Print Friendly and PDF

YİRMİ ALTINCI SİFİR 3. Bölüm

 


ÜÇÜNCÜ FASIL

Atlas Feleği, Burçlar, Cennetler, Tuba Ağacı, Mükevkeb Feleğinin Yüzeyi

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ zikrettiğimiz Kürsünün ortasında şeffaf, dairesel felek yaratmış, onu burçlar diye isimlendirilen on iki kısma taksim etmiştir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın kitabında bizim için üzerlerine yemin ettiği şeylerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Burçlar sahibi feleğe yemin olsun fci...’452 Allah Teâlâ burçlardan her birisine bir melek yerleştirmiştir. Onlar, unsurlar dünya ehli oldukları gibi, cennet ehli olan kimselerdir. Onla­rın bir kısmı su, bir kısmı toprak, hava ve ateş kaynaklıdır. Cennederde oluşan şeyler bunlardan oluşurken gerçekleşen başkalaşmalar onlardan gerçekleştiği gibi bozulmalar da onlardan meydana gelir. ‘Bozulma’ derken nizamın başka bir şeye (dönüşecek şekilde) başkalaşmasını kas­tetmekteyim, yoksa söz konusu olan, kötü görülen ve çirkin bulunan bir bozulma değildir. ‘Bozulur’ derken kastedilen budur, aklına yanlış bir vehim gelmesin.

Bu burçlardan hareketle İmamiyye on iki imam fikrine ulaşmıştır, çünkü o melekler ihataları altındaki âlemlerin imamlarıdır. Öte yandan on iki melek mekânlarını değiştirmezler. Buradan hareketle İmamiyye meleklerin özelliklerine dayanarak imamların masum olduğunu ileri sürmüştür. Fakat onlar kendilerine yardımın buradan geldiğinin far­kında değillerdir. Mutlu olduklarında ise ruhları hüküm ve hakların ayrıştırılmasından sonra bu mertebelere ulaşır. Söz konusu hüküm ken­dilerini bu feleğe ulaştırır. Onların nihai yeri burasıdır ve onu aşamaz­lar, çünkü onlar başka bir şeye inanmazlar. On iki tane olsalar bile, dört mertebede bulunurlar, çünkü Arş dört direk üzerindir. Menziller ise üç tanedir: dünya, berzah ve ahiret. Bunların dördüncüsü yoktur. Menzillerden her birinin dört olması gerekir. Her birisinin bu menzil­lerden ehli olanlarda hüküm sahibi olması zorunludur. Üç ile dört çar­pıldığında çıkan sayı on ikidir ve bu nedenle burçlar on iki tanedir. Dünya diyarı ahirette ateşe döneceği için, kendisine ait olanların hü­kümleri de onun üzerinde kalır. Berzah cennetin çarşısındadır ve onda da dördün hükmünün bulunması gerekir. Cennette de dört tanenin hükmü bulunmalıdır. Öyleyse burçların olması zorunludur.

Koç, aslan ve yay mizaçları itibarıyla aynı mertebede vali olarak bulunurken boğa, başak, oğlak bir mertebedeki görevli valilerdir. İkiz­ler, kova, terazi başka bir mertebe üzerinde valilerdir. Yengeç, akrep ve balık başka bir mertebede valilerdir. Bu üç gruptakilerden her biri kendi mizaçlarında aynı doğadadırlar. Fakat hükümlerinin menzilleri üç iken her menzilde dört vali vardır ve her birinin üç menzilden biri­sinde hükmü vardır. Nitekim gün, gece ve gündüz cevari’l-hunnes ve künnes’ten birisine aittir. O onların valisi, sahibi ve kendisinde hüküm sahibi olandır. Fakat kalan cevarinin o günün sahibiyle (ilişkisi nede­niyle dolaylı olarak) bir hükmü vardır. Herhangi bir cevari bir gün içinde diğer arkadaşları olmaksızın sadece günün ilk ve sekizinci saa­tinde müstakil etki gösterebilir. Gece de öyle olduğu gibi ahiret de böyledir. Aslan ahirete ait olduğu gibi yengeç dünya üzerinde hüküm­randır. Yengeç değişken bir burç iken aslan sabittir, çünkü on ikisin­den her birisinin kendisinde bir hükmü vardır. Aynı şey dünya için geçerlidir. Ona ait burç yengeç olsa bile diğer burçların kendisinde bir etkisinin bulunması gerekir. Aynı şey berzah için geçerlidir. Berzah’a ait burç başak olsa bile, diğer burçların onda hükmünün bulunması gerekir. Dünyanın değişmesiyle (meydana gelen menzilin dışında) üçüncü bir menzil yoktur. Çünkü asıl itibarıyla dünyanın sahibi olan burç yengeçti. Ateşe döndüğünde ise yengeç azledilir ve terazi burcu onun yerini alır, diğer burçlar da hüküm bakımından kendisine tabidir.

İşin ne kadar garip olduğuna bakınız! Cehennem ehlinin azabı bit­tiğinde, ikizler burcu kendisine vali olur ve diğer burçlarm valinin yö­netiminde hükmünün olması gerekir. Kendilerine bakarken hüküm onlardan birisine ait olunca, ahirette kabul edenin mizacı, zıddının hükmüne göre gerçekleşir ve kendisinde hüküm sahibi olduğunda bil­hassa işin sonunda olmak üzere ondan nimedenir. Çünkü işin sonu mutlak ve genel olarak rahmettir. Öyleyse bununla sevinmelisiniz. Ya­ni Allah Teâlâ’nın ihsanı ve rahmetiyle sevinin. Çünkü o ‘sizin topladıklarınız­dan daha hayırlıdır.’453

Allah Teâlâ kendisinde yarattığı vali ve hakimlerle Adas feleğini döndürüp onun dönüşünü içinde gece ve gündüzün bulunmadığı kâ­mil bir gün yaptığmda, hareketi vesilesiyle onda bulunan şeyleri ya­ratmıştır. Bu hareket vesilesiyle olduğu kadar naiplere ilham ettiği ve bildirdiği hükümlere göre onları yaratır ve onların hükümleri için her varlıkta belli bir müddet belirler. Bu müddeder dünya, ahiret ve ber­zah menzillerinin durumuna göre değişir. Berzahtaki hüküm süre ve müddet bakımından en hızlı ve hükmü en yaygın olanıdır. Aynı şey onun uykusu için geçerlidir ve günlerinin sayısıncadır. Günler farklı farklıdır. Bir gün yarım dönüşten, bir gün tam dönüşten, bir gün yir­mi sekiz dönüşten meydana gelir. Bu sayı artar ve en nihayette ‘mearic günü’ne kadar ulaşırken en azı şe’nlerin günleridir. İki gün birimi ara­sında birbirine kıyasla ortaya çıkan gün dereceleri bulunur.

Allah Teâlâ her burçta bulunan on iki melekten her birisi için ken­disine ait mülkünden otuz hazine belirlemiştir. Hâzinelerden her birisi çeşitli ilimleri içerir. Onlar, kendilerine konuk olanlara konuğun rütbe­sine göre bu ilimlerden verirler. Bunlar Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Her şeyin hâzineleri bizim katımızdadır, onu ancak belli bir ölçüyle indiririz454 bu­yurduğu hâzinelerdir. Kendilerine konuk gelen kişi, hâzinelerden ken­disi adına gerçekleşen ilimleri kendisinde kullanamaz. Onun bundan payı sadece gerçekleşmiş olmalarından ibarettir ve kendisi adına gerçekleşeni rükünler âleminde, türeyenlerde ve insanda kullanır. Konuk olanların bir kısmı onların yanlarındaki her hâzinede bir gün kalır ve ayrılır ki bu süre kalma süresinin en azıdır. Allah Teâlâ katındaki rütbesi ve istidadının verdiği ölçüde bilgi almak üzere her hâzinede on çok kalan kimse, yüz sene kalır. Diğer konuklar ise yüz seneyle bir gün arasında kalırlar. ‘Gün’ derken Adas feleğinin hareketinin ölçüsünü kastediyo­rum. Yüz sene derken de bir senesi hareketin günlerinden üç yüz alt­mış gün olduğu bir süreyi kastediyorum. Bunu bilmelisin!

Hazineler, matematikçiler tarafından ‘feleklerin dereceleri’ diye isimlendirilirken onlara yerleşenler cevari, menziller ve onların ardın­dan gelen sabitlerdir. İlahi hâzinelerden meydana gelen ilimler, rükün­ler âleminde meydana gelen etkiler, hatta sabit yıldızlar feleğinin di­binden yeryüzünde ortaya çıkan tesirlerdir. Bunlar yedi cevarinin hare­ketlerine göre yavaş oldukları için ‘sabit’ diye isimlendirildiler. Allah Teâlâ on iki burç için cennetlerde ve ehlinde bulunanlara kendinde bir perde olmaksızın saf bir bakış/nazar belirlemiştir. Cennederde ortaya çıkan hüküm -kendilerini şereflendirmek üzereon iki burcun yönetmesin­den ortaya çıkar. Dünya ehline ve ateş ehline gelirsek, onlar kendile­rinde hükümlerinin bulunduğu şeylere naipler vasıtasıyla ulaşırlar. On­lar daha önce zikrettiğimiz üzere kendilerine konuk gelenlerdir.

Cennetlerde ortaya çıkan tekvin, yemek, içmek, cinsel ilişki hare­ket, durağanlık, ilimler, başkalaşma, yenilenler şehvetler vb. şeyler, söz konusu hâzinelerden kendilerini halife atayan Allah Teâlâ’nın izniyle on iki na­ibin eliyle ortaya çıkar. Bu nedenle onlardan doğrudan meydana gelen şeylerle dolaylı meydana gelen şeyler arasında büyük fark ve mesafe vardır. Dolaylı meydana gelenler, kendilerine konuk olanlar vasıtasıyla gerçekleşir; bunlar, naip ve perdedarlar gibi dünyada ve ahirette kendi­lerine ait kimselerdir. Bu ikisi arasındaki fark, dünya hayatında Allah Teâlâ’dan sakınanlarca öğrenilir. Nitekim şu ayet-i kerime vb. ayetlerde bu husus belirtilir: ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız, sizin için bir furkan yaratır.’455 Kastedilen sözü edilen hususları bilmektir. ‘Sizin günahlarınızı örte­riz.’456 Yani sizi üzecek şeylerin size ulaşmasını engelleriz, artık onu görmek sizi üzmez. Çünkü -henüz kendisine yerleşmemiş olsa bilebir şeye mahal olacak insanın nahoş bir şeyi görmesi onu üzer. Bunun ne­deni insandaki vehmin etkisi ve aklın o şeyin gerçekleşme imkânını dü­şünmesidir. ‘Sizi bağışlar.’ Yani sizden dolayı genel veya belirli-özel bir duada kendilerine ilgi gösterdiğiniz kimseleri bağışlar. Özel dua bizzat bir şahsın veya belli bir türün belirlendiği duayken genel dua kendile­rine kötülüğün ulaşabileceği bütün kullara duayı yaygınlaştırmaktır. ‘Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.’457 Bu fazilet Allah Teâlâ’nın kendisine zorunlu kıldığı rahmet ile azabı Hakk edenlere o rahmet nedeniyle merhamet etmesinden kaynaklanır. Azabı Hakk edenlere misal olarak inanç ve amel konularında günahkârları verebiliriz.

On iki naip Adn cennetinin dışındaki cennederin yapımlarını üst­lenenlerdir. Adn cennetini Allah Teâlâ eliyle yaratır ve onu mülkünün kalesi haline getirir. Allah Teâlâ orada miskten beyaz Kesib’i yaratır. Beyaz kesib miskin hayvandan çıkması gibiRabbin görülme esnasında tecelli ede­ceği suretten çıkar. Nitekim hayvandaki mesk de öyledir. Mesk (deri) hayvanın göze görünen ve onu örten derisidir. Allah Teâlâ cennetlerde bulu­nan ağaçları onların elleriyle dikecektir, fakat tuba ağacı bunun dışın­dadır. Tuba ağacını Allah Teâlâ Adn cennetinde eliyle diker, dallan Adn cennetinin suruna oradan da diğer cennedere kadar uzar. Onun çiçek­lerinden hülleler meydana gelir ki bunlar cennetliklerin elbise ve süsle­ridir. Onların güzellikleri diğer cennetlerin ağaçlarının çiçeklerinin ve yapraklarının taşıdıklarına göre daha güzeldir. Çünkü tuba ağacının Allah Teâlâ’nın onu eliyle dikmiş olmasından kaynaklanan ilave bir üstünlüğü vardır. Cennetliklerin elbiseleri dokuma kumaş değil, onların elbisele­rinden cennet meyveleri meydana gelir. Dünya hayatında meyveler çi­çeklerden ve benzeri şeylerden meydana gelir. Rivayeti itibarıyla hasen, keşif yoluyla sahih bir rivayette şöyle denilir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanlara hutbe okurken içeri bir adam girmiş ve şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın pey­gamberi!’ Başka bir rivayette orada bulunanlardan biri kalkarak -ki kuşku bendendirşöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Cennetliklerin elbiseleri yaratılacak mıdır, yoksa bir kumaştan mı dokunmuştur?’ So­ruya oradakiler gülünce Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu davranışı nahoş bularak ‘Bilmeyenin bilene böyle bir soru sormasına mı gülüyorsunuz?’ diyerek soru sorana dönmüş ve şöyle demiştir: ‘Cennet meyveleri onların elbi­selerinden çıkar.’ Böylelikle sahabe daha önce bilmedikleri bir şeyi öğ­renmiş oldular.

Allah Teâlâ Adn cennetiyle diğer cennetleri döndürür. Cennetlerin ara­sında birini ötekinden ayırt eden bir sur bulunurken her cennet anlamı bütün cennetlere yayılan bir adla isimlendirilmiştir. Bir cennete kendi ismi tahsis edilmiş olsa bile, söz konusu özel isim cennetin kendi an­lamını ifadeye en uygun ve bunun için en doğru isim olduğu için se­çilmiştir. Böyle durumlara misal olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘En iyi kadı Ali, helali ve haramı en iyi bilen Muaz b. Cebel ve miras konularını en iyi bileniniz Zeyd’dir’ buyurur. Bununla birlikte sahabeden her biri kadılığı, helal ve haramı ve miras bahislerini bilirdi. Fakat her alan ismi verilenlerce daha iyi bilinir. Cennetler Adn cenneti, Firdevs cenneti, Naim cenneti, Me’va cenneti, Huld cenneti, Selam cenneti, Mukame cenneti, Vesile cennetidir. Burası cennetler içindeki en üstün yerdir, çünkü o Adn cennetinden son cennete kadar tüm cennetlerde bulunur, Her cennette onun bir sureti vardır ve sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e mah­sustur. İnsanlar peygamberin kendilerini Allah Teâlâ’ya davet edip hükümleri açıklamış olmasının bereketiyle cennete nail oldukları gibi o cennete de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -Allah Teâlâ’nın bir hikmeti olarak‘uygun karşılık olsun di­ye5458 ümmetinin duasıyla ulaşır. Allah Teâlâ bu cennetlerin toprağını Mükevkeb feleğin yüzeyi yapmıştır ki orası da ateşin çatısıdır. Allah Teâlâ izin verirse, bu konu bu bölümlerde açıklanacaktır.

Allah Teâlâ her cennete esma-i hüsna’nın sayısınca yüz derece yer­leştirmiştir. Bu bağlamda hakkında susulmuş olan ve isimlerin tekliği­ne işaret eden ism-i azam Hakkın sayesinde âlemden ayrıldığı isimdir ki, o da özel olarak vesile cennetine bakar. Vesile cennetinin her cen­nette bir hükmü olduğu kadar ilahi bir ismin hükmü ona aittir. Bunu anla! Cennet menzilleri Kuran’daki ayetlerin sayısı kadardır. Bize ne kadar ulaşırsa, ayeüeri okuyarak onlara ulaşırız; ulaşmamış olanlara ise ihtisas cennetindeki ihtisas yoluyla ulaşırız. Nitekim ateş ehlinin -ki onlar oranın ehlidircennetlerine miras yoluyla ulaşırız. Cennet kapıla­rı yükümlülük organlarının sayısınca sekiz tanedir. Bu nedenle rivayet­te Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘abdest alıp iki rekât namaz kılan ve bu esnada içinden herhangi bir şey konuşmayan kimseye sekiz cennet kapılarının açılacağı ve dilediği birisinden gireceğini’ söylediği aktarılmıştır. Hz. Ebu Bekir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Kapıların hepsinden niçin girmiyor ki?’ deyince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Bekir’in sözünü onaylamış ve kabul et­miştir. Bir rivayette de Ebu Bekir’i bu Hakk sahip olacak kişi diye nite­lemiştir. Öyleyse her organın bir kapısı vardır ve yükümlü organlar se­kiz tanedir: Göz, kulak, dil, el, mide, cinsel organ, ayale, kalp. Bazen insan organların bütün amellerini yapar ve cennetin sekiz kapısından birden içeri girebilir. Çünkü ahiret yaratılışı berzaha ve -hayal sahibi olması itibarıylainsanın batınına benzer.

Cennederin pencerelerine gelirsek, bunların sayısı, imanın yetmiş küsur şubesine karşılık olarak yetmiş dokuz tanedir. Hadiste zikredilen ‘küsur’ dokuz demektir, çünkü küsur birden dokuza kadar olabilir. İmanın en aşağı derecesi yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmakken en üst derecesi ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demektir. İkisinin arasında amel ve güzel ahlakla ilgili hususlar vardır. Öyleyse kim güzel ahlaktan birini yerine getirirse, imanın bir şubesinde bulunur. Bununla birlikte o kişi sadık rüyalarda vahyedilen kimse gibi mümin değildir. Sadık rü­yalar -sadık rüya gören nebi olmasa bilenebiliğin parçalarındandır. Allah Teâlâ’nın rahmetinin genelliğine dikkat etmelisin! Nebilik hepsiyle nite­lenmiş olana verilen bir isimdir. Nebi öyle biridir ve bize kapısı kapatı­lıp kesilmiş nebilik odur. Onun bir parçası meleğin getirdiği vahye bağlı olan teşridir (şeriat koyucu nebilik). Bu özellik özel olarak nebi adına mümkündür. Nebiliğin bu şubesinin de kendisinde bilfiil var olup izlerinin gözüktüğü kimsede hükmünün bulunması gerekir. Çün­kü Allah Teâlâ o şubeyi peygamberin diliyle bildirince onu imana mutlak bir şekilde tamlama yapmış, bir şeyle sınırlamamış, sadece ‘imanın şubesi’ demiştir. Öyleyse herhangi bir şeye iman etmek, salt ve mutlak imanın şubelerindendir ve her şube imandır. Özel olarak batıla iman edenler de bu kapsamdadır. Bu, olmayan bir şeyle insanların arasını düzeltmek ve savaşta hile demektir. Böylece (batıl anlamındaki) yalan da imanın şubelerine dahil olmuştur. Yalan bir yerde iman şubelerinden biridir ve bu şube mümin olandan veya olmayandan meydana gelebilir. Bununla birlikte mümin olmayan yoktur, çünkü Allah Teâlâ onu terk etmemiştir. Ni­tekim herkes (bir anlamda) kâfirdir. Çünkü iş Allah Teâlâ’ya iman eden ile ba­tıla iman eden ve Allah Teâlâ’yı inkâr eden ile batılı inkâr edenle sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın her kulu aynı anda mümin ve kâfirdir. Onun imanını ve küfrünü sınırlandığı şey belirler.

Öyleyse imanın her şubesinin cennete giden bir yolu vardır. Cen­net ehli olanlar her cennette bulunurken ateş ehli olanlar iman şubele­rinden birisinin bilfiil var olması bakımından ateştedir. Onlar kendi­sinden çıkmayacak olan ve ehli olan kimselerdir. Onlar sahip oldukları iman şubesine göre, ateş içinde bütün cennet anlamlarının hepsine sa­hiptirler. Bunun istisnası Firdevs ve Vesile cennetidir. Onların bu iki cennete ayak basması söz konusu değildir, çünkü Firdevs cennetinin ateşte bulunması söz konusu değildir. Onlar için olan, Naim, Huld, Me’va, Selam, Mukame ve Adn cennetidir. Cennet ehli diledikleri va­kitte Hakkı görmekle nimedenirken Cehennem ehli belli vakitlerde gö­recektir; çünkü Allah Teâlâ onların üzerine perdeyi kayıksız anlamda çek­memiş sadece ‘Hayır! Onlar rablerinden o gün perdelenmişledir459 aye­tinde belirtildiği üzere ‘o gün’ demiştir. ‘O gün’ Allah Teâlâ’nın kendilerine dönüp gazap ve öfkesinin arttığı andır. Rabliğin ise şefkati vardır, çünkü terbiye edilen zayıftır ve lütfa muhtaçtır. Bu nedenle gazap ha­linde terbiye eden Rab’den perdelenir. Bunu anla!

Bu perde ateşe ‘yaslanmaya’ zorlar, çünkü ayetin devamında ‘Sonra onlar cahim’e yaslanırlar460 buyurur. Burada Allah Teâlâ ‘sonra’ kelimesini kullanmıştır. Öyleyse cahim’e yaslanmak, perdelenmenin gerekleşmesinin ardındadır ve bu nedenle onu ‘o gün’ diye sınırlamıştır. İnsan ve­ya yükümlü de Allah Teâlâ’nın bir ahlakına sahip olmalıdır. O’nun üç yüz altmış ahlakı vardır ve mümin veya kâfir herkesin O’nun ahlakından birisisine sahip olması zorunludur. Allah Teâlâ’nın bütün ahlakı ise güzel ve övülmüştür. Bir insanda bu ahlakın birisi bulunur ve onu ahlakın Hakk ettiği yere yönlendirirse, ister ateşte ister cennetlerde olsun, o ahlak nedeniyle Mutlu olması zorunludur. Çünkü ‘ciğeri olan herkeste ecrin yaşlığı bulunur.’ Her insanın sayesinde sevap ve ödül alacağı Allah Teâlâ’nın ahlakından birine yönelmesi zorunludur. Öyleyse ateşin derekeleri azap bitmediği sürece derekedir. Belli süresinde azap sona erdiğinde içinde bulunduğu cehennem derekesi, bir vakitte sahip olduğu ilahi ah­lak nedeniyle cennet derecesine dönüşür.

Allah Teâlâ o kadar kerim ki, ihsanı unutmaz seni Cömert olmasaydı Rahman, kim cömert olacaktı ki?

Allah Teâlâ her yükümlüde akıl yaratmış, kendisine tecelli etmiştir. Bu nedenle herkesin aklı ve teorik düşüncesi yönünden O’na dair bir inancı vardır ve Allah Teâlâ akli düşüncenin gerekli kıldığı hususa dair in­sandan söz almıştır. Bu inanç her akıllının kendisinin ve benzerlerinin Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bilmesidir. Sonra Allah Teâlâ insana katından bir peygamber gönderir ve birinci anlaşmada ve misakta belirlendiği gibi başka bir ahit daha alır ve insan Allah Teâlâ karşısında iki ahit sahibi haline gelir: Aklî ahit ve dini ahit. Allah Teâlâ kendisine her iki söze vefa gösterme­sini emretmiş, daha doğrusu -bunu kabul ettiği içinhal insandan ve­fayı talep eder. Bu iki ahde dair bilgim kendisini gören kimsenin ulaş­tığı yere ulaşınca şu beyitleri söyledim:

Kalpte iki inanç var: delil inancı ve hidayet inancı iki sözü olan kimse kurtulur mu, ne dersin?

Rabbim! Bana verdiğini bildim ben

Bana onu yükleyince beni görürsün

Yükümlü tuttuğun her şeye takatim yetmez benim

Beni kurtuluşa ulaştıracak kim?

Akıl ve şeriat ‘uy’ der, ‘verdiğin söze’

Kalbim ise 'vefaya gücüm yok’ der durur

Beka billâh olmuşsam, vefa da tamam!

Veya sen isem ben benim değil sözler

‘Beka billâh olmuşsam, vefa da tamam! (Sen benim niteliğim isen)’ dedim, bu söz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kutsi hadiste aktardığı ‘Ben ku­lumun duyması ve görmesi olurum’ hadisine atıf yapar. Aynı şekle ben, yani nefsim sen ise, ameli ve vefayı yaratan ve onun faili sensin, ben değilim. Çünkü herhangi bir yaratılmışın bir inancı belirlemesi mümkün değildir. Bütün iş Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Öyleyse o ikisi, yani akıl ve şeriat benim üzerimde hüküm sahibi değildir. Hüküm sadece amel­leri ve halleri yaratan, onlara güç yetiren Hakka aittir. Bunu söyledik ki, dinleyenler şu ayeti hakkal-yakîn anlasın: ‘İnsan çok cedelcidir,’461 Cedelin en güçlüsü Allah Teâlâ’ya karşı yapılandır.

Tuba Ağacı Nedir?

Bilmelisin ki, bütün cennet ağaçları karşısında tuba ağacmm yeri belinden çocukları ortaya çıktığı anda Âdem ile çocuklarının durumu gibidir. Allah Teâlâ, tuba ağıcmı eliyle dikip onu düzenlediğinde, ruhundan ona üflemiştir. Aynı şeyi Meryem’de yapmış ve sonra ona ruhundan üflemiştir. Bu nedenle Hz. İsa ölüleri diriltmiş, şaşıları iyileştirmiştir. Allah Teâlâ, Âdem’i iki eliyle yaratarak şereflendirmiş, ona ruh üflemiş, ru­hun kendisine üflenmesi ona iki el ile yaratıldığı için ilahi isimlerin bil­gisini kazandırmıştı. Âdem toplam sayesinde maksada ermiş, halifeli­ğin sahibi olmuştur. Bu bağlamda ‘mal ve oğullar dünya hayatının süsü­dür.’462       .

Allah Teâlâ tuba ağacını eliyle dikmiş, ona ruh üflemiş, onu kendilerini giyenler için süs olan elbiselerle süslemiştir. Biz de onun arzıyız -çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde bulunan her şeyi onun süsü yapmıştır-. Cennet mey­velerinin hepsi kendiliğinde bulundukları hal üzere ortaya çıkmıştır. Bu durum bir çekirdeğin bir hurmayı ve onun taşıdığı tohumu mey­dana getirmesine benzer. Allah Teâlâ’nın özel yönden yaratma işini üsdendiği bir şey, bu ayrıcalık ve bu özel yönelişe sahip olmayanlara karşı üstü ve ayrıcalıklıdır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRDÜNCÜ FASIL

Menziller Feleği hakkındadır. O Mükevkeb feleğidir. Göklerin, rükünlerin ve türeyenlerin yapısı hakkındadır. Allah Teâlâ’nın kendi­siyle göğü yeryüzünün üzerine düşmesini engellediği direk nedir? Allah Teâlâ bunu nimederine karşı nankörlük yapmış olsalar bile, yeryüzündeki insanlara dönük merhametinden yapar. O direk sayesinde gök insanlar oradan ayrılana kadar yeryüzünün üzerine düşmez ve çökmez.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu Mükevkeb feleğini Adas feleğinin or­tasında yaratmış, ikisinin arasında da -içindekilerle birliktecennetleri yaratmıştır. Felek onun arzı, Adas göğüdür. İkisinin arasında biteceği yeri Allah Teâlâ’nın bildirdiklerinden başka kimsenin bilemeyeceği alan vardır. O bir çöle atılmış halka gibidir. Allah Teâlâ feleğin dibinde yirmi sekiz men­zil belirlemiş, bunları menziller diye isimlendirilen bu kevkeblere izafe etmiştir. Bunların menzil diye isimlendirilmesinin nedeni hareket eden (seyyar) yıldızların onları kat etmesidir. Bunlar ile yürüyüşlerinde menzil bulunmayan diğer yıldızlar arasında bir fark yoktur. Zikretmiş olduğumuz üzere, burçlardaki inişinde kendisine özgü hükümler hak­kında Allah Teâlâ şöyle der: ‘Aya menziller takdir ettik.’463 Kastedilen Mükevkeb feleğinde takdir edilen ve belirlenen menzillerdir. Bunlar, yıldızlar arasında Şartîn ile Reşa arasında -söz gelişi-, bulunan bölge gibidir ve onlar takdir edilen menzillerdir. Bu menziller olmasaydı di­ğer yıldızlardan şahıslarıyla ayrışırlardı.

Bu feleğin dibinden altına kadar olan bölümde dünya bulunur. Çünkü oradan aşağısındaki yere kadar olan bölge, görülecek şekilde bir şeyin başka bir surete dönüştüğü yerdir; ötekinin de kendiliğinde bir sureti vardır ki, bu suret dünyadaki suretinden başkadır. Suretin başka­laşmasıyla dünyadan cennete insan ve insan olmayan bazı varlıklar in­tikal ederken insan olan ve olmayan bazı varlıklar da orada kalır. Geri­de kalan herkes, cehennemliktir ve onlar ateşin ehlidir. Allah Teâlâ yıl­dızlardan her birisi için Adas feleğinde bir kat belirlemiş, bu sayede burçlarındaki hâzinelerden elde ederler. Burçların on iki meleğinin el­leriyle tesir ilimlerinden her yıldızın hakikatinin verdiği şeyleri -ki daha önce bunları açıklamıştıkelde ederler. Allah Teâlâ onları farklı tabiatlarda yaratmıştır. Onda ve diğer yıldızlar bulunan ışık güneşin ışığındandır ve o (batını yorumda) kalbı büyük yıldızdır. Güneşin ışığı kendi nede­niyle meydana gelmez. O en-Nur isminden gerçekleşen sürekli tecelli­den meydana gelir. Zaten ‘göklerin ve yerin nuru olan Allah Teâlâ’nın nurun­dan’ başka nur olamaz, insanlar ise ışığı ve nuru güneşin cismine izafe ederler, hâlbuki ışık konusunda güneşle diğer yıldızlar arasında fark yoktur. Tek fark güneşe dönük tecellinin sürekliliğidir ve bu nedenle onun ışığı dürülme vaktine kadar kaybolmaz. Çünkü bu misali ve nurî tecelli kendileriyle gözleri arasında bulunan perde nedeniyle bakanların gözlerine gizlenir. Yıldızların (feleklerinde) yüzmesiyle felek içinde fe­lekler, yani yollar meydana gelir ve hava bütün yaratılmışları içerir. O âlemin hayatıdır ve sıcak-yaştır. Sıcaklığın ifrata vardığı kısım ateş diye isimlendirilirken yaşlığın aşırı olup sıcaklığı azalan kısım su diye isim­lendirilir; itidalde kalan kısım hava adını korur. Su hava üstünde tutu­lurken suyun hareket etmesi, akması ve dökülmesi havayla gerçekleşir. Rükünler içinde başkalaşmayı havadan daha hızlı kabul eden bir rükün yoktur, çünkü o asıl olduğu gibi sıcaklık ile yaşlığın itidalde ve doğru bir yöntemle birleşmesinin neticesidir. Binaenaleyh hava en büyük un­sur olduğu kadar bütün unsurların aslıdır; su ise unsurlar arasında kendisine en yakın unsurdur. Bu nedenle Allah Teâlâ her şeyi sudan yarat­mıştır ve su zatı gereği ısınmayı kabul eder. Hâlbuki ateş sudan farklı olarak ne zatı gereği ne dolaylı olarak suyu ve soğumayı kabul eder.

Burçların En Büyüğü Havaî Olanlardır

Burçların en büyükleri havaî burçlardır ki onlar terazi burcu, kova ve ikizlerdir. Allah Teâlâ yeryüzünü yedi tabaka halinde yaratınca, her yer üzerinde bir gök kubbesi bulunabilsin diye her yeri ötekinden kü­çük yapmıştır. Yeryüzünü yaratıp orada besinleri belirlemiş, havaya kurşun sureti giydirmiştir; bunun anlamı duman demektir. Allah Teâlâ du­mandan yedi gökleri tabaka tabaka şeffaf cisim olarak yaratmış ve onla­rı yeryüzünün üstüne kubbeler olarak yerleştirmiştir. Bunların uçları yeryüzünün üzerine yarım küre gibi konulmuşken yeryüzü onların al­tında adeta (çadırın) yüzeyi ve zemini gibi kalmıştır. Yeryüzü üzerinde gök kalabilsin diyegökten dolayı yuvarlak Hakk getirilmiştir. Ardından yeryüzü sallanmış, dağlar vasıtasıyla ağırlığı artırılmış ve sa­kinleşmiştir. Allah Teâlâ her bir göğe belli bir yıldız yaratmıştır ki', bunlar cevari denilen yıldızlardır. Onlardan birisi yakın semada bulunan Ay’dır. İkinci gökte Katib bulunur ki, Utarit’tir. Üçüncüde Zühre, dördüncüde Güneş, beşincisinde Ahmer -ki Merih’tir-, akıncıda Müş­teri, yani Behram, yedincide Zuhal bulunur -o da Mukatil’dir. Nitekim daha önceki şekilde bunları resmetmiştik. Bütün yıldızlar yüzünce burçlardaki hâzinelere konuk olurlar ve melekler bu hâzinelerden vere­ceklerini onlara verirler. Bu vermenin etkisi rükünlerde ortaya çıkar ve. onlarda önce donuklar türer; donuklar madenlerdir. Yanı sıra bitkiler ve hayvan türer. Türeyen son varlık ise (bir yönüyle) hayvan insan (başka bir yönüyle) halife insan-ı kâmildir. O zuhur eden surettir ve âlemin hakikatleri onunla toplanır. İnsan-ı kâmil âlemin hakikatlerinin toplamına Hakkın hakikatlerini izafe eden kimsedir. Bu hakikatler sa­yesinde halifelik onun adına geçerli ve sahih olabilmiş, bu özellik zu­hur eden kimselerde ortaya çıkmıştır.

Allah Teâlâ türeyenlerin her bir türünde kâmil bir tür yaratmıştır. Ma­denlerde ortaya çıkan en kâmil suret altın olmuşken bitkilerde vakvak ağacı, hayvanda insan olmuştur. Allah Teâlâ her iki tür arasında ara varlık yaratmıştır. Maden ile bitkiler arasında mercan, bitkiler ile hayvan ara­sında hurma, hayvan ile insan arasında maymunu yaratmış, yaratmış


olduğu her surete kendinden bir ruh üflemiş, o şey hayat bulmuştur. Allah Teâlâ her türe o türün kendisine göre tanınmiş, her tür üzerinde yara­tılmış olduğu durumla Hakkı tanımıştır. Başka bir ifadeyle Hakk her surete o suretin kendinden tanınmıştır. Öyleyse her suret Hakkı kendi suretinde görmüştür. Suretler ise -hepsi bir nefsten yaratılmış olsalar bilefarklı mizaçlardadır. Misal olarak Âdemoğullarının kalplerini ve­rebiliriz. Allah Teâlâ onları bir nefisten yaratmışken onlar farklı farklıdır. Suretlerin bir kısmında hayat gizlenmiş ve batın kalmış, Allah Teâlâ insanların çoğunun gözlerini onları görmekten alıkoymuştur. Bunlar iki türdür: Bir kısmı gelişme ve beslenme özelliğine sahipken bir kısmı gelişme özelliğine sahip olduğu halde beslenme özelliğine sahip değildir. Birin­ci kısmı maden ve taş diye isimlendirmişken, öteki smıfı bitki diye isimlendirdik. Suretlerin bir kısmının hayatı açık ve zahirdir. Bu kısmı hayvan ve canlı diye isimlendirdik. Bununla birlikte hepsi gerçekte ha­yat sahibidir ve nefs-i natıka sahibidir. Binaenaleyh âlemde bir nefse, hayata ve zatî ya da emre bağlı ibadete sahip olmayan bir suretin bu­lunması mümkün değildir. Söz konusu suretin insanın meydana getir­diği veya hayvanların meydana getirdiği bir suret veya şekil olması du­rumu değiştirmez; söz konusu suret insanın kaşıdı veya kasıtsız olarak meydana getirdiği bir suret de olabilir. Bir suret -kendisini nasıl tasav­vur edersek edelim ve kimin eliyle ortaya çıkarsa çıksınortaya çıktı­ğında Allah Teâlâ emrinden bir ruh giydirir ona ve hemen o vakitte kendisi­ne tanınırken suret de kendisinden Hakkı tanır ve kendisinde Hakkı müşahede eder. Keşif ehli dünyada ve ahirette hakikati böyle keşfeder.

Gece ve gündüz güneşin doğumu ve batımıyla ortaya çıktığı gibi gün de Adas feleğinin dönüşüyle gerçekleşir. Zaman ‘ne zaman’ sorusu sorulacak şekilde hadiselerin ardışık bir şekilde gerçekleşmesiyle ortaya çıkar. Zaman, gece, gündüz, gün, senenin mevsimleri: hepsi, var ol­mayan nispederden ibarettir ve onların dışta ve kendiliklerinde varlık­ları yoktur. Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetmiş, göklerin rükünler âlemi­ne ulaştırdıkları işlerin uygulanma vesilesini cevari’nin yüzüşleri yap­mıştır. Allah Teâlâ onları bu işlerin ve emirlerin uygulanması için kendi em­riyle hareket eden naip ve vekiller yapmıştır. Onlar söz konusu emirleri kemaliyle gerçekleşen bir sene içinde burçlardan alırlar. Allah Teâlâ onlar için Mükevkeb feleğinde bulunan belirlenmiş menziller takdir etmiş, onlar adına bir araya gelmeler ve ayrılmayan takdir etmiştir. Bütün bunlar ‘Aziz ve Hakim’irı takdiriyledir.’464 Allah Teâlâ onların seyrini dairesel yapmış ve bu nedenle onları felekler diye isimlendirmiştir. Yedinci göğün yü­zeyinde Darah’ı yaratmıştır; Darah, beyt-i mamur’dur ve şekli hamiş­teki gibidir:


 

Allah Teâlâ her gökte orayı doldurup imar eden ruhlar ve melekler gru­bu yaratmıştır. Meleklere gelirsek, onlar rükünlerde ortaya çıkan âle­min maslahadarını yerine getiren elçilerdir (sefirler). Maslahadar ma­lum şeylerdir. Bütün feleklerin ve Adas’ın hareketlerinden meydana gelen şeyler hakkında henüz gerçekleşmeden sefirlerin bilgileri yoktur. Meleklerden her birinin aşmadıkları belli bir makamı vardır. Melekle­rin diğer âlemini ise tespih, namaz ve Allah Teâlâ’ya övgü meşgul etmiştir. Yedinci gök ile Mükevkeb felek arasında kürsüler vardır. Bunların üze­rinde insan ve cinlerden olan yükümlülerin suretleri gibi suretler ve temiz meleklerin elleriyle yükseltilmiş örtüler bulunur. Onların yegâne işi o suretleri murakabe etmektir ve örtüler onların ellerinde bulunur. Bir melek herhangi bir suretin güzelliğini yitirip başka bir Hakk geçtiği­ni gördüğünde, kendisiyle diğer suretler arasına perde ve örtü çeker ve onlar kendilerine neyin iliştiğini bilemez. Melek Allah Teâlâ’nın (görevlen­dirmesiyle) o sureti murakabeyi sürdürür. Suretten çirkinliğin kalkıp güzelleştiğini gördüğünde ise örtüyü kaldırır ve suret en güzel süsü ha­linde tebarüz eder. Suretlerin ve örtülerle görevli melekî-ruhların tes­pihleri ‘güzeli izhar eden ve çirkini örten münezzehtir’ şeklindedir. Ke­şif ehli de Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanıp kullarına karşı edepli davransın­lar diye, bu tespihe muttali olmuştur. Böylelikle onlar âlemin güzellik­lerini izhar ederler, kötülüklerini gizlerler. Şeriatlar Allah Teâlâ katından bu­nu getirmişlerdir. Allah Teâlâ’ya ehil olduğunu iddia edip âlemle ilişkisinde bu hükme aykırı davranan insan iddiasında yalancıdır. Nitekim Allah Teâlâ bu ve benzeri ahlakı nedeniyle el-Gafur ve el-Gaffar (günahları örten, gizleyen) diye isimlendirilmiştir.

Allah Teâlâ melekûtunu zikrettiğimiz unsurlardan yarattığında Âdem’i iki eliyle unsurlardan yaratmış, ondaki en büyük parçayı ise toprak un­suru yapmıştır. Bunun nedeni onun kuruluğu ve soğukluğudur. Sonra onu kendisinden yaratıldığı yeryüzüne indirmiştir. Daha önce cinler rükünlerden yaratılmış, onlardaki en baskın unsur ateş olmuştu. Sonra Âdem ile İblis ve melekler arasında Allah Teâlâ’nın bize Kuran’da anlattığı hi­kâyeler gerçekleşmiştir ki, bunları tekrara gerek yoktur. Allah Teâlâ göğün suretini ‘muvahhit insan’ nedeniyle gökte korumuş ve tutmuştur. Söz konusu insanın ‘olumsuzlaması (nefiy)’ mümkün değildir. Bu nedenle onun zikri ‘Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’ şeklindedir, çünkü onun düşüncesinde Allah Teâlâ’dan başkası bulunmaz. Onun nezdinde ilahlık iddia eden herhangi bir şey yoktur ki, onu ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diyerek olumsüzlasın ve nefyetsin. Bir ve Tek Allah Teâlâ’dan başka kimse yoktur! Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kıyamet kopmaz, ta ki yeryüzünde ‘Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’ diyen kalmadıkça!’ Bu zikir, Allah Teâlâ’nın hakkında ‘Allah Teâlâ zikri en bü­yüktür465 buyurduğu en büyük zikirdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’dan baş­ka ilah yoktur diyen’ dememiştir. Bu zikir can vermesinin ardından kı­yametin koptuğu ve göğün parçalandığı imamın düsturudur, çünkü o ve benzeri kimseler direktir. Allah Teâlâ ondan dolayı göğü yeryüzünün üze­rine düşmeyecek şekilde tutmuş, b göğün düşebilme (ihtimali nedeniy­le) nedenle onun hakkmda ‘vahiye’ yani ‘düşecek’ demiştir.

Naipler kendi yollarında ve suretlerinde harekete devam eder. Bunlar, dünya, berzah ve ahirette rükünler âleminde suretten surete gi­rerken gözükürler. Nihayette Allah Teâlâ yeryüzüne ve üzerindekilere varis olur. Artık geride ahirettekiler kalır. İşte o gün kıyamet günüdür. İki diyar ise cennet ve ateştir ve her birisini dolduran insan, cin ve Allah Teâlâ’nın dilediği kimseler olacaktır. Cennette sıdk, yani doğruluk ayağı bulu­nurken ateşte el-Cabbar’ın ayağı bulunur. Bunlar kürsüdeki iki ayaktır. Daha önce bu konuya dair akıllılara yeterli gelecek ve yolcuyu maksada ulaştırmaya elverişli açıklamalar bu kitapta yapılmıştı.

Haşir Toprağı/Arzı: İçerdiği âlem ve mertebeler, fasıl ve kaza Arşı, onun taşıyıcıları, üzerinde bulunan meleklerin el-Hakem ve el-Adl’in önündeki safları

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ suretlere üfleyip kabirlerinde bulunanları di­rilttiğinde, insanlar ve vahşiler toplanır. Bu bağlamda şöyle der: cYer­yüzü ağırlıklarını çıkartır.’466 Artık yeryüzünde kendisinden başka kimse kalmaz ve onları -bitirme şeklinde değilkendinden çıkartma tarzında izhar eder. Zahiri dünyanın yaratılışıyla ahiretin zahiri yaratılışı arasın­daki fark budur. Birincide bizi Allah Teâlâ yeryüzünden bitirmiş ve nasıl ki bitkilerin cisimleri dereceli bir şekilde bitip uzar ve enleşir, biz de dere­celi bir şekilde bittik. Ahiret yaratılışı ise Allah Teâlâ’nın bizi dilediği bir su­rette ‘çıkartma’ yoluyla gerçekleşir ve bu nedenle meşiyet ve irade, Allah Teâlâ’nın kendisini ‘bitici’ diye nitelediği yerde yenilediği suretlerin neşri­ne bağlanmıştır. Bu durumda suret önceki bir misal olmaksızın biter, çünkü yeni suret ilkine benzer değildir. Ahiret yaratılışı da böyledir. Allah Teâlâ onu daha önce olan ve benzeyeceği bir misal olmayan bir surette yaratır. Bu durum ‘Sizi var ettiğimiz gibi iade edilirsiniz.’467 Başka bir ayette ‘İlk yaratmayı gördünüz, öğüt almaz mısınız?’468 ve ‘Sizi bilmedi­ğiniz şekilde yaratırız469 ve ‘Yeryüzü ağırlıklarını çıkartır470 buyrulur. Yeryüzü içinde saklamış olduğu herhangi bir şeyin kalmadığını bildi­rir. Bunun üzerine âlem, köprünün altındaki karanlığa getirilir ve ora­ya atılır. Böylece karanlık içinde âlemdekiler birbirlerini görmedikleri gibi yeryüzünde ve gökte değiştirmenin nasıl gerçekleştiğini görmez­ler. Gök düşer, yeryüzü bir eğrilik ve boşluk görülmeyecek şekilde bir deri gibi uzatılır ve yayılır. Orası aydınlıktır ve orada uyku yoktur, çünkü dünyadan sonra uyku olmaz.

Mükevkeb feleğinin dibinin altı cehenneme döner ve bu nedenle böyle isimlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle cehennem dibinin derinliği nedeniyle böyle isimlendirildi. Bu derinlik yerin derinliği karşısında nerededir? Yeryüzünden yukarıya doğru Mükevkeb feleğinin yüzeyine köprü konulur. Köprünün bitim yeri cennet surunun dışı olan Merc’tir. İnsanların girecekleri ilk cennet Naim (nimet) cennetidir. O


Merc’te bir sofra vardır ve sofrada beyaz un bulunur ve ehli ondan yer­ler. Bu husus Tevrat ve Incil’in hükümlerini yerine getiren İsrail oğul­larından müminler hakkında söylenen şu ayette belirtilir: ‘Onlar İncil ve Tevrat’ın ve kendilerine rablerinden indirilmiş hükümleri yerine getirmiş olsalardı, üzerlerinden ve ayaklarının altlarından yerlerdi.’471 Muhammed ümmeti Rabbimizden bize indirilen her şeye iman ederek onların ge­reklerini yerine getirmekte ve yapmamızı emrettiği hususlarda onlara göre amel etmekteyiz. Bizim dışımızdaki ümmetlerin bir kısmı bizim gibi iman etmişken bir kısmı ayetlerin bir kısmına iman etmişken bir kısmını inkâr etmiştir. Allah Teâlâ onların içinde kurtulanlar hakkında ‘üzer­lerinden yerler5 buyurmuştur. Kastedilen cennet ağaçlarının dalların­dan sur üzerinde ortaya çıkan şeylerdir. Gölgelikler Merc’tedir ve mut­lular onlara uzanır. ‘Ayaklarının altlarından yerler.’ Bu ise sofradaki beyaz undan yedikleridir. Haşir yerine mizanlar yerleştirilir. Her yü­kümlünün kendisine mahsus mizan ve terazisi vardır. Cennet ile ateş arasına bir sur çekilir ki ona Araf denilir. Allah Teâlâ onu terazinin kefeleri dengede olmayacak bir terazi yapmıştır ve bu nedenle kefelerden birisi ötekine ağır gelmez. Hafaza melekleri ellerinde dünya hayatında yü­kümlülerin amellerinden ve sözlerinden yazmış oldukları defterler bu­lunduğu halde, dururlar. Onların ellerinde yükümlülerin kalplerindeki inançlarla ilgili bir şey yoktur. Bunun istisnası yükümlülerin sözleriyle kendileri adına tanıklık etikleri inançlardır. Melekler defterleri sahiple­rinin boyunlarına asarlar. Bir kısmı defterini sağ eliyle alırken bir kısmı sol eliyle, bir kısmı ardından alır. Onlar dünyada kitabı artlarına atan ve onu kıymetsiz bir değere satanlardır. Söz konusu kimseler, kendileri sapmış ve başkalarını da saptıran önderlerdir. Onların hem kendileri sapmış hem başkalarını saptırmışlardır. Sonra Havuz getirilir. Kendi­sinden içenlerin sayısı kadar -ne fazla ne azkaplardan ona su dökülür, üzerine altın ve gümüşten kornalar açılır. Etrafında bir sur bulunur ve surdan iki korna çıkar, müminler ondan içerler. Ardından farklı aydın­lık ve renkteki nur minberleri getirilerek o yere yerleştirilir. Bir kavim getirilir: Nurlar kendilerini çevrelemiş bir halde minberlerin üzerine otururlar. Onlar ebedilik rahmeti içindedirler ve kimse onları tanımaz. Üzerlerinde gözleri alan ilahi hilader vardır. Her insanla birlikte dostu olan şeytan ve melekler getirilir. Mutlular ve bedbahtlar adına sancak­lar imamların elerinde açılır. Onlar, o insanları hakka veya batıla davet eden rehberlerdir. Her ümmet kendisine iman eden veya inkâr eden­lerle birlikte resullerinin etrafında toplanır. Resullerden ayrı olarak fertler ve nebiler insanlardan ayrı bir yerde toplanır, çünkü onlar asker sahipleridir ve dolayısıyla onların kendilerine özgü makamları vardır.

Allah Teâlâ bu arzda kaza ve fasıl (kulları arasında hüküm vermek ve haklarını birbirinden almak üzere) arşının önünde büyük bir mertebe belirlemiştir. Bu mertebe cennetteki Vesile’den -ki makam-ı Mahmud diye isimlendirilir ve sadece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittiruzayarak ortaya çıkar. Melekler yani göklerin melekleri getirilir. Her biri ötekilerden ayrı olarak tek başına getirilir ve böylece her gök ehli bir saf olmak üzere yedi saf olurlar. Ruh (Cebrail) topluluğun önünde ayakta durur. O bütün peygamberlere şeriadarı indiren melektir. Sonra indirilmiş ki­taplar ve sayfalar getirilir. Kendilerinden dolayı kitapların indiği her ümmet kitapların ardındadır. Onlar, kendisine inen bir kitap olmadan -fetret ehli gibibir kitaba göre yalnız başına Allah Teâlâ’ya ibadet edenlerden ayrılırlar. Söz konusu insan, Allah Teâlâ katından indiği için bir kitaba uy­muş ve daha önce takip ettiği ve akıllı bir rehberin düşüncesiyle ortaya çıkan aklî yasayı (namûs-ı aklî) bırakmıştır.

Allah Teâlâ Arşının üstünde gelir. Arşı sekiz melek taşır ve onu o arzın üstüne koyarlar. Cennet Arş’m sağında, cehennem solundadır. İlahi heybet yükselmiş ve insan, melek, cin ve vahşiler vb. oradaki herkesin kalplerine hakim olmuştur. Onlar göz işaretiyle ima yoluyla veya ses­sizce konuşurlar. Allah Teâlâ ile kulları arasındaki perdeler kaldırılır. Keşfü’ssak denilen durum budur. Bir davetçi ilahi emirle onlara Allah Teâlâ’ya secde etmelerini emreder. Hangi dinden olursa olsun, bu emir karşısında herkes ihlasla Allah Teâlâ’ya secde eder; kim korkarak veya riya için secde et­mişse ensesi üstüne düşer. Bu secdeyle Araf mensuplarının terazisinin kefesi üstün gelir -çünkü bu secde bir teklif secdesidir.ve mutlu olup cennete girerler. Allah Teâlâ aralarındaki işlere göre kulları arasında hüküm verir. Bu bağlamda Allah Teâlâ ile kullar arasındaki haklara gelirsek, hiç kuş­kusuz, kerem-i ilahi onları silmiştir: Allah Teâlâ üzerinde başkasının hakkı­nın bulunmadığı bir kulunu cezalandırmaz!

Nebilerin bildirdiği haberlerde o günden söz edilmiştir. Bunlar re­sullerin dilleriyle söylenmiş haberlerdir. İnsanlar bu konularda yazdık­larını yazmışlardır. Konunun ayrıntısın öğrenmek isteyen kimse, ilgili kitapları inceleyebilir. Sonra şefaatçilerin şefaat edebilmesi için ilk ola­rak Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem şefaat eder. Bu şefaatten sonra şefaatçiler şefaat eder ve Allah Teâlâ onların şefaatlerinden dilediklerini kabul ederken diledik­lerini reddeder. Allah Teâlâ o gün rahmeti şefaat edenlerin kalplerine yayar. Bir kimsenin şefaatini reddettiğinde onu kendilerine öfkelendiği için veya şefaat edilene merhamet etmediği için reddetmez; sadece kulları­nın bir kısmı üzerinde ilahi rahmeti izhar etmek isteyerek onların mut­lu yapılmasını bizzat üstlenir ve kendilerinden bedbahtlığı kaldırır. Bir kısmından bedbahtlık ateşten çıkartılıp cennete girmekle kaldırılır. Erhamü’r-rahimîn, yani merhamet edenlerin en merhamedisi olan Hakkın el-Cabbar ve el-Muntakim isimlerinin nezdinde şefaat edeceği rivayet edilmiştir. Burada kastedilen ilahi isimler arasındaki mertebe­lerdir, yoksa gerçek bir şefaat olmamalıdır! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Melekler, nebiler ve müminler şefaat etmiştir, geride merhamet edenlerin mer­hametlisi kalmıştır.’ Buradan anlaşılan O’nun merhamet etmeyeceği­dir. Allah Teâlâ ateşten çıkartıp cennete sokmak yoluyla onların mutlu ya­pılmasını üstlenmiş, ateşliklerin hali -acılarla bedbaht olmak yerineacıların kaldırılmasının sağladığı mutluluğa dönmüştür. Onların nimeti bu kadardır! Allah Teâlâ meşiyetiyle cehennemi karışık gazap ve kazasıyla doldurmuşken cenneti rızasıyla doldurmuş, rahmet genel olmuş ve nimet yayılmıştır. Yaratıklar da dünyadaki gibi Hakkın suretinde ol­muş, Hakkın halden Hakk girmesi nedeniyle onlar da halden Hakk gir­mişlerdir. Hakkın kulları hakkında kendisinde bulunacağı son suret, rı­za halidir ve bu halde Hakk nimet suretinde tecelli eder. Çünkü erRahim ve el-Muafı isimlerinin ilk merhamet edecekleri, nimetlendirecekleri ve rahata kavuşturacakları şey bizzat Hakkın kendi­sidir. Allah Teâlâ öfkelendiği kimseye yönelik duyduğu gazap ve bunun yol açtığı darlıktan kurtulmakla kendisine merhamet eder. Ardından bu durum gazaplandığı kimseye ulaşır. Kim anlarsa, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ ona emniyet vermiştir. Kim anlamamışsa öğrenecektir ve işin sonunda O’na döneceğini görecektir.

Allah Teâlâ kendisini bilmesi, hüviyeti ve müstağniliği yönünden bulun­duğu hal üzeredir. Bu durum ilahi haberlerin bildirdiği ve keşfin ver­diği hükümdür. Bunlar, sadece zuhur eden haller, somut makamlar ve bedenlenen anlamlardır. Bu sayede Hakk kullarına ez-Zahir isminin an­lamını öğretir ki bu da bütün bunlardan ortaya çıkan şeydir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ el-Batın ismini de öğretmek istemiştir ki o da O’nun hüviyetidir. Allah Teâlâ bizim için her iki ismiyle isimlendirilmiştir. Alemin içinde bulunduğu değişme, başkalaşma ve Hakk veya halk suretinde su­retten surete girmek, ez-Zahir isminin hükmüdür. Allah Teâlâ’yı bilenlerin ve âlemin nihayeti budur. el-Batın ismine gelirsek, bu isim, bize değil O’na döner. O’ndan bizde bulunan şey sadece ‘O’nun benzeri bir şey yoktur*72 ayetinde belirtilen durumdur. Kastettiğimiz ayetin bazı yo­rum ve ihtimalleridir. Bununla birlikte tenzih niteliklerinin el-Batın ismiyle ilgisi vardır. Gerçi onlar sınırlama anlamı taşırlar, fakat bundan daha fazlası mümkün değildir. Çünkü istidadımıza göre ulaşabileceği­miz anlayışın sonu odur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Herkes ona varacak­tır.’473 Çünkü cennete giden yol cehennem üzerindedir ve herkesin oraya uğraması kaçınılmazdır. Haşir alanında cennetlik kalmayınca orası tamamen ateşe döner. Başka bir ifadeyle içinde soğukluk bulunsa bile ateş diyarı haline gelir. Kısaca cehennem Kevkeb feleğinin dibin­den aşağıların aşağısına kadar uzanır.

ALTINCI FASIL

Cehennem, Kapıları, Menzilleri ve Derekeleri

Bilmelisin ki, cehennem, gökleri ve yeri onların üzerinde bulun­dukları Hakk göre içerir. Onların hali ‘dürülmüş idiler474 ayetinde belir­tilmiştir. Yeryüzü ve gök, kendi nitelikleri olan dürülme haline döner­ler. Ondaki bütün yıldızlar, cehennem ehli üzerinde sıcaklık ve zemherir ile doğar ve batarlar. Başka bir ifadeyle üşüyenler üzerinde yaptıkları suçlara karşı aldıkları cezaların tamamlanmasından sonra sı­caklıkla ve sıcakta bulunanlar üzerine zemheride doğar ve batarlar. Bu sayede bir nimet ve haz bulurlar ki, onların nimetten payları bu kadar­dır. Bu nimet onlarda sürekli ve daimidir. Aynı şekilde cezalandırma­nın sona ermesinden sonraki besin ve içecekleri de öyledir. Onlar mey­velerini zakkum ağacından alırlar. Her insanın hissettiği sıcaklığı soğu­tacak veya soğukluğu ısıtacak bir nimeti vardır. Misal olarak susuzluk ateşiyle susamış insanın durumunu verebiliriz. Böyle bir insan soğuk su bulur ve susuzluk hararetini gidermek üzere ondan bir haz elde eder. Aynı şey bunun tersi için söylenebilir.

Cehennem kapıları insanın zahiri yükümlülük organlarının sayı­sınca yedi tanedir. (Gerçi organların sayısı sekiz olsa bile) Kalp kapısı cehenneme kapalıdır. Rabliği ve kulluğunu ikrar etmesi nedeniyle, Allah Teâlâ onu mühürlemiştir ve bir daha da o kapı açılmaz. Öyleyse ateş kalplere muttali olur, fakat kalp kapısının mühürlü olması nedeniyle içeri girmesi mümkün değildir. Binaenaleyh kalp adeta nahoş şeylerle kuşatılmış bir cennettir. Allah Teâlâ ateşin kapılarından insanların ve cinle­rinden içeri girdiği yedi tanesi zikreder. Mühürlü olan ve kimsenin içe­ri girmediği kapı surda bulunur. Bu kapının batınında rahmet vardır. Bunun nedeni kalbin Allah Teâlâ’yı rabbi ve kendisini O’nun kulu olarak ka­bul etmesidir. Onun zahiri ise azaptır. Bu ‘kalplere muttali olan ateş­tir»175

Cehennemin menzil, dereke ve pencerelerine gelirsek, bunların sa­yısı cennet hakkında zikrettiklerimiz kadardır ve bir fazlalık veya eksik­lik söz konusu değildir. Cehennemde miras ateşi olmadığı gibi ihtisas ateşi yoktur; orada sadece amellerden kaynaklanan ateş bulunur. Bazı insanlar orayı kendi nefsiyle ve dostu mesabesindeki ameliyle doldu­rurken cennetliklerin ameli dünyada bulunduğu surette cehennemdeki yerinde kalır. Öyle ki amelin sahibi cehennem ehli olsaydı, orada bu­lunmuş olacaktı. Çünkü amel oradan var olmuştur. Bu durum yapmak ve terk etmek üzere yükümlü olunan amellerin aksinedir. Her şey ken­di vatanına döner. Nitekim cisim de ölümle birlikte kendisinden yara­tılmış olduğu toprağa döner. Süre uzamış olsa bile her şey neticede as­lma döner, çünkü müddet sayılı nefeslerden ve verilmiş ömürlerden ibarettir. Herkes hakkındaki hüküm belirlenmiş süreye ulaşır, her emel sahibi emelini görür. Biz O’nunlayız ve O’na aidiz. Her nerede bulu­nursak bulunalım kendimizden çıkmadık ve kendimize yerleştik.

Vahşi hayvanlar orada haşredilir. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın onlara dönük ihsanıdır. Bunların istisnası ceylan ve Allah Teâlâ yolunda kullanılmış hayvanlardır, çünkü onlar cennederde o yerin gerektirdiği surette bu­lunurlar. Bu durum özellikle dünya hayatında cennetliklerin beslendiği hayvanlar için geçerlidir. Cehennem ateşinde ehlinden başka kimse kalmadığında ise -ki onlar azap halindedirlerölüm parlak bir koç sure­tinde getirilip sakinlerinin kendisini göreceği bir şekilde cennet ile ce­hennem arasına yerleştirilir. Bunun üzerine kendilerine şöyle denilir: Tanıyor musunuz onu?’ Onlar da ‘Evet! Tanıyoruz, ölümdür o’ derler. Ruhu’l-emin Cebrail koçu ye yatırır ve elinde bir bıçak bulunduğu halde Yahya (a.s.) getirilir, koçu kurban eder. Bunun üzerine melek cennet ve cehennem sakinlerine şöyle der: ‘Ebedisiniz, artık ölüm yok­tur size!’ Cehennemlikler cehennemden çıkmak hususunda ümitsizliğe kapılırken cennetliklerin kalbinden ise cennetten çıkma endişesi kalkar. Kapılar kapanır. Bu durum cennet kapılarının açılmasının ta kendisi­dir, çünkü o bir kapı şeklindedir: kendisi açıldığında, başka bir yer onunla kapanır. Yani kapının bir yeri kapaması başka bir yeri açması­nın ta kendisidir.

Cehennemin yedi kapısının isimleri şunlardır: Cehennem kubbele­ri, cahim kapısı, sair kapısı, sakar kapısı, lezza kapısı, hutame kapısı, siccîn kapısı. Kapalı kapı ise sekizinci kapıdır ve o açılmaz. O kapı per­dedir. İman şubelerinin pencerelerine gelirsek, onlardan bir şube üze­rinde bulunan kimseye bir tecelli gerçekleşir; tecelli söz konusu şube hangisi olursa olsun o şubeye göre gerekleşir. Bir kısmı kulun üzerinde yaratılmış olduğu ahlak, bir kısmı kazanılmıştır. Her türlü hayır ve iyi­lik, sırf hayırdan meydana gelir. Öyleyse her kim hayır amel işlerse, hangi tarzda olursa olsun, onu görür ve karşılığını alır; kim kötü bir iş yaparsa mudaka onu görür ve onun karşılığını alır. Bazen Allah Teâlâ o kö­tülüğü affeder ve dünyada tövbe etmişse onun yerine bir iyilik verir. Tövbe etmeden ölmüşse ‘diriltildikleri günde’ gerçekleşen pişmanlığı­nın gerektirdiği şekilde onun mukabili bir şeyle değiştirilmesi gerekir.

İnsanlar, cinler ve bütün yükümlüler amellerini görür. Yükümlü­nün görüp ürktüğü şeyler (bu değiştirme neticesinde) kendisiyle ünsiyet ettiği bir iyiliğe döner. İki diyarda yapılar her an -dünyada düşün­celerin değişmesi gibideğişir. İnsanın dünyadayken batını ahiret ha­yatında zahiridir. Burada onun görünmez olan batını orada görünür yani şehadet haline gelir ve bu kez zahiri cevheri görünmez Hakk gelir. Bu yapıların ve suretlerin batını değişmez ve başkalaşmaz. Öyleyse sa­dece suretler ve yapılar vardır! Sonsuza kadar ve bir bitim olmaksızın, onlara suretler giydirilir ve çıkartılır.

İlahi İsimler Mertebesi, Dünya, Ahiret ve Berzah

Bilmelisin ki, ilahi isimler nispet ve izafetler demektir. Onların içinde imamlar ve perdedarlar bulunur, isimlerin bir kısmına müm­künler zorunlu bir şekilde muhtaçken bir kısmı mümkünlerin kendile­rine aynı zorunlulukla muhtaç olmadığı isimlerdir, isimlerin Hakka nispetlerindeki gücü, yaratıkları talep etmelerinden daha öndedir. Mümkünün muhtaç olduğu isimler, Hay, Alim, Mürid ve KaiPdir. Keşfe göre böyle isimlendirilen isim akli düşünceye göre el-Kadir’dir. Bu dört ismi yaratıklar ve âlem zatı gereği talep ederken karışımliar rü­künlere ve rükünler tabiata dayandığı gibi tabiat da dört isme dayanır. Bu dörde ise zuhur etmek üzere ana kategoriler dayanır. Ana kategori­ler, cevher, araz, zaman, mekândır. Diğer isimler ise bu isimlerin yar­dımcıları gibidir.

Bu isimleri iki isim takip eder: el-Müdebbir ve el-Mufassıl. Sonra el-Cevad ve el-Muksit isimleri gelir. Bu iki isimden gayb ve şehadet âlemi, dünya hayatı ve ahiret hayatı meydana geldiği gibi bela ve afiyet bu iki isimden meydana gelmiş, cennet ve cehennem onlardan meyda­na gelmiştir. Onlardan yaratılmış her şey çift yaratılmıştır. Sıkıntı ve rahatlık o iki isimden meydana gelmiş, iki övgü âlemde onlardan orta­ya çıkmıştır. Bu övgülerin birincisi nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd (şükür) iken diğeri her durumda Allah Teâlâ’ya hamd etmek. İki isim­den nefiste iki kuvvet meydana gelmiştir: Bilme kuvveti ve amel kuv­veti. Kuvve, fiil, oluş, başkalaşma Mele-i a’la, Mele-i esfel, halk, emir bu iki isimden meydana gelmiştir.

İlahi isimler nispetlerdir ve onları talep eden şey eserlerdir. Bu ne­denle kendisi işlevsiz kalana kadar ondan ortaya çıkan şeyin işlevsiz kalması beklenemez. Allah Teâlâ âlem var olsa da olmasa da ilahtır, çünkü bazı vehim sahipleri, isimlendirilen için isimlerin Allah Teâlâ’nın zatında bu­lunan gerçek varlıklara delalet ettiğini zannetmişlerdir. Bununla birlik­te onların hükümleri genel değildir, aksi halde onlardan geride eseri muattal olanlar kalırdı. Bu nedenle biz şöyle dedik: Allah Teâlâ bütün âleme merhamet etseydi, yine de O olurdu; bütün âleme azap etseydi, yine O


olurdu; âlemin bir kısmına merhamet edip bir kısınma azap etse yine O olurdu; âleme beli bir süre azap etseydi, yine O olurdu. Çünkü biza­tihi mümkün olanın varlığı zorunlu olandan bir şey engellemesi söz konusu olmadığı gibi yaratıklarında uygulayacağı bir şeye de O’nu zor­layamaz. O ‘dilediğini yapandır.’

Allah Teâlâ âlemi yarattığında, onun bazı mertebeleri olduğunu ve farklı hakikatlere sahip olduğunu gördük. Her hakikat Allah Teâlâ’dan özel bir nis­pet talep etmekteydi. Allah Teâlâ elçilerini gönderdiğinde, o nispeder nede­niyle onları kendisiyle gönderdiği şeylerden birisi de sayelerinde yara­tıkları için adlandırıldığı isimler olmuştur. Bu isimlerden Allah Teâlâ’nın zatı­nı gösteren bir delil anlaşıldığı kadar dışta var olmayan aklî bir anlama delil oldukları anlaşılır. Söz konusu şeyin dışta bir varlığı yoktur, fakat ortaya çıkan eserin hükmü ona aittir. Âlemde zuhur eden yaratma, rızık, fayda, zarar, var etme, ihtisas, sağlamlaştırma, baskın gelme, kahır, lütuf, tenezzül, başkalaşma, celbetmek, muhabbet, buğz, uzaklaşmak, yakınlaşmak, tazim, tahkir vs. kısaca âlemde zuhur eden her hakikat veya âlemde ortaya çıkan her nitelik, özel bir nispeti talep eder ve söz konusu nispetin şeriat tarafından bize bildirilen özel bir adı vardır. Bunların bir kısmı ortaktır, bununla birlikte her birisine ait bir anlam vardır ve o anlam ortaya çıktığında isimlerin farklı oldukları da belli olur. Bu bağlamda ilahi isimlerde asıl olan farklılık iken ortaklık lafzîdir. Bir kısmı (lafızda) birbirinden farklı, bir kısmı müteradiftir. Müte­radif olmakla birlikte, her birisinden ötekinde bulunmayan anlamın an­laşılması gerekir.

Böylece Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği isimleri öğrendik ve onlarla ye­tindik. Allah Teâlâ dünya hayatını yarattı ve oraya canlıları yerleştirmiş, insan-ı kâmili ise imam ve halife olarak yerleştirmiştir. Allah Teâlâ ona delalet ettikleri anlamlara göre isimlerin bilgisini verdi. O ilk insana ve kendi­sinden var olan oğullarına göklerde ve yerdeki her şeyi amade kıldı. Bir şey daha yaratmıştır ki ona mevcut diyebileceğin gibi madum (yok) da diyebilirsin; ne mevcut ne madumdur da desen yine doğru söylemiş olursun. O hayaldir. Hayalin iki hali vardır: Birincisi ittisal, yani bi­tişme hali, diğeri infisal yani ayrılma halidir. Birinci hal insana ve hay­vanların bir kısmına ait iken ikinci hal gerçekte kendisinden ayrılmış olduğu halde duyusal idrake konu olan şeydir. Misal olarak Cebrail’in sahabeden Dıhye suretinde temessül etmesini verebiliriz. Cin, melek vb. gibi gizli yaratıkların suretlere girmesi de bu kap samdaki başka bir misaldir. Allah Teâlâ cenneti ve menzili -kıyamet günü ateş haline gelirya­ratmış, ateşten de yarattığı bazı varlıkları yaratmış, diledikleri onda kuvve halinde kalmıştır. Allah Teâlâ bütün bunları bu doğal varlıktaki başka­laşmalarla yaratmıştır. Günümüzde dünya diyarı olan yer yarın kıya­mette cehennem diyarı olarak yaratılacaktır. Bu durum Allah Teâlâ’nın bilgi­sine kalmıştır.

Bu bölümde zikredilen önceki şekillerde onun suretini yaklaşık olarak çizmiştik.

SEKİZİNCİ FASIL

Kesib ve Onda Yaratıkların Mertebeleri

Bilmelisin ki, kesib, Adn cennetindeki beyaz misktir. Adn cenneti Cennetin başkenti ve kalesi, hükümdarın ve seçkinlerinin mertebesidir. Oraya sıradan insanlar sadece ziyaret etmek üzere girebilirler. Allah Teâlâ kesib’te minberler, sofralar, kürsüler ve mertebeler yaratmıştır. Kesib ehli dört gruptur: müminler, veliler, nebiler ve resuller. Her sınıfın şa­hısları birbirlerine göre derece derecedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bu re­sulleri birbirlerine göre üstün kıldık.’476. Başka bir ayette ‘Bazı nebileri di­ğerlerinden üstün yaptık’*77 denilir. Binaenaleyh nebilerin derecelerinin değişmesine göre menzilleri derecelenir. Bununla birlikte onlar bulun­dukları yerde ortaktır. Allah Teâlâ ‘Bir kısmınızı diğerlerinden üstün yaptı’*78 buyurur. Kastedilen yaratılmışlardır ki, dünya ve ahirette bütün Âdemoğulları bu kapsama girer.

İnsanlar cennetteki yerlerini aldıklarında, Hakk onları kendisini görmeye davet eder ve herkes bineklerinin ölçüsüne ve dünyada rablerine itaat için koşuştukları ölçüde koşarlar. Bir kısmı yavaş, bir kısmı hızlı, bir kısmı ikisinin arasındaki sürade yürüyerek hepsi Kesib’te top­lanır. Her şahıs kendi mertebesini zorunlu bir bilgiyle öğrenir ve mer­tebesine doğru gider. Başka bir ifadeyle herkes bir çocuğun annesinin memesine doğru veya demirin mıknatısa gitmesi gibi sadece orada ko­naklar. Bir varlık kendi menzilinden başka bir yere gitmek isteseydi güç yetiremez veya kendi menzilinden başka bir menzile bağlanmak is­teseydi onu başaramazdı. Aksine sadece kendi menzilinde, maksadına ve gayesine ulaşmış olduğunu görür. Böyle bir insan kendi menzilinde bulunan nimedere doğal ve zatî bir tutkuyla bağlanır, içinde bulundu­ğu halden daha iyi bir şey geride ihtimal dahilinde kalmaz. Öyle bir hal olsaydı, içinde bulunduğu kendi menzili acı ve rahatsızlık yeri olur, cennet veya nimet yeri olmazdı. Bununla birlikte üst mertebede bulu­nan kimse bulunduğu menzildeki nimetiyle birlikte başka bir nimete daha sahiptir. O da aşağıdakinin nimetidir. Daha aşağıda menzilin bu­lunmadığı bir menzile sahip insanların en düşüğü, özel menziline ni­metten başka nimete sahip olmayan kimsedir. En üst olan ise tüm menzillerin nimetinin kendisine nimet olduğu kimsedir. Öyleyse her şahsın nimeti kendisine özeldir. Bu hüküm ne kadar da gariptir!

Birinci görmede cehennem ehli üzerinde perde, azap ve ıstıraplar güçlenir. Öyle ki onlarda daha şiddetli bir azap olmaz, çünkü birinci görme azap süresinin tamamlanmasından ve kapsayıcı rahmetin ger­çekleşmesinden öncedir. Onun amacı zevk yoluyla perde azabını öğ­renmelerini sağlamaktır. İkinci görme ve sonrasında gerçekleşen gör­melerde ise rahmet genelleşir. Onların yani cahîm ehli de ateşin göze­neklerinden görme imkânına sahip olurlar; fakat onların görmeleri dünya hayatında güzel ahlakla ahlaklandıkları ölçüdedir.

İnsanlar Hakkı görmek üzere Kesib’e inerler ve Hakk da birinci te­cellide inançların suretlerine göre genel itibarıyla tecelli eder. O tecelli ‘tecelli’ olması itibarıyla tek iken suretlerin farklılığı nedeniyle çoktur. Onu gördüklerinde tecellinin nuruyla boyanıp başkalarından (gizlenir­ler). Her birisi gördüğü şeyin suretiyle zuhur eder. Öyleyse Hakkı bü­tün inanç suretlerinde tanıyan, bütün inanç sahiplerinin nuruna sahip olan kişiyken O’nu sadece kendi özel inanç suretinde gören, belirli inanç suretinin nurundan başka bir nura sahip değildir. O’nu sırf varlık olarak kabul edip tenzih veya teşbih hükmü vermeden olduğu hal üze­re kendisine inandığını söyleyen kimse ihtisas nurunun sahibidir. O, tenzih yapmadan veya teşbihe sapmadan, Allah Teâlâ katından gelen haber­lere ise O’nun o haberler hakkındaki bilgisine göre iman eder. O sade­ce bu vakitte bilinir, çünkü Allah Teâlâ’nın bilgisindedir. Böyle bir insanın bilgisinin bütün inançları kuşatmış kimsenin bilgisinden üstün olup olmadığı veya ona denk olup olmadığı bilinmez. Onun dışındakilere kendisine denk değildir. Allah Teâlâ bu görmenin ardından cennetteki nimederine dönmelerini irade ettiğinde, Kesib’in görevlisi meleklere şöy­le der: ‘Onları köşklerine götürün.’ Bunun üzerine insanlar gördükleri suretlerle birlikte dönerler ve menzillerini ve ailelerini bu suretlerle bo­yanmış bir halde bulurlar, onlardan haz alırlar. Çünkü onlar müşahede vaktinde kendilerinden geçme halindeydiler ve dolayısıyla görme esna­sında haz gerçekleşmemişti. Bilakis başlangıçtaki tecellinin hazzı onlara hakim olmuş, onları fani kılmıştı. Onlar -tecellinin etsinin gücü nede­niylefena halinde hazda bulunurlar. O sureti kendi menzillerinde ve ailelerinde gördüklerinde, hazları devam eder ve bu müşahededen nimetlenirler. Böylece Kesib’te kendilerini fani kılan şeyle bu kez men­zillerinde nimedenirler. Ardından tecelliye ve görmeye Allah Teâlâ hakkm­daki bilgiyi eklerler; bilgiyi daha önce sahip olmadıkları müşahede vermiştir. Çünkü bilinen bir de görülünce, bu görme müşahedesiz elde edilemeyecek bir hal kazandırır. Bir beyitte şöyle denilir:

Gözlerin ince bir manası var

Bunun için Kelim Musa görmek istedi

Bu, bir zevktir ve o makama yerleştirilmiş herkes onu bilir ve in­kâr edemez.

DOKUZUNCU FASIL

Allah Teâlâ’nın Dışındaki Her Şey Demek Olan Âlem, Âlemin Terti­bi, Ruh, Cisim, Ulvilik ve Süflilik Bakımından Onun Ortağı

Bilmelisin ki, âlem, Allah Teâlâ’nın dışında şeyler demektir. Allah Teâlâ’nın dı­şındaki demek ise ister var olsun ister olmasın mümkünler demektir. Çünkü mümkünler, zatî gereği varlığı zorunlu olanı bilmemize veya O’nun hakkmdaki bilgiye delalet eden şeylerdir ki o da Allah Teâlâ’dır. Çün­kü yokluk ve varlık hallerinde ‘imkân’ mümkünler için ayrılmaz özel­liktir. Daha doğru bir ifadeyle imkân mümkünlerin zati özelliğidir. Varlıklarını yokluğa tercih eden bilinendir ve bu nedenle âlem ‘alamet’ kelimesinden türetilerek âlem diye isimlendirilmiştir. Alem tercih ede­ne delildir. Bunu bilmelisin!

a             ^  •         •

Alem varlık halinde Amâ’da zuhur eden suretlerden başka bir şey değildir. Öyleyse âlem -hakikatini iyice düşünürsenyok olucu bir arazdır. Başka bir ifadeyle âlem kaybolma hükmüne sahiptir. Bu du­rum Allah Teâlâ’nın ‘Her şey helak olacaktır, O’nun vechi müstesna*79 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Arapların söylemiş oldukları en doğru söz şair Lebid’in mısraıdır:

Dikkat edin Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey yok olucudur.

Sabit cevher Amâ’dır ve Rahman’ın nefesi demektir. Âlem onda ortaya çıkan suretlerin bir toplamıdır. Bu suretler kaybolmaları müm­kün arazlardan ibarettir ve suretler mümkünlerdir. Onların Amâ’yla ilişkisi suretlerin kendisinde bir göze göründükleri aynayla ilişkileri gi­bidir. Hakk âlemin gözüdür. Öyleyse gören O’dur ve O mümkünleri bilendir. Hakk bilgisindeki mümkünlerin sureüerini idrak etmiştir. Âlem, Amâ ile Hakkın görmesi arasında ortaya çıkmıştır ve zuhur eden görene delildir. O da Haktır. Akıllı ol ve kim olduğunu bil!

Zuhur ve tertip itibarıyla âlemin sırasına gelirsek, ortak, ilahi ve nurani ruhlardır. Onlar nurjni ve yaratılmış bir surette kendilerinden geçmiş, nefs cevherinde -ki Ama’dırörneksiz bir surette yaratılmışlar­dır. Onların arasında ilk ahi yer alır. İlk Akıl Kalem demektir. Sonra Nefs gelir, nefs levh-i mahfuzdur. Sonra cisim, sonra Arş ve onun yer­leştiği yer gelir; yerleştiği yer donuk sudur. Sonra hava ve karanlık, sonra melekleri, sonra kürsü ve melekleri, sonra Adas ve melekleri, sonra menziller feleği, sonra içerdikleriyle birlikte cenneder gelir, sonra kendilerine ve yıldızlardan olan bu feleğe mahsus şeyler gelir. Sonra toprak, sonra su, sonra unsurî hava, sonra ateş, sonra duman gelir. Allah Teâlâ onda yedi gökleri açmıştır (yaratmıştır): Kamer, Kâtip seması, Zühre seması, Güneş seması, Ahmer seması, Müşteri seması, Mukatil seması ve sonra kendilerinden yaratılmış felekleri gelir. Sonra ateş, su, hava ve toprak melekleri gelir. Sonra türeyenler, yani madenler, bitki­ler ve hayvan gelir. Sonra insan bedeninin yaratılışı gelir. Sonra hay­van, bitki ve madenden her türün bireyleri gelir. Sonra yükümlülerin amellerinden yaratılmış suretler gelir. Bunlar, son türdür. Yaratılıştaki zuhur itibarıyla âlemdeki tertip ve sıralama böyledir.

Varlığı veya mevhum mekânı itibarıyla âlemdeki tertibe gelirsek, mevhum mekân, akledilirlerdir. Onlar daha önce zikrettiğimiz ve tüm cisme kadarki kısımdır. Sonra Arş, sonra Kürsü, sonra Atlas, sonra Mükevkeb gelir ki, cennetler ondadır. Sonra Zuhal seması, sonra Müş­teri seması, sonra Merih seması, sonra güneş seması, sonra Zühre se­ması, sonra Kâtip seması, sonra Kamer seması, sonra hava, sonra su, sonra toprak gelir.

Rütbe ve değer itibarıyla âlemdeki sıralamaya ve tertibe gelirsek, önce insan-ı kâmil, sonra ilk akıl, sonra müheymen ruhlar, sonra nefs, sonra arş, sonra kürsü, sonra Atlas, sonra kesib, sonra Vesile, sonra Adn, sonra Firdevs, sonra Selam diyarı, sonra Mukame diyarı, sonra Me’va, sonra Huld, sonra Naim, sonra Menziller feleği, sonra Beyt-i mamur, sonra Güneş seması, sonra Kamer, sonra Müşteri, sonra Zu­hal, sonra Zühre, sonra Kâtip, sonra Merih, sonra hava, sonra toprak, sonra ateş, sonra hayvan, sonra bitki sonra maden gelir, insanlar ara­sında da önce resuller, sonra nebiler, sonra veliler, sonra müminler, sonra diğer yaratıklar gelirken ümmeder içinde önce Muhammed ümmeti, sonra Musa ümmeti, sonra -resullerin menzillerine göredi­ğer ümmeder gelir.

Tesir bakımından tertibe gelirsek, âlemin bir kısmı haliyle tesir ederken bir kısmı himmetiyle tesir eder, bir kısmı sözle tesir eder, bir kısmı fiille tesir eder; kastettiğim araçla tesirdir. Bir kısmı hepsiyle bir­likte tesir eder, bir kısmı bir kısmının toplamıyla tesir eder, bir kısmı kendisinden ortaya çıkan tesirde bir kastı olmaksızın tesir eder. Misal olarak rüzgârların kumlarda eserek meydana getirdikleri tesirleri vere­biliriz ki, bunlar şekillerin suretidir. Varlıkta her şey kayıtsız anlamda tesir eden ve edilendir ve halle tesiri gerçekleşir. Misal olarak meydana gelen suretleri verebiliriz. Suretler halle kendilerine ruhları verene tesir ederler. Daha önce âlemin tertibi hakkında bir konuşma yapmıştık, konuşmayı aşağıda zikredeceğiz:

Âlemin Tertibi Hakkında Konuşma

Hamd diğer ilkler gibi ilk olmasının başlangıcı olmayana aittir. En güzel isimler ve yüce-ezeli nitelikler O’na aittir. O var idi ve akıl, nefs, basider bileşikler yoktu. Yer ve gökler yoktu. Amâ’daki bütün bilinen­leri bilendir. Mümkünleri yapmaktan aciz olmayan Kadir, kasır olma­yan Mürid’dir. Sıra dışı işler O’nu aciz bırakamaz. Harfler ve sesler olmadan konuşan Mütekellim, sözü duyulan Semi’dir. Hâlbuki duyu­lan söz ancak harflerle, seslerle, araçlara ve nağmelerle duyulabilir. Allah Teâlâ zatını gören Basir’dir, fakat kendileri nedeniyle görülen görülenler yoktu. O Hay’dır: O mutlak birlik niteliğinin ve samedanilik makamı­nın hakkında sürekliliği gerektirdiği kimsedir. el-Hay bu alamederle müteal ve yücedir. O insan-ı kâmili yaratıkların en şereflisi ve yaratıl­mış kelimelerin tamı yapmıştır. Salât ve selam yaratıkların en hayırlısı ve cisimlilerin ve ruhanilerin efendisi, efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in üzerine olsun. O Firdevs cennetlerindeki Vesile makamı ile elim ve büyük günde de makam-ı mahmud’un sahibidir:

Allah Teâlâ eşyayı bir mevcut olmaksızın yaratmayı irade etmiş, onları dışta gerektirmiş oldukları özellik ve tanımlarla izhar etmeyi irade et­miştir. Bunun amacı açıklayıcı ibareler, betimleyici özellikler ve aydın­latıcı kandiller vasıtasıyla karışıklık perdelerini ve kuşkuları ortadan kaldıran arazların, özelliklerin, fasılların, türlerin ve cinslerin otoritesi­nin ortaya çıkmasıydı. Onun üzerine bilgi suretinde benzer cevherlerin ve birbirine benzer ve karşıt arazların suretleri ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ o zatları mekânlılar ve mekânlı olmayanlar diye birbirinden ayırmıştır. Aynı şekilde cevherlerin ve arazların zatlarında yapıların suretleri, key­fiyetlerin suretleri, bitişik ve ayrık miktarların ve ölçülerin suretleri, devirlerin suretleri, hareketlerin suretleri, mekânlı miktarların suretleri, sürelerin suretleri, âlemin nizamını koruyan ve tutan suretler, övgüle­rin ve kınamaların sebeplerini taşıyan suretleri, şerî kınama ve övgüle­rin sebeplerinin suretleri ortaya çıkmıştır. Yanı sıra âlemdeki vaz’î ve hikemî iyilik ve bozukluğun sebepleri, hükümdar ile köle ve babalar ile oğullar ve kızlar arasındaki izafederin suretleri ortaya konulmuştur. Sahiplik yoluyla elde edilen köleler ve cariyelerin suretleri ile güzellik, cemal, bilgi ve benzeri dahili şeyler ortaya konulmuştur. Failleriyle var olan fiili yönelmelerin suretleri ortaya konulmuştur. Bilfiil olan ve fail­lerle irtibatlı olan edilgenliklerin suretleri ortaya konulmuştur.

Allah Teâlâ bütün bunları ortaya koyduğunda şöyle demiştir: ‘Güneşe ve kuşluk vaktine yemin olsun ki, onun ardından geldiğinde aya yemin olsun ki, kapladığında geceye, bina edilen göğe ve yaydığı arza yemin olsun ki...’480 Bunlar ulvi babaların hakikatleri ve süfli anaların hakikatleridir. Onlar, başkalaşma, dönüşmelerle gerçekleşen tekvinler ve değişmelerle birlikte süreklilik sahibidirler. Bu sayede onların nezdinde ilahi merte­benin üzerinde bulunduğu izzet ve sebat öğrenilir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın iz­har ettiği bilinenlerdir ve ondan başka bir şeyin olması mümkün değil­dir. Çünkü zorunlu ve imkânsızlardan başkasının bulunması mümkün değildir.

Hakkın kendisini döndürdüğü ilk mevcut, işareder feleğidir. Onu manevi ve ihata edici bir şekilde döndürmüştür ve o mümkün, hadis ve akledilir feleklerin ilkidir. Amâî felekte zuhur eden ilk suret ise Müheymen ruhanilerin suretleridir. Nebevi haberlerde öğretici ve ya­zar olan ilahi kalem onlardan biridir. O ilk akıldır ve hakimlere ve il­ham sahiplerine feyiz veren akıldır. O, Muhammedi hakikat, yaratma­da vasıta olan Hakk, latife ve işareder sahiplerinde de adalet, keşif ve telvih sahiplerinde kutsi ruhtur. Allah Teâlâ onu koruyucu baki, tam, feyiz veren bir âlem ve bilgi divitinden yazan yapmıştır. Onu kudret eli ira­de otoritesi ile sonsuza kadar devam edecek ilimlerden harekete geçir­miştir. O ilahi isimlerin istiva ettiği yerdir. Sonra feleğin altında nefis­ler feleği madenini döndürmüştür. O nebevi haberlerde Levh-i mahfuz denilen şey iken akılcılarda, işaret ve mükaşefe sahiplerine göre edilgen nefstir (nefs-i münfaile). Allah Teâlâ onu -kâmil olmadantam ve baki yap­mıştır; taşandır, fakat akıl gibi feyiz verici değildir. Gayelere ulaştırmak hususunda eksik ve nakıstır. Sonra Allah Teâlâ keşfe göre hebayı ve nazari düşünceye göre heyulayı, tabiatı da zihinlerde -dışta değilyaratmıştır.

Hebada Allah Teâlâ’nın izhar ettiği ilk suret, üç boyutun suretidir ve böy­lece mekân meydana gelmiştir. Allah Teâlâ ona dört rüknün otoritesini yö­neltmiş, ateş, toprak, su ve hava kaynaklı burçlar ortaya çıkmış, var olanlar birbirlerinden ayrışmıştır. Bu şeffaf, latif, dairesel, âlemin bü­tün cisimlerini ihata eden cisim, ‘kerim Arş’ diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ onun üstüne Rahman ismiyle -sınırdan, miktardan münezzeh bir şekildeistiva etmiştir. Bu istiva Allah Teâlâ katında bilinirken niteliksizdir ve akıl ve zihin tarafından bilinmez.

Allah Teâlâ bu ilk feleğin ortasında ikinci bir feleği döndürmüş, ona kürsü demiş, ardından iki ayak kürsüye sarkmış ve her hikmetli iş Aziz ve Hakim’in takdiriyle ayrışmıştır. Allah Teâlâ onun vesilesiyle ‘güzel adarı, çekik gözlü hurileri çadırlarda var etmiştir.’ Sonra onda bütün işlerin menzillerini düzenlemiş, onları ruhanilere yerleştirmiştir. Allah Teâlâ onları amade kılmış, değişenlerin farklılığına göre, binden saate kadar yedili tesirlerle hüküm sahibi yapmıştır. Bu menzilleri karışık orta ile Sa’dın iki ucu arasına yerleştirmiştir. Bunu tekil insan ile takdir etmiştir.

Sonra Allah Teâlâ ikinci feleğin ortasında üçüncü bir felek döndürmüş, onda hunnes ve künnesten olan ve yüzen bir yıldız yaratmış, onu ama­de ve fakir yapmış, bütün siyahlıkları ona tevdi etmiş, yolların darlığını kendisine bitiştirmiştir. Hüzün, sıkıntı, kaçırmadan kaynaklanan has­retler ve ölüm sarhoşluklarını ona yerleştirmiştir. Karanlıkların sırları, gedikler, tehlikeler, ağaçlar, meyveler, yılanlar, kertenkeleler, zararlı hayvanlar, vahşi kediler, vahşi kediler, yollar, meşakkatleri onda yarat­mıştır. Allah Teâlâ onun tümel nefse yardımı vesilesiyle de yuvarlaklaştırılmış yerleri sakinleştirmek üzere dağları yaratmış, o feleğin ruhaniyetine ku­lu ve elçisi Hz. Halil İbrahim’i yerleştirmiştir.

Sonra Allah Teâlâ o feleğin ortasında dördüncü bir felek daha döndür­müş, onda hunnes ve künnesten bir yüzen yıldız yaratmıştır. Ona ise uzamış hurmaları, hükümlerde ve yargılarda adaleti, hayır ve mutluluk sebeplerini, beyaz adarı, itidalleri, tamlıkları, ibadederin sırlarını, kur­banları, burhan olan sadakaları, nur olan namazları, dualar ve kabulle­ri, Arafat’ta duranlara bakanları yerleştirmiştir. Ayrıca taşların atılma yerinde ibadederin kabulünü yaratmıştır. Allah Teâlâ onun tümel nefse yar­dımı vesilesiyle donuk suların çözülmesini yaratmış, o feleğe nebisi, kulu ve kurtardığı kimse olan Hz. Musa’nm ruhaniyetini yerleştirmiş­tir.

Bu feleğin ortasına beşinci bir felek daha yaratmış, onda hunnes ve künnesten yüzen bir yıldız yaratmış, ona mezheplerin korunmasını tevdi etmiştir. Mezheplerin susturucu delillerle, sağlam ölçülerle, katı ve keskin iddialarla korunması, dayanışmalar, hamiyet duyguları bu menzile yerleştirilmiştir. Hidayet ve dalalet ehli arasında gerçekleşen fitneler ve savaşlar ona yerleştirilmiştir. Saptırıcı kuşkuların ve açık de­lillerin selim akıl sahipleriyle hayalcilerin arasında karşı karşıya gelme­sini de ona yerleştirmiştir. Onun tüm nefse yardımı vesilesiyle düşük arzu sahiplerinin arzularını latifleştirmeyi sağlamıştır. Allah Teâlâ o feleğe peygamberi Harun’un ve Yahya’nın ruhunu yolunun açıklayıcıları ola­rak yerleştirmiştir.

Sonra feleğin ortasında altıncı bir felek döndürmüş, ona büyük, aydınlatıcı ve yüzen bir yıldız yaratmıştır. Allah Teâlâ ona ruhanilerin ve ay­dınlatıcı nurların, parlak aydınlıkların ve hızla gerçekleşen şimşeklerin ve aydınlık şuaların sırlarını, aydınlık bedenleri, kâmil mertebeleri, mu­tedil istivalar, inci marifederi ve yüce mercanları yerleştirmiştir. Ayrıca nurlarla sirayet edici sırları birleştirmek, tesislerin alametleri, akıcı nur­ların nefesleri, yönetici ruhların hilatleri, belirsiz durumların açıklan­ması, müşkül meselelerin çözümlenmesi, nağmelerde sesleri iyi dinle­mek, varidatın ardışık olarak gelmesi ve gaybi tenezzüllerin gerçekleş­mesi ve ruhani manaların bitişlerin zirvelerine yükselişi burayla ilgili­dir. Hastalıkların yararlı hastalıklarla ve güzel kelimelerle, güzel koku­larla vb. hakkında konuşmanın sözü uzattığı şeylerle uzaklaştırılması, burayla ilgilidir. Bütün bunların bir kısmını et-Tenezzülatü’l-musuliyye kitabının kırk altınca bölümünde açıklamıştık. Tümel nefsin yardımı vesilesiyle de Esir feleğinin âlemi bu hareketlerle ısındırmak üzere tah­rikini yaratmıştır. Allah Teâlâ bu feleğe yüce mekâna tahsis edilmiş İdris Peygamberi yerleştirmiştir.

Allah Teâlâ bu feleğin ortasına yedinci bir felek döndürmüş, ona hunnes ve künneş’ten yüzen bir yıldız yerleştirmiş, ona tam tasviri ve nizamın güzelliğini, arzulu duymayı, yüce ve yüksek manzarayı, heybeti, cema­li, ünsü, celali yerleştirmiştir. Onun tüm nefse yardımı vesilesiyle bu­harların rüknünden donuk suyu damla haline getirmeyi yerleştirmiştir. Bu felekte tam güzellik sahibi Yusuf Peygamberi yerleştirmiştir.

Allah Teâlâ bu feleğin ortasında sekizinci bir felek döndürmüş, onda hunnes ve künnesten yüzen bir yıldız yaratmıştır. Allah Teâlâ onun ya­nına vehimleri, ilhamları, vahyi, bozuk düşünce ve kıyasların tehlikele­rini, çirkin rüyaları, müjdeli rüyaları, yaratıcı düşünceleri, ameli hüküm çıkartmaları ve istinbatları, fikirlerdeki galat ve isabederi faal kuvvederi, vehmi kuvvederi, zecri, kehanederi, ferasederi, sihri, azimederi, tıl­sımları yerleştirmiştir. Onun tüm nefse yardımı vesilesiyle yaş buharla­rın kuru buharlarla karışmasını yaratmıştır. Bu feleğe ruhu, kelimesi, kulu, resulü ve kulunun (Meryem) oğlu Hz. İsa’nın ruhaniyetini yer­leştirmiştir.               .

Bu feleğin ortasında dokuzuncu bir diğer felek döndürmüş, onda yüzen bir yıldız yaratmış, ona eksiklik ve fazlalığı, kazancı, yok olma tarzındaki başkalaşmaları yerleştirmiştir. Onun tüm nefse yardımı vesi­lesiyle türeyenlerin unsurların unsuruna yardımını yaratmıştır. Allah Teâlâ o feleğe nebisi, kulu, seçtiği ve peygamberi Âdem’in ruhaniyetini yerleş­tirmiştir. Bu dönen feleklere saf tutan okuyucu melekleri yerleştirmiş­tir. Bu bağlamda meleklerin bir kısmı ayakta duran ve oturanlar, bir kısmı rükû ve secde edenlerdir. Nitekim Allah Teâlâ onlardan haber verirken şöyle der: ‘Her birimizin beli bir makamı vardır.*481 Onlar gökleri imar edenlerdir. Allah Teâlâ onlardan temiz ve ruhları en şerefli mertebelere yer­leştirmiştir. Allah Teâlâ onların içinden amade olan melekleri olduğu gibi ya­ratmış olduğu şeylerle görevli melekleri belirlemiştir. Umutlara zariat meleklerini, haber vermelere mürselat meleklerini, ilhamlara ilka edici melekleri yerleştirmiştir. Tafsil, tasvir ve tertibe taksim eden melekleri görevlendirmiştir. Teşvik ve cesaretlendirmeye naşirat meleklerini, korkutmaya naşitat meleklerini görevlendirmiştir. Dağıtmaya naziat meleklerini, şevke sabihat meleklerini, itinaya sabikat meleklerini, hü­kümlere müdebbirat meleklerini görevlendirmiştir.

Bu feleğin ortasında Esir küresini yaratmıştır. Onda (şeytanları kaçıran) taşları yerleştirmiştir. Onun altına hava küresini yerleştirmiş­tir. Allah Teâlâ onda zariyat, asifat, sabikat, hamilat ve mu’sirat meleklerini yerleştirdi. Onda denizleri dalgalandırmıştır. Bunlar başkalaşanlardan meydana gelen buharlardan oluşmuş denizlerdir ve burası zemherir küresi diye isimlendirilir. Ondan taktîrat sanatının bilgisi öğrenilir. Bu kürede cisimlerin kuş suretindeki ruhlarını yerleştirmiştir. Bu iki küre­de korkutucu gök gürültülerini, göz alan şimşekleri ve yok edici yıldı­rımları, öldürücü taşları, yalçın dağları, yükselen-inen ateş kaynaklı ruhları, donuk suları yerleştirmiştir. Sonra bu kürenin ortasında bir küre daha döndürmüştür. Onda ise Allah Teâlâ’nın bize açık ayetlerinde bil­dirdiği üzere ölülerin diriltilmesinin sırlarını yerleştirmiştir. Onda yü­zen gemileri koymuş, suskun hayvanları ona yerleştirmiştir. Sonra on­da bir küre daha döndürmüş ve ona türlü yaratılanları yerleştirmiştir. Bunlar madenler, bitkiler ve hayvanlardan olan şeylerdir. Bu bağlamda madenlere gelirsek, Allah Teâlâ onları üç tabaka yapmıştır. Bir kısmı su, bir kısmı toprak ve bir kısmı da taş kaynaklıdır. Bitkilerin de bir kısmı bi­tenler, bir kısmı dikilenler ve bir kısmı da ekilenlerdir. Hayvanların bir kısmı emzirilen türeyenlerdir, bir kısmı kokuşma yoluyla meydana ge­lenler, bir kısmı ise yumurtlama yoluyla çoğalanlardır. Sonra ise bütün bu zikrettiklerimize benzer olan insanı yaratmıştır. Ona bütün isim ve sıfatların bilgisini vermiş, bu yaratılmışları ona boyun eğdirmiştir. Bu nedenle insan son varlık olmuştur. Onun ruhaniyetinden başlangıçlar­da ilk olma sırrı ortaya çıkabilmiştir. Onun bedeninden ise gayelerde sonluk sırrı ortaya çıkmıştır. Öyleyse iş onunla başladığı gibi yine onunla sona ermiştir. Bu sayede Allah Teâlâ inayetlerini izhar etmek istemiş­tir. Onu yeryüzüne halife olarak yerleştirmiştir, çünkü göklerde olan şeyler de oradadır. Allah Teâlâ insanı ayet, alamet, delil ve mucizelerle des­teklemiş, keramet türlerini ona tahsis etmiş, meşru hükümleri onunla ortaya koymuştur. Bu sayede Allah Teâlâ onun vasıtasıyla çirkin şeyleri te­mizlerden ayırmış, çirkin olan şey (cehennem) derekelerinde bedbaht­lığa katılmışken temiz olan ise derecelerde mutluluklara katılmıştır. Ni­tekim bu durum zatın iki niteliği olan kabzada geçmişti.

Bu ayetleri izhar eden ve bu delilleri birliğine delil yapan Allah Teâlâ münezzehtir. O gökleri ve yeri emrine boyun eğdirendir. İşte bu, akıl­cıların bir kısmına mahsus özel bir yöntemle âlemin sıralanışıdır. Bun­dan sonra zikredeceğimiz kasidenin ardından da onların bize uyduğu hususları zikredeceğim. Bu husustaki tertibimiz ise ilk vazolunuşuna göre başka bir tarzdadır, bunu bilmelisin. Kaside:

Hamd Allah Teâlâ’yadır, O’nun varlığıyla Varlık zuhur etti ve melekût âlemi

En büyük unsur ki varlığıyla İmkân âleminin zatları zuhur etti

Tertipsiz, önce olmadan Onda veya zamansal gecikme


el-Müheymen görmek isteyince Var olanlardan bilinenleri

el-Kadir divan âlemlerini açar Ruhun varlığıyla, sonra ikinci ruh ile

Sonra heba, sonra heyula, sonra kabiliyetli cisim Feleklerin ve rükünlerin âlemini

Onu büyük bir felek olarak döndürür Adı Kerim arş, Rahman’ın istiva yeri

Sonra kürsü takip eder, kelamın bölünmeyen Kısımlarından çıkar iki ayak

Sonra burçlar feleği, sonra Yıldızlar feleği zamanların kaynağı

Sonra tenezzül boşlukla, merkez için Yapının ayaklarını onda yapmak üzere

Bir arz döndürdü, sonra üzerindekini Hava küresi ve ateş küresi

Üzerinden bir felek, hilal feleği ve üzerinde Divan kâtibine izafe edilen felek

Üzerinde Zühre feleği ve üzerinde bir felek Gazale feleği renklerin kaynağı

Üzerinde Merih sonra Müşteri Sonra Keyvan’a ulaşan

Her cismin doğasına benzeri vardır Nurani âlem denilen bir yaratılmışı var

Onlar saygın melekler şiarları ise Varlığı korumak, el-Muhsin isminden


Kemale doğru hareket eder ve böylece doğdu Hareket vesilesiyle şeytan âlemi

Sonra madenler, bitkiler sonra Bize geldi hayvan âlemleri

Nihai gaye cisimlerimizin ortaya çıkması Terkip ve bedenler âleminde

İstiva olup rükünleri itidale kavuşunca

İlah, insan latifesini üfler ona                                        

Ona giydirdi suretini halife oldu artık Melekler ve insan-cinler ona amade oldu

İhata edici feleğin dönmesiyle ve hükmüyle Hadislik âleminde bize izhar etti onu

Toprağın ortasında onu siyahlaştıran şeyi Şirk koşanlar ve taşkınlar için

Rüzgâr köprüsünde akar ve onların nezdinde                          .

Karanlıklar var, el-Kahir ve ed-Deyyan’ın kahrı

Otoritesinin merkezi bir taşla döndü İşi yüce ilahi yüce ruh

Allah Teâlâ’nın âlemi başlangıçta kendisine göre meydana getirdiği tertip ve düzen budur.

Bilmelisin ki, bilinenlerde derecelenme farklı tarzlarda gerçekleşir. Bunların en önemlisi tesirdir. Her müessir özel olarak tesir yönünden olmak üzere, tesir edilenden üstündür. Bazen daha aşağı derecede olan başka bir yönden ondan üstün olabilir. İllet malulünden, şart meşru­tundan, hakikat var ettiğinden, delil medlulünden -kendisi bakımından değilonun medlulü olmak yönünden üstün olabilir. Bazen üstünlük daha özel bir ilgisi olan şeye göregenel ilgi ve taalluk sahibi olmak nedeniyle gerçekleşebilir. Misal olarak el-Alim ve el-Kadir isimlerini verebiliriz. Binaenaleyh bütün varlık bir yönden üstün bir yönden aşa­ğı mertebede olunca, bu durum bir eşitliğe ve şöyle bir sözün söylen­mesine yöneltmiştir: Ne üstün var ne aşağı derecede olan, bilakis tüm varlık değerlidir, kâmildir, tamdır, herhangi bir eksikliği yoktur! Bil­hassa yaratılmışlar arasında farklı türlerine rağmen herhangi bir haki­kate dayanmayan yoktur. Her şey ilahi bir hakikate ve nispete dayanır. Allah Teâlâ’ta derecelenme yoktur, çünkü bir şey kendisine göre dereceli olamaz. Bu yönden âlemde de derecelenme yoktur. İşin başında ve so­nunda iş Hakka döner. Cem’ ehli ve vecd sahipleri bu görüştedir. Za­ten bu nedenle onlar ‘ehl-i cem’ diye isimlendirilmişlerdir, çünkü onlar tek hakikat ehli olanlardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bizim işimiz bir iştir.’482 Gerçeği olduğu hal üzere keşfeden, âlemin bu bölümde zik­rettiğimiz tertibi öğrenmiş olur. Çünkü söylediklerimiz farklı tarzlar­daki tertiplerdir. Konuşmada bulunan tertip, manzumda bulunandan farklıdır. Bölümde zikrettiğimiz diğer hususlar da böyledir.

VASIL

Bu Menzildeki İlimler

Yaratılmışlara ve Hakka izafe edilen ittisal ve infisal, bitişme ve ay­rışmanın bilgisi bu menzilden öğrenilir. Nüzul, beraberlik gibi fiillerin varlığına rağmen Hakkın nüzul ve beraberlikte yer alan hareket ve in­tikalden tenzihi bu menzilden öğrenilir. Hepsi Allah Teâlâ’nın kelamı olsalar bile, O’nun katından indirilmiş kitaplar arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Niçin bu kitaplar ve onların ayet ve sureleri çoğalmış ve art­mıştır? Acaba kelam olmaları bakımından mı gerçekleşmiştir artış, yoksa söylenmiş lafız olmaları bakımından mı? İnsanların bir şeye iman eden ve iman etmeyen diye bölünmeleri bu menzilden öğrenilir. Mele-i ala bu menzilden öğrenilir. Eceller bu menzilden öğrenilir. Alemdeki derecelenmenin hikmeti bu menzilden öğrenilir. Ferlerin bir asla dönmeleri bu menzilden öğrenilir. Şair şöyle der:

Allah Teâlâ’ya güç değil ki Âlemi toplamak birde

Bu sözün anlamı bu menzilden öğrenilir. Kastedilen ‘bir’, âlemin hakikatleriyle Hakkın suretini kendinde birleştiren ve toplayan insan-ı kâmildir. Mebde’ ve mead arasındaki fark ile meadın anlamı bu men­zilden öğrenilir. Acaba o var olan gerçek bir şey midir, yoksa mertebe nispeti midir? Mesela görevinden azledilip sonra valiliğine dönen bir valinin durumu ona benzer mi? Mead inkâr edenlerin inkârına yol açanların sebebi bu menzilden Öğrenilir. İnkâr edilen mead nedir ve inkâr edenin özelliği nedir? Eşyanın Hakk ile ilişkisinin bir olması bu menzilden öğrenilir. Rahmet gazabı nasıl geçer? Rahmet her şeyi kuşa­tır ve gazabın hükmünün ortaya çıkacağı bir mahal kalmaz. Hakkın rehberleri bu menzilden öğrenilir. Alemin âlemden inşası, âlemdeki fazlalık ve eksiklik neye döner? Burada tamlığı ve kemali bilmek gere­kir ve bu sayede ona eklenen veya eksilen şey öğrenilir. Acaba tam ola­na yapılan ekleme eksiklik midir, değil midir? Aralarında orta bulun­mayan komşu iki şeyin varlığı mümkün müdür, değil midir? Gayb ve şehadet veya olumsuzlama ve ispat gibi. Başka bir misal ‘Sen sen değil­sin’ ifadesidir. Ayette ‘Sen atmadın, sen attığında5483 buyrulur. Hakkın hem varlığı hem fiilleri yönünden yükümlüyü korumasını sağlayan du­rumun mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Kendisine eklemenin müm­kün olmadığı âlemin kemali bu menzilden öğrenilir. Alemde sadece kendisinden çıkan şey ortaya çıkabilir ve tekrar ona döner. Alemde bu­lunmayan bir şey âlemde ortaya çıkarsa, o şey daha önce âlemdendi. Binaenaleyh âlemde -tamamlanmasından sonrasadece âlem zuhur edebilir. Allah Teâlâ’nın âlem hakkındaki işi birdir ve bu iş ‘başkalaşma’ deni­len durumdur. Başkalaşma ve dönüşmeler türlü türlüdür. Mesela su buhara dönüşür, melek sureti yönünden insana dönüşür vs. Tecelli de öyledir. Kim bu durumu bilirse, gerçeği olduğu hal üzere öğrenmiş demektir. Çocuk babasına benzer. Babasına benzer doğmakla annenin maruz kalabileceği bir suçlamadan anne beraat eder. Buradan Allah Teâlâ’dan başka yaratıcı olmadığı öğrenilir. Şâri tam suretin durumu hakkında bu hususa dikkat çekmiştir. Sebepleri olumlayarak olumsuzlama bu menzilden öğrenilir.

Müşriki ortak kabul etmeye götüren sebep bu menzilden öğrenilir. Hakkın ilahi mertebe hakkındaki gayreti bu menzilden öğrenilir. Ken­disine âlemi soran öğrenciye öğretmenin ne söyleyeceği bu menzilden öğrenilir. Hangi sözün delil olacağı ve hangisinin delil olmayacağı bu menzilden öğrenilir. Hasma karşı delil özellikle sözün ta kendisi midir? Veya sözün kendisine delil olduğu şey midir? Bir yerde söz olur bir yerde sözün delil olduğu şey midir? Söz dinleyeni aciz bırakırsa, söz delilin ta kendisidir. Yaratıklar arasında bilgi sayesinde gerçekleşen de­recelenme bu menzilden öğrenilir. Bilgiden daha üstün bir mertebe ve rütbe yoktur. Meleklerin hepsinin Allah Teâlâ’yı bilen olduğu ve onların içle­rinde -insanların aksinecahil bulunmadığı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmadığına şahidik et­miştir, melekleri de...’484 Sonra insanlar hakkında ‘ve bilgi sahipleri’ de­miş, meleklerde yaptığı gibi ifadeyi genelleştirmemiş, daraltmıştır. Kastedilen varlık bilgisi değil tevhit bilgisidir, çünkü bütün âlem, var­lık bilgisini bilirken zat veya mertebe hakkında tevhit bilgisine sahip değildir. Müşrik mertebenin anlamında ortak koşmuş olmakla birlikte, büyük ve en yüce mertebeyi Allah Teâlâ’ya ait sayar.

Yaratılmışın inkâra güç yetiremeyeceği şeyler bu menzilden öğre­nilir. Bu husus mümkünün varlığını yokluğuna tercih eden birisine olan ihtiyacıdır. Misak ve ahitleşmelerden bozulması mümkün olup olmayanlar bu menzilden öğrenilir. Âdem’in varlığına inanan bir mü­minin suret bakımından kendisine benzer bir şahsın anne ve baba ol­maksızın var olduğunu iddia edişini yalanlanması bu menzilden öğre­nilir. Böyle bir vehmin nedeni nedir? Böyle bir insan başkasını yalan­larken veya söylediğini ve getirdiği bilgiyi reddederken tereddüt yaşa­maz. Gerçekte öyle bir şey mümkün olduğu gibi âlemin hadisliğini ve kadimliğini ileri sürenler içiıi de böyle bir şey mümkündür.

Menzillerindeki mutluların yanlarına girdiklerinde, meleklerin sı­nırladığı bilgi bu menzilden öğrenilir. Dünya hayatının yer ve hayat bakımından ahiretten ayrılması bu menzilden öğrenilir; hâlbuki her ikisi bir yer ve bir hayattır. Niçin oluş kalplere nispet edilir? Bunun nedeni iki zamanda bir durumda sabit kalmadan başkalaşmayı bilmesi midir? Kalpler Yaratan’ın her gün bir işte olduğunu öğrenip hatırla­dıklarında, onlar da bir durumda kalmaktan umut keserler. Çünkü kalpler değişmenin ve başkalaşmanın yeridir. Zarar ve fayda veren şey­leri kuşatıcı ve tafsil edici ilim, bu menzilden öğrenilir. Cahil insan gü­cüyle Allah Teâlâ’nın kelamının gücüne mi karşı koyar ve kelam kendisine te­sir etmez? Yoksa kendi nefsine gücünü kullanır ve Allah Teâlâ’nın kelamının


etkisinden kendini gizler mi? Bu durumda cahil kendisine karşı koyar, Allah Teâlâ’nın kelamına değil! Hakkın işleri izharının beklenmesi bu menzil­den öğrenilir. Bu izhar başka türlü olması mümkünken eşya hakkındaki bilgisinin gerektirdiği tertibe göre mi gerçekleşir? Bir durumda im­kânsız ve mümkün bir araya nasıl gelir? Böylelikle akli delilden hare­ketle imkânsız hükmü ve mümkün hükmü verilir? Akılların delilleri böyle bir yerde birbiriyle çelişir. Hakkı ortaya çıkartmak üzere sustu­rucu delilin telkini bu menzilden öğrenilir. Bu durum iki hasımdan bi­risinin haldi olduğunu bilen hakimle ilgilidir. Hakim iddiasını savun­mayı bilmediği için hakkını kaybedeceğini bildiği bir insana -gerçekte olduğu gibihakkını ispadamak üzere iddiasını nasıl savunacağını öğ­retmeli midir? Yoksa hakim -ne hasım oradayken ne yokkenbunu ya­pamaz mı? Bu durum hakim haklıyı biliyorsa dikkate alınır.

Peygamberlerin getirdikleri delillerin teorik araştırmadan değil, Hakkın öğretiminden kaynaklandığı bu menzilden öğrenilir. Peygam­berin peygamberlikten nasibi bu menzilden öğrenilir. İlahi hakka ilahi hakkın karşı koyabileceği bu menzilden öğrenilir. Bu, iki mislin birbi­rine karşı koymasıdır, yoksa misil olmayanların karşılaşması değil! Karşı koyma yaratılmış yönünden ortaya çıkarsa, hakikat yaratılmışın dilinde ortaya çıkar. Allah Teâlâ kullarıyla perdeyi kaldırarak konuşmamıştır, çünkü Allah Teâlâ ‘hükmünü takip edecek yoktur’ der ve dünyada takip eden bulunmuştur. Takip edenin -başkası değilAllah Teâlâ olması zorunludur. Bu durum şeriatlardaki neshe benzer. Bir şeriatı gönderen Allah Teâlâ oldu­ğu gibi bir hükmü şeriat yaptığı başka bir hükümle kaldıran yine Allah Teâlâ’dır. Öyleyse nesheden de edilen de Allah Teâlâ’dan gelmiş hükümdür! De­lil olma itibarıyla Haktan gelen veya delil olmaksızın reddedilen husus­ta âlemin durumu da böyledir. Allah Teâlâ’yı bilen insan bir şeyin Haktan ol­duğunu öğrenir, Hakk ise onların bir kısmına bir kısmını tilavet eder. Çünkü binci iddia vakti kendisini reddeden öteki iddia vaktinden baş­kadır. Gerçekte tartışma (muaraza) zamanda ortak olmasalar bile bir tartışma sayılmaz. Bunu anlamalısın!

Hakkın bir şeyi bileni o şeyi bilmede kendi mertebesine yerleştir­miş olması bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle şöyle deriz: Bilgiden daha üstün menzil yoktur, çünkü bilgi seni Hakkın konumuna yerleşti­rir.

Her güzelliği haiz oldun öpünce onu Kavimler öğrendi, kimi öptüğümü

Oluşta bulunan her güzellik Tattığım şeyde akıldan ve duyudandır

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ yetmiş ikinci bölüm

Bir Sırrın ve İki Sırrın Menzilinin Bilinmesi; Sana Ait Olmayan Bir Şeyle Kendini Övmen, Hakkın, Seni Ken­disiyle Şereflendirdiği Bir Sebeple Bu Konuda Sana İcabet Etmesi; Bu Menzil Muhammedi Mertebeden

Öğrenilir

Yaratılışıyla oluşun yarısını elde eden Öteki yarısı onun ahlakında

Bu vaktin aynı, kendi vaktinde Onun dolunayı ufkundadır

Dolunayı batısından doğar Işığı doğusunda batar

Her yaratılmış ona hayran Hepimiz O’nun hakkında helakiz

Müslim’in Sahih’inde yer alan sahih bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Allah Teâlâ, âlemi kendi suretine göre var edendir. Bu nedenle bütün âlem son derece güzeldir ve âlemde herhangi bir çirkinlik bulunmaz. Allah Teâlâ âlem için bütün güzelliği ve hoşluğu bir araya getirmiştir. Alemden daha güzeli, daha iyisi ve daha bedii olanı yoktur (olabilecek âlemlerin en mükem­melidir âlem). Sonsuza değin her ne yaratılırsa yaratılsın, yaratılmış olanın benzeridir. Çünkü ilahi güzellik ve cemali âlem haiz olmuş, onunla ortaya çıkmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şeye yaratı­lışım verdi.’485 Kastedilen her şeyin güzelliğidir, çünkü âlemden her­hangi bir şey eksik kalmış olsaydı, yaratılında kemal derecisinden aşa­ğıda kalmış, çirkin olurdu. ‘Sonra hidayet etti.’ Yani bunu bize ‘Her şeye yaratışını verdi’ diyerek açıkladı.

Hakkı görünce beşer suretinde tecelli etmiş Bildik, akıl O’na dair bir tehlikede

Apaçık hakkı/Hakkı aklıyla sınırlayan var ya!

Takyidi reddetmez o, haberi yok onun bir şeyden

Suretime benzer halde tecelli edince bana Ben de diğer suretlerden tenzihte tecelli ettim

‘Ne dedin?’ derse bana, derim ki Sen yenilince zalimleri bile bağışlarsın

Benim gibi değilsin ki! De ki niçin suretimdesin?

Sizi görürüm, ay görüldüğü gibi .

Benim gibiysen, benzerlik hükümrandır

Her benzer hakkında; nazar etmeyi gerektiren gibi

Her benzer misline benzer Her durumda: kadimde ve beşerde

Allah Teâlâ secde emretti, unutunca biz

Şeytanın burnu sürtünsün diye, kırılanı onarmak üzere

Niçin etmezsin secde? İmamızsın Secdeye daha layıksın denildiği gibi

Sana geldik koşarak, hızla karşılık verdin bize Ayakların adımı nerede, gözün adımı nerede?

Başka bir şiir şudur:

Kimden ayrıldık veya kime vasıl ettin bizi

Hem varlık hem eser bakımından O’ndan başkası mı var?

Gizlenene şükür, zuhur edene şükür Şükrederse kul daha çok hayır bulur

Sadece Haktır şükreden kendine

Fakat yakınlık perdesi çekilmiş, bu nedenle gizlenmiş Hakk

Binaenaleyh bütün âlemin güzelliği zatî ve iyiliği ta kendisidir, çünkü Yaratan onu öyle yaratmıştır. Bu nedenle arifler âlemin hakkın­da hayrete düşmüş, hakikate erenler onu tam olarak sevmiş, biz de bazı cümlelerimizde âlemin Hakkın aynası olduğunu belirttik. Arifler âlem­de sadece Hakkın suretini görürler. Hakk güzeldir ve güzellik özü gere­ği sevilen olduğu kadar ona bakanların kalplerinde zorunlu heybet uyandırır. Başka bir ifadeyle güzellik bir sevgi ve heybet oluşturur kalplerde. Çünkü Allah Teâlâ’nın bizim için âlemdeki ve nefislerimizdeki çünkü biz de âlemin parçasıyızayetleri çoğaltmasının nedeni, zikrimi­zi, fikrimizi, aklımızı, imanımızı, bilgimizi, kulağımızı, gözümüzü, zihnimizi ve sırrımızı kendisine yönlendirmemizi istemesidir. Binaena­leyh Allah Teâlâ bizi kendisini bilelim ve O’na ibadet edelim diye yarattı. Allah Teâlâ bizi bu hususta herhangi bir şeye yönlendirirken sadece âlemi araş­tıralım diye yönlendirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, müşahede ve akla göre, âlemi bilinmesine ayetin ve delilin ta kendisi yapmıştır. Aleme bakar­sak O’na bakarız, duyarsak O’nu duyarız, görürsek O’nu görürüz, akledersek O’ndan aklederiz, düşünürsek O’nun hakkında düşünürüz, bilirsek O’nu biliriz, iman edersek O’na iman ederiz. Hakk her yönde tecelli eden, her ayetten talep edilen, her gözle bakılandır. Allah Teâlâ ibadet edilen herkeste ibadet edilen, gayb ve şehadette yönelinendir. Herhan­gi bir yaratılmış fıtraten O’nu yitirmez. Bütün âlem Allah Teâlâ’ya ibadet eder, O’na secde eder, O’nun hamdini söyler. Diller O’nu söylerken kalpler O’nunla kendilerinden geçer ve O’na bağlanır. İnce akıllar O’nda hayrete düşer. Arifler O’nu âlemden ayırmak ister, fakat başa­ramazlar. O’nu âlemin aynı yapmak isterler, fakat bunu da tam olarak yapamazlar ve aciz kalırlar. İdrakler kilidenir, akıllar hayrete düşer, dil­ler anlatırken çelişkilere düşer; vakit gelir ‘O’dur’ derler, vakit gelir ‘O değildir’ derler, vakit gelir ‘O’dur O değildir’ derler ve Allah Teâlâ hakkında


sabit bir hükme ulaşamaz. Ümmetlerin Hakka giden yollarını da an­lamazlar, çünkü onlar Hakkı ayetin ve yolun aynı olarak müşahede eder! Bu müşahede ise onlarla yolun gayesine talep arzusu arasında perdeye döner. Çünkü bir yolda o yolun sonu nedeniyle yürünür. Arif­lerin ise maksadarı onlarla beraberdir ve Hakk onlara eşlik eder. Bu du­rumda ne salik vardır ne (kendine doğru) sülük edilen! İşaretler kalkar ki bunlar O’ndan başka değillerdir. İbareler uçuşur, hâlbuki onlar O’ndan başka değillerdir. Binaenaleyh arifin âlemde bir şey hakkında hayrete düşmesi ve bir işaret vehminde bulunması yadırganmaz.

Gerçek zikrettiğimiz gibi olmasaydı, bir nebi veya resul eş veya çocuk sevmez, kimse kimsenin ardından gitmezdi. Bu sevmenin ve in­sanların birbirinin ardından gitmesinin nedeni, ayetlerin derecelenmesidir. Alemin başkalaşması da ayetlerin ta kendisidir. Ayeder Hakkın bulunduğu şe’nlerden ibarettir. Hiç kuşkusuz şe’nlerin (işler) bir kısmı diğerlerinden üstün sayılmıştır, çünkü Hakk bu şekilde isimlerinde zu­hur etmiştir. Biz de isimlerin -birbirlerine göregenellik ve özellik iti­barıyla dereceli olduklarını anladık. Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir. O ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım486 buyurandır, elGani nerede, el-Halık (yaratan), el-Kabız, el-Mani isimleri nerede? İhatası bakımından el-Alim nerede, el-Kadir ve el-Kahir nerede? Bütün bunlar âlemde gerçekleşen şeylerin kendisinden başka bir şey midir? Öyleyse bir nebi ve resul ancak onda tasarruf etmiştir, ‘fakat insanların çoğu, bilmez.’487 Çünkü bazı insanların kulağında ağırlık, gözünde per­de, kalbinde kilit, fikrinde hayret, bilgisinde kuşku, duymasında sağır­lık vardır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Arife göre bütün bunların yegâne nedeni, aşırı yakınlıktır: ‘Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsi­niz.’488 Başka bir ayette ‘İnsanı yarattık ve ona nefsinin fısıldadığı şeyi bili­riz, ona şah damarından yakınız489 buyurur. Vesvese nerede, ilham ne­rede! insan adı nerede, âlem adı nerede?

Leyla kim, Lübna kim?

Hind ki, Besne kim?

Kays kim, Beşir kim?

Hepsi O’nun aynı değil mi?

Öyle doldum ki O’nunla Varlığı benim olunca

Tüm yaratıklar dost oldu bana Benim dostum nerede, nerede?

Sözümü araştıran kimse bulacak:

Onun satır arasında hakikati

Arızî güzellik ve sevgi sahiplerine gelirsek, böyle bir sevgi ve gü­zellik, silinir gider ve onlar elde kalmayan gayeler, meyledici şeylerdir. Allah Teâlâ’yı bilenlerde durum öyle değildir, çünkü O’nu bilenlere göre, göl­ge de secde edicidir; varlığa ilişen ve arız olan ise istidatlıdır. (Hızır’ın onardığı duvara atıfla) Duvar altındaki marifetleri izhar etmek üzere ki arif ve vakıf insan onlarla müstağni kalır‘ibadet maksadıyla’ meyle­der ve eğilir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘gayreti’ Hızır suretinde yaratmış, o da duvarı onarmış ve doğrultmuştur. Çünkü biliyordu ki, mal sahibi o esnada mala sahip olma ehliyetinde değildi ve mal hakkında olması ge­rekenden farklı bir tarzda tasarrufta bulunulacaktı. ‘Onun haberini bir süre sonra öğreneceksin.’490 Duvar altında bulunan hazine ortaya çıksay­dı, abes yere alınacak, Hakk etmeyen eller uzanacaktı. Hikmetleri koyan ve ayederi yerleştiren, delillerin güzelliklerini izhar eden Allah Teâlâ münez­zehtir!

Bu delillerin ve varlıkların varlık bakımından en güzeli ve oluş ba­kımından en yetkini hayal âlemidir. Allah Teâlâ onunla misalleri verir, kendi­sini bilenin sadece kendisi olduğunu beyan eder. Çünkü Allah Teâlâ yasak­lamak üzere şöyle der: ‘Allah Teâlâ için misaller vermeyin, Allah Teâlâ bilir ve siz bil­mezsiniz.’491 Ayet bize kendinden misaller verip âleme -ki onun öncü­lüdürzuhur ettiğinde gelmiştir. Rüyaya bakınız! Rüya ile hayal idrak edilir ve gerçekleşmesinden önce bir şey görülebileceği gibi olmuş bir hadise veya hali hazırda olan hadise de görülür. Hayalden başka bu toplayıcılığı görebileceğin bir mertebe var mı? Kim bir şeye bağlanır ve âşık olursa, onu hayalinde tahayyül edip vehminde misalini oluştur­duktan sonra ona âşık olmuştur ve sevdiği kimse de o misale mutabık­tır. Böyle olmasaydı, gözün veya kulağın veya duyularından birisinin ilişme hali kaybolduktan sonra, ona bağlanmak olmazdı. Gerçeğin öyle olmadığını bildiğimize göre bu durum sevilenin suretinin sevende bu­lunduğunu gösterir. Aşık onu hayalinde kurmuş, bu nedenle onu gö­rebilmiş, bundan dolayı ona sevgisi artar ve muhabbeti güçlenir. Ha­yalinde tasvir etmiş olduğu misal seveni sevdiğini aramaya ve talebe sevkeder. Çünkü hayalin ruhu bu ilkedir ve bekası ona bağlı olduğu kadar aynı zamanda onu koruyan bu ruhtur. Öyleyse sevenin hakkı gerçekte kendi sanatında ve fiilinde güçlenmiş ve şiddedenmiştir, çün­kü insanın hayalinde yapıp kendisine âşık olduğu suret, kendisinin yap­tığı bir iştir. Öyleyse insan kendisine dönen bir şeye âşık olmuş, onu sevmiştir. Başka bir ifadeyle insan severken kendisine bağlanmış, kendi fiilini övmüştür. Bunu bilen, Allah Teâlâ’nın kullarını sevmesinin anlamını ve Ö’nun kullarını onların kendisini sevmesinden daha çok sevdiğini an­lar. Hatta kulları Allah Teâlâ’yı bir varlık olarak sevmez, O’nun ihsanlarını se­verler. Çünkü onların gördüğü şey, ihsandan başkası değildir. Kim bir varlık olarak Hakkı severse, nefsinde tasavvur ettiği bir misali ve ta­hayyülü sevmiş demektir. Bu bağlamda sadece teşbih edenler vardır; her seven, benzetme ve teşbih olmasaydı O’nu sevmeyecek, tahayyül olmasaydı sevdiği Hakka bağlanmayacaktı. Bu nedenle Şâri Teâlâ Hakkın (namaz kılan için) kıblede bulunduğunu belirterek, kulun kal­binin O’nu sığdırabileceğini ve kuluna kulun kendisine yakın olduğu kadar yakın olduğunu veya organları gibi yakın olduğunu belirtmiştir. Böyle insanlar Allah Teâlâ’ya bir misalde ibadet eden ve O’nu mevcut olarak müşahede edenlerdir.

Tenzih edenlere gelirsek, onlar körlük içinde hayrette kalmışlardır. Onlar bu körlükte dolanır dururlar. Karanlıklarının bir gölgesi yoktur. Veya delil onları teşbihten ah koyamaz. Nuru delil nurundan üstün ge­lip onu kendisine katacak bir iman nuru da yoktur onlarda. Öyleyse tenzihçi insan herhangi bir şeyi elde etmeden ve meydana getirmeden kalakalır! Onlar dağılmış gitmiş kimselerdir, çünkü onların himmederi parçalanmış, vehim onlardan uzaklaşmıştır. Onların varlığı eksik bil­meleri, vehmin onlardaki. hükmünden kaynaklanır. Vehimlerin kâmil adamlarda hükmü vardır ve bu nedenle şeriadar Allah Teâlâ hakkında akli delillerin imkânsız saydığı hususları getirmişlerdir. Bazı insanlarda imanın nuru akün nuruna karşı güçlenir. Onların durumu güneşin ışı­ğının yıldızların ışığı karşısındaki durumuna benzer. Güneş ışığı yıldız­ların ışığını yok etmez, sadece onları kendi ışığına katar. Öyleyse âlem güneşin ve yıldızların ışığıyla aydınlanır, fakat insanlar sadece güneşin ışığını görür, bütünü görmezler. Allah Teâlâ ehlinden kâmiller, aldın nurunu iman nuruna kattıklarında, tenzihçinin görüşünü doğruladığı kadar teşbih yapanın görüşünü de doğrular. Tenzihçinin görüşünü doğrular, çünkü aklın nurunun kendisine verdiği şeyi onlar aşmamıştır; teşbihçiyi de doğrular, çünkü iman nurunun kendisine vermiş olduğu bilgiler onu doğrular. Kâmil insan, Hakkı iman ile ve aklıyla bilip kemal dere­cesini elde eder. Nitekim hayal mertebesi de duyu ve anlam/mana de­recesini birleştirir. Böylelikle hayal duyulur olanı latifleştirirken anlamı kesifleştirir. Öyleyse hayal tam bir iktidar sahibidir. Bundan dolayı Hz. Yakub oğluna şöyle demişti: ‘Rüyanı kardeşlerine anlatma, tuzak kurar­lar:492 Çünkü Yakub oğullarının Hakkın Yusuf a rüyasında gösterdiği misalin tevilini anlayacaklarını biliyordu. Allah Teâlâ’nın Yusufa gösterdiği ve onun gördüğü şey, kardeşleri ve anne babasından başkası değildi. Ha­yal kardeşlerin suretlerini yıldızlar, ebeveynin suretlerini güneş ve ay yapmıştı. Hâlbuki hepsi kan, et ve sinir ve damarlardan oluşan insan­lardı. Süfli âlemden felekler âlemine yapılan bu aktarıma bakınız! Be­denin karanlığından yıldızın ışığına aktarma yapılmış, kesif latifleşmiştir. Sonra öncelik mertebesine yönelmiş, mertebenin ve mücerret ma­naların menziline yönelerek onlara duyulur secdenin suretini giydir­miş, latifleri kesifleştirmiştir. Hâlbuki rüya aynı rüyaydı! Hayal merte­besinin kuvveti olmasaydı, gerçekleşen hadise gerçekleşmezdi. Hayal mertebesi ortada bulunmasaydı, iki uç arasında hüküm sahibi olamaz­dı, çünkü ‘orta’ iki uç üzerinde hükümrandır. Orta her ikisine birden aittir. Nitekim benzer şekilde şimdiki zaman, yani an, geçmiş ve gele­cek zamanm ta kendisidir. Allah Teâlâ Arş’ta istiva etmesi ile kulunun kendi­sini sığdıran kalbinde bulunması arasında insan-ı kâmilin mertebesini orta bir yer yapmıştır. Binaenaleyh Hakk kulunun kabinde kendisine nazar eder ve dairenin noktası olduğunu görür. Aynı zamanda Arş’a istivası esnasında da kendisine nazar eder. Bu durumda insan-ı kâmil dairenin çevresi olduğunu görür. Öyleyse Hakk her şeyi ihata edendir. Noktadan çıkan bir çizgi çevrede sonlanırken çevreden çıkan çizgi içerden hareket ettiğinde noktaya ulaşır. Çizgiler âlemden başkası de­ğildir. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir ve her şey O’nun kabzasındadır. ‘Bütün iş O’na döner.’493 Boşluk noktayla çevre arasında var sayı­lan boşluk olduğu kadar aynı zamanda âlemin varlığıyla doldurduğu yerdir. Başkalaşmalar noktadan muhite muhitten noktaya doğru boş­lukta ortaya çıkmıştır. Hiçbir şey Hakkın dışında kalmadığı gibi çevre­nin dışında da bir şey yoktur. Her şey O’nun ihatası altındadır. Daha doğru bir ifadeyle her şey O’ndan çıkar ve O’na varır, O’ndan başlar ve O’na döner. O’nun muhiti ve çevresi isimleriyken noktası zatıdır. Bu nedenle O sayıca bir ve bir-çoktur. Her göz O’na bakmaz, O’na göz bebeği bakar. Göz bebeği olmasaydı, insan gözü göremeyecekti. Öy­leyse insan göz bebeğiyle (insanü’l-ayn) bakarken Hakk, Hakk ile zuhur etmiştir.

Ona Hakk dedik Bir de halk dedik

Ona inci dedik Ona Hakk dedik

FASIL

O melik ve mülk O felektir ve yıldızdır

İşte O’nun hüviyeti Sevgiye gel beri dedi

Yani heyetim ve yapım güzelleşti, gel demektir. Alemin güzelliği olmasaydı, el-Kadim’in güzelliği ve iyiliği de bilinmezdi. Hakkın gü­zelliği olmasaydı, âlemde güzellik ortaya çıkmayacaktı. Öyleyse iş dev­ridir ve felek bununla dönmüştür. Feleğin dönmesi yürümesidir ve bununla birlikte bu esnada mekânından ayrılmış değildir. Felek bütü­nüyle mekânından ayrılmadan hareket eder. Bu durum Allah Teâlâ’nın kulla­rına bir ikazı veya bir misalidir. Bu misal, âlemi var etmiş ve kendisini bazı özelliklerle nitelemiş olsa bile, Hakkın kendi mertebesinde bulun­duğunu anlatmak amacı taşır. Hakkın bulunduğu mertebe zatı gereği yaratıklarından farklılığı ve münezzehliği mertebesidir. Bununla birlik­te her bir yaratığıyla beraberdir. Çizgiler ise öyle değildir, çünkü çizgi-


ler ortadan ve ortaya doğru hareket ederler. Onlar ayrıktır ve menzille­ri kat ederler. Ortanın hareketi ise menzilinden ayrılmaz ve başka bir yerde gerçekleşmez.

Bunlar garip konulardır. Soru soran da cevap veren de bu konular ve sorunlar hakkında hayrete düşer:

Bak, ey dönen felek

Kim için dönüyor duruyorsun

Bize mi? Biz sizin içinizdeyiz Ona mı? O zaman seyriniz yorucu

Allah Teâlâ kendinde hadden münezzeh O el-Batın ve ez-Zahir

Nefeslerimizle bizim üzerimizde döner Sen bizim için zorlayıcı hüküm

Benimle ilgilenmen bir meşguliyet Sona erdiğinde ise hüsran

O’nun emriyle hareket edersen Tacir ve kazançlısın demektir

Üzerinizden, daha üzerinden kazanırsınız İlahınız O, sizi yaratmak üzere

Dürülmüş idiniz açmak için taayyün etti Aklın sanatında hayrete düşmüş

Bunun için döner ve devam eder Sürekli yönelendir sizin yerinize

Dur ve cebir yürümek üzere diretti Dedi ki ben zorlayanım

Akılların gözleri örtüldü ve övüldü Örtenin ben Olduğumu bildin

Hükmü hikmeti olan Allah Teâlâ münezzeh

O’ndan çıkar ve sadır olur                                         ,

Sen olmasaydın ufkunda parlamazdı Dönüşüyle parlak bir yıldız .

Allah Teâlâ âlemi yaratmış, âlemin zatı ise kendisinde tertip edilen ve başkalaşmaya elverişli hakikatlere ve istidadara göre dönüşmeyi gerek­tirmiştir. Bu nedenle bir kısmı diğer şeylere dönüşebilsin diye âlem za­tı gereği mümkün arazları talep etmiştir. Bunlar âlemde gördüğün arazlardır. Alemde bu talepte kaşıdı hareket edenler vardır. Kasıtlı ta­lep özel bir arazı belirlemek ve tespit demektir. Misal olarak ayakta du­ran insanın oturmayı istemesini etmesini verebiliriz. Bir kısmı kasıtsız olarak ister. Misal olarak varlık sebebi olan meyve vermek üzere su­lanmayı isteyen ağacı verebiliriz. Ağacın belli bir ölçüdeki su miktarını talebi zatî taleptir; ölçü artarsa su ağacın kurumasına yol açar. Su onun gerekli olduğu ölçüye uygun değilse, belli bir miktar almakla ağacı ko­ruyan birinin bulunması gerekir ki, o da yaratandan başkası değildir.

A

Alemin cevherine ilişen bu arızi durumların bir kısmı hakkında ‘salah (iyilik)’ denilirken bir kısmı hakkında bozulma denilir. Fakat gerçekte âleme içinde salahın bulunmadığı bozulmanın ilişmesi mümkün değil­dir. Böyle bir şey onun varlığından amaçlanan ve irade edilen şeye ay­kırıdır. Bozulmanın bulunmadığı salaha gelirsek, bu, âlemin Yaratanı tarafından irade edilir. Çünkü âlem bunun için, yani salah ve iyilik için yaratılmıştır. Hallere gelirsek, bunlar anlamlar için zatî şeylerdir. Hal­ler onların hükümleridir ve onların varlığı olmadığı gibi aynı zamanda madum da değillerdir. Hallere misal olarak kırmızılığın bulunduğu şey için kırmızı rengini verebiliriz. Böyle bir şey yaratmayla nitelenmeyen bir hükümdür. Çünkü o akılda var olan bir şeydir, dışta varlığı yoktur. Hatta kendisiyle nitelenenler için hükümlerini meydana getiren bütün anlamlar dışta varlıkları olmayan madum (var olmayan) durumlardır. Fakat onların hükmü ve hali vardır. Hükümlerinin veya hallerinin dışta somut varlığı yoktur. Hüküm veren ve hükme konu olan şey, gerçekte var olmayan durumlar olmuştur. Bununla birlikte onlar, akılda mev­cuttur. Öyleyse gerçekte herhangi bir mevcudun başka bir mevcutta hükmü yoktur. Mevcutta ve madumda etki madumdan kaynaklanabilir (müessir madumdur). Çünkü eser ve etki bütünüyle nispedere aittir ve nispeüer var olmayan durulmadan başka bir şey değillerdir. Bu husus bedihi olarak mertebelerin hükümlerinde ortaya çıkar. Misal olarak be­şer türünde hükümdarlık mertebesini ve kölelik mertebesini verebiliriz. Hükümdar halkında hükümdarlık ve saltanat mertebesinin gerektirdiği şekilde hüküm verirken saltanatın dışta varlığı yoktur.

Öyleyse hüküm, mertebelere aittir. Cevherler ve hakikatlerin, yani a’yanın özelliği, kendiliğinde doğal ve cisimsel bir surette olmamaktır. Bir hakikat bir kimse için misal mertebesinde doğal bedenli bir surette gözüktüğünde, şunu sorabiliriz: Acaba gözde ortaya çıkan suret, ger­çekte suretin ait olduğu kimseye -mesela insanın ve hayvanın suretiait hükmü kabul eder mi? Böyle gözükmelere meleğin yakışıklı bir insan suretinde gözükmesini veya ilahi tecellinin sureüerde ortaya çıkmasını verebiliriz. Söz konusu suretin sahibine ait hükmü kabul ederse, onun hakkında tefekkür, acıların ve hazların kendisinde bulunabileceği gibi hükümleri verebiliriz. Ya da ortaya çıkan ve zuhur eden suret, insana ve hayvana benzer mi? Ya da gerçekte o hükmü kabul eden şey nedir? Böyle bir surete gireni gören kişi onun insan veya hayvan olup olma­dığını bilmiyorsa, suret hakkında dış dünyada verdiği hükmü verebilir mi? Kısaca bu konuda gerçek nedir?

Bilmelisin ki, melek gerçekte insanınkinden başka bir surettedir. İnsanın sureti melekten farklı olduğu gibi meleğin sureti ondan başka­dır. Misal olarak Cebrail’in mutat hareket ve sözleriyle bir bedevinin suretinde gözükmesini verebiliriz. Bu davranışlar insanda nasıl idiyse onun suretinde temessül edenin suretinde de öyledir. Veya meleğin girdiği suret hayali olduğu gibi davranışlar hayalidir. Bu misali suret insanda bulunan bütün hükümlere tabidir. Nitekim konuşmak, hareket ve zahiri keyfiyeder gibi hükümler insanda da bulunur. Öyleyse melek bu durumda hayali bir insandır ve hayali insan olması itibarıyla gerçek­te bu surette bir hükmü vardır. Suret ortadan kalkınca, kendisi ortadan kalktığı için, hükümleri ortadan kalkar. Bunun nedeni âlemin cevheri-’ nin asıl itibarıyla başkalaşmayan bir cevher olmasıdır. Onda ortaya çı­kan her suret, arızidir ve gerçekte her zaman biriminde başkalaşan şey­lerdir. Hakk sürekli benzerleri yaratır, çünkü O sürekli yaratandır. Mümkünler yokluk hallerinde varlığı kabul etmek üzere hazırdır. Öy­leyse cevherde her ne vakit suret ortaya çıkarsa, tüm hükümleriyle zu­hur eder. O suretin duyulur veya hayali suret olup olmaması birdir. Çünkü hükümleri kendisine tabidir.

Bir bedevi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hakkı ‘gülmek’ fiiliyle nitelediğini duyunca, şöyle demiştir: ‘Gülen bir Rabbe karşı hiçbir hayrı eksik et­meyiz.’ Çünkü gülen birinin özelliği, kendisinden sürekli hayrın umulmasıdır. Suret gülmeye tabi olduğu gibi onu da kendisinden hay­rın meydana gelişi takip etmiştir.

İlahi mertebeyle ilgili durum böyleyken, âlemin cevheri hakkında nasıl olabilir? Böyle bir şey âlemdekilerin kolay kabul edebileceği bir şey değildir ve düşüncesi genişlemiş biri onu kabul edemez. Onu kabul edebilecek kimse, âlemin cevherinin Rahman’ın nefesi olduğunu bi­lendir. Alemin bütün suretleri onda ortaya çıkmıştır. Âlemin Rahman’ın nefesi olduğunu bilmeyen kimse ise Hakka dair bu hususu ka­bul ederken içinde bir meşakkat ve zorlama bulacağı gibi gerçekte kendisine ait olmadığını bildiği bir sureti kabul eden herkes hakkında yaşar. Bu nedenle tevile kalkar, bazen de tevil yapması güçleşir ve iman ederek işi Hakka bırakır, gerçeğin nasıl olduğunu bilemez. Böyle bir insanın durumu, muhakkik aliminkinden farklıdır. Muhakkik alim Allah Teâlâ’nın kendinde bulunduğu hal üzere eşyanın hakikatlerini öğrettiği in­sandır.

Kısaca âlem cevheri bakımından değerlidir, onda bu itibarla dere­celenme yoktur. Sinek ile ilk akıl cevherin üstünlüğü bakımından bir­dir. Derecelenme suretlerde ortaya çıkar ki, o da mertebelerin hüküm­leridir. Bu yönden değerli olan, daha değerli olan vardır, aşağı merte­bede olan, daha aşağıda olan vardır.

Bu meseleyi bilen insana şeriadarın Allah Teâlâ ve ahiret hayatı hakkında getirdiği ifadeleri veya aklın -fikir yönündenidrak edemeyeceği bilinmeyip haber yoluyla öğrenilebilecek hususlar hakkındaki ifadelerini kabul kolaylaşır. Suretler mümkünlerin varlıklarından başka bir şey değildir. Âlemin cevheriyse zikrettiğimizden başka değildir. Öyleyse âleme cevheri bakımından verilen ismin bir hükmü vardır ki, bu hü­küm, sureti bakımından ona ait değildir; sureti bakımından bir hükmü vardır ve o hüküm cevheri bakımından âleme ait değildir. İnsanların bir kısmı meseleyi keşif yoluyla bilir. Onlar, bizim arkadaşlarımız ve resuller, nebiler ve Hakka yakın insanlardır. Bir kısmı ise bu meseleyi kendi gücüyle ve aklıyla bilir, fakat bu bilginin ona nereden geldiğini ve nasıl o bilgiyi elde ettiğini bilemez. Böyle bir insan hükümde keşif sahipleriyle ortaktır, fakat tam olarak gerçeği bilemez. Onlar, sebebi kabul edenler olduğu gibi dehr’i ve doğayı kabul edenlerdir. Bunların dışında kalanların sözü edilen hikmeder hakkmda haberleri yoktur. Ni­tekim bu insanların da Allah Teâlâ ehlinin bu konularda bildikleri hususlarda bir bilgileri yoktur. Bununla birlikte hükümde ortak olabilirler ve her­hangi bir grubun bilginlerine soru sorsaydın, Allah Teâlâ ehlinin bir mesele hakkındaki sözlerini inkâr etmezlerdi. Belli bir konuda onların verdiği hüküm, Allah Teâlâ ehlinin bildiğinden başka bir şey değildir. Onlar da illeti kabul edenler de bu durumun farkında değillerdir. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -ki Allah Teâlâ’dan haber veren O’durHakkı tafsili olarak herhangi bir şeyle nitelediğinde, o özellik yaratılmış hadisin de niteliğidir. Bu­nunla birlikte o özellikle nitelenmiş olan Kadimdir ki, O da Haktır. Aklın düşüncesi ve fikir gücü yönünden bu konuda bir tecrübesi ve hükmü yoktur. Bunun nedeni, cevheri ve aslı itibarıyla âlemin Hakkın suretinde olduğunu bilmemesidir. Akıl âlemi cevherin ta kendisi oldu­ğunu zanneder.

Selamete ermek istersen, kendisini nitelediği şekilde niteleyen ve teşbihi reddeden bir rabbe ibadet etmelisin! O hükmü gerçekte olduğu hal üzere ortaya koyan ve ispat edendir. Çünkü cevher suretin kendisi değildir, dolayısıyla teşbihin O’nun üzerinde bir hükmü yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur,’494 Bunun nedeni benzeşmenin olmayışıdır, çünkü hakikatler benzerliği reddeder. ‘O duyan ve görendir.’ Burada Allah Teâlâ suretleri ispadamıştır, çünkü bun­lar canlının ayırıcı özelliğidir. Her kim Rabbini O’nun haberinden ta­nımazsa, ‘hiç kuşkusuz apaçık bir şekilde sapmıştır.495 Bunun en aşağı derecesi, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ ifadesinde olduğu gibi nitelik­leri hakkındaki haberlere iman eden olmaktır. Teşbih ve tenzih şeklin­deki her iki hüküm aklî bir hüküm ve kabul olarak haktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘0 her şeyi ihata edendir.’*96 Başka bir ayette ‘O her şeyi koruyan­dır’*97 buyurur.

Bakınız! Hakk bir şeyi kendi dışmdayken ihata eder ve kendisine nispeti olmaksızın varlığını korur. Böylece işler birbirine girmiş, hü­kümler birleşmiş, varlıklar ayrışmış, Zeyd ve Amr hakkında bir yönden ‘bu o değildir’ denilmişken bir yönden ‘odur’ denilmiştir. Her ikisi de insandır. Alem hakkında da sureti ve cevheri yönünden benzer hüküm veririz. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri yoktur’ der. Burada benzeri olmayan, ya­ni hakkında ‘O’nun benzeri yoktur’ denilen aynı zamanda ‘Duyan ve görendir’ diye nitelenmiştir. Duyma hükmü görmeyle bir değildir. Allah Teâlâ ayırmış, birleştirmiş, (gerçekte) ayrım olmamış ve birleşme olma­mıştır.

Dileyen iman etsin, dileyen inkâr Dileyen aciz kalsın dileyen incelesin

Öğrettiğimi anlayan Mutlu olmalı ve şükretmeli

Takvaya ulaşırsa zeki olmalı Bunu bilen ve fark eden hakkında

Bu sözü âleme boş yere demedi Bir öğüt o, dileyen tutsun

Körlük hayreti körler için Gören için açık bir manzara

Amâ’sımn varlığında zuhur edince biz Anladık bize olan yakınlığı bize ve sınırlamadık

VASIL

İşaret ve Tembih

Bilmelisin ki, her hangi bir sözü insan o sözü içinde tahayyül et­meden söylemez. Önce onu tahayyül eder ve kendisini ifade edeceği bir suret olarak var eder ki böyle yapmak zorunludur. Hayal kendisi nedeniyle, yani bizatihi amaçlanan bir şey değildir. O kendinde duyu­sal varlığa çıkması nedeniyle amaçlanır. Başka bir ifadeyle hayalin hükmü duyuda gözükür. Çünkü tahayyül edilen şey bazen mertebe olabileceği gibi bazen varlık sureti kabul edebilecek bir şey olabilir. Misal olarak bir çocuğu olmasını hayal edeni verebiliriz. Bir çocuğu olur ve dışta kendi benzeri bir şahıs olarak ortaya çıkar ve var olur. Ba­zen insan hükümdar olmayı hayal edebilir ki hükümdar olmak bir rüt­bedir. Kişi hükümdar olur, fakat yöneteceği mülkü yoktur. Bu du­rumda hükümdarlık sadece bir nispettir.

Tahayyül edilen şey tabir edilir, mesela rüya öyledir. Her söz tabir edilir ve tevil edilir. Öyleyse âlemde tevil edilmeyecek söz yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hadiselerin tevilini öğrensin diye...’498 Her söz dinleyeninde hadis, yani zaman içinde meydana gelmektedir. Tevilin bir türü sözün sahibinin kastettiği anlama isabet ederken bazı teviller konuşanın kastına yanlış tespit eder. Konuşanın kastını tespitte ister yanılsın ister isabet etsin, bütün teviller (bir yönüyle) doğrudur. Bina­enaleyh her şey tabire elverişlidir ve bu hususta ifadede kullanılan te­rimi veya ibareyi anlamayan veya bilmeyen dinleyicinin anlayışı önemli değildir.

‘Zevk ilimleri ve keyfiyetleri aktarılamaz’ denilmiştir, bu sözün söylenmesinin nedeni şudur: Böyle bilgileri söylemek ve ifade etmek, dinleyenin anlayışına yöneliktir. Bu nedenle onların aktarılamayacağı söylenmiştir. Dinleyenin bir şeyi anlamaması, o anlamı idrak eden in­sanın kendisi için bir lafızla onu ifade etmesine engel değildir. Söz ko­nusu lafız zevk yoluyla idrak ettiği şeyi gösterir ve belli bir vakitte ‘zevk ettiği’ şeyi unuttuğunda o söz kendisine hatırlatıcı ve uyarıcı olur. Bununla birlikte zevki olmayan insan o sözü anlamaz. Binaena­leyh tevil hayalinde meydana gelmiş bu sözün döndürüleceği ve irca edileceği anlamı tespit etmekten ibarettir. Hadiseleri bildirmeye ibare ve rüyadaki tabire ‘tabir’ denilmesinin sebebi, haber verenin söylediği sözle ‘ubur (geçmek)’ ediyor olmasıdır. Başka bir ifadeyle kişi sözüyle nefsinin mertebesinden dinleyenin nefsine geçmektedir. Öyleyse haber veren insan, sözü bir hayalden başka bir hayale aktarmaktadır ve dinle­yici de -anlayışı ölçüsündeaktarılan sözü tahayyül etmektedir. Bazen anlatım esnasında dinleyenin hayali anlatanın haliyle örtüşür, bazen örtüşmeyebilir. Örtüşürse dinleyenin durumu ‘anlayış’ diye ifade edilir­ken örtiişmezse anlamak söz konusu değildir. Sonra haberi veren insan bazen kendiliğinde bulunduğu Hakk uygun ve mutabık bir sözle onu aktarır; bu anlatım ve ihbar, ibare diye ifade edilirken örtüşme olmazsa ibare değil lafızdır. Bu durumda anlatıcı hayalindeki manayı bir hayal­den başka bir hayale geçirmemiştir. Söz kime nispet edilirse edilsin, durum aynıdır.

Bu açıklamayla maksadımız hayalin rütbesinin yüceliğine dikkat çekmektir. Hayal bilinenlerde mutlak hüküm sahibidir.

Şu var ki tabir kelimesi rüyanın dışındaki durumlarda rubai (dört­lü, abbere, tefil babı) iken rüyada sülasidir (üçlü; abure). Rubai ve sülasi anlam bakımından birdir. Mazideki fiilin ikinci harfi fethalıyken muzaride zammeli ve şeddesizdir (ya’beru). Rüyanın dışında kullanıl­dığında mazi ve muzaride şeddeli (yuabberu) ve mazide ikinci harf fethalı gelecek zamanda kesrelidir. Burada rüyanın dışındaki durum­larda şeddeli olmasının nedeni, ibareyi güçlendirmektir. Çünkü o ha­yalde rüyadan daha zayıftır. Rüyanın dışında tabirci, kendi zihnindeki ve nefsinde bulunan muhayyel bir şeyi ifade eder. Onu kendiliğinden zihninde canlandırmış, sanki dışta görüyor gibi yapmıştır. Böylelikle fikir ve zihninde canlandırma olmaksızın hayali tabir edenden daha za­yıf kalmıştır. Diğerine rüya gören insanı misal verebiliriz. Orada hayal içindeki şeyi görenin zihninde canlandırmaksızın kendisine izhar et­mektedir. Uyanık insan öyle değildir. Böyle bir insanın hayal gücü du­yu perdesinin etkisi nedeniyle zayıftır ve bu nedenle güce muhtaçtır ve yine bu nedenle onu ifade etmesi zayıf olmuştur. Şöyle denilir: Falan falan şeyi şöyle tabir etti.

Bakınız! Araplar vadinin geçilmesini ifade ederken abartü en-nehr yani nehri geçtim derler. Burada kelime şeddeli getirilmez, çünkü ne­hir zihinde canlandırılan bir şey değil, aksine duyuda hazır olarak bu­lunan bir şeydir. Nitekim zihinde canlandırmadan da hayalde mevcut­tur. Bu nedenle zihinde canlandırmak meşakkatli olduğu için şedde ge­tirmekle yardım istemiştir. Yardım istemek, her nerede ortaya çıkarsa çıksın, şeddeli yapmayı gerektirir. Çünkü yardım, karşı koyma gücüne sahip olmayan kimse isteyebilir. Yalnız başına yapamayacağı bir işte insanın yardım ve bu işe yardım edecek birisini araması zorunludur. Bunu anla! Bir şeyin varlığının başka bir şeye bağlı olduğu her şeyin derecesi buradan öğrenilir. O başka şey var edilmek istenilen şeyi orta­


ya çıkartmak üzere yardımcıdır. ‘Allah Teâlâ’nın sözünü duysun diye499 ayetinin anlamı buradan ortaya çıkar. Allah Teâlâ sözünü dinleyenin kulağına seslerle, harflerle, ima veya işarede ulaştırmayı murat ettiğinde, vasıta zorunlu­dur, çünkü hadislerin, yani zaman içinde var olanların Allah Teâlâ’ta bulun­ması imkânsızdır. Yollar neticede Allah Teâlâ’ya varır.

Bu menzildeki ilimlere gelirsek, kendisine muhtaç olunup ulaşıl­mayan şey bu menzilden öğrenilir. Cem’in fark olmasının izahı bu menzilden öğrenilir. Haber bilgisiyle akli düşünce, keşf kaynaklı dü­şünce arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi duyuların idra­kiyle gerçekleşen bilgidir. Gafil insanın nasıl ikaz edileceği ve tembihin mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Bilginin görmeden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Bir şahıs bazen bir şey görür, gördüğünün ne ol­duğunu bilemez, başkasına onu anlatır, o başkası, kendisini görmemiş olsa bile anlatılanın ne olduğunu anlar. Öyleyse bilgi görmekten üs­tündür, çünkü görmek bilginin yollarından biridir. O yol üzerinde yü­rüyen insan özel bir duruma ulaşır. Batılın hakikat suretinde ortaya çıkması bu menzilden öğrenilir. Bu ikisi birbirine zıt şeylerdir ve bir şeyin arada bir tenasüp olmaksızın başka bir şeyin suretinde ortaya çıkması imkânsızdır. Bu durumda cevherde aynı olmasa bile nispette benzerlik vardır. Bu duruma nahiv sanatında muharebe fiili misaldir. Bu konuda şöyle derler: ‘Kuş neredeyse uçtu. Damat neredeyse emir oldu (yekadü).’ Hakk Teâlâ görenin gözünde serabı -kendisi su değil­kensu olarak gösterir. Serap yanına gelene kadar susayan için sudur. Aynı şey Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye susamış insan için öyledir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’yı bilmek için araştırmaya başlar, araştırma tenzih veya teş­bih sınırlamasını ona verir. Perde kalktığında -ki susamışın seraba ulaşma haline karşılık gelirsınırladığı halde bulamaz O’nu. Bu neden­le inkâr eder ve Allah Teâlâ’yı o özel sınırlanmayla sınırlanmamış bir halde bulur. Görür ki, Allah Teâlâ sınırlılıkta mudaklık sahibidir. Allah Teâlâ da onun hesabını görür, yani takdirini değerlendirir. Adeta bu haldeki insan Hakkı sınırlılıktan çıkartmak istemiş, Hakk ise ‘hesabını görür’ sözüyle kendisine şöyle demiştir: Senin bu müşahedede elde edebileceğin ye­gâne bilgi, benim takyitte mutlak, yani sınırlılıkta sınırlanmamış oldu­ğumu bilmendir. Ben her türlü sınırlamanın kendisiyim. Ben bilinen ve görünen kısımlarıyla bütün âlemim!’ Bu, ‘Ben bir tuzak kurarım500 ve ‘Tuzak kurdular ve Allah Teâlâ tuzak kurdu501 ayetlerinde belirtilen ilahi tuzaktır.

Ecele bağlı olan şey bu menzilden öğrenilir. Söz konusu şey, onun hakkında belirlenmiş kader eceline ulaşana kadar ortaya çıkmaz. Mislin değeri bu menzilden öğrenilir. Müfessirlerin kendilerine nispet ettikleri Allah Teâlâ’nın vahyinin gelmediği hususlarda kendi görüşlerini belirtme id­diasından nebilerin tenzihi bu menzilden öğrenilir. Müfessirler nebile­rin -Allah Teâlâ’nın kendilerinden aktardıkları hususlardaO’nun kelamını tef­sir ettiklerini zannetmişlerdir. Amelde ve sözde Allah Teâlâ’nın bizi koruma­sını dileriz! Onlar bu hususta büyük hata yapmışlardır. Misal olarak İbrahim Peygamberin ve kendisine nispet edilen kuşkunun durumunu verebiliriz. Onlar bu hususta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Biz kuşkuya İbra­him’den daha layığız’ sözünü dikkade incelememişlerdir. Hz. İbrahim ölülerin diriltilmesi hakkında kuşkuya kapılmamıştır, fakat ölüleri di­riltmenin farklı ve pek çok tarzı olduğunu biliyordu ve Allah Teâlâ’nın ölüleri bu tarzların hangisiyle dirilteceğini bilmiyordu. İbrahim peygamber bilgi aramak özelliğinde yaratılmıştı. Allah Teâlâ da kendisine yaratma tarz­larından birisini göstermiş, o da mutmain olmuş, Allah Teâlâ’nın ölüleri nasıl dirilteceğini anlamıştı. Aynı durum Hz. Yusuf, Hz. Lut ve Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hikâyelerinde veya Süleyman’ın hikâ­yesinde iki meleğe nispet etikleri durum için geçerlidir. Bütün bunlar, Yahudilerden yapılan aktarımlardır. Müfessirler Allah Teâlâ’nın kendilerini kı­namış olduğu Yahudilerin aktarımlarıyla nebilerin ve meleklerin şeref­leri hakkında söz söylemişlerdi, tefsirlerini onlarla doldurmuşlardır. Hâlbuki bu hususlarda Allah Teâlâ’nın kitabında nas bulunmadığı gibi bir ha­dis de yoktur.

Allah Teâlâ bizi ve sizi fikirlerin, sözlerin ve fiillerin hatalarından koru­sun, âmin!

Masumiyeti hakkında delil ortaya konulan kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Böyle bir insan Allah Teâlâ’nın ona öğrettiği ve sahip ol­duğu övülmüş nitelikler hakkında kendini övmesi gerekir. Bu nitelikler Allah Teâlâ’nın kullarına dönük büyük nimederindendir ve O şöyle der: ‘Rabbinin nimetine gelirsek, onu zikret.’502 Teslim ve bağlanma bu menzilden öğrenilir. Hayalin rütbesi ve onun Hakk olduğu, kendisinde batıldan bir şey bulunmadığı bu menzilden öğrenilir. Hayali tabir eden, merte­


belerdeki inişe göre, isabet edebileceği gibi doğru tabir yapabilir. İsa­bet eden insan hakikatlere mertebelerini aşırtmayandır. İsimler ve on­lardan hangilerine ibadet edileceği, hangisine edilmeyeceği bu menzil­den öğrenilir. Var olanların menzilleri bu menzilden öğrenilir. Örtme ve tecelli bu menzilden öğrenilir. Bilgideki derecelenme bu menzilden öğrenilir. Şükür ve şükreden bu menzilden öğrenilir. Mutat ayetler ile böyle olmayan ayetler, bu menzilden öğrenilir. Teberri ve tenzih, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ hakkında tenzih olan şeyin yaratılmışlar hakkında -tenzih değilteberri olduğu bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ehlinin kısımları ve tabakaları bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır:503

Üç yüz yetmiş ikinci bölümün sona ermesiyle yirmi altıncı sifir de sona erdi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar