Print Friendly and PDF

ARİF NİHAT ASYA (1904 - 1975)




Hacı Ahmed Amîş kuddise sırruhu'l-âlî Efendinin
Güllerinden

Türk Edebiyat Tarihi'ne "Bayrak Şairi" olarak adını yazdıran Arif Nihat Asya, 7 Şubat 1904 yılında Çatalca'nın İnceğiz Köyü'nde dünyaya geldi. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi Tırnovalı Fatma Hanımdır. Nihat Asya bir aylıkken babasının ölümü üzerine, akrabalarının himayesinde büyümek zorunda kaldı. İlköğrenimine köyünde başladı fakat daha sonra İstanbul'a geldi. Önce Haseki Mahalle Mektebi'ne daha sonra Gülşen'i Maarif Rüştiyesi'ne devam etti. Yatılı olarak girdiği Bolu Sultanisi kapatılınca, Kastamonu Sultanisi'ne aktarıldı. Liseyi bitirdikten sonra, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu.

Milli Mücadele Dönemi'nde Ankara'da bulundu. Bu dönem onun şiire başladığı, Türklük ve vatan aşkı ile şiirler kaleme aldığı tarihlerdir. 1928 yılında Darülmuallimin'i Aliye'den edebiyat öğretmeni olarak mezun oldu ve Adana kolej ve öğretmen okullarında edebiyat öğretmenliği ve yöneticilik yaptı. 1948 yılında Edirne'ye tayin edildi. 1950-54 döneminde Adana Milletvekilliği, 1954 yılında Eskişehir milletvekilliği yaptı. 1962 yılında ise Ankara Gazi Lisesi'nden emekli oldu. 5 Ocak 1975 tarihinde Ankara'da vefat etti.

Edebiyatımızda “Bayrak” şairi olarak tanınan Asya, Bayrak şiirini Adana’nın kurtuluş günü olan bir “5 Ocak”ın heyecanı ile yazdı. Birçok dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Şiirlerinde hece, arûz ve serbest vezinleri kullanan Arif Nihat, nazmın her tür ve şekliyle eserler vermiştir. Fikrin ağır bastığı şiirlerinde milliyetçilik konusu büyük bir yer tutar. Çok renkli ve değişik biçimli şiirler yazmış olan Asya, son şiirlerinde biraz da mistisizme yönelmiştir. Şiirinde daima bir yenileşme çabası içinde olan şair, etkilerden uzak kalarak kendine özgü bol renkli şiir dünyasını oluşturmuştur.

Güzel ve zarif benzetmelerin yanı sıra, keskin zekâsının, şakacı mizâcının mahsûlü olan nükteleri, hicivleri, kelime oyunları üslûbunu tamamlayan önemli unsurlardır. Tarihimizin şanlı sayfalarını şiirleştiren şair, Rubai türünün yeni Türk edebiyatında önemli şahsiyetlerinden kabul edilir. Bayrak ve vatan, onun mısralarında en usta anlatıcısını bulmuştur.
Heykeltıraş (1924), Yastığımın Rüyası (1930), Ayetler (1936),
Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor (1946), Rubaiyyat-ı Arif (1956), Enikli Kapı (1964),
Kubbe-i Hadrâ (1956), Kökler ve Dallar (1964), Emzikler (1964),
Dualar ve Âminler (1967), Aynalarda Kalan (1969),
Kanatlar ve Gagalar (1946), Kıbrıs Rubaileri (1964),
Avrupa'dan Rubailer (1971), Kova Burcu (1967).
NİSAN (KISMÎ ALINTI)

NİSAN TASI
Sen “dol” demesen kalırdı boş can kadehi;
imrendi gören bu elvan elvan kadehi…
Yanmışlar için seninki, ey Hünkâr’ım,
Nisan Tası’dır, benimki Nisan kadehi.
CAM
Bir mu’cizedir nur, ki kıymet biçemem;
Eşkâli de, elvanı da onsuz, seçemem…
Lâkin, hasedim, çöreklenir göğsümde :
Camdan o, geçer gider; niçin ben, geçemem
LEYLA -I-
Hâlâ, o büyük seferlerin gökte izi…
Erler aŞarak bin dağı, bin bir denizi,
Varmışken asıl güzelliğin kaynağına,
Leylâ, akkor – boş yere – yollarda bizi!
AYNALI ÇEŞME
-İŞ-
Birgün, suyun ufkunda dumanlar görürüz;
Birgün, kıyıdan engine taş yüzdürürüz…
Yelken, yakamoz,, kandil, ırıp, ağ… derken
Bahtın bize gösterdiği yoldan yürürüz.
DÖŞEK
Biz, dünkü oyuncak geminin tayfaları,
Tiryakisi olduk denizin, sonraları…
Birgün, sereriz döşek denizkızlarına;
Birgün, güderiz diyar diyar dalgaları.
YAKAMOZ
Pendik kıyısında sırçalar, camlar ışık…
Enginde de, şimdi yer yer, akşamlar ışık
Sandaldayız., altın yakamozlarla sudan
Çıktıkça kürek, şıpır şıpır, damlar ışık.
KIVILCIMLAR
Dal, “kendine yandı; asma, salkımlarına..
Öfkeyle, deniz, atıldı rıhtımlarına…
Sahilde sinip, bir kayadan bir tokadın,
Baktık, göğe fışkıran kıvılcımlarına!
SAĞNAK
Dağ yolcusunun duası, artık, boşadır;
Sağnak, bora yardan yara, taştan taşadır..
Görsen tanımazsın bu sükûn ülkesini :
Köknar, meşe, çam saç saçadır, baş başadır
YELPAZE
Âlemde en âsûde günün dün geçti;
Kalb ağrıların silindi, hüznün geçti..
Dünyaya, duyurmadan gelip gittiğini,
Yelpaze hafifliğiyle bir gün geçti.
EMİR
Emrin götürülmeden henüz imzaya,
Hasretlilerin hızıyla koş, Leylâ’ya…
Doğmak, ne demek, bir anadan? çek atını..
Dört nal sürerek, atlayıver dünyâya.!
DÖNÜŞ
Beslendin ışıklarla., yuvan, aydı senin!
Ey kuş, gagan ok, kanadların yaydı senin !
Dünyâyı yadırgasan da dönmezdin aya
Dünyâda eğer bir eşin olsaydı senin!
CENNET
İmrendi melekler bile hürriyyetime;
Dağlar, ovalar yol oldu zürriyyetime…
Dünyâyı beğendim de kalıp yerleştim;
Ben, yoksa, dönerdim istesem Cennet’ime!
B E R D A N
— Murat Asya’ya –
Yüzler çekilir, yavaş yavaş, meydandan;
Bir ninni gelir, mırıl mırıl,
Berdan’dan… Tarsus’ta, bu hulya ve bu rü’ya gecesi,
Gök’ten yere yıldız dökülür her yandan!
KIŞ
Birgün, yine, toprakta sıcak harelenir..
Dal, kendi kanatlarıyla yelpazelenir…
Şeftali tebessüm kesilir hazzından..
Kor hâli gelir elmaya; nar tanelenir!
SADETTİN   KAYNAK
Akşamları rü’ya dolu sesler, yendi;
Varlıkları, hep besteni söyler kendi..
Sâkîsi, güzellerdi bu ses sofrasının;
Sundukları içkiler, fakat, sendendi.
İŞSİZ
Git, git., sonu yoktur bu yolun, ey yolcu..
Dağlar, ovalar; sağın, solun, ey yolcu…
Eller yuva. ‘kurdu., sen niçin boş durdun;
Yok muydu senin elin, kolun, ey yolcu?
YAPILAR
Üstümde binalar çıkıyor Şeddadî;
Katlar, “Yetişir!” dedikçe ben, yükseldi..
Sırtımdan atıp hepsini döndüm sana, ey
Koynunda göz açtığım ilâhî vâdî!
MARTI
Bildim : tepelerle kubbeler kardeşmiş;
Köprüy’le Haliç, ayrı değilmiş, eşmiş…
Gördüm, ki bugün, martı da İstanbul’da
Kumruyla güvercin gibi ehlîleşmiş.
YAHYA   KEMAL
Âşıkların, andık seni sohbet sohbet..
Andık seni, yandık sana gurbet gurbet.
Ardında teselli, yine, şi’rindi Kemâl..
Şi’riıı ki şurup şuruptu, şerbet şerbet.
T E Z A D L A R
Ömrümde tezâd, alay alay, Allaah’ım!
Fâniliği zannetme kolay, Allaah’ım!
Saymakla tükenmez suçu.. Arif bulunun
Tefritini ifratına say, Allaah’ım!
MEDÎHA   DEMİRKIRAN
Târihimi açtın bana destan destan;
Canlandı sesinde eski ruh, eski vatan…
Karşında benim, söylediğin Gencosman,
Karşımda sen, ey Demirkıran, Bağdat’san
SARGILAR
Hep hâtıralar, hâtıralar, hâtıralar…
Günler, geceler misâli aklar, karalar!
Bir mutlusu, sargılar sararken yarama
Bir içlisi, hâlâ, beni içten yaralar!
TAHT
Yirminde misin, söyle, on altında mısın?
Akşam, yine sultan gibi, tahtında mısın?
Ey sevgili, yattın mı cenûb uykusuna :
Yıldızların üstünde mi, altında mısın?
HUĞ
Kızlar neye saklandı; bu nazlar, bana mı?
Dünyâdaki, halden anlamazlar, bana mı?
Dostlar, bu harem harem salonlar, size de,
Huğ yapmak için Ağba’da sazlar, bana mı?
AV
Yok faydası, baksak öne, baksak arda;
Bir kıstırılan av gibi kaldık darda…
Artık, peşimizde koşmasın dün., yetişir; .
Artık, pusu kurmasın yarın, yollarda!
MES’UT   CEMİL
Parmakları perdelerdi, çalgıydı eli..
Ömrünce bu yurdun yayı, mızrapla teli
En şuh fasıllarda dahî sızlayacak
— Ey yolcu – hatırladıkça Mes’ut Cemil’i!
YASTIK
Bir şilte hazırlamış tüyünden kuşlar;
Son uykun için zamanı durdurmuşlar;
“Rü’yâlara dalsın!” diyerek, yastığını,
Kardeş periler, bulutla doldurmuşlar!
ACIMAK
Tanrım, ne çıkardı, gelmesem âleme ben;
Lâyık torun olmadım dedem Âdem’e ben…
Çoktan hazırım gitmeye., lâkin acırım
Bir kuytuda Öksüz kalacak anneme benî
SARHOŞ
İçtikçe hafifler gibi bir hoş gezeriz..
Harman, dövülür, bağ bozulur; boş gezeriz…
Ey sevgili, birgün şarabın rengiyle,
Birgün kadehin sesiyle sarhoş gezeriz!
ZEMZEM
Hâlâ içecek bol, yiyecekler taze..
Lâkin can, ayaktan çekilip çıktı dize…
Son Lûtfuna lâyıksak eğer dünyânın
Zemzem getir, ey yâr, bu ellerle bize!
KARANLIK
Yerlerde yürür sisle bulut., akşam olur;
Gök, gitgide alçalan, basık bir dam olur..
El, varmaz ateş yakmaya… insan, gecenin
Korkunç karanlığıyla sırsıklam olur.
OLMAK
Biz yavrularız., bakarlar, endam oluruz!
Biz, Fâtiha’yız, okurlar, ikram oluruz!
Bizler, dişiyiz., râm ederiz, ram oluruz!
Biz mermerler, dilersek, ehram oluruz!
NOKTA
Ardında ne varmış yenimin, yelkenimin?
Her sırrını söyletme ilâhî tenimin
Hilkat, bitirip nokta komuş san’atına..
Mânâsı budur tenimde, ey gün, benimin!
PAY
Leylâ’sı olurdun, istesen, Kays’ın sen;
Gökten, bize lâyık görülen paysın sen!
Nerden geliyor bu, yıldız olmak hevesi?
Ey tatlı çocuk, beyaz çocuk, aysın sen!
TAŞMAK
Hilkat, taşarak, köpük köpük, seddinden
Olgunluğunun, haber verir, meddinden..
Tat tat, eriyip susuzluğun ağzında,
Birgün, bu köpükler de geçer kendinden!
K A L B
Günden güne, bilmedik neden solduğunu..
Saklardı güzel gözlerinin dolduğunu…
Birgün eğilip kalbine, ondan gizli,
Kalbindekinin, anladık aşk olduğunu.
BÜYÜ
Onlar, çözemezler bu adanmış düğümü;
Kaçtım sana,, arkamda bıraktım köyümü…
Teller koparıp duvaklar attım, geldim..
Sen çöz, sıcak ellerinle sen çöz büyümü!
SOYUNMAK
Başlarsa eğer kendini bir soymaya o
Benzer bulutundan soyunan bir aya o…
Her cepheden, ayrı seyreder ayna, onu;
Her uzvunu ayrı baktırır aynaya o!
Y A N M AK
Bir hoş koku, gözlerimde sisler bırakır;
Ruhumda kesik sesler, akisler bırakır;
Yandıkça damar damar bu kıvrak gövde,
Kıvrandığı yerlerde kavisler bırakır.
AYAKLAR
Saçlar, su olup omuzlarından dökülür;
Yanmış gibi kıvranır vücudun., bükülür…
Mermerlere, küt küt, her ayak vurmanda,
Ey sevgili, bir yürek, yerinden sökülür!
GERÇEKLER
“Ben belki ateşliyim, diyor, belki deli..
Gerçekleri dünyâda neden gizlemeli :
Bir suçsa hayâtım ve kesilmekse cezam
Olsun kesecek boynumu, bir erkek eli!
NİÇİN
Canlar buluşur., tamamlanır eksiğimiz;
Bir başka hayât olur beraberliğimiz..
Ancak, o zaman anlaşılır, ey sevgi,
Ey sevgili, dünyâya niçin geldiğimiz!
PERVANELER
Kızlar, hava oynak, yuvalar şakraksa;
Mızrâb kıvılcım gibi, yay kıvraksa
Sabretmek için zorlamayın kendinizi..
Pervane hafifliğiyle, kalkın raksa!
NİNNİ
Yer, gök duman artık., ne açık var, ne koyu;
Kayboldu zamanın da, mekânın da boyu…
“Yoksul” demedin; “kurak, çelimsiz” demedin;
Koynunda uyuttun beni., koynumda uyu!
LAMBALAR
Bir kuytuda saklı şaheserler bilirim!
Akşamla, definem beni bekler, bilirim!
Sönsün -ne çıkar- yerin, göğün lâmbaları
Dünyânı, çocuk, ben senin, ezber bilirim!
ZELLE
Heyhat, gönül, sanma üveyler öz olur!
Sevsek söz olur burda, sevişsek söz olur…
Tenhâda buluşsak da bir olsak iki can
Gök, zellemiz üstünde, serapa, göz olur!
SEVMEK
Bir bardağa dolmaz, gülüm, aşk içki değil
“Rü’ya” mı, dedin? Belki odur. belki değil
Sevmek ve sevilmek ne ilâhî ihsan!
Lâkin tenimiz, ruhumuzun dengi değil
KÜÇÜK
Fanî dünyâda, başka yoktur kimsem!
istersen eğer, sen dalım ol, sen öksem!
Al, koçyiğitim, küçüksem aşkınla büyüt;
Aşkınla güzelleştir, eğer çirkinsem!
AĞIRLIK
Ömrüm, ne güzel bitti karanlık masalın;
Kuşlar, kelebekler, arılar, hoşça kalın!
Onsuz, bana dağlar gibi bir yüktü hayât;
Yelpazesi, üstümde ağırlıktı daim.
GÖRMEK
Yollar, tepecikler, sıra dağlar; inanın :
Altıntopu, bir haremdedir nîsânın!
Heyhat, ki biz  görmeyiz, en şâhâne
Mehtabım aynalar, görür dünyânın!
EVLİLİK
Sensiz günüm, olmaktadır aydan yorucu;
Yoldur, ki görünmez bu ucundan o ucu
“Kâfi iki günde bir buluşmak..” dersin…
Evlenme değil bizimki, Dâvûd orucu!
GÖKLER
Günlük ve buhur yüklü bu rüzgâr, senden
En tatlı ve en gizli ıtırlar, senden!
Sen huri değil, melek değilsin., lâkin,
Kat kat açılan göklere yol var, senden!
MEZAR
Leylâ, bırakıp gitti çeyiz sandığını!
Duyduğuna inanmazdı bu toprak yığını
Bir söyliyecek, anlatacak çıksaydı,
Dündenberi, koynunda kimin yattığını!
IŞIK
Dallar da, kanatlar da kırık, sen yoksan;
Hilkat boş emek, ömre yazık sen yoksan!
Kalmaz kokunun, tadın, sesin mânâsı,.
Bilmem, kimi gösterir ışık, sen yoksan?
SANDAL
Elbisemi biçmiş biçen eller, yensiz;
Bekler beni surda sandalım, yelkensiz…
Sen gelmeye kalkışma peeşimden., dünyâ
Bensiz olur, ey gül, fakat, olmaz sensiz!
GÜZEL
Tek çizgimi dünyâya bedel gösterdin!
Benden daha üstünleri el gösterdin!
Tanrı’m, sana bin şükür, ki Leylâ kulunu
Mecnûn’a kusursuz ve güzel gösterdin!
MECNÛN
“Mecnûn, benim., şimdi bu şöhret hakkım!
Bir âşıkım işte., var mı senden farkım?”
Mecnûn bakıp derin derin, gözlerime,
“Ey Yolcu, der, âşık değilim ben, aşkım!”
DÜNYA
Karşımdasm, ey ümîd, rü’yâda değil!
Gönlün – bilirim – bendedir, eşyada değil!
Aşkın, çağırır aşkımı dünyâ evine :
Ey sevgili, dünyâ evi, dünyâda değil!
KAPI
Bin yıl yaşadım, cüda cüdâ.. aç kapıyı!
Kubbende sesim, nida nida., aç kapıyı!
Yırtıp geleceklerin de takvimlerini
Geldim sana ben, fedâ fedâ.. aç kapıyı!
YILAN
Dünyâda yılan ıslığıdır ıslığımız;….
Aylarca, derinlerinde saklandığımız,
insan diye beslemişti karnında bizi;
Doğduk., anamızda kaldı insanlığımız
TÜRBE
Her yâdına bir Fatiha eklerken halk,
Bir lâhza için, gazapla isyan ile kalk!
Sor dilcilerinden, ey şehidim, ki neden
Türben “mozole”ymiş, neye lahdin “katafalk”?
YALAN
“Gel., gitme, dedim: kesti, bugün, yolları kar..”
Öfkeyle dedin : “gitmeliyim, karsa ne var?
Hem, söylediğin yalan, senin!” “öyle mi, ben
Yanlış da, yalan da söylesem doğru çıkar!”
ŞARK
Himmetler, Ölür bizde revaçsızlıktan;
Şark, ağlaşır açlıktan, ilâçsızlıktan..
Kânunu giyerken insan, elbise diye
Dağlar, tepeler, üşür ağaçsızlıktan!
TAŞ
Heyhat, onun ellerinde taşlar, şimdi;
Şerden korusun kendini başlar, şimdi!
Biz şeytanı taşlarken iş altüst oldu..
Ey gökyüzü, şeytan bizi taşlar, şimdi!
BOŞLUKLAR
Günler dışı, dünyâ dışı bir yerdeydim;
Boşlukta kanadlanmaya amadeydim…
Mes’ûd fezalarında nûr ülkesinin
Şeklimden, ağırlığımdan azadeydim!
DÖNMEK
Günler dışı, dünyâ dışı bir yerdeydin..
Şeklinden, ağırlığından azadeydin….
Heyhat, iki günde özledin dünyânı;
“Dönsün!” deseler dönmeye amadeydin!
DÜNYÂ
Artık, ne demir perde, ne hür dünyâdır;
Çektikleri, çok söz götürür dünyâdır..
Ey hemşeri, istersen eğer doğrusunu,
Dünyâmız, şimdiden, öbür dünyâdır.
ÖLÇÜ
Düşsek yola biz, az gideriz, uz gideriz..
Dağ, taş; ova, çöl; iniş, yokuş, düz gideriz…
Kurtulmadık eski ölçülerden., gitsek
Gitsek, iki iğne, bir çuvaldız gideriz.
ÂDEM
Her değdiğinin, bahtı kapanmakta bugün;
Havva, “nasıl ettim?” diye yanmakta bugün…
Pişman, yüce hilkat, seni halkettiğine..
Âdem, baban olmaktan utanmakta bugün!
TOKAT — II —
Çarparsam eğer beynine fetvanı senin
Yamyassı eder bu sille, simanı senin!
Dünyâna sığınmış, sövüyorsun geçene..
Birgün, tıkarım ağzına dünyânı senin!
SOY
Üstün yaratılmış gibi her fâniden,
Nefretle döner yüzleri, bir “âdi” den..
“Bizler, ulu soydanız, asiliz!” derler;
Başlar, bilirim, soyları “lâedrî” den
SAKAL
Hoşlanmıyor, artık, gerilikten, kabadan :
Aydın delikanlım, dedelerden, babadan
Gördüğüne “yobazlık” diye fetva vererek,
Siması için sakal getirtir Küba’dan!
SON
Göz nuru Muhammed’le nübüvvet bitti!
Ardınca Alî göçtü… fütüvvet, bitti!
Bulmuştu kerem de, bir zaman, Hâtem’ini…
Hâtem, çekilip gitti., mürüvvet, bitti!
İKBÂL
Ey yolcu, bu yolda gün geçer, hafta geçer..
Yollar… kimi, okşar; kimi, çarpıp da geçer…
İkbâline yâr olursa dünyâ şayet
Gölgen öpülür, öksürüğün zapta geçer.
HÜRRİYET— II —
Âvâre geçen ömrü ömür zannederiz;
Yolcum, suyu keyfince yürür zannederiz..
Gıptayla bakıp, zaman zaman, gökyüzüne
Rüzgârları hür, kuşları hür zannederiz.
MEŞ’ALE
Kandil, mum, ocak… yazlığımız, kışlığımız;
Yıllar yılı, toplanıp bütün yaktığımız
Bir meş’ale olsun… geceden bir köşeyi
Fethetmeye yetmez, yine, aydınlığımız.
İBLİS
Dîn, ismini mundarın “necis” koymuştur..
Şer, ismini temkinin “aciz” koymuştur…
Uğraşma, erenler de hidâyet veremez
Bir ruha ki îblîs, haciz koymuştur!
O K
Yollar geçerek kumbaradan, kurşundan,
En sonra, atom doğsa da şundan, bundan,
Ey mutsuz yolcu, her savaş dünyâda
Başlar atılan bir okla Yay Burcu’ndan.
OYUNCAK
Çok geççe de, artık bugün anlar gibiyiz :
Oynarken oyuncağını kıranlar gibiyiz;
Ey sâkı delik deşik kalan mutlu ağaç,
Gövdende senin, ağaçkakanlar gibiyiz!
İKİZLER
Ey yolcu, bakıp “yeterdi bir yavru…’ deme!…
Bir yavru için verilmemiş çifte meme..
Dünyaya ikizler getiren hâlim ben;
Geçmiş, oturur sol; gelecek, sağ dizime!
KÖK
Takdir bırakmış gibi yersiz, göksüz,
Bir gövdeyiz ortalarda dalsız, köksüz;
Sen söyle: nasıl, nasıl yaşarlar, Tanrı’m,
Dünden de, yarından da kalanlar öksüz?
F A NÎ
Hülyamız için, gerçi, biraz darsın sen..
Lâkin bizi imkânlara bağlarsın sen;
Diller, inanışlar sana “fâni” derler..
Fâni olsan da, ey beden, varsın sen!
GÜVERCİNLER
Birgün ne dua kalır, ne âminlerimiz;
Seyrekleşiyor, git gide, Yasin’lerimiz..
Bilmem ki, bu akşam, ne umarlar bizden
Göklerdeki ma’sûm güvercinlerimiz ?
DÂİRE
Bir kalkanı vardı : armağan, maziden..
“Korkum ne, deyip, haramiden, âsîden?”
Etrafına hanedanının, çepçevre,
Bir dâire çizdi Âyet-ül-Kürsî’den.
ONLAR
Son sofrada âşinâlarım, onlardı;
Bahçem, havuzum, semâlarım, onlardı..
Yollar mı silindi,., nerdeler, Allaah’ım?
Na’tim, gazelim, dualarım onlardı!
HAC C-I  VEDA’
Ey âbideler,, şahikalar tacı, veda’ !
Ayîni, semâ’i, devri, mi’râcı; veda !
Hak bir daha kılmazsa mülâkaatı nasîb,
Ey Kâ’be-i Uşşak, bu hac Hacc-ı Veda’ !
TAKDİR
Yerden göğe yükselen nidalar bilirim;
Kısmet dağıtan kutlu semâlar bilirim;
Takdire açılmış mütevekkil kapılar,
Takdiri değiştiren dualar bilirim.
BAHAR
Gönderdi dalından Sarıköy, bülbülümü;
Ey Gül Baba, at sen de uzaktan gülümü!
Leylek Dede’den geldi baharım bu sefer.
Sünbül Sinan, açtırdı bu yıl sümbülümü.





Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar