YİRMİ ALTINCI SİFİR 3. Bölüm
ÜÇÜNCÜ FASIL
Atlas Feleği,
Burçlar, Cennetler, Tuba Ağacı, Mükevkeb Feleğinin Yüzeyi
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ
zikrettiğimiz Kürsünün ortasında şeffaf, dairesel felek
yaratmış, onu burçlar diye isimlendirilen on iki kısma taksim etmiştir. Bunlar,
Allah Teâlâ’nın kitabında bizim için üzerlerine yemin ettiği şeylerdir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Burçlar sahibi feleğe yemin olsun fci...’452
Allah Teâlâ burçlardan her birisine bir melek yerleştirmiştir. Onlar, unsurlar
dünya ehli oldukları gibi, cennet ehli olan kimselerdir. Onların bir kısmı su,
bir kısmı toprak, hava ve ateş kaynaklıdır. Cennederde oluşan şeyler bunlardan
oluşurken gerçekleşen başkalaşmalar onlardan gerçekleştiği gibi bozulmalar da
onlardan meydana gelir. ‘Bozulma’ derken nizamın başka bir şeye (dönüşecek
şekilde) başkalaşmasını kastetmekteyim, yoksa söz konusu olan, kötü görülen ve
çirkin bulunan bir bozulma değildir. ‘Bozulur’ derken kastedilen budur, aklına
yanlış bir vehim gelmesin.
Bu burçlardan hareketle İmamiyye on
iki imam fikrine ulaşmıştır, çünkü o melekler ihataları altındaki âlemlerin
imamlarıdır. Öte yandan on iki melek mekânlarını değiştirmezler. Buradan hareketle
İmamiyye meleklerin özelliklerine dayanarak imamların masum olduğunu ileri
sürmüştür. Fakat onlar kendilerine yardımın buradan geldiğinin farkında
değillerdir. Mutlu olduklarında ise ruhları hüküm ve hakların
ayrıştırılmasından sonra bu mertebelere ulaşır. Söz konusu hüküm kendilerini
bu feleğe ulaştırır. Onların nihai yeri burasıdır ve onu aşamazlar, çünkü
onlar başka bir şeye inanmazlar. On iki tane olsalar bile, dört mertebede
bulunurlar, çünkü Arş dört direk üzerindir. Menziller ise üç tanedir: dünya,
berzah ve ahiret. Bunların dördüncüsü yoktur. Menzillerden her birinin dört
olması gerekir. Her birisinin bu menzillerden ehli olanlarda hüküm sahibi
olması zorunludur. Üç ile dört çarpıldığında çıkan sayı on ikidir ve bu
nedenle burçlar on iki tanedir. Dünya diyarı ahirette ateşe döneceği için,
kendisine ait olanların hükümleri de onun üzerinde kalır. Berzah cennetin
çarşısındadır ve onda da dördün hükmünün bulunması gerekir. Cennette de dört
tanenin hükmü bulunmalıdır. Öyleyse burçların olması zorunludur.
Koç, aslan ve yay mizaçları
itibarıyla aynı mertebede vali olarak bulunurken boğa, başak, oğlak bir
mertebedeki görevli valilerdir. İkizler, kova, terazi başka bir mertebe
üzerinde valilerdir. Yengeç, akrep ve balık başka bir mertebede valilerdir. Bu
üç gruptakilerden her biri kendi mizaçlarında aynı doğadadırlar. Fakat
hükümlerinin menzilleri üç iken her menzilde dört vali vardır ve her birinin üç
menzilden birisinde hükmü vardır. Nitekim gün, gece ve gündüz cevari’l-hunnes
ve künnes’ten birisine aittir. O onların valisi, sahibi ve kendisinde hüküm
sahibi olandır. Fakat kalan cevarinin o günün sahibiyle (ilişkisi nedeniyle
dolaylı olarak) bir hükmü vardır. Herhangi bir cevari bir gün içinde diğer
arkadaşları olmaksızın sadece günün ilk ve sekizinci saatinde müstakil etki gösterebilir.
Gece de öyle olduğu gibi ahiret de böyledir. Aslan ahirete ait olduğu gibi
yengeç dünya üzerinde hükümrandır. Yengeç değişken bir burç iken aslan
sabittir, çünkü on ikisinden her birisinin kendisinde bir hükmü vardır. Aynı
şey dünya için geçerlidir. Ona ait burç yengeç olsa bile diğer burçların
kendisinde bir etkisinin bulunması gerekir. Aynı şey berzah için geçerlidir.
Berzah’a ait burç başak olsa bile, diğer burçların onda hükmünün bulunması
gerekir. Dünyanın değişmesiyle (meydana gelen menzilin dışında) üçüncü bir
menzil yoktur. Çünkü asıl itibarıyla dünyanın sahibi olan burç yengeçti. Ateşe
döndüğünde ise yengeç azledilir ve terazi burcu onun yerini alır, diğer burçlar
da hüküm bakımından kendisine tabidir.
İşin ne kadar garip olduğuna bakınız!
Cehennem ehlinin azabı bittiğinde, ikizler burcu kendisine vali olur ve diğer
burçlarm valinin yönetiminde hükmünün olması gerekir. Kendilerine bakarken
hüküm onlardan birisine ait olunca, ahirette kabul edenin mizacı, zıddının
hükmüne göre gerçekleşir ve kendisinde hüküm sahibi olduğunda bilhassa işin
sonunda olmak üzere ondan nimedenir. Çünkü işin sonu mutlak ve genel olarak
rahmettir. Öyleyse bununla sevinmelisiniz. Yani Allah Teâlâ’nın ihsanı ve
rahmetiyle sevinin. Çünkü o ‘sizin
topladıklarınızdan daha hayırlıdır.’453
Allah Teâlâ kendisinde yarattığı vali
ve hakimlerle Adas feleğini döndürüp onun dönüşünü içinde gece ve gündüzün
bulunmadığı kâmil bir gün yaptığmda, hareketi vesilesiyle onda bulunan şeyleri
yaratmıştır. Bu hareket vesilesiyle olduğu kadar naiplere ilham ettiği ve
bildirdiği hükümlere göre onları yaratır ve onların hükümleri için her varlıkta
belli bir müddet belirler. Bu müddeder dünya, ahiret ve berzah menzillerinin
durumuna göre değişir. Berzahtaki hüküm süre ve müddet bakımından en hızlı ve
hükmü en yaygın olanıdır. Aynı şey onun uykusu için geçerlidir ve günlerinin
sayısıncadır. Günler farklı farklıdır. Bir gün yarım dönüşten, bir gün tam
dönüşten, bir gün yirmi sekiz dönüşten meydana gelir. Bu sayı artar ve en
nihayette ‘mearic günü’ne kadar ulaşırken en azı şe’nlerin günleridir. İki gün
birimi arasında birbirine kıyasla ortaya çıkan gün dereceleri bulunur.
Allah Teâlâ her burçta bulunan on iki
melekten her birisi için kendisine ait mülkünden otuz hazine belirlemiştir. Hâzinelerden
her birisi çeşitli ilimleri içerir. Onlar, kendilerine konuk olanlara konuğun
rütbesine göre bu ilimlerden verirler. Bunlar Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Her
şeyin hâzineleri bizim katımızdadır, onu ancak belli bir ölçüyle indiririz’454 buyurduğu
hâzinelerdir. Kendilerine konuk gelen kişi, hâzinelerden kendisi adına
gerçekleşen ilimleri kendisinde kullanamaz. Onun bundan payı sadece
gerçekleşmiş olmalarından ibarettir ve kendisi adına gerçekleşeni rükünler
âleminde, türeyenlerde ve insanda kullanır. Konuk olanların bir kısmı onların
yanlarındaki her hâzinede bir gün kalır ve ayrılır ki bu süre kalma süresinin
en azıdır. Allah Teâlâ katındaki rütbesi ve istidadının verdiği ölçüde bilgi
almak üzere her hâzinede on çok kalan kimse, yüz sene kalır. Diğer konuklar ise
yüz seneyle bir gün arasında kalırlar. ‘Gün’ derken Adas feleğinin hareketinin
ölçüsünü kastediyorum. Yüz sene derken de bir senesi hareketin günlerinden üç
yüz altmış gün olduğu bir süreyi kastediyorum. Bunu bilmelisin!
Hazineler, matematikçiler tarafından
‘feleklerin dereceleri’ diye isimlendirilirken onlara yerleşenler cevari,
menziller ve onların ardından gelen sabitlerdir. İlahi hâzinelerden meydana
gelen ilimler, rükünler âleminde meydana gelen etkiler, hatta sabit yıldızlar
feleğinin dibinden yeryüzünde ortaya çıkan tesirlerdir. Bunlar yedi cevarinin
hareketlerine göre yavaş oldukları için ‘sabit’ diye isimlendirildiler. Allah
Teâlâ on iki burç için cennetlerde ve ehlinde bulunanlara kendinde bir perde
olmaksızın saf bir bakış/nazar belirlemiştir. Cennederde ortaya çıkan hüküm
-kendilerini şereflendirmek üzereon iki burcun yönetmesinden ortaya çıkar.
Dünya ehline ve ateş ehline gelirsek, onlar kendilerinde hükümlerinin
bulunduğu şeylere naipler vasıtasıyla ulaşırlar. Onlar daha önce zikrettiğimiz
üzere kendilerine konuk gelenlerdir.
Cennetlerde ortaya çıkan tekvin,
yemek, içmek, cinsel ilişki hareket, durağanlık, ilimler, başkalaşma,
yenilenler şehvetler vb. şeyler, söz konusu hâzinelerden kendilerini halife
atayan Allah Teâlâ’nın izniyle on iki naibin eliyle ortaya çıkar. Bu nedenle
onlardan doğrudan meydana gelen şeylerle dolaylı meydana gelen şeyler arasında
büyük fark ve mesafe vardır. Dolaylı meydana gelenler, kendilerine konuk
olanlar vasıtasıyla gerçekleşir; bunlar, naip ve perdedarlar gibi dünyada ve
ahirette kendilerine ait kimselerdir. Bu ikisi arasındaki fark, dünya
hayatında Allah Teâlâ’dan sakınanlarca öğrenilir. Nitekim şu ayet-i kerime vb.
ayetlerde bu husus belirtilir: ‘Allah
Teâlâ’dan sakınırsanız, sizin için bir furkan yaratır.’455 Kastedilen
sözü edilen hususları bilmektir. ‘Sizin
günahlarınızı örteriz.’456 Yani sizi üzecek
şeylerin size ulaşmasını engelleriz, artık onu görmek sizi üzmez. Çünkü -henüz
kendisine yerleşmemiş olsa bilebir şeye mahal olacak insanın nahoş bir şeyi
görmesi onu üzer. Bunun nedeni insandaki vehmin etkisi ve aklın o şeyin
gerçekleşme imkânını düşünmesidir. ‘Sizi bağışlar.’ Yani sizden dolayı genel
veya belirli-özel bir duada kendilerine ilgi gösterdiğiniz kimseleri bağışlar.
Özel dua bizzat bir şahsın veya belli bir türün belirlendiği duayken genel dua
kendilerine kötülüğün ulaşabileceği bütün kullara duayı yaygınlaştırmaktır. ‘Allah
Teâlâ büyük fazilet sahibidir.’457 Bu
fazilet Allah Teâlâ’nın kendisine zorunlu kıldığı rahmet ile azabı Hakk
edenlere o rahmet nedeniyle merhamet etmesinden kaynaklanır. Azabı Hakk
edenlere misal olarak inanç ve amel konularında günahkârları verebiliriz.
On iki naip Adn cennetinin dışındaki
cennederin yapımlarını üstlenenlerdir. Adn cennetini Allah Teâlâ eliyle
yaratır ve onu mülkünün kalesi haline getirir. Allah Teâlâ orada miskten beyaz
Kesib’i yaratır. Beyaz kesib miskin hayvandan çıkması gibiRabbin görülme
esnasında tecelli edeceği suretten çıkar. Nitekim hayvandaki mesk de öyledir. Mesk
(deri) hayvanın göze görünen ve onu örten derisidir. Allah Teâlâ cennetlerde
bulunan ağaçları onların elleriyle dikecektir, fakat tuba ağacı bunun dışındadır.
Tuba ağacını Allah Teâlâ Adn cennetinde eliyle diker, dallan Adn cennetinin
suruna oradan da diğer cennedere kadar uzar. Onun çiçeklerinden hülleler
meydana gelir ki bunlar cennetliklerin elbise ve süsleridir. Onların
güzellikleri diğer cennetlerin ağaçlarının çiçeklerinin ve yapraklarının
taşıdıklarına göre daha güzeldir. Çünkü tuba ağacının Allah Teâlâ’nın onu
eliyle dikmiş olmasından kaynaklanan ilave bir üstünlüğü vardır. Cennetliklerin
elbiseleri dokuma kumaş değil, onların elbiselerinden cennet meyveleri meydana
gelir. Dünya hayatında meyveler çiçeklerden ve benzeri şeylerden meydana
gelir. Rivayeti itibarıyla hasen, keşif yoluyla sahih bir rivayette şöyle
denilir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanlara hutbe okurken içeri
bir adam girmiş ve şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi!’ Başka bir
rivayette orada bulunanlardan biri kalkarak -ki kuşku bendendirşöyle demiş: ‘Ey
Allah Teâlâ’nın peygamberi! Cennetliklerin elbiseleri yaratılacak mıdır, yoksa
bir kumaştan mı dokunmuştur?’ Soruya oradakiler gülünce Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu davranışı nahoş bularak ‘Bilmeyenin bilene böyle bir soru
sormasına mı gülüyorsunuz?’ diyerek soru sorana dönmüş ve şöyle demiştir:
‘Cennet meyveleri onların elbiselerinden çıkar.’ Böylelikle sahabe daha önce
bilmedikleri bir şeyi öğrenmiş oldular.
Allah Teâlâ Adn cennetiyle diğer
cennetleri döndürür. Cennetlerin arasında birini ötekinden ayırt eden bir sur
bulunurken her cennet anlamı bütün cennetlere yayılan bir adla
isimlendirilmiştir. Bir cennete kendi ismi tahsis edilmiş olsa bile, söz konusu
özel isim cennetin kendi anlamını ifadeye en uygun ve bunun için en doğru isim
olduğu için seçilmiştir. Böyle durumlara misal olarak Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘En iyi kadı Ali, helali ve haramı en iyi bilen Muaz b.
Cebel ve miras konularını en iyi bileniniz Zeyd’dir’ buyurur. Bununla birlikte
sahabeden her biri kadılığı, helal ve haramı ve miras bahislerini bilirdi.
Fakat her alan ismi verilenlerce daha iyi bilinir. Cennetler Adn cenneti,
Firdevs cenneti, Naim cenneti, Me’va cenneti, Huld cenneti, Selam cenneti,
Mukame cenneti, Vesile cennetidir. Burası cennetler içindeki en üstün yerdir,
çünkü o Adn cennetinden son cennete kadar tüm cennetlerde bulunur, Her cennette
onun bir sureti vardır ve sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e mahsustur.
İnsanlar peygamberin kendilerini Allah Teâlâ’ya davet edip hükümleri açıklamış
olmasının bereketiyle cennete nail oldukları gibi o cennete de Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem -Allah Teâlâ’nın bir hikmeti olarak‘uygun
karşılık olsun diye5458
ümmetinin duasıyla ulaşır. Allah Teâlâ bu cennetlerin toprağını Mükevkeb
feleğin yüzeyi yapmıştır ki orası da ateşin çatısıdır. Allah Teâlâ izin
verirse, bu konu bu bölümlerde açıklanacaktır.
Allah Teâlâ her cennete esma-i
hüsna’nın sayısınca yüz derece yerleştirmiştir. Bu bağlamda hakkında susulmuş
olan ve isimlerin tekliğine işaret eden ism-i azam Hakkın sayesinde âlemden
ayrıldığı isimdir ki, o da özel olarak vesile cennetine bakar. Vesile
cennetinin her cennette bir hükmü olduğu kadar ilahi bir ismin hükmü ona
aittir. Bunu anla! Cennet menzilleri Kuran’daki ayetlerin sayısı kadardır. Bize
ne kadar ulaşırsa, ayeüeri okuyarak onlara ulaşırız; ulaşmamış olanlara ise
ihtisas cennetindeki ihtisas yoluyla ulaşırız. Nitekim ateş ehlinin -ki onlar
oranın ehlidircennetlerine miras yoluyla ulaşırız. Cennet kapıları yükümlülük
organlarının sayısınca sekiz tanedir. Bu nedenle rivayette Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘abdest alıp iki rekât namaz kılan ve bu esnada
içinden herhangi bir şey konuşmayan kimseye sekiz cennet kapılarının açılacağı ve
dilediği birisinden gireceğini’ söylediği aktarılmıştır. Hz. Ebu Bekir Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Kapıların hepsinden niçin girmiyor ki?’ deyince Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Bekir’in sözünü onaylamış ve kabul etmiştir.
Bir rivayette de Ebu Bekir’i bu Hakk sahip olacak kişi diye nitelemiştir.
Öyleyse her organın bir kapısı vardır ve yükümlü organlar sekiz tanedir: Göz,
kulak, dil, el, mide, cinsel organ, ayale, kalp. Bazen insan organların bütün
amellerini yapar ve cennetin sekiz kapısından birden içeri girebilir. Çünkü
ahiret yaratılışı berzaha ve -hayal sahibi olması itibarıylainsanın batınına
benzer.
Cennederin pencerelerine gelirsek,
bunların sayısı, imanın yetmiş küsur şubesine karşılık olarak yetmiş dokuz
tanedir. Hadiste zikredilen ‘küsur’ dokuz demektir, çünkü küsur birden dokuza
kadar olabilir. İmanın en aşağı derecesi yoldan eziyet veren şeyleri
kaldırmakken en üst derecesi ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demektir.
İkisinin arasında amel ve güzel ahlakla ilgili hususlar vardır. Öyleyse kim
güzel ahlaktan birini yerine getirirse, imanın bir şubesinde bulunur. Bununla
birlikte o kişi sadık rüyalarda vahyedilen kimse gibi mümin değildir. Sadık rüyalar
-sadık rüya gören nebi olmasa bilenebiliğin parçalarındandır. Allah Teâlâ’nın
rahmetinin genelliğine dikkat etmelisin! Nebilik hepsiyle nitelenmiş olana
verilen bir isimdir. Nebi öyle biridir ve bize kapısı kapatılıp kesilmiş
nebilik odur. Onun bir parçası meleğin getirdiği vahye bağlı olan teşridir
(şeriat koyucu nebilik). Bu özellik özel olarak nebi adına mümkündür. Nebiliğin
bu şubesinin de kendisinde bilfiil var olup izlerinin gözüktüğü kimsede
hükmünün bulunması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ o şubeyi peygamberin diliyle
bildirince onu imana mutlak bir şekilde tamlama yapmış, bir şeyle sınırlamamış,
sadece ‘imanın şubesi’ demiştir. Öyleyse herhangi bir şeye iman etmek, salt ve mutlak
imanın şubelerindendir ve her şube imandır. Özel olarak batıla iman edenler de
bu kapsamdadır. Bu, olmayan bir şeyle insanların arasını düzeltmek ve savaşta
hile demektir. Böylece (batıl anlamındaki) yalan da imanın şubelerine dahil
olmuştur. Yalan bir yerde iman şubelerinden biridir ve bu şube mümin olandan
veya olmayandan meydana gelebilir. Bununla birlikte mümin olmayan yoktur, çünkü
Allah Teâlâ onu terk etmemiştir. Nitekim herkes (bir anlamda) kâfirdir. Çünkü
iş Allah Teâlâ’ya iman eden ile batıla iman eden ve Allah Teâlâ’yı inkâr eden
ile batılı inkâr edenle sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın her kulu aynı anda mümin ve
kâfirdir. Onun imanını ve küfrünü sınırlandığı şey belirler.
Öyleyse imanın her şubesinin cennete
giden bir yolu vardır. Cennet ehli olanlar her cennette bulunurken ateş ehli
olanlar iman şubelerinden birisinin bilfiil var olması bakımından ateştedir.
Onlar kendisinden çıkmayacak olan ve ehli olan kimselerdir. Onlar sahip
oldukları iman şubesine göre, ateş içinde bütün cennet anlamlarının hepsine sahiptirler.
Bunun istisnası Firdevs ve Vesile cennetidir. Onların bu iki cennete ayak
basması söz konusu değildir, çünkü Firdevs cennetinin ateşte bulunması söz
konusu değildir. Onlar için olan, Naim, Huld, Me’va, Selam, Mukame ve Adn
cennetidir. Cennet ehli diledikleri vakitte Hakkı görmekle nimedenirken
Cehennem ehli belli vakitlerde görecektir; çünkü Allah Teâlâ onların üzerine
perdeyi kayıksız anlamda çekmemiş sadece ‘Hayır!
Onlar rablerinden o gün perdelenmişledir’459
ayetinde belirtildiği üzere ‘o gün’ demiştir. ‘O gün’ Allah Teâlâ’nın
kendilerine dönüp gazap ve öfkesinin arttığı andır. Rabliğin ise şefkati
vardır, çünkü terbiye edilen zayıftır ve lütfa muhtaçtır. Bu nedenle gazap halinde
terbiye eden Rab’den perdelenir. Bunu anla!
Bu perde ateşe ‘yaslanmaya’ zorlar,
çünkü ayetin devamında ‘Sonra onlar cahim’e yaslanırlar’460
buyurur. Burada Allah Teâlâ ‘sonra’ kelimesini kullanmıştır. Öyleyse cahim’e
yaslanmak, perdelenmenin gerekleşmesinin ardındadır ve bu nedenle onu ‘o gün’
diye sınırlamıştır. İnsan veya yükümlü de Allah Teâlâ’nın bir ahlakına sahip
olmalıdır. O’nun üç yüz altmış ahlakı vardır ve mümin veya kâfir herkesin O’nun
ahlakından birisisine sahip olması zorunludur. Allah Teâlâ’nın bütün ahlakı ise
güzel ve övülmüştür. Bir insanda bu ahlakın birisi bulunur ve onu ahlakın Hakk
ettiği yere yönlendirirse, ister ateşte ister cennetlerde olsun, o ahlak
nedeniyle Mutlu olması zorunludur. Çünkü ‘ciğeri olan herkeste ecrin yaşlığı
bulunur.’ Her insanın sayesinde sevap ve ödül alacağı Allah Teâlâ’nın
ahlakından birine yönelmesi zorunludur. Öyleyse ateşin derekeleri azap
bitmediği sürece derekedir. Belli süresinde azap sona erdiğinde içinde
bulunduğu cehennem derekesi, bir vakitte sahip olduğu ilahi ahlak nedeniyle
cennet derecesine dönüşür.
Allah Teâlâ o kadar kerim ki, ihsanı
unutmaz seni Cömert olmasaydı Rahman, kim cömert olacaktı ki?
Allah Teâlâ her yükümlüde akıl yaratmış,
kendisine tecelli etmiştir. Bu nedenle herkesin aklı ve teorik düşüncesi
yönünden O’na dair bir inancı vardır ve Allah Teâlâ akli düşüncenin gerekli
kıldığı hususa dair insandan söz almıştır. Bu inanç her akıllının kendisinin
ve benzerlerinin Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bilmesidir. Sonra Allah Teâlâ
insana katından bir peygamber gönderir ve birinci anlaşmada ve misakta
belirlendiği gibi başka bir ahit daha alır ve insan Allah Teâlâ karşısında iki
ahit sahibi haline gelir: Aklî ahit ve dini ahit. Allah Teâlâ kendisine her iki
söze vefa göstermesini emretmiş, daha doğrusu -bunu kabul ettiği içinhal
insandan vefayı talep eder. Bu iki ahde dair bilgim kendisini gören kimsenin
ulaştığı yere ulaşınca şu beyitleri söyledim:
Kalpte iki inanç var: delil inancı
ve hidayet inancı iki sözü olan kimse kurtulur mu, ne dersin?
Rabbim! Bana
verdiğini bildim ben
Bana onu yükleyince
beni görürsün
Yükümlü tuttuğun
her şeye takatim yetmez benim
Beni kurtuluşa
ulaştıracak kim?
Akıl ve şeriat ‘uy’
der, ‘verdiğin söze’
Kalbim ise 'vefaya
gücüm yok’ der durur
Beka billâh
olmuşsam, vefa da tamam!
Veya sen isem ben
benim değil sözler
‘Beka billâh olmuşsam, vefa da tamam!
(Sen benim niteliğim isen)’ dedim, bu söz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in kutsi hadiste aktardığı ‘Ben kulumun duyması ve görmesi olurum’
hadisine atıf yapar. Aynı şekle ben, yani nefsim sen ise, ameli ve vefayı
yaratan ve onun faili sensin, ben değilim. Çünkü herhangi bir yaratılmışın bir
inancı belirlemesi mümkün değildir. Bütün iş Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Öyleyse
o ikisi, yani akıl ve şeriat benim üzerimde hüküm sahibi değildir. Hüküm sadece
amelleri ve halleri yaratan, onlara güç yetiren Hakka aittir. Bunu söyledik
ki, dinleyenler şu ayeti hakkal-yakîn anlasın: ‘İnsan
çok cedelcidir,’461 Cedelin en güçlüsü Allah Teâlâ’ya
karşı yapılandır.
Tuba Ağacı
Nedir?
Bilmelisin
ki, bütün cennet ağaçları karşısında tuba ağacmm yeri belinden çocukları ortaya
çıktığı anda Âdem ile çocuklarının durumu gibidir. Allah
Teâlâ, tuba ağıcmı eliyle dikip onu düzenlediğinde, ruhundan ona üflemiştir.
Aynı şeyi Meryem’de yapmış ve sonra ona ruhundan üflemiştir. Bu nedenle Hz. İsa
ölüleri diriltmiş, şaşıları iyileştirmiştir. Allah Teâlâ, Âdem’i iki eliyle
yaratarak şereflendirmiş, ona ruh üflemiş, ruhun kendisine üflenmesi ona iki
el ile yaratıldığı için ilahi isimlerin bilgisini kazandırmıştı. Âdem toplam
sayesinde maksada ermiş, halifeliğin sahibi olmuştur. Bu bağlamda ‘mal
ve oğullar dünya hayatının süsüdür.’462 .
Allah Teâlâ tuba ağacını eliyle
dikmiş, ona ruh üflemiş, onu kendilerini giyenler için süs olan elbiselerle
süslemiştir. Biz de onun arzıyız -çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde bulunan her şeyi
onun süsü yapmıştır-. Cennet meyvelerinin hepsi kendiliğinde bulundukları hal
üzere ortaya çıkmıştır. Bu durum bir çekirdeğin bir hurmayı ve onun taşıdığı
tohumu meydana getirmesine benzer. Allah Teâlâ’nın özel yönden yaratma işini
üsdendiği bir şey, bu ayrıcalık ve bu özel yönelişe sahip olmayanlara karşı
üstü ve ayrıcalıklıdır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
DÖRDÜNCÜ FASIL
Menziller Feleği hakkındadır. O Mükevkeb
feleğidir. Göklerin, rükünlerin ve türeyenlerin yapısı hakkındadır. Allah
Teâlâ’nın kendisiyle göğü yeryüzünün üzerine
düşmesini engellediği direk nedir? Allah Teâlâ bunu nimederine karşı nankörlük
yapmış olsalar bile, yeryüzündeki insanlara dönük merhametinden yapar. O direk
sayesinde gök insanlar oradan ayrılana kadar yeryüzünün üzerine düşmez ve
çökmez.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu
Mükevkeb feleğini Adas feleğinin ortasında yaratmış, ikisinin arasında da
-içindekilerle birliktecennetleri yaratmıştır. Felek onun arzı, Adas göğüdür.
İkisinin arasında biteceği yeri Allah Teâlâ’nın bildirdiklerinden başka
kimsenin bilemeyeceği alan vardır. O bir çöle atılmış halka gibidir. Allah
Teâlâ feleğin dibinde yirmi sekiz menzil belirlemiş, bunları menziller diye
isimlendirilen bu kevkeblere izafe etmiştir. Bunların menzil diye
isimlendirilmesinin nedeni hareket eden (seyyar) yıldızların onları kat
etmesidir. Bunlar ile yürüyüşlerinde menzil bulunmayan diğer yıldızlar arasında
bir fark yoktur. Zikretmiş olduğumuz üzere, burçlardaki inişinde kendisine özgü
hükümler hakkında Allah Teâlâ şöyle der: ‘Aya
menziller takdir ettik.’463
Kastedilen Mükevkeb feleğinde takdir edilen ve belirlenen menzillerdir. Bunlar,
yıldızlar arasında Şartîn ile Reşa arasında -söz gelişi-, bulunan bölge gibidir
ve onlar takdir edilen menzillerdir. Bu menziller olmasaydı diğer yıldızlardan
şahıslarıyla ayrışırlardı.
Bu feleğin dibinden altına kadar olan
bölümde dünya bulunur. Çünkü oradan aşağısındaki yere kadar olan bölge,
görülecek şekilde bir şeyin başka bir surete dönüştüğü yerdir; ötekinin de
kendiliğinde bir sureti vardır ki, bu suret dünyadaki suretinden başkadır.
Suretin başkalaşmasıyla dünyadan cennete insan ve insan olmayan bazı varlıklar
intikal ederken insan olan ve olmayan bazı varlıklar da orada kalır. Geride
kalan herkes, cehennemliktir ve onlar ateşin ehlidir. Allah Teâlâ yıldızlardan
her birisi için Adas feleğinde bir kat belirlemiş, bu sayede burçlarındaki
hâzinelerden elde ederler. Burçların on iki meleğinin elleriyle tesir
ilimlerinden her yıldızın hakikatinin verdiği şeyleri -ki daha önce bunları
açıklamıştıkelde ederler. Allah Teâlâ onları farklı tabiatlarda yaratmıştır.
Onda ve diğer yıldızlar bulunan ışık güneşin ışığındandır ve o (batını yorumda)
kalbı büyük yıldızdır. Güneşin ışığı kendi nedeniyle meydana gelmez. O en-Nur
isminden gerçekleşen sürekli tecelliden meydana gelir. Zaten ‘göklerin ve
yerin nuru olan Allah Teâlâ’nın nurundan’ başka nur olamaz, insanlar ise ışığı
ve nuru güneşin cismine izafe ederler, hâlbuki ışık konusunda güneşle diğer
yıldızlar arasında fark yoktur. Tek fark güneşe dönük tecellinin sürekliliğidir
ve bu nedenle onun ışığı dürülme vaktine kadar kaybolmaz. Çünkü bu misali ve
nurî tecelli kendileriyle gözleri arasında bulunan perde nedeniyle bakanların
gözlerine gizlenir. Yıldızların (feleklerinde) yüzmesiyle felek içinde felekler,
yani yollar meydana gelir ve hava bütün yaratılmışları içerir. O âlemin
hayatıdır ve sıcak-yaştır. Sıcaklığın ifrata vardığı kısım ateş diye
isimlendirilirken yaşlığın aşırı olup sıcaklığı azalan kısım su diye isimlendirilir;
itidalde kalan kısım hava adını korur. Su hava üstünde tutulurken suyun
hareket etmesi, akması ve dökülmesi havayla gerçekleşir. Rükünler içinde
başkalaşmayı havadan daha hızlı kabul eden bir rükün yoktur, çünkü o asıl
olduğu gibi sıcaklık ile yaşlığın itidalde ve doğru bir yöntemle birleşmesinin
neticesidir. Binaenaleyh hava en büyük unsur olduğu kadar bütün unsurların
aslıdır; su ise unsurlar arasında kendisine en yakın unsurdur. Bu nedenle Allah
Teâlâ her şeyi sudan yaratmıştır ve su zatı gereği ısınmayı kabul eder.
Hâlbuki ateş sudan farklı olarak ne zatı gereği ne dolaylı olarak suyu ve
soğumayı kabul eder.
Burçların En
Büyüğü Havaî Olanlardır
Burçların en büyükleri havaî
burçlardır ki onlar terazi burcu, kova ve ikizlerdir. Allah Teâlâ yeryüzünü
yedi tabaka halinde yaratınca, her yer üzerinde bir gök kubbesi bulunabilsin
diye her yeri ötekinden küçük yapmıştır. Yeryüzünü yaratıp orada besinleri
belirlemiş, havaya kurşun sureti giydirmiştir; bunun anlamı duman demektir. Allah
Teâlâ dumandan yedi gökleri tabaka tabaka şeffaf cisim olarak yaratmış ve onları
yeryüzünün üstüne kubbeler olarak yerleştirmiştir. Bunların uçları yeryüzünün
üzerine yarım küre gibi konulmuşken yeryüzü onların altında adeta (çadırın)
yüzeyi ve zemini gibi kalmıştır. Yeryüzü üzerinde gök kalabilsin diyegökten
dolayı yuvarlak Hakk getirilmiştir. Ardından yeryüzü sallanmış, dağlar
vasıtasıyla ağırlığı artırılmış ve sakinleşmiştir. Allah Teâlâ her bir göğe
belli bir yıldız yaratmıştır ki', bunlar cevari denilen yıldızlardır. Onlardan
birisi yakın semada bulunan Ay’dır. İkinci gökte Katib bulunur ki, Utarit’tir.
Üçüncüde Zühre, dördüncüde Güneş, beşincisinde Ahmer -ki Merih’tir-, akıncıda
Müşteri, yani Behram, yedincide Zuhal bulunur -o da Mukatil’dir. Nitekim daha
önceki şekilde bunları resmetmiştik. Bütün yıldızlar yüzünce burçlardaki
hâzinelere konuk olurlar ve melekler bu hâzinelerden vereceklerini onlara
verirler. Bu vermenin etkisi rükünlerde ortaya çıkar ve. onlarda önce donuklar
türer; donuklar madenlerdir. Yanı sıra bitkiler ve hayvan türer. Türeyen son
varlık ise (bir yönüyle) hayvan insan (başka bir yönüyle) halife insan-ı
kâmildir. O zuhur eden surettir ve âlemin hakikatleri onunla toplanır. İnsan-ı
kâmil âlemin hakikatlerinin toplamına Hakkın hakikatlerini izafe eden kimsedir.
Bu hakikatler sayesinde halifelik onun adına geçerli ve sahih olabilmiş, bu
özellik zuhur eden kimselerde ortaya çıkmıştır.
Allah Teâlâ türeyenlerin her bir
türünde kâmil bir tür yaratmıştır. Madenlerde ortaya çıkan en kâmil suret
altın olmuşken bitkilerde vakvak ağacı, hayvanda insan olmuştur. Allah Teâlâ
her iki tür arasında ara varlık yaratmıştır. Maden ile bitkiler arasında
mercan, bitkiler ile hayvan arasında hurma, hayvan ile insan arasında maymunu
yaratmış, yaratmış
olduğu her surete kendinden bir ruh
üflemiş, o şey hayat bulmuştur. Allah Teâlâ her türe o türün kendisine göre
tanınmiş, her tür üzerinde yaratılmış olduğu durumla Hakkı tanımıştır. Başka
bir ifadeyle Hakk her surete o suretin kendinden tanınmıştır. Öyleyse her suret
Hakkı kendi suretinde görmüştür. Suretler ise -hepsi bir nefsten yaratılmış
olsalar bilefarklı mizaçlardadır. Misal olarak Âdemoğullarının kalplerini verebiliriz.
Allah Teâlâ onları bir nefisten yaratmışken onlar farklı farklıdır. Suretlerin
bir kısmında hayat gizlenmiş ve batın kalmış, Allah Teâlâ insanların çoğunun
gözlerini onları görmekten alıkoymuştur. Bunlar iki türdür: Bir kısmı gelişme
ve beslenme özelliğine sahipken bir kısmı gelişme özelliğine sahip olduğu halde
beslenme özelliğine sahip değildir. Birinci kısmı maden ve taş diye
isimlendirmişken, öteki smıfı bitki diye isimlendirdik. Suretlerin bir kısmının
hayatı açık ve zahirdir. Bu kısmı hayvan ve canlı diye isimlendirdik. Bununla
birlikte hepsi gerçekte hayat sahibidir ve nefs-i natıka sahibidir.
Binaenaleyh âlemde bir nefse, hayata ve zatî ya da emre bağlı ibadete sahip
olmayan bir suretin bulunması mümkün değildir. Söz konusu suretin insanın
meydana getirdiği veya hayvanların meydana getirdiği bir suret veya şekil
olması durumu değiştirmez; söz konusu suret insanın kaşıdı veya kasıtsız
olarak meydana getirdiği bir suret de olabilir. Bir suret -kendisini nasıl
tasavvur edersek edelim ve kimin eliyle ortaya çıkarsa çıksınortaya çıktığında
Allah Teâlâ emrinden bir ruh giydirir ona ve hemen o vakitte kendisine
tanınırken suret de kendisinden Hakkı tanır ve kendisinde Hakkı müşahede eder.
Keşif ehli dünyada ve ahirette hakikati böyle keşfeder.
Gece ve gündüz güneşin doğumu ve
batımıyla ortaya çıktığı gibi gün de Adas feleğinin dönüşüyle gerçekleşir.
Zaman ‘ne zaman’ sorusu sorulacak şekilde hadiselerin ardışık bir şekilde
gerçekleşmesiyle ortaya çıkar. Zaman, gece, gündüz, gün, senenin mevsimleri:
hepsi, var olmayan nispederden ibarettir ve onların dışta ve kendiliklerinde
varlıkları yoktur. Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetmiş, göklerin rükünler
âlemine ulaştırdıkları işlerin uygulanma vesilesini cevari’nin yüzüşleri yapmıştır.
Allah Teâlâ onları bu işlerin ve emirlerin uygulanması için kendi emriyle
hareket eden naip ve vekiller yapmıştır. Onlar söz konusu emirleri kemaliyle
gerçekleşen bir sene içinde burçlardan alırlar. Allah Teâlâ onlar için Mükevkeb
feleğinde bulunan belirlenmiş menziller takdir etmiş, onlar adına bir araya
gelmeler ve ayrılmayan takdir etmiştir. Bütün bunlar ‘Aziz ve Hakim’irı
takdiriyledir.’464 Allah
Teâlâ onların seyrini dairesel yapmış ve bu nedenle onları felekler diye
isimlendirmiştir. Yedinci göğün yüzeyinde Darah’ı yaratmıştır; Darah, beyt-i
mamur’dur ve şekli hamişteki gibidir:
|
Allah Teâlâ her gökte orayı doldurup
imar eden ruhlar ve melekler grubu yaratmıştır. Meleklere gelirsek, onlar
rükünlerde ortaya çıkan âlemin maslahadarını yerine getiren elçilerdir
(sefirler). Maslahadar malum şeylerdir. Bütün feleklerin ve Adas’ın
hareketlerinden meydana gelen şeyler hakkında henüz gerçekleşmeden sefirlerin
bilgileri yoktur. Meleklerden her birinin aşmadıkları belli bir makamı vardır.
Meleklerin diğer âlemini ise tespih, namaz ve Allah Teâlâ’ya övgü meşgul
etmiştir. Yedinci gök ile Mükevkeb felek arasında kürsüler vardır. Bunların üzerinde
insan ve cinlerden olan yükümlülerin suretleri gibi suretler ve temiz
meleklerin elleriyle yükseltilmiş örtüler bulunur. Onların yegâne işi o suretleri
murakabe etmektir ve örtüler onların ellerinde bulunur. Bir melek herhangi bir
suretin güzelliğini yitirip başka bir Hakk geçtiğini gördüğünde, kendisiyle
diğer suretler arasına perde ve örtü çeker ve onlar kendilerine neyin
iliştiğini bilemez. Melek Allah Teâlâ’nın (görevlendirmesiyle) o sureti
murakabeyi sürdürür. Suretten çirkinliğin kalkıp güzelleştiğini gördüğünde ise
örtüyü kaldırır ve suret en güzel süsü halinde tebarüz eder. Suretlerin ve
örtülerle görevli melekî-ruhların tespihleri ‘güzeli izhar eden ve çirkini
örten münezzehtir’ şeklindedir. Keşif ehli de Allah Teâlâ’nın ahlakıyla
ahlaklanıp kullarına karşı edepli davransınlar diye, bu tespihe muttali
olmuştur. Böylelikle onlar âlemin güzelliklerini izhar ederler, kötülüklerini
gizlerler. Şeriatlar Allah Teâlâ katından bunu getirmişlerdir. Allah Teâlâ’ya
ehil olduğunu iddia edip âlemle ilişkisinde bu hükme aykırı davranan insan
iddiasında yalancıdır. Nitekim Allah Teâlâ bu ve benzeri ahlakı nedeniyle
el-Gafur ve el-Gaffar (günahları örten, gizleyen) diye isimlendirilmiştir.
Allah Teâlâ melekûtunu zikrettiğimiz
unsurlardan yarattığında Âdem’i iki eliyle unsurlardan yaratmış, ondaki en
büyük parçayı ise toprak unsuru yapmıştır. Bunun nedeni onun kuruluğu ve
soğukluğudur. Sonra onu kendisinden yaratıldığı yeryüzüne indirmiştir. Daha
önce cinler rükünlerden yaratılmış, onlardaki en baskın unsur ateş olmuştu.
Sonra Âdem ile İblis ve melekler arasında Allah Teâlâ’nın bize Kuran’da anlattığı
hikâyeler gerçekleşmiştir ki, bunları tekrara gerek yoktur. Allah Teâlâ göğün
suretini ‘muvahhit insan’ nedeniyle gökte korumuş ve tutmuştur. Söz konusu
insanın ‘olumsuzlaması (nefiy)’ mümkün değildir. Bu nedenle onun zikri ‘Allah
Teâlâ, Allah Teâlâ’ şeklindedir, çünkü onun düşüncesinde Allah Teâlâ’dan
başkası bulunmaz. Onun nezdinde ilahlık iddia eden herhangi bir şey yoktur ki,
onu ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diyerek olumsüzlasın ve nefyetsin. Bir
ve Tek Allah Teâlâ’dan başka kimse yoktur! Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kıyamet kopmaz, ta ki yeryüzünde ‘Allah Teâlâ, Allah
Teâlâ’ diyen kalmadıkça!’ Bu zikir, Allah Teâlâ’nın hakkında ‘Allah
Teâlâ zikri en büyüktür’465
buyurduğu en büyük zikirdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur diyen’ dememiştir. Bu zikir can vermesinin
ardından kıyametin koptuğu ve göğün parçalandığı imamın düsturudur, çünkü o ve
benzeri kimseler direktir. Allah Teâlâ ondan dolayı göğü yeryüzünün üzerine
düşmeyecek şekilde tutmuş, b göğün düşebilme (ihtimali nedeniyle) nedenle onun
hakkmda ‘vahiye’ yani ‘düşecek’ demiştir.
Naipler kendi yollarında ve suretlerinde
harekete devam eder. Bunlar, dünya, berzah ve ahirette rükünler âleminde
suretten surete girerken gözükürler. Nihayette Allah Teâlâ yeryüzüne ve
üzerindekilere varis olur. Artık geride ahirettekiler kalır. İşte o gün kıyamet
günüdür. İki diyar ise cennet ve ateştir ve her birisini dolduran insan, cin ve
Allah Teâlâ’nın dilediği kimseler olacaktır. Cennette sıdk, yani doğruluk ayağı
bulunurken ateşte el-Cabbar’ın ayağı bulunur. Bunlar kürsüdeki iki ayaktır.
Daha önce bu konuya dair akıllılara yeterli gelecek ve yolcuyu maksada
ulaştırmaya elverişli açıklamalar bu kitapta yapılmıştı.
Haşir Toprağı/Arzı:
İçerdiği âlem ve mertebeler, fasıl ve kaza Arşı, onun taşıyıcıları, üzerinde
bulunan meleklerin el-Hakem ve el-Adl’in önündeki safları
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ suretlere
üfleyip kabirlerinde bulunanları dirilttiğinde, insanlar ve vahşiler toplanır.
Bu bağlamda şöyle der: cYeryüzü
ağırlıklarını çıkartır.’466
Artık yeryüzünde kendisinden başka kimse kalmaz ve onları -bitirme şeklinde
değilkendinden çıkartma tarzında izhar eder. Zahiri dünyanın yaratılışıyla
ahiretin zahiri yaratılışı arasındaki fark budur. Birincide bizi Allah Teâlâ
yeryüzünden bitirmiş ve nasıl ki bitkilerin cisimleri dereceli bir şekilde
bitip uzar ve enleşir, biz de dereceli bir şekilde bittik. Ahiret yaratılışı
ise Allah Teâlâ’nın bizi dilediği bir surette ‘çıkartma’ yoluyla gerçekleşir
ve bu nedenle meşiyet ve irade, Allah Teâlâ’nın kendisini ‘bitici’ diye
nitelediği yerde yenilediği suretlerin neşrine bağlanmıştır. Bu durumda suret
önceki bir misal olmaksızın biter, çünkü yeni suret ilkine benzer değildir.
Ahiret yaratılışı da böyledir. Allah Teâlâ onu daha önce olan ve benzeyeceği
bir misal olmayan bir surette yaratır. Bu durum ‘Sizi var
ettiğimiz gibi iade edilirsiniz.’467
Başka bir ayette ‘İlk yaratmayı gördünüz, öğüt almaz mısınız?’468 ve
‘Sizi bilmediğiniz şekilde yaratırız’469 ve
‘Yeryüzü ağırlıklarını çıkartır’470
buyrulur. Yeryüzü içinde saklamış olduğu herhangi bir şeyin kalmadığını bildirir.
Bunun üzerine âlem, köprünün altındaki karanlığa getirilir ve oraya atılır.
Böylece karanlık içinde âlemdekiler birbirlerini görmedikleri gibi yeryüzünde
ve gökte değiştirmenin nasıl gerçekleştiğini görmezler. Gök düşer, yeryüzü bir
eğrilik ve boşluk görülmeyecek şekilde bir deri gibi uzatılır ve yayılır. Orası
aydınlıktır ve orada uyku yoktur, çünkü dünyadan sonra uyku olmaz.
Mükevkeb feleğinin dibinin altı
cehenneme döner ve bu nedenle böyle isimlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle
cehennem dibinin derinliği nedeniyle böyle isimlendirildi. Bu derinlik yerin
derinliği karşısında nerededir? Yeryüzünden yukarıya doğru Mükevkeb feleğinin
yüzeyine köprü konulur. Köprünün bitim yeri cennet surunun dışı olan Merc’tir.
İnsanların girecekleri ilk cennet Naim (nimet) cennetidir. O
Merc’te bir sofra vardır ve sofrada
beyaz un bulunur ve ehli ondan yerler. Bu husus Tevrat ve Incil’in hükümlerini
yerine getiren İsrail oğullarından müminler hakkında söylenen şu ayette
belirtilir: ‘Onlar İncil ve Tevrat’ın
ve kendilerine rablerinden indirilmiş hükümleri yerine getirmiş olsalardı,
üzerlerinden ve ayaklarının altlarından yerlerdi.’471 Muhammed ümmeti Rabbimizden bize
indirilen her şeye iman ederek onların gereklerini yerine getirmekte ve
yapmamızı emrettiği hususlarda onlara göre amel etmekteyiz. Bizim dışımızdaki
ümmetlerin bir kısmı bizim gibi iman etmişken bir kısmı ayetlerin bir kısmına
iman etmişken bir kısmını inkâr etmiştir. Allah Teâlâ onların içinde
kurtulanlar hakkında ‘üzerlerinden yerler5 buyurmuştur. Kastedilen
cennet ağaçlarının dallarından sur üzerinde ortaya çıkan şeylerdir.
Gölgelikler Merc’tedir ve mutlular onlara uzanır. ‘Ayaklarının altlarından
yerler.’ Bu ise sofradaki beyaz undan yedikleridir. Haşir yerine mizanlar
yerleştirilir. Her yükümlünün kendisine mahsus mizan ve terazisi vardır.
Cennet ile ateş arasına bir sur çekilir ki ona Araf denilir. Allah Teâlâ onu
terazinin kefeleri dengede olmayacak bir terazi yapmıştır ve bu nedenle
kefelerden birisi ötekine ağır gelmez. Hafaza melekleri ellerinde dünya
hayatında yükümlülerin amellerinden ve sözlerinden yazmış oldukları defterler
bulunduğu halde, dururlar. Onların ellerinde yükümlülerin kalplerindeki
inançlarla ilgili bir şey yoktur. Bunun istisnası yükümlülerin sözleriyle
kendileri adına tanıklık etikleri inançlardır. Melekler defterleri sahiplerinin
boyunlarına asarlar. Bir kısmı defterini sağ eliyle alırken bir kısmı sol
eliyle, bir kısmı ardından alır. Onlar dünyada kitabı artlarına atan ve onu
kıymetsiz bir değere satanlardır. Söz konusu kimseler, kendileri sapmış ve
başkalarını da saptıran önderlerdir. Onların hem kendileri sapmış hem
başkalarını saptırmışlardır. Sonra Havuz getirilir. Kendisinden içenlerin
sayısı kadar -ne fazla ne azkaplardan ona su dökülür, üzerine altın ve gümüşten
kornalar açılır. Etrafında bir sur bulunur ve surdan iki korna çıkar, müminler
ondan içerler. Ardından farklı aydınlık ve renkteki nur minberleri getirilerek
o yere yerleştirilir. Bir kavim getirilir: Nurlar kendilerini çevrelemiş bir
halde minberlerin üzerine otururlar. Onlar ebedilik rahmeti içindedirler ve
kimse onları tanımaz. Üzerlerinde gözleri alan ilahi hilader vardır. Her insanla
birlikte dostu olan şeytan ve melekler getirilir. Mutlular ve bedbahtlar adına
sancaklar imamların elerinde açılır. Onlar, o insanları hakka veya batıla
davet eden rehberlerdir. Her ümmet kendisine iman eden veya inkâr edenlerle
birlikte resullerinin etrafında toplanır. Resullerden ayrı olarak fertler ve
nebiler insanlardan ayrı bir yerde toplanır, çünkü onlar asker sahipleridir ve
dolayısıyla onların kendilerine özgü makamları vardır.
Allah Teâlâ bu arzda kaza ve fasıl
(kulları arasında hüküm vermek ve haklarını birbirinden almak üzere) arşının
önünde büyük bir mertebe belirlemiştir. Bu mertebe cennetteki Vesile’den -ki
makam-ı Mahmud diye isimlendirilir ve sadece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’e aittiruzayarak ortaya çıkar. Melekler yani göklerin melekleri
getirilir. Her biri ötekilerden ayrı olarak tek başına getirilir ve böylece her
gök ehli bir saf olmak üzere yedi saf olurlar. Ruh (Cebrail) topluluğun önünde
ayakta durur. O bütün peygamberlere şeriadarı indiren melektir. Sonra indirilmiş
kitaplar ve sayfalar getirilir. Kendilerinden dolayı kitapların indiği her
ümmet kitapların ardındadır. Onlar, kendisine inen bir kitap olmadan -fetret
ehli gibibir kitaba göre yalnız başına Allah Teâlâ’ya ibadet edenlerden
ayrılırlar. Söz konusu insan, Allah Teâlâ katından indiği için bir kitaba uymuş
ve daha önce takip ettiği ve akıllı bir rehberin düşüncesiyle ortaya çıkan aklî
yasayı (namûs-ı aklî) bırakmıştır.
Allah Teâlâ Arşının üstünde gelir.
Arşı sekiz melek taşır ve onu o arzın üstüne koyarlar. Cennet Arş’m sağında,
cehennem solundadır. İlahi heybet yükselmiş ve insan, melek, cin ve vahşiler
vb. oradaki herkesin kalplerine hakim olmuştur. Onlar göz işaretiyle ima
yoluyla veya sessizce konuşurlar. Allah Teâlâ ile kulları arasındaki perdeler
kaldırılır. Keşfü’ssak denilen durum budur. Bir davetçi ilahi emirle onlara Allah
Teâlâ’ya secde etmelerini emreder. Hangi dinden olursa olsun, bu emir
karşısında herkes ihlasla Allah Teâlâ’ya secde eder; kim korkarak veya riya
için secde etmişse ensesi üstüne düşer. Bu secdeyle Araf mensuplarının
terazisinin kefesi üstün gelir -çünkü bu secde bir teklif secdesidir.ve mutlu
olup cennete girerler. Allah Teâlâ aralarındaki işlere göre kulları arasında
hüküm verir. Bu bağlamda Allah Teâlâ ile kullar arasındaki haklara gelirsek,
hiç kuşkusuz, kerem-i ilahi onları silmiştir: Allah Teâlâ üzerinde başkasının
hakkının bulunmadığı bir kulunu cezalandırmaz!
Nebilerin bildirdiği haberlerde o
günden söz edilmiştir. Bunlar resullerin dilleriyle söylenmiş haberlerdir. İnsanlar
bu konularda yazdıklarını yazmışlardır. Konunun ayrıntısın öğrenmek isteyen
kimse, ilgili kitapları inceleyebilir. Sonra şefaatçilerin şefaat edebilmesi
için ilk olarak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem şefaat eder. Bu
şefaatten sonra şefaatçiler şefaat eder ve Allah Teâlâ onların şefaatlerinden
dilediklerini kabul ederken dilediklerini reddeder. Allah Teâlâ o gün rahmeti
şefaat edenlerin kalplerine yayar. Bir kimsenin şefaatini reddettiğinde onu
kendilerine öfkelendiği için veya şefaat edilene merhamet etmediği için
reddetmez; sadece kullarının bir kısmı üzerinde ilahi rahmeti izhar etmek
isteyerek onların mutlu yapılmasını bizzat üstlenir ve kendilerinden
bedbahtlığı kaldırır. Bir kısmından bedbahtlık ateşten çıkartılıp cennete
girmekle kaldırılır. Erhamü’r-rahimîn, yani merhamet edenlerin en merhamedisi
olan Hakkın el-Cabbar ve el-Muntakim isimlerinin nezdinde şefaat edeceği
rivayet edilmiştir. Burada kastedilen ilahi isimler arasındaki mertebelerdir,
yoksa gerçek bir şefaat olmamalıdır! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Melekler, nebiler
ve müminler şefaat etmiştir, geride merhamet edenlerin merhametlisi
kalmıştır.’ Buradan anlaşılan O’nun merhamet etmeyeceğidir. Allah Teâlâ
ateşten çıkartıp cennete sokmak yoluyla onların mutlu yapılmasını üstlenmiş,
ateşliklerin hali -acılarla bedbaht olmak yerineacıların kaldırılmasının
sağladığı mutluluğa dönmüştür. Onların nimeti bu kadardır! Allah Teâlâ
meşiyetiyle cehennemi karışık gazap ve kazasıyla doldurmuşken cenneti rızasıyla
doldurmuş, rahmet genel olmuş ve nimet yayılmıştır. Yaratıklar da dünyadaki
gibi Hakkın suretinde olmuş, Hakkın halden Hakk girmesi nedeniyle onlar da
halden Hakk girmişlerdir. Hakkın kulları hakkında kendisinde bulunacağı son
suret, rıza halidir ve bu halde Hakk nimet suretinde tecelli eder. Çünkü
erRahim ve el-Muafı isimlerinin ilk merhamet edecekleri, nimetlendirecekleri ve
rahata kavuşturacakları şey bizzat Hakkın kendisidir. Allah Teâlâ öfkelendiği
kimseye yönelik duyduğu gazap ve bunun yol açtığı darlıktan kurtulmakla kendisine
merhamet eder. Ardından bu durum gazaplandığı kimseye ulaşır. Kim anlarsa, hiç
kuşkusuz, Allah Teâlâ ona emniyet vermiştir. Kim anlamamışsa öğrenecektir ve
işin sonunda O’na döneceğini görecektir.
Allah Teâlâ kendisini bilmesi,
hüviyeti ve müstağniliği yönünden bulunduğu hal üzeredir. Bu durum ilahi
haberlerin bildirdiği ve keşfin verdiği hükümdür. Bunlar, sadece zuhur eden
haller, somut makamlar ve bedenlenen anlamlardır. Bu sayede Hakk kullarına
ez-Zahir isminin anlamını öğretir ki bu da bütün bunlardan ortaya çıkan
şeydir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ el-Batın ismini de öğretmek istemiştir ki o
da O’nun hüviyetidir. Allah Teâlâ bizim için her iki ismiyle
isimlendirilmiştir. Alemin içinde bulunduğu değişme, başkalaşma ve Hakk veya
halk suretinde suretten surete girmek, ez-Zahir isminin hükmüdür. Allah Teâlâ’yı
bilenlerin ve âlemin nihayeti budur. el-Batın ismine gelirsek, bu isim, bize
değil O’na döner. O’ndan bizde bulunan şey sadece ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur*72
ayetinde belirtilen durumdur. Kastettiğimiz ayetin bazı yorum ve
ihtimalleridir. Bununla birlikte tenzih niteliklerinin el-Batın ismiyle ilgisi
vardır. Gerçi onlar sınırlama anlamı taşırlar, fakat bundan daha fazlası mümkün
değildir. Çünkü istidadımıza göre ulaşabileceğimiz anlayışın sonu odur. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Herkes ona varacaktır.’473 Çünkü cennete giden yol cehennem
üzerindedir ve herkesin oraya uğraması kaçınılmazdır. Haşir alanında cennetlik
kalmayınca orası tamamen ateşe döner. Başka bir ifadeyle içinde soğukluk bulunsa
bile ateş diyarı haline gelir. Kısaca cehennem Kevkeb feleğinin dibinden
aşağıların aşağısına kadar uzanır.
ALTINCI FASIL
Cehennem, Kapıları, Menzilleri ve
Derekeleri
Bilmelisin ki, cehennem, gökleri ve
yeri onların üzerinde bulundukları Hakk göre içerir.
Onların hali ‘dürülmüş idiler’474 ayetinde belirtilmiştir. Yeryüzü ve
gök, kendi nitelikleri olan dürülme haline dönerler. Ondaki bütün yıldızlar,
cehennem ehli üzerinde sıcaklık ve zemherir ile doğar ve batarlar. Başka bir
ifadeyle üşüyenler üzerinde yaptıkları suçlara karşı aldıkları cezaların
tamamlanmasından sonra sıcaklıkla ve sıcakta bulunanlar üzerine zemheride
doğar ve batarlar. Bu sayede bir nimet ve haz bulurlar ki, onların nimetten
payları bu kadardır. Bu nimet onlarda sürekli ve daimidir. Aynı şekilde
cezalandırmanın sona ermesinden sonraki besin ve içecekleri de öyledir. Onlar
meyvelerini zakkum ağacından alırlar. Her insanın hissettiği sıcaklığı soğutacak
veya soğukluğu ısıtacak bir nimeti vardır. Misal olarak susuzluk ateşiyle susamış
insanın durumunu verebiliriz. Böyle bir insan soğuk su bulur ve susuzluk
hararetini gidermek üzere ondan bir haz elde eder. Aynı şey bunun tersi için
söylenebilir.
Cehennem kapıları insanın zahiri
yükümlülük organlarının sayısınca yedi tanedir. (Gerçi organların sayısı sekiz
olsa bile) Kalp kapısı cehenneme kapalıdır. Rabliği ve kulluğunu ikrar etmesi
nedeniyle, Allah Teâlâ onu mühürlemiştir ve bir daha da o kapı açılmaz. Öyleyse
ateş kalplere muttali olur, fakat kalp kapısının mühürlü olması nedeniyle içeri
girmesi mümkün değildir. Binaenaleyh kalp adeta nahoş şeylerle kuşatılmış bir
cennettir. Allah Teâlâ ateşin kapılarından insanların ve cinlerinden içeri
girdiği yedi tanesi zikreder. Mühürlü olan ve kimsenin içeri girmediği kapı
surda bulunur. Bu kapının batınında rahmet vardır. Bunun nedeni kalbin Allah Teâlâ’yı
rabbi ve kendisini O’nun kulu olarak kabul etmesidir. Onun zahiri ise azaptır.
Bu ‘kalplere muttali olan ateştir»175
Cehennemin menzil, dereke ve
pencerelerine gelirsek, bunların sayısı cennet hakkında zikrettiklerimiz
kadardır ve bir fazlalık veya eksiklik söz konusu değildir. Cehennemde miras
ateşi olmadığı gibi ihtisas ateşi yoktur; orada sadece amellerden kaynaklanan
ateş bulunur. Bazı insanlar orayı kendi nefsiyle ve dostu mesabesindeki
ameliyle doldururken cennetliklerin ameli dünyada bulunduğu surette
cehennemdeki yerinde kalır. Öyle ki amelin sahibi cehennem ehli olsaydı, orada
bulunmuş olacaktı. Çünkü amel oradan var olmuştur. Bu durum yapmak ve terk
etmek üzere yükümlü olunan amellerin aksinedir. Her şey kendi vatanına döner.
Nitekim cisim de ölümle birlikte kendisinden yaratılmış olduğu toprağa döner.
Süre uzamış olsa bile her şey neticede aslma döner, çünkü müddet sayılı
nefeslerden ve verilmiş ömürlerden ibarettir. Herkes hakkındaki hüküm
belirlenmiş süreye ulaşır, her emel sahibi emelini görür. Biz O’nunlayız ve
O’na aidiz. Her nerede bulunursak bulunalım kendimizden çıkmadık ve kendimize
yerleştik.
Vahşi hayvanlar orada haşredilir.
Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın onlara dönük ihsanıdır. Bunların istisnası ceylan
ve Allah Teâlâ yolunda kullanılmış hayvanlardır, çünkü onlar cennederde o yerin
gerektirdiği surette bulunurlar. Bu durum özellikle dünya hayatında
cennetliklerin beslendiği hayvanlar için geçerlidir. Cehennem ateşinde ehlinden
başka kimse kalmadığında ise -ki onlar azap halindedirlerölüm parlak bir koç
suretinde getirilip sakinlerinin kendisini göreceği bir şekilde cennet ile cehennem
arasına yerleştirilir. Bunun üzerine kendilerine şöyle denilir: Tanıyor musunuz
onu?’ Onlar da ‘Evet! Tanıyoruz, ölümdür o’ derler. Ruhu’l-emin Cebrail koçu ye
yatırır ve elinde bir bıçak bulunduğu halde Yahya (a.s.) getirilir, koçu kurban
eder. Bunun üzerine melek cennet ve cehennem sakinlerine şöyle der:
‘Ebedisiniz, artık ölüm yoktur size!’ Cehennemlikler cehennemden çıkmak
hususunda ümitsizliğe kapılırken cennetliklerin kalbinden ise cennetten çıkma
endişesi kalkar. Kapılar kapanır. Bu durum cennet kapılarının açılmasının ta
kendisidir, çünkü o bir kapı şeklindedir: kendisi açıldığında, başka bir yer
onunla kapanır. Yani kapının bir yeri kapaması başka bir yeri açmasının ta
kendisidir.
Cehennemin yedi kapısının isimleri
şunlardır: Cehennem kubbeleri, cahim kapısı, sair kapısı, sakar kapısı, lezza
kapısı, hutame kapısı, siccîn kapısı. Kapalı kapı ise sekizinci kapıdır ve o
açılmaz. O kapı perdedir. İman şubelerinin pencerelerine gelirsek, onlardan
bir şube üzerinde bulunan kimseye bir tecelli gerçekleşir; tecelli söz konusu
şube hangisi olursa olsun o şubeye göre gerekleşir. Bir kısmı kulun üzerinde
yaratılmış olduğu ahlak, bir kısmı kazanılmıştır. Her türlü hayır ve iyilik,
sırf hayırdan meydana gelir. Öyleyse her kim hayır amel işlerse, hangi tarzda
olursa olsun, onu görür ve karşılığını alır; kim kötü bir iş yaparsa mudaka onu
görür ve onun karşılığını alır. Bazen Allah Teâlâ o kötülüğü affeder ve
dünyada tövbe etmişse onun yerine bir iyilik verir. Tövbe etmeden ölmüşse
‘diriltildikleri günde’ gerçekleşen pişmanlığının gerektirdiği şekilde onun
mukabili bir şeyle değiştirilmesi gerekir.
İnsanlar, cinler ve bütün yükümlüler
amellerini görür. Yükümlünün görüp ürktüğü şeyler (bu değiştirme neticesinde)
kendisiyle ünsiyet ettiği bir iyiliğe döner. İki diyarda yapılar her an
-dünyada düşüncelerin değişmesi gibideğişir. İnsanın dünyadayken batını ahiret
hayatında zahiridir. Burada onun görünmez olan batını orada görünür yani
şehadet haline gelir ve bu kez zahiri cevheri görünmez Hakk gelir. Bu yapıların
ve suretlerin batını değişmez ve başkalaşmaz. Öyleyse sadece suretler ve yapılar
vardır! Sonsuza kadar ve bir bitim olmaksızın, onlara suretler giydirilir ve
çıkartılır.
İlahi İsimler Mertebesi, Dünya,
Ahiret ve Berzah
Bilmelisin ki, ilahi isimler nispet
ve izafetler demektir. Onların içinde imamlar ve perdedarlar bulunur, isimlerin
bir kısmına mümkünler zorunlu bir şekilde muhtaçken bir kısmı mümkünlerin
kendilerine aynı zorunlulukla muhtaç olmadığı isimlerdir, isimlerin Hakka
nispetlerindeki gücü, yaratıkları talep etmelerinden daha öndedir. Mümkünün
muhtaç olduğu isimler, Hay, Alim, Mürid ve KaiPdir. Keşfe göre böyle
isimlendirilen isim akli düşünceye göre el-Kadir’dir. Bu dört ismi yaratıklar
ve âlem zatı gereği talep ederken karışımliar rükünlere ve rükünler tabiata
dayandığı gibi tabiat da dört isme dayanır. Bu dörde ise zuhur etmek üzere ana
kategoriler dayanır. Ana kategoriler, cevher, araz, zaman, mekândır. Diğer
isimler ise bu isimlerin yardımcıları gibidir.
Bu isimleri iki isim takip eder:
el-Müdebbir ve el-Mufassıl. Sonra el-Cevad ve el-Muksit isimleri gelir. Bu iki
isimden gayb ve şehadet âlemi, dünya hayatı ve ahiret hayatı meydana geldiği
gibi bela ve afiyet bu iki isimden meydana gelmiş, cennet ve cehennem onlardan
meydana gelmiştir. Onlardan yaratılmış her şey çift yaratılmıştır. Sıkıntı ve
rahatlık o iki isimden meydana gelmiş, iki övgü âlemde onlardan ortaya
çıkmıştır. Bu övgülerin birincisi nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd
(şükür) iken diğeri her durumda Allah Teâlâ’ya hamd etmek. İki isimden nefiste
iki kuvvet meydana gelmiştir: Bilme kuvveti ve amel kuvveti. Kuvve, fiil,
oluş, başkalaşma Mele-i a’la, Mele-i esfel, halk, emir bu iki isimden meydana
gelmiştir.
İlahi isimler nispetlerdir ve onları
talep eden şey eserlerdir. Bu nedenle kendisi işlevsiz kalana kadar ondan
ortaya çıkan şeyin işlevsiz kalması beklenemez. Allah Teâlâ âlem var olsa da
olmasa da ilahtır, çünkü bazı vehim sahipleri, isimlendirilen için isimlerin Allah
Teâlâ’nın zatında bulunan gerçek varlıklara delalet ettiğini zannetmişlerdir.
Bununla birlikte onların hükümleri genel değildir, aksi halde onlardan geride
eseri muattal olanlar kalırdı. Bu nedenle biz şöyle dedik: Allah Teâlâ bütün
âleme merhamet etseydi, yine de O olurdu; bütün âleme azap etseydi, yine O
olurdu; âlemin bir kısmına merhamet
edip bir kısınma azap etse yine O olurdu; âleme beli bir süre azap etseydi,
yine O olurdu. Çünkü bizatihi mümkün olanın varlığı zorunlu olandan bir şey
engellemesi söz konusu olmadığı gibi yaratıklarında uygulayacağı bir şeye de
O’nu zorlayamaz. O ‘dilediğini yapandır.’
Allah Teâlâ âlemi yarattığında, onun
bazı mertebeleri olduğunu ve farklı hakikatlere sahip olduğunu gördük. Her
hakikat Allah Teâlâ’dan özel bir nispet talep etmekteydi. Allah Teâlâ
elçilerini gönderdiğinde, o nispeder nedeniyle onları kendisiyle gönderdiği
şeylerden birisi de sayelerinde yaratıkları için adlandırıldığı isimler
olmuştur. Bu isimlerden Allah Teâlâ’nın zatını gösteren bir delil anlaşıldığı
kadar dışta var olmayan aklî bir anlama delil oldukları anlaşılır. Söz konusu
şeyin dışta bir varlığı yoktur, fakat ortaya çıkan eserin hükmü ona aittir.
Âlemde zuhur eden yaratma, rızık, fayda, zarar, var etme, ihtisas,
sağlamlaştırma, baskın gelme, kahır, lütuf, tenezzül, başkalaşma, celbetmek,
muhabbet, buğz, uzaklaşmak, yakınlaşmak, tazim, tahkir vs. kısaca âlemde zuhur
eden her hakikat veya âlemde ortaya çıkan her nitelik, özel bir nispeti talep
eder ve söz konusu nispetin şeriat tarafından bize bildirilen özel bir adı
vardır. Bunların bir kısmı ortaktır, bununla birlikte her birisine ait bir
anlam vardır ve o anlam ortaya çıktığında isimlerin farklı oldukları da belli
olur. Bu bağlamda ilahi isimlerde asıl olan farklılık iken ortaklık lafzîdir.
Bir kısmı (lafızda) birbirinden farklı, bir kısmı müteradiftir. Müteradif
olmakla birlikte, her birisinden ötekinde bulunmayan anlamın anlaşılması
gerekir.
Böylece Allah Teâlâ’nın kendisine
verdiği isimleri öğrendik ve onlarla yetindik. Allah Teâlâ dünya hayatını
yarattı ve oraya canlıları yerleştirmiş, insan-ı kâmili ise imam ve halife
olarak yerleştirmiştir. Allah Teâlâ ona delalet ettikleri anlamlara göre
isimlerin bilgisini verdi. O ilk insana ve kendisinden var olan oğullarına
göklerde ve yerdeki her şeyi amade kıldı. Bir şey daha yaratmıştır ki ona
mevcut diyebileceğin gibi madum (yok) da diyebilirsin; ne mevcut ne madumdur da
desen yine doğru söylemiş olursun. O hayaldir. Hayalin iki hali vardır:
Birincisi ittisal, yani bitişme hali, diğeri infisal yani ayrılma halidir.
Birinci hal insana ve hayvanların bir kısmına ait iken ikinci hal gerçekte
kendisinden ayrılmış olduğu halde duyusal idrake konu olan şeydir. Misal olarak
Cebrail’in sahabeden Dıhye suretinde temessül etmesini verebiliriz. Cin, melek
vb. gibi gizli yaratıkların suretlere girmesi de bu kap samdaki başka bir
misaldir. Allah Teâlâ cenneti ve menzili -kıyamet günü ateş haline geliryaratmış,
ateşten de yarattığı bazı varlıkları yaratmış, diledikleri onda kuvve halinde
kalmıştır. Allah Teâlâ bütün bunları bu doğal varlıktaki başkalaşmalarla
yaratmıştır. Günümüzde dünya diyarı olan yer yarın kıyamette cehennem diyarı
olarak yaratılacaktır. Bu durum Allah Teâlâ’nın bilgisine kalmıştır.
Bu bölümde zikredilen önceki
şekillerde onun suretini yaklaşık olarak çizmiştik.
SEKİZİNCİ FASIL
Kesib ve Onda Yaratıkların
Mertebeleri
Bilmelisin ki, kesib, Adn cennetindeki
beyaz misktir. Adn cenneti Cennetin başkenti ve kalesi,
hükümdarın ve seçkinlerinin mertebesidir. Oraya sıradan insanlar sadece
ziyaret etmek üzere girebilirler. Allah Teâlâ kesib’te minberler, sofralar,
kürsüler ve mertebeler yaratmıştır. Kesib ehli dört gruptur: müminler, veliler,
nebiler ve resuller. Her sınıfın şahısları birbirlerine göre derece derecedir.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bu resulleri birbirlerine göre
üstün kıldık.’476. Başka bir ayette ‘Bazı
nebileri diğerlerinden üstün yaptık’*77 denilir. Binaenaleyh nebilerin
derecelerinin değişmesine göre menzilleri derecelenir. Bununla birlikte onlar
bulundukları yerde ortaktır. Allah Teâlâ ‘Bir
kısmınızı diğerlerinden üstün yaptı’*78 buyurur. Kastedilen yaratılmışlardır
ki, dünya ve ahirette bütün Âdemoğulları bu kapsama girer.
İnsanlar cennetteki yerlerini
aldıklarında, Hakk onları kendisini görmeye davet eder ve herkes bineklerinin
ölçüsüne ve dünyada rablerine itaat için koşuştukları ölçüde koşarlar. Bir
kısmı yavaş, bir kısmı hızlı, bir kısmı ikisinin arasındaki sürade yürüyerek
hepsi Kesib’te toplanır. Her şahıs kendi mertebesini zorunlu bir bilgiyle
öğrenir ve mertebesine doğru gider. Başka bir ifadeyle herkes bir çocuğun
annesinin memesine doğru veya demirin mıknatısa gitmesi gibi sadece orada konaklar.
Bir varlık kendi menzilinden başka bir yere gitmek isteseydi güç yetiremez veya
kendi menzilinden başka bir menzile bağlanmak isteseydi onu başaramazdı.
Aksine sadece kendi menzilinde, maksadına ve gayesine ulaşmış olduğunu görür.
Böyle bir insan kendi menzilinde bulunan nimedere doğal ve zatî bir tutkuyla
bağlanır, içinde bulunduğu halden daha iyi bir şey geride ihtimal dahilinde
kalmaz. Öyle bir hal olsaydı, içinde bulunduğu kendi menzili acı ve rahatsızlık
yeri olur, cennet veya nimet yeri olmazdı. Bununla birlikte üst mertebede bulunan
kimse bulunduğu menzildeki nimetiyle birlikte başka bir nimete daha sahiptir. O
da aşağıdakinin nimetidir. Daha aşağıda menzilin bulunmadığı bir menzile sahip
insanların en düşüğü, özel menziline nimetten başka nimete sahip olmayan
kimsedir. En üst olan ise tüm menzillerin nimetinin kendisine nimet olduğu
kimsedir. Öyleyse her şahsın nimeti kendisine özeldir. Bu hüküm ne kadar da
gariptir!
Birinci görmede cehennem ehli
üzerinde perde, azap ve ıstıraplar güçlenir. Öyle ki onlarda daha şiddetli bir
azap olmaz, çünkü birinci görme azap süresinin tamamlanmasından ve kapsayıcı
rahmetin gerçekleşmesinden öncedir. Onun amacı zevk yoluyla perde azabını öğrenmelerini
sağlamaktır. İkinci görme ve sonrasında gerçekleşen görmelerde ise rahmet
genelleşir. Onların yani cahîm ehli de ateşin gözeneklerinden görme imkânına
sahip olurlar; fakat onların görmeleri dünya hayatında güzel ahlakla
ahlaklandıkları ölçüdedir.
İnsanlar Hakkı görmek üzere Kesib’e
inerler ve Hakk da birinci tecellide inançların suretlerine göre genel
itibarıyla tecelli eder. O tecelli ‘tecelli’ olması itibarıyla tek iken suretlerin
farklılığı nedeniyle çoktur. Onu gördüklerinde tecellinin nuruyla boyanıp
başkalarından (gizlenirler). Her birisi gördüğü şeyin suretiyle zuhur eder.
Öyleyse Hakkı bütün inanç suretlerinde tanıyan, bütün inanç sahiplerinin
nuruna sahip olan kişiyken O’nu sadece kendi özel inanç suretinde gören,
belirli inanç suretinin nurundan başka bir nura sahip değildir. O’nu sırf varlık
olarak kabul edip tenzih veya teşbih hükmü vermeden olduğu hal üzere kendisine
inandığını söyleyen kimse ihtisas nurunun sahibidir. O, tenzih yapmadan veya
teşbihe sapmadan, Allah Teâlâ katından gelen haberlere ise O’nun o haberler
hakkındaki bilgisine göre iman eder. O sadece bu vakitte bilinir, çünkü Allah
Teâlâ’nın bilgisindedir. Böyle bir insanın bilgisinin bütün inançları kuşatmış
kimsenin bilgisinden üstün olup olmadığı veya ona denk olup olmadığı bilinmez.
Onun dışındakilere kendisine denk değildir. Allah Teâlâ bu görmenin ardından
cennetteki nimederine dönmelerini irade ettiğinde, Kesib’in görevlisi meleklere
şöyle der: ‘Onları köşklerine götürün.’ Bunun üzerine insanlar gördükleri suretlerle
birlikte dönerler ve menzillerini ve ailelerini bu suretlerle boyanmış bir
halde bulurlar, onlardan haz alırlar. Çünkü onlar müşahede vaktinde
kendilerinden geçme halindeydiler ve dolayısıyla görme esnasında haz
gerçekleşmemişti. Bilakis başlangıçtaki tecellinin hazzı onlara hakim olmuş,
onları fani kılmıştı. Onlar -tecellinin etsinin gücü nedeniylefena halinde
hazda bulunurlar. O sureti kendi menzillerinde ve ailelerinde gördüklerinde,
hazları devam eder ve bu müşahededen nimetlenirler. Böylece Kesib’te
kendilerini fani kılan şeyle bu kez menzillerinde nimedenirler. Ardından
tecelliye ve görmeye Allah Teâlâ hakkmdaki bilgiyi eklerler; bilgiyi daha önce
sahip olmadıkları müşahede vermiştir. Çünkü bilinen bir de görülünce, bu görme
müşahedesiz elde edilemeyecek bir hal kazandırır. Bir beyitte şöyle denilir:
Gözlerin ince bir manası var
Bunun için Kelim Musa görmek istedi
Bu, bir zevktir ve o makama
yerleştirilmiş herkes onu bilir ve inkâr edemez.
DOKUZUNCU FASIL
Allah Teâlâ’nın
Dışındaki Her Şey Demek Olan Âlem, Âlemin Tertibi, Ruh, Cisim, Ulvilik ve
Süflilik Bakımından Onun Ortağı
Bilmelisin ki,
âlem, Allah Teâlâ’nın dışında şeyler demektir. Allah Teâlâ’nın dışındaki
demek ise ister var olsun ister olmasın mümkünler demektir. Çünkü mümkünler,
zatî gereği varlığı zorunlu olanı bilmemize veya O’nun hakkmdaki bilgiye
delalet eden şeylerdir ki o da Allah Teâlâ’dır. Çünkü yokluk ve varlık
hallerinde ‘imkân’ mümkünler için ayrılmaz özelliktir. Daha doğru bir ifadeyle
imkân mümkünlerin zati özelliğidir. Varlıklarını yokluğa tercih eden bilinendir
ve bu nedenle âlem ‘alamet’ kelimesinden türetilerek âlem diye
isimlendirilmiştir. Alem tercih edene delildir. Bunu bilmelisin!
a ^ • •
Alem varlık halinde Amâ’da zuhur eden
suretlerden başka bir şey değildir. Öyleyse âlem -hakikatini iyice
düşünürsenyok olucu bir arazdır. Başka bir ifadeyle âlem kaybolma hükmüne
sahiptir. Bu durum Allah Teâlâ’nın ‘Her
şey helak olacaktır, O’nun vechi müstesna*79 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Arapların söylemiş oldukları en
doğru söz şair Lebid’in mısraıdır:
Dikkat edin Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey yok olucudur.
Sabit cevher Amâ’dır ve Rahman’ın
nefesi demektir. Âlem onda ortaya çıkan suretlerin bir toplamıdır. Bu suretler
kaybolmaları mümkün arazlardan ibarettir ve suretler mümkünlerdir. Onların
Amâ’yla ilişkisi suretlerin kendisinde bir göze göründükleri aynayla ilişkileri
gibidir. Hakk âlemin gözüdür. Öyleyse gören O’dur ve O mümkünleri bilendir. Hakk
bilgisindeki mümkünlerin sureüerini idrak etmiştir. Âlem, Amâ ile Hakkın görmesi
arasında ortaya çıkmıştır ve zuhur eden görene delildir. O da Haktır. Akıllı ol
ve kim olduğunu bil!
Zuhur ve tertip itibarıyla âlemin
sırasına gelirsek, ortak, ilahi ve nurani ruhlardır. Onlar nurjni ve yaratılmış
bir surette kendilerinden geçmiş, nefs cevherinde -ki Ama’dırörneksiz bir
surette yaratılmışlardır. Onların arasında ilk ahi yer alır. İlk Akıl Kalem
demektir. Sonra Nefs gelir, nefs levh-i mahfuzdur. Sonra cisim, sonra Arş ve
onun yerleştiği yer gelir; yerleştiği yer donuk sudur. Sonra hava ve karanlık,
sonra melekleri, sonra kürsü ve melekleri, sonra Adas ve melekleri, sonra
menziller feleği, sonra içerdikleriyle birlikte cenneder gelir, sonra
kendilerine ve yıldızlardan olan bu feleğe mahsus şeyler gelir. Sonra toprak,
sonra su, sonra unsurî hava, sonra ateş, sonra duman gelir. Allah Teâlâ onda
yedi gökleri açmıştır (yaratmıştır): Kamer, Kâtip seması, Zühre seması, Güneş
seması, Ahmer seması, Müşteri seması, Mukatil seması ve sonra kendilerinden
yaratılmış felekleri gelir. Sonra ateş, su, hava ve toprak melekleri gelir.
Sonra türeyenler, yani madenler, bitkiler ve hayvan gelir. Sonra insan
bedeninin yaratılışı gelir. Sonra hayvan, bitki ve madenden her türün
bireyleri gelir. Sonra yükümlülerin amellerinden yaratılmış suretler gelir.
Bunlar, son türdür. Yaratılıştaki zuhur itibarıyla âlemdeki tertip ve sıralama
böyledir.
Varlığı veya mevhum mekânı itibarıyla
âlemdeki tertibe gelirsek, mevhum mekân, akledilirlerdir. Onlar daha önce
zikrettiğimiz ve tüm cisme kadarki kısımdır. Sonra Arş, sonra Kürsü, sonra
Atlas, sonra Mükevkeb gelir ki, cennetler ondadır. Sonra Zuhal seması, sonra
Müşteri seması, sonra Merih seması, sonra güneş seması, sonra Zühre seması,
sonra Kâtip seması, sonra Kamer seması, sonra hava, sonra su, sonra toprak
gelir.
Rütbe ve değer itibarıyla âlemdeki
sıralamaya ve tertibe gelirsek, önce insan-ı kâmil, sonra ilk akıl, sonra
müheymen ruhlar, sonra nefs, sonra arş, sonra kürsü, sonra Atlas, sonra kesib,
sonra Vesile, sonra Adn, sonra Firdevs, sonra Selam diyarı, sonra Mukame
diyarı, sonra Me’va, sonra Huld, sonra Naim, sonra Menziller feleği, sonra
Beyt-i mamur, sonra Güneş seması, sonra Kamer, sonra Müşteri, sonra Zuhal,
sonra Zühre, sonra Kâtip, sonra Merih, sonra hava, sonra toprak, sonra ateş,
sonra hayvan, sonra bitki sonra maden gelir, insanlar arasında da önce
resuller, sonra nebiler, sonra veliler, sonra müminler, sonra diğer yaratıklar
gelirken ümmeder içinde önce Muhammed ümmeti, sonra Musa ümmeti, sonra
-resullerin menzillerine görediğer ümmeder gelir.
Tesir bakımından tertibe gelirsek,
âlemin bir kısmı haliyle tesir ederken bir kısmı himmetiyle tesir eder, bir
kısmı sözle tesir eder, bir kısmı fiille tesir eder; kastettiğim araçla
tesirdir. Bir kısmı hepsiyle birlikte tesir eder, bir kısmı bir kısmının
toplamıyla tesir eder, bir kısmı kendisinden ortaya çıkan tesirde bir kastı
olmaksızın tesir eder. Misal olarak rüzgârların kumlarda eserek meydana
getirdikleri tesirleri verebiliriz ki, bunlar şekillerin suretidir. Varlıkta
her şey kayıtsız anlamda tesir eden ve edilendir ve halle tesiri gerçekleşir.
Misal olarak meydana gelen suretleri verebiliriz. Suretler halle kendilerine
ruhları verene tesir ederler. Daha önce âlemin tertibi hakkında bir konuşma
yapmıştık, konuşmayı aşağıda zikredeceğiz:
Âlemin Tertibi Hakkında Konuşma
Hamd diğer ilkler gibi ilk olmasının
başlangıcı olmayana aittir. En güzel isimler ve yüce-ezeli nitelikler O’na aittir. O var idi ve akıl, nefs, basider bileşikler
yoktu. Yer ve gökler yoktu. Amâ’daki bütün bilinenleri bilendir. Mümkünleri
yapmaktan aciz olmayan Kadir, kasır olmayan Mürid’dir. Sıra dışı işler O’nu
aciz bırakamaz. Harfler ve sesler olmadan konuşan Mütekellim, sözü duyulan
Semi’dir. Hâlbuki duyulan söz ancak harflerle, seslerle, araçlara ve
nağmelerle duyulabilir. Allah Teâlâ zatını gören Basir’dir, fakat kendileri
nedeniyle görülen görülenler yoktu. O Hay’dır: O mutlak birlik niteliğinin ve
samedanilik makamının hakkında sürekliliği gerektirdiği kimsedir. el-Hay bu
alamederle müteal ve yücedir. O insan-ı kâmili yaratıkların en şereflisi ve
yaratılmış kelimelerin tamı yapmıştır. Salât ve selam yaratıkların en
hayırlısı ve cisimlilerin ve ruhanilerin efendisi, efendimiz Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in üzerine olsun. O Firdevs cennetlerindeki Vesile
makamı ile elim ve büyük günde de makam-ı mahmud’un sahibidir:
Allah Teâlâ eşyayı bir mevcut
olmaksızın yaratmayı irade etmiş, onları dışta gerektirmiş oldukları özellik ve
tanımlarla izhar etmeyi irade etmiştir. Bunun amacı açıklayıcı ibareler,
betimleyici özellikler ve aydınlatıcı kandiller vasıtasıyla karışıklık
perdelerini ve kuşkuları ortadan kaldıran arazların, özelliklerin, fasılların,
türlerin ve cinslerin otoritesinin ortaya çıkmasıydı. Onun üzerine bilgi
suretinde benzer cevherlerin ve birbirine benzer ve karşıt arazların suretleri
ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ o zatları mekânlılar ve mekânlı olmayanlar diye
birbirinden ayırmıştır. Aynı şekilde cevherlerin ve arazların zatlarında
yapıların suretleri, keyfiyetlerin suretleri, bitişik ve ayrık miktarların ve
ölçülerin suretleri, devirlerin suretleri, hareketlerin suretleri, mekânlı
miktarların suretleri, sürelerin suretleri, âlemin nizamını koruyan ve tutan suretler,
övgülerin ve kınamaların sebeplerini taşıyan suretleri, şerî kınama ve övgülerin
sebeplerinin suretleri ortaya çıkmıştır. Yanı sıra âlemdeki vaz’î ve hikemî
iyilik ve bozukluğun sebepleri, hükümdar ile köle ve babalar ile oğullar ve
kızlar arasındaki izafederin suretleri ortaya konulmuştur. Sahiplik yoluyla
elde edilen köleler ve cariyelerin suretleri ile güzellik, cemal, bilgi ve
benzeri dahili şeyler ortaya konulmuştur. Failleriyle var olan fiili
yönelmelerin suretleri ortaya konulmuştur. Bilfiil olan ve faillerle irtibatlı
olan edilgenliklerin suretleri ortaya konulmuştur.
Allah Teâlâ bütün bunları ortaya
koyduğunda şöyle demiştir: ‘Güneşe ve kuşluk
vaktine yemin olsun ki,
onun ardından geldiğinde aya yemin olsun ki, kapladığında geceye, bina edilen
göğe ve yaydığı arza yemin olsun ki...’480 Bunlar ulvi
babaların hakikatleri ve süfli anaların hakikatleridir. Onlar, başkalaşma,
dönüşmelerle gerçekleşen tekvinler ve değişmelerle birlikte süreklilik
sahibidirler. Bu sayede onların nezdinde ilahi mertebenin üzerinde bulunduğu
izzet ve sebat öğrenilir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın izhar ettiği bilinenlerdir ve
ondan başka bir şeyin olması mümkün değildir. Çünkü zorunlu ve imkânsızlardan
başkasının bulunması mümkün değildir.
Hakkın kendisini döndürdüğü ilk
mevcut, işareder feleğidir. Onu manevi ve ihata edici bir şekilde döndürmüştür
ve o mümkün, hadis ve akledilir feleklerin ilkidir. Amâî felekte zuhur eden ilk
suret ise Müheymen ruhanilerin suretleridir. Nebevi haberlerde öğretici ve yazar
olan ilahi kalem onlardan biridir. O ilk akıldır ve hakimlere ve ilham
sahiplerine feyiz veren akıldır. O, Muhammedi hakikat, yaratmada vasıta olan Hakk,
latife ve işareder sahiplerinde de adalet, keşif ve telvih sahiplerinde kutsi
ruhtur. Allah Teâlâ onu koruyucu baki, tam, feyiz veren bir âlem ve bilgi
divitinden yazan yapmıştır. Onu kudret eli irade otoritesi ile sonsuza kadar
devam edecek ilimlerden harekete geçirmiştir. O ilahi isimlerin istiva ettiği
yerdir. Sonra feleğin altında nefisler feleği madenini döndürmüştür. O nebevi
haberlerde Levh-i mahfuz denilen şey iken akılcılarda, işaret ve mükaşefe
sahiplerine göre edilgen nefstir (nefs-i münfaile). Allah Teâlâ onu -kâmil
olmadantam ve baki yapmıştır; taşandır, fakat akıl gibi feyiz verici değildir.
Gayelere ulaştırmak hususunda eksik ve nakıstır. Sonra Allah Teâlâ keşfe göre
hebayı ve nazari düşünceye göre heyulayı, tabiatı da zihinlerde -dışta
değilyaratmıştır.
Hebada Allah Teâlâ’nın izhar ettiği
ilk suret, üç boyutun suretidir ve böylece mekân meydana gelmiştir. Allah
Teâlâ ona dört rüknün otoritesini yöneltmiş, ateş, toprak, su ve hava kaynaklı
burçlar ortaya çıkmış, var olanlar birbirlerinden ayrışmıştır. Bu şeffaf,
latif, dairesel, âlemin bütün cisimlerini ihata eden cisim, ‘kerim Arş’ diye
isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ onun üstüne Rahman ismiyle -sınırdan, miktardan
münezzeh bir şekildeistiva etmiştir. Bu istiva Allah Teâlâ katında bilinirken
niteliksizdir ve akıl ve zihin tarafından bilinmez.
Allah Teâlâ bu ilk feleğin ortasında
ikinci bir feleği döndürmüş, ona kürsü demiş, ardından iki ayak kürsüye sarkmış
ve her hikmetli iş Aziz ve Hakim’in takdiriyle ayrışmıştır. Allah Teâlâ onun
vesilesiyle ‘güzel adarı, çekik gözlü hurileri çadırlarda var etmiştir.’ Sonra
onda bütün işlerin menzillerini düzenlemiş, onları ruhanilere yerleştirmiştir. Allah
Teâlâ onları amade kılmış, değişenlerin farklılığına göre, binden saate kadar
yedili tesirlerle hüküm sahibi yapmıştır. Bu menzilleri karışık orta ile Sa’dın
iki ucu arasına yerleştirmiştir. Bunu tekil insan ile takdir etmiştir.
Sonra Allah Teâlâ ikinci feleğin
ortasında üçüncü bir felek döndürmüş, onda hunnes ve künnesten olan ve yüzen
bir yıldız yaratmış, onu amade ve fakir yapmış, bütün siyahlıkları ona tevdi
etmiş, yolların darlığını kendisine bitiştirmiştir. Hüzün, sıkıntı, kaçırmadan
kaynaklanan hasretler ve ölüm sarhoşluklarını ona yerleştirmiştir. Karanlıkların
sırları, gedikler, tehlikeler, ağaçlar, meyveler, yılanlar, kertenkeleler,
zararlı hayvanlar, vahşi kediler, vahşi kediler, yollar, meşakkatleri onda
yaratmıştır. Allah Teâlâ onun tümel nefse yardımı vesilesiyle de
yuvarlaklaştırılmış yerleri sakinleştirmek üzere dağları yaratmış, o feleğin
ruhaniyetine kulu ve elçisi Hz. Halil İbrahim’i yerleştirmiştir.
Sonra Allah Teâlâ o feleğin ortasında
dördüncü bir felek daha döndürmüş, onda hunnes ve künnesten bir yüzen yıldız
yaratmıştır. Ona ise uzamış hurmaları, hükümlerde ve yargılarda adaleti, hayır
ve mutluluk sebeplerini, beyaz adarı, itidalleri, tamlıkları, ibadederin
sırlarını, kurbanları, burhan olan sadakaları, nur olan namazları, dualar ve
kabulleri, Arafat’ta duranlara bakanları yerleştirmiştir. Ayrıca taşların
atılma yerinde ibadederin kabulünü yaratmıştır. Allah Teâlâ onun tümel nefse
yardımı vesilesiyle donuk suların çözülmesini yaratmış, o feleğe nebisi, kulu
ve kurtardığı kimse olan Hz. Musa’nm ruhaniyetini yerleştirmiştir.
Bu feleğin ortasına beşinci bir felek
daha yaratmış, onda hunnes ve künnesten yüzen bir yıldız yaratmış, ona
mezheplerin korunmasını tevdi etmiştir. Mezheplerin susturucu delillerle,
sağlam ölçülerle, katı ve keskin iddialarla korunması, dayanışmalar, hamiyet
duyguları bu menzile yerleştirilmiştir. Hidayet ve dalalet ehli arasında
gerçekleşen fitneler ve savaşlar ona yerleştirilmiştir. Saptırıcı kuşkuların ve
açık delillerin selim akıl sahipleriyle hayalcilerin arasında karşı karşıya
gelmesini de ona yerleştirmiştir. Onun tüm nefse yardımı vesilesiyle düşük
arzu sahiplerinin arzularını latifleştirmeyi sağlamıştır. Allah Teâlâ o feleğe
peygamberi Harun’un ve Yahya’nın ruhunu yolunun açıklayıcıları olarak
yerleştirmiştir.
Sonra feleğin ortasında altıncı bir
felek döndürmüş, ona büyük, aydınlatıcı ve yüzen bir yıldız yaratmıştır. Allah
Teâlâ ona ruhanilerin ve aydınlatıcı nurların, parlak aydınlıkların ve hızla
gerçekleşen şimşeklerin ve aydınlık şuaların sırlarını, aydınlık bedenleri,
kâmil mertebeleri, mutedil istivalar, inci marifederi ve yüce mercanları
yerleştirmiştir. Ayrıca nurlarla sirayet edici sırları birleştirmek, tesislerin
alametleri, akıcı nurların nefesleri, yönetici ruhların hilatleri, belirsiz
durumların açıklanması, müşkül meselelerin çözümlenmesi, nağmelerde sesleri
iyi dinlemek, varidatın ardışık olarak gelmesi ve gaybi tenezzüllerin
gerçekleşmesi ve ruhani manaların bitişlerin zirvelerine yükselişi burayla
ilgilidir. Hastalıkların yararlı hastalıklarla ve güzel kelimelerle, güzel
kokularla vb. hakkında konuşmanın sözü uzattığı şeylerle uzaklaştırılması,
burayla ilgilidir. Bütün bunların bir kısmını et-Tenezzülatü’l-musuliyye
kitabının kırk altınca bölümünde açıklamıştık. Tümel nefsin
yardımı vesilesiyle de Esir feleğinin âlemi bu hareketlerle ısındırmak üzere
tahrikini yaratmıştır. Allah Teâlâ bu feleğe yüce mekâna tahsis edilmiş İdris
Peygamberi yerleştirmiştir.
Allah Teâlâ bu feleğin ortasına
yedinci bir felek döndürmüş, ona hunnes ve künneş’ten yüzen bir yıldız
yerleştirmiş, ona tam tasviri ve nizamın güzelliğini, arzulu duymayı, yüce ve
yüksek manzarayı, heybeti, cemali, ünsü, celali yerleştirmiştir. Onun tüm
nefse yardımı vesilesiyle buharların rüknünden donuk suyu damla haline
getirmeyi yerleştirmiştir. Bu felekte tam güzellik sahibi Yusuf Peygamberi
yerleştirmiştir.
Allah Teâlâ bu feleğin ortasında
sekizinci bir felek döndürmüş, onda hunnes ve künnesten yüzen bir yıldız
yaratmıştır. Allah Teâlâ onun yanına vehimleri, ilhamları, vahyi, bozuk
düşünce ve kıyasların tehlikelerini, çirkin rüyaları, müjdeli rüyaları,
yaratıcı düşünceleri, ameli hüküm çıkartmaları ve istinbatları, fikirlerdeki
galat ve isabederi faal kuvvederi, vehmi kuvvederi, zecri, kehanederi,
ferasederi, sihri, azimederi, tılsımları yerleştirmiştir. Onun tüm nefse
yardımı vesilesiyle yaş buharların kuru buharlarla karışmasını yaratmıştır. Bu
feleğe ruhu, kelimesi, kulu, resulü ve kulunun (Meryem) oğlu Hz. İsa’nın
ruhaniyetini yerleştirmiştir. .
Bu feleğin ortasında dokuzuncu bir
diğer felek döndürmüş, onda yüzen bir yıldız yaratmış, ona eksiklik ve
fazlalığı, kazancı, yok olma tarzındaki başkalaşmaları yerleştirmiştir. Onun
tüm nefse yardımı vesilesiyle türeyenlerin unsurların unsuruna yardımını
yaratmıştır. Allah Teâlâ o feleğe nebisi, kulu, seçtiği ve peygamberi Âdem’in ruhaniyetini
yerleştirmiştir. Bu dönen feleklere saf tutan okuyucu melekleri yerleştirmiştir.
Bu bağlamda meleklerin bir kısmı ayakta duran ve oturanlar, bir kısmı rükû ve
secde edenlerdir. Nitekim Allah Teâlâ onlardan haber verirken şöyle der: ‘Her
birimizin beli bir makamı vardır.*481 Onlar gökleri imar edenlerdir. Allah
Teâlâ onlardan temiz ve ruhları en şerefli mertebelere yerleştirmiştir. Allah
Teâlâ onların içinden amade olan melekleri olduğu gibi yaratmış olduğu
şeylerle görevli melekleri belirlemiştir. Umutlara zariat meleklerini, haber
vermelere mürselat meleklerini, ilhamlara ilka edici melekleri yerleştirmiştir.
Tafsil, tasvir ve tertibe taksim eden melekleri görevlendirmiştir. Teşvik ve
cesaretlendirmeye naşirat meleklerini, korkutmaya naşitat meleklerini
görevlendirmiştir. Dağıtmaya naziat meleklerini, şevke sabihat meleklerini,
itinaya sabikat meleklerini, hükümlere müdebbirat meleklerini
görevlendirmiştir.
Bu feleğin ortasında Esir küresini
yaratmıştır. Onda (şeytanları kaçıran) taşları yerleştirmiştir. Onun altına
hava küresini yerleştirmiştir. Allah Teâlâ onda zariyat, asifat, sabikat,
hamilat ve mu’sirat meleklerini yerleştirdi. Onda denizleri dalgalandırmıştır.
Bunlar başkalaşanlardan meydana gelen buharlardan oluşmuş denizlerdir ve burası
zemherir küresi diye isimlendirilir. Ondan taktîrat sanatının bilgisi
öğrenilir. Bu kürede cisimlerin kuş suretindeki ruhlarını yerleştirmiştir. Bu
iki kürede korkutucu gök gürültülerini, göz alan şimşekleri ve yok edici yıldırımları,
öldürücü taşları, yalçın dağları, yükselen-inen ateş kaynaklı ruhları, donuk
suları yerleştirmiştir. Sonra bu kürenin ortasında bir küre daha döndürmüştür.
Onda ise Allah Teâlâ’nın bize açık ayetlerinde bildirdiği üzere ölülerin
diriltilmesinin sırlarını yerleştirmiştir. Onda yüzen gemileri koymuş, suskun
hayvanları ona yerleştirmiştir. Sonra onda bir küre daha döndürmüş ve ona
türlü yaratılanları yerleştirmiştir. Bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardan
olan şeylerdir. Bu bağlamda madenlere gelirsek, Allah Teâlâ onları üç tabaka
yapmıştır. Bir kısmı su, bir kısmı toprak ve bir kısmı da taş kaynaklıdır.
Bitkilerin de bir kısmı bitenler, bir kısmı dikilenler ve bir kısmı da
ekilenlerdir. Hayvanların bir kısmı emzirilen türeyenlerdir, bir kısmı kokuşma
yoluyla meydana gelenler, bir kısmı ise yumurtlama yoluyla çoğalanlardır.
Sonra ise bütün bu zikrettiklerimize benzer olan insanı yaratmıştır. Ona bütün
isim ve sıfatların bilgisini vermiş, bu yaratılmışları ona boyun eğdirmiştir.
Bu nedenle insan son varlık olmuştur. Onun ruhaniyetinden başlangıçlarda ilk
olma sırrı ortaya çıkabilmiştir. Onun bedeninden ise gayelerde sonluk sırrı
ortaya çıkmıştır. Öyleyse iş onunla başladığı gibi yine onunla sona ermiştir.
Bu sayede Allah Teâlâ inayetlerini izhar etmek istemiştir. Onu yeryüzüne
halife olarak yerleştirmiştir, çünkü göklerde olan şeyler de oradadır. Allah
Teâlâ insanı ayet, alamet, delil ve mucizelerle desteklemiş, keramet türlerini
ona tahsis etmiş, meşru hükümleri onunla ortaya koymuştur. Bu sayede Allah
Teâlâ onun vasıtasıyla çirkin şeyleri temizlerden ayırmış, çirkin olan şey
(cehennem) derekelerinde bedbahtlığa katılmışken temiz olan ise derecelerde
mutluluklara katılmıştır. Nitekim bu durum zatın iki niteliği olan kabzada
geçmişti.
Bu ayetleri izhar eden ve bu delilleri
birliğine delil yapan Allah Teâlâ münezzehtir. O gökleri ve yeri emrine boyun
eğdirendir. İşte bu, akılcıların bir kısmına mahsus özel bir yöntemle âlemin
sıralanışıdır. Bundan sonra zikredeceğimiz kasidenin ardından da onların bize
uyduğu hususları zikredeceğim. Bu husustaki tertibimiz ise ilk vazolunuşuna
göre başka bir tarzdadır, bunu bilmelisin. Kaside:
Hamd Allah Teâlâ’yadır, O’nun
varlığıyla Varlık zuhur etti ve melekût âlemi
En büyük unsur ki varlığıyla İmkân
âleminin zatları zuhur etti
Tertipsiz, önce olmadan Onda veya
zamansal gecikme
el-Müheymen görmek isteyince Var
olanlardan bilinenleri
el-Kadir divan âlemlerini açar Ruhun
varlığıyla, sonra ikinci ruh ile
Sonra heba, sonra heyula, sonra
kabiliyetli cisim Feleklerin ve rükünlerin âlemini
Onu büyük bir felek olarak döndürür
Adı Kerim arş, Rahman’ın istiva yeri
Sonra kürsü takip eder, kelamın
bölünmeyen Kısımlarından çıkar iki ayak
Sonra burçlar feleği, sonra
Yıldızlar feleği zamanların kaynağı
Sonra tenezzül boşlukla, merkez için
Yapının ayaklarını onda yapmak üzere
Bir arz döndürdü, sonra üzerindekini
Hava küresi ve ateş küresi
Üzerinden bir felek, hilal feleği ve
üzerinde Divan kâtibine izafe edilen felek
Üzerinde Zühre feleği ve üzerinde
bir felek Gazale feleği renklerin kaynağı
Üzerinde Merih sonra Müşteri Sonra
Keyvan’a ulaşan
Her cismin doğasına benzeri vardır
Nurani âlem denilen bir yaratılmışı var
Onlar saygın melekler şiarları ise
Varlığı korumak, el-Muhsin isminden
Kemale doğru hareket eder ve böylece
doğdu Hareket vesilesiyle şeytan âlemi
Sonra madenler, bitkiler sonra Bize
geldi hayvan âlemleri
Nihai gaye cisimlerimizin ortaya
çıkması Terkip ve bedenler âleminde
İstiva olup
rükünleri itidale kavuşunca
İlah, insan latifesini üfler ona
Ona giydirdi suretini halife oldu
artık Melekler ve insan-cinler ona amade oldu
İhata edici feleğin dönmesiyle ve
hükmüyle Hadislik âleminde bize izhar etti onu
Toprağın ortasında onu siyahlaştıran
şeyi Şirk koşanlar ve taşkınlar için
Rüzgâr köprüsünde akar ve onların nezdinde .
Karanlıklar var,
el-Kahir ve ed-Deyyan’ın kahrı
Otoritesinin merkezi bir taşla döndü
İşi yüce ilahi yüce ruh
Allah Teâlâ’nın âlemi başlangıçta
kendisine göre meydana getirdiği tertip ve düzen budur.
Bilmelisin ki, bilinenlerde
derecelenme farklı tarzlarda gerçekleşir. Bunların en önemlisi tesirdir. Her
müessir özel olarak tesir yönünden olmak üzere, tesir edilenden üstündür. Bazen
daha aşağı derecede olan başka bir yönden ondan üstün olabilir. İllet
malulünden, şart meşrutundan, hakikat var ettiğinden, delil medlulünden
-kendisi bakımından değilonun medlulü olmak yönünden üstün olabilir. Bazen
üstünlük daha özel bir ilgisi olan şeye göregenel ilgi ve taalluk sahibi olmak
nedeniyle gerçekleşebilir. Misal olarak el-Alim ve el-Kadir isimlerini
verebiliriz. Binaenaleyh bütün varlık bir yönden üstün bir yönden aşağı
mertebede olunca, bu durum bir eşitliğe ve şöyle bir sözün söylenmesine
yöneltmiştir: Ne üstün var ne aşağı derecede olan, bilakis tüm varlık
değerlidir, kâmildir, tamdır, herhangi bir eksikliği yoktur! Bilhassa yaratılmışlar
arasında farklı türlerine rağmen herhangi bir hakikate dayanmayan yoktur. Her
şey ilahi bir hakikate ve nispete dayanır. Allah Teâlâ’ta derecelenme yoktur,
çünkü bir şey kendisine göre dereceli olamaz. Bu yönden âlemde de derecelenme
yoktur. İşin başında ve sonunda iş Hakka döner. Cem’ ehli ve vecd sahipleri bu
görüştedir. Zaten bu nedenle onlar ‘ehl-i cem’ diye isimlendirilmişlerdir,
çünkü onlar tek hakikat ehli olanlardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bizim işimiz bir
iştir.’482 Gerçeği
olduğu hal üzere keşfeden, âlemin bu bölümde zikrettiğimiz tertibi öğrenmiş
olur. Çünkü söylediklerimiz farklı tarzlardaki tertiplerdir. Konuşmada bulunan
tertip, manzumda bulunandan farklıdır. Bölümde zikrettiğimiz diğer hususlar da
böyledir.
VASIL
Bu Menzildeki İlimler
Yaratılmışlara ve Hakka izafe edilen
ittisal ve infisal, bitişme ve ayrışmanın bilgisi bu menzilden öğrenilir. Nüzul, beraberlik gibi fiillerin varlığına rağmen Hakkın
nüzul ve beraberlikte yer alan hareket ve intikalden tenzihi bu menzilden öğrenilir.
Hepsi Allah Teâlâ’nın kelamı olsalar bile, O’nun katından indirilmiş kitaplar
arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Niçin bu kitaplar ve onların ayet ve
sureleri çoğalmış ve artmıştır? Acaba kelam olmaları bakımından mı
gerçekleşmiştir artış, yoksa söylenmiş lafız olmaları bakımından mı? İnsanların
bir şeye iman eden ve iman etmeyen diye bölünmeleri bu menzilden öğrenilir.
Mele-i ala bu menzilden öğrenilir. Eceller bu menzilden öğrenilir. Alemdeki
derecelenmenin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Ferlerin bir asla dönmeleri bu
menzilden öğrenilir. Şair şöyle der:
Allah Teâlâ’ya güç değil ki Âlemi
toplamak birde
Bu sözün anlamı bu menzilden
öğrenilir. Kastedilen ‘bir’, âlemin hakikatleriyle Hakkın suretini kendinde
birleştiren ve toplayan insan-ı kâmildir. Mebde’ ve mead arasındaki fark ile
meadın anlamı bu menzilden öğrenilir. Acaba o var olan gerçek bir şey midir,
yoksa mertebe nispeti midir? Mesela görevinden azledilip sonra valiliğine dönen
bir valinin durumu ona benzer mi? Mead inkâr edenlerin inkârına yol açanların
sebebi bu menzilden Öğrenilir. İnkâr edilen mead nedir ve inkâr edenin özelliği
nedir? Eşyanın Hakk ile ilişkisinin bir olması bu menzilden öğrenilir. Rahmet
gazabı nasıl geçer? Rahmet her şeyi kuşatır ve gazabın hükmünün ortaya çıkacağı
bir mahal kalmaz. Hakkın rehberleri bu menzilden öğrenilir. Alemin âlemden
inşası, âlemdeki fazlalık ve eksiklik neye döner? Burada tamlığı ve kemali
bilmek gerekir ve bu sayede ona eklenen veya eksilen şey öğrenilir. Acaba tam
olana yapılan ekleme eksiklik midir, değil midir? Aralarında orta bulunmayan
komşu iki şeyin varlığı mümkün müdür, değil midir? Gayb ve şehadet veya
olumsuzlama ve ispat gibi. Başka bir misal ‘Sen sen değilsin’ ifadesidir.
Ayette ‘Sen atmadın, sen attığında5483
buyrulur. Hakkın hem varlığı hem fiilleri yönünden yükümlüyü korumasını
sağlayan durumun mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Kendisine eklemenin mümkün
olmadığı âlemin kemali bu menzilden öğrenilir. Alemde sadece kendisinden çıkan
şey ortaya çıkabilir ve tekrar ona döner. Alemde bulunmayan bir şey âlemde
ortaya çıkarsa, o şey daha önce âlemdendi. Binaenaleyh âlemde -tamamlanmasından
sonrasadece âlem zuhur edebilir. Allah Teâlâ’nın âlem hakkındaki işi birdir ve
bu iş ‘başkalaşma’ denilen durumdur. Başkalaşma ve dönüşmeler türlü türlüdür.
Mesela su buhara dönüşür, melek sureti yönünden insana dönüşür vs. Tecelli de
öyledir. Kim bu durumu bilirse, gerçeği olduğu hal üzere öğrenmiş demektir.
Çocuk babasına benzer. Babasına benzer doğmakla annenin maruz kalabileceği bir suçlamadan
anne beraat eder. Buradan Allah Teâlâ’dan başka yaratıcı olmadığı öğrenilir.
Şâri tam suretin durumu hakkında bu hususa dikkat çekmiştir. Sebepleri
olumlayarak olumsuzlama bu menzilden öğrenilir.
Müşriki ortak kabul etmeye götüren
sebep bu menzilden öğrenilir. Hakkın ilahi mertebe hakkındaki gayreti bu
menzilden öğrenilir. Kendisine âlemi soran öğrenciye öğretmenin ne söyleyeceği
bu menzilden öğrenilir. Hangi sözün delil olacağı ve hangisinin delil
olmayacağı bu menzilden öğrenilir. Hasma karşı delil özellikle sözün ta kendisi
midir? Veya sözün kendisine delil olduğu şey midir? Bir yerde söz olur bir
yerde sözün delil olduğu şey midir? Söz dinleyeni aciz bırakırsa, söz delilin
ta kendisidir. Yaratıklar arasında bilgi sayesinde gerçekleşen derecelenme bu
menzilden öğrenilir. Bilgiden daha üstün bir mertebe ve rütbe yoktur.
Meleklerin hepsinin Allah Teâlâ’yı bilen olduğu ve onların içlerinde
-insanların aksinecahil bulunmadığı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah
olmadığına şahidik etmiştir, melekleri de...’484
Sonra insanlar hakkında ‘ve bilgi sahipleri’ demiş, meleklerde yaptığı gibi
ifadeyi genelleştirmemiş, daraltmıştır. Kastedilen varlık bilgisi değil tevhit
bilgisidir, çünkü bütün âlem, varlık bilgisini bilirken zat veya mertebe
hakkında tevhit bilgisine sahip değildir. Müşrik mertebenin anlamında ortak
koşmuş olmakla birlikte, büyük ve en yüce mertebeyi Allah Teâlâ’ya ait sayar.
Yaratılmışın inkâra güç
yetiremeyeceği şeyler bu menzilden öğrenilir. Bu husus mümkünün varlığını
yokluğuna tercih eden birisine olan ihtiyacıdır. Misak ve ahitleşmelerden
bozulması mümkün olup olmayanlar bu menzilden öğrenilir. Âdem’in varlığına
inanan bir müminin suret bakımından kendisine benzer bir şahsın anne ve baba
olmaksızın var olduğunu iddia edişini yalanlanması bu menzilden öğrenilir.
Böyle bir vehmin nedeni nedir? Böyle bir insan başkasını yalanlarken veya
söylediğini ve getirdiği bilgiyi reddederken tereddüt yaşamaz. Gerçekte öyle
bir şey mümkün olduğu gibi âlemin hadisliğini ve kadimliğini ileri sürenler
içiıi de böyle bir şey mümkündür.
Menzillerindeki mutluların yanlarına
girdiklerinde, meleklerin sınırladığı bilgi bu menzilden öğrenilir. Dünya
hayatının yer ve hayat bakımından ahiretten ayrılması bu menzilden öğrenilir;
hâlbuki her ikisi bir yer ve bir hayattır. Niçin oluş kalplere nispet edilir?
Bunun nedeni iki zamanda bir durumda sabit kalmadan başkalaşmayı bilmesi midir?
Kalpler Yaratan’ın her gün bir işte olduğunu öğrenip hatırladıklarında, onlar
da bir durumda kalmaktan umut keserler. Çünkü kalpler değişmenin ve
başkalaşmanın yeridir. Zarar ve fayda veren şeyleri kuşatıcı ve tafsil edici
ilim, bu menzilden öğrenilir. Cahil insan gücüyle Allah Teâlâ’nın kelamının
gücüne mi karşı koyar ve kelam kendisine tesir etmez? Yoksa kendi nefsine
gücünü kullanır ve Allah Teâlâ’nın kelamının
etkisinden kendini gizler mi? Bu
durumda cahil kendisine karşı koyar, Allah Teâlâ’nın kelamına değil! Hakkın
işleri izharının beklenmesi bu menzilden öğrenilir. Bu izhar başka türlü
olması mümkünken eşya hakkındaki bilgisinin gerektirdiği tertibe göre mi
gerçekleşir? Bir durumda imkânsız ve mümkün bir araya nasıl gelir? Böylelikle
akli delilden hareketle imkânsız hükmü ve mümkün hükmü verilir? Akılların
delilleri böyle bir yerde birbiriyle çelişir. Hakkı ortaya çıkartmak üzere
susturucu delilin telkini bu menzilden öğrenilir. Bu durum iki hasımdan birisinin
haldi olduğunu bilen hakimle ilgilidir. Hakim iddiasını savunmayı bilmediği
için hakkını kaybedeceğini bildiği bir insana -gerçekte olduğu gibihakkını
ispadamak üzere iddiasını nasıl savunacağını öğretmeli midir? Yoksa hakim -ne
hasım oradayken ne yokkenbunu yapamaz mı? Bu durum hakim haklıyı biliyorsa
dikkate alınır.
Peygamberlerin getirdikleri
delillerin teorik araştırmadan değil, Hakkın öğretiminden kaynaklandığı bu
menzilden öğrenilir. Peygamberin peygamberlikten nasibi bu menzilden
öğrenilir. İlahi hakka ilahi hakkın karşı koyabileceği bu menzilden öğrenilir.
Bu, iki mislin birbirine karşı koymasıdır, yoksa misil olmayanların
karşılaşması değil! Karşı koyma yaratılmış yönünden ortaya çıkarsa, hakikat
yaratılmışın dilinde ortaya çıkar. Allah Teâlâ kullarıyla perdeyi kaldırarak
konuşmamıştır, çünkü Allah Teâlâ ‘hükmünü takip edecek yoktur’ der ve dünyada
takip eden bulunmuştur. Takip edenin -başkası değilAllah Teâlâ olması
zorunludur. Bu durum şeriatlardaki neshe benzer. Bir şeriatı gönderen Allah
Teâlâ olduğu gibi bir hükmü şeriat yaptığı başka bir hükümle kaldıran yine Allah
Teâlâ’dır. Öyleyse nesheden de edilen de Allah Teâlâ’dan gelmiş hükümdür! Delil
olma itibarıyla Haktan gelen veya delil olmaksızın reddedilen hususta âlemin
durumu da böyledir. Allah Teâlâ’yı bilen insan bir şeyin Haktan olduğunu
öğrenir, Hakk ise onların bir kısmına bir kısmını tilavet eder. Çünkü binci
iddia vakti kendisini reddeden öteki iddia vaktinden başkadır. Gerçekte
tartışma (muaraza) zamanda ortak olmasalar bile bir tartışma sayılmaz. Bunu
anlamalısın!
Hakkın bir şeyi bileni o şeyi bilmede
kendi mertebesine yerleştirmiş olması bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle şöyle
deriz: Bilgiden daha üstün menzil yoktur, çünkü bilgi seni Hakkın konumuna
yerleştirir.
Her güzelliği haiz oldun öpünce onu
Kavimler öğrendi, kimi öptüğümü
Oluşta bulunan her güzellik Tattığım
şeyde akıldan ve duyudandır
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ yetmiş ikinci bölüm
Bir Sırrın ve İki
Sırrın Menzilinin Bilinmesi; Sana Ait Olmayan Bir Şeyle Kendini Övmen, Hakkın,
Seni Kendisiyle Şereflendirdiği Bir Sebeple Bu Konuda
Sana İcabet Etmesi; Bu Menzil Muhammedi Mertebeden
Öğrenilir
Yaratılışıyla oluşun yarısını elde eden
Öteki yarısı onun ahlakında
Bu vaktin aynı, kendi vaktinde Onun
dolunayı ufkundadır
Dolunayı batısından doğar Işığı
doğusunda batar
Her yaratılmış ona hayran Hepimiz
O’nun hakkında helakiz
Müslim’in Sahih’inde yer alan sahih
bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği
aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Allah Teâlâ, âlemi kendi
suretine göre var edendir. Bu nedenle bütün âlem son derece güzeldir ve âlemde
herhangi bir çirkinlik bulunmaz. Allah Teâlâ âlem için bütün güzelliği ve
hoşluğu bir araya getirmiştir. Alemden daha güzeli, daha iyisi ve daha bedii
olanı yoktur (olabilecek âlemlerin en mükemmelidir âlem). Sonsuza değin her ne
yaratılırsa yaratılsın, yaratılmış olanın benzeridir. Çünkü ilahi güzellik ve
cemali âlem haiz olmuş, onunla ortaya çıkmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Her şeye yaratılışım verdi.’485
Kastedilen her şeyin güzelliğidir, çünkü âlemden herhangi bir şey eksik kalmış
olsaydı, yaratılında kemal derecisinden aşağıda kalmış, çirkin olurdu. ‘Sonra
hidayet etti.’ Yani bunu bize ‘Her şeye yaratışını verdi’ diyerek açıkladı.
Hakkı görünce beşer suretinde
tecelli etmiş Bildik, akıl O’na dair bir tehlikede
Apaçık hakkı/Hakkı aklıyla
sınırlayan var ya!
Takyidi reddetmez o, haberi yok onun
bir şeyden
Suretime benzer halde tecelli edince
bana Ben de diğer suretlerden tenzihte tecelli ettim
‘Ne dedin?’ derse bana, derim ki Sen
yenilince zalimleri bile bağışlarsın
Benim gibi değilsin ki! De ki niçin
suretimdesin?
Sizi görürüm, ay görüldüğü gibi .
Benim gibiysen, benzerlik
hükümrandır
Her benzer hakkında; nazar etmeyi
gerektiren gibi
Her benzer misline benzer Her
durumda: kadimde ve beşerde
Allah Teâlâ secde emretti, unutunca
biz
Şeytanın burnu sürtünsün diye,
kırılanı onarmak üzere
Niçin etmezsin secde? İmamızsın
Secdeye daha layıksın denildiği gibi
Sana geldik koşarak, hızla karşılık
verdin bize Ayakların adımı nerede, gözün adımı nerede?
Başka bir şiir şudur:
Kimden ayrıldık veya kime vasıl
ettin bizi
Hem varlık hem eser bakımından
O’ndan başkası mı var?
Gizlenene şükür, zuhur edene şükür
Şükrederse kul daha çok hayır bulur
Sadece Haktır şükreden kendine
Fakat yakınlık perdesi çekilmiş, bu
nedenle gizlenmiş Hakk
Binaenaleyh bütün âlemin güzelliği
zatî ve iyiliği ta kendisidir, çünkü Yaratan onu öyle yaratmıştır. Bu nedenle
arifler âlemin hakkında hayrete düşmüş, hakikate erenler onu tam olarak
sevmiş, biz de bazı cümlelerimizde âlemin Hakkın aynası olduğunu belirttik.
Arifler âlemde sadece Hakkın suretini görürler. Hakk güzeldir ve güzellik özü
gereği sevilen olduğu kadar ona bakanların kalplerinde zorunlu heybet
uyandırır. Başka bir ifadeyle güzellik bir sevgi ve heybet oluşturur kalplerde.
Çünkü Allah Teâlâ’nın bizim için âlemdeki ve nefislerimizdeki çünkü biz de
âlemin parçasıyızayetleri çoğaltmasının nedeni, zikrimizi, fikrimizi,
aklımızı, imanımızı, bilgimizi, kulağımızı, gözümüzü, zihnimizi ve sırrımızı
kendisine yönlendirmemizi istemesidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ bizi kendisini
bilelim ve O’na ibadet edelim diye yarattı. Allah Teâlâ bizi bu hususta
herhangi bir şeye yönlendirirken sadece âlemi araştıralım diye
yönlendirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, müşahede ve akla göre, âlemi bilinmesine
ayetin ve delilin ta kendisi yapmıştır. Aleme bakarsak O’na bakarız, duyarsak
O’nu duyarız, görürsek O’nu görürüz, akledersek O’ndan aklederiz, düşünürsek
O’nun hakkında düşünürüz, bilirsek O’nu biliriz, iman edersek O’na iman ederiz.
Hakk her yönde tecelli eden, her ayetten talep edilen, her gözle bakılandır. Allah
Teâlâ ibadet edilen herkeste ibadet edilen, gayb ve şehadette yönelinendir.
Herhangi bir yaratılmış fıtraten O’nu yitirmez. Bütün âlem Allah Teâlâ’ya
ibadet eder, O’na secde eder, O’nun hamdini söyler. Diller O’nu söylerken
kalpler O’nunla kendilerinden geçer ve O’na bağlanır. İnce akıllar O’nda
hayrete düşer. Arifler O’nu âlemden ayırmak ister, fakat başaramazlar. O’nu
âlemin aynı yapmak isterler, fakat bunu da tam olarak yapamazlar ve aciz
kalırlar. İdrakler kilidenir, akıllar hayrete düşer, diller anlatırken
çelişkilere düşer; vakit gelir ‘O’dur’ derler, vakit gelir ‘O değildir’ derler,
vakit gelir ‘O’dur O değildir’ derler ve Allah Teâlâ hakkında
sabit bir hükme ulaşamaz. Ümmetlerin
Hakka giden yollarını da anlamazlar, çünkü onlar Hakkı ayetin ve yolun aynı
olarak müşahede eder! Bu müşahede ise onlarla yolun gayesine talep arzusu
arasında perdeye döner. Çünkü bir yolda o yolun sonu nedeniyle yürünür. Ariflerin
ise maksadarı onlarla beraberdir ve Hakk onlara eşlik eder. Bu durumda ne
salik vardır ne (kendine doğru) sülük edilen! İşaretler kalkar ki bunlar O’ndan
başka değillerdir. İbareler uçuşur, hâlbuki onlar O’ndan başka değillerdir.
Binaenaleyh arifin âlemde bir şey hakkında hayrete düşmesi ve bir işaret
vehminde bulunması yadırganmaz.
Gerçek zikrettiğimiz gibi olmasaydı,
bir nebi veya resul eş veya çocuk sevmez, kimse kimsenin ardından gitmezdi. Bu
sevmenin ve insanların birbirinin ardından gitmesinin nedeni, ayetlerin
derecelenmesidir. Alemin başkalaşması da ayetlerin ta kendisidir. Ayeder Hakkın
bulunduğu şe’nlerden ibarettir. Hiç kuşkusuz şe’nlerin (işler) bir kısmı
diğerlerinden üstün sayılmıştır, çünkü Hakk bu şekilde isimlerinde zuhur
etmiştir. Biz de isimlerin -birbirlerine göregenellik ve özellik itibarıyla
dereceli olduklarını anladık. Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir. O ‘İnsanları ve cinleri
bana ibadet etsinler diye yarattım’486 buyurandır, elGani nerede, el-Halık
(yaratan), el-Kabız, el-Mani isimleri nerede? İhatası bakımından el-Alim nerede,
el-Kadir ve el-Kahir nerede? Bütün bunlar âlemde gerçekleşen şeylerin
kendisinden başka bir şey midir? Öyleyse bir nebi ve resul ancak onda tasarruf
etmiştir, ‘fakat insanların çoğu, bilmez.’487 Çünkü bazı insanların kulağında
ağırlık, gözünde perde, kalbinde kilit, fikrinde hayret, bilgisinde kuşku,
duymasında sağırlık vardır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Arife göre bütün
bunların yegâne nedeni, aşırı yakınlıktır: ‘Biz
ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.’488 Başka bir ayette ‘İnsanı
yarattık ve ona nefsinin fısıldadığı şeyi biliriz,
ona şah damarından yakınız’489 buyurur. Vesvese nerede, ilham nerede!
insan adı nerede, âlem adı nerede?
Leyla kim, Lübna kim?
Hind ki, Besne kim?
Kays kim, Beşir kim?
Hepsi O’nun aynı değil mi?
Öyle doldum ki O’nunla Varlığı benim
olunca
Tüm yaratıklar dost oldu bana Benim
dostum nerede, nerede?
Sözümü araştıran kimse bulacak:
Onun satır arasında hakikati
Arızî güzellik ve sevgi sahiplerine
gelirsek, böyle bir sevgi ve güzellik, silinir gider ve onlar elde kalmayan
gayeler, meyledici şeylerdir. Allah Teâlâ’yı bilenlerde durum öyle değildir,
çünkü O’nu bilenlere göre, gölge de secde edicidir; varlığa ilişen ve arız
olan ise istidatlıdır. (Hızır’ın onardığı duvara atıfla) Duvar altındaki
marifetleri izhar etmek üzere ki arif ve vakıf insan onlarla müstağni
kalır‘ibadet maksadıyla’ meyleder ve eğilir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘gayreti’
Hızır suretinde yaratmış, o da duvarı onarmış ve doğrultmuştur. Çünkü biliyordu
ki, mal sahibi o esnada mala sahip olma ehliyetinde değildi ve mal hakkında
olması gerekenden farklı bir tarzda tasarrufta bulunulacaktı. ‘Onun
haberini bir süre sonra öğreneceksin.’490 Duvar altında bulunan hazine ortaya
çıksaydı, abes yere alınacak, Hakk etmeyen eller uzanacaktı. Hikmetleri koyan
ve ayederi yerleştiren, delillerin güzelliklerini izhar eden Allah Teâlâ münezzehtir!
Bu delillerin ve varlıkların varlık
bakımından en güzeli ve oluş bakımından en yetkini hayal âlemidir. Allah Teâlâ
onunla misalleri verir, kendisini bilenin sadece kendisi olduğunu beyan eder.
Çünkü Allah Teâlâ yasaklamak üzere şöyle der: ‘Allah
Teâlâ için misaller vermeyin, Allah Teâlâ bilir ve siz bilmezsiniz.’491 Ayet bize kendinden misaller verip
âleme -ki onun öncülüdürzuhur ettiğinde gelmiştir. Rüyaya bakınız! Rüya ile
hayal idrak edilir ve gerçekleşmesinden önce bir şey görülebileceği gibi olmuş
bir hadise veya hali hazırda olan hadise de görülür. Hayalden başka bu
toplayıcılığı görebileceğin bir mertebe var mı? Kim bir şeye bağlanır ve âşık
olursa, onu hayalinde tahayyül edip vehminde misalini oluşturduktan sonra ona
âşık olmuştur ve sevdiği kimse de o misale mutabıktır. Böyle olmasaydı, gözün
veya kulağın veya duyularından birisinin ilişme hali kaybolduktan sonra, ona
bağlanmak olmazdı. Gerçeğin öyle olmadığını bildiğimize göre bu durum sevilenin
suretinin sevende bulunduğunu gösterir. Aşık onu hayalinde kurmuş, bu nedenle
onu görebilmiş, bundan dolayı ona sevgisi artar ve muhabbeti güçlenir. Hayalinde
tasvir etmiş olduğu misal seveni sevdiğini aramaya ve talebe sevkeder. Çünkü
hayalin ruhu bu ilkedir ve bekası ona bağlı olduğu kadar aynı zamanda onu
koruyan bu ruhtur. Öyleyse sevenin hakkı gerçekte kendi sanatında ve fiilinde
güçlenmiş ve şiddedenmiştir, çünkü insanın hayalinde yapıp kendisine âşık olduğu
suret, kendisinin yaptığı bir iştir. Öyleyse insan kendisine dönen bir şeye
âşık olmuş, onu sevmiştir. Başka bir ifadeyle insan severken kendisine
bağlanmış, kendi fiilini övmüştür. Bunu bilen, Allah Teâlâ’nın kullarını
sevmesinin anlamını ve Ö’nun kullarını onların kendisini sevmesinden daha çok
sevdiğini anlar. Hatta kulları Allah Teâlâ’yı bir varlık olarak sevmez, O’nun
ihsanlarını severler. Çünkü onların gördüğü şey, ihsandan başkası değildir.
Kim bir varlık olarak Hakkı severse, nefsinde tasavvur ettiği bir misali ve tahayyülü
sevmiş demektir. Bu bağlamda sadece teşbih edenler vardır; her seven, benzetme
ve teşbih olmasaydı O’nu sevmeyecek, tahayyül olmasaydı sevdiği Hakka
bağlanmayacaktı. Bu nedenle Şâri Teâlâ Hakkın (namaz kılan için) kıblede bulunduğunu
belirterek, kulun kalbinin O’nu sığdırabileceğini ve kuluna kulun kendisine
yakın olduğu kadar yakın olduğunu veya organları gibi yakın olduğunu
belirtmiştir. Böyle insanlar Allah Teâlâ’ya bir misalde ibadet eden ve O’nu
mevcut olarak müşahede edenlerdir.
Tenzih edenlere gelirsek, onlar
körlük içinde hayrette kalmışlardır. Onlar bu körlükte dolanır dururlar.
Karanlıklarının bir gölgesi yoktur. Veya delil onları teşbihten ah koyamaz.
Nuru delil nurundan üstün gelip onu kendisine katacak bir iman nuru da yoktur
onlarda. Öyleyse tenzihçi insan herhangi bir şeyi elde etmeden ve meydana
getirmeden kalakalır! Onlar dağılmış gitmiş kimselerdir, çünkü onların
himmederi parçalanmış, vehim onlardan uzaklaşmıştır. Onların varlığı eksik bilmeleri,
vehmin onlardaki. hükmünden kaynaklanır. Vehimlerin kâmil adamlarda hükmü
vardır ve bu nedenle şeriadar Allah Teâlâ hakkında akli delillerin imkânsız
saydığı hususları getirmişlerdir. Bazı insanlarda imanın nuru akün nuruna karşı
güçlenir. Onların durumu güneşin ışığının yıldızların ışığı karşısındaki
durumuna benzer. Güneş ışığı yıldızların ışığını yok etmez, sadece onları
kendi ışığına katar. Öyleyse âlem güneşin ve yıldızların ışığıyla aydınlanır,
fakat insanlar sadece güneşin ışığını görür, bütünü görmezler. Allah Teâlâ
ehlinden kâmiller, aldın nurunu iman nuruna kattıklarında, tenzihçinin görüşünü
doğruladığı kadar teşbih yapanın görüşünü de doğrular. Tenzihçinin görüşünü
doğrular, çünkü aklın nurunun kendisine verdiği şeyi onlar aşmamıştır;
teşbihçiyi de doğrular, çünkü iman nurunun kendisine vermiş olduğu bilgiler onu
doğrular. Kâmil insan, Hakkı iman ile ve aklıyla bilip kemal derecesini elde
eder. Nitekim hayal mertebesi de duyu ve anlam/mana derecesini birleştirir.
Böylelikle hayal duyulur olanı latifleştirirken anlamı kesifleştirir. Öyleyse
hayal tam bir iktidar sahibidir. Bundan dolayı Hz. Yakub oğluna şöyle demişti: ‘Rüyanı
kardeşlerine anlatma, tuzak kurarlar:492 Çünkü Yakub oğullarının Hakkın Yusuf
a rüyasında gösterdiği misalin tevilini anlayacaklarını biliyordu. Allah
Teâlâ’nın Yusufa gösterdiği ve onun gördüğü şey, kardeşleri ve anne babasından
başkası değildi. Hayal kardeşlerin suretlerini yıldızlar, ebeveynin suretlerini
güneş ve ay yapmıştı. Hâlbuki hepsi kan, et ve sinir ve damarlardan oluşan
insanlardı. Süfli âlemden felekler âlemine yapılan bu aktarıma bakınız! Bedenin
karanlığından yıldızın ışığına aktarma yapılmış, kesif latifleşmiştir. Sonra
öncelik mertebesine yönelmiş, mertebenin ve mücerret manaların menziline
yönelerek onlara duyulur secdenin suretini giydirmiş, latifleri
kesifleştirmiştir. Hâlbuki rüya aynı rüyaydı! Hayal mertebesinin kuvveti
olmasaydı, gerçekleşen hadise gerçekleşmezdi. Hayal mertebesi ortada
bulunmasaydı, iki uç arasında hüküm sahibi olamazdı, çünkü ‘orta’ iki uç
üzerinde hükümrandır. Orta her ikisine birden aittir. Nitekim benzer şekilde
şimdiki zaman, yani an, geçmiş ve gelecek zamanm ta kendisidir. Allah Teâlâ
Arş’ta istiva etmesi ile kulunun kendisini sığdıran kalbinde bulunması
arasında insan-ı kâmilin mertebesini orta bir yer yapmıştır. Binaenaleyh Hakk
kulunun kabinde kendisine nazar eder ve dairenin noktası olduğunu görür. Aynı
zamanda Arş’a istivası esnasında da kendisine nazar eder. Bu durumda insan-ı
kâmil dairenin çevresi olduğunu görür. Öyleyse Hakk her şeyi ihata edendir.
Noktadan çıkan bir çizgi çevrede sonlanırken çevreden çıkan çizgi içerden
hareket ettiğinde noktaya ulaşır. Çizgiler âlemden başkası değildir. Çünkü Allah
Teâlâ her şeyi ihata edendir ve her şey O’nun kabzasındadır. ‘Bütün
iş O’na döner.’493 Boşluk
noktayla çevre arasında var sayılan boşluk olduğu kadar aynı zamanda âlemin
varlığıyla doldurduğu yerdir. Başkalaşmalar noktadan muhite muhitten noktaya
doğru boşlukta ortaya çıkmıştır. Hiçbir şey Hakkın dışında kalmadığı gibi
çevrenin dışında da bir şey yoktur. Her şey O’nun ihatası altındadır. Daha
doğru bir ifadeyle her şey O’ndan çıkar ve O’na varır, O’ndan başlar ve O’na
döner. O’nun muhiti ve çevresi isimleriyken noktası zatıdır. Bu nedenle O
sayıca bir ve bir-çoktur. Her göz O’na bakmaz, O’na göz bebeği bakar. Göz
bebeği olmasaydı, insan gözü göremeyecekti. Öyleyse insan göz bebeğiyle
(insanü’l-ayn) bakarken Hakk, Hakk ile zuhur etmiştir.
Ona Hakk dedik Bir de halk dedik
Ona inci dedik Ona Hakk dedik
FASIL
O melik ve mülk O felektir ve yıldızdır
İşte O’nun hüviyeti Sevgiye gel beri
dedi
Yani heyetim ve yapım güzelleşti, gel
demektir. Alemin güzelliği olmasaydı, el-Kadim’in
güzelliği ve iyiliği de bilinmezdi. Hakkın güzelliği olmasaydı, âlemde
güzellik ortaya çıkmayacaktı. Öyleyse iş devridir ve felek bununla dönmüştür.
Feleğin dönmesi yürümesidir ve bununla birlikte bu esnada mekânından ayrılmış
değildir. Felek bütünüyle mekânından ayrılmadan hareket eder. Bu durum Allah
Teâlâ’nın kullarına bir ikazı veya bir misalidir. Bu misal, âlemi var etmiş ve
kendisini bazı özelliklerle nitelemiş olsa bile, Hakkın kendi mertebesinde
bulunduğunu anlatmak amacı taşır. Hakkın bulunduğu mertebe zatı gereği
yaratıklarından farklılığı ve münezzehliği mertebesidir. Bununla birlikte her
bir yaratığıyla beraberdir. Çizgiler ise öyle değildir, çünkü çizgi-
ler ortadan ve ortaya doğru hareket
ederler. Onlar ayrıktır ve menzilleri kat ederler. Ortanın hareketi ise
menzilinden ayrılmaz ve başka bir yerde gerçekleşmez.
Bunlar garip konulardır. Soru soran da cevap veren de bu
konular ve sorunlar hakkında hayrete düşer:
Bak, ey dönen felek
Kim için dönüyor duruyorsun
Bize mi? Biz sizin içinizdeyiz Ona
mı? O zaman seyriniz yorucu
Allah Teâlâ kendinde hadden münezzeh
O el-Batın ve ez-Zahir
Nefeslerimizle bizim üzerimizde
döner Sen bizim için zorlayıcı hüküm
Benimle ilgilenmen bir meşguliyet
Sona erdiğinde ise hüsran
O’nun emriyle hareket edersen Tacir ve kazançlısın
demektir
Üzerinizden, daha üzerinden
kazanırsınız İlahınız O, sizi yaratmak üzere
Dürülmüş idiniz açmak için taayyün
etti Aklın sanatında hayrete düşmüş
Bunun için döner ve devam eder Sürekli
yönelendir sizin yerinize
Dur ve cebir yürümek üzere diretti
Dedi ki ben zorlayanım
Akılların gözleri örtüldü ve övüldü
Örtenin ben Olduğumu bildin
Hükmü hikmeti olan Allah Teâlâ
münezzeh
O’ndan çıkar ve
sadır olur ,
Sen olmasaydın ufkunda parlamazdı
Dönüşüyle parlak bir yıldız .
Allah Teâlâ âlemi yaratmış, âlemin
zatı ise kendisinde tertip edilen ve başkalaşmaya elverişli hakikatlere ve
istidadara göre dönüşmeyi gerektirmiştir. Bu nedenle bir kısmı diğer şeylere
dönüşebilsin diye âlem zatı gereği mümkün arazları talep etmiştir. Bunlar
âlemde gördüğün arazlardır. Alemde bu talepte kaşıdı hareket edenler vardır.
Kasıtlı talep özel bir arazı belirlemek ve tespit demektir. Misal olarak
ayakta duran insanın oturmayı istemesini etmesini verebiliriz. Bir kısmı
kasıtsız olarak ister. Misal olarak varlık sebebi olan meyve vermek üzere sulanmayı
isteyen ağacı verebiliriz. Ağacın belli bir ölçüdeki su miktarını talebi zatî
taleptir; ölçü artarsa su ağacın kurumasına yol açar. Su onun gerekli olduğu
ölçüye uygun değilse, belli bir miktar almakla ağacı koruyan birinin bulunması
gerekir ki, o da yaratandan başkası değildir.
A
Alemin cevherine ilişen bu arızi
durumların bir kısmı hakkında ‘salah (iyilik)’ denilirken bir kısmı hakkında
bozulma denilir. Fakat gerçekte âleme içinde salahın bulunmadığı bozulmanın
ilişmesi mümkün değildir. Böyle bir şey onun varlığından amaçlanan ve irade
edilen şeye aykırıdır. Bozulmanın bulunmadığı salaha gelirsek, bu, âlemin
Yaratanı tarafından irade edilir. Çünkü âlem bunun için, yani salah ve iyilik
için yaratılmıştır. Hallere gelirsek, bunlar anlamlar için zatî şeylerdir. Haller
onların hükümleridir ve onların varlığı olmadığı gibi aynı zamanda madum da
değillerdir. Hallere misal olarak kırmızılığın bulunduğu şey için kırmızı
rengini verebiliriz. Böyle bir şey yaratmayla nitelenmeyen bir hükümdür. Çünkü
o akılda var olan bir şeydir, dışta varlığı yoktur. Hatta kendisiyle nitelenenler
için hükümlerini meydana getiren bütün anlamlar dışta varlıkları olmayan madum
(var olmayan) durumlardır. Fakat onların hükmü ve hali vardır. Hükümlerinin
veya hallerinin dışta somut varlığı yoktur. Hüküm veren ve hükme konu olan şey,
gerçekte var olmayan durumlar olmuştur. Bununla birlikte onlar, akılda mevcuttur.
Öyleyse gerçekte herhangi bir mevcudun başka bir mevcutta hükmü yoktur.
Mevcutta ve madumda etki madumdan kaynaklanabilir (müessir madumdur). Çünkü
eser ve etki bütünüyle nispedere aittir ve nispeüer var olmayan durulmadan
başka bir şey değillerdir. Bu husus bedihi olarak mertebelerin hükümlerinde
ortaya çıkar. Misal olarak beşer türünde hükümdarlık mertebesini ve kölelik
mertebesini verebiliriz. Hükümdar halkında hükümdarlık ve saltanat mertebesinin
gerektirdiği şekilde hüküm verirken saltanatın dışta varlığı yoktur.
Öyleyse hüküm, mertebelere aittir.
Cevherler ve hakikatlerin, yani a’yanın özelliği, kendiliğinde doğal ve
cisimsel bir surette olmamaktır. Bir hakikat bir kimse için misal mertebesinde
doğal bedenli bir surette gözüktüğünde, şunu sorabiliriz: Acaba gözde ortaya
çıkan suret, gerçekte suretin ait olduğu kimseye -mesela insanın ve hayvanın
suretiait hükmü kabul eder mi? Böyle gözükmelere meleğin yakışıklı bir insan
suretinde gözükmesini veya ilahi tecellinin sureüerde ortaya çıkmasını
verebiliriz. Söz konusu suretin sahibine ait hükmü kabul ederse, onun hakkında
tefekkür, acıların ve hazların kendisinde bulunabileceği gibi hükümleri
verebiliriz. Ya da ortaya çıkan ve zuhur eden suret, insana ve hayvana benzer
mi? Ya da gerçekte o hükmü kabul eden şey nedir? Böyle bir surete gireni gören
kişi onun insan veya hayvan olup olmadığını bilmiyorsa, suret hakkında dış
dünyada verdiği hükmü verebilir mi? Kısaca bu konuda gerçek nedir?
Bilmelisin ki, melek gerçekte
insanınkinden başka bir surettedir. İnsanın sureti melekten farklı olduğu gibi
meleğin sureti ondan başkadır. Misal olarak Cebrail’in mutat hareket ve
sözleriyle bir bedevinin suretinde gözükmesini verebiliriz. Bu davranışlar
insanda nasıl idiyse onun suretinde temessül edenin suretinde de öyledir. Veya
meleğin girdiği suret hayali olduğu gibi davranışlar hayalidir. Bu misali suret
insanda bulunan bütün hükümlere tabidir. Nitekim konuşmak, hareket ve zahiri
keyfiyeder gibi hükümler insanda da bulunur. Öyleyse melek bu durumda hayali
bir insandır ve hayali insan olması itibarıyla gerçekte bu surette bir hükmü
vardır. Suret ortadan kalkınca, kendisi ortadan kalktığı için, hükümleri
ortadan kalkar. Bunun nedeni âlemin cevheri-’ nin asıl itibarıyla başkalaşmayan
bir cevher olmasıdır. Onda ortaya çıkan her suret, arızidir ve gerçekte her
zaman biriminde başkalaşan şeylerdir. Hakk sürekli benzerleri yaratır, çünkü O
sürekli yaratandır. Mümkünler yokluk hallerinde varlığı kabul etmek üzere
hazırdır. Öyleyse cevherde her ne vakit suret ortaya çıkarsa, tüm hükümleriyle
zuhur eder. O suretin duyulur veya hayali suret olup olmaması birdir. Çünkü
hükümleri kendisine tabidir.
Bir bedevi Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in Hakkı ‘gülmek’ fiiliyle nitelediğini duyunca, şöyle
demiştir: ‘Gülen bir Rabbe karşı hiçbir hayrı eksik etmeyiz.’ Çünkü gülen
birinin özelliği, kendisinden sürekli hayrın umulmasıdır. Suret gülmeye tabi
olduğu gibi onu da kendisinden hayrın meydana gelişi takip etmiştir.
İlahi mertebeyle ilgili durum
böyleyken, âlemin cevheri hakkında nasıl olabilir? Böyle bir şey âlemdekilerin
kolay kabul edebileceği bir şey değildir ve düşüncesi genişlemiş biri onu kabul
edemez. Onu kabul edebilecek kimse, âlemin cevherinin Rahman’ın nefesi olduğunu
bilendir. Alemin bütün suretleri onda ortaya çıkmıştır. Âlemin Rahman’ın
nefesi olduğunu bilmeyen kimse ise Hakka dair bu hususu kabul ederken içinde
bir meşakkat ve zorlama bulacağı gibi gerçekte kendisine ait olmadığını bildiği
bir sureti kabul eden herkes hakkında yaşar. Bu nedenle tevile kalkar, bazen de
tevil yapması güçleşir ve iman ederek işi Hakka bırakır, gerçeğin nasıl
olduğunu bilemez. Böyle bir insanın durumu, muhakkik aliminkinden farklıdır.
Muhakkik alim Allah Teâlâ’nın kendinde bulunduğu hal üzere eşyanın
hakikatlerini öğrettiği insandır.
Kısaca âlem cevheri bakımından
değerlidir, onda bu itibarla derecelenme yoktur. Sinek ile ilk akıl cevherin
üstünlüğü bakımından birdir. Derecelenme suretlerde ortaya çıkar ki, o da
mertebelerin hükümleridir. Bu yönden değerli olan, daha değerli olan vardır,
aşağı mertebede olan, daha aşağıda olan vardır.
Bu meseleyi bilen insana şeriadarın Allah
Teâlâ ve ahiret hayatı hakkında getirdiği ifadeleri veya aklın -fikir
yönündenidrak edemeyeceği bilinmeyip haber yoluyla öğrenilebilecek hususlar
hakkındaki ifadelerini kabul kolaylaşır. Suretler mümkünlerin varlıklarından
başka bir şey değildir. Âlemin cevheriyse zikrettiğimizden başka değildir.
Öyleyse âleme cevheri bakımından verilen ismin bir hükmü vardır ki, bu hüküm,
sureti bakımından ona ait değildir; sureti bakımından bir hükmü vardır ve o
hüküm cevheri bakımından âleme ait değildir. İnsanların bir kısmı meseleyi
keşif yoluyla bilir. Onlar, bizim arkadaşlarımız ve resuller, nebiler ve Hakka
yakın insanlardır. Bir kısmı ise bu meseleyi kendi gücüyle ve aklıyla bilir,
fakat bu bilginin ona nereden geldiğini ve nasıl o bilgiyi elde ettiğini
bilemez. Böyle bir insan hükümde keşif sahipleriyle ortaktır, fakat tam olarak
gerçeği bilemez. Onlar, sebebi kabul edenler olduğu gibi dehr’i ve doğayı kabul
edenlerdir. Bunların dışında kalanların sözü edilen hikmeder hakkmda haberleri
yoktur. Nitekim bu insanların da Allah Teâlâ ehlinin bu konularda bildikleri
hususlarda bir bilgileri yoktur. Bununla birlikte hükümde ortak olabilirler ve
herhangi bir grubun bilginlerine soru sorsaydın, Allah Teâlâ ehlinin bir
mesele hakkındaki sözlerini inkâr etmezlerdi. Belli bir konuda onların verdiği
hüküm, Allah Teâlâ ehlinin bildiğinden başka bir şey değildir. Onlar da illeti
kabul edenler de bu durumun farkında değillerdir. Bakınız! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem -ki Allah Teâlâ’dan haber veren O’durHakkı tafsili
olarak herhangi bir şeyle nitelediğinde, o özellik yaratılmış hadisin de
niteliğidir. Bununla birlikte o özellikle nitelenmiş olan Kadimdir ki, O da
Haktır. Aklın düşüncesi ve fikir gücü yönünden bu konuda bir tecrübesi ve hükmü
yoktur. Bunun nedeni, cevheri ve aslı itibarıyla âlemin Hakkın suretinde
olduğunu bilmemesidir. Akıl âlemi cevherin ta kendisi olduğunu zanneder.
Selamete ermek istersen, kendisini
nitelediği şekilde niteleyen ve teşbihi reddeden bir rabbe ibadet etmelisin! O
hükmü gerçekte olduğu hal üzere ortaya koyan ve ispat edendir. Çünkü cevher
suretin kendisi değildir, dolayısıyla teşbihin O’nun üzerinde bir hükmü yoktur.
Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur,’494 Bunun nedeni
benzeşmenin olmayışıdır, çünkü hakikatler benzerliği reddeder. ‘O duyan ve
görendir.’ Burada Allah Teâlâ suretleri ispadamıştır, çünkü bunlar canlının
ayırıcı özelliğidir. Her kim Rabbini O’nun haberinden tanımazsa, ‘hiç
kuşkusuz apaçık bir şekilde sapmıştır. ’495
Bunun en aşağı derecesi, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ ifadesinde olduğu gibi
nitelikleri hakkındaki haberlere iman eden olmaktır. Teşbih ve tenzih şeklindeki
her iki hüküm aklî bir hüküm ve kabul olarak haktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘0 her şeyi ihata edendir.’*96 Başka bir ayette ‘O
her şeyi koruyandır’*97
buyurur.
Bakınız! Hakk bir şeyi kendi
dışmdayken ihata eder ve kendisine nispeti olmaksızın varlığını korur. Böylece
işler birbirine girmiş, hükümler birleşmiş, varlıklar ayrışmış, Zeyd ve Amr
hakkında bir yönden ‘bu o değildir’ denilmişken bir yönden ‘odur’ denilmiştir.
Her ikisi de insandır. Alem hakkında da sureti ve cevheri yönünden benzer hüküm
veririz. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri yoktur’ der. Burada benzeri olmayan, yani
hakkında ‘O’nun benzeri yoktur’ denilen aynı zamanda ‘Duyan ve görendir’ diye
nitelenmiştir. Duyma hükmü görmeyle bir değildir. Allah Teâlâ ayırmış,
birleştirmiş, (gerçekte) ayrım olmamış ve birleşme olmamıştır.
Dileyen iman etsin, dileyen inkâr
Dileyen aciz kalsın dileyen incelesin
Öğrettiğimi anlayan Mutlu olmalı ve şükretmeli
Takvaya ulaşırsa zeki olmalı Bunu
bilen ve fark eden hakkında
Bu sözü âleme boş yere demedi Bir
öğüt o, dileyen tutsun
Körlük hayreti körler için Gören
için açık bir manzara
Amâ’sımn varlığında zuhur edince biz
Anladık bize olan yakınlığı bize ve sınırlamadık
VASIL
İşaret ve Tembih
Bilmelisin ki, her hangi bir sözü
insan o sözü içinde tahayyül etmeden söylemez. Önce onu tahayyül eder ve
kendisini ifade edeceği bir suret olarak var eder ki
böyle yapmak zorunludur. Hayal kendisi nedeniyle, yani bizatihi amaçlanan bir
şey değildir. O kendinde duyusal varlığa çıkması nedeniyle amaçlanır. Başka
bir ifadeyle hayalin hükmü duyuda gözükür. Çünkü tahayyül edilen şey bazen
mertebe olabileceği gibi bazen varlık sureti kabul edebilecek bir şey olabilir.
Misal olarak bir çocuğu olmasını hayal edeni verebiliriz. Bir çocuğu olur ve dışta
kendi benzeri bir şahıs olarak ortaya çıkar ve var olur. Bazen insan hükümdar
olmayı hayal edebilir ki hükümdar olmak bir rütbedir. Kişi hükümdar olur,
fakat yöneteceği mülkü yoktur. Bu durumda hükümdarlık sadece bir nispettir.
Tahayyül edilen şey tabir edilir,
mesela rüya öyledir. Her söz tabir edilir ve tevil edilir. Öyleyse âlemde tevil
edilmeyecek söz yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hadiselerin
tevilini öğrensin diye...’498 Her söz
dinleyeninde hadis, yani zaman içinde meydana gelmektedir. Tevilin bir türü
sözün sahibinin kastettiği anlama isabet ederken bazı teviller konuşanın
kastına yanlış tespit eder. Konuşanın kastını tespitte ister yanılsın ister
isabet etsin, bütün teviller (bir yönüyle) doğrudur. Binaenaleyh her şey
tabire elverişlidir ve bu hususta ifadede kullanılan terimi veya ibareyi
anlamayan veya bilmeyen dinleyicinin anlayışı önemli değildir.
‘Zevk ilimleri ve keyfiyetleri
aktarılamaz’ denilmiştir, bu sözün söylenmesinin nedeni şudur: Böyle bilgileri
söylemek ve ifade etmek, dinleyenin anlayışına yöneliktir. Bu nedenle onların
aktarılamayacağı söylenmiştir. Dinleyenin bir şeyi anlamaması, o anlamı idrak
eden insanın kendisi için bir lafızla onu ifade etmesine engel değildir. Söz
konusu lafız zevk yoluyla idrak ettiği şeyi gösterir ve belli bir vakitte
‘zevk ettiği’ şeyi unuttuğunda o söz kendisine hatırlatıcı ve uyarıcı olur.
Bununla birlikte zevki olmayan insan o sözü anlamaz. Binaenaleyh tevil
hayalinde meydana gelmiş bu sözün döndürüleceği ve irca edileceği anlamı tespit
etmekten ibarettir. Hadiseleri bildirmeye ibare ve rüyadaki tabire ‘tabir’
denilmesinin sebebi, haber verenin söylediği sözle ‘ubur (geçmek)’ ediyor
olmasıdır. Başka bir ifadeyle kişi sözüyle nefsinin mertebesinden dinleyenin
nefsine geçmektedir. Öyleyse haber veren insan, sözü bir hayalden başka bir
hayale aktarmaktadır ve dinleyici de -anlayışı ölçüsündeaktarılan sözü
tahayyül etmektedir. Bazen anlatım esnasında dinleyenin hayali anlatanın
haliyle örtüşür, bazen örtüşmeyebilir. Örtüşürse dinleyenin durumu ‘anlayış’
diye ifade edilirken örtiişmezse anlamak söz konusu değildir. Sonra haberi
veren insan bazen kendiliğinde bulunduğu Hakk uygun ve mutabık bir sözle onu
aktarır; bu anlatım ve ihbar, ibare diye
ifade edilirken örtüşme olmazsa ibare değil lafızdır. Bu durumda anlatıcı
hayalindeki manayı bir hayalden başka bir hayale geçirmemiştir. Söz kime
nispet edilirse edilsin, durum aynıdır.
Bu açıklamayla maksadımız hayalin
rütbesinin yüceliğine dikkat çekmektir. Hayal bilinenlerde mutlak hüküm sahibidir.
Şu var ki tabir
kelimesi rüyanın dışındaki durumlarda rubai (dörtlü, abbere, tefil babı) iken
rüyada sülasidir (üçlü; abure). Rubai ve sülasi anlam bakımından birdir.
Mazideki fiilin ikinci harfi fethalıyken muzaride zammeli ve şeddesizdir
(ya’beru). Rüyanın dışında kullanıldığında mazi ve muzaride şeddeli (yuabberu)
ve mazide ikinci harf fethalı gelecek zamanda kesrelidir. Burada rüyanın
dışındaki durumlarda şeddeli olmasının nedeni, ibareyi güçlendirmektir. Çünkü
o hayalde rüyadan daha zayıftır. Rüyanın dışında tabirci, kendi zihnindeki ve
nefsinde bulunan muhayyel bir şeyi ifade eder. Onu kendiliğinden zihninde
canlandırmış, sanki dışta görüyor gibi yapmıştır. Böylelikle fikir ve zihninde
canlandırma olmaksızın hayali tabir edenden daha zayıf kalmıştır. Diğerine
rüya gören insanı misal verebiliriz. Orada hayal içindeki şeyi görenin zihninde
canlandırmaksızın kendisine izhar etmektedir. Uyanık insan öyle değildir.
Böyle bir insanın hayal gücü duyu perdesinin etkisi nedeniyle zayıftır ve bu
nedenle güce muhtaçtır ve yine bu nedenle onu ifade etmesi zayıf olmuştur.
Şöyle denilir: Falan falan şeyi şöyle tabir etti.
Bakınız! Araplar vadinin geçilmesini
ifade ederken abartü en-nehr yani
nehri geçtim derler. Burada kelime şeddeli getirilmez, çünkü nehir zihinde
canlandırılan bir şey değil, aksine duyuda hazır olarak bulunan bir şeydir.
Nitekim zihinde canlandırmadan da hayalde mevcuttur. Bu nedenle zihinde
canlandırmak meşakkatli olduğu için şedde getirmekle yardım istemiştir. Yardım
istemek, her nerede ortaya çıkarsa çıksın, şeddeli yapmayı gerektirir. Çünkü
yardım, karşı koyma gücüne sahip olmayan kimse isteyebilir. Yalnız başına
yapamayacağı bir işte insanın yardım ve bu işe yardım edecek birisini araması
zorunludur. Bunu anla! Bir şeyin varlığının başka bir şeye bağlı olduğu her
şeyin derecesi buradan öğrenilir. O başka şey var edilmek istenilen şeyi orta
ya çıkartmak üzere yardımcıdır. ‘Allah
Teâlâ’nın sözünü duysun diye’499 ayetinin anlamı
buradan ortaya çıkar. Allah Teâlâ sözünü dinleyenin kulağına seslerle,
harflerle, ima veya işarede ulaştırmayı murat ettiğinde, vasıta zorunludur,
çünkü hadislerin, yani zaman içinde var olanların Allah Teâlâ’ta bulunması
imkânsızdır. Yollar neticede Allah Teâlâ’ya varır.
Bu menzildeki ilimlere gelirsek, kendisine
muhtaç olunup ulaşılmayan şey bu menzilden öğrenilir. Cem’in fark olmasının
izahı bu menzilden öğrenilir. Haber bilgisiyle akli düşünce, keşf kaynaklı düşünce
arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi duyuların idrakiyle
gerçekleşen bilgidir. Gafil insanın nasıl ikaz edileceği ve tembihin
mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Bilginin görmeden üstünlüğü bu menzilden
öğrenilir. Bir şahıs bazen bir şey görür, gördüğünün ne olduğunu bilemez,
başkasına onu anlatır, o başkası, kendisini görmemiş olsa bile anlatılanın ne
olduğunu anlar. Öyleyse bilgi görmekten üstündür, çünkü görmek bilginin
yollarından biridir. O yol üzerinde yürüyen insan özel bir duruma ulaşır.
Batılın hakikat suretinde ortaya çıkması bu menzilden öğrenilir. Bu ikisi
birbirine zıt şeylerdir ve bir şeyin arada bir tenasüp olmaksızın başka bir
şeyin suretinde ortaya çıkması imkânsızdır. Bu durumda cevherde aynı olmasa
bile nispette benzerlik vardır. Bu duruma nahiv sanatında muharebe fiili
misaldir. Bu konuda şöyle derler: ‘Kuş neredeyse uçtu. Damat neredeyse emir
oldu (yekadü).’ Hakk Teâlâ görenin gözünde serabı -kendisi su değilkensu
olarak gösterir. Serap yanına gelene kadar susayan için sudur. Aynı şey Allah
Teâlâ hakkındaki bilgiye susamış insan için öyledir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’yı
bilmek için araştırmaya başlar, araştırma tenzih veya teşbih sınırlamasını ona
verir. Perde kalktığında -ki susamışın seraba ulaşma haline karşılık
gelirsınırladığı halde bulamaz O’nu. Bu nedenle inkâr eder ve Allah Teâlâ’yı o
özel sınırlanmayla sınırlanmamış bir halde bulur. Görür ki, Allah Teâlâ
sınırlılıkta mudaklık sahibidir. Allah Teâlâ da onun hesabını görür, yani
takdirini değerlendirir. Adeta bu haldeki insan Hakkı sınırlılıktan çıkartmak
istemiş, Hakk ise ‘hesabını görür’ sözüyle kendisine şöyle demiştir: Senin bu
müşahedede elde edebileceğin yegâne bilgi, benim takyitte mutlak, yani
sınırlılıkta sınırlanmamış olduğumu bilmendir. Ben her türlü sınırlamanın
kendisiyim. Ben bilinen ve görünen kısımlarıyla bütün âlemim!’ Bu, ‘Ben
bir tuzak kurarım’500 ve ‘Tuzak
kurdular ve Allah Teâlâ tuzak kurdu’501 ayetlerinde belirtilen ilahi
tuzaktır.
Ecele bağlı olan şey bu menzilden
öğrenilir. Söz konusu şey, onun hakkında belirlenmiş kader eceline ulaşana
kadar ortaya çıkmaz. Mislin değeri bu menzilden öğrenilir. Müfessirlerin
kendilerine nispet ettikleri Allah Teâlâ’nın vahyinin gelmediği hususlarda
kendi görüşlerini belirtme iddiasından nebilerin tenzihi bu menzilden
öğrenilir. Müfessirler nebilerin -Allah Teâlâ’nın kendilerinden aktardıkları
hususlardaO’nun kelamını tefsir ettiklerini zannetmişlerdir. Amelde ve sözde Allah
Teâlâ’nın bizi korumasını dileriz! Onlar bu hususta büyük hata yapmışlardır.
Misal olarak İbrahim Peygamberin ve kendisine nispet edilen kuşkunun durumunu
verebiliriz. Onlar bu hususta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Biz
kuşkuya İbrahim’den daha layığız’ sözünü dikkade incelememişlerdir. Hz.
İbrahim ölülerin diriltilmesi hakkında kuşkuya kapılmamıştır, fakat ölüleri diriltmenin
farklı ve pek çok tarzı olduğunu biliyordu ve Allah Teâlâ’nın ölüleri bu
tarzların hangisiyle dirilteceğini bilmiyordu. İbrahim peygamber bilgi aramak
özelliğinde yaratılmıştı. Allah Teâlâ da kendisine yaratma tarzlarından
birisini göstermiş, o da mutmain olmuş, Allah Teâlâ’nın ölüleri nasıl
dirilteceğini anlamıştı. Aynı durum Hz. Yusuf, Hz. Lut ve Hz. Musa, Hz. Davud, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hikâyelerinde veya Süleyman’ın hikâyesinde
iki meleğe nispet etikleri durum için geçerlidir. Bütün bunlar, Yahudilerden
yapılan aktarımlardır. Müfessirler Allah Teâlâ’nın kendilerini kınamış olduğu
Yahudilerin aktarımlarıyla nebilerin ve meleklerin şerefleri hakkında söz
söylemişlerdi, tefsirlerini onlarla doldurmuşlardır. Hâlbuki bu hususlarda Allah
Teâlâ’nın kitabında nas bulunmadığı gibi bir hadis de yoktur.
Allah Teâlâ bizi ve sizi fikirlerin,
sözlerin ve fiillerin hatalarından korusun, âmin!
Masumiyeti hakkında delil ortaya
konulan kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın
ona öğrettiği ve sahip olduğu övülmüş nitelikler hakkında kendini övmesi
gerekir. Bu nitelikler Allah Teâlâ’nın kullarına dönük büyük nimederindendir ve
O şöyle der: ‘Rabbinin nimetine gelirsek, onu
zikret.’502 Teslim
ve bağlanma bu menzilden öğrenilir. Hayalin rütbesi ve onun Hakk olduğu,
kendisinde batıldan bir şey bulunmadığı bu menzilden öğrenilir. Hayali tabir
eden, merte
belerdeki inişe göre, isabet
edebileceği gibi doğru tabir yapabilir. İsabet eden insan hakikatlere
mertebelerini aşırtmayandır. İsimler ve onlardan hangilerine ibadet edileceği,
hangisine edilmeyeceği bu menzilden öğrenilir. Var olanların menzilleri bu
menzilden öğrenilir. Örtme ve tecelli bu menzilden öğrenilir. Bilgideki
derecelenme bu menzilden öğrenilir. Şükür ve şükreden bu menzilden öğrenilir.
Mutat ayetler ile böyle olmayan ayetler, bu menzilden öğrenilir. Teberri ve
tenzih, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ hakkında tenzih olan şeyin
yaratılmışlar hakkında -tenzih değilteberri olduğu bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ ehlinin kısımları ve tabakaları bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır:503
Üç yüz yetmiş ikinci bölümün sona ermesiyle yirmi altıncı
sifir de sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar