YİRMİNCİ SİFİR 3.Bölüm
ÜÇ YÜZÜNCÜ BÖLÜM
Muhammedi Mertebeden, Ulvi Âlemin Bölünmesi Menzilinin Bilinmesi
Muhakkik yaratıcısının aktardığını yüklendi Gaybteki haber
zuhur etsin diye
Kalbime gaybten bağlar uzanır Güneş
ışınlarının göze ulaşması gibi
Birleşme, örtünme ve azatlık bizi
birleştirir Gelinler gibi, erkek karşısında kadın gibi
Daimidir, bizi ayıracak bir sabah yok Gece
ve gündüzden uzağız
Nimet perdeleri içinde aramazda sırlar
zuhur eder Başkalık olmaksızın sanki güneşten doğmuşturlar
Ne doğu (doğma) onu izhar eder ne batı
(batma) gizler insanların gözlerinden biri onu gören yoktur
Zamanı ne geçmiş ne gelecek, şimdidir
Geçmiş onu kaybetmez gelecek getirmez
İnançsızlar ve akıllılar! Kesindir
Şaşırmayın, ömrün neticesidir o
Ben Hay için ve Hay olanlayım Şekiller
aleminde hayatımız yok bizim .
Sonsuza akan hayat Suretler âlemindeki
hayattır
Bilmelisin ki, bu menzil, donukların
insandan üstünlüğünü ve cinlerin arasından müminlerin Kur'an-ı Kerîm’i mümin
insanlardan daha üstün dinlemelerini içerir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın
cinleri üzerinde yarattığı ve kendilerine yerleştirdiği bir özelliktir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanın
yaratılışından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.’463 Bu büyüklük, cisimde ve nicelikte midir,
zannedersin? Hayır, kesinlikle hayır! Çünkü nicelikteki büyüklük, duyuyla
bilinir. Bu üstünlük, Allah Teâlâ’nın kendilerinde yarattığı ve insanda
bulunmayan bir nedenden ve özellikten kaynaklanır. Söz konusu özellik,
mertebelerin bilgisini ve eşyanın Allah Teâlâ katındaki değerlerini öğretir. Bu
bilgiyi öğrenen kimse ise, yaratılmış olsun veya ilahi isim olsun, her şeyi
yerli yerine yerleştirir. ‘Kuşkusuz ki biz emaneti göklere,
yere, dağlara sunduk, onlar kabul etmekten çekindi, insan ise onu yüklendi,
insan cahil ve zalimdir’464 ayeti de bununla ilgilidir. Onların
kabul etmeyişleri cahilliklerinden mi kaynaklanmıştır, zannedersin? Hayır,
kesinlikle hayır! Emaneti yüklenmek, taşıyanın bilgisizliğinden
kaynaklanmıştır. Allah Teâlâ mübalağa kalıbıyla bilgisiz ve kendisine karşı
zalim olmakla onu taşıyan insandan başkasını nitelemiş midir? Öyleyse yeryüzü
ve ayette zikredilen diğer unsurlar, emanetin değerini ve onu taşıyan kimsenin
büyük bir tehlikede olduğunu anlamıştır. Çünkü emaneti taşıyan kimse,
Allah Teâlâ’nın kendisine emaneti
sahiplerine ulaştıracağı hakkmda bir kesinliğe sahip değildir. Burada Allah Teâlâ’nın
emaneti teklif etmesiyle kastının akıl terazisi olduğunu anladık. Öyleyse Allah
Teâlâ’nın zorunlu yapmadığı bir yükün altına kendilerini sokmadıkları için,
yeryüzünün, göklerin aklı insan akimdan daha çoktur. Çünkü emaneti yüklenmek,
bir emir değil, teklifti. Bu nedenle onlarm yapması gereken ise, gönüllü veya
isteksizce, yani Allah Teâlâ’nın yüklediği görevin ağırlığını bilmenin
zorluğuyla karşılık vermekti. Yeryüzü ve gök, ‘isteyerek
veya istemeyerek gelin5465
denildiğinde, gönüllü olarak gelmişlerdir. Başka bir ifadeyle, ‘size
aktarılacak şeyleri kabul için hazırlanın!’ Yer ve gök gönüllü gelmiş, Allah Teâlâ’nın
kendilerine yerleştirmek istediği şeyleri kabul etmek üzere teslim olarak ve
korkarak hazırlanmışlardır. Bunun üzerine Allah Teâlâ, yeryüzünde besinleri
yaratmış, onları kendisindeki bir emanet yapmıştır. Yeryüzü besinleri artık
ihtiyari olarak değil zorla yüklenmiştir. ‘Her
göğe emrini vahy etmiştir.’466 Böylece besinleri Allah Teâlâ,
sahibine ulaştırsın diye, yeryüzünün tasarrufundaki bir emanet yapmış, yeryüzü
de -kendi iradesiyle değilzorla onu üstlenmiştir.
Yer ve göğün bilgilerinin bir
göstergesi de, emaneti teklif ve seçimle taşımanın kendisini taşıyan kimsenin
nefsine karşı zalim olacağmı bilmeleridir. Çünkü emaneti taşıyan kimse,
kendisini büyük bir işin altına sokmuştur. Yerine getiremediğinde, hem
başkasma hem kendisine karşı zalimlik yapmış olur. İnsan bunu kendinden ve
kadrinden bilmez. Emanetin değerini bilmiş olsa bile, Allah Teâlâ’nın
bilgisinde emaneti sahiplerine ulaştırmakla ilgili neyin bulunduğunu bilmez.
Aksine insan, Allah Teâlâ’nm kendisi hakkmda tanıklık yaptığı üzere,
bilgisizdir. Böylelikle insanın emaneti kabul etmesi, bir zorlamayla değil,
iradeyle gerçekleşmiş, kendisiyle yükümlü olduğu için de emanete ihanet
etmiştir. Yer ve göğün emaneti yüklenmesi ise, iradi değil zorlamayla
gerçekleşmiş, bu nedenle Allah Teâlâ o ikisini emaneti sahiplerine ulaştırma
imkânı sağlamış, emanete hainlik etmekten korunmuşlar, insan ise başarısızlığa
uğramıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Kim
yönetici olmayı talep ederse, yalnız başına bırakılır. Kime talebi olmadan
yöneticilik verilirse, kendisine yardım edecek bir melek onunla
görevlendirilir.’ İşte yeryüzü, gök ve dağların insandan üstünlüğü nedeniyle Allah
Teâlâ onlarm hakkmda şöyle demiştir: ‘Bu
Kur'an’ı bir dağa indirseydik, onun Allah Teâlâ korkusuyla korkarak
parçalandığını görürdün.’467 Bu durumun dağın kendisine indirilen
şeyi bilmeyişinden mi kaynaklandığını düşünüyorsun? Hayır, kesinlikle hayır!
Aksine onu ve değerini bilmesinin gücünden kaynaklanır. Bakınız! Allah Teâlâ bu
ayette bize şöyle buyurur: ‘İşte Allah Teâlâ örnekleri böyle
verir. ’468 Örnekler insanlara verilmiştir ki, belki
düşünürler. Çünkü insanlar bu konuda düşündüklerinde, başkalarının
kendilerinden üstünlüğünü anlarlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın gördüğü şeyin
büyüklüğü hakkındaki tanıklığı, gerçekleşmiş demektir, çünkü O’nun sözü,
haktır. İnsanlar düşündüklerinde, Kuran’ın değerini bilmediklerini de anlarlar,
çünkü Allah Teâlâ’nın dağ adına tanıklıkta bulunduğu bu nitelik onlarda gerçekleşmemiştir.
Hafız Ebu NuaymDelailü’n-Nübüvvet adlı
eserinde aktarmıştır: ‘Allah Teâlâ üzerinde uçan bir kilim bulunan bir ağaçla
birlikte Cebrail’i peygambere göndermiş. Cebrail birinin üzerine oturmuş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem diğerinin üzerine oturmuştur. Ağaç onları yukarı
çıkarmaya başlamış. Göğe yaklaştıklarında, Refrefe benzeyen inci ve yakuttan
bir oturak kendilerine sarkmış. Cebrail kendisini gördüğünde bayılmış düşmüş.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise bayılmamış. Sonra şöyle demiş:
‘Buradan Cebrail’in benden daha üstün olduğunu anladım. Çünkü o orada neyin
bulunduğunu bilmiş ve bu nedenle bayılmış, ben ise bilememiştim.’ Böylelikle, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu durumu itiraf etmiştir. İnsan Kur'an-ı Kerîm’in
değerini ve taşıdığı şeyleri bilseydi, onun durumu böyle olmazdı. Değerini
bilen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kuran (vahyini) alırken
derununda göğüs gerdiği sıkıntılara balanız! Allah Teâlâ bedenini ve dış
kısmını, üzerine Kur'an-ı Kerîm inen dağ gibi parçalanmaktan korumuştur. Bunun
yegane nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vahyi diliyle bize
ulaştırmasını takdir etmiş olmasıdır. Dolayısıyla kendisinden vahiy alabilelim
diye, onun dış suretinin korunması zorunludur. Vahyi getiren Cebrail’in
suretinin durumu da böyledir. Biz kendimizden söz etmekteyiz.
Zikrettiklerimizin insandan
üstünlüğünün bir yönü de şudur: İnsan ölüp bir toprak gibi donuklaştığında,
hayattaki hali üzere olurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Bu
Kuran ile dağlar yürütülseydi veya yer kendisiyle kat edilseydi veya ölüler
konuşsaydı...’469 Yani bu
Kuran olurdu. Cevap, söz kendisini gösterdiği için, hazf edilmiştir. Anlamı
şudur: Kur'an-ı Kerîm’i zikrettiklerimizin üzerine indirmiş olsaydık, dağlar yürür,
toprak/yeryüzü parçalanır ve ölüler cevap verirdi. Biz kendisiyle konuştuğumuz
halde bunlardan hiçbirisi bizde gerçekleşmez.
Cinlerin bizden üstünlüğünün bir yönü
de, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabesine Rahman suresini
okuduğu bir hadisede geçer. Onlar kendisini dinlerken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Ben bu sureyi cinlerden olan kardeşlerinize
de okumuştum. Onlar bu sureyi sizden daha güzel dinlemişlerdi.’ Hadisin
devamında şöyle denilir: ‘Ben onlara ‘Rabbinizin
nimetinden hangisini yalanlarsınız’470 dediğimde, ‘Rabbimizin nimederinden
iç birini yalanlamayız’ demişlerdi.’ Kendilerine söylenen sözlerin hakikatlerini
ne kadar iyi bildiklerine bakınız! Kendilerine söylenen sözü kullanarak nasıl
da cevap vermişlerdir? Hatta Rab ismini kullanmışlar ‘İlahımız’ veya başka bir
ismi kullanmamışlardır. ‘Onlardan herhangi birini’ dememişler, kendilerine
söylendiği gibi ‘senin nimederinden’ demişlerdi. Bunun amacı, bu ayette zamirin
belirli bir nimete dönme ihtimalinden endişe etmeleridir. Onlar ise, tasdik
genel olsun diye, bütün nimederi söylemek istemişlerdir.
İnsan, bu bedeni yönetmesi ve ondan
doğması yönüyle -ki bu nedenle yapısından kendisine bozulma meydana
gelirlatifesi ve hakikati itibarıyla değil, doğası yönünden bütün bu
sayılanlara katılır. Öyleyse insanın bedeni bütünüyle (bütün parçalarıyla) Allah
Teâlâ’ya itaatkârdır, korkar. Her bir organını insan zorla ilahi emre aykırı
bir işe yönlendirdiğinde, organ kendisine şöyle der: ‘Yapma, beni sana
yasaklanmış bir işe gönderme. Ben senin şahidinim, arzuna uyma ve böyle bir
davranışı yapmaktan Allah Teâlâ’ya sığın!’ İnsan bedenindeki her bir güç ve
organ bu konumdadır. Onlar, yönetici nefsin baskısı ve zorlaması altındadırlar
ve ona boyun eğerler. Allah Teâlâ ise, yönetici nefsi değil, onları acı bir
günün azabından kurtarır. O gün Allah Teâlâ yönetici nefsi ise hesaba çeker ve
ateşe atar. Azabı çektikten sonra Allah Teâlâ’nın cennete sokacağı müminlere
gelirsek, Allah Teâlâ organlarına bir ikramı olarak onları orada öldürür. Çünkü
onlar, sürüklendikleri işleri yapmada mecbur idiler. Böylelikle organlar, acıyı
hissetmezler ve tek başına yönetici nefs, bu ölümde acı çeker. Bu durum, bedeni
döşeğinde ve yatağında en güzel bir halde iken, rüya görenin gördüğü rüya
nedeniyle acı duymasına benzer. Haklarında ‘Orada ne ölürler ne sağ kalırlar5
denilen cehennemliklere gelirsek, onların organları da böyledir. Bakınız! O
organlar kıyamet günü onların aleyhine şahitlik edecektir. Dolayısıyla
nefisleri de azabı tatmaları için cehennem ateşinde ölmeyecektir. Cisimleri
ise, azabı tatmasınlar diye, cehennemde canlanmayacaklar. Öyleyse onların
azapları, derilerinin yenilenmesi ve Allah Teâlâ’nın onların azabı hakkındaki
nitelemelerine göre, duyusal suret içinde nefsin hissedeceği bir azaptır. Bütün
bunlara onların nefisleri göğüs gerecektir, çünkü organlarından hayat gitmiştir
artık! Onlar, et kazanda piştiği gibi, ateşte pişeceklerdir. Balanız! Pişen et
acı duyar mı? Aksine bundan nimedenir ve Allah Teâlâ orada bir hayat olsaydı
kendileri için nimet yaratırdı. Aksi halde nefislerin taşıdığı vardır. Bu
durum, malının telef olmasını, mülkünün yıkılmasını ve harap olmasını gören
bir insanın durumuna benzer. Hâlbuki mülk, eline geçtiği kimsede rahattır.
Hükümdar ise, mülkünün yıkılmasıyla acı çeker. Bedeni maddi hastalıklardan ve
acılardan uzak olsa bile, böyle bir hükümdar, en çok acı çeken insandır ve
ölüp de gördüklerini görmemeyi arzular. Bütün bu zikrettiklerimizi bize Allah
Teâlâ bildirmiştir ki, düşünelim, öğüt alalım, Allah Teâlâ’ya dönerek böyle
yaptıklarından bizi kılmasını dileyelim, biz de onlara katılalım. Bu durum,
zorlanan kimseye olumlu karşılık vermeyi içerir ve böylelikle o kişi kurtulanlardan
olur. Allah Teâlâ’nın bir niteliğinin bulunduğu şahıstan daha mudusu olabilir
mi? Allah Teâlâ bu nitelikle onu Mutlu eder ve yaratıklarından bir kısmını
kendi suretine göre yaratır. Onlar, Allah Teâlâ’dan bu niteliğe kendilerini
katmasını isterler. Onun yaratıklardan büyüklüğünün değerini öğrenmiş oldun. ‘Fakat
insanların çoğu bilmez™71 Kardeşim! Sana öğrettiklerim ve
dikkatini çektiğim hususlarla bu durumu bilen azınlıktan ol! Allah Teâlâ bizi
onlardan etsin. Amin!
Bu menzilin içerdiği hususlardan
birisi de, ilahi sema’dır. Bu sema, oluş mertebelerinin ilkidir ve bitiş de
onunla gerçekleşir. Oluşun varlığı önce sema, yani duyma ile gerçekleşmiş iken
sona ermesi de yine haktan duymasıyla gerçekleşir. Artık nimet sahiplerinde
nimet, azap çekenlerde ise azap devam eder. Bu bağlamda var olan her şey, ‘ol’
sözünü (duymakla) meydana gelmiştir. Allah Teâlâ bu sözü ona duyurmuş ve o da
emre bağlanmış, daha önce yok iken dış varlığı ortaya çıkmıştır. Kendisine
‘ol’ demesiyle olan şeyin (yokluktaki) halini bilen Allah Teâlâ münezzehtir!
Öyleyse mümkünün kendisine ulaştığı ilk şey, Hakkın sözünü duyma mertebesidir.
Çünkü ‘ol’, ‘bizim irade ettiğimiz bir şeye sözümüz’472 diyenin niteliğidir. Öyleyse duyma
sözle ilgilidir. İşin sonu kâfirler hakkında, ‘oraya
girin ve konuşmayın’473 şeklindedir. Böylece Allah Teâlâ,
kendilerine hitap etmiş onlar da duymuştur. Cennetlikler hakkında işin
ı
sonuna gelirsek, (Hakkı) görmenin ve
tecellinin ardından -ki bu onlar için cennet nimederinin en büyüğüdürHak onlara
şöyle der: Sizin için geride bir şey kalmış mıdır?’ onlar da cevap verir:
‘Rabbimiz! Artık bizim için geride ne kalabilir ki? Bizi cehennem ateşinden
kurtardın, cennete soktun, bizi bu mülkün sahibi yaptın, aramızdaki perdeler
kalktı da seni gördük. Artık ulaştığımızdan daha büyük hangi nimet olabilir ki?
Hakk şöyle der: ‘Sizden razı olmam ve bir daha size kızmamam!’ Böylelikle Hakk,
kendileri duyarken, rızasını ve onun sürekliliğini kendilerine bildirir. Bu,
onların buldukları en büyük nimettir. Böylelikle iş başladığı gibi yine sözle
bitmiştir.
Sonra, başlangıçları ile bitişleri
arasındaki nimet mertebelerinde duyma sürekli onlara eşlik eder. Haktan
kendisine gelen sözleri anlayabilecek bir kulağı olan kimseye ne Mutlu!
Binaenaleyh muhakkik arif, sürekli bir duyuş halindedir, çünkü onun için her
yönden Allah Teâlâ’dan başka konuşan yoktur. Yaratıklardan birisi kendisine
hitap etse, ârif o hitabı Allah Teâlâ’dan aktaran bir elçi gibi kabul eder, o
şahsın kendisine söylediği şeyi anlamak üzere hazırlanır. O sözün Allah Teâlâ
kalandaki -ki kendisini meşru olarak onaylamış olanhükmünün mahiyetine bakar ve
o ölçüye göre kendisini kabul eder. Allah Teâlâ, ‘Allah
Teâlâ’nın kelamını işitip dinleyinceye kadar onu komşu edin (ona süre ver)’474
buyurur. Kendisiyle konuşulan ise peygamberdir. Öyleyse kimsenin kendisinden
veya başkasından bir söz bildirmesi mümkün değildir. Bütün sözler, Allah
Teâlâ’dandır. Çünkü bildirdikleri bütün sözleri kendilerinde yaratan Allah Teâlâ’dır.
Öyleyse hepsi, O’nun kelimeleridir. Gerçekte kula düşen sadece duymaktır ve
yaratılmışın konuşması ‘duymadır.’ Bu nedenle ârif, herhangi bir aratılmışm
sözünü ihmal etmez ve bir yana atmaz kendi konumuna yerleştirir. Bu söz,
şeriatın hükmüne göre, nahoş, günah çirkin olabileceği gibi iyi, hoş ve gerçek
de olabilir. Öyleyse ârif, o sözü kabul eder ve Allah Teâlâ’nın şeriatın
diliyle belirlemiş olduğu ve o söze ait hikmete göre kendi menziline indirir.
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi de, kendisinde kahır ve rahmet tecellisinde gelen bulutun bilinmesidir.
Bu tecelli, bulutlarla, yani buludar sebebiyle veya buludar ortaya çıksın diye
göğün parçalanması esnasmda gerçekleşir. Ardından bütünü öbek öbek açılır ve
bulut haline gelirler. Daha önce göğü melekler doldurmaktaydı ve orası göktü. Şimdi
de, bu kez bulut iken melekler orada bulunur. Kıyamet günü ise, takdir edilmiş
haşir gününe bulutların içinde gelirler. Melekler, bulutlardan karanlıklar
içindedirler. Karanlıklar (veya gölgeler), onların kapılarıdır. Allah Teâlâ bu
konuda şöyle der: ‘Gök açılır ve kapı
kapı olur.’475 Başka bir
ayette ise ‘Gök bulutlarla parçalanır ve melekler iner.’476 Bu iniş, Allah Teâlâ’nın kıyamet
günü kulları arasında hüküm vermek ve (hakları) ayırmak üzere gelmesi için,
meleklerin bulut içindeki gelişleridir. Bu bağlamda arifin ‘göğü’ buluda
parçalandığında, (melekler konumundaki) güçleri o bulutun içine indiğinde, Allah
Teâlâ dünyadaki varlığı hakkında hüküm vermek üzere geldiğinde, kıyameti
kopmuş, hesabı öne alınmış demektir. Böylelikle kıyamet günü üzerinde herhangi
bir korku yokken güvenli bir halde gelir. Ne şimdiki anında ne de gelecek
hakkında üzülmez. Bu nedenle Allah Teâlâ şimdiki zaman fiili kullanarak, ‘Onlar
mahzun olmazlar3477
buyurmuştur. Çünkü bu fiil, hem şimdiki zamanda hem de gelecek zamanda üzüntüyü
ortadan kaldırır. Geçmiş zaman fiili veya gelecek zaman ekiyle bütünüyle
gelecek zamana tahsis edilmiş fiil ise böyle değildir.
Bilmelisin ki, bütün nefislerde
‘yerin üç hali vardır: Kıyamet kopmadıkça, çocuk sahibi olabilmek, hayız ve
doğum. İnsan doğası yönünden yeryüzü gibidir. Bu nedenle her nefeste insan,
Rabbinin kendisine aktardığı, kendisinden rabbine çıkan ve kendi içinde bu
aktarıma dair içinde bulunan ve çıkmak için hazırlanmış olsa bile henüz çıkmamış
şeyleri bilmesi gerekir. Çünkü insan, bu üç mertebe ve halde Allah Teâlâ
karşısında hallerini gözetmekle yükümlüdür. Allah Teâlâ bazen kendisine vasıtalarla
aktarırken bazen vasıtalar olmaksızın aktarır. Bazen vasıta övülmüştür, bazen
ise kınanmış, bazen ise -içinde bulunulan hal pişmanlık ve aldanmaya yol açsa
bilene kınanmış ne övülmüştür. Öyleyse muhakkik, duyar, alır ve kimden
duyduğunu ve kimden aldığını bilir. Bunun yanı sıra neyin doğduğunu, doğduğunda
çocuğunu kimin kabul ettiğini, onu kimin terbiye edeceğini, Rabbinin mi yoksa
başkasının mı terbiye ettiğini bilir. Nitekim sahih bir rivayette şöyle
denilmiştir: ‘Kuşkusuz ki sadaka’ -ki sadaka kulun doğurduğu/meydana getirdiği
amellerdendir‘Rahman’ın eline düşer, Rahman onu alır ve herhangi birinizin
devesini ve ürününü yetiştirmesi gibi onu yetiştirir.’ Burada Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘herhangi birinizin çocuğunu terbiye etmesi gibi’
dememiştir. Çünkü çocuk bazen yarar sağlarken kötü bir çocuk yarar sağlamaz.
Aksine insan, ‘keşke Allah Teâlâ onu yaratmamış olsaydı’ diye temenni ederek
çocuk nedeniyle zarar bile görebilir. Deve ve ürün ise, öyle değildir. Çünkü
ya binerek veya yük taşıtarak veya ürününden veya gerek duyduğunda etinden
yiyerek, onlardan yararlanma kesin ve kaçınılmazdır. Böylelikle Allah Teâlâ,
kendisinden ortaya çıkan menfaat nedeniyle (sadakaya) benzetmiştir ki, sadaka
veren insan, verdiği sadakasından mutlaka yararlanacağını bilsin! Sadakanın
ilk yararı, kıyamet günü insanlar arasında hüküm verilirken kendisini güneşin
sıcaklığından korumasıdır. Bu bağlamda insanın ‘doğurduğu’ ürünlerden birisi
de, güzel sözdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘Güzel kelime sadakadır.’ Bu söz de bereketlenir ve terbiye edilir. Hakk, kulun
‘nikahlı’ olarak -yoksa nikahsız olanları değil‘doğurduğu’ her şeyin
terbiyesini bizzat üsdenir. ‘Sahip’ kölesinin ‘çocuğu’nun terbiyesini
üsdcnirsc, çocuk yönünden kendisine ulaşacak olan iyiliklerin değeri takdir
edilebilir mi? Bunların ilki, çocuğun babasmm Allah Teâlâ katındaki değerini
öğrenmesidir. Çocuk (ürün) bilir ki, Rabbi onu ancak babasının O’nun katındaki
üstün konumu ve mertebesi nedeniyle terbiye etmiş ve kendisine ihsanda bulunmuştur.
Bu nedenle ise, babasına minnet duyar. Bu durumda çocuk, Rabbinin mertebesini
yücelterek ve babasına olan inayetinin gereğiyle, babasından dolayı iyi olmuş
ve iyilik görmüştür. Allah Teâlâ’nın ârif kullarının işleri böyle gerçekleşir.
Bu menzilde hakkında konuştuğumuz her mesele, kendi bölümünün dışındadır.
Vakit darlığı ve özedemek istediğimiz için onlara değinemedik. Çünkü ben
menzilin kapısmda zikrettiğim şeylerin bilgisinin suretlerini buldum ve bütün
gördüklerim o kapıya sığmazdı. Bu menzildeki bu kadar açıklama, hükümdarın
kapısında bulunan teşrifatçı, köleler ve demirciler gibidir.
Bu menzilin içerdiği bölümlerin
fihristi ise şöyledir: iki diyar arasında ulvi ve süfli âlemin bilinmesi,
perdeler ardından gayblerin izhar edilmesinin bilinmesi, niçin perdelenmiş
olduklarının bilinmesi, niçin çıkartıldıklarının bilinmesi, onlardan çıkan ve
kalan şeylerin bilinmesi, çıkmayı bekleyenlerin bilinmesi, çıkması mümkün iken
bir engel nedeniyle çıkması mümkün olmayan şeylerin bilinmesi, onların
çıkmasını engelleyen şeyin bilinmesi; duymakla veya duymadan çıkmak mümkün
müdür? Duymak nedeniyle çıkıldığında, çıkma zorla mı yoksa severek ve isteyerek
mi gerçekleşir? Yoksa vakiderin gereği olan hallere göre, (bazen) bu kısma
(bazen) ötekine mi ayrılır?
Bu menzilin ilimlerinden birisi de,
bir şeyde ve başkasında artışın bilinmesidir. Buna örnek olarak dürülmüşün yayılması
veya çekilmiş olanın açılmasını verebiliriz. Duyulur hâzinelerin isimlerle ve
isimlerin verileriyle ortaya çıkartılmasının bilgisi de bu menzille ilgilidir.
İsimlerin verileri sayesinde arif, hâzinenin yerini öğrenir. Böylelikle isim
ile konuşur, tıpkı çanak kısmının çiçekten ortaya çıkması gibi toprak yarılır
ve içinde saklanmış mal (ortaya çıkar). Onu gördüğünde, başka bir isimle
konuşur. Böylelikle mal bu (ismin) özelliğiyle ortaya çıkar. Bu durum demirin
mıknatısa çekilmesine benzer. O yerde saklanmış maldan bir şey kalmayıncaya
kadar böyle sürer. Bu menzil, meşru amellerin bilgisini de içerir. Onlar neye
varacaktır? Onlardan alınacak olan nedir? Bu menzil alamederle muduluk ve
bedbahdık ilmini içerir. Yönler ve neye döndükleri; Hakkın üstte olmayla
nitelenmesi bir mertebe mi, yoksa yön üsdüğü müdür? İnsanların ahirette
yerleşecekleri menzillerdeki hallerinin bilinmesi; bu menzillerde kendisinde
halden Hakk girdikleri bu hallerin nedeni nedir? İçinde bulundukları
zamanlarda bu haller yenilenir mi, yoksa yenilenmez mi? Allah Teâlâ’nın
kendisine dönen bir ayet ile kullarına görülmesi de bu menzille ilgilidir.
Arada bir mukayese olmadan, zamanın ve yıldızların değeri de bu menzille
ilgilidir. Bilginin varlığıyla birlikte imanın olumsuzlanmasının bilinmesi de
bu menzille ilgilidir. Bu husus, muhakkike göre en sıkıcı işlerden biridir.
Müjde ilmi bu konuyla ilgilidir. Müjde iyilikle ilgili olsa bile muduluğa özgü
değildir. Allah Teâlâ, ‘onları acı bir azap ile müjdele5478 buyurur.
Bu müjde hakkında dil ve terim anlamıyla konuşmak bu menzille ilgilidir. Bu bağlamda
terimsel anlamıyla müjdeye gelirsek, ondan anlaşılan şey, özel olarak
iyiliktir. Bedbaht insan da, hakikat üzere olduğunu zannederek, iddiasına göre
bir müjde bekler. Bu nedenle ‘onu müjdele’ diye emredilmiştir. Çünkü bedbaht,
müjde beklemektedir. Fakat onun adına müjde, acı bir azapla olacaktır. Dil
bakımından müjdeye gelirsek, bu anlamıyla müjde, insana derisinde (beşer ve
beşaret ilişkisi) etki edecek bir haberin bildirilmesidir. Çünkü insana bir
iyilik söylendiğinde, bu söz onun derisinde açılma, gülümseme, tebessüm,
sevinme, neşelenme, heyecanlanma şeklinde bir etki yapar. Kötü bir şey
kendisine söylendiğinde ise, derisinde daralma, ağlama, üzülme, sıkılma,
somurtma, yüzün asılması gibi bir etki yapar. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Yüzler vardır o gün aydınlıktır,
gülerler ve sevinirler. Yüzler vardır, o gün üzerlerinde toz vardır.™79 Burada onlarda meydana getirdiği
etkiyi zikretmiştir. Bu nedenle müjde, dil anlamıyla, hem iyiliğe hem de kötülüğe
karşı söylenmiştir. Terimsel anlamıyla ise söylenmez. Bu nedenle Allah Teâlâ (dildeki
kullanımına göre) kelimeyi serbest kullanmış ve sınırlamamıştır. Bu bağlamda
müminler için şöyle demiştir: ‘Onlar için dünya hayatında ve ahirette
müjde var dır.5480 Hâlbuki müjdenin ne olduğunu
belirtmemiştir. Çünkü örf ve hal karinesi, müjdenin iyilikle olacağını
belirtir.
Ebediyetin bilgisi ve neye döndüğü de
bu menzille ilgilidir. Ebed zamansal mıdır, yoksa zamanın kendisi midir? Zaman
neyle baki kalır? Kendi başma mı, yoksa başkasıyla mı? Bu başka ise onun için
adeta bir zarf gibi olur. Yoksa zaman dışta gerçek varlığı olmayan mevhum bir
şey midir? ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ BİRİNCİ BÖLÜM
Nimet Ehliyle Azap Ehli Arasında Taksim Edilmiş Kitabm Menzilinin Bilinmesi
ı _
Yakın kimsenin ahlakı
El-Birr’in ahlakıdır, bilmez onu ebrâr
Yakınlık ‘kimsenin
benzemediği kimsenin’ menzili .
Onu kendi konumuna
yerleştirdi
Özeti kutsiyet ve mertebe olarak yükselmiş
Hiçbir yaratıkta onu açıklayacak dil yok
Mizan ile âlemleri idrak edersin Ne ihmal
et ne aşırı git, onu ihmal edersin
Yakınlık izafi bir şey, eziyet yakınlığı
Kendisinden istediğin için bir besin olur
Kerem sahibi ise isteği ona verir
Hırstan sakın, hırs yakınlığın katili
Sana kesbten gelecek azap
Kendi dininde başkasıyla onu öldürür
Onu yapıp da getiren kimse
Onu nasıl inkâr eder
veya tanımaz .
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman,
Kuran’ı öğretti.’48' Yani hangi kalbe inmişse. ‘İnsanı
yarattı.’482 Yani onun
için üzerine yerleştiği bir sınıf yarattı. ‘Ona
beyanı öğretti.’483 Yani
Kuran’ı ona indirdi ve gaybte bulunan maksadını açıkladı. ‘Güneş
ve ay bir hesaba bağlı.’484 Kast edilen, feleklerin hareket
ölçüleridir. ‘Yıldız (veya otlar) ağaçlar secde
eder.’4™ Bunun nedeni bu ölçü ve mizandır.
Burada kast edilen köklü bitkiler ile ki ağaçlarköksüz bitkilerdir -odar
(necm). Bu nedenle iki secde birbirinden ayrışmıştır. ‘Göğü
yükseltti.’486 Gök
mizanın kubbesidir. ‘Mizanı
. t t m
koydu.’487 insan ve cinler onunla tartsın diye.
‘Mizanda taşkınlık yapmasınlar.’488 Aldatmak amacıyla aşırı gitme veya
ihmal etme yoluyla. Başka bir ifadeyle, üstünlük olmaksızın, terazinin
kefelerinden birini tercih etmeyin. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘O gün
adalet terazilerini koyarız.’489
Bilmelisin ki, her bir sanat,
mertebe, hal veya makama bir mizan ve terazi bilgi ve amel yönüyle hakimdir.
Buna göre anlamların aklın egemenliği altında olan bir terazileri vardır ki bu
terazi mantık diye isimlendirilir. Mantık terazisi, iki öncül diye
isimlendirilen iki kefeye sahiptir. Sözün nahiv diye isimlendirilen bir
terazisi vardır. Bu terazi ile bir dilin lafızlarının gösterdiği anlamlar
tespit edilebilsin diye, lafızlar tartılır. Her dilin bir terazisi vardır. Bu
terazi, Allah Teâlâ’nın rızıkların indirilmesine bitiştirdiği ‘bilinen
miktardır.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu ancak
belli bir miktarla indiririz.’490 Fakat o, dilediği ölçüde iner.
Kuşkusuz ki Allah Teâlâ insanın bedenini terazi suretinde yarattı ve onun
kefelerini sağı ve solu yaptı. Dilini ise, terazinin zatının direği yaptı. Bu
nedenle o dilediği her yöne yönelir. Allah Teâlâ muüuluğu sağa, bedbahtlığı
ise sola bitiştirdi. Terazi ile iki kefeyle şeklinde amellerin tartılmasını
sağladı. Bu nedenle, sayısal teraziyi ile -ki ‘bir
hesaba bağlıdır’49' sözünde belirtilmiştirsıvıların
terazisini içermesi için ağırlık ve hafiflik ile nitelenmiştir.
Bu ise terazinin iki kefesiyle
gerçekleşebilir. Bu nedenle iki kefe belirtilmemiş, onun yerine ‘Tartıları
ağır gelen kimse’492 denilmiştir.
Bu ayet mutlularla ilgilidir. Devamında ise ‘Tartıları
hafif gelen kimse*493 denilmiştir.
Bu ise, bedbahtlar hakkındadır. Kefelerin tartılması söz konusu olsaydı şöyle
diyecekti: ‘İyiliklerinin kefesi ağır gelen kimse... ve kötülüklerinin kefesi
ağır gelen kimse...’ Burada, tıpkı iki kefenin sureti gibi, ağırlık terazini
hafif gelenin aynısı yapmıştır. İki kefe olsaydı, kötülüklerin bulunduğu kefe
ağır bastığında, ağır diye nitelenirdi. Hâlbuki Allah Teâlâ onu hafiflikle
nitelemiştir. Buradan şunu anladık: Terazi iki kefelidir. İlahi terazinin bir
yönü de, ‘her şeye yaratılışını verdi5494 ayetinde
belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurdu: ‘Ben ve
Ebu Bekir tartıldık, ben ağır geldim. Ebu Bekir ile ümmet tartıldı, o ağır
geldi.’
Bilmelisin ki, iş, bilgi ve amelle
sınırlıdır. Amel ise iki kısma ayrılır; duyusal ve kalp amelleri. Bilgi ise iki
kısımdır; aklî bilgi ve şer’î bilgi. Her kısım, verilişinde, Allah Teâlâ
katında belirlenmiş bir teraziye dayanır. Yükümlü kuldan istenilen ise,
adaletle teraziyi kullanması, haddi aşmamasi ve hile yapmamasıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Dininizde haddi aşmayın.*495 Bu ayet ‘terazide
haddi aşmayın5496 ayetiyle
aynı anlama gelir. Allah Teâlâ’ya karşı sadece hakikati söyleyin. Bu ise
‘Ölçüyü adilce yapın*497 ayetinin anlamıdır. Böylelikle Allah
Teâlâ karşısında kuldan talep edilen şey, insanlar arasında ve kendilerine
karşı adil olmaktır. Allah Teâlâ kuluna adil olmayı nasip ederse, bütün
iyilikleri de kendisine vermiş demektir. Söz gelişi Allah Teâlâ sağlık ve
afiyeti doğaların denge haline ve itidaline (adalet) bağlamıştır. Doğalardan
birisi ötekine baskın gelmemelidir. Hastalık, maraz ve ölümü ise, doğalardan
(unsurlar) bir veya bir kaçının ötekilere baskın gelmesine bağlamıştır. Öyleyse
itidal bekanın sebebiyken sapma (itidalin bozulması) helak ve fenanın
sebebidir. Kendi yerinde terazinin üstün gelmesi onun doğrultulması ve ikame
edilmesiyken kendi yerinde hafif gelmesi de onun doğrultulmasıdır. Öyleyse bu
durum, makamlara göre değişir.
İş söylediğimiz gibi olunca,
bilmelisin ki: Muhakkik, bilgi ve amelle ilgili her mertebeye -tartılamn
ağırlık veya hafifliğine göreteraziyi yerleştirendir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem borcun ödenmesini ve ürünün alınmasını teşvik etmiş
ve şöyle demiştir: ‘Onun lehine tart.’ Kendisine fazladan verdiğin Hakk
etmediği kısım, fazladır ve teraziye girmez. Çünkü ilk konumunda tartı tercih
için değil tara için konulmuştur. Teraziye giren her üstünlük, fazlalık
babındandır. Allah ise, genel olarak kötülükte bir ürün yaratmamış ve şöyle
buyurmuştur: ‘Yaralanmalar kısastır.*98 Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Kötülüğün
cezası, kendisi gibi bir kötülüktür.3499 Hâlbuki ondan daha üstündür dememiş
ve şöyle buyurmuştur: ‘Kim size karşı bir haksızlık yaparsa,
size yaptığının misliyle ona karşılık verin.’500 Hâlbuki ondan
üstünüyle dememiştir. ‘Kim bağışlar ve arayı düzeltirse,
onun ücreti ise Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’501
Burada ise nimedendirmede üstünlük belirtmiştir.
Allah Teâlâ kuUarmı iyi ve saygın
ahlaka ve cömertliğe teşvik etmiştir, çünkü kendisi daha üstününe layıktır. Bu
da rahmetinin gazabını geçmesinden kaynaklanır. Buna göre ateşe ehli, herhangi
bir artış olmaksızın adalede girecektir. Cennete ise ehli, Allah Teâlâ’nın ihsanıyla
girecek. Cennedikler ameUerinin gerektirmediği nimederi göreceklerken
cehennemükler -Allah daha sonra kendilerine dilediğini yapana kadarazaptan
ancak ameUerinin gerektirdiği şeyi -herhangi bir ilave ve fazlalık
olmadangörürler. Bu nedenle onların azabı hakkında şöyle buyurmuştur: ‘Rabbin
dilediğini yapandır.'502 Allah’ın yaratıklarından hiç kimse,
kendisi büdirmedikçe, Allah’m kuUarı hakkındaki iradesinin hükmünü bUemez.
Bakınız! Allah mudular hakkında şöyle der: ‘Kesintisiz bir ihsan.’ Nimetin sureti
ise birdir, süre birdir. Azap hakkında ise ‘kesintisiz’ dememiştir. Fakat azap,
kendileri ateşten çıkmadıkları halde kesüebilir. Onların (ayette istisna
ecülen) bu istisna halinde, Allah’m kendilerine neyi yapacağı bilinmez ve bu
konuda herhangi bir şekilde hüküm verilmez. Bununla birlikte biz Allah’m
rahmetinin gazabmı geçtiğini ve Allah’m herkese yaptığına göre karşılık
vereceğini biliriz. DelU, mudular hakkında (onların ameUerinin değU) Allah’m
ihsanının hüküm sahibi olacağım ortaya koymuştur. Hâlbuki aynı şey bedbahdar
hakkında zikredilmemiştir. Bu, teorik akılcının çekimser kaldığı veya zannına
göre hüküm verdiği bir meseledir. Sadece keşif sahibi bu konuda kesin hüküm
verebilir. Çünkü o, bu konuda Allah’ın verdiği bilgiye göre bu meseleyi bilir.
Gerçi İbn Kasi ki o bu konu uzmanlarındandırşöyle der: Allah’m adaleti
fazüetinde ve fazileti de adaletinde hüküm sahibi değüdir.’ Bu beürsiz bir
ifadededir. Bunu keşiften hareketle mi yoksa düşünme ve değerlendirmeden hareketle
mi söylemiştir, bilemiyorum. Bu söz, bir açıdan Allah teala’nın, ‘Rahmetim
gazabımı geçmiştir’ sözüyle çelişirken bir açıdan çelişmez. Çünkü hakikatler,
faziletin adalette hüküm sahibi olmadığı ve adaletin de fazilette hüküm sahibi
olmadığı hükmünü verir. Bunlardan birisi ötekinin hükmünün yeri değildir. Bir
niteliğin hükmünün mahalli, üstün olunan şey veya adalete konu olan şeydir.
Çünkü biz Allah Teâlâ’dan şunu öğrendik: Allah Teâlâ, kötülük işlemiş
kullarından bir kuluna gurubuna mağfiretiyle ihsan eder ve onlar adına bir adalet
terazisi ortaya koymaz, onları adaletiyle cezalandırmaz. Onlar hakkında sadece
ihsanıyla hüküm verir. Böyle bir durumda ise ‘ihsanı adaletinde hükümran
olmuştur’ denilemez. İbn Kasi’ye yaraşan şey, gerçeği bulunduğu hal üzere
bildirmektir. Peygamberlerin bize bildirdiği keşifle bir çelişki söz konusu
olduğunda ise, dönülmesi gereken şey, peygamberlerin keşfidir. Buradan bu keşif
sahibinin keşfine bir bozukluğun girdiğini anladık. Bu bozukluk, onun keşfine
adeta düşünce kaynaklı tevil gibi girmiş ve o kişi de keşfiyle sınırlı
kalamamıştır. Böyle bir keşif sahibi rüya görene benzer. Onun gördüğü rüya
doğru olduğu gibi gördüğü şeyi anlatmıştır. Hata görülen şeyde değil, tabirde
gerçekleşir. Keşif gerçekte asla yanılmaz. Neyi gösterdiğinde ise, Allah Teâlâ’dan
bildirmediği sürece, hata yapabileceği gibi isabet de edebilir.
Akli teraziye gelirsek, o da iki
kısımdır: Bir kısmını akıl fikir gücüyle idrak eder. Bu kısımdaki terazi,
anlamlarda mantık, lafızlarda nahiv diye isimlendirilir. Bu, bu yol ehlinin yöntemi
değildir. Kastettiğim, onların burhanı, hatabî, cedelî ve benzeri kanıtlar veya
tümel, tikel, olumlayan, olumsuzlaşan, şartlı, şartsız gibi terimlerle dile
getirdikleri mantık meseleleridir. Bununla birlikte sûfiler de anlamlarda
kendileriyle bir araya gelebilir ki bu kaçınılmazdır. Fakat anlamdaki
ortaklıktan bu bilginin sadece bu lafızlardan elde edilmiş olması sonucu çıkmak
zorunda değildir. Aynı şekilde bir sûfi mübteda, haber, fail-meful, tamlama,
mastar, izafet, kane’nin ismi, inne’nin ismi, irab ve mebniliği bilmek zorunda
değildir. Anlamları bilsek bile, bu sözleri bilmemiz gerekmez. Öyleyse keşif
sahibi, yaratıklarını kendisine çağırdığı hususta Rabbinden gelen bir basirete
sahiptir. Fakat akıl, fikir gücüne sahip olduğu gibi kabul etme özelliğine de
sahiptir. Bu kabulün de keşifte bir terazisi vardır. Keşif sahibi o teraziyi
bilmiş ve aklın tek başına idrak edeceği bütün bilinenlere onu yerleştirmiştir.
Fakat bu veli, fikir yoluyla ve mantık terazisi bakımından o teraziyi bilmez.
Akıl bilgisi terazisinden bizim yöntemimize giren şey, takvanın neticesinde
bir bilginin gerçekleştiği durumla ilgilidir. Bu konuda Allah Teâlâ, ‘Allah
Teâlâ’dan korkun, size Allah Teâlâ öğretir’503 ve ‘Allah
Teâlâ’dan korkun, size furkan verir5504
ayetlerinde belirtilir. Böyle bir durumda arif, takvasına, Allah Teâlâ’dan
çekindiği hususlara ve yerine getirdiği amellere bir yandan bakarken öte yandan
elde ettiği bilgiye bakar. Ardından bilgisiyle yerine getirdiği ameli
birbiriyle ilişkilendirir, çünkü ilişkiler terazisi yanılmaz. Ârif amel ile bu
amel vasıtasıyla kendisine açılan bilgi arasında geçerli bir ilişki
bulunduğunu ve bu amelin o bilgiyi gerektirdiğini görürse, böyle bir bilgi,
onun ameliyle kazanılmış demektir. Arif (bilgi ile amel ilişkisinin) terazinin
dışında kaldığını görür ve ilişki ortadan kalkmış olabilir veya meydana gelen
şeyin cinsinden fazla olabilir ve amelindeki bir eksiklik veya zafiyet nedeniyle
amelinin gücü kendisini meydana getirmeye yetmeyebilir. Böyle bir durumda bu
miktara ilave kısım, kazanılan ilimlerde bir kaynağı olsa bile, vehbi
ilimlerdendir. Bu nedenle arifin ihsanlarına karşı Allah Teâlâ’ya şükretmesi
gerekir. Bu şükür ise, amelindeki eksikliği telafi eder ki söz konusu eksik
ameli tam yapmış olsaydı, zaten kendisine verilmiş bu bilgiyi meydana
getirecekti. İşte bu, sebebi öne gelmiş bir sonuçtur. Daha doğru bir ifadeyle,
nedenlisi olması gereken şeyin sebebi haline gelmiştir. Allah Teâlâ ise bu
şükre karşılık olarak, zikrettiğimiz şekilde kalbine daha fazla fetih nasip eder.
Arif bütün amelleri böyle değerlendirir. İşte bu (tasavvuf) yolundaki akli
terazi böyledir.
Şu konuda görüş ayrılığı vardır:
Aklın kendi başına idrak ettiği hususları veli keşif yolundan alırsa, acaba
bunlar deliliyle birlikte mi kendisine açılır, yoksa delil olmadan mı açılır?
Biz, kendisine bu bilgiler açılırken bunların delilinin verilmediği
görüşündeyiz. Bizzat kendimiz bunu tecrübe ettik. Bir kısmı ise -ki onlardan
birisi arkadaşımız Faslı Şeyh İmam Ebu Abdullah el-Kettani’dirbaşka bir görüşe
varmıştır. Arkadaşımızın şöyle dediğini duymuştum: ‘Fikir olmaksızın,
delilinde kendisine fetih olması gerekir ve ârif delilin medlulüyle irtibatını
görür.’ Bu sözünden Allah Teâlâ’nın kendisine bu tarz bilgiyi ancak bu şekilde
açmış olduğunu anladım. O da kendi zevkini bildirmiştir. Öyleyse onun böyle
görmüş olduğu hakkındaki bilgisi doğru iken ancak böyle olabilir şeklindeki
hükmü ise yanlıştır. Çünkü onun verdiği hüküm, keşfinden değil, teorik
düşüncesinden kaynaklanmıştı. Çünkü Allah Teâlâ kendisine ‘ben böyle yaparım’
diye bildirmemişti. Bu adam bu yol ehlindendi. Bizim vardığımız görüşü idrak
etmiş, fakat onun akli delilini anlamamıştır. Bu nedenle herkes gördüğü şeyi
bildirmiş ve verdiği haberde doğru söylemiştir. Bu yolda keşif cihetinden (verilen
haberlerde) kesinlikle hata olmaz. Fakat keşif harf ve seslerin keşfi ise,
keşfedilen şeyleri anlama çabasında hata olabilir.
Şerî terazi ve mizan ise şudur: Allah
Teâlâ sana ilahi ilimlerden başka bir konuyla ilgili ilim değil, çünkü biz bu
özel terazide başka ilimleri dikkate almayızbir bilgi verir. Kendisini biliyor
isek, bu durumda şeriata bakarız. Şeriatı bilmiyor isek, fikir sahiplerine
değil, hadisçilere sorar ve şöyle deriz: Herhangi birisinden peygamberin Allah Teâlâ’nın
şöyle veya böyle dediğini aktardınız mı? ‘Evet5 derlerse, onu
bildiğin ile veya sana söylenen ile tartmaksın. Bil ki o meselede sen o
peygamberin varisisin! Ya da bir ayetin ona delil olup olmadığına bakılır.
Cüneyd-i Bağdadi’nin, ‘bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’ sözü bu
demektir. Kast edilen terazidir. Bu terazide, meselenin aynısının Kuran’da ve
Sünnette zikredilmiş olması gerekmez. Sûfilerin kast ettikleri şey, Âdem’den Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar hangi peygamberin diliyle olursa olsun, kitap
ve Sünnetten indirilmiş şeriatta bir aslın o ikisini birleştirmiş olmasıdır.
Çünkü pek çok mesele vardır ki bunlar keşifte ve ilahi bildirimde velilere
gelir, fakat akıllar kendilerini kabul etmez ve onları atar. Peygamber veya
nebi onları söylediğinde ise, iman ederek veya tevil ederek kendilerini kabul
eder. Fakat peygamberden başkasından aynı bilgiyi kabul etmez. Bunun nedeni,
aklın insafının olmayışıdır. Çünkü veliler kendileri için şeriat olan hususlara
göre amel ettiklerinde, bu ilahi mertebeden üzerlerine ilahi cömertlik
esintileri eser. Bu esintiler ise, nebilerden kendilerini kabul ettikleri bu
ilahi hususlardan Allah Teâlâ’nın dilediklerini keşfeder. Hâlbuki bu veli
kendilerini söylediğinde, akılcılar onu tekfir eder. Kendisini tekfir eden
kimse, aynı şeyleri peygamber getirdiğinde onlara iman eder. Böyle bir insanın
basireti ne kadar kördür! İşlerin en azı, kişi tevilcilerden ise, şöyle
demesidir: Sana söylenen veya keşf olunan şey hakkındaki sözün doğru olsa bile,
onun tevili şöyle şöyle olmalıdır. Zâhirî ise şöyle der: Nebevi haberde buna
benzer bir şey yer almıştır. Çünkü bu durum nebiliğin şartlarından birisi
değildir ve ne kitapta ne sünnette Şâri onu reddetmiştir.
Bu menzille ilgili bölümden insan, ‘Allah
Teâlâ insanı kendi suretine göre yarattı’ hadisinde kendi mertebesini ve yerini
öğrenir. Kuşkusuz insanı ilahi cömertlik, teraziye sokmuş, onun suretiyle
kendisini var edenin sureti zat, nitelik ve fiil olarak tartılmıştır. Gerçi
tartmak, tartılan şeylerin gerçekte ortak olmalarını gerektirmez. Çünkü sikkeli
altının tartıldığı şey, demir madenidir ve dolayısıyla altına zatında veya
niteliğinde ve sayısında benzemez.
Bilinmelidir ki, insan suretiyle
ancak bütün ilahi isimleriyle birlikte suretin kendisini talep ettiği şey
tartılır. Söz konusu isimler, insanın yaratılışına yönelmiş ve eserlerini
kendisinde izhar etmişlerdir. Demir madeni tanımda, surette ve hakikatte
altınla denk olmadığı gibi kul da böyledir. Allah Teâlâ insanı sureti üzerinde
yaratmış olsa bile, insan tanımda ve hakikatte Allah Teâlâ ile ortak değildir.
Çünkü Allah Teâlâ’nın zatının bir tanımı yok iken insan -resim veya lafızla
değilzatıyla tanımlanmış olandır. Bütün yaratıklar böyle bir tanıma sahiptir,
insan, yaratılışı ve mertebesi bakımından yaratıkların en mükemmeli ve en
kuşatıcısıdır. Bu mizanın hakikatini öğrendiğinde, suret nedeniyle
düşebileceğin yanılgı ortadan kalkmış olur. Bu yanılgı şöyle ortaya çıkar: Sen
bir zat, O da bir zattır. Sen canlı, bilen ve diğer niteliklerle nitelendiğin
gibi O da aynı niteliklerle nitelenmiştir. Bu teraziyle ise, suret derken
kastedilenin bu olmadığını anlarsın. Bu nedenle Allah Teâlâ, insanın
yaratılışı ile terazinin konulmasını (aynı ayette) zikretmiş, taşkınlık
yapmadan kendisini düzgün kullanmayı sana emretmiştir. Terazinin doğruluğu,
belirttiğim şekilde kullanılmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ yaratan, sen ise
yaratılmış olansın. Sanat nasıl olur da sanatçısını bilebilir ki? Sanat
sanatçısından ancak kendisi hakkındaki bilgisinin suretini isteyebilir, yoksa
zatının suretini değil! Sen yaratanının sanatısın! Öyleyse senin suretin, O’nun
sana dair bilgisiyle örtüşiir. Bütün yaratılmışlar da böyledir. İş böyle olmaz
ve Zeyd ile Ömer’i bir araya getirdiği gibi seninle O’nu tek bir tanım ve
hakikat bir araya getirseydi, ya sen ilah veya O meluh olurdu. Ancak bu şekilde
tek bir tanım ikinizi bir araya getirebilir. Gerçek ise bunun aksinedir.
Bilmelisin ki: Rabbin karşısında
nefsini hangi teraziyle tartarsan tart -ki nefsin nedeniyle gurura
kapılmamalısın-, sen altım tartan demir madeni sayılırsın. Emsalsiz yakut, o
demir parçasıyla tartılır. Miktar bakımından kendisiyle ortak olsan bile,
değerde ve veya zatta veya özellikte O’nunla ortak olamazsın. Allah Teâlâ
böyle bir şeyden münezzehtir. Öyleyse sen kulluğuna bağlanmalısın ve kendi
kadrini bilmelisin. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ yaratıkları içinden senden daha
büyük olanı da yaratmıştır. Bununla birlikte söz konusu şey, senden dolayı
yaratılmıştır. Fakat bir şey senden dolayı yaratıldı diye, senin ondan büyük
olman gerekmez. Çünkü bıçak, söz gelişi, içlerinden birisi de hırsızın elini
kesmek olan bir takım işlerin yapılması için üretilmiştir. Ateş insana azap
etmesi için yaratılmıştır. Hâlbuki insan ateşten daha üstündür, çünkü ateş
insandan dolayı yaratılmıştır. Bu bölüm, geçişli değildir ve senin terazin onu
tartmaz. Öyleyse sen sensin, O O’dur. ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir.’50S
Başka bir ayette ise ‘O’nun benzeri bir şey yoktur, duyan ve
görendir5506 buyrulur. ^Böylelikle meşru, makul
ve bilgi terazilerini ve bu konuda gerek duyacağın hususları sana açıklamış olduk.
Şimdi ise sana amel terazisini açıklayalım!
Bilmelisin ki, amelin bir kısmı
maddi, bir kısmı ise kalbidir. Her bir türün terazisi de kendi cinsindendir.
Buna göre amelin terazisi, şeriata bakarak, amellerin biçimsel yönlerini en
yetkin şekilde nasıl yerine getireceğini öğrenmektir. Bu ameller maddi
(duyusal) ameller olabileceği gibi kalp amelleri veya her ikisinden bileşik
ameller de olabilir. Söz gelişi maddi duyusal hareketlerden namazı ve (kalbi
amellerden) niyeti verebiliriz. Kuşkusuz ki şeriat namaz için ruhani bir suret
belirlemiştir ki bu sureti aklın ayakta tutar. Amele başladığında, gözün
şâri’den kendisini almış olduğun örnekte olmalı ve o sureti bilfiil var
ederken yapmanı emrettiği şeyi yapmalısın. Ameli bitirdiğinde ise, Şâri’den
almış olduğun ve ‘misal’ diye ifade edilen o ruhani suret ile kendisine
karşılık vermelisin! Organı organına, eklemi eklemine, zâhiri zâhirine, bâtını
bâtınına (uyacak şekilde) karşılaştırmalısın. Herhangi bir eksiklik veya
fazlalık olmaksızın, iki suret birbiriyle örtüşürse, teraziyi adilce tartmış,
tartıda taşkınlık ve hile yapmamış olursun. Çünkü tanımdaki fazlalık,
tanımlanan şeydeki eksiklik demektir. Amelini böyle bir ölçüyle tarttığında
amelinin sureti, Hakkın, amelin karşılığında senin için belirlemiş olduğu
sevabın miktarı olur. Bu amelin övülmüş veya kınanmış bir amel olması durumu
değiştirmez. Çünkü şeriat, kendisini öğrenip yerine getirmen için, övülmüş
amelin biçimsel yapısını belirlediği ve açıkladığı gibi aynı şekilde kınanmış
amelin suretini de senin için ortaya koymuştur. Böylelikle onu tanır ve övülmüş
olandan kendisini ayırt edersin. Şeriat öyle bir amelle örtüşen bir ameli
yapmayı sana yasaklamıştır. Emre karşı gelir ve kınanmış amelin suretiyle
örtüşen bir suret yaparsan, o surete denk bir cezayı talep etmiş olursun. Söz
gelişi Hakk onu karşılığı vermek üzere teraziye sokarsa, miktar bakımından o
amelin suretine zerre miktarı fazla gelmez. Bu durum, kendisine ceza vermek
üzere terazi konulduğunda böyledir. Onun ateşteki azabı, amelinin ölçüsündeki
bir cezadır. Amelin miktarında veya zamanda ne eksilme ne artış olur. Yapılması
yasaklanmış amellerde ısrarı ancak tövbe ortadan kaldırabilir. Bu halde
ölürse, onun hakkmda korkulur. Hakk salih ameli teraziye sokar ve cezasının
suretiyle tartarsa, cezanın sureti kat be kat fazla gelir, miktarın dışına
çıkar. Bu durum şu ayette belirtilmiştir: ‘Kim
bir kötülük getirirse, ona misliyle karşılık verilir.’507 Nitekim bunu zikretmiştik. Başka bir
ayette ise şöyle buyurur: ‘Kim iyilik getirirse, ona on katı
verilir.’50* Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:
‘Mallarını Allah Teâlâ yolunda harcayanların örneği, yedi
başak bitiren bir tohuma benzer. Her başakta yüz tohum vardır. Allah Teâlâ dilediği
kimseler adına artırır.’509 Allah Teâlâ artırma için sınırında
durulan belirli bir miktar belirlememiş, aksine kendisini genişlikle
niteleyerek ‘Allah Teâlâ diledikleri adına
artırır, Allah Teâlâ (rahmeti) geniş olan ve bilendir’510 buyurmuştur. Başka bir ayette ise, ‘senin
Rabbin mağfireti geniş olandır.’511 Başka bir ayette ise, ‘rahmetim
her şeyi kuşatmıştır’512 buyurur. Allah Teâlâ’nın gazabı da
bir şeydir ve dolayısıyla rahmeti onu da kapsamış, sınırlamış ve üzerinde
hüküm sahibi olmuştur. Dolayısıyla ancak rahmetin hükmüyle tasarruf edilebilir.
Binaenaleyh rahmet dilerse gazabı salar. Gazapta bu menzil nedeniyle bir rahmet
kokusu bulunur. Dilerse onu tutar. Bu nedenle Besmele’de görünürde kahır
isimlerinden herhangi bir şey bulunmamıştır. Besmele, Allah Teâlâ, Rahman ve
Rahim isimlerinden oluşur. Gerçi Allah Teâlâ ismi, (toplayıcı isim olduğu için)
kahır anlamını da içerir, fakat aynı şekilde rahmeti de içerir. Öyleyse Allah
Teâlâ isminde kahır, şiddet ve baskınlık anlamı taşıyan isimlerden bulunan
kısma denk gelecek şekilde mukabili ve karşıtı olan mağfiret, af ve bağışlama
anlamları da besmele’nin Allah Teâlâ isminde bulunur. Geride bizim için Allah
Teâlâ isminde kendisini isimlerle karşılaştırdığımız bir fazlalık kalır. O da ‘Rahmanur-rahim’513 ifadesidir. Allah Teâlâ isminde
bulunan rahmetin dışında, Rahman’ın ve Rahim’in kendisine bak! Bu kısım,
terazide ağır gelir. Sanki Allah Teâlâ, yaratıkları hakkmda nasıl hüküm
vereceğini (rahmede) bize bildirmiş gibidir. Öte yandan besmele’deki toplayıcı Allah
Teâlâ ismindeki rahmet de, bütün bâtınlara dönük rahmetidir. Rahman ve Rahim’de
zahir olan ise, zahir olan şeylere dönük rahmetidir. Böylelikle rahmet genel
olmuş ve (mutlular ve bedbahtlar o İmale üzere) hepsi adına umut güçlenmiştir.
Kuran’daki her bir surenin başında
besmele vardır. Bu durumu, varışm rahmete olduğu hakkında Allah Teâlâ’nın bir
bildirimi olarak yorumladık. Çünkü Allah Teâlâ onda üç rahmet yerleştirdi:
Birincisi, Allah Teâlâ isminde gizli kalan rahmet iken diğerleri, Rahman ve
Rahim isimlerindeki rahmettir. Hâlbuki kahır için, Allah Teâlâ isminde gizli
olandan başka bir şey belirlemedi. Dolayısıyla onun dışta (bağımsız) bir
varlığı yoktur. Bu durum, insanm gerçekte sarih olanın aksine niyetlendiği
evlilikteki kinayeye benzer. Anlayınız! Tövbe suresine gelirsek, insanlar bu
surenin diğer sureler gibi müstakil bir sure olup olmadığı hakkında görüş
ayrılığına düşmüştür. Yoksa Tövbe suresi ile Enfal suresi tek bir sure midir?
Çünkü onlar surenin kemalinin ancak ayırıcı besmele ile gerçekleşeceğini
düşünmüş, burada ise besmele gelmemiştir. Bu ise, tövbe suresinin Enfal’in bir
parçası olduğunu gösterir. Bu en güçlü yorumdur. Bununla birlikte bu görüşün
reddedilmesinin de bir ihtimali vardır. Bu ihtimal ise, rahmet ile (Tövbe suresinin
kendisiyle başladığı) yüz çevirme arasında bir ilişkinin bulunmayışıdır. Fakat
bu yorum öteki kadar güçlü değildir, aksine bu zayıf bir yorumdur. Bu yorumun
zayıflık nedeni ise, onun bütün isimlerin anlamlarıyla nitelenmiş olan Allah
Teâlâ isminde bulunmasıdır, yoksa o, cezalandırmayı gerektiren belirli bir
isimde değildir. Yüz çevirme ise, müşriklerdendir. Müşrikten ise müşrik olması
bakımından üz çevrilmiştir, çünkü onun şirkinin konusu yokluktur. Aksi halde
Yaratan yaratılmıştan yüz çevirmez. Ondan yüz çevirmiş olsaydı, varlığını kim
koruyacaktı? Hâlbuki ortak koşulan şeyin varlığı yoktur. Binaenaleyh ortak
koşulan şey yoktur ve gerçekte ortaklık yoktur. Ortak koşulan şeyden yüz
çevirme geçerli olunca, yüz çevirme, bir tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ için
ve peygamberi için ortak koşulan şeyden yüz çevirme, bilgisizlik itikadından
uzaklaşmak demektir. Zikredilen bu yorumun zayıflığının başka bir açıklaması
ise şudur: Besmele başlangıcında bela okunan bütün surelerin başında bulunur.
Rahmet bela okumanın neresindedir? Bu nedenle, besmele’yi kıraatin bir parçası
sayanlar için, kârilerin bu gibi durumlarda beğenilmiş bir yöntemleri vardır.
Hamza gibi bazı kıraat imamları ise, böyle surelerde besmele’yi terk eder.
Vereş kıraatinde olduğu gibi bazı kimseler ise serbest bırakır. Fakat Vereş’e
göre besmelenin okunması daha iyidir. Biz de Hamza’nın harfiyle onu
okuduğumuzda, bu iki yerde besmele’yi okuduk. Çünkü bu ikisinde kötü vasi
vardır. Bu ise, ‘ve’l-emrü yevme izin (o
gün emir)’514 ve ‘veylütı (yazık)*15 ayetlerindedir. Burada besmele ile
okumuşlardır. Bu konudaki mezhebimiz ise, surenin sonunda durmak, besmelenin
sonunda durmak ve vasıl olmaksızın başlamaktır.
Kariler bu hususta dört görüşe
ayrılmıştır: Birinci görüşü kesinlikle kabul etmezler. Bu görüş, surenin
sonunun besmeleye vasledilmesi, durulması ve sureye başlanmasıdır. Kıraat
imamlarından hiçbiri böyle bir görüşü benimsemez. İran kökenli yabancıların
(acem) böyle yaptıklarını görmüştüm. Hâlbuki kıraat imamları böyle bir okumayı
kabul etmezler. Hepsinin kabul edeceği doğru yöntem ise -ki kıraat imamlarından
buna karşı çıkan kimseyi bilmiyorumsurenin sonunda durmak, besmele’yi
kendisinden sonra gelen surenin başıyla birleştirmektir. Diğer iki mezhep ise
-ki onlar bundan daha az beğenilmiştirbütününde (surenin sonunda, besmelede ve
diğer surenin başında) kesilmesi veya hepsinde vasıl yapılmasıdır. Bütün
imamlar, surenin başında euzu besmeleyle başlamak hususunda görüş birliğine
varmıştır. Herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, bütün imamlar, Fatiha’da
besmelenin okunmasında görüş birliğine varmıştır. Sureye başlamadıklarında,
diğer sureler hakkında ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu bağlamda Vereş
gibi bazı imamlar serbest bırakmıştır. Hamza gibi bazıları ise, terk etmiştir.
Diğer imamlar ise, besmele çekmiş ve serbest bırakmamıştır. Serbest bırakmanın,
terkin ve terk etmeyişin garip bir hükmü vardır ki, vakit onu zikretmeye
yeterli değildir. Aynı zamanda o sır, bölümde anlatılmak istenilen konuların
dışındadır. Bu, ancak Süleyman’ın Belkıs’a yazdığı mektupta zikredilmiş bir
ayettir. Çünkü o da bir ayettir ve bu konuda bir görüş ayrılığı bilmiyorum.
Böylece sana ameli ve akli terazi ve
mizanı yaklaşık ve özede açıklamış oldum. Şimdi de bu menzilin içermiş olduğu
ve sözü uzatma korkusuyla zikretmemiş olduğumuz bazı hususları zikredelim.
Bilmelisin ki, bu menzil zikretmiş olduğumuz bu terazilerin hastalıklarının ilmini
de içerir. Bu menzilde Rabbin kendisini Hakk ettiği yüceltmenin bilgisi vardır.
Bunun yanı sıra ahiretin bilinmesi, insanların orada cennet ve cehennemdeki
menzillerine yerleşmesinin bilinmesi, dirilişin bilinmesi, bedbaht ve
mutluların bazı menzillerinin bilinmesi, örtülerin bilinmesi, istilamın
bilinmesi, ulvi-süfli, doğal, ruhani âlemin bilinmesi bu menzille ilgilidir.
Ayrıca yakınlık menzili de ondadır. Bu konuda küçük bir risalemiz vardır.
Mukayese ilmi, cezanın denkleştirilmesi ilmi, saflaştırma ve karışma ilmi, nebinin kendisiyle nitelenmesinin uygun
olmadığı niteliğin bilinmesi, velinin bu nitelikten korunmuşluğunun bilinmesi
-ki bu çetindir-, dünyada sevilmeyen ve sahibinin cezalandırıldığı fakat
ahirette sevimli olan -ki aynı fiildirşeylerin (nedeninin) bilinmesi de bu
menzildedir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ İKİNCİ BÖLÜM
Muhammedi, Musevî ve İsevî Mertebeden En Yüce Âlem'in Gidişinin ve Aşağı Âlem'in
Varlığı Menzilinin Bilinmesi
Kanıtların telkini menzili Dereceler olan menzildir
Şöyle biri olma sakın Kapı açılırsa çıkar gider
Kapıya sarıl ve şöyle ol Kapı açılsa daha
da ısrar eder
Kim Allah Teâlâ’ya sığınırsa, ederse
korunur Kim ısrar ederse yükselir
Bütün isteklerinde
Her türlü darlık ve rahatlıkta
Bütün örneklerde denildi Kim erken
kalkarsa, yol alır
Böyle bir şey için, kardeşim!
Canlar verilir ve heyecanlar
Ne kadar akıllı helak olur
Onun denizinde dalgaların ortasında
Ne/s üzerinde görmezsin
Güçlükten dolayı yok olma
Bilmelisin ki, gayb, şehadet âlemi
için bir zarftır. Burada şehadet âlemi, var olmuş, olmamış veya olmuş ve sonra
da gaybe döndürülmüş Allah Teâlâ’nın dışında bütün varlıklardır. Bu son kısma
örnek olarak suretleri ve arazları verebiliriz. O Allah Teâlâ için şehadet
demektir. Bu nedenle O’nun şehadet âlemini bilen olduğunu söyledik. Allah Teâlâ
sürekli şehadet âlemini (gayb’ten) izhar eder. Bu izhar, sonsuz sayıdaki
bireysel varlıkların peşin sıra izhar edilmesidir. Bir kısmını ise gabya
döndürür. Bir kısmı ise hiçbir zaman döndürmez. Hiçbir zaman gaybe döndürmedikleri,
kendi başma bilfiil var olan her bir zattır. Bunlar ise, özel anlamda
cevherlerdir. Cevherlerin dışındaki cisimler, renk ve oluşla ilgili arazlar
ise, gaybe döndürülür, benzerleri ortaya çıkar. Onları gayb’ten şehadete
çıkartan Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘gaybı
ve şehadeti bilendir. ’516 Gaybte şeylerin
nicelikleri yoktur, çünkü nicelik sınırlanmayı gerektirir ve şöyle denilir, ‘ne
kadardır vs.’ böyle bir hüküm gayb hakkmda verilemez, çünkü gayb sınırsızdır.
Ne kadar, nasıl, nerede, ne zaman, konum, görelik, araz, etki, edilgenlik;
bütün bunlar nispetlerdir, dış varlıkları yoktur. Bunların hükümleri, Hakk
kendisini gaybından izhar ettiğinde, kendi başma bilfiil var olan cevherin
zuhur etmesiyle ortaya çıkar. Cevherler dışta var olduklarında, bu arazlar da
kendilerine uyar. Bu bağlamda ‘ne kadar varlık ortaya çıktı?’ denilir ve söz
gelişi ‘on adet1 veya ‘daha çok’ veya ‘daha az’ diye cevap verilir.
‘Keyfiyetleri nasıldır?’ diye sorulur, -bileşiktir1 diye cevap
verilir. Ardından cisimlik ilişir ve bu kez cisimlikle nitelik, yerleşme ve
renk kazanır. ‘Nerede’ diye sorulur, hayyizde (doğal mekan) veya mekanda
denilir. Ne zaman diye sorulur, falan şey şöyle olduğunda denilir. Dili nedir
diye sorulur, Arapça veya başka bir dil denilir. Dini nedir diye sorulur, falan
şeriat dişe cevap verilir. ‘Kendisi başkasından ortaya çıktığı gibi ondan baba
olmasını sağlayan biri çıkmış mıdır?’ diye sorulur, falanın oğlu denilir.
"Ne yaptı’ diye sorulur, ‘yedi’ diye cevap verilir. Bu yemeden ‘nasıl
etkilendi?’ diye sorulur, ‘doydu’ diye cevap verilir. Bütün bunlar, Allah
Teâlâ kendilerini gaybından ortaya çıkarttığında, cevherlere ilişen
nispetlerdir. Öyleyse sonradan olan varlıkta (hadis) sadece cevherler ve onlara
uyan arazlar bulunur. Öyleyse gayb içerdikleriyle birlikte kendisini bilenin
suretiyle örtüşen bir surettedir. Çünkü (gaybı bilen) Hakkın kendisini bilmesi,
âlemi bilmesidir. Böylelikle âlem, kendisini bilenin -onu biliyor olması
bakımındansuretine göre ortaya çıkmıştır. Alemin sureti, cevherin kendi
zatındandır.
Niceliğin (ilahi mertebedeki
karşılığı), Allah Teâlâ’nın isimlerinin sayısıdır. ‘Her
gün bir iştedir*17 ifadesi
ise niteliğin (ilahi mertebedeki karşılığıdır). Başka bir ayet ise, ‘Ey
insanlar ve cinler sizin hesabınızı ele alacağız’518,
‘Rahman Arş üzerine istiva etti’519
ayederidir. Allah Teâlâ’mn kendisinden bildirdiği bu ve benzeri ayeder pek
çoktur ve (onlar nasıl sorusuyla ilgilidir). Nerede sorusunun karşılığı ise, Allah
Teâlâ Amâ’da idi ifadesidir. Başka bir ifade ise, Allah Teâlâ gökte ilah
olandır. Zaman, Allah Teâlâ’nın ezelde bulunmasıdır. Konum (ve vaz’), ‘Allah Teâlâ
Musa ile bir şekilde konuştu’5J0 ifadesidir. Başka bir
ayet ise, ‘Allah Teâlâ’nın kelamını işitip dinleyinceye kadar onu
komşu edin’521 ayetidir. Binaenaleyh bütün şeriadar, Allah
Teâlâ’nın vazettiği şeylerdir. Görelik, yaratılmışların yaratıcısı, mülkün
maliki gibi ifadelerde geçer. Etki, ‘terazi O’nun elindedir, alçaltır ve
yükseltir ifadesinde belirtilir. Edilgenlik ise, kendisine dua edilmesine
karşılık vermesi, bir şey istenmesi O’nun da vermesi, bağışlanma istenmesi
O’nun da bağışlamasıdır. Bütün bunlar, âlemin sureti denilen şeydir. Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şey ise, kendisini yaratanın suretine göre ortaya
çıkmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ kendisini izhar etmiştir. Alem kemal üzere
Hakkın mazharıdır. Dolayısıyla imkânda bu âlemden daha mükemmeli yoktur, çünkü
Haktan daha mükemmeli yoktur, imkânda âlemden daha mükemmeli bulunsaydı, alemi
var edenden de daha mükemmel birisinin bulunması gerekirdi. Hâlbuki Allah
Teâlâ’dan başka kimse yoktur. Dolayısıyla imkânda ancak zuhur edenin benzeri
bulunabilir ve ondan daha mükemmeli olamaz. Söylediğim meseleyi dibiyle başıyla
düşün! Çünkü bu, Allah Teâlâ’yı bilmenin özüdür.
Sonra, Allah Teâlâ bu âlemden bir
toplamı özedemiştir. Bu toplam, âlemin bütün anlamlarını kendinde en yetkin
şekilde barındırır. Allah Teâlâ, onu Adem diye isimlendirmiş, sonra onu kendi
suretine göre yarattığını belirtmiştir. Öyleyse insan âlemin bir toplamıdır. O
küçük insan, âlem ise büyük insandır. Ya da insanı küçük âlem diye de
isimlendirebilirsin.
Gerçeği bulunduğu hal üzere ve
kendinde bildikten sonra, hangi terimi kullanırsan kullan ve insana nispet.
İstediğin terimi kullan. Öyleyse insan bütün olarak âlemden üstün değildir.
Aksine âlem ondan daha üstündür. Çünkü âlem insandan bir derece üstündür.
Bunun nedeni, insanın büyük âlemden meydana gelmiş olmasıdır. Öyleyse âlemin
insandan üstünlüğü, sebeplilik derecesine sahip olmasıdır, çünkü insan âlemden
doğmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: cErkeklerin
onların üstünde bir derecesi vardır.’522 Çünkü Havva Adem’den ortaya çıkmıştır.
Binaenaleyh erkekliğin kadınlık üzerindeki bu derece üstünlüğü sürekli olarak
kendisine eşlik eder. Gerçi anne çocuğun varlık sebebi olsa bile, çocuk yine de
erkeklik derecesiyle annesinden de üstündür. Çünkü erkek çocuk bütün yönlerden
babasma benzer. Bu nedenle insanın ebeveynine hürmet etmesi zorunlu olmuştur.
Onun annesi, bütün âlem iken babası ise meçhul değil bilinendir. (Ebeveyn
arasındaki) Nikah ise, (Hakkın âleme) yönelmesidir. Böylelikle çocuk
ebeveyninin suretine göre ortaya çıkmıştır. Çocuk babasının adıyla çağrılır ve
annesiyle değil babasıyla ilişkilendirilir. Çünkü derece babaya aittir ve
üstünlük önündür. Böylelikle çocuk daha üstün olana nispet edilir. Hz. İsa
kendisini yakışıldı birisi olarak annesine veren kimseye nispet edilmesi mümkün
olmadığı için, annesine kemal -ki en şerefli makamdırverilmiş ve annesine
nispet edilerek Meryem oğlu İsa diye anılmıştır. Meryem kemalle gerçekleşen bu
dereceyle erkekleri kadınlardan üstün yapan makamın sahibiydi. Çocuk bu derece
nedeniyle babasma nispet edilmiştir. Meryem’in kemali Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in hakkında tanıklık yaptığı bir şeydir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem onunla birlikte Firavun’un eşi Asiye’nin kemali hakkında
tanıklık etmiştir. Asiye’nin kemali ise, Firavun’un sahip olduğunu iddia ettiği
makamın üstünlüğünden kaynaklanmıştı. Bu makamın üzerinde oturmuş olduğu taht,
Asiye’nin kemalinden meydana gelmişti. Firavun o makam nedeniyle bedbaht olmuş
ve apaçık bir hüsrana maruz kalmış, eşi ise mutluluğu elde etmişti. Kendisi
adına kemalin gerçekleşmesini sağlayan bu makam nedeniyle Asiye şöyle demişti:
‘Rabbim! Benim için senin katında cennette bir ev inşa et.’523 Burada Asiye’yi söz gelişi Musa’nın
yakınında veya herhangi bir yaratılmışın yakınında değil de ‘senin katında’
diye söyleten şey, sahip olduğu bu makamın kemaliydi. Başka türlü bir şey
söylemesi uygun olmazdı. Çünkü hali kendisine hakim olmuştur, çünkü kâmil
kâmilin altında bulunamaz, çünkü altta olmak, derece eksikliğidir. Meryem
İsa’nın kendisiyle ilişkilendirileceği kadar kemal sahibi olduğu için,
Asiye’nin söylediğini söylememiştir. Asiye şöyle demişti: ‘Beni
Firavun’dan ve yaptığından kurtar, beni zalim kavimden kurtar:524 Böylelikle nispette saygısızlık
olmasın. Meryem ise şöyle der: ‘Keşke bundan önce unutulup gitmiş
olsaydım.’525 Meryem Allah
Teâlâ katında gerçekte masumdu. Bu nedenle bu sözü Asiye’nin söylediği gibi Allah
Teâlâ’dan dolayı söylememişti. Asiye ise ‘senin katında’ demiş, O’nu öncelemiş,
kendisine komşu olmak ve düşmanlarının ellerinden kurtulmayı istemişti. Fakat
Meryem, kendisini ve ailesini iffedi bilen insanlardan utanarak, o sözü
söylemişti. Meryem kendisinden dolayı ailesine bir ayıbın ilişmesinden
korkmuştu.
Alemin, Allah Teâlâ’nın gaybında
örtülmüş, gaybın ise şahsın gölgesi gibi olduğunu belirttik. Bu gölgenin bütün
(yönlerinden) herhangi bir şey çıkartılsaydı, hiç kuşkusuz ki, gölgenin
suretine göre ortaya çıkardı. Gölge ise, gölgesi olduğu kimsenin gölgesi
olarak, sureti üzere kalır. Öyleyse gölgeden soyudanarak çıkartılan şey de,
(gölgenin sahibi olan) şahsın suretine göredir. Bakınız! Gündüz geceden
çıktığında, bir nur olarak ortaya çıkar. Böylelikle geceyle örtülmüş olan eşya
bu kez gündüzün ışığıyla ortaya çıkar. Öyleyse gündüz geceye benzememiş, fakat
eşyanın ortaya çıkmasında ışık gündüze benzemiştir. Gece ışığın gölgesidir.
Gündüz ise geceden çıkartıldığında ışığın gölgesine göre ortaya çıkmıştır. Aynı
şekilde âlem de, daha önce de ortSya koyduğumuz üzere, gaybten çıkışı
esnasında gaybı bilenin suretine göre ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz, bu makamdan Allah
Teâlâ’yı bilmek hakkında -değerini bilirsenyeterli açıklama yapılmış oldu. ‘Artık
cahillerden olma.’526
Peki bu âlemin suretinin ve ruhu ve
ulvi ve süfli âlemin ruhları hakkında ne diyebiliriz? Şimdi de bu menzilin
sekizinci konusu olarak bunu sana açıklayayım. Bu menzil, on yedi tür bilgi
içerir ki, onlardan birisi de bu konudur. Şöyle deriz: Büyük âlemin ruhu,
kendisinden ortaya çıktığı gaybtır. Anlayınız! ‘Bakmaz mısın Rabbin
gölgeyi nasıl da uzatır’ 527ayetinin anlamını
öğrenir ve anlarsan, onun en büyük ve yüce mazhar olması sana yeterli (bilgi
verir). Büyük âlemin ruhu belli olunca, geriye âlemin suretlerinin ruhlarını
öğrenmen kalmıştır: Acaba onlar bir suretten mi var olmuştur yoksa ondan önce
mi veya onunla birlikte mi var olmuştur? Alemin suretleri karşısında ruhlar,
küçük insanın organlarının suretlerinin ruhları gibidir. Söz gelişi kudret
elin ruhu, duymak kulağın ruhu ve görmek gözün ruhudur vs. Bilmelisin ki,
insanlar ayrmtısmı zikrettiğimiz üzere bu mesele hakkmda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bize göre işin gerçeği şudur: Suretleri yöneten ruhlar, icmal
mertebesinde -mufassal olmaksızınvar idiler. Fakat onlar bireysel varlıkları
için olmasa da, Allah Teâlâ’nın bilgisinde mufassal olarak var idiler. Bu
yönüyle onlar genel mertebede mürekkepte kuvve halindeki harfler gibiydi.
Binaenaleyh onlar bireysel varlıklarıyla ayrışmamış olsa bile, bu icmal halinde
Allah Teâlâ’nın bilgisinde birbirinden ayrışmış ve mufassaldır. Kalem levhaya
yazdığında, daha önce mürekkepte mücmel olarak bulunan harflerin suretleri
ayrıntılı olarak ortaya çıkar ve basitler hakkmda ‘şu eliftir’, ‘şu be’dir’,
‘şu cim’dir’ denilir. Bunlar basitlerin ruhlarıdır. Sonra ‘haza kame (şu ayağa
kalktı)’, ‘haza Zeyd (şu Zeyd’dir)’, ‘haza Ömer’ denilir. Bunlar ise
bileşiklerin ruhları (hakkmda verilmiş bir örnektir). Allah Teâlâ -hangi âlem
olursa olsunâlemin suretlerini düzenlediğinde, tümel ruh adeta kalem ve yazan
el, ruhlar ise, kalemdeki mürekkep gibidirler. Suretler ise levhada harflerin
menzilleri gibidir. Böylelikle âlemin suretlerine ruh üflenir ve ruhlar kendi suretleriyle
ayrışmış olarak ortaya çıkarak ‘şu Zeyd’dir’, ‘bu Ömer’dir’, ‘şu attır’, ‘bu
fildir’, ‘şu yılandır’ denilir ve bütün ruh sahipleri zikredilir. Gerçekte ise
her şey ruh sahibidir. Fakat bir kısmı idrak edilirken bir kısmında bu durum
idrak edilmez. Bu bağlamda insanların bir kısmı şöyle der: ‘Ruhlar ilk var
oluşlarında suretin mizacından doğmuştur.’ Bazı insanlar ise bunu
reddetmiştir. Her görüşün yorumu ve dayanağı vardır. Orta yol ise bizim
vardığımız görüştür. Bu görüş ise, ‘Sonra
onu başka bir yaratılışla inşa ederiz’52* ayetinden
(çıkartılır).
Allah Teâlâ cisimsel suretleri
düzenlediğinde, onları dilediği herhangi bir ruhani surette birleştirir. Bu
bağlamda dilerse domuz, dilerse köpek veya insan, at, kısaca Aziz ve Hakim’in
takdir ettiği surette terkip eder. Bazı insanlar vardır ki kendilerine ahmaklık
ve behimilik hakimdir. Böyle bir insanın ruhu, eşek ruhudur ve bu ruhun hükmü
ortaya çıktığında kendisi onunla çağrılır ve ‘falan eşektir’ denilir. Aynı
şekilde, sahibine izafe edilen her nitelik böyledir. Bu bağlamda ‘falan
köpektir’, ‘falan aslandır1, ‘falan insandır’ denilir, insan olmak
en yetkin nitelik ve en kâmil ruhtur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Seni
yaratan ve düzenleyen ve itidal verendir.’529 Böylelikle insanın gözle görünen
yapısı tamamlanmıştır. ‘Dilediği herhangi bir surette seni
terkip etti.’530 Kast
edilen ruhların suretleridir. Böylelikle daha önce de belirttiğimiz gibi ona
nispet edilir ve o suret Allah Teâlâ katında bellidir. Öyleyse ruhlar suretler
vasıtasıyla birbirinden ayrışır.
Sonra ruhlar bu maddelerden
ayrıldığındaki (durum hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür).
Arkadaşlarımızın bir kısmı şunu ileri sürmüştür: Ruhlar maddelerden bütünüyle
soyudanır ve parlatılmış bir cisimden yansıyan güneş ışınlarının asılları olan
güneşe dönmesi gibi kendi asıllarma dönerler. Bu konuda ise iki görüşe
ayrılmışlardır: Bu bağlamda bir grup şunu ileri sürmüştür: Ruhlar (bedenlerden)
ayrıştıktan sonra farklılaşmazlar (bireysel varlıklarını yitirir). Nehrin
kenarındaki bir kapta bulunan suyu düşünelim. Kap kırıldığında, su nehre döner.
Buna göre bedenler bu kaplar, kabın kendisiyle dolduğu su ise, tümel ruh’tan
(meydana gelmiş) ruhlar gibidir. Bir kısım ise şöyle demiştir: ‘Aksine ruhlar,
bedenlerle komşuluktan kötü ve iyi bir yapı kazanırlar. Böylelikle bedenlerden
ayrıldıklarında, bu yapılarla bireysel farklılıklarını korurlar. Nitekim
zikredilen örnekteki su kapta bulunurken renginde veya kokusunda veya tadında
bir başkalaşma meydana gelmiş olabilir. Kaptan ayrıldıktan sonra da, kapta iken
kazanmış olduğu koku veya tat veya renk kendisine eşlik eder. Allah Teâlâ
ruhlar için bu kazanılmış yapıları korur. Onlar bu konuda bazı filozoflarla
aynı görüşe sahip olmuştur. Bir grup ise şöyle demiştir: ‘Yönetici ruhlar,
dünyada yöneticiliği sürdürür. Berzah’a intikal ettiklerinde ise, bu kez berzah
âlemindeki bedenleri yönetirler. Berzah bedeni, insanın uykusunda kendisini içinde
gördüğü surettir. Ölüm de böyledir ki, bu durum suretler diye ifade edilen
şeydir. Ardından kıyamet günü, dünya hayatında olduğu gibi, doğal cisimler
içinde diriltilir. Arkadaşlarımızın ölümden sonra ruhların durumu hakkmdaki
görüş ayrılıkları burada sona ermiştir. Bizim arkadaşlarımızın dışındakilerin
görüş ayrılıklarına gelirsek, onların görüş ayrılıkları pek çoktur ve amacımız
bizim yolumuzda olmayan kimselerin görüşlerini anlatmak değildir.
Kardeşim, Allah Teâlâ rahmetiyle seni
dost edinsin, bilmelisin ki! Ahirette ehlinin kendisine ulaşacağı cennet,
sureti bakımından değil ama mahalli bakımından bugün sana görünür. Sen de o
cennette bulunduğun durumla halden Hakk girersin, fakat cennette bulunduğunu
bilmezsin. Çünkü suret senin adına cennette gözüken halden seni perdeler.
insanlardan gizli kalan hususları idrak eden keşif ehli ise, o mahalli
görürler. Mahal cennet ise, onu yeşil bir bahçe, cehennem ise, cehennemin
sahip olduğu soğuk veya sıcaklık ve Allah Teâlâ’nın onda hazırladığı şeylere ait
bir surette görürler. Yolun başında keşif ehlinin büyük kısmı bunu görürler.
Şeriat ise, ‘kabrim ile minberim arasında cennet bahçelerinden bahçe vardır’
hadisinde buna dikkat çekmiştir. Bu bağlamda keşif ehli, onu Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği gibi, bahçe olarak görürler. Aynı
şekilde Nil, Fırat, Seyhan ve Ceyhan nehirlerini de, cennette olduğu gibi, bal
nehri, su nehri, şarap nehri ve süt nehri olarak görürler. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu nehirlerin cennetten olduğunu bildirmiştir. Allah
Teâlâ’nın basiretini açmayıp da perde içinde kör kalan kimse ise, bir bahçede
bulunup da onu görmeyen bir kör gibi, bu durumu idrak edemez. Körün içinde
bulunduğu bahçeyi görmüyor olması, bahçede bulunmadığı anlamına gelmez. Aksine
bahçenin içindedir. Aynı şey Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in cehennem
ateşinden bir parça olduklarını söylediği mekanlar için geçerlidir. Bunlardan
birisi, Mina’da Muhassır mevkiidir. Bu nedenle ümmetine oradan çıkarken
koşmayı emretmiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin
görmediğini görür, onların müşahede etmediği şeyleri müşahede eder, insanların
bir kısmı ise bu keşif kendisine eşlik ederken bir kısmı Allah Teâlâ’nın takdir
ettiği üzere eşlik etmez. Bunun nedeni, yaratıklarında gizlemiş olduğu bir
hikmettir. Bakınız! Vera sahiplerini Allah Teâlâ haram yemekten koruduğunda,
bu durumun onlardaki alamederinden birisi, yenilen o şeyin suretinin
yasaklanmış başka bir şeyin suretine dönüşmesidir. Böylelikle (gerçekte şüpheli
olan) söz konusu şeyi kan veya domuz olarak görür ve onu yemekten kaçınır. O
yemeğin nasıl kazanıldığını araştırmaya kalktığında ise, kazanımında
belirlenmiş meşru yolun dışında bir yolla kazanılmış olduğunu görür.
Binaenaleyh Allah Teâlâ ehlinin kendileriyle gördükleri gözleri, kendileriyle
duydukları kulakları, kendisiyle aklettikleri kalpleri, kendisiyle
konuştukları dilleri vardır. Bunlar, bedenin dış yapısmda bulunan kulak, göz,
dil ve kalplerden başkadır. Onlar söz konusu gözlerle görür, o dillerle
konuşur, o kulaklarla duyar, o kalplerle aklederler. Bu nedenle onların sözleri
isabetlidir. ‘Çünkü gözler kör olmaz, göğüslerdeki
kalpler körleşir.’531 Kast
edilen hakikat ve onu kabul etmek karşısında körleşmektir. ‘Sağırdırlar,
kördürler, onlar akletmez ’532 Yani Allah Teâlâ’dan akletmezler.
Dolayısıyla da Allah Teâlâ’ya dönmezler. Hiç kuşkusuz ki onların gözleri
yüzlerinde, duymaları kulaklarında, dilleri ağızlarındadır. Fakat ilahi inayet
ve iyilik onlar için takdir edilmemiştir. Allah Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun
ki bize bu kalplerle, dillerle, kulaklarla ve gözlerle hayat verdi.
Bu konuda bir hadis rivayet
edilmiştir. Hadis, keşif ehline göre sahih, fakat rivayet edenin zayıflığı
nedeniyle hadis bilginlerinin nezdinde sahih değildir. Ravi doğru sözlü
olsaydı, şöyle diyecekti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: ‘Sözlerinizdeki fazlalık, kalplerinizdeki eğrilik olmasaydı,
gördüğümü görür ve duyduğumu duyardınız.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanlara
kendilerine indirilmiş olanı açıkla diye...’533 Bundan daha
fazla bir açıklama olmaz. Fakat Rabbinin eserleri için (idrak) mahallini
boşaltan kim vardır ki? Duyduğunu kendisine bir şey eklemeden aktaracak kimse
nerededir? Böyleleri oldukça azdır. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır.
Bilmelisin ki, bu menzil tahlil
ilmini ve cehennemdeyken ehli adına hangi bilgilerin meydana geleceğinin
bilgisini içerir. Bunun yanı sıra doğa âleminin verdiği ilahi sırların bilgisi
bu menzilden öğrenilir. Söz konusu sırlar, başkasından öğrenilmez. Gelmiş ve
geçmişin bilgisi de bu menzilden öğrenilir ki kast edilen akıbetin bilgisidir.
Varlık kanıtlarının (burhan) terkibi, ruhani ve surî yaratmanın bilgisi,
bedbahtlığa yol açan sebebin bilinmesi, âlemin nizamının ve suretinin
kendisiyle korunduğu sebebin bilgisi, perdedeki tecellinin bilgisi, Şâri’nin
(belirlediğinin) dışındaki bir yoldan ilahi hükümlerin bilgisi, fiillerin
tevhidinin bilgisi, yücelerin aşağılara ve aşağıların yücelere katılmasının
bügisi buradan öğrenilir. Uzaklar m yakınlara ve yalanların uzaklara katılması
da aynı bilgi veya ona yakın olan bilgidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
Muhammedi Mertebeden, Cebrailî Ârif'in Menzilinin Bilinmesi
Güneşin yakın felekte
alametleri var Öldüklerinde, bunu bazı kimseler öğrenir
Benim gibi, temiz nefisler onunla yürür
Onlar için ancak gecelediklerinde ortaya çıkar
Şaraptan zaviyelerinde sarhoş olmuşlar
Sarhoşlukta yoktur bir niyetleri
Sarhoşluğun gitmesini isteselerdi Kuran’dan
onlara ayetler okunurdu
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki: Göksel-ulvi ruhlardan birisine -ki melekler diye ifade edilir
bu ruhlarMele-i a’la’dan itaat edilen bir emir gelir. Binaenaleyh melekler
yasaklamanın değil emrin muhataplarıdır. Onlar ‘Kendilerine
emredilen hususlarda Allah Teâlâ’ya asi olmazlar ve emredileni yaparlar.’534 Allah Teâlâ ‘İtaatkâr, sonra emin’
ifadesiyle Cebrail’in onlardan olduğuna dikkat çekmiştir. Ancak emir veren
kimseye itaat edilir.
Bilmelisin ki, ârife bazen diğer
ruhlara karşı önceliği olan bu emredici mele-i a’la’dan bir melek yardım
edebilir. Bunlara örnek olarak İsrafil, İsmail, Azrail, Cebrail, Mikail, Nur,
Ruh ve benzerlerini verebiliriz. Böyle bir ârif, kendisine yardım eden meleğin
o âlemdeki mertebesine göre, ulvi ve süfli âlemde etkindir. Bu bağlamda
İsrafil’in kendisine yardım ettiği kimse, İsrafil’in mertebesi ve onun bakışı
ve emri altında olan şeyler kadar etkisi olur. Aynı şekilde bütün ruhların da
bulundukları makamda (kendilerine yardım ettikleri) bir adamı veya kadını vardır.
Bu durum sûfilerin ‘falan kişi Adem’in kalbi üzerindedir5 veya ‘bir
grup Âdem’in kalbi üzerindedir’, ‘bir grup İbrahim’in kalbi üzerindedir5
gibi ifadelerinde zikredilir. Başka bir ifadeyle onlar İbrahim’e ve Âdem5e
ait olan velilik -yoksa nebilik değilmenzillerine sahiptir. Ne-
bilikten de bir tecrübeleri olsa
bile, onun bazı makamlarındandır, yoksa bütününden değildir. Söz gelişi rüya,
nebiliğin kırk altıda biridir vb. Genel anlamıyla nebilik ise, ancak bir nebi
adına gerçekleşebilir. Veli adına asla gerçekleşmez. Nebiliğin kendisi adına
gerçekleştiği kimse ise, veliye yardım edebilir, onu destekleyebilir. Nebiliği
kendim müşahede yoluyla böyle aldım ve bana her velinin velilikte kemale ermiş
kimselerden onu böyle aldığı ve aktardığı bildirildi. Fakat veli ‘sırt’
perdesinden onu alır ve aktarır. Nebi ise bilgiyi üstten veya önden alır.
Kalbine iner veya kulağına hitap edilir. Veli ise, nebiliğin eserini zevk
yoluyla bulur (öğrenir). Bu yönüyle nebilikte veli, yanındaki şahsı hisseden
fakat kim olduğun bilmeyen köre benzer. Sûfiler şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’yı
ancak Allah Teâlâ bilir. Nebiyi nebi bilir. Veliyi ise ancak kendisi gibi bir
veli bilir.’ Nebi nebiliği görmek üzere açık bir göz sahibidir. Veli, veliliği
görmek üzere açık bir göz sahibiyken bir de nebiliği ‘müşahede etmek’ üzere kör
bir göz sahibidir. Çünkü nebiliği ardından (görecektir). Velinin nebilikteki
durumu, Kuran’ı ezberlemiş insana benzer. Çünkü kim Kuran’ı ezberlerse, nebilik
onun iki yanı araşma girmiş demektir. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem göğsüne veya gözlerinin araşma veya kalbine dememiştir. Çünkü bu
diğerleri, velinin değil nebinin derecesidir. Tahsis karşısında kazanmanın
yeri nedir? Nebilik Allah Teâlâ’nın bir tahsisidir ve onu dilediği kullarına
tahsis eder. Kuşkusuz onun kapısı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
varlığıyla kapanmış ve mühürlenmiştir. Velilik ise kıyamet gününe kadar
kazanılmıştır. Buna göre her kim onu elde etmek için çalışırsa, onun adına
gerçekleşir. Fakat onu elde etmeye çalışmak ise, Allah Teâlâ’nın bir tahsisidir
ve onu rahmetiyle dilediği kullarına tahsis eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz
ki sen sevdiklerine hidayet edemezsin, fakat Allah Teâlâ dilediklerine hidayet
eder.*535 Başka bir
ayette ise şöyle buyurur: ‘Kullarından dilediklerini onunla
hidayete ulaştırır.’536 Öyleyse velilik ancak nebilik nuruyla
kazanılır. Veliler ise, kulları üzerinde hakkın valileridir. Onların arasından
seçilmiş büyükler vardır ve bunlara resul ve nebiler denilir. Daha aşağı
mertebede olanlar için de veli adı devam eder. Öyleyse velilik, hepsini bir
araya getiren kapsayıcı ve genel felektir. Bu bağlamda hepsi, velilik
rütbesinde ortak olsalar bile, valilerin de mertebeleri vardır. Buna göre
hükümdar halk üzerinde otorite sahibi olsa bile, kadı da validir, zabıta da
validir vs. Hükümdarın mertebesi nerede, zabıtanınki nerede? Onların hepsi,
valilikte emir sahibidir. Nebiler, resuller ve kutuplar hakkında söylediğimiz
her şey böyledir. Her veli kendi mertebesindedir. Buna göre (nebiliğe benzetilen)
saltanat, kazanım yoluyla gerçekleşmez. Onun dışındakileri ise elde etmek
üzere çalışılır. Bu bağlamda birisi vardır, hükümdara para, hediye sunar ve
hükümdar da kendisine layık bir görevle onu vali yapar. Böyle bir vali, Allah
Teâlâ katından kendisi için veliliğin sadaka, karşılıksız borç vermek, yakın
akrabayı gözetmek gibi iyilikler vesilesiyle gerçekleştiği kimselere benzer.
İnsanların bir kısmı ise, binerken, çıkarken hükümdara hizmet eder ve ona yakınlaşır.
Hükümdar bir şey emredip de herhangi bir şahsı belirlemediğinde, bu kişi
hükümdarın emirlerine uymak üzere hemen atılır. Hükümdar da onun emirlerine
sürade koştuğunu ve amade olduğunu görür ve bu nedenle vali yapar. Böyle bir
vali, Allah Teâlâ’dan veliliği kendisini gözetme ve O’nun emirlerine bağlanma
yoluyla elde eden kimseye benzer. Söz konusu emirler, Allah Teâlâ’nın kullarına
farz kılmadığı, sadece teşvik ettiği (nafile) ibadederdir. Bu durum, ‘kulum
bana nafile ibadederle yaklaşır, ta ki onu severim; onu sevdiğimde, onun duyması,
görmesi ve desteklenmiş eli olurum’ anlamındaki kutsi hadiste belirtilmiştir.
Velilikte çalışma ve kesbin anlamı budur. Bazı insanlar ise, hükümdara
yaklaşır, emrine uyarak kendisine hizmet eder, emirlerine uyduğunu ona gösterir.
Hükümdar da, o kişinin hükümdarlığın zorunlu emirlerini yerine getirdiğini ve
onları ihmal etmediğini veya kendi aklınca yorumlamadığını görür. Aksine
emirleri farz olarak telakki eder ve onları yerine getirmeye koşar, kendisiyle
aynı rütbede bulunan kimse gecikirken ve onları tevile kalkarken sürade
emirlere uymaya koşar. Hükümdar da onun bu davranışını görür ve kendisini vali
yapar, onu halkı içindeki vekili yapar. İşte Allah Teâlâ’nın kendisine farz
kıldığı emirleri ve ibadederi yerine getirmek için koşan kimse de böyledir.
Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın emirlerini farz olarak alır, Allah Teâlâ’nın
kelamını ve emrini tevile kalkışmaz. Çünkü Allah Teâlâ onu seçmiş ve en büyük
veliliğini ona vermiştir. Kuşkusuz ki kesbin anlamını ve yerini, seçimin
anlamını ve yerini öğrenmiş oldun. Artık sen de bu yol üzere devam et! Bu,
kendisinden içeri giren kimsenin kurtulduğu, dost edinildiği, ‘en yüce ufuktan’
çağrıldığı bir kapıdır.
Bilmelisin ki, kendisine Cebrail’den
ruhani bir bağın uzandığı veli, eminlerdendir. Onlar, dünya hayatında
bulunmayan ve yaratıkların içinde Allah Teâlâ’ya ait kimselerdir. Ahiret olup
mertebesi ve bu dünya hayatında kendisinde dürülmüş olan özellik orada
gözükür. Burada tanınmayan birisiydi. Çünkü ya çarşıdaki bir tacir veya esnaf
veya meslek sahibi veya zabıtalık, kadılık veya saltanat gibi bir görevle
görevlendirilmiş Müslümanların idarecilerinden birisiydi. Onun ile Allah Teâlâ
arasmda bilinmeyen sırlar vardır. Kendisinde saklı olarak bulunan sırlar
ahrette ortaya çıktığında ise, onun hakkmda şöyle denilecektir: Kuşkusuz ki Allah
Teâlâ’nın emin kulları vardır ve bu kişi de onlardandı. Allah Teâlâ’nın emin
kulları, dünya hayatında başka kullarının kendisiyle göründükleri keramederle
görünmezler. Örnek olarak Allah Teâlâ’nın bazı kullarına vermiş olduğu düşünceleri
okumak, havada uçmak, su üzerinde yürümek gibi kerametlerdir. Gücünde bulunsa
ve tasarrufu alanda olsa bile, böyle kerametlerden hiçbiri onun üzerinde
görünmez ve sıradan müminlerin davrandığı gibi davranmakta ısrar ederler.
Dikkat ediniz! Bu insanlar, büyüğüyle ve küçüğüyle bu yol ehlinden olan
Melamilerdir. (Cebrail’in kendisine yardım ettiği) böyle bir şahıs Muhammed
ümmeti içinde, melek topluluğu içindeki Cebrail gibidir. O, bâtında itaat
edilendir. Çünkü Cebrail bir ruhtur ve dolayısıyla bâtın sahibidir. Emir vermiş
olsa, zâhirde itaat edilen değildir, fakat emir vermez. Çünkü o sıradan insanlardan
herhangi bir şekilde farklılaşmaz. Dünya hayatının kendisini gerektirmediği
halde kendisinden ortaya çıkan bir keramede onlarm gözünde farklılaşsaydı,
yücelir ve sıradan insanlara karşı ortaya çıkan üstünlüğü nedeniyle emrine
itaat edilirdi. İşte emir vermiş olsaydı, emrinin reddedilecek olmasının
nedeni budur. Fakat o emir vermez. Bununla birlikte bâtında itaat edilen
kendisidir. Allah Teâlâ’nın eminlerinden bir grup görmüştük. Örnek olarak
Abdullah Tahmest ve İbn Ca’dun elHannavi’yi verebiliriz. İkincisi,
direklerdendi (evtad) ve büyük birisiydi. Zikrettiğimiz bu makama sahip ârif,
nefsi hakkmda temkin sahibidir. Binaenaleyh kendi nefsine hakim olan insan, Allah
Teâlâ’yı yarattığı en güçlü kişidir. Çünkü nefs rablik özelliğiyle âlemde
görünmek ister. Bu makam sahibine ise Allah Teâlâ efendilik özelliği taşıyan
elbiseler giydirmiş, herhangi bir şeye ‘ol’ dese, -ârifın Allah Teâlâ katındaki
mertebesinin üstünlüğü nedeniylesöz konusu şey meydana gelecek şekilde,
güçlendirmiştir. Onun gücündeki şeylerden birisi de, melek olmasıdır. Fakat
bunlardan herhangi birisi onun sözlerinde veya fiillerinde veya ibadetinde
olmak üzere üzerinde görünmez. Böyle bir ârif, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in hasen bir hadiste hakkmda hüküm verdiği kimsedir: Bu hadiste
belirtildiğine göre, Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığında, yeryüzü sallanmış.
Bunun üzerine
Allah Teâlâ dağları yeryüzüne dikerek
onun sallanmasını gidermiş ve onu sakinleştirmiştir. Bunun üzerine melekler
şöyle sormuş: ‘Rabbimiz! Dağlardan daha güçlü bir şey yarattın mı?’ Allah
Teâlâ ‘evet, demiri’ demiştir. Melekler ‘Rabbimiz, demirden daha güçlü bir şey
yarattın mı?’ diye sorduklarında ise, Allah Teâlâ ‘ateşi’ demiştir. Melekler
‘Rabbimiz! Ateşten daha güçlü bir şey yarattın mı?’ diye sorduklarında, Allah
Teâlâ ‘suyu’ demiştir. Melekler ‘Rabbimiz! Sudan daha güçlü bir şey yarattın
mı?’ diye sorduklarında ise, Allah Teâlâ şöyle cevap vermiştir: ‘Havayı’
Melekler ‘Rabbimiz! Havadan daha güçlü bir şey yarattın mı?’ diye
sorduklarında ise Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘Sağ eliyle verdiğini sol elinin
bilmediği mümini yarattım.’ Mümin sadakası sağ eliyle verir ve sol elinden onu
gizler.’ İşte zikrettiğimiz kimsenin hali böyledir. Kuşkusuz ki Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem böyle bir mümini güç sahibi olmakla nitelemiştir.
Böyle bir insan, güçlü (diye bilinen) kimselerden daha fazla güç sahibidir.
Çünkü nefs, hem cinsleri üzerinde başkan olma arzusunda yaratılmıştır. Bu
özellik, onun yaratılışından ve doğasından kaynaklanır. Bir kimseye doğandan ve
yaratılışından ayrıl demek, onu çetin bir işle yükümlü tutmak demektir. Bu
çetin işin kendilerine kolaylaşmasını sağlayacak derecede bir gücü onlara veren
Allah Teâlâ’yı tenzih ederim! Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın onlara kendisi
hakkmda bilgi vermiş olmasıdır. Onlar bu bilgi için yaratılmışlardır. Kulluğa
hakkını vermek, onları öyle bir bilgiden ah koymamıştır. Binaenaleyh onlar, Allah
Teâlâ’nın kulları adına seçmiş olduğu örnek yol üzerindeki kimselerdir. Onlar,
en üstün mertebenin sahipleridir. Bu mertebe üzerinde sabit kalırlar ve Allah
Teâlâ katında ikrama mazhar olurlar. Bu mertebeye sahip bu ârif, Hakkın
kendisine ayırdığı ve tahsis ettiği Efrad’dan (Tekler) biridir. Ardından
onlarla yaratıkları araşma alışkanlık perdesini çekmiştir. Böylelikle söz
konusu kimseleri kendisine ayırmıştır. Onlar Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ
onlardan razıdır. Bu makam sahibine yüce ve aşağı âlemde etkin olan güçlerden
bin iki yüz güç verilmiştir. Bunlardan birisini bütün âleme musallat etseydi,
onu yok ederdi. Bu güçlü insan böyle bir güce sahip olsa bile, üzerine sinek
konsa, Allah Teâlâ’dan utanarak ve O’nu bilerek, onları uzaklaştırmaya güç
yetiremez. Bu konuyla ilgili bilgiye gelirsek, ârif bu sinekleri Haktan
kendisine gelen elçiler olarak kabul eder. Sinekleri onun üzerine indiren
Haktır. Bu nedenle ârif, sineklerin kendisine getirmiş oldukları bilgiyi
gözetler. Sinekler elçiliklerini tamamladıklarında ise, Hakkın kendisinden
bunu istemesi üzere, dilerse ayağa kalkar, dilerse oturur. Böylelikle bu ârif,
o sinek elçilerin konduğu bir sandalye haline gelir. İşte sıradan insanların
yaptığını yapmak yerine, sinekleri uzaklaştıramayışının nedeni olan bilgi budur.
Bu konuda Allah Teâlâ’dan utanmaya gelirsek, çünkü sinekleri kendinden
uzaklaştırmak nefsin rahadamasını ve peşin bir nimete ermesini sağlar. Allah
Teâlâ ise insanı bu dünyada rahatlamak ve nimetlenmek için değil, rabbine
ibadet etsin diye yaram. Böylelikle ârif, sineklerden kurtulma arayışında
görülmekten dolayı Allah Teâlâ’dan utanır, çünkü dünya rahat yeri değildir.
Şöyle diyebilirsin: Dünya hayatında
helal şeylerden nimedenmek, insana serbest bırakılmıştır. Şöyle deriz: Biz ârif
olmayanlar için bunu reddetmiyoruz. Fakat ârif, yükümlülük otoritesinin
altındadır. Zâhirinde veya bâtınında kendisiyle nimetlenmek üzere Allah
Teâlâ’nın verdiği her nimete şükür yükümlülüğü eşlik eder. Bu teklif, kendisine
denk bir şükürle ilgilendiği için, arifin nimetten haz almasını engeller.
Nimete karşı şükrü yerine getirdiğinde ise, şükrü yerine getirmek de Allah
Teâlâ’dan bir nimettir ve ona da şükür gerekir. Böylelikle ârif, terazide
haksızlık yapmamak üzere, zihni karşılık bulmayla yorgundur. Böyle bir Hakk sahip
kimse nasıl nimetlenebilir ki? Onun zahiri nimet iken bâtını gamdır. Ârif
sürekli olarak zâhirde ve bâtında Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetler
içindedir. Fakat bu nimeder onun sadece üzülmesini ve daralmasını sağlar.
Sıradan insanlar o nimederle sevinir ve onları kullanırlar. Ârife ise, dünya
hayatında içinden rahaüık kapısı kapanmıştır. Dışmda rahatlık görünse bile,
her nefes, fark edilmeden bin kez ölür! Ömer b. Hattab şöyle der: ‘Allah Teâlâ
bana her bir musibet verdiğinde, onda üç nimet gördüm. Birinci nimet,
musibetin dinim hakkında olmayışıdır. İkincisi ise, daha büyük bir bela
olmayışıdır. Üçüncüsü ise, Allah Teâlâ’nın o musibete karşı vaat etiği
sevaptır.’ Tek bir musibette üç nimet gören kimse, hiç kuşkusuz ki, ondan daha büyük
bir musibete geçmiştir. Çünkü onun musibetteki üç nimet nedeniyle şükretmesi
gerekir. Allah Teâlâ onu kendisine karşı sabretsin diye tek bir musibede
sınamıştı. Bu musibet hakkındaki bilgisi ise, onu üç musibede imtihan
etmiştir. Allah Teâlâ, tek musibetteki üç nimeti kendisine bildirmesinin
karşılığında, bu nimet nedeniyle şükretmesini emretmiştir. Ömer’in mârifetinin
büyüklüğüne bakınız! Kendisini nasıl böyle bir şükürle yükümlü tutmuştur?
Musibetleri musibet olarak görmek yerine, onları nimet olarak görüp gönül rahatlığıyla
kabul ederek, nasıl bir saygı gösterdiğine bakınız! Çünkü nimet özü gereği
sevilen bir şeydir. Ömer ise (musibetteki nimet ile) razı olmuş, rıza, teslim, Allah
Teâlâ’ya dayanma ve sabır makamının sahibi olmuştur. insanlar böyle değerli
bir zevk karşısında nerededirler? Bilmediklerim müstesna, Ebu Bekir’den daha
çok böyle bir makamda bulunmuş ve ona yerleşmiş herhangi bir veli yoktur. Çünkü
Ebu Bekir’in bâtınında bulunan bilgiden hiçbir şey, (nefsine hakim olmadaki)
gücü nedeniyle, dışında gözükmemiştir. Bunun tek istisnası ise, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in vefat ettiği ve insanların feveran ederek
rivayederde geçen sözleri söyledikleri gündür. Ebu Bekir onlar gibi
davranmamış, kendisine vermiş olduğu gücü izhar etmiştir. Bunun nedeni ise,
diğer insanlardan ayrı olarak, Allah Teâlâ’nın onu imamlık ve önderliğe ehil
yapmasıdır. İmam ayık olmalıdır, sarhoş olamaz! Öyleyse bu güç (serinkanlılık)
Ebu Bekir’in Allah Teâlâ tarafından peygamberin yerine halife yaptığının delilidir
ve nebiliğini göstermek üzere peygamber için mucize delili mesabesindedir. Bir
grubun gönül hoşluğu bir grubun isteksiz tavrıyla, halifelik onun adına
gerçekleşmiştir. Belirli bir grubun isteksizliği ise Ebu Bekir’in halifeliğinde
bir eksiklik değildir, çünkü bu ilahi makamda da (böyledir). Allah Teâlâ şöyle
der: cGöklerde ve yerde olan herkes,
isteyerek veya isteksizce Allah Teâlâ’ya secde eder*37 Her şeyin sahibi olan Yaratan’a
isteksizce secde ediliyorsa, yaratıkları içindeki vekilleri ve halifelerinin
-ki onlar resullerdirdurumu nasıl olabilir? Ya da Ebu Bekir ve benzerlerinin
durumu nasıl olabilir? Binaenaleyh istekli ve istemeden itaat eden gönülsüz
bulunacaktır. Gönülsüzlüğün nedeni ise, din sahibi ise sahip olduğu bir kuşku
veya din sahibi değil ise nefsinin arzusudur. Sahabeden Ebu Bekir’in imamlığını
isteksizce kabul edenler ise, nefsanî arzuyla hareket etmemişlerdir. Hepsi
hakkmdaki hüsnü zanla, onları böyle bir davranıştan tenzih ederiz. Fakat bu
davranış kendilerindeki bir kuşkudan kaynaklanmıştı. Bir kısmı, Allah Teâlâ
bilgisindeki duruma göre değil, kendi kuşkusu ve görüşüne göre halifeliğe Ebu
Bekir’den daha layık olduğunu düşünmüştür. Allah Teâlâ ise yeryüzünde Ebu
Bekir’i halife yapacağını takdir etmiştir. Ömer, Osman, Ali ve Hasan da
böyledir! Fakat Ebu Bekir’den önce kimse gelmemiştir ve Ebu Bekir kendisinden
önce gelen (peygamber) halifesi olarak vefat etmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın
bilgisinde, onun halife olarak belirlenmiş olması gerekir. Bu nedenle Ebu
Bekir, ahirete ilk irtihal eden olması itibarıyla, zaman bakımından onların
ilkidir. Binaenaleyh halifelikteki bu sıralama, onların ömürlerindeki
sıralamadır. Dolayısıyla hepsi bu yüce mertebeyi üstlenebilsin diye, ömrü daha
uzun olan kimsenin halifelikte daha sonra gelmesi gerekirdi. Onların birbirlerine
göre üstünlükleri ise, Allah Teâlâ’nın bilgisine havale edilir. Kendi katındaki
değerlerini bilen Allah Teâlâ’dır. Çünkü yaratılmış olan, kendisine bildirdiğinin
dışında, Yaratan’ın bilgisinde neyin bulunduğunu bilemez. Allah Teâlâ ise bu
konuda bir şey bildirmemiştir. Dolayısıyla Hakkın zatında bulunan bilinmez. Şu
var ki bir şeyi var ettiğinde, bilgisinde var olması takdir edilmemiş olsaydı,
o şeyin var olmayacağını biliriz. Allah Teâlâ bizi gereksiz davranışlardan
korusun. Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.
Böylelikle arifin mertebesini dikkat
çekmek ve uyarma yoluyla son derece özet bir şekilde bu menzilden açıklamış
olduk. Çünkü bu makam yüce bir makamdır ve garip ayrıntıları vardır. Şimdi de
bu menzilin içermiş olduğu bölümün fihristini sunalım:
Bu menzilin içerdiği ilimlerden
birisi, en büyük nurun gitmesi ve hükmünün geride kalmasının bilinmesidir. En
garip şeylerden birisi, hüküm verenin kendisi yok iken, hükmün varlığıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendisi yok iken şeriatının yükümlülerdeki
varlığı da bu konuyla ilgilidir. Gerçi bazı kimseler Şâri’nin her daim mevcut
olan Allah Teâlâ olduğunu kabul eder. Bu menzilde ilimlerin kaybolması ve bunun
sebebinin bilgisi vardır. Ehliyederi olduğu halde, mertebe sahiplerinin
mertebelerinden azledilmesinin bilgisi bu menzille ilgilidir. Mertebeleri Hakk
ettikleri halde niçin azledilmişlerdir? Ehliyet var iken böyle bir azil geçerli
midir, değil midir? Hükümdar görevlendirdiği adil bir kadıyı görevden alabilir
mi, alamaz mı? Yoksa hükümdar kendisine haksızlık yapmış ve hüküm vermekten
uzaklaştırmış olsa bile, gerçekte azledilmemiş midir? Kadı böyle bir durumda
iken hüküm verdiğinde, hükmü dine göre uygulanır mı, uygulanmaz mı? Böyle bir
durumdayken belirli bir şahıs hakkında verdiği herhangi bir hüküm uygulandıktan
sonra, hükümdar onun gereğini yerine getirmediğinde ne olacaktır? Aleyhinde
hüküm verilen hasarı hükümdarın kendisini atadığı yeni hakime başvurmayı ister
ve ikinci kadı birincinin aleyhinde hüküm verdiği kimsenin lehinde hüküm verirse
ne olacaktır? Acaba bu kişi birinci hakimin hükmüyle kendisinden alınmış olan
şeyi geri alabilir mi, alamaz mı? Bu ikinci hakimin hükmü geçerli midir, değil
midir? Geçerli ise, o da verdiği hükümde birinci kadı gibi bağımsız mıdır,
yoksa birinci kadının vekili -fakat hükümdarın emriylegibi midir!1
Yoksa birinci kadı hükümdarın kendisini bu görevden almasıyla azledilmiş
midir? Bütün bunlar bu menzilden öğrenilir. Bu meseleyi ve delilini hakkıyla
öğrenmek isteyen kimse, tek bir şeriatta gerçekleşen nesih konusuna
bakmalıdır. (Bir şeriatta neshin olabileceğini düşünürse) kadı’nın görevden
alınması da geçerlidir. Hüküm koyan (nebilerin) hükmüne bakıp Allah Teâlâ’nın
bir ümmet içinde başka bir peygamber göndermekle herhangi bir nebiyi -ölmemiş
olduğu sürecegörevinden azletmediğini gören kimse ise, hükümdarın kadıyı
azledemeyeceğini düşünür. Öyleyse herkes, Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdiği
şeye göre hüküm verir.
Bu menzilin yüksekliğinin bir yönü
de, âlemdeki haksızlıkların hangi mertebeden ortaya çıktığının bu menzilden
öğrenilmesidir. Hâlbuki sadece mutlak adalet vardır. Öyleyse bu haksızlık
nereden ortaya çıkmıştır? Hangi hakikate bağlıdır? Allah Teâlâ’nın sayelerinde
âlemi koruduğu alimlerin âlemden ayrılması, amel binekleri üzerinde kelime ve
himmetlerin inmesi bu menzilden öğrenilir. Bunlar niçin olmuştur? Ahiretteki
diriliş bütün canlılar için geçerli midir, yoksa sadece insan ve cinlere özgü
müdür? ‘Ey insan ve cinler
sizin hesabınızı ele alacağız’5™ ayetinin
anlamı nedir? Unsurlardaki başkalaşmaların ilmi, doğal cisim ve ruhun
bileşiminden doğan şeylerin bilinmesi bu menzille ilgilidir. Ruh karşısında
beden, ikisinden meydana gelen çocuğu doğurmak üzere, erkek karşısındaki kadın
gibi midir? Acaba ölüm ricî talak mıdır, bain talak mıdır? Çünkü alimler şöyle
demiştir: Kadın öldüğünde, kocası için yabancı birisi gibidir. Dolayısıyla
erkeğin kadını açması mümkün değildir. Başka bazı bilginler ise, kocalık
mahremiyetinin sürdüğü görüşündedir. Dolayısıyla koca ölen karısını yıkayabilir
ve karısıyla ilişkisi hayattaki hali gibidir. Ölüm ricî talak gibi sayılabilir.
Bu durumda ruhlar, diriliş esnasmda cevherleri bakımından bu bedenlere
döndürüleceklerdir. Ricî talak değil de bain talak ise, yine ruhlar bedenlere
döndürülür fakat bir araya gelişleri değişir. Bu durumda ruhlar için başka
bedenler yaratılır. Bu yeni bedenler nimete mazhar olacaklar için daha duru ve
daha güzel iken azaba düçar olacaklar için ise, bunun tersidir. Çocukların
konuşmasının bilgisi de bu menzilden öğrenilir. Acaba onlar hangi mertebeden
konuşur? Onları kim konuşturmaktadır? Bu çocuklara örnek olarak, İsa, Yusufun
oğlu ve Cüreyc’i verebiliriz.
Ben de genç bir adam görmüştüm, adı -Allah
Teâlâ daha iyi bilir yaAbdülkadir idi. Onu Dımeşk’te İbn Revaha medresesinde
görmüştüm. Geldi ve selam verdi. Bana bazı kimseler ondan söz etmişti. Onların
içinde Zeki b. Revaha -ki medresenin sahibiydida vardı. Şöyle demişlerdi: ‘Bu
gencin annesi kendisine hamile iken, hapşırmış ve ‘Elhamdü lillah’ demiş. Çocuk
annesinin karnından kendisine orada bulunan herkesin duyacağı bir sesle ‘Allah
Teâlâ sana merhamet etsin’ demiştir. Kendime gelirsem, benim emme çağında bir
kızım vardı. İkiden küçük birden büyüktü. Konuşamıyordu. Ben de kendisiyle şakalaşmak
üzere şöyle dedim: Zeynep! Hemen bana kulak verdi. ‘Sana bir şey sormak istiyorum,
bana fetva vereceksin. Eşiyle cinsel ilişkiye girip de boşalmayan kimsenin
durum hakkında ne dersin? Bu kişi ne yapmalıdır?’ Açık ve anlaşılır bir dille
‘Yıkanması gerekir’ dedi. Annesi ve ninesi de onu duyuyordu. Ninesi bir çığlık
atmış ve bayılmıştı.
Bu menzille ilgili başka bir konu
ise, dürülmenin ardından yayılmanın bilinmesidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Gökler sağ elinde dürülmüştür,’539
Silme ve ispat ilmi, nurların artışı ilmi, tecelliyi sağlayan ilahi yakınlık
ilmi, gaybet ve huzur ilmi, yıldızlar ilmi, zaman ilmi, şeriadann inmesinin
ilmi, onları indirenin ve kendisine indirilen kimsenin özelliğinin bilinmesi,
bu indirmenin bir tahsis olup olmadığının bilinmesi de bu menzille ilgilidir.
Teyit, otorite ve âlemde Hakka vekillik ilmi bu menzille ilgilidir. İnsanın
kendi nefsinde Hakka vekil olması da bu konuyla ilgilidir. Keşif ilmi, insanlar
ile bu keşif sahibinin kendisini öğrendiği şey arasındaki perdenin mahiyetinin
bilinmesi, keşfin bu yolda bir şart olup olmadığının bilinmesi, ulvi ruhları
görmenin bilinmesi, ulvi ruhları gördüğünü iddia eden dürüst kimseyi yalancıdan
ayıran alametin bilinmesi bu menzille ilgilidir. Bu konuda doğru sözlüyü yalancıdan
ayırt ettiğimiz bir takım alamederimiz vardır. Bazı alamederle ise, doğru
söyleyen insanın ulvi ruhlardan mı, yoksa karşısında bir takım hayali suretler
görünüp onları melek veya cinnî mi zannettiğini ayırt ederiz. Hâlbuki o, sadece
hayalinde bir takım misaller görmüştür. Bunları vehim gücünün dışında hayal
otoritesi kendisine hakim olarak ona göstermiştir. Bizim bu gibi durumlara ait
alamederimiz vardır. Böyle bir insan gördüğü şey hakkında doğru söylemekte,
melek veya cinnî gördüğü hakkındaki hükmünde ise yanılmaktadır. O görülen şey,
ne melektir ne cin! İşte bu da bu menzilin özelliklerinden birisidir.
Tehdidin bilinmesi ve neye döndüğü de
bu konuyla ilgilidir. Kuran’a karşı koymaya çalışan kimseye bu düşünce nereden
gelmiştir? Amr b. Osman el-Mekkî Hallac’ın yanına geldiğinde, TSIe yapıyorsun?’
diye sormuş, o da ‘Kuran’a karşı (ona denk bir metin ortaya) koyacağım’
demiştir. Bunun üzerine şeyh, kendisine beddua etmiştir. Pirler şöyle der:
‘Hallac’ın başına gelenler, o pirin bedduasından dolayı gelmiştir.’ Başka bir
örnek ise tezhipçi Sabit b. Anter el-Halevî’dir. Altı yüz bir senesinde
kendisiyle Musul’da karşılaştım. Kuran’a karşı koymaya çalışıyordu (Kuran’a
denk bir metin getirmeye çalışıyordu). Duyduğuma göre, bir takım sureler
okuyordu. Mizacında bir bozukluk vardı. Fakat insanların en zahitlerinden ve en
şereflilerinden birisiydi. O sene ölmüştü. Sonradan gerçekleşen meşiyetin
bilgisi de bu menzille ilgilidir. Acaba Eşarilerin kesp konusunda ileri
sürdüğü gibi onun fiillerde bir etkisi var mıdır, yok mudur? Acaba o Hakkın
mazharlarından birisi midir, yoksa bir vakit Hakkın mazharı olurken -ki bu
vakit hükmünün etkin olduğu vakittir-, bazı vakitlerde Hakkın mazharı olmaz ve
bu durumda da etkisiz kalır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Musevî Makamdan, Zenginliği Fakirliğe Yeğlemenin ve İsevî Mertebeden,
Fakirliği Zenginliğe Yeğlemenin Menzilinin Bilinmesi
Muhakkikin nefsinin zenginliği ödünç Nefsin yoksulluğu
zillet ve kırıklık
Fakir hükümdar bile olsa
Âlemleri ziyaret eder de kendi ziyaret
edilmezdi
Zengin köle bile olsaydı
Gene de önde olmak ve övünme onun olurdu
Bilgisizlik hükmü yaratıklara yayıldı
Bilginin ise uğradığı bir ev yok
Şu mısraları da bu menzilden söyledik:
Oluş içerdiği eksiklik nedeniyle kör Işıkta
eksiklik yok ki onu gizlesin
Kemal sana, zıddı bana ait ki
Yerine getirmem gereken bir sözleşme var
aramızda
Sen benim bilmemle Marufsun Bilgisizlik
denizimde aklım boğulmuş
Halden bana size ait olanı ver
Bana ait olanı değil, benim perdem
tecellisinde
Ben benden şaşkınım, beni yürüttüğünde
Sarkmasında yakınlığımın etkisi nasıldır
Yakınlığım olmasaydı delil bulunmazdı O’na
Onun götürdüğü şeye ben illet değilim
De ki, bilgin hakkı için, sevinme, elin
başaramadı Onda açık olan bilgisizlikten başkasını
Yine bu menzilden şunları söyledim:
Yakınlığım olmasa, yaklaşmazdı Ne tecelli ne yaklaşma
olurdu
Kendi varlığım O’ndan fani oldu Süslendiği
şey nedeniyle yüce oldu
O’nun arzında imam olarak kalktım Yüce bir
halife ve efendi olarak
Rabbimin hükmüyle onda hüküm veririm O ise
gözden kaybolmadı
Muradım betıim adıma tamamlanınca
Efendiye seslendim, buyur dedi
Kendisinden çıktığım şeye al beni
Dedi ki: Peki, hoş ve safa geldin öyleyse
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ gönlü kırık yoksul kuluna karşı kendisi
hakkmdakinden daha kıskanç ve gayredidir. Allah Teâlâ yasakları ihlal
edildiğinde, kullarından O’nun için gayret göstermelerini istemiştir. Fakat Allah
Teâlâ adına gayret göstermenin övgüsü de sonuçta kula döndüğü gibi Allah Teâlâ’nın
kulu hakkındaki gayretinin övgüsü de insana döner, O’na değil! Başka bir
ifadeyle Hakk, sana olan övgüsüyle seni överken senin O’na dair gayretinle de
yine seni över. Her iki halde ve bütün yönlerden övülen sensin. Bu iyilik, kul
adına gerçekleşebilecek en üst makamdır ve onun ardında kesinlikle bir makam
yoktur. Öyleyse kulun bu makamda kendinden dolayı gayretkeş olması gerekir ve
bu zorunludur. Çünkü Allah Teâlâ da ondan dolayı gayret gösterir. İtaat edilen
ve hükmü geçerli bir hükümdar konumunun üstünlüğüne rağmen sana ziyaretçi
olarak gelebilir. Aynı anda yoksul bir insan da sana ziyaret için gelebilir.
Böyle bir durumda sen fakiri kabul et ve sana gelmesine yol açan işini
halledene kadar kendisiyle ilgilen. Hakkın fakir kulundaki tecellisi, o
hükümdarın suretindeki tecellisinden üstün ve yücedir. Çünkü itaat edilen
hükümdarın suretinde Hakkı kendisine layık tarzdamertebesinden başka bir yerde
tecelli etmiş olarak görürsün. Bu tecelli, şanına layık tarzda, tenzihten
başka türlü bir tecellidir. Yoksa kul adına efendilik mertebesi nasıl olabilir
ki? Kuşkusuz kul efendilik mertebesinde ve onunla ortaya çıktığında, bu mertebeyi
ihlal etmiş demektir ve durum konuyu bilmeyenlere sorunlu görünür,
mertebesinde kendi suretine göre gördüklerinde, efendi ile köleyi ayırt
edemezler. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: cGece ve
gündüz Rablerine dua edenlerle birlikte kendini sabretmeye alıştır. Onlar
rablerinin rızasını talep ederler. Dünya süsünü isteyerek,
gözlerini onlardan çevirme. Kalbini zikrimizden habersiz yaptığımız ve arzusuna
uyan kimseye itaat etme. Onun emrine itaat edilir. De ki işte Rabbinizden Hakk!
Dileyen ona iman etsin, dileyen inkâr etsin.’540 Yani Allah
Teâlâ yolunda kınayanların kınaması sizi alıkoymasın. Bu ayetin iniş sebebi,
şudur: Müşriklerin içinden
Akra b. Habis ve benzerleri, şöyle
demişlerdi: ‘Bizi Muhammed ile oturup kalkmaktan sadece bu kölelerle oturması
engellemektedir.’ Bunu derken de Bilal, Habbab b. Eret ve benzerlerini kast
etmişlerdi. Böylelikle bu kölelerle aynı mecliste bir araya gelmek. Onlara
ağır gelmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, böyle insanların
imana gelmeleri hususunda hırslıydı ve bunun için kölelere, onlar yanındayken,
konuşmayı bitirene kadar kendisine yaklaşmamalarım emretmişti. Ya da aynı anda
köleler ve zenginler huzuruna geldiklerinde her bir grup için ayrı meclis
açmayı düşünmüştü. Bunun üzerine Allah Teâlâ, kulluk ve yoksulluk makamının yersiz
tezahür eden izzet ve ilahlaşma özelliğiyle ihlal edilmesi karşısında gayrete
gelerek, bu ayeti indirmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem böyle kölelerle sohbet ederken, sözü ve oturmayı uzatsalar bile,
kendileri kalkmadıkça Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de kalkmaz ve
şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ bana nefsimi onlarla birlikte hapsetmeyi (sabır)
emretti.’ Söz konusu İçimseler peygamber’in huzurunda sohbeti uzattıklarında,
Ebu Bekir gibi sahabenin bazıları onlara Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in işlerini görebilmek üzere kalkmalarını işaret ederdi. İşte bu, Allah
Teâlâ’nın kırık gönüllü ve yoksul kulları karşısındaki gayretinin bir yönüdür.
Aynı zamanda bu durum, kulluğun ve onda yerleşmenin üstünlüğü hakkındaki en
güçlü delillerden birisidir. Söz konusu makam, insanları kendisine davet ettiğimiz
makamdır. Çünkü bütün insanlara makam ve mal sahipleri büyük görünür. Çünkü
zenginlik ve izzet Allah Teâlâ’ya aittir. Bu nitelikler her nerede ortaya
çıkarlarsa, insanlar onun karşısında boyun eğer ve kendisine muhtaç olurlar.
Bu bağlamda onlar, sadece bu niteliği görmekle, doğrudan zenginlik ve izzet ile
dolaylı zenginlik ve izzeti ise ayırt edemezler. Bu nedenle de kendilerinden
yüz çeviren ve sahip oldukları şeyleri küçümseyenler, insanların gözünde
büyür. Bütün izzet ve saltanatlarına rağmen, böyle zahitler karşısında
hükümdarların köleler gibi durduklarını görürsün. Bunun nedeni onların Allah
Teâlâ sayesinde zengin olmaları ve izzetlerinde sahip oldukları mallarda
kendilerine muhtaç olmayışlarıdır. Yoksul insan bir zenginden bir miktar mal
istese, ihtiyacım karşılamaya çalışsa bile, istediği ölçüde onun gözünden
düşerdi. Öyle ki bir zahidin hükümdarın kalbindeki mertebesi kendisinden bir
şey istemeden önce ve sonra tartılmış olsaydı, istediği mal ölçüsünde bir
eksiklik meydana gelirdi. Binaenaleyh hakkın niteliği her nerede ortaya çıkar
ve gözükürse, bu niteliği Hakk eden kimsede ve Hakk etmeyende ortaya çıkışım
ayırt etmeyen insanlar tarafından sevilir ve beğenilir. Bu cahil insan, insanların
mala en çok muhtaç olanmın elinde en çok mal bulunan kimse olduğunu
bilmeliydi. Çünkü fakir ve yoksul kişi, zorunlu olarak gediğini kapayacak şeye
muhtaçtır. Öyleyse bu zati bir yoksulluktur. Mal ile zenginleşmek ise, malın
çokluğuna rağmen böyle değildir. Malını kendinin, evladarının ve torunlarının
ömrüne taksim edip yeterli gelecek kadar zengin olan bir insan, ailesini ve
çoluk çocuğunu bırakır, malıyla yolculuk eder, (mal kazanma arzusu) onu
tehlikelere atar, düşman bölgelerine gönderir, doğuda ve batıda yalçın
şehirlere ulaşmaya çalışır. Bütün bu yolculuğun amacı ise, kendisine şiddetle
muhtaç olması nedeniyle, sahip olduğu mala bir dirhem daha katabilmek
arzusudur. Belki de bu ilave dirhemi ararken ölecektir veya malı boğulacak
veya kendisinden alınacaktır. Belki de yolculuk esnasmda esir olacak ve öldürülecektir.
Bütün bu güçlüklere rağmen insan, bu ilave parayı kazanmak uğruna yolculuk
yapmaktan geri durmaz. Bilgisizliği ve bu aşırı yoksulluğu olmasaydı, daha
değersiz olan bir şeyi elde etme arzusuyla değerli olanı tehlikeye atmazdı.
Yoksul zahit ise, bu zengin kişinin kendisinden çok daha fazla yoksul olduğunu
ve yoksulluğu nedeniyle kınanmış olduğunu görür. Bu zahit insan Rabbi
sayesinde bu amaçlardan müstağni olmasaydı, tacir ve hükümdarlardan daha çok
mal talebi hususunda hırslı olacaktı. Bu konuda bazı mısralar yazmıştık:
Mal ile boyun eğdirilir her güçlük
Gök ve yer âlemindeki güçlük
Alim onu perde sayar
İhsanın tadını bilemediler -
Nefislerde ondan bulunan şey olmasaydı
Allah Teâlâ duaya karşılık vermezdi
Zannetme ki mal gördüğün şeydir
Mücevherler, paralar vs. .
Evladım! Mal öyle bir şey ki
Yaratıklardan seni müstağni kılar
Sen Yüce Rab ile zengin ol Hakka karşı da vefayla davran
Başka bir kaside ise şöyle demiştik:
Mal bozuk her şeyi ıslah eder Cömertten de
mal ile hatalar gider
Bu, yoldaşlarımızın ihmal ettiği bir
yöntemdir. Onlar, Allah Teâlâ ile zenginleşmenin mertebelerin en üstünü
olduğunu zannetmişlerdir. Bu konudaki kanıtları ise, Allah Teâlâ’ya muhtaçlığa
tam olarak dikkat çekmekten kaynaklanır ki, bu gerçekte onların niteliğidir.
Onlar bu niteliği, içerme yoluyla, Allah Teâlâ ile zenginleşmeye dahil
etmişlerdir. Bunun nedeni, niteliklerinden çıkmak demek olan (Allah Teâlâ ile)
zenginliğe dönük sevgileridir. Adam dediğin, değerini bilen ve niteliğini
bilfiil Hakk getiren ve bulunduğu mertebenin dışına çıkmayan kimsedir. Bunun
yanı sıra, Rabbinin kendisine giydirdiği elbiseyi, verdiği adı ve lakabı
korumalıdır. Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Siz Allah
Teâlâ’ya muhtaç olanlarsınız. Allah Teâlâ ise zengin ve övülendir.’54' Nefs,
kendini beğenmişliği ve bilgisizliği nedeniyle, ‘zengin’ adında rabbine ortak
olmak ister. Böylelikle, zengin adını alabilmesi ve yoksul adından
kurtulabilmesinin yegane yolunun Allah Teâlâ ile zenginleşmek ve onunla
nitelenmek olabileceğini görür, iki adam arasındaki farka bakınız!
Arkadaşlarımız arasında nefiste gizli bulunan bu taşkınlıklara dikkat çeken
kimseyi görmedim. Allah Teâlâ ise, bu konuda kullarının dikkatini çekmiştir.
Buna rağmen kullar, duymamış ve görmezden gelmişlerdir. Defalarca, bu konuda
bir uyarı var mı diye baktım, fakat göremedim. Allah Teâlâ’dan dileğim bu
konuda yalnız kalmaman ve arif kardeşlerimizin de bu meseleye dikkat
çekmelerini sağlamasıdır. Bizim arkadaşlarımız ise, bu uyarıyı bizden almış ve
kendi nefislerinde onu hakkıyla kavramışlardır. Artık onların üzerinde kalan
yegane şey, fakirlikle ahlaklanmak ve onun sürekli bir nitelikleri haline
gelmesi için çalışmaktır. Fakat bu durum evladarımıza bunu öğrettikten sonra
olmuştur. Onlar da bu mertebeyi öğrenmiş ve ârif insanların bile bu konuda
bilmedikleri hususun farkına varmışlardır. Böylelikle onlar adına büyük bir
iyilik gerçekleşmiştir. Bu bilgi ise, onları Allah Teâlâ karşısında
saygısızlıktan alıkoymuştur.
Allah Teâlâ yolundaki
saygısızlıklardan birisi -ki bu Allah Teâlâ’nın kendisiyle ârif kullarını
aldattığı hususlardan biridirşeyhlerin terbiyede kendilerine muhtaç olmaları
nedeniyle mürideri üzerindeki baskıları ve onlardan farklılaşmalarıdır. Çünkü
şeyh bu makama hakkını vermediğinde, müridin kendisine muhtaçlığı şeyhi hal
bakımından Rabbine olan muhtaçlığından perdeler. Bu durumda ise, Allah Teâlâ
ile zenginliği müşahede eder. Allah Teâlâ ile zengin olmak ise, izzeti
gerektirir. Bu makam sahibi muhakkik ise, sahip olduğu bilgi nedeniyle
müritlerinin kendisine muhtaç olduklarını gördüğünde, bu nedenle Allah
Teâlâ’ya şükreder. Çünkü Allah Teâlâ kendisine muhtaç olan kullarını ona
yönlendirmiş, onlar da kendisine muhtaçlık özellikleriyle şeyhi Allah Teâlâ’ya
muhtaçlığa yöneltmişlerdir. Belki mürider kendisine muhtaç olmasalardı, şeyh de
Allah Teâlâ’ya muhtaçlığını unutabilecekti. İşte gerçek şeyhin hali böyledir.
Binaenaleyh böyle bir şeyh, kendisine muhtaç müriüerine ayağının kaymaması
için kendisini yolda sabit tutan kimseler gözüyle bakar. Şeyh boğulurken
kendisine uzatılan bir eli bulan birisi gibi görür kendisini. Böyle bir insan,
hayatını koruduğu için ne kadar sevinir ve uzatılan ele sarılırsa, şeyh de
müriderini öyle görmelidir. Şeyh müridinin kendi üzerindeki hakkını, boğulurken
kendisine elini uzatan birinin hakkından üstün tutmalıdır. Binaenaleyh mürit,
hal bakımından, şeyhin şeyhidir. Şeyh ise söz ve terbiye yoluyla müridin
şeyhidir. Akıllı isen, hiç kuşkusuz ki sana en nefis yolu açıklamış olduk.
Artık sen de o yol üzere amel et! Yapılabilecek bir nasihat kalmamıştır. Bu
konuda şu mısraları söylemiştik:
Ben bir köleyim, zillet yakışır köleye
Kendimi izzete müstahak görmem
Bakın bana, bir söz söyledim ki Benim
sözüm, fiil, hal ve akittir
Başka biri ‘köleyim/kulum’ derse Ona da bu
nedenle buyur der
Ey samimi dost! Bilgi zanla ortadan
kalkmaz. Hali böyle olan birisi, ziyana uğramışların en zararlısıdır, iman
izzeti daha üstün, fakirlik izzeti ise, kula yaraşır olandır. Yoksul mümini,
malıyla zengin, makamıyla itibarlı ve fakat kendinden perdelenmiş müminden
saygın görmelisin. Çünkü fakir mümin, senin hakikatinin tecelli ettiği bir
yerdir. Sana ise, yolunun dışına çıkmaktan sakınarak, hakikatini müşahede
etmek emredilmiştir. Öyleyse fakir mümin, içinde kendini gördüğün bir aynandır.
Malı nedeniyle zengin olan mümin ise, senin için paslı bir aynadır.
Dolayısıyla sen kendini onda göremezsin ve yüzünde gerçekleşen değişmeyi
anlayamazsın. Allah Teâlâ peygamberini boş yere ikaz etmemiştir. Aksine Allah
Teâlâ, burada hidayet yollarının en üstününü açıklamış, bayağı yola sapmaktan
alıkoymuştur. Allah Teâlâ, zorlayarak ve icbar ederek, sana bu nasihatte
belirttiğim hususu söylemiştir. Öyleyse sen zenginlik ve izzeti onları Hakk
edenden ayırma -ki onları Hakk eden, Allah Teâlâ’dır-. Böyle yaparsan, bilgileri
gaflet ve unutmayla kirlenmemiş olan bilginlerden birisi olursun.
Mazeret: Kamil olduklarına tanıklık
eden insanların bile kendisinden habersiz kaldığı örnek yolu sana açıkladıktan
sonra, bilmelisin ki: Haller hiç kuşkusuz insana sahip olur. Bir şahsın hallere
sahip olduğunu söylediğini duyarsan, (bil ki) bir Hakk ancak başka bir hal
vasıtasıyla sahip olabilmiştir. Bu durumda başka bir Hakk sahip olmasını
sağlayan hal, içinde bulunduğu vakitte onun üzerinde hüküm sahibi olan haldir,
çünkü vakit artık ona aittir. Yoldaşlarımızdan bazı insanlar bu konuda
yanılmış, nebiler ile veliler arasındaki farklardan birisini hallere sahip
olmak sayarak şöyle demişlerdir: Nebiler hallere sahiptirler. Velileri ise
halleri yönlendirir. Bu, her yönüyle, büyük bir hatadır. Çünkü insan, üzerinde
bulunacağı ve vaktini ona göre değerlendireceği bir halden kesinlikle yoksun
kalamaz. İşte bu hal, onun üzerinde hüküm sahibidir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ adamların
büyüklerinin nefislerine her nerede ortaya çıkarsa çıksın hakkın niteliklerini
yüceltme duygusu yerleştirmiştir. Bu nitelik bir yerde dolaylı olarak
gözükürse, bu velinin söz konusu kimseye/yere saygısı, niteliğin ortaya çıktığı
yerin kendisinden değil, Hakkın niteliğinden kaynaklanır. Bundan habersiz
kalırsa, nitelenen nedeniyle niteliğin kendisinden perdelenir ve niteliği
yüceltir. Bu saygı, Hakkın bu niteliği kendisine giydirdiği kimseye
gösterilmesi gerekir, yoksa niteliği çalana değil! Onu çalan ise, sahip
olmadığı bir malla doyan birisi gibi, yalan elbise giyene benzer. Veli, bir
şahısta kendisine gözüken Hakkın niteliğini yüceltip başka bir şahısta bu kez
Hakkın başka bir niteliğini gördüğünde, onun niteliğinden yüz çevirir. Bunun
nedeni, kendisini görmekle Haktan yüz çevirmiş olmaktan duyduğu endişedir. Bu
veli sadece tazimi amaçlamıştır. Buna bir de Hakkın niteliğinin gözüktüğü
mahallin yüceltilmesi gelir, fakat bu, saygı gösterenin amacı değildir. Yine de
dikkatini çektiğimiz husus, önceliklidir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘insanları mertebelerine yerleştirin.’ Başka bir
hadiste ise ‘İnsanları mertebelerine yerleştirmek bana emredildi’ denilir,
insanları mertebeleri, hiç kuşkusuz, bellidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem her bir kişiyi kendi mertebesine yerleştirin dememiş, ‘insanlar’ demiştir.
Öyleyse onları kapsayan genel özellik, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
insanları kendisine yerleştirmelerini emrettiği niteliktir. Bu ise, bizim
zikrettiğimiz ve dikkat çektiğimiz zillet ve yoksulluktur. Kuran’da yer alan
ve gerçekte insana ait olmayan her nitelik, ehli olmayan birisinin sahiplik
iddiasında bulunduğu bir şeyin karşılığında zikredilmiştir. Böylelikle, onun
adına daha öğretici olsun diye, hemcinsiyle karşılık verilmiştir. Bu konuda
Abdullah b. Selül şöyle demiştir: ‘Medine’ye dönersek, aziz olan zelil
olanı oradan çıkartacaktır:uı Bunun
anlamı, biz Muhammed’i (as.) ve sahabesini Medine’den çıkartacağız demektir.
Oğlu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelmiş durumu bildirmiş ve babasını
öldürmek üzere kendisinden izin istemişti. Çünkü o şu ayeti duymuştu: ‘Allah
Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden bir kavmin babaları bile olsa Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine düşmanlık edenleri sevdiğini görmezsin,’543 Babası
münafıklardan birisiydi. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle demiştir: ‘Muhammed arkadaşlarını ördürtüyor denilmesini istemiyorum.’ Allah
Teâlâ ise, münafıkların aziz olduklarını iddia etmelerinin karşılığında, izzeti
peygambere ve müminlere izafe ederek şöyle buyurmuştur: ‘Medine’ye
dönersek, aziz olan zelil olanı oradan çıkartacaktır dediler, izzet Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine ve müminlere aittir. Fakat münafıklar bilmez.’544 Yani münafıklar izzetin kime ait
olduğunu bilmedikleri halde, onu Allah Teâlâ’nın dışında müminlere nasıl nispet
edeceklerini nereden bilsinler ki? Onlar müminlerin ve peygamberin izzetteki
payını bilmezler. Hâlbuki Allah Teâlâ onların çıkartılmasından söz etmemiş,
peygamber de onları şehirden sürmemiştir. Aksine bu sözü söyleyen insan, ölene
kadar Medine’de kalmış, daha önce kendisine yaptığı bir iyiliğin bedeli
olarak, kefeni olmak üzere de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendi
elbisesmi göndermişti. Bu iyilik, Bedir savaşında esir düşen Peygamber’in
amcası İbn Abbas’a bu münafığın kendi elbisesini giydirmiş olmasından
kaynaklanmıştı. Böylelikle onun ahirette peygamberden Hakk istemesi söz konusu
olmayacaktır. Bir âriften böyle bir davranış ortaya çıktığını gördüğünde, onun
Hakkın niteliğini yüceltmek ve nefsini aşağılamak için böyle davrandığını
bilmelisin. Makamda ondan büyük veya ona denk olduğunda, belirttiğim hususu ona
söyle! Bu makam sana ait ise ve sen ona tanıklık edersen, zorunlu olarak o
halde kendisinden daha büyük olursun. Bununla birlikte başka başka bir makamda
ondan aşağıda bulunabilirsin. Her halükarda ona (belirttiğimi) söylersin,
içinde bulunduğu hal inanma hali ise, öğüdünü kabul eder. İtiraz eder ve ‘benim
gibi birisine mi bunu söylüyorsun?’ demeye kalkarsa, onun Allah Teâlâ’nın
gözünden düşmüş olduğunu bil! Allah Teâlâ onu kulluğundan ve imandan
perdelemiştir. Sen de onu bırak. Bu durumda Allah Teâlâ’nın farz kıldığını
yapmış olursun ve ona da dua et. Çünkü Allah Teâlâ onun basiretini Allah Teâlâ
yolunu görmekten perdelemiştir.
Bilmelisin ki, dikkatini çektiğim bu
nitelik, bize kutsiyet mertebesinden hal ve müşahede olarak verilmiştir.
Öyleyse onu ortaya koyan o mertebedir. Bu nitelik ile nitelenen kimse ise, Allah
Teâlâ katında en üstün mertebesi olan kimselerdir. Resul ise, risalette en
üstün mertebe önündür. Nebi ise, nebilikteki en üstün mertebe onundur. Veli
ise, velilikte en üstün mertebe ona aittir. Mümin ise, imanda en üstün menzil
ona aittir. Hıristiyan veya Mecusi veya Yahudi veya deist (muattıl) ise, kendi
sınıfında ve makamında en üstün nitelikte bulunur.
Adamlardan büyük olan
Sınırlı ve belirlenmiş olarak
onu iddia etmez
Ya da Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi olarak
Veya deist, müşrik ve birleyen olarak
Tenzih eden, teşbih eden, mekânlı olarak
Mümkün, ruhani ve bedenli olarak
Celal ve cemalinin nitelikleri kapsadı
Bütün yaratıkları, ta ki maksat oldular
Kıskanç çift olmayan kimsedir Kendinden,
dalalet ve hidayet yolunu
Bu niteliğin bulunduğu mahallin
sahibinin -hangi dinde ve mezhepte olursa olsunhidayete dönmesi, Müslüman
olması, kesin bir keşif ve doğru bir bilgiye dayalı olarak güzel ahlaka koşması
zorunludur. Böylelikle, iman bakımından insanların en kâmili, Allah Teâlâ
katındaki menzili bakımından en yücesi, resullerin, nebilerin, velilerin ve
müminlerin menzillerini ve birbirlerinden üstünlüklerini bilen birisi olur. Onu
Müslüman olmaya sevk eden nitelik, Allah Teâlâ katında kulun hakkında
niteliklerin en büyüğüdür. Söz konusu nitelik kulu yüce mertebelere
yerleştirir, illiyyîn’e yükseltir. Orada kendisini meleklerin arasından Allah
Teâlâ karşısında saygın melekler karşılar. Rabbine ibadet ederken O’nu görür
gibi ibadet eder. Söz konusu melek, kendisiyle kul arasındaki ilişki nedeniyle,
Allah Teâlâ katından bu kula inen melektir. Bu menzilden bu kadar açıklama
yeterlidir.
Menzilin içerdiği ilimlerin ve
meselelerin (fihristine) gelirsek, nimetlere nankörlük ve nankörlüğün (ve
küfrün) ayrıntıları, nankörlüğün insanı nereye götüreceğinin bilinmesi bu
menzilin ilimleri arasındadır. Örnek olarak kölenin nankörlüğü, namazı terk
eden kimse, Allah Teâlâ’nın bazı ayetlerini terk eden kimse, başlangıç ilmi,
şeriadarın konulmasının ilmi, berzahlar ilmi, diriliş ilmi, yeryüzü
besinlerinin ilmi, göklerin emri ve gök ile yeryüzü arasında meydana gelen
şeylerin ilmi, Hakkın yönelmeleriyle oluş arasında gerçekleşen şeylerin ilmi,
her çift arasında meydana gelen şeylerin ilmi, insan ve hayvanın bilinmesi,
kıyametin bilinmesi ve niçin ‘saat5 diye isimlendirildiğinin ilmi,
bütün dillerde kelimeden anlaşılan bu anlamda mıdır, değil midir? Onun
duymayla, görmeyle idrak edilen ve belirginleşen bir sureti var mıdır, yok
mudur? Her bir mertebeyi var eden niteliklerin bilinmesi -ki bu sayede ehli
farklılaşır-, iki kitabm bilinmesi bu menzille ilgilidir. Bunlar, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabesine gösterip şöyle dediği iki kitaptır:
‘Birinci kitapta cennediklerin adı, babalarının, kabilelerinin ve aşiretlerinin
adı vardır. Diğer kitapta ise cehennemliklerin, babalarının, kabilelerinin ve
aşirederinin adı vardır.’ Kitaplar küçük, isimler çoktur. Buradan, büyük küçültülmeden
ve küçük büyültülmedin, büyüğün küçüğe girdirilmesi öğrenilir. Aksi halde,
hangi kitap bu isimleri sığdırabilirdi? Aklın imkânsız saydığı bir şeyin de Allah
Teâlâ karşısında imkânsız olmayacağı buradan öğrenilir. Böylelikle Allah
Teâlâ’nın akla göre imkânsız olan şeye güç yetirebildiği öğrenilir. Söz gelişi Allah
Teâlâ, birinin büyüklüğü ve ötekinin küçüklüğüne rağmen, deveyi (veya halatı)
iğne deliğinden geçirebilir. Bu menzilden, ‘müfekkire’ gücü bakımından bağımsız
olarak öğrenmede aklın gücünü aşan makam müşahede edilir. Velilerin ve
nebilerin aklı ise, zikrettiğimiz yönden (müfekkire gücüyle) değil, kabul
edici olmak yönünden bu hususları kabul eder. Binaenaleyh aklın sınırında
durduğu bir haddi var iken Hakkın sınırında durduğu bir sınırı yoktur. Aksine Allah
Teâlâ, sınırları yaratandır. Dolayısıyla O’nun bir sınırı yoktur. Allah Teâlâ
kayıtsız anlamda güç sahibi olandır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ BEŞİNCİ BÖLÜM
Muhammedi Mertebeden, Hallerin Adamlarm (Rical) Kalplerine Ardışık Gelişi
Menzilinin Bilinmesi
Hakkın hakikatleri, isimler ve hal ile Oluşu bir halden bir Hakk çevirir
Onu bir tek kalpler
bilir ama
Akıl ise yorulmaktan
başka bir şey yapamaz
Varlığın başkalaşması akla aykırı Akıl
sadece bağlar ve kement atar
Akıl yer değiştirmeyen bir zat görür
Kalbini ise sürekli başkalaşan hallerde
Mazharlar bizim için îlah’ın tecellileri Bana göre ise
saptırmanın kendisi
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, bu menzil pek çok ilmi içerir. Bunlardan birisi, kuvvet ilmidir.
Bu ilim, yayı germek, içine girmek, parmaklan kirişe ve oka bağlamak, nasıl
bırakıldığı ve okun doğruluğunun bilinmesidir. Allah Teâlâ savaş araçları
arasında yaya gösterdiği kadar hiçbir araca ilgi göstermemiştir. Allah Teâlâ
bize Kuran’da hazırlık yapmayı emrederek şöyle buyurmuştur: ‘Onlar
için gücünüz yettiğince, kuvvet hazırlayın.’545 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise buyurur: ‘Dikkat ediniz! Kuvvet, atmaktır,
kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.’ Onu bu menzilde dört mertebe yapmış, zevk
sahipleri de ehlinin kendisini bildiği bir hikmet nedeniyle buna tanıklık
etmiştir. Böylelikle insan, dokunma olmaksızın, bu nitelikten uzak el-Baid
isminden fiilini nasıl isabet ettireceğini ve nasıl etkin olacağını öğrenir.
Bu bilgiden ise, kader sırrı ile onun yaratıklar üzerinde nasıl etkin olduğu
ve aslının neye dayandığı konusu açıklanır. Bunun yegane delili ise ‘yay ile
atmaktır.’ Bu, var etmek üzere söylenen ‘ol’ sözü ile yok etmek için meşiyetin
ruhudur.
Bu menzil, ulvi ve süfli cisimleri
yöneten ruhların bilgisini de içerir. Bu ruhların nurani cisimlerdeki hükmü
nedir? Onların bu cisimlerdeki hükümleri kendilerini belirli bir surette
şekillendirir. Aynı şekilde onların insanî-hayvanî cisimlerdeki hükümleri ise,
böyle bir hüküm olmaksızın hayali güçte şekillenmelerini sağlar. Çünkü nurani
cisimler için hayal söz konusu değildir. Aksine onlar hayalin ta kendisidir. Suretlerin
kendilerini yöneten ruhlar nedeniyle (halden Hakk girmeleri) de bu konuyla ilgilidir.
Bu ilim, önemli sırları içeren değerli bir ilimdir. Hakkın bütün bu cisimlerle
irade ettiği şeylerin belirlenmesi, bu ruhların elindedir. İnsan, yönetici
ruhu vasıtasıyla bütün ilahi işleri (ve Hakka ait nitelikleri) bilir, fakat
bildiğinin farkında değildir. Bu yönüyle insan, unutan ve habersiz olan
gibidir. Haller olduğu kadar makamlar ve menziller de kendisine bunu
hatırlatır. Filozof (insanın bilgiyle ilişkisini) dörtlü bir taksimde
belirtmiştir. Söz konusu taksime göre bir adam vardır, bilir fakat bildiğini
bilmez. Bu kişi unutandır ve kendisini hatırlatmak gerekir. Bu menzilde, iki
çığlığın ve sayhanın bilgisi vardır. Bunlardan birincisiyle, sema sahibi olan
âlem bayılır. Diğeriyle ise, ayılırlar ve hemen Rablerine koşarlar. Bunlar,
diriliş üflemesi ve korkutma üflemesi diye isimlendirilir. Kalplerin ve onların
hızla değişmesinin ilmi de bu menzildedir. Kalp gözü ve baş gözünün bilgisi ile
bunlardan her birisine tecelli eden bilgiler bu menzildedir. Yeniden yaratma ve
nasıl olacağı, ondan neyin geri döneceğinin bilgisi de bu menzildedir. Döndürme
ve çevirmenin bilgisi de bu menzildedir. Acaba bu suretlerde mi, yoksa suretleri
taşıyan cevherlerde mi gerçekleşecektir? Kaimliğin değiştirmeye tahsis
edilmesinin bilgisi bu menzildedir. Kalp ile değil, ikincil maddelerde kulak
vasıtasıyla duyulan ilahi kelamın bilgisi bu menzildedir. Bilhassa insan ve
cinlerdeki büyüklük duygusunun bilgisi bu menzildedir. Bu büyüklük duygusu
diğer yaratıklara değil de niçin o ikisine tahsis edildi? Bunu onlara verdiren
hakikat nedir? Acaba bu büyüklüğün insan ve cinde bulunması aynı tarzda mıdır?
Yoksa sebep farklıdır da insanda bulunması onun (ilahi) kâmil surete göre
yaratılmasından mı, cinlerde bulunuşu ise onların ateşten yaratılmalarından mı
kaynaklanır? İnsan kime karşı büyüklenir, cinler kime karşı büyüklenir? Bu
büyüklüğün bilginlerden silinmesinin bilgisi de bu menzilden öğrenilir. İ’caz
(aciz bırakma özelliği) ile aciz bırakan şeyin (karşısındaki şeylerden)
üstünlüğü, ondan geride kalan ve kalmayacak şeylerin bilgisi bu menzilden
öğrenilir. Acaba kendisinde sonlanacak bir sınırı var mıdır, yok mudur? Neye
döner? Yüz çevirmeye mi, yoksa başka bir şeye mi? Yüz çevirmeye dönerse, o
fiilde iddia vakti sona erdiğinde ve meclis dağıldığında, tartışan kişi onu
getirebilir mi, getiremez mi? Getirirse, itirazcının birinci iddiasına zarar
verir mi, vermez mi? Kendisini bildikten sonra, Hakk’tan (ve hakikatten)
dönmenin nedeni de bu menzilden öğrenilir. Acaba böyle bir bilgi, bilgi midir,
değil midir? Korkan kişinin neye kaçtığı da buradan öğrenilir. Sığındığı
kişinin kaçtığının ta kendisi olduğunu bilirken, kime sığınır? Onu harekete
geçiren ve bu bilgiye rağmen kaçmaya çağıran şey nedir? Yorumun bilgisi ve
ehlinin kim olduğu da buradan öğrenilir. Allah Teâlâ onu niçin âleme
yerleştirmiş ve yorum yapmayı emretmiştir? Yorumdan amaçlanan şey nedir?
Yaratmanın bilgisi bu menzildedir. Yaratmanın nedeni nedir? İnsan mıdır, canlı
mıdır, yoksa her ikisi midir? Ahiret ve ahiretteki durakların bilgisi bu
menzilden öğrenilir. Cennet, cehennem, bunları talep eden nitelikler bu
menzilden öğrenilir. İnsanın kendisine -başkasına değilemir ve yasaklarıyla
şeriatın mubah kılınmasının nedeni bu menzilden öğrenilir. Bizzat kendisine
verilen emre veya yasağa karşı gelirse, bundan dolayı cezalandırılır veya
bağışlanır mı? Bu durum onun adına hangi mertebeden meydana gelmiştir? Acaba
böyle birinin nebilikten nasibi var mıdır, yoksa (seçilme şartıyla) sınırlanmış
olan nebilerin nebiliği değil de, özel bir nebilik midir? Kıyametin bitiş
(zamanı) bu menzilden öğrenilir. Zamanın dürülmesi meselesi bu menzilden
öğrenilir.
Bütün bunlar, bu menzilin içerdiği
bilgi cinsleridir. Her bir cinsin ve türün altında ise, o cinsin alt
kısımlarının içerdiği ölçüde konular vardır. Şimdi, diğer menzillerde de
yaptığımız gibi, bunlardan tek bir mesele zikredelim. Yardımcı ve koruyan Allah
Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yok!
MİSAK ALINMAZDAN ÖNCE İNSANIN DURUMU
Bu menzilin içerdiği hallerden birisi de, kendisinden misak alınmazdan önce insanın
hali ve durumudur. Söz konusu hal, Âdem yaratılmazdan önce Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e nebiliğinin bildirildiği haldir. Bu konudaki bir
hadiste şöyle denilir: ‘Âdem henüz toprak ve su arasında iken ben nebi idim.’
İşte bildirme bu esnada gerçekleşmişti. Şöyle ki: İnsanın yapısı(’nı oluşturan
parçalar), unsurlara ve onlarm mertebelerine dağılmış ve yayılmış bir
haldeydi. Bu yapı, bedeninin varlığı esnasında, göklere tevdi edilen emir
tarafından belli ve bilmen bir şekilde gerçekleşecektir. Dünyada kendisine
gireceği her halin felekte bir sureti vardır. Allah Teâlâ ise, bu hal üzere
meleklerin gözlerini kendisini görmekten engellemiştir. Bu suret Allah
Teâlâ’nın gaybmda gizlenmiş bir haldedir. İçinde olmasına rağmen gökler de
kendisini bilemez. Allah Teâlâ onun dünya âlemindeki dış varlığını bu
feleklerin hareketleri (vesilesiyle) var etmiştir. Bu bağlamda insanların bir
kısmına bu yerde kendisini ve mertebesini tam olarak görmek verilmiştir. Söz
konusu kimseler, ya nefsini ve mertebesini hakkıyla ve sonuçlarıyla görür veya
onun suretlerinden herhangi bir-sureti müşahede eder. Bu, onun adına o
mertebenin ta kendisidir. Böylelikle onu bilir ve nefsi hakkmda o surete göre
hüküm verir. İşte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada nebiliğini
görmüştür. Ancak bütün hallerinin bir suretini görüp görmediğini bilmiyoruz. En
iyisini Allah Teâlâ bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her göğe
emrini vahyetti.’546 Vakti
gelene değin suretleri korumak, göğe vahyedilen emir ve işidir. Vakti geldiğinde
ise, herhangi birini yok etmeden, o felek sureti söz konusu sureti dünyadaki
mertebelerine verir. ‘Bu Aziz veAlim’in takdiridir.’547
Bütün bu suretler, uzunluk, genişlik,
doğruluk, eğiklik, yuvarlaklık, dörtgenlik, üçgenlik, küçüklük, büyüklük
bakımından farklı şekillerdeki aynalara yansıyan tek suret gibi, dokuz felekte
bulunur. Aynaların özelliğine göre kendisine yansıyan görüntülerin şekilleri
de ayna farklılığı nedeniyle değişir. Hâlbuki aynaya yansıyan şey tek bir
şeydir, işte bunlar suretlerin mertebeleridir ve varlık üzerinde hüküm sahibi
olmuşlardır. Aynı şekilde, aynaların şekilleri de suret üzerinde hüküm sahibi
olmuştur. Arif, kendisini ayna olmaksızın kendisi nedeniyle bilen kimsedir.
Böyle olduğunda, kendilerine ulaştığında, mertebeler ona etki edemez. Nitekim
en yüce mertebede iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘Ben Âdemoğlunun efendisiyim! İftihar yok.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e mertebe etki etmemiştir. Risalet ve nebilik mertebesinde iken, her
zaman şöyle derdi: ‘Ben de sizin gibi bir insanım.’ Demek ki, mertebe
yaratılışını bilmekten kendisini perdelememiştir. Bunun nedeni, latifesini (ve
hakikatini) unsurdan oluşan bineğine (beden) bakar bir halde ki ona yayılmışür
görmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, unsurdan oluşan zatını
müşahede etmiş, onun ulvi feleklerin gücü altında bulunduğunu anlamış, onunla
insanın diğer (kısımlarının) yaratılışı ve hayvan,' bitki ve madenlerin
yaratılışı arasındaki ortaklığı görmüştür. Unsurdan yaratılışı yönünden unsurdan
oluşan diğer varlıklara karşı bir üstünlük görmemiş, onlarm bir benzeri
olduğunu görmüştür. Onlar da kendisi gibidir. Bunun üzerine ‘Ben de sizin gibi
bir beşerim’ demiştir. Sonra, diğer doğal yaratılmışlar gibi, bedenin
kendisiyle ayakta durduğu doğal beslenmeye muhtaç olduğunu görmüş, kendisini
bilmiş ve şöyle demiştir: ‘Ebu Bekir! Seni evden çıkartan sebep nedir?’ Ebu
Bekir ‘açlık’ deyince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Beni
de evden açlık çıkarttı.’ Artından bağırsaklarını desteklemek üzere kamına
dayadığı iki taşı çıkartmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem açlıktan
Allah Teâlâ’ya sığınarak şöyle derdi: ‘Ne kötü döşektir açlık!’
‘Âdem henüz su ve toprak arasında
iken ben peygamber idim’ hadisinin anlamını öğrenmiş oldun. Bu söz, bu suretin
-ki mertebelerin suretlerinden biridirdiliyle söylenmiştir ve bu diyarda bize o
sureti dile getirmiştir ki, bu da yaratılışın hallerinden biridir. Bunun
üzerinde de suretlerimiz vardır, fakat onları zikretmedik. Çünkü bizim Şâri’nin
sözünden bir delilimiz olmalı olmadığı gibi bu meseleyi sana bildirmek için
akli bir delilimiz de yoktur. Bu nedenle sustuk. Yoksa, bizim kürsü’de bir
suretimiz vardır, Arş’ta suretimiz vardır, heyula’da suretimiz vardır, doğa’da
suretimiz vardır, nefs’te suretimiz vardır, akıl’da suretimiz vardır -ki bu
ikisi, kalem ve levha diye ifade edilirAmâ’da suretimiz vardır, yoklukta
suretimiz vardır. Bütün bunlar, Allah Teâlâ tarafından bilinir, görülür ve
müşahede edilir. Hepimizi dünya hayatında var etmeyi murat ettiğinde col’
sözüyle yöneldiği şey, bu suretlerdir. Emre hızla koştuk ve yokluk
mertebesinden varlık mertebesine çıkarak varlıkla boyanmak üzere olumlu
karşılık verdik. Bu boya, ‘Allah Teâlâ’nın boyası, Allah
Teâlâ’dan daha güzel boyası olan var mı, biz O’na ibadet ederiz,S4S ayetinde
dile getirilir. Yani O’nun karşısında zelil olan ve boyun eğenleriz. Bütün bu
zikrettiğimiz durumlarda, sayesinde farklılaştığımız bize ait bir hal vardır.
Bizim halimiz, o makamdaki suretimizin ta kendisidir. Allah Teâlâ’nın mülkü ne
kadar da geniş ve ne büyüktür! Allah Teâlâ’ya karşı zikrettiğimiz her şey, bir
hiçtir!
RABBİMİZİN BİZDEN ALDIĞI MİSAK
(Bu menzille ilgili olarak) Kalbimize gelen hallerden birisi de, rabbimizin bizden aldığı
misak esnasındaki varlığımızın halidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin
Âdemoğullarını sırtlarından çıkartıp kendilerini karşı şahit tutarak ‘Sizin
rabbiniz değil miyim?’ demişti de, onlar da ‘Evet Rabbimizsin’ demişlerdi**9 Sen Rabbimizsin! Sen olmasaydın,
Adem’in unsurdan oluşan suretinde varlığımız olmayacak, Allah Teâlâ’nın
bilgisinde görüşünde belirlenmiş, birbirinden ayrışmış ve görülmüş olarak
bulunmayacaktık. Bu esnada ‘evet, sen bizim Rabbimizsin’ diyemeyecek. Bunu
diyerek, bütünüyle O’na yöneldik. Nasıl yönelmezdik ki? Biz O’nun avucundaydık
ve görülecek şekilde hapsedilmiş idik. Allah Teâlâ, ‘her
şeyi ihata edendir.’550
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Adem’i var
edip felekleri ve zikrettiğimiz bütün mertebeleri düzenlediği gibi kendisini
düzenlediğinde, onun suretinde bizim adımıza bir takım suretler yaratmıştır.
Nitekim aynı şeyi daha
a ,
önce yarattığı yaratıklarda yapmıştı.
Sonra Adem’in sırtında belirlenmiş suretleri almıştır. Âdem ise neyi
içerdiğinden habersizdi. Nitekim her bir felek ve makamda bize ait olan sureti
bulunduğu felek ve makam bilmez. Öte yandan bize ait her suretten Hakka dönük
özel bir yön vardır Hakk bize o yönden hitap eder. Bu yönden kendisine
döndürülürüz, bu yönden rabliğini kabul ederiz. Âdem’in ön yönünden alınmış
olsaydı, hiç kuşkusuz, bilirdik Hâlbuki Allah Teâlâ bizi sırtından ve ardından
almıştır. Çünkü sırtı onun için gayb idi. Öte yandan Âdem’in kendisi de bu
misak’ta bizimle birlikte sırtından alınmıştı. Çünkü onun da kendisinde bizim
gibi bir sureti vardır ve o da bizim gibi müşahede eder. Âdem ise, (sırtından
bu suretin) alındığını bilmiyordur veya belki de biliyordur. Çünkü Âdem’in
(suretinin) kendisinden veya bizim ondan alındığımızı
bilip bilmediğini kesin olarak bilemiyoruz. Fakat kendisinden
önceki mertebelerin onlardaki suretlerimizi bilmediğini görünce, burada da
durumun aynı olabileceğini söyledik. Allah Teâlâ, Âdem’in bu meseleyi bilip
bilmediğini öğrenip kitaptaki bu bölüme ilave eden kimseye merhamet etsin!
(Farklı mertebe ve makamlarda) suretlerin çoğalması hakkında belirttiğimiz
husus aklına yatmamış olabilir, bu bağlamda hasen-garip bir hadis rivayet
edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ Âdem’e
tecelli etmiş ve elleri kapalıyken şöyle demiştir: ‘Âdem! Dilediğini seç.’ Âdem
ise ‘Rabbimin her iki eli de sağ mübarek el olsa bile, sağ elini seçtim’
demiştir.’ Hadis devam eder: ‘Allah Teâlâ ellerini açnğında, Âdem ve zürriyeti
avucunda idi. Onların içinden parlak birisini görünce, şöyle demiştir:
‘Rabbim! Bu da kimdir?’ Allah Teâlâ cevap vermiş: ‘Senin oğlun Davud’dur.’
Âdem sormuş: ‘Allah Teâlâ’m! Ona ne kadar ömür takdir ettin?’ Allah Teâlâ ‘Kırk
sene’ deyince, Âdem ‘Peki bana ne kadar verdin?’ diye sormuş. Allah Teâlâ ‘Bin
sene’ deyince, Âdem şöyle demiş: ‘Ömrümden altmış sene verdim ona.’ Allah Teâlâ
‘Peki’ demiştir. Âdem’in ömrü dokuz yüz kırk seneye ulaştığında, canını almak
üzere ölüm meleği kendisine gelmiş, Âdem ona şöyle demiş: ‘Benim altmış senem
daha kalmıştır.’ Allah Teâlâ ise Âdem’e ‘Âdem! Sen ömrünün o kısmını Davud’a
vermiştin’ diye vahyettiğinde, Âdem verdiğini inkâr etmiştir. Bu nedenle
zürriyeti de inkâr etmiştir. Âdem sözünü unutmuş, zürriyeti de unutmuştur.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘O günden itibaren yazı ve
tanıklık emredilmiştir.’ İşte (hadiste de belirtildiği gibi) Âdem ve
zürriyetinin suretleri Hakkın sağ elindedir. Âdem ise elin dışındadır ve hem
kendi suretini hem de zürriyetini Hakkın elinde görmektedir. Bu durumu bu
hadiste zikredilirken kabul ediyor da, biz söylediğimizde niçin inkâr
ediyorsun? Böyle bir durum özü gereği imkânsız olsaydı, hakikatlere göre de
gerçekleşmiş veya mümkün olmazdı. Çünkü hakikatlerde değişme yoktur. Bunu
bilmelisin! Konuya böyle ısındırmaktan daha fazlasını yapamayacağım. Böyle bir
durumda haklarında Allah Teâlâ’nın, ‘Sağır,
kördürler, onlar dönmez3551 dediklerinden olursun. Başka bir
ayette ise ‘Sağırdırlar, kördürler, akletmezlef552 denilir. Allah Teâlâ suretleri
Âdem’in sırtından almış, bu esnada Âdem de onların içindeydi. Onları mele-i a’la’nın
huzurunda kendilerine tanık tutmuştur. Her bir tecelligahta onlar adına bulunan
surete sormuş: ‘Sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onlar da ‘evet5 diye
cevap vermişlerdir. Böylelikle zikrettiğimiz kimseler, Allah Teâlâ’nın
üzerlerindeki rabliğini ve kendilerinin O’na kulluklarını itiraflarına tanıklık
etmişlerdir. Onlarda Allah Teâlâ’ya koşulan bir ortak bulunsaydı, kayıtsız
anlamda mülkü Allah Teâlâ adına kabul etmezlerdi. Çünkü orası şehadet nedeniyle
Hakkın yeridir. Öyleyse onların Rableri olduğu hakkındaki ifadeleriyle mülkü
kendisine vermiş olmaları, ortağın reddedilmesi demektir. Bunu söyledik, çünkü
tevhidin burada lafzı geçmemiş, fakat anlam onu vermiştir.
Ölüm toplamın dağılmasının,
bitişmelerin ayrışmasının ve bütünlüğün parçalanmasının sebebidir. Bu nedenle
aynı durumdaki dağılma, ölüm diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Nasıl Allah Teâlâ’yı inkâr edersiniz? Ölü idiniz,
size hayat verdi. Sonra sizi öldürecek sonra hayat verecek.’553 Yani doğa âleminde parça parça
dağılmış idiniz. Allah Teâlâ sizi bir araya topladı ve size hayat verdi. Sonra
sizi öldürecek. Yani sizi dağınık Hakk getirecek, ruhlarınız bedenlerinizden
ayrılacak. Sonra size dünya hayatındaki (gibi) hayat verecektir. ‘Sonra
O’na döndürüleceksiniz.’SM Yani dünyadan ayrıldıktan
sonra, O’na döndürüleceksiniz. Allah Teâlâ, kıyamet günü kullarını kendilerine
karşı söz alınırken O’na tanıklık ettikleri gibi, (tanıklık edeceklerini)
zikreder. Kullar şöyle derler: ‘Rabbimiz! İki kere iman ettik, bize
iki kere hayat verdin, günahlarımızı itiraf ettik. Çıkışa bir yol var mı?’555 Yani ölümden sonra hayatı ve
hayattan sonra ölümü iki kere kabul ettiğimize göre bunu defalarca kabul etmemiz
imkânsız değildir. Bu nedenle kullar, nimet diyarının kendileri adına meydana
getireceği şeyleri öğrenmek üzere, Allah Teâlâ’dan dünya hayatına tekrar
döndürülmeleri için ihsanda bulunmasını isterler. Bunu söylediklerinde,
azapları için belirlenmiş süre henüz sona ermemiş olur. Allah Teâlâ o
insanların ateşe gireceklerini ve ateşten başka dolduracakları bir yerin
bilgisinde bulunmadığını takdir ettiğinde, şöyle buyurmuştur: ‘Döndürülselerdi,
yine yasaklandıkları işlere dönerlerdi:556 Bu nedenle onlar, rahmetin gazabı
geçişi ortaya çıkana kadar, günah işledikleri için ateşe girmişlerdir. Ateşten
çıkmamak üzere Allah Teâlâ’nın kendileri adma dilediği hal üzere cehennemde
kalırlar. Orada Allah Teâlâ kendilerini o fıtrat üzere dünya hayatına çıkartana
kadar babalarının sulbüne döndürülürler. Sulbler, dünya hayatında babalarının
bellerinden ve annelerinin karınlarından çıkana kadar onların mezarları olur.
Sonra, onların arasından Allah Teâlâ’nın dilediği kimseler ölür. Sonra da
kıyamet günü vaat edildiği gibi diriltilirler. Arkadaşlarımız yenilenmenin
nasıl gerekleşeceği hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Acaba dünya hayatında
olduğu gibi bir şahıstan bir şahsın çıkması gibi üreme yoluyla mı
gerçekleşecektir? Nitekim Allah Teâlâ, ‘Sizi
nasıl yar attıysa, öyle yenileneceksiniz.’557 Burada kast edilen, tek bir anda
hepsi için cinsel ilişki, hamilelik ve doğumdur. Bu, Ebu’l-Kasım b. Kasi’nin
görüşüdür. Ya da ruh olarak bir cisme mi döndürüleceklerdir? Bu ise topluluğun
görüşüdür. En iyisini Allah Teâlâ bilir.
Bilmelisin ki, bu bölümde temel
hallerden söz etmekteyiz. Çünkü hallerin alt bölümleri sayısızdır, bu nedenle
biz ana haller yerine geçenleri zikredeceğiz. Bu bağlamda ana hallerden birisi
de, Allah Teâlâ’nın her şeyi kendisine göre yarattığı fıtrat halidir. Bu hal,
sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmektir. Böylelikle insanlar, Allah Teâlâ’yı
birlemede bu fıtrat üzere kalırlar ve Allah Teâlâ karşısında Allah Teâlâ adında
başka bir ilah kabul etmezler. Aksine ilahları Allah Teâlâ’ya yakınlığa vesile
olsunlar diye benimserler. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘onları
isimlendirin’558 buyurdu.
Çünkü onlar ilahlarını sadece Allah Teâlâ’ya taptıklarını belirterek
isimlendirirler. Öyleyse ibadet eden herkes, ilahlığı kendisiyle
ilişkilendirdiği mahalde sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş, böylece tevhit,
kendisini misak’ta kabul ettikleri Allah Teâlâ’ya ait kalmış, fıtrat da buna
eşlik etmiştir, ibadet edilen bu suretlere ilahlığı nispetin nedeni, şudur: Hakk
onlara misak alırken tecelli ederken, ilahi mazharlardan herhangi birisinde
kendilerine tecelli etmişti. İşte onları Allah Teâlâ’ya suretlerde ibadete sevk
eden durum budur. Fıtrat üzerinde kalmaları nedeniyle de, gerçekte suretlere
tapmamışlardır. Onlar suretlere ancak -tıpkı şefaatçiler gibikendilerinde
yakınlaştırıcı özellik tahayyül etmeleri nedeniyle tapınışlardır. Bu iki
hakikat, ahirette yaratılmışların kendisine dönecekleri iki şeydir. Başka bir
ifadeyle onlar, şefaat ve başkalaşan suretlerdeki tecellidir, insanın kalbinde
bu durum yerleşir ve bu insanları böyle bir davranışa sevk eden şeyi ilahi
bilgiden öğrenir. Bilir ki onlar belirli bir zorlama altındadırlar. Sıkıntı
anlarında Allah Teâlâ’ya dönerler ve yakarırlar. O’na bağlanırlar. İntikamını
aldıktan sonra, kendilerini rahmetine sokmasını O’ndan isterler. Onlar
cehennemi dolduracak olsalar da, onlar için Allah Teâlâ cehennemde bir nimet yaratır.
Çünkü onlar da genel rahmetin kendisini kapsadığı ‘eşya’ arasında yer alırlar.
İlahi mertebenin sınırlı olması mümkün müdür? Rahmetinin gazabını geçtiğini
buyuran bizzat O’dur. Böylelikle gazap yokluğa katılır. O da bir ‘şey3
ise, bu kez geniş ilahi rahmetin kapsamı altındadır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: ‘Nebiler -Allah Teâlâ’nın rahmeti ve selameti
üzerlerine olsunkıyamet günü kendilerinden şefaat istendiğinde, şöyle derler: Allah
Teâlâ bugün daha önce hiç gazap etmediği gibi gazaplanmıştır. Bundan sonra da
bir daha böyle gazap etmeyecektir.’ Bu, bu konuda kendisine güvenilecek en umut
verici hadistir. Çünkü nebilerin işaret ettikleri gün, kıyamet günüdür.
Kıyamet günü ise, insanların âlemlerin rabbinin huzurunda kabirlerinden
kalktıkları gündür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanlar
o gün âlemlerin rabbi için (kabirlerinden) kalkar. ’559
İşte o gün, Allah Teâlâ gazabı Hakk edenlere gazaplanır. Bu gazabın hükmü ise,
söz konusu kimselerin ateşe girme emrini ve ateşin ve intikamın müşriklere ve
diğer kimselere yerleşmesinin emrini verir. ‘Diğerleri’, şefaat ile ateşten
çıkan kimseler ile sahih bir hadiste yer aldığı gibi Rahman’ın ateşten
çıkartacağı ve cennete sokacağı kimselerdir. Çünkü onlar cehennemlik değildir. Artık
ateşte ancak ateşin ehli olan kimseler kalır ki onlar ateşi Hakk edenlerdir.
Böylelikle Allah Teâlâ’nın bir daha böyle kızmayacağı bu gazabı nedeniyle emir,
ehli olan ve olmayan herkesin ateşe girmesini gerektirir. Binaenaleyh onların
ateşte kalmaları sürekli olsaydı, bu durum ateşe girmelerini gerektiren
gazaptan daha büyük bir gazaptan kaynaklanmış olurdu. Hâlbuki nebiler şöyle
demişlerdir: ‘Allah Teâlâ bir daha böyle gazap etmeyecektir.’ Öyleyse bu en
büyük gazabın hükmü sadece ateşe girmek emriyle sınırlı ise, rahmetin herkesi
kapsaması gerekir. Burada Şâri’nin şu bilgiyi vermesi yeterlidir: ‘Ehli olan
ateş ehline gelirsek...’ Burada azabm ehli olan dememiştir. Onların kendisini
doldurdukları ateşin ehli olmaları, ateşle azap görmelerini zorunlu kılmaz.
Çünkü Malik ve bekçiler de ateşin ehlidir. Hâlbuki onlar, meleklerdir. Ayrıca
yılanlar, haşereler gibi kıyamet günü diriltilecek olan canlılar da ateşin
ehlidir, fakat hiçbiri orada azap görmeyecektir. Aynı şekilde orada kalanlar,
ne ölecek ne canlı kalacaktır. Kim bulunduğu yeri severse, onunla Mutlu olur.
Azabın en büyüğü, vatandan ayrılmaktır. Ehli olan kimseler ateşten ayrılsaydı,
alıştıkları yerden uzak kalmak nedeniyle azap çekerlerdi. Allah Teâlâ onları o
yere alışabilecek bir yaratılışla yaratmıştır. Böylelikle iki yer de dolmuş,
rahmet gazabı geçmiş, her şeyi kaplamış ve bunların içinde cehennem ve
içindekiler de vardır. Allah Teâlâ kendisinden bildirdiği üzere, Allah Teâlâ
merhamet edenlerin en merhametlisidir.
Bizler, Allah Teâlâ’nın merhamet
özelliğinde yarattığı kullarını tanıdık. Onlar, Allah Teâlâ’nın bütün kullarına
merhamet ederler. Öyle ki, kendilerini yaratıkları hakkmda hakem atasaydı,
kalplerinde yerleşik merhametin etkisiyle âlemden gazap ve öfke silinirdi.
Hâlbuki bu niteliğe sahip kimseler -söz gelişi, ben, biz ve benzerlerimiz gibi
kimselerarzuları ve gayeleri olan kimselerdir. Allah Teâlâ ise, merhamet
edenlerin en merhametlisi olduğunu bildirmiştir. Hiç kuşkumuz yok ki, Allah
Teâlâ yarauklarına karşı bizden daha merhametlidir. Biz ise, kendimizin
merhamette bu derece aşırı olduğumuzu biliyoruz. Allah Teâlâ böyle genel bir
merhamet özelliğine sahip iken, azap nasıl ebedi olabilir ki? Allah Teâlâ böyle
bir şeye (imkân vermeyecek kadar) cömerttir. Öte yandan akıl delili şunu ortaya
koymuştur: İbadeder Allah Teâlâ’ya bir yarar sağlamayacağı gibi günahlar da
bir zarar vermez. Her şey Allah Teâlâ’nın takdirine, kazasına ve hükmüne göre
cereyan eder. Yaratılmışlar, seçimlerinde mecburdur.
Vahiy delili ise şunu ortaya koymuştur:
Allah Teâlâ sahih kutsi bir hadiste ‘ey kullarım’ diyerek, onları kendisine
tamlama yapmıştır. Allah Teâlâ’nın kulları kendisine izafesinin yegane nedeni,
ateşe girmiş olsalar bile, ebedi olarak bedbaht olmalarını engelleyecek şekilde
rahmetinin gazabını geçmiş olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey kullarım!
ilkiniz, sonuncunuz, insanlarınız, cinleriniz en takva sahibi bir kulun
kalbine sahip olsaydınız, benim mülkümde bir artışa yol açmazdı. Kullarım!
İlkiniz, sonuncunuz, insanlar ve cinler, en bedbaht bir kulun kalbine sahip
olsaydınız, bu durum benim mülkümde bir eksilmeye yol açmazdı.’ Böylelikle
vahiy, akim itaatlerin ve günahların O’nun mülkü olduğu hakkındaki hükmünü
desteklemiştir. Allah Teâlâ bulunduğu hal üzeredir, kendisine ilişen (günah veya
itaatler nedeniyle) mülkü artmaz, eksilmez. Çünkü hepsi O’nun mülküdür ve Allah
Teâlâ onlarm sahibidir. Sonra kutsi hadisin devamında şöyle demiştir:
‘Kullarım! İlkiniz, sonuncunuz, insanlar ve cinler, bir yerde toplanıp da
benden bir şey isteseniz ve her birinize istediği şeyi versem, bu durum benim
mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez.’
Herkes, doğası gereği kendisine acı
veren şeyden hoşlanmaz ve bu nedenle herkes kendisine elem vermeyen ve haz
alacağı şeyleri vermesini Allah Teâlâ’dan diler. Burada, ima ettiğimiz hususa
itirazcının ileri süreceği gibi hadiste ‘lev (imkânsızlık bildiren ise edatı)’
edatının kullanılmış olması bir zarar vermez. Soru soran, zorunlulukla, bütün
yaratıklardan o sorunun gereğinin gerçekleştiğini bilir. Çünkü doğa, onu gerektirir.
Bazen soru sözle veya halle sorulabilir. Hal ile soruya örnek olarak, açlık
nedeniyle hissettiği duyusal acıyı veya emmekten engellendiğinde duyacağı
psikolojik acıyı bilmese bile, emzikli bebeğin ağlamasını verebiliriz.
Konu hakkıyla ortaya konulmuştur. Bu
bağlamda adamların kalplerine gelen haller; sınırsızdır, biz bu bölümde
onlardan sadece bir örnek sunduk. Adamlara nispet edilen diğer haller, bu
üsluba göre değerlendirilir. Hallerin kendilerine gelirsek, haller her konuda
genel hüküm sahibi olduğu gibi her şeyde sürekli varlıkları vardır. Bu bağlamda
hal fiili ‘sürekli’ diye isimlendirilir ve kadim ve sonradan olanla ilgilidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey insanlar ve cinler sizin
hesabınızı ele alacağıZ-K60 İşte bu,
bilirsen, haldendir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Fütûhât-ı Mekkiyye’nin yirminci sifri
sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar