Print Friendly and PDF

Kore-Eda 2: Ölümden Yaşama Bakış ve After Life

Bunlarada Bakarsınız

 


İma C. Özkan  |  02 Nisan 2013  |  Kategori : Sinema   |  Okunma:1.864



 İma C. Özkan, ölümden yaşama çevrilmiş, an’lara çevirdi kalemini. Arka alanda Wandâfuru Raifu; nam-ı diger After Life/Yaşamdan Sonra…

***

Şarkılar değil de

Hep kulaklar bitiyor,

Onarmak zordur.

(Özdemir Asaf “Onarmak Zordur”)

Bilmek, anlamak; anlaşılmış olanı bir kenara koymak. Şeylerin, olguların, durumların defterini dürmek. Doyurulmaz bir aydınlanma merakı: Mademki var, anlaşılabilir olmalıdır. Anlaşılamıyor mu; o halde yoktur. Varlığımı bağladığım kod’dur düşünmek madem, tefekkürümün dar geldiği makbere gömerim gerisini. Daha derin çukurlar kazana dek; arkeoloji, filoloji, antropoloji, epistemeloji ve bilcümle logic kanalları zorlarım. Doxa’lara bile tahammülüm yoktur. Episteme her şeydir. Depresif babalar gibi, hayatı durmadan azarlamamız bundan: Söyle bakalım, arkanda sakladığın şey nedir? Çabuk göster onu bana, ne saklıyorsun? Oysa patron olan hayat, ona babalık falan sökmüyor. Sen önce günışığı altında gördüklerinin izini sür diyor. Arkamda hiçbir şey yok. Hepsi gün gibi ortada. Denemediğimiz mum, kandil, fener, meşale kalmıyor. Aydınlatmaya aydınlatıyoruz da pek çok kez. Fakat bazan aydınlığın bize kazandırdığı görü, simsiyah bir çerçeve oluyor. Bu kadar mı? Evet bu kadar. Aydınlanan yalnızca karanlığın karanlık olduğu bilgisi olabiliyor. Sormasak? Hiç sormayabilir miyiz? Soracağız çünkü akl’ediş üzre yaratılmışız. Dil denen cihazla donanmış vaziyette doğmuyor oluşumuz da bundan. Bizi diğer mahlûkattan acıklı bir şekilde ayıran o dil’i peydahlıyoruz. Dil var ise episteme peşinde koşmak vardır. Bazan ‘ignoramus’ diyebilmekteki tevazu için bile o lazımdır.

Asırların değişmez sorularından biri de ölüm ve ölüm sonrasına dair: Biz ölünce ne olur? Teistler için de ateistler için de hazır cevaplar mevcut esasında. Birinciler için ahiret, öteki dünya terimleriyle, ikinciler içinse toprakaltı böceklerine yem olup doğanın çevrimine katılma yaklaşımıyla açıklanan cevaplar bunlar. Yine de insanoğlu, soruda ufak tadilatlar yapıp merakını açık eder: Nasıl? Oysa en uçuk haliyle beklentimizi tatmin edecek bir durum tasavvur etsek de, alacağımız cevap netameli olmaya devam edecektir. Diyelim ölüp yeniden dirilen birine rast gelsek ve ona biz ölünce neler olduğunu sorsak; tafsilatıyla anlattırıp dinlesek. Sonra o kişi geldiği yere geri dönse. Öyle ya, bu soruya en kesin yanıt, ölümü yaşamış birinin tanıklığına dayanır. Bakın şimdiden çuvalladık: Ölümü yaşamış biri ne demek? Tam bir oksimoron! Eğer yeniden aramıza dönebiliyorsa, ölüm’ün bizim öteden beri bildiğimiz manasını zedeleyip, tahrif etmekten başka ne işe yarayacak? Enine boyuna ne olup bittiğini anlatsa da tatmin olamayız. Bu durumda, geri dönmemiş mevtalara ne olduğunu, immortal mevta mefhumunu deşip duracağız.Cahit Sıtkı ‘Sanatkârın Ölümü’nde diyordu ya; “Bütün bahçeler kilitli; Anahtar Tanrı’da kaldı.” İşte o kilitli bahçeyi resmetmenin, edebiyat başta olmak üzere, neredeyse tüm sanat dallarının başlıca gayesi haline gelmesindendir ki, biz de sorular ve “belki”ler ikliminden nasipleniyoruz.

Still Walking_Koreeda Hirokazu


Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda, ilk sinema filmi Maborosi’yi çektiği 1995’ten beri ortalama iki yıl arayla filmler yapıyor. 1998’de gösterime sunulan ikinci filmi Wandâfuru Raifu; nam-ı digerAfter Life/Yaşamdan Sonra, ölüm, bellek, anılar ve zaman üzerine çarpıcı bir film. Çarpıcı; çünkü bir defa oldukça yaratıcı bir hikâye ve zekice kurgulanmış bir öncüle dayanıyor. Senaryosunu da yönetmenimizin kendisi yazmış. Ölümden sonrasına dair, post mortem hikâyeler, daima Hollywood ana-akım sinemasının da bayıldığı temalardan oldu, bunu biliyoruz. Zombiler, zebaniler ve envai çeşit efektle tamamlanmış cehennem tasvirleri, ikinci sınıf dramaların gözde konularındandı. Hatta Kore-eda’nın filmi çekmesinin üzerinden on yıl geçtiğinde, aynı isimle çekilmiş birkaç filme rastlamak bile mümkün. Sözgelimi diğerlerinden az da olsa farklı olan 2009 yapımı Agnieszka Wojtowicz-Vosloo’nun After Life’ı geliyor aklıma. Türkçeye Diriliş olarak çevrilmişti. Çok kötü bir film değilse de, ölüm-sonrasına ilişkin sinema klişelerine bir hayli başvurmuş filmdi neticede. Oysa Kore-eda’nın After Life’ı ölümden yaşama çevrilmiş, an’lar üzerine eğilmeyi deneyen, basmakalıp herhangi bir yan bulamayacağımız başka türlü bir film. Maborosi’deki  hayattan ölüme dönük bakışı, After Life ile tersine çevirmiş de diyebiliriz. Yine gösterişten uzak, yine telaşsız bir film. O kadar ki bile isteye melodram eksikliğini göze alarak anlatacaktır öyküsünü Kore-eda. Bir çeşit meditasyon halinde adeta. Öykünün belkemiğini ise şu soru oluşturacaktır: Öldüğünüzde sonsuza değin yanınızda götürebileceğiniz bir hatıra seçme hakkınız olsaydı, bu hangi anınız olurdu?

Dışarıdan bakıldığında kullanılmayan köhne bir okulu ya da tapınağı andıran küçük kampüs gibi bir binanın içindeyiz. İçinde çalışanların olduğu, bir çeşit kurum. Bu dünya ile ölüm arasında birbekleme odası. Sosyal hizmetler görevlisi gibi, işlerine dört elle sarılmış biri kadın beş kişi. Kısa bir süre önce vefat etmiş insanların, bir haftalığına alıkonulduğu bir mekân. Hikâyemize konu olan hafta, hayli yoğundur. Beş görevli, henüz ölmüş yirmi iki kişiyle ilgilenmek zorundadır. Her biri belli sayıda mevtayı paylaşır ve başbaşa görüşme odasında bulunan masanın karşı sandalyesine oturturlar. Her yaştan, meslek ve karakterden insanlardır bu kişiler. Onlara evvela, ölmüş oldukları; dünya ile herhangi bir bağlarının kalmadığı anımsatılır. Sonra da neden burada oldukları. Bir değil, düpedüz iki ayakları çukurda olan bu insanlara ne olacaktır?

Hayat ile ölüm arasındaki bu bir nevi istasyonda her pazartesi kendileriyle birlikte sonsuzluğa götürmek istedikleri bir anı üzerine düşünüp, hayatlarını -klişe tabirle- film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirip, seçme yapmaları için bir şans verilmektedir insanlara. Sonsuza dek sizinle olmasını arzuladığınız bir anınız mutlaka olmuştur. Çarşamba gününe kadar hangisi olduğuna karar verip, danışmanlarınıza söylemeniz gerekir. Onlar da cumaya dek bu anınıza ait her türlü ayrıntıyı sizden dikkatle dinledikten sonra, o ân’ı gerçeğe en uygun şekilde yeniden canlandırmaya çalışacaklardır. Sonra bilinen nihayet: Demir almak günü zamandan! Bu noktada Kore-eda, en kederli temalardan biri olan ölüme bile esprili yaklaşmaktan kendini alıkoyamaz. Tıpkı dünyevi zaman kavramının süregitmesi gibi, bu istasyonda mevtaların anılarını yeniden canlandırıp temsil etmek için bildiğiniz film malzemelerini,  hilelerini ve yanılsamalarını kullanır. Götürmek isteyecekleri anıları, sürecin sonunda filme alınmış olarak onlara izlettirilecek; geri kalan tüm anıları belleklerinden sonsuza dek silinecektir. Hafızanın geniş coğrafyasına yayılıp dolan tek bir mutlu an ile geçecektir insanlar ölümün son merhalesine.

Kore-eda’nın bu filmden itibaren gediklisi olacak oyuncuları da tanıyoruz After Life’da. Sözgelimi Susumu Terajima, neredeyse her filminde görünecektir. Yine Takashi Naitô Maborosi’deki Yumiko’nun ikinci kocasını oynayan aktördü. Arata olarak tanınan Arata Iura da, Kore-eda’nın vazgeçemediği oyuncularından. Filmimizdeki esrarengiz “bekleme odası”nın en fazla dikkat çeken personellerinden biri de Arata’nın canlandırdığı Takashi yanı sıra, Shiori rolündeki Erika Oda. Pek çok filminde olduğu gibi Kore-eda, bu defa da şahane müzikler kullanmış. Yasuhiro Kasamatsu tarafından yapılan müzik, atmosferik etkiyi güçlendirmesi bakımından ayrıca dikkate değer. Görüntü yönetimi ise, iki farklı isime emanet edilmiş. Maborosi’nin tersine dış mekân çekimlerinin oldukça az olduğu After Life’ın görüntü yönetimi farklı zorluklar barındırıyor. Bu bakımdan Masayoshi Sukita ve Yutaka Yamasaki, Kore-eda’nın bu filmde kurgusal anlatının unsurlarını belgesel unsurlarıyla kuşatmak üzere geliştirdiği incelikleri kusursuz kılmak için bir hayli uğraşmış olmalılar. Örneğine sık rastlanmayan bu üslup, tam olarak değilse de bana bir bakıma Bükreş’in Doğusu filmini anımsattı.

Kore-eda bu film projesini gerçekleştirmek için beş yüzün üstünde insanla görüşmüş. Onların her birine yukarıda zikredilen soruyu yönelterek, aktardıkları anılarını kaydetmiş. After Life’da en dokunaklı sahneler, işte bu herhangi bir ücret karşılığında olmadan, tamamen amatörce yer alan röportaj seçkisindeki insanların doğaçlama sahneleri. Dolayısıyla film bize bazan gerçeklik duygusunu en sakin yoldan aktarıyor demek yeterli olmaz. Böylesi sahnelerde gerçeklik duygusu değil, bizzat gerçek hatıralarla yüz yüze getiriliriz. Her kesimden bir dizi insanın aziz hatıralarını onların ağzından dinlemek, sinemasal haz vermesinin de ötesinde, insanı film bittikten nice sonra bile aynı soruyu defalarca kendine sormaya mecbur ediyor: Ben olsam hangi hatıramı ebediyyen yanımda götürmek isterdim? Geri kalan anılarımın silinmesi, hafızamı kanatır mıydı? Sinema yazarlarının söylediklerine bakılırsa, Kore-eda biraz da bu sinemagrafik stili, çocukluğunda hafızasına yer etmiş bir olaydan ilhamla seçmişti. Dedesi hafıza gel-gitleri yaşayan bir adammış, yazık ki Alzheimer hastasıyken vefat etmiş ve belleğe dair kalıcı merakı o vakitten beri sürüyormuş. Gerçekten de Kore-eda’nın filmlerine damgasını vuran birkaç alamet-i farikadan bahsedebiliyoruz. Mesela trenler, metruk görünümlü binalar nesnel vurgulardan. Bellek, zaman ve hayat-ölüm diyalektiği ise soyut ilgileri olarak bir ucundan her filmine bulaşıyor.



İki saat süren filmin ilk kırk beş dakikası hayatla ölüm arasındaki tuhaf/modern donanımlı plato görünümündeki araf’ta, o kişilerin kameraya doğrudan konuştukları uzun-planlarla enikonu bir canlı röportaj mahiyetinde geçer. Bu süreç, aynı zamanda, insanların tüm hayatlarından anı eleme çabalarıdır da. Kimileri için kararsızlık, kimileri için meşakkattir bu. Bazılarıysa, henüz ölmeden çok önce, kendisine böyle bir soru sorulacağını farz etmişcesine hazırlıklı ve kendinden emin.

Gong sesiyle birlikte, kartlarda yazılı isimleri okunarak tek tek salonlara alınır mevtalar. Yaşlı bir kadın, çocukluğunda abisiyle yaşadığı bir ân’a taliptir. Kırmızı elbise ve ayakkabılarıyla dans edip döndüğü yörüngeye girmek ister yeniden. Bir başkası, bambu dalları arasına gerilmiş salıncakta yükseklere doğru salındığı ân’a. Yeniyetme bir kız, ilk sorulduğunda Disneyland’ın su kaydıraklarında geçirdiği eğlenceli günü istediğini söyler. Bu da Kore-eda’nın sarkastik dürtüklemelerindendir belli ki. Danışmanlara bakılırsa, bir yılda aynı Disneyland temelli anıyı seçen otuzuncu kişidir bu! Daha sonra kız tornistan eder ve annesinin saçlarını taradığı, onun kokusunun etrafa yayıldığı ân üzerine karar kılar. Orta yaşın üstündeki bir adam boyuna sayısız kadınla yaşadığı maceralardan söz eder. Eğer bir anı seçecek olsa; muhakkak böylesi anlardan birini tercih edeceğini anlatır durur. Fakat gelin görün ki, en sonunda yanında götürmek istediği tek an, kızının düğününde yaşadığı sevinci olur. Pilot olan bir diğeri, uçağıyla pamuklara benzeyen bulutlar arasında uçarken, o saf beyazlığı gördüğü ve hafif esintinin tenine değdiği ân’ı yanına almayı arzular. Elli yaşında ölen biri vardır ki o, yaşadıklarını tekrar düşünmeyi göze alamaz. Tek bir tane bile güzel anısı olmadığını belirtir. Yine de düşünmeye ikna edilecektir. Danışman kılığındaki personenelimiz dinleme işini muhtelif sorularla derinleştirirlerken, son derece ciddi, basit, hatta en ufak duygu belirtisi göstermeden icra etmektedirler.

İçlerinden yirmili yaşlarının başındaki bir genç, Iseya;  tüm ısrarlara rağmen, yanında götüreceği bir anı seçmez. Tüm bunların saçma ve beyhude çabalar olduğunu; bu hikâyenin parçası olmayacağını yineler her seferinde. Yine Ichiro adındaki yaşlı adam da, burada her şeyden uzakta, yaşadıklarını hatırlamakta güçlük çektiğini, dolayısıyla herhangi bir hatırayı seçmesinin mümkün olmayacağını söyler. Danışmanı Takashi, ona yardımcı olmak için bir telefonla evindeki video kasetleri getirtir. İchiro’ya süre tanınır ve hayatının çeşitli dönemlerinde çekilmiş videoları izleyerek çarçabuk karar vermesi istenir. Filmimizin tam bu noktasında; yaşlı adam ile İchiro arasındaki konuşmalardan, başka bir gerçeği daha öğreniriz. O beş kişi de aslında çoktan ölmüşlerdir. Dahası, hayatlarından herhangi bir anı seçemedikleri için burada kalıp görev yapmaktadırlar. Tâ ki bir anı üzerinde karar verene dek. Sözgelimi Takashi de yirmili yaşlarında, dünya savaşı sırasında ölen bir askerdir. Öldüğü esnada nişanlıdır ve tesadüf odur ki, video kasetlerden İchiro’nun karısının, onun eski nişanlısı olduğu anlaşılacaktır. Takashi her ne kadar görünüş itibariyle öldüğü gündeki yaşındaysa da, aslında ihtiyar İchiro ile yaşıttır.

Filmin hem en mizahi hem de dokunaklı yanı öyle zannediyorum ki bu hayatla ölüm arasındaki bekleme istasyonu tasvirinin dünyevi, modern uzantılarla yapılmış olması. Hafta mefhumunun devamı, günlerin pazartesi ya da cuma olarak birbirlerini izlemesi, pencere kenarındaki kalorifer peteği, telefon, bahçedeki ağaçlar ve onların yaprakları, Early Grey marka çay, Shiori ile Takashi arasında romantik ipuçları içeren belli belirsiz aşk; Shiori’nin sırf bu araftaki sevdiğinden ayrılmamak için hâlâ bir anı seçmiyor olması. Kore-eda’nın seçilen anıları sahiplerine yaşatmanın yolu olarak sinema araçlarını tercih etmesi ise belki bir bakıma tatlı bir mesleki ironi de taşıyor. Sinema kısmen insana dair yaşanmışlıkları temsile soyunmuş bir sanat dalı. Sevdiğimiz çoğu filmde ortak tragedyalar üzerinden sözgelimi özdeşlik kurduğumuz pek çok ân’a rast gelmişizdir. Kore-eda, film kameraları, video kasetler gibi sinema donanımlarını; hele de yumak yumak pamukları ince teller üzerine dizerek, pilotun anısı için bulut yapılan sahnede tüm sinematik yanılsama ve temsil araçlarını hikâyenin hizmetine sunmuştur. Elektirikli bir fan ile yaz meltemi estirilecek, böylelikle birinin çocukluğunda bindiği tramvayın, şoförün tam arkasındaki pencereden tenini okşayış ân’ı filme çekilip kaydedilerek ölümsüzleştirilecektir.

huyy


Hikâyeye eklenmiş bu fantastik ögelerin, röportaj havasında geçen ilk bölümün gerçeklik duygusunu zedelediğini düşünenler olabilir. Kore-eda, nesnel gerçeklik ile metafizik gerçeklikler arasında gezinmeyi seven, zaten bu yönüyle de Ozu’yu anımsattığı söylenen bir yönetmen. Onun filmlerinin geneli, izleyiciyi post-izleme süreçlerine mıhlayan filmlerdir. Sona erdiğinde, filmin bize bıraktığı soruları kendimize sormazlık edemiyiz. Yanımızda götürmeye değer bulduğumuz anlar, dünyadaki cennetimiz yahut cehennemimiz olamaz mı?

Yaşamdan sonra, ölümün tüm katiyetinden hemen önce, bizi böyle bir ara-istasyon bekliyor mu bilmiyorum. Zaten bunun bir önemi de yok. Asıl mühim olan; ömrümüz boyunca zaferlerimiz, başarılarımız, yediklerimiz-içtiklerimiz, taşı gediğine oturtmalarımız, önümüze gelenin ağzının payını verme kabiliyetimiz, bir taşla üç kuş vurma cevvalliğimiz ya da yatlarımızla katlarımızdan yükselen mülkiyet peşrevimizi öldüğümüzde yanımıza alamayacağımız. Eski uygarlıkların ölü gömme törenlerinde merhumu eşyalarıyla defnetme çocuksuluğundan da uyanalı çok oldu. Artık biliyoruz; hiçbiri bizimle gelemezler. Ne kitaplarımız, ne bir sigara tabakası ne de bir yüzük. Bizimle gelebilme ihtimali en yüksek şey, galiba unutulmaz anlarımız olabilir. Belki Kore-eda’nın sarkastik ve dokunaklı yoldan anlattığı hikâyenin ana fikri basitçe budur. Ölüm sonrasına dair bütün tasavvurlar fantastik olmaktan öteye geçemez. Bu sakin ve bir o kadar da hümanist filmin gösterdiği de bu. Eğer sinema perdesinde hızla geçen son model arabalar, patlamalar ve bombalar, çarpıcı özel efektler, ışıklı salon partileri, kovalayanlar ve kaçanlar, teknoloji harikası robotlar ve kanalizasyondan duhul eden yaratıklar görmeyi seviyorsanız; bu film sizi sıkabilir. Çünkü neticede eski bir hikâye anlatıyor Kore-eda. Çok farklı ve yaratıcı bir yoldan, zekice bir üslupla; ama eski bir hikaye. İntiharının hemen öncesindeMayakovski’ye yazdığı şiir-mektubunda Yesenin’in söylediği gibi tıpkı: Şu hayatta yeni bir şey değil ki ölüm, / Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamak da.

Ölüm; yaşamdan sonra mı, onun karşısında mı, yoksa içinde mi? Aslolan önerme basit: Ölüm, yaşanmaz.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar