YİRMİ ÜÇÜNCÜ SİFİR 3. Bölüm
ÜÇ YÜZ ELLİNCİ BÖLÜM
İstifham
Tecellisinin Menzilinin Bilinmesi ve Mana Gözlerinden Perdenin Kalkması Menzili. Bu Menzil er-Rab İsminden Muhammedi
Mertebeden Öğrenilir
Ruh vahiyden bayılıp düşünce Beden nasıl da karanlığıyla
kalır geride
Allah Teâlâ rükünlerini sabit kılmış
Onu su üzerinde felek olarak döndürmüş
Sahihiz bir umman o İsimlerinin sonu nerede
olabilir
Oluşun babası keşke bilseydi onu Oğullarının
gözü görseydi onu
Gelişiyle sevinme sakın Gecikmesiyle de
durma
Varlıklarımızı gidereni tenzih ederim
Nimetlerinde nankör olduğumuzda
Onları inkâr ettiğimizde şaşılır bize
Nimetlere karşı nasıl bir nankörlük böyle?
Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin,
bilmelisin ki, bu menzil, engelleyici ve uzaklaştırıcı araçlar menzilidir.
Onların bir kısmı inayet perdeleridir. Bu durum şu hadiste zikredilir: ‘Allah
Teâlâ’nın yetmiş bin perdesi veya yetmiş perdesi vardır.’ Kuşku bendendir.
‘Bunlar nur veya karanlık perdeleridir. Onları açsaydı, zatının tecellileri
gözün gördüğü yaratıkları yok ederdi.’ Burada bir işaret ve sır vardır, şöyle
ki: Burada zikredilen göz, Hakkın gözü haline geldiği yaratıkların gözüdür. O,
bu perdeleri kabul edendir ve Hakkın gözü olmasıyla nitelenendir. Aynı zamanda
o yüzün/zatın tecellilerinin kendisidir. Çünkü Allah Teâlâ sürekli âlemi
görürken âlem Hakkın kendisini görmesiyle yanmaz.
Bu perdelerin bir kısmı ise inayet
perdesi değildir. Bu durum ‘Hayır onlar Rablerinden perdelenmiştir’199
ayetinde belirtilir.
Bilmelisin ki, perdeler türlü
türlüdür. Bir kısmı var olanlar arasındaki varlık perdeleridir. Bu durum, ‘Peygamber’in
hamınlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin.’200 Bir kısmıyla yaratıklar Allah
Teâlâ’dan perdelenir. Bu durum ‘Onlar kalplerimiz kilitlidir dediler.’201 ayetinde belirtilir. Perdelerin bir
kısmıyla Allah Teâlâ yaratıklarından perdelenir. Bu durum ‘Allah Teâlâ
kıyamette kullarına tecelli eder, kendisiyle onların arasına sadece zatı
üzerindeki büyüklük örtüsü kalır’ hadisinde zikredilir. Başka bir rivayette
‘Yaratıkları ile kendisinin arasında üç perde vardır’ denilir veya bu anlamda
bir ifade kullanılmıştır. Perdelerden birisi, ‘Allah
Teâlâ herhangi birisiyle vahiy veya perde ardından olmadan konuşmaz1202 ayetinde geçer. Allah Teâlâ Hz. Musa
ile ateş, ağaç, vadinin sağ yanı, Tur’un sağ yönü ve mübarek bir yer perdesinin
ardından konuşmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu komşu
edin ki, Allah Teâlâ kelamım duysun.’203 Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem perdesinin -çünkü o perdenin ta kendisidirardından komşu
edinilen insanla konuşmuştur. Komşu müşriklerdendi ve Allah Teâlâ’nın kelamını
duymuştu. Biz de Allah Teâlâ’nın peygamberinin diliyle bizimle konuştuğundan
kuşkuya kapılmayız. Aynı şekilde Allah Teâlâ, namaz kılan ‘Allah Teâlâ
kendisine hamd edeni duymuştur’ dediğinde, namaz kılanın perdesinin ardından
bizimle konuşur. Âlemin bütün dilleri Allah Teâlâ’nın sözleridir ve onların
taksimi Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Böylece Allah Teâlâ onlardan dilediğini Allah
Teâlâ’ya izafe ederken dilediğini terk eder.
Var olanlar arasında varlık
perdelerine gelirsek, bunların bir kısmı koruma ve sakınma perdeleri, bir kısmı
izzet ve himaye perdeleridir. Bu kısma misal olarak, hükümdarların perdelenmesini
verebiliriz. Bir kısmı, kıskanılan şeye karşı gayret perdesidir. Nitekim
yüzlerine perde çekilen ve çadırlarda kalanlar için böyle denilir. Bu
perdelerden birisi de ‘Çadırlarda sahiplerine tahsis edilmiş
huriler’204 ayetinde
geçen perdelerdir. Koruyucu ve kalkan olanlara gelirsek, bunların bir kısmı
hayvani cisimleri şiddetli sıcaklık ve soğukluktan korur ve hayvan acıyı kendinden
uzaklaştırır. Tıpkı bunun gibi, savaşçı da savaşta kalkanla, zırhla vs.
kendisini düşman oklarından ve kılıçlarından korur. Böyle insanlar, kendisiyle
düşman arasına engel teşkil eden kalkanla korunur ve acıyı kendinden
uzaklaştırır. Varlıklar arasındaki perdeler, manevi perdeler de olabilir.
Böyle perdelerle insan kendisine iyilik yapan şahsın eziyet görmesini engeller.
Misal olarak, bir şahıstan doğasına yatkın olmadığı veya maksadına uymadığı
için başkasının nahoş bulacağı bir davranış çıkabilir. Böyle biri söz konusu
insana karşı yaptığı davranış nedeniyle kınanır. Buna karşılık davranışın
rahatsız ettiği kimse, kınananın önüne bir siper gibi nefsini koyarak, onu
kınama oklarından sakınır. Bu durumda kınayanın içinde, bu davranışı
gerektiren şeyin nahoş olanın kendisi olduğu ve bütün bu eziyetin öteki şahıs
cihetinden ortaya çıktığı inancı yerleşir. Öyle ki birinci insanı kınayan, bu
hatalı davranışın diğer şahıstan kaynaklandığından tam olarak emindir ve hangi
yönden ulaşabilirse o yönden kendisini kınar. Bu kişi, nefsini kınanma
nedeniyle acı çekecek insanın önünde siper ve engel yapar, kendi nefsiyle o kişinin
ırzını muhafaza eder.
Biz insanlar da gaye ve doğamıza
uygun olmayan çirkin davranışları nefsimize izafe ederiz. Hâlbuki biliriz ki,
bütün fiiller, Allah Teâlâ katındandır. Fakat kınandıkları için bu konuda Hakka
nispet cdilecek kınamaya karşı kendimizi siper ediniriz. Bu durum, Allah Teâlâ
karşısındaki edebin bir gereğidir. İyi ve güzel fiillerimizi kendimizi aradan
çıkartarak bütünüyle Allah Teâlâ’ya izafe ederiz ve övülen Allah Teâlâ olur. Bu
da, hakikatin ve Allah Teâlâ karşısındaki edebin gereğidir. Çünkü (bütün
fiiller) hiç kuşkusuz ki Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla birlikte ilahi haberde
geçtiği üzere onlarda bir ortaklık kokusu bulunur. Bu gibi haberlere misal
olarak şu ayetleri verebiliriz: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi
ve amellerinizi yaratan Allah Teâlâ’dır.’205 Başka bir ayette ‘Sana
isabet eden her iyilik Allah Teâlâ’dan, kötülük ne/sindendir’206 buyurur. Başka bir ayette ‘De ki,
hepsi Allah Teâlâ’dandı r’207 buyurur. Böylece Allah
Teâlâ bazen ameli bize izafe ederken bazen kendisine izafe eder. Bu nedenle
burada ‘ortaklık kokusu vardır’ dedik. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kazandığı
kendi lehine, kazandığı kendi aleyhinedir.’208 Burada ise bütün ameli bize izafe
etmiştir. Bir ayette de ‘Ona günah ve takvayı ilham etti’209 buyurur. Bize ilham etmek Hakka,
ilhama göre amel ise bize düşer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şunlara
ve şunlara Rabbinin ihsanından yardım ederiz.’210 Allah Teâlâ’nın ihsanı bazen ilham,
bazen amelin yaratılmasıdır. Amellerin (kime ait olduğu) meselesi ne keşif ne
rivayet yoluyla hiçbir şekilde (yani sadece Allah Teâlâ’ya veya sadece insana
ait olduğu) tevhidin gerçekleşmeyeceği bir meseledir.
Bu konuda doğru bilgi amelin, Hakk
ile yaratıkları arasında irtibadı olmasıdır. Amel onlardan birisine özgü
değildir. Çünkü ilahi nispederin en yücesi, Hakkın mümkünleri kazandığı varlık
olmasıdır. Öyleyse sadece Hakkın varlığı vardır, başkası yok! Bu (varlık)
hakikatinde ; meydana gelen başkalaşmalar ise, mümkünlerdir. O tek hakikat olmasaydı,
hüküm ortaya çıkmazdı. Mümkün olmasaydı, bu kez başkalaşma olmazdı. Öyleyse
fiillerde Hakk ve halk birlikte bulunmalıdır.
Sıradan insanların bir kısmının
görüşüne göre, kul Allah Teâlâ’nın fiillerinin zuhur ettiği bir mahal ve
fiillerin cereyan ettiği bir yerdir. Dolayısıyla duyu, fiillerin varlıklardan
gerçekleştiğini görürken basiretler, perde ardından gerçekleşen fiilleri Allah
Teâlâ’dan görür. Bu fiillerin ellerinde gerçekleştiği kimse, fiilleri irade
eden ve onlarda ihtiyar sahibi olan kimsedir. Öyleyse fiilleri kendi iradesiyle
kazanandır. Bu, Eşarilerin görüşüdür. Bazı sıradan insanların görüşü de
şöyledir: Fiil gerçekte kula aittir. Bununla birlikte fiil onlara göre Hakk ve
halkı birbirine bağlar ve bu durum ortadan kalkmaz. Bunlar şunu ileri sürer:
Kulda meydana gelen hâdis kudret -ki bu sayede fiil failde gerçekleşirAllah
Teâlâ’nın o kimse adına bu fiil için kudret yaratmasıdır. Dolayısıyla kulun
fiili Allah Teâlâ’nın kendisine yarattığı kudrede gerçekleşir. Dolayısıyla
ortaklık devam etmektedir. Bu ise itizal ehlinin mezhebidir (Mutezile). Onlar,
üç sınıftır: Bizim arkadaşlarımız, Eşariler ve Mutezile! Hepsinin görüşünde de
(amelde Hakk ile kul arasındaki) ortaklık sürmektedir. İlloderi kabul edenler
de, illetten hareketle malulü ispat ederken bir sonuca varamaz. Malül kendi üzerindeki
başka bir illetin malülüdür. İş Hakka varana kadar böyle sürer. Hakk ise özü
gereği varlığı zorunlu olan, onlara göre ise illetlerin illetidir. İllederin
illeti olmasaydı, herhangi bir malül illetten dolayı var olmazdı. Çünkü
illederin illetinin dışındaki her illet malüldür. O halde onların görüşüne göre
de ortaklık ortadan kalkmaz. Bu sınıfların dışında doğa bilimciler ve dehrilere
gelirsek, onların savundukları görüş nihayette şuna varır: Bizim ‘İlah’
dediğimize dehrîler dehir (zaman), doğacılar doğa adını verir. Onlar bizden
gözüken fiilleri doğaya ya da dehrîler de zamana (dehir) izafe etmeden sadece
bize izafe edemezler. Öyleyse bütün mezheplerde ve dinlerde ortaklık
sürmektedir. Bunun aksini gösteren bir akıl olmadığı gibi fiili her bakımdan
iki taraftan birisine izafe eden bir dini rivayet de yoktur ki Allah Teâlâ’nın
bilgisine bağlı olarak o hükmü onayladığı gibi biz de onu kabul edelim. Bilgi
kaynağı olarak keşif, şeriat ve akıl vardır! Bu üç bilgi kaynağı, herhangi bir
fiili dünya veya ahirette (iki taraftan) yalnız birine izafe ve tahsis
etmemiştir. ‘Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere...’ Öyleyse Allah Teâlâ daha
iyi bilir ya! Gerçek, fiili tek bir tarafa izafe etmemek üzere vakıada
olandır. Çünkü işin kendisi saf (tek yana ait) değildir. Şayet işin kendisi
tek tarafa ait olsaydı, bu grupların bir kısmının onu öğrenmiş olması
gerekirdi.
Bütün mezheplerin ve dinlerin hatada
olduğunu söyleyemeyiz! Çünkü hepsinde (belirli bir ölçüde) ilahi şeriatlar da
bulunur ve şeriatın yanlış olduğunu söylemek mümkün değildir. Bulunduğu hal
üzere eşyanın durumunu ancak Hakk bildirebilir ve zaten bildirmiştir. Öyleyse
gerçek Allah Teâlâ’nın kendisini bildirdiği gibidir. Çünkü bütün iş Allah
Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ neyi tek tarafa tahsis etmişse o şey o yöne aittir;
neyi tahsis etmemişse, o iş kendiliğinde de belli bir yöne mahsus değildir.
Çünkü Allah Teâlâ ‘Hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’211
Hakk ve âlem, bu meselede ortaklık
bulunduğunda birleşir. Bu, gerçek ve açık şirk demektir ve hayret mahallidir.
Dolayısıyla bundan birisi ötekinden üstün değildir. Öyleyse ancak söylediğimiz
geçerlidir! Bu meselede ortaya koyacağımız hususu ortaya koyduktan sonra, şimdi
de ilahi cömertlik ve gayretin -Allah Teâlâ izin verirseaçıklamamızı gerektiren
konuyu açıklayalım. Şöyle ki: Amelin kime ait olduğu hususunda kelamcılar iki
kısma ayrılır. Birincisi bütün fiilleri varlıklara izafe eder. Bu durumda ilahi
gayret şöyle dile gelir: ‘De ki, hepsi Allah Teâlâ katındandır. Ne oluyor
bu kavme ki, sözü anlamıyorlar.’212 Kast edilen hâdis sözdür. İkinci
kısım kelamcılar, bütün iyi fiilleri Allah Teâlâ’ya, kötülerini varlıklara
izafe eder. Hâlbuki ilahi cömertlik dili şöyle der: ‘De ki
hepsi Allah Teâlâ katındandır.’213 Burada onlara yönelik bir yalanlama
yoktur, aksine bu bir övgüdür. Şöyle diyen biri yoktur: ‘Bütiin fiiller, Allah
Teâlâ’ya veya ortaklık kokusu bulunmaksızın varlıklara aittir.’ Bu nedenle
kelamcıları doğacılar ve dehriler nedeniyle iki kısımla sınırladık.
inayet perdelerine gelirsek, bunlar, yanarlar
korkusuyla yaratılmışlara dönük şefkat perdeleridir. Onlar zatın
tecellilerinin gözün idrak ettiği yaratıkları yakmasından korurlar. Bunun
nedeni şudur: Allah Teâlâ yaratıklarda iddialar yerleştirmiştir. Onlar,
varlıkla yokluğun ardından nitelenmiş, bu varlık onlar adına tercih edenin
tercihinden meydana gelmişti. Tercih eden, varlığı zorunlu olan Haktır. Öyleyse
kimse O’nu inkâr etmemiş olsa bile doğa, zaman, illet gibi O’nu ifade eden
terimler farklılaşmıştır. Bütün bu durumlarda O kendisidir, başkası değildir!
Onlar, varlığın kendilerine ait olduğunu görmüşlerdir. Bu varlık kazanılmış
olsa bile, gerçekte onlara aittir. Onlar, kazanılmış varlıkla var olanlardır.
Bu (iddialar), Allah Teâlâ ile yaratıkları arasındaki inayet perdeleridir. Allah
Teâlâ bu perdeleri özelde bazı kullarına açtığı gibi genele de açmış olsaydı,
hiç kuşkusuz, ‘yüzünün tecellileri’ diye ifade edilen zatının nurları gözün
gördüğü bütün varlıkları yakardı. Başka bir ifadeyle, Hakkın varlığından başka,
gözün idrak ettiği tüm varlıkları bu nurlar yakar, iddiaların ortaya koyduğu
her şey ortadan kalkar, O’nun başkası değilHak olduğu belli olurdu. Varlıkların
bu yok oluşu ‘yanma’ diye ifade edildi. Bunun nedeni, onları nur yapmış
olmasıdır ve nurlar yakıcıdır. Fakat Allah Teâlâ, Allah Teâlâ ehli
başkalarından ayrışsın diye, iddia perdelerini geride bırakır. Dolayısıyla
mümkünler, Allah Teâlâ ehline göre, hakikatleri yönünden yoklukla nitelenirken
hükümleri yönünden varlıkla nitelenmeyi sürdürür. Bu yönüyle mümkün, ‘Ben onun
duyması ve görmesiyim’ şeklinde sahih hadiste belirtildiği üzere, Haktır. Allah
Teâlâ bu kutsi hadiste kulun gözünü var saymış, kendisini onun varlığının aynı
-ki o da kulun niteliğinin aynıdıryapmıştır. Öyleyse mümkün, mevcut olmaksızın,
sabittir. Sıfat ise mevcut ve sabittir ve tek hakikattir. Çoğalsa bile
nispederi, nedeniyle çoğalır ve nispetlerde çokluk bulunur. Bu nitelik, melek,
insan, cin, maden, bitki, hayvan, mekân, zaman mahal, makul ve mahsusta bulunan
duyma, görme ve bu ikisinin dışında âlemdeki bütün güçlerdir ve sadece bunlar
vardır.
Allah Teâlâ kendileriyle gerçek durum
arasına perdeler çekerek, iddia sahiplerinin iddialarını onaylamış, onları
fiillerde kendisiyle onların arasındıki perdelerle meşgul etmiş, hepsini
hepsiyle çarpıştırmış, kendi özelliğiyle biricik kalmış, onları müşahedeyle
nezdinde oturtmuş, duyulur suretlerinde ise zikirle meşgul etmiştir. Allah
Teâlâ zikredenlerle birlikte oturandır. Onlar, son gruptur ve onlardan sonra
zikre şayan niteliğe sahip kimse yoktur. Allah Teâlâ onları erkek ve dişi
olarak zikrettiğinde şövle buyurur: ‘Allah Teâlâ’yı
çok zikreden kadın ve erkekler.’214 Oturanlarla bitirmiş, onların
ardından herhangi bir niteliği kabul edecek kimse gelmemiştir.
Bakınız! Ebu Yezid ilahi isimleri ve
onların Hakk ettiği hakikatleri bilmediği için, Cuma günü hafızın ‘0 gün
takva sahiplerini Rahman’a grup olarak taşırız’215 ayetini okuduğunu duymuş,
gözlerinden minbere ulaşıncaya kadar yaşlar akmış ve ah çekerek şöyle demiş:
‘Ne garip bir iş bu! Kendisiyle oturan O’na nasıl taşuıır ki?’ Ebu Yezid, bu
halde iken her birinin zata deül olması bakımından isimlerle birlikteydi.
Hâlbuki -ismin zata delil olması yönüyleher bir ismin hakikatinin talep ettiği
şeye göre isimlerle birükte değildi ve bu nedenle Hakkın sözü olsa bile
müşahedesinin vermediği bilgiyi reddetmişti. Hakkın sözü karşısında Ebu
Yezid’den inkâr gerçekleşmiş, daha doğrusu özellikle taacciib meydana gelmişti.
Taaccüb inkâr olmasa bile, inkâra benzeyen bir davranıştır. Bu sözü Allah
Teâlâ’dan başkasından duysaydı, hiç kuşkusuz Ebu Yezid söyleyene susmasını
emreder, onu böyle bir sözden alıkoyardı. Hâlbuki Ebu Yezid, Allah Teâlâ’nın
takva sahipleri hakkmdaki sözü karşısında şaşkınlığını izhar etmişti. Onlar, Allah
Teâlâ ile birlikte oturanlar iken nasıl kendisine taşınabilirler? Bu esnada Ebu
Yezid, adeta, ölüleri diriltmesinin keyfiyetini soran İbrahimî bir
müşahededeydi ve ölüleri nasıl dirilteceğini sorarken Hz. İbrahim’in kast
ettiğini kast etmişti. Hz. İbrahim ölülerin diriltme tarzının farklılığı nedeniyle
bu soruyu sormuştu, yoksa ölülerin diriltilmesini inkâr etmemişti. Ebu Yezid’in
bu sözü o esnadaki halini gösterir. Bu söz, Hz. İbrahim’in sözüne ben-
■ zer: ‘Babacığım! Rahman’ın azabının sana
değmesinden korkarım:216 Rahmet azapla çelişse bile daha önce kapıların
açılma menzilinde belirttiğimiz tarzda olduğunda çelişmez (azabın içinde
rahmet). Ebu Yezid takva sahibinin Rahman ile değil, el-Cabbar, el-Mütekebbir
ve el-Aziz ismiyle oturduğunu bilirse, onun Rahman’a taşınabileceğini ve Rahman
ile oturabileceğini anlar. Böylece takva ortadan kalkar. Çünkü Rahman
karşısında takva olmaz. Rahman kendisine tamah edilen, karşısında nazlanılan,
kendisiyle ünsiyet edilen isimdir. Fakat onlar -Allah Teâlâ kendilerinden razı
olsundoğru sözlüdürler ve hiç bir durumda zevklerini aşmazlar. Allah Teâlâ
ehlinin geneli böyle değildir, çünkü onlar, başkalarının hallerini söylerler.
Seçkinlerin böyle bir özelliği yoktur. Havastan birisi bir peygamberin veya
mertebesinin üzerindeki velinin halinden konuşursa, başkasının halini aktarmış
olduğunu da belirtir ve böylece dinleyen o kimsenin kimden aktardığını anlar.
Bü, Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun, onların halleridir. Bu insanlardan
böyle bir davranış zorunlu bir durum nedeniyle istisnai olarak gerçekleşir. Çünkü
onlar, üzerlerinde bulunanların makamlarını haber yoluyla keşfetme özelliğine
sahiptir; zevk yoluyla keşif ise, kendi makamları ve halleriyle sınırlıdır. Allah
Teâlâ’nın var olanlarla kendisi arasına çektiği bu perdeler olmasaydı,
mertebeler ayrışmaz, hakikatler birbirine girerdi, işte eşyada sınırların
korunmasının nedeni budur. Allah Teâlâ yeryüzündeki işaretleri'değiştireni
lanedemiştir.
Müşahede ve Konuşmayı Birleştirebilmek
Bu konuyla ilgili bir mesele şudur: Allah Teâlâ herhangi birisi için müşahedesiyle
bu müşahededeki konuşmasını bir araya getirmemiştir, çünkü böyle bir şey mümkün
değildir. Şu var ki ilahi tecelli misali bir surette olursa, müşahedeyle söz
birleşebilir. Bu durum, bizce reddedilecek bir husus değildir. Bağdatlı Şeyh
Arif Şihabüddin Sühreverdi’nin müşahede ile kelamı birleştirmeyi savunduğu
bildirilmiş, daha fazla bir bilgi aktarılmamıştır. Bu görüşü aktarana sordum, o
ise (Sühreverdi’nin sözünü ettiği) tecellinin türünü söylemedi. Şeyhe karşı
hüsnü zan iyidir ve bu durumda onun surî tecelliyi kast etmiş olması gerekir.
Bakınız! Kuşeyrî Risale’sinde
zikredilen adamlardan birisi olan Seyyari şöyle der: ‘Akıllı insan Hakkı
müşahede etmekten haz almaz.’ Bu sözü yorumlarken şöyle der: ‘Hakkı müşahede
fena halidir ve bunda bir haz yoktur.’ Fena halinde hitap mümkün değildir,
çünkü hitabın yararı akdedilir olmaktır. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Allah
Teâlâ vahiy veya perde ardından olmaksızın kimseyle konuşmadı’217 buyurur. Beşer beşerlik hükmünden
çıkmaz. Bu husus Hz. Musa’nın durumundan bellidir. Perde kendisinden Musa’ya
nida edilen suretin kendisiydi. Beşer ise beşerliğinden uzaklaşmaz.
Müşahedesinden fani olursa, varlığı kalkmaz ve tanım kendisine eşlik eder.
Böyle dememizin nedeni, şeyhlerden birinin şöyle dediğini duymamızdır: ‘Bu
beşerin payıdır. Beşeriyetinden uzaklaştığında, başka bir hükmü olur.’ Ben de
ona -Allah Teâlâ kendisinden razı olsundurumun zannettiği gibi olmadığını
söyledim. Zikrettiğimizi hakka’l-yakin kavrayınca, görüşünden vazgeçerek şöyle
dedi: ‘İşin böyle olduğunu zannetmiyordum, meğer gerçek senin söylediğin gibiymiş.
Benim aklım bunu almaz!’ Şeyh bir ayetin tefsiri hakkında konuşmuş, bu konuda
zevkinden hareketle söylediği hususta yanlış görüş belirtmiş, hata da burada
ortaya çıkmıştır. Biz Allah Teâlâ’nın sözünün bütünüyle Hakk olduğunu ve
zevklere aykırı olmadığını biliriz. Binaenaleyh zevk sahibinin sözü, ilahi
haberlere mutabık olmalıdır. Öyle ki Allah Teâlâ adamlarının makamı hakkında
bilgisi olmayan insan, bir arifi duydu-
ğunda şöyle der: Kuran veya Sünnet’in
getirdiğine aykırı söz söylemeyen bu insan, bilgisini Kuran ve Sünnet’ten
almış olmalıdır. Ona göre arif, Kuran ve Sünnetin yorumcusudur. Hâlbuki zevk
sahibi, zevk ettiği şeyi dile getirir ve Allah Teâlâ’dan gelen herhangi bir
habere bu zevkin aykırı olması söz konusu değildir. Zevki olmayan yabancı,
zevk sahibine karşı böyle söyler, hatta zevkten yoksun yol ehli bir grup aynı
şeyi zannederek şunu ileri sürer: ‘Falan insan ilahi haberlerde bulunan bilgilerden
konuşmaktadır, başka bir kaynağı yoktur.’ Böyle diyerek zevki inkâr ederler,
çünkü onlar aynı yolda olduklarına inanmalarına rağmen, zevki tanımamışlardır.
Aynı durum zevk sahiplerinde geçerlidir. Onlar da aynı yolda olsalar bile
içlerinde basiret sahibi olanlar, daha basiredi ve daha anlayışlı kimseler
vardır.
Dolayısıyla her birisi, yolun
verdiğini veya yolun kendiliğindeki hali, kendi halinin verdiği bilgiyi söyler.
Bu durum, bilhassa manevi sülukta böyledir. Çünkü kalplerin körlüğü.gözlerin
körlüğünden daha şiddetlidir. Kalplerin körlüğü seninle Hakk airasında perde
olurken sahibinin hiç görmediği göz körlüğü ise sadece insanla özellikle
renkler arasında perdedir, başka bir etkisi yoktur. Bu, perdelerden körlük demektir.
Sağırlık, kiliüi olmak, kapalı olmak, perdeli olmak da hüküm bakımından körlükten
aşağıdır. Bununla birlikte perde karanlığa yol açabilir ve bu durumda perdeli
olmak ile kör olmak arasında bir fark olmaz. Karanlık sınırını aşarak sedefe
ulaşırsa, bu durum karanlık sahibinin halinden veya körlükten iyidir.
Bu körlerden birisi Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Bizimle setlin aranda perde vardır’218
demiştir. Kast edilen kiliderdir. ‘Sen işini yap, biz de yaparız.’219 Yani kilideri kaldırmak üzere çalış!
‘Biz de yaparız’220, peygamberin
doğru söylediğine inanma ihtimali bulunanlar için perdeyi kaldırmak için
çalışmak anlamında yorumlanabilir. Çünkü onlar, kalplerinin peygamberin
davetine karşı kilidi olduğunu itiraf etmişlerdi. Dolayısıyla peygamberin
sözünü inkâr etmemiş veya bü itirafta bulunmayanların inandığı gibi reddetmemişlerdi.
Böyle insanların durumunun sonunda ne olacağını bilemiyorum. Baııa göre onlar,
umut makamında bulunmaktadır. Biz kesin olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in onlarm gözünden perdeyi kaldırmak üzere çalıştığını biliyoruz.
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘yetmişten fazla tövbe yaparım’
demiştir. Bu nedenle ayette ‘Müşriklere yazık olsun’221 denilirken (bu itirafta bulunanları
muhatap alarak) ‘size yazık olsun’ denilmemiştir. Hal karinesiyle birlikte
ayetteki ifade, bu itirafta bulunan insanların kalplerinden perdeyi kaldırmak
ve onu kilitlerden kurtarmak üzere çalıştıklarını gösterir. Kiliderin
fazlalığı, kendilerine geleni kabulde tereddüde düşürten sebeplerin
farklılığından kaynaklanır. Bir kısmının kilidi haset, bir kısmının
bilgisizlik, bir kısmının kilidi bu esnada kendisi için daha mühim işle
ilgilenmedir ve bu nedenle işini bırakamaz. Bütün bunlar, birer perdedir.
Varlıkta gerçekleşen en şaşırtıcı iş
söylediğimiz bu husustur. Şöyle ki: Allah Teâlâ vahiy ilka ettiğinde, adeta taş
üstüne vuran yağmur gibi ses çıkar, melekler bayılırdı. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e de vahiy taş üstüne vuran yağmur gibi geldiğinde
bayılırdı. Bu tarz vahiy, kendisine gelen vahyin en şiddedisiydi. Cebrail vahyi
kalbine indirir, o ise duyu âleminden geçer, ağzı köpürür, vahiy bitene kadar
üzerine örtüler alırdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e soğuk bir
günde böyle vahiy indiğinde, alnından terler boşalırdı. Hz. Musa ile Allah Teâlâ
vasıtaların ortadan kalkmasıyla konuşmuş, o bayılmamış, duyusunu yitirmemiş,
hem kendisi konuşmuş hem onunla konuşulmuştur. Bu makam, meleğin vasıtasıyla
gelen vahiy makamından daha üstündür. O melek konuşma esnasında bayılır.
İnsanların en şereflisi olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vahiy
gelince, Cebrail’in inişi esnasmda bayılır, Hz. Musa ise vasıtalar ortadan kalkmasına
rağmen bayılmamış, herhangi bir halle karşılaşmamış dağ ise bayılmıştı.
Bilmelisin ki, bütün bunlar, perdenin eserleridir. Çünkü her nerede ortaya
çıkarsa çıksın hüküm, perdelere aittir. Allah Teâlâ onları perde olarak
yarattığında, örtsünler diye yaratmıştır ve örtmeleri kaçınılmazdır.
Örtmeselerdi, perde olmazlardı! Allah Teâlâ perdeleri iki tür yaratmıştır:
Manevi ve maddi perdeler! Allah Teâlâ maddi perdeleri de iki tür yarattı:
Kesif ve şeffaf perdeler. Kesif perdelerde göz perdelerden başkasım görmezken
latif olanlarda göz perdelerin ardında ve içinde bulunanları görür. Şeffaf
perdelerde ise göz perdenin ardındakini görür. Bu esnada içinde olanı
gördüğünde, karışıklık gerçekleşir. Nitekim şöyle denilir:
Kadeh inceldi şarap inceldi
Benzeştiler birbirine, iş karıştı
Sanki şarap var da kadeh yok
Sanki kadeh var da şarap yok
Aynalara ve
cilalanmış cisimlere gelirsek, onlarda suretlerin bulunduğu yer idrak
edilemediği gibi arkalarında bulunan şey de algılanamaz. Algı sahibinin
gözünden uzak olan suretler ise -yoksa aynalardaki değilidrak edilir. Görülen suretler
göz ile cilalı cisim arasında perdedir. Onlar latif veya kesif olduğu söylenemeyen
suretlerdir. Gözler onları kesif olarak görürken şekilleri cilalı cismin
başkalaşmasıyla başkalaşır, onun dalgalanmasıyla dalgalanır. Dışta suret
sahibinin hareket etmesiyle hareket eder o dururken suret de durur. Cilalı
cisim suyun dalgalanması gibi hareketlenir ve göz surette -sankihareket varmış
gibi görür. Suretin sahibi durağan ve sakin ise, onun iki hareketi vardır.
Birincisi suret sahibinin hareketi, diğeri cilalı cismin hareketidir. Öyleyse
varlıkta ancak çekilmiş perdeler ve bu perdelere yönelmiş algı ve idrakler
vardır! Bu perdelerin algılayan göz sahiplerinde etkisi vardır. ' -
Perdelerin en büyükleri iki perdedir:
Birincisi manevi perdedir ki, o bilgisizliktir; diğeri ise duyusal perdedir. Bu
perde kendinde bulunduğun haldir. Büyük-manevi perdeye gelirsek, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kuş yuvasının bulunduğu bir ağaca götürülmüş, kuş
yuvalarından birisine Cebrail ötekine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
oturmuştu. Yakın semaya ulaştıklarında, Refrefe benzeyen inci ve yakuttan bir
şey sarkmış. O, Hakkın tecellisinin bir türüydü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle demiş: ‘Cebrail sarkan şeyin mahiyetini bildiği için
bayılmıştı.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise onun mahiyetini
bilmediği için ayık kalmış, gördüğü şeyin otoritesi üzerinde gözükmemişti.
Cebrail ayıldığında onun Hakk olduğunu söyleyince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle demiş: ‘Bu esnada Cebrail’in bilgide benden üstün olduğunu
anladım.’ Öyleyse bilgi, Cebrail’i bayıltmış, bilginin olmayışı Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’i bulunduğu hal üzere ayık bırakmıştır. Hâlbuki iki
şahıs da aynı şeyi görmüştü. İşte manevi perdelerin en büyüğü bu bilgisizliktir.
Senin kendine bir perde olmana gelirsek, bu perde, maddi perdelerin en
kesifidir. Şair şöyle der:
Senden bir sır
çıkmış, gölgesi uzamış , .
Bir sabah aydınlanmış, sen karanlığıydın
onun
Sen gaybın sırrından kalbin perdesisin Sen
olmasaydın, onun üzerinde mühür yoktu
Ondan uzaklaşırsan ona yerleşir ve mesken
tutar Çadırı korunmuş keşfin bineği üzerinde yerleşir
Duymaktan usanılmayan söz geldi Onun yazısı
ve nazmı bize haz verdi
Binaenaleyh Allah Teâlâ sana senden
başka perde yaratmadı! Konumuza dönersek, şöyle deriz: Hz. Musa’yı ailesine
ateş arama arzusu kaplamıştı. Allah Teâlâ kendisine muhtaçlar için çalışmasını
emrettiği için, bu arzu onu yola çıkartmıştı. Peygamberler Hakkın emirlerini
yerine getirmede kendilerini en çok zorlayanlardır. Dolayısıyla Hz. Musa’nın
içinde yola çıkma gayesinden başka bir duygu bulunmuyordu. İhtiyacını
karşıladığındaysa -ki ‘Tur-ı eymen yönünde’222 ağaçtan kendisine gözüken ateştiHak,
içinde bulunduğu Hakk uygun bir şekilde ihtiyacı yönünden nida ederek ‘Ben
senin Rabbinim, ayakkabılarını çıkart, mukaddes Tuva vadisindesin. Seni
seçtim, vahye kulak ver’223 buyurdu. Hâlbuki
vahyederken ‘Ben Allah Teâlâ olanım’224 demedi. Allah Teâlâ birinci hitapla
onun durumunu sağlamlaştırmış ve sabit kılmıştır. Çünkü Hz. Musa bir ateş
aramak üzere veya ateşe götürecek bir rehber bulmak üzere yola çıkmıştı. Bu
durum ‘Belki size ondan bir haber getiririm’223 ayetinde belirtilir. İhtiyacına
kendisini yönlendiren birisini bulmak demektir. Hz. Musa bir çağrı bekliyordu
ve kulağını ve gözünü ateşi görmek ve onu ateşe yönlendirecek birisini duymak
üzere hazırlamış, talebine uygun bir durumla sesi duyunca onu yadırgamamış,
sabit kalabilmişti. Kendisine nida edenin Rabbi olduğunu öğrenince, sabit
kalması mümkün olmuştur. Nida ona kendinden dçğil, dışarıdan gelmişti. Bu
durumda Hz. Musa duymaya edebin hakkını vermek üzere sabit kalmıştı. Çünkü her
tecelli türünün bir hükmü vardır. Bu tecellinin nidasının hükmü ise
getirdiğini dinlemek üzere hazırlanmaktır. Bu nedenle Hz. Musa bayılmamış,
müşahedesini yitirmemişti. Çünkü bu hitap duyulanın yönüyle, dinleme ve tafsili
konuşmayla sınırlanmıştı. İnsanı hissinde bırakan ve duyuluru görme halinde
tutan, bedenini yöneten kalbidir. Hz. Musa’ya dönük bu ilahi konuşmanın kalbe
dönük bir yönü yoktu. Burada kalbe ait olan, kulağıyla, gözüyle ve diğer
güçleriyle algıladığından ibaretti ve hal Hz. Musa’da hükmünü aşmamıştı.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in durumuna gelirsek, onda vahiy kalbe inmek tarzında ve taş üstündeki
bir yağmur gibi icmali bir hitaptı. Bu benzetmeye aklım vermelisin! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi algılamak ve telakki etmek üzere kendisine
inen vahiyle ilgilenmiş, bedenini yönetmekten uzaklaşmıştı ki bu hal ‘bayılma’
ve ‘kendinden geçme’ diye isimlendirilir. Melekler de öyledir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu halin sürekliliği hakkmda meleklerin durumunu
şöyle belirtmiştir. Vahiy taş üzerinde bir yağmur sesi olduğunda ve meleklerin
kalbine indirildiğinde, şöyle demiştir: ‘Kalplerinden
korku gittiğinde.. .,226 Ayıldıklarında,
meleklerin şöyle dediklerini aktarır: ‘Nedir?’ Burada durmuş, sonra onlara
karşılık vererek şöyle demiştir: ‘Rabbiniz.’ Burada da durmuştur. Melekler
şöyle der: ‘Hakk.’ Bunu mansub okumak gerekir. Yani Hakkı söylemiştir ki, biz
onu böyle öğrendik. ‘O yücedir.’ Yani inmeyecek kadar yücedir. ‘Büyüktür.’ Yani
bu nispette teşbih edilmeyecek kadar büyüktür. Diğer bir yoruma göre şöyle
demişlerdir: ‘Rabbiniz ne demiştir?’ Burada duruş vardır. Ardından
birbirlerine şöyle derler: ‘Hakk. O yüce ve büyüktür.’’227 Bu, Allah Teâlâ’nın sözüdür,
meleklerin sözü değildir.
Birinci yoruma göre melekler ayılıp
teşbih edilen özel hitap kalktığında, bedihilik de ortadan kalkar ve ‘Nedir?’
derler. Onlara ‘Rabbiniz’ denilir. ‘Rabbiniz dedi’ demektir. Bu söz esnasmda
melekler ayılmaz, aksine sabit dururlar. ‘Dediler Hakk’, yani Hakk dedi. Yani ‘Rabbimiz
Hakk sözü söyledi.'228 Burada
vahiyden anladıklarını kast ederler veya ‘Rabbiniz dedi’ sözü kastedilir. Veya
her ikisini birden kastetmişlerdir ki, doğru yorum budur. Hz. Musa’nm haliyle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve meleklerin halinin arasındaki fark budur.
Bilmelisin ki, bu menzilde yer alan
ilimlerden birisi, Hakkın yaratıkları vasıtasıyla kendisini övmesinin
bilgisidir. Aynı zamanda Hakk yaratıklarında müstağni kalmakla kendini
övendir. Hangi övgü daha tam ve daha gerçektir? Bu iki övgüden Hakk olan
hangisidir? Bunlarda hakikat olan hangisidir Ya da her ikisi de iki hakka ait
hakikat midir, yoksa ikisi haktır ve onlarm bir hakikati mi vardır? İlim,
hikmet ve hubra arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Hallerinin taksimine
göre, âlemdeki şeyler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’dan cevap vermede
vekillik, bu menzilden öğrenilir. Bu durum peygamber veya nebi veya tecelli
veya hal hitabıyla değil hitabı duymayla varisten meydana gelebilir. Allah Teâlâ’nın
bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki ilmini
âlemlerde nereye koyduğu, bu menzilden öğrenilir. Onu birisine mi veya birden
fazla kimseye mi yerleştirdi? İki kabzanın şehadet âleminde neyle ayrıştığını
bilmek, bu menzilden öğrenilir. Gayb âleminde neyle ayrışırlar? Alimlere ve
ilahi haber sahiplerine delalet bu menzilden öğrenilir. Bu sayede onları
tanırız, onlardan Allah Teâlâ’dan getirdikleri bilgileri alırız. Kendimizi
zahirde onlarm nefislerine katma arzusuyla, bu bilgide kendilerine denk oluruz,
hâlbuki (bilgi) yollan birbirinden farklıdır. Bununla birlikte bu farklılık
bilginin suretinde bir etkiye sahip değildir. Büyük alimleri bilgiyi yaymaya
sevk eden sebep bu olduğu kadar talebeleri de kendilerinden Allah Teâlâ’yı
daha iyi bildiklerine inandıkları alimlerden bilgi öğrenmeye sevk eden sebep
ise budur.
Buradan hareketle bir adam öğrenciye
şöyle der: ‘Bir kere Ebu Yezid’i görmek, bin kere Allah Teâlâ’yı görmenden daha
iyidir. Çünkü Ebu Yezid’in Allah Teâlâ’yı bilmede ondan üstün olduğunu
biliyordu ve Hakk kullarına ancak kendilerini bilme ölçüsünde zuhur eder.
Bizim Allah Teâlâ’yı görmemiz, O’nu bilenlerin bilgisine göre gerçekleşir. Bu
bilgiyi onlardan almamız, bu bilgiyi bilenlerden almazdan önce kendi bilgimize
göre Allah Teâlâ’yı görmemizden üstündür. İtibarın yönleri ihatası ve itibarın
herhangi bir Hakk veya herhangi bir yöne mahsus olmaması, onun genel bir bilgi
olması bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi, kulluk ederek Allah Teâlâ’ya dönene
delil veren bir bilgidir. İbadet veya iyi amellerde ilahi emir ve yasaklama bu
menzilden öğrenilir. Âdeti aşan nimederin gönderilmesi, bunlardan perde
olanlar ve neye perde oldukları bu menzilden öğrenilir.
Musahhar güçlerin (amade)
kuvvederinin amade kılındıkları işte nerede biteceği bu menzilden öğrenilir.
Öldüğü anlaşılmayan ölüm ve bunun nasıl bilindiği, bu menzilden öğrenilir.
Kuşeyrî Rişale’sinde birisinden böyle aktarmıştır: Bir insan ölmüş, yıkayıcı
ölüye bakmış ve hayrete düşmüş, onun ölü mü diri mi olduğunu anlamamıştır. Adam
gerçekte ölüydü. Böyle bir durum bana hizmet eden başka bir arkadaşımda
gerçekleşmişti. Adam yanımda ölmüş, gassal onun ölüp ölmediğinde tereddüt
etmişti. Âlemde bilginin etkisi bu menzilden öğrenilir.
Bilgi sahibi olduğunu söyleyip de bilgisinin
etki etmediği kimse alim değildir. Bu konu, duyuyu belirsizliğe düşüren
çetrefilli bir meseledir. Çünkü biz yakıcı olduğunu bildiği halde kendisini
ateşe atan görmedik. Bunun istisnası iki gruptur: Birincisi ateşi yakınlık
vesilesi edinen kimselerdir. Böyle birisi Hakka yaklaşmak amacıyla yanmak üzere
kendini ateşe atar. İkincisi ise ateşin kendisini yakmayacağını bilen kimsedir.
Buradan bilginin bilende bir tesir meydana getirdiğini anladık.
Nimet ayederi ve neyi gösterdikleri,
onları ayet kabul edenlerin haklarında ne oldukları bu menzilden öğrenilir.
Kalpte bulunan diğer tüm bilgileri ortadan kaldıran güçlü bilginin mahiyeti bu
menzilden öğrenilir. Daha düşük ve daha üstünü bilmek, daha düşüğü talebi sağlayan
sebep, üstün olduğunu bildiğin halde üsttekini terke yol açan sebep bu
menzilden öğrenilir. Hâlbuki her birisinin mertebesi bilinir, iyilik ve
kötülükte cezanın sebepleri, bu menzilden öğrenilir. İlahi ve kevni uzaklık ve
yakınlık, bu menzilden öğrenilir. Yakınlık ve uzaklıkta Allah Teâlâ’yı gösteren
ayeder bu menzilden öğrenilir. Zannın bilgiye uyması ve Hakk sahibinin onun
-zan değilbilgi olduğunu neye göre anlayacağı bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki
onun zan olduğuna inanmaktaydı. Kuşku ehlindeki hal bu menzilden öğrenilir.
Acaba onlar hangi sınıfa katılır ve onlara hangi isim bakar? Havale bu
menzilden öğrenilir. Mele-i a’la’nın halleri ve -bilinen makamlarında
kendilerine gelen şeylerin değişmesi nedeniylehallerinin değişmesi bu menzilden
öğrenilir.
Allah Teâlâ’ya nispet edilmeyen, yani
Hakkın kendisiyle nitelenmediği şeyler, bu menzilden öğrenilir. Acaba o var
olmayan bir şey midir, var olan bir şey midir? Alim kuşkucu değilken nerede
kuşkuya kapılır ve niçin kuşkucu olarak gözükür? Sorulan ve sorulmayan şeyler,
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kullarını bir araya getirip aynı
hususta ayrıştırdığı özellik, bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki onlar bir
aradayken de birbirlerinden ayrıydı. Bir iddiada bulunup bu iddiasıyla âlemin
hallerine tesir etmek isteyenden iddiasına karşılık delil istenmesi bıı menzilden
öğrenilir. Öncelik veya sonralığı kabul etmeyen haller, bu menzilden
öğrenilir. Deliller bu menzilden öğrenilir. Yakınlaştırma bilgisi ve yakınlığın
varlığa mı Allah Teâlâ’ya mı olacağı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya yakınlık
olabilir mi, olamaz mı? Allah Teâlâ her insana şâh damarından daha yakındır.
Nitekim böyle buyurmuştur. Arazlar bu menzilden öğrenilir. Ruhlar arasındaki
fark ve teberri bu menzilden öğrenilir. Delillerin görülmesi esnasında
söylenen şey, bu menzilden öğrenilir. Vaat edilen ecir ve bir şeyin kendi
cinsine katılması, bu menzilden öğrenilir. Ne söyleyeceğini bilen ve ona
söylenen ile ne söyleyeceğini bilmeyen ve bu konuda ona söylenecek şey, bu
menzilden öğrenilir. İyi ve kötü bütün işleri Allah Teâlâ’ya havale etmek, bu
menzilden öğreniür. Kötülük Allah Teâlâ’ya izafe edilmez. İlahi idrak, bu
menzilden öğrenilir. İdrak edilmesi mümkün şeylerden idrak edilemeyenler, bu
menzilden öğrenilir. Rüyada ihtilamı engelleyen şey, bu menzilden öğrenilir.
Engeller, bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM
Nefis ve Ruhların Ortak Nitelikleri Menzilinin Bilinmesi. Bu Bilgi,
el-Vedud İsminden
|
Mükemmil bir yerle sınırlı kalmaz hiç
Alemde onu ihata eden bir makam yok
Feleği yüzer, rüzgâr hareketlendirir onu Allah
Teâlâ her durumda yürütür onu
Kendini kat edeceği daha üst bir feleği de
yok Onda olunca kimle konuştuğunu bil
Tümü bana ve O’na ait, eşitiz Ona
yakıtı olan Yaratan
Yemin olsun, Musa’nın kız kardeşi Kuşlarin
kanadından al
Allah Teâlâ bize ye sana yardım
etsin, bilmelisin ki, bu menzil en büyüle menzillerdendir. Ona ait isim
el-Evvel, el-Ahir, ez-Zahir, el-Bâtın’dır. Yaratma ve emir de bu menzile
aittir. Bütün makamları ve halleri ihata eder ki bunları insanların pek azı
bilir. Allah Teâlâ onun miktarını artırmış, işaretlerini yüceltmiştir. Tekvin
gemi elindedir. Alemin varlığı ondan çıkmıştır. Yüce ve aşağı âlem ona bakar.
Bu menzil gayret, koruma ve perde sahibidir. O, kendisinden zuhur edilen fakat
kendisi zuhur etmeyen gaybtir. Şehadet âlemini o belirler. Gayb âlemini gayb
halinde saklar. Onun otoritesi karşı konulamayacak kadar güçlü, makamı izzetlidir.
Eksiklik ve kemal onun niteliği olamaz. Sureliyle gece ve gündüzü ortaya
çıkartır. Verdiği ilk şey, ilahi ve kevni boyun eğmedir.
Boyun eğmeye karşı
boyun eğme
Rab ve kullarda
Engelleme ve verme .
Cimri ve cömertten
Salaha karşı salah .
Fesada karşı fesad
İttifaka karşı ittifak
İnada karşı inat . -
Ayrılığa karşı ayrılık '
Dayanmaya karşı
dayanma
Beyaza karşı beyaz
Siyaha karşı siyah
Bekaya karşı beka .
Tükenmeye karşı
tükenme
Yakınlığa karşı
yakınlık
Uzaklığa karşı
uzaklık
İstiva için döşek Döşek için sema
Nefret eden için perde Seven için tecelli
Hazırlanmış bir yer Her vakit artış için
İşler hakkında bilgilerin artması Onları
bilmek doğruluğun ta kendisi
Nimet içinde azap İrade edilen ve eden
Geceyi zikirle keserler Secde ve
mücahedeyle
Allah Teâlâ eminleri talep eder Münadi sözünü duyururken
Allah Teâlâ, kendiliklerinde tercihi
talep etmeleri nedeniyle, mümkünlerin varlığını yokluklarına tercih etmiştir.
Bu durum, Hakkın mümkünlerin talebine boyun eğmesi ve ihsanı demektir, çünkü Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir. Fakat Allah Teâlâ kendisini mümkünlerin O’nu
bilmelerini sevmek özelliğiyle nitelemiştir. Çünkü Allah Teâlâ bilinmeyendir.
Sevenin özelliği ise sevilene boyun eğmektir ve Allah Teâlâ gerçekte kendine
boyun eğmiştir. Mümkün ise bu ilahi talep üzerinde bulunan perdedir; söz konusu
talep, kendinden O’nun bilinmesini istemektir. Mümkünün varlığını yokluğuna
tercih de bu ilahi talebe tabidir. Allah Teâlâ mümkünü var ettiğinde, Rabbi
olduğunu da bildirmiş, mümkün de O’nu rabbi olarak bilmiş, başka bir bilgiye
sahip olmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ’dan başkasının -O’nun kendisini bildiği
yöndenO’nu bilmesi mümkün değildir. Sonra Allah Teâlâ, emir ve yasaklarına
mümkünün boyun eğmesini istemiş, mümkün şöyle karşılık vermiştir: ‘Bu çetin bir
makamdır, onu yerine getiremem. Rabbim! Senin nezdinde söz değişmez ve senden
ancak bilginde takdir ettiğin şey meydana gelebilir. Senin meşiyetin tektir ve
bana nispet edilen irade şendendir. Öyleyse benim zatımın sana boyun eğmekten
kabul edeceği şey, senin istediğin şekilde senin için olmamdan ibarettir; yoksa
emrettiğin tarzda değil! Emrin iradene uyarsa, bu ikisini bir araya
getirebilirim. Benim hakikatim
bundan
fazlasına imkân verrnez. Onu sâria nispet ettim ve sen şöyle diyensin: ‘Azap
kelimesizimin hakkında gerçekleşirse, yoksa sen ateşte olanı kurtaracak mısın?’229
Bunu dediğin peygamber, sana göre, yükümlülerin en keremlisidir. Verdiğin bu
hüküm şendendir ve yine sana döner. Öyleyse sen ancak kendine boyun eğersin.
Ben ise seni benim gibi bilmeyen perdelilere benzeyen, bir suretim: Onlar şöyle
der: ‘Hakk bizim dileğimize karşılık^ vermiş, istediğimiz hususta bize boyun
eğmiştir.’ Hâlbuki sen sadece kendini sevdin ve iraden ona bağlandı. Benim
boyun eğmem de kendimedir. Çünkü benim seni talep etmem mümkün değil! Ben seni
kendim için talep ederim. Beni davet ettiğin şeye kendim için boyun eğerim. Sen
benim ile yaratmış olduğun perdeliler arasına perde koydun. Onjar, gerçeği
bilmeyerek Şöyle derler: ‘Falan kendisini çağıran rabbinin emrine icabet
etmiştir.’ Hâlbuki onlar benim, senin emrinden dolayı değil iradenden dolayı
boyun eğdiğimi -bilmezler. Benim nezdımde hüküm değişmez. Çünkü ben bundan başka
bir şeyi kabul edemem. Bu, zatımın kabul ettiği şeydir ve benim mutluluğum ona
bağlıdır.’ ..',. - . -
‘Sonra sen, ey Rabbim! Bana bunu
nispet ettin ve bununla beni, övdün. Hâlbuki sen işin nasıl olduğunu bilirsin.
Ben hakikatin aksini gösterdiği bir halle ortaya çıktım ve şöyle dedin: ‘Onlar
emrettiği işlerde Allah Teâlâ’ya asi olmazlar.’. Hakikat bu övgünün ardından
şöyle nida eder: ‘Onlar kendilerinden irade ettiği hususta Allah Teâlâ’ya asi
olmazlar ve O’nun emri iradesine bitişir.’ Herhangi bir yaratılmışın asi
olmadığı emir (iradenin bitiştiği) budur. Bu durum ‘O’nu
irade ettiğimizde kendisine ol deriz’230 ayetinde belirtilir. Ayette geçeri
emir, memur olan mümkünün karşı çıkamayacağı emirdir, yoksa fiil ve terklerle
ilgili emir değildir. Rabbim! Arif kulların zevk ve müşahede yoluyla bunları
bilir. Sen fiili yapması emredilen kulda meydana gelsin diye bir fiili
emredersen, o fiil gerçekleşir ve bü durumda şöyle dersin: ‘Bu kul emrime
bağlanan itaatkâr bir kuldur.’ Hâlbuki onun "bu konuda yetkisi yoktur.
Susmak bir hükümdür ve onu yapanlar pek azdır. Kimin konuşması Allah Teâlâ’ya
dayanırsa,' delil sahibi odur, çünkü kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. Kimin
konuşması nefsine dayanırsa, perdelenir! Nitekim Hakk kulu vasıtasıyla
konuştuğunda, kulun makamının gerektirdiği şekilde, kelamı zahir olur. Cevabı
ona döndürdüğünde, kendisiyle değil, O’nunla Hakka ibadet eder ve hükmü
Rabbinin kelamı üzerinde orta-
ya çıkar. Hakk da ona nida eder.
İnsan doğruyu söylese bile, cedeli çok bir varlıktır. Her doğru söz övülmüş
değildir veya doğru-Hakk olmayan her şey kınanmış değildir. Edepli insanlar,
Hakkın övüldüğü yerleri bilenlerdir ve doğruyu o yerlerde söylerler. Onlar
doğru olmayan sözlerin övüldüğü yerleri de bilirler ve uygun ilahi bir
karşılık olarak mugalata yapmak amacıyla yanlışı o yerde kullanirlar.
Öyleyse ifade ettiğimiz şekilde;
Hakkın ve yaratıkların boyun eğmesini bilen, ariflerdendir. Fakat bu konuda
insana lazım olan bazı sır ve edepler vardır. Bu ve benzeri makamlarda
konuştuğunda, o sırların inceliklerinden habersiz kalmamalıdır. Öte yandan bu
makamda sadece inayet ehlinin fark edebileceği gizli tuzaklar vardır. Bu
tuzaktan kurtulmak isteyen, Allah Teâlâ’nın kendisi için belirlediği ve
peygamberlerin diliyle gelen emirlere bakmalı ve onları yerine getirmelidir.
Böylece Peygamber nerede yürürse orada yürür, nerede durursa -bir ekleme olmaksızınorada
durur. İşler çelişir ve birbiriyle çatışırsa, bu da ona kalmıştır, sana değil!
Sen ‘ben bilmiyorum’ de! O’nun nezdinden emir böyle gelmiştir. Sen de O’na dön.
‘De ki, Rabbim, bilgimi artır.’231
Birinci
makamı böylece açıklamış olduk. .
VASIL
el-Mümin İsminin
Tasarrufu Altındaki İkinci Makam
Bu makam yaratılmış
mümin isminin bir neticesidir ve bu mümin O’nu izhar
edendir. Bu isim, eman veren değil, tasdik eden anlamındaysa böyle yorumlanır.
Eman veren anlamında ise el-Mümin ilahi ismi yaratılmış mümini önceleyerek,
yok iken ona varlık verdiğinde bir daha yok etmeyeceği şeklinde eman ve güven
verir. el-Mümin varlığını bilmek ile (buradan hareketle) Hakka dayanması
arasında bir perde olmaz. Bütün bu konularda kendisine güven verir. Bunları
bilen kimse, korkmaz ve eminlerden olur.
Hakkın doğruluğunu tasdik doğruluğumdan Böyle
olmasaydı, doğru söylese de doğrulanmazdı
Asıl yönünden eşyaya bakma Onları soyutla, çünkü hakikatler
Bilmediğin işleri gösterir sana
Sizin için onlarda yücelik ve yollar
gözükür
Nur ile perdenin ardından onları görürsün
Onlarla apaçık bir Hakk olarak yürürsün
Seni çağırır, oluştaki yoksulluk ve hacet
Rahman sayesinde rab ve rızık veren olunca
Mümkünün verdiği haber konüsunda
Rabbini tasdik etmesi, onu var ettiğinde yolduktan kendisine eman vermesiyle
ilgilidir. Allah Teâlâ da doğruluğunda kendisini tasdik eder ve bunu
yaratıklarında icra eder. Öyleyse tasdik eden ve doğru sözlü, doğru söyleyenin
kendisi değildir. Ancak iki farklı nispetle bu ikisi bir olabilir. Haber hiçbir
zaman birinciden olmazken tasdik ötekinden olabilir. Burada (birinci ve öteki
denilen) ilk ve son, yani Evvel ve Ahir Allah Teâlâ’ya ait iki isimdir. Allah Teâlâ
kulunu ilk olma haline yerleştirirse, ona haberleri verir, o da bilgi verir. Allah
Teâlâ kendisini el-Ahir ismine yerleştirir. Bu durumda verdiği haberde onu
tasdik eder. Allah Teâlâ kendisini el-Evvel ismine yerleştirir ve kuluna haber
verirse, kulunu el-Ahir ismine yerleştirir. Bu durumda kul verdiği haberde
Hakkı doğrular. Öyleyse doğru söyleyen Evvel iken doğrulayan Ahir’dir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Doğruyu getiren ve onu doğrulayanlar takva
sahipleridir:232 Onlar bu
hükümle geri kalan ve kurtuluşa erenlerdir.
Olmasaydı sözün varlığı doğru söylemezdi
kul Olmasaydı çift olmazdı tek
Geldiği yönden onunla gelmiş
Hüküm sahibidir o, kınama ve övgü ona ait
Tesadüfle olursa bir kısmının söylediği
gibi
Ya da kasıtlı ise, kasıt hüküm vermiştir
Tesadüfü söyleyen hatalı
Hakkın önce ve sonra niteliğini bilmeyendir
Doğruluk haberle ilgiliyken onun yeri
doğru sözlünün kendisidir. Doğruluk delil sahiplerinin niteliği ya da ayet ve
mucizelerin iddialarının doğruluğuna sağladığı delillerle iman edenlerin
niteliği değildir. İşte bu, bilgidir. Doğruluk kulun kalbinde ortaya çıkan bir
nurdur ve söz konusu nur sayesinde haber vereni doğruladığı gibi onun doğruluğu
da bu nur sayesinde ortaya çıkar. Haber verenin dönmesi nedeniyle de ondan
döner, çünkü ışık her nereye giderse haber verene tabidir. Delille olan tasdik
böyle bir hükme sahip değildir. Haber veren dönerse, onun dönmesi nedeniyle
kendisi dönmez. İşte haber vereni tasdik eden ile delili tasdik eden iki adam
arasındaki fark budur. Bu mesele varlıktaki çetin meselelerden biridir. Çünkü
meşru hükümler, neshe konu olabilen ilahi haberlerdir. Tasdik ise hükme
tabidir. Haber veren geçerli saydığı ölçüde onu ispadar ve haber veren kaldırdığında
hükmü kaldırır. Bu konuda Hakk öncelik sahibi olmakla nitelenmez. O bazı
grupları hükümlerin neshedilebileceği fikrini reddetmelerini sağlamıştır.
Doğru sözlü olan ise (nesih söz konusu oldu diye) ilk habere karşı kendisini
yalanlamış olmaz, sadece o hükmün sabit olduğunu, (nesih gerçekleşince) bu kez
hükmün kalktığını bildirmiştir. Her iki durumda da doğru söyler ve arada
çelişki yoktur. Fakat haber, eşit ölçüde yalan ve doğruluğu kabul etmek
özelliğine sahiptir; haber verilen şeye bakmaksızın, haber oluşu bakımından
böyledir. Bu nedenle bir delil vasıtasıyla haber verenin (muhbir) doğruluğunu
söyleyen ile iman ederek onun doğruluğunu söyleyen arasındaki fark budur. Çünkü
iman miranı bir keşftir ve kuşku kabul etmez. Delilden hareket eden ise delilini
zedeleyecek kuşkudan kendini salim tutamaz. Bu kuşku onu incelemeye ve
araştırmaya sevk eder. Bu nedenle delilden hareket edeni imandan mahrum
saydık, çünkü iman zevali kabul etmeyen ilahi bir nurdur. iman her nefs
üzerinde nefsin kazandığıyla murakıb olarak bulunan (bir nurdur); yoksa iman,
güneş veya yıldız kaynaklı (değişken ve zeval bulan) bir nur değildir. Güneşin
ışığı doğar ve batar, sonra onu
• kuşku
karanlığı takip eder. Söylediğimiz hususu bilen, iman yönünden ve delilden
meydana gelen bilgi mertebesi yönünden bilgi mertebesini ; de
öğrenir. Çünkü İJke şudur: Hakk eşyayı delille değil, kendi nefsiyle (nefsi
hakkındaki bilgisiyle) bilmiştir. Kamil insan da. Allah Teâlâ’nın suretine göre
yaratılmıştır. Öyleyse onun Allah Teâlâ’yı bilmesi, bir keşif ve nur imanıdır.
Bu nedenle (aklî) delillerin kabul etmediği hükümlerle O’riu nitelemiştir.
Delilden hareketle O’na iman eden ise bu hükmü tevil eder. Böylece delili böyle
hükümleri O’ndan olumsuzladığı ölçüde imanı ek-, silir. . . J. .
-y VASIL y . -
Kulun Susması;
Çünkü Hakk Sürekli Onunla Konuşur
Bu menzilde Hakk kendisiyle konuşunca, kul
susar. Hakk sürekli konuşandır. Öyleyse kul sürekli susan ve kulak veren
olmalıdır Kul hareket, durağanlık, ayakta durmak ve oturmak gibi bütün
hallerinde (Hakka) kulak verendir. Çünkü kula ıhsan edilen şey, Hakkın1
kelamını duymak üzere kulaktır. Kul kendisinde yaratılan hal ve durumlarda sü:
rekli olarak kendisinde Hakkın ‘yaratma emrini’ duyar. Böyle bir kul veya alim
bir nefes bile kendisindeki yaratmadan yoksun kalamaz. Dolayısıyla sürekli
dinleyen ve susandır. Onun Hakk karşısında konuşmaya başlaması mümkün değildir.
Bir kulun konuştuğunu duyduğunuzda, bu Hakkın ondaki yaratmasıdır. Kül esas
itibarıyla susan ve Hakkin önünde durandır. Öyleyse kulaklar Hakkın
yaratmasının sesini duyabilir. Bunu ânla! Çünkü bu müşahede ehli adına meydana
gelebilecek marifetin özüdür. \
_ Sadece susmak var, Hakk konuşur ,
Allah Teâlâ var, başkası yok Yaratandan. . '
, Müşahedede tekvini gösterir bize . "
Varlıkta hakikatler O’na delil -
Dileyen iman etsin, dileyen söylesin
bakalım: Bizim dediğimizin aksini, Allah Teâlâ’dır doğru sözlü
VASIL
Takyit Bir Nitelik; Akıllar ve Keşif Onu Mümkünlere
İzafe Ederken Akıllar Sadece
Mümkünlerle Sınırlar
Akıllar mutlaklığı
Hakka izafe eder. Bilmezler ki, mutlaklık da bir sınırlamadır.
Çünkü sınırlamanın dayanağı ve sebebi, hakikatler birbirine karışmasm diye,
temyizdir. Mudaklık sınırlamadır, çünkü o sınırlanandan ayrışmak ve bu kez
‘mutlaklıkla sınırlanmak’tır. Hakk kendisini cezalandırmayı Hakk eden kula
karşı ‘Halim’ diye isimlendirdi. O acele etmez. Allah Teâlâ’nın cezalandırma
vaktine kadar kuluna mühlet vermesi, cezayı Hakk eden kula o vakte kadar cezayı
ulaştırmaması demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisini ‘Sabûr (sabreden,
cezasmı ah koyan) diye isimlendirdi. Öyleyse sınırlamanın ve takyidin
bulunmadığı bir mutlaklık yoktur. Çünkü mukayyet -ki var olan ve
âlemdirsınırlanmakla mutlaklığından ayrışır. Bu durumda âlem, Hakkı
mutlaklıkla sınırlamış demektir. Bu mutlaklık, O’nun her surette tecelli
etmesi ve varlığın kendisi olması yönüyle mümkünlerin hükümlerini kabul etmesidir.
Binaenaleyh mümkünlerin hükümleri Hakkı sınırlamıştır.
O’nun sınırlılığı bağlarımızdan mutlaklık
Kaydı olmayan bir mutlaklık yok demek ki
Eşyayı bilen bizim sözümüzü söyler Son başa baş sona bağlı
hep
Tuzaktan sakın,
şayet imanlı isen
Tuzağındandır tuzağım, hilesinden hilem '
Çevrilmeyecek tuzak gücü O’nun Bilgi ve güç ile nitelenen kulun
gücü
Şiddet Hakka ve Varlıklara Ait Bir Niteliktir
Hz. Musa şöyle der: ‘Onunla gediğimi kapatayım.’233 Ebu Yezid’in huzurunda ‘Rabbinin
tutması şiddetlidir’234 ayeti okunduğunda, ‘Benimki daha
şiddetlidir’ demiştir. Bunun nedeni, kulun tutuşunun kevni rahmetten yoksun
olmasıdır. Allah Teâlâ’nın cezalandırması ve tutuşu böyle değildir, çünkü ilahi
rahmet ona eşlik eder ve kul bunu bilir. Gerçekte kulun tutuşunda da durum
böyledir, fakat kul bunu görmez ve rahmetin etkisini hissetmez. Bununla
birlikte bu tutmayla kul kendisine merhamet eder. Fakat bilmez ki, Allah Teâlâ
her şeyi bilendir. Öyleyse o ‘Rahmetin her şeyi kuşattığını bilir.’235 Bu nedenle Allah Teâlâ’nın tutuşunu
rahmeti kuşattığı gibi var olanları cezalandırmasını da kuşatır. Bütün
cezalandırılanlar bunu bilmez. Kul kendi yönünden bir cezalandırmaya sahipken
Rabbi vasıtasıyla da cezalandırabilir. Gerçekte Rabbin kulu vasıtasıyla tutması
yoktur. Ebu Yezid Rabbinin tutuşunu kendisine izafe ederek şöyle demiştir:
‘Benim tutuşum daha şiddetlidir.’ Çünkü onda Rabbimin tutuşu da bulunurken Rabbimin
tutmasında benim tutuşumun zelilliği yoktur.
Hakk kendisini eş-Şedid diye
isimlendirdi. Bu, Hakkın âleme yerleştirilen sebepler vasıtasıyla var ettiği
sebeplerdir. Böylece Allah Teâlâ ateş vasıtasıyla kullarına azap eder. Ateşin
de Allah Teâlâ’nın azap görende yarattığı acıya eklenen azaptaki bir hükmü
vardır. Azap gören Allah Teâlâ’dan perdelenme halindedir ve sadece sebepleri
görür. Hakkın eş-Şedid olması yönüyle sebepleri görerek kulu ‘tutması’, azap
edici olması yönüyle gerçekleşir. O halde şiddet başkasını talep eder ve onun
varlığı zorunludur. Kimse bunu inkâr edemez. Acıların sebeplerini görmek,
sebebini görmediği halde azapta acıyı bulmaktan daha ağırdır. Bu durum,
bilhassa sebebi ortadan kaldırmaya gücü yettiğini bilirse böyledir.
Şiddetin müstakil bir hükmü yok
Şahsın gölgesi
ortaya çıkmadan .
Onu gördüğünde kendisini hayrette bırakır
Bu gölge onun edilgeni
O şiddetinden yoksun kalmaz Ondan yoksun
kalınca kendinden ayrılır
VASIL
Hakkın Tecellisi ve Münacat Esnasında Huşu Övülen Bir
İştir
Hakkın tecellisi ve münacatı esnasında huşu, övülen bir iştir. Bunun dışındaki
durumlarda bu davranışın üzerinde gözüktüğü kimse kınanır. Şu var ki eşyaya
mahsus ilahi yönden Hakkı bütün eşyada görenlerin durumu farklıdır. Bu görme
kendisini aşmayacak gerçek bir teraziyle gerçekleşmelidir. Çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde
bizim için bir terazi belirleyerek şöyle buyurmuştur: ‘Göğü yükseltti
ve teraziyi koydu.’236 Hakkın
koyduğu yere göre teraziyi kullanmak şarttır. İnsan Hakkı her şeyde görse bile,
Allah Teâlâ her şeyde kendisine aynı tarzda davranılmasını irade etmemiştir.
Aksine kul övgünün talep edildiği yerlerde O’nu över, yüz çevirmenin talep
edildiği yerlerde yüz çevirir. Dolayısıyla kul Hakkın ondan talep ettiği
teraziyi aşmaz.
Bu müşahedede gizli tuzak vardır ve
onu ilahi-meşru teraziyi bilmekten başka hiçbir şey kaldıramaz. Kim onu bilir
ve sınırında durur ve Allah Teâlâ’nın peygamberlerine öğrettiği edebe göre
davranırsa, kurtuluşa erer, Allah Teâlâ’yı bilme derecesine ulaşır. Allah Teâlâ
bir terazi olmadan O’nun niteliğini yüceltenlere edep öğretmek üzere şöyle
buyurur: ‘Yüzünü astı, yüz çevirdi. Bir âmâ geldi diye.
Belki o temizleneçek.’237 Kastedilen zorba insandır. Allah Teâlâ
kalpleri kırıkların gönlünde gizli bir halde bulunurken zorbaların kalbinde
görünür bir halde ve zahir olarak bulunur. Zuhurun hükmü daha güçlüdür. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem insanların Allah Teâlâ’nın birliğine iman etmeleri
ve körlüklerini gidermek hususunda hırslıydı. Görünüşte kör bâtında gözü açık
birisi geldiğinde -ki o zorba insanların bâtını âmânın zahiriydibeşer nefsinde
ne gerçekleşirse o şey meydana gelmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem hangi varlıkta zuhur ederse etsin, Hakkın niteliğini görüyordu. O’nu
gördüğünde, terazisinden farklı bir tarzda almış olduğu ve kendi yerinden başka
bir yerde ortaya çıkan bu niteliği oluştan selbetmek üzere bir çözüm aramıştı.
Bu nitelik, kendisine ait olmayan bir yerde ortaya çıkmıştı ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kıskançtı. Bunun üzerine kendisine şöyle
denilmiştir: ‘Kendini (sana) muhtaç görmeyene
gelince, sen ona yöneliyorsun.’238 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Hakkın niteliğini -ki bu nitelik âlemde müstağniliktirgörmüş, bu niteliğin
kendisinde gözüktüğü kimseyi tezkiye etmek üzere hırslanmış, buna karşılık
kendisine ‘Tezkiye olmayacaksa, sana ne?’239 denilmişti. Yani sen niyetinin
karşılığım alırsın. Başka bir ifadeyle o kişi nefsini arındırsaydı alacağın
sevabı yine alırsın; o tezkiye olsa da olmasa da, bir şey kaybetmezsin. ‘Hâlbuki
koşarak sana gelen, korkandan yüz çevirdin.’240
Çünkü o âmâydı. Yani uğursuz sayma. Böylece onu uğursuz görmekten men etmiştir.
Bundan dolayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iyiye yormayı severken
kötüye yormayı nahoş bulurdu. Kötüye yormak, mekruhun bir pârçasıyken iyiye
yormak hayırdan bir nasip ve paydır.
Hz. Peyğamber’e şöyle denilmiştir:
‘Sen gece ve gündüz rızasını dileyerek rabbine ibadet edenlerle
beraber sabırla hareket et.’2*1 Onlarda
Hakkın niteliğini aramalısın! Çünkü senin âlemde aradığın sadece odur. Ben
kullarımı gece, gündüz ve bütün vakiderde onların yüzlerinin, yani zadarımn
benim çağrıma kulak vermelerini ve bana dönmelerini murad ederim; ‘Gözünü
onlardan ayırma’242, çünkü onlar senin bildiğin gibi
benim niteliğimle zuhur edenlerdir. ‘Dünya
hayatının ziyneti^ ni istersin:243 Bu ziynet de onlarda ve dünya
hayatındadır. Senin talebin burada odur. ‘İtaat
etme.’244 Onlar
senden müstakil olarak seninle oturacakları kölelerin bulunmayacağı özel bir
meclis istemektedirler. ‘Kalbini zikrimizden gafil yaptığımız
kimselere.’245 Onun,
kalbini örtüler içine koyduk ve bizi anmaktan perdeledik. Çünkü onun kalbi bizi
zikretseydi, efendiliğin bize ait olduğunu, kendisinin sadece bir köle olduğunu
anlar; kendisiyle gözüktüğü ve senin de benim niteliğim oldüğu için saygı
duyduğun büyüklük özelliğini yitirirdi. Sen onların zahirinden bu niteliği
izale etmek istedin. Çünkü ben sana büyüklenen ve zorbalaşan herkesin kalbini
mühürlediğimi söylemiştim. Dolayısıyla kendisinde gözükse bile, hiçbir kalbe
büyüklük giremez! ‘Hevasına uyan.’246 Yani kendisiyle gözüktüğü' gayesinin
peşinden giden kimse.
‘Onun işi
parça parçadır.’247 Yani
gözleri o işe dikilmemiştir ve O’nu müşahede eder. Söz konusu insan, gözünü
arzusundan alıp Hakkın peygamberinin diliyle söylediği ve istediği şeye
çevirmez. ‘De ki; Hakk Rabbinizden geldi. Dileyen...’248 Yani kimin iman etmesini dilerse ‘iman
etsin. Kimi dilerse de,’249 yani inkâr etmesini dilediği ise ‘inkâr
etsin.’250 Çünkü
onlar, dileyemez; ‘âlemlerin rabbi dilemedikçer’251 Söz konusu
köleler kendisine geldiğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
derdi: ‘Haklarında Rabbimin beni azarladığı kimseler, hoş geldiniz!’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onlar ayrılana kadar kendileriyle oturur ve ayrılmazdı.
Ölene kadar bu âdetini sürdürmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemle
birisi karşılaşıp konuşmaya başladığında, durur, o aynlana kadar beklerdi.
Birisi elini tutuğunda, o bırakana kadar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bırakmazdı. Peygamberin ahlakı hakkında bize bunlar aktarılmıştır.
İlahi niteliği
görmemizin bir terazisi yar
Göz sahibi için, varlıklar onda zuhur
edince
Akıllı-haberdar ona
göre davranır
Peygamberden gelen
şeriat ve Kuran’a göre
Islamdır bu,
hükmüyle amel et
İmandır ve ihsandır ,
VASIL
Hakları Yerine Getirmek Alemin Yükümlü Olduğu İlahi
Bir Özelliktir
Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Allah
Teâlâ her şeye yaratılışını verdi.’252 Her şeye verilen,
söz konusu şeyin zatı yönünden Allah Teâlâ katında bulunan hakkıdır. Öyleyse
verilen şey zati bir haktır. Allah Teâlâ nezdinde bulunan arızi Hakk ise ‘Size verdiğim
sözü yerine getiririm’253 ayetinde belirtilir. Bu Hakk, Allah
Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirenlere vereceği haktır. Sözünü tutmayanın
Allah Teâlâ katında ahdi bulunmaz; dilerse cennete, dilerse cehenneme koyar!
Kulların bir kısmı Hakk ediş yoluyla cennete girerken bir kısmı meşiyet yoluyla
cennete girer. Nitekim cehenneme de Hakk ederek girenler vardır. Onlar,
bilhassa cehennem ehli olan günahkârlardır. Bunlar hiç bir zaman cehennemden
çıkamaz ve bu nedenle kıyamet günü onlara ‘Bu gün
ey günahkârlar, ayrışın’254 denilir. Yani bu diyarın sakini
olmayı Hakk edenler, ayrışın! Günahkârların (mücrimler) dışındakiler, ateşe
girseler bile, oradan şefaatçilerin şefaatiyle veya Allah Teâlâ’nın ihsanıyla
çıkarlar. Kastedilen mücrimler, hiçbir hayır ve iyilik yapmamış olanlardır.
Mücrimler bir iyilik yapmış olsalar
bile, Hakk ediş orada yerleşmelerini talep eder. Onların iyilik yapması, (özü
gereği değil), kendilerindeki bir özellik nedeniyle iyiliği yapanlara benzer.
Her kim nefsinden hakkı verirse, O’nun üzerinde delilini bırakmaz. Kim hakka
ekleme yaparsa, bu ilave onun ayrıcalığıdır ve Allah Teâlâ’dan olan özel bir
övgüsüdür. Bu, Allah Teâlâ ehlinin hakkında konuştuğu bir niteliktir. Çünkü
zorunlu ameli yapmakta kul zorunludur, ihsanda gönüllü kuldur. İnsanların bir
kısmı ihtiyari kulluk makamını zorunlu kulluk makamına tercih eder. Çünkü
zorunluluk cebirdir ve onun hükmü özgür olanın hükmünden başkadır. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Kalbi imanla dolu iken istemeden.. ,’255 Zorlanmadan inkâr eden inkârı
nedeniyle cezalandırıldığı gibi mecbur olandan farklı olarak hangi işi yaparsa
fiilinin karşılığını bulur. Mecbur ve zorlananın kim olduğuna ve onun
niteliğine bakmak gerekir! Bazı alimlere göre zinada cebir ve zorlama geçerli
değildir ve (zorlansa bile) bu davranış nedeniyle kişi cezalandırılır. Çünkü
zina aracı şehvetin kendisine akarak etki etmesiyle uygun Hakk gelebilir. Bize
göre kişi böyle durumda da mecburdur ve zina için zorlanmıştır. Onun iradesi
ancak cinsel ilişkiyle ortaya çıkar ve bu birleşme şehvetin bedenine yayılmasından
sonra olabilir. Böyle yapınca kendisini zorlayandan korur. Böyle bir durumda
içinden zorlama sahihtir, inkârda ise böyle değildir, çünkü dille muhatap ikna
edilebilir, içinden ise farklı bir inanca sahip olur. Zani ise şehvete kapılsa
bile bu şehveti kerih gördüğünde, mümindir. Şehvet haz alma iradesi olmasaydı,
onun istediği şeyi irade eden olmadığını söylerdik.
Bizim gördüğümüzü, irade eden
İstediği şeyi irade eden değildir
Fakat zorlanmış ve fakat istemiş Zahirde
onu görünce
De ki ona sen,
himaye eder
Umulur ki himaye
kendisine fayda verir
Bir söz söyledin ki, doğru ise o Umulur ki
gayeye ulaştırır seni
Başka bir şiir şudur:
Hakları yerine getirmek vacip Bir şahit ve
gaib üzere
Sadece haklar var
Kim yerine getirirse
onları vacibi yerine getirir
Kim yerine getirmezse Şeriat onafasık der
VASIL
Mümkün Var Olduğunda, Varlığını Koruyacak Birine
Muhtaçtır
Bu sayede mümkün varlıkta kalır; koruyucu var olanlardan birisi olabilir.
Allah Teâlâ için koruma, yaratmadır ve bu nedenle koruma O’na nispet edilir.
Kendi başlarına var olan hakikatler, korunmaya kabiliyetliyken kendi başlarına
var olmayan mümkünler böyle değildir. Onlar var olmaya, korunmayı ve bekaya
kabiliyedi değillerdir. Dolayısıyla var olduğu andan başka onun varlığı yoktur,
sonra hemen yok olur. Koruma var olma zamanını takip eden ikinci zamanla ilgilidir.
Buna ilave edilene gelirsek, Allah Teâlâ koruyan ve gözeten iken kendi başına
var olan hakikat, korunan ve gözetilendir. Oluşu koruyan, onun varlık zamanını
koruyandır.
Hakk kulu tarafından gözetilendir,
korunan değildir. Allah Teâlâ mahfuz olmayı kabul etmez, çünkü O misli olmayan
Samed’dir. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberine ‘O’nun dışındakilere ibadet
edenleri uyarmak üzere, ibadet edilen putların özü gereği bekalarını ve
varlıklarını koruyacak birisine muhtaç olduklarını söyleyerek şöyle buyurur: ‘De ki Allah
Teâlâ’yı mı dost edineyim, O gökleri ve yeri
yaratan, doyurandır.’256 İkinci keüme, bazı şaz rivayetlerde
‘doyurulur’ diye okunur. Öyleyse varlığı devam eden her varlığın bir koruyucusu
vardır. Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olan bu koruyucu, o şeyin varlığını
muhafaza eder ve varlığı korunanın gıdasıdır. Dolayısıyla bir varlığın sureti
değişse bile, Allah Teâlâ bekasının bağlı olduğu latif veya kesif, idrak edilen
veya edilmeyen gıdalarla beslediği sürece, varlığını korur. Koruyucular
arasmda mutlu olan, korunmak üzere yaratılmış olduğunu görenlerdir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Sizin üzerinizde koruyucular vardır.’257 Bunlar varlığı koruyanlardan değil,
kulların fiillerini gözedeyenlerdir. Genel koruma ‘Size
koruyucular gönderilir’258 ayetinde belirtilir. Burada kelime
belirsiz gelmiş, bu lafzın altına varlığı koruyanlar ile fiilleri koruyanlar
girmiştir.
Dersen ki Allah Teâlâ yarattığihı korur Her
şey O’nun yaratması, koruma nedir?
Kastettiğim mana budur Lafızdaki ibareler
buna delil
Benim söylediğim söze gelirsek
Lafzı incelersen
sana perde olur .
'
VASIL
Kalem ile Levha Tedvin ve Yazı Âleminin İlkidir
Yazı ve tedvin âleminde ilk var olan Kalem ve
Levha’dır. O ikisinin hakikati, ulvi ve süfli, mana ve mahsus bütün
varlıklara yayılmıştır. Bu ikisi sayesinde Allah Teâlâ âlemde bilgiyi korur. Bu
nedenle bir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bilgiyi yazıyla
kayda geçirin.’ Yine buradan, Allah Teâlâ
Teala Tevrat’ı eliyle yazmış, Allah
Teâlâ peygamberi ve bütün peygamberler vahyi yazma âdeti edinmişlerdir. Allah
Teâlâ şöyle der: •Saygın yazıcılar yaptıklarınızı bilir.’259 Başka bir
yerde ‘küçük veya büyük her şeyi saymıştır’260 der. Başka
bir ayette ‘Her şeyi imam-ı mübinde saydık’261 veya ‘Saklı
bir kitapta’262 veya ‘saygın
sayfalarda, temiz ve yüksek elçilerin ellerinde’263 buyurur.
Başka bir ayette ‘Onların yaptıklarını ve eserlerini yazarız’264 buyrulur.
(Yazmak anlamındaki) ‘ketebe’ eklemek delmektir. Buradan hareketle ‘ketibe’
askerlerin birbirlerine eklenmesi nedeniyle böyle isimlendirildi. Çiftlerin
birbirine eklenmesiyle, manalarda ve cisimlerde birleşme gerçekleşerek dışta
sonuç ve ürün ortaya çıkar. Kim adına bu özel ekleme korunursa, bu ekleme
kendisine sahip olmadığı bilgiler kazandırır. Kim bu özel ve sınırlı, eklemeyi
korumazsa, bir sonuç elde edeme? ve onun sözü faydasızdır.
Bir netice olacaksa ekleme kaçınılmaz
Her varlık eklemeden gelir meydana
Levha ve Kalemden başka
Ki Kalem bizde (Levha’yla)
kucaklaşmayla hüküm sahibi
Her varlık Levha’sına eklenmekle
meydana gelir
Varlık nicelik ve nitelik
mertebesinde
İyi bak yazdığıma
Bu varlıkta o konuda bilgi sahibi ol
VASIL
Allah Teâlâ’nın Kullarıyla Olan Meclislerinin Sayısı Onlara
Farz Yaptığı Şeyler Kadardır
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ’nın kullarıyla olan meclisleri vardır. Bunların sayısı, onları
yükümlü tutuğu farzları kadardır. Allah Teâlâ onları yarattığında, bu
meclislerde kendisiyle oturmaya davet etmiştir. Bu meclislerde
O’nunla oturmaktan yüz çeviren kimse,
hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın davetine karşı gelmiş demektir.
Bu bağlamda Allah Teâlâ’nın ‘iman
meclisleri’ denilen meclisleri vardır ki Allah Teâlâ kullarını bu meclislerde
oturmaya özel bir tarzda serbest bırakmıştır. ‘Kendilerini davet ettiği
yönden’ meclise girdiklerinde, Allah Teâlâ onlarla bu mecliste oturur ve pek
çok iyilik görürler. Davet ettiği yönden girmezlerse, orada Hakk ile oturmaz,
iyilik veya kötülük bulmazlar. Meclislerin sayısı, şeriatta onlara karşılığında
ecir veya günah olmaksızın, tasarruf izni verilmiş mubahların sayısıncadır.
insanlar Allah Teâlâ’nın kendisini mubah kılmasına inanarak bir iş
yaptıklarında, iman onlara eşlik eder. ‘Kendilerine davet etmesi yönünden’
derken kast ettiğim budur.
Allah Teâlâ’nın kendilerine (bir
günah olmaksızın) girmeye izin verdiği meclisler içinde de bir takım meclisleri
vardır. Onlar, kendilerini davet edişi yönünden söz konusu meclislere geldiklerinde,
Allah Teâlâ ile birlikte otururlar. Belirli bir mubahlık meclisinden birisine
gelmeyip o mecliste Hakk ile oturmadıklarında ise, hiç kuşkusuz, O’na karşı
gelmiş olurlar. Onların bu mecliste Hakk ile birlikte oturmayı terk etmeleri,
farzlar meclisini terk etmekle birdir. Farz derken fiil veya terk şeklinde
zikredilen her şeyi kastetmekteyim ve bu farz, haram veya mendubun mukabili
olan mekruhları da içerir. Bunların sayısı, onların söz vererek kendilerine
vacip yaptıkları ve bu nedenle de Allah Teâlâ’nın onlara farz kıldığı şeylerin
sayısı kadardır. Ya da içlerinden olan yöneticilerin emrettiği ve Allah
Teâlâ’nın onlara itaati farz kıldığı davranışlar kadardır. Onlar bu meclislere
girmezlerse^ asi olurlar. Bu meclislerin mubahlık meclisleri içerisinde
belirli olduklarını söyledik, çünkü adak, yapılması mubah bir işte olabilir. Hakk
kulu o işi yapıp yapmamada serbest bırakır. İçlerinden olan yöneticilerin
emirlerinde de durum aynıdır. Onlar yapmaları mubah kılman hususlarda emir
verebilir. Hâk da belirli meclislerde -tıpkı farz meclislerinde kendileriyle
oturduğu gibionlarla oturur. Allah Teâlâ’nın ‘nafile hayır meclisleri’ diye
isimlendirdiği ve kulları adına belirlediği başka meclisleri de vardır.
Bunlarla mubahlık meclisleri arasındaki fark tercihtir. Mubahlıkta tercih
yoktur. Bütün bunları yapmak veya terk etmek hakkında söyledik. Allah Teâlâ
yüce ve üstün sevgisini farz meclislerinin sahiplerine tahsis etmişken bunun
aşağısındaki sevgisini nafile iyilikleri yapanların meclislerine ayırmıştır.
Meclislerin sayısı nafilelerin sayısı kadardır. Farzda benzeri bulunmayan bir
nafile olamaz. Misal olarak nafile-tatavvu sadakayı verebiliriz. Onun
farzlardaki benzeri zekâttır. Aynı şey namaz, oruç ve diğer farzlarda
geçerlidir.
Allah Teâlâ’nın kendilerinde
kullarıyla oturduğu başka meclisleri daha vardır ki bunlar ‘kevnî meclisler’
diye isimlendirilir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Kim iyi
bir adet başlatırsa...’ hadisinde belirtilir ve bu davranış, genel nezdinde,
‘bidat-i hasene (iyi adet)’ diye adlandırılır. Çünkü Allah Teâlâ onu bize
yazmadığı gibi farz da kılmamış, âdeti çıkartan tarafından ortaya konulmuştur.
Bu meclislerin sayısı ise iyi adet çıkartanların ve onları yapanların sayısı
kadardır. Bütün bu meclislerde Hakk, o iyi âdeti çıkartanlarla farkında
olmadıkları yönden oturur. Allah Teâlâ iyi âdeti yapanların sayısı kadar o
kişiyle oturduğunu keşif yoluyla sırrında gösterebilir. Bu durumda iyi adet
çıkartmış insan, o esnada kendisini yapmıyor iken, Hakkın kendisiyle oturduğunu
garip bir şekilde görür ve ona şöyle denilir: ‘Falan ve falan kişi senin
çıkarttığın o iyiliği yapmış, biz de seni övmek üzere ‘iyi adet5
meclisinde kendisiyle oturduk, o kişi senin bu davranışını övmüştür.’ Bunun
üzerine o kişi, bundan dolayı Allah Teâlâ’ya şükreder.
Her meclisin bir kapısı vardır ve o
kapıdan meclislere girilir. Her kapının üzerinde bir kapıcı vardır. Kapıcı
imandır. Bir kısmının üzerinde iki kapıcı vardır: bunlar iman ve niyettir.
Kapılar amele başlamadan başka bir şey değildir ve amele başlamak giriş
mesabesindedir. İlk başlamanın hali -ki ilk başlama giriştirkapıdır. Allah
Teâlâ ‘Onlar namazlarında daimidir’265 buyurur. Namaz kılan Rabbine münacat
eder. Münacat bir zikirdir ve namaz kılanla Allah Teâlâ oturur. Münacatta
süreklilik, namazındayken her nefes Hakka münacat ettiği gibi, kulun bütün hal
ve tasarruflarında Allah Teâlâ karşısında bulunmasıdır. Bunun sebebi onun
üzerinde bir halin bulunmasının ve Şâri’nin -ki Allah Teâlâ’dırde o hal hakkında
bir hükmünün olmasının gerekliliğidir. Allah Teâlâ her nerede bulunurlarsa,
hükümleriyle beraberdir. Öyleyse mertebeler, mahzurlu olan veya olmayan (haram
ve helal) bütün hallerde Hakka münacat eder. Çünkü fiil ve terkler Hakkın
takdir edilmiş hükümlerine konu olan kulun halleridir. Bu hallerin
gerçekleşmesi zorunludur ve Hakk onları yaratandır ve dolayısıyla onlarda
bulunması gerekir. İçinde bulunduğu halde Hakkın kendisiyle olduğunu bilen
kul, Hakka münacat eder. İşte namazdaki süreklilik bu demektir. Hz. Aişe’nin Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin durumunu anlatırken ‘bütün vakiderinde Allah Teâlâ’yı
zikrettiğini’ söylemesi bu ifademize işaret eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem helaya giderdi ve bu esnada dille Rabbi zikretmek yasaktır. Bazen
yaşlılar ve küçüklerle şakalaşır, bedevilerle sohbet ederdi. Bütün bu
vakitlerde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı zikrederdi.
İşte lafız ve hayal zikrinin dışında, ‘kalbin zikri’ budur. Kim Allah Teâlâ’yı
böyle zikrederse, sürekli Rabbiyle oturuyordur. Rabbi onu över ve sürekli namaz
kılanlara kendisini ilhak eder. Allah Teâlâ namazı tefsir ederken, onu diye
tefsir etmiştir ki, zikir tilavet ve okumadır. Kul ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah
Teâlâ’yadır’ deyince, Allah Teâlâ ‘Kulum beni övdü’ der. Allah Teâlâ namazdaki
münacatı kuluyla arasında taksim etmiştir. Münacat namazın kendisidir ve iki
failin fiilidir; önce biri sonra öteki konuşur! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni
zikredin ki, siz i zikredeyim.'266
Allah Teâlâ’nın kitabını okuyunca sen ,
Oturursun O’nunla ve konuşursun
Namaz nedir ki? Hakim’i zikretmekten başka!
Kim okursa, namaz kılar ve onda bazı şeyler bulunur
Fatiha suresi namazdadır .
’
Onda zikir vardır, içermez onu
Hamd namaz kılan için farzdır
Namaz kılan herkes bilmez bunu .
VASIL
İhtiyari Olarak Allah Teâlâ’ya Dönen Kul Övülür
Allah Teâlâ’ya ihtiyari olarak dönmek nedeniyle kul övülür. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Bütün iş O’na döner.’267 Bunu öğrendiğinde, sen de iradenle Allah
Teâlâ’ya dönmelisin! Yoksa O’na mecburen dönme, çünkü O’na dönmek
kaçınılmazdır ve isteyerek veya istemeden O’nunla karşılaşacaksın.
Hakk seni senin içinde bulunduğu Hakk
göre karşılar, bu Hakk bir şey eklemez.
Dostum! Kendine bakmalısın. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmayı severse, Allah
Teâlâ da ona kavuşmayı sever. Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmayı sevmezse, Allah
Teâlâ da ona kavuşmak istemez.’ ‘Özel yönden’ (vech-i has) rav’a üflenen ilahi
haberle keşif bize bildirmiş ve şöyle demiştir: ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmaktan
hayâ ederse, Allah Teâlâ onunla ünsiyeteki mahcubiyetini kaldırır.’ Çünkü kulu,
hayâlı davranmaya kendisinden ortaya çıkan günah veya gücünü tam kullanmadaki
eksikliği itmiştir. Bu ikisinden başka bir sebep yoktur. Hakk kuluna şöyle diyerek
onu kendisine kavuşmaya ısındırır: ‘Kulum! Senin yaptığın benim kazam ve
kaderimdir. Sen benim hükmümün cereyan ettiği bir yersin.’ Kul bu sözle
yatışır. Hâlbuki aynı sözü kul Allah Teâlâ’ya söylemiş olsaydı, O’nun
karşısında saygısızlık yapmış olur ve bu sözü O’ndan duymazdı. Bu nedenle Hakk
kendisini ısındırmıştır. Böyle bir sözün Hakk tarafından söylenmesi son derece
hoş iken, yaratıkların söylemesi oldukça çirkindir! Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hayâ bütünüyle iyiliktir.’ Başka bir hadiste ‘Hayâ
iyilikten başka bir şey getirmez’ der. Hakkın kendisini ısındırmak,
rahatlatmak, mahcubiyetini giderip korkusunu ortadan kaldırmak maksadıyla
kulunun mazeretini ortaya koymasından daha büyük iyilik olabilir mi? el-Latif,
el-Habir, el-Münim ve elMuhsin olan Allah Teâlâ münezzehtir!
Hakkın katından bana böyle bir bilgi
gelince, varlığa sığmadım. Bu hitapla ve Hakkın bildirimiyle dolçlum ve varlık
bana dar geldi. Hakk beni hitabmın mahalli yapmış, seçkinlerini ehil yaptığı
işe ehil yapmıştır. Allah Teâlâ ile kavuşmanın ancak ölümle olacağını biliriz
ve ölümün anlamım da öğrendik. Bunun üzerine dünya hayatında ölümün hemen
gelmesini arzuladık. Böylelikle yaşarken bütün tasarruf, hareket ve
iradelerimizden (soyudanarak) öldük. Ölüm bulunduğumuz herhangi bir yerden
bizden ayrılmayacak hayatımız esnasmda bizde ortaya çıkınca -ki bu hayat
nedeniyle zadarımız, organlarımız ve bütün parçalarımız Allah Teâlâ’yı tespih
ederAllah Teâlâ bize, biz de O’na kavuştuk. Böylelikle O’na kavuşmayı seven
insanların hükmüne sahip olduk. İnsanların ‘ölüm’ derken anladıkları şey gelip
beden perdesi kalktığında, artık bizde bir hal değişmesi olmaz veya sahip
olmadığımızdan fazla bir inanç artışı olmaz. Biz sadece ‘ilk ölümü’ tattık. Bu
ölüm dünya hayatımızda nihayete erer. Rabbimiz -kendinden bir ihsan olmak
üzerebizi cehennem azabından korur. ‘O büyük
bir ihsandır:268
Hz. Ali şöyle der: ‘Perde kalksaydı,
yakînim artmazdı.’ Her kim Allah Teâlâ’ya böyle dönerse, mutludur ve
zorunlu-kesin dönüşü artık hissetmez. Çünkü zorunlu ölüm ona kendisi Allah
Teâlâ katindayken gelir. Onda bilinen ölümün yapacağı nihai iş, Allah Teâlâ
katındaki nefsiyle yönettiği bedeninin arasına girmekten ibarettir. Nefs
bulunduğu hal üzere Hakk ile kalırken beden aslına, yani kendisinden ortaya çıktığı
toprağa döner; bu esnada toprak yerleşeninin kendinden ayrıldığı bir yerdi.
Melek onu diriliş gününe kadar Allah Teâlâ katında ‘doğruluk oturağına’
yerleştirir. Diriltme esnasındaki hali de böyledir. Hakkın her nefes verdiği
şeylerde bir değişme olsa bile, Hakk karşısında bulunuşu bakımından hali değişmez.
Genel diriliş ve yerleşme yeri olan cenneüerdeki hal de öyledir. Yerleşilen
yerde, bu dünyevi yapıya benzemeyen bir yapı beden ve yapı görülür. Onun
özelliği bâtını ve zahiri itibarıyla dünyevi yaratılışa benzemez. İşte bu hükme
göre, ahiret yaratılışının zahirinin tasarrufu gerçekleşir. Bir nefeste insan
sahip olduğu bütün nimetleri tadar, zevceleri veya diğer nimetleri gibi
mülkünden herhangi bir şeyi bir an bile yitirmez. Öyleyse dilediği gibi insan
onlardayken onlar da kendisinde bulunur.
Cennet süratle edilgenliğin
gerçekleştiği bir yerdir ve orada gecikme olmaz. Cennetin bu durumu hatıralar
ve düşünceler söz konusu olduğunda dünya hayatının bâtınıyla birdir. İnsanın
yaratılışı ahirette tersine çevrilecek: Orada insanın bâtını buradaki zahiri
gibi sabit kalacakken orada zahiri buradaki bâtını gibi suretten surete
girecektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hangi
dönüşe(akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.,269 Biz
döndüğümüzde, değişiriz ve bulunduğumuz Hakk ilave bir hal olmaz. Bu bölümde
zikredilen dönüş ‘tövbe dönüşü’ değildir, çünkü tövbe denilen dönüşün şekilci
alimlere ve bize göre özel tanımı vardır. O insanın üzerinde bulunduğu bütün
hallerinde gerçekleşen genel dönüştür ve iki dönüş arasındaki fark budur. Çünkü
tövbe pişman olarak dönmek ve bir konuda kararlılık göstermek demek iken bu
dönüş öyle değildir. Tövbe sıradan insanlar tarafından bilinirken bu dönüş,
özel insanlar tarafından bilinir ve sadece Allah Teâlâ ehli ona ulaşabilir.
Dönmek Allah Teâlâ tarafından istenir Bütün
varlıklarda, Allah Teâlâ ile dönülür
Eşyaya deme O’nunla değilsin Sadece O var
ve eşya var
Bütün hallerde Allah Teâlâ ile ol Allah Teâlâ’yı
müşahededen gafil kalma
Çünkü uyumayan bir gözü var Allah Teâlâ’nın
Seni görür ve başkası görülmez
Ne garip iştir: Emir tek Varlıklarımızdaki
taksimlerin sahibi nedir?
VASIL
Kul Kullukla Yükümlü Değildir, Çünkü Kulluk Onun
Zatıdır
Ubudiyet sırf horluk demektir ve kulun zati özelliğidir. Kul onu yerine
getirmekle yükümlü değildir, çünkü ubudiyet, onun zatıdır. Zatının hakkını
yerine getirmek ibadet ve kulluktur. Bunu ancak hâdislik ve kadimliği içeren
geniş-ilahi arza yerleşen yapabilir. İşte o kendisine yerleşeni hakkıyla Allah
Teâlâ’ya ibadet edebileceği Allah Teâlâ arzıdır. Allah Teâlâ onu kendisine
izafe ederek şöyle der: ‘İman eden kullarım! Benim arzım geniştir,
sadece bana ibadet edin.’270 Yani bu arzda bana ibadet edin.
Beş yüz doksan senesinden ibaret
orada Allah Teâlâ’ya ibadet ettim. Bugün 635 senesidir Bu yer değişme kabul
eden bir yer değil, beka özelliğindedir. Bu nedenle Allah Teâlâ orayı
kullarının meskeni ve ibadet mahalli yapmıştır. Kul sürekli kuldur ve sürekli
olarak o yerdedir. Burası -mahsus değilmakul ve manevi arzdır. Duyuda
gözükürse, bu durum, Hakkın suretlerde tecellisi ve manaların duyulurlarda
gözükmesine benzer. Manalar duyulur suretlerde ancak bazı nefislerin maddeye
bağlı olmayan şeyi idrakten aciz kaldıkları için gözükür. Allah Teâlâ’yı
bilmekle dolu olduğunda ise, kişi
manaları maddelerde görmeyeceği, gibi maddeleri de kendiliklerinde göremez. Bu
durumda insan -her ne olursa olsunher şeyi kendi şeyliğinde idrak eder.
Karıştırmadan uzak olduğu için kendisine güvenilen idrak budur. İnsanın
herhangi bir şekilde sırf kulluğunu görmesi mümkün değilken üzerinde
yaratılmış olduğu ilahi suretin gereği olan rablikten bir şeyin katılmadığı
sırf kulluk makamında ancak ilahi tecelli sayesinde bulunabilir. Tecelli
olmadığında, insan yaratılmış olduğu surettedir. Bu durumda kul tıpkı bütün insanlar
gibi kul-rab, malik-memluk olur. Yine de kendisiyle sıradan insanlar arasında
fark vardır: Sıradan insanların bir itikadı, şekilci alimlerin bilgisi varken
bu grubun müşahedesi vardır. Bu kul, iki hakikatle zuhur eden karışık kuldur.
Bu karışımdan sadece o geniş yeri dolduran . inayet ehli kurtulabilir. Bu arzın
bir nihayeti yoktur. Hâlbuki onun dışındaki her arz sınırlıdır ve bu hükme
sahip değildir. Bu nedenle mensupları çoktur, çünkü her kulun o arzda sahip
olduğu ve kendisinde tasarruf ettiği mülkü vardır, başkası ona hücum edemez.
Sahip olduğu şeyle de o arzda malik ve rab olur.
Bu geniş arz, zatı gereği sakinleri
üzerinde hükümran ve tasarruf, edicidir. Burası rabliğin tecelli ettiği yer ve
Malik olan Hakkın oturağıdır. Burada ibadet edenler Hakkı orada görür. Öyleyse
kim bu arzın ehliyse, kendisiyle üzerinde yaratılmış olduğu suret arasında bir
perde bulunur. Böylelikle bu kul, zatında Hakkı müşahede eden bir şahit ve sırf
kul haline gelir. Onun müşahedesi sürekli, hükmü onun ayrılmaz özelliğidir.
Bunlar dünyada ve ahirette ‘yüzü kara’ kimselerdir, bunu bilmelisin!
Rab rab, kul kul
Karıştırma ve hataya düşme ,
-
Allah Teâlâ’nın arzı geniş :
İbadet edin
bu arzda O’na -
İbadet
ederken ulaştırın O’na
Her neyi arzu
ederseniz =.'
O’na ait olan sizindir, sana ait olan .
O’na ait değil o nitelik -
‘Değilim orada’ derse Yerleştirir sizi
yerine misli gibi
Halifelik bu, O’nun yerine Sen de git O’nun
yollarından
O’nun suretinde bulun Sizi yerine
yerleştirdiği yerde
Her işte amel edin Ameli size gösterdiği
tarzda
VASIL
Hallerdeki İntikal ve Yer Değiştirmeler, ‘Hakkın her
gün bir işte olmasından’
Kaynaklanır
Bütün âlem
ilahi surete göre yaratıldı ve âlem kendileriyle Hakkın zuhur ettiği
şe’nlerden başka bir şey değildir. Bu durum, keşif yoluyla hal sahiplerince
bilinir ve onu hal olarak ‘sebahat ehli’ bilir. Bilgi bakımından da her an
arazların yenilendiğini kabul edenler onu görür. Çünkü Allah Teâlâ’nın
kullarından bir kısmı, kendisinden Allah Teâlâ’ya ve kendine intikal ettiği başka
bir mekâna geçtiği mekân tanımaz. Onun Allah Teâlâ hakkındaki gayretine
gelirsek, Allah Teâlâ kendisiyle bilinebilir ve O’nun hali Hakkın onlara izhar
ettiğidir. Böylece Allah Teâlâ’yı ancak kendisiyle zikrettiği yerde ilahi
mertebeye karşı gayrete gelir. Gerçekte Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile zikretmeleri
gerekir. Gerçeğin bunun aksi bir şekilde ortaya çıktığım gördüklerinde ise -ki
bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ’nın velileri
kimdir sorusuna verdiği ‘Görüldüklerinde Allah Teâlâ hatırlanır’ cevabından
anlaşılırgayrete gelmiş ve ilahi mertebeye hürmet etmek istemişlerdir. Bu sayede
-görmeleri nedeniyle değilkendiliğinden Allah Teâlâ’yı zikrederler.
Kendilerine karşı gayrederine
gelirsek, onlar halden Hakk geçerken, Hakkı ancak yaratıkların kendilerini
tanımayacağı şekilde şe’nlerinde müşahede ederek hakka’l-yakin bilmişlerdir.
Onlar Hakkı bilemeyince, bunları da tanımamışlardır ve söz konusu insanlar
sürekli meçhul kalmıştır. Bu nedenle onlarm hayatları güzeldir. Bilirler ki, Allah
Teâlâ onları gizliler, nezihler ve sakındığı kimseler arasında en gizli yerde
korunanlar yapmıştır. Bir yerde tanındıklarında ya mekânı veya hallerini değiştirirler.
Halle yer değiştirmek adede tasarruf etmektir ki, bunlar bilinen ayederdir. Bu
durumda onları Allah Teâlâ’dan bilgi alanlar tanır. Mekân değiştirmeleri ise
bir semadan diğerine inişinde Hakkı hakka’l-yakin tanımalarından kaynaklanır.
Bu sınıfın varlığıyla ve
müşahedesinden yararlanmak isteyip farkında olmadığı yöndenbilgi almayı isteyen
kimse, o kişiye kendisini tanıdığını göstermemeli, ona karşı müstağni ve
izzetli davranmalı ve sıradan insanlar gibi davranmalıdır. Ondan Allah
Teâlâ’nın razı olmayacağı bir kelime ortaya çıkmaz. Bu hal sahibi ona tahammül
edemez ve kendisini bilmeyenler gibi ondan kaçar. Ona ancak vacip veya mendup
veya özel olarak mubah bir fiille muamele eder ki, halleri bunu gerektirir.
Kim şe’nlerinde Hakkı müşahede ederse Hakk
şe’nlerine yerleştirir onu
Her şeyi bilir artık Apaçık şekilde
gösterir ona
O yüce bir imam Alemde zuhur eden
Gördüğün her şey Onun hakikatinden
Kalplerde bilgi pınarları ortaya çıkmış
Yakîn pınarları
Başkasının görmediği bir lezzettir o
Şe’nlerinde gördüğüm gibi
Azamet Ehlinden Başkasının Bulunmayacağı Berzah Alemi
Bu Hakk Allah Teâlâ’nın haramlarına saygı gösterip koyduğu alametleri yücelten
azamet ehli kullar yerleşir. Bu sınıftan olan birisiyle sadece Musul
hadisçilerindendiMusul’da karşılaşmıştım. O, bu makamın sahibiydi. Müşkül bir
vakıayla karşılaşmış, ondan kendisini kurtaracak kimse bulamamıştı. Adımızı
duyunca, güvendiği biri kendisini bize getirdi. O kişi fakih, Necmeddin
Muhammed b. Şaî el-Musulî’ydi. Vakıasını anlattığında kendisini ondan
kurtardık. Bunun üzerine sevindi, gönlü serinledi, biz de onu arkadaş edindik.
O kişi bu makamın ehliydi. Kendisi bu halde kalmakla birlikte, ben onu daha
üst bir makama taşımak için uğraşmıştım, çünkü makamlarda taşınmak, önceki makamın
terkiyle gerçekleşmez. Taşınma bulunduğu makamdan ayrılmaksızın, daha üst bir
makama ulaşmakla gerçekleşir. Öyleyse makamlara yükselmek, bir şeyden
(ayrılarak) değil, o şeyle beraber diğerine taşınmak demektir ki, ‘Allah Teâlâ
ehlinin makam değiştirmesi’ budur. Manalardaki yer değiştirme de böyledir: Bir
bilgiden ötekine geçerken sahip olunan bilgiyi bilmemek gerekmez; biliyorsa o
bilgi kendisine eşlik etmeyi sürdürür.
Bu hal sahibi Allah Teâlâ ile nefsi
arasındadır. Rabbinin nefsinden veya nefsinde görmek maksadıyla, nefsine bakar.
Madubu görünmezse, bu kez bakışını Rabbine döndürür ki, nefsini O’nda görebilsin!
Hakk onu bu halde gördüğünde, el-Gayyur ismi kendisine gelerek kendisine
ulaşmasından korkup hal sahibi insanı, nefsini görmeye yöneltir ve bu kez
nefsinde Rabbini gösterir. Bu, Allah Teâlâ izin verirse, daha sonra gelecek
makamdır.
Berzah halinden, müşahede .
Üç özelliği müşahede edilir
Varlığının gerçekleştiğini gösteren
Ve onun bilgisiyle seyit olmuş
-
Öyledir ve böyledir diye hüküm
; Müşahede halini gösterir ona .
O razı olunan imamdır , .
Onun övgüsü akıl için bedenlendi . ,
O kendinden
dolayı secde edilendir
Secde eden ve edilen yerdir orası :
:' ‘ . vasil : -v'=
Nefsini Gerçekte Müşahede Eden İnsan, Onun Sureti Üzerinde Yaratıldığı Varlığın
Ezeli Gölgesi Olarak Görür
Nefsini gerçek müşahedeyle gören, onun sureti üzerinde
yaratıldığı kimsenin ezeli gölgesi olarak görür.
Böyle bir durumda onun makamına yerleşmez, çünkü edilgen olan, failin
makamında bulunamaz. Gölgeler çıktıkları kimsenin secdesi nedeniyle secde eder.
Öyleyse gölgelerin kendilerine ait bir etkileri yoktur; onlar edilgendir. Bir
edilgenin faili, mertebe yönüyle ondan üstündür. Öyleyse eşya"
-varlıklarıyla değilmertebeleriyle görülür. Çünkü insanlık bakımından köleyle
efendi arasında bir fark yoktur. Öyleyse âlem mertebelerle ayrışır. Onların
birbirlerine karşı üstünlükleri mertebeler sayesindedir. Üstünlüğün mertebeye
ait olduğunu -yoksa özü gereği olmadığınıbilen kimse, kendisini başkasından
üstün görmekle yanılmaz. Şöyle denilebilir: Şu mertebe bu mertebeden üstündür!
Bu söz, akıllı ariflerin makamına işaret eder. Hz, Peygamber bize öğretmek
amacıyla bu makamda ken. disi hakkındaki şu ayeti okurdu: ‘Beri
de sizin gibi bir insanım:271 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kendisini bizden üstün saymazdı. Sonra mertebeyi zikrederek
şöyle der: ‘Bana vahyedilir:272 Akıllılar arasında kendisini
başkasından üstün sayarken abartılı hareket edenin cahil ve ahmak olduğunda
görüş ayrılığı yoktur. Kimsenin üstünlüğü kendinden kaynaklanmaz, hatta gerçek
bunun tersidir. Akıllı, şuurlu ve gören insan, kendisinde hemcinslerine karşı
iftihar edebileceği bir üstünlük bulmaz. - :
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Kıyamet günü insanların efendisiyim, övünme yok!’ Bu
ifadeyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem övünme amacı taşımayı
reddetmiş, sonra övgünün bulunduğu mertebeyi zikretmiş, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem o mertebeye tercüman olarak onun diliyle konuşmuş, bu nedenle
şefaat ve makam-ı mahmûd mertebesini zikretmiştir. Öyleyse övünme -bize
değilmertebeye aittir. Binaenaleyh kadrini ve değerini bilen bir insan, helak
olmaz. Allah Teâlâ’ya hamd olsun!
Bu makamda derin bir tecrübemiz
vardır. Mertebeler var olmayan nispederdir, dolayısıyla özü gereği sadece Allah
Teâlâ övünebilir. Bizim övünmemiz mertebelere ait olup mertebeler de var olmayan
nispeder olunca, bizim övüncümüz yokluğa bağlanır. Yoklukla övünmekten seni
sakındırır.
Dediğimi anladıysarı
Sen murad ve imamsın
Bilmiyorsan dediğimi
Dikkate değmez bir
cahilsin
Bilgi bizde üstün perde
■
Bilgisizlik kapkaranlık perde
Halleri bilmeyenlere
söyle
Hamamda om öğrenecek
Allah Teâlâ gözünden
kaldırdığında örtüyü
Tamlık dolunayı
ortaya çıkar o zaman
VASIL
İlahi Emir Memura Etki Eder, Memur O’nun Emri
Karşısında Duramaz
İlahi emir
memura etki eder, memur O’nun emri karşısında duramaz. İlahi emir, bir
yaratılmışın diliyle gelince hemcinslerde ortaya
çıkar ve nefisler, benzerlerinin emri
altında bulunmaya karşı gurura kapılır. Bu durumda Hakkın emirleri ya Hakkın
emirleri oldukları bilinmeden veya bilinip fakat vasıta kendilerine etki
ettiği için reddedilir. Çünkü mahal, suyun kaplardaki durumu gibi, bir hali
kendisine çevirir. Memur (olan peygamber) Rabbinden bir delile sahip olup emri
ulaştırdığı kimseye, nüfuz gücüne sahip ilahi emir ona ilişmeden kendisini var
etme kudretinde olmadığını görür. İlahi emir emirlere ilişince, Hakk kendisini
var ettiğinde var olsun diye, mahal hazır Hakk gelir. Mahal hazır olunca, Hakk
kendisini var eder ve mahalle şöyle denilir: ‘Bu emrinde Allah Teâlâ’ya
itaatkâr bir kuldur.’ Hal ve keşif dili şöyle der: ‘Senin bu işte bir etkin
yok.’ Emredilen şeyin var olması için mahal hazır Hakk gelmemişse, ‘Rabbinin
emrine isyan eden muhalif kul’ denilir. Bu esnada hal ve keşif dili şöyle der:
‘Senin bu konuda katkın yok.’ Emrin vasıtalı olması veya Hakkın diliyle veya
başka bir şeyle konuşması durumu değiştirmez. Bu mesele, genel nezdinde
yayılan ve bozuk bir asla dayanan bir konudur. Bu bağlamada insanlar,
dinleyicilere sözleri etki etmediğinde öğüt verenlere şöyle derler: ‘Söz
kalpten çıksaydı, kalbe ulaşırdı. Dilden çıktığında, kulakları geçmemiştir.’
Böyle demekle, şuna dikkat çekerler: Öğüt veren kimse, insanları Allah
Teâlâ’ya davet ederken doğru sözlü olsaydı, sözü etki ederdi. Bilindiği gibi
nebi ve peygamberler hallerinde doğru sözlüdür. Hatta onlar, Allah Teâlâ’ya
çağıran en doğru sözlülerdir ve basiret üzere kendilerine vahyedildiği tarzda Allah
Teâlâ’ya davet ederler. Öyleyse onlar, her bakımdan doğru sözlüdürler. Bununla
birlikte Hz. Nuh şöyle der: ‘Kavmimi gece ve gündüz davet ettim.
Benim çağrım onlarm kaçmasını artırdı.’273 Başka bir ayette ‘Onlara
uyarıcı geldiğinde...’274 denilir. Kastedilen peygamberin
diliyle Hakkın çağrısıdır. ‘Onların sadece kaçmaları ve
yeryüzündeki büyüklenmelerini artırır.’275 Mugalata yaparak kendini aldatma!
Kime çağırıldığına bak! Hakka çağrılıyorsan, şeytandan bile olsa, o sözü kabul
et! Çünkü sen sadece hakikati kabul etmektesin ve onun kimden geldiği önemli değildir.
Eşyayı Hakk ile bilen adamların
talebi budur. Onlar, Hakkı eşyayla bilmezler. Bu nitelik sahipleri ilahi
terazileri tam bilenlerdir ve sayıları âlemde azdır. Şimdi onlardan kimseyi
görmedim. Görsem bile, bu makamda tasarruf ederken görmedim. Onlar, bu yolun
hakimleri Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ ile kendilerine emrettiği hususları dile
getirenlerdir.
Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından bir grup var ki
İbadete yönelmiş kalpleri var . ,
Davet ettikleri
hususta yok
Hallerinden yüz
çevirten bir nitelikleri
Nefisleriyle
çağırdıklarında
Kapısı üzerinde
dururken görürler onu
Varlığından emre
koşarlar
Çağırdığı kimseyi tanıyarak .
VASIL
Varlık Hükümlerinden Birisi Allah Teâlâ’dan Başkasına
İzafe Edildiğinde, Müşahede Ehli
Onu Reddeder
Varlık
hükümlerinden birisi Allah Teâlâ’dan başkasına izafe edildiğinde, müşahede ehli
onu reddeder. Onlar, her neyi görür ve müşahede ederlerse, Allah Teâlâ’yı onun
öncesinde görürler, Nitekim Hz. Ebu Bekir esSıddîk böyle bir durumda olduğunu
söylemiştir. Bu makamdaki alimler -müşahede ettikleri şeye göre değilHakkın o
şeydeki hükmüne göre bulunurlar. Bu nedenle onlar bilgisizliği tanımaz,
bilgiyi ve marifeti tanırlar. Çünkü varlık bilgiye dayalıdır ve asıl bilgidir.
Benzer ve misiller geldiğinde, tanınmama ve belirsizlik ortaya çıkar; Bu
durumda bedel, nitelik ve atf-ı beyana gerek duyarız. Benzerler ve (bunun yol
açtığı) tanınmama olmasaydı, herhangi bir vasıtaya muhtaç kalmazdık. Eşyanın
zati tanımları niteliğin gücüne sahiptir. Çünkü insan olması bakımından insana
ait zati tanımlar -söz gelişiZeyd’i Amr’dan ayrıştırmaz. Bu belirsizliği
giderecek bir ilave lazımdır. ‘Bana bir insan geldi’ dediğimizde, ‘falan kişi’
diyene kadar kim olduğu bilinmez. Tanmmıyorken onu nitelesen veya ona bedel
yapsan veya atf-ı beyanla tanıtıp tanınır Hakk getirsen, kimi kastettiğin
anlaşılır.
-
Allah Teâlâ ehlinden Melamiler gibi
herhangi bir kimsenin tam olarak ulaşmadığı bir makamdır bu. Onlar, bu yolun
efendileridir. İnsanların bir kısmı hakikati tanımaz, fakat onların amaçları
hakikate karşı çıkmak değildir; onların gayesi, bilmediğini Hakkın
bildirmesiyle öğrenmektir. ‘Batıl önünden veya ardından O’na
gelemez. Bu hakim ve hamidin indirdiğidir.’276 Bu Hakk
(Kuran-ı Kerim) ‘Kalbi olan ve şahit olana indirilir.'’277 Bu makamda şu beyideri söyledim:
Dedim yarattıklarını
yaratana .
Niçin yarattığın baki değil ki? . r . .
' Dedi ki: Onu
yarattığım yer var ya -
O yer pek dar da ondan
Yaratmayı ancak böyle kabul edebiliyor
Sustum kaldım, çünkü kapı kapalı değil
Hakikat ne ki? Her zaman tek
Bakma mutlak oluşuna
Tekvin onda yenilenir "
. İnsanlar karıştırır, konuşamaz ~ .
Misil
perdesinin ardından onların gözleri var
Bu vehimle
onların ardından gidilir
Onların
arazlarından koku yayılır
Çünkü o nefis kokulu misktir .... . :
Onları var
edene bak!
Bundan başka
değiller, tahkik et, artık
Ondan binası görülen kimse . Ki zatımızda bulunan surette ilgisi vardır onun "
Ruhları bedenlerinin gıdası . .
Ruhları benim semereme bağlı
İlahi Tanımları Sadece Görenler Bilebilir
İlahi-zati tanımları -ki onlar sayesinde Hakk yaratıklarından ayrılırancak niyet ehli,
yani görenler bilir. Müşahede ehli veya başkaları onları bilemeyeceği gibi
haberle de öğrenilemezler. Fakat bazen Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına
verdiği ve ilahi habere eklenmeyen zaruri bilgiyle öğrenilirler. İlahi bilgi
yoluyla algılanacak budur. Bunun dışındaki ise ilahi haber veya zaruri bilgiyle
bilinir.
Farklı türleriyle varlıkların
tanımları, tek varlıktaki hükümleri yönünden, mümkünlerin tanımlarıdır.
Zati-varlık hakikatinin tanımı mevcut olmaklığından ibarettir. Öyleyse O’nun
varlığı hakikatidir. Çünkü herhangi bir bilinenin varlığı yoktur. Ariflerin
gayesi, âlemin tanımlarını Vacibü’l-vücûd’un tanımı yapmaktır. Allah Teâlâ’yı
bilenler ise bu keşfin üzerindedir ve daha önce zikrettiğimiz üzere müşahede
edilecek bir şey yoktur. Onlar, Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun,
kalplerinden hızla kaybolduğu için bu makamı koruyanlardır, çünkü her nefes
sürekli görmenin (rüyet) eşlik etmediği kimsenin bu adamlardan olması mümkün
değildir. Bu makam ‘(Gördüğüm her şeyde) Allah Teâlâ’dan başkasını görmedim’
diyenin makamıdır. Ona ‘kimdir gören?’ desen, ‘O'dur’ der; ‘söyleyen kimdir?’
desen, ‘O'dur’ der. ‘Soran kimdir?’ desen, yine ‘O'dur’ der. ‘Ne var ne yok?’
denilse, ‘nispetler’ der. ‘O'nda, O'nda ve O'ndan ortaya çıkan nispetler.’
Öyleyse mekânda sadece O vardır ve O
mekânın kendisidir. Ebu Yezid Bestami’nin halle ulaştığı müşahede buydu.
Allah Teâlâ’nın
tanımları var, bilirsen varlığımı
Onlarla bilinir Allah
Teâlâ
Yaratılmış görse
onları
Benim gibi, ayrılamazdı bir daha .
. Benim söylediğimi
gören
Rabbiyle nitelenen
her daim
Veya kesin delilden bilen varlığımı Veya
hikmetli ve insaflı biridir
Hakkı bilen kimse, Hakkın duyması,
görmesi ve bütün güçleri olduğu kimsedir. Güçlerinden birisi de işleri
bilmektir. Hakk kulun nitelendiği gücün kendisidir. Kul gerçekte Hakk ile
nitelenmiş, Hakk kendisini bilmiştir. Böyle bir kul, Hakkın kendi niteliği
olması yönüyle kendisini bilendir. O halde Hakkı Hakk bilmiştir. Allah Teâlâ
hakkında böyle bir bilgiye ulaşan kimseye bu bilgide kimse denk olamaz. Böyle
bir insan dile gelmeyecek zati tanımı bilendir.
VASIL
Düşenlerden Yüz Çeviren İlahi Makamına Ulaşamaz
Konya’da bir müşahede esnasında ilahi bir adam
görmüştüm. Ona Sakitü’r-refref İbn Sakıtı’l-Arş denirdi. Fas’ta da Etun’da
meskûn bir şahıs gördüm, onunla arkadaşlığım oldu ve kendisinden yararlandım. Allah
Teâlâ ehlinden bir cemaat düşenden (sakıt) yüz çevirir. Bunun nedeni onların
Hakkı her şeyin aynı görecek bir marifet derecesine ulaşmamış olmalarıdır. Allah
Teâlâ’yı sınırladıklarında ise, tanımladıkları bu ilahi makamdan düşen
herkesten yüz çevirmişlerdir, çünkü söz konusu kişi onlara göre Hakk’tan
uzaktır. Allah Teâlâ’yı bilenler ise böyle insanlardan yüz çevirir. Çünkü söz
konusu insanlar, düşerken ve sabit dururken her ne kadar muduluk makamının
dışına çıkmış olsalar bile ilahi makamın dışına çıkmamışlardır ki? Öyleyse
onlarda düşmenin bir etkisi olmamıştır. Allah Teâlâ’yı gerçekte bilenler,
düşen herkese merhamede veya bilgi ve marifetle yönelir, çünkü onlar,
düştüklerinde neyin meydana geldiğini veya düşenin kim olduğunu bilir. Allah
Teâlâ onlardan ve onların yanında bulunanlardan cezai sorumluluğu kaldırmıştır.
Bu, Allah Teâlâ’dan öğrenen kimse için, onlara dönük en büyük inayettir. Onlar
ise bunun farkına varmaz. Onların farkına sadece Allah Teâlâ’yı bilenler
varabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hangi
yaprak düşerse...’278 Bu, düşen
herhangi bir şeydir. ‘Allah Teâlâ korkusundan düşer.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şey
Allah Teâlâ korkusundan düşer:279 Hubut, irade olmaksızın, süratle
düşmek demektir. Varlıkta asıl olan cebirdir. Bu asıl düşenlerde ortaya çıkmış
ilahi ilkedir.
Yıldız kayıp da düştüğünde Düşüş yüz üstü
olur
Öğrenilsin diye olur düşme Künhünden
aşağıya doğru sarkar
Kendi nefsinden rabbini bilir Benzeri
benzerden bildiği gibi
VASIL
Nefislerini Gafletin Otoritesinden Sakınanlar iki
Kısımdır
Nefislerini emredilen murakabeyi yapmaktan alı koyan gafletin etkisinden
kurtaran Allah Teâlâ adamlarına gelirsek, onlar iki kısımdır: Birinci kısım
mutlak anlamda korunmuşlardır. Misal olarak, yükümlünün fiillerinde şeriat
hükmünün mudaklığını verebiliriz, ikinci kısım, zahirde ve bâtında korunmada
sınırlı olanlardır. Mutlak anlamda korunanların bir kısmı, Hakkın belirlediği
şekilde, kendisini sığdıran şeyi koruyanlardır. Hakkı sığdıran yer kalptir.
Bir kısmı, Hakkın ardında bulunduğunu bildiği perdeye riayet etmeyi muhafaza
eder. Söz konusu perde O’nun adına âlemde emirlerini uygulayan bir bekçidir.
Bu, Kutub’un halidir. Allah Teâlâ’dan ona ait olan, müşahede değil, hitabın
niteliğidir, çünkü o, ilahi divan sahibidir ve ölüp Allah Teâlâ’ya kavuşana
kadar perdenin ardında bulunabilir. Ona âlem, âleme o sorulur.
Bu makam, şeriat getiren bütün
peygamberlerin makamıdır, Allah Teâlâ hepsinden razı olsun! Bu makamda onlara
güç yetirebildikleri ölçüde cemaade namaz kılan, gece ve gündüz nafile namaz
kılanlar ortaktır. Onlar, Allah Teâlâ’nın ‘her
şeyi koruyan’280 olduğunu
öğrendiklerinde ki kendileri de eşya arasındadır ve ilahi suretin benzeri
olduklarım iddia ederler-, onların da aynı niteliğe sahip olmaları zorunlu
olmuştur.
Bu nedenle onlara ‘her şeyi koruyan
(hafız ala külli şey)’ lakabını vermek doğru bir niteleme olmuştur. Onlar, Allah
Teâlâ’nın mülkünde nefsine tahsis ettiği ve kendine ait hakları hemcinslerinden
birisinin Hakk iddiasma karşı korurlar ve maslahatlarını yerine getirirken tüm
âlemin naibi olurlar. Çünkü âlem (kendi maslahatını) bilmez ve bundan
habersizdir. Binaenaleyh âlem, bilgisizlik nedeniyle, neyin maslahat olduğunu
neyin olmadığını bilmez! Veya gafleti nedeniyle, dikkati çekildiğinde
maslahatı bilse bile, ihmal eder. Söz konusu bu kul, bu ismi Hakk ederek, her
şey üzerinde bir koruyucu olur. Kül Allah Teâlâ’nın kendi üzerinde amellerini
yazan bir koruyucu (meleği) olduğunu öğrenince, aleyhine yazılan şeyleri
dikkatten geçirir, Allah Teâlâ’ya yükseltildiklerinde amel defterinin diğer
defterlere karşı farklılığı ortaya çıksın. Sufilerin durumu böyledir. Bana
gelirsek ben şöyle derim:
Üzerinde işleri koruyana de ki:
Varlığı el-Hafiz korur.
Bunun için koruyucu gelince \•
Geldiği kimseye öfkelenir . -
Tek başına kalkar ve işler ona karşı gelir : Onlarm izdihamı
nedeniyle öfkelenir
Sordum, işlerde izdihama yol açan kim?
Dediler: üzerinde öfke bulunan katı kalp
Allah Teâlâ’ya ve kula yaraşan
şeyleri görünce, Allah Teâlâ ile O’na nispet edilen kullarından gizlenmesini
sağlayan perdeleri gördüm. Onlarm Allah Teâlâ^ mensubiyeti, Allah Teâlâ’nın
kalplerine verdiği bir inançla gerçekleşir: Onlar, kendilerinin bazı hakiki
isimlere sahip olduklarına ve Hakkın bu isimlerde onları daralttığına (izdiham)
inanır. Allah Teâlâ onları bu isimlerin gerçekte kendisine ait olduğunun
bilgisinden perdelemiştir. İhsanlar sadece ‘ahlaklanmak’ amacıyla o isimlerde
Hakka ortak olmuşlar, Hakk onları sıkıştırdığı gibi onlar da sıkışmaya yol
açmışlardır. Hâlbuki yaratılmişlar, zillet ve muhtaçlık özelliğinde Hakk ile
aralarında bir ortaklık bulunmadığını fark etmemişlerdir. Nitekim Ebu Yezid’in
dikkati bu yoksulluk meselesine
çekildiği gibi bize de Allah Teâlâ bu hususta ihsanda bulunmuştur.
Bu iki isim yaratıkların isimleridir,
yoksa iddia ettikleri gibi (bütün isimler kendilerinin) değildir. Onlar,
gerçeğin farkında olmadan isimler arasmdan kendilerine ait olduklarını
zannettikleri şeylerde Hakk ile izdiham yaşarlar. Allah Teâlâ Tela kendisi
hakkmda bilgi ihsan etmezden önce, ben de onlar gibiydim. Allah Teâlâ bana
isimlerin kendi isimleri olduğunu bildirdi ve isimlerin bize verilmesinin
gerekliliğini öğretti. Biz de isimleri -inanarak değilzorunlulukla kullandık.
Ben ve Allah Teâlâ’nın bu bilgiyi tahsis ettiği kulları, bu isimleri Allah
Teâlâ hakkmda inanarak kullanmışken bizim dışımızdakiler ise, şeriat onları Allah
Teâlâ’nın isimleri olarak zikretmiş olduğu için zorunlu bir imanla -yoksa
sadece iman ederek değilkullanmışlardır. Biz, kendisi korumayıp kullarını
tuzağa düşürdüğü hususta Allah Teâlâ’ya ait şeyi koruduk. Konuyla ilgili şu
beyitleri söyledik:
Yaratıklarından biri benzeseydi O’na Kalbim
benzerdi, fakat izzeti mani buna
Kalbe dedim: Perdelenme suretiyle Ne cevap
verdi, ne kulak astı ne duydu
Kalbim dua etti, O da ihtiyacına ‘buyur’ dedi
Dua edilene karşı Hakkın izzeti ‘buyur’ demek
Kalbim ona ne dediğimi bir bilse Neyi
istediği hakkında; istemezdi bir daha
Fakat kalbim aslı bilmez ve umutsuzdur Onu
müstağni yapacak şey gelse, bırak der
Allah Teâlâ İki Rahmet Kapısını Açınca, Dilediğini
Durdurur ve Hitap Eder
Allah Teâlâ iki
rahmet kapısını açıp iki kapıyla iki göz sahibi adına sabah aydınlığı
ortaya çıkınca, kullarından diledilderini önünde durdurup Hakk ve
sorumluluklarını bildirerek şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakınmazsan, Onu bilmemiş
olursun. Ondan sakınırsan, daha da bilmemiş olursun. Bu iki hasletten
birisinin sana ait olması kaçınılmazdır.’ Bu nedenle gaflet ve unutma
yaratılmıştır ki, iki zıt hükümden uzaklaşabilesin! Gaflet olmaksızın bunlardan
birisinin hükmü ortaya çıkar. Öyleyse gafletin ve unutmanın varlığı nedeniyle Allah
Teâlâ’ya şükretmelisin!
Sonra şöyle denildi: ‘Örtü ehlinin
seni örtülere çekmesinden sakınmalısın. Çünkü onlar aldatan, tuzak
kuranlardır.’ Şahdamarından daha yakın olanın üstüne perde ve örtü çekilir mi? Hakk
senden senin vasıtanla perdelenir. Sen O’nun senin üzerindeki örtüsüsün.
Bâtınını görürsen, O’nu görmüş olursun. İki yüz sahibi olan da böyledir. Çünkü
onun seninle beraber olduğu bir yüzü, kendisiyle beraber olduğu başka bir sözü
vardır ve seni hayrete düşürür. Perdeden sakındığın gibi ondan sakınmalısın!
Onlar kendi nefislerini perde edinmiş, yoksa ben onları perde yapmadım! Seni
içinde seni bana çağıranı gördüğünde, onu benim delilim bil! Ona kulak ver!
Çünkü içinden seni çağıranlar, sana tavsiyede bulunan ve sana karşı dürüst olan
kimselerdir.
Sonra ona şöyle denildi: Allah Teâlâ sadece
senden dolayı elHakim diye isimlendirildiği gibi yine senden dolayı el-Alim
diye isimlendirildi. Zatı gereği kendine ait olmayan ve sadece sana özgü bir
özelliği ise sana tahsis etti. Bu özellik, şenindir. Öyleyse sen O’ndan daha
fazla nitelik içermektesin. Çünkü kendisine ait her niteliğe sen de ortaksın.
Sana ait olmadan kendisine ayırdığı yegâne özellik, şanına layık O’nun
kemalidir. Sen ise O’na ait olmayan bir özelliğe sahipsin ki bu özellik, sana
yakışıp O’na yakışmayan kemalindir. Öyleyse sadece kemal içinde kemal vardır.
Sonra ona şöyle denilir: Haberi takip et ve
haberden yoksun olan teorik araştırmanın peşinden gitme! Çünkü Allah Teâlâ’nın
el-Habir diye isimlendirilmesinin yegâne nedeni budur. J
Sonra ona şöyle denilir: ‘Seni vekil edinirken Allah Teâlâ’ya
itimat et ve O’nun vekili olmaktan sakın.’
Sonra ona şöyle denilir: ‘Sen âlemin kalbisin ve O da senin
kalbindir. Öyleyse senin değerin O’na bağlıdır ve âlemin değeri de sana!’
Sonra ona şöyle denilir: ‘Kime ait olduğunu bilmezlik yapma!
Sen kendisinden olduğun gibi, O da sana aittir. Hâlbuki O senden değildir!
Seriden olanı da senin kendinden olduğun kimseyle bir yapma ve hakikatleri
bulundukları hal üzere yürüt! Bunu yapmaz ve aksini söylersen, hakikatleri
müşahede etmek seni yalanlar ve yalancılardan olursun. O bir yalan sözdür,
çünkü o söz sahibini hakikatten, yani gerçeğin bulunduğu durumdan ayırır. Aynı
zamanda o söz sahibi adaletten uzaklaşır.
Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Kendisini müşahede ettiğin,
maksûdun olsun ki, neyi maksat edindiğini bilesin! İçtihatta bulunur ve sonra
hata edersen, yükümlülüğün yoktur ve cezalandırılmazsım Çünkü Allah Teâlâ
herkesi yapabileceğiyle sorumlu tutar ve (içtihat yaparken nefs) Allah
Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu kısmı yerine getirmiş demektir. Hakk
gizlediğini bir hikmede gizlemiş, açığa çıkarttığını da kullarına rahmetiyle
bir hikmede açığa çıkartmıştır.
Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Hakk kendisine izafe edilen
ve başkahrından ayrışan kullarına daha layıktır. Onlar zorunluluk ve ihtiyarları
varken sürekli Allah Teâlâ’nın kulları olanlardır. Bu şekilde kendisine izafe
edilmeyenlerle beraber değildir. Her âlemin Haktan bir payı vardır ve hiçbir
alim bölümünü aşamaz.’
Sonra ona şöyle denildi: ‘Hayır (maruf) olsun diye harcarken,
malını hayır yere harca! Marufun kim olduğunu biliyorsun! Marufun bir ehli
vardır ki, onları Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ’nın bildirdiklerinden başkası
bilemez.
Sonra ona şöyle denildi: ‘Allah Teâlâ’nın iki misakı olup
senin onlarla sorumlu olduğunu öğrenmişsindir. Çünkü alimler, nebilerin
varisleridir. Kime varis olduğuna iyi bakmalısın! Hepsine varis olursan,
hepsinin misakını yerine getirmen bir yükümlülüktür. Birisine varis olursan,
kime varis isen yükümlülüğün ona göredir.
Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Doğru söyle ve güvende olma!’
. Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Nimederi zikredersen,
onlara ait olursun ve nimetin kulu olursun. Allah Teâlâ’yı zikredersen, O’na
ait olur ve O’nun kulu olursun. İlcisini birden zikredersen, hem nimet verenin
hem Allah Teâlâ’nın kulu olursun. Bu dürümda vaktin hakimisin. ‘Nimet verenin
kulu’ diye nida edilmezse sana bile, nimet verenin kulu olduğunu bil! Öyleyse
sırrından sana nida edilirken -kulluk tamlaması bildiren isimlerinden hangi
isimle nida edilirseaklını o isme ver ve o isme karşı teyakkuz halinde ol!
Sonra ona şöyle denildi: ‘Allah Teâlâ’nın âlemde gizli bir
kahrı vardır, farkına varılmaz. Bu kahır, seçimlerinde ve ihtiyarlarında
insanları zorlamasıdır. Bir de açık kahrı vardır ki, o da insanların
iradelerinin dışında üzerlerinde hüküm sahibi olan şeydir. Allah Teâlâ
adamları gizli kahrı murakabe ederler, çünkü Allah Teâlâ’dan sorgu ve muhasebe
bu konuyla ilgilidir. Seçim ve ihtiyarında cebri görürsen, açık cebri müşahede
edenlerden olursun ve bu müşahede senden sorumluluğu kaldırır. Fakat bu dil
ehli arasından bunu müşahede eden kimse görmek zordur. Hatta bu makama ulaşmış
olarak sadece Şam’da birini gördüm ve onu görmekle sevinmiştim. , ‘ .
Sonra şöyle denildi: Senin altı yönün vardır. Dördü şeytana
aitken, biri sana, biri de Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ’ya ait olan yön
bakımından masumsun. Oradan (gelen ilhamı) almaya başla ve diğerlerinden sakın.
Diğerlerinin sayısı beş tane olduğu için şeriat beş hüküm getirmiştir. Bunlar
senin yönündür ve şeytanın senden olan yönleridir. Allah Teâlâ’nın şendeki
yönüne gelirsek (vech-i has, özel yön) onda şeriatın bir hükmü yoktur. Bu,
masum yöndür ve ondan kalbe kuşkulardan korunmuş ilahi ilimler gelir.
.. Sonra kendisine şöyle denilir: Mümin isen, kuşkular seni
sarsmasın diye aynı zamanda alim de olmalısın! Sahibini kuşku sarsıntısından
koruyan yegâne bilgi, Allah Teâlâ’dan öğrenilen bilgidir. Allah Teâlâ’dan
başkasından gelen bütün ilimlere belli vakitlerde kuşkular ve tereddütler
girer.’
Sonra ona şöyle denileli: Belli bir makam seni sınırlamasın,
çünkü sen Muhammedîsin. Ondan başkasına varis olma ki, bütün malı
kazanabilesin! Ümmetinden ona kim varis olursa, zahirde diğer nebilerden artık
olur, çünkü o nebiler risaletlerini peygamberden alırken onu bâtınen müşahede
etmişlerdi. Nitekim diğer nebiler arasından da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in zahiri şeriatına yetişenler, diğer nebilerden üstündür. Bunlara misal
olarak Hz. İsa ve Hz. İlyas’ı verebiliriz. Bu iki peygamber adına Muhammedi
makam kemale ermiştir.’
Sonra ona şöyle denildi: ‘İyilikte izin istemek sakinliğe ve
rağbete delildir. Hayır olduğunu bildiğin bir hayır hakkında Rabbinden izin
istediğinde, bakmalısın: Yapmana izin verirse, güzel! Seni serbest bırakırsa,
sınamak ve (niyetini) ortaya çıkartmak istemiştir. Allah Teâlâ’dan bu konuda
bir cevap aldığını görmezsen, imanında bir hasar bulunduğunu bilmelisin. Çünkü
sen o işin iyi olduğunu Şâri’den öğrenmişsindir ve Şâri Allah Teâlâ’dır.
Öyleyse bilgiden sonra hangi nedenle izin istemeye kalktın ki? Allah Teâlâ’nın
önünde imanını yenilemen ve şöyle demen gerekir: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur, Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Senin katından gelenlere iman
ettim.’ Bunu dedikten sonra amel yapmaya koyul ve herhangi bir konuda
kesinlikle izin istemeye kalkma! Çünkü Allah Teâlâ üzerinde bir gözeticidir ve
O senin maslahat ve faydanın hangi işte olduğunu sana ilham eder! Uyman
gereken şeriat terazisi de elindedir. Onu bir an veya bir nefes bile elinden
düşürme. Allah Teâlâ ehli her vakitte üzerinde bulundukları bir ölçüye
sahiptir. Onlar titiz ve mahir sarraflardır.
Sonra ona şöyle denilir: Sen kendi mülkimdesin! Fakat mülkünden
ayrılacak, şehrinden yolculuğa çıkacak ve dünyadan göçeceksin. Azığı artırırken
aşırı gitme! Çünkü yanında taşıyacağın şeyi yiyeceksin ve katığındı yanında
taşıyacağın kadarını içeceksin. Yol susatır, şehirler ıraktır.
Sonra ona şöyle denilir: ‘Sözleşmelerini artırma! Mecbur olduğun
sözleşmeler yeter. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adak
adamayı nahoş bulmuş, (fakat bir kez yapılınca) yerine getirilmesini de zorunlu
saymıştır. Çünkü adak insanın gereksiz işlerinden biridir. Nitekim önceki
ümmetleri helak eden şey de gereksiz soru sormalarıydı. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ümmetinin yükümlülüklerini azaltmayı severdi. Kıyas nedeniyle
yükümlülüklerin arttığında da hiç kuşku yok! Fakihler Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in nahoş bulduğu bir yöntemle ilgilenmişlerdir. Bununla
birlikte bu konuda sevap alacaklardır, çünkü onlar, kıyası bir yöntem olarak
belirlerken içtihat hatası etmişlerdir. Allah Teâlâ niyetlerine göre onlara
hayır versin. Diğer ümmetlere gelirsek, onlar sadece Allah Teâlâ’dan ve peygamberlerden
gelenlerle yükümlüydü. Görüş ve kıyaslarıyla ulaştıkları hükümlerde serbest
idiler. Böyle bir hükmü ve görüş sahibini taklit ettiklerinde, Şâri’nin o şahıs
hakkında ve düşünceyle ilgili onayladığı bir meseleyi taklit etmiş olurlardı.
Çünkü Allah Teâlâ bize zikir ehline sormamızı emretmiştir ki onlar Kuran
ehlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Zikri biz indirdik.’281 Burada zikir, Kuran demektir.
Sonra kendisine şöyle denilir: Yolların arasından faydası ve
kazancı olacak yolu takip et! Çünkü bu bir ticarettir ve Allah Teâlâ onu böyle
isimlendirmiştir: ‘Sizi acı bir azaptan kurtaracak
ticareti size bildireyim mi?’282 Sonra imanı ve cihadı
zikrederek şöyle buyurdu: ‘Onların ticaretleri fayda vermedi.’283 Bu ifade sahip oldukları imana karşılık dalaleti satın
alanlar hakkında söylenmiştir.
Sonra kendisine şöyle denilir: ‘Karşı konulamayacak olan diye
tanıdığına iltica etmelisin! Çünkü O seni himaye edecektir.’
Sonra ona şöyle denilir: Nebilerin izlerini takip etmelisin.
O izler doğru gidenlerin yollarıdır.’
Sonra ona şöyle denilir: ‘Hasetten sakınmalısın, çünkü haset,
iyilikleri bitirir. Vebali önce sahibine döner.
Sonra şöyle denilir: ‘İlahi teysir (kolaylaştırmak), ancak Hakk
ehlinin suretiyle zuhur ettiğinde ilahi bir nitelik olabilir. Çünkü mümkünü
var etmede Allah Teâlâ ile didişen, zatî yokluktur. Onu neyi ortadan
kaldıracağına baları alısın! Zatî durum, kendisi nedeniyle hüküm verir. Bu
kuşkudan çıkmak için çalışmalısın.
Sonra ona şöyle denilir: Allah Teâlâ âlemi tavır tavır
yarattı. Her tavır kendi tavrını beğenmez, onu kınar, onun dışındakileri över.
Acaba buna yol açan şey nedir? Herkesi kendi nezdinde bulunanla sevinmeye
sevk eden nedir? Bu sevinme bulunduğu tavırdan çıkmasını engeller.
Sonra ona şöyle denilir: İktida ve uymak, adamların
özelliğidir. Sen de terazinin O’nun elinde olması itibarıyla Allah Teâlâ’ya
uymalısın. O’na uymazsan, helak olursun.
Sonra ona şöyle denilir: İman, İslam ve ihsan arasında
berzahtır. Bu anlamıyla ihsan, ‘istislam’ demektir. Bu nedenle iman olmadan da
İslam olabilir veya istislam olmadan iman olabilir. İstislamı elde etmeye
çalış ki, hepsini elde edesin! İmandan başka iki ucun gücüne sahip bir berzah
yoktur. İki ucun gücüne sahip her berzah, imamdır.
Sonra ona şöyle denilir: Daha sonra geleni, önde gidene
katmalısın. Böyle yaparsan mutlu olursun; bunun tersini yapma.
Sonra ona şöyle denilir: Allah Teâlâ’nın yaratışında bir
değişme yoktur. O’nun yaratması kelimeleridir ve Allah Teâlâ’nın kelimelerinde
değişme yoktur. Tebdil ve değiştirme söyleyen olması bakımından değil kelam sahibi
olması bakımından Allah Teâlâ’ya aittir. Söz kelime tarzında ortaya çıkarsa,
kelam olması bakımından değil, söz olması itibarıyla değişme gerçekleşmez.
Sonra ona şöyle denilir: İyiliğe karşılık karara bağlanmış
iken kötülüğe karşılık vermek (vaîd) ilahi meşiyete bağlıdır.
Sonra ona şöyle denilir: Güçlüye (el-Kavi) itimat, seni
yalnız bırakmayacak bir korudur. Onu ihlal eden hüsrana uğrar.
Sonra şöyle denilir: Yüksekten aşağı inmek ya birinin
indirmesiyle veya indirme olmaksızın gerçekleşir. İndirme olmaksızın inmek, övülen
bir iştir. Kim indirmeyle inerse, bu da bazen övülür. Halifelik derecelerin en
üstünüdür ve o yükseklik sahibidir. Kim nefsini ondan soyutlarsa, halife olsa
bile, övülür; kim o görevden kendini uzak tutarsa, bazen övülür. Böyle
birisinin durumu, niyetine göredir.
Sonra ona şöyle denilir: Varis isen, Hakka varis ol! Bunun
üzerine şöyle sordu: Hakka nasıl varis olunur ki? Şöyle cevap verdi: Hakk sana
âlemlerden müstağni olduğunu gösterdiğinde, kuşkusuz, onları terk etmiş
demektir. Bu Hakkın ‘terekesi’dir ve ona sen varis olabilirsin. Bu müşahede
sahibiysen, bu varislikten daha önce âlem hakkmda bilmediğin şeyi öğrenirsin.
Sonra ona şöyle denilir: İşleri birbirine karıştırma ve
yerleştirdiğin her şeyi kendi hakikatine yerleştir. Gerçek öyle olsa bile -ki
öyledir-, ‘sadece Allah Teâlâ vardır’ da deme. Akledilir mertebeler O’nun şöyle
olmasıyla böyle olmasını ayırt etmiş midir? Hâlbuki hakikat, senin de söylediğin
gibi, aynıdır. Fakat bir yönden böyle, başka bir yönden öteki türlüdür. Senin
acı çektiğini ve kaçtığını görmekteyim. Kendisinden kaçtığına seni çağıran
nedir? Haz aldığın ve talep ettiğin şeyi yitirdiğini görmekteyim. Bu kadarlık
bir fiille varlığını ispat etmiş ve senin yerini belirlemiştir. Öyleyse her
durumda çokluk vardır ve başkaları görülür. Alim vardır cahil vardır,
amir-memur, hakim ve hükme konu olan ve hüküm ve hüküm mevzusu vardır, irade
eden ve edilen vardır, serbest bırakmak ve zorlamak vardır, ayıran ve ayrılan
vardır, birleştiren ve birleşen vardır, yakın vardır daha yakını vardır, vaad
ve vaîd vardır! Fayda hitap eden, edilen ve hitabın varlığındadır. İnsan bütün
olarak birdir, organları birbirinden, ayrıyken güçleri pek çoktur. O ise
kendisidir, başkası değildir. Bir yeri acısa, acı bütün varlığına yaydır. Bir
şahsın acı çektiğini başka bir şahsın elemiyle haz aldığını başka birisinin
bundan dolayı üzüldüğünü görürsün. İnsanda olduğu gibi durum bir olsaydı, bir
kişi elem duyduğunda elem bütün âleme yayılırdı. Hâlbuki gerçek, zannettiğin
gibi değildir. Perde kalksaydı, söylediğimi görürdün. Öyleyse Allah Teâlâ’yı
bilen alimler zümresine katılmak istersen, kendine karşı samimi davranmalısın!
Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine saadet verdiği kimselerdir. Öyleyse Allah
için zahir ve bâtın, (insandaki) ruh ve beden gibidir. Bu ikisi ayrılmayacağı
gibi onlar da birbirinden ayrılmaz. Gerçek, kulun ye rabbin varlığıdır.
Öyleyse sen ve O varsın! İtaat eden doğru yoldayken günahkâr kendisinden
istenilip ona verüen emir karşısında şaşkın bir haldedir.
Bilmelisin ki, akd kendi türlerini izhar etmek amacıyla
-yoksa çocuk edinme hazzını yaşamak amacıyla değilnefsi nikâhladığında, onu
doğa toprağına (arz) yerleştirmiş, onun mizacına etki etmiştir. Çünkü arz,
kendisine ekdeni kendi doğasına çevirmekteydi. Allah Teala’nın şu sözüne aklını
vermelisin! ‘Bir suyla sulanır.’ Toprak tek iken ondan farklı tat ve renklerde
besinler çıkar. Balın tatlı ve lezzetli olduğunu söylesek bile, bazı mizaçların
ondan acı çektiğini görürüz. Böyle nefisler baldan haz almaz ve onu acı bulur.
Aynı şey kokıdar ve renkler için geçerlidir. Bu farklılığın -eşyanın kendisine
değilidraklere dayandığını ve idraklerin kendiliklerinde hakikatleri olmayan
nispetler olduğunu gördük. Fakat ccvherleri yönünden onların hakikatleri
vardır.
Sonra şöyle denilir: İzafet ve nispetlerin sınırında dur ki,
bulunduğu durumda gerçeği öğren!
Sonra ona şöyle denilir: Allah Teâlâ sana ‘Ey5
diye nida ederse, nereden nida edildiğini ve nerede olduğunu bilmelisin. Niçin
çağrıldın? Çağıran kimdir ve nedir? Zikrettiğim sana hangi neticeyi verirse,
ona göre davranmalısın.
Sonra şöyle denilir: Saadet ve mutluluk bilgide değil,
imandayken kemal bilgidedir. İkisini bir araya getirirsen, ardında başka
gayenin bulunmadığı dereceye ulaşırsın.
Sonra ona şöyle denilir: Bu, haberler mertebesidir ve aklını
sana gelen haberlere ver. Çünkü haberleri yitirirsen, haberler vesilesiyle ulaşacağın
hayırlara başka bir yerden ulaşamazsın.
Bu menzilde bulunan ilimler^ Allah Teâlâ izin verirse
söyleyeceğim ilimlerdir. Bunlardan birisi, emir, yasaklama ve bütün hükümlerin,
aklî ve ilahi yasaların kaynağının bilgisidir. Tasrih, içerme ve ima yoluyla
eşyanın hakikatlerine dikkat çekmek, bu menzilden öğrenilir. İnsanın dışının
değiliçinin yaratılması bu menzilden öğrenilir. Varlıkta kaç insan vardır?
Varlıkta üç insan bulunduğunu öğrenirsin: Birinci-tüm ve en önce olan insan,
âlem insan ve Âdem olan insan. Bu üçünden hangisinin daha tam olduğuna bakınız.
Ancak iman vasıtasıyla bilinecek husus, bu menzilden öğrenilir. Tartma bu
menzilden öğrenilir. İşlerde orta yolun meydana getirdiği hususlar ile böyle
olmayanlar bu menzilden öğrenilir. İltiham bu menzilden öğrenilir. İlahi
divanlar ve kitap, amel sahipleri ve tasarruf edenler, bu menzilden öğrenilir.
Şartlar, şehâdetler, âleme yayılan hükümler, bu menzilden öğrenilir. Amel
divanının muhasebesi, bu menzilden öğrenilir. Hareket ve durağanlık bu
menzilden öğrenilir. Sınırlanmanın bulunmadığı mutlaklık, bu menzilden
öğrenilir. Onu birisi bildiğinde, kendisinde sınırlanır. Meyil ve itidal bu
menzilden öğrenilir. Tekvin bunlardan hangisiyle gerçekleşir? İnsandaki
özellikler, bu menzilden öğrenilir. Bu, bilinmeyen tabiattır. ihmal, mühlet
verme bu menzilden öğrenilir. İsimlerden bunu üstlenen hangisidir? ‘Size Rabbim niçin değer versin, duanız olmazsa?284 ayetinin
anlamı, bu menzilden öğrenilir. İlahi muharebe bu menzilden öğrenilir. İlahi
engelleme bu menzilden öğrenilir. Engelleme mutlak cömertlikle çelişir. Acaba
onu gerektiren özü gereği mi gerektirmiştir, yoksa başka bir nedenle mi?
Peygamberlerin masumluğu bu menzilden öğrenilir. Alemin türlere ayrılması bu
menzilden öğrenilir. Alem bu türlere ayrışmayı nereden kabul etmiştir? Hâlbuki
âlem, akli delile göre, türü olmayan varlıktan ortaya çıkmıştır? Nebiler,
veliler ve akıl sahipleri bu menzilden öğrenilir. Bunların arasındaki farklar
nedir? Zaman, varlık, mekân ve mertebe bakımından meydana gelen
önceliksonralık bu menzilden öğrenilir. Kabul ve red bu menzilden öğrenilir.
Hayvanın hissettiği korku tabii bir şey midir, yoksa ilahi bir şey midir?
‘Üzerlerindeki rablerinden korktuklarında’, meleklerin korkuyla nitelenmesi bu
menzilden öğrenilir. Çünkü Allah Teâlâ’dan korkmak, meleklerin üzerindeki
korkutucu sebeplerden olabilir. Meleklerin hangileri korkar? Bütün melekler mi
yoksa aralarından bir cins mi? Bir ruhun pek çok nefsi yönetmesi bu menzilden
öğrenilir. Buradan ahiret yaratılışı öğrenilir.
Yüksek rütbe sahibi yakın kimseye verilen cezanın büyüklüğü
bu menzilden öğrenilir. Yüksek rütbesi onu cezadan niçin korumamıştır? Ukubet,
azap, elem ve elemler arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Nefislerin
üzerinde yaratılmış olduğu tartışma ve muhalefet, bu menzilden öğrenilir.
Nefislerin temizliği bu menzilden öğrenilir. Acaba onların temizlikleri zatî
midir, kazanılmış mıdır? İki şehadetin üstünlüğü bu menzilden öğrenilir.
Şirkten kınanan ve övülen kısımlar, bu menzilden öğrenilir. İnsanlıkta
ortakken müminin başkalarıyla ortaklık mertebesi bu menzilden öğrenilir. Bu
mertebenin ayrılmaz özellikleri ve tanımları nelerdir? Ayrımın kendisiyle
gerçekleştiği özellik her insanda mevcuttur. Çünkü bu kesin gerçekleşmiş bir
durumdur ve bütün insanlarla onun ilişkisi aynıdır. Niçin bu özellik mümine
tahsis edilmiştir? Hakkın dışında, büyüklerin var olanlara riayeti bu menzilden
öğrenilir. Acaba bu onlara dönük rahmetten mi kaynaklanır, yoksa doğanın
hükmünden mi kaynaklanır?
ilahi zorunluluklar bu menzilden öğrenilir. Aleme yayılan
şardar, tanıklık ve hükümler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya mensubiyet
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi yaraşan şeyler nelerdir?
Kulluğa ilave olarak, Allah Teâlâ’ya nispet neyle gerçekleşir?'Garip bir bilgi
bu menzilden öğrenilir. O garip bilgi, Hakkın kendi niteliklerinde âleme inmesi
veya âlemin kendi nitelikleriyle Hakka yükselmesidir.
Yirmi Üçüncü Sifir IÇ3
\ '
Çünkü bu konu son derece belirsizdir, çünkü Allah Teâlâ’yı
bilenlerin büyük kısmı ‘Hakk kulların niteliklerine iner’ demektedir ki, hakikatler
ve keşf bunu kabul etmez. İlahi tecellilerden -zatî değilkazanılmış nebevi
nurlar, bu menzilden öğrenilir. Kesinleştirdikten sonra bozma bu menzilden
öğrenilir. Niçin kesinleştirilmiştir? İhtisas ve duyulurda ve akledilirde onun
ehli, bu menzilden öğrenilir. Nefislerin yakınlık ve uzaklıkları bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ’yı bilen büyüklerde engelleme bu menzilden öğrenilir.
Onların müşahedeleri bu hükmü vermez. İlahi adap bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ’nın kullarından perdelediği marifetler, bu menzilden öğrenilir. Acaba
marifetler bilgiler midir? Yoksa isimleri değiştiği gibi hakikatleri de değişir
mi? Nefisler ve ruhlar bu menzilden öğrenilir. Bu ikisi bir şey midir, yoksa
ayrı mıdırlar?
Bütün dinlerde ve melekler arasmda selamın ortaya çıkmasını
sağlayan sebep bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sabretmelerine karşılık selam üzerlerine olsun.’285 es-Sabur ilahi ismi bu menzilden öğrenilir. el-Halim
isminin bu isimde bir hükmü var mıdır, yok mudur? Alemdeki bazı kimselerden
eziyetin kaldırılması bu menzilden öğrenilir. Âlemin bir kısmından hiç hükmü
kalmayacak şekilde mi kaldırılır? insanın dışındakilerin insandan üstünlüğü bu
menzilden öğrenilir. Bu üstünlük bütün yönlerden midir, yoksa onlar belirli bir
şeyde üstün olup insan da başka yönden mi üstündür? Bu konudaki sebep nedir?
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ELLİ İKİNCİ BÖLÜM
Tasvirli ve Tedbirli Üç Tılsımlı
Sırrın Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
Ey göz
aydınlığı! Kalp seni arzular
Sen olmayaydın, sen olmayaydın, hasrette olmazdım ben
Varlığım olmazdı, senin bilmiş
olduğun Bu kadarla zengin olsaydın, zengin ederdi seni
Varlık hiç kuşkusuz fakir ve miskin - -
Kemale muhtaç, fakirlik evidir onun yatağı .
Kemale ulaşmak için aciz kalma Senden
başka yarlıkta matlubu bilme
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, tılsıma bu adın
verilmesi ters çevrilmiş olmasından kaynaklanır. Başka bir ifadeyle tılsım,
yönlendirildiği her şeye hakim ve musallattır. Musallat olan her şey, böyle
olduğu sürece, tılsımdır. Meselenin bir yönü akıllara musallat kılınmaktır ki
bu en güçlü kısımdır. Çünkü böyle akıllar, ilahi haberlerden, nebevi
hadislerden ve keşf kaynaklı bilgilerden tevilinin ve terazisinin altına
girebilecek olanları kabul eder. Bu mesabede olmayan haberler ve bilgileri,
tılsımlı böyle akıllar kabul etmez. Alemdeki en güç musallat tarzı budur. Çünkü
böyle bir akılla sınırlanmış insan, Allah Teâlâ hakkındaki pek çok bilgiyi
kaçırmıştır. Onun tılsımı fikirdir. Allah Teâlâ ‘tefekkür’ ederek herhangi bir
şeyi ancak O’nun vasıtasıyla öğrenebileceğini anlasın diye kendisine musallat
etmiştir. Öyleyse gerçek, fikriyle hareket edenin zannettiğinin aksinedir. Ona
şöyle denilir: ‘Ey Akıl! Beni benim vasıtamla bilebilirsin!’
Diğer tılsım hayaldir. Allah Teâlâ onu anlamlara musallat
eder. Hayal anlamlara maddeler giydirir ve onları bu maddelerde izhar eder. Bir
anlam kendisini bundan uzak tutamaz. Üçüncü tılsım adetlerdir. Allah Teâlâ bu
tılsımı natık nefislere musallat kılar. Nefisler bir adet ve alışkanlığı
yitirse, hemen ona çekilir âdetin üzerindeki otoritesi ve tesiri nedeniyle onu
aramaya başlar. Allah Teâlâ adamları bu üç tılsımın ortadan kaldırılmasında
birbirinden ayrışır.
Birinci tılsıma gelirsek, Allah Teâlâ ehlinden bir grupta bu
tılsımın hakim olduğunu gördüm. Öyle ki onlar, herhangi bir ilahi bilgiden
içinde ‘fikir’ kokusunun bulunduğu bir bilgiden haz aldıkları kadar haz
almazlar. Başka bir ifadeyle onlar, fikir kaynaklı bir bilgiden saf iman
nuruyla -ki bu nur en saf ve en açıklayıcı nurdurverdiği bilgilerden daha çok
haz alıyorlardı. Bunun sebebini şimdi açıklayacağım: İman nuru ilahi vergidir,
onda kazanma ve kesbin veya delillerin etkisi yoktur. Çünkü biz, deliller ve
onların gösterdiği şeyler hakkında kesin bilgi sahibi olanları gördük, imanın
bu bilgide etkisi yoktu. Bilgi kulun kazanım ve kesbinin dışına çıkıp iman
nuruyla elde edildiğinde kul sanki kendisine ait olmayan bir şeyle sevinmiş
gibi hissetmektedir kendini. Bir konuda bilgi elde etmek üzere fikir gücünü
kullanıp fikri, teorik gücü ve içtihadından yaralandığında ise onun bir çabası
ve gayreti olmaktadır. Böylelikle kendi çabası ve ürünü olması bakımından o bilginin
hazzı, çabasının bulunmadığı bilginin hazzından daha büyük olur. Çünkü kendi
çabasıyla elde ettiği bilgide onun bir yaratıcılığı vardı, insanın kendi çaba
ve katkısının bulunduğu bir bilgiden böyle haz almasının yegâne nedeni, kendi
aslını ve nefislerini bilmeyişleridir. Çünkü insan yokluktan varlığa ilahi
ihsan, bağış ve Allah Teâlâ’nın kendisine ihsanıyla çıktığını bilmez. Allah Teâlâ
onları kendi katkıları yok iken var etmiştir. Bununla birlikte onlar
varlıklarından son derece haz alırlar. Bu nedenle söz konusu insanlar (fikrin
tasallutundan kurtulsalar), bu aslın verisine göre, teorik gücüyle fikrin
kazandırdığı ilimlerden daha çok imanın sağladığı vehbi ilimlerden haz alırlar.
Onların nefislerini bilmeyişlerine yol açan başka bir perde şudur: Akıl ve
fikri Haktan çaba ve gayrederiyle elde etmemişlerdir. Akıl ve fikir ilahi
vergiyle meydana gelir. Hâlbuki onlar, aklın varlığıyla sevinirler. Böyleyken
Hakkın onlara iman nuruyla verdiği şeyle sevinmeleri, fikir vasıtasıyla elde
edilen bilgiden duydukları hazdan daha büyük olmalı değil midir?
Fikirle ulaştıkları bilgiyle daha çok sevinen bu insanlar şu
gerçekten habersiz ve perdelidir: Bazen fikir yoluyla elde ettikleri bilgiye gireri
bir takım kuşkular görürler. Bu kuşkular o bilgiyi ellerinden çıkartır veya
onları hayrete düşürür. Bunun neticesinde şiddetle üzülür ve fikirlerini
çeşitli delalet türlerinde kullanırlar. Söz gelişi fikirlerini bu kuşkuları
kendilerinden uzaklaştırmak için kullanabilirler. Bu sayede onların kuşku
olduklarım anlarlar ve eski durumlarına bir ilave olmadan eski bilgilerine
geri dönerler, fakat her nefes Hakkın vereceği ilave bilgilerden mahrum
kalırlar. Ya da fikirleri onlara bilgilerine ilişen kuşkuların gerçekte kuşku
olmadığını, bilgilerinin zıddını veren bir bilgi oldukları hükmünü verir. Sahip
oldukları bilgide gerçek nedir? Bu bilgiyle sevinirler ve onun bilgi olduğunu
ileri sürerler. Hâlbuki bilgi değildir, kuşkudur! Allah Teâlâ onlara gerçeği
gösterseydi, kendisine döndükleri bilgi hakkında da zan altında olduklarını
görürlerdi. Nitekim daha önce kendisinden vazgeçtikleri bilgi hakkmda da aynı
durum ortaya çıkmıştı. İlahi bilgi hakkında fikriyle hareket eden insanın
kendisini fikirden uzaklaştıracak yegâne nedeni bu bile olsaydı, yine de
yeterli olabilirdi.
Bu konudaki sözlerimiz Allah Teâlâ ehlinden müminlerle
yöneliktir. Ulvi ruhlardan bilgi aldığını, onlarm kendilerine yardım
ettiklerini ve bilgi almak üzere bu ruhları kendilerine çağırdıklarını
(istinzal) ve sahip oldukları bütün bilgilerin onlardan geldiğini iddia edenler
de vardır. Onlar kendilerini böyle bilgilerden perdeleyen yegâne sebebin şehvetlere
bakmak, yemek, içmek cinsel ilişki vb. gibi doğal işlerle ilgilenmek olduğunu
iddia ederler. Bizim onlara söyleyeceğimiz bir söz yoktur. Çünkü böyle
insanlar, Allah Teâlâ’nın değil, var olanların kullarıdır. Onların Allah Teâlâ
hakkındaki bir bilginin dışında hakikatten haberleri yoktur. Söz konusu bilgi
O’nun (varlıktaki) asıl olduğunu bilmektir. Bu bilgide bir ayrıntı, açıklama
veya delillendirme veya Hakkın mana ve mekân itibarıyla yüce âlemdeki her bir
parçada zuhur etmesi gibi bir ayrıntı yoktur. Onlar bütün bunlardan
perdelenmişlerdir ve bunu kabul etmezler.
Esas itibarıyla tılsım görülmesi ve meydana gelmesi mümkün
bir şeyi gizlemek üzere konulduğu için, tılsımın etkisini gidermek üzere
çareler kullanılmıştır. Bu sayede tılsımın gizlediği faydalı şey ortaya çıkar.
İnsan içinden taşıdığı ‘kaimlik’ iddiasıyla kendi üzerindeki bir tılsımdır. Bu
kaimlik nedeniyle insan, fikrini ve bütün güçlerini kullanır, çünkü o zatında
rab, mülkünde sahip olduğuna inanır. Sonra Hakkın kendisini yükümlü tuttuğunu
ve kullandığını görür ve kaim olduğuna dair inancı pekişir. Hakkın onu yüikümlü
tuttuğu işleri yapabilme gücü olmasaydı, yükümlü tutmazdı. Bunun üzerine insan
şöyle der: ‘Bu güçler için benim kullanılmam, Rabbimi tasdikime delildir. Bu
güçlerde kullanılmak üzere beni yükümlü tutarken Rabbim doğru sözlüdür.’
Hâlbuki bu miskin insan, kullanılacağı yerleri bile tam bilmiyordur. Sonra
onlar, bu güçlerle elde edebilecekleri en değerli şeyin Allah Teâlâ’nın zatını
ve O’na yaraşan özellikleri bilmek olduğunu bilirler. Bunun üzerine kendisine
ulaşmaları mümkün olabilecek hususta güçlerini kullanmayı terk ederek
güçlerini ulaşmanın mümkün olmadığı alanlarda kullanmaya kalkarlar. Hakk gönderdiği ayetlerde onlara şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisinden sizi sakındırır.’286 Yani bu hususta fikri kullanmayın! Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyin.’
Böyle yapmakla onlar, Allah Teâlâ ehli olmakla birlikte, takdir edilmiş bir
günah nedeniyle -ki bu günahın hükmünün onlara işlemesi kaçınılmazdırAllah
Teâlâ’ya ve peygamberine karşı gelmişlerdir. Allah Teâlâ bizi güçlerini
kendisinde kullanmanın uygun olmadığı yerlerde kullanmaktan koruduklarından
etsin! Allah Teâlâ cömert bir veli, nimet ve ihsan sahibidir.
Allah Teâlâ bu tılsımın hükmünü ortadan kaldırıp tılsımın
perdelediği şeyi gösterdiğinde, kendisinin kaim olduğunu göstermekle senin
kaimliğini ortadan kaldırma imkânı bahşeder. Seni fakirlikte kullanır ki, bu da
senin aslını müşahede etmen demektir. Fikrini ise ihsanla var olduğunu, Allah
Teâlâ’nın sana yönelik lütfundan meydana geldiğini öğrenmen için kullandırır.
Duyulur ve manevi tavırlarında halden Hakk girmen, müslüman olman ve mümin
olman Allah Teâlâ’nın ihsanındandır. En nihayet Allah Teâlâ seni kendi ehlinden
yapmış ve kendisine seçmiş, başkalarını perdelemiştir. Seni kendisine seçmesi,
kendisine delil ol diye değildir. Bu durum, sana dair ezeli inayeti ve O’nun
tahsisinden kaynaklanır.
Böyle bir bakışı sana nasip ettiğinde, Allah Teâlâ’nın
ihsanıyla bu güçleri nerede ve nasıl kullanacağın açıklanır, sen de Hakkın
belirlediği yerleri aşmaz, O’nun belirlediği sınırlarda durur, kendi kadrini
olduğu gibi O’nun kadrini de öğrenirsin. Tasarrufta bulunduğu hususlardaki tüm
işini Hakkın ihsanından kaynaklanan ilahi bir bağış sayar, iman nuruyla O’na
bakarsın. Bu nuru sana Allah Teâlâ ihsan etmiştir. Böylelikle işlerin
kendiliklerinde bulundukları hali göstermiş, hakikati açıklamış, hakikate
uymakla rızıklandırmış, batılı göstermiş, ondan sakınmakla seni
nimedendirmiştir.
Bu keşifte akılcı-fikir ehli bir grup gördüm. Fikir güçleri
onlara hakikati batıl şeklinde göstermişti. Onu iyice incelemiş, hakikatten
uzaklaşıp batıla uymuşlardı. Bu konuda bilgileri yoktu, çünkü batıl herkesin
fıtraten uzaklaşacağı bir şeydir. Onları bu halde görseydin, acır ve belki
onları hakikate davet ederdin. Onlar ‘Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.’287 Sen onları hakikate çağırsan, onlar kendilerini
çağırdığın hakikate karşı seni cahil ilan ederlerdi. Nitekim Hz.
Peygamber müşrikleri tevhide davet
ederken onlar da kendi inançlarına davet etmekteydi. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bunun üzerine şöyle derdi: ‘Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırmaktasınız. Siz Allah
Teâlâ’yı inkâr edeyim, O’na şirk koşayım ve hakkmda bilgim olmayan bir şeyi söyleyeyim istiyorsunuz. Ben
ise sizi Aziz ve
Gaffar Allah Teâlâ’ya davet etmekteyim.’288
Dostum! Bana cevaben onların da peygambere, peygamberin
kendilerine söylediğini deme! Gerçek böyle değil! Çünkü onlar müşrik! Onlar
müşrik olmaları itibarıyla peygamberin davet ettiği Hakkı var kabul etmişlerdir.
Başka bir ifadeyle şirk koşmak peşinen Hakla var saymak demektir. Onlar şöyle
demişlerdir: Biz pudara dua ederiz ‘ki bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar.’289
Müşrikler Allah Teâlâ’nın tazim edilmesi
gerektiğini ve şirk koştukları şeylerin sahip olmadığı yüksek mertebenin sahibi
olduklarını kabul etmişlerdir. Bu nedenle cevaplarında peygamberin kendilerine
söylediği şeyi söylemeleri mümkün değildi. Peygamber onlara ‘bü konuda bir
bilgim yoktur’ demişti. Hâlbuki onlar peygamberin çağırdığı Allah Teâlâ
hakkında bilgi sahibiydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları davet
ettiğinde, onlar peygamberin davet ettiği Hakkı kabul ederek, dilleri ve
halleriyle peygamberi davet etmiş, fakat peygamberin davet ettiği Hakka Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakkında bir bilgisinin bulunmadığı
‘ortağı’ da eklemişlerdi. Keşif sahibi fikir sahibine . böyle bir şey
söyleyince, fikir sahibinin vereceği cevap, Allah Teâlâ’dan uzak olmada Hz..
Peygamber karşısında müşriklerin verdiği cevaptan daha keskin olacaktır.
Müşrikler böyle bir fikir sahibinden daha mutludur'. Çünkü onlar, her
halükarda, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in davet ettiği Hakkın yüce
mertebe sahibi olduğunu kabullenmişlerdi. Akılcı (deisder) ise ‘Allah Teâlâ
bulunduğumuz hali bilmez’ demektedirler, çünkü onlar, ‘Allah Teâlâ tikelleri
bilmeyecek kadar yücedir’ derler. Onlara göre Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki
bilgisi tümel bir bilgidir. Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın âlemde hareket eden
ve duran kimselerin bulunduğunu bilmesidir; yoksa Allah Teâlâ güneşin zeval
vaktinde Amr oğlu Zeyd’in hareket ettiğini bilmez! Fikirlerinin onlara verdiği
bilgi ve hüküm bu! Buradan ise Allah Teâlâ’ya ortak koşanın deistlerden daha
mutlu olduğu anlaşılır. ,
Bunun yanı sıra teorik akılları onlara âleme yayılan bu ilahi
kanunların ulvi ruhların erdemli ve kabiliyedi rıihlara dünyada insanların yararlarım
temin üzere ulaştırdıkları yardımlardan meydana geldiği bilgisini verir. Söz
konusu yasalar, (fikir sahiplerine göre), belli bir grubun dillerinde dile
gelmiş ruhani yasalardır. Onlar nefislerini arzuların boyunduruğundan ve
doğanın esaretinden kurtarmış, kalp aynalarını saflaştırmış insanlardır.
Ardından ulvi ruhlar kendilerine yönelmiş, fikir güçleriyle Mele-i a’la ile
oturmuş, onlar da âlemde yerleştirdikleri iyilik sebepleri vasıtasıyla
kendilerine imdat etmişlerdir. Bu insanlar, nebiler, hakimler, resuller diye
isimlendirilmişlerdir ki, bundan başka bir şey de yoktur! Onlar, ‘ahiret
hayatı’ denilen gayb âlemindeki vaat ve tehdidi bir siyaset aracı olarak kabul
edip onların vasıtasıyla yaratılış gayelerinden uzaklaşanları doğru yola
yönlendirmek isterler, başka bir nedenleri yoktur. Böyle bir düşünceden ve
böyle bir bilgiden Allah Teâlâ’ya sığınırız. Yerli yerinin dışında kullanıldığında,
fikir gücünün insana vereceği bilgi ve hüküm budur! Onlar fikri kullanılacağı
yerin dışında kullanmış, gitmemeleri gereken bir yere varmışlardır. ‘Allah Teâlâ dilediklerini doğru yola ulaştırır:290 „
İkinci tılsım ise hayaldir. Hayal anlamları bedenlendirir,
onları duyusal suretlerin kalıbına sokar. Hayal de maddelerden soyut anlamlar
hakkında bilgisi olmayan eksik anlayışlılara göre bir tılsımdır. Dolayısıyla
bu anlamlar görülmez ve bunlar sadece bedenî suretler görürler. Hayal
tılsımının hakim olduğu insan, herhangi bir tahayyül olmaksızın, işleri
bulunduğu hal üzere idrakten mahrumdur. Bu insanlar, anlamlardan herhangi bir
şeyi kabul etmedikleri gibi bildikleri şeyin sadece bedenî suretler olduğunu
da bilirler. O kadar ki, anlamları hayallerinde bedenlenmiş, bir yere
yerleşmiş, birbirinden ayrışmış bir halde tasavvur ederek iki zıddı bir araya
getirirler. Hâlbuki siz, anlamların suret olmadıklarını biliyorsunuzdur. Onlar
ise anlamları suretler olarak kabul edebilirler. Bu tılsımın hükmünü ortadan
kaldırmak isteyen, (bilmelidir ki) bu tılsım hiçbir zaman beşeri yaratılıştan
kalkmayacaktır. Çünkü o Hakk tarafından (bu âleme) konulmuştur.
Diğer ilahi tılsımlar da böyledir ve varlıkları ortadan
kalkmayacağı gibi Hakkın hükmünü belirlediği yer söz konusu olduğunda hükümleri
de kalkmayacaktır. Fakat bazı insanlar onları yollarından çıkartırlar. Bu
çıkmanın yol açtığı hüküm, kalkacak olan hükümdür, başka bir şey söz konusu
değildir. Bunu bilmelisin!
Bu tılsımın hükmü, sahibi fikrin hayal hâzinesine girip
oradan ayrıldığını gördüğünde kalkar. Fikir alda varana kadar hayal kendisine
eşlik eder. Burada insan kendiliklerinde oldukları hal üzere anlamları soyut
bir halde müşahede eder. Göreceği ilk şey, akla kadar kendisine eşlik eden
fikrin hakikatidir. Onu hayalin verisi olan maddelerden soyut bir halde görür
ve Allah Teâlâ’ya şükrederek şöyle der: ‘Ben de kendisini görmezden önce onu
böyle biliyordum.’ Buradaki yegâne amaç, müşahedenin bilgiye uygunluğudur.
Akla yükseldiğinde fikri maddelerden soyut bir halde müşahede ederek
maddelerden soyut anlamlar âlemiyle ünsiyet elde eder. Bu müşahedeye
ulaştığında ise anlamlardan soyutlanmada kendisine tesir eden Hakkı müşahedeye
geçer. Çünkü hâdis anlamlar soyudanmış olsa bile, hâdislik ve mümkünlüklerinden
soyutlanmış değillerdir. Bu makam sahibi onlarda asli yokluklarını müşahede
ettiği gibi hâdisliklerini ve mümkünlüklerini de müşahede eder. Bütün bunları
maddi bir suret olmadan müşahede eder. Hakka yükseldiğinde O’ndan ilk müşahede
edeceği şey, mümkünlüğüdür. Bu esnada bir hayrete düşer. Çünkü O’nu mümkün
olmayan bir şey olarak biliyordu. Hakk ise gördüğü şeyin başlangıçta müşahede
sahibine dönen ‘imkân’ın kendisi olduğunu bildirmekle elinden tutar. Söz konusu
imkân, kulun ‘Hakkın bana kendini göstermesi mümkündür veya değildir’
şeklinde dile getirdiği imkân ve ihtimaldir. Bu imkân, ilk müşahedesinde
Haktan onun adına ortaya çıkan şeydir. Çünkü müşahede sayesinde imkânın iki
yönünden birisi tercih edilmiştir. Bu esnada sakinleşerek hayreti gider. Sonra
Hakk -maddede olmaksızınkendisine tecelli eder, çiinkü o, bu esnada maddelerin
ilminde değildir.
Böylelikle Allah Teâlâ’dan o tecelli ölçüşünce bilgi alır.
Hakkın maddelerde olmaksızın kendisine tecelli ettiğini bilmenin dışında, hiç
kimse Haktan o kişiye olan tecellisini tam olarak belirleme gücüne sahip değildir.
Bunun sebebi şudur: Allah Teâlâ bir kula kulun içinde bulunduğu bir hakikatte
tecelli ettiğinde, söz konusu hakikat başka bir kula tecelli ederken o şahsın
içinde bulunduğu durumun aynı olmadığı gibi daha önce gerçekleşen tecellide
içinde bulunduğu hakikatin aynı da değildir. Bu nedenle Hakkın tecellisi tam
olarak belirlenemez veya dile getirilemez. Kul bu makamdan nefsinin âlemine,
yani maddeler âlemine intikal ettiğinde, Hakkın tecellisi kendisine eşlik
eder. Öyleyse kulun girip de hükmünün bulunduğunu gördüğü her mertebede Hakk, o
mertebenin hükmüyle halden Hakk girer. Kul önce o tecelliden idrak edebildiğini
idrak eder. Sonra Hakkın başka bir duruma girdiğini anlar. Bundan sonra bir
daha O’nu bilmezlik yapmak veya O’ndan perdelenmez. Çünkü Allah Teâlâ bir
kuluna tecelli edip sonra perdelenmez, böyle bir şey mümkün değildir.
Kul hayal âlemine indiğinde, hiç kuşkusuz, işleri bulunduğu
hal üzere müşahede ederek öğrenir. Bundan önce de onları bilgisiyle ve imanla
öğrenmişti. Hayal mertebesinde Hakkı cesedi bir surette görmüş, O’nu inkâr
etmemişti. O’nu yabancılar ve tabirci inkâr eder. Sonra hayal âleminden duyu
ve duyulurlar âlemine geçer. Burada Hakk, kulun inmesi nedeniyle, onunla
birlikte tenezzül eder. Çünkü Hakk onu bırakmaz. Böylece âlemde gördüğü her
surette Hakkı görür. Cisim veya arazların suretlerinden özel bir cisim veya
araz Hakka özgü değildir. Hakkı kendisinin aynı olarak görürken, aynı zamanda
kendisinin veya âlemin aynı olmadığını görür. Hakka layık makamdan -ki onun
ardında başka bir makam yokturnüzul ederek, Hakk kendisine eşlik ettiği için,
keşin bilgiye ulaşmış olarak hayrete düşmez. Hakk her mertebede
o mertebenin
hükmüne göre halden Hakk girer.
Bu, nadir bulunan bir müşahededir. Cisimler ve bedenler
âleminin dışında, müşahede olmaksızın bu makamı dile getireni görmedim. Bunun
nedeni, Hakk ettiği makamdan inerken Hakka eşlik etmemektir. Cisimler ve
bedenler âleminde onu dile getirenler taklitçilerdir. Bunu ise bu hal
kendilerine eşlik etmediği halde bilirler ve sürekli gaflet halinde bulunurlar.
Kendileriyle kaldıklarında ise onu dile getirirler. Zevk sahibi hiçbir zaman
bu konuda gaflete düşmez, çünkü onun nezdinde malumdur. Gaflet
-genelleştirmedenbelli bir şeyden olabilir. İşlerden kalan her şey, gaflet
sahibine görülmez. Çünkü zevk sahibi Hakkı onda görür ve onun adına gafleti
halinde görülecek bir şey kalmaz. Zevk yoluyla bu makama sahip olmayan, eşya
nedeniyle Haktan gafildir. Öyle ki sadece belli vakitlerde Hakkın karşısında
hazırdır. Zevk sahipleri ile diğerleri arasındaki fark budur. Öyleyse kendini
yanıltma.
Bu makamı zevk yoluyla elde eden tek kişi bile görmemiştim.
Sonra eşim Meryem b. Muhammed b. Abdûn bir kişiyi gördüğünü bana bildirdi. Adamın
halini bana nitelediğinde, onun bu hal sahiplerinden olduğunu anladım. Fakat
bu Hakk tam olarak ulaşmış olsa bile,
makamda güçlü olmadığını gösteren bazı
haller anlatmıştı. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır:291 .
Üçüncü tılsım natık nefisler
üzerinde hakim olan adetler tılsımıdır. Bunun nedeni söz konusu nefislerin
adederle ülfeti ve menfaat ve yararların ortadan kalkmayacak şekilde onlara
bağlı olmasıdır. Bu tılsımın hükmünden kurtulmak isteyen insan, tılsımın
kalkmayacağını öğrenir, çünkü ülfet edilen sebepler, Allah Teâlâ tarafından
konulmuştur ve bunların ortadan kaldırılması veya uzaklaştırılmaları mümkün
değildir. Bunu öğrenen, bu kez sebebin etkisinin bulunmadığı kendisine özgü
‘özel yönü’ araştırmaya koyulur. Özel yön son derece gizlidir ve kişi onun
kapısına yönelerek kapıyı açar, uzun uzadıya orada bekler. Sebeplerin
kendisini çekerek, kendilerinde bulunan emanederi almasını istediklerini gönir.
O ise bunu yapmaz ve sebeplerin ona getirdiği şeyleri kabul etmez. Aklına şöyle
bir düşünce gelir: ‘Bu davranış Allah Teâlâ karşısında bir saygısızlıktır ve
sana verileni al, şükredenlerden ol. Sebeplerin kaldırılması mümkün değildir. Allah
Teâlâ’nın senin hakkındaki hikmetini batıl Hakk getirme, yoksa cahillerden
olursun.’ Bu azarlamaya ve bilgiye kulak vermemek gerekir. Çünkü böyle bir
hatıra ve düşünce nefs kaynaklıdır, ilahi bir hatıra ve düşünce değildir. Bunun
yerine kul, özel yönünde beklemeyi sürdürerek o öğreticiye şöyle demelidir: ‘Allah
Teâlâ evlere arkalarından girmeyi yasakladı. Sen Allah Teâlâ’dan gelmiş olsaydın,
evlere kapılarından girerdin. Ben bir evim.\Başka bir söz de söylememelidir. Hakk
onun bu makama girmesini irade etmişse, bu sebep sahip olduğu emanetle birlikte
özel yönün kapısından yanına girer. Kul o kapının önündedir ve orada beklemeye
çekilmiştir. İşte bu onun evinin kapısıdır. Sebep kendisine vereceği şeyi
verdiğinde, onu kabul eder. Çünkü sebep ona emri talep ettiği yönden ve onun
kapısından gelmiştir. İşte bu adetlere uyarken harikulade diye isimlendirilen
şeydir. Çünkü âlem bu makam sahibini sebeplerden bilgi alırken görür.
Dolayısıyla onlar, kendileriyle onu ayırt etmezler. Sadece o kişi (bilgiyi)
nasıl elde ettiğini bilir. . -
Bu makam Melamilere aittir. Onlar, grupların en üstünüdür,
çünkü onlar, adet içinde âdeti aşanlardır. Bu makamda onların arasındaki fark,
perdeli ile müşahede sahibi arasındaki fark gibidir. Fakat bunun farkında
değillerdir. Görünür şekilde adederi aşanlar bu makama sahip olmadıkları gibi
onun kokusunu da duymazlar. Onlar sebeplerden bilgi alanlardır, çünkü
sebepler, onlardan kalkmadığı gibi kalmayacaktır da; fakat gizlenirler. Çünkü
görünürde adetleri aşan insanların duyusal bir hareketinin olması gerekir. Bu
hareket, talep edilen şeyin elde edilmesinin sebebidir. Bunun için kişi elini
-söz gelimihavada kapatır, açtığında onda altın ve gümüş bulunur. Bu durum onun
elini açması ve kapaması gibi bir sebepten meydana gelmiştir. Öyleyse bu kişi
sebebin dışına çıkmamıştır, fakat genel olarak alışılagelmiş bir şey değildir.
Fakat eli kapamak ve elin hareketi, alışılagelmiş bir iştir, bu kişinin elde
ettiğini başka bir yoldan elde etmek alışılagelmiş bir iştir. Fakat bu tarzda
onun elde edilmesi alışılagelmiş bir iş değildir. Bu nedenle onun hakkmda
‘âdeti aşmıştır’ denilir. Bunu bilmelisin!
Adetler tılsımının hükmünün dışma çıkmak isteyen,
zikrettiğimiz konuda kendisini çalıştırmalıdır. Böyle yaparsa, adetler onun
üzerinde hüküm vermez. O kişi adetler içerisindeyken bile sıradan insanlar ve
seçkinler nezdinde tanınmaz.
Bu menzilin ilimlerinden birisi,
işaret ve hitap ilmidir. Delil sahiplerine gelen kuşkular, bu menzilden
öğrenilir. Yaratma ve takdir etmek üzere yaratmaya yönelen isim, bu menzilden
öğrenilir. Var etmeyle takdir etmek arasındaki müddet, bu menzilden öğrenilir.
Zamanın geçmesiyle birlikte, var olanların yaratılıştaki dizilişleri bu
menzilden öğrenilir. Zaman kimin üzerinden geçmiştir? Bir varlığın mı, yoksa
varlıkların mı? Onunla sınırlananın kim olduğu bu menzilden öğrenilir. Acaba
onları zamanla sınırlamak bir tercih midir yoksa zorunlu mudur? Hakk bir şeyi
var etmeye yöneldiğinde, başka bir şeyden yüz çevirmesi söz konusu mudur, değil
midir? Fikir gücü hüküm verirken neye dayanır, bu menzilden öğrenilir.
Kendisini destekleyen ilahi bir kaynağı var mıdır ki, fikir sahipleri farkında
olmasalar bile ona dayanırlar? Böyle bir kaynak yok mudur? Belki de gerçekte
böyle bir kaynağın varlığı doğru olsa bile, fikir sahipleri kendi aralarında
onu imkânsız mı sayarlar? İlahi emrin inişi ve indiği şeye göre dönmesi, bu
menzilden öğrenilir. Bunun müddeti ne kadardır?
Sebebin sebepliyle irtibatı bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ sebep vasıtasıyla yaptığı bir işi o belirli sebep olmadan yapar mı? Veya
herhangi bir sebep olmadan yapar mı, yapmaz mı? Bilgi, rahmet ve izzetin irtibatı
bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte rahmet ile izzet arasında bir çelişme
ve birbirini itme vardır. İndirmede daha üstteki bu menzilden öğrenilir.
Aşağıdakinin üsttekinde bilgisi yoktur. Emir ve yaratma âleminde en güzel olan
şey, bu menzilden öğrenilir. Neye göre en güzeldir? Çirkin yoktur ve
güzellikte bir karşılaştırma yapılamaz. Bu insan yaratılışının diğer
yaratılışlardan üstünlüğü ve kendisine gösterilen inayet bu menzilden
öğrenilir. Bununla birlikte bedbahdık ve muduluk için yaratılmıştır. Emir ise
kendisine dönük inayetin ortaya çıkması nedeniyle bedbahdığın olmamasını
gerektirir. Bu insandan âlemde meydana gelen durumlar bu menzilden öğrenilir.
Meskenler bu menzilden öğrenilir. Bunlardan önce olanlar, sonra gelenler,
değişenler ve değişmeyenler, başkalaşânlar ve başkalaşmayanlar bu menzilden öğrenilir.
Zahiri sureti bakımından iki diyarda insanın yaratılışında meydana gelen
değişmeler, bu menzilden öğrenilir. Ruhani sureti bakımından yaratılışında
başkalaşmanın olmadığı yönler bu menzilden öğrenilir. Ya da bu diğer suretin
başka bir ruhu vardır ve Allah Teâlâ o ruhu istidadına göre yaratır. Gerçekte
durum nasıldır? Çünkü yeniden yaratma naslarda zikredilmiştir ve onun hakikati
nedir, neyde gerçekleşecektir? Bu garip bir bilgidir. Hakka kulun ancak ölüm
vasıtasıyla kavuşabilmesi bu menzilden öğrenilir. Bu özel bir kavuşma mıdır?
Yoksa ölümden başka bir kavuşma yok mudur? Ölüm ve onun kimin elinde olduğu bu
menzilden öğrenilir. Alemdeki değişmenin suretlerinde ve tahayyülünde neye
döndüğü bu menzilden öğrenilir. Ahiretteki ilahi sınırlama bu menzilden
öğrenilir. Bununla birlikte ahiret insanlar arasında hakikatlerin ortaya
çıkartılacağı bir yerdir. Ahiretin hükmü bazı durumlarda dünyanın hükmü
gibidir.
Seni hakikatini müşahede etmeye sevk eden şey ve mutluluğunun
bunda olduğu bu menzilden öğrenilir. İnsanın kaim olmayı doğası gereği sevmesi
bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte insan zelil ve muhtaçtır. İnsanı buna
çağıran nedir? Kaim olmada insanların farklılıkları bu menzilden öğrenilir.
Bir kısmı kul olarak, bir kısmı efendi olarak kaimdir. Efendi olarak kaim
olanların bir kısmı perdeliyken efendi olur. Bir kısmı sahih keşif sahibi
olarak efendidir. Sadece bu menzilde bilinecek konular, bu menzilden öğrenilir.
Aşağının en aşağısı bu menzilden öğrenilir. Aşağının en aşağısı ne demektir? Hakk
edenlerin isimlerinin değişmesi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte Hakk
ediş varlığını sürdürür. Öncelik bu menzilden öğrenilir. Kıyamette ilahi hüküm
bu menzilden öğrenilir. Acaba neye göre hüküm verilecek ve ayrışma olacaktır?
Basiret bu menzilden öğrenilir. Hitaptan faydalı olan kısım, bu menzilden
öğrenilir. İlahi fetih bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi üçüncü sifir sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar