilere katılmış değildim. Anladım ki: Mahv üzere yazı yazmak, mahv olmaksızın yazı yazmak gibi değildir. Bakınız! Ağaçların arasmda meyvesi çiçeğini öneeleyenler vardır. Bu kısım, Allah Teâlâ’ya yoluna girdiklerinde fakih ve kelamcı gibi olan akılcı bilginlere benzer. Bazı ağaçlarda ise çiçek meyveden önce gelir. Bu kısım ise ledünni bilgisini zâhir bilginin geçmemiş olduğu ümmînin örneğidir. Bu bilgi kendisine en kolay bir şekilde gelir. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur. Bu fakih ve kelamcı ise Allah Teâlâ hakkında hüküm ver­mek üzere, ilahi mertebeye kendi kıstaslarıyla gelmişlerdir. Hâlbuki on­lar, Allah Teâlâ’nın kendilerine bu terazileri ancak Allah Teâlâ hakkında hü­küm vermek için değil, Allah Teâlâ için hüküm vermek üzere verdiğini bile­memişlerdir. Bu nedenle edepten mahrum kalmışlardır. Edepten mah­rum kalanın cezası ise ledünni bilgiyi bilmemektir. Böyle birisi ise kendi işi hakkında basiret sahibi değildir. Aklı bol olsa bile, nasıl isabet edece­ğini bilirdi. Bu bağlamda bir kısmı ilahi mertebeye girmiş ve terazisini kapıda bırakmıştır. Oradan çıktığında ise bu teraziyle Allah Teâlâ için ölçmek üzere alır. Böyle bir bilgin, teraziyle Allah Teâlâ’nın huzuruna giren kimseden hal bakımdan daha iyidir. Fakat onun kalbi, içinde kendisine dönmek bulunursa, bıraktığı teraziye bağlıdır. Bu nedenle de düşüncesinin tera­zisine bağlı olduğu ölçüde, amaçlanan bilgiden mahrum kalır. Bunun nedeni bıraktığı teraziye dönük ilgisidir. Bu kişiden daha iyi hal sahibi ise terazini kıran kimsedir. Terazi ahşap ise onu yakar. Eriyen şeylerden ise onu eritir veya soğutur. Böylelikle terazi olma özelliğini yitirir. Cev­herinin geride kalması, önemli değildir. Bunu yapmak güçtür ve kim­senin böyle yaptığını duymadık. Böyle bir şeyim varsayımı ise imkânsız değildir. Allah Teâlâ bazı kullarına bunu yapacak kadar güç vermiştir.

Ebu Hamid kırk gün boyunca yolunu şaşırmış bir halde kaldığını söylemiştir. Bu tehlikelidir. Ümmînin hali ise böyle değildir. Çünkü mümin Allah Teâlâ’nın katma mümin olarak girer. Ebu Hamid’in zikrettiği bu hal ise sûfilerin hali değildir. Böyle bir hal, şeriatı olmayıp da ne oldu­ğunu öğrenmek isteyen kimselerin halidir. Böyle biri araştırır, kendisine sûfilerin yolu gösterilir. O da, Hakkı Hakkın bildirmesiyle öğrenmek üzere bu yola girer. Böyle birisinin idrak aracı da temizdir. Ebu Hamid’in (idrak) mahalli ise hayrede meşguldü ve ilahi fethin kendisine getirdiği hususları kabulde bu adam kadar güçlü değildi. Böyle durum­daki birisine fetih takdir edilmişse, fetih nasip edildiği hususlarda kendi­lerini yok ettiği bu teraziler hakkında basiret sahibi olur. Buna şaşırır. Dışarı çıktığında ise terazilerle birlikte çıkar ve onlarla Allah Teâlâ hakkında değil Allah Teâlâ için ölçer. Nitekim peygamberler de böyle yapmıştır. Böyle birisi, (kendi hükmüyle çeliştiği için) herhangi bir şeyi reddetmeyeceği gibi herhangi bir şeyi de terazinden başka bir yere koymaz. Böylelikle yanılgı ve kuşku ortadan kalkar, ‘Kıyamet günü adalet terazileri konulur’281 ayetinin anlamını öğrenir. Allah Teâlâ, her bir terazi ile kendisi için konulduğu şey ölçülsün diye, onları pek çok terazi yapmıştır.

Kelamcı akıl ölçüsüyle aklın gücünün dışındaki bir şeyi tartmaya kalkarsa -ki bunlara örnek olarak ilahi nispetleri verebiliriz-, terazi onu kabul etmez ve reddeder, onu inkâr ederek gerçeğin sadece onun tera­zine girmiş olan şey olduğunu zanneder. Ebu Hanife’nin terazinin helal saydığı nebizin helalliğini Şafii mezhebindeki fakih-müçtehit kendi deli­liyle tartmak istediğinde, Şafii’nin terazisi kendisini atar ve onu haram sayarak şöyle der: ‘Ebu Hanife hata etmiş.’ Hâlbuki -söz gelişiŞafii mezhebindeki müçtehidin sınırlama yapmadan böyle bir şey söylemesi caiz değildir. Her müçtehidin içtihadının kendisini götürdüğü hükme göre şeriata ibadet ettiği ve şeriatın delilinin verisinden vazgeçmeyi müçtehide yasakladığı bilinir. (Delilinin verisinden vazgeçen) müçtehit, işine hakkını vermemiş, genel anlamda şeriat hükmünü içeren genel te­razide hata etmiş demektir. (Bu terazi) Bilginler arasında herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, şeriat bilginlerinin delillerin kaynakları ve hü­kümlerin ayrıntılarında dayandıkları terazidir.

Kaynaklara gelirsek, kıyası delil kabul edenleri bu görüşe götüren şey, kendileri için meşru olan içtihatlarıdır. Zahirîlerden kendilerine karşı çıkanlar ise her müçtehidin içtihadının kendisini sevk ettiği şeyle yükümlü olduğunu bilir. Fakat onlar, söz konusu kimselere kıyası delil kabul etmekle yanıldıklarını söyler. Hâlbuki zâhirîlerin şeriatın bir hü­küm olarak onayladığı şeyi yanlış bulma hakkı yoktur. Öyleyse kıyas şer’î bir delil olarak sabit olduğu gibi kıyasın dinde bir delil olduğunun reddi de sabit ve geçerlidir.

Feri hükümlere gelirsek, bu kısma örnek olarak, odalarda bulun­madıklarında üvey kızlarla (rebîbe) annesiyle ilişkiye girilse bile -iki şart bulunmadığı içinevlenmeyi caiz gören Hz. Ali’nin durumunu verebili­riz. Bu iki şart birden olduğunda ise rebîbe ile evlenmek haramdır. Farklı düşünen ise bunu kabul etmez. Öyleyse genel terazi, onlardan her birinin hükmünü uygular. Fakat genel teraziyle hüküm veren, insaf olmadığı için, azdır. Bu bölümde akılcı-fakihlerin mahrum kalmasının nedenini açıklamış olduk. Onlar, bu kapsayıcı ve değerli kapıya yönel­meyen kimselerdir. Hâlbuki bu kapı, görüşleri kendilerini mutluluğa veya bedbahdığa sevk etse de, herkesin görüşünü kendisi adına kabul eder. Hâlbuki hiç kimse, o yolu takip edenlerin yöntemini kabullen­mez. Bunun istisnası, onların tattıklarını tadan ve ona inanan kimseler­dir. Ebu Yezid şöyle demiş: ‘Bu yol ehlinin sözlerine inanan ve onların tahakkuk ettikleri şeyleri kabul eden kimse gördüğünüzde, size dua et­mesini isteyiniz. Çünkü öyle biri duası kabul edilen kimselerdendir.’ Duası kabul edilmeyenlerden nasıl olabilir ki? Müslüman, mertebenin ortasındadır. Fakat mertebeyi bilmediği için orada olduğunu bilmez. Allah Teâlâ, sayesinde dilediği kullarına hidayet ettiği nurundan nur verdiği kimselerden etsin. Bu sayede onları doğru yola ulaştırır. O yol, göklerde ve yerde olan bütün yol ve terazilerin kendisine ait olduğu Allah Teâlâ yoludur. Dikkat ediniz, bütün yollar ve işler Allah Teâlâ’ta biter. Allah Teâlâ peygamberine dönük iyiliğinden söz ederken şöyle der: ‘İşte böyle­ce sana emrimizden bir ruh vahyettik.’282 Bu ayet, ‘ruhu kendi emrinden ak­tarır283 ayetiyle birdir. Başka bir ayette ise, ‘sen kitap ve iman nedir bilmi­yordun5284 denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in idrak mahalli, kendisine vahyedilen şeyi almaktan engelleyecek her şeyden temizlenmişti. ‘Fakat onu bir nur yaptık.™* Yani bu menzili. ‘Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete ulaştırırız.’286 Burada cmen-neşaü (dilediğimiz)’ ifadesi gelmiştir. Bu edat, delalet bakımından belirsizlik bildirir ve Allah Teâlâ katında nebi ve veli gibi bazı kullarına özgüdür. ‘Sen hidayet edersin.’287 Kendisiyle sana hi­dayet verdiğimiz bu nur ile hidayet edersin. Bu nur verilen kul nebi ise nur şeriattır. Veli ise nur, peygamberin şeriatının desteklenmesidir. Onun hükmü, meşru bir emir ve kendisini bilen bazı müminlerin nez­dinde bilinmeyen bir emirdir. ‘Doğru yola ulaştırırsın.’288 Peygamber için bu yol, bilgi ve muduluk yolu iken veli hakkmda ise bilgi yoludur. Çünkü o, meşru yolun içermiş olduğu hikmeti bilmez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok iyilik verilmiştir.’289 Onun hakkmda caz’ denilmemiştir. Sonra da şöyle demiştir: ‘Ancak lüb sahipleri öğüt alır.’290 Lüb, ceviz ve zeytindeki yağ gibi, akıldaki bir nurdur. Öğüt alma ve hatırlama ise ancak unutulmuş bir bilgiden sonra olabilir

Öyleyse bu ayederde dile getirdiğimiz açıklamalara dikkat et ki, Allah Teâlâ’nın izniyle mutluluğa ulaşasın.

İLAHİ BİLGİNİN ASLI

Bu bilginin bu menzildeki yerini açıkladıktan sonra, şimdi bu bil­ginin aslını, maddesini, bekasını, maddesinin perdesini, kendisine neyle ulaşılacağını Allah Teâlâ’nın desteği ve yardımıyla açıklayalım:

Bilmelisin ki, bu ilahi bilginin aslı, ariflerin (yolculuklarının) kendi­sinde bittiği makamdır. Bu ‘makamsızlıktır’ ki, ‘Ey Yesribliler (Medindi­ler) sizin için makam yoktur291 ifadesinin işarı yorumu ona değinir. Bu makam kesinlikle bir nitelikle sınırlanmaz. Ebu Yezid el-Bestami bir sö­zünde buna işaret etmiştir. Kendisine,nasıl sabahladın diye soruldu­ğunda, şöyle demiştir: cNe akşam var ne sabah. Akşam ve sabah, nite­likle sınırlanan kimseye aittir. Benim ise niteliğim yoktur.’ Buna göre sabah doğma, akyam ise batma içindir. Doğma zuhur, mülk ve şehadet âlemi içindir. Batma ise örtünme, gayb ve melekût âlemi içindir. Bu makamda ârif, ne doğulu ne batılı olmayan mübarek zeytin ağacı gibi­dir. Bu makam üzerinde herhangi bir nitelik hüküm sahibi olmadığı gibi onunla da nitelenmez. Bu arifin, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur292 ayetinden nasibidir. Konuyla ilgili başka bir ayet ise, ‘Rabbin onların ni­telemelerinden münezzehtir293 ayetidir.

Bu konumdaki makam, bu bilginin aslıdır ve bu bilgiyle asıl ara­sında bir takım mertebeler vardır. Buna göre asıl, belirli bir Hakk yö­nelmeyi ve meyletmeyi kabul etmekten uzaklık üzerinde kalmak demek­tir. Sonra bu sebat, arifin nitelendiği bir suret meydana getirir ki, söz konusu suretin bir zahiri bir bâtını vardır. Suretin bâtınına ancak be­densel mücahede ve nefsanî riyazetten sonra ulaşılabilir. Arif bu bâtının sırrına ulaştığında, özel bilgiye (ulaşmış) demektir. Bu sır, aranan bilgi için, kandil için ışık gibi iken bilgi kandil gibidir Bu bilginin ürünü ise ancak kendisini bilenlerde ortaya çıkabilir. Nitekim yağın hükmü de ancak fitilin bulunduğu lambada ortaya çıkabilir. Arif, bu makamda as­im kendisinden uzaklaştırdığı nitelikleri kazanma gerçekleşir. Bu ma­kamda -O’ndan dolayı değilkendimizden dolayı Allah Teâlâ’yı niteleriz. Öy­leyse bu nitelikler kendisine değil eserlere aittir. ‘Allah Teâlâ vardır ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktur.’ Bu asıldan kitabm üç yüz ellinci bölümünde söz edilecektir.

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, doğal cisimlerin yara­tılması ve onların nurdan olduğunun bilgisidir. İnsan bütün karanlıkkesif cisimlerin nasıl duru Hakk geldiğini öğrendiğinde, onları -asılları olan nuranilik nedeniyleşeffaf olarak ortaya çıkartır. Örnek olarak, kumun kirlerinden arınarak şeffaflaşan camı verebiliriz. Cilalı taşlar, bil­lur ve değerli madenler de konuyla ilgili örneklerdir. Bunun böyle ol­masının nedeni, bütün var olanların Allah Teâlâ’nın, ‘göklerin nuru294 -ki bunlar ulvi şeylerdirve ‘yerin nuru’295 isminden meydana gelmiş olmasıdır. Bunlar ise aşağı kısımdaki şeylerdir. Allah Teâlâ’nın nuru göklere ve yere izafe etmesi üzerinde düşün! Kesif cisimlerdeki nuranilik olmasaydı, keşif sa­hibinin duvarın ardındaki şeyi veya toprağın altındaki şeyi veya gökle­rin üzerindeki şeyi görmesi mümkün olmazdı: Onların aslı olan latiflik olmasaydı, bazı velilerin duvarı aşması veya üzerinde toprak yarken ölünün kabrinde ayakta durması mümkün olmazdı. Tabut üzerine ko­nulmuş ve toprak atılmışken, bu durum kendisini oturmasından ah ko­yamaz. Bununla birlikte Allah Teâlâ bizim onu görmemizi engellemiştir.

Aramızdan keşif sahipleri ise onu görür. Bu konuda pek çok rivayet ve salihlerden aktarılan menkıbeler vardır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kendisini yaratıp doğrusal olarak kalmış herhangi bir cisim göremezsin. Donuk, bitki, hayvan, gök, yer, dağ, yaprak, taş gibi Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı her cisim, döngüselliğe yönelmiştir. Bunun nedeni, o şeyin kendi aslına yönelmiş olmasıdır ki, o da nurdur. Buna göre ilk var olan, akıldır. O Kalem’dir ve Allah Teâlâ’nın kendisini örneksiz yarattığı (ibdaî) ilahi nur olan ilk varlıktır. Allah Teâlâ ondan nefsi var etmiştir. O ise levh-i mahfuzdur (ko­runmuş levha). O ise kendisiyle Allah Teâlâ arasındaki vasıta nedeniyle nuranilikte akıldan daha aşağıdır. Eşya rükünlere ve türeyenlere inene kadar kesifleşmeye devam eder. Buna göre her varlığın Allah Teâlâ’ya dönük özel bir yönü olması nedeniyle nur kendisine yayılırken, sebebine dönük bir yönünün olması nedeniyle de kendisinde karanlık, kesiflik bulunur. Akıllı isen, iyice düşünmelisin! Bu nedenle varlık (emir) her inişinde kararır ve kesifleşir. Öyleyse akim mertebesi nerede, toprağmki nerede? Bunların arasında ne kadar da vasıtalar vardır!

Sonra bilmelisin ki, insan cismi son türeyendir, insan, kokuşmuş bir çamurdan bileşik olarak var olmuş son türeyendir. O da gördüğün gibi döngüselliğe meyillidir. Bununla birlikte insanda hayvan ve bitki­lerden farklı olarak doğrusal hareket de bulunur. Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu güçlere göre, insanda manevi, duyusal ve cam nurları vardır ki bunları diğer türeyenlerde bulamazsın. İnsan bu güçleri ancak kendisindeki bu nuranilik ile kabul etmiştir. Öyleyse bu nuranilik, bu idrakleri kabul için uygundur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuş­tur: ‘Onlar için bir ayet (ibret), gecedir, ondan gündüzü çıkartırız196 Bil­melisin ki, ışık, karardıkta gizlenmiştir. Binaenaleyh nur olmasaydı, ka­ranlık da olmazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ, ondan nuru çıkartırız demedi. Çünkü geceden nur çıkartılsaydı, kendisini yokluk aldığında, karanlığın varlığı ortadan kalkardı; intikal gerçekleşseydi, onun zatı olduğu için, gittiği her yere giderdi. Gündüz güneşin doğuşundan meydana gelen nurların bir yönüdür. Karanlığın zati bir nuru olmasaydı, gündüz için bir mekan olamazdı ve idrak edden bir şey de olamazdı. Hâlbuki gece idrak edden bir şeydir. Bir şeyde ışık bulunmazsa, o şey idrak edilemez. Bu ışık vası­tasıyla o şey kendi zatından idrak eddir. Işık, o şeyin zatı ve içerdiği nurlar nedeniyle gözlerin kendisini görmesine elverişli olmak anlamın­daki istidadıdır. Genedikle idrak göze tahsis edilmiştir. Hâlbuki idrak, gerçekte, her bir şeye aittir. Öyleyse her şey, kendisini ve her şeyi idrak eder.

Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem önünden olduğu gibi ardından idrak ede­bilirdi ve başının kemiği veya kemikleri veya sinirlerinin kalınlığı kendi­sini perdelemezdi. Şu var ki Allah Teâlâ karanlığa ve kesifliğe bir emanet vermiştir ve onlar ardarındakini gizlerler. Bu nedenle kendilerinde bu­lunan şey ortaya çıkmaz. Ortaya çıktığında, Allah Teâlâ’nın bazı kullarına ver­miş olduğu ilahi bir güç nedeniyle harikulade olarak meydana gelir. Emanetçiye emaneti veren -ki Haktıro emaneti dilediği kimseye ulaş­tırmasını emrederse, emaneti ona ulaştırması gerekir. Öyleyse içlerine sakladıkları nurlar için kesif karanlık cisimlerden daha güvenilir bir emanetçi yoktur. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ bir kısmını, ‘bu emin şehir üstüne yemin olsun297 ayetinde zikretmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ şehri emin diye isimlendirmiştir. Şehir, duvarları, surları, toprağı, çamuru, kiremideri olan bir yerdir. Allah Teâlâ ise onu emin diye nitelemiş, başka yaratıklarını yüceltmek üzere üzerlerine yemin ettiği gibi Allah Teâlâ onun üzerine de ye­min etmiştir. Yeminin başka bir gayesi ise Allah Teâlâ’nın bize eşyanın Yaratı­cısını yüceltmeyi öğretmek istemesidir. Biz de, kendileri üzerine yemin edilmesi yönünden değil, Allah Teâlâ’yı yüceltmek üzere eşyayı yüceltiriz. Çünkü bizim eşya üzerine yemin etmemiz caiz değildir. Allah Teâlâ’dan baş­kası üzerine yemin eden kimse, Allah Teâlâ’nın emrine aykırı davranmıştır. Bü mesele, yani Allah Teâlâ’dan başkası üzerine yemin etmek, şekilci bilginlerin üzerinde görüş ayrılığına düştükleri bir konudur. Cisimler her ne kadar eğilirse, döngüsellikten ibaret olan asıllarına o kadar yaklaşmışlar de­mektir. Çünkü ilk cismi kabul eden ilk şekil, döngüselliktir. Böylelikle ilk cisim felek oldu. Altında bulunan da kendisi gibi, sora gelen ise ken­disine yakın olmuştur. Doğa kendi aslında nur olmasaydı, tümel nefs ile tüm heyula (heyula-i küll) arasında var olamazdı. Heyula -ki Heba’dırise varlığıyla karanlığın kedisinde ortaya çıktığı ilk şeydir. Öyleyse he­yula, karanlık cevherdir ve şeffaf cisimler ve diğerleri onda ortaya çık­mıştır. Öyleyse âlemdeki her karanlık, heba cevherindendir ki o da heyula’dır. Hebanın aslındaki nur, aradaki ilişki nedeniyle, nurani suretleri kabul etmesini sağlamıştır. Böylelikle onun karanlığı, suretlerinin nu­ruyla ortadan kalkmıştır. Çünkü suret onları izhar etmiştir. Akılcıların terminolojisinde karanlık doğayla ilişkilendirilmiştir. Bize göre karanlık ise gayb’den başka bir şey değildir. Çünkü gayb duyuyla idrak edilmeeliği gibi idrake de vasıta olmaz. Karanlık ise idrake vasıta olmasa bile kendisi idrak edilir. Karanlık nur olmasaydı, idrak edilmesi mümkün olmazdı. Gayb olsaydı, görülmesi mümkün olmazdı

Öyleyse gaybı ancak Allah Teâlâ bilir. Bütün bunlar, gaybın anahtarları­dır. Fakat onların anahtar olduklarını da sadece Allah Teâlâ bilir. ‘Gaybın anahtarları O’nun katindadır, onları O’ndan başkası bilemez.’298 Bunlar bi­zim aramızda mevcutturlar, fakat onların gaybın anahtarları olduklarım bilemeyiz. Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle anahtar olduklarını öğrendiğimizde ise bu kez gaybı bilmeyiz ki, anahtarlarla kendisini açalım! Böyle bir du­rumdaki insan, bir evin anahtarlarını bulan birisine benzer. Fakat anah­tarlarıyla kendisini açacağı evi bilmez. ‘Gaybı bilendir, gaybını kendi­sinden başkası bilemez.’

Nurun eşyaya yayılışını belirttikten sonra, bilmelisin ki, yaratılmış­lar ya bedbaht veya mududur. Kesif-latif ve karanlık olan ve olmayan kısımlarıyla nurun varlıklara yayılmasıyla bütün varlıklar, kendilerini var eden yaratıcının varlığını hiçbir kuşku ve tereddüt olmaksızın kabul ederler. Yaratanın, mutlak gayb sahibi olması bakımından, sübut yoluy­la zatı bilinemez. Fakat sonradan olanlara layık özelliklerden tenzih edi­lir. Nitekim gayb hakkında da bir gayb olduğu bilinir, fakat içinde ne­yin bulunduğu ve mahiyeti bilinemez. Ruhanilerin dilleriyle ilahi ha­berler gelip ruhaniler (melekler) onları peygamberlere, peygamberler de bizlere aktardığında, bir kısımız onlara inanır ve kendi fikrini ardına atar. Söz konusu kişi, bu haberleri akimdaki kabul niteliğiyle ve kendi­lerini bildirenin doğru sözlülüğüne güvenerek kabul eder. Bu haberler kendilerini tasdik etmeye ilave bir şey yapmayı gerektirirse, kişi onu ya­par. Böyle biri, ‘Mutlu’ denilen kimse ve ‘kulak veren ve şahit olan’299 kimsedir. Allah Teâlâ’nın kendisine vaat ettiği iyiliklere göre, yerleşme yerinde ona karşılık ve belirli bir süreyle sınırlanmayan daimi nimet verilecektir. Bu nimet, kendi ecelinin gelmesiyle sona erer, yoksa ortadan kalkmaz ve değişmez. Peygamberlerin bildiklerine iman etmeyip bozuk fikrini önder edinerek ona uyan kimse ise ya aslını yalanlayarak veya bozuk bir teville reddeder. Böyle bir insan kendisine verdiği haberde peygamberi yalanlar ve kendisini tasdike ilave olarak bir şey yapmayı gerektiren bir haber olduğunda söylenenin gereğiyle amel etmediğinde ise bedbaht diye isimlendirilir. Söz konusu kişi kendisindeki karanlık yön nedeniyle bedbaht olmuştur. Aynı şekilde Mutlu olan da içerdiği nur nedeniyle iman etmiştir. Böyle bir bedbaht yalanladığında azap ve kararsızlık di­yarında ceza görecektir. Bunun nedeni, sürekli bir azabın orada bulun­masıdır. Bu azap, belli bir süreye bağlı değildir. Bununla birlikte bütün olarak hüküm yönünden belli bir süresi vardır. Bu durum ilahi adalet­ten kaynaklanırken mutludaki ödül ise ihsandan kaynaklanır. Bu ödül, değişmez, başkalaşmaz ve ortadan kalkmaz. Bu hususta keşif ehli ara­sında görüş ayrılığı vardır. Aynı zamanda bu mesele, keşif ehli ile akılcı­lar arasında (tartışılan) mühim bir konudur. Keşif ehli arasında da konu üzerinde görüş ayrılığı vardır. Acaba onlara uygulanan azap sonsuza değin sürecek midir, yoksa bedbahtlık diyarında onlar adına bir nimet olacak mıdır? Bu durumda onlar adına azap belli bir sürede biter. Keşif ehli sonsuza dek orada kalacaklarında ve çıkmayacaklarında ise görüş birliğindedir. Çünkü her diyarı dolduracak kimselerin bulunması gere­kir. Zahirde kendilerine uygulanan elem sebepleri değişir ki bu kaçı­nılmazdır. Onlar, acı intikamını aldıktan sonra, içlerinde ilkinden farklı olarak bu azabı çekerken haz duyarlar.

Abdullah el-Mevrürî başkalarının da bulunduğu bir toplulukta ce­maatin imamı Ebu Medyen’in şöyle dediğini aktarmıştır: ‘İki yerin ehli yerlerine girerler. Mudular Allah Teâlâ’nın ihsanıyla, cehennemlikler ise Allah Teâlâ’nın adaletiyle cehenneme girer. Girdikleri yerde ise amellerine göre yerleşir, niyederine göre orada kalıcı olurlar.’ Bu, sahih bir keşiftir ve haşmetli hür bir adamının sözüdür. Ukubet cezası, acıyı dünya haya­tında şirk içinde geçirilen ömrün süresine denk olarak verir. Süre dol­duğunda ise Allah Teâlâ onlar adına ateşte bir nimet yaratır. Öyle ki cennete girselerdi, Allah Teâlâ’nın kendilerini üzerinde yarattığı mizaca uygun olmayışı nedeniyle acı duyarlardı. Öyleyse onlar, içinde bulundukları ateşten, soğuktan, yılan ve akrep sokmalarından haz aldıkları gibi cennedikler de gölgelerden, ışıktan, güzel hurilerden haz alırlar. Çünkü onların mi­zacı da bunu gerektirir. Bakınız! Pislik böceği dünyada gül kokusundan rahatsızlık duyan ve gübreden haz alan bir mizaçtadır. Aynı durum, onun mizacında yaratılan şeyler için geçerlidir. Dünyada bu mizaçta ya­ratılmış varlıklara tanık olduk. Öyleyse âlemdeki her bir şey, kendisine uygun şeyden haz alırken kendisini iten şeylerden de acı duyar. Bakınız! Öfkeli kimse misk kokusundan acı duyar. Öyleyse hazlar yatkınlığa tabi iken acılar da yatkınlığın olmayışından kaynaklanır. Bu durum kendili­ğinde kesin bir şeydir ve hiçbir akıl sahibi onu inkâr edemez.

Soru şudur: Acaba süre dolduktan sonra da, cehennemlikler bu mizaç üzere bu konumda kalacak mıdır, kalmayacak mıdır? Yoksa on­lar, acılarla acı veren şeyleri hissetmelerini gerektiren bir mizaçta mıdır? Kendisinde kuşku bulunmayan sarih ve açık nass bilgi ifade etmek üze­re var olduğunda, hiç kuşkusuz ki, onunla hüküm verilir. Allah Teâlâ her şeye kadirdir. Gerçi bu konuda gerçeği bilmiyor değilim, fakat onu açıkla­mak gerekmez. Çünkü onu açıklamak, âlemdeki görüş ayrılığını orta­dan kaldırmayacaktır. Bir keşif ehli şöyle demiştir: ‘Onlar cennete çıka­cak ve cehennemde hiç kimse kalmayacaktır. Cehennemin kapıları bir­birine çarpmaya başlar, içinde cırcır otu biter. Allah Teâlâ, cehennem için kendi mizacında olan bir grup yaratır ve bunlarla onu doldurur. Nite­kim Allah Teâlâ balığı suda, hava âlemini (canlılarını) havada yarattığı gibi ancak toprağın içinde yaşayabilen canlıları da toprakta yaratır. Bu kısma örnek olarak köstebeği verebiliriz. Bu hayvanlar yer üstüne çıktıklarında ölürler. Bu konuda bize ait gam, onlar için hayattır. Balık sudan çıktı­ğında, ölür. Onun gamı havadadır ve hayat nuru onda söner, insan ve karada yaşayan hayvanlar suda boğulduklarında, yok olurlar. Öyleyse bu kısmın gamı sudadır ve bu nedenle onların hayat ışığı söner. Hem karada hem denizde yaşayan canlılar da vardır. Örnek olarak timsahları, su insanı, su köpeği ve bazı kuşları verebiliriz. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini yarattığı mizaca göre böyledir. Bu menzil hakkında yeterli açıklama yaptık ve menzilin esaslarını Allah Teâlâ’nın yardımı ve ilhamıyla dile getirdik. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ DOKSANINCI BÖLÜM

Musevî Mertebeden, Nimetleri Takrir ve Kabul Menzilinin Bilinmesi

Söz ile açarız, sözün zatını, bakınız Gerçekte şerh edilmemiş bir sözde

İsimler anlamlar için anahtardır İbarelerde, savunma ve eleştiri

İlham edilende özlem bulunmaz İlhamda senden bir işaret olmazsa

Allah Teâlâ ehlinin marifetlerini perdelerde keşf et Açıklama ve tasrih sende hüküm sahibi olmaz

Nefislerin beslendiği şeyi söyle Ruhun kendisiyle beslendiği şeyi söyle

Ruh kendisine ilka edileni gizler

Nefisler de rüzgarın kendilerine getirdiğini açar

Nefisler arzuladıkları şeyleri söyler Ruh ise tasrih ile yanılırsa kınanır

Allah Teâlâ sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki: Nimet veren, başa kakarak ve eziyet ederek verdiğini boşa çıkarırsa, Allah Teâlâ katında beğeni­len bir iş yapmış olmaz. Bununla birlikte iyilik yaptığı kimse, çaresizli­ğini ve kendisine muhtaçlığını bildiği için ona teşekkür etmiş olabilir. Öyleyse güzel ahlak, bilhassa bu konuda teşekkür almış ise insanın yap­tığı iyiliği başa kakmamasıdır. iyilik gören kimse bir şeye muhtaç olabi­lir ve gerek duyduğu şeyi istemek üzere çaresizliğini ve muhtaçlığını sergileyebilir. Hâlbuki istediği şey, yapılan iyilikte mevcuttur (ve o bu­nu bilmiyordur). Halbuki o gereği yokken muhtaç kalmaktadır. Böyle bir durumda iyilik yapan, yaptığı iyiliği kendisine bildirebilir ve ona bunu ifade edebilir. Örnek olarak, bir adama bin dinar hibe eden birini verebiliriz. Aynı adamın giyecek bir elbiseye ve bineceği bir bineğe ve evleneceği bir eşe muhtaç olduğunu görür. Hâlbuki o kendisine iyilik yapanın amacının bütün bu istediklerine ulaşması olduğunu unutmuş veya bilmiyordur. Böyle bir durumda iyilik yapan insan, şunu belirtebi­lir: Senin benden istediğin her şeye sana vermiş olduğum mal ile ulaşa­bilirsin. Öyleyse ne diye çaresizlik sergilemektesin? Böyle bir durumda yapılan iyiliği ortaya koymak, bildirmek ve hatırlatmak demektir, yoksa başa kakmak ve eziyet etmek değildir. Şu var ki güzel ahlakın gereği şudur: insan yaptığı iyiliği böyle bir durumda hatırlattığında, istekte bulunanın isteğini de boş çevirmemelidir. Ya hemen isteğini yerine ge­tirir veya söz verilerek bu hatırlatmanın yol açtığı utanma duygusuyla içine düştüğü daralma halinden rahatlatılır ki, ilahi ahlak bunu gerekti­rir.

Bilmelisin ki, bu menzil, belirttiğim şekilde, iyiliği ifade etmeyi içe­rir. Bunun yanı sıra, teşrih ilmini de (anatomi) içerir. Bu ilim, hikmet ehli doktorlarm bildiği bir ilimdir. Bunun yanı sıra ilahi teşrihi de içe­rir. Bu kısma ise âlemin ve Hakkın sureti üzerinde yaratılmış olması nedeniyle, insan türüne tahsis edilmiş suret dahildir. İnsanın âlem yö­nünden teşrihini bilmek, ulvisiyle süflisiyle, temiziyle çirkiniyle, nuru ve karanlığıyla, ayrıntılı olarak içermiş olduğu varlıkların hakikatlerini bilmek demektir. Bu ilimden Ebu Hamid ve başkaları söz etmiş ve açıklamıştır. İşte bu, bizim yöntemimize göre teşrih ilmidir (anatomi), ikinci teşrih ilmi ise bu insan suretinde bulunan ilahi isimleri ve rabbani nispederi bilmek demektir. Bunu ise ancak isimlerle ahlaklanmayı ve bu ahlaki anmanın kendisine kazandıracağı ilahi mârifetleri bilen anlayabi­lir. Bu konu hakkında da Allah Teâlâ ehli özellikle Allah Teâlâ’nın isimlerinin şerhin­den söz ederken konuşmuştur. Bunlara örnek olarak Ebu Hamid Gazzâlî, Ebu’l-Hakem Abdüsselam b. Berrecan el-İşbilî, Ebu Bekir b. Abdullah el-Meğafiri, Ebu’l-Kasım el-Kuşeyri gibi isimleri verebiliriz. Bu menzil, yükümlülüğü ve -ameli terk etmek yönünden değiliçerdiği meşakkat yönünden teklifin kalkmasını da içerir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ kullarına kendisine ve peygamberlerinin dilleriyle onlara indirdiği hususlara iman etmeyi emretmiştir. Bunun yanı sıra imanla birlikte bazı anlamları da kendilerine zorunlu olarak yüklemiştir. Allah Teâlâ o şeyleri bütün bunları onların bâtınlarına ma­nevi bir yük olarak yüklemiş, onların taşınma yerini ise kalpler yapmış, zâhirlerine indirdiği bir takım ameli işler belirlemiş, maddi bir külfet bulunan bu amelleri de onların organlarına yüklemiştir. Bunlara örnek olarak ellerin amellerini, ayakların amellerini veya sadece bedenle yapı­labilen namaz ve cihadı ya da herhangi bir külfet bulunmayan gözleri haramdan alıkoymayı veya ibret almayı sağlayacak şekilde ayedere bakmayı, kulağı gıybet dinlemekten uzak tutmayı ve güzel söz dinle­meye yönlendirmeyi verebiliriz. Böyle amellerde herhangi bir maddi külfet yoktur, sadece psikolojik bir güçlük bulunur. Çünkü bu davranış­larda amacın bırakılması söz konusudur ki bu da nefse ağır gelen işler­dendir. Bu menzildeki bu mertebe duyusal suretlerde temsil edilmiş bir halde ortaya konulduğunda, sağında bir takım sandıklar ve solunda da bir sandıklar konulur. Sağdaki sandıklar inci, yakut, değerli taşlar, elbi­seler, misk ve güzel şeylerle doludur. Bunların bir kısmı büyük bir kıs­mı küçük sandıklardır. Bu makama giren kimseye şöyle denilir: Senin bunu belli bir yere, güzel bir yere ve yeşermiş bir bahçeye kadar taşı­man zorunludur. Ona şöyle denilir: Bu yükleri o bahçeye taşıdığında, bütün sandıkların içermiş olduğu şeyleri taşıman nedeniyleçektiğin sı­kıntı karşılığında sevap alacaksın. Ulaştığın bu yer, içerdiği bütün mülk ile birlikte sana aittir. Bunlar beş tür sandıktır: Bir kısmı, vacip emir sandıklarıdır, ikinci kısım mendup emir sandıklarıdır. Üçüncü kısım, kendisine iman etmiş olman yönünden, mubah iş sandığıdır. Dördün­cüsü, yasaklanmış olan şeylerin sandığıdır. Beşincisi ise mekruh şeylerin sandığıdır. Bu sandıkların bir kısmı seninle ilgili iken bir kısmı senden başkasıyla ilgilidir, fakat sen onları taşımakla yükümlüsün. Buna göre senin zatına özgü ve kendisini yaparken başkasına taşmayan bütün dini hitaplar, sana özgü olan şeylerdir. Sana yönelik olan fakat kendisini ya­parken senden başkasına ulaşan bütün dini hitaplar ise başkasıyla ilgili olan ve senin taşımakla yükümlü olduğun kısımdır. Bu davranışlara ör­nek olarak yoksullar için çalışmak, bilgisizlere öğretmek, sapmışlara yol göstermek, Allah Teâlâ için, peygamberi için, müminlerin önderleri ve sıra­dan müminler için nasihatte bulunmak gibi fiilleri verebiliriz. Bunlar sağ kesimdekilerin sandıklarıdır. Dünya hayatında kendine ve başkasına ait bir şeyi taşıdığın gibi ahirette kendine ve başkasına ait olan ücret sa­na aittir. Bununla birlikte, -mümin isebaşkasının ücretinde de bir ek­silme olmaz. Mümin değil ise seninle ilgili teklifin durumu zimmî karşı­sındaki olan davranışın gibidir. Onlar mümin olsaydı (yaptıklarına karşı alacakları) sevap sana aittir. Hâlbuki onların bir sevabı yoktur. Bu ne­denle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hususu amelle sınırlamış ve şöyle demiştir: ‘kim iyi bir adet çıkarırsa, onun ücreti ve kıyamet gününe kadar onu yapanların ücreti kendisine aittir.’ Buna göre müminin ahiretteki seva­bından bir eksilme olmaz. Zimmiye ise ya hemen gördüğü bir yarar ve­ya dünya hayatında bir zararın uzaklaştırılması şeklinde, dünya hayatın­da sevabının karşılığı verilir. Bu sevap, amel sahibi için gerçekleşmiş olur. Bazen, dünya ve ahiretteki ücreti kendisi için bir araya getirilir. Amel sahibi de, sandıkların taşıdığı değerli malları ve onların nihayetini görür. Kendilerini taşıdığında, söz konusu malların mülkü olmasıyla müjdelenmiştir. Öyle ki onların sevgisinde kendisini yitirir ve onlara bağlanır. Bu durumda onları taşımak kendisine ağır gelmez ve himme­tini onları taşımaya yöneltmesi zoruna gitmez. Binaenaleyh onları taşı­mada bir güçlük bulmaz. Bu, onun eziyetten ve -zimmet ehline yaptığıiyilik nedeniyle haz alma halidir. Sonra taşıdığı yükün ağırlığına bakar. Söz konusu kişi, keşfe sahip olmayan mümindir. O, sadece haberi tas­dik etmiştir. Böylelikle onların taşınmasını ağır bulur. Bu bağlamda bir kısmı, tasdikin baskın gelmesi ile onları almak ve sahiplenmedeki şid­detli tamahkârlığı nedeniyle, onları meşakkatle ve külfede taşır. Çünkü kendilerini taşıması emreden, ona şöyle demiştir: ‘Taşımanın ödülü ola­rak bunlar senin.’

Bir kısmına yükler ağır gelir ve bir kısmını çıkartarak hissettiği ağırlık hafiflesin diye yeryüzüne atar. Attığı bazı şeylerle yük hafifleyin­ce, geri kalanını taşır. Yükünden attığı şeyler, solundaki sandıklarda demire, kurşuna, bakıra, cürufa dönüşür. Soluna yerleştirilen bütün sandıklar, demirle, bakırla, katran gibi taşınması ağır ve kokuları insanı rahatsız eden madenlerle dolmuştur. Ona şöyle denilir: Bu sandıkları da, sağ yöndeki sandıkları belirlediğimiz sıraya göre sırtında taşıyacak­sın ve alevi ve soğuğu olan bir yere ulaştıracaksın. Bu sandıkların taşı­dığı şeyler senin mülkündür. Bu durum şu ayette belirtilir: ‘Onların yüklerine yük katılır.mo Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur: ‘Kim bir kötü adet çıkartırsa, onun günahı ve kıyamet gününe kadar kendisini işleyenlerin günahı onundur.’ Bu menzilde keşif sahibi adına suretler hazır bulunmazsa, kalbine maddelerden soyut anlamlar iner ve onların ayrıntılarını bilir, onlardan her birini kendi makam ve yerine katar. Bu­nun içinde bir sıkıntı ve külfet hissetmez. Çünkü efendisinin iradesinin karşısında kendisinin bir iradesi yoktur. Bu nedenle o, açıklık ve inşirah âlemindedir. Cisimleri yüklendikleri şeylerin bir kısmını taşımaktan aciz kalsalar bile, ancak nefsin taşıyabildiğini taşımakla yükümlü tutulmuş­lardır. Burada nefs, duyuyu ikmal etmekten ibarettir. Çünkü manevi nefs üzerinde, bir amacı olmadıkça, bir yükümlülük yoktur. Böylelikle hakkında bir gayesinin bulunmadığı bir şeyle yükümlü tutulmuştur. Bu nedenle insan, nefsi bakımdan mazur değildir de, genel itibarıyla bu durum onun takatinin dışında kaldığı için duyusu yönünden mazurdur.

Bu menzilin bir yönü, meleklerin yaratılışını bilmekle ilgilidir. Söz konusu melekler, tıpkı insanlar gibi, doğa âleminden yaratılmışlardır, fakat latiftirler. Nitekim cinler de, ateşin dumanından -ateş ise doğa âlemindendiryaratılmış olsalar bile, insandan daha latiftir. Bununla birlikte onlar, ruhanidir ve şekillenirler ve hayalde gözükürler. Doğa böyle bir durumu kabul etmeseydi, cinler âlemi de bu özellikte olmaz­dı. Nasıl böyle bir durum inkâr edilebilir ki? İnsanın kesif-doğa âlemin­den yaratıldığı kesindir ve doğadan (yaratılmış olarak) insanın dimağı­nın ön kısmında hayal hâzinesi bulunur. Bu güç sayesinde insan, im­kânsız olan şeyleri tahayyül edebildiğine göre mümkünleri nasıl tahay­yül etmesin? Aynı şekilde melekler de doğa âlemindendir. Onlar, felek­lerin ve göklerin sakinleridir. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ, duman halinde olan göğe yöneldiğini ve onları yedi kat düzenlediğini sana bildirmiş, ehlini de meleklerden yapmıştır. Bu durum, ‘her göğe kendi emrini (görevini) vahyetti’30' ayetinde belirtilir. Dumanın doğadan olduğunda ve melekle­rin ise nurani cisimler olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Nitekim cinler de ateş kaynaklı (narî) cisimlerdir. Nur doğal olmasaydı, yakıcılıkla nitelenmezdi. Nitekim ateş de yaşlıkları kurutma ve giderme özelliğiyle nitelenmiştir. Bütün bunlar, doğanın özelliklerindendir.

Sonra, Allah Teâlâ Mele-i a’lâ’nın (Yüce melekler topluluğu) hasımlaştıklarını bildirmiştir. Hasımlaşma, doğadan kaynaklanır, çünkü doğa zıtların toplamıdır. Didişme ve çatışma, hasımlaşmanın ta kendisidir ve bunlar ancak iki zıt arasında olabilir. Meleklerin, ‘orada kan dökecek ve bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın302 sözleri de bu kapsamdadır. Bu durum, onların doğasından ve ilahi mertebe hakkmdaki gayretlerin­den kaynaklanır. Melekler ruhaniliklerine göre hareket etselerdi, Allah Teâlâ kendilerine, ‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım303 dediğinde böyle bir söz söylemezlerdi. Aksine onların verdiği cevap, sahip olduk­ları ilahi sır nedeniyle, şöyle demek olurdu: Sen bilirsin, Ya Rabbi! Sen dilediğini yaparsın. Biz senin emrindeki kullarız. Bize kime itaat etmeyi emredersen, biz ona itaat ederiz.’ Öyleyse insandan bozgunculuk ve kan dökme fiilinin meydana gelmesini sağlayan özellik, meleklerin itiraz etmesine yol açan özelliğin ta kendisidir. Hâlbuki melekler bu özelliği başkasında (Âdem) görmüş iken kendilerinde görememiştir. Bunun nedeni şudur: Daha önce de belirttiğimiz gibi, gaye tutkusu, kişi ile yapması gereken şey arasına girmektedir. Bu nedenle de Allah Teâlâ onlara şöyle demiştir: ‘Kuşkusuz ki ben sizin bilmediklerinizi daha iyi bilirim.’304 Sonra da kendisine tahsis etmiş olduğu ilahi isimlerin bilgisiyle, insanın üstünlüğünü meleklere göstermiştir. Bu isimler, meleklere gösterilen kimsenin kendisine göre yaratılmış olduğu ve meleklerin bilmediği isimlerdir. Bu durumda Allah Teâlâ adeta şöyle demiştir: ‘Ben bilgimi yara­tıklarımdan dilediğime veririm ve ona ikram ederim.’ İşte zikrettiğimiz husus, buradan öğrenilir. Bu konuda bilgi kendisine özgü menzilde ye­terli ve kesin bir şekilde gelecektir. Çünkü bu menzilin ilimleri iki kı­sımdır: Bir kısmı, bu menzile özgü olup da başka bir yerde bulunma­yan ilimlerdir. Diğer kısım ise her bir menzilde bir yönünün bulundu­ğu ilimlerdir.

Bilmelisin ki, kalp Hakkı sığdıran yer olsa bile, onu sığdıran şey de sadırdır. Onun sadır diye isimlendirilmiş olması ise sudur etmiş olma­sından kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Fakat sadırlardaki kalpler körelir.’305 Çünkü kalp (tecellinin) gelişi esnasında, tecellinin gerektirdiği saygı, heybet ile ilahi yakınlık ve tecellinin gerek­tirdiği durum nedeniyle daralır. Sudur ettiğinde ise genişler ve rahatlar, çünkü o bir varlıktır ve oluşa çıkmaktadır. Böylelikle aradaki ilişki ne­deniyle genişler ve var olanların üzerlerine yayılması nedeniyle de nu­runun ışınları genişler. Bununla birlikte hemcinslerine karşı bu ilahi bildirime tahsis edilmiş olması nedeniyle sevinir. Bu nedenle, kabz ma­hallinden başka bir yerde kendisini' daraltan bir hal iliştiğinde, Allah Teâlâ kendisine verdiği nimeti hatırlatarak kendisini uyarır. Bunun amacı, üzerindeki ilahi nimeti hatırlamasını sağlamaktır. Böylelikle bu hatır­latma, onun darlığa düşmesini engeller. Öyleyse bu zâhirde ilahi bir ba­şa kakma (men’) bâtında bu kalbe dönük bir rahmettir. Hakk, kendisine verdiği ihsan karşılığında, kulunun (durumunu) onaylar. Şöyle denile­bilir: ‘Allah Teâlâ kullarına (verdiği nimeti) zikredebilir (başa kakabilir).’ Şöyle deriz: Allah Teâlâ o ifadeyi kulları Müslümanlıklarını peygambe­rin başma kaktıklarında söylemiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘Onlara de ki: ‘Aksine Allah Teâlâ sizi Müslüman yapmakla size iyilik yapmıştır.’306 Başka bir ifadeyle ‘başa kakma’ olacaksa, bu konuda siz değil Allah Teâlâ Hakk sahibidir. Öyleyse bu örtüşmeyi bilmenin bir yönü­dür, yoksa onunla başa kakmayı amaçlamamıştır. Nitekim Allah Teâlâ bir şeyi kendisi söyler, sonra onu yasaklamaz! Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ size yasaklar da kendisi sizden faiz almaz. Allah Teâlâ size bağışlamak, affetmek ve güzel ahlakı emreder de, sonra kendisi size bunun tersini yapmaz.’ Sizden kötü ahlak meydana geldiğinde, Allah Teâlâ amellerinizi size çevirir. Yoksa Allah Teâlâ size karşı kendisinden kaynak­lanarak kötü ahlakla davranmaz. Burada söz konusu olan sizin amelle­rinizin sizi aşamamış olmasıdır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın başa kakması, nimet vermek ve ihsan etmektir. Bu ihsan, başa kakmak değil, nimeti vermek demektir.

Allah Teâlâ yaratıkları nezdinde bir kulunun yükselmesini isterse, kulları arasında o kulun kendi katındaki değerini zikreder. Bunu ise ya bildirerek yapar veya halinde veya elinde ancak Allah Teâlâ’ya yakın kullardan çıkabilecek şeyleri gösterir ve izhar eder. Böylelikle dillere düşer, efendi­sinin katındaki üstün mertebesi konuşulur. Örnek olarak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kıyamet günü şefaat kapısını açmasını verebiliriz. Bu özellik, baş­ka peygamberlerden farklı olarak sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edil­miştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in aydınlığı kıyamet günü bu nedenle herkesten daha üstün olur. Orada başkanlık ve yükseklik talep edilir. Dünyada ise ârif, insanların nezdinde nasıl sabahlayacağına ve nasıl akşamlayacağına değer vermez. Çünkü onlar perdelenme mahallindedir ve o teklif diyarındadır. Burada herkes, kendisiyle yükümlüdür ve yapmakla görevli olduğu şeyleri yapması istenir.

Bu menzilin içerdiği şeylerden birisi de, (kıyamet günü Hakk farklı surette tecelli ettiğinde kendisini) yadırgamanın bilinmesidir. Bu, genel tecellidir. Bunun yanı sıra, tanıma bilgisini de içerir. Bu ise özel tecelli­dir (Hakkın kulunun inancına göre tecelli etmesi) ve bu tecelli genel te­cellide içkindir. Söz gelişi Rab isminde Hakk kullarına tecelli ettiğinde, bu, genel tecellidir. Buna karşılık ‘ve Rabbinin üzerine yemin olsun ki,3°7 ayeti gibi ifadelerde tecelli ettiğinde ise bu tecelli, özel tecellidir. Bu­nunla birlikte tecelliler, rububiyetten kaynaklanır. Fakat bunların ara­sında farklılık vardır. Çünkü genel bir mecliste hükümdarla olman, yal­nız başına kendisiyle olmanla bir değildir. Bu nedenle birinin kendine özgü bir makamı ve bilgisi olduğu gibi ötekinin de özel bir makamı ve bilgisi vardır. Genel tecelli daha çok ve yararlı bilgi verirken özel tecelli daha büyük yakınlık sağlar.

Bilmelisin ki, bilinen ve yadırganan tüm işlerin aslı, geçici ve arızî­dir. Arız olduğunda, belirsizlik ve sorun meydana gelir. Buna göre ârif,

Hakkı belirsizlik halinde tanır. Öyleyse bu, geneldeki belirsizliktir. Bu­rada ise belirsizlik içinde bilmektir. Söz gelişi birisi şöyle der: ‘Bugün bir adam ile konuştum.’ Adam burada genel içinde belirsizdir (herhangi birisi). Kendisiyle konuşan kimse için ise hakkmda belirsizlik (herhangi bir) hükmü verilmiş iken bile tanınmaktadır. Öyleyse âlemin kendisini tanımadığı ve inkâr ettiği esnada arifin Haktan müşahede ettiği şey, kendisi için mârifetin ta kendisidir. Çünkü ârif, kendisini inançlar sınır­larken layık olduğu mutlaklık üzere Hakkı bırakmıştır. Bu nedenle de sıradan insanlar, (herhangi bir suret ile sınırlanmadan) belirsizlik içinde O’nu bilmez. Bu, ârifler için yararı büyük olan bir makamdır.

Bilmelisin ki, bu menzilde ârif, Haktan herhangi bir şeyi ancak en özel yönden isteyebilir, yoksa genel yönden isteyemez. Arifin içinde bu­lunduğu hal hakkmda O’ndan bir şey istemesi doğru değildir, çünkü böyle bir istek, kendisini içinde bulunduğu halin gerektirdiği edebi ye­rine getirmekten alıkoyar. İçinde bulunduğu hal bedensel ibadeder gibi duyuyla ilgili ise veya kalbi ibadetlerle ilgili manevi bir şey ise onun hakkını yerine getirdikten sonra Hakk kendisini bu ibadetten (başka bir Hakk) taşıyabilir. Arif ise Hakkın buradaki iradesini bilemez: Acaba Hakk onu hangi mertebeye aktarmıştır? Acaba başka bir vacibe mi, yoksa menduba mı veya mubaha mı, mekruha mı, yoksa bir harama mı ak­tarmıştır? (Hakkın iradesini bilmediği için) Ârif kendisinden ayrıldığı makam ile Allah Teâlâ’nın bilgisine göre kendisine intikal ettiği hal arasında bekler (vakfe). Bu esnada Allah Teâlâ’dan bir elçi kendisine gelerek, sırrı’na şunu bildirir: ‘Allah Teâlâ (hakkındaki iradesini bilmediğin) yeni iş hak­kmda niyazda bulunmanı, yakarmanı, dua etmeni emretmektedir. Ge­ride ömrün kalmışsa, (ilgileneceğin iş) vaciplerden olmalıdır ki, irade edilen budur. Vaciplerden değil ise mendup olsun (diye dua et). İnayet icabeti geçmemişse, mubahlardandır. Mubahlardan değil ise ve başarı­sızlık perdelerinin ardından sana bir takım ışıltıların geldiğini görüp bir harama veya mekruha taşındığını anlarsan, intikal ettiğin bu hal karşı­sında Allah Teâlâ’dan sana bilinç ve huzur ihsan etmesini istemelisin. O işe karşı isteksizlik vermesini dilemelisin. Söz konusu işin yapılmasının çir­kin bir iş olduğunun bilgisinden seni perdelememesini iste. Böyle bir fiilin senden meydana geldi diye, (onun kötü olması hakkındaki) ilahi bilgi değişmeyecektir. Bu haldeyken, günahın sende genel anlamda bir hükmü kalmaz ve bu hususta hüküm kadere aittir. Böyle bir durumdaki kişiye cezalandırma (hükmü taşıyan isimler) belirli bir yönden yöneldi­ğinde -çünkü günah işlemek cezalandırılmayı gerektirir-, el-Afüvv, elGafiır, er-Rahim isimleri de kendisine yönelir. Bunlar da günah işleme­nin kendilerini talep ettiği isimlerdir ve bu isimler (kişinin o davranışı yapmaya karşı içinde duyduğu isteksizlik anlamında) kerahetin kendile­rini talep ettiği isimlerden destek alır. Bu kerahet, senin söz konusu işi yapmayı kerih bulman ve nahoş karşılamandır. Bunun yanı sıra, ezeli kadere de iman etmişsindir. (Burada bir çokluk ve cemaat ortaya çık­mıştır) ve ‘Allah Teâlâ’nın eli cemaat üzerindedir.’ Hüküm ve baskınlık, güna­hın varlığıyla birlikte, söz konusu kişiye muduluk ve iyilik veren bu isimlere aittir, işlediği günah da, kendisini işlerken Allah Teâlâ karşısında hu­zur ve bilinç sahibi olması nedeniyle, ilahi ruh sahibi canlı bir şey haline gelir ve kıyamet gününe kadar kendisi için bağışlanma diler. Allah Teâlâ, ce­zasını sevaba çevirdiği gibi, günah oluşunu da güzelliğe çevirir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ DOKSAN BİRİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Mertebeden, Zamanın Başlangıcının -ki Dördüncü FelektirBilinmesi

Yemin ettim Dehr’e ki, bir varlığı yok diye Varlığı akledilir bir şey sadece

Onun üzerine yemin edersen, yokluğa yemin edersin Varlığa değil, yemini bozmak, işlevsizlik

Bil ki, ünsiyet edeceği bir annesi yok onun

Ya da hükümlerde etkin bir babası da yok

Mârifetleri kendisine derece derece yükselir Böyle bir şahıs makbuldür işte

Denizde hayrete düşen kılavuzsuz biri Böyle biri heva nedeniyle malul

Zenginlik olmadan fakirliğe taşınırsan Sizin rehberiniz akıldır, başkası değil

Dostum! Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, her şeyin bir başlangıcı vardır. Bu yoldaki bilgilerin ve mârifederin en üstünü, baş­langıçların bilinmesidir. Çünkü bütün âlem ve âlemdeki her bir cins, in­sanın suretine göredir. İnsan ise son varlıktır. Sadece insan, zâhirinde ve bâtınında ilahi surete göre var olmuş tek varlıktır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ onun için de bir başlangıç yaratmıştır. Bu bağlamda Hakk ile insan -ki son olma insana, ilk olma ise Hakka aittirsayısını sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceği bir takım kaynaklar ve başlangıçlar vardır. Şimdi, anlayabi­leceklerinden ve aklının alabileceklerinden bir kısmını açıklayalım. Aklı­nın kabul etmeyeceği ve anlayamayacağın kısım hakkında ise susacağız. Öncelikle, en üst olanla başlayıp oradan son dereceye varıncaya kadar aşama aşama geçeceğiz. Şöyle deriz:

Her surette sadr (başlangıç) ikinci derecede bulunur. Suretin cins veya tür veya şahıs olması durumu değiştirmez. Buna göre zorunlu olanların başlangıcı, ezeli hayattır. Bu hayat ile Hakk teala nitelenmiştir. Etkili isimlerin başlangıcı, âlemdir. Tenzihi niteliklerin başlangıcı, ben­zerliğin reddedilmesidir. Mekanların başlangıcı, üstünde ve altında hava bulunmayan Amâ’dır. Varlığın başlangıcı, mümkünlerdir. Var olanların başlangıcı, ilk akıldır. Dehr’in başlangıcı, ezel ve ebed arasında bulunan şeydir. Zamanın başlangıcı, heyula’nın sureti kabul etme zamanıdır. Doğanın başlangıcı, ilk cismin keyfiyetidir. Niteliklerin başlangıcı, kud­retin var etmeye ilişmesidir. Niceliklerin başlangıcı, anlamların bölün­mesidir. Feleklerin başlangıcı, kürsüdür. Unsurların başlangıcı, sudur. Gecenin başlangıcı, kızıl şafağın batmasıdır. Gündüzün başlangıcı, gü­neşin aydınlatmasıdır -ışınları değil-. Türeyenlerin başlangıcı, hayvan­dır. İnsanın başlangıcı, bilinmektedir. Ümmetin başlangıcı, İdris’in za­manıdır. Bu ümmetin başlangıcı ise birinci nesildir. Dünyanın başlan­gıcı, Adem’in varlığıdır. Günlerin başlangıcı, Pazartesi günüdür. Ahiretin başlangıcı, diriliştir. Berzahın başlangıcı, uykudur. Ateşin baş­langıcı, korku yeridir. Cennetin başlangıcı, menzillerine yerleşmek ve inmektir. Azap ve nimetin başlangıcı ise sebeplerini görmektir. Dinin kaynağı ve sadrı ise Allah Teâlâ’nın peygamberidir.

Bilmelisin ki, her sadrın bir kalbi vardır. Kalp sadırda olduğu süre­ce, kördür. Çünkü sadr, onun üzerinde bir perdedir. Allah Teâlâ kendi­sini gören yapmak istediğinde, sadrından çıkar ve görür. Öyleyse se­bepler, varlıkların sadırlarıdır ve varlıklar ise kalpler gibidir. Varlık, Allah Teâlâ’nın vesilesiyle kendisini var ettiği sebebe baktığı sürece, kendisini var eden Allah Teâlâ’yı görmeyecek şekilde kördür. Allah Teâlâ kendisini gören yapmak isterse, vesilesiyle yaratıldığı sebebe bakmayı bırakır ve kendi­sini var ederken Rabbinden kendisine dönük özel yönden Allah Teâlâ’ya bak­maya başlar. Böylelikle gören haline gelir. Öyleyse bütün sebepler, se­beplilerin gözleri üzerindeki perdelerdir. İnsanlardan helak olanlarda bu perdelerde helak olmuştur. Arifler ise sebepleri kabul eder, fakat onları görmez, onlara haklarını verir, fakat onlara ibadet etmezler. Ârif olma­yanlar ise sebepler karşısında bunun aksine davranırlar, sebeplere ibadet ederler, onlara haklarını vermez, onların Hakk ettikleri kulluğu kendile­rinden gasp ederler, onları görürler ve fakat onları (sebep olarak) kabul etmezler. Her insanın şöyle dediğini duyarsın: Allah Teâlâ’dan başkası yok! Böylece sebepleri reddeder. Onu sözüyle yükümlü tutsan, kendisine bir bela geldiğinde hemen sebebi kabul ettiğine ve sebebi ortaya koyanı görmediğine tanık olursun. Sebebi ortaya koyanı inkâr eder, (daha ön­ce) reddettiği şeye inanır. Bazı insanlar ise söz konusu belanın kendisi­ne dayanılan sebep ile ortadan kalkmayacağını öğrenir ve sebeplere olan güvenleri ortadan kalkar. Bu durumda sebepleri inkâr eder ve Allah Teâlâ’ya, sebepleri yaratana döner. Bu durumda (daha önce) neyi inkâr ettiğini ve neye iman ettiğini bilemez bir haldedir. Sebebin veya başka bir şeyin anlamı nedir bilemez. Çünkü sebebin ancak sebeplinin kendisinden or­taya çıktığı şey olduğunu öğrenseydi, belayı kaldırmak için başvurduğu sebebin, herhangi bir yönden belanın sebebi olmadığını öğrenirdi. Çünkü onun sebebi olsaydı, belayı ortadan kaldırırdı. Böyle bir du­rumda sebep belayı kaldırmayarak kişinin belayı kaldırması için Allah Teâlâ’ya yönelmesine sebep olmasıyla sınırlıdır. Öyleyse insan, manevi olarak sebeplerin etkisi altında kalmayı sürdürür. Çünkü sebeplerin ortadan kaldırılması imkânsızdır. Allah Teâlâ’nın ortaya koyduğu bir şeyi kul nasıl kal­dırabilir ki? Böyle bir imkânı yoktur. Fakat bilgisizlik bütün insanlara yayılmış ve onları körelterek, kendilerine doğru yolu buldurmamıştır.

‘Allah Teâlâ dilediği kimseleri doğru yola ulaştırır,’308 Yani O’nun emrinden vahyedilmiş ruh ile hidayet eder. Böylelikle dilediği kullarına hidayet eder. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ hidayetin ruh ile gerçekleşeceğini ortaya koy­muştur. Bu da, âlemde sebebin ortaya konulmasıdır. Öyleyse sebepleri benimsemek, Allah Teâlâ’ya itimat etmek ile çelişmez. Bu nedenle Allah Teâlâ bazı sebepleri kendilerinden daha düşük sebeplerin sebepleri yapmıştır. Böylece sebeplerde sonunda Allah Teâlâ’ya vardır. Allah Teâlâ ise ilk sebeptir, yoksa kendisiyle meydana geldiği bir sebep yoktur. Gerçi âlemin sebebi, zat değil, mertebedir. Mertebenin sebebi de âlemdir. Öyleyse âlemin (oluş) sebebi mertebenin var edilişinde, mertebenin sebebi de âlemi bilmede­dir. Anla!

Gündüz (canlıların) hareket etmesi için aydınlandığında, eşya için doğum gerçekleşir. Böylelikle genellikle duyu âleminde varlıklar ortaya çıkar. Rüzgarlar denizlerde eser, dalgalar çarpışır, gemiler yüzer, deniz­ler içlerindeki şeyleri dalgaların çarpışması nedeniyle fırlatır. Durağanlık için gece karardığında ise rüzgarlar sakinleşir, dalgalar durulur, deniz genellikle kendisinde bulunan şeyleri tutar. Bu kez doğum, berzahta gerçekleşir. Böylelikle karışık rüyalar, doğru rüyalar ve kâbuslar meyda­na gelir. Bu durum, duyuda türeyenlerin suretlerinde meydana gelen çirkin-güzel fiil ve yaratılış suretlerine benzer. Bu durum genellikle ge­cenin sadrında ve gündüzün sadrında gerçekleşir. Çünkü rüzgarlar an­cak güneşin doğumundan sonra eserler ve bu durumda rüzgarlar mey­dana gelir. Nitekim yardım rüzgarları da ancak ikindinin sadrında ve bağrında eser. Bu ise zevalden sonradır. Bu nedenle bu esnada savaş­mak uygun bulunmuştur. Gece durağanlık ve karşılıklı sohbetin vakti­dir. Geceleyin insan sevdiğiyle ve genellikle kendisiyle dinginlik buldu­ğu kimseyle geceler, ancak kendisiyle ünsiyet ettiği kimseyle sohbeder eder. Bu nedenle gece, sevgi ve merhametin aslı olmuştur. Öyle ki, me­lekler azap ettikleri kimselere genellikle gündüzleri azap ederler. Gece­leyin ise etmezler. Çünkü azap eden de, geceleyin azap ederse kendisi de uykusuzluk ve karşılaştığı uyumama hali nedeniyle azap çeker. Öy­leyse gece, dinlenme ve rahadama vaktidir. Azap eden ise kendisine ezi­yet etmek istemez ve bu nedenle azabı hareketin vakti olan gündüze bı­rakır. Öyleyse sevgi ve muhabbetin aslı geceden var olmuş iken bunun zıddı gündüzde mevcuttur.

Sonra, gaybet, yani sevilenin sevenden gizlenmesi, sevginin gerek­tirdiği şekilde bir öğretim ve tedip gizlenmesidir. Çünkü sevgisinde dü­rüst aşığı Allah Teâlâ sevgilisinin gizlenmesiyle sınadığında, sevgilisini gör­mek üzere hasret çeker. Bu durumda sevgisinde dürüsttür ve itibarı ar­tar, sevgilisini (görmeyle) nimetlendiğinde ödülü katmerleşir. Çünkü sevgiliye kavuşma esnasında bulduğu haz, kendisiyle birlikte olurken bulduğu hazdan daha büyüktür. Korkudan sonra güvene kavuşmanın verdiği tada denk bir haz yoktur. Bu sayede kişinin duyduğu haz kat­merleşir. Bu nedenle cennetliklerin nimetleri her an sürekli yenilenir ve bu durum onların bütün duyularında, manalarında ve tecellilerinde geçerlidir. Öyleyse onlar sürekli bir neşelenme halindedirler. Bu nedenle (sevgili ile sevdiği arasındaki bu gizlilik halinde) onların nimetleri, ayrı­lığın gerçekleşmesi ve bir daha buluşamama korkusu nedeniyle, en bü­yük nimettir, insan bu mertebenin büyüklüğünü bilmediği için, sürekli birlikte olmak ister. Bilen ise nimetin sürekli yenilenmesini ve iki nimet arasında fark bulunmasını ister. Böylelikle gerçekte olduğu gibi yeni nimet ile haz alma gerçekleşir. Her insan bilmese, her akıl anlamasa ve her göz görmese bile, gerçekte nimet, her an yenilenir. Nimetteki yeni­lenmeyi göremeyen insanın bilgisizliği, onun bıkmasına yol açar. Bu bilgisizlik insandan kalksaydı, âlemde bıkma diye bir şey olmazdı. Bina­enaleyh bıkkınlık, her an varlığını koruma ve nimetlerini yenileme hu­susunda insanın Allah Teâlâ’yı bilmediğinin en büyük delilidir. Allah Teâlâ bizi tam keşif ve en genel müşahede sahibi yapsın! Ayne’l-yakîn ne kadar da şe­reflidir ve işleri bulundukları hal üzere müşahede eden kimse ne kadar mutludur! Fakat Allah Teâlâ bu bilgisizlik ile himmet sahiplerini dikkate almıştır. Bu durum, insanlar hakkında O’nun bir merhametidir. Çünkü onlar her bir zaman diliminde azaplarının yenilendiğini görselerdi, bu­nun azabı daha büyük ve çekilen acılar daha katmerli olurdu. Bu müşa­hede arasına engel konulup bu ilk üzüntünün kendilerine eşlik eden şey olduğunu zannettiklerinde, ansızın gelişin (sıkıntısı) onlarda bulunma­mış, sürekli kendileriyle birlikte bulunduğunu zannettikleri için, onu yüklenmek kendilerine hafif gelmiştir. Bu durum onlara dönük bir rahmet ve hafifletmedir. Cehennemde ise durum farklıdır, çünkü ce­hennemlikler, her nefes azabın yenilenmesini müşahede eder. Biz ise perdelenme yeri olan bu dünya hayatındaki durumdan söz etmekteyiz. Bu dünya sadece ârifler için perde yeri değildir, çünkü onlar için dünya ahiret gibidir. Başka bir ifadeyle onlar keşif ve müşahede sahibidir. Bu ikisi, ayne’l-yakîn’in (görme kesinliği) kendilerine verdiği iki şeydir ki, göz, bilgi araçlarının en yetkinidir. Görme duyusuyla gerçekleşen bilgi, haz alman bilinenler arasında en büyük hazza sahip olanıdır. Öyleyse ârifler hüküm bakımından ahirette, duyu bakımından ise dünyadadırlar. Başka bir ifadeyle onlar, mertebe bakımından ahirette iken yer bakı­mından dünyadadır. Sonra onlar adına bu durum, kabirden cennete ve bu ikisinin arasındaki ahiret yerlerine göre ahirete bitişir. Bu durum şu ayette belirtilmiştir: ‘Dünya hayatında onlara müjdeler vardır.”09 Burada kast edilen, âriflerin zikrettiğimiz şeyleri dünya hayatında müşahede etmeleridir. Ahirette ise kabirden cennete kadar bu hal sürer. Öyleyse âriflerin nimeti, kesintisiz bir nimettir. İşte bu, âriflerin nimetidir ve başkaları bu sürekli nimete sahip değildir.

Sonra, Hakk bu menzilde inayetine mazhar olmuş kuluna şunu em­reder: Böyle bir müşahedede Hakk seninle beraber olduğu gibi sen de kendilerini mutluluğa sevk eden bütün işlerinde kullarla birlikte olmalı­sın. Arif bunu sadece tebliğ ve nasihatle yapabilir, daha fazlası elinden gelmez. Öyleyse ârif, bu makama ulaştıran yolu açıklamalı ve onu be­yan etmelidir. Yoksa bu makamı kullara verme imkânı yoktur. Çünkü bu verme, sadece Allah Teâlâ’ya özgüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey Peygamber, sen tebliğ et.”10 Tebliğini yaptıktan sonra ise kendisine şöyle denilmiştir: Görevin, sadece tebliğdir. Yoksa hidayet etmek senin göre­vin değildir. ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin. Fakat Allah Teâlâ dilediklerine hidayet eder.”11 Hakikatler hakkındaki şu sözü ne güzeldir: ‘O hidayete ulaşacakları en iyi bilendir.’312 Çünkü bilgi bilinene, bilinenin üzerinde bulunduğu Hakk göre ilişir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen iman etmiyor­lar diye kendine yazık edeceksin.’313 Öyleyse resullerin ve bilginlerin ara­sından varislerin vazifesi, sadece açıklayarak ve dile getirerek tebliğ et­mekle sınırlıdır, başka bir görevleri yoktur. Onlarm ödülleri ise veren ve ihsan eden gibidir. Çünkü ‘iyiliğe rehberlik eden, onu yapan gibidir.’ Çünkü iyiliğe delalet de iyiliğin bir parçasıdır.

Bu menzil, aynı zamanda, istinat etmeyi ve istinat edilen şeyi bil­meyi de içerir. En büyük istinat, ilahi (isimlere) dayanma ve istinat et­medir. Bu istinat, ilahi isimlerin mertebelerini belirlemek üzere eserle­rinin varlığının mahalline dayanması ile varlıkları ortaya çıksın diye mahallin ilahi isimlere istinat etmesi ve dayanmasıdır. İşte bu, istinatla­rın en büyüğü ve kendisine dayanılanların en azamedisidir. Böylelikle seni yola attık, düşe kalka ilerlemeye bak!

Bu menzilden insanların boş yere ilgilendikleri bazı hususlar da öğ­renilir. Örnek olarak (tasavvuf yolunda) fakirliğin zenginlikten veya zenginliğin fakirlikten üstün tutulmasını verebiliriz. Bu konulara dal­mak, bilgisiz için olduğu kadar kendisini bilenler için de gereksiz konu­lardandır. Çünkü haller birbirinden farklı olduğu gibi menziller de fark­lıdır. Her halin kemali, varlığının ortaya çıkmasındadır. Allah Teâlâ şöy­le buyurur: ‘Her şeye yaratılışını vermiştir.’314 Binaenaleyh bu ayet, ken­disini anlayan ve tam olarak kavrayan kimseler için, gereksiz işlere dal­ma imkânı bırakmamıştır. Şu var ki gereksiz işler de, Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır ve Allah Teâlâ onlara da yaratılışlarını vermiş, sonra da hidayet etmiştir. Başka bir ifadeyle şunu açıklamıştır: Gereksiz işlerin bulundu­ğu kimse, kendisini ilgilendirmeyen konularla meşgul olurken, kendisi­ni ilgilendiren şeyi ise bilmemektedir. Fakirlik kendiliğinde yaratılışı tam bir şeydir. Onun zenginlikte bir payı yoktur. Zenginlik de, kendi halinde yaratılışı yetkin bir şeydir ve onun da fakirlikte bir payı yoktur. İşler birbirine girseydi, zenginlik fakirlik ve fakirlik zenginlik olurdu. Çünkü bunlardan her birisi, ötekinin kurucu unsurudur. Zıt ise zıddının aynı olmaz, iki zıt belirli bir durumda bir araya gelmiş olsa bile, zenginlik ve fakirlik kesinlikle bir araya gelmez. Öyleyse fakirliğin varlı­ğında Allah Teâlâ katında bir konumu yoktur. Zenginliğin ise varlığında kul­da bir yeri yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ yaratıklardan daha üstündür denilemeyeceği gibi aynı şekilde zenginlik fakirlikten daha üstündür veya fa­kirlik zenginlikten daha üstündür de denilemez. Öyleyse fakirlik, yara­tıkların niteliği iken zenginlik Hakkın niteliğidir. Karşılaştırma ancak tek bir cins ortak paydasında birleşen şeyler için mümkün olabilir. Hakk ile yaratıkları bir araya getiren ortak bir özellik ise yoktur, dolayısıyla zenginlik ile fakirlik arasında bir karşılaştırma söz konusu değildir. Allah Teâlâ zenginlik hakkında şöyle demiştir: ‘Kuşkusuz ki Allah Teâlâ âlemler­den müstağnidir.’315 Fakirlik hakkında ise şöyle der: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ ise zengin ve hamid’dir (övülmeye layıktır).’316 Bu­nu bildikten sonra, zenginlik fakirlikten veya fakirlik zenginlikten üs­tündür diyen kimse, ‘Allah Teâlâ mı üstündür, yoksa yaratıklar mı üstündür?’ diyen kimseye benzer. Bu kadar bilgisizlik, bu sözü söyleyene yeter.

İnsanların hakkında konuştuğu ve zenginlik (ğınâ) diye isimlendir­dikleri şeye gelirsek, böyle bir şey, nasıl zenginlik olabilir ki? Sen Allah Teâlâ’ya muhtaçsın ve zenginliğinde zenginliğinden müstağni değilsin ki? Başka bir ifadeyle senin zenginliğin yoksulluğunun ta kendisidir. Böyle bir şey, gerçekte ‘zenginlik’ diye isimlendirilmez. Öyleyse gerçek varlığa sahip şey ile -ki fakirliğingerçek varlığı olmayan bir şey -zenginliğinarasında nasıl karşılaştırma yapılabilir ki? insanın zengin diye isimlendi­rilmesi, o esnada amaçladığı şeyde etkin olan sebebin varlığından iba­rettir. Bu durumda insan, söz konusu sebep nedeniyle, muhtaç olduğu şey bu sebeple var olacağı için ‘zengin’ diye isimlendirilir. Öyleyse in­san, arızî zenginliği içinde zatî olarak yoksul olandır. Muhtaç olduğu şeyi sağlayacak sebep kendisinde bulunmadığında ise zenginlik olmak­sızın, fakir diye isimlendirilir. Öyleyse insan için her iki durumda da fa­kirlik vardır, çünkü her iki durumda da zatı kendisiyle birliktedir. Du­rum böyle olunca, (fakirlik ile zenginlik arasında) karşılaştırma yapma­ya kalkmak, gerçek bir nitelik ile göreli-geçici bir nitelik arasındaki bil­,                            I

gisizlik demektir.

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, bilgine, öğrenciye, soru sorana ve sorulana gereken şeylerin bilgisidir. Şimdi ihtiyaç olduğu öl­çüde, bunun bir kısmını açıklayalım. Çünkü bu ihtiyaç genellikle insan­larda ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Cahil birisi bir şey sormak üzere bi­lene geldiğinde, soruyu hangi yönden sorup cevabını öğreneceğini bil­memektedir. Buradan soru sormaya kendisini sevk eden yönün değerini de öğrenir. Buna şöyle örnek verebiliriz: Bir duvarın ardından bir ses duyan kimse, orada bir şey bulunduğunu kesinlikle bilir, fakat onun mahiyetini bilemez. Ya da bu duyunun yerini bilemez. Belki de örtü­nün ardı değildir. Bunun üzerine perdenin ardını bilen birisine, orada duyuyla algılanabilecek bir şeyin olup olmadığını sorar. Eğer var ise mahiyeti nedir? Soru sormak, bir yönünün bilinmediği ve bir yönünün bilindiği bir şeyi sormak demektir. Konuyla ilgili olarak, bazı kelamcılar bir takım sorunlar ileri sürmüştür. Bunlar bizim konumuzla onlarınkini ayıran hususlardır. Bu kitabımız, fikrî ve teorik değerlendirmelerin ele alındığı bir kitap değildir. Bu kitap, vehbi ve keşfi bilgiler için yazılmış­tır. Zikrettiğimiz hususu anlamaktan aciz olan bilginlerin adeti, şudur: Öğrenci bilmediği bir meseleyi sormak üzere öğretmene geldiğinde, konu soru soranın haline göre ağır bir mesele ise ona şöyle derler: Seni ilgilendirmeyen bir meseleyi sorma, takatini aşar ve sonunun cevabını anlayamazsın.’ Bize göre ya da gerçekte iş öyle değildir. Böyle bir du­rumda eksiklik, (soru soranda değil) sorulan kişidedir. Çünkü soruyu sorana göre, konunun muhtemel cevabının yönünü bilmemekte, sor­duğu soruda faydalanmasını sağlayacak şekilde ona öğretememektedir. Alim böyle davransaydı, soru soran kimsenin aklının kaldıramayacağı ve anlayışının yeterli gelmeyeceği yönler kendisine gizli kalırdı. Böyle­likle soru soran kişi, bilginin cevabıyla sevinir ve o konuyu söz konusu yönden öğrenmiş olurdu ki, o sahih bir yöndür. Alimin bilgisini anla­yışlı zeka geçerse, o yön ölçüsünde kendisini kaçırmış olur. Anlayışlızeka ile o meselenin yönlerinin anlamamada eşidenmiş demektir. Öy­leyse soru soran, cevabını anlamayacağı bir soru sormamıştır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, konuyla ilgili’ olarak, sahabeye saygı öğretmek üzere bizi bilgilendirmiştir. Bunlardan birisi şu hadisedir: Adamın birisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sırtı sahabesine dönüktü. Adam şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Cennediklerin ne giydiği­ni sormak istiyorum. Yaratılmış bir şey midir, yoksa dokunmuş bir şey midir?’ Orada bulunanlar, adamın sorusu karşısında gülmüş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise kızarak şöyle demiştir: ‘Bilmeyen birisi bilene soru sordu diye mi gülüyorsunuz? Ey adam! Onlardan cennet meyveleri taşar.’ Ar­dından adamın memnun olacağı şekilde kendisine cevap vermiş, soru soran karşısında nasıl davranılması gerektiğini de sahabesine öğretmiş, adamın utancını gidermiş, adam da bilgili ve sevinçli bir şekilde geri dönmüştür. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Soru soranı azarlama:317 Bu ifade geneldir. Gerçi ayetin iniş sebebinde kast edilen şey, bilgi öğren­meyi istemektir. Çünkü o, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ait ezeli bir halin öğretilmesiydi. Bu durum şu ayette belirtilir: ‘Seni şaşırmış buldu, hidayet etti (yol gösterdi).,m Yani seni hayrette buldu ve sana gerçeği açıkladı. Öy­leyse birisi sana gelip soru sorarsa, o kişi, şaşırmış bir halde olduğun önceki durumun konumundadır. Dolayısıyla, nasıl ki ben seni kovma­dım, sen de onu kovma! Ben sana nasıl açıkladım, sen de ona öyle açık­la. Nitekim Allah Teâlâ eski halini öğretmek üzere kendisine şöyle de­miştir: ‘Seni yetim buldu da barındırmadı mı?”19 Yani senin zelil etmedi, yetimliğin ve kırıklığın nedeniyle zorbalıkla seni kovmadı. ‘Yetime gelin­ce..:320 Kendisini bulduğunda. ‘Azarlama (ezme):321 Ona yumuşak dav­ran, onu himaye et, kendisine ihsanda bulun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur: ‘Kuşkusuz ki beni Allah Teâlâ terbiye etti. Ne de güzel terbiye et­ti!’ Öyleyse yapmamız gereken şey, bu gibi ifadelerinde, peygamberle­rine öğrettiği adaba uymaktır. Başka bir örnek ise Nuh’a söylediğidir: ‘Sana cahillerden olmamam tavsiye ederim.’322 Burada Allah Teâlâ, ‘sana tavsiye ederim323 derken, Nuh’un yaşlı olması ve yaşının büyüklüğü nedeniyle, incelik göstermiştir. Yaşlılarla konuşmanın belli bir tarzı ve özelliği ol­duğu gibi gençlerle konuşmanın da belli bir usulü ve yöntemi vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında ise şöyle buyurmuştur: ‘Cahillerden olma.’324 Bu lütuf nerede, o kahır ve serdik nerede? Aradaki fark, yaşlılık zafiyeti ile gençliğin gücüdür. Elli yıl nerede, beş yüz yıl hatta daha fazlası ne­rede? Öyleyse ilk resul olan Nuh ile son resul olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve diğer peygamberlere dönük hitaplar, durumlarına göre gerçekleşmiştir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ‘şunu yap’, ‘bunu yapma’ gibi bütün ifade­ler, ilahi adap kısmına girer. Bunları araştırırsan, ilahi edebi öğrenmiş olursun. Bu edebe uyarsan, Allah Teâlâ’nın izniyle başarıya erersin. ‘Allah Teâlâ doğ­ruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ DOKSAN İKİNCİ BÖLÜM

Musevî Mertebeden, Gayb Alemi ile Şehadet Aleminin Ortaklık Menzilinin Bilinmesi

Gece örter, gaybteki sırları

Güneş karanlıkların gizlediği ne varsa gösterir

Şahıs kadın ise onu zikretmez Ta ki diğeri gelir ve onu zikreder

Varlık asıl, zıddı ise köksüz Fakat varlığın aslı onu izhar eder

Seni hiçbir şey Allah Teâlâ’dan alı koyamaz, razı ol O’nda Rab olarak; gölgenin gizlediği kimse olma

Rabliğinde, bilgi ile O’nunla var ol Bir hilal görsen bile, dolunay yapar O’nu

Heva seni çağırırsa, bir gün, eksiklik nedeniyle O’ndan seni çağıran, hevayı zorlar

Verdiği ihsanına yok bir bedel Ne dünyada ne ahrette, böyle derim ben!

Ceza bir bedel değil uygunluktur Bedel olsaydı, onu tercih etmezdim

Allah Teâlâ’nın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun. Ey kardeşlerim! Bi­liniz Ki, değer bakımından en büyük menzillerden biri olan bu menzil, gaybî nikah menzilidir. Gaybî nikah, anlamların ve ruhların nikahıdır. Önünde bulut bulunmayan güneşe benzeyen ilahi tecelli ilmi bu menzi­le özgüdür. Bu tecelli ayın dolunay halindeki tecellisinden başkadır. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Rabbinizi dolunay gecesinde ayı gördüğü­nüz gibi göreceksiniz’ hadisinde belirtilir. Bu tecellinin bu menzille iliş­kisi yoktur. Aynı şekilde güneşi, öğlen vakti önünde bulut bulunmadan gördüğünüz gibi (Rabbinizi görürsünüz). Bu menzil, buradan öğreni­lir. Bu, ilahi garip bir mazhardır. Korku ve cezayla sınırlanmış olan ila­hi cömertlik de bu menzilden öğrenilir. Bunun yanı sıra, çirkin olsa bile doğruluk, güzel olsa bile yalanın mertebesi buradan öğrenilir. Kazanıl­mış zenginlik -ki geçici zenginlik demektir-, mutluluk ve bedbahdık alamederi, Allah Teâlâ’nın kendilerine itimat edilsin diye koyduğu şeylere da­yanan kimsenin başarısızlığa uğraması gibi hususlar buradan öğrenilir. Allah Teâlâ o sebepleri kendilerine itimat edilsin diye koymuş iken, onlara itimat eden kimse niçin başarısız olmuştur? Diller mertebesinden, ilahi ifade derecelerinden açıklama bilgisi bu menzilden öğrenilir. Kendisin­de iki zararın bir araya geldiği ve birbirini çektiği mertebe bu menzil­den öğrenilir. Lazım olan istilam ve bu istilam makamının kendisine verilmiş olduğu yakınlaşmış kimseler ile benzerlerinden bunun ve ve­rilmediği kimseler buradan öğrenir. Arifin her şeyde bulduğu ve Hakka zorunlu olmayan cömerdik buradan öğrenilir. Söz konusu cömerdik, Hakkın yaratmasının (nedeni olan) cömerdiktir. Acaba Hakk özel bir amelle ulaşılan bir bedel olur mu, olmaz mı? Allah Teâlâ izin verirse bu bö­lümü fasıl fasıl, bazen ima yoluyla bazen değinerek açıklayacağız. Çün­kü bunu (ayrıntılı olarak açıklamak) sözü uzatır. Yardımcı Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yoktur.

Bu kapsamdaki konulardan birisi netice veren gayb nikahıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Rüzgarları dölleyici (aşılayıcı) olarak gönder­dik.”25 Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: ‘Gökten bir su indirdik. Onunla meyveler ortaya çıkar.”26 Başka bir ayette ise şöyle denilir: ‘Sizin için yeri yatak, göğü bina (tavan) yaptık.”27 Daha önce, elinizdeki kitabın ulvi babalar ve süfli analar bölümünde bu bölümden söz edilmişti. Oraya bakılabilir!

AÇIKLAMA

Anlamların Manevi-Gaybî Bir Şekilde Cisimleri Nikahlama

Bu menzilde kendisiyle ilgili hususları zikredelim. Şöyle ki: Anlam­lar, cisimleri gaybi-manevi bir şekilde nikahlar. Bu ikisinden ise onların hükümleri doğar. Bu ise idrak edilme özelliğinde olmayan ilahi el üze­rinde bir perdedir. Bunlardan birisi de, Heba’da zuhur eden bütün suretlerdir. Heba suretler için bir kadın, suretler ise onun için koca gibi­dir. Bu ikisinden ise ancak kendilerinin aynı olan bir şey meydana gelir. Çocuğun kendi ebeveynin aynı olması, en garip sırlardan birisidir. Ebe­veyn de çocukları olan kimsenin aynıdır. Hallac’m ‘Anam babamı do­ğurdu’ derken kastettiği şey budur. Babanın babası olduğu çocuğunun aynı olması ancak bu özel nikahta mümkündür. ‘Ol’ sözü de bu kap­samdadır. Bu kelime, ‘yaratma emri’ kelimesidir. Allah Teâlâ İsa’nın Allah Teâlâ’nın kelimesi olduğunu belirtmiştir. Varlıkların da Allah Teâlâ’nın kelimeleri olduğunu söylemiştir. O’na ait varlıklarda bulunan şey, sadece ‘ol’ em­ridir ve o var olanın aynıdır. Çünkü o kelimedir ve a'yân-ı sâbite’ye yö­nelmiştir. Öyleyse a'yân-ı (sâbite) onun için anne gibidir. Böylelikle ke­limeler ortaya çıkmıştır. Bu durum, söz konusu a'yân-ı sâbite’nin varlı­ğının bu gaybi nikahtan meydana gelişidir. Bu ikisinin arasında çocuk ise onların aynı olmuştur, kendilerinden başka değildir. Bu ise birinci durumdan daha latiftir. Çünkü burada çocuk, mertebe kelimesinin ay­nıdır. Öyleyse ‘ol’ olanın aynıdır ve Allah Teâlâ’ya nispet edilmiştir. Birinci ise ikinci derecededir. Çünkü o, heba ve surete mensuptur. Bu nikah ise kendisinde içkindir. Anla! Kuşkusuz ki seni yola sevk ettik.

Bütün cisimseller, gaybi bir nikahtan meydana gelmiş çocuklardır. Bütün cisimler ise bir kısmı gaybi bir nikahtan, bir kısmı ise gaybi bir nikah olmaksızın duyusal nikahta içkin olarak meydana gelmiştir. Ör­nek olarak rüzgarların, suların, hayvanların, biddlerin ve madenlerin ve doğal cisimlerde değil unsuri cisimlerde oluşan şeyleri verebiliriz. Çün­kü unsuri bir anneye aktardığı şeyle onun babası olmadıkça, mülk âle­minden herhangi bir şeyden kendi cinsinden bir şey meydana gelmez. Öyleyse meydana gelen şey, o ikisi arasında meydana gelen çocuktur. Bazen ise bir melek meydana gelir. Bu ise meleğin ilhamı diye isimlen­dirilen şeydir. Bu, meleğin insan nefsine aktardığı şeydir. O ikisinin arasında bir tespih veya tehlil meydana gelerek, tehlil yapan veya tespih eden kimseden nefes olarak çıkar. Böylelikle nefese ve cevherine meleki bir suret üfler. Bu kez üflenilmiş olan melek, onun babası, nefes ise an­nesi olur. Bu suret babasma yükselir ve annesi olan insan nefsi adına kı­yamet gününe kadar bağışlanma dilemek üzere meleğin yanında bulu­nur. Şeriatta buradan hareketle şöyle bir hüküm verilir: Temyiz ve akıl çağma ulaştığında, (boşanma halinde) baba çocuğu annesinden alır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu melek bir akıllı yaratır.

Nikahların en garibi, yok etmedir. Bu nedenle keşif ehli hakkmda görüş ayrılığına düşmüştür. Allah Teâlâ ise onu meşiyetine bağlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Dilerse, sizi giderir.’32* İktidarı ve güç yetirmeyi de, başka bir kavmin var edilmesine bağlayarak, şöyle buyurmuştur: ‘Başka bir kavim getirir.’329 Burada Allah Teâlâ, iki kişiye işaret eden ‘zeynike’ zamirini kullanmamış, birliği yönünden işaret, daha yakın olana ait olmuştur ki, kullanılan zamir de odur. Döllemeyen rüzgarların gönderilmesi de bu kapsamdadır. Çünkü bu rüzgar, cevherlerden değil, bir araya gelmekten ortaya çıkmış suretlerin varlıklarını gidermek içindir. Öyleyse bunlar varlık meydana getirmez ve bu nedenle kendilerine kısırlık izafe edilmiş, dölleyicilik özellikleri olumsuzlanmıştır. İşte bu, çocuk doğması için değil, şehvet amaçlı cinsel ilişkidir. Nitekim cennet ehlinin cinsel ilişki­leri de öyledir. Öyleyse her şehvetten bir varlık meydana gelmez ve kendisi nedeniyle bir varlığın bulunması gerekir. Buradan keşif ehli ara­sında görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Buna göre var olan suretlerin ha­kikatlerinin -mevcut olmayansabit Hakk raci olduğunu keşf eden kimse, şöyle der: Kısır rüzgar, sübut mertebesinde kendisinden çıkmış olan şe­yi meydana getirir. O, Hakk tarafından görülmektedir ve ‘dilerse sizi gi­derir5330 ayetinde meşiyet, ona ilişmiştir. Yani kendisinde yoklukla nite­lenmiş olduğunuz ilk halinize sizi geri çevirir. Bu ise bir kısırlıktır, çün­kü ondan kendisi nedeniyle var olmamıştır. Bununla birlikte o, Yaratı­cısı için zahirdir ve görülmektedir. Mevcut suretlerin (yok etme) meşiyeti kendilerine yöneldiğinde veya kısır rüzgarlar estiğinde yokluğa döneceğini müşahede etmeyen kimse ise şöyle der: ‘Bu, herhangi bir şey meydana getirmez. Çünkü var etme, iktidara aittir, yoksa meşiyete ait değildir, dölleyici rüzgara aittir, kısır rüzgara ait değildir. Çünkü var olan bir şey kendisinden ortaya çıksaydı, kısır olmazdı. İşte bu, keşif eh­li arasındaki görüş ayrılığının nedenidir. Öyleyse olumsuzlama varlığın kendisiyle ilgiliyken ispat edilen şey sübutun kendisiyle ilgilidir. Bu ikisi kesinlikle bir şeyde bir araya gelmez. Dolayısıyla gerçekte bir görüş ay­rılığı yoktur. Çünkü aramızdan muhakkik olanlara göre bu yolda görüş ayrılığı, ancak bu şekilde olabilir. Başka bir ifadeyle bu yolda olabilecek görüş ayrılığı, lafızdadır. Herkes sözüyle neyi kast ettiğini yorumladı­ğında ise görüş ayrılığı ortadan kalkar. Bu konudaki imalarımız yeterlidir.

Şekilci bilginlerin görülen hakkında görendeki kuşkunun ortadan kalktığı durumu kendisine benzettikleri güneş tecellisi de bu menzilden öğrenilir. Onlar bu durumu bir de dolunay halindeki aya benzetirler. Bu da, bu hadiste kast edilen şeyin bir yönüdür. Fakat muhakkikler, buna ilave olarak, iki mazharın farklı olduğunu eklerler. Dolunay gece­sinde aya benzetilen tecelli, özel bir mazhardır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘dolunay gecesi’ demiş, ‘dolunay halinde’ dememiştir. Böylelikle onu geceye izafe etmiştir. Çünkü ben, ayı güneş gündüz bulunmakla birlikte dolunay halinde görebilirim. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu geceye sade­ce muhakkiklerin kendisini bildiği bir nedenle geceye izafe etmiştir. Bu menzil, söz konusu durum hakkında konuşulacağı menzil değildir. Fa­kat bu menzil, güneşteki tecelli menzilini içerir. Çünkü Hakk, muhakkik­lere göre, tek bir suretteiki kere veya iki şahsa (aynı şekilde) tecelli et­meyecek kadar yücedir. Öyleyse Hakta tecellide bir tekrar yoktur. Bu­nun nedeni Hakkın sahip olduğu mudaklık ve ilahi genişliktir. Tekrar, darlık ve sınırlanmaya yol açar.

Bilmelisin ki, güneş tecellisi, yani güneşe benzetilen tecelli, bize göre en geniş tecelli diye isimlendirilen şeydir. Bu tecelli, insanın onda kendisini görmekten fani olmadığı tecellidir. Bu kitabm başında Adem’in toprağının kalıntısından yaratılmış olan yerden söz ederken ona değinmiştik. Bu tecelli zati bir mazhardır ve onda tecelli nedenlisi­ne -nedenine değilizafe edilir. Bununla birlikte neden nedenlisinde tek hakikat olarak ve keyfiyeti bilinmezbir halde zuhur etmiştir. Bu du­rum, güneşin gündüzün içinde gözükmesine benzer. Bununla birlikte gündüz, güneşin görünmesinin nedenlisidir. Başka bir örnek ise kandi­lin ışığının, onun üzerine yayılmış ışıktan olmasıdır. Böyle bir şey, ne­, den ve nedenlinin birlikte görülmesi diye isimlendirilir. Öyleyse seni kendinden habersiz yapmayan her tecelli, bu konumdadır. Tecellinin ‘en geniş’ diye isimlendirilmesinin nedeni ise müşahede eden kimsenin tecelli edeni, edileni ve tecellinin nedenini aynı anda görmüş olmasıdır. Geniş olmayan tecellide ise kendisinden başkasmı görmezsin. Ne ken­dini ne başkasmı görmezsin. Müşahedeni, içinde bulunduğun durumu da bilmezsin. Ta ki tecelli sana döner ve perde meydana gelir. Perde parçalanmış olsaydı, bu tecelli sınırlı ve dar olurdu, çünkü perde kendi­sini sınırlamıştır. En geniş olan ise perde içinde ortaya çıktığı gibi perde olmaksızın da ortaya çıkabilir. Böylelikle müşahede eden, iki sureti bir­birinden ayırır. Bu nedenle onların hakkında şöyle denilir: ‘Onları köşk­lerine geri döndürün.’ Bu durum onların acizliklerine işaret eder. Yani orada hapis kalırlar. Burada nefis cevherlerin bulunduğu deryalar var­dır. Onlara sadece nefesi geniş gaybe âşık dalgıçlar ulaşabilir. Bu menzi­lin içermiş olduğu tecelliyle kast edilen şeyi açıklamış oldum. Onun ya­rarları sayısızdır. Onları saymaya kalksaydık, bir kitap kendilerine yet­mezdi. Çünkü dünyadaki ulvi âlemde ebedilik ona ait iken ahirette süfli âlemdeki ebedilik ona aittir. Bu tecelliden başka, kendisinden meydana gelen şeyde acı ve haz gibi iki zıddı bir araya getiren bir tecelli yoktur. Bu tecelli, seven için başkasına sarılan ve onu öpen bir maşuk gibidir. Bu bakımdan bir yönüyle seven, acı duyarken bir yönüyle de haz alır. Korku ve cezayla sınırlanmış olan cömertlik de bu menzilden bilinir. Bunun yanı sıra çirkin olsa bile doğruluk, güzel olsa bile yalanın merte­besi de buradan bilinir. Kazanılmış zenginlik -ki geçici zenginliktir-, muduluk ve bedbahtlık alamederi bu menzilden öğrenilir.

Bilmelisin ki, verginin sebepleri değişiktir. Bu bağlamda bazı kim­seler karşılık için verirler ve bu durum alışveriş diye isimlendirilir. Bu­radaki cömertlik, satın alana büyük menfaat verecek bir şeyle kendisini nimedendirmiş olmandır. Malı alan kişi ise müstağni olduğu bir şeyi sana vermiş demektir. Öyleyse ticaretin taraflarından her biri, elde edilmesinde her tarafın menfaatin bulunduğu bir şeyi getirmiş demek­tir. Çünkü bunu engelleme imkânına sahiptir. Bu nedenle de verilen yönünden -veren yönünden değilcömerdik diye isimlendirilir. Bu kap­samda insan, malı hakkında korkarak veya kendisine gelecek duyusal acılar nedeniyle verebilir. Bu durumda o, bu vermeyle iyi yâd edilmeyi ve sağlığı ve güveni satın almıştır. Öyleyse o birinci kişi gibidir. İkisinin arasındaki fark ise şudur: Birincide kendisiyle satın aldığı şey, kendisin­de bir amacının bulunmasının mümkün olduğu şeydir. Burada ise acıda veya afiyetin ve güvenin kaybolmasında kendisi için kesinlikle bir amaç bulunamaz. Bu konuda farklı görüş belirten dosdanmızın bir kısmı aşağıdaki mısraında görüşünü belirten Ebu Yezid gibi muhakkik kimse­ler olabilir:

Bütün amaçlarıma ulaştım da

Azapla bulduğum kazdan başka .

Ebu Yezid, buradaki maksadını açıklamıştır. Bu, hazdır ve o bizim de vardığımız ve benimsediğimiz görüştür. Muhakkik olmayanların gö­rüşü ise aynı sözle ifade edilmiş olsa bile, anlam itibarıyla yolumuzun esasıyla ilgili değildir ve onun hakkında söyleyecek bir sözümüz yoktur. İnsanların bir kısmı, nimedendirmek ve başka nedenler için verir. Bu menzil ise sadece zikrettiğimiz hususla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’yı size verdiği nimederi nedeniyle seviniz’ hadisi bu konuyla ilgilidir. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, verdiği nimet ve ihsanları nedeniyle Allah Teâlâ’yı sevmemizi emretmiştir. Acaba kullan hakkında Allah Teâlâ’dan herhangi bir şekilde nimedendirme kapsamının dışına çıkan bir varlık eylemi var mı­dır, yok mudur? Dosdarımız bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda bir kısmı nimedendirmenin nimetin varlığının kendisi ol­duğunu belirtirken kendisine nimet verilen bu varlığın hükmünün ver­diği amaçlara dikkat etmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ acıya da kendisine varlık vermekle nimedendirmiştir. Hâlbuki acı, kendisinden acı duyanın ama­cına yatkın olmayabilir. Öyleyse o Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bir nimet­tir. İş herkes hakkındaki nimetin genelliğine tek bir hakikatle bağlı ol­saydı, hiçbir şey olmazdı. Çünkü hakikatler böyle bir şeyi kabul etmez. Öyleyse her varlıkta O’na ait bir nimet vardır. Bu nedenle kimin ma­kamı îsar ise kendisi zahit olarak kendisine lazım olanı sadaka olarak ve­rir. Bu durum, acının hükmü kendisinde bilfiil bulunduğunda, verdiği nimete karşılık Allah Teâlâ’ya şükretmesidir. Çünkü bundan önce Allah Teâlâ’nın mertebesini kendi amacına tercih ediyor değildi. Çünkü mülkte Allah Teâlâ’yı yüceltmesine ve şükretmesine yardımcı olacak bir şey ortaya çıkmıştır. Çünkü o, kendisini var ettiği için acının Allah Teâlâ’ya şükrettiğini müşahede eder. Böyle bir haldeki kimseye Allah Teâlâ katındaki en büyük şefaatçi, var­lıklar içerisinden acı, ilahi isimlerden ise (acının dayanağı olan) elMübli ve el-Müskim (hasta eden) gibi isimlerdir. Böylelikle bu şefaatin neticesi, hazzın varlığı ve ya sebebin ortadan kalkması veya bekasıyla birlikte acının gitmesi olacaktır. Sebebi varken acının ortadan kalkması ise harikulade olabilir. Bu da insanın kendisiyle şereflendiği yaratıkların en büyüğüdür. Bu iradede Allah Teâlâ’yı tercih etmesine gelirsek, hiç kimse Allah Teâlâ’nın mürid isminden kendi adına meydana gelecek iyiliği bilemez. Onu ancak kendisini bu değerli Hakk tahsis etmiş Allah Teâlâ bilebilir. İşte bu, çirkin olsa bile, Allah Teâlâ karşısındaki davranışta doğruluk halidir. Çünkü bu acı başkasına inmiş olsaydı, bu halin kendisine eşlik etmesi kaçınıl­mazdı. Başkası hakkında insanın başkasına inen bela nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükrediyor olarak görülmesi çirkin bir iştir. Özellikle de sevdiği birisi veya bir peygamber veya resul olduğunda böyledir. Bu makamın mey­dana getirdiği başkasının afiyet bulmasıyla ise bu muhakkikin kendisini giymiş olduğu çirkinlik gizlenmiş olur.

Zikrettiğimiz böyle bir yerde vermeyi terk eden kimseye gelirsek, sen açıkladığımız hususlardan bu terkin sebebini ve terk esnasında terk edenin neyi görmüş olduğunu öğrenmiş olmalısın. Çünkü bütün bun­ların bilgisi, ortaya koyduğumuz hususa dahildir, bunu araştırabilirsin! Çünkü açıklamaya kalkarsak, söz uzar. Kuşkusuz İti sana anahtarı verdik ve kilidini de sana gösterdik. Sen de ondan dilediğini aç.

Bu bölümde kazanılmış zenginliğe gelirsek, bu onun hükmüdür. Çünkü insan başkasından müstağni kalması, hakikatleri bilmediğinin delilidir. Çünkü başkanın kendisinde bir etkisi yoktur. Kuşkusuz ki onun zenginliği, ilgisi olmayan bir şeye bağlanmıştır. Allah Teâlâ’dan müs­tağni kalırsa, kapkara cahildir. Çünkü o bu nitelikle gerçek bilgiden ol­duğu kadar İslam’dan da çıkmıştır. Öyleyse ondan daha çok hüsrana uğramış birisi yoktur. Çünkü ondan daha cahili yoktur. Öyleyse müs­tağnilik, gerçekte mümkün değildir. Herhangi bir kimseye zenginlik ve müstağnilik izafe edilirse, zati değil, geçici bir izafe olabilir. Bu nedenle Hakka ait el-Gani ismi de selbi bir niteliktir ve âleme muhtaçlık kendi­sinden olumsuzlanmıştır. Herhangi bir şeye muhtaç olan kimse, ondan kesinlikle müstağni kalamaz. Öyleyse gerçekte müstağnilik, nispet ol­maları bakımından değil, nispeder yönünden sebeplerle ilgilidir. Öyley­se senden zıddını gideren her şebep, senin üzerinde hakim olan şeydir. Sen bu durumda zenginlik ile nitelenir misin, nitelenmez misin? Bu nispetin hakikatinin verisine göre, senin bunu incelemen gerekir. Söz konusu nispet seni başkasından müstağni ederse, nispet müstağni oldu­ğu gibi sen de onun sayesinde müstağnisin. Seni müstağni etmezse, nispet müstağni olmadığı gibi sen de onun vasıtasıyla müstağni olmaz­sın. Söz gelişi salt tokluğu düşünelim. Tokluk vasıtasıyla açlıktan müs­tağni kaldığın söylenemez. Çünkü tokluk senin amaçladığın bir şey de­ğildir ki, toklukla ondan müstağni kalasın. Fakat açlık sende bulundu­ğunda, sana duruluk, incelik, latiflik, kulluğa bağlanmak ve yoksulluğu verir. Bunu onun hakikati verir. Sen ise onu aramaktasın, yoksa ondan müstağni değilsin. Tokluk açlığın sana verdiği zikrettiğimiz her şeyi ve­rirse, bu durumda tokluk nedeniyle açlıktan müstağni kalabilirsin. Çünkü açlık, özü gereği talep edilen bir şey değildir, o sadece zikretti­ğimiz nedenle talep edilir. Zıddında bu durumları bulduğumuzda ise artık açlığa ihtiyacımız kalmaz. Çünkü doğa kendisini reddeder. Nite­kim kendisini de doğa var eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem açlıktan Allah Teâlâ’ya sığınır ve şöyle derdi: “Ne kötü döşektir o!’ Çünkü açlık zikretti­ğimiz durumları kazandırmış olsa bile, bu durumda insanın mutlak an­lamda Allah Teâlâ’ya muhtaç olması kesin değildir. Aksine muhtaçlık Allah Teâlâ’dan başkasına olabilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem genel hakkında ‘Ne kötü döşektir o!’ demiştir. Çünkü bu yolun pirleri şöyle derler: ‘Açlık pazar­da satılsaydı, müridin onu satın alması gerekirdi.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gördüğüne bakan sûfiler, bu ifadeyi sûfderin sürçmelerinden birisi ka­bul eder. Bunlara örnek olarak, sûfılerin yanıldığı hususlarla ilgili bir takım risaleler yazmış olan Ebu Abdurrahman Sülemi’yi verebiliriz ki bizim görüşümüz de budur. Açlığın bir tanımı ve ölçüsü vardır. Bu, hayalî açlık değil, gerçek açlıktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, gerçek açlıktan Allah Teâlâ’ya sığınmıştır. Çünkü bu açlık, iradi olduğunda, insanın şeriata karşı isyankâr, kendisine karşı zalim olmasına yol açar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, zorunlu olmadıkça aç kalmazdı ve bu Allah Teâlâ’yı bilenlerin halidir. Çünkü onların özelliklerinden birisi de, adalettir. Kuşkusuz ki sana ye­terli gelecek şekilde (bu menzili) açıklamış olduk. Çünkü bizim açıkla­mamız, açık ifadeyi gereksiz kılan bir değinmeden ibarettir.

Mutluluk (kazandıran) amellere gelirsek, bunların alametleri, insa­nm bütün hareket ve duruşlarında Allah Teâlâ karşısında huzur sahibi olarak davranması, fiilleri Allah Teâlâ’ya var etme ve övülen bir bağlantı yönünden nispet edildiğini görmesidir. Fiillerden kınanmış bir irtibat tarzını Allah Teâlâ’ya nispet etmek ise saygısızlık, yükümlülük bilgisini ve onun kiminle ilgili olduğunu bilmemektir. Bunun yanı sıra ‘kendisine ‘yap denilen yükümlü kimdir, bunu bilmemek demektir. Çünkü yükümlünün hiçbir şekilde fiille ilişkisi olmasaydı, kendisine ‘yap’ denilmez, şeriat bütünüy­le anlamsız Hakk gelirdir. Hâlbuki şeriat, kendiliğinde gerçektir. Öyleyse kulun fiille geçerli bir ilişkisi olmalıdır ve bu ilişki yönünden kendisine ‘yap’ diye emir verilir. Bu emrin konusu, kesbi kabul edenlerin ileri sür­düğü gibi, irade değildir. Kesp, delilin kendisini verdiği, ilahi iktidarda içkin olan ve görünmez yapabilme sebebidir. Bu iradenin ona dahil ol­ması, yıldızların ışığının güneşin ışığında içkin olmasına benzer. Delil sayesinde yıldızların yeryüzüne yayılan bir ışıkları olduğu bilinir. Fakat güneş ışığının baskın gelmesi nedeniyle onu göremeyiz. Nitekim duyu, kulların fiillerinin duyuda ve dine göre kendilerine ait olduğu hükmünü verir. Duyuya göre ilahi iktidar, kulun fiilinde içkindir ve onu akıl idrak ederken duyu kendisini idrak edemez. İlahi iktidarın kulun fiilinde içkin olması, güneş ışığının yıldızların ışığında içkin olması gibidir, çünkü yıldızların ışığı, güneş ışığının aynıdır ve yıldızlar o ışığın mazharıdır. Öyleyse bütün ışık güneşe aittir. Duyu ise ışığı yıldızlara ait sayarak şöyle der: ‘Yıldızların ışığı güneşin ışığına dahil olmuştur.’ Gerçekte sa­dece güneşin ışığı vardır ve onun ışığı kendisine girmiştir. Çünkü orta­da başka bir ışık yoktur. Aynalar da bir etkiye sahip olsalar bile, bu on­ların kendi ışıklarından kaynaklanmaz. Işığın -ışık olması bakımındanâlemde doğrudan ve vasıtasız etkisi ortaya çıktığı gibi başka bir hüküm­le de aynadaki tecellisi bakımından etkisi olıır. Bu tecelli dolaylıdır. Gü­neş ışığı dolunayda tecelli ettiğinde, dolunay dışında tecelli ettiğindeki hükmünden farklı bir hüküm verir ve bunda bir kuşku yoktur. Aynı şe­kilde ilahi iktidar da, kullarda tecelli ettiğinde, fiiller yaratıklardan orta­ya çıkar. Bu durumda da fiil ilahi iktidar ile gerçeklemiş olsa bile, hü­küm farklıdır. Çünkü bu kez fiil, tecellisi için ayna konumundaki bu tecelligah vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Duyuda güneşin ışığı dolunaya nispet edilir ve dolunayın ışığına ait olan fiil güneşin ışığına aittir. Aynı şekilde, fiil duyuda yaratıklara nispet edilir. Fiil ise gerçekte Allah Teâlâ’ya ait­tir. Etkinin değişmesi nedeniyle eşyada ışığa ait hüküm de değişmiştir. Böylelikle ışığın dolunay vasıtasıyla verdiği şey, kendi başma vasıtasız olarak verdiğinden farklı olmuştur. Aynı şekilde kulların fiillerinde de hüküm değişir. Buradan yükümlülüğün kime yöneldiği ve kiminle ilgili olduğu buradan öğrenilir. Akıl yoluyla ayda güneş ışığından herhangi bir şey bulunmadığını, güneşin varlığıyla aya intikal etmediğini ve aym güneş için bir tecelligah olduğunu bilirsin. Nitelik niteleneninden ve isim isimlendirileninden ayrılmaz. İşte bu şekilde kulda da Yaratıcısın­dan herhangi bir şey bulunmadığı gibi ona yerleşmiş de değildir. Kul sadece Hakkın özel bir tecelligahı ve mazharıdır.

Güneş ışığı dolunaya nispet edildiği gibi iktidar da kullara nispet edilebilir. Durum aynı durumdur. Tam olarak bilinmediği halde -çünkü herkes bunu tam olarak bilemezgüneş ile dolunay arasındaki ilişki böyleyse, bu konuda yaratıklar ile ilahi emir ilişkisi hakkmda ne zanne­dersin? O daha da bilinmezdir. Bu bilgiyi öğrenmek, muduluğun en yüce alametlerinden birisidir. Böyle bir bilginin yoksunluğu ise bed­bahtlığın alametlerindendir. Burada ruhların manevi muduluğunu ve bedbahtlığını kastetmekteyim. Duyusal mutluluk ve bedbahdığın ala­meti ise meşru amellerin şartlarıyla birlikte -ki şart ihlas tıryapılması­dır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Dikkat ediniz, halis din Allah Teâlâ’ya ait­tir.”3' Başka bir ayete ise ‘Onlara sadece Allah Teâlâ’ya ihlaslı olarak ibadet etme­leri emredildi32 buyrulmuştur. Genel olarak alamederle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır, O’ndan başka Rab yok­tur.

Allah Teâlâ’nın kendilerine itimat edilsin diye ortaya koyduğu şeylere iti­mat edenin başarısızlığına gelirsek, acaba Allah Teâlâ kendilerini bu iş ve ehli için koymuş iken onlara itimat eden kimse niçin başarısız olur? Dos­tum! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın kendilerine itimat edilsin diye ortaya koy­duğu şeyler, kendisinin dışında değildir. Fakat bu hüsrana uğrayan kimse onları, Allah Teâlâ’nın dışında rabler edinmiş, böylelikle kendilerini or­taya koyana değil, kendileri nedeniyle bu sebeplere bağlanmıştır. Böyle­likle daha önce de zikrettiğimiz gibi bilgisizlik kendisine zarar vermiştir. Öyleyse güneş ışığından dolunay aynasında ortaya çıkan eserlere birisi bakar ve Allah Teâlâ’nın etkiyi kendisine bağladığı bu özel tecelligah yönünden bu konuda güneşe itimat edebilir. Böyle birisi başarısızlığa uğramaz. Çünkü o, işe hakkını vermiştir. Böyle birisi hakkında güneş hiçbir za­man tutulmaz. Başarısızlığa uğrayan kimse, hakkında dolunayın tutul­duğu kimsedir. Böylelikle, aym aynasmm varlığıyla birlikte, bilgisizliği­nin karanlığı içinde kalır. Böylelikle bu başarısız kimse, bu mazharla birlikte karanlıklar içindedir. Çünkü ay, bu şahsın kendisine itimat etti­ği şeyi perdelemiştir. ‘Siz ve Allah Teâlâ’nın dışında taptıklarınız, cehennem yakıtısiniz3 Bu, karanlıktır, çünkü karanlık cehennemdir. Hangi karanlık ve hangi cehennem, bilgisizlikten daha büyük olabilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘ya da karanlıklar gibi334 ayetiyle ona benzetmiştir. Başka bir ayette ise, ‘birbiri üstüne karanlıklar335 demiştir. Kast edilen bilgisizlik üstüne bilgisizliktir. Bu tür bilgisizlik, bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyenin cehaletidir. Böyle birisinin O’nun elini görmeye yaklaşabileceği redde­dilmiştir. Onu nasıl görebilir ki? Burada başka bir şey değil, el zikre­dilmiştir. Çünkü el, ilahi iktidarın aracıdır ve var etme onunla gerçekle­şir. Başka bir ifadeyle, görsün diye iktidarını ortaya çıkarttığında, bilgi­sizlik karanlığı nedeniyle onu görmeye yaklaşamaz. Çünkü onu görsey­di, kendisini ilahi iktidarın aynı olarak görürdü. Bakınız! Bilgiden iba­ret olan ışıkta kendisini çıkarttığında, elini görür ki onun iktidarı de­mektir. Bu durumda üst üste gelmiş birikmiş karanlıkların ortadan kalkması nedeniyle varlığa ait iktidarm ilahi iktidar olduğunu anlar. Bu nedenle benzetme karanlıkların en güçlüsüne yapılmıştır. Çünkü hava­nın karanlığına denizin karanlığı, ona ise dalganın karanlığı, ona ise dalgaların üst üste gelişinin karanlığı, ona yıldızların ışıklarını perdele­yen buludarın karanlığı bitişmiştir. Böyle bir durumda ise ışığın ne kendiliğinde ne de herhangi bir tecelligahında ortaya çıkma imkânı kalmaz. Gecenin karanlığı doğanın karanlığıdır. Denizin karanlığı bilgi­sizlik karanlığıdır ki bilginin olmayışı demektir. Fikrin karanlığı ise dal­ganın karanlığıdır. Birikmiş dalgaların karanlığı ise fikirlerin kuşkularla iç içe girmesinin birikintisidir. Bulutun karanlığı ise inançsızlığın karan­lığıdır. Öyleyse bütün bu karanlıkları kendinde toplayan kimse ‘hiç ku­kusuz ki apaçık bir şekilde hüsrana uğramış336 kimsedir. Bu ise başkaları­nın değil, sadece Muattıla’nın halidir.

Bu menzil, diller mertebesinden, ilahi yakınlığın derecelerini ifade etmenin bilgisini içerir. Bilmelisin ki, bu bilgi, Allah Teâlâ’dan aktaran Şâri’nin bilinmesidir. Allah Teâlâ bize muhkem ve müteşabihine iman etmeyi emretmiş ve getirdiği her şeyi kabul etmemizi emretmiştir. Söyleyenin gerçekteki kastı budur diye ondan herhangi bir şeyi tevile kalkarsak, iman derecesi bizden düşmüş olur. Çünkü delil, haber üzerinde verilmiş bir hükümdür. Böylelikle iman hükmü işlevsizleşir. Müminden doğru bilgi gelir ve bu delil sahibine şöyle der: Teorik düşüncenin verdiği yo­rumun söyleyenin kastı olduğu hakkındaki kesinliğin, bilgisizliğin ve sahih bilgiden yoksunluğunun ta kendisidir. Bilgiye tesadüf etsen bile, kuşkusuz ki senden iman kaybolmuştur. Mutluluk ise imanla ve doğru bilgiyle irtibatlıdır. Sahih bilgi, kendisiyle birlikte imanın kalacağı bil­gidir. Öyleyse ârif, Allah Teâlâ’ya vekil olarak, Allah Teâlâ’nın yolunu insanlara açık­lamakla yükümlüdür. Bu vekillik, ışığı ulaştırmada ayın güneşe vekil olmasına benzer. Öyleyse gönderilmiş peygamberler, Hakkın tercü­manları iken, varisler ise peygamberlerin getirdiği kitap ve sünneti an­lama hususundan Allah Teâlâ’nın kendilerine vermiş olduğu anlayışa göre de­rece derecedir. İşte, ifadeyi bilmek özetle budur.

İKİ KUMANIN BİR ARAYA GELMESİNİNİN BİLİNMESİ

Bilmelisin ki. Ebu Said el-Harraz’a şöyle sorulmuş: ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ Şöyle cevap vermiş: ‘İki zıddı birleştirmesi özelliğiyle.’ Sonra da şu ayeti okumuş: ‘O Evveldir, âhirdir, zahirdir ve bâtındır.”37 Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, âhir olduğu yönün aynısından evvel, zâhir olduğu yönün aynısından bâtındır. Çünkü Allah Teâlâ hakkında yön ve durum, tektir, iki zıt, iki zarardır ve bu ikisi akıl yoluyla bilinemez. Çünkü aklın gücü bu­nu vermez. Bu mesele ancak aklın gücünün ötesinde bulunan bir ma­kamdan öğrenilir. Söz konusu makamdan Allah Teâlâ, vaciplere vacipliklerini, mümkünlere imkânlarını, imkânsızlara imkânsızlıklarını, birlere bir­liklerini vermiştir. Öyleyse bu makam bir’i bir yapan makam olduğu gibi kendisine zorunluluğu vermekle de zorunluyu zorunlu yapan ma­kamdır. Akıl, fikir gücü yönünden söylediğimiz bu durumu algılaya­maz. Öyleyse bu, aklî değil, sahih ilahi bir bilgidir. İlahi bilgide iki zıt bir araya gelirse, iki kuma bir araya gelmiş olur ve birbirlerini severler. Çünkü tek bir hakikate aittirler.

Bu bölümü -akıl nuruyla değiliman nuruyla iyice düşün! Çünkü bu husus akıl tarafından kabul edilmez, reddedilir. Nasıl ki göz akledilirleri idrak edemez ve kendi sınırını aşamaz, aynı şekilde akıl da, gözün aracılığı olmaksızın gözle doğrudan algılanan şeyleri algılaya­maz. Öyleyse akıl görülenler olmaları bakımından görülenleri tek başı­na algılayamaz. Hâlbuki görülenler yaratılmış olduğu gibi görme gücü de yaratılmış bir şeydir. Kendi gücündeki bir şeyi idrakten, Hakka nis­pet edilen daha üstün bir şeyi idrake onu çıkartan kimdir? Akıl, kendi gücünde olan bir şeyi idrakten daha aşağıdaki bir şeyi -ki o aklın iddia­sına göre duyuduridrak derecesine inmekten acizdir. Öyleyse herhangi bir hususta kendisi gibi bir yaratılmışa muhtaç olan kimse, Yaratan’a daha da muhtaçtır. Ariflerin bu konuda bildiği hususlarla ilgili bu kadar değinme yeterlidir.

ISTILAM'IN BİLİNMESİ

(Bu menzilin) Ayrılmaz özelliği olan istilam ve bu istilam makamı­nın kendisine verildiği Hakka yakın kişinin aynı özeliğin kendilerine ve­rilmediği benzerlerinden (ayırıcı) özelliğine gelirsek, bilmelisin ki: istilam, sevenlerin kalplerine gelen bir ateştir. Bu ateş sevgiliden başka önüne çıkan her şeyi yakar. Bazı vakiderde ise sevgilinin suretini de se­venin nefsinden giderir. Bu ise sevenin sevgilisini tahayyül etmek iste­diği vakittir. Böylelikle onu tahayyül imkânı bulamaz ve sevgi ateşinin alevinin etkisi nedeniyle onun suretini (hayaline) yerleştiremez. Böyle bir halde ona ‘istilam halinde’ denilir. Şairin şu mısralarla kast ettiği kimse bu kişidir:

Kalbime bir ateş attı, sonra çekti de gitti Varlığım kemiklerim arasında eziyet görüyor

Sevgi oklarını ya da avucunu attı Attığın şey sana da isabet edecek

Onun düştüğü yer kalptir, sen ise Bu mevzide onun meskenisin

‘Mecnun’ diye şöhret bulan ve Leyla’nın aşığı olan Amr kabilesin­den Kays’ın hali de böyleydi. Kays kendinden geçmiş bir haldeyken Leyla gelmiş. Kays ise o esnada bir kırbaç eline alıyor, onu göğsüne koyduğunda, deri kalbinin sıcaklığından anında eriyor, kendisi de, sure­ti hayalinden kaybolduğu için kendisini aramak üzere Leyla Leyla, diye haykırıyordu. Leyla kendisine ‘Kays, aradığın benim, Leyla benim!’ di­ye bağırmış. Ancak Kays’ın hayalinde kendisiyle Leyla’yı tanıyabileceği bir sureti yoktu. Fakat adını kendisinden duyduğunda ona ‘Benden uzak dur, çünkü seni sevmek beni senden alı koydu’ demiştir. İşte istilam hali budur. Bu hal, ilahi mertebede gerekli etkin bir haldir. Kendisinde Hakkın güzelliğinin görüldüğü bütün ilahi isimler, kul ile Hakkın keyfiyeti arasına girer ve kendisini zabtedebileceği veya hayaline yerleştirebileceği bütün suretleri ortadan kaldırır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Ya ze’l-celal ve’l-ikram diye dua edin.’ Ke­lime ilzaz kelimesinden türetilmiştir ki, sabırlı olmak, direnmek demek­tir. Burada celal ikram’a bitiştirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün hadis­lerinde celal zikredildiğinde kendisiyle birlikte ikram da zikredilmiştir. Bunun nedeni, kulun suretinin geride kalmasını sağlamak ve onun var­lığını ortadan kaldırmamaktır. Binaenaleyh celal -ki cemalin celalidirsana bir heybet giydirir ve bu makamda heybete kapılırsın. Bu durum arifin ve sevenin nefsinde bulduğu sevgilinin tazimidir. Böylelikle onun mertebesini her şeye tercih eder. Öyleyse Allah Teâlâ’nın ona ikramı, her şeye tercih etmiş olmasıdır.

istilamın (sevginin aşırı hali, kendinden geçmek) bir türü ise he­men kaybolur. Bu, sevgilinin hayal suretinde görülmesinden kalbe ge­len şeydir. Öyleyse bu hayal devam etiği ölçüde istilam hali de sürer. Celal ise mudaklık sahibi olduğu için belli bir suretle sınırlanmak karşı­sında gayrete gelerek, nefisten bu hâli siler. Böylelikle bu sınırlanmış suretin istilamı suretin kaybolmasıyla ortadan kalkar, celalin nefisteki etkisi demek olan diğer istilam geride kalır. Böylelikle seven, nefsinde sınırlanmış olan sureti yalanladığını görür. Bu suret kendisine şöyle demekteydi: Ben senin sevgilinim. Kendisini sınırlamaktan kaçınarak, böyle bir suretten yüz çevirir. Çünkü seven bilir ki, sevgilisi sınırlan­maz. Bu nedenle de içinde ateş yanar. Çünkü o, zabtedilemeyecek bir şeyi kendisiyle nimedenmek üzere zabtetmeyi istemektedir. Bu nedenle bilgi muhabbetten üstün olmuştur. Allah Teâlâ da peygamberine bilgi­nin artmasını istemesini emretmiştir. Çünkü bilgi, ilahi dosduğun ta kendisidir. Allah Teâlâ kullarının işlerini onunla üsdendiği gibi onlara bilgiyle ikram eder ve kullan da O’nun bilenemez olduğunu da bilgiyle öğrenir­ler.

Arif olmayan âşık ise nefsinde bir suret yaratır. O surete bağlanır ve ona âşık olur. Böyle biri sadece ihatası altında bulunan birisine iba­det etmiş ve âşık olmuştur. Onu bu makamdan uzaklaştıracak yegane şey marifettir. Arifin ilahi mertebe hakkındaki hayreti, hayrederin en büyüğüdür, çünkü o sınırlanma ve daralmanın dışındadır.

Ceylanlar avcının etrafında dağıldı                                                      

Bilemedi avcı, ne yakalayacağını

Hakk, O’nu sınırlayan bir suret yok ise de, bütün suretlerin sahibi­dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’m! Şendeki hayretimi artır.’ Çünkü hayret, en büyük makam, en yüce tecelligah en üstün mertebe ve en değerli mazhar ve örneksiz yöntemdir. Korkutma, istik­rarsızlık ve belanın kâfir mekanlarına yerleşmesi bu mertebeden ortaya çıkmıştır. Hiçbir perde ve örtü yoktur ki, bu en yüce müşahede, onu yok etmesin ve parçalamasın. Çünkü örtü, örtülü olanı sınırlar. Perde perdelenmiş olanı çevreler. Hâlbuki O’nun zatının bir perdesi olmadığı gibi celali nedeniyle de sınırlanmaz. Herhangi bir şey O’nu nasıl örtebi­lir ki? Gözlerimizin önünde akıp kendisinden gizli kalan bir şey olabilir mi? Bu, inkâr eden kimseler için bir karşılıktır. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’33* diyen kimse doğru söylemiştir. Herhangi bir gözün görmeye­ceği veya bir mekanın sınırlamayacağı Allah Teâlâ’dan başkası mı var ki? Bü­tün manevi ve duyusal suretler, O’nun mazharlarıdır. Öyleyse bütün suretlerden -bütün suretlerde değilkonuşan O’dur. Bütün gözlerle gö­rülen O’dur. Bütün duyuşlarla duyulan O’dur. O, kelamı duyulup akledilmeyen olandır. Herhangi bir göz kendisine bakıp O’nu sınırlayamaz. O’nun bir mazharı yoktur ki, onunla sınırlansın. Hüviyet O’nun ayrılmaz özelliğidir. O’ndan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir. Siler ve sildiği şeyin aynıdır. ‘Sabit kılar’ ve sabit kıldığı şeyin aynıdır. Öyley­se bu hükümde ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’ Verili sahih bilgi bu­nunla O’nun hakkında hüküm vermiştir.

Öyleyse delil bilgisi, kendisini olumsuzlar. Çünkü delil (O’ndan bir şey) delilin gücünde değildir ve olumsuzluk ve tenzih niteliklerinden başka bir şeyle ilgisi yoktur. Keşif bilgisi ise O’nu sabit kılar ve baki kı­lar. O’nun adına bir mazhar ortaya çıksa, keşif kendisini o mazharda görür. Her iki bilgi de doğrudur. Öyleyse Hakk, her iki kuvvet için de kuvvedere göre bilinir. Bunun amacı her bir gücün kendi konumundan ayrılmadığını ve ancak kendiliğinde bulunduğu duruma göre Allah Teâlâ’yı bilmekten bir şey elde edebildiğini kendilerine öğretmektir. Öyleyse her güç kendi zatını bilmiş ve kendisini nitelemiştir. Kendilerinde zuhur etmiş olmakla sınırlanma ve takyit hükmünün dışına çıkmıştır. Bunun amacı kendisine ibadet edilmesini sağlamaktır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ, ken­disinden başkasına ibadet edilmemesine hükmetmiştir. Böylelikle putlar ve ortak koşulanlar, kâfirlerin iddiasınca, O’nun mazharları olmuş, on­lara ilah adını vermişlerdir. Öyleyse sadece Ilah’a ibadet edilmiştir. O ise bu mazharın kendisini gösterdiği şeydir. Böylelikle onların ihtiyaçla­rını karşılamış, onları sulamış ve cezalandırmıştır, çünkü onlar, bu do­nuk suretlerde (kendisini gizlemiş olan) bu ilahi mertebeye hürmet et­memişlerdir. Öyleyse onlar bedbahtlardır. İsabet etseler de veya (ger­çekte) sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş olsalar bile, (bu hüküm değişmez). (Hakka ait) Varlığın bu mazharlara nasıl sirayet ettiğine bakınız! Bu sayede onunla ba2ı insanlar Mutlu olmuşken bazı insanlar da bedbaht olmuştur. Bir kısmı şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ vehminde tahayyül ettiğin ve aklında tasavvur ettiğin her şeyden başkadır.’ Böyle diyenler, (bir yön­den) doğru söylemiş ve yalan söylemiş, izhar etmiş ve perdelemiştir. Başka birisi ise şöyle demiştir: ‘Hakk bir delilin gösterdiği olamaz ve akılların aklettiği (bir şey) olamaz. Akıllar kendi fikirleriyle O’nu idrak edemez. Bilgiler O’nu zabtedemez. Zikredildiğinde, kendisiyle zikredi­lir, kendisiyle düşünülür ve kendisiyle akledilir. Öyleyse O, akıllıların aklı, fikir sahiplerinin fikri, zikredenlerin zikri, delil sahiplerinin delili­dir. Bir şeyin dışında kaka, o şey olmazdı. Bir şeyin içinde olsaydı, o şey olmazdı. Lazım olan istilam halinin etkisini açıklamış oldum. Bil­ginler, bu değerli bilgiyi ve korunmuş müşahedeyi gören Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir. Onların dışındakiler için ise kendileri adına kendisine iba­det ettikleri bir alamet ortaya koymuş, kendisini gördükleri bir hakikat ortaya koşmuştur. Söz konusu hakikat, itikadının dayandığı şeydir. Bu itikat ya sahip olduğu delilden veya delil sahibi birisini taklit etmesin­den ortaya çıkmıştır. Öyleyse bu kişi, kendiliğinde gayesine ulaşmış, mabuduna bağlanmış, kendisinde dinginlik bulmuş, hayretten kurtul­muş, sahip olduğu şeyle çelişen şeyi inkâr etmiş, kendisinden başkasının inancını kesinlikle reddetmiştir. Bu nedenle insanlar birbirlerini tekfir etmiş, dünyada ve ahirette birbirlerini lanetlemişlerdir.

Gerçeği bulunduğu hal üzere bilen ise rahattır. Onun zâhiri ve bâtını âlemdedir. Öyleyse o isabet eden göz, hakkında nass bulunan münezzeh örnektir. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yoktur339 ayetiyle benzeri ve örneği olabileceğini reddetmiştir. Başka bir ifadeyle benzeri­nin benzeri bir şey yoktur. Buradaki (ke-mislihi) ifadesindeki ‘ke’ (gi­bi), bazı kimselerin ileri sürdüğü gibi fazladan bir harf değil, nitelik bil­diren bir edattır. Bazı bilginler ise bu konuda şunu ileri sürmüştür: O’nun bir benzeri bulunsaydı, bu benzerin bile bir benzeri olmazdı. Öyleyse kendiliğinde Hakkın örneğinin olamayacağı daha açıktır. Bazı kimselere göre ise ayette zikrettiğimiz şekilde, gerçek bir örneğin örne­ği olması reddedilmiştir. Cüneyd-i Bağdadi’ye mârifetin ne olduğu so­rulmuş, şöyle cevap vermiştir: ‘Suyun rengi, testinin rengidir.’ Böylelik­le suyu ve testiyi kabul etmiş, başka bir ifadeyle anlamı, harfi ve idraki ve idrakin olumsuzlanmasını dile getirmiştir. Başka bir ifadeyle ayırmış ve birleştirmiştir. Ne güzel cevaptır bu!

(Bu menzilin ayrılmaz özelliği olan) istilamın anlamını sana belirt­tikten sonra, şimdi de bu menzilden kalan hususları açıklayalım: Bu ise zorunluluk kapsamının dışındaki ilahi cömertliğin bilinmesidir. Acaba Hakk, özel bir amelle kendisine ulaşılan bir bedel olur mu, olmaz mı? Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın bir sınırlı bir de sınırsız cömertliği vardır. Çünkü Hakk, cömertliğinin bir kısmını varlıkla sınırlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Rabbiniz kendisi üzerine rahmeti yazmıştır.’340 Yani, kendilerini belirli bir özellikle nitelemiş olduğu belli bir kesim hakkında kendisi üzerine rah­met yazmış ve bunu zorunlu kılmıştır. Bu ameller, ‘içinizden bilmeden bir kötülük yapıp da sonra tövbe eden ve güzel davranan olursa, Allah Teâlâ bağış­layan ve merhamet edendir341 ayetinde belirtilir. Burada belirtilen, bu ni­telikte kimseler adına zorunlulukla sınırlanmış cömertliktir ve bu cö­mertlik, bu özel ibadetin bedelidir. Tövbe ve iyi davranış ise sınırsızmudak cömertlikten kaynaklanır. Böylelikle kendi cömertliğiyle cö­mertliğini çekmiştir. Öyleyse kendisinden başkası O’nun üzerinde hü­küm sahibi olmadığı gibi O’nu başkası da sınırlamamıştır. İki cömertlik arasında kul ise yok olucu bir araz ile (yok olanın) benzeri bir araz ola­rak bulunur.

Bilginimiz ve pirimiz Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: ‘İblis ile kar­şılaştım, kendisini tanıdım ve kendisini tanıdığımı da anladı. Aramızda bir tartışma geçti. O bana söyledi, ben ona söyledim. Sesimiz yükseldi ve tartışma uzadı. En sonunda ben durdum, o da durdu, ben hayrete düştüm, o da hayrete düştü. Bana söylediği son söz şuydu: ‘Sehl! Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Benim rahmetim her şeyi kapsamıştır.’342 Bu­rada ifade geneldir. Biliyorsun ki ben de bir ‘şey’im. Çünkü ‘her’ sözü, kapsam, ihata ve genellik bildirirken ‘şey5 ise belirsizlerin belirsizidir (her bir şey!). Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti beni de kapsamıştır. Bunun üzerine Sehl kendisine şöyle demiştir: ‘VAllah Teâlâi! Şeytan böyle bir ayeti kullanmadaki ince (zekasıyla) beni susturdu, hayrete düşürdü. O bu ayetten bizim anlamadığımız bir şeyi anladı, ayetten ve onun gösterdiği şeyden, bizim bilmediğimiz bir şeyi öğrendi. Düşünceli bir halde hay­rette kaldım. İçimden ayeti okumaya başladım. Ayetin devamında, ‘onu yazacağım343 bölümüne gelince, sevindim ve bir kanıt elde ettiğimi ve bu kanıtla İblis’i yendiğimi ve bileğini büktüğümü zannederek şöyle dedim: ‘Ey lanetli! Kuşkusuz ki Allah Teâlâ rahmetini seni rahmetin dışına çıkartacak belli özellikle sınırlamış ve ‘onu yazacağım.. 344 demiştir. İblis gülerek şöyle dedi. ‘Sehl! Senin bu kadar bilgisiz olabileceğini ve bura­da kalacağım hiç zannetmezdim. Sınırlamanın O’nun değil, senin nite­liğin olduğunu bilmiyor musun?’ Sehl şöyle demiştir: ‘Bunun üzerine kendime döndüm, gözümü kapadım, damağım kurudu! VAllah Teâlâi, vere­cek bir cevap bulamadım ve onun yüzüne kapıyı kapatamadım. Anla­dım ki İblis’in büyük bir arzusu var. Ayrıldık. Bundan sonra ne olaca­ğım bilmiyorum. Allah Teâlâ bu sorunu ortadan kaldıracak bir hüküm ver­memiştir. Öyleyse iş, bana göre, yaratıkları hakkındaki mutlak iradesine kalmıştır. Bu konuda sona erecek veya ermeyecek bir süreyle hüküm veremem.’

Kardeşim! Bilmelisin ki, İblis’ten aktarılan kanıdan dikkade incele­dim. Bilginler arasında ondan daha cahilini ve kanıtı daha zayıf olan kimseyi görmedim. Sehl b. Abdullah'ın kendisinden aktardığı bu hika­yeyi öğrendiğimde, şaşırdım ve kendisinde bilgisizlik bulunmayan bir bilgiyi öğrendiğini anladım. İblis bu konuda Sehl’in piri olmuştu. Biz ise bu bilgiyi ancak Allah Teâlâ’dan öğrendik ve -hamd olsunİblis’in bu veya başka bir hususta bize bir iyiliği olmamıştır. Ömrümüzün kalan kıs­mında da böyle olmasını dilerim. Bu konu, feri bir konu değil, asıl ko­nudur. Öyleyse İblis, Allah Teâlâ’nın rahmetinin ihsanın kendisinden ve mut­lak rahmetten ona ulaşmasını bekleyecektir. Allah Teâlâ kendisi üzerinde zo­runlu kıldığı şeyi bu cömertlikle zorunlu kılmış, tövbe eden ve iyilik yapanlara bu cömertliğiyle dönmüştür. Öyleyse hüküm, herhangi bir sınırda sınırlanmayacak kadar yüce ve büyük olan Allah Teâlâ’ya aittir. Binae­naleyh Allah Teâlâ üzerinde ancak Allah Teâlâ’nın kendisine vacip kıldıkları vacip kılınabilir. Arif de cömertliğinde böyle sınırlanmaz ve üzerine zorunlu olan bir şeyi vermez. Çünkü zorunlu cömertliğin nedeni, sahipliktir. Arifin ise Allah Teâlâ karşısında bir mülkü yoktur ki! Arifin elindeki mal, kendisine değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Zekât mal sahibine düşer, hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka mal sahibi yoktur ki? Allah Teâlâ bu maldan belli bir miktarı çı­kartmayı kendi üzerine zorunlu kılmıştır. Söz konusu miktar, yaratıkla­rından belirli bir gurubun hakkıdır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, ârifin elin­deki bu mal içinde bu payı onlar adına kendisine zorunlu kılmıştır. Arif ise söz konusu kimseler adına maldan bu payı mal sahibinin yerine çı­kartır verir. Bu durumda ârif, vekalet yoluyla yetimin malında tasarruf eden vasinin durumuna benzer, çünkü vasi yetimin velisidir. Bir grup, bu hususta keşiflerinde yanılmış, ellerindeki malın zekâtı vermemiştir. Onlardan bir gurubu görmüştüm. Hâlbuki onlar zekâtlık kısımdan da­ha’ fazlasını veriyorlardı, fakat zekât olarak vermiyor ve şöyle diyorlardı: Kuşkusuz ki Allah Teâlâ’nın üzerinde zorunlu bir Hakk olamaz. Bu mal, Allah Teâlâ’ya aittir, benim değildir. Ben ona sadece ödünç olarak sahibim. Ben bu hususta Hanefi mezhebindeyim. Yetimin velisi yetimin malın­dan zekâtı vermek zorunda olmadığı gibi -çünkü yetime zekât düşmezyükümlü o olduğu için ben de zekât vermem.’ Allah Teâlâ seni başarıya erdir­sin, ilahi cömertliği ve kısımlarını açıklamış oldum.

Acaba Hakk belli bir amelin karşılığı olur mu, olmaz mı? Bilmelisin ki, Malik b. Enes bir konuda şöyle der: Bir adam birisine hediye ver­miş, hediye verilen ise karşılık vermemiş. Veren kişi mahkemede karşı­lığını istemiş. Böyle bir durumda hakime bu belirsiz mesele açıklanmalıdır ki, hüküm tam olarak verilebilsin. Hakim adama sorar: ‘Hediye verirken ne istedin? Acaba cennetten bir karşılık mı istedin, ya da dün­yada bir bedel mi istedin, yoksa onun karşılığında Allah Teâlâ’nın rızasını mı istedin? Davalı şöyle diyebilir: ‘Ben bu hediye ile ahrette cennetten bir karşılık istedim veya dünyada bir karşılık istedim.’ Bu durumda hakim, hediyeyi alanın -hediye geride kalmış isealdığını iade etmesine hük­meder. Hediye tüketilmişse, bedelini ödemeye hükmeder. Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Acaba kıymet hediyenin veriliş anındaki duruma göre mi hesaplanır, yoksa hüküm anında mı? ‘Ben hediyeyi Allah Teâlâ rızası için verdim’ derse, onun lehine bir hüküm verilmez ve hakim şöyle der: ‘Arkadaşın senin amacını gerçekleştirecek bir şeye sahip değildir. Bir yönden, göründüğü kadarıyla onu bedel olarak ortaya koyar. Çünkü bunun dışında kendisine ait olanı belirtmemiştir. Bir açıdan ise onun bedel olmasını olumsuzlar, çünkü onun yaratıklarında bir şeyin O’nun bedeli olması mümkün değildir. Hepsi O’nun nimetidir. Şu var ki bu hediyeye ahiretteki karşılık, kendi cinsinden verilir. Ona bir şey eklerse, ihsan kabilindendir. Şöyle denilir:

Ayrıldığın her şeyin bir bedeli var

Allah Teâlâ’nın ise ayrılırsan, bir bedeli yok

Meselenin özü şudur: Zatı ve varlığı yönünden Hakka herhangi bir şey karşı koyamaz. Hakkın zatı gereği aranması ve talep edilmesi de ge­çerli değildir. Talip veya mürit, sadece Hakkı bilmeyi veya görmeyi ve­ya müşahede etmeyi arayabilir ve isteyebilir. Hakkın görülmesi veya bi­linmesi ise O’ndan olsa bile, kendisi değildir. O’ndan olduğu halde kendisi değil ise bir bedel olması mümkündür. Bu durumda onun dün­yadaki ameli, Allah Teâlâ karşısında huzur olabilir. Nitekim hadiste ‘İhsan sanki görür gibi O’na ibadet etmektir’ denilmiştir. Böylelikle böyle bir amelin Allah Teâlâ katındaki karşılığı, O’nu görmektir ki menzillerin en üstü­nü budur. Öyleyse görmek, bu hayatta (Allah Teâlâ karşısında) huzur sahibi­nin karşılığı iken huzur sahibi olmayan kimse için bir ihsan ve minnet­tir. Başka bir ifadeyle huzur, birisinde bedel iken ötekinde bir bedel de­ğildir. Bu durumda dünya hayatında huzur sahibi olmak, mutlak cö­mertlikten kaynaklanan bir ihsandır. Görmek ise kendisine zorunluluğu kılmasına göre, sınırlı cömertlikten kaynaklanır. Öyleyse O’nun cömert­liğini yine kendi cömertliğinden müşahede ettin! Öyleyse ne bir şey O’nun dışında kalmış ne de bir yaratılmış O’nun üzerinde hüküm sahi­bi olmuştur. O’ndan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir. Allah Teâlâ, her­hangi bir sebep olmaksızın, bir kuluna başka birisine (ulaştırması için) verir ve o başkası bunu Hakk etmemiş ise bu Hakk edişten dolayı kendisine verilmiş olan bu kimse, Hakkın sınırlaması altında bulunur. Bu durum­da ise böyle bir verme, bir bedel istemekten kaynaklanmaz. Bununla ancak Allah Teâlâ’nın rızasını amaçlar. Niyetiyle onu hedeflemiş olup olmama­sı durumu değiştirmez. Çünkü kendiliğinden verme hali, bunu verir. Çünkü o, böyle verirken vermesi bir karşılık olmayan mutlak cömertli­ğinde Hakkın niteliğiyle nitelenmiştir. Onun hali böyle olunca; nasıl ki Allah Teâlâ kullarına ihsan ettiği nimederi karşılığında karşılık talep ederse -ki bu talep nimedere karşı şükür ve nimetin O’ndan olduğunu bilmektir-, Allah Teâlâ bu şükrü ve bu bilgiyi de ödüllendirir. Aynı şekilde, başkasına nimet veren bu kul da övgü ve sena ile ödüllendirilir. Sonra Allah Teâlâ onun karşılığını kendisiyle verir, cennede değil! Öyle ki bu nitelikte Allah Teâlâ’nın niteliğiyle nitelenmiş olur. Böylelikle sana bu menzilin içermiş olduğu hususların yorumlarını açıklamış oldum. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğ­ru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ DOKSAN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Musevî Mertebeden, Şehadet Âleminin Varlığının ve Gayb Âleminin Zuhurunun Sebebinin Bilinmesi

Güneşin ışınları var ise Bu ışık benden önce ona geldi


Ölüm herkese ilişince Bu ölüm var eden rabbindendir

Me’va cenneti tecelli edince Güzellikle bize süslenmiş bir halde

Onu kuşatınca, rüzgarlarla nimetlendik Misk gibi güzel kokularıyla kuşatınca

Gökte yıldızlar sönünce Sönme onun süsünden kaynaklanır

Nefisler nefislere girerse Onlarm bu girmesi ihsanlarıdır

Mekan imarcılarınındır yoldan çıkma Onları avlamaktan kaçma

Resul nefisleri görürse Kendilerine gelen risaleti reddederken

Üzerinden perdeler kalksaydı, getirdiğinin İnatçı ona direnmezdi

Yıldızlar yüzücü olsaydı bir sona Sonları gerçekleşmiş olurdu

Geceler ulaştıran olsaydı Yarınlarını, karanlıklar diz boyu olmazdı

Sabah yüzler görseydi

Her yönü aydınlanmış, ışığından

Onu utandırmaz, onunla ölürdü

Onu kendinden geçirir, arzusunu yok ederdi

Hilal dolunaya dönseydi On dördüncü gün, onu okumazdı

Denizler tatlı su olsaydı Başkaları ondan haz olamazdı

Yerler düz olsaydı

El-Müheymin ‘onu yuvarladı’ demezdi

Her şeyin süsünü onda izhar etti Bir hikmetle, onda gizledi sırrını

Diyarların sakinleri olsaydı Sakinleri kendilerini bina eden olurdu

Fakat bence, ünsiyet sahih değil Gördüğün niteliği olmayan bir zat ile.

Ulviler süflilerde olsaydı Süfliler ulvilerin zirvesinde olurdu

Sabit olanlar yalçın olsaydı Yalçınlıkları yüksek olduğu şeyden olurdu

Fakat yalçın olmanın bir makamı vardır Yaratıkların rabbi onunla kendisine iltifat eder

Sahife yazarı tarafından yazılsaydı Onu silerdi

Cahim soğuğu olmayan ateş olsaydı Arzusuna göre yürürdü

Fakat azab zıddın varlığı

Nefs onu görür, cennetinde zevk yoluyla

Muhabbetin bir şahsı olsaydı Şevki gücünü yitirirdi

Yükümlü arzuladığı şeyden dince yüz çevir şeydi Şari onu yasaklamazdı

Yıldızları bulunmadan gök olsaydı Onu zirvesinden pek az aydınlatırdı

Rüzgarlar başıboş esseydi Başıboşluk onları kargaşaya düşürürdü

Pınarlar kendiliğinden çağlasaydı Alemlere hayat verirdi, onların çağrısı

Bulut, onların hayası...

Kendisini müstağni ederdi

Dağlar yürütülseydi bir şekilde Göğü onun serveti olurdu

Gözler onun zirvesini görseydi, perdesiz Kör olurlardı ansızın

Hükümdarlar seni görseydi Geldiğinizde, ödüllendirilmek helal olurdu

Kitab bütün hamdleri söyleseydi Bir kimseye dünyadan; onu anlatırdı

İssız yerdeki güzel bahçenin güzelliği Onu büyüleyemezdi yine de

Tehlike duraklarında durur, gücüyle Bir iş kendini yuvarladığında

Seb-i mesani’ye yemin ettim

Ta’ları ile, harfler ile başlayan surelere de

Güneşin battığını gördüm Yardımını verdikten sonra

Havası ise bulutlar eliyle görür Toprağın tohumları yetiştirdiğini

Kör gözler için çiçekleri yetiştirdiğini Kökleri ise bizden gizlenir

Ayrıldın ve gizlendin denilince Halifesi kardeşini yaptı gitti

Bana geldiğinde, elçisini kabul ettim Konuşsun benimle şifası diye

Dedim ki, gizlemek benim için daha iyi

Çünkü ben fenada varlığımın fenasını görmekteyim

Ondan meydana gelen nefretten ayrılmadım Fakat onu sevk eden bir şevktendi

Emrine itinayla icabet ettim El-Müheymin’in cömertliği onun karşısındaydı

Her şey ona muhtaç Hakk geldi Alem onun haddine özlem duymuştu

Nice çukura düştüm O olmasaydı, şifasından sıkılırdım

Şehvet illeti öyle bir illet ki, İsa Yardım etse bile, şifa bulmazdı

Nice yemek var ki hırsla yedin de Onun bir yararını görmedin

Nice şehvet var ki, kendisine baktın Ve elde ettik, eziyetinden kurtulduk

Nefsimiz her neyi yapmak istese Akıl onun niyetini gizlerdi

Nefsiler kendini hesaba çeker korkusuyla Aklın nefsin cefasından sakınır çünkü


Nefs ise aklı bir gün bile düşünmedi Onun veya niyetleri hakkında hüküm vermedi

Fakat şeriat onu ispat etti Girerken oraya, mutluluk hakkında

Onu elde ettiler ve ardında perde kalmadı El-Müheymin onları korudu

AÇIKLAMA

Kıyamet Günü Hakkın Görülmesi Meselesi

Allah Teâlâ bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki, bu bölümün başındaki veya kitabm herhangi bir bölümünün başındaki her kaside, kitapta nesir olarak yazılmış şeylerin özet olarak yeniden ifade edilmesi için yazıl­mamıştır. Aksine bizzat şiir de, ilgili bölümün açıklanmasının bir parça­sıdır. Dolayısıyla şiirden sonra gelen söz, bir tekrarlama değildir. Öy­leyse konunun açıklanması için şiire bakılması gerektiği gibi nesir hakkındaki söze de bakılması gerekir. Çünkü şiirde konunun nesir tarzmda söz edilirken dile getirilmeyen bir takım yönleri vardır. Bunlar, genel­likle her bir meselenin müstakil olarak yer aldığı tikel konulardır. Şu var ki her iki mesele arasında bir bağ vardır ve bunlar birbirlerini talep ederler. Bu yönüyle onlar, insanın durumuna benzerler. İnsan, sahip olduğu algılama yeteneğiyle hayvan hakkında konuşabildiği gibi bes­lenme ve büyüme özelliğiyle de bitkiler hakkında konuşabilir. Öte yan­dan insan, saçları ve tırnakları gibi duyumsamayan kısımlarıyla donuk­lar hakkında konuşabilir. Öyleyse insan, gelişme özellikleriyle bitkilerle, duyumsamayışlarıyla da donuklarla ilgilidir. Binaenaleyh varlıkta kendi­siyle başka bir şeyin arasmda irtibatın bulunmadığı bir şey kesinlikle yoktur. Buna Rab ve merbub da dahildir. Çünkü yaratan yaratılmışı ta­lep ederken Yaratan da yaratılmışı talep eder. Bu nedenle bilgindeki bilgi, bilinenin suretine göre gerçekleşmiş, bilinen bilginin suretinde or­taya çıkmıştır. Böyle değil ise ilgi nereden gerçekleşecekti? Öyleyse (varlıklar arasında) her bakımdan birbirini itme kesinlikle mümkün de­ğildir. Dolayısıyla varlıkta şeyler arasındaki zati irtibat nedeniyle mese­lelerin iç içe geçmiş olması kaçınılmazdır. Bu irtibat hakkında dikkatini çektiğim meseleyi anla, çünkü o büyük bir bilgiden haber vermektedir. Onu iyice anlamazsan, aldanış, senin ayağını yok olma uçurumuna dü­şürür. Çünkü âlemin kadimliğiyle âlemin hadisliği fikrini ileri sürenlerin görüşlerinin ne anlama geldiği buradan anlaşılır. Hâlbuki her iki grup da âlemin mümkün ve her bir parçasının sonradan var olduğunda görüş birliği içindedir. Her iki gruba göre de âlem, özü gereği varlığı zorunlu olanın mertebesine sahip değildir. Alem bazı kimselere göre başkası ne­deniyle varlığı zorunlu olandır. Bu başkası ise bir kısmına göre, var eden zattır, bir kısmına göre ise âlemin varlığını belirleyen ezeli bilgi­dir.

işaret ettiğimiz irtibat geçerli olmasaydı, âlemin bir asıl olması mümkün olmazdı ki, o öyledir. Öyleyse irtibat da gerçekleşmiştir. Bir­birini itme (irtibatsızlık) ve bunun olmayışı ise başka bir yöndendir. Öyleyse her ilahi hakikatin âlemde başkasına ait olmayan bir hükmü vardır ki bunlar nispetlerdir. O halde âlemin bilginin hakikatine nispeti, kudretin hakikatine nispetinden farklıdır. Öyleyse bilginin kendisindeki hükmünde kendisiyle güç yetirilen arasında bir ilişki yoktur. Onun iliş­kisi, kendisiyle bilinen arasındadır. Bir şeyin bilinen olması, o şeyin güç yetirilen olmasından başkadır. Bu üslupta meseleye bakarsan şöyle der­sin: Allah Teâlâ ile kulları arasında herhangi bir ilişki yoktur. Başka bir gözle baktığında ise nispeti kabul etmiş olursun. Çünkü nispet ve ilişki, hep­sinde mevcuttur. Artık gördüğün şeye göre ve içinde bulunduğu anda sana hakim Hakk göre hüküm ver! Hakikatler iki göz sahibi için belir­ginleşince, şeriatın söylememesini istediği şeyi söylemelidir ve aklıyla hüküm vermemelidir. Çünkü anlamları doğru olsa bile lafızların (Hak­ka) verilmesinin bir kısmı bize yasaklanmış iken bir kısmının ise anlamı bozuk olsa bile kayıtsız anlamda bize serbest bırakılmıştır. Buna örnek olarak mekan kabul etmeyen kimse adına mekan lafzını kullanmamızı verebiliriz. Başka bir örnek ise bilgi almayan bir kimse adına bilgi almış olduğu hükmünü vermektir. Öyleyse böyle bir lafı kullanmak meşru iken olumsuz yönü ise makuldür. Nitekim ‘Hakka’ çocuk nispeti de ya­saklanmıştır ve Allah Teâlâ onu (bir imkânsızlığa bağlı bir şart bildiren) ‘ise’ edatının hükmü altına sokmuştur. Nitekim Allah Teâlâ, ‘benim nezdimde söz değişmez345 ayetinde de sözün değişmesini imkânsız kılmış, onu ‘ise’ edatının hükmüne dahil etmiştir. ‘İse’ edatı altına ise ancak mümkün girebilir. Akıl ise Allah Teâlâ adma çocuğun olabileceğini akli olarak imkânsız sayar. Buna karşılık bütün insanların hidayeti bulabileceklerini de akli olarak mümkün görür. Öte yandan bilgide bir farklılık bulunduğunu bildiğinde, akli olarak bütün insanların hidayete ermesini de akli olarak imkânsız sayar. ‘İse’ edatı, Hakkın bir şeyi dileyip dilememede serbest olduğunu gösterir. Dilerse irade eder, dilemezse irade etmez, ilahi ha­berler bunu bildirmiş iken akıl bunu imkânsız sayar. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ bize kendisini bilmeyi emretmiş, ayederi akıl sahipleri için deliller yap­mıştır. Fakat onlar, özel anlamda kendisine delil değildir. Öyleyse şuna bakmak gerekir: Allah Teâlâ bize kendisini bilmeyi emrederken Şâri’nin yolu­nu mu tutacağız ve taklit yoluyla verdiği haberle mi sınırlı kalacağız? Yoksa teorik araştırma yolunu mu takip edeceğiz? Böyle olursa Allah Teâlâ, akılla bilinen bir şey haline gelir. Bu durumda aklın delaletinden bize göre Allah Teâlâ’nın ilah olmasını sabit kılan şeyi alırız. Şeriatm delilinden ise bu ilaha nispet ettiğimiz isim ve hükümleri alırız. Böylelikle kendisini bilmede şeriata ve akla göre hareket edenler haline geliriz ki doğrusu budur. Çünkü şeriat, ancak akılla sabit olur. Böyle olmasaydı, herkes Hakka dair akılların mümkün veya imkânsız saydığı her şeyi söylerdi. Onlar, şeriata inanmakla birlikte bunu yapmışlar, kendilerine ihtiyaç olmayan hususlara teville dalmışlardır. Bunlardan müstağni kalsalardı, akıl bu konuda kendilerini sorumlu tutmaz ve şeriat da kendilerine ni­çin terk ettiklerini sormazdı. Aksine şeriat onlara yaptıkları şeyi soracak­tır. Onlar, bu konuda bir tehlikededir. Sustuğu konuda konuşması zo­runlu olmadıkça, susana karşı delil yoktur. Kuşkusuz ki bu söze bölü­mün başında zikrettiğimiz kasidede yer alan bütün meseleler girer. Çünkü onda zikredilen bütün meseleler, kendilerine istinat edeceği ilahi hakikatleri talep ederken bazı ilahi hakikaüerden de uzaklaşır.

Bu bağlamda bu menzilin içerdiği hususlardan birisi, iki keşif ara­sındaki perde tecellisi, iki perde arasında keşif tecellisidir. Bu menzilden başka bu tür bir tecelliyi içeren başka bir menzil yoktur. Çünkü her­hangi bir açık kanıt olmaksızın tek başına mazhardaki tecelli, açık kanıt­la birlikte vermediği bir şeyi verir. Mazharın dışındaki tek başına zati tecelli ise açık kanıt olmaksızın vermediği şeyi verir. Açık kanıda ger­çekleşen bu tecelli ise iki durumu sınırlamayı verir. Sınırlanmış her şey, kendisini sınırlayan tarafından tanımlanmış ve hasredilmiş demektir. Mutlak özelliğindeki zati tecellinin sınırlanmış olması, bu yoldaki bilgi­ler içerisindeki en garip bilgilerden birisidir. Böyle bir durumda o, ayakta duran insanın ayakta dururken ‘ayaktadır’ denmesi gibidir. İşin gerçeği ise onun tasavvur edilemeyeceğidir. Kendisi zıtlardan münez­zeh iken niteliklerinin onları kabul ettiği kimse münezzehtir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Öğlen vakti güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gündüz vaktini kast etmiş­se, hiç kuşkusuz ki bütün zati tecellileri içerir. Bununla birlikte onlar, tecellinin hükmünde birbirinden farklıdır. Söz gelişi Allah Teâlâ’nın yoksulluk­tan müstağni olma özelliğiyle tecellisi ortaktan (münezzeh olan) birli­ğiyle tecellisinden farklıdır. Bu ikinci durum ‘O’nun mülkünde bir ortağı yoktur346 ayetinde belirtilir. Görmeyle ilgili zati tecelliler de, bu aldi-zati tecelliler gibidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada ‘öğlen’ derken gündüzdeki be­lirli bir vakti kast etmiş de olabilir. Anlam ve lafız bakımından daha açık ve kesin olan bu olduğu gibi bu sözün bu anlamda yorumlanması daha yerindedir. Çünkü gündüzün bütünü zati tecellidir. Çünkü güneş onda kendi zatıyla zuhur edendir. Çünkü gündüz güneşin nedenlisi olsa ve ışınların ilk doğum anından batım anma kadarki sürede güneş ile ortaya çıksa bile, güneşi gözlere gösteren de gündüzdür. Onun her bir dakika­da bir tecellisi ve hükmü vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Her­kesin buradan bildiği şey, zamanı uzayan şeydir. Böylelikle güneşin do­ğumu ile ışınlarının yayılmasındaki hükmü ile aydınlatmasındaki, kendi ışığındaki hükmünü, ışığının kaybolmasındaki hükmünü -Ki bu onun ilk batışıdırikindi vaktindeki hükmünü, ışığını kendisine çekmesindeki hükmünü, gündüzün başmda ve ortasında karşısında bulunan cisim üzerindeki otoritesinin eksilmesi halindeki hükmünü, batması esnasın­daki hükmünü birbirinden ayırt ederler. Her bir tecelli, zati olsa bile, başka bir tecellide olmayan bir hükme sahiptir. İki ucun dışındakilere gelirsek, iki zati tecelli arasındaki zati tecellidir. İki uçta ise böyle değil­dir. Öyleyse buradaki tecelli, perde olan bir tecellinin ardından gerçek­leşen zati tecellidir. Diğer uç ise perde tecellisinin kendisini takip ettiği zati tecellidir. Öyleyse o, zati ve perde tecellisinin arasında gerçekleşen zati tecellidir.

Seni yola sevk ettik. Bu anlarda güneşin hükümlerinin başkalaşma­sını ve bu anların içinde belli bir vakitte gerçekleşen benzetmenin du­rumunu anla! Bu vakit, gören ile görülen arasında bulutun bulunmadı­ğı ayıklık hali olan öğlen vaktidir. Sen de diğer vakiderde zati tecellinin eserlerini al.

AÇIKLAMA

Âlemin Kadimliği Meselesi

Bilmelisin ki, yeryüzü üzerine yayılan güneş ışığı -ki o havaya yayı­lan güneş ışığındandır-, kendisini algılayan gözün ışığı olmadıkça, her­hangi bir gerçekliğe sahip değildir. İki göz, yani güneş gözü ile kendi­sini idrak edenin gözü bir araya geldiğinde ise görülenler aydınlanır ve şöyle denilir: Kuşkusuz ki güneş onların üzerine yayılmıştır. Bu nedenle de engel olan bulutun varlığıyla bu aydınlanma ortadan kalkar. Çünkü bu durumda göz, bulutun varlığıyla diğer gözden ayrılmıştır. Bu son derece kapalı bir meseledir. Çünkü ben şöyle diyorum: Güneş göğün ortasında bulunduğu halde, yeryüzünde kendisini görecek herhangi bir canlının gözü olmasaydı, kesinlikle yeryüzüne yayılacak bir ışığı olmaz­dı. Çünkü her yaratılmışın ışığı, kendisiyle sınırlıdır ve onunla bir baş­kası aydınlanamaz. Öyleyse bizim gözlerimizin varlığı ile güneşin varlı­ğı, birlikte yayılan ışığı ortaya çıkartır. Bakiniz! Renkler tek bir cisimde renkten renge girerler ve söz gelişi kırmızı veya yeşil olurlar. Cisme doğrudan veya meyilli bakışına göre, sana farklı duyuyla algılanan renk­lerde görünür. Bunları gözünle algılarsın fakat onların ne güneşte ne de bakılan cisimde bir hakikati yoktur. Bu durumu da inkâr edemezsin. Özellikle de bakılan cisim güneşte ise bu durumda hakikati olmayan ak­sine nispeti olan bir şeyi idrak etmiş olursun. İşte yeryüzüne yayılan ışık da böyledir. Başka bir örnek ise peyderpey bulunduğu cisimlerin rengi­ne giren bukalemundur. Bukalemun, sürade suret kabul eden bir şey olmadığı gibi cilalı bir cisim de değildir. Onun renk değişimi ise duyuy­la algılanan bir şeydir. Bununla birlikte bu renklerin kendisine baktığın

o  cisimde ya da kendiliklerinde bir varlığının bulunmadığını da bilirsin. Aynı şekilde âlem de Allah Teâlâ’yı yokluğu halinde idrak eder. Öyleyse âlem, kendisi yok iken, Allah Teâlâ’yı idrak eder. Allah Teâlâ ise ilahi iktidar kendisine nüfaz etsin diye âlemi var eder. Öyleyse dış varlık feyzi, yoklukları halinde Allah Teâlâ tarafından görülenler üzerine düşer. Yokluğu halinde âlemin Hakk tarafından görülmesini dikkate alan olabilir. Bu, gerçek bir görmedir ve bundan kuşku duyulmaz. ‘Alem’ diye isimlendirilen şey budur. Hakk ise daha önce görmez iken, daha sonra görmek özelliğiyle nitelenmez. Ak­sine Hakk sürekli olarak âlemi görür. Öyleyse âlemin kadimliğini ileri sürenler, buradan dile getirmiştir. Alemin kendisindeki ve kendisi ne­deniyle olan varlığına bakıp da Hakkın kendisini görmesi esnasında bu halin âlem için olmadığını gören kimse ise âlemin hadisliğini dile geti­rir. Buradan şunu öğrenirsin: Eşyayı görmenin illeti, Eşarilerin zannet­tiği gibi, onların var olması değildir. Hakkın buradaki ‘yüzü’, görülme­leri için görülenin istidadıdır. Görülen şeyin mevcut veya madum ol­ması birdir. Çünkü görme kendisine ilişir.

Eşarilerin dışında, Mutezile ise gözle görmek için bir takım ilave şartlar ileri sürmüştür. Bunlar, varlığa tabi ve buna ilave şartlardır. Bu nedenle onlar görmeyi bilhassa bilgiye çevirmişlerdir. İki perde tecellisi arasındaki zat tecellisine gelirsek, söz konusu zati tecellide gören için perde suretlerinden bir durumun ortaya çıkması zorunludur. Böylelikle bu tecelli o şey için bir ayna haline gelir. Bu ayna iki suretin karşısındadir. Böylelikle zat aynasında zati tecelli nuruyla iki perdeyi görür. Nite­kim el-Gani ve el-Hamid Hakkı kendisinden tenzih ederken yoksulluğu görürsün. İş böyle olmazsa, aklen sana görünmeyen bir şeyden kendisi­ni nasıl tenzih edersin ki? Tecelli esnasında zatta perdenin sureti de böyledir. Bundan daha açığı ise mümkün değildir. Öyleyse ârif bu iki perdenin suretini idrak eder veya perdenin sureti ile bu diğer zati tecel­linin o ikisinin arasında bulunduğu zati tecelliyi aralarında gerçekleşen perde tecelligahında idrak ederse, zikri ve ameli bu iki suretin o tecelligahta verdiği duruma göre olmalıdır. O’nun hangi tecelli olursa olsun tecellide idrak edilemeyişinin illeti, iki surettir. Bu iki suret zo­runludur. Çünkü bir’in mutlak birliğinde görülmesi mümkün değildir.

İnsan adına mutlak birlik geçerli değildir ve o varlıkta ikinci mer­tebededir. Bu nedenle insan çifttir. Bu nedenle de tecellide ancak iki su­reti müşahede edebilir. İnsan ise bu ikisinin arasında tecelligahtır. Öy­leyse gören insan, her nerede görürse görsün, Haktan ancak kendisini görebilir. Öyleyse bu tecelli sana kendini ve Hakkın kendisini tanıtır. Tecelli iki suret arasında gerçekleşirse, iki suret amel olur. Dünyada ise amel meşru yükümlülük amelidir. Ahirette ise bu durumda cinsel ilişki, giyim, yiyecek, içecek ve sohbet gibi nimet ameli olabilir. Bütün bu ve benzerleri, perdeye göre gerçekleşen şeylerdir. Bu nedenle insanlar ahirette tecelliden döndüklerinde, bu suret ile dönerler ve o surete göre mülklerini görürler. Nimet o surete göre gerçekleşir. Buradan nimetin eşyayla ilgili olduğu düşüncesinin yanlışlığı ortaya çıkar. Çünkü nimet, eşyanın varlığıyla ilgilidir veya bu perde suretleri içinde onları idrakle ilgilidir. İnsan onları zati tecelligahta idrak eder. Tecelli iki zati tecelli arasındaki bir perde tecellisi olabilir, bu durum, kuşluk ile öğlen arasın­da aym gözükmesini veya iki gündüz arasındaki gecenin tecellisine ben­zer. Bu durumda bu perde tecelligahındaki tecelli, -amel değilbilgi olur. Fakat (bu bilgi) tenzih bilgisindendir. Böylelikle nefs kendisinden tat alır ve manevi nimet olarak kendisinden nimetlenir. Bu, nefsin ken­disine uygun cennetidir. Anla!

Zati tecelli perde tecellisi ile zati tecelli arasında bulunursa, iki suret de amel değil bilgi sureti olur. Öyleyse zatideki zati tecelli sadece tenzih bilgisinin suretidir. Perde tecellisinin sureti ise teşbih suretinin tecellisi­dir. Bu, kulun ilahi isimlerle ahlaklanması ve rabbani niteliklerle kendi mülkünde gözükmesidir. Bu makamda yaratılmış yaratıcı haline gelir ve bütün ilahi isimlerin hükümleriyle gözükür. Burası, mülkünde Yaratana vekillik ve halifelik makamı olduğu kadar himmet, temas ve söz vasıta­sıyla var olanlara etki böyle gerçekleşir. Himmete gelirsek, insan bir şe­yi irade eder, irade edilen şey, herhangi bir eksiklik veya fazlalık olmak­sızın önünde temessül eder. Söze gelirsek, bir şeyi irade ettiğinde ona ‘ol’ der. Ya da amel ise o şeye temas eder. Buna örnek olarak, İsa’nm kuşu yaratırken çamura temasını ve onu kuş olarak şekillendirmesini ve­rebiliriz. Bu durum ‘İki elimle yarattığım şeyi347 ayetinde belirtilir. Öy­leyse, akleden ve anlayan kimse, insanın her ilahi mertebede bir nasibi bulunduğu bilir ve anlar. Perde tecellisi, zat tecellisi ile perde tecellisi arasmda olabilir. Bu durumda perde tecellisi, âlemin Hakk ile irtibatının bilinmesi demektir. Bu durum, âlemin kendisine delil olması, onun ne­denlisi ve sureti üzerinde bulunması ve kendisiyle benzerlik ilişkisi yönündendir. Zati tecellinin sureti ise ferahlamak, şaşırmak, gülmek, el, ayak, göz, iki el, avuç, sağ el, yaratılmışa ve kendi üzerine yemin etmek gibi Hakkın yaratıkların niteliklerinde tecellisini bilmektir. Bunun yanı sıra Hakkın ışık ve karanlık perdeleriyle nitelenmeyi kabul etmesi, bu karanlık ve nurani perdelerin ardında ise yakıcı tecellilere sahip olması, buradan öğrenilir. Tecelli makamları dört ile sınırlanmıştır ki, bunlar­dan başka bir asıl yoktur.

Hakikat ilahi tecellilerin âlemde bu dört ile sınırlı olduklarının bil­gisini verdiğine göre, bütün varlıklar, kendisine döndükleri asıl itibarıy­la dördü olmuştur. Öyleyse her varlığın bilgisinde tenzih bilgisi, teşbih bilgisi bulunmalıdır. Amelinde ise ya yapım (sinai) ameli veya ruhanifikri amel bulunmalıdır. Bu dört kısmın dışında kalması mümkün de­ğildir. Aynı şekilde doğa da özü gereği bu tecellilerin hükmü nedeniyle (dört şeyi) vermiştir. Çünkü varlıklar bu tecellilerin suretine göre orta­ya çıkmışlardır. Böylelikle sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık meydana gelmiştir. Bunlar, her bir cisimde kemaliyle bulunurlar. Bununla birlik­te, bazı cisimlerde eşit güçte bulunabilirler ki bu, söz konusu cismin bekasmm nedenidir. Bazen bir cisimde eşit güçte bulunmazlar. Bu du­rumda hastalıklar o cisme eşlik eder ve unsurların birbirlerine baskın gelmesine göre sürekli hastalıklarla yüz yüze gelir. Bu durum aşırıya gi­derse ölüm gerçekleşir ki ifrat hali de kendilerindendir. Çünkü onlardan (birisinin veya bir kaçmm) ifrat derecesine varması da, insanın veya canimin kendisini yediği bir yemek gibi kendilerinden kaynaklanır. Bu­na göre söz konusu yemekte baskın olan şey, cisimde kendisine uygun olan şeyin derecesini artırır. Buna göre yenilen şey sıcak ise cisimdeki sıcaklığı artırırken, soğuk ise soğukluğu artırır. Diğer unsurlar için de aynı şey geçerlidir.

Sonra, bu dört şeyin karışımından dört şey meydana gelmiştir ve bunlar dört yön kabul etmiştir. Çünkü bu dört tecellinin hakikatleri an­cak bu dört şeyden sayıca kendi ölçülerince bir şeyin meydana gelmesi­ni gerektirmiştir. Bu nedenle bütün yönlerden birbirini itme meydana gelirken aynı zamanda bu bölümün başında ilahiyat konularında zikret­tiğimiz üzere karşılıklı ilişki de meydana gelmiştir. Bu ilahi hakikat, âlemin de ancak bu şekilde olmasına hükmetmiştir. Çünkü bilinen bil­ginin suretine göredir ve Hakkın bilgisi ide O’nun zatıdır. Anla!

Buna göre karşılıklı itme, sıcaklık ile soğukluk ve yaşlık ile kuruluk arasındaki ilişkidir. Bu nedenle sıcaklık, soğukluk ve yaşlık, kuruluk ay­nı hükümde kesinlikle bir araya gelmez. Bu nedenle Allah Teâlâ unsurla­rı bu doğaların birleşiminden dört olarak yarattı. Böylelikle ateş, sıcak­lık ve kuruluktan meydana gelmiştir. Sonra, onun ardından geleni her bakımdan kendisini iten bir şey yapmamıştır. Aksine bir yönden kendi­siyle ilgiliyken bir yönden ayrı olduğu bir şeyi ondan sonra getirmiştir. Böylelikle hava, içerdiği yaşlık nedeniyle kendisini itse bile, içerdiği sı­caklık ile ateşe komşu olmuştur. Çünkü iki ucu bir araya getirdiği için, ortadakinin bir hükmü ve etkisi vardır. Böylelikle o iki şeyin birbirini itmesinin (önüne geçerek) kendilerine hakim olmuştur. Bu bağlamda hava, sıcak ve yaştır. Sıcaklığı nedeniyle, kendisiyle ilişkili olduğu ateşe dönüşür ve vasıta hakim olur. Yaşlığı nedeniyle ise kendisine uygun ol­duğu suya dönüşür. Sonra hava, alt tarafından suya komşu olur. Böyle­likle hava sıcaklığı nedeniyle ateşe komşu olmayı kabul ederken yaşlığı nedeniyle de suya komşuluğu kabul eder. Bununla birlikte su, soğuklu­ğu nedeniyle kendisine zıt iken hava da sıcaklığı nedeniyle suyu iter. Aynı şekilde, her ikisinin de komşuluğunu sağlayan soğukluk nedeniyle, toprak ile su arasında da bir komşuluk vardır. Öyleyse bunlardan ortaya çıkan şey, bu asıl nedeniyle dört tane olmuştur. Aynı şey, türeyen havan cismi için geçerlidir. Ateşin ondaki etkisi safra iken havanın etkisi kan, suyun etkisi balgam ve toprağın ondaki etkisi ise karadır. Böylelikle ci­sim, dört doğa üzerinde meydana gelmiştir. Aynı şey, dört güç için ge­çerlidir: Bunlar, çekme, itme, hazmetme ve tutma güçleridir.

Mutluluk ve bedbahtlık da dört şeye bitişir. Sağ, sol, arka ve ön. Yukarı yönde ise cisim doğası gereği yürüyemezken aşağı yönde ise ruh doğası gereği yürüyemez. İnsan ve hayvan, bu ikisinden bileşiktir. Öy­leyse insanın muduluk ve bedbahtlığı, ruhunda ve bedeninde doğasının kabul ettiği şeydedir ki bunlar da dört yöndür, insan bu yönlerle yü­kümlüdür ve İblis de kendisine bu yönlerden gelir. Nitekim İblis şöyle demiştir: cSonra onlara sağlarından sollarından, önlerinden ve arkaların­dan geleceğim.’348 Zikrettiğimiz nedenle ‘üsderinden’ veya ‘altlarından’ dememiştir. Öyleyse İblis insana ancak muduluğuna ve bedbahtlığına etki edebileceği yönlerden gelir. İnsanın İblis’in sözünü duyup da kabul etmesi onun muduluğuna etki ederken sözünü dinlemeyip kendisini davet ettiği şeye icabet etmeyişi de bedbahtlığını etkiler. Eşyanın mer­tebelerini düzenleyen Alim ve Hakim münezzehtir! Ulvi-cismani âle­min fiili de böyledir. Böylelikle Allah Teâlâ, (aşağı) âlemdeki hükümlerin kendisinden meydana geldiği burçları dört (doğalı) yapmıştır: Ateş, toprak, su ve hava. Soru edatlarını da dört tane yapmıştır. Bunlar; mı­dır, nedir, niçin ve nasıl sorularıdır. Âlemde etkin olan isimler de dört tanedir. Bunlar; alim, mürid, kadir ve kail isimleridir. Öyleyse Hakkın bir şeyi bilmesi, bir şeyin belli bir vakitte belli bir durumda olmasını bilmesidir. Bu bilgi, o hali belirlemek üzere iradeyi harekete geçirtir. Kail ismi ise o varlığı var etmek üzere kudreti harekete geçirtir. Öyleyse Allah Teâlâ, bilmiş, irade etmiş, söylemiş ve yapmıştır. Böylelikle varlıklar, bu dört şeyden ortaya çıkmıştır. Öyleyse sıcaklık bilgiye, kuruluk iradeye, soğukluk söze, yaşlık ise kudrete aittir. Buna göre sıcaklık ısıtırken ku­ruluk serdeştirir, yaşlık ise yumuşatır ve soğukluk ise donuklaştırır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ne kuru ne yaş.. .’349 Burada, iki etkini de­ğil, iki edilgini zikretmiştir. Çünkü iki edilgin, kendilerinden meydana geldikleri şeye delalet ederler. Bunlar ise kuruluğun kendisinden mey­dana geldiği sıcaklık ile yaşlığın kendisinden meydana geldiği soğukluk­tur. Zikrettiğimiz şekilde sınırlanmış bu tecellilerin (âlemde) ortaya çı­karttıkları durumlara bakınız!

Aynı şekilde âlemde (bulunanlar da), ya mutlak anlamda Mutlu ve­ya mutlak anlamda bedbaht veya muduluğa intikal etmesi mümkün bedbaht ve bedbahtiığa intikal etmesi mümkün Mutlu olmak üzere (dört kısımdır). Böylelikle bu haller dört ile sınırlı olmuştur. Bu kap­samdan başka bir dördü ise; Evvel, Ahir, Zâhir ve Bâtın isimleridir. Bir beşincisi yoktur. Bunlar âlem karşısında Hakkın nitelikleridir. Sayıların mertebeleri de beşincisi olmamak iizere dörttür. Bunlar, birler, onlar, yüzler ve binlerdir. Sonra bileşiklik meydana gelir. Sayıların bileşimi ise rükünleri meydana getirmek üzere, doğaların bileşiminin bir benzeridir.

Kardeşim! Bilmelisin ki, bu menzilin kalan kısmını tamamladığım gece, menzilin bereketinden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i rüyada gördüm. Sırt üstü uzanmış ve şöyle diyordu: ‘Mesdere mesh etmek ve eldiven giymeye varıncaya kadar, kulun her şeyde Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü görmesi gere­kir.’ Baktığımda, ayaklarında iki yeni siyah terlik, ellerinde eldiven var­dı. Bu menzilde Allah Teâlâ’nın büyüklüğünün Hakk ettiği bilgileri yazmam ne­deniyle bana işaret ediyor gibiydi. Sonra şöyle dedi: ‘Dolunay doğmaya devam ettiği sürece, nefisler bostanlarda uyuyabilir ve çarşılarda güven içindedir. Karanlık olup da dolunay çıkmayınca, hırsızlardan korkulur. Bu durumda kişinin hırsızlardan sakınmak amacıyla şehre girmesi yara­şır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediğinden, Hakkı müşahede halinin nefislere hakim olmasını, nefislerin kendisini hakka’l-yakin olarak bilmesini ve bu sayede Allah Teâlâ’yı bilmenin bostanlarına girmelerini ve farklı tarz ve çok sayıdaki bilim dallarıyla Allah Teâlâ’yı bilmek üzerinde konuşmalarını kast et­tiğini anladım. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hakkı dolunaya benzetmiş, bostanlardaki türlü meyveleri ise ilahi mertebenin içerdiği ilahi isimler ve celalbüyüklük nitelikleri hakkındaki bilgilere benzetmiştir. Rüyada ‘dolunay battığında’ ifadesinden ise Hakkı eşyada müşahedeyi, O’nun karşısında huzur sahibi ve halis niyetli olmayı kast eder. ‘Bilgisizlik, Allah Teâlâ’dan ha­bersizlik karanlıkları hakimdir ve hırsızlardan korkulur.’ Hırsızlar der­ken, teorik akılcılara ve suri keşf sahiplerine ilişen saptırıcı kuşkuları kast etmektedir. Bundan ise Hakkın mertebesinin Hakk ettiği hususlarda fazla konuşmanın gerçekleşmesi hakkmda duyduğu korku nedeniyle söz etmiştir. ‘Şehre girmelidir.’ Burada ise şeriatın zahirine bağlanarak ve cemaate uyarak bu tehlikeden korunmasını kast eder. Cemaat, şehir halkıdır, çünkü Allah Teâlâ’nın eli cemaade birliktedir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, içindeki büyük muduluk ve bu menzilin içermiş olduğu marifet nedeniyle, bütün organlarıyla büyük bir sıkıntı hissetti­ğini gördüm. O ikisi, dolunayda ve geceleyin doğmaktaydı. Bu geceden gündüz meydana gelmiştir. Dolunayın göğün bağrmda ışıldadığını gö­rüyordum. Birisi şöyle diyor: ‘Allah Teâlâ’dan kendisine gelen ve müşahede ettiği şey nedeniyle, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (daha önce) büyüle sıkıntı içinde görülmemiştir.’ Uyandım ve hemen o menzil bölümünde bu rüyayı yazdım. Bana gösterdiği şeyler nedeniyle sevindim ve Allah Teâlâ’ya hamd et­tim. Bu menzil, bir takım ilimler içermektedir. Nitekim her bir menzil pek çok cilde sığacak mârifederi içerir. O gece arkadaşlarıma dedim ki: ‘Bu menzilin içerdiği bilgilerden bir meseleyi zikredeceğim.’ Bir arkada­şım bana soru sordu, şöyle dedi: Hal böyle ise, o zaman o menzilin içerdiği ana konuları söyleyerek ne kadar bilgi içerdiğini bize bildir. Böylece biz de, sözü uzatmadan, ayrıntıya dalmadan onları öğreniriz.’ Ben de şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ izin verirse, bu kitapta daha sonra gelecek menzillerde bunu yaparım.’ O gece benim için mübarek bir geceydi.

Bilmelisin ki, bu menzil, yıldızlardaki tecelli bilgisini içerir. Sayıla­rının çokluğuna rağmen, aynı anda her birine tecelli gerçekleşir ve bir görmeyle hepsi görülür. Bunun yanı sıra tecellilerin birbirine girmesi, tabi-metbu tecellinin bilinmesi bu menzille ilgilidir. Acaba tabi adına metbuya (uyulan) tecelli edenin bilgisi gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi? Çünkü metbu Allah Teâlâ’ya davet etsin diye gelmiştir, yoksa kendisine çağır­mak üzere gelmemiştir. Bu bağlamda şöyle der: ‘Bizim ile sizin aranızda ortak olan bir kelimeye geliniz: Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah Teâlâ’yı bırakıp da birbirimizi rab edinmeye­lim.’350 Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmekteyiz:351 Burada (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem), Allah Teâlâ’ya da­vette uyan için de bir pay ayırmıştır. İnsan, bazı bilgilerde insan olması yönünden bağımsızdır ve peygambere veya bir rehbere muhtaç değil­dir. Bu tarz bilgilere örnek olarak, Allah Teâlâ’nın birliğini bilmeyi ve O’na ge­rekli zorunlu nitelikleri bilmeyi verebiliriz. Aynı şey, halvederinde ve güzel ahlakla nefsini temizlemeyle gerçekleşen keşif esnasında ilahi feyiz için geçerlidir. Böyle biri adına gerçekleşen tecelli, uyduğu kimse için gerçekleşen tecellinin aynıdır. Çünkü o, gerçekte uyan değildir, basiret sahibidir. Bu insan, ya akıl delili veya gerçek keşif delili nedeniyle, (bil­gide) uyulanla birdir. Bu makam sahibi olmayan kimselerin Allah Teâlâ hakkındaki bilgileri ise, uyulandan ‘iman’ yoluyla ve onun izinde giderek alınmıştır. Böyle bir bilgi ancak peygamberin yolunu ‘takip etmekle’ gerçekleşecek ilimdir ve -bilgi olması yönüyle bilgi değilAllah Teâlâ’ya yaklaştırıcı olan bilgidir. Aynı şey, Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayan beden ve kalp amelleri için geçerlidir ve bunlar da peygambere uyarak elde edilir. Bu bilgi sahibi adına bu makamda tecelli gerçekleştiğinde, bu tecellinin (verdiği bilgide) uyan insan, uyulana katılmaz. Binaenaleyh bu tecelli uyulan adına güneş kaynaklı iken uyan adına (ışığını güneşten alan) ay ve yıldız kaynaklı tecellidir. Bunu bilmelisin!

Bu menzilin içerdiği konulardan birisi de, er-Rab isminden başka (bir isimde) ve kendilerine tamlama yapılan er-Rab isminde -yoksa is­min genel kullanımında değilHakkın bedbahdara tecelli etmesidir. Bununla birlikte Hakk, perdeyi ancak o gün özel bir şekilde yaratmıştır. Öyleyse bedbahtlar, kendilerine izafe edilen özel bir ismin zamanında perde içindedirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Hayır, onlar rablerinden o gün...’352 -burada Rabbi kendilerine izafe etmiştir‘perdelidir­ler:353 Böylelikle perdeliliği belirli bir zamana ait yapmıştır, anla!

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, her tecellinin nimete yol açmayacağıdır. Tecelliyle nimetlenmek, seven ve özleyenler için gerçek­leşir. Onlar sevginin şartlarını yerine getirenlerdir. Bu menzil, Böylelik­le görülen (şehadette olan), gayb haline geldiği gibi gayb olan şey de görülür Hakk gelir. Bu nedenle bazı arifler, ahiret yaratılışında cisimlerin ruhlarda bâtın kalacağını ileri sürmüşlerdir. Bu anlayışa göre ruhlar da, dünya hayatında olduğunun tam aksine, bedenler için görünen mekan­lar gibi olacaktır. Böylelikle ahirette zuhur eden ruh olur, hüküm de bedene değil ruha aittir. Bu nedenle ahirettekiler, ruhun kendilerinde etkin olması ve bedenin ruhta gizlenmiş olması nedeniyle, diledikleri herhangi bir surete girme imkânı kazanırlar. Nitekim dünya hayatında da melekler ve ruhlar âlemi de diledikleri her surete girme imkânına sa­hiptirler. Yeniden yaratmanın bedenlerle olacağını inkâr eden keşif sa­hiplerinin menzillerinden (birisi), onların ahiret hayatında gerçekleşe­cek durumu keşiflerinde görmüş olmalarıdır. Onlar, diledikleri şekilde suretle girebilen bir takım ruhlar görmüş, bu ruhların içermiş olduğu cisimsellik kendilerine gizli kalmıştır. Nitekim bu dünya hayatında da bedenlerin içermiş olduğu beşeri ruhanilik bazı kimselerce görülmez. Bedenler onlar için kabirlerdir. Ahirette ise bunun tersi olarak ruhlar bedenlerin kabirleri gibi olacaktır. Bu nedenle (bazı keşif sahipleri) be­denlerin yaratılacağını inkâr etmiştir. Biz ve arkadaşlarımızın dünya ha­yatı ve ahiret hakkında elde ettiği tam keşif ise şöyledir: Biz burada ruh­lara doğal bedenlerin hakim olduğunu gördük. Bu nedenle cisimlerin görünen kısımlarında ancak eserleri görülebilir. Uyku ve ölüm olma­saydı, keşif sahibinden başkaları, zâhirde görülene ilave bir şeyin bu­lunduğunu bilemeyecekti. Ölüm, durağanlık, cismin sahip olduğu eser­lerden yoksun kalmasına rağmen, bazı kimseler, bu görüşe varmıştır ki, bunlar Haşîşiyye’dir. Onlar bu bedenlerin ardında herhangi bir şeyin bulunduğunu görememiştir. Alemde ölüm denen bir şey olmasaydı, bu insanların durumu ne olabilirdi?

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, ulvi âlemin bilinmesi, kendi terkibinde suretinin tertibinin bilinmesidir. Ulvi âlem (yukarı âlem), görüşlerine delilin verisinden hareketle varmış olsalar bile, gök bilimcilerin söylediğinden farklıdır. Gerçi Allah Teâlâ’nın yukarı âlemi onların söylediği şekilde düzenlemesi de mümkündür, fakat öyle yapmamıştır. Bununla birlikte bu tertip, gök bilimcilerinin vardığı tertibi vermiştir. Bu menzil, Allah Teâlâ’nın aşağı âleme yerleştirdiği şeylerin tertibinin bilgisini içerir. Yükümlülerin bilinmesini, nereden yükümlü olduklarını ve onları harekete geçiren şeyin ne olduğunun bilgisini de bu menzil verir. Aynı zamanda yakınlıkların bilgisini de içerir. Allah Teâlâ’ya karşı büyüklenen zor­baların (boyunlarının) bükülmesinin bilgisini, Allah Teâlâ’yı bilmede hayvanın insana katılmasını, akıbetlerin bilinmesini ve her âlemin sonda neye vardığının bilgisini de içerir. Meselelerin başlıklarını zikretmiş olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar