Print Friendly and PDF

OTUZ ALTINCI SİFİR 1.Bölüm

 



Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla

BEŞ YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM

Seyr-ü Sülük Eden Müride ve Kemale Ermiş Kimselere Allah Teâlâ’nın İzniyle Fayda Verecek Hikmetli Tavsiyeler

Allah Teâlâ tavsiye etmiş peygamberleri de                           

Onlara uymak amellerin en iyisi

Tavsiye olmasaydı âlem kör (veya Amâ’da) kalırdı

Mülk tavsiyeyle döner durur

Ona göre amel et, tavsiyede söylenen yolu ihmal etme

Tavsiye Allah Teâlâ’nın ezeldeki hükmü

O’nun tavsiyesi üzere bir kavmi zikrettim

Benim için tavsiyede yeni bir durum yok

Söylediklerinden veya sülükteki hükümlerinden başka bir şey olmadı

Sülük hakkındaki hükümleri en doğru yoldur

Ahmed’in getirdiği hidayet dinin bütünü ve kendisi

Mustafa’nın dini en nurlu din

Göz kapanmadı, aksine tam gücünü verdi ona

Bakıştaki sapmayı doğrulttu

Sırrın ile ondan al, onun merkezlerinden Ay’a yükselerek, oradan Zühal’e geçerek Sabit yıldızlara yerleş; onların sahalarına inme Koç burcundan yüce derecelere ulaş Oradan ayakların konulduğu Kürsü’ye, oradan Kuşatıcı Arş’a oradan şekillere ve benzerlere

Nezih nefse ve tabiata

Arazlar ve illetlerle sınırlanmış akla

Anıâ’ya ve üzerindeki nefse Oradan ezelle nitelenmiş menzile

Dağ üzerine yerleşmiş dağa bak!

Onu görmüş, sürekli ve daimi olarak

Aşağıdaki ulvilik olmasaydı süfli kısımda talep etmezdik

Yüzlerimizi aşağı çevirerek secde halinde

Bu nedenle Allah Teâlâ bize secdeyi farz kıldı Hakkı ulvilikte ve süflilikte görürüz

Bizim tavsiyemiz budur, iyi düşünürsen!

O bir çözüm, hem de en güzel çözüm

Her şeyi suretinde görürsün onunla

Kendi hakikatinde neyse öyle

En yüce manzarayı görürsün

Senden başka tecelligahı yoktur, sürekli öyle

Seni onun pınarına davet ederse

İcabet etme, korku üzere kal!

Bizde çocuğu olduğu için ben bir dişiyim Allah Teâlâ’ya hamdolsun! Âlemde erkek diye bir şey yok

Örfün erkek diye belirledikleri Onlar da dişi; onlar nefsim, emelim

Tavsiyelerden birincisi şudur: Allah Teâlâ herkese yapılması gerekli genel tavsiye hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ Nuh’a tavsiye ettiklerini ve sana vahyettiklerimizi sizin için dinden şeriat kıldık; ayrıca İbrahim’e ve Mu­sa’ya tavsiye ettiklerini. (Bu tavsiye şudur): ‘Dini doğru uygulayın, tefri­kaya düşmeyin.’271 Ayette dinin doğru uygulanmasını emrederken bura­da kastedilen her devir ve millederdeki ‘vaktin şeriatıdır’. O şeriatta bir araya gelmek ve onun hakkında tefrikaya düşmemek lazımdır. Allah Teâlâ’nın eli cemaade beraberdir ve kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer. Bu koyun sürüden uzaklaşmış ve sürünün üzerinde bulunduğu (birlik) ay­rılmış kişidir. Bundaki hikmet Allah Teâlâ’nın güzel isimleri (esma-i hüsna) bakımından ‘ilah’ olarak bilinebileceğidir; güzel isimlerinden mücerret iken ‘ilah’ olarak bilinemez. Bu itibarla zatında tevhid, yani birliğin, isimlerinde de çokluğun bulunması gerekir. Allah Teâlâ zatı ve isimleriyle bir­likte İlah’ür ve bu anlamıyla O’nun eli -ki kudret demektircemaatle beraberdir.

Bir hakîm ölüm vaktinde toplu bir şekilde yanında bulunan evlatla­rına tavsiyede bulunurken şöyle demiştir: ‘Bana iki sopa getirin!’ Sopa­ları getirdiklerinde ‘bunları kırın’ demiş. Sopalar topluyken onları kıra­mamışlar. Ardından iki sopayı ayırmış ve bu kez ‘tek tek kırın’ dediğin­de, çocuklar sopaları kırabilmiş! Baba onlara şöyle demiş: ‘İşte! Benden sonra durumunuz bu sopalara benzer! Bir iken asla yenilmezsiniz; par­çalanırsanız düşmanlarınız size galip gelir, sizi yok ederler.’ Dini hak­kıyla uygulayanların durumu da öyledir. Dini uygularken cemaat halin­de ve görüş birliğinde kalıp parçalanmazlarsa, düşman onları yenemez. İnsan da kendi kendine öyledir. Nefsine Allah Teâlâ’nın dinini tatbik ederken bütün güçlerini birleştirirse, insan veya cin şeytanlar verecekleri vesvese­lerle onu yenemez; bu esnada vesveselere karşı iman kendisine yardım ederken melek de ilhamıyla yardım eder.

Tavsiye

Herhangi bir yerde Allah Teâlâ’ya karşı bir günah işlediğinde o yeri terk etmezden önce bir ibadet yapman gerekir! Böyle yapınca o mekân aleyhine şahitlik edeceği kadar lehinde de şahitlik eder. İbadeti yaptık­tan sonra oradan ayrılabilirsin. Aynı şey giydiğin elbise için geçerlidir. Allah Teâlâ’ya, giymiş olduğun bir elbise içindeyken asi olunca, söylediğim üzere, elbisenin içindeyken bir ibadet yapmalısın. Kestiğin tırnakların, kılların, tıraş ettiğin saçın, sakalın, bıyığın, yıkanırken üzerinden ayrılan kirlerin vs. bunlardan herhangi birisi bedeninden ayrılırken taharede ve Allah Teâlâ’yı zikretme halinde bulunmalısın. Onlar seni nasıl terk ettiklerini sana soracaklardır. Bu durumlarda yapabileceğin en kolay ibadet emri hakkında Allah Teâlâ’nın tövbeni kabul etmesi için dua etmendir. Bu durumda O’nun emrine bağlanırken zorunlu bir işi yerine getirmiş de olursun. O emir ‘Rabbiniz size bana dua edin, size icabet edeyim272 ayetinde ifade edilir. Demek ki Allah Teâlâ sana kendisine dua etmeni emretmiştir. Ayetin devamında da şöyle der: ‘Bana ibadete karşı büyüklenenleri cehenneme sokacağım.’273 Burada ibadet ile kastedilen duadır ve benim karşımda ze­lil olup bana muhtaç olmaktan sarf-ı nazar edenler demektir. Dua iba­det diye isimlendirilmiş, ibadet de zillet, eziklik ve yoksulluk anlamına gelir. Onlar cehenneme zelil ve hor bir şekilde gireceklerken emredileni yapanları ise Allah Teâlâ izzedi bir halde cennete girmekle ödüllendirir.

Geceleyin maruz kaldığım bir hal nedeniyle boy abdesti almak üze­re hamama gitmiştim. Hamamda arkadaşım Necmeddin Ebu’l-Meali İbn el-Lehib ile karşılaştım. Bir berber çağırtmış, saçını tıraş ettiriyor­du. ‘Ey Eba’l-Mealü’ diye bağırır bağırmaz, hemen bana dönerek ‘Ne diyeceğini anladım, zaten abdesdiyim’ diye karşılık verdi. Onun içinde bulunduğu ‘huzur’ halini ve sürade intikalini görüp bulunduğu durumu murakabe etmesini, karine-i hali idrakini, neyi söyleyeceğimi anlamasını taaccüple karşıladım. Ardından şöyle dedim: ‘Barekellah! VAllah Teâlâi! Sana sadece (tıraş olurken) temiz ve abdesdi olmanı söyleyecektim. Saçın senden ayrılırken zikir halinde ve abdesdi olmalısın.’ O da bana duayla mukabele etti, sonra başını tıraş ettirdi. Böyle bir davranıştan insanlar habersizdir. Hatta onlar şöyle derler: ‘Bir yerde Allah Teâlâ’ya asi olduğunda hemen oradan uzaklaşmalısın!’ Ardından da o mekânın üzerinde işledi­ğin günahınla seni yâd edeceğini söyleyerek korkuturlar. İnsan da bu sözleri beğenir, günaha günah ekler! Hâlbuki onlar bu sözü şefkade söylemiş, fakat pek çok hayrı kaçırmışlardır. Günah işlediğin bir yerde Allah Teâlâ’ya itaat etmeli ve ondan sonra o yerden ayrılmalısın. Böyle davra­nırsan onların söyledikleriyle benim tavsiyemi birleştirmiş olursun. İş­lemiş olduğun bir hatayı zikrettiğinde onu zikrettikten sonra tövbe edip günahtan dolayı Allah Teâlâ’dan bağışlanma dilemelisin. İşlediğin günahın durumuna göre orada Allah Teâlâ’yı zikretmelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kötülük­ten sonra onu silen bir iyilik yapmalısın’ derken Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik­ler kötülükleri siler.’274 Bu konuda kötülüklerle iyilikler arasındaki müna­sebet ve bağları öğrenmeni sağlayacak bir terazin olmalıdır.

Tavsiye

Her durumda Allah Teâlâ’ya karşı hüsnüzan sahibi olup suizan besleme­men gerekir! Alıp-verdiğin her nefesin son nefesin olup olmadığını bi­lemezsin. Allah Teâlâ’ya hüsnüzan üzere kavuşmalısın, suizan üzere O’na ka­vuşmaman gerekir. Belki Allah Teâlâ verdiğin bir nefeste canını alır. Bazı in­sanlar ‘Yaşarken Allah Teâlâ hakkında suizan besle, ölüm vaktinde hüsnüzan sahibi ol’ derler. Bu düşünceye itibar etme! Bu görüş Allah Teâlâ’yı bilenlere göre meçhuldür. Onlar her nefes Allah Teâlâ ile beraber olan kimselerdir. Bu­rada bir fayda vardır ki, Allah Teâlâ’yı bilerek O’nun hakkını yerine getirmiş olursun. Allah Teâlâ’nın üzerindeki haklarından biri de O’nun sözüne iman etmendir. Ayette ‘Sizi bilmediğiniz işlerde inşa ederiz275 denilir. Belki Allah Teâlâ sana ölüm yaratılışını getireceğini zannettiği nefeste seni inşa eder, sen de rabbin hakkında suizan üzere bulunup o haldeyken Allah Teâlâ’ya canı­nı teslim edersin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın şöyle söylediği aktarılır: ‘Ben kulumun bana olan zannı üzereyim. Be­nim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Hadiste Allah Teâlâ belirli bir vakit belir­lememiştir. Allah Teâlâ hakkındaki zannın, O’nun günahları affettiği, bağışla­dığı, sildiği şeklindeki bir bilgi olmalıdır. Bu bilgiyi seni davet eden ise şu ayet-i kerime olmalıdır: ‘Ey kendilerine kaksızlık eden kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin.’276 Allah Teâlâ sana (bazı işleri) yasaklamışur. Yasaklardan uzak kalman lazımdır. Allah Teâlâ haber vermiş -ki O’nun haberi geçersiz olamayacak şekilde doğrudur, verdiği haber neshedilmiş olsaydı hiç kuşkusuz yalan olurdu -hâlbuki O’nun yalan söylemesi im­kânsızdırve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ günahların hepsini bağışlar.’277 Burada herhangi bir günahı ayırt etmeden ‘hepsini’ diyerek pekiştirmiş­tir. Sonra ayeti itmam ederek ‘O'dur’ diyerek kendisine dönen bir zami­ri kullanmış ve ‘Gafur ve Rahimdir’ demiştir. Bu isimler rahmetin ga­zabı geçmesine işaret eder. Allah Teâlâ ‘aşırıya gidenler’27* demiş, herhangi bir aşırdık zikretmemiş, aşırı giden herkesi kuşatması için nakıs isim (ism-i mevsül) kullanmıştır. Sonra kulları kendisine izafe etmiştir. Onlar Allah Teâlâ’nın, salih kulu Hz. İsa’nın sözü olarak aktardığı üzere, haklarında ‘Azap edersen onlar senin kullarındır.’279 denilenlerdir. Burada Ayette Allah Teâlâ onları kendisine izafe etmiştir ki Allah Teâlâ’ya izafe edilmek kullar için ye­terli bir şereftir. ,

Tavsiye

Gizlide, açıkta, yalnızken ve toplulukta Allah Teâlâ’yı zikretmek gerekir. Ayette şöyle denilir: ‘Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim.’2*0 Allah Teâlâ kulun O’nu zikretmesinin cevabını kendisinin kulu zikretmesi yapmış­tır. Kula günahtan daha çok zarar veren ne olabilir ki? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zarar hakkında şöyle der: ‘Her durumda hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur.’ Se­vinç halinde ‘Hamd, nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya mahsustur’ der. Kalbini her durumda Allah Teâlâ’yı zikredici olarak bulursan, zikrin nuruyla kalbinin aydınlanması kaçınılmazdır. O nur sana keşfi kazandırır; eşyayı keşfetmek nur vasıtasıyla gerçekleşir. Keşif geldiğinde hayâ da kendisine eşlik eder. Bu konudaki delilim komşundan veya hakka ve değere sahip olduğunu düşündüğün birini görünce kendilerinden utanmandır. Hiç kuşkusuz iman sana Hakka karşı saygı kazandırır. Burada sözümüz müminleredir. Tavsiyelerimiz Allah Teâlâ’ya ve O’nun katından gelenlere iman edenlere yöneliktir. Allah Teâlâ sahih-kutsi hadiste şöyle der: ‘Ben onunla be­raberim.’ Yani beni zikreden kulumla beraberim. ‘Beni içinden zikre­derse, onu içimden zikrederim. Bir topluluk içinde zikrederse, onlardan daha iyi bir topluluk içinde zikrederim.’ Ayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ’yı çok zikreden erkek ve kadınlar...’2*1 En büyük zikir her durumda Allah Teâlâ’yı zik­retmektir.

Tavsiye

Her vakitte ve durumda bütün gayretini Hakka yaklaştıran işleri yapmak üzere harcamaksın. Bunlar, o esnada ve halin diliyle Hakkın sana söylediği işlerdir. Mümin isen hiçbir zaman kendisine itaat karış­mayan günahın olamaz çünkü sen o günahın günah olduğuna inanırsın. Bu karıştırmaya bağışlanma veya tövbeyi de ilave edersen, itaat üzere itaat, yakınlık üzere yakınlık gerçekleşir, günah amele katılmış itaat yö­nü güçlenir. İman ise Allah Teâlâ katında en güçlü ve en değerli yaklaştırın ameldir; iman Hakka yaklaştıran bütün fiillerin dayandığı esastır.

İman sayesinde Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında verdiği hükmü O’nun hakkında verebilmen mümkündür. Bir kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulum bana bir karış yaklaşırsa ona bir kulaç yaklaşırım; bir kulaç yak­laşırsa, ona daha fazla yaklaşırım. Yürüyerek gelirse koşarak giderim.’ (Hadiste zikredilen nispetsizlik olarak) bunun sebebi Allah Teâlâ’dan artırma ve azaltmanın ve daha zayıf olmanın kuldan kaynaklanmasıdır. Çünkü kulun Allah Teâlâ’ya yaklaşma niyetiyle fiil ve davranışlarını yerine getirirken sebatkâr olması gerekir. Bu itibarla kula fiillerini şeriat terazisiyle tart­ması emredilmiştir öyleyse bu konuda sebatkâr ve ısrarlı olması gerekir. Hızlı hareket edip hızlı olmakla nitelenir, hızlılığı fiilinde ölçü ve tartıyı uygulaması demektir, yoksa fiilin kendisinde hızlı hareket etmez. Çün­kü ölçü ve teraziye tam uygulamakla Allah Teâlâ karşısındaki ibadet ve davra­nış sahih olabilir. Allah Teâlâ’nın yakınlığı ise herhangi bir teraziye muhtaç de­ğildir. O’nun konulmuş terazisi, senin fiilini tarttığın terazidir ve o te­raziyle Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı maksat edinirsin. Bu vasıftaki birinin sana olan yakınlığı senin yakınlığından daha çok ve daha güçlü olmalıdır. O sana olan yakınlığını, senin kendisine olan yakınlığının bir misli katıyla nitelemiştir. (Sen de yaklaşırsın) çünkü sen ilahi surette yaratılmışsın. Senin halifeliğinin en azı kendi zatın üzerinde halife olmandır. Sen kendi beden arzında olduğun kadar organların ile zahirî ve bâtını güçle­rin üzerinde Allah Teâlâ’nın halifesisin. Demek ki Allah Teâlâ’nın sana yaklaşması, se­nin O’na yaklaşman ve bu yakınlığa ilave bir durumdur. Bu husus kutsi hadiste karış, arşm, kulaç, koşmak ve hızla koşmak diye ifade edilmiştir. (Allah Teâlâ’dan) karışa karşılık karış, zira’; zira’ya karşılık zira’, kulaç; yürü­me pekiştiğinde ise koşmak olarak karşılık bulur. Birinci dununda senin yaklaşman söz konusuyken diğerinde O’nun sana yaklaşması zikredilir. Bu itibarla Allah Teâlâ el-Evvel ve el-Ahir’dir. Bu da uygun bir yaklaşma ve yakınlıktır. Bununla beraber bütün yaratılmışlar için söz konusu genelilahi yakınlık başka bir şeydir. Bu yalanlık ‘Ona şah damarından daha yakınız282 ayetinde ifade edilir. Kutsi hadiste bu genel yakınlık kaste­dilmemiş, onun yerine kulun Allah Teâlâ’ya yakınlığının karşılığı olan yakınlık kastedilmiştir. Kulun Allah Teâlâ’ya en büyük yakınlığı, önce Allah Teâlâ’ya ve kendi­sinden tebliğ eden peygambere iman ettikten sonra, O’nun katandan gelenlere iman etmektir.

Tavsiye

Yapamasan bile içinden iyi işler yapmaya niyet et; kötülüğe niyet­lenirsen Allah Teâlâ rızası için onu bırakmaya gayret et. Bununla beraber ezeli kader ve kaza galip gelirse durum başkadır. İçinden niyetlendiğin hayrı ve iyiliği yapmanı Allah Teâlâ takdir etmemiş olsa bile, o fiili senin adına ha­yır olarak yazar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in aktardığı kutsi bir hadiste Hakkın şöyle dediği rivayet edilir: ‘Kulum bir iyilik yapmaya niyetlenip onu yapmadığında (ma-lem ya’mel) onu bir iyilik olarak yazarım.’ Hadiste ma zarf bildirir. Bunun anlamı şudur: Bir hayrı yapmaya niyet etmişken -onu yapmamış olsa bilegeçen her zaman içinde Allah Teâlâ onu bir iyilik olarak yazar; bu zaman ne kadar olursa olsun, Allah Teâlâ niyete eşlik eden her zamanda onu bir iyilik olarak yazar. Bu nedenle de ‘yapmadığı sü­rece’ denilmiştir. Allah Teâlâ şöyle devam eder: ‘Yaptığında ise on katı olarak yazarım.’ Bilirsen, göğün ıslattığı ekin hakkında öşür (miktarının) farz kılınması buradan kaynaklanmıştır. Kalıcılığı olan geçişken hayırlardan olursa, ecir ve sevap kıyamete kadar sahibi hakkmda yenilenir. Böyle bir ecre misal olarak vakıflar veya insanlar arasında yayılan bilgi gibi sadaka-ı cariyeyi verebiliriz. Allah Teâlâ kulları hakkındaki nimetini tamamlayarak şöyle der: ‘Kötü bir şey yapmaya niyet edeni ise yapmadığı sürece (malem ya’mel) bağışlarım.’ Ma edatı iyiliklerde olduğu gibi zarf anlamın­dadır ve hükmü -iyilikte olduğu gibine kadar devam ederse etsin de­mektir. Sonra şöyle der: ‘Onu'yaptığında ise misliyle yazarım.’ Allah Teâlâ adaleti kötülüğe ve ihsanı iyiliğe verir. Bu durum ‘İyilik yapanlar için iyi karşılık ve ziyade vardır283 ayetinde belirtilir. Bu da misle ilave kısımdır. Allah Teâlâ, aslın üzerlerinde hüküm vermesiyle, meleklerin babamız Adem hakkında söyledikleri sözü bize bildirmiştir. Melekler ‘Yeryüzünde boz­gunculuk yapacak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın284 demiş, kötü­lüklerimizi zikretmiş, iyiliklere değinmemişlerdir. Çünkü Mele-i a’la’ya hakim olan hal ilahi mertebe hakkında gayrettir. Onlar unsurdan yara­tılmanın, bu yaratılışın hakikati gereği, rabbe karşı gelmeye (yol açaca­ğını) anlamışlardır. Bu bilgi onlarda zevk bilgisiyken bizim yaratılışı­mızda ise daha da bariz ve açıktır.

Melekler yaratılış itibarıyla bizimle aynı surette olmasalardı, Allah Teâlâ onların tartıştıklarını bize bildirmezdi. Tartışmak (yaratılışta bulunan) zıtlıklardan kaynaklanır. Buna mukabil Allah Teâlâ meleklerin hakkımızda ‘şu kulun iyilik yapmak istiyor’ dediklerini aktarmamıştır. Burada ilkenin verdiği güce ve hükme bakınız! Buradan insanın değerini de öğrenirsin, insan birisinden söz ederken onun iyiliğini söyleyip kötülüğünden söz etmezse onun derecesi nedir? Bununla beraber meleklerin sözleri hak­kında iyi yorumumuz vardır. Dikkatini bu hususta çekmiş olmamın se­bebi, onların yaratılışını ve üzerinde bulundukları durumu öğrenmeni sağlamaktır. Herkes kendi hakikatine göre amel eder. Allah Teâlâ meleklerin şöyle dediklerini bize bildirmiş ve söylemiştir: ‘Senin şu kulun kötülük yapmaya niyetlenmiştir.’ Hâlbuki kulu en iyi gören Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ şöy­le der: ‘Onu gözetleyin! Kötülüğü yaparsa misliyle yazın; yapmazsa onun için bir iyilik yazın. Çünkü benim için günahı terk etmiştir. Bu melekler haklarında Allah Teâlâ’nın ‘Üzerinizde koruyucu melekler vardır285 de­diği meleklerdir. Bulundukları mertebe ve görev, onların böyle sözleri söylemelerini gerektirmiştir. Melekler daha önce bu konudaki görev­lendirme nedeniyle Allah Teâlâ’nın öğretimi olmaksızın iyilikleri yazarlar. Buna mukabil O’nun ihsanını ve bağışlamasını bildikleri için, günah hakkında konuşmuş, söz söylemişlerdir. Konuşmamış olsalardı, Allah Teâlâ katmda günahın mahiyetini öğrenemezdik. Nitekim (dünyevî) ihtiyacını gör­mek üzere zikir meclisine gelen biri hakkında da benzer bir şey söyle­mişler, Allah Teâlâ ise hangi niyetle bulunursa bulunsun herkesi bağışlayaca­ğını bildirmiş ve sonra şöyle demiştir: ‘Onlar kendileriyle beraber ola­nın bedbaht olmadığı cemaattir.’ Meleklerin mecliste bulunanları Hak­ka bildirmesi ve soruları olmasaydı, Allah Teâlâ’nın o insanlar hakkındaki hükmünü öğrenemeyecektik. Demek ki, dikkatini çektiğimiz üzere sı­nırlı kalan dar akılların zannettiğinin aksine, meleklerin konuşmaları öğretme ve rahmet amacı taşır. Allah Teâlâ iyilik ve kötülük hakkında şöyle der: ‘Kim bir iyilik getirirse on katı sevap vardır. Kim bir kötülük getirirse misliyle cezalandırılır.’286 Allah Teâlâ cezalandırdıktan sonra bir grubu bağış­lar, bazen cezalandırmazdan önce bağışlar. Demek ki -tövbe etmese bi­lenefsi hakkında aşırı giden herkes için mağfiret kaçınılmazdır. Bu tav­siyeyi hakkıyla öğrenen kişi, insan ile melek yaratılışı arasındaki nispeti ve ilişkiyi öğrenir. Asıl ve ilke birdir. Rabbimiz de birdir ve O’nun bir­birinden farklı isimleri vardır: Varlık sadece isimlerin suretinde tezahür etmiştir.

Tavsiye

Müslüman olmanı sağlayan cümleyi ısrarla söylemelisin. O cümle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur (La-ilahe illAllah Teâlâ)’ cümlesidir. Bu zikir içermiş olduğu ilave bilgiyle birlikte en faziledi zikirdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli cümle, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesidir’ demiştir. Bu ifade olumsuzluk ve olumlamayı birlikte içerir ki taksim zaten bu ikisiyle sınırlıdır. Kelime­nin içerdiklerini ancak onun değerini ve tarttığı şeyleri bilenler anlaya­bilir. Nitekim kendisine delalet etmek üzere zikredeceğimiz bir rivayet­te bu husus yer alır.

Bilmelisin ki bu cümle, tevhid kelimesidir. Tevhid hiçbir şeyin Hakka denk olmaması demekti; denk olsaydı, bir olmaz, iki veya daha fazla olurdu. Demek ki O’nu (veya tevhid zikrini) tartabilecek bir şey yoktur. Onu sadece kendisine denk ve benzer olan tartabilir; hâlbuki (O’na) denk ve benzer bir şey yoktur. Bu durum ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5 cümlesinin teraziye girmemesinin sebebidir. Alimlerin geneli tevhidin mukabili olan şirkin kul tarafından tevhidin varlığıyla birlikte dile getirilemeyeceğini beyan etmişlerdir. Onlara göre insan ya müşrik veya muvahhid, yani birleyendir. Demek ki tevhidi ancak şirk tartabilir. Hâlbuki o ikisi terazide bir araya gelmez. Bize göre kelime-i tevhid te­raziye girmez. Bunun nedeni anlayan ve yorumlayabilen için kutsi bir hadiste belirtilir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yedi gökler, onları dol­duranlar, yedi yer ve onları dolduranlar bir kefede, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesi ise başka bir kefede bulunsaydı, bu cümle diğerlerine baskın gelirdi.’ Allah Teâlâ gökleri ve yerleri zikretmiştir, çünkü terazinin ko­nulacağı yer kulların amellerinin ulaştığı Sidre-i münteha’dan sabit yıl­dızlar feleğinin dibidir. Söz konusu ameller için terazi ortaya konul­muştur. Terazi amellerin geçemediği bir yeri geçemez. Sonra şöyle der: ‘Benden başka onları dolduran...’ Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka onları doldu­ran yoktur.’ Haberdar ve bilgiliye işaret kâfidir! Şekilci âlimlerden iba­ret olan genelin diline göre, ‘başka’ derken kastedilen müşrikin kabul et­tiği ortaktır. Müşrikin kabul ettiği ortağın yaratılışta iştiraki ve ortaklığı bulunsaydı, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur* cümlesi terazide onunla meylederdi. Bu cümle her halükarda daha güçlüdür, bunun sebebi müşrikin de Allah Teâlâ’nın yönünü, şirk koşmuş olduğu (ortağa ait) yöne tercih etme­sidir. Allah Teâlâ onların şöyle dediklerini aktarır: ‘Biz putlara bizi Allah Teâlâ’ya da­ha çök yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’2*7 Tevhid terazisi değil de, varlık terazisi kalktığında ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5 cümlesi teraziye girer, bazen de azamet tevhidi terazisine girer. Azamet tevhidi müşrik­lerin tevhididir. O teraziye girince ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesi onu tartar ve ağır gelir. Gökleri ve yeri dolduran Allah Teâlâ’dan başkası de­ğildir ki? Aynı ifade ‘(gökleri ve yeri dolduran) ancak Allah Teâlâ’dır’ şeklinde daha önce de ifade edilmişti. Böyleyken (kefeler) ne yana sapacaktır ki? Her iki kefede de Bir ve Kahhar vardır. Sicillat sahibine gelirsek, terazi­nin kefesi ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesinin yazılı olduğu kâğıt parçasıyla sapar. Şöyle ki: Bir insan kelime-i tevhidi söyler, melek de yazar. Bu cümle, konuşmada yaratılmış ve (meleklerce) yazılmış ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesidir. Herkes için vazedilmiş olsa bile, tevhidi söyleyen, ateşe girmez. Allah Teâlâ ‘sicillat sahibi’ hakkında bilgi ve­rirken, mevkıf ehlinin kelime-i tevhidin değerini ve faziletini görmesini kastetmiştir. Onu ise dilediği kullar cehenneme girdikten sonra görebi­lirler ve ancak o zaman teraziye konulur. Vakfe yerinde Allah Teâlâ’nın ateşe girmesine hükmettiği bir muvahhid (birleyen) kalmayınca, ardından şefaade veya ilahi inayede ateşten çıkılır. O esnada ‘sicillat sahibi’ getirilir ve vakfe yerinde cehennemden payı olmayan cennet ehli kalır. O kişi yaratılmışlardan ameli en son tartılacak kimsedir. Çünkü başlangıç ve son ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5 ifadesinindir. Bazen başlangıcı -sicillat sahibinde olduğu üzeresonu olabilir.

(Kelime-i tevhidin faziletinin bahsi hakkında), ayrıca bilmelisin ki, Allah Teâlâ genele eşyanın en faziledi, en faydalı ve târtıda en ağır olanını verdi. Çünkü onun vasıtasıyla pek çok zıddı karşılaştırır. Binaenaleyh orada (Vakfe yerinde) insanların genelinde bütün zıdara mukabele ede­bilecek bir kuvvete (sahip amel) bulunmalıdır. Allah Teâlâ ehlinden olan bü­tün ariflerin farkına vardığı bir mesele değildir bu! Onu fark edenler, insanlara şeriatları getiren nebilerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle söyledi­ğinde tereddüt yoktur. ‘Ben ve önceki peygamberlerin söylediği en üs­tün söz ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesidir.’ ‘Allah Teâlâ’, ‘Hu’ gibi özel isimler ve zamirlerle Hakkı zikretmek de söylediğimiz üzere kelime-i tevhidin üstünlüğüne ve faziletine işaret eder. Allah Teâlâ’yı bilenlere göre bunlar ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesinin kendilerinden daha üstün olduğu bir takım zikirlerdir. Dostum! insanların geneli nezdinde sabit olan zikri yapman gerekir. ‘La-ilahe illAllah Teâlâ’, yani kelime-i tevhid zikri, en kuvvedi zikir olduğu kadar en parlak nur ile (Hakka) en yakın mer­tebe ona aittir. Bunun farkına ancak bu zikri düstur edinip kendisinde muhkem Hakk getirinceye kadar tekrarlayanlar varabilir. Allah Teâlâ’nın rahme­tinin her şeyi kapsamasının sebebi onun şümullü ve bütün emellere ula­şıcı olmasıdır. Her insan -yolunu bilmese bilekurtuluşu arar. ‘La ilahe’ diyerek bir şeyi olumsuzlayan, olumsuzladığının varlığını ‘illAllah Teâlâ’ diye­rek olumlar. Fakat bu olumlama (ispat) bilgi bakımından değil, hüküm bakımından olumlamadır. Buna mukabil Hakkın varlığını hem hüküm ve hem bilgi bakımından zorunlu sayarsın. (Kelime-i tevhidde geçen) İlah bütün isimlerin sahibidir. Bütün isimler bir hakikate ait olabilir ki o da gökleri ve yeri imar edip ‘Allah Teâlâ’ diye isimlendirilendir. Yükseltme ve alçaltma terazisi O’nun elindedir. Allah Teâlâ’nın kendisine ve kendisini bilmeye saadeti bitiştirdiği bu zikri sürekli yapmaksın!

Tavsiye

‘La ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ diyenlere karşı düş­manlık beslemekten uzak durmalısın! Bu söz insana Allah Teâlâ’nın genel dost­luğunu (velayet) kazandırır. Onlar, hata etseler ve hatta yeryüzünü ha­tayla doldursalar bile, Allah Teâlâ’nın dosdarıdır. Onlar Allah Teâlâ’ya ortak koşmaz­lar. Ne kadar hata yapsalar da, Allah Teâlâ o hatalar mislince mağfiretle ken­dilerini karşılar. Kimin Allah Teâlâ ile dostluğu sabit ise onunla savaşmak ha­ramdır. Kim Allah Teâlâ’ya savaş açarsa, Allah Teâlâ onun dünya ve ahiretteki ceza­sını beyan etmiştir. Allah Teâlâ bir insanın kendisine düşman olduğunu sana bildirmemişse, onunla düşman olmamaksın. (Kendiliğinden düşmanlık edersen) O’nun karşısındaki en basit tavrın emrini ihmal etmiş olmandır. Onun Allah Teâlâ’nın düşmanı olduğunu öğrendiğinde -ki böyle biri müş­rik olabilirHz. İbrahim’in babası Azer hakkında yaptığı üzere müşrik­ten yüz çevirmen lazımdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun Allah Teâlâ’nın düşmanı olduğu kendisine görününce ondan uzaklaştı.’288 Senin terazin bu olmakdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ’ya ve peygambe­rine düşmanlık edenlere dostluk besleyen bir kavim göremezsin, babaları bi­le olsa...’289 Hz. İbrahim de böyle yapmıştı. ‘Onlar, babalan, çocukları, kardeş ve kabileleri olabihr.’ Bir insanın Allah Teâlâ’nın düşmanı olduğunu bilmezsen, sadece imkân nedeniyle veya dilde ortaya çıkan (sözler) ne­deniyle Allah Teâlâ’nın kullarına karşı düşmanlık beslememen gerekir. Yapman gereken iş fıik kötü görmektir, insanın kendisini değil! Allah Teâlâ’nın düşma­nı söz konusu olunca, onun kendisini kerih görmen gerekir. Bu itibarla bir şeyin kendisini -ki bu durum Allah Teâlâ’nın düşmanıyla ilgilidirkerih görmek ile fiih kerih görmek arasında fark vardır. İkinci kişi mümin ve­ya hâlihazırda müslüman değilken son nefesinin ne olacağı bilinmeyen biridir. Sahih rivayette geçen ‘Bir velime düşmanlık edene savaş ilan ederim’ ifadesi hakkında uyanık olmalısın! İnsanın durumunu bilmeyip kendisine düşmanlık edersen Hakkın yaratıkları hakkındaki hakkına ria­yet etmemiş olursun. Söz konusu insan kendisine düşmanlık ettiği şahıs hakkında Allah Teâlâ’nın bilgisini veya beyanını bilmiyordur ki, ondan uzak­laşsın ve onu düşman edinsin. Gerçekte Allah Teâlâ’nın düşmanı olduğu halde bunu bilmez ve görünen halini bilirsen, böyle bir durumda Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirmek için onunla dosduk kur, düşmanlık etme! (Gö­rünen haline riayet etmezsen) ez-Zahir ismi Allah Teâlâ’nın katında seninle ha­sımlık eder. Allah Teâlâ’ya senin üzerinde bir delil bırakma, helak olursun. Çünkü kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. Bunun için Allah Teâlâ’nın kullarına karşı şef­kade ye merhamede davran. Nitekim Allah Teâlâ kâfir ve müşrik oldukları halde -bunu bilerekonları rızıklandırır. Allah Teâlâ’nın onları rızıklandırmasının sebebi, içinde bulundukları durumun kendilerinden kaynak­lanmadığını bilmesidir. Onların içinde bulundukları durumun kendile­riyle nasıl ilgili olduğunu daha önce genel diliyle açıklamıştık; Allah Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır. Onların şirkleri ve inançsızlıkları da kendilerinde Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Seçkinlerin diliyle açıklamasına gelirsek, herhangi bir mevcutta ortaya çıkan hüküm, sübût halindeki yokluktaki haline göre gerçekleşir. Allah Teâlâ da kendisini o halinde bilir. Binaenaleyh her durumda ve herkese karşı ‘kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir’. Tartışma ve iti­raz çıksa bile iş, O’na havale edilir.

Bilmelisin ki, bulunduğun halde merhametini, şefkatini bütün canlılara-hayvanlara ve yaratılmışlara yaymalısın. ‘Şu bitkidir, bu cansızdır, haberleri yoktur’ deme. Senin onlardan haberin olmasa bile, onların senden pekala haberleri vardır. Varlığı bulunduğu hal üzere bırak, ona Yaratan’ın kendisini var ederken merhamet ettiği üzere merhamet eyle. O esnada kendisinde fiilen bulunan şeye/Hakk göre varlığa bakma! ‘Ta ki doğru söyleyenler ve yalan söyleyenler ortaya çıksın.’290 Bu esnada onları Allah Teâlâ’nın emri nedeniyle düşman edinmenin gerekliliği ortaya çıkar. Ni­tekim Allah Teâlâ düşmanını dost edinmemeni ve ona sevgi göstermemeni emretmiştir, inançtaki zafiyetin seni onlarla iyi geçinmeye zorlayabilir. Böyle bir durumda kendilerine sevgi göstermeden onları idare edebilir­sin. Fakat buradaki sınır, kötülüklerini kendinden uzaklaştırman için bir barış halinden ibarettir. Her durumda işini Allah Teâlâ’ya havale et, kavuşun­caya kadar her durumda O’na itimat et.

Tavsiye

Allah Teâlâ’nın farz kıldığı işleri O’nun yerine getirmeni emrettiği şekilde yerine getirmen gerekir. Farzları tamamlayıp kemale erdirdiğinde, iki farz ibadet arasında -her ne olursa olsunnafile ibadetleri yerine getir­melisin. Hiçbir amelini küçük görme, çünkü Allah Teâlâ kendisini yaratırken ve var ederken değersiz görmemiştir. Allah Teâlâ seni bir işle yükümlü tut­muşsa, mutlaka o şey hakkında bir inayeti ve ilgisi vardır. Bunun delil­lerinden birisi, sen yükümlü olduğun işten mertebe bakımından daha üstün olsan bile, seni onula yükümlü tutmasıdır; sen yükümlü olduğun o işin varlık mahallisin! Çünkü yükümlülük ve teklif, yükümlülerin fiil­leriyle ilgili olduğu kadar aynı zamanda -kendisi bakımından değilfiili bakımından yükümlüyle ilgilidir.                                                  nr

Bilmelisin ki, farzları yerine getirirken Allah Teâlâ’ya en sevimli ve en çök yaklaştıran işlerle uğraştığını bilmelisin. Bu niteliğe sahip olunca da Hakkın duyması ve görmesi olursun. Artık Hakk seninle duyar, seninle görür. Hakkın eli senin elin olur. ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir, Allah Teâlâ’nın eli onların ellerinin üzerindedir.’291 Allah Teâlâ’nın eli olmaları itibarıyla onların elleri, kendi elleri olmaları bakımından ellerinin üzerindedir. O eller biat eden ellerdir; fail ise bizzat Allah Teâlâ’dır. Onların elleri Allah Teâlâ’nın eli; olduğu kadar Allah Teâlâ’ya da elleriyle biat etmişlerdir. Onlar biat edenlerdir. Bütün sebepler, onların sonuçlarını var etme gücüne sahip olan Hakkın eüdir. İşte bu, nafileler hakkında olduğu gibi, hakkında açık ifadenin bulunmadığı ‘büyük muhabbet’ demektir. Hâlbuki nafile ibadetlere de­vam etmek neticesinde hakkında nassın bulunduğu ilahi sevgi meydana gelir. Bu sevgi neticesinde Hakk kulun duyması, görmesi (görme gücü) haline gelir. Farz ibadetleri yerine getirmenin neticesinde Hakk kulunu sevdiğinde ise bunun tersi olur (Hakk kulun güçleri haline gelir). Bu iti-' barla farz ibadetlerde zorunluluk kulluğu yer alır ve onlar asıl olanlairdir. Bu aslın fer’i ise nafile ibadettir ve onda ihtiyarî kulluk/ibadet buİünur. İhtiyarî kullukta Hakk senin görmen ve duymandır. Bu kısım ‘nafi­le’ diye isimlendirilmiştir, çünkü ilave demektir. Sen de aslın itibarıyla varlığa ilavesin. Allah Teâlâ vardı ve sen yoktun, sonra var oldun. Demek ki hâdis varlık, (varlığa) ilavedir. Sen Hakkııi varlığında ‘nafile’sin ve bu nedenle nafile diye isimlendirilen bir amelinin olması kaçınılmazdır; na­file senin aslın demektir. Buna mukabil (asla karşılık olarak) farz diye isimlendirilen bir amelin de bulunmalıdır ki, o da varlığın aslı ve Hak­kın varlığıdır. Farzları yerine getirirken sen O’na ait iken, nafilede ken-

dine aitsin. O’nun seni -senin O’na ait olman itibarıylasevmesi, kendi­ne ait olman itibarıyla seni sevmesinden üstündür. Allah Teâlâ’dan aktarılan sahih-kutsi bir hadiste şöyle denilir: ‘Kulum bana farz kıldığım ibadet­lerden daha sevimli bir işle yaklaşmadı. Bana nafile ibadederle yaklaş­mayı sürdürür, ta ki onu severim. Onu sevdiğimde kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle tuttuğu eli, kendisiyle yü­rüdüğü ayağı olurum. Bir şey isterse veririm, bana sığınırsa korurum. Bir şeyi yaparken en çok mümin kulumun canını almada tereddüt et­tim. O ölümü sevmez, ben ise onun gecikmesini sevmem.’

Allah Teâlâ’yı sevmenin neticelerine balcınız! Sen de bu ilahi sevgiyi mey­dana getirecek ibadeüeâ yerine getirmede ısrarlı davranmalısın. Nafile ibadet farzları tamamladıktan sonra yerine getirilir. Bu itibarla nafile ibadeüerde farz ve nafileler bulunur; içindeki farzlarla (eksik) farzlar ikmal olunur. Sahih bir kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulumun nama­zına bakınız! Tam mıdır, noksan mıdır? Tam olduğunda onu tam ola­rak yazarlar. Eksik olduğunda Allah Teâlâ şöyle der: Bakınız! Kulumun nafile ibadeti var mıdır? Nafile ibadeti olursa Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulumun farz­larını nafile ibadetinden tamamlayın. Sonra ameller böyle teker teker ele alınıl Nafileler farzlarda asılları bulunan ibadederdir. Farzda aslı bulunmayan ibadet müstakil olarak ortaya çıkartılmış bir ibadettir ve şekilci alimler onu bid’at diye isimlendirirler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir ruh­banlık çıkardılar.’292 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise o bid’ati iyi bid’at diye isimlen­dirdi. İyi bir âdeti/bid’ati ortaya çıkaran kişi onun sevabını aldığı kadar kendi sevaplarından hiçbir şey eksilmeden kıyamet gününe değin onu yapanların sevabını da alır. Nafile ibadet farzların gediklerini ve eksik­liklerini kapatma gücüne sahip olunca, nafilede de farzlar belirlenmiş ve yerkştirilmiş, bu sayede farzlar kendileri gibi farzlarla telafi edilmiştir. Mesela nafile namazı (şardarı itibarıyla) farz hükmündedir. Bunun yanı sıra nafileler zikir, rükû, secde gibi farzları da içerir. Bununla beraber nafile asıl itibariyle nafile iken namazda okunan sözler, yapılan fiiller nafile namazdaki farzlardır.

Tavsiye

Amellerini olduğu kadar, sözlerini de gözetmen ve incelemen ge­rekir. Bilmelisin ki, sözlerin amellerin cümlesinden sayılır. Bu sebeple bazı bilginler ‘Sözünü amelinden sayanın sözü az olur’ demişlerdir. Bilmelisin ki, Al! ’ı kullarının sözlerini dikkate almış olduğu kadar söz söyleyen her dilin nezdinde bulunur. O bir şeyi söylemekten seni menederse, (söylerken) inanmasan bile, o sözü söylememelisin. Allah Teâlâ seni (inanmadan söylediğin) söz nedeniyle sorumlu tutar. Bize aktarıldığına göre, melek, kulun amelini onu telaffuz edene kadar yazmaz. Allah Teâlâ şöy­le der: ‘Her söz söylediklerinde onun yanında güçlü bir gözetmen vardır.’293 Kastedilen sözleri sayan ve yazan meleklerdir. Başka bir ayette ‘Üzeri­nizde hafaza melekleri vardır, onlar yaptıklarınızı bilir294 denilir. Sözlerin fiillerin kapsamındadır, şu ayete dikkade bakmalısın: ‘Allah Teâlâ yolunda öl­dürülene ölü demeyiniz.’295 Allah Teâlâ insana bir sözü yasaklamıştır, çünkü öyle bir sözü söyleyen, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’yı yalanlamış demektir. Allah Teâlâ kendi yolunda öldürülenler hakkında ‘Onlar diridir’ demiştir. Şu ayete de bakmalısınız: ‘Allah Teâlâ yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyiniz, onlar Rablerinin katında diridirler.’296 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ günah sözün açık­ça söylenmesini sevmez’297, ‘Onların konuşmalarının (necva) çoğunda hayır yoktur298 denilir. Ayetteki necva söz demektir. Bir sözü söylediğinde, Allah Teâlâ’nın kendisine göre konuşmanı buyurduğu ve şeriat kıldığı teraziye göre onu söylemelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şakalaşırdı, fakat şakalaşırken sadece doğruyu söylerdi. Her durumda Allah Teâlâ’yı razı eden doğruyu söy­lemen gerekir. Her doğru Allah Teâlâ’yı razı etmez. Bu itibarla söz taşımak veya gıybet doğru söz iken Allah Teâlâ’yı razı etmeyen sözlerdir. Allah Teâlâ sana gıybeti yasakladığı kadar söz taşımayı yasaklamıştır.

Allah Teâlâ’nın sözü dikkate alışı, İmam Müslim’in aktardığı kutsi hadiste bir ifadede tezahür eder. Gök yağmur yağdırırken Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kullarımın bir kısmı bana iman ederek, bir kısmı inkâr ederek sabah­lamış! Onların arasında ‘bize şöyle yağmur yağmıştır1 diyenler beni in­kâr etmiş, yıldızlara iman etmiştir. Buna mukabil ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti ve ihsanıyla yağmur yağdı’ diyenler ise bana inanmış, yıldızları inkâr et­mişlerdir.’ Burada Allah Teâlâ konuşanların sözlerini dikkate almıştır. Ebu Hureyre şöyle derdi: ‘Gök yağmur yağdırdığında, fetih bereketiyle bize yağmur ihsan edildi.’ Ardından şu ayet-i kerimeyi okurdu: ‘Allah Teâlâ insan­lara rahmetini açarsa onu engelleyecek yoktur.’299 Allah Teâlâ’nın sebepleri âleme yerleştiren ve diken olduğuna inanıp bize göre âdetin eşyanın sebeplerle değilsebepler vesilesiyle icra edildiğini kabul edebilirsin. Bununla beraber Allah Teâlâ’nın sana söylemeni yasakladığı bir sözü söyleme! Allah Teâlâ sana bazı işleri yasakladığı gibi -doğru bile olsabazı sözleri de yasaklamıştır. ‘Bana iman eder, yıldızları inkâr eder; beni inkâr eder, yıldızlara iman eder5 ifadesindeki hikmete iyice bakmalısın! İnsan Allah Teâlâ’nın ihsanını dile getirirse, hiç kuşkusuz, adını anmadığı bir yerde yıl­dızı örtmüş ve gizlemiş olur. Buna mukabil kim yıldızdan söz ederse, kendisinin fail ve yağmuru yağdıran olduğuna iman etse bile, Allah Teâlâ’yı gizlemiş ve örtmüş demektir; adını telaffuz etmediği için (inkâr etmiş sayılır). Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘örtmek’ anlamındaki küfür sözünü kullan­mıştır. Yağmur yağdırmaktan söz ederken (buludardan, yıldızlardan) söz etme sakın! Yağmurun onların sebebiyle olduğuna inanmaman ise daha önemlidir. Mümin isen senin inancın şununla sınırlıdır: Allah Teâlâ se­bepleri tabiî deliller olarak yaratmıştır ve tabiî her delilin aşılması mümkündür. Adederin yanıltmasından kendini korumalısın. Allah Teâlâ’nın senin için belirlediği sınırlardan da habersiz kalmaman ve onları aşma­man gerekir. Allah Teâlâ onları kendilerine riayet etmen için ortaya koymuş ve belirlemiştir. Bu durum her şeyde böyledir! Sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Bir adam Allah Teâlâ’yı kızdıran söz söyler, sözün nereye ulaşacağını bilemez, sonra sözü nedeniyle cehennemde yetmiş çukura düşer. Bir adam Allah Teâlâ’yı razı edecek bir söz söyler, sözün nereye varacağını bile­mez, o söz nedeniyle illiyyîn’de yükselir.’ Sadece Allah Teâlâ’yı razı edecek şe­kilde konuşmalısın, Allah Teâlâ’nın gazabını üzerine çekecek sözleri söylememelisin. Bunu yapabilmen Allah Teâlâ’nın konuşmada belirlediği sınırı bilmene bağlıdır. Bu husus insanların kendisinden gafil kaldığı bir meseledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘İnsanları çeneleri üzerine cehenneme düşü­ren şey dillerinin ürünleridir.’ Hakim şöyle der: ‘Hapsedilmeye en layık olan dildir. Allah Teâlâ onu iki dudak ile dişlerin arasına yerleştirmiştir. Yine de gereksiz konuşur ve kapıları açar.’

Tavsiye

Ruhu olan bir şeyin suretini yapmaktan sakınmalısın. Öyle resim­ler yapmayı insanlar kendilerine basideştirmişken Allah Teâlâ katında ciddi bir iştir. Suret yapıcılar, kıyamette en çetin azap görecek olanlardır. Kı­yamette suret yapana şöyle denilir: ‘Yarattığına hayat ver veya ruh üfle!’ Hâlbuki ruh üfleyemez. Sahih-kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın şöyle dediği bildirilir: ‘En zalim kişi benim gibi yaratmaya kalkışandır. Bir zerreyi veya tohumu veya kılı yaratsınlar bakalım.’ Kul bu ölçüye riayet ederek Allah Teâlâ’dan bu konuda gelen rivayeder sebebiyle resimciliği-suret yapmayı terk eder, herhangi bir hayvan veya canı olmayan sureti tasvir ederek rububiyetle çekişmekten uzak kalırsa, âlemdeki her suretin hayat sahibi olduğunu öğrenir. Başka bir ifadeyle her şeyin Allah Teâlâ’nın hamdini tespih etmek için konuşan ve canlı olduğunu görür. Bitkilerin resmini yapmak veya gözle görülecek şekilde canı olmayanların resmini yapmak üzere kendine müsamaha göstermeye kalkarsa, böyle bir insan bu keşfe hiçbir şekilde ulaşamaz. Çünkü gerçekte âlemdeki her suretin ruhu vardır. Allah Teâlâ gözlerimizi ‘canlı’ olmadığı denilen varlıkların canlılığını idrakten engellemiştir. Ahirette ise gerçek herkes için tebarüz eder. Zaten bu nedenle Allah Teâlâ ahireti daru’l-hayevan, yani hayat yurdu diye isimlendirdi. Dünyadaki halinden farklı olarak, orada görülen her şey nâtık (konu­şan) ve canlıdır. Sahih bir rivayette Taşlar peygamberin avucunda tes­pih ederdi’ denilir. İnsanlar taşların tespih etmesini harikulade bir iş sa­yarak yanılmışlardır; burada harikulade olan, işitenlerin bu tespihi işit­meleridir. Taşlar, Allah Teâlâ’nın bildirdiği gibi, zaten sürekli tespih edicidir­ler. Bununla beraber Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in avucundayken daha önce yap­madıkları özel bir şekilde veya özel bir konuşma tarzıyla tespih etmiş olabilirler. Hadis böyle yorumlandığında bu kez harikulade, dinleyenle­rin kulaklarında değil, taşlarda meydana gelmiş olur. Dinleyenlerin duymasında gerçekleşen harikulade ise duyma âdeti olmayan birinin böyle bir konuşmayı duymasıdır.

Tavsiye

Kardeşim! Öğüt almaya ve ibrede düşünmeye sevk ettiği için has­taları ziyaret etmelisin. Allah Teâlâ insanı zayıflıktan yaratmıştır. Kendisini ziyaret ederken hastaya bakmak aslına bakman hususunda dikkatini çe­ker. Kendisine itaat etmede lazım olan güçte de Allah Teâlâ’ya muhtaç oldu­ğunu görürsün. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ hasta olan kulunun yanındadır. Dikkat ediniz! Hastanın Allah Teâlâ’dan başka sığındığı kimse olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan başka kimseyi zikretmez. Allah Teâlâ sürekli onun dilinde yâd edilir, kalbinde de sadece Allah Teâlâ’ya yönelir. Hangi hastalık olursa olsun, hasta Allah Teâlâ’la beraberdir. Tedavi olup şifaya vesile olacağı bilinen vasıtalara başvursa bile, böyledir. Her halükarda hasta Allah Teâlâ’dan gafil değildir. Bunun sebebi Allah Teâlâ’nın onun yanında hazır bulunmasıdır. Allah Teâlâ kıya­mette şöyle der: ‘Ey Ademoğlu! Hasta oldum, ziyaret etmedin.’ İnsan şöyle cevap verir: ‘Rabbim! Sen âlemlerin Rabbiyken seni nasıl ziyaret edebilirdim Ki?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir kulumun hasta olduğunu biliyor­dun fakat ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin beni onun nezdinde bulurdun.’ Hadis sahihtir. Hadiste geçen ‘beni onun nezdinde bu­lurdun’ ifadesi, hastanın gizlide ve açıkta Rabbini zikretmesi demektir.

Allah Teâlâ’nın yarattığı herhangi bir varlık senden yemek veya su istediğinde, imkânın olunca, ona yemek ve su vermen de böyledir. Başka hiçbir de­ğerin ve merteben olmayıp sadece yemek ve su isteyen varlık seni kulla­rını yediren ve içiren Hakkın mesabesine yerleştirmiş olması, şeref ve değer olarak kâfidir. Meseleye böyle bakmak pek az insanda bulunur. Dilenciye bakınız! O dilenirken ve sesini yükseltip ‘Allah Teâlâ için bana bir şey ver’ derken o esnada Allah Teâlâ kendi adıyla onu konuşturmuştur. Adam duyup da istediğini vermen için sesini yükseltmiş, hiç kuşkusuz seni Allah Teâlâ’nın adıyla isimlendirmiş, sesini yükselterek sana dönerken adeta Allah Teâlâ’ya yönelir gibi dönmüştür. Seni efendinin mesabesine yerleştiren bi­rini mahrum bırakmaman ve istediğini verirken aceleci olman gerekir.

Daha önce zikretmiş olduğumuz kulun hastalığıyla ilgili hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey Ademoğlu! Senden yemek istedim, yemek verme­din.’ Kul ‘Sen âlemlerin Rabbiyken seni nasıl yediririm?’ deyince Allah Teâlâ şöyle der: ‘Falan kulumun yemek istediğini ve senin ona yemek verme­diğini hatırlamıyor musun? Yemek verseydin, o yemeği benim nezdimde bulurdun. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su verme­din.’ Kul şöyle der: ‘Rabbim! Âlemlerin Rabbiyken ben sana nasıl su veririm?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senden su isteyen falan kuluma su vermedi­ğini bilmiyor musun? Su verseydin, verdiğini benim katımda bulur­dun.’ Hadisi İmam Müslim, Muhammed b. Hatem’den, o da Behz’den, o da Hammad b. Seleme’den, o da Sabit’ten, o da Ebu Rafi’den, o da Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Bu rivayette Allah Teâlâ kendisini kulunun mertebesine yerleştirmiştir. Bütün bu durumlarda Allah Teâlâ’yı zikreden ve O’nun karşısmda huzur sahibi olan kul, kendisinden yemek ve su iste­yenin Hakk olduğunu görür, O’nun kendisinden istediklerini yerine ge­tirmek üzere koşuşturur. Çünkü insan kıyamette ihtiyacı nedeniyle kendisinden su veya yemek isteyen dilencinin halinde ve durumunda olup olamayacağını bilemez. Öyle bir durumdaysa Allah Teâlâ da onun ihti­yacını karşılar. ‘Onu benim katımda bulurdun’ ifadesi bu demektir. Ya­ni o yemeği ve içeceği ben senin adına yukarı kaldırır ve berekedendirir, kıyamette de en güzel, en hoş ve daha öncekinden büyük bir şekilde sa­na iade ederdim demektir. İnsan kendisinden su ve yemek isteyenin, onu ihtiyaçları karşılama kudretine sahip olan (Hakkın) mesabesine -ki insan Allah Teâlâ’nın halifesidiryerleştirdiğini görebilecek bir himmete sahip olmayabilir. Böyle bir durumda yapılabilecek işlerin en azı, daha çok iyilik ve hayır elde etmek maksadıyla ticaret saikiyle dilencinin ihtiyaçla­rını karşılamaktır. Hâlbuki bu hadisi öğrenip de seni halife olarak gö­revlendirdiği -çünkü her şey O’na aittirişlerde senden bir şey isteyenin Allah Teâlâ olduğunu gördüğünde iş nasıl olacaktır? Her şey Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ seni halife olarak görevlendirdiği maldan infak etmeni emrederek şöyle demiştir: ‘Sizi halife kıldığı mallardan infak ediniz.’300 O maldan in­fak ettiğinde, ecrin ve sevabın artar. Güzel bir söz veya kendisinden memnun, tatlı bir çehreyle bile olsa, dilenciyi kovma! Sen Allah Teâlâ ile kar­şılaşacaksın. Hz. Hasan -veya Hüseyindilenci bir şey istediğinde, iste­diğini vermek üzere koşar ve şöyle derdi: ‘Hoş geldin, safa geldin! Sen benim azığımı ahirete taşıyacak kişisin.’ Hz. Hüseyin dilenciyi yükünü taşıyan birisi olarak görmekteydi. Allah Teâlâ insana bir nimet verip de baş­kasına onun fazilet ve ihsanını yüklemediğinde, kıyamette onu kendisi taşır ki, onun hesabı kendisine sorulabilsin. Bu nedenle Hz. Hasan şöy­le derdi: ‘Dilenci azığı ahirete taşıyandır.’ Bu sayede kendisinden taşıma yükü kaldırılmış olur.

Tavsiye

Kullara haksızlık etmekten sakınınız. Kullara haksızlık (zulüm ve karanlık ilişkisiyle) kıyamet gününde karanlıklar olarak ortaya çıkacak­tır. Kullara haksızlık, Allah Teâlâ’nın kendilerine vermeni emretmiş ve vacip kılmış olduğu haklarını vermemektir. Allah Teâlâ’nın vermeni istediği Hakk, ba­zen kişinin üzerinde gördüğün zorunluluk ve ihtiyaç nedeniyle hal di­liyle gerçekleşir. Sen ise bu esnada darlığını giderecek, zorluğunu aşma­sını sağlayacak güce sahipsin. Bu durumda muhtacın hal diliyle senin malında bir hakkının çıktığını bilmen gerekir. Allah Teâlâ bu bilgiyi sana onun hakkını ödemen için öğretti; aksi halde sorumlu olursun. Onun ihtiyacını karşılayacak güce sahip değilsen bile, Allah Teâlâ’nın o kişinin halini boş yere öğretmediğini bilmelisin. Bu durumda bilmen gereken şudur: Allah Teâlâ onun halini sana onun ihtiyacını karşılayıp sıkıntısını çözecek (imkân sahibi) birinin nezdinde güzel sözle yâd ederek ona yardımcı olmanı istemiştir. Bunu da yapmazsan, en azından kendisine dua etme­lisin. Bütün gayretini harcayıp yapabileceğin tek iş o olduğunda dua edilir. Bıınu yapmaktan gafil olduğunda, o hal sahibine zulmedenlerden olursun. Yoksul o andaki ihtiyacı nedeniyle ölürse durum böyledir; öl­mez ve başka biri ihtiyacını karşılarsa, hiç kuşkusuz, fark etmeden o kardeşin senden yükümlülüğü düşürmüş sayılır. Mümin müminin kar­deşidir, onu kendi başına terk etmez, ihtiyacını karşılayan mümin böyle bir niyet taşımamış olsa bile, gerçekte durum böyle olduğu gibi Allah Teâlâ da onu böyle kabul eder. Hal diliyle dilenen birisine muhtaç olduğu şe­yi verirsen, daha önce onun (hakkını vermeyerek) mahrum bırakan bi­rinci kardeşinin adına vermeye niyetlen, o hayırla mümin kardeşini kendine tercih ederek onun adına yap! O mümin fakirin ihtiyacını (kar­şılamayarak) senin bu hayrı yapmana vesile olmuş, bu hayra ulaşmanı sağlamıştır. Hâlbuki dilencinin istediğini verseydi, fakir verilenle yeti­nir, sen de o iyiliği ve hayrı bulamazdın. Arifler verirken böyle bir niyede verirler. Başka bir ifadeyle arifler halleriyle ve sözleriyle dilenen muhtaçlara böyle verirler. ‘Dilenene gelirsek, onu kovma.’301 Bu dilenme­nin manevi veya maddi bir halle ilgili olması birdir. Bu itibarla bilgi ve onu öğretmek bu konuyla ilgilidir. Mesela şaşkın hidayet talep ederken aç olan yedirilmeyi, çıplak onu havanın sıcak ve soğuğundan koruyacak veya avret mahallini örtecek elbiseyi talep eder. Cezalandırabileceğini bilen cani de suçunu affetmeni ister. Şaşkına hidayet yolunu göstermeli, açı doyurınalı, susamışa su vermeli, çıplağı giydirmelisin. Bilmelisin ki sen de yoksulun muhtaç olduğu şeye muhtaçsın. Buna mukabil Allah Teâlâ ‘âlemlerden müstağnidir.’302 Yine de insanların dualarına icabet eder, ih­tiyaçlarını karşılar, onlara ulaşan zararları defetmek üzere O’ndan yar­dım istemelerini veya menfaaderi kendilerine ulaştırması için dua etme­lerini emreder. Allah Teâlâ’nın kullarına böyle davranmak sana daha yakışan iş­tir. Çünkü onların muhtaç olduğu bütün bu hususlarda sen de Allah Teâlâ’ya muhtaçsın.

İmam Müslim kitabında Abdullah b. Abdurrahman b. Behram edDarimi’den, o da Mervan b. Muhammed ed-Dımeşki’den, o da Said b. Abdülaziz’den, o da Rebia b. Yezid’den, o da Ebu İdris el-Havlani’den, o da Ebu Zerr’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir ha­diste Allah Teâlâ’nın şöyle söylediğini bildirir: ‘Ey kullarım! Ben kendime zul­mü haram kıldım, onu sizin aranızda da haram kıldım. Birbirinize zul­metmeyin. Ey kullarım! Benim hidayet ettiklerimin dışında hepiniz şa­şırmışsınız. Benden hidayet isteyin ki, hidayet edeyim. Ey kullarım! Benim yedirdiklerimin dışında hepiniz açsmız. Benden yemek isteyin ki sizi yedireyim. Ey kullarım! Hepiniz çıplaksınız, benden elbise isteyin ki sizi giydireyim. Ey kullarım! Siz gece gündüz hata işlemektesiniz, ben de bütün günahları bağışlarım. Bağışlanma dileyin ki, sizi bağışla­yayım.’ Allah Teâlâ bütün bunları senin hakkında bir isteğin olmaksızın verir­ken, kendisinden istemeni emretmiş, isteğine icabet ederek sana verece­ğini bildirmiştir. Bunun maksadı, dileğini kabul etmiş olmakla, slna dönük inayetini göstermektir. Bu da Allah Teâlâ’nın sana verdiğine ilave başka bir mertebe (ve nimettir). Bir şeyi Allah Teâlâ’nın emriyle istersen, hiç kuşku­suz, O da senin kendisinden istediğini (ezeli olarak) bilir. Senin yaratılış aslın ve ilken muhtaçlık ve dilenmedir ve bunun böyle olması kaçınıl­mazdır. Bu durumda insan isterken zorunlu bir işi yapmışken buna mukabil Allah Teâlâ’nın emrine bağlanan birinin sevabıyla ödüllendirilir ve yaptığın hayra hayır katılır. Allah Teâlâ sana merhameti gereği ve hayrı sana ulaştırmak, -başkasına değilsadece O’na muhtaç olduğuna dikkatini çekmek üzere dua etmeni emretmiştir. Çünkü seni sadece O’na ibadet etmen üzere, yani karşısında zelil olman için yarattı. Sana tavsiyem Hakkın emir ve yasaklarının sınırında durup emrini bizzat O’ndan id­rake çalışmandır. Böyle yaparsan emir ve yasaklarında senden talep et­tiklerini bilenlerden olabilirsin, ihtiyacını rabbinden istemeyen insan, hiç kuşkusuz, O’nu cimri kılmıştır. Bu durum genel için böyledir. Sana yaptığım tavsiyede ihmalkâr davranırsan, sadece kendini kınamalısın. Çünkü bilmiyor idiysen, sana öğrettim; unutmuş veya gafil isen dikka­tini çektim ve sana hatırlattım; mümin isen öğüt sana fayda vermelidir. Ben yaptığım tavsiyelerle Allah Teâlâ’nın emrini tuttum. Buna mukabil verilen öğütlerden faydalanman senin iman sahibi olduğuna delildir. Allah Teâlâ be­nim ve senin hakkında şöyle der: ‘Öğüt ver, öğüt müminlere fayda ve­rir.’303 Öğüt fayda vermezse imanın hakkında kendini suçlamaksın. Allah Teâlâ doğru söyler ve O öğüdün müminlere fayda vereceğini zikretmiştir.

Aktardığımız kutsi hadisin ‘sizi bağışlayayım’ ifadesinin devamında şöyle denilir: ‘Kullarım! Siz bana zarar veremezsiniz, kendiniz zarar gö­rürsünüz, bana fayda veremezsiniz...’ Bilindiği üzere, Allah Teâlâ zarar gör­mez veya kimseden fayda bulmaz. O âlemlerden müstağnidir. Fakat Allah Teâlâ kendisini daha önce söylediğimiz üzere yemek ve su istemek gibi iş­lerde kulunun mertebesine yerleştirince, kulların O’na fayda ve zarar vermede bir sonuca ulaşmanın imkânsızlığına dikkatimizi çekmiş oldu. Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya fayda ve zarar vermek hususunda bir neticeye ulaşmak imkânsızdır. Aynı zamanda Allah Teâlâ bir kavim hakkında ‘Allah Teâlâ’yı kızdıran işlere tâbi oldular304 der. Buradaki görünüşte zarardır ve Allah Teâlâ kendisini o zarardan tenzih etmiştir. Aynı durum Allah Teâlâ’nın razı olacağı veya sevineceği bir işi yapanlar için geçerlidir. Misal olarak Allah Teâlâ’yı se­vindirmek üzere tövbe eden birini verebiliriz. Allah Teâlâ kulunun tövbesiyle sevinir. Böyle rivayetlerde Allah Teâlâ’yı bilmekle ilgili zayıf nefislerde bu ko­nularda ortaya çıkacak hastalıkların ilacı vardır. Bu itibarla söz konusu nefisler ‘O’nun benzeri bir şey yoktur305 ayetinin gerçekte ne anlama gel­diğini bilmez. Rivayetin devamında şöyle denilir: ‘Ey kullarım! Önceki­ler ve sonrakiler, insanlar ve cinler, en takva sahibi bir kulun kalbi üzere olsaydı, bu durum mülküme bir şey katmazdı. Ey kullarım! Öncekiler ve sonrakiler, insanlar ve cinler en günahkâr birinin kalbi üzere toplan­mış olsaydı, bu durum mülkümden bir şey eksiltmezdi. Kullarım! Ön­cekiler ve sonrakiler, insanlar ve cinler bir yerde toplanıp benden istese ve her birine istediğini verseydim, denize daldırılan bir iğne oradan bir şey eksiltmediği gibi, bu durum nezdimde olanlardan bir şey eksiltmezdi.’ Bütün bunlar zayıf nefislerin hastalıkları hakkında söyledikleri­mizin çaresidir. Dostum! Sen de bu ilaçları kullanmalısın. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bunlar sizin amelleriniz, onları sizin için sayacağız, sonra onları si­ze ödeyeceğiz. Kim iyilik görürse Allah Teâlâ’ya hamd etsin, kim başka bir şey bulursa kendini kınasın.’ ihtiyacı nedeniyle dilenen hiç kuşkusuz zelil olmuştur. Allah Teâlâ’dan başkasının karşısında zelil olan, yoldan çıkmış, nef­sine zulmetmiş, hidayet yolunu tutmamıştır. Sana olan tavsiyem budur. Ona uymalı, nasihatimi tutmalı, iyice öğrenmelisin. Allah Teâlâ kitabında ve peygamberlerinin dillerinde sürekli kullarına tavsiyede bulunur. Tuttu­ğunda saadete ulaşmana vesile olacak şekilde, tavsiyede bulunan herkes, Allah Teâlâ katından sana gelen bir elçidir. O elçiye Rabbinin nezdinde te­şekkür etmelisin.’

Tavsiye

Bilgisiyle amel etmeyen bir alimi gördüğünde, karşısında edebe ri­ayet et ki, kendi bilgini kullanmış olasın. Edepli davrandığında, ‘alim’ olması itibarıyla kendisine hakkını ödemiş olursun. Onun kötü hali ne­deniyle edepli davranmaktan geri durma! Alimin Allah Teâlâ katındaki dere­cesi, bilgisinin derecesidir. İnsan kıyamette sevdiğiyle beraber haşredilir. Kim ilahi bir nitelik karşısında edepli olursa, kıyamette onu kazanır, o nitelik üzerinde haşredilir. Allah Teâlâ’nın senden (tezahür etmesini) sevdiğini bildiğin her işi yerine getirmelisin. O işler için gayret göster­melisin. Allah Teâlâ’ya kendini sevdirmek maksadıyla o nitelikle nefsini süsler­sen, hiç kuşkusuz, O da seni sever. Seni sevince, kendisini, tecellisini ve ikram yurdunu bildirmekle seni saadete ulaştırır, sıkıntı içerisinde sana nimet ihsan eder. Allah Teâlâ’nın sevdiği işler pek çoktur; bir kısmını tavsiye ve nasihat olmak üzere zikredeceğim:

Bunlardan birisi Allah Teâlâ için süslenmek ve güzelleşmektir. Bu davra­nış müstakil bir ibadet olduğu kadar özellikle namaz için öyledir. Allah Teâlâ' sana namazda böyle yapmanı emrederken şöyle demiştir: ‘Ey Ademoğulları! Her mescitte süslerinizi takın.’306 Bir ayette ise kulların davranışlarını yadırgayarak şöyle der: ‘De ki, Allah Teâlâ’nın kulları için çıkardığı ziyneti yasak­layan kimdir? Onlar dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde sadece müminlere mahsustur. Ayetleri bilen bir kavim için böyle açıklarız307 Böy­le bir hususta Kur’an-ı Kerim’de bundan daha çok bir açıklama olamaz. Allah Teâlâ’nın süsüyle dünya hayatının süsü arasındaki fark ise kasıt ve niyede ortaya çıkabilir. Buradaki süs ötekinin ta kendisidir, başka bir şey değil­dir. Niyet işlerin ve varlıkların ruhudur; herkes için sadece niyet ettiği vardır. Bu itibarla kendisi olmak bakımından hicret bir şeydir. ‘Kimin hicreti Allah Teâlâ’ya ve peygambere yönelmişse onun hicreti Allah Teâlâ’ya ve peygamberinedir. Kimin hicreti dünya için olursa onu elde eder ya da bir kadın için hicret eden kişi onunla evlenir. Onun hicreti hicret etmek is­tediği şeyedir.’ Allah Teâlâ’nın kıyamet günü kendileriyle konuşmayıp kendile­rini tezkiye etmeyeceği, haklarında acı bir azabın bulunduğu İmam’a biat eden üç kişi hakkındaki sahih hadiste de niyet meselesi ele alınmış­tır. Söz konusu üç kişiden birisi İmam’a sadece dünyevi maksatla biat edenlerdir. İmam/devlet başkanı dünyalık verirse, biatine bağlı kalır, vermezse kalmaz. Bu itibarla ameller niyedere göredir ve niyet İslam’ın evinin rükünlerindendir. İmam Müslim’in es-Sahih’inde yer alan hadis­te şöyle denilir: ‘Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiş: Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Ben ayakkabımın güzel, elbisemin güzel olmasını seve­rim.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever.’ Başka bir hadiste şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisi için güzel görünmeye en layık olandır.’ Konuyla ilgili başka bir husus Allah Teâlâ’nın Cebrail’i Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e çoğunlukla Dıhye suretinde göndermiş olmasıdır. Dıhye döneminde yaşayan insanların en yakışıklısıydı. Onun ahlaki güzelliğinden söz edi­lirken Medine’ye gelip insanlarla karşılaştığında kendisini gören her­hangi bir hamile kadının kanundaki çocuğu düşürmesi rivayet edilir. Allah Teâlâ Cebrail’i Dıhye suretinde gönderirken peygamberini müjdeleye­rek şöyle derdi: ‘Ey Muhammed! Benimle senin aranda sadece güzellik sureti bulunur.’ Allah Teâlâ hal diliyle nefsindekini ona bildirir. Binaenaleyh ifade ettiğimiz gibi, Allah Teâlâ için güzelleşmekten mahrum kalan insan, hiç kuşkusuz, O’nun özel ve belirli sevgisini yitirmiş, özel ve belirli sevgiyi yitirince Allah Teâlâ cihetinden meydana getireceği saadet yurdundaki mari­feti, tecelliyi, ikramı, Kesib mertebesindeki görmeyi, dünya hayatında seyr-ü sülük esnasındaki müşahedelerinde de ilmi-ruhî müşahedeleri yi­tirir. Fakat belirttiğimiz gibi insan güzelleşirken ‘Allah Teâlâ için güzelleşmek’ niyeti taşımalıdır; süslenmek ve güzelleşmek, dünya malıyla övünmek, böbürlenmek, kendini beğenmek, başkasına caka satmak niyeti taşıma­malıdır.

Bunlardan birisi de fitne esnasında Allah Teâlâ’ya dönmektir. Allah Teâlâ fitneye maruz kalan tövbekarları sever. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle buyurmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ölümü ve hayatı yarattı ki, hanginiz en güzel işleri yapa­cak.’308 Bela ve fitne aynı şeydir. O da ancak insanın sahip olduğu iddia nedeniyle ihtiyardır. ‘Bu sadece senin fitnendir, dilediğini onunla saptırır, dilediğine hidayet edersin.’309 ‘Bu senin bir sınaman’ demektir. Ayette ge­çen dalalet hayrete düşürmekken hidayet kurtuluş yolunu açıklamak ve göstermektir. Fitnelerin en büyüğü kadın, mal, çocuk ve makamdır. Bu dört şeyle Allah Teâlâ herhangi bir kulunu imtihan eder de bu imtihanlarda kişi Hakkın bulunmasını istediği gibi bulunup kendisine dönmesi gere­kir. imtihan vesilesi olan hususları insan kendileri bakımından dikkate almayıp ilahi nimet saydığında, Allah Teâlâ onların karşılığında kendisine ih­sanda bulunur. İşte böyle bir imtihan insanı Allah Teâlâ’ya döndürür, Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya yerine getirmesini emretmiş olduğu üzere ‘hakkıyla şük­retmek’ makamına yerleştirir. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya şöyle emreder: ‘Ey Musa! Bana hakkıyla şükretmelisin.’ Hz. Musa ‘Hakkıyla şükretmek ne demektir, Rabbim?’ deyince şöyle demiştir: Nimeti benden görünce, bana hakkıyla şükretmiş sayılırsın.’ Hadisi İbn Mace Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktararak es-Sünen’inde zikretmiştir. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in geçmiş ve gelecekteki günahlarını affetmiş, bunu bir müjde olarak ver­miş, ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye310 buyur­muştur. Bununla beraber Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya şükredebilmek için ayakları şişinceye kadar namaz kılar, ibadetini ihmal etmez ve istirahata yönelmezdi. Böyle yapmasının sebebi sorulup da nefsine şefkat göster­mesi talep edilince şöyle demiştir: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayette ‘Allah Teâlâ şükredenleri sever5 denildiğini biliyordu ve ‘hakkıyla şükretmek5 makamında bulunmasaydı Allah Teâlâ’nın bu özel sev­gisinden mahrum kalırdı. O sevgi sadece şükredenlerin ulaşabileceği özel makama varmayı temin eder Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarım içerisinden şükredenler azdır.’311 Bu makamdan mahrum kalınca, (o makama ulaş­manın sağlayacağı) Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi, keramet yurdunda ona mahsus nimeti, tecelliyi, büyük ziyaret günü gerçekleşecek Kesib’deki görmeyi elde edemezdi. Çünkü her özel nitelikten meydana gelmiş ilahi sevgiye mahsus özel bilgi, tecelli, nimet ve mertebe vardır ki, böyle ol­ması da kaçınılmazdır. Böylelikle o sıfatın sahibi başkalarından ayrışır.

Kadın fitnesine gelirsek, onları severken Allah Teâlâ’ya dönmek, bütün ve tümelin (kül) parçasını sevdiğini ve ona ilgi duyduğunu görmektir. Kül, yani bütün, kendinden başkasını sevmemiştir. Çünkü kadın asıl itibariyle erkeğin sol kaburgasından yaratılmış, Hakk kadını erkeğin nefsi karşısında ‘suret’ mesabesinde yaratmıştır. Söz konusu suret, Allah Teâlâ’nın insan-ı kâmili kendisinde yaratmış olduğu surettir. Başka bir ifadeyle o suret, Hakkın suretidir ve Allah Teâlâ onu tecelli ettiği yer yapmıştır. Bir şey ona bakanın tecelli ettiği yer ise ona bakan surette kendisini görebilir. Erkek kadında kendini görünce, ona olan sevgisi güçlenmiş, yönelmesi pekişmiştir, çünkü kadın onun suretidir. Daha önce erkeğin suretinin Hakkın sureti olduğu ortaya çıkmıştı. Hakk onu bu surette yaratmıştı. Bu durumda erkek, (kadına bakarken) sadece Hakkı görmüş, fakat sev­gi, haz ve kendisini kaybetmeye vesile olacak tarzda kavuşma şehvetiyle görmüştür. Bu itibarla erkek kadında dürüst bir sevgi ve gerçek bir fena ile kendinden geçer, kendisinin benzeri ve misü olarak, kendi zatıyla onun tam karşısında durur. Bu nedenle de erkek kadında fani olabilmiş­tir. Binaenaleyh erkekte bulunan her parça kadında da bulunur. Sevgi ise bütün parçalarına işler ve yayılır. Neticede bütünü kadına bağlanır ve ilişir. Bu nedenle erkek -benzerinden başkasını sevmesinden farklı olarakkendi benzerini ve mislini severken tam olarak onda kendinden geçebilir, sevdiğiyle bir olur, en sonunda şunu der:

Ben sevenim, sevilen de ben

Bu makamda başka birisi şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’m!’ Benzerin ve mislin olan birini böyle bir sevgiyle sevdiğinde, bu sevgi seni Allah Teâlâ’ya döndürür. Başka bir ifadeyle senin ondaki bu müşaheden seni Allah Teâlâ’ya yöneltir. Bu durumda Allah Teâlâ’nın sevdiklerinden birisi olurken, bu fitne de sana hazırlık kazandıran bir imtihana döner.  .

Kadınlan sevmedeki diğer tarza gelirsek, kadınlar (ve dişilik), her tür içerisinde benzerlerin ortaya çıkmasını sağlayan edilgenlik ve tekvin mahallidir. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’nın âlemin yokluk halinde âlemdeki var­lıkları sevmiş olmasının yegâne sebebi, onların edilgenlik (infial) mahal­li olmalarıdır. Allah Teâlâ el-Mürid olması itibarıyla (yoklukta sabit) varlıkla­ra yöneldiğinde onlara ‘ol’ demiş, onlar meydana gelmiş, Hakkın var­lıktaki mülkü onlarla ortaya çıkmıştır. Bu varlıklar ulûhiyetinde Allah Teâlâ’ya hakkını vermiş, Allah Teâlâ ilah olmuş, varlıklar hal diliyle bütün isimleriyle beraber Allah Teâlâ’ya ibadet etmişlerdir; o isimleri bilip bilmemeleri bunu değiştirmemiştir. Bir ismin neticesini bilmemiş olsa bile, Allah Teâlâ’ya ait her isimde kul Hakkın suretiyle ve haliyle bulunmuştur. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’nın isimleriyle dua ederken dile getirdiği bir husus­tur: ‘Veya gaybının bilgisinde kendine ayırdığın veya bir yaratılmışa bildirdiğin isimlerinle senden isterim.’ Yani herhangi bir yaratılmışa kendisini öğreterek onu başkasından ayrıştırmasını sağladığın isimlerin­le senden isterim. Çünkü varlıkların/şeylerin çoğu insanda suret ve hal itibarıyla bulunur, insan onların kendisinde bulunduğunu bilmezken Allah Teâlâ onda bunların bulunduğunu bilir. Erkek kadını söylediğimiz tarzda sevince, hiç kuşkusuz, bu sevgi onu Allah Teâlâ’ya döndürür. Bu dön­meyle birlikte onun için fitnenin nimeti gerçekleşir. Allah Teâlâ da, kişi kadrnı severken O’na dönebilmesi itibarıyla o kişiyi sever. Erkeğin -diğerlerine değil debelirli bir kadına sevgi duymasının sebebi, yaratılışta veya ta­biat kaynaklı mizaçta veya ruhi bakışta iki şahıs arasındaki ruhani mü­nasebet ve karşılıklı ilişkidir. Bununla beraber söylediğimiz hakikatler her kadına yayılmış, nüfuz etmiş, bir kısmı belirli bir süreye kadar sü­rerken bir kısmı süreyle sınırlanmadan ölüme kadar devam eder. Bağ­lanma ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. Aişe’yi sevmesi misalindeki gibi sürek­lidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Aişe’yi bütün eşlerinden daha çok sevdiği gi­bi babası olan Hz. Ebu Bekir’i de öyle severdi, ikincil münasebetler şa­hısları belirlerken birinci sebep daha önce zikretmiş olduğumuz sebep­tir. Binaenaleyh (herhangi birisiyle sınırı olmayan) mutlak sevgi, mut­lak sema’ (duyma) veya Allah Teâlâ’nın bazı kullarının üzerinde bulunduğu mutlak ve kayıtsız görme hali, âlemde belirli bir şahsa tahsis edilemeyen sevgi, duyma ve görmedir. Bü sebeple yanındaki herkes arife sevimli gelir, arif onunla ilgilenir. Her şeye rağmen aradaki özel münasebet ne­deniyle bazı şahıslara yönelik daha özel bir ilgi de kaçınılmazdır. Başka bir ifadeyle mutlaklıkla beraber özellik de gereklidir. Alemin yaratılışı tekillerinde böyle bir sınırlılığı icbar eder ve ortaya çıkartır. Insan-ı kâ­mil mudaklık ile sınırlılığı bir araya getirebilen kimsedir. Mutlaklık Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadınlar...’ hadisin­de ifade edilir. Hadiste herhangi bir kadını belirtmemiştir. Sınırlı ve özel olan sevgi de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. Aişe’yi ilahi bir nispet ve ru­hanî bir ilişki nedeniyle diğer kadınlarından daha çok sevmesinde teba­rüz eder. Bununla beraber Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün eşlerini seviyordu. Bi­rinci unsurla ilgili olarak, idrak sahibi insanlar için yeterli açıklama yapmış olduk.

Fitne evinin ikinci unsuru makamdır. Makam başkanlık ve riyaset diye ifade edilir. Onun hakkında bilgisi olmayanlar şöyle der: ‘Sıddıkların kalbinden en son çıkacak olan duygu başkanlık sevdasıdır.’ Arifler ise bu cümleyi bu yoldaki insanların çoğunluğunun anladığı üzere anlamazlar. Bu cümlenin anlamı, Allah Teâlâ ehlinin bu konuda dile ge­tirmiş olduğu manadır. Şöyle ki, insan nefsinde pek çok şey bulunur, Allah Teâlâ onu bu özelliklere ve hallere göre yaratmıştır. Bu durum ‘Gökler­de ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah Teâlâ...’312 ayetinde ifade edilir. Yani sizde bulunup sizden ortaya çıkan veya sizde gizli kalan fakat sizin bilmediğiniz şeyleri demektir. Kul bun­ların kendi nefsinde bulunduğunu bilmediği sürece, Allah Teâlâ onun nefsin­de gizlediği şeyleri sürekli izhar eder durur. Bu duruma misal olarak doktorun bilip hastanın bilmediği bir hastalığı verebiliriz. Allah Teâlâ’nın yara­tılmışların nefislerine gizledikleri de bunun gibidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Kendisi -başkası değilkendisi iken herkes kendisini bilmez. Allah Teâlâ insan için onun nefsinde yerleştirdi­ği şeyleri kendinden izhar eder, onları insana gösterir, o da daha önce nefsi hakkında bilmediklerini öğrenir. Pek çok kişi şöyle demiştir: ‘Sıddıkların kalplerinden en son çıkacak olan başkanlık sevdasıdır. Bu sevda dışarıya çıktığında, (onun hakikati) kendilerine görünür. Bu kez onlar sıradan insanların sevmesinden farklı bir şekilde başkanlığı sever­ler. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın onların haklarında söylemiş olduğu bir hal­deyken başkanlığı severler. Kutsi hadiste Allah Teâlâ onların duyma gücü, görme gücü ve bütün organ ve güçleri olduğunu bildirmiştir. Bu Hakk ulaştıklarında başkanlığı ancak Allah Teâlâ nedeniyle severler. Âlemin önüne geçmek Allah Teâlâ’ya mahsustur. Onlar ise Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Başkan hem varlık, hem değer itibarıyla yönettikleriyle beraber vardır. Onun yöneti­lenleri sevmesi en güçlü sevgidir; çünkü başkanlığı izhar eden yönetile­nin varlığıdır. Bu itibarla kendisini melik ve hükümdar kılan mülkte (yönetilenden) daha sevgili hiçbir şey yoktur. Şıddîk olanın kalbinden en son çıkan şeyin başkanlık sevdası olmasının anlamlarından biri de budur. Onlar başkanlığı ‘zevk’ yoluyla görür, müşahede ederler. Yoksa bunun anlamı onların kalplerinden sevgisi çıkar ve onlar da başkanlığı ve riyaseti sevmezler demek değildir; başkanlığı sevmemiş olsalardı, bu konuda onlar adına zevk yoluyla bilgi gerçekleşmezdi. Başkanlık Allah Teâlâ’nın onları kendisinde yarattığı surettir. O suret ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi suretinde yarattı’ hadisinde belirtilir. Daha doğrusu rivayetin çeşitli yo­rum ve tevillerinde bu husus belirtilir ki, bunu bilnjelisin. Makam hükmün işlemesi demektir. Bu meyanda ‘Bir şeyi irade ettiğinde ona ‘ol’ der, o da olur313 ayetinden daha müessir bir şey yoktur. En yüce ma­kam, makamı Allah Teâlâ’ya bağlı olan kimsenin makamıdır. Öyle bir kul hakikati bakiyken‘benzersiz bir misil’ ve benzer olduğunu görür. O kul-rab iken Allah Teâlâ -kul olmaksızınRabdir. Demek ki birleştiricilik Özelliği kula mahsusken Hakk yegâne ve biriciktir.

Üçüncü unsur maldır. Mal insanın tabiatı gereği kendisine mey­letmesi nedeniyle böyle adlandırılmıştır. Allah Teâlâ malla kullarını imtihan eder. Bunun sebebi bazı işlerin varlığını malla kolaylaştırması ve kalple­re mal sahiplerini sevdirmesidir. Cimri bile olsa mal sahibi, sahip oldu­ğu malla kendilerine yardım eder kuruntusuyla gözler hürmede ona ba­kar. Bununla beraber mal sahibi, yetinme duygusu veya sahip olduğuy­la kanaat etme duygusu bulunmadığı için, gerçekte insanların en muh­tacı olabilir. Öyle biri elindekinden fazlasını talep eder. Alenidekiler kalplerin mal sahibine yöneldiğini görünce, malı sevmişlerdir. Buna mukabil arifler, sayesinde malı sevebilecekleri ilahi bir yön aramışlardır, çünkü malı sevmek kaçınılmazdır. Burada dalalete düşmeye ve yoldan çıkmaya yol açacak fitne ve imtihan vardır. Ariflere gelirsek, onlar, ilahi işlere bakar! Onlardan birisi ‘Allah Teâlâ’ya güzel borç verin’314 ayetidir. Ayette Allah Teâlâ ciddiyet sahiplerine hitap eder. Onlar bu ilahi hitabın mazharı olabilmek maksadıyla malı sevmiş, bulundukları her yerde bu ayeti din­lemekle haz almışlardır. Onlar Allah Teâlâ’ya borç verdiklerinde sadakanın Rahman’ın eline düştüğünü görmüşlerdir. Böylece mal ve onu vermek sayesinde Hakka yardımcı olduklarını ve yardımcılık yakınlığına nail olduklarını müşahede ederler. Ayette ‘İki elimle yarattığım315 diyerek Hz. Adem’i şereflendirmiştir. Kim dileğine karşılık olarak Allah Teâlâ’ya borç verirse, iki eliyle yaratılmış olandan daha fâzla haz alır. Mal olmasaydı bu ilahi hitabı duymayacakları kadar onun ehli de olamazlar veya bu ilahi talebe karşılık olarak borç veremezlerdi. Bu hal Allah Teâlâ’ya vuslat hali­ni de içerir. Allah Teâlâ malla insanları sınar, ardından onları kendisinden is­temekle sınamış, muhtaç dilencilerin mesabesine indirmiştir. Onlar ise servet ve mal sahibi olanlardır. Bu durum bu bölümün başında zikredi­len hadiste belirtilmiştir. ‘Ey kulum! Senden yemek istedim, yemek vermedin, su istedim su vermedin...’ Bu bakışa göre arifler için mal sevgisi, söz konusu makama ulaştıran bir imtihan vesilesidir.

Çocukların fitne olmasına gelirsek, çocuk babanın sim, ciğerparesi, kendine en bağlı ve yapışık olan varlıktır. Çocuğu sevmek, bir şeyin kendi kendisini sevmesi demektir. İnsana kendinden daha sevimli bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ insanı onun dışında ‘çocuk’ diye isimlen­dirdiği bir surette bizzat kendisiyle sınamış, kendine bakmanın Hakkın onu mükellef tuttuğu hakları yerine getirmekten alıkoyup koyamayaca­ğım görmeyi murat etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kızı Hz. Fatıma’nın hakkı ve onun kalbinde bilinmeyen mertebesi hakkında şöyle demişti: ‘Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı elini keserdim.’ Hz. Ömer oğluna zina cezası olarak dayak cezası vermiş, çocuk ölmüş, Hz. Ömer bundan rahatsızlık duymamış, had cezası uygularken -ki canın te­lef olmasına yol açmıştırcana ağır gelen evladını feda edebilmişti. (Benzer bir durum zina ettiğini itiraf eden bir) kadın hakkında gerçek­leşmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o ikisinin tövbesi hakkında ‘bundan daha bü­yük tövbe olur mu?’ demişti. Nahoş bir hakkı ve cezayı evlada tatbik edebilmek, en büyük imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ baba hakkında çocuğun ölümüne dair şöyle der: ‘Çocuğunun canını kabzettiğim bir mümin ku­lumun ödülü ancak cennet olabilir.’ En büyük imtihan ve en çetin fime olan bu üç esası sağlam ve muhkem bir şekilde icra eden ve Hakkın mertebesini tercih edip bütün bu hususlarda Allah Teâlâ’nın hakkına riayet eden insan, hemcinsleri arasında kendinden daha üstün kimsenin bu­lunmadığı biridir.

Tavsiyelerimden Birisi de Şudur

Vitir (namazını kılmış) bir halde uyu! İnsan uyuduğunda, Allah Teâlâ onun ruhunu -bir rüya görmüş olsakendisinde nefsini gördüğü üzere katına alır; dilerse onu kendine iade eder, dilerse yanında tutar. Canını iade etmesi, ömrünün tamamlanmamış olmasıyla ilgiliyken etmemesi ecelinin sona ermesi demektir. Bu sebeple ihtiyadı tavır, insanın vitir üzere uyumasıdır. Vitir kılarak uyuduğunda, Allah Teâlâ’nın sevmiş olduğu bir amelde ve halde uyumuştur. Sahih bir haberde şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ tek­tir (vitr), teki sever.’ Demek ki Allah Teâlâ kendisini sever. O’nun seni sever­ken kendi menziline yerleştirmesinden daha büyük bir inayet ve yakın­lık olabilir mi? Nicelik ve sayı gerektiren bütün fiillerinde vitir ehli ol­duğunda Allah Teâlâ seni sever. Allah Teâlâ peygamberinin diliyle sana şöyle hitap eder: ‘Kur’an ehli! Vitir (üzere işlerinizi) yapınız.’ Kur’ari ehli Allah Teâlâ’nın ehli ve O’nun seçkinleridir. Sürme çekerken her göze bir veya üç kere olmak üzere tek sayıyla çekmelisin. Her organ kendi başına müstakil organdır. Yemek yerken elini teke alıştırman gerekirken aynı zamanda içerken de suyu yudumlarken üç kere de almalısın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle yapmayı emretmiştir, o en münezzeh insandır. Dinleyenin anla­ması için söz söylediğinde, üç kez tekrarlamaksın; böyle yapınca söyle­diğin anlaşılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öyle yapardı. Sana ilahi sünnete göre tavsiyede bulunuyoruz. Bu, Allah Teâlâ’nın sana Kur’an-ı Kerim’de emretmiş olduğu, peygambere uymanın kendisidir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’yı seviyorsanız ba­na uyun ki O da sizi sevsin316 der. Böyle bir sevgi ceza, yani karşılık olan sevgidir. Allah Teâlâ’nın ‘karşılık olmayan’ ilk sevgisi ise peygambere uymayı sana nasip eden muhabbettir. Bu itibarla Allah Teâlâ senin sevgini, iki ilahi sevgi arasına yerleştirmiştir. Birincisi ihsan ve lütuf, diğeri karşılık sev­gisidir. Böylece sevgi seninle Allah Teâlâ arasında tek haline gelmiştir. Birin­cisi ihsan sevgisiydi; O sevgi sana peygambere uymayı nasip eder. Senin O’nu sevmen ve O’nun seni sevmesi, şeriat olarak gönderdiği hükümle­re tâbi olmanın karşılığıdır. ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde güzel örnek vardır.’317 Bu ayetle peygamberin masumiyeti sabittir; masum olmasay­dı, ona uymak doğru ve geçerli olmazdı. Bütün hareketlerinde, duruşla­rında, fiillerinde, hallerinde ve sözlerinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uyarız, onu kendimize örnek ediniriz. Kitap veya Sünnette bu konuda herhangi bir yasaklama olmadığı sürece böyle davranırız. ‘Yasaklama’ derken, hibe nikâhı gibi ‘diğer müminlere olmaksızın sadece sana mahsus’ denilen evlilik ile gece ibadeti, teheccüd namazı gibi sadece kendisine mahsus ibadederi kastediyorum. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gece ibadetini farz olarak, biz ise ona uyarak ve mendub olarak yerine getirir, namazda peygambere ortak oluruz. Ebu Hureyre şöyle der: ‘Dostum bana üç şeyi tavsiye et­miş, tavsiyesini tek sayıyla yapmış, tavsiye ettiklerinden biri de ‘vitir5 üzere uyumamdır.’ Sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ’nın doksan do­kuz ismi vardır, onları öğrenen (İhsa eden) kişi cennete girer.’ Allah Teâlâ tek­tir ve teki sever. Daha önce elinizdeki kitapta Hakim Tirmizi’nin soru­larından söz etmiştik. O bölüm Allah Teâlâ’nın sevgisi hakkında marifetler bö­lümünün son kısmıdır. Allah Teâlâ tövbe edenleri, temizlenenleri, şükredenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini ve Allah Teâlâ’nın kendilerini sevdiği zikre­dilmiş olan başkalarını sever. O’nun sevmediği şeylerden de söz edil­miştir. Hepsini bu kitapta zikretmiştik, tekrara fayda yoktur.

Tavsiye

Sana verdiği veya senden aldığı işlerde Allah Teâlâ’yı gözetmeli, O’nu mu­rakabe etmelisin! Allah Teâlâ senden sabretmen için bir şey alır. Sabrettiğin­de, seni sever, çünkü O sabredenleri sever. Seni sevdiğinde, sevenin sevdiğine davrandığı gibi sana davranır, iraden maslahatını iktiza eder­se, irade ettiğin yerde bulunur; iraden senin maslahatını iktiza etmezse, maslahatını gerektirecek şekilde kendi sevgisine göre sana davranır ve fiilini icra eder. O esnada Hakkın senin için yaptığı işi nahoş bulsan bi­le, işin sonunda O’nun fiilini över ve beğenirsin. Allah Teâlâ kulunu sevdi­ğinde, onun maslahatları hususunda itham edilebilecek bir iş yapmaz. Allah Teâlâ’nın seni sevip sevmediği hususundaki terazi, senden aldığı ve mah­rum bıraktığı mal, aile vb. gibi kendilerinden ayrılmanın ağır geldiği bütün işlerde sabır nasip edip etmediğini görmek olmalıdır. Senin ken­disine alışıp da elinden çıkan her şeyin bedeli, O’nun katindadır. Buna mukabil O’nun bir bedeli yoktur. Şair şöyle der:

Ayrıldığın her şeyin bir bedeli vardır da

O’ndan ayrılırsan Allah Teâlâ’nın bir bedeli yok!

Çünkü O’nun misli ve benzeri yoktur. Aynı durum, sana ihsan edip nimet verdiğinde geçerlidir. O’nun verdiği nimetlerden birisi de aldıklarına karşılık sabretmendir. Allah Teâlâ sana sabretmen için senden al­dığı gibi şükretmen için de verir. O şükredenleri sever; şükredenleri sevdiği gibi seni sevince, mağfiret eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanların geç­tiği yoldaki bir dikeni görüp kaldıranın bu fiilini Allah Teâlâ’nın beğendiğini ve onu bağışladığını söylemiştir. Bu itibarla iman yetmiş küsur şubedir; en aşağı mertebesi, burada zikrettiğimiz üzere, yoldan eziyet veren şey­leri kaldırmaktır. İman mertebelerinin en üstünü de ‘La-ilahe illAllah Teâlâ (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur)’ demektir. Allah Teâlâ’nın razı olduğu işleri yap­mayı nasip ettiği bir mümin iman şubelerini araştırır, onların hepsini yerine getirmeye çalışırken onun bu araştırması da bizzat iman şubelerindendir. Böyle bir mümin sıfatı elde eden, ellerini ise hayırla dolduran birisidir. Allah Teâlâ yerine getirmeni emrettiği bir işi yapmana karşılık sana teşekkür ettiğinde, sadece iyi işleri daha çok yapman üzere (teşvik için) teşekkür etmiştir. Nitekim sen de verdiği nimetlere karşılık Allah Teâlâ’ya şük­rettiğinde, bu şükür, O’nun verdiği nimetleri artırır. Bu durum ‘Şükre­derseniz artırırız318 ayetinde ifade edilir. Allah Teâlâ kendisini kullarına karşı şükredici olmakla nitelemiştir. Bu itibarla Allah Teâlâ eş-Şekûr’dur. Allah Teâlâ şü­kür nedeniyle nimeti arttırdığı gibi ihsanını da arttırır. Bununla beraber Allah Teâlâ’nın katında her şeyin bir ölçüye göre bulunduğuna iman etmelisin. Dünyada her şey O’nun katında belirlenmiş bir ecele doğru akar gider. Âlemdeki her şey Allah Teâlâ’ya aittir. Bir şeyi senden alırsa, kendisine almış­tır; sana verirse, kendisinden vermiştir. Binaenaleyh her şey O’ndan ve O’na doğrudur. İşin sana bildirdiğim gibi olduğunu öğrendikten sonra, O’nun karşısında bulunman senin için kâfidir. Böyle olunca, alırken ve verirken bütün hallerinde O’nu müşahede edersin. Bu meyanda her ne­feste ya (bir şey veya nefes) alır veya verirsin. Bunun ilk derecesi hayati­yetinin kendisine bağlı olduğu nefeslerindir. Allah Teâlâ senden çıkan nefesi kendisiyle beraber çıktığı dil veya kalp zikriyle birlikte alır. Nefesindeki (durum) hayır ise ecri senin için kat be kat artırılırken hayırdan başka bir şey ise Allah Teâlâ keremi ve afFıyla mağfiret eder, içeri giren nefesi dile­diği halde sana ulaştırır. O nefes senin içinde bulunduğun halin varidi­dir. Yarid hayır getirirse, Allah Teâlâ’nın nimetidir ve bu durumda varide şü­kürle karşılık vermelisin. Allah Teâlâ’nın razı olmadığı başka bir şeyi getirdi­ğinde, ona karşılık mağfiret, bağışlama ve tövbe talep etmelisin. Allah Teâlâ kulları için günahları ancak mağfiret talep etsinler diye takdir etti. Bu talebe karşılık Allah Teâlâ onlara mağfiret eder, kullar O’na ve O da kullarına döner.       .

Bir hadiste şöyle denilir: ‘Günah işlememiş olsaydınız, Allah Teâlâ günah işleyen, tövbe eden Allah Teâlâ’nın kendilerini bağışladığı ve kendilerine dön­düğü bir topluluk getirirdi.’ Böylelikle ilahi hükümlerin hiçbirisi dün­yada işlevsiz ve etkisiz kalmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen sahih bir ha­diste onun şöyle söylediği aktarılır: ‘Aldığı da verdiği de Allah Teâlâ’ya aittir. Her şey belirli bir süreye kadar O’nun katindadır. Süresi sona erdiğinde başkası gelir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in böyle demiş olması, işin kendinde bu­lunduğu durumu bize bildirmek ve öğretmek maksadı taşır. Bunu öğ­renmekle biz de işlerimizi O’na havale eder, teslimiyet ve tevekkül dere­cesine ulaşmış oluruz. Bununla beraber içinde bulunduğumuz durum ve hal neyi gerektiriyorsa ona göre Allah Teâlâ’ya dönerken bizden istediği hu­suslarda bütün gayretimizi sarf ederiz. Bulunduğumuz hal günah ve muhalefet hali olursa, tövbe ve istiğfar ederek O’na döneriz. Halimiz Hakkın emrine uymak ve itaat etmek ise bu kez şükrederek ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile Allah Teâlâ’ya itaat fiillerinde sürekli kalmak talebiyle O’na dö­neriz. Dünya hayatında her şeyin belli bir süreye kadar aktığının Allah Teâlâ katında belirlendiğini öğrenmemiz sebebiyle, bu esnada içimizde bir güçlük buluruz. Bu itibarla sabredenlere mahsus bir hamd vardır. O hamd ‘Her halde ve durumda hamd Allah Teâlâ’ya aittir’ ifadesiyken şükredenlere ait hamd ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ ifadesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sıkıntı ve genişlik zamanlarında Rabbine öyle hamd ederdi. O’nun Peygamberine uymak, başka bir hamd aramak ve ortaya çıkartmaktan daha iyi bir davranıştır. Çünkü mükemmel alimin ortaya koyduğundan daha iyi bir davranış olamaz. Allah Teâlâ onun kendisi hakkındaki bilgisine şahitlik etmiş, ona peygamberlik görevi ihsan etmiş, bu görevi ona tahsis etmiş, bize de kendisine uymayı ve tâbi olmayı em­retmiştir. Gücün ölçüşünce yeni bir iş ortaya çıkartmamaya çalış! Buna mukabil Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den benzerinin gelmediği iyi bir âdet ortaya koyduğunda, onun sevabını aldığın kadar onu yapanların sevabı da sana aittir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öyle bir işi/âdeti yapmadığı için -kendisine uya­rakböyle bir davranışı âdet haline getirmediğinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymakla elde ettiğin sevap, pek çok âdet ortaya koymakla elde edeceğin sevaptan daha büyük ve üstündür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine yeni yü­kümlülük getirilmesini nahoş karşılar, ümmetinin güçlerinin yetmeye­ceği bir vahiy iner korkusuyla her konuda soru sormalarını istemezdi. Bu itibarla yeni bir âdet/bid’at çıkaran ümmeti yükümlü kılmış demek­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu yetkiye daha layık olan iken ümmetinin yükünü hafifletmek üzere onu yapmamıştır. Bu nedenle ‘terk ederek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymak âdet koymaktan daha sevaplı bir iştir’ dedik. Dikkatini çektiğim hususa aklını vermelisin!

Rivayet edildiğine göre, Ahmed b. Hanbel kabak yemezmiş, sebebi sorulunca şöyle cevap vermiş: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nasıl kabak yediğini bilmiyorum.’ Onun nasıl kabak yediği kendisine ulaşmayınca, kabak yemeyi terk etmiş. Böyle davranmakla Muhammed ümmetinin alimleri diğer ümmetlerin alimlerinin önüne geçmiştir, bunun başka bir sebebi yoktur. Bu İmam Allah Teâlâ’nın peygamberinin sözü olarak aktarmış olduğu ‘Bana uyun, Allah Teâlâ sizi sevsin319 ayeti ile ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde güzel örnek vardır320 ayetini hakkıyla anlamış ve öğrenmiş biriydi. Meş­gul olacağımız fiil, söz veya davranış olan sünnetler, ihata edemeyece­ğimiz kadar çoktur. Hal böyleyken yeni âdete nasıl vaktimiz olabilir ki? Biz ümmeti belirlenenlerden farklı şeylerle yükümlü tutamayız.

Tavsiye

Allah Teâlâ’nın haklarından en zorunlu olanı yerine getirmen gerekir. Zo­runlu Hakk, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Bu şirk bazen yer­yüzüne yerleştirilen sebeplere itimat etmek, onlara kalple yönelmek, on­lardan mutmain olmak şeklindeki gizli şirk olabilir. Mutmainlik kalbin sebeplere ve sebepler nezdinde bulunanlara yönelmesi ve dinginlik bulması demektir. Öyle bir davranış müminde bulunabilecek en değer­siz dinî işlerden biridir. Bu durum -Allah Teâlâ daha iyisini bilir de‘Onların çoğu Allah Teâlâ’ya ancak şirk koşarak iman ederler321 ayetinin işarî yorumudur. Kastedilen Allah Teâlâ’ya gizli ortak koşmadır. O şirkle beraber Allah Teâlâ’nın varlı­ğına iman edilirken fiillerinde -yoksa ulûhiyetinde değilAllah Teâlâ’nın birli­ğine imanda bozukluk vardır. Ulûhiyetinde birliğine iman etmemek ise açık şirk demektir ki, böyle bir şirk Allah Teâlâ’nın varlığına değil, ilahlığındaki birliğine iman etmekle çelişir. Sahih bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle söylediği aktarılır: ‘Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu bi­lir misiniz? O’na ibadet etmeleri, hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamalarıdır.’ Hadiste ‘şey’ kelimesi belirsiz getirilmiş, açık veya gizli şirk ona dahil kılınmıştır. Sonra şöyle demiştir: ‘Onların Allah Teâlâ’ya karşı hakları nedir, bilir misiniz? Kendilerine azap etmemesidir.’ Burada aklını ‘onla­ra azap etmemesi’ ifadesindeki (doğrudan söylenişe) vermelisin! Onlar Allah Teâlâ’ya herhangi bir şeyi ortak koşmadıklarında, Allah Teâlâ’ya taalluk eden bir düşünceleri kalmaz. Çünkü onlar Allah Teâlâ’dan başkasına yönelmemişlerdir. Buna mukabil Müslüman olmakla çelişen bir şirk koştuklarında veya adet haline gelmiş sebeplere bakmak anlamındaki gizli şirki koştukla­rında, Allah Teâlâ o sebeplere dayanmalarına karşılık kendilerine azap eder. Onlar yok olmaya yüz tutmuş şeylerdir. Var olduklarında ise yok ola­cakları vehmi ve kendilerinden eksilenler nedeniyle acı çekerler. Onları kaybettiklerinde, bu kez kaybolmaları nedeniyle azap görürler. Onlar sebepler varken ve yokken her durumda azap çekerler. Allah Teâlâ’ya herhangi bir sebebi ortak koşmadıklarında veya varlık ve yokluklarına değer ver­mediklerinde, durum farklıdır. Onların itimat ettikleri Allah Teâlâ, hesap et­medikleri yönden varlıkları getirebilecek güçtedir. Nitekim şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa Allah Teâlâ onun adına bir çıkış yaratır, farkında olma­dığı yönden onu mıhlandırır.’322 Şair bu konuda şu dizeleri söylemiştir:

Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa O yaratır

Güçlükleri için kolaylık

Hesapsız rızık verir bir de İşi daralırsa önünü de açar

Takvaya ulaşmanın alameti, hesap edilmeyen yönden rızkın insana gelmesidir. Hesap ettiği ve beklediği yönden rızkın kendisine geldiği insan takva makamına ulaşmadığı kadar Allah Teâlâ’ya da itimat etmiş sayıl­maz. Çünkü yorumların birisinde takvanın anlamı, kendilerine itimat edilmesi nedeniyle kalbe tesir etmelerine karşılık ‘Allah Teâlâ’yı siper edinmek’ demektir. İnsan kendini pek iyi gören olduğu gibi kime daha çok itimat ettiğini, nefsinin kime/neye güven duyduğunu bilir ve mesela şöyle demez: ‘Allah Teâlâ bana yoksulları gözetmek üzere çalışmayı emretmiş, on­ların nafakasını karşılamayı farz kılmıştır. Ben de -âdet üzereAllah Teâlâ’nın yoksulları rızıklandırmada vesile kıldığı sebeplere yönelmeliyim.’ Böyle bir söz ve davranış, söylediğimizle çelişmez. Biz kalbinle sebeplere bağ­lanmak, onlar nezdinde sükûn bulmak hususunda senin dikkatini çeki­yoruz; yoksa sebepleri kullanma demiyoruz!

Bu bölümü yazdığımda uyudum. Ardından daha önce bilmediğim iki dizeyi okurken kendimi buldum:

Sadece Allah Teâlâ’ya itimat et Her şey Allah Teâlâ’nın elinde

Sebepler O’nun perdesi Sadece Allah Teâlâ ile beraber ol

Kendine bakmalısın! Kalbinin sebeplere bağlandığını görürsen, imanını eleştir ve belirttiğimiz adam olmadığını fark et. Kalbinin sadece Allah Teâlâ’ya karşı sükûn bulduğunu, belirli bir sebebin varlık ve yokluğunun senin gözünde eşit olduğunu görürsen -fakat bu hali müşahede etmensebebin bulunmadığı vakitte ortaya çıkmış olması lazım-, Allah Teâlâ’ya iman etmiş ve hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamış (sözünü ettiğimiz) ‘o adam’ olduğunu bilmelisin! Böyle bir durumda ‘az’ kişilerden birisisin ve rızkın hesap etmediğin yönden gelir. Bu da Allah Teâlâ’nın takva sahiple­rinden olduğun hakkında sana bir müjdesidir. Ayetin sırlarından birisi de şudur: Allah Teâlâ seni senin hâzinende, hükmün ve tasarrufun altında bu­lunan âdet haline gelmiş bir sebepten rızıklandırırken de sen takva sahi­bi olabilirsin. Yani sen Allah Teâlâ’yı siper edinmiş iken O da seni koruyan ve muhafaza edendir. Bu esnada takva sahibi olman, hesap etmediğin yönden O’nun seni rızıklandırmasından bilinir. Çünkü kendi zannına göre Allah Teâlâ’nın seni rızıklandırdığını bilmiyordun. Sana göre (rızık için)

elinde olan ve nezdinde bulunan bir şey olmalıdır. Bu durumda Allah Teâlâ, elinde bulunan maldan beslensen ve rızıklansan bile, hesap etmediğin bir yönden seni rızıklandırmış demektir. Bunu bilmelisin! Bu ince bir manadır. Onun farkına sadece içlerini ve kalplerini kontrol eden ‘ilahi murakabe ehli’ varabilir. Çünkü takva kelimesinin kökü olan ‘vikaye (koruma)’ Allah Teâlâ’ya aittir ve bu hal, Allah Teâlâ’ya itimat etmesi sebebiyle, kulu kendilerine bağlanacak şekilde sebeplere yönelmekten engeller. ‘Onun için çıkış yaratır323 ayetinin manası budur. Bu ayette takvanın ortaya çı­kardığı ‘çıkış yolu’ da bu demek iken aynı zamanda Allah Teâlâ’nın kullarına işin kendinde bulunduğu durumu öğretmesi ve bu hususta verdiği tav­siyesidir.

Tavsiye

Dostum! Yeryüzünde ululuk peşinde olma, tevazuyu şiar edin! Allah Teâlâ senin kelimeni yüceltirse, gerçekte sadece hakkı yüceltmiştir. Allah Teâlâ senin için yaratılmışların kalplerinde üstünlük duygusu kazandırırsa, bu da O’na dönen bir iştir. Sana yaraşan tevazu, zillet ve kırıklıktır. Allah Teâlâ seni topraktan yaratmıştır. Annen olan toprağa karşı büyüklük taslama! Annesine karşı büyüklük taslayan, hiç kuşkusuz, saygısızlık etmiş de­mektir; anne-babaya saygısızlık ise yasaklanmıştır. Bir hadiste şöyle de­nilir: ‘Dünyadan bir şey yükseldiğinde, onu alçaltmak Allah Teâlâ’nın üzerin­deki bir haktır.’ Sen yükseltilen o şey olduğunda, Allah Teâlâ’nın seni alçalta­cağını beklemelisin. Bu nitelikteki birisi hakkında korkulacak olan şu­dur: Allah Teâlâ onu alçalttığında, cehenneme sokar. Böyle bir ceza bir şey kendini yükselttiğinde gerçekleşir, yoksa Allah Teâlâ yükselttiğinde böyle bir azap gerçekleşmez. Allah Teâlâ’nın birini yükseltmesi, ona kalmış bir iş değil­dir. Bununla beraber insan, valilik görevi, insanların önüne geçmek, hizmet görmek, kapılarının kapanması gibi hususlarla tezahür edecek şekilde, Allah Teâlâ kendisine yeryüzünde yükseklik verirken O’nu murakabe etmelidir. Böyle bir durumda insan sürekli kulluğuna ve aslına bakma­lıdır. Çünkü o zayıflıktan yaratılmışken aslı da zelil ve hor diye nitelen­dirilmiştir. Bu durumda anlar ki, bu yükseklik, onun zatına değil, mer­tebe ve makamına mahsustur. O makam ve görevden azledildiğinde, kendisi adına tahayyül ettiği bu değer ve kıymet, geride kalmaz, Allah Teâlâ’nın aynı göreve yerleştirdiği başka birine geçer. Binaenaleyh üstünlük zattan değil, mertebeden kaynaklanır. Yeryüzünde ululuk peşinde ko­şan, hiç kuşkusuz, orada başkanlık sevdasına düşmüş demektir. Hz.

Peygamber başkanlık hakkınaa ‘kıyamet günü pişmanlık ve hüsran’ demiştir. Cahillerden olma! Sana tavsiyem, yeryüzünde ululuk taslamamandır. Allah Teâlâ böyle bir makam verirse, O’ndan nefsinde zillet, yok­sulluk ve huşu sahibi olmanı dilemelisin. Allah Teâlâ’yı müşahede etmediğin sürece bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Yaratılmışla';'n ve bü­yüklerin gözleri, müşahede makamının onlar adına meydana gelip gel­memesine yönelmiştir. Gerçekte taleoe layık olan da odur.

Tavsiye

Her Cuma günü namaza gitmezden önce gusül abdesti almalısın. Gusül abdestini alırken bir emri yerine getirme niyetiyle almalısın. Sa­hih bir hadiste şöyle denilir: ‘Cuma günü gusül abdesti her Müslüman üzerine vaciptir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen başka bir hadiste şöyle de­nilir: ‘Her Müslüman haftada bir kere gusül abdesti almalıdır.’ İki hadi­si Cuma günü gusül abdesti almak birleştirir. Şöyle ki: Allah Teâlâ yedi gün yaratmıştır ki onlar haftanın günleridir. Bir hafta bittiğinde, günler dö­ner ve tekrarlanır. Bu itibarla ardından gelen, yeni bir hafta teşkil eder. Her hafta, onun zatını takdis, kendisine tazim ve temizleme maksadıy­la, yeni bir temizlik halinde senden ayrılmalıdır. Nitekim dişlere misvak sürmek hakkında şöyle denilir: ‘Misvak kullanmak ağzı temizler, Rabbi razı eder.’ Aynı şey haftada bir kere yıkanmakla ilgilidir; o da bedeni temizler, Rabbi razı eder. Kul bu fiili yaptığında, kendisine bunu em­retmesi bakımından Allah Teâlâ’yı razı eder, O’nun emrine bağlanmış olur.

                                                          Tavsiye

Dinin herhangi bir konusunda tartışma yapmaktan uzak durmalı­sın. Böyle bir tartışma cedel diye isimlendirilir ve cedel ya gerçektir ve­ya bâtıldır. Günümüzdeki fakihler tartışma ortamlarında böyle hareket ederler. Onlar böyle meclislerde düşüncelerini tazelemek ve yeni düşün­celeri aşılamak isterler. Bazen tartışan inanmadığı bir mezhebin görüş­lerini veya beğenmediği fikirleri bile dile getirebilir. Bu esnada doğru görüşte olduğuna inandığı arkadaşıyla tartışır, onunla ‘cedel’ yapar, ar­dından nefsi onu aldatarak şöyle demesini sağlar: ‘Bu düşünceyi bâtılı ortaya koymak için değil, düşünceyi canlandırmak için yapıyorsun.’ Hâlbuki bilmez ki Allah Teâlâ her söz söyleyenin dilinde bulunur. Sıradan bir insan onun yanlış sözleriyle doğruyu söyleyene galip geldiğini duyar. Taklitçi-sıradan insan, fakih olduğunu zannettiği bâtıl görüşün sahibini taklit eder. Çünkü bâtıl görüşün doğru görüş şeklinde tezahür ettiğini ve ortaya çıktığını görmüş, haklı olan kişi ise ona karşı koyamamıştır. Dinleyici kendisinden duyduğuyla amel ettiği sürece, günahı ve vebali fakihin boynunadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarı­lır: ‘Ben haklı olsa bile tartışmayı terk edenin cennetin civarında köşke kefilim; şaka bile olsa yalanı terk eden için de cennetin ortasındaki bir köşke kefilim.’ Bâtıl ve yanlış hakkında tartışmak da bu kapsamdadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şakalaşır, fakat sadece doğruyu söylerdi.

Tavsiye

Güzel ahlak sahibi olup güzel ahlaka göre davranman ve kötü ah­laktan uzak kalman lazımdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ben güzel ah­lakı tamamlamak üzere gönderildim:’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ahlakını güzelleş­tirene cennetin en yukarı kısmında köşk vadetmiştir. Güzel ahlak onun­la ahlaklanmış kişinin kendine davrandığı üzere başkasına da davrana­bilmesi demektir. Bu itibarla yaratılmışların gayesinin birbirinden farklı olduğunu, birisini razı ederken düşmanı olan öteki kişinin kızacağını anladık. İşin böyle olması da kaçınılmazdır. Bir kişinin bütün yaratıl­mışları razı edecek şekilde iyi ahlak sahibi olması imkânsızdır. İşin böy­le olduğunu gördük. Bu itibarla Allah Teâlâ kendisini arkadaşlık etmede kul­larına dahil etmiştir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine hitap ederken şöyle der: ‘Sen yolculukta arkadaş, ailede halifesin.’ Bir ayette ‘Bulundu­ğunuz her yerde O sizinle beraberdir324 denilir. Başka bir ayette ‘Arkada­şına üzülme, Allah Teâlâ bizimle beraberdir, demiştir.’325 Başka bir ayette ‘Ben sizinle beraberim, duyarım ve görürüm326 denilir. Biz de şöyle dedik: Güzel ahlakı ancak Allah Teâlâ ile musahabe halinde uygular ve kullanırız: O’nu razı eden işleri yapar, razı etmeyen işlerden kaçarız. Bu davranışın ve ahlakın Hakkın mertebesiyle ilgili olup olmaması veya başkasına ula­şıp ulaşmaması durumu değiştirmez. Ahlak başkalarına taalluk etse bile, Allah Teâlâ’yı razı eden bir ahlak olmalıdır. Bu durumda söz konusu kişinin öfkelenmesi veya razı olması birdir. O insan mümin ise Allah Teâlâ’nın razı ol­duğu işten razı olur; buna mukabil Allah Teâlâ düşmanı ise öyle biri bize gö­re dikkate alınacak biri değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ancak müminler kar­deştir.’327 Başka bir ayette ‘Benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin, onlara sevgi göstermeyin328 denilir. Demek ki güzel ahlak, Allah Teâlâ’yı razı eden işlerde söz konusu olabilir. Başka bir ifadeyle güzel ahlak ancak Allah Teâlâ’ya karşı uygulanabilir; onun Allah Teâlâ’nın mertebesiyle veya yaratılmış­larla ilgili olup olmaması durumu değiştirmez. Kim Allah Teâlâ’nın mertebesi­ni dikkate alırsa, bütün müminler ve müslümanlarla sözleşme yapmış zimmet ehli kendisinden yararlanır. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıklarla ilişki kurarken her müminin üzerinde bir takım hakları vardır. Başka bir ifa­deyle melek, cin, insan, hayvan, bitki, donuk-cemadat, mümin olan ve­ya olmayan bütün varlıklarla ilişkisinde insanın uyması gereken sorum­lulukları vardır. Bunları kardeşlerimizden birisine 591’de yazdığımız bir ahlak risalesinde belirtmiştik. Risale sırlı, latif ve hoş anlamlı bir risale­dir. Onda bütün yaratılmışlarla kendilerine layık güzel ahlakla ilişki kurmak dile getirilir. Güzel ahlak kendisine karşı uygulandığı kişinin hallerine göre tezahür eder. Yine de bu husus, genel bir ilkedir; işin taf­silatı yaşanan tecrübelere göre ortaya çıkar. Bunu düşünmelisin! Vakıa­lar sayılamayacak kadar çoktur. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır ve O’ndan başka rab yoktur. Güzel ahlak sahibi olman gerektiği gibi kötü ahlaktan sakınman gerekir. Bu itibarla kullanım yerlerini bilmedikçe kötü ahlak ile güzel ahlakı ayırt edemez, kullanım yerlerini öğrendiğinde bu ikisini tanırsın. Bu bilgi değerli ve güzel bir bilgidir. Güzel ahlakın kullanım yerlerini öğrenmekten mahrum kalmamalısın, çünkü o da farklı yönleri itibarıyla değişir ve farklılaşır.

Tavsiye

Hicret etmen ve kâfirlerin aralarında ikamet etmemen gerekir. Kâ­firlerin arasında kalmak İslam dinine ihanet, küfür kelimesini Allah Teâlâ’nın kelimesine karşı yüceltmek olabilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ancak kendi kelimesi yüce, kâfirlerin kelimesi süfli olsun diye savaşmayı emretti. Gücün ve imkânın ölçüşünce bir kâfirin himayesine girmemeye çalışmalısın. Bil­melisin ki, oradan çıkmaya gücü yeterken kâfirlerin arasında yaşayan bi­rinin İslam’dan nasibi yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öyle birinden uzaklaş­mıştır; hâlbuki o müslüman birinden yüz çevirmez ve uzaklaşmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Müşriklerin arasında yaşayan bir müslümandan ben uzağım.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öyle birinin Müslümanlı­ğını geçerli saymamıştır. Allah Teâlâ müşrikler arasında ölen biri hakkında şöyle der: ‘Nefislerine zulmedenlerin canlarını melekler alırken onlara ‘ne yapıyordunuz?’ derler. Onlar da 'yeryüzünde çaresizdik’ diye cevap verirler.’329 Buna cevap olarak ayette ‘Allah Teâlâ’nın arzı geniş değil miydi? Oraya hicret etseydiniz ya! Onlar cehenneme gidecek olanlardır, ne kötü yerdir orası!’330 denilir. Bu sebeple insanlara günümüzde Beyt-i Makdis’i ziya­reti ve oraya yerleşmeyi yasakladık. Orası kâfirlerin elinde olduğu kadar

Müslümanlar üzerinde hüküm sahibi olmak ve yönetmek kâfirlere kal­mıştır. Onların karşısında Müslümanlar son derece kötü bir vaziyette­dir. Arzuların egemen olmasından Allah Teâlâ’ya sığınırız. Günümüzde Beyt-i Makdis’i ziyaret edenler ve oraya yerleşen Müslümanlar, Allah Teâlâ’nın hakla­rında 1Dünya hayatında emekleri boşa gitmiş, hâlbuki iyi bir iş yaptıklarını zannederler331 buyurduğu kimseler mesabesindedir. Kâfir bir yurdu terk ettiğin gibi Hakkın Kitabında veya peygamberin diliyle kınamış olduğu bütün huyları terk etmen ve onlardan ‘hicret’ etmen gerekir.

Tavsiye

Bütün hareket ve duruşlarında bilgiyi kullanman gerekir. Kamil ve tam cömert insan, nefsini bilgiye göre yönlendiren kimsedir. Allah Teâlâ’nın onun için belirlediği şeriata göre hüküm verir. Bilir, amel eder ve bil­mediğini öğrenir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bilgiye yönelen, onunla amel eden ve onu bileni övmüş, bunun zıddına davrananı kınamıştır. Bir hadiste şöy­le dediği aktarılır: ‘Allah Teâlâ’nın benimle gönderdiği hidayet ve bilgi, bir toprağa isabet eden yağmura benzer; bir kısmı yağmuru kabul etmiş, üzerine pek çok ot ve bitki bitmiştir. Toprağın bir kısmı suyu tutmuş, Allah Teâlâ o suyla insanlara fayda vermiş, suyu içmişler, sulamada ve ekinde kullanmışlardır. Toprağın bir kısmı da onun dibidir. Su oraya temas etmiş, yer ne suyu tutabilmiş ne bitki bitirebilmiştir. Aynı şey Allah Teâlâ’nın dini hakkında anlayış sahibi olanlar için geçerlidir. Allah Teâlâ öyle birine be­nim vasıtamla gönderdiği vahiyle fayda vermiştir. Öyle biri bilir, amel eder ve öğretir. Bu ilme kulak vermeyen kimse suyu tutmayan veya bit­ki bitirmeyen toprağın alt kısmına benzer.’ Kardeşim! Sen de bilen, bil­gisiyle amel eden ve öğretenlerden ol, bilen ve amel etmeyenlerden ol­ma! Öyle olursan bir kandil gibi veya insanları aydınlatıp kendini yakan bir mum gibi olursun. Bildiğinle amel ettiğinde, Allah Teâlâ senin için bir furkan ve nur yaratırken amel Allah Teâlâ hakkındaki daha önce bilmediğin yeni bir bilgi kazandırır. O bilgi Allah Teâlâ katında ahiretin hakkında fayda sağlayan bilgidir. Sen de bilen, amel eden ve doğruyu öğretenlerden olmalısın.

Tavsiye

Allah Teâlâ’nın kullarına karşı sevgi dolu olman gerekir! Böyle bir sevgi kullarına selam vermek, yemek yedirmek, ihtiyaçlarını karşılamak için çaba göstermekle gerçekleşir. Bilmelisin ki, bütün müminler -bir insan gibibir bedendir. Bedenden bir organ şikâyet ettiğinde, bütün beden ateşe tutularak yardıma koşar. Mümin de öyledir. Mümin, kardeşine bir musibet isabet ettiğinde, sanki kendisine isabet etmiş gibi hisseder, kar­deşi üzüldüğü için üzülür. Öyle davranmadığında, müminler arasında iman kardeşliği gerçekleşmiş olmaz. Allah Teâlâ insan bedeninin organlarını birbirine bağladığı gibi müminleri birbirine bağlamış, kardeş kılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden aktarılan bir hadiste müminler için şöyle bir benzetme yapmıştır: ‘Birbirlerini sevmede, birbirlerine şefkat ve merhamet göstermede müminler bir beden gibidir. Bedenin bir organı şikâyet ettiğinde, uykusuz kalarak veya ateşlenerek bedenin diğer kısım­ları onun yardımına koşar.’

Bilmelisin ki, mümin, kardeşleri itibarıyla çoktur. el-Mümin Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi olduğu gibi ilahi surette yaratılmış olması ne­deniyle de (Allah Teâlâ ile mümin kul arasında) nesep ve bağ sabittir. Mümin müminin kardeşidir, onu yalnız bırakmaz, kendisini terk etmez. Allah Teâlâ olması bakımından Allah Teâlâ’ya iman eden mümindir. Böyle bir insan fiilin­de, sözünde ve halinde O’nu tasdik eder. İsmet, yani korunmuşluk (ve­silesi) budur. Çünkü el-Mümin olması itibarıyla Allah Teâlâ da kendisini tas­dik eder; O ancak doğru sözlü olanı tasdik edebilir, Allah Teâlâ’nın yalancıyı tasdiki imkânsızdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın yalan söylemesi imkânsızdır, hâl­buki yalancıyı tasdik etmek hiç kuşkusuz yalan demektir. Demek ki elMümin olması itibarıyla Allah Teâlâ’ya imanı sabit olan birinin hiç kuşkusuz Allah Teâlâ karşısındaki bütün işlerinde ve davranışlarında sadık ve dürüst bi­ri olması gerekir. O Allah Teâlâ’ya iman ettiği gibi Allah Teâlâ da onu tasdik eder. Burada gösterdiğim hususun farkına varıp el-Mümin olması itibarıyla Allah Teâlâ’ya iman etmek hakkındaki tavsiyemi hakkıyla anlamalısın. Onu an­larsan, fayda elde edersin. Bu maksada seni ulaştıracak yolu ve yöntemi gösterdim, sen de Allah Teâlâ’ya sarıl. ‘Kim Allah Teâlâ’ya sarılırsa, doğru yola yönelmiş demektir.’332 Allah Teâlâ doğru yolda olduğu gibi, doğru yol O’nun kulları için belirlediği şeriattır.

Tavsiye

Allah Teâlâ’nın senin işlerine veya sana göre değerli olanlara verdiği ve örfte, yani insanların âdetlerinde ‘sıkıntı’ ve ‘bela’ diye isimlendirilen musibetler nedeniyle gam çekme! Bu durumlarda ‘inna lillah ve inna ileyhi raciûn (biz Allah Teâlâ içiniz, Allah Teâlâ’ya döneceğiz)’ de! Belalar sana ulaş­tığında bu sözü söylemelisin. Sana bela isabet ettiğinde, Hz. Ömer’in söylediği şu sözü hatırında tutman lazımdır: ‘Bana her bela ulaştığında,

Allah Teâlâ’nın o belada üç nimetinin bulunduğunu gördüm. Birinci nimet bana ulaşan belanın dinim hakkında günah olmayışıdır. İkinci nimet belanın daha büyük bir bela yapılmayışıdır; Allah Teâlâ öyle bir bela vesilesiy­le daha güçlü bir belayı kaldırmıştır. Üçüncü nimet, Allah Teâlâ’nın belaya ke­faret özelliğini yerleştirmiş olmasıdır; belalar işlemiş olduğumuz kötü fiillere karşılık kefarettir.’ Bilmelisin ki dünyada mümine belalar çok ge­lir. Bunun sebebi Allah Teâlâ’nın onu temizlemeyi irade etmiş olmasıdır. Bu sayede mümin temiz ve Allah Teâlâ’nın dünya hayatında bulunmasını takdir ettiği günahlardan arınmış bir şekilde kendisine döner. Mümin genel hallerinde sürekli sıkıntı çeker. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden aktarılan bir hadiste şöyle demiştir: ‘Mümin ham ekin gibidir; gürbüz Hakk gelin­ceye kadar bazen rüzgâr onu yere yatırır, bazen dengeler.’

Tavsiye

Kur’an-ı Kerim’i okuman ve iyice düşünmen gerekir. Okurken Kur’an’da övülen özellik ve niteliklere bakmalısın. Allah Teâlâ bu niteliklerle sevdiği kullarını tavsif etmiş, onlar da bu niteliklerle vasıflanmışlardır. Allah Teâlâ’nın Kur’an’da kınadığı nitelik ve özelliklere de dikkat etmen gere­kir. Onlarla da Allah Teâlâ’nın azap ettiği kimseler vasıflanır, sen o nitelikler­den uzak dur! Allah Teâlâ bütün bunları kitabında indirmiş ve bildirmiştir. Allah Teâlâ da onlara göre amel et diye bu nitelikleri Kur’an’da indirmiş, bil­dirmiş ve sana öğretmiştir. Kur’an’ı okurken Kur’an’da bulunan şeyler için bir ‘kur’an (kuşatıcı)’ olmalısın. Onu okuyarak ezberlediğin gibi amel ederek de muhafaza etmen ve ezberlemen gerekir. Kıyamette en şiddetle azap görecek kimse, Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip unutanlardır. Aynı durum bir ayet ezberleyip onunla amel etmeyen için geçerlidir. Öyle bir ayet kıyamette kişinin aleyhine şahit olarak gelecek ve pişman­lık vesilesi olacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kur’an okuyan ve okumayan mümin ile münafıkların halleri hakkında şöyle demiştir: ‘Kur’an okuyan müminin durumu kokusu güzel olan portakala benzer.’ ‘Koku’ derken okuma ve tilavet kastedilir. Bunlar insandan çıkan nefeslerdir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu nefeslerin izhar ettiği güzel kokulara benzetmiştir. ‘Tat­ları da güzeldir.’ Bununla da imanı kasteder. Bu meyanda başka bir ha­diste şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan rab olarak, İslam’dan ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den peygamber olarak razı olan, imanın tadını almıştır.’ Tat imana nispet edilmiştir. Sonra şöyle der: ‘Kur’an okumayan müminin durumu hur­maya benzer, tadı güzeldir.’ Bu durum iman sahibi olması demektir.

‘Fakat kokusu yoktur.’ Çünkü Kur’an hafızı olsa bile o esnada okuyucu değildir. Sonra şöyle demiştir: ‘Kur’an okuyan münafığın durumu reyhane bitkisine benzer, kokusu güzeldir.’ Çünkü Kur’an güzeldir ve o da okuyanların nefeslerinden ibarettir. Başka bir ifadeyle kıraat ve tila­vet esnasında okuyucunun nefesleri güzeldir. ‘Tadı ise acıdır.’ Münafık­lık içteki ve bâtındaki küfür demektir. Tat imandan meydana gelir, çünkü haz vericidir. Sonra şöyle demiştir: ‘Kur’an okumayan münafığın durumu hanzala karpuzuna benzer; tadı acıdır ve kokusu yoktur.’ Çün­kü okuyucu değildir. Allah Teâlâ’yı razı eden her söz böyle yorumlanırken onun mümin ve münafıktaki tezahürü Kur’an-ı Kerim hakkında yapılan benzetmeyle birdir. Bununla beraber Kur’an-ı Kerim’in mertebesi her­kesçe bilinir ve O’nun kelamına O’na yaklaştıran hiçbir söz benzemez. Bu sebeple Allah Teâlâ’yı zikreden birinin O’nu zikrederken Kur’an-ı Kerim’de yer alan zikirlerle zikretmesi gerektiğini aklında tutmalıdır. Başka bir ifadeyle zikirde ‘okuyucu’ vasfını kazanabilmek için Allah Teâlâ’yı Kur’an’da yer alan zikirlerle zikreder. Okuyucu olduğunda, Allah Teâlâ’nın kendisiyle kendisini zikretmiş olduğu zikri aktaran birisi olur. Böyle olunca hiç kuşkusuz kendini Rabbinin onun karşısındaki mesabesine yerleştirmiş demektir. Benzer bir durum ‘Onu komşu edin, ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duy­sun333 ayetinde belirtilir. Hadiste de ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle, SemiAllah Teâlâu li-men hamideh (Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu) der’ denilir. Kur’an-ı Kerim okuyana kıyamette şöyle denilir: ‘Oku ve yüksel! Yük­seleceği nihai yer Kur’an-1 Kerim okurken yükseldiği yerdir.’ En so­nunda Allah Teâlâ kulun diliyle kula okur. Nitekim Allah Teâlâ kulun kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle tuttuğu eli, kendi­siyle yürüdüğü ayağı olduğu gibi kendisiyle söz söylediği ve konuştuğu dili de olur. Allah Teâlâ’ya hamd ederken veya O’nu tespih ve tehlil ederken, bilhassa, Kur’an’da yer alan ifadeler kullanılmalıdır. Böylelikle insan ‘nefsiyle okumak’ derecesinden ‘Rabbiyle okumak’ derecesine doğru yükselir. Bu dereceye yükselince, artık kendi kitabını okuyan bizzat Allah Teâlâ’dır. Kıyamette okurken kendisine yükselmiş olduğu ayete kadar yük­selir, orada o ayete layık derecede kalır. Orası Hakkın kulun diliyle ve kulun huzur haliyle okuyucu olduğu mertebedir. Kelamın en üstünü, örfte bilinen Allah Teâlâ’nın özel kelamıdır (vahiy).

Tavsiye

Kendileriyle oturup kalkmanın dindarlığına fayda vereceği kimse­lerle oturup kalkman gerekir. Bu fayda kendisinde göreceğin bir bilgi veya onda bulunan bir amel veya o kişide bulunan güzel bir huy olabi­lir. İnsan ahireti hatırlatan birisiyle oturup kalktığında, Allah Teâlâ’nın muvaf­fak kıldığı ölçüde, ahiretten bir tecellinin gerçekleşmesi gerekir. Otur­duğun kişi böyle müessir bir Hakk sahip olunca, kendisini zikretmek üzere Allah Teâlâ ile oturmalısın. Bu itibarla zikir Kur’an’dır ve Kur’an en büyük zikirdir. Ayette ‘Biz zikri indirdik334 denilir ki, kastedilen Kur’an’dır. Bir kutsi hadiste de ‘Ben beni zikredenle beraberim’ denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kur’an ehli Allah Teâlâ’nın ehli ve O’nun seçkinleridir’ der. Bir hükümdarın özel adamları, vakiderin çoğunda onunla oturup kal­kanlardır. Allah Teâlâ bir ahlak sahibidir ve bu ahlak O’nun güzel isimleri demektir. Kim Allah Teâlâ ile oturursa, sohbet arkadaşı Allah Teâlâ olur. Öyle bir durumda -kendisiyle oturduğu ölçüdegüzel ahlaka ulaşması kaçınıl­mazdır. Allah Teâlâ’yı zikreden bir kavimle oturan, onlarla beraber Allah Teâlâ’nın rahmetine dahildir. Onlar kendileriyle oturanın bedbaht olmayacağı kimselerdir. Hal böyleyken Allah Teâlâ ile oturan birisi nasıl bedbaht olabilir ki? Bir hadiste şöyle denilir: ‘Salih arkadaş misk sahibine benzer; fayda gelmese bile kokusu sana ulaşır. Kötü arkadaş körük sahibine benzer; kötülüğü ulaşmasa bile dumanı ulaşır.’ Kim kuşkuya kapılanlarla arka­daşlık ederse, kendisi de kuşkuya kapılır. Bunun nedeni, içlerindeki kir­lerden kaynaklanarak, insanlar hakkında suizan beslemenin kendilerine hakim olmasıdır.

Burada insanların hakkında gafil kaldığı bir faydaya dikkatini çeke­ceğim. Bu fayda insanlar hakkında hüsnüzanna davet eder. Hüsnüzan sayesinde idrak mahalli kötülüklerden temizlenir. Sana göre hayırlı bir insan olduğu halde kötülerle düşüp kalkan birisini gördüğünde, onlarla arkadaşlık ettiği için öyle birine karşı kötü zanda bulunmamalısın. Ak­sine o iyi insanla arkadaşlık yaptıkları için kötü insanlar hakkında hüsnüzanda bulunmalısın. Bu itibarla aradaki münasebeti ve ilişkiyi, kötülükte değil, hayır ve iyilikte kabul etmelisin. Allah Teâlâ kıyamet günü yaratılmışlar hakkında hüsnüzan beslemekten dolayı kimseyi sorguya çekmeyecekken buna mukabil kötü zan sebebiyle insanları sorguya çe­kecektir. Tavsiyemi kabul edersen, bu da sana kâfidir. Rabbini zikrede­nin hayatı süreklidir. Onun hayatı ölümle kesilir. Bu itibarla kişi ölse bi­le yine de diridir. Ölüm onun adına Allah Teâlâ yolunda öldürülmüş kimse­nin hayâtından daha hayırlı ve tamdır. Bununla beraber Allah Teâlâ’nın yolun­da öldürülen kimse zikredenlerden ise durum farklıdır. Bu hayat, şehi­din ve zikredenin hayatıdır. Öyleyse zikreden ölse bile hay yani diridir. Allah Teâlâ’yı zikretmeyen ise dünyada yaşasa bile ölüdür çünkü o hayvani ha­yata göre canlıdır. Bütün âlem zikir hayatıyla canlı ve hayat sahibidir. Allah Teâlâ’yı zikreden ve zikretmeyen kimselerin durumu, ölü ile dirinin du­rumuna benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu böyle misallendirmiştir. Zikrede­nin Allah Teâlâ’yı zikretmeyen şehitten üstün olduğu hakkındaki delile gelir­sek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde şöyle der: ‘Size düşmanlarla karşıla­şıp boyunlarınızın vurulmasından veya sizin onların boyunlarını vur­manızdan daha üstün bir ibadet söyleyeyim mi? Bu ibadet zikirdir.’ Bu­rada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem boynun vurulmasını zikretmiştir ki, şehitlik de­mektir. Kulun Rabbini zikretmesi, şehidin ölümünden üstündür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktarıldığına göre, zikreden canlıdır. Buradan zikrede­nin hayatının Rabbini zikretmeyen bir şehidin hayatından daha üstün olduğu neticesi çıkar.

Tavsiye

Kendine ve sahip olduğun eşya ve kimselerde Allah Teâlâ’nın belirlediği cezaları uygulaman lazımdır. Bu konuda Allah Teâlâ’ya karşı sorumlusun. Otorite sahibiysen, Allah Teâlâ’nın seni üzerlerine yönetici atadığı kimselerin üzerinde Allah Teâlâ’nın kurallarını uygulaman ve icra etmen gerekir. ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz.’ Kastedilen Allah Teâlâ’nın cezala­rını ve kurallarını uygulamaktır. Bu itibarla yönetimlerin en alt derecesi insanın nefsin kendi üzerinde vali ve yönetici olmasıdır. Büyük halifelik gelinceye kadar Allah Teâlâ’nın sınırlarını nefsine ve organlarına uygulamalısın. Her halükarda nefsin üzerinde vekilsin. Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kurallarını uygulayanlar ile ihlal edenler aynı gemiye binenlere benzetmiştir: ‘Bir kısmı geminin üst tarafında bir kısmı aşağısına yer­leşmiştir. Aşağıdakiler su istediklerinde üzerlerinde bulunanlara çıkarak şöyle demişlerdir: Biz nasibimizi gemiyi delerek alacağız, size tenezzül etmeyeceğiz. Yukarıda oturanlar onları kendi halinde bırakırlarsa, hepsi birden boğulur.’ Dostum! Aklına sana iyiliği tavsiye eden bir düşünce geldiğinde, onun meleğin ilhamı olduğunu bil! Ardından iyiliği yap­maktan alıkoyan başka bir düşünce gelirse, o da şeytanın vesvesesidir. Hayır ve şer şeriatın bildirmesiyle öğrenilebilir. Kötülüğü yapmayı em­reden bir düşünce geldiğinde, bu düşünce şeytanın ilhamıdır. Ardından kötülüğü yapmanı engelleyen bir düşünce gelirse, o da meleğin ilhamı­dır. Sen bir gemisin! Gemi delinirse, senin kadar içinde bulunan herkes de helak olur. Şeriat ilmini öğrenmen şarttır. Şeriat kurallarını uygula­mak üzere öğreneceksin. Şeriat ilmini öğrenmeksizin kuralları kime ve nasıl uygulayacağını bilemezsin. Demek ki Allah Teâlâ’nın kurallarını uygula­yabilmek maksadıyla şeriat ilmini talep etmen bir vazifedir.

Tavsiye

Sadaka vermek gerekir. Allah Teâlâ ayette sadaka veren erkek ve kadın­lardan söz etmiştir. Sadaka farz ve nafile olmak üzere iki kısımdır. Farz olan, zekât diye isimlendirilirken nafile olanı ‘gönüllü sadaka’ diye isim­lendirilir. Farzı vermekle cimri adı düşerken gönüllü sadakayla yüceulvi derecelere ulaşır, cömertlik, kerem, başkasını tercih, istemeden vermek gibi cömertliğin farklı rütbeleriyle nitelenirsin. Cimrilikten uzaklaşmak gerekir. Bunun yanı sıra farz zekâta ilave olan hakları da ödemen gerekir. Bu Hakk, mümin kardeşini helak olacak bir durumda gördüğünde ortaya çıkar. Ona malının fazlasından bir miktar vermez­sen, o ve ailesi yok olacaktır! Böyle bir durumda ya hibe veya borç ola­rak ona yardım etmen zorunluluktur. Binaenaleyh vermek zorunludur ve bu durumda verme ‘sadaka’ diye isimlendirilir. İşbiliye’de bir alimin bir hadis hakkındaki yorumunu duymuştum. O hadiste (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e İslam’ın şardarını soran) sahabe ‘(farzların dışında) başka bir yü­kümlülüğüm var mı?’ yani farz zekâtın dışında vermem gereken bir şey var mı diye sorduğunda, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu: ‘Hayır! Fakat gönüllü olarak verebilirsin.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti üzerine olsun İşbiliyeli fakih bana şöyle demişti: ‘Demek ki o sadaka senin üzerine farzdır.’ Ben de onun bu görüşünü pek beğenmiştim. Allah Teâlâ insanı ‘sa­daka veren’, ister farz ister nafile olsun bu vermeyi de ‘sadaka (kuvvet ile arasındaki anlam ilişkisine telmihle)’ diye isimlendirmiştir, çünkü in­san cimri yaratıldığı için ancak zorlanarak ve güçlükle verebilir. Allah Teâlâ insan hakkında şöyle der: ‘Bir hayır temas edince cimri kesilir.’335 Sada­kanın değeri ve zamanına gelirsek, sağlıklı, arzulu, yoksulluktan korkan, dünyayı ve zenginliği arzu eden bir durumdayken sadaka verebilirsen, hakkında şöyle denilenlerden birisi olursun: ‘Kim nefsinin taşkınlığından korunursa, onlar kurtuluşa erenlerdir.’336 Onlar kurtulmuş kimselerdir, çünkü insan zengin olup da hayatı arzuladığında, fakirlikten ve sahip olduğu malın uzun hayatı süresince elinden çıkmasından korkar. Bunun


nedeni zamanın getireceği sıkıntılar ile hayat boyu devam eden arzula­rıdır. Korku insanı sahip olduğu malı hakkında cimriliğe, sadakayı vermemeye, Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetlerden muhtaçlara cömertlik yapmamaya sevk eder. Buna mukabil korkak malını biriktirir, nafaka vermez ve zekâtını ödemez; en sonunda sahip olduklarıyla beraber alnı ve sırtı üzere cehennemi boylar, biriktirdikleri kızdırılır ve alnına, yanla­rına ve sırtına yapıştırılır. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘O gün cehen­neme atılırlar, orada yanları ve sırtları dağlanır (onlara denilir ki:) İşte bu kendiniz için biriktirdiğinizde. Biriktirdiklerinizi tadın!’337 Vermenin zor ve güç olması nedeniyle bu fiil ‘sadaka’ diye isimlendirilmiştir. Kelime­nin güç ile ilişkisini anlatmak üzere şöyle denilir: Remhun sadak! Güçlü ve sağlam ok! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cimri ile sadaka veren hakkında misal ve­rirken şöyle der: ‘Cimri ile sadaka verenin durumu üzerlerinde demir­den iki elbise bulunan iki adama benzer. Elleriyle o elbiseden kurtulma­ya çalışırlar. Sadaka veren sadaka verdikçe, elbisesi açılır ve genişler, te­siri azalır. Cimri sadakaya niyetlendiğinde her halka mekânını sıkar ve daraltır.’ Cimrilikten uzak durman gerekir. Cimrilik insanı aşağıya çe­ker, dünya ve ahirette kendisini yok edecek durumları insana getirir. Seni cömert yapıp sadaka vermeni sağlayacak olan, bilgiyi kullanmandır. Rızkını kendinden başka kimsenin yiyemeyeceğini, senin dışında başka kimsenin onunla beslenip hayatta kalamayacağını bilmelisin. Göklerle yerde bulunan herkes rızkın ile arana girmeye çalışsa bile bunu başaramazlardı. Bunun yanı sıra senin mülkünde bulunan başkasının rızkının da mudaka ona ulaşıp o kişinin bu rızıkla besleneceğini ve ha­yatiyetini sürdüreceğini bilmen lazımdır. Gökte ve yerdeki herkes bir kişiyle senin mülkünde bulunan rızkı arasına girmeye çalışsaydı, bunu başaramazlardı. Sen de onun rızkını kendisine ulaştırmalısın! Sadaka vermek düşüncesi aklına geldiğinde, cömertlik ve güzel davranışla nite­lenirsin. Sadaka verirken muhtaca ancak gerçekte ve Allah Teâlâ’nın katında ona mahsus bir hakkı verdin, Allah Teâlâ katında da bu davranışın nedeniyle övüldün. Bunu öğrenince, elinde bulunan malı çıkartmak senin için ko­laylaşır. Bu durumda cömertler arasına katıldığın kadar sadaka verenler arasında da yazılmış olursun. Elindeki malı bir tereddüt ve zorlamayla çıkartır, canın verdiğin malın peşinden gider, verdiğin malın başkasına yapılmış bir hayır ve iyilik olduğunu düşünürsen, hiçbir zaman rahata eremezsin. Hiç kimsenin hakkını görmezden gelme! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya sığınırken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Bilmemekten ve bilinmemekten sana sığınırım.’ Senin hakkında bilgiyle hüküm veren kişi, hiç kuşkusuz, sana karşı insaflı davranmış olur.  ,

Tavsiye

Büyük cihada girişmen gerekir! Büyük cihat en büyük düşmanın olan arzularınla (heva) cihattır. Arzu gücü aynı zamanda seni takip eden ve en yakın düşmanındır. O güç içindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! Sizi takip eden kâfirlerle savaşın.’338 Senin yanında nef­sinden daha kâfir bir şey yoktur. Nefis her nefes Allah Teâlâ’nın kendisine göndermiş olduğu nimetleri inkâr eder. Onunla böyle savaştığında, di­ğer düşmanlarla savaşırken ihlas kazanırsın. Öyle bir savaşta öldürüldü­ğünde, Rablerinin katında rızıklanan ve O’nun ihsan ettiği nimetlerle rahata ermiş, kendilerine gelecek olanları müjdeleyen ‘şehiderden’ birisi olursun. Allah Teâlâ yolunda cihat ederken savaşanların değerini öğrenmiştin. O kazandığı sevap veya ganimede evine dönerken, oruç tutmuş, ibadet etmiş, Allah Teâlâ’nın ayetlerini okumuş, mücahit dönünceye kadar namazına veya orucuna ara vermeden ibadet etmiş birisi mesabesindedir. Sahih bir hadiste orucun benzersiz bir ibadet olduğunu öğrenmiştin. Hiç kuşkusuz cihat onun yerini aldığı kadar namazın da yerini alır. Bu du­rum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir hadiste belirtilir. O hadis Allah Teâlâ’nın farz kılmış olduğu cihada ilgilidir. İnsan onu terk ettiğinde, mutlaka günahkâr olur. Nefsine karşı hayırhah davranıp dinini korumaya çalışan bilgili-kul, her zaman cihat halindedir. Çünkü insan nefsi, Hakkın ken­disini davetine muhalefet etmek ve aykırı gelmek özelliğinde yaratılmış­tır. Bu itibarla insan aslen arzusuna uyar ve onun arzusu Allah Teâlâ için ira­de mesabesindedir. Allah Teâlâ ise dilediğini yapandır. Çünkü hepimiz O’nun kulları olduğumuz kadar Allah Teâlâ’ya bir sınırlama da konulamaz. İnsan da arzu ettiğini yapmak ister. Fakat insana sınırlamalar konulmuştur. Bu itibarla insan mutlak bir iradeye sahip değildir. Onun sürekli mücahit olmasını sağlayan sebep budur. Bu nedenle himmet sahipleri Allah Teâlâ’yı bi­lenlerin derecelerine katılmak istemişlerdir. Bu dereceye ulaştıklarında, onların iradeleri Hakkın iradesi haline geür. Başka bir ifadeyle sadece Hakkın irade ettiğini irade ederler. Bu durum yaratılmışların üzerinde bulunduğu durumdur. Onlar bu makamı Allah Teâlâ’nın onun yaratılışını ira­de etmesi itibarıyla talep ederler, Hakkın nahoş gördüğü şeyi kerih gö­rürler. Allah Teâlâ irade eder ve razı olur, irade ederken kerih görür. Böyle olmadığında, kişi imandan sıyrılıp çıkar. Büyük bir mahrumiyet demek olan öyle bir halden Allah Teâlâ’ya sığınırız! Böyle bir davranış gazabı çekecek olan bir doğruluktur. Nitekim gıybetin de yasaklanmış bir doğruluk ol­duğunu söyleriz.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar