Print Friendly and PDF

YİRMİNCİ SİFİR 3.Bölüm

 


ÜÇ YÜZÜNCÜ BÖLÜM

Muhammedi Mertebeden, Ulvi Âlemin Bölünmesi Menzilinin Bilinmesi

Muhakkik yaratıcısının aktardığını yüklendi Gaybteki haber zuhur etsin diye

Kalbime gaybten bağlar uzanır Güneş ışınlarının göze ulaşması gibi

Birleşme, örtünme ve azatlık bizi birleştirir Gelinler gibi, erkek karşısında kadın gibi

Daimidir, bizi ayıracak bir sabah yok Gece ve gündüzden uzağız

Nimet perdeleri içinde aramazda sırlar zuhur eder Başkalık olmaksızın sanki güneşten doğmuşturlar

Ne doğu (doğma) onu izhar eder ne batı (batma) gizler insanların gözlerinden biri onu gören yoktur

Zamanı ne geçmiş ne gelecek, şimdidir Geçmiş onu kaybetmez gelecek getirmez

İnançsızlar ve akıllılar! Kesindir Şaşırmayın, ömrün neticesidir o

Ben Hay için ve Hay olanlayım Şekiller aleminde hayatımız yok bizim .

Sonsuza akan hayat Suretler âlemindeki hayattır

Bilmelisin ki, bu menzil, donukların insandan üstünlüğünü ve cin­lerin arasından müminlerin Kur'an-ı Kerîm’i mümin insanlardan daha üstün dinlemelerini içerir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın cinleri üzerinde ya­rattığı ve kendilerine yerleştirdiği bir özelliktir. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından daha büyüktür. Fa­kat insanların çoğu bunu bilmez.’463 Bu büyüklük, cisimde ve nicelikte mi­dir, zannedersin? Hayır, kesinlikle hayır! Çünkü nicelikteki büyüklük, duyuyla bilinir. Bu üstünlük, Allah Teâlâ’nın kendilerinde yarattığı ve insanda bulunmayan bir nedenden ve özellikten kaynaklanır. Söz konusu özel­lik, mertebelerin bilgisini ve eşyanın Allah Teâlâ katındaki değerlerini öğretir. Bu bilgiyi öğrenen kimse ise, yaratılmış olsun veya ilahi isim olsun, her şeyi yerli yerine yerleştirir. ‘Kuşkusuz ki biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk, onlar kabul etmekten çekindi, insan ise onu yüklendi, insan cahil ve zalimdir464 ayeti de bununla ilgilidir. Onların kabul etmeyişleri cahillik­lerinden mi kaynaklanmıştır, zannedersin? Hayır, kesinlikle hayır! Emaneti yüklenmek, taşıyanın bilgisizliğinden kaynaklanmıştır. Allah Teâlâ mübalağa kalıbıyla bilgisiz ve kendisine karşı zalim olmakla onu taşıyan insandan başkasını nitelemiş midir? Öyleyse yeryüzü ve ayette zikredilen diğer unsurlar, emanetin değerini ve onu taşıyan kimsenin büyük bir tehlikede olduğunu anlamıştır. Çünkü emaneti taşıyan kimse,

Allah Teâlâ’nın kendisine emaneti sahiplerine ulaştıracağı hakkmda bir kesinli­ğe sahip değildir. Burada Allah Teâlâ’nın emaneti teklif etmesiyle kastının akıl terazisi olduğunu anladık. Öyleyse Allah Teâlâ’nın zorunlu yapmadığı bir yü­kün altına kendilerini sokmadıkları için, yeryüzünün, göklerin aklı insan akimdan daha çoktur. Çünkü emaneti yüklenmek, bir emir değil, teklif­ti. Bu nedenle onlarm yapması gereken ise, gönüllü veya isteksizce, yani Allah Teâlâ’nın yüklediği görevin ağırlığını bilmenin zorluğuyla karşılık ver­mekti. Yeryüzü ve gök, ‘isteyerek veya istemeyerek gelin5465 denildiğinde, gönüllü olarak gelmişlerdir. Başka bir ifadeyle, ‘size aktarılacak şeyleri kabul için hazırlanın!’ Yer ve gök gönüllü gelmiş, Allah Teâlâ’nın kendilerine yerleştirmek istediği şeyleri kabul etmek üzere teslim olarak ve korkarak hazırlanmışlardır. Bunun üzerine Allah Teâlâ, yeryüzünde besinleri yaratmış, onları kendisindeki bir emanet yapmıştır. Yeryüzü besinleri artık ihtiya­ri olarak değil zorla yüklenmiştir. ‘Her göğe emrini vahy etmiştir.’466 Böy­lece besinleri Allah Teâlâ, sahibine ulaştırsın diye, yeryüzünün tasarrufundaki bir emanet yapmış, yeryüzü de -kendi iradesiyle değilzorla onu üst­lenmiştir.

Yer ve göğün bilgilerinin bir göstergesi de, emaneti teklif ve seçim­le taşımanın kendisini taşıyan kimsenin nefsine karşı zalim olacağmı bilmeleridir. Çünkü emaneti taşıyan kimse, kendisini büyük bir işin al­tına sokmuştur. Yerine getiremediğinde, hem başkasma hem kendisine karşı zalimlik yapmış olur. İnsan bunu kendinden ve kadrinden bilmez. Emanetin değerini bilmiş olsa bile, Allah Teâlâ’nın bilgisinde emaneti sahiple­rine ulaştırmakla ilgili neyin bulunduğunu bilmez. Aksine insan, Allah Teâlâ’nm kendisi hakkmda tanıklık yaptığı üzere, bilgisizdir. Böylelikle insanın emaneti kabul etmesi, bir zorlamayla değil, iradeyle gerçekleş­miş, kendisiyle yükümlü olduğu için de emanete ihanet etmiştir. Yer ve göğün emaneti yüklenmesi ise, iradi değil zorlamayla gerçekleşmiş, bu nedenle Allah Teâlâ o ikisini emaneti sahiplerine ulaştırma imkânı sağlamış, emanete hainlik etmekten korunmuşlar, insan ise başarısızlığa uğramış­tır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Kim yönetici olmayı talep ederse, yalnız başına bırakılır. Kime talebi olmadan yöneticilik verilirse, kendisine yardım edecek bir melek onunla görevlendirilir.’ İşte yeryüzü, gök ve dağların insandan üstünlüğü nedeniyle Allah Teâlâ onlarm hak­kmda şöyle demiştir: ‘Bu Kur'an’ı bir dağa indirseydik, onun Allah Teâlâ korku­suyla korkarak parçalandığını görürdün.’467 Bu durumun dağın kendisine indirilen şeyi bilmeyişinden mi kaynaklandığını düşünüyorsun? Hayır, kesinlikle hayır! Aksine onu ve değerini bilmesinin gücünden kaynakla­nır. Bakınız! Allah Teâlâ bu ayette bize şöyle buyurur: ‘İşte Allah Teâlâ örnek­leri böyle verir.468 Örnekler insanlara verilmiştir ki, belki düşünürler. Çünkü insanlar bu konuda düşündüklerinde, başkalarının kendilerinden üstünlüğünü anlarlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın gördüğü şeyin büyüklüğü hakkındaki tanıklığı, gerçekleşmiş demektir, çünkü O’nun sözü, haktır. İnsanlar düşündüklerinde, Kuran’ın değerini bilmediklerini de anlarlar, çünkü Allah Teâlâ’nın dağ adına tanıklıkta bulunduğu bu nitelik onlarda ger­çekleşmemiştir.

Hafız Ebu NuaymDelailü’n-Nübüvvet adlı eserinde aktarmıştır: ‘Allah Teâlâ üzerinde uçan bir kilim bulunan bir ağaçla birlikte Cebrail’i peygambere göndermiş. Cebrail birinin üzerine oturmuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem diğerinin üzerine oturmuştur. Ağaç onları yukarı çıkarmaya başla­mış. Göğe yaklaştıklarında, Refrefe benzeyen inci ve yakuttan bir otu­rak kendilerine sarkmış. Cebrail kendisini gördüğünde bayılmış düş­müş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise bayılmamış. Sonra şöyle demiş: ‘Buradan Cebrail’in benden daha üstün olduğunu anladım. Çünkü o orada neyin bulunduğunu bilmiş ve bu nedenle bayılmış, ben ise bilememiştim.’ Böylelikle, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu durumu itiraf etmiştir. İnsan Kur'an-ı Kerîm’in değerini ve taşıdığı şeyleri bilseydi, onun durumu böyle ol­mazdı. Değerini bilen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kuran (vahyini) alırken derununda göğüs gerdiği sıkıntılara balanız! Allah Teâlâ bedenini ve dış kısmını, üzerine Kur'an-ı Kerîm inen dağ gibi parçalanmaktan koru­muştur. Bunun yegane nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vahyi diliyle bize ulaştırmasını takdir etmiş olmasıdır. Dolayısıyla kendisinden vahiy ala­bilelim diye, onun dış suretinin korunması zorunludur. Vahyi getiren Cebrail’in suretinin durumu da böyledir. Biz kendimizden söz etmekte­yiz.

Zikrettiklerimizin insandan üstünlüğünün bir yönü de şudur: İn­san ölüp bir toprak gibi donuklaştığında, hayattaki hali üzere olurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Bu Kuran ile dağlar yürütülseydi veya yer kendisiyle kat edilseydi veya ölüler konuşsaydı...’469 Yani bu Kuran olurdu. Cevap, söz kendisini gösterdiği için, hazf edilmiştir. Anlamı şudur: Kur'an-ı Kerîm’i zikrettiklerimizin üzerine indirmiş olsaydık, dağlar yü­rür, toprak/yeryüzü parçalanır ve ölüler cevap verirdi. Biz kendisiyle konuştuğumuz halde bunlardan hiçbirisi bizde gerçekleşmez.

Cinlerin bizden üstünlüğünün bir yönü de, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sa­habesine Rahman suresini okuduğu bir hadisede geçer. Onlar kendisini dinlerken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Ben bu sureyi cinlerden olan kardeşlerinize de okumuştum. Onlar bu sureyi sizden daha güzel din­lemişlerdi.’ Hadisin devamında şöyle denilir: ‘Ben onlara ‘Rabbinizin nimetinden hangisini yalanlarsınız470 dediğimde, ‘Rabbimizin nimederinden iç birini yalanlamayız’ demişlerdi.’ Kendilerine söylenen sözlerin hakikatlerini ne kadar iyi bildiklerine bakınız! Kendilerine söylenen sö­zü kullanarak nasıl da cevap vermişlerdir? Hatta Rab ismini kullanmış­lar ‘İlahımız’ veya başka bir ismi kullanmamışlardır. ‘Onlardan herhangi birini’ dememişler, kendilerine söylendiği gibi ‘senin nimederinden’ demişlerdi. Bunun amacı, bu ayette zamirin belirli bir nimete dönme ihtimalinden endişe etmeleridir. Onlar ise, tasdik genel olsun diye, bü­tün nimederi söylemek istemişlerdir.

İnsan, bu bedeni yönetmesi ve ondan doğması yönüyle -ki bu ne­denle yapısından kendisine bozulma meydana gelirlatifesi ve hakikati itibarıyla değil, doğası yönünden bütün bu sayılanlara katılır. Öyleyse insanın bedeni bütünüyle (bütün parçalarıyla) Allah Teâlâ’ya itaatkârdır, kor­kar. Her bir organını insan zorla ilahi emre aykırı bir işe yönlendirdi­ğinde, organ kendisine şöyle der: ‘Yapma, beni sana yasaklanmış bir işe gönderme. Ben senin şahidinim, arzuna uyma ve böyle bir davranışı yapmaktan Allah Teâlâ’ya sığın!’ İnsan bedenindeki her bir güç ve organ bu konumdadır. Onlar, yönetici nefsin baskısı ve zorlaması altındadırlar ve ona boyun eğerler. Allah Teâlâ ise, yönetici nefsi değil, onları acı bir günün azabından kurtarır. O gün Allah Teâlâ yönetici nefsi ise hesaba çeker ve ateşe atar. Azabı çektikten sonra Allah Teâlâ’nın cennete sokacağı müminle­re gelirsek, Allah Teâlâ organlarına bir ikramı olarak onları orada öldürür. Çünkü onlar, sürüklendikleri işleri yapmada mecbur idiler. Böylelikle organlar, acıyı hissetmezler ve tek başına yönetici nefs, bu ölümde acı çeker. Bu durum, bedeni döşeğinde ve yatağında en güzel bir halde iken, rüya görenin gördüğü rüya nedeniyle acı duymasına benzer. Hak­larında ‘Orada ne ölürler ne sağ kalırlar5 denilen cehennemliklere gelir­sek, onların organları da böyledir. Bakınız! O organlar kıyamet günü onların aleyhine şahitlik edecektir. Dolayısıyla nefisleri de azabı tatma­ları için cehennem ateşinde ölmeyecektir. Cisimleri ise, azabı tatmasın­lar diye, cehennemde canlanmayacaklar. Öyleyse onların azapları, deri­lerinin yenilenmesi ve Allah Teâlâ’nın onların azabı hakkındaki nitelemelerine göre, duyusal suret içinde nefsin hissedeceği bir azaptır. Bütün bunlara onların nefisleri göğüs gerecektir, çünkü organlarından hayat gitmiştir artık! Onlar, et kazanda piştiği gibi, ateşte pişeceklerdir. Balanız! Pişen et acı duyar mı? Aksine bundan nimedenir ve Allah Teâlâ orada bir hayat ol­saydı kendileri için nimet yaratırdı. Aksi halde nefislerin taşıdığı vardır. Bu durum, malının telef olmasını, mülkünün yıkılmasını ve harap ol­masını gören bir insanın durumuna benzer. Hâlbuki mülk, eline geçtiği kimsede rahattır. Hükümdar ise, mülkünün yıkılmasıyla acı çeker. Be­deni maddi hastalıklardan ve acılardan uzak olsa bile, böyle bir hüküm­dar, en çok acı çeken insandır ve ölüp de gördüklerini görmemeyi arzu­lar. Bütün bu zikrettiklerimizi bize Allah Teâlâ bildirmiştir ki, düşünelim, öğüt alalım, Allah Teâlâ’ya dönerek böyle yaptıklarından bizi kılmasını dileye­lim, biz de onlara katılalım. Bu durum, zorlanan kimseye olumlu karşı­lık vermeyi içerir ve böylelikle o kişi kurtulanlardan olur. Allah Teâlâ’nın bir niteliğinin bulunduğu şahıstan daha mudusu olabilir mi? Allah Teâlâ bu nite­likle onu Mutlu eder ve yaratıklarından bir kısmını kendi suretine göre yaratır. Onlar, Allah Teâlâ’dan bu niteliğe kendilerini katmasını isterler. Onun yaratıklardan büyüklüğünün değerini öğrenmiş oldun. ‘Fakat insanların çoğu bilmez71 Kardeşim! Sana öğrettiklerim ve dikkatini çektiğim hu­suslarla bu durumu bilen azınlıktan ol! Allah Teâlâ bizi onlardan etsin. Amin!

Bu menzilin içerdiği hususlardan birisi de, ilahi sema’dır. Bu sema, oluş mertebelerinin ilkidir ve bitiş de onunla gerçekleşir. Oluşun varlığı önce sema, yani duyma ile gerçekleşmiş iken sona ermesi de yine hak­tan duymasıyla gerçekleşir. Artık nimet sahiplerinde nimet, azap çeken­lerde ise azap devam eder. Bu bağlamda var olan her şey, ‘ol’ sözünü (duymakla) meydana gelmiştir. Allah Teâlâ bu sözü ona duyurmuş ve o da emre bağlanmış, daha önce yok iken dış varlığı ortaya çıkmıştır. Kendi­sine ‘ol’ demesiyle olan şeyin (yokluktaki) halini bilen Allah Teâlâ münezzeh­tir! Öyleyse mümkünün kendisine ulaştığı ilk şey, Hakkın sözünü duyma mertebesidir. Çünkü ‘ol’, ‘bizim irade ettiğimiz bir şeye sözü­müz472 diyenin niteliğidir. Öyleyse duyma sözle ilgilidir. İşin sonu kâfir­ler hakkında, ‘oraya girin ve konuşmayın473 şeklindedir. Böylece Allah Teâlâ, kendilerine hitap etmiş onlar da duymuştur. Cennetlikler hakkında işin

ı

sonuna gelirsek, (Hakkı) görmenin ve tecellinin ardından -ki bu onlar için cennet nimederinin en büyüğüdürHak onlara şöyle der: Sizin için geride bir şey kalmış mıdır?’ onlar da cevap verir: ‘Rabbimiz! Artık bi­zim için geride ne kalabilir ki? Bizi cehennem ateşinden kurtardın, cen­nete soktun, bizi bu mülkün sahibi yaptın, aramızdaki perdeler kalktı da seni gördük. Artık ulaştığımızdan daha büyük hangi nimet olabilir ki? Hakk şöyle der: ‘Sizden razı olmam ve bir daha size kızmamam!’ Böylelikle Hakk, kendileri duyarken, rızasını ve onun sürekliliğini kendi­lerine bildirir. Bu, onların buldukları en büyük nimettir. Böylelikle iş başladığı gibi yine sözle bitmiştir.

Sonra, başlangıçları ile bitişleri arasındaki nimet mertebelerinde duyma sürekli onlara eşlik eder. Haktan kendisine gelen sözleri anlaya­bilecek bir kulağı olan kimseye ne Mutlu! Binaenaleyh muhakkik arif, sürekli bir duyuş halindedir, çünkü onun için her yönden Allah Teâlâ’dan baş­ka konuşan yoktur. Yaratıklardan birisi kendisine hitap etse, ârif o hita­bı Allah Teâlâ’dan aktaran bir elçi gibi kabul eder, o şahsın kendisine söylediği şeyi anlamak üzere hazırlanır. O sözün Allah Teâlâ kalandaki -ki kendisini meşru olarak onaylamış olanhükmünün mahiyetine bakar ve o ölçüye göre kendisini kabul eder. Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’nın kelamını işitip dinleyinceye ka­dar onu komşu edin (ona süre ver)’474 buyurur. Kendisiyle konuşulan ise peygamberdir. Öyleyse kimsenin kendisinden veya başkasından bir söz bildirmesi mümkün değildir. Bütün sözler, Allah Teâlâ’dandır. Çünkü bildir­dikleri bütün sözleri kendilerinde yaratan Allah Teâlâ’dır. Öyleyse hepsi, O’nun kelimeleridir. Gerçekte kula düşen sadece duymaktır ve yaratıl­mışın konuşması ‘duymadır.’ Bu nedenle ârif, herhangi bir aratılmışm sözünü ihmal etmez ve bir yana atmaz kendi konumuna yerleştirir. Bu söz, şeriatın hükmüne göre, nahoş, günah çirkin olabileceği gibi iyi, hoş ve gerçek de olabilir. Öyleyse ârif, o sözü kabul eder ve Allah Teâlâ’nın şe­riatın diliyle belirlemiş olduğu ve o söze ait hikmete göre kendi menzi­line indirir.

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi de, kendisinde kahır ve rah­met tecellisinde gelen bulutun bilinmesidir. Bu tecelli, bulutlarla, yani buludar sebebiyle veya buludar ortaya çıksın diye göğün parçalanması esnasmda gerçekleşir. Ardından bütünü öbek öbek açılır ve bulut haline gelirler. Daha önce göğü melekler doldurmaktaydı ve orası göktü. Şimdi de, bu kez bulut iken melekler orada bulunur. Kıyamet günü ise, takdir edilmiş haşir gününe bulutların içinde gelirler. Melekler, bulut­lardan karanlıklar içindedirler. Karanlıklar (veya gölgeler), onların kapı­larıdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle der: ‘Gök açılır ve kapı kapı olur.’475 Başka bir ayette ise ‘Gök bulutlarla parçalanır ve melekler iner.’476 Bu iniş, Allah Teâlâ’nın kıyamet günü kulları arasında hüküm vermek ve (hakları) ayırmak üzere gelmesi için, meleklerin bulut içindeki gelişleridir. Bu bağlamda arifin ‘göğü’ buluda parçalandığında, (melekler konumunda­ki) güçleri o bulutun içine indiğinde, Allah Teâlâ dünyadaki varlığı hakkında hüküm vermek üzere geldiğinde, kıyameti kopmuş, hesabı öne alınmış demektir. Böylelikle kıyamet günü üzerinde herhangi bir korku yokken güvenli bir halde gelir. Ne şimdiki anında ne de gelecek hakkında üzülmez. Bu nedenle Allah Teâlâ şimdiki zaman fiili kullanarak, ‘Onlar mahzun olmazlar3477 buyurmuştur. Çünkü bu fiil, hem şimdiki zamanda hem de gelecek zamanda üzüntüyü ortadan kaldırır. Geçmiş zaman fiili veya gelecek zaman ekiyle bütünüyle gelecek zamana tahsis edilmiş fiil ise böyle değildir.

Bilmelisin ki, bütün nefislerde ‘yerin üç hali vardır: Kıyamet kop­madıkça, çocuk sahibi olabilmek, hayız ve doğum. İnsan doğası yö­nünden yeryüzü gibidir. Bu nedenle her nefeste insan, Rabbinin kendi­sine aktardığı, kendisinden rabbine çıkan ve kendi içinde bu aktarıma dair içinde bulunan ve çıkmak için hazırlanmış olsa bile henüz çıkma­mış şeyleri bilmesi gerekir. Çünkü insan, bu üç mertebe ve halde Allah Teâlâ karşısında hallerini gözetmekle yükümlüdür. Allah Teâlâ bazen kendisine va­sıtalarla aktarırken bazen vasıtalar olmaksızın aktarır. Bazen vasıta övülmüştür, bazen ise kınanmış, bazen ise -içinde bulunulan hal piş­manlık ve aldanmaya yol açsa bilene kınanmış ne övülmüştür. Öyleyse muhakkik, duyar, alır ve kimden duyduğunu ve kimden aldığını bilir. Bunun yanı sıra neyin doğduğunu, doğduğunda çocuğunu kimin kabul ettiğini, onu kimin terbiye edeceğini, Rabbinin mi yoksa başkasının mı terbiye ettiğini bilir. Nitekim sahih bir rivayette şöyle denilmiştir: ‘Kuşkusuz ki sadaka’ -ki sadaka kulun doğurduğu/meydana getirdiği amellerdendir‘Rahman’ın eline düşer, Rahman onu alır ve herhangi birinizin devesini ve ürününü yetiştirmesi gibi onu yetiştirir.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘herhangi birinizin çocuğunu terbiye etmesi gibi’ de­memiştir. Çünkü çocuk bazen yarar sağlarken kötü bir çocuk yarar sağ­lamaz. Aksine insan, ‘keşke Allah Teâlâ onu yaratmamış olsaydı’ diye temenni ederek çocuk nedeniyle zarar bile görebilir. Deve ve ürün ise, öyle de­ğildir. Çünkü ya binerek veya yük taşıtarak veya ürününden veya gerek duyduğunda etinden yiyerek, onlardan yararlanma kesin ve kaçınılmaz­dır. Böylelikle Allah Teâlâ, kendisinden ortaya çıkan menfaat nedeniyle (sa­dakaya) benzetmiştir ki, sadaka veren insan, verdiği sadakasından mut­laka yararlanacağını bilsin! Sadakanın ilk yararı, kıyamet günü insanlar arasında hüküm verilirken kendisini güneşin sıcaklığından korumasıdır. Bu bağlamda insanın ‘doğurduğu’ ürünlerden birisi de, güzel sözdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Güzel kelime sadakadır.’ Bu söz de bereketlenir ve terbiye edilir. Hakk, kulun ‘nikahlı’ olarak -yoksa ni­kahsız olanları değil‘doğurduğu’ her şeyin terbiyesini bizzat üsdenir. ‘Sahip’ kölesinin ‘çocuğu’nun terbiyesini üsdcnirsc, çocuk yönünden kendisine ulaşacak olan iyiliklerin değeri takdir edilebilir mi? Bunların ilki, çocuğun babasmm Allah Teâlâ katındaki değerini öğrenmesidir. Çocuk (ürün) bilir ki, Rabbi onu ancak babasının O’nun katındaki üstün ko­numu ve mertebesi nedeniyle terbiye etmiş ve kendisine ihsanda bu­lunmuştur. Bu nedenle ise, babasına minnet duyar. Bu durumda çocuk, Rabbinin mertebesini yücelterek ve babasına olan inayetinin gereğiyle, babasından dolayı iyi olmuş ve iyilik görmüştür. Allah Teâlâ’nın ârif kullarının işleri böyle gerçekleşir. Bu menzilde hakkında konuştuğumuz her mese­le, kendi bölümünün dışındadır. Vakit darlığı ve özedemek istediğimiz için onlara değinemedik. Çünkü ben menzilin kapısmda zikrettiğim şeylerin bilgisinin suretlerini buldum ve bütün gördüklerim o kapıya sığmazdı. Bu menzildeki bu kadar açıklama, hükümdarın kapısında bu­lunan teşrifatçı, köleler ve demirciler gibidir.

Bu menzilin içerdiği bölümlerin fihristi ise şöyledir: iki diyar ara­sında ulvi ve süfli âlemin bilinmesi, perdeler ardından gayblerin izhar edilmesinin bilinmesi, niçin perdelenmiş olduklarının bilinmesi, niçin çıkartıldıklarının bilinmesi, onlardan çıkan ve kalan şeylerin bilinmesi, çıkmayı bekleyenlerin bilinmesi, çıkması mümkün iken bir engel nede­niyle çıkması mümkün olmayan şeylerin bilinmesi, onların çıkmasını engelleyen şeyin bilinmesi; duymakla veya duymadan çıkmak mümkün müdür? Duymak nedeniyle çıkıldığında, çıkma zorla mı yoksa severek ve isteyerek mi gerçekleşir? Yoksa vakiderin gereği olan hallere göre, (bazen) bu kısma (bazen) ötekine mi ayrılır?

Bu menzilin ilimlerinden birisi de, bir şeyde ve başkasında artışın bilinmesidir. Buna örnek olarak dürülmüşün yayılması veya çekilmiş olanın açılmasını verebiliriz. Duyulur hâzinelerin isimlerle ve isimlerin verileriyle ortaya çıkartılmasının bilgisi de bu menzille ilgilidir. İsimle­rin verileri sayesinde arif, hâzinenin yerini öğrenir. Böylelikle isim ile konuşur, tıpkı çanak kısmının çiçekten ortaya çıkması gibi toprak yarılır ve içinde saklanmış mal (ortaya çıkar). Onu gördüğünde, başka bir isimle konuşur. Böylelikle mal bu (ismin) özelliğiyle ortaya çıkar. Bu durum demirin mıknatısa çekilmesine benzer. O yerde saklanmış mal­dan bir şey kalmayıncaya kadar böyle sürer. Bu menzil, meşru amellerin bilgisini de içerir. Onlar neye varacaktır? Onlardan alınacak olan nedir? Bu menzil alamederle muduluk ve bedbahdık ilmini içerir. Yönler ve neye döndükleri; Hakkın üstte olmayla nitelenmesi bir mertebe mi, yoksa yön üsdüğü müdür? İnsanların ahirette yerleşecekleri menziller­deki hallerinin bilinmesi; bu menzillerde kendisinde halden Hakk girdik­leri bu hallerin nedeni nedir? İçinde bulundukları zamanlarda bu haller yenilenir mi, yoksa yenilenmez mi? Allah Teâlâ’nın kendisine dönen bir ayet ile kullarına görülmesi de bu menzille ilgilidir. Arada bir mukayese olma­dan, zamanın ve yıldızların değeri de bu menzille ilgilidir. Bilginin var­lığıyla birlikte imanın olumsuzlanmasının bilinmesi de bu menzille ilgi­lidir. Bu husus, muhakkike göre en sıkıcı işlerden biridir. Müjde ilmi bu konuyla ilgilidir. Müjde iyilikle ilgili olsa bile muduluğa özgü değil­dir. Allah Teâlâ, ‘onları acı bir azap ile müjdele5478 buyurur. Bu müjde hakkında dil ve terim anlamıyla konuşmak bu menzille ilgilidir. Bu bağ­lamda terimsel anlamıyla müjdeye gelirsek, ondan anlaşılan şey, özel olarak iyiliktir. Bedbaht insan da, hakikat üzere olduğunu zannederek, iddiasına göre bir müjde bekler. Bu nedenle ‘onu müjdele’ diye emre­dilmiştir. Çünkü bedbaht, müjde beklemektedir. Fakat onun adına müjde, acı bir azapla olacaktır. Dil bakımından müjdeye gelirsek, bu anlamıyla müjde, insana derisinde (beşer ve beşaret ilişkisi) etki edecek bir haberin bildirilmesidir. Çünkü insana bir iyilik söylendiğinde, bu söz onun derisinde açılma, gülümseme, tebessüm, sevinme, neşelenme, heyecanlanma şeklinde bir etki yapar. Kötü bir şey kendisine söylendi­ğinde ise, derisinde daralma, ağlama, üzülme, sıkılma, somurtma, yü­zün asılması gibi bir etki yapar. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuş­tur: ‘Yüzler vardır o gün aydınlıktır, gülerler ve sevinirler. Yüzler vardır, o gün üzerlerinde toz vardır.™79 Burada onlarda meydana getirdiği etkiyi zikretmiştir. Bu nedenle müjde, dil anlamıyla, hem iyiliğe hem de kötü­lüğe karşı söylenmiştir. Terimsel anlamıyla ise söylenmez. Bu nedenle Allah Teâlâ (dildeki kullanımına göre) kelimeyi serbest kullanmış ve sınırlamamıştır. Bu bağlamda müminler için şöyle demiştir: ‘Onlar için dünya hayatında ve ahirette müjde var dır.5480 Hâlbuki müjdenin ne oldu­ğunu belirtmemiştir. Çünkü örf ve hal karinesi, müjdenin iyilikle olaca­ğını belirtir.

Ebediyetin bilgisi ve neye döndüğü de bu menzille ilgilidir. Ebed zamansal mıdır, yoksa zamanın kendisi midir? Zaman neyle baki kalır? Kendi başma mı, yoksa başkasıyla mı? Bu başka ise onun için adeta bir zarf gibi olur. Yoksa zaman dışta gerçek varlığı olmayan mevhum bir şey midir? ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ BİRİNCİ BÖLÜM

Nimet Ehliyle Azap Ehli Arasında Taksim Edilmiş Kitabm Menzilinin Bilinmesi

ı                                                                                                                                                          _

Yakın kimsenin ahlakı

El-Birr’in ahlakıdır, bilmez onu ebrâr

Yakınlık ‘kimsenin benzemediği kimsenin’ menzili .

Onu kendi konumuna yerleştirdi

Özeti kutsiyet ve mertebe olarak yükselmiş Hiçbir yaratıkta onu açıklayacak dil yok

Mizan ile âlemleri idrak edersin Ne ihmal et ne aşırı git, onu ihmal edersin

Yakınlık izafi bir şey, eziyet yakınlığı Kendisinden istediğin için bir besin olur

Kerem sahibi ise isteği ona verir

Hırstan sakın, hırs yakınlığın katili

Sana kesbten gelecek azap

Kendi dininde başkasıyla onu öldürür

Onu yapıp da getiren kimse

Onu nasıl inkâr eder veya tanımaz                                                 .

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman, Kuran’ı öğretti.’48' Yani hangi kalbe inmişse. ‘İnsanı yarattı.’482 Yani onun için üzerine yerleştiği bir sı­nıf yarattı. ‘Ona beyanı öğretti.’483 Yani Kuran’ı ona indirdi ve gaybte bu­lunan maksadını açıkladı. ‘Güneş ve ay bir hesaba bağlı.’484 Kast edilen, fe­leklerin hareket ölçüleridir. ‘Yıldız (veya otlar) ağaçlar secde eder.’4 Bu­nun nedeni bu ölçü ve mizandır. Burada kast edilen köklü bitkiler ile ki ağaçlarköksüz bitkilerdir -odar (necm). Bu nedenle iki secde birbi­rinden ayrışmıştır. ‘Göğü yükseltti.’486 Gök mizanın kubbesidir. ‘Mizanı

.                                     t                                                    t                             m

koydu.’487 insan ve cinler onunla tartsın diye. ‘Mizanda taşkınlık yapma­sınlar.’488 Aldatmak amacıyla aşırı gitme veya ihmal etme yoluyla. Başka bir ifadeyle, üstünlük olmaksızın, terazinin kefelerinden birini tercih etmeyin. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘O gün adalet terazilerini koya­rız.’489

Bilmelisin ki, her bir sanat, mertebe, hal veya makama bir mizan ve terazi bilgi ve amel yönüyle hakimdir. Buna göre anlamların aklın ege­menliği altında olan bir terazileri vardır ki bu terazi mantık diye isim­lendirilir. Mantık terazisi, iki öncül diye isimlendirilen iki kefeye sahip­tir. Sözün nahiv diye isimlendirilen bir terazisi vardır. Bu terazi ile bir dilin lafızlarının gösterdiği anlamlar tespit edilebilsin diye, lafızlar tartı­lır. Her dilin bir terazisi vardır. Bu terazi, Allah Teâlâ’nın rızıkların indirilme­sine bitiştirdiği ‘bilinen miktardır.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu an­cak belli bir miktarla indiririz.’490 Fakat o, dilediği ölçüde iner. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ insanın bedenini terazi suretinde yarattı ve onun kefelerini sağı ve solu yaptı. Dilini ise, terazinin zatının direği yaptı. Bu nedenle o di­lediği her yöne yönelir. Allah Teâlâ muüuluğu sağa, bedbahtlığı ise sola bitiş­tirdi. Terazi ile iki kefeyle şeklinde amellerin tartılmasını sağladı. Bu nedenle, sayısal teraziyi ile -ki ‘bir hesaba bağlıdır’49' sözünde belirtilmiş­tirsıvıların terazisini içermesi için ağırlık ve hafiflik ile nitelenmiştir.

Bu ise terazinin iki kefesiyle gerçekleşebilir. Bu nedenle iki kefe belir­tilmemiş, onun yerine ‘Tartıları ağır gelen kimse492 denilmiştir. Bu ayet mutlularla ilgilidir. Devamında ise ‘Tartıları hafif gelen kimse*493 denil­miştir. Bu ise, bedbahtlar hakkındadır. Kefelerin tartılması söz konusu olsaydı şöyle diyecekti: ‘İyiliklerinin kefesi ağır gelen kimse... ve kötü­lüklerinin kefesi ağır gelen kimse...’ Burada, tıpkı iki kefenin sureti gibi, ağırlık terazini hafif gelenin aynısı yapmıştır. İki kefe olsaydı, kötülükle­rin bulunduğu kefe ağır bastığında, ağır diye nitelenirdi. Hâlbuki Allah Teâlâ onu hafiflikle nitelemiştir. Buradan şunu anladık: Terazi iki kefelidir. İlahi terazinin bir yönü de, ‘her şeye yaratılışını verdi5494 ayetinde belirti­lir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurdu: ‘Ben ve Ebu Bekir tartıldık, ben ağır geldim. Ebu Bekir ile ümmet tartıldı, o ağır geldi.’

Bilmelisin ki, iş, bilgi ve amelle sınırlıdır. Amel ise iki kısma ayrılır; duyusal ve kalp amelleri. Bilgi ise iki kısımdır; aklî bilgi ve şer’î bilgi. Her kısım, verilişinde, Allah Teâlâ katında belirlenmiş bir teraziye dayanır. Yükümlü kuldan istenilen ise, adaletle teraziyi kullanması, haddi aşmamasi ve hile yapmamasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dininizde haddi aşmayın.*495 Bu ayet ‘terazide haddi aşmayın5496 ayetiyle aynı anlama gelir. Allah Teâlâ’ya karşı sadece hakikati söyleyin. Bu ise ‘Ölçüyü adilce yapın*497 aye­tinin anlamıdır. Böylelikle Allah Teâlâ karşısında kuldan talep edilen şey, in­sanlar arasında ve kendilerine karşı adil olmaktır. Allah Teâlâ kuluna adil ol­mayı nasip ederse, bütün iyilikleri de kendisine vermiş demektir. Söz gelişi Allah Teâlâ sağlık ve afiyeti doğaların denge haline ve itidaline (adalet) bağlamıştır. Doğalardan birisi ötekine baskın gelmemelidir. Hastalık, maraz ve ölümü ise, doğalardan (unsurlar) bir veya bir kaçının ötekilere baskın gelmesine bağlamıştır. Öyleyse itidal bekanın sebebiyken sapma (itidalin bozulması) helak ve fenanın sebebidir. Kendi yerinde terazinin üstün gelmesi onun doğrultulması ve ikame edilmesiyken kendi yerinde hafif gelmesi de onun doğrultulmasıdır. Öyleyse bu durum, makamlara göre değişir.

İş söylediğimiz gibi olunca, bilmelisin ki: Muhakkik, bilgi ve amel­le ilgili her mertebeye -tartılamn ağırlık veya hafifliğine göreteraziyi yerleştirendir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem borcun ödenmesini ve ürünün alınmasını teşvik etmiş ve şöyle demiştir: ‘Onun lehine tart.’ Kendisine fazladan verdiğin Hakk etmediği kısım, fazladır ve teraziye girmez. Çün­kü ilk konumunda tartı tercih için değil tara için konulmuştur. Teraziye giren her üstünlük, fazlalık babındandır. Allah ise, genel olarak kötü­lükte bir ürün yaratmamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Yaralanmalar kısas­tır.*98 Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Kötülüğün cezası, kendisi gibi bir kötülüktür.3499 Hâlbuki ondan daha üstündür dememiş ve şöyle bu­yurmuştur: ‘Kim size karşı bir haksızlık yaparsa, size yaptığının misliyle ona karşılık verin.’500 Hâlbuki ondan üstünüyle dememiştir. ‘Kim bağışlar ve arayı düzeltirse, onun ücreti ise Allah Teâlâ’ya kalmıştır.501 Burada ise nimedendirmede üstünlük belirtmiştir.

Allah Teâlâ kuUarmı iyi ve saygın ahlaka ve cömertliğe teşvik etmiş­tir, çünkü kendisi daha üstününe layıktır. Bu da rahmetinin gazabını geçmesinden kaynaklanır. Buna göre ateşe ehli, herhangi bir artış ol­maksızın adalede girecektir. Cennete ise ehli, Allah Teâlâ’nın ihsanıyla girecek. Cennedikler ameUerinin gerektirmediği nimederi göreceklerken cehennemükler -Allah daha sonra kendilerine dilediğini yapana kadarazap­tan ancak ameUerinin gerektirdiği şeyi -herhangi bir ilave ve fazlalık olmadangörürler. Bu nedenle onların azabı hakkında şöyle buyurmuş­tur: ‘Rabbin dilediğini yapandır.'502 Allah’ın yaratıklarından hiç kimse, kendisi büdirmedikçe, Allah’m kuUarı hakkındaki iradesinin hükmünü bUemez. Bakınız! Allah mudular hakkında şöyle der: ‘Kesintisiz bir ih­san.’ Nimetin sureti ise birdir, süre birdir. Azap hakkında ise ‘kesintisiz’ dememiştir. Fakat azap, kendileri ateşten çıkmadıkları halde kesüebilir. Onların (ayette istisna ecülen) bu istisna halinde, Allah’m kendilerine neyi yapacağı bilinmez ve bu konuda herhangi bir şekilde hüküm ve­rilmez. Bununla birlikte biz Allah’m rahmetinin gazabmı geçtiğini ve Allah’m herkese yaptığına göre karşılık vereceğini biliriz. DelU, mudu­lar hakkında (onların ameUerinin değU) Allah’m ihsanının hüküm sahibi olacağım ortaya koymuştur. Hâlbuki aynı şey bedbahdar hakkında zikredilmemiştir. Bu, teorik akılcının çekimser kaldığı veya zannına göre hüküm verdiği bir meseledir. Sadece keşif sahibi bu konuda kesin hü­küm verebilir. Çünkü o, bu konuda Allah’ın verdiği bilgiye göre bu meseleyi bilir. Gerçi İbn Kasi ki o bu konu uzmanlarındandırşöyle der: Allah’m adaleti fazüetinde ve fazileti de adaletinde hüküm sahibi değüdir.’ Bu beürsiz bir ifadededir. Bunu keşiften hareketle mi yoksa düşünme ve değerlendirmeden hareketle mi söylemiştir, bilemiyorum. Bu söz, bir açıdan Allah teala’nın, ‘Rahmetim gazabımı geçmiştir’ sö­züyle çelişirken bir açıdan çelişmez. Çünkü hakikatler, faziletin adalette hüküm sahibi olmadığı ve adaletin de fazilette hüküm sahibi olmadığı hükmünü verir. Bunlardan birisi ötekinin hükmünün yeri değildir. Bir niteliğin hükmünün mahalli, üstün olunan şey veya adalete konu olan şeydir. Çünkü biz Allah Teâlâ’dan şunu öğrendik: Allah Teâlâ, kötülük işlemiş kullarından bir kuluna gurubuna mağfiretiyle ihsan eder ve onlar adına bir adalet terazisi ortaya koymaz, onları adaletiyle cezalandırmaz. Onlar hakkında sadece ihsanıyla hüküm verir. Böyle bir durumda ise ‘ihsanı adaletinde hükümran olmuştur’ denilemez. İbn Kasi’ye yaraşan şey, gerçeği bulunduğu hal üzere bildirmektir. Peygamberlerin bize bildir­diği keşifle bir çelişki söz konusu olduğunda ise, dönülmesi gereken şey, peygamberlerin keşfidir. Buradan bu keşif sahibinin keşfine bir bo­zukluğun girdiğini anladık. Bu bozukluk, onun keşfine adeta düşünce kaynaklı tevil gibi girmiş ve o kişi de keşfiyle sınırlı kalamamıştır. Böyle bir keşif sahibi rüya görene benzer. Onun gördüğü rüya doğru olduğu gibi gördüğü şeyi anlatmıştır. Hata görülen şeyde değil, tabirde gerçek­leşir. Keşif gerçekte asla yanılmaz. Neyi gösterdiğinde ise, Allah Teâlâ’dan bildirmediği sürece, hata yapabileceği gibi isabet de edebilir.

Akli teraziye gelirsek, o da iki kısımdır: Bir kısmını akıl fikir gü­cüyle idrak eder. Bu kısımdaki terazi, anlamlarda mantık, lafızlarda na­hiv diye isimlendirilir. Bu, bu yol ehlinin yöntemi değildir. Kastettiğim, onların burhanı, hatabî, cedelî ve benzeri kanıtlar veya tümel, tikel, olumlayan, olumsuzlaşan, şartlı, şartsız gibi terimlerle dile getirdikleri mantık meseleleridir. Bununla birlikte sûfiler de anlamlarda kendileriyle bir araya gelebilir ki bu kaçınılmazdır. Fakat anlamdaki ortaklıktan bu bilginin sadece bu lafızlardan elde edilmiş olması sonucu çıkmak zo­runda değildir. Aynı şekilde bir sûfi mübteda, haber, fail-meful, tamla­ma, mastar, izafet, kane’nin ismi, inne’nin ismi, irab ve mebniliği bil­mek zorunda değildir. Anlamları bilsek bile, bu sözleri bilmemiz ge­rekmez. Öyleyse keşif sahibi, yaratıklarını kendisine çağırdığı hususta Rabbinden gelen bir basirete sahiptir. Fakat akıl, fikir gücüne sahip ol­duğu gibi kabul etme özelliğine de sahiptir. Bu kabulün de keşifte bir terazisi vardır. Keşif sahibi o teraziyi bilmiş ve aklın tek başına idrak edeceği bütün bilinenlere onu yerleştirmiştir. Fakat bu veli, fikir yoluyla ve mantık terazisi bakımından o teraziyi bilmez. Akıl bilgisi terazisin­den bizim yöntemimize giren şey, takvanın neticesinde bir bilginin ger­çekleştiği durumla ilgilidir. Bu konuda Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’dan korkun, size Allah Teâlâ öğretir503 ve ‘Allah Teâlâ’dan korkun, size furkan verir5504 ayetlerinde belirti­lir. Böyle bir durumda arif, takvasına, Allah Teâlâ’dan çekindiği hususlara ve yerine getirdiği amellere bir yandan bakarken öte yandan elde ettiği bilgiye bakar. Ardından bilgisiyle yerine getirdiği ameli birbiriyle ilişkilendirir, çünkü ilişkiler terazisi yanılmaz. Ârif amel ile bu amel vasıta­sıyla kendisine açılan bilgi arasında geçerli bir ilişki bulunduğunu ve bu amelin o bilgiyi gerektirdiğini görürse, böyle bir bilgi, onun ameliyle kazanılmış demektir. Arif (bilgi ile amel ilişkisinin) terazinin dışında kaldığını görür ve ilişki ortadan kalkmış olabilir veya meydana gelen şe­yin cinsinden fazla olabilir ve amelindeki bir eksiklik veya zafiyet nede­niyle amelinin gücü kendisini meydana getirmeye yetmeyebilir. Böyle bir durumda bu miktara ilave kısım, kazanılan ilimlerde bir kaynağı ol­sa bile, vehbi ilimlerdendir. Bu nedenle arifin ihsanlarına karşı Allah Teâlâ’ya şükretmesi gerekir. Bu şükür ise, amelindeki eksikliği telafi eder ki söz konusu eksik ameli tam yapmış olsaydı, zaten kendisine verilmiş bu bil­giyi meydana getirecekti. İşte bu, sebebi öne gelmiş bir sonuçtur. Daha doğru bir ifadeyle, nedenlisi olması gereken şeyin sebebi haline gelmiş­tir. Allah Teâlâ ise bu şükre karşılık olarak, zikrettiğimiz şekilde kalbine daha fazla fetih nasip eder. Arif bütün amelleri böyle değerlendirir. İşte bu (tasavvuf) yolundaki akli terazi böyledir.

Şu konuda görüş ayrılığı vardır: Aklın kendi başına idrak ettiği hu­susları veli keşif yolundan alırsa, acaba bunlar deliliyle birlikte mi kendi­sine açılır, yoksa delil olmadan mı açılır? Biz, kendisine bu bilgiler açı­lırken bunların delilinin verilmediği görüşündeyiz. Bizzat kendimiz bu­nu tecrübe ettik. Bir kısmı ise -ki onlardan birisi arkadaşımız Faslı Şeyh İmam Ebu Abdullah el-Kettani’dirbaşka bir görüşe varmıştır. Arkada­şımızın şöyle dediğini duymuştum: ‘Fikir olmaksızın, delilinde kendisi­ne fetih olması gerekir ve ârif delilin medlulüyle irtibatını görür.’ Bu sözünden Allah Teâlâ’nın kendisine bu tarz bilgiyi ancak bu şekilde açmış ol­duğunu anladım. O da kendi zevkini bildirmiştir. Öyleyse onun böyle görmüş olduğu hakkındaki bilgisi doğru iken ancak böyle olabilir şek­lindeki hükmü ise yanlıştır. Çünkü onun verdiği hüküm, keşfinden de­ğil, teorik düşüncesinden kaynaklanmıştı. Çünkü Allah Teâlâ kendisine ‘ben böyle yaparım’ diye bildirmemişti. Bu adam bu yol ehlindendi. Bizim vardığımız görüşü idrak etmiş, fakat onun akli delilini anlamamıştır. Bu nedenle herkes gördüğü şeyi bildirmiş ve verdiği haberde doğru söyle­miştir. Bu yolda keşif cihetinden (verilen haberlerde) kesinlikle hata olmaz. Fakat keşif harf ve seslerin keşfi ise, keşfedilen şeyleri anlama çabasında hata olabilir.

Şerî terazi ve mizan ise şudur: Allah Teâlâ sana ilahi ilimlerden başka bir konuyla ilgili ilim değil, çünkü biz bu özel terazide başka ilimleri dikkate almayızbir bilgi verir. Kendisini biliyor isek, bu du­rumda şeriata bakarız. Şeriatı bilmiyor isek, fikir sahiplerine değil, hadisçilere sorar ve şöyle deriz: Herhangi birisinden peygamberin Allah Teâlâ’nın şöyle veya böyle dediğini aktardınız mı? ‘Evet5 derlerse, onu bildiğin ile veya sana söylenen ile tartmaksın. Bil ki o meselede sen o peygamberin varisisin! Ya da bir ayetin ona delil olup olmadığına bakılır. Cüneyd-i Bağdadi’nin, ‘bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’ sözü bu demektir. Kast edilen terazidir. Bu terazide, meselenin aynısının Kuran’da ve Sünnette zikredilmiş olması gerekmez. Sûfilerin kast ettikleri şey, Âdem’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar hangi peygamberin diliyle olur­sa olsun, kitap ve Sünnetten indirilmiş şeriatta bir aslın o ikisini birleş­tirmiş olmasıdır. Çünkü pek çok mesele vardır ki bunlar keşifte ve ilahi bildirimde velilere gelir, fakat akıllar kendilerini kabul etmez ve onları atar. Peygamber veya nebi onları söylediğinde ise, iman ederek veya te­vil ederek kendilerini kabul eder. Fakat peygamberden başkasından aynı bilgiyi kabul etmez. Bunun nedeni, aklın insafının olmayışıdır. Çünkü veliler kendileri için şeriat olan hususlara göre amel ettiklerinde, bu ila­hi mertebeden üzerlerine ilahi cömertlik esintileri eser. Bu esintiler ise, nebilerden kendilerini kabul ettikleri bu ilahi hususlardan Allah Teâlâ’nın dile­diklerini keşfeder. Hâlbuki bu veli kendilerini söylediğinde, akılcılar onu tekfir eder. Kendisini tekfir eden kimse, aynı şeyleri peygamber ge­tirdiğinde onlara iman eder. Böyle bir insanın basireti ne kadar kördür! İşlerin en azı, kişi tevilcilerden ise, şöyle demesidir: Sana söylenen veya keşf olunan şey hakkındaki sözün doğru olsa bile, onun tevili şöyle şöy­le olmalıdır. Zâhirî ise şöyle der: Nebevi haberde buna benzer bir şey yer almıştır. Çünkü bu durum nebiliğin şartlarından birisi değildir ve ne kitapta ne sünnette Şâri onu reddetmiştir.

Bu menzille ilgili bölümden insan, ‘Allah Teâlâ insanı kendi suretine göre yarattı’ hadisinde kendi mertebesini ve yerini öğrenir. Kuşkusuz insanı ilahi cömertlik, teraziye sokmuş, onun suretiyle kendisini var edenin su­reti zat, nitelik ve fiil olarak tartılmıştır. Gerçi tartmak, tartılan şeylerin gerçekte ortak olmalarını gerektirmez. Çünkü sikkeli altının tartıldığı şey, demir madenidir ve dolayısıyla altına zatında veya niteliğinde ve sayısında benzemez.

Bilinmelidir ki, insan suretiyle ancak bütün ilahi isimleriyle birlikte suretin kendisini talep ettiği şey tartılır. Söz konusu isimler, insanın ya­ratılışına yönelmiş ve eserlerini kendisinde izhar etmişlerdir. Demir madeni tanımda, surette ve hakikatte altınla denk olmadığı gibi kul da böyledir. Allah Teâlâ insanı sureti üzerinde yaratmış olsa bile, insan tanımda ve hakikatte Allah Teâlâ ile ortak değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın zatının bir tanımı yok iken insan -resim veya lafızla değilzatıyla tanımlanmış olandır. Bütün yaratıklar böyle bir tanıma sahiptir, insan, yaratılışı ve mertebesi bakımından yaratıkların en mükemmeli ve en kuşatıcısıdır. Bu mizanın hakikatini öğrendiğinde, suret nedeniyle düşebileceğin yanılgı ortadan kalkmış olur. Bu yanılgı şöyle ortaya çıkar: Sen bir zat, O da bir zattır. Sen canlı, bilen ve diğer niteliklerle nitelendiğin gibi O da aynı nitelik­lerle nitelenmiştir. Bu teraziyle ise, suret derken kastedilenin bu olma­dığını anlarsın. Bu nedenle Allah Teâlâ, insanın yaratılışı ile terazinin konul­masını (aynı ayette) zikretmiş, taşkınlık yapmadan kendisini düzgün kullanmayı sana emretmiştir. Terazinin doğruluğu, belirttiğim şekilde kullanılmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ yaratan, sen ise yaratılmış olansın. Sanat nasıl olur da sanatçısını bilebilir ki? Sanat sanatçısından ancak kendisi hakkındaki bilgisinin suretini isteyebilir, yoksa zatının suretini değil! Sen yaratanının sanatısın! Öyleyse senin suretin, O’nun sana dair bilgi­siyle örtüşiir. Bütün yaratılmışlar da böyledir. İş böyle olmaz ve Zeyd ile Ömer’i bir araya getirdiği gibi seninle O’nu tek bir tanım ve hakikat bir araya getirseydi, ya sen ilah veya O meluh olurdu. Ancak bu şekilde tek bir tanım ikinizi bir araya getirebilir. Gerçek ise bunun aksinedir.

Bilmelisin ki: Rabbin karşısında nefsini hangi teraziyle tartarsan tart -ki nefsin nedeniyle gurura kapılmamalısın-, sen altım tartan demir madeni sayılırsın. Emsalsiz yakut, o demir parçasıyla tartılır. Miktar ba­kımından kendisiyle ortak olsan bile, değerde ve veya zatta veya özellik­te O’nunla ortak olamazsın. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir. Öy­leyse sen kulluğuna bağlanmalısın ve kendi kadrini bilmelisin. Bilmeli­sin ki, Allah Teâlâ yaratıkları içinden senden daha büyük olanı da yarat­mıştır. Bununla birlikte söz konusu şey, senden dolayı yaratılmıştır. Fa­kat bir şey senden dolayı yaratıldı diye, senin ondan büyük olman ge­rekmez. Çünkü bıçak, söz gelişi, içlerinden birisi de hırsızın elini kes­mek olan bir takım işlerin yapılması için üretilmiştir. Ateş insana azap etmesi için yaratılmıştır. Hâlbuki insan ateşten daha üstündür, çünkü ateş insandan dolayı yaratılmıştır. Bu bölüm, geçişli değildir ve senin terazin onu tartmaz. Öyleyse sen sensin, O O’dur. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakim’dir.’50S Başka bir ayette ise ‘O’nun benzeri bir şey yoktur, duyan ve görendir5506 buyrulur. ^Böylelikle meşru, makul ve bilgi terazilerini ve bu konuda gerek duyacağın hususları sana açıklamış ol­duk. Şimdi ise sana amel terazisini açıklayalım!

Bilmelisin ki, amelin bir kısmı maddi, bir kısmı ise kalbidir. Her bir türün terazisi de kendi cinsindendir. Buna göre amelin terazisi, şeri­ata bakarak, amellerin biçimsel yönlerini en yetkin şekilde nasıl yerine getireceğini öğrenmektir. Bu ameller maddi (duyusal) ameller olabile­ceği gibi kalp amelleri veya her ikisinden bileşik ameller de olabilir. Söz gelişi maddi duyusal hareketlerden namazı ve (kalbi amellerden) niyeti verebiliriz. Kuşkusuz ki şeriat namaz için ruhani bir suret belirlemiştir ki bu sureti aklın ayakta tutar. Amele başladığında, gözün şâri’den ken­disini almış olduğun örnekte olmalı ve o sureti bilfiil var ederken yap­manı emrettiği şeyi yapmalısın. Ameli bitirdiğinde ise, Şâri’den almış olduğun ve ‘misal’ diye ifade edilen o ruhani suret ile kendisine karşılık vermelisin! Organı organına, eklemi eklemine, zâhiri zâhirine, bâtını bâtınına (uyacak şekilde) karşılaştırmalısın. Herhangi bir eksiklik veya fazlalık olmaksızın, iki suret birbiriyle örtüşürse, teraziyi adilce tartmış, tartıda taşkınlık ve hile yapmamış olursun. Çünkü tanımdaki fazlalık, tanımlanan şeydeki eksiklik demektir. Amelini böyle bir ölçüyle tarttı­ğında amelinin sureti, Hakkın, amelin karşılığında senin için belirlemiş olduğu sevabın miktarı olur. Bu amelin övülmüş veya kınanmış bir amel olması durumu değiştirmez. Çünkü şeriat, kendisini öğrenip yeri­ne getirmen için, övülmüş amelin biçimsel yapısını belirlediği ve açıkla­dığı gibi aynı şekilde kınanmış amelin suretini de senin için ortaya koymuştur. Böylelikle onu tanır ve övülmüş olandan kendisini ayırt edersin. Şeriat öyle bir amelle örtüşen bir ameli yapmayı sana yasakla­mıştır. Emre karşı gelir ve kınanmış amelin suretiyle örtüşen bir suret yaparsan, o surete denk bir cezayı talep etmiş olursun. Söz gelişi Hakk onu karşılığı vermek üzere teraziye sokarsa, miktar bakımından o ame­lin suretine zerre miktarı fazla gelmez. Bu durum, kendisine ceza ver­mek üzere terazi konulduğunda böyledir. Onun ateşteki azabı, amelinin ölçüsündeki bir cezadır. Amelin miktarında veya zamanda ne eksilme ne artış olur. Yapılması yasaklanmış amellerde ısrarı ancak tövbe orta­dan kaldırabilir. Bu halde ölürse, onun hakkmda korkulur. Hakk salih ameli teraziye sokar ve cezasının suretiyle tartarsa, cezanın sureti kat be kat fazla gelir, miktarın dışına çıkar. Bu durum şu ayette belirtilmiştir: ‘Kim bir kötülük getirirse, ona misliyle karşılık verilir.’507 Nitekim bunu zikretmiştik. Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Kim iyilik getirirse, ona on katı verilir.’50* Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: ‘Mallarını Allah Teâlâ yo­lunda harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Her ba­şakta yüz tohum vardır. Allah Teâlâ dilediği kimseler adına artırır.’509 Allah Teâlâ artırma için sınırında durulan belirli bir miktar belirlememiş, aksine kendisini genişlikle niteleyerek ‘Allah Teâlâ diledikleri adına artırır, Allah Teâlâ (rah­meti) geniş olan ve bilendir510 buyurmuştur. Başka bir ayette ise, ‘senin Rabbin mağfireti geniş olandır.’511 Başka bir ayette ise, ‘rahmetim her şeyi kuşatmıştır512 buyurur. Allah Teâlâ’nın gazabı da bir şeydir ve dolayısıyla rah­meti onu da kapsamış, sınırlamış ve üzerinde hüküm sahibi olmuştur. Dolayısıyla ancak rahmetin hükmüyle tasarruf edilebilir. Binaenaleyh rahmet dilerse gazabı salar. Gazapta bu menzil nedeniyle bir rahmet kokusu bulunur. Dilerse onu tutar. Bu nedenle Besmele’de görünürde kahır isimlerinden herhangi bir şey bulunmamıştır. Besmele, Allah Teâlâ, Rahman ve Rahim isimlerinden oluşur. Gerçi Allah Teâlâ ismi, (toplayıcı isim olduğu için) kahır anlamını da içerir, fakat aynı şekilde rahmeti de içerir. Öyleyse Allah Teâlâ isminde kahır, şiddet ve baskınlık anlamı taşıyan isimlerden bulunan kısma denk gelecek şekilde mukabili ve karşıtı olan mağfiret, af ve bağışlama anlamları da besmele’nin Allah Teâlâ isminde bulu­nur. Geride bizim için Allah Teâlâ isminde kendisini isimlerle karşılaştırdığı­mız bir fazlalık kalır. O da ‘Rahmanur-rahim513 ifadesidir. Allah Teâlâ isminde bulunan rahmetin dışında, Rahman’ın ve Rahim’in kendisine bak! Bu kısım, terazide ağır gelir. Sanki Allah Teâlâ, yaratıkları hakkmda nasıl hüküm vereceğini (rahmede) bize bildirmiş gibidir. Öte yandan besmele’deki toplayıcı Allah Teâlâ ismindeki rahmet de, bütün bâtınlara dönük rahmetidir. Rahman ve Rahim’de zahir olan ise, zahir olan şeylere dönük rahmeti­dir. Böylelikle rahmet genel olmuş ve (mutlular ve bedbahtlar o İmale üzere) hepsi adına umut güçlenmiştir.

Kuran’daki her bir surenin başında besmele vardır. Bu durumu, varışm rahmete olduğu hakkında Allah Teâlâ’nın bir bildirimi olarak yorumla­dık. Çünkü Allah Teâlâ onda üç rahmet yerleştirdi: Birincisi, Allah Teâlâ isminde gizli kalan rahmet iken diğerleri, Rahman ve Rahim isimlerindeki rah­mettir. Hâlbuki kahır için, Allah Teâlâ isminde gizli olandan başka bir şey be­lirlemedi. Dolayısıyla onun dışta (bağımsız) bir varlığı yoktur. Bu du­rum, insanm gerçekte sarih olanın aksine niyetlendiği evlilikteki kinaye­ye benzer. Anlayınız! Tövbe suresine gelirsek, insanlar bu surenin diğer sureler gibi müstakil bir sure olup olmadığı hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Yoksa Tövbe suresi ile Enfal suresi tek bir sure midir? Çün­kü onlar surenin kemalinin ancak ayırıcı besmele ile gerçekleşeceğini düşünmüş, burada ise besmele gelmemiştir. Bu ise, tövbe suresinin Enfal’in bir parçası olduğunu gösterir. Bu en güçlü yorumdur. Bununla birlikte bu görüşün reddedilmesinin de bir ihtimali vardır. Bu ihtimal ise, rahmet ile (Tövbe suresinin kendisiyle başladığı) yüz çevirme ara­sında bir ilişkinin bulunmayışıdır. Fakat bu yorum öteki kadar güçlü değildir, aksine bu zayıf bir yorumdur. Bu yorumun zayıflık nedeni ise, onun bütün isimlerin anlamlarıyla nitelenmiş olan Allah Teâlâ isminde bu­lunmasıdır, yoksa o, cezalandırmayı gerektiren belirli bir isimde değil­dir. Yüz çevirme ise, müşriklerdendir. Müşrikten ise müşrik olması ba­kımından üz çevrilmiştir, çünkü onun şirkinin konusu yokluktur. Aksi halde Yaratan yaratılmıştan yüz çevirmez. Ondan yüz çevirmiş olsaydı, varlığını kim koruyacaktı? Hâlbuki ortak koşulan şeyin varlığı yoktur. Binaenaleyh ortak koşulan şey yoktur ve gerçekte ortaklık yoktur. Or­tak koşulan şeyden yüz çevirme geçerli olunca, yüz çevirme, bir tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ için ve peygamberi için ortak koşulan şeyden yüz çe­virme, bilgisizlik itikadından uzaklaşmak demektir. Zikredilen bu yo­rumun zayıflığının başka bir açıklaması ise şudur: Besmele başlangıcın­da bela okunan bütün surelerin başında bulunur. Rahmet bela okuma­nın neresindedir? Bu nedenle, besmele’yi kıraatin bir parçası sayanlar için, kârilerin bu gibi durumlarda beğenilmiş bir yöntemleri vardır. Hamza gibi bazı kıraat imamları ise, böyle surelerde besmele’yi terk eder. Vereş kıraatinde olduğu gibi bazı kimseler ise serbest bırakır. Fa­kat Vereş’e göre besmelenin okunması daha iyidir. Biz de Hamza’nın harfiyle onu okuduğumuzda, bu iki yerde besmele’yi okuduk. Çünkü bu ikisinde kötü vasi vardır. Bu ise, ‘ve’l-emrü yevme izin (o gün emir)’514 ve ‘veylütı (yazık)*15 ayetlerindedir. Burada besmele ile okumuşlardır. Bu konudaki mezhebimiz ise, surenin sonunda durmak, besmelenin sonunda durmak ve vasıl olmaksızın başlamaktır.

Kariler bu hususta dört görüşe ayrılmıştır: Birinci görüşü kesinlikle kabul etmezler. Bu görüş, surenin sonunun besmeleye vasledilmesi, du­rulması ve sureye başlanmasıdır. Kıraat imamlarından hiçbiri böyle bir görüşü benimsemez. İran kökenli yabancıların (acem) böyle yaptıkları­nı görmüştüm. Hâlbuki kıraat imamları böyle bir okumayı kabul et­mezler. Hepsinin kabul edeceği doğru yöntem ise -ki kıraat imamların­dan buna karşı çıkan kimseyi bilmiyorumsurenin sonunda durmak, besmele’yi kendisinden sonra gelen surenin başıyla birleştirmektir. Di­ğer iki mezhep ise -ki onlar bundan daha az beğenilmiştirbütününde (surenin sonunda, besmelede ve diğer surenin başında) kesilmesi veya hepsinde vasıl yapılmasıdır. Bütün imamlar, surenin başında euzu bes­meleyle başlamak hususunda görüş birliğine varmıştır. Herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, bütün imamlar, Fatiha’da besmelenin okun­masında görüş birliğine varmıştır. Sureye başlamadıklarında, diğer su­reler hakkında ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu bağlamda Vereş gibi bazı imamlar serbest bırakmıştır. Hamza gibi bazıları ise, terk et­miştir. Diğer imamlar ise, besmele çekmiş ve serbest bırakmamıştır. Serbest bırakmanın, terkin ve terk etmeyişin garip bir hükmü vardır ki, vakit onu zikretmeye yeterli değildir. Aynı zamanda o sır, bölümde an­latılmak istenilen konuların dışındadır. Bu, ancak Süleyman’ın Belkıs’a yazdığı mektupta zikredilmiş bir ayettir. Çünkü o da bir ayettir ve bu konuda bir görüş ayrılığı bilmiyorum.

Böylece sana ameli ve akli terazi ve mizanı yaklaşık ve özede açık­lamış oldum. Şimdi de bu menzilin içermiş olduğu ve sözü uzatma korkusuyla zikretmemiş olduğumuz bazı hususları zikredelim. Bilmeli­sin ki, bu menzil zikretmiş olduğumuz bu terazilerin hastalıklarının il­mini de içerir. Bu menzilde Rabbin kendisini Hakk ettiği yüceltmenin bilgisi vardır. Bunun yanı sıra ahiretin bilinmesi, insanların orada cen­net ve cehennemdeki menzillerine yerleşmesinin bilinmesi, dirilişin bi­linmesi, bedbaht ve mutluların bazı menzillerinin bilinmesi, örtülerin bilinmesi, istilamın bilinmesi, ulvi-süfli, doğal, ruhani âlemin bilinmesi bu menzille ilgilidir. Ayrıca yakınlık menzili de ondadır. Bu konuda kü­çük bir risalemiz vardır. Mukayese ilmi, cezanın denkleştirilmesi ilmi, saflaştırma ve karışma ilmi, nebinin kendisiyle nitelenmesinin uygun olmadığı niteliğin bilinmesi, velinin bu nitelikten korunmuşluğunun bi­linmesi -ki bu çetindir-, dünyada sevilmeyen ve sahibinin cezalandırıl­dığı fakat ahirette sevimli olan -ki aynı fiildirşeylerin (nedeninin) bi­linmesi de bu menzildedir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştı­rır.’

ÜÇ YÜZ İKİNCİ BÖLÜM

Muhammedi, Musevî ve İsevî Mertebeden En Yüce Âlem'in Gidişinin ve Aşağı Âlem'in Varlığı Menzilinin Bilinmesi

Kanıtların telkini menzili Dereceler olan menzildir

Şöyle biri olma sakın Kapı açılırsa çıkar gider

Kapıya sarıl ve şöyle ol Kapı açılsa daha da ısrar eder

Kim Allah Teâlâ’ya sığınırsa, ederse korunur Kim ısrar ederse yükselir

Bütün isteklerinde

Her türlü darlık ve rahatlıkta

Bütün örneklerde denildi Kim erken kalkarsa, yol alır

Böyle bir şey için, kardeşim!

Canlar verilir ve heyecanlar

Ne kadar akıllı helak olur

Onun denizinde dalgaların ortasında

Ne/s üzerinde görmezsin

Güçlükten dolayı yok olma

Bilmelisin ki, gayb, şehadet âlemi için bir zarftır. Burada şehadet âlemi, var olmuş, olmamış veya olmuş ve sonra da gaybe döndürülmüş Allah Teâlâ’nın dışında bütün varlıklardır. Bu son kısma örnek olarak suretleri ve arazları verebiliriz. O Allah Teâlâ için şehadet demektir. Bu nedenle O’nun şehadet âlemini bilen olduğunu söyledik. Allah Teâlâ sürekli şehadet âlemini (gayb’ten) izhar eder. Bu izhar, sonsuz sayıdaki bireysel varlık­ların peşin sıra izhar edilmesidir. Bir kısmını ise gabya döndürür. Bir kısmı ise hiçbir zaman döndürmez. Hiçbir zaman gaybe döndürmedik­leri, kendi başma bilfiil var olan her bir zattır. Bunlar ise, özel anlamda cevherlerdir. Cevherlerin dışındaki cisimler, renk ve oluşla ilgili arazlar ise, gaybe döndürülür, benzerleri ortaya çıkar. Onları gayb’ten şehadete çıkartan Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘gaybı ve şehadeti bilendir.516 Gaybte şeylerin nicelikleri yoktur, çünkü nicelik sınırlanmayı gerektirir ve şöyle denilir, ‘ne kadardır vs.’ böyle bir hüküm gayb hakkmda verilemez, çünkü gayb sınırsızdır. Ne kadar, nasıl, nerede, ne zaman, konum, görelik, araz, etki, edilgenlik; bütün bunlar nispetlerdir, dış varlıkları yok­tur. Bunların hükümleri, Hakk kendisini gaybından izhar ettiğinde, ken­di başma bilfiil var olan cevherin zuhur etmesiyle ortaya çıkar. Cevher­ler dışta var olduklarında, bu arazlar da kendilerine uyar. Bu bağlamda ‘ne kadar varlık ortaya çıktı?’ denilir ve söz gelişi ‘on adet1 veya ‘daha çok’ veya ‘daha az’ diye cevap verilir. ‘Keyfiyetleri nasıldır?’ diye soru­lur, -bileşiktir1 diye cevap verilir. Ardından cisimlik ilişir ve bu kez cisimlikle nitelik, yerleşme ve renk kazanır. ‘Nerede’ diye sorulur, hayyizde (doğal mekan) veya mekanda denilir. Ne zaman diye sorulur, falan şey şöyle olduğunda denilir. Dili nedir diye sorulur, Arapça veya başka bir dil denilir. Dini nedir diye sorulur, falan şeriat dişe cevap veri­lir. ‘Kendisi başkasından ortaya çıktığı gibi ondan baba olmasını sağla­yan biri çıkmış mıdır?’ diye sorulur, falanın oğlu denilir. "Ne yaptı’ diye sorulur, ‘yedi’ diye cevap verilir. Bu yemeden ‘nasıl etkilendi?’ diye so­rulur, ‘doydu’ diye cevap verilir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ kendilerini gaybından ortaya çıkarttığında, cevherlere ilişen nispetlerdir. Öyleyse sonradan olan varlıkta (hadis) sadece cevherler ve onlara uyan arazlar bulunur. Öyleyse gayb içerdikleriyle birlikte kendisini bilenin suretiyle örtüşen bir surettedir. Çünkü (gaybı bilen) Hakkın kendisini bilmesi, âlemi bilmesidir. Böylelikle âlem, kendisini bilenin -onu biliyor olması bakımındansuretine göre ortaya çıkmıştır. Alemin sureti, cevherin kendi zatındandır.

Niceliğin (ilahi mertebedeki karşılığı), Allah Teâlâ’nın isimlerinin sayısıdır. ‘Her gün bir iştedir*17 ifadesi ise niteliğin (ilahi mertebedeki karşılığıdır). Başka bir ayet ise, ‘Ey insanlar ve cinler sizin hesabınızı ele alacağız518, ‘Rahman Arş üzerine istiva etti’519 ayederidir. Allah Teâlâ’mn kendisinden bildirdiği bu ve benzeri ayeder pek çoktur ve (onlar nasıl sorusuyla ilgi­lidir). Nerede sorusunun karşılığı ise, Allah Teâlâ Amâ’da idi ifadesidir. Başka bir ifade ise, Allah Teâlâ gökte ilah olandır. Zaman, Allah Teâlâ’nın ezelde bulunma­sıdır. Konum (ve vaz’), ‘Allah Teâlâ Musa ile bir şekilde konuştu5J0 ifadesidir. Başka bir ayet ise, ‘Allah Teâlâ’nın kelamını işitip dinleyinceye kadar onu komşu edin521 ayetidir. Binaenaleyh bütün şeriadar, Allah Teâlâ’nın vazettiği şeylerdir. Görelik, yaratılmışların yaratıcısı, mülkün maliki gibi ifadelerde geçer. Etki, ‘terazi O’nun elindedir, alçaltır ve yükseltir ifadesinde belirtilir. Edilgenlik ise, kendisine dua edilmesine karşılık vermesi, bir şey isten­mesi O’nun da vermesi, bağışlanma istenmesi O’nun da bağışlamasıdır. Bütün bunlar, âlemin sureti denilen şeydir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey ise, kendisini yaratanın suretine göre ortaya çıkmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ kendisini izhar etmiştir. Alem kemal üzere Hakkın mazharıdır. Dolayı­sıyla imkânda bu âlemden daha mükemmeli yoktur, çünkü Haktan da­ha mükemmeli yoktur, imkânda âlemden daha mükemmeli bulunsaydı, alemi var edenden de daha mükemmel birisinin bulunması gerekirdi. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka kimse yoktur. Dolayısıyla imkânda ancak zu­hur edenin benzeri bulunabilir ve ondan daha mükemmeli olamaz. Söylediğim meseleyi dibiyle başıyla düşün! Çünkü bu, Allah Teâlâ’yı bilmenin özüdür.

Sonra, Allah Teâlâ bu âlemden bir toplamı özedemiştir. Bu toplam, âlemin bütün anlamlarını kendinde en yetkin şekilde barındırır. Allah Teâlâ, onu Adem diye isimlendirmiş, sonra onu kendi suretine göre yarattığını belirtmiştir. Öyleyse insan âlemin bir toplamıdır. O küçük insan, âlem ise büyük insandır. Ya da insanı küçük âlem diye de isimlendirebilirsin.

Gerçeği bulunduğu hal üzere ve kendinde bildikten sonra, hangi terimi kullanırsan kullan ve insana nispet. İstediğin terimi kullan. Öyleyse in­san bütün olarak âlemden üstün değildir. Aksine âlem ondan daha üs­tündür. Çünkü âlem insandan bir derece üstündür. Bunun nedeni, in­sanın büyük âlemden meydana gelmiş olmasıdır. Öyleyse âlemin insan­dan üstünlüğü, sebeplilik derecesine sahip olmasıdır, çünkü insan âlem­den doğmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: cErkeklerin onların üs­tünde bir derecesi vardır.’522 Çünkü Havva Adem’den ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh erkekliğin kadınlık üzerindeki bu derece üstünlüğü sürekli olarak kendisine eşlik eder. Gerçi anne çocuğun varlık sebebi olsa bile, çocuk yine de erkeklik derecesiyle annesinden de üstündür. Çünkü er­kek çocuk bütün yönlerden babasma benzer. Bu nedenle insanın ebe­veynine hürmet etmesi zorunlu olmuştur. Onun annesi, bütün âlem iken babası ise meçhul değil bilinendir. (Ebeveyn arasındaki) Nikah ise, (Hakkın âleme) yönelmesidir. Böylelikle çocuk ebeveyninin suretine göre ortaya çıkmıştır. Çocuk babasının adıyla çağrılır ve annesiyle değil babasıyla ilişkilendirilir. Çünkü derece babaya aittir ve üstünlük önün­dür. Böylelikle çocuk daha üstün olana nispet edilir. Hz. İsa kendisini yakışıldı birisi olarak annesine veren kimseye nispet edilmesi mümkün olmadığı için, annesine kemal -ki en şerefli makamdırverilmiş ve anne­sine nispet edilerek Meryem oğlu İsa diye anılmıştır. Meryem kemalle gerçekleşen bu dereceyle erkekleri kadınlardan üstün yapan makamın sahibiydi. Çocuk bu derece nedeniyle babasma nispet edilmiştir. Mer­yem’in kemali Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakkında tanıklık yaptığı bir şeydir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onunla birlikte Firavun’un eşi Asiye’nin kemali hakkın­da tanıklık etmiştir. Asiye’nin kemali ise, Firavun’un sahip olduğunu iddia ettiği makamın üstünlüğünden kaynaklanmıştı. Bu makamın üze­rinde oturmuş olduğu taht, Asiye’nin kemalinden meydana gelmişti. Firavun o makam nedeniyle bedbaht olmuş ve apaçık bir hüsrana ma­ruz kalmış, eşi ise mutluluğu elde etmişti. Kendisi adına kemalin ger­çekleşmesini sağlayan bu makam nedeniyle Asiye şöyle demişti: ‘Rab­bim! Benim için senin katında cennette bir ev inşa et.’523 Burada Asiye’yi söz gelişi Musa’nın yakınında veya herhangi bir yaratılmışın yakınında değil de ‘senin katında’ diye söyleten şey, sahip olduğu bu makamın kemaliy­di. Başka türlü bir şey söylemesi uygun olmazdı. Çünkü hali kendisine hakim olmuştur, çünkü kâmil kâmilin altında bulunamaz, çünkü altta olmak, derece eksikliğidir. Meryem İsa’nın kendisiyle ilişkilendirileceği kadar kemal sahibi olduğu için, Asiye’nin söylediğini söylememiştir. Asiye şöyle demişti: ‘Beni Firavun’dan ve yaptığından kurtar, beni zalim kavimden kurtar:524 Böylelikle nispette saygısızlık olmasın. Meryem ise şöyle der: ‘Keşke bundan önce unutulup gitmiş olsaydım.’525 Meryem Allah Teâlâ katında gerçekte masumdu. Bu nedenle bu sözü Asiye’nin söylediği gi­bi Allah Teâlâ’dan dolayı söylememişti. Asiye ise ‘senin katında’ demiş, O’nu öncelemiş, kendisine komşu olmak ve düşmanlarının ellerinden kur­tulmayı istemişti. Fakat Meryem, kendisini ve ailesini iffedi bilen insan­lardan utanarak, o sözü söylemişti. Meryem kendisinden dolayı ailesine bir ayıbın ilişmesinden korkmuştu.

Alemin, Allah Teâlâ’nın gaybında örtülmüş, gaybın ise şahsın gölgesi gibi olduğunu belirttik. Bu gölgenin bütün (yönlerinden) herhangi bir şey çıkartılsaydı, hiç kuşkusuz ki, gölgenin suretine göre ortaya çıkardı. Gölge ise, gölgesi olduğu kimsenin gölgesi olarak, sureti üzere kalır. Öyleyse gölgeden soyudanarak çıkartılan şey de, (gölgenin sahibi olan) şahsın suretine göredir. Bakınız! Gündüz geceden çıktığında, bir nur olarak ortaya çıkar. Böylelikle geceyle örtülmüş olan eşya bu kez gün­düzün ışığıyla ortaya çıkar. Öyleyse gündüz geceye benzememiş, fakat eşyanın ortaya çıkmasında ışık gündüze benzemiştir. Gece ışığın gölge­sidir. Gündüz ise geceden çıkartıldığında ışığın gölgesine göre ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde âlem de, daha önce de ortSya koyduğumuz üze­re, gaybten çıkışı esnasında gaybı bilenin suretine göre ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz, bu makamdan Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında -değerini bilirsenye­terli açıklama yapılmış oldu. ‘Artık cahillerden olma.’526

Peki bu âlemin suretinin ve ruhu ve ulvi ve süfli âlemin ruhları hakkında ne diyebiliriz? Şimdi de bu menzilin sekizinci konusu olarak bunu sana açıklayayım. Bu menzil, on yedi tür bilgi içerir ki, onlardan birisi de bu konudur. Şöyle deriz: Büyük âlemin ruhu, kendisinden or­taya çıktığı gaybtır. Anlayınız! ‘Bakmaz mısın Rabbin gölgeyi nasıl da uza­tır’ 527ayetinin anlamını öğrenir ve anlarsan, onun en büyük ve yüce mazhar olması sana yeterli (bilgi verir). Büyük âlemin ruhu belli olun­ca, geriye âlemin suretlerinin ruhlarını öğrenmen kalmıştır: Acaba onlar bir suretten mi var olmuştur yoksa ondan önce mi veya onunla birlikte mi var olmuştur? Alemin suretleri karşısında ruhlar, küçük insanın or­ganlarının suretlerinin ruhları gibidir. Söz gelişi kudret elin ruhu, duy­mak kulağın ruhu ve görmek gözün ruhudur vs. Bilmelisin ki, insanlar ayrmtısmı zikrettiğimiz üzere bu mesele hakkmda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bize göre işin gerçeği şudur: Suretleri yöneten ruhlar, icmal mertebesinde -mufassal olmaksızınvar idiler. Fakat onlar birey­sel varlıkları için olmasa da, Allah Teâlâ’nın bilgisinde mufassal olarak var idi­ler. Bu yönüyle onlar genel mertebede mürekkepte kuvve halindeki harfler gibiydi. Binaenaleyh onlar bireysel varlıklarıyla ayrışmamış olsa bile, bu icmal halinde Allah Teâlâ’nın bilgisinde birbirinden ayrışmış ve mufas­saldır. Kalem levhaya yazdığında, daha önce mürekkepte mücmel ola­rak bulunan harflerin suretleri ayrıntılı olarak ortaya çıkar ve basitler hakkmda ‘şu eliftir’, ‘şu be’dir’, ‘şu cim’dir’ denilir. Bunlar basitlerin ruhlarıdır. Sonra ‘haza kame (şu ayağa kalktı)’, ‘haza Zeyd (şu Zeyd’dir)’, ‘haza Ömer’ denilir. Bunlar ise bileşiklerin ruhları (hakkmda verilmiş bir örnektir). Allah Teâlâ -hangi âlem olursa olsunâlemin suretlerini düzenlediğinde, tümel ruh adeta kalem ve yazan el, ruhlar ise, kalemde­ki mürekkep gibidirler. Suretler ise levhada harflerin menzilleri gibidir. Böylelikle âlemin suretlerine ruh üflenir ve ruhlar kendi suretleriyle ay­rışmış olarak ortaya çıkarak ‘şu Zeyd’dir’, ‘bu Ömer’dir’, ‘şu attır’, ‘bu fildir’, ‘şu yılandır’ denilir ve bütün ruh sahipleri zikredilir. Gerçekte ise her şey ruh sahibidir. Fakat bir kısmı idrak edilirken bir kısmında bu durum idrak edilmez. Bu bağlamda insanların bir kısmı şöyle der: ‘Ruhlar ilk var oluşlarında suretin mizacından doğmuştur.’ Bazı insan­lar ise bunu reddetmiştir. Her görüşün yorumu ve dayanağı vardır. Or­ta yol ise bizim vardığımız görüştür. Bu görüş ise, ‘Sonra onu başka bir yaratılışla inşa ederiz’52* ayetinden (çıkartılır).

Allah Teâlâ cisimsel suretleri düzenlediğinde, onları dilediği her­hangi bir ruhani surette birleştirir. Bu bağlamda dilerse domuz, dilerse köpek veya insan, at, kısaca Aziz ve Hakim’in takdir ettiği surette terkip eder. Bazı insanlar vardır ki kendilerine ahmaklık ve behimilik hakim­dir. Böyle bir insanın ruhu, eşek ruhudur ve bu ruhun hükmü ortaya çıktığında kendisi onunla çağrılır ve ‘falan eşektir’ denilir. Aynı şekilde, sahibine izafe edilen her nitelik böyledir. Bu bağlamda ‘falan köpektir’, ‘falan aslandır1, ‘falan insandır’ denilir, insan olmak en yetkin nitelik ve en kâmil ruhtur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Seni yaratan ve düzen­leyen ve itidal verendir.’529 Böylelikle insanın gözle görünen yapısı ta­mamlanmıştır. ‘Dilediği herhangi bir surette seni terkip etti.’530 Kast edilen ruhların suretleridir. Böylelikle daha önce de belirttiğimiz gibi ona nis­pet edilir ve o suret Allah Teâlâ katında bellidir. Öyleyse ruhlar suretler vası­tasıyla birbirinden ayrışır.

Sonra ruhlar bu maddelerden ayrıldığındaki (durum hakkında çe­şitli görüşler ileri sürülmüştür). Arkadaşlarımızın bir kısmı şunu ileri sürmüştür: Ruhlar maddelerden bütünüyle soyudanır ve parlatılmış bir cisimden yansıyan güneş ışınlarının asılları olan güneşe dönmesi gibi kendi asıllarma dönerler. Bu konuda ise iki görüşe ayrılmışlardır: Bu bağlamda bir grup şunu ileri sürmüştür: Ruhlar (bedenlerden) ayrıştık­tan sonra farklılaşmazlar (bireysel varlıklarını yitirir). Nehrin kenarın­daki bir kapta bulunan suyu düşünelim. Kap kırıldığında, su nehre dö­ner. Buna göre bedenler bu kaplar, kabın kendisiyle dolduğu su ise, tümel ruh’tan (meydana gelmiş) ruhlar gibidir. Bir kısım ise şöyle de­miştir: ‘Aksine ruhlar, bedenlerle komşuluktan kötü ve iyi bir yapı ka­zanırlar. Böylelikle bedenlerden ayrıldıklarında, bu yapılarla bireysel farklılıklarını korurlar. Nitekim zikredilen örnekteki su kapta bulunur­ken renginde veya kokusunda veya tadında bir başkalaşma meydana gelmiş olabilir. Kaptan ayrıldıktan sonra da, kapta iken kazanmış oldu­ğu koku veya tat veya renk kendisine eşlik eder. Allah Teâlâ ruhlar için bu ka­zanılmış yapıları korur. Onlar bu konuda bazı filozoflarla aynı görüşe sahip olmuştur. Bir grup ise şöyle demiştir: ‘Yönetici ruhlar, dünyada yöneticiliği sürdürür. Berzah’a intikal ettiklerinde ise, bu kez berzah âlemindeki bedenleri yönetirler. Berzah bedeni, insanın uykusunda kendisini içinde gördüğü surettir. Ölüm de böyledir ki, bu durum suretler diye ifade edilen şeydir. Ardından kıyamet günü, dünya hayatında olduğu gibi, doğal cisimler içinde diriltilir. Arkadaşlarımızın ölümden sonra ruhların durumu hakkmdaki görüş ayrılıkları burada sona ermiş­tir. Bizim arkadaşlarımızın dışındakilerin görüş ayrılıklarına gelirsek, onların görüş ayrılıkları pek çoktur ve amacımız bizim yolumuzda ol­mayan kimselerin görüşlerini anlatmak değildir.

Kardeşim, Allah Teâlâ rahmetiyle seni dost edinsin, bilmelisin ki! Ahirette ehlinin kendisine ulaşacağı cennet, sureti bakımından değil ama mahalli bakımından bugün sana görünür. Sen de o cennette bu­lunduğun durumla halden Hakk girersin, fakat cennette bulunduğunu bilmezsin. Çünkü suret senin adına cennette gözüken halden seni per­deler. insanlardan gizli kalan hususları idrak eden keşif ehli ise, o ma­halli görürler. Mahal cennet ise, onu yeşil bir bahçe, cehennem ise, ce­hennemin sahip olduğu soğuk veya sıcaklık ve Allah Teâlâ’nın onda hazırladığı şeylere ait bir surette görürler. Yolun başında keşif ehlinin büyük kısmı bunu görürler. Şeriat ise, ‘kabrim ile minberim arasında cennet bahçele­rinden bahçe vardır’ hadisinde buna dikkat çekmiştir. Bu bağlamda ke­şif ehli, onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği gibi, bahçe olarak görürler. Aynı şekilde Nil, Fırat, Seyhan ve Ceyhan nehirlerini de, cennette ol­duğu gibi, bal nehri, su nehri, şarap nehri ve süt nehri olarak görürler. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu nehirlerin cennetten olduğunu bildirmiştir. Allah Teâlâ’nın basiretini açmayıp da perde içinde kör kalan kimse ise, bir bah­çede bulunup da onu görmeyen bir kör gibi, bu durumu idrak edemez. Körün içinde bulunduğu bahçeyi görmüyor olması, bahçede bulunma­dığı anlamına gelmez. Aksine bahçenin içindedir. Aynı şey Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in cehennem ateşinden bir parça olduklarını söylediği mekanlar için geçerlidir. Bunlardan birisi, Mina’da Muhassır mevkiidir. Bu ne­denle ümmetine oradan çıkarken koşmayı emretmiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin görmediğini görür, onların müşahede etmediği şeyleri müşahede eder, insanların bir kısmı ise bu keşif kendisine eşlik ederken bir kısmı Allah Teâlâ’nın takdir ettiği üzere eşlik etmez. Bunun nede­ni, yaratıklarında gizlemiş olduğu bir hikmettir. Bakınız! Vera sahiple­rini Allah Teâlâ haram yemekten koruduğunda, bu durumun onlardaki alamederinden birisi, yenilen o şeyin suretinin yasaklanmış başka bir şeyin suretine dönüşmesidir. Böylelikle (gerçekte şüpheli olan) söz konusu şeyi kan veya domuz olarak görür ve onu yemekten kaçınır. O yemeğin nasıl kazanıldığını araştırmaya kalktığında ise, kazanımında belirlenmiş meşru yolun dışında bir yolla kazanılmış olduğunu görür. Binaenaleyh Allah Teâlâ ehlinin kendileriyle gördükleri gözleri, kendileriyle duydukları ku­lakları, kendisiyle aklettikleri kalpleri, kendisiyle konuştukları dilleri vardır. Bunlar, bedenin dış yapısmda bulunan kulak, göz, dil ve kalp­lerden başkadır. Onlar söz konusu gözlerle görür, o dillerle konuşur, o kulaklarla duyar, o kalplerle aklederler. Bu nedenle onların sözleri isa­betlidir. ‘Çünkü gözler kör olmaz, göğüslerdeki kalpler körleşir.’531 Kast edilen hakikat ve onu kabul etmek karşısında körleşmektir. ‘Sağırdırlar, kördürler, onlar akletmez 532 Yani Allah Teâlâ’dan akletmezler. Dolayısıyla da Allah Teâlâ’ya dönmezler. Hiç kuşkusuz ki onların gözleri yüzlerinde, duyma­ları kulaklarında, dilleri ağızlarındadır. Fakat ilahi inayet ve iyilik onlar için takdir edilmemiştir. Allah Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun ki bize bu kalp­lerle, dillerle, kulaklarla ve gözlerle hayat verdi.

Bu konuda bir hadis rivayet edilmiştir. Hadis, keşif ehline göre sa­hih, fakat rivayet edenin zayıflığı nedeniyle hadis bilginlerinin nezdinde sahih değildir. Ravi doğru sözlü olsaydı, şöyle diyecekti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Sözlerinizdeki fazlalık, kalplerinizdeki eğrilik olmasaydı, gördüğümü görür ve duyduğumu duyardınız.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanlara kendilerine indirilmiş olanı açıkla diye...’533 Bun­dan daha fazla bir açıklama olmaz. Fakat Rabbinin eserleri için (idrak) mahallini boşaltan kim vardır ki? Duyduğunu kendisine bir şey ekle­meden aktaracak kimse nerededir? Böyleleri oldukça azdır. Başarıya er­diren Allah Teâlâ’dır.

Bilmelisin ki, bu menzil tahlil ilmini ve cehennemdeyken ehli adına hangi bilgilerin meydana geleceğinin bilgisini içerir. Bunun yanı sıra doğa âleminin verdiği ilahi sırların bilgisi bu menzilden öğrenilir. Söz konusu sırlar, başkasından öğrenilmez. Gelmiş ve geçmişin bilgisi de bu menzilden öğrenilir ki kast edilen akıbetin bilgisidir. Varlık kanıtlarının (burhan) terkibi, ruhani ve surî yaratmanın bilgisi, bedbahtlığa yol açan sebebin bilinmesi, âlemin nizamının ve suretinin kendisiyle korunduğu sebebin bilgisi, perdedeki tecellinin bilgisi, Şâri’nin (belirlediğinin) dı­şındaki bir yoldan ilahi hükümlerin bilgisi, fiillerin tevhidinin bilgisi, yücelerin aşağılara ve aşağıların yücelere katılmasının bügisi buradan öğrenilir. Uzaklar m yakınlara ve yalanların uzaklara katılması da aynı bilgi veya ona yakın olan bilgidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Muhammedi Mertebeden, Cebrailî Ârif'in Menzilinin Bilinmesi

Güneşin yakın felekte alametleri var Öldüklerinde, bunu bazı kimseler öğrenir

Benim gibi, temiz nefisler onunla yürür Onlar için ancak gecelediklerinde ortaya çıkar

Şaraptan zaviyelerinde sarhoş olmuşlar Sarhoşlukta yoktur bir niyetleri

Sarhoşluğun gitmesini isteselerdi Kuran’dan onlara ayetler okunurdu

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Göksel-ulvi ruhlardan birisi­ne -ki melekler diye ifade edilir bu ruhlarMele-i a’la’dan itaat edilen bir emir gelir. Binaenaleyh melekler yasaklamanın değil emrin muha­taplarıdır. Onlar ‘Kendilerine emredilen hususlarda Allah Teâlâ’ya asi olmazlar ve emredileni yaparlar.’534 Allah Teâlâ ‘İtaatkâr, sonra emin’ ifadesiyle Ceb­rail’in onlardan olduğuna dikkat çekmiştir. Ancak emir veren kimseye itaat edilir.

Bilmelisin ki, ârife bazen diğer ruhlara karşı önceliği olan bu emre­dici mele-i a’la’dan bir melek yardım edebilir. Bunlara örnek olarak İs­rafil, İsmail, Azrail, Cebrail, Mikail, Nur, Ruh ve benzerlerini verebili­riz. Böyle bir ârif, kendisine yardım eden meleğin o âlemdeki mertebe­sine göre, ulvi ve süfli âlemde etkindir. Bu bağlamda İsrafil’in kendisine yardım ettiği kimse, İsrafil’in mertebesi ve onun bakışı ve emri altında olan şeyler kadar etkisi olur. Aynı şekilde bütün ruhların da bulunduk­ları makamda (kendilerine yardım ettikleri) bir adamı veya kadını var­dır. Bu durum sûfilerin ‘falan kişi Adem’in kalbi üzerindedir5 veya ‘bir grup Âdem’in kalbi üzerindedir’, ‘bir grup İbrahim’in kalbi üzerindedir5 gibi ifadelerinde zikredilir. Başka bir ifadeyle onlar İbrahim’e ve Âdem5e ait olan velilik -yoksa nebilik değilmenzillerine sahiptir. Ne-


bilikten de bir tecrübeleri olsa bile, onun bazı makamlarındandır, yoksa bütününden değildir. Söz gelişi rüya, nebiliğin kırk altıda biridir vb. Genel anlamıyla nebilik ise, ancak bir nebi adına gerçekleşebilir. Veli adına asla gerçekleşmez. Nebiliğin kendisi adına gerçekleştiği kimse ise, veliye yardım edebilir, onu destekleyebilir. Nebiliği kendim müşahede yoluyla böyle aldım ve bana her velinin velilikte kemale ermiş kimseler­den onu böyle aldığı ve aktardığı bildirildi. Fakat veli ‘sırt’ perdesinden onu alır ve aktarır. Nebi ise bilgiyi üstten veya önden alır. Kalbine iner veya kulağına hitap edilir. Veli ise, nebiliğin eserini zevk yoluyla bulur (öğrenir). Bu yönüyle nebilikte veli, yanındaki şahsı hisseden fakat kim olduğun bilmeyen köre benzer. Sûfiler şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ bilir. Nebiyi nebi bilir. Veliyi ise ancak kendisi gibi bir veli bilir.’ Nebi nebiliği görmek üzere açık bir göz sahibidir. Veli, veliliği görmek üzere açık bir göz sahibiyken bir de nebiliği ‘müşahede etmek’ üzere kör bir göz sahibidir. Çünkü nebiliği ardından (görecektir). Velinin nebilikteki durumu, Kuran’ı ezberlemiş insana benzer. Çünkü kim Kuran’ı ezberlerse, nebilik onun iki yanı araşma girmiş demektir. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem göğsüne veya gözlerinin araşma veya kalbine dememiş­tir. Çünkü bu diğerleri, velinin değil nebinin derecesidir. Tahsis karşı­sında kazanmanın yeri nedir? Nebilik Allah Teâlâ’nın bir tahsisidir ve onu dile­diği kullarına tahsis eder. Kuşkusuz onun kapısı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in var­lığıyla kapanmış ve mühürlenmiştir. Velilik ise kıyamet gününe kadar kazanılmıştır. Buna göre her kim onu elde etmek için çalışırsa, onun adına gerçekleşir. Fakat onu elde etmeye çalışmak ise, Allah Teâlâ’nın bir tahsi­sidir ve onu rahmetiyle dilediği kullarına tahsis eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz ki sen sevdiklerine hidayet edemezsin, fakat Allah Teâlâ dile­diklerine hidayet eder.*535 Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Kullarından dilediklerini onunla hidayete ulaştırır.’536 Öyleyse velilik ancak nebilik nu­ruyla kazanılır. Veliler ise, kulları üzerinde hakkın valileridir. Onların arasından seçilmiş büyükler vardır ve bunlara resul ve nebiler denilir. Daha aşağı mertebede olanlar için de veli adı devam eder. Öyleyse veli­lik, hepsini bir araya getiren kapsayıcı ve genel felektir. Bu bağlamda hepsi, velilik rütbesinde ortak olsalar bile, valilerin de mertebeleri var­dır. Buna göre hükümdar halk üzerinde otorite sahibi olsa bile, kadı da validir, zabıta da validir vs. Hükümdarın mertebesi nerede, zabıtanınki nerede? Onların hepsi, valilikte emir sahibidir. Nebiler, resuller ve ku­tuplar hakkında söylediğimiz her şey böyledir. Her veli kendi mertebe­sindedir. Buna göre (nebiliğe benzetilen) saltanat, kazanım yoluyla ger­çekleşmez. Onun dışındakileri ise elde etmek üzere çalışılır. Bu bağlam­da birisi vardır, hükümdara para, hediye sunar ve hükümdar da kendi­sine layık bir görevle onu vali yapar. Böyle bir vali, Allah Teâlâ katından ken­disi için veliliğin sadaka, karşılıksız borç vermek, yakın akrabayı gözet­mek gibi iyilikler vesilesiyle gerçekleştiği kimselere benzer. İnsanların bir kısmı ise, binerken, çıkarken hükümdara hizmet eder ve ona yakın­laşır. Hükümdar bir şey emredip de herhangi bir şahsı belirlemediğin­de, bu kişi hükümdarın emirlerine uymak üzere hemen atılır. Hüküm­dar da onun emirlerine sürade koştuğunu ve amade olduğunu görür ve bu nedenle vali yapar. Böyle bir vali, Allah Teâlâ’dan veliliği kendisini gözet­me ve O’nun emirlerine bağlanma yoluyla elde eden kimseye benzer. Söz konusu emirler, Allah Teâlâ’nın kullarına farz kılmadığı, sadece teşvik etti­ği (nafile) ibadederdir. Bu durum, ‘kulum bana nafile ibadederle yakla­şır, ta ki onu severim; onu sevdiğimde, onun duyması, görmesi ve des­teklenmiş eli olurum’ anlamındaki kutsi hadiste belirtilmiştir. Velilikte çalışma ve kesbin anlamı budur. Bazı insanlar ise, hükümdara yaklaşır, emrine uyarak kendisine hizmet eder, emirlerine uyduğunu ona göste­rir. Hükümdar da, o kişinin hükümdarlığın zorunlu emirlerini yerine getirdiğini ve onları ihmal etmediğini veya kendi aklınca yorumlamadı­ğını görür. Aksine emirleri farz olarak telakki eder ve onları yerine ge­tirmeye koşar, kendisiyle aynı rütbede bulunan kimse gecikirken ve on­ları tevile kalkarken sürade emirlere uymaya koşar. Hükümdar da onun bu davranışını görür ve kendisini vali yapar, onu halkı içindeki vekili yapar. İşte Allah Teâlâ’nın kendisine farz kıldığı emirleri ve ibadederi yerine getirmek için koşan kimse de böyledir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın emirle­rini farz olarak alır, Allah Teâlâ’nın kelamını ve emrini tevile kalkışmaz. Çünkü Allah Teâlâ onu seçmiş ve en büyük veliliğini ona vermiştir. Kuşkusuz ki kes­bin anlamını ve yerini, seçimin anlamını ve yerini öğrenmiş oldun. Ar­tık sen de bu yol üzere devam et! Bu, kendisinden içeri giren kimsenin kurtulduğu, dost edinildiği, ‘en yüce ufuktan’ çağrıldığı bir kapıdır.

Bilmelisin ki, kendisine Cebrail’den ruhani bir bağın uzandığı veli, eminlerdendir. Onlar, dünya hayatında bulunmayan ve yaratıkların içinde Allah Teâlâ’ya ait kimselerdir. Ahiret olup mertebesi ve bu dünya haya­tında kendisinde dürülmüş olan özellik orada gözükür. Burada tanın­mayan birisiydi. Çünkü ya çarşıdaki bir tacir veya esnaf veya meslek sa­hibi veya zabıtalık, kadılık veya saltanat gibi bir görevle görevlendiril­miş Müslümanların idarecilerinden birisiydi. Onun ile Allah Teâlâ arasmda bilinmeyen sırlar vardır. Kendisinde saklı olarak bulunan sırlar ahrette ortaya çıktığında ise, onun hakkmda şöyle denilecektir: Kuşkusuz ki Allah Teâlâ’nın emin kulları vardır ve bu kişi de onlardandı. Allah Teâlâ’nın emin kulları, dünya hayatında başka kullarının kendisiyle göründükleri keramederle görünmezler. Örnek olarak Allah Teâlâ’nın bazı kullarına vermiş olduğu dü­şünceleri okumak, havada uçmak, su üzerinde yürümek gibi keramet­lerdir. Gücünde bulunsa ve tasarrufu alanda olsa bile, böyle keramet­lerden hiçbiri onun üzerinde görünmez ve sıradan müminlerin davran­dığı gibi davranmakta ısrar ederler. Dikkat ediniz! Bu insanlar, büyü­ğüyle ve küçüğüyle bu yol ehlinden olan Melamilerdir. (Cebrail’in ken­disine yardım ettiği) böyle bir şahıs Muhammed ümmeti içinde, melek topluluğu içindeki Cebrail gibidir. O, bâtında itaat edilendir. Çünkü Cebrail bir ruhtur ve dolayısıyla bâtın sahibidir. Emir vermiş olsa, zâhirde itaat edilen değildir, fakat emir vermez. Çünkü o sıradan insan­lardan herhangi bir şekilde farklılaşmaz. Dünya hayatının kendisini ge­rektirmediği halde kendisinden ortaya çıkan bir keramede onlarm gö­zünde farklılaşsaydı, yücelir ve sıradan insanlara karşı ortaya çıkan üs­tünlüğü nedeniyle emrine itaat edilirdi. İşte emir vermiş olsaydı, emri­nin reddedilecek olmasının nedeni budur. Fakat o emir vermez. Bunun­la birlikte bâtında itaat edilen kendisidir. Allah Teâlâ’nın eminlerinden bir grup görmüştük. Örnek olarak Abdullah Tahmest ve İbn Ca’dun elHannavi’yi verebiliriz. İkincisi, direklerdendi (evtad) ve büyük birisiydi. Zikrettiğimiz bu makama sahip ârif, nefsi hakkmda temkin sahibidir. Binaenaleyh kendi nefsine hakim olan insan, Allah Teâlâ’yı yarattığı en güçlü kişidir. Çünkü nefs rablik özelliğiyle âlemde görünmek ister. Bu makam sahibine ise Allah Teâlâ efendilik özelliği taşıyan elbiseler giydirmiş, herhangi bir şeye ‘ol’ dese, -ârifın Allah Teâlâ katındaki mertebesinin üstünlüğü nede­niylesöz konusu şey meydana gelecek şekilde, güçlendirmiştir. Onun gücündeki şeylerden birisi de, melek olmasıdır. Fakat bunlardan her­hangi birisi onun sözlerinde veya fiillerinde veya ibadetinde olmak üze­re üzerinde görünmez. Böyle bir ârif, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hasen bir ha­diste hakkmda hüküm verdiği kimsedir: Bu hadiste belirtildiğine göre, Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığında, yeryüzü sallanmış. Bunun üzerine

Allah Teâlâ dağları yeryüzüne dikerek onun sallanmasını gidermiş ve onu sakinleştirmiştir. Bunun üzerine melekler şöyle sormuş: ‘Rabbimiz! Dağ­lardan daha güçlü bir şey yarattın mı?’ Allah Teâlâ ‘evet, demiri’ demiştir. Melekler ‘Rabbimiz, demirden daha güçlü bir şey yarattın mı?’ diye sorduklarında ise, Allah Teâlâ ‘ateşi’ demiştir. Melekler ‘Rabbimiz! Ateşten daha güçlü bir şey yarattın mı?’ diye sorduklarında, Allah Teâlâ ‘suyu’ demiş­tir. Melekler ‘Rabbimiz! Sudan daha güçlü bir şey yarattın mı?’ diye sorduklarında ise, Allah Teâlâ şöyle cevap vermiştir: ‘Havayı’ Melekler ‘Rab­bimiz! Havadan daha güçlü bir şey yarattın mı?’ diye sorduklarında ise Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘Sağ eliyle verdiğini sol elinin bilmediği mümini yarattım.’ Mümin sadakası sağ eliyle verir ve sol elinden onu gizler.’ İş­te zikrettiğimiz kimsenin hali böyledir. Kuşkusuz ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle bir mümini güç sahibi olmakla nitelemiştir. Böyle bir insan, güç­lü (diye bilinen) kimselerden daha fazla güç sahibidir. Çünkü nefs, hem cinsleri üzerinde başkan olma arzusunda yaratılmıştır. Bu özellik, onun yaratılışından ve doğasından kaynaklanır. Bir kimseye doğandan ve ya­ratılışından ayrıl demek, onu çetin bir işle yükümlü tutmak demektir. Bu çetin işin kendilerine kolaylaşmasını sağlayacak derecede bir gücü onlara veren Allah Teâlâ’yı tenzih ederim! Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın onlara ken­disi hakkmda bilgi vermiş olmasıdır. Onlar bu bilgi için yaratılmışlar­dır. Kulluğa hakkını vermek, onları öyle bir bilgiden ah koymamıştır. Binaenaleyh onlar, Allah Teâlâ’nın kulları adına seçmiş olduğu örnek yol üze­rindeki kimselerdir. Onlar, en üstün mertebenin sahipleridir. Bu mer­tebe üzerinde sabit kalırlar ve Allah Teâlâ katında ikrama mazhar olurlar. Bu mertebeye sahip bu ârif, Hakkın kendisine ayırdığı ve tahsis ettiği Efrad’dan (Tekler) biridir. Ardından onlarla yaratıkları araşma alışkan­lık perdesini çekmiştir. Böylelikle söz konusu kimseleri kendisine ayır­mıştır. Onlar Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ onlardan razıdır. Bu makam sahibine yüce ve aşağı âlemde etkin olan güçlerden bin iki yüz güç verilmiştir. Bun­lardan birisini bütün âleme musallat etseydi, onu yok ederdi. Bu güçlü insan böyle bir güce sahip olsa bile, üzerine sinek konsa, Allah Teâlâ’dan uta­narak ve O’nu bilerek, onları uzaklaştırmaya güç yetiremez. Bu konuyla ilgili bilgiye gelirsek, ârif bu sinekleri Haktan kendisine gelen elçiler olarak kabul eder. Sinekleri onun üzerine indiren Haktır. Bu nedenle ârif, sineklerin kendisine getirmiş oldukları bilgiyi gözetler. Sinekler el­çiliklerini tamamladıklarında ise, Hakkın kendisinden bunu istemesi üzere, dilerse ayağa kalkar, dilerse oturur. Böylelikle bu ârif, o sinek el­çilerin konduğu bir sandalye haline gelir. İşte sıradan insanların yaptı­ğını yapmak yerine, sinekleri uzaklaştıramayışının nedeni olan bilgi bu­dur. Bu konuda Allah Teâlâ’dan utanmaya gelirsek, çünkü sinekleri kendinden uzaklaştırmak nefsin rahadamasını ve peşin bir nimete ermesini sağlar. Allah Teâlâ ise insanı bu dünyada rahatlamak ve nimetlenmek için değil, rab­bine ibadet etsin diye yaram. Böylelikle ârif, sineklerden kurtulma ara­yışında görülmekten dolayı Allah Teâlâ’dan utanır, çünkü dünya rahat yeri değildir.

Şöyle diyebilirsin: Dünya hayatında helal şeylerden nimedenmek, insana serbest bırakılmıştır. Şöyle deriz: Biz ârif olmayanlar için bunu reddetmiyoruz. Fakat ârif, yükümlülük otoritesinin altındadır. Zâhirinde veya bâtınında kendisiyle nimetlenmek üzere Allah Teâlâ’nın verdiği her nimete şükür yükümlülüğü eşlik eder. Bu teklif, kendisine denk bir şükürle ilgilendiği için, arifin nimetten haz almasını engeller. Nimete karşı şükrü yerine getirdiğinde ise, şükrü yerine getirmek de Allah Teâlâ’dan bir nimettir ve ona da şükür gerekir. Böylelikle ârif, terazide haksızlık yapmamak üzere, zihni karşılık bulmayla yorgundur. Böyle bir Hakk sa­hip kimse nasıl nimetlenebilir ki? Onun zahiri nimet iken bâtını gam­dır. Ârif sürekli olarak zâhirde ve bâtında Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetler içindedir. Fakat bu nimeder onun sadece üzülmesini ve daralmasını sağlar. Sıradan insanlar o nimederle sevinir ve onları kullanırlar. Ârife ise, dünya hayatında içinden rahaüık kapısı kapanmıştır. Dışmda rahat­lık görünse bile, her nefes, fark edilmeden bin kez ölür! Ömer b. Hattab şöyle der: ‘Allah Teâlâ bana her bir musibet verdiğinde, onda üç ni­met gördüm. Birinci nimet, musibetin dinim hakkında olmayışıdır. İkincisi ise, daha büyük bir bela olmayışıdır. Üçüncüsü ise, Allah Teâlâ’nın o musibete karşı vaat etiği sevaptır.’ Tek bir musibette üç nimet gören kimse, hiç kuşkusuz ki, ondan daha büyük bir musibete geçmiştir. Çünkü onun musibetteki üç nimet nedeniyle şükretmesi gerekir. Allah Teâlâ onu kendisine karşı sabretsin diye tek bir musibede sınamıştı. Bu musi­bet hakkındaki bilgisi ise, onu üç musibede imtihan etmiştir. Allah Teâlâ, tek musibetteki üç nimeti kendisine bildirmesinin karşılığında, bu nimet nedeniyle şükretmesini emretmiştir. Ömer’in mârifetinin büyüklüğüne bakınız! Kendisini nasıl böyle bir şükürle yükümlü tutmuştur? Musibet­leri musibet olarak görmek yerine, onları nimet olarak görüp gönül ra­hatlığıyla kabul ederek, nasıl bir saygı gösterdiğine bakınız! Çünkü ni­met özü gereği sevilen bir şeydir. Ömer ise (musibetteki nimet ile) razı olmuş, rıza, teslim, Allah Teâlâ’ya dayanma ve sabır makamının sahibi olmuş­tur. insanlar böyle değerli bir zevk karşısında nerededirler? Bilmedikle­rim müstesna, Ebu Bekir’den daha çok böyle bir makamda bulunmuş ve ona yerleşmiş herhangi bir veli yoktur. Çünkü Ebu Bekir’in bâtınında bulunan bilgiden hiçbir şey, (nefsine hakim olmadaki) gücü nedeniyle, dışında gözükmemiştir. Bunun tek istisnası ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in vefat ettiği ve insanların feveran ederek rivayederde geçen sözleri söyledikleri gündür. Ebu Bekir onlar gibi davranmamış, kendi­sine vermiş olduğu gücü izhar etmiştir. Bunun nedeni ise, diğer insan­lardan ayrı olarak, Allah Teâlâ’nın onu imamlık ve önderliğe ehil yapmasıdır. İmam ayık olmalıdır, sarhoş olamaz! Öyleyse bu güç (serinkanlılık) Ebu Bekir’in Allah Teâlâ tarafından peygamberin yerine halife yaptığının deli­lidir ve nebiliğini göstermek üzere peygamber için mucize delili mesa­besindedir. Bir grubun gönül hoşluğu bir grubun isteksiz tavrıyla, hali­felik onun adına gerçekleşmiştir. Belirli bir grubun isteksizliği ise Ebu Bekir’in halifeliğinde bir eksiklik değildir, çünkü bu ilahi makamda da (böyledir). Allah Teâlâ şöyle der: cGöklerde ve yerde olan herkes, isteyerek veya isteksizce Allah Teâlâ’ya secde eder*37 Her şeyin sahibi olan Yaratan’a isteksizce secde ediliyorsa, yaratıkları içindeki vekilleri ve halifelerinin -ki onlar re­sullerdirdurumu nasıl olabilir? Ya da Ebu Bekir ve benzerlerinin du­rumu nasıl olabilir? Binaenaleyh istekli ve istemeden itaat eden gönül­süz bulunacaktır. Gönülsüzlüğün nedeni ise, din sahibi ise sahip olduğu bir kuşku veya din sahibi değil ise nefsinin arzusudur. Sahabeden Ebu Bekir’in imamlığını isteksizce kabul edenler ise, nefsanî arzuyla hareket etmemişlerdir. Hepsi hakkmdaki hüsnü zanla, onları böyle bir davranış­tan tenzih ederiz. Fakat bu davranış kendilerindeki bir kuşkudan kay­naklanmıştı. Bir kısmı, Allah Teâlâ bilgisindeki duruma göre değil, kendi kuşkusu ve görüşüne göre halifeliğe Ebu Bekir’den daha layık olduğunu düşünmüştür. Allah Teâlâ ise yeryüzünde Ebu Bekir’i halife yapacağını takdir etmiştir. Ömer, Osman, Ali ve Hasan da böyledir! Fakat Ebu Bekir’den önce kimse gelmemiştir ve Ebu Bekir kendisinden önce gelen (pey­gamber) halifesi olarak vefat etmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bilgisinde, onun halife olarak belirlenmiş olması gerekir. Bu nedenle Ebu Bekir, ahirete ilk irtihal eden olması itibarıyla, zaman bakımından onların ilkidir. Bi­naenaleyh halifelikteki bu sıralama, onların ömürlerindeki sıralamadır. Dolayısıyla hepsi bu yüce mertebeyi üstlenebilsin diye, ömrü daha uzun olan kimsenin halifelikte daha sonra gelmesi gerekirdi. Onların birbirle­rine göre üstünlükleri ise, Allah Teâlâ’nın bilgisine havale edilir. Kendi katın­daki değerlerini bilen Allah Teâlâ’dır. Çünkü yaratılmış olan, kendisine bildir­diğinin dışında, Yaratan’ın bilgisinde neyin bulunduğunu bilemez. Allah Teâlâ ise bu konuda bir şey bildirmemiştir. Dolayısıyla Hakkın zatında bulunan bilinmez. Şu var ki bir şeyi var ettiğinde, bilgisinde var olması takdir edilmemiş olsaydı, o şeyin var olmayacağını biliriz. Allah Teâlâ bizi ge­reksiz davranışlardan korusun. Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.

Böylelikle arifin mertebesini dikkat çekmek ve uyarma yoluyla son derece özet bir şekilde bu menzilden açıklamış olduk. Çünkü bu ma­kam yüce bir makamdır ve garip ayrıntıları vardır. Şimdi de bu menzi­lin içermiş olduğu bölümün fihristini sunalım:

Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi, en büyük nurun gitmesi ve hükmünün geride kalmasının bilinmesidir. En garip şeylerden birisi, hüküm verenin kendisi yok iken, hükmün varlığıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendisi yok iken şeriatının yükümlülerdeki varlığı da bu konuyla ilgili­dir. Gerçi bazı kimseler Şâri’nin her daim mevcut olan Allah Teâlâ olduğunu kabul eder. Bu menzilde ilimlerin kaybolması ve bunun sebebinin bilgi­si vardır. Ehliyederi olduğu halde, mertebe sahiplerinin mertebelerin­den azledilmesinin bilgisi bu menzille ilgilidir. Mertebeleri Hakk ettikleri halde niçin azledilmişlerdir? Ehliyet var iken böyle bir azil geçerli midir, değil midir? Hükümdar görevlendirdiği adil bir kadıyı görevden alabilir mi, alamaz mı? Yoksa hükümdar kendisine haksızlık yapmış ve hüküm vermekten uzaklaştırmış olsa bile, gerçekte azledilmemiş midir? Kadı böyle bir durumda iken hüküm verdiğinde, hükmü dine göre uygulanır mı, uygulanmaz mı? Böyle bir durumdayken belirli bir şahıs hakkında verdiği herhangi bir hüküm uygulandıktan sonra, hükümdar onun ge­reğini yerine getirmediğinde ne olacaktır? Aleyhinde hüküm verilen ha­sarı hükümdarın kendisini atadığı yeni hakime başvurmayı ister ve ikin­ci kadı birincinin aleyhinde hüküm verdiği kimsenin lehinde hüküm ve­rirse ne olacaktır? Acaba bu kişi birinci hakimin hükmüyle kendisinden alınmış olan şeyi geri alabilir mi, alamaz mı? Bu ikinci hakimin hükmü geçerli midir, değil midir? Geçerli ise, o da verdiği hükümde birinci ka­dı gibi bağımsız mıdır, yoksa birinci kadının vekili -fakat hükümdarın emriylegibi midir!1 Yoksa birinci kadı hükümdarın kendisini bu gö­revden almasıyla azledilmiş midir? Bütün bunlar bu menzilden öğreni­lir. Bu meseleyi ve delilini hakkıyla öğrenmek isteyen kimse, tek bir şe­riatta gerçekleşen nesih konusuna bakmalıdır. (Bir şeriatta neshin olabi­leceğini düşünürse) kadı’nın görevden alınması da geçerlidir. Hüküm koyan (nebilerin) hükmüne bakıp Allah Teâlâ’nın bir ümmet içinde baş­ka bir peygamber göndermekle herhangi bir nebiyi -ölmemiş olduğu sürecegörevinden azletmediğini gören kimse ise, hükümdarın kadıyı azledemeyeceğini düşünür. Öyleyse herkes, Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdi­ği şeye göre hüküm verir.

Bu menzilin yüksekliğinin bir yönü de, âlemdeki haksızlıkların hangi mertebeden ortaya çıktığının bu menzilden öğrenilmesidir. Hâl­buki sadece mutlak adalet vardır. Öyleyse bu haksızlık nereden ortaya çıkmıştır? Hangi hakikate bağlıdır? Allah Teâlâ’nın sayelerinde âlemi koruduğu alimlerin âlemden ayrılması, amel binekleri üzerinde kelime ve himmet­lerin inmesi bu menzilden öğrenilir. Bunlar niçin olmuştur? Ahiretteki diriliş bütün canlılar için geçerli midir, yoksa sadece insan ve cinlere özgü müdür? ‘Ey insan ve cinler sizin hesabınızı ele alacağız’5 ayetinin anlamı nedir? Unsurlardaki başkalaşmaların ilmi, doğal cisim ve ruhun bileşiminden doğan şeylerin bilinmesi bu menzille ilgilidir. Ruh karşı­sında beden, ikisinden meydana gelen çocuğu doğurmak üzere, erkek karşısındaki kadın gibi midir? Acaba ölüm ricî talak mıdır, bain talak mıdır? Çünkü alimler şöyle demiştir: Kadın öldüğünde, kocası için ya­bancı birisi gibidir. Dolayısıyla erkeğin kadını açması mümkün değildir. Başka bazı bilginler ise, kocalık mahremiyetinin sürdüğü görüşündedir. Dolayısıyla koca ölen karısını yıkayabilir ve karısıyla ilişkisi hayattaki hali gibidir. Ölüm ricî talak gibi sayılabilir. Bu durumda ruhlar, diriliş esnasmda cevherleri bakımından bu bedenlere döndürüleceklerdir. Ricî talak değil de bain talak ise, yine ruhlar bedenlere döndürülür fakat bir araya gelişleri değişir. Bu durumda ruhlar için başka bedenler yaratılır. Bu yeni bedenler nimete mazhar olacaklar için daha duru ve daha güzel iken azaba düçar olacaklar için ise, bunun tersidir. Çocukların konuş­masının bilgisi de bu menzilden öğrenilir. Acaba onlar hangi mertebe­den konuşur? Onları kim konuşturmaktadır? Bu çocuklara örnek ola­rak, İsa, Yusufun oğlu ve Cüreyc’i verebiliriz.

Ben de genç bir adam görmüştüm, adı -Allah Teâlâ daha iyi bilir yaAbdülkadir idi. Onu Dımeşk’te İbn Revaha medresesinde görmüştüm. Geldi ve selam verdi. Bana bazı kimseler ondan söz etmişti. Onların içinde Zeki b. Revaha -ki medresenin sahibiydida vardı. Şöyle demiş­lerdi: ‘Bu gencin annesi kendisine hamile iken, hapşırmış ve ‘Elhamdü lillah’ demiş. Çocuk annesinin karnından kendisine orada bulunan her­kesin duyacağı bir sesle ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin’ demiştir. Kendime gelirsem, benim emme çağında bir kızım vardı. İkiden küçük birden büyüktü. Konuşamıyordu. Ben de kendisiyle şakalaşmak üzere şöyle dedim: Zeynep! Hemen bana kulak verdi. ‘Sana bir şey sormak istiyo­rum, bana fetva vereceksin. Eşiyle cinsel ilişkiye girip de boşalmayan kimsenin durum hakkında ne dersin? Bu kişi ne yapmalıdır?’ Açık ve anlaşılır bir dille ‘Yıkanması gerekir’ dedi. Annesi ve ninesi de onu du­yuyordu. Ninesi bir çığlık atmış ve bayılmıştı.

Bu menzille ilgili başka bir konu ise, dürülmenin ardından yayıl­manın bilinmesidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gökler sağ elin­de dürülmüştür,’539 Silme ve ispat ilmi, nurların artışı ilmi, tecelliyi sağla­yan ilahi yakınlık ilmi, gaybet ve huzur ilmi, yıldızlar ilmi, zaman ilmi, şeriadann inmesinin ilmi, onları indirenin ve kendisine indirilen kimse­nin özelliğinin bilinmesi, bu indirmenin bir tahsis olup olmadığının bi­linmesi de bu menzille ilgilidir. Teyit, otorite ve âlemde Hakka vekillik ilmi bu menzille ilgilidir. İnsanın kendi nefsinde Hakka vekil olması da bu konuyla ilgilidir. Keşif ilmi, insanlar ile bu keşif sahibinin kendisini öğrendiği şey arasındaki perdenin mahiyetinin bilinmesi, keşfin bu yol­da bir şart olup olmadığının bilinmesi, ulvi ruhları görmenin bilinmesi, ulvi ruhları gördüğünü iddia eden dürüst kimseyi yalancıdan ayıran alametin bilinmesi bu menzille ilgilidir. Bu konuda doğru sözlüyü ya­lancıdan ayırt ettiğimiz bir takım alamederimiz vardır. Bazı alamederle ise, doğru söyleyen insanın ulvi ruhlardan mı, yoksa karşısında bir ta­kım hayali suretler görünüp onları melek veya cinnî mi zannettiğini ayırt ederiz. Hâlbuki o, sadece hayalinde bir takım misaller görmüştür. Bunları vehim gücünün dışında hayal otoritesi kendisine hakim olarak ona göstermiştir. Bizim bu gibi durumlara ait alamederimiz vardır. Böyle bir insan gördüğü şey hakkında doğru söylemekte, melek veya cinnî gördüğü hakkındaki hükmünde ise yanılmaktadır. O görülen şey, ne melektir ne cin! İşte bu da bu menzilin özelliklerinden birisidir.

Tehdidin bilinmesi ve neye döndüğü de bu konuyla ilgilidir. Kuran’a karşı koymaya çalışan kimseye bu düşünce nereden gelmiştir? Amr b. Osman el-Mekkî Hallac’ın yanına geldiğinde, TSIe yapıyorsun?’ diye sormuş, o da ‘Kuran’a karşı (ona denk bir metin ortaya) koyacağım’ demiştir. Bunun üzerine şeyh, kendisine beddua etmiştir. Pirler şöyle der: ‘Hallac’ın başına gelenler, o pirin bedduasından dolayı gelmiştir.’ Başka bir örnek ise tezhipçi Sabit b. Anter el-Halevî’dir. Altı yüz bir senesinde kendisiyle Musul’da karşılaştım. Kuran’a karşı koymaya çalı­şıyordu (Kuran’a denk bir metin getirmeye çalışıyordu). Duyduğuma göre, bir takım sureler okuyordu. Mizacında bir bozukluk vardı. Fakat insanların en zahitlerinden ve en şereflilerinden birisiydi. O sene ölmüş­tü. Sonradan gerçekleşen meşiyetin bilgisi de bu menzille ilgilidir. Aca­ba Eşarilerin kesp konusunda ileri sürdüğü gibi onun fiillerde bir etkisi var mıdır, yok mudur? Acaba o Hakkın mazharlarından birisi midir, yoksa bir vakit Hakkın mazharı olurken -ki bu vakit hükmünün etkin olduğu vakittir-, bazı vakitlerde Hakkın mazharı olmaz ve bu durumda da etkisiz kalır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Musevî Makamdan, Zenginliği Fakirliğe Yeğlemenin ve İsevî Mertebeden, Fakirliği Zenginliğe Yeğlemenin Menzilinin Bilinmesi

Muhakkikin nefsinin zenginliği ödünç Nefsin yoksulluğu zillet ve kırıklık

Fakir hükümdar bile olsa

Âlemleri ziyaret eder de kendi ziyaret edilmezdi

Zengin köle bile olsaydı

Gene de önde olmak ve övünme onun olurdu


Bilgisizlik hükmü yaratıklara yayıldı Bilginin ise uğradığı bir ev yok

Şu mısraları da bu menzilden söyledik:

Oluş içerdiği eksiklik nedeniyle kör Işıkta eksiklik yok ki onu gizlesin

Kemal sana, zıddı bana ait ki

Yerine getirmem gereken bir sözleşme var aramızda

Sen benim bilmemle Marufsun Bilgisizlik denizimde aklım boğulmuş

Halden bana size ait olanı ver

Bana ait olanı değil, benim perdem tecellisinde

Ben benden şaşkınım, beni yürüttüğünde Sarkmasında yakınlığımın etkisi nasıldır

Yakınlığım olmasaydı delil bulunmazdı O’na Onun götürdüğü şeye ben illet değilim

De ki, bilgin hakkı için, sevinme, elin başaramadı Onda açık olan bilgisizlikten başkasını

Yine bu menzilden şunları söyledim:

Yakınlığım olmasa, yaklaşmazdı Ne tecelli ne yaklaşma olurdu

Kendi varlığım O’ndan fani oldu Süslendiği şey nedeniyle yüce oldu

O’nun arzında imam olarak kalktım Yüce bir halife ve efendi olarak

Rabbimin hükmüyle onda hüküm veririm O ise gözden kaybolmadı


Muradım betıim adıma tamamlanınca

Efendiye seslendim, buyur dedi

Kendisinden çıktığım şeye al beni

Dedi ki: Peki, hoş ve safa geldin öyleyse

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ gönlü kırık yoksul kuluna karşı kendisi hakkmdakinden daha kıskanç ve gayredidir. Allah Teâlâ yasakları ihlal edildiğinde, kullarından O’nun için gayret göstermelerini istemiştir. Fakat Allah Teâlâ adına gayret göstermenin övgüsü de sonuçta kula döndüğü gibi Allah Teâlâ’nın kulu hakkındaki gayretinin öv­güsü de insana döner, O’na değil! Başka bir ifadeyle Hakk, sana olan övgüsüyle seni överken senin O’na dair gayretinle de yine seni över. Her iki halde ve bütün yönlerden övülen sensin. Bu iyilik, kul adına gerçekleşebilecek en üst makamdır ve onun ardında kesinlikle bir ma­kam yoktur. Öyleyse kulun bu makamda kendinden dolayı gayretkeş olması gerekir ve bu zorunludur. Çünkü Allah Teâlâ da ondan dolayı gayret gösterir. İtaat edilen ve hükmü geçerli bir hükümdar konumunun üs­tünlüğüne rağmen sana ziyaretçi olarak gelebilir. Aynı anda yoksul bir insan da sana ziyaret için gelebilir. Böyle bir durumda sen fakiri kabul et ve sana gelmesine yol açan işini halledene kadar kendisiyle ilgilen. Hakkın fakir kulundaki tecellisi, o hükümdarın suretindeki tecellisinden üstün ve yücedir. Çünkü itaat edilen hükümdarın suretinde Hakkı kendisine layık tarzdamertebesinden başka bir yerde tecelli etmiş ola­rak görürsün. Bu tecelli, şanına layık tarzda, tenzihten başka türlü bir tecellidir. Yoksa kul adına efendilik mertebesi nasıl olabilir ki? Kuşku­suz kul efendilik mertebesinde ve onunla ortaya çıktığında, bu merte­beyi ihlal etmiş demektir ve durum konuyu bilmeyenlere sorunlu görü­nür, mertebesinde kendi suretine göre gördüklerinde, efendi ile köleyi ayırt edemezler. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: cGece ve gündüz Rablerine dua edenlerle birlikte kendini sabretmeye alıştır. Onlar rablerinin rızasını talep ederler. Dünya süsünü isteyerek, gözlerini onlardan çevirme. Kalbini zikrimizden habersiz yaptığımız ve arzusuna uyan kimseye itaat etme. Onun emrine itaat edilir. De ki işte Rabbinizden Hakk! Dileyen ona iman etsin, dileyen inkâr etsin.’540 Yani Allah Teâlâ yolunda kınayanların kına­ması sizi alıkoymasın. Bu ayetin iniş sebebi, şudur: Müşriklerin içinden

Akra b. Habis ve benzerleri, şöyle demişlerdi: ‘Bizi Muhammed ile otu­rup kalkmaktan sadece bu kölelerle oturması engellemektedir.’ Bunu derken de Bilal, Habbab b. Eret ve benzerlerini kast etmişlerdi. Böyle­likle bu kölelerle aynı mecliste bir araya gelmek. Onlara ağır gelmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, böyle insanların imana gelmeleri hususunda hırs­lıydı ve bunun için kölelere, onlar yanındayken, konuşmayı bitirene ka­dar kendisine yaklaşmamalarım emretmişti. Ya da aynı anda köleler ve zenginler huzuruna geldiklerinde her bir grup için ayrı meclis açmayı düşünmüştü. Bunun üzerine Allah Teâlâ, kulluk ve yoksulluk makamının yer­siz tezahür eden izzet ve ilahlaşma özelliğiyle ihlal edilmesi karşısında gayrete gelerek, bu ayeti indirmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle kölelerle sohbet ederken, sözü ve oturmayı uzatsalar bile, kendileri kalkmadıkça Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de kalkmaz ve şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ bana nefsimi onlarla birlikte hapsetmeyi (sabır) emretti.’ Söz konusu İçimse­ler peygamber’in huzurunda sohbeti uzattıklarında, Ebu Bekir gibi sa­habenin bazıları onlara Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in işlerini görebilmek üzere kalkmalarını işaret ederdi. İşte bu, Allah Teâlâ’nın kırık gönüllü ve yoksul kul­ları karşısındaki gayretinin bir yönüdür. Aynı zamanda bu durum, kul­luğun ve onda yerleşmenin üstünlüğü hakkındaki en güçlü delillerden birisidir. Söz konusu makam, insanları kendisine davet ettiğimiz ma­kamdır. Çünkü bütün insanlara makam ve mal sahipleri büyük görü­nür. Çünkü zenginlik ve izzet Allah Teâlâ’ya aittir. Bu nitelikler her nerede or­taya çıkarlarsa, insanlar onun karşısında boyun eğer ve kendisine muh­taç olurlar. Bu bağlamda onlar, sadece bu niteliği görmekle, doğrudan zenginlik ve izzet ile dolaylı zenginlik ve izzeti ise ayırt edemezler. Bu nedenle de kendilerinden yüz çeviren ve sahip oldukları şeyleri küçüm­seyenler, insanların gözünde büyür. Bütün izzet ve saltanatlarına rağ­men, böyle zahitler karşısında hükümdarların köleler gibi durduklarını görürsün. Bunun nedeni onların Allah Teâlâ sayesinde zengin olmaları ve iz­zetlerinde sahip oldukları mallarda kendilerine muhtaç olmayışlarıdır. Yoksul insan bir zenginden bir miktar mal istese, ihtiyacım karşılamaya çalışsa bile, istediği ölçüde onun gözünden düşerdi. Öyle ki bir zahidin hükümdarın kalbindeki mertebesi kendisinden bir şey istemeden önce ve sonra tartılmış olsaydı, istediği mal ölçüsünde bir eksiklik meydana gelirdi. Binaenaleyh hakkın niteliği her nerede ortaya çıkar ve gözükür­se, bu niteliği Hakk eden kimsede ve Hakk etmeyende ortaya çıkışım ayırt etmeyen insanlar tarafından sevilir ve beğenilir. Bu cahil insan, insanla­rın mala en çok muhtaç olanmın elinde en çok mal bulunan kimse ol­duğunu bilmeliydi. Çünkü fakir ve yoksul kişi, zorunlu olarak gediğini kapayacak şeye muhtaçtır. Öyleyse bu zati bir yoksulluktur. Mal ile zenginleşmek ise, malın çokluğuna rağmen böyle değildir. Malını ken­dinin, evladarının ve torunlarının ömrüne taksim edip yeterli gelecek kadar zengin olan bir insan, ailesini ve çoluk çocuğunu bırakır, malıyla yolculuk eder, (mal kazanma arzusu) onu tehlikelere atar, düşman böl­gelerine gönderir, doğuda ve batıda yalçın şehirlere ulaşmaya çalışır. Bütün bu yolculuğun amacı ise, kendisine şiddetle muhtaç olması ne­deniyle, sahip olduğu mala bir dirhem daha katabilmek arzusudur. Bel­ki de bu ilave dirhemi ararken ölecektir veya malı boğulacak veya ken­disinden alınacaktır. Belki de yolculuk esnasmda esir olacak ve öldürü­lecektir. Bütün bu güçlüklere rağmen insan, bu ilave parayı kazanmak uğruna yolculuk yapmaktan geri durmaz. Bilgisizliği ve bu aşırı yoksul­luğu olmasaydı, daha değersiz olan bir şeyi elde etme arzusuyla değerli olanı tehlikeye atmazdı. Yoksul zahit ise, bu zengin kişinin kendisinden çok daha fazla yoksul olduğunu ve yoksulluğu nedeniyle kınanmış ol­duğunu görür. Bu zahit insan Rabbi sayesinde bu amaçlardan müstağni olmasaydı, tacir ve hükümdarlardan daha çok mal talebi hususunda hırslı olacaktı. Bu konuda bazı mısralar yazmıştık:

Mal ile boyun eğdirilir her güçlük

Gök ve yer âlemindeki güçlük

Alim onu perde sayar

İhsanın tadını bilemediler                                                          -

Nefislerde ondan bulunan şey olmasaydı

Allah Teâlâ duaya karşılık vermezdi

Zannetme ki mal gördüğün şeydir

Mücevherler, paralar vs.                                                                           .

Evladım! Mal öyle bir şey ki

Yaratıklardan seni müstağni kılar

Sen Yüce Rab ile zengin ol Hakka karşı da vefayla davran

Başka bir kaside ise şöyle demiştik:

Mal bozuk her şeyi ıslah eder Cömertten de mal ile hatalar gider

Bu, yoldaşlarımızın ihmal ettiği bir yöntemdir. Onlar, Allah Teâlâ ile zenginleşmenin mertebelerin en üstünü olduğunu zannetmişlerdir. Bu konudaki kanıtları ise, Allah Teâlâ’ya muhtaçlığa tam olarak dikkat çekmekten kaynaklanır ki, bu gerçekte onların niteliğidir. Onlar bu niteliği, içerme yoluyla, Allah Teâlâ ile zenginleşmeye dahil etmişlerdir. Bunun nedeni, nite­liklerinden çıkmak demek olan (Allah Teâlâ ile) zenginliğe dönük sevgileridir. Adam dediğin, değerini bilen ve niteliğini bilfiil Hakk getiren ve bulun­duğu mertebenin dışına çıkmayan kimsedir. Bunun yanı sıra, Rabbinin kendisine giydirdiği elbiseyi, verdiği adı ve lakabı korumalıdır. Bu bağ­lamda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaç olanlarsınız. Allah Teâlâ ise zengin ve övülendir.’54' Nefs, kendini beğenmişliği ve bilgisizliği ne­deniyle, ‘zengin’ adında rabbine ortak olmak ister. Böylelikle, zengin adını alabilmesi ve yoksul adından kurtulabilmesinin yegane yolunun Allah Teâlâ ile zenginleşmek ve onunla nitelenmek olabileceğini görür, iki adam arasındaki farka bakınız! Arkadaşlarımız arasında nefiste gizli bu­lunan bu taşkınlıklara dikkat çeken kimseyi görmedim. Allah Teâlâ ise, bu konuda kullarının dikkatini çekmiştir. Buna rağmen kullar, duymamış ve görmezden gelmişlerdir. Defalarca, bu konuda bir uyarı var mı diye baktım, fakat göremedim. Allah Teâlâ’dan dileğim bu konuda yalnız kalma­man ve arif kardeşlerimizin de bu meseleye dikkat çekmelerini sağlama­sıdır. Bizim arkadaşlarımız ise, bu uyarıyı bizden almış ve kendi nefisle­rinde onu hakkıyla kavramışlardır. Artık onların üzerinde kalan yegane şey, fakirlikle ahlaklanmak ve onun sürekli bir nitelikleri haline gelmesi için çalışmaktır. Fakat bu durum evladarımıza bunu öğrettikten sonra olmuştur. Onlar da bu mertebeyi öğrenmiş ve ârif insanların bile bu konuda bilmedikleri hususun farkına varmışlardır. Böylelikle onlar adı­na büyük bir iyilik gerçekleşmiştir. Bu bilgi ise, onları Allah Teâlâ karşısında saygısızlıktan alıkoymuştur.

Allah Teâlâ yolundaki saygısızlıklardan birisi -ki bu Allah Teâlâ’nın kendisiyle ârif kullarını aldattığı hususlardan biridirşeyhlerin terbiyede kendileri­ne muhtaç olmaları nedeniyle mürideri üzerindeki baskıları ve onlardan farklılaşmalarıdır. Çünkü şeyh bu makama hakkını vermediğinde, mü­ridin kendisine muhtaçlığı şeyhi hal bakımından Rabbine olan muhtaç­lığından perdeler. Bu durumda ise, Allah Teâlâ ile zenginliği müşahede eder. Allah Teâlâ ile zengin olmak ise, izzeti gerektirir. Bu makam sahibi muhakkik ise, sahip olduğu bilgi nedeniyle müritlerinin kendisine muhtaç olduk­larını gördüğünde, bu nedenle Allah Teâlâ’ya şükreder. Çünkü Allah Teâlâ kendisine muhtaç olan kullarını ona yönlendirmiş, onlar da kendisine muhtaçlık özellikleriyle şeyhi Allah Teâlâ’ya muhtaçlığa yöneltmişlerdir. Belki mürider kendisine muhtaç olmasalardı, şeyh de Allah Teâlâ’ya muhtaçlığını unutabilecekti. İşte gerçek şeyhin hali böyledir. Binaenaleyh böyle bir şeyh, ken­disine muhtaç müriüerine ayağının kaymaması için kendisini yolda sa­bit tutan kimseler gözüyle bakar. Şeyh boğulurken kendisine uzatılan bir eli bulan birisi gibi görür kendisini. Böyle bir insan, hayatını koru­duğu için ne kadar sevinir ve uzatılan ele sarılırsa, şeyh de müriderini öyle görmelidir. Şeyh müridinin kendi üzerindeki hakkını, boğulurken kendisine elini uzatan birinin hakkından üstün tutmalıdır. Binaenaleyh mürit, hal bakımından, şeyhin şeyhidir. Şeyh ise söz ve terbiye yoluyla müridin şeyhidir. Akıllı isen, hiç kuşkusuz ki sana en nefis yolu açıkla­mış olduk. Artık sen de o yol üzere amel et! Yapılabilecek bir nasihat kalmamıştır. Bu konuda şu mısraları söylemiştik:

Ben bir köleyim, zillet yakışır köleye Kendimi izzete müstahak görmem

Bakın bana, bir söz söyledim ki Benim sözüm, fiil, hal ve akittir

Başka biri ‘köleyim/kulum’ derse Ona da bu nedenle buyur der

Ey samimi dost! Bilgi zanla ortadan kalkmaz. Hali böyle olan biri­si, ziyana uğramışların en zararlısıdır, iman izzeti daha üstün, fakirlik izzeti ise, kula yaraşır olandır. Yoksul mümini, malıyla zengin, maka­mıyla itibarlı ve fakat kendinden perdelenmiş müminden saygın görme­lisin. Çünkü fakir mümin, senin hakikatinin tecelli ettiği bir yerdir. Sa­na ise, yolunun dışına çıkmaktan sakınarak, hakikatini müşahede etmek emredilmiştir. Öyleyse fakir mümin, içinde kendini gördüğün bir aynandır. Malı nedeniyle zengin olan mümin ise, senin için paslı bir ay­nadır. Dolayısıyla sen kendini onda göremezsin ve yüzünde gerçekleşen değişmeyi anlayamazsın. Allah Teâlâ peygamberini boş yere ikaz etme­miştir. Aksine Allah Teâlâ, burada hidayet yollarının en üstününü açıklamış, bayağı yola sapmaktan alıkoymuştur. Allah Teâlâ, zorlayarak ve icbar ederek, sana bu nasihatte belirttiğim hususu söylemiştir. Öyleyse sen zenginlik ve izzeti onları Hakk edenden ayırma -ki onları Hakk eden, Allah Teâlâ’dır-. Böy­le yaparsan, bilgileri gaflet ve unutmayla kirlenmemiş olan bilginlerden birisi olursun.

Mazeret: Kamil olduklarına tanıklık eden insanların bile kendisin­den habersiz kaldığı örnek yolu sana açıkladıktan sonra, bilmelisin ki: Haller hiç kuşkusuz insana sahip olur. Bir şahsın hallere sahip olduğu­nu söylediğini duyarsan, (bil ki) bir Hakk ancak başka bir hal vasıtasıyla sahip olabilmiştir. Bu durumda başka bir Hakk sahip olmasını sağlayan hal, içinde bulunduğu vakitte onun üzerinde hüküm sahibi olan haldir, çünkü vakit artık ona aittir. Yoldaşlarımızdan bazı insanlar bu konuda yanılmış, nebiler ile veliler arasındaki farklardan birisini hallere sahip olmak sayarak şöyle demişlerdir: Nebiler hallere sahiptirler. Velileri ise halleri yönlendirir. Bu, her yönüyle, büyük bir hatadır. Çünkü insan, üzerinde bulunacağı ve vaktini ona göre değerlendireceği bir halden ke­sinlikle yoksun kalamaz. İşte bu hal, onun üzerinde hüküm sahibidir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ adamların büyüklerinin nefislerine her ne­rede ortaya çıkarsa çıksın hakkın niteliklerini yüceltme duygusu yerleş­tirmiştir. Bu nitelik bir yerde dolaylı olarak gözükürse, bu velinin söz konusu kimseye/yere saygısı, niteliğin ortaya çıktığı yerin kendisinden değil, Hakkın niteliğinden kaynaklanır. Bundan habersiz kalırsa, nitele­nen nedeniyle niteliğin kendisinden perdelenir ve niteliği yüceltir. Bu saygı, Hakkın bu niteliği kendisine giydirdiği kimseye gösterilmesi ge­rekir, yoksa niteliği çalana değil! Onu çalan ise, sahip olmadığı bir mal­la doyan birisi gibi, yalan elbise giyene benzer. Veli, bir şahısta kendisi­ne gözüken Hakkın niteliğini yüceltip başka bir şahısta bu kez Hakkın başka bir niteliğini gördüğünde, onun niteliğinden yüz çevirir. Bunun nedeni, kendisini görmekle Haktan yüz çevirmiş olmaktan duyduğu endişedir. Bu veli sadece tazimi amaçlamıştır. Buna bir de Hakkın nite­liğinin gözüktüğü mahallin yüceltilmesi gelir, fakat bu, saygı gösterenin amacı değildir. Yine de dikkatini çektiğimiz husus, önceliklidir. Nite­kim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘insanları mertebelerine yerleştirin.’ Başka bir hadiste ise ‘İnsanları mertebelerine yerleştirmek bana emre­dildi’ denilir, insanları mertebeleri, hiç kuşkusuz, bellidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her bir kişiyi kendi mertebesine yerleştirin dememiş, ‘insanlar’ de­miştir. Öyleyse onları kapsayan genel özellik, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in insan­ları kendisine yerleştirmelerini emrettiği niteliktir. Bu ise, bizim zikret­tiğimiz ve dikkat çektiğimiz zillet ve yoksulluktur. Kuran’da yer alan ve gerçekte insana ait olmayan her nitelik, ehli olmayan birisinin sahiplik iddiasında bulunduğu bir şeyin karşılığında zikredilmiştir. Böylelikle, onun adına daha öğretici olsun diye, hemcinsiyle karşılık verilmiştir. Bu konuda Abdullah b. Selül şöyle demiştir: ‘Medine’ye dönersek, aziz olan zelil olanı oradan çıkartacaktır: Bunun anlamı, biz Muhammed’i (as.) ve sahabesini Medine’den çıkartacağız demektir. Oğlu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelmiş durumu bildirmiş ve babasını öldürmek üzere kendisinden izin istemişti. Çünkü o şu ayeti duymuştu: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden bir kavmin babaları bile olsa Allah Teâlâ’ya ve peygamberine düşmanlık eden­leri sevdiğini görmezsin,’543 Babası münafıklardan birisiydi. Bunun üzeri­ne Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Muhammed arkadaşlarını ördürtüyor denilmesini istemiyorum.’ Allah Teâlâ ise, münafıkların aziz olduklarını iddia etmelerinin karşılığında, izzeti peygambere ve müminlere izafe ederek şöyle buyurmuştur: ‘Medine’ye dönersek, aziz olan zelil olanı ora­dan çıkartacaktır dediler, izzet Allah Teâlâ’ya ve peygamberine ve müminlere aittir. Fakat münafıklar bilmez.’544 Yani münafıklar izzetin kime ait olduğunu bilmedikleri halde, onu Allah Teâlâ’nın dışında müminlere nasıl nispet edecek­lerini nereden bilsinler ki? Onlar müminlerin ve peygamberin izzetteki payını bilmezler. Hâlbuki Allah Teâlâ onların çıkartılmasından söz etmemiş, peygamber de onları şehirden sürmemiştir. Aksine bu sözü söyleyen in­san, ölene kadar Medine’de kalmış, daha önce kendisine yaptığı bir iyi­liğin bedeli olarak, kefeni olmak üzere de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendi elbisesmi göndermişti. Bu iyilik, Bedir savaşında esir düşen Peygamber’in amcası İbn Abbas’a bu münafığın kendi elbisesini giydirmiş olmasından kaynaklanmıştı. Böylelikle onun ahirette peygamberden Hakk istemesi söz konusu olmayacaktır. Bir âriften böyle bir davranış ortaya çıktığını gördüğünde, onun Hakkın niteliğini yüceltmek ve nefsini aşağılamak için böyle davrandığını bilmelisin. Makamda ondan büyük veya ona denk olduğunda, belirttiğim hususu ona söyle! Bu makam sana ait ise ve sen ona tanıklık edersen, zorunlu olarak o halde kendisinden daha büyük olursun. Bununla birlikte başka başka bir makamda ondan aşa­ğıda bulunabilirsin. Her halükarda ona (belirttiğimi) söylersin, içinde bulunduğu hal inanma hali ise, öğüdünü kabul eder. İtiraz eder ve ‘be­nim gibi birisine mi bunu söylüyorsun?’ demeye kalkarsa, onun Allah Teâlâ’nın gözünden düşmüş olduğunu bil! Allah Teâlâ onu kulluğundan ve imandan perdelemiştir. Sen de onu bırak. Bu durumda Allah Teâlâ’nın farz kıldığını yapmış olursun ve ona da dua et. Çünkü Allah Teâlâ onun basiretini Allah Teâlâ yolunu görmekten perdelemiştir.

Bilmelisin ki, dikkatini çektiğim bu nitelik, bize kutsiyet mertebe­sinden hal ve müşahede olarak verilmiştir. Öyleyse onu ortaya koyan o mertebedir. Bu nitelik ile nitelenen kimse ise, Allah Teâlâ katında en üstün mertebesi olan kimselerdir. Resul ise, risalette en üstün mertebe önün­dür. Nebi ise, nebilikteki en üstün mertebe onundur. Veli ise, velilikte en üstün mertebe ona aittir. Mümin ise, imanda en üstün menzil ona aittir. Hıristiyan veya Mecusi veya Yahudi veya deist (muattıl) ise, ken­di sınıfında ve makamında en üstün nitelikte bulunur.

Adamlardan büyük olan

Sınırlı ve belirlenmiş olarak onu iddia etmez

Ya da Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi olarak Veya deist, müşrik ve birleyen olarak

Tenzih eden, teşbih eden, mekânlı olarak Mümkün, ruhani ve bedenli olarak

Celal ve cemalinin nitelikleri kapsadı Bütün yaratıkları, ta ki maksat oldular

Kıskanç çift olmayan kimsedir Kendinden, dalalet ve hidayet yolunu

Bu niteliğin bulunduğu mahallin sahibinin -hangi dinde ve mez­hepte olursa olsunhidayete dönmesi, Müslüman olması, kesin bir keşif ve doğru bir bilgiye dayalı olarak güzel ahlaka koşması zorunludur. Böylelikle, iman bakımından insanların en kâmili, Allah Teâlâ katındaki men­zili bakımından en yücesi, resullerin, nebilerin, velilerin ve müminlerin menzillerini ve birbirlerinden üstünlüklerini bilen birisi olur. Onu Müs­lüman olmaya sevk eden nitelik, Allah Teâlâ katında kulun hakkında nitelikle­rin en büyüğüdür. Söz konusu nitelik kulu yüce mertebelere yerleştirir, illiyyîn’e yükseltir. Orada kendisini meleklerin arasından Allah Teâlâ karşısın­da saygın melekler karşılar. Rabbine ibadet ederken O’nu görür gibi ibadet eder. Söz konusu melek, kendisiyle kul arasındaki ilişki nedeniy­le, Allah Teâlâ katından bu kula inen melektir. Bu menzilden bu kadar açık­lama yeterlidir.

Menzilin içerdiği ilimlerin ve meselelerin (fihristine) gelirsek, ni­metlere nankörlük ve nankörlüğün (ve küfrün) ayrıntıları, nankörlüğün insanı nereye götüreceğinin bilinmesi bu menzilin ilimleri arasındadır. Örnek olarak kölenin nankörlüğü, namazı terk eden kimse, Allah Teâlâ’nın ba­zı ayetlerini terk eden kimse, başlangıç ilmi, şeriadarın konulmasının ilmi, berzahlar ilmi, diriliş ilmi, yeryüzü besinlerinin ilmi, göklerin emri ve gök ile yeryüzü arasında meydana gelen şeylerin ilmi, Hakkın yö­nelmeleriyle oluş arasında gerçekleşen şeylerin ilmi, her çift arasında meydana gelen şeylerin ilmi, insan ve hayvanın bilinmesi, kıyametin bi­linmesi ve niçin ‘saat5 diye isimlendirildiğinin ilmi, bütün dillerde keli­meden anlaşılan bu anlamda mıdır, değil midir? Onun duymayla, gör­meyle idrak edilen ve belirginleşen bir sureti var mıdır, yok mudur? Her bir mertebeyi var eden niteliklerin bilinmesi -ki bu sayede ehli fark­lılaşır-, iki kitabm bilinmesi bu menzille ilgilidir. Bunlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabesine gösterip şöyle dediği iki kitaptır: ‘Birinci kitapta cennediklerin adı, babalarının, kabilelerinin ve aşiretlerinin adı vardır. Di­ğer kitapta ise cehennemliklerin, babalarının, kabilelerinin ve aşirederinin adı vardır.’ Kitaplar küçük, isimler çoktur. Buradan, büyük küçül­tülmeden ve küçük büyültülmedin, büyüğün küçüğe girdirilmesi öğre­nilir. Aksi halde, hangi kitap bu isimleri sığdırabilirdi? Aklın imkânsız saydığı bir şeyin de Allah Teâlâ karşısında imkânsız olmayacağı buradan öğ­renilir. Böylelikle Allah Teâlâ’nın akla göre imkânsız olan şeye güç yetirebildiği öğrenilir. Söz gelişi Allah Teâlâ, birinin büyüklüğü ve ötekinin küçüklüğüne rağmen, deveyi (veya halatı) iğne deliğinden geçirebilir. Bu menzilden, ‘müfekkire’ gücü bakımından bağımsız olarak öğrenmede aklın gücünü aşan makam müşahede edilir. Velilerin ve nebilerin aklı ise, zikrettiği­miz yönden (müfekkire gücüyle) değil, kabul edici olmak yönünden bu hususları kabul eder. Binaenaleyh aklın sınırında durduğu bir haddi var iken Hakkın sınırında durduğu bir sınırı yoktur. Aksine Allah Teâlâ, sınırları yaratandır. Dolayısıyla O’nun bir sınırı yoktur. Allah Teâlâ kayıtsız anlamda güç sahibi olandır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ BEŞİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Mertebeden, Hallerin Adamlarm (Rical) Kalplerine Ardışık Gelişi Menzilinin Bilinmesi

Hakkın hakikatleri, isimler ve hal ile Oluşu bir halden bir Hakk çevirir

Onu bir tek kalpler bilir ama

Akıl ise yorulmaktan başka bir şey yapamaz

Varlığın başkalaşması akla aykırı Akıl sadece bağlar ve kement atar

Akıl yer değiştirmeyen bir zat görür Kalbini ise sürekli başkalaşan hallerde

Mazharlar bizim için îlah’ın tecellileri Bana göre ise saptırmanın kendisi

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, bu menzil pek çok ilmi içerir. Bunlardan birisi, kuvvet ilmidir. Bu ilim, yayı germek, içine gir­mek, parmaklan kirişe ve oka bağlamak, nasıl bırakıldığı ve okun doğ­ruluğunun bilinmesidir. Allah Teâlâ savaş araçları arasında yaya göster­diği kadar hiçbir araca ilgi göstermemiştir. Allah Teâlâ bize Kuran’da hazırlık yapmayı emrederek şöyle buyurmuştur: ‘Onlar için gücünüz yettiğince, kuvvet hazırlayın.’545 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise buyurur: ‘Dikkat ediniz! Kuv­vet, atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.’ Onu bu menzilde dört mertebe yapmış, zevk sahipleri de ehlinin kendisini bildiği bir hikmet nedeniyle buna tanıklık etmiştir. Böylelikle insan, dokunma olmaksızın, bu nitelikten uzak el-Baid isminden fiilini nasıl isabet ettireceğini ve na­sıl etkin olacağını öğrenir. Bu bilgiden ise, kader sırrı ile onun yaratık­lar üzerinde nasıl etkin olduğu ve aslının neye dayandığı konusu açıkla­nır. Bunun yegane delili ise ‘yay ile atmaktır.’ Bu, var etmek üzere söy­lenen ‘ol’ sözü ile yok etmek için meşiyetin ruhudur.

Bu menzil, ulvi ve süfli cisimleri yöneten ruhların bilgisini de içe­rir. Bu ruhların nurani cisimlerdeki hükmü nedir? Onların bu cisimler­deki hükümleri kendilerini belirli bir surette şekillendirir. Aynı şekilde onların insanî-hayvanî cisimlerdeki hükümleri ise, böyle bir hüküm ol­maksızın hayali güçte şekillenmelerini sağlar. Çünkü nurani cisimler için hayal söz konusu değildir. Aksine onlar hayalin ta kendisidir. Suretlerin kendilerini yöneten ruhlar nedeniyle (halden Hakk girmeleri) de bu konuyla ilgilidir. Bu ilim, önemli sırları içeren değerli bir ilimdir. Hakkın bütün bu cisimlerle irade ettiği şeylerin belirlenmesi, bu ruhla­rın elindedir. İnsan, yönetici ruhu vasıtasıyla bütün ilahi işleri (ve Hak­ka ait nitelikleri) bilir, fakat bildiğinin farkında değildir. Bu yönüyle in­san, unutan ve habersiz olan gibidir. Haller olduğu kadar makamlar ve menziller de kendisine bunu hatırlatır. Filozof (insanın bilgiyle ilişkisi­ni) dörtlü bir taksimde belirtmiştir. Söz konusu taksime göre bir adam vardır, bilir fakat bildiğini bilmez. Bu kişi unutandır ve kendisini hatır­latmak gerekir. Bu menzilde, iki çığlığın ve sayhanın bilgisi vardır. Bunlardan birincisiyle, sema sahibi olan âlem bayılır. Diğeriyle ise, ayı­lırlar ve hemen Rablerine koşarlar. Bunlar, diriliş üflemesi ve korkutma üflemesi diye isimlendirilir. Kalplerin ve onların hızla değişmesinin ilmi de bu menzildedir. Kalp gözü ve baş gözünün bilgisi ile bunlardan her birisine tecelli eden bilgiler bu menzildedir. Yeniden yaratma ve nasıl olacağı, ondan neyin geri döneceğinin bilgisi de bu menzildedir. Dön­dürme ve çevirmenin bilgisi de bu menzildedir. Acaba bu suretlerde mi, yoksa suretleri taşıyan cevherlerde mi gerçekleşecektir? Kaimliğin değiştirmeye tahsis edilmesinin bilgisi bu menzildedir. Kalp ile değil, ikincil maddelerde kulak vasıtasıyla duyulan ilahi kelamın bilgisi bu menzildedir. Bilhassa insan ve cinlerdeki büyüklük duygusunun bilgisi bu menzildedir. Bu büyüklük duygusu diğer yaratıklara değil de niçin o ikisine tahsis edildi? Bunu onlara verdiren hakikat nedir? Acaba bu bü­yüklüğün insan ve cinde bulunması aynı tarzda mıdır? Yoksa sebep farklıdır da insanda bulunması onun (ilahi) kâmil surete göre yaratılma­sından mı, cinlerde bulunuşu ise onların ateşten yaratılmalarından mı kaynaklanır? İnsan kime karşı büyüklenir, cinler kime karşı büyüklenir? Bu büyüklüğün bilginlerden silinmesinin bilgisi de bu menzilden öğre­nilir. İ’caz (aciz bırakma özelliği) ile aciz bırakan şeyin (karşısındaki şeylerden) üstünlüğü, ondan geride kalan ve kalmayacak şeylerin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Acaba kendisinde sonlanacak bir sınırı var mı­dır, yok mudur? Neye döner? Yüz çevirmeye mi, yoksa başka bir şeye mi? Yüz çevirmeye dönerse, o fiilde iddia vakti sona erdiğinde ve meclis dağıldığında, tartışan kişi onu getirebilir mi, getiremez mi? Getirirse, itirazcının birinci iddiasına zarar verir mi, vermez mi? Kendisini bildik­ten sonra, Hakk’tan (ve hakikatten) dönmenin nedeni de bu menzilden öğrenilir. Acaba böyle bir bilgi, bilgi midir, değil midir? Korkan kişinin neye kaçtığı da buradan öğrenilir. Sığındığı kişinin kaçtığının ta kendisi olduğunu bilirken, kime sığınır? Onu harekete geçiren ve bu bilgiye rağmen kaçmaya çağıran şey nedir? Yorumun bilgisi ve ehlinin kim ol­duğu da buradan öğrenilir. Allah Teâlâ onu niçin âleme yerleştirmiş ve yo­rum yapmayı emretmiştir? Yorumdan amaçlanan şey nedir? Yaratma­nın bilgisi bu menzildedir. Yaratmanın nedeni nedir? İnsan mıdır, canlı mıdır, yoksa her ikisi midir? Ahiret ve ahiretteki durakların bilgisi bu menzilden öğrenilir. Cennet, cehennem, bunları talep eden nitelikler bu menzilden öğrenilir. İnsanın kendisine -başkasına değilemir ve yasak­larıyla şeriatın mubah kılınmasının nedeni bu menzilden öğrenilir. Biz­zat kendisine verilen emre veya yasağa karşı gelirse, bundan dolayı ceza­landırılır veya bağışlanır mı? Bu durum onun adına hangi mertebeden meydana gelmiştir? Acaba böyle birinin nebilikten nasibi var mıdır, yoksa (seçilme şartıyla) sınırlanmış olan nebilerin nebiliği değil de, özel bir nebilik midir? Kıyametin bitiş (zamanı) bu menzilden öğrenilir. Zamanın dürülmesi meselesi bu menzilden öğrenilir.

Bütün bunlar, bu menzilin içerdiği bilgi cinsleridir. Her bir cinsin ve türün altında ise, o cinsin alt kısımlarının içerdiği ölçüde konular vardır. Şimdi, diğer menzillerde de yaptığımız gibi, bunlardan tek bir mesele zikredelim. Yardımcı ve koruyan Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka Rab yok!

MİSAK ALINMAZDAN ÖNCE İNSANIN DURUMU

Bu menzilin içerdiği hallerden birisi de, kendisinden misak alın­mazdan önce insanın hali ve durumudur. Söz konusu hal, Âdem yaratılmazdan önce Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e nebiliğinin bildirildiği haldir. Bu ko­nudaki bir hadiste şöyle denilir: ‘Âdem henüz toprak ve su arasında iken ben nebi idim.’ İşte bildirme bu esnada gerçekleşmişti. Şöyle ki: İnsanın yapısı(’nı oluşturan parçalar), unsurlara ve onlarm mertebeleri­ne dağılmış ve yayılmış bir haldeydi. Bu yapı, bedeninin varlığı esna­sında, göklere tevdi edilen emir tarafından belli ve bilmen bir şekilde gerçekleşecektir. Dünyada kendisine gireceği her halin felekte bir sureti vardır. Allah Teâlâ ise, bu hal üzere meleklerin gözlerini kendisini görmekten engellemiştir. Bu suret Allah Teâlâ’nın gaybmda gizlenmiş bir haldedir. İçinde olmasına rağmen gökler de kendisini bilemez. Allah Teâlâ onun dünya âlemindeki dış varlığını bu feleklerin hareketleri (vesilesiyle) var etmiş­tir. Bu bağlamda insanların bir kısmına bu yerde kendisini ve mertebe­sini tam olarak görmek verilmiştir. Söz konusu kimseler, ya nefsini ve mertebesini hakkıyla ve sonuçlarıyla görür veya onun suretlerinden herhangi bir-sureti müşahede eder. Bu, onun adına o mertebenin ta kendisidir. Böylelikle onu bilir ve nefsi hakkmda o surete göre hüküm verir. İşte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada nebiliğini görmüştür. Ancak bütün hallerinin bir suretini görüp görmediğini bilmiyoruz. En iyisini Allah Teâlâ bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her göğe emrini vahyetti.’546 Vakti gelene değin suretleri korumak, göğe vahyedilen emir ve işidir. Vakti geldi­ğinde ise, herhangi birini yok etmeden, o felek sureti söz konusu sureti dünyadaki mertebelerine verir. ‘Bu Aziz veAlim’in takdiridir.’547

Bütün bu suretler, uzunluk, genişlik, doğruluk, eğiklik, yuvarlaklık, dörtgenlik, üçgenlik, küçüklük, büyüklük bakımından farklı şekillerdeki aynalara yansıyan tek suret gibi, dokuz felekte bulunur. Aynaların özel­liğine göre kendisine yansıyan görüntülerin şekilleri de ayna farklılığı nedeniyle değişir. Hâlbuki aynaya yansıyan şey tek bir şeydir, işte bun­lar suretlerin mertebeleridir ve varlık üzerinde hüküm sahibi olmuşlar­dır. Aynı şekilde, aynaların şekilleri de suret üzerinde hüküm sahibi ol­muştur. Arif, kendisini ayna olmaksızın kendisi nedeniyle bilen kimse­dir. Böyle olduğunda, kendilerine ulaştığında, mertebeler ona etki edemez. Nitekim en yüce mertebede iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur: ‘Ben Âdemoğlunun efendisiyim! İftihar yok.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e mertebe etki etmemiştir. Risalet ve nebilik mertebesinde iken, her zaman şöyle derdi: ‘Ben de sizin gibi bir insanım.’ Demek ki, mertebe yaratılışını bilmekten kendisini perdelememiştir. Bunun nedeni, latifesini (ve hakikatini) unsurdan oluşan bineğine (beden) bakar bir halde ki ona yayılmışür görmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, unsurdan oluşan zatını müşahede etmiş, onun ulvi feleklerin gücü altında bulunduğunu anla­mış, onunla insanın diğer (kısımlarının) yaratılışı ve hayvan,' bitki ve madenlerin yaratılışı arasındaki ortaklığı görmüştür. Unsurdan yaratılışı yönünden unsurdan oluşan diğer varlıklara karşı bir üstünlük görme­miş, onlarm bir benzeri olduğunu görmüştür. Onlar da kendisi gibidir. Bunun üzerine ‘Ben de sizin gibi bir beşerim’ demiştir. Sonra, diğer doğal yaratılmışlar gibi, bedenin kendisiyle ayakta durduğu doğal bes­lenmeye muhtaç olduğunu görmüş, kendisini bilmiş ve şöyle demiştir: ‘Ebu Bekir! Seni evden çıkartan sebep nedir?’ Ebu Bekir ‘açlık’ deyince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Beni de evden açlık çıkarttı.’ Artından bağırsaklarını desteklemek üzere kamına dayadığı iki taşı çıkartmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem açlıktan Allah Teâlâ’ya sığınarak şöyle derdi: ‘Ne kötü döşektir açlık!’

‘Âdem henüz su ve toprak arasında iken ben peygamber idim’ ha­disinin anlamını öğrenmiş oldun. Bu söz, bu suretin -ki mertebelerin suretlerinden biridirdiliyle söylenmiştir ve bu diyarda bize o sureti dile getirmiştir ki, bu da yaratılışın hallerinden biridir. Bunun üzerinde de suretlerimiz vardır, fakat onları zikretmedik. Çünkü bizim Şâri’nin sö­zünden bir delilimiz olmalı olmadığı gibi bu meseleyi sana bildirmek için akli bir delilimiz de yoktur. Bu nedenle sustuk. Yoksa, bizim kürsü’de bir suretimiz vardır, Arş’ta suretimiz vardır, heyula’da suretimiz vardır, doğa’da suretimiz vardır, nefs’te suretimiz vardır, akıl’da sureti­miz vardır -ki bu ikisi, kalem ve levha diye ifade edilirAmâ’da sureti­miz vardır, yoklukta suretimiz vardır. Bütün bunlar, Allah Teâlâ tarafından bilinir, görülür ve müşahede edilir. Hepimizi dünya hayatında var et­meyi murat ettiğinde col’ sözüyle yöneldiği şey, bu suretlerdir. Emre hızla koştuk ve yokluk mertebesinden varlık mertebesine çıkarak varlık­la boyanmak üzere olumlu karşılık verdik. Bu boya, ‘Allah Teâlâ’nın boyası, Allah Teâlâ’dan daha güzel boyası olan var mı, biz O’na ibadet ederiz,S4S ayetinde di­le getirilir. Yani O’nun karşısında zelil olan ve boyun eğenleriz. Bütün bu zikrettiğimiz durumlarda, sayesinde farklılaştığımız bize ait bir hal vardır. Bizim halimiz, o makamdaki suretimizin ta kendisidir. Allah Teâlâ’nın mülkü ne kadar da geniş ve ne büyüktür! Allah Teâlâ’ya karşı zikrettiğimiz her şey, bir hiçtir!

RABBİMİZİN BİZDEN ALDIĞI MİSAK

(Bu menzille ilgili olarak) Kalbimize gelen hallerden birisi de, rabbimizin bizden aldığı misak esnasındaki varlığımızın halidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin Âdemoğullarını sırtlarından çıkartıp kendilerini karşı şahit tutarak ‘Sizin rabbiniz değil miyim?’ demişti de, onlar da ‘Evet Rabbimizsin’ demişlerdi**9 Sen Rabbimizsin! Sen olmasaydın, Adem’in unsurdan oluşan suretinde varlığımız olmayacak, Allah Teâlâ’nın bilgisinde gö­rüşünde belirlenmiş, birbirinden ayrışmış ve görülmüş olarak bulunma­yacaktık. Bu esnada ‘evet, sen bizim Rabbimizsin’ diyemeyecek. Bunu diyerek, bütünüyle O’na yöneldik. Nasıl yönelmezdik ki? Biz O’nun avucundaydık ve görülecek şekilde hapsedilmiş idik. Allah Teâlâ, ‘her şeyi iha­ta edendir.’550

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Adem’i var edip felekleri ve zikrettiğimiz bütün mertebeleri düzenlediği gibi kendisini düzenlediğinde, onun suretinde bizim adımıza bir takım suretler yaratmıştır. Nitekim aynı şeyi daha

a                                                             ,

önce yarattığı yaratıklarda yapmıştı. Sonra Adem’in sırtında belirlenmiş suretleri almıştır. Âdem ise neyi içerdiğinden habersizdi. Nitekim her bir felek ve makamda bize ait olan sureti bulunduğu felek ve makam bilmez. Öte yandan bize ait her suretten Hakka dönük özel bir yön vardır Hakk bize o yönden hitap eder. Bu yönden kendisine döndürülü­rüz, bu yönden rabliğini kabul ederiz. Âdem’in ön yönünden alınmış olsaydı, hiç kuşkusuz, bilirdik Hâlbuki Allah Teâlâ bizi sırtından ve ardından almıştır. Çünkü sırtı onun için gayb idi. Öte yandan Âdem’in kendisi de bu misak’ta bizimle birlikte sırtından alınmıştı. Çünkü onun da ken­disinde bizim gibi bir sureti vardır ve o da bizim gibi müşahede eder. Âdem ise, (sırtından bu suretin) alındığını bilmiyordur veya belki de biliyordur. Çünkü Âdem’in (suretinin) kendisinden veya bizim ondan alındığımızı bilip bilmediğini kesin olarak bilemiyoruz. Fakat kendisin­den önceki mertebelerin onlardaki suretlerimizi bilmediğini görünce, burada da durumun aynı olabileceğini söyledik. Allah Teâlâ, Âdem’in bu me­seleyi bilip bilmediğini öğrenip kitaptaki bu bölüme ilave eden kimseye merhamet etsin! (Farklı mertebe ve makamlarda) suretlerin çoğalması hakkında belirttiğimiz husus aklına yatmamış olabilir, bu bağlamda hasen-garip bir hadis rivayet edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ Âdem’e tecelli etmiş ve elleri kapalıyken şöyle demiştir: ‘Âdem! Dilediğini seç.’ Âdem ise ‘Rabbimin her iki eli de sağ mübarek el olsa bile, sağ elini seçtim’ demiştir.’ Hadis devam eder: ‘Allah Teâlâ ellerini açnğında, Âdem ve zürriyeti avucunda idi. Onların içinden parlak biri­sini görünce, şöyle demiştir: ‘Rabbim! Bu da kimdir?’ Allah Teâlâ cevap ver­miş: ‘Senin oğlun Davud’dur.’ Âdem sormuş: ‘Allah Teâlâ’m! Ona ne kadar ömür takdir ettin?’ Allah Teâlâ ‘Kırk sene’ deyince, Âdem ‘Peki bana ne kadar verdin?’ diye sormuş. Allah Teâlâ ‘Bin sene’ deyince, Âdem şöyle demiş: ‘Ömrümden altmış sene verdim ona.’ Allah Teâlâ ‘Peki’ demiştir. Âdem’in ömrü dokuz yüz kırk seneye ulaştığında, canını almak üzere ölüm meleği kendisine gelmiş, Âdem ona şöyle demiş: ‘Benim altmış senem daha kalmıştır.’ Allah Teâlâ ise Âdem’e ‘Âdem! Sen ömrünün o kısmı­nı Davud’a vermiştin’ diye vahyettiğinde, Âdem verdiğini inkâr etmiş­tir. Bu nedenle zürriyeti de inkâr etmiştir. Âdem sözünü unutmuş, zür­riyeti de unutmuştur.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘O günden itibaren yazı ve tanıklık emredilmiştir.’ İşte (hadiste de belirtildiği gibi) Âdem ve zürriyetinin suretleri Hakkın sağ elindedir. Âdem ise elin dı­şındadır ve hem kendi suretini hem de zürriyetini Hakkın elinde gör­mektedir. Bu durumu bu hadiste zikredilirken kabul ediyor da, biz söy­lediğimizde niçin inkâr ediyorsun? Böyle bir durum özü gereği imkân­sız olsaydı, hakikatlere göre de gerçekleşmiş veya mümkün olmazdı. Çünkü hakikatlerde değişme yoktur. Bunu bilmelisin! Konuya böyle ısındırmaktan daha fazlasını yapamayacağım. Böyle bir durumda hakla­rında Allah Teâlâ’nın, ‘Sağır, kördürler, onlar dönmez3551 dediklerinden olursun. Başka bir ayette ise ‘Sağırdırlar, kördürler, akletmezlef552 deni­lir. Allah Teâlâ suretleri Âdem’in sırtından almış, bu esnada Âdem de onların içindeydi. Onları mele-i a’la’nın huzurunda kendilerine tanık tutmuştur. Her bir tecelligahta onlar adına bulunan surete sormuş: ‘Si­zin Rabbiniz değil miyim?’ Onlar da ‘evet5 diye cevap vermişlerdir. Böylelikle zikrettiğimiz kimseler, Allah Teâlâ’nın üzerlerindeki rabliğini ve kendilerinin O’na kulluklarını itiraflarına tanıklık etmişlerdir. Onlarda Allah Teâlâ’ya koşulan bir ortak bulunsaydı, kayıtsız anlamda mülkü Allah Teâlâ adına kabul etmezlerdi. Çünkü orası şehadet nedeniyle Hakkın yeridir. Öyleyse onların Rableri olduğu hakkındaki ifadeleriyle mülkü kendisine vermiş olmaları, ortağın reddedilmesi demektir. Bunu söyledik, çünkü tevhidin burada lafzı geçmemiş, fakat anlam onu vermiştir.

Ölüm toplamın dağılmasının, bitişmelerin ayrışmasının ve bütün­lüğün parçalanmasının sebebidir. Bu nedenle aynı durumdaki dağılma, ölüm diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Nasıl Allah Teâlâ’yı in­kâr edersiniz? Ölü idiniz, size hayat verdi. Sonra sizi öldürecek sonra hayat verecek.’553 Yani doğa âleminde parça parça dağılmış idiniz. Allah Teâlâ sizi bir araya topladı ve size hayat verdi. Sonra sizi öldürecek. Yani sizi da­ğınık Hakk getirecek, ruhlarınız bedenlerinizden ayrılacak. Sonra size dünya hayatındaki (gibi) hayat verecektir. ‘Sonra O’na döndürüleceksiniz.SM Yani dünyadan ayrıldıktan sonra, O’na döndürüleceksiniz. Allah Teâlâ, kıyamet günü kullarını kendilerine karşı söz alınırken O’na tanık­lık ettikleri gibi, (tanıklık edeceklerini) zikreder. Kullar şöyle derler: ‘Rabbimiz! İki kere iman ettik, bize iki kere hayat verdin, günahlarımızı iti­raf ettik. Çıkışa bir yol var mı?’555 Yani ölümden sonra hayatı ve hayattan sonra ölümü iki kere kabul ettiğimize göre bunu defalarca kabul etme­miz imkânsız değildir. Bu nedenle kullar, nimet diyarının kendileri adı­na meydana getireceği şeyleri öğrenmek üzere, Allah Teâlâ’dan dünya hayatı­na tekrar döndürülmeleri için ihsanda bulunmasını isterler. Bunu söy­lediklerinde, azapları için belirlenmiş süre henüz sona ermemiş olur. Allah Teâlâ o insanların ateşe gireceklerini ve ateşten başka dolduracakları bir yerin bilgisinde bulunmadığını takdir ettiğinde, şöyle buyurmuştur: ‘Döndürülselerdi, yine yasaklandıkları işlere dönerlerdi:556 Bu nedenle on­lar, rahmetin gazabı geçişi ortaya çıkana kadar, günah işledikleri için ateşe girmişlerdir. Ateşten çıkmamak üzere Allah Teâlâ’nın kendileri adma di­lediği hal üzere cehennemde kalırlar. Orada Allah Teâlâ kendilerini o fıtrat üzere dünya hayatına çıkartana kadar babalarının sulbüne döndürülür­ler. Sulbler, dünya hayatında babalarının bellerinden ve annelerinin ka­rınlarından çıkana kadar onların mezarları olur. Sonra, onların arasın­dan Allah Teâlâ’nın dilediği kimseler ölür. Sonra da kıyamet günü vaat edildiği gibi diriltilirler. Arkadaşlarımız yenilenmenin nasıl gerekleşeceği hak­kında görüş ayrılığına düşmüştür. Acaba dünya hayatında olduğu gibi bir şahıstan bir şahsın çıkması gibi üreme yoluyla mı gerçekleşecektir? Nitekim Allah Teâlâ, ‘Sizi nasıl yar attıysa, öyle yenileneceksiniz.’557 Burada kast edilen, tek bir anda hepsi için cinsel ilişki, hamilelik ve doğumdur. Bu, Ebu’l-Kasım b. Kasi’nin görüşüdür. Ya da ruh olarak bir cisme mi döndürüleceklerdir? Bu ise topluluğun görüşüdür. En iyisini Allah Teâlâ bilir.

Bilmelisin ki, bu bölümde temel hallerden söz etmekteyiz. Çünkü hallerin alt bölümleri sayısızdır, bu nedenle biz ana haller yerine geçen­leri zikredeceğiz. Bu bağlamda ana hallerden birisi de, Allah Teâlâ’nın her şeyi kendisine göre yarattığı fıtrat halidir. Bu hal, sadece Allah Teâlâ’ya ibadet et­mektir. Böylelikle insanlar, Allah Teâlâ’yı birlemede bu fıtrat üzere kalırlar ve Allah Teâlâ karşısında Allah Teâlâ adında başka bir ilah kabul etmezler. Aksine ilah­ları Allah Teâlâ’ya yakınlığa vesile olsunlar diye benimserler. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘onları isimlendirin558 buyurdu. Çünkü onlar ilahlarını sadece Allah Teâlâ’ya taptıklarını belirterek isimlendirirler. Öyleyse ibadet eden herkes, ilahlığı kendisiyle ilişkilendirdiği mahalde sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş, böyle­ce tevhit, kendisini misak’ta kabul ettikleri Allah Teâlâ’ya ait kalmış, fıtrat da buna eşlik etmiştir, ibadet edilen bu suretlere ilahlığı nispetin nedeni, şudur: Hakk onlara misak alırken tecelli ederken, ilahi mazharlardan herhangi birisinde kendilerine tecelli etmişti. İşte onları Allah Teâlâ’ya suret­lerde ibadete sevk eden durum budur. Fıtrat üzerinde kalmaları nede­niyle de, gerçekte suretlere tapmamışlardır. Onlar suretlere ancak -tıpkı şefaatçiler gibikendilerinde yakınlaştırıcı özellik tahayyül etmeleri ne­deniyle tapınışlardır. Bu iki hakikat, ahirette yaratılmışların kendisine dönecekleri iki şeydir. Başka bir ifadeyle onlar, şefaat ve başkalaşan suretlerdeki tecellidir, insanın kalbinde bu durum yerleşir ve bu insanları böyle bir davranışa sevk eden şeyi ilahi bilgiden öğrenir. Bilir ki onlar belirli bir zorlama altındadırlar. Sıkıntı anlarında Allah Teâlâ’ya dönerler ve yakarırlar. O’na bağlanırlar. İntikamını aldıktan sonra, kendilerini rah­metine sokmasını O’ndan isterler. Onlar cehennemi dolduracak olsalar da, onlar için Allah Teâlâ cehennemde bir nimet yaratır. Çünkü onlar da ge­nel rahmetin kendisini kapsadığı ‘eşya’ arasında yer alırlar. İlahi merte­benin sınırlı olması mümkün müdür? Rahmetinin gazabını geçtiğini buyuran bizzat O’dur. Böylelikle gazap yokluğa katılır. O da bir ‘şey3 ise, bu kez geniş ilahi rahmetin kapsamı altındadır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Nebiler -Allah Teâlâ’nın rahmeti ve selameti üzerlerine olsunkıyamet günü kendilerinden şefaat istendi­ğinde, şöyle derler: Allah Teâlâ bugün daha önce hiç gazap etmediği gibi gazaplanmıştır. Bundan sonra da bir daha böyle gazap etmeyecektir.’ Bu, bu konuda kendisine güvenilecek en umut verici hadistir. Çünkü nebi­lerin işaret ettikleri gün, kıyamet günüdür. Kıyamet günü ise, insanla­rın âlemlerin rabbinin huzurunda kabirlerinden kalktıkları gündür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanlar o gün âlemlerin rabbi için (kabirlerin­den) kalkar.559 İşte o gün, Allah Teâlâ gazabı Hakk edenlere gazaplanır. Bu ga­zabın hükmü ise, söz konusu kimselerin ateşe girme emrini ve ateşin ve intikamın müşriklere ve diğer kimselere yerleşmesinin emrini verir. ‘Diğerleri’, şefaat ile ateşten çıkan kimseler ile sahih bir hadiste yer aldı­ğı gibi Rahman’ın ateşten çıkartacağı ve cennete sokacağı kimselerdir. Çünkü onlar cehennemlik değildir. Artık ateşte ancak ateşin ehli olan kimseler kalır ki onlar ateşi Hakk edenlerdir. Böylelikle Allah Teâlâ’nın bir daha böyle kızmayacağı bu gazabı nedeniyle emir, ehli olan ve olmayan her­kesin ateşe girmesini gerektirir. Binaenaleyh onların ateşte kalmaları sü­rekli olsaydı, bu durum ateşe girmelerini gerektiren gazaptan daha bü­yük bir gazaptan kaynaklanmış olurdu. Hâlbuki nebiler şöyle demişler­dir: ‘Allah Teâlâ bir daha böyle gazap etmeyecektir.’ Öyleyse bu en büyük ga­zabın hükmü sadece ateşe girmek emriyle sınırlı ise, rahmetin herkesi kapsaması gerekir. Burada Şâri’nin şu bilgiyi vermesi yeterlidir: ‘Ehli olan ateş ehline gelirsek...’ Burada azabm ehli olan dememiştir. Onların kendisini doldurdukları ateşin ehli olmaları, ateşle azap görmelerini zo­runlu kılmaz. Çünkü Malik ve bekçiler de ateşin ehlidir. Hâlbuki onlar, meleklerdir. Ayrıca yılanlar, haşereler gibi kıyamet günü diriltilecek olan canlılar da ateşin ehlidir, fakat hiçbiri orada azap görmeyecektir. Aynı şekilde orada kalanlar, ne ölecek ne canlı kalacaktır. Kim bulun­duğu yeri severse, onunla Mutlu olur. Azabın en büyüğü, vatandan ay­rılmaktır. Ehli olan kimseler ateşten ayrılsaydı, alıştıkları yerden uzak kalmak nedeniyle azap çekerlerdi. Allah Teâlâ onları o yere alışabilecek bir ya­ratılışla yaratmıştır. Böylelikle iki yer de dolmuş, rahmet gazabı geçmiş, her şeyi kaplamış ve bunların içinde cehennem ve içindekiler de vardır. Allah Teâlâ kendisinden bildirdiği üzere, Allah Teâlâ merhamet edenlerin en mer­hametlisidir.

Bizler, Allah Teâlâ’nın merhamet özelliğinde yarattığı kullarını tanıdık. Onlar, Allah Teâlâ’nın bütün kullarına merhamet ederler. Öyle ki, kendilerini yaratıkları hakkmda hakem atasaydı, kalplerinde yerleşik merhametin etkisiyle âlemden gazap ve öfke silinirdi. Hâlbuki bu niteliğe sahip kim­seler -söz gelişi, ben, biz ve benzerlerimiz gibi kimselerarzuları ve ga­yeleri olan kimselerdir. Allah Teâlâ ise, merhamet edenlerin en merhametlisi olduğunu bildirmiştir. Hiç kuşkumuz yok ki, Allah Teâlâ yarauklarına karşı bizden daha merhametlidir. Biz ise, kendimizin merhamette bu derece aşırı olduğumuzu biliyoruz. Allah Teâlâ böyle genel bir merhamet özelliğine sahip iken, azap nasıl ebedi olabilir ki? Allah Teâlâ böyle bir şeye (imkân vermeyecek kadar) cömerttir. Öte yandan akıl delili şunu ortaya koy­muştur: İbadeder Allah Teâlâ’ya bir yarar sağlamayacağı gibi günahlar da bir zarar vermez. Her şey Allah Teâlâ’nın takdirine, kazasına ve hükmüne göre ce­reyan eder. Yaratılmışlar, seçimlerinde mecburdur.

Vahiy delili ise şunu ortaya koymuştur: Allah Teâlâ sahih kutsi bir hadiste ‘ey kullarım’ diyerek, onları kendisine tamlama yapmıştır. Allah Teâlâ’nın kulları kendisine izafesinin yegane nedeni, ateşe girmiş olsalar bile, ebedi olarak bedbaht olmalarını engelleyecek şekilde rahmetinin gazabını geçmiş olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey kullarım! ilkiniz, so­nuncunuz, insanlarınız, cinleriniz en takva sahibi bir kulun kalbine sa­hip olsaydınız, benim mülkümde bir artışa yol açmazdı. Kullarım! İlki­niz, sonuncunuz, insanlar ve cinler, en bedbaht bir kulun kalbine sahip olsaydınız, bu durum benim mülkümde bir eksilmeye yol açmazdı.’ Böylelikle vahiy, akim itaatlerin ve günahların O’nun mülkü olduğu hakkındaki hükmünü desteklemiştir. Allah Teâlâ bulunduğu hal üzeredir, kendisine ilişen (günah veya itaatler nedeniyle) mülkü artmaz, eksilmez. Çünkü hepsi O’nun mülküdür ve Allah Teâlâ onlarm sahibidir. Sonra kutsi hadisin devamında şöyle demiştir: ‘Kullarım! İlkiniz, sonuncunuz, in­sanlar ve cinler, bir yerde toplanıp da benden bir şey isteseniz ve her bi­rinize istediği şeyi versem, bu durum benim mülkümden hiçbir şeyi ek­siltmez.’

Herkes, doğası gereği kendisine acı veren şeyden hoşlanmaz ve bu nedenle herkes kendisine elem vermeyen ve haz alacağı şeyleri vermesi­ni Allah Teâlâ’dan diler. Burada, ima ettiğimiz hususa itirazcının ileri süreceği gibi hadiste ‘lev (imkânsızlık bildiren ise edatı)’ edatının kullanılmış olması bir zarar vermez. Soru soran, zorunlulukla, bütün yaratıklardan o sorunun gereğinin gerçekleştiğini bilir. Çünkü doğa, onu gerektirir. Bazen soru sözle veya halle sorulabilir. Hal ile soruya örnek olarak, aç­lık nedeniyle hissettiği duyusal acıyı veya emmekten engellendiğinde duyacağı psikolojik acıyı bilmese bile, emzikli bebeğin ağlamasını vere­biliriz.

Konu hakkıyla ortaya konulmuştur. Bu bağlamda adamların kalp­lerine gelen haller; sınırsızdır, biz bu bölümde onlardan sadece bir ör­nek sunduk. Adamlara nispet edilen diğer haller, bu üsluba göre değer­lendirilir. Hallerin kendilerine gelirsek, haller her konuda genel hüküm sahibi olduğu gibi her şeyde sürekli varlıkları vardır. Bu bağlamda hal fiili ‘sürekli’ diye isimlendirilir ve kadim ve sonradan olanla ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey insanlar ve cinler sizin hesabınızı ele alacağıZ-K60 İşte bu, bilirsen, haldendir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Fütûhât-ı Mekkiyye’nin yirminci sifri sona erdi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar