"AŞK BUDUR" ROMANI ÜZERİNE
Hzl: Gülşah ŞİŞMAN
Aşk Budur, Sâmiha Ayverdi’nin yazı
hayatına adım attığı ilk romanıdır. Olayların Arabistan’ın Hayre şehrinde
cereyan ettiği romanda, Hamza’nın yirmi iki yaşında genç bir kadın olan
Meryem’e duyduğu ve karşılığı olmayan beşerî aşk anlatılır. Meryem’in kendini
bildi bileli içinde barındırdığı ilahî aşk duygusu ise eserin bir diğer
mihveridir. Meryem’in ilahî aşkı, Hamza’nın beşerî aşkı önünde bir örnektir ve
zamanla Hamza’nın olgunluğa ulaşmasına yardım edici bir rol üstlenir.
Romanın erkek kahramanı Hamza’yı okuyucu, kitabın hemen
başlarında tanır ve onun sevdiği kadın tarafından sevilmediği için gittikçe
ümitsizleşen bir sevdaya doğru yol aldığını öğrenir. Hayre hükümdarı Üçüncü
Menzer’in başhekimi olan Hamza, varını yoğunu bu aşk uğruna feda etmeye
hazırdır. Bütün servetinden, şöhretinden, hâlk arasında dilden dile dolaşan
namından, dürüst ve insani hislerinden, hülasa sahip olduğu her şeyden bu aşkın
karşılığında vazgeçmek Hamza için hiç de zor değildir. Burada hissedilen,
Hamza’nın aşkına karşılık bulmak uğruna dünyanın bütün maddi değerlerinden
geçmeye hazır olduğudur.
Kitabın ilk sayfalarında sürekli olarak Hamza’nın Meryem’e
duyduğu aşkın boyutundan bahsedilir; Meryem’in Hamza için ne ifade ettiği,
Hamza’nın Meryem’e duyduğu aşkın büyüklüğü anlatılır. Meryem Hamza için vücudun
aslî organı olan kalp gibidir. Nasıl ki kalbi duran bir insanın yaşaması mümkün
değilse, Meryem’siz bir Hamza’nın da aynı şekilde yaşaması imkansızdır. Burada
dikkate değer önemli bir nokta, Hamza’nın kendisini ümitsiz ve perişan eden bu
aşktan kurtulmayı istememesidir:
“Hem
o, bu aşktan kurtulmanın çaresini bilse bile gene istemezdi. Hamza demek
sevgilisi Meryem demekti. Meryem Hamza’nın hayatından çekilirse, o, bir ceset
gibi cansız, manasız ve ifadesiz kalırdı. Onun bütün varlığı Meryem’den
ibaretti.”111
Hamza’nın bu aşktan kurtulmak istemeyip bilakis kendini,
karşılık bulamadığı için her daim ıstırap veren bu aşkla kuşatmak istemesi,
tasavvuftaki aşk acısından mutluluk duyma motifini hatırlatmaktadır. Hamza bu
noktada Meryem’in aşkından kurtulmak şöyle dursun, bu aşkın ıstırabıyla daha
ziyade aşina olmak istemesi bakımından Mecnûn’la da benzerlik göstermektedir.
Bunun yanı sıra Hamza aşkına karşılık beklemektedir. Bunun
bir zaaf, aşkı lekeleyen ve küçük düşüren, onun değerini azaltan bir şey
olduğunun farkında olan yazar,
“Ne
olurdu Hamza, Meryem’den karşılık istemeyecek kadar büyük ve yüksek olsaydı da
kendi aşkına şerik koşmasaydı. Hâlbuki o, Meryem ’in, aşkına mukabele etmesine
karşılık, şerefini, faziletlerini, mefkûresini, temellük ettiği her türlü
varlığını, hasılı Meryem neyi isterse hepsini vermeye hazırdı.”118
sözleriyle Hamza’nın, aşk bahsinde henüz tam olgunluğa
erişmediğinin altını çizmekte ve okuyucuya bu yolda Hamza’nın kat etmesi
gereken daha çok mesafe olduğunu duyurmaktadır.
Yazar, roman boyunca yer yer aşkın çeşitli tanımlarını da
yapmakta ve bunları kahramanlar vasıtasıyla okuyucuya iletmektedir. Hamza’nın
aşk hakkındaki düşünceleri, bu duruma bir örnek teşkil etmesi itibariyle
dikkate değerdir:
“Aşk..
insanı beşer kütlesinden temyiz eden kuvvet.. Aşk.. tükenmez bir sermaye!. Aşk,
ölçüsüz sevgi.. Aşk, sevdanın kemâli.. aşk, garezsiz muhabbet.”119
Yazar, Hamza’nın şiddetli aşk duygularının peşi sıra bu
aşkın diğer kahramanını tanıtmaya başlar. Meryem, cemiyetin zevk aldığı
şeylerden zevk duymayan, kendi gönlüyle baş başa kalmayı tercih eden, herkesten
kaçan, dengeli, makul bir genç kızdır. Meryem, çok güzel bir kadın olmamakla
birlikte, onda, kimsenin bilip görmediği, onu bir ilahe kadar güzelleştiren bir
sır vardır.[1] İşte
belki de bu sır onu, hemen bütün Hayre erkeklerinin hoşlandığı bir kadın hâline
getirmektedir. Hâlkın gözünden Meryem, yazarın şu sözleriyle tanıtılır:
“Erkekler
onun için «gönülsüz Meryem>> derlerdi. O, gönülsüz değildi. Bilâkis bu
gönül, pek nadir kimseye nasib olan şedid bir aşk duygusuyla hisli ve uyanıktı.
Bu yakıcı duygu, bir kaftan gibi kızı baştan ayağa kaplamış, onun içindir ki,
muhitiyle arasına kavi bir hail olmuş ve onu yalnızlığa sürüklemişti.”[2]
Bu satırlardan anlaşıldığı üzere Meryem yüksek bir aşk
istidadına sahip olmakla birlikte kalbinin kime ait olduğu bilinmemektedir.
Gönlü kendisi için de bir sır olan Meryem dahi bu aşkın nasıl ve kime yönelik
olduğundan habersizdir. O, ancak bu kişiyle tanıştığı zaman kalbinin sahibini
tanıyacak ve bilecektir.
Meryem, Hamza’nın kendisine olan ilgisinden haberdardır.
Zaten Hayre hâlkının nazarında da Meryem ile Hamza nişanlı gibidirler. Bunun
nedeni ise Meryem’in babası Zeyyad’ın, Hamza’nın amcası oluşu ve bu nedenle iki
kahramanın yıllarca aynı çatı altında yaşamış olmalarıdır. Aşkının karşılığı
olarak Meryem’den en ufak bir nişan bile göremeyen Hamza, onun kendisine
meyletmesini beklemekte kararlıdır. Buna karşılık Meryem ise Hamza’nın, kendi
ümitsiz sevdasının esiri oluşuna hayret etmektedir.
Romanın bu kısımlarında yazarın, Meryem’deki aşk
kabiliyetini en tesirli bir şekilde okuyucuya duyurmaya çalıştığı
görülmektedir:
“Şu
muhakkaktı ki, Meryem’le günden güne aralarındaki mesafe genişliyor ve genç
kız, istikameti meçhul bir semte doğru alabildiğine gidiyordu. Bu gidiş nereye
idi? Hamza Meryem’in her hangi bir gönülün arkasından gittiğini asla tasavvur
edemiyor, bununla beraber Meryem’deki aşk kabiliyetinin de günden güne tekâmül
ederek onu dayanılmaz cazibesine doğru çektiğinde de şüphe etmiyordu.”[3]
İşte her şeyin farkında olan Hamza, kafası bu soru
işaretleriyle dopdolu bir hâlde, ne yapacağına karar vermeye çalışmaktadır.
Meryem’le evliliği çok uzak bir ihtimal olarak görmekte, onu kendi isteğiyle
terk etmenin ise imkânsız olduğunu düşünmektedir. Sonunda bir müddet için ondan
uzak kalmak yolunu tercih eder.
Meryem’in kime olduğu bilinmeyen aşkı Hamza’yı rahatsız
etmektedir. O, her ne kadar Meryem’in gönlünün hiçbir kimseye mukayyet
olamayacağını bilse de gene de bu şüphelerinden kendini kurtaramaz. Meryem’in
kendisine yaptığı izahat, bir nebze de olsa gönlüne su serper:
“Hamza... ben
şimdiye kadar hiç bir tarafa gönül bağlamadım. Şu parçalanan kıymetli eserler
gibi, o eserlerin canlı birer nüshası olan vücüdlardan da gönlüme karargâh
aramıyorum. Nafile, benim üzerime töhmet koyma. Sen, mizacımın büyük bir aşk
istidadıyla yoğurulmuş olduğunu en yakın bilenlerdensin. Fakat bu inkişaf
etmemiş duygu, belki de ömrümün sonuna kadar hiç kimseye sıçrayamayacaktır.
Zira bu aşk ihtiyacı, his kayıdlarının esaretine mütehammil değildir. Benim
endişem, bu serabî duyguların esaretine bağlanamaz.
Ben kimseyi sevmedim. Seveceğimi de zannetmiyorum, müsterih
ol Hamza!”18
Görüldüğü kadarıyla Meryem’in aşkı, maddi her kıymetin
üstünde olan, hissi kayıtlar altına alınamayacak bir aşktır. Bundan Meryem’in
henüz aradığını bulamamış bir aşk ihtiyacında olduğu sonucuna varılabilir.
Fakat onun hiç kimseyi sevemeyeceğine dair sözleri, Hamza’yı teskin etmekten
çok uzaktır. Çünkü bu <<kimse>> içerisinde bizzat Hamza’nın kendisi
de vardır.
Bir süredir ülkede bulunan Bizans büyük elçisi
Marküs’ün,ülkesine dönerken kendisi için seçilen cariye yerine sarayda tertip
edilen eğlenceler esnasında görüp tanıdığı
Meryem’i
hediye olarak istemesi üzerine hükümdar Üçüncü Menzer, Meryem’i bu durumdan
kurtarmak için bir yalan uydurmak zorunda kalır ve Meryem’le Hamza’nın nikâhlı
olduklarını, çok yakın bir tarihte de düğün yapacaklarını söyler. Menzer, büyük
elçi Marküs’ü de bizzat bu düğüne davet eder.
İşte böyle bir durum neticesinde Meryem’le evlenme hayaline
kavuşan Hamza, bu emrivaki dolayısıyla son derece müteessirdir. Çünkü bu
evliliğin Meryem’i mutlu etmediğinin farkındadır. Meryem’i üzen bir vaka her ne
kadar Hamza’nın canla başla arzuladığı bir şey de olsa, bu kendisine ancak
üzüntü verecektir. Burada Hamza bir derece daha olgunlaşmış biri olarak
karşımıza çıkmaktadır. Sevdiği kadının içinde bulunduğu bu durumdan
faydalanacak kadar aşağılık bir adam olmadığını gördüğümüz Hamza, aşk yolunda
bir basamak ileri gitmiştir.
Bir yandan da ondaki, aşkın ıstırabıyla hoşnut olma
duygusunun devam ettiği görülmektedir:
“Bir an kendi kendine: Şu kızın eline bir hançer versem de
hiç olmazsa beni öldürüverse diye düşündü.
Fakat o zaman ölüm bir kerre gelmiş olacaktı. Hâlbuki Meryem
onu, gözün görmediği
hançerle senelerden beri, her nefes yüz ölümle öldürmüyor
muydu? Hamza, yüz hayata
Bu sözler, aşk yolunda can feda etmeyi ve bunun hiçbir şeye
değişilmez lezzetini göstermesi açısından son derece dikkat çekicidir. Bilindiği
gibi tasavvuf düşüncesine göre ilahî aşka uzanan yollar meşakketlerle doludur.
Aşk makamına çıkılan vahdet vadisi mâ- sivâ tuzaklarıyla sarılmıştır. Ruhun
hürriyeti ancak onlara yakalanmadan hakikate ulaşmakla mümkün olur. Edebiyat
dilinde buna ‘aşk derdi, aşk belâsı’ denir ve bu dert ile hoş olmak lâzımdır.[5] Bu
noktadan hareketle denilebilir ki aşk için çekilen her cefa, âşık için en güzel
hediyedir, en kıymetli nimettir. Hamza’daki aşk henüz ilahî bir boyut
taşımamakla beraber aşk derdinden hoşnut olması itibariyle tasavvufi aşk
anlayışıyla benzeşmektedir. İşte Hamza’nın sahip olduğu bu düşünceler ve içinde
bulunduğu bu ruh hâli, aşkının en şedid bir yansımasıdır.
Meryem’in, bu zoraki evlilik sonrasında içinde bulunduğu ruh
hâli de yazar tarafından adeta bir nakış gibi ince ince işlenmiştir. Meryem’in
her bir damarı ayrı bir kalp gibi vurmakta; ona, bu heyecan maddileşerek
vücudunun her hangi bir tarafından zaptolunmaz bir çığlıkla fışkırarak ortalığı
istila edecekmiş gibi gelmektedir. Genç kızın her bir uzvu seğirip titremekte;
bütün vücudu, on senelik ömrü bir senede tüketiyormuş gibi yanmaktadır. Korkulu
hisleri de bu ateşi alevlendirmekte, sanki bir an evvel yakıp bitirmek
istemektedir.[6]
Yazar, neredeyse histerik düzeydeki bu duyguların sahibi Meryem’in
Hamza’ya karşı olan lakayıtlığının sebebini de atlamamıştır. Burada üzerinde
önemle durulması icap eden noktalardan biri Hamza ile Meryem’in ruhi
uyuşmazlıklarıdır. Onların hayatı algılayışlarındaki farklılık, bize aşk
anlayışları hakkında da ipucu vermektedir. Meryem’in tek endişesi, hayat
muammalarının kökenini bilmek ve öğrenmektir. Çünkü ona göre bu sırlar
bilinmedikçe insan, gurbete düşmüş bir yabancıdan farksızdır. İnsan ancak
benliğine, ruhuna, yani hilkatin sırrına vardığı ölçüde insandır. Bilinmezler
içinde yaşamak, kendine ve kendini yaratana yabancı olmak Meryem için tam bir
azaptır.[7] Bu
anlamda Meryem’in rolü, dünyaya gelişimizin manasını, yani hilkatin sırrını
bulmak, keşfetmektir. Meryem’in ruhunu kasıp kavuran işte bu türden duygulardır.
O, maddi değerlere itibar etmeyen, mana âlemine aç bir insanı temsil
etmektedir. Hamza’yla olan ruhi uyuşmazlığı da bundan kaynaklanmaktadır. Ona
göre Hamza, unsuri zaaflarına bağlanıp kalmış basit bir mahlûktur. Meryem işte
bu nedenle kendisini ona yabancı hissetmekte; hayatın anlamına dair duyduğu
endişeleri anlayabilecek, bu yolda kendisine yardım edebilecek birini
aramaktadır. Ancak o vücudu bulduğu zaman Meryem susuzluğunu giderecek, suya
kanacaktır. Meryem’in bu duyguları yazar tarafından şu sözlerle izah edilir:
“Fakat genç kız, okumayı beceremediği bu mukedderat
sahifalarını, ilâhî şuurun akıl
erdiremediği gizliliklerini öğrenmeyi ne kadar isterdi. O,
şundan bundan duyduğu tek
tük
sözlerle kanaat edecek yaradılışta değildi. Meryem, hakikate karşı daima aç,
daima mütehassir, daima teşne idi.
Tıpkı,
anasının boynuna kollarını dolamak, yüzünü öpmek için ayaklarını kaldırarak
uzanan, fakat gene de yatişemeyen bir çocuk gibi, o da son gayretiyle hakikate
yetişmek için uzanır, uzanır bütün aklî kudretini kullanır fakat her şeye
rağmen ona erişemeyerek yeisle dönerdi.
Hakikatin
nurlu yüzü, Meryem ’in anası idi. Şüphe yok ki Meryem ’i yaratan ve onu
sinesinin saf sütü ile besleyen bu ananın boynuna kollarını dolamak, onu öpmek
için ne yapmak mümkünse yapacaktı.”[8]
Bu duygular içerisindeki Meryem, Mısır Firavununun
hastalığına şifa bulması amacıyla Hamza’nın Mısır’a gönderilmesi üzerine biraz
rahatlar. Çünkü Meryem için Hamza’yla aynı yerde bulunmak bir işkencedir. O
bunu, “İnsanın, manası olmayan bir kimseyle bulunması kadar büyük
azab yoktur.”[9]
sözleriyle anlatır.
Bu kısımlarda Meryem; kendini dünya zevklerinden çekmiş,
dünya hayatına yüksekten bakabilen, onun hayvani cephesini görüp ondan uzak
durmaya çalışan biri olarak tarif edilmektedir.[10]
Meryem’deki bu bütün dünya nimetlerinden geçmişlik, onun şiddetle mana üzerinde
duran yönünü de daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Öte yandan, Firavunun hastalığını iyileştirmek için kızgın
çöllerde Mısır’a giden Hamza’nın bu uzun yolculuk esnasında yaşadıkları, Leylâ’sını
bulma ümidiyle çöllere düşen Mecnûn’un hâlini anımsatmaktadır. Hamza aşk
ateşiyle öylesine yanmaktadır ki, bu hararet ona çölün kavurucu sıcaklığını
hissettirmez bile.
Hamza’nın çölde gördüğü bir rüya, Meryem’in bir sevdiği
olduğunu kendisine haber verir. Bu rüyada, kime ait olduğu bilinmeyen bir el,
gökyüzündeki bir ayı ve ona şiddetle yaklaşmış olan bir yıldızı işaret
etmektedir. Ay ve yıldızın Meryem ve onun sevdiği kişiye delalet ettiğini
düşünen Hamza, Meryem’in yanında kendisinden başka bir vücudun bulunması
fikriyle kahrolur. Gördüğü bu rüyanın son derece etkisinde kalan Hamza, bu
sevda ile gün be gün erimekte, fakat her zamanki gibi ıstırapta da gizli bir
zevk bulmaktadır. Bu aşkın ateşiyle dolu olan her bir zerresi Meryem
kesilmiştir. İşte bu ağzına kadar Meryem’le dolu olmak, kendini onunla doyurmak
hâli Hamza için sonsuz bir zevk kaynağı olmaktadır.
Hamza, Ehramların inşaatında Ömer adlı Arap bir esire
rastlar. Bu esir, Hamza’nın ve ona paralel olarak Meryem’in de hayatını
değiştirecek, onları bambaşka bir vadiye sürükleyecektir. Ömer, Hamza’nın
anladığı manada esirdir; fakat kalben hürdür. Ona göre asıl esir olanlar şeref,
şöhret, gurur gibi her türlü zaafın kulu ve hizmetkârı olan Hamza ve onun gibi
adamlardır.[11]
Ömer’in hakiki varlık olarak yani kalben hür olması ve maddenin esiri olmayıp
manaya ait bir özgürlüğe kavuşmuş olması Hamza’nın son derece dikkatini çeker.
Esirdeki bu ruhi doygunluğun nedenini merak eden Hamza’ya Ömer’in verdiği
cevabın bizi götürdüğü cihet sonsuz bir aşk anlayışıdır:
Görünüşündeki esarete rağmen Ömer’in bu sınırsız azadlığı,
hiçbir elin ve hiçbir bakışın değemeyeceği kalbinde yatan bu tertemiz aşktır.
Ömer’in kastettiği bu aşk, kuşku yok ki bir güzele bağlanıp kalmış bir aşk
değildir. Bu, maddi aşkın çok ötesinde duran ilahî bir aşk anlayışıdır. Ömer’in
bu yolda uzun uzadıya söyledikleri, yazardaki aşk anlayışını göstermesi
bakımından önemlidir. Çünkü bu satırlarda hareket eden adeta yazarın kendi
dudakları, duyulan da yazarın kendi sesidir:
“ Aşkı
sen hangi manâda kabul ettin de, aşk, aşk.. diyorsun? Bir güzelin ilham ettiği
aşktan mı bahsediyorsun yoksa? Aşkı, bir güzele mukayyed görmek, onun
hakikatine karşı küfürdür.
(...)
Şunu
bil ki, aşkın hakikatı bulunmadıkca, hilkatın maksudu ele gelmez ve insan
aşkının kemali derecesine göre mükemmel olur. Hilkatin ve kâinatın manasını
bulmak istersen aşkı bul. Çünkü insan aşkı bulmak için dünyaya gelmiştir.
Hayatın sebebi aşktır; mükevvenat da aşkın tekazası sebebiyle tekevvün
etmiştir. Ancak aşkı bulandır ki, maksuduna ve hilkatinin manasına kavuşmuştur.
Aşk deyip de geçme, zira kıyamet tarihine bir hudud vardır, ama aşka had ve
gayet yoktur.
Cismi
güzel gösteren ruh ve aşktır; aşkın taalluku ise ruha ve ruhla husule gelen
güzelliğedir. Bütün güzelliklerin menbaı aşktır; lâkin çok kimselere aşk
mükevvenat aynalarından yüz göstermiştir. O, herkese vasıtasız ve uryan olarak
yüz göstermez, meğer ki o kimse aşkın satvetinde kendini yok etmiş, aşk
kesilmiş, yani onunla ölmüş, onunla dirilmiş olsun!
Bir
çok kimseler gördükleri ve gönül verdikleri güzellikleri ve hoşlukları bu
müteayyin vücutlardan zannederek onların mesti ve sevdalısı olurlar. Fakat şu
demde ki bu vücutlar mahvolur ve aşkın hakikati tezahür eder o kimse buna
mülaki olunca, musavver olmayan hakikat ona der ki: Beşerîyet kirleri ve
iktizalariyle zebun ve mest olan sen, o güzellikleri bu vücudlardan sandın,
hâlbuki o güzellikler benim mutlak güzelliğimin aksinden ibaretti. Asıl benim,
hâlbuki sen onları asıl zannetmekle yanıldın!”193
Bu uzun açıklamalar, Sâmiha Ayverdi’deki aşk anlayışıyla
ilgili pek çok ipucu barındırmaktadır. Öncelikle aşk; bir vücuda, bir güzele,
hülasa maddi bir varlığa bağlanamayan, maddi bütün bağlardan azad olması
gereken bir duygudur. Aksi türde bir aşk, insanı onun hakiki manasından
uzaklaştırır. Ancak maddeye bağlı olmayan bu aşktır ki bizi gerçeğe götürür.
Gerçek olan da hiç şüphesiz Allah’tır. Sevdiğimiz, âşık olduğumuz her şey O’nun
bir yansımasıdır. Bu durumda asıl âşık olunan Allah’ın kendi zatıdır. Çünkü
yaratılış alemindeki her şey O’ndan zuhur etmiştir. Aslolan O’dur, diğer her
şey suretlerden ibarettir. İşte bunun farkında olan insan, hakikatin sırrına
erişmiş olur. Kişinin bu sırra erebilmesi için de kendini aşkla ve aşkta yok
etmesi gerekmektedir.
Ömer, bütün güzelliklerin kaynağının aşk olduğunu söyler. Bu
düşünce biraz daha genişletilip yeryüzünde var olan her şeyin kaynağının aşk
olduğu fikrine götürülebilir. Daha önce de değinildiği gibi Allah, bilinmeklik
istemiş ve bu nedenle kâinatı yaratmıştır. “Allah’ın bilinmeyi
istemesi aşktır ve aşk özün özüdür. Aşkla kendini beğenen Allah yokluk
aynasında tecelli ve kendi güzelliğini temaşa eder. Aşkın işte bu ilk
parıldayışı onun isimlerinin ve sıfatlarının çokluğunu sağlamış, böylece âlem
yaratılmıştır.”[13] İşte
var olan her şeyin bu aşk ile yaratılmış olması nedeniyle aşk, her şeyin
özüdür.
Ömer’in aşk hakkında söyledikleri, Hamza’yı bu konu üzerinde
düşünmeye sevkeder. Ömer’in bahsettiği aşk, hakikattir. Bu hakikatin kucağına
atılıp orada devamlı olarak kalmak, Hamza için son derece çekici bir hayaldir.
Fakat bu hayalini gerçekleştirebilmek için Meryem’in aşkını feda etmesi
gerektiğinin bilincindedir. Ona duyduğu aşk, hakiki aşkın önünde bir engel, bir
settir. Bu aşk onun her zerresini kayıt altına almıştır. Hâlbuki gerçek aşk,
hiçbir şeye mukayyet olmamalıdır. İşte Hamza tam da bu noktada kendini çaresiz
hisseder. Çünkü Meryem’in aşkından vazgeçmek onun için imkânsızdır. O,
Meryem’in aşkını hakikate dahi değişmek istemez.
Ancak Hamza bu hakikati Ömer’in nasıl bulmuş olduğunu
öğrenmeden de duramaz. Bu hakikati kendisine kimin aşıladığı sorusuna Ömer, “Ne
bildim, ne buldumsa hepsini, hatta kendimi, kendi hakikî varlığımı da ondan,
kabilemin reisinden iktibas ettim. Onun vücudu güneşinden kaptım.”[14]
cevabını verir. Bu cevap bizi, bir mürşidin varlığından haberdar etmektedir.
Hakikate, yani hakiki aşka ulaşmak insanda kendinden var olan bir yetenek
değil, ancak bir yol gösterici ile ortaya çıkabilecek bir meziyettir. Ömer’e,
sahip olduğu bu hakikat yolunu açan kişi de kabilesinin reisi Yusuf’tur.
Ömer, Hamza’da hakikate karşı büyük bir arzu görmüştür.
Ancak hakiki aşka ulaşmak için gerekli olan ruhi olgunluğun onda henüz yeterli
seviyede olmadığının da farkındadır. Ömer’e göre Hamza, sevgilisinin aşkından
örülmüş bir kılıf içinde mahbustur. Başını bu ağın içinden çıkaramadığı için de
Ömer’in önünde açtığı âlemi görüp hissetmesi mümkün değildir. Hamza’nın,
hakikati görmesine mani olan bu kılıftan sıyrılıp sıyrılamayacağını ise zaman
gösterecektir.
Hamza’yla birlikte kutsal bir yer olan Menfis mabedini
gezerlerken Ömer’in buradaki putlara tapan insanlara söyledikleri, ilahî aşkı
açıklayıcı mahiyettedir. Bu sözler, maddenin ötesinde olanı duyurmakta, mana
ile aşk arasındaki köprüyü izah etmektedir. Ömer, insanların asıllarına tapıp
ona secde etmelerini söyler. Çünkü insan ancak aslına, hakikate taptığı zaman
insan olmanın manasını kavramış olur:
“Aslına
tap, aslının önünde secdeye var! İşte bu secde, ne tazîm ne de ümid veya
korkudandır. Belki aşkın heybet ve istilâsındandır ki, baş, ihtiyarsız olarak
yere düşer; bu yere kapanışında zemini bile yüksek bulur ve tapmak için daha,
daha alçalmak, daha yok olmak, kendini unutmak ister.
İşte
aczin şiddeti içinde eğilen bu baş, manada yükselir; zaten onun aşkıyla kendini
alçaltan her şey yükselir, kıymet ve mana kazanır.
Öleceğini
düşünerek yaşamak, kalb istirahatı, kalb zevki verir; fakat ölmüş gibi yaşamak,
zevkin, istirahatin kendisidir. İşte, Mabudu bilerek ve görerek tapan, ve onun
için yere kapanan baş da, kendinden ölmüş, hakikî istirahata ve rahata
kavuşmuştur.
Bu
hakikat ki sizi ve beni ve bütün mükevvenatı, içinden dışından sarmış,
azametine müstağrak etmiştir, işte bu nihayetsiz büyüklük, onu gözlerden
gizleyen perde olmuştur. Onu görmek isterseniz, aşkla başınızı yere koyun. Onu
görmek için, gene onun aşkı nurundan gözlerinize fer, gönlünüze cevher isteyin.
Suzişiniz beşerîyetin âri olan gömleğini yaksın, sizi asıl insanlığınıza
kavuştursun.
Dünyaya uryan gelen insan, hakikatına da her şeyinden
soyunduğu vakit varabilir.”196
Bu satırlarda geçen ‘ölmeden evvel ölmek’ fikri, Sâmiha
Ayverdi’nin diğer birçok romanında da üzerinde durduğu bir konudur. Bu dünyada
ölmüş gibi yaşamak, yani nefsimizi ölmeden evvel öldürmek, hakiki aşka
ulaşmanın yollarından biridir. Bu dünyada ölmek, insanın maddi bütün
varlığından sıyrılıp kendini hiçlikte yok etmesi demektir. Dünyaya çıplak gelen
kişinin hakikate ulaşmak için her şeyinden soyunması tam da bu anlama
gelmektedir. Onu dünyaya bağlayan her bir şeyinden arınan insana böylelikle
hakiki gönül zevkinin yolu açılmış olur.
Hamza, Ömer’in bu anlattıklarından öylesine etkilenmiştir ki
onun, dünya üzerinde bir emsaline daha rastlanmayacak bir insan olduğunu
düşünür. Bu fikrini Ömer’e açması üzerine alığı cevap, hakiki aşkın mahiyetini
ve Allah aşkının sonsuzluğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir:
“Hem
benim nemi methetmek istiyorsun? Eğer şekil ve simamı methetmek istiyorsan, bu
taravet, en çok ölünceye kadar sürer. Eğer sözlerimi methediyorsan, ölüm
gelince bu da kalmaz. Fakat, bende Allah ’ımın aşkını görüp onu methetmek
istiyorsan, şehadetinde sadıksın; çünkü onun letafet ve taravetine hâlel
gelmez, hiçbir suretle ona zeval ve kesafet yoktur; çünkü o, odur.”191
Mısır Firavununu sağlığına kavuşturan Hamza için artık
memleketine dönme zamanı gelmiştir. Kendisine son derece minnettar olan
Firavun, şükran ifadesi olarak Hamza’nın her isteğini yerine getirmeye
hazırdır. Hamza, Firavundan tek bir şey ister; o da Ömer’in serbest bırakılmasıdır.
Bu isteği tereddütsüz kabul edilen Hamza ve Ömer, Hayre’ye doğru yola çıkarlar.
Hamza için dönüş yolculuğu çok çabuk geçmektedir. Zira attığı her adım onu
Meryem’e biraz daha yaklaştırmaktadır. Etrafındaki her şey Hamza’ya çok güzel
görünmektedir; çünkü her ne tarafa baksa tek gördüğü Meryem’dir. Her yer adeta
Meryem kesilmiştir.
Bir müddet için de olsa Hamza’dan uzaklaşmış olan Meryem
ise, yine de tam anlamıyla mesut değildir. Sonsuzluğu ve ebediliği arayış, onun
aklını daima kurcalayıp durmaktadır. Kendisine zaman zaman, kendi kendini
hapseden mahluk anlamında ipekkurdu diye hitap eden hükümdara bir keresinde
verdiği cevap, onun ebedi zevkin peşinde olan gönlünü açık etmesi bakımından
son derece kayda değerdir:
“-
Ben, esas itibariyle dünyadan nefret etmiyorum. Bilâkis dünyayı güzel, hem de
pek güzel buluyorum. Şu kadar var ki, her güzel şeyin, iğrenç cepheleri de
olması tabiîdir, işte ben, dünyanın bu mülevves kısmından istikrah ediyorum.
İşte ben bundan tiksiniyor, bu taşkın, yorucu ve manasız hayattan uzak olmaya
çabalıyorum.
İpekkurdu
diye hor gördüğünüz o böceğin koza içinde geçen mahbus hayatı, manada
azadlıktır. Zira göklere uçmaya müstaid kanatları o, bu esarette tedarik eder.
Onun için bu tecerrüde, esaret değil, hürriyet demelidir. Siz, ipekkurdunun
havadan, güneşten, sudan, hasılı her bir ihtiyaçtan müstagnî olarak geçirdiği
bu sarhoşluk âlemini neden istihfaf ediyorsunuz? O hayatın tadını, o
sarhoşluğun zevkini bilmediğiniz için değil mi?
İpekkurdu
kendini, kendinden başka sâkini olmayan bu daracık hücreye, ihtiyariyle
mukayyed eder. Zira ona bu yalnızlıkta, fezaların ihata edemeyeceği bir
genişlik vardır.”198
Meryem, sahip olduğu bu fikirleriyle hakikatin manasını
kavramış görülmektedir. Su, hava, güneş gibi her türlü ihtiyaca gönlü tok olan
ipekkurdu ile hakikati arayan insan arasında kuşkuya yer bırakmayacak bir
benzerlik olduğu açıktır. Nasıl ki ipekkurdu kendisini hapsettiği koza
içerisinde kendisine özgürlüğünü sağlayacak olan donanımlara sahip oluyorsa,
dünyanın her türlü nimetinden yüz çevirmiş insan da kendisini hürriyete
kavuşturacak olan hakikat sırrına bu sayede ulaşmaktadır. İşte Meryem, böyle
bir gönül sırrının meftunudur. Ve tıpkı ipekkurdu gibi, herkesten uzak yaşadığı
kendi dünyasında kimsenin anlayamadığı böyle bir genişlik, enginlik vardır.
İpekkurdu vakti geldiğinde nasıl ki kozasından çıkacaksa Meryem de gönlünde
hasıl olan fakat ne olduğunu kendisinin de bilmediği aşk sırrını zamanı
geldiğinde keşfedecektir.
Hamza, Mısır’dan döner dönmez Yusuf’la tanışmak ister. Onu
görmeye Meryem’le birlikte giderler. Bu aşirete ilk kez gelen Meryem, belirsiz
bir heyecan içerisindedir. Tanımadığı bu kimseler arasında sıkılacağını
düşünmekte, ama Hamza’yla yalnız kalmama arzusu onu bu ziyareti yapmaya mecbur
bırakmaktadır.
Kapıda onları Ömer karşılar. Hamza’nın gözleri bir müddet,
Yusuf un kendisiyle tokalaşmak için uzattığı eline takılı kalır. Bu el, ona
rüyasında ayın koynundaki yıldızı gösteren eldir. Hamza bir kez daha Meryem’in
sevgilisinin kim olduğunu öğrenmek için büyük bir istek duyar. Ancak
tanıştıklarının henüz ilk dakikalarında böyle yersiz bir soru sormak istemez ve
aklını kurcalayan bu soru işaretini giderme işini bir başka sefere bırakmaya
karar verir.
Yusuf, hoş sohbeti ve güler yüzüyle onları son derece sıcak
karşılar. Henüz muhabbetlerinin ilk başlarında sevgi hakkında söyledikleri
dikkate değerdir. Hamza’nın kendisine getirdiği hediye karşısında, Ömer’in
varlığının kendisi için en kıymetli hediye olduğunu söyler ve ekler:
“-
Ziyarete vesile ve sebeb, sevgidir. Asıl bahane ve vesile, ondan ibarettir.
Muhabbeti olanın eli boş olamaz. Zira sevgi, sebebin, vesilenin kendisidir
Hamza...”[15]
Meryem ise, bu sohbet esnasında Yusuf’un yüzüne ezeli bir
bilmeceyi çözmek ister gibi bakmakta, onun hiçbir hareketini gözden
kaçırmamaktadır. Meryem, Yusuf’tan ziyadesiyle etkilenmiş, onun konuşmalarında
zevkin en şiddetlisini bulmuştur. Öyle ki genç kız, bir göz açıp kapama
müddetinde, sanki bütün kâinatı dolaşmış kadar hayret içerisindedir. Yusuf’un
Meryem üzerinde bıraktığı tesiri yazar, şu ifadelerle daha açık bir şekilde
ortaya koymaktadır:
“Bir aralık Yusuf yüzünü Meryem’e çevirdi:
-
Aşiretimizi ilk
ziyaretiniz değil mi Meryem? dedi. Konuşurken bakışları birbirine değmişti.
Nazarların bu çarpışması Meryem ’i zeminden semavata, oradan gene şiddetle
zemine attı.”[16]
Meryem, Yusuf’u ilk gördüğü anda, hakikati bulması için
kendisine yol gösterecek kişinin o olduğunu anlamıştır. Yıllardan beri içinde
büyüttüğü aşk istidadı artık açığa çıkmaya hazırdır. Meryem’in bunu, daha ilk
bakışta anlaması şu sözlerle dile getirilmiştir:
“Bakış,
insana bilmediğini öğretir, bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir
şey öğrenmiş ve pek çok şeyler unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde,
bizzat kendi de vardı.”20
İşte Meryem, Yusuf’u görür görmez bütün bildiklerini
unutmuştur. Onun bu hâli, bambaşka bir dünyayı keşfetmeye hazırlanan bir
kişinin önceki bütün bildiklerinden arınması, soyunması gibidir. Meryem, bundan
sonra önünde kaç zamandır hasretle, aşkla, şevkle beklediği yepyeni bir
dünyanın açılacağının farkındadır.
Romanın başından itibaren Meryem’in gönlünün aşka eğilimli,
aşka müptela olduğu yazar tarafından verilmektedir. Fakat bu aşkın kime olduğu
gerek okuyucu gerekse Meryem’in kendisi tarafından bilinmemektedir. Yusuf’u
tanıdıktan sonra ise Meryem, aşkının yönünü tayin etmiş olur. Meryem’in
Yusuf’ta gördüğü, yıllardır peşinden koştuğu hakikatin ta kendisidir. İşte
Yusuf’ta gördüğü bu hakikat ışığıdır ki, Meryem’i olanca gücüyle ona doğru
çekmiştir. Bu, çağlayarak akan bir derenin sonunda yatağını bulmasına
benzetilebilir. Meryem’in gönlü de Yusuf’u tanıyınca aşkını da tanımış, bilmiş,
onun kaç zamandır kim olduğunu bilmeden peşinden koştuğu aşkı olduğunu
anlamıştır. Yazar, Meryem’de hasıl olan bu duygu silsilesini en ince
teferruatına kadar anlatır:
“Meryemin
gönlü artık boş ve aşktan tehi değildi. Bu gönlün şimdi bir sahibi, bir
hükümranı vardı: Yusuf!
Yusuf
onu bütün azametiyle istilâ etmişti. Meryem gönlüne baktığı zaman orada, ondan
başka bir varlık göremiyordu.
Şimdiye
kadar avare bir kelebek gibi, kokulu kokusuz hiçbir çiçeğin sinesini intihab
etmeyen bu gönül, nasıl olmuştu da müşkülâtsız, mücadelesiz, zorluksuz,
Yusuf’un gönlü mahşerinde konuklamıştı?
Meryem,
gönlünü saran bu ihtilâlden korkarak bir köşeye sinmiş, bu hakikatı bu güne
kadar kendine bile itiraf edememişti. Fakat artık, onu, ister istemez, her bir
zerresinin şahid olduğu bir kalabalık huzurunda ilân ediyor, itiraf eyliyordu.
Şimdi, Meryem saklasa da, bu aşk kendi kendini itiraf edecek, kendi kendini fâş
edecekti. Zira genç kızın her bir damarı ayrı bir kalb gibi şiddetle Yusuf’u
söyleyerek atmaya başlamıştı. Meryem’in şimdiye kadar hiçbir tarafa takılmadan
muallakta bekleyen gönlü, nihayet aradığını bulmuş, aşkın bizzat kendi
tarafından yakalanmıştı.
Mütemadiyen
değişen madde, bir taraftan inhilal, bir taraftan teşekkül eden eşya, bunların
hepsi, Meryem’in gönlünü kapacak kuvvete malik olmayan şeylerdi. Meryem aşkı,
aşkın manasını arıyordu; işte aradığını bulmuştu.”202
Bu uzun tafsilattan da anlaşıldığı gibi Meryem, yıllardır peşinde
koştuğu hazineyi sonunda bulmuştur. Kabuğunu kırıp, kendini sakladığı dünyadan
çıkma vaktinin geldiğinin de farkındadır. Yusuf ona tek bir bakışla
bilmediklerini bildirmiş, görmediklerini gördürmüş, bütün bir kâinatı gözleri
önüne sermiştir. Denilebilir ki artık ipekkurdu kozasından çıkmaya hazırdır.
Yusuf’un ruhani büyüklüğünden etkilenen tek kişi Meryem
değildir. Hamza da Yusuf’la tanıştıktan sonra değişmiş, daha olgun bir insana
dönüşmüştür. O artık kendisini çekemeyenlere kızmayan, kendisini övgü tufanları
arasında bırakan kişilerin korku veya ümid nedeniyle hareket ettiklerinin
farkında olan biridir. İnsanlara eskiye nazaran daha şefkatlidir ve yardım
elini karşılıksız uzatmaktadır. Halkın minnet dolu sesleriyle gurur
sarhoşluğuna kapılmamaktadır. Hakikati bu kadarcık bile görmesi onu manevî bir
şahsiyete, yeni ve bambaşka bir hüviyete doğru çekmektedir.
Bütün bu değişimlerine rağmen Hamza, gerçeğe ulaşacak gücü
kendinde bulamamaktadır. Yusuf’un varlığı kendisini mana bakımından
değiştirmiş, önünde yeni bir dünyanın kapılarının açılmasına vesile olmuştur.
Ancak Hamza, bu kapıyı sadece aralayabilmiş, ardına kadar açıp içeri girmeyi
henüz başaramamıştır. Kendisini hakikatin o engin genişliğine bırakıp orada
kaybolmaktan çok uzaktır. Ona göre bunu başarması için önünde aşması gereken
pek çok engeller vardır ki bunların en büyüğü de şüphesiz Meryem’in aşkı
selidir. İşte Hamza, gönlü Meryem’in aşkına takılı kaldıkça hakikat güneşini
göremeyeceğinin farkındadır. Meryem’in durumu ise tamamen farklıdır. Ebedî ve
hakiki aşk, kendini bildi bileli dünyanın geçici zevkleriyle arasını açan bir
arayış olmuştur. Henüz billurlaşmamış bir taslak mahiyetinde olan bu gayeyi
akli melekeleriyle açığa çıkaramayan Meryem, Yusuf sayesinde belirsiz olan bu
hayali canlandırararak meydana çıkarmıştır. Meryem şimdiye kadar bir sis
bulutunun ardından baktığı hakikati artık gayet sarih bir şekilde
görebilmektedir.
Bu noktada yazar, Meryem ile Hamza’nın aşk anlayışlarını
karşılaştırır, onlardaki aşk eğiliminin derecesini ortaya koyar. Hamza,
Yusuf’un büyüklüğündeki manayı tamamıyla anlayacak, onun bütün cihanı kuşatan
aşkını yansıtacak kadar parlak ve uyanık bir ruha sahip değildir. Meryem’de ise
göz kamaştıran bir ruh sefası, ele avuca sığmayan şiddetli bir aşk heyecanı
vardır.[17] Hakiki
aşkı algılayışlarındaki bu farklılık, Meryem’le Hamza arasındaki bir uçurum
gibidir. Biri hakikat ışığını gönlünün ta derinliklerinde hissetmekte, diğeri
bu ışığa el yordamıyla ulaşmaya çalışmaktadır.
Etrafındaki herkese olduğu gibi bu iki insana da çok şeyler
öğretecek olan Yusuf, yazar tarafından uzun uzun tanıtılır. O, boş vakitlerini
tefekkürle geçiren; gönlü, ezeli aşk ateşinin ocağı olan, hiçbir şeye ihtiyacı
olmadığı için kimseden bir şey beklemeyen ve istemeyen, ‘ya istifade etmeliyim,
yahud da ettirmeliyim’ diyen, manasız meşgaleleri ve zevkleri olmayan, daima
hasret çekip bu hasretinin kime olduğu bilinmeyen bir âşıktır.[18]
Yusuf’un bu derece ayrıntılı tanıtılması elbette sebepsiz
değildir. Zira roman kahramanlarının aşk anlayışlarının nasıl olgunlaştığını
layıkıyla anlayabilmek için öncelikle mürşid vazifesi gören Yusuf’u yakından
tanımak gerekmektedir. Yazar, Yusuf’u şu cümlelerle tanıtmaya devam eder:
“O,
kin ve intikam bilmez. Bu yüzden kendi de, etrafındakiler de daima müsterih ve
sakin yaşarlar. O, ne sevilmekten sevinir, ne de sevilmemekten yerinir.
Onun
insaniyete hizmeti, herkese dürüst ve sağlam ahlâk aşılamaktır. Bilhassa o, bu
hayatın sonu kabirdir öteki hayatın ise başı kabirdir. Allah’a sevgili olmak
isteyen güzel ahlâk sahibi olsun. Çünkü bütün amellerin en iyisi, güzel
ahlâktır; insanların hayırlısı güzel ahlâkı olanlardır, der.”[19]
Yusuf, Hamza tarafından amcası Zeyyad’a da uzun uzun
anlatılır. Hamza’ya göre Yusuf’tan kaynayan ilim, herkesin bilebileceği bir
kaynaktan gelmemektedir. Yusuf’un bilgisinin tek bir harfini bile öğrenmeye
insanın ömrü yeterli değildir. O, şeyhülhikemlerin sabahlara kadar rahle
başında meşakkatle öğrendikleri bir şeyi, Yusuf’un ağzından çıkan basit bir
kelimeye değişmeyeceğini söyler. O, kimseyi çağırmayan, çünkü kimseye ihtiyacı
olmayan biridir. İhtişam içinde yaşamıyor oluşu fakirliğinden ve başkalarına
ihtiyacından değil, maddi varlıklara kıymet vermeyişindendir. Hamza’ya göre
Yusuf, gizli olan can derdinin hekimidir ve devayı doğruca Allah’tan getirmektedir.[20]
Yusuf, romanda insanı aşka ulaştıran bir köprü vazifesi
görmektedir. İşte Meryem’in her nefeste Yusuf demesi, Hamza’nın aç ve muhtaç
olan gönlündeki boşluğu dolduracak hakikati Yusuf’ta araması bu yüzdendir.
Gönlünde engin aşk hazinelerini saklayan Yusuf’un aşk hakkında söyledikleri de
çok çeşitlidir. Ona göre aşk, insanı Yaradan’a ulaştıran en mühim vasıtadır.
İnsan, ancak aşk nuruyla Yaradan’ı görebilir. Sahip olduğumuz cüzî akıl,
kâinatı bir bütün olarak görmek ve böylece Yaradanın varlığına temas etmek için
yeterli değildir.201
Aşkın, maddenin ötesinde olduğu fikrine daha önce de
değinilmişti. Bu noktada önemle üzerinde durulması gereken bir konu da maddenin
ve aşkın tam olarak neleri karşıladığı hususundadır. Yusuf’un sözlerinden
anlaşıldığı kadarıyla akıl, yani ilim bir anlamda maddeyi karşılamaktadır. Aşk
ise gönül işidir; yani manaya, ruha aittir. Bu durumda ebedi aşk sırrına
ulaşmak için gereken ruh, yani gönüldür. Akıl, maddenin ötesinde olan aşkı
hakkıyla anlamaya yeterli değildir. Bu düşünceler, Yusuf’un söylediği şu sözler
ile daha açık bir şekilde ortaya konmaktadır:
“... ilim
denen mahsus bilgiler, bir insanın insanlığını bulması için kâfi değildir.
Bunları da öğrenmeli ve bilmeli, fakat onlara takılıp kalmamalıdır; beşerîn
istihdaf ettiği gaye, bu mahsus ilimlerin esaretine mukayyed olmamalıdır. Gönül
âlemine gel ki, onun hudutsuz vüs’ati içinde, maddiyet âleminin bir nokta kadar
küçük kalan hülâsası da vardır.
Beşerî
insaniyet basamağına yükselten kudret, aşkın hakikatıdır. Şuuru aşk istilâ
ettiği zaman, hakikatın yüzündeki örtü düşer. Aşktan başka her şeyden tecerrüd
edenlerdir ki, hikmet ve hakikat dalgalarını elsiz kaparlar.
İşte insan, ancak o vakit kendini, hakikat âleminin hayret
verici nihayetsizliği içinde zevk kesilmiş bulur.
Bu zevkin,
maddî ve mahsus zevkler gibi nihayeti yoktur. Çünkü o zaman sen zevk olur,
kendin zevk kesilirsin. Ariyet, arızî olan şeyler bir gün olup insandan
kaybolur, gider; fakat sen, o şeyin kendi olursan, hiçbir şey aslından
ayrılmaz.”20
Yusuf’un akıl ve aşk hakkında söyledikleri, tasavvuf
düşüncesiyle büyük ölçüde benzeşmektedir. Bilindiği gibi tasavvuf aklın gerçeğe
ulaşamayacağına, gerçeğe ulaşmanın ancak aşk ve cezbeyle mümkün olacağına
inanır.[21] Bu
nedenle Yusuf’un da belirttiği gibi ilim, gaye değil vasıta olarak görülmeli;
bunlara takılıp kalınmamalıdır. Bu, ilahî ilmin ancak aşk ile hasıl olan kalp
ilmi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ilmi kazanmak için gerekli olansa akla
danışmak değil kalp ile görmektir.
Bilmek ve öğrenmek için yanıp yakılan Meryem, Yusuf’tan daha
da anlatmasını ister. O, hakikate teşne olan Meryem için bir çeşme gibidir.
Yusuf konuştukça Meryem, bu sonsuz ve sınırsız akan çeşmeden kana kana içmekte,
yıllardır hasretini çektiği hakikat sırrıyla gönlünü ferahlatmaktadır.
Yusuf aşkın seven, sevilen ve sevgi olmak üzere üç isimle
anıldığını, fakat gerçekte bu üçünün de tek bir şeyi ifade ettiğini söyler.
Sevilen sevenin aynası, sevgi de mecmuudur. Aynaya bakan bir kimsenin
karşısında gördüğü şahsın bir vücudu yoktur; bu, bakanın gölgesidir. Aynı
şekilde sevenin de sevilene olan hayranlığı ve tutkunluğu gene kendi suretine,
kendi aşkınadır. Birbirlerini seven iki şahıs, esas olan aşk olduğu için bu
muameleyi iki taraflı görürler. Hâlbuki seven, sevilen; sevilen de sevendir.
İşte aşk budur.[22]
Abdülbâki Gölpınarlı da Tasavvuf adlı
kitabında bilgi ve aşk karşılaştırması yaparken aşktaki bu üç unsur üzerinde
durmuş; bilgideki bilen, bilinen ve bilgiye karşılık olarak aşkta da seven,
sevilen ve sevgi olduğunu söylemiştir. Ona göre âşık sevdiğinin vasıflarına
bürünürse kendisi de, sevdiği de, sevgi de yok olur gider.[23] Bu
nedenle ikiliği, üçlüğü değil birliği amaç edinen tasavvufta seven, sevilen ve
sevgi ayrı değil aynı şeylerdir ve bu üçünün toplamı tek bir şeyi
karşılamaktadır; o da aşktır. Bu konuyla ilgili olarak Annamarie Schimmel de
âşık ve mâşuğun yani seven ve sevilenin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ve
mâşuğun kemale erişmesi için âşığa ihtiyacı olduğunu söyler.[24]
Burada da gene aşkta birlik yani vahdet-i muhabbet anlayışı
vurgulanmaktadır.
Meryem ile Yusuf arasında mevcut olan da böyle bir aşk
birliğidir. Yazar, bize Meryem’in duygularını verirken bu hususu da yansıtmayı
ihmal etmemiştir:
“Hayır,
hayır... Yusuf ve Meryem diye iki ayrı varlık yok ki... Cihanda ne Meryem var,
ne de başka bir mevcud... Hattâ cihan da yok.. Meryem için yer, gök, her şey
yalnız, yalnız Yusuf, yalnız o... Meryem
Yusuf’tan başka bir şey görmüyor ve bilmiyor... Onun
için Yusuf’tan başka bir şey yok ki bilsin! Esasen hiçbir güzelliğin cazibesine
iltifat etmeyen müstağnî nazarlarından bütün cihan silinmiş. Yusuf’un istilâkâr
varlığı, mükevvenatın bütün nakışlarını silmiş götürmüş. Hattâ genç kızın kendi
vücudu bile çoktan bu adem kafilesinin arasına karışıp kaybolmuş...”[25]
Meryem’in gönlü, Yusuf’un anlattıklarıyla adeta sarhoş olmuş
gibidir. Her ne kadar söze dökülmemiş olsa da Yusuf, Meryem’in kendisine olan
hislerinden haberdardır. Daha ilk günlerden ondaki ateşli mizacı fark eden
Yusuf her ne kadar onunla çok yakın olmaktan çekinse de, aşk ateşiyle yanan bu
gönlü kendisinden başka hiçbir kuvvetin teskin edemeyeceğinin farkındadır.
Yazar,
Meryem’in hislerine tercüman olmaya devam eder. Bu satırlarda anlatılan çok
kuvvetli bir aşk duygusudur:
“Onun
aşka susamış varlığının her zerresi, bu coşkun seli massediyor ve tekrarını
sayıklıyordu. Kurak bir zemine düşen yağmurun, hemen yübused tahavvül etmesi
gibi, bu gönül de hep aynı tahassür, aynı eksilmeyen iştiyakla Yusuf’u, hep onu
bekliyordu.
Yusuf,
her müşkülün cevabı, Yusuf, her eksiğin tamamı... Meryem
Yusuf’u, aklın yetmediği bir keyfiyetsizlikle istiyor ve onun ölçüye, hesaba
gelmeyen aşkına tehâlükle koşuyor, koşuyor... onun
her tavrı bir vecize, her hareketi aşkın kahhar belâgatının keskin bir ifadesi... Meryem
bu yaman ve ateşîn ifadeyi okuyor, ezberliyor, onu gönlüne hakkediyor...
Yusuf’un
aşkı, gözün görmediği, aklın bilmediği asımanlardan süzülüp ebedî bir şelale
gibi gönlüne doluyor. Yusuf’un sözleri, bu sözlerin her bir hecesi, aklı kapan
bir kudrete bürünmüş de gelmiştir. Bu sözlerde mestedici aşk kokusu tütüyor.
Meryem, başını, bu mestedici kokuya gömüyor, orada kalmak, orada ölmek istiyor.
Yusuf’un her tavrında, aşkın fasih beyanını neşreden bir hususiyet var.
(,..)Fakat
Meryem onu sade gözleri, hisleri, hattâ göz kesilmiş her bir mesamesiyle de
görmeye kanaat etmiyor. Onu aşkı, aşkının ziyası, nuru ile görüyor. Yusuf’un
sevdasına iftikar eden her zerresi haykırıyor, onu âleme bildirmek, bu endaze
ve ölçüye gelmiyen aşk tufanını anlatmak için çırpınıyor. Ne olur keşke
sevdiğimi bütün cihan sevse de hep sözlerimiz onun kıssaları olsa diyor.
Meryem,
Yusuf’la geçen dakikaların ne demek olduğunu, onların ne bedelsiz kıymetlerle
mücehhez bulunduğunu biliyor. Bildiği içindir ki işte onları çekip uzatmak,
bütün bir ömre vasletmek ihtiyacı ile zebun olup çırpınıyor...
Meryem
Yusuf’tan uzakken yaşamıyor ki... Onsuz
geçen zamanlarını, onunla yaşadığı dakikaların artığı ile şöyle böyle
geçiriyor.”21
Görülen o ki Meryem’in Yusuf’a karşı hissettikleri basit bir
aşk tezahürü değildir ve bu aşkın beşerî aşk olarak tanımlanan türden bir aşk
olmadığı da çok açıktır. Bir gün Yusuf’un evinden dönerlerken Meryem Hamza’nın
neşe içerisinde olduğunu fark eder ve şöyle düşünür:
“Eğer bilse, Yusufla beraber, onunla aynı çatı altında
bulunmanın zevkini Meryem gibi bilse, hiç ondan uzaklaşırken, gözü başka
şeylerle telezzüz edebilir miydi?”215 Burada Meryem, bir
anlamda Yusuf’un kıymetini bilmediği, onunla birlikte olmanın zevkinden uzak
olduğu, onunla birlikte olmadığı zamanlarda sevinç duyabildiği için Hamza’ya
hayret etmektedir. Buradan anlaşılan şudur ki Meryem, Yusuf’a olan hislerinin
kadın erkek ayırt etmeksizin başkalarında da mevcut olmasını normal
karşılamakta, hatta Yusuf’a bu bağlılığı beslemeyenleri deyim yerindeyse
ayıplamaktadır. Bu da Meryem’le Yusuf’un aşklarının karşı iki cinsin birbirine
duyduğu aşktan farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Meryem öylesine Yusuf’la doludur ki, ondan başka kimsesi
olmadığı gibi, onun sevdasıyla yanmayan, bu sevdaya batmayan, bu aşkla dolu
olmayan tek bir zerresi dahi yoktur. Bu aşk, onu bütün dehşetiyle istila
etmiştir.
Yazar, Meryem’in duygularına eserin sonuna kadar geniş
ölçüde yer vermiştir. Adeta bütün kitap, Meryem’in aşkının bir ilanı, bir
göstergesi gibidir. Buna en büyük sebep hiç kuşkusuz Sâmiha Ayverdi’nin,
içindekileri bir çırpıda yazıya dökme ihtiyacı duymasıdır. Çok kısa bir zaman
diliminde yazıp bitirdiği bu kitap, yazarın mürşidi Ken’an Rifâî’den
öğrendiklerinin dışa vurumu mahiyetindedir. Bu nedenle kitabta baştan sona
kadar çok kuvvetli bir aşk duygusunun izleri görülmektedir.
Yazar, Meryem’in ruhi durumunu tahlile devam eder:
“Yusuf’u sevmek, zaaf değil, kuvvet, meziyet, faziletti.
Unsurî varlıklara karşı olan ibtilalar kalbi ne kadar sefilleştirir,
bayağılaştırır, alçaltırsa Yusuf’un aşkının mübtelası olmak da insanı o
nisbette yükseltir ve kıymetlendirirdi.
Yusuf,
önce, her hangi bir yaradılmışla mukayese edilemeyecek eşsiz bir vücuddu.
Mukayese, benzeri olan şeyler arasında yapılabilirdi. Hâlbuki, ne Meryem, ne de
bütün cihan için bir Yusuf daha olamazdı ki, o, başkasiyle mukayese
edilebilsin!.. O, bir tane idi, o bütün cihandı!
Meryem,
ezelî bir meşale gibi yanan gönlünün ateşiyle, değil yalnız kendini, kâinatı
bile yakıp kül edecek kadar yakıcı idi. Meryem Yusuf’la kendini bulmuş, gene
onunla kendini kaybetmişti. Meryem’in ifrat aşkının ismi, Yusuf’tu!”216
Meryem, sevmek kelimesinin Yusuf’a hissettiği aşka karşılık
son derece basit ve ilkel kaldığını düşünmektedir. Onun Yusuf’a olan hisleri
tapınma derecesindedir. Onun için kâinatta Yusuf’tan başka sevilmeye değer bir
varlık yoktur. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta, Meryem ve
Hamza’nın aşklarının mahiyetindeki farklılıktır. Hamza da Meryem’i büyük bir
aşkla sevmekte, bu aşk uğrunda acıları, kederleri bile göze almakta, hatta bu
acılardan büyük bir lezzet duymaktadır. Ancak Hamza Meryem’i bir sevgili olarak
sevmekte, kendisine o yolda bir aşk beslemektedir. Meryem’in Yusuf’ta gördüğü
ve bulduğu ise hakikî aşktır. Meryem, Yusuf ile dünyanın sırrını keşfetmiş,
gerçeğin ta kendisine ulaşmıştır.
Meryem’in beslediği bu şiddetli duygulara karşılık Yusuf’un
Meryem’e olan hisleri de eserde ele alınmıştır. Yusuf, bir aşk demeti kadar
güzel olan Meryem’e, gökyüzünden derlenen aşk çiçeklerinin usaresinden sızmış
Meryem’in hoş çehresine bakmakta ve onu ruhundan kopan bir yıldız, aşkının
konukladığı bir vücud olarak görmektedir. Onlar birbirlerinde kendilerini ve
aşkın mutlak zuhurunu gördükleri için bu aşkla dolmuşlardır. Yoksa Meryem’le
Yusuf’un hissettikleri, birbirlerinin cismani güzelliklerine duyulan bir aşk
değildir. Onların yaşadıkları bir anlamda aşk kavramının kendisine âşık
olmaktır. Onların daha birbirlerini tanıyıp bilmeden evvel de bu aşkla
yoğuruluyor oldukları, Yusuf’un Meryem’e söylediği şu sözlerle de teyit
edilmektedir:
“Sen o
kadar ben olmuşsun ki çok defalar sende söz söylenecek vücud bile göremem. Ben
seni müşkülâtsız fethettim Meryem.. Aşk seni evvelden pişirmiş, hazır bir hâle
sokmuştu. Onun için seni ilk hamlede yanımda ve kendi canımda buldum. Seni
henüz
gözümle görmediğim zamanlarda da daima benimleydin!”211
İşte Meryem ve Yusuf böyle bir aşkın kahramanıdırlar. Hamza
ise Meryem’in cisminin meftunudur. Bu cisim gelip geçtiği zaman Hamza’nın aşkı
da bitecektir. Hâlbuki Meryem’le Yusuf’un aşkı hiçbir vakit ölmeyecek bir
aşktır; çünkü bu aşkın maddi dünyanın unsurlarıyla bir ilişkisi yoktur.
Hamza’nın aşk anlayışıyla Yusuf ile Meryem arasındaki aşkı her fırsatta
karşılaştıran yazar, kahramanlarını konuşturmak suretiyle bu iki aşkın
farklarını somut bir tablo hâlinde okuyucuya sunmayı ihmal etmez.
Yusuf’a göre Hamza aşkı yalnız Meryem’in vücudunda
ezberlemiş ve bu cisme mukayyed bilmiştir. Hakiki aşk kendisine yüz
göstermediği içindir ki Hamza, aşkının içinde nice Meryemler görmekten çok
uzaktır. Hamza’nın aşk bildiği Meryem’in güzel gözleri, endamı, hasılı cismidir.
O, Meryem’deki cismi ruha, ruhu cisme çeken; kaynağını aşk göklerinden alan
ölmez aşkı görememektedir. Bu nedenle Meryem’in cismine ait unsurlar yok olup
gittiğinde Hamza’nın aşkının yok olması da kaçınılmazdır.[26]
Bu noktada Hamza ile Meryem’in aşkları tasavvufi aşk
anlayışı bağlamında değerlendirilmek istenirse bazı tespitlerde bulunmak
mümkündür. Tasavvufta, yeryüzündeki her bir zerrede Yaradanın nurundan bir iz
vardır. Çünkü “tasavvufa göre kâinat muhabbetin neticesidir. Allah teâlâ
dünyâ ve içindekileri de bu vesîle ile yaratmıştır.”[27] Bu
yüzden dünyadaki her güzel şeyde asıl olan Allah’ın güzelliğidir. Hakiki aşka,
bu sırra ulaşmakla nail olunur. Bunun farkında olmayan ise güzellikleri
Yaradan’dan bilmez, onları sevdiği kişinin kendi güzelliği zanneder. Hâl böyle
olunca da kıymet verdiği güzelliklerin bir gün sönüp gitmesi kaçınılmazdır.
Hâlbuki baktığı her şeyde Yaradan’ın güzelliğini temaşa eden insanın aşkına bir
nihayet olmaz; çünkü böyle bir aşk bütün kâinatı sarmıştır ve sonu yoktur.
Hamza ile Meryem’in aşkları bu açıdan değerlendirildiğinde birinin gerçek aşkı,
diğerinin ise beşerî aşkı yansıttığı görülür.
Meryem’in Yusuf’ta gördüğü Yaradan’dan zuhur eden bir
güzelliktir ve Meryem bu güzelliğin müptelasıdır. “Ey
zavallılar, ben eğer Yaradanın nuru kandili olan Yusufa
tapıyorsam
beni ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. ”[28] diyen
Meryem, tasavvufi aşkın sözcülüğünü yapmaktadır. O, Yusuf’u tanımadan önce de
onun aşkıyla dopdoludur; çünkü bu ezeli aşk ateşi kendini bildi bileli
onunladır. Meryem Yusuf’un varlığında yıllardır içinde büyüttüğü bu aşkın bir
yansımasını bulmuştur. Bu nedenledir ki bütün vücudu aşk olmuş, aşk
kesilmiştir. Hamza ise Meryem’deki güzelliğin, Yaradan’ın onun vücuduna akseden
güzelliği olduğunun farkında değildir. Buna sebep ise Hamza’nın manaya değil de
şekle önem vermesi, cisme takılıp kalmasıdır. “Hâlbuki aşkın
hakikatını bulmak için bütün bunlardan kendini sıyırarak ok gibi fırlaması,
tabiatın mütenahî hududunu aşıp, aşkın intihasızlığına atılması lâzımdır.”[29] İşte
buna muktedir olamayan Hamza, gerçek aşk sırrına da bir türlü erişememektedir.
Yusuf’un Hamza ile ilgili şu tespitleri, tasavvuftaki beşerî aşkın mahiyetini
yansıtması açısından son derece dikkate değerdir. Yusuf, Hamza’nın Meryem’e
olan hislerini yorumlarken;
“Mamafih
Hamza’da senin cinsiyetinden bir zerre olmasaydı, o senin maddî varlığını da
sevemezdi. Zira her incizab, kendi benzerine tesadüfün neticesidir. İnsan,
kendi manasını gördüğü kimselerin meclûb ve meczubudur ve bir kimse her neye
meylederse, o şeyle aralarında
gizli bir ittihad olduğu muhakkaktır.”[30]
der. Bu düşünceler akla Mevlânâ’nın bir beytini
getirmektedir. Mevlânâ Mesnevî’sinde, ezeli hükme göre kâinatın bütün
zerrelerinin çift çift yaratıldığını ve her cüz’ünün de kendi çiftine âşık
olduğunu söyler. Âlemde her cüz’ü de muhakkak kendi çiftini isteyecektir.[31] İşte
bu düşünce, Hamza’nın Meryem’e hissettikleriyle örtüşmektedir. O, eserde de
açıklandığı gibi Meryem’de kendi cüz’ünden bir parça bulmuş ve bu nedenle ona
karşı bir çekim hissetmiştir.
Karşı cinslerin birbirine olan meyli Füsûsü’l-hikem’in son
bölümünde İbn-i Arabî tarafından ‘bir şeyin kendi nefsine iştiyak duyması’
şeklinde açıklanmaktadır. Erkekle kadın arasındaki münasebetin bundan
kaynaklandığını söyleyen İbn-i Arabî, insanın sevgisinin bu yüzden hem
kendisini yaratan Allah’a, hem de kendi parçası olan kadına yöneldiğini ifade
eder.[32]
Hamza’nın aşkının bu anlamda insanı ilahî aşka ulaştırmada bir köprü vazifesi
gören beşerî aşkın bir tezahürü olduğu düşünülebilir. Tasavvufta yaygın olan bu
kanaate göre mecazi aşk, hakiki aşka giden yolda bir deneyiş, bir duraktır.
Nicholson da bu konuda “Allah, tabiatın gereği olarak sevilmeyi isteyen ve aşk için
tecelli eden ebedî güzellik ve bütün aşkların gerçek konusudur. Beşerî aşk bile
ilâhi aşkın bir tarzı ve hakikate götüren bir köprüdür. Özü itibari ile ilâhi
olan ruh, kendisinden ayrıldığı şeyle tekrar birleşmeyi arzular.”[33]
derken, İbn Arabî’nin düşüncesini teyit etmektedir.
Melâhat Ürkmez de Mevlâna’da Aşk Sırrı ve
Nihâi Bütünleşme adlı eserinde İslamiyet’in sevgiye de sevgiliye de karşı
çıkmayıp hatta beşerî aşkın kutsallığını da vurguladığını söyler. Sadece ilâhi
aşkın değil, iffetini korumak şartıyla beşerî aşkın da en yüksek mertebeyi vaat
ettiğine değinir ve beşerî aşkı yaşayanların, ilâhi aşk yolunda daha kolay
mesafe kaydettiğini ekler. Onun için bir dergâha mürit olmak maksadıyla gelen
talibe, şeyhin ilk sorusu, ‘Hiç âşık oldun mu?’ olur. Talibin cevabı ‘hayır’
olursa, şeyh ona, ‘Var git! Âşık ol da öyle gel!’ der.[34]
Hamza’nın aşkı bu anlamda onu olgunluğa ulaştıracak bir
yoldur. İlk başlarda bu istidadı kendinde bulamayan Hamza zamanla değişmiş,
gerçeğe ulaşmak için çabalar olmuştur. Yusuf’la aralarında geçen bir sohbet
esnasında söyledikleri Hamza’nın hakiki aşka ulaşmak için nasıl çabaladığını
gözler önüne sermektedir. “Sözlerinin zevki ile,
emin
ol ki hiç bilmediğim
bir âlemde yaşıyorum ve bu âlemde karar etmek için gönlümde anlatamayacağım bir
zevkle çırpınıyorum. ” diyen Hamza’ya Yusuf’un verdiği karşılık onun, içinde bu
cevheri taşıdığını göstermesi yönünden önemlidir:
“- O
çırpınma sana, aslının verdiği bir şevktir Hamza.. O çırpınış, muhakkak aslınla
irtibatın olmasındandır. Hakiki bir arayıcı, elbette istediğini bulucu olur.”221
Hamza bu noktada kendini hakikate ulaşmasına ramak kalan ama
bunu bir türlü başaramayan biri gibi hissetmektedir. Hamza artık o eski ham
adam değildir. Yusuf’la tanışalı beri aşina olduğu gerçekliğe ulaşmasına tek
bir engel, dünya ile tek bir rabıtası kalmıştır; o da Meryem’e mukayyed olan aşkıdır.
“Tıpkı kuyuya sarkıtılıp bir karışlık bir ip noksanından
dolayı suya yetişemiyen bir kova gibi, ben de hakikat suyuna bu kadar
yaklaşmışken bu eksiklik yüzünden ona erişemiyorum. Değil bir karış, bir soğan
zarı kadar da mesafe olsa, o suya dalamadıktan sonra ne fayda?”22 diyen
Hamza’nın, bu esaretten kendini kurtarıp kurtaramayacağı belli değildir.
Yusuf’un
Meryem’e aşk hakkında söyledikleri bizlere beşerî aşk, ilahî aşk ve bu ikisi
arasındaki rabıta hakkında detaylı bilgiler vermektedir:
“Her
şey değişir, her mahsus olan varlık için bir tebeddül ve tegayyür mukadderdir;
fakat her asrın her ânın muasırı olan aşk ve hakikat için bu endişe yoktur.
Allah daim olduğu gibi hakikat ve aşk da daimdir Meryem.
Alemin
tekevvün ve intizamı, aşkın huruşundan ileri gelmiştir. Gökler, yer, ay, güneş,
ateş, su, hava toprak hasılı çerçöpe gelinceye kadar ne varsa, hepsi o aşk
güneşinin nuruna batmış ve iştiyakı derdine yanmıştır.
İnsan
ile Yaradan ’ın arasındaki perde, zemin ve asıman değil, kendi varlığıdır.
Binaenaleyh bu birliği hasıl etmek, yani Allah’a yaklaşmak için insanın
varlığından, yani hayvanî hisleri kayıdlarının esaretinden kurtulup hür olması
lâzımdır ki, bu da ancak, kötü ahlâktan kurtulup yerine iyisini getirmekle
olur.
Kötü
ahlâk ta nedir bilir misin Meryem? Yaradandan seni az, çok alıkoyan her şey!
Kalbi
temizleyici ve beşerî ayıbları yıkayıcı şey aşktır. İnsan bunlardan aşk ile
kurtulur. Bu feragatı ancak aşk yaptırır.
Aşkın
mahiyetinde ayrılık ve ikilik yoktur. Lâkin bazı kimsenin, Yaradan ’ın aşkına
istidadı olmadığından Allah bu kimseleri, gene kendi aşkına istidadpeyda etmesi
için bir surete mukayyed eder, yani kendi gibi bir beşerîn aşkına mübtelâ
eyler. Elverir ki bu sureti atlayabilsin. Aşk, zarfa ve harfa sığmaz Meryem. O,
intihasız bir deniz gibidir. İhata ve misâlden, tefsir ve tabirden uzaktır.
Aşk, hâlinde olan vicdanî zevki söze getirmek ve söylemek istedikçe, gene
kendisi onu nişansız eder.”[35]
Yusuf’un bütün bu anlattıkları bir anlamda tasavvufi aşk
anlayışının kısa bir özeti gibidir. Bu sözlerde kâinattaki her şeyin Allah
aşkıyla yaratıldığı ve bu nedenle her şeyde Allah’ın güzelliğinden bir parça
bulunduğu, Allah’a ulaşmak için maddi dünyanın bütün bağlarından yani bizi
Yaradan’dan alıkoyan her şeyden kurtulup baştan ayağa aşk kesilmek gerektiği,
Allah aşkına ulaşabilmek için beşerî aşkın bir köprü vazifesi gördüğü gibi
tasavvufa ait pek çok unsur görülmektedir. Denilebilir ki bütün bu satırlar
boyunca Sâmiha Ayverdi Yusuf’un şahsında hiçbir noktayı atlamadan bildiği her
şeyi anlatmış, bize hakiki aşkın sesini duyurmuştur. Yusuf, Meryem’e aşkı
anlatmaya devam eder:
“İnsan,
ancak hayvanların yapamayacağı şeyle iftihar etmekte haklıdır. O da, bilgi ve
aşktır. Bu varlığın evveli de aşk, sonu da aşktır. İnsan, nihayette Yaradan ’a
kavuşacağını zannederken, gözü aşk nuru ile görmeye başlayınca, Allah ’ın
kendinde olduğunu görür ve bu görgü onda, kenarı ve nihayeti olmayan bir zevk
hasıl eder. Esasen zevk denen şeyin hakikatı aşktır, yani hakikî zevk, aşktır.”23
Bu sözlerle anlatılmak istenen, insanın etrafına aşk
kesilmiş bir gözle baktığında her şeyde, hatta kendinde bile Allah’ın varlığını
görüp hakiki zevke ulaşmasıdır. Her şeyin başı da sonu da aşk olan bu dünyada
her bir zerre Yaradan’ın aşkından izler taşımaktadır. İnsanın etrafına aşkla bakmayı
bildikten sonra bu gerçeğe ulaşmaması imkânsızdır.
Yusuf, Meryem’de ucu bucağı olmayan sonsuz bir aşk, durup
dinlenmeden akan bir gönül görmekte ve onun kendinin adeta bir nüshası olduğunu
düşünmektedir. Meryem, aşkının bu kudretli hızıyla olgunlaşma devresini bir
solukta geçerek Yusuf’un kalbinin düğümünü çözmüş ve Yusuf’un yere göğe
sığmayan aşkını kendi gönlüne sığdırmıştır. Yusuf’a göre Meryem artık aşktan
başka bir şey değildir, o bizzat aşkın kendisi olmuştur.
Hükümdardan aldığı emirle bir yıl kalmak üzere Medine’ye
gidecek olan Yusuf, bu gerçeği Hamza’ya söylediğinde Hamza şaşkınlığını
gizleyemez. İşte o zaman bu işin içinde gizli bir sebep olduğunu düşünerek
Yusuf’a söyledikleri, Hamza’nın kemale ermiş kişiliğini yansıtması açısından
dikkate değerdir:
“_
Yoksa Meryem’i bana bırakmak için mi gidiyorsun! Gitme Yusuf... sen gidersen o
yaşamaz..
(...)
Eğer bu gidiş onu bana terk etmek içinse, o, seni görmeden evvel de, sen onunla
benim aramda idin. Meryem seni tanımadığı zamanlarda da gene senin için
yaşıyordu. O sende, aşkını, manasını, aslını gördü. Evvelce de gene bu manaya,
aşka ve aslına gönül vermişti. Sen nereye gitsen, nereye kaçsan o benim olamaz.”[36]
Hamza’nın bu sözleri, Meryem’in Yusuf’a olan aşkının ezelden
gelen bir emrivaki olduğunu, Meryem’in bu aşkının kaderin eliyle evvelden
düzülmüş olduğunu artık onun da anlayıp bildiğini göstermektedir. Hamza’ya göre
Meryem, Yusuf’un aşkı için yaratılmış bir vücut, onun manasıyla manalanmış bir
ruhtur. O bu gerçeği artık kabul etmekte, bu iki insanın maddeyi aşıp manen
birleşmiş olan aşklarına hürmet etmektedir. İşte Hamza, Meryem’in Yusuf için
yaratılmış olduğunu kabul ve onların aşklarının manasını kavrayıp bu aşka
hürmet ederek aşkta olgunluğa eriştiğini ispatlamaktadır.
Bir keresinde Hamza’nın Meryem’in hasta gönlüyle kendi hasta
gönlünü karşılaştırıp kendi aşkını bir kıvılcım, Meryem’in aşkını ise bir
volkan olarak görmesi Meryem’in aşkının büyüklüğünü kabul etmeye başladığına
bir işarettir. Ancak burada Hamza duygularının esiri olarak karşımıza
çıkmaktadır. “Onun derdini ben de biliyorum, fakat acımıyorum. Hepinizden
ziyade onu ben sevdiğim hâlde kendime daha ziyade acıyorum.”[37]
demesi Hamza’nın tabiî yani beşerî aşk boyutunda olduğunu göstermektedir. Çünkü
tabiî sevgi, sevilen ister sevinsin ister sevinmesin âşığın kendi cismanî
maksatlarına nail olunan sevgidir.[38] Bu,
bir anlamda sevilenin feda edilmesi gibidir. Ruhanî aşkta ise sevenin bütün
arzularını ve nefsini sevilene feda etmesi söz konusudur.[39]
Anlaşılan o ki ruhanî aşkta kendinden çok sevilen düşünülmeli, onun arzu ve
istekleri kendi isteklerinin üstünde tutulmalıdır. Hamza’nın yapmış olduğu
açıklama ise bu durumun tam tersi bir yaklaşımı sergilemektedir.
Romanın sonunda Yusuf’un gideceğini öğrenmesi üzerine
Hamza’nın onu vazgeçirmeye çalışması ve bunu başaramayınca Meryem’i kendi
elleriyle Yusuf’a götürüp onunla birlikte gitmesini istemesi ise onun, beşerî
aşk boyutunu aştığını göstermektedir. Meryem’e söylediği sözler bu durumun açık
bir kanıtıdır:
“_
Meryem... gel! Seni ilk defa Yusuf’a götürdüğüm gibi gene götüreceğim.. hem de
bu defa bir daha geri almamak üzere.. zira sen benim için değil onun içinsin.
Sus, olmaz, deme Meryem! Gel diyorum sana.. yürü, yürü de gidelim. Siz, ikiniz
birbiriniz içinsiniz.. Allah, beni, sizi birbirinize tanıştırmaya vesile ettiği
için müteşekkirim. Şimdiye kadar bile bile sana ıztırap çektirdiğim için beni
affet Meryem...
Bugüne
kadar seni, aşkın manasına, hakikatına tercih ettim. Fakat artık sen, hakikat
oldun, aşkın manası, kendisi oldun. Biliyorum, artık Meryem ’in vücudu kuru bir
namdan ibaret... O, hüviyetini aşkla tebdil etti. Gel Meryem, o büyük mananın
zarfı olan şu vücudu da o aşka götürelim. Bırak, bu şeref de benim olsun. Hem
ben seni bu suretle, kaybetmemek üzre kazanacağım Meryem... Sen,
evvelden olduğundan fazla şimdi benimsin. Zira, artık maddî olarak senden bir
şey beklemiyorum...
Dudaklarımdaki
ismin, artık bildiğim, ihtirasla arzu ile sevdiğim Meryem ’e aid değildir.
Şimdiden sonra bu ismi ibadetle anacağım ve seni özlediğim zaman, Yusuf’un kalbi
mahşerinde arayıp bulacağım ...”235
Meryem’in mutluluğunu her şeyin üstünde tutan Hamza artık
hem bu aşka hürmet edecek olgun bir ruha, hem de sevdiğini kendinden çok
düşünecek kadar engin bir aşka sahiptir. Bu sözleriyle o, aşkın maddi
boyutundan uzaklaşıp manayı yakaladığını, beşerî aşkın ötesine geçip hakikati
bulduğunu ispat etmektedir.
Meryem’in dudaklarından bir çığlık kopararak düşüp ölmesi
üzerine Hamza’nın “İşte, aşk bu imiş, canını aşka vermekmiş ”236 demesi ise bu
cisimleşmiş aşkı damgalamaktadır. Artık Hamza da tıpkı Meryem gibi aşkı
tanımış, bilmiş, kendini aşka teslim ederek aşkın kendisi olmuştur.
Kitabın kapağında yer alan sözler bir anlamda bütün bir
eserin özeti gibidir. Kuvvetli bir aşk duygusunu ele alıp işlediği bu romanında
Sâmiha Ayverdi, aşkın ne olduğunu kitap kapağındaki şu birkaç cümleyle dahi en
kuvvetli bir şekilde okuyucularına duyurmayı başarmıştır:
“Aşk Uluhiyet abidesidir. Aşk insan ve hilkat muammasının
anahtarıdır. Var olan ancak aşktır, onsuz hayat yoktur.”
Kaynak: Gülşah ŞİŞMAN, Sâmiha Ayverdi’nin
Eserlerinde Aşk Mefhûmu -Karadeniz Teknik Üniversitesi * Sosyal Bilimler
Enstitüsü-Türk Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı-Türk Dili Ve Edebiyatı
Programı,2009-Trabzon Sh: 91-121
[5] Selçuk
Eraydın, “Tasavvuf ve Edebiyat”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf,
Vefatının 10. Yılında Mehmed Zahid Kotku ve Tasavvuf Sempozyumu Tebliğleri,
Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat: 82, İstanbul, 1991, s. 190.
[24] Annemarie
Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, Çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul, 2001,
s. 287.
[31] Mevlâna
Celâleddin-i Rumi, Mesnevi, Haz. Veled İzbudak, C. III, Milli Eğitim Basımevi,
İstanbul, 1966, s. 360.
[32] Muhyiddin-m
Arabî, Fusûs’ül-hikem, Çev. Nuri Gençosman, M.E.B. Yayınları, 2.bs., Ankara,
y.y., s. 448.
[33] Reynold
Nicholson, Tasavvufun Menşei Problemi, Çev. Abdullah Kartal, İz Yayıncılık,
İstanbul, 2004, s.99.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar