Print Friendly and PDF

Antik İnançlar Modern Hurafeler


BUGÜN’ÜN IŞIĞINDA GEÇMİŞ  (Martin Lings )

Acaba: eski insanlar, bugün çağdaş bilim adam­larının bildiklerini bilselerdi atalarına başka bir gözle mi bakarlardı?
Atalarımızın düşünceleri büyük ölçüde dine dayan­dığı için, bu soru bir bakıma başka bir soruyla eşan­lamlı: Dinle bilim arasında gerçek bir uzlaşmazlık ol­duğu söylenebilir mi?
Bir ya da iki «baştan çıkarıcı» örnek alıp, bunları hem dinin hem de bilimin ışığında -karanlığında değil- incelemeye çalışalım.
Acaba din, tarih-öncesi olayların zamanının, Ahdi Atik’te söylenenlerin «lâfzî» yorumu doğrultusunda be­lirlenebileceğini ve Yaratılış’ın yaklaşık M.Ö. 4000 yıllarında gerçekleştiğini mi iddia ediyor?
Böyle bir iddiada bulunmak gerçekten çok zor, çünkü «Sen’in gözünde bin yıl, ancak dün gibidir» ve kutsal metin­lerde sözü edilen «gün»lerin beşerî günler mi, yoksa her biri «beşerin bin yılı»na denk düşen (yani beşerî «gün»le hiçbir ortak yanı olmayan) İlâhî Günler mi olduğu her zaman pek belli değildir.
Bilim, dünyanın yaklaşık 6000 yıl önce yaratıldığı­nı onaylayabilir mi?
Kuşkusuz onaylayamaz; çünkü çeşitli deliller, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla, sözü edilen tarihte dünyanın ve insanoğlu­nun çoktan «yaşlanmış» olduğunu gösteriyor;
Bu noktada bilim, kutsal metinlerin lafzını çürü­tüyor gibi görünse bile ruhunu çürütmüyor; zira «Ya­ratılış» kronolojisinin lafzî yönünde ayak dirememeyi gerektiren -arkeolojik ve jeolojik kanıtların dışında- manevî nedenler de var. Bu, hepsi değilse bile çoğu lafzî yorumları benimseyen Ortaçağ’daki atalarımızın hiç de bizden daha az maneviyatçı veya daha az akıl­lı oldukları anlamına gelmez. Ama, ilerde göreceği­miz gibi, onların zaman duygusu nitelik açısından çok daha gelişmiş olduğu (yani zamanın tartımını (ritmini) bizden çok daha berrak bir biçimde kavrayabildikle­ri) halde katkısız niceliksel açıdan «zaman» duygulan daha az gelişmişti. Kadir-i Mutlak bir Tanrı'nın ya­rattığı düzenin ilgi çekici bir başarısızlıkla sonuçlan­ması üzerine Yaratıcı’nın çok kısa bir süre sonra bir aile dışında bütün insan soyunun sular altında kalma­sını istemesinde manevî bir aykırılık olması bizim için çok önemli olduğu halde, onları pek ilgilendirmiyordu. [1]Ama zamanla; ilgili sorunların dışında da Ortaçağ in­sanı bizim gibi düşündüğü için vicdanen muzdaripti; çok derin bir beşerî sorumluluk duygusu taşıyordu. Bunu da onların lehine bir nokta olarak belirtmek ge­rekir. Eğer olup bitenler böylesine -korkunç demesek bile- aykırı ise, bütün suç insanlardadır. Bu düşünce tarzı, gerçeğe birçok çağdaş düşünce akımından daha fazla yaklaşsa bile, yine de bütün gerçeği yansıtmı­yor. Soruna biraz «uzaktan» bakan bizler, Tanrı’nın da «Kendine özgü», sorumlulukları olduğunu görmezlik­ten gelemiyoruz. Yine de her birimiz, düzlükte duran birinin dağın bazı yönlerini bazen dağa tırmananlar­dan daha iyi görebileceğini düşünerek, kendi kendisi­ne, soruna hangi yükseklikten baktığını sormak zorun­dadır. Bu soruya verebileceğimiz cevaplar ne olursa olsun, kronolojiyle ilgili olarak Tanrı’nın şanına yakı­şanın ne olduğu konusundaki düşüncelerimiz Ortaçağ Hristiyan Dünyası’nın bakış açısından çok, Tanrı’nın ancak binlerce yıl süren bir manevî dirlik-düzenlik döneminden sonra insanlığın nisbeten kısa bir çözül­me dönemine girmesine, bir başka deyişle «yaşlanmasına» izin verdiğini söyleyen Antik Dünya’nın bakış açısına uygun düşmektedir. Ne olursa olsun, bu daha eski bakış açısı kolayca bir kenara itilecek türden de­ğildir. Bu bakış açısının temelini oluşturan «zaman çevrimini (Yunanlıların ve Romalıların Altın, Gümüş, Bronz ve Demir Çağlar adını verdiği) dört çağa ayır­ma geleneği» yalnızca Avrupa’ya özgü değildir. Asya’­da Hintliler arasında, Amerika’da da Kızılderililer arasında bu geleneğin olduğunu görüyoruz. Bu konuda en açık Öğretiye sahip olan Hinduizm’e göre Altın Çağ, sözkonusu çağların en uzun olanıdır; çağlar kötüleş­tikçe süreleri kısalmakta, en kısa ve en kötü çağa Ka­ranlık Çağ adı verilmektedir.
Karanlık Çağ, Demir Çağ’a karşılık gelmektedir. Ama bu en son ve en kısa çağ bile 6000 yıldan daha eskiye uzanmaktadır. Çağ­daş arkeologların «Bronz Devri» dedikleri şeyin, yu­karıdaki dört çağın üçüncüsüyle hiçbir ilgisi yoktur. «Demir Devri» dedikleri de, dördüncü çağm [Demir Çağ] sadece bir bölümüne tekabül etmektedir.
Çok eski ve yaygın dört çağ geleneği, Yaratılış Kitabı’yla [2] çelişmez; ama bilimsel kanıtlar gibi o da lâfzî olmaktan çok, allegorik (kinayeli) bir yorum gerektirir. Bu­na göre, sözgelimi bazı adlar, yalnız belirli kişileri de­ğil, bütün tarihöncesi çağları gösterir ve Âdem yalnız ilk insanı değil, aynı zamanda binlerce yıllık bir süre içinde ilk beşeriyetin tamamını, da gösterir. İyi ama, din insanın geçmiş zaman içinde çok mükemmel bir durumda yaratıldığını ve o zamandan beri de sürekli düşüş gösterdiğini ileri sürmek zorunda mıdır?
Hiç kuşkusuz, evet; zira Adn Bahçesi kıssası sadece lâf­zı yönüyle yorumlanamasa bile, bu lâfzî yönüne aykırı olarak da yorumlanamaz.[3] Her şeye rağmen, Allegorinin amacı, yanlışı değil doğruyu anlatmaktır. Kaldı ki, ilk insanın mükemmel bir biçimde yaratıldığını ve daha sonra «düştüğünü» söyleyen sadece Musevîlik, Hristiyanlık ve İslâm değildir. Aynı GERÇEK, BİRÇOK DE­ĞİŞİK BENZETMEYLE ÖRTÜLMÜŞ BİR BİÇİMDE, DÜNYANIN HER TARAFINDA TARİHÖNCESİ GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KADAR GEL­MİŞTİR. BÜTÜN DİNLER, OYBİRLİĞİYLE, EVRİME DEĞİL BOZUL­MAYA, YOZLAŞMAYA İŞARET ETMEKTEDİRLER. BU DİNÎ ÖĞRE­Tİ, BİLİMSEL YÖNTEMLERLE BİLİNEN OLGULARLA ÇATIŞMAKTA MIDIR?
Bilimin kendi kendisine sadık kalması için ev­rim kuramını sürdürmesi mi gerekir?
Bu soruyu Encyclopedie Française’in («Canlı Or­ganizmalarda ilgili) V. cildini hazırlayan Fransız jeolojisti Paul Lemoine’dan bir alıntıyla cevaplandıralım. Lemoine, çeşitli yazarların makalelerinden sonra, so­nuçta şunları söylüyor:
«BÜTÜN BUNLAR GÖSTERİYOR Kİ, EVRİM KURAMI İM­KÂNSIZDIR. ASLINDA, DIŞ GÖRÜNÜŞE RAĞMEN, ARTIK HİÇ KİMSE EVRİM KURAMINA İNANMAMAKTADIR... EVRİM, AR­TIK ÇOBANLARIN İNANMADIĞI AMA SÜRÜLERİNİN SELÂMETİ BAKIMINDAN SAVUNMAYI SÜRDÜRDÜKLERİ BİR TÜR DOGMA­DIR. »
Hiç kuşkusuz abartılmış bir üslûp kullanılmış (ve sözkonusu «çoban»lar bir çırpıda ikiyüzlülükle suçlan­mış) olsa bile, bu yargı, yargılayanın kimliği de göz önünde tutulursa birçok açıdan anlamlıdır. Birçok bi­lim adamının dinî içgüdülerini dinden evrimciliğe kay­dırdıkları, bu yüzden de evrim konusundaki tutumla­rının bilimsel olmaktan çok bağnazca olduğu hiç şüp­hesiz doğrudur. Fransız biyologu Profesör Louis Bounoure, Sorbonne Üniversitesi zooloji eski profesörlerin­den Yves Delage’dan aktarıyor:
«Bugüne kadar, bir başka türün atası olan herhangi bir türe rastlanma­dığını, böyle bir şeyin bir kerecik olsun gerçekleştiğini gösteren hiçbir kanıt bulunmadığını kabul ediyorum. Ama yine de, evrimin nesnel olarak kanıtlanmışcasına doğru olduğuna inanıyorum.» Bounoure bunu şöyle yorumluyor:
«Sözün kısası, bu konuda bilimin bizden beklediği, (kendisine) iman etmemizdir ve gerçekten de, evrim düşüncesi genel olarak bir tür ilham edilmiş gerçek kılığında ileri sürülmektedir.»  [4] Ama Bounoure’un aktardığına göre, Sorbonne’un bugünkü Palaeontolöji Profesörü Jean Piveteau da, gerçek bilimin «evrimi açıklamaya çalışan değişik kuramların hiçbi­rini kabul edemeyeceğim, hatta bu kuramların hepsiy­le çatışmakta olduğunu» [5] belirtmektedir.
Darwin’in kuramı, başarısını büyük ölçüde Ondokuzuncu Yüzyıl Avrupalısının o güne kadar ulaşılan en yüksek beşerî imkânı temsil ettiği yolundaki yaygın inanışa borçludur. Bu inanç, hümanistlerin «ilerleme»ye besledikleri inancın bilimsel bir doğrulaması olarak yücelttikleri «insanoğlunun insandan-aşağı ataları» kuramı için önceden özel olarak hazırlanmış bir kılıf gibiydi. Bir avuç güvenilir bilim adamının son yüzyıl boyunca evrim kuramının bilimsel bir temeli olmadı­ğını, bu kuramın birçok bilinen gerçeğe ters düştüğü­nü sürekli iddia etmeleri de, bütün soruna daha özenli bir bilimsel yaklaşımla eğilinmesi için yalvar yakar olmaları da bir işe yaramadı. Evrimciliğe yönelik bir eleştiri, ne kadar sağlam temellere dayanırsa dayan­sın, gel-git zamanı deniz sularının kabarmasını önlemeye çalışmak kadar boşunaydı. Ama şu sıralarda su­ların kabarmasının artık durduğunu gösteren belirti­ler vardır. Gittikçe daha çok sayıda bilim adamı bu kuramı daha yansız bir bakışla yeniden gözden geçir­mektedirler. Sayıları hiç de az olmayan bazı eski ev­rimcilerin şimdi evrim kuramına bütünüyle karşı çık­malarının nedeni de budur. Bunlardan biri biraz Önce sözünü ettiğimiz Bounoure, bir diğeri de Douglas Dewar’dır. Dewar şunları yazıyor:
«Biyologların ve jeologların astronomlarla ve kim­yacılarla aynı çizgiye gelip dünyanın ve evrenin ola­ğanüstü gizemli olduğunu, her türlü -bilimsel araştır­malara dayanan- açıklama çabasının sonuçsuz kaldı­ğını kabul etmeleri sevindiricidir.»  [6] Dewar, evrim­cileri, insanın «insan-öncesi» ataları zincirinde hangi hayvanın son halkayı teşkil ettiği konusundaki değişik, tümüyle varsayımsal [7]ye birbirleriyle çelişen görüş­lerine göre, kendi içlerinde ayrıca altgruplara bölüneli on ana gruba ayırmakta ve şunları söylemektedir: «Reinke 1921’de şunları yazı yordu: ‘Bilimin [bu konuda] yapması gereken ve kendi şanına yaraşan tek şey insanoğlunun kökeni konusunda hiçbir şey bilme­diğini söylemektir’. Bugün bu yargı, en az Reinkenin söylediği günkü kadar geçerlidir»[8]
Bilim insanoğlunun kökeni konusunda birşey bil­mese bile, tarihöncesi geçmişi konusunda pek çok şey bilmektedir. Ama bu bilgi (en baştaki sorumuza dö­nersek) atalarımıza kronoloji dışında ne daha önce bil­medikleri yeni bir şey öğretebilirdi, ne de tutumların­da genel bir değişikliğe yol açabilirdi. Çünkü onlar geçmişe bakarken, karmaşık bir uygarlık değil, en az toplumsal örgütlenmeye sahip küçük köy yerleşimleri ve bunların da ötesinde evsiz, tümüyle doğal çevre içinde, kitapsız, tarımsız, hatta başlarda elbisesiz ya­şayan insanlar görüyorlardı. O halde, eskilerin kutsal metinlere ve ağızdan ağıza aktarılarak gelen yüzlerce yıllık geleneğe dayanan «ilk insanlar» anlayışı,, maddî varlıkla ilgili çıplak gerçekler bakımından modern bi­limsel O anlayıştan pek de farklı değildi. Modern bi­limsel anlayışın geleneksel anlayıştan farkı, bu ger­çekler toplamına biçtiği değerdedir.
Son zamanlara kadar insanlar, ataları evlerde de­ğil de mağaralarda ve ağaç kovuklarında yaşadığı i çin onlara hiç de kötü gözle bakmazlardı. Shakespeare’in «altın dünyada yaşıyormuşçasına» Arden orma­nında yaşayan sürgün Dük’e,
«Omuzumuzda taşıdığımız Âdem’in yükü yalnız,
Zaman geçip gidiyor...
Geçiyor hayatımız tekinsiz kalabalıktan uzak,
Taşlardan öğüt alıyoruz ve iyilik her şeyden
Söyleşen dilimiz ağaçlar, okunan sayfamız çaylar,
Taşlardan öğüt alıyoruz ve iyilik her şeyden.
Ben olsam hiç değiştirmezdim bunu.»
dedirtişi pek de o kadar eski değildir.
Bu sözler hâlâ bazı ruhlarda estetik katılmayı epey aşan içten bir yankı uyandırabilir. Shakespeare’in ge­risinde bütün Ortaçağ boyunca ve daha da önceleri Batı dünyasında münzevî insanlara rast gelinmeyecek çağ yoktur ve bu münzevilerin bazıları, kendi kuşak­larının en çok sayılan kişileridir. Doğal çevrede yaşa­yan bu bir avuç istisnaî adamın, «uygarlıkla kölece bağlı kardeşlerine gönülden acıdıklarına hiç şüphe yok. Doğu ise, değerler konusunda eski duyarlıkla bağla­rını hiçbir zaman koparmamıştır. Buna göre insan için en uygun ortam, en baştaki ortamdır. Sözgelişi Hintliler arasında, bir insanın ömrünün son günlerini bakir doğanın ıssızlığı içinde geçirmesi hâlâ özenilen bir durum ve bir ayrıcalıktır.
Bu bakış açısını kavrayabilen biri, tarımın belli bir gelişme çizgisine ulaştıktan sonra, herhangi bir «ilerleme»ye işaret sayılmak şöyle dursun, aslında insanoğ­lunun yozlaşmasında anahtar rolünü oynadığını kolay­ca görebilir, (Tevrat’ta, -hiç kuşkusuz yüzlerce kuşağı kapsayan- bu süreç, avcılık ve çobanlıktan ayrı olarak tarımı simgeleyen ve aynı zamanda ilk şehirleri kurup ilk cinayeti işleyen Kabil’in şahsında özetlenmektedir.)- Yaratılış Kitabı yorumlarıma göre Kabil’in «tarıma karşı büyük bir tutkusu vardı»; böyle bir tutku göçe­be avcı/çoban ve [toprağı arızî olarak işleyen] konar -göçer açısından çok belirgin bir «düşüş»tü: Meslek olarak tarım, belli bir yere yerleşmek demekti; bu da er veya geç kasaba haline gelecek köylerin kurulma­sına yol açıyordu. Antik dünyada, çobanın sürdüğü hayat nasıl hep saflıkla birlikte düşünülmüşse, kasa­balar da (göreli olarak) hep kokuşma, çürüme yerleri olarak kabul edilmiştir. Tacitus, kendi döneminde ya­şayan Germenlerin evlerden nefret ettiklerini yazıyor. Hatta bugün bile, sözgelişi Kızılderililer gibi göçebe veya yarı-göçebe topluluklar, tarım gibi, onları belli bir yere bağlayıp özgürlüklerini kısıtlayacak şeylerden nefret etmektedirler.
«Kızılderili’nin, oturma ve yoğunlaşma -‘taşlaşma’ da denebilir- yasası uyarınca herşeyin billurlaşmak zorunda olduğu bu yeryüzüne kendisini ‘bağlamak’ gibi bir niyeti yoktur ve- bu durum  kızılderilinin evlerden (özellikle taştan yapılmış, evlerden) neden böylesine nefret ettiğini ve bu açıdan bakıldığında Ruh’un kut­sal akışını ‘dondurup’ ‘öldürecek’ yazı’nın [onların arasında] neden olmadığını açıklamaktadır.» [9]
Bu alıntı, bizi tarım sorunundan okuma-yazma so­rununa götürüyor. Bu bağlamda, Druid’lerin de (Caesar’ln bildirdiği gibi) KUTSAL ÖĞRETİLERİNİ YAZIYA DÖKMENİN ONA SAYGISIZLIK SAYILACAĞINA İNANMALARINI HATIR­LAYABİLİRİZ. Tarım gibi, yazının olmayışının da olumlu bir nedeni olabileceğini gösteren daha başka örnekler de gösterilebilir. Her halükârda, dilbilimsel beceriyi okur-yazarlığın ayrılmaz bir parçası gibi düşünmeye ne kadar alışmış olursak olalım, azıcık düşünürsek, bu ikisi arasında köklü bir bağlantı olmadığını, zira dilbilimsel kültürün bir bütün olarak dil tarihine çok yenilerde eklenen yazılı alfabeden büsbütün bağımsız olduğunu kolayca görürüz. Ananda Coomaraswamy’nin «İncil’i, Vedaları, Edda’yı büyük destanları ve genel olarak dünyanın en güzel kitaplarını içeren bü­tün bir peygamberi edebiyat türü» dediği şeyle ilgili olarak söylediği gibi, «Bu kitapların çoğu yazıya ge­çirilmeden önce de vardı; çoğu hiç yazıya geçirilmedi; diğerleri de ya çoktan kayboldu veya kaybola­cak.» [10]
Sayılamayacak kadar çok ümmî adam, olağanüstü incelikli dilleri kullanmanın ustası olmuşlardır. «Uzak adaların kuytu köşelerinde yaşayan, dupduru kafalı, olağanüstü bellek gücüne sahip, genellikle çok yoksul ve yaşlı, sadece Kelt diliyle konuşan adamlar... Ada­larda en ümmî kişilerin konuştuğu diyalektin en güzel, en doğru diyalekt olduğuna inanıyorum.» [11]
«Sözlü geleneğin, çok büyük bir toplam oluşturan dizeleri yüz­lerce yıldan beri kuşaktan kuşağa aktarmayı başardı­ğı kanıtlanmış ve kabul edilmiştir... Eğitim, bu -Fran­sızların deyişiyle- «sözlü» edebiyata dost değildir. Kül­tür, -bazan şaşırtıcı bir hızla- bu edebiyatı tahrip et­mektedir. Bir ulus okumaya başladıktan sonra bir za­manlar bütün bir halkın malı olan şey artık sadece ümmîlere kalmakta ve eğer bir antika meraklısı çıkıp da derlemezse çok geçmeden bütünüyle yok olup git­mektedir.» [12]
«İngiliz köy kültürünün dağılmasını tek bir nedene indirgememiz gerekseydi, bunun okuma -yazma olduğunu söylememiz gerekirdi.» [13]
Yeni Hebrid adalarında «çocuklar dinleyerek ve iz­leyerek eğitilirler... Yazı yoktur, bellek mükemmeldir, gelenek tamdır. Yetişmekte olan çocuğa, büyüklerce bilinen her şey öğretilir... Hikâye anlatma biçimlerinden biri de türkülerdir. Her çocuğun öğrendiği bine yakın efsanedeki düzen ve içerik bütün bir kitaplık gibidir; bir hikâye saatlerce sürebilir... Dinleyiciler bir kelime  çağlayanıyla karşı karşıya kalırlar.» Karşılıklı konuş­malarında «kelimeleri bizim yitirdiğimiz bir doğruluk ve güzellikle kullanırlar... Yerliler, beyazların etkisiyle yazı yazmayı kolayca Öğrenmektedirler. Bu işi tuhaf ve faydasız bir beceri saymakta, ‘insan ezberleyip konu­şamaz mı?’ demektedirler.»[14]
Tümüyle Coomaraswamy’ den aldığım bu alıntılara ek olarak, İslâm’dan önce Araplar arasında Mekke soylularının, oğullarım yetişmeleri için çöldeki bedevi­lerin yanma gönderdiklerini, çünkü bu büsbütün ümmî göçebelerin şehirde yaşayan «medenileşmiş» kardeş­lerinden daha arı bir Arapça konuştuklarını belirtelim.
Dilin korunması için en gerekli nitelikler olan ti­tizlik, uyanıklık ve dikkatin genel olarak «uygarlık»la birlikte yavaş yavaş ortadan kalktığına hiç şüphe yok. Özellikle okuma-yazma, insanlara yanlış, temelsiz bir güven duygusu veriyor ve onları uyuşturuyor: Nasıl olsa dil hâzinesini koruyacak olan artık gündelik ko­nuşmalar değildir. Biri yazılı, öbürü sözlü olmak üze­re iki dil olduğu düşüncesi bir kere yerleşti miydi, ko­nuşma dili göreli olarak daha büyük bir hızla yozlaş­maya başlamakta ve er-geç yazı dilini de peşinden sü­rüklemektedir. İncil’in yeni İngilizce çevirisi bunun kanıtıdır.
Bugün Batı’da konuşma dili öyle bir noktaya gelmiştir ki, bir insan düşüncelerini az çok uğraşarak ya­şıma dökebilse bile konuşmanın «ihtişamı» neredeyse tümüyle unutulmuştur. Konuşma sırasında belirli yan­lışlardan kaçınmanın öğretildiği doğrudur; ama bu tamamen toplumsal nedenlerle yapılmaktadır; ses zenginliğiyle veya dilin sahip olabileceği bir başka olumlu nitelikle hiçbir ilgisi yoktur. Ama buna karşılık bir insanın hayatında konuşma tarzı, yazma tarzından çok daha önemli bir etken olmaya devam etmektedir; çünkü konuşmanın ruh üzerinde (gelip geçici yazı yaz­ma işinin hiçbir zaman sahip olamayacağı) «mütera­kim» [15] bir etkisi vardır.
Bunları belirtmekteki amacımızın, yazılı alfabenin faydalarını inkâr etmek olmadığını söylemeye bile ge­rek yok. Dil, ümmîler arasında bile, olayların doğal akışı içinde yozlaşmak eğilimindedir ve sürgün veya yabancı hâkimiyeti gibi durumlar her şeyin şaşılacak ka­dar kısa bir süre içinde unutulup gitmesine yol açabil­mektedir. Sözgelişi, yazılı kayıtlar olmasaydı Yahudilerin manevi mirasından geriye ne kalabilirdi? Her halükârda, bazı hat sanatları, insanoğlunun sözü kay­da geçirmeye başladığı zaman sadece «Tanrı’nın iz­niyle» değil, «Tanrı’nın buyruğuyla» böyle davrandığını göstermektedir. Her şeye rağmen, dünyanın bugünkü duruma gelmesinin sorumlusu, yazma değil basma iş­lemidir. Hiç değilse yazma, insana en hafif deyimle üstünlük sağlamak gibi bir iddia taşımıyordu. Hatta beşerî yozlaşma belli bir noktaya ulaştıktan sonra bunun «ehven-i şer» bir zorunluluk olduğunu bile söyle­yebiliriz. .
Öte yandan konuşma, hep insanın bir izzeti sayıl­mıştır. İslâm’da olduğu gibi Musevîlik’te de, İlâhî Vahiy’le gerçek dilin, -yani sesin manaya tam denk düş­tüğü dilin- Âdem’e öğretildiği öğretisini buluyoruz.
İnsanoğlunun ilk-konuşmasının en mükemmel anlatım gücüne sahip, bütün dillerin en onomatopaeic (sesleri yankılayan-taklide eden) olanıy­la gerçekleştiği yolundaki bu inanışı hiçbir filolojik doğrulamadan geçirmek mümkün değildir. Yine de fi­loloji, bize insan soyunun genel dilbilimsel eğilimleri konusunda açık bir fikir verebilir ve bu da geleneğin bildirdiklerinin yanlış olduğunu göstermemektedir. Tam tersine, bildiğimiz bütün diller, daha eski bir dilin bo­zulmuş bir şeklidir ve geriye doğru gittikçe dilin yet­kinliği artmakta, dil daha da karmaşıklaşmaktadır. -Bu yüzden, en eski, tarihin kendisinden daha eski, [bilinen diller, daha sonra ortaya çıkan dillerin hepsinden daha özenli, daha ayrıntılı, daha ince işlenmiş dillerdi. Bu diller ,konuşan kişinin bütün dikkatini konuşmasına vermesini daha çok gerektiriyordu. Dilbilgisi ve sözdizimi günden güne basitleşirken, kelime dağarcığıda gerek biçim gerekse ses yükü bakımından zamanla yoksullaşmaktadır.”
Zaman bir dilin niteliklerini sürekli budadığı halde, nicelik açısından baktığımızda bir dilin kendisini kullananlara yetecek kelime dağarcığına her zaman sahip olacağı doğrudur. Sözgelişi maddî eşyanın  olağanüstü çoğalması adların sayısında da bir çoğal­maya-yol açacaktır. Modern dillerde birçok yeni kelime uydurulup dile -dıştan- eklenirken, bilinen eski dillerin büyük bir çoğunluğu, gündelik dilde kullanılan kelime­ler dışında, kullanılmayan ama [dilin yapısında var olan neredeyse sonsuz kelime yapım yeteneği nedeniyle] istendiğinde organik olarak üretilebilecek binlerce baş­ka kelimeye de (deyim yerindeyse) «sahipti». Bu açı­dan, artık kullanılmadıkları için «ölü» sayılsalar bile kendi içlerinde son derece canlı organizmalar olan eski dillerle karşılaştırıldığında asıl «ölü» veya «can çeki­şen» diller, modern dillerdir.
Bu, eski dillerin -ve onları konuşanların- yalınlık erdeminden yoksun oldukları anlamına gelmez. Gerçek yalınlık, karmaşıklıkla çatışmaz; çatışmak şöyle dursun,, gerçek yalınlığın tam anlamıyla gerçekleşe­bilmesi için belirli bir karmaşıklık gereklidir bile. Be­lirli bir sistem veya düzen kavramım içeren karmaşık­lıkla, düzensizlik ve hatta dağınıklık demek olan karı­şıldığı birbirine karıştırmamak; aynı şekilde, yalınlık­la yalıtkatlığı da birbirinden ayırmak gerekir.
Gerçekten «yalın» adam, yoğun bir «vahdet»tir: Tam, halis yürekli, kendi kendisine karşı bölünmemiş bir adamdır. Bu sıkı dokunmuş bütünlüğü koruyabil­mesi, için ruhun her yeni duruma kendini bütünüyle uydurabilmesi gerekir. Bu da değişik psişik unsurla­rın büyük ölçüde esnek olmasını gerektirir: Bu unsur­ların her biri «hava ne olursa olsun diğerleriyle tam bir uyum göstermeye hazır olmalıdır. Yalınlık erdeminin temelinde yatan bu sımsıkı bireşim (synthesis) karı­şıklıktan uzak bir karmaşıklıktır. . Bu karmaşıklıkla, -modern «analitik» dillerden ayrılmadan için genellikle «bireşimsel» (synthetic) diye tanımlanan- eski dillerin karmaşıklığı birbirlerini tamamlamaktadırlar. Ruhun değişik unsurlarına benzeyen konuşmanın değişik bö­lümleri, ancak inceden inceye işlenmiş bir dilbilgisi kuralları dizgesiyle anlama uygun bir biçimde seslendirilebilir ve her cümle tek kelimenin sahip olduğu birliği kazanabilir. Bireşimsel dilin yalınlığı aslında büyük sanat eserlerinin yalınlığına benzetilebilir: Ya­lın olması gereken mutlaka araçlar değil toplam etki­dir ve gerek ilk dilin, gerekse onu konuşan insanların yalınlığı da (çok daha üst düzeyde) böyle bir yalın­lıktır. Eldeki bütün dilbilimsel kanıtların gösterdiği sonuç budur ve doğrudan anlatımı olduğu ruha böylesine sımsıkı bağlı olduğu için dil insan hayatında öylesine önemlidir ki, onun tanıklığı psikolojik açıdan çok büyük bir önem taşımaktadır.     
İstisnaî bir bütünlük içinde uzak geçmişten günü­müze kadar gelebilen ve bu nedenle «denek taşı» ola­rak kullanılabilecek bir miras var elimizde: Arapça. Arapça’nın garip bir kaderi var. Araplar tarih sahnesi­ne ilk çıktıklarında geniş ve çok çeşitli vezin türlerine sahip bir şairler ırkı olarak görünüyorlar; kullandıkla­rı tek nesir, neredeyse gündelik konuşmalardan iba­rettir. İçlerinden pek azının kullanabildiği çok fazla değişmemiş bir yazıları vardır, ama onlar şiirlerini ağızdan ağıza canlı kelimelerle aktarmayı yeğlemek­tedirler ve İslâm gelinceye kadar Araplar, Semitik ka­vimler in belki de en az okur-yazar olanlarıdırlar. Dil­lerinin böylesine güzel korunmuş olmasını, hiç şüphe­siz bu durum -en azından kısmen- açıklamaktadır. Dil­bilimsel kanıtlar, Arapçanın daha «arkaik»[16], yani daha karmaşık ve daha zengin sesli bir dilden geldiğini gös­termekle birlikte, Arapça M.S. 600 yılında bile, yak­laşık iki bin yıl önce Hz. Musa zamanında konuşulan İbranice’den daha «arkaik», dolayısıyla «Şam’ın dili»ne daha yakın bir dildi. Yedinci Yüzyıl’da Arapları okuma-yazma öğrenmek zorunda bırakan İslâm’dır veya daha doğru bir deyişle Kur’an’ın her hecesini mutlak bir doğrulukla yazıya geçirme zorunluluğudur; ama Kur’an aynı zamanda kendi «arkaik» dilini bir model olarak kabul ettirmiştir. Kur’an’ın ezberlenip mümkün olduğu kadar çok okunması gerektiği için de, okuma -yazmanın zararlı etkileri, Kur’an Arapçasının sürek­liliğiyle giderilebilmiştir. YANLIŞSIZ TELAFFUZU YAZIYA GEÇİRİP KORUYABİLMEK İÇİN HIZLA ÖZEL BİR BİLİM GELİŞMİŞ VE MÜSLÜMANLARIN, DİLLERİNİ PEYGAMBER’İN KONUŞTUĞU DİLE UYDURMAK İÇİN YÜZLERCE YILDAN BERİ GÖSTERDİKLERİ YILMAK BİLMEYEN ÇABA SONUCU DİL YANLIŞLARI ÖNLENEBİL­MİŞTİR. Sonuç olarak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin konuştuğu dil bu­gün hâlâ yaşamaktadır. Zamanla bazı seslerin terk edilmesi, iki ayrı sesin tek bir sese dönüşmesi ve baş­ka bazı basitleştirmeler sonucu kaçınılmaz olarak fark­lı lehçeler de ortaya çıkmıştır ve bir Arap ülkesinden diğerine değişen bu lehçeler, normal olarak günlük ko­nuşmalarda kullanılmaktadır; ama en küçük bir tekellüf vesilesi, hemen tekrar Klasik Arapça’nın hiç azal­mayan ihtişamına ve ses zenginliğine dönmeyi gerek­tirmektedir. Bazan konuşanlardan biri gerçekten söy­leyecek önemli bir sözü olduğu hissine kapıldığında da Klasik Arapça kendiliğinden devreye girmektedir. Öte yandan, ilke olarak gündelik dili konuşmaktan ka­çınan azınlık da ister istemez bir ikilemle yüzyüze gel­mektedir: Ya «alelâde konuşmalar»dan büsbütün uzak duracaklar yahut da saray giysileriyle maskaralıklar yapan sokak çocukları gibi münasebetsiz bir etki uyan­dıracaklardır. Boş konuşma, yani hafif düşüncelerin peşpeşe sıralanması çok eskiden herhalde bilinmiyor­du; çünkü eski dillerin yapısı bu tür konuşmalara uy­gun değildir. Eğer insanlar daha ağır düşünüp, daha çok uğraştıktan sonra düşüncelerini anlatım düzenine sokuyor idiyseler, onları dile getirmek [seslendirmek] için de hiç kuşkusuz daha büyük bir zorluk çekiyor­lardı. Sanskritçe de. -Arapça gibi- aynı olguyu göster­mektedir: Her iki dil de, olağanüstü genişlik ve çeşit­lilikteki uyumlu sesleriyle, uzak geçmişte insan hançeresinin ve kulağının bugünkünden çok daha incel­miş ve hassas olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakma­yacak bir açıklıkla göstermektedir. Eski müziğin bü­tün o ritmik ve melodik inceliği düşünüldüğünde bu gerçek çok daha iyi anlaşılır. Filoloji dilin kaynağına ulaşamasa bile, en azından dilbilimsel tarihin binlerce yılını ki bu bir bakıma in­san ruhunun da binlerce yıllık tarihi demektir kesin­tisiz bir biçimde gözdeni geçirebilir. Hiç kuşkusuz tek yönlü bir  tarihtir bu; ama sonuna kadar da anlamlı bir biçimde kesindir. Soruna bizi «tarihöncesi» denilen uzak geçmişe götüren bu pencereden baktığımızda, amansız bir akımın varlığını kabul etmek zorunda ka­lırız, Bu akım, Dewar’ın belirttiği gibi pek çok fizikçi­nin, kimyacının, matematikçinin ve astronomun birleş­tiği daha genel bir eğilimin; yani «evrenin gittikçe ya­vaşlayan bir saate benzemesi»nin sadece bir yüzüdür. Buraya kadar dinle bilim aynı şeyleri söylüyorlar. Ama din, -bilimin kendi sınırlarını aşmadan söyleyemeye­ceği- bir şeyi daha ekliyor ve bireylerin ortaklaşa akıntıya kapılıp gitmekten kurtulmalarının mümkün ol­duğunu, bazılarının bu akıntıya karşı direnebileceğini, hatta bazılarının akıntıya karşı yüzmeyi bile başara­bileceğini, pek az da olsa bazılarının da kaynağa kadar yüzerek daha bu hayatta akıntıyı büsbütün alt edebileceğini söylüyor.
Kaynakça
Martin Lings trc.Enes HARMAN Ufuk UYAN Antik İnançlar Modern Hurafeler [Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.7-23


GEÇMİŞİN IŞIĞINDA BUGÜN (Martin Lings)

Zamanımızdan çok önce, geçmişte, kuşların uçu­şunu taklit ederek, insan vücudunu havalandıracak bir araç icat etmek için değişik bireysel atılımlar yapıldı. Fakat bildiğimiz kadarıyla bu alanda gerçek bir başa­rıya ulaşılması ve bu tür maceralara genel bir eğili­min doğması ancak günümüzde gerçekleşti. «Uzayın fethi» ve son olarak da «aya yolculuk» için duyulan aşırı ve yaygın isteği Everest’e tırmanıştan ve diğer başarılı tırmanışlardan bütünüyle soyutlamak mümkün değil. Bütün bu hareketlerde, güdülerden birinin Pandora’dan miras kalan boş merak olduğuna hiç şüphe yok. Fakat her ne kadar tuhaf görünse de, “Cennetten Kovulma”ya neden olduğu söylenebilecek bu dışa dö­nük ve parçalayıcı eğilimle birlikte, Kovulma ile kay­bedileni yeniden elde etme bilinçaltı güdüsünün de et­kisi yok mu?
İlk İnsanın en belirgin özelliği, hem İnsanî hem de insanüstü bir tabiatı olmasıydı ve insan hâlâ varlığı­nın derinliklerinde kendi kendini aşma, «akıntıya» kü­rek çekme, beşerî olan ruhla İlâhî olan Kalb arasın­daki rabıtayı yeniden sağlama ihtiyacını duymakta... Genelde bu ihtiyacın yalnızca ruhun bir anlamı olduğu ruhsal düzlemde engellendiği bir çağda normal insan­lık düzleminin Ötesine ulaşmak için duyulan güçlü dürtü, kendini daha aşağı bir düzlemde göstermek zo­runda bırakıldı. Bu yüzden buna, «YUKARI VE ÖTE» hu­rafesi denilebilir, çünkü hurafe geçmişte «ertelen­miş» olan ve anlaşılmaksızın süren bir şeydir.
BÜTÜN DİNLERDE BİR «ÜÇ DÜNYA» ÖĞRETİSİ VARDIR:
Ru­hun, canın ve bedenin dünyası...
Can ve beden (psişik ve bedensel) «bu dünya» dediğimiz şeyi oluştururlar. Kapısı Kalb olan Ruh dünyası ise, tümüyle bu dünya­nın ötesindedir ve beşerî melekelerin kapsamı dışında­dır. Kalb’de taht kurmuş olan ve can ile Ruh arasın­daki rabıtayı sağlayan araç, atalarımızın zekâ dediği insanüstü bir melekedir.
Hinduizm’de bu üstün görme melekesi heykeller­de ve dinî sanatın diğer çeşitlerinde, alnın ortasına yerleştirilen üçüncü göz ile ifade edilir. Hristiyanlık ve İslâm’da «Kalb gözü» [17]diye adlandırılan bu meleke, İslâm’ın kutsal dili Arapça’da aynı zamanda «Kalbin Kaynağı»  anlamına da gelir ki bu ruhun «AB-I HA­YATSA İÇTİĞİ KAYNAKTIR. HRİSTİYANLIKTA DA BU İKİ SİMGE BİRLEŞTİRİLMİŞTİR, ÇÜNKÜ ŞEYTAN CENNETTEN DÜŞERKEN ALNINDAKİ GÖZÜNÜN DÜNYAYA GRANİT ŞEKLİNDE DÜŞTÜĞÜ VE BU ZÜMRÜDÜN SONRADAN HZ, İSA’NIN SON AKŞAM YEMEĞİNDE KULLANDIĞI KÂSEYE OYULARAK YERLEŞTİRİLDİĞİ YOLUN­DA BİR İNANIŞ VARDIR.” [18]
İmgelem, mantık ve belleği kapsayan düşünce, kendi içinde saf bir insan melekesidir. Fakat can ile ruh arasında var olan fiilî süreklilik sayesinde, dü­şünce belli bir derecede zekânın ışığından etkilenebi­lir. «Döğaötesi»nin. yani bu dünyanın ötesinin incelen­mesi demek olan metafiziğin amacı, aklı bu etkilenme­ye açık tutup, düşüncelere aşkın bir eğim vermektir.
Bu, daha açık bir deyişle insanın muktedir oldukları­nın yüceltilişidir, zira bunun ötesinde İnsanî olan biter ve insanüstü olan başlar. Bununla beraber, insanın aslî özelliği insanüstüyle olan ilişkisidir ve bu para­doks Taoizm’de can’ı Ruh ile yeniden ilişki kuran in­san için kullanılan Chenn-Jen (GERÇEK İNSAN) terimiy­le ifade edilir.’
Son dörtüz yıl boyunca Batılı düşünce, «GERÇEK İN­SAN» kavramı etrafında değil de hayvanlar âleminin en üstün üyesi olan «bildiğimiz şekliyle alelade, insan» kavramı etrafında toplanan hümanizmin, insanüstüyle ilgilenmekten geri durarak veya insanüstü konusunda kuşkular türeterek, insan akımı bütün gerçek ve aşkın imkânlarından yoksun kılma yollarını araması ve onu adeta zor ayakta durulabilen alçak çatılı bir binaya hapsedip uçmasına izin vermesi çok düşündürücü.
Çağdaş felsefe evrenin yüksek menzilleriyle açık­ça ilgilenmiyor ve genelde zekâ, metafizik gibi keli­meler, krallıktan cumhuriyete dönen bir devletin saray mücevherleri gibi, geçmişten kalma hatıralar olarak saklanırsa çok yerinde olacak. Fakat bu derece vicdanlılık, çok fazla yerme ve ihanet sayılabilir. Modern bilim veya edebiyatın bir kahramanını «çok akıllı bir insan» diye tanımlama göz kamaştırıcı bir şey olmasa gerek ve öyle oluyor ki bir adam bazen hayatının uzunca bir bölümünü karşı-entellektüel hareketlere ve hatta inşan ruhundan üstün hiçbir şeyin olmadığını sa­vunmaya hareıyabiliyor ve hâlâ «günümüzün önde ge­len entelektüellerinden biri» diye adlandırılabiliyor. Kelimenin anlamı gerçekten değiştiğinden değil; zira Meister Eckhardt’ın ifade ettiği şeye zaman olarak hâlâ yakınız:
«CAN’IN İÇİNDE YARATILMAMIŞ BİR ŞEY VARDIR.. BU ZEKADIR.»
Bir insana akıllı demekle, entellektüel demek ara­sında hâlâ fark var, çünkü entellektüel kelimesi esrar­lı bir şekilde yüceltilen bir şeyin imâsını da içinde bu­lunduruyor. Bu yüzden de, gösteriş amacıyla kullanıl­masındaki değeri artıyor. Aynı şekilde Sovyetler Birliği’nin diktatörü «Komünizmin maddî ve manevî çı­karlarından bahsederken, kendi ağzıyla söylediği te­rimlerde çelişkiye düşecektir. (Çünkü tanım gereği Ko­münist, maneviyata inanmaz) ve sonra ne demek iste­diğini anlatma adiliğine kalkışacaktır. Öte yandan Ba­tıda hümanistler, ateistler, agnostikler konuşmaların­da önemli bir yer tutan «manevî» kelimesini hiç de bırakmak niyetinde değiller. Belirsiz derecede anlam­sız bir sanat eseriyle karşılaştıklarında, onu hiç du­raksamadan «mistik» diye niteleyecek sanatçı ve sa­nat eleştirmelerinden de yoksun değiliz. Eğer istenen gerçekse -ki realizm zamanımızın «ideal»lerinden birisi olarak kabul edilir- o halde uzay roketlerinin, kendisi­ni aşmak için parmağım bile kıpırdatmayan, olsa olsa uçurumlarla dolu, yalınkat bir dünyadan havalandıklarını itiraf etmeliyiz!
Öte yandan eskilerin tavırlarının «kanatlı» oldu­ğunu söylemekle kelimeleri yanlış kullanmış sayılmama­lıyız, çünkü Doğu’da olduğu gibi Bâtı’da da, dünyanın her yerinde tefekkürle geçen hayat, insanın ulaşabi­leceği en üstün hayat tarzı olarak kabul ediliyordu ve bunun özelliği, kişinin düşüncelerini Ruh'un üzerinde yoğunlaştırarak, entellektüel sezginin kanatları üzerin­de ona doğru yükselmek istemesidir.
Eski inanışa göre, ay küresi bir simgeden başka bir şey değil: İnsanın sonsuz ve ebedî yolculuğunda, bu dünyanın sınırlarını aştıktan sonra geçmesi gere­ken ruhî merhalelerin ilki olan ebedi cennetten en altın çağının, Ay Cennetinin, zaman ve mekânın maddî dünyasına yansıyan gölgesinden başka bir şey değil. Dan­te’nin Pcrodiso’sunun ilk kantosunun geçtiği yer bura­sıdır. Çünkü A’raf dağını tırmandıktan sonra, Dünya Cennetinden yükselerek tırmandığı cennet bu cennet­tir.
Uzayı uçarak aşıp bildiğimiz aya ulaşma düşünce­si uzun bir zaman akıllarda yer ederken, Dante’nin tarif ettiği yolculuğun gerçekten yapılmış olduğu ne­dense pek düşünülemez.
Bütün bunlara, Dante’nin yolculuğunun eskiden ol­duğu gibi bugün de gerçekleşebilecek bir ihtimal oldu­ğu; modern dünyada da bazı gerçek mistiklerin [19]ol­duğu ve hatta bunların Ortaçağ’da da küçük bir azın­lıktan öteye geçemedikleri söylenerek itiraz edilir. Bu som nokta göz önüne alınarak, Ortaçağ Avrupa’sından çok daha iyi bir durumda olan yer ve zamanlar için de aynı şey söylenebilir. Demirçağ’da dünyanın ışığı olarak kabul edilen mistiklerin azınlıkta olmasından ötürü bu çağa Karanlık Çağ da denilmiştir. Bununla beraber Dante’nin yaşadığı dönem Demir Çağ’m son zamanlarına rastlıyorken, bu azınlık, görmezlikten gelinemiyecek bir çoğunlukla aynı çizgideydi. Zira insa­nın en üstün ideallerini temsil etmekteydi. Avrupa hâlâ İsa’nın etkisindeydi ve aynı nedenle de İncil’deki Mer­yem ve Marta hikâyesinin etkisi altındaydı: Meryem’in mirasçıları ve «gerekli olan tek şeyin» sahipleri ola­rak... Bu azınlık, onları izleyen, kendiliğinden teslim olmuş anormal bir çoğunluk için bir norm teşkil etmek­teydi ve bu azınlık toplumun değişik tabakalarına ruhsal etkisini akıtabilecek bir durumda, sanki bir piramidin en tepesinde bulunmaktaydı. Bu anlamda (eşyanın tabiatı gereği) bu piramid hâlâ var; ama «resmen» yere çalınmış bir durumda.
(Hindu Purana’larına göre bedensel hastalık, dört çevrimden üçüncüsü olan Dwapara Yuga’ya yani Bronz Çağ’a kadar bilinmekteydi. Tarih öncesinden (kuşaktan kuşağa aktarılarak) gelen eski iyileştirme bilimlerine göre, «sihirbaz hekimsin işlevi çoğunlukla papazın işlevlerinden biriydi. Bu yüzden geleneğe göre insana önce ilhamla ve bazı hallerde de vahiyle gelen belli kozmolojik gerçeklerin bilinmesine dayanan ve herbiri dinin bir dalı olan eski bilimlerle de az çok il­giliydi.
Bu gerçeklerin her biri, evrendeki uyumun görünüş­leridirler: onlar mikrokosmos, makrokosmos ve meta- fcosmos arasındaki (yani insanoğlunun küçük dünya­sıyla, büyük dış dünya ve hepsini aşan öte-dünya ara­sındaki) uygunluğun ta kendisidirler. Bir örnek verir­sek, gezegenlerin her biri (yani güneşle birlikte çıplak gözle görülen yedi gezegen) belirli bir madene, belirli taşlara, bitkilere ve hayvanlara, belirli bir renge, bir müzik gamındaki notaya tekabül eder. Kendisine özgü günleri, saatleri vardır; vücudun belirli kısımlarına ne­zaret eder; belirli hastalıklara ve ruhî düzlemde belir­li huylara, fazilet ve kusurlara, metafizik olarak da Yedi Cennetten birisine, belirli melek güçlerine, Aziz­lere; Peygamberlere ve Tanrı’nın kutsal isimlerine te­kabül eder.
Tek bir bilim, evrenin bütün gizlerini kapsayacak derecede ilerleyemez ve bu yüzden birçok geleneksel tıp bilimi vardır. Fakat genelde yalnızca fizyoloji, bi­yoloji, botanik, mineraloji, kimya ve fizik (modern bi­limlerin baktığından farklı bir bakış açısıyla) değil, aynı zamanda astroloji; bazen müzik; harflerin ve sa­yıların bilimi denilen şeyle, metafizik; teoloji; geniş, pratik bir ayin bilgisi, önceden farz edilen bu tür an­layışlardan biri doğrultusunda iyileştirmeye duyulacak doğal, önemli bir eğilimle inceden inceye uygula­nır.
Abartmalara sık sık yer verirken, dünyanın de­ğişik yörelerinde geleneğin nesilden nesile devrettiği eski bilimlerin başardığı garip tedavileri tamamıyla reddetmek aptalca bir şey. Ancak bu eski bilimlerle modern tıb arasında bir köprü yok, Çin ve Japonya’da hâlâ geniş çapta uygulanan ve Batıkların «akupunktur» dedikleri eski Çin tıb biliminin bir kolunun, dikkate değer faydalan yüzünden bazı Batılı doktorlar tara­fından kısmen benimsendiği doğrudur. Fakat modern tıb dünyasında yaygın bir şekilde benimsenmesi şüp­heli; çünkü akupunktur’un modern bilimin hiç itibar etmeyeceği, deneysel araştırmalara dayanmayan ve vücudun değişik kısımları arasındaki «belirsiz» ilişki­lere bağlı olan bir yönü de vardır.
Akupunktür’ü uygulayan bazı Batılı doktorlar, ger­çekle onun deneylerden kaynaklandığını iddia ederek onu modern tıb ile bağdaştırmaya çalışmışlardır. Fa­kat bu safî bir hipotezdir ve eskilerin bilime yaklaşışı ile modern yaklaşım arasında itiraz edilemeyecek fark­lılığı bir kenara bırakalım, örneğin midesinden şikayeti olan birisine, ayak başparmağındaki bir sinir merkezin­den, karaciğer şikayetine ayak bileğinden, böbrek şi­kayetine dizden, büyük bağırsak şikayetine dirsekten tedavi uygulanacağının yapılan deneyler sonucu keş­fedildiği gerçekten inandırıcı mıdır?
Bu tür bilimlerin, modern bilim tarafından yüzey­sel- ve istisnai olarak alınması ve  geçmişle bugün ara­sındaki devamlılığı (belki de ilacın kullanılışını birden fazla ihsan biliyordur) bir yana bırakılırsa, modern tıp kendisinin de ifade ettiği gibi, salt insanın pratik deneylerine dayanan katıksız bir insan icadıdır.
Şüphesiz doktorun mesleği hâlâ acil ihtiyaçlara ve­rilen her cevapta bulunan kutsallığa sahip ve bunun yaradılıştan gelen kutsal olmayan karakterine rağmen tıp bilimine de uygulanabilir olduğu tartışılabilir, zira birçok modern icadın «ata»sına «ihtiyaç»ı olmasa bile, bazılarının, özellikle tibbî olanların var. Eğer uzak geçmişten bir adam günümüze gelebilseydi, onu en çok dişçilerimizin mahareti mi yoksa dişimizin çürüklüğü mü çarpardı? Kutsal bir bilimi uygulamanın mükâfa­tının azalması oranında hasta sağlığının arttığı, sal­gınların hükmü altında olan çok kötü, kalabalık bir dünyada, özellikle modern tıp bilimine (yani bunalımı alt edebilmek için çok sayıda, erkek ve kadını eğitip, örgütleyebileceğimiz ve meziyet açısından çok titizlik istemeyen bir bilime) ihtiyaç olduğu bile söylenebilir.
Buna rağmen atalarımızın bütün bunları itiraf et­tikleri ise son derece şüpheli bir konu. Her halde, mo­dern tıp biliminin gelişmesini sağlayan hümanistik görüş açısının, tıbbî tedaviyi gerektiren birçok has­talığa sebep olduğunu iddia etmişlerdir. Genelde hü­manizmde olduğu gibi hümanizmin bu özel tezahürün­de de -aynı şey diğer modern bilimler için de geçerli- dir- kıyıcı bir niteliğin olduğu dikkatlerinden kaçma­mıştır. Hümanizmin, insanlığın rafa kaldırılışı, yani Taoistlerin Gerçek İnsan dedikleri şeyin belirli özelliklerinin yok eldilmesi anlamına gelişi gibi, modern tıp da uzun vadede tabiatın yıkıma karşı çaresi olan do­ğal seçim kanununa insanın fazlaca karşı koymasına izin veren ve dolayısıyla da zorlayan bir sistemin ge­lişerek, insanı yozlaştırıp sağlığı ortadan kaldırması anlamına geliyor. Ölümün olmadığı bir dünyada yaşanıldığından, herkesin yarı-ölü olduğunu söylemek gerçekten bir abartma; fakat bu en azından bir eği­limdir ve bu bilim eninde sonunda kendi kuyusunu kazarak modern dünyanın («kimsenin elindeki geri alınmayacak» hükmünü doğrulayan) tezahürleri arası­na katılacaktır. Fakat eğer tıp bilimi (birçok anlam­da) insanın denetiminden kurtulmuşsa, bunun en bü­yük nedeni kazandığı sözde-Mutlak önemle, gerçekten Mutlak’la ilgili bir başka şeyin yerini almış olmasıdır. MODERN DÜNYA, ESKİDEN HASTA RUHLARIN, TEDAVİSİNE ADA­NAN SAYISIZ ENERJİYİ BUGÜN HASTA BEDENLERİN TEDAVİSİNE HARCIYOR. İnsanlar, birkaç istisna hariç, her ruhun has­ta olduğu bilinciyle yetiştirilirdi. BİRÇOK RUHUN HASTA OLDUĞUNU VE SUÇLULARIN, DELİLERİN SÜREKLİ ARTTIĞINI MO­DERN ÖLÇÜLERİN DE KABUL ETTİĞİNİ SÖYLEMEYE GEREK YOK SANIRIM. Fakat kanuna itaat eden ve aklı başında olan ruhların büyük bir çoğunluğu şimdi sağlıklı sayılıyor ve pratik olarak hiçbir tedaviye ihtiyaçları olmadığı söyleniyor; bozulma’dan muaf oldukları kabul edili­yor. «Sağlıklı» denil enlerle çok sağlıklıları ayıran uçu­rum unutuldu ve genelde ruhun neye göre çok sağlıklı olduğu çok belirsizleşti ve son derece akılsız, baştan savma ahlâkçılıkları sonunda kuşkuculuk tepkisine yol açmaya mahkûm olan son birkaç yüzyılın kuşakların­da da durum pek belirli değil...
Öte yandan, eğer eski atalarımız ruhlarının hasta olduğundan bu derece emindilerse ve eğer bu hasta­lığın tabiatından çok iyi anladılarsa, bunun nedeni uy­garlıklarının ruh sağlığı üzerine kurulup mükemmel ruh kavramı ile beslenmesidir. Üstelik yalnız da de­ğiller, çünkü evrensel kurallara dayanan bu kavram -insanı sonsuz kaynak, Mutlak ve ebedî olan ile yeni­den birleştirme durumunda olan din, eğer varlığının amacını unutacak derecede yozlaşmamışsa- eski dün­yanın bir ucundan diğerine pek farklılık göstermiyor­du. Dinin bu amacını koruduğu her yerde «en yüksek beşerî imkânlar» kavramı hep var olmuştur.
Bazı yapısal farklılıkları bir kenara bırakırsak, dünyanın bütün büyük dinleri, gerçekte insanın en önemli özelliğinin, İlk Insan’ın keyfiyetine ulaşıp, ruh sağlığını yeniden elde ederek «Tanrı’nın Ülkesinin ken­disiyle birlikte» bulunduğunu bilmesi olduğunda bir­leşirler; «arama»sına gerek yoktur, çünkü artık «bul­muştur»; «çalma»sına gerek yoktur, çünkü zaten «ka­pı açılmıştır» onun için; ve bu açıklıkta ayna gibi olan insan ruhu İlâhî Sıfat’ları yansıtabilir ve yaratılışı ge­reği «Tanrı’nın Suretinde» olabilir.
İSLÂM AKİDESİNDE SIFATLAR, CELÂL SIFATLARI VE CEMÂL SIFATLARI DİYE İKİYE AYRILIR VE BU DİĞER DİNLERİN İLÂHÎ MÜKEMMELİYET [20] hakkındaki öğretilerine, açıkça ol­masa bile belirsiz bir şekilde uyuyor. Bu yüzden be­şerî düzlemde en üstün ideal Celâl, ruh güzelliği, kut­sallık ve tevazzu [21]olarak tanımlanabilir. Can’ın Ruh’la doğrudan bir ilişki kurmasından doğan bir kut­sallık ve canın sınırlamalarından ancak «Ruhun hu­zuruna kabul edilen bir can»ın haberdar olmasından kaynaklanan bir tevazu.
Her teokratik uygarlıkta bu ideal, uygarlığın kay­naklandığı dinip kurucusu olan İlâhî Elçi’nin (Pey­gamber) şahsında ve arkadaşlarıyla, onların hemen arkasından gelen kadın ve erkekler kümesinde mev­cuttur. Bu ideal onların mezarlarını ve hatta sonra­dan gelen Azizlerin mezarlarını kutsallaştırmıştır. Bu durumda olan her türbe topluluğa başka bir hac ihti­mali daha kazandırır. Ayinlerde, şiirde, resim ve hey­kelde methedilir. Geometrik sembollerin diline çevril­diğinde, büyük tapınakların haşmet ve güzelliğinde dondurulmuş olarak durur, tartım ve uyum ortamına aktarılır, zengin ve fakir evlerinin merkezdeki toplu tapınma yerinin değişik şekil ve ölçülerde sürdürülüşü anlamına gelmesi gibi, bu müzik de toplumun bü­tün sınıflarının sahip olduğu kilise-dışı müziğe az çok mührünü vurur.
Kutsallık ve tevazu Haç’ın baş ve ayağıyla gös­terilirken, Îlahî Salâbeti yansıtan adalet ve diğer fa­ziletleri içine alan Celâl sol kol ile, İlâhî Rahmet’in bütün yansımalarını içeren Cemâl sağ kol ile ifade edilir. Daha ulvî bir anlamda belirsiz olarak bütün faziletleri ve kutsallığı içeren Celâl, Mutlak ve ebedî olanın bir yansıması olup Haç’ın düşey kısmı ile ifade edilirken, açıkça bütün faziletleri içerip Tanrı’nın sonsuz zenginliklerini ve cömertliğini yansıtan Cemâl yatay kısmın genişliği ile ifade ediliyor.
El ve ayakların bir merkezde kesişmesiyle Haç aynı zamanda birliğin bir ifadesi oluyor, bütün yönle­re işaret ederken bütünlüğün bir ifadesi olduğu gibi. Burada Tek ve Bütün olan Tanrı’nın suretinde olma olgusunun başka bir yönü göze çarpıyor. Mükemmel olabilmek için, Can’ın mutlaka bir bütün olması ge­rekiyor. Aslında «kutsallık», «bütünlük» ve «sağlık» temelde aynı kelime; dilin farklılaşması sonucunda yapı ve anlam olarak çok az değişmiş. İçtenlik ve ba­sitlik erdemleri bu mükemmeliyetten ayrılamaz. Zira herbiri kendi başına Can’ın bölünemezliğini anlatıyor.
İnsanın hastalığının başlıca sebebi, içinde bu dün­ya ile öte dünya arasındaki doğrudan bağlantının kop­ması ve bunun sonucu bütün yaratıkların mahkûm ol­duğu dışadönük dürtüyü tek başına denkleştirecek Kalb’in İlâhî manyetizmasını, Can’ın duyarlığını kay­betmesidir. Bir dairenin yarıçaplarının merkezden uzaklaştıkları ölçüde birbirlerinden ayrılmaları gibi, değişik ruhsal öğeler de birbirlerinden gittikçe uzak­laşır ve Can gittikçe basitliğini, içtenliğini, birliğini kaybeder. İsa’nın ilk emrindeki üslup, bu kronik ay­rılmanın can alıcı çaresi oluyor. Dinin amacı insanın içindeki bütün ayrılıkları, ruhunu Kalb’in çekim alanı­na getirecek bir itki ile birleştirmektir; eğer bu bütün dinî ayinler için geçerli ise, ruhsal işlevi olan her şey için de geçerlidir. Örneğin, dinî bir sanat eserini sey­rederken bütün ruh emredici bir çağrıya cevap verir­cesine bir araya geliyor. Parçalayıcı bir tepki söz ko­nusu değil zira yeterince şaşırmıyoruz. Kutsal bir uy­garlığın hakikati işte burada yatıyor; ruhun kendisini bir bütün halinde tutmasını ve korumasını sürekli taleb etmekte ve ruhların bu talebe verdiği cevapta geçmişin (bugüne göre) büyük üstünlüklerinden bilisi yatıyor. Çok küçük fakat yine de önemli bir örnek: Orta Çağların dans müziğini, hatta neşeli dansların müziğini dinlediğimizde, hiçbir şekilde ruhun bir par­çasının diğerlerinden koptuğunu hissetmeyiz. Aksine bu tür müzik kadınların ve erkeklerin mutluluklarında unutamadıkları ve unutmak istemedikleri hayatın fâ­niliğini ve ölümün kesinliğini, büyüsel bir yolla hayal ettirir.
Bugünkü uygarlığımızın ruh üzerinde böyle talep­leri yok: Bir avuç insan (bu tür geleneksel) «ilâçlar»a ne kadar güvenirse güvensin, modern dünya, hastalı­ğı kontrol altına alacağına ona yaltaklanan bir sürü «antidot»la bu ilâçları izale etmektedir. ÇÜNKÜ ŞU KOR­KUNÇ GARİP BİR TECELLÎDİR: «KALITIM»A ALDIRMAYAN, BÜ­TÜN İNANCINI «ÇEVRE»YE BAĞLAYAN BİR UYGARLIĞIN TAKİP EDEBİLECEĞİ OLUMLU BİR ÇEVRE DE YOKTUR. Hatta bugün insanların sahip olduğu iyi yanların çoğunluğunun, içinde yaşamaya ve büyümeye mahkûm oldukları çev­re tarafından mahvedilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemek abartma sayılmaz. Eğitimleri, birçoğunun yapmak zorunda olduğu iş[22], giymek zo­runda oldukları elbiseler [23]ve hepsinin de ötesinde, belki de, boş zamanlarını geçirme yolları ve «eğlen­celeri, yalnızca Celâl ve Cemal duygularını bastır­mak üzere değil, fakat aynı zamanda ruhî özü par­çalara ayırarak birlik, basitlik ve içtenlik erdemleri­ni ortadan kaldırmak üzere hesaplanıyor. «Bütünüyle orda» olma yönünde yetiştirilmek yerine, ruh bütün benliğini herhangi bir şeye nasıl vereceğini unutuyor; çünkü yaptığı perhizde onu bu işi tamamıyla deneme­ye itecek ya yok, ya da çok az. Çevresi bütün yönler­den «Benimle ne olur azıcık ilgilen!» diyerek onu çek­meye çalışan el kalabalığı gibi ve bu «eller» gittikçe artmakta ve talepleri saçmalaşmakta. Başka bir de­yişle, modern dünya, ruh sağlığı bakımından yapılma­sı gerekenlerin tam zıddının yürürlükte olduğu bir hastahaneye benzemektedir. Burada önemli olan dok­torların «ellerini ruhlarından ne ölçüde yıkadıklarıdır.
Kutsal bilimlerin mütekabiliyetler arasında, bede­nin merkezi olan kalb ile maddî dünyanın merkezi olan güneş arasındaki mütakabiliyet sayılabilir; hem kalb hem de güneş, bütün nesnelerin Merkezi olan Kalb’i simgeler Güneşin merkez oluşunun bilinişi ve onun simgelediği; dünyanın ve gezegenlerin güneşin etrafında dönüşünün bilinişinden çok zor ayrılır ve işte bu yüzden bazı eski çağlarda, bugün çağdaş astrono­mun bildiğinin bilinmesi hiç şaşırtıcı değildir. Ancak Kopernik’in zamanına kadar, gittikçe daha çok insan dünyanın güneş etrafında döndüğünü öğrendi ve öyle gözüküyor ki daha yüksek bir düzlemdeki «paralel» ve daha değerli bir bilgiyi kaybetme pahasına, alçak bir düzlemdeki bir bilgi parçasını benimsediler. EĞER ESKİLER GENELDE DÜNYANIN GÜNEŞ ETRAFINDA DÖNDÜĞÜNÜ BİLMEDİLERSE, TANIM GEREĞİ DÜŞKÜN İNSANLARIN KAPILDIK­LARI «İNSAN BEN’İNİN BAĞIMSIZ BİR MERKEZ OLDUĞU» YA­NILSAMASINA RAĞMEN DÜNYAYA TEKABÜL EDEN BİREYSEL RUHUN, İÇLERİNDEKİ GÜNEŞ ETRAFINDA DÖNDÜĞÜNÜ DE Bİ­LEMİYORLARDI. Bugün, insan ben’i Kalb’den ayrılığın nihaî noktasına yaklaşırken ve Kalb ile ruh arasında­ki damarlar böylesine kütleşmişken ben’in (ego’nun) merkez olduğu yanılsaması ister istemez alabildiğine güçlenmiştir. Aslında Kopernîk’in «keşfini» «beşerî aydınlanma yolunun kilometre taşlarından biri» sa­yanların birçoğu, içerdeki Güneş’i büsbütün inkâr et­meseler bile derin şüphelere sahiptirler. Aşağı düzey­den bilginin elde edilmesi, ikisi arasındaki bağlantı göründüğünden de sıkı olsa bile mutlaka yüksek bilgi­nin kaybını icap ettirmez. Fakat birisinin kazanılması ile diğerinin kaybı, insanın «uzmanlığının» ruhsal alandan maddî alana kaymasının inkâr edilemeyecek sonuçlarından biridir.
Uçuş, hastayı iyileştirme ve merkezî olan ile çev­resel olanın bilinmesi, üst düzlemdeki bastırmaların alt -düzlemde gürültülü bir fazlalık halinde patlayabi­leceğini gösteren üç örnek. Şimdi kendi açısından bü­tün sorunu kuşatan dördüncü bir örneği ele alalım.
RUH BU DÜNYAYA AİT OLMADIĞI HALDE CAN BU DÜNYA­YA AİTTİR; FAKAT BAŞLALANGIÇTA CAN İLE RUH ARASINDA GÖRELİ BİR SÜREKLİLİK SÖZ KONUSU OLDUĞUNDAN RUHÎ ÖZ’ÜN-canın en uç sınırında, kalbe en yakın noktada bulunan- VE ZEKÂ’DAN RUH’UN IŞIĞINI ALMAK DURUMUNDA OLDUĞUNDAN BİR ANLAMDA «BU DÜNYADAN SAYILMAYAN»  BELLİ BİR KISMI VARDIR. BU NOKTA, BAŞKA BİR ANLAMDA DA «BU DÜNYADAN» SAYILIR, ZİRA İŞLEVİ BU IŞIĞI CAN’IN DİĞER MELEKELERİNE AKTARMAKTIR, ÇÜNKÜ ZEKÂ’NIN GİZLEN­MESİ VE İKİ DÜNYA ARASINDAKİ SINIRLARIN MÜHÜRLENMESİYLE O, CAN YAKASINDA KALMIŞTIR.
Ruhî özün bu yüksek ve çok değerli kısmı, ruhun öte dünyaya yönelik değişik isteklerinden doğan üç erdemin; İNANÇ, UMUT VE AŞK’ın etki alanından başka bir şey değil. Şimdilik, diğer ikisini de bir anlamda içine alan en ortadakini ele alalım. Umut, insan ha­yatım belirli şartların yerine getirilmesi halinde bütün isteklerin karşılanabileceği bir yolculuk olarak görmek demektir. Bu amaca yalnızca öldükten sonra erişil­mez; bir avuç ayrıcalıklı (çevrimin bu aşamasında ayrıcalıklı) kişi bu dünyada da amaçlarına ulaşabi­lirler. Her halükarda hayatın doğru yönde bir yolculuk olabilmesi için her ne kadar bunu yapmanın değişik yolları varsa da, yerine getirilecek şartların her za­man «akıntıya karşı» kürek çekmekle de ilgisi var. Dinlerin farklılığı dolayısıyla bu şartların bazıları bir insan grubu için kolayken, bazıları da başka bir insan grubu için kolay.
Her dinde insanlar arasındaki farklılıklara izin veren belirli bir ihtimal çemberi vardır. Daimi bir hac hayatı, yüzeyde, kutsal bir kitabı okumaktan ve­ya Îlâhî isimleri zikrederek dünyadan el-etek çekmek­ten oldukça farklıdır. Dua yahut tefekkürden yahut da her ikisinden etkilenen, fakat insanın hayatını ka­zanmasını dışadönük bir yol olarak izleyen bir hayat ihtimali de var. Böyle bir hayat, zaman zaman ruh­sal bir inziva veya bir hac ile engellenebilir de, en­gellenmeyebilir de. Kabuktaki ayrılıklar ne olursa ol­sun, amaç her zaman için aynı; Ruh ile (kaybedilmiş) rabıtanın yeniden elde edilebilmesi için gereken Rahmet’e tapınmayla ulaşarak beşerce bireyselliğin aşıl­ması. Dinî isteğin en az olduğu anda, yani lanetlenme korkusuyla'yapılan asgarî tapınmada bile, bu amacın gözden kaçırılmadığını söylemek mümkün. Çünkü kur­tuluş, takdîs’in anahtarı olan arınmaya yol açar.
Son zamanlara kadar dünyanın her tarafında in­sanın amacı hep buydu: akıntının yönü ister aşağı is­ter yukarı olsun, «kayıklar» sürekli akıntıya karşı gi­diyordu. Fakat son ikiyüz yıl içinde -daha kesin bir tarih vermek çok zor- öyle bir zaman geldi ki, kayık­ların başını doğru yönde tutmak için gereken asgarî güç bulunamadığından, akıntıyla birlikte geriye sürük­lenen birkaç kayık birdenbire akıntıyla yüzyüze geti­rildiler. Mücadeleyi zorlaştıran bu şüphe, belirsizlik ve umutsuzluk ortamında, akıntının onları peşine ta­kıp götürmesi hiç de zor olmadı. Başarı çığlıklarıyla «nihayet biraz ilerlediklerini» haykırdılar, akıntıya karşı kürek çekmek için mücadele edenleri de «hurafe­nin prangasından kurtulmaya» ve «zamana uymaya» davet ettiler. Çabucak yeni bir âmentü icad edildi ve iman ettikleri şeylerin gerçeğine nadiren inildiğinden, geçen bin yıllık çevrimde insanın «akıntıya karşı» olan gayretleri yani «gerici» veya «yozlaşmış» gayretleri tamamıyla boşunaydı, son derece amaçsızdı, yanlış yola sevkediciydi; fakat «bütün bu gericiler insanlığı cehaletin karanlığına garketmek için ne yaparlarsa yapsınlar, insanlığın içindeki ilerlemeci Öge gittikçe ilerleye yolunda savaşıyordu.» İşte böyle diye diye, bu yüzyılın başlarında bir politikacının «dünyanın muhteşem sabahı» dediği noktaya kadar geldik.
Bu arada, geçmişin seçkin insanlarını kendileriyle aynı çizgideymişçesine «öğretilerine ekleyerek her şeyi daha «makûl» yapıyorlardı. O zamanlar ilerleme şampiyonları olarak alkışlananlar yalnızca devrimciler değildi, büyük manevî şahsiyetlerin de alkışlandığı oluyordu. Görevlerinin insanları yaratılışlarındaki mü­kemmel hale döndürmek olduğu görmezlikten geline­rek Budha, İsa, Hz. Muhammed «zamanlarının çok ileri­sinde» kabul ediliyorlardı.
Aslında kanıtlanan şey, «İNSANIN UMUTSUZ YAŞAYAMAYACAĞI» gerçeğiydi. İnsanlığın büyük bir çoğunluğu, Ebedî ve Ezelî olana doğru ilerlemekten vazgeçtikten (yani «dikey» ilerleme ihtimaline inanmaktan yüz çe­virdikten), sonra, umutlarım belirsiz bir «yatay» iler­lemeye bağlamak zorunda kaldılar.
Agnostik (bilinmezcilik) ve ateist, herhangi bir uzuvlarını kesip atabilirler, fakat Aşkın olana inanmayı redderek, normal işlevi Aşkın olana duyulan isteği körüklemek olan "ruhsal öğelerden kendilerini kurtaramazlar. MODERN DÜNYADAKİ UYUMSUZLUĞUN EN BÜYÜK NEDENLERİNDEN BİRİ, LİDERLERİNİN VE DİĞERLERİNİN RUHLARINDA VAR OLAN İSTENME­YEN RUHÎ ÖZ İLE AÇIKLANABİLİR. Bu «öz»ün tehlikesi ruhun en değerli ve en güçlü öğeleri sözkonusu olduğunda daha da artıyor. Hatta ateistler ve agnostikler bir ya­na, modern Batı’da herhangi bir dini olan «düşün adamları»nın çoğunu tanımlayan soğuk yarı-agnostik din, ruhun üst pencerelerini açma ve onun büyük istek­lerine yol verme kuvvetinden yoksun. Bunun sonucu olarak ruh, geriye yani yasal dünya tutkularının or­tasına düşüyor ve kendi haline bırakıldığında makul gerçekçiliğin ulaşabileceği mütevazı doyumları duygu­sal ve gerçekdışı düşlerle bastırarak çarpıklık ve kar­gaşa yaratıyor. Bu, uçmayı reddeden veya uçamayan bir kuşun sürekli kendi kanatlarıyla yukarı doğru sıç­ramasına benziyor.
Gerçekte ruhun kanatları olan er­demlerden inanç diye kalan (hurafe), batıl-dinin ev­rim ve ilerlemeye olan katı taassubudur. Umut diye kalan ise, görmek istemediği yıkıntıların ortasında yükselen, çoğu tartışmalı [24] birtakım geleceğe yöne­lik «insan başarıları» dır. Bu iki hurafe de, insan aklını egemenliği altına alan ve amaçlarıyla kıyaslandığında son derece orantısız olan bir tutkuyla sürekli beslen­mektedir. Ruhu boş, dünyevî bir Mutlak macerası pe­şinde, delicesine, sevdadan sevdaya sürükleyen bu tutku, insanın İlâhî olana duyduğu susuzluğun dünyaya yöneltilmesinden başka bir şey değildir. Yoğunluğunu yitirmesinin nedeni de böylesine tersyüz edilmiş olma­sıdır.

Kaynakça
Martin Lings trc. Enes HARMAN,  Ufuk UYAN Antik İnançlar Modern Hurafeler [Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.37-55


ZAMANIN TARTIMLARI

Dünyanın her tarafındaki eski insanlar için insanın yeryüzünde birdenbire ve mükemmel bir yaradılışta (artık daha fazla gelişmesi imkânsız bir surette) görünüverdiğine inanmak kolaydı; çünkü onlar bu ilk İlâhî «müdahale»nin daha küçük çapta müdahalelerle sürekli tekrarlandığını görüyorlardı. Atalarımızın gö­zünde Tevrat, bir düşüşün hikâyesidir. Cennetten ko­vulmadan Tufan’a. [25] Tufan’dan Babil Kulesi’ne uza­nan, zaman zaman kısa süren, zaman zaman da gö­reli bir mükemmelliğin yeniden kurulduğu, yokuş aşa­ğı giden bir eğimdir bu... İlâhî müdahalenin pençesi gevşer gevşemez bu kaçınılmaz eğim bir yerçekimi yasası tarafından zorlanmışçasına yeniden harekete geçmektedir. Bizler, dünyanın izlediği yolu atalarımızdan daha kolay görebiliriz, çünkü bizim daha geniş bir tarih açı­mız var ve tarih, temel olarak Tevrat’ın anlattığı hi­kâyeyi tekrarlayıp, onun tartımım (ritmini) doğrulamaktadır. Son üç bin yılın belirleyici olayları, Buddha’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin misyonları ani müdahalelerdi: Kendilerini önceleyen olayların ardın­dan çalkantısız bir biçimde ortaya çıkmadılar; olayla­rın genel eğilimine ters düşüyorlardı. Hepsinde, küçük bir insan topluluğu bir araya gelmekte, gelecek kuşaklara yol gösterici bir ışık, bir ideal olacak manevî bir doruk oluşturmaktadır. Bu tür, bilinen tarihî olay­ların ışığında ilk maneviyatın (ve bu durumda ilk in­sanlığın) dünyaya berrak bir yıldırım gibi düştüğünü kabul etmek hiç de zor değildir.
Ani bir yükselişi ağır bir düşüşün izlediği [zamanı aşanla zamana uyanın birleşmesinden doğan] bu «Tan­rı/İnsan» tartımı, mevsimlerin diliyle, hızla yaza dönü­şen ani bir bahardan sonra adım adım gelen güze ben­zetilebilir. Güzün ne kadar erken geleceği çeşitli etken­lere bağlıdır. Beşeriyetin muhteşem bahar-yaz dönemi, Altın Çağ, bir bütün olarak, Hint Puranalarının bazı yorumlarına göre yirmi beş bin, bazı yorumlama göre de bir buçuk milyondan daha fazla insan yılı sürmüş­tür. Değişik dinlerin daha kısa süren çevrimleri ise, kaçınılmaz olarak büyük çevrim içindeki yerleri ora­nında etkilenmişlerdir. Büyük çevrimin güz döneminde ortaya çıkan yeni bir dinin baharı da, göreli olarak daha kısa bir sürede kendi güzüne (baharına) geçmek zorunda kalmaktadır. Ne var ki, bu güzün içinde de daha kü­çük çevrimlerin baharları yaşanabilmektedir, zira bazan büyük bir Ermiş, kendisini (daha küçük çapta) bir din kurucusuna benzeten ani bir yenileme görevi üstlenebilmektedir. Bu tartımı görmek için tarihin dış yüzüne değil derinliklerine, belkemiğine bir göz atmak gerekir, çünkü maneviyat (tanım gereği) zamandan bağımsız olmakla birlikte, zaman içinde gelişen dolay­lı etkileri doğal olarak adım adım ilerleyen, zamana bağlı bir kabarma-büzülme tartımı izlemek eğiliminde­dir. Budizmin, Hristiyanlığın ve İslâm’ın, İlâhî Tak­dir’in belirlediği düşünülebilecek, beşerî çevrelerde tam anlamıyla yayılabilmeleri epey zaman almıştır: «Tan­rı/İnsan» tartımı bir anda su yüzüne çıkmaya hazır, pusuda beklediği halde, söz konusu teokratik uygarlıklar (bütün bilimleri, sanatları ve zenaatlarıyla) mane­viyatın kendisinden daha ağır gelişmişlerdir. Çünkü insan, ne derece -kelimenin gerçek anlamında- vahiy­le harekete geçirilmişse davranışları o oranda aşağı derece tartımdan sıyrılıp daha yüksek tartıma ayak uydurmaktadır.
Meselâ en soy nitelikleriyle sanat, maneviyata sımsıkı bağlıdır. Ama bir dinin başlangıcında sanatsal esinin de gelmesi mutlaka gerekli değildir, çünkü ge­nel olarak manevî coşkunun doruğa tırmandığı anlar­da, insanların sanata (başka zamanlara oranla) daha az ihtiyaçları olmaktadır. Hristiyan dünyasında yoz Greko-Romen üslup bazı alanlarda [gerçek Hristiyan üs­lubun doğuşuna kadar] üç-dört yüzyıl sürmüş; ama bu iki sanatın yer değiştirmesi genellikle daha hızlı ol­muştur.
Sanattan daha yetkin bir örnek vermek gerekirse, Hz. Süleyman, Hz. Davut’a indirilen plana göre Tapınak’ı yaptırana kadar, Yahudilerin bir dinî mimarisi yoktur. Bu mimarî zirveye öylesine birdenbire ulaşıl­mıştı idi. Ustaların bile dışardan getirtilmesi gerekmiş­ti. Bu esini de aşıp doğrudan doğruya vahye dayanan bir örnek olmakla birlikte esin de buna benzer bir bi­çimde işler. Bize kadar gelebilen en eski sanat, çarpıcı bir Örnektir, Öylesine çarpıcıdır ki, karşı düşüncede olanları bile etkilemektedir.
«Hiç şüphesiz, [bu] sanat olgusunun ilk bakışta gözümüze çarpan en şaşırtıcı rolü, ilk örneklerinde görülen büyük olgunluktur,. Üslup yönünden gelişmiş sanat eserlerinin estetik değerlerde olağanüstü bir pat­lamayla apansız ortaya çıkıverişi gerçekten insanı şa­şırtmaktadır. Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde en eski dönemlere ait olduğu görülen örnek­ler bile büyüleyici bir sanatsal olgunluğu yansıtan ya­pıtlardır.»
Tarihte derinden derine işleyen bir değil iki «akım» veya «tartım» olduğunu görmediğimiz sürece birçok şeyi anlamamız mümkün değildir. Atalarımız hiç şüphesiz her ikisinin de farkındaydılar. Yüzeyde kalan, bir kabarıp; bir alçalan akımı herkes bilir, uy­garlıkların bütün niteliksel unsurları açısından kaçınıl­maz olan ani «çıkışlarla ağır ağır «düşüş»lerine ge­lince... Hristiyanlar ilk kilise babalarını ve hepsinden öte Havarilerin kendilerini özel bir saygıyla anmazlar mı? Aynı şekilde İslâm'da, daha sonraki kuşaklar başka alanlarda ne tür başarılar kazanmış olurlarsa olsunlar müslümanlar, Peygamber'in şu sözünü bütün kalpleriyle onaylamaktan bir an bile geri kalmamışlar­dır:        .
«Ümmetimin en iyisi benim zamanımda yaşayanlar, sonra hemen onları izleyenler, sonra da bunları izle­yenlerdir.»
Bir başka örnek: «Budistlere göre, Budizmi kavra­ma gücümüzün gittikçe azaldığı üç dönem vardır. Bun­lar Buddha’nın ölümünden itibaren başlar: Birincisi bin yıl sürmüştür ve ‘gerçek Budizm dönemi' olarak adlandırılır; yine bin yıl süren İkincisi ‘taklidî Budizm dönemi’ olarak adlandırılır; içinde yaşadığımız üçün­cü dönem ise yozlaşma donemidir ve bizler de ‘son günler’in insanlarıyız.»
Bu üç dinin mensupları, bu inançlarında yalnız de­ğillerdir. Aslında, modern uygarlık dışında tarihin kaydettiği bütün uygarlıklarda yaygın 'bir eksiklik, ideal bir ölçüye ulaşamamışlık bilinci vardır ve yüzyıl­ları kapsayan bir ermişler zinciriyle insanların zihnin­de sürekli diri tutulan bu ideal, sözkonusu dinin ilk tem­silcileri arasında en mükemmel şekilde yaşanmıştır. Bu zirvenin gerisinde, araya giren yozlaşma dönemle­rinin ötesinde hayal-meyal (zira geçmiş uygarlıkların bildikleri genellikle yoz dönemlerin artıklarından başka birşey değildi) İİk İnsan’ın mükemmelliği görülüyordu.
Yahudi inancına göre, eğer Âdem en başta «iyiyle kötünün bilgisi» ne sahip olmasaydı, Tanrı’yı bilme ba­kımından melekleri bile geride bırakabilecekti; Uzak­doğu’ya doğru gittiğimizde, anlatım biçimi çok değiş­tiği halde anlatılan gerçek aynı kalmaktadır.
İki bin yıl önce/Çin’de Taoist bilge Chuang Tzu şöyle diyordu:
«Eskilerin bilgisi mükemmeldi.
Nasıl mükemmeldi?
Bi­rincisi, (Ezelî ve Ebedî olanı simgeleyen Tao’dan, Yol’dan ayrı olarak), eşyanın varlığından henüz haber­sizdiler. Bu en mükemmel, tam bilgidir; hiçbir şey ek­lemek mümkün değildir. Sonra şeylerin varlığını öğ­rendiler; ama henüz, aralarında bir ayrım yapmıyor­lardı. Sonra da aralarında bazı ayrımlar yaptılar ama onlar hakkında hüküm yürütmediler. Hüküm yürütül­düğü zaman Tao [bilgisi] ortadan kalkmış oldu.»
Tarihöncesinin alacakaranlığından bize kadar gelen eski bir Litvanya şarkısının bildirisi de dıştan çok de­ğişik, ama öz olarak aynıdır. Bu şarkı, «Ay’ın Güneş’­le ilkbaharda nasıl evlendiğini» ve sonra «yalnız başı­na gezen» Ayın Sabah Yıldızı’nı görüp nasıl ona gönlü­nü kaptırdığım bunun üzerine Güneş’in babası olan Tanrı’nın Ay’ı nasıl ikiye böldüğünü anlatır. [26]
Güneş, dünyanın her tarafında Ruh’un simgesidir. Gün ışığı da dolaysız ruh bilgisini simgeler. Ay ise beşerî olan ne varsa onun simgesidir; özellikle zihin ve zihnî bilgi, ay ışığı gibi dolaylıdır, yansımadır. «Ayrımları yapan» da, «hüküm yürüten» de zihindir.
«Güneşle evlenen Ay», beşerî ve İlâhî özellikleriy­le İlk İnsan’dır ve tıpkı Ay’ın Güneş’i yansıtması gibi insan ruhu da bütün melekeleri ve erdemleriyle İlâhî Nitelikleri yansıtmaktadır. Böylece, insan tabiatının simgesi olarak Ay, «insanın Tanrı suretinde yaratıldı­ğı» ve «Tanrı’nın yeryüzündeki vekili» olduğu yolunda­ki evrensel öğretiyi dile getirmektedir.
YARATILIŞ DEMEK, TANRI’DAN AYRILIŞ DEMEKTİR. Yarat­mayla birlikte bütün yaratıkları kuşatan dışa doğru ayırıcı bir eğilim baş göstermiş olmaktadır. Ama gayri -beşerî yaratıklarda, özgürlüğün olmayışı nedeniyle bu eğilim etkisiz hale gelmektedir. Bu yaratıklar, Yaratıcı’nın uzak ve parça-bölük yansımalarından başka birşey olmadıkları için, Onun Özgür îradesi’ni ancak çok sınırlı bir anlamda yansıtmaktadırlar. Eğer hayır konusunda insandan daha az özgür iseler, yozlaşma konusunda da daha az özgürdürler. İnsanda ise, yara­tılıştan gelen dışa-eğilim, «ilkbaharda» yüksek tabia­tının içe-çekici gücüyle mükemmel bir biçimde denge­lenmişti.
Bu iki mizacın kesişme noktası olan, ruhun doruğu ve merkezi (zira Göklerin Melekûtu «üstte» olduğu ka­dar «içte»dir) pek çok dinin Kalb dediği şeydir. (Bede­nin merkezi olan kalpten ayırmak için Kalb burada büyük harfle başlatılmıştır.) Kalb, Ortaçağ’da kullanı­lan Intellecius anlamında “Anlık’in tahtı” yani, akıl, bel­lek, ve imgelem gibi Aysı (Kamerî) yetilerden farklı olarak manevî hakikatleri doğrudan doğruya algılayan Güneşsi (Şemsî) bir yetidir .
«Ayla Güneş’in evlenmesi» yoluyla, ayıran, ayrı düşüren, uzaklaştıran «iyi -kötü bilgisi», tümüyle bir­leştiren, bütün yaratıkları tekrar Yaratıcı’nm çevresin­de toplayan Kalb-bilgisine bağlanmış olmaktadır. «AY’IN İKİYE AYRILMASI», Kalble zihnin birbirinden ayrılmasını ve bunun sonucu olarak da insanoğlunun aracısız bil­giyi, birleştirici bilgiyi yitirip dolaylı bilginin ikiliğine, iyi-kötü bilgisine köle olmasını göstermektedir.
Katıksız dindışı dürtü ve eylemler, «başını alıp gi­den Ay»la simgelenen zihnî bağımsızlıkla ortaya çık­mıştır. Ay’ı parıldayan ışığı solgun ışığa değişmeye iten dürtünün hiçbir manevî açıklaması yoktur; tıpkı Pandora’nın kutuyu açmasının, yasak meyvanın yenmesi­nin ardında yatan dürtünün hiçbir manevî açıklama­sının olmaması gibi... Bu son davranışın anlamı, Zer­düşt dininin ışığında daha iyi anlaşılabilir. Zerdüşt’e göre insanın yozlaşma çizgisindeki önemli noktalardan biri de yiyecekleri sadece yiyecek olarak sevmek ve onların güzelliğini Yaratıcı’dan bilmemektir.
Cennet’teki hayat bir anlamda zamanın üstündey­di, çünkü ne mevsimler söz konusuydu ve de ölüm var­dı. Tabiî, din de yoktu, çünkü dinin götüreceği hedef yitirilmiş değildi. Buna karşılık, hemen düşüşün ar­dından gelen (ve o dönemde bütün insanlar dinî gö­revlerini «mükemmel bir biçimde yerine getirdikleri» için Sanskritçe’de Krita-Yuga diye adlandırılan Altın Çağ, tanım gereği din çağı idi. Hinduizme göre o za­manlar ortalama dünya ömrü 'bin-yıl sürüyordu. Gö­rünüşe göre bu, Yudaizm tarafından da doğrulanmaktadır. Ne var ki Yudaizmin ve daha sonra ortaya çıkan dinlerin, bu dönemin mükemmelliği konusunda fazla ısrar etmemeleri de boşuna değildir; zira bu dönem kendi içinde ne kadar iyi olursa olsun, felaket tohum­larını en azından içinde taşıyordu ve'sonunda da ye­rini bu tohumların nihaî meyvası olan Demir Çağı’na bırakmıştı. İlk dînler için Altın Çağ, Düşüş sonrası dünya şartlarında gerçekleşebilecek en üstün «ideal»i simgeliyordu. Ama Çevrim’in sonu yaklaştıkça bu «ideal» uzaklaşıyordu. Yine de, Yaratılış’ın (Tekvin) olağanüstü eliptik ilk bölümlerine baktığımızda, açık­ça olmasa bile, görmezlikten gelinemeyecek bir simge­sellikle Düşüş’ten sonraki Âdem’in kişiliğinde Altın Çağ’ın anlatıldığını görürüz, Yaratılış’la ilgili yorum­lara ve Yahudilerin kaynağı pek açık olmayan kitap­larına baktığımızda da Adem’in yalnızca, insanlar arasında bir tek günah işlemiş biricik insan olarak de­ğil, büyük bir şahit olarak da Övgüyle anıldığını ve öl­düğü zaman onu gömmek için Gök’ten meleklerin in­diğini ve hatta Adem’le Şit’in yaşadığı çağlarda ölü­lerin bedenlerinin çürümediğini, insanların hâlâ «Tanrı’nın suretinde» doğduğunu[27], Şit’in ölümünden sonra ise bu durumun değiştiğini, o güne kadar yemyeşil olan dağların çorak kayalıklara dönüştüğünü okuruz.
Hindulara göre dört dönemi kuşatan çevrim sıra­sında, aşağı doğru giden eğim, sekiz ani «toparlanma»yla kesintiye uğramıştır. Bu ani toparlanmaların her biri Ulûhiyetin bir yönünün yeryüzünde somutlaş­masının sonucudur. Çevrimin başlaması ve bitmesi de buna benzer somutlaşmalarla ya da «İnig»lerle (Âvatara) olduğu için bu kesintilerin sayısı on’a çıkmak­tadır. Bunlardan dokuzuncusu -bir Hîndu olarak görün­düğü halde üstlendiği işin mukadder çerçevesi Hinduizmin sınırlarım çok aştığı için- Mleccha Avatara (Yabancı İniş) adı verilen Buddha’dır. Brahmanlar açı­sından bu İlâhî müdahale az ya da çok Hindulara özgü olduğundan, Batı dinleriyle pek ilgilenmemektedir; ama henüz gerçekleşmemiş olan onuncu iniş, bütün dünya içindir.

Kalki adi verilen bu onuncu ve sonuncu Avatara, beyaz bir ata binmiş, elinde kılıç tutarken tasvir edi­lir. Kalki’nin bazı tanımları da Ahdi Cedid’in son kita­bındaki (Apokalips) bazı ayetlere çok benzer. Kalki Avatara’nın Karanlık Çağ’a bir son verip, yeni bir Altın Çağ’la yeni bir çevrimi başlatması beklenir.

Kalki’ye ne ad vermiş olurlarsa olsunlar bütün dinlerin paylaştıkları bu beklentinin, çağdaş «ilerleme» inancıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bazı çağdaşlarımızın, Mesih’in ilk gelişini beşeriyetin ilerlemesine bağladık­ları ve daha fazla ilerlemeyle dünyanın Mesih’in ikinci gelişine uygun bir hale geleceğine inandıkları bir ger­çektir. Ama bu tür düşünceler gerek Ortaçağ düşünü­şüne, gerekse daha eski düşünüşlere tümüyle yaban­cıdır.
İnsanlığın Kurtuluş’u [ilerlemeyle] kazandığına inanmak şöyle dursun, atalarımız bunun katıksız bir Kayra (înayet) olduğuna inanıyorlardı. (Mesih’in ikinci gelişi konusunda da, onlar başka türlü düşünüyorlardı. Onlara göre bunun yaklaştığını gösteren belirtiler «sa­vaşlar», «savaş söylentileri», «zelzeleler», «kıtlıklar»; «kardeşip kardeşe», «babanın oğula», «oğulların ana babaya» düşman olduğu iç savaşlar ve son olarak da «harap edici mekruh şey»dir; bazı çağdaşlarımızın inan­dığı gibi her şeyiyle mükemmel bir dünya değil... İsa’nın ve resullerin sözlerine göre -ki atalarımız, bu sözlerin, tarihin tartımıyla sonuna kadar doğrulandı­ğına inanıyorlardı- «Bin Yıl»a yokuş yukarı değil yo­kuş aşağı giderek ulaşılacaktır. Bu, en azından bir bü­tün olarak beşeriyet için böyledir. înamşa göre, adım adım ilerleyen, belirli toparlanmalarla [28]kesintiye uğrayan «ÇÖKÜŞ», «DÜNYANIN BAŞLANGICINDAN BERİ OLMA­MIŞ VE HİÇ OLMAYACAK BÜYÜK SIKINTIYA» yol aça­caktır. İsa’nın, ikinci gelişinin yaklaştığını gösterecek belirtilerle ilgili olarak söyledikleri, aynı konuda diğer dinlerin söyledikleriyle karşılaştırılabilir. Beşeriyetin içine yuvarlanacağı en aşağılık durum, Deccal’ın ege­menliğiyle damgalanacaktır. Sonra, «şimşeğin Doğu­dan çıkıp Batı’da dahi görülmesi gibi» gerçek Me­sih ortaya çıkacaktır.
«Modern buluşların sağladığı bilgiler, eskilerin atalarının mükemmelliği konusunda besledikleri inan­cı değiştirebilir miydi?» Bu soruyu sorduk ve kısmen de cevaplandırdık. Peki ama, onların gelecekten bek­ledikleri konusunda ne diyebiliriz? Çok önceleri ölmüş kuşaklar dünyaya dönebilselerdi, kendilerinin ve pey­gamberlerinin yanılmış olduğunu mu düşüneceklerdi? Yoksa bu dünyanın görünüşü, insanlığın geleceğiyle il­gili en kasvetli, en kötümser sezgilerini mi doğrula­mış olacaktı? Bu soru da, yukarıda üstü örtülü bir bi­çimde cevaplandırıldı. Bundan sonraki bölümlerde ise daha açık olarak cevaplandırılacak.

Kaynakça
Martin Lings trc.Enes HARMAN Ufuk UYAN Antik İnançlar Modern Hurafeler [Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.25-35


ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK

Bugünkü dünya, itilip kakılan düşünce ve istekle­rin oluştuğu bir kaostur: «Özgür dünya» denilen kesim seyyal bir kaos içindeyken, modern dünyanın totali­ter kısmı katı bir kaos içindedir. İkisinin de aksine, eski dünya sürekli bir düzen, her şeyin yerli yerinde olduğu bir kavram sıralaması içindeydi. Kaos, gördü­ğümüz gibi sıralamanın psişik düzeye (hümanistler tarafından) «ters çevrilerek yansıtılması» ve bozul­muş, saptırılmış öte-dünya isteklerinin zorla bu dün­yada düşünülmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Doğal bir tapınma isteğiyle donatılmış, ..olan insanoğlu tanınamazsa ve manevî düzleminden kopartılırsa tapacağı bir tanrıyı daha aşağı bir düzlemde bulur ve böylece yal­nızca Mutlak’a ait olan bir başkasıyla değişmiş olur.
«Özgürlük», «eşitlik», «okuryazarlık», «bilim», «uygarlık» gibi «büyüsel havâl uyandıran» öyle keli­meler vardır ki, bu kelimeler söylendiğinde ruhların birçoğu zihin-altı bir tapınmadan yerlere serilirler. Özgürlük ve eşitlik hurafeleri genel düzensizliğin yalnızca sonucu değil, aynı zamanda da sebepleridirler; çünkü her biri kendi başına sıralama­ya karşı bir ayaklanmadır ve bunlar insan içindeki iki üstün dürtünün saptırıcıları olduklarından çok da teh­likelidirler. Corruptio optimi pessima, iyiyi saptırmanın en iyi yolu onu en kötüye saptırmaktır; fakat eski düzeni sağladığınızda bahis konusu olan bu iki put (dünyevî yasal isteklerin nefes alabilecekleri özgürlük ve eşitliğe yerlerini bırakarak) dünya düzleminden kaybolacaktır.
Mutlak özgürlük Ulûhiyetin ayrılmaz bir parçası olduğu için,- özgürlüğe duyulan iştiyak Tanrı’ya duyulan iştiyakın üstündedir. Bu yüzden Hindüîzm’de mis­tik'yolun sonunu -Delirten en yüksek ruhî mertebe kur­tuluş (moksha) olarak adlandırılır. Çünkü o, Mutlak, Sonsuz ve Ebedî olanla bir birleşine (yoga) halidir, işte bu yüzden, bütün bağlıklarından özgürlüğe kavuş­mayı gösterir. Hz. İsa «Bilgi-edininiz, bilgi sizi kölelikten kurtaracaktır» dediğinde aslında bu özgürlüğü kaste­diyordu- çünkü doğrudan bilgi, GNOSİS (MARİFET), BİLGİNİN OBJESİYLE YANİ TANRI’YLA OLAN BİRLEŞME DEMEK­TİR. Fakat İsa’nın bu sözlerinin daha aşağı bir düzey­de ikincil bir uygulaması var: manevî gerçeklerin doğrudan bilinmesinde nisbî bir kurtuluş var, zira bu tür bilgi daha üstün bir dünya için bir geçit sayılır ve bundan ötürü bu dünyadan kaçmanın bir yoludur. Plato’nun ünlü imgesinde bu kaçış «mağaradan çıkış»tır ve onun söylediklerini hatırlamakla konu dışı­na çıkmış olmayız, zira: bu imge eski dünyanın hem Doğulu hem de Batılı görüş açısını temsil ediyor.
Platon daha doğrusu Sokrates, (çünkü Platon’un söylediklerini O bize ulaştıran Sokrates’tir) içinde çocukluklarından beri hapsedilmiş mahkûmların ol­duğu bir yeraltı mağarasını hayal etmemizi istiyor. Mağaranın duvarlarından birini görecek şekilde uzun­ca bir sıraya oturtulmuşlar ve oturdukları yere öyle zincirlenmişler ki, kafalarını oynatamıyorlar, yalnızca dosdoğru önlerine bakabiliyorlar. Arkalarında yanan bir ateş, ışığım duvara yansıtıyor ve ateşle araların­da canlı ve cansız bütün dünyevî yaratıkların kukla­ları dolaştırılıyor. Fakat kafalarını çeviremediklerinden, mahkûmlar yalnızca kuklaların önlerindeki du­vara yansıyan gölgelerini görebiliyorlar.
Sonra Sokrates bize, mahkûmlardan birisinin zin­cirlerinden kurtuluşunu hayal etmemizi söylüyor. İlk olarak arkasına dönüp kuklaların kendilerini görebili­yor. Sonra mağaradan kaçıyor ve kuklaların suretle­rinde yaratıldığı bütün nesnelerin görülebileceği dış dünyaya gidiyor. İlk olarak ay ışığında, sonra güneş ışığında nesnelerin gölgelerine ve sudaki yansımala­rına bakıyor. Daha sonra nesnelerin kendisine ve ni­hayet güneşe bakmaya muvaffak oluyor.
Mağara bu dünyayı, mahkûmlar da dünyevî ha­yatları boyunca ölümlüleri temsil eder. Süre durum, duygusuzluk ve önyargının sebep olduğu tek yönlülük yüzünden, mahkûmlar kuklaları yani bu dünyanın nesnelerini bile göremezler, «çünkü şimdi ayna ile muammalı surette görüyoruz, fakat o zaman yüz yüze göreceğiz». Dış dünya, bu dünyadaki nesnelerin simgelediği ruhsal gerçeklikleri kapsayan öte dünya­dır. Kaçan mahkûmun dış dünyaya geldikten sonra görme yeteneğindeki artış, tamamen, Dante’yi Yedi Cennete doğru götürürken Beatrice’in yüzündeki te­bessümün parlaklığındaki artışa tekabül eder. Bu ar­tış, insan manevî mertebelerde adım adım yükselir­ken, entellektüel sezginin yoğunlaşmasını gösteriyor­du. Zincirlerden kurtulmanın verdiği özgürlükle karşılaştırıldığında gittikçe daha göreli gelen, genellikle «özgürlük» denilen, yani zincirlerinden salıverilmele­rini dahi istemeyen mahkumların hoşlanabilecekleri «özgürlükçükler»... Sokrates bizi, mahkûmların (bü­tünüyle kuklaların gölgelerinde yoğunlaşan) davranış ve ilgilerinin, tümüyle aydınlanmış birisi için ne ifade edeceğini düşünmeye çağırıyor.
Bir süre Platon’un imgesini düşünecek olursak -ki Platon’un bütün istediği budur- mağaradan kaçıp son­ra geri dönenlerin (ki bunlar m bazıları hiçbir zaman mahkûm olmamışlar, yukardan gönderilmişlerdir) as­lında din kurucuları, İlâhi elçiler, olduklarını görürüz. Her halükârda görevleri mağara sakinlerine güneşi, ayı, erkekleri, kadınları, hayvanları, ağaçları, çiçek­leri bütün yönleriyle anlatmak, şekil ve renklerin ne kadar muhteşem olduğunu bildirmektir. Bazı mah­kûmlar bunların anlattıklarını zevkle dinleyip, gölge­ler dünyasından gerçek dünyaya kaçma özlemi ile do­larken, çoğu, Peygamberlerin deli veya hayalperest olduklarını ve var olan en üstün gerçekliğin kuklala­rın gölgesi olduğunu iddia ederek kızıyorlardı.
Bu imgenin ışığında inanan ile kuşkucu arasında­ki farkın, mahkûm olan ile özgür olan arasındaki fark olmadığı, fakat mahkûm olduğunun bilincinde olan bir mahkûm ile düşünceleri hapishane duvarını geçemedi­ğinden bu dünyanın bir hapishane olduğunu kabul et­meyen bir mahkûm arasındaki fark olduğu görülecek­tir.
Eğer şimdi eşitlik kavramının Mutlak’taki kayna­ğına dönersek, bü kavramın Hıristiyanlığın «tanrılaş­tırma» (deification) ve Hinduizm''in «THAU ART THAT» (TANRI SENİN ÖZÜNDEDİR) şeklinde ifade ettiği en üstün manevî mertebenin bir görünüşü olduğu ortaya çıka­caktır. Düşen insanın ruhundaki özlemin bir parçası olan eşitlik ihtiyacı bir kez daha İlâhî tecelliye layık olma tutkusunun üstündedir. Bütün Gizlerin en büyüğü olan bu yeterlilik bu sözlerle ifade edilir: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kutsî hadiste buyurdu ki;
«Ne yere ne de göklere sığdım, yalnız mü’min kulun kalbine sığdım”
 Sonsuz’un Tümlüğünü içine alan boşluklarının eşitliğinden dolayı bütün Azizler eşittir; bu eşitliğin, ilâhi görünüşünün altını çizen, semavî bir görünüş denilebilecek bir yönü var. Ortaçağ’da yazılmış bir İngiliz şiiri olan THE PEARL (İNCİ), kız kardeşinin meza­rını ziyarete giden ve orada uykuya dalıp onu Cennet’te gören birisini anlatır. Kız kardeşine nasıl oldu­ğunu sorar, o da Cennet’in Kraliçesi olduğunu söyler. Ağabeyi onu azarlar, o da «Doğru, dediğin gibi Kutsal Bakire Meryem Cennet’in Kraliçesidir; fakat onun şefkat ve cömertliği o denli kavranılamaz ki, diğer­lerinin de yanında Kral ve Kraliçe olmalarına izin veriyor,» diye cevaplar.
Beşerî düzlemde dahi «toplumsal» açıdan eşit olan insan topluluğu ütopik bir düş olmakla kalmıyor, fa­kat bir ihtimal olarak beliriyor, zira gelenek bize bu­nun dünyada binlerce yıl var olan bir norm olduğunu söylüyor. Altın Çağ, tanım gereği bütün insanların «kast üstünde» olduğu bir çağ. Fakat bu tür eşitliği gerçekleştiremedikten sonra, bir bütün olarak insanlı­ğın aynı aleladeliğe sürüklenmesindense -hiç değilse- bir bölümünün erdemlerini koruması daha iyi olurdu; «kast sistemi», işte bu anlamda geriye kalan erdem­lerin korunmasını ve toplumun en iyi faydalanabile­ceği yere yerleştirilmesini sağlayan bir araçtır. Üs­telik bu sistem kendisini fazlasıyla ispatlamış du­rumda, zira bunun Hindular ve diğer insanlar arasın­da özenle ve yöntemli bir şekilde uygulandığına şüphe yok ve Hinduların, tarihsel zamanın başlarında yozlaşan Yunan, Roma ve Alman dinlerinden çok eski olan dinlerini, bozulmadan bugüne kadar getirebilme­leri büyük bir başarı. Kendi içinde anormal olan, aşağı kastların var­lığıdır. Çevrimin sonuna doğru yaklaştıkça bu da nor­malleşmek zorundadır. Eski dünya, kaçınılmaz oldu­ğunu bildikleri alçalma hareketini ve aşağı insan tür­lerinin çoğalmasını kontrol altına-almakla ve yozlaş­ma dalgasını en iyi şekilde nasıl önleyebileceği (yani kendisini nasıl koruyacağı) sorunuyla meşguldü; fakat bu alçalma hareketine karşı koyma yöntemleri deği­şiyordu.
Kast sistemi halen belli bir yozlaşmanın var olduğunun kabulü demektir. İnsanlar için daha eski bir kendini koruma yolu, Kızılderililerin yaptığı gibi çö­küşün dış sebeplerinden olan yerleşik, göçebe olma­yan bir bayata ve böyle bir hayatın ifade ettiği her- şeye yüz çevirerek, bakir doğayla gerçek bir entellektüel ilişkinin aydınlattığı ve adet haline getirdiği fizik­sel ve ruhsal, bir ilişki kurmaktır. Bu son şart zarurî bir şarttır.
«Kızılderili İlâhî Sıfatları ve meleklere ait hakikatleri doğadaki fenomenler ve hayvan türleri ile dü­şünür... Onlara (Kızılderililere) göre hiçbir nesne gö­ründüğü gibi değildir, yalnızca saf olan yansıtabilir. İşte yaratılmış olan her nesne kutsal (Wakan) dır.
Kızılderili'nin mabedi her yerdedir: dünyanın bo­zulmadan, bakir ve tıpkı yaratıldığı günkü gibi kutsal kalması bu yüzdendir. -zira- Ebedî olanı yalnızca, saf olan yansıtabilir. Kızılderili ne “Panteist” tir ne de Tanrının bu dün dünya da olduğunu düşünür, ancak Tanrının esrarlı bir şekilde Tanrıya bulandığını bilir. »
Bu görüş, kast sistemini tamamıyla bir kenara bırakan ve ilk eşitliği sürdürmeye dayanan toplumsal bir düzeni ve ona uygun bir hayat tarzını gerektiri­yor. Kızılderililer arasında ne «alt sınıf» ne de «orta sınıf» var. Kendilerini «Soluk benizlilerin kirletmesin­den korudukları ve geleneklerine sadık kaldıkları sü­rece eski zamanların rahip-kralları gibi her nesilde soylu bir azınlığı üreten soylu bir ırk.
Fakat doğayla entellektüel bir ilişkiden kaynak­lanmayan bir göçebelikte ısrar, yozlaşmanın yalnızca belirli çeşitlerine karşı bir güvence olabilir. Yokuş aşağı bir sürü yol var, dünya bunlardan bazılarının yaygınlaşması için yeterince yaşlı sayılır. Bugün «il­kel» kelimesi hemen hiçbir ayırım gözetmeksizin kul­lanılıyor. İLK ÇAĞLARIN İNSANLARIYLA KARŞILAŞTIRILDIĞINDA DEMİR ÇAĞ’IN KIZILDERİLİLERİ KENDİLERİNİ YOZLAŞMIŞ OLA­RAK GÖRÜYORLARDI, FAKAT TAM ANLAMIYLA YOZLAŞMIŞ OLAN «VAHŞİLER»İN DE «İLKEL» OLARAK ADLANDIRILDIĞI BİR ÇAĞDA, «İLKEL» DAMGASINI YİYEREK DOĞAYLA YAKIN İLİŞKİ İÇİNDE OLMALARI ONLARI MODERN UYGARLIKTA SON HADDİNE VARAN ÖZEL ÇÖKÜNTÜDEN KURTARDIĞI İÇİN, KIZILDERİLİLERE «İLKEL» DEMENİN HİÇBİR ANLAMI YOK.
Entellektüel görünüşün son derece kuvvetli bir ruhsal otorite şeklinde vücut bulması, Platon’un çöküşe karşı en iyi çare dediği ve kast sistemi olma­yan yerleşik teokrasiler, Hintliler, Kızılderililer tara­fından da benimsenen şeyin ta kendisidir. Son iki teokrasinin kastla sınıf arasındaki, yani doğal şartlar ile toplumsal durum arasındaki ayrılıkların asgariye indirilmesi veya etkisiz hale getirilmesi için başvur­dukları çareler hem çarpıcı, hem de tipiktir. Hristiyanlık bugün var olan toplumsal düzeni, gerçek bir kast sistemine bir parça benzediği için benimsemişti, fakat bunun üstünde davetsiz misafirlere karşı, ge­niş kapsamlı yardımlarla koruduğu ve bütün sınıflara açık olan büyük bir kast kurdu. İslâm’da, en üstün kasta üye olma zorunluluğu bütün sınıflara zorla ka­bul ettirildi; fakat Altın Çağ ideali ile Karanlık Çağ gerçeği arasındaki uçurum Kur’an ve Peygamber’in «mertebe» (takva) üzerindeki ısrarıyla yok edildi. İs­lâm uygarlığının bir kast duygusuyla yayıldığım söy­lemek doğru olmasa bile kast sisteminin özünü oluş­turan bir duyguyla, insanlarda değişik manevî imkân­ların bir hiyeraraşi oluşturduğu duygusuyla yayıldığı­nı söyleyebiliriz. Bu yüzden, sınıf farklarının dünyevî hiyerarşisi, Müslüman için her şeyden önce imamların fiilî eşitliği ile söndürülür ve sonra bu eşitlik çerçeve­sinde manevî hiyerarşi ile yer değiştirilir.
«Aristokrasi» dediği ideal devleti kurmanın pratik olarak nasıl gerçekleşebileceğini düşünürken, Platon, herşeyden önce, kendileri istemeseler bile ülkeyi yöne­tecek gerçek düşünürlerin bulunması gerektiğini söy­lüyor, Bu aristokratları tarif derken kelimenin tam anlamıyla Azizler’i kastettiğini açıkça anlıyoruz; çün­kü gerçek düşünür «mağaradan kaçan» ve «güneş»i gören kişidir. Platon’un devleti aslında bir teokrasi­dir: mağaradan kaçan aristokrat, bundan böyle tam Platoncu anlamıyla mağara ile dışardaki dünya arasın­da gidip gelebilir ve işte Latince kelime anlamıyla «köprü» (Pöntifex) demek olan başpiskopos’un (Pontiff) işlevinin anlamı burada yatıyor.
Fakat eğer ruhsal otorite sahibi gerçek bir aris­tokrat olmaktan uzaksa ne olacak? Ve büyük görev­lerin her giyenin' üzerinde pek bol duran elbiseler gi­bi, «görevli»lerin üstünden taştığını tarih gösterme­miş midir?
Modern «çözüm», elbisenin bir cüceye uyacak şe­kilde kesilmesidir. Eskiler ise daha iyi birisini umut ve sabırla beklerlerdi. Üstelik, elbisenin giyenden ay­rı olarak tek başına değerli olduğunu da bilirlerdi. Teokrat görevinin gerektirdiği mertebeye sahip olma­yabilirdi, fakat bu görev kendi başına bir «köprü»ydü. Çünkü onun devletin başında oluşu, manevî olana üstünlüğünü sağlıyordu. O «mağaranın kapısı»nın res­men tanınmasını ve topluluğun o yöne yönelmesini garantiliyordu. Üstelik, ruhanî büyüklerin görünen hi­yerarşisinden başka Azizler’in bir iç hiyerarşisi de vardı; yani bir görevleri olsa da, olmasa da kendi iç­lerinde köprü olanlar, büyük işlevlerin başarılmasın­da ortaya çıkan boşlukları her an doldurabilirlerdi. Orta Çağ boyunca Batı Hıristiyanlığı, her kuşakta birbirini izleyen, sözleri uygulanmasa bile, her yerde ka­nun sayılan kadın ve erkek Azizler yetiştirdi. Aynı şey «Orta Çağ»ı çok daha sonra biten büyük Uzak Doğu teokrasileri ve Doğu Kilisesi için de geçerli. Fakat teokratik düzen olmadan, değerlerin genel olarak doğ­ru olduğunu temin eden resmî dış hiyerarşiyle, Aziz­ler bu denli göz kamaştırıcı bir şekilde «insanları ay­dınlatma» imkânına sahip olmayacaklardı, «Aşağı» akıntıyı kontrol altına alıp, «akıntıya karşı» bir ha­reketi hızlandırmak için ortaya çıkan teokratik uygar­lığın püf noktası burada yatıyor; yaratılışın merkez­kaç eğilimlerini önlemek için merkezcil bir ivme ha­zırlamak ve onu korumak, kısacası, dinin işlevini en iyi şekilde yerine getirebileceği bir ortam hazırlamak ve Azizler ve dinlerdir, çünkü merkezkaç ve «akıntıya karşı» olan her şeyi onlar harekete geçirirler. Bu ay­nı zamanda, Azizlerin kurduğu hayatın sürdürülmesi demek olan mistik düzenler ve kardeşlikler için de geçerlidir.
Orta Çağ Hristiyanlığında, Avrupa ve Anadolu’ya uzanan manastırlar ağı nedeniyle her köyün birbirin­den uzak olmayan en az, böyle bir manastırı vardı. Burada bir grup kadın ve erkek Hıristiyanlığın büyük çevrimini yoğun bir şekilde yaşarlardı -İsa’nın Doğu­mu, Noel. 6 Ocak Yortusu, Büyük Perhiz, İsa’nın Çarmıha Gerilişi, Diriliş, Göğe Yükseliş, Ruh’ul kuddûsün İnişi, Kutsal Meryem’in Orucu, St. Michael ve bütün Meleklerin, Azizlerin, Ruhların Yortusu, aralarda ka­lan aylarda tek tek Aziz günleri ve bu çevrimin can­lılığı öyle ruhsal bir kasırga yaratır ki, içine bir öl­çüde girmemek mümkün değildir. (Müslümanlarda da kandiller.)
Her merkezde herkese temel bilgiler öğretilir, her ihtiyacı olanın yardımına koşulurdu. Üstelik herkes, hatta en fakir köylünün oğlu dahî, Ruh’ta kök salmış öğretiye derin bir iştiyak göstermek şartıyla, en yükseköğretimi alabilirdi. Orta çağda «aşağı sınıflar»ın «yükselttirilmediği» yönündeki geçerli sam, dünyevî bir «yukarı» kavramına dayanır. Fakat teokrasi açı­sından toplumun herhangi bir kısmını Ruh’un yanına yaklaşmaktan alıkoymak bir çelişkidir. Ortaçağ’da bir keşiş için tek muteber yükselme tarzı, manevî yüksel­meydi. Ona göre, kendisinin çoktan yüz çevirdiği dünyevî zenginliklere ulaşmanın böylesine güç olma­sı hiç de bir trajedi değildi. Fakat en alt kast’ın üye­leri dâhil herkese açık olan yukarı doğru (olumlu) ilerleme onaya bağlıydı.
«Eğer Hinduizm, her şeyden önce, insan ruhunda­ki temel eğilimleri dikkate alıyorsa, toplumsal kökene bir değer vermeyen gezgin keşişler (sannyasis) üst -kastında da eşitliği kabul ediyor demektir. Hristiyanlıktaki ruhban sınıfı için de durum aynıdır, öyle ki aralarında soyluluk unvanları kaybolmuştur: bir köylü bir prens olamaz, fakat Papa olup, bir hüküm­dara taç giydirebilir..»
Tarihte Hristiyanlıkta ve diğer dinî uygarlıklarda zaman zaman görülen ve teori ile pratik arasında ge­lip giden geniş çatlaklar oluşturan başlıca adaletsiz­lik ve baskı halleri, teokrasi yüzünden değil fakat in­san ırkının aşırı ihtiyarlıktan doğma kollektif düşkünlükleri yüzündendi. Üstelik eğer işler kötü gittiyse, teokrasi sayesinde daha kötü olmaktan kurtulmuşlar­dı. Belirli zaman ve yerlerde bazen iyi de gidiyordu ve böylece eskiden meydana gelen «iyi»nin daha sonra da meydana geleceği umudu sürüyordu.
Bir bütün olarak DEMİR ÇAĞ, «iki şer arasında bir seçimin» yapıldığı bir çağdı; önceki dönemlerin aksine ORTA ÇAĞ en azından «ehven-i şer arasında bir seçi­min» yapıldığı bir çağdı. En kötü papalar ve İslam’ın en kötü Halifeleri dahi, VIII. Henri, ve laikliğin kasvetli umutsuzluğunu başlatan diğerleri kadar, kötü­lüğe yol açmamışlardır.
Orta Çağ Avrupası, bütün vücudunu acıyla sar­san, onu iniltiden iniltiye sürükleyen ve öldürücü[29] olduğu bilinen bir hastalığa yakalanan bir adama ben­ziyordu. Fakat bünye iyiydi, kalp-atışı düzenli ve kuv­vetliydi. Kan hâlâ atardamar ve toplardamarlardan geçerek kol ve bacakların en uçlarına gidiyordu ve bazen ateş azaldığında, hasta gençlik ve sağlığın ne büyük nimet olduğunu düşünüyordu. Bu mu daha iyiy­di, yoksa son demlerini yaşamakla birlikte göreli bir rahatlığa kavuşmak mı? [30]
Kalp-atışı zar zor algıla­nabiliyor; kan adeta damarlarda donuyor; deri mide bulandıran kızartılarla iltihaplanıyor; vücudun dış kıs­mındaki bazı yerler halen dumura uğramış durumda ve hasta koma Veya hezeyan halinde oluşuna göre ya fısıldayarak ya da haykırarak: «Her gün biraz daha iyileşiyorum.» diye bağırıyor.
Fakat kişiler için eğer topluluğun gerisinde kal­mak mümkünse -hiç kuşkusuz «gerisinde» kelimesi her durumu karşılamaz, zira acı, gönül rahatlığından daha yakın olabilir- kişilerin genel gidişten gerçek an­lamda kurtulması da mümkündür. Her durumda ge­çerli olabilecek tartışmasız bir «mükemmel» mutlaka vardır. Bu, doğrudan doğruya mekândan münezzeh
Ulûhiyetten kaynaklanan bir metafizik zorunluluktur. Şu anda bu «mükemmel»in bir yönü şöyle ifade edi­lebilir: eskiden insanlar dinin sauve qui peut’sünü [31] söyleyerek dünyanın beyhûdeliğini açıkça ve etkin bir şekilde ilan ettiler, fakat dünya buna karşı oldukça sessiz kaldı. Şimdi ise insanlar bu gerçeği ifade etmeye gönüllü görünmüyor, dünya ise edilgin insanlarıyla gittikçe kendi beyhûdeliğinin gürültüsüne gömülüyor. Aslında böyle bunak bir dünyada her gün edindiğimiz tecrübe, dünyanın gerçekten «güve’nin kemirildiği ve pasın paslandığı» bir yer olduğunu günden güne insanların kendilerinin yarattığı ve kendi ellerin­de parçalanan putlar diyarına döndüğünü gösteriyor.
BU DÜNYAYA OLAN İNANCIN YİTİRİLMESİYLE, ÖTE DÜN­YAYA İNANMANIN BAŞKA BAŞKA ŞEYLER OLDUĞUNU SÖYLE­MEK BASİTLİKTİR. Bizler öte dünya ile bu dünya arasın­da açık kapı olan insanlardan alçalarak bu hallere düştük. RUHLARI DA BUNA GÖRE DONATILMIŞTI, FARKINA VAR­SAK DA, VARMASAK DA ONLARDAN BAZI ŞEYLERİ MİRAS AL­DIK VE DÜNYAYI KANATLARIYLA KAZMAKTA ISRAR EDEN BİR KUŞUN UÇMA ŞANSI OLMADIĞINA GÖRE, EĞER HERHANGİ BİR YOLLA DÜNYAYI KAZMAKTAN VAZGEÇİLİRSE, EN AZINDAN UÇ­MAYA TEŞEBBÜS İHTİMALİ DOĞAR.

Kaynakça
Martin Lings trc. Enes HARMAN,  Ufuk UYAN, Antik İnançlar Modern Hurafeler [Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.57-69


ZEKÂ VE AKIL

Makrokosmos (kâinat) ile mikrokosmos (insan) arasındaki uygun­luk öğretisine göre dünyevî gücün sahipleri, yani kral ve temsilcileri makrokosmos’da, mikrokosmos’daki akıl melekesine tekabül ederken manevî otoritenin tem­silcileri de Zekâ’ya tekabül ediyor. İmgelem, duyu ve duyarlık yetileri aklın altında ve (normal olarak) onun denetimindedir. Aklın bunlar üzerindeki hüküm­ranlığını sürdürebilmesi için Zekâ’dan onay alması ge­rekir, çünkü bu hükümranlığın dayandığı üstün ilke­lerin bilgisi Zekâ’ya bağlanmaktadır.
Bu onay esas olarak dışardan, dinden gelebilir ve insanın içindeki zekâ ile ilişkisini koparmasından ötürü bir zorunluluk halini alan kısmî bir vahiy veya Zekâ’nın dışlaştırılması şeklinde tanımlanır. Onay, gerçek aristokratta olduğu gibi aklı ihtiva eden can ile Zekâ’yı ihtiva eden Ruh arasında yeniden sağlanan iç süreklilikten de gelebilir. Bu durumda akıl ilk ha­linde olduğu gibi bir kere daha Zekâ’nın izdüşümü ha­line gelmiştir ve ikisi arasındaki bağlantı saf bir gö­rüntüdür. Yüzyılımızın büyük manevi otoritelerinden birinin dediği gibi:
«İMAN, DİNLERİN TEMELİDİR; FAKAT DAHA İLERİYE ULA­ŞIP TANRI’DA       SONA ERER. BURADA ARTIK KİŞİ İNANMÂZ, ÇÜNKÜ GÖRÜR. HAKİKATİ GÖREN BİRİSİNİN ARTIK İNANMAYA İHTİYACI YOKTUR.» [32]  Bu tür bir görme kuvveti ile inancın en aşağı derecesi ara­sında sezginin, kesinliğin ve imanın birçok mertebesi vardır. Dinin dışardan güdümü içten gelen bir kesin­lik ile ne kadar az desteklenirse, akıl ile Zekâ arasın­daki ilişki o denli tehlikeli bir hal alıyor; fakat bu hal muhafaza edilirse, can, derinlemesine ya da uzunla­masına doğru üçüncü bir boyut kazanıyor.
Entellektüel düşünce tarzı olarak kabul edilebilecek tek düşünce tarzı, hiçbir sevi yalınkat değerlendirmeyen ve her zaman üçüncü bir boyuta, üstün bir ilkeye gönderme yapan üç boyutlu düşünce tarzıdır. Örneğin( ahlâkî açıdan bu, bir erdemi yalnızca erdem olarak değil, fakat her zaman bir İlahî Sıfat’ın yansı­ması ya da simgesi olarak görmektir. Özgün haliyle sanatın, yani dinsel sanatın işlevinin, resmettiği her şeyde üçüncü bir boyutu vurgulamak veya açıklamak olduğunu söylemek yerinde olur. Ruhsal arketiplerin veya değişik iman derecelerinin ışığında yetkin akıl, üçüncü boyut boyunca, evreni can’ın geri kalan kıs­mına yorumlayıp ona gerçek anlamım verebilir. Rasyonalist, kendi aklının her şeyden üstün oldu­ğuna inanan kişidir. Şimdi makrokosmos’ta dünyevî güç, manevî otoriteye isyan ettiğinde, önünde sonun­da ona da isyan edilir. Kral I. James’in «Hristiyan dünyasındaki en akıllı aptal» olarak adlandırılmaya lâyık olup olmadığı epey tartışılır. Fakat o «Ne pisko­pos, ne de kral» dediğinde, gerçekten bu evrensel ger­çeği bilerek akıllılık ediyordu. Ne var ki, ortada za­ten «piskoposun olmadığı»nı fark etmemesi aptallık, o ve ondan önce gelenler manevî otoriteye karşı ayak­lanmakla kendi iktidarlarının da kuyusunu kazmış o- luyorlardı. Bu yüzden eğer mikrokosmosta akıl zekâ’ya karşı ayaklanırsa, sırası gelince imgelem ve duy­gular da akla karşı ayaklanır. Kendisini aşan her şeyi inkar eden akıl, giderek akıl-ötesi güdüleri ve amaç­ları sorgusuz sualsiz kabul etmeye ve can’ın yeni ti­ranlarının emri altında yeni yeni düşünceler üretme­ye başlar. Rasyonalistlerin en mükemmel örneklerin­den olan hümanistin, akıl melekesi, “meşrutî kral”ların durumuna çok benzer.
ÖTE YANDAN, EĞER ZEKÂ’YI TEMSİL EDEN DİN, İNSAN­DAN AKLIN ULAŞAMAYACAĞI YERDE DİNİN OTORİTESİNİ KABUL ETMESİNİ İSTERSE, ASLINDA AKLA KARŞI OLAN HİÇBİR ŞEYİ KABUL ETMEMESİNİ İSTİYOR DEMEKTİR. HÜMANİSTİN TAM AKSİ SUÇLAMALARI ÜZERİNDE DEĞMEZ. ÖRNEĞİN, TİPİK RASYONALİSTLERİN, «BÜTÜN DİNLER BİRBİRİNDEN FARKLI OLDUĞUNA GÖRE, MANTIKLI İNSAN BUNLARIN HİÇBİRİNE İNANMA BUDALACA BİR YANLIŞTIR, ÇÜNKÜ BÜTÜN DÎNLER ' GERÇEKTEN TEMEL OLARAK KABUL EDİLEN ŞEYLERDE, BİR BAŞKA DEYİŞLE «MİSTİSİZMLERİNDE ANLAŞIRLAR; ÜSTE­LİK BU BAHANE MANTIKSIZDIR DA, ÇÜNKÜ BİR İNSAN TOPLU­LUĞU İLE BİR BAŞKASI ARASINDAKİ GENİŞ FARKLARI DÜŞÜNÜR­KEN, TANRI’NIN AYNI DİNÎ BİÇİMİ BÜTÜN İNSANLARA ZORLA KABUL ETTİRMESİNİN TUHAF OLACAĞIM UNUTMAMAK GERE­KİR.
Mantıksız olmak bir yana, din her zaman insana makûl zeminlerde sunulabilecek olan inancı sunar, mantık gösterilerine konu edilemeyecek bir şeyi «ka­nıtlamaya» kalkışmaz, ama evrensel ve ayrıntılı «delil»ler sunar. Akıl, imgelem ve diğer yardımcı mele­kelerle birlikte ciddî bir biçimde oturup o delili en mükemmel ve en serbest bir şekilde düşünmeye çağı­rılır. Her dinin sunmak zorunda olduğu bu tür delil­lerden birisi, dinin kurucusunun görevinin büyüklü­ğüne karşı sahip olduğu hayret verici yetkinliktir. Ba­tıl bir din daha baştan batıl peygamberin aykırı alel­adeliği ile kendini ele verir. Bunun aksine İlâhî El­çi’nin eşsiz büyüklüğü, o tarihte yer almasaydı yara­tacağı geniş ve tasavvur edilemeyecek boşlukla anla­şılır. Ve bu büyüklük, insanlığın üzerindeki geniş, de­rin ve kuvvetli etkisiyle, söz konusu edilen insanın id­dia edildiği gibi olduğunu kabul etmek yerine, akla bunu açıklaması için meydan okur ve karşı çıkar .Her gerçek dinin kurucularından başka, delil olan azizleri de var; birkaç örnek verirsek, St. Augustine, St. Bernârd, St. Francis, St. Dominic, St. Cathariııe ve St. Teresa’yı sayabiliriz. Bu devlerin saf inancı aşan bağ­laşık kesinliği hiçbir soylu aklın küçümseyemeyeceği bir delildir. Değişik delillere gelince: özellikle Hristiyanlıktaki vücutta olağanüstü bir biçimde haç yarala­rına benzeyen bâzı lekelerin belirmesi (Stigmata), St. Francis’in zamanından beri günümüze gelinceye kadar, her nesilde en az bir ya da iki Hristiyan ev­liyaya nasip olmuştur. Bu tür delilleri hümanistlerin «örtbas etmeleri» her zaman için akla hakarettir ve genelde hümanizm, aklın bazı önemli öğelere gözleri­ni kapamasına çalışıyor: örneğin, evrenin kaynakları hakkındaki evrimci açıklamaları, hayatın ve madde­nin kaynakiari hakkındaki yorumları, dinin kaynakla­rı hakkındaki «psikolojik» açıklamaları kadar akıldışıdır.
RASYONALİST, TANIM GEREĞİ YALNIZCA İKİ YÖNLÜ DÜ­ŞÜNÜR; ÇÜNKÜ ONUN AKLI «HURAFE ZİNCİRLERİNDEN KURTUL­DUĞUNDAN», «ÖZGÜR»DÜR. (Aklı Zekâ’ya bağlayan bu zincirler ruh’un üçüncü boyutunu oluştururlar.) Bu yüzden, modern dünyada sık sık kullanılan kavramla­rın çoğunda, bu iki boyutluluk bir kült halini almıştır. İki boyutlu düşüncenin uzmanları arasında «yüksek öğrenim» denilen grubun büyük bir bölümünü saya­biliriz. Bu terim eskiden olduğu gibi, artık bir nokta­dan sonra bilginin katlanarak yükselmeye başladığı bir süreci anlatmak için kullanılmıyor. Terimin şimdi­ki kullanımı, eskilerin dikkatinden kaçmış veya ilgi­sini çekmemiş bir takım niceliksel ayrıntıların ince ince sınıflandırılması anlamına gelmektedir.
Bütün dinlerin öğretilerinde görülen ve evrenin (hem mikrokosmos’un, hem de makrokosmos’un) sim­gesi olan ağaç simgesine göre, RUH CAN’IN KÖKÜDÜR, AKIL GÖVDESİDİR, [33]diğer melekelerde dalları ve yap­raklarıdır. Yaratılışın tâbî olduğu (ve Ruh’la olan ra­bıtanın yavaş yavaş azalması demek olan) merkezkaç hareket, bitki özünün köklerden gövdeye aktığı kanal­larda gittikçe artan bir, kasılma olarak tarif edilebi­lir. Rasyonalizm, bu kasılmanın şiddetli örneklerinden biri olarak göre çarpıyor. Üstelik, «öz»ün hem entel­lektüel, hem de hayatî bir özelliği var. Bu da yalnız­ca ruhları birbirlerine bağlayan bağların gevşediğini değil, düzenli beslenemedikleri için büyüyemedikleri­ni de göstermektedir. Şüphesiz bu ilk ve son dinler arasındaki farklardan birisini birazcık açıklığa kavuş­turuyor. Temelde yani insanın yukarı yönelip Ruh ile yeniden birleşmesinde bütün dinler aynı iken, «esasa taalluk etmeyen» şeylerde Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’ın Hinduizm’den daha dar bir «yatay» görüşe izin vermesi ilginçtir. Her ne kadar dikey uzunluk ay­nıysa da yatay düşüncenin genişliği eskiye oranla da­ha kısadır, bu ise insanlığın din tarafından daha dar bir vadiye kapatıldığı izlenimini veriyor. Buna rağ­men her durumda her şeyin öte dünyada aydınlanaca­ğı ile müjdeleniyoruz ve eskiden bu müjde verildiği kişileri tatmin ediyordu. Çünkü o günkü şartlar onla­rı, daha önemliyi az önemlinin üstüne çıkaran bir oran duygusuna zorluyordu. Son derece tehlikeli bir hastalığı olduğunu bilen ve daimî bir tedavi vaadi alan bir hasta, hastalığa nasıl yakalandığını fazlaca düşünmeyecektir; aynı şekilde, bulunduğu yerden bir daha dönmemek üzere ayrılmaya hazırlanan bir yolcunun o yer hakkında fazla bilgiye ihtiyacı yoktur. Daha az gerçek olan şeylerin anlatılmasının ruhu büyük gerçeklerden ayırdığına hiç şüphe yok. Buna rağmen, da­ha az gerçek olan şeylerin verdiği zararın bugün bin misli, hiç mi hiç gerçek olmayan ve aklı başka şey­lerle uğraştıran şeyler tarafından verilmiş durumda. Bu yüzden ilk dinlerin geniş kozmolojik görünüşü bir kere daha az zararlı oluyor -bu öyle doğru ki, «aşırı uçlar karşılaşır». Bu tür bir görünüş kendi düzlemin­de şaşkınlıkla kolayca başa çıkabilir; yani bazı sivri akıllıların dinle ilgili sorularım kolayca cevaplandı­rabilir. Ama bunu yaparken, -en azından potansiyel olarak- başlangıçta ne idiyse, o olmakta devam eder, yani sonsuz’u düşünmek için güçlü bir destek olmayı sürdürür.
Hindu öğretisine göre, şimdilerde son demlerini yaşayan dört dönemli çevrimden önce pek çok başka çevrim olduğu gibi, bundan sonra da olacaktır. Za­man içinde sonsuzmuş gibi duran vadesine, uzaydaki uçsuzbucaksızlığma rağmen içinde yaşadığımız evrende, nihayet, peşpeşe gelen dünyalardan biridir ve insanlar, bu dünyadan ötekine samsara tekerleğinin kenarında göç etmeye mecburdurlar. Samsâra, bireysel varlığın değişik aşamalarından oluşan tam bir çevrim­dir. Çemberinde bizim dünyamızın yer aldığı samsâra, her biri İlâhî tecellinin bir parıltısı olan samsâralardan sadece bir tanesidir.
Bir varlığın herhangi bir dünyadaki durumu onun bir evvelki halinde birikmiş olan yarar veya zararına göre belirlenir. «Çok istenilen» ve «ele geçirilmesi zor» olan, merkezde olmaktır; çünkü varlık ancak merkez­deki türün -ki bu dünyada insanlıktır- üyesi olmakla samsâradaki değişikliklerden kurtulma ve İlâhî mer­keze ulaşan yarıçaplardan birisinden geçme şansına sahip olur. Bu yönü tutmak «Tanrıların yolu»nu tut­maktır, bir samsâracı dünyadan öbürüne geçmek an­lamına gelen «ataların yolu»nu tutmak değil.
Samsâra gerçeği, Yeryüzüne gelmeden önceki du­rumlarıyla birlikte insanın bu dünyaya masum bir durumda gelmediğini söyleyen ilk günah inancında kısmen ortaya çıkıyor. İslâm "öğretisinde, her insanın sorumluluk duygusunun bu dünyaya do­ğuşu ile değil fakat Âdem’in belinde tohum olarak ya­ratıldığı zaman başladığı şeklinde belirsiz olarak var­dır.
Bir Hintli için ilk günah inancı oldukça açıktır: İlâhî Elçiler hariç bu dünyaya doğmak kusurlu olma­yı gerektirir, zira Yeryüzüne gelmeden önceki durum­da kemâl’e eren bir varlık samsâradan zaten tamamıyla kaçmış olacaktır. Bu düşünceden haberleri ol­mamasına rağmen, atalarımız ilk günah inancının açık bir gerçeğe yani bebeklerin dünyaya artık Azizler gibi doğmadığı gerçeğine tekabül etiğini görmüşlerdir ve aslında bü gerçek yalnızca İnsanî ideal duygusunu yi­tirmiş İlâhî Niteliklerin harikulade bir yansıması ol­duğu için değil de, topluma yararlı olduğu için erdem peşinde koşan ve günahsızlık deyince «zarar verme­meyi ve zarar verme amacı gütmemeyi» anlayan bir toplumda sorun yaratabilirdi.
Samsâranın yeryüzünden-sonraki durumları, son dinlerin Arasat ve cehennem inançlarında üstü örtülü, olarak vardır. (Cehennem, Hinduizm ve Budizm’­de samsâra tekerleğinin en alt bölmelerine tekabül et­mektedir.)
Bu birkaç kısacık karşılaştırmada, ele aldığımız dinî açıların hiçbirinin hakkını gözettiğimizi iddia etmiyoruz. Bunlar Takdir-i İlâhîyi açıklamaya hâlâ çok az cesaret ediyorlar. Fakat. Tanrının bu çevrimin so­nuna doğru, «yatay» gerçekleri insanlığın bir bölümün­den daha az gizleyerek ve insanın azaltılan enerjileri­ni «dikey» yönde yoğunlaştırarak kendisini doğruladığı söz konusu ise, son iki-üç yüzyılın Batı dünyasından daha dokunaklı doğrulama bulmak mümkün değildir.
Genellikle, olanların bir tepki olduğu söylenir ve din suçlanır, fakat bu görüş tarihe çok dar bir açıdan bakmanın bir sonucudur. Sonradan hümanizm olarak ortaya çıkan düz «yatay» görünüş, aslında Hristiyanlık öncesi Batıda da hüküm sürmekteydi ve hemen hemen bütün Kuzey Akdeniz sanatına ikibin yıl önceden mührünü vurmuştur. Modern uygarlığı yalnızca Hristiyan uygarlığının can çekişen bir uzantısı olarak gör­mek yanlış olur. Modern uygarlık, aynı zamanda Hıris­tiyanlık tarafından durdurulan ve Rönesans’ta «yeniden doğan» Greko-Romen uygarılğının can çekişen bir uzantısıdır. O zamandan beri Batı dünyası «haki­kat» dediği iki-boyutlu maddî gerçeklerin yardımıyla büyük gerçeklerden «alabildiğine» uzaklaşma eğilimi göstermiştir.
Bu bir kısır döngüdür, zira, belli oranda ele ge­çirilmiş serbestlilik demek olan «özgürlük», akla önceden[34] sahip olmadığı bir çeviklik bağışlıyor ve, çeviklik daha ileri bir serbestliğin kapısını açıyor. Mo­dern dünyada sürekli artan yolculuk serbestisi akıl hareketlerinde sürekli artan akıcılıkla yüzeyselliğin dışa dönük bir yansımasıdır. Kelimelerin bütün güzel­liğine rağmen, «kültürel görünüşü zenginleştirmek», «görüş açısını genişletmek», «entellektüel ufkunu ge­nişletmek» denen şeylerin, sözlük anlamı «ruhun bü­yüklüğü» olan ve gerçek aristokratın en belirgin özel­liği olan âlicenaplık ile hiçbir ilgisi yok. Eğer plastik bir madde sürekli bu yöne çekilir ve boyu ile eni uzatılırsa, üçüncü boyutu en aza indirgenecektir. Hü­manistin «geniş aklı», yalnızca düzlenmiş dar bir akıl­dır.
Fakat bir bütün olarak psişik temeli güçlendirmek mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, ağaç simgesinde üstü kapalı olarak verilmişti: bir ağacı dallarından çekerek büyütmek imkânsızdır. Ancak kökü Ruh olan can için aynı şey söz konusu olamaz; eğer ayinlerin uygun olarak yerine getirilmesi ağaca gerekli olan beslenmeyi sağlıyorsa; büyüme yalnızca çabuklaştırıl­mış olmakla kalmaz, fakat aynı zamanda budama iş­lemi ile daha mükemmel hale getirilir; yani dinin em­rettiği veya tavsiye ettiği yasaklar ve özverilerle.
«Alabilmek için herşeyden önce vermek gere­kir.»
Taoizm ve Budizmin özellikle önem verdiği uygun etkiler ve tepkiler öğretisi o denli evrensel bir öneme sahiptir ki, bütün dinsel uygulamaların temeli olarak kabul edilebilir. Her etki bir tepki doğurur, bu deniz dalgalarına da uygulanabilirse ve eğer bu dünyadan öte dünyaya ulaşacak bir «dalga» yapılabilirse, öte dünyadan buna bir cezir olacaktır ve dinin emrettiği ayinler, Tanrı’nın bu tür dalgaları en iyi şekilde nasıl hareket ettirebileceklerine dair insanlara öğrettikleri­dir. İnsan etkisi ile İlâhî tepki arasındaki orantısızlık öyle geniş ki, tepki bu dünyaya yetecek kadar aktık­tan sonra, kalan, Öte dünyada ruh için saklanır.
Bu hazır olma sorunu, kendi içinde normal olan fakat sonradan anormalleşen batınîlik ile, kendi için­de anormal olan fakat sonradan Demir Çağında pen­çesinde tutulan ruhların çokluğu yüzünden normalleşen zahirilik arasındaki farka değiniyor. Aslında bu «pençe»nin yeraltı mağarasındaki mahkûmların zincir­lerinden bir farkı yok. Çağımızda batınî görünüş, bir ölçüde daha eski bir çağa ait olanların ve özgürlüğün daha önceden tadına varmak ya da zincirlerinde gö­reli bir gevşeklik anlamına geliyor. Fakat çoğunluk için zincirler bu tür bir tadı sağlamada öyle emin bir yol ki, bu hayattan kaçma arzusunu bile duymuyor­lar. Eğer Hinduizm ve diğer dinlerin öğretilerini anlat­mak için Platon’un bizim bu günkü durumumuzu an­latan simgesini ele alırsak, her tapınma, onunla bir­likte giden bir isteğe bağlı olduğundan, bir tapınmanın birçok durumda tepkisi Allah tarafından, zincirlerin birden koparıldığı o müthiş ölüm «an»ına kadar erte­lenen bir etki olduğu söylenebilir. Bu «an»da saklan­mış olan tepkiler araya girip, mahkûmu mağaranın ağzına, oradan dışarı, oradan da «Tanrıların Yoluna» çıkaracak dürtüyü verebilirler. Burada geçen, mağa­ranın ağzına çıkış -Hristiyanlık’ta Dante’nin simgesini kullanırsak- Araf Dağı’na çıkışa eşittir. Fakat tapın­maların gereğince yerine getirilmesi olmaksızın, yani yukarı doğru bir dürtüyü yeterince biriktirmeksizin, bağlı mahkûm en büyük ihtimalle («yatay» olarak) bitişik «yeraltı mağarası»nın zindanına geçip «ataların yolu»nu tutabilir; fakat eğer ölümde etrafındaki bü­tün duvarlar, ayağının altındaki toprak ortadan kal­dırılırsa ve yapılardaki çeşitliliğe rağmen dinler an­laşırsa, bu hayatta insan olmanın imtiyazından İsa’nın meselinde her kulun içinde bir «hüner» olarak var olan bu imtiyazdan yararlanamama, aşağı doğru olan dürtüden başka birşey vermez ve o yançizen «taraf­sızlık» gerçekte çok nadirdir. «Benimle olmayan bana düşmandır» ve kula, içindeki hünerden ne bir eksik, ne bir fazla vermek düşer.
Ölümden sonra mağaradan dış dünyâya kaçış, ke­limenin bilinen anlamıyla bir kurtuluş’ken, batınîlik bu hayatta yukarı doğru bir dürtünün olması anlamı­na gelir - veya simgesel olarak aynı olan, kelime an­lamıyla içe dönük bir dürtü- ve bu dürtü «olgunlaşma» isteğidir. Bu istek daha en başta ruhun gerçek olgun­laşmasının ne olduğunun önceden bilindiğini farzetmeyi gerektirir. Daha az bir oranda olmakla birlikte, zahirîlikte de bu bilgi vardır ve âlicenaplığın büyük prototipleri üzerinden yoğun bir tefekkürle kuvvetlendirilebilir. Örneğin Hristiyan ve İslâm mistisizmin­de bu tür bir yoğunlaşma için gerekli olan yardımcı­lar Ave Maria [35] ve münacaatlardır. Zahirîliğin pay­laşmadığı ikinci bir şart ise, prototipin çok uzak bir ideal olmaması fakat ruhta hayalî bir yankı uyandır­ması, ona itaat eden bir duygu, «zincirlerin gevşek­liği» duygusunu uyandırması gerekir.
RUHUN OLGUNLAŞMASI, ARDARDA GELEN BİR BÜZÜLME VE GENİŞLEME İŞLEMİDİR. Bu açıdan bir tapınmanın ye­rine getirilmesi, kendisinden daha güçlü bir istek dal­gasının çıkacağı genişçe bir temel -her zamankinden daha geniş bir temel- sağlayacağı düşüncesiyle ruhun, «boy»unu uzatabilmek amacıyla bir an için «uzunlu­ğuna» ve «genişliğine» büzülmesi olarak tanımlanabi­lir; sonuçta ortaya çıkan genişlemenin her üç boyutu da öncekinden «uzun» olacaktır.
İki dünya arasında ritmik bir med ve cezire se­bep olabilecek olan tapınmaların düzenli olarak yerine getirilmesi, her manevî hayatın temelidir, çünkü ancak can ile Ruh, akıl ile zekâ arasındaki kanalda daimî bir «ileri ve geri» hareketi sağlanabilirse bu ka­nal bütün engellerden temizlenebilir.

Kaynakça
Martin Lings trc. Enes HARMAN,  Ufuk UYAN, Antik İnançlar Modern Hurafeler [Kitap]. - Yeryüzü Yayınları, İstanbul., s.71-82






[1] Her ülü’lazim rasül bir hatem mi sorusu akla geliyor. Tarih açısından bir nitelik ve nicelik sorunu ortaya çıkıyor.(ihramcızade)
[2] Tekvin, Tevrat’ın ilk kitabı;
[3]Teilhard de Chardin bu açık gerçeği görmezlikten gelmiştir ve değerlendirmesinin temel zayıflıklarından biri de burada yatmaktadır.
[4] Le Monde et la Vie, November 1963.
[5] Le Monde et la Vie, March 1964.
[6] The Transformist Illusion, (Önsöz), Dehoff Publications, Tennessee, 1957.
[7] Çünkü «kendisine saygısı olan hiçbir evrimci, bilinen fosillerden herhangi birinin Homo sapiensin atası olduğunu söyleyemez.» s. 114.
[8] s. 294.
[9] Frithjof Schuon, Language of the Self, (Luzac and Co,London, 1959), s. 220.
[10] A. K. Coomaraswamy, The Bugbear of Literacy, (Denis Dobson, London, 1949), s. 25.
[11] J. F. Campbell, Popular Tales of the West Highlands.
[12] G. L. Kittredge (F.G. Childe’m English and Scottislı Popular Ballads adlı kitabına yazdığı önsözden.)
[13] W. G. Archer, The Blue Grove (G. Ailen and Unwin, London, 1940).
[14] T. Harrison, Savage Civilization, s. 45, 344, 351, 353 - (1937).
[15] Birikmiş, toplanmış, yığılmış
[16] Arkaik" terimi, arkeolojik olmayan biçimde daha genel olarak artık kullanılmayan, eski bir şeyi tanımlarken kullanılır:
[17] Türkçede de «göze» sözcüğünün ayni anlamda kullanılması çok anlamlıdır,
[18] Bugünlerde ziyaret edilen Daga Zümrütünü iyi anlayabildiniz mi? (Şeytanın düşen gözü mü?)
Daga: Dağ, hançer,
Zümrüt ve Dağ ilişkisi bazılarına çok şeyler hatırlatır.

400 KİŞİYLE KORUNAN ZÜMRÜT
Saf zümrüt kayası olarak DÜNYANIN EN BÜYÜK TAŞI OLARAK KABUL EDİLEN DAGA ZÜMRÜTÜ İstanbul Mücevher Fuarı'nda sergilenmeye başlandı.
UBM Rotaforte tarafından düzenlenen ve Türk Ekonomi Bankası (TEB) sponsorluğunda gerçekleştirilen fuarda, yoğunluk nedeniyle sabah saatlerinde alana sokulamayan 12 bin 360 karat ve 2,5 kilo ağırlığındaki zümrüt taşı, yoğun güvenlik önlemleri altında Valentine Diamond firmasının standına yerleştirildi.
Tangülü, zümrüte paha biçilemediğini, bu tarz bir parçanın borsa değeri, terazi değeri olamayacağını ifade ederek, ''Bizim Kaşıkçı Elması gibi. Her zaman satışı da söz konusu olmaz. Biz sadece bunu buraya sergilemek için getirdik. Burada bulunduğu süre içinde nasıl koruduklarını, nerede koruduklarını da bilmiyorum. Akşam özel bir kasada saklanacak. İsminin açıklanmasını istemeyen ve sadece bu işleri yapan uluslararası bir nakliye firması getirdi'' dedi.
Gören herkesin çok şaşırdığını, Sultanahmet Meydanı'nda sergilense herkesin tarihi bir eser gibi göreceğini, ancak burada herkes mücevherci olduğu için 50 metre öteden görüp anladıklarını anlatan Tangülü, ''Bu bir efsane. Bu işle çok uğraşan insanın da bunu hayatı boyunca görme şansı yok. Bu şansı burada yakaladılar'' dedi.
Zümrütün sergilendiği stantta basın mensupları, güvenlik elemanları ve ziyaretçiler nedeniyle yoğunluk oluştu.
Erişim: 22.03.2012 / http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2012/03/22/400-kisiyle-korunan-zumrut
[19] «Mistik» kelimesi kısmen «entellektüel» kelimesiyle çakışmakta; çünkü mistik, Tanrı’nın Ülke’sinin giz­lerini sezen veya sezmeye talip olan birisidir ve ze­kâ, bu sezişin meydana geldiği melekedir. Genellik­le, «mistik» daha genel bir kelimeyken, «entellek­tüel» kelimesi aşktan çok bilginin gizemli yolunu an­latır; yine de burada «entellektüel sevgi» bazen «mis­tik sevgi» veya «kutsî sevgi» yerine kullanılır. Bu iki mistik yolun daha açık ve geniş bir tarafı için bkz. Frithjof Sehuon, Gnosis, s. 45-46 John-Murray, 1959).

[20] Uzak Doğu geleneğinde Îlâhî Sıfatların bu iki hali sırasıyla ejderha ve Anka kuşuyla temsil edilirken,
Greko-Romen geleneğinde kartal ve tavus kuşuyla temsil edilir.
[21] Hristiyanlıkta ‘Celâl ve Cemal’ gibi bu iki nitelik de Jesu-Maria ismiyle ifade edelir.
[22] (5)      Eğer geçmiş bugünün şahidi olabilseydi, modem dünyadaki geçim vasıtalarını görerek, «însan bunun için mi yaratıldı?» diye bağıracaktı.
[23] Eskilerin de pekiyi bildikleri gibi elbiseler insan ruhunun ikinci yakın çevresidir ve onun üzerinde sayısız etkileri vardır. Uygarlıktan uygarlığa tamamıyla değişen elbiseler, her zaman için insanın Tanrı’nın bir temsilcisi olarak dünyadaki şerefinin bir hatırlatıcısıydı. Fakat Batı Avrupa’da, diğer teokra­tik uygarlıkların elbiselerinin veya basit çıplaklığın itibariyle karşılaştırılabilecek elbiseleri bulabilmek için hemen hemen bin yıl geriye gitmemiz gereki­yor. Ortaçağın sonlarına doğru Hristiyanların elbise­lerinde hâlâ tarz ve oran duygusunun var olduğu bir gerçek, fakat gelecek olanın kaçınılmaz haber­cisi, şüphe götürmez bir şekilde olağan, dünyevî bir işaret belirmişti. 16. yüzyılın ortalarından sonra, dünyanın diğer ülkeleri geleneksel giysilerine sadık kalırken Avrupai modalar aşırılık ve gösteriş nöbe­tine tutulmuştur; giderek Arapların «ateizmin fena kokuları» dedikleri ruhsal değerlerin öldüğü bir giy­siye dönüşmüştü. Çağdaş modaların ruha karşı olan havası hakkında objektif bir fikir edinebilmek için, birçok uygarlığın dinî sanatlarında Cennet’teki kut­sal Ruhların modern sanatçının ve çağdaşlarının giy­silerinde en ufak bir uyumsuzluğa yer vermeden resmedildiklerini hatırlamak yeter. Bu şekilde mo­dem sanatçı tarafından resmedilmiş bir giysiyi ha­yal edelim. Şurası açık ki, ne kadar «doğru» giyinir­lerse, yani yüzyılımızın on yıllık gruplarını ne kadar sıkıcı bir şekilde yansıtırsa bu elbiseler, etkileri o kadar bozucu olacak.

[24] Okuryazarlıktaki genel artış ile dayak ve ölüm ceza­sının yaygın bir şekilde kaldırılmasında örneğin. Ge­nelde iyi olduklarına şüphe olmayan bu «başarılar» ın diğerleri, örneğin kölelik, örneğin menenjitten ölen birisinin ayak başparmağındaki nasırın alınması gibi önemsiz şeylerdir. Bu çağımızın gayrimenkullerini inkâr etmek olarak anlaşılmamalı ki bun­lar gelecek bölümün konusunu oluşturuyor; fakat ön­ceden de belirtildiği gibi bunlar yenilik şampiyonla­rının dikkatinden kaçıyor.
[25] «Yaratılışla Cennet’ten kovulma arasında» da diyebilirdik, çünkü bu bozulmanın ilk örneği Cennet’te görülmüştür: Havva’nın henüz Adem’den ayrılmadığı bir «zaman»; ayrı bir varlık olarak ortaya çıktığı hal de henüz yasak meyvayı yemediği bir «zaman»; ve onun meyvayı yediği ama Adem’in henüz yemediği bir «zaman» vardır.
[26] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ayı yarma mucizesinide hatırlarsak bu sanki sürekli tekrarlanan bir şey mi acaba?
[27] Yaratılış (IV/26)’la jlgiii olarak Midrash Rabbah’ın yorumuna bakınız (Soncino Press, Londön, 1939, c. I, s. 196). Bir kutsal metin, her zaman, değişik düzlemlere özgü değişik anlamların bir bileşimi olduğu için, Âdem’in ve Habil’le Kabil’in kıssaları da, bir anlamda, bütün insan soyunun tarihidir: Kabil’in baştan çıkması (kentlerde oturanlar neredeyse bütün göçebeleri ortadan kaldırdığı için) bugün artık hemen hemen son sınırına varmış gibidir. (Bakınız.- Rene Guânon, The Reign of Quantity and the Signs of the Times [Niceliğin Egemenliği ve Zamanların İmleri], Luzac, London, 1953, 21. Bölüm.) Bu açıdan bakıldığında Âdem-Şit kıssasında yeni bir allegori ortaya çıkmaktadır. Ama başka bir açıdan, eğer Kabil, Cennet’in yitirilmesini, Âdem’in pişmanlığını, ödediği keffareti simgeliyorsa, Şit de Tanrı’nın Adem’e acımasını ve Altın Çağ’ın başlamasını simgelemektedir.
[28] Acaba eski inançta, yaşadığımız günlerle çevrimin sonu arasında geçici bir «toparlanma» ihtimalini ve hatta imkânını düşündürtecek herhangi bir ipucu var mı? İsa’nın, ikinci gelişinden hemen önceki belirtilerden söz ederken söyledikleri, bu soruyu kısmen cevaplandırabilir: «O günler kısaltılmamış olsaydı, hiçbir adam kurtulamazdı; fakat seçilmiş olanlar uğruna o günler kısaltılacaktır.» (Matta: XXIV, 22). Burada sözü edilenin «birinci göğün ve birinci yerin geçip, yerini yeni bir göğe ve yeni bir yere bırakması» değil de, onu önceleyen, kısmî bir yıkım olduğu açıktır. Sözkonusu «günler» de Kızılderililerin, (özellikle Hopi’lerin) «Arınma Günü» dedikleri çok yakın bir gelecekten başka birşey değil gibi görünüyor. «Arınma» kelimesinden de anlaşılacağı üzere, onlar yıkımın olumlu bir yönü de olduğuna inanmaktadırlar. Aynı şekilde İslâm’da da Deccâl’ın hemen ardından ortaya çıkması beklenen Mehdi'yle birlikte kısa, süren bir manevî yenilenme dönemi hep beklenmiştir. İsa’nın verdiği haberde yıkım günlerinin kısaltılması, bir tür manevî toparlanmanın geleceğini göstermektedir.
[29] Ortaçağdaki atalarımız, Platon’un ideal devletinden bahsederken bile ne dediğini bildiğini (ve atalarımız kendi devletlerini ideal görmekten çok uzaklar) çok iyi biliyorlardı; «Yaratılan her şey çürümeye maruz­dur, hiçbir şey sonsuza dek kalmayacak - fakat yok olacaktır.» Bu yüzyılda olayların gelişimine bakarak şaşırırlarsa bu boşuna olmayacaktır, çünkü Platon bu teokrasinin kaçınılmaz bir şekilde nasıl devrileceği­ni ve devletin geçeceği yozlaşma dönemlerini anla­tırken, «demokrasi» ve «diktatörlük» ten hükümetin mümkün olan en aşağı biçimleri şeklinde bahsedi­yor. Biri diğerine yolaçma eğiliminde. Onun kavra­mında «diktatörlük» demokrasi keşmekeşine karşı bir hareketle başa geçen prensipsiz bir demagogun yönetimi anlamına geliyor.
[30]  Kollektif açıdan bu doğru; fakat kişilere gelince, modem dünya en kuvvetli «ilaçlar»la dahi geçiri­lemeyecek hal ve huy terkipleri yaratıyor. Zamanı­mıza genellikle «intiharlar ve ‘sinir bozukluğu’ ça­ğı» denilmesi boşuna değil.

[31] Sauve qui peut: Felaket anında, «Kendini kurtarabi­len kurtarsın» anlamına gelen bir ünlem.
[32] Şeyh Ahmad al-'Alawi, Bkz. Martin Lings, A Moslem Saint of the Twentieth Century, s. 33, (George Ailen & Unwin, 1961).

[33] Aynı şekilde, ortaçağ mimarî biliminde «bazı Pa­pazlara göre bir kilisenin iç kısmı Ruh’un bir sim­gesi iken, kilisenin ortasındaki dar ve uzun kısım ak­lı simgeler». (Titus Burckhardt,, Principer of Metho- de de l’art sacre, s. 70 Derain, Lyon, 1958).

[34] Zekânın etkisini gerektiren bazı ani, sezgisel aydın­lanmalar, ruhta çakan şimşek ışıltıları hariç, geçmiş­te insanların daha yavaş düşündüğüne hiç şüphe yok. Bunlardan anlaşıldığı gibi, hümanist tanım ge­reği dışarıda bırakılmıştır. Bunların yerine onun ba­rutu, elektriği ve benzeri şeyleri icat ettiğini söyle­mek yerinde olur.

[35] Selâm Ey Meryem!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar