Print Friendly and PDF

FÜTUHÂT-I MEKKİYYE'NİN ON BİRİNCİ KISMI

 

Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

ALTINCI BÖLÜM

Ruhanî Yaratılışın Başlangıcı; Onda Yaratılmış İlk Var­lık Kimdir? Nereden, Nerede ve Hangi Misale Göre Var Oldu? Gayesi Nedir? Büyük ve Küçük Âlemin Felekleri

Bu sağlam varlığa bakınız

Ve tıpkı işaret yapılmış bir örtü olan kendi varlığımıza Mülkünde O’nun halifelerine bakınız Bilinen ve bilinmeyen dillerle konuşanlara Onlardan hiç birisi kendi ilâhını sevmez Onun sevgisine dirhem sevgisini katıştırmadan! ,

. Denilir ki: Bu bilgi kuludur ve şu ise Cennet kulu, şu da cehennem kulcuğu!

Sadece azın azı müstesna, onlar

Vehim kaynaklı bir duyu olmaksızın sarhoştur.

Onlar Allah Teâlâ’nın kullarıdır, O’ndan başka kimse j Tanımaz onları. Onlar nimet verenin kulu değildir.

Acizlikleri nedeniyle dönmelerini irade ettiğinde Onlara her türlü gizli bilgiyi vermiştir.

Basitler hakkında yalnızca öndekinın bilgisini.

Ve ondan eksilmemiş esası hakkındaki bilgiyi vermiştir.

Benzerlerinden örttüğü zarfın hakikati hakkındaki bilgiyi Onun misali ise gizlenmez.

En sağlam tarzda bütün âlemlerin Kendisi için var olduğu sebebin bilgisini.

Artık kendisinden sonra bilmen bir gaye olmayan En büyük ve yüce işin sonunun bilgisini.

Onun hakkında bilinebilecek. En büyük Varlık feleklerinin ilimlerini.

Büyüğüyle, küçüğüyle, kınanmayan en yücesiyle.

             Bunlar öyle ilimlerdir ki, onların keşfine ulaşan kimse Kalpleri en sağlam yola ulaştırır Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki

Ben bu ilimlere ve bilinmeyenin bilgisine sahibim.

Özet Anlatımla Yaradılışın Açıklanması

Yaradılışın başlangıcı Hebâ’dır. Onda var olan ilk şey ise Rahman’a nispet edilmiş Hakikat-i Muhammediye’dir. Mekânda yerleşme olma­dığı için onu sınırlayacak bir yer yoktu.

(Alem) Nereden var oldu? Varlık ve de yokluk ile nitelenemeyecek bilinen hakikatten var oldu.

Nerede var oldu? Hebâ’da.

Hangi surete göre var oldu? Hakkın nefsinde bilinen surete göre var oldu.

Niçin var oldu? İlâhî hakikatleri izhar etmek için.

Gayesi nedir? Karışımdan kurtulmak: Böylelikle her âlem, kendisi­ni inşa edenden payını karışım olmaksızın bilir. O halde âlemin gayesi, Hakkın hakikatlerini izhar, büyük âlemin feleklerini bilmektir. Büyük âlem, sûfilere göre insanın dışındaki şeylerdir. Küçük âlem ise âlemin ruhu, nedeni ve sebebi olan insandır. Alemin felekleri onun makamları hareketleri ve tabakalarının ayrıntısıdır.

Bu ifade bölümün içerdiği en veciz anlatımdır.

(İnsan Küçük Alemdir)

İnsan cisim bakımından küçük bir âlem olduğu gibi yaratılmış ol­ması yönünden de zelil’dir. Böylece, onun teelluhu (ilâhlaşmak, ilâhî huylarla ahlaklanmak) mümkün olabilmiştir. Çünkü insan âlemde Allah Teâlâ’nın halifesidir. Âlem ise insana amade kılınmış bir ilâhlıdır. Nitekim insan da, Yüce Allah Teâlâ’nın ilâhlısıdır.

Bilmelisin ki: insanın en yetkin yaratılışı, dünyadadır. Ahirette ise her iki gruptan insanlar yarım olarak bulunur. Bu yarımlık, bilgide de­ğil haldedir. Çünkü her fırka (mümin ya da kâfir), kendi halinin zıddını bilir. Binaenaleyh insan, aynı anda hem'mümin hem de kâfirdir. Mutluluk-bedbahtlık, nimet-azap, nimedenen-azap gören hep birliktedir. Bu nedenle, dünya bilgisi daha tam, ahiret tecellisi ise daha üstündür.

Anla, bu kilidi çöz!

Bizim bu meselede anlayabilene simgesel bir ifademiz vardır. Onun lafzı kınanmaya müsait, anlamı ise nefistir.

Büyük varlığın ruhu Bu küçük varlıktır O olmasaydı, demezdi ki:

. ‘Ben kudretli büyük olanım.’

. Sonradanlığım seni perdelemesin Ya da yok oluş ve tekrar diriliş ' Çünkü ben, eğer düşünürsen,

Büyük ihata edici olanım

Zatım gereği Kadim’e aidim

Zuhurum ile de yeniye (oluş, hâdise) aidim.

Allah Teâlâ, tektir, kadîmdir Eksiklik O’na bulaşmaz Oluş ise yeni yaratmadır Hakkın iki tutuşunda esirdir işte buradan gelir ki ben:

Ben hor ve hakir varlığım Ve her bir varlık

Benim varlığım üzerinde döner.

Ne gecem gibi bir gece vardır

Ne nurum gibi bir nur

Her kim bana kul derse (bilsin ki)

Ben muhtaç bir kulcağızım

Ya da benim varlık olduğumu söylerse bilsin ki)

Ben her şeyden haberdar olan varlığım

Beni hükümdar diye çağır, bulursun

Ya da yoldan çıkmayan sürü diye.                                                -

Ey kadrimi bilmeyen cahil!

Sen misin bilgili ve görgülü?!

Varlığıma benden tebliğ et

Ki söz ya doğrudur ya da yanlış                          .

Kavmine de ki: Muhakkak ki ben Rahîm ve gafur’um:

De ki: Benim azabım En şiddetli azaptır

                   De ki: Ben zayıfım Takat yetiremeyen bir esirim

Benim elimde bir şahıs nasıl nimetlenir ya da helak olur.

Açıklama ve İzah (Varlığa Dair Dört Bilgi)

Bilinmelidir ki: Bilinenler dört kısımdır. Birincisi, Haktir; Hakk, mutlak varlık ile nitelenmiştir. Çünkü O, her hangi bir şeyin nedenlisi olmadığı gibi bir şeyin nedeni de değildir. Bilakis O, özü gereği var olandır. O’nu bilmek, varlığını bilmekten ibarettir. Varhğı ise O’nun zatından başka bir şey değildir. Bununla beraber, Hakkın zatı biline­mez, fakat O’na nispet edilen nitelikler bilinir. Burada, anlamların nite­liklerini kastetmekteyim ki, bunlar yetkinlik özellikleridir. Zatın hakika­tini bilmek imkânsızdır. Çünkü O, delil ile ya da aldın kanıdama yön­temiyle bilinemez ve herhangi bir tanıma girmez. Çünkü hiçbir şey

Hakka benzemediği gibi O da hiçbir şeye benzemez. Eşyanın benzeri olan kimse hiçbir şeyin benzemediği ve hiç bir şeye benzemeyen varlığı nasıl bilebilir ki? O halde, senin Allah Teâlâ’yı bilmen ‘O’nun benzeri gibi yoktur’ ve ‘Allah Teâlâ sizi kendisinden sakındırır’ tarzında olabilir. Nitekim şeriatta Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmek yasaklanmıştır.

(Hakikatler Hakikati)

ikinci bilinen ise Hakka ve âleme ait tümel hakikattir. O, varlık ve yokluk ile hadislik ve kadimlik ile nitelenemez. Kadîm’de bulunduğun­da kadîm, yaratılmışta bulunduğunda yaratılmıştır. Bu hakikat bilininceye kadar, kadîmi ve hâdisiyle bilinenler bilinemediği gibi kendisiyle nitelenmiş şeyler var oluncaya kadar söz konusu hakikat var olamaz. Öncesel bir yokluktan olmaksızın, Hakkın varlığı ya da şifadan gibi bir şey var olduğunda o hakikat için kadîm varlık denilir. Çünkü Hakk onunla nitelenmiştir. Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerin var olması gibi, bir şey yokluktan meydana gelirse o, başkası dolayısıyla var olan yaratılmıştır. Bu durumda bu hakikate yaratılmış denir. Hakikatlerin hakikati, her varlıkta kendi tümel hakikatiyle bulunur. Çünkü o parçalanma kabul etmez. Binaenaleyh onda bütün ve parça yoktur. Suretten soyut olarak delil veya kanıt vasıtasıyla bilgisine ulaşılamaz. İşte âlem, Hakk sayesinde bu hakikatten meydana gelmiştir. Bu hakikat, özünde mevcut değildir. Aksi halde Allah Teâlâ, bizi kadîm bir mevcuttan yaratmış, hakkımızda ka­dimlik sabit olurdu.

Ayrıca bilmelisin ki: Bu tümel hakikat, âlemden önce olmakla nite­lenmediği gibi âlem de ondan sonra olmakla nitelenmez. Fakat o, genel anlamda varlıkların aslıdır. Hakikatlerin hakikâti, cevherin aslı, hayat fe­leği, yaratmada vasıta olan Hakk vb. isimlerle isimlendirilir. O, akledilirkuşatıcı felektir. Hakikatler hakikati için âlemdir dersen doğru söylemiş olursun, âlem değildir dersen yine doğru söylemiş olursun, Haktır der­sen doğru söylemiş olursun, Hakk değildir dersen yine doğru söylemiş olursun. Çünkü o, bütün bu isimleri kabul eder ve âlemin bireylerinin sayısınca çoğalır ve Hakkın tenzihiyle onlardan söyudanır.

Hakikatler hakikatini daha iyi anlayabilmek için bir örnek istersen ahşap, sandalye, minber ve sandık gibi şeylerdeki tahtaya bakınız. Aynı şekilde ev, sandık ve yaprak gibi dörtgen şekillerinde dörtgene bakınız. Dörtgenlik ve tahtalık, kendi hakikatleriyle bu bireylerin her birisinde bulunur. Renklere de böyle bakabilirsin: Elbisenin, mücevherin, kâğı­dın, unun, yağın beyazlığı gibi. Elbisede görülen beyazlık, elbisede on­dan bir parça olmaksızın bulunur. Hattâ onun hakikati, kâğıtta ortâya çıktığı gibi ortaya çıkar. Bilgi, kudret, irade, duymak, görmek ve bütün şeyler de böyledir.

Kuşkusuz bu bilineni (hakikatler hakikati) sana açıkladım. Onun hakkında daha geniş açıklamayı İnşaü’l-Cedavil ve’d-Devair diye bilinen kitabımızda yaptık.

Bu bağlamda üçüncü bir bilinen vardır ki o da bütün âlemdir. Me­lekler, felekler, âlemlerin içermiş olduğu hava, toprak ve âlemden o iki­sinde bulunanlar bu kısma girer. Söz konusu bilinen, en büyük mülk­tür.

Dördüncü bir bilinen vardır ki o da, halife insandır. Allah Teâlâ onu em­rine amade kıldığı bu âleme yerleştirmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ göklerde ve yeryüzünde olan her şeyi size âmâde kılmıştır.'’

Bu dört şeyi bilen kişinin artık bilmek isteyeceği hiçbir şey kalmaz. Söz konusu şeylerin bir kısmının sadece varlığını bilebiliriz. Sadece var­lığını bileceğimiz şey Hakk’tır. Hakkın fiil ve nitelikleri ise ancak benzer­leri ile bilinebilir. Bir kısmı ise ancak örneği ile bilinebilir. Buna örnek olarak tümel hakikati bilmeyi verebiliriz. Bir kısmı ise her iki yönüyle, başka bir ifadeyle mahiyet ve nitelik yönüyle bilinebilir ki, bu da âlem ve insandır.

VASIL

A • " (Alemin Başlangıcı: Hebâ ve Hakikat-i Muhammediye)

‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’ Sonra, bu rivayete ‘O, şimdi de olduğu gibidir’ ifadesi eklenmiştir. Hakka âlemi yaratmaktan dolayı daha önce sabit olmayan bir nitelik dönmemiştir. Bilakis Allah Teâlâ, âlemi yaratmadan önce kendisi nedeniyle sıfatlarla nite­lenmiş, yaratıklarının kendileriyle O’na dua ettikleri isimleriyle isimlenmişti. Allah Teâlâ âlemi var etmek ve kendisine dair bilgisiyle onu bildiği tarzda (yaratılışını) başlatmak isteyince, tenzih tecellilerinin bir tarzıyla bu yüce iradeden tümel hakikate yönelik bir tecelli gerçekleşmiştir. Baş­ka bir ifadeyle, ondan heba diye isimlendirilen bir hakikat meydana gelmiştir. Heba, içinde istenilen şekil ve suretlerin meydana getirilmesi için binanın harcı ve toprağı gibidir ve o âlemde yaratılmış ilk varlıktır. Kuşkusuz Ali b. Ebû Talib, Sehl b. Abdullah gibi tahkik sahibi keşf ve vecd ehli onu zikretmiştir.

Sonra, Allah Teâlâ nuruyla bu Hebâ’ya tecelli etmiştir. Söz konusu Hebâ’yı akılcılar bütün Heyula diye isimlendirmiştir. Bütün âlem, onda bilkuvve ve uygunluk olarak bulunur. Her şey bu Hebâ’dan kendi güç ve istidadınca bir şey kabul etmiştir. Bu durum, evin duvarlarının kan­dilin ışığını kabul etmesine benzer. Işığa yakın olduğu ölçüde aydın­lanma artar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun nurunun misali içinde lamba bu­lunan bir kandillik gibidir.’195 Böylelikle Allah Teâlâ, nurunu lambaya benzet­miştir.

Bu Heba içinde akıl diye isimlendirilmiş olan Muhammedi hakika­tinden (hakikat-i Muhammediye) başka Allah Teâlâ’ya daha yakın bir şey bu­lunmamıştır. Böylelikle o, bütün âlemin efendisi ve varlıkta ilk ortaya çıkan şey olmuştur. Dolayısıyla onun varlığı, bu İlâhî nurdan, Hebâdan ve tümel hakikatten meydana gelmiştir. Hebâda onun hakikati, ardın­dan âlemin hakikati Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in tecellisinden meydana gelmiş­tir. Ona en yakın kişi ise Hz. Ali b. Ebû Talib ve peygamberlerin sırla­ndır.

Bütün âlemin aynşmaksızın kendisine göre var olduğu örneğe ge­lince, söz konusu örnek, Hakkın varlığıyla bilfiil varlık kazanan bilgidir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bildiği bilgiyle bizi bilmiş ve bilgisine göre de yaratmıştır. Bizler de O’nun ilminde belirlenmiş bu şekle göre var ol­duk. Böyle olmasaydı, bu şekil -Hakk kendisini bilmediği içinkasıda değil, tesadüfen meydana gelmiş olurdu. Varlıkta hiçbir suretin tesadü­fen ortaya çıkması mümkün değildir. Bu belirli şekil, Allah Teâlâ tarafından bilinmiş ve irade edilmiş olmasaydı, bizi ona göre var etmez ve bu şekil de başkasından farklılaşmış olmazdı. Çünkü ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bi/ şfy yoktu’ hükmü sabittir. Şu var ki söz konusu olan kendiliğinde zuhur ettiği suret olmalıdır. Böylelikle Allah Teâlâ’nın kendisini bilmesi, bir yokluktan olmaksızın ezelî olarak bizi bilmesidir. Binaena­leyh O’nun bizi bilmesi de böyledir. Dolayısıyla Hakkın bizi bilmesin­den ibaret olan örneğimiz, Hakkın kadimliği nedeniyle kadîmdir. Çün­kü Hakkın bizi bilmesi, Hakkın bir niteliğidir ve sonradan yaratılanlar, O’nun zatıyla var olamaz. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir!

(Alemin Varlık Gayesi)

‘Alem niçin var olmuştur ve gayesi nedir?’ sorumuza gelince, buna yanıt olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben insanları ve cinleri bana ibadet et­sinler diye yarattım.’396 Böylelikle Allah Teâlâ, bizi yaratma sebebini açıklamış­tır. Bu sebep, aynı zamanda bütün âlemin var olmasının nedenidir. Bu­rada Allah Teâlâ, bizi ve cinleri özel olarak zikretmiştir ki cin, gizli olan melek ve benzeri her şey anlamına gelir. Allah Teâlâ gökler ve yerler hakkında şöyle buyurur: ‘İsteyerek veya zorla geliniz. Onlar isteyerek geldik demişlerdir.’397 Başka bir ayette ise ‘Onlar emaneti taşımaktan çekindiler391 buyurur: Bu­rada söz konusu olan, emanetin sunulmasıdır. Bu bir sunum değil de, emir olsaydı, hepsi itaat eder ve onu taşırdı. Çünkü söz konusu varlık­lardan günâhın meydana gelmesi düşünülemez ve onlar itaat etmek üzere yaratılmıştır. Ateşten yaratılmış cinler ve insan ise bu özellikte var olmuştur.

(Bütün Âlem Cank-Düşünendir)

Aynı şekilde, insanların bazıları -ki onlar duyular, zorunlu ve bedihî kanıtlarla sınırlanmış delilleri esas alanlar ve akılcılardırşöyle derler: ‘Sorumlu kişinin kendisine yönelik hitabı anlayacak derecede akıllı ol­ması gerekir.’ Doğru söylemişler, bize göre de durum böyledir. Âlem, bütünüyle akıllı, canlı ve düşünendir. Bu durum, insanların içinde yaşa­dığı âdetin aşılması yoluyla keşif yönünden sabittir. Bizim için bu bilgi­nin bu yolla meydana geldiğini kastediyorum. Şu var ki, onlar (sözü edilen akılcılar) şunu ifade eder: Âlem cansızdır (cemâd, cansız), düşü­nemez. Onlar, gördükleriyle sınırlı kalmıştır. Bize göre gerçek bundan farklıdır.

Bir taşın ya da koyun bacağının veya hurma kütüğünün veya bir hayvanın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile konuştuğu hakkında bir rivayet geldiğinde ise söz konusu kimseler şunu ifade eder: ‘Allah Teâlâ o şeyde o esnada bilgi ve canlılık özelliği yaratmıştır.’

. Bize göre iş böyle değildir. Bilakis canlılık sırrı, bütün âleme ya­yılmış olduğu gibi söz gelimi ‘müezzinin sesini duyan kuru ve yaş her şey onun lehinde tanıklık yapacaktır.’ Ancak bilen tanıklık yapabilir. Her şeyin canlı olması bize: göre, haberin zâhirinin gereğine göre ince­leme ya da başka bir şekilde çıkartılmış bir yargı değildir. Bunu öğren­mek isteyen kimse Allah Teâlâ adamlarının yolunu tutsun, halvete ve zikre sa­rılsın. Bu durumda Allah Teâlâ kendisini bütün bunlara muttali edecek, in­sanların bu gerçekleri algılamakta körlük içinde olduklarını anlayacaktır.

(Âlemin Var Olması İsimlerin Otoritesinin Zuhurudur)

Allah Teâlâ, isimlerinin otoritesi ortaya çıksın diye âlemi yarattı. Çünkü güç yetirilen olmaksızın kudret, ihsan edilen olmaksızın cömertlik, rızıklanan olmaksızın rızk vericilik, yardım isteyen olmaksızın yardım etmek, merhamet edilen olmaksızın merhamet edici olmak, etkileri ol­mayan işlevsiz hakikatlerdir. Allah Teâlâ, âlemi dünyada karışık yaratmıştır: iki avucunun hamurda karıştırmış, sonra bireyleri ondan ayrıştırmış, avucunun birisinde olanlar diğerine dâhil olmuştur: Her bir avuçta olanlar kardeşine katılmıştır. Böylece haller bilinmez olmuştur. Bu bağ­lamda bilginler, çirkini temizden, temizi çirkinden ayıklamada derecelenmiştir. İşin sonu, bu karışımdan kurtulmak ve her kısım kendi âle­minde kalıncaya kadar iki avucun ayırt edilmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Bu, Allah Teâlâ’nın murdarı temizden ayırması ve murdarı bir biri üzerine toplayıp biriktirerek cehenneme atması içindir.’3

Kendisinde bu karışımdan bir şey kalıp ona sahip olarak ölen kişi, kıyamet günü güven içindeki kimselerden birisi olarak diriltilmez. Fakat insanların bir kısmı, sözü edilen karışımdan hesapta, bir kısmı, cehen­nemde kurtulur. Kurtulduğunda ise oradan çıkartılır. Söz konusu kim­seler, şefaat ehli olanlardır. Bu dünyada iki kabzadan birisinde ayrışanlar ise ahiret hayatında kendi hakikatiyle kabrinden nimete veya ateş azabınaulaşır. Çünkü o, karışımdan arınmıştır.

İşte bu, âlemin varlık gayesidir. Bu iki avuç, Hakkın kendinde sa­hip olduğu bir niteliğe dönen iki hakikattir. Bu nedenle şöyle dedik: Cehennem ehli onu azap edici, cennet ehli ise nimet verici olarak görür.

' \

Bu çok değerli bir sırdır. Umulur ki, sen de müşahede esnasında ahirette onu öğrenirsin. Muhakkikler ise söz konusu sırra bu dünyada ulaşmıştır.

(Ulvî ve Süflî Alemler, Bunların İnsandaki Benzerleri)

‘Büyük ve küçük âlemin -ki insandırfeleklerinin bilinmesi’ ifade­mizle tümelleri, cinsleri ve başkalarında tesir sahibi olan emirleriyle âlemleri kastettik. Bunları birbirlerinin karşısına yerleştirdik. Birisi di­ğerinin suretidir.

Biz bunlar hakkında, feleklerin sureti ve dizilişine göre, Inşaü’dDevair adlı kitabımızda daireler çizdik. O eserin yazımına Tunus’ta, dostumuz ve arkadaşımız İmam Ebû Muhammed Abdülaziz’in (elMehdevî) -Allah Teâlâ kendisine merhamet etsinyerinde başlamıştık. O eserden bu özetlemeye lâyık bir bölümü iktibas edebiliriz:

Şöyle deriz: Alemler dörttür: En yüce âlem. O, bekâ âlemidir. Sonra dönüşme âlemi -ki yok oluş âlemidir-, sonra imar etme âlemi -ki o bekâ ve yok oluş âlemidir-, sonra da nispetler âlemi. Bu âlemler, iki yerde de sabittir. İnsanın dışındaki her şey olan büyük âlemde ve insan­dan ibaret olan küçük âlemde sabittir.

En yüce âlem tümel-Hakikat-i Muhammediye’dir. Onun feleği ha­yattır. İnsandaki benzeri, insanın ruhu ve mukaddes ruhtur.

Bu âlemden birisi de, ihata edici Arş’tır. İnsanda onun benzeri, be­dendir. Bu âlemden birisi de, Kürsü’dür. İnsanda benzeri ise nefstir.

O âlemden bir şey de, Beyt-i Mamur’dur,400 (imar edilen ev). İn­sandan benzeri ise kalb’dir, diğeri meleklerdir. İnsandan benzeri, kendi­sindeki ruhlar ve güçlerdir. Bunlardan birisi de Zuhal ve feleğidir. İn­sandan benzeri ise bilgi gücü ve nefstir. Yüce âlemden olanlardan birisi de Müşteri ve feleğidir. Bu ikisinin insandaki benzerleri, hatırlama gücü ve dimağın sonudur. Yüce âlemden olan bir şey, Merih ve feleğidir. İn­sandaki benzeri ise akletme gücü ve başın üst kısmıdır. O âlemdekilerden birisi de Güneş ve feleğidir. İnsandaki benzeri, müfekkire gücü ve dimağın ortasıdır.

Sonra Zühre ve onun feleği gelir; insandaki benzeri ise vehim gücü ve hayvanî ruhtur. Ardından Utarid ve feleği gelir. İnsandaki benzeri ise hayal gücü ve dimağın önüdür. Sonra Ay ve feleği gelir. İnsandaki benzeri ise duyu kuvveti ve kendileriyle duyumsadığımız organlardır. İşte bunlar, en yüce âlemin tabakaları ve insandaki benzerleridir.

Dönüşme âlemine gelince, bu âlemde bulunanlardan birisi Esir fe­leğidir. Onun ruhu, sıcaklık ve kuruluktur ve o ateş küresidir. İnsandaki benzeri, safra, ruhunun benzeri ise hazmetme gücüdür. O âlemden bi­risi hava feleği ve onun ruhu olan sıcaklık ve yaşlıktır. İnsandaki benze­ri, kan, ruhununki ise çekme gücüdür. O âlemden birisi de su’dur. Onun ruhu, soğukluk ve yaşlıktır. İnsandaki benzeri balgam, ruhununkinin benzeri ise itme gücüdür. Dönüşme âleminden olan şeylerden bi­risi de toprak feleğidir. Bu feleğin ruhu, soğukluk ve kuruluktur. İn­sandaki benzeri karaciğer, ruhunun insandaki benzeri ise tutma gücü­dür.

Yeryüzüne gelince, yeryüzü de yedi tabakadır: Siyah arz (yeryüzü), toprağımsı arz, kızıl arz, sarı arz, beyaz arz, mavi arz, yeşil arz. Bu yedi tabakanın insandaki benzerleri ise bedenindeki deri, yağ, et, sinirler, damarlar, adale ve kemiklerdir.    f

Üçüncü âlem olan imar etme âlemine gelince, bu âlemde bulunan­lardan birisi ruhanîlerdir. Bunların insandaki benzerleri ise içindeki güç­lerdir. O âlemden birisi de canlılar âlemidir. İnsandaki benzeri, insan­dan duyumsanan şeydir. Bu âlemden olanlardan birisi de, bitkilerdir. İnsandaki benzeri, onda gelişen-büyüyen şeylerdir. Bu âlemde birisi de cansızlar âlemidir. Bu âlemin insandaki benzeri, duyumsamayan kısım­larıdır.

Nispeder (bağıntılar) âlemine gelince, bu âlemden olanlardan birisi arazdır. Arazın benzeri, siyah, beyaz gibi renkler ve olgulardır. Sonra, nitelik de o âlemdendir. Onun benzeri, hasta ve sağlıklı gibi hallerdir. Nicelik de bu âlemdendir. Niceliğin insandaki benzeri, incik kemiğinin karıştan uzun olmasıdır. Neredelik o âlemdendir. İnsandaki benzeri, boynun baş için mekân olması ya da topuğun baldır için mekân olma­sıdır. Zaman da nispetler âlemindendir. İnsandaki benzeri, ‘elimi hare­ket ettirdiğimde başımın da hareket etmesidir.’ Sonra, görelilik de bu âlemdendir. İnsandaki benzeri ‘Şu benim babam, ben ise onun oğlu­yum’ ifadesindeki göreliliktir. Sonra, konum o âlemdendir. İnsandaki benzeri, dilim ve hançeremdir.

Sonra, fiil de nispetlerdendir. İnsandaki benzeri, ‘yedim’ ifadesidir. Edilgenlik de o âlemdendir. Bunun insandaki benzeri, ‘doydum’ de­mektir. Fil, eşek, aslan ve cırcır böceği gibi ana suretlerdeki farklılık nispeder âlemindendir. Bunun insandaki benzeri ise övülmüş ve kı­nanmış manevî suretleri kabul eden insanlık gücüdür. Bu bağlamda, fa­lanca zekidir, başka bir ifadeyle fildir; falanca ahmaktır, yani eşektir; fa­lanca cesurdur, yani aslandır; falanca ödlektir, yani cırcır böceğidir de­nilebilir.

Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

. ***

YEDİNCİ BÖLÜM

Beşerî Cisimlerin Yaradılışının Başlangıcı

insan, büyük âlemden meydana gelen son cisim olduğu gibi türe­yenlerdeki (müvelledât) son sınıftır. .

İnsanın batınının hakikati meydana geldi

Otoritesi açık, güçlü bir hükümdar olarak

Sonra Âdem Arş’ında onun zatı istiva etti

Tıpkı Arş’ta Rahman’ın istiva etmesi gibi

Cisminin hakikati kendisinde ortaya çıktı

İkinci varlığın mülkü de onunla sona erdi

Bilgisinin marifetleri lâfzında ortaya çıktı

Saygınlarda ve kötülükleri taşıyanlarda

Bilgileri karşısında hoşgörüleri azaldı.                                           '

Şeytan melun ise büyüklendi

Allah Teâlâ’nın melekütunda ona yakınlığı satın aldılar

Sadece küçük şeytan hüsranı satın aldı

(Doğal Alemin Ömrü)

Bilmelisin ki: Allah Teâlâ seni desteklesin: Zamanla sınırlanmış ve me­kânla kuşatılmış doğal âlemin ömründen, dünyada bilinen senelerden yetmiş bir bin sene geçmiştir. Bu süre, bu ismin günlerinden başka günlerle on bir gün, miraçlar sahibinin günlerinden ise bir gün ve ikinci günün, beşte ikisi (1.4 gün) kadar bir süredir. Bu günler arasında dere­celenme vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Süresi elli bin sene olan bir günde.’401 Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: ‘Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan elli bin senedir.1402 Bu bağlamda, günlerin en küçüğü, kuşatıcı feleğin hareketinin belirlediği gündür ki bu günde ge­ce ve gündüz ortaya çıkar. Araplara göre en küçük gün -ki o buduren büyük feleğe aittir. Bunun nedeni, bu büyük feleğin, içinde bulunan bütün feleklerde hükümran olmasıdır. Çünkü onun altında bulunan fe­leklerin gece ve gündüz içindeki hareketi, onun zorlamalı hareketidir. Böylece büyük felek, kuşatmış olduğu diğer felekleri bu hareket ile egemenliği altına alır.

(Feleklerin Doğal ve Zorlamalı Hareketleri)

Her feleğin, zorlamak hareket ile birlikte olan doğal bir hareketi vardır. Onun altındaki her felek, aynı anda iki hareket sahibidir: Doğal ve zorlamak hareket. Her bir doğal hareketin her felekte özel bir günü vardır. Onun ölçüsü, kuşatıcı felekten meydana gelen ve ‘sizin saydıkla­rınız’ diye ifade edilmiş olan günlerle ölçülür. Bunların hepsi, kuşaücı feleği kat eder. Hareket, feleği tam olarak kat ettiğinde, onun için bir gün meydana gehr ve bir dönüş gerçekleşir. Bunlardan en küçük gün, ‘sizin saydıklarınız’ denilenlerden yirmi sekiz gündür. Ki bu, Ayın kuşa­tıcı felekteki hareketinin kat etme ölçüsüdür.

Allah Teâlâ bu yedi gezegeni göklere yerleştirdi. Böylece göz, ‘senelerin sayısını ve hesabmı bilelim diye’ onun kuşatıcı feleği kat etmesini algı­lar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) menziller takdir eden O’dur."*03 ‘Her şeyi ayrıntılı olarak açıkladık.’*0* ‘Bu, aziz ve hâkim olanın takdiridir.'405 Söz konusu gezegenlerden her bi­risinden ölçülen bir gün vardır ki, bu günlerin bir kısmı, doğal hareke­tinin sürati ya da feleklerinin küçüklüğü veya büyüklüğü ölçüşünce di­ğerlerinden üstündür.

(Kalem ve Levha’nın Yaradılışı)

Bilmelisin ki: Allah Teâlâ Kalem ve Levha’yı yaratıp onları Akıl ve Ruh diye isimlendirdiğinde, ruha iki nitelik vermiştir: Bilme niteliği ve eylem niteliği. Aklı da ona öğretici ve (bilgi) verici yapmıştır. Bu ver­me, bir konuşma olmaksızın bıçağın suretinden kesmeyi algıladığın gibi görür görmez meydana gelen vermedir. Allah Teâlâ nefsin dışında bir cevher yaratmıştır ki o zikredilen ruhtur. Allah Teâlâ onu hebâ diye isimlendirmiştir. Onun bu adını Ali b. Ebû Talib’in sözlerinden aktardık.

Hebâ’ya gelince, o da Arapçada zikredilmiş bir kelimedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O saçılmış hebâ idi.’ Ali b. Ebû Talib de bu cev­herin bütün doğal suretlere yayıldığını ve hiçbir suretin ondan mahrum kalmadığını -çünkü her suret onun içindedirgördüğünde onu hebâ di­ye isimlendirmiştir. Söz konusu hebâ, her surette kendi hakikatiyle bu­lunur: Bölünmez, parçalanmaz ve eksiklikle nitelenmez. Bilakis o, bü­tün beyaz şeylerde zatı ve hakikati ile bulunan beyaz gibidir. Şöyle de­nilemez: Şu beyazda meydana geldiği ölçüde bir miktar beyazlıktan ek­silmiştir. İşte bu cevherin durumu böyledir.

(Ruh ve Heba Arasındaki Dört Mertebe)

Allah Teâlâ, iki nitelikle nitelenmiş (ilim ve amel) bu ruh ile Hebâ ara­smda dört mertebe belirlemiş, her mertebeyi dört melek için menzil yapmış, bu melekleri en yüce mertebeden aşağıların aşağısına kadar Allah Teâlâ’nın var ettiği şeylerin üzerine yöneticiler olarak görevlendirmiştir. Allah Teâlâ o meleklerden her birisine âlemde uygulamak istediği şeyin bilgisini vermiştir.

Allah Teâlâ’nın bu meleklerin bilgisi ve yönetiminin ilgili olduğu şeylerden dışta yarattığı ilk varlık, tüm cisim’dir. O cisimde açmış olduğu ilk şekil ise en üstün şekil olduğu için dairesel-küresel şekildir. Sonra Hakk, ya­ratma ve meydana getirme fiiliyle yapımı tamamlamaya tenezzül etmiş, bütün yaratıklarını bu meleklerin memleketi haline getirmiş, dünya ve ahirette onlarm işlerini bu meleklere havale etmiş, onları emrettiği iş­lerde kendisine isyan etmekten korumuştur. Bu bağlamda Allah Teâlâ, melek­lerin ‘emredilen işlerde isyan etmeyip emredilen şeyi yaptıklarını406 bize bildirmiştir.

(Cansız Varlıkların Yaratılması)

Cansız varlıklar407, bitkiler ve hayvanlar gibi türeyenlerin (müvelledât) yaratılışı bizim saydığımız dünya senelerinden yetmiş bir bin senenin tamamlanmasıyla sona erdi ve Allah Teâlâ âlemi hikmetine göre düzenledi. Bütün bu sürede Allah Teâlâ, yarattığı ilk varlıktan sonuncuya ka­dar -ki o canlıdırhiçbir şeyin yaratılışında iki elini bir araya getirmedi. Allah Teâlâ’nın, yaratılışında iki elini birleştirdiği yegâne varlık, insandır ki o da, topraktan yaratılmış bu bedensel yaratılıştır. İnsanın dışındaki her şeyi, ya ilâhı bir emir vasıtasıyla ya da tek eliyle yaratmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz bir şeyi var etmek istediğimizde ona sözümüz ‘ol’ olur ve o da hemen oluverir.*0* İşte bu, İlâhî emirden yaratmadır. Bir rivayette şöyle bildirilmiş: ‘Allah Teâlâ Adn cennetini eliyle yaratmış, Tevrat’ı eliyle yazmış, Tuba ağacını eliyle dikmiştir.’ Allah Teâlâ Âdem’i -ki o insandıriki eliyle ya­ratmış ve İblis’e karşı Âdem’in üstünlüğüne dikkat çekmek üzere şöyle buyurmuştur: ‘İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedirP5409

Allah Teâlâ yakın feleği yarattığında -ki o daha önce zikredilen birinci­dironu burçlar diye isimlendirdiği on iki kısma bölmüştür: 'Burçlar sahibi semaya yemin olsun ki.’410 Her kısmı burç yapmış, bu kısımları da doğada dörde indirgemiştir. Ardından bu dörtten her birisini, onlardan üç yerde tekrarlamış ve o kısımları tıpkı yolcu ve gezginlerin seyrü se­ferlerinde konakladığı ve gezindiği menzil ve konaklama yerleri yapmış­tır. Bunun nedeni, gezegenlerin kendilerinde dolaşması ve yüzmesi ve­silesiyle, Allah Teâlâ’nın o feleğin ortasında ihdas edeceği gezegenlerin söz ko­nusu menzillere yerleşmesidir. Bu gezegenler, dolaşırken bu burçları kat eder. Başka bir nedeni ise gezegenlerin burçları kat etmesi ve dolanımı vesilesiyle, Allah Teâlâ’nın doğal ve unsurlardan oluşmuş âlemden ihdas etmek istediği şeyleri meydana getirmesidir. Allah Teâlâ onları burçlar feleğinin ha­reketinin izi üzerinde belirtiler yapmıştır. Bunu bilmelisin!

(Doğalar ve Dört Unsur)

Bu dört unsurdan birisinin doğası, sıcaklık ve kuruluktur. İkincinin doğası ise soğukluk ve kuruluk, üçüncünün doğası sıcaklık ve yaşlık, dördüncünün doğası ise soğukluk ve yaşlıktır. Allah Teâlâ bu kısımlardan (burçlardan) beşinci ve dokuzuncuyu birinci gibi yapmıştır. Altıncı ve onuncuyu ikinci gibi yapmıştır; Yedinci ve on birinciyi, üçüncü gibi, sekizinci ve on İkinciyi ise dördüncünün benzeri yapmıştır. Buradaki benzerlik doğadaki benzerliktir. Böylelikle Allah Teâlâ, doğal cisimleri bazı farklılıklarla, unsurlardan oluşmuş cisimleri ise herhangi bir farklılık olmaksızın bu dört kısımda sınırlamıştır: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk. Allah Teâlâ doğal cisimlere bu dört kısımla karışmayı, unsurlardan oluşmuş cisimlere ise karışmamış olmayı tahsis etmiştir. Bunlar dört olmakla birlikte analar’dır. Çünkü Allah Teâlâ bunlardan ikisini diğer ikisinin var oluşunda asıl yapmıştır. Bu bağlamda kuruluk sıcaklıktan, yaşlık soğukluktan var olmuştur. Şu halde yaşlık ve kuruluk, iki sebep­ten meydana gelmiştir. Bu iki sebep, sıcaklık ve soğukluktur. Bu neden­le Allah Teâlâ ayette şunu buyurur: ‘Yaş kuru her şey apaçık kitaptadır.'4'1 Çünkü nedenli, nedenli olması yönünden nedenin varlığını gerektirir veya edilgen olması yönünden failin varlığı ondan meydana gelir. Her iki türlü de söylenebilir. Yoksa sebebin var olması, sebeplinin var olma­sını zorunlu kılmaz.

(Atlas Feleği)

Allah Teâlâ bu ilk feleği yarattığında, felek, bitişini sadece Allah Teâlâ’nın bildiği bir dönüşle dönmüştür. Çünkü onun üzerinde kendisini kat edeceği be­lirli bir cisim yoktur ki -çünkü o, şeffaf cisimlerin ilkidirhareketlerin sayısı artsın ve ayrışsın. Ya da Allah Teâlâ onun içinde bir şey yaratmış değil­dir ki, hareketler ayrışsın ve içinde bulunan şeyin nezdinde bitsin. Şayet Allah Teâlâ onda bir şey yaratmış olsaydı, yine de, kesinlikle (hareketleri) ayrışmazdı. Çünkü o Atlas’tır ve içinde parçaları birbirine benzer bir ge­zegen bulunmaz. Dolayısıyla ondan bir hareketin süresi bile bilinemez ve belirlenmez. Şayet onda diğer parçalarına zıt bir şey bulunsaydı, hiç kuşkusuz, o parçayla hareketleri sayılabilirdi. Fakat Allah Teâlâ’nın ilmi onu, bitimini ve yinelenişini belirlemiştir. Böylelikle bu tek hareketten gün meydana gelmiştir; bu günde ne gündüz ne de gece vardır.

Sonra bu feleğin hareketleri sürmüştür. Allah Teâlâ, otuz beş melek ya­ratmış, bu melekleri zikretmiş olduğumuz on altı meleğe eklemiş, hep­sinin sayısı elli bir olmuştur. Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail bu melek­lerdendir. Sonra Allah Teâlâ, dokuz yüz yetmiş dört melek daha yaratmış, on­ları da zikretmiş olduğumuz meleklere eklemiştir. Ardından, onlar vası­tasıyla yaratıklarında uygulayacağı şeyleri kendilerine vahyetmiş ve bil­dirmiş, bunun üzerine melekler şöyle demiştir: ‘Bizler Rabbinin emriyle ineriz. Ellerimizde, ardımızda ve bunlar arasmda bulunan her şey O’nundur. Senin Rabbin unutan değildir.’412 Allah Teâlâ ise onlar hakkında ‘Allah Teâlâ’ya, kendilerine emrettiği işte isyan etmezlermi buyurur. Meleklerden bu kısım, özellikle yönetici olanlardır. Allah Teâlâ başka bir grup melek yarat­mıştır. Onlar, Allah Teâlâ’ya ibadet edilsin diye gökleri ve yeri imar eden me­leklerdir. Binaenaleyh gökte ve yerde içinde bir meleğin bulunmadığı hiçbir yer yoktur. Hakk, nefes alıp verdikleri sürece, âlemin (âlemdeki varlıkların) nefeslerinden melekler yaratmayı sürdürür.

(Dünya Hayatının Yaratılması)

Bu feleğin hareketleri sona erince -ki onun süresi ‘saydıklarınızdan’ elli dört bin senedirAllah Teâlâ dünya diyarını yaratmış, kendisine varacağı ve suretinin ortadan kalkacağı bir müddeti dünya için belirlemiştir. Bu süre bittiğinde, artık dünyanın bizim için diyar olması imkânsızdır ve ‘yeryüzü ve gökler o gün başka bir yeryüzü ve gökle değiştirilir’ ifade­sinde belirtilen zamana kadar, belirli bir sureti kabul etmez. Söz konusu olan, gözlediğimiz surettir.

Bu feleğin hareket süresinin tamamlanmasından ‘sizin saydıkları­nızdan’ altmış üç bin sene geçtikten sonra ise Allah Teâlâ ahiret hayatını, baş­ka bir ifadeyle Mutlu ve bedbaht kulları için hazırlamış olduğu cennet ve cehennemi yaratır. Dünya ve ahiretin yaratılışı arasmda ‘sizin saydık­larınızdan’ dokuz bin sene vardır. Bu nedenle yaratılışı dünyadan sonra geldiği için ‘ahiret5 diye isimlendirilmişken dünya ilk diye isimlendiril­miştir. Çünkü o ahiretten önce yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ahiret ise senin için ilkinden daha hayırlıdır.'4'4 Bu ayette Allah Teâlâ peygam­berine hitap etmektedir. Allah Teâlâ ahiret için bekâsının biteceği bir müddet yaratmamıştır ve bu nedenle ahiret sürekli mevcuttur.

(Cennetin Çatısı Atlas Feleğidir)

Allah Teâlâ cennetin çatısını bu felek yapmıştır. Söz konusu felek, onlara göre hareketi belli olmayan ve ayrışmayan Arş’tır. Dolayısıyla onun ha­reketi süreklidir, bitmez. Zikrettiklerimizden her bir şeyin yaratılışının ikinci amacı, ancak insanın var olmasıyla ilgilidir. İnsan, âlemdeki hali­fedir. Burada ikincil amaç dedim, çünkü her şeyin yaratılışında birinci sebep Hakkı bilmek ve O’na ibadet etmektir. Bütün âlem bu nedenle yaratılmıştır. Dolayısıyla ‘hiçbir şey yoktur ki, O’nun övgüsünü tespih etmesin.’ ikincil ve birincil maksadın anlamı ise iradenin ilişmesidir, yoksa iradenin meydana gelmesi değildir. Çünkü Allah Teâlâ için irade, ezelikadîm bir niteliktir. Hakkın zatı, diğer niteliklerle olduğu gibi, onunla nitelenmiştir.

Allah Teâlâ, bu felekleri ve gökleri yaratıp her göğe kendi emrini vahyettiğinde ve göklerin ışıklarını, kandillerini düzenleyip, melekleriyle imar edip hareketlendirdiğinde, gökler, Allah Teâlâ’ya itaat edici ve kendilerine yaraşır kullukta yetkinliği aramak için harekete geçmiştir. Çünkü Allah Teâlâ göğü ve yeri çağırmış ve her ikisine şöyle demiştir: ‘İsteyerek ya da zor­la geliniz.’ Burada kastedilen, onlar için tanımlanmış emre gelmektir. Gök ve yer, ‘isteyerek geldik’ demiştir. Dolayısıyla onlar, sürekli gelici, buna bağlı olarak sürekli hareket edicidir. Şu var ki, yerin hareketi bi­zim tarafımızdan görülmez. Onun hareketi ortanın etrafındadır. Çünkü o küredir. Gök, Allah Teâlâ’nın emri esnasında o emre itaat edici olarak gel­miştir. Yer kendisini ezilmiş görüp, ‘zorla’ ayeti ile Allah Teâlâ’nın kendisini mutlaka getireceğini bildiği için itaat edici olarak gelmiştir. Böylece Allah Teâlâ’nın ‘veya zorla’ ifadesinden kastedilen şey gerçekleşmiş, yeryüzü gö­nüllü ve zorla gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onları iki günde yedi gök olarak belirlemiş ve her bir göğe emrini bildirmiştir.*15

(Yeryüzünün Yaratılması)

Allah Teâlâ, ‘yeryüzünü yaratmış’ ve orada türeyenler için ‘besinler belir­lemiştir.’ Böylelikle yeryüzünü türeyen şeylerin besinlerinin koruyucusu yapmıştır. Alemin meydana geliş sırasını, Ukletü’l-Müstevfiz kitabında zikrettik. Bu bağlamda suyun, ateşin, havanın ve onda bulunan buhar­ların, bulutların, şimşeklerin, gök gürültülerinin ve yüce eserlerin var olması, yeryüzünün besinlerinin belirlenmesinin kapsamına girer. Bu durum ‘yüce ve her şeyi bilenin belirlemesidir.’

Allah Teâlâ cinleri ateşten, kuşları kara-deniz hayvanlarını ve haşereleri ise yeryüzünün kokuşmasından yarattı. Bunun sebebi, havanın bizim için kokuşmanın buharlarından temizlenmesini sağlamaktır. Söz konu­su kokuşmanın buharları Allah Teâlâ’nın insan ve canlıların hayat ve afiyetini emanet ettiği bu havaya karışsaydı hiç kuşkusuz hastalıklı, eksik ve ma­lûl olurdu. Bu nedenle Allah Teâlâ, kokuşmalardan oluşan şeyleri yaratmakla bir lütuf olarak havayı insan (ve canlılar) için arındırmış, hastalık ve il­letler azalmışür.

(însanın Yaratılışı)

Yeryüzü yetkinleşip hazır Hakk geldiğinde, bütün bu yaratıklardan hiç birisi, Allah Teâlâ’nın bu memleketi varlığı için yarattığı halifenin hangi cinsten olabileceğini bilemedi. Dünyanın ömründen on yedi bin, sürek­liliğinin sonu olmayan ahiretin ömründen ise sekiz bin sene geçip bu halifenin yaratılışı hakkmda Allah Teâlâ’nın ilminde belirli vakit geldiğinde, Allah Teâlâ bir meleğine yeryüzü toprağının her cinsinden bir tutam getirmesi­ni emretmiştir. Emir üzerine melek, insanlarca bilinen uzun bir rivayet­teki gibi Allah Teâlâ’ya bir tutam getirmiş. Allah Teâlâ o tutamı almış iki eliyle yo­ğurmuştur. İşte ‘iki elimle yoğurduğum416 ifadesi budur.

Allah Teâlâ, zikretmiş olduğumuz meleklerin her birisine Âdem’e ait bir emanet yerleştirmiş ve şöyle demiştir: ‘Ben topraktan bir insan yarataca­ğım.’417 Sizin sahip olduğunuz bu emanetler onundur. 'Önu yarattığımda’ her biriniz, sizi kendisine emin yaptığım emaneti ona versin. ‘Sonra onu düzenleyip ruhumdan üflediğimde, secdeye kapanınız.’418 Allah Teâlâ iki eliyle Âdem’in toprağını yoğurup kokusu değiştiğinde -ki bu ayette kokuş­muş çamur diye ifade edilen şeydir ve o yaratılışında bulunan hava un­suruduronun sırtını, zürriyetinden bedbaht ve muduların mahalli yapmış, avucunda bulunan her şeyi ona yerleştirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ sağ elinde muduların, sol elinde ise bedbahdarın bulunduğunu bize bildir­miştir. Bununla beraber (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi) ‘Rabbimin her iki eli de sağ-mübarek eldir.’ Şöyle buyurur: ‘Bunlar cennete, cennet ehlinin ameliıii işlerler; şunlar cehenneme, onlar cehennem ehli­nin amelini işlerler.’

Allah Teâlâ hepsini (Mutlu ve bedbahdarı) Âdem’in toprağına yerleştir­miş, onda yan yanalık ilişkisiyle zıdarı toplamış, onu doğrusal hareket üzere yaratmıştır. Bu yaratma ise başak burcunun dönemindeydi. Allah Teâlâ onu altı yön sahibi yapmıştır: Üst, başının yukarısıdır; alt, üstün karşıtidir ve iki ayağının altıdır; sağ, güçlü tarafını takip eden yöndür; sol, sağın zıddıdır ve zayıf yönüdür; ön, yüzüne bakan yöndür ve zıddı ar­kadır. Allah Teâlâ onu biçimlendirmiş, düzenlemiş ve tesviye etmiştir: ‘Sonra ona ruhundan üfledi.’ Burada ruh, Hakka tamlama yapılmıştır. Böyle­likle insana yapılan bu üfleme esnasında üflemenin parçalarına yayılma­sıyla dört karışımın unsurları meydana gelmiştir. Bunlar sarı safra, kara, kan ve balgamdır.

Safra, Allah Teâlâ Teâla’nın ‘kurumuş balçıktan insanı inşa etti419 ayetinde belirttiği ateşe mensup unsurdan idi. Kara, topraktandı ki bu da, ‘onu topraktan yarattı420 ayetinde dile getirilen şeydir. Kan, havadan meyda­na gelmiştir ki, bu da ayette mesnûn diye ifade edilmiştir. Balgam ise toprağın yoğrulup çamur haline geldiği sudan meydana gelmiştir. Son­ra Hakk, onda canlının gıdaları elde etmesini sağlayan çekme gücünü, ardından tutma gücünü meydana getirmiştir. Bu güç sayesinde canlı beslendiği şeyi tutabilir. Ardından hazmetme gücü yaratılmıştır ki, bu sayede gıda hazmedilir. Sonra itme gücü gelir. Bunun sayesinde yan ürünleri çıkartır; onları buhar, koku, dışkı vb. olarak kendisinden uzak­laştırır.         .

Buharların yayılıp kanın karaciğerden damarlara bölünmesi (da­ğılma) ve canlının her bir parçasının saflaştırdığı kısma gelince, bunlar itme gücü sayesinde değil, çekme gücü sayesinde gerçekleşir. Bu bağ­lamda itme gücünün payı, daha önce belirttiğimiz gibi, canlının sadece çıkarttığı yan ürünlerdedir. Sonra, Allah Teâlâ insanda beslenme gücünü, uy­ku, duyum, hayal, vehim, hafıza ve hatırlama güçlerini ihdas etmiştir. Bütün bunlar, salt insan olmak yönüyle değil cardı olmak yönüyle in­sanda bulunur. Şu var ki bu dört kuvvet, başka bir anlatımla hayal, ve­him, hafıza ve hatırlama güçleri insanda hayvandakinden daha güçlü bulunur.

Sonra Allah Teâlâ Âdem’e ki o insandır, musavvire, müfekkire ve akletme güçlerini tahsis etmiştir, insan bu güçler sayesinde hayvandan ayrışır. Allah Teâlâ, bedendeki bütün bu güçleri her türlü duyulur ve manevî menfaatine ulaşsın diye düşünen nefsin araçları yapmıştır. ‘Sonra onu başka bir yaratılış olarak meydana getiririz.’421 Burada sözü edilen insan­lık özelliğidir. Allah Teâlâ, kazanmamda bilinen bir sınırda, onu bu güçler sa­yesinde diri, bilen, güç yetiren, isteyen, konuşan, duyan ve gören olarak yaratmıştır. ‘Yaratanların en güzeli Allah Teâlâ mübarektir.’422

Allah Teâlâ, kendisini isimlendirmiş olduğu her bir isimde, insanın ahlaklanabileceği bir pay belirlemiştir, insan kendisine yaraşır bir tarzla onunla âlemde gözükür. Bu nedenle bazı kimseler, ‘Allah Teâlâ Âdem’i sure­tine göre yaratmıştır5 hadisini bu anlamda yorumlamıştır. Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünde halifesi olarak yerleştirmiştir. Çünkü yeryüzü, yüce âlemin aksine, başkalaşma ve halden Hakk dönüşme âlemidir. Böylelikle, sakin-

lerinde de yeryüzü âleminde meydana gelen değişmeler gibi hükümle^ gerçekleşmiştir. Bu nedenle bütün ilâhî isimlerin hükmü ortaya çıkar. İşte bu nedenle Âdem, gökte ya da cennette değil yeryüzünde halife olmuştur. Ardından isimlerin öğretilmesi, meleklerin secde etmesi, İbli­sin karşı çıkması gibi kimi ola/lar, Allah Teâlâ’nın emrinden meydana gelmiş­tir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ izin verirse ilgili bölümde belirtilecektir.

(Beşerî Cisimler ve Türleri)

Bu bölüm beşerî cisimlerin başlangıcına özgüdür ki söz konusu ci­simler dört türdür: Âdem’in cismi, Havva’nın cismi, İsa’nın cismi ve Âdemoğullarının cismi. Bu dört cisimden her birisinin yaratılışı, cisim' sel ve ruhsal surette aynı olsa bile, nedenlilikte diğerinin yaratılışından ayrıdır. Bunu belirttik ve buna dikkat çektik ki, zayıf akıllı, ilâhî kudre­tin ya da hakikatlerin insanın yaratılışının özü gereği yaratılışı sağlayan tek sebepten olduğunu zannetmesin. Allah Teâlâ, insan yaratılışının Âdem’de Havva’nın cisminin yaratılışından farklı bir yolla gerçekleştiğini, Hav­va’nın bedenini ise Âdem’in bedeninin yaratılışından başka bir yolla iz­har etmekle bu kuşkuyu ortadan kaldırmıştır. Âdemoğullarının beden­lerini ise İsa’nın bedenininkinden farklı bir yolla izhar etmiştir. Bunlar­dan her birisine, tanım ve hakikati itibarıyla insan adı verilir. Bunun nedeni ‘Allah Teâlâ’nın her şeyi bilen’ ve ‘O’(nun) her şeye güç yetiren’ oldu­ğunun bilinmesidir.

Allah Teâlâ, bu dört tür yaratmayı el-Hucûrât suresindeki bir ayette bir­leştirmiş ve şöyle demiştir: ‘Ey insanlar! Biz sizi yarattık.’423 Burada Âdem’i kastetmektedir; ‘bir erkekten’ burada ise Havva’yı kastetmekte­dir; ‘bir dişiden’ burada ise İsa’yı kastetmektedir. Her ikisinden yaratı­lanlar ise ‘erkek ve dişiden424 diye ifade edilir. Burada cinsel birleşme ve üreme yoluyla meydana gelen Âdemoğullarını kasteder. Bu ayet, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e verilmiş cevâmiü’l-kelim (bütün hakikatleri toplama) ve hitabı ayırt etme özelliğinden kaynaklanır.

(Âdem ve Havva’nın Bedenlerinin Yaratılması)

Adem’in bedeni belirttiğimiz üzere ortaya çıktığında, kendisinde cinsel arzu yoktu. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde, bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Âdem’in sol

kaburgasından Havva’yı çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadın­lar üzerinde bir derecesi vardır425 buyurduğu gibi kadın bu nedenle er­kekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar, hiçbir zaman erkeklere ka­tılamaz. Havva, kaburgadaki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle ka­burgadan meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhab­bet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga, sevgi ve düşkünlük demektir.

Allah Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda, Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya öz­lem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için, Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu için, kadına sevgisini göste­rebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen güç ve­rilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in kadınla bir­leştiği tarzda vatan ile birleşilemez.

Allah Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini ya­ratması, çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekil­lere benzer. Allah Teâlâ onu kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleş­tirdiğinde ve onu düzenleyip dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri, düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat mahalli olarak var olmuş­tur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’426 Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu is­temiştir.

(Üçüncü Cismin Oluşturulması)

Âdem Havva’yı kucaklayıp erlik suyunu rahmine bıraktığında, su­dan olan bu meniyle Allah Teâlâ’nın kadınlara yazmış olduğu hayız kanı bir­leşmiş, o cisimde Âdem’in ve Havva’nın cisminin oluştuğu tarzdan baş­ka, üçüncü bir beden meydana gelmiştir. İşte bu, üçüncü cisimdir. Allah Teâlâ onun rahimde .halden Hakk oluşumunu deruhte eder. Bu meyanda önce sudan sperme, ardından alaka’ya, sonra mudga’ya sonra kemiğe dönüşmüş, sonra Allah Teâlâ kemiklere et giydirmiştir. İnsanın hayvanı yara­tılışı tamamlandığında, Allah Teâlâ onu başka bir şekilde inşa etmiştir. Bu in­sanda ona İnsanî ruh üflemiştir: Binaenaleyh, ‘Yaratanların en güzeli münezzehtir.’427   ,

Söz uzamasaydı, insanın rahimde halden Hakk geçerek oluşmasını ve doğuncaya kadar rahimlerde suretleri inşa etmekle sorumlu melek­lerden bu işi kimin üstlendiğini açıklardık. Fakat maksadımız, tanım, hakikat, duyusal ve manevî surette bir olsalar bile, insan cisimlerinin birleşimindeki nedenselliğin farklılığını bildirmekten ibarettir. Böylece yaratmanın sebebinin kendisine bağlı olduğu zannedilmez. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Bilakis bu durum, fiilinde özgür bir failin ese­ridir. Ö dilediğini dilediği şekilde zorlama veya eksiklik olmaksızın ya­par. ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O azız ve hakimdir.’421

Doğa bilimciler ‘kadının suyundan bir şey oluşmaz, rahimde mey­dana gelen cenin, sadece erkeğin suyundandır’ diye iddia edince, İsa’nın bedeninin oluşmasını başka bir oluşum saydık. Bununla birlikte, onun rahimde idare edilmesi, Âdemoğullarının bedenlerinin idaresine benzer. İsa’nın bedeni kadının suyundan ya da su olmaksızın üflemeden mey­dana gelmiş olsa bile, her iki halde de o, yaratılışında diğer cisimlerden farklı dördüncü bir cisimdir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz Isa’nın benzeri429 yani İsa’nın yaratılışının ‘Allah Teâlâ nezdindeki benzeri Adem’dir. Onu topraktan yaratmıştır.’430 Burada onu zamiri, Âdem’e dö­ner. İsa’nın babasız yaratılması nedeniyle kuşkular ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle İsa’nın yaratılışının özelliği, Âdem’in yaratılış özelli­ğine benzer. Şu var ki, Âdem topraktan yaratılmış, sonra ona ‘ol’ de­nilmiştir.

Rivayete göre Hz. İsa, anne karnında bebeklerin mutat süreleri ka­dar beklememiştir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bir mucize yapıp doğa bilim­cilere göndermek istediğinde Hz İsa’ya oluşum sürade ulaşmıştır. Hz. İsa’nın bir ayet olarak gönderilmek istendiği doğa bilimciler, Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirmiş sırlar ve şaşılacak oluşumlara göre değil, âdete göre doğa hakkmda hüküm vermişti. Kuşkusuz bu sahanın kimi uz­manları, doğaya karşı insafla hareket etmiş ve şöyle demişlerdir: Doğa­dan sadece özel olarak bize verdiği şeyleri bilebiliriz. Onda bizim bil­mediklerimiz de vardır.

(Yeryüzünde İnsan Gökte Akün Benzeridir)

Böylece, beşerî bedenlerin başlangıcım ve onların yaratılışları farklı dört beden olduğunu zikretmiş olduk. Daha önce de belirttiğimiz gibi, insan türeyenlerin sonuncusudur. Bu bağlamda o, aklın benzeridir ve ona bağlanmıştır. Çünkü varlık, bir dairedir. Dairenin başlangıcı İlk Aklın var olmasıdır. Bir rivayette, İlk Aklın Allah Teâlâ’nın yarattığı ilk şey ol­duğu bildirilmiştir. Şu halde İlk Akıl, ilk cinstir ve yaratma insan tü­ründe bitmiştir. Böylece daire tamamlanmış ve dairenin sonu başına bi­tişip daire meydana geldiği gibi insan da akla bitişmiştir. Söz konusu dairenin iki ucu arasında ise Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu âlemin bütün cinsleri bulunur. Bu iki uç, aynı zamanda kalem ölan İlk Akıl ile son varlık olan insandır.

Noktadan -ki dairenin merkezinde bulunurçevreye -ki bu çevre kendisinden var olmuşturdoğru uzayan çizgiler çevrenin her bir parça­sı için qit şekilde ortaya çıktığı gibi Hakkın bütün yaratılmışlara nispeti de aynı nispettir. Dolayısıyla burada asla bir başkalaşma söz konusu de­ğildir. Bütün eşya, çevrenin parçalarının noktaya bakması gibi O’na ba­kar ve kendilerine verdiği şeyi alır.

Allah Teâlâ, doğrusal hareketiyle bu insan suretini çadıra ait direk biçim­de ortaya koymuş, onu göklerin kubbesine ait yapmıştır. Allah Teâlâ insan sayesinde gökleri yok olmaktan korur. Bu nedenle insanı direk diye ifa­de ettik. Bu insan sureti yok olup yeryüzünde nefes alan bir insan kalmadıgında, ‘gök parçalanır, artık o. yok olmuştur.’ Çünkü direk yok olmuştur ve direk insandır.

İnsanla birlikte hayat ahirete göç ettiği gibi dünya da insanın ay­rılmasıyla yok olur. Buradan insanın Allah Teâlâ’nın âlemdeki gerçek maksadı, gerçek halifesi ve İlâhî isimlerin ortaya çıkma mahalli olduğunu kesin olarak öğreniriz. O, âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplar: Me­lek, felek, ruh, cisim, doğa, cansız (donuk) ve canlı.

Hacminin ve cisminin küçüklüğüne rağmen, ilâhî isimlerin bilgisi­nin insana tahsis edilmesine ek olarak, Allah Teâlâ onun hakkında ‘göklerin ve yerin yaratılması insanın yaratılmasından daha büyüktür’ demiştir. Çünkü insan, gök ve yerden meydana gelmiştir. Dolayısıyla gök ve yer, insan için ebeveyn gibidir ve bu nedenle Allah Teâlâ o ikisinin değerini in­sandan dolayı yükseltmiştir. ‘Fakat insanların çoğu bilmez.’431 Burada, cisimsel büyüklük kastedilmemiştir, zaten o gözlemle bilinmektedir.

(İnsanın En Büyük İmtihanı)

Şu var ki Allah Teâlâ insanı yaratıklarından hiç kimsenin denenmediği bir imtihanla denemiştir. Bunun nedeni, imtihandaki başarısına göre ya onu Mutlu kılmak ya da bedbaht yapmaktır. Bu meyanda Allah Teâlâ’nın insa­nı denediği imtihanlardan biri, onda fikir diye isimlendirilen bir güç ya­ratması ve söz konusu kuvveti akıl diye isimlendirilen başka bir gücün hizmetkârı yapmasıdır. Allah Teâlâ, fikrin efendisi olmakla beraber, aklı fikrin verdiği şeyi almaya mecbur etmiştir. Fikir kuvveti için ise sadece hayal gücünde bir imkân yaratmış, hayal gücünü de duyu gücünün verilerini toplayan bir mahal yapmış, bu mahal için musavvire (tasvir eden güç) denilen bir güç yaratmıştır. Binaenaleyh hayal gücünde ancak duyunun veya musavvire gücünün verileri bulunur. Musavvire gücünün mad4esi, duyulardandır. Böylece o, dış varlıkları olmayan fakat bütün parçalan duyusal olarak mevcut suretler oluşturur.

Şöyle ki: Akıl, kendisinde teorik bilgilerden hiçbir şey bulunmaksı­zın duru yaratılmıştır. Fikre denilmiş ki: Bu hayal gücünde bulunan gerçek ve yanlışı ayırt et.-Böylece fikir, kendisi için gerçekleşen şeye gö­re araştırır: Bazen bir kuşkuya düşer, bazen ise o konuda bilgisi olmak­sızın kanıt elde eder. Fakat kanıtlardan kuşku formlarım bildiğini ve bir bilgi elde etmiş olduğunu zanneder. Bu esnada, bilgileri elde edişte da­yandığı maddelerdeki eksikliğe bakmaz. Akıl da ondan bunları alır ve onlarla hüküm verir. Bu durumda bilgisizliği, bilgisinden kıyaslanama­yacak kadar çoktur.

Sonra Allah Teâlâ kendisini bilmeyi bu akla yüklemiştir. Bunun nedeni söz konusu bilmede başkasına değil kendisine dönsün diyedir. Hâlbuki akıl, ‘düşünmüyorlar mı (fikir)’431 ‘düşünen (tefekkür) bir toplum için433 gibi ayetlerde Hakk’kın kastettiğinin zıddını anlamış, (Hakka başvurmak ye­rine) fikre başvurmuş, onu uyulan bir önder saymış, Hakkın tefekkür etmek derken neyi kastettiğini gözden kaçırmıştır: Hâlbuki Allah Teâlâ onu tefekkür edip Allah Teâlâ’yı bilmede Allah Teâlâ’nın bildirmesinden başka yol olmadı­ğını anlamaya çağırmıştır. Böylece kişiye hakikat bulunduğu hal üzere görünür. Binaenaleyh her akıl bu anlayışa ulaşamaz, onu sadece pey­gamber ve velilerinki gibi Allah Teâlâ’nın seçkinlerinin akılları anlayabilir.

Ne garip! Allah Teâlâ Âdem’in sırandan zürriyetini alıp onları kendileri­ne karşı tanık tuttuğunda, tefekkürleriyle mi evet (sen bizim Rabbimiz­sin) demişlerdi? Hayır! Yemin olsun ki, hayır! Bellerinden alıp onlara bu tanıklığı yaptırırken insanların evet demesi, Hakkın bir ihsanı ve lütfüydü. Fakat onlar, Allah Teâlâ’yı bilmede müfekkire gücüne döndüklerinde ise Allah Teâlâ’yı bilmede tek bir yargıda dahi birleşmemiş, her grup bir yöne gitmiş, en korunmuş İlâhî mertebe hakkında görüşler çoğalmış, fikir mensupları Allah Teâlâ hakkında olabildiğince cüretli davranmıştır. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın insanda fikir gücünü yaratmasının yol açtığını söyledi­ğimiz sınanmadan kaynaklanır.

Allah Teâlâ ehli ise sorumlu tutuldukları O’na inanma ve O’nu bilmede Allah Teâlâ’ya muhtaç olmuş, bu ve bunun dışındaki her durumda kendilerin­den istenilen şeyin Hakka dönmek olduğunu anlamıştır. Bu bağlamda onların bir kısmı ‘marifetine, marifetini bilememekten başka yol yarat­mayan Allah Teâlâ’yı tenzih ederim’ demiş, bir kısmı, ‘idrak edememeyi idrak idrak’tir’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘ben seni hakkıyla övemem’ de­miştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Onlar O’nu ihata edemez.’434 Böylelikle Allah Teâlâ ehlinin hepsi, kendisini bilmede Allah Teâlâ’ya başvurmuş, O’nun mer­tebesi hakkında düşünmeyi (tefekkür) terk etmiş, yine de düşünme gü­cüne de hakkını vermiş ve onu düşünmenin uygun olmadığı yere taşı­mamışlardır. Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmek, bir hadiste yasaklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ sizi kendisinden sakındırır.’435 Böy­lece Allah Teâlâ ehline marifetinden verdiğini vermiş, yaratıklarından ve mazharlarından gösterdiğini göstermiştir. Böylelikle onlar, tefekkür öl­çülerine göre imkânsız sayılan bir şeyin İlâhî bir nispet yönünden im­kânsız olmayabileceğini anlamıştır.

Bu bahsi, kısmen Âdem’in toprağının kalıntısından yaratılmış yer ve başka yerlerde izah edeceğiz.

Binaenaleyh, akıllı kişinin Allah Teâlâ’ya şu inançla ibadet etmesi gerekir: Allah Teâlâ mümkün, imkânsız ya da büsbütün imkânsız ‘her şeye güç yetire­bilir.’ O’nun kudreti, her şeye nüfuz eder, ihsanı geniştir. Onun yaratı­şında herhangi bir tekrar yoktur. Her şey, yarattığı ve bekâsını dilediği bir cevherde meydana gelen benzerlerdir. Allah Teâlâ dileseydi hiç kuşkusuz, söz konusu cevheri her nefes yok ederdi. ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilâh olmayandır: O azîz ve hakimdir.’*36

***

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Âdem'in Çamurunun Kalıntısından Yaratılıp Hakikat Arzı Diye İsimlendirilen Yerin Bilinmesi Bu Arzdaki Sırların ve Garipliklerin Zikredilmesi

Ey kız kardeşim, dahası ey akledilir halacığım Sen bizim nezdimizde bilinmeyen anneciğimizsin Oğullar sana babalarının kız kardeşi diye baktı Arzulu bir himmetten hareketle birbiriyle yarıştılar Oğullardan az bir kısmı hariç, çünkü onlar                                                           ,

En nefis şekilde sana sevgi duydu

Ey halacığım! Söyle: Kendi sırrını nasıl izhar etti

Sende, kardeşin, gerçek bir şekilde

Ta ki zatının benzerinden bir âlem göründü

Kuşkusuz verâ’nın Rabbi vekil atamadan hoşnut oldu

Sen imamsın, kardeşin de imam

İmam olunan ise ona benzeyenlerdir                       ,             '

(Hurma Adem’in Kız Kardeşidir)                                                          '

Bilmelisin ki: Allah Teâlâ, oluşmuş ilk beşerî cisim olan Âdem’i (as) yaratıp onu beşerî bedenlerin varlığının aslı yaktığında, Âdem’in toprağından bir kısım artmış, Allah Teâlâ bu fazlalıktan bir hurma yaratmış­tır. Bu hurma Âdem’in kız kardeşi, bizim ise halamızdır. Şeriat onu ha­la diye isimlendirmiş ve onu mümine benzetmiştir. Hurmanın diğer bitkilerde olmayan garip sırları vardır. Allah Teâlâ hurmayı yarattıktan sonra, gizlilikte susam kadar bir çamur artmıştı. Ardından Allah Teâlâ artıkta geniş bir arz yaratmıştır. Arş, Kürsü, gökler, yerler ve toprak altı, cenneder ve cehennemin içerdiği her şey ona yerleştirilseydi, ipe atılmış düğüm kadar olurdu. Bu arzda değeri hesaplanamayacak gariplikler ve bilin­mezlikler vardır, oranın durumu akılları hayrete düşürür. Her nefeste Allah Teâlâ orada alemler yaratır. (Söz konusu âlemler) ‘Bıkıp usanmaksızın gece gündüz tespih ederler.’

Allah Teâlâ’nın büyüklüğü o arz içinde ortaya çıkmıştır. Hakkın kudretini müşahede edene Allah Teâlâ’nın büyüklüğü orada göründüğü gibi aklın im­kânsız saydığı pek çok şey o arzda mevcuttur. Orası Allah Teâlâ’yı bilen arifle­rin gözlerinin baktığı yerdir ve orada dolaşırlar. Allah Teâlâ o arzın âlemleri içinden bizim suretlerimize göre bir âlem yaratmıştır ki o âlemi arife gösterdiği vakit, arif nefsini onda müşahede eder. Kendisinden gelen bir rivayette Abdullah b. Abbas buna benzer bir şeye işaret etmiştir. Abdullah b. Abbas ‘Bu Kabe’dir ve o on dört evden bir evdir’ der. Ay­rıca ‘Yedi kat yerin her birisinde bizim benzerimiz olan yaratıklar var­dır, hatta onların arasında benim gibi İbn Abbas vardır’ demiştir. Keşif ehline göre, bu rivayet doğrudur.

(Hakikat Arzında Rahmet Meclisi)

Şimdi tekrar bu arzı ve onun genişliğini, kendisinde ve kendisinden yaratılmış âlemlerin çokluğunu, ariflere orada meydana gelen tecellileri zikretmeye dönelim:

Bir arif, benim de tanık olarak öğrendiğim şöyle bir durumu bil­dirdi: ‘Bir gün o âlemde rahmet meclisi denilen bir meclise girdim, o meclisten daha garip bir meclis asla görmedim. Ben orada iken, bana ilâhî bir tecelli oldu. Bu tecelli beni kendimden almamış, aksine beni kendimle baş başa bırakmıştı.

Bu durum, söz konusu arzın özelliklerinden birisidir. Çünkü arifle­re burada (dünyada) bedenlerindeyken gelen tecelliler, onları kendile­rinden alır ve müşahedelerinden habersiz bırakır. Bu durum peygam­berler, veliler ve söz konusu tecellinin kendileri için gerçekleştiği herkes için böyledir. Aynı şekilde, yüce gökler âlemi, en muhteşem Kürsü, en yüce kuşatıcı Arş âleminden de söz konusu insanlar için ilâhî tecelli meydana geldiğinde, onları kendilerinden geçirir (fena) ve bayılırlar. Bu arz, keşif sahibi-arif kendisinde bulunup tecelliye mazhar olduğunda tecellinin, onu müşahedesinden habersizleştirmediği ve varlığından ko­parmadığı bir âlemdir. Böylece keşif sahibi için bu âlemde görme ve konuşma bir araya getirilir.

(Arif şöyle devam etti:) ‘Girmiş olduğum bu mecliste (rahmet meclisi) anlamlarının kapalılığı, görülmeden algılanamayışı ve bu gibi şeylerin bulunmayışı nedeniyle zikredilemeyecek işler ve sırlarla karşılaş­tım. O arzda kıymetim Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bilmediği bostanlar, bahçeler, canlılar, madenler vardı. Orada bulunan her şey, tıpkı bütün canlı ve konuşanlar gibi canlı, konuşan ve düşünendi. Yoksa şeyler, dünyada bulundukları gibi orada bulunmazlar. Orada bulunan şeyler ölümsüzdür, yok olmaz, değişmez ve ölmez.  -

Hakikat arzı, kendi âlemi ya da özellikle bize ait ruhlar âleminin dı­şında, beşerî doğadaki doğal cisimlerden hiçbir şeyi kabul etmez. Dola­yısıyla arifler oraya bedenleriyle değil, ruhlarıyla girer. Binaenaleyh o âleme girerken beden heykellerini bu dünyada bırakıp soyudanarak oraya girerler.

Hakikat arzında tuhaf biçimli ve örneksiz yaratılışta suretler vardır. Bu suretler, içinde bulunduğumuz yeryüzü, gök, cennet ve cehennem gibi âlemi gören patika yolların başlarına durmuşlardır. İnsan, cin, me­lek ya da cennet ehli gibi hangi türden olursa olsun, bilgisinden ve be­deninden soyudanmak şartıyla ariflerden birisi bu arza girmek istedi­ğinde, bu suretleri yol ağızlarında dururken bulur. Onlar bu işlere gö­revlendirilmiş ve Allah Teâlâ onları bu işin sorumlusu yapmıştır, görevlen­dirmiştir. Arif içeri girince içlerinden birisi, arife koşar ve makamına göre ona bir elbise giydirir, elinden tutar, onu bü arzda dolaştırır. ‘Di­lediği yerde onu yerlqtirir.’ Allah Teâlâ’nın yaratıkları üzerinde derince düşü­nür. Bir taşla ya da ağaçla ya da çamurla ya da herhangi bir şeyle karşı­laşıp da onunla konuşmak isterse tıpkı arkadaşıyla konuştuğu gibi onunla konuşur. Onlarm farklı farklı dilleri vardır.

Bu arz, içine giren herkese içerdiği bütün dilleri anlama özelliği ka­zandırır. Arif orada işini tamamlayıp yerine dönmek istediğinde, kendi­sini orada ağırlayan refakatçi, hakikat arzına girdiği yere kadar ona eşlik eder. Sonra, refakatçi kendisiyle vedalaşır, içeri girerken ona giydirdiği elbiseyi çıkartır, sonra arif, oradan ayrılır.

Bu esnada arif, bir miktar ilim ve kanıt elde etmiş, daha önce mü­şahede yoluyla sahip olmadığı Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi artmıştır. Bu arzdaki kadar anlayışın hızla gerçekleştiği başka bir yer görmedim.’

(Şeyh Evhadüddin el-Kirmanî’nin Şeyhiyle Olan Hikâyesi)

Bu âlem ve yaratılışta (dünyada) bu ifadeleri destekleyen şeyler bi­ze görünmüştür. Binaenaleyh bir kısmı, görüp zikretmeyeceğimiz şey­lerdir. Bir tanesi ise Evhadüddin Hamid b. Ebu’l-fahr el-Kirmanî’nin bana anlattığı hikâyedir. Şöyle demiştir: ‘Gençken bir şeyhe hizmet edi­yordum. Şeyh hastalandı, kendinden geçmiş bir haldeydi ve karın ağrısı çekiyordu. Tikrit’e ulaştığımızda kendisine şöyle dedim:

-Efendim! Müsaade ediniz, Sincar hastanesinin sahibinden size te­davi edici bir ilaç arayayım.

İçimin yandığını görünce, ‘Pekâlâ! Git5 dedi.

Evhadüddin şöyle devam eder: ‘Vakıf sahibine vardım. Adamları önünde ayakta durduğu halde çadırında oturuyordu, önünde bir lamba vardı. Ne o beni ne ben onu tanıyordum. Bir anda cemaat arasında be­ni gördü. Bana doğru kalktı, ellerimi tuttu, hoş geldin dedi ve ‘ne isti­yorsun?’ diye sordu. Kendisine şeyhimin halini anlattım. Bir ilaç getirt­ti, onu bana verdi, ardından bana yardımcı olmak üzere refakatimde benimle beraber çıktı. Kandili taşıyan kişi önündeydi. Şeyh onu görür ve sıkıntı duyar diye endişe ettim. Bu nedenle, geri dönmesi için ısrar ettim, o da geri döndü.

Şeyhe geldim, ilacı arz ettim. Vakıf sahibi bey’in bana yaptığı ik­ramları anlattım. Şeyhim, tebessüm etti ve şöyle dedi:

-‘Evladım! Benden dolayı içinin yandığını görünce, sana acıdım ve bu nedenle izin verdim. Gittiğinde ise sana iltifat etmeyerek bey’in seni mahcup edeceğinden endişelendim. Bunun üzerine, bu bedenimden soyudanıp o bey’in bedenine girdim ve yerine oturdum. Sen geldiğin­de, sana ikram ettim ve gördüklerini senin için yapıp kendi bedenime döndüm. Benim ilaca ihtiyacım yok ve onu kullanmayacağım.’

Hikâyedeki şeyh, başkasının suretinde görünmüş bir şahıstır. Ha­kikat arzının ehli nasıldır var hesap et?

(Hakikat Arzının Toprağı ve Meyveleri)

Bir arif bana şöyle dedi: ‘Hakikat arzına girdiğimde, orada bütünü misk kokan bir yer gördüm. İçimizden birisi bu dünyada o kokuyu koklasaydı, kokunun gücünden yok olurdu. Onun kokusu, Allah Teâlâ’nın di­lediği kimselere uzanır. Orada kırmızı-yumuşak altından yapılmış bir yere girdim. Orada hepsi altından olan ağaçlar vardı. Ağaçların meyve­leri de altındı, insan portakal veya başka bir meyveyi alıp yer ve onun tadının, hazzının ve kokusunun güzelliğinden kimsenin betimleyemeyeceği bir tat görür. Cennet meyveleri onun karşısında eksik kalırken, dünya meyveleri nasıl onunla kıyaslanır? Cisim, şekil, suret hep altındır. Suret ve şekil, bizdeki meyve ve onun şekli gibidir, tatta ise farklıdır. Meyvede hiçbir nefsin tahayyül edemeyeceği orijinal nakış ve nefis süs­lemeler vardır. Nerede kaldı ki bir göz onu görebilsin?

Oradaki büyük meyvelerden birisini gördüm. Söz konusu meyve, gök ve yer arasına konulmuş olsaydı yeryüzünde bulunan insanlar gök­yüzünü göremezdi; yeryüzüne konulsaydı ona kat be kat fazla gelirdi. Onu yemek isteyen kimse büyüklüğü bilinen elinin avucuyla ona uzansaydı, yine de onu avuçlayabilirdi. O meyve havadan daha lâtiftir, fakat kişi, bu büyüklüğüne rağmen onu elinde tutar. İşte bu, akılların dünya­da imkânsız saydığı bir iştir. Zünnûn el-Mısrî, onu gördüğünde büyü­ğü küçültmeden, küçüğü büyültmeden ya da darı genişletmeden, geiıişi daraltmadan, büyüğün küçüğün üzerine yerleştirilmesi hakkında kendi­sinden rivayet edilen şeyleri söylemiştir. O halde portakal zikrettiğimiz gibi büyüktür, küçük el ile onu tutmak ve kendisini kavramak müm­kündür. Bunun niteliği ise bilinmez, görülür, onu sadece Allah Teâlâ bilebilir. Bu bilgi, Allah Teâlâ’nın kendisine ayırdığı bilgilerdendir. Bize göre zamansal bir gün, onlara göre pek çok senedir. Bu yerin zamanları, farklı farklıdır.

Şöyle devam etti: ‘O arz içinde başka bir arza daha girdim ki, gö­rünüşte beyaz gümüşten, ağaçları, nehirleri ve hoş meyveleri olan bir yerdi. Hepsi gümüştendi. Onun ahalisinin bedenleri, bütünüyle gümüş­tü. Aynı şeklide, bütün arz: ağaçları, meyveleri, nehirleri, denizleri ve yaratıklarıyla kendi cinsindendi. Meyveleri toplanıp yenildiğinde, diğer yiyecekler gibi tat, koku ve fayda verir. Şu var ki, bu haz nitelenemez ve anlatılamaz.

Orada bembeyaz kâfurdan bir yere girdim. İçinde çeşitli mekânlar vardı. Birisi ateşten daha sıcaktı, insan onun içine girer ve o insanı yakmaz. Oradaki bazı mekânlar, ılık, bazı mekânlar soğuk idi. Bu bü­yük yerdeki arzlardan her birisi o kadar büyüktü ki, gök onun içine ko­nulmuş olsaydı, arza kıyasla iplikteki bir düğüm kadar kalırdı. Hakikat âlemindeki bütün arzlar içinde bana göre en güzel ve mizacıma en uy­gun olan arz, Zağferân arzı idi. Orada gördüğüm arzlar içinde, onlar­dan daha açık gönüllü ve kendilerine gelenlere karşı daha güler yüzlü hiç kimse yoktu. Onu merhaba ve hoş geldin diyerek karşılayabiliyor­du.

Oranın yiyeceklerinin bir özelliği, her hangi bir şeyi yerken meyve­sinden bir parça kopardığında, koparır koparmaz yerine yenisinin bit­mesidir. Ya da, her hangi bir meyveyi dalından aldığında, onu alır al­maz benzeri meydana gelir. Bu o kadar hızlıdır ki, ancak zeki kişi fark edebilir. Dolayısıyla yenilen şeyde asla eksiklik görünmez.

Kadınlarına baktığımda, onlara kıyasla cennetteki hurilerin hurilere kıyasla dünyadaki beşer-kadınları gibi olduğunu gördüm. Onlarla cinsel ilişki ise hiçbir hazza benzemez. Oranın ahalisi, kendilerine gelen kişile­ri en çok seven yaratıklardır. Onlarda teklif yoktur, bilakis Hakka hür­met ve O’nu yüceltme özelliğinde yaratılmışlardır. Buna aykırı bir şey isteseler bile yapamazlar.

Binalarına gelince, bir kısmı onların himmetlerinden (niyet), bir kısmı ise tıpkı bizdeki gibi, araç kullanmak ve güzel sanat sayesinde meydana gelir.

Hakikat arzının denizleri birbiriyle karışmaz. Nitekim Allah Teâlâ ‘iki de­nizi birbiriyle buluşmak üzere salıvermiştir; aralarında berzah vardır ka­vuşmazlar437 buyurur: Böylece altın denizinin dalgalarını komşuluk iliş­kisiyle demir denizine vurduğu gözlenir. Bu esnada onlardan birisinden diğerine hiçbir şey katışmaz. Denizlerin suları, hareket ve akışta hava­dan daha lâtiftir. Suları o kadar durudur ki, içerken sudaki hiç bir canlı ya da suyun üzerinden aktığı yerden hiçbir şey sana gizli kalmak. On­dan içmek istediğinde, içilen hiçbir şeyde bulamayacağın bir hazzı bu­lursun.

‘Onun yaratıkları tenasül olmaksızın diğer bitkiler gibi orada yeti­şir. Hatta onlar bizim âlemimizde haşerelerin meydana gelişi gibi (top­rağın kokuşmasından), onun toprağından oluşur. Onlarm erlik suların­dan cinsel ilişkide çocuk meydana gelmez ve cinsel ilişkileri sadece arzu ve haz içindir.

Binekleri sürücünün isteğine göre büyür veya küçülür. Bir şehirden başka bir şehre yolculuk yaptıklarında, karadan ve denizden giderler. Karada ve denizde yürüyüşlerinin hızı ise gözün gördüğü şeyi algılama­sından hızlıdır.

Hakikat arzının ahalisi, farklı hallerdedir. Bir kısmında arzular, bir kısmında Hakkın mertebesini yüceltme baskın gelmiştir. Orada dünya renkleri içinde hiç tanımadığım renkler, altın ya da balar olmadığı halde altına benzeyen madenler gördüm. Orada duruluk nedeniyle gözün kendilerinden geçtiği inci ve yakuttan şeffaf taşlar gördüm.

(Hakikat Arzının Gariplikleri)

Orada bulunan en garip şeylerden birisi, havaya benzeyen bayağı cisimlerdeki renklerin algılanmasıdır. Algı, kesif cisimlerdeki renklere iliştiği gibi onlarm renklerine ilişir. Şehirlerinin kapılarında yakut taş­lardan belgeler vardı. Bu taşlardan her birisi, beş yüz kulaçtan fazlaydı. Kapının havadaki yüksekliği fazladır. Ona o kadar silah ve zırhlar asıl­mıştı ki, bütün arzın mülkü toplansa onları (satın almaya) yetmezdi.

Orada güneş olmaksızın ardışık olarak gelen karanlık Ve ışık vardı. Karanlık ve ışığın art arda gelmesiyle, zamanı bilirler. Karanlıkları gözü algıladığı şeyden perdelemediği gibi ışık da onu perdelemez. Onlar, düşmanlık ve kötü niyet ya da açık bir bozgunculuk olmaksızın savaşır­lar. Denizde yolculuk yaptıklarında ve denize daldıklarında, deniz suyu böyle bir durumda bizi yuttuğu gibi, onları yutmaz. Bilakis deniz için­de su canlıları gibi yürür (yüzer), böylece sahile çıkarlardı. O arzda öyle zelzeleler olur ki, bizim dünyamızda gerçekleşseydi, yeryüzü değişir ve üzerinde bulunan herkes yok olurdu.’

Şöyle demiştir: ‘Bir gün onlardan bir toplulukla sohbet ederken, bir anda güçlü bir zelzele oldu. Sağa sola koşuştururken, göz göreme­yecek şekilde çocukların kaçıştığını gördüm. Ne olup bittiğinin farkında değildik. Adeta toprağın üzerinde onun bir parçası gibiydik. Zelzele bi­tip yeryüzü sakinleştiğinde, topluluk elimi tuttu, adı Fatma olan kızı­mın evine yerleştirdi. Topluluğa dedim ki:

-‘Onu annesinin yanında sağlıklı olarak bırakmıştım.’

Şöyle karşılık verdiler:

, -‘Doğru söylüyorsun, fakat bu arz, yanımızda biri varken asla bizi sallamamıştır. Bunun yegâne istisnası, yanımızdaki şahsın veya bir ya­kınının ölmüş olmasıdır. İşte zelzele, kızının ölümünden dolayı meyda­na geldi. Onun durumuna bir bak!’

Ben de, Allah Teâlâ’nın dilediği süre, onlarla oturdum. Arkadaşım ise beni bekliyordu, ayrılmak istediğimde yolun ağzına kadar benimle yürüdü­ler. (İçeri girerken bana giydirdikleri) elbiselerini aldılar ve evime gel­dim. Eve geldiğimde arkadaşımla karşılaştım ve bana şöyle dedi:

-‘Fatma can çekişiyor!

Hemen yanına girdim, yanına girer girmez kızım canım teslim etti. O esnada Mekke’deydim, cenazesini hazırladık, Ma’lâ’da defnettik.’

Bü olay, hakikat arzı hakkında bana bildirilen şeylerin en gariple­rinden birisidir.

(Şöyle devam etti) ‘Orada ahalisinin tavaf ettiği örtüsüz bir Kâbe gördüm. Mekke’de bulunan Kâbe’den daha büyük dört duvarı vardı. Kendisini tavaf ederken onlarla konuşur, onları selâmlar, sahip olma­dıkları bilgileri kendilerine verirdi.’

‘Hakikat arzında, su gibi akan topraktan bir derya gördüm. Demi­rin mıknatısa akıp ona yapışması gibi birbirlerine akan (çekilen) küçük ve büyük taşlar gördüm. Demirin mıknatıstan ayrıştırılması örneğinde­ki gibi, bir ayırıcı ayırmadığında -ki bunu engelleme gücüne sahip de­ğildirdoğaları gereği birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Bu yerin taşları ve doğaları baş başa bırakıldığında, belirli bir mesafe ölçüsünde birbirleri­ne akıyordu. Böylece bir taş diğerine eklenir ve bir gemi sureti meyda­na gelirdi.

Onlardan (meydana gelmiş) küçük binekler ve iki sandal gördüm. Gemi ya da sandal bu taştan oluştuğunda (kaynaştığında), toprak deni­zine atıyorlar ve ona binip diledikleri şehirlere gidiyorlardı. Şu var ki, geminin tabanı toprak ya da kumdan idi ve parçaları özel bir şekilde birbirlerine bağlanmıştı. Bütün gördüklerim içinde, o gemilerin deniz-

de yüzüşünden daha tuhafını görmedim. Bineklerin yapılış tarzı, aynıy­dı. Şu var ki, geminin arka bölümündeki iki kanatta iki büyük silindir vardı ki, boyü gemiden yüksekti. Bineğin yeri, arka bölümden iki silin­dir arasındaki yere kadar açıktı ve denizle eşitti. Denizin kumu o açık yerden içeri giremiyordu. Şekli şöyledır:

(Hakikat Arzının Şehirleri)

Bu arzda nur şehirleri denilen şehirler vardır. O şehirlere ariflerden sadece bütünüyle seçilmiş ve istenilmiş kimseler girebilir. Bunlar on üç şehirdir ve aynı yüzeyde değildir. Yapılışları tuhaftır. Şöyle ki: Bu arz­daki herhangi bir yere yöneldiklerinde, orada büyük surları olan küçük bir şehir kurarlar. Bir süvari, orayı dolaşmak istediğinde şehrin etrafını ancak üç yılda dolaşabilirdi. Şehre yerleştiklerinde, onu menfaat, mal ve silahlarının koruyucusu yaparlar. Daha sonra şehrin bir köşesine şehrin burçlarından daha yüksek ve onları çevreleyecek burçlar dikmişlerdi. Binayı taşla uzatmışlar, böylece şehir için âdeta evin çatısı haline gel­mişti. Bu çatıyı, üzerinde öncekinden büyük bir şehir inşa ettikleri arz haline getirmiş, o şehri imar edip yurt edinmişlerdi. Bu şehir de onlara dar geldiğinde, üzerine daha büyük bir şehir yapmışlardı. (Şehir daral­dıkça) şehirleri artırmaya devam etmişlerdir.

/ Böylece şehirlerin sakinlerinin sayısı sürekli artar. Onlar şehir kur­makla tabaka tabaka yükselmiş, böylece on üç şehre ulaşmıştır.’

(Hakikat Arzının Hükümdarları)

(Şöyle demiş): ‘Onlardan bir süre ayrıldım, sonra tekrar yanlarına girdim. Bir de gördüm ki, birisi diğerinin üzerinde iki şehir daha kur­muşlar. Lütufkâr ve sevecen hükümdarları vardır. Onlardan bir grupla sohbet ettim. Hükümdarlardan birisi tali (sonra gelen) -ki o tabidir (uyan)idi ve Himyer’deki prens mesabesindeydi. Allah Teâlâ’yı ondan daha fazla zikreden bir hükümdar görmedim. Kuşkusuz Allah Teâlâ’yı zikretmek, onu mülkünü yönetmekten alı koymuştu. Ondan yararlandım ve be­nimle çokça oturdu. Onlardan birisi de Zu’l-Urf idi. Büyük bir hüküm­dardı. Hakikat arzının hükümdarları içinde, hükümdar elçilerinin daha çok geldiği kimse görmedim. Zu’l-Urf çok hareketli, yumuşak ve şef­katli birisiydi. Herkes ona ulaşabilirdi. Konuklarına lütufkârdı. Fakat öfkelendiğinde öfkesinin karşısında hiçbir şey duramazdı. Allah Teâlâ ona di­lediği gücü vermişti.

Arzın denizinin hükümdarını gördüm. Hükümdar, kendisine yaklaşılamayan Sâbih adındaki birisiydi. O, kendisine yönelen kişilerle pek az otururdu, hiç kimseye iltifatı yoktu. O hükümdar, kendisinden iste­nilen şeyle değil düşündüğü kimseyle beraberdi. Ona Sâbık adındaki büyük bir sultan komşuydu. Bir konuk huzuruna girdiğinde oturduğu yerden ona doğru kalkar, yüzünde bir tebessüm meydana gelir, onun gelişi nedeniyle muduluğunu gösterir, kendisinden bir şey istenilmeden muhtaç olunan her şeyi konuğa sunardı. ‘Bunun sebebi nedir?’ diye sorduğumda şöyle yanıt verdi:

-‘İstek sahibinin yüzünde herhangi bir yaratıktan bir şey istemenin horluğunu görmek istemem. Çünkü kimsenin Allah Teâlâ’dan başkasının kar­şısında hor ve hakir olmasını kabul edemem. Herkes Allah Teâlâ karşısında tevhit kapladığı üzere bulunuyor değildir ve yüzlerin çoğu Allah Teâlâ’dan perdelenmekle beraber konulmuş sebeplere çevrilmiştir. Bu durum, ko­nuğa ikram hususunda gördüğün şeyi hemen yapmamı sağlıyor.’

(Dedi ki) ‘el-Kâim bi-emrillah (Allah Teâlâ’nın emrini uygulayan) diye ad­landırılan başka bir hükümdarın huzuruna girdim. Bu hükümdar, Hak­kın büyüklüğü kalbini kapladığı için, kendisine gelen konuğa iltifat et­miyor, farkına bile varmıyordu. Ariflerden ona konuk olanlar, bulun­duğu durumda onun halini görmek için geliyordu. Onu hor-suçlu bir köle gibi iki elini göğsüne bağlamış, gözlerini ayaklarına dikmiş, kılı bi­le kıpırdamadan ve hiçbir eklemi oynamadan dururken görürsün. Nite­kim sultanlarının karşısında bir topluluğun hali şöyle betimlenmiştir: Sanki bir kuş var başlarında (bu duruş), zulüm değil, hürmet korkusundandır.

Arifler bu hükümdardan murakabe halini öğrenir. Şöyle devam et­ti: ‘Râdi‘ denilen görünüşü heybetli, konuşması tatlı ve çok kıskanç bir hükümdar gördüm. Sürekli, hakkında düşünmekle sorumlu olduğu şeyi tefekkür ediyordu. Hakkın yolundan birisinin çıkağını gördüğünde, onu Hakkın yoluna döndürürdü.’

Şöyle demiştir: ‘Onunla sohbet ettim ve kendisinden yararlandım. Onların hükümdarlarının pek çoğuyla oturdum, Allah Teâlâ korkusundan kaynaklanan pek çok garipliklerini gördüm. Onları yazsaydım, hiç kuş­kusuz, hem yazanı ve hem dinleyeni kör ederlerdi. Bu nedenle, bu arzın sırlarından bu kadarıyla yetindik. Onun şehirleri, sayıca sıılırsızdır ve şehirleri köylerinden daha çoktur. O şehirleri yöneten hükümdarlar ise on sekiz kişidir. Onların bir kısmım zikrettik, bir kısmı hakkında, ise sustuk. Her sultanın kendine özgü bir yaşantısı ve başkasına ait olma­yan hükümleri vardır.’

(Hakikat Aranın Yönetimi)

Şöyle dedi: ‘Bir gün yönetim tarzlarım görmek için divanlarına girdim. Gördüklerimden birisi şuydu: Onların arasında hükümdar, ne kadar olurlarsa olsunlar yönettiklerinin rızkını karşılayan kimseydi. Ye­mek hazırlanınca, tahsildar dedikleri ve her evin elçileri olan sayısız ya­ratık'beklerdi. Görevli kişi, ailesi ölçüsünde ona mutfaktan veriyor, tah­sildar da yemeği alıp ayrılıyordu.

‘Halkın rızkım dağıtan kişi ise tahsildarlar sayısınca ellere sahip tek kişiydi. Böylece aynı anda her şahsın yemeğini kabına doldurabiliyor ve yemeğini alan kişi de ayrılıyordu. Yemekten artan kısım bir depoya kal­dırılıyordu. Bu dağıtıcı tahsildarların işini tamamladığında, depoya gi­rer ve yemeğin kalanını oradan alır, onu hükümdarın sarayının kapısı önündeki yoksullara dağıtır, onlar da verilen yemeği yerdi. Her gün böyle yapılırdı.

‘Her hükümdarın hazinedar diye isimlendirilen ve depodan sorum­lu yakışıldı bir adamı vardı. Hükümdarın sahip olduğu her şey onun ta­sarrufuna bırakılmıştı. Onların yasalarından birisi şuydu: Hükümdar haznedarı bir kez görevlendirdiğinde, artık onun azledilmesi söz konu­su değildi. Onların içinde hareketleri beni şaşırtan bir şahıs gördüm. O hükümdarın yanında, ben ise hükümdarın sağında oturuyordum. Hü­kümdara sordum:

-Bu adamın sizin yanınızdaki konumu nedir?

Hükümdar gülümsedi ve şöyle cevap verdi:                            '

-Ne o, garipsedin mi?

Cevap verdim:

-Evet!

Hükümdar şöyle dedi.

-Bu adam, bize evleri ve şehirleri yapan mimardır. Bütün bu gör­düklerin onun eserleridir.

Sarraf çarşılarını gezdiğimde her şehirde ve hükümdarın yönetimi altındaki şehirlerde tek bir paranın geçtiğini gördüm.’

Şöyle dedi: ‘Onların her durumdaki gidişadarını böyle gördüm: Her işi tek kişi yapıyordu, fakat yardımcıları vardı.’

‘Bu hakikat arzının insanları Allah Teâlâ’yı en çok bilen kimselerdi. Aklın bizim nezdimj^deki kanıt nedeniyle imkânsız saydığı her işi burada mümkün ve gerçekleşmiş gördük. Kuşkusuz ‘Allah Teâlâ her şeye güç yetirendir.’ Böylece akılların eksik olduğunu ve Allah Teâlâ’nın iki zıddı bir araya getirebildiğini, bir cismi iki mekânda bulundurabildiğini, arazın kendi başına varlığını sürdürebildiğini, yer değiştirebildiğini, cevherin cevher ile ayakta durduğunu öğrendik. Aklın zâhirî anlamını tevil ettiği bize gelmiş her ayet ve hadisi hakikat arzında zâhirî anlamıyla bulduk. Cin ve melek gibi ruhsal bir varlığın şeklini aldığı ya da uykuda içinde insanın kendisini gördüğü her suretin hakikat arzının bedenlerinden ol­duğunu gördük. Onların bu arzdan özel bir yeri vardır. Hakikat arzının sakinlerinin bütün âleme uzayan bağları vardır. Her bağ üzerinde de bir emanetçi vardır. Bu emanetçi, bir ruhun elindeki suretlerden birisine is­tidat kazanmış olduğunu gördüğünde, hemen o sureti o ruha giydirir. Buna örnek olarak, Dıhyetü’l-Kelbî suretinin Cebrail’e giydirilmesini verebiliriz.

Bunun sebebi şudur: Allah Teâlâ bu arzı berzahta meydana getirmiş, on­dan ruhanîlerin giymiş olduğu bu bedenlere ait bir mevzi belirlemiştir. Nefisler de, uykuda ve ölümden sonra oraya intikal eder. Binaenaleyh biz de onun bir âlemindeniz. Bu arzın bir ucu vardır ki, cennete girer ve çarşı (suretler çarşısı) diye isimlendirilir. Biz sana bu arzın âleme ba­kan yönünün nasıl uzadığının misalini açıklayacağız: İnsan kandile, gü­neşe ya da aya bakıp sonra bakan ile aydınlık cisim arasına engeller gir­diğinde, bu aydınlık cisimden göze ışıktan çizgilere benzer şeyler geldi­ği görülür. Bunlar, kandilden göze defalarca ulaşır. Aydınlık cisim ile göz arasuıa giren bu tozlar bakan kişinin önünden yavaş yavaş kalktı­ğında ise (aydınlık cisimden göze doğru) uzamış bu çizgilerin aydınlık cismin içinde dürüldüğü görülür.

‘Aydınlık cisim, bu hakikat âleminden o suretlere ait yerin, cisme bakan kişi ise âlemin, çizgilerin uzaması ise nefislerin uykuda ve ölüm­den sonra ve cennet çarşısında intikal edecekleri ve ruhların giyecekleri suretlerin örneğidir. Bakan ile aydınlık cisim arasında engel olan tozlan giderme fiiliyle bu çizgileri görmeye yönelişin ise istidat kazanmanın örneğidir. Bu çizgilerin bu halde ortaya çıkışları, suretlerin istidat vesi­lesiyle ortaya çıkmasıdır. Perde kalktığında çizgilerin aydınlık cisimde dürülmeleri ise istidat kaybolduğunda suretlerin bu arza dönmelerinin örneğidir.’

Bu açıklamadan sonra artık herhangi bir izah yoktur. Hakikat arzı­nın sırları ve onunla ilgili bilgiler hakkında geniş açıklamaları, özellikle bu konuya dair büyük bir kitabımızda yapmıştık.

On birinci kısım sona ermiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar