Print Friendly and PDF

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SİFİR 1.Bölüm

 



Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

ÜÇ YÜZ ELİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Üç Tılsımlı-Hikmetli Sırrın Menzilinin Mııhammedî Mertebeden Bilinmesi. Bu Sırlar Sebep Menzili ve Onun Hakkını Yerine Getirmenin Bilgisine İşaret Eder

De ki imam babama: Benimle tanış olmak istersen

Ben Rabbimle ünsiyet ederim, hemcinsimle değil                                      ,

Rabbimle ünsiyet ederim, anne babayla veya aileyle değil

Mislin varlığı benim benzerlerim              

Benden kaçtın, yaratışlım ürktü benden

Nasıl geçmiş veya şimdiki zamanla ünsiyet edebilirim?

Bana uygun olmayan benimle nasıl ünsiyet eder ki?

Hallerimden hiç biri ona uymaz

Benzer zıttır, nasıl ünsiyet olabilir ey sakinim!

Akıl imkânsız sayar, hal o hal

Kimsenin benzemediği varlığı bilmeyince Benden başkası, O’nu bilmeden aklıma getiririm

Ne diye derim ki, Hakk beni talep eder?

Bilmiyorum ki, O’nunla ne işim olur?

Ünsiyet bizi arar, bulunmak üzere bizde Aşağının aşağısı üsttekiyle ünsiyet edemez ki!

Hayrete düştüm, bir de vahşet hali ayrılmaz özelliğim Onu emellerimle kovabilirim

Herhangi bir hakim ünsiyeti tatmadı Bilgilerden veya amellerimden

Allah Teâlâ sana kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ insan denilen bu bedeni yöneten nefs-i natıkayı yarattığında, bu özeldünyevi yaratılışa özgü mizacında üç şeyi ona musallat etmiş, yapısının ayrılmaz özeliği yapmıştır; nebati nefs, gazabi nefs (öfke gücü) ve şeh­vani nefs (arzu gücü)! Nebati ve gazabi nefs cennette muduların yara­tılışında kaybolurken orada şehvani nefs kalır. Şehvani nefs, her iki ya­ratılışın ayrılmaz özeliğidir ve nimet sahipleri onunla haz alır. Nebati nefs ise eksilen telafi etmek üzere beslenmeyi talep eden nefstir ve bu sayede cisim büyür. Dolayısıyla nefs sürekli beslenir. Beslenme ya kendişine çekmek tarzında dışarıdandır ki, bu ‘yemek’ denilen şeydir; ya da bir belirleme, olmaksızın Allah Teâlâ’nın dilediği şekilde gerçekleşir. Bu nefsin dört dağıtıcı (gücü) vardır: Çekme gücü, tutma gücü, hazmet­me ve itme güçleri. Çekme gücünün özelliği besini bir yerden diğer bir mekâna taşımaktır. Başka bir ifadeyle ağızdan mideye, mideden ciğere, ciğerden kalbe, damarlara ve bedenin parçalarına ulaştırır. Çünkü bu dağıtıcı güç, bedenin parçalarına onların muhtaç oldukları ve varlıkla­rının bağlı olduğu besini bölüştürür. Bu görevinde itme gücü de ken­disine yardım eder. İtme gücü bir yerde görevini yerine getirdiğini gördüğü besini oradan uzaklaştırır. Artık besinin o yer ve organda bir işi kalmamıştır ve itme gücü onu başkasına sıkıntı vermesin diye uzak­laştırır. Böylece itme gücü çekme gücüne yardımcıdır. Tutma gücü ise her organda besini tutan güçtür ve bu sayede yönetme (besinden) hakkını alır. Bu gücün hakkını aldığını görünce elini ondan çeker ve bu kez itme ve çekme gücü onu devralır. Hazmetme gücü ise besinin suretini başkalaştırarak daha öncekinden başka bir suret giydirir. Çün­kü besin daha önce güzel bir suretteydi ve hoş kokuluydu. Böyle bir besin hazmetme gücünün elinde olunca, bu güç onun suretini başka­laştırır, ona kokusu başkalaşmış ve nizamı bozulmuş bir suret giydirir. Bu nedenle bu güç ‘hazmetme gücü’ (ihtidam) diye isimlendirildi. Fa­kat hikmet hazmetmededir, çünkü hazmetme olmasaydı, besinle ula­şılmak istenilen gaye gerçekleşmezdi. Öyleyse işin zahiri bozulma ve fesat iken bâtını ve iç yüzü salah ve iyiliktir.

Hazmetme gücü besini bir suretten öteki surete taşırken (başkalaş­tırma) tutma gücü onun bekasını sağlar. Bu sayede bilgisinin verisine ve yükümlülüğüne göre besinin tedbirini gerçekleştirir. O yerin duru­muna göre işlerini tamamlayınca, bu iki güç kendisini bırakarak çekme ve itme gücü devralır. Bu iki güç besini yerine yerleştirip başka bir mekâna (organa) taşıdıklarında, tutma gücü ve hazmetme gücüne gönderirler. Bu iki güç de daha önceki yerde yaptıklarının aynısmı ya­parak besinde farklı suretler oluştururlar. Bunun ardından çekme ve itme güçleri besini alarak belirli yöntemlerle işlerini tamamlarlar. On­lar, Allah Teâlâ bu doğal yapmm bekasını dilediği sürece, bu görevlerini aş­mazlar. Bu dağıtıcı güçler olmasaydı, nebati nefs maksadını yerine ge­tiremezdi. Allah Teâlâ bu doğarım yaratılışım yok etmek isteyince, ne­bati nefs şehvetini elde etmek ister ki yönetici nefs nebati nefsin dileği­ni yerine getirmek üzere harekete geçsin. Yönetici nefs ise bu talebi ye­rine getirmez. Bu kez Allah Teâlâ sıcaklık sultanını kendisine hakim kılmakla nebati nefsi zayıflatır. Nebati nefs, güneş ışığı karşısında kandil ışığı zayıflayıp etkisizleştiği gibi, zayıflar. Ardından kendi hakikatiyle baş başa kalarak, dağıtıcı güçlerine şöyle der: ‘Bir şeyle beslenmem lazım.’ Bedenin karışımlarıyla ve besin kalıntılarıyla beslenmeye çalışır. Dağı­tıcı güçleri de kendisi gibi zayıflamıştır, insanın yapısı gittikçe artan bir derecede zayıflamaya yüz tutarken buna mukabil itme gücü güçle­nir, çekme gücü zayıflar ve tutma gücü de zayıflar. En sonunda insan ölür. Bu araçlarla bedenin yönetimi gerçekleşmeseydi, kulak duyamaz, göz görmez veya bu duyusal-manevi güçlerden herhangi birinin bir et­kisi olmazdı.

Şehevi nefse gelirsek, onun bedendeki otoritesi, kendisine göre gü­zel olan şeyi taleptir; bu şey ona zarar mı fayda verir, bilmez, Bu güç insan yapısındadır. Diğer hayvanlara gelirsek, onlar besini şehvetle de­ğil, iradeyle alır ve bu sayede ihtiyacım karşılar ve açlık acısını kendin­den uzaklaştırır. Dolayısıyla hayvan, yararının bulunduğu besine yöne­lir. Şehvetin ondaki etkisi ise besini çoğaltmak üzere kalır. Bunun neti­cesinde besinin fazlalığından bir takım sıkıntılar kendisine gelir ve za­rarlar ulaşır. Aynı şekilde besin fazlasından insana da bir takım zararlar ulaşır ki, bu fazla besinden elde ettiği yarar azdır. Böylece şehevi (arzu) gücün arzuladığı fakat insana fayda vermeyen fazla besinden mizaç za­rar görür. Besini almada hayvan ile insan arasındaki fark budur. Öyley­se şehvani nefs, bir beyitte söylendiği gibi, nebati nefse aittir:

Dünya sınarsa anlar akıllı Dost kisvesindeki düşmanı

Şehevi nefs nebati nefs ile arkadaştır, çünkü beslenme ve onu kul­lanmaya karşı kendine yardım eder. Bunun yanında, zararlı ve faydasız besinleri almasına yol açtığı için de düşmanıdır. Öyleyse şehevi gücün nebati nefse yardım etmesi, özü gereği değil, dolaylı bir yardımdır. Başka bir ifadeyle şehevi nefs, ayrılınamayan ve şerrinden emin oluna­mayan zorunlu düşmandır.

Gazabi nefse (öfke gücü) gelirsek, bu nefs yırtıcıdır ve kendisine verilen güçlerle ve tasarruf imkânıyla canimin diğer kısımlarından üs­tünlüğünü görünce, hakim olmak ister. O tüm âlemin kendi yönetici­sine amade olduğunu zanneder. Tesadüfen veya nedensellik yoluyla gayesine ulaşmaktan kendisini engelleyen durumların ortaya çıktığını görünce, maksadı gerçekleşmediği için öfkelenir. Etkin himmetten ve­ya öfkelendiğine gazabmı tatbik edeceği emredici bir güçten yardım alan bir otoriteye sahipse, o engeli yok eder ve intikam alır. İntikamını alırken ve zorbalık yaparken adalet ve zulüm terazisini de tanımaz, çünkü terazi ona ait değil, vaktin kanununa ve akla aittir. Bu nedenle şöyle diyen şair yanılır:

Zulüm nefsin şiarı, yok ise bir neden iffetliyi bulursa, bir nedenle yapmaz

Şair zulüm yerine ‘kahır’ deseydi doğru söylemiş olurdu. Zulüm dince belirlenir ve ondan tanınır. Nefs ise bir cahiliye hamiyeti olarak kahır ve zorbalık özeliğine sahiptir. Bu güç hakikate tesadüf ederse, dini hamiyet olur. Bu nedenle Allah Teâlâ için ve Allah Teâlâ uğruna öfkelenmek övülmüş, Allah Teâlâ’dan başkası adına ve başkası uğruna öfkelenmek yerilmiştir. Bu, işlerin mertebelerini düzenleyip derin akıl sahiplerine oldu­ğu kadar âlemde diğer ayetlerin ehline de kendinden delil olsun diye her şeye yaratılışını veren hakim Hakkın tedbiridir. Çünkü onlar farklı kaynaklardan delil edinirler. Allah Teâlâ onları, ‘Batılın önünden veya ardından giremeyeceği, hikmet sahibi ve çok övülenden indirilmiş olan292 kitabında saymıştır. Bütün bu ayetler, beyan ve rahmetten başka bir şey bulun­mayan varlık kitabına sığdırılmıştır. Binaenaleyh âlemde Hakk yönün­den veya âlemdeki varlıkların birbirine davranışları bakımından rah­metle çelişen fiillerin ortaya çıkması arızidir ve bu durum Kitapta açık­lanmıştır. Başka bir ifadeyle bu durumun Kitabm kendisinde bulun­mayıp arızi bir mesele olduğu açıklanmıştır. O halde kitap, zatı ve bir açıklama olması yönüyle bütünüyle rahmettir. Allah Teâlâ onu azap yapma­mıştır. Allah Teâlâ, yaratıklarına kendisinin açıklayıp Kitabm beyan ettiği belli bir sürede bitmeyecek şekilde azap etmeyecek kadar kerimdir. Bu sürenin ardından iş ve hüküm rahmete varır. Böyle olması zorunludur. ‘Allah Teâlâ Gafur ve Rahim’dir.’293

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ insan âlemiyle ilgili garip bir hükmü öğretti. Bu hükmün insanın dışındaki âlemle ilgili olup olmadığını bilmiyorum ve bu konuda bana bilgi vermedi. Allah Teâlâ’nın bana öğretmediği bir şeyi O’ndan aktarmam yakışık almaz. O bizi ve sizi böyle bir davranıştan korusun! Bu hüküm, dünya senelerinden her üç binin tamamlanmasıy­la ortaya çıkar ki, Allah Teâlâ nezdinde o gün tek bir gündür. O günün han­gi ilahi isme dayandığını bilmiyorum, çünkü o da bana bildirilmedi. Fakat Allah Teâlâ onu benim için üç tane üçte bir yaptı. Bin, Rabbin günlerinden bir gündür. Rabbimin bana bildirdiği budur. Bu sürenin insandaki hükmü başlangıç, dönüş, hayat ve ölümün hükmüdür. Allah Teâlâ ne kadar ve nerede dilerse, o gerçekleşir. Allah Teâlâ benim için bu derecele­rimde bir takım kelimeler belirledi, ben de müşahede yoluyla onları öğrendim. Bir kelimeyi gümüş bir kelimeyi aynı tarzda altın yapmış ve onu yazmıştır. Böylece onların hal ve hükümler olduğunu ve cennette belli sürenin geçmesiyle ortaya çıkacaklarını anladım. Allah Teâlâ’ya yemin ol­sun ki, bana gelen hiçbir ilahi haber beni bunun kadar korkutmamış ve bana etki etmemişti. Ruhum kelimelerin altından ve gümüşten olma­sıyla dinginleşebildi. Gümüş kelime altın kelimenin yanındaydı. Bu ilahi bildirim ve rabbani tarif sona erip tecellinin bu surette hissettiğim acısı dindiğinde, ilham yoluyla -şairlik gücüyle değilşu dizeleri yaz­dım:

Bizim nezih bir sevgilimiz var, söylemem adım

Yaratıkları hayrete düşüren bir sevgili

Bunu bile desem, sınırlar onu tarif

Desem ki ‘O’, bilmediğimi söylerim

. Gaybe nasıl yol olabilir ki?                                  

Gözlerimiz her an tecellisini görür

Veya dedim ki ‘inde’ bir zarf, onu talep eden                                      .

Zarf gerçek, fakat içermez onu

Bilmediğim bir varlığı görmedim                                                                  -

Ki manalarından olmayayım

Ben onda hayrete düştüm, varlık ise bende hayrette

Kulaklarım daha ne kadar hakkındaki sözü duyacak?

Hakkın celaline yemin: Bu onu hasta etti

Onun kendinden bir bedeli var mı ki, şifa verse ona

O hem şifa ve hem ilaç! Ben nerdeyim                                    .

Hakikat tek, hepimiz ondayız

‘Onu hasta etti’ ifadesindeki zamir âleme döner.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’dan bize gelen şey, vahiy değil, ilhamdır. Vahiy yolu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ölümüyle kesilmiştir. Vahiy peygamberden ön­ce vardı. Fakat ilahi haberin ondan sonra vahiy olabileceği hakkında ilahi bir haber yoktur. Allah Teâlâ ‘sana ve senden öncekilere vahyetti'294 de­miş, fakat sonrası adına vahiy zikredilmemiştir. Gerçi onu söylemeye gerek de yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önce kendisine vahiy gelmiş olan Hz. İsa hakkındaki sahih bir hadiste, onun bizim sünnetimize uyarak bize imamlık yapacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla o da tıpkı bu ümmet gibi keşif ve ilham sahibidir.

Zannetme ki ilham ilahi haber değildir. Böyle bir zan yanlıştır. İl­ham ilahi haberdir ve Allah Teâlâ’nın kişinin görmediği meleğin vasıtasıyla kuluna bildirimidir. Bazen özel yönden Allah Teâlâ kuluna ilhamı verir. Nebi ve peygambere gördükleri -vahiy esnasında baş gözüyle onu görebilir­lermelek vahyederken peygamber olmayan etkisini hissetse bile mele­ği baş gözüyle görmez. Böylece Allah Teâlâ meleğin vasıtasıyla ilham edece­ğini ilham eder. Veya vasıtaların ortadan kalkmasıyla özel yönden kula ilham verir. Bu tarz, ilham tarzının en yücesi ve değerlisi olduğu gibi peygamber ve velinin ortak olduğu yöndür. Rahman’ın parmakları özel yöne aitken meleğin ilhamı ortak yönden gerçekleşir. İlahi ilha­nım büyük kısmında vasıta yoktur; onu bilen kimse kendisini nasıl ala­cağım da bilir. İlhamın verildiği yer nefistir. Allah Teâlâ ‘Ona ilham et­ti295 buyurur. Burada fail hüviyetidir. O halde ilham eden, Allah Teâlâ’dır başkası değil! ‘Günahını...’296 Öğrensin diye, yoksa onu yapsın diye değil! ‘ve takvasını...’297 Onu yapsın diye. Öyleyse bu, bir ilham ve bil­dirimdir, yoksa bu hususta bilgisizlerin zannettiği gibi değildir. Bu ne­denle Allah Teâlâ ‘Onu kötülüklere gömen de bedbahttır.’298 buyurur Ayette ge­çen dess, izdiham nedeniyle gizlice katmak demektir. Başka bir ifadeyle günah amel, takva ameline katılmış, ayrım yerinde bu ikisi ayırt edil­memiş, bilgi ve amelde o ikisini bir araya getirmiştir. Gerçek böyle de­ğildir. Kulun bunu bilmeyişinin nedeni, elinden şeriat terazisini atmış olmasıdır. Elinden teraziyi bırakmasaydı, takvanın emredildiğini ve günahın yasaklanıp her ikisinin ise kendisine açıklandığını görürdü.

Allah Teâlâ günahı ve takvayı nefse izafe edince, her ikisinin de ilham alan nefste gerçekleşeceğini anladık. Nefs için fücur onun tevilinden ortaya çıkan şeydir. Başka bir ifadeyle nefs ilahi yasağı ihlal etmek amacıyla muhalefete ve günaha yönelmez ve Allah Teâlâ’nın nefislere dönük rahmetinin bir neticesi olarak böyle bir şey ondan gerçekleşmez. (Fü­cur kelimesinin kökü olan ve tan yeri anlamına da gelen) Fecir iki ta­nedir: Birincisi yalancı diğeri sadık fecirdir. Kastedilen uzayan yalancı fecirdir. Allah Teâlâ nefse takvayı ilham etmiştir. Yani yalancı fecirdeki gü­nahından sakınır, çünkü bu fecir öncelikle kendisine doğru uzar. Bu­nun nedeni, hüküm sahibi diğer fecrin arkada kalmasıdır. Allah Teâlâ nefse fücurunda yalancı fecri ilham eder. Bu ortaya çıkmayla (fecrin başka bir türevi olarak inficar), kuşkulu olan kuşkulu olmayandan ayrışır. Allah Teâlâ nefse takvayı da ilham eder. Takva, sonucu nefse zarar verecek olan şeyden sakınmak demektir. Allah Teâlâ nefse sakınmasını sağlayan bir güç vermeseydi bu ikisini ayırt etme gücüne sahip olamazdı. Burada ilham edilen takva, nefse ilham edilen manadır ve nefs onu kullanmanın far­kına varıp kuşku ve delili ayırt eder. Allah Teâlâ taşkınlığı emretmediği gibi bazılarının zannettiği gibi nefse kötülüğü yapmayı da ilham etmez. Allah Teâlâ nefse taşkınlık yapmayı emretseydi, nefse karşı delili olmazdı. Bu ayet ‘Ona iki yol gösterdik299 ayetine benzer. Yani iki yolu kula açıkladik. Başka bir ayette ‘Biz ona yolu gösterdik’300 buyurur. Yani ona beyan ettik. ‘Ya şükreder.’301 Bu durumda yolun gereğine göre amel eder; ya­sak varsa ondan uzaklaşır, emir varsa onu yapar. ‘Veya kâfir olur (ör­ter).’’302 Yani kendini perdeler. Böylelikle onlar kendilerini kandırırlar, çünkü herkes bir bilgiye sahip olarak sapmıştır. Hakkın beyanının ar­dında bir beyan yoktur ve beyanın bilginin gerçekleşmesinden başka bir faydası da yoktur. Sonra onu bilen insan, içindeki bir gayeyle onu gizler ve bu nedenle de Allah Teâlâ’nın ona karşı delili ortaya çıkar.

Binaenaleyh ilham, ilahi bildirimdir. Kim takvayla nefsini tezkiye ederse, fücurdan sakınması gerektiği gibi sakınır ve ondan alınması ge­rekeni alır. Kim kendisine ‘girme’ denilen bir yere nefsini sokarsa, hüs­rana uğrar. Bilgi ve mutluluk yolunu arayan, şeriat terazini bir nefes bile elinden düşürmemelidir. Çünkü terazi Allah Teâlâ’nın elindedir, onu yere koymaz. O ölçüyü yükseltir ve alçaltır. Terazi varlığın üzerinde bulun­duğu hallerdir. Hakk teraziyi elinden düşürmüş olsaydı, âlem bir anda yok olurdu.

İşte yükümlünün daha doğrusu insanın meşru teraziyi yükümlülük süresince elinden bırakmaması gerekir. Çünkü bir nefes bile elinden onu düşürürse, şeriat bütünüyle anlamsızlaşırdı. Nitekim âlem de, Hakk elinden teraziyi bıraksaydı yok olurdu. Yükümlüde bulunan veya on­dan meydana gelen her hareket ve durağanlık hakkmda şeriat terazi­sinin bir hükmü vardır. Şeriat baki kaldığı sürece, terazinin bırakılması mümkün değildir ve bu terazi ‘yükümlü olması’ yönüyle ona aittir. İn­sanın -yükümlü olması yönüyle değilelinden bırakmaması gereken diğer terazi ise dünya ve ahirette onun elinde bulunması gereken bilgi terazisidir. Bu terazi, şeriat terazisinin de hükümlerinden olduğu tera­zidir ve o Hakkın elindeki terazi gibidir. Hakkın tartması bu terazide görülür. Bu terazinin Hakkın terazisi karşısındaki durumu elinde terazi bulunan bir şahıs ile elinde ayna bulunan başka bir şahsın ilişkisine benzer. İkinci şahıs elindeki aynada birinci şahsın elindeki terazinin su­retini, ölçeni ve ölçüyü görür ve böylece bu görmeyle varlığındaki ger­çeği öğrenir. Bu durum onun ardında görünmüyordu ve ayna olma­saydı onu göremeyecekti. Böylece gördüğü aynada gördüğünü -yoksa başkası değilkendisine izafe eder. O halde bu misalde ölçülen gayb, ölçmek ve terazi, Hakkın mertebesiyken ayna insanın mertebesidir.

Ölçme Allah Teâlâ’ya ait iken görme nefsi ayna olan insana aittir. Böyle birisi mutlu ve doğru sözlüdür. Allah Teâlâ’nın bu sırrı birisine keşf ettirmesinin gayesi, O’nun yaratışının suretini aynasında görmesini sağlamaktır: Eşya nasıl sudur etmiş ve Allah Teâlâ katından nasıl varlığa gelmiştir? Nefs aynasında bunu görmek, Hz. Ebu Bekir’in ‘Gördüğüm her şeyden ön­ce Allah Teâlâ’yı gördüm’ sözünde belirtilen husustur. Bu sayede insan bir şe­yin nereden sudur ettiğini görür ve bu durumda bu keşif sahibi ‘yaratı­cı’ haline gelir. Hakkın bu keşif nedeniyle kuldan irade ettiği şey bu Hakk ulaşmasıdır. Daha doğrusu kul, bu keşiften farkında olmasa bile daima yaratıcı olduğunu öğrenir. Bu keşif kendisine gerçeğin bulun­duğu durum hakkındaki bilgiyi vermiştir, yoksa keşif nedeniyle ‘yaratı­cı’ haline gelmez.

Bu durumda Allah Teâlâ ona kendi suretinden her şeye hakkını verme­sini emreder. Nitekim Allah Teâlâ da kendi suretinde ona yaratılışını vermiş­tir. Haklarını verince, hiç kimse talepte bulunmak üzere kendisine yö­nelmez. Nitekim herhangi bir yaratılmış Hakk istemek üzere Allah Teâlâ’ya başvurmaz. Bu keşfin faydası budur. Hakk o kişiyi fiilleri arasından kendisine emredilen veya zorunlu tutulduğu bir işi yapmakla yükümlü tutarsa, yapmadan önce fiillerin hakkının ne olduğuna bakar ve o fiile hakkını verir. Yapılması emredilen bir şey ise onu yaparak hakkını kendisine verir. Bu sayede fiilin yaratılışı düzenlenir ve itidal kazanarak var olur. Artık bu fiilin sahibinden alacağı bir hakkı kalmaz. O halde yaratma Allah Teâlâ’ya ait iken (fiilin talep ettiği) Hakk kulun sorumluluğudur. Hakk her şeye yaratılışını verenken yaratıklar her şeye hakkını verendir. Bu meselede halk Hakka, Hakk halka dahil olmuştur.

Kula yasaklanmış bir fiil söz konusu olduğunda ise o fiilin kul üzerindeki hakkı, kendisini var etmemek ve onu dışta izhar etmemek­tir. Bunu yapmazsa, fiile hakkını vermemiş demektir ve buna karşılık sorguya çekilir, çünkü bu durumda kul her şeye hakkını vermemiş, hakkı yerine getirmede yaratmayı yerine getiren Hakk gibi davranma­mış demektir. Böyle bir kul perdelenenlerdendir.

İlahi işleri ve emirleri böyle bilmek gerekir. İlahi mertebede terk­ler, iki muhtemel durumdan birisinin var olmasını tercih edenin bu­lunmayışı demektir. Öyleyse böyle bir mümkün var olmayışı yönüyle terk edilmiş demektir. Bu mesele dikkatini çektiğimiz bir husustur,

çünkü başka bir kitapta bu konuyu öğrenebileceğini zannetmiyoruz. Bu konu kavranması güç, fakat Allah Teâlâ’nın inayet ettiği kimsenin hemen anlayabileceği bir meseledir. Bu bilgi kişiye Allah Teâlâ karşısmda edebi ve kulları hakkmda şeriatı koruma duygusu kazandırır. Bu bilgiler Allah Teâlâ’yı bilenler nezdinde ortaya çıkabilecek ve O’nun katında saklı sırlardır ve Allah Teâlâ’nın yaratıkları arasından birinden saklanmaları uygıin olmaz. On­ları bilen kendilerini saklarsa, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ kullarım aldatmıştır: ‘Bizi aldatan bizden değildir.’ Başka bir ifadeyle bizim sünnetimizde aldatma yoktur. Allah Teâlâ ilahi rahmet kitabında -ki o ariflerin kalp gözle­rinin baktığı yerdirbu meseleyi bize öğrettiğinde, perdeyi kaldırıp ih­sanını bollaştırdığı için Allah Teâlâ’ya şükrettik. İhsan Allah Teâlâ’dandır ve hamd O’nâ döner.

Kul ‘yaratıcı’ olması yönüyle zikrettiğimiz şeyin suretini bilfiil var edince, üzerinde yaratılmış olduğu ilahi suretin tamlığı nedeniyle de, var ettiği şeyin varlığının bekasını korumak da onun üzerine düşmüş­tür. Başka bir ifadeyle ondan meydana gelen fiilin bekasmı sağlamak kula düşer; Kul ise bu işi kendi varlığını koruyana havale eder ki o da Allah Teâlâ’dır. Böylelikle kul, bu ve benzeri durumlarda Rabbinin emriyle, O’nu vekil edinir. Böyle yaptığında, Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmamış olur!

Kul her nefes kendisine yaratması emredilen fiili yaratmakla ilgili­dir. Allah Teâlâ ise, kulun kendisini vekil edinmesi nedeniyle, kulun yarattığı fiili korur. Kul fiili Rabbinin emriyle ve izniyle yarattığı gibi vekil edinmeyi emreden yine O’dur. Bu ince-ilahi bir bilgidir ve korumayı -. Allah Teâlâ’nın emriylevekâlet yoluyla Allah Teâlâ’ya bırakmak demektir. Eşya da kuldan Allah Teâlâ’nın emriyle var olur. O halde kul her durumda Allah Teâlâ’nın emri altındadır. Bütün hallerinde Allah Teâlâ’nın emri akında olmayı sürdü­ren kul, dünya ve ahirette sürekli müşahedesinde Allah Teâlâ katindadır. Çünkü ilkinde olduğu gibi diğerinde de yaratma Allah Teâlâ’nın emriyle ona aittir. Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında şöyle der: ‘Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu.’303 Aynı şekilde yükümlüye bir şeyi yapmayı emretmek de böyledir ve yükümlü ancak Allah Teâlâ’nın izniyle amel eder. Bu kulun yerleş­tiği yer ve mertebesi ise daha hayırlı ve baki olması yönüyle Rabbinin katıdır. ‘Orası daha hayırlı ve bakidir304 ve ‘ahirettir.’305 Ahiret ‘senin için

daha hayırlı ve kalıcıdır:306 ‘Ahiret senin adına ilkinden daha hayırlıdır. Rabbin sana verecek ve razı olacaksın:307 Bu ise, işin zahirinde olduğu gibi bâtınında da ‘ol308 emrini vermesidir. Çünkü insanın bâtınında ‘ol’ deme kuvveti vardır ve zahirinde bundan meydana gelen edilgenliktir (infial). Ahirette ise ‘ol’ sözü onun zahirinde gözükür.

Bazen dünyada insanlara bu güç verilir, fakat genele verilmemiştir. Allah Teâlâ adamlarının bir kısmı bu gücü alırken bir kısmı bu güç hakkında ilahi edebe riayet eder. Bu kısım bu gücün yerinin dünya olmadığını bilir. Bilhassa kendisinden ve bizden üstün olduğunda kuşku bulun­mayan kimseye şöyle dendiğini görür: ‘Sen sevdiğine hidayet edemez­sin:309 Başka bir ayette ‘Ateşte olanı kurtaracak mısın?’310 denilir. Çünkü o müslüman olsaydı, cehennemlik olmazdı. Allah Teâlâ adamları bu gücün hükmünün dünya hayatmda genel olmadığını gördüklerinde, hükmü genel olmayan şeyi hükmü genel olana katarak tümünü yerli yerinde bırakmışlardır. İşte Allah Teâlâ’yı bilen, O’nun karşısında sürekli huzur halin­de olan edeplilerin hali böyledir. Edepli insan bu yerde ‘ol’ sözünün gücüyle değil, besmeleyle ameli yaratır. Besmelenin gayesi amelde şey­tanın ortaklığından kurtulmaktır. Çünkü Allah Teâlâ şeytana mal ve çocukla­ra ortak olmasını emretmiştir ve şeytan da bu ilahi emre bağlı ve bu konuda hırslıdır. Bize ise bu ortaklık meselesinde şeytandan sakınma­mız emredilmiştir. Biz de bize görünmediği ve kendisini göremediği­miz için ondan sakınacağımız şeyi araştırırız, Allah Teâlâ da bu talebimize karşılık bize adını vermiştir.

Öyleyse işe başlarken Allah Teâlâ’nın adını anarsak, amellerimizi tevhide kavuşturur, şeytanın onlara ortak olmasından kurtuluruz. Çünkü ilahi isim işimizin başında bulunmuş ve ona temas etmiş, bizimle şeytanın arasında perde olmuştur. Keşif ehlinin bir kısmı, kulun amele başlar­ken söylediği ilahi isim ile şeytan arasındaki çatışmaya ve birbirini it­meye şahit olmuştur. Kul bu niteliğe sahip olursa, Rabbinden açık bir delile sahiptir ve bu ortaklıktan kurtulur ve başarıya erer. Böyle bir kul bütün amel ve hallerinde sürekli olarak korunur ve sakınılır.

Bu menzil bir takım ilimleri içerir. Bunlardan birisi, delil ve ayet arasındaki farkın bilinmesidir. Ayet sahibi hükmün kendisine nispette ve el-Hakim ismine mensubiyette delil sahibinden önceliklidir. Çünkü ayet kuşku kabul etmez ve keşif ve vecd (keşf ve’l-vücûd) sahipleri için olabilir. Delil ise öyle değildir. Sürekli örneksiz yaratma bu menzilden öğrenilir. Bu yaratma benzerlerde ancak onların birbirinden ayrışması­nı sağlayan özellikte gerçekleşir ve onları ayrıştıran özellik sürekli ya­ratmanın bir hükmüdür. Ortaklığın gerçekleştiği özelliklerde örneksiz yaratma söz konusu değildir. Anla! Seçkinlerin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Alimin bilgisine göre baş kaldırmama sebebi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte o, bu vaz’ın kendisine zarar vereceğini bilir, insanın bir şeye ‘evet5 demesiyle ‘ne güzel’ demesi (neam ve ni’me) arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Bunu nerede diyecektir? Nere­de ‘hayır5 ve ‘bela5 diyecektir.

Cennetlerin birbirinden ayrışması bu menzilden öğrenilir. Bu ay­rışma cennetteki hallerin ayrışması mıdır yoksa mekânların ayrışması mıdır? Çünkü cennetlerde bize gelecek her ismi her bir cennet Hakk eder. Bu ayrım mekâna bağlıysa, her cennetin aynı zamanda me’va cenneti, huld cenneti, naim cenneti, firdevs cenneti olduğundan kuşku duymayız. Bunlar, tek bir şey iken bu hükümler de kendisine aittir. Mekân bakımından ayrı olsalardı, bu isimlerin bir hükmü olmalıydı. Hulûd (kalmak) ile ebedilik, sermedilik ve çıkmama arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Meşiyete bağlı vaat ile tehdit arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Niçin tehdit meşiyete bağlıyken ilahi vaat bağlı değildir. Hâlbuki her ikisi de ilahi haberdir. Bu konudaki hikmet nere­dedir? Gök bu menzilden öğrenilir. Acaba o çadır gibi midir, küreye mi benzer? Yoksa çadır içindeki bir küre veya küre içindeki çadır mı­dır? Onun dönmesiyle de yeryüzü döner? Gök sakin midir, hareketli­dir? Müşahede bütün bu zikrettiklerimizi verir. Geride bir müşahedeye bakmadan kendiliğinde işin bilinmesi kalır. Acaba kendinde gerçek, her müşahedenin hükmü hüküm gibi midir, değil midir? İki çiftin var­lığı bu menzilden öğrenilir. Her çift sahibine karşı nasıl ilcramda bulu­nur? Her birinin muhtaç oluğu şeye göre mi? Yoksa hacet duyulmayan şeyle ikramda bulunabilir mi? Bu durumda iktidarsız ile ehli arasında bir fark olmaz.

İlahlık iddia edenin durumu bu menzilden öğrenilir. Acaba o ya­ratma gücüne sahip midir, değil midir? Çünkü ilahlık iddiasında bulu­nan bu esnada kesinlikle yaratmaya sahip değildir. İddiadan vazgeçti­ğinde ise onun hükmü aynı iddiada bulunmayan diğer varlıklar gibidir.

Kendisinin iddiası olmaksızın ilah edinilenin durumu bu menzilden öğrenilir. O kendisine nispet edilen ilahlıktan razı olmayıp hakkında söylenen iddiayı da ortadan kaldırmaktan aciz sırf kuldur ve böyle biri­si mazlumdur. Çünkü onun hakkında ilahlık iddiasında bulunan kim­senin nezdinde sahip olduğu hakkını kaybetmiştir ki sahip olduğu hakkı ‘kul olmaktır.’ Böylece onun ilah olduğunu iddia eden insan kendisine zulmetmiştir. Allah Teâlâ da kendisi için değil o kişi adına intika­mını alır. Öyleyse Allah Teâlâ’ya ortak koşmak, kulların yaptığı zulümdür.

Hikmetin mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Şeriat peygamberi olmayanların Allah Teâlâ’yı bilme mertebesinde nebilere katılması bu menzil­den öğrenilir. Vasiyet ve ilahi nebevi adap bu menzilden öğrenilir. Bunlar vahyedilen ve ilham edilen hususlardır. Öncelikli olanı almak ve ona koşmak bu menzilden öğrenilir. Yaratılmış kudret altına girenle girmeyen şey bu menzilden öğrenilir. Bu konuda zorunlu olan husus, bu menzilden öğrenilir. Ses, harf, kelam ve nağme arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Gizli ve açık nimeder, genel ve sınırlı nimeder, bu menzilden öğrenilir. Nazari gücünü kullanan kimsenin ulaştığı sonuç kuşku bile olsa kurtulma umudu bu menzilden öğrenilir. Âlemde kı­namanın ilgili olduğu kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya keşif sayesinde dönenlerle keşif olmaksızın dönenler arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Önce olanın ve sonra gelenin durumu bu menzilden öğrenilir -ki bunlar birdir. Kendisini bilmemenin mümkün olduğu şey bu menzilden öğrenilir. Kendisini bilmemenin mümkün olmadığı husus bu menzilden öğrenilir. Güzel övgünün kendisinde or­taya çıktığı hal bu menzilden öğrenilir. Acaba neye karşı ortaya çıkar? Bütün haller ve zamanlar onu talep eder. Övgüde ilaveyi kabul etme­yecek şekilde yeterliliği sağlayan husus, bu menzilden öğrenilir. Bir’in nezdinde çoğun hükmünün birin hükmüyle aynı olması bu menzilden öğrenilir. Çoğun çoğa ve çoğun bire dayanması, bu menzilden öğreni­lir. Üremek için cinsel ilişkiyle böyle bir amaç taşımayan cinsel ilişki bu menzilden öğrenilir. Bu ikisinden hangisi üstündür? Hakk ve batılın or­tak olduğu yön bu menzilden öğrenilir. Böyle bir şey hayalde gerçekle­şebilir. Bilgi olmadığı halde bilgi olan şey bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’311

Sirayet Edici-Orta Menzilin Muhammedî Mertebeden

Bilinmesi

Ayetlerin kaynağı acemde

Bütün hayırlar ise kelimelerde toplanmış

Rahman’ın yaratması beni talep eder Hikmet ve hüküm sınıflarıyla birlikte

Gözcü kulesinin zirvesinde olmalı Bilgide parlayan bir şimşek gibi

O bulutlarını çekmiş olandır Karanlık ve nur perdelerinde

Talep ettiğinin peşinden git itham mevziinden ayrıl           .

Bu bir vasiyet . Kör olmayan keskin gözden çıkmış vasiyet

Allah Teâlâ sana kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki, kulda tenzih Haktaki tenzihin benzeridir. Allah Teâlâ’nın zorunlu kıldığı ibadederi yerine getirirken kul Hakkı tenzih edebilir. Bu ibadeder, akla ve şeriata göre Hakkın kulla yaptığı sözleşmeye dayanır ve böyle bir sözleşmede Allah Teâlâ kendisini kulla ortak yapmıştır. Ortaklık, sözleşmenin gereğiyle kuluna merhamet edeceğini ve bu sözü yerine getireceğini kendisine vacip kılmakla ilgilidir. (Başa dönersek, kişi Hakkı tenzih eder) Yü­kümlü olduğu ve perdeli insanların kendisine nispet ettikleri amelde Hakkın onun yerini aldığının gösterilmesiyle farz kılınan ibadeti yap­maktan uzak durur. Perdeli insanlar kula bu ameli nispet ederken bir de şöyle derler: Falan ‘Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getirendir ve verdiği sö­zü bozmaz 312 ‘Allah Teâlâ söylediklerinden münezzehtir ve Allah Teâlâ katında o vecihtir.’313 Bu beraat nedeniyle ‘vecihtir.’ Böylelikle onlar, bu müşahede esnasında iman nuruyla ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur’ derler ve doğru


söylerler. Allah Teâlâ bu sözü söylemeyi müminlere emretmiştir ve bunu de­dikleri sürece amelleri salih amel olur, Allah Teâlâ günahlarını bağışlar: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat eden kimse, büyük bir kurtuluşa erdi.'314 Öyleyse Mutlu insan, Allah Teâlâ’nın kendisiyle nefsindeki rablik (duygusu) araşma girerek bütün hallerine bir kul olarak yerleştirdiği kimsedir. Böyle bir kul, iman ederek, Allah Teâlâ’dan korkar ve umut besler; gördüğü halde korkmaz ve umut beslemez.

Kul odur ki, korkar ve umar

Kul değildir, görerek korkan ve uman

Bunun için her kötülükten sakınır Bunun için her fiili yerine getirir

Her yönden mutlu görürsün onu Kazayla sürçtüğünde kurtulur

Rahman’a gidecek topluluk içinde haşredilir Uzak olmadığında ise umutludur

Sakındığı şeyden kurtulmayınca Bilgilere yerleştirilen, pekâlâ kurtulur

Hakikatleri kendinden idrak eden herkes Onun nezdinde bulunan her şey kurtarıcıdır

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ katında alim zahiri ve bâtını bilen olduğu kadar her ikisini birleştirmeyen kimse seçkin alim veya seçilmiş bir alim değildir (Muhammedi). Bunun nedeni, bilginin özü gereği sahibini davranışlarında bilgisine aykırı davranmaktan alı­koymasıdır. Bilgili olduğunu iddia eder ve akla ve şeriata göre yapması zorunlu bir işin aksine davranırsa, bilgili olmadığı gibi bilen suretinde de ortaya çıkmamıştır. Kendini kandırma, çünkü böyle bir suçun veba­li başkasına değil, sadece sana döner. Şöyle diyebilirsin: Bilgili olduğu halde bilgisine göre davranmayan insanları görürüz. Bazen bilgi vardır, fakat amel olmaz. Şöyle deriz. Böyle bir düşünce hatalıdır. Çünkü bil­ginin bilgiye olduğu kadar bilgi olmayan şeye de verilen bir isim oldu­ğunu bilmelisin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Zikrimizden yüz çevirenden sen de yüz çevir, o sadece dünya hayatını arzular. Bu bilgiden onların payıdır.’315 Burada Allah Teâlâ, onların bildiklerine göre davrandıklarını bize söy­lemiştir. Fakat ben ‘bilgi’ derken, bilinenin müşahede edilmesinden meydana gelen bilgiyi kastetmekteyim. Bilgi fikrin delilinden meydana gelmişse, böyle bir bilgi gerçek bilgi değildir. Gerçekte bilgi olsa bile durum böyledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran’da bir sureyi zikretmiş, saha­beyi denemek üzere adını söylememişti. Bir sahabenin zihninde onun Fatiha suresi olabileceği hissi doğmuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Fatiha oldu­ğunu söylemiş, fakat sahabede bilgi kesinleşmemişti. Sahabe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e içinden geçeni bildirdiğinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Bilgi sana fayda versin.’ Öyleyse gerçekte bilgiydi, fakat bu hissin ken­disinde gerçekleştiği sahabe adına bilgi değildi. İşte bilgi varken, bilgi­ye aykırı davranılabileceğini kabul edenlerin görüşü de böyle değerlen­dirilebilir. Bu görüşü savunan kimseyi sınadığında ve görüşünü incele­diğinde, gerçeği bizim söylediğimiz gibi bulursun. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ondan anlayana, şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kaza ve kaderini uygulamak istediğinde, akıl sahiplerinin akıllarını çekip alır. Kaza ve kaderini onlarda uyguladığında, ibret alsınlar diye akıllarını kendilerine döndürür.’ Bilginin ve ibret almanın giderilmiş olması, bilginin gerek­tirdiği amelden başka bir şey değildir. İşte bizim vardığımız görüş bu­dur. Allah Teâlâ bir grup hakkında ‘dünya hayatının zahirini bilirler316 der. Onlar bilgilerine göre amel eder. ‘Onlar ahiret hayatından gafildir.’317 Yani ahiret için çalışmazlar, çünkü Allah Teâlâ onları ahiretten habersiz bı­rakmıştır.

Bu nedenle ahireti unutmuş, onun için çalışmayı bırakmışlardır. ‘Bunda kalbi olan veya gördüğü halde kulak veren için öğüt vardır.’318 Allah Teâlâ emir kipinde şöyle der: ‘Hatırlat.’319 Yani unutana veya ondan ha­bersiz kalana bilgiyi hatırlat ve zikret. ‘Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.’320 Onlar iman nuruyla ne olduğunu keşfen bilmiş, sonra gafil kalmış veya unutmuşlar, bildikleriyle aralarına perde olmuştur. Onların müşahede ettiği şey, daha önce bilip de unuttukları şeydir. Onlara hatırlatıldığında, hatırlarlar. Bu kez bildikleri onlar için müşa­hede haline gelir ve öğüt ve hatırlatma onlara fayda verir; onlar da bil­diklerine göre amel ederek Allah Teâlâ’yı müşahede ederler. Çünkü hatırlat­mak ve öğüt vermek, müminlere faydalıdır.

İman sahibi olduğunu iddia ederek zikreden birisinin zikrinin fay­da vermediğini gördüğünde, o kişinin iman ettiği şey hakkında bu es­nada bilgili olmadığını anlamalısın. Böyle biri kesinlikle mümin değil­dir, çünkü Allah Teâlâ’nın şahitliği haktır ve O doğru sözlüdür. Allah Teâlâ bize mümine zikrin fayda vereceğini bildirmiştir, biz ise -misaldeo kişinin zikir ve hatırlamadan faydalanmadığına şahit olduk. Böyle bir durum­da Allah Teâlâ’yı doğrulamak amacıyla imanı ondan selbetmeliyiz. Faydanın anlamı, bilinene göre amel etmektir. Bildiği hususta amelde çekinceli davranan birisini gördüğümüzde, onun içinde ihtimal ve kuşku bulun­duğunu anlarız. Bir konuda içinde kuşku taşıyan kimse o şeyi bilmedi­ği gibi bunu kendisine haber verene -bilgiyi zorunlu kılacak şekildeiman etmemiştir. Bununla birlikte ona sorsan şöyle der: ‘Biz bu şahsın’ yani peygamberin ‘getirdiğinin doğruluğundan kuşku duymuyoruz, ona iman ediyoruz.’ Böyle bir söz, sadece bazı insanların yanında iddia edilirken doğru olabilir. Sonra düşüncesiyle baş başa kalınca, ihtimal ortaya çıkar ve bilgi olduğunu zannettiği şeyin kendisine arız olan bir durum olduğunu görür. Onların bir kısmında kuşku ve ihtimal ‘pey­gamberin getirdiği açıktır ve haktır’ derken de devam eder.

Böyle bir şahidikte bulunmasının sebebi şudur: Bir şeyin doğru­luğu mümkün olduğu kadar yalan olması da mümkündür. Bir vakitte kişiye haberin doğruluğu gözükünce, kuşkuyu reddeder. Bu durumda kendisine iman ettiği haberi tasdik, haberin bizatihi içerdiği ihtimal­lerden biridir ki bu haberin doğru olması demektir. İşte iman ederken kendisine görünen haberin bu yönüdür ve bu esnada doğruluğuna ve hakkında kuşkuya kapılmadığına kesin kanaat getirir. Bilmez ki bu ke­sinlik, haberin iki ihtimalinden birisinin ortaya çıkmasından kaynakla­nır. Haberin doğruluğunu bildiren varidi unuttuğunda ise doğruluk ve yanlışlık ihtimalleri eşit derecede kalır. Böyle bir durumda insan bile­rek değil zan yoluyla birisini tercih edebilir.

Kardeşim! Nefsin hilelerinin ne kadar gizli ve bilgisizlik perdesi­nin -kendisi yok olsa bilene kadar güçlü olduğuna bakınız! Üstelik bilgisizlik var olan bir şey olsaydı, durum nasıl olurdu? Hamd Allah Teâlâ’yadır, ihsan O’ndandır. İmandaki payını ve mertebeni öğrenmen için bu konuya dikkatini çektik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle der: ‘Zinakar mümin iken zina etmez.’ Başka bir ifadeyle cezalandırıla­cağından tam olarak emin iken zina etmez; çünkü Allah Teâlâ onu bağışla­yabilir. İman bilginin verdiği kesinliği ve açıklığı vermediği sürece, iman değildir.

Bilmelisin ki, bilgi ince bir perde ardından ameli verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zinakar hakkmdaki hadisinde şöyle der: ‘İman ondan çıkar, bir gölge gibi üzerinde durur.’ Bu konuda bizim bir hüsnü tahlilimiz var­dır, şöyle ki: Zinakar Allah Teâlâ’dan kendisine inecek bir belaya maruz kal­mıştır. İman ise bin gölge gibi onun üzerinde kalmak üzere ondan çı­kar. Gölge belanın -şayet inersekula ulaşmasını engeller.

Dostum! Dikkatini çektiğimiz bu açıklamadan gafil kalma! Allah Teâlâ ayederi ancak haklarında bilgi gerçekleşsin diye ortaya koymuş ve ar­tırmıştır. Allah Teâlâ bilir ki, bilgi olursa, amel onun ayrılmaz özelliği ola­caktır. İlaç içen birisine dikkat ediniz. Bu bir ameldir. Hasta ilacı şikâ­yet ettiği hastalığını iyileştireceğini bildiği için içmiştir ve bunun için şöyle der: ‘Belki de şifa içtiğim şeyin kendisidir.’ Bu imkân ve ihtimal nedeniyle ilacı içer. Böyle iken, kuşkusuz bir şekilde onun şifa olduğu­nu bilse, ona sürade koşardı. Bir imkân ve umut esnasında, insanın tuuımu öyledir. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ onu bir bilgiyle saptırdı.’321 Bu ayet heva ve arzusunu ilah edinen kimse hakkındadır. İlah meluhta güç sahibidir ve bu kişinin ilahı onun hevasıdır. Heva onun üzerinde hü­küm sahibi olmuş, Allah Teâlâ yolundan onu saptırmıştır.

‘Bilgi üzerindeyken’ demesine gelirsek, bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın onu bir bilgi üzerindeyken saptırmasıdır, yoksa sapan kişi bilgiye sahip değildir. Çünkü sapan-kimse hangi yönde maüubunun bulunduğunu bilmeyen bir şaşkındır. Dolayısıyla ‘ala ilm (bilgi üzerinde)’ ‘saptırdı’ kelimesine bağlıdır ve ondaki amildir. O da Allah Teâlâ’nın fiilidir. Allah Teâlâ’ya dü­şen sadece açıklamadır. Ayette ‘Allah Teâlâ kendilerine hidayet ettikten sonra, bir kavmi saptırmaz, ta ki onlara sakındıkları şeyi açıklayana kadar322 buyurur. Yani misale hususunda ve üzerinde doğdukları fıtrat kendile­rine açıklandıktan sonra, kavmi saptırabilir. ‘Ta ki onlara korktukları şe­yi açıklar.’323 Onlara bunu açıkladığında ise kendilerini hayrete düşü­rür. Bu bağlamda onların bir kısmını vasıtayla hayrete düşürür. Bunlar nebilik hakkında kuşkuya düşer ve hayrete kapılır. Böylece bir pey­gamberin peygamber olduğuna kesin olarak iman edemezler ve kendi­sinden bilgi almada çekimser davranırlar. Bir kısmım ise nebiliğin as­lında hayrete düşürür. Acaba nebilik olabilir mi, olamaz mı? Bir kıs­mını teorik delilerin imkânsız gördüğü hususta peygamberin getirdiği hükümlerde hayrete düşürür. Öyleyse Hakkın beyanı ve hidayeti, onla­ra bu hayreti kazandırır. Bunun nedeni imanın olmayışıdır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın kendilerine söylediği ve açıklamış olduğu hakikati, on­lara keşf ettirecek bir iman nuru onlarda yoktur. ‘Allah Teâlâ’nın kendisine nur vermediği kimse...’324 Kast edilen kendi imanından olan nurdur. ‘Onun nuru yoktur.’325 Kast edilen kıyamet vaktidir. Çünkü ‘Allah Teâlâ her şeyi bilendir.’326 Allah Teâlâ bir şeyin olacağını bilirse, onu yaratır; var olmayacağı­nı bildiğinde ise onu meydana getirmez. O’nun işi bilgisine bağlıdır. ‘De ki, onu bilgisiyle indirdi.’ indirme bilginin meydana getirdiği bir eylemdir. Hakk kullarına beyan ettikten sonra, bir kısmına bilgi ihsan eder ve bu kısım kendilerine verilen bilgiye göre amel eder. Bir kısmını ise bilgiden mahrum bırakır; bu kısım dalalete düşer ve hayrette kalır, kuşkuya kapılır, tereddüde kapılır ve çekimser kalır.

Ayette ‘Kitap verilenler, onu çocuklarım tanıdıkları gibi tanır327 deni­lir, çünkii onlar kitaplarını tasdik ediyordu. Peygamberin özelliği orada vardı ve onlar bu niteliği görmüş, o niteliğin aynısı olduğunu bilmiş, bu niteliğin bulunduğu kimseyi tanımamışlardı. Bunun nedeni, söz konusu niteliğin pek çok şahısta bulunabilme ihtimalidir. Bu nedenle peygamberlik niteliğinde değilşahıs hakkında tereddüde düşmüşlerdi. Allah Teâlâ onların ‘Bir kısmı bildikleri halde hakkı gizler328 der. Yani onlar gerçek olduğunu bilirler ve kendilerini taklit eden insanlardan bu haki­kati gizlerler. Aynı zamanda peygamberden de bu niteliğe sahip oldu­ğunu anladıklarım gizlerler. Hakikati bilen birinin zahirde onu itiraf etmesi gerekmez, fakat içinden onu tasdik etmesi bilginin ayrılmaz özelliğidir. Bunu bilen insan, diliyle yalanlaşa bile, onu doğrulamıştır ve bu durumda bilgisine göre amel etmiştir ki, amel tasdiktir. Allah Teâlâ ‘Nefisleri ona kesin olarak inanmıştır329 der. Yani onların ayet ol­duklarına inanmışlardır. Böylece gerçeği bilmişler ve bilgilerine göre de amel etmişlerdir. Bu amel bilginin nefse yerleşmesi demek olan ke­sin inançtır. Bilmeselerdi kesin olarak inanmazlardı. Her bilgi kurtulu­şu sağlamaz, kurtuluştan ancak genel veya özel olmak üzere belli bir miktarı sağlayabilir.

Şöyle sorabilirsin: Ateştekiler, Allah Teâlâ’nın tehdidinden kurtulmayı tasdikle, şöyle demişlerdir: ‘Rabbimiz bizi çıkart ki, daha önce yaptığı­mızdan farklı olarak salih amel yapalım.’330 Bu esnada onlar adına bir bilgi gerçekleştiğinden kuşku duymayız. Allah Teâlâ onlara ‘Döndürülselerdi, yine yasaklanmış işe dönerlerdi331 buyurur. Üstelik elde ettikleri bu zevki bilgiye göre, yasaklanmış işlere dönerlerdi. Bu nedenle şöyle de­dik: Allah Teâlâ dünya hayatının ne olduğunu bildiği için onu belli bir do­ğada yaratmış, insanı da unutmaya, gaflete ve aceleyi sevmeye kabili­yetli mizaçta yaratmıştır. Bunun yanı sıra insan mizacı, bulunduğu du­ruma göre, bunların zıtlarma da kabiliyetlidir. Allah Teâlâ dünyadaki yaratı­lışlarına döndürülmüş olsalardı, onların tekrar bildiklerini unutma ha­line döneceklerini belirtir. Allah Teâlâ onlarm gözlerine bir perde koymuş­tur. Bu perde kendisini görselerdi gerçeği öğrenip ona göre davranma­larına sağlayacak şeye karşı konulmuştur. İşte ‘Yasaklandıkları işe döner­lerdi332 ayetinin anlamı budur. Çünkü onlarm yaratılışları bunu gerek­tirir. Bu bilgi onlar adma kalsaydı, geri dönmezlerdi.

Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle der: ‘Kıyamet gü­nü dünya ehlinden en çok nimet görmüş birisi getirilip ateşe daldırılır. Sonra ona ‘hiç nimet gördün mü?’ diye sorulsa, ‘hayır derdi.’ Bilindiği gibi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nimetlenenleri görmüştür. Fakat halin şahidi, nimetlenenden peygamberi perdelemiş ve onu kendisine unutturuştur. Aynı şekilde, dünyadaki en üzüntülü insan bir defa cennete daldırılıp sonra ‘hiç üzüntü gördün mü?’ denilse ‘hiç görmedim’ derdi. İnsanlar geri döndürülselerdi, döndürüldükleri hal ve yapıya göre davranırlardı.

Müminlerin asilerine gelirsek, onlar, tehdidin gerçekleşeceğini bi­lir, fakat kimde gerçekleşeceğini bilmezler. Onlardan birisi tehdidin kendisinde gerçekleşeceği kimsenin tam olarak kendisi olduğunu bil­seydi, tehdidin kendisinde uygulanacağını bildiği günaha kalkışmazdı. İnsan seçiminde ve ihtiyarında mecbur ise bunu da bilmez. Çünkü bu konuda iş ortak olduğu için bunu kendinde bulamaz. Bazı menziller­den söz ederken bu hususa değinmiştik. Öyleyse seçiminde ve ihtiya­rında cebri keşif ve müşahede ederek bilen kimse, kaderin hükmüyle günah işler. Böyle birisi, bildiğini yerine getirir ve bu amel ona zarar vermez; aksine onun günahı bağışlanır.

Bilmelisin ki, bu meselede zikrettiğimiz bu miktar, hakkında ilahi haberin geldiği bilgi dahilindedir. Söz konusu ilahi haberin lafzı şöyledir: ‘Bilginin bir kısmı saklı bilgidir, onu Allah Teâlâ’yı bilenler bilebilir. O bilgiyi söylediklerinde, sadece Allah Teâlâ’dan gafil olanlar onu inkâr eder.’ Bu hadis, keşif ehli nezdinde sahihtir ve bu hadis hakkında görüş birliğindedirler. Keşif ehli bu hadisi bilmiş ve kesin olarak öğrenmiş, onu ‘meknün’ değil, ‘meknün yapısında’ kabul etmişlerdir. Çünkü bilgi meknün, yani sır olsaydı Allah Teâlâ’ya özgü kalırdı. Allah Teâlâ’yı bilenler onu bil­diğinde, Allah Teâlâ’yı bilmenin O’nun bildiği bilgiyi de kula kazandırdığını anladık. Böyle bir bilgi genele perdeliyken seçkinlere malumdur. Allah Teâlâ’yı bilmenin anlamı, O’nun bilinmeyen olduğunu bilmektir. Böylece bilinemeyecek bir şey olduğunu ve O’nun dışındakileri bilmenin mümkün olduğunu anladık. Bu bilginin kilitleri Allah Teâlâ’yı bilenlerin kalp­leridir. Onlar bu bilgiyi kendi aralarında konuşur, çünkü ancak böyle konuşulabilir. Bu bilginin ehli ve Allah Teâlâ ehli olmayanların -ki Allah Teâlâ ehli zikir ehlidir ve onlar Allah Teâlâ’yı bilenlerdirbulunduğu bir mecliste konu­şulursa, Allah Teâlâ’dan gafil olanlar kendilerine tepki gösterir ve bilgiyi inkâr ederler ve onları Allah Teâlâ ehli değil gurre ehli olmakla suçlarlar. Onlar, Allah Teâlâ’yı bildiklerini zannedenlerdir. Öyleyse bilginin bir tarzı ‘meknün tarzındadır.’ Bir kısmı ise saklı değildir ki, o da budur. Çünkü saklı bilgi müşahedeyle bilinir ve aktarılamaz. Fikir bilgileri ise öyle değil­dir, hepsi aktarılır. Keşif sahibi fikir veya düşünme gücü olmadan bir bilgi elde ederse, delil olmadan aktarabilir ve delili bilen o bilgileri ka­bul edebilir. İşte bu bilgi meknün tarzında olandır; çünkü onu bilen, delili bilmiyordur.

Bilmelisin ki, iki diyar vardır: Birincisi natık ruhların yerleşik ol­duğu diyardır. Burası itidale kavuşan ve düzenlenmiş doğal bedenler­dir. Allah Teâlâ onu iki eliyle yaratmış, iki niteliğiyle ona yönelmiştir. Allah Teâlâ bedeni yarattığında, onu başka bir diyara yerleştirmiştir ki, orası ‘evin evidir.’ Allah Teâlâ evin evini iki kısma ayırarak birincisini dünya diğerini ahiret diye isimlendirdi. Her evin sakinlerinin -ki natık nefislerin evle­ridirmaslahatının ne olduğunu bilmiştir. Allah Teâlâ, dünya evinin faniliği, yok olacak ve suretinin değişecek olması, konumunun ve şeklinin baş­kalaşacak olması ve hayatının gizliliği nedeniyle, onda bir sakin yarattı. O, Allah Teâlâ’nın natık nefsi yerleştirdiği bu yerdir. Böylece bu yapının ve yaratılışının hayatını da -tıpkı sakinlerinin evi gibigizli yaptı. Bu ha­yat da fani, varlığı gidici, sureti, şekli ve konumu ortadan kaybolacak bir hayattır. Sakini de -ki natık nefstirbilgisizlik, perde, kuşku, zan, küfür ve imanla nitelenmiştir. Bunun nedeni, beden yapısından ibaret bu diyar ve evin kesifliğidir. Onunla Allah Teâlâ’yı görmek arasına bir perde koymuş, onu kendisini emzirsin ve ayakta tutsun diye annesinin hücre­sine yerleştirmiştir. Natık nefs bu bedene yerleştirilmesinden itibaren annesinden başkasını görmemiştir. Öyle ki bu yaratılışın sakinlerinin bir kısmı, babasını tanımaz. Allah Teâlâ kendisine uyumayı ihsan etmiş ve uyurken ‘hayal gücü’ denilen bir güçte rüya görmeyi nasip etmiştir, insan uyurken adeta bu yapının ve yaratılışın dışına çıkar. Böylelikle babası kendisine bakar, onunla sevinir, kendisine ‘ruh’ ilka eder, onun­la ünsiyet ettirir, ruhlar kendisine yönelir, tenzihinden Hakk kendisine görünür. Natık nefs, bütün bu halleri uykuyla, kendisinden ayrıldığı ve kendisiyle ülfet ettiği hemcinsi olan bedeninde görür. Böylelikle uyku esnasında kendisine alışık ve aşina olduğu bedeninin diyarında oldu­ğunu zanneder. Bütün bu maddelerde gördüklerinin de müşahede et­tiği tarzda olduğunu zanneder. Bu görme, dünya hayatında natık nef­sin babası ve kardeşleri olan ruhlarla olduğu gibi Rabbiyle de ünsiyet etme miktarıdır. Bir kısmı bu konuda güçlenir ve gördüklerini uyanık­ken görebilecek Hakk ulaşır. Allah Teâlâ kendisine ‘tabir ilmi’ denilen bir bilgi verir ve gördüğü suretleri bu ilim sayesinde anlamlarına yorar. Allah Teâlâ bu dünya hayatını natık nefsin evi olan bu yapı ve yaratılıştan boşalt­mayı murad ettiğinde, ondan bedeni yöneten ruhu ayırır ve bü ruhu uyurken büründüğü berzahî bir surete yerleştirir.

Kıyamet günü olup Allah Teâlâ kendisini hayat diyarı olan diğer diyara naklettiğinde -ki orası natık bir yer, hayatı gözüken, varlığı yok olmayan ve sabit hayattırnatık nefs için öteki diyarın cinsinden ye nefsin niteliğine uygun bir ev yaratır. Çünkü orası kendisine uygun olmayan bir sakini kabul etmez. Böylece Allah Teâlâ mutlular için doğalbedenî bir yapı, bedbahdar için ise unsurdan oluşan bir yapı yaratır ve onu düzenleyerek itidale kavuşturur. Ardından natık nefsi o eve yerleş­tirerek ondaki körlük, bilgisizlik, kuşku ve zan perdelerini kaldırıp onü sürekli nimet ve bilgi sahibi haline getirip babasını ona gösterir. Natık nefs de babasını görüp mutlu olur. Ardından kendisini yaratan ve rız­kını vereni ona gösterir. O da kendisiyle kardeşleri arasında onu tanır ve sevdiklerinin arasına katılır. Allah Teâlâ dünya hayatında kendisinden gizli her şeyi ona gösterir ve bu yapıyı ‘cennet’ denilen öteki diyara yerleşti­rir. Çünkü Allah Teâlâ ahiret hayatını iki kısma ayırmıştır Ki, burası birinci kısımdır. Diğeri ‘cehennem’ denilen öteki yerdir. Allah Teâlâ cehennem eh­linin natık nefislerini unsurdan yaratmıştır. Bu yönüyle onların nefisle­ri, başkalaşmayı kabul eder. Allah Teâlâ bilgisizliği onlara eşlik ettirirken bil­giyi çekip alır. Taklitçi müminlerin bilgisizliğini bedbahdık diyarının sakinleri arasından işlerin inceliklerini bilenlere verir ve o İçişi bu bilgi­sizlikle ateşe girer, zaten oranın ehliydi oysa ateş bilginleri kabul et­mez. Bu nedenle dünya hayatında işlerin inceliklerini bilip cennetlik olmayan bu bilgine taklitçi müminin bilgisizliği verilir -çünkü bilgisiz­lik cennette bulunmaz. Ebleh ve taklitçi mümin, kendi cehaletini ce­hennemlik alimin üzerinde görür, ondan Allah Teâlâ’ya sığınır, onun çirkinli­ğine şahit olur; Allah Teâlâ’nın cehennemlik alimin bilgisini kendisine giydire­rek verdiği nimeti nedeniyle de şükreder. Bu alim ise cennetlik adama bakar, hasretine hasret katılır. Bilir ki, içinde bulunduğu yer, bu du­rumu bizatihi gerektirmiştir. ‘Keşke geri dönseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamayıp müminlerden olsaydık’ der. Çünkü cehennem­lik alimler şunu öğrenmiştir: Mümin oldukları takdirde, cahil bile olsa­lar muduluk diyarına intikal ettiklerinde, bilgisizlik elbisesi çıkartılıp bilgi elbisesi onlara giydirilecektir. Bu nedenle akıbet hayır olduğu için, dünya hayatında bilgisiz olmayı önemsemezler. Hâlbuki cehen­nemlikler şunu bilmez: Daha önce bulundukları yaratılışla dünyaya döndürülselerdi, yine onun hükmüne dönmüş olurlardı, çünkü bir ni­teliğe bağlı fiil değişmez. Onların dile getirdikleri bu temenni de bu­lundukları yaratılışın ve yapının etkisiyle söylenmiştir ve bu bilgilerinin kendilerinde kalacağını zannetmişlerdi. Allah Teâlâ bu dünya yaratılı­şında bilenler için Unutma özelliği yaratmıştır.

Onlar bir şeyi bildiklerini bilirler ve onu akıllarına getirmek ister­ler. Hâlbuki daha önce kendisini bildikleri halde hatırlamazlar. Allah Teâlâ’nın dünyada unutma özelliğini yaratması, onların bildikleri şeyle ilgili bil­gilerini kendilerinden çekip almasıyla, her şeye gücü yettiğine dikkati çekmek amacı taşır. Cehenneme girdiklerinde ise bilgiyi onlardan çe­kip alır. O, rahmetini dilediğine tahsis eder. Bu durum ‘Allah Teâlâ’m! Mül­kün sahibi sensin, mülkü dilediğine verirsin333 ayetinde belirtilir. Bilgiden büyük mülk mü olur? Bilgi, Allah Teâlâ’nın mukallit-cahil fakat ahiret haya­tında Mutlu mümine verdiği nimettir. ‘Mülkü dilediğinden çekip alır­sın.’334 Bilgiden daha üstün mülk mü olur? Allah Teâlâ bu bilgiyi cehennem­lik olan ve mümin olmayan alimden alır. ‘Dilediğini aziz yaparsın,’335 Yani bilgiyle aziz yaparsın. ‘Dilediğini zelil yaparsın.’336 Bilgiyi çekip ala­rak dilediğini zelil ve hor yaparsm.

Allah Teâlâ’nın beni yükümlü tuttuğunu öğrenince

Anladım ki mesul ve maksud benmişim

Zaman sürdükçe ibadet edeceğim O’na

Dünyada ve ahirette mabud Hakka

Yaratılmış bir şeye tecelli etse

Görür ki Hakk (her daim) görülen

Ama şeyin kendi suretinden, O’nun hakikatinden değil!

İş ve şe’n mevcut ve yitirilen

Çünkü biz yüzdeki gözlerle görürüz O’nu

Hepimiz O’nun yüzüyüz! Yüz ise sınırlı

O varlıktır, oluştaki O’nun sureti

Rahman’dan başka mevcut yok!

İki yer var; darın darı (evin evi) doldurur orayı

Latifin diyarı; oluşta tecrit yok

Hakikatler işin ahiret hayatında rahmete varmasını bildirmeseydi, elemlerin kalkmasıyla onlar adına orada afiyet gerçekleşmeyecekti. So­nunda iş rahmete varacağı için orada mana ve ruhuyla birlikte Allah Teâlâ insana merhamet eder. Bazı şeylere rahmet afiyetin ta kendisidir, başka bir şey değildir. Bazıları için acıların ortadan kalkması demektir. Bu kı­sım, cehennemliklere özgüdür ki, onlar ateşliktir. Acıların kalkmasıyla onlar adına afiyet gerçekleşeceği için, ateşte ölmezler. Böylece bundan bir haz duyarlar. Onlar elem sahibi değil acı sahibidir ve hayatta kal­mazlar. Yani bedbahdık diyarında kendilerine afiyet vermesine ilave olarak, cennet ehlinin nimeti gibi nimete sahip değillerdir.

Kalpte senden bir alev var, onu söndürmez

Duyuyu görmek onu inşa eder

Eşraf adına şereften korkarım

Kalbime gelen, onu bildirir

‘Ah’ sahibi talep etmek üzere gelince

O hal müşahedesiyle iyileştirir onu                                                                                        

Kalbimde yenilenen şey onu nimetlendirir

Uykudan önce olan ise onu izhar eder

Bilmelisin ki, bugün bilginin mutluluk olduğunu iddia eden insan bu görüşünde haklıdır ki ben de aynı görüşteyim. Bununla birlikte bu görüşü benimseyen insan keşif ehlinin elde ettiği bir bilgiden mah­rumdur. Şöyle ki: Allah Teâlâ kulun bedbaht olmasını irade edince, ondan bilgiyi uzaklaştırır, çünkü bilgi onun zati bir özelliği değildir, aksine kul bilgiyi kazanmıştır. Kazanılmış bir şeyin ortadan kalkıp kişi­yi bilgisizliğin kaplaması mümkündür. Çünkü bilginin çekip alınması bilgisizliktir ve onun üzerinde bilgiden kalan şey, sadece bilginin ken­disinden çekip alındığının bilgisidir. Allah Teâlâ bu son bilgiyi onun üzerin­de bırakmasaydı, bilginin ondan alınmasından dolayı azap çekmezdi, çünkü cahil olduğunu bilmeyen, neyi kaçırdığını bilmediği için sevinçli ve mududur. Hâlbuki pek çok hayrı kaçırdığını bilseydi, sevinmez ve üzülürdü. Öyleyse insan ancak neyi kaçırdığını veya sahip oluğu halin alındığını bilmekle acı çekebilir.

Kolum incinmişti. Ben de Allah Teâlâ karşısmda edebin gereği olarak Hz. Eyyub’un Allah Teâlâ’ya dönmesi gibi durumumu O’na şikâyet ettim. Amacım ilahi kahra karşı direnmemekti. Nitekim Allah Teâlâ’yı bilme­yenler böyle yaparak teslim, tevekkül ehli ve itiraz etmeyenler oldukla­rını zannederler. Böylece de iki bilgisizliği birleştirirler. Allah Teâlâ’nın ko­lumda bana tattırdığı azabı hissedince, şu dizeleri söyledim:

Hem kolumdan ve hem O’ndan şikâyet ettim

Bu benim zayıflığımdan

Dedim ki, nefse çağır onu _                                       -

Benim genişliğimde senin iddian nerede

Dedim ki, sana şikâyetim Var ondan : Zararım faydamın ta kendisi

Çektiğim sıkıntıdan şikâyet olmasaydı Ondan ve doğamdan çıkmış olurdum

Bilgisizliktir bu, ama kalp bilir onu Uyan hal sahibinin kalbi    '

Bilgisizliğimle çıknıasaydım                                      .

Kimse çağırmazdı beni O’na :

‘Buyur’ dedim beni çağırana Metaın kendisini istiyorum dedi

Şevk derdi, onu ganimet bil öriu Vuslatım ayrılmamın ta kendisi . _

Çektiğim ağrı hafifledi .

Gördüğüm hal kayboldu.

Akıl olmasaydı bilmezdim O’nu

-               Levha olmasaydı yazamazdım O’nu

Oluş görülmeseydi olmazdın sen veya onda Bilgi olmasaydı onu uygulayamazdım

Halk varlığını bilir denirse

Hakikate dair bir bilgisi yok onuri                              .

Bu kadar bilgisizlik yeter ona:

Hakikatin durumunu bilmiyor '

Hakikatler ortaya çıktığında kuşku ya da tereddüt olmaz. Hakikat aydınlığı ayan beyan ortadadır artık. Bu durumda öğrenme gerçekleşir, tartışma kalkar ve duyma meydana gelir. Bu hal ile aranda tehlikeli ge­dikler, susauçı çöller, uğraştırıcı yollar, silinmiş izler vardır. Bu yollar­da kılavuz bile yolu şaşırır. Bu yolları yaşayan ve ölen değil, hayat ve­ren ve öldüren kat edebilir. Bu güçlüklere karşı koyanın ve sınırları aşanın durumu nasıldır? Fakat çekilen meşakkatin acısı ölçüsünde, ra­hatlama ve nimet gerçekleşir. Orada kendinden başka bir çöl veya ge­dik yoktur. Öyleyse sen, kendinden O’nun perdesisin. Kendini ortadan kaldır ki, iş kolaylaşsın! Halkı bilen, Hakkı bilir; bu hakikatin bir kıs­mını bilmeyen, bütünü bilmez. Çünkü bütün karşısında parça, farkın­da olunmayan bir yönden, bütün gibidir. Bütün yönleriyle parçayı bil­seydi, bütünü de öğrenirdi. Çünkü onun parça olması yönlerinden ha­reketle bütünü bilmiştir.

Bu menzil, ayederi çoğalmış ve delilleri ortaya çıkmış menziller­den biridir. Fakat gözler perdelerin etkisi altındayken kalpler kilididir. Akıllar ise arzularıyla savaşmakla meşguldür ve bu nedenle onlardan beklenen derin araştırmaya kendilerini veremezler.

Bu menzilde çeşidi ilimler vardır: Bunlardan birisi düşmanlara karşı koymak ve arzuların birbirleriyle karşı karşıya gelmesinin bilgisi­dir. Çünkü akıllar arzuyu arzuyla savmasalardı, maksada ulaşamazlardı. Çünkü nefisler her daim arzularının etkisinde kalma alışkanlığındadır. Akıl yönetimi bilen ve suretleri inşa etmede mahir olursa, nefsin arzu ettiği şeyin bir suretini oluşturur. Nefis de sevgiyle o sureti kabul eder ve amacını elde eder. Sayı ve harflerin özellikleri bu menzilden öğreni­lir. Basit sayılar, onların kendilerinden oluşan sayılardaki etkisi bu menzilden öğrenilir. Sayılar bileşik olduklarında da basitken sahip ol­dukları özellikler devam eder mi, etmez mi? Bu menzilden öğrenilir. Zaman zarfları ve onlarm kimin elinde oluğu, bu menzilden öğrenilir. Gelecek zaman şimdiki zaman olduğunda, hükmü nedir? Bilginin tek­liği bu menzilden öğrenilir. Ona çokluktan nispet edilen nedir? Bu bil­ginin kendisine değil, ilgilerine aittir. Teorik araştırmanın mekân zarf­larında meydana getirdiği neticeler, bu menzilden öğrenilir.

Varlıkların dünya ve ahiretteki ömürleri bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte ahiretin sonu yoktur. ‘Hepsi belli bir süreye gider.’337 ayeti geneldir. Her şey için bir gaye ve son olmalıdır. Eşya ise sonsuz­dur ve dolayısıyla gayeleri de bitmez. Allah Teâlâ eşyayı her an yeniden yara­tır. Her şeyin bir gayesi vardır ki, gaye onun belirlenmiş yeridir. Bina­enaleyh ecel varlıkların hallerine aittir. Onların gayesi -gayesizliktir. Bu menzilde hakikat, mecaz ve itibar öğrenilir. Acaba neyden neye geçilir ve geçmenin faydası nedir? iki diyarın mamurluğu bu menzilden öğ­renilir. Bu konu, bu bölümde yollarının bir kısmını zikrettiğimiz ve tamamladığımız meseledir. Kıyamet hallerinin hükümlerinin değişmesi bu menzilden öğrenilir. Yükümlülerin hallerindeki değişiklik bu men­zilden öğrenilir. Allah Teâlâ her sınıfa o sınıfın özelliği bakımından hitap eder, buna ilave yapmaz. İşin bütünüyle yeni olduğu ve bir tekrar ol­madığı bu menzilden öğrenilir.

Hakkın hitapta muhatabın anlayışına inmesi, bu menzilden öğre­nilir. Hâlbuki hitabın bütünü haktır. Çelişki veya karşıtlık bulunsa bile, tek hakikat vardır ve hepsini birleştirir. Bu karşıdığa misal olarak, ren­gin kendilerini birleştirdiği siyah ve beyazın birbirine zıdığım verebili­riz. Veya renkler kendilerini arazın birleştirdiği farklı hakikatlerdir. Teşbih ile tevhit bu menzilden öğrenilir. Tafsil bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kelimelerinin O’nun yaratmasının hükmü olması bu menzil­den öğrenilir. Kevnî amellerin yaratılması ve onların suret olarak var edilmesi, bu menzilden öğrenilir. Cem’ ve vücûd, bu menzilden öğre­nilir. Doğal yaratılışın gerektirdiği hükümler, bu menzilden öğrenilir. İlleder, sebepler ve ceza, bu menzilden öğrenilir.

Dünya sebepleriyle ahiret sebepleri arasındaki fark, dünya sebeple­rinin ahiret sebeplerine üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Amelin in­sana dönmesi ve bu konuda Allah Teâlâ’ya izafe edilen ile O’nun kendisine izafe ettiği kısım bu menzilden öğrenilir. Hakkın yaratmasının kevnî sebepler karşısındaki durumu bu menzilden öğrenilir. Bunlar başkası değil, berzah mertebesindeki ulvi eserlerdir. Hallerin feleğin hareketlerinin değişmesi nedeniyle değişmesi bu menzilden öğrenilir. Hayvanın yapısı yönünden ölünceye kadarki hali bu menzilden öğrenilir, ilahi kıyas bu menzilden öğrenilir. Oluşun oluşa etkisi ve bu tesirden ko­runmanın yolu bu menzilden öğrenilir. Kıyamet, halleri ve mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Alemin bütün olarak durumu bu menzilden öğrenilir. İlahi yasa mensuplarının akli-hikemi yasa sahiplerinden üs­tünlüğü bu menzilden öğrenilir.

Bu menzilin içerdiği ilimlerin büyük kısmı bunlardır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Üretken Yollar Menzilinin, İbadet Arzının ve Genişli­ğinin Bilinmesi. Allah Teâlâ 'Benim arzım geniştir, sa­dece bana ibadet edin' Buyurur

Allah Teâlâ’nın arzı geniş Göğü o arzla evlenmiş

Bütün kapılar kapanmış Cömertlik eli açar onları

Göğüslerin yerleri daralmış Bilgi nuruyla genişletir onları

Sırrın belirsizlikleri karanlık Keşfin bilgileri açar onları

Verilen her bir nimeti el-Muhsin’in mertebesi bağışlar onu

Sonra arzda bozulma olursa Belki Rahman düzeltir onu

Sonra şiddetlenir veya mutedil olursa Hidayet dalgaları dizginler onu

Doğru olmayan her bir iddia Acizlik dili çürütmüş om "

Her türlü eziyetle sıkıntı sahibi bir dirseği Alemdeki sıkıntılardan; ona zarar verir

Allah Teâlâ şöyle der: Allah Teâlâ’nın arzı geniş değil midir? Oraya hicret etseydiniz ya!’338 ‘Ondan’ veya ‘ona’ dememiştir. İster kendisine ibadet eden orada bulunsun ister ona ibadet etmeye karşı büyüklenen kimseler orada bulunsun, bütün arz Allah Teâlâ’nın arzıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir, sadece bana ibadet edin:339 Bu ayette


Allah Teâlâ yeri (arz) güçlü bir pekiştirmeyle kendisine izafe etmiştir. Kaste­dilen Allah Teâlâ’nın arzı ifadesindeki pekiştirmedir ki kulları da -arzı kendisi­ne izafe etmesi gibipekiştirmeyle izafe etmiştir. Onları ibadet emrine de aynı pekiştirmeyle izafe ederek şöyle demiştir: ‘Sadece bana ibadet edin.’340 Başka bir yerde ‘Allah Teâlâ’ya ibadet edin’341, başka bir ayette ‘Rabbinize ibadet edin’342 buyurur. Konuşan-birinci tekil şahsa yapılan bu iza­fetin değerini bilen kimse, iki izafet arasındaki farkı anlar. Hâlbuki ibadede kastedilen aynı şeydir. Burada birinci şahsa izafe edilişteki ge­nişlik daralmışken isme izafe edilişinde genişleme olmuştur. Bıirada gerçeği olduğu gibi bilenlerin anlayabileceği sır vardır. Bu sır, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’yi fethederken ‘Fetihten sonra hicret yoktur.’ hadisindedir. Mekke en değerli yerdir ve orası yeryüzünün batısından ve doğusundan haccetmek üzere kendisine gelinen en şerefli mekândır. Fakat sakinlerinden dolayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Mekke’den hicret etmeyi emretmiş ve hicret edenin ücretini yüceltilmiştir. Allah Teâlâ Mekke’nin fet­hini nasip edince, müminleri oraya yerleştirerek şöyle demiştir: ‘Fetih­ten sonra hicret yoktur.’ Binaenaleyh Allah Teâlâ kime fetih ihsan ederse, o her şeyde veya her şeyin aynı olarak O’nu görür. Böyle biri artık hicret etmez, çünkü bir şey yitirmemiştir ki hicret etsin! Hicret ederse, Allah Teâlâ’nın emri nedeniyle hicret eder. Bu kişi, Allah Teâlâ’nın emriyle Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ ile hicret eder ve bu hicret cemaatle namaz kılmak üzere namaza gitmesine veya haccetmek üzere Mekke’ye gitmeye veya cihada veya ziyarete veya Allah Teâlâ yolundaki bir kardeşini ziyarete veya yoksullar için çalışmaya çıkmasına benzer.                                   -

Bütün bunlar, gerçekte hicret değil, ilahi emir nedeniyle müşahe­deye dayalı bir yolculuktur. Müşahedeye dayanmazsa, böyle değildir. Ya da müşahede gibi olabilir. Burada bizim ifade etmek istediğimiz husus böyle olan değildir. Çünkü ihsanın en düşük mertebesi, görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet etmektir. .

Allah Teâlâ insan-ı kâmili iki surete göre yaratmış, insan Allah Teâlâ’nın kendisi için iki ismini -ki bunlar el-Evvel ve el-Ahir isimleridirbir ara­ya getirdiği bir yaratılışla var olmuştur. Allah Teâlâ ona zahirinde ve bâtınında iki hüküm vermiş, bu sayede insan-ı kâmil, her şeyi bilen olmuştur. Allah Teâlâ onu yeryüzünün toprağından yaratmıştır ki, toprak, aşağısında bir şeyin bulunmadığı en düşük varlıktır. Nitekim Allah Teâlâ’nın ardında da varılacak bir amaç yoktur. Böylece Allah Teâlâ, insan-ı kâmilin yerini mekânların en değerlisi yapmıştır. O çadırın direğinin yerleştiği noktadır. Kapsayıcı arşı ise Rahman’m istiva ettiği yer yapmıştır. R.anman şanına layık bir tarzda ona yerleşir. Böylece Allah Teâlâ, yer, gök ve bu ikisinin arasında yer kaplayan felek ve unsurlar gibi genel şeylerin mertebelerini ve birbiriyle irtibatlarını bildirmiştir. Bütün âlem Arşın içindedir, arz ise öyle değildir, çünkü arz döşeğin yerleştiği yerdir. Allah Teâlâ bizi O’na ibadet edelim diye yarattığı için yol bize yaklaşmıştır. Böylece biz toprak içinde topraktan yaratıldık. Toprak ve arz, Allah Teâlâ’nın hor yarattığı yeryüzüdür. İbadet zillet ve horluk demektir. Öyleyse biz aslı itibarıyla zelil ve hor olanlarız ve nurdan yaratılmışlara (melekler) benzemeyiz. Allah Teâlâ onlara ibadeti emretmiş, kendisinden yaratıldıkları asıl, davet edildikleri Allah Teâlâ’ya ibadetten uzak olması nedeniyle, güçlük onlara uzak gelmiştir. Allah Teâlâ onları makamlarında kendiliğinden yarat­tığını göstermemiş olsaydı, oradan aşağı inmezler ve ibadetlerinde yükselme gerçekleşmezdi. Nitekim bizim için durum böyledir. Böyle bir durumda onlar ibadete takat getiremezlerdi. Çünkü meleklerin kendisinden yaratıldığı nur, zillet ve horluk değil, izzet özelliğindedir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bize inayetinin bir tezahürü, yaratılışımızdaki gayenin O’na ibadet etmek olması itibarıyla, bizi topraktan yaratarak yolu bize yaklaştırmasıdır; Allah Teâlâ bizi kendisinden yarattığı o yeryüzünde ve top­rakta kendisine ibadet etmemizi emretmiştir. Başkasına ibadet edenler söz konusu olduğunda Allah Teâlâ kendi toprağında ve arzında başkasına ibadet edilmesine karşı gayrete kapılarak şöyle der: ‘Rabbin hüküm verdi ki, ancak O’na ibadet edilecek.’343 Yani böyle hüküm verdi. Allah Teâlâ’dan başkasma ibadet edildiğinde, ibadet edilen bu hükme sahip olarak kendisine ibadet edilir. Dolayısıyla insanlar nispette yanılsa bile gerçek­te ancak Allah Teâlâ’ya ibadet edilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın her şeyde özel bir yönü vardır (vech-i has). Bu sayede o şey varlıkta süreklilik kazanır ve sabit olur. Binaenaleyh hiç kimse Allah Teâlâ’ya ibadetin dışına çıkmamıştır!

Allah Teâlâ özel bir şekilde kendisine ibadet edenler ile eşyada kendisine ibadet edenleri ayrıştırmak isteyince, içlerinde başka varlıkla­ra ibadet edilen yeryüzünün mekânlarından hicret etmeyi emretmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ çirkini temizden ayırır. Çirkin başka varlıklarda Allah Teâlâ’ya ibadet ederken temiz -başkalarında olmaksızınAllah Teâlâ’ya ibadet edendir. Allah Teâlâ yeryüzünü hilafet mahalli yaptı. Orası mülkünün diyarı ve isimlerinin hükümleriyle zuhur eden vekilin bulunduğu yer­dir. Allah Teâlâ bizi topraktan yaratmış, ölüyken ve diriyken oraya yerleştir­miş, ahiret yaratılışında bizi diriltecek ve topraktan çıkacağız. Öyle ki dünya ve ahirette her nerede olursak olalım, ibadet bizden ayrılmaz. Bu bağlamda ahiret de yükümlülük diyarı olmasa bile ibadet diyarıdır, içimizden dünya ve ahirette yaratılış sebebini müşahede eden, âlemde maksat olan kâmil kuldur. O, bütün âlemin vekilidir. Bütün âlem, bir zaman biriminde, ulvisiyle ve süflisiyle Allah Teâlâ’yı zikretmekten gafil kalıp sadece o kul Allah Teâlâ’yı zikretmiş olsaydı, zikirde bütün âlemin yerini alır, onun sayesinde âlemin varlığı korunurdu. Hâlbuki kul insan zikirden gafil kalsa, bütün âlem bu konuda onun yerini dolduramazdı. Zikre­den insanın kendisinden ayrılması nedeniyle yeryüzü tahrip olurdu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Yeryüzünde ‘Allah Teâlâ’ diyen bulundukça, kı­yamet kopmaz.’ Allah Teâlâ bu insan varlığını yaratmış, onu kuşatıcüık öze­liğiyle teşrif etmiş, ona iddia özeliği vermiştir. Bu sayede onun suretini kemale erdirir, çünkü iddia, ilahi bir niteliktir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ olanım, benden başka ilah yok, bana ibadet et.’344 Böylece Allah Teâlâ, O’ndan başka ilah olmadığını iddia etmiştir ve bu doğru bir iddiadır. Her kim doğru bir iddiada bulunursa, ona karşı delil getirilemez ve iddiasını reddeden herkese karşı güç ve otorite sahibi olur. Çünkü şid­det, galibiyet ve kahır O’na aittir, çünkü O doğru sözlüdür ve doğru­luk karşı konulamayan güç demektir.

İddia bir haberdir. Haber ise, haber olmak bakımından, eşit ölçü­de doğru ve yalan olarak nitelenebilir. Başka bir ifadeyle haber, doğru­luk ve yalan hükümlerini kabul eder. Buradan bir sınamanın gereklili­ğini anladık: Mümin iman sahibi olduğunu iddia eder. Bu, Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini tasdik, O’ndan başka ilah olmadığını, O’nun yü­zünden (zat) başka her şeyin yok olucu olduğunu söylemektir. Başta ve sonda emir Allah Teâlâ’ya aittir. Mümin içinde bu inancın bulunduğunu ve kalbini bu inanca bağladığını diliyle iddia ettiğinde, bir niteliği oldu­ğunu iddia ettiği şeyde doğru söylemesi mümkün olduğu kadar bu inancın onun niteliği olduğu hakkında yalan söyleme ihtimali de mümkündür. Bu nedenle lehinde veya aleyhinde delil getirmek üzere, Allah Teâlâ kendisini yükümlü olduğu ibadeti yerine getirmek hususunda sı­nar ve imtihan eder. Bunun için ilahlığın âleme yayılmasına bağlı olan genel ibadetle değil, özel ibadede O’na kulluk edip etmeyeceği sınanır.

Allah Teâlâ onun gözlerinin önüne sebepleri yerleştirmiş, bu iddia sahibinin ihtiyacım o sebeplere dayandırmış, bu iddiacı mümine vereceği her şe­yi sebeplerden ve onların vasıtasıyla vermiştir. Allah Teâlâ kendisine nur ih­san ederse, söz konusu perdelerin örtüsünü o nur vasıtasıyla açar ve kaldırır. Bu durumda, perdenin ardında sebeplerin sebebinin Allah Teâlâ ol­duğunu görür. Ya da Allah Teâlâ’yı o sebeplerde yaratıcı ve ihtiyaçlarını var edici olarak görür. Böyle birisi, Rabbinden bir nur üzerinde ve O’nun emrinden delile sahip olan iddiasında doğru sözlü, ilahi inayetle iddia ettiği makama hakkım veren gerçek bir mümindir. Böyle bir mümin, hakkında ‘Allah Teâlâ’nın nur vermediği kimsenin nuru yoktur’345 denilen kimse­den farklıdır. O kişi Allah Teâlâ’nın kendisini ve benzerlerini ‘Sizin Rabbiniz değil miyim?’346 hitabında söz alıp kendilerine şahit tutmasının ardından dünya hayatında bu fıtrat üzerinde yaratmış, fakat o, Allah Teâlâ’nın rızkını kendilerinden verdiği ve kendisiyle O’nun arasmda perde yaptığı se­beplerin ilah olduğunu ileri sürmüştür. Böyle birinin karanın ve deni­zin karanlıklarında kendisiyle yolunu bulabileceği ışığı yoktur. Onun önünde sadece ‘yıldızlar’, ilahi bilgi yıldızları vardır. Söz konusu insan, ilahlığı onu Hakk etmeyen varlıklara izafe etmiş, sebeplerin çokluğunun etkisinde kalarak ve ortaklığı kabul etmesi nedeniyle Allah Teâlâ’ya yaklaşma iddiasında yalan söylemiştir. Bu yakınlık, Allah Teâlâ’ya ortak koşarken bunun sebeplerin yaratıcısı Allah Teâlâ’ya yakınlık olduğu ve bu nedenle sebepleri ilah haline getirdiği iddiasıdır. Böyle bir insanın ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ sözü doğru değildir. Bu nedenle müşrik peygamber için ‘İlah­ları tek ilah mı yapacak, he tuhaf iştir bu?5347 demiştir. Gerçekte şaşılacak olan, ilahları çoğaltmakla birlikte, ilahlığı sebeplere nispet etmeyenin davranışıdır. Bununla birlikte o insan, sadece sebepleri görmüş, ulûhiyeti birlemekle birlikte keşiften onu sebeplerin etkisinden çıkartacak bir bilgi gerçekleşmemiştir. Bu kişinin içinde bulunduğu durum gizli şirktir ve sahibi şirk olduğunun farkında değildir. Gizli şirk onu talep ettiği yüce gayeden perdeler. Böyle bir iddia; sahibi, sebebin bulunma­dığı anda sıkıntı çekerken sebebin bulunmasıyla dinginleşir, Allah Teâlâ’yı ve O’nun fiillerini birleme iddiasında ise dürüst değildir. Bu konudaki ek­sikliği, sebepleri ilah yapmamış olsa bile, bu tevhidi kaçırdığı ölçüde­dir.

Şöyle diyebilirsin: Müşrik olduğunu iddia eden birisi bu iddiasın­da doğru söylemektedir. Peki doğruluk ona neden fayda vermez? Şöyle

deriz: Müşrik ilahlığı ilah olmayana nispet ettiği için yalancıdır. Bu du­rum onu kâfir yapan bir iddiadır. Böyle birisi müşrik olma iddiasında doğru sözlüyken ‘ilahlıkta şirkin ve ortaklığın doğru olduğu’ iddiasında yalancıdır. Akli ve dini delillerde, bu konu araştırılmış, ortaklık iddiası­nın doğruluğuna delil bulunamamıştır. Allah Teâlâ peygamber göndermekle kullarını şeriatlarla sınamış, sonra müminleri sebepler vasıtasıyla imti­han etmiş ve sınamıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ her sınıfı kendi iddiasma göre sınamıştır. Kim doğru söylerse, doğruluğu iddiasma göre ona ka­zanç sağlar. Bu nedenle doğru söyleyenlere doğrulukları sorulur: Aca­ba emredilen hususta mı doğru söylemişlerdir, yoksa mubah kılınan bir hususta mı doğru söylemişlerdir? Yoksa onlar doğru söylemiş olsa bile, Allah Teâlâ’nın yapmasını yasakladığı bir hususta mı doğru söylemişler­dir? İşte onlara hangi konuda doğru sözlü oldukları sorulur. Çünkü laf taşıyanlar veya gıybet edenler de doğru söyler. Hâlbuki Allah Teâlâ bu insan­ları kınamış, doğru söylemelerine rağmen kendilerini tehdit etmiştir. Bu nedenle doğru sözlülere hangi konuda doğru söyledikleri sorulaçaktır. Bu da Allah Teâlâ’nın onları sınamasının bir yönüdür. Bütün bunların kaynağı ve dayanağı, insanların yapılarına yerleştirilmiş iddia­lardır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın hitabında onları sınadığı hususlardır ve Allah Teâlâ kimin doğru kimin yalan söylediğini öğrenmek üzere onları sınayaca­ğını belirtmiş, bu sınamada kendisini sınamayla bilgi alan konumuna yerleştirmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ, bu sınamadan önce de onlardan meyda­na gelecek fiili biliyordu. Kendi iddiasınca Allah Teâlâ’yı tenzih edenlerden birisi ‘Allah Teâlâ böyle bir konuda bilgi almaz’ der. Ona göre Allah Teâlâ, bir me­seleyi bilhassa falan şahıstan gerçekleşmesi itibarıyla öğrenmez. Böyle söyleyenler, bu konuda kendisine bir eziyet bulunur endişesiyle, Allah Teâlâ’nın kelamını reddetmiş ve onu tevile kalkışmıştır.

Zahirîlerin bir kısmı, ayette geçen lafza bağlı olarak, Allah Teâlâ’nın bilgi­sini sınama yoluyla edindiğini iddia etmiştir. Bazı insanlar ise, bu ifa­deyi bilginin gerçekleşmesi esnasında o şeye ilişmesi anlamında yorum­lamıştır. Onlara göre ilahi bilgi kadim iken ilişme hâdistir (sonradan meydana gelmiş). Müminlerin bir kısmı ise bu konudaki bilgiyi Allah Teâlâ’ya havale ederek belli bir tevile kalkışmadan iman etmiştir. İşte inanılan en sağlam inanç budur. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın kendisine dilleriyle iman ettiğini iddia eden kullarını sınamasıdır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Ta ki bile­lim’348 demiş, sonra da ‘Sizi sınayacağız’349 demiştir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ sizden cihat edenleri ve doğru söyleyenleri öğrenmeden cennete gire­ceğinizi mi zannettiniz350 der. Allah Teâlâ bu ikisini ayırt ederek mücahitleri belli bir ödülle ödüüendirmiş, sabredenleri de ödüllendirmiş ve sonra şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ yalan söyleyenleri ve doğru söyleyenleri bi­lir.’351 Ayetin öncesinde ‘fitne’ zikredilmiştir ki, sınama ve imtihan et­mek demektir.

insan bedeninin yapışma baktığında, kendisinden yaratıldığı yer­yüzü ve toprağı karşısında bulur. İnsan topraktan yaratılmış olduğu gibi bedenini ayakta tutan gıda da topraktandır. Allah Teâlâ genel itibarıyla insanın rızkını topraktan başka bir şeyden vermemiştir. Haklarında topraktan rızkını vermemek şeklinde âdeti aştığı kimseleri de doğalgizli bir şekilde rızıklandırmıştır ki söz konusu doğal şey, kişinin haya­tını baki kılan sebeptir. Allah Teâlâ o kişide sadece Allah Teâlâ’nın ve O’nun öğret­tiği kimselerin bildiği latif bir şeyle sıcaklığı ve hayatının maddesi olan yaşlığı artırır. Çünkü Allah Teâlâ sebepleri bir kez koyduktan sonra, artık on­ları kimse adına kaldırmaz, sadece kullarının bir kısmına sayesinde se­beplerin karanlıklarında yürüyebilecekleri nur verir, bundan başkasmı yapmaz. Onlar nurları ölçüsünde bunu görürler. Öyleyse ‘sebepler perdesi’ hiç bir zaman ortadan kalkmaz ve böyle bir şeyi arzulamaman gerekir. Hakk seni bir sebepten taşırsa, başka bir sebep vasıtasıyla seni taşır. Dolayısıyla genel anlamda sebepten yoksun kalmazsın. Çünkü sebep Allah Teâlâ’nın kendisine bağlanmayı emrettiği ipidir. O, indirilmiş şe­riattır ve sebeplerin en güçlüsü ve doğrusudur. Bu sebeplerin karala­rında ve deryasının karanlıklarında kılavuzluk yapan ışık o şeriatın elindedir. Kim böyle yaparsa -ki sebep demektironun karşılığı da böyle olacaktır. Dolayısıyla arzulanmaması gereken bir şeyi arzulama! Fakat Allah Teâlâ’dan bu nurdan zatına yaymasını iste! Allah Teâlâ bedeninde de­likler yaratarak, latif şeyleri izhar etmiştir ve doğal hayatın maddesi olan havanın seni ihata etmesini sağlamıştır. Çünkü hava özü gereği sı­cak ve yaştır. Allah Teâlâ sende bir çekme gücü yaratmıştır. Bu güç, alışıla gelmiş sebeplerden mahrum kaldığında, havayı burun deliklerinden çeker. Sen farkında değilken, bedenin o havayla beslenir. Haşaratın bir kısmının besininin bedenlerindeki deliklerden çektikleri yaşlık olduğu­nu öğrendik. Onlar, bu yaşlığı -ifrat ve tefrit olmaksızınbelirli bir öl­çüde çeker ve hayvanın bekası o özel şeye bağlıdır.

Değerli kardeşim! Bilmelisin ki, bedenin, Allah Teâlâ’nın kendisinde O’na ibadet etmeni emrettiği yeryüzü ve geniş arzdır. Ruhim beden arzında yerleşik olduğu sürece bu emirle yükümlüsün. Ruhun bedenden ayrı­lınca, bedenin toprakta gömülmüş olsa bile, bu yükümlülük senden düşer. Böylece (ayette sözü edilen) yeryüzünün bedeninden başkası olmadığını anlarsın. Allah Teâlâ seni içerdiğin güç ve manalar nedeniyle ge­niş yapmıştır. Bunlar, sadece insanın beden arzında bulunabilen güç­lerdir. Allah Teâlâ’nın ‘Oraya hicret etseydiniz’ ayetine gelirsek, yeryüzü, heva gücünün ve aklın yeridir. Ayette siz hevanın yeri olan arzdan aklın ar­zına hicret edin denilir. Bütün bu durumlarda, yeryüzünün dışma çık­mazsın. Heva gücü seni kullanırsa, seni alçaltır ve yok eder. Şeriat kandilini elinde tutan akıl seni kullanırsa, kurtulursun ve Allah Teâlâ bu akıl sayesinde seni kurtarır. Çünkü eksiklik ve kuşku özelliklerinden arın­mış selim akıl, işleri bulundukları hal üzere idrak etmen için Allah Teâlâ’nın basiret gözünü açmasından ibarettir. Böylelikle Hakk ettikleri gibi onlara davranır, her Hakk sahibine hakkını verisin. Geniş beden arzmda Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyen insan, kendisinden yaratıldığı arzmda O’na ibadet et­memiştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘insanın yaratılışına topraktan başlamış, sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir352 buyurur. Kastedilen, beden arzından çıkıp kadının rahmine yerleşen sudur (me­ni). ‘Sonra onu düzenledi.’353 Beden arzının düzenlenip içerdiği yaşlık ve sıcaklıkla tutuşmaya elverişli olmasından sonra Allah Teâlâ ona üflemiş ve böylece tutuşmuş, bu tutuşma ‘ruh’ olmuştur. Öyleyse ruh da ondan çıkmış ve ondan yaratılmıştır. Bu bedende akıl, yeryüzündeki aym benzeridir; yeryüzü ışığını ondan alır. Fakat evler, duvarlar ve kilider gibi engelleyiciler nedeniyle ışığın nüfuz edici bir etkisi olmamıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ beden arzmda akıl için şeriatı kandil yapmış, bu sayede lambanın ışığıyla yeryüzünün köşeleri aydınlanmıştır. Böylelikle akıl nurunun vermediği -ki ay konumundadırbilgileri verir. Sonra bi­zi tekrar toprağa döndürecektir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, kendisine ibadet etmek üzere bizi yeryüzünde ve topraktan yarattığı gibi O’nu müşahede edelim diye bizi ahirette yeryüzünde ve topraktan yaratacak ve çıkartacaktır.

Allah Teâlâ dünyada O’na ibadet edelim diye ruhlarımızı bedenlerimizin arzından yaratmıştır. Ahirette ise -eğer mutlulardan isekO’nu müşa­hede edelim diye bedenlerimizi arzımıza yerleştirecektir. Nitekim Allah Teâlâ bize inayet ettiğinde, dünya yaratılışında da kendisine iman etmiştik. Oradaki durum, yaratılışın bu husustaki taksimine göre, buradakinin aynıdır. Yarm da böyle olacaktır. Ölüm ise iki yaratılış arasında berzah halidir ve ruhlar, tıpkı uykudaki bedenler gibi, berzahi ve hayalî beden­ler olarak orayı doldurur. Onlar, bu arzın cisimlerinden olan bedenler­dir. Çünkü hayal de beden arzının güçlerindendir. Ruhlar da ondan veya ondan olan şeyden var olmayı sürdürür. Bunu bilmelisin.

Öyleyse Allah Teâlâ’nın arzı, içinde medfun olduğun var olan bir unsur­dur. Aklın ve şeriatın kandili var olduğu sürece, sana Rabbine ibadet etmen emredildi ve geniş beden arzında defnedildin. Öyleyse sen, Rabbine ibadede memursun! Gerçekte sana ait beden arzı, Allah Teâlâ’nın geniş arzdır. Allah Teâlâ bu arzda ölene kadar kendisine ibadet etmeni em­retti. ‘Kim ölürse, kuşkusuz, onun kıyameti kopmuştur.’ Bu, cüzi-tikel kıyamettir ve bu durum ‘Orada sizi tekrar döndürür’354 ayetinde belirti­lir. Beli bir şahsın ölümüne bağlı olan cüzi kıyametin mahiyetini anla­yınca, yeryüzündeki bütün ölümlülere ait genel kıyametin ne olduğunu da öğrenirsin. Ahiret yaratılışı karşısında berzahın müddeti, (dünya hayatında) kadının karnında cenini taşıma süresi kadardır. Allah Teâlâ onu bir yaratılıştan sonra, başka bir yaratılışla inşa eder ve böylece kıyamet günü oluncaya kadar yaratılışta tavırdan tavra girer. Bu nedenle birisi ölünce, ‘kıyameti koptu’ denilir. Yani berzahtan diriliş vaktine kadar olan sürede diğer yaratılış ortaya çıkmaya başladı demektir. Nitekim doğumla insan anne karnından yeryüzüne gönderilir. Yeryüzünde be­deninin yapısının tedbiri, berzahta kalacağı süre kadardır. Bu sürede onu tesviye eder ve ahiret hayatına uygun bir tarzda daha misali bu­lunmayan bir şekilde düzenler, insan orada, yani ahiret arzında yükümlülük ibadeti tarzında değilzati ibadetle Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Çünkü ahiretteki keşif, kendisine kul olunması gerekenden başkasma kul olmayı engeller. Allah Teâlâ adamları ise dünya hayatında bu makama ulaşırlar.    ;

Allah Teâlâ senin bedeninin arzını yarattığında, onda bir Kâbe yaratmış­tır. Kabe kalbindir. Allah Teâlâ kalb evini mümindeki evlerin en şereflisi yapmıştır. Göklerin -ki Beyt-i mamur oradadırve Kabe’nin bulundu­ğu yeryüzünün kendisini sığdıramadığını ve dar geldiğini, hâlbuki müminin bünyesindeki kalbin O’nu sığdırdığını bildirmiştir. Burada ‘genişlik’ derken, kastedilen Allah Teâlâ’yı bilmektir. Bu durum, kalbin ‘geniş arz’ ve ibadet arzı olduğunu gösterir. Sen de gözünle Allah Teâlâ’yı görürcesine, O’na ibadet edersin. Çünkü kalbin, gözünün kendisini idrakinden perdelenmiştir, çünkü o senin içindedir. Böylece şanına layık tarzda O’nu görür gibi zatında O’na ibâdet edersin. Kalp gözün ise O’nu mü­şahede eder. Çünkü Allah Teâlâ bilinmek anlamında kalp gözüne görünür. Böylece basiret gözüyle O’nu görürsün ve sanki baş gözünle de O’nu görmüş olur, ibadetinde iki sureti birleştirirsin: Allah Teâlâ’nın hayalde Hakk ettiği ibadet ile hayalin dışında Hakk ettiği ibadet. Başka bir ifadeyle mutlak ve mukayyet ibadede Allah Teâlâ’ya ibadet edersin. Bu imkân başka bir yaratılışta gerçekleşmez. Bu nedenle Allah Teâlâ müminin bünyesini say­gın Harem’i ve kerim ve azîm Ev’i yapmıştır. Biz de şu beyitlerde bu anlama işaret ettik:

Kim bütünüyle Hakk olursa

Ondan tamamen zail oldu ?

Hâk var olan bir şahıs                                     .

Sen de O’nun gölgesi

Veya sen O’nda O’nun gölgesi                                                                      . '

Emir bütünüyle Hakk                                      .

Harem’i muhterem                                                                     ' '

Helal onu helal kılmaz

. Layık olmayan her şeyden;

Çünkü yüceltir onu

Öyleyse mümin-insan-ı kâmilin dışındaki bütün yaratıklar, Allah Teâlâ’ya görmeden ibadet ederken insan-ı kâmil müşahede ederek O’na ibadet eder.-Kul iman sayesinde kemale erer-ve bu durumda keskin bir ışığa sahiptir. Hatta mümin bütün karanlıkları ortadan kaldıran keskin nu­run kendisidir. İnsan-ı kâmil müşahede ederek Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğinde, O’nu bütün güçleri olarak görür ve bu durumda başkası bu ibadeti ye­rine getiremez. Başkasının bu ibadeti yerine getirmesi de beklenemez. Bu makam, sadece mümin insan adına gerçekleşir, çünkü o Rabbinden dolayı mümindir, çünkü Allah Teâlâ el-Mümin’dir.


Bilmelisin ki, bu menzilde değilsen bu derecede bir tecrüben ve kademin de yok demektir. Ben ulvi dereceyi elde etmeni sağlayacak hususlara dikkatini çektim ki Allah Teâlâ’nın herkesi bir mizaçta yaratmadığını öğrenesin. Allah Teâlâ onları farklı mizaçlarda yaratmıştır. Bu durum, onla­rın arasında akli düşünme ve imandaki farklılıkların varlığı nedeniyle, bedihi ve zorunlu olarak anlaşılır. Hakk cihetinden, insanın kardeşinin aynası olduğu sana bildirilmiştir. Mümin kardeşinde bir insanın vasıta olmaksızın kendinden göremeyeceği şeyleri görebilir, çünkü insan ar­zusuyla perdelenmiş ve ona bağlanmıştır. Kendi niteliğini başkasından görünce, kendi ayıbını başkasında görür; çirkin bir huy ise çirkinliğini, güzel ise güzelliğini görür.

Bilmelisin ki, aynalar farklı şekillere sahiptir ve uzunluk, genişlik, düzgünlük, eğrilik, yuvarlaklık, eksiklik, azlık, çokluk gibi her bir ay­nanın şeklinin verebileceği durumlara göre, görüleni dönüştürerek yansıtırlar. Peygamberlerin Rablerinden gelen elçilik görevine kabili­yetli olsunlar diye, insanların arasında en düzgün mizaçlı kimseler ol­duklarını da biliyorsun. Her biri, elçilik ve risalet görevini Allah Teâlâ’nın onun mizacına verdiği terkip ölçüsünde kabul edebilir. Her peygam­ber, özel ve sınırlı bir mizaca sahip olduğu için, belli bir kavme gönde­rilmiştir. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i ise tüm insanlara genel risalet göre­viyle göndermiştir. Onun böyle bir risalete kabiliyedi olabilmesinin yegâne sebebi, tüm nebi ve resullerin mizacını içerecek genel bir mi­zaçta yaratılmış olmasıdır. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, mizacı en dengeli, en yetkin ve yaratılışı en sağlam olan insandır. Bunu bilmeli­sin!

Hakkı, insanın yaratılışı için kendisiyle ortaya çıkabileceği en yet­kin surette görmek istersen, bilmelisin ki, sen sana ait değilsin. Ya da sen Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in mizacı gibi bir mizaca sahip değilsin. Hakk sana kalbinin aynasında tecelli ettiğinde, Hakkı sana kendi mizacmm ve şek­linin suretine göre kendi aynan göstermiştir. Kuşkusuz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendi yaratılışında Rabbini bilmesini sağlayan dereceden daha aşağıda olduğunu bilirsin. Öyleyse iman etmelisin, peygambere uymalı ve onu kendi suretini ve başkasının suretini kendisinde gördüğün bir aynaya çevirmelisin. Böyle yapınca Allah Teâlâ’nın aynasında Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e tecelli etiğini de bilirsin. Aynada görenin bakışında bir etkisinin olduğunu belirtmiştik. Hakk en kâmil, mutedil ve güzel tarzda Mu­hammed aynasında zuhur eder, bunun nedeni onun aynasının kendili­ğindeki durumudur. Hakkı Muhammed aynasında idrak edersen, ken­di aynana bakarken idrak etmediğin bir kemali idrak edersin. İman ba­hislerine ve Hakkın kendi adına akılların imkânsız sayıp şeriat dilinin tespit ettiği hususlara bakmalısın! Şeriat ve şeriata iman olmasaydı, aklî düşüncemizle bunlardan herhangi birisini kabul etmez, hemen redde­der ve onu söyleyeni cahil ilan ederdik. Risalet ve iman, Hakkın kendi yönünden idraklerini sağlayacak iman nasip etmediği akıllara, onların kavramaktan aciz oldukları bilgileri verdiği gibi müşahede esnasında da mizaçlarımız ve akıl aynalarımız Muhammed aynasında tecelli eden Hakkı kendi aynalarında idrakten acizdir. Risalet hususunda görmeden kendisine iman ettiğim gibi bu nebevi tecellide de görerek onu müşa­hede ettim.

O olmasaydı ve biz olmasaydık olmazdı olan ' Risalet gelmezdi Mevla Rahman’dan

Haber ve hükümlerle Tıbyan dediler buna

Tevrat ve İncil

Furkan ve Kuran da denildi

Akıllılar fikirleriyle ‘Burhan’ dedi ona

 Üçlendi: İslam diye Bir de iman ve ihsan diye

Kulunu yürüten münezzeh İhsanlarını göstermek üzere

Rahman’ın suretine mahsus İnsan denilen o varlık

Peygamberler ardı sıra geldi Grup grup veya tek tek

Bize verdi ve bizi bürüdü Dilediklerini gizlice

Cennet ve nehirleri

Sonra ravhan ve ardından reyhan

Sonra keşfederek sonra göstermekle Gizleyerek ve bildirerek

Sana yapabileceğim bütün nasihatimi yaptım. Hakkı sadece pey­gamberin aynasında müşahede etme peşinde ol! O’nu kendi aynanda müşahede etmekten sakın. Bunun yanı sıra peygamberi veya Hakkın onun aynasına olan tecellisini kendi aynanda müşahede etmek peşinde olma. Bu da seni yüksek mertebeden düşürür. Sen peygambere uymalı ve onun peşinden gitmeye çalışmalısın. Peygamberinin ayak izinin gö­rülmediği bir yere ayak basma. Kâmil müşahede sahibi olmak istersen, ayağmı yakınlık mertebesinde onun ayağının ardına bas! Bana emredildiği üzere, bütün nasihatimi yaptım. ‘Açık ayetler indirdik, Allah Teâlâ dile­diğini doğru yola ulaştırır.’355

Bu menzildeki ilimlerden birisi, zan, tahmin ve ilahi takrir ilmidir. İnsanların çoğundan gizlenen sırlar, bu menzilden öğrenilir. Fertler bu menzilden öğrenilir. Büyük savaşlar bu menzilden öğrenilir. Müsaba­ka, Allah Teâlâ ile kulları arasında gerçekleşen yarışın yeri, bu menzilden öğ­renilir. Bu, değerli bir bilgidir ve kimsenin nitelemeyeceği ilahi rahmet ondadır. Tehdidin uygulanacağını ileri sürenlerin görüşünün redde­dilmesi, bu menzilden öğrenilir. Rahmetin herkesi kuşatması bu men­zilden öğrenilir, insan günah işlediğinde, ilahi intikama ve belaya ma­ruz kalır. Bu esnada insan ilahi intikama maruz kalacağı bir alanda do­laşmaktadır. Allah Teâlâ bu yarışta günahları örten, silen, bağışlayan, mer­hamet eden, yumuşak davranan gibi isimleriyle kuluyla yarışırken kul da günahları ve hatalarıyla Hakka doğru koşar. Hakk da intikama koşar. Hakk kulundan hızlıdır ve kul günahlara ulaşmazdan Hakk intikama ula­şır. Böylece el-Gaffar (örten) ve kardeşleri olan isimlerle onu günaha karşı gizler ve örter. Başka bir ifadeyle Hakk kulunu ‘örten’ vb. diğer ismiyle geçer. Kul yarışın ve yolun sonuna ulaştığında, intikamın elGaffar ismi tarafından silindiğini görür.

Bu isim, ilahi intikam ile günahkârlar arasında bir perde haline gelmiştir. Onlar ise bu isim ulaşmazdan önce günaha ulaşacaklarına hükmetmişlerdi. Bu durum ‘Günah işleyenler bizi geçeceklerini mi zan­nettiler356 ayetinde belirtir. Yani onlar günahlarıyla rahmetimin geniş­liğini geçeceklerini mi zannettiler? ‘Ne kötü hüküm verdiler.’357 Aksine onlara olan rahmetiyle onları geçen, Allah Teâlâ’dır ki bu keremin zirvesidir. Bu rahmet, tövbe etmeden ölen günahkârda tehdidin infaz edileceğini söyleyenlerde ortaya çıkabilir. Günahkâr öldüğünde Allah Teâlâ’nın rahmeti dilediği bir yerde onu karşılar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuş­mak isterse Allah Teâlâ da ona kavuşmak ister, kim O’na kavuşmak istemez­se O da ona kavuşmak istemez’ hadisinin anlamı bu menzilden öğreni­lir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ ona kavuşmaz’ dememiştir. Allah Teâlâ sadece kendisine kavuşmayı nahoş bulanla kavuşmayı nahoş bulur. Günahkârın nahoş bulduğu şey, suçuna karşı intikam alıcı ve cezalan­dırıcı olarak Hakkın kendisini karşılamasıdır. Allah Teâlâ da günahkârın na­hoş bulduğu şeye göre kendisini karşılamayı nahoş bularak onu mağfi­ret etmek ve razı olmak üzere karşılar; Çünkü Allah Teâlâ, kendisine kavuşa­cağına inandığı halde bu insanın O’na kavuşmayışı istemeyişinin yegâ­ne nedeninin günahkârken Allah Teâlâ’ya kavuşmayı istemeyişi olduğunu bi­lir. Bu nedenle Allah Teâlâ da günahın hakkı olan cezalandırmayla kulunu karşılamayı istemez. Buna mukabil, onu affederek ve mağfiret ederek karşılar.

Zatın -ilah olması yönüyle değilbizatihi kendisi bakımından Hakk ettiği özellikler bu menzilden öğrenilir. Gerçekte Allah Teâlâ’ya ait olsalar bi­le, kendilerine dayandıktan sonra bütün işleri dilediği kullarına dön­dürmesi bu menzilden öğrenilir. Mümin nefisler ile günahkârlar arası­na perdelerin çekilmesi bu menzilden öğrenilir. Onlarm arasından gü­nahkârlar söz konusu olunca, bu kez perdeler günahkâr ile cezalar ara­şma çekilir. Allah Teâlâ’nın kullarına, maksatlarına uygun davranması bu menzilden öğrenilir. Âlemde tesir eden ve âleme yerleştirilen sebeple­rin menzili bu menzilden öğrenilir. Sebeplerin neye çağırdıkları ve bunlardan icabet edilip edilmemesi gerekenler bu menzilden öğrenilir. Uzakların yakınlara ve aşağıdakilerin yücelere kavuşması ve bu konu­daki kaynaşma bu menzilden öğrenilir. Hakk ile yaratıkları denk sayanın bilgisizliği bu menzilden öğrenilir. Âlemin Allah Teâlâ katındaki mertebele­rini bilmeyenin durumu bu menzilden öğrenilir. Tefsir ve temyiz,


amelinden sahibine dönen ve dönmeyen hususlar, bu menzilden öğre­nilir. Eşyanın ömürleri, bu menzilden öğrenilir. Bu, bir şeyin suretinin bozulana kadar baki kalmasıdır. Sureti bozulduğunda, Hakk ettiği ad or­tadan kalkar. Bu şey donuk, bitki veya hayvan olabilir.

Kevnî sebepler yoluyla ilahi cezalandırma, bu menzilden öğrenil­diği gibi sayesinde ceza verilen şeylerin her biri Allah Teâlâ’nın bir askeri ol­duğu bu menzilden öğrenilir. Alemin birbirlerine ayet olması, bu menzilden öğrenilir. Mümin olan ve olmayanların nasihaderi bu men­zilden öğrenilir. Delillerin açıklanması bu menzilden öğrenilir. Her vakit ihtiyaç duyulan şey bu menzilden öğrenilir. İtibar, irade meşiyet bu menzilden öğrenilir. İşlerde kendisine dayanılıp dayanılmayacak hususlar, bu menzilden öğrenilir.

Mümin kardeşine kötülük yapmak arzusunun mümine dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu durum bütün ümmederde böyledir. Kıya­met günü olabilecek bir niteliği dünyada isteyenin durumu bu menzil­den öğrenilir. Böyle birinin Allah Teâlâ katındaki durumu nedir? Hicret ve muhacir, bu menzilden öğrenilir. Vehb olmaksızın vehb, bu menzilden öğrenilir. Bildiği halde, cahilin cEğer bu Kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır veya bize acı verici bir azap getir358 demesine yol açan sebep bu menzilden öğrenilir. Böyle ayedere misal olarak, ‘Doğru sözlüysen, Allah Teâlâ’nın azabım getir359 ayetini verebiliriz. Bu ilahi habere bakmalısın, çünkü böyle bir söz, onların yalanlamadaki abartılarıdır. Onlara göre peygamberin doğru söyleme ihtimali olsaydı, böyle demezlerdi. Çünkü nefisler, menfaaderini çekmek ve zararlarını def etmek özelliğinde yaratılmıştır.

Peygamberlerin ümmedere yumuşaklık göstermesi ve onlara dua etmesi, bu menzilden öğrenilir. Ahiret hayatını ve öteki zamanı bil­mek, bu menzilden öğrenilir. Doğan güneş ya da kabul edilebilir bir delil yokken, bu mesele neye döner? Sebeplerin tür tür olması bu men­zilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın dışında ilah edinenlerin mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Alimlerin ve metafizikçi hakimlerin sınıfları bu menzilden öğrenilir. Müminin kendisine karşı sabretmesi gereken hu­sus bu menzilden öğrenilir. Sanat ve sanatkârın durumu, bu menzilden öğrenilir. Hadis üzerinde tartışmak ve tartışanların mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Muhkem karşısmda mücmelin veya müteşabih karşısında mufassalın durumu bu menzilden öğrenilir. İmanın gerçek olmayan şeye ilişmesi, bu menzilden öğrenilir. Bu husus ‘Batıla iman edenler360 ayetinde belirtilir. Bedbahtlık talebini hemen istemeyi gerek­tiren duacı, bu menzilden öğrenilir. İman ve zülüf mertebeleri, sabır ve tevekkül mertebeleri, doğruyu bilip ondan uzak duranlar ve bu konuda övülen ve kınanan hususlar, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak gıy­bet gibi uzak durulması emredilen doğruyu verebiliriz. Övülen ve kı­nanan bast hali bu menzilden öğrenilir. Bir şeyi bilip kendisine bildiği söylenenin durumu bu menzilden öğrenilir. Varlıklara yayılan hayat, bu menzilden öğrenilir. Onun dünyada örtülü kalıp ahirette açığa çık­ması ve dünyada onu keşf edenin hangi gözle keşfedebileceği bu men­zilden öğrenilir. Zorunluluk bu menzilden öğrenilir. Onun gitmesiyle nasıl gider? Allah Teâlâ’ya giden yollar, bu menzilden öğrenilir. Bunlar farklı olsalar bile hepsi doğrudur. Bunların arasından övülen ve kınananlar bu menzilden öğrenilir. Saliki mutluluğuna ulaştıranlar ile Allah Teâlâ’ya ulaştırıcı olsalar bile saliki muduluğundan uzaklaştıranlar bu menzilden öğrenilir. İlahi beraberlik, bu menzilden öğrenilir. Varlıkların bu ko­nudaki mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.

Bu menzilin içerdiği bazı genel bilgiler bunlardır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ELLİ ALTINCI BÖLÜM

Üç Gizli Sırrın Menzilinin Muhammedî Mertebeden Bilinmesi Hakkındadır. İlahi Edepte Arabînin Sırrı, Nefsi ve Tabii Vahyin Bilinmesi

Nefsimi nefsim için bezlettim ki, ulaşayım Bende olup da yerini fark etmediğim kimseye

Bana benzeyen bir şeklini görene dek Peygamberinin bir emriyle O'nda gaib oldum

O’nunla nimetlenmek ve ahlaklanmak isimlerle Bir bak, Yaratanın hallerine!

Rahman hitap ederse sana kitaplardan Hikmetinin sırrıyla, hazır bulun orada!

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ boşluğu âlemle doldu­runca, boşluk onunla dolmuştur. Sonra Allah Teâlâ bir kısmı ötekilerine dö­nüşebilsin diye onda hareketi yaratmıştır. Dönüşen şeyin doldurduğu boşluğun doğası nedeniyle, başkalaşmalar sayesinde farklı suretler or­taya çıkar. Dolayısıyla âlem sürekli başkalaşır ki insanların çoğunun hakkında kuşkuyu kapıldığı ‘yeniden yaratma’ bu demektir. Allah Teâlâ’nın sırlarında bu meseleyi gösterdiği Allah Teâlâ ehli ise dünyanın ahirete ahiretteki (şeylerin) de birbirlerine nasıl dönüştüğünü görür. Nitekim ahiretteki bazı şeyler dünyevî (şeylere) dönüşür. Bu durum, Nil, Fırat, Seyhun ve Ceyhun’un cennet nehirleri olduklarıyla ilgili hadiste belirti­lir. Bu nehirler, dünyaya yönelerek ahiretteki suretlerinden başka bir surette dünyada ortaya çıkmışlardır. Başka bir misal, ‘Benim kabrim ile minberim arasında cennet bahçelerinden bir bahçe vardır’ hadisinde belirtilir. Böylece o bahçe, belirli ve hesap edilir bir ölçüyle dünya top­rağına dönüşmüştür. Aynı şey, Muhassar vadisi için geçerlidir. O da cehennemde bir vadidir ve dünyaya ulaşmıştır. Âdem, Havva ve İblis ahiret âleminden dünyaya gelmiş, tekrar ahirete döneceklerdir. Böylece hareketin onları taşıdığı mevhum yerin doğasmm gereğiyle suretleri değişir ve başkalaşır. Başka bir ifadeyle söz konusu hareket onlarda bir etki yaratır. Bu varlıklar ruh ve cisim olabileceği gibi mekânsız da ola­bilirler. Binaenaleyh onları sürekli hareket ettiren, Allah Teâlâ’dır.

Biz olmasaydık, ahiret dünyadan ayrılmazdı. Allah Teâlâ bu izafette âlemden sadece insan türünü ve cinleri dikkate almış, ez-Zahir ismin­den zuhuru insana verirken el-Bâtın isminden de bâtınlığı cinlere ver­miştir. Bu ikisinin dışındakiler de onlara amade ve musahhar kalınmış­tır. Nitekim bu türler de, Allah Teâlâ’nın kendilerini yerleştirdiği dereceleri nedeniyle, birbirlerine amade kılınmıştır. Böylelikle dereceler, ilahi ha­reketin kendilerini taşıdığında dönüştükleri şeyin suretini verir. Bu su­retler gözlerimize burada göründüğü için, burası ‘dünya diyarı’ diye ve ‘ilk yer’ diye isimlendirilmiş ve ‘dünya hayatı’ denilmiştir. Berzaha inti­kal edip oradaki bulunan suretlere -ki bu suretlerde neşir ve diriliş ger­çekleşir* dönüştüğümüzde ise o yer ‘ahiret’ diye isimlendirilir. Ahirette iş sürekli yaratılış üzere sürer. Orada cennet ehli cennette, cehennem­likler sonsuza kadar cehennemdedir. Ahirette bir hakikatte yeniden ya­ratma görürüz. Öyleyse âlem, mütenahi-namütenahidir.

Hal böyleyken, bu nedenle insan kendini cennette veya kıyamette veya başka bir yerde veya bildiği ve bilmediği bir surette ve başka bir halde gelişiyorken bulur. Bu yönüyle insan, uyanıklıktan uykuya ve ba­zen aşina olduğu bazen olmadığı suretlere veya sevinmesini sağlayan güzel ve övülen hallere veya üzülmesine yol açan kötü ve kınanan hal­lere dönüşür ve taşınır. Sonra başkalaşma hızla devam eder. Bu kez uykuda kendisine taşındığı mananın gereğini yerine getirmekle -ki uy­kuda ona taşınmıştıuyanıklığa döner. Bu esnada o özel başkalaşmanın verdiği şey kendisinde kalır. Bu, bir sebep olmaksızın uyanmak demek­tir. Bu uyanma, nefsin gözün rahadamasını sağlayacak hakkını uyku­dan almasıyla gerçekleşen doğal uyanmadır. .Uykudan uyanıklığa bir sebep nedeniyle geçtiğinde işe ya duyu yönünden veya korkutucu bir nedenle veya uykuda ortaya çıkan ve uyanmaya yol açan sıkıcı bir ha­reketten olabilir. Böyle bir uyanma, göze doğal uykudan olan payının verilmesine denk düşerse tamamdır; onunla örtüşmez ve uyandıran se­bep olmasaydı göz hakkını alana kadar kişi uyumaya devam edecek idiyse, gözün hakkı geride kalır ve başka bir uykuda göze hakkını verir. Bu nedenle uyuyanların bir kısmının uykuları uzun sürer. Bu uzunlu­ğun sebebi zikrettiğimizdir. Uykunun kısalığına gelirsek, onun iki se­bebi vardır: Birincisi, belirttiğimiz üzere, ya kendisini uyandıran bir sebebin varlığı veya o özel uykuda sahip olduğu mizaç nedeniyle göze hakkının verilmiş olmasıdır. Çünkü yorulan insanın mizacıyla rahattakinin mizacı bir değildir. Yorulan insan yorgunluğunu ortadan kaldı­racak rahatı arar. Böylelikle uyku kendisini kaplar ve uzun sürer. Çün­kü o, tam olarak rahaüamak istemektedir. Dolayısıyla uykusunu tam olarak almadan üç sebepten birisi veya hepsi veya hangisi gerçekleş­mişse ona göre bir kısmı ortaya çıkmadan uyanmaz. Bu sebepler uyku­sunda gördüğü sıkıcı bir durum veya uyanık birisinin kasıtlı veya yük­sek sesle veya hareketle onu uyandırmasıdır. Kısaca duyu âleminde gerçekleşen bu sebeplerden herhangi birisi onu uyandırmak üzere ka­şıdı olabileceği gibi uyandırma kastı olmaksızın tesadüfen de gerçekle­şebilir ye onu uyandırabilir. Üçüncü durum, nefsin yapmak istediği bir işi yerine getirmek düşüncesiyle ilgiliyken uyumaktır. Nefs o düşünce­nin etkisinde ve onunla meşgulken uyar. Bu düşünce onu sıkar ve göze uykudan hakkını vermeden uyanır.

Bu açıklamaları yapmamızın maksadı, âlemin her nefes başkalaşma ve dönüşme içinde olduğunu belirtmektir. Başkalaşmaya kabiliyetli cevher kendiliğinde başkalaşmayan sabit bir hakikat olmasaydı, o baş­kalaşmadan önce üzerinde bulunduğu durum bilinmezdi. Başkalaşma­ların bir kısmı gizlidir ve idrak edilemez. Bir kısmı nefsin algılayacağı kadar açıktır. Bu kısma misal olarak zahiri düşünce ve hareketlerde hal­lerin başkalaşmasını verebiliriz. Bazen başkalaşma algılanmayacak ka­dar incelir ve gizlenir. Misal olarak bilgi ve güçlerde veya renklilerin benzerlerinin yenilenmesiyle renklerinin başkalaşmasını verebiliriz. Böyle bir başkalaşma keşif ehli tarafından algılanır. Onlar, bu durumu algılar ve başkasını bu durumu algılamaktan körleştiren perdeyi ancak keşif kaldırır.

A                                                                                         '

Şöyle sorabilirsin: Alemdeki cevherlerin kendisine dönüştüğü cev­herin mahiyeti nedir? Şöyle deriz: Mümkünler sabit şeyliklerinde on­lardan başkası değildir. Bu durum ‘Bizim irade ettiğimiz bir şeye sözü­müz ol demektir361 ayetinde belirtilir. Bir şey ‘ol’ sözünden ortaya çıktı­ğında, artık o varlık şeyliği değildir. Bu durum ‘Beni önceden yarattım, sen bir şey değilken362 ayetinde belirtilir. Seni ben takdir ettim, varlık şeyliğin yoktu. Bu, gerçekte zuhur şeyliği, yani kendisini için ortaya çıkmaktır. Bununla birlikte sübut şeyliğinde kendi hakikatiyle zuhur ederek başkasından ayrılmıştır, fakat bu zuhur -kendisi için değilRabbi içindir. Bir şey zuhur etmesi için söylenen ‘ol’ emrinin kendisine ilişmesinden sonra, kendi adma ve kendisi için zuhur edebilir ve bunun ardından kendisi adma zuhuru elde eder. Artık kendisini bilir, kendisi­ni görür, sübuti şeyliğinden varlık şeyliğine dönüşür. Şöyle de diyebi­lirsin: cO daha önce kendisi için zuhur etmemişken, Alim ve Aziz’in takdiriyle kendisi için zuhur ettiği bir Hakk dönüşmüştür.’ Doğan bir ışık, dönen bir felek ve yüzen bir yıldız olmak üzere bütün âlem, ilahi vahiyle doğma ve batma arasındadır. İlahi vahiy âleme zuhur ve giz­lenme emrini verir. Aynı zamanda (bütün bu unsurlarıyla) âlem nefsin vahyiyle hareket eder. Söz konusu vahiy, Hakkın âlemden ve âlemin

Haktan talep ettiği şeydir. Böylece Hakk kendisine vahyettiği gibi âlem de Hakka vahyeder. Hakk bazen kulunun kendisine vahyettiği şeye göre davranırken bazen öyle davranmaz. Nitekim kul da böyledir. Hakk ona vahiyle bir emir yerdiğinde, kul onu yapar veya terk eder. Böylelikle bazen O’na itaat ederken bazen asidir. Binaenaleyh Hakk verirken ve vermemede yükümlü kulun suretiyle tezahür eder. Bu esnada kul Hak­ta kendi suretini görmüştür. Öyleyse kul herhangi bir hususta Hakka dua eder de Hakk karşılık vermezse, sadece kendisini kınamalıdır.

Meleklere bakınız! Onlar Allah Teâlâ’nın kendilerini çağırdığı işte O’na asi olmadıkları için -nitekim Allah Teâlâ onlardan haber verirken böyle derhangi iş için dua ederlerse, Allah Teâlâ da onlara olumlu karşılık verir. Çün­kü onlar, Hakkın davetine karşılık vermelerini engelleyecek bir surete sahip değillerdir. Alem ise Haktan üzerinde bulunduğu durumu mü­şahede eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Fatiha okuduktan sonra ‘âmin’ diyen hakkmda ‘Amin demesi meleklerin âmin demesine uyan insan bağışlanmıştır’ der. Çünkü meleklerin âmin demesi ve duaları Allah Teâlâ katında makbul ve karşılık bulan bir duadır. Kulun ‘âmin’ duası da meleklere icabet vaktine denk gelmiş, dolaylı olarak onun için de icabet gerçekleşmiştir. Ne var ki onun içinde bulunduğu hal, belirli bir vakit­te Hakkın emrine bağlanmasına karşılık olarak kendisine olumlu karşı­lık vermeyi gerektiren vakit olmalıdır.

Âlemde aslolan, yaratılıştaki ilahi emri kabuldür, isyan ve itaatsiz­lik, nispi olarak kendisine ilişen geçici durumdur. Gerçekte hiç kimse Allah Teâlâ’ya asi olamaz veya O’na itaat edemez. Bütün iş, ‘Emir O’na dö­ner363 ayetinde belirtildiği üzere, Allah Teâlâ’ya aittir. Öyleyse kulların fiilleri Allah Teâlâ tarafından yaratılmış, kul ise yaratmanın mahallidir. Bütün âlem, üç sırda sınırlıdır; cevher, suret ve başkalaşma. Bunların dördüncüsü yoktur. Şöyle sorabilirsin: Âlemdeki başkalaşma hangi ilahi hakikatten kaynaklanır? Şöyle deriz: Hakk kendisini ‘her gün bir işte olmak364 Özel­liğiyle nitelemiştir. Şe’nler farklı farklıdır. Allah Teâlâ kendisini kulunun töv­besiyle sevinmek özelliğiyle nitelemiş, var olmazdan önce ise tövbeyle sevinmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Siz bıkmadan Allah Teâlâ bıkmaz’ der. Bu­radan hareketle, O’nu bilenler -ki peygamberlerdirAllah Teâlâ’nın kıyamette hiç kızmadığı ve bir daha kızmayacağı şekilde şanına layık bir tarzda kızacağını söylemişlerdir. Demek ki peygamberler, Allah Teâlâ’yı bu kızmanın öncesinde bu halle nitelenmediği belli bir halde olmakla nitelemişler­dir. Sahih hadislerde, kıyamet günü Allah Teâlâ’nın kullarına farklı suretlerde tecelli edeceği zikredilmiştir.

Başkalaşma ve halden Hakk girmek, istihalenin ta kendisidir. Öyle olmasaydı, âlem başlangıçta yaratılmaz ve varlıkta Allah Teâlâ’ya eşitlenirdi. Böyle bir şey gerçekte doğru değildir. Allah Teâlâ farklı suretlerde kullarına zuhur etmeyi kabul etiği gibi aynı şekilde yaratmamış, sonra yaratmış­tır. Allah Teâlâ ezelde alim, kadir, yani mümkünü var etme özgücüne sahip olmakla nitelenmiştir. Fakat yaratma suretinde zuhur edip etmeme özelliğine sahiptir. Böylelikle Allah Teâlâ dilediğinde yaratırken, mümkünün suretinde ortaya çıkar ve bütün mümkünlerin O’nünla ilişkileri aynıdır. Mesela Zeyd’in Allah Teâlâ tarafından dün veya şimdi yaratılmış olduğunu biliriz, bununla birlikte Hakk kadirdir ve Zeyd’in varlığı sonradan ol­muştur. Zeyd hakkında verdiğimiz hükmün aynısını âlemdeki ilk varlık hakkında vermeliyiz: Kendisini henüz var etmemiş olsa bile, Allah Teâlâ bir şeyi var etmeye güç yetirme özelliğiyle nitelenmiştir. Nitekim sen de dururken hareket etme gücüne sahipsin. Hareket etmesen bile o güce sahipsindir ve buradan bir imkânsızlık yoktur. Çünkü (Allah Teâlâ’nın kudre­tiyle ilişkisi bakımından) şimdi var olup başkasından sonra gelen ile ilk mümkün arasında bir fark yoktur. Çünkü Hakk var olmadığı bir anda Zeyd’i yaratmakla nitelenmiş değildir.

Öyleyse -eğer anladıysansuret tektir. Allah Teâlâ kendisi adına bu lafzı kullanmış olsa bile, O’nun için ‘istihale’, başkalaşma lafzı kullanılmaz. Bizim söylediğimiz makuldür, fakat yine de bu sınırda dururuz. Öyley­se sadece Allah Teâlâ, O’nun teveccühü ve mümkünlerin Aliah’in bu tevec­cühle irade ettiği şeyi kabulü vardır. Bunlar, hem kendilerinin hem de hükümlerinin ortaya çıkması gerekli üç şeydir. Öyleyse batmak, doğup sonra batan bir doğandan meydana gelebilir. Zuhur ise bâtınlıktan fa­kat ‘bâtınlıktan olmaksızın’ olabilir. ‘Bâtınlıktan olmaksızın’ derken, daha önce zahir değilken bâtın olmuş, sonra bu bâtınlıktan zuhur et­miş olmayı kast ediyorum. Aksine zuhur sürekli bâtın kalandan gerçek­leşir. Allah Teâlâ o şeyi izhar etmiş, o da kendisi için zuhur etmiştir.

.               .... VASIL                 

Bir Şeyin Zati Niteliğinin Ondan Ayrılması Mümkün Değildir. Nitelik Kalkarsa, Mcvsuf da Kalkar!

Bir şeyin zati niteliği ondan ayrılmaz; ayrılırsa kendisi de, yani mevsuf da ortadan kalkar._ Böyle bir nitelik nitelenenin kendisidir, baş­kası değildir. Daha önce mümkünler için yokluğun zati bir nitelik ol-' duğu söylenmişti, çünkü mümkünün ezelde var olması imkânsızdır. O ezelde ancak yok olabilir ve bu nedenle yolduk onu zati, nefsi bir nite­lik olarak önceler. Mümkünler kendiliklerinde hakikatleri ve suretleri itibarıyla ayrışmıştır, çünkü hakikatler, bu ayrışmayı gerektirir. Allah Teâlâ onlara varlık hali giydirmek istediğinde -ki Allah Teâlâ vardır ve O var­lığın kendisidir^ mümkünlerin istidat ve hakikatleriyle mümkünler için zuhur etmiş, mümkünler de kendilerini yaratanın varlığında kendileri­ni görmüşlerdir. Onlar bu esnada yokluktaki hallerindedirler, çünkü onlar, yokluk halinde idrak sahibi oldukları gibi yokluk halinde onları -idrak eden tarafından da idrak edilirler. Bu nedenle şeriatta Allah Teâlâ’nın mümküne var olmayı emrettiği ve onun da var olduğu zikredilir.

• Yolduk halindeki mümkün duyma özeliğine sahip olmasa ve ken­disine yönelen Hakkın emrini idrak etmeseydi'var olmaz veya Hakk onu yar olmakla, kendisini ise yoklukla nitelenene söz söylemekle nitelemezdi. Böylelikle mümkün, her bir idrake özgü şeyleri idrak etmesini sağlayan idrak güçlerine sahiptir. Allah Teâlâ mümkünlere var olmayı emret­tiğinde, kendisiyle nitelenecekleri bir varlık bulamamışlardır, çünkü -sadece Hakkın varlığı vardir. Bu nedenle onlar Hakkın varlığında; su­retler olarak ortaya çıkmış, bu sayede ilahi ve kevnî nitelikler birbirine girmiştir. Böylece yaratıklar Hakkın niteliğiyle nitelendiği gibi Hakk da onlarm nitelikleriyle nitelenmiştir. Bazıları bu makamda. ‘Allah Teâlâ’dan başkasını görmedim’ derken doğru söylemiştir. Bir kısmı ‘Sadece âlemi gördüm’, bir kısmı süratle başkalaşma gerçekleştiği için ‘bir şey gör­medim demiş’ ve doğru söylemiştir. Bir kısmı ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Bu, mümkünün yokluk halinde idrak sahibi olduğu hususunda söylediğimiz meselenin bir neticesidir. Var olması şeklindeki ilahi emir mümküne gelince, Hakkın varlığından

başkasını bulamamış, onda kendisi için ortaya çıkmıştır. Böylece Hakkı kendisini görmezden önce görmüştür. Hakk varlığın ona giydirdiğinde, yine kendisini görerek, ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Yani onda tekevvün etmezden önce Allah Teâlâ’yı gördüm. Gerçeği böyle bilmeyen, Hakkı bilmediği gibi yaratıkları veya nispederi de bilmez. ‘Her şey365 başkalaşmalar nedeniyle sureti itibarıyla ‘yok olucu­dur, onun/O’nun vechinden başka!’366 ‘Vecih’ kelimesindeki zamir, şeye döner. Bir şey sureti bakımından yok olurken vechi ve hakikati yönün­den yok olmaz. O halde sadece kendisi için kendisiyle zuhur eden Hakkın varlığı vardır, hüküm O’na aittir. Yani vechi bakımından o şe­ye ait hüküm O’na aittir. Böylece suretlerin değişmesi nedeniyle hü­kümler değişir. ‘O’na döndürülürsünüz 367 Bu hüküm, yani vecih hakkındaki hüküm, O’na döner. O halde hüküm ve tahkim başkalaştırmaya aittir. Çünkü maksat O’dur ve bu durum zorunludur. O halde sade­ce tek hakikatte gerçekleşen yok olma ve var olma söz konusudur. Allah Teâlâ’dan başkasma ait değiştirme yoktur. ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez.’368 İş önce ve sonra Allah Teâlâ’ya ait iken değiştirme de O’na aittir. Allah Teâlâ İlk ve Son olmasını bildirdiği aynı yönden bununla hüküm verir. Öyleyse sa­dece burada, berzahta ve ahirette ortaya çıkan suretler vardır! Bu du­rum ‘biz, (dünyadaki) ilk halimize mi döndürüleceğiz369 ayetinde belirti­lir. Onlar bunu vehim zannetmiş gerçeği incelemeden şöyle demişler­dir: ‘O zaman bu, ziyanlı bir dönüş olur.’370 Onların zuhur eden varlık­lardan başka bir şey olmadıklarım görselerdi, imkânsız saymaz ve on­lardan uzaklaşmazlardı. Çünkü onların gözleri sadece o şeylere bakar. Gördüklerini veya kesin bildikleri bir şeyi inkâr edebilirler? Bu idrake sahip olmayan kimse, bilgi ve marifetten yoksundur. Müşahede ve ke­şif ise bu bilgiyi verir.

Bu menzildeki ilimlerden bazıları şunlardır: Mucizeler bu menzil­den öğrenilir. Sönme bu menzilden öğrenilir. Yaratılışta varlıkların ar­dışıklığı ve birbirini takip etmesi bu menzilden öğrenilir. Yakın bu menzilden öğrenilir. Haberle gerçekleşen şeyler, övülen ve kınanan şeyler, gazap ve işlerin tanımlarında haklarında gerçekleşeceği şey bu menzilden öğrenilir. Zayıflara merhamet, bu menzilden öğrenilir. Bü­tün yaratıklar asıl itibarıyla zayıf olduğuna göre rahmet onların hepsini kapsar. Alemin ilahi isimlere varis olması, bu menzilden öğrenilir. Temkin ve şahider bu menzilden öğrenilir. Sakmılan ve sakınılmayan şeyi ayırt etmek üzere, beyan bu menzilden öğrenilir. Dişilerin erkekle­re katılması bu menzilden öğrenilir. Bu katılma, edilgeni olması yö­nüyle edilgenin etkene katılmasıdır. Öyle ki, iş kendisinden başka bir edilgenin meydana gelmediği başka bir edilgene varır. Başka bir yön­den iş hiçbir edilgeni olmayan faile ulaşır. O ise Haktır.

Yönlerin tek hakikatte farklılaşması bu menzilden öğrenilir. Eser­lerin ve onların kendilerini bilene verdikleri bilgiler, bu menzilden öğ­renilir. Buradan Samiri Cebrail’in ayak izinden bir tutam almıştır; eser­lerin ve izlerin etkisini bilmeseydi bunu yapmazdı. Bir şeyi aramak üzere, izi takip edenler bu konuyla ilgilidir. Mutluların bedbahdarın ayakları karşısındaki durumu buradan bilinir. Bu bilgi sahibi toprakta onların izlerini gördüğünde, bunu ayırt eder, şahıslarını görmese bile ayak izlerini gördüğünde gördüğüyle onlar hakkında hüküm verir. Ta­riz bu menzilden öğrenilir. Onların yürüyen bir misal hakkındaki şu sözleri bu menzilden öğrenilir: ‘Kuşkusuz muarız yalandan yüz çevir­me imkânına sahip değildir.’ Tevriye bu menzilden öğrenilir. Bu ne­denle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir yöne savaş için çıkmak isteyince, aksi istika­mette giderdi.

Âlemde sebeplerin verdiği hikmetler bu menzilden öğrenilir. Hal­lerin güçlü adamlar üzerindeki hükmü bu menzilden öğrenilir. Hatta hallerin her bir şey üzerindeki hükmü bu menzilden öğrenilir. Bu menzilden Allah Teâlâ itaat edenden razı olur, dilediği günahkârlara gazap eder. Bir şahsın saldırısına uğrayan kimseye aynı nitelikteyken yardım edilmesi bu menzilden öğrenilir. O kişi Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı be­deni bakımından onun zıddıdır. Bu durum genellikle hayvanda ortaya çıkar. Allah Teâlâ’ya yönelmeyi gerektiren sebepler bu menzilden öğrenilir. Bunlar, kahır sebepleridir. Düşüncelerin yolculuğu, bedenlerin yolcu­luğu ve her birisinden meydana gelen neticeler, bu menzilden öğreni­lir. insanin doğası gereği muhtaç olduğu şeyi aramayı bırakması, bu menzilden öğrenilir. Misal olarak, bazılarının şu ifadesini verebiliriz: ‘Yoksul Allah Teâlâ’ya muhtaç olmayandır.’ Bu söz son derece nahoş olsa bile, anlamı gayet güzeldir, çünkü teslimin en yüksek derecesini anlatır. Bu makam, Allah Teâlâ’yı vekil edinenin makamıdır. Çünkü Allah Teâlâ kulun yararına olanları en ivi bilendir. Dolayısıyla kul kendi maslahat ve yararını bil­mediği için Allah Teâlâ’ya ihtiyaçlarını söylemez. Binaenaleyh yoksul ve fakir,

Allah Teâlâ’ya belirli bir ihtiyacı olmayan, bütün işlerini Allah Teâlâ’ya havale etmiş kimse demektir.

Bu makam ve hal sahibi adına meydana gelen neticeler, bu men­zilden öğrenilir. Kadınların varlıktaki değer ve menzillerini bilenin du­rumu bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle Allah Teâlâ kadınları Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e sevdirdi ve bu sevgi ‘ihtisas’ sırlarındandır. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya bunun değerini bildirince, bir kadının mihrini ödemek üzere on sene ücrede çalışmıştır. Burada ‘kadın’ derken âleme yayılan dişiliği kastetmekteyim ve bu dişilik kadınlarda daha barizdir ve bu nedenle sevdirildikleri kimseye sevdirilmişlerdir. Çünkü akli düşünce, doğal şehvetten uzak olduğu için, bu hükmü vermez. Bu akıl, kendi iddiasına göre doğal-hayvani şehvetten uzaklaşmasının başka bir doğal şehvetten kaynaklandığını bilmez. Başka bir ifadeyle bir şeyi değersiz görmek değersiz gördüğü şeyin tesirinde gerçekleşir. Dolayısıyla bu esnada da o şeyin etkisinin dışına çıkılmaz. Böyle bir akıl, cahiller cahilidir. Ka­dınların yegâne şerefi cinsel ilişkide secde haline gelmek olsaydı bile (yeterli olurdu). Secde namazda kulun en değerli halidir. Okuyucula­rın nefislerinde şehveti harekete geçirtip, benim söylediklerimi anla­mayacakları için bu şehvetin onları Hakkın davetinden perdelemesin­den korkmasaydım, bu konuda hiçbir şeyin kendisinden daha üstün olmadığını gösteren hususlar zikrederdim. Fakat cinsel ilişkinin kulla­nılacağı yerler vardır. Bu nedenle güzel kokuyu sevmek ve namaz onunla birlikte zikredilmiştir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi et-Tayyib’tir. Ailesinin muhtaç olduğu ateşi aramak üzere yola çıkan Hz. Musa’ya Allah Teâlâ’nın söylediği sözden meydana gelen neticelere bakmalısın! Hz. Musa kendisini bütünüyle ailesinin ihtiyacına verdiğinde ve onlar için çalıştığında, Allah Teâlâ ihtiyaç duyduğu şeyde kendisine nida etmiş ve ‘Ate­şin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır371 demiştir.

Düşünen kimse için, ittifakta bulunan farklılıkta hakikatin bulun­ması bu menzilden öğrenilir. Yüksekte olanın aşağıdakine ve onun kendisine muhtaçlığı bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi terazinin inceliği nedeniyle en çetin ilimlerdendir, çünkü herkes bu teraziyle ölçemez. Özellikle de Allah Teâlâ ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarat­tım372 ve ‘Sizden rızık istemiyorum, beni doyurmanızı da istemiyorum373 ayetlerinde belirtilir. ‘Sizden rızık istemiyorum, beni doyurmanızı da iste­miyorum374 ayetinden ne anlıyorsun? Biliyoruz ki Allah Teâlâ kullarından rızık istemez ve O yemek de yemez. Allah Teâlâ rızıklandıran ve yediğimiz be­sine gücü veren kuvvet sahibidir. Buna rağmen Allah Teâlâ ‘beni doyurmala­rım istemiyorum’ demiştir. Benim kuvvetim doyduğumdan meydana gelir, hatta besin vc yemek olmaksızın gücüm vardır.

Alemdeki önderlik bu menzilden öğrenilir. Alemdeki nizamın imamlık ve önderlik sayesinde gerçekleşmesi ve maslahatların ona bağlı olması, bu menzilden öğrenilir. Bilginin öğretilmesi, bu menzilden öğ­renilir. Göreli ve mutlak gaybten başkasının olmadığı bu menzilden

-   öğrenilir. Bir şeyi talep edip o şey verildiğinde reddedenin durumu bu menzilden öğrenilir. Talep edeni talebe sevk eden nedir? Redde yol açan sebep nedir? Bu bilgiyle -bir belirleme olmaksızın-genel-olarak' talebe sevk eden sebep öğrenilir. Şahsın ancak kendisinde-hükmü, bu­lunan kimseye tabi olması bu menzilden öğrenilir.. Onüh üzerinde hükmü olan kendisini sevdiği kimsedir. İşte bu bir -zorlama uyması değilihtiyari uymadır. Çünkü zorlama uyması zikrettiğimiz hükme sahip olmayabilir. Bununla birlikte; âşık kendisindeki aşk nedeniyle mecbur olabilir. Fakat iki Hareket arasındaki fark açıktır. .

Bu menzilde ifade ve ondan meydana gelen netice-öğrenilir. Ahirette haklarında ihsanın artacağı sınıflar bu menzilden öğrenilir. Alemin kendisi adına talep edilmesi gereken sebep bu menzilden öğre­nilir. Sakınılması gereken uyma ve sakınılması gerekmeyen uyma; kı­nanan sakınma üe kınanmayan sakınma bu menzilden öğrenilir. Alem­de helale olmayı gerektiren şeyler bu menzilden öğrenilir. Alemde mer­tebelere göre gerçekleşen derecelenme bu menzilden öğrenilir.. Nesep ve hasepler, intisapta üstünlüğü gerçekleştiren sebep ile gerçekleştir­meyen sebep bu menzilden öğrenilir.   <             -

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nesebi kınamayı yasaklaması bu menzilden öğ­renilir. Meşgul eden korkular, bu menzilden öğrenilir. Cebir nedir ve mecbur kimdir; bu menzilden öğrenilir. Tenzih bu menzilden öğreni­lir. Senanın sonuçlan ye sebepleri, bu menzilden Öğrenilir. Hükümler bu menzilden öğrenilir. Bu hükümler kime nispet edilir ve onlarla kim hüküm verir? Gerçekleşmeyen takdir bu menzilden öğrenilir. Gerçek­leşseydi ne netice verecekti? Acaba gerçekleşmesi âleme rahmet babın­dan terk edilir mi, edilmez mi? Delilleri ortaya koymak bu menzilden

öğrenilir. Sınanma ve faydası bu menzilden öğrenilir. Kimya sanatı bu menzilden öğrenilir. İtibar bu menzilden öğrenilir. Temenni ye onun faydalı kısımları ve sahibine fayda sağlayan hususlar; bir netice verme­yen ve fayda sağlamayan hususlar, bu menzilden öğrenilir. Her varlı­ğın ehil oluğu şeye ehliyeti bu menzilden öğrenilir. Yaptığı işten daha faziletli bir ödülle cezalandırılan kimse, bu menzilden öğrenilir. Soru­landan daha fazlasıyla cevap verenin durumu bu menzilden Öğrenilir. Mümine yasaklanan hususlar bu menzilden öğrenilir. Bu yasaklama asıl üzere kalmak mıdır? Çünkü o, bir terktir. Niçin emirden sonra gelmiştir. Hâlbuki her ikisi de Allah Teâlâ’nın hükmüdür.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar