Antik İnançlar Modern Hurafeler
BUGÜN’ÜN
IŞIĞINDA GEÇMİŞ (Martin Lings )
Acaba: eski insanlar, bugün çağdaş bilim
adamlarının bildiklerini bilselerdi atalarına başka bir gözle mi bakarlardı?
Atalarımızın düşünceleri büyük ölçüde dine
dayandığı için, bu soru bir bakıma başka bir soruyla eşanlamlı: Dinle bilim
arasında gerçek bir uzlaşmazlık olduğu söylenebilir mi?
Bir ya da iki «baştan çıkarıcı» örnek
alıp, bunları hem dinin hem de bilimin ışığında -karanlığında değil- incelemeye
çalışalım.
Acaba din, tarih-öncesi olayların
zamanının, Ahdi Atik’te söylenenlerin «lâfzî» yorumu doğrultusunda belirlenebileceğini
ve Yaratılış’ın yaklaşık M.Ö. 4000 yıllarında gerçekleştiğini mi iddia ediyor?
Böyle bir iddiada bulunmak gerçekten çok
zor, çünkü «Sen’in gözünde bin yıl, ancak dün gibidir» ve kutsal metinlerde
sözü edilen «gün»lerin beşerî günler mi, yoksa her biri «beşerin bin yılı»na
denk düşen (yani beşerî «gün»le hiçbir ortak yanı olmayan) İlâhî Günler mi
olduğu her zaman pek belli değildir.
Bilim, dünyanın yaklaşık 6000 yıl önce
yaratıldığını onaylayabilir mi?
Kuşkusuz onaylayamaz; çünkü çeşitli
deliller, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla, sözü edilen tarihte
dünyanın ve insanoğlunun çoktan «yaşlanmış» olduğunu gösteriyor;
Bu noktada bilim, kutsal metinlerin
lafzını çürütüyor gibi görünse bile ruhunu çürütmüyor; zira «Yaratılış»
kronolojisinin lafzî yönünde ayak dirememeyi gerektiren -arkeolojik ve jeolojik
kanıtların dışında- manevî nedenler de var. Bu, hepsi değilse bile çoğu lafzî
yorumları benimseyen Ortaçağ’daki atalarımızın hiç de bizden daha az
maneviyatçı veya daha az akıllı oldukları anlamına gelmez. Ama, ilerde
göreceğimiz gibi, onların zaman duygusu nitelik açısından çok
daha gelişmiş olduğu (yani zamanın tartımını (ritmini) bizden çok daha berrak
bir biçimde kavrayabildikleri) halde katkısız niceliksel açıdan
«zaman» duygulan daha az gelişmişti. Kadir-i Mutlak bir Tanrı'nın yarattığı
düzenin ilgi çekici bir başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Yaratıcı’nın çok
kısa bir süre sonra bir aile dışında bütün insan soyunun sular altında
kalmasını istemesinde manevî bir aykırılık olması bizim için çok önemli olduğu
halde, onları pek ilgilendirmiyordu. [1]Ama
zamanla; ilgili sorunların dışında da Ortaçağ insanı bizim gibi
düşündüğü için vicdanen muzdaripti; çok derin bir beşerî sorumluluk duygusu
taşıyordu. Bunu da onların lehine bir nokta olarak belirtmek gerekir. Eğer
olup bitenler böylesine -korkunç demesek bile- aykırı ise, bütün suç
insanlardadır. Bu düşünce tarzı, gerçeğe birçok çağdaş düşünce akımından daha
fazla yaklaşsa bile, yine de bütün gerçeği yansıtmıyor. Soruna biraz
«uzaktan» bakan bizler, Tanrı’nın da «Kendine özgü», sorumlulukları olduğunu
görmezlikten gelemiyoruz. Yine de her birimiz, düzlükte duran birinin
dağın bazı yönlerini bazen dağa tırmananlardan daha iyi görebileceğini
düşünerek, kendi kendisine, soruna hangi yükseklikten baktığını sormak zorundadır.
Bu soruya verebileceğimiz cevaplar ne olursa olsun, kronolojiyle ilgili olarak
Tanrı’nın şanına yakışanın ne olduğu konusundaki düşüncelerimiz Ortaçağ
Hristiyan Dünyası’nın bakış açısından çok, Tanrı’nın ancak binlerce yıl süren
bir manevî dirlik-düzenlik döneminden sonra insanlığın nisbeten kısa bir çözülme
dönemine girmesine, bir başka deyişle «yaşlanmasına» izin verdiğini
söyleyen Antik Dünya’nın bakış açısına uygun düşmektedir. Ne olursa olsun, bu
daha eski bakış açısı kolayca bir kenara itilecek türden değildir. Bu bakış
açısının temelini oluşturan «zaman çevrimini (Yunanlıların ve
Romalıların Altın, Gümüş, Bronz ve Demir Çağlar adını verdiği) dört çağa
ayırma geleneği» yalnızca Avrupa’ya özgü değildir. Asya’da Hintliler
arasında, Amerika’da da Kızılderililer arasında bu geleneğin olduğunu
görüyoruz. Bu konuda en açık Öğretiye sahip olan Hinduizm’e göre Altın Çağ,
sözkonusu çağların en uzun olanıdır; çağlar kötüleştikçe süreleri kısalmakta,
en kısa ve en kötü çağa Karanlık Çağ adı verilmektedir.
Karanlık Çağ, Demir Çağ’a karşılık
gelmektedir. Ama bu en son ve en kısa çağ bile 6000
yıldan daha eskiye uzanmaktadır. Çağdaş arkeologların «Bronz Devri» dedikleri
şeyin, yukarıdaki dört çağın üçüncüsüyle hiçbir ilgisi yoktur. «Demir Devri»
dedikleri de, dördüncü çağm [Demir Çağ] sadece bir bölümüne tekabül etmektedir.
Çok eski ve yaygın dört çağ geleneği,
Yaratılış Kitabı’yla [2] çelişmez; ama bilimsel
kanıtlar gibi o da lâfzî olmaktan çok, allegorik (kinayeli) bir yorum
gerektirir. Buna göre, sözgelimi bazı adlar, yalnız belirli kişileri değil,
bütün tarihöncesi çağları gösterir ve Âdem yalnız ilk insanı değil, aynı
zamanda binlerce yıllık bir süre içinde ilk beşeriyetin tamamını, da gösterir. İyi
ama, din insanın geçmiş zaman içinde çok mükemmel bir durumda yaratıldığını ve
o zamandan beri de sürekli düşüş gösterdiğini ileri sürmek zorunda mıdır?
Hiç kuşkusuz, evet; zira Adn Bahçesi
kıssası sadece lâfzı yönüyle yorumlanamasa bile, bu lâfzî yönüne aykırı olarak
da yorumlanamaz.[3] Her şeye rağmen, Allegorinin
amacı, yanlışı değil doğruyu anlatmaktır. Kaldı ki, ilk insanın mükemmel bir
biçimde yaratıldığını ve daha sonra «düştüğünü» söyleyen sadece Musevîlik,
Hristiyanlık ve İslâm değildir. Aynı GERÇEK, BİRÇOK DEĞİŞİK BENZETMEYLE
ÖRTÜLMÜŞ BİR BİÇİMDE, DÜNYANIN HER TARAFINDA TARİHÖNCESİ GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
KADAR GELMİŞTİR. BÜTÜN DİNLER, OYBİRLİĞİYLE, EVRİME DEĞİL BOZULMAYA,
YOZLAŞMAYA İŞARET ETMEKTEDİRLER. BU DİNÎ ÖĞRETİ, BİLİMSEL YÖNTEMLERLE
BİLİNEN OLGULARLA ÇATIŞMAKTA MIDIR?
Bilimin kendi kendisine sadık kalması için
evrim kuramını sürdürmesi mi gerekir?
Bu soruyu Encyclopedie Française’in
(«Canlı Organizmalarda ilgili) V. cildini hazırlayan Fransız jeolojisti Paul
Lemoine’dan bir alıntıyla cevaplandıralım. Lemoine, çeşitli yazarların
makalelerinden sonra, sonuçta şunları söylüyor:
«BÜTÜN BUNLAR GÖSTERİYOR Kİ, EVRİM KURAMI
İMKÂNSIZDIR. ASLINDA, DIŞ GÖRÜNÜŞE RAĞMEN, ARTIK HİÇ KİMSE EVRİM KURAMINA
İNANMAMAKTADIR... EVRİM, ARTIK ÇOBANLARIN İNANMADIĞI AMA SÜRÜLERİNİN SELÂMETİ
BAKIMINDAN SAVUNMAYI SÜRDÜRDÜKLERİ BİR TÜR DOGMADIR. »
Hiç kuşkusuz abartılmış bir üslûp
kullanılmış (ve sözkonusu «çoban»lar bir çırpıda ikiyüzlülükle suçlanmış) olsa
bile, bu yargı, yargılayanın kimliği de göz önünde tutulursa birçok açıdan
anlamlıdır. Birçok bilim adamının dinî içgüdülerini dinden evrimciliğe kaydırdıkları,
bu yüzden de evrim konusundaki tutumlarının bilimsel olmaktan çok bağnazca
olduğu hiç şüphesiz doğrudur. Fransız biyologu Profesör Louis Bounoure,
Sorbonne Üniversitesi zooloji eski profesörlerinden Yves Delage’dan aktarıyor:
«Bugüne kadar, bir başka türün atası olan
herhangi bir türe rastlanmadığını, böyle bir şeyin bir kerecik olsun
gerçekleştiğini gösteren hiçbir kanıt bulunmadığını kabul ediyorum. Ama yine
de, evrimin nesnel olarak kanıtlanmışcasına doğru olduğuna inanıyorum.» Bounoure bunu şöyle yorumluyor:
«Sözün kısası, bu konuda bilimin bizden
beklediği, (kendisine) iman etmemizdir ve gerçekten de, evrim düşüncesi genel
olarak bir tür ilham edilmiş gerçek kılığında ileri sürülmektedir.» [4]
Ama Bounoure’un aktardığına göre, Sorbonne’un bugünkü Palaeontolöji Profesörü
Jean Piveteau da, gerçek bilimin «evrimi açıklamaya çalışan değişik kuramların
hiçbirini kabul edemeyeceğim, hatta bu kuramların hepsiyle çatışmakta
olduğunu» [5] belirtmektedir.
Darwin’in kuramı, başarısını büyük ölçüde
Ondokuzuncu Yüzyıl Avrupalısının o güne kadar ulaşılan en yüksek beşerî imkânı
temsil ettiği yolundaki yaygın inanışa borçludur. Bu inanç, hümanistlerin
«ilerleme»ye besledikleri inancın bilimsel bir doğrulaması olarak yücelttikleri
«insanoğlunun insandan-aşağı ataları» kuramı için önceden özel olarak
hazırlanmış bir kılıf gibiydi. Bir avuç güvenilir bilim adamının son yüzyıl
boyunca evrim kuramının bilimsel bir temeli olmadığını, bu kuramın birçok
bilinen gerçeğe ters düştüğünü sürekli iddia etmeleri de, bütün soruna daha
özenli bir bilimsel yaklaşımla eğilinmesi için yalvar yakar olmaları da bir işe
yaramadı. Evrimciliğe yönelik bir eleştiri, ne kadar sağlam temellere dayanırsa
dayansın, gel-git zamanı deniz sularının kabarmasını önlemeye çalışmak kadar
boşunaydı. Ama şu sıralarda suların kabarmasının artık durduğunu gösteren
belirtiler vardır. Gittikçe daha çok sayıda bilim adamı bu kuramı daha yansız
bir bakışla yeniden gözden geçirmektedirler. Sayıları hiç de az olmayan bazı
eski evrimcilerin şimdi evrim kuramına bütünüyle karşı çıkmalarının nedeni de
budur. Bunlardan biri biraz Önce sözünü ettiğimiz Bounoure, bir diğeri de
Douglas Dewar’dır. Dewar şunları yazıyor:
«Biyologların ve jeologların astronomlarla
ve kimyacılarla aynı çizgiye gelip dünyanın ve evrenin olağanüstü gizemli
olduğunu, her türlü -bilimsel araştırmalara dayanan- açıklama çabasının sonuçsuz
kaldığını kabul etmeleri sevindiricidir.»
[6] Dewar, evrimcileri, insanın
«insan-öncesi» ataları zincirinde hangi hayvanın son halkayı teşkil ettiği
konusundaki değişik, tümüyle varsayımsal [7]ye
birbirleriyle çelişen görüşlerine göre, kendi içlerinde ayrıca altgruplara
bölüneli on ana gruba ayırmakta ve şunları söylemektedir: «Reinke 1921’de
şunları yazı yordu: ‘Bilimin [bu konuda] yapması gereken ve kendi şanına
yaraşan tek şey insanoğlunun kökeni konusunda hiçbir şey bilmediğini
söylemektir’. Bugün bu yargı, en az Reinkenin söylediği günkü kadar geçerlidir»[8]
Bilim insanoğlunun kökeni konusunda birşey
bilmese bile, tarihöncesi geçmişi konusunda pek çok şey bilmektedir. Ama bu
bilgi (en baştaki sorumuza dönersek) atalarımıza kronoloji dışında ne daha
önce bilmedikleri yeni bir şey öğretebilirdi, ne de tutumlarında genel bir
değişikliğe yol açabilirdi. Çünkü onlar geçmişe bakarken, karmaşık bir uygarlık
değil, en az toplumsal örgütlenmeye sahip küçük köy yerleşimleri ve bunların da
ötesinde evsiz, tümüyle doğal çevre içinde, kitapsız, tarımsız, hatta başlarda
elbisesiz yaşayan insanlar görüyorlardı. O halde, eskilerin kutsal metinlere
ve ağızdan ağıza aktarılarak gelen yüzlerce yıllık geleneğe dayanan «ilk
insanlar» anlayışı,, maddî varlıkla ilgili çıplak gerçekler bakımından modern
bilimsel O anlayıştan pek de farklı değildi. Modern bilimsel anlayışın
geleneksel anlayıştan farkı, bu gerçekler toplamına biçtiği değerdedir.
Son zamanlara kadar insanlar, ataları
evlerde değil de mağaralarda ve ağaç kovuklarında yaşadığı i çin onlara hiç de
kötü gözle bakmazlardı. Shakespeare’in «altın dünyada yaşıyormuşçasına» Arden
ormanında yaşayan sürgün Dük’e,
«Omuzumuzda taşıdığımız Âdem’in
yükü yalnız,
Zaman geçip gidiyor...
Geçiyor hayatımız tekinsiz kalabalıktan
uzak,
Taşlardan öğüt alıyoruz ve iyilik
her şeyden
Söyleşen dilimiz ağaçlar, okunan
sayfamız çaylar,
Taşlardan öğüt alıyoruz ve iyilik
her şeyden.
Ben olsam hiç değiştirmezdim
bunu.»
dedirtişi pek de o kadar eski değildir.
Bu sözler hâlâ bazı ruhlarda estetik
katılmayı epey aşan içten bir yankı uyandırabilir. Shakespeare’in gerisinde
bütün Ortaçağ boyunca ve daha da önceleri Batı dünyasında münzevî insanlara
rast gelinmeyecek çağ yoktur ve bu münzevilerin bazıları, kendi kuşaklarının
en çok sayılan kişileridir. Doğal çevrede yaşayan bu bir avuç istisnaî adamın,
«uygarlıkla kölece bağlı kardeşlerine gönülden acıdıklarına hiç şüphe yok. Doğu
ise, değerler konusunda eski duyarlıkla bağlarını hiçbir zaman koparmamıştır.
Buna göre insan için en uygun ortam, en baştaki ortamdır. Sözgelişi Hintliler
arasında, bir insanın ömrünün son günlerini bakir doğanın ıssızlığı içinde
geçirmesi hâlâ özenilen bir durum ve bir ayrıcalıktır.
Bu bakış açısını kavrayabilen biri,
tarımın belli bir gelişme çizgisine ulaştıktan sonra, herhangi bir «ilerleme»ye
işaret sayılmak şöyle dursun, aslında insanoğlunun yozlaşmasında anahtar
rolünü oynadığını kolayca görebilir, (Tevrat’ta, -hiç kuşkusuz yüzlerce kuşağı
kapsayan- bu süreç, avcılık ve çobanlıktan ayrı olarak tarımı simgeleyen ve
aynı zamanda ilk şehirleri kurup ilk cinayeti işleyen Kabil’in şahsında
özetlenmektedir.)- Yaratılış Kitabı yorumlarıma göre Kabil’in «tarıma karşı
büyük bir tutkusu vardı»; böyle bir tutku göçebe avcı/çoban ve [toprağı arızî
olarak işleyen] konar -göçer açısından çok belirgin bir «düşüş»tü: Meslek
olarak tarım, belli bir yere yerleşmek demekti; bu da er veya geç kasaba haline
gelecek köylerin kurulmasına yol açıyordu. Antik dünyada, çobanın sürdüğü
hayat nasıl hep saflıkla birlikte düşünülmüşse, kasabalar da (göreli olarak)
hep kokuşma, çürüme yerleri olarak kabul edilmiştir. Tacitus, kendi döneminde
yaşayan Germenlerin evlerden nefret ettiklerini yazıyor. Hatta bugün bile,
sözgelişi Kızılderililer gibi göçebe veya yarı-göçebe topluluklar, tarım gibi,
onları belli bir yere bağlayıp özgürlüklerini kısıtlayacak şeylerden nefret
etmektedirler.
«Kızılderili’nin, oturma ve yoğunlaşma
-‘taşlaşma’ da denebilir- yasası uyarınca herşeyin billurlaşmak zorunda olduğu
bu yeryüzüne kendisini ‘bağlamak’ gibi bir niyeti yoktur ve- bu durum kızılderilinin evlerden (özellikle taştan
yapılmış, evlerden) neden böylesine nefret ettiğini ve bu açıdan bakıldığında
Ruh’un kutsal akışını ‘dondurup’ ‘öldürecek’ yazı’nın [onların
arasında] neden olmadığını açıklamaktadır.» [9]
Bu alıntı, bizi tarım sorunundan
okuma-yazma sorununa götürüyor. Bu bağlamda, Druid’lerin de (Caesar’ln bildirdiği gibi) KUTSAL
ÖĞRETİLERİNİ YAZIYA DÖKMENİN ONA SAYGISIZLIK SAYILACAĞINA İNANMALARINI HATIRLAYABİLİRİZ.
Tarım gibi, yazının olmayışının da olumlu bir nedeni olabileceğini gösteren
daha başka örnekler de gösterilebilir. Her halükârda, dilbilimsel beceriyi
okur-yazarlığın ayrılmaz bir parçası gibi düşünmeye ne kadar alışmış olursak
olalım, azıcık düşünürsek, bu ikisi arasında köklü bir bağlantı olmadığını,
zira dilbilimsel kültürün bir bütün olarak dil tarihine çok yenilerde eklenen
yazılı alfabeden büsbütün bağımsız olduğunu kolayca görürüz. Ananda
Coomaraswamy’nin «İncil’i, Vedaları, Edda’yı büyük destanları ve genel olarak
dünyanın en güzel kitaplarını içeren bütün bir peygamberi edebiyat türü»
dediği şeyle ilgili olarak söylediği gibi, «Bu kitapların çoğu yazıya geçirilmeden
önce de vardı; çoğu hiç yazıya geçirilmedi; diğerleri de ya çoktan kayboldu
veya kaybolacak.» [10]
Sayılamayacak kadar çok ümmî adam,
olağanüstü incelikli dilleri kullanmanın ustası olmuşlardır. «Uzak adaların
kuytu köşelerinde yaşayan, dupduru kafalı, olağanüstü bellek gücüne sahip,
genellikle çok yoksul ve yaşlı, sadece Kelt diliyle konuşan adamlar... Adalarda
en ümmî kişilerin konuştuğu diyalektin en güzel, en doğru diyalekt olduğuna
inanıyorum.» [11]
«Sözlü geleneğin, çok büyük bir toplam
oluşturan dizeleri yüzlerce yıldan beri kuşaktan kuşağa aktarmayı başardığı
kanıtlanmış ve kabul edilmiştir... Eğitim, bu -Fransızların deyişiyle- «sözlü»
edebiyata dost değildir. Kültür, -bazan şaşırtıcı bir hızla- bu edebiyatı
tahrip etmektedir. Bir ulus okumaya başladıktan sonra bir zamanlar bütün bir
halkın malı olan şey artık sadece ümmîlere kalmakta ve eğer bir antika
meraklısı çıkıp da derlemezse çok geçmeden bütünüyle yok olup gitmektedir.» [12]
«İngiliz köy kültürünün dağılmasını tek
bir nedene indirgememiz gerekseydi, bunun okuma -yazma olduğunu söylememiz
gerekirdi.» [13]
Yeni Hebrid adalarında «çocuklar
dinleyerek ve izleyerek eğitilirler... Yazı yoktur, bellek mükemmeldir,
gelenek tamdır. Yetişmekte olan çocuğa, büyüklerce bilinen her şey öğretilir...
Hikâye anlatma biçimlerinden biri de türkülerdir. Her çocuğun öğrendiği bine
yakın efsanedeki düzen ve içerik bütün bir kitaplık gibidir; bir hikâye
saatlerce sürebilir... Dinleyiciler bir kelime
çağlayanıyla karşı karşıya kalırlar.» Karşılıklı konuşmalarında
«kelimeleri bizim yitirdiğimiz bir doğruluk ve güzellikle kullanırlar...
Yerliler, beyazların etkisiyle yazı yazmayı kolayca Öğrenmektedirler. Bu işi
tuhaf ve faydasız bir beceri saymakta, ‘insan ezberleyip konuşamaz mı?’
demektedirler.»[14]
Tümüyle Coomaraswamy’ den aldığım bu
alıntılara ek olarak, İslâm’dan önce Araplar arasında Mekke soylularının,
oğullarım yetişmeleri için çöldeki bedevilerin yanma gönderdiklerini, çünkü bu
büsbütün ümmî göçebelerin şehirde yaşayan «medenileşmiş» kardeşlerinden
daha arı bir Arapça konuştuklarını belirtelim.
Dilin korunması için en gerekli nitelikler
olan titizlik, uyanıklık ve dikkatin genel olarak «uygarlık»la birlikte yavaş
yavaş ortadan kalktığına hiç şüphe yok. Özellikle okuma-yazma, insanlara
yanlış, temelsiz bir güven duygusu veriyor ve onları uyuşturuyor: Nasıl olsa
dil hâzinesini koruyacak olan artık gündelik konuşmalar değildir. Biri yazılı,
öbürü sözlü olmak üzere iki dil olduğu düşüncesi bir kere yerleşti miydi, konuşma
dili göreli olarak daha büyük bir hızla yozlaşmaya başlamakta ve er-geç yazı
dilini de peşinden sürüklemektedir. İncil’in yeni İngilizce çevirisi bunun
kanıtıdır.
Bugün Batı’da konuşma dili öyle bir
noktaya gelmiştir ki, bir insan düşüncelerini az çok uğraşarak yaşıma
dökebilse bile konuşmanın «ihtişamı» neredeyse tümüyle unutulmuştur. Konuşma
sırasında belirli yanlışlardan kaçınmanın öğretildiği doğrudur; ama bu tamamen
toplumsal nedenlerle yapılmaktadır; ses zenginliğiyle veya dilin sahip
olabileceği bir başka olumlu nitelikle hiçbir ilgisi yoktur. Ama buna karşılık
bir insanın hayatında konuşma tarzı, yazma tarzından çok daha önemli bir etken
olmaya devam etmektedir; çünkü konuşmanın ruh üzerinde (gelip geçici yazı yazma
işinin hiçbir zaman sahip olamayacağı) «müterakim» [15]
bir etkisi vardır.
Bunları belirtmekteki amacımızın, yazılı
alfabenin faydalarını inkâr etmek olmadığını söylemeye bile gerek yok. Dil,
ümmîler arasında bile, olayların doğal akışı içinde yozlaşmak eğilimindedir ve
sürgün veya yabancı hâkimiyeti gibi durumlar her şeyin şaşılacak kadar kısa
bir süre içinde unutulup gitmesine yol açabilmektedir. Sözgelişi, yazılı
kayıtlar olmasaydı Yahudilerin manevi mirasından geriye ne kalabilirdi? Her
halükârda, bazı hat sanatları, insanoğlunun sözü kayda geçirmeye başladığı
zaman sadece «Tanrı’nın izniyle» değil, «Tanrı’nın buyruğuyla» böyle
davrandığını göstermektedir. Her şeye rağmen, dünyanın bugünkü duruma
gelmesinin sorumlusu, yazma değil basma işlemidir. Hiç değilse yazma,
insana en hafif deyimle üstünlük sağlamak gibi bir iddia taşımıyordu. Hatta
beşerî yozlaşma belli bir noktaya ulaştıktan sonra bunun «ehven-i şer» bir
zorunluluk olduğunu bile söyleyebiliriz. .
Öte yandan konuşma, hep
insanın bir izzeti sayılmıştır. İslâm’da olduğu gibi Musevîlik’te de, İlâhî
Vahiy’le gerçek dilin, -yani sesin manaya tam denk düştüğü dilin- Âdem’e
öğretildiği öğretisini buluyoruz.
İnsanoğlunun ilk-konuşmasının en mükemmel
anlatım gücüne sahip, bütün dillerin en onomatopaeic (sesleri
yankılayan-taklide eden) olanıyla gerçekleştiği yolundaki bu inanışı hiçbir
filolojik doğrulamadan geçirmek mümkün değildir. Yine de filoloji, bize insan
soyunun genel dilbilimsel eğilimleri konusunda açık bir fikir verebilir ve bu
da geleneğin bildirdiklerinin yanlış olduğunu göstermemektedir. Tam tersine,
bildiğimiz bütün diller, daha eski bir dilin bozulmuş bir şeklidir ve geriye
doğru gittikçe dilin yetkinliği artmakta, dil daha da karmaşıklaşmaktadır.
-Bu yüzden, en eski, tarihin kendisinden daha eski, [bilinen diller, daha sonra
ortaya çıkan dillerin hepsinden daha özenli, daha ayrıntılı, daha ince işlenmiş
dillerdi. Bu diller ,konuşan kişinin bütün dikkatini konuşmasına vermesini daha
çok gerektiriyordu. Dilbilgisi ve sözdizimi günden güne basitleşirken, kelime
dağarcığıda gerek biçim gerekse ses yükü bakımından zamanla yoksullaşmaktadır.”
Zaman bir dilin niteliklerini sürekli
budadığı halde, nicelik açısından baktığımızda bir dilin kendisini kullananlara
yetecek kelime dağarcığına her zaman sahip olacağı doğrudur. Sözgelişi maddî
eşyanın olağanüstü çoğalması adların
sayısında da bir çoğalmaya-yol açacaktır. Modern dillerde birçok yeni kelime
uydurulup dile -dıştan- eklenirken, bilinen eski dillerin büyük bir çoğunluğu,
gündelik dilde kullanılan kelimeler dışında, kullanılmayan ama [dilin
yapısında var olan neredeyse sonsuz kelime yapım yeteneği
nedeniyle] istendiğinde organik olarak üretilebilecek binlerce başka kelimeye
de (deyim yerindeyse) «sahipti». Bu açıdan, artık kullanılmadıkları için «ölü»
sayılsalar bile kendi içlerinde son derece canlı organizmalar olan eski
dillerle karşılaştırıldığında asıl «ölü» veya «can çekişen» diller, modern
dillerdir.
Bu, eski dillerin -ve onları konuşanların-
yalınlık erdeminden yoksun oldukları anlamına gelmez. Gerçek yalınlık,
karmaşıklıkla çatışmaz; çatışmak şöyle dursun,, gerçek yalınlığın tam anlamıyla
gerçekleşebilmesi için belirli bir karmaşıklık gereklidir bile. Belirli bir
sistem veya düzen kavramım içeren karmaşıklıkla, düzensizlik ve hatta
dağınıklık demek olan karışıldığı birbirine karıştırmamak; aynı şekilde,
yalınlıkla yalıtkatlığı da birbirinden ayırmak gerekir.
Gerçekten «yalın» adam, yoğun bir «vahdet»tir:
Tam, halis yürekli, kendi kendisine karşı bölünmemiş bir adamdır. Bu sıkı
dokunmuş bütünlüğü koruyabilmesi, için ruhun her yeni duruma kendini bütünüyle
uydurabilmesi gerekir. Bu da değişik psişik unsurların büyük ölçüde esnek
olmasını gerektirir: Bu unsurların her biri «hava ne olursa olsun diğerleriyle
tam bir uyum göstermeye hazır olmalıdır. Yalınlık erdeminin temelinde yatan bu
sımsıkı bireşim (synthesis) karışıklıktan uzak bir karmaşıklıktır. . Bu
karmaşıklıkla, -modern «analitik» dillerden ayrılmadan için
genellikle «bireşimsel» (synthetic) diye tanımlanan- eski
dillerin karmaşıklığı birbirlerini tamamlamaktadırlar. Ruhun değişik
unsurlarına benzeyen konuşmanın değişik bölümleri, ancak inceden inceye
işlenmiş bir dilbilgisi kuralları dizgesiyle anlama uygun bir biçimde
seslendirilebilir ve her cümle tek kelimenin sahip olduğu birliği kazanabilir.
Bireşimsel dilin yalınlığı aslında büyük sanat eserlerinin yalınlığına
benzetilebilir: Yalın olması gereken mutlaka araçlar değil toplam etkidir ve
gerek ilk dilin, gerekse onu konuşan insanların yalınlığı da (çok daha üst
düzeyde) böyle bir yalınlıktır. Eldeki bütün dilbilimsel kanıtların gösterdiği
sonuç budur ve doğrudan anlatımı olduğu ruha böylesine sımsıkı bağlı olduğu
için dil insan hayatında öylesine önemlidir ki, onun tanıklığı psikolojik
açıdan çok büyük bir önem taşımaktadır.
İstisnaî bir bütünlük içinde uzak
geçmişten günümüze kadar gelebilen ve bu nedenle «denek taşı» olarak
kullanılabilecek bir miras var elimizde: Arapça. Arapça’nın garip bir kaderi
var. Araplar tarih sahnesine ilk çıktıklarında geniş ve çok çeşitli vezin
türlerine sahip bir şairler ırkı olarak görünüyorlar; kullandıkları tek nesir,
neredeyse gündelik konuşmalardan ibarettir. İçlerinden pek azının kullanabildiği
çok fazla değişmemiş bir yazıları vardır, ama onlar şiirlerini ağızdan ağıza
canlı kelimelerle aktarmayı yeğlemektedirler ve İslâm gelinceye kadar Araplar,
Semitik kavimler in belki de en az okur-yazar olanlarıdırlar. Dillerinin
böylesine güzel korunmuş olmasını, hiç şüphesiz bu durum -en azından kısmen-
açıklamaktadır. Dilbilimsel kanıtlar, Arapçanın daha «arkaik»[16], yani daha karmaşık ve daha
zengin sesli bir dilden geldiğini göstermekle birlikte, Arapça M.S. 600
yılında bile, yaklaşık iki bin yıl önce Hz. Musa zamanında konuşulan
İbranice’den daha «arkaik», dolayısıyla «Şam’ın dili»ne daha yakın bir dildi.
Yedinci Yüzyıl’da Arapları okuma-yazma öğrenmek zorunda bırakan İslâm’dır veya
daha doğru bir deyişle Kur’an’ın her hecesini mutlak bir doğrulukla yazıya
geçirme zorunluluğudur; ama Kur’an aynı zamanda kendi «arkaik» dilini bir model
olarak kabul ettirmiştir. Kur’an’ın ezberlenip mümkün olduğu kadar çok
okunması gerektiği için de, okuma -yazmanın zararlı etkileri, Kur’an
Arapçasının sürekliliğiyle giderilebilmiştir. YANLIŞSIZ TELAFFUZU YAZIYA
GEÇİRİP KORUYABİLMEK İÇİN HIZLA ÖZEL BİR BİLİM GELİŞMİŞ VE MÜSLÜMANLARIN,
DİLLERİNİ PEYGAMBER’İN KONUŞTUĞU DİLE UYDURMAK İÇİN YÜZLERCE YILDAN BERİ
GÖSTERDİKLERİ YILMAK BİLMEYEN ÇABA SONUCU DİL YANLIŞLARI ÖNLENEBİLMİŞTİR. Sonuç olarak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
konuştuğu dil bugün hâlâ yaşamaktadır. Zamanla bazı seslerin terk edilmesi, iki
ayrı sesin tek bir sese dönüşmesi ve başka bazı basitleştirmeler sonucu
kaçınılmaz olarak farklı lehçeler de ortaya çıkmıştır ve bir Arap ülkesinden
diğerine değişen bu lehçeler, normal olarak günlük konuşmalarda
kullanılmaktadır; ama en küçük bir tekellüf vesilesi, hemen tekrar Klasik
Arapça’nın hiç azalmayan ihtişamına ve ses zenginliğine dönmeyi gerektirmektedir.
Bazan konuşanlardan biri gerçekten söyleyecek önemli bir sözü olduğu hissine
kapıldığında da Klasik Arapça kendiliğinden devreye girmektedir. Öte yandan,
ilke olarak gündelik dili konuşmaktan kaçınan azınlık da ister istemez bir
ikilemle yüzyüze gelmektedir: Ya «alelâde konuşmalar»dan büsbütün uzak
duracaklar yahut da saray giysileriyle maskaralıklar yapan sokak çocukları gibi
münasebetsiz bir etki uyandıracaklardır. Boş konuşma, yani hafif düşüncelerin
peşpeşe sıralanması çok eskiden herhalde bilinmiyordu; çünkü eski dillerin
yapısı bu tür konuşmalara uygun değildir. Eğer insanlar daha ağır düşünüp,
daha çok uğraştıktan sonra düşüncelerini anlatım düzenine sokuyor idiyseler,
onları dile getirmek [seslendirmek] için de hiç kuşkusuz daha büyük bir zorluk
çekiyorlardı. Sanskritçe de. -Arapça gibi- aynı olguyu göstermektedir: Her
iki dil de, olağanüstü genişlik ve çeşitlilikteki uyumlu sesleriyle, uzak
geçmişte insan hançeresinin ve kulağının bugünkünden çok daha incelmiş ve
hassas olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla göstermektedir.
Eski müziğin bütün o ritmik ve melodik inceliği düşünüldüğünde bu gerçek çok
daha iyi anlaşılır. Filoloji dilin kaynağına ulaşamasa bile, en azından
dilbilimsel tarihin binlerce yılını ki bu bir bakıma insan ruhunun da binlerce
yıllık tarihi demektir kesintisiz bir biçimde gözdeni geçirebilir. Hiç
kuşkusuz tek yönlü bir tarihtir bu; ama
sonuna kadar da anlamlı bir biçimde kesindir. Soruna bizi «tarihöncesi» denilen
uzak geçmişe götüren bu pencereden baktığımızda, amansız bir akımın varlığını
kabul etmek zorunda kalırız, Bu akım, Dewar’ın belirttiği gibi pek çok
fizikçinin, kimyacının, matematikçinin ve astronomun birleştiği daha genel
bir eğilimin; yani «evrenin gittikçe yavaşlayan bir saate benzemesi»nin sadece
bir yüzüdür. Buraya kadar dinle bilim aynı şeyleri söylüyorlar. Ama din,
-bilimin kendi sınırlarını aşmadan söyleyemeyeceği- bir şeyi daha ekliyor ve
bireylerin ortaklaşa akıntıya kapılıp gitmekten kurtulmalarının mümkün olduğunu,
bazılarının bu akıntıya karşı direnebileceğini, hatta bazılarının akıntıya
karşı yüzmeyi bile başarabileceğini, pek az da olsa bazılarının da kaynağa
kadar yüzerek daha bu hayatta akıntıyı büsbütün alt edebileceğini söylüyor.
Kaynakça
Martin Lings trc.Enes HARMAN Ufuk UYAN Antik İnançlar Modern Hurafeler
[Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.7-23
GEÇMİŞİN
IŞIĞINDA BUGÜN
(Martin Lings)
Zamanımızdan çok önce, geçmişte, kuşların
uçuşunu taklit ederek, insan vücudunu havalandıracak bir araç icat etmek için
değişik bireysel atılımlar yapıldı. Fakat bildiğimiz kadarıyla bu alanda gerçek
bir başarıya ulaşılması ve bu tür maceralara genel bir eğilimin
doğması ancak günümüzde gerçekleşti. «Uzayın fethi» ve son olarak da «aya
yolculuk» için duyulan aşırı ve yaygın isteği Everest’e tırmanıştan ve diğer
başarılı tırmanışlardan bütünüyle soyutlamak mümkün değil. Bütün bu
hareketlerde, güdülerden birinin Pandora’dan miras kalan boş merak olduğuna hiç
şüphe yok. Fakat her ne kadar tuhaf görünse de, “Cennetten Kovulma”ya
neden olduğu söylenebilecek bu dışa dönük ve parçalayıcı eğilimle birlikte, Kovulma
ile kaybedileni yeniden elde etme bilinçaltı güdüsünün de etkisi yok mu?
İlk İnsanın en belirgin özelliği, hem
İnsanî hem de insanüstü bir tabiatı olmasıydı ve insan hâlâ varlığının
derinliklerinde kendi kendini aşma, «akıntıya» kürek çekme, beşerî olan ruhla
İlâhî olan Kalb arasındaki rabıtayı yeniden sağlama ihtiyacını duymakta...
Genelde bu ihtiyacın yalnızca ruhun bir anlamı olduğu ruhsal düzlemde engellendiği
bir çağda normal insanlık düzleminin Ötesine ulaşmak için duyulan güçlü dürtü,
kendini daha aşağı bir düzlemde göstermek zorunda bırakıldı. Bu yüzden buna, «YUKARI
VE ÖTE» hurafesi denilebilir, çünkü hurafe geçmişte «ertelenmiş»
olan ve anlaşılmaksızın süren bir şeydir.
BÜTÜN DİNLERDE BİR «ÜÇ DÜNYA»
ÖĞRETİSİ VARDIR:
Ruhun, canın ve bedenin dünyası...
Can ve beden (psişik ve bedensel) «bu
dünya» dediğimiz şeyi oluştururlar. Kapısı Kalb olan Ruh dünyası ise, tümüyle
bu dünyanın ötesindedir ve beşerî melekelerin kapsamı dışındadır. Kalb’de
taht kurmuş olan ve can ile Ruh arasındaki rabıtayı sağlayan araç,
atalarımızın zekâ dediği insanüstü bir melekedir.
Hinduizm’de bu üstün görme melekesi
heykellerde ve dinî sanatın diğer çeşitlerinde, alnın ortasına yerleştirilen
üçüncü göz ile ifade edilir. Hristiyanlık ve İslâm’da «Kalb gözü» [17]diye
adlandırılan bu meleke, İslâm’ın kutsal dili Arapça’da aynı zamanda «Kalbin
Kaynağı» anlamına da gelir ki bu ruhun «AB-I
HAYATSA İÇTİĞİ KAYNAKTIR. HRİSTİYANLIKTA DA BU İKİ SİMGE BİRLEŞTİRİLMİŞTİR,
ÇÜNKÜ ŞEYTAN CENNETTEN DÜŞERKEN ALNINDAKİ GÖZÜNÜN DÜNYAYA GRANİT ŞEKLİNDE
DÜŞTÜĞÜ VE BU ZÜMRÜDÜN SONRADAN HZ, İSA’NIN SON AKŞAM YEMEĞİNDE KULLANDIĞI
KÂSEYE OYULARAK YERLEŞTİRİLDİĞİ YOLUNDA BİR İNANIŞ VARDIR.” [18]
İmgelem, mantık ve belleği kapsayan
düşünce, kendi içinde saf bir insan melekesidir. Fakat can ile ruh arasında var
olan fiilî süreklilik sayesinde, düşünce belli bir derecede zekânın ışığından
etkilenebilir. «Döğaötesi»nin. yani bu dünyanın ötesinin incelenmesi demek
olan metafiziğin amacı, aklı bu etkilenmeye açık tutup, düşüncelere aşkın bir
eğim vermektir.
Bu, daha açık bir deyişle insanın muktedir
olduklarının yüceltilişidir, zira bunun ötesinde İnsanî olan biter ve
insanüstü olan başlar. Bununla beraber, insanın aslî özelliği insanüstüyle olan
ilişkisidir ve bu paradoks Taoizm’de can’ı Ruh ile yeniden ilişki kuran insan
için kullanılan Chenn-Jen (GERÇEK İNSAN) terimiyle ifade edilir.’
Son dörtüz yıl boyunca Batılı düşünce,
«GERÇEK İNSAN» kavramı etrafında değil de hayvanlar âleminin en üstün üyesi
olan «bildiğimiz şekliyle alelade, insan» kavramı etrafında toplanan
hümanizmin, insanüstüyle ilgilenmekten geri durarak veya insanüstü konusunda
kuşkular türeterek, insan akımı bütün gerçek ve aşkın imkânlarından yoksun
kılma yollarını araması ve onu adeta zor ayakta durulabilen alçak
çatılı bir binaya hapsedip uçmasına izin vermesi çok düşündürücü.
Çağdaş felsefe evrenin yüksek
menzilleriyle açıkça ilgilenmiyor ve genelde zekâ, metafizik gibi kelimeler,
krallıktan cumhuriyete dönen bir devletin saray mücevherleri gibi, geçmişten
kalma hatıralar olarak saklanırsa çok yerinde olacak. Fakat bu derece
vicdanlılık, çok fazla yerme ve ihanet sayılabilir. Modern bilim veya
edebiyatın bir kahramanını «çok akıllı bir insan» diye tanımlama göz
kamaştırıcı bir şey olmasa gerek ve öyle oluyor ki bir adam bazen hayatının
uzunca bir bölümünü karşı-entellektüel hareketlere ve hatta inşan ruhundan
üstün hiçbir şeyin olmadığını savunmaya hareıyabiliyor ve hâlâ «günümüzün önde
gelen entelektüellerinden biri» diye adlandırılabiliyor. Kelimenin anlamı
gerçekten değiştiğinden değil; zira Meister Eckhardt’ın ifade ettiği şeye zaman
olarak hâlâ yakınız:
«CAN’IN İÇİNDE YARATILMAMIŞ BİR ŞEY
VARDIR.. BU ZEKADIR.»
Bir insana akıllı demekle, entellektüel
demek arasında hâlâ fark var, çünkü entellektüel kelimesi esrarlı bir şekilde
yüceltilen bir şeyin imâsını da içinde bulunduruyor. Bu yüzden de, gösteriş
amacıyla kullanılmasındaki değeri artıyor. Aynı şekilde Sovyetler Birliği’nin
diktatörü «Komünizmin maddî ve manevî çıkarlarından bahsederken, kendi
ağzıyla söylediği terimlerde çelişkiye düşecektir. (Çünkü tanım gereği Komünist,
maneviyata inanmaz) ve sonra ne demek istediğini anlatma adiliğine
kalkışacaktır. Öte yandan Batıda hümanistler, ateistler, agnostikler
konuşmalarında önemli bir yer tutan «manevî» kelimesini hiç de bırakmak
niyetinde değiller. Belirsiz derecede anlamsız bir sanat eseriyle
karşılaştıklarında, onu hiç duraksamadan «mistik» diye niteleyecek sanatçı ve
sanat eleştirmelerinden de yoksun değiliz. Eğer istenen gerçekse
-ki realizm zamanımızın «ideal»lerinden birisi olarak kabul edilir- o halde
uzay roketlerinin, kendisini aşmak için parmağım bile kıpırdatmayan, olsa olsa
uçurumlarla dolu, yalınkat bir dünyadan havalandıklarını itiraf etmeliyiz!
Öte yandan eskilerin tavırlarının
«kanatlı» olduğunu söylemekle kelimeleri yanlış kullanmış sayılmamalıyız,
çünkü Doğu’da olduğu gibi Bâtı’da da, dünyanın her yerinde tefekkürle geçen
hayat, insanın ulaşabileceği en üstün hayat tarzı olarak kabul ediliyordu ve
bunun özelliği, kişinin düşüncelerini Ruh'un üzerinde yoğunlaştırarak,
entellektüel sezginin kanatları üzerinde ona doğru yükselmek istemesidir.
Eski inanışa göre, ay küresi bir simgeden
başka bir şey değil: İnsanın sonsuz ve ebedî yolculuğunda, bu dünyanın
sınırlarını aştıktan sonra geçmesi gereken ruhî merhalelerin ilki olan ebedi
cennetten en altın çağının, Ay Cennetinin, zaman ve mekânın maddî dünyasına
yansıyan gölgesinden başka bir şey değil. Dante’nin Pcrodiso’sunun ilk
kantosunun geçtiği yer burasıdır. Çünkü A’raf dağını tırmandıktan sonra, Dünya
Cennetinden yükselerek tırmandığı cennet bu cennettir.
Uzayı uçarak aşıp bildiğimiz aya ulaşma
düşüncesi uzun bir zaman akıllarda yer ederken, Dante’nin tarif ettiği
yolculuğun gerçekten yapılmış olduğu nedense pek düşünülemez.
Bütün bunlara, Dante’nin yolculuğunun
eskiden olduğu gibi bugün de gerçekleşebilecek bir ihtimal olduğu; modern
dünyada da bazı gerçek mistiklerin [19]olduğu
ve hatta bunların Ortaçağ’da da küçük bir azınlıktan öteye geçemedikleri
söylenerek itiraz edilir. Bu som nokta göz önüne alınarak,
Ortaçağ Avrupa’sından çok daha iyi bir durumda olan yer ve zamanlar için de
aynı şey söylenebilir. Demirçağ’da dünyanın ışığı olarak kabul edilen
mistiklerin azınlıkta olmasından ötürü bu çağa Karanlık Çağ da denilmiştir.
Bununla beraber Dante’nin yaşadığı dönem Demir Çağ’m son zamanlarına
rastlıyorken, bu azınlık, görmezlikten gelinemiyecek bir çoğunlukla aynı
çizgideydi. Zira insanın en üstün ideallerini temsil etmekteydi. Avrupa hâlâ
İsa’nın etkisindeydi ve aynı nedenle de İncil’deki Meryem ve Marta hikâyesinin
etkisi altındaydı: Meryem’in mirasçıları ve «gerekli olan tek şeyin» sahipleri
olarak... Bu azınlık, onları izleyen, kendiliğinden teslim olmuş anormal bir
çoğunluk için bir norm teşkil etmekteydi ve bu azınlık toplumun değişik
tabakalarına ruhsal etkisini akıtabilecek bir durumda, sanki bir piramidin en
tepesinde bulunmaktaydı. Bu anlamda (eşyanın tabiatı gereği) bu
piramid hâlâ var; ama «resmen» yere çalınmış bir durumda.
(Hindu Purana’larına göre bedensel
hastalık, dört çevrimden üçüncüsü olan Dwapara Yuga’ya yani Bronz Çağ’a kadar
bilinmekteydi. Tarih öncesinden (kuşaktan kuşağa aktarılarak) gelen eski
iyileştirme bilimlerine göre, «sihirbaz hekimsin işlevi çoğunlukla papazın
işlevlerinden biriydi. Bu yüzden geleneğe göre insana önce ilhamla ve bazı
hallerde de vahiyle gelen belli kozmolojik gerçeklerin bilinmesine dayanan ve
herbiri dinin bir dalı olan eski bilimlerle de az çok ilgiliydi.
Bu gerçeklerin her biri, evrendeki uyumun
görünüşleridirler: onlar mikrokosmos, makrokosmos ve meta- fcosmos arasındaki
(yani insanoğlunun küçük dünyasıyla, büyük dış dünya ve hepsini aşan öte-dünya
arasındaki) uygunluğun ta kendisidirler. Bir örnek verirsek, gezegenlerin
her biri (yani güneşle birlikte çıplak gözle görülen yedi gezegen) belirli bir
madene, belirli taşlara, bitkilere ve hayvanlara, belirli bir renge, bir müzik
gamındaki notaya tekabül eder. Kendisine özgü günleri, saatleri vardır;
vücudun belirli kısımlarına nezaret eder; belirli hastalıklara ve ruhî
düzlemde belirli huylara, fazilet ve kusurlara, metafizik olarak da Yedi
Cennetten birisine, belirli melek güçlerine, Azizlere; Peygamberlere ve
Tanrı’nın kutsal isimlerine tekabül eder.
Tek bir bilim, evrenin bütün gizlerini
kapsayacak derecede ilerleyemez ve bu yüzden birçok geleneksel tıp bilimi
vardır. Fakat genelde yalnızca fizyoloji, biyoloji, botanik, mineraloji, kimya
ve fizik (modern bilimlerin baktığından farklı bir bakış açısıyla) değil, aynı
zamanda astroloji; bazen müzik; harflerin ve sayıların bilimi denilen şeyle,
metafizik; teoloji; geniş, pratik bir ayin bilgisi, önceden farz edilen bu tür
anlayışlardan biri doğrultusunda iyileştirmeye duyulacak doğal, önemli bir
eğilimle inceden inceye uygulanır.
Abartmalara sık sık yer verirken, dünyanın
değişik yörelerinde geleneğin nesilden nesile devrettiği eski bilimlerin
başardığı garip tedavileri tamamıyla reddetmek aptalca bir şey. Ancak bu eski bilimlerle modern tıb arasında bir
köprü yok, Çin ve Japonya’da hâlâ geniş çapta uygulanan ve Batıkların
«akupunktur» dedikleri eski Çin tıb biliminin bir kolunun, dikkate değer
faydalan yüzünden bazı Batılı doktorlar tarafından kısmen benimsendiği
doğrudur. Fakat modern tıb dünyasında yaygın bir şekilde benimsenmesi şüpheli;
çünkü akupunktur’un modern bilimin hiç itibar etmeyeceği, deneysel
araştırmalara dayanmayan ve vücudun değişik kısımları arasındaki «belirsiz»
ilişkilere bağlı olan bir yönü de vardır.
Akupunktür’ü uygulayan bazı Batılı
doktorlar, gerçekle onun deneylerden kaynaklandığını iddia ederek onu modern
tıb ile bağdaştırmaya çalışmışlardır. Fakat bu safî bir hipotezdir ve
eskilerin bilime yaklaşışı ile modern yaklaşım arasında itiraz edilemeyecek
farklılığı bir kenara bırakalım, örneğin midesinden şikayeti olan birisine,
ayak başparmağındaki bir sinir merkezinden, karaciğer şikayetine ayak
bileğinden, böbrek şikayetine dizden, büyük bağırsak şikayetine dirsekten
tedavi uygulanacağının yapılan deneyler sonucu keşfedildiği gerçekten
inandırıcı mıdır?
Bu tür bilimlerin, modern bilim tarafından
yüzeysel- ve istisnai olarak alınması ve
geçmişle bugün arasındaki devamlılığı (belki de ilacın kullanılışını
birden fazla ihsan biliyordur) bir yana bırakılırsa, modern tıp kendisinin de
ifade ettiği gibi, salt insanın pratik deneylerine dayanan katıksız bir insan
icadıdır.
Şüphesiz doktorun mesleği hâlâ acil
ihtiyaçlara verilen her cevapta bulunan kutsallığa sahip ve bunun yaradılıştan
gelen kutsal olmayan karakterine rağmen tıp bilimine de uygulanabilir olduğu
tartışılabilir, zira birçok modern icadın «ata»sına «ihtiyaç»ı olmasa bile,
bazılarının, özellikle tibbî olanların var. Eğer uzak geçmişten bir adam
günümüze gelebilseydi, onu en çok dişçilerimizin mahareti mi yoksa dişimizin
çürüklüğü mü çarpardı? Kutsal bir bilimi uygulamanın mükâfatının azalması
oranında hasta sağlığının arttığı, salgınların hükmü altında olan çok kötü,
kalabalık bir dünyada, özellikle modern tıp bilimine (yani bunalımı alt edebilmek
için çok sayıda, erkek ve kadını eğitip, örgütleyebileceğimiz ve meziyet
açısından çok titizlik istemeyen bir bilime) ihtiyaç olduğu bile söylenebilir.
Buna rağmen atalarımızın bütün bunları
itiraf ettikleri ise son derece şüpheli bir konu. Her halde, modern tıp
biliminin gelişmesini sağlayan hümanistik görüş açısının, tıbbî tedaviyi
gerektiren birçok hastalığa sebep olduğunu iddia etmişlerdir. Genelde hümanizmde
olduğu gibi hümanizmin bu özel tezahüründe de -aynı şey diğer modern bilimler
için de geçerli- dir- kıyıcı bir niteliğin olduğu dikkatlerinden kaçmamıştır.
Hümanizmin, insanlığın rafa kaldırılışı, yani Taoistlerin Gerçek İnsan dedikleri
şeyin belirli özelliklerinin yok eldilmesi anlamına gelişi gibi, modern tıp da
uzun vadede tabiatın yıkıma karşı çaresi olan doğal seçim kanununa insanın
fazlaca karşı koymasına izin veren ve dolayısıyla da zorlayan bir sistemin gelişerek,
insanı yozlaştırıp sağlığı ortadan kaldırması anlamına geliyor. Ölümün olmadığı
bir dünyada yaşanıldığından, herkesin yarı-ölü olduğunu söylemek gerçekten bir
abartma; fakat bu en azından bir eğilimdir ve bu bilim eninde sonunda kendi
kuyusunu kazarak modern dünyanın («kimsenin elindeki geri alınmayacak» hükmünü
doğrulayan) tezahürleri arasına katılacaktır. Fakat eğer tıp bilimi (birçok
anlamda) insanın denetiminden kurtulmuşsa, bunun en büyük nedeni kazandığı
sözde-Mutlak önemle, gerçekten Mutlak’la ilgili bir başka şeyin yerini almış
olmasıdır. MODERN DÜNYA, ESKİDEN HASTA RUHLARIN, TEDAVİSİNE ADANAN SAYISIZ
ENERJİYİ BUGÜN HASTA BEDENLERİN TEDAVİSİNE HARCIYOR. İnsanlar, birkaç istisna
hariç, her ruhun hasta olduğu bilinciyle yetiştirilirdi. BİRÇOK RUHUN
HASTA OLDUĞUNU VE SUÇLULARIN, DELİLERİN SÜREKLİ ARTTIĞINI MODERN ÖLÇÜLERİN DE
KABUL ETTİĞİNİ SÖYLEMEYE GEREK YOK SANIRIM. Fakat kanuna itaat eden ve aklı
başında olan ruhların büyük bir çoğunluğu şimdi sağlıklı sayılıyor ve pratik
olarak hiçbir tedaviye ihtiyaçları olmadığı söyleniyor; bozulma’dan muaf
oldukları kabul ediliyor. «Sağlıklı» denil enlerle çok sağlıklıları ayıran uçurum
unutuldu ve genelde ruhun neye göre çok sağlıklı olduğu çok belirsizleşti ve
son derece akılsız, baştan savma ahlâkçılıkları sonunda kuşkuculuk tepkisine
yol açmaya mahkûm olan son birkaç yüzyılın kuşaklarında da durum pek belirli
değil...
Öte yandan, eğer eski atalarımız
ruhlarının hasta olduğundan bu derece emindilerse ve eğer bu hastalığın
tabiatından çok iyi anladılarsa, bunun nedeni uygarlıklarının ruh sağlığı
üzerine kurulup mükemmel ruh kavramı ile beslenmesidir. Üstelik yalnız da değiller, çünkü evrensel kurallara
dayanan bu kavram -insanı sonsuz kaynak, Mutlak ve ebedî olan ile yeniden
birleştirme durumunda olan din, eğer varlığının amacını unutacak derecede
yozlaşmamışsa- eski dünyanın bir ucundan diğerine pek farklılık göstermiyordu.
Dinin bu amacını koruduğu her yerde «en yüksek beşerî imkânlar» kavramı hep var
olmuştur.
Bazı yapısal farklılıkları bir kenara
bırakırsak, dünyanın bütün büyük dinleri, gerçekte insanın en önemli
özelliğinin, İlk Insan’ın keyfiyetine ulaşıp, ruh sağlığını yeniden elde ederek
«Tanrı’nın Ülkesinin kendisiyle birlikte» bulunduğunu bilmesi olduğunda
birleşirler; «arama»sına gerek yoktur, çünkü artık «bulmuştur»;
«çalma»sına gerek yoktur, çünkü zaten «kapı açılmıştır» onun için; ve bu
açıklıkta ayna gibi olan insan ruhu İlâhî Sıfat’ları yansıtabilir ve yaratılışı
gereği «Tanrı’nın Suretinde» olabilir.
İSLÂM AKİDESİNDE SIFATLAR, CELÂL
SIFATLARI VE CEMÂL SIFATLARI DİYE İKİYE AYRILIR VE BU DİĞER DİNLERİN İLÂHÎ
MÜKEMMELİYET [20] hakkındaki öğretilerine,
açıkça olmasa bile belirsiz bir şekilde uyuyor. Bu yüzden beşerî düzlemde en
üstün ideal Celâl, ruh güzelliği, kutsallık ve tevazzu [21]olarak
tanımlanabilir. Can’ın Ruh’la doğrudan bir ilişki kurmasından doğan bir kutsallık
ve canın sınırlamalarından ancak «Ruhun huzuruna kabul edilen bir can»ın
haberdar olmasından kaynaklanan bir tevazu.
Her teokratik uygarlıkta bu ideal,
uygarlığın kaynaklandığı dinip kurucusu olan İlâhî Elçi’nin (Peygamber)
şahsında ve arkadaşlarıyla, onların hemen arkasından gelen kadın ve erkekler
kümesinde mevcuttur. Bu ideal onların mezarlarını ve hatta sonradan gelen
Azizlerin mezarlarını kutsallaştırmıştır. Bu durumda olan her türbe
topluluğa başka bir hac ihtimali daha kazandırır. Ayinlerde, şiirde, resim
ve heykelde methedilir. Geometrik sembollerin diline çevrildiğinde, büyük
tapınakların haşmet ve güzelliğinde dondurulmuş olarak durur, tartım ve uyum
ortamına aktarılır, zengin ve fakir evlerinin merkezdeki toplu tapınma yerinin
değişik şekil ve ölçülerde sürdürülüşü anlamına gelmesi gibi, bu müzik de
toplumun bütün sınıflarının sahip olduğu kilise-dışı müziğe az çok mührünü
vurur.
Kutsallık ve tevazu Haç’ın baş ve ayağıyla
gösterilirken, Îlahî Salâbeti yansıtan adalet ve diğer faziletleri içine alan
Celâl sol kol ile, İlâhî Rahmet’in bütün yansımalarını içeren Cemâl sağ kol ile
ifade edilir. Daha ulvî bir anlamda belirsiz olarak
bütün faziletleri ve kutsallığı içeren Celâl, Mutlak ve ebedî olanın bir
yansıması olup Haç’ın düşey kısmı ile ifade edilirken, açıkça bütün faziletleri
içerip Tanrı’nın sonsuz zenginliklerini ve cömertliğini yansıtan Cemâl
yatay kısmın genişliği ile ifade ediliyor.
El ve ayakların bir merkezde kesişmesiyle
Haç aynı zamanda birliğin bir ifadesi oluyor, bütün yönlere işaret ederken
bütünlüğün bir ifadesi olduğu gibi. Burada Tek ve Bütün olan Tanrı’nın
suretinde olma olgusunun başka bir yönü göze çarpıyor. Mükemmel olabilmek için,
Can’ın mutlaka bir bütün olması gerekiyor. Aslında «kutsallık», «bütünlük»
ve «sağlık» temelde aynı kelime; dilin farklılaşması sonucunda yapı ve
anlam olarak çok az değişmiş. İçtenlik ve basitlik erdemleri bu
mükemmeliyetten ayrılamaz. Zira herbiri kendi başına Can’ın bölünemezliğini
anlatıyor.
İnsanın hastalığının başlıca sebebi,
içinde bu dünya ile öte dünya arasındaki doğrudan bağlantının kopması ve
bunun sonucu bütün yaratıkların mahkûm olduğu dışadönük dürtüyü tek başına
denkleştirecek Kalb’in İlâhî manyetizmasını, Can’ın duyarlığını kaybetmesidir.
Bir dairenin yarıçaplarının merkezden uzaklaştıkları ölçüde birbirlerinden
ayrılmaları gibi, değişik ruhsal öğeler de birbirlerinden gittikçe uzaklaşır
ve Can gittikçe basitliğini, içtenliğini, birliğini kaybeder. İsa’nın ilk
emrindeki üslup, bu kronik ayrılmanın can alıcı çaresi oluyor. Dinin amacı
insanın içindeki bütün ayrılıkları, ruhunu Kalb’in çekim alanına getirecek bir
itki ile birleştirmektir; eğer bu bütün dinî ayinler için geçerli ise, ruhsal
işlevi olan her şey için de geçerlidir. Örneğin, dinî bir sanat eserini seyrederken
bütün ruh emredici bir çağrıya cevap verircesine bir araya geliyor.
Parçalayıcı bir tepki söz konusu değil zira yeterince şaşırmıyoruz. Kutsal bir
uygarlığın hakikati işte burada yatıyor; ruhun kendisini bir bütün halinde
tutmasını ve korumasını sürekli taleb etmekte ve ruhların bu talebe verdiği
cevapta geçmişin (bugüne göre) büyük üstünlüklerinden bilisi yatıyor. Çok küçük
fakat yine de önemli bir örnek: Orta Çağların dans müziğini, hatta neşeli
dansların müziğini dinlediğimizde, hiçbir şekilde ruhun bir parçasının
diğerlerinden koptuğunu hissetmeyiz. Aksine bu tür müzik kadınların ve
erkeklerin mutluluklarında unutamadıkları ve unutmak istemedikleri hayatın fâniliğini
ve ölümün kesinliğini, büyüsel bir yolla hayal ettirir.
Bugünkü uygarlığımızın ruh üzerinde böyle
talepleri yok: Bir avuç insan (bu tür geleneksel) «ilâçlar»a ne kadar
güvenirse güvensin, modern dünya, hastalığı kontrol altına alacağına ona
yaltaklanan bir sürü «antidot»la bu ilâçları izale etmektedir. ÇÜNKÜ ŞU KORKUNÇ
GARİP BİR TECELLÎDİR: «KALITIM»A ALDIRMAYAN, BÜTÜN İNANCINI «ÇEVRE»YE BAĞLAYAN
BİR UYGARLIĞIN TAKİP EDEBİLECEĞİ OLUMLU BİR ÇEVRE DE YOKTUR. Hatta bugün
insanların sahip olduğu iyi yanların çoğunluğunun, içinde yaşamaya ve büyümeye
mahkûm oldukları çevre tarafından mahvedilme tehlikesiyle karşı karşıya
olduğunu söylemek abartma sayılmaz. Eğitimleri, birçoğunun yapmak zorunda
olduğu iş[22], giymek zorunda oldukları
elbiseler [23]ve hepsinin de ötesinde,
belki de, boş zamanlarını geçirme yolları ve «eğlenceleri, yalnızca Celâl
ve Cemal duygularını bastırmak üzere değil, fakat aynı zamanda ruhî özü parçalara
ayırarak birlik, basitlik ve içtenlik erdemlerini ortadan kaldırmak üzere
hesaplanıyor. «Bütünüyle orda» olma yönünde yetiştirilmek yerine, ruh bütün
benliğini herhangi bir şeye nasıl vereceğini unutuyor; çünkü yaptığı perhizde
onu bu işi tamamıyla denemeye itecek ya yok, ya da çok az. Çevresi bütün
yönlerden «Benimle ne olur azıcık ilgilen!» diyerek onu çekmeye çalışan el
kalabalığı gibi ve bu «eller» gittikçe artmakta ve talepleri saçmalaşmakta.
Başka bir deyişle, modern dünya, ruh sağlığı bakımından yapılması
gerekenlerin tam zıddının yürürlükte olduğu bir hastahaneye benzemektedir.
Burada önemli olan doktorların «ellerini ruhlarından ne ölçüde yıkadıklarıdır.
Kutsal bilimlerin mütekabiliyetler
arasında, bedenin merkezi olan kalb ile maddî dünyanın merkezi olan güneş
arasındaki mütakabiliyet sayılabilir; hem kalb hem de güneş, bütün nesnelerin
Merkezi olan Kalb’i simgeler Güneşin merkez oluşunun bilinişi ve onun
simgelediği; dünyanın ve gezegenlerin güneşin etrafında dönüşünün bilinişinden
çok zor ayrılır ve işte bu yüzden bazı eski çağlarda, bugün çağdaş astronomun
bildiğinin bilinmesi hiç şaşırtıcı değildir. Ancak Kopernik’in zamanına kadar,
gittikçe daha çok insan dünyanın güneş etrafında döndüğünü öğrendi ve öyle
gözüküyor ki daha yüksek bir düzlemdeki «paralel» ve daha değerli bir bilgiyi
kaybetme pahasına, alçak bir düzlemdeki bir bilgi parçasını benimsediler. EĞER
ESKİLER GENELDE DÜNYANIN GÜNEŞ ETRAFINDA DÖNDÜĞÜNÜ BİLMEDİLERSE, TANIM GEREĞİ
DÜŞKÜN İNSANLARIN KAPILDIKLARI «İNSAN BEN’İNİN BAĞIMSIZ BİR MERKEZ OLDUĞU» YANILSAMASINA
RAĞMEN DÜNYAYA TEKABÜL EDEN BİREYSEL RUHUN, İÇLERİNDEKİ GÜNEŞ ETRAFINDA
DÖNDÜĞÜNÜ DE BİLEMİYORLARDI. Bugün, insan ben’i Kalb’den ayrılığın nihaî
noktasına yaklaşırken ve Kalb ile ruh arasındaki damarlar böylesine
kütleşmişken ben’in (ego’nun) merkez olduğu yanılsaması ister istemez
alabildiğine güçlenmiştir. Aslında Kopernîk’in «keşfini» «beşerî aydınlanma
yolunun kilometre taşlarından biri» sayanların birçoğu, içerdeki Güneş’i
büsbütün inkâr etmeseler bile derin şüphelere sahiptirler. Aşağı düzeyden
bilginin elde edilmesi, ikisi arasındaki bağlantı göründüğünden de sıkı olsa
bile mutlaka yüksek bilginin kaybını icap ettirmez. Fakat birisinin
kazanılması ile diğerinin kaybı, insanın «uzmanlığının» ruhsal alandan maddî
alana kaymasının inkâr edilemeyecek sonuçlarından biridir.
Uçuş, hastayı iyileştirme ve merkezî olan
ile çevresel olanın bilinmesi, üst düzlemdeki bastırmaların alt -düzlemde
gürültülü bir fazlalık halinde patlayabileceğini gösteren üç örnek. Şimdi
kendi açısından bütün sorunu kuşatan dördüncü bir örneği ele alalım.
RUH BU DÜNYAYA AİT OLMADIĞI HALDE CAN BU
DÜNYAYA AİTTİR; FAKAT BAŞLALANGIÇTA CAN İLE RUH
ARASINDA GÖRELİ BİR SÜREKLİLİK SÖZ KONUSU OLDUĞUNDAN RUHÎ ÖZ’ÜN-canın en uç
sınırında, kalbe en yakın noktada bulunan- VE ZEKÂ’DAN RUH’UN IŞIĞINI ALMAK
DURUMUNDA OLDUĞUNDAN BİR ANLAMDA «BU DÜNYADAN SAYILMAYAN» BELLİ BİR KISMI VARDIR. BU NOKTA, BAŞKA BİR
ANLAMDA DA «BU DÜNYADAN» SAYILIR, ZİRA İŞLEVİ BU IŞIĞI CAN’IN DİĞER
MELEKELERİNE AKTARMAKTIR, ÇÜNKÜ ZEKÂ’NIN GİZLENMESİ VE İKİ DÜNYA ARASINDAKİ
SINIRLARIN MÜHÜRLENMESİYLE O, CAN YAKASINDA KALMIŞTIR.
Ruhî özün bu yüksek ve çok değerli kısmı,
ruhun öte dünyaya yönelik değişik isteklerinden doğan üç erdemin; İNANÇ,
UMUT VE AŞK’ın etki alanından başka bir şey değil. Şimdilik, diğer ikisini
de bir anlamda içine alan en ortadakini ele alalım. Umut, insan hayatım
belirli şartların yerine getirilmesi halinde bütün isteklerin karşılanabileceği
bir yolculuk olarak görmek demektir. Bu amaca yalnızca öldükten sonra erişilmez;
bir avuç ayrıcalıklı (çevrimin bu aşamasında ayrıcalıklı) kişi bu dünyada da
amaçlarına ulaşabilirler. Her halükarda hayatın doğru yönde bir yolculuk
olabilmesi için her ne kadar bunu yapmanın değişik yolları varsa da, yerine
getirilecek şartların her zaman «akıntıya karşı» kürek çekmekle de ilgisi var.
Dinlerin farklılığı dolayısıyla bu şartların bazıları bir insan grubu için
kolayken, bazıları da başka bir insan grubu için kolay.
Her dinde insanlar arasındaki
farklılıklara izin veren belirli bir ihtimal çemberi vardır. Daimi bir hac hayatı, yüzeyde, kutsal bir kitabı
okumaktan veya Îlâhî isimleri zikrederek dünyadan el-etek çekmekten oldukça
farklıdır. Dua yahut tefekkürden yahut da her ikisinden etkilenen, fakat
insanın hayatını kazanmasını dışadönük bir yol olarak izleyen bir hayat
ihtimali de var. Böyle bir hayat, zaman zaman ruhsal bir inziva veya bir hac
ile engellenebilir de, engellenmeyebilir de. Kabuktaki ayrılıklar ne olursa olsun,
amaç her zaman için aynı; Ruh ile (kaybedilmiş) rabıtanın yeniden elde
edilebilmesi için gereken Rahmet’e tapınmayla ulaşarak beşerce bireyselliğin
aşılması. Dinî isteğin en az olduğu anda, yani lanetlenme
korkusuyla'yapılan asgarî tapınmada bile, bu amacın gözden kaçırılmadığını
söylemek mümkün. Çünkü kurtuluş, takdîs’in anahtarı olan arınmaya yol açar.
Son zamanlara kadar dünyanın her tarafında
insanın amacı hep buydu: akıntının yönü ister aşağı ister yukarı olsun,
«kayıklar» sürekli akıntıya karşı gidiyordu. Fakat son ikiyüz yıl içinde -daha
kesin bir tarih vermek çok zor- öyle bir zaman geldi ki, kayıkların başını
doğru yönde tutmak için gereken asgarî güç bulunamadığından, akıntıyla birlikte
geriye sürüklenen birkaç kayık birdenbire akıntıyla yüzyüze getirildiler.
Mücadeleyi zorlaştıran bu şüphe, belirsizlik ve umutsuzluk ortamında, akıntının
onları peşine takıp götürmesi hiç de zor olmadı. Başarı çığlıklarıyla «nihayet
biraz ilerlediklerini» haykırdılar, akıntıya karşı kürek çekmek için
mücadele edenleri de «hurafenin prangasından kurtulmaya» ve «zamana
uymaya» davet ettiler. Çabucak yeni bir âmentü icad edildi ve iman
ettikleri şeylerin gerçeğine nadiren inildiğinden, geçen bin yıllık çevrimde
insanın «akıntıya karşı» olan gayretleri yani «gerici» veya «yozlaşmış»
gayretleri tamamıyla boşunaydı, son derece amaçsızdı, yanlış yola sevkediciydi;
fakat «bütün bu gericiler insanlığı cehaletin karanlığına garketmek için ne
yaparlarsa yapsınlar, insanlığın içindeki ilerlemeci Öge gittikçe ilerleye
yolunda savaşıyordu.» İşte böyle diye diye, bu yüzyılın başlarında bir
politikacının «dünyanın muhteşem sabahı» dediği noktaya kadar geldik.
Bu arada, geçmişin seçkin insanlarını
kendileriyle aynı çizgideymişçesine «öğretilerine ekleyerek her şeyi daha
«makûl» yapıyorlardı. O zamanlar ilerleme şampiyonları olarak alkışlananlar
yalnızca devrimciler değildi, büyük manevî şahsiyetlerin de alkışlandığı
oluyordu. Görevlerinin insanları yaratılışlarındaki mükemmel hale döndürmek
olduğu görmezlikten gelinerek Budha, İsa, Hz. Muhammed «zamanlarının çok ilerisinde»
kabul ediliyorlardı.
Aslında kanıtlanan şey, «İNSANIN
UMUTSUZ YAŞAYAMAYACAĞI» gerçeğiydi. İnsanlığın büyük bir çoğunluğu, Ebedî
ve Ezelî olana doğru ilerlemekten vazgeçtikten (yani «dikey» ilerleme
ihtimaline inanmaktan yüz çevirdikten), sonra, umutlarım belirsiz bir «yatay»
ilerlemeye bağlamak zorunda kaldılar.
Agnostik (bilinmezcilik) ve ateist, herhangi bir uzuvlarını
kesip atabilirler, fakat Aşkın olana inanmayı redderek, normal işlevi Aşkın
olana duyulan isteği körüklemek olan "ruhsal öğelerden kendilerini
kurtaramazlar. MODERN DÜNYADAKİ UYUMSUZLUĞUN EN BÜYÜK NEDENLERİNDEN BİRİ,
LİDERLERİNİN VE DİĞERLERİNİN RUHLARINDA VAR OLAN İSTENMEYEN RUHÎ ÖZ İLE
AÇIKLANABİLİR. Bu «öz»ün tehlikesi ruhun en değerli ve en güçlü öğeleri
sözkonusu olduğunda daha da artıyor. Hatta ateistler ve agnostikler bir yana,
modern Batı’da herhangi bir dini olan «düşün adamları»nın çoğunu tanımlayan
soğuk yarı-agnostik din, ruhun üst pencerelerini açma ve onun büyük isteklerine
yol verme kuvvetinden yoksun. Bunun sonucu olarak ruh, geriye yani yasal
dünya tutkularının ortasına düşüyor ve kendi haline bırakıldığında makul
gerçekçiliğin ulaşabileceği mütevazı doyumları duygusal ve gerçekdışı düşlerle
bastırarak çarpıklık ve kargaşa yaratıyor. Bu, uçmayı reddeden veya
uçamayan bir kuşun sürekli kendi kanatlarıyla yukarı doğru sıçramasına
benziyor.
Gerçekte ruhun kanatları olan erdemlerden
inanç diye kalan (hurafe), batıl-dinin evrim ve ilerlemeye olan katı taassubudur. Umut diye kalan ise, görmek istemediği yıkıntıların
ortasında yükselen, çoğu tartışmalı [24]
birtakım geleceğe yönelik «insan başarıları» dır. Bu iki hurafe de,
insan aklını egemenliği altına alan ve amaçlarıyla kıyaslandığında son derece
orantısız olan bir tutkuyla sürekli beslenmektedir. Ruhu boş, dünyevî bir
Mutlak macerası peşinde, delicesine, sevdadan sevdaya sürükleyen bu tutku, insanın
İlâhî olana duyduğu susuzluğun dünyaya yöneltilmesinden başka bir şey değildir.
Yoğunluğunu yitirmesinin nedeni de böylesine tersyüz edilmiş olmasıdır.
Kaynakça
Martin Lings trc. Enes HARMAN, Ufuk UYAN Antik İnançlar Modern Hurafeler
[Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.37-55
ZAMANIN TARTIMLARI
Dünyanın her tarafındaki eski insanlar
için insanın yeryüzünde birdenbire ve mükemmel bir yaradılışta (artık daha
fazla gelişmesi imkânsız bir surette) görünüverdiğine inanmak kolaydı; çünkü
onlar bu ilk İlâhî «müdahale»nin daha küçük çapta müdahalelerle sürekli
tekrarlandığını görüyorlardı. Atalarımızın gözünde Tevrat, bir düşüşün
hikâyesidir. Cennetten kovulmadan Tufan’a. [25]
Tufan’dan Babil Kulesi’ne uzanan, zaman zaman kısa süren, zaman zaman da göreli
bir mükemmelliğin yeniden kurulduğu, yokuş aşağı giden bir eğimdir bu... İlâhî
müdahalenin pençesi gevşer gevşemez bu kaçınılmaz eğim bir yerçekimi yasası
tarafından zorlanmışçasına yeniden harekete geçmektedir. Bizler, dünyanın
izlediği yolu atalarımızdan daha kolay görebiliriz, çünkü bizim daha geniş bir
tarih açımız var ve tarih, temel olarak Tevrat’ın anlattığı hikâyeyi
tekrarlayıp, onun tartımım (ritmini) doğrulamaktadır. Son üç bin yılın
belirleyici olayları, Buddha’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellemin misyonları ani müdahalelerdi: Kendilerini önceleyen olayların
ardından çalkantısız bir biçimde ortaya çıkmadılar; olayların genel eğilimine
ters düşüyorlardı. Hepsinde, küçük bir insan topluluğu bir araya gelmekte, gelecek
kuşaklara yol gösterici bir ışık, bir ideal olacak manevî bir doruk
oluşturmaktadır. Bu tür, bilinen tarihî olayların ışığında ilk maneviyatın (ve
bu durumda ilk insanlığın) dünyaya berrak bir yıldırım gibi düştüğünü kabul
etmek hiç de zor değildir.
Ani bir yükselişi ağır bir düşüşün
izlediği [zamanı aşanla zamana uyanın birleşmesinden doğan] bu «Tanrı/İnsan»
tartımı, mevsimlerin diliyle, hızla yaza dönüşen ani bir bahardan sonra adım
adım gelen güze benzetilebilir. Güzün ne kadar erken geleceği çeşitli etkenlere
bağlıdır. Beşeriyetin muhteşem bahar-yaz dönemi, Altın Çağ, bir bütün olarak,
Hint Puranalarının bazı yorumlarına göre yirmi beş bin, bazı yorumlama göre de
bir buçuk milyondan daha fazla insan yılı sürmüştür. Değişik dinlerin daha
kısa süren çevrimleri ise, kaçınılmaz olarak büyük çevrim içindeki yerleri oranında
etkilenmişlerdir. Büyük çevrimin güz döneminde ortaya çıkan yeni bir dinin
baharı da, göreli olarak daha kısa bir sürede kendi güzüne (baharına) geçmek
zorunda kalmaktadır. Ne var ki, bu güzün içinde de daha küçük çevrimlerin
baharları yaşanabilmektedir, zira bazan büyük bir Ermiş, kendisini (daha
küçük çapta) bir din kurucusuna benzeten ani bir yenileme görevi
üstlenebilmektedir. Bu tartımı görmek için tarihin dış yüzüne değil
derinliklerine, belkemiğine bir göz atmak gerekir, çünkü maneviyat (tanım
gereği) zamandan bağımsız olmakla birlikte, zaman içinde gelişen dolaylı
etkileri doğal olarak adım adım ilerleyen, zamana bağlı bir kabarma-büzülme
tartımı izlemek eğilimindedir. Budizmin, Hristiyanlığın ve İslâm’ın, İlâhî Takdir’in
belirlediği düşünülebilecek, beşerî çevrelerde tam anlamıyla yayılabilmeleri
epey zaman almıştır: «Tanrı/İnsan» tartımı bir anda su yüzüne çıkmaya
hazır, pusuda beklediği halde, söz konusu teokratik uygarlıklar (bütün
bilimleri, sanatları ve zenaatlarıyla) maneviyatın kendisinden daha ağır
gelişmişlerdir. Çünkü insan, ne derece -kelimenin gerçek anlamında- vahiyle
harekete geçirilmişse davranışları o oranda aşağı derece tartımdan sıyrılıp
daha yüksek tartıma ayak uydurmaktadır.
Meselâ en soy nitelikleriyle sanat,
maneviyata sımsıkı bağlıdır. Ama bir dinin başlangıcında sanatsal esinin de
gelmesi mutlaka gerekli değildir, çünkü genel olarak manevî coşkunun doruğa
tırmandığı anlarda, insanların sanata (başka zamanlara oranla) daha az
ihtiyaçları olmaktadır. Hristiyan dünyasında yoz Greko-Romen üslup bazı
alanlarda [gerçek Hristiyan üslubun doğuşuna kadar] üç-dört yüzyıl sürmüş; ama
bu iki sanatın yer değiştirmesi genellikle daha hızlı olmuştur.
Sanattan daha yetkin bir örnek vermek
gerekirse, Hz. Süleyman, Hz. Davut’a indirilen plana göre Tapınak’ı
yaptırana kadar, Yahudilerin bir dinî mimarisi yoktur. Bu mimarî zirveye öylesine birdenbire ulaşılmıştı
idi. Ustaların bile dışardan getirtilmesi gerekmişti. Bu esini de aşıp
doğrudan doğruya vahye dayanan bir örnek olmakla birlikte esin de buna benzer
bir biçimde işler. Bize kadar gelebilen en eski sanat, çarpıcı bir Örnektir,
Öylesine çarpıcıdır ki, karşı düşüncede olanları bile etkilemektedir.
«Hiç şüphesiz, [bu] sanat olgusunun ilk
bakışta gözümüze çarpan en şaşırtıcı rolü, ilk örneklerinde görülen büyük
olgunluktur,. Üslup yönünden gelişmiş sanat eserlerinin estetik değerlerde
olağanüstü bir patlamayla apansız ortaya çıkıverişi gerçekten insanı şaşırtmaktadır.
Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde en eski dönemlere ait olduğu
görülen örnekler bile büyüleyici bir sanatsal olgunluğu yansıtan yapıtlardır.»
Tarihte derinden derine işleyen bir değil iki «akım» veya «tartım» olduğunu
görmediğimiz sürece birçok şeyi anlamamız mümkün değildir. Atalarımız hiç şüphesiz her ikisinin de
farkındaydılar. Yüzeyde kalan, bir kabarıp; bir alçalan akımı herkes bilir, uygarlıkların
bütün niteliksel unsurları açısından kaçınılmaz olan ani «çıkışlarla ağır ağır
«düşüş»lerine gelince... Hristiyanlar ilk kilise babalarını ve hepsinden öte
Havarilerin kendilerini özel bir saygıyla anmazlar mı? Aynı şekilde İslâm'da,
daha sonraki kuşaklar başka alanlarda ne tür başarılar kazanmış olurlarsa
olsunlar müslümanlar, Peygamber'in şu sözünü bütün kalpleriyle onaylamaktan bir
an bile geri kalmamışlardır: .
«Ümmetimin en iyisi benim zamanımda
yaşayanlar, sonra hemen onları izleyenler, sonra da bunları izleyenlerdir.»
Bir başka örnek: «Budistlere göre,
Budizmi kavrama gücümüzün gittikçe azaldığı üç dönem vardır. Bunlar
Buddha’nın ölümünden itibaren başlar: Birincisi bin yıl sürmüştür ve ‘gerçek
Budizm dönemi' olarak adlandırılır; yine bin yıl süren İkincisi ‘taklidî Budizm
dönemi’ olarak adlandırılır; içinde yaşadığımız üçüncü dönem ise yozlaşma
donemidir ve bizler de ‘son günler’in insanlarıyız.»
Bu üç dinin mensupları, bu inançlarında
yalnız değillerdir. Aslında, modern uygarlık dışında tarihin kaydettiği bütün
uygarlıklarda yaygın 'bir eksiklik, ideal bir
ölçüye ulaşamamışlık bilinci vardır ve yüzyılları kapsayan bir
ermişler zinciriyle insanların zihninde sürekli diri tutulan bu ideal,
sözkonusu dinin ilk temsilcileri arasında en mükemmel şekilde yaşanmıştır. Bu
zirvenin gerisinde, araya giren yozlaşma dönemlerinin ötesinde hayal-meyal
(zira geçmiş uygarlıkların bildikleri genellikle yoz dönemlerin artıklarından
başka birşey değildi) İİk İnsan’ın mükemmelliği görülüyordu.
Yahudi inancına göre, eğer Âdem en
başta «iyiyle kötünün bilgisi» ne sahip olmasaydı, Tanrı’yı bilme bakımından
melekleri bile geride bırakabilecekti; Uzakdoğu’ya doğru gittiğimizde, anlatım
biçimi çok değiştiği halde anlatılan gerçek aynı kalmaktadır.
İki bin yıl önce/Çin’de Taoist bilge
Chuang Tzu şöyle diyordu:
«Eskilerin bilgisi mükemmeldi.
Nasıl mükemmeldi?
Birincisi, (Ezelî ve Ebedî olanı
simgeleyen Tao’dan, Yol’dan ayrı olarak), eşyanın varlığından henüz habersizdiler.
Bu en mükemmel, tam bilgidir; hiçbir şey eklemek mümkün değildir. Sonra
şeylerin varlığını öğrendiler; ama henüz, aralarında bir ayrım yapmıyorlardı.
Sonra da aralarında bazı ayrımlar yaptılar ama onlar hakkında hüküm
yürütmediler. Hüküm yürütüldüğü zaman Tao [bilgisi] ortadan kalkmış oldu.»
Tarihöncesinin alacakaranlığından bize
kadar gelen eski bir Litvanya şarkısının bildirisi de dıştan çok değişik, ama
öz olarak aynıdır. Bu şarkı, «Ay’ın Güneş’le ilkbaharda nasıl evlendiğini» ve
sonra «yalnız başına gezen» Ayın Sabah Yıldızı’nı görüp nasıl ona gönlünü
kaptırdığım bunun üzerine Güneş’in babası olan Tanrı’nın Ay’ı nasıl ikiye
böldüğünü anlatır. [26]
Güneş, dünyanın her tarafında Ruh’un
simgesidir. Gün ışığı da dolaysız ruh bilgisini
simgeler. Ay ise beşerî olan ne varsa onun simgesidir; özellikle zihin ve zihnî
bilgi, ay ışığı gibi dolaylıdır, yansımadır. «Ayrımları yapan» da, «hüküm
yürüten» de zihindir.
«Güneşle evlenen Ay», beşerî ve İlâhî
özellikleriyle İlk İnsan’dır ve tıpkı Ay’ın Güneş’i yansıtması gibi insan ruhu
da bütün melekeleri ve erdemleriyle İlâhî Nitelikleri yansıtmaktadır. Böylece,
insan tabiatının simgesi olarak Ay, «insanın Tanrı suretinde yaratıldığı»
ve «Tanrı’nın yeryüzündeki vekili» olduğu yolundaki evrensel öğretiyi dile
getirmektedir.
YARATILIŞ DEMEK, TANRI’DAN AYRILIŞ
DEMEKTİR. Yaratmayla birlikte bütün yaratıkları kuşatan dışa doğru ayırıcı bir
eğilim baş göstermiş olmaktadır. Ama gayri -beşerî yaratıklarda, özgürlüğün
olmayışı nedeniyle bu eğilim etkisiz hale gelmektedir. Bu yaratıklar,
Yaratıcı’nın uzak ve parça-bölük yansımalarından başka birşey olmadıkları için,
Onun Özgür îradesi’ni ancak çok sınırlı bir anlamda yansıtmaktadırlar. Eğer
hayır konusunda insandan daha az özgür iseler, yozlaşma konusunda da daha az
özgürdürler. İnsanda ise, yaratılıştan gelen dışa-eğilim, «ilkbaharda» yüksek
tabiatının içe-çekici gücüyle mükemmel bir biçimde dengelenmişti.
Bu iki mizacın kesişme noktası olan, ruhun
doruğu ve merkezi (zira Göklerin Melekûtu «üstte» olduğu kadar «içte»dir) pek
çok dinin Kalb dediği şeydir. (Bedenin merkezi olan kalpten ayırmak için Kalb
burada büyük harfle başlatılmıştır.) Kalb, Ortaçağ’da kullanılan Intellecius
anlamında “Anlık’in tahtı” yani, akıl, bellek, ve imgelem gibi Aysı
(Kamerî) yetilerden farklı olarak manevî hakikatleri doğrudan doğruya algılayan
Güneşsi (Şemsî) bir yetidir .
«Ayla Güneş’in evlenmesi» yoluyla, ayıran, ayrı düşüren, uzaklaştıran «iyi
-kötü bilgisi», tümüyle birleştiren, bütün yaratıkları tekrar Yaratıcı’nm
çevresinde toplayan Kalb-bilgisine bağlanmış olmaktadır. «AY’IN İKİYE
AYRILMASI», Kalble zihnin birbirinden ayrılmasını ve bunun sonucu olarak da
insanoğlunun aracısız bilgiyi, birleştirici bilgiyi yitirip dolaylı bilginin
ikiliğine, iyi-kötü bilgisine köle olmasını göstermektedir.
Katıksız dindışı dürtü ve eylemler,
«başını alıp giden Ay»la simgelenen zihnî bağımsızlıkla ortaya çıkmıştır. Ay’ı parıldayan ışığı solgun ışığa
değişmeye iten dürtünün hiçbir manevî açıklaması yoktur; tıpkı Pandora’nın
kutuyu açmasının, yasak meyvanın yenmesinin ardında yatan dürtünün hiçbir
manevî açıklamasının olmaması gibi... Bu son davranışın anlamı, Zerdüşt
dininin ışığında daha iyi anlaşılabilir. Zerdüşt’e göre insanın yozlaşma
çizgisindeki önemli noktalardan biri de yiyecekleri sadece yiyecek olarak
sevmek ve onların güzelliğini Yaratıcı’dan bilmemektir.
Cennet’teki hayat bir anlamda zamanın
üstündeydi, çünkü ne mevsimler söz konusuydu ve de ölüm vardı. Tabiî, din de
yoktu, çünkü dinin götüreceği hedef yitirilmiş değildi. Buna karşılık, hemen
düşüşün ardından gelen (ve o dönemde bütün insanlar dinî görevlerini
«mükemmel bir biçimde yerine getirdikleri» için Sanskritçe’de Krita-Yuga
diye adlandırılan Altın Çağ, tanım gereği din çağı idi. Hinduizme göre o zamanlar
ortalama dünya ömrü 'bin-yıl sürüyordu. Görünüşe göre bu, Yudaizm tarafından
da doğrulanmaktadır. Ne var ki Yudaizmin ve daha sonra ortaya çıkan dinlerin,
bu dönemin mükemmelliği konusunda fazla ısrar etmemeleri de boşuna değildir;
zira bu dönem kendi içinde ne kadar iyi olursa olsun, felaket tohumlarını en
azından içinde taşıyordu ve'sonunda da yerini bu tohumların nihaî meyvası olan
Demir Çağı’na bırakmıştı. İlk dînler için Altın Çağ, Düşüş sonrası dünya
şartlarında gerçekleşebilecek en üstün «ideal»i simgeliyordu. Ama Çevrim’in
sonu yaklaştıkça bu «ideal» uzaklaşıyordu. Yine de, Yaratılış’ın (Tekvin)
olağanüstü eliptik ilk bölümlerine baktığımızda, açıkça olmasa bile,
görmezlikten gelinemeyecek bir simgesellikle Düşüş’ten sonraki Âdem’in
kişiliğinde Altın Çağ’ın anlatıldığını görürüz, Yaratılış’la ilgili yorumlara
ve Yahudilerin kaynağı pek açık olmayan kitaplarına baktığımızda da Adem’in
yalnızca, insanlar arasında bir tek günah işlemiş biricik insan olarak değil,
büyük bir şahit olarak da Övgüyle anıldığını ve öldüğü zaman onu gömmek için
Gök’ten meleklerin indiğini ve hatta Adem’le Şit’in yaşadığı çağlarda ölülerin
bedenlerinin çürümediğini, insanların hâlâ «Tanrı’nın suretinde» doğduğunu[27], Şit’in ölümünden sonra ise
bu durumun değiştiğini, o güne kadar yemyeşil olan dağların çorak kayalıklara
dönüştüğünü okuruz.
Hindulara göre dört dönemi kuşatan çevrim
sırasında, aşağı doğru giden eğim, sekiz ani «toparlanma»yla kesintiye
uğramıştır. Bu ani toparlanmaların her biri Ulûhiyetin bir yönünün yeryüzünde
somutlaşmasının sonucudur. Çevrimin başlaması ve bitmesi de buna benzer
somutlaşmalarla ya da «İnig»lerle (Âvatara) olduğu için bu kesintilerin
sayısı on’a çıkmaktadır. Bunlardan dokuzuncusu -bir Hîndu olarak göründüğü
halde üstlendiği işin mukadder çerçevesi Hinduizmin sınırlarım çok aştığı için-
Mleccha Avatara (Yabancı İniş) adı verilen Buddha’dır. Brahmanlar
açısından bu İlâhî müdahale az ya da çok Hindulara özgü olduğundan, Batı
dinleriyle pek ilgilenmemektedir; ama henüz gerçekleşmemiş olan onuncu iniş,
bütün dünya içindir.
Kalki adi verilen bu onuncu ve sonuncu Avatara, beyaz bir ata binmiş, elinde
kılıç tutarken tasvir edilir. Kalki’nin bazı tanımları da Ahdi Cedid’in son
kitabındaki (Apokalips) bazı ayetlere çok benzer. Kalki Avatara’nın Karanlık
Çağ’a bir son verip, yeni bir Altın Çağ’la yeni bir çevrimi başlatması
beklenir.
Kalki’ye ne ad vermiş olurlarsa olsunlar bütün
dinlerin paylaştıkları bu beklentinin, çağdaş «ilerleme» inancıyla hiçbir
ilgisi yoktur. Bazı çağdaşlarımızın, Mesih’in ilk gelişini beşeriyetin
ilerlemesine bağladıkları ve daha fazla ilerlemeyle dünyanın Mesih’in ikinci
gelişine uygun bir hale geleceğine inandıkları bir gerçektir. Ama bu tür
düşünceler gerek Ortaçağ düşünüşüne, gerekse daha eski düşünüşlere tümüyle
yabancıdır.
İnsanlığın Kurtuluş’u [ilerlemeyle]
kazandığına inanmak şöyle dursun, atalarımız bunun katıksız bir Kayra (înayet)
olduğuna inanıyorlardı. (Mesih’in ikinci gelişi konusunda da, onlar başka türlü
düşünüyorlardı. Onlara göre bunun yaklaştığını gösteren belirtiler «savaşlar»,
«savaş söylentileri», «zelzeleler», «kıtlıklar»; «kardeşip kardeşe», «babanın
oğula», «oğulların ana babaya» düşman olduğu iç savaşlar ve son olarak da
«harap edici mekruh şey»dir; bazı çağdaşlarımızın inandığı gibi her şeyiyle
mükemmel bir dünya değil... İsa’nın ve resullerin sözlerine göre -ki
atalarımız, bu sözlerin, tarihin tartımıyla sonuna kadar doğrulandığına
inanıyorlardı- «Bin Yıl»a yokuş yukarı değil yokuş aşağı giderek
ulaşılacaktır. Bu, en azından bir bütün olarak beşeriyet için
böyledir. înamşa göre, adım adım ilerleyen, belirli toparlanmalarla [28]kesintiye uğrayan «ÇÖKÜŞ»,
«DÜNYANIN BAŞLANGICINDAN BERİ OLMAMIŞ VE HİÇ OLMAYACAK BÜYÜK SIKINTIYA» yol
açacaktır. İsa’nın, ikinci gelişinin yaklaştığını gösterecek
belirtilerle ilgili olarak söyledikleri, aynı konuda diğer dinlerin
söyledikleriyle karşılaştırılabilir. Beşeriyetin içine yuvarlanacağı en
aşağılık durum, Deccal’ın egemenliğiyle damgalanacaktır. Sonra, «şimşeğin
Doğudan çıkıp Batı’da dahi görülmesi gibi» gerçek Mesih ortaya
çıkacaktır.
«Modern buluşların sağladığı bilgiler,
eskilerin atalarının mükemmelliği konusunda besledikleri inancı
değiştirebilir miydi?» Bu soruyu sorduk ve kısmen de cevaplandırdık. Peki ama,
onların gelecekten bekledikleri konusunda ne diyebiliriz? Çok
önceleri ölmüş kuşaklar dünyaya dönebilselerdi, kendilerinin ve peygamberlerinin
yanılmış olduğunu mu düşüneceklerdi? Yoksa bu dünyanın görünüşü, insanlığın
geleceğiyle ilgili en kasvetli, en kötümser sezgilerini mi doğrulamış
olacaktı? Bu soru da, yukarıda üstü örtülü bir biçimde cevaplandırıldı. Bundan
sonraki bölümlerde ise daha açık olarak cevaplandırılacak.
Kaynakça
Martin Lings trc.Enes HARMAN Ufuk UYAN
Antik İnançlar Modern Hurafeler [Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul.,
s.25-35
ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK
Bugünkü dünya, itilip kakılan düşünce ve
isteklerin oluştuğu bir kaostur: «Özgür dünya» denilen kesim seyyal bir kaos
içindeyken, modern dünyanın totaliter kısmı katı bir kaos içindedir. İkisinin
de aksine, eski dünya sürekli bir düzen, her şeyin yerli yerinde olduğu bir
kavram sıralaması içindeydi. Kaos, gördüğümüz gibi sıralamanın psişik düzeye
(hümanistler tarafından) «ters çevrilerek yansıtılması» ve bozulmuş,
saptırılmış öte-dünya isteklerinin zorla bu dünyada düşünülmesi sonucu ortaya
çıkmıştı. Doğal bir tapınma isteğiyle donatılmış, ..olan insanoğlu tanınamazsa
ve manevî düzleminden kopartılırsa tapacağı bir tanrıyı daha aşağı bir düzlemde
bulur ve böylece yalnızca Mutlak’a ait olan bir başkasıyla değişmiş olur.
«Özgürlük», «eşitlik», «okuryazarlık»,
«bilim», «uygarlık» gibi «büyüsel havâl uyandıran» öyle kelimeler vardır ki, bu kelimeler söylendiğinde
ruhların birçoğu zihin-altı bir tapınmadan yerlere serilirler. Özgürlük ve
eşitlik hurafeleri genel düzensizliğin yalnızca sonucu değil, aynı zamanda da
sebepleridirler; çünkü her biri kendi başına sıralamaya karşı bir ayaklanmadır
ve bunlar insan içindeki iki üstün dürtünün saptırıcıları olduklarından çok da
tehlikelidirler. Corruptio optimi pessima, iyiyi saptırmanın en
iyi yolu onu en kötüye saptırmaktır; fakat eski düzeni sağladığınızda bahis
konusu olan bu iki put (dünyevî yasal isteklerin nefes alabilecekleri özgürlük
ve eşitliğe yerlerini bırakarak) dünya düzleminden kaybolacaktır.
Mutlak özgürlük Ulûhiyetin ayrılmaz bir
parçası olduğu için,- özgürlüğe duyulan iştiyak Tanrı’ya duyulan iştiyakın
üstündedir. Bu yüzden Hindüîzm’de mistik'yolun sonunu -Delirten en yüksek ruhî
mertebe kurtuluş (moksha) olarak adlandırılır. Çünkü o, Mutlak, Sonsuz
ve Ebedî olanla bir birleşine (yoga) halidir, işte bu yüzden, bütün
bağlıklarından özgürlüğe kavuşmayı gösterir. Hz. İsa «Bilgi-edininiz, bilgi
sizi kölelikten kurtaracaktır» dediğinde aslında bu özgürlüğü kastediyordu-
çünkü doğrudan bilgi, GNOSİS (MARİFET), BİLGİNİN OBJESİYLE YANİ
TANRI’YLA OLAN BİRLEŞME DEMEKTİR. Fakat İsa’nın bu sözlerinin daha aşağı
bir düzeyde ikincil bir uygulaması var: manevî gerçeklerin doğrudan
bilinmesinde nisbî bir kurtuluş var, zira bu tür bilgi daha üstün bir dünya
için bir geçit sayılır ve bundan ötürü bu dünyadan kaçmanın bir yoludur.
Plato’nun ünlü imgesinde bu kaçış «mağaradan çıkış»tır ve onun
söylediklerini hatırlamakla konu dışına çıkmış olmayız, zira: bu imge eski
dünyanın hem Doğulu hem de Batılı görüş açısını temsil ediyor.
Platon daha doğrusu Sokrates, (çünkü
Platon’un söylediklerini O bize ulaştıran Sokrates’tir) içinde çocukluklarından
beri hapsedilmiş mahkûmların olduğu bir yeraltı mağarasını hayal etmemizi
istiyor. Mağaranın duvarlarından birini görecek şekilde uzunca bir sıraya
oturtulmuşlar ve oturdukları yere öyle zincirlenmişler ki, kafalarını
oynatamıyorlar, yalnızca dosdoğru önlerine bakabiliyorlar. Arkalarında yanan
bir ateş, ışığım duvara yansıtıyor ve ateşle aralarında canlı ve cansız bütün
dünyevî yaratıkların kuklaları dolaştırılıyor. Fakat kafalarını
çeviremediklerinden, mahkûmlar yalnızca kuklaların önlerindeki duvara yansıyan
gölgelerini görebiliyorlar.
Sonra Sokrates bize, mahkûmlardan
birisinin zincirlerinden kurtuluşunu hayal etmemizi söylüyor. İlk olarak
arkasına dönüp kuklaların kendilerini görebiliyor. Sonra mağaradan kaçıyor ve
kuklaların suretlerinde yaratıldığı bütün nesnelerin görülebileceği dış
dünyaya gidiyor. İlk olarak ay ışığında, sonra güneş ışığında nesnelerin
gölgelerine ve sudaki yansımalarına bakıyor. Daha sonra nesnelerin kendisine
ve nihayet güneşe bakmaya muvaffak oluyor.
Mağara bu dünyayı, mahkûmlar da dünyevî hayatları
boyunca ölümlüleri temsil eder. Süre durum, duygusuzluk ve önyargının sebep
olduğu tek yönlülük yüzünden, mahkûmlar kuklaları yani bu dünyanın nesnelerini
bile göremezler, «çünkü şimdi ayna ile muammalı surette görüyoruz, fakat o
zaman yüz yüze göreceğiz». Dış dünya, bu dünyadaki nesnelerin simgelediği
ruhsal gerçeklikleri kapsayan öte dünyadır. Kaçan mahkûmun dış dünyaya
geldikten sonra görme yeteneğindeki artış, tamamen, Dante’yi Yedi Cennete doğru
götürürken Beatrice’in yüzündeki tebessümün parlaklığındaki artışa tekabül
eder. Bu artış, insan manevî mertebelerde adım adım yükselirken, entellektüel
sezginin yoğunlaşmasını gösteriyordu. Zincirlerden kurtulmanın verdiği
özgürlükle karşılaştırıldığında gittikçe daha göreli gelen, genellikle
«özgürlük» denilen, yani zincirlerinden salıverilmelerini dahi istemeyen
mahkumların hoşlanabilecekleri «özgürlükçükler»... Sokrates bizi,
mahkûmların (bütünüyle kuklaların gölgelerinde yoğunlaşan) davranış ve
ilgilerinin, tümüyle aydınlanmış birisi için ne ifade edeceğini düşünmeye
çağırıyor.
Bir süre Platon’un imgesini düşünecek
olursak -ki Platon’un bütün istediği budur- mağaradan kaçıp sonra geri
dönenlerin (ki bunlar m bazıları hiçbir zaman mahkûm olmamışlar, yukardan
gönderilmişlerdir) aslında din kurucuları, İlâhi elçiler, olduklarını görürüz. Her halükârda görevleri mağara sakinlerine güneşi,
ayı, erkekleri, kadınları, hayvanları, ağaçları, çiçekleri bütün yönleriyle
anlatmak, şekil ve renklerin ne kadar muhteşem olduğunu bildirmektir. Bazı mahkûmlar
bunların anlattıklarını zevkle dinleyip, gölgeler dünyasından gerçek dünyaya
kaçma özlemi ile dolarken, çoğu, Peygamberlerin deli veya hayalperest
olduklarını ve var olan en üstün gerçekliğin kuklaların gölgesi olduğunu iddia
ederek kızıyorlardı.
Bu imgenin ışığında inanan ile kuşkucu
arasındaki farkın, mahkûm olan ile özgür olan arasındaki fark olmadığı, fakat
mahkûm olduğunun bilincinde olan bir mahkûm ile düşünceleri hapishane duvarını
geçemediğinden bu dünyanın bir hapishane olduğunu kabul etmeyen bir mahkûm
arasındaki fark olduğu görülecektir.
Eğer şimdi eşitlik kavramının Mutlak’taki
kaynağına dönersek, bü kavramın Hıristiyanlığın «tanrılaştırma» (deification)
ve Hinduizm''in «THAU ART THAT» (TANRI SENİN ÖZÜNDEDİR) şeklinde ifade
ettiği en üstün manevî mertebenin bir görünüşü olduğu ortaya çıkacaktır. Düşen
insanın ruhundaki özlemin bir parçası olan eşitlik ihtiyacı bir kez daha İlâhî
tecelliye layık olma tutkusunun üstündedir. Bütün Gizlerin en büyüğü olan bu
yeterlilik bu sözlerle ifade edilir: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
kutsî hadiste buyurdu ki;
«Ne yere ne de göklere sığdım, yalnız
mü’min kulun kalbine sığdım”
Sonsuz’un
Tümlüğünü içine alan boşluklarının eşitliğinden dolayı bütün Azizler eşittir;
bu eşitliğin, ilâhi görünüşünün altını çizen, semavî bir görünüş denilebilecek
bir yönü var. Ortaçağ’da yazılmış bir İngiliz şiiri olan THE PEARL
(İNCİ), kız kardeşinin mezarını ziyarete giden ve orada uykuya dalıp onu
Cennet’te gören birisini anlatır. Kız kardeşine nasıl olduğunu sorar, o da
Cennet’in Kraliçesi olduğunu söyler. Ağabeyi onu azarlar, o da «Doğru,
dediğin gibi Kutsal Bakire Meryem Cennet’in Kraliçesidir; fakat onun şefkat ve
cömertliği o denli kavranılamaz ki, diğerlerinin de yanında Kral ve Kraliçe
olmalarına izin veriyor,» diye cevaplar.
Beşerî düzlemde dahi «toplumsal» açıdan
eşit olan insan topluluğu ütopik bir düş olmakla kalmıyor, fakat bir ihtimal
olarak beliriyor, zira gelenek bize bunun dünyada binlerce yıl var olan bir
norm olduğunu söylüyor. Altın Çağ, tanım gereği bütün insanların «kast üstünde»
olduğu bir çağ. Fakat bu tür eşitliği gerçekleştiremedikten sonra, bir bütün
olarak insanlığın aynı aleladeliğe sürüklenmesindense -hiç değilse- bir
bölümünün erdemlerini koruması daha iyi olurdu; «kast sistemi», işte bu
anlamda geriye kalan erdemlerin korunmasını ve toplumun en iyi faydalanabileceği
yere yerleştirilmesini sağlayan bir araçtır. Üstelik bu sistem kendisini
fazlasıyla ispatlamış durumda, zira bunun Hindular ve diğer insanlar arasında
özenle ve yöntemli bir şekilde uygulandığına şüphe yok ve Hinduların, tarihsel
zamanın başlarında yozlaşan Yunan, Roma ve Alman dinlerinden çok eski olan
dinlerini, bozulmadan bugüne kadar getirebilmeleri büyük bir başarı. Kendi
içinde anormal olan, aşağı kastların varlığıdır. Çevrimin sonuna doğru
yaklaştıkça bu da normalleşmek zorundadır. Eski dünya, kaçınılmaz olduğunu
bildikleri alçalma hareketini ve aşağı insan türlerinin çoğalmasını kontrol
altına-almakla ve yozlaşma dalgasını en iyi şekilde nasıl önleyebileceği (yani
kendisini nasıl koruyacağı) sorunuyla meşguldü; fakat bu alçalma hareketine
karşı koyma yöntemleri değişiyordu.
Kast sistemi halen belli bir yozlaşmanın
var olduğunun kabulü demektir. İnsanlar için daha eski bir kendini koruma yolu,
Kızılderililerin yaptığı gibi çöküşün dış sebeplerinden olan yerleşik, göçebe
olmayan bir bayata ve böyle bir hayatın ifade ettiği her- şeye yüz çevirerek,
bakir doğayla gerçek bir entellektüel ilişkinin aydınlattığı ve adet haline
getirdiği fiziksel ve ruhsal, bir ilişki kurmaktır. Bu son şart zarurî bir
şarttır.
«Kızılderili İlâhî Sıfatları ve meleklere
ait hakikatleri doğadaki fenomenler ve hayvan türleri ile düşünür... Onlara
(Kızılderililere) göre hiçbir nesne göründüğü gibi değildir, yalnızca saf olan
yansıtabilir. İşte yaratılmış olan her nesne kutsal (Wakan) dır.
Kızılderili'nin mabedi her yerdedir:
dünyanın bozulmadan, bakir ve tıpkı yaratıldığı günkü gibi kutsal kalması bu
yüzdendir. -zira- Ebedî olanı yalnızca, saf olan yansıtabilir. Kızılderili ne “Panteist” tir ne de Tanrının bu dün
dünya da olduğunu düşünür, ancak Tanrının esrarlı bir şekilde Tanrıya
bulandığını bilir. »
Bu görüş, kast sistemini tamamıyla bir
kenara bırakan ve ilk eşitliği sürdürmeye dayanan toplumsal bir düzeni ve ona
uygun bir hayat tarzını gerektiriyor. Kızılderililer arasında ne «alt sınıf»
ne de «orta sınıf» var. Kendilerini «Soluk benizlilerin kirletmesinden
korudukları ve geleneklerine sadık kaldıkları sürece eski zamanların
rahip-kralları gibi her nesilde soylu bir azınlığı üreten soylu bir ırk.
Fakat doğayla entellektüel bir ilişkiden
kaynaklanmayan bir göçebelikte ısrar, yozlaşmanın yalnızca belirli çeşitlerine
karşı bir güvence olabilir. Yokuş aşağı bir sürü yol var, dünya bunlardan
bazılarının yaygınlaşması için yeterince yaşlı sayılır. Bugün «ilkel» kelimesi
hemen hiçbir ayırım gözetmeksizin kullanılıyor. İLK ÇAĞLARIN İNSANLARIYLA
KARŞILAŞTIRILDIĞINDA DEMİR ÇAĞ’IN KIZILDERİLİLERİ KENDİLERİNİ YOZLAŞMIŞ OLARAK
GÖRÜYORLARDI, FAKAT TAM ANLAMIYLA YOZLAŞMIŞ OLAN «VAHŞİLER»İN DE «İLKEL» OLARAK
ADLANDIRILDIĞI BİR ÇAĞDA, «İLKEL» DAMGASINI YİYEREK DOĞAYLA YAKIN İLİŞKİ İÇİNDE
OLMALARI ONLARI MODERN UYGARLIKTA SON HADDİNE VARAN ÖZEL ÇÖKÜNTÜDEN KURTARDIĞI
İÇİN, KIZILDERİLİLERE «İLKEL» DEMENİN HİÇBİR ANLAMI YOK.
Entellektüel görünüşün son derece kuvvetli
bir ruhsal otorite şeklinde vücut bulması, Platon’un çöküşe karşı en iyi çare
dediği ve kast sistemi olmayan yerleşik teokrasiler, Hintliler, Kızılderililer
tarafından da benimsenen şeyin ta kendisidir. Son iki teokrasinin kastla sınıf
arasındaki, yani doğal şartlar ile toplumsal durum arasındaki ayrılıkların
asgariye indirilmesi veya etkisiz hale getirilmesi için başvurdukları çareler
hem çarpıcı, hem de tipiktir. Hristiyanlık bugün var olan toplumsal düzeni,
gerçek bir kast sistemine bir parça benzediği için benimsemişti, fakat bunun
üstünde davetsiz misafirlere karşı, geniş kapsamlı yardımlarla koruduğu ve
bütün sınıflara açık olan büyük bir kast kurdu. İslâm’da, en üstün kasta üye
olma zorunluluğu bütün sınıflara zorla kabul ettirildi; fakat Altın Çağ ideali
ile Karanlık Çağ gerçeği arasındaki uçurum Kur’an ve Peygamber’in «mertebe»
(takva) üzerindeki ısrarıyla yok edildi. İslâm uygarlığının bir kast
duygusuyla yayıldığım söylemek doğru olmasa bile kast sisteminin özünü oluşturan
bir duyguyla, insanlarda değişik manevî imkânların bir hiyeraraşi oluşturduğu
duygusuyla yayıldığını söyleyebiliriz. Bu yüzden, sınıf farklarının dünyevî
hiyerarşisi, Müslüman için her şeyden önce imamların fiilî eşitliği ile
söndürülür ve sonra bu eşitlik çerçevesinde manevî hiyerarşi ile yer
değiştirilir.
«Aristokrasi» dediği ideal devleti
kurmanın pratik olarak nasıl gerçekleşebileceğini düşünürken, Platon, herşeyden
önce, kendileri istemeseler bile ülkeyi yönetecek gerçek düşünürlerin
bulunması gerektiğini söylüyor, Bu aristokratları tarif derken kelimenin tam anlamıyla Azizler’i
kastettiğini açıkça anlıyoruz; çünkü gerçek düşünür «mağaradan kaçan» ve
«güneş»i gören kişidir. Platon’un devleti aslında bir teokrasidir: mağaradan
kaçan aristokrat, bundan böyle tam Platoncu anlamıyla mağara ile dışardaki
dünya arasında gidip gelebilir ve işte Latince kelime anlamıyla «köprü»
(Pöntifex) demek olan başpiskopos’un (Pontiff) işlevinin anlamı burada yatıyor.
Fakat eğer ruhsal otorite sahibi gerçek
bir aristokrat olmaktan uzaksa ne olacak? Ve büyük görevlerin her giyenin'
üzerinde pek bol duran elbiseler gibi, «görevli»lerin üstünden taştığını tarih
göstermemiş midir?
Modern «çözüm», elbisenin bir cüceye
uyacak şekilde kesilmesidir. Eskiler ise daha iyi birisini umut ve sabırla
beklerlerdi. Üstelik, elbisenin giyenden ayrı olarak tek başına değerli
olduğunu da bilirlerdi. Teokrat görevinin gerektirdiği mertebeye sahip olmayabilirdi,
fakat bu görev kendi başına bir «köprü»ydü. Çünkü onun devletin başında oluşu,
manevî olana üstünlüğünü sağlıyordu. O «mağaranın kapısı»nın resmen
tanınmasını ve topluluğun o yöne yönelmesini garantiliyordu. Üstelik, ruhanî
büyüklerin görünen hiyerarşisinden başka Azizler’in bir iç hiyerarşisi de
vardı; yani bir görevleri olsa da, olmasa da kendi içlerinde köprü olanlar,
büyük işlevlerin başarılmasında ortaya çıkan boşlukları her an
doldurabilirlerdi. Orta Çağ boyunca Batı Hıristiyanlığı, her kuşakta birbirini
izleyen, sözleri uygulanmasa bile, her yerde kanun sayılan kadın ve erkek
Azizler yetiştirdi. Aynı şey «Orta Çağ»ı çok daha sonra biten büyük Uzak Doğu
teokrasileri ve Doğu Kilisesi için de geçerli. Fakat teokratik düzen olmadan,
değerlerin genel olarak doğru olduğunu temin eden resmî dış hiyerarşiyle, Azizler
bu denli göz kamaştırıcı bir şekilde «insanları aydınlatma» imkânına
sahip olmayacaklardı, «Aşağı» akıntıyı kontrol altına alıp, «akıntıya karşı»
bir hareketi hızlandırmak için ortaya çıkan teokratik uygarlığın püf noktası
burada yatıyor; yaratılışın merkezkaç eğilimlerini önlemek için merkezcil bir
ivme hazırlamak ve onu korumak, kısacası, dinin işlevini en iyi şekilde yerine
getirebileceği bir ortam hazırlamak ve Azizler ve dinlerdir, çünkü merkezkaç ve
«akıntıya karşı» olan her şeyi onlar harekete geçirirler. Bu aynı
zamanda, Azizlerin kurduğu hayatın sürdürülmesi demek olan mistik düzenler ve
kardeşlikler için de geçerlidir.
Orta Çağ Hristiyanlığında, Avrupa ve
Anadolu’ya uzanan manastırlar ağı nedeniyle her köyün birbirinden uzak olmayan
en az, böyle bir manastırı vardı. Burada bir grup kadın ve erkek
Hıristiyanlığın büyük çevrimini yoğun bir şekilde yaşarlardı -İsa’nın Doğumu,
Noel. 6 Ocak Yortusu, Büyük Perhiz, İsa’nın Çarmıha Gerilişi, Diriliş, Göğe
Yükseliş, Ruh’ul kuddûsün İnişi, Kutsal Meryem’in Orucu, St. Michael ve bütün
Meleklerin, Azizlerin, Ruhların Yortusu, aralarda kalan aylarda tek tek Aziz
günleri ve bu çevrimin canlılığı öyle ruhsal bir kasırga yaratır ki, içine bir
ölçüde girmemek mümkün değildir. (Müslümanlarda da kandiller.)
Her merkezde herkese temel bilgiler
öğretilir, her ihtiyacı olanın yardımına koşulurdu. Üstelik herkes, hatta en
fakir köylünün oğlu dahî, Ruh’ta kök salmış öğretiye derin bir iştiyak
göstermek şartıyla, en yükseköğretimi alabilirdi. Orta çağda «aşağı sınıflar»ın
«yükselttirilmediği» yönündeki geçerli sam, dünyevî bir «yukarı» kavramına
dayanır. Fakat teokrasi açısından toplumun herhangi bir kısmını Ruh’un yanına
yaklaşmaktan alıkoymak bir çelişkidir. Ortaçağ’da bir keşiş için tek muteber
yükselme tarzı, manevî yükselmeydi. Ona göre, kendisinin çoktan yüz çevirdiği
dünyevî zenginliklere ulaşmanın böylesine güç olması hiç de bir trajedi
değildi. Fakat en alt kast’ın üyeleri dâhil herkese açık olan yukarı doğru
(olumlu) ilerleme onaya bağlıydı.
«Eğer Hinduizm, her şeyden önce, insan
ruhundaki temel eğilimleri dikkate alıyorsa, toplumsal kökene bir değer
vermeyen gezgin keşişler (sannyasis) üst -kastında da eşitliği kabul ediyor
demektir. Hristiyanlıktaki ruhban sınıfı için de durum aynıdır, öyle ki
aralarında soyluluk unvanları kaybolmuştur: bir köylü bir prens olamaz, fakat
Papa olup, bir hükümdara taç giydirebilir..»
Tarihte Hristiyanlıkta ve diğer dinî
uygarlıklarda zaman zaman görülen ve teori ile pratik arasında gelip giden
geniş çatlaklar oluşturan başlıca adaletsizlik ve baskı halleri, teokrasi
yüzünden değil fakat insan ırkının aşırı ihtiyarlıktan doğma kollektif
düşkünlükleri yüzündendi. Üstelik eğer işler kötü gittiyse, teokrasi sayesinde
daha kötü olmaktan kurtulmuşlardı. Belirli zaman ve yerlerde bazen iyi de
gidiyordu ve böylece eskiden meydana gelen «iyi»nin daha sonra da meydana
geleceği umudu sürüyordu.
Bir bütün olarak DEMİR ÇAĞ, «iki
şer arasında bir seçimin» yapıldığı bir çağdı; önceki dönemlerin aksine ORTA
ÇAĞ en azından «ehven-i şer arasında bir seçimin» yapıldığı bir
çağdı. En kötü papalar ve İslam’ın en kötü Halifeleri dahi, VIII. Henri,
ve laikliğin kasvetli umutsuzluğunu başlatan diğerleri kadar, kötülüğe yol
açmamışlardır.
Orta Çağ Avrupası, bütün vücudunu acıyla
sarsan, onu iniltiden iniltiye sürükleyen ve öldürücü[29]
olduğu bilinen bir hastalığa yakalanan bir adama benziyordu. Fakat bünye
iyiydi, kalp-atışı düzenli ve kuvvetliydi. Kan hâlâ atardamar ve
toplardamarlardan geçerek kol ve bacakların en uçlarına gidiyordu ve bazen ateş
azaldığında, hasta gençlik ve sağlığın ne büyük nimet olduğunu düşünüyordu. Bu
mu daha iyiydi, yoksa son demlerini yaşamakla birlikte göreli bir rahatlığa
kavuşmak mı? [30]
Kalp-atışı zar zor algılanabiliyor; kan
adeta damarlarda donuyor; deri mide bulandıran kızartılarla iltihaplanıyor;
vücudun dış kısmındaki bazı yerler halen dumura uğramış durumda ve hasta koma
Veya hezeyan halinde oluşuna göre ya fısıldayarak ya da haykırarak: «Her gün
biraz daha iyileşiyorum.» diye bağırıyor.
Fakat kişiler için eğer topluluğun
gerisinde kalmak mümkünse -hiç kuşkusuz «gerisinde» kelimesi her durumu
karşılamaz, zira acı, gönül rahatlığından daha yakın olabilir- kişilerin genel
gidişten gerçek anlamda kurtulması da mümkündür. Her durumda geçerli olabilecek
tartışmasız bir «mükemmel» mutlaka vardır. Bu, doğrudan doğruya mekândan
münezzeh
Ulûhiyetten kaynaklanan bir metafizik
zorunluluktur. Şu anda bu «mükemmel»in bir yönü şöyle ifade edilebilir:
eskiden insanlar dinin sauve qui peut’sünü [31]
söyleyerek dünyanın beyhûdeliğini açıkça ve etkin bir şekilde ilan ettiler,
fakat dünya buna karşı oldukça sessiz kaldı. Şimdi ise insanlar bu gerçeği
ifade etmeye gönüllü görünmüyor, dünya ise edilgin insanlarıyla gittikçe kendi
beyhûdeliğinin gürültüsüne gömülüyor. Aslında böyle bunak bir dünyada her gün
edindiğimiz tecrübe, dünyanın gerçekten «güve’nin kemirildiği ve pasın
paslandığı» bir yer olduğunu günden güne insanların kendilerinin yarattığı ve
kendi ellerinde parçalanan putlar diyarına döndüğünü gösteriyor.
BU DÜNYAYA OLAN İNANCIN YİTİRİLMESİYLE,
ÖTE DÜNYAYA İNANMANIN BAŞKA BAŞKA ŞEYLER OLDUĞUNU SÖYLEMEK BASİTLİKTİR. Bizler
öte dünya ile bu dünya arasında açık kapı olan insanlardan alçalarak bu
hallere düştük. RUHLARI DA BUNA GÖRE DONATILMIŞTI, FARKINA VARSAK DA,
VARMASAK DA ONLARDAN BAZI ŞEYLERİ MİRAS ALDIK VE DÜNYAYI KANATLARIYLA KAZMAKTA
ISRAR EDEN BİR KUŞUN UÇMA ŞANSI OLMADIĞINA GÖRE, EĞER HERHANGİ BİR YOLLA
DÜNYAYI KAZMAKTAN VAZGEÇİLİRSE, EN AZINDAN UÇMAYA TEŞEBBÜS İHTİMALİ DOĞAR.
Kaynakça
Martin Lings trc. Enes HARMAN, Ufuk UYAN, Antik İnançlar Modern
Hurafeler [Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.57-69
ZEKÂ VE AKIL
Makrokosmos (kâinat) ile mikrokosmos
(insan) arasındaki uygunluk öğretisine göre dünyevî gücün sahipleri, yani kral
ve temsilcileri makrokosmos’da, mikrokosmos’daki akıl melekesine tekabül
ederken manevî otoritenin temsilcileri de Zekâ’ya tekabül ediyor. İmgelem,
duyu ve duyarlık yetileri aklın altında ve (normal olarak) onun denetimindedir.
Aklın bunlar üzerindeki hükümranlığını sürdürebilmesi için Zekâ’dan onay
alması gerekir, çünkü bu hükümranlığın dayandığı üstün ilkelerin bilgisi
Zekâ’ya bağlanmaktadır.
Bu onay esas olarak dışardan, dinden
gelebilir ve insanın içindeki zekâ ile ilişkisini koparmasından ötürü bir zorunluluk
halini alan kısmî bir vahiy veya Zekâ’nın dışlaştırılması şeklinde tanımlanır.
Onay, gerçek aristokratta olduğu gibi aklı ihtiva eden can ile Zekâ’yı ihtiva
eden Ruh arasında yeniden sağlanan iç süreklilikten de gelebilir. Bu durumda
akıl ilk halinde olduğu gibi bir kere daha Zekâ’nın izdüşümü haline gelmiştir
ve ikisi arasındaki bağlantı saf bir görüntüdür. Yüzyılımızın büyük manevi
otoritelerinden birinin dediği gibi:
«İMAN, DİNLERİN TEMELİDİR; FAKAT DAHA İLERİYE ULAŞIP TANRI’DA SONA ERER. BURADA ARTIK KİŞİ İNANMÂZ,
ÇÜNKÜ GÖRÜR. HAKİKATİ GÖREN BİRİSİNİN ARTIK İNANMAYA İHTİYACI YOKTUR.» [32] Bu tür bir görme kuvveti ile inancın en aşağı
derecesi arasında sezginin, kesinliğin ve imanın birçok mertebesi vardır.
Dinin dışardan güdümü içten gelen bir kesinlik ile ne kadar az desteklenirse,
akıl ile Zekâ arasındaki ilişki o denli tehlikeli bir hal alıyor; fakat bu hal
muhafaza edilirse, can, derinlemesine ya da uzunlamasına doğru üçüncü bir
boyut kazanıyor.
Entellektüel düşünce tarzı olarak kabul
edilebilecek tek düşünce tarzı, hiçbir sevi yalınkat değerlendirmeyen ve her
zaman üçüncü bir boyuta, üstün bir ilkeye gönderme yapan üç boyutlu düşünce
tarzıdır. Örneğin( ahlâkî açıdan bu, bir erdemi
yalnızca erdem olarak değil, fakat her zaman bir İlahî Sıfat’ın yansıması ya
da simgesi olarak görmektir. Özgün haliyle sanatın, yani dinsel sanatın
işlevinin, resmettiği her şeyde üçüncü bir boyutu vurgulamak veya açıklamak
olduğunu söylemek yerinde olur. Ruhsal arketiplerin veya değişik iman
derecelerinin ışığında yetkin akıl, üçüncü boyut boyunca, evreni can’ın geri
kalan kısmına yorumlayıp ona gerçek anlamım verebilir. Rasyonalist, kendi
aklının her şeyden üstün olduğuna inanan kişidir. Şimdi makrokosmos’ta dünyevî
güç, manevî otoriteye isyan ettiğinde, önünde sonunda ona da isyan edilir.
Kral I. James’in «Hristiyan dünyasındaki en akıllı aptal» olarak
adlandırılmaya lâyık olup olmadığı epey tartışılır. Fakat o «Ne piskopos,
ne de kral» dediğinde, gerçekten bu evrensel gerçeği bilerek akıllılık
ediyordu. Ne var ki, ortada zaten «piskoposun olmadığı»nı fark etmemesi
aptallık, o ve ondan önce gelenler manevî otoriteye karşı ayaklanmakla kendi
iktidarlarının da kuyusunu kazmış o- luyorlardı. Bu yüzden eğer mikrokosmosta
akıl zekâ’ya karşı ayaklanırsa, sırası gelince imgelem ve duygular da akla
karşı ayaklanır. Kendisini aşan her şeyi inkar eden akıl, giderek akıl-ötesi
güdüleri ve amaçları sorgusuz sualsiz kabul etmeye ve can’ın yeni tiranlarının
emri altında yeni yeni düşünceler üretmeye başlar. Rasyonalistlerin en
mükemmel örneklerinden olan hümanistin, akıl melekesi, “meşrutî kral”ların
durumuna çok benzer.
ÖTE YANDAN, EĞER ZEKÂ’YI TEMSİL EDEN DİN, İNSANDAN AKLIN ULAŞAMAYACAĞI
YERDE DİNİN OTORİTESİNİ KABUL ETMESİNİ İSTERSE, ASLINDA AKLA KARŞI OLAN HİÇBİR
ŞEYİ KABUL ETMEMESİNİ İSTİYOR DEMEKTİR. HÜMANİSTİN TAM AKSİ SUÇLAMALARI
ÜZERİNDE DEĞMEZ. ÖRNEĞİN, TİPİK RASYONALİSTLERİN, «BÜTÜN DİNLER BİRBİRİNDEN
FARKLI OLDUĞUNA GÖRE, MANTIKLI İNSAN BUNLARIN HİÇBİRİNE İNANMA BUDALACA BİR
YANLIŞTIR, ÇÜNKÜ BÜTÜN DÎNLER ' GERÇEKTEN TEMEL OLARAK KABUL EDİLEN ŞEYLERDE,
BİR BAŞKA DEYİŞLE «MİSTİSİZMLERİNDE ANLAŞIRLAR; ÜSTELİK BU BAHANE MANTIKSIZDIR
DA, ÇÜNKÜ BİR İNSAN TOPLULUĞU İLE BİR BAŞKASI ARASINDAKİ GENİŞ FARKLARI
DÜŞÜNÜRKEN, TANRI’NIN AYNI DİNÎ BİÇİMİ BÜTÜN İNSANLARA ZORLA KABUL
ETTİRMESİNİN TUHAF OLACAĞIM UNUTMAMAK GEREKİR.
Mantıksız olmak bir yana, din her zaman
insana makûl zeminlerde sunulabilecek olan inancı sunar, mantık gösterilerine
konu edilemeyecek bir şeyi «kanıtlamaya» kalkışmaz, ama evrensel ve ayrıntılı
«delil»ler sunar. Akıl, imgelem ve diğer yardımcı melekelerle birlikte ciddî
bir biçimde oturup o delili en mükemmel ve en serbest bir şekilde düşünmeye
çağırılır. Her dinin sunmak zorunda olduğu bu tür delillerden birisi, dinin
kurucusunun görevinin büyüklüğüne karşı sahip olduğu hayret verici
yetkinliktir. Batıl bir din daha baştan batıl peygamberin aykırı aleladeliği
ile kendini ele verir. Bunun aksine İlâhî Elçi’nin eşsiz büyüklüğü, o tarihte
yer almasaydı yaratacağı geniş ve tasavvur edilemeyecek boşlukla anlaşılır.
Ve bu büyüklük, insanlığın üzerindeki geniş, derin ve kuvvetli etkisiyle, söz
konusu edilen insanın iddia edildiği gibi olduğunu kabul etmek yerine, akla
bunu açıklaması için meydan okur ve karşı çıkar .Her gerçek dinin kurucularından
başka, delil olan azizleri de var; birkaç örnek verirsek, St. Augustine, St.
Bernârd, St. Francis, St. Dominic, St. Cathariııe ve St. Teresa’yı sayabiliriz.
Bu devlerin saf inancı aşan bağlaşık kesinliği hiçbir soylu aklın
küçümseyemeyeceği bir delildir. Değişik delillere gelince: özellikle
Hristiyanlıktaki vücutta olağanüstü bir biçimde haç yaralarına benzeyen bâzı
lekelerin belirmesi (Stigmata), St. Francis’in zamanından beri günümüze
gelinceye kadar, her nesilde en az bir ya da iki Hristiyan evliyaya nasip
olmuştur. Bu tür delilleri hümanistlerin «örtbas etmeleri» her zaman için
akla hakarettir ve genelde hümanizm, aklın bazı önemli öğelere gözlerini
kapamasına çalışıyor: örneğin, evrenin kaynakları hakkındaki evrimci
açıklamaları, hayatın ve maddenin kaynakiari hakkındaki yorumları, dinin
kaynakları hakkındaki «psikolojik» açıklamaları kadar akıldışıdır.
RASYONALİST, TANIM GEREĞİ YALNIZCA İKİ
YÖNLÜ DÜŞÜNÜR; ÇÜNKÜ ONUN AKLI «HURAFE ZİNCİRLERİNDEN KURTULDUĞUNDAN»,
«ÖZGÜR»DÜR. (Aklı Zekâ’ya bağlayan bu zincirler
ruh’un üçüncü boyutunu oluştururlar.) Bu yüzden, modern dünyada sık sık
kullanılan kavramların çoğunda, bu iki boyutluluk bir kült halini almıştır.
İki boyutlu düşüncenin uzmanları arasında «yüksek öğrenim» denilen
grubun büyük bir bölümünü sayabiliriz. Bu terim eskiden olduğu gibi, artık bir
noktadan sonra bilginin katlanarak yükselmeye başladığı bir süreci anlatmak
için kullanılmıyor. Terimin şimdiki kullanımı, eskilerin dikkatinden kaçmış
veya ilgisini çekmemiş bir takım niceliksel ayrıntıların ince ince
sınıflandırılması anlamına gelmektedir.
Bütün dinlerin öğretilerinde görülen ve
evrenin (hem mikrokosmos’un, hem de makrokosmos’un) simgesi olan ağaç
simgesine göre, RUH CAN’IN KÖKÜDÜR, AKIL GÖVDESİDİR, [33]diğer melekelerde dalları ve
yapraklarıdır. Yaratılışın tâbî olduğu (ve Ruh’la olan rabıtanın yavaş yavaş
azalması demek olan) merkezkaç hareket, bitki özünün köklerden gövdeye aktığı
kanallarda gittikçe artan bir, kasılma olarak tarif edilebilir. Rasyonalizm,
bu kasılmanın şiddetli örneklerinden biri olarak göre çarpıyor. Üstelik, «öz»ün
hem entellektüel, hem de hayatî bir özelliği var. Bu da yalnızca ruhları
birbirlerine bağlayan bağların gevşediğini değil, düzenli beslenemedikleri için
büyüyemediklerini de göstermektedir. Şüphesiz bu ilk ve son dinler arasındaki
farklardan birisini birazcık açıklığa kavuşturuyor. Temelde yani insanın
yukarı yönelip Ruh ile yeniden birleşmesinde bütün dinler aynı iken, «esasa
taalluk etmeyen» şeylerde Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’ın Hinduizm’den daha
dar bir «yatay» görüşe izin vermesi ilginçtir. Her ne kadar dikey uzunluk
aynıysa da yatay düşüncenin genişliği eskiye oranla daha kısadır, bu ise
insanlığın din tarafından daha dar bir vadiye kapatıldığı izlenimini veriyor.
Buna rağmen her durumda her şeyin öte dünyada aydınlanacağı ile
müjdeleniyoruz ve eskiden bu müjde verildiği kişileri tatmin ediyordu. Çünkü o
günkü şartlar onları, daha önemliyi az önemlinin üstüne çıkaran bir oran
duygusuna zorluyordu. Son derece tehlikeli bir hastalığı olduğunu bilen ve
daimî bir tedavi vaadi alan bir hasta, hastalığa nasıl yakalandığını fazlaca
düşünmeyecektir; aynı şekilde, bulunduğu yerden bir daha dönmemek üzere
ayrılmaya hazırlanan bir yolcunun o yer hakkında fazla bilgiye ihtiyacı yoktur.
Daha az gerçek olan şeylerin anlatılmasının ruhu büyük gerçeklerden ayırdığına
hiç şüphe yok. Buna rağmen, daha az gerçek olan şeylerin verdiği zararın bugün
bin misli, hiç mi hiç gerçek olmayan ve aklı başka şeylerle uğraştıran şeyler
tarafından verilmiş durumda. Bu yüzden ilk dinlerin geniş kozmolojik görünüşü
bir kere daha az zararlı oluyor -bu öyle doğru ki, «aşırı uçlar karşılaşır». Bu
tür bir görünüş kendi düzleminde şaşkınlıkla kolayca başa çıkabilir; yani bazı
sivri akıllıların dinle ilgili sorularım kolayca cevaplandırabilir. Ama bunu
yaparken, -en azından potansiyel olarak- başlangıçta ne idiyse, o olmakta devam
eder, yani sonsuz’u düşünmek için güçlü bir destek olmayı sürdürür.
Hindu öğretisine göre, şimdilerde son
demlerini yaşayan dört dönemli çevrimden önce pek çok başka çevrim olduğu gibi,
bundan sonra da olacaktır. Zaman içinde sonsuzmuş gibi duran vadesine,
uzaydaki uçsuzbucaksızlığma rağmen içinde yaşadığımız evrende, nihayet, peşpeşe
gelen dünyalardan biridir ve insanlar, bu dünyadan ötekine samsara
tekerleğinin kenarında göç etmeye mecburdurlar. Samsâra, bireysel varlığın
değişik aşamalarından oluşan tam bir çevrimdir. Çemberinde bizim dünyamızın
yer aldığı samsâra, her biri İlâhî tecellinin bir parıltısı olan samsâralardan
sadece bir tanesidir.
Bir varlığın herhangi bir dünyadaki durumu
onun bir evvelki halinde birikmiş olan yarar veya zararına göre belirlenir.
«Çok istenilen» ve «ele geçirilmesi zor» olan, merkezde olmaktır; çünkü varlık
ancak merkezdeki türün -ki bu dünyada insanlıktır- üyesi olmakla samsâradaki
değişikliklerden kurtulma ve İlâhî merkeze ulaşan yarıçaplardan birisinden
geçme şansına sahip olur. Bu yönü tutmak «Tanrıların yolu»nu tutmaktır, bir
samsâracı dünyadan öbürüne geçmek anlamına gelen «ataların yolu»nu tutmak
değil.
Samsâra gerçeği, Yeryüzüne gelmeden önceki
durumlarıyla birlikte insanın bu dünyaya masum bir durumda gelmediğini
söyleyen ilk günah inancında kısmen ortaya çıkıyor. İslâm "öğretisinde, her insanın sorumluluk duygusunun bu
dünyaya doğuşu ile değil fakat Âdem’in belinde tohum olarak yaratıldığı zaman
başladığı şeklinde belirsiz olarak vardır.
Bir Hintli için ilk günah inancı oldukça
açıktır: İlâhî Elçiler hariç bu dünyaya doğmak kusurlu olmayı gerektirir, zira
Yeryüzüne gelmeden önceki durumda kemâl’e eren bir varlık samsâradan zaten
tamamıyla kaçmış olacaktır. Bu düşünceden haberleri olmamasına rağmen,
atalarımız ilk günah inancının açık bir gerçeğe yani bebeklerin dünyaya artık
Azizler gibi doğmadığı gerçeğine tekabül etiğini görmüşlerdir ve aslında bü
gerçek yalnızca İnsanî ideal duygusunu yitirmiş İlâhî Niteliklerin harikulade
bir yansıması olduğu için değil de, topluma yararlı olduğu için erdem peşinde
koşan ve günahsızlık deyince «zarar vermemeyi ve zarar verme amacı
gütmemeyi» anlayan bir toplumda sorun yaratabilirdi.
Samsâranın yeryüzünden-sonraki durumları,
son dinlerin Arasat ve cehennem inançlarında üstü örtülü, olarak vardır.
(Cehennem, Hinduizm ve Budizm’de samsâra tekerleğinin en alt bölmelerine
tekabül etmektedir.)
Bu birkaç kısacık karşılaştırmada, ele
aldığımız dinî açıların hiçbirinin hakkını gözettiğimizi iddia etmiyoruz.
Bunlar Takdir-i İlâhîyi açıklamaya hâlâ çok az cesaret ediyorlar. Fakat.
Tanrının bu çevrimin sonuna doğru, «yatay» gerçekleri insanlığın bir bölümünden
daha az gizleyerek ve insanın azaltılan enerjilerini «dikey» yönde
yoğunlaştırarak kendisini doğruladığı söz konusu ise, son iki-üç yüzyılın Batı
dünyasından daha dokunaklı doğrulama bulmak mümkün değildir.
Genellikle, olanların bir tepki olduğu söylenir
ve din suçlanır, fakat bu görüş tarihe çok dar bir açıdan bakmanın bir
sonucudur. Sonradan hümanizm olarak ortaya çıkan düz «yatay» görünüş, aslında Hristiyanlık
öncesi Batıda da hüküm sürmekteydi ve hemen hemen bütün Kuzey Akdeniz sanatına
ikibin yıl önceden mührünü vurmuştur. Modern uygarlığı yalnızca Hristiyan
uygarlığının can çekişen bir uzantısı olarak görmek yanlış olur. Modern
uygarlık, aynı zamanda Hıristiyanlık tarafından durdurulan ve Rönesans’ta
«yeniden doğan» Greko-Romen uygarılğının can çekişen bir uzantısıdır. O
zamandan beri Batı dünyası «hakikat» dediği iki-boyutlu maddî gerçeklerin
yardımıyla büyük gerçeklerden «alabildiğine» uzaklaşma eğilimi göstermiştir.
Bu bir kısır döngüdür, zira, belli oranda
ele geçirilmiş serbestlilik demek olan «özgürlük», akla önceden[34] sahip olmadığı bir çeviklik
bağışlıyor ve, çeviklik daha ileri bir serbestliğin kapısını açıyor. Modern
dünyada sürekli artan yolculuk serbestisi akıl hareketlerinde sürekli artan
akıcılıkla yüzeyselliğin dışa dönük bir yansımasıdır. Kelimelerin bütün güzelliğine
rağmen, «kültürel görünüşü zenginleştirmek», «görüş açısını genişletmek»,
«entellektüel ufkunu genişletmek» denen şeylerin, sözlük anlamı «ruhun
büyüklüğü» olan ve gerçek aristokratın en belirgin özelliği olan
âlicenaplık ile hiçbir ilgisi yok. Eğer plastik bir madde sürekli bu yöne
çekilir ve boyu ile eni uzatılırsa, üçüncü boyutu en aza indirgenecektir. Hümanistin
«geniş aklı», yalnızca düzlenmiş dar bir akıldır.
Fakat bir bütün olarak psişik temeli
güçlendirmek mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, ağaç simgesinde üstü kapalı
olarak verilmişti: bir ağacı dallarından çekerek büyütmek imkânsızdır. Ancak
kökü Ruh olan can için aynı şey söz konusu olamaz; eğer ayinlerin uygun olarak
yerine getirilmesi ağaca gerekli olan beslenmeyi sağlıyorsa; büyüme yalnızca
çabuklaştırılmış olmakla kalmaz, fakat aynı zamanda budama işlemi ile daha
mükemmel hale getirilir; yani dinin emrettiği veya tavsiye ettiği yasaklar ve
özverilerle.
«Alabilmek için herşeyden önce vermek gerekir.»
Taoizm ve Budizmin özellikle önem verdiği
uygun etkiler ve tepkiler öğretisi o denli evrensel bir öneme sahiptir ki,
bütün dinsel uygulamaların temeli olarak kabul edilebilir. Her etki bir tepki
doğurur, bu deniz dalgalarına da uygulanabilirse ve eğer bu dünyadan öte
dünyaya ulaşacak bir «dalga» yapılabilirse, öte dünyadan buna bir cezir
olacaktır ve dinin emrettiği ayinler, Tanrı’nın bu tür dalgaları en iyi şekilde
nasıl hareket ettirebileceklerine dair insanlara öğrettikleridir. İnsan etkisi
ile İlâhî tepki arasındaki orantısızlık öyle geniş ki, tepki bu dünyaya yetecek
kadar aktıktan sonra, kalan, Öte dünyada ruh için saklanır.
Bu hazır olma sorunu, kendi içinde normal
olan fakat sonradan anormalleşen batınîlik ile, kendi içinde anormal olan fakat
sonradan Demir Çağında pençesinde tutulan ruhların çokluğu yüzünden
normalleşen zahirilik arasındaki farka değiniyor. Aslında bu «pençe»nin yeraltı
mağarasındaki mahkûmların zincirlerinden bir farkı yok. Çağımızda batınî
görünüş, bir ölçüde daha eski bir çağa ait olanların ve özgürlüğün daha önceden
tadına varmak ya da zincirlerinde göreli bir gevşeklik anlamına geliyor. Fakat
çoğunluk için zincirler bu tür bir tadı sağlamada öyle emin bir yol ki, bu
hayattan kaçma arzusunu bile duymuyorlar. Eğer Hinduizm ve diğer dinlerin
öğretilerini anlatmak için Platon’un bizim bu günkü durumumuzu anlatan
simgesini ele alırsak, her tapınma, onunla birlikte giden bir isteğe bağlı
olduğundan, bir tapınmanın birçok durumda tepkisi Allah tarafından, zincirlerin
birden koparıldığı o müthiş ölüm «an»ına kadar ertelenen bir etki
olduğu söylenebilir. Bu «an»da saklanmış olan tepkiler araya girip,
mahkûmu mağaranın ağzına, oradan dışarı, oradan da «Tanrıların Yoluna»
çıkaracak dürtüyü verebilirler. Burada geçen, mağaranın ağzına çıkış
-Hristiyanlık’ta Dante’nin simgesini kullanırsak- Araf Dağı’na çıkışa eşittir.
Fakat tapınmaların gereğince yerine getirilmesi olmaksızın, yani yukarı doğru
bir dürtüyü yeterince biriktirmeksizin, bağlı mahkûm en büyük ihtimalle («yatay»
olarak) bitişik «yeraltı mağarası»nın zindanına geçip «ataların yolu»nu
tutabilir; fakat eğer ölümde etrafındaki bütün duvarlar, ayağının altındaki
toprak ortadan kaldırılırsa ve yapılardaki çeşitliliğe rağmen dinler anlaşırsa,
bu hayatta insan olmanın imtiyazından İsa’nın meselinde her kulun içinde bir
«hüner» olarak var olan bu imtiyazdan yararlanamama, aşağı doğru olan dürtüden
başka birşey vermez ve o yançizen «tarafsızlık» gerçekte çok nadirdir. «Benimle
olmayan bana düşmandır» ve kula, içindeki hünerden ne bir eksik, ne bir
fazla vermek düşer.
Ölümden sonra mağaradan dış dünyâya kaçış,
kelimenin bilinen anlamıyla bir kurtuluş’ken, batınîlik bu hayatta yukarı
doğru bir dürtünün olması anlamına gelir - veya simgesel olarak aynı olan,
kelime anlamıyla içe dönük bir dürtü- ve bu dürtü «olgunlaşma» isteğidir. Bu
istek daha en başta ruhun gerçek olgunlaşmasının ne olduğunun önceden
bilindiğini farzetmeyi gerektirir. Daha az bir oranda olmakla birlikte,
zahirîlikte de bu bilgi vardır ve âlicenaplığın büyük prototipleri üzerinden
yoğun bir tefekkürle kuvvetlendirilebilir. Örneğin Hristiyan ve İslâm
mistisizminde bu tür bir yoğunlaşma için gerekli olan yardımcılar Ave
Maria [35] ve münacaatlardır.
Zahirîliğin paylaşmadığı ikinci bir şart ise, prototipin çok uzak bir ideal
olmaması fakat ruhta hayalî bir yankı uyandırması, ona itaat eden bir duygu,
«zincirlerin gevşekliği» duygusunu uyandırması gerekir.
RUHUN OLGUNLAŞMASI, ARDARDA GELEN BİR
BÜZÜLME VE GENİŞLEME İŞLEMİDİR. Bu açıdan bir tapınmanın yerine getirilmesi, kendisinden daha güçlü bir
istek dalgasının çıkacağı genişçe bir temel -her zamankinden daha geniş bir
temel- sağlayacağı düşüncesiyle ruhun, «boy»unu uzatabilmek amacıyla bir an
için «uzunluğuna» ve «genişliğine» büzülmesi olarak tanımlanabilir;
sonuçta ortaya çıkan genişlemenin her üç boyutu da öncekinden «uzun» olacaktır.
İki dünya arasında ritmik bir med ve
cezire sebep olabilecek olan tapınmaların düzenli olarak yerine getirilmesi,
her manevî hayatın temelidir, çünkü ancak can ile Ruh, akıl ile zekâ arasındaki
kanalda daimî bir «ileri ve geri» hareketi sağlanabilirse bu kanal bütün
engellerden temizlenebilir.
Kaynakça
Martin Lings trc. Enes HARMAN, Ufuk UYAN, Antik İnançlar Modern Hurafeler
[Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.71-82
[1] Her ülü’lazim
rasül bir hatem mi sorusu akla geliyor. Tarih açısından bir nitelik ve nicelik
sorunu ortaya çıkıyor.(ihramcızade)
[2] Tekvin,
Tevrat’ın ilk kitabı;
[3]Teilhard de
Chardin bu açık gerçeği görmezlikten gelmiştir ve değerlendirmesinin temel
zayıflıklarından biri de burada yatmaktadır.
[4] Le Monde et
la Vie, November 1963.
[5] Le Monde et
la Vie, March 1964.
[6] The
Transformist Illusion, (Önsöz), Dehoff Publications, Tennessee, 1957.
[7] Çünkü
«kendisine saygısı olan hiçbir evrimci, bilinen fosillerden herhangi birinin
Homo sapiensin atası olduğunu söyleyemez.» s. 114.
[8] s. 294.
[9] Frithjof
Schuon, Language of the Self, (Luzac and Co,London, 1959), s. 220.
[10] A. K.
Coomaraswamy, The Bugbear of Literacy, (Denis Dobson, London, 1949), s. 25.
[11] J. F.
Campbell, Popular Tales of the West Highlands.
[12] G. L.
Kittredge (F.G. Childe’m English and Scottislı Popular Ballads adlı kitabına
yazdığı önsözden.)
[13] W. G.
Archer, The Blue Grove (G. Ailen and Unwin, London, 1940).
[14] T. Harrison,
Savage Civilization, s. 45, 344, 351, 353 - (1937).
[15] Birikmiş,
toplanmış, yığılmış
[16] Arkaik"
terimi, arkeolojik olmayan biçimde daha genel olarak artık kullanılmayan, eski
bir şeyi tanımlarken kullanılır:
[17] Türkçede de
«göze» sözcüğünün ayni anlamda kullanılması çok anlamlıdır,
[18] Bugünlerde
ziyaret edilen Daga Zümrütünü iyi anlayabildiniz mi? (Şeytanın düşen gözü mü?)
Daga: Dağ, hançer,
Zümrüt ve Dağ ilişkisi bazılarına
çok şeyler hatırlatır.
400 KİŞİYLE KORUNAN ZÜMRÜT
Saf zümrüt kayası olarak DÜNYANIN
EN BÜYÜK TAŞI OLARAK KABUL EDİLEN DAGA ZÜMRÜTÜ İstanbul Mücevher Fuarı'nda
sergilenmeye başlandı.
UBM Rotaforte tarafından
düzenlenen ve Türk Ekonomi Bankası (TEB) sponsorluğunda gerçekleştirilen
fuarda, yoğunluk nedeniyle sabah saatlerinde alana sokulamayan 12 bin 360 karat
ve 2,5 kilo ağırlığındaki zümrüt taşı, yoğun güvenlik önlemleri altında
Valentine Diamond firmasının standına yerleştirildi.
Tangülü, zümrüte paha
biçilemediğini, bu tarz bir parçanın borsa değeri, terazi değeri olamayacağını
ifade ederek, ''Bizim Kaşıkçı Elması gibi. Her zaman satışı da söz konusu
olmaz. Biz sadece bunu buraya sergilemek için getirdik. Burada bulunduğu süre
içinde nasıl koruduklarını, nerede koruduklarını da bilmiyorum. Akşam özel bir
kasada saklanacak. İsminin açıklanmasını istemeyen ve sadece bu işleri yapan
uluslararası bir nakliye firması getirdi'' dedi.
Gören herkesin çok şaşırdığını,
Sultanahmet Meydanı'nda sergilense herkesin tarihi bir eser gibi göreceğini,
ancak burada herkes mücevherci olduğu için 50 metre öteden görüp anladıklarını
anlatan Tangülü, ''Bu bir efsane. Bu işle çok uğraşan insanın da bunu hayatı
boyunca görme şansı yok. Bu şansı burada yakaladılar'' dedi.
Zümrütün sergilendiği stantta
basın mensupları, güvenlik elemanları ve ziyaretçiler nedeniyle yoğunluk
oluştu.
Erişim: 22.03.2012 / http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2012/03/22/400-kisiyle-korunan-zumrut
[19] «Mistik»
kelimesi kısmen «entellektüel» kelimesiyle çakışmakta; çünkü mistik, Tanrı’nın
Ülke’sinin gizlerini sezen veya sezmeye talip olan birisidir ve zekâ, bu
sezişin meydana geldiği melekedir. Genellikle, «mistik» daha genel bir
kelimeyken, «entellektüel» kelimesi aşktan çok bilginin gizemli yolunu anlatır;
yine de burada «entellektüel sevgi» bazen «mistik sevgi» veya «kutsî sevgi»
yerine kullanılır. Bu iki mistik yolun daha açık ve geniş bir tarafı için bkz.
Frithjof Sehuon, Gnosis, s. 45-46 John-Murray, 1959).
[20] Uzak Doğu
geleneğinde Îlâhî Sıfatların bu iki hali sırasıyla ejderha ve Anka kuşuyla
temsil edilirken,
Greko-Romen geleneğinde kartal ve
tavus kuşuyla temsil edilir.
[21]
Hristiyanlıkta ‘Celâl ve Cemal’ gibi bu iki nitelik de Jesu-Maria ismiyle ifade
edelir.
[22] (5) Eğer geçmiş bugünün şahidi olabilseydi,
modem dünyadaki geçim vasıtalarını görerek, «însan bunun için mi yaratıldı?»
diye bağıracaktı.
[23] Eskilerin de
pekiyi bildikleri gibi elbiseler insan ruhunun ikinci yakın çevresidir ve onun
üzerinde sayısız etkileri vardır. Uygarlıktan uygarlığa tamamıyla değişen
elbiseler, her zaman için insanın Tanrı’nın bir temsilcisi olarak dünyadaki
şerefinin bir hatırlatıcısıydı. Fakat Batı Avrupa’da, diğer teokratik
uygarlıkların elbiselerinin veya basit çıplaklığın itibariyle
karşılaştırılabilecek elbiseleri bulabilmek için hemen hemen bin yıl geriye
gitmemiz gerekiyor. Ortaçağın sonlarına doğru Hristiyanların elbiselerinde
hâlâ tarz ve oran duygusunun var olduğu bir gerçek, fakat gelecek olanın
kaçınılmaz habercisi, şüphe götürmez bir şekilde olağan, dünyevî bir işaret
belirmişti. 16. yüzyılın ortalarından sonra, dünyanın diğer ülkeleri geleneksel
giysilerine sadık kalırken Avrupai modalar aşırılık ve gösteriş nöbetine
tutulmuştur; giderek Arapların «ateizmin fena kokuları» dedikleri ruhsal
değerlerin öldüğü bir giysiye dönüşmüştü. Çağdaş modaların ruha karşı olan
havası hakkında objektif bir fikir edinebilmek için, birçok uygarlığın dinî
sanatlarında Cennet’teki kutsal Ruhların modern sanatçının ve çağdaşlarının
giysilerinde en ufak bir uyumsuzluğa yer vermeden resmedildiklerini hatırlamak
yeter. Bu şekilde modem sanatçı tarafından resmedilmiş bir giysiyi hayal
edelim. Şurası açık ki, ne kadar «doğru» giyinirlerse, yani yüzyılımızın on
yıllık gruplarını ne kadar sıkıcı bir şekilde yansıtırsa bu elbiseler, etkileri
o kadar bozucu olacak.
[24] Okuryazarlıktaki
genel artış ile dayak ve ölüm cezasının yaygın bir şekilde kaldırılmasında
örneğin. Genelde iyi olduklarına şüphe olmayan bu «başarılar» ın diğerleri,
örneğin kölelik, örneğin menenjitten ölen birisinin ayak başparmağındaki
nasırın alınması gibi önemsiz şeylerdir. Bu çağımızın gayrimenkullerini inkâr
etmek olarak anlaşılmamalı ki bunlar gelecek bölümün konusunu oluşturuyor;
fakat önceden de belirtildiği gibi bunlar yenilik şampiyonlarının dikkatinden
kaçıyor.
[25] «Yaratılışla
Cennet’ten kovulma arasında» da diyebilirdik, çünkü bu bozulmanın ilk örneği
Cennet’te görülmüştür: Havva’nın henüz Adem’den ayrılmadığı bir «zaman»; ayrı
bir varlık olarak ortaya çıktığı hal de henüz yasak meyvayı yemediği bir
«zaman»; ve onun meyvayı yediği ama Adem’in henüz yemediği bir «zaman» vardır.
[26] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ayı yarma mucizesinide hatırlarsak bu sanki
sürekli tekrarlanan bir şey mi acaba?
[27] Yaratılış
(IV/26)’la jlgiii olarak Midrash Rabbah’ın yorumuna bakınız (Soncino Press,
Londön, 1939, c. I, s. 196). Bir kutsal metin, her zaman, değişik düzlemlere
özgü değişik anlamların bir bileşimi olduğu için, Âdem’in ve Habil’le Kabil’in
kıssaları da, bir anlamda, bütün insan soyunun tarihidir: Kabil’in baştan
çıkması (kentlerde oturanlar neredeyse bütün göçebeleri ortadan kaldırdığı
için) bugün artık hemen hemen son sınırına varmış gibidir. (Bakınız.- Rene
Guânon, The Reign of Quantity and the Signs of the Times [Niceliğin
Egemenliği ve Zamanların İmleri], Luzac, London, 1953, 21. Bölüm.) Bu
açıdan bakıldığında Âdem-Şit kıssasında yeni bir allegori ortaya çıkmaktadır.
Ama başka bir açıdan, eğer Kabil, Cennet’in yitirilmesini, Âdem’in
pişmanlığını, ödediği keffareti simgeliyorsa, Şit de Tanrı’nın Adem’e
acımasını ve Altın Çağ’ın başlamasını simgelemektedir.
[28] Acaba eski
inançta, yaşadığımız günlerle çevrimin sonu arasında geçici bir «toparlanma»
ihtimalini ve hatta imkânını düşündürtecek herhangi bir ipucu var mı? İsa’nın,
ikinci gelişinden hemen önceki belirtilerden söz ederken söyledikleri, bu
soruyu kısmen cevaplandırabilir: «O günler kısaltılmamış olsaydı, hiçbir adam
kurtulamazdı; fakat seçilmiş olanlar uğruna o günler kısaltılacaktır.» (Matta:
XXIV, 22). Burada sözü edilenin «birinci göğün ve birinci yerin geçip, yerini
yeni bir göğe ve yeni bir yere bırakması» değil de, onu önceleyen, kısmî bir
yıkım olduğu açıktır. Sözkonusu «günler» de Kızılderililerin, (özellikle
Hopi’lerin) «Arınma Günü» dedikleri çok yakın bir gelecekten başka
birşey değil gibi görünüyor. «Arınma» kelimesinden de anlaşılacağı üzere, onlar
yıkımın olumlu bir yönü de olduğuna inanmaktadırlar. Aynı şekilde İslâm’da da
Deccâl’ın hemen ardından ortaya çıkması beklenen Mehdi'yle birlikte kısa, süren
bir manevî yenilenme dönemi hep beklenmiştir. İsa’nın verdiği haberde yıkım
günlerinin kısaltılması, bir tür manevî toparlanmanın geleceğini
göstermektedir.
[29] Ortaçağdaki
atalarımız, Platon’un ideal devletinden bahsederken bile ne dediğini bildiğini
(ve atalarımız kendi devletlerini ideal görmekten çok uzaklar) çok iyi
biliyorlardı; «Yaratılan her şey çürümeye maruzdur, hiçbir şey sonsuza dek
kalmayacak - fakat yok olacaktır.» Bu yüzyılda olayların gelişimine bakarak
şaşırırlarsa bu boşuna olmayacaktır, çünkü Platon bu teokrasinin kaçınılmaz bir
şekilde nasıl devrileceğini ve devletin geçeceği yozlaşma dönemlerini anlatırken,
«demokrasi» ve «diktatörlük» ten hükümetin mümkün olan en aşağı biçimleri
şeklinde bahsediyor. Biri diğerine yolaçma eğiliminde. Onun kavramında
«diktatörlük» demokrasi keşmekeşine karşı bir hareketle başa geçen prensipsiz
bir demagogun yönetimi anlamına geliyor.
[30] Kollektif açıdan bu doğru; fakat kişilere
gelince, modem dünya en kuvvetli «ilaçlar»la dahi geçirilemeyecek hal ve huy
terkipleri yaratıyor. Zamanımıza genellikle «intiharlar ve ‘sinir bozukluğu’
çağı» denilmesi boşuna değil.
[32] Şeyh Ahmad
al-'Alawi, Bkz. Martin Lings, A Moslem Saint of the Twentieth Century, s. 33,
(George Ailen & Unwin, 1961).
[33] Aynı şekilde,
ortaçağ mimarî biliminde «bazı Papazlara göre bir kilisenin iç kısmı Ruh’un
bir simgesi iken, kilisenin ortasındaki dar ve uzun kısım aklı simgeler».
(Titus Burckhardt,, Principer of Metho- de de l’art sacre, s. 70 Derain, Lyon,
1958).
[34] Zekânın
etkisini gerektiren bazı ani, sezgisel aydınlanmalar, ruhta çakan şimşek ışıltıları
hariç, geçmişte insanların daha yavaş düşündüğüne hiç şüphe yok. Bunlardan
anlaşıldığı gibi, hümanist tanım gereği dışarıda bırakılmıştır. Bunların
yerine onun barutu, elektriği ve benzeri şeyleri icat ettiğini söylemek
yerinde olur.
[35] Selâm Ey Meryem!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar