OTUZ ALTINCI SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla
BEŞ YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM
Seyr-ü Sülük Eden Müride ve Kemale Ermiş Kimselere Allah Teâlâ’nın İzniyle Fayda Verecek Hikmetli Tavsiyeler
Allah Teâlâ tavsiye etmiş peygamberleri de
Onlara uymak amellerin en iyisi
Tavsiye olmasaydı âlem kör (veya Amâ’da)
kalırdı
Mülk tavsiyeyle döner durur
Ona göre amel et, tavsiyede söylenen yolu
ihmal etme
Tavsiye Allah Teâlâ’nın ezeldeki hükmü
O’nun tavsiyesi üzere bir kavmi zikrettim
Benim için tavsiyede yeni bir durum yok
Söylediklerinden veya sülükteki hükümlerinden başka bir şey olmadı
Sülük hakkındaki hükümleri en doğru yoldur
Ahmed’in getirdiği hidayet dinin bütünü ve
kendisi
Mustafa’nın dini en nurlu din
Göz kapanmadı, aksine tam gücünü verdi ona
Bakıştaki sapmayı doğrulttu
Sırrın ile ondan al, onun merkezlerinden
Ay’a yükselerek, oradan Zühal’e geçerek Sabit yıldızlara yerleş; onların
sahalarına inme Koç burcundan yüce derecelere ulaş Oradan ayakların konulduğu
Kürsü’ye, oradan Kuşatıcı Arş’a oradan şekillere ve benzerlere
Nezih nefse ve tabiata
Arazlar ve illetlerle sınırlanmış akla
Anıâ’ya ve üzerindeki nefse Oradan ezelle
nitelenmiş menzile
Dağ üzerine yerleşmiş dağa bak!
Onu görmüş, sürekli ve daimi olarak
Aşağıdaki ulvilik olmasaydı süfli kısımda
talep etmezdik
Yüzlerimizi aşağı çevirerek secde halinde
Bu nedenle Allah Teâlâ bize secdeyi farz
kıldı Hakkı ulvilikte ve süflilikte görürüz
Bizim tavsiyemiz
budur, iyi düşünürsen!
O bir çözüm, hem de
en güzel çözüm
Her şeyi suretinde
görürsün onunla
Kendi hakikatinde
neyse öyle
En yüce manzarayı
görürsün
Senden başka
tecelligahı yoktur, sürekli öyle
Seni onun pınarına
davet ederse
İcabet etme, korku
üzere kal!
Bizde çocuğu olduğu için ben bir dişiyim Allah
Teâlâ’ya hamdolsun! Âlemde erkek diye bir şey yok
Örfün erkek diye belirledikleri Onlar da
dişi; onlar nefsim, emelim
Tavsiyelerden birincisi şudur: Allah
Teâlâ herkese yapılması gerekli genel tavsiye hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ
Nuh’a tavsiye ettiklerini ve sana vahyettiklerimizi sizin için dinden şeriat
kıldık; ayrıca İbrahim’e ve Musa’ya tavsiye ettiklerini. (Bu tavsiye şudur):
‘Dini doğru uygulayın, tefrikaya düşmeyin.’271 Ayette dinin doğru uygulanmasını
emrederken burada kastedilen her devir ve millederdeki ‘vaktin şeriatıdır’. O
şeriatta bir araya gelmek ve onun hakkında tefrikaya düşmemek lazımdır. Allah
Teâlâ’nın eli cemaade beraberdir ve kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer. Bu
koyun sürüden uzaklaşmış ve sürünün üzerinde bulunduğu (birlik) ayrılmış
kişidir. Bundaki hikmet Allah Teâlâ’nın güzel isimleri (esma-i hüsna)
bakımından ‘ilah’ olarak bilinebileceğidir; güzel isimlerinden mücerret iken
‘ilah’ olarak bilinemez. Bu itibarla zatında tevhid, yani birliğin, isimlerinde
de çokluğun bulunması gerekir. Allah Teâlâ zatı ve isimleriyle birlikte
İlah’ür ve bu anlamıyla O’nun eli -ki kudret demektircemaatle beraberdir.
Bir hakîm ölüm vaktinde toplu bir
şekilde yanında bulunan evlatlarına tavsiyede bulunurken şöyle demiştir: ‘Bana
iki sopa getirin!’ Sopaları getirdiklerinde ‘bunları kırın’ demiş. Sopalar
topluyken onları kıramamışlar. Ardından iki sopayı ayırmış ve bu kez ‘tek tek
kırın’ dediğinde, çocuklar sopaları kırabilmiş! Baba onlara şöyle demiş:
‘İşte! Benden sonra durumunuz bu sopalara benzer! Bir iken asla yenilmezsiniz;
parçalanırsanız düşmanlarınız size galip gelir, sizi yok ederler.’ Dini hakkıyla
uygulayanların durumu da öyledir. Dini uygularken cemaat halinde ve görüş
birliğinde kalıp parçalanmazlarsa, düşman onları yenemez. İnsan da kendi
kendine öyledir. Nefsine Allah Teâlâ’nın dinini tatbik ederken bütün güçlerini
birleştirirse, insan veya cin şeytanlar verecekleri vesveselerle onu yenemez;
bu esnada vesveselere karşı iman kendisine yardım ederken melek de ilhamıyla
yardım eder.
Tavsiye
Herhangi bir yerde Allah Teâlâ’ya
karşı bir günah işlediğinde o yeri terk etmezden önce bir ibadet yapman
gerekir! Böyle yapınca o mekân aleyhine şahitlik edeceği kadar lehinde de
şahitlik eder. İbadeti yaptıktan sonra oradan ayrılabilirsin. Aynı şey
giydiğin elbise için geçerlidir. Allah Teâlâ’ya, giymiş olduğun bir elbise
içindeyken asi olunca, söylediğim üzere, elbisenin içindeyken bir ibadet
yapmalısın. Kestiğin tırnakların, kılların, tıraş ettiğin saçın, sakalın,
bıyığın, yıkanırken üzerinden ayrılan kirlerin vs. bunlardan herhangi birisi
bedeninden ayrılırken taharede ve Allah Teâlâ’yı zikretme halinde bulunmalısın.
Onlar seni nasıl terk ettiklerini sana soracaklardır. Bu durumlarda
yapabileceğin en kolay ibadet emri hakkında Allah Teâlâ’nın tövbeni kabul
etmesi için dua etmendir. Bu durumda O’nun emrine bağlanırken zorunlu bir işi
yerine getirmiş de olursun. O emir ‘Rabbiniz
size bana dua edin, size icabet edeyim’272 ayetinde ifade edilir. Demek ki Allah
Teâlâ sana kendisine dua etmeni emretmiştir. Ayetin devamında da şöyle der: ‘Bana
ibadete karşı büyüklenenleri cehenneme sokacağım.’273 Burada ibadet ile kastedilen duadır
ve benim karşımda zelil olup bana muhtaç olmaktan sarf-ı nazar edenler
demektir. Dua ibadet diye isimlendirilmiş, ibadet de zillet, eziklik ve
yoksulluk anlamına gelir. Onlar cehenneme zelil ve hor bir şekilde
gireceklerken emredileni yapanları ise Allah Teâlâ izzedi bir halde cennete
girmekle ödüllendirir.
Geceleyin maruz kaldığım bir hal
nedeniyle boy abdesti almak üzere hamama gitmiştim. Hamamda arkadaşım
Necmeddin Ebu’l-Meali İbn el-Lehib ile karşılaştım. Bir berber çağırtmış,
saçını tıraş ettiriyordu. ‘Ey Eba’l-Mealü’ diye bağırır bağırmaz, hemen bana
dönerek ‘Ne diyeceğini anladım, zaten abdesdiyim’ diye karşılık verdi. Onun
içinde bulunduğu ‘huzur’ halini ve sürade intikalini görüp bulunduğu durumu
murakabe etmesini, karine-i hali idrakini, neyi söyleyeceğimi anlamasını
taaccüple karşıladım. Ardından şöyle dedim: ‘Barekellah! VAllah Teâlâi! Sana
sadece (tıraş olurken) temiz ve abdesdi olmanı söyleyecektim. Saçın senden
ayrılırken zikir halinde ve abdesdi olmalısın.’ O da bana duayla mukabele etti,
sonra başını tıraş ettirdi. Böyle bir davranıştan insanlar habersizdir. Hatta
onlar şöyle derler: ‘Bir yerde Allah Teâlâ’ya asi olduğunda hemen oradan
uzaklaşmalısın!’ Ardından da o mekânın üzerinde işlediğin günahınla seni yâd
edeceğini söyleyerek korkuturlar. İnsan da bu sözleri beğenir, günaha günah
ekler! Hâlbuki onlar bu sözü şefkade söylemiş, fakat pek çok hayrı
kaçırmışlardır. Günah işlediğin bir yerde Allah Teâlâ’ya itaat etmeli ve ondan
sonra o yerden ayrılmalısın. Böyle davranırsan onların söyledikleriyle benim
tavsiyemi birleştirmiş olursun. İşlemiş olduğun bir hatayı zikrettiğinde onu
zikrettikten sonra tövbe edip günahtan dolayı Allah Teâlâ’dan bağışlanma
dilemelisin. İşlediğin günahın durumuna göre orada Allah Teâlâ’yı
zikretmelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kötülükten sonra onu
silen bir iyilik yapmalısın’ derken Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilikler
kötülükleri siler.’274 Bu konuda
kötülüklerle iyilikler arasındaki münasebet ve bağları öğrenmeni sağlayacak
bir terazin olmalıdır.
Tavsiye
Her durumda Allah Teâlâ’ya karşı
hüsnüzan sahibi olup suizan beslememen gerekir! Alıp-verdiğin her nefesin son
nefesin olup olmadığını bilemezsin. Allah Teâlâ’ya hüsnüzan üzere
kavuşmalısın, suizan üzere O’na kavuşmaman gerekir. Belki Allah Teâlâ verdiğin
bir nefeste canını alır. Bazı insanlar ‘Yaşarken Allah Teâlâ hakkında suizan
besle, ölüm vaktinde hüsnüzan sahibi ol’ derler. Bu düşünceye itibar etme! Bu
görüş Allah Teâlâ’yı bilenlere göre meçhuldür. Onlar her nefes Allah Teâlâ ile
beraber olan kimselerdir. Burada bir fayda vardır ki, Allah Teâlâ’yı bilerek
O’nun hakkını yerine getirmiş olursun. Allah Teâlâ’nın üzerindeki haklarından
biri de O’nun sözüne iman etmendir. Ayette ‘Sizi bilmediğiniz
işlerde inşa ederiz’275 denilir.
Belki Allah Teâlâ sana ölüm yaratılışını getireceğini zannettiği nefeste seni
inşa eder, sen de rabbin hakkında suizan üzere bulunup o haldeyken Allah
Teâlâ’ya canını teslim edersin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
gelen kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın şöyle söylediği aktarılır: ‘Ben kulumun
bana olan zannı üzereyim. Benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Hadiste Allah
Teâlâ belirli bir vakit belirlememiştir. Allah Teâlâ hakkındaki zannın, O’nun
günahları affettiği, bağışladığı, sildiği şeklindeki bir bilgi olmalıdır. Bu
bilgiyi seni davet eden ise şu ayet-i kerime olmalıdır: ‘Ey
kendilerine kaksızlık eden kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin.’276 Allah Teâlâ sana (bazı işleri)
yasaklamışur. Yasaklardan uzak kalman lazımdır. Allah Teâlâ haber vermiş -ki
O’nun haberi geçersiz olamayacak şekilde doğrudur, verdiği haber neshedilmiş
olsaydı hiç kuşkusuz yalan olurdu -hâlbuki O’nun yalan söylemesi imkânsızdırve
şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ günahların hepsini
bağışlar.’277 Burada
herhangi bir günahı ayırt etmeden ‘hepsini’ diyerek pekiştirmiştir. Sonra
ayeti itmam ederek ‘O'dur’ diyerek kendisine dönen bir zamiri kullanmış ve
‘Gafur ve Rahimdir’ demiştir. Bu isimler rahmetin gazabı geçmesine işaret
eder. Allah Teâlâ ‘aşırıya gidenler’27* demiş, herhangi
bir aşırdık zikretmemiş, aşırı giden herkesi kuşatması için nakıs isim (ism-i
mevsül) kullanmıştır. Sonra kulları kendisine izafe etmiştir. Onlar Allah
Teâlâ’nın, salih kulu Hz. İsa’nın sözü olarak aktardığı üzere, haklarında ‘Azap
edersen onlar senin kullarındır.’279 denilenlerdir. Burada Ayette Allah
Teâlâ onları kendisine izafe etmiştir ki Allah Teâlâ’ya izafe edilmek kullar
için yeterli bir şereftir. ,
Tavsiye
Gizlide, açıkta, yalnızken ve
toplulukta Allah Teâlâ’yı zikretmek gerekir. Ayette şöyle denilir: ‘Siz beni
zikredin, ben de sizi zikredeyim.’2*0 Allah Teâlâ kulun O’nu zikretmesinin
cevabını kendisinin kulu zikretmesi yapmıştır. Kula günahtan daha çok zarar
veren ne olabilir ki? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zarar hakkında
şöyle der: ‘Her durumda hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur.’ Sevinç halinde ‘Hamd,
nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya mahsustur’ der. Kalbini her durumda Allah
Teâlâ’yı zikredici olarak bulursan, zikrin nuruyla kalbinin aydınlanması
kaçınılmazdır. O nur sana keşfi kazandırır; eşyayı keşfetmek nur vasıtasıyla
gerçekleşir. Keşif geldiğinde hayâ da kendisine eşlik eder. Bu konudaki delilim
komşundan veya hakka ve değere sahip olduğunu düşündüğün birini görünce
kendilerinden utanmandır. Hiç kuşkusuz iman sana Hakka karşı saygı kazandırır.
Burada sözümüz müminleredir. Tavsiyelerimiz Allah Teâlâ’ya ve O’nun katından
gelenlere iman edenlere yöneliktir. Allah Teâlâ sahih-kutsi hadiste şöyle der:
‘Ben onunla beraberim.’ Yani beni zikreden kulumla beraberim. ‘Beni içinden
zikrederse, onu içimden zikrederim. Bir topluluk içinde zikrederse, onlardan
daha iyi bir topluluk içinde zikrederim.’ Ayette şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve kadınlar...’2*1 En büyük zikir her durumda Allah Teâlâ’yı
zikretmektir.
Tavsiye
Her vakitte ve durumda bütün
gayretini Hakka yaklaştıran işleri yapmak üzere harcamaksın. Bunlar, o esnada
ve halin diliyle Hakkın sana söylediği işlerdir. Mümin isen hiçbir zaman
kendisine itaat karışmayan günahın olamaz çünkü sen o günahın günah olduğuna
inanırsın. Bu karıştırmaya bağışlanma veya tövbeyi de ilave edersen, itaat
üzere itaat, yakınlık üzere yakınlık gerçekleşir, günah amele katılmış itaat yönü
güçlenir. İman ise Allah Teâlâ katında en güçlü ve en değerli yaklaştırın
ameldir; iman Hakka yaklaştıran bütün fiillerin dayandığı esastır.
İman sayesinde Allah Teâlâ’nın
kendisi hakkında verdiği hükmü O’nun hakkında verebilmen mümkündür. Bir kutsi
hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulum bana bir karış yaklaşırsa ona bir kulaç
yaklaşırım; bir kulaç yaklaşırsa, ona daha fazla yaklaşırım. Yürüyerek gelirse
koşarak giderim.’ (Hadiste zikredilen nispetsizlik olarak) bunun sebebi Allah
Teâlâ’dan artırma ve azaltmanın ve daha zayıf olmanın kuldan kaynaklanmasıdır.
Çünkü kulun Allah Teâlâ’ya yaklaşma niyetiyle fiil ve davranışlarını yerine
getirirken sebatkâr olması gerekir. Bu itibarla kula fiillerini şeriat
terazisiyle tartması emredilmiştir öyleyse bu konuda sebatkâr ve ısrarlı
olması gerekir. Hızlı hareket edip hızlı olmakla nitelenir, hızlılığı fiilinde
ölçü ve tartıyı uygulaması demektir, yoksa fiilin kendisinde hızlı hareket
etmez. Çünkü ölçü ve teraziye tam uygulamakla Allah Teâlâ karşısındaki ibadet
ve davranış sahih olabilir. Allah Teâlâ’nın yakınlığı ise herhangi bir
teraziye muhtaç değildir. O’nun konulmuş terazisi, senin fiilini tarttığın
terazidir ve o teraziyle Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı maksat edinirsin. Bu
vasıftaki birinin sana olan yakınlığı senin yakınlığından daha çok ve daha
güçlü olmalıdır. O sana olan yakınlığını, senin kendisine olan yakınlığının bir
misli katıyla nitelemiştir. (Sen de yaklaşırsın) çünkü sen ilahi surette
yaratılmışsın. Senin halifeliğinin en azı kendi zatın üzerinde halife olmandır.
Sen kendi beden arzında olduğun kadar organların ile zahirî ve bâtını güçlerin
üzerinde Allah Teâlâ’nın halifesisin. Demek ki Allah Teâlâ’nın sana yaklaşması,
senin O’na yaklaşman ve bu yakınlığa ilave bir durumdur. Bu husus kutsi
hadiste karış, arşm, kulaç, koşmak ve hızla koşmak diye ifade edilmiştir. (Allah
Teâlâ’dan) karışa karşılık karış, zira’; zira’ya karşılık zira’, kulaç; yürüme
pekiştiğinde ise koşmak olarak karşılık bulur. Birinci dununda senin yaklaşman
söz konusuyken diğerinde O’nun sana yaklaşması zikredilir. Bu itibarla Allah
Teâlâ el-Evvel ve el-Ahir’dir. Bu da uygun bir yaklaşma ve yakınlıktır. Bununla
beraber bütün yaratılmışlar için söz konusu genelilahi yakınlık başka bir
şeydir. Bu yalanlık ‘Ona şah damarından daha yakınız’282 ayetinde ifade edilir. Kutsi hadiste
bu genel yakınlık kastedilmemiş, onun yerine kulun Allah Teâlâ’ya yakınlığının
karşılığı olan yakınlık kastedilmiştir. Kulun Allah Teâlâ’ya en büyük
yakınlığı, önce Allah Teâlâ’ya ve kendisinden tebliğ eden peygambere iman
ettikten sonra, O’nun katandan gelenlere iman etmektir.
Tavsiye
Yapamasan bile içinden iyi işler
yapmaya niyet et; kötülüğe niyetlenirsen Allah Teâlâ rızası için onu bırakmaya
gayret et. Bununla beraber ezeli kader ve kaza galip gelirse durum başkadır.
İçinden niyetlendiğin hayrı ve iyiliği yapmanı Allah Teâlâ takdir etmemiş olsa
bile, o fiili senin adına hayır olarak yazar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in aktardığı kutsi bir hadiste Hakkın şöyle dediği rivayet edilir:
‘Kulum bir iyilik yapmaya niyetlenip onu yapmadığında (ma-lem ya’mel) onu bir
iyilik olarak yazarım.’ Hadiste ma zarf
bildirir. Bunun anlamı şudur: Bir hayrı yapmaya niyet etmişken -onu yapmamış
olsa bilegeçen her zaman içinde Allah Teâlâ onu bir iyilik olarak yazar; bu
zaman ne kadar olursa olsun, Allah Teâlâ niyete eşlik eden her zamanda onu bir
iyilik olarak yazar. Bu nedenle de ‘yapmadığı sürece’ denilmiştir. Allah Teâlâ
şöyle devam eder: ‘Yaptığında ise on katı olarak yazarım.’ Bilirsen, göğün
ıslattığı ekin hakkında öşür (miktarının) farz kılınması buradan
kaynaklanmıştır. Kalıcılığı olan geçişken hayırlardan olursa, ecir ve sevap
kıyamete kadar sahibi hakkmda yenilenir. Böyle bir ecre misal olarak vakıflar
veya insanlar arasında yayılan bilgi gibi sadaka-ı cariyeyi verebiliriz. Allah
Teâlâ kulları hakkındaki nimetini tamamlayarak şöyle der: ‘Kötü bir şey yapmaya
niyet edeni ise yapmadığı sürece (malem ya’mel) bağışlarım.’ Ma edatı
iyiliklerde olduğu gibi zarf anlamındadır ve hükmü -iyilikte olduğu gibine
kadar devam ederse etsin demektir. Sonra şöyle der: ‘Onu'yaptığında ise
misliyle yazarım.’ Allah Teâlâ adaleti kötülüğe ve ihsanı iyiliğe verir. Bu
durum ‘İyilik yapanlar için iyi karşılık ve ziyade vardır’283 ayetinde belirtilir. Bu da misle
ilave kısımdır. Allah Teâlâ, aslın üzerlerinde hüküm vermesiyle, meleklerin
babamız Adem hakkında söyledikleri sözü bize bildirmiştir. Melekler ‘Yeryüzünde
bozgunculuk yapacak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın’284
demiş, kötülüklerimizi zikretmiş, iyiliklere değinmemişlerdir. Çünkü Mele-i
a’la’ya hakim olan hal ilahi mertebe hakkında gayrettir. Onlar unsurdan yaratılmanın,
bu yaratılışın hakikati gereği, rabbe karşı gelmeye (yol açacağını)
anlamışlardır. Bu bilgi onlarda zevk bilgisiyken bizim yaratılışımızda ise
daha da bariz ve açıktır.
Melekler yaratılış itibarıyla bizimle
aynı surette olmasalardı, Allah Teâlâ onların tartıştıklarını bize bildirmezdi.
Tartışmak (yaratılışta bulunan) zıtlıklardan kaynaklanır. Buna mukabil Allah
Teâlâ meleklerin hakkımızda ‘şu kulun iyilik yapmak istiyor’ dediklerini
aktarmamıştır. Burada ilkenin verdiği güce ve hükme bakınız! Buradan insanın
değerini de öğrenirsin, insan birisinden söz ederken onun iyiliğini söyleyip
kötülüğünden söz etmezse onun derecesi nedir? Bununla beraber meleklerin
sözleri hakkında iyi yorumumuz vardır. Dikkatini bu hususta çekmiş olmamın sebebi,
onların yaratılışını ve üzerinde bulundukları durumu öğrenmeni sağlamaktır.
Herkes kendi hakikatine göre amel eder. Allah Teâlâ meleklerin şöyle
dediklerini bize bildirmiş ve söylemiştir: ‘Senin şu kulun kötülük yapmaya niyetlenmiştir.’
Hâlbuki kulu en iyi gören Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu
gözetleyin! Kötülüğü yaparsa misliyle yazın; yapmazsa onun için bir iyilik
yazın. Çünkü benim için günahı terk etmiştir. Bu melekler haklarında Allah
Teâlâ’nın ‘Üzerinizde koruyucu melekler vardır’285 dediği meleklerdir. Bulundukları
mertebe ve görev, onların böyle sözleri söylemelerini gerektirmiştir. Melekler
daha önce bu konudaki görevlendirme nedeniyle Allah Teâlâ’nın öğretimi
olmaksızın iyilikleri yazarlar. Buna mukabil O’nun ihsanını ve bağışlamasını
bildikleri için, günah hakkında konuşmuş, söz söylemişlerdir. Konuşmamış
olsalardı, Allah Teâlâ katmda günahın mahiyetini öğrenemezdik. Nitekim
(dünyevî) ihtiyacını görmek üzere zikir meclisine gelen biri hakkında da
benzer bir şey söylemişler, Allah Teâlâ ise hangi niyetle bulunursa bulunsun
herkesi bağışlayacağını bildirmiş ve sonra şöyle demiştir: ‘Onlar kendileriyle
beraber olanın bedbaht olmadığı cemaattir.’ Meleklerin mecliste bulunanları
Hakka bildirmesi ve soruları olmasaydı, Allah Teâlâ’nın o insanlar hakkındaki
hükmünü öğrenemeyecektik. Demek ki, dikkatini çektiğimiz üzere sınırlı kalan
dar akılların zannettiğinin aksine, meleklerin konuşmaları öğretme ve rahmet
amacı taşır. Allah Teâlâ iyilik ve kötülük hakkında şöyle der: ‘Kim
bir iyilik getirirse on katı sevap vardır. Kim bir kötülük getirirse misliyle
cezalandırılır.’286 Allah
Teâlâ cezalandırdıktan sonra bir grubu bağışlar, bazen cezalandırmazdan önce
bağışlar. Demek ki -tövbe etmese bilenefsi hakkında aşırı giden herkes için
mağfiret kaçınılmazdır. Bu tavsiyeyi hakkıyla öğrenen kişi, insan ile melek
yaratılışı arasındaki nispeti ve ilişkiyi öğrenir. Asıl ve ilke birdir.
Rabbimiz de birdir ve O’nun birbirinden farklı isimleri vardır: Varlık sadece
isimlerin suretinde tezahür etmiştir.
Tavsiye
Müslüman olmanı sağlayan cümleyi
ısrarla söylemelisin. O cümle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur (La-ilahe illAllah
Teâlâ)’ cümlesidir. Bu zikir içermiş olduğu ilave bilgiyle birlikte en faziledi
zikirdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben ve benden önceki
peygamberlerin söylediği en faziletli cümle, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur’ ifadesidir’ demiştir. Bu ifade olumsuzluk ve olumlamayı birlikte içerir
ki taksim zaten bu ikisiyle sınırlıdır. Kelimenin içerdiklerini ancak onun değerini
ve tarttığı şeyleri bilenler anlayabilir. Nitekim kendisine delalet etmek
üzere zikredeceğimiz bir rivayette bu husus yer alır.
Bilmelisin ki bu cümle, tevhid
kelimesidir. Tevhid hiçbir şeyin Hakka denk olmaması demekti; denk olsaydı, bir
olmaz, iki veya daha fazla olurdu. Demek ki O’nu (veya tevhid zikrini)
tartabilecek bir şey yoktur. Onu sadece kendisine denk ve benzer olan
tartabilir; hâlbuki (O’na) denk ve benzer bir şey yoktur. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur5 cümlesinin teraziye girmemesinin
sebebidir. Alimlerin geneli tevhidin mukabili olan şirkin kul tarafından
tevhidin varlığıyla birlikte dile getirilemeyeceğini beyan etmişlerdir. Onlara
göre insan ya müşrik veya muvahhid, yani birleyendir. Demek ki tevhidi ancak
şirk tartabilir. Hâlbuki o ikisi terazide bir araya gelmez. Bize göre kelime-i
tevhid teraziye girmez. Bunun nedeni anlayan ve yorumlayabilen için kutsi bir
hadiste belirtilir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yedi gökler, onları
dolduranlar, yedi yer ve onları dolduranlar bir kefede, ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur’ cümlesi ise başka bir kefede bulunsaydı, bu cümle diğerlerine
baskın gelirdi.’ Allah Teâlâ gökleri ve yerleri zikretmiştir, çünkü terazinin
konulacağı yer kulların amellerinin ulaştığı Sidre-i münteha’dan sabit yıldızlar
feleğinin dibidir. Söz konusu ameller için terazi ortaya konulmuştur. Terazi
amellerin geçemediği bir yeri geçemez. Sonra şöyle der: ‘Benden başka onları
dolduran...’ Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka onları dolduran yoktur.’ Haberdar
ve bilgiliye işaret kâfidir! Şekilci âlimlerden ibaret olan genelin diline
göre, ‘başka’ derken kastedilen müşrikin kabul ettiği ortaktır. Müşrikin kabul
ettiği ortağın yaratılışta iştiraki ve ortaklığı bulunsaydı, ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilah yoktur* cümlesi terazide onunla meylederdi. Bu cümle her halükarda
daha güçlüdür, bunun sebebi müşrikin de Allah Teâlâ’nın yönünü, şirk koşmuş
olduğu (ortağa ait) yöne tercih etmesidir. Allah Teâlâ onların şöyle
dediklerini aktarır: ‘Biz putlara bizi Allah Teâlâ’ya daha
çök yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’2*7 Tevhid terazisi değil de, varlık
terazisi kalktığında ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5 cümlesi
teraziye girer, bazen de azamet tevhidi terazisine girer. Azamet tevhidi müşriklerin
tevhididir. O teraziye girince ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesi onu
tartar ve ağır gelir. Gökleri ve yeri dolduran Allah Teâlâ’dan başkası değildir
ki? Aynı ifade ‘(gökleri ve yeri dolduran) ancak Allah Teâlâ’dır’ şeklinde daha
önce de ifade edilmişti. Böyleyken (kefeler) ne yana sapacaktır ki? Her iki
kefede de Bir ve Kahhar vardır. Sicillat sahibine gelirsek, terazinin kefesi ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesinin yazılı olduğu kâğıt parçasıyla sapar.
Şöyle ki: Bir insan kelime-i tevhidi söyler, melek de yazar. Bu cümle,
konuşmada yaratılmış ve (meleklerce) yazılmış ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur’ cümlesidir. Herkes için vazedilmiş olsa bile, tevhidi söyleyen, ateşe
girmez. Allah Teâlâ ‘sicillat sahibi’ hakkında bilgi verirken, mevkıf ehlinin
kelime-i tevhidin değerini ve faziletini görmesini kastetmiştir. Onu ise
dilediği kullar cehenneme girdikten sonra görebilirler ve ancak o zaman
teraziye konulur. Vakfe yerinde Allah Teâlâ’nın ateşe girmesine hükmettiği bir
muvahhid (birleyen) kalmayınca, ardından şefaade veya ilahi inayede ateşten
çıkılır. O esnada ‘sicillat sahibi’ getirilir ve vakfe yerinde cehennemden payı
olmayan cennet ehli kalır. O kişi yaratılmışlardan ameli en son tartılacak
kimsedir. Çünkü başlangıç ve son ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5
ifadesinindir. Bazen başlangıcı -sicillat sahibinde olduğu üzeresonu olabilir.
(Kelime-i tevhidin faziletinin bahsi
hakkında), ayrıca bilmelisin ki, Allah Teâlâ genele eşyanın en faziledi, en
faydalı ve târtıda en ağır olanını verdi. Çünkü onun vasıtasıyla pek çok zıddı
karşılaştırır. Binaenaleyh orada (Vakfe yerinde) insanların genelinde bütün
zıdara mukabele edebilecek bir kuvvete (sahip amel) bulunmalıdır. Allah Teâlâ
ehlinden olan bütün ariflerin farkına vardığı bir mesele değildir bu! Onu fark
edenler, insanlara şeriatları getiren nebilerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in şöyle söylediğinde tereddüt yoktur. ‘Ben ve önceki peygamberlerin
söylediği en üstün söz ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesidir.’ ‘Allah
Teâlâ’, ‘Hu’ gibi özel isimler ve zamirlerle Hakkı zikretmek de söylediğimiz
üzere kelime-i tevhidin üstünlüğüne ve faziletine işaret eder. Allah Teâlâ’yı
bilenlere göre bunlar ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesinin
kendilerinden daha üstün olduğu bir takım zikirlerdir. Dostum! insanların
geneli nezdinde sabit olan zikri yapman gerekir. ‘La-ilahe illAllah Teâlâ’,
yani kelime-i tevhid zikri, en kuvvedi zikir olduğu kadar en parlak nur ile
(Hakka) en yakın mertebe ona aittir. Bunun farkına ancak bu zikri düstur edinip
kendisinde muhkem Hakk getirinceye kadar tekrarlayanlar varabilir. Allah
Teâlâ’nın rahmetinin her şeyi kapsamasının sebebi onun şümullü ve bütün
emellere ulaşıcı olmasıdır. Her insan -yolunu bilmese bilekurtuluşu arar. ‘La
ilahe’ diyerek bir şeyi olumsuzlayan, olumsuzladığının varlığını ‘illAllah
Teâlâ’ diyerek olumlar. Fakat bu olumlama (ispat) bilgi bakımından değil,
hüküm bakımından olumlamadır. Buna mukabil Hakkın varlığını hem hüküm ve hem
bilgi bakımından zorunlu sayarsın. (Kelime-i tevhidde geçen) İlah bütün
isimlerin sahibidir. Bütün isimler bir hakikate ait olabilir ki o da gökleri ve
yeri imar edip ‘Allah Teâlâ’ diye isimlendirilendir. Yükseltme ve alçaltma
terazisi O’nun elindedir. Allah Teâlâ’nın kendisine ve kendisini bilmeye
saadeti bitiştirdiği bu zikri sürekli yapmaksın!
Tavsiye
‘La ilahe illAllah Teâlâ (Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ diyenlere karşı düşmanlık beslemekten uzak
durmalısın! Bu söz insana Allah Teâlâ’nın genel dostluğunu (velayet)
kazandırır. Onlar, hata etseler ve hatta yeryüzünü hatayla doldursalar bile, Allah
Teâlâ’nın dosdarıdır. Onlar Allah Teâlâ’ya ortak koşmazlar. Ne kadar hata
yapsalar da, Allah Teâlâ o hatalar mislince mağfiretle kendilerini karşılar.
Kimin Allah Teâlâ ile dostluğu sabit ise onunla savaşmak haramdır. Kim Allah
Teâlâ’ya savaş açarsa, Allah Teâlâ onun dünya ve ahiretteki cezasını beyan
etmiştir. Allah Teâlâ bir insanın kendisine düşman olduğunu sana bildirmemişse,
onunla düşman olmamaksın. (Kendiliğinden düşmanlık edersen) O’nun karşısındaki
en basit tavrın emrini ihmal etmiş olmandır. Onun Allah Teâlâ’nın düşmanı
olduğunu öğrendiğinde -ki böyle biri müşrik olabilirHz. İbrahim’in babası Azer
hakkında yaptığı üzere müşrikten yüz çevirmen lazımdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Onun Allah Teâlâ’nın düşmanı olduğu kendisine
görününce ondan uzaklaştı.’288 Senin terazin
bu olmakdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ’ya ve peygamberine
düşmanlık edenlere dostluk besleyen bir kavim göremezsin, babaları bile olsa...’289 Hz. İbrahim de böyle yapmıştı.
‘Onlar, babalan, çocukları, kardeş ve kabileleri olabihr.’ Bir insanın Allah
Teâlâ’nın düşmanı olduğunu bilmezsen, sadece imkân nedeniyle veya dilde ortaya
çıkan (sözler) nedeniyle Allah Teâlâ’nın kullarına karşı düşmanlık beslememen
gerekir. Yapman gereken iş fıik kötü görmektir, insanın kendisini değil! Allah
Teâlâ’nın düşmanı söz konusu olunca, onun kendisini kerih görmen gerekir. Bu
itibarla bir şeyin kendisini -ki bu durum Allah Teâlâ’nın düşmanıyla ilgilidirkerih
görmek ile fiih kerih görmek arasında fark vardır. İkinci kişi mümin veya
hâlihazırda müslüman değilken son nefesinin ne olacağı bilinmeyen biridir.
Sahih rivayette geçen ‘Bir velime düşmanlık edene savaş ilan ederim’ ifadesi
hakkında uyanık olmalısın! İnsanın durumunu bilmeyip kendisine düşmanlık
edersen Hakkın yaratıkları hakkındaki hakkına riayet etmemiş olursun. Söz
konusu insan kendisine düşmanlık ettiği şahıs hakkında Allah Teâlâ’nın
bilgisini veya beyanını bilmiyordur ki, ondan uzaklaşsın ve onu düşman
edinsin. Gerçekte Allah Teâlâ’nın düşmanı olduğu halde bunu bilmez ve görünen
halini bilirsen, böyle bir durumda Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirmek için
onunla dosduk kur, düşmanlık etme! (Görünen haline riayet etmezsen) ez-Zahir
ismi Allah Teâlâ’nın katında seninle hasımlık eder. Allah Teâlâ’ya senin
üzerinde bir delil bırakma, helak olursun. Çünkü kesin delil Allah Teâlâ’ya
aittir. Bunun için Allah Teâlâ’nın kullarına karşı şefkade ye merhamede
davran. Nitekim Allah Teâlâ kâfir ve müşrik oldukları halde -bunu bilerekonları
rızıklandırır. Allah Teâlâ’nın onları rızıklandırmasının sebebi, içinde
bulundukları durumun kendilerinden kaynaklanmadığını bilmesidir. Onların
içinde bulundukları durumun kendileriyle nasıl ilgili olduğunu daha önce genel
diliyle açıklamıştık; Allah Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır. Onların şirkleri ve
inançsızlıkları da kendilerinde Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır.
Seçkinlerin diliyle açıklamasına gelirsek, herhangi bir mevcutta ortaya çıkan
hüküm, sübût halindeki yokluktaki haline göre gerçekleşir. Allah Teâlâ da
kendisini o halinde bilir. Binaenaleyh her durumda ve herkese karşı ‘kesin
delil Allah Teâlâ’ya aittir’. Tartışma ve itiraz çıksa bile iş, O’na havale
edilir.
Bilmelisin ki, bulunduğun halde
merhametini, şefkatini bütün canlılara-hayvanlara ve yaratılmışlara yaymalısın.
‘Şu bitkidir, bu cansızdır, haberleri yoktur’ deme. Senin onlardan haberin
olmasa bile, onların senden pekala haberleri vardır. Varlığı bulunduğu hal
üzere bırak, ona Yaratan’ın kendisini var ederken merhamet ettiği üzere
merhamet eyle. O esnada kendisinde fiilen bulunan şeye/Hakk göre varlığa bakma!
‘Ta ki doğru söyleyenler ve yalan söyleyenler ortaya çıksın.’290 Bu esnada onları Allah Teâlâ’nın
emri nedeniyle düşman edinmenin gerekliliği ortaya çıkar. Nitekim Allah Teâlâ
düşmanını dost edinmemeni ve ona sevgi göstermemeni emretmiştir, inançtaki
zafiyetin seni onlarla iyi geçinmeye zorlayabilir. Böyle bir durumda
kendilerine sevgi göstermeden onları idare edebilirsin. Fakat buradaki sınır,
kötülüklerini kendinden uzaklaştırman için bir barış halinden ibarettir. Her
durumda işini Allah Teâlâ’ya havale et, kavuşuncaya kadar her durumda O’na
itimat et.
Tavsiye
Allah
Teâlâ’nın farz kıldığı işleri O’nun yerine getirmeni emrettiği şekilde yerine
getirmen gerekir. Farzları tamamlayıp kemale erdirdiğinde, iki farz ibadet
arasında -her ne olursa olsunnafile ibadetleri yerine getirmelisin. Hiçbir
amelini küçük görme, çünkü Allah Teâlâ kendisini yaratırken ve var ederken
değersiz görmemiştir. Allah Teâlâ seni bir işle yükümlü tutmuşsa, mutlaka o
şey hakkında bir inayeti ve ilgisi vardır. Bunun delillerinden birisi, sen
yükümlü olduğun işten mertebe bakımından daha üstün olsan bile, seni onula
yükümlü tutmasıdır; sen yükümlü olduğun o işin varlık mahallisin! Çünkü
yükümlülük ve teklif, yükümlülerin fiilleriyle ilgili olduğu kadar aynı
zamanda -kendisi bakımından değilfiili bakımından yükümlüyle ilgilidir. nr
Bilmelisin ki, farzları yerine
getirirken Allah Teâlâ’ya en sevimli ve en çök yaklaştıran işlerle uğraştığını
bilmelisin. Bu niteliğe sahip olunca da Hakkın duyması ve görmesi olursun.
Artık Hakk seninle duyar, seninle görür. Hakkın eli senin elin olur. ‘Sana
biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir, Allah Teâlâ’nın eli onların
ellerinin üzerindedir.’291 Allah
Teâlâ’nın eli olmaları itibarıyla onların elleri, kendi elleri olmaları
bakımından ellerinin üzerindedir. O eller biat eden ellerdir; fail ise bizzat Allah
Teâlâ’dır. Onların elleri Allah Teâlâ’nın eli; olduğu kadar Allah Teâlâ’ya da elleriyle
biat etmişlerdir. Onlar biat edenlerdir. Bütün sebepler, onların sonuçlarını
var etme gücüne sahip olan Hakkın eüdir. İşte bu, nafileler hakkında olduğu
gibi, hakkında açık ifadenin bulunmadığı ‘büyük muhabbet’ demektir. Hâlbuki
nafile ibadetlere devam etmek neticesinde hakkında nassın bulunduğu ilahi
sevgi meydana gelir. Bu sevgi neticesinde Hakk kulun duyması, görmesi (görme
gücü) haline gelir. Farz ibadetleri yerine getirmenin neticesinde Hakk kulunu
sevdiğinde ise bunun tersi olur (Hakk kulun güçleri haline gelir). Bu iti-'
barla farz ibadetlerde zorunluluk kulluğu yer alır ve onlar asıl olanlairdir.
Bu aslın fer’i ise nafile ibadettir ve onda ihtiyarî kulluk/ibadet buİünur.
İhtiyarî kullukta Hakk senin görmen ve duymandır. Bu kısım ‘nafile’ diye
isimlendirilmiştir, çünkü ilave demektir. Sen de aslın itibarıyla varlığa
ilavesin. Allah Teâlâ vardı ve sen yoktun, sonra var oldun. Demek ki hâdis
varlık, (varlığa) ilavedir. Sen Hakkııi varlığında ‘nafile’sin ve bu nedenle
nafile diye isimlendirilen bir amelinin olması kaçınılmazdır; nafile senin
aslın demektir. Buna mukabil (asla karşılık olarak) farz diye isimlendirilen
bir amelin de bulunmalıdır ki, o da varlığın aslı ve Hakkın varlığıdır.
Farzları yerine getirirken sen O’na ait iken, nafilede ken-
dine aitsin. O’nun seni -senin O’na
ait olman itibarıylasevmesi, kendine ait olman itibarıyla seni sevmesinden
üstündür. Allah Teâlâ’dan aktarılan sahih-kutsi bir hadiste şöyle denilir:
‘Kulum bana farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir işle yaklaşmadı. Bana
nafile ibadederle yaklaşmayı sürdürür, ta ki onu severim. Onu sevdiğimde
kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle tuttuğu eli,
kendisiyle yürüdüğü ayağı olurum. Bir şey isterse veririm, bana sığınırsa
korurum. Bir şeyi yaparken en çok mümin kulumun canını almada tereddüt ettim.
O ölümü sevmez, ben ise onun gecikmesini sevmem.’
Allah Teâlâ’yı sevmenin neticelerine
balcınız! Sen de bu ilahi sevgiyi meydana getirecek ibadeüeâ yerine getirmede
ısrarlı davranmalısın. Nafile ibadet farzları tamamladıktan sonra yerine
getirilir. Bu itibarla nafile ibadeüerde farz ve nafileler bulunur; içindeki
farzlarla (eksik) farzlar ikmal olunur. Sahih bir kutsi hadiste Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Kulumun namazına bakınız! Tam mıdır, noksan mıdır? Tam olduğunda
onu tam olarak yazarlar. Eksik olduğunda Allah Teâlâ şöyle der: Bakınız!
Kulumun nafile ibadeti var mıdır? Nafile ibadeti olursa Allah Teâlâ şöyle der:
‘Kulumun farzlarını nafile ibadetinden tamamlayın. Sonra ameller böyle teker
teker ele alınıl Nafileler farzlarda asılları bulunan ibadederdir. Farzda aslı
bulunmayan ibadet müstakil olarak ortaya çıkartılmış bir ibadettir ve şekilci
alimler onu bid’at diye isimlendirirler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir ruhbanlık
çıkardılar.’292 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise o bid’ati iyi bid’at diye isimlendirdi. İyi
bir âdeti/bid’ati ortaya çıkaran kişi onun sevabını aldığı kadar kendi
sevaplarından hiçbir şey eksilmeden kıyamet gününe değin onu yapanların
sevabını da alır. Nafile ibadet farzların gediklerini ve eksikliklerini
kapatma gücüne sahip olunca, nafilede de farzlar belirlenmiş ve yerkştirilmiş,
bu sayede farzlar kendileri gibi farzlarla telafi edilmiştir. Mesela nafile
namazı (şardarı itibarıyla) farz hükmündedir. Bunun yanı sıra nafileler zikir,
rükû, secde gibi farzları da içerir. Bununla beraber nafile asıl itibariyle
nafile iken namazda okunan sözler, yapılan fiiller nafile namazdaki farzlardır.
Tavsiye
Amellerini olduğu kadar, sözlerini de
gözetmen ve incelemen gerekir. Bilmelisin ki, sözlerin amellerin cümlesinden
sayılır. Bu sebeple bazı bilginler ‘Sözünü amelinden sayanın sözü az olur’
demişlerdir. Bilmelisin ki, Al! ’ı kullarının sözlerini dikkate almış olduğu
kadar söz söyleyen her dilin nezdinde bulunur. O bir şeyi söylemekten seni
menederse, (söylerken) inanmasan bile, o sözü söylememelisin. Allah Teâlâ seni
(inanmadan söylediğin) söz nedeniyle sorumlu tutar. Bize aktarıldığına göre,
melek, kulun amelini onu telaffuz edene kadar yazmaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
söz söylediklerinde onun yanında güçlü bir gözetmen vardır.’293 Kastedilen sözleri sayan ve yazan
meleklerdir. Başka bir ayette ‘Üzerinizde hafaza melekleri vardır,
onlar yaptıklarınızı bilir’294 denilir. Sözlerin
fiillerin kapsamındadır, şu ayete dikkade bakmalısın: ‘Allah
Teâlâ yolunda öldürülene ölü demeyiniz.’295 Allah Teâlâ insana bir sözü
yasaklamıştır, çünkü öyle bir sözü söyleyen, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’yı
yalanlamış demektir. Allah Teâlâ kendi yolunda öldürülenler hakkında ‘Onlar
diridir’ demiştir. Şu ayete de bakmalısınız: ‘Allah
Teâlâ yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyiniz, onlar Rablerinin katında
diridirler.’296 Başka bir
ayette ‘Allah Teâlâ günah sözün açıkça söylenmesini sevmez’297,
‘Onların konuşmalarının (necva) çoğunda hayır yoktur’298 denilir. Ayetteki necva
söz demektir. Bir sözü söylediğinde, Allah Teâlâ’nın kendisine
göre konuşmanı buyurduğu ve şeriat kıldığı teraziye göre onu söylemelisin. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şakalaşırdı, fakat şakalaşırken sadece doğruyu
söylerdi. Her durumda Allah Teâlâ’yı razı eden doğruyu söylemen gerekir. Her
doğru Allah Teâlâ’yı razı etmez. Bu itibarla söz taşımak veya gıybet doğru söz
iken Allah Teâlâ’yı razı etmeyen sözlerdir. Allah Teâlâ sana gıybeti
yasakladığı kadar söz taşımayı yasaklamıştır.
Allah Teâlâ’nın sözü dikkate alışı,
İmam Müslim’in aktardığı kutsi hadiste bir ifadede tezahür eder. Gök yağmur
yağdırırken Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kullarımın bir kısmı bana iman ederek,
bir kısmı inkâr ederek sabahlamış! Onların arasında ‘bize şöyle yağmur
yağmıştır1 diyenler beni inkâr etmiş, yıldızlara iman etmiştir.
Buna mukabil ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti ve ihsanıyla yağmur yağdı’ diyenler ise
bana inanmış, yıldızları inkâr etmişlerdir.’ Burada Allah Teâlâ konuşanların
sözlerini dikkate almıştır. Ebu Hureyre şöyle derdi: ‘Gök yağmur yağdırdığında,
fetih bereketiyle bize yağmur ihsan edildi.’ Ardından şu ayet-i kerimeyi
okurdu: ‘Allah Teâlâ insanlara rahmetini açarsa onu
engelleyecek yoktur.’299 Allah
Teâlâ’nın sebepleri âleme yerleştiren ve diken olduğuna inanıp bize göre âdetin
eşyanın sebeplerle değilsebepler vesilesiyle icra edildiğini kabul edebilirsin.
Bununla beraber Allah Teâlâ’nın sana söylemeni yasakladığı bir sözü söyleme! Allah
Teâlâ sana bazı işleri yasakladığı gibi -doğru bile olsabazı sözleri de
yasaklamıştır. ‘Bana iman eder, yıldızları inkâr eder; beni inkâr eder,
yıldızlara iman eder5 ifadesindeki hikmete iyice bakmalısın! İnsan Allah
Teâlâ’nın ihsanını dile getirirse, hiç kuşkusuz, adını anmadığı bir yerde yıldızı
örtmüş ve gizlemiş olur. Buna mukabil kim yıldızdan söz ederse, kendisinin fail
ve yağmuru yağdıran olduğuna iman etse bile, Allah Teâlâ’yı gizlemiş ve örtmüş
demektir; adını telaffuz etmediği için (inkâr etmiş sayılır). Allah Teâlâ kutsi
hadiste ‘örtmek’ anlamındaki küfür sözünü kullanmıştır. Yağmur yağdırmaktan
söz ederken (buludardan, yıldızlardan) söz etme sakın! Yağmurun onların
sebebiyle olduğuna inanmaman ise daha önemlidir. Mümin isen senin inancın
şununla sınırlıdır: Allah Teâlâ sebepleri tabiî deliller olarak yaratmıştır ve
tabiî her delilin aşılması mümkündür. Adederin yanıltmasından kendini
korumalısın. Allah Teâlâ’nın senin için belirlediği sınırlardan da habersiz
kalmaman ve onları aşmaman gerekir. Allah Teâlâ onları kendilerine riayet
etmen için ortaya koymuş ve belirlemiştir. Bu durum her şeyde böyledir! Sahih
bir hadiste şöyle denilir: ‘Bir adam Allah Teâlâ’yı kızdıran söz söyler, sözün
nereye ulaşacağını bilemez, sonra sözü nedeniyle cehennemde yetmiş çukura
düşer. Bir adam Allah Teâlâ’yı razı edecek bir söz söyler, sözün nereye
varacağını bilemez, o söz nedeniyle illiyyîn’de
yükselir.’ Sadece Allah Teâlâ’yı razı edecek şekilde konuşmalısın, Allah
Teâlâ’nın gazabını üzerine çekecek sözleri söylememelisin. Bunu yapabilmen Allah
Teâlâ’nın konuşmada belirlediği sınırı bilmene bağlıdır. Bu husus insanların
kendisinden gafil kaldığı bir meseledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle der: ‘İnsanları çeneleri üzerine cehenneme düşüren şey dillerinin
ürünleridir.’ Hakim şöyle der: ‘Hapsedilmeye en layık olan dildir. Allah Teâlâ
onu iki dudak ile dişlerin arasına yerleştirmiştir. Yine de gereksiz konuşur ve
kapıları açar.’
Tavsiye
Ruhu olan bir şeyin suretini
yapmaktan sakınmalısın. Öyle resimler yapmayı insanlar kendilerine
basideştirmişken Allah Teâlâ katında ciddi bir iştir. Suret yapıcılar,
kıyamette en çetin azap görecek olanlardır. Kıyamette suret yapana şöyle
denilir: ‘Yarattığına hayat ver veya ruh üfle!’ Hâlbuki ruh üfleyemez.
Sahih-kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın şöyle dediği bildirilir: ‘En zalim kişi
benim gibi yaratmaya kalkışandır. Bir zerreyi veya tohumu veya kılı yaratsınlar
bakalım.’ Kul bu ölçüye riayet ederek Allah Teâlâ’dan bu konuda gelen rivayeder
sebebiyle resimciliği-suret yapmayı terk eder, herhangi bir hayvan veya canı olmayan
sureti tasvir ederek rububiyetle çekişmekten uzak kalırsa, âlemdeki her suretin
hayat sahibi olduğunu öğrenir. Başka bir ifadeyle her şeyin Allah Teâlâ’nın
hamdini tespih etmek için konuşan ve canlı olduğunu görür. Bitkilerin resmini
yapmak veya gözle görülecek şekilde canı olmayanların resmini yapmak üzere
kendine müsamaha göstermeye kalkarsa, böyle bir insan bu keşfe hiçbir şekilde
ulaşamaz. Çünkü gerçekte âlemdeki her suretin ruhu vardır. Allah Teâlâ
gözlerimizi ‘canlı’ olmadığı denilen varlıkların canlılığını idrakten
engellemiştir. Ahirette ise gerçek herkes için tebarüz eder. Zaten bu nedenle Allah
Teâlâ ahireti daru’l-hayevan, yani
hayat yurdu diye isimlendirdi. Dünyadaki halinden farklı olarak, orada görülen
her şey nâtık (konuşan) ve canlıdır. Sahih bir rivayette Taşlar peygamberin
avucunda tespih ederdi’ denilir. İnsanlar taşların tespih etmesini harikulade
bir iş sayarak yanılmışlardır; burada harikulade olan, işitenlerin bu tespihi
işitmeleridir. Taşlar, Allah Teâlâ’nın bildirdiği gibi, zaten sürekli tespih
edicidirler. Bununla beraber Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
avucundayken daha önce yapmadıkları özel bir şekilde veya özel bir konuşma
tarzıyla tespih etmiş olabilirler. Hadis böyle yorumlandığında bu kez
harikulade, dinleyenlerin kulaklarında değil, taşlarda meydana gelmiş olur.
Dinleyenlerin duymasında gerçekleşen harikulade ise duyma âdeti olmayan birinin
böyle bir konuşmayı duymasıdır.
Tavsiye
Kardeşim! Öğüt almaya ve ibrede
düşünmeye sevk ettiği için hastaları ziyaret etmelisin. Allah Teâlâ insanı
zayıflıktan yaratmıştır. Kendisini ziyaret ederken hastaya bakmak aslına bakman
hususunda dikkatini çeker. Kendisine itaat etmede lazım olan güçte de Allah
Teâlâ’ya muhtaç olduğunu görürsün. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ hasta olan
kulunun yanındadır. Dikkat ediniz! Hastanın Allah Teâlâ’dan başka sığındığı
kimse olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan başka kimseyi zikretmez. Allah Teâlâ
sürekli onun dilinde yâd edilir, kalbinde de sadece Allah Teâlâ’ya yönelir.
Hangi hastalık olursa olsun, hasta Allah Teâlâ’la beraberdir. Tedavi olup
şifaya vesile olacağı bilinen vasıtalara başvursa bile, böyledir. Her halükarda
hasta Allah Teâlâ’dan gafil değildir. Bunun sebebi Allah Teâlâ’nın onun yanında
hazır bulunmasıdır. Allah Teâlâ kıyamette şöyle der: ‘Ey Ademoğlu! Hasta
oldum, ziyaret etmedin.’ İnsan şöyle cevap verir: ‘Rabbim! Sen âlemlerin
Rabbiyken seni nasıl ziyaret edebilirdim Ki?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir
kulumun hasta olduğunu biliyordun fakat ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin
beni onun nezdinde bulurdun.’ Hadis sahihtir. Hadiste geçen ‘beni onun nezdinde
bulurdun’ ifadesi, hastanın gizlide ve açıkta Rabbini zikretmesi demektir.
Allah Teâlâ’nın yarattığı herhangi
bir varlık senden yemek veya su istediğinde, imkânın olunca, ona yemek ve su
vermen de böyledir. Başka hiçbir değerin ve merteben olmayıp sadece yemek ve
su isteyen varlık seni kullarını yediren ve içiren Hakkın mesabesine
yerleştirmiş olması, şeref ve değer olarak kâfidir. Meseleye böyle bakmak pek
az insanda bulunur. Dilenciye bakınız! O dilenirken ve sesini yükseltip ‘Allah
Teâlâ için bana bir şey ver’ derken o esnada Allah Teâlâ kendi adıyla onu
konuşturmuştur. Adam duyup da istediğini vermen için sesini yükseltmiş, hiç
kuşkusuz seni Allah Teâlâ’nın adıyla isimlendirmiş, sesini yükselterek sana
dönerken adeta Allah Teâlâ’ya yönelir gibi dönmüştür. Seni efendinin mesabesine
yerleştiren birini mahrum bırakmaman ve istediğini verirken aceleci olman
gerekir.
Daha önce zikretmiş olduğumuz kulun
hastalığıyla ilgili hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey Ademoğlu! Senden yemek
istedim, yemek vermedin.’ Kul ‘Sen âlemlerin Rabbiyken seni nasıl yediririm?’
deyince Allah Teâlâ şöyle der: ‘Falan kulumun yemek istediğini ve senin ona
yemek vermediğini hatırlamıyor musun? Yemek verseydin, o yemeği benim nezdimde
bulurdun. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su vermedin.’ Kul şöyle der:
‘Rabbim! Âlemlerin Rabbiyken ben sana nasıl su veririm?’ Allah Teâlâ şöyle der:
‘Senden su isteyen falan kuluma su vermediğini bilmiyor musun? Su verseydin,
verdiğini benim katımda bulurdun.’ Hadisi İmam Müslim, Muhammed b. Hatem’den,
o da Behz’den, o da Hammad b. Seleme’den, o da Sabit’ten, o da Ebu Rafi’den, o
da Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Bu rivayette Allah Teâlâ kendisini kulunun
mertebesine yerleştirmiştir. Bütün bu durumlarda Allah Teâlâ’yı zikreden ve
O’nun karşısmda huzur sahibi olan kul, kendisinden yemek ve su isteyenin Hakk
olduğunu görür, O’nun kendisinden istediklerini yerine getirmek üzere
koşuşturur. Çünkü insan kıyamette ihtiyacı nedeniyle kendisinden su veya yemek
isteyen dilencinin halinde ve durumunda olup olamayacağını bilemez. Öyle bir
durumdaysa Allah Teâlâ da onun ihtiyacını karşılar. ‘Onu benim katımda
bulurdun’ ifadesi bu demektir. Yani o yemeği ve içeceği ben senin adına yukarı
kaldırır ve berekedendirir, kıyamette de en güzel, en hoş ve daha öncekinden
büyük bir şekilde sana iade ederdim demektir. İnsan kendisinden su ve yemek
isteyenin, onu ihtiyaçları karşılama kudretine sahip olan (Hakkın) mesabesine
-ki insan Allah Teâlâ’nın halifesidiryerleştirdiğini görebilecek bir himmete
sahip olmayabilir. Böyle bir durumda yapılabilecek işlerin en azı, daha çok
iyilik ve hayır elde etmek maksadıyla ticaret saikiyle dilencinin ihtiyaçlarını
karşılamaktır. Hâlbuki bu hadisi öğrenip de seni halife olarak görevlendirdiği
-çünkü her şey O’na aittirişlerde senden bir şey isteyenin Allah Teâlâ olduğunu
gördüğünde iş nasıl olacaktır? Her şey Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ
seni halife olarak görevlendirdiği maldan infak etmeni emrederek şöyle
demiştir: ‘Sizi halife kıldığı mallardan infak ediniz.’300 O maldan infak ettiğinde, ecrin ve
sevabın artar. Güzel bir söz veya kendisinden memnun, tatlı bir çehreyle bile
olsa, dilenciyi kovma! Sen Allah Teâlâ ile karşılaşacaksın. Hz. Hasan -veya
Hüseyindilenci bir şey istediğinde, istediğini vermek üzere koşar ve şöyle
derdi: ‘Hoş geldin, safa geldin! Sen benim azığımı ahirete taşıyacak kişisin.’
Hz. Hüseyin dilenciyi yükünü taşıyan birisi olarak görmekteydi. Allah Teâlâ
insana bir nimet verip de başkasına onun fazilet ve ihsanını yüklemediğinde,
kıyamette onu kendisi taşır ki, onun hesabı kendisine sorulabilsin. Bu nedenle
Hz. Hasan şöyle derdi: ‘Dilenci azığı ahirete taşıyandır.’ Bu sayede
kendisinden taşıma yükü kaldırılmış olur.
Tavsiye
Kullara haksızlık etmekten sakınınız.
Kullara haksızlık (zulüm ve karanlık ilişkisiyle) kıyamet gününde karanlıklar
olarak ortaya çıkacaktır. Kullara haksızlık, Allah Teâlâ’nın kendilerine
vermeni emretmiş ve vacip kılmış olduğu haklarını vermemektir. Allah Teâlâ’nın
vermeni istediği Hakk, bazen kişinin üzerinde gördüğün zorunluluk ve ihtiyaç
nedeniyle hal diliyle gerçekleşir. Sen ise bu esnada darlığını giderecek,
zorluğunu aşmasını sağlayacak güce sahipsin. Bu durumda muhtacın hal diliyle
senin malında bir hakkının çıktığını bilmen gerekir. Allah Teâlâ bu bilgiyi
sana onun hakkını ödemen için öğretti; aksi halde sorumlu olursun. Onun
ihtiyacını karşılayacak güce sahip değilsen bile, Allah Teâlâ’nın o kişinin
halini boş yere öğretmediğini bilmelisin. Bu durumda bilmen gereken şudur: Allah
Teâlâ onun halini sana onun ihtiyacını karşılayıp sıkıntısını çözecek (imkân
sahibi) birinin nezdinde güzel sözle yâd ederek ona yardımcı olmanı istemiştir.
Bunu da yapmazsan, en azından kendisine dua etmelisin. Bütün gayretini
harcayıp yapabileceğin tek iş o olduğunda dua edilir. Bıınu yapmaktan gafil
olduğunda, o hal sahibine zulmedenlerden olursun. Yoksul o andaki ihtiyacı
nedeniyle ölürse durum böyledir; ölmez ve başka biri ihtiyacını karşılarsa,
hiç kuşkusuz, fark etmeden o kardeşin senden yükümlülüğü düşürmüş sayılır.
Mümin müminin kardeşidir, onu kendi başına terk etmez, ihtiyacını karşılayan
mümin böyle bir niyet taşımamış olsa bile, gerçekte durum böyle olduğu gibi Allah
Teâlâ da onu böyle kabul eder. Hal diliyle dilenen birisine muhtaç olduğu şeyi
verirsen, daha önce onun (hakkını vermeyerek) mahrum bırakan birinci
kardeşinin adına vermeye niyetlen, o hayırla mümin kardeşini kendine tercih
ederek onun adına yap! O mümin fakirin ihtiyacını (karşılamayarak) senin bu
hayrı yapmana vesile olmuş, bu hayra ulaşmanı sağlamıştır. Hâlbuki dilencinin
istediğini verseydi, fakir verilenle yetinir, sen de o iyiliği ve hayrı
bulamazdın. Arifler verirken böyle bir niyede verirler. Başka bir ifadeyle
arifler halleriyle ve sözleriyle dilenen muhtaçlara böyle verirler. ‘Dilenene
gelirsek, onu kovma.’301 Bu
dilenmenin manevi veya maddi bir halle ilgili olması birdir. Bu itibarla bilgi
ve onu öğretmek bu konuyla ilgilidir. Mesela şaşkın hidayet talep ederken aç
olan yedirilmeyi, çıplak onu havanın sıcak ve soğuğundan koruyacak veya avret
mahallini örtecek elbiseyi talep eder. Cezalandırabileceğini bilen cani de
suçunu affetmeni ister. Şaşkına hidayet yolunu göstermeli, açı doyurınalı,
susamışa su vermeli, çıplağı giydirmelisin. Bilmelisin ki sen de yoksulun
muhtaç olduğu şeye muhtaçsın. Buna mukabil Allah Teâlâ ‘âlemlerden
müstağnidir.’302 Yine de
insanların dualarına icabet eder, ihtiyaçlarını karşılar, onlara ulaşan
zararları defetmek üzere O’ndan yardım istemelerini veya menfaaderi
kendilerine ulaştırması için dua etmelerini emreder. Allah Teâlâ’nın kullarına
böyle davranmak sana daha yakışan iştir. Çünkü onların muhtaç olduğu bütün bu
hususlarda sen de Allah Teâlâ’ya muhtaçsın.
İmam Müslim kitabında Abdullah b. Abdurrahman
b. Behram edDarimi’den, o da Mervan b. Muhammed ed-Dımeşki’den, o da Said b.
Abdülaziz’den, o da Rebia b. Yezid’den, o da Ebu İdris el-Havlani’den, o da Ebu
Zerr’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi
bir hadiste Allah Teâlâ’nın şöyle söylediğini bildirir: ‘Ey kullarım! Ben
kendime zulmü haram kıldım, onu sizin aranızda da haram kıldım. Birbirinize
zulmetmeyin. Ey kullarım! Benim hidayet ettiklerimin dışında hepiniz şaşırmışsınız.
Benden hidayet isteyin ki, hidayet edeyim. Ey kullarım! Benim yedirdiklerimin
dışında hepiniz açsmız. Benden yemek isteyin ki sizi yedireyim. Ey kullarım!
Hepiniz çıplaksınız, benden elbise isteyin ki sizi giydireyim. Ey kullarım! Siz
gece gündüz hata işlemektesiniz, ben de bütün günahları bağışlarım. Bağışlanma
dileyin ki, sizi bağışlayayım.’ Allah Teâlâ bütün bunları senin hakkında bir
isteğin olmaksızın verirken, kendisinden istemeni emretmiş, isteğine icabet
ederek sana vereceğini bildirmiştir. Bunun maksadı, dileğini kabul etmiş
olmakla, slna dönük inayetini göstermektir. Bu da Allah Teâlâ’nın sana
verdiğine ilave başka bir mertebe (ve nimettir). Bir şeyi Allah Teâlâ’nın
emriyle istersen, hiç kuşkusuz, O da senin kendisinden istediğini (ezeli
olarak) bilir. Senin yaratılış aslın ve ilken muhtaçlık ve dilenmedir ve bunun
böyle olması kaçınılmazdır. Bu durumda insan isterken zorunlu bir işi
yapmışken buna mukabil Allah Teâlâ’nın emrine bağlanan birinin sevabıyla
ödüllendirilir ve yaptığın hayra hayır katılır. Allah Teâlâ sana merhameti
gereği ve hayrı sana ulaştırmak, -başkasına değilsadece O’na muhtaç olduğuna
dikkatini çekmek üzere dua etmeni emretmiştir. Çünkü seni sadece O’na ibadet
etmen üzere, yani karşısında zelil olman için yarattı. Sana tavsiyem Hakkın
emir ve yasaklarının sınırında durup emrini bizzat O’ndan idrake çalışmandır.
Böyle yaparsan emir ve yasaklarında senden talep ettiklerini bilenlerden
olabilirsin, ihtiyacını rabbinden istemeyen insan, hiç kuşkusuz, O’nu cimri
kılmıştır. Bu durum genel için böyledir. Sana yaptığım tavsiyede ihmalkâr
davranırsan, sadece kendini kınamalısın. Çünkü bilmiyor idiysen, sana öğrettim;
unutmuş veya gafil isen dikkatini çektim ve sana hatırlattım; mümin isen öğüt
sana fayda vermelidir. Ben yaptığım tavsiyelerle Allah Teâlâ’nın emrini tuttum.
Buna mukabil verilen öğütlerden faydalanman senin iman sahibi olduğuna
delildir. Allah Teâlâ benim ve senin hakkında şöyle der: ‘Öğüt
ver, öğüt müminlere fayda verir.’303 Öğüt fayda vermezse imanın hakkında
kendini suçlamaksın. Allah Teâlâ doğru söyler ve O öğüdün müminlere fayda
vereceğini zikretmiştir.
Aktardığımız kutsi hadisin ‘sizi
bağışlayayım’ ifadesinin devamında şöyle denilir: ‘Kullarım! Siz bana zarar
veremezsiniz, kendiniz zarar görürsünüz, bana fayda veremezsiniz...’ Bilindiği
üzere, Allah Teâlâ zarar görmez veya kimseden fayda bulmaz. O âlemlerden
müstağnidir. Fakat Allah Teâlâ kendisini daha önce söylediğimiz üzere yemek ve
su istemek gibi işlerde kulunun mertebesine yerleştirince, kulların O’na fayda
ve zarar vermede bir sonuca ulaşmanın imkânsızlığına dikkatimizi çekmiş oldu.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya fayda ve zarar vermek hususunda bir neticeye ulaşmak
imkânsızdır. Aynı zamanda Allah Teâlâ bir kavim hakkında ‘Allah
Teâlâ’yı kızdıran işlere tâbi oldular’304 der. Buradaki görünüşte zarardır ve Allah
Teâlâ kendisini o zarardan tenzih etmiştir. Aynı durum Allah Teâlâ’nın razı
olacağı veya sevineceği bir işi yapanlar için geçerlidir. Misal olarak Allah Teâlâ’yı
sevindirmek üzere tövbe eden birini verebiliriz. Allah Teâlâ kulunun
tövbesiyle sevinir. Böyle rivayetlerde Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili zayıf
nefislerde bu konularda ortaya çıkacak hastalıkların ilacı vardır. Bu itibarla
söz konusu nefisler ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’305 ayetinin gerçekte ne anlama geldiğini
bilmez. Rivayetin devamında şöyle denilir: ‘Ey kullarım! Öncekiler ve
sonrakiler, insanlar ve cinler, en takva sahibi bir kulun kalbi üzere olsaydı,
bu durum mülküme bir şey katmazdı. Ey kullarım! Öncekiler ve sonrakiler,
insanlar ve cinler en günahkâr birinin kalbi üzere toplanmış olsaydı, bu durum
mülkümden bir şey eksiltmezdi. Kullarım! Öncekiler ve sonrakiler, insanlar ve
cinler bir yerde toplanıp benden istese ve her birine istediğini verseydim,
denize daldırılan bir iğne oradan bir şey eksiltmediği gibi, bu durum nezdimde
olanlardan bir şey eksiltmezdi.’ Bütün bunlar zayıf nefislerin hastalıkları
hakkında söylediklerimizin çaresidir. Dostum! Sen de bu ilaçları
kullanmalısın. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bunlar sizin amelleriniz, onları sizin
için sayacağız, sonra onları size ödeyeceğiz. Kim iyilik görürse Allah
Teâlâ’ya hamd etsin, kim başka bir şey bulursa kendini kınasın.’ ihtiyacı
nedeniyle dilenen hiç kuşkusuz zelil olmuştur. Allah Teâlâ’dan başkasının
karşısında zelil olan, yoldan çıkmış, nefsine zulmetmiş, hidayet yolunu
tutmamıştır. Sana olan tavsiyem budur. Ona uymalı, nasihatimi tutmalı, iyice
öğrenmelisin. Allah Teâlâ kitabında ve peygamberlerinin dillerinde sürekli
kullarına tavsiyede bulunur. Tuttuğunda saadete ulaşmana vesile olacak
şekilde, tavsiyede bulunan herkes, Allah Teâlâ katından sana gelen bir elçidir.
O elçiye Rabbinin nezdinde teşekkür etmelisin.’
Tavsiye
Bilgisiyle amel etmeyen bir alimi
gördüğünde, karşısında edebe riayet et ki, kendi bilgini kullanmış olasın.
Edepli davrandığında, ‘alim’ olması itibarıyla kendisine hakkını ödemiş
olursun. Onun kötü hali nedeniyle edepli davranmaktan geri durma! Alimin Allah
Teâlâ katındaki derecesi, bilgisinin derecesidir. İnsan kıyamette sevdiğiyle
beraber haşredilir. Kim ilahi bir nitelik karşısında edepli olursa, kıyamette
onu kazanır, o nitelik üzerinde haşredilir. Allah Teâlâ’nın senden (tezahür
etmesini) sevdiğini bildiğin her işi yerine getirmelisin. O işler için gayret
göstermelisin. Allah Teâlâ’ya kendini sevdirmek maksadıyla o nitelikle nefsini
süslersen, hiç kuşkusuz, O da seni sever. Seni sevince, kendisini, tecellisini
ve ikram yurdunu bildirmekle seni saadete ulaştırır, sıkıntı içerisinde sana
nimet ihsan eder. Allah Teâlâ’nın sevdiği işler pek çoktur; bir kısmını tavsiye
ve nasihat olmak üzere zikredeceğim:
Bunlardan birisi Allah Teâlâ için
süslenmek ve güzelleşmektir. Bu davranış müstakil bir ibadet olduğu kadar
özellikle namaz için öyledir. Allah Teâlâ' sana namazda böyle yapmanı
emrederken şöyle demiştir: ‘Ey Ademoğulları! Her mescitte
süslerinizi takın.’306 Bir
ayette ise kulların davranışlarını yadırgayarak şöyle der: ‘De
ki, Allah Teâlâ’nın kulları için çıkardığı ziyneti yasaklayan kimdir? Onlar
dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde sadece müminlere mahsustur. Ayetleri bilen
bir kavim için böyle açıklarız’307 Böyle bir hususta Kur’an-ı Kerim’de
bundan daha çok bir açıklama olamaz. Allah Teâlâ’nın süsüyle dünya hayatının
süsü arasındaki fark ise kasıt ve niyede ortaya çıkabilir. Buradaki süs
ötekinin ta kendisidir, başka bir şey değildir. Niyet işlerin ve varlıkların
ruhudur; herkes için sadece niyet ettiği vardır. Bu itibarla kendisi olmak
bakımından hicret bir şeydir. ‘Kimin hicreti Allah Teâlâ’ya ve peygambere
yönelmişse onun hicreti Allah Teâlâ’ya ve peygamberinedir. Kimin hicreti dünya
için olursa onu elde eder ya da bir kadın için hicret eden kişi onunla evlenir.
Onun hicreti hicret etmek istediği şeyedir.’ Allah Teâlâ’nın kıyamet günü
kendileriyle konuşmayıp kendilerini tezkiye etmeyeceği, haklarında acı bir
azabın bulunduğu İmam’a biat eden üç kişi hakkındaki sahih hadiste de niyet
meselesi ele alınmıştır. Söz konusu üç kişiden birisi İmam’a sadece dünyevi
maksatla biat edenlerdir. İmam/devlet başkanı dünyalık verirse, biatine bağlı
kalır, vermezse kalmaz. Bu itibarla ameller niyedere göredir ve niyet İslam’ın
evinin rükünlerindendir. İmam Müslim’in es-Sahih’inde yer alan hadiste şöyle
denilir: ‘Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiş: Ey Allah
Teâlâ’nın Peygamberi! Ben ayakkabımın güzel, elbisemin güzel olmasını severim.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ güzeldir, güzeli
sever.’ Başka bir hadiste şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisi için güzel görünmeye
en layık olandır.’ Konuyla ilgili başka bir husus Allah Teâlâ’nın Cebrail’i Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e çoğunlukla Dıhye suretinde göndermiş olmasıdır.
Dıhye döneminde yaşayan insanların en yakışıklısıydı. Onun ahlaki güzelliğinden
söz edilirken Medine’ye gelip insanlarla karşılaştığında kendisini gören herhangi
bir hamile kadının kanundaki çocuğu düşürmesi rivayet edilir. Allah Teâlâ
Cebrail’i Dıhye suretinde gönderirken peygamberini müjdeleyerek şöyle derdi:
‘Ey Muhammed! Benimle senin aranda sadece güzellik sureti bulunur.’ Allah Teâlâ
hal diliyle nefsindekini ona bildirir. Binaenaleyh ifade ettiğimiz gibi, Allah
Teâlâ için güzelleşmekten mahrum kalan insan, hiç kuşkusuz, O’nun özel ve
belirli sevgisini yitirmiş, özel ve belirli sevgiyi yitirince Allah Teâlâ
cihetinden meydana getireceği saadet yurdundaki marifeti, tecelliyi, ikramı,
Kesib mertebesindeki görmeyi, dünya hayatında seyr-ü sülük esnasındaki
müşahedelerinde de ilmi-ruhî müşahedeleri yitirir. Fakat belirttiğimiz gibi
insan güzelleşirken ‘Allah Teâlâ için güzelleşmek’ niyeti taşımalıdır; süslenmek
ve güzelleşmek, dünya malıyla övünmek, böbürlenmek, kendini beğenmek, başkasına
caka satmak niyeti taşımamalıdır.
Bunlardan birisi de fitne esnasında Allah
Teâlâ’ya dönmektir. Allah Teâlâ fitneye maruz kalan tövbekarları sever. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem böyle buyurmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ölümü ve hayatı
yarattı ki, hanginiz en güzel işleri yapacak.’308 Bela ve fitne aynı şeydir. O da
ancak insanın sahip olduğu iddia nedeniyle ihtiyardır. ‘Bu
sadece senin fitnendir, dilediğini onunla saptırır, dilediğine hidayet edersin.’309 ‘Bu senin bir sınaman’ demektir.
Ayette geçen dalalet hayrete düşürmekken hidayet kurtuluş yolunu açıklamak ve
göstermektir. Fitnelerin en büyüğü kadın, mal, çocuk ve makamdır. Bu dört şeyle
Allah Teâlâ herhangi bir kulunu imtihan eder de bu imtihanlarda kişi Hakkın
bulunmasını istediği gibi bulunup kendisine dönmesi gerekir. imtihan vesilesi
olan hususları insan kendileri bakımından dikkate almayıp ilahi nimet
saydığında, Allah Teâlâ onların karşılığında kendisine ihsanda bulunur. İşte
böyle bir imtihan insanı Allah Teâlâ’ya döndürür, Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya
yerine getirmesini emretmiş olduğu üzere ‘hakkıyla şükretmek’ makamına
yerleştirir. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya şöyle emreder: ‘Ey Musa! Bana hakkıyla
şükretmelisin.’ Hz. Musa ‘Hakkıyla şükretmek ne demektir, Rabbim?’ deyince
şöyle demiştir: Nimeti benden görünce, bana hakkıyla şükretmiş sayılırsın.’
Hadisi İbn Mace Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktararak es-Sünen’inde
zikretmiştir. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in geçmiş ve
gelecekteki günahlarını affetmiş, bunu bir müjde olarak vermiş, ‘Allah
Teâlâ senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlasın diye’310 buyurmuştur. Bununla beraber Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya şükredebilmek için ayakları
şişinceye kadar namaz kılar, ibadetini ihmal etmez ve istirahata yönelmezdi.
Böyle yapmasının sebebi sorulup da nefsine şefkat göstermesi talep edilince
şöyle demiştir: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ayette ‘Allah Teâlâ şükredenleri sever5 denildiğini
biliyordu ve ‘hakkıyla şükretmek5 makamında bulunmasaydı Allah Teâlâ’nın
bu özel sevgisinden mahrum kalırdı. O sevgi sadece şükredenlerin ulaşabileceği
özel makama varmayı temin eder Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarım
içerisinden şükredenler azdır.’311 Bu makamdan mahrum kalınca, (o
makama ulaşmanın sağlayacağı) Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi, keramet yurdunda
ona mahsus nimeti, tecelliyi, büyük ziyaret günü gerçekleşecek Kesib’deki
görmeyi elde edemezdi. Çünkü her özel nitelikten meydana gelmiş ilahi sevgiye
mahsus özel bilgi, tecelli, nimet ve mertebe vardır ki, böyle olması da
kaçınılmazdır. Böylelikle o sıfatın sahibi başkalarından ayrışır.
Kadın fitnesine gelirsek, onları
severken Allah Teâlâ’ya dönmek, bütün ve tümelin (kül) parçasını sevdiğini ve
ona ilgi duyduğunu görmektir. Kül, yani bütün, kendinden başkasını sevmemiştir.
Çünkü kadın asıl itibariyle erkeğin sol kaburgasından yaratılmış, Hakk kadını
erkeğin nefsi karşısında ‘suret’ mesabesinde yaratmıştır. Söz konusu suret, Allah
Teâlâ’nın insan-ı kâmili kendisinde yaratmış olduğu surettir. Başka bir
ifadeyle o suret, Hakkın suretidir ve Allah Teâlâ onu tecelli ettiği yer
yapmıştır. Bir şey ona bakanın tecelli ettiği yer ise ona bakan surette
kendisini görebilir. Erkek kadında kendini görünce, ona olan sevgisi güçlenmiş,
yönelmesi pekişmiştir, çünkü kadın onun suretidir. Daha önce erkeğin suretinin
Hakkın sureti olduğu ortaya çıkmıştı. Hakk onu bu surette yaratmıştı. Bu
durumda erkek, (kadına bakarken) sadece Hakkı görmüş, fakat sevgi, haz ve
kendisini kaybetmeye vesile olacak tarzda kavuşma şehvetiyle görmüştür. Bu
itibarla erkek kadında dürüst bir sevgi ve gerçek bir fena ile kendinden geçer,
kendisinin benzeri ve misü olarak, kendi zatıyla onun tam karşısında durur. Bu
nedenle de erkek kadında fani olabilmiştir. Binaenaleyh erkekte bulunan her
parça kadında da bulunur. Sevgi ise bütün parçalarına işler ve yayılır.
Neticede bütünü kadına bağlanır ve ilişir. Bu nedenle erkek -benzerinden
başkasını sevmesinden farklı olarakkendi benzerini ve mislini severken tam
olarak onda kendinden geçebilir, sevdiğiyle bir olur, en sonunda şunu der:
Ben sevenim, sevilen de ben
Bu makamda
başka birisi şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’m!’ Benzerin ve mislin olan birini
böyle bir sevgiyle sevdiğinde, bu sevgi seni Allah Teâlâ’ya döndürür. Başka bir
ifadeyle senin ondaki bu müşaheden seni Allah Teâlâ’ya yöneltir. Bu durumda Allah
Teâlâ’nın sevdiklerinden birisi olurken, bu fitne de sana hazırlık kazandıran
bir imtihana döner. .
Kadınlan sevmedeki diğer tarza
gelirsek, kadınlar (ve dişilik), her tür içerisinde benzerlerin ortaya
çıkmasını sağlayan edilgenlik ve tekvin mahallidir. Hiç kuşkusuz Allah
Teâlâ’nın âlemin yokluk halinde âlemdeki varlıkları sevmiş olmasının yegâne
sebebi, onların edilgenlik (infial) mahalli olmalarıdır. Allah Teâlâ el-Mürid
olması itibarıyla (yoklukta sabit) varlıklara yöneldiğinde onlara ‘ol’ demiş,
onlar meydana gelmiş, Hakkın varlıktaki mülkü onlarla ortaya çıkmıştır. Bu
varlıklar ulûhiyetinde Allah Teâlâ’ya hakkını vermiş, Allah Teâlâ ilah olmuş,
varlıklar hal diliyle bütün isimleriyle beraber Allah Teâlâ’ya ibadet
etmişlerdir; o isimleri bilip bilmemeleri bunu değiştirmemiştir. Bir ismin
neticesini bilmemiş olsa bile, Allah Teâlâ’ya ait her isimde kul Hakkın
suretiyle ve haliyle bulunmuştur. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Allah Teâlâ’nın isimleriyle dua ederken dile getirdiği bir husustur:
‘Veya gaybının bilgisinde kendine ayırdığın veya bir yaratılmışa bildirdiğin
isimlerinle senden isterim.’ Yani herhangi bir yaratılmışa kendisini öğreterek
onu başkasından ayrıştırmasını sağladığın isimlerinle senden isterim. Çünkü
varlıkların/şeylerin çoğu insanda suret ve hal itibarıyla bulunur, insan onların
kendisinde bulunduğunu bilmezken Allah Teâlâ onda bunların bulunduğunu bilir.
Erkek kadını söylediğimiz tarzda sevince, hiç kuşkusuz, bu sevgi onu Allah
Teâlâ’ya döndürür. Bu dönmeyle birlikte onun için fitnenin nimeti gerçekleşir.
Allah Teâlâ da, kişi kadrnı severken O’na dönebilmesi itibarıyla o kişiyi
sever. Erkeğin -diğerlerine değil debelirli bir kadına sevgi duymasının sebebi,
yaratılışta veya tabiat kaynaklı mizaçta veya ruhi bakışta iki şahıs
arasındaki ruhani münasebet ve karşılıklı ilişkidir. Bununla beraber
söylediğimiz hakikatler her kadına yayılmış, nüfuz etmiş, bir kısmı belirli bir
süreye kadar sürerken bir kısmı süreyle sınırlanmadan ölüme kadar devam eder.
Bağlanma ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. Aişe’yi sevmesi
misalindeki gibi süreklidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz.
Aişe’yi bütün eşlerinden daha çok sevdiği gibi babası olan Hz. Ebu Bekir’i de
öyle severdi, ikincil münasebetler şahısları belirlerken birinci sebep daha
önce zikretmiş olduğumuz sebeptir. Binaenaleyh (herhangi birisiyle sınırı
olmayan) mutlak sevgi, mutlak sema’ (duyma) veya Allah Teâlâ’nın bazı
kullarının üzerinde bulunduğu mutlak ve kayıtsız görme hali, âlemde belirli bir
şahsa tahsis edilemeyen sevgi, duyma ve görmedir. Bü sebeple yanındaki herkes
arife sevimli gelir, arif onunla ilgilenir. Her şeye rağmen aradaki özel
münasebet nedeniyle bazı şahıslara yönelik daha özel bir ilgi de
kaçınılmazdır. Başka bir ifadeyle mutlaklıkla beraber özellik de gereklidir.
Alemin yaratılışı tekillerinde böyle bir sınırlılığı icbar eder ve ortaya
çıkartır. Insan-ı kâmil mudaklık ile sınırlılığı bir araya getirebilen
kimsedir. Mutlaklık Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana dünyanızdan
üç şey sevdirildi: kadınlar...’ hadisinde ifade edilir. Hadiste herhangi bir
kadını belirtmemiştir. Sınırlı ve özel olan sevgi de Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in Hz. Aişe’yi ilahi bir nispet ve ruhanî bir ilişki
nedeniyle diğer kadınlarından daha çok sevmesinde tebarüz eder. Bununla beraber
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün eşlerini seviyordu. Birinci
unsurla ilgili olarak, idrak sahibi insanlar için yeterli açıklama yapmış
olduk.
Fitne evinin ikinci unsuru makamdır.
Makam başkanlık ve riyaset diye ifade edilir. Onun hakkında bilgisi olmayanlar
şöyle der: ‘Sıddıkların kalbinden en son çıkacak olan duygu başkanlık
sevdasıdır.’ Arifler ise bu cümleyi bu yoldaki insanların çoğunluğunun anladığı
üzere anlamazlar. Bu cümlenin anlamı, Allah Teâlâ ehlinin bu konuda dile getirmiş
olduğu manadır. Şöyle ki, insan nefsinde pek çok şey bulunur, Allah Teâlâ onu
bu özelliklere ve hallere göre yaratmıştır. Bu durum ‘Göklerde
ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah
Teâlâ...’312 ayetinde
ifade edilir. Yani sizde bulunup sizden ortaya çıkan veya sizde gizli kalan
fakat sizin bilmediğiniz şeyleri demektir. Kul bunların kendi nefsinde
bulunduğunu bilmediği sürece, Allah Teâlâ onun nefsinde gizlediği şeyleri
sürekli izhar eder durur. Bu duruma misal olarak doktorun bilip hastanın
bilmediği bir hastalığı verebiliriz. Allah Teâlâ’nın yaratılmışların
nefislerine gizledikleri de bunun gibidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Kendisi -başkası değilkendisi
iken herkes kendisini bilmez. Allah Teâlâ insan için onun nefsinde yerleştirdiği
şeyleri kendinden izhar eder, onları insana gösterir, o da daha önce nefsi
hakkında bilmediklerini öğrenir. Pek çok kişi şöyle demiştir: ‘Sıddıkların
kalplerinden en son çıkacak olan başkanlık sevdasıdır. Bu sevda dışarıya
çıktığında, (onun hakikati) kendilerine görünür. Bu kez onlar sıradan
insanların sevmesinden farklı bir şekilde başkanlığı severler. Çünkü onlar, Allah
Teâlâ’nın onların haklarında söylemiş olduğu bir haldeyken başkanlığı
severler. Kutsi hadiste Allah Teâlâ onların duyma gücü, görme gücü ve bütün
organ ve güçleri olduğunu bildirmiştir. Bu Hakk ulaştıklarında başkanlığı ancak
Allah Teâlâ nedeniyle severler. Âlemin önüne geçmek Allah Teâlâ’ya mahsustur.
Onlar ise Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Başkan hem varlık, hem değer itibarıyla
yönettikleriyle beraber vardır. Onun yönetilenleri sevmesi en güçlü sevgidir;
çünkü başkanlığı izhar eden yönetilenin varlığıdır. Bu itibarla kendisini
melik ve hükümdar kılan mülkte (yönetilenden) daha sevgili hiçbir şey yoktur.
Şıddîk olanın kalbinden en son çıkan şeyin başkanlık sevdası olmasının
anlamlarından biri de budur. Onlar başkanlığı ‘zevk’ yoluyla görür, müşahede
ederler. Yoksa bunun anlamı onların kalplerinden sevgisi çıkar ve onlar da
başkanlığı ve riyaseti sevmezler demek değildir; başkanlığı sevmemiş olsalardı,
bu konuda onlar adına zevk yoluyla bilgi gerçekleşmezdi. Başkanlık Allah
Teâlâ’nın onları kendisinde yarattığı surettir. O suret ‘Allah Teâlâ Adem’i
kendi suretinde yarattı’ hadisinde belirtilir. Daha doğrusu rivayetin çeşitli
yorum ve tevillerinde bu husus belirtilir ki, bunu bilnjelisin. Makam hükmün
işlemesi demektir. Bu meyanda ‘Bir şeyi irade ettiğinde ona ‘ol’
der, o da olur’313 ayetinden
daha müessir bir şey yoktur. En yüce makam, makamı Allah Teâlâ’ya bağlı olan
kimsenin makamıdır. Öyle bir kul hakikati bakiyken‘benzersiz bir misil’ ve
benzer olduğunu görür. O kul-rab iken Allah Teâlâ -kul olmaksızınRabdir. Demek
ki birleştiricilik Özelliği kula mahsusken Hakk yegâne ve biriciktir.
Üçüncü unsur maldır. Mal insanın
tabiatı gereği kendisine meyletmesi nedeniyle böyle adlandırılmıştır. Allah
Teâlâ malla kullarını imtihan eder. Bunun sebebi bazı işlerin varlığını malla
kolaylaştırması ve kalplere mal sahiplerini sevdirmesidir. Cimri bile olsa mal
sahibi, sahip olduğu malla kendilerine yardım eder kuruntusuyla gözler hürmede
ona bakar. Bununla beraber mal sahibi, yetinme duygusu veya sahip olduğuyla
kanaat etme duygusu bulunmadığı için, gerçekte insanların en muhtacı olabilir.
Öyle biri elindekinden fazlasını talep eder. Alenidekiler kalplerin mal
sahibine yöneldiğini görünce, malı sevmişlerdir. Buna mukabil arifler,
sayesinde malı sevebilecekleri ilahi bir yön aramışlardır, çünkü malı sevmek
kaçınılmazdır. Burada dalalete düşmeye ve yoldan çıkmaya yol açacak fitne ve
imtihan vardır. Ariflere gelirsek, onlar, ilahi işlere bakar! Onlardan birisi ‘Allah
Teâlâ’ya güzel borç verin’314 ayetidir.
Ayette Allah Teâlâ ciddiyet sahiplerine hitap eder. Onlar bu ilahi hitabın mazharı
olabilmek maksadıyla malı sevmiş, bulundukları her yerde bu ayeti dinlemekle
haz almışlardır. Onlar Allah Teâlâ’ya borç verdiklerinde sadakanın Rahman’ın
eline düştüğünü görmüşlerdir. Böylece mal ve onu vermek sayesinde Hakka
yardımcı olduklarını ve yardımcılık yakınlığına nail olduklarını müşahede
ederler. Ayette ‘İki elimle yarattığım’315 diyerek Hz. Adem’i
şereflendirmiştir. Kim dileğine karşılık olarak Allah Teâlâ’ya borç verirse,
iki eliyle yaratılmış olandan daha fâzla haz alır. Mal olmasaydı bu ilahi
hitabı duymayacakları kadar onun ehli de olamazlar veya bu ilahi talebe
karşılık olarak borç veremezlerdi. Bu hal Allah Teâlâ’ya vuslat halini de
içerir. Allah Teâlâ malla insanları sınar, ardından onları kendisinden istemekle
sınamış, muhtaç dilencilerin mesabesine indirmiştir. Onlar ise servet ve mal
sahibi olanlardır. Bu durum bu bölümün başında zikredilen hadiste
belirtilmiştir. ‘Ey kulum! Senden yemek istedim, yemek vermedin, su istedim su
vermedin...’ Bu bakışa göre arifler için mal sevgisi, söz konusu makama
ulaştıran bir imtihan vesilesidir.
Çocukların fitne olmasına gelirsek,
çocuk babanın sim, ciğerparesi, kendine en bağlı ve yapışık olan varlıktır.
Çocuğu sevmek, bir şeyin kendi kendisini sevmesi demektir. İnsana kendinden
daha sevimli bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ insanı onun dışında ‘çocuk’
diye isimlendirdiği bir surette bizzat kendisiyle sınamış, kendine bakmanın
Hakkın onu mükellef tuttuğu hakları yerine getirmekten alıkoyup koyamayacağım
görmeyi murat etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kızı Hz.
Fatıma’nın hakkı ve onun kalbinde bilinmeyen mertebesi hakkında şöyle demişti:
‘Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı elini keserdim.’ Hz. Ömer
oğluna zina cezası olarak dayak cezası vermiş, çocuk ölmüş, Hz. Ömer bundan
rahatsızlık duymamış, had cezası uygularken -ki canın telef olmasına yol
açmıştırcana ağır gelen evladını feda edebilmişti. (Benzer bir durum zina
ettiğini itiraf eden bir) kadın hakkında gerçekleşmişti. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem o ikisinin tövbesi hakkında ‘bundan daha büyük tövbe olur
mu?’ demişti. Nahoş bir hakkı ve cezayı evlada tatbik edebilmek, en büyük
imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ baba hakkında çocuğun ölümüne dair şöyle der:
‘Çocuğunun canını kabzettiğim bir mümin kulumun ödülü ancak cennet olabilir.’
En büyük imtihan ve en çetin fime olan bu üç esası sağlam ve muhkem bir şekilde
icra eden ve Hakkın mertebesini tercih edip bütün bu hususlarda Allah Teâlâ’nın
hakkına riayet eden insan, hemcinsleri arasında kendinden daha üstün kimsenin
bulunmadığı biridir.
Tavsiyelerimden Birisi de Şudur
Vitir (namazını kılmış) bir halde
uyu! İnsan uyuduğunda, Allah Teâlâ onun ruhunu -bir rüya görmüş olsakendisinde
nefsini gördüğü üzere katına alır; dilerse onu kendine iade eder, dilerse
yanında tutar. Canını iade etmesi, ömrünün tamamlanmamış olmasıyla ilgiliyken
etmemesi ecelinin sona ermesi demektir. Bu sebeple ihtiyadı tavır, insanın
vitir üzere uyumasıdır. Vitir kılarak uyuduğunda, Allah Teâlâ’nın sevmiş olduğu
bir amelde ve halde uyumuştur. Sahih bir haberde şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ
tektir (vitr), teki sever.’ Demek ki Allah Teâlâ kendisini sever. O’nun seni
severken kendi menziline yerleştirmesinden daha büyük bir inayet ve yakınlık
olabilir mi? Nicelik ve sayı gerektiren bütün fiillerinde vitir ehli olduğunda
Allah Teâlâ seni sever. Allah Teâlâ peygamberinin diliyle sana şöyle hitap
eder: ‘Kur’an ehli! Vitir (üzere işlerinizi) yapınız.’ Kur’ari ehli Allah
Teâlâ’nın ehli ve O’nun seçkinleridir. Sürme çekerken her göze bir veya üç kere
olmak üzere tek sayıyla çekmelisin. Her organ kendi başına müstakil organdır.
Yemek yerken elini teke alıştırman gerekirken aynı zamanda içerken de suyu
yudumlarken üç kere de almalısın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle
yapmayı emretmiştir, o en münezzeh insandır. Dinleyenin anlaması için söz
söylediğinde, üç kez tekrarlamaksın; böyle yapınca söylediğin anlaşılır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem öyle yapardı. Sana ilahi sünnete göre tavsiyede
bulunuyoruz. Bu, Allah Teâlâ’nın sana Kur’an-ı Kerim’de emretmiş olduğu,
peygambere uymanın kendisidir. Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki O da sizi sevsin’316 der. Böyle bir sevgi ceza, yani
karşılık olan sevgidir. Allah Teâlâ’nın ‘karşılık olmayan’ ilk sevgisi ise peygambere
uymayı sana nasip eden muhabbettir. Bu itibarla Allah Teâlâ senin sevgini, iki
ilahi sevgi arasına yerleştirmiştir. Birincisi ihsan ve lütuf, diğeri karşılık
sevgisidir. Böylece sevgi seninle Allah Teâlâ arasında tek haline gelmiştir.
Birincisi ihsan sevgisiydi; O sevgi sana peygambere uymayı nasip eder. Senin
O’nu sevmen ve O’nun seni sevmesi, şeriat olarak gönderdiği hükümlere tâbi
olmanın karşılığıdır. ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın
peygamberinde güzel örnek vardır.’317 Bu ayetle peygamberin masumiyeti
sabittir; masum olmasaydı, ona uymak doğru ve geçerli olmazdı. Bütün
hareketlerinde, duruşlarında, fiillerinde, hallerinde ve sözlerinde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e uyarız, onu kendimize örnek ediniriz. Kitap veya
Sünnette bu konuda herhangi bir yasaklama olmadığı sürece böyle davranırız.
‘Yasaklama’ derken, hibe nikâhı gibi ‘diğer müminlere olmaksızın sadece sana
mahsus’ denilen evlilik ile gece ibadeti, teheccüd namazı gibi sadece kendisine
mahsus ibadederi kastediyorum. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gece
ibadetini farz olarak, biz ise ona uyarak ve mendub olarak yerine getirir,
namazda peygambere ortak oluruz. Ebu Hureyre şöyle der: ‘Dostum bana üç şeyi
tavsiye etmiş, tavsiyesini tek sayıyla yapmış, tavsiye ettiklerinden biri de
‘vitir5 üzere uyumamdır.’ Sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır, onları öğrenen (İhsa
eden) kişi cennete girer.’ Allah Teâlâ tektir ve teki sever. Daha
önce elinizdeki kitapta Hakim Tirmizi’nin sorularından söz etmiştik. O bölüm Allah
Teâlâ’nın sevgisi hakkında marifetler bölümünün son kısmıdır. Allah Teâlâ
tövbe edenleri, temizlenenleri, şükredenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini
ve Allah Teâlâ’nın kendilerini sevdiği zikredilmiş olan başkalarını sever. O’nun
sevmediği şeylerden de söz edilmiştir. Hepsini bu kitapta zikretmiştik,
tekrara fayda yoktur.
Tavsiye
Sana verdiği veya senden aldığı
işlerde Allah Teâlâ’yı gözetmeli, O’nu murakabe etmelisin! Allah Teâlâ senden
sabretmen için bir şey alır. Sabrettiğinde, seni sever, çünkü O sabredenleri
sever. Seni sevdiğinde, sevenin sevdiğine davrandığı gibi sana davranır, iraden
maslahatını iktiza ederse, irade ettiğin yerde bulunur; iraden senin
maslahatını iktiza etmezse, maslahatını gerektirecek şekilde kendi sevgisine
göre sana davranır ve fiilini icra eder. O esnada Hakkın senin için yaptığı işi
nahoş bulsan bile, işin sonunda O’nun fiilini över ve beğenirsin. Allah Teâlâ
kulunu sevdiğinde, onun maslahatları hususunda itham edilebilecek bir iş
yapmaz. Allah Teâlâ’nın seni sevip sevmediği hususundaki terazi, senden aldığı
ve mahrum bıraktığı mal, aile vb. gibi kendilerinden ayrılmanın ağır geldiği
bütün işlerde sabır nasip edip etmediğini görmek olmalıdır. Senin kendisine
alışıp da elinden çıkan her şeyin bedeli, O’nun katindadır. Buna mukabil O’nun
bir bedeli yoktur. Şair şöyle der:
Ayrıldığın her şeyin bir bedeli vardır da
O’ndan ayrılırsan Allah Teâlâ’nın bir
bedeli yok!
Çünkü O’nun misli ve benzeri yoktur.
Aynı durum, sana ihsan edip nimet verdiğinde geçerlidir. O’nun verdiği
nimetlerden birisi de aldıklarına karşılık sabretmendir. Allah Teâlâ sana
sabretmen için senden aldığı gibi şükretmen için de verir. O şükredenleri
sever; şükredenleri sevdiği gibi seni sevince, mağfiret eder. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem insanların geçtiği yoldaki bir dikeni görüp
kaldıranın bu fiilini Allah Teâlâ’nın beğendiğini ve onu bağışladığını
söylemiştir. Bu itibarla iman yetmiş küsur şubedir; en aşağı mertebesi, burada
zikrettiğimiz üzere, yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. İman
mertebelerinin en üstünü de ‘La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur)’ demektir. Allah Teâlâ’nın razı olduğu işleri yapmayı nasip
ettiği bir mümin iman şubelerini araştırır, onların hepsini yerine getirmeye
çalışırken onun bu araştırması da bizzat iman şubelerindendir. Böyle bir mümin
sıfatı elde eden, ellerini ise hayırla dolduran birisidir. Allah Teâlâ yerine
getirmeni emrettiği bir işi yapmana karşılık sana teşekkür ettiğinde, sadece
iyi işleri daha çok yapman üzere (teşvik için) teşekkür etmiştir. Nitekim sen
de verdiği nimetlere karşılık Allah Teâlâ’ya şükrettiğinde, bu şükür, O’nun
verdiği nimetleri artırır. Bu durum ‘Şükrederseniz
artırırız’318 ayetinde
ifade edilir. Allah Teâlâ kendisini kullarına karşı şükredici olmakla
nitelemiştir. Bu itibarla Allah Teâlâ eş-Şekûr’dur. Allah Teâlâ şükür
nedeniyle nimeti arttırdığı gibi ihsanını da arttırır. Bununla beraber Allah
Teâlâ’nın katında her şeyin bir ölçüye göre bulunduğuna iman etmelisin. Dünyada
her şey O’nun katında belirlenmiş bir ecele doğru akar gider. Âlemdeki her şey Allah
Teâlâ’ya aittir. Bir şeyi senden alırsa, kendisine almıştır; sana verirse,
kendisinden vermiştir. Binaenaleyh her şey O’ndan ve O’na doğrudur. İşin sana
bildirdiğim gibi olduğunu öğrendikten sonra, O’nun karşısında bulunman senin
için kâfidir. Böyle olunca, alırken ve verirken bütün hallerinde O’nu müşahede
edersin. Bu meyanda her nefeste ya (bir şey veya nefes) alır veya verirsin.
Bunun ilk derecesi hayatiyetinin kendisine bağlı olduğu nefeslerindir. Allah
Teâlâ senden çıkan nefesi kendisiyle beraber çıktığı dil veya kalp zikriyle
birlikte alır. Nefesindeki (durum) hayır ise ecri senin için kat be kat
artırılırken hayırdan başka bir şey ise Allah Teâlâ keremi ve afFıyla mağfiret eder,
içeri giren nefesi dilediği halde sana ulaştırır. O nefes senin içinde
bulunduğun halin varididir. Yarid hayır getirirse, Allah Teâlâ’nın nimetidir
ve bu durumda varide şükürle karşılık vermelisin. Allah Teâlâ’nın razı
olmadığı başka bir şeyi getirdiğinde, ona karşılık mağfiret, bağışlama ve
tövbe talep etmelisin. Allah Teâlâ kulları için günahları ancak mağfiret talep
etsinler diye takdir etti. Bu talebe karşılık Allah Teâlâ onlara mağfiret eder,
kullar O’na ve O da kullarına döner. .
Bir hadiste şöyle denilir: ‘Günah
işlememiş olsaydınız, Allah Teâlâ günah işleyen, tövbe eden Allah Teâlâ’nın
kendilerini bağışladığı ve kendilerine döndüğü bir topluluk getirirdi.’
Böylelikle ilahi hükümlerin hiçbirisi dünyada işlevsiz ve etkisiz kalmaz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen sahih bir hadiste onun şöyle söylediği
aktarılır: ‘Aldığı da verdiği de Allah Teâlâ’ya aittir. Her şey belirli bir
süreye kadar O’nun katindadır. Süresi sona erdiğinde başkası gelir.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in böyle demiş olması, işin kendinde bulunduğu
durumu bize bildirmek ve öğretmek maksadı taşır. Bunu öğrenmekle biz de
işlerimizi O’na havale eder, teslimiyet ve tevekkül derecesine ulaşmış oluruz.
Bununla beraber içinde bulunduğumuz durum ve hal neyi gerektiriyorsa ona göre Allah
Teâlâ’ya dönerken bizden istediği hususlarda bütün gayretimizi sarf ederiz.
Bulunduğumuz hal günah ve muhalefet hali olursa, tövbe ve istiğfar ederek O’na
döneriz. Halimiz Hakkın emrine uymak ve itaat etmek ise bu kez şükrederek ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile Allah Teâlâ’ya itaat fiillerinde sürekli kalmak
talebiyle O’na döneriz. Dünya hayatında her şeyin belli bir süreye kadar
aktığının Allah Teâlâ katında belirlendiğini öğrenmemiz sebebiyle, bu esnada içimizde
bir güçlük buluruz. Bu itibarla sabredenlere mahsus bir hamd vardır. O hamd
‘Her halde ve durumda hamd Allah Teâlâ’ya aittir’ ifadesiyken şükredenlere ait
hamd ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ ifadesidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sıkıntı ve genişlik zamanlarında Rabbine öyle hamd
ederdi. O’nun Peygamberine uymak, başka bir hamd aramak ve ortaya çıkartmaktan
daha iyi bir davranıştır. Çünkü mükemmel alimin ortaya koyduğundan daha iyi bir
davranış olamaz. Allah Teâlâ onun kendisi hakkındaki bilgisine şahitlik etmiş,
ona peygamberlik görevi ihsan etmiş, bu görevi ona tahsis etmiş, bize de
kendisine uymayı ve tâbi olmayı emretmiştir. Gücün ölçüşünce yeni bir iş
ortaya çıkartmamaya çalış! Buna mukabil Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
benzerinin gelmediği iyi bir âdet ortaya koyduğunda, onun sevabını aldığın
kadar onu yapanların sevabı da sana aittir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem öyle bir işi/âdeti yapmadığı için -kendisine uyarakböyle bir davranışı
âdet haline getirmediğinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymakla
elde ettiğin sevap, pek çok âdet ortaya koymakla elde edeceğin sevaptan daha
büyük ve üstündür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine yeni yükümlülük
getirilmesini nahoş karşılar, ümmetinin güçlerinin yetmeyeceği bir vahiy iner
korkusuyla her konuda soru sormalarını istemezdi. Bu itibarla yeni bir
âdet/bid’at çıkaran ümmeti yükümlü kılmış demektir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu yetkiye daha layık olan iken ümmetinin yükünü hafifletmek
üzere onu yapmamıştır. Bu nedenle ‘terk ederek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e uymak âdet koymaktan daha sevaplı bir iştir’ dedik. Dikkatini çektiğim
hususa aklını vermelisin!
Rivayet edildiğine göre, Ahmed b.
Hanbel kabak yemezmiş, sebebi sorulunca şöyle cevap vermiş: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in nasıl kabak yediğini bilmiyorum.’ Onun nasıl
kabak yediği kendisine ulaşmayınca, kabak yemeyi terk etmiş. Böyle davranmakla
Muhammed ümmetinin alimleri diğer ümmetlerin alimlerinin önüne geçmiştir, bunun
başka bir sebebi yoktur. Bu İmam Allah Teâlâ’nın peygamberinin sözü olarak
aktarmış olduğu ‘Bana uyun, Allah Teâlâ sizi sevsin’319 ayeti ile ‘Sizin için Allah
Teâlâ’nın peygamberinde güzel örnek vardır’320 ayetini hakkıyla anlamış ve öğrenmiş
biriydi. Meşgul olacağımız fiil, söz veya davranış olan sünnetler, ihata
edemeyeceğimiz kadar çoktur. Hal böyleyken yeni âdete nasıl vaktimiz olabilir
ki? Biz ümmeti belirlenenlerden farklı şeylerle yükümlü tutamayız.
Tavsiye
Allah Teâlâ’nın haklarından en
zorunlu olanı yerine getirmen gerekir. Zorunlu Hakk, kendisine hiçbir şeyi
ortak koşmamaktır. Bu şirk bazen yeryüzüne yerleştirilen sebeplere itimat
etmek, onlara kalple yönelmek, onlardan mutmain olmak şeklindeki gizli şirk
olabilir. Mutmainlik kalbin sebeplere ve sebepler nezdinde bulunanlara
yönelmesi ve dinginlik bulması demektir. Öyle bir davranış müminde
bulunabilecek en değersiz dinî işlerden biridir. Bu durum -Allah Teâlâ daha
iyisini bilir de‘Onların çoğu Allah Teâlâ’ya ancak
şirk koşarak iman ederler’321 ayetinin işarî yorumudur. Kastedilen
Allah Teâlâ’ya gizli ortak koşmadır. O şirkle beraber Allah Teâlâ’nın varlığına
iman edilirken fiillerinde -yoksa ulûhiyetinde değilAllah Teâlâ’nın birliğine
imanda bozukluk vardır. Ulûhiyetinde birliğine iman etmemek ise açık şirk
demektir ki, böyle bir şirk Allah Teâlâ’nın varlığına değil, ilahlığındaki
birliğine iman etmekle çelişir. Sahih bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in şöyle söylediği aktarılır: ‘Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki
hakkının ne olduğunu bilir misiniz? O’na ibadet etmeleri, hiçbir şeyi
kendisine ortak koşmamalarıdır.’ Hadiste ‘şey’ kelimesi belirsiz getirilmiş,
açık veya gizli şirk ona dahil kılınmıştır. Sonra şöyle demiştir: ‘Onların Allah
Teâlâ’ya karşı hakları nedir, bilir misiniz? Kendilerine azap etmemesidir.’
Burada aklını ‘onlara azap etmemesi’ ifadesindeki (doğrudan söylenişe)
vermelisin! Onlar Allah Teâlâ’ya herhangi bir şeyi ortak koşmadıklarında, Allah
Teâlâ’ya taalluk eden bir düşünceleri kalmaz. Çünkü onlar Allah Teâlâ’dan
başkasına yönelmemişlerdir. Buna mukabil Müslüman olmakla çelişen bir şirk
koştuklarında veya adet haline gelmiş sebeplere bakmak anlamındaki gizli şirki
koştuklarında, Allah Teâlâ o sebeplere dayanmalarına karşılık kendilerine azap
eder. Onlar yok olmaya yüz tutmuş şeylerdir. Var olduklarında ise yok olacakları
vehmi ve kendilerinden eksilenler nedeniyle acı çekerler. Onları
kaybettiklerinde, bu kez kaybolmaları nedeniyle azap görürler. Onlar sebepler
varken ve yokken her durumda azap çekerler. Allah Teâlâ’ya herhangi bir sebebi
ortak koşmadıklarında veya varlık ve yokluklarına değer vermediklerinde, durum
farklıdır. Onların itimat ettikleri Allah Teâlâ, hesap etmedikleri yönden
varlıkları getirebilecek güçtedir. Nitekim şöyle der: ‘Kim Allah
Teâlâ’dan sakınırsa Allah Teâlâ onun adına bir çıkış yaratır, farkında olmadığı
yönden onu mıhlandırır.’322 Şair bu
konuda şu dizeleri söylemiştir:
Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa O yaratır
Güçlükleri için kolaylık
Hesapsız rızık verir bir de İşi daralırsa
önünü de açar
Takvaya ulaşmanın alameti, hesap
edilmeyen yönden rızkın insana gelmesidir. Hesap ettiği ve beklediği yönden
rızkın kendisine geldiği insan takva makamına ulaşmadığı kadar Allah Teâlâ’ya
da itimat etmiş sayılmaz. Çünkü yorumların birisinde takvanın anlamı,
kendilerine itimat edilmesi nedeniyle kalbe tesir etmelerine karşılık ‘Allah Teâlâ’yı
siper edinmek’ demektir. İnsan kendini pek iyi gören olduğu gibi kime daha çok
itimat ettiğini, nefsinin kime/neye güven duyduğunu bilir ve mesela şöyle
demez: ‘Allah Teâlâ bana yoksulları gözetmek üzere çalışmayı emretmiş, onların
nafakasını karşılamayı farz kılmıştır. Ben de -âdet üzereAllah Teâlâ’nın
yoksulları rızıklandırmada vesile kıldığı sebeplere yönelmeliyim.’ Böyle bir
söz ve davranış, söylediğimizle çelişmez. Biz kalbinle sebeplere bağlanmak,
onlar nezdinde sükûn bulmak hususunda senin dikkatini çekiyoruz; yoksa
sebepleri kullanma demiyoruz!
Bu bölümü yazdığımda uyudum. Ardından
daha önce bilmediğim iki dizeyi okurken kendimi buldum:
Sadece Allah Teâlâ’ya itimat et Her şey Allah
Teâlâ’nın elinde
Sebepler O’nun perdesi Sadece Allah Teâlâ
ile beraber ol
Kendine bakmalısın! Kalbinin
sebeplere bağlandığını görürsen, imanını eleştir ve belirttiğimiz adam olmadığını
fark et. Kalbinin sadece Allah Teâlâ’ya karşı sükûn bulduğunu, belirli bir
sebebin varlık ve yokluğunun senin gözünde eşit olduğunu görürsen -fakat bu
hali müşahede etmensebebin bulunmadığı vakitte ortaya çıkmış olması lazım-, Allah
Teâlâ’ya iman etmiş ve hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamış (sözünü ettiğimiz)
‘o adam’ olduğunu bilmelisin! Böyle bir durumda ‘az’ kişilerden birisisin ve
rızkın hesap etmediğin yönden gelir. Bu da Allah Teâlâ’nın takva sahiplerinden
olduğun hakkında sana bir müjdesidir. Ayetin sırlarından birisi de şudur: Allah
Teâlâ seni senin hâzinende, hükmün ve tasarrufun altında bulunan âdet haline
gelmiş bir sebepten rızıklandırırken de sen takva sahibi olabilirsin. Yani sen
Allah Teâlâ’yı siper edinmiş iken O da seni koruyan ve muhafaza edendir. Bu
esnada takva sahibi olman, hesap etmediğin yönden O’nun seni
rızıklandırmasından bilinir. Çünkü kendi zannına göre Allah Teâlâ’nın seni
rızıklandırdığını bilmiyordun. Sana göre (rızık için)
elinde olan ve nezdinde bulunan bir
şey olmalıdır. Bu durumda Allah Teâlâ, elinde bulunan maldan beslensen ve
rızıklansan bile, hesap etmediğin bir yönden seni rızıklandırmış demektir. Bunu
bilmelisin! Bu ince bir manadır. Onun farkına sadece içlerini ve kalplerini
kontrol eden ‘ilahi murakabe ehli’ varabilir. Çünkü takva kelimesinin kökü olan
‘vikaye (koruma)’ Allah Teâlâ’ya aittir ve bu hal, Allah Teâlâ’ya itimat etmesi
sebebiyle, kulu kendilerine bağlanacak şekilde sebeplere yönelmekten engeller.
‘Onun için çıkış yaratır’323 ayetinin manası budur. Bu ayette
takvanın ortaya çıkardığı ‘çıkış yolu’ da bu demek iken aynı zamanda Allah
Teâlâ’nın kullarına işin kendinde bulunduğu durumu öğretmesi ve bu hususta
verdiği tavsiyesidir.
Tavsiye
Dostum! Yeryüzünde ululuk peşinde
olma, tevazuyu şiar edin! Allah Teâlâ senin kelimeni yüceltirse, gerçekte
sadece hakkı yüceltmiştir. Allah Teâlâ senin için yaratılmışların
kalplerinde üstünlük duygusu kazandırırsa, bu da O’na dönen bir iştir. Sana
yaraşan tevazu, zillet ve kırıklıktır. Allah Teâlâ seni topraktan yaratmıştır.
Annen olan toprağa karşı büyüklük taslama! Annesine karşı büyüklük taslayan,
hiç kuşkusuz, saygısızlık etmiş demektir; anne-babaya saygısızlık ise
yasaklanmıştır. Bir hadiste şöyle denilir: ‘Dünyadan bir şey yükseldiğinde,
onu alçaltmak Allah Teâlâ’nın üzerindeki bir haktır.’ Sen yükseltilen o şey
olduğunda, Allah Teâlâ’nın seni alçaltacağını beklemelisin. Bu nitelikteki
birisi hakkında korkulacak olan şudur: Allah Teâlâ onu alçalttığında,
cehenneme sokar. Böyle bir ceza bir şey kendini yükselttiğinde gerçekleşir,
yoksa Allah Teâlâ yükselttiğinde böyle bir azap gerçekleşmez. Allah Teâlâ’nın
birini yükseltmesi, ona kalmış bir iş değildir. Bununla beraber insan, valilik
görevi, insanların önüne geçmek, hizmet görmek, kapılarının kapanması gibi hususlarla
tezahür edecek şekilde, Allah Teâlâ kendisine yeryüzünde yükseklik verirken
O’nu murakabe etmelidir. Böyle bir durumda insan sürekli kulluğuna ve aslına
bakmalıdır. Çünkü o zayıflıktan yaratılmışken aslı da zelil ve hor diye
nitelendirilmiştir. Bu durumda anlar ki, bu yükseklik, onun zatına değil, mertebe
ve makamına mahsustur. O makam ve görevden azledildiğinde, kendisi adına
tahayyül ettiği bu değer ve kıymet, geride kalmaz, Allah Teâlâ’nın aynı göreve
yerleştirdiği başka birine geçer. Binaenaleyh üstünlük zattan değil, mertebeden
kaynaklanır. Yeryüzünde ululuk peşinde koşan, hiç kuşkusuz, orada başkanlık
sevdasına düşmüş demektir. Hz.
Peygamber başkanlık hakkınaa ‘kıyamet
günü pişmanlık ve hüsran’ demiştir. Cahillerden olma! Sana tavsiyem, yeryüzünde
ululuk taslamamandır. Allah Teâlâ böyle bir makam verirse, O’ndan nefsinde
zillet, yoksulluk ve huşu sahibi olmanı dilemelisin. Allah Teâlâ’yı müşahede
etmediğin sürece bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Yaratılmışla';'n ve büyüklerin
gözleri, müşahede makamının onlar adına meydana gelip gelmemesine yönelmiştir.
Gerçekte taleoe layık olan da odur.
Tavsiye
Her Cuma günü namaza gitmezden önce
gusül abdesti almalısın. Gusül abdestini alırken bir emri yerine getirme
niyetiyle almalısın. Sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Cuma günü gusül abdesti
her Müslüman üzerine vaciptir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen
başka bir hadiste şöyle denilir: ‘Her Müslüman haftada bir kere gusül abdesti
almalıdır.’ İki hadisi Cuma günü gusül abdesti almak birleştirir. Şöyle ki: Allah
Teâlâ yedi gün yaratmıştır ki onlar haftanın günleridir. Bir hafta bittiğinde,
günler döner ve tekrarlanır. Bu itibarla ardından gelen, yeni bir hafta teşkil
eder. Her hafta, onun zatını takdis, kendisine tazim ve temizleme maksadıyla,
yeni bir temizlik halinde senden ayrılmalıdır. Nitekim dişlere misvak sürmek
hakkında şöyle denilir: ‘Misvak kullanmak ağzı temizler, Rabbi razı eder.’ Aynı
şey haftada bir kere yıkanmakla ilgilidir; o da bedeni temizler, Rabbi razı
eder. Kul bu fiili yaptığında, kendisine bunu emretmesi bakımından Allah Teâlâ’yı
razı eder, O’nun emrine bağlanmış olur.
„ Tavsiye
Dinin herhangi bir konusunda tartışma
yapmaktan uzak durmalısın. Böyle bir tartışma cedel diye isimlendirilir ve
cedel ya gerçektir veya bâtıldır. Günümüzdeki fakihler tartışma ortamlarında
böyle hareket ederler. Onlar böyle meclislerde düşüncelerini tazelemek ve yeni
düşünceleri aşılamak isterler. Bazen tartışan inanmadığı bir mezhebin görüşlerini
veya beğenmediği fikirleri bile dile getirebilir. Bu esnada doğru görüşte
olduğuna inandığı arkadaşıyla tartışır, onunla ‘cedel’ yapar, ardından nefsi
onu aldatarak şöyle demesini sağlar: ‘Bu düşünceyi bâtılı ortaya koymak için
değil, düşünceyi canlandırmak için yapıyorsun.’ Hâlbuki bilmez ki Allah Teâlâ
her söz söyleyenin dilinde bulunur. Sıradan bir insan onun yanlış sözleriyle
doğruyu söyleyene galip geldiğini duyar. Taklitçi-sıradan insan, fakih olduğunu
zannettiği bâtıl görüşün sahibini taklit eder. Çünkü bâtıl görüşün doğru görüş
şeklinde tezahür ettiğini ve ortaya çıktığını görmüş, haklı olan kişi ise ona
karşı koyamamıştır. Dinleyici kendisinden duyduğuyla amel ettiği sürece, günahı
ve vebali fakihin boynunadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şöyle dediği aktarılır: ‘Ben haklı olsa bile tartışmayı terk edenin cennetin
civarında köşke kefilim; şaka bile olsa yalanı terk eden için de cennetin
ortasındaki bir köşke kefilim.’ Bâtıl ve yanlış hakkında tartışmak da bu
kapsamdadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şakalaşır, fakat sadece
doğruyu söylerdi.
Tavsiye
Güzel ahlak sahibi olup güzel ahlaka
göre davranman ve kötü ahlaktan uzak kalman lazımdır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim:’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ahlakını güzelleştirene cennetin en yukarı
kısmında köşk vadetmiştir. Güzel ahlak onunla ahlaklanmış kişinin kendine
davrandığı üzere başkasına da davranabilmesi demektir. Bu itibarla
yaratılmışların gayesinin birbirinden farklı olduğunu, birisini razı ederken
düşmanı olan öteki kişinin kızacağını anladık. İşin böyle olması da
kaçınılmazdır. Bir kişinin bütün yaratılmışları razı edecek şekilde iyi ahlak
sahibi olması imkânsızdır. İşin böyle olduğunu gördük. Bu itibarla Allah Teâlâ
kendisini arkadaşlık etmede kullarına dahil etmiştir. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine hitap ederken şöyle der: ‘Sen yolculukta
arkadaş, ailede halifesin.’ Bir ayette ‘Bulunduğunuz
her yerde O sizinle beraberdir’324 denilir. Başka bir ayette ‘Arkadaşına
üzülme, Allah Teâlâ bizimle beraberdir, demiştir.’325 Başka bir ayette ‘Ben
sizinle beraberim, duyarım ve görürüm’326 denilir. Biz de şöyle dedik: Güzel
ahlakı ancak Allah Teâlâ ile musahabe halinde uygular ve kullanırız: O’nu razı
eden işleri yapar, razı etmeyen işlerden kaçarız. Bu davranışın ve ahlakın
Hakkın mertebesiyle ilgili olup olmaması veya başkasına ulaşıp ulaşmaması
durumu değiştirmez. Ahlak başkalarına taalluk etse bile, Allah Teâlâ’yı razı
eden bir ahlak olmalıdır. Bu durumda söz konusu kişinin öfkelenmesi veya razı
olması birdir. O insan mümin ise Allah Teâlâ’nın razı olduğu işten razı olur;
buna mukabil Allah Teâlâ düşmanı ise öyle biri bize göre dikkate alınacak biri
değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ancak müminler kardeştir.’327 Başka bir ayette ‘Benim
ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin, onlara sevgi göstermeyin’328 denilir. Demek ki güzel ahlak, Allah
Teâlâ’yı razı eden işlerde söz konusu olabilir. Başka bir ifadeyle güzel ahlak
ancak Allah Teâlâ’ya karşı uygulanabilir; onun Allah Teâlâ’nın mertebesiyle
veya yaratılmışlarla ilgili olup olmaması durumu değiştirmez. Kim Allah
Teâlâ’nın mertebesini dikkate alırsa, bütün müminler ve müslümanlarla sözleşme
yapmış zimmet ehli kendisinden yararlanır. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıklarla
ilişki kurarken her müminin üzerinde bir takım hakları vardır. Başka bir ifadeyle
melek, cin, insan, hayvan, bitki, donuk-cemadat, mümin olan veya olmayan bütün
varlıklarla ilişkisinde insanın uyması gereken sorumlulukları vardır. Bunları
kardeşlerimizden birisine 591’de yazdığımız bir ahlak risalesinde belirtmiştik.
Risale sırlı, latif ve hoş anlamlı bir risaledir. Onda bütün yaratılmışlarla
kendilerine layık güzel ahlakla ilişki kurmak dile getirilir. Güzel ahlak
kendisine karşı uygulandığı kişinin hallerine göre tezahür eder. Yine de bu
husus, genel bir ilkedir; işin tafsilatı yaşanan tecrübelere göre ortaya
çıkar. Bunu düşünmelisin! Vakıalar sayılamayacak kadar çoktur. Başarıya
erdiren Allah Teâlâ’dır ve O’ndan başka rab yoktur. Güzel ahlak sahibi olman
gerektiği gibi kötü ahlaktan sakınman gerekir. Bu itibarla kullanım yerlerini
bilmedikçe kötü ahlak ile güzel ahlakı ayırt edemez, kullanım yerlerini
öğrendiğinde bu ikisini tanırsın. Bu bilgi değerli ve güzel bir bilgidir. Güzel
ahlakın kullanım yerlerini öğrenmekten mahrum kalmamalısın, çünkü o da farklı
yönleri itibarıyla değişir ve farklılaşır.
Tavsiye
Hicret etmen ve kâfirlerin aralarında
ikamet etmemen gerekir. Kâfirlerin arasında kalmak İslam dinine ihanet, küfür
kelimesini Allah Teâlâ’nın kelimesine karşı yüceltmek olabilir. Hâlbuki Allah
Teâlâ ancak kendi kelimesi yüce, kâfirlerin kelimesi süfli olsun diye savaşmayı
emretti. Gücün ve imkânın ölçüşünce bir kâfirin himayesine girmemeye
çalışmalısın. Bilmelisin ki, oradan çıkmaya gücü yeterken kâfirlerin arasında
yaşayan birinin İslam’dan nasibi yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem öyle birinden uzaklaşmıştır; hâlbuki o müslüman birinden yüz çevirmez
ve uzaklaşmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği
aktarılır: ‘Müşriklerin arasında yaşayan bir müslümandan ben uzağım.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem öyle birinin Müslümanlığını geçerli saymamıştır. Allah
Teâlâ müşrikler arasında ölen biri hakkında şöyle der: ‘Nefislerine
zulmedenlerin canlarını melekler alırken onlara ‘ne yapıyordunuz?’ derler.
Onlar da 'yeryüzünde çaresizdik’ diye cevap verirler.’329
Buna cevap olarak ayette ‘Allah Teâlâ’nın arzı geniş değil
miydi? Oraya hicret etseydiniz ya! Onlar cehenneme gidecek olanlardır, ne kötü
yerdir orası!’330 denilir.
Bu sebeple insanlara günümüzde Beyt-i Makdis’i ziyareti ve oraya yerleşmeyi
yasakladık. Orası kâfirlerin elinde olduğu kadar
Müslümanlar üzerinde hüküm sahibi
olmak ve yönetmek kâfirlere kalmıştır. Onların karşısında Müslümanlar son
derece kötü bir vaziyettedir. Arzuların egemen olmasından Allah Teâlâ’ya
sığınırız. Günümüzde Beyt-i Makdis’i ziyaret edenler ve oraya yerleşen
Müslümanlar, Allah Teâlâ’nın haklarında 1Dünya
hayatında emekleri boşa gitmiş, hâlbuki iyi bir iş yaptıklarını zannederler’331 buyurduğu kimseler mesabesindedir.
Kâfir bir yurdu terk ettiğin gibi Hakkın Kitabında veya peygamberin diliyle
kınamış olduğu bütün huyları terk etmen ve onlardan ‘hicret’ etmen gerekir.
Tavsiye
Bütün hareket ve duruşlarında bilgiyi
kullanman gerekir. Kamil ve tam cömert insan, nefsini bilgiye göre yönlendiren
kimsedir. Allah Teâlâ’nın onun için belirlediği şeriata göre hüküm verir.
Bilir, amel eder ve bilmediğini öğrenir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bilgiye yönelen, onunla amel eden ve onu bileni övmüş, bunun zıddına
davrananı kınamıştır. Bir hadiste şöyle dediği aktarılır: ‘Allah Teâlâ’nın
benimle gönderdiği hidayet ve bilgi, bir toprağa isabet eden yağmura benzer;
bir kısmı yağmuru kabul etmiş, üzerine pek çok ot ve bitki bitmiştir. Toprağın
bir kısmı suyu tutmuş, Allah Teâlâ o suyla insanlara fayda vermiş, suyu
içmişler, sulamada ve ekinde kullanmışlardır. Toprağın bir kısmı da onun
dibidir. Su oraya temas etmiş, yer ne suyu tutabilmiş ne bitki bitirebilmiştir.
Aynı şey Allah Teâlâ’nın dini hakkında anlayış sahibi olanlar için geçerlidir. Allah
Teâlâ öyle birine benim vasıtamla gönderdiği vahiyle fayda vermiştir. Öyle
biri bilir, amel eder ve öğretir. Bu ilme kulak vermeyen kimse suyu tutmayan
veya bitki bitirmeyen toprağın alt kısmına benzer.’ Kardeşim! Sen de bilen,
bilgisiyle amel eden ve öğretenlerden ol, bilen ve amel etmeyenlerden olma!
Öyle olursan bir kandil gibi veya insanları aydınlatıp kendini yakan bir mum
gibi olursun. Bildiğinle amel ettiğinde, Allah Teâlâ senin için bir furkan ve
nur yaratırken amel Allah Teâlâ hakkındaki daha önce bilmediğin yeni bir bilgi
kazandırır. O bilgi Allah Teâlâ katında ahiretin hakkında fayda sağlayan
bilgidir. Sen de bilen, amel eden ve doğruyu öğretenlerden olmalısın.
Tavsiye
Allah Teâlâ’nın kullarına karşı sevgi
dolu olman gerekir! Böyle bir sevgi kullarına selam vermek, yemek yedirmek,
ihtiyaçlarını karşılamak için çaba göstermekle gerçekleşir. Bilmelisin ki,
bütün müminler -bir insan gibibir bedendir. Bedenden bir organ şikâyet
ettiğinde, bütün beden ateşe tutularak yardıma koşar. Mümin de öyledir. Mümin,
kardeşine bir musibet isabet ettiğinde, sanki kendisine isabet etmiş gibi
hisseder, kardeşi üzüldüğü için üzülür. Öyle davranmadığında, müminler
arasında iman kardeşliği gerçekleşmiş olmaz. Allah Teâlâ insan bedeninin
organlarını birbirine bağladığı gibi müminleri birbirine bağlamış, kardeş
kılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden aktarılan bir
hadiste müminler için şöyle bir benzetme yapmıştır: ‘Birbirlerini sevmede,
birbirlerine şefkat ve merhamet göstermede müminler bir beden gibidir. Bedenin
bir organı şikâyet ettiğinde, uykusuz kalarak veya ateşlenerek bedenin diğer
kısımları onun yardımına koşar.’
Bilmelisin ki, mümin, kardeşleri
itibarıyla çoktur. el-Mümin Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi olduğu gibi
ilahi surette yaratılmış olması nedeniyle de (Allah Teâlâ ile mümin kul
arasında) nesep ve bağ sabittir. Mümin müminin kardeşidir, onu yalnız bırakmaz,
kendisini terk etmez. Allah Teâlâ olması bakımından Allah Teâlâ’ya iman eden
mümindir. Böyle bir insan fiilinde, sözünde ve halinde O’nu tasdik eder.
İsmet, yani korunmuşluk (vesilesi) budur. Çünkü el-Mümin olması itibarıyla Allah
Teâlâ da kendisini tasdik eder; O ancak doğru sözlü olanı tasdik edebilir, Allah
Teâlâ’nın yalancıyı tasdiki imkânsızdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın yalan söylemesi
imkânsızdır, hâlbuki yalancıyı tasdik etmek hiç kuşkusuz yalan demektir. Demek
ki elMümin olması itibarıyla Allah Teâlâ’ya imanı sabit olan birinin hiç
kuşkusuz Allah Teâlâ karşısındaki bütün işlerinde ve davranışlarında sadık ve
dürüst biri olması gerekir. O Allah Teâlâ’ya iman ettiği gibi Allah Teâlâ da
onu tasdik eder. Burada gösterdiğim hususun farkına varıp el-Mümin olması
itibarıyla Allah Teâlâ’ya iman etmek hakkındaki tavsiyemi hakkıyla anlamalısın.
Onu anlarsan, fayda elde edersin. Bu maksada seni ulaştıracak yolu ve yöntemi
gösterdim, sen de Allah Teâlâ’ya sarıl. ‘Kim Allah
Teâlâ’ya sarılırsa, doğru yola yönelmiş demektir.’332 Allah Teâlâ doğru yolda olduğu gibi,
doğru yol O’nun kulları için belirlediği şeriattır.
Tavsiye
Allah Teâlâ’nın senin işlerine veya
sana göre değerli olanlara verdiği ve örfte, yani insanların âdetlerinde
‘sıkıntı’ ve ‘bela’ diye isimlendirilen musibetler nedeniyle gam çekme! Bu
durumlarda ‘inna lillah ve inna ileyhi raciûn (biz Allah Teâlâ içiniz, Allah
Teâlâ’ya döneceğiz)’ de! Belalar sana ulaştığında bu sözü söylemelisin. Sana
bela isabet ettiğinde, Hz. Ömer’in söylediği şu sözü hatırında tutman lazımdır:
‘Bana her bela ulaştığında,
Allah Teâlâ’nın o belada üç nimetinin
bulunduğunu gördüm. Birinci nimet bana ulaşan belanın dinim hakkında günah
olmayışıdır. İkinci nimet belanın daha büyük bir bela yapılmayışıdır; Allah
Teâlâ öyle bir bela vesilesiyle daha güçlü bir belayı kaldırmıştır. Üçüncü
nimet, Allah Teâlâ’nın belaya kefaret özelliğini yerleştirmiş olmasıdır;
belalar işlemiş olduğumuz kötü fiillere karşılık kefarettir.’ Bilmelisin ki
dünyada mümine belalar çok gelir. Bunun sebebi Allah Teâlâ’nın onu temizlemeyi
irade etmiş olmasıdır. Bu sayede mümin temiz ve Allah Teâlâ’nın dünya hayatında
bulunmasını takdir ettiği günahlardan arınmış bir şekilde kendisine döner.
Mümin genel hallerinde sürekli sıkıntı çeker. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kendisinden aktarılan bir hadiste şöyle demiştir: ‘Mümin ham ekin
gibidir; gürbüz Hakk gelinceye kadar bazen rüzgâr onu yere yatırır, bazen
dengeler.’
Tavsiye
Kur’an-ı Kerim’i okuman ve iyice
düşünmen gerekir. Okurken Kur’an’da övülen özellik ve niteliklere bakmalısın. Allah
Teâlâ bu niteliklerle sevdiği kullarını tavsif etmiş, onlar da bu niteliklerle
vasıflanmışlardır. Allah Teâlâ’nın Kur’an’da kınadığı nitelik ve özelliklere de
dikkat etmen gerekir. Onlarla da Allah Teâlâ’nın azap ettiği kimseler
vasıflanır, sen o niteliklerden uzak dur! Allah Teâlâ bütün bunları kitabında
indirmiş ve bildirmiştir. Allah Teâlâ da onlara göre amel et diye bu
nitelikleri Kur’an’da indirmiş, bildirmiş ve sana öğretmiştir. Kur’an’ı
okurken Kur’an’da bulunan şeyler için bir ‘kur’an (kuşatıcı)’ olmalısın. Onu
okuyarak ezberlediğin gibi amel ederek de muhafaza etmen ve ezberlemen gerekir.
Kıyamette en şiddetle azap görecek kimse, Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip
unutanlardır. Aynı durum bir ayet ezberleyip onunla amel etmeyen için
geçerlidir. Öyle bir ayet kıyamette kişinin aleyhine şahit olarak gelecek ve
pişmanlık vesilesi olacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kur’an
okuyan ve okumayan mümin ile münafıkların halleri hakkında şöyle demiştir:
‘Kur’an okuyan müminin durumu kokusu güzel olan portakala benzer.’ ‘Koku’
derken okuma ve tilavet kastedilir. Bunlar insandan çıkan nefeslerdir ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onu nefeslerin izhar ettiği güzel kokulara
benzetmiştir. ‘Tatları da güzeldir.’ Bununla da imanı kasteder. Bu meyanda
başka bir hadiste şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan rab olarak, İslam’dan ve Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den peygamber olarak razı olan, imanın
tadını almıştır.’ Tat imana nispet edilmiştir. Sonra şöyle der: ‘Kur’an
okumayan müminin durumu hurmaya benzer, tadı güzeldir.’ Bu durum iman sahibi
olması demektir.
‘Fakat kokusu yoktur.’ Çünkü Kur’an
hafızı olsa bile o esnada okuyucu değildir. Sonra şöyle demiştir: ‘Kur’an
okuyan münafığın durumu reyhane bitkisine benzer, kokusu güzeldir.’ Çünkü Kur’an
güzeldir ve o da okuyanların nefeslerinden ibarettir. Başka bir ifadeyle kıraat
ve tilavet esnasında okuyucunun nefesleri güzeldir. ‘Tadı ise acıdır.’ Münafıklık
içteki ve bâtındaki küfür demektir. Tat imandan meydana gelir, çünkü haz
vericidir. Sonra şöyle demiştir: ‘Kur’an okumayan münafığın durumu hanzala
karpuzuna benzer; tadı acıdır ve kokusu yoktur.’ Çünkü okuyucu değildir. Allah
Teâlâ’yı razı eden her söz böyle yorumlanırken onun mümin ve münafıktaki
tezahürü Kur’an-ı Kerim hakkında yapılan benzetmeyle birdir. Bununla beraber
Kur’an-ı Kerim’in mertebesi herkesçe bilinir ve O’nun kelamına O’na
yaklaştıran hiçbir söz benzemez. Bu sebeple Allah Teâlâ’yı zikreden birinin
O’nu zikrederken Kur’an-ı Kerim’de yer alan zikirlerle zikretmesi gerektiğini
aklında tutmalıdır. Başka bir ifadeyle zikirde ‘okuyucu’ vasfını kazanabilmek
için Allah Teâlâ’yı Kur’an’da yer alan zikirlerle zikreder. Okuyucu olduğunda, Allah
Teâlâ’nın kendisiyle kendisini zikretmiş olduğu zikri aktaran birisi olur.
Böyle olunca hiç kuşkusuz kendini Rabbinin onun karşısındaki mesabesine
yerleştirmiş demektir. Benzer bir durum ‘Onu komşu
edin, ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun’333 ayetinde belirtilir. Hadiste de ‘Allah
Teâlâ kulunun diliyle, SemiAllah Teâlâu li-men hamideh (Allah Teâlâ kendine
hamd edeni duydu) der’ denilir. Kur’an-ı Kerim okuyana kıyamette şöyle denilir:
‘Oku ve yüksel! Yükseleceği nihai yer Kur’an-1 Kerim okurken yükseldiği
yerdir.’ En sonunda Allah Teâlâ kulun diliyle kula okur. Nitekim Allah Teâlâ
kulun kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle tuttuğu
eli, kendisiyle yürüdüğü ayağı olduğu gibi kendisiyle söz söylediği ve
konuştuğu dili de olur. Allah Teâlâ’ya hamd ederken veya O’nu tespih ve tehlil
ederken, bilhassa, Kur’an’da yer alan ifadeler kullanılmalıdır. Böylelikle
insan ‘nefsiyle okumak’ derecesinden ‘Rabbiyle okumak’ derecesine doğru
yükselir. Bu dereceye yükselince, artık kendi kitabını okuyan bizzat Allah Teâlâ’dır.
Kıyamette okurken kendisine yükselmiş olduğu ayete kadar yükselir, orada o
ayete layık derecede kalır. Orası Hakkın kulun diliyle ve kulun huzur haliyle
okuyucu olduğu mertebedir. Kelamın en üstünü, örfte bilinen Allah Teâlâ’nın
özel kelamıdır (vahiy).
Tavsiye
Kendileriyle oturup kalkmanın
dindarlığına fayda vereceği kimselerle oturup kalkman gerekir. Bu fayda
kendisinde göreceğin bir bilgi veya onda bulunan bir amel veya o kişide bulunan
güzel bir huy olabilir. İnsan ahireti hatırlatan birisiyle oturup kalktığında,
Allah Teâlâ’nın muvaffak kıldığı ölçüde, ahiretten bir tecellinin
gerçekleşmesi gerekir. Oturduğun kişi böyle müessir bir Hakk sahip olunca,
kendisini zikretmek üzere Allah Teâlâ ile oturmalısın. Bu itibarla zikir
Kur’an’dır ve Kur’an en büyük zikirdir. Ayette ‘Biz
zikri indirdik’334 denilir
ki, kastedilen Kur’an’dır. Bir kutsi hadiste de ‘Ben beni zikredenle beraberim’
denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kur’an ehli Allah Teâlâ’nın
ehli ve O’nun seçkinleridir’ der. Bir hükümdarın özel adamları, vakiderin
çoğunda onunla oturup kalkanlardır. Allah Teâlâ bir ahlak sahibidir ve bu
ahlak O’nun güzel isimleri demektir. Kim Allah Teâlâ ile oturursa, sohbet
arkadaşı Allah Teâlâ olur. Öyle bir durumda -kendisiyle oturduğu ölçüdegüzel
ahlaka ulaşması kaçınılmazdır. Allah Teâlâ’yı zikreden bir kavimle oturan,
onlarla beraber Allah Teâlâ’nın rahmetine dahildir. Onlar kendileriyle oturanın
bedbaht olmayacağı kimselerdir. Hal böyleyken Allah Teâlâ ile oturan birisi
nasıl bedbaht olabilir ki? Bir hadiste şöyle denilir: ‘Salih arkadaş misk
sahibine benzer; fayda gelmese bile kokusu sana ulaşır. Kötü arkadaş körük
sahibine benzer; kötülüğü ulaşmasa bile dumanı ulaşır.’ Kim kuşkuya
kapılanlarla arkadaşlık ederse, kendisi de kuşkuya kapılır. Bunun nedeni,
içlerindeki kirlerden kaynaklanarak, insanlar hakkında suizan beslemenin
kendilerine hakim olmasıdır.
Burada insanların hakkında gafil
kaldığı bir faydaya dikkatini çekeceğim. Bu fayda insanlar hakkında hüsnüzanna
davet eder. Hüsnüzan sayesinde idrak mahalli kötülüklerden temizlenir. Sana
göre hayırlı bir insan olduğu halde kötülerle düşüp kalkan birisini gördüğünde,
onlarla arkadaşlık ettiği için öyle birine karşı kötü zanda bulunmamalısın. Aksine
o iyi insanla arkadaşlık yaptıkları için kötü insanlar hakkında hüsnüzanda
bulunmalısın. Bu itibarla aradaki münasebeti ve ilişkiyi, kötülükte değil,
hayır ve iyilikte kabul etmelisin. Allah Teâlâ kıyamet günü yaratılmışlar
hakkında hüsnüzan beslemekten dolayı kimseyi sorguya çekmeyecekken buna mukabil
kötü zan sebebiyle insanları sorguya çekecektir. Tavsiyemi kabul edersen, bu
da sana kâfidir. Rabbini zikredenin hayatı süreklidir. Onun hayatı ölümle
kesilir. Bu itibarla kişi ölse bile yine de diridir. Ölüm onun adına Allah
Teâlâ yolunda öldürülmüş kimsenin hayâtından daha hayırlı ve tamdır. Bununla
beraber Allah Teâlâ’nın yolunda öldürülen kimse zikredenlerden ise durum
farklıdır. Bu hayat, şehidin ve zikredenin hayatıdır. Öyleyse zikreden ölse
bile hay yani diridir. Allah Teâlâ’yı zikretmeyen ise dünyada yaşasa bile
ölüdür çünkü o hayvani hayata göre canlıdır. Bütün âlem zikir hayatıyla canlı
ve hayat sahibidir. Allah Teâlâ’yı zikreden ve zikretmeyen kimselerin durumu,
ölü ile dirinin durumuna benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu
böyle misallendirmiştir. Zikredenin Allah Teâlâ’yı zikretmeyen şehitten üstün
olduğu hakkındaki delile gelirsek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir
hadisinde şöyle der: ‘Size düşmanlarla karşılaşıp boyunlarınızın vurulmasından
veya sizin onların boyunlarını vurmanızdan daha üstün bir ibadet söyleyeyim mi?
Bu ibadet zikirdir.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem boynun
vurulmasını zikretmiştir ki, şehitlik demektir. Kulun Rabbini zikretmesi,
şehidin ölümünden üstündür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
aktarıldığına göre, zikreden canlıdır. Buradan zikredenin hayatının Rabbini
zikretmeyen bir şehidin hayatından daha üstün olduğu neticesi çıkar.
Tavsiye
Kendine ve sahip olduğun eşya ve
kimselerde Allah Teâlâ’nın belirlediği cezaları uygulaman lazımdır. Bu konuda Allah
Teâlâ’ya karşı sorumlusun. Otorite sahibiysen, Allah Teâlâ’nın seni üzerlerine
yönetici atadığı kimselerin üzerinde Allah Teâlâ’nın kurallarını uygulaman ve
icra etmen gerekir. ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz.’
Kastedilen Allah Teâlâ’nın cezalarını ve kurallarını uygulamaktır. Bu itibarla
yönetimlerin en alt derecesi insanın nefsin kendi üzerinde vali ve yönetici
olmasıdır. Büyük halifelik gelinceye kadar Allah Teâlâ’nın sınırlarını nefsine
ve organlarına uygulamalısın. Her halükarda nefsin üzerinde vekilsin. Bir
rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kurallarını
uygulayanlar ile ihlal edenler aynı gemiye binenlere benzetmiştir: ‘Bir kısmı
geminin üst tarafında bir kısmı aşağısına yerleşmiştir. Aşağıdakiler su
istediklerinde üzerlerinde bulunanlara çıkarak şöyle demişlerdir: Biz
nasibimizi gemiyi delerek alacağız, size tenezzül etmeyeceğiz. Yukarıda
oturanlar onları kendi halinde bırakırlarsa, hepsi birden boğulur.’ Dostum!
Aklına sana iyiliği tavsiye eden bir düşünce geldiğinde, onun meleğin ilhamı
olduğunu bil! Ardından iyiliği yapmaktan alıkoyan başka bir düşünce gelirse, o
da şeytanın vesvesesidir. Hayır ve şer şeriatın bildirmesiyle öğrenilebilir.
Kötülüğü yapmayı emreden bir düşünce geldiğinde, bu düşünce şeytanın ilhamıdır.
Ardından kötülüğü yapmanı engelleyen bir düşünce gelirse, o da meleğin ilhamıdır.
Sen bir gemisin! Gemi delinirse, senin kadar içinde bulunan herkes de helak
olur. Şeriat ilmini öğrenmen şarttır. Şeriat kurallarını uygulamak üzere
öğreneceksin. Şeriat ilmini öğrenmeksizin kuralları kime ve nasıl
uygulayacağını bilemezsin. Demek ki Allah Teâlâ’nın kurallarını uygulayabilmek
maksadıyla şeriat ilmini talep etmen bir vazifedir.
Tavsiye
Sadaka vermek gerekir. Allah Teâlâ
ayette sadaka veren erkek ve kadınlardan söz etmiştir. Sadaka farz ve nafile
olmak üzere iki kısımdır. Farz olan, zekât diye isimlendirilirken nafile olanı
‘gönüllü sadaka’ diye isimlendirilir. Farzı vermekle cimri adı düşerken
gönüllü sadakayla yüceulvi derecelere ulaşır, cömertlik, kerem, başkasını
tercih, istemeden vermek gibi cömertliğin farklı rütbeleriyle nitelenirsin.
Cimrilikten uzaklaşmak gerekir. Bunun yanı sıra farz zekâta ilave olan hakları
da ödemen gerekir. Bu Hakk, mümin kardeşini helak olacak bir durumda gördüğünde
ortaya çıkar. Ona malının fazlasından bir miktar vermezsen, o ve ailesi yok
olacaktır! Böyle bir durumda ya hibe veya borç olarak ona yardım etmen
zorunluluktur. Binaenaleyh vermek zorunludur ve bu durumda verme ‘sadaka’ diye
isimlendirilir. İşbiliye’de bir alimin bir hadis hakkındaki yorumunu duymuştum.
O hadiste (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e İslam’ın şardarını soran)
sahabe ‘(farzların dışında) başka bir yükümlülüğüm var mı?’ yani farz zekâtın
dışında vermem gereken bir şey var mı diye sorduğunda, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu: ‘Hayır! Fakat gönüllü olarak verebilirsin.’ Allah
Teâlâ’nın rahmeti üzerine olsun İşbiliyeli fakih bana şöyle demişti: ‘Demek ki
o sadaka senin üzerine farzdır.’ Ben de onun bu görüşünü pek beğenmiştim. Allah
Teâlâ insanı ‘sadaka veren’, ister farz ister nafile olsun bu vermeyi de
‘sadaka (kuvvet ile arasındaki anlam ilişkisine telmihle)’ diye
isimlendirmiştir, çünkü insan cimri yaratıldığı için ancak zorlanarak ve
güçlükle verebilir. Allah Teâlâ insan hakkında şöyle der: ‘Bir hayır
temas edince cimri kesilir.’335 Sadakanın değeri ve zamanına
gelirsek, sağlıklı, arzulu, yoksulluktan korkan, dünyayı ve zenginliği arzu
eden bir durumdayken sadaka verebilirsen, hakkında şöyle denilenlerden birisi
olursun: ‘Kim nefsinin taşkınlığından korunursa,
onlar kurtuluşa erenlerdir.’336 Onlar kurtulmuş kimselerdir, çünkü
insan zengin olup da hayatı arzuladığında, fakirlikten ve sahip olduğu malın
uzun hayatı süresince elinden çıkmasından korkar. Bunun
nedeni zamanın getireceği sıkıntılar
ile hayat boyu devam eden arzularıdır. Korku insanı sahip olduğu malı hakkında
cimriliğe, sadakayı vermemeye, Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetlerden
muhtaçlara cömertlik yapmamaya sevk eder. Buna mukabil korkak malını
biriktirir, nafaka vermez ve zekâtını ödemez; en sonunda sahip olduklarıyla
beraber alnı ve sırtı üzere cehennemi boylar, biriktirdikleri kızdırılır ve
alnına, yanlarına ve sırtına yapıştırılır. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle
der: ‘O gün cehenneme atılırlar, orada yanları ve sırtları
dağlanır (onlara denilir ki:) İşte bu kendiniz için biriktirdiğinizde.
Biriktirdiklerinizi tadın!’337 Vermenin zor ve güç olması nedeniyle
bu fiil ‘sadaka’ diye isimlendirilmiştir. Kelimenin güç ile ilişkisini
anlatmak üzere şöyle denilir: Remhun sadak! Güçlü ve
sağlam ok! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cimri ile sadaka veren
hakkında misal verirken şöyle der: ‘Cimri ile sadaka verenin durumu
üzerlerinde demirden iki elbise bulunan iki adama benzer. Elleriyle o
elbiseden kurtulmaya çalışırlar. Sadaka veren sadaka verdikçe, elbisesi açılır
ve genişler, tesiri azalır. Cimri sadakaya niyetlendiğinde her halka mekânını
sıkar ve daraltır.’ Cimrilikten uzak durman gerekir. Cimrilik insanı aşağıya çeker,
dünya ve ahirette kendisini yok edecek durumları insana getirir. Seni cömert
yapıp sadaka vermeni sağlayacak olan, bilgiyi kullanmandır. Rızkını kendinden
başka kimsenin yiyemeyeceğini, senin dışında başka kimsenin onunla beslenip
hayatta kalamayacağını bilmelisin. Göklerle yerde bulunan herkes rızkın ile
arana girmeye çalışsa bile bunu başaramazlardı. Bunun yanı sıra senin mülkünde
bulunan başkasının rızkının da mudaka ona ulaşıp o kişinin bu rızıkla
besleneceğini ve hayatiyetini sürdüreceğini bilmen lazımdır. Gökte ve yerdeki
herkes bir kişiyle senin mülkünde bulunan rızkı arasına girmeye çalışsaydı,
bunu başaramazlardı. Sen de onun rızkını kendisine ulaştırmalısın! Sadaka
vermek düşüncesi aklına geldiğinde, cömertlik ve güzel davranışla nitelenirsin.
Sadaka verirken muhtaca ancak gerçekte ve Allah Teâlâ’nın katında ona mahsus
bir hakkı verdin, Allah Teâlâ katında da bu davranışın nedeniyle övüldün. Bunu
öğrenince, elinde bulunan malı çıkartmak senin için kolaylaşır. Bu durumda
cömertler arasına katıldığın kadar sadaka verenler arasında da yazılmış
olursun. Elindeki malı bir tereddüt ve zorlamayla çıkartır, canın verdiğin
malın peşinden gider, verdiğin malın başkasına yapılmış bir hayır ve iyilik
olduğunu düşünürsen, hiçbir zaman rahata eremezsin. Hiç kimsenin hakkını
görmezden gelme! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya
sığınırken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Bilmemekten ve bilinmemekten sana
sığınırım.’ Senin hakkında bilgiyle hüküm veren kişi, hiç kuşkusuz, sana karşı
insaflı davranmış olur. ,
Tavsiye
Büyük cihada girişmen gerekir! Büyük
cihat en büyük düşmanın olan arzularınla (heva) cihattır. Arzu gücü aynı
zamanda seni takip eden ve en yakın düşmanındır. O güç içindedir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! Sizi takip eden
kâfirlerle savaşın.’338 Senin yanında
nefsinden daha kâfir bir şey yoktur. Nefis her nefes Allah Teâlâ’nın kendisine
göndermiş olduğu nimetleri inkâr eder. Onunla böyle savaştığında, diğer
düşmanlarla savaşırken ihlas kazanırsın. Öyle bir savaşta öldürüldüğünde,
Rablerinin katında rızıklanan ve O’nun ihsan ettiği nimetlerle rahata ermiş,
kendilerine gelecek olanları müjdeleyen ‘şehiderden’ birisi olursun. Allah
Teâlâ yolunda cihat ederken savaşanların değerini öğrenmiştin. O kazandığı
sevap veya ganimede evine dönerken, oruç tutmuş, ibadet etmiş, Allah Teâlâ’nın ayetlerini
okumuş, mücahit dönünceye kadar namazına veya orucuna ara vermeden ibadet etmiş
birisi mesabesindedir. Sahih bir hadiste orucun benzersiz bir ibadet olduğunu
öğrenmiştin. Hiç kuşkusuz cihat onun yerini aldığı kadar namazın da yerini
alır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir hadiste
belirtilir. O hadis Allah Teâlâ’nın farz kılmış olduğu cihada ilgilidir. İnsan
onu terk ettiğinde, mutlaka günahkâr olur. Nefsine karşı hayırhah davranıp
dinini korumaya çalışan bilgili-kul, her zaman cihat halindedir. Çünkü insan
nefsi, Hakkın kendisini davetine muhalefet etmek ve aykırı gelmek özelliğinde
yaratılmıştır. Bu itibarla insan aslen arzusuna uyar ve onun arzusu Allah
Teâlâ için irade mesabesindedir. Allah Teâlâ ise dilediğini yapandır. Çünkü
hepimiz O’nun kulları olduğumuz kadar Allah Teâlâ’ya bir sınırlama da
konulamaz. İnsan da arzu ettiğini yapmak ister. Fakat insana sınırlamalar
konulmuştur. Bu itibarla insan mutlak bir iradeye sahip değildir. Onun sürekli
mücahit olmasını sağlayan sebep budur. Bu nedenle himmet sahipleri Allah Teâlâ’yı
bilenlerin derecelerine katılmak istemişlerdir. Bu dereceye ulaştıklarında,
onların iradeleri Hakkın iradesi haline geür. Başka bir ifadeyle sadece Hakkın
irade ettiğini irade ederler. Bu durum yaratılmışların üzerinde bulunduğu
durumdur. Onlar bu makamı Allah Teâlâ’nın onun yaratılışını irade etmesi
itibarıyla talep ederler, Hakkın nahoş gördüğü şeyi kerih görürler. Allah
Teâlâ irade eder ve razı olur, irade ederken kerih görür. Böyle olmadığında,
kişi imandan sıyrılıp çıkar. Büyük bir mahrumiyet demek olan öyle bir halden Allah
Teâlâ’ya sığınırız! Böyle bir davranış gazabı çekecek olan bir doğruluktur.
Nitekim gıybetin de yasaklanmış bir doğruluk olduğunu söyleriz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar