ARİF NİHAT ASYA (1904 - 1975)
Hacı Ahmed
Amîş kuddise sırruhu'l-âlî Efendinin
Güllerinden
Güllerinden
Türk Edebiyat Tarihi'ne "Bayrak
Şairi" olarak adını yazdıran Arif Nihat Asya, 7 Şubat 1904 yılında
Çatalca'nın İnceğiz Köyü'nde dünyaya geldi. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi
Tırnovalı Fatma Hanımdır. Nihat Asya bir aylıkken babasının ölümü
üzerine, akrabalarının himayesinde büyümek zorunda kaldı. İlköğrenimine köyünde
başladı fakat daha sonra İstanbul'a geldi. Önce Haseki Mahalle Mektebi'ne daha
sonra Gülşen'i Maarif Rüştiyesi'ne devam etti. Yatılı olarak girdiği Bolu
Sultanisi kapatılınca, Kastamonu Sultanisi'ne aktarıldı. Liseyi bitirdikten
sonra, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu.
Milli Mücadele Dönemi'nde Ankara'da bulundu. Bu dönem onun şiire başladığı, Türklük ve vatan aşkı ile şiirler kaleme aldığı tarihlerdir. 1928 yılında Darülmuallimin'i Aliye'den edebiyat öğretmeni olarak mezun oldu ve Adana kolej ve öğretmen okullarında edebiyat öğretmenliği ve yöneticilik yaptı. 1948 yılında Edirne'ye tayin edildi. 1950-54 döneminde Adana Milletvekilliği, 1954 yılında Eskişehir milletvekilliği yaptı. 1962 yılında ise Ankara Gazi Lisesi'nden emekli oldu. 5 Ocak 1975 tarihinde Ankara'da vefat etti.
Edebiyatımızda “Bayrak” şairi olarak tanınan Asya, Bayrak şiirini Adana’nın kurtuluş günü olan bir “5 Ocak”ın heyecanı ile yazdı. Birçok dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Şiirlerinde hece, arûz ve serbest vezinleri kullanan Arif Nihat, nazmın her tür ve şekliyle eserler vermiştir. Fikrin ağır bastığı şiirlerinde milliyetçilik konusu büyük bir yer tutar. Çok renkli ve değişik biçimli şiirler yazmış olan Asya, son şiirlerinde biraz da mistisizme yönelmiştir. Şiirinde daima bir yenileşme çabası içinde olan şair, etkilerden uzak kalarak kendine özgü bol renkli şiir dünyasını oluşturmuştur.
Güzel ve zarif benzetmelerin yanı sıra, keskin zekâsının, şakacı mizâcının mahsûlü olan nükteleri, hicivleri, kelime oyunları üslûbunu tamamlayan önemli unsurlardır. Tarihimizin şanlı sayfalarını şiirleştiren şair, Rubai türünün yeni Türk edebiyatında önemli şahsiyetlerinden kabul edilir. Bayrak ve vatan, onun mısralarında en usta anlatıcısını bulmuştur.
Heykeltıraş (1924), Yastığımın
Rüyası (1930), Ayetler (1936),
Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor (1946),
Rubaiyyat-ı Arif (1956), Enikli Kapı (1964),
Kubbe-i Hadrâ (1956), Kökler ve
Dallar (1964), Emzikler (1964),
Dualar ve Âminler (1967), Aynalarda
Kalan (1969),
Kanatlar ve Gagalar (1946), Kıbrıs
Rubaileri (1964),
Avrupa'dan Rubailer (1971), Kova
Burcu (1967).
NİSAN (KISMÎ ALINTI)
NİSAN TASI
Sen “dol”
demesen kalırdı boş can kadehi;
imrendi
gören bu elvan elvan kadehi…
Yanmışlar
için seninki, ey Hünkâr’ım,
Nisan
Tası’dır, benimki Nisan kadehi.
CAM
Bir
mu’cizedir nur, ki kıymet biçemem;
Eşkâli de,
elvanı da onsuz, seçemem…
Lâkin,
hasedim, çöreklenir göğsümde :
Camdan o,
geçer gider; niçin ben, geçemem
LEYLA -I-
Hâlâ, o
büyük seferlerin gökte izi…
Erler aŞarak
bin dağı, bin bir denizi,
Varmışken
asıl güzelliğin kaynağına,
Leylâ, akkor
– boş yere – yollarda bizi!
AYNALI ÇEŞME
-İŞ-
Birgün,
suyun ufkunda dumanlar görürüz;
Birgün,
kıyıdan engine taş yüzdürürüz…
Yelken, yakamoz,,
kandil, ırıp, ağ… derken
Bahtın bize
gösterdiği yoldan yürürüz.
DÖŞEK
Biz, dünkü
oyuncak geminin tayfaları,
Tiryakisi
olduk denizin, sonraları…
Birgün,
sereriz döşek denizkızlarına;
Birgün,
güderiz diyar diyar dalgaları.
YAKAMOZ
Pendik
kıyısında sırçalar, camlar ışık…
Enginde de,
şimdi yer yer, akşamlar ışık
Sandaldayız.,
altın yakamozlarla sudan
Çıktıkça
kürek, şıpır şıpır, damlar ışık.
KIVILCIMLAR
Dal,
“kendine yandı; asma, salkımlarına..
Öfkeyle,
deniz, atıldı rıhtımlarına…
Sahilde
sinip, bir kayadan bir tokadın,
Baktık, göğe
fışkıran kıvılcımlarına!
SAĞNAK
Dağ
yolcusunun duası, artık, boşadır;
Sağnak, bora
yardan yara, taştan taşadır..
Görsen
tanımazsın bu sükûn ülkesini :
Köknar,
meşe, çam saç saçadır, baş başadır
YELPAZE
Âlemde en
âsûde günün dün geçti;
Kalb
ağrıların silindi, hüznün geçti..
Dünyaya,
duyurmadan gelip gittiğini,
Yelpaze
hafifliğiyle bir gün geçti.
EMİR
Emrin
götürülmeden henüz imzaya,
Hasretlilerin
hızıyla koş, Leylâ’ya…
Doğmak, ne
demek, bir anadan? çek atını..
Dört nal
sürerek, atlayıver dünyâya.!
DÖNÜŞ
Beslendin
ışıklarla., yuvan, aydı senin!
Ey kuş,
gagan ok, kanadların yaydı senin !
Dünyâyı
yadırgasan da dönmezdin aya
Dünyâda eğer
bir eşin olsaydı senin!
CENNET
İmrendi
melekler bile hürriyyetime;
Dağlar,
ovalar yol oldu zürriyyetime…
Dünyâyı
beğendim de kalıp yerleştim;
Ben, yoksa,
dönerdim istesem Cennet’ime!
B E R D A N
— Murat
Asya’ya –
Yüzler
çekilir, yavaş yavaş, meydandan;
Bir ninni
gelir, mırıl mırıl,
Berdan’dan…
Tarsus’ta, bu hulya ve bu rü’ya gecesi,
Gök’ten yere
yıldız dökülür her yandan!
KIŞ
Birgün,
yine, toprakta sıcak harelenir..
Dal, kendi
kanatlarıyla yelpazelenir…
Şeftali
tebessüm kesilir hazzından..
Kor hâli
gelir elmaya; nar tanelenir!
SADETTİN
KAYNAK
Akşamları
rü’ya dolu sesler, yendi;
Varlıkları,
hep besteni söyler kendi..
Sâkîsi,
güzellerdi bu ses sofrasının;
Sundukları
içkiler, fakat, sendendi.
İŞSİZ
Git, git.,
sonu yoktur bu yolun, ey yolcu..
Dağlar,
ovalar; sağın, solun, ey yolcu…
Eller yuva.
‘kurdu., sen niçin boş durdun;
Yok muydu
senin elin, kolun, ey yolcu?
YAPILAR
Üstümde
binalar çıkıyor Şeddadî;
Katlar,
“Yetişir!” dedikçe ben, yükseldi..
Sırtımdan
atıp hepsini döndüm sana, ey
Koynunda göz
açtığım ilâhî vâdî!
MARTI
Bildim :
tepelerle kubbeler kardeşmiş;
Köprüy’le
Haliç, ayrı değilmiş, eşmiş…
Gördüm, ki
bugün, martı da İstanbul’da
Kumruyla
güvercin gibi ehlîleşmiş.
YAHYA
KEMAL
Âşıkların,
andık seni sohbet sohbet..
Andık seni,
yandık sana gurbet gurbet.
Ardında
teselli, yine, şi’rindi Kemâl..
Şi’riıı ki
şurup şuruptu, şerbet şerbet.
T E Z A D L
A R
Ömrümde
tezâd, alay alay, Allaah’ım!
Fâniliği
zannetme kolay, Allaah’ım!
Saymakla
tükenmez suçu.. Arif bulunun
Tefritini
ifratına say, Allaah’ım!
MEDÎHA
DEMİRKIRAN
Târihimi
açtın bana destan destan;
Canlandı
sesinde eski ruh, eski vatan…
Karşında
benim, söylediğin Gencosman,
Karşımda
sen, ey Demirkıran, Bağdat’san
SARGILAR
Hep
hâtıralar, hâtıralar, hâtıralar…
Günler,
geceler misâli aklar, karalar!
Bir mutlusu,
sargılar sararken yarama
Bir içlisi,
hâlâ, beni içten yaralar!
TAHT
Yirminde
misin, söyle, on altında mısın?
Akşam, yine
sultan gibi, tahtında mısın?
Ey sevgili,
yattın mı cenûb uykusuna :
Yıldızların
üstünde mi, altında mısın?
HUĞ
Kızlar neye
saklandı; bu nazlar, bana mı?
Dünyâdaki,
halden anlamazlar, bana mı?
Dostlar, bu
harem harem salonlar, size de,
Huğ yapmak
için Ağba’da sazlar, bana mı?
AV
Yok faydası,
baksak öne, baksak arda;
Bir
kıstırılan av gibi kaldık darda…
Artık,
peşimizde koşmasın dün., yetişir; .
Artık, pusu
kurmasın yarın, yollarda!
MES’UT
CEMİL
Parmakları
perdelerdi, çalgıydı eli..
Ömrünce bu
yurdun yayı, mızrapla teli
En şuh
fasıllarda dahî sızlayacak
— Ey yolcu –
hatırladıkça Mes’ut Cemil’i!
YASTIK
Bir şilte
hazırlamış tüyünden kuşlar;
Son uykun
için zamanı durdurmuşlar;
“Rü’yâlara
dalsın!” diyerek, yastığını,
Kardeş
periler, bulutla doldurmuşlar!
ACIMAK
Tanrım, ne
çıkardı, gelmesem âleme ben;
Lâyık torun
olmadım dedem Âdem’e ben…
Çoktan
hazırım gitmeye., lâkin acırım
Bir kuytuda
Öksüz kalacak anneme benî
SARHOŞ
İçtikçe
hafifler gibi bir hoş gezeriz..
Harman,
dövülür, bağ bozulur; boş gezeriz…
Ey sevgili,
birgün şarabın rengiyle,
Birgün
kadehin sesiyle sarhoş gezeriz!
ZEMZEM
Hâlâ içecek
bol, yiyecekler taze..
Lâkin can,
ayaktan çekilip çıktı dize…
Son Lûtfuna
lâyıksak eğer dünyânın
Zemzem
getir, ey yâr, bu ellerle bize!
KARANLIK
Yerlerde
yürür sisle bulut., akşam olur;
Gök, gitgide
alçalan, basık bir dam olur..
El, varmaz
ateş yakmaya… insan, gecenin
Korkunç
karanlığıyla sırsıklam olur.
OLMAK
Biz
yavrularız., bakarlar, endam oluruz!
Biz,
Fâtiha’yız, okurlar, ikram oluruz!
Bizler, dişiyiz.,
râm ederiz, ram oluruz!
Biz
mermerler, dilersek, ehram oluruz!
NOKTA
Ardında ne
varmış yenimin, yelkenimin?
Her sırrını
söyletme ilâhî tenimin
Hilkat,
bitirip nokta komuş san’atına..
Mânâsı budur
tenimde, ey gün, benimin!
PAY
Leylâ’sı
olurdun, istesen, Kays’ın sen;
Gökten, bize
lâyık görülen paysın sen!
Nerden
geliyor bu, yıldız olmak hevesi?
Ey tatlı
çocuk, beyaz çocuk, aysın sen!
TAŞMAK
Hilkat,
taşarak, köpük köpük, seddinden
Olgunluğunun,
haber verir, meddinden..
Tat tat,
eriyip susuzluğun ağzında,
Birgün, bu
köpükler de geçer kendinden!
K A L
B
Günden güne,
bilmedik neden solduğunu..
Saklardı
güzel gözlerinin dolduğunu…
Birgün
eğilip kalbine, ondan gizli,
Kalbindekinin,
anladık aşk olduğunu.
BÜYÜ
Onlar,
çözemezler bu adanmış düğümü;
Kaçtım
sana,, arkamda bıraktım köyümü…
Teller
koparıp duvaklar attım, geldim..
Sen çöz,
sıcak ellerinle sen çöz büyümü!
SOYUNMAK
Başlarsa
eğer kendini bir soymaya o
Benzer
bulutundan soyunan bir aya o…
Her
cepheden, ayrı seyreder ayna, onu;
Her uzvunu
ayrı baktırır aynaya o!
Y A N M AK
Bir hoş
koku, gözlerimde sisler bırakır;
Ruhumda
kesik sesler, akisler bırakır;
Yandıkça
damar damar bu kıvrak gövde,
Kıvrandığı
yerlerde kavisler bırakır.
AYAKLAR
Saçlar, su
olup omuzlarından dökülür;
Yanmış gibi
kıvranır vücudun., bükülür…
Mermerlere,
küt küt, her ayak vurmanda,
Ey sevgili,
bir yürek, yerinden sökülür!
GERÇEKLER
“Ben belki
ateşliyim, diyor, belki deli..
Gerçekleri
dünyâda neden gizlemeli :
Bir suçsa
hayâtım ve kesilmekse cezam
Olsun
kesecek boynumu, bir erkek eli!
NİÇİN
Canlar
buluşur., tamamlanır eksiğimiz;
Bir başka
hayât olur beraberliğimiz..
Ancak, o
zaman anlaşılır, ey sevgi,
Ey sevgili,
dünyâya niçin geldiğimiz!
PERVANELER
Kızlar, hava
oynak, yuvalar şakraksa;
Mızrâb
kıvılcım gibi, yay kıvraksa
Sabretmek
için zorlamayın kendinizi..
Pervane
hafifliğiyle, kalkın raksa!
NİNNİ
Yer, gök
duman artık., ne açık var, ne koyu;
Kayboldu
zamanın da, mekânın da boyu…
“Yoksul”
demedin; “kurak, çelimsiz” demedin;
Koynunda
uyuttun beni., koynumda uyu!
LAMBALAR
Bir kuytuda
saklı şaheserler bilirim!
Akşamla,
definem beni bekler, bilirim!
Sönsün -ne
çıkar- yerin, göğün lâmbaları
Dünyânı,
çocuk, ben senin, ezber bilirim!
ZELLE
Heyhat,
gönül, sanma üveyler öz olur!
Sevsek söz
olur burda, sevişsek söz olur…
Tenhâda
buluşsak da bir olsak iki can
Gök,
zellemiz üstünde, serapa, göz olur!
SEVMEK
Bir bardağa
dolmaz, gülüm, aşk içki değil
“Rü’ya” mı,
dedin? Belki odur. belki değil
Sevmek ve
sevilmek ne ilâhî ihsan!
Lâkin
tenimiz, ruhumuzun dengi değil
KÜÇÜK
Fanî
dünyâda, başka yoktur kimsem!
istersen
eğer, sen dalım ol, sen öksem!
Al,
koçyiğitim, küçüksem aşkınla büyüt;
Aşkınla
güzelleştir, eğer çirkinsem!
AĞIRLIK
Ömrüm, ne
güzel bitti karanlık masalın;
Kuşlar,
kelebekler, arılar, hoşça kalın!
Onsuz, bana
dağlar gibi bir yüktü hayât;
Yelpazesi,
üstümde ağırlıktı daim.
GÖRMEK
Yollar,
tepecikler, sıra dağlar; inanın :
Altıntopu,
bir haremdedir nîsânın!
Heyhat, ki
biz görmeyiz, en şâhâne
Mehtabım
aynalar, görür dünyânın!
EVLİLİK
Sensiz
günüm, olmaktadır aydan yorucu;
Yoldur, ki
görünmez bu ucundan o ucu
“Kâfi iki
günde bir buluşmak..” dersin…
Evlenme
değil bizimki, Dâvûd orucu!
GÖKLER
Günlük ve
buhur yüklü bu rüzgâr, senden
En tatlı ve
en gizli ıtırlar, senden!
Sen huri
değil, melek değilsin., lâkin,
Kat kat
açılan göklere yol var, senden!
MEZAR
Leylâ, bırakıp
gitti çeyiz sandığını!
Duyduğuna
inanmazdı bu toprak yığını
Bir
söyliyecek, anlatacak çıksaydı,
Dündenberi,
koynunda kimin yattığını!
IŞIK
Dallar da,
kanatlar da kırık, sen yoksan;
Hilkat boş
emek, ömre yazık sen yoksan!
Kalmaz
kokunun, tadın, sesin mânâsı,.
Bilmem, kimi
gösterir ışık, sen yoksan?
SANDAL
Elbisemi
biçmiş biçen eller, yensiz;
Bekler beni
surda sandalım, yelkensiz…
Sen gelmeye
kalkışma peeşimden., dünyâ
Bensiz olur,
ey gül, fakat, olmaz sensiz!
GÜZEL
Tek çizgimi
dünyâya bedel gösterdin!
Benden daha
üstünleri el gösterdin!
Tanrı’m,
sana bin şükür, ki Leylâ kulunu
Mecnûn’a
kusursuz ve güzel gösterdin!
MECNÛN
“Mecnûn,
benim., şimdi bu şöhret hakkım!
Bir âşıkım
işte., var mı senden farkım?”
Mecnûn bakıp
derin derin, gözlerime,
“Ey Yolcu,
der, âşık değilim ben, aşkım!”
DÜNYA
Karşımdasm,
ey ümîd, rü’yâda değil!
Gönlün –
bilirim – bendedir, eşyada değil!
Aşkın,
çağırır aşkımı dünyâ evine :
Ey sevgili,
dünyâ evi, dünyâda değil!
KAPI
Bin yıl
yaşadım, cüda cüdâ.. aç kapıyı!
Kubbende
sesim, nida nida., aç kapıyı!
Yırtıp
geleceklerin de takvimlerini
Geldim sana
ben, fedâ fedâ.. aç kapıyı!
YILAN
Dünyâda
yılan ıslığıdır ıslığımız;….
Aylarca,
derinlerinde saklandığımız,
insan diye
beslemişti karnında bizi;
Doğduk.,
anamızda kaldı insanlığımız
TÜRBE
Her yâdına
bir Fatiha eklerken halk,
Bir lâhza
için, gazapla isyan ile kalk!
Sor
dilcilerinden, ey şehidim, ki neden
Türben
“mozole”ymiş, neye lahdin “katafalk”?
YALAN
“Gel.,
gitme, dedim: kesti, bugün, yolları kar..”
Öfkeyle
dedin : “gitmeliyim, karsa ne var?
Hem,
söylediğin yalan, senin!” “öyle mi, ben
Yanlış da,
yalan da söylesem doğru çıkar!”
ŞARK
Himmetler,
Ölür bizde revaçsızlıktan;
Şark,
ağlaşır açlıktan, ilâçsızlıktan..
Kânunu
giyerken insan, elbise diye
Dağlar,
tepeler, üşür ağaçsızlıktan!
TAŞ
Heyhat, onun
ellerinde taşlar, şimdi;
Şerden
korusun kendini başlar, şimdi!
Biz şeytanı
taşlarken iş altüst oldu..
Ey gökyüzü,
şeytan bizi taşlar, şimdi!
BOŞLUKLAR
Günler dışı,
dünyâ dışı bir yerdeydim;
Boşlukta
kanadlanmaya amadeydim…
Mes’ûd
fezalarında nûr ülkesinin
Şeklimden,
ağırlığımdan azadeydim!
DÖNMEK
Günler dışı,
dünyâ dışı bir yerdeydin..
Şeklinden,
ağırlığından azadeydin….
Heyhat, iki
günde özledin dünyânı;
“Dönsün!”
deseler dönmeye amadeydin!
DÜNYÂ
Artık, ne
demir perde, ne hür dünyâdır;
Çektikleri,
çok söz götürür dünyâdır..
Ey hemşeri,
istersen eğer doğrusunu,
Dünyâmız,
şimdiden, öbür dünyâdır.
ÖLÇÜ
Düşsek yola
biz, az gideriz, uz gideriz..
Dağ, taş;
ova, çöl; iniş, yokuş, düz gideriz…
Kurtulmadık
eski ölçülerden., gitsek
Gitsek, iki
iğne, bir çuvaldız gideriz.
ÂDEM
Her
değdiğinin, bahtı kapanmakta bugün;
Havva,
“nasıl ettim?” diye yanmakta bugün…
Pişman, yüce
hilkat, seni halkettiğine..
Âdem, baban
olmaktan utanmakta bugün!
TOKAT — II —
Çarparsam
eğer beynine fetvanı senin
Yamyassı
eder bu sille, simanı senin!
Dünyâna
sığınmış, sövüyorsun geçene..
Birgün,
tıkarım ağzına dünyânı senin!
SOY
Üstün
yaratılmış gibi her fâniden,
Nefretle
döner yüzleri, bir “âdi” den..
“Bizler, ulu
soydanız, asiliz!” derler;
Başlar,
bilirim, soyları “lâedrî” den
SAKAL
Hoşlanmıyor,
artık, gerilikten, kabadan :
Aydın
delikanlım, dedelerden, babadan
Gördüğüne
“yobazlık” diye fetva vererek,
Siması için
sakal getirtir Küba’dan!
SON
Göz nuru
Muhammed’le nübüvvet bitti!
Ardınca Alî
göçtü… fütüvvet, bitti!
Bulmuştu
kerem de, bir zaman, Hâtem’ini…
Hâtem,
çekilip gitti., mürüvvet, bitti!
İKBÂL
Ey yolcu, bu
yolda gün geçer, hafta geçer..
Yollar…
kimi, okşar; kimi, çarpıp da geçer…
İkbâline yâr
olursa dünyâ şayet
Gölgen
öpülür, öksürüğün zapta geçer.
HÜRRİYET— II
—
Âvâre geçen
ömrü ömür zannederiz;
Yolcum, suyu
keyfince yürür zannederiz..
Gıptayla
bakıp, zaman zaman, gökyüzüne
Rüzgârları
hür, kuşları hür zannederiz.
MEŞ’ALE
Kandil, mum,
ocak… yazlığımız, kışlığımız;
Yıllar yılı,
toplanıp bütün yaktığımız
Bir meş’ale
olsun… geceden bir köşeyi
Fethetmeye
yetmez, yine, aydınlığımız.
İBLİS
Dîn, ismini
mundarın “necis” koymuştur..
Şer, ismini
temkinin “aciz” koymuştur…
Uğraşma,
erenler de hidâyet veremez
Bir ruha ki
îblîs, haciz koymuştur!
O K
Yollar
geçerek kumbaradan, kurşundan,
En sonra,
atom doğsa da şundan, bundan,
Ey mutsuz
yolcu, her savaş dünyâda
Başlar
atılan bir okla Yay Burcu’ndan.
OYUNCAK
Çok geççe
de, artık bugün anlar gibiyiz :
Oynarken
oyuncağını kıranlar gibiyiz;
Ey sâkı
delik deşik kalan mutlu ağaç,
Gövdende
senin, ağaçkakanlar gibiyiz!
İKİZLER
Ey yolcu,
bakıp “yeterdi bir yavru…’ deme!…
Bir yavru
için verilmemiş çifte meme..
Dünyaya
ikizler getiren hâlim ben;
Geçmiş,
oturur sol; gelecek, sağ dizime!
KÖK
Takdir
bırakmış gibi yersiz, göksüz,
Bir gövdeyiz
ortalarda dalsız, köksüz;
Sen söyle:
nasıl, nasıl yaşarlar, Tanrı’m,
Dünden de,
yarından da kalanlar öksüz?
F A NÎ
Hülyamız
için, gerçi, biraz darsın sen..
Lâkin bizi
imkânlara bağlarsın sen;
Diller,
inanışlar sana “fâni” derler..
Fâni olsan
da, ey beden, varsın sen!
GÜVERCİNLER
Birgün ne
dua kalır, ne âminlerimiz;
Seyrekleşiyor,
git gide, Yasin’lerimiz..
Bilmem ki,
bu akşam, ne umarlar bizden
Göklerdeki
ma’sûm güvercinlerimiz ?
DÂİRE
Bir kalkanı
vardı : armağan, maziden..
“Korkum ne,
deyip, haramiden, âsîden?”
Etrafına
hanedanının, çepçevre,
Bir dâire
çizdi Âyet-ül-Kürsî’den.
ONLAR
Son sofrada
âşinâlarım, onlardı;
Bahçem,
havuzum, semâlarım, onlardı..
Yollar mı
silindi,., nerdeler, Allaah’ım?
Na’tim,
gazelim, dualarım onlardı!
HAC C-I VEDA’
Ey
âbideler,, şahikalar tacı, veda’ !
Ayîni,
semâ’i, devri, mi’râcı; veda !
Hak bir daha
kılmazsa mülâkaatı nasîb,
Ey Kâ’be-i
Uşşak, bu hac Hacc-ı Veda’ !
TAKDİR
Yerden göğe
yükselen nidalar bilirim;
Kısmet
dağıtan kutlu semâlar bilirim;
Takdire
açılmış mütevekkil kapılar,
Takdiri
değiştiren dualar bilirim.
BAHAR
Gönderdi
dalından Sarıköy, bülbülümü;
Ey Gül Baba,
at sen de uzaktan gülümü!
Leylek
Dede’den geldi baharım bu sefer.
Sünbül
Sinan, açtırdı bu yıl sümbülümü.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar