Print Friendly and PDF

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SİFİR 3. Bölüm

 


 

ÜÇ YÜZ ELLİNCİ BÖLÜM

İstifham Tecellisinin Menzilinin Bilinmesi ve Mana Gözlerinden Perdenin Kalkması Menzili. Bu Menzil er-Rab İsminden Muhammedi Mertebeden Öğrenilir

Ruh vahiyden bayılıp düşünce Beden nasıl da karanlığıyla kalır geride

Allah Teâlâ rükünlerini sabit kılmış

Onu su üzerinde felek olarak döndürmüş

Sahihiz bir umman o İsimlerinin sonu nerede olabilir

Oluşun babası keşke bilseydi onu Oğullarının gözü görseydi onu

Gelişiyle sevinme sakın Gecikmesiyle de durma

Varlıklarımızı gidereni tenzih ederim Nimetlerinde nankör olduğumuzda

Onları inkâr ettiğimizde şaşılır bize Nimetlere karşı nasıl bir nankörlük böyle?

Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki, bu menzil, engelleyici ve uzaklaştırıcı araçlar menzilidir. Onların bir kısmı inayet perdeleridir. Bu durum şu hadiste zikredilir: ‘Allah Teâlâ’nın yetmiş bin per­desi veya yetmiş perdesi vardır.’ Kuşku bendendir. ‘Bunlar nur veya karanlık perdeleridir. Onları açsaydı, zatının tecellileri gözün gördüğü yaratıkları yok ederdi.’ Burada bir işaret ve sır vardır, şöyle ki: Burada zikredilen göz, Hakkın gözü haline geldiği yaratıkların gözüdür. O, bu perdeleri kabul edendir ve Hakkın gözü olmasıyla nitelenendir. Aynı zamanda o yüzün/zatın tecellilerinin kendisidir. Çünkü Allah Teâlâ sürekli âlemi görürken âlem Hakkın kendisini görmesiyle yanmaz.

Bu perdelerin bir kısmı ise inayet perdesi değildir. Bu durum ‘Ha­yır onlar Rablerinden perdelenmiştir199 ayetinde belirtilir.

Bilmelisin ki, perdeler türlü türlüdür. Bir kısmı var olanlar arasın­daki varlık perdeleridir. Bu durum, ‘Peygamber’in hamınlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin.’200 Bir kısmıyla yaratıklar Allah Teâlâ’dan perdelenir. Bu durum ‘Onlar kalplerimiz kilitlidir dediler.’201 aye­tinde belirtilir. Perdelerin bir kısmıyla Allah Teâlâ yaratıklarından perdelenir. Bu durum ‘Allah Teâlâ kıyamette kullarına tecelli eder, kendisiyle onların arasına sadece zatı üzerindeki büyüklük örtüsü kalır’ hadisinde zikredi­lir. Başka bir rivayette ‘Yaratıkları ile kendisinin arasında üç perde var­dır’ denilir veya bu anlamda bir ifade kullanılmıştır. Perdelerden birisi, ‘Allah Teâlâ herhangi birisiyle vahiy veya perde ardından olmadan konuşmaz1202 ayetinde geçer. Allah Teâlâ Hz. Musa ile ateş, ağaç, vadinin sağ yanı, Tur’un sağ yönü ve mübarek bir yer perdesinin ardından konuşmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ kelamım duysun.’203 Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem perdesinin -çünkü o perdenin ta kendisidirardından komşu edinilen insanla konuşmuştur. Komşu müşriklerdendi ve Allah Teâlâ’nın kelamını duymuştu. Biz de Allah Teâlâ’nın peygamberinin diliyle bizim­le konuştuğundan kuşkuya kapılmayız. Aynı şekilde Allah Teâlâ, namaz kılan ‘Allah Teâlâ kendisine hamd edeni duymuştur’ dediğinde, namaz kılanın perdesinin ardından bizimle konuşur. Âlemin bütün dilleri Allah Teâlâ’nın sözleridir ve onların taksimi Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Böylece Allah Teâlâ onlardan dilediğini Allah Teâlâ’ya izafe ederken dilediğini terk eder.

Var olanlar arasında varlık perdelerine gelirsek, bunların bir kısmı koruma ve sakınma perdeleri, bir kısmı izzet ve himaye perdeleridir. Bu kısma misal olarak, hükümdarların perdelenmesini verebiliriz. Bir kısmı, kıskanılan şeye karşı gayret perdesidir. Nitekim yüzlerine perde çekilen ve çadırlarda kalanlar için böyle denilir. Bu perdelerden birisi de ‘Çadırlarda sahiplerine tahsis edilmiş huriler204 ayetinde geçen perde­lerdir. Koruyucu ve kalkan olanlara gelirsek, bunların bir kısmı hayva­ni cisimleri şiddetli sıcaklık ve soğukluktan korur ve hayvan acıyı ken­dinden uzaklaştırır. Tıpkı bunun gibi, savaşçı da savaşta kalkanla, zırh­la vs. kendisini düşman oklarından ve kılıçlarından korur. Böyle insan­lar, kendisiyle düşman arasına engel teşkil eden kalkanla korunur ve acıyı kendinden uzaklaştırır. Varlıklar arasındaki perdeler, manevi per­deler de olabilir. Böyle perdelerle insan kendisine iyilik yapan şahsın eziyet görmesini engeller. Misal olarak, bir şahıstan doğasına yatkın olmadığı veya maksadına uymadığı için başkasının nahoş bulacağı bir davranış çıkabilir. Böyle biri söz konusu insana karşı yaptığı davranış nedeniyle kınanır. Buna karşılık davranışın rahatsız ettiği kimse, kınananın önüne bir siper gibi nefsini koyarak, onu kınama oklarından sa­kınır. Bu durumda kınayanın içinde, bu davranışı gerektiren şeyin na­hoş olanın kendisi olduğu ve bütün bu eziyetin öteki şahıs cihetinden ortaya çıktığı inancı yerleşir. Öyle ki birinci insanı kınayan, bu hatalı davranışın diğer şahıstan kaynaklandığından tam olarak emindir ve hangi yönden ulaşabilirse o yönden kendisini kınar. Bu kişi, nefsini kı­nanma nedeniyle acı çekecek insanın önünde siper ve engel yapar, kendi nefsiyle o kişinin ırzını muhafaza eder.

Biz insanlar da gaye ve doğamıza uygun olmayan çirkin davranış­ları nefsimize izafe ederiz. Hâlbuki biliriz ki, bütün fiiller, Allah Teâlâ katındandır. Fakat kınandıkları için bu konuda Hakka nispet cdilecek kına­maya karşı kendimizi siper ediniriz. Bu durum, Allah Teâlâ karşısındaki ede­bin bir gereğidir. İyi ve güzel fiillerimizi kendimizi aradan çıkartarak bütünüyle Allah Teâlâ’ya izafe ederiz ve övülen Allah Teâlâ olur. Bu da, haki­katin ve Allah Teâlâ karşısındaki edebin gereğidir. Çünkü (bütün fiiller) hiç kuşkusuz ki Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla birlikte ilahi haberde geçtiği üzere onlarda bir ortaklık kokusu bulunur. Bu gibi haberlere misal olarak şu ayetleri verebiliriz: Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi ve amellerinizi yara­tan Allah Teâlâ’dır.’205 Başka bir ayette ‘Sana isabet eden her iyilik Allah Teâlâ’dan, kö­tülük ne/sindendir206 buyurur. Başka bir ayette ‘De ki, hepsi Allah Teâlâ’dandı r’207 buyurur. Böylece Allah Teâlâ bazen ameli bize izafe ederken ba­zen kendisine izafe eder. Bu nedenle burada ‘ortaklık kokusu vardır’ dedik. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kazandığı kendi lehine, kazandığı kendi aleyhinedir.’208 Burada ise bütün ameli bize izafe etmiştir. Bir ayette de ‘Ona günah ve takvayı ilham etti209 buyurur. Bize ilham etmek Hakka, ilhama göre amel ise bize düşer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Şunlara ve şun­lara Rabbinin ihsanından yardım ederiz.’210 Allah Teâlâ’nın ihsanı bazen ilham, bazen amelin yaratılmasıdır. Amellerin (kime ait olduğu) meselesi ne keşif ne rivayet yoluyla hiçbir şekilde (yani sadece Allah Teâlâ’ya veya sadece insana ait olduğu) tevhidin gerçekleşmeyeceği bir meseledir.

Bu konuda doğru bilgi amelin, Hakk ile yaratıkları arasında irtibadı olmasıdır. Amel onlardan birisine özgü değildir. Çünkü ilahi nispederin en yücesi, Hakkın mümkünleri kazandığı varlık olmasıdır. Öy­leyse sadece Hakkın varlığı vardır, başkası yok! Bu (varlık) hakikatinde ; meydana gelen başkalaşmalar ise, mümkünlerdir. O tek hakikat olma­saydı, hüküm ortaya çıkmazdı. Mümkün olmasaydı, bu kez başkalaşma olmazdı. Öyleyse fiillerde Hakk ve halk birlikte bulunmalıdır.

Sıradan insanların bir kısmının görüşüne göre, kul Allah Teâlâ’nın fiille­rinin zuhur ettiği bir mahal ve fiillerin cereyan ettiği bir yerdir. Dola­yısıyla duyu, fiillerin varlıklardan gerçekleştiğini görürken basiretler, perde ardından gerçekleşen fiilleri Allah Teâlâ’dan görür. Bu fiillerin ellerinde gerçekleştiği kimse, fiilleri irade eden ve onlarda ihtiyar sahibi olan kimsedir. Öyleyse fiilleri kendi iradesiyle kazanandır. Bu, Eşarilerin görüşüdür. Bazı sıradan insanların görüşü de şöyledir: Fiil gerçekte kula aittir. Bununla birlikte fiil onlara göre Hakk ve halkı birbirine bağ­lar ve bu durum ortadan kalkmaz. Bunlar şunu ileri sürer: Kulda mey­dana gelen hâdis kudret -ki bu sayede fiil failde gerçekleşirAllah Teâlâ’nın o kimse adına bu fiil için kudret yaratmasıdır. Dolayısıyla kulun fiili Allah Teâlâ’nın kendisine yarattığı kudrede gerçekleşir. Dolayısıyla ortaklık de­vam etmektedir. Bu ise itizal ehlinin mezhebidir (Mutezile). Onlar, üç sınıftır: Bizim arkadaşlarımız, Eşariler ve Mutezile! Hepsinin görü­şünde de (amelde Hakk ile kul arasındaki) ortaklık sürmektedir. İlloderi kabul edenler de, illetten hareketle malulü ispat ederken bir sonuca va­ramaz. Malül kendi üzerindeki başka bir illetin malülüdür. İş Hakka varana kadar böyle sürer. Hakk ise özü gereği varlığı zorunlu olan, on­lara göre ise illetlerin illetidir. İllederin illeti olmasaydı, herhangi bir malül illetten dolayı var olmazdı. Çünkü illederin illetinin dışındaki her illet malüldür. O halde onların görüşüne göre de ortaklık ortadan kalkmaz. Bu sınıfların dışında doğa bilimciler ve dehrilere gelirsek, on­ların savundukları görüş nihayette şuna varır: Bizim ‘İlah’ dediğimize dehrîler dehir (zaman), doğacılar doğa adını verir. Onlar bizden gözü­ken fiilleri doğaya ya da dehrîler de zamana (dehir) izafe etmeden sa­dece bize izafe edemezler. Öyleyse bütün mezheplerde ve dinlerde or­taklık sürmektedir. Bunun aksini gösteren bir akıl olmadığı gibi fiili her bakımdan iki taraftan birisine izafe eden bir dini rivayet de yoktur ki Allah Teâlâ’nın bilgisine bağlı olarak o hükmü onayladığı gibi biz de onu kabul edelim. Bilgi kaynağı olarak keşif, şeriat ve akıl vardır! Bu üç bilgi kaynağı, herhangi bir fiili dünya veya ahirette (iki taraftan) yalnız birine izafe ve tahsis etmemiştir. ‘Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere...’ Öyleyse Allah Teâlâ daha iyi bilir ya! Gerçek, fiili tek bir tarafa izafe etme­mek üzere vakıada olandır. Çünkü işin kendisi saf (tek yana ait) değil­dir. Şayet işin kendisi tek tarafa ait olsaydı, bu grupların bir kısmının onu öğrenmiş olması gerekirdi.

Bütün mezheplerin ve dinlerin hatada olduğunu söyleyemeyiz! Çünkü hepsinde (belirli bir ölçüde) ilahi şeriatlar da bulunur ve şeria­tın yanlış olduğunu söylemek mümkün değildir. Bulunduğu hal üzere eşyanın durumunu ancak Hakk bildirebilir ve zaten bildirmiştir. Öyley­se gerçek Allah Teâlâ’nın kendisini bildirdiği gibidir. Çünkü bütün iş Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ neyi tek tarafa tahsis etmişse o şey o yöne aittir; neyi tah­sis etmemişse, o iş kendiliğinde de belli bir yöne mahsus değildir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’211

Hakk ve âlem, bu meselede ortaklık bulunduğunda birleşir. Bu, gerçek ve açık şirk demektir ve hayret mahallidir. Dolayısıyla bundan birisi ötekinden üstün değildir. Öyleyse ancak söylediğimiz geçerlidir! Bu meselede ortaya koyacağımız hususu ortaya koyduktan sonra, şim­di de ilahi cömertlik ve gayretin -Allah Teâlâ izin verirseaçıklamamızı gerektiren konuyu açıklayalım. Şöyle ki: Amelin kime ait olduğu husu­sunda kelamcılar iki kısma ayrılır. Birincisi bütün fiilleri varlıklara izafe eder. Bu durumda ilahi gayret şöyle dile gelir: ‘De ki, hepsi Allah Teâlâ katındandır. Ne oluyor bu kavme ki, sözü anlamıyorlar.’212 Kast edilen hâdis sözdür. İkinci kısım kelamcılar, bütün iyi fiilleri Allah Teâlâ’ya, kötülerini var­lıklara izafe eder. Hâlbuki ilahi cömertlik dili şöyle der: ‘De ki hepsi Allah Teâlâ katındandır.’213 Burada onlara yönelik bir yalanlama yoktur, aksine bu bir övgüdür. Şöyle diyen biri yoktur: ‘Bütiin fiiller, Allah Teâlâ’ya veya or­taklık kokusu bulunmaksızın varlıklara aittir.’ Bu nedenle kelamcıları doğacılar ve dehriler nedeniyle iki kısımla sınırladık.

inayet perdelerine gelirsek, bunlar, yanarlar korkusuyla yaratılmış­lara dönük şefkat perdeleridir. Onlar zatın tecellilerinin gözün idrak et­tiği yaratıkları yakmasından korurlar. Bunun nedeni şudur: Allah Teâlâ yaratıklarda iddialar yerleştirmiştir. Onlar, varlıkla yokluğun ardından nitelenmiş, bu varlık onlar adına tercih edenin tercihinden meydana gelmişti. Tercih eden, varlığı zorunlu olan Haktır. Öyleyse kimse O’nu inkâr etmemiş olsa bile doğa, zaman, illet gibi O’nu ifade eden terim­ler farklılaşmıştır. Bütün bu durumlarda O kendisidir, başkası değildir! Onlar, varlığın kendilerine ait olduğunu görmüşlerdir. Bu varlık kaza­nılmış olsa bile, gerçekte onlara aittir. Onlar, kazanılmış varlıkla var olanlardır. Bu (iddialar), Allah Teâlâ ile yaratıkları arasındaki inayet perdele­ridir. Allah Teâlâ bu perdeleri özelde bazı kullarına açtığı gibi genele de aç­mış olsaydı, hiç kuşkusuz, ‘yüzünün tecellileri’ diye ifade edilen zatının nurları gözün gördüğü bütün varlıkları yakardı. Başka bir ifadeyle, Hakkın varlığından başka, gözün idrak ettiği tüm varlıkları bu nurlar yakar, iddiaların ortaya koyduğu her şey ortadan kalkar, O’nun başkası değilHak olduğu belli olurdu. Varlıkların bu yok oluşu ‘yan­ma’ diye ifade edildi. Bunun nedeni, onları nur yapmış olmasıdır ve nurlar yakıcıdır. Fakat Allah Teâlâ, Allah Teâlâ ehli başkalarından ayrışsın diye, id­dia perdelerini geride bırakır. Dolayısıyla mümkünler, Allah Teâlâ ehline gö­re, hakikatleri yönünden yoklukla nitelenirken hükümleri yönünden varlıkla nitelenmeyi sürdürür. Bu yönüyle mümkün, ‘Ben onun duy­ması ve görmesiyim’ şeklinde sahih hadiste belirtildiği üzere, Haktır. Allah Teâlâ bu kutsi hadiste kulun gözünü var saymış, kendisini onun varlığının aynı -ki o da kulun niteliğinin aynıdıryapmıştır. Öyleyse mümkün, mevcut olmaksızın, sabittir. Sıfat ise mevcut ve sabittir ve tek hakikattir. Çoğalsa bile nispederi, nedeniyle çoğalır ve nispetlerde çokluk bulunur. Bu nitelik, melek, insan, cin, maden, bitki, hayvan, mekân, zaman mahal, makul ve mahsusta bulunan duyma, görme ve bu ikisinin dışında âlemdeki bütün güçlerdir ve sadece bunlar vardır.

Allah Teâlâ kendileriyle gerçek durum arasına perdeler çekerek, iddia sahiplerinin iddialarını onaylamış, onları fiillerde kendisiyle onla­rın arasındıki perdelerle meşgul etmiş, hepsini hepsiyle çarpıştırmış, kendi özelliğiyle biricik kalmış, onları müşahedeyle nezdinde oturt­muş, duyulur suretlerinde ise zikirle meşgul etmiştir. Allah Teâlâ zikreden­lerle birlikte oturandır. Onlar, son gruptur ve onlardan sonra zikre şa­yan niteliğe sahip kimse yoktur. Allah Teâlâ onları erkek ve dişi olarak zik­rettiğinde şövle buyurur: ‘Allah Teâlâ’yı çok zikreden kadın ve erkekler.’214 Otu­ranlarla bitirmiş, onların ardından herhangi bir niteliği kabul edecek kimse gelmemiştir.

Bakınız! Ebu Yezid ilahi isimleri ve onların Hakk ettiği hakikatleri bilmediği için, Cuma günü hafızın ‘0 gün takva sahiplerini Rahman’a grup olarak taşırız215 ayetini okuduğunu duymuş, gözlerinden minbere ulaşıncaya kadar yaşlar akmış ve ah çekerek şöyle demiş: ‘Ne garip bir iş bu! Kendisiyle oturan O’na nasıl taşuıır ki?’ Ebu Yezid, bu halde iken her birinin zata deül olması bakımından isimlerle birlikteydi. Hâlbuki -ismin zata delil olması yönüyleher bir ismin hakikatinin ta­lep ettiği şeye göre isimlerle birükte değildi ve bu nedenle Hakkın sözü olsa bile müşahedesinin vermediği bilgiyi reddetmişti. Hakkın sözü karşısında Ebu Yezid’den inkâr gerçekleşmiş, daha doğrusu özellikle taacciib meydana gelmişti. Taaccüb inkâr olmasa bile, inkâra benzeyen bir davranıştır. Bu sözü Allah Teâlâ’dan başkasından duysaydı, hiç kuşkusuz Ebu Yezid söyleyene susmasını emreder, onu böyle bir sözden alıkoyardı. Hâlbuki Ebu Yezid, Allah Teâlâ’nın takva sahipleri hakkmdaki sözü karşısında şaşkınlığını izhar etmişti. Onlar, Allah Teâlâ ile birlikte oturanlar iken nasıl kendisine taşınabilirler? Bu esnada Ebu Yezid, adeta, ölüleri diriltmesinin keyfiyetini soran İbrahimî bir müşahededeydi ve ölüleri nasıl dirilteceğini sorarken Hz. İbrahim’in kast ettiğini kast etmişti. Hz. İbrahim ölülerin diriltme tarzının farklılığı nedeniyle bu soruyu sormuştu, yoksa ölülerin diriltilmesini inkâr etmemişti. Ebu Yezid’in bu sözü o esnadaki halini gösterir. Bu söz, Hz. İbrahim’in sözüne ben-

zer: ‘Babacığım! Rahman’ın azabının sana değmesinden korkarım:216 Rahmet azapla çelişse bile daha önce kapıların açılma menzilinde be­lirttiğimiz tarzda olduğunda çelişmez (azabın içinde rahmet). Ebu Yezid takva sahibinin Rahman ile değil, el-Cabbar, el-Mütekebbir ve el-Aziz ismiyle oturduğunu bilirse, onun Rahman’a taşınabileceğini ve Rahman ile oturabileceğini anlar. Böylece takva ortadan kalkar. Çünkü Rahman karşısında takva olmaz. Rahman kendisine tamah edilen, kar­şısında nazlanılan, kendisiyle ünsiyet edilen isimdir. Fakat onlar -Allah Teâlâ kendilerinden razı olsundoğru sözlüdürler ve hiç bir durumda zevklerini aşmazlar. Allah Teâlâ ehlinin geneli böyle değildir, çünkü onlar, başkalarının hallerini söylerler. Seçkinlerin böyle bir özelliği yoktur. Havastan birisi bir peygamberin veya mertebesinin üzerindeki velinin halinden konuşursa, başkasının halini aktarmış olduğunu da belirtir ve böylece dinleyen o kimsenin kimden aktardığını anlar. Bü, Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun, onların halleridir. Bu insanlardan böyle bir davranış zorunlu bir durum nedeniyle istisnai olarak gerçekleşir. Çün­kü onlar, üzerlerinde bulunanların makamlarını haber yoluyla keşfetme özelliğine sahiptir; zevk yoluyla keşif ise, kendi makamları ve halleriyle sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın var olanlarla kendisi arasına çektiği bu perdeler ol­masaydı, mertebeler ayrışmaz, hakikatler birbirine girerdi, işte eşyada sınırların korunmasının nedeni budur. Allah Teâlâ yeryüzündeki işaretleri'değiştireni lanedemiştir.

Müşahede ve Konuşmayı Birleştirebilmek

Bu konuyla ilgili bir mesele şudur: Allah Teâlâ herhangi birisi için mü­şahedesiyle bu müşahededeki konuşmasını bir araya getirmemiştir, çünkü böyle bir şey mümkün değildir. Şu var ki ilahi tecelli misali bir surette olursa, müşahedeyle söz birleşebilir. Bu durum, bizce reddedi­lecek bir husus değildir. Bağdatlı Şeyh Arif Şihabüddin Sühreverdi’nin müşahede ile kelamı birleştirmeyi savunduğu bildirilmiş, daha fazla bir bilgi aktarılmamıştır. Bu görüşü aktarana sordum, o ise (Sühreverdi’nin sözünü ettiği) tecellinin türünü söylemedi. Şeyhe karşı hüsnü zan iyidir ve bu durumda onun surî tecelliyi kast etmiş olması gerekir.

Bakınız! Kuşeyrî Risale’sinde zikredilen adamlardan birisi olan Seyyari şöyle der: ‘Akıllı insan Hakkı müşahede etmekten haz almaz.’ Bu sözü yorumlarken şöyle der: ‘Hakkı müşahede fena halidir ve bun­da bir haz yoktur.’ Fena halinde hitap mümkün değildir, çünkü hitabın yararı akdedilir olmaktır. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ vahiy veya perde ar­dından olmaksızın kimseyle konuşmadı217 buyurur. Beşer beşerlik hük­münden çıkmaz. Bu husus Hz. Musa’nın durumundan bellidir. Perde kendisinden Musa’ya nida edilen suretin kendisiydi. Beşer ise beşerliğinden uzaklaşmaz. Müşahedesinden fani olursa, varlığı kalkmaz ve ta­nım kendisine eşlik eder. Böyle dememizin nedeni, şeyhlerden birinin şöyle dediğini duymamızdır: ‘Bu beşerin payıdır. Beşeriyetinden uzak­laştığında, başka bir hükmü olur.’ Ben de ona -Allah Teâlâ kendisinden razı olsundurumun zannettiği gibi olmadığını söyledim. Zikrettiği­mizi hakka’l-yakin kavrayınca, görüşünden vazgeçerek şöyle dedi: ‘İşin böyle olduğunu zannetmiyordum, meğer gerçek senin söylediğin gi­biymiş. Benim aklım bunu almaz!’ Şeyh bir ayetin tefsiri hakkında ko­nuşmuş, bu konuda zevkinden hareketle söylediği hususta yanlış görüş belirtmiş, hata da burada ortaya çıkmıştır. Biz Allah Teâlâ’nın sözünün bütü­nüyle Hakk olduğunu ve zevklere aykırı olmadığını biliriz. Binaenaleyh zevk sahibinin sözü, ilahi haberlere mutabık olmalıdır. Öyle ki Allah Teâlâ adamlarının makamı hakkında bilgisi olmayan insan, bir arifi duydu-


ğunda şöyle der: Kuran veya Sünnet’in getirdiğine aykırı söz söyleme­yen bu insan, bilgisini Kuran ve Sünnet’ten almış olmalıdır. Ona göre arif, Kuran ve Sünnetin yorumcusudur. Hâlbuki zevk sahibi, zevk etti­ği şeyi dile getirir ve Allah Teâlâ’dan gelen herhangi bir habere bu zevkin ay­kırı olması söz konusu değildir. Zevki olmayan yabancı, zevk sahibine karşı böyle söyler, hatta zevkten yoksun yol ehli bir grup aynı şeyi zannederek şunu ileri sürer: ‘Falan insan ilahi haberlerde bulunan bil­gilerden konuşmaktadır, başka bir kaynağı yoktur.’ Böyle diyerek zevki inkâr ederler, çünkü onlar aynı yolda olduklarına inanmalarına rağ­men, zevki tanımamışlardır. Aynı durum zevk sahiplerinde geçerlidir. Onlar da aynı yolda olsalar bile içlerinde basiret sahibi olanlar, daha basiredi ve daha anlayışlı kimseler vardır.

Dolayısıyla her birisi, yolun verdiğini veya yolun kendiliğindeki hali, kendi halinin verdiği bilgiyi söyler. Bu durum, bilhassa manevi sülukta böyledir. Çünkü kalplerin körlüğü.gözlerin körlüğünden daha şiddetlidir. Kalplerin körlüğü seninle Hakk airasında perde olurken sa­hibinin hiç görmediği göz körlüğü ise sadece insanla özellikle renkler arasında perdedir, başka bir etkisi yoktur. Bu, perdelerden körlük de­mektir. Sağırlık, kiliüi olmak, kapalı olmak, perdeli olmak da hüküm bakımından körlükten aşağıdır. Bununla birlikte perde karanlığa yol açabilir ve bu durumda perdeli olmak ile kör olmak arasında bir fark olmaz. Karanlık sınırını aşarak sedefe ulaşırsa, bu durum karanlık sahi­binin halinden veya körlükten iyidir.

Bu körlerden birisi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Bizimle setlin aranda perde vardır218 demiştir. Kast edilen kiliderdir. ‘Sen işini yap, biz de yapa­rız.’219 Yani kilideri kaldırmak üzere çalış! ‘Biz de yaparız’220, peygam­berin doğru söylediğine inanma ihtimali bulunanlar için perdeyi kal­dırmak için çalışmak anlamında yorumlanabilir. Çünkü onlar, kalpleri­nin peygamberin davetine karşı kilidi olduğunu itiraf etmişlerdi. Dola­yısıyla peygamberin sözünü inkâr etmemiş veya bü itirafta bulunma­yanların inandığı gibi reddetmemişlerdi. Böyle insanların durumunun sonunda ne olacağını bilemiyorum. Baııa göre onlar, umut makamında bulunmaktadır. Biz kesin olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onlarm gözünden perdeyi kaldırmak üzere çalıştığını biliyoruz. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘yetmişten fazla tövbe yaparım’ demiştir. Bu nedenle ayette ‘Müşriklere yazık olsun221 denilirken (bu itirafta bulunanları muhatap alarak) ‘size yazık olsun’ denilmemiştir. Hal karinesiyle birlikte ayetteki ifade, bu itirafta bulunan insanların kalplerinden perdeyi kaldırmak ve onu kilit­lerden kurtarmak üzere çalıştıklarını gösterir. Kiliderin fazlalığı, kendi­lerine geleni kabulde tereddüde düşürten sebeplerin farklılığından kay­naklanır. Bir kısmının kilidi haset, bir kısmının bilgisizlik, bir kısmının kilidi bu esnada kendisi için daha mühim işle ilgilenmedir ve bu ne­denle işini bırakamaz. Bütün bunlar, birer perdedir.

Varlıkta gerçekleşen en şaşırtıcı iş söylediğimiz bu husustur. Şöyle ki: Allah Teâlâ vahiy ilka ettiğinde, adeta taş üstüne vuran yağmur gibi ses çıkar, melekler bayılırdı. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e de vahiy taş üs­tüne vuran yağmur gibi geldiğinde bayılırdı. Bu tarz vahiy, kendisine gelen vahyin en şiddedisiydi. Cebrail vahyi kalbine indirir, o ise duyu âleminden geçer, ağzı köpürür, vahiy bitene kadar üzerine örtüler alır­dı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e soğuk bir günde böyle vahiy indiğinde, alnından terler boşalırdı. Hz. Musa ile Allah Teâlâ vasıtaların ortadan kalkma­sıyla konuşmuş, o bayılmamış, duyusunu yitirmemiş, hem kendisi ko­nuşmuş hem onunla konuşulmuştur. Bu makam, meleğin vasıtasıyla gelen vahiy makamından daha üstündür. O melek konuşma esnasında bayılır. İnsanların en şereflisi olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e vahiy gelince, Cebrail’in inişi esnasmda bayılır, Hz. Musa ise vasıtalar ortadan kalk­masına rağmen bayılmamış, herhangi bir halle karşılaşmamış dağ ise bayılmıştı. Bilmelisin ki, bütün bunlar, perdenin eserleridir. Çünkü her nerede ortaya çıkarsa çıksın hüküm, perdelere aittir. Allah Teâlâ onları perde olarak yarattığında, örtsünler diye yaratmıştır ve örtmeleri kaçı­nılmazdır. Örtmeselerdi, perde olmazlardı! Allah Teâlâ perdeleri iki tür yaratmıştır: Manevi ve maddi perdeler! Allah Teâlâ maddi perdele­ri de iki tür yarattı: Kesif ve şeffaf perdeler. Kesif perdelerde göz per­delerden başkasım görmezken latif olanlarda göz perdelerin ardında ve içinde bulunanları görür. Şeffaf perdelerde ise göz perdenin ardındakini görür. Bu esnada içinde olanı gördüğünde, karışıklık gerçekleşir. Nitekim şöyle denilir:

Kadeh inceldi şarap inceldi

Benzeştiler birbirine, iş karıştı

Sanki şarap var da kadeh yok

Sanki kadeh var da şarap yok

Aynalara ve cilalanmış cisimlere gelirsek, onlarda suretlerin bu­lunduğu yer idrak edilemediği gibi arkalarında bulunan şey de algıla­namaz. Algı sahibinin gözünden uzak olan suretler ise -yoksa aynalar­daki değilidrak edilir. Görülen suretler göz ile cilalı cisim arasında perdedir. Onlar latif veya kesif olduğu söylenemeyen suretlerdir. Göz­ler onları kesif olarak görürken şekilleri cilalı cismin başkalaşmasıyla başkalaşır, onun dalgalanmasıyla dalgalanır. Dışta suret sahibinin ha­reket etmesiyle hareket eder o dururken suret de durur. Cilalı cisim suyun dalgalanması gibi hareketlenir ve göz surette -sankihareket varmış gibi görür. Suretin sahibi durağan ve sakin ise, onun iki hareke­ti vardır. Birincisi suret sahibinin hareketi, diğeri cilalı cismin hareke­tidir. Öyleyse varlıkta ancak çekilmiş perdeler ve bu perdelere yönelmiş algı ve idrakler vardır! Bu perdelerin algılayan göz sahiplerinde etkisi vardır.         ' -

Perdelerin en büyükleri iki perdedir: Birincisi manevi perdedir ki, o bilgisizliktir; diğeri ise duyusal perdedir. Bu perde kendinde bulun­duğun haldir. Büyük-manevi perdeye gelirsek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kuş yu­vasının bulunduğu bir ağaca götürülmüş, kuş yuvalarından birisine Cebrail ötekine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem oturmuştu. Yakın semaya ulaştıkların­da, Refrefe benzeyen inci ve yakuttan bir şey sarkmış. O, Hakkın te­cellisinin bir türüydü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Cebrail sarkan şe­yin mahiyetini bildiği için bayılmıştı.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise onun mahi­yetini bilmediği için ayık kalmış, gördüğü şeyin otoritesi üzerinde gözükmemişti. Cebrail ayıldığında onun Hakk olduğunu söyleyince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Bu esnada Cebrail’in bilgide benden üstün olduğunu anladım.’ Öyleyse bilgi, Cebrail’i bayıltmış, bilginin olmayışı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i bulunduğu hal üzere ayık bırakmıştır. Hâlbuki iki şahıs da aynı şeyi görmüştü. İşte manevi perdelerin en büyüğü bu bil­gisizliktir. Senin kendine bir perde olmana gelirsek, bu perde, maddi perdelerin en kesifidir. Şair şöyle der:

Senden bir sır çıkmış, gölgesi uzamış ,                           .

Bir sabah aydınlanmış, sen karanlığıydın onun

Sen gaybın sırrından kalbin perdesisin Sen olmasaydın, onun üzerinde mühür yoktu

Ondan uzaklaşırsan ona yerleşir ve mesken tutar Çadırı korunmuş keşfin bineği üzerinde yerleşir

Duymaktan usanılmayan söz geldi Onun yazısı ve nazmı bize haz verdi

Binaenaleyh Allah Teâlâ sana senden başka perde yaratmadı! Ko­numuza dönersek, şöyle deriz: Hz. Musa’yı ailesine ateş arama arzusu kaplamıştı. Allah Teâlâ kendisine muhtaçlar için çalışmasını emrettiği için, bu arzu onu yola çıkartmıştı. Peygamberler Hakkın emirlerini yerine getirmede kendilerini en çok zorlayanlardır. Dolayısıyla Hz. Musa’nın içinde yola çıkma gayesinden başka bir duygu bulunmuyordu. İhtiya­cını karşıladığındaysa -ki ‘Tur-ı eymen yönünde222 ağaçtan kendisine gözüken ateştiHak, içinde bulunduğu Hakk uygun bir şekilde ihtiyacı yönünden nida ederek ‘Ben senin Rabbinim, ayakkabılarını çıkart, mu­kaddes Tuva vadisindesin. Seni seçtim, vahye kulak ver223 buyurdu. Hâl­buki vahyederken ‘Ben Allah Teâlâ olanım224 demedi. Allah Teâlâ birinci hitapla onun durumunu sağlamlaştırmış ve sabit kılmıştır. Çünkü Hz. Musa bir ateş aramak üzere veya ateşe götürecek bir rehber bulmak üzere yo­la çıkmıştı. Bu durum ‘Belki size ondan bir haber getiririm223 ayetinde belirtilir. İhtiyacına kendisini yönlendiren birisini bulmak demektir. Hz. Musa bir çağrı bekliyordu ve kulağını ve gözünü ateşi görmek ve onu ateşe yönlendirecek birisini duymak üzere hazırlamış, talebine uy­gun bir durumla sesi duyunca onu yadırgamamış, sabit kalabilmişti. Kendisine nida edenin Rabbi olduğunu öğrenince, sabit kalması mümkün olmuştur. Nida ona kendinden dçğil, dışarıdan gelmişti. Bu durumda Hz. Musa duymaya edebin hakkını vermek üzere sabit kal­mıştı. Çünkü her tecelli türünün bir hükmü vardır. Bu tecellinin nida­sının hükmü ise getirdiğini dinlemek üzere hazırlanmaktır. Bu nedenle Hz. Musa bayılmamış, müşahedesini yitirmemişti. Çünkü bu hitap duyulanın yönüyle, dinleme ve tafsili konuşmayla sınırlanmıştı. İnsanı hissinde bırakan ve duyuluru görme halinde tutan, bedenini yöneten kalbidir. Hz. Musa’ya dönük bu ilahi konuşmanın kalbe dönük bir yö­nü yoktu. Burada kalbe ait olan, kulağıyla, gözüyle ve diğer güçleriyle algıladığından ibaretti ve hal Hz. Musa’da hükmünü aşmamıştı.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in durumuna gelirsek, onda vahiy kalbe inmek tarzında ve taş üstündeki bir yağmur gibi icmali bir hitaptı. Bu ben­zetmeye aklım vermelisin! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbi algılamak ve telakki etmek üzere kendisine inen vahiyle ilgilenmiş, bedenini yönetmekten uzaklaşmıştı ki bu hal ‘bayılma’ ve ‘kendinden geçme’ diye isimlendiri­lir. Melekler de öyledir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu halin sürekliliği hakkmda meleklerin durumunu şöyle belirtmiştir. Vahiy taş üzerinde bir yağ­mur sesi olduğunda ve meleklerin kalbine indirildiğinde, şöyle demiş­tir: ‘Kalplerinden korku gittiğinde.. .,226 Ayıldıklarında, meleklerin şöyle dediklerini aktarır: ‘Nedir?’ Burada durmuş, sonra onlara karşılık vere­rek şöyle demiştir: ‘Rabbiniz.’ Burada da durmuştur. Melekler şöyle der: ‘Hakk.’ Bunu mansub okumak gerekir. Yani Hakkı söylemiştir ki, biz onu böyle öğrendik. ‘O yücedir.’ Yani inmeyecek kadar yücedir. ‘Büyüktür.’ Yani bu nispette teşbih edilmeyecek kadar büyüktür. Diğer bir yoruma göre şöyle demişlerdir: ‘Rabbiniz ne demiştir?’ Burada du­ruş vardır. Ardından birbirlerine şöyle derler: ‘Hakk. O yüce ve büyük­tür.’’227 Bu, Allah Teâlâ’nın sözüdür, meleklerin sözü değildir.

Birinci yoruma göre melekler ayılıp teşbih edilen özel hitap kalk­tığında, bedihilik de ortadan kalkar ve ‘Nedir?’ derler. Onlara ‘Rabbiniz’ denilir. ‘Rabbiniz dedi’ demektir. Bu söz esnasmda melekler ayıl­maz, aksine sabit dururlar. ‘Dediler Hakk’, yani Hakk dedi. Yani ‘Rabbi­miz Hakk sözü söyledi.'228 Burada vahiyden anladıklarını kast ederler veya ‘Rabbiniz dedi’ sözü kastedilir. Veya her ikisini birden kastetmişlerdir ki, doğru yorum budur. Hz. Musa’nm haliyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve meleklerin halinin arasındaki fark budur.

Bilmelisin ki, bu menzilde yer alan ilimlerden birisi, Hakkın yara­tıkları vasıtasıyla kendisini övmesinin bilgisidir. Aynı zamanda Hakk ya­ratıklarında müstağni kalmakla kendini övendir. Hangi övgü daha tam ve daha gerçektir? Bu iki övgüden Hakk olan hangisidir? Bunlarda haki­kat olan hangisidir Ya da her ikisi de iki hakka ait hakikat midir, yoksa ikisi haktır ve onlarm bir hakikati mi vardır? İlim, hikmet ve hubra arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Hallerinin taksimine göre, âlemdeki şeyler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’dan cevap vermede vekil­lik, bu menzilden öğrenilir. Bu durum peygamber veya nebi veya te­celli veya hal hitabıyla değil hitabı duymayla varisten meydana gelebi­lir. Allah Teâlâ’nın bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki ilmini âlemlerde nereye koyduğu, bu menzilden öğrenilir. Onu birisine mi veya birden fazla kimseye mi yerleştirdi? İki kabzanın şehadet âle­minde neyle ayrıştığını bilmek, bu menzilden öğrenilir. Gayb âleminde neyle ayrışırlar? Alimlere ve ilahi haber sahiplerine delalet bu menzil­den öğrenilir. Bu sayede onları tanırız, onlardan Allah Teâlâ’dan getirdikleri bilgileri alırız. Kendimizi zahirde onlarm nefislerine katma arzusuyla, bu bilgide kendilerine denk oluruz, hâlbuki (bilgi) yollan birbirinden farklıdır. Bununla birlikte bu farklılık bilginin suretinde bir etkiye sa­hip değildir. Büyük alimleri bilgiyi yaymaya sevk eden sebep bu oldu­ğu kadar talebeleri de kendilerinden Allah Teâlâ’yı daha iyi bildiklerine inan­dıkları alimlerden bilgi öğrenmeye sevk eden sebep ise budur.

Buradan hareketle bir adam öğrenciye şöyle der: ‘Bir kere Ebu Yezid’i görmek, bin kere Allah Teâlâ’yı görmenden daha iyidir. Çünkü Ebu Yezid’in Allah Teâlâ’yı bilmede ondan üstün olduğunu biliyordu ve Hakk kul­larına ancak kendilerini bilme ölçüsünde zuhur eder. Bizim Allah Teâlâ’yı görmemiz, O’nu bilenlerin bilgisine göre gerçekleşir. Bu bilgiyi onlar­dan almamız, bu bilgiyi bilenlerden almazdan önce kendi bilgimize göre Allah Teâlâ’yı görmemizden üstündür. İtibarın yönleri ihatası ve itibarın herhangi bir Hakk veya herhangi bir yöne mahsus olmaması, onun ge­nel bir bilgi olması bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi, kulluk ederek Allah Teâlâ’ya dönene delil veren bir bilgidir. İbadet veya iyi amellerde ilahi emir ve yasaklama bu menzilden öğrenilir. Âdeti aşan nimederin gön­derilmesi, bunlardan perde olanlar ve neye perde oldukları bu menzil­den öğrenilir.

Musahhar güçlerin (amade) kuvvederinin amade kılındıkları işte nerede biteceği bu menzilden öğrenilir. Öldüğü anlaşılmayan ölüm ve bunun nasıl bilindiği, bu menzilden öğrenilir. Kuşeyrî Rişale’sinde bi­risinden böyle aktarmıştır: Bir insan ölmüş, yıkayıcı ölüye bakmış ve hayrete düşmüş, onun ölü mü diri mi olduğunu anlamamıştır. Adam gerçekte ölüydü. Böyle bir durum bana hizmet eden başka bir arkada­şımda gerçekleşmişti. Adam yanımda ölmüş, gassal onun ölüp ölmedi­ğinde tereddüt etmişti. Âlemde bilginin etkisi bu menzilden öğrenilir.

Bilgi sahibi olduğunu söyleyip de bilgisinin etki etmediği kimse alim değildir. Bu konu, duyuyu belirsizliğe düşüren çetrefilli bir meseledir. Çünkü biz yakıcı olduğunu bildiği halde kendisini ateşe atan görme­dik. Bunun istisnası iki gruptur: Birincisi ateşi yakınlık vesilesi edinen kimselerdir. Böyle birisi Hakka yaklaşmak amacıyla yanmak üzere kendini ateşe atar. İkincisi ise ateşin kendisini yakmayacağını bilen kimsedir. Buradan bilginin bilende bir tesir meydana getirdiğini anla­dık.

Nimet ayederi ve neyi gösterdikleri, onları ayet kabul edenlerin haklarında ne oldukları bu menzilden öğrenilir. Kalpte bulunan diğer tüm bilgileri ortadan kaldıran güçlü bilginin mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Daha düşük ve daha üstünü bilmek, daha düşüğü talebi sağ­layan sebep, üstün olduğunu bildiğin halde üsttekini terke yol açan se­bep bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki her birisinin mertebesi bilinir, iyilik ve kötülükte cezanın sebepleri, bu menzilden öğrenilir. İlahi ve kevni uzaklık ve yakınlık, bu menzilden öğrenilir. Yakınlık ve uzaklıkta Allah Teâlâ’yı gösteren ayeder bu menzilden öğrenilir. Zannın bilgiye uyması ve Hakk sahibinin onun -zan değilbilgi olduğunu neye göre anlayacağı bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki onun zan olduğuna inanmaktaydı. Kuşku ehlindeki hal bu menzilden öğrenilir. Acaba onlar hangi sınıfa katılır ve onlara hangi isim bakar? Havale bu menzilden öğrenilir. Mele-i a’la’nın halleri ve -bilinen makamlarında kendilerine gelen şeylerin değişmesi nedeniylehallerinin değişmesi bu menzilden öğrenilir.

Allah Teâlâ’ya nispet edilmeyen, yani Hakkın kendisiyle nitelenmediği şeyler, bu menzilden öğrenilir. Acaba o var olmayan bir şey midir, var olan bir şey midir? Alim kuşkucu değilken nerede kuşkuya kapılır ve niçin kuşkucu olarak gözükür? Sorulan ve sorulmayan şeyler, bu men­zilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kullarını bir araya getirip aynı hususta ayrış­tırdığı özellik, bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki onlar bir aradayken de birbirlerinden ayrıydı. Bir iddiada bulunup bu iddiasıyla âlemin halle­rine tesir etmek isteyenden iddiasına karşılık delil istenmesi bıı menzil­den öğrenilir. Öncelik veya sonralığı kabul etmeyen haller, bu menzil­den öğrenilir. Deliller bu menzilden öğrenilir. Yakınlaştırma bilgisi ve yakınlığın varlığa mı Allah Teâlâ’ya mı olacağı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya yakınlık olabilir mi, olamaz mı? Allah Teâlâ her insana şâh damarından daha yakındır. Nitekim böyle buyurmuştur. Arazlar bu menzilden öğ­renilir. Ruhlar arasındaki fark ve teberri bu menzilden öğrenilir. Delil­lerin görülmesi esnasında söylenen şey, bu menzilden öğrenilir. Vaat edilen ecir ve bir şeyin kendi cinsine katılması, bu menzilden öğrenilir. Ne söyleyeceğini bilen ve ona söylenen ile ne söyleyeceğini bilmeyen ve bu konuda ona söylenecek şey, bu menzilden öğrenilir. İyi ve kötü bütün işleri Allah Teâlâ’ya havale etmek, bu menzilden öğreniür. Kötülük Allah Teâlâ’ya izafe edilmez. İlahi idrak, bu menzilden öğrenilir. İdrak edilmesi mümkün şeylerden idrak edilemeyenler, bu menzilden öğrenilir. Rü­yada ihtilamı engelleyen şey, bu menzilden öğrenilir. Engeller, bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM

Nefis ve Ruhların Ortak Nitelikleri Menzilinin Bilinmesi. Bu Bilgi, el-Vedud İsminden


 

Mükemmil bir yerle sınırlı kalmaz hiç Alemde onu ihata eden bir makam yok

Feleği yüzer, rüzgâr hareketlendirir onu Allah Teâlâ her durumda yürütür onu

Kendini kat edeceği daha üst bir feleği de yok Onda olunca kimle konuştuğunu bil

Tümü bana ve O’na ait, eşitiz Ona yakıtı olan Yaratan

Yemin olsun, Musa’nın kız kardeşi Kuşlarin kanadından al

Allah Teâlâ bize ye sana yardım etsin, bilmelisin ki, bu menzil en büyüle menzillerdendir. Ona ait isim el-Evvel, el-Ahir, ez-Zahir, el-Bâtın’dır. Yaratma ve emir de bu menzile aittir. Bütün makamları ve halleri ihata eder ki bunları insanların pek azı bilir. Allah Teâlâ onun miktarını artırmış, işaretlerini yüceltmiştir. Tekvin gemi elindedir. Alemin varlığı ondan çıkmıştır. Yüce ve aşağı âlem ona bakar. Bu menzil gayret, koruma ve perde sahibidir. O, kendisinden zuhur edilen fakat kendisi zuhur et­meyen gaybtir. Şehadet âlemini o belirler. Gayb âlemini gayb halinde saklar. Onun otoritesi karşı konulamayacak kadar güçlü, makamı izzet­lidir. Eksiklik ve kemal onun niteliği olamaz. Sureliyle gece ve gündü­zü ortaya çıkartır. Verdiği ilk şey, ilahi ve kevni boyun eğmedir.

Boyun eğmeye karşı boyun eğme

Rab ve kullarda

Engelleme ve verme                                                               .

Cimri ve cömertten

Salaha karşı salah                                           .

Fesada karşı fesad                                                                    

İttifaka karşı ittifak

İnada karşı inat                            .                     -

Ayrılığa karşı ayrılık                                                                       '

Dayanmaya karşı dayanma

Beyaza karşı beyaz

Siyaha karşı siyah

Bekaya karşı beka .

Tükenmeye karşı tükenme

Yakınlığa karşı yakınlık

Uzaklığa karşı uzaklık

İstiva için döşek Döşek için sema

Nefret eden için perde Seven için tecelli

Hazırlanmış bir yer Her vakit artış için

İşler hakkında bilgilerin artması Onları bilmek doğruluğun ta kendisi

Nimet içinde azap İrade edilen ve eden

Geceyi zikirle keserler Secde ve mücahedeyle

Allah Teâlâ eminleri talep eder Münadi sözünü duyururken

Allah Teâlâ, kendiliklerinde tercihi talep etmeleri nedeniyle, mümkünlerin varlığını yokluklarına tercih etmiştir. Bu durum, Hakkın mümkünlerin talebine boyun eğmesi ve ihsanı demektir, çünkü Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir. Fakat Allah Teâlâ kendisini mümkünlerin O’nu bilmelerini sevmek özelliğiyle nitelemiştir. Çünkü Allah Teâlâ bilinme­yendir. Sevenin özelliği ise sevilene boyun eğmektir ve Allah Teâlâ gerçekte kendine boyun eğmiştir. Mümkün ise bu ilahi talep üzerinde bulunan perdedir; söz konusu talep, kendinden O’nun bilinmesini istemektir. Mümkünün varlığını yokluğuna tercih de bu ilahi talebe tabidir. Allah Teâlâ mümkünü var ettiğinde, Rabbi olduğunu da bildirmiş, mümkün de O’nu rabbi olarak bilmiş, başka bir bilgiye sahip olmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ’dan başkasının -O’nun kendisini bildiği yöndenO’nu bilmesi mümkün değildir. Sonra Allah Teâlâ, emir ve yasaklarına mümkünün boyun eğmesini istemiş, mümkün şöyle karşılık vermiştir: ‘Bu çetin bir ma­kamdır, onu yerine getiremem. Rabbim! Senin nezdinde söz değişmez ve senden ancak bilginde takdir ettiğin şey meydana gelebilir. Senin meşiyetin tektir ve bana nispet edilen irade şendendir. Öyleyse benim zatımın sana boyun eğmekten kabul edeceği şey, senin istediğin şekilde senin için olmamdan ibarettir; yoksa emrettiğin tarzda değil! Emrin iradene uyarsa, bu ikisini bir araya getirebilirim. Benim hakikatim

bundan fazlasına imkân verrnez. Onu sâria nispet ettim ve sen şöyle di­yensin: ‘Azap kelimesizimin hakkında gerçekleşirse, yoksa sen ateşte olanı kurtaracak mısın?’229 Bunu dediğin peygamber, sana göre, yükümlüle­rin en keremlisidir. Verdiğin bu hüküm şendendir ve yine sana döner. Öyleyse sen ancak kendine boyun eğersin. Ben ise seni benim gibi bilmeyen perdelilere benzeyen, bir suretim: Onlar şöyle der: ‘Hakk bi­zim dileğimize karşılık^ vermiş, istediğimiz hususta bize boyun eğmiş­tir.’ Hâlbuki sen sadece kendini sevdin ve iraden ona bağlandı. Benim boyun eğmem de kendimedir. Çünkü benim seni talep etmem müm­kün değil! Ben seni kendim için talep ederim. Beni davet ettiğin şeye kendim için boyun eğerim. Sen benim ile yaratmış olduğun perdeliler arasına perde koydun. Onjar, gerçeği bilmeyerek Şöyle derler: ‘Falan kendisini çağıran rabbinin emrine icabet etmiştir.’ Hâlbuki onlar be­nim, senin emrinden dolayı değil iradenden dolayı boyun eğdiğimi -bilmezler. Benim nezdımde hüküm değişmez. Çünkü ben bundan baş­ka bir şeyi kabul edemem. Bu, zatımın kabul ettiği şeydir ve benim mutluluğum ona bağlıdır.’                    ..',. -         .  -

‘Sonra sen, ey Rabbim! Bana bunu nispet ettin ve bununla beni, övdün. Hâlbuki sen işin nasıl olduğunu bilirsin. Ben hakikatin aksini gösterdiği bir halle ortaya çıktım ve şöyle dedin: ‘Onlar emrettiği iş­lerde Allah Teâlâ’ya asi olmazlar.’. Hakikat bu övgünün ardından şöyle nida eder: ‘Onlar kendilerinden irade ettiği hususta Allah Teâlâ’ya asi olmazlar ve O’nun emri iradesine bitişir.’ Herhangi bir yaratılmışın asi olmadığı emir (iradenin bitiştiği) budur. Bu durum ‘O’nu irade ettiğimizde kendi­sine ol deriz230 ayetinde belirtilir. Ayette geçeri emir, memur olan mümkünün karşı çıkamayacağı emirdir, yoksa fiil ve terklerle ilgili emir değildir. Rabbim! Arif kulların zevk ve müşahede yoluyla bunları bilir. Sen fiili yapması emredilen kulda meydana gelsin diye bir fiili emredersen, o fiil gerçekleşir ve bü durumda şöyle dersin: ‘Bu kul em­rime bağlanan itaatkâr bir kuldur.’ Hâlbuki onun "bu konuda yetkisi yoktur. Susmak bir hükümdür ve onu yapanlar pek azdır. Kimin ko­nuşması Allah Teâlâ’ya dayanırsa,' delil sahibi odur, çünkü kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. Kimin konuşması nefsine dayanırsa, perdelenir! Nitekim Hakk kulu vasıtasıyla konuştuğunda, kulun makamının gerektirdiği şekilde, kelamı zahir olur. Cevabı ona döndürdüğünde, kendisiyle değil, O’nunla Hakka ibadet eder ve hükmü Rabbinin kelamı üzerinde orta-

ya çıkar. Hakk da ona nida eder. İnsan doğruyu söylese bile, cedeli çok bir varlıktır. Her doğru söz övülmüş değildir veya doğru-Hakk olmayan her şey kınanmış değildir. Edepli insanlar, Hakkın övüldüğü yerleri bi­lenlerdir ve doğruyu o yerlerde söylerler. Onlar doğru olmayan sözle­rin övüldüğü yerleri de bilirler ve uygun ilahi bir karşılık olarak muga­lata yapmak amacıyla yanlışı o yerde kullanirlar.

Öyleyse ifade ettiğimiz şekilde; Hakkın ve yaratıkların boyun eğ­mesini bilen, ariflerdendir. Fakat bu konuda insana lazım olan bazı sır ve edepler vardır. Bu ve benzeri makamlarda konuştuğunda, o sırların inceliklerinden habersiz kalmamalıdır. Öte yandan bu makamda sadece inayet ehlinin fark edebileceği gizli tuzaklar vardır. Bu tuzaktan kur­tulmak isteyen, Allah Teâlâ’nın kendisi için belirlediği ve peygamberlerin di­liyle gelen emirlere bakmalı ve onları yerine getirmelidir. Böylece Pey­gamber nerede yürürse orada yürür, nerede durursa -bir ekleme ol­maksızınorada durur. İşler çelişir ve birbiriyle çatışırsa, bu da ona kalmıştır, sana değil! Sen ‘ben bilmiyorum’ de! O’nun nezdinden emir böyle gelmiştir. Sen de O’na dön. ‘De ki, Rabbim, bilgimi artır.’231

Birinci makamı böylece açıklamış olduk.                 .

VASIL

el-Mümin İsminin Tasarrufu Altındaki İkinci Makam

Bu makam yaratılmış mümin isminin bir neticesidir ve bu mümin O’nu izhar edendir. Bu isim, eman veren değil, tasdik eden anlamın­daysa böyle yorumlanır. Eman veren anlamında ise el-Mümin ilahi is­mi yaratılmış mümini önceleyerek, yok iken ona varlık verdiğinde bir daha yok etmeyeceği şeklinde eman ve güven verir. el-Mümin varlığını bilmek ile (buradan hareketle) Hakka dayanması arasında bir perde olmaz. Bütün bu konularda kendisine güven verir. Bunları bilen kim­se, korkmaz ve eminlerden olur.

Hakkın doğruluğunu tasdik doğruluğumdan Böyle olmasaydı, doğru söylese de doğrulanmazdı

Asıl yönünden eşyaya bakma Onları soyutla, çünkü hakikatler

Bilmediğin işleri gösterir sana

Sizin için onlarda yücelik ve yollar gözükür

Nur ile perdenin ardından onları görürsün Onlarla apaçık bir Hakk olarak yürürsün

Seni çağırır, oluştaki yoksulluk ve hacet Rahman sayesinde rab ve rızık veren olunca

Mümkünün verdiği haber konüsunda Rabbini tasdik etmesi, onu var ettiğinde yolduktan kendisine eman vermesiyle ilgilidir. Allah Teâlâ da doğruluğunda kendisini tasdik eder ve bunu yaratıklarında icra eder. Öyleyse tasdik eden ve doğru sözlü, doğru söyleyenin kendisi değildir. Ancak iki farklı nispetle bu ikisi bir olabilir. Haber hiçbir zaman birin­ciden olmazken tasdik ötekinden olabilir. Burada (birinci ve öteki de­nilen) ilk ve son, yani Evvel ve Ahir Allah Teâlâ’ya ait iki isimdir. Allah Teâlâ kulunu ilk olma haline yerleştirirse, ona haberleri verir, o da bilgi verir. Allah Teâlâ kendisini el-Ahir ismine yerleştirir. Bu durumda verdiği haberde onu tasdik eder. Allah Teâlâ kendisini el-Evvel ismine yerleştirir ve kuluna haber verirse, kulunu el-Ahir ismine yerleştirir. Bu durumda kul verdi­ği haberde Hakkı doğrular. Öyleyse doğru söyleyen Evvel iken doğru­layan Ahir’dir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Doğruyu getiren ve onu doğrula­yanlar takva sahipleridir:232 Onlar bu hükümle geri kalan ve kurtuluşa erenlerdir.

Olmasaydı sözün varlığı doğru söylemezdi kul Olmasaydı çift olmazdı tek

Geldiği yönden onunla gelmiş

Hüküm sahibidir o, kınama ve övgü ona ait

Tesadüfle olursa bir kısmının söylediği gibi

Ya da kasıtlı ise, kasıt hüküm vermiştir

Tesadüfü söyleyen hatalı

Hakkın önce ve sonra niteliğini bilmeyendir

Doğruluk haberle ilgiliyken onun yeri doğru sözlünün kendisidir. Doğruluk delil sahiplerinin niteliği ya da ayet ve mucizelerin iddiaları­nın doğruluğuna sağladığı delillerle iman edenlerin niteliği değildir. İş­te bu, bilgidir. Doğruluk kulun kalbinde ortaya çıkan bir nurdur ve söz konusu nur sayesinde haber vereni doğruladığı gibi onun doğrulu­ğu da bu nur sayesinde ortaya çıkar. Haber verenin dönmesi nedeniyle de ondan döner, çünkü ışık her nereye giderse haber verene tabidir. Delille olan tasdik böyle bir hükme sahip değildir. Haber veren döner­se, onun dönmesi nedeniyle kendisi dönmez. İşte haber vereni tasdik eden ile delili tasdik eden iki adam arasındaki fark budur. Bu mesele varlıktaki çetin meselelerden biridir. Çünkü meşru hükümler, neshe konu olabilen ilahi haberlerdir. Tasdik ise hükme tabidir. Haber veren geçerli saydığı ölçüde onu ispadar ve haber veren kaldırdığında hükmü kaldırır. Bu konuda Hakk öncelik sahibi olmakla nitelenmez. O bazı grupları hükümlerin neshedilebileceği fikrini reddetmelerini sağlamış­tır. Doğru sözlü olan ise (nesih söz konusu oldu diye) ilk habere karşı kendisini yalanlamış olmaz, sadece o hükmün sabit olduğunu, (nesih gerçekleşince) bu kez hükmün kalktığını bildirmiştir. Her iki durumda da doğru söyler ve arada çelişki yoktur. Fakat haber, eşit ölçüde yalan ve doğruluğu kabul etmek özelliğine sahiptir; haber verilen şeye bak­maksızın, haber oluşu bakımından böyledir. Bu nedenle bir delil vası­tasıyla haber verenin (muhbir) doğruluğunu söyleyen ile iman ederek onun doğruluğunu söyleyen arasındaki fark budur. Çünkü iman mira­nı bir keşftir ve kuşku kabul etmez. Delilden hareket eden ise delilini zedeleyecek kuşkudan kendini salim tutamaz. Bu kuşku onu inceleme­ye ve araştırmaya sevk eder. Bu nedenle delilden hareket edeni iman­dan mahrum saydık, çünkü iman zevali kabul etmeyen ilahi bir nur­dur. iman her nefs üzerinde nefsin kazandığıyla murakıb olarak bulu­nan (bir nurdur); yoksa iman, güneş veya yıldız kaynaklı (değişken ve zeval bulan) bir nur değildir. Güneşin ışığı doğar ve batar, sonra onu

• kuşku karanlığı takip eder. Söylediğimiz hususu bilen, iman yönünden ve delilden meydana gelen bilgi mertebesi yönünden bilgi mertebesini ; de öğrenir. Çünkü İJke şudur: Hakk eşyayı delille değil, kendi nefsiyle (nefsi hakkındaki bilgisiyle) bilmiştir. Kamil insan da. Allah Teâlâ’nın suretine göre yaratılmıştır. Öyleyse onun Allah Teâlâ’yı bilmesi, bir keşif ve nur ima­nıdır. Bu nedenle (aklî) delillerin kabul etmediği hükümlerle O’riu ni­telemiştir. Delilden hareketle O’na iman eden ise bu hükmü tevil eder. Böylece delili böyle hükümleri O’ndan olumsuzladığı ölçüde imanı ek-, silir. . .         J. .

                   -y                VASIL y . -

Kulun Susması; Çünkü Hakk Sürekli Onunla Konuşur

Bu menzilde Hakk kendisiyle konuşunca, kul susar. Hakk sürekli konuşandır. Öyleyse kul sürekli susan ve kulak veren olmalıdır Kul hareket, durağanlık, ayakta durmak ve oturmak gibi bütün hallerinde (Hakka) kulak verendir. Çünkü kula ıhsan edilen şey, Hakkın1 kelamını duymak üzere kulaktır. Kul kendisinde yaratılan hal ve durumlarda sü: rekli olarak kendisinde Hakkın ‘yaratma emrini’ duyar. Böyle bir kul veya alim bir nefes bile kendisindeki yaratmadan yoksun kalamaz. Do­layısıyla sürekli dinleyen ve susandır. Onun Hakk karşısında konuşmaya başlaması mümkün değildir. Bir kulun konuştuğunu duyduğunuzda, bu Hakkın ondaki yaratmasıdır. Kül esas itibarıyla susan ve Hakkin önünde durandır. Öyleyse kulaklar Hakkın yaratmasının sesini duyabi­lir. Bunu ânla! Çünkü bu müşahede ehli adına meydana gelebilecek marifetin özüdür.                \

_ Sadece susmak var, Hakk konuşur                                                                ,

Allah Teâlâ var, başkası yok Yaratandan.                    .               '

, Müşahedede tekvini gösterir bize . "

Varlıkta hakikatler O’na delil                           -

Dileyen iman etsin, dileyen söylesin bakalım: Bizim dediğimizin aksini, Allah Teâlâ’dır doğru sözlü

VASIL

Takyit Bir Nitelik; Akıllar ve Keşif Onu Mümkünlere İzafe Ederken Akıllar Sadece Mümkünlerle Sınırlar

Akıllar mutlaklığı Hakka izafe eder. Bilmezler ki, mutlaklık da bir sınırlamadır. Çünkü sınırlamanın dayanağı ve sebebi, hakikatler birbi­rine karışmasm diye, temyizdir. Mudaklık sınırlamadır, çünkü o sınır­lanandan ayrışmak ve bu kez ‘mutlaklıkla sınırlanmak’tır. Hakk kendisi­ni cezalandırmayı Hakk eden kula karşı ‘Halim’ diye isimlendirdi. O ace­le etmez. Allah Teâlâ’nın cezalandırma vaktine kadar kuluna mühlet vermesi, cezayı Hakk eden kula o vakte kadar cezayı ulaştırmaması demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisini ‘Sabûr (sabreden, cezasmı ah koyan) di­ye isimlendirdi. Öyleyse sınırlamanın ve takyidin bulunmadığı bir mutlaklık yoktur. Çünkü mukayyet -ki var olan ve âlemdirsınırlan­makla mutlaklığından ayrışır. Bu durumda âlem, Hakkı mutlaklıkla sı­nırlamış demektir. Bu mutlaklık, O’nun her surette tecelli etmesi ve varlığın kendisi olması yönüyle mümkünlerin hükümlerini kabul etme­sidir. Binaenaleyh mümkünlerin hükümleri Hakkı sınırlamıştır.

O’nun sınırlılığı bağlarımızdan mutlaklık Kaydı olmayan bir mutlaklık yok demek ki

Eşyayı bilen bizim sözümüzü söyler Son başa baş sona bağlı hep

Tuzaktan sakın, şayet imanlı isen

Tuzağındandır tuzağım, hilesinden hilem                                        '

Çevrilmeyecek tuzak gücü O’nun Bilgi ve güç ile nitelenen kulun gücü

Şiddet Hakka ve Varlıklara Ait Bir Niteliktir

Hz. Musa şöyle der: ‘Onunla gediğimi kapatayım.’233 Ebu Yezid’in huzurunda ‘Rabbinin tutması şiddetlidir234 ayeti okunduğunda, ‘Benim­ki daha şiddetlidir’ demiştir. Bunun nedeni, kulun tutuşunun kevni rahmetten yoksun olmasıdır. Allah Teâlâ’nın cezalandırması ve tutuşu böyle değildir, çünkü ilahi rahmet ona eşlik eder ve kul bunu bilir. Gerçekte kulun tutuşunda da durum böyledir, fakat kul bunu görmez ve rahme­tin etkisini hissetmez. Bununla birlikte bu tutmayla kul kendisine mer­hamet eder. Fakat bilmez ki, Allah Teâlâ her şeyi bilendir. Öyleyse o ‘Rahmetin her şeyi kuşattığını bilir.’235 Bu nedenle Allah Teâlâ’nın tutuşunu rahmeti kuşattığı gibi var olanları cezalandırmasını da kuşatır. Bütün cezalandırılanlar bunu bilmez. Kul kendi yönünden bir cezalandırmaya sahipken Rabbi vasıtasıyla da cezalandırabilir. Gerçekte Rabbin kulu vasıtasıyla tutması yoktur. Ebu Yezid Rabbinin tutuşunu kendisine izafe ederek şöyle demiştir: ‘Benim tutuşum daha şiddetlidir.’ Çünkü onda Rabbimin tutuşu da bulunurken Rabbimin tutmasında benim tutuşumun zelilliği yoktur.

Hakk kendisini eş-Şedid diye isimlendirdi. Bu, Hakkın âleme yer­leştirilen sebepler vasıtasıyla var ettiği sebeplerdir. Böylece Allah Teâlâ ateş vasıtasıyla kullarına azap eder. Ateşin de Allah Teâlâ’nın azap görende yarattı­ğı acıya eklenen azaptaki bir hükmü vardır. Azap gören Allah Teâlâ’dan per­delenme halindedir ve sadece sebepleri görür. Hakkın eş-Şedid olması yönüyle sebepleri görerek kulu ‘tutması’, azap edici olması yönüyle gerçekleşir. O halde şiddet başkasını talep eder ve onun varlığı zorun­ludur. Kimse bunu inkâr edemez. Acıların sebeplerini görmek, sebebi­ni görmediği halde azapta acıyı bulmaktan daha ağırdır. Bu durum, bilhassa sebebi ortadan kaldırmaya gücü yettiğini bilirse böyledir.

Şiddetin müstakil bir hükmü yok

Şahsın gölgesi ortaya çıkmadan                                                      .


Onu gördüğünde kendisini hayrette bırakır Bu gölge onun edilgeni

O şiddetinden yoksun kalmaz Ondan yoksun kalınca kendinden ayrılır

VASIL

Hakkın Tecellisi ve Münacat Esnasında Huşu Övülen Bir İştir

Hakkın tecellisi ve münacatı esnasında huşu, övülen bir iştir. Bu­nun dışındaki durumlarda bu davranışın üzerinde gözüktüğü kimse kınanır. Şu var ki eşyaya mahsus ilahi yönden Hakkı bütün eşyada gö­renlerin durumu farklıdır. Bu görme kendisini aşmayacak gerçek bir teraziyle gerçekleşmelidir. Çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde bizim için bir terazi belirleyerek şöyle buyurmuştur: ‘Göğü yükseltti ve teraziyi koydu.’236 Hakkın koyduğu yere göre teraziyi kullanmak şarttır. İnsan Hakkı her şeyde görse bile, Allah Teâlâ her şeyde kendisine aynı tarzda davranılmasını irade etmemiştir. Aksine kul övgünün talep edildiği yerler­de O’nu över, yüz çevirmenin talep edildiği yerlerde yüz çevirir. Dola­yısıyla kul Hakkın ondan talep ettiği teraziyi aşmaz.

Bu müşahedede gizli tuzak vardır ve onu ilahi-meşru teraziyi bil­mekten başka hiçbir şey kaldıramaz. Kim onu bilir ve sınırında durur ve Allah Teâlâ’nın peygamberlerine öğrettiği edebe göre davranırsa, kurtuluşa erer, Allah Teâlâ’yı bilme derecesine ulaşır. Allah Teâlâ bir terazi olmadan O’nun niteliğini yüceltenlere edep öğretmek üzere şöyle buyurur: ‘Yü­zünü astı, yüz çevirdi. Bir âmâ geldi diye. Belki o temizleneçek.’237 Kastedi­len zorba insandır. Allah Teâlâ kalpleri kırıkların gönlünde gizli bir halde bulunurken zorbaların kalbinde görünür bir halde ve zahir ola­rak bulunur. Zuhurun hükmü daha güçlüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanla­rın Allah Teâlâ’nın birliğine iman etmeleri ve körlüklerini gidermek hususun­da hırslıydı. Görünüşte kör bâtında gözü açık birisi geldiğinde -ki o zorba insanların bâtını âmânın zahiriydibeşer nefsinde ne gerçekleşir­se o şey meydana gelmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hangi varlıkta zuhur ederse etsin, Hakkın niteliğini görüyordu. O’nu gördüğünde, terazisinden farklı bir tarzda almış olduğu ve kendi yerinden başka bir yerde ortaya çıkan bu niteliği oluştan selbetmek üzere bir çözüm aramıştı. Bu nite­lik, kendisine ait olmayan bir yerde ortaya çıkmıştı ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıskançtı. Bunun üzerine kendisine şöyle denilmiştir: ‘Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun.’238 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hakkın niteliğini -ki bu nitelik âlemde müstağniliktirgörmüş, bu ni­teliğin kendisinde gözüktüğü kimseyi tezkiye etmek üzere hırslanmış, buna karşılık kendisine ‘Tezkiye olmayacaksa, sana ne?’239 denilmişti. Yani sen niyetinin karşılığım alırsın. Başka bir ifadeyle o kişi nefsini arındırsaydı alacağın sevabı yine alırsın; o tezkiye olsa da olmasa da, bir şey kaybetmezsin. ‘Hâlbuki koşarak sana gelen, korkandan yüz çevir­din.240 Çünkü o âmâydı. Yani uğursuz sayma. Böylece onu uğursuz görmekten men etmiştir. Bundan dolayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iyiye yormayı severken kötüye yormayı nahoş bulurdu. Kötüye yormak, mekruhun bir pârçasıyken iyiye yormak hayırdan bir nasip ve paydır.

Hz. Peyğamber’e şöyle denilmiştir: ‘Sen gece ve gündüz rızasını di­leyerek rabbine ibadet edenlerle beraber sabırla hareket et.’2*1 Onlarda Hakkın niteliğini aramalısın! Çünkü senin âlemde aradığın sadece odur. Ben kullarımı gece, gündüz ve bütün vakiderde onların yüzleri­nin, yani zadarımn benim çağrıma kulak vermelerini ve bana dönmele­rini murad ederim; ‘Gözünü onlardan ayırma’242, çünkü onlar senin bil­diğin gibi benim niteliğimle zuhur edenlerdir. ‘Dünya hayatının ziyneti^ ni istersin:243 Bu ziynet de onlarda ve dünya hayatındadır. Senin tale­bin burada odur. ‘İtaat etme.’244 Onlar senden müstakil olarak seninle oturacakları kölelerin bulunmayacağı özel bir meclis istemektedirler. ‘Kalbini zikrimizden gafil yaptığımız kimselere.’245 Onun, kalbini örtüler içine koyduk ve bizi anmaktan perdeledik. Çünkü onun kalbi bizi zikretseydi, efendiliğin bize ait olduğunu, kendisinin sadece bir köle ol­duğunu anlar; kendisiyle gözüktüğü ve senin de benim niteliğim oldüğu için saygı duyduğun büyüklük özelliğini yitirirdi. Sen onların zahi­rinden bu niteliği izale etmek istedin. Çünkü ben sana büyüklenen ve zorbalaşan herkesin kalbini mühürlediğimi söylemiştim. Dolayısıyla kendisinde gözükse bile, hiçbir kalbe büyüklük giremez! ‘Hevasına uyan.’246 Yani kendisiyle gözüktüğü' gayesinin peşinden giden kimse.

‘Onun işi parça parçadır.’247 Yani gözleri o işe dikilmemiştir ve O’nu müşahede eder. Söz konusu insan, gözünü arzusundan alıp Hakkın peygamberinin diliyle söylediği ve istediği şeye çevirmez. ‘De ki; Hakk Rabbinizden geldi. Dileyen...’248 Yani kimin iman etmesini dilerse ‘iman etsin. Kimi dilerse de,’249 yani inkâr etmesini dilediği ise ‘inkâr etsin.’250 Çünkü onlar, dileyemez; ‘âlemlerin rabbi dilemedikçer251 Söz konusu köleler kendisine geldiğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle derdi: ‘Haklarında Rabbimin beni azarladığı kimseler, hoş geldiniz!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem on­lar ayrılana kadar kendileriyle oturur ve ayrılmazdı. Ölene kadar bu âdetini sürdürmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemle birisi karşılaşıp konuşmaya başladığında, durur, o aynlana kadar beklerdi. Birisi elini tutuğunda, o bırakana kadar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bırakmazdı. Peygamberin ahlakı hak­kında bize bunlar aktarılmıştır.

İlahi niteliği görmemizin bir terazisi yar

Göz sahibi için, varlıklar onda zuhur edince

Akıllı-haberdar ona göre davranır

Peygamberden gelen şeriat ve Kuran’a göre

Islamdır bu, hükmüyle amel et

İmandır ve ihsandır                                                                                       ,

VASIL

Hakları Yerine Getirmek Alemin Yükümlü Olduğu İlahi Bir Özelliktir

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdi.’252 Her şeye verilen, söz konusu şeyin zatı yönünden Allah Teâlâ katında bulunan hakkı­dır. Öyleyse verilen şey zati bir haktır. Allah Teâlâ nezdinde bulunan arızi Hakk ise ‘Size verdiğim sözü yerine getiririm253 ayetinde belirtilir. Bu Hakk, Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirenlere vereceği haktır. Sözünü tut­mayanın Allah Teâlâ katında ahdi bulunmaz; dilerse cennete, dilerse cehen­neme koyar! Kulların bir kısmı Hakk ediş yoluyla cennete girerken bir kısmı meşiyet yoluyla cennete girer. Nitekim cehenneme de Hakk ederek girenler vardır. Onlar, bilhassa cehennem ehli olan günahkârlardır. Bunlar hiç bir zaman cehennemden çıkamaz ve bu nedenle kıyamet günü onlara ‘Bu gün ey günahkârlar, ayrışın254 denilir. Yani bu diyarın sakini olmayı Hakk edenler, ayrışın! Günahkârların (mücrimler) dışın­dakiler, ateşe girseler bile, oradan şefaatçilerin şefaatiyle veya Allah Teâlâ’nın ihsanıyla çıkarlar. Kastedilen mücrimler, hiçbir hayır ve iyilik yapma­mış olanlardır.

Mücrimler bir iyilik yapmış olsalar bile, Hakk ediş orada yerleşmele­rini talep eder. Onların iyilik yapması, (özü gereği değil), kendilerin­deki bir özellik nedeniyle iyiliği yapanlara benzer. Her kim nefsinden hakkı verirse, O’nun üzerinde delilini bırakmaz. Kim hakka ekleme ya­parsa, bu ilave onun ayrıcalığıdır ve Allah Teâlâ’dan olan özel bir övgüsüdür. Bu, Allah Teâlâ ehlinin hakkında konuştuğu bir niteliktir. Çünkü zorunlu ameli yapmakta kul zorunludur, ihsanda gönüllü kuldur. İnsanların bir kısmı ihtiyari kulluk makamını zorunlu kulluk makamına tercih eder. Çünkü zorunluluk cebirdir ve onun hükmü özgür olanın hükmünden başkadır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kalbi imanla dolu iken istemeden.. ,’255 Zor­lanmadan inkâr eden inkârı nedeniyle cezalandırıldığı gibi mecbur olandan farklı olarak hangi işi yaparsa fiilinin karşılığını bulur. Mecbur ve zorlananın kim olduğuna ve onun niteliğine bakmak gerekir! Bazı alimlere göre zinada cebir ve zorlama geçerli değildir ve (zorlansa bile) bu davranış nedeniyle kişi cezalandırılır. Çünkü zina aracı şehvetin kendisine akarak etki etmesiyle uygun Hakk gelebilir. Bize göre kişi böyle durumda da mecburdur ve zina için zorlanmıştır. Onun iradesi ancak cinsel ilişkiyle ortaya çıkar ve bu birleşme şehvetin bedenine ya­yılmasından sonra olabilir. Böyle yapınca kendisini zorlayandan korur. Böyle bir durumda içinden zorlama sahihtir, inkârda ise böyle değil­dir, çünkü dille muhatap ikna edilebilir, içinden ise farklı bir inanca sahip olur. Zani ise şehvete kapılsa bile bu şehveti kerih gördüğünde, mümindir. Şehvet haz alma iradesi olmasaydı, onun istediği şeyi irade eden olmadığını söylerdik.

Bizim gördüğümüzü, irade eden

İstediği şeyi irade eden değildir

Fakat zorlanmış ve fakat istemiş Zahirde onu görünce

De ki ona sen, himaye eder

Umulur ki himaye kendisine fayda verir

Bir söz söyledin ki, doğru ise o Umulur ki gayeye ulaştırır seni

Başka bir şiir şudur:

Hakları yerine getirmek vacip Bir şahit ve gaib üzere

Sadece haklar var

Kim yerine getirirse onları vacibi yerine getirir

Kim yerine getirmezse Şeriat onafasık der

VASIL

Mümkün Var Olduğunda, Varlığını Koruyacak Birine Muhtaçtır

Bu sayede mümkün varlıkta kalır; koruyucu var olanlardan birisi olabilir. Allah Teâlâ için koruma, yaratmadır ve bu nedenle koruma O’na nispet edilir. Kendi başlarına var olan hakikatler, korunmaya kabiliyet­liyken kendi başlarına var olmayan mümkünler böyle değildir. Onlar var olmaya, korunmayı ve bekaya kabiliyedi değillerdir. Dolayısıyla var olduğu andan başka onun varlığı yoktur, sonra hemen yok olur. Ko­ruma var olma zamanını takip eden ikinci zamanla ilgilidir. Buna ilave edilene gelirsek, Allah Teâlâ koruyan ve gözeten iken kendi başına var olan hakikat, korunan ve gözetilendir. Oluşu koruyan, onun varlık zamanı­nı koruyandır.

Hakk kulu tarafından gözetilendir, korunan değildir. Allah Teâlâ mahfuz olmayı kabul etmez, çünkü O misli olmayan Samed’dir. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberine ‘O’nun dışındakilere ibadet edenleri uyarmak üzere, ibadet edilen putların özü gereği bekalarını ve varlıklarını koruyacak birisine muhtaç olduklarını söyleyerek şöyle buyurur: ‘De ki Allah Teâlâ’yı mı dost edineyim, O gökleri ve yeri yaratan, doyurandır.’256 İkinci keüme, bazı şaz rivayetlerde ‘doyurulur’ diye okunur. Öyleyse varlığı devam eden her varlığın bir koruyucusu vardır. Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olan bu koruyucu, o şeyin varlığını muhafaza eder ve varlığı korunanın gıdasıdır. Dolayısıyla bir varlığın sureti değişse bile, Allah Teâlâ bekasının bağlı olduğu latif veya kesif, idrak edilen veya edilmeyen gıdalarla bes­lediği sürece, varlığını korur. Koruyucular arasmda mutlu olan, ko­runmak üzere yaratılmış olduğunu görenlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin üzerinizde koruyucular vardır.’257 Bunlar varlığı koruyanlardan değil, kulların fiillerini gözedeyenlerdir. Genel koruma ‘Size koruyucu­lar gönderilir258 ayetinde belirtilir. Burada kelime belirsiz gelmiş, bu lafzın altına varlığı koruyanlar ile fiilleri koruyanlar girmiştir.

Dersen ki Allah Teâlâ yarattığihı korur Her şey O’nun yaratması, koruma nedir?

Kastettiğim mana budur Lafızdaki ibareler buna delil

Benim söylediğim söze gelirsek

Lafzı incelersen sana perde olur                           . '

VASIL

Kalem ile Levha Tedvin ve Yazı Âleminin İlkidir

Yazı ve tedvin âleminde ilk var olan Kalem ve Levha’dır. O ikisi­nin hakikati, ulvi ve süfli, mana ve mahsus bütün varlıklara yayılmıştır. Bu ikisi sayesinde Allah Teâlâ âlemde bilgiyi korur. Bu nedenle bir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bilgiyi yazıyla kayda geçirin.’ Yine buradan, Allah Teâlâ

Teala Tevrat’ı eliyle yazmış, Allah Teâlâ peygamberi ve bütün peygamberler vahyi yazma âdeti edinmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: •Saygın yazıcılar yap­tıklarınızı bilir.’259 Başka bir yerde ‘küçük veya büyük her şeyi saymış­tır260 der. Başka bir ayette ‘Her şeyi imam-ı mübinde saydık261 veya ‘Saklı bir kitapta262 veya ‘saygın sayfalarda, temiz ve yüksek elçilerin elle­rinde263 buyurur. Başka bir ayette ‘Onların yaptıklarını ve eserlerini ya­zarız264 buyrulur. (Yazmak anlamındaki) ‘ketebe’ eklemek delmektir. Buradan hareketle ‘ketibe’ askerlerin birbirlerine eklenmesi nedeniyle böyle isimlendirildi. Çiftlerin birbirine eklenmesiyle, manalarda ve ci­simlerde birleşme gerçekleşerek dışta sonuç ve ürün ortaya çıkar. Kim adına bu özel ekleme korunursa, bu ekleme kendisine sahip olmadığı bilgiler kazandırır. Kim bu özel ve sınırlı, eklemeyi korumazsa, bir so­nuç elde edeme? ve onun sözü faydasızdır.

Bir netice olacaksa ekleme kaçınılmaz

Her varlık eklemeden gelir meydana

Levha ve Kalemden başka

Ki Kalem bizde (Levha’yla) kucaklaşmayla hüküm sahibi

Her varlık Levha’sına eklenmekle meydana gelir

Varlık nicelik ve nitelik mertebesinde

İyi bak yazdığıma

Bu varlıkta o konuda bilgi sahibi ol

VASIL

Allah Teâlâ’nın Kullarıyla Olan Meclislerinin Sayısı Onlara Farz Yaptığı Şeyler Kadardır

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın kullarıyla olan meclisleri vardır. Bunların sayısı, onları yükümlü tutuğu farzları kadardır. Allah Teâlâ onları yarattığın­da, bu meclislerde kendisiyle oturmaya davet etmiştir. Bu meclislerde

O’nunla oturmaktan yüz çeviren kimse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın davetine karşı gelmiş demektir.

Bu bağlamda Allah Teâlâ’nın ‘iman meclisleri’ denilen meclisleri vardır ki Allah Teâlâ kullarını bu meclislerde oturmaya özel bir tarzda serbest bırak­mıştır. ‘Kendilerini davet ettiği yönden’ meclise girdiklerinde, Allah Teâlâ onlarla bu mecliste oturur ve pek çok iyilik görürler. Davet ettiği yön­den girmezlerse, orada Hakk ile oturmaz, iyilik veya kötülük bulmazlar. Meclislerin sayısı, şeriatta onlara karşılığında ecir veya günah olmaksı­zın, tasarruf izni verilmiş mubahların sayısıncadır. insanlar Allah Teâlâ’nın kendisini mubah kılmasına inanarak bir iş yaptıklarında, iman onlara eşlik eder. ‘Kendilerine davet etmesi yönünden’ derken kast ettiğim budur.

Allah Teâlâ’nın kendilerine (bir günah olmaksızın) girmeye izin verdiği meclisler içinde de bir takım meclisleri vardır. Onlar, kendilerini davet edişi yönünden söz konusu meclislere geldiklerinde, Allah Teâlâ ile birlikte otururlar. Belirli bir mubahlık meclisinden birisine gelmeyip o mecliste Hakk ile oturmadıklarında ise, hiç kuşkusuz, O’na karşı gelmiş olurlar. Onların bu mecliste Hakk ile birlikte oturmayı terk etmeleri, farzlar meclisini terk etmekle birdir. Farz derken fiil veya terk şeklinde zikre­dilen her şeyi kastetmekteyim ve bu farz, haram veya mendubun mu­kabili olan mekruhları da içerir. Bunların sayısı, onların söz vererek kendilerine vacip yaptıkları ve bu nedenle de Allah Teâlâ’nın onlara farz kıldı­ğı şeylerin sayısı kadardır. Ya da içlerinden olan yöneticilerin emrettiği ve Allah Teâlâ’nın onlara itaati farz kıldığı davranışlar kadardır. Onlar bu mec­lislere girmezlerse^ asi olurlar. Bu meclislerin mubahlık meclisleri içeri­sinde belirli olduklarını söyledik, çünkü adak, yapılması mubah bir işte olabilir. Hakk kulu o işi yapıp yapmamada serbest bırakır. İçlerinden olan yöneticilerin emirlerinde de durum aynıdır. Onlar yapmaları mu­bah kılman hususlarda emir verebilir. Hâk da belirli meclislerde -tıpkı farz meclislerinde kendileriyle oturduğu gibionlarla oturur. Allah Teâlâ’nın ‘nafile hayır meclisleri’ diye isimlendirdiği ve kulları adına belirlediği başka meclisleri de vardır. Bunlarla mubahlık meclisleri arasındaki fark tercihtir. Mubahlıkta tercih yoktur. Bütün bunları yapmak veya terk etmek hakkında söyledik. Allah Teâlâ yüce ve üstün sevgisini farz meclisleri­nin sahiplerine tahsis etmişken bunun aşağısındaki sevgisini nafile iyi­likleri yapanların meclislerine ayırmıştır. Meclislerin sayısı nafilelerin sayısı kadardır. Farzda benzeri bulunmayan bir nafile olamaz. Misal olarak nafile-tatavvu sadakayı verebiliriz. Onun farzlardaki benzeri ze­kâttır. Aynı şey namaz, oruç ve diğer farzlarda geçerlidir.

Allah Teâlâ’nın kendilerinde kullarıyla oturduğu başka meclisleri daha vardır ki bunlar ‘kevnî meclisler’ diye isimlendirilir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Kim iyi bir adet başlatırsa...’ hadisinde belirtilir ve bu davranış, genel nezdinde, ‘bidat-i hasene (iyi adet)’ diye adlandırılır. Çünkü Allah Teâlâ onu bize yazmadığı gibi farz da kılmamış, âdeti çıkartan tarafından ortaya konulmuştur. Bu meclislerin sayısı ise iyi adet çıkar­tanların ve onları yapanların sayısı kadardır. Bütün bu meclislerde Hakk, o iyi âdeti çıkartanlarla farkında olmadıkları yönden oturur. Allah Teâlâ iyi âdeti yapanların sayısı kadar o kişiyle oturduğunu keşif yoluyla sırrında gösterebilir. Bu durumda iyi adet çıkartmış insan, o esnada kendisini yapmıyor iken, Hakkın kendisiyle oturduğunu garip bir şe­kilde görür ve ona şöyle denilir: ‘Falan ve falan kişi senin çıkarttığın o iyiliği yapmış, biz de seni övmek üzere ‘iyi adet5 meclisinde kendisiyle oturduk, o kişi senin bu davranışını övmüştür.’ Bunun üzerine o kişi, bundan dolayı Allah Teâlâ’ya şükreder.

Her meclisin bir kapısı vardır ve o kapıdan meclislere girilir. Her kapının üzerinde bir kapıcı vardır. Kapıcı imandır. Bir kısmının üze­rinde iki kapıcı vardır: bunlar iman ve niyettir. Kapılar amele başlama­dan başka bir şey değildir ve amele başlamak giriş mesabesindedir. İlk başlamanın hali -ki ilk başlama giriştirkapıdır. Allah Teâlâ ‘Onlar namazla­rında daimidir265 buyurur. Namaz kılan Rabbine münacat eder. Münacat bir zikirdir ve namaz kılanla Allah Teâlâ oturur. Münacatta süreklilik, namazındayken her nefes Hakka münacat ettiği gibi, kulun bütün hal ve tasarruflarında Allah Teâlâ karşısında bulunmasıdır. Bunun sebebi onun üzerinde bir halin bulunmasının ve Şâri’nin -ki Allah Teâlâ’dırde o hal hak­kında bir hükmünün olmasının gerekliliğidir. Allah Teâlâ her nerede bulunurlarsa, hükümleriyle beraberdir. Öyleyse mertebeler, mahzurlu olan veya olmayan (haram ve helal) bütün hallerde Hakka münacat eder. Çünkü fiil ve terkler Hakkın takdir edilmiş hükümlerine konu olan kulun halleridir. Bu hallerin gerçekleşmesi zorunludur ve Hakk on­ları yaratandır ve dolayısıyla onlarda bulunması gerekir. İçinde bulun­duğu halde Hakkın kendisiyle olduğunu bilen kul, Hakka münacat eder. İşte namazdaki süreklilik bu demektir. Hz. Aişe’nin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin durumunu anlatırken ‘bütün vakiderinde Allah Teâlâ’yı zikrettiğini’ söylemesi bu ifademize işaret eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem helaya giderdi ve bu esnada dille Rabbi zikretmek yasaktır. Bazen yaşlılar ve küçüklerle şakalaşır, bedevilerle sohbet ederdi. Bütün bu vakitlerde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı zikrederdi. İşte lafız ve hayal zikrinin dışında, ‘kalbin zikri’ budur. Kim Allah Teâlâ’yı böyle zikrederse, sürekli Rabbiyle oturuyordur. Rabbi onu över ve sürekli namaz kılanlara kendisini ilhak eder. Allah Teâlâ namazı tefsir ederken, onu diye tefsir etmiştir ki, zikir tilavet ve oku­madır. Kul ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’ deyince, Allah Teâlâ ‘Kulum beni övdü’ der. Allah Teâlâ namazdaki münacatı kuluyla arasında taksim et­miştir. Münacat namazın kendisidir ve iki failin fiilidir; önce biri sonra öteki konuşur! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni zikredin ki, siz i zikredeyim.'266

Allah Teâlâ’nın kitabını okuyunca sen                                    ,

Oturursun O’nunla ve konuşursun

Namaz nedir ki? Hakim’i zikretmekten başka!

Kim okursa, namaz kılar ve onda bazı şeyler bulunur

Fatiha suresi namazdadır                                   . ’

Onda zikir vardır, içermez onu

Hamd namaz kılan için farzdır

Namaz kılan herkes bilmez bunu                                                   .

VASIL

İhtiyari Olarak Allah Teâlâ’ya Dönen Kul Övülür

Allah Teâlâ’ya ihtiyari olarak dönmek nedeniyle kul övülür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bütün iş O’na döner.’267 Bunu öğrendiğinde, sen de iradenle Allah Teâlâ’ya dönmelisin! Yoksa O’na mecburen dönme, çünkü O’na dön­mek kaçınılmazdır ve isteyerek veya istemeden O’nunla karşılaşacaksın.

Hakk seni senin içinde bulunduğu Hakk göre karşılar, bu Hakk bir şey ek­lemez.

Dostum! Kendine bakmalısın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmayı severse, Allah Teâlâ da ona kavuşmayı sever. Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmayı sevmezse, Allah Teâlâ da ona kavuşmak istemez.’ ‘Özel yön­den’ (vech-i has) rav’a üflenen ilahi haberle keşif bize bildirmiş ve şöyle demiştir: ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmaktan hayâ ederse, Allah Teâlâ onunla ünsiyeteki mahcubiyetini kaldırır.’ Çünkü kulu, hayâlı davranmaya kendisinden ortaya çıkan günah veya gücünü tam kullanmadaki eksik­liği itmiştir. Bu ikisinden başka bir sebep yoktur. Hakk kuluna şöyle di­yerek onu kendisine kavuşmaya ısındırır: ‘Kulum! Senin yaptığın be­nim kazam ve kaderimdir. Sen benim hükmümün cereyan ettiği bir yersin.’ Kul bu sözle yatışır. Hâlbuki aynı sözü kul Allah Teâlâ’ya söylemiş ol­saydı, O’nun karşısında saygısızlık yapmış olur ve bu sözü O’ndan duymazdı. Bu nedenle Hakk kendisini ısındırmıştır. Böyle bir sözün Hakk tarafından söylenmesi son derece hoş iken, yaratıkların söylemesi oldukça çirkindir! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hayâ bütünüyle iyiliktir.’ Başka bir hadiste ‘Hayâ iyilikten başka bir şey getirmez’ der. Hakkın kendisini ısındırmak, rahatlatmak, mahcubiyetini giderip korkusunu ortadan kaldırmak maksadıyla kulunun mazeretini ortaya koymasından daha büyük iyilik olabilir mi? el-Latif, el-Habir, el-Münim ve elMuhsin olan Allah Teâlâ münezzehtir!

Hakkın katından bana böyle bir bilgi gelince, varlığa sığmadım. Bu hitapla ve Hakkın bildirimiyle dolçlum ve varlık bana dar geldi. Hakk beni hitabmın mahalli yapmış, seçkinlerini ehil yaptığı işe ehil yapmıştır. Allah Teâlâ ile kavuşmanın ancak ölümle olacağını biliriz ve ölümün anlamım da öğrendik. Bunun üzerine dünya hayatında ölü­mün hemen gelmesini arzuladık. Böylelikle yaşarken bütün tasarruf, hareket ve iradelerimizden (soyudanarak) öldük. Ölüm bulunduğu­muz herhangi bir yerden bizden ayrılmayacak hayatımız esnasmda bizde ortaya çıkınca -ki bu hayat nedeniyle zadarımız, organlarımız ve bütün parçalarımız Allah Teâlâ’yı tespih ederAllah Teâlâ bize, biz de O’na kavuştuk. Böylelikle O’na kavuşmayı seven insanların hükmüne sahip olduk. İnsanların ‘ölüm’ derken anladıkları şey gelip beden perdesi kalktığında, artık bizde bir hal değişmesi olmaz veya sahip olmadığı­mızdan fazla bir inanç artışı olmaz. Biz sadece ‘ilk ölümü’ tattık. Bu ölüm dünya hayatımızda nihayete erer. Rabbimiz -kendinden bir ihsan olmak üzerebizi cehennem azabından korur. ‘O büyük bir ihsandır:268

Hz. Ali şöyle der: ‘Perde kalksaydı, yakînim artmazdı.’ Her kim Allah Teâlâ’ya böyle dönerse, mutludur ve zorunlu-kesin dönüşü artık hisset­mez. Çünkü zorunlu ölüm ona kendisi Allah Teâlâ katindayken gelir. Onda bilinen ölümün yapacağı nihai iş, Allah Teâlâ katındaki nefsiyle yönettiği be­deninin arasına girmekten ibarettir. Nefs bulunduğu hal üzere Hakk ile kalırken beden aslına, yani kendisinden ortaya çıktığı toprağa döner; bu esnada toprak yerleşeninin kendinden ayrıldığı bir yerdi. Melek onu diriliş gününe kadar Allah Teâlâ katında ‘doğruluk oturağına’ yerleştirir. Di­riltme esnasındaki hali de böyledir. Hakkın her nefes verdiği şeylerde bir değişme olsa bile, Hakk karşısında bulunuşu bakımından hali de­ğişmez. Genel diriliş ve yerleşme yeri olan cenneüerdeki hal de öyledir. Yerleşilen yerde, bu dünyevi yapıya benzemeyen bir yapı beden ve yapı görülür. Onun özelliği bâtını ve zahiri itibarıyla dünyevi yaratılışa benzemez. İşte bu hükme göre, ahiret yaratılışının zahirinin tasarrufu gerçekleşir. Bir nefeste insan sahip olduğu bütün nimetleri tadar, zev­celeri veya diğer nimetleri gibi mülkünden herhangi bir şeyi bir an bile yitirmez. Öyleyse dilediği gibi insan onlardayken onlar da kendisinde bulunur.

Cennet süratle edilgenliğin gerçekleştiği bir yerdir ve orada gecik­me olmaz. Cennetin bu durumu hatıralar ve düşünceler söz konusu ol­duğunda dünya hayatının bâtınıyla birdir. İnsanın yaratılışı ahirette ter­sine çevrilecek: Orada insanın bâtını buradaki zahiri gibi sabit kalacak­ken orada zahiri buradaki bâtını gibi suretten surete girecektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hangi dönüşe(akibete) döndürüleceklerini yakında bilecekler­dir.,269 Biz döndüğümüzde, değişiriz ve bulunduğumuz Hakk ilave bir hal olmaz. Bu bölümde zikredilen dönüş ‘tövbe dönüşü’ değildir, çün­kü tövbe denilen dönüşün şekilci alimlere ve bize göre özel tanımı var­dır. O insanın üzerinde bulunduğu bütün hallerinde gerçekleşen genel dönüştür ve iki dönüş arasındaki fark budur. Çünkü tövbe pişman ola­rak dönmek ve bir konuda kararlılık göstermek demek iken bu dönüş öyle değildir. Tövbe sıradan insanlar tarafından bilinirken bu dönüş, özel insanlar tarafından bilinir ve sadece Allah Teâlâ ehli ona ulaşabilir.

Dönmek Allah Teâlâ tarafından istenir Bütün varlıklarda, Allah Teâlâ ile dönülür

Eşyaya deme O’nunla değilsin Sadece O var ve eşya var

Bütün hallerde Allah Teâlâ ile ol Allah Teâlâ’yı müşahededen gafil kalma

Çünkü uyumayan bir gözü var Allah Teâlâ’nın Seni görür ve başkası görülmez

Ne garip iştir: Emir tek Varlıklarımızdaki taksimlerin sahibi nedir?

VASIL

Kul Kullukla Yükümlü Değildir, Çünkü Kulluk Onun Zatıdır

Ubudiyet sırf horluk demektir ve kulun zati özelliğidir. Kul onu yerine getirmekle yükümlü değildir, çünkü ubudiyet, onun zatıdır. Za­tının hakkını yerine getirmek ibadet ve kulluktur. Bunu ancak hâdislik ve kadimliği içeren geniş-ilahi arza yerleşen yapabilir. İşte o kendisine yerleşeni hakkıyla Allah Teâlâ’ya ibadet edebileceği Allah Teâlâ arzıdır. Allah Teâlâ onu kendisine izafe ederek şöyle der: ‘İman eden kullarım! Benim arzım ge­niştir, sadece bana ibadet edin.’270 Yani bu arzda bana ibadet edin.

Beş yüz doksan senesinden ibaret orada Allah Teâlâ’ya ibadet ettim. Bu­gün 635 senesidir Bu yer değişme kabul eden bir yer değil, beka özelliğindedir. Bu nedenle Allah Teâlâ orayı kullarının meskeni ve ibadet mahalli yapmıştır. Kul sürekli kuldur ve sürekli olarak o yerdedir. Bu­rası -mahsus değilmakul ve manevi arzdır. Duyuda gözükürse, bu durum, Hakkın suretlerde tecellisi ve manaların duyulurlarda gözük­mesine benzer. Manalar duyulur suretlerde ancak bazı nefislerin mad­deye bağlı olmayan şeyi idrakten aciz kaldıkları için gözükür. Allah Teâlâ’yı

bilmekle dolu olduğunda ise, kişi manaları maddelerde görmeyeceği, gibi maddeleri de kendiliklerinde göremez. Bu durumda insan -her ne olursa olsunher şeyi kendi şeyliğinde idrak eder. Karıştırmadan uzak olduğu için kendisine güvenilen idrak budur. İnsanın herhangi bir şe­kilde sırf kulluğunu görmesi mümkün değilken üzerinde yaratılmış ol­duğu ilahi suretin gereği olan rablikten bir şeyin katılmadığı sırf kulluk makamında ancak ilahi tecelli sayesinde bulunabilir. Tecelli olmadığın­da, insan yaratılmış olduğu surettedir. Bu durumda kul tıpkı bütün in­sanlar gibi kul-rab, malik-memluk olur. Yine de kendisiyle sıradan in­sanlar arasında fark vardır: Sıradan insanların bir itikadı, şekilci alim­lerin bilgisi varken bu grubun müşahedesi vardır. Bu kul, iki hakikatle zuhur eden karışık kuldur. Bu karışımdan sadece o geniş yeri dolduran . inayet ehli kurtulabilir. Bu arzın bir nihayeti yoktur. Hâlbuki onun dı­şındaki her arz sınırlıdır ve bu hükme sahip değildir. Bu nedenle men­supları çoktur, çünkü her kulun o arzda sahip olduğu ve kendisinde ta­sarruf ettiği mülkü vardır, başkası ona hücum edemez. Sahip olduğu şeyle de o arzda malik ve rab olur.

Bu geniş arz, zatı gereği sakinleri üzerinde hükümran ve tasarruf, edicidir. Burası rabliğin tecelli ettiği yer ve Malik olan Hakkın otura­ğıdır. Burada ibadet edenler Hakkı orada görür. Öyleyse kim bu arzın ehliyse, kendisiyle üzerinde yaratılmış olduğu suret arasında bir perde bulunur. Böylelikle bu kul, zatında Hakkı müşahede eden bir şahit ve sırf kul haline gelir. Onun müşahedesi sürekli, hükmü onun ayrılmaz özelliğidir. Bunlar dünyada ve ahirette ‘yüzü kara’ kimselerdir, bunu bilmelisin!

Rab rab, kul kul

Karıştırma ve hataya düşme                                                , -

Allah Teâlâ’nın arzı geniş                                        :

İbadet edin bu arzda O’na -

İbadet ederken ulaştırın O’na

Her neyi arzu ederseniz =.'

O’na ait olan sizindir, sana ait olan                        .

O’na ait değil o nitelik -

‘Değilim orada’ derse Yerleştirir sizi yerine misli gibi

Halifelik bu, O’nun yerine Sen de git O’nun yollarından

O’nun suretinde bulun Sizi yerine yerleştirdiği yerde

Her işte amel edin Ameli size gösterdiği tarzda

VASIL

Hallerdeki İntikal ve Yer Değiştirmeler, ‘Hakkın her gün bir işte olmasından’ Kaynaklanır

Bütün âlem ilahi surete göre yaratıldı ve âlem kendileriyle Hakkın zuhur ettiği şe’nlerden başka bir şey değildir. Bu durum, keşif yoluyla hal sahiplerince bilinir ve onu hal olarak ‘sebahat ehli’ bilir. Bilgi bakı­mından da her an arazların yenilendiğini kabul edenler onu görür. Çünkü Allah Teâlâ’nın kullarından bir kısmı, kendisinden Allah Teâlâ’ya ve kendine intikal ettiği başka bir mekâna geçtiği mekân tanımaz. Onun Allah Teâlâ hakkındaki gayretine gelirsek, Allah Teâlâ kendisiyle bilinebilir ve O’nun hali Hakkın onlara izhar ettiğidir. Böylece Allah Teâlâ’yı ancak kendisiyle zikrettiği yerde ilahi mertebeye karşı gayrete gelir. Gerçekte Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile zik­retmeleri gerekir. Gerçeğin bunun aksi bir şekilde ortaya çıktığım gör­düklerinde ise -ki bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ’nın velileri kimdir sorusuna verdiği ‘Görüldüklerinde Allah Teâlâ hatırlanır’ cevabından anlaşılırgayrete gelmiş ve ilahi mertebeye hürmet etmek istemişlerdir. Bu saye­de -görmeleri nedeniyle değilkendiliğinden Allah Teâlâ’yı zikrederler.

Kendilerine karşı gayrederine gelirsek, onlar halden Hakk geçerken, Hakkı ancak yaratıkların kendilerini tanımayacağı şekilde şe’nlerinde müşahede ederek hakka’l-yakin bilmişlerdir. Onlar Hakkı bilemeyince, bunları da tanımamışlardır ve söz konusu insanlar sürekli meçhul kal­mıştır. Bu nedenle onlarm hayatları güzeldir. Bilirler ki, Allah Teâlâ onları gizliler, nezihler ve sakındığı kimseler arasında en gizli yerde korunan­lar yapmıştır. Bir yerde tanındıklarında ya mekânı veya hallerini değiş­tirirler. Halle yer değiştirmek adede tasarruf etmektir ki, bunlar bilinen ayederdir. Bu durumda onları Allah Teâlâ’dan bilgi alanlar tanır. Mekân de­ğiştirmeleri ise bir semadan diğerine inişinde Hakkı hakka’l-yakin ta­nımalarından kaynaklanır.

Bu sınıfın varlığıyla ve müşahedesinden yararlanmak isteyip farkında olmadığı yöndenbilgi almayı isteyen kimse, o kişiye kendisi­ni tanıdığını göstermemeli, ona karşı müstağni ve izzetli davranmalı ve sıradan insanlar gibi davranmalıdır. Ondan Allah Teâlâ’nın razı olmayacağı bir kelime ortaya çıkmaz. Bu hal sahibi ona tahammül edemez ve kendisi­ni bilmeyenler gibi ondan kaçar. Ona ancak vacip veya mendup veya özel olarak mubah bir fiille muamele eder ki, halleri bunu gerektirir.

Kim şe’nlerinde Hakkı müşahede ederse Hakk şe’nlerine yerleştirir onu

Her şeyi bilir artık Apaçık şekilde gösterir ona

O yüce bir imam Alemde zuhur eden

Gördüğün her şey Onun hakikatinden

Kalplerde bilgi pınarları ortaya çıkmış Yakîn pınarları

Başkasının görmediği bir lezzettir o Şe’nlerinde gördüğüm gibi

Azamet Ehlinden Başkasının Bulunmayacağı Berzah Alemi

Bu Hakk Allah Teâlâ’nın haramlarına saygı gösterip koyduğu alametleri yücelten azamet ehli kullar yerleşir. Bu sınıftan olan birisiyle sadece Musul hadisçilerindendiMusul’da karşılaşmıştım. O, bu makamın sa­hibiydi. Müşkül bir vakıayla karşılaşmış, ondan kendisini kurtaracak kimse bulamamıştı. Adımızı duyunca, güvendiği biri kendisini bize ge­tirdi. O kişi fakih, Necmeddin Muhammed b. Şaî el-Musulî’ydi. Vakı­asını anlattığında kendisini ondan kurtardık. Bunun üzerine sevindi, gönlü serinledi, biz de onu arkadaş edindik. O kişi bu makamın ehliy­di. Kendisi bu halde kalmakla birlikte, ben onu daha üst bir makama taşımak için uğraşmıştım, çünkü makamlarda taşınmak, önceki maka­mın terkiyle gerçekleşmez. Taşınma bulunduğu makamdan ayrılmaksızın, daha üst bir makama ulaşmakla gerçekleşir. Öyleyse makamlara yükselmek, bir şeyden (ayrılarak) değil, o şeyle beraber diğerine taşın­mak demektir ki, ‘Allah Teâlâ ehlinin makam değiştirmesi’ budur. Manalar­daki yer değiştirme de böyledir: Bir bilgiden ötekine geçerken sahip olunan bilgiyi bilmemek gerekmez; biliyorsa o bilgi kendisine eşlik etmeyi sürdürür.

Bu hal sahibi Allah Teâlâ ile nefsi arasındadır. Rabbinin nefsinden veya nefsinde görmek maksadıyla, nefsine bakar. Madubu görünmezse, bu kez bakışını Rabbine döndürür ki, nefsini O’nda görebilsin! Hakk onu bu halde gördüğünde, el-Gayyur ismi kendisine gelerek kendisine ulaşmasından korkup hal sahibi insanı, nefsini görmeye yöneltir ve bu kez nefsinde Rabbini gösterir. Bu, Allah Teâlâ izin verirse, daha sonra gele­cek makamdır.

Berzah halinden, müşahede                                                                                            .

Üç özelliği müşahede edilir

Varlığının gerçekleştiğini gösteren

Ve onun bilgisiyle seyit olmuş


-              Öyledir ve böyledir diye hüküm

; Müşahede halini gösterir ona                                                                       .

O razı olunan imamdır                                   ,                        .

Onun övgüsü akıl için bedenlendi                .                             ,

O kendinden dolayı secde edilendir

Secde eden ve edilen yerdir orası                                                     :

:' ‘ . vasil  : -v'=

Nefsini Gerçekte Müşahede Eden İnsan, Onun Sureti Üzerinde Yaratıldığı Varlığın Ezeli Gölgesi Olarak Görür

Nefsini gerçek müşahedeyle gören, onun sureti üzerinde yaratıldı­ğı kimsenin ezeli gölgesi olarak görür. Böyle bir durumda onun ma­kamına yerleşmez, çünkü edilgen olan, failin makamında bulunamaz. Gölgeler çıktıkları kimsenin secdesi nedeniyle secde eder. Öyleyse göl­gelerin kendilerine ait bir etkileri yoktur; onlar edilgendir. Bir edilge­nin faili, mertebe yönüyle ondan üstündür. Öyleyse eşya" -varlıklarıyla değilmertebeleriyle görülür. Çünkü insanlık bakımından köleyle efendi arasında bir fark yoktur. Öyleyse âlem mertebelerle ayrışır. On­ların birbirlerine karşı üstünlükleri mertebeler sayesindedir. Üstünlü­ğün mertebeye ait olduğunu -yoksa özü gereği olmadığınıbilen kim­se, kendisini başkasından üstün görmekle yanılmaz. Şöyle denilebilir: Şu mertebe bu mertebeden üstündür! Bu söz, akıllı ariflerin makamına işaret eder. Hz, Peygamber bize öğretmek amacıyla bu makamda ken. disi hakkındaki şu ayeti okurdu: ‘Beri de sizin gibi bir insanım:271 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bizden üstün saymazdı. Sonra mertebeyi zikrede­rek şöyle der: ‘Bana vahyedilir:272 Akıllılar arasında kendisini başkasın­dan üstün sayarken abartılı hareket edenin cahil ve ahmak olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kimsenin üstünlüğü kendinden kaynaklanmaz, hatta gerçek bunun tersidir. Akıllı, şuurlu ve gören insan, kendisinde hemcinslerine karşı iftihar edebileceği bir üstünlük bulmaz. -                                                       :

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kıyamet günü insanların efendisiyim, övünme yok!’ Bu ifadeyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem övünme amacı taşımayı reddetmiş, sonra övgünün bulunduğu mertebeyi zikretmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o mertebeye tercüman olarak onun diliyle konuşmuş, bu ne­denle şefaat ve makam-ı mahmûd mertebesini zikretmiştir. Öyleyse övünme -bize değilmertebeye aittir. Binaenaleyh kadrini ve değerini bilen bir insan, helak olmaz. Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

Bu makamda derin bir tecrübemiz vardır. Mertebeler var olmayan nispederdir, dolayısıyla özü gereği sadece Allah Teâlâ övünebilir. Bizim övünmemiz mertebelere ait olup mertebeler de var olmayan nispeder olunca, bizim övüncümüz yokluğa bağlanır. Yoklukla övünmekten se­ni sakındırır.

Dediğimi anladıysarı

Sen murad ve imamsın

Bilmiyorsan dediğimi

Dikkate değmez bir cahilsin

Bilgi bizde üstün perde

         Bilgisizlik kapkaranlık perde

Halleri bilmeyenlere söyle

Hamamda om öğrenecek

Allah Teâlâ gözünden kaldırdığında örtüyü

Tamlık dolunayı ortaya çıkar o zaman

VASIL

İlahi Emir Memura Etki Eder, Memur O’nun Emri Karşısında Duramaz

İlahi emir memura etki eder, memur O’nun emri karşısında du­ramaz. İlahi emir, bir yaratılmışın diliyle gelince hemcinslerde ortaya

çıkar ve nefisler, benzerlerinin emri altında bulunmaya karşı gurura kapılır. Bu durumda Hakkın emirleri ya Hakkın emirleri oldukları bi­linmeden veya bilinip fakat vasıta kendilerine etki ettiği için reddedilir. Çünkü mahal, suyun kaplardaki durumu gibi, bir hali kendisine çevi­rir. Memur (olan peygamber) Rabbinden bir delile sahip olup emri ulaştırdığı kimseye, nüfuz gücüne sahip ilahi emir ona ilişmeden ken­disini var etme kudretinde olmadığını görür. İlahi emir emirlere ilişin­ce, Hakk kendisini var ettiğinde var olsun diye, mahal hazır Hakk gelir. Mahal hazır olunca, Hakk kendisini var eder ve mahalle şöyle denilir: ‘Bu emrinde Allah Teâlâ’ya itaatkâr bir kuldur.’ Hal ve keşif dili şöyle der: ‘Senin bu işte bir etkin yok.’ Emredilen şeyin var olması için mahal ha­zır Hakk gelmemişse, ‘Rabbinin emrine isyan eden muhalif kul’ denilir. Bu esnada hal ve keşif dili şöyle der: ‘Senin bu konuda katkın yok.’ Emrin vasıtalı olması veya Hakkın diliyle veya başka bir şeyle konuş­ması durumu değiştirmez. Bu mesele, genel nezdinde yayılan ve bozuk bir asla dayanan bir konudur. Bu bağlamada insanlar, dinleyicilere söz­leri etki etmediğinde öğüt verenlere şöyle derler: ‘Söz kalpten çıksaydı, kalbe ulaşırdı. Dilden çıktığında, kulakları geçmemiştir.’ Böyle demek­le, şuna dikkat çekerler: Öğüt veren kimse, insanları Allah Teâlâ’ya davet ederken doğru sözlü olsaydı, sözü etki ederdi. Bilindiği gibi nebi ve peygamberler hallerinde doğru sözlüdür. Hatta onlar, Allah Teâlâ’ya çağıran en doğru sözlülerdir ve basiret üzere kendilerine vahyedildiği tarzda Allah Teâlâ’ya davet ederler. Öyleyse onlar, her bakımdan doğru sözlüdürler. Bununla birlikte Hz. Nuh şöyle der: ‘Kavmimi gece ve gündüz davet et­tim. Benim çağrım onlarm kaçmasını artırdı.’273 Başka bir ayette ‘Onlara uyarıcı geldiğinde...’274 denilir. Kastedilen peygamberin diliyle Hakkın çağrısıdır. ‘Onların sadece kaçmaları ve yeryüzündeki büyüklenmelerini artırır.’275 Mugalata yaparak kendini aldatma! Kime çağırıldığına bak! Hakka çağrılıyorsan, şeytandan bile olsa, o sözü kabul et! Çünkü sen sadece hakikati kabul etmektesin ve onun kimden geldiği önemli de­ğildir.

Eşyayı Hakk ile bilen adamların talebi budur. Onlar, Hakkı eşyayla bilmezler. Bu nitelik sahipleri ilahi terazileri tam bilenlerdir ve sayıları âlemde azdır. Şimdi onlardan kimseyi görmedim. Görsem bile, bu makamda tasarruf ederken görmedim. Onlar, bu yolun hakimleri Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ ile kendilerine emrettiği hususları dile getirenlerdir.

Allah Teâlâ’nın yaratıklarından bir grup var ki

İbadete yönelmiş kalpleri var                                                .                         ,

Davet ettikleri hususta yok

Hallerinden yüz çevirten bir nitelikleri

Nefisleriyle çağırdıklarında

Kapısı üzerinde dururken görürler onu

Varlığından emre koşarlar

Çağırdığı kimseyi tanıyarak                             .

VASIL

Varlık Hükümlerinden Birisi Allah Teâlâ’dan Başkasına İzafe Edildiğinde, Müşahede Ehli Onu Reddeder

Varlık hükümlerinden birisi Allah Teâlâ’dan başkasına izafe edildiğinde, müşahede ehli onu reddeder. Onlar, her neyi görür ve müşahede eder­lerse, Allah Teâlâ’yı onun öncesinde görürler, Nitekim Hz. Ebu Bekir esSıddîk böyle bir durumda olduğunu söylemiştir. Bu makamdaki alim­ler -müşahede ettikleri şeye göre değilHakkın o şeydeki hükmüne gö­re bulunurlar. Bu nedenle onlar bilgisizliği tanımaz, bilgiyi ve marifeti tanırlar. Çünkü varlık bilgiye dayalıdır ve asıl bilgidir. Benzer ve misil­ler geldiğinde, tanınmama ve belirsizlik ortaya çıkar; Bu durumda be­del, nitelik ve atf-ı beyana gerek duyarız. Benzerler ve (bunun yol açtı­ğı) tanınmama olmasaydı, herhangi bir vasıtaya muhtaç kalmazdık. Eşyanın zati tanımları niteliğin gücüne sahiptir. Çünkü insan olması bakımından insana ait zati tanımlar -söz gelişiZeyd’i Amr’dan ayrış­tırmaz. Bu belirsizliği giderecek bir ilave lazımdır. ‘Bana bir insan gel­di’ dediğimizde, ‘falan kişi’ diyene kadar kim olduğu bilinmez. Tanmmıyorken onu nitelesen veya ona bedel yapsan veya atf-ı beyanla tanı­tıp tanınır Hakk getirsen, kimi kastettiğin anlaşılır.

-          Allah Teâlâ ehlinden Melamiler gibi herhangi bir kimsenin tam olarak ulaşmadığı bir makamdır bu. Onlar, bu yolun efendileridir. İnsanların bir kısmı hakikati tanımaz, fakat onların amaçları hakikate karşı çıkmak değildir; onların gayesi, bilmediğini Hakkın bildirmesiyle öğrenmek­tir. ‘Batıl önünden veya ardından O’na gelemez. Bu hakim ve hamidin in­dirdiğidir.’276 Bu Hakk (Kuran-ı Kerim) ‘Kalbi olan ve şahit olana indiri­lir.'’277 Bu makamda şu beyideri söyledim:

Dedim yarattıklarını yaratana                          .

Niçin yarattığın baki değil ki?                       .                r . .

' Dedi ki: Onu yarattığım yer var ya                                   -

O yer pek dar da ondan

Yaratmayı ancak böyle kabul edebiliyor

Sustum kaldım, çünkü kapı kapalı değil

Hakikat ne ki? Her zaman tek

Bakma mutlak oluşuna

Tekvin onda yenilenir "

. İnsanlar karıştırır, konuşamaz                              ~                     .

Misil perdesinin ardından onların gözleri var

Bu vehimle onların ardından gidilir

Onların arazlarından koku yayılır

Çünkü o nefis kokulu misktir ....                         .                    :

Onları var edene bak!

Bundan başka değiller, tahkik et, artık

Ondan binası görülen kimse . Ki zatımızda bulunan surette ilgisi vardır onun   "

Ruhları bedenlerinin gıdası .                                               .

Ruhları benim semereme bağlı

İlahi Tanımları Sadece Görenler Bilebilir

İlahi-zati tanımları -ki onlar sayesinde Hakk yaratıklarından ayrılırancak niyet ehli, yani görenler bilir. Müşahede ehli veya başkaları onla­rı bilemeyeceği gibi haberle de öğrenilemezler. Fakat bazen Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına verdiği ve ilahi habere eklenmeyen zaruri bilgiyle öğ­renilirler. İlahi bilgi yoluyla algılanacak budur. Bunun dışındaki ise ilahi haber veya zaruri bilgiyle bilinir.

Farklı türleriyle varlıkların tanımları, tek varlıktaki hükümleri yö­nünden, mümkünlerin tanımlarıdır. Zati-varlık hakikatinin tanımı mevcut olmaklığından ibarettir. Öyleyse O’nun varlığı hakikatidir. Çünkü herhangi bir bilinenin varlığı yoktur. Ariflerin gayesi, âlemin tanımlarını Vacibü’l-vücûd’un tanımı yapmaktır. Allah Teâlâ’yı bilenler ise bu keşfin üzerindedir ve daha önce zikrettiğimiz üzere müşahede edilecek bir şey yoktur. Onlar, Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun, kalplerinden hız­la kaybolduğu için bu makamı koruyanlardır, çünkü her nefes sürekli görmenin (rüyet) eşlik etmediği kimsenin bu adamlardan olması mümkün değildir. Bu makam ‘(Gördüğüm her şeyde) Allah Teâlâ’dan başka­sını görmedim’ diyenin makamıdır. Ona ‘kimdir gören?’ desen, ‘O'dur’ der; ‘söyleyen kimdir?’ desen, ‘O'dur’ der. ‘Soran kimdir?’ desen, yine ‘O'dur’ der. ‘Ne var ne yok?’ denilse, ‘nispetler’ der. ‘O'nda, O'nda ve O'ndan ortaya çıkan nispetler.’

Öyleyse mekânda sadece O vardır ve O mekânın kendisidir. Ebu Yezid Bestami’nin halle ulaştığı müşahede buydu.

Allah Teâlâ’nın tanımları var, bilirsen varlığımı

Onlarla bilinir Allah Teâlâ

Yaratılmış görse onları

Benim gibi, ayrılamazdı bir daha                                  .

. Benim söylediğimi gören

Rabbiyle nitelenen her daim


Veya kesin delilden bilen varlığımı Veya hikmetli ve insaflı biridir

Hakkı bilen kimse, Hakkın duyması, görmesi ve bütün güçleri ol­duğu kimsedir. Güçlerinden birisi de işleri bilmektir. Hakk kulun nite­lendiği gücün kendisidir. Kul gerçekte Hakk ile nitelenmiş, Hakk kendi­sini bilmiştir. Böyle bir kul, Hakkın kendi niteliği olması yönüyle ken­disini bilendir. O halde Hakkı Hakk bilmiştir. Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgiye ulaşan kimseye bu bilgide kimse denk olamaz. Böyle bir insan dile gelmeyecek zati tanımı bilendir.

VASIL

Düşenlerden Yüz Çeviren İlahi Makamına Ulaşamaz

Konya’da bir müşahede esnasında ilahi bir adam görmüştüm. Ona Sakitü’r-refref İbn Sakıtı’l-Arş denirdi. Fas’ta da Etun’da meskûn bir şahıs gördüm, onunla arkadaşlığım oldu ve kendisinden yararlandım. Allah Teâlâ ehlinden bir cemaat düşenden (sakıt) yüz çevirir. Bunun nedeni onların Hakkı her şeyin aynı görecek bir marifet derecesine ulaşmamış olmalarıdır. Allah Teâlâ’yı sınırladıklarında ise, tanımladıkları bu ilahi ma­kamdan düşen herkesten yüz çevirmişlerdir, çünkü söz konusu kişi on­lara göre Hakk’tan uzaktır. Allah Teâlâ’yı bilenler ise böyle insanlardan yüz çe­virir. Çünkü söz konusu insanlar, düşerken ve sabit dururken her ne kadar muduluk makamının dışına çıkmış olsalar bile ilahi makamın dı­şına çıkmamışlardır ki? Öyleyse onlarda düşmenin bir etkisi olmamış­tır. Allah Teâlâ’yı gerçekte bilenler, düşen herkese merhamede veya bilgi ve marifetle yönelir, çünkü onlar, düştüklerinde neyin meydana geldiğini veya düşenin kim olduğunu bilir. Allah Teâlâ onlardan ve onların yanında bulunanlardan cezai sorumluluğu kaldırmıştır. Bu, Allah Teâlâ’dan öğrenen kimse için, onlara dönük en büyük inayettir. Onlar ise bunun farkına varmaz. Onların farkına sadece Allah Teâlâ’yı bilenler varabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hangi yaprak düşerse...’278 Bu, düşen herhangi bir şeydir. ‘Allah Teâlâ korkusundan düşer.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şey Allah Teâlâ korkusundan dü­şer:279 Hubut, irade olmaksızın, süratle düşmek demektir. Varlıkta asıl olan cebirdir. Bu asıl düşenlerde ortaya çıkmış ilahi ilkedir.

Yıldız kayıp da düştüğünde Düşüş yüz üstü olur

Öğrenilsin diye olur düşme Künhünden aşağıya doğru sarkar

Kendi nefsinden rabbini bilir Benzeri benzerden bildiği gibi

VASIL

Nefislerini Gafletin Otoritesinden Sakınanlar iki Kısımdır

Nefislerini emredilen murakabeyi yapmaktan alı koyan gafletin et­kisinden kurtaran Allah Teâlâ adamlarına gelirsek, onlar iki kısımdır: Birinci kısım mutlak anlamda korunmuşlardır. Misal olarak, yükümlünün fiil­lerinde şeriat hükmünün mudaklığını verebiliriz, ikinci kısım, zahirde ve bâtında korunmada sınırlı olanlardır. Mutlak anlamda korunanların bir kısmı, Hakkın belirlediği şekilde, kendisini sığdıran şeyi koruyan­lardır. Hakkı sığdıran yer kalptir. Bir kısmı, Hakkın ardında bulundu­ğunu bildiği perdeye riayet etmeyi muhafaza eder. Söz konusu perde O’nun adına âlemde emirlerini uygulayan bir bekçidir. Bu, Kutub’un halidir. Allah Teâlâ’dan ona ait olan, müşahede değil, hitabın niteliğidir, çün­kü o, ilahi divan sahibidir ve ölüp Allah Teâlâ’ya kavuşana kadar perdenin ar­dında bulunabilir. Ona âlem, âleme o sorulur.

Bu makam, şeriat getiren bütün peygamberlerin makamıdır, Allah Teâlâ hepsinden razı olsun! Bu makamda onlara güç yetirebildikleri ölçüde cemaade namaz kılan, gece ve gündüz nafile namaz kılanlar or­taktır. Onlar, Allah Teâlâ’nın ‘her şeyi koruyan280 olduğunu öğrendiklerinde ki kendileri de eşya arasındadır ve ilahi suretin benzeri olduklarım id­dia ederler-, onların da aynı niteliğe sahip olmaları zorunlu olmuştur.

Bu nedenle onlara ‘her şeyi koruyan (hafız ala külli şey)’ lakabını ver­mek doğru bir niteleme olmuştur. Onlar, Allah Teâlâ’nın mülkünde nefsine tahsis ettiği ve kendine ait hakları hemcinslerinden birisinin Hakk iddia­sma karşı korurlar ve maslahatlarını yerine getirirken tüm âlemin naibi olurlar. Çünkü âlem (kendi maslahatını) bilmez ve bundan habersizdir. Binaenaleyh âlem, bilgisizlik nedeniyle, neyin maslahat olduğunu ne­yin olmadığını bilmez! Veya gafleti nedeniyle, dikkati çekildiğinde maslahatı bilse bile, ihmal eder. Söz konusu bu kul, bu ismi Hakk ede­rek, her şey üzerinde bir koruyucu olur. Kül Allah Teâlâ’nın kendi üzerinde amellerini yazan bir koruyucu (meleği) olduğunu öğrenince, aleyhine yazılan şeyleri dikkatten geçirir, Allah Teâlâ’ya yükseltildiklerinde amel defte­rinin diğer defterlere karşı farklılığı ortaya çıksın. Sufilerin durumu böyledir. Bana gelirsek ben şöyle derim:

Üzerinde işleri koruyana de ki:

Varlığı el-Hafiz korur.

Bunun için koruyucu gelince \•

Geldiği kimseye öfkelenir  . -

Tek başına kalkar ve işler ona karşı gelir : Onlarm izdihamı nedeniyle öfkelenir

Sordum, işlerde izdihama yol açan kim?

Dediler: üzerinde öfke bulunan katı kalp

Allah Teâlâ’ya ve kula yaraşan şeyleri görünce, Allah Teâlâ ile O’na nispet edi­len kullarından gizlenmesini sağlayan perdeleri gördüm. Onlarm Allah Teâlâ^ mensubiyeti, Allah Teâlâ’nın kalplerine verdiği bir inançla gerçekleşir: Onlar, kendilerinin bazı hakiki isimlere sahip olduklarına ve Hakkın bu isimlerde onları daralttığına (izdiham) inanır. Allah Teâlâ onları bu isim­lerin gerçekte kendisine ait olduğunun bilgisinden perdelemiştir. İh­sanlar sadece ‘ahlaklanmak’ amacıyla o isimlerde Hakka ortak olmuşlar, Hakk onları sıkıştırdığı gibi onlar da sıkışmaya yol açmışlardır. Hâlbuki yaratılmişlar, zillet ve muhtaçlık özelliğinde Hakk ile aralarında bir ortaklık bulunmadığını fark etmemişlerdir. Nitekim Ebu Yezid’in

dikkati bu yoksulluk meselesine çekildiği gibi bize de Allah Teâlâ bu hususta ihsanda bulunmuştur.

Bu iki isim yaratıkların isimleridir, yoksa iddia ettikleri gibi (bü­tün isimler kendilerinin) değildir. Onlar, gerçeğin farkında olmadan isimler arasmdan kendilerine ait olduklarını zannettikleri şeylerde Hakk ile izdiham yaşarlar. Allah Teâlâ Tela kendisi hakkmda bilgi ihsan etmezden önce, ben de onlar gibiydim. Allah Teâlâ bana isimlerin kendi isimleri oldu­ğunu bildirdi ve isimlerin bize verilmesinin gerekliliğini öğretti. Biz de isimleri -inanarak değilzorunlulukla kullandık. Ben ve Allah Teâlâ’nın bu bilgiyi tahsis ettiği kulları, bu isimleri Allah Teâlâ hakkmda inanarak kullan­mışken bizim dışımızdakiler ise, şeriat onları Allah Teâlâ’nın isimleri olarak zikretmiş olduğu için zorunlu bir imanla -yoksa sadece iman ederek değilkullanmışlardır. Biz, kendisi korumayıp kullarını tuzağa düşür­düğü hususta Allah Teâlâ’ya ait şeyi koruduk. Konuyla ilgili şu beyitleri söy­ledik:

Yaratıklarından biri benzeseydi O’na Kalbim benzerdi, fakat izzeti mani buna

Kalbe dedim: Perdelenme suretiyle Ne cevap verdi, ne kulak astı ne duydu

Kalbim dua etti, O da ihtiyacına ‘buyur’ dedi Dua edilene karşı Hakkın izzeti ‘buyur’ demek

Kalbim ona ne dediğimi bir bilse Neyi istediği hakkında; istemezdi bir daha

Fakat kalbim aslı bilmez ve umutsuzdur Onu müstağni yapacak şey gelse, bırak der

Allah Teâlâ İki Rahmet Kapısını Açınca, Dilediğini Durdurur ve Hitap Eder

Allah Teâlâ iki rahmet kapısını açıp iki kapıyla iki göz sahibi adına sabah aydınlığı ortaya çıkınca, kullarından diledilderini önünde durdu­rup Hakk ve sorumluluklarını bildirerek şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakınmaz­san, Onu bilmemiş olursun. Ondan sakınırsan, daha da bilmemiş olur­sun. Bu iki hasletten birisinin sana ait olması kaçınılmazdır.’ Bu neden­le gaflet ve unutma yaratılmıştır ki, iki zıt hükümden uzaklaşabilesin! Gaflet olmaksızın bunlardan birisinin hükmü ortaya çıkar. Öyleyse gaf­letin ve unutmanın varlığı nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükretmelisin!

Sonra şöyle denildi: ‘Örtü ehlinin seni örtülere çekmesinden sa­kınmalısın. Çünkü onlar aldatan, tuzak kuranlardır.’ Şahdamarından daha yakın olanın üstüne perde ve örtü çekilir mi? Hakk senden senin vasıtanla perdelenir. Sen O’nun senin üzerindeki örtüsüsün. Bâtınını görürsen, O’nu görmüş olursun. İki yüz sahibi olan da böyledir. Çün­kü onun seninle beraber olduğu bir yüzü, kendisiyle beraber olduğu başka bir sözü vardır ve seni hayrete düşürür. Perdeden sakındığın gibi ondan sakınmalısın! Onlar kendi nefislerini perde edinmiş, yoksa ben onları perde yapmadım! Seni içinde seni bana çağıranı gördüğünde, onu benim delilim bil! Ona kulak ver! Çünkü içinden seni çağıranlar, sana tavsiyede bulunan ve sana karşı dürüst olan kimselerdir.

Sonra ona şöyle denildi: Allah Teâlâ sadece senden dolayı elHakim diye isimlendirildiği gibi yine senden dolayı el-Alim diye isim­lendirildi. Zatı gereği kendine ait olmayan ve sadece sana özgü bir özelliği ise sana tahsis etti. Bu özellik, şenindir. Öyleyse sen O’ndan daha fazla nitelik içermektesin. Çünkü kendisine ait her niteliğe sen de ortaksın. Sana ait olmadan kendisine ayırdığı yegâne özellik, şanına la­yık O’nun kemalidir. Sen ise O’na ait olmayan bir özelliğe sahipsin ki bu özellik, sana yakışıp O’na yakışmayan kemalindir. Öyleyse sadece kemal içinde kemal vardır.


Sonra ona şöyle denilir: Haberi takip et ve haberden yoksun olan teorik araştırmanın peşinden gitme! Çünkü Allah Teâlâ’nın el-Habir diye isimlendirilmesinin yegâne nedeni budur.     J

Sonra ona şöyle denilir: ‘Seni vekil edinirken Allah Teâlâ’ya itimat et ve O’nun vekili olmaktan sakın.’

Sonra ona şöyle denilir: ‘Sen âlemin kalbisin ve O da senin kal­bindir. Öyleyse senin değerin O’na bağlıdır ve âlemin değeri de sana!’

Sonra ona şöyle denilir: ‘Kime ait olduğunu bilmezlik yapma! Sen kendisinden olduğun gibi, O da sana aittir. Hâlbuki O senden değil­dir! Seriden olanı da senin kendinden olduğun kimseyle bir yapma ve hakikatleri bulundukları hal üzere yürüt! Bunu yapmaz ve aksini söy­lersen, hakikatleri müşahede etmek seni yalanlar ve yalancılardan olur­sun. O bir yalan sözdür, çünkü o söz sahibini hakikatten, yani gerçeğin bulunduğu durumdan ayırır. Aynı zamanda o söz sahibi adaletten uzaklaşır.

Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Kendisini müşahede ettiğin, maksûdun olsun ki, neyi maksat edindiğini bilesin! İçtihatta bulunur ve sonra hata edersen, yükümlülüğün yoktur ve cezalandırılmazsım Çünkü Allah Teâlâ herkesi yapabileceğiyle sorumlu tutar ve (içtihat yaparken nefs) Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu kısmı yerine getirmiş demektir. Hakk gizlediğini bir hikmede gizlemiş, açığa çıkarttığını da kullarına rahmetiyle bir hikmede açığa çıkartmıştır.

Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Hakk kendisine izafe edilen ve başkahrından ayrışan kullarına daha layıktır. Onlar zorunluluk ve ihtiyar­ları varken sürekli Allah Teâlâ’nın kulları olanlardır. Bu şekilde kendisine izafe edilmeyenlerle beraber değildir. Her âlemin Haktan bir payı vardır ve hiçbir alim bölümünü aşamaz.’

Sonra ona şöyle denildi: ‘Hayır (maruf) olsun diye harcarken, ma­lını hayır yere harca! Marufun kim olduğunu biliyorsun! Marufun bir ehli vardır ki, onları Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ’nın bildirdiklerinden başkası bi­lemez.

Sonra ona şöyle denildi: ‘Allah Teâlâ’nın iki misakı olup senin onlarla so­rumlu olduğunu öğrenmişsindir. Çünkü alimler, nebilerin varisleridir. Kime varis olduğuna iyi bakmalısın! Hepsine varis olursan, hepsinin misakını yerine getirmen bir yükümlülüktür. Birisine varis olursan, kime varis isen yükümlülüğün ona göredir.

Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Doğru söyle ve güvende olma!’

. Sonra kendisine şöyle denildi: ‘Nimederi zikredersen, onlara ait olursun ve nimetin kulu olursun. Allah Teâlâ’yı zikredersen, O’na ait olur ve O’nun kulu olursun. İlcisini birden zikredersen, hem nimet verenin hem Allah Teâlâ’nın kulu olursun. Bu dürümda vaktin hakimisin. ‘Nimet ve­renin kulu’ diye nida edilmezse sana bile, nimet verenin kulu olduğunu bil! Öyleyse sırrından sana nida edilirken -kulluk tamlaması bildiren isimlerinden hangi isimle nida edilirseaklını o isme ver ve o isme kar­şı teyakkuz halinde ol!

Sonra ona şöyle denildi: ‘Allah Teâlâ’nın âlemde gizli bir kahrı vardır, farkına varılmaz. Bu kahır, seçimlerinde ve ihtiyarlarında insanları zor­lamasıdır. Bir de açık kahrı vardır ki, o da insanların iradelerinin dışın­da üzerlerinde hüküm sahibi olan şeydir. Allah Teâlâ adamları gizli kahrı murakabe ederler, çünkü Allah Teâlâ’dan sorgu ve muhasebe bu konuyla ilgi­lidir. Seçim ve ihtiyarında cebri görürsen, açık cebri müşahede eden­lerden olursun ve bu müşahede senden sorumluluğu kaldırır. Fakat bu dil ehli arasından bunu müşahede eden kimse görmek zordur. Hatta bu makama ulaşmış olarak sadece Şam’da birini gördüm ve onu gör­mekle sevinmiştim. , ‘ .

Sonra şöyle denildi: Senin altı yönün vardır. Dördü şeytana ait­ken, biri sana, biri de Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ’ya ait olan yön bakımından masumsun. Oradan (gelen ilhamı) almaya başla ve diğerlerinden sakın. Diğerlerinin sayısı beş tane olduğu için şeriat beş hüküm getirmiştir. Bunlar senin yönündür ve şeytanın senden olan yönleridir. Allah Teâlâ’nın şendeki yönüne gelirsek (vech-i has, özel yön) onda şeriatın bir hükmü yoktur. Bu, masum yöndür ve ondan kalbe kuşkulardan korunmuş ila­hi ilimler gelir.

.. Sonra kendisine şöyle denilir: Mümin isen, kuşkular seni sarsma­sın diye aynı zamanda alim de olmalısın! Sahibini kuşku sarsıntısından koruyan yegâne bilgi, Allah Teâlâ’dan öğrenilen bilgidir. Allah Teâlâ’dan başkasın­dan gelen bütün ilimlere belli vakitlerde kuşkular ve tereddütler girer.’

Sonra ona şöyle denileli: Belli bir makam seni sınırlamasın, çünkü sen Muhammedîsin. Ondan başkasına varis olma ki, bütün malı kazanabilesin! Ümmetinden ona kim varis olursa, zahirde diğer nebilerden artık olur, çünkü o nebiler risaletlerini peygamberden alırken onu bâtınen müşahede etmişlerdi. Nitekim diğer nebiler arasından da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zahiri şeriatına yetişenler, diğer nebilerden üstündür. Bunlara misal olarak Hz. İsa ve Hz. İlyas’ı verebiliriz. Bu iki peygam­ber adına Muhammedi makam kemale ermiştir.’

Sonra ona şöyle denildi: ‘İyilikte izin istemek sakinliğe ve rağbete delildir. Hayır olduğunu bildiğin bir hayır hakkında Rabbinden izin istediğinde, bakmalısın: Yapmana izin verirse, güzel! Seni serbest bıra­kırsa, sınamak ve (niyetini) ortaya çıkartmak istemiştir. Allah Teâlâ’dan bu konuda bir cevap aldığını görmezsen, imanında bir hasar bulunduğu­nu bilmelisin. Çünkü sen o işin iyi olduğunu Şâri’den öğrenmişsindir ve Şâri Allah Teâlâ’dır. Öyleyse bilgiden sonra hangi nedenle izin istemeye kalktın ki? Allah Teâlâ’nın önünde imanını yenilemen ve şöyle demen gerekir: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Se­nin katından gelenlere iman ettim.’ Bunu dedikten sonra amel yapma­ya koyul ve herhangi bir konuda kesinlikle izin istemeye kalkma! Çün­kü Allah Teâlâ üzerinde bir gözeticidir ve O senin maslahat ve faydanın han­gi işte olduğunu sana ilham eder! Uyman gereken şeriat terazisi de elindedir. Onu bir an veya bir nefes bile elinden düşürme. Allah Teâlâ ehli her vakitte üzerinde bulundukları bir ölçüye sahiptir. Onlar titiz ve mahir sarraflardır.

Sonra ona şöyle denilir: Sen kendi mülkimdesin! Fakat mülkün­den ayrılacak, şehrinden yolculuğa çıkacak ve dünyadan göçeceksin. Azığı artırırken aşırı gitme! Çünkü yanında taşıyacağın şeyi yiyeceksin ve katığındı yanında taşıyacağın kadarını içeceksin. Yol susatır, şehirler ıraktır.

Sonra ona şöyle denilir: ‘Sözleşmelerini artırma! Mecbur olduğun sözleşmeler yeter. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adak adamayı nahoş bulmuş, (fakat bir kez yapılınca) yerine getirilmesini de zorunlu say­mıştır. Çünkü adak insanın gereksiz işlerinden biridir. Nitekim önceki ümmetleri helak eden şey de gereksiz soru sormalarıydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin yükümlülüklerini azaltmayı severdi. Kıyas nedeniyle yükümlülüklerin arttığında da hiç kuşku yok! Fakihler Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nahoş bulduğu bir yöntemle ilgilenmişlerdir. Bununla birlikte bu konuda sevap alacaklardır, çünkü onlar, kıyası bir yöntem olarak belirlerken içtihat hatası etmişlerdir. Allah Teâlâ niyetlerine göre onla­ra hayır versin. Diğer ümmetlere gelirsek, onlar sadece Allah Teâlâ’dan ve peygamberlerden gelenlerle yükümlüydü. Görüş ve kıyaslarıyla ulaştık­ları hükümlerde serbest idiler. Böyle bir hükmü ve görüş sahibini taklit ettiklerinde, Şâri’nin o şahıs hakkında ve düşünceyle ilgili onayladığı bir meseleyi taklit etmiş olurlardı. Çünkü Allah Teâlâ bize zikir ehline sor­mamızı emretmiştir ki onlar Kuran ehlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Zikri biz indirdik.’281 Burada zikir, Kuran demektir.

Sonra kendisine şöyle denilir: Yolların arasından faydası ve kazan­cı olacak yolu takip et! Çünkü bu bir ticarettir ve Allah Teâlâ onu böyle isimlendirmiştir: ‘Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size bildireyim mi?’282 Sonra imanı ve cihadı zikrederek şöyle buyurdu: ‘Onların tica­retleri fayda vermedi.’283 Bu ifade sahip oldukları imana karşılık dalaleti satın alanlar hakkında söylenmiştir.

Sonra kendisine şöyle denilir: ‘Karşı konulamayacak olan diye ta­nıdığına iltica etmelisin! Çünkü O seni himaye edecektir.’

Sonra ona şöyle denilir: Nebilerin izlerini takip etmelisin. O izler doğru gidenlerin yollarıdır.’

Sonra ona şöyle denilir: ‘Hasetten sakınmalısın, çünkü haset, iyi­likleri bitirir. Vebali önce sahibine döner.

Sonra şöyle denilir: ‘İlahi teysir (kolaylaştırmak), ancak Hakk ehli­nin suretiyle zuhur ettiğinde ilahi bir nitelik olabilir. Çünkü mümkünü var etmede Allah Teâlâ ile didişen, zatî yokluktur. Onu neyi ortadan kaldıracağına baları alısın! Zatî durum, kendisi nedeniyle hüküm verir. Bu kuşkudan çıkmak için çalışmalısın.

Sonra ona şöyle denilir: Allah Teâlâ âlemi tavır tavır yarattı. Her tavır kendi tavrını beğenmez, onu kınar, onun dışındakileri över. Aca­ba buna yol açan şey nedir? Herkesi kendi nezdinde bulunanla sevin­meye sevk eden nedir? Bu sevinme bulunduğu tavırdan çıkmasını en­geller.

Sonra ona şöyle denilir: İktida ve uymak, adamların özelliğidir. Sen de terazinin O’nun elinde olması itibarıyla Allah Teâlâ’ya uymalısın. O’na uymazsan, helak olursun.

Sonra ona şöyle denilir: İman, İslam ve ihsan arasında berzahtır. Bu anlamıyla ihsan, ‘istislam’ demektir. Bu nedenle iman olmadan da İslam olabilir veya istislam olmadan iman olabilir. İstislamı elde etme­ye çalış ki, hepsini elde edesin! İmandan başka iki ucun gücüne sahip bir berzah yoktur. İki ucun gücüne sahip her berzah, imamdır.

Sonra ona şöyle denilir: Daha sonra geleni, önde gidene katmalı­sın. Böyle yaparsan mutlu olursun; bunun tersini yapma.

Sonra ona şöyle denilir: Allah Teâlâ’nın yaratışında bir değişme yoktur. O’nun yaratması kelimeleridir ve Allah Teâlâ’nın kelimelerinde değişme yok­tur. Tebdil ve değiştirme söyleyen olması bakımından değil kelam sa­hibi olması bakımından Allah Teâlâ’ya aittir. Söz kelime tarzında ortaya çıkar­sa, kelam olması bakımından değil, söz olması itibarıyla değişme ger­çekleşmez.

Sonra ona şöyle denilir: İyiliğe karşılık karara bağlanmış iken kö­tülüğe karşılık vermek (vaîd) ilahi meşiyete bağlıdır.

Sonra ona şöyle denilir: Güçlüye (el-Kavi) itimat, seni yalnız bı­rakmayacak bir korudur. Onu ihlal eden hüsrana uğrar.

Sonra şöyle denilir: Yüksekten aşağı inmek ya birinin indirmesiyle veya indirme olmaksızın gerçekleşir. İndirme olmaksızın inmek, övü­len bir iştir. Kim indirmeyle inerse, bu da bazen övülür. Halifelik de­recelerin en üstünüdür ve o yükseklik sahibidir. Kim nefsini ondan so­yutlarsa, halife olsa bile, övülür; kim o görevden kendini uzak tutarsa, bazen övülür. Böyle birisinin durumu, niyetine göredir.

Sonra ona şöyle denilir: Varis isen, Hakka varis ol! Bunun üzerine şöyle sordu: Hakka nasıl varis olunur ki? Şöyle cevap verdi: Hakk sana âlemlerden müstağni olduğunu gösterdiğinde, kuşkusuz, onları terk etmiş demektir. Bu Hakkın ‘terekesi’dir ve ona sen varis olabilirsin. Bu müşahede sahibiysen, bu varislikten daha önce âlem hakkmda bilmedi­ğin şeyi öğrenirsin.

Sonra ona şöyle denilir: İşleri birbirine karıştırma ve yerleştirdiğin her şeyi kendi hakikatine yerleştir. Gerçek öyle olsa bile -ki öyledir-, ‘sadece Allah Teâlâ vardır’ da deme. Akledilir mertebeler O’nun şöyle olma­sıyla böyle olmasını ayırt etmiş midir? Hâlbuki hakikat, senin de söy­lediğin gibi, aynıdır. Fakat bir yönden böyle, başka bir yönden öteki türlüdür. Senin acı çektiğini ve kaçtığını görmekteyim. Kendisinden kaçtığına seni çağıran nedir? Haz aldığın ve talep ettiğin şeyi yitirdiği­ni görmekteyim. Bu kadarlık bir fiille varlığını ispat etmiş ve senin ye­rini belirlemiştir. Öyleyse her durumda çokluk vardır ve başkaları gö­rülür. Alim vardır cahil vardır, amir-memur, hakim ve hükme konu olan ve hüküm ve hüküm mevzusu vardır, irade eden ve edilen vardır, serbest bırakmak ve zorlamak vardır, ayıran ve ayrılan vardır, birleşti­ren ve birleşen vardır, yakın vardır daha yakını vardır, vaad ve vaîd vardır! Fayda hitap eden, edilen ve hitabın varlığındadır. İnsan bütün olarak birdir, organları birbirinden, ayrıyken güçleri pek çoktur. O ise kendisidir, başkası değildir. Bir yeri acısa, acı bütün varlığına yaydır. Bir şahsın acı çektiğini başka bir şahsın elemiyle haz aldığını başka bi­risinin bundan dolayı üzüldüğünü görürsün. İnsanda olduğu gibi du­rum bir olsaydı, bir kişi elem duyduğunda elem bütün âleme yayılırdı. Hâlbuki gerçek, zannettiğin gibi değildir. Perde kalksaydı, söylediğimi görürdün. Öyleyse Allah Teâlâ’yı bilen alimler zümresine katılmak istersen, kendine karşı samimi davranmalısın! Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine saadet verdiği kimselerdir. Öyleyse Allah için zahir ve bâtın, (insandaki) ruh ve beden gibidir. Bu ikisi ayrılmayacağı gibi onlar da birbirinden ay­rılmaz. Gerçek, kulun ye rabbin varlığıdır. Öyleyse sen ve O varsın! İtaat eden doğru yoldayken günahkâr kendisinden istenilip ona verüen emir karşısında şaşkın bir haldedir.

Bilmelisin ki, akd kendi türlerini izhar etmek amacıyla -yoksa ço­cuk edinme hazzını yaşamak amacıyla değilnefsi nikâhladığında, onu doğa toprağına (arz) yerleştirmiş, onun mizacına etki etmiştir. Çünkü arz, kendisine ekdeni kendi doğasına çevirmekteydi. Allah Teala’nın şu sözüne aklını vermelisin! ‘Bir suyla sulanır.’ Toprak tek iken ondan farklı tat ve renklerde besinler çıkar. Balın tatlı ve lezzetli olduğunu söylesek bile, bazı mizaçların ondan acı çektiğini görürüz. Böyle nefis­ler baldan haz almaz ve onu acı bulur. Aynı şey kokıdar ve renkler için geçerlidir. Bu farklılığın -eşyanın kendisine değilidraklere dayandığını ve idraklerin kendiliklerinde hakikatleri olmayan nispetler olduğunu gördük. Fakat ccvherleri yönünden onların hakikatleri vardır.

Sonra şöyle denilir: İzafet ve nispetlerin sınırında dur ki, bulun­duğu durumda gerçeği öğren!

Sonra ona şöyle denilir: Allah Teâlâ sana ‘Ey5 diye nida ederse, ne­reden nida edildiğini ve nerede olduğunu bilmelisin. Niçin çağrıldın? Çağıran kimdir ve nedir? Zikrettiğim sana hangi neticeyi verirse, ona göre davranmalısın.

Sonra şöyle denilir: Saadet ve mutluluk bilgide değil, imandayken kemal bilgidedir. İkisini bir araya getirirsen, ardında başka gayenin bu­lunmadığı dereceye ulaşırsın.

Sonra ona şöyle denilir: Bu, haberler mertebesidir ve aklını sana gelen haberlere ver. Çünkü haberleri yitirirsen, haberler vesilesiyle ula­şacağın hayırlara başka bir yerden ulaşamazsın.

Bu menzilde bulunan ilimler^ Allah Teâlâ izin verirse söyleyeceğim ilimlerdir. Bunlardan birisi, emir, yasaklama ve bütün hükümlerin, aklî ve ilahi yasaların kaynağının bilgisidir. Tasrih, içerme ve ima yoluyla eşyanın hakikatlerine dikkat çekmek, bu menzilden öğrenilir. İnsanın dışının değiliçinin yaratılması bu menzilden öğrenilir. Varlıkta kaç insan vardır? Varlıkta üç insan bulunduğunu öğrenirsin: Birinci-tüm ve en önce olan insan, âlem insan ve Âdem olan insan. Bu üçünden hangisinin daha tam olduğuna bakınız. Ancak iman vasıtasıyla biline­cek husus, bu menzilden öğrenilir. Tartma bu menzilden öğrenilir. İş­lerde orta yolun meydana getirdiği hususlar ile böyle olmayanlar bu menzilden öğrenilir. İltiham bu menzilden öğrenilir. İlahi divanlar ve kitap, amel sahipleri ve tasarruf edenler, bu menzilden öğrenilir. Şart­lar, şehâdetler, âleme yayılan hükümler, bu menzilden öğrenilir. Amel divanının muhasebesi, bu menzilden öğrenilir. Hareket ve durağanlık bu menzilden öğrenilir. Sınırlanmanın bulunmadığı mutlaklık, bu menzilden öğrenilir. Onu birisi bildiğinde, kendisinde sınırlanır. Meyil ve itidal bu menzilden öğrenilir. Tekvin bunlardan hangisiyle gerçekle­şir? İnsandaki özellikler, bu menzilden öğrenilir. Bu, bilinmeyen tabi­attır. ihmal, mühlet verme bu menzilden öğrenilir. İsimlerden bunu üstlenen hangisidir? ‘Size Rabbim niçin değer versin, duanız olmazsa?284 ayetinin anlamı, bu menzilden öğrenilir. İlahi muharebe bu menzilden öğrenilir. İlahi engelleme bu menzilden öğrenilir. Engelleme mutlak cömertlikle çelişir. Acaba onu gerektiren özü gereği mi gerektirmiştir, yoksa başka bir nedenle mi? Peygamberlerin masumluğu bu menzilden öğrenilir. Alemin türlere ayrılması bu menzilden öğrenilir. Alem bu türlere ayrışmayı nereden kabul etmiştir? Hâlbuki âlem, akli delile gö­re, türü olmayan varlıktan ortaya çıkmıştır? Nebiler, veliler ve akıl sa­hipleri bu menzilden öğrenilir. Bunların arasındaki farklar nedir? Za­man, varlık, mekân ve mertebe bakımından meydana gelen önceliksonralık bu menzilden öğrenilir. Kabul ve red bu menzilden öğrenilir. Hayvanın hissettiği korku tabii bir şey midir, yoksa ilahi bir şey midir? ‘Üzerlerindeki rablerinden korktuklarında’, meleklerin korkuyla nite­lenmesi bu menzilden öğrenilir. Çünkü Allah Teâlâ’dan korkmak, meleklerin üzerindeki korkutucu sebeplerden olabilir. Meleklerin hangileri kor­kar? Bütün melekler mi yoksa aralarından bir cins mi? Bir ruhun pek çok nefsi yönetmesi bu menzilden öğrenilir. Buradan ahiret yaratılışı öğrenilir.

Yüksek rütbe sahibi yakın kimseye verilen cezanın büyüklüğü bu menzilden öğrenilir. Yüksek rütbesi onu cezadan niçin korumamıştır? Ukubet, azap, elem ve elemler arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Nefislerin üzerinde yaratılmış olduğu tartışma ve muhalefet, bu men­zilden öğrenilir. Nefislerin temizliği bu menzilden öğrenilir. Acaba on­ların temizlikleri zatî midir, kazanılmış mıdır? İki şehadetin üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Şirkten kınanan ve övülen kısımlar, bu men­zilden öğrenilir. İnsanlıkta ortakken müminin başkalarıyla ortaklık mertebesi bu menzilden öğrenilir. Bu mertebenin ayrılmaz özellikleri ve tanımları nelerdir? Ayrımın kendisiyle gerçekleştiği özellik her in­sanda mevcuttur. Çünkü bu kesin gerçekleşmiş bir durumdur ve bütün insanlarla onun ilişkisi aynıdır. Niçin bu özellik mümine tahsis edilmiş­tir? Hakkın dışında, büyüklerin var olanlara riayeti bu menzilden öğ­renilir. Acaba bu onlara dönük rahmetten mi kaynaklanır, yoksa doğa­nın hükmünden mi kaynaklanır?

ilahi zorunluluklar bu menzilden öğrenilir. Aleme yayılan şardar, tanıklık ve hükümler bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya mensubiyet bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi yaraşan şeyler nelerdir? Kulluğa ilave olarak, Allah Teâlâ’ya nispet neyle gerçekleşir?'Garip bir bilgi bu menzilden öğrenilir. O garip bilgi, Hakkın kendi niteliklerinde âleme inmesi veya âlemin kendi nitelikleriyle Hakka yükselmesidir.

Yirmi Üçüncü Sifir IÇ3

\ '

Çünkü bu konu son derece belirsizdir, çünkü Allah Teâlâ’yı bilenlerin büyük kısmı ‘Hakk kulların niteliklerine iner’ demektedir ki, hakikatler ve keşf bunu kabul etmez. İlahi tecellilerden -zatî değilkazanılmış nebevi nurlar, bu menzilden öğrenilir. Kesinleştirdikten sonra bozma bu menzilden öğrenilir. Niçin kesinleştirilmiştir? İhtisas ve duyulurda ve akledilirde onun ehli, bu menzilden öğrenilir. Nefislerin yakınlık ve uzaklıkları bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’yı bilen büyüklerde engelleme bu menzilden öğrenilir. Onların müşahedeleri bu hükmü vermez. İlahi adap bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kullarından perdelediği marifet­ler, bu menzilden öğrenilir. Acaba marifetler bilgiler midir? Yoksa isimleri değiştiği gibi hakikatleri de değişir mi? Nefisler ve ruhlar bu menzilden öğrenilir. Bu ikisi bir şey midir, yoksa ayrı mıdırlar?

Bütün dinlerde ve melekler arasmda selamın ortaya çıkmasını sağ­layan sebep bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sab­retmelerine karşılık selam üzerlerine olsun.’285 es-Sabur ilahi ismi bu menzilden öğrenilir. el-Halim isminin bu isimde bir hükmü var mıdır, yok mudur? Alemdeki bazı kimselerden eziyetin kaldırılması bu men­zilden öğrenilir. Âlemin bir kısmından hiç hükmü kalmayacak şekilde mi kaldırılır? insanın dışındakilerin insandan üstünlüğü bu menzilden öğrenilir. Bu üstünlük bütün yönlerden midir, yoksa onlar belirli bir şeyde üstün olup insan da başka yönden mi üstündür? Bu konudaki sebep nedir?

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ELLİ İKİNCİ BÖLÜM

Tasvirli ve Tedbirli Üç Tılsımlı Sırrın Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Ey göz aydınlığı! Kalp seni arzular

Sen olmayaydın, sen olmayaydın, hasrette olmazdım ben

Varlığım olmazdı, senin bilmiş olduğun Bu kadarla zengin olsaydın, zengin ederdi seni

Varlık hiç kuşkusuz fakir ve miskin                                             -                              -

Kemale muhtaç, fakirlik evidir onun yatağı                                               .

Kemale ulaşmak için aciz kalma Senden başka yarlıkta matlubu bilme

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, tılsıma bu adın veril­mesi ters çevrilmiş olmasından kaynaklanır. Başka bir ifadeyle tılsım, yönlendirildiği her şeye hakim ve musallattır. Musallat olan her şey, böyle olduğu sürece, tılsımdır. Meselenin bir yönü akıllara musallat kı­lınmaktır ki bu en güçlü kısımdır. Çünkü böyle akıllar, ilahi haberler­den, nebevi hadislerden ve keşf kaynaklı bilgilerden tevilinin ve terazi­sinin altına girebilecek olanları kabul eder. Bu mesabede olmayan ha­berler ve bilgileri, tılsımlı böyle akıllar kabul etmez. Alemdeki en güç musallat tarzı budur. Çünkü böyle bir akılla sınırlanmış insan, Allah Teâlâ hakkındaki pek çok bilgiyi kaçırmıştır. Onun tılsımı fikirdir. Allah Teâlâ ‘te­fekkür’ ederek herhangi bir şeyi ancak O’nun vasıtasıyla öğrenebilece­ğini anlasın diye kendisine musallat etmiştir. Öyleyse gerçek, fikriyle hareket edenin zannettiğinin aksinedir. Ona şöyle denilir: ‘Ey Akıl! Beni benim vasıtamla bilebilirsin!’

Diğer tılsım hayaldir. Allah Teâlâ onu anlamlara musallat eder. Hayal anlamlara maddeler giydirir ve onları bu maddelerde izhar eder. Bir anlam kendisini bundan uzak tutamaz. Üçüncü tılsım adetlerdir. Allah Teâlâ bu tılsımı natık nefislere musallat kılar. Nefisler bir adet ve alışkanlığı yitirse, hemen ona çekilir âdetin üzerindeki otoritesi ve tesiri nedeniyle onu aramaya başlar. Allah Teâlâ adamları bu üç tılsımın ortadan kaldırılma­sında birbirinden ayrışır.

Birinci tılsıma gelirsek, Allah Teâlâ ehlinden bir grupta bu tılsımın ha­kim olduğunu gördüm. Öyle ki onlar, herhangi bir ilahi bilgiden için­de ‘fikir’ kokusunun bulunduğu bir bilgiden haz aldıkları kadar haz almazlar. Başka bir ifadeyle onlar, fikir kaynaklı bir bilgiden saf iman nuruyla -ki bu nur en saf ve en açıklayıcı nurdurverdiği bilgilerden daha çok haz alıyorlardı. Bunun sebebini şimdi açıklayacağım: İman nuru ilahi vergidir, onda kazanma ve kesbin veya delillerin etkisi yok­tur. Çünkü biz, deliller ve onların gösterdiği şeyler hakkında kesin bil­gi sahibi olanları gördük, imanın bu bilgide etkisi yoktu. Bilgi kulun kazanım ve kesbinin dışına çıkıp iman nuruyla elde edildiğinde kul sanki kendisine ait olmayan bir şeyle sevinmiş gibi hissetmektedir ken­dini. Bir konuda bilgi elde etmek üzere fikir gücünü kullanıp fikri, teo­rik gücü ve içtihadından yaralandığında ise onun bir çabası ve gayreti olmaktadır. Böylelikle kendi çabası ve ürünü olması bakımından o bil­ginin hazzı, çabasının bulunmadığı bilginin hazzından daha büyük olur. Çünkü kendi çabasıyla elde ettiği bilgide onun bir yaratıcılığı vardı, insanın kendi çaba ve katkısının bulunduğu bir bilgiden böyle haz almasının yegâne nedeni, kendi aslını ve nefislerini bilmeyişleridir. Çünkü insan yokluktan varlığa ilahi ihsan, bağış ve Allah Teâlâ’nın kendisine ihsanıyla çıktığını bilmez. Allah Teâlâ onları kendi katkıları yok iken var etmiştir. Bununla birlikte onlar varlıklarından son derece haz alır­lar. Bu nedenle söz konusu insanlar (fikrin tasallutundan kurtulsalar), bu aslın verisine göre, teorik gücüyle fikrin kazandırdığı ilimlerden daha çok imanın sağladığı vehbi ilimlerden haz alırlar. Onların nefisle­rini bilmeyişlerine yol açan başka bir perde şudur: Akıl ve fikri Haktan çaba ve gayrederiyle elde etmemişlerdir. Akıl ve fikir ilahi vergiyle meydana gelir. Hâlbuki onlar, aklın varlığıyla sevinirler. Böyleyken Hakkın onlara iman nuruyla verdiği şeyle sevinmeleri, fikir vasıtasıyla elde edilen bilgiden duydukları hazdan daha büyük olmalı değil midir?

Fikirle ulaştıkları bilgiyle daha çok sevinen bu insanlar şu gerçek­ten habersiz ve perdelidir: Bazen fikir yoluyla elde ettikleri bilgiye gi­reri bir takım kuşkular görürler. Bu kuşkular o bilgiyi ellerinden çıkar­tır veya onları hayrete düşürür. Bunun neticesinde şiddetle üzülür ve fikirlerini çeşitli delalet türlerinde kullanırlar. Söz gelişi fikirlerini bu kuşkuları kendilerinden uzaklaştırmak için kullanabilirler. Bu sayede onların kuşku olduklarım anlarlar ve eski durumlarına bir ilave olma­dan eski bilgilerine geri dönerler, fakat her nefes Hakkın vereceği ilave bilgilerden mahrum kalırlar. Ya da fikirleri onlara bilgilerine ilişen kuşkuların gerçekte kuşku olmadığını, bilgilerinin zıddını veren bir bilgi oldukları hükmünü verir. Sahip oldukları bilgide gerçek nedir? Bu bilgiyle sevinirler ve onun bilgi olduğunu ileri sürerler. Hâlbuki bilgi değildir, kuşkudur! Allah Teâlâ onlara gerçeği gösterseydi, kendi­sine döndükleri bilgi hakkında da zan altında olduklarını görürlerdi. Nitekim daha önce kendisinden vazgeçtikleri bilgi hakkmda da aynı durum ortaya çıkmıştı. İlahi bilgi hakkında fikriyle hareket eden insa­nın kendisini fikirden uzaklaştıracak yegâne nedeni bu bile olsaydı, yi­ne de yeterli olabilirdi.

Bu konudaki sözlerimiz Allah Teâlâ ehlinden müminlerle yöneliktir. Ul­vi ruhlardan bilgi aldığını, onlarm kendilerine yardım ettiklerini ve bil­gi almak üzere bu ruhları kendilerine çağırdıklarını (istinzal) ve sahip oldukları bütün bilgilerin onlardan geldiğini iddia edenler de vardır. Onlar kendilerini böyle bilgilerden perdeleyen yegâne sebebin şehvet­lere bakmak, yemek, içmek cinsel ilişki vb. gibi doğal işlerle ilgilenmek olduğunu iddia ederler. Bizim onlara söyleyeceğimiz bir söz yoktur. Çünkü böyle insanlar, Allah Teâlâ’nın değil, var olanların kullarıdır. Onların Allah Teâlâ hakkındaki bir bilginin dışında hakikatten haberleri yoktur. Söz konusu bilgi O’nun (varlıktaki) asıl olduğunu bilmektir. Bu bilgide bir ayrıntı, açıklama veya delillendirme veya Hakkın mana ve mekân itiba­rıyla yüce âlemdeki her bir parçada zuhur etmesi gibi bir ayrıntı yok­tur. Onlar bütün bunlardan perdelenmişlerdir ve bunu kabul etmezler.

Esas itibarıyla tılsım görülmesi ve meydana gelmesi mümkün bir şeyi gizlemek üzere konulduğu için, tılsımın etkisini gidermek üzere çareler kullanılmıştır. Bu sayede tılsımın gizlediği faydalı şey ortaya çı­kar. İnsan içinden taşıdığı ‘kaimlik’ iddiasıyla kendi üzerindeki bir tıl­sımdır. Bu kaimlik nedeniyle insan, fikrini ve bütün güçlerini kullanır, çünkü o zatında rab, mülkünde sahip olduğuna inanır. Sonra Hakkın kendisini yükümlü tuttuğunu ve kullandığını görür ve kaim olduğuna dair inancı pekişir. Hakkın onu yüikümlü tuttuğu işleri yapabilme gücü olmasaydı, yükümlü tutmazdı. Bunun üzerine insan şöyle der: ‘Bu güçler için benim kullanılmam, Rabbimi tasdikime delildir. Bu güçler­de kullanılmak üzere beni yükümlü tutarken Rabbim doğru sözlüdür.’ Hâlbuki bu miskin insan, kullanılacağı yerleri bile tam bilmiyordur. Sonra onlar, bu güçlerle elde edebilecekleri en değerli şeyin Allah Teâlâ’nın zatını ve O’na yaraşan özellikleri bilmek olduğunu bilirler. Bunun üze­rine kendisine ulaşmaları mümkün olabilecek hususta güçlerini kul­lanmayı terk ederek güçlerini ulaşmanın mümkün olmadığı alanlarda kullanmaya kalkarlar. Hakk gönderdiği ayetlerde onlara şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisinden sizi sakındırır.’286 Yani bu hususta fikri kullanmayın! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyin.’ Böyle yapmakla onlar, Allah Teâlâ ehli olmakla birlikte, takdir edilmiş bir günah nedeniyle -ki bu günahın hükmünün onlara işlemesi kaçınıl­mazdırAllah Teâlâ’ya ve peygamberine karşı gelmişlerdir. Allah Teâlâ bizi güçleri­ni kendisinde kullanmanın uygun olmadığı yerlerde kullanmaktan ko­ruduklarından etsin! Allah Teâlâ cömert bir veli, nimet ve ihsan sahi­bidir.

Allah Teâlâ bu tılsımın hükmünü ortadan kaldırıp tılsımın perde­lediği şeyi gösterdiğinde, kendisinin kaim olduğunu göstermekle senin kaimliğini ortadan kaldırma imkânı bahşeder. Seni fakirlikte kullanır ki, bu da senin aslını müşahede etmen demektir. Fikrini ise ihsanla var olduğunu, Allah Teâlâ’nın sana yönelik lütfundan meydana geldiğini öğren­men için kullandırır. Duyulur ve manevi tavırlarında halden Hakk gir­men, müslüman olman ve mümin olman Allah Teâlâ’nın ihsanındandır. En nihayet Allah Teâlâ seni kendi ehlinden yapmış ve kendisine seçmiş, başkalarını perdelemiştir. Seni kendisine seçmesi, kendisine delil ol di­ye değildir. Bu durum, sana dair ezeli inayeti ve O’nun tahsisinden kaynaklanır.

Böyle bir bakışı sana nasip ettiğinde, Allah Teâlâ’nın ihsanıyla bu güçleri nerede ve nasıl kullanacağın açıklanır, sen de Hakkın belirlediği yerleri aşmaz, O’nun belirlediği sınırlarda durur, kendi kadrini olduğu gibi O’nun kadrini de öğrenirsin. Tasarrufta bulunduğu hususlardaki tüm işini Hakkın ihsanından kaynaklanan ilahi bir bağış sayar, iman nuruy­la O’na bakarsın. Bu nuru sana Allah Teâlâ ihsan etmiştir. Böylelikle işlerin kendiliklerinde bulundukları hali göstermiş, hakikati açıklamış, hakika­te uymakla rızıklandırmış, batılı göstermiş, ondan sakınmakla seni nimedendirmiştir.

Bu keşifte akılcı-fikir ehli bir grup gördüm. Fikir güçleri onlara hakikati batıl şeklinde göstermişti. Onu iyice incelemiş, hakikatten uzaklaşıp batıla uymuşlardı. Bu konuda bilgileri yoktu, çünkü batıl herkesin fıtraten uzaklaşacağı bir şeydir. Onları bu halde görseydin, acır ve belki onları hakikate davet ederdin. Onlar ‘Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.’287 Sen onları hakikate çağırsan, onlar kendi­lerini çağırdığın hakikate karşı seni cahil ilan ederlerdi. Nitekim Hz.

Peygamber müşrikleri tevhide davet ederken onlar da kendi inançlarına davet etmekteydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunun üzerine şöyle derdi: ‘Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırmaktasınız. Siz Allah Teâlâ’yı inkâr edeyim, O’na şirk koşayım ve hakkmda bilgim olmayan bir şeyi söyleyeyim istiyorsunuz. Ben ise sizi Aziz ve Gaffar Allah Teâlâ’ya davet etmekteyim.’288

Dostum! Bana cevaben onların da peygambere, peygamberin kendilerine söylediğini deme! Gerçek böyle değil! Çünkü onlar müş­rik! Onlar müşrik olmaları itibarıyla peygamberin davet ettiği Hakkı var kabul etmişlerdir. Başka bir ifadeyle şirk koşmak peşinen Hakla var saymak demektir. Onlar şöyle demişlerdir: Biz pudara dua ederiz ‘ki bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar.’289

Müşrikler Allah Teâlâ’nın tazim edilmesi gerektiğini ve şirk koştukları şeylerin sahip olmadığı yüksek mertebenin sahibi olduklarını kabul etmişlerdir. Bu nedenle cevaplarında peygamberin kendilerine söyledi­ği şeyi söylemeleri mümkün değildi. Peygamber onlara ‘bü konuda bir bilgim yoktur’ demişti. Hâlbuki onlar peygamberin çağırdığı Allah Teâlâ hakkında bilgi sahibiydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları davet ettiğinde, onlar peygamberin davet ettiği Hakkı kabul ederek, dilleri ve halleriyle pey­gamberi davet etmiş, fakat peygamberin davet ettiği Hakka Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakkında bir bilgisinin bulunmadığı ‘ortağı’ da eklemişler­di. Keşif sahibi fikir sahibine . böyle bir şey söyleyince, fikir sahibinin vereceği cevap, Allah Teâlâ’dan uzak olmada Hz.. Peygamber karşısında müş­riklerin verdiği cevaptan daha keskin olacaktır. Müşrikler böyle bir fi­kir sahibinden daha mutludur'. Çünkü onlar, her halükarda, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in davet ettiği Hakkın yüce mertebe sahibi olduğunu kabul­lenmişlerdi. Akılcı (deisder) ise ‘Allah Teâlâ bulunduğumuz hali bilmez’ de­mektedirler, çünkü onlar, ‘Allah Teâlâ tikelleri bilmeyecek kadar yücedir’ derler. Onlara göre Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki bilgisi tümel bir bilgidir. Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın âlemde hareket eden ve duran kimselerin bu­lunduğunu bilmesidir; yoksa Allah Teâlâ güneşin zeval vaktinde Amr oğlu Zeyd’in hareket ettiğini bilmez! Fikirlerinin onlara verdiği bilgi ve hü­küm bu! Buradan ise Allah Teâlâ’ya ortak koşanın deistlerden daha mutlu ol­duğu anlaşılır.    ,

Bunun yanı sıra teorik akılları onlara âleme yayılan bu ilahi kanun­ların ulvi ruhların erdemli ve kabiliyedi rıihlara dünyada insanların ya­rarlarım temin üzere ulaştırdıkları yardımlardan meydana geldiği bilgi­sini verir. Söz konusu yasalar, (fikir sahiplerine göre), belli bir grubun dillerinde dile gelmiş ruhani yasalardır. Onlar nefislerini arzuların bo­yunduruğundan ve doğanın esaretinden kurtarmış, kalp aynalarını saf­laştırmış insanlardır. Ardından ulvi ruhlar kendilerine yönelmiş, fikir güçleriyle Mele-i a’la ile oturmuş, onlar da âlemde yerleştirdikleri iyilik sebepleri vasıtasıyla kendilerine imdat etmişlerdir. Bu insanlar, nebiler, hakimler, resuller diye isimlendirilmişlerdir ki, bundan başka bir şey de yoktur! Onlar, ‘ahiret hayatı’ denilen gayb âlemindeki vaat ve tehdidi bir siyaset aracı olarak kabul edip onların vasıtasıyla yaratılış gayelerin­den uzaklaşanları doğru yola yönlendirmek isterler, başka bir nedenleri yoktur. Böyle bir düşünceden ve böyle bir bilgiden Allah Teâlâ’ya sığınırız. Yerli yerinin dışında kullanıldığında, fikir gücünün insana vereceği bil­gi ve hüküm budur! Onlar fikri kullanılacağı yerin dışında kullanmış, gitmemeleri gereken bir yere varmışlardır. ‘Allah Teâlâ dilediklerini doğru yola ulaştırır:290   „

İkinci tılsım ise hayaldir. Hayal anlamları bedenlendirir, onları duyusal suretlerin kalıbına sokar. Hayal de maddelerden soyut anlam­lar hakkında bilgisi olmayan eksik anlayışlılara göre bir tılsımdır. Do­layısıyla bu anlamlar görülmez ve bunlar sadece bedenî suretler görür­ler. Hayal tılsımının hakim olduğu insan, herhangi bir tahayyül olmak­sızın, işleri bulunduğu hal üzere idrakten mahrumdur. Bu insanlar, an­lamlardan herhangi bir şeyi kabul etmedikleri gibi bildikleri şeyin sa­dece bedenî suretler olduğunu da bilirler. O kadar ki, anlamları hayal­lerinde bedenlenmiş, bir yere yerleşmiş, birbirinden ayrışmış bir halde tasavvur ederek iki zıddı bir araya getirirler. Hâlbuki siz, anlamların suret olmadıklarını biliyorsunuzdur. Onlar ise anlamları suretler olarak kabul edebilirler. Bu tılsımın hükmünü ortadan kaldırmak isteyen, (bilmelidir ki) bu tılsım hiçbir zaman beşeri yaratılıştan kalkmayacak­tır. Çünkü o Hakk tarafından (bu âleme) konulmuştur.

Diğer ilahi tılsımlar da böyledir ve varlıkları ortadan kalkmayacağı gibi Hakkın hükmünü belirlediği yer söz konusu olduğunda hükümle­ri de kalkmayacaktır. Fakat bazı insanlar onları yollarından çıkartırlar. Bu çıkmanın yol açtığı hüküm, kalkacak olan hükümdür, başka bir şey söz konusu değildir. Bunu bilmelisin!

Bu tılsımın hükmü, sahibi fikrin hayal hâzinesine girip oradan ay­rıldığını gördüğünde kalkar. Fikir alda varana kadar hayal kendisine eş­lik eder. Burada insan kendiliklerinde oldukları hal üzere anlamları so­yut bir halde müşahede eder. Göreceği ilk şey, akla kadar kendisine eş­lik eden fikrin hakikatidir. Onu hayalin verisi olan maddelerden soyut bir halde görür ve Allah Teâlâ’ya şükrederek şöyle der: ‘Ben de kendisini görmezden önce onu böyle biliyordum.’ Buradaki yegâne amaç, mü­şahedenin bilgiye uygunluğudur. Akla yükseldiğinde fikri maddelerden soyut bir halde müşahede ederek maddelerden soyut anlamlar âlemiyle ünsiyet elde eder. Bu müşahedeye ulaştığında ise anlamlardan soyut­lanmada kendisine tesir eden Hakkı müşahedeye geçer. Çünkü hâdis anlamlar soyudanmış olsa bile, hâdislik ve mümkünlüklerinden soyut­lanmış değillerdir. Bu makam sahibi onlarda asli yokluklarını müşahe­de ettiği gibi hâdisliklerini ve mümkünlüklerini de müşahede eder. Bü­tün bunları maddi bir suret olmadan müşahede eder. Hakka yükseldi­ğinde O’ndan ilk müşahede edeceği şey, mümkünlüğüdür. Bu esnada bir hayrete düşer. Çünkü O’nu mümkün olmayan bir şey olarak bili­yordu. Hakk ise gördüğü şeyin başlangıçta müşahede sahibine dönen ‘imkân’ın kendisi olduğunu bildirmekle elinden tutar. Söz konusu im­kân, kulun ‘Hakkın bana kendini göstermesi mümkündür veya değil­dir’ şeklinde dile getirdiği imkân ve ihtimaldir. Bu imkân, ilk müşahe­desinde Haktan onun adına ortaya çıkan şeydir. Çünkü müşahede sa­yesinde imkânın iki yönünden birisi tercih edilmiştir. Bu esnada sakin­leşerek hayreti gider. Sonra Hakk -maddede olmaksızınkendisine tecel­li eder, çiinkü o, bu esnada maddelerin ilminde değildir.

Böylelikle Allah Teâlâ’dan o tecelli ölçüşünce bilgi alır. Hakkın madde­lerde olmaksızın kendisine tecelli ettiğini bilmenin dışında, hiç kimse Haktan o kişiye olan tecellisini tam olarak belirleme gücüne sahip de­ğildir. Bunun sebebi şudur: Allah Teâlâ bir kula kulun içinde bulunduğu bir hakikatte tecelli ettiğinde, söz konusu hakikat başka bir kula tecelli ederken o şahsın içinde bulunduğu durumun aynı olmadığı gibi daha önce gerçekleşen tecellide içinde bulunduğu hakikatin aynı da değildir. Bu nedenle Hakkın tecellisi tam olarak belirlenemez veya dile getirile­mez. Kul bu makamdan nefsinin âlemine, yani maddeler âlemine inti­kal ettiğinde, Hakkın tecellisi kendisine eşlik eder. Öyleyse kulun girip de hükmünün bulunduğunu gördüğü her mertebede Hakk, o merte­benin hükmüyle halden Hakk girer. Kul önce o tecelliden idrak edebil­diğini idrak eder. Sonra Hakkın başka bir duruma girdiğini anlar. Bundan sonra bir daha O’nu bilmezlik yapmak veya O’ndan perde­lenmez. Çünkü Allah Teâlâ bir kuluna tecelli edip sonra perdelenmez, böyle bir şey mümkün değildir.

Kul hayal âlemine indiğinde, hiç kuşkusuz, işleri bulunduğu hal üzere müşahede ederek öğrenir. Bundan önce de onları bilgisiyle ve imanla öğrenmişti. Hayal mertebesinde Hakkı cesedi bir surette gör­müş, O’nu inkâr etmemişti. O’nu yabancılar ve tabirci inkâr eder. Son­ra hayal âleminden duyu ve duyulurlar âlemine geçer. Burada Hakk, ku­lun inmesi nedeniyle, onunla birlikte tenezzül eder. Çünkü Hakk onu bırakmaz. Böylece âlemde gördüğü her surette Hakkı görür. Cisim ve­ya arazların suretlerinden özel bir cisim veya araz Hakka özgü değildir. Hakkı kendisinin aynı olarak görürken, aynı zamanda kendisinin veya âlemin aynı olmadığını görür. Hakka layık makamdan -ki onun ardın­da başka bir makam yokturnüzul ederek, Hakk kendisine eşlik ettiği için, keşin bilgiye ulaşmış olarak hayrete düşmez. Hakk her mertebede

o mertebenin hükmüne göre halden Hakk girer.

Bu, nadir bulunan bir müşahededir. Cisimler ve bedenler âleminin dışında, müşahede olmaksızın bu makamı dile getireni görmedim. Bu­nun nedeni, Hakk ettiği makamdan inerken Hakka eşlik etmemektir. Ci­simler ve bedenler âleminde onu dile getirenler taklitçilerdir. Bunu ise bu hal kendilerine eşlik etmediği halde bilirler ve sürekli gaflet halinde bulunurlar. Kendileriyle kaldıklarında ise onu dile getirirler. Zevk sa­hibi hiçbir zaman bu konuda gaflete düşmez, çünkü onun nezdinde malumdur. Gaflet -genelleştirmedenbelli bir şeyden olabilir. İşlerden kalan her şey, gaflet sahibine görülmez. Çünkü zevk sahibi Hakkı onda görür ve onun adına gafleti halinde görülecek bir şey kalmaz. Zevk yo­luyla bu makama sahip olmayan, eşya nedeniyle Haktan gafildir. Öyle ki sadece belli vakitlerde Hakkın karşısında hazırdır. Zevk sahipleri ile diğerleri arasındaki fark budur. Öyleyse kendini yanıltma.

Bu makamı zevk yoluyla elde eden tek kişi bile görmemiştim. Sonra eşim Meryem b. Muhammed b. Abdûn bir kişiyi gördüğünü bana bildirdi. Adamın halini bana nitelediğinde, onun bu hal sahiple­rinden olduğunu anladım. Fakat bu Hakk tam olarak ulaşmış olsa bile,


makamda güçlü olmadığını gösteren bazı haller anlatmıştı. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır:291              .

Üçüncü tılsım natık nefisler üzerinde hakim olan adetler tılsımıdır. Bunun nedeni söz konusu nefislerin adederle ülfeti ve menfaat ve ya­rarların ortadan kalkmayacak şekilde onlara bağlı olmasıdır. Bu tılsı­mın hükmünden kurtulmak isteyen insan, tılsımın kalkmayacağını öğ­renir, çünkü ülfet edilen sebepler, Allah Teâlâ tarafından konulmuştur ve bunların ortadan kaldırılması veya uzaklaştırılmaları mümkün değildir. Bunu öğrenen, bu kez sebebin etkisinin bulunmadığı kendisine özgü ‘özel yönü’ araştırmaya koyulur. Özel yön son derece gizlidir ve kişi onun kapısına yönelerek kapıyı açar, uzun uzadıya orada bekler. Se­beplerin kendisini çekerek, kendilerinde bulunan emanederi almasını istediklerini gönir. O ise bunu yapmaz ve sebeplerin ona getirdiği şey­leri kabul etmez. Aklına şöyle bir düşünce gelir: ‘Bu davranış Allah Teâlâ karşısında bir saygısızlıktır ve sana verileni al, şükredenlerden ol. Se­beplerin kaldırılması mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın senin hakkındaki hik­metini batıl Hakk getirme, yoksa cahillerden olursun.’ Bu azarlamaya ve bilgiye kulak vermemek gerekir. Çünkü böyle bir hatıra ve düşünce nefs kaynaklıdır, ilahi bir hatıra ve düşünce değildir. Bunun yerine kul, özel yönünde beklemeyi sürdürerek o öğreticiye şöyle demelidir: ‘Allah Teâlâ evlere arkalarından girmeyi yasakladı. Sen Allah Teâlâ’dan gelmiş olsay­dın, evlere kapılarından girerdin. Ben bir evim.\Başka bir söz de söylememelidir. Hakk onun bu makama girmesini irade etmişse, bu sebep sahip olduğu emanetle birlikte özel yönün kapısından yanına girer. Kul o kapının önündedir ve orada beklemeye çekilmiştir. İşte bu onun evinin kapısıdır. Sebep kendisine vereceği şeyi verdiğinde, onu kabul eder. Çünkü sebep ona emri talep ettiği yönden ve onun kapısından gelmiştir. İşte bu adetlere uyarken harikulade diye isimlendirilen şey­dir. Çünkü âlem bu makam sahibini sebeplerden bilgi alırken görür. Dolayısıyla onlar, kendileriyle onu ayırt etmezler. Sadece o kişi (bilgi­yi) nasıl elde ettiğini bilir.   .    -

Bu makam Melamilere aittir. Onlar, grupların en üstünüdür, çün­kü onlar, adet içinde âdeti aşanlardır. Bu makamda onların arasındaki fark, perdeli ile müşahede sahibi arasındaki fark gibidir. Fakat bunun farkında değillerdir. Görünür şekilde adederi aşanlar bu makama sahip olmadıkları gibi onun kokusunu da duymazlar. Onlar sebeplerden bil­gi alanlardır, çünkü sebepler, onlardan kalkmadığı gibi kalmayacaktır da; fakat gizlenirler. Çünkü görünürde adetleri aşan insanların duyusal bir hareketinin olması gerekir. Bu hareket, talep edilen şeyin elde edilmesinin sebebidir. Bunun için kişi elini -söz gelimihavada kapatır, açtığında onda altın ve gümüş bulunur. Bu durum onun elini açması ve kapaması gibi bir sebepten meydana gelmiştir. Öyleyse bu kişi se­bebin dışına çıkmamıştır, fakat genel olarak alışılagelmiş bir şey değil­dir. Fakat eli kapamak ve elin hareketi, alışılagelmiş bir iştir, bu kişinin elde ettiğini başka bir yoldan elde etmek alışılagelmiş bir iştir. Fakat bu tarzda onun elde edilmesi alışılagelmiş bir iş değildir. Bu nedenle onun hakkmda ‘âdeti aşmıştır’ denilir. Bunu bilmelisin!

Adetler tılsımının hükmünün dışma çıkmak isteyen, zikrettiğimiz konuda kendisini çalıştırmalıdır. Böyle yaparsa, adetler onun üzerinde hüküm vermez. O kişi adetler içerisindeyken bile sıradan insanlar ve seçkinler nezdinde tanınmaz.

Bu menzilin ilimlerinden birisi, işaret ve hitap ilmidir. Delil sahip­lerine gelen kuşkular, bu menzilden öğrenilir. Yaratma ve takdir etmek üzere yaratmaya yönelen isim, bu menzilden öğrenilir. Var etmeyle takdir etmek arasındaki müddet, bu menzilden öğrenilir. Zamanın geçmesiyle birlikte, var olanların yaratılıştaki dizilişleri bu menzilden öğrenilir. Zaman kimin üzerinden geçmiştir? Bir varlığın mı, yoksa varlıkların mı? Onunla sınırlananın kim olduğu bu menzilden öğreni­lir. Acaba onları zamanla sınırlamak bir tercih midir yoksa zorunlu mudur? Hakk bir şeyi var etmeye yöneldiğinde, başka bir şeyden yüz çevirmesi söz konusu mudur, değil midir? Fikir gücü hüküm verirken neye dayanır, bu menzilden öğrenilir. Kendisini destekleyen ilahi bir kaynağı var mıdır ki, fikir sahipleri farkında olmasalar bile ona dayanır­lar? Böyle bir kaynak yok mudur? Belki de gerçekte böyle bir kaynağın varlığı doğru olsa bile, fikir sahipleri kendi aralarında onu imkânsız mı sayarlar? İlahi emrin inişi ve indiği şeye göre dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Bunun müddeti ne kadardır?

Sebebin sebepliyle irtibatı bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ sebep va­sıtasıyla yaptığı bir işi o belirli sebep olmadan yapar mı? Veya herhan­gi bir sebep olmadan yapar mı, yapmaz mı? Bilgi, rahmet ve izzetin ir­tibatı bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte rahmet ile izzet arasın­da bir çelişme ve birbirini itme vardır. İndirmede daha üstteki bu menzilden öğrenilir. Aşağıdakinin üsttekinde bilgisi yoktur. Emir ve yaratma âleminde en güzel olan şey, bu menzilden öğrenilir. Neye gö­re en güzeldir? Çirkin yoktur ve güzellikte bir karşılaştırma yapılamaz. Bu insan yaratılışının diğer yaratılışlardan üstünlüğü ve kendisine gös­terilen inayet bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte bedbahdık ve muduluk için yaratılmıştır. Emir ise kendisine dönük inayetin ortaya çıkması nedeniyle bedbahdığın olmamasını gerektirir. Bu insandan âlemde meydana gelen durumlar bu menzilden öğrenilir. Meskenler bu menzilden öğrenilir. Bunlardan önce olanlar, sonra gelenler, değişenler ve değişmeyenler, başkalaşânlar ve başkalaşmayanlar bu menzilden öğ­renilir. Zahiri sureti bakımından iki diyarda insanın yaratılışında mey­dana gelen değişmeler, bu menzilden öğrenilir. Ruhani sureti bakı­mından yaratılışında başkalaşmanın olmadığı yönler bu menzilden öğ­renilir. Ya da bu diğer suretin başka bir ruhu vardır ve Allah Teâlâ o ruhu istidadına göre yaratır. Gerçekte durum nasıldır? Çünkü yeniden yaratma naslarda zikredilmiştir ve onun hakikati nedir, neyde gerçekle­şecektir? Bu garip bir bilgidir. Hakka kulun ancak ölüm vasıtasıyla ka­vuşabilmesi bu menzilden öğrenilir. Bu özel bir kavuşma mıdır? Yoksa ölümden başka bir kavuşma yok mudur? Ölüm ve onun kimin elinde olduğu bu menzilden öğrenilir. Alemdeki değişmenin suretlerinde ve tahayyülünde neye döndüğü bu menzilden öğrenilir. Ahiretteki ilahi sınırlama bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte ahiret insanlar ara­sında hakikatlerin ortaya çıkartılacağı bir yerdir. Ahiretin hükmü bazı durumlarda dünyanın hükmü gibidir.

Seni hakikatini müşahede etmeye sevk eden şey ve mutluluğunun bunda olduğu bu menzilden öğrenilir. İnsanın kaim olmayı doğası ge­reği sevmesi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte insan zelil ve muhtaçtır. İnsanı buna çağıran nedir? Kaim olmada insanların farklı­lıkları bu menzilden öğrenilir. Bir kısmı kul olarak, bir kısmı efendi olarak kaimdir. Efendi olarak kaim olanların bir kısmı perdeliyken efendi olur. Bir kısmı sahih keşif sahibi olarak efendidir. Sadece bu menzilde bilinecek konular, bu menzilden öğrenilir. Aşağının en aşağı­sı bu menzilden öğrenilir. Aşağının en aşağısı ne demektir? Hakk eden­lerin isimlerinin değişmesi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte Hakk ediş varlığını sürdürür. Öncelik bu menzilden öğrenilir. Kıyamette ilahi hüküm bu menzilden öğrenilir. Acaba neye göre hüküm verilecek ve ayrışma olacaktır? Basiret bu menzilden öğrenilir. Hitaptan faydalı olan kısım, bu menzilden öğrenilir. İlahi fetih bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmi üçüncü sifir sona erdi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar