YİRMİ DÖRDÜNCÜ SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
ÜÇ YÜZ ELİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Üç Tılsımlı-Hikmetli Sırrın
Menzilinin Mııhammedî Mertebeden Bilinmesi. Bu Sırlar Sebep Menzili ve Onun Hakkını Yerine Getirmenin
Bilgisine İşaret Eder
De ki imam babama: Benimle tanış olmak istersen
Ben Rabbimle ünsiyet ederim, hemcinsimle değil ,
Rabbimle ünsiyet ederim, anne babayla veya aileyle değil
Mislin varlığı benim benzerlerim
Benden kaçtın, yaratışlım ürktü benden
Nasıl geçmiş veya şimdiki zamanla ünsiyet edebilirim?
Bana uygun olmayan benimle nasıl
ünsiyet eder ki?
Hallerimden hiç biri ona uymaz
Benzer zıttır, nasıl ünsiyet olabilir
ey sakinim!
Akıl imkânsız sayar, hal o hal
Kimsenin benzemediği varlığı
bilmeyince Benden başkası, O’nu bilmeden aklıma getiririm
Ne diye derim ki, Hakk beni talep
eder?
Bilmiyorum ki, O’nunla ne işim olur?
Ünsiyet bizi arar, bulunmak üzere
bizde Aşağının aşağısı üsttekiyle ünsiyet edemez ki!
Hayrete düştüm, bir de vahşet hali
ayrılmaz özelliğim Onu emellerimle kovabilirim
Herhangi bir hakim ünsiyeti tatmadı
Bilgilerden veya amellerimden
Allah Teâlâ sana kendinden bir ruh ile yardım etsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ insan denilen bu bedeni yöneten nefs-i natıkayı
yarattığında, bu özeldünyevi yaratılışa özgü mizacında üç şeyi ona musallat
etmiş, yapısının ayrılmaz özeliği yapmıştır; nebati nefs, gazabi nefs (öfke
gücü) ve şehvani nefs (arzu gücü)! Nebati ve gazabi nefs cennette muduların
yaratılışında kaybolurken orada şehvani nefs kalır. Şehvani nefs, her iki yaratılışın
ayrılmaz özeliğidir ve nimet sahipleri onunla haz alır. Nebati nefs ise eksilen
telafi etmek üzere beslenmeyi talep eden nefstir ve bu sayede cisim büyür.
Dolayısıyla nefs sürekli beslenir. Beslenme ya kendişine çekmek tarzında
dışarıdandır ki, bu ‘yemek’ denilen şeydir; ya da bir belirleme, olmaksızın Allah
Teâlâ’nın dilediği şekilde gerçekleşir. Bu nefsin dört dağıtıcı (gücü) vardır:
Çekme gücü, tutma gücü, hazmetme ve itme güçleri. Çekme gücünün özelliği
besini bir yerden diğer bir mekâna taşımaktır. Başka bir ifadeyle ağızdan
mideye, mideden ciğere, ciğerden kalbe, damarlara ve bedenin parçalarına
ulaştırır. Çünkü bu dağıtıcı güç, bedenin parçalarına onların muhtaç oldukları
ve varlıklarının bağlı olduğu besini bölüştürür. Bu görevinde itme gücü de kendisine
yardım eder. İtme gücü bir yerde görevini yerine getirdiğini gördüğü besini
oradan uzaklaştırır. Artık besinin o yer ve organda bir işi kalmamıştır ve itme
gücü onu başkasına sıkıntı vermesin diye uzaklaştırır. Böylece itme gücü çekme
gücüne yardımcıdır. Tutma gücü ise her organda besini tutan güçtür ve bu sayede
yönetme (besinden) hakkını alır. Bu gücün hakkını aldığını görünce elini ondan
çeker ve bu kez itme ve çekme gücü onu devralır. Hazmetme gücü ise besinin
suretini başkalaştırarak daha öncekinden başka bir suret giydirir. Çünkü besin
daha önce güzel bir suretteydi ve hoş kokuluydu. Böyle bir besin hazmetme
gücünün elinde olunca, bu güç onun suretini başkalaştırır, ona kokusu
başkalaşmış ve nizamı bozulmuş bir suret giydirir. Bu nedenle bu güç ‘hazmetme
gücü’ (ihtidam) diye isimlendirildi. Fakat hikmet hazmetmededir, çünkü
hazmetme olmasaydı, besinle ulaşılmak istenilen gaye gerçekleşmezdi. Öyleyse
işin zahiri bozulma ve fesat iken bâtını ve iç yüzü salah ve iyiliktir.
Hazmetme gücü besini bir suretten öteki surete taşırken
(başkalaştırma) tutma gücü onun bekasını sağlar. Bu sayede bilgisinin verisine
ve yükümlülüğüne göre besinin tedbirini gerçekleştirir. O yerin durumuna göre
işlerini tamamlayınca, bu iki güç kendisini bırakarak çekme ve itme gücü
devralır. Bu iki güç besini yerine yerleştirip başka bir mekâna (organa)
taşıdıklarında, tutma gücü ve hazmetme gücüne gönderirler. Bu iki güç de daha
önceki yerde yaptıklarının aynısmı yaparak besinde farklı suretler
oluştururlar. Bunun ardından çekme ve itme güçleri besini alarak belirli
yöntemlerle işlerini tamamlarlar. Onlar, Allah Teâlâ bu doğal yapmm bekasını
dilediği sürece, bu görevlerini aşmazlar. Bu dağıtıcı güçler olmasaydı, nebati
nefs maksadını yerine getiremezdi. Allah Teâlâ bu doğarım yaratılışım yok
etmek isteyince, nebati nefs şehvetini elde etmek ister ki yönetici nefs
nebati nefsin dileğini yerine getirmek üzere harekete geçsin. Yönetici nefs
ise bu talebi yerine getirmez. Bu kez Allah Teâlâ sıcaklık sultanını kendisine
hakim kılmakla nebati nefsi zayıflatır. Nebati nefs, güneş ışığı karşısında
kandil ışığı zayıflayıp etkisizleştiği gibi, zayıflar. Ardından kendi
hakikatiyle baş başa kalarak, dağıtıcı güçlerine şöyle der: ‘Bir şeyle
beslenmem lazım.’ Bedenin karışımlarıyla ve besin kalıntılarıyla beslenmeye
çalışır. Dağıtıcı güçleri de kendisi gibi zayıflamıştır, insanın yapısı
gittikçe artan bir derecede zayıflamaya yüz tutarken buna mukabil itme gücü
güçlenir, çekme gücü zayıflar ve tutma gücü de zayıflar. En sonunda insan ölür.
Bu araçlarla bedenin yönetimi gerçekleşmeseydi, kulak duyamaz, göz görmez veya
bu duyusal-manevi güçlerden herhangi birinin bir etkisi olmazdı.
Şehevi nefse gelirsek, onun bedendeki otoritesi, kendisine
göre güzel olan şeyi taleptir; bu şey ona zarar mı fayda verir, bilmez, Bu güç
insan yapısındadır. Diğer hayvanlara gelirsek, onlar besini şehvetle değil,
iradeyle alır ve bu sayede ihtiyacım karşılar ve açlık acısını kendinden
uzaklaştırır. Dolayısıyla hayvan, yararının bulunduğu besine yönelir. Şehvetin
ondaki etkisi ise besini çoğaltmak üzere kalır. Bunun neticesinde besinin
fazlalığından bir takım sıkıntılar kendisine gelir ve zararlar ulaşır. Aynı
şekilde besin fazlasından insana da bir takım zararlar ulaşır ki, bu fazla
besinden elde ettiği yarar azdır. Böylece şehevi (arzu) gücün arzuladığı fakat
insana fayda vermeyen fazla besinden mizaç zarar görür. Besini almada hayvan
ile insan arasındaki fark budur. Öyleyse şehvani nefs, bir beyitte söylendiği
gibi, nebati nefse aittir:
Dünya sınarsa anlar akıllı Dost
kisvesindeki düşmanı
Şehevi nefs nebati nefs ile arkadaştır, çünkü beslenme ve onu
kullanmaya karşı kendine yardım eder. Bunun yanında, zararlı ve faydasız
besinleri almasına yol açtığı için de düşmanıdır. Öyleyse şehevi gücün nebati
nefse yardım etmesi, özü gereği değil, dolaylı bir yardımdır. Başka bir
ifadeyle şehevi nefs, ayrılınamayan ve şerrinden emin olunamayan zorunlu
düşmandır.
Gazabi nefse (öfke gücü) gelirsek, bu nefs yırtıcıdır ve
kendisine verilen güçlerle ve tasarruf imkânıyla canimin diğer kısımlarından üstünlüğünü
görünce, hakim olmak ister. O tüm âlemin kendi yöneticisine amade olduğunu
zanneder. Tesadüfen veya nedensellik yoluyla gayesine ulaşmaktan kendisini
engelleyen durumların ortaya çıktığını görünce, maksadı gerçekleşmediği için
öfkelenir. Etkin himmetten veya öfkelendiğine gazabmı tatbik edeceği emredici
bir güçten yardım alan bir otoriteye sahipse, o engeli yok eder ve intikam
alır. İntikamını alırken ve zorbalık yaparken adalet ve zulüm terazisini de
tanımaz, çünkü terazi ona ait değil, vaktin kanununa ve akla aittir. Bu nedenle
şöyle diyen şair yanılır:
Zulüm nefsin şiarı, yok ise bir neden
iffetliyi bulursa, bir nedenle yapmaz
Şair zulüm yerine ‘kahır’ deseydi doğru söylemiş olurdu.
Zulüm dince belirlenir ve ondan tanınır. Nefs ise bir cahiliye hamiyeti olarak
kahır ve zorbalık özeliğine sahiptir. Bu güç hakikate tesadüf ederse, dini
hamiyet olur. Bu nedenle Allah Teâlâ için ve Allah Teâlâ uğruna öfkelenmek
övülmüş, Allah Teâlâ’dan başkası adına ve başkası uğruna öfkelenmek
yerilmiştir. Bu, işlerin mertebelerini düzenleyip derin akıl sahiplerine olduğu
kadar âlemde diğer ayetlerin ehline de kendinden delil olsun diye her şeye
yaratılışını veren hakim Hakkın tedbiridir. Çünkü onlar farklı kaynaklardan
delil edinirler. Allah Teâlâ onları, ‘Batılın önünden veya ardından giremeyeceği, hikmet sahibi ve
çok övülenden indirilmiş olan’292 kitabında saymıştır.
Bütün bu ayetler, beyan ve rahmetten başka bir şey bulunmayan varlık kitabına
sığdırılmıştır. Binaenaleyh âlemde Hakk yönünden veya âlemdeki varlıkların
birbirine davranışları bakımından rahmetle çelişen fiillerin ortaya çıkması
arızidir ve bu durum Kitapta açıklanmıştır. Başka bir ifadeyle bu durumun
Kitabm kendisinde bulunmayıp arızi bir mesele olduğu açıklanmıştır. O halde
kitap, zatı ve bir açıklama olması yönüyle bütünüyle rahmettir. Allah Teâlâ onu
azap yapmamıştır. Allah Teâlâ, yaratıklarına kendisinin açıklayıp Kitabm beyan
ettiği belli bir sürede bitmeyecek şekilde azap etmeyecek kadar kerimdir. Bu
sürenin ardından iş ve hüküm rahmete varır. Böyle olması zorunludur. ‘Allah Teâlâ Gafur ve Rahim’dir.’293
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insan âlemiyle ilgili garip bir
hükmü öğretti. Bu hükmün insanın dışındaki âlemle ilgili olup olmadığını
bilmiyorum ve bu konuda bana bilgi vermedi. Allah Teâlâ’nın bana öğretmediği
bir şeyi O’ndan aktarmam yakışık almaz. O bizi ve sizi böyle bir davranıştan
korusun! Bu hüküm, dünya senelerinden her üç binin tamamlanmasıyla ortaya
çıkar ki, Allah Teâlâ nezdinde o gün tek bir gündür. O günün hangi ilahi isme
dayandığını bilmiyorum, çünkü o da bana bildirilmedi. Fakat Allah Teâlâ onu
benim için üç tane üçte bir yaptı. Bin, Rabbin günlerinden bir gündür. Rabbimin
bana bildirdiği budur. Bu sürenin insandaki hükmü başlangıç, dönüş, hayat ve
ölümün hükmüdür. Allah Teâlâ ne kadar ve nerede dilerse, o gerçekleşir. Allah
Teâlâ benim için bu derecelerimde bir takım kelimeler belirledi, ben de
müşahede yoluyla onları öğrendim. Bir kelimeyi gümüş bir kelimeyi aynı tarzda
altın yapmış ve onu yazmıştır. Böylece onların hal ve hükümler olduğunu ve
cennette belli sürenin geçmesiyle ortaya çıkacaklarını anladım. Allah Teâlâ’ya
yemin olsun ki, bana gelen hiçbir ilahi haber beni bunun kadar korkutmamış ve
bana etki etmemişti. Ruhum kelimelerin altından ve gümüşten olmasıyla
dinginleşebildi. Gümüş kelime altın kelimenin yanındaydı. Bu ilahi bildirim ve
rabbani tarif sona erip tecellinin bu surette hissettiğim acısı dindiğinde,
ilham yoluyla -şairlik gücüyle değilşu dizeleri yazdım:
Bizim nezih bir sevgilimiz
var, söylemem adım
Yaratıkları hayrete düşüren bir sevgili
Bunu bile desem, sınırlar onu tarif
Desem
ki ‘O’, bilmediğimi söylerim
. Gaybe
nasıl yol olabilir ki? „
Gözlerimiz
her an tecellisini görür
Veya dedim ki ‘inde’ bir zarf, onu talep eden .
Zarf
gerçek, fakat içermez onu
Bilmediğim
bir varlığı görmedim -
Ki
manalarından olmayayım
Ben
onda hayrete düştüm, varlık ise bende hayrette
Kulaklarım
daha ne kadar hakkındaki sözü duyacak?
Hakkın
celaline yemin: Bu onu hasta etti
Onun
kendinden bir bedeli var mı ki, şifa verse ona
O hem
şifa ve hem ilaç! Ben nerdeyim .
Hakikat
tek, hepimiz ondayız
‘Onu hasta etti’ ifadesindeki zamir âleme döner.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’dan bize gelen şey, vahiy değil,
ilhamdır. Vahiy yolu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ölümüyle
kesilmiştir. Vahiy peygamberden önce vardı. Fakat ilahi haberin ondan sonra
vahiy olabileceği hakkında ilahi bir haber yoktur. Allah Teâlâ ‘sana ve senden öncekilere vahyetti'294
demiş, fakat sonrası adına vahiy zikredilmemiştir. Gerçi onu söylemeye gerek
de yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önce kendisine vahiy
gelmiş olan Hz. İsa hakkındaki sahih bir hadiste, onun bizim sünnetimize uyarak
bize imamlık yapacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla o da tıpkı bu ümmet gibi
keşif ve ilham sahibidir.
Zannetme ki ilham ilahi haber değildir. Böyle bir zan
yanlıştır. İlham ilahi haberdir ve Allah Teâlâ’nın kişinin görmediği meleğin
vasıtasıyla kuluna bildirimidir. Bazen özel yönden Allah Teâlâ kuluna ilhamı
verir. Nebi ve peygambere gördükleri -vahiy esnasında baş gözüyle onu görebilirlermelek
vahyederken peygamber olmayan etkisini hissetse bile meleği baş gözüyle
görmez. Böylece Allah Teâlâ meleğin vasıtasıyla ilham edeceğini ilham eder.
Veya vasıtaların ortadan kalkmasıyla özel yönden kula ilham verir. Bu tarz,
ilham tarzının en yücesi ve değerlisi olduğu gibi peygamber ve velinin ortak
olduğu yöndür. Rahman’ın parmakları özel yöne aitken meleğin ilhamı ortak
yönden gerçekleşir. İlahi ilhanım büyük kısmında vasıta yoktur; onu bilen
kimse kendisini nasıl alacağım da bilir. İlhamın verildiği yer nefistir. Allah
Teâlâ ‘Ona ilham etti’295 buyurur. Burada fail
hüviyetidir. O halde ilham eden, Allah Teâlâ’dır başkası değil! ‘Günahını...’296 Öğrensin diye, yoksa onu yapsın diye değil! ‘ve takvasını...’297 Onu yapsın diye. Öyleyse bu, bir ilham ve bildirimdir,
yoksa bu hususta bilgisizlerin zannettiği gibi değildir. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Onu kötülüklere gömen de bedbahttır.’298 buyurur Ayette geçen dess, izdiham nedeniyle gizlice katmak
demektir. Başka bir ifadeyle günah amel, takva ameline katılmış, ayrım yerinde
bu ikisi ayırt edilmemiş, bilgi ve amelde o ikisini bir araya getirmiştir.
Gerçek böyle değildir. Kulun bunu bilmeyişinin nedeni, elinden şeriat
terazisini atmış olmasıdır. Elinden teraziyi bırakmasaydı, takvanın
emredildiğini ve günahın yasaklanıp her ikisinin ise kendisine açıklandığını
görürdü.
Allah Teâlâ günahı ve takvayı nefse izafe edince, her
ikisinin de ilham alan nefste gerçekleşeceğini anladık. Nefs için fücur onun
tevilinden ortaya çıkan şeydir. Başka bir ifadeyle nefs ilahi yasağı ihlal
etmek amacıyla muhalefete ve günaha yönelmez ve Allah Teâlâ’nın nefislere dönük
rahmetinin bir neticesi olarak böyle bir şey ondan gerçekleşmez. (Fücur
kelimesinin kökü olan ve tan yeri anlamına da gelen) Fecir iki tanedir:
Birincisi yalancı diğeri sadık fecirdir. Kastedilen uzayan yalancı fecirdir. Allah
Teâlâ nefse takvayı ilham etmiştir. Yani yalancı fecirdeki günahından sakınır,
çünkü bu fecir öncelikle kendisine doğru uzar. Bunun nedeni, hüküm sahibi
diğer fecrin arkada kalmasıdır. Allah Teâlâ nefse fücurunda yalancı fecri ilham
eder. Bu ortaya çıkmayla (fecrin başka bir türevi olarak inficar), kuşkulu olan
kuşkulu olmayandan ayrışır. Allah Teâlâ nefse takvayı da ilham eder. Takva,
sonucu nefse zarar verecek olan şeyden sakınmak demektir. Allah Teâlâ nefse
sakınmasını sağlayan bir güç vermeseydi bu ikisini ayırt etme gücüne sahip
olamazdı. Burada ilham edilen takva, nefse ilham edilen manadır ve nefs onu
kullanmanın farkına varıp kuşku ve delili ayırt eder. Allah Teâlâ taşkınlığı
emretmediği gibi bazılarının zannettiği gibi nefse kötülüğü yapmayı da ilham
etmez. Allah Teâlâ nefse taşkınlık yapmayı emretseydi, nefse karşı delili
olmazdı. Bu ayet ‘Ona iki yol gösterdik’299 ayetine benzer. Yani
iki yolu kula açıkladik. Başka bir ayette ‘Biz ona yolu gösterdik’300 buyurur.
Yani ona beyan ettik. ‘Ya şükreder.’301
Bu durumda yolun gereğine göre amel eder; yasak varsa ondan uzaklaşır, emir
varsa onu yapar. ‘Veya kâfir olur (örter).’’302
Yani kendini perdeler. Böylelikle onlar kendilerini kandırırlar, çünkü herkes
bir bilgiye sahip olarak sapmıştır. Hakkın beyanının ardında bir beyan yoktur
ve beyanın bilginin gerçekleşmesinden başka bir faydası da yoktur. Sonra onu
bilen insan, içindeki bir gayeyle onu gizler ve bu nedenle de Allah Teâlâ’nın
ona karşı delili ortaya çıkar.
Binaenaleyh ilham, ilahi bildirimdir. Kim takvayla nefsini
tezkiye ederse, fücurdan sakınması gerektiği gibi sakınır ve ondan alınması gerekeni
alır. Kim kendisine ‘girme’ denilen bir yere nefsini sokarsa, hüsrana uğrar.
Bilgi ve mutluluk yolunu arayan, şeriat terazini bir nefes bile elinden
düşürmemelidir. Çünkü terazi Allah Teâlâ’nın elindedir, onu yere koymaz. O
ölçüyü yükseltir ve alçaltır. Terazi varlığın üzerinde bulunduğu hallerdir. Hakk
teraziyi elinden düşürmüş olsaydı, âlem bir anda yok olurdu.
İşte yükümlünün daha doğrusu insanın meşru teraziyi
yükümlülük süresince elinden bırakmaması gerekir. Çünkü bir nefes bile elinden
onu düşürürse, şeriat bütünüyle anlamsızlaşırdı. Nitekim âlem de, Hakk elinden
teraziyi bıraksaydı yok olurdu. Yükümlüde bulunan veya ondan meydana gelen her
hareket ve durağanlık hakkmda şeriat terazisinin bir hükmü vardır. Şeriat baki
kaldığı sürece, terazinin bırakılması mümkün değildir ve bu terazi ‘yükümlü
olması’ yönüyle ona aittir. İnsanın -yükümlü olması yönüyle değilelinden
bırakmaması gereken diğer terazi ise dünya ve ahirette onun elinde bulunması
gereken bilgi terazisidir. Bu terazi, şeriat terazisinin de hükümlerinden
olduğu terazidir ve o Hakkın elindeki terazi gibidir. Hakkın tartması bu
terazide görülür. Bu terazinin Hakkın terazisi karşısındaki durumu elinde
terazi bulunan bir şahıs ile elinde ayna bulunan başka bir şahsın ilişkisine
benzer. İkinci şahıs elindeki aynada birinci şahsın elindeki terazinin suretini,
ölçeni ve ölçüyü görür ve böylece bu görmeyle varlığındaki gerçeği öğrenir. Bu
durum onun ardında görünmüyordu ve ayna olmasaydı onu göremeyecekti. Böylece
gördüğü aynada gördüğünü -yoksa başkası değilkendisine izafe eder. O halde bu
misalde ölçülen gayb, ölçmek ve terazi, Hakkın mertebesiyken ayna insanın
mertebesidir.
Ölçme Allah Teâlâ’ya ait iken görme nefsi ayna olan insana
aittir. Böyle birisi mutlu ve doğru sözlüdür. Allah Teâlâ’nın bu sırrı birisine
keşf ettirmesinin gayesi, O’nun yaratışının suretini aynasında görmesini
sağlamaktır: Eşya nasıl sudur etmiş ve Allah Teâlâ katından nasıl varlığa
gelmiştir? Nefs aynasında bunu görmek, Hz. Ebu Bekir’in ‘Gördüğüm her şeyden önce
Allah Teâlâ’yı gördüm’ sözünde belirtilen husustur. Bu sayede insan bir şeyin
nereden sudur ettiğini görür ve bu durumda bu keşif sahibi ‘yaratıcı’ haline
gelir. Hakkın bu keşif nedeniyle kuldan irade ettiği şey bu Hakk ulaşmasıdır.
Daha doğrusu kul, bu keşiften farkında olmasa bile daima yaratıcı olduğunu
öğrenir. Bu keşif kendisine gerçeğin bulunduğu durum hakkındaki bilgiyi
vermiştir, yoksa keşif nedeniyle ‘yaratıcı’ haline gelmez.
Bu durumda Allah Teâlâ ona kendi suretinden her şeye hakkını
vermesini emreder. Nitekim Allah Teâlâ da kendi suretinde ona yaratılışını
vermiştir. Haklarını verince, hiç kimse talepte bulunmak üzere kendisine yönelmez.
Nitekim herhangi bir yaratılmış Hakk istemek üzere Allah Teâlâ’ya başvurmaz. Bu
keşfin faydası budur. Hakk o kişiyi fiilleri arasından kendisine emredilen veya
zorunlu tutulduğu bir işi yapmakla yükümlü tutarsa, yapmadan önce fiillerin
hakkının ne olduğuna bakar ve o fiile hakkını verir. Yapılması emredilen bir
şey ise onu yaparak hakkını kendisine verir. Bu sayede fiilin yaratılışı
düzenlenir ve itidal kazanarak var olur. Artık bu fiilin sahibinden alacağı bir
hakkı kalmaz. O halde yaratma Allah Teâlâ’ya ait iken (fiilin talep ettiği) Hakk
kulun sorumluluğudur. Hakk her şeye yaratılışını verenken yaratıklar her şeye
hakkını verendir. Bu meselede halk Hakka, Hakk halka dahil olmuştur.
Kula yasaklanmış bir fiil söz konusu olduğunda ise o fiilin
kul üzerindeki hakkı, kendisini var etmemek ve onu dışta izhar etmemektir.
Bunu yapmazsa, fiile hakkını vermemiş demektir ve buna karşılık sorguya
çekilir, çünkü bu durumda kul her şeye hakkını vermemiş, hakkı yerine getirmede
yaratmayı yerine getiren Hakk gibi davranmamış demektir. Böyle bir kul
perdelenenlerdendir.
İlahi işleri ve emirleri böyle bilmek gerekir. İlahi
mertebede terkler, iki muhtemel durumdan birisinin var olmasını tercih edenin
bulunmayışı demektir. Öyleyse böyle bir mümkün var olmayışı yönüyle terk
edilmiş demektir. Bu mesele dikkatini çektiğimiz bir husustur,
çünkü başka bir kitapta bu konuyu öğrenebileceğini
zannetmiyoruz. Bu konu kavranması güç, fakat Allah Teâlâ’nın inayet ettiği
kimsenin hemen anlayabileceği bir meseledir. Bu bilgi kişiye Allah Teâlâ
karşısmda edebi ve kulları hakkmda şeriatı koruma duygusu kazandırır. Bu
bilgiler Allah Teâlâ’yı bilenler nezdinde ortaya çıkabilecek ve O’nun katında
saklı sırlardır ve Allah Teâlâ’nın yaratıkları arasından birinden saklanmaları
uygıin olmaz. Onları bilen kendilerini saklarsa, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ
kullarım aldatmıştır: ‘Bizi aldatan bizden değildir.’ Başka bir ifadeyle bizim
sünnetimizde aldatma yoktur. Allah Teâlâ ilahi rahmet kitabında -ki o ariflerin
kalp gözlerinin baktığı yerdirbu meseleyi bize öğrettiğinde, perdeyi kaldırıp
ihsanını bollaştırdığı için Allah Teâlâ’ya şükrettik. İhsan Allah Teâlâ’dandır
ve hamd O’nâ döner.
Kul ‘yaratıcı’ olması yönüyle zikrettiğimiz şeyin suretini
bilfiil var edince, üzerinde yaratılmış olduğu ilahi suretin tamlığı nedeniyle
de, var ettiği şeyin varlığının bekasını korumak da onun üzerine düşmüştür. Başka
bir ifadeyle ondan meydana gelen fiilin bekasmı sağlamak kula düşer; Kul ise bu
işi kendi varlığını koruyana havale eder ki o da Allah Teâlâ’dır. Böylelikle
kul, bu ve benzeri durumlarda Rabbinin emriyle, O’nu vekil edinir. Böyle
yaptığında, Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmamış olur!
Kul her nefes kendisine yaratması emredilen fiili yaratmakla
ilgilidir. Allah Teâlâ ise, kulun kendisini vekil edinmesi nedeniyle, kulun
yarattığı fiili korur. Kul fiili Rabbinin emriyle ve izniyle yarattığı gibi
vekil edinmeyi emreden yine O’dur. Bu ince-ilahi bir bilgidir ve korumayı -. Allah
Teâlâ’nın emriylevekâlet yoluyla Allah Teâlâ’ya bırakmak demektir. Eşya da
kuldan Allah Teâlâ’nın emriyle var olur. O halde kul her durumda Allah
Teâlâ’nın emri altındadır. Bütün hallerinde Allah Teâlâ’nın emri akında olmayı
sürdüren kul, dünya ve ahirette sürekli müşahedesinde Allah Teâlâ katindadır.
Çünkü ilkinde olduğu gibi diğerinde de yaratma Allah Teâlâ’nın emriyle ona
aittir. Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında şöyle der: ‘Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da
ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu.’303 Aynı şekilde yükümlüye bir şeyi yapmayı emretmek de
böyledir ve yükümlü ancak Allah Teâlâ’nın izniyle amel eder. Bu kulun yerleştiği
yer ve mertebesi ise daha hayırlı ve baki olması yönüyle Rabbinin katıdır. ‘Orası daha hayırlı ve bakidir’304 ve ‘ahirettir.’305 Ahiret ‘senin için
daha hayırlı ve kalıcıdır:306 ‘Ahiret senin adına ilkinden daha hayırlıdır. Rabbin sana
verecek ve razı olacaksın:307 Bu ise, işin zahirinde
olduğu gibi bâtınında da ‘ol’308 emrini vermesidir.
Çünkü insanın bâtınında ‘ol’ deme kuvveti vardır ve zahirinde bundan meydana
gelen edilgenliktir (infial). Ahirette ise ‘ol’ sözü onun zahirinde gözükür.
Bazen dünyada insanlara bu güç verilir, fakat genele
verilmemiştir. Allah Teâlâ adamlarının bir kısmı bu gücü alırken bir kısmı bu
güç hakkında ilahi edebe riayet eder. Bu kısım bu gücün yerinin dünya
olmadığını bilir. Bilhassa kendisinden ve bizden üstün olduğunda kuşku bulunmayan
kimseye şöyle dendiğini görür: ‘Sen sevdiğine hidayet edemezsin:309 Başka bir ayette ‘Ateşte olanı kurtaracak mısın?’310 denilir. Çünkü o müslüman olsaydı, cehennemlik olmazdı. Allah
Teâlâ adamları bu gücün hükmünün dünya hayatmda genel olmadığını gördüklerinde,
hükmü genel olmayan şeyi hükmü genel olana katarak tümünü yerli yerinde
bırakmışlardır. İşte Allah Teâlâ’yı bilen, O’nun karşısında sürekli huzur halinde
olan edeplilerin hali böyledir. Edepli insan bu yerde ‘ol’ sözünün gücüyle
değil, besmeleyle ameli yaratır. Besmelenin gayesi amelde şeytanın
ortaklığından kurtulmaktır. Çünkü Allah Teâlâ şeytana mal ve çocuklara ortak
olmasını emretmiştir ve şeytan da bu ilahi emre bağlı ve bu konuda hırslıdır.
Bize ise bu ortaklık meselesinde şeytandan sakınmamız emredilmiştir. Biz de
bize görünmediği ve kendisini göremediğimiz için ondan sakınacağımız şeyi
araştırırız, Allah Teâlâ da bu talebimize karşılık bize adını vermiştir.
Öyleyse işe başlarken Allah Teâlâ’nın adını anarsak,
amellerimizi tevhide kavuşturur, şeytanın onlara ortak olmasından kurtuluruz.
Çünkü ilahi isim işimizin başında bulunmuş ve ona temas etmiş, bizimle şeytanın
arasında perde olmuştur. Keşif ehlinin bir kısmı, kulun amele başlarken
söylediği ilahi isim ile şeytan arasındaki çatışmaya ve birbirini itmeye şahit
olmuştur. Kul bu niteliğe sahip olursa, Rabbinden açık bir delile sahiptir ve
bu ortaklıktan kurtulur ve başarıya erer. Böyle bir kul bütün amel ve
hallerinde sürekli olarak korunur ve sakınılır.
Bu menzil bir takım ilimleri içerir. Bunlardan birisi, delil
ve ayet arasındaki farkın bilinmesidir. Ayet sahibi hükmün kendisine nispette
ve el-Hakim ismine mensubiyette delil sahibinden önceliklidir. Çünkü ayet kuşku
kabul etmez ve keşif ve vecd (keşf ve’l-vücûd) sahipleri için olabilir. Delil
ise öyle değildir. Sürekli örneksiz yaratma bu menzilden öğrenilir. Bu yaratma
benzerlerde ancak onların birbirinden ayrışmasını sağlayan özellikte
gerçekleşir ve onları ayrıştıran özellik sürekli yaratmanın bir hükmüdür.
Ortaklığın gerçekleştiği özelliklerde örneksiz yaratma söz konusu değildir.
Anla! Seçkinlerin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Alimin bilgisine göre baş
kaldırmama sebebi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o, bu vaz’ın
kendisine zarar vereceğini bilir, insanın bir şeye ‘evet5 demesiyle
‘ne güzel’ demesi (neam ve ni’me) arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bunu
nerede diyecektir? Nerede ‘hayır5 ve ‘bela5 diyecektir.
Cennetlerin birbirinden ayrışması bu menzilden öğrenilir. Bu
ayrışma cennetteki hallerin ayrışması mıdır yoksa mekânların ayrışması mıdır?
Çünkü cennetlerde bize gelecek her ismi her bir cennet Hakk eder. Bu ayrım
mekâna bağlıysa, her cennetin aynı zamanda me’va cenneti, huld cenneti, naim
cenneti, firdevs cenneti olduğundan kuşku duymayız. Bunlar, tek bir şey iken bu
hükümler de kendisine aittir. Mekân bakımından ayrı olsalardı, bu isimlerin bir
hükmü olmalıydı. Hulûd (kalmak) ile ebedilik, sermedilik ve çıkmama arasındaki
fark, bu menzilden öğrenilir. Meşiyete bağlı vaat ile tehdit arasındaki fark,
bu menzilden öğrenilir. Niçin tehdit meşiyete bağlıyken ilahi vaat bağlı
değildir. Hâlbuki her ikisi de ilahi haberdir. Bu konudaki hikmet nerededir?
Gök bu menzilden öğrenilir. Acaba o çadır gibi midir, küreye mi benzer? Yoksa
çadır içindeki bir küre veya küre içindeki çadır mıdır? Onun dönmesiyle de
yeryüzü döner? Gök sakin midir, hareketlidir? Müşahede bütün bu
zikrettiklerimizi verir. Geride bir müşahedeye bakmadan kendiliğinde işin
bilinmesi kalır. Acaba kendinde gerçek, her müşahedenin hükmü hüküm gibi midir,
değil midir? İki çiftin varlığı bu menzilden öğrenilir. Her çift sahibine
karşı nasıl ilcramda bulunur? Her birinin muhtaç oluğu şeye göre mi? Yoksa
hacet duyulmayan şeyle ikramda bulunabilir mi? Bu durumda iktidarsız ile ehli
arasında bir fark olmaz.
İlahlık iddia edenin durumu bu menzilden öğrenilir. Acaba o
yaratma gücüne sahip midir, değil midir? Çünkü ilahlık iddiasında bulunan bu
esnada kesinlikle yaratmaya sahip değildir. İddiadan vazgeçtiğinde ise onun
hükmü aynı iddiada bulunmayan diğer varlıklar gibidir.
Kendisinin iddiası olmaksızın ilah edinilenin durumu bu
menzilden öğrenilir. O kendisine nispet edilen ilahlıktan razı olmayıp hakkında
söylenen iddiayı da ortadan kaldırmaktan aciz sırf kuldur ve böyle birisi
mazlumdur. Çünkü onun hakkında ilahlık iddiasında bulunan kimsenin nezdinde
sahip olduğu hakkını kaybetmiştir ki sahip olduğu hakkı ‘kul olmaktır.’ Böylece
onun ilah olduğunu iddia eden insan kendisine zulmetmiştir. Allah Teâlâ da
kendisi için değil o kişi adına intikamını alır. Öyleyse Allah Teâlâ’ya ortak
koşmak, kulların yaptığı zulümdür.
Hikmetin mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Şeriat peygamberi
olmayanların Allah Teâlâ’yı bilme mertebesinde nebilere katılması bu menzilden
öğrenilir. Vasiyet ve ilahi nebevi adap bu menzilden öğrenilir. Bunlar
vahyedilen ve ilham edilen hususlardır. Öncelikli olanı almak ve ona koşmak bu
menzilden öğrenilir. Yaratılmış kudret altına girenle girmeyen şey bu menzilden
öğrenilir. Bu konuda zorunlu olan husus, bu menzilden öğrenilir. Ses, harf, kelam
ve nağme arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Gizli ve açık nimeder, genel
ve sınırlı nimeder, bu menzilden öğrenilir. Nazari gücünü kullanan kimsenin
ulaştığı sonuç kuşku bile olsa kurtulma umudu bu menzilden öğrenilir. Âlemde kınamanın
ilgili olduğu kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya keşif
sayesinde dönenlerle keşif olmaksızın dönenler arasındaki fark, bu menzilden
öğrenilir. Önce olanın ve sonra gelenin durumu bu menzilden öğrenilir -ki
bunlar birdir. Kendisini bilmemenin mümkün olduğu şey bu menzilden öğrenilir.
Kendisini bilmemenin mümkün olmadığı husus bu menzilden öğrenilir. Güzel
övgünün kendisinde ortaya çıktığı hal bu menzilden öğrenilir. Acaba neye karşı
ortaya çıkar? Bütün haller ve zamanlar onu talep eder. Övgüde ilaveyi kabul
etmeyecek şekilde yeterliliği sağlayan husus, bu menzilden öğrenilir. Bir’in
nezdinde çoğun hükmünün birin hükmüyle aynı olması bu menzilden öğrenilir.
Çoğun çoğa ve çoğun bire dayanması, bu menzilden öğrenilir. Üremek için cinsel
ilişkiyle böyle bir amaç taşımayan cinsel ilişki bu menzilden öğrenilir. Bu
ikisinden hangisi üstündür? Hakk ve batılın ortak olduğu yön bu menzilden
öğrenilir. Böyle bir şey hayalde gerçekleşebilir. Bilgi olmadığı halde bilgi
olan şey bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’311
Sirayet Edici-Orta Menzilin Muhammedî
Mertebeden
Bilinmesi
Ayetlerin kaynağı
acemde
Bütün hayırlar ise
kelimelerde toplanmış
Rahman’ın yaratması beni talep eder
Hikmet ve hüküm sınıflarıyla birlikte
Gözcü kulesinin zirvesinde olmalı
Bilgide parlayan bir şimşek gibi
O bulutlarını çekmiş olandır Karanlık
ve nur perdelerinde
Talep ettiğinin
peşinden git itham mevziinden ayrıl .
Bu bir vasiyet . Kör olmayan keskin gözden çıkmış
vasiyet
Allah Teâlâ sana kendinden bir ruh ile yardım etsin,
bilmelisin ki, kulda tenzih Haktaki tenzihin benzeridir. Allah Teâlâ’nın
zorunlu kıldığı ibadederi yerine getirirken kul Hakkı tenzih edebilir. Bu
ibadeder, akla ve şeriata göre Hakkın kulla yaptığı sözleşmeye dayanır ve böyle
bir sözleşmede Allah Teâlâ kendisini kulla ortak yapmıştır. Ortaklık,
sözleşmenin gereğiyle kuluna merhamet edeceğini ve bu sözü yerine getireceğini
kendisine vacip kılmakla ilgilidir. (Başa dönersek, kişi Hakkı tenzih eder) Yükümlü
olduğu ve perdeli insanların kendisine nispet ettikleri amelde Hakkın onun
yerini aldığının gösterilmesiyle farz kılınan ibadeti yapmaktan uzak durur.
Perdeli insanlar kula bu ameli nispet ederken bir de şöyle derler: Falan ‘Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getirendir ve verdiği sözü
bozmaz ’312 ‘Allah Teâlâ söylediklerinden münezzehtir ve Allah Teâlâ
katında o vecihtir.’313 Bu beraat nedeniyle ‘vecihtir.’ Böylelikle onlar, bu
müşahede esnasında iman nuruyla ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur’ derler ve
doğru
söylerler. Allah Teâlâ bu sözü söylemeyi müminlere
emretmiştir ve bunu dedikleri sürece amelleri salih amel olur, Allah Teâlâ günahlarını
bağışlar: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat eden
kimse, büyük bir kurtuluşa erdi.'314 Öyleyse Mutlu
insan, Allah Teâlâ’nın kendisiyle nefsindeki rablik (duygusu) araşma girerek
bütün hallerine bir kul olarak yerleştirdiği kimsedir. Böyle bir kul, iman
ederek, Allah Teâlâ’dan korkar ve umut besler; gördüğü halde korkmaz ve umut
beslemez.
Kul odur ki, korkar ve umar
Kul değildir, görerek korkan ve uman
Bunun için her kötülükten sakınır
Bunun için her fiili yerine getirir
Her yönden mutlu görürsün onu Kazayla
sürçtüğünde kurtulur
Rahman’a gidecek topluluk içinde
haşredilir Uzak olmadığında ise umutludur
Sakındığı şeyden kurtulmayınca Bilgilere
yerleştirilen, pekâlâ kurtulur
Hakikatleri kendinden idrak eden
herkes Onun nezdinde bulunan her şey kurtarıcıdır
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ
katında alim zahiri ve bâtını bilen olduğu kadar her ikisini birleştirmeyen kimse
seçkin alim veya seçilmiş bir alim değildir (Muhammedi). Bunun nedeni, bilginin
özü gereği sahibini davranışlarında bilgisine aykırı davranmaktan alıkoymasıdır.
Bilgili olduğunu iddia eder ve akla ve şeriata göre yapması zorunlu bir işin
aksine davranırsa, bilgili olmadığı gibi bilen suretinde de ortaya çıkmamıştır.
Kendini kandırma, çünkü böyle bir suçun vebali başkasına değil, sadece sana
döner. Şöyle diyebilirsin: Bilgili olduğu halde bilgisine göre davranmayan
insanları görürüz. Bazen bilgi vardır, fakat amel olmaz. Şöyle deriz. Böyle bir
düşünce hatalıdır. Çünkü bilginin bilgiye olduğu kadar bilgi olmayan şeye de
verilen bir isim olduğunu bilmelisin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Zikrimizden yüz çevirenden sen de yüz çevir, o sadece dünya hayatını arzular. Bu bilgiden
onların payıdır.’315 Burada Allah Teâlâ, onların bildiklerine göre
davrandıklarını bize söylemiştir. Fakat ben ‘bilgi’ derken, bilinenin müşahede
edilmesinden meydana gelen bilgiyi kastetmekteyim. Bilgi fikrin delilinden
meydana gelmişse, böyle bir bilgi gerçek bilgi değildir. Gerçekte bilgi olsa
bile durum böyledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran’da bir sureyi
zikretmiş, sahabeyi denemek üzere adını söylememişti. Bir sahabenin zihninde
onun Fatiha suresi olabileceği hissi doğmuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de Fatiha olduğunu söylemiş, fakat sahabede bilgi kesinleşmemişti.
Sahabe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e içinden geçeni bildirdiğinde, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Bilgi sana fayda versin.’ Öyleyse
gerçekte bilgiydi, fakat bu hissin kendisinde gerçekleştiği sahabe adına bilgi
değildi. İşte bilgi varken, bilgiye aykırı davranılabileceğini kabul edenlerin
görüşü de böyle değerlendirilebilir. Bu görüşü savunan kimseyi sınadığında ve
görüşünü incelediğinde, gerçeği bizim söylediğimiz gibi bulursun. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ondan anlayana, şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kaza
ve kaderini uygulamak istediğinde, akıl sahiplerinin akıllarını çekip alır. Kaza
ve kaderini onlarda uyguladığında, ibret alsınlar diye akıllarını kendilerine
döndürür.’ Bilginin ve ibret almanın giderilmiş olması, bilginin gerektirdiği
amelden başka bir şey değildir. İşte bizim vardığımız görüş budur. Allah Teâlâ
bir grup hakkında ‘dünya hayatının zahirini bilirler’316 der. Onlar bilgilerine
göre amel eder. ‘Onlar ahiret hayatından gafildir.’317 Yani ahiret için çalışmazlar, çünkü Allah
Teâlâ onları ahiretten habersiz bırakmıştır.
Bu nedenle ahireti unutmuş, onun için çalışmayı bırakmışlardır.
‘Bunda kalbi olan veya gördüğü halde kulak veren için öğüt
vardır.’318 Allah Teâlâ emir kipinde şöyle der: ‘Hatırlat.’319 Yani unutana veya ondan habersiz kalana bilgiyi hatırlat
ve zikret. ‘Çünkü hatırlatmak müminlere fayda
verir.’320 Onlar iman nuruyla ne olduğunu keşfen bilmiş, sonra gafil
kalmış veya unutmuşlar, bildikleriyle aralarına perde olmuştur. Onların
müşahede ettiği şey, daha önce bilip de unuttukları şeydir. Onlara
hatırlatıldığında, hatırlarlar. Bu kez bildikleri onlar için müşahede haline
gelir ve öğüt ve hatırlatma onlara fayda verir; onlar da bildiklerine göre
amel ederek Allah Teâlâ’yı müşahede ederler. Çünkü hatırlatmak ve öğüt vermek,
müminlere faydalıdır.
İman sahibi olduğunu iddia ederek zikreden birisinin zikrinin
fayda vermediğini gördüğünde, o kişinin iman ettiği şey hakkında bu esnada
bilgili olmadığını anlamalısın. Böyle biri kesinlikle mümin değildir, çünkü Allah
Teâlâ’nın şahitliği haktır ve O doğru sözlüdür. Allah Teâlâ bize mümine zikrin
fayda vereceğini bildirmiştir, biz ise -misaldeo kişinin zikir ve hatırlamadan
faydalanmadığına şahit olduk. Böyle bir durumda Allah Teâlâ’yı doğrulamak
amacıyla imanı ondan selbetmeliyiz. Faydanın anlamı, bilinene göre amel
etmektir. Bildiği hususta amelde çekinceli davranan birisini gördüğümüzde, onun
içinde ihtimal ve kuşku bulunduğunu anlarız. Bir konuda içinde kuşku taşıyan
kimse o şeyi bilmediği gibi bunu kendisine haber verene -bilgiyi zorunlu
kılacak şekildeiman etmemiştir. Bununla birlikte ona sorsan şöyle der: ‘Biz bu
şahsın’ yani peygamberin ‘getirdiğinin doğruluğundan kuşku duymuyoruz, ona iman
ediyoruz.’ Böyle bir söz, sadece bazı insanların yanında iddia edilirken doğru
olabilir. Sonra düşüncesiyle baş başa kalınca, ihtimal ortaya çıkar ve bilgi
olduğunu zannettiği şeyin kendisine arız olan bir durum olduğunu görür. Onların
bir kısmında kuşku ve ihtimal ‘peygamberin getirdiği açıktır ve haktır’ derken
de devam eder.
Böyle bir şahidikte bulunmasının sebebi şudur: Bir şeyin
doğruluğu mümkün olduğu kadar yalan olması da mümkündür. Bir vakitte kişiye
haberin doğruluğu gözükünce, kuşkuyu reddeder. Bu durumda kendisine iman ettiği
haberi tasdik, haberin bizatihi içerdiği ihtimallerden biridir ki bu haberin
doğru olması demektir. İşte iman ederken kendisine görünen haberin bu yönüdür
ve bu esnada doğruluğuna ve hakkında kuşkuya kapılmadığına kesin kanaat
getirir. Bilmez ki bu kesinlik, haberin iki ihtimalinden birisinin ortaya
çıkmasından kaynaklanır. Haberin doğruluğunu bildiren varidi unuttuğunda ise
doğruluk ve yanlışlık ihtimalleri eşit derecede kalır. Böyle bir durumda insan
bilerek değil zan yoluyla birisini tercih edebilir.
Kardeşim! Nefsin hilelerinin ne kadar gizli ve bilgisizlik
perdesinin -kendisi yok olsa bilene kadar güçlü olduğuna bakınız! Üstelik bilgisizlik
var olan bir şey olsaydı, durum nasıl olurdu? Hamd Allah Teâlâ’yadır, ihsan
O’ndandır. İmandaki payını ve mertebeni öğrenmen için bu konuya dikkatini
çektik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle der:
‘Zinakar mümin iken zina etmez.’ Başka bir ifadeyle cezalandırılacağından tam
olarak emin iken zina etmez; çünkü Allah Teâlâ onu bağışlayabilir. İman
bilginin verdiği kesinliği ve açıklığı vermediği sürece, iman değildir.
Bilmelisin ki, bilgi ince bir perde ardından ameli verir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem zinakar hakkmdaki hadisinde şöyle der: ‘İman ondan
çıkar, bir gölge gibi üzerinde durur.’ Bu konuda bizim bir hüsnü tahlilimiz vardır,
şöyle ki: Zinakar Allah Teâlâ’dan kendisine inecek bir belaya maruz kalmıştır.
İman ise bin gölge gibi onun üzerinde kalmak üzere ondan çıkar. Gölge belanın
-şayet inersekula ulaşmasını engeller.
Dostum! Dikkatini çektiğimiz bu açıklamadan gafil kalma! Allah
Teâlâ ayederi ancak haklarında bilgi gerçekleşsin diye ortaya koymuş ve artırmıştır.
Allah Teâlâ bilir ki, bilgi olursa, amel onun ayrılmaz özelliği olacaktır.
İlaç içen birisine dikkat ediniz. Bu bir ameldir. Hasta ilacı şikâyet ettiği
hastalığını iyileştireceğini bildiği için içmiştir ve bunun için şöyle der:
‘Belki de şifa içtiğim şeyin kendisidir.’ Bu imkân ve ihtimal nedeniyle ilacı
içer. Böyle iken, kuşkusuz bir şekilde onun şifa olduğunu bilse, ona sürade
koşardı. Bir imkân ve umut esnasında, insanın tuuımu öyledir. Şöyle
diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ onu bir bilgiyle saptırdı.’321 Bu ayet heva ve arzusunu ilah edinen kimse
hakkındadır. İlah meluhta güç sahibidir ve bu kişinin ilahı onun hevasıdır.
Heva onun üzerinde hüküm sahibi olmuş, Allah Teâlâ yolundan onu saptırmıştır.
‘Bilgi üzerindeyken’ demesine gelirsek, bunun anlamı, Allah
Teâlâ’nın onu bir bilgi üzerindeyken saptırmasıdır, yoksa sapan kişi bilgiye
sahip değildir. Çünkü sapan-kimse hangi yönde maüubunun bulunduğunu bilmeyen
bir şaşkındır. Dolayısıyla ‘ala ilm (bilgi üzerinde)’ ‘saptırdı’ kelimesine
bağlıdır ve ondaki amildir. O da Allah Teâlâ’nın fiilidir. Allah Teâlâ’ya düşen
sadece açıklamadır. Ayette ‘Allah Teâlâ kendilerine hidayet
ettikten sonra, bir kavmi saptırmaz, ta ki onlara sakındıkları şeyi açıklayana
kadar’322 buyurur.
Yani misale hususunda ve üzerinde doğdukları fıtrat kendilerine açıklandıktan
sonra, kavmi saptırabilir. ‘Ta ki onlara korktukları şeyi
açıklar.’323 Onlara bunu açıkladığında ise kendilerini hayrete düşürür.
Bu bağlamda onların bir kısmını vasıtayla hayrete düşürür. Bunlar nebilik
hakkında kuşkuya düşer ve hayrete kapılır. Böylece bir peygamberin peygamber
olduğuna kesin olarak iman edemezler ve kendisinden bilgi almada çekimser
davranırlar. Bir kısmım ise nebiliğin aslında hayrete düşürür. Acaba nebilik
olabilir mi, olamaz mı? Bir kısmını teorik delilerin imkânsız gördüğü hususta
peygamberin getirdiği hükümlerde hayrete düşürür. Öyleyse Hakkın beyanı ve
hidayeti, onlara bu hayreti kazandırır. Bunun nedeni imanın olmayışıdır. Başka
bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın kendilerine söylediği ve açıklamış olduğu
hakikati, onlara keşf ettirecek bir iman nuru onlarda yoktur. ‘Allah Teâlâ’nın kendisine nur vermediği kimse...’324 Kast edilen kendi imanından olan nurdur. ‘Onun nuru yoktur.’325 Kast edilen kıyamet vaktidir. Çünkü ‘Allah Teâlâ her şeyi bilendir.’326 Allah Teâlâ bir şeyin olacağını bilirse, onu yaratır; var
olmayacağını bildiğinde ise onu meydana getirmez. O’nun işi bilgisine
bağlıdır. ‘De ki, onu bilgisiyle indirdi.’ indirme bilginin meydana getirdiği
bir eylemdir. Hakk kullarına beyan ettikten sonra, bir kısmına bilgi ihsan eder
ve bu kısım kendilerine verilen bilgiye göre amel eder. Bir kısmını ise
bilgiden mahrum bırakır; bu kısım dalalete düşer ve hayrette kalır, kuşkuya
kapılır, tereddüde kapılır ve çekimser kalır.
Ayette ‘Kitap verilenler, onu çocuklarım
tanıdıkları gibi tanır’327 denilir, çünkii onlar kitaplarını tasdik ediyordu.
Peygamberin özelliği orada vardı ve onlar bu niteliği görmüş, o niteliğin
aynısı olduğunu bilmiş, bu niteliğin bulunduğu kimseyi tanımamışlardı. Bunun
nedeni, söz konusu niteliğin pek çok şahısta bulunabilme ihtimalidir. Bu
nedenle peygamberlik niteliğinde değilşahıs hakkında tereddüde düşmüşlerdi. Allah
Teâlâ onların ‘Bir kısmı bildikleri halde hakkı
gizler’328 der. Yani onlar gerçek olduğunu bilirler ve kendilerini
taklit eden insanlardan bu hakikati gizlerler. Aynı zamanda peygamberden de bu
niteliğe sahip olduğunu anladıklarım gizlerler. Hakikati bilen birinin zahirde
onu itiraf etmesi gerekmez, fakat içinden onu tasdik etmesi bilginin ayrılmaz
özelliğidir. Bunu bilen insan, diliyle yalanlaşa bile, onu doğrulamıştır ve bu
durumda bilgisine göre amel etmiştir ki, amel tasdiktir. Allah Teâlâ ‘Nefisleri ona kesin olarak inanmıştır’329 der. Yani onların ayet
olduklarına inanmışlardır. Böylece gerçeği bilmişler ve bilgilerine göre de
amel etmişlerdir. Bu amel bilginin nefse yerleşmesi demek olan kesin inançtır.
Bilmeselerdi kesin olarak inanmazlardı. Her bilgi kurtuluşu sağlamaz,
kurtuluştan ancak genel veya özel olmak üzere belli bir miktarı sağlayabilir.
Şöyle sorabilirsin: Ateştekiler, Allah Teâlâ’nın tehdidinden
kurtulmayı tasdikle, şöyle demişlerdir: ‘Rabbimiz bizi çıkart ki, daha önce yaptığımızdan farklı
olarak salih amel yapalım.’330 Bu esnada onlar adına bir bilgi gerçekleştiğinden kuşku
duymayız. Allah Teâlâ onlara ‘Döndürülselerdi, yine yasaklanmış işe
dönerlerdi’331 buyurur. Üstelik elde ettikleri bu zevki bilgiye göre,
yasaklanmış işlere dönerlerdi. Bu nedenle şöyle dedik: Allah Teâlâ dünya
hayatının ne olduğunu bildiği için onu belli bir doğada yaratmış, insanı da
unutmaya, gaflete ve aceleyi sevmeye kabiliyetli mizaçta yaratmıştır. Bunun
yanı sıra insan mizacı, bulunduğu duruma göre, bunların zıtlarma da
kabiliyetlidir. Allah Teâlâ dünyadaki yaratılışlarına döndürülmüş olsalardı,
onların tekrar bildiklerini unutma haline döneceklerini belirtir. Allah Teâlâ
onlarm gözlerine bir perde koymuştur. Bu perde kendisini görselerdi gerçeği
öğrenip ona göre davranmalarına sağlayacak şeye karşı konulmuştur. İşte ‘Yasaklandıkları işe dönerlerdi’332 ayetinin anlamı budur.
Çünkü onlarm yaratılışları bunu gerektirir. Bu bilgi onlar adma kalsaydı, geri
dönmezlerdi.
Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir
hadiste şöyle der: ‘Kıyamet günü dünya ehlinden en çok nimet görmüş birisi
getirilip ateşe daldırılır. Sonra ona ‘hiç nimet gördün mü?’ diye sorulsa,
‘hayır derdi.’ Bilindiği gibi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
nimetlenenleri görmüştür. Fakat halin şahidi, nimetlenenden peygamberi
perdelemiş ve onu kendisine unutturuştur. Aynı şekilde, dünyadaki en üzüntülü
insan bir defa cennete daldırılıp sonra ‘hiç üzüntü gördün mü?’ denilse ‘hiç
görmedim’ derdi. İnsanlar geri döndürülselerdi, döndürüldükleri hal ve yapıya
göre davranırlardı.
Müminlerin asilerine gelirsek, onlar, tehdidin
gerçekleşeceğini bilir, fakat kimde gerçekleşeceğini bilmezler. Onlardan
birisi tehdidin kendisinde gerçekleşeceği kimsenin tam olarak kendisi olduğunu
bilseydi, tehdidin kendisinde uygulanacağını bildiği günaha kalkışmazdı. İnsan
seçiminde ve ihtiyarında mecbur ise bunu da bilmez. Çünkü bu konuda iş ortak
olduğu için bunu kendinde bulamaz. Bazı menzillerden söz ederken bu hususa
değinmiştik. Öyleyse seçiminde ve ihtiyarında cebri keşif ve müşahede ederek
bilen kimse, kaderin hükmüyle günah işler. Böyle birisi, bildiğini yerine
getirir ve bu amel ona zarar vermez; aksine onun günahı bağışlanır.
Bilmelisin ki, bu meselede zikrettiğimiz bu miktar, hakkında
ilahi haberin geldiği bilgi dahilindedir. Söz konusu ilahi haberin lafzı
şöyledir: ‘Bilginin bir kısmı saklı bilgidir, onu Allah Teâlâ’yı bilenler
bilebilir. O bilgiyi söylediklerinde, sadece Allah Teâlâ’dan gafil olanlar onu
inkâr eder.’ Bu hadis, keşif ehli nezdinde sahihtir ve bu hadis hakkında görüş
birliğindedirler. Keşif ehli bu hadisi bilmiş ve kesin olarak öğrenmiş, onu
‘meknün’ değil, ‘meknün yapısında’ kabul etmişlerdir. Çünkü bilgi meknün, yani
sır olsaydı Allah Teâlâ’ya özgü kalırdı. Allah Teâlâ’yı bilenler onu bildiğinde,
Allah Teâlâ’yı bilmenin O’nun bildiği bilgiyi de kula kazandırdığını anladık.
Böyle bir bilgi genele perdeliyken seçkinlere malumdur. Allah Teâlâ’yı bilmenin
anlamı, O’nun bilinmeyen olduğunu bilmektir. Böylece bilinemeyecek bir şey
olduğunu ve O’nun dışındakileri bilmenin mümkün olduğunu anladık. Bu bilginin
kilitleri Allah Teâlâ’yı bilenlerin kalpleridir. Onlar bu bilgiyi kendi
aralarında konuşur, çünkü ancak böyle konuşulabilir. Bu bilginin ehli ve Allah
Teâlâ ehli olmayanların -ki Allah Teâlâ ehli zikir ehlidir ve onlar Allah Teâlâ’yı
bilenlerdirbulunduğu bir mecliste konuşulursa, Allah Teâlâ’dan gafil olanlar
kendilerine tepki gösterir ve bilgiyi inkâr ederler ve onları Allah Teâlâ ehli
değil gurre ehli olmakla suçlarlar. Onlar, Allah Teâlâ’yı bildiklerini
zannedenlerdir. Öyleyse bilginin bir tarzı ‘meknün tarzındadır.’ Bir kısmı ise
saklı değildir ki, o da budur. Çünkü saklı bilgi müşahedeyle bilinir ve
aktarılamaz. Fikir bilgileri ise öyle değildir, hepsi aktarılır. Keşif sahibi
fikir veya düşünme gücü olmadan bir bilgi elde ederse, delil olmadan
aktarabilir ve delili bilen o bilgileri kabul edebilir. İşte bu bilgi meknün
tarzında olandır; çünkü onu bilen, delili bilmiyordur.
Bilmelisin ki, iki diyar vardır: Birincisi natık ruhların
yerleşik olduğu diyardır. Burası itidale kavuşan ve düzenlenmiş doğal bedenlerdir.
Allah Teâlâ onu iki eliyle yaratmış, iki niteliğiyle ona yönelmiştir. Allah
Teâlâ bedeni yarattığında, onu başka bir diyara yerleştirmiştir ki, orası ‘evin
evidir.’ Allah Teâlâ evin evini iki kısma ayırarak birincisini dünya diğerini
ahiret diye isimlendirdi. Her evin sakinlerinin -ki natık nefislerin evleridirmaslahatının
ne olduğunu bilmiştir. Allah Teâlâ, dünya evinin faniliği, yok olacak ve
suretinin değişecek olması, konumunun ve şeklinin başkalaşacak olması ve
hayatının gizliliği nedeniyle, onda bir sakin yarattı. O, Allah Teâlâ’nın natık
nefsi yerleştirdiği bu yerdir. Böylece bu yapının ve yaratılışının hayatını da
-tıpkı sakinlerinin evi gibigizli yaptı. Bu hayat da fani, varlığı gidici,
sureti, şekli ve konumu ortadan kaybolacak bir hayattır. Sakini de -ki natık
nefstirbilgisizlik, perde, kuşku, zan, küfür ve imanla nitelenmiştir. Bunun
nedeni, beden yapısından ibaret bu diyar ve evin kesifliğidir. Onunla Allah Teâlâ’yı
görmek arasına bir perde koymuş, onu kendisini emzirsin ve ayakta tutsun diye
annesinin hücresine yerleştirmiştir. Natık nefs bu bedene yerleştirilmesinden
itibaren annesinden başkasını görmemiştir. Öyle ki bu yaratılışın sakinlerinin
bir kısmı, babasını tanımaz. Allah Teâlâ kendisine uyumayı ihsan etmiş ve
uyurken ‘hayal gücü’ denilen bir güçte rüya görmeyi nasip etmiştir, insan
uyurken adeta bu yapının ve yaratılışın dışına çıkar. Böylelikle babası
kendisine bakar, onunla sevinir, kendisine ‘ruh’ ilka eder, onunla ünsiyet
ettirir, ruhlar kendisine yönelir, tenzihinden Hakk kendisine görünür. Natık
nefs, bütün bu halleri uykuyla, kendisinden ayrıldığı ve kendisiyle ülfet
ettiği hemcinsi olan bedeninde görür. Böylelikle uyku esnasında kendisine
alışık ve aşina olduğu bedeninin diyarında olduğunu zanneder. Bütün bu
maddelerde gördüklerinin de müşahede ettiği tarzda olduğunu zanneder. Bu
görme, dünya hayatında natık nefsin babası ve kardeşleri olan ruhlarla olduğu
gibi Rabbiyle de ünsiyet etme miktarıdır. Bir kısmı bu konuda güçlenir ve
gördüklerini uyanıkken görebilecek Hakk ulaşır. Allah Teâlâ kendisine ‘tabir
ilmi’ denilen bir bilgi verir ve gördüğü suretleri bu ilim sayesinde
anlamlarına yorar. Allah Teâlâ bu dünya hayatını natık nefsin evi olan bu yapı
ve yaratılıştan boşaltmayı murad ettiğinde, ondan bedeni yöneten ruhu ayırır
ve bü ruhu uyurken büründüğü berzahî bir surete yerleştirir.
Kıyamet günü olup Allah Teâlâ kendisini hayat diyarı olan
diğer diyara naklettiğinde -ki orası natık bir yer, hayatı gözüken, varlığı yok
olmayan ve sabit hayattırnatık nefs için öteki diyarın cinsinden ye nefsin
niteliğine uygun bir ev yaratır. Çünkü orası kendisine uygun olmayan bir sakini
kabul etmez. Böylece Allah Teâlâ mutlular için doğalbedenî bir yapı, bedbahdar
için ise unsurdan oluşan bir yapı yaratır ve onu düzenleyerek itidale
kavuşturur. Ardından natık nefsi o eve yerleştirerek ondaki körlük,
bilgisizlik, kuşku ve zan perdelerini kaldırıp onü sürekli nimet ve bilgi
sahibi haline getirip babasını ona gösterir. Natık nefs de babasını görüp mutlu
olur. Ardından kendisini yaratan ve rızkını vereni ona gösterir. O da
kendisiyle kardeşleri arasında onu tanır ve sevdiklerinin arasına katılır. Allah
Teâlâ dünya hayatında kendisinden gizli her şeyi ona gösterir ve bu yapıyı
‘cennet’ denilen öteki diyara yerleştirir. Çünkü Allah Teâlâ ahiret hayatını
iki kısma ayırmıştır Ki, burası birinci kısımdır. Diğeri ‘cehennem’ denilen
öteki yerdir. Allah Teâlâ cehennem ehlinin natık nefislerini unsurdan
yaratmıştır. Bu yönüyle onların nefisleri, başkalaşmayı kabul eder. Allah
Teâlâ bilgisizliği onlara eşlik ettirirken bilgiyi çekip alır. Taklitçi
müminlerin bilgisizliğini bedbahdık diyarının sakinleri arasından işlerin
inceliklerini bilenlere verir ve o İçişi bu bilgisizlikle ateşe girer, zaten
oranın ehliydi oysa ateş bilginleri kabul etmez. Bu nedenle dünya hayatında
işlerin inceliklerini bilip cennetlik olmayan bu bilgine taklitçi müminin
bilgisizliği verilir -çünkü bilgisizlik cennette bulunmaz. Ebleh ve taklitçi
mümin, kendi cehaletini cehennemlik alimin üzerinde görür, ondan Allah Teâlâ’ya
sığınır, onun çirkinliğine şahit olur; Allah Teâlâ’nın cehennemlik alimin
bilgisini kendisine giydirerek verdiği nimeti nedeniyle de şükreder. Bu alim
ise cennetlik adama bakar, hasretine hasret katılır. Bilir ki, içinde bulunduğu
yer, bu durumu bizatihi gerektirmiştir. ‘Keşke geri dönseydik de Rabbimizin ayetlerini
yalanlamayıp müminlerden olsaydık’ der. Çünkü cehennemlik alimler şunu
öğrenmiştir: Mümin oldukları takdirde, cahil bile olsalar muduluk diyarına
intikal ettiklerinde, bilgisizlik elbisesi çıkartılıp bilgi elbisesi onlara
giydirilecektir. Bu nedenle akıbet hayır olduğu için, dünya hayatında bilgisiz
olmayı önemsemezler. Hâlbuki cehennemlikler şunu bilmez: Daha önce
bulundukları yaratılışla dünyaya döndürülselerdi, yine onun hükmüne dönmüş
olurlardı, çünkü bir niteliğe bağlı fiil değişmez. Onların dile getirdikleri
bu temenni de bulundukları yaratılışın ve yapının etkisiyle söylenmiştir ve bu
bilgilerinin kendilerinde kalacağını zannetmişlerdi. Allah Teâlâ bu dünya
yaratılışında bilenler için Unutma özelliği yaratmıştır.
Onlar bir şeyi bildiklerini bilirler ve onu akıllarına
getirmek isterler. Hâlbuki daha önce kendisini bildikleri halde hatırlamazlar.
Allah Teâlâ’nın dünyada unutma özelliğini yaratması, onların bildikleri şeyle
ilgili bilgilerini kendilerinden çekip almasıyla, her şeye gücü yettiğine
dikkati çekmek amacı taşır. Cehenneme girdiklerinde ise bilgiyi onlardan çekip
alır. O, rahmetini dilediğine tahsis eder. Bu durum ‘Allah Teâlâ’m! Mülkün sahibi sensin, mülkü dilediğine
verirsin’333 ayetinde belirtilir. Bilgiden büyük mülk mü olur? Bilgi, Allah
Teâlâ’nın mukallit-cahil fakat ahiret hayatında Mutlu mümine verdiği nimettir.
‘Mülkü dilediğinden çekip alırsın.’334
Bilgiden daha üstün mülk mü olur? Allah Teâlâ bu bilgiyi cehennemlik olan ve
mümin olmayan alimden alır. ‘Dilediğini aziz yaparsın,’335
Yani bilgiyle aziz yaparsın. ‘Dilediğini zelil yaparsın.’336 Bilgiyi çekip alarak dilediğini zelil ve hor yaparsm.
Allah Teâlâ’nın beni
yükümlü tuttuğunu öğrenince
Anladım ki mesul ve
maksud benmişim
Zaman sürdükçe
ibadet edeceğim O’na
Dünyada ve ahirette
mabud Hakka
Yaratılmış bir şeye
tecelli etse
Görür ki Hakk (her
daim) görülen
Ama şeyin kendi
suretinden, O’nun hakikatinden değil!
İş ve şe’n mevcut ve
yitirilen
Çünkü biz yüzdeki
gözlerle görürüz O’nu
Hepimiz O’nun
yüzüyüz! Yüz ise sınırlı
O varlıktır,
oluştaki O’nun sureti
Rahman’dan başka
mevcut yok!
İki yer var; darın
darı (evin evi) doldurur orayı
Latifin diyarı;
oluşta tecrit yok
Hakikatler işin ahiret hayatında rahmete varmasını
bildirmeseydi, elemlerin kalkmasıyla onlar adına orada afiyet
gerçekleşmeyecekti. Sonunda iş rahmete varacağı için orada mana ve ruhuyla
birlikte Allah Teâlâ insana merhamet eder. Bazı şeylere rahmet afiyetin ta
kendisidir, başka bir şey değildir. Bazıları için acıların ortadan kalkması
demektir. Bu kısım, cehennemliklere özgüdür ki, onlar ateşliktir. Acıların
kalkmasıyla onlar adına afiyet gerçekleşeceği için, ateşte ölmezler. Böylece
bundan bir haz duyarlar. Onlar elem sahibi değil acı sahibidir ve hayatta kalmazlar.
Yani bedbahdık diyarında kendilerine afiyet vermesine ilave olarak, cennet
ehlinin nimeti gibi nimete sahip değillerdir.
Kalpte senden bir
alev var, onu söndürmez
Duyuyu görmek onu
inşa eder
Eşraf adına şereften
korkarım
Kalbime gelen, onu
bildirir
‘Ah’ sahibi talep
etmek üzere gelince
O hal müşahedesiyle iyileştirir onu
Kalbimde yenilenen
şey onu nimetlendirir
Uykudan önce olan
ise onu izhar eder
Bilmelisin ki, bugün bilginin mutluluk olduğunu iddia eden
insan bu görüşünde haklıdır ki ben de aynı görüşteyim. Bununla birlikte bu
görüşü benimseyen insan keşif ehlinin elde ettiği bir bilgiden mahrumdur.
Şöyle ki: Allah Teâlâ kulun bedbaht olmasını irade edince, ondan bilgiyi
uzaklaştırır, çünkü bilgi onun zati bir özelliği değildir, aksine kul bilgiyi
kazanmıştır. Kazanılmış bir şeyin ortadan kalkıp kişiyi bilgisizliğin
kaplaması mümkündür. Çünkü bilginin çekip alınması bilgisizliktir ve onun
üzerinde bilgiden kalan şey, sadece bilginin kendisinden çekip alındığının
bilgisidir. Allah Teâlâ bu son bilgiyi onun üzerinde bırakmasaydı, bilginin
ondan alınmasından dolayı azap çekmezdi, çünkü cahil olduğunu bilmeyen, neyi
kaçırdığını bilmediği için sevinçli ve mududur. Hâlbuki pek çok hayrı
kaçırdığını bilseydi, sevinmez ve üzülürdü. Öyleyse insan ancak neyi
kaçırdığını veya sahip oluğu halin alındığını bilmekle acı çekebilir.
Kolum incinmişti. Ben de Allah Teâlâ karşısmda edebin gereği
olarak Hz. Eyyub’un Allah Teâlâ’ya dönmesi gibi durumumu O’na şikâyet ettim.
Amacım ilahi kahra karşı direnmemekti. Nitekim Allah Teâlâ’yı bilmeyenler
böyle yaparak teslim, tevekkül ehli ve itiraz etmeyenler olduklarını
zannederler. Böylece de iki bilgisizliği birleştirirler. Allah Teâlâ’nın kolumda
bana tattırdığı azabı hissedince, şu dizeleri söyledim:
Hem kolumdan ve hem
O’ndan şikâyet ettim
Bu benim
zayıflığımdan
Dedim
ki, nefse çağır onu _ -
Benim
genişliğimde senin iddian nerede
Dedim ki, sana şikâyetim Var ondan : Zararım
faydamın ta kendisi
Çektiğim sıkıntıdan şikâyet olmasaydı
Ondan ve doğamdan çıkmış olurdum
Bilgisizliktir
bu, ama kalp bilir onu Uyan hal sahibinin kalbi '
Bilgisizliğimle
çıknıasaydım .
Kimse
çağırmazdı beni O’na :
‘Buyur’ dedim beni çağırana Metaın kendisini istiyorum dedi
Şevk derdi, onu ganimet bil öriu Vuslatım ayrılmamın ta kendisi . _
Çektiğim
ağrı hafifledi .
Gördüğüm
hal kayboldu.
Akıl
olmasaydı bilmezdim O’nu
-
Levha
olmasaydı yazamazdım O’nu
Oluş görülmeseydi olmazdın sen veya
onda Bilgi olmasaydı onu uygulayamazdım
Halk
varlığını bilir denirse
Hakikate
dair bir bilgisi yok onuri .
Bu
kadar bilgisizlik yeter ona:
Hakikatin
durumunu bilmiyor '
Hakikatler ortaya çıktığında kuşku ya
da tereddüt olmaz. Hakikat aydınlığı ayan beyan ortadadır artık. Bu durumda
öğrenme gerçekleşir, tartışma kalkar ve duyma meydana gelir. Bu hal ile aranda
tehlikeli gedikler, susauçı çöller, uğraştırıcı yollar, silinmiş izler vardır.
Bu yollarda kılavuz bile yolu şaşırır. Bu yolları yaşayan ve ölen
değil, hayat veren ve öldüren kat edebilir. Bu güçlüklere karşı koyanın ve
sınırları aşanın durumu nasıldır? Fakat çekilen meşakkatin acısı ölçüsünde, rahatlama
ve nimet gerçekleşir. Orada kendinden başka bir çöl veya gedik yoktur. Öyleyse
sen, kendinden O’nun perdesisin. Kendini ortadan kaldır ki, iş kolaylaşsın!
Halkı bilen, Hakkı bilir; bu hakikatin bir kısmını bilmeyen, bütünü bilmez.
Çünkü bütün karşısında parça, farkında olunmayan bir yönden, bütün gibidir.
Bütün yönleriyle parçayı bilseydi, bütünü de öğrenirdi. Çünkü onun parça
olması yönlerinden hareketle bütünü bilmiştir.
Bu menzil, ayederi çoğalmış ve delilleri ortaya çıkmış
menzillerden biridir. Fakat gözler perdelerin etkisi altındayken kalpler
kilididir. Akıllar ise arzularıyla savaşmakla meşguldür ve bu nedenle onlardan
beklenen derin araştırmaya kendilerini veremezler.
Bu menzilde çeşidi ilimler vardır: Bunlardan birisi
düşmanlara karşı koymak ve arzuların birbirleriyle karşı karşıya gelmesinin
bilgisidir. Çünkü akıllar arzuyu arzuyla savmasalardı, maksada ulaşamazlardı.
Çünkü nefisler her daim arzularının etkisinde kalma alışkanlığındadır. Akıl
yönetimi bilen ve suretleri inşa etmede mahir olursa, nefsin arzu ettiği şeyin
bir suretini oluşturur. Nefis de sevgiyle o sureti kabul eder ve amacını elde
eder. Sayı ve harflerin özellikleri bu menzilden öğrenilir. Basit sayılar,
onların kendilerinden oluşan sayılardaki etkisi bu menzilden öğrenilir. Sayılar
bileşik olduklarında da basitken sahip oldukları özellikler devam eder mi,
etmez mi? Bu menzilden öğrenilir. Zaman zarfları ve onlarm kimin elinde oluğu,
bu menzilden öğrenilir. Gelecek zaman şimdiki zaman olduğunda, hükmü nedir?
Bilginin tekliği bu menzilden öğrenilir. Ona çokluktan nispet edilen nedir? Bu
bilginin kendisine değil, ilgilerine aittir. Teorik araştırmanın mekân zarflarında
meydana getirdiği neticeler, bu menzilden öğrenilir.
Varlıkların dünya ve ahiretteki ömürleri bu menzilden
öğrenilir. Bununla birlikte ahiretin sonu yoktur. ‘Hepsi belli bir süreye gider.’337 ayeti
geneldir. Her şey için bir gaye ve son olmalıdır. Eşya ise sonsuzdur ve
dolayısıyla gayeleri de bitmez. Allah Teâlâ eşyayı her an yeniden yaratır. Her
şeyin bir gayesi vardır ki, gaye onun belirlenmiş yeridir. Binaenaleyh ecel
varlıkların hallerine aittir. Onların gayesi -gayesizliktir. Bu menzilde
hakikat, mecaz ve itibar öğrenilir. Acaba neyden neye geçilir ve geçmenin
faydası nedir? iki diyarın mamurluğu bu menzilden öğrenilir. Bu konu, bu
bölümde yollarının bir kısmını zikrettiğimiz ve tamamladığımız meseledir.
Kıyamet hallerinin hükümlerinin değişmesi bu menzilden öğrenilir. Yükümlülerin
hallerindeki değişiklik bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ her sınıfa o
sınıfın özelliği bakımından hitap eder, buna ilave yapmaz. İşin bütünüyle yeni
olduğu ve bir tekrar olmadığı bu menzilden öğrenilir.
Hakkın hitapta muhatabın anlayışına inmesi, bu menzilden öğrenilir.
Hâlbuki hitabın bütünü haktır. Çelişki veya karşıtlık bulunsa bile, tek hakikat
vardır ve hepsini birleştirir. Bu karşıdığa misal olarak, rengin kendilerini
birleştirdiği siyah ve beyazın birbirine zıdığım verebiliriz. Veya renkler
kendilerini arazın birleştirdiği farklı hakikatlerdir. Teşbih ile tevhit bu
menzilden öğrenilir. Tafsil bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın
kelimelerinin O’nun yaratmasının hükmü olması bu menzilden öğrenilir. Kevnî
amellerin yaratılması ve onların suret olarak var edilmesi, bu menzilden
öğrenilir. Cem’ ve vücûd, bu menzilden öğrenilir. Doğal yaratılışın
gerektirdiği hükümler, bu menzilden öğrenilir. İlleder, sebepler ve ceza, bu
menzilden öğrenilir.
Dünya sebepleriyle ahiret sebepleri arasındaki fark, dünya
sebeplerinin ahiret sebeplerine üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Amelin insana
dönmesi ve bu konuda Allah Teâlâ’ya izafe edilen ile O’nun kendisine izafe
ettiği kısım bu menzilden öğrenilir. Hakkın yaratmasının kevnî sebepler
karşısındaki durumu bu menzilden öğrenilir. Bunlar başkası değil, berzah
mertebesindeki ulvi eserlerdir. Hallerin feleğin hareketlerinin değişmesi
nedeniyle değişmesi bu menzilden öğrenilir. Hayvanın yapısı yönünden ölünceye
kadarki hali bu menzilden öğrenilir, ilahi
kıyas bu menzilden öğrenilir. Oluşun oluşa etkisi ve bu tesirden korunmanın
yolu bu menzilden öğrenilir. Kıyamet, halleri ve mertebeleri bu menzilden
öğrenilir. Alemin bütün olarak durumu bu menzilden öğrenilir. İlahi yasa
mensuplarının akli-hikemi yasa sahiplerinden üstünlüğü bu menzilden öğrenilir.
Bu menzilin içerdiği ilimlerin büyük kısmı bunlardır. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Üretken Yollar Menzilinin, İbadet
Arzının ve Genişliğinin Bilinmesi. Allah Teâlâ 'Benim
arzım geniştir, sadece bana ibadet edin' Buyurur
Allah
Teâlâ’nın arzı geniş Göğü o arzla evlenmiş
Bütün
kapılar kapanmış Cömertlik eli açar onları
Göğüslerin yerleri daralmış Bilgi
nuruyla genişletir onları
Sırrın belirsizlikleri karanlık Keşfin
bilgileri açar onları
Verilen her bir nimeti el-Muhsin’in
mertebesi bağışlar onu
Sonra arzda bozulma olursa Belki
Rahman düzeltir onu
Sonra şiddetlenir veya mutedil olursa
Hidayet dalgaları dizginler onu
Doğru olmayan her bir iddia Acizlik
dili çürütmüş om "
Her türlü eziyetle sıkıntı sahibi bir
dirseği Alemdeki sıkıntılardan; ona zarar verir
Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Allah Teâlâ’nın arzı geniş değil
midir? Oraya hicret etseydiniz ya!’338 ‘Ondan’ veya ‘ona’ dememiştir. İster
kendisine ibadet eden orada bulunsun ister ona ibadet etmeye karşı büyüklenen
kimseler orada bulunsun, bütün arz Allah Teâlâ’nın arzıdır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Ey iman eden kullarım! Benim arzım
geniştir, sadece bana ibadet edin:339 Bu ayette
Allah Teâlâ yeri (arz) güçlü bir
pekiştirmeyle kendisine izafe etmiştir. Kastedilen Allah Teâlâ’nın arzı
ifadesindeki pekiştirmedir ki kulları da -arzı kendisine izafe etmesi
gibipekiştirmeyle izafe etmiştir. Onları ibadet emrine de aynı pekiştirmeyle
izafe ederek şöyle demiştir: ‘Sadece bana ibadet
edin.’340 Başka bir yerde ‘Allah Teâlâ’ya ibadet edin’341,
başka bir ayette ‘Rabbinize ibadet edin’342
buyurur. Konuşan-birinci tekil şahsa yapılan bu izafetin değerini bilen kimse,
iki izafet arasındaki farkı anlar. Hâlbuki ibadede kastedilen aynı şeydir.
Burada birinci şahsa izafe edilişteki genişlik daralmışken isme izafe
edilişinde genişleme olmuştur. Bıirada gerçeği olduğu gibi bilenlerin
anlayabileceği sır vardır. Bu sır, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Mekke’yi fethederken ‘Fetihten sonra hicret yoktur.’ hadisindedir. Mekke en değerli
yerdir ve orası yeryüzünün batısından ve doğusundan haccetmek üzere kendisine
gelinen en şerefli mekândır. Fakat sakinlerinden dolayı Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, Mekke’den hicret etmeyi emretmiş ve hicret edenin ücretini
yüceltilmiştir. Allah Teâlâ Mekke’nin fethini nasip edince, müminleri oraya
yerleştirerek şöyle demiştir: ‘Fetihten sonra hicret yoktur.’ Binaenaleyh Allah
Teâlâ kime fetih ihsan ederse, o her şeyde veya her şeyin aynı olarak O’nu
görür. Böyle biri artık hicret etmez, çünkü bir şey yitirmemiştir ki hicret
etsin! Hicret ederse, Allah Teâlâ’nın emri nedeniyle hicret eder. Bu kişi, Allah
Teâlâ’nın emriyle Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ ile hicret eder
ve bu hicret cemaatle namaz kılmak üzere namaza gitmesine veya haccetmek üzere
Mekke’ye gitmeye veya cihada veya ziyarete veya Allah Teâlâ yolundaki bir
kardeşini ziyarete veya yoksullar için çalışmaya çıkmasına benzer. -
Bütün bunlar, gerçekte hicret değil, ilahi emir nedeniyle
müşahedeye dayalı bir yolculuktur. Müşahedeye dayanmazsa, böyle değildir. Ya
da müşahede gibi olabilir. Burada bizim ifade etmek istediğimiz husus böyle
olan değildir. Çünkü ihsanın en düşük mertebesi, görür gibi Allah Teâlâ’ya
ibadet etmektir. .
Allah Teâlâ insan-ı kâmili iki surete göre yaratmış, insan Allah
Teâlâ’nın kendisi için iki ismini -ki bunlar el-Evvel ve el-Ahir isimleridirbir
araya getirdiği bir yaratılışla var olmuştur. Allah Teâlâ ona zahirinde ve
bâtınında iki hüküm vermiş, bu sayede insan-ı kâmil, her şeyi bilen olmuştur. Allah
Teâlâ onu yeryüzünün toprağından yaratmıştır ki, toprak, aşağısında bir şeyin
bulunmadığı en düşük varlıktır. Nitekim Allah Teâlâ’nın ardında da varılacak
bir amaç yoktur. Böylece Allah Teâlâ, insan-ı kâmilin yerini mekânların en
değerlisi yapmıştır. O çadırın direğinin yerleştiği noktadır. Kapsayıcı arşı
ise Rahman’m istiva ettiği yer yapmıştır. R.anman şanına layık bir tarzda ona
yerleşir. Böylece Allah Teâlâ, yer, gök ve bu ikisinin arasında yer kaplayan
felek ve unsurlar gibi genel şeylerin mertebelerini ve birbiriyle irtibatlarını
bildirmiştir. Bütün âlem Arşın içindedir, arz ise öyle değildir, çünkü arz
döşeğin yerleştiği yerdir. Allah Teâlâ bizi O’na ibadet edelim diye yarattığı
için yol bize yaklaşmıştır. Böylece biz toprak içinde topraktan yaratıldık.
Toprak ve arz, Allah Teâlâ’nın hor yarattığı yeryüzüdür. İbadet zillet ve
horluk demektir. Öyleyse biz aslı itibarıyla zelil ve hor olanlarız ve nurdan
yaratılmışlara (melekler) benzemeyiz. Allah Teâlâ onlara ibadeti emretmiş,
kendisinden yaratıldıkları asıl, davet edildikleri Allah Teâlâ’ya ibadetten
uzak olması nedeniyle, güçlük onlara uzak gelmiştir. Allah Teâlâ onları
makamlarında kendiliğinden yarattığını göstermemiş olsaydı, oradan aşağı
inmezler ve ibadetlerinde yükselme gerçekleşmezdi. Nitekim bizim için durum
böyledir. Böyle bir durumda onlar ibadete takat getiremezlerdi. Çünkü
meleklerin kendisinden yaratıldığı nur, zillet ve horluk değil, izzet
özelliğindedir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bize inayetinin bir tezahürü,
yaratılışımızdaki gayenin O’na ibadet etmek olması itibarıyla, bizi topraktan
yaratarak yolu bize yaklaştırmasıdır; Allah Teâlâ bizi kendisinden yarattığı o
yeryüzünde ve toprakta kendisine ibadet etmemizi emretmiştir. Başkasına ibadet
edenler söz konusu olduğunda Allah Teâlâ kendi toprağında ve arzında başkasına
ibadet edilmesine karşı gayrete kapılarak şöyle der: ‘Rabbin hüküm verdi ki, ancak O’na ibadet edilecek.’343
Yani böyle hüküm verdi. Allah Teâlâ’dan başkasma ibadet edildiğinde, ibadet
edilen bu hükme sahip olarak kendisine ibadet edilir. Dolayısıyla insanlar
nispette yanılsa bile gerçekte ancak Allah Teâlâ’ya ibadet edilir. Çünkü Allah
Teâlâ’nın her şeyde özel bir yönü vardır (vech-i has). Bu sayede o şey varlıkta
süreklilik kazanır ve sabit olur. Binaenaleyh hiç kimse Allah Teâlâ’ya ibadetin
dışına çıkmamıştır!
Allah Teâlâ özel bir şekilde kendisine ibadet edenler ile
eşyada kendisine ibadet edenleri ayrıştırmak isteyince, içlerinde başka
varlıklara ibadet edilen yeryüzünün mekânlarından hicret etmeyi emretmiştir.
Böylelikle Allah Teâlâ çirkini temizden ayırır. Çirkin başka varlıklarda Allah
Teâlâ’ya ibadet ederken temiz -başkalarında olmaksızınAllah Teâlâ’ya ibadet
edendir. Allah Teâlâ yeryüzünü hilafet mahalli yaptı. Orası mülkünün diyarı ve
isimlerinin hükümleriyle zuhur eden vekilin bulunduğu yerdir. Allah Teâlâ bizi
topraktan yaratmış, ölüyken ve diriyken oraya yerleştirmiş, ahiret
yaratılışında bizi diriltecek ve topraktan çıkacağız. Öyle ki dünya ve ahirette
her nerede olursak olalım, ibadet bizden ayrılmaz. Bu bağlamda ahiret de
yükümlülük diyarı olmasa bile ibadet diyarıdır, içimizden dünya ve ahirette
yaratılış sebebini müşahede eden, âlemde maksat olan kâmil kuldur. O, bütün
âlemin vekilidir. Bütün âlem, bir zaman biriminde, ulvisiyle ve süflisiyle Allah
Teâlâ’yı zikretmekten gafil kalıp sadece o kul Allah Teâlâ’yı zikretmiş
olsaydı, zikirde bütün âlemin yerini alır, onun sayesinde âlemin varlığı
korunurdu. Hâlbuki kul insan zikirden gafil kalsa, bütün âlem bu konuda onun
yerini dolduramazdı. Zikreden insanın kendisinden ayrılması nedeniyle yeryüzü
tahrip olurdu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Yeryüzünde ‘Allah
Teâlâ’ diyen bulundukça, kıyamet kopmaz.’ Allah Teâlâ bu insan varlığını
yaratmış, onu kuşatıcüık özeliğiyle teşrif etmiş, ona iddia özeliği vermiştir.
Bu sayede onun suretini kemale erdirir, çünkü iddia, ilahi bir niteliktir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ olanım, benden başka
ilah yok, bana ibadet et.’344 Böylece Allah Teâlâ,
O’ndan başka ilah olmadığını iddia etmiştir ve bu doğru bir iddiadır. Her kim
doğru bir iddiada bulunursa, ona karşı delil getirilemez ve iddiasını reddeden
herkese karşı güç ve otorite sahibi olur. Çünkü şiddet, galibiyet ve kahır
O’na aittir, çünkü O doğru sözlüdür ve doğruluk karşı konulamayan güç
demektir.
İddia bir haberdir. Haber ise, haber olmak bakımından, eşit
ölçüde doğru ve yalan olarak nitelenebilir. Başka bir ifadeyle haber, doğruluk
ve yalan hükümlerini kabul eder. Buradan bir sınamanın gerekliliğini anladık:
Mümin iman sahibi olduğunu iddia eder. Bu, Allah Teâlâ’nın varlığını ve
birliğini tasdik, O’ndan başka ilah olmadığını, O’nun yüzünden (zat) başka her
şeyin yok olucu olduğunu söylemektir. Başta ve sonda emir Allah Teâlâ’ya
aittir. Mümin içinde bu inancın bulunduğunu ve kalbini bu inanca bağladığını
diliyle iddia ettiğinde, bir niteliği olduğunu iddia ettiği şeyde doğru
söylemesi mümkün olduğu kadar bu inancın onun niteliği olduğu hakkında yalan
söyleme ihtimali de mümkündür. Bu nedenle lehinde veya aleyhinde delil getirmek
üzere, Allah Teâlâ kendisini yükümlü olduğu ibadeti yerine getirmek hususunda
sınar ve imtihan eder. Bunun için ilahlığın âleme yayılmasına bağlı olan genel
ibadetle değil, özel ibadede O’na kulluk edip etmeyeceği sınanır.
Allah Teâlâ onun gözlerinin önüne sebepleri yerleştirmiş, bu
iddia sahibinin ihtiyacım o sebeplere dayandırmış, bu iddiacı mümine vereceği
her şeyi sebeplerden ve onların vasıtasıyla vermiştir. Allah Teâlâ kendisine
nur ihsan ederse, söz konusu perdelerin örtüsünü o nur vasıtasıyla açar ve
kaldırır. Bu durumda, perdenin ardında sebeplerin sebebinin Allah Teâlâ olduğunu
görür. Ya da Allah Teâlâ’yı o sebeplerde yaratıcı ve ihtiyaçlarını var edici
olarak görür. Böyle birisi, Rabbinden bir nur üzerinde ve O’nun emrinden delile
sahip olan iddiasında doğru sözlü, ilahi inayetle iddia ettiği makama hakkım
veren gerçek bir mümindir. Böyle bir mümin, hakkında ‘Allah Teâlâ’nın nur vermediği kimsenin nuru yoktur’345
denilen kimseden farklıdır. O kişi Allah Teâlâ’nın kendisini ve benzerlerini
‘Sizin Rabbiniz değil miyim?’346
hitabında söz alıp kendilerine şahit tutmasının ardından dünya hayatında bu
fıtrat üzerinde yaratmış, fakat o, Allah Teâlâ’nın rızkını kendilerinden
verdiği ve kendisiyle O’nun arasmda perde yaptığı sebeplerin ilah olduğunu
ileri sürmüştür. Böyle birinin karanın ve denizin karanlıklarında kendisiyle
yolunu bulabileceği ışığı yoktur. Onun önünde sadece ‘yıldızlar’, ilahi bilgi
yıldızları vardır. Söz konusu insan, ilahlığı onu Hakk etmeyen varlıklara izafe
etmiş, sebeplerin çokluğunun etkisinde kalarak ve ortaklığı kabul etmesi
nedeniyle Allah Teâlâ’ya yaklaşma iddiasında yalan söylemiştir. Bu yakınlık, Allah
Teâlâ’ya ortak koşarken bunun sebeplerin yaratıcısı Allah Teâlâ’ya yakınlık
olduğu ve bu nedenle sebepleri ilah haline getirdiği iddiasıdır. Böyle bir
insanın ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ sözü doğru değildir. Bu nedenle
müşrik peygamber için ‘İlahları tek ilah mı yapacak, he
tuhaf iştir bu?5347 demiştir. Gerçekte şaşılacak olan,
ilahları çoğaltmakla birlikte, ilahlığı sebeplere nispet etmeyenin
davranışıdır. Bununla birlikte o insan, sadece sebepleri görmüş, ulûhiyeti
birlemekle birlikte keşiften onu sebeplerin etkisinden çıkartacak bir bilgi
gerçekleşmemiştir. Bu kişinin içinde bulunduğu durum gizli
şirktir ve sahibi şirk olduğunun farkında değildir. Gizli şirk onu talep ettiği
yüce gayeden perdeler. Böyle bir iddia; sahibi, sebebin bulunmadığı anda
sıkıntı çekerken sebebin bulunmasıyla dinginleşir, Allah Teâlâ’yı ve O’nun
fiillerini birleme iddiasında ise dürüst değildir. Bu konudaki eksikliği,
sebepleri ilah yapmamış olsa bile, bu tevhidi kaçırdığı ölçüdedir.
Şöyle diyebilirsin: Müşrik olduğunu
iddia eden birisi bu iddiasında doğru söylemektedir. Peki doğruluk ona neden
fayda vermez? Şöyle
deriz: Müşrik ilahlığı ilah olmayana nispet ettiği için
yalancıdır. Bu durum onu kâfir yapan bir iddiadır. Böyle birisi müşrik olma
iddiasında doğru sözlüyken ‘ilahlıkta şirkin ve ortaklığın doğru olduğu’
iddiasında yalancıdır. Akli ve dini delillerde, bu konu araştırılmış, ortaklık
iddiasının doğruluğuna delil bulunamamıştır. Allah Teâlâ peygamber göndermekle
kullarını şeriatlarla sınamış, sonra müminleri sebepler vasıtasıyla imtihan
etmiş ve sınamıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ her sınıfı kendi iddiasma göre
sınamıştır. Kim doğru söylerse, doğruluğu iddiasma göre ona kazanç sağlar. Bu
nedenle doğru söyleyenlere doğrulukları sorulur: Acaba emredilen hususta mı
doğru söylemişlerdir, yoksa mubah kılınan bir hususta mı doğru söylemişlerdir?
Yoksa onlar doğru söylemiş olsa bile, Allah Teâlâ’nın yapmasını yasakladığı bir
hususta mı doğru söylemişlerdir? İşte onlara hangi konuda doğru sözlü
oldukları sorulur. Çünkü laf taşıyanlar veya gıybet edenler de doğru söyler.
Hâlbuki Allah Teâlâ bu insanları kınamış, doğru söylemelerine rağmen
kendilerini tehdit etmiştir. Bu nedenle doğru sözlülere hangi konuda doğru
söyledikleri sorulaçaktır. Bu da Allah Teâlâ’nın onları sınamasının bir
yönüdür. Bütün bunların kaynağı ve dayanağı, insanların yapılarına
yerleştirilmiş iddialardır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın hitabında onları sınadığı
hususlardır ve Allah Teâlâ kimin doğru kimin yalan söylediğini öğrenmek üzere
onları sınayacağını belirtmiş, bu sınamada kendisini sınamayla bilgi alan
konumuna yerleştirmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ, bu sınamadan önce de onlardan
meydana gelecek fiili biliyordu. Kendi iddiasınca Allah Teâlâ’yı tenzih
edenlerden birisi ‘Allah Teâlâ böyle bir konuda bilgi almaz’ der. Ona göre Allah
Teâlâ, bir meseleyi bilhassa falan şahıstan gerçekleşmesi itibarıyla öğrenmez.
Böyle söyleyenler, bu konuda kendisine bir eziyet bulunur endişesiyle, Allah
Teâlâ’nın kelamını reddetmiş ve onu tevile kalkışmıştır.
Zahirîlerin bir kısmı, ayette geçen lafza bağlı olarak, Allah
Teâlâ’nın bilgisini sınama yoluyla edindiğini iddia etmiştir. Bazı insanlar
ise, bu ifadeyi bilginin gerçekleşmesi esnasında o şeye ilişmesi anlamında
yorumlamıştır. Onlara göre ilahi bilgi kadim iken ilişme hâdistir (sonradan
meydana gelmiş). Müminlerin bir kısmı ise bu konudaki bilgiyi Allah Teâlâ’ya
havale ederek belli bir tevile kalkışmadan iman etmiştir. İşte inanılan en
sağlam inanç budur. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın kendisine dilleriyle iman
ettiğini iddia eden kullarını sınamasıdır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Ta ki bilelim’348 demiş, sonra
da ‘Sizi sınayacağız’349
demiştir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ sizden cihat edenleri ve
doğru söyleyenleri öğrenmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz’350 der. Allah Teâlâ bu
ikisini ayırt ederek mücahitleri belli bir ödülle ödüüendirmiş, sabredenleri de
ödüllendirmiş ve sonra şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ yalan söyleyenleri ve doğru söyleyenleri bilir.’351 Ayetin öncesinde ‘fitne’ zikredilmiştir ki, sınama ve
imtihan etmek demektir.
insan bedeninin yapışma baktığında, kendisinden yaratıldığı
yeryüzü ve toprağı karşısında bulur. İnsan topraktan yaratılmış olduğu gibi
bedenini ayakta tutan gıda da topraktandır. Allah Teâlâ genel itibarıyla
insanın rızkını topraktan başka bir şeyden vermemiştir. Haklarında topraktan
rızkını vermemek şeklinde âdeti aştığı kimseleri de doğalgizli bir şekilde
rızıklandırmıştır ki söz konusu doğal şey, kişinin hayatını baki kılan
sebeptir. Allah Teâlâ o kişide sadece Allah Teâlâ’nın ve O’nun öğrettiği
kimselerin bildiği latif bir şeyle sıcaklığı ve hayatının maddesi olan yaşlığı
artırır. Çünkü Allah Teâlâ sebepleri bir kez koyduktan sonra, artık onları
kimse adına kaldırmaz, sadece kullarının bir kısmına sayesinde sebeplerin
karanlıklarında yürüyebilecekleri nur verir, bundan başkasmı yapmaz. Onlar
nurları ölçüsünde bunu görürler. Öyleyse ‘sebepler perdesi’ hiç bir zaman
ortadan kalkmaz ve böyle bir şeyi arzulamaman gerekir. Hakk seni bir sebepten
taşırsa, başka bir sebep vasıtasıyla seni taşır. Dolayısıyla genel anlamda
sebepten yoksun kalmazsın. Çünkü sebep Allah Teâlâ’nın kendisine bağlanmayı emrettiği
ipidir. O, indirilmiş şeriattır ve sebeplerin en güçlüsü ve doğrusudur. Bu
sebeplerin karalarında ve deryasının karanlıklarında kılavuzluk yapan ışık o
şeriatın elindedir. Kim böyle yaparsa -ki sebep demektironun karşılığı da böyle
olacaktır. Dolayısıyla arzulanmaması gereken bir şeyi arzulama! Fakat Allah
Teâlâ’dan bu nurdan zatına yaymasını iste! Allah Teâlâ bedeninde delikler
yaratarak, latif şeyleri izhar etmiştir ve doğal hayatın maddesi olan havanın
seni ihata etmesini sağlamıştır. Çünkü hava özü gereği sıcak ve yaştır. Allah
Teâlâ sende bir çekme gücü yaratmıştır. Bu güç, alışıla gelmiş sebeplerden
mahrum kaldığında, havayı burun deliklerinden çeker. Sen farkında değilken,
bedenin o havayla beslenir. Haşaratın bir kısmının besininin bedenlerindeki
deliklerden çektikleri yaşlık olduğunu öğrendik. Onlar, bu yaşlığı -ifrat ve
tefrit olmaksızınbelirli bir ölçüde çeker ve hayvanın bekası o özel şeye
bağlıdır.
Değerli kardeşim! Bilmelisin ki, bedenin, Allah Teâlâ’nın
kendisinde O’na ibadet etmeni emrettiği yeryüzü ve geniş arzdır. Ruhim beden
arzında yerleşik olduğu sürece bu emirle yükümlüsün. Ruhun bedenden ayrılınca,
bedenin toprakta gömülmüş olsa bile, bu yükümlülük senden düşer. Böylece
(ayette sözü edilen) yeryüzünün bedeninden başkası olmadığını anlarsın. Allah
Teâlâ seni içerdiğin güç ve manalar nedeniyle geniş yapmıştır. Bunlar, sadece
insanın beden arzında bulunabilen güçlerdir. Allah Teâlâ’nın ‘Oraya hicret
etseydiniz’ ayetine gelirsek, yeryüzü, heva gücünün ve aklın yeridir. Ayette
siz hevanın yeri olan arzdan aklın arzına hicret edin denilir. Bütün bu
durumlarda, yeryüzünün dışma çıkmazsın. Heva gücü seni kullanırsa, seni
alçaltır ve yok eder. Şeriat kandilini elinde tutan akıl seni kullanırsa,
kurtulursun ve Allah Teâlâ bu akıl sayesinde seni kurtarır. Çünkü eksiklik ve
kuşku özelliklerinden arınmış selim akıl, işleri bulundukları hal üzere idrak
etmen için Allah Teâlâ’nın basiret gözünü açmasından ibarettir. Böylelikle Hakk
ettikleri gibi onlara davranır, her Hakk sahibine hakkını verisin. Geniş beden
arzmda Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyen insan, kendisinden yaratıldığı arzmda O’na
ibadet etmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘insanın yaratılışına topraktan başlamış, sonra onun
zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir352 buyurur. Kastedilen, beden arzından çıkıp kadının rahmine
yerleşen sudur (meni). ‘Sonra onu düzenledi.’353 Beden arzının düzenlenip içerdiği yaşlık ve sıcaklıkla
tutuşmaya elverişli olmasından sonra Allah Teâlâ ona üflemiş ve böylece
tutuşmuş, bu tutuşma ‘ruh’ olmuştur. Öyleyse ruh da ondan çıkmış ve ondan
yaratılmıştır. Bu bedende akıl, yeryüzündeki aym benzeridir; yeryüzü ışığını
ondan alır. Fakat evler, duvarlar ve kilider gibi engelleyiciler nedeniyle
ışığın nüfuz edici bir etkisi olmamıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ beden
arzmda akıl için şeriatı kandil yapmış, bu sayede lambanın ışığıyla yeryüzünün
köşeleri aydınlanmıştır. Böylelikle akıl nurunun vermediği -ki ay
konumundadırbilgileri verir. Sonra bizi tekrar toprağa döndürecektir. Başka
bir ifadeyle Allah Teâlâ, kendisine ibadet etmek üzere bizi yeryüzünde ve
topraktan yarattığı gibi O’nu müşahede edelim diye bizi ahirette yeryüzünde ve
topraktan yaratacak ve çıkartacaktır.
Allah Teâlâ dünyada O’na ibadet edelim diye ruhlarımızı
bedenlerimizin arzından yaratmıştır. Ahirette ise -eğer mutlulardan isekO’nu
müşahede edelim diye bedenlerimizi arzımıza yerleştirecektir. Nitekim Allah
Teâlâ bize inayet ettiğinde, dünya yaratılışında da kendisine iman etmiştik.
Oradaki durum, yaratılışın bu husustaki taksimine göre, buradakinin aynıdır.
Yarm da böyle olacaktır. Ölüm ise iki yaratılış arasında berzah halidir ve
ruhlar, tıpkı uykudaki bedenler gibi, berzahi ve hayalî bedenler olarak orayı
doldurur. Onlar, bu arzın cisimlerinden olan bedenlerdir. Çünkü hayal de beden
arzının güçlerindendir. Ruhlar da ondan veya ondan olan şeyden var olmayı
sürdürür. Bunu bilmelisin.
Öyleyse Allah Teâlâ’nın arzı, içinde
medfun olduğun var olan bir unsurdur. Aklın ve şeriatın kandili var olduğu
sürece, sana Rabbine ibadet etmen emredildi ve geniş beden arzında defnedildin.
Öyleyse sen, Rabbine ibadede memursun! Gerçekte sana ait beden arzı, Allah
Teâlâ’nın geniş arzdır. Allah Teâlâ bu arzda ölene kadar kendisine ibadet
etmeni emretti. ‘Kim ölürse, kuşkusuz, onun kıyameti kopmuştur.’ Bu,
cüzi-tikel kıyamettir ve bu durum ‘Orada sizi tekrar
döndürür’354 ayetinde belirtilir. Beli bir şahsın
ölümüne bağlı olan cüzi kıyametin mahiyetini anlayınca, yeryüzündeki bütün
ölümlülere ait genel kıyametin ne olduğunu da öğrenirsin. Ahiret yaratılışı
karşısında berzahın müddeti, (dünya hayatında) kadının karnında cenini taşıma
süresi kadardır. Allah Teâlâ onu bir yaratılıştan sonra, başka bir yaratılışla
inşa eder ve böylece kıyamet günü oluncaya kadar yaratılışta tavırdan tavra
girer. Bu nedenle birisi ölünce, ‘kıyameti koptu’ denilir. Yani berzahtan
diriliş vaktine kadar olan sürede diğer yaratılış ortaya çıkmaya başladı
demektir. Nitekim doğumla insan anne karnından yeryüzüne gönderilir. Yeryüzünde
bedeninin yapısının tedbiri, berzahta kalacağı süre kadardır. Bu sürede onu
tesviye eder ve ahiret hayatına uygun bir tarzda daha misali bulunmayan bir
şekilde düzenler, insan orada, yani ahiret arzında yükümlülük ibadeti tarzında
değilzati ibadetle Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Çünkü ahiretteki keşif,
kendisine kul olunması gerekenden başkasma kul olmayı engeller. Allah Teâlâ
adamları ise dünya hayatında bu makama ulaşırlar. ;
Allah Teâlâ senin bedeninin arzını yarattığında, onda bir
Kâbe yaratmıştır. Kabe kalbindir. Allah Teâlâ kalb evini mümindeki evlerin en
şereflisi yapmıştır. Göklerin -ki Beyt-i mamur oradadırve Kabe’nin bulunduğu
yeryüzünün kendisini sığdıramadığını ve dar geldiğini, hâlbuki müminin
bünyesindeki kalbin O’nu sığdırdığını bildirmiştir. Burada ‘genişlik’ derken,
kastedilen Allah Teâlâ’yı bilmektir. Bu durum, kalbin ‘geniş arz’ ve ibadet
arzı olduğunu gösterir. Sen de gözünle Allah Teâlâ’yı görürcesine, O’na ibadet
edersin. Çünkü kalbin, gözünün kendisini idrakinden perdelenmiştir, çünkü o
senin içindedir. Böylece şanına layık tarzda O’nu görür gibi zatında O’na
ibâdet edersin. Kalp gözün ise O’nu müşahede eder. Çünkü Allah Teâlâ bilinmek
anlamında kalp gözüne görünür. Böylece basiret gözüyle O’nu görürsün ve sanki
baş gözünle de O’nu görmüş olur, ibadetinde iki sureti birleştirirsin: Allah
Teâlâ’nın hayalde Hakk ettiği ibadet ile hayalin dışında Hakk ettiği ibadet.
Başka bir ifadeyle mutlak ve mukayyet ibadede Allah Teâlâ’ya ibadet edersin. Bu
imkân başka bir yaratılışta gerçekleşmez. Bu nedenle Allah Teâlâ müminin
bünyesini saygın Harem’i ve kerim ve azîm Ev’i yapmıştır. Biz de şu beyitlerde
bu anlama işaret ettik:
Kim bütünüyle Hakk
olursa
Ondan tamamen zail
oldu ?
Hâk
var olan bir şahıs .
Sen
de O’nun gölgesi
Veya
sen O’nda O’nun gölgesi .
'
Emir
bütünüyle Hakk .
Harem’i
muhterem '
'
Helal onu helal
kılmaz
. Layık olmayan her şeyden;
Çünkü yüceltir onu
Öyleyse mümin-insan-ı kâmilin dışındaki bütün yaratıklar, Allah
Teâlâ’ya görmeden ibadet ederken insan-ı kâmil müşahede ederek O’na ibadet
eder.-Kul iman sayesinde kemale erer-ve bu durumda keskin bir ışığa sahiptir.
Hatta mümin bütün karanlıkları ortadan kaldıran keskin nurun kendisidir.
İnsan-ı kâmil müşahede ederek Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğinde, O’nu bütün
güçleri olarak görür ve bu durumda başkası bu ibadeti yerine getiremez.
Başkasının bu ibadeti yerine getirmesi de beklenemez. Bu makam, sadece mümin
insan adına gerçekleşir, çünkü o Rabbinden dolayı mümindir, çünkü Allah Teâlâ
el-Mümin’dir.
Bilmelisin ki, bu menzilde değilsen
bu derecede bir tecrüben ve kademin de yok demektir. Ben ulvi dereceyi elde
etmeni sağlayacak hususlara dikkatini çektim ki Allah Teâlâ’nın herkesi bir
mizaçta yaratmadığını öğrenesin. Allah Teâlâ onları farklı mizaçlarda
yaratmıştır. Bu durum, onların arasında akli düşünme ve imandaki
farklılıkların varlığı nedeniyle, bedihi ve zorunlu olarak anlaşılır. Hakk
cihetinden, insanın kardeşinin aynası olduğu sana bildirilmiştir. Mümin
kardeşinde bir insanın vasıta olmaksızın kendinden göremeyeceği şeyleri
görebilir, çünkü insan arzusuyla perdelenmiş ve ona bağlanmıştır. Kendi
niteliğini başkasından görünce, kendi ayıbını başkasında görür; çirkin bir huy
ise çirkinliğini, güzel ise güzelliğini görür.
Bilmelisin ki, aynalar farklı
şekillere sahiptir ve uzunluk, genişlik, düzgünlük, eğrilik, yuvarlaklık,
eksiklik, azlık, çokluk gibi her bir aynanın şeklinin verebileceği durumlara
göre, görüleni dönüştürerek yansıtırlar. Peygamberlerin Rablerinden gelen
elçilik görevine kabiliyetli olsunlar diye, insanların arasında en düzgün
mizaçlı kimseler olduklarını da biliyorsun. Her biri, elçilik ve risalet
görevini Allah Teâlâ’nın onun mizacına verdiği terkip ölçüsünde kabul edebilir.
Her peygamber, özel ve sınırlı bir mizaca sahip olduğu için, belli bir kavme
gönderilmiştir. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i ise tüm
insanlara genel risalet göreviyle göndermiştir. Onun böyle bir risalete
kabiliyedi olabilmesinin yegâne sebebi, tüm nebi ve resullerin mizacını
içerecek genel bir mizaçta yaratılmış olmasıdır. Binaenaleyh Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, mizacı en dengeli, en yetkin ve yaratılışı en
sağlam olan insandır. Bunu bilmelisin!
Hakkı, insanın yaratılışı için
kendisiyle ortaya çıkabileceği en yetkin surette görmek istersen, bilmelisin
ki, sen sana ait değilsin. Ya da sen Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
mizacı gibi bir mizaca sahip değilsin. Hakk sana kalbinin aynasında tecelli
ettiğinde, Hakkı sana kendi mizacmm ve şeklinin suretine göre kendi aynan
göstermiştir. Kuşkusuz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendi
yaratılışında Rabbini bilmesini sağlayan dereceden daha aşağıda olduğunu
bilirsin. Öyleyse iman etmelisin, peygambere uymalı ve onu kendi suretini ve
başkasının suretini kendisinde gördüğün bir aynaya çevirmelisin. Böyle yapınca Allah
Teâlâ’nın aynasında Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e tecelli etiğini
de bilirsin. Aynada görenin bakışında bir etkisinin olduğunu belirtmiştik. Hakk
en kâmil, mutedil ve güzel tarzda Muhammed aynasında zuhur eder, bunun nedeni
onun aynasının kendiliğindeki durumudur. Hakkı Muhammed aynasında idrak
edersen, kendi aynana bakarken idrak etmediğin bir kemali idrak edersin. İman
bahislerine ve Hakkın kendi adına akılların imkânsız sayıp şeriat dilinin
tespit ettiği hususlara bakmalısın! Şeriat ve şeriata iman olmasaydı, aklî
düşüncemizle bunlardan herhangi birisini kabul etmez, hemen reddeder ve onu
söyleyeni cahil ilan ederdik. Risalet ve iman, Hakkın kendi yönünden
idraklerini sağlayacak iman nasip etmediği akıllara, onların kavramaktan aciz
oldukları bilgileri verdiği gibi müşahede esnasında da mizaçlarımız ve akıl
aynalarımız Muhammed aynasında tecelli eden Hakkı kendi aynalarında idrakten
acizdir. Risalet hususunda görmeden kendisine iman ettiğim gibi bu nebevi
tecellide de görerek onu müşahede ettim.
O olmasaydı ve biz olmasaydık olmazdı olan
' Risalet gelmezdi Mevla Rahman’dan
Haber ve hükümlerle Tıbyan
dediler buna
Tevrat ve İncil
Furkan ve Kuran da denildi
Akıllılar fikirleriyle ‘Burhan’ dedi ona
Üçlendi: İslam diye Bir de iman ve ihsan diye
Kulunu yürüten münezzeh İhsanlarını
göstermek üzere
Rahman’ın suretine mahsus İnsan denilen o
varlık
Peygamberler ardı sıra geldi Grup grup veya
tek tek
Bize verdi ve bizi bürüdü Dilediklerini
gizlice
Cennet ve nehirleri
Sonra ravhan ve ardından reyhan
Sonra keşfederek sonra göstermekle
Gizleyerek ve bildirerek
Sana yapabileceğim bütün nasihatimi
yaptım. Hakkı sadece peygamberin aynasında müşahede etme peşinde ol! O’nu
kendi aynanda müşahede etmekten sakın. Bunun yanı sıra peygamberi veya Hakkın
onun aynasına olan tecellisini kendi aynanda müşahede etmek peşinde olma. Bu da
seni yüksek mertebeden düşürür. Sen peygambere uymalı ve onun peşinden gitmeye
çalışmalısın. Peygamberinin ayak izinin görülmediği bir yere ayak basma. Kâmil
müşahede sahibi olmak istersen, ayağmı yakınlık mertebesinde onun ayağının
ardına bas! Bana emredildiği üzere, bütün nasihatimi yaptım. ‘Açık
ayetler indirdik, Allah Teâlâ dilediğini doğru yola ulaştırır.’355
Bu menzildeki ilimlerden birisi, zan,
tahmin ve ilahi takrir ilmidir. İnsanların çoğundan gizlenen sırlar, bu
menzilden öğrenilir. Fertler bu menzilden öğrenilir. Büyük savaşlar bu
menzilden öğrenilir. Müsabaka, Allah Teâlâ ile kulları arasında gerçekleşen
yarışın yeri, bu menzilden öğrenilir. Bu, değerli bir bilgidir ve kimsenin
nitelemeyeceği ilahi rahmet ondadır. Tehdidin uygulanacağını ileri sürenlerin
görüşünün reddedilmesi, bu menzilden öğrenilir. Rahmetin herkesi kuşatması bu
menzilden öğrenilir, insan günah işlediğinde, ilahi intikama ve belaya maruz
kalır. Bu esnada insan ilahi intikama maruz kalacağı bir alanda dolaşmaktadır.
Allah Teâlâ bu yarışta günahları örten, silen, bağışlayan, merhamet eden,
yumuşak davranan gibi isimleriyle kuluyla yarışırken kul da günahları ve
hatalarıyla Hakka doğru koşar. Hakk da intikama koşar. Hakk kulundan hızlıdır
ve kul günahlara ulaşmazdan Hakk intikama ulaşır. Böylece el-Gaffar (örten) ve
kardeşleri olan isimlerle onu günaha karşı gizler ve örter. Başka bir ifadeyle Hakk
kulunu ‘örten’ vb. diğer ismiyle geçer. Kul yarışın ve yolun sonuna
ulaştığında, intikamın elGaffar ismi tarafından silindiğini görür.
Bu isim, ilahi intikam ile
günahkârlar arasında bir perde haline gelmiştir. Onlar ise bu isim ulaşmazdan
önce günaha ulaşacaklarına hükmetmişlerdi. Bu durum ‘Günah
işleyenler bizi geçeceklerini mi zannettiler’356 ayetinde belirtir. Yani onlar
günahlarıyla rahmetimin genişliğini geçeceklerini mi zannettiler? ‘Ne
kötü hüküm verdiler.’357 Aksine onlara olan rahmetiyle onları
geçen, Allah Teâlâ’dır ki bu keremin zirvesidir. Bu rahmet, tövbe etmeden ölen
günahkârda tehdidin infaz edileceğini söyleyenlerde ortaya çıkabilir. Günahkâr
öldüğünde Allah Teâlâ’nın rahmeti dilediği bir yerde onu karşılar. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmak isterse Allah
Teâlâ da ona kavuşmak ister, kim O’na kavuşmak istemezse O da ona kavuşmak
istemez’ hadisinin anlamı bu menzilden öğrenilir. Burada Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ ona kavuşmaz’ dememiştir. Allah Teâlâ sadece
kendisine kavuşmayı nahoş bulanla kavuşmayı nahoş bulur. Günahkârın nahoş
bulduğu şey, suçuna karşı intikam alıcı ve cezalandırıcı olarak Hakkın
kendisini karşılamasıdır. Allah Teâlâ da günahkârın nahoş bulduğu şeye göre
kendisini karşılamayı nahoş bularak onu mağfiret etmek ve razı olmak üzere
karşılar; Çünkü Allah Teâlâ, kendisine kavuşacağına inandığı halde bu insanın
O’na kavuşmayışı istemeyişinin yegâne nedeninin günahkârken Allah Teâlâ’ya
kavuşmayı istemeyişi olduğunu bilir. Bu nedenle Allah Teâlâ da günahın hakkı
olan cezalandırmayla kulunu karşılamayı istemez. Buna mukabil, onu affederek ve
mağfiret ederek karşılar.
Zatın -ilah olması yönüyle
değilbizatihi kendisi bakımından Hakk ettiği özellikler bu menzilden öğrenilir.
Gerçekte Allah Teâlâ’ya ait olsalar bile, kendilerine dayandıktan sonra bütün
işleri dilediği kullarına döndürmesi bu menzilden öğrenilir. Mümin nefisler
ile günahkârlar arasına perdelerin çekilmesi bu menzilden öğrenilir. Onlarm
arasından günahkârlar söz konusu olunca, bu kez perdeler günahkâr ile cezalar
araşma çekilir. Allah Teâlâ’nın kullarına, maksatlarına uygun davranması bu
menzilden öğrenilir. Âlemde tesir eden ve âleme yerleştirilen sebeplerin
menzili bu menzilden öğrenilir. Sebeplerin neye çağırdıkları ve bunlardan
icabet edilip edilmemesi gerekenler bu menzilden öğrenilir. Uzakların yakınlara
ve aşağıdakilerin yücelere kavuşması ve bu konudaki kaynaşma bu menzilden
öğrenilir. Hakk ile yaratıkları denk sayanın bilgisizliği bu menzilden
öğrenilir. Âlemin Allah Teâlâ katındaki mertebelerini bilmeyenin durumu bu
menzilden öğrenilir. Tefsir ve temyiz,
amelinden sahibine dönen ve dönmeyen
hususlar, bu menzilden öğrenilir. Eşyanın ömürleri, bu menzilden öğrenilir.
Bu, bir şeyin suretinin bozulana kadar baki kalmasıdır. Sureti bozulduğunda, Hakk
ettiği ad ortadan kalkar. Bu şey donuk, bitki veya hayvan olabilir.
Kevnî sebepler yoluyla ilahi
cezalandırma, bu menzilden öğrenildiği gibi sayesinde ceza verilen şeylerin
her biri Allah Teâlâ’nın bir askeri olduğu bu menzilden öğrenilir. Alemin birbirlerine
ayet olması, bu menzilden öğrenilir. Mümin olan ve olmayanların nasihaderi bu
menzilden öğrenilir. Delillerin açıklanması bu menzilden öğrenilir. Her vakit
ihtiyaç duyulan şey bu menzilden öğrenilir. İtibar, irade meşiyet bu menzilden
öğrenilir. İşlerde kendisine dayanılıp dayanılmayacak hususlar, bu menzilden
öğrenilir.
Mümin kardeşine kötülük yapmak
arzusunun mümine dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu durum bütün ümmederde
böyledir. Kıyamet günü olabilecek bir niteliği dünyada isteyenin durumu bu
menzilden öğrenilir. Böyle birinin Allah Teâlâ katındaki durumu nedir? Hicret
ve muhacir, bu menzilden öğrenilir. Vehb olmaksızın vehb, bu menzilden
öğrenilir. Bildiği halde, cahilin cEğer bu
Kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır veya bize
acı verici bir azap getir’358 demesine yol açan
sebep bu menzilden öğrenilir. Böyle ayedere misal olarak, ‘Doğru
sözlüysen, Allah Teâlâ’nın azabım getir’359 ayetini verebiliriz. Bu ilahi habere
bakmalısın, çünkü böyle bir söz, onların yalanlamadaki abartılarıdır. Onlara
göre peygamberin doğru söyleme ihtimali olsaydı, böyle demezlerdi. Çünkü
nefisler, menfaaderini çekmek ve zararlarını def etmek özelliğinde
yaratılmıştır.
Peygamberlerin ümmedere yumuşaklık
göstermesi ve onlara dua etmesi, bu menzilden öğrenilir. Ahiret hayatını ve
öteki zamanı bilmek, bu menzilden öğrenilir. Doğan güneş ya da kabul
edilebilir bir delil yokken, bu mesele neye döner? Sebeplerin tür tür olması bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın dışında ilah edinenlerin mertebeleri bu
menzilden öğrenilir. Alimlerin ve metafizikçi hakimlerin sınıfları bu menzilden
öğrenilir. Müminin kendisine karşı sabretmesi gereken husus bu menzilden
öğrenilir. Sanat ve sanatkârın durumu, bu menzilden öğrenilir. Hadis üzerinde
tartışmak ve tartışanların mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Muhkem karşısmda
mücmelin veya müteşabih karşısında mufassalın durumu bu menzilden öğrenilir.
İmanın gerçek olmayan şeye ilişmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu husus ‘Batıla
iman edenler’360 ayetinde belirtilir.
Bedbahtlık talebini hemen istemeyi gerektiren duacı, bu menzilden öğrenilir.
İman ve zülüf mertebeleri, sabır ve tevekkül mertebeleri, doğruyu bilip ondan
uzak duranlar ve bu konuda övülen ve kınanan hususlar, bu menzilden öğrenilir.
Misal olarak gıybet gibi uzak durulması emredilen doğruyu verebiliriz. Övülen
ve kınanan bast hali bu menzilden öğrenilir. Bir şeyi bilip kendisine bildiği
söylenenin durumu bu menzilden öğrenilir. Varlıklara yayılan hayat, bu
menzilden öğrenilir. Onun dünyada örtülü kalıp ahirette açığa çıkması ve
dünyada onu keşf edenin hangi gözle keşfedebileceği bu menzilden öğrenilir.
Zorunluluk bu menzilden öğrenilir. Onun gitmesiyle nasıl gider? Allah Teâlâ’ya
giden yollar, bu menzilden öğrenilir. Bunlar farklı olsalar bile hepsi
doğrudur. Bunların arasından övülen ve kınananlar bu menzilden öğrenilir.
Saliki mutluluğuna ulaştıranlar ile Allah Teâlâ’ya ulaştırıcı olsalar bile
saliki muduluğundan uzaklaştıranlar bu menzilden öğrenilir. İlahi beraberlik,
bu menzilden öğrenilir. Varlıkların bu konudaki mertebeleri, bu menzilden
öğrenilir.
Bu menzilin içerdiği bazı genel bilgiler bunlardır. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ELLİ ALTINCI BÖLÜM
Üç Gizli Sırrın Menzilinin Muhammedî Mertebeden Bilinmesi Hakkındadır. İlahi
Edepte Arabînin Sırrı, Nefsi ve Tabii Vahyin Bilinmesi
Nefsimi nefsim için bezlettim ki, ulaşayım Bende olup da
yerini fark etmediğim kimseye
Bana benzeyen bir şeklini görene dek
Peygamberinin bir emriyle O'nda gaib oldum
O’nunla nimetlenmek ve ahlaklanmak
isimlerle Bir bak, Yaratanın hallerine!
Rahman hitap ederse sana kitaplardan
Hikmetinin sırrıyla, hazır bulun orada!
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ boşluğu âlemle doldurunca, boşluk onunla dolmuştur.
Sonra Allah Teâlâ bir kısmı ötekilerine dönüşebilsin diye onda hareketi
yaratmıştır. Dönüşen şeyin doldurduğu boşluğun doğası nedeniyle, başkalaşmalar
sayesinde farklı suretler ortaya çıkar. Dolayısıyla âlem sürekli başkalaşır ki
insanların çoğunun hakkında kuşkuyu kapıldığı ‘yeniden yaratma’ bu demektir. Allah
Teâlâ’nın sırlarında bu meseleyi gösterdiği Allah Teâlâ ehli ise dünyanın
ahirete ahiretteki (şeylerin) de birbirlerine nasıl dönüştüğünü görür. Nitekim
ahiretteki bazı şeyler dünyevî (şeylere) dönüşür. Bu durum, Nil, Fırat, Seyhun
ve Ceyhun’un cennet nehirleri olduklarıyla ilgili hadiste belirtilir. Bu
nehirler, dünyaya yönelerek ahiretteki suretlerinden başka bir surette dünyada
ortaya çıkmışlardır. Başka bir misal, ‘Benim kabrim ile minberim arasında cennet
bahçelerinden bir bahçe vardır’ hadisinde belirtilir. Böylece o bahçe, belirli
ve hesap edilir bir ölçüyle dünya toprağına dönüşmüştür. Aynı şey, Muhassar
vadisi için geçerlidir. O da cehennemde bir vadidir ve dünyaya ulaşmıştır.
Âdem, Havva ve İblis ahiret âleminden dünyaya gelmiş, tekrar ahirete
döneceklerdir. Böylece hareketin onları taşıdığı mevhum yerin doğasmm gereğiyle
suretleri değişir ve başkalaşır. Başka bir ifadeyle söz konusu hareket onlarda
bir etki yaratır. Bu varlıklar ruh ve cisim olabileceği gibi mekânsız da olabilirler.
Binaenaleyh onları sürekli hareket ettiren, Allah Teâlâ’dır.
Biz olmasaydık, ahiret dünyadan
ayrılmazdı. Allah Teâlâ bu izafette âlemden sadece insan türünü ve cinleri
dikkate almış, ez-Zahir isminden zuhuru insana verirken el-Bâtın isminden de
bâtınlığı cinlere vermiştir. Bu ikisinin dışındakiler de onlara amade ve
musahhar kalınmıştır. Nitekim bu türler de, Allah Teâlâ’nın kendilerini
yerleştirdiği dereceleri nedeniyle, birbirlerine amade kılınmıştır. Böylelikle
dereceler, ilahi hareketin kendilerini taşıdığında dönüştükleri şeyin suretini
verir. Bu suretler gözlerimize burada göründüğü için, burası ‘dünya diyarı’
diye ve ‘ilk yer’ diye isimlendirilmiş ve ‘dünya hayatı’ denilmiştir. Berzaha
intikal edip oradaki bulunan suretlere -ki bu suretlerde neşir ve diriliş gerçekleşir*
dönüştüğümüzde ise o yer ‘ahiret’ diye isimlendirilir. Ahirette iş sürekli
yaratılış üzere sürer. Orada cennet ehli cennette, cehennemlikler sonsuza
kadar cehennemdedir. Ahirette bir hakikatte yeniden yaratma görürüz. Öyleyse
âlem, mütenahi-namütenahidir.
Hal böyleyken, bu nedenle insan
kendini cennette veya kıyamette veya başka bir yerde veya bildiği ve bilmediği
bir surette ve başka bir halde gelişiyorken bulur. Bu yönüyle insan, uyanıklıktan
uykuya ve bazen aşina olduğu bazen olmadığı suretlere veya sevinmesini
sağlayan güzel ve övülen hallere veya üzülmesine yol açan kötü ve kınanan hallere
dönüşür ve taşınır. Sonra başkalaşma hızla devam eder. Bu kez uykuda kendisine
taşındığı mananın gereğini yerine getirmekle -ki uykuda ona
taşınmıştıuyanıklığa döner. Bu esnada o özel başkalaşmanın verdiği şey
kendisinde kalır. Bu, bir sebep olmaksızın uyanmak demektir. Bu uyanma, nefsin
gözün rahadamasını sağlayacak hakkını uykudan almasıyla gerçekleşen doğal
uyanmadır. .Uykudan uyanıklığa bir sebep nedeniyle geçtiğinde işe ya duyu
yönünden veya korkutucu bir nedenle veya uykuda ortaya çıkan ve uyanmaya yol
açan sıkıcı bir hareketten olabilir. Böyle bir uyanma, göze doğal uykudan olan
payının verilmesine denk düşerse tamamdır; onunla örtüşmez ve uyandıran sebep
olmasaydı göz hakkını alana kadar kişi uyumaya devam edecek idiyse, gözün hakkı
geride kalır ve başka bir uykuda göze hakkını verir. Bu nedenle uyuyanların bir
kısmının uykuları uzun sürer. Bu uzunluğun sebebi zikrettiğimizdir. Uykunun
kısalığına gelirsek, onun iki sebebi vardır: Birincisi, belirttiğimiz üzere,
ya kendisini uyandıran bir sebebin varlığı veya o özel uykuda sahip olduğu
mizaç nedeniyle göze hakkının verilmiş olmasıdır. Çünkü yorulan insanın
mizacıyla rahattakinin mizacı bir değildir. Yorulan insan yorgunluğunu ortadan
kaldıracak rahatı arar. Böylelikle uyku kendisini kaplar ve uzun sürer. Çünkü
o, tam olarak rahaüamak istemektedir. Dolayısıyla uykusunu tam olarak almadan
üç sebepten birisi veya hepsi veya hangisi gerçekleşmişse ona göre bir kısmı
ortaya çıkmadan uyanmaz. Bu sebepler uykusunda gördüğü sıkıcı bir durum veya
uyanık birisinin kasıtlı veya yüksek sesle veya hareketle onu uyandırmasıdır.
Kısaca duyu âleminde gerçekleşen bu sebeplerden herhangi birisi onu uyandırmak
üzere kaşıdı olabileceği gibi uyandırma kastı olmaksızın tesadüfen de gerçekleşebilir
ye onu uyandırabilir. Üçüncü durum, nefsin yapmak istediği bir işi yerine
getirmek düşüncesiyle ilgiliyken uyumaktır. Nefs o düşüncenin etkisinde ve
onunla meşgulken uyar. Bu düşünce onu sıkar ve göze uykudan hakkını vermeden
uyanır.
Bu açıklamaları yapmamızın maksadı,
âlemin her nefes başkalaşma ve dönüşme içinde olduğunu belirtmektir.
Başkalaşmaya kabiliyetli cevher kendiliğinde başkalaşmayan sabit bir hakikat
olmasaydı, o başkalaşmadan önce üzerinde bulunduğu durum bilinmezdi.
Başkalaşmaların bir kısmı gizlidir ve idrak edilemez. Bir kısmı nefsin
algılayacağı kadar açıktır. Bu kısma misal olarak zahiri düşünce ve hareketlerde
hallerin başkalaşmasını verebiliriz. Bazen başkalaşma algılanmayacak kadar
incelir ve gizlenir. Misal olarak bilgi ve güçlerde veya renklilerin
benzerlerinin yenilenmesiyle renklerinin başkalaşmasını verebiliriz. Böyle bir
başkalaşma keşif ehli tarafından algılanır. Onlar, bu durumu algılar ve
başkasını bu durumu algılamaktan körleştiren perdeyi ancak keşif kaldırır.
A '
Şöyle sorabilirsin: Alemdeki
cevherlerin kendisine dönüştüğü cevherin mahiyeti nedir? Şöyle deriz:
Mümkünler sabit şeyliklerinde onlardan başkası değildir. Bu durum ‘Bizim
irade ettiğimiz bir şeye sözümüz ol demektir’361 ayetinde belirtilir. Bir şey ‘ol’
sözünden ortaya çıktığında, artık o varlık şeyliği değildir. Bu durum ‘Beni
önceden yarattım, sen bir şey değilken’362 ayetinde belirtilir. Seni ben takdir
ettim, varlık şeyliğin yoktu. Bu, gerçekte zuhur şeyliği, yani kendisini için
ortaya çıkmaktır. Bununla birlikte sübut şeyliğinde kendi hakikatiyle zuhur
ederek başkasından ayrılmıştır, fakat bu zuhur -kendisi için değilRabbi
içindir. Bir şey zuhur etmesi için söylenen ‘ol’ emrinin kendisine ilişmesinden
sonra, kendi adma ve kendisi için zuhur edebilir ve bunun ardından kendisi adma
zuhuru elde eder. Artık kendisini bilir, kendisini görür, sübuti şeyliğinden
varlık şeyliğine dönüşür. Şöyle de diyebilirsin: cO daha önce
kendisi için zuhur etmemişken, Alim ve Aziz’in takdiriyle kendisi için zuhur
ettiği bir Hakk dönüşmüştür.’ Doğan bir ışık, dönen bir felek ve yüzen bir
yıldız olmak üzere bütün âlem, ilahi vahiyle doğma ve batma arasındadır. İlahi
vahiy âleme zuhur ve gizlenme emrini verir. Aynı zamanda (bütün bu
unsurlarıyla) âlem nefsin vahyiyle hareket eder. Söz konusu vahiy, Hakkın
âlemden ve âlemin
Haktan talep ettiği şeydir. Böylece Hakk
kendisine vahyettiği gibi âlem de Hakka vahyeder. Hakk bazen kulunun kendisine
vahyettiği şeye göre davranırken bazen öyle davranmaz. Nitekim kul da böyledir.
Hakk ona vahiyle bir emir yerdiğinde, kul onu yapar veya terk eder. Böylelikle
bazen O’na itaat ederken bazen asidir. Binaenaleyh Hakk verirken ve vermemede
yükümlü kulun suretiyle tezahür eder. Bu esnada kul Hakta kendi suretini
görmüştür. Öyleyse kul herhangi bir hususta Hakka dua eder de Hakk karşılık
vermezse, sadece kendisini kınamalıdır.
Meleklere bakınız! Onlar Allah Teâlâ’nın
kendilerini çağırdığı işte O’na asi olmadıkları için -nitekim Allah Teâlâ
onlardan haber verirken böyle derhangi iş için dua ederlerse, Allah Teâlâ da
onlara olumlu karşılık verir. Çünkü onlar, Hakkın davetine karşılık
vermelerini engelleyecek bir surete sahip değillerdir. Alem ise Haktan üzerinde
bulunduğu durumu müşahede eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, Fatiha okuduktan sonra ‘âmin’ diyen hakkmda ‘Amin demesi meleklerin
âmin demesine uyan insan bağışlanmıştır’ der. Çünkü meleklerin âmin demesi ve
duaları Allah Teâlâ katında makbul ve karşılık bulan bir duadır. Kulun ‘âmin’
duası da meleklere icabet vaktine denk gelmiş, dolaylı olarak onun için de
icabet gerçekleşmiştir. Ne var ki onun içinde bulunduğu hal, belirli bir vakitte
Hakkın emrine bağlanmasına karşılık olarak kendisine olumlu karşılık vermeyi
gerektiren vakit olmalıdır.
Âlemde aslolan, yaratılıştaki ilahi
emri kabuldür, isyan ve itaatsizlik, nispi olarak kendisine ilişen geçici
durumdur. Gerçekte hiç kimse Allah Teâlâ’ya asi olamaz veya O’na itaat edemez.
Bütün iş, ‘Emir O’na döner’363 ayetinde belirtildiği üzere, Allah
Teâlâ’ya aittir. Öyleyse kulların fiilleri Allah Teâlâ tarafından yaratılmış,
kul ise yaratmanın mahallidir. Bütün âlem, üç sırda sınırlıdır; cevher, suret
ve başkalaşma. Bunların dördüncüsü yoktur. Şöyle sorabilirsin: Âlemdeki
başkalaşma hangi ilahi hakikatten kaynaklanır? Şöyle deriz: Hakk kendisini ‘her
gün bir işte olmak’364 Özelliğiyle nitelemiştir. Şe’nler
farklı farklıdır. Allah Teâlâ kendisini kulunun tövbesiyle sevinmek
özelliğiyle nitelemiş, var olmazdan önce ise tövbeyle sevinmemiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Siz bıkmadan Allah Teâlâ bıkmaz’ der. Buradan hareketle,
O’nu bilenler -ki peygamberlerdirAllah Teâlâ’nın kıyamette hiç kızmadığı ve bir
daha kızmayacağı şekilde şanına layık bir tarzda kızacağını söylemişlerdir.
Demek ki peygamberler, Allah Teâlâ’yı bu kızmanın öncesinde bu halle
nitelenmediği belli bir halde olmakla nitelemişlerdir. Sahih hadislerde,
kıyamet günü Allah Teâlâ’nın kullarına farklı suretlerde tecelli edeceği
zikredilmiştir.
Başkalaşma ve halden Hakk girmek,
istihalenin ta kendisidir. Öyle olmasaydı, âlem başlangıçta yaratılmaz ve
varlıkta Allah Teâlâ’ya eşitlenirdi. Böyle bir şey gerçekte doğru değildir. Allah
Teâlâ farklı suretlerde kullarına zuhur etmeyi kabul etiği gibi aynı şekilde
yaratmamış, sonra yaratmıştır. Allah Teâlâ ezelde alim, kadir, yani mümkünü
var etme özgücüne sahip olmakla nitelenmiştir. Fakat yaratma suretinde zuhur
edip etmeme özelliğine sahiptir. Böylelikle Allah Teâlâ dilediğinde yaratırken,
mümkünün suretinde ortaya çıkar ve bütün mümkünlerin O’nünla ilişkileri
aynıdır. Mesela Zeyd’in Allah Teâlâ tarafından dün veya şimdi yaratılmış
olduğunu biliriz, bununla birlikte Hakk kadirdir ve Zeyd’in varlığı sonradan olmuştur.
Zeyd hakkında verdiğimiz hükmün aynısını âlemdeki ilk varlık hakkında
vermeliyiz: Kendisini henüz var etmemiş olsa bile, Allah Teâlâ bir şeyi var
etmeye güç yetirme özelliğiyle nitelenmiştir. Nitekim sen de dururken hareket
etme gücüne sahipsin. Hareket etmesen bile o güce sahipsindir ve buradan bir
imkânsızlık yoktur. Çünkü (Allah Teâlâ’nın kudretiyle ilişkisi bakımından)
şimdi var olup başkasından sonra gelen ile ilk mümkün arasında bir fark yoktur.
Çünkü Hakk var olmadığı bir anda Zeyd’i yaratmakla nitelenmiş değildir.
Öyleyse -eğer anladıysansuret tektir.
Allah Teâlâ kendisi adına bu lafzı kullanmış olsa bile, O’nun için ‘istihale’,
başkalaşma lafzı kullanılmaz. Bizim söylediğimiz makuldür, fakat yine de bu sınırda
dururuz. Öyleyse sadece Allah Teâlâ, O’nun teveccühü ve mümkünlerin Aliah’in
bu teveccühle irade ettiği şeyi kabulü vardır. Bunlar, hem kendilerinin hem de
hükümlerinin ortaya çıkması gerekli üç şeydir. Öyleyse batmak, doğup sonra
batan bir doğandan meydana gelebilir. Zuhur ise bâtınlıktan fakat ‘bâtınlıktan
olmaksızın’ olabilir. ‘Bâtınlıktan olmaksızın’ derken, daha önce zahir değilken
bâtın olmuş, sonra bu bâtınlıktan zuhur etmiş olmayı kast ediyorum. Aksine
zuhur sürekli bâtın kalandan gerçekleşir. Allah Teâlâ o şeyi izhar etmiş, o da
kendisi için zuhur etmiştir.
. .... VASIL
Bir Şeyin Zati Niteliğinin Ondan Ayrılması
Mümkün Değildir. Nitelik Kalkarsa, Mcvsuf da Kalkar!
Bir şeyin zati niteliği ondan
ayrılmaz; ayrılırsa kendisi de, yani mevsuf da ortadan kalkar._ Böyle bir
nitelik nitelenenin kendisidir, başkası değildir. Daha önce mümkünler için
yokluğun zati bir nitelik ol-' duğu söylenmişti, çünkü mümkünün ezelde var
olması imkânsızdır. O ezelde ancak yok olabilir ve bu nedenle yolduk onu zati,
nefsi bir nitelik olarak önceler. Mümkünler kendiliklerinde hakikatleri ve suretleri
itibarıyla ayrışmıştır, çünkü hakikatler, bu ayrışmayı gerektirir. Allah Teâlâ onlara
varlık hali giydirmek istediğinde -ki Allah Teâlâ vardır ve O varlığın kendisidir^
mümkünlerin istidat ve hakikatleriyle mümkünler için zuhur etmiş, mümkünler de
kendilerini yaratanın varlığında kendilerini görmüşlerdir. Onlar bu esnada
yokluktaki hallerindedirler, çünkü onlar, yokluk halinde idrak sahibi oldukları
gibi yokluk halinde onları -idrak eden tarafından da idrak edilirler. Bu
nedenle şeriatta Allah Teâlâ’nın mümküne var olmayı emrettiği ve onun da var
olduğu zikredilir.
• Yolduk halindeki mümkün duyma
özeliğine sahip olmasa ve kendisine yönelen Hakkın emrini idrak etmeseydi'var
olmaz veya Hakk onu yar olmakla, kendisini ise yoklukla nitelenene söz
söylemekle nitelemezdi. Böylelikle mümkün, her bir idrake özgü şeyleri idrak
etmesini sağlayan idrak güçlerine sahiptir. Allah Teâlâ mümkünlere var olmayı
emrettiğinde, kendisiyle nitelenecekleri bir varlık bulamamışlardır, çünkü
-sadece Hakkın varlığı vardir. Bu nedenle onlar Hakkın varlığında;
suretler olarak ortaya çıkmış, bu sayede ilahi ve kevnî nitelikler birbirine
girmiştir. Böylece yaratıklar Hakkın niteliğiyle nitelendiği gibi Hakk da
onlarm nitelikleriyle nitelenmiştir. Bazıları bu makamda. ‘Allah Teâlâ’dan
başkasını görmedim’ derken doğru söylemiştir. Bir kısmı ‘Sadece âlemi gördüm’,
bir kısmı süratle başkalaşma gerçekleştiği için ‘bir şey görmedim demiş’ ve
doğru söylemiştir. Bir kısmı ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’
demiştir. Bu, mümkünün yokluk halinde idrak sahibi olduğu hususunda
söylediğimiz meselenin bir neticesidir. Var olması şeklindeki ilahi emir
mümküne gelince, Hakkın varlığından
başkasını bulamamış, onda kendisi
için ortaya çıkmıştır. Böylece Hakkı kendisini görmezden önce görmüştür. Hakk
varlığın ona giydirdiğinde, yine kendisini görerek, ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah
Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Yani onda tekevvün etmezden önce Allah Teâlâ’yı
gördüm. Gerçeği böyle bilmeyen, Hakkı bilmediği gibi yaratıkları veya nispederi
de bilmez. ‘Her şey’365 başkalaşmalar nedeniyle sureti
itibarıyla ‘yok olucudur, onun/O’nun vechinden başka!’366 ‘Vecih’ kelimesindeki zamir, şeye
döner. Bir şey sureti bakımından yok olurken vechi ve hakikati yönünden yok
olmaz. O halde sadece kendisi için kendisiyle zuhur eden Hakkın varlığı vardır,
hüküm O’na aittir. Yani vechi bakımından o şeye ait hüküm O’na aittir. Böylece
suretlerin değişmesi nedeniyle hükümler değişir. ‘O’na
döndürülürsünüz ’367 Bu hüküm,
yani vecih hakkındaki hüküm, O’na döner. O halde hüküm ve tahkim
başkalaştırmaya aittir. Çünkü maksat O’dur ve bu durum zorunludur. O halde sadece
tek hakikatte gerçekleşen yok olma ve var olma söz konusudur. Allah Teâlâ’dan
başkasma ait değiştirme yoktur. ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez.’368 İş önce ve sonra Allah Teâlâ’ya ait
iken değiştirme de O’na aittir. Allah Teâlâ İlk ve Son olmasını bildirdiği aynı
yönden bununla hüküm verir. Öyleyse sadece burada, berzahta ve ahirette ortaya
çıkan suretler vardır! Bu durum ‘biz, (dünyadaki) ilk halimize mi
döndürüleceğiz’369 ayetinde
belirtilir. Onlar bunu vehim zannetmiş gerçeği incelemeden şöyle demişlerdir:
‘O zaman bu, ziyanlı bir dönüş olur.’370 Onların zuhur eden varlıklardan
başka bir şey olmadıklarım görselerdi, imkânsız saymaz ve onlardan
uzaklaşmazlardı. Çünkü onların gözleri sadece o şeylere bakar. Gördüklerini
veya kesin bildikleri bir şeyi inkâr edebilirler? Bu idrake sahip olmayan
kimse, bilgi ve marifetten yoksundur. Müşahede ve keşif ise bu bilgiyi verir.
Bu menzildeki ilimlerden bazıları
şunlardır: Mucizeler bu menzilden öğrenilir. Sönme bu menzilden öğrenilir.
Yaratılışta varlıkların ardışıklığı ve birbirini takip etmesi bu menzilden öğrenilir.
Yakın bu menzilden öğrenilir. Haberle gerçekleşen şeyler, övülen ve kınanan
şeyler, gazap ve işlerin tanımlarında haklarında gerçekleşeceği şey bu
menzilden öğrenilir. Zayıflara merhamet, bu menzilden öğrenilir. Bütün
yaratıklar asıl itibarıyla zayıf olduğuna göre rahmet onların hepsini kapsar.
Alemin ilahi isimlere varis olması, bu menzilden öğrenilir. Temkin ve şahider
bu menzilden öğrenilir. Sakmılan ve sakınılmayan şeyi ayırt etmek üzere, beyan
bu menzilden öğrenilir. Dişilerin erkeklere katılması bu menzilden öğrenilir.
Bu katılma, edilgeni olması yönüyle edilgenin etkene katılmasıdır. Öyle ki, iş
kendisinden başka bir edilgenin meydana gelmediği başka bir edilgene varır.
Başka bir yönden iş hiçbir edilgeni olmayan faile ulaşır. O ise Haktır.
Yönlerin tek hakikatte farklılaşması
bu menzilden öğrenilir. Eserlerin ve onların kendilerini bilene verdikleri
bilgiler, bu menzilden öğrenilir. Buradan Samiri Cebrail’in ayak izinden bir
tutam almıştır; eserlerin ve izlerin etkisini bilmeseydi bunu yapmazdı. Bir
şeyi aramak üzere, izi takip edenler bu konuyla ilgilidir. Mutluların
bedbahdarın ayakları karşısındaki durumu buradan bilinir. Bu bilgi sahibi
toprakta onların izlerini gördüğünde, bunu ayırt eder, şahıslarını görmese bile
ayak izlerini gördüğünde gördüğüyle onlar hakkında hüküm verir. Tariz bu
menzilden öğrenilir. Onların yürüyen bir misal hakkındaki şu sözleri bu
menzilden öğrenilir: ‘Kuşkusuz muarız yalandan yüz çevirme imkânına sahip
değildir.’ Tevriye bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bir yöne savaş için çıkmak isteyince, aksi istikamette
giderdi.
Âlemde sebeplerin verdiği hikmetler
bu menzilden öğrenilir. Hallerin güçlü adamlar üzerindeki hükmü bu menzilden
öğrenilir. Hatta hallerin her bir şey üzerindeki hükmü bu menzilden öğrenilir.
Bu menzilden Allah Teâlâ itaat edenden razı olur, dilediği günahkârlara gazap
eder. Bir şahsın saldırısına uğrayan kimseye aynı nitelikteyken yardım edilmesi
bu menzilden öğrenilir. O kişi Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı bedeni
bakımından onun zıddıdır. Bu durum genellikle hayvanda ortaya çıkar. Allah
Teâlâ’ya yönelmeyi gerektiren sebepler bu menzilden öğrenilir. Bunlar, kahır
sebepleridir. Düşüncelerin yolculuğu, bedenlerin yolculuğu ve her birisinden
meydana gelen neticeler, bu menzilden öğrenilir. insanin doğası gereği muhtaç
olduğu şeyi aramayı bırakması, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak,
bazılarının şu ifadesini verebiliriz: ‘Yoksul Allah Teâlâ’ya muhtaç
olmayandır.’ Bu söz son derece nahoş olsa bile, anlamı gayet güzeldir, çünkü
teslimin en yüksek derecesini anlatır. Bu makam, Allah Teâlâ’yı vekil edinenin
makamıdır. Çünkü Allah Teâlâ kulun yararına olanları en ivi bilendir.
Dolayısıyla kul kendi maslahat ve yararını bilmediği için Allah Teâlâ’ya ihtiyaçlarını
söylemez. Binaenaleyh yoksul ve fakir,
Allah Teâlâ’ya belirli bir ihtiyacı
olmayan, bütün işlerini Allah Teâlâ’ya havale etmiş kimse demektir.
Bu makam ve hal sahibi adına meydana
gelen neticeler, bu menzilden öğrenilir. Kadınların varlıktaki değer ve
menzillerini bilenin durumu bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle Allah Teâlâ
kadınları Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e sevdirdi ve bu sevgi
‘ihtisas’ sırlarındandır. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya bunun değerini bildirince,
bir kadının mihrini ödemek üzere on sene ücrede çalışmıştır. Burada ‘kadın’
derken âleme yayılan dişiliği kastetmekteyim ve bu dişilik kadınlarda daha
barizdir ve bu nedenle sevdirildikleri kimseye sevdirilmişlerdir. Çünkü akli
düşünce, doğal şehvetten uzak olduğu için, bu hükmü vermez. Bu akıl, kendi
iddiasına göre doğal-hayvani şehvetten uzaklaşmasının başka bir doğal şehvetten
kaynaklandığını bilmez. Başka bir ifadeyle bir şeyi değersiz görmek değersiz
gördüğü şeyin tesirinde gerçekleşir. Dolayısıyla bu esnada da o şeyin etkisinin
dışına çıkılmaz. Böyle bir akıl, cahiller cahilidir. Kadınların yegâne şerefi
cinsel ilişkide secde haline gelmek olsaydı bile (yeterli olurdu). Secde
namazda kulun en değerli halidir. Okuyucuların nefislerinde şehveti harekete
geçirtip, benim söylediklerimi anlamayacakları için bu şehvetin onları Hakkın
davetinden perdelemesinden korkmasaydım, bu konuda hiçbir şeyin kendisinden
daha üstün olmadığını gösteren hususlar zikrederdim. Fakat cinsel ilişkinin
kullanılacağı yerler vardır. Bu nedenle güzel kokuyu sevmek ve namaz onunla
birlikte zikredilmiştir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi et-Tayyib’tir.
Ailesinin muhtaç olduğu ateşi aramak üzere yola çıkan Hz. Musa’ya Allah
Teâlâ’nın söylediği sözden meydana gelen neticelere bakmalısın! Hz. Musa kendisini
bütünüyle ailesinin ihtiyacına verdiğinde ve onlar için çalıştığında, Allah
Teâlâ ihtiyaç duyduğu şeyde kendisine nida etmiş ve ‘Ateşin
bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır’371 demiştir.
Düşünen kimse için, ittifakta bulunan
farklılıkta hakikatin bulunması bu menzilden öğrenilir. Yüksekte olanın
aşağıdakine ve onun kendisine muhtaçlığı bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi
terazinin inceliği nedeniyle en çetin ilimlerdendir, çünkü herkes bu teraziyle
ölçemez. Özellikle de Allah Teâlâ ‘Cinleri
ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım’372 ve ‘Sizden
rızık istemiyorum, beni doyurmanızı da istemiyorum’373 ayetlerinde belirtilir. ‘Sizden
rızık istemiyorum, beni doyurmanızı da istemiyorum’374
ayetinden ne anlıyorsun? Biliyoruz ki Allah Teâlâ kullarından rızık istemez ve
O yemek de yemez. Allah Teâlâ rızıklandıran ve yediğimiz besine gücü veren
kuvvet sahibidir. Buna rağmen Allah Teâlâ ‘beni doyurmalarım istemiyorum’
demiştir. Benim kuvvetim doyduğumdan meydana gelir, hatta besin vc yemek
olmaksızın gücüm vardır.
Alemdeki önderlik bu menzilden
öğrenilir. Alemdeki nizamın imamlık ve önderlik sayesinde gerçekleşmesi ve
maslahatların ona bağlı olması, bu menzilden öğrenilir. Bilginin öğretilmesi,
bu menzilden öğrenilir. Göreli ve mutlak gaybten başkasının olmadığı bu
menzilden
- öğrenilir. Bir şeyi talep edip o şey verildiğinde reddedenin
durumu bu menzilden öğrenilir. Talep edeni talebe sevk eden nedir? Redde yol
açan sebep nedir? Bu bilgiyle -bir belirleme olmaksızın-genel-olarak' talebe
sevk eden sebep öğrenilir. Şahsın ancak kendisinde-hükmü, bulunan kimseye tabi
olması bu menzilden öğrenilir.. Onüh üzerinde hükmü olan kendisini sevdiği
kimsedir. İşte bu bir -zorlama uyması değilihtiyari uymadır. Çünkü zorlama
uyması zikrettiğimiz hükme sahip olmayabilir. Bununla birlikte; âşık
kendisindeki aşk nedeniyle mecbur olabilir. Fakat iki Hareket arasındaki fark
açıktır. .
Bu menzilde
ifade ve ondan meydana gelen netice-öğrenilir. Ahirette haklarında ihsanın
artacağı sınıflar bu menzilden öğrenilir. Alemin kendisi adına talep edilmesi
gereken sebep bu menzilden öğrenilir. Sakınılması gereken uyma ve sakınılması
gerekmeyen uyma; kınanan sakınma üe kınanmayan sakınma bu menzilden öğrenilir.
Alemde helale olmayı gerektiren şeyler bu menzilden öğrenilir. Alemde mertebelere
göre gerçekleşen derecelenme bu menzilden öğrenilir.. Nesep ve hasepler,
intisapta üstünlüğü gerçekleştiren sebep ile gerçekleştirmeyen sebep bu
menzilden öğrenilir. < -
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in nesebi kınamayı yasaklaması bu menzilden öğrenilir. Meşgul eden
korkular, bu menzilden öğrenilir. Cebir nedir ve mecbur kimdir; bu menzilden
öğrenilir. Tenzih bu menzilden öğrenilir. Senanın sonuçlan ye sebepleri, bu
menzilden Öğrenilir. Hükümler bu menzilden öğrenilir. Bu hükümler kime nispet
edilir ve onlarla kim hüküm verir? Gerçekleşmeyen takdir bu menzilden
öğrenilir. Gerçekleşseydi ne netice verecekti? Acaba gerçekleşmesi âleme
rahmet babından terk edilir mi, edilmez mi? Delilleri ortaya koymak bu
menzilden
öğrenilir. Sınanma ve faydası bu
menzilden öğrenilir. Kimya sanatı bu menzilden öğrenilir. İtibar bu menzilden
öğrenilir. Temenni ye onun faydalı kısımları ve sahibine fayda sağlayan
hususlar; bir netice vermeyen ve fayda sağlamayan hususlar, bu menzilden
öğrenilir. Her varlığın ehil oluğu şeye ehliyeti bu menzilden öğrenilir.
Yaptığı işten daha faziletli bir ödülle cezalandırılan kimse, bu menzilden
öğrenilir. Sorulandan daha fazlasıyla cevap verenin durumu bu menzilden
Öğrenilir. Mümine yasaklanan hususlar bu menzilden öğrenilir. Bu yasaklama asıl
üzere kalmak mıdır? Çünkü o, bir terktir. Niçin emirden sonra gelmiştir.
Hâlbuki her ikisi de Allah Teâlâ’nın hükmüdür.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar