AŞK’IN TERBİYEDEKİ ROLÜ
hzl:Prof. Dr. Cavit SUNAR
“Terbiye; Her bir varlığı kendine has
Kemâline ve Cemâline erdiren İlâhî bir San’attır ki,
bu San'atın, biricik Üstadı da AŞK'tır.”
Kemâline ve Cemâline erdiren İlâhî bir San’attır ki,
bu San'atın, biricik Üstadı da AŞK'tır.”
Cavit Sunar
Varlığın var olma sebebi aşktır; varlığın varlıktaki gayesi de aşktır.
Hayat, baştan başa aşktır, sevgidir, muhabbettir.
Tasavvufî görüşe göre yaratma, bir meyl ve
arzudan ileri gelir. Söz konusu âlem olduğu zaman, da buna,
yönelme ve değişme; söz konusu Allah Teâlâ olduğu zaman da buna irâde denir
ki bunun anlamı da özel bir maksada meyl etmek ve arzu göstermektir. Yaratma,
bir meyl olduğuna göre o, ayni zamanda da bir harekettir. Hareket ise, ancak,
ebedî olan bir sevgiden ileri gelir. Bu hareket, âlemin, içinde hareketsiz
bulunduğu yokluktan varlığa doğru hareketidir. Bundan ötürü de emir, sükûndan
varlığa harekettir, denilir; zira, sükûn, bir bakıma, hareketten önce gelir.
İş böyle olunca, âlemin varlığına sebep olan hareket bu sevgi ve muhabbet hareketidir.
Nitekim: “Ben bilinmeyen gizli bir hazine idim,
bundan ötürü bilinmeğe muhabbet gösterdim ve bundan ötürü de varlıkları
yarattım.”
(Küntü kenzen...), yani Ben, Zât’ım bakımından gizli bir hazîne idim, Halkı
yaratıp gizli iken açığa çıktım ve sıfatım zât’ımı gösterdi ve vücud elbisesi o
zât’a ziynet verdi ve âlem aynası o zât’ın Cemâlinin tecellî yeri oldu. .
Allah Teâlâ’nın gizli bir hazîne olması demek, O’nda kendinden başkasına
asla zuhur yoktur demektir. Sonra, Rahmânî Nefs ile ve alemler yoluyla Kâmil
İnsan suretine büründü ve o (Hazîne)nin sûrî ve ma'nevî mücevherlerini saçtı.
Kudsî hadîsi bu gerçeğe işaret etmektedir.
Şu hâlde bu muhabbet olmasaydı âlem, kendi ayn’ında meydana çıkmazdı. Böyle
olunca da âlemin yokluktan varlığa doğru hareketi Yaratıcı’daki muhabbetin
ona doğru hareketidir. Çünkü, âlem de böylece varlık yönünden kendi nefsini
görmeği sever. Nasıl ki bunu, Yokluk’ta sabit iken de görmüştü. Şu halde,
âlemin her vech ile sâbit bulunduğu yokluk’tan varlığa hareketi hem Hak
yönünden hem de kendi tarafından gösterilen bir sevgi kımıldanışı oldu. Çünkü,
kemâl, zâtında sevilen bir vasıftır.
Şöyle de diyelim: âlemin, bir bakıma, yokluktan vücuda hareketi, âlemi
icad eden Tek Vücud’un sevgiye ait hareketidir ve âlemi icat etmekle,
dolayısıyla, Ulûhiyete ait bilginin husulüne yönelmiş olan İlâhî Sevgi
hareketidir. Bundan da maksat, Hakk’ın bilinmesi ve kendi Zât’ını kendi
Zât’ında görmesi ve ayni zamanda kendi Zât’ını, başkasının vücudu i’tibar
olunduğu takdir üzere, kendinden başkasında, yani, kendi sıfatlarında da
görmesidir. Bunun içindir ki hareket, ebediyyen sevgiye aittir. Zira, gerçekte,
Hak âleminde olduğu gibi O’nun kendi nefsini vücutça görmesi de yine O’nun
sevgisine bağlıdır. Bundan ötürü de âlemin her vech ile sükûna ait yokluktan
vücuda hareketi hem Allah Teâlâ tarafından hem de âlem tarafından sevgi
hareketi olmuştur.
Hareket, gerçek anlamda, yine madde ile ve maddede söz konusudur. Hareket,
teceddüttür, yenilenmedir, yenilemedir. Bu da maddenin şekil değiştirmesidir.
Bu şekil değiştirme de atomların değişmesi ile mümkündür, iler bir hareket,
bütün varlığa şâmildir.
Zira, kemâl, ister Hakk’ın zuhurunun
kemâli sayılsın ve ister varlığın, dolayısıyla, varlığın özü ve özeti olan
insanın kemâlinin husûlü sayılsın, zâti için sevilen bir şeydir; ve kemâl,
ancak, aynî vücud ile zâhir olur. Sevgi hareketinin sebeb olduğu her şeyin
yaratılışının da: “Biz bir şeyin olmasının! dilediğimiz
zaman, ona, sâdece: ‘Ol!’ deriz ve o da hemen oluverir” [Kur’an: Yasin, 82] meâlindeki
âyet ile de kendiliğinden olduğuna işaret edilmiştir.
Varlık, önce, kendi güzelliği ile kendi öz
âleminde idi ve kendinden başka bir şey yok idi. Ne zaman ki Fark’a geldi, yani
görünmek istedi.
(Fark)a gelmek, çeşitli varlıklar suretinde meydana çıkıp yayılmak
demektir. Zât’ın bilinmesi için, muhakkak, farka gelmesi, yani çeşitli
varlıklar sûretinde meydana çıkıp görünmesi lâzımdır ve bu sebebten de fark
âlemi zıdlar âlemidir.
Fark, görünmeyen bir şeyin görünür olması demektir. Nitekim, kafamızda
düşündüğümüz bir şeyi bizzat yapmak o düşündüğümüz şeyin farka gelmesi
demektir. Kafamızda bir şey düşünmek ve karar vermek te bir (Niyet) işidir ve
bu da farka gelmenin ilk adımıdır. Meselâ, namaz kılmadan önce namaz kılmağa
niyet ederiz ki bu henüz ortada görünmeyen bir şeyi görünür yapmanın, yani
farka getirmenin ilk adımıdır ki bunu da namazın bilfiil kılınması peşler.
Burada misâl olarak aldığımız Namaz da esasen, Allah Teâlâ’nın görünmezlikten
görünüre çıkmasını, yani Zat’ından farka gelmesini temsil eder.
İşte, düşünülüp karar verilen bir şeyi ortaya çıkarmanın, farka getirmenin
ilk adımı olması anlamında (Niyyet), Müslümanlıkta her işin başıdır.
Ceberut âleminde İlk Akıl’da kendini bildi ve
her şeyin bir An olduğunu ve o An’da da mevcut olduğunu, zamanın hep o An
olduğunu anladı ve o Ân’ı bilmenin de aşk, sevgi olduğunu kavradı.
Dolayısıyla, aşk ta, sevgi de Melekût ve
dolayısıyla Şuhud âleminde çeşitli sûretlerle tecellî ve zuhur etti.
Zuhur’dan maksat sevmektir. Sevmek için de devrân’a girip binbir
şekilden geçmek zorunludur. Şu halde, her zerrenin, kendi mâhiyyeti bakımından
da kendini sevmek için bütün zerrelerde seyr etmesi gerekir ki bu da ebedîdir.
Tecelliyat meselesi de bu zuhur meselesini tamamlar. Çünkü, Külli Kudretin
tecelliyatı, her zerrede ve her mevzide başka başkadır. Madde, madde olması
bakımından başka başka şekillere girmekte, tecelliyat da o maddenin mevziine ve
şekline göre başka başka zuhur etmektedir.
Tecelliyat, zât bakımındandır, zuhuru da sıfatlardır. Mertebeler,
sıfatlardır. Seyr de sıfatlarda seyrdir, yani onları tanıyıp bilmekten
ibarettir. Sıfatların başı da dört elemandır.
Tecelliyat, zahire vurduğunda, insan, kâh sûretlerle ve kâh Hakk’a ait
işleri göz önüne alarak Rabb’ına muhabbet eder. Fakat, tecelliyat bâtına
vurduğunda mâsiva kalmaz ve gönül doğrudan doğruya Zât ile meşgûl olur. Bu
bâtın tecelliyata Ma’nevî Seyr de denir.
Fakat, bu gayrilik sûretlerinde tadılan
zevk ve zevki tadan hep o varlıktır, hep kendidir. Ama câhillere her sûret
birer perde birer azaptır. Çünkü, perdeler maddedir, madde de o nurun
karanlığıdır. Karanlıktan nura varmadıkça, perdelerden sıyrılmak ve zevk
etmek imkansızdır. Karanlıklardan, perdelerden sıyrılmak ta onların da ayni'
nurdan olduğunu, ayni nur olduğunu bilmek ve maddeyi de Sevgi’ye vâsıta olarak
kullanmakla mümkündür; yoksa, maddenin kendisini ortadan kaldırmak mümkün
değildir. Çünkü, madde, o nurun karanlığıdır, gölgesidir; maddeyi ortadan
kaldırabilmek için nuru da ortadan kaldırmak gerekir ki bu mümkün değildir. Şu
halde, her şeyi maddesiyle ma’nasıyla, sûreti ile ruhu ile birlikte sevmek ve
her sûretin ve ruhun ayni bir varlığın sûretleri ve ruhu olduğunu bilmek ve bu
suretle zevk etmek gerekir. Böyle yapmak ta ölümsüz bir hayata ulaşmak
demektir.
Biz eğer bir varlığın yalnız sûretinde kalırsak, yoklukta kalmış oluruz.
Asıl vücud, mevcud, sûretin ruhudur. Madem ki o sûret, o ruhun sûretidir şu
halde biz her bir varlığı sûreti ve ruhu ile birlikte sevmeliyiz ki gerçek
sevgiyi tadalım.
Başka bir deyişle, İlâhî Aşk bir nokta idi. O nokta uzadı hat oldu, yani zaman ve
mekân oldu, varlıklar oldu. Varlıklar ki şekillerdir ve şekiller ki birer
harftir, bu suretle de Kâinat, kocaman bir Kitab oldu, işte, Kâinat denen bu
Kitab’ı yazan da okuyan da ayni ruhtur. Kâinat denen bir koca Kitab’ı yazan olması açısından o ruha
(Rahmânî Ruh) ve bu yazılan Kitab'’ı okuyan olması açısından da bu ayni ruha.
(İnsanî Ruh) denmiştir ki bu iki ruh birbirinin aynîdir.
“Ben bir gizli hazîne idim. . .” kudsî hadîsindeki muhabbet te, bilgi ile ilgilidir ve
Hakk’ın muhabbeti ve özlemi kâmil olan kul’da O’nun kendinin kemâl mertebede
görünmesine (Zuhur) ve göstermesine (Izhâr)dir. Çünkü, mükemmel bir bilgi,
ancak, kul’un mazharında mükemmel bir zuhur ile hâsıl olabilir, işte, bundan
ötürüdür ki Hakk, insanı kendi sûreti üzere, yani Ulûhiyete ait topluluk ve
birlik sûreti üzere yaratmıştır, insan, Hakk’ın, Ulûhiyet mertebesindeki İlâhî
Ruh’tan ve Rahmânî Nefs’ten o mertebenin topluluk ve birlik hassası ile nefh
edilmiş olan Külli Ruh’undandır.
Bk. Kur’an: 15/29; 32/9; 38/72; 95/4.
Allah Teâlâ insanı kendi ruhundan ve en güzel bir şekilde ve tenasüpte
yarattı ve insana sırasıyla şunları öğretti:
1- Birliğini (Kur’an: 18/110)
2- Varlığını (Kur’an: 7/54)
3- Mülkünün O’nun olduğunu
(Kur’an: 7 /158)
4- Sıfatlarını (Kur’a: 2/138)
5- Heybetini (Kur’an: 6/18)
6 Azametini (Kur’an: 2/255)
7- İzzetini (Kur’an: 35/10)
8- Celâlini (Kur’an: 55 /78)
9- Ni’metiııi (Kur’an: 22/78)
hikmette çok hayır olduğunu (Kur’an: 2/269)
10 Öc alıcı olduğunu (Kur’an:
5/95)
11 Lütfunu (Kur’an: 42/19)
12 Muhabbetini (Kur’an: 3/31)
13 Yardımını (Kur’an: 30/47)
14 Kısmetini (Kur’an: 43/32)
15 Hasbiyetini (Kur’an: 65/3)
16 Rahmetini (Kur’an: 33/43)
17 Kullarına Hikmet verdiğini
ve
18 Kullarına
bilmediklerini öğrettiğini (Kur’an: 2 /239)
Daha toplu bir deyişle, “Allah Teâlâ’nın
zâti tecellisi sıfatları tecellîsi ile birleşip gördüğümüz varlıkları meydana
getirdi ve varlıklar meydana gelmekle de Hakk, bu varlıkların İç (Bâtın)i oldu.
Asl olan bâtındır; zahirde görünenler, bâtının suretleridir. Bunun için
zahirin âhiri yine bâtındır ki buna (Ahiret) te derler.
Asl olanın bâtın olduğuna delil de bizzat insandır. İnsanda vücut, hisse
bir vasıtadır. Bütün duyu organlarımızdan gelen hisleri duyan ruhumuzdur ki o
da bâtındır.
Madde, nisbet açısından mevcuttur, asllda ise fânidir. Fakat, ruh,
Ölümsüzdür ki evvel de âhir de odur.
Yine bu sebeblcdir ki gürellere (Dünya) ruha da (Âhiret) dendi.
Bâtın da yedi mertebe üzerinedir. Alem de yedi mertebe üzerinedir, insan da
yedi mertebe üzerinedir. İnsanda deriden kalbe varıncaya kadar tam yedi mertebe
vardır ki esas olan yedinci mertebedir, yani (Kalb)tir. Menfilin ana rahminde
ilk yaptığı da kalbtir; sonra birer birer bütün mertebeleri tamamlar ve
yedinci mertebe olan deride karar kılar. İnsan vücudunun dışına bakılırsa bütün
organların hep başka başka olduğu görülür ki hepsi bir asıldan çıkmıştır. Şu
halde iş, Asl’a varmaktır, Kül’e varmaktır ve Kül olmaktır.
Şimdi, bu varlıklar meydana çıkmadan önce
Hakk’ın iç (Bâtın) idiler, fakat, zuhur edip meydana çıkınca da bu varlıklar
sûretinde zuhur edip meydana çıkan Hak olmuş oldu. Yani, zuhurdan önce,
sonradan zuhur edip meydana çıkan varlıklar Hakk’ın İç (Bâtın)i iken Hak ta,
zuhurdan sonra, meydana çıkan bu varlıkların Dış (Zâhir)ı oldu. Kısaca, önceden İç (Bâtın) olan, meydana çıkıp
görünmeğe nisbetle, Dış (zâhir) oldu ve Dış (Zâhır) olan Hakk’a nisbetle İç
(Bâtın) oldu. Ye bu İç’ten Dış’a zuhur ile meydana çıkan varlıklara da
(Mümkünler Alemi) dendi.
Mümkünler Âlemi demek hissî mevcutlar
âlemi demektir.
Yukarıda açıkladığımız şekilde zuhur ile
meydana çıkıp var olan bütün âlemlerin özü ve özeti de insan oldu.
İnsan, bütün âlemlerin özü ve özeti
olunca Hakk’ın İç (Bâtın)i ile insanın Dış (Zâhir)ı ve Hakk’ın Dış (Zâhir)ı ile
insanın İç(Bâtın)i birbirinin ayni olmuş oldu. Zâten, âlemlerin yaratılışından
maksat ta İnsan’ın meydana gelmesi idi ve bundan ötürü de Hakk, insanı, kendi
sûreti üzere en güzel şekilde yarattı ve onu kendisine Halîfe" yaptı. [Bk. Kur’an: A’raf/11; Mümin/64; Tegabün/3. “Hadîs:
Allah Teâlâ insanı kendi sûreti üzere yarattı.”
İnsan görünür (Şuhud) âlemle görünmez
(Gayb) âlem arasında veya Yer ile Gök arasında veyahut ta Kâinat ile Allah
Teâlâ arasında ya da Şuur Altı ile Şuur arasında hem ayırım hem de kavşak
noktasıdır ve bundan ötürü de Mutlak Vücud’un aynasıdır; O’nu aks ettirmekte,
O’nu göstermektedir. Ancak, Mutlak Vücud’un bu aynada bütün haşmet ve azameti
ile görünebilmesi için bu aynayı gerçek bilgi ile cilâlamak, yani insanın
Biricik ve Mutlak Vücud olduğunu yakînen bilmiş olmak şarttır.
İnsandan başka bütün varlıklar, maddi
varlıkları bakımından noksan olduklarından, tabiatiyle, onları kaplamış olan
ruh ta o varlıklarda noksandır. Ama insan maddî varlığı bakımından her şeyi kendinde toplamış ve kâinatın
bir özü ve özeti olmuş olduğundan insanı kaplamış olan ruh ta mükemmel bir
ruhtur ve dolayısıyla insan, yalnız madde bakımından değil, fakat, ma’na
bakımından da, bilgi bakımından da kâmildir.
Şöyle de diyelim, kemâl, zahire
çıkmakladır, yoksa, Adem’de, Yokluk’ta kemâl olmaz. Kemâl, sonradan
meydana çıkan ilim ile bütün ilim mertebeleri tamamlandığında kemâl olmuş olur
ki bu da ancak insanda tamamlanır ve ancak böyle bir insan kâmil insan olmuş
olur. Kâmil insan da iki taraflı (Zülcenâheyn) dır, yani hem maddeyi hem de
ma’nayı kendinde toplamıştır. Zâten her şey ve özellikle insan, hem İç’i hem
Dış’ı kendinde toplamıştır. Ve zâten, Dış, İç’ten ve İç’te Dış’tan ayrı
değildir ve ilim mertebesi de bu suretle tamamlanmış olur. İnsanda bütün
maddî varlık mündemiç olmakla bütün maddî cüzlerin idrâki de insanda mevcut
demektir. Şu halde insan, her şeyi bilicidir,
âlimlerin âlimidir ve çünkü, Sultânı Ruh’u hâizdir.
Gaybî şöyle der:
Bu
âlem bir ağaçtır
Matlub
olan meyvadır
Meyvası
olmuş Âdem
Sanma
ki ağaç ola.
Evet, Kâinattan matlub olan insandır. Çünkü, kâinatın yaratılışından maksat
insandır. Ağaç, bir tohumdan meydana gelir ve en nihayet yine o tohuma inkilâb
eder. Ağaç gelip-geçicidir, maksat tohumdur. İşte kâinat ta gelip geçici bir
ağaç gibidir ve muksûd ise insandır. Vahdet, tohumda, insandadır.
Kâmil insan Hakk’ın Zât’na tam bir aynadır. Hakk, kendini kâmil insanda
seyr etmektedir. Bütün görünüşler, külli ve icmâlî tecellîsi üzerine kâmil
insanda zâhirdir; kısaca, Zât’ın tecellîsi kâmil insandadır. Çünkü, bütün
âlemler onun vücududur. Dolayısıyla de bütün tecellîler insana râci’dir.
Hakk’ın Zât’nın bîr tek yüzü vardır ki o da kâmil insan yüzüdür; (Her şey yok olucudur, ancak, Allah Teâlâ’nın yüzü
bakîdir) âyeti de bu gerçeğe işaret etmektedir. Kâmil insan bütün varlıkların
Özü ve özeti olmakla da demek ki her şey yok olucu yalnız kâmil insan bâkîdir
demektir. Çünkü, Hakk, bütün kemâli ve cemâli ile yalnız kâmil insanda
tecellî etmiştir. Fakat, bu da fark âleminde bir an için bir bilişten
ibârettir.
Kâmil insan demek, Hakk’ın tam zuhuru demektir ki bu da Zatî bilgiden
ibarettir. Şu halde, aslında kâmil insan da Zât’ın bilinmesi için bir
görünüşten ibârettir. Zira, tafsîlî ilim, kâmil insanda icmâl edilip
özetlenmiştir. .
Kâmil insanın ilmi, Hakk’ın ilmine aynadır, yani kâmil insanın kendi
nefsini bilmesi Hakk’ın bilinmesi demektir. Çünkü, kâmil insan ayni Hakk’tır. Bu suretle de Hakk, kendi ilmi ile de
kâmil insana aynadır ve onda zâhirdir. Kâmil insan da Zât’ın bir arzusu
dolayısıyla vardır, mevcuttur; gerçekte var olan ise o. her şeyden müstağni
olan Zat’tır.
Bütün insanlar, âlemin özeti olmaları ve maddelerinin ekmeliyyeti
dolayısıyla madde bakımından kâmil insanlardır. Fakat, bu varlıklarının
bilgisini elde etmedikleri sürece tam kemâl sahibi olamazlar. Ne zaman ki kâmil
olduklarının bilgisine ulaşırlar işte ancak o zaman tam kâmil olmuş olurlar.
Kısaca, bilgi olmaksızın kemâlden söz edilemez. Kemâle ulaşabilmek te bütünlüğü
ile kâinatın ne olduğunu bilmekle mümkündür ve bütünlüğü ile kâinatı bilen de
kendini bilmiş olur. Bilgi nur olduğu gibi o bilgiye vasıta olan madde de yine
ayni nurdur ve bilen de ayni nurdur. Her şey sırf bir görünüşten ibârettir. Asi
olan bütün bu görünüşleri gösteren Zât’tır ki o da tam kemâli ile, ancak,
insanda zâhirdir.
Bütün varlık, insandan gelip geçer. Her şey, yedi kapıdan insana girer ve
beş kapıdan da insandan çıkar.
Kısaca, insan, maddî ma’nevî bütün varlığı
ile kendisinde tecellî eden Hakk’tır; dolayısıyla insan, bütün isimleri ve
müsemmâları kendinde toplamıştır. Böyle bir insan da artık bütün makamlarda ve
mertebelerde istediği gibi dolaşabilir, onlarla zevk edebilir. Makam ve
mertebeleri dolaşmaktan anlaşılması gereken anlam da o makam ve mertebeleri
ilmen dolaşmak demektir, yani onların neler olduğunu bilmek demektir ki bunun,
sonu da zevktir.
Her şey, makamlar ve mertebeler bakımından söz konusudur. Çünkü, bunlar
olmasa zuhur yoktur demektir. Makamlar ve mertebelerden maksat ta Allah
Teâlâ’nın sıfatları ve isimleridir ki O bunlarla zuhur eder ve bunlar O’nun
zâtının gölgeleridirler. İsimler ve sıfatlar olmasa zuhur olmaz,
dolayısıyla zât da olmaz. Bundan ötürü de kâinat bir görünüşten, bir
gölgeden ibârettir. Zira, zuhuru hayâldir: öyle ise âlemde Zât’tan başka
bir şey yoktur. Asi olan Zât’tır, bundan Ötürü de ebedîdir, bâkîdir.
Zât, isimleri ve sıfatlan vasıtasıyla birçok şekillerle kendini gösterir ki
bu şekiller onun birer yüzü olmuş olur; şekiller olmasa yüzler de olmaz. Çünkü
o zaman ortada yalnız bir ruh kalmış olur ki bu mertebede meydana çıkıp
görünme söz konusu olamaz.
İnsan, Mutlak Varlığı, Allah Teâlâ’yı bütün makamları ve mertebeleri ile
bilirse, ki bu bütün bir bilgi demektir, Cennet’e girmiş olur.
Cennet, genellikle üçe ayrılır:
Cennet-i Muaccele: Yani,
acele gelen Cennet ki bu, dünyada edinilen gerçek bilgiden ibârettir, Bilgi Cenneti dir.
Cennet-i Âcile: Yani, sonradan gelecek olan Cennet ki bu
da dünyadan sonra âhirette ki Cennet tir. Bu Cennette bir şeklin yok olup diğer bir şekle
değişmesi söz konusudur ki Kıyamet, Haşr ve Neşr de budur. ,
Cennet-i Tam veya Devlet-i Bâkiye: Bu Cennet te kulun Allah Teâlâ’ya kavuşması, dolayısıyla, ebedî hayata ve
ebedî zevke ermesi demektir. Cennet, Allah Teâlâ’nın Rahmet’inden; Cehennem
de Gazab’ında yaratılmıştır.
İlim’de İlmî Yakîn, Zevk’te ise Hakk’a ait
Yakîn söz konusudur.
İlme
ait yakîn, insanın, Hakk’ın kendisinde olduğunu bilmesidir. Hakk’a ait yakîn
de, insanın, Hakk’ı kendisinde bulmasıdır. Bu da ilme ait yakînin tahakkuk etmelidir ki, bu artık, ilmin üstünde,
sezgisel, vicdanî bir zevk işidir ve bu da visaldir. Fakat, bu visâle ulaşmak
için insanın nefsine arif olması şarttır. Bu nefse ârif olma işi de insan
hayatının en büyük imtihanıdır. Bu imtihanı kazanıp gerçeği gerçek üzere
bilenlere ve gerçek üzere savunanlara da (Ehl-i Cemâl); gerçeği bilmeyen veya
bilipte aslından saptırarak çeşitli ve yanlış suretlerde savunanlara da (Ehl-i
Celâl) derler ki bunlar da halk ile zâhirî hocalardır.
İnsan da, yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, ancak, ilmi ile insandır ve ilmi derecesinde insandır. Çünkü, ulviyyet,
yücelik yalnız ve yalnız bilgidedir. İnsan ancak, bilgisi derecesinde
yücedir. Bilgi elde edilebilecek vasıta da ancak, içinde bulunduğumuz bu
dünyamızdaki bu vücudumuzdan, ibarettir. Bu dünyamızda bu vücudumuzla elde
edebileceğimiz bilgi de bu dünyamız için olduğu kadar âhiretimiz için de
biricik bilgimiz olacaktır. Çünkü,
ruhun maddeden başka bilgi vasıtası yoktur. Bilgiden maksat ta sevmektir;
bilmek demek, sevmek demektir.
Mutlak Vücud, Allah Teâlâ, Gökler’in ve
Yerin nurudur: Allah Teâlâ, Nur’dur. Bütün âlemler bu nurdan meydana gelmiştir
ve yine bu nura geri döneceklerdir. Âlemleri ve insanı ile bütün bu varlık, bu
fark âlemi de tek bir hareket eseridir ve bu hareket te sevgi hareketidir.
Sevgi hareketi demek, yukarıda da dokunduğumuz gibi, Zât’ın, isimlerine ve
sıfatlarına bürünerek görünüşü demektir ki bütün bu görünüşler aslında yoktur
ve yok olucudur.
Bütün tabiî haller ve olaylar, Allah Teâlâ’nın isimlerinin hükmü
altındadırlar ve o isimlerin ma’nalarına göre zuhur ederler. İsimler, zatî
i’tibarlardır; zât ise her şeyden münezzehtir. Zâten, tenzih, kendi
kendiliğinden hâsıl olmaktadır. Çünkü, bütün varlık o olunca, onun her şeyden
arınmış olması da yine onun kendi
varlığını kaplamış olması ile olmuş olur. Zât ve Allah Teâlâ kelimeleri de,
sırf, gerçeği anlatabilmek içindir. Fark âleminde ise, Zât’ın isimlerinden ve
sıfatlarından başka bir şey yoktur.
Şu
halde bu var oluş ve yok oluş, yine Zât’ından Zât’ınadır.
Zât, Mutlak Varlığın İstiğnası hâli, Ahadiyyet hâlidir. Zâtin birliği
Ahadiyyettedir, Ahadiyyettir. O mertebede her şey odur, başka yoktur.
Her parça, her cüz, kendi mevziinde bir zât’tır. Fakat, parça zât’Iar,
Bütün Zât’ın, Külli Zât’ın tahtında olan zâtlardır. Bütün cüz’î zât’lar, bütün
cüzleri kaplamış olan asıl Zât’a, Küllî Zât’a dayanır. Varlık, bütünlüğü ile
Zât’tır.
Bütün bu görünüşlerden, bu geliş
gidişlerden maksat ta Zât’ın kendini bilmesi ve dolayısıyla de kendini
sevmesidir. Çeşitli sûretler ve varlıklar da bu gayenin geçici
vasıtalarıdır. Varlıkların hepsi de Hak olduğundan Hak kendini sevmiş olmakla
cüzlerin de, yani bütün cüz’î varlıkların da birbirlerini sevmeleri zorunludur.
Çünkü, Hakk,
cüzlerin toplamı ile Hakk’tır; dolayısıyla de her cüz Hakk’tır ve her cüz Hak
olunca her cuz’ün birbirini sevmesi de zorunlu olur.
Hakk, zât’ın farka gelmesi, yani
görünmezken çeşitli varlıklar hâlinde görünür olmasının adıdır. Bunu
böylece bilip kabul etmek te Hakk’ın ne olduğunu bilip kabul etmek demektir,
işte, (Hak
kabul edenindir) sözünün gerçek anlamı da budur.
Varlıkta, her zerrenin, her çeşit varlığın kendi deveranım yapabilmek için
gerekli şeyleri onlara vermek ve onları daima aynı şekil ve suret üzere seyr
ettirmek te Hakk’tır ve Hakk’ın işidir ki bu da Hakk’ın isimlerine ve
sıfatlarına râcidir.
Meselâ, bir buğday tohumundan yine bir buğday çıkar, arpa çıkmaz:
arpadan da yine arpa çıkar, buğday çıkmaz. Bu, maddede böyle olduğu gibi
ma’na âleminde de böyledir. ruh âleminde de bövledir ve böyle olması bir adâlet
işidir. Bu yüzden ruh âleminde, ma’nevî âlemde de cemâl ve celâl birlikte
gider; zira birlikte gitmese adâletsizlik olur. Her şeyde celâl ve cemâl'in
birlikte gitmesine de (Adl-i
Subhânî) derler: çünkü. Allah Teâlâ âdildir.
Şuna da işaret edelim ki celâl, kendi başına var olan bir şey değildir; o,
cemâlin gölgesidir, gelip geçicidir. Asi olan, var olan, ancak, cemâl’dir.
Bundan ötürü de, yukarıda da dediğimiz gibi, her celâl gibi görünen şeyi,
muhakkak, cemâl peşler. İşte, (Allah Teâlâ’dan ümit kesilmez) sözünün sebebi ve gerçek anlamı da budur.
Gerek insanın vücudu içinde ve gerek
insanın vücudu dışındaki kâinatta türlü tecelliler, cilveler gösteren Tek bir
Zât Tek bir Hakikat’tır; ondan başka yoktur. Bütün varlıklar bir Tek Can ve
bir Tek Ten’dir. Bu Tek olan Zât ve Hakikat hiç bir suretle bölünüp
parçalanmaz. Dışta bütün görünenler onun mahluku ve âletidir. Bu tek varlık,
meydana çıkıp görünen her bir şeyde, o şeyler bütün isimleri ve sıfatlarıyla
bir zerre de olsalar, bütünlüğü ile görünür ve herkese inancına ve zannına göre
görünür; ve her mertebe, her mahal ve makamda başka başka birer yüz gösterir.
Dış'(Zâhir)ta olsun Iç(Bâtın)te olsun, her bir şekil ve sûrette tasvir ve
tasavvur edilmiş olan, her akılda düşünülmüş olan, her gönülde anlam olan, her
kulakta duyulan ve her gözde görülen odur. Bu Tek Zât ve Hakikat, bir yüzden
tecellî edip görünür, bir yüzden de kendisini yine kendisi görür. Dolayısıyla Seven ve Sevilen (Âşık ve Ma'şûk), isteyen ve İstenen
(Tâlib ve Mutlûb), İnanan ve inanılan ve inanış bir ve ayni şeydir. Şu halde
ârif olan kimse hiç bir özel/nefsî/ferdî inanca ve sevgiye bağlanıp
kalmamalıdır.
Bu noktada yine önemle işaret edelim ki
bütün varlıklar, makamlar ve mertebeler hep sevgi eseridir. Eğer, sevgi olmasa
hiç bir şey vücud bulmaz, mevcud olmaz.
İster nisbetler içinde bulunalım ister
nisbetlerin üstüne çıkalım, varlıkta her şey hep sevmek içindir ve hayat bir
sevgiden ibarettir ve çünkü, aslında da bir sevgi eseridir.
Şimdi, vücud, yani varlık, her şeyden önce, varlığını
korumak ve sürdürmek zorundadır. Varlığın korunması ve sürdürülmesi de, ancak,
(Sevişmek) ile, yani sevişme yolu ile kendi yerine bir benzerini bırakmakla
mümkündür. Bu söylediğimiz. Mutlak Vücud’un canlı ve hatta cansız bütün şekil ve
sûretlerinde ve bütün makam ve mertbelerinde geçerlidir; Mutlak Vücud’un Mutlak
Kanunu’dur. Bu Mutlak kanun’un tatbiki için de İlâhî Varlık, kendi Mutlak
Vücud’u içine kendinden bir cevher gizlemiştir ki o da Tasavvufî’ Dil ile (Aşk
Maddesi) dir; Felsefî Dil ile (Hayat Prensibi)dir; Fizyolojik Dil ile de
(Nutfe)dir. Bu cevher Hayvânî Ruh’u meydana getiren hayatî ve hayvânî gereklilikleri
yaptığı gibi hayvânî ruhu kaplayan ve İnsanî veya Sultanî Ruh’umuzu, Şuurumuzu
meydana getiren de yine odur.
AŞK MADDESİ
Çeşitli varlıkların meydana gelişine, devrana, nisbetlere sebeb hep bu aşk
maddesidir. Nisbetler, şekillerden ötürü ve şekillerin birbirlerine olan
zıtlıklarından meydana çıkmıştır; zıtlıklar olmasaydı nisbetler olmazdı. Bu
nisbetler ve dolayısıyla şekillerin, çeşitliliği yüzünden de devran meydana
gelmiştir, zaman meydana gelmiştir. Bizler cüz’iyyette seyr ettiğimiz için bize
göre devran da, zaman da taakub da
vardır ve çünkü bunlar mertebeler gereğidir. Ve bütün bu söylediklerimizi
toptan kendinde toplayan da (Fark)tır. Fark, yani meydana çıkıp görünme işide
iki yönlüdür. Bunun bir yönü Bütünlük, Küllilik açısından olan fark’tır ki buna
(A’yân-ı Sabite) diyoruz ki İlmî suretlerdir, mâhiyetlerdir. Fark’ın diğer yönü
de (A’yân-ı Sûbite)nin içinde cüzlük ile ve zıtlık ile olan fark’tır ki işte
yukarıda açıkladığımız fark, bu ikinci tip farktır. Bütün bu nisbetlerin,
devranın, fark’ın varlığı da, toptan, Zât’ta mündemiçtir; bütün bunlar Zât’tan
zuhur etmişlerdir ki bunların zuhurlarına sebep te (Aşk Maddesi) dir ki aslı
ile ve aslında yine o Zât’tır, yine o nurdur, yine o ruhtur. Her nereye
baksak, her neyi görsek hep aşk maddesini görürüz. Çünkü, o, her varlığı her
şeyi, bütünlüğü ile maddeyi kaplamıştır. Her madde ki bizim vücudumuzda
dahildir, bizim vücudumuzdan başka bir şey değildir, şu halde, aşk maddesinin
bütünü de biziz, onun aslı da zât ta biziz. .
Alemler, bütünlüğü ile Mutlak Vücut’tur, sırf Cemâldir; o, hep nurdur.
Fakat bu, varlıkta her bir mevcut zerrevîdir ve zerrevî olmasından ötürü de
hepsinde aşk maddesinin tecellîsi ayn ayndır ve bu zerreler, birbirlerine
zıtlıklar gösterdiklerinden ötürü de ıztırab dediğimiz; şer dediğimiz, celâl
dediğimiz şey meydana gelmiştir. Aslında şer, celâl denilen şey mevcut
değildir. Çünkü, şer, yani celâl, cemâl gibi bir varlık değildir.
Celâl,-ancak, bir çokluktur ve şekillerin birbirlerine nispetlerinden zuhur
etmiştir ve bunun için de mevcut değildir.
Bütünlüğü ile âlemler ise, Yani Mutlak Vücud ise insandır, tıısaıı,
dolayısıyla de Mutlak Cemâl’dır.
Bu aşk maddesi, bu her şeyin aslı da, bütünlüğü ile bizde mevcuttur.
Vücudumuzdaki bütün zerrelerimizi idare eden, onlara hükm eden onun Sultanî
Ruh’udur ki o da bizdedir. Hayvanları da hayatî sınırlar içinde ve kendi
maddelerine göre yine onun Hayvânî Ruh’u idare eder. Aşk maddesi dediğimiz bu
Hayat Prensibi cansızlar âleminde ise tamamıyla basit ve aşağı derecede bulunur
ki bu cansızlar âleminde, hayvanlarda görülen içgüdü bile mevcut değildir.
Kısaca, bütün varlıkların yaratılmasına sebep olan aşk’ın, sevginin çeşitli
şekillere bürünen tecellîsi, aslında, tek bir tecellîdir. Bu sevginin birer
tezahürü olan her bir varlık ta ancak zıtlarla meydana çıkıp görünür. Çünkü,
sevişmek için zıtlık lâzımdır. Fakat, gerçekte zıtlar yoktur: zıtlar, tek bir
hakikatin meydana çıkması ve bilinmesi içindir.
Şehvet,
sevgi, muhabbet, aşk, vecd, hayret dediğimiz şeyler de hep Aşk Maddesi'nin
mertebelerinden ibarettir. Bu
mertebelerde seyr'etmek te tamamıyla bilgi işidir, irfan işidir. Alim ve Ârif
olmayanlar şehvet, denen hayvanlık mertebesinde saplanıp kalırlar. Fakat,
Alim ve Arif olanınsan, kendi zâtının, varlık ve yokluk sûretlerinde yine
kendini nasıl sevip zevk ettiğini ve kendisinin de ayni Zât olduğunu gereği
gibi düşünüp bilir ve bu suretle de Hayret makamına yükselir. Ancak,
hemen işaret edelim ki hayret makamı, ancak, cüzilik açısından ve ancak cüzler
için söz konusudur. Zira, Küllük, bütünlük açısından, hayret dediğimiz şey söz
konusu olamaz. Bu
hayret makamından sonra da, artık tamamıyla ma’nevî bir sevgi başlar; çünkü,
bundan ötesi, artık, Hiçlik âlemi’dir. -
Aşk Maddesi’nde esas aşktır. Rablık, kulluk, çirkinlik, güzellik varlık,
yokluk, hulâsa bütün nisbetler hep mertebelerde i’tibâri birer sözden
ibarettir. Bütün maksat, sevmek ve zevk etmektir ki bunun da gayesi visaldir.
Aşk, vecd mertebesidir, dolayısıyla toplam mertebesidir; bu mertebede bulunan
da, yalnız, Hakk’ı görür, Halk’ı görmez. Çünkü, toplam mertebesi bâtındır,
zâhir değildir.
Muhabbetin
daha şiddetlisine Aşk ve Aşk’ın daha hafifine de Muhabbet denir. Allah
Teâlâ’nın sıfatlarında tam ve mükemmel bir i’tidal bulunduğundan Allah
Teâlâ’nın insanlara karşı Aşk’ı değil, ancak, Muhabbet’i nisbet olunmuştur.
İnsanların kafalarının mahsulü olan İlim ve Fen yine insanların kafalarının
terakkisi ile düz orantılıdır. Hâlbuki
insanda esas olan (Sevgi) hiç bir terakkiye bağlı değildir; onun yüksek varlığı
daimîdir ve aynîdir. Yeter ki insanlar, onun mâhiyetini ve kudretini bilip
anlamağa ve her geçen an ona bağlanmağa çalışsınlar.
SULTÂNÎ RUH
İnsanın bedeni Sultânı Ruh denen bir ruha bir kab, bir âlet olduğu gibi,
ayni zamanda, Hayvânî Ruh denen bir ruha da yataklık etmektedir. Bunun da hikmeti, Allah Teâlâ’nın Cemâl ve Celâl
yüzlerinden olan kudretini müşahede etmektir. Görülüyor ki insanda Cemâl’in
bulunduğu ayni yerde Celâl da bulunmakta ve bu iki zıt şey birbirinin sınırını
aşmamaktadırlar.
Ruh, aslında ne iyi ne de kötüdür. Çünkü, o, maddî bir şey değildir. Fakat,
onun madde içinde bulunuşuna nisbetle, onun, nisbette iyiliğini bildiren,
Hayır; ve nisbette fenalığını bildiren şey de Şer’dir.
Ruh, aslında saf ve temizdir ve çünkü o, maddî bir şey değildir. Fakat, o,
maddeye bedene bürünmüştür ve bundan ötürü de maddenin emrine girmiştir ve
maddenin emrinde de birçok maddî günahlar işlemesi zorunludur. Ancak, maddeye, bedene girip onun
pislikleriyle pislenen ruhun o maddeden o bedenden sıyrılıp yine safiyveti
üzere sırf ruh kalması da devran gereğidir ve zorunludur. işte, insanın
günahlarından ötürü Allah Teâlâ’ya (Tevbe) etmesi gerektiğinin ve bu tevbelerin
Allah Teâlâ tarafından mutlaka kabul edileceğinin ve çünkü, Allah Teâlâ’nın (Tevbeleri Kabul
Edici)
oluşunun gerçek anlamı da budur.
Gerek insan dışındaki bütün âlemlerde ve
gerek insanın bizzat kendinde vücut örtüsü ile örtülmüş ve bu örtünün
gizliliklerinde gizlenmiş olan bu cevherin meydana çıkmasına ve çıkarılmasına
sebep, yalnız ve yalnız, Aşk olduğu gibi bu cevherin İlâhî mahiyyetini, zâtını,
gerek cüzlüğü ve gerek küllüğü üzere bize bildirecek olan anahtar da yine
Aşk'tır. Kısaca, Tek olan İlâhî Varlık Aşk ile kendi Zât’ından kendi Fark’ına
gelmiştir, yani görünmezlikten görünürlüğe çıkmıştır. “Allah Teâlâ muhabbettir” sözünün gerçek anlamı da budur.
Dolayısıyla, Aşk, hem ma’nayı hem maddeyi kendinde toplamış ve her ikisini de
bütünlüğü üzere kaplamıştır. Bunlardan biri olmaksızın Aşk düşünülemez. Ve
zâten, madde ve mana ayni bir şeydir. Bundan ötürü de Hayat, insanda ve diğer
varlıklarda, işte, bu sevgi hayatından başka değildir.
Hayat, tıpkı madde gibi, yok olmaz bir
şeydir. Bundan ötürü bu dünyada her vakit belirli bir hayat vardır ve bu
hayatın miktarı azalıp çoğalmaksızın daima ayni nisbette devam edecektir.
Bir şey i’tidâl hâline geldikten sonra, artık, olduğu gibi kalır: ne
çoğalır ne de azalır. Dünyanın olduğu gibi kalması i’tidâli sebebi'iledir.
Cemâl ile Celâl’in eşit gittiği zamana da (Zamân-ı î’tidâl) derler.
Tabiattaki i’tidâldır ki insanların da i’tidâlini sağlamış, dolayısıyla de
Ruh’lar da mevcut olmuştur. Eğer maddi bir i’tidâl olmasaydı bir Ruh’tan bir
îdrâk’ten de söz edilemezdi. Nasıl ki Aklımız ve ruhumuz, düşüncelerimiz ve
hislerimiz maddî vücudumuzun ve özellikle dimağımızın i’tidâl ve ahenk
derecesi ile düz orantılıdır.
Maddeyi yaratmak ve yok etmek mümkün olmadığı gibi
hayatı yaratmak ve yok etmek te mümkün değildir. Bütünlüğü ile Tabiat
ölümsüzdür. İnsan da kimyasal ve fiziksel etkilerle birleşen bu hayat ünitelerinin bir
araya gelmeleriyle yaşamaktadır. Bu ünitelerin durmaksızın çalışmalarıyla Hayat
dediğimiz şey meydana çıkmaktadır. İnsanların Melek’lerle dolu olduğunu
söyleyenler, Melek’lerin bu Hayat Ünitelerinden ibaret olduğunu iyi
bilmelidirler.
İnsan vücudunda hâsıl olan hayat, bir
terkib hassası ve maddî cüzilerin, yani alman çeşitli gıdaların yaptıkları
çalışma sonucudur: konuşmamız, gülmemiz ve daha bu gibi şeyler hep bu
çalışmaların sonucudur. İnsan ile diğer hayvanlar arasındaki başkalık ta,
ancak, terkibe, ait bir başkalıktan ötürüdür, hepsinin aslı ise birdir. Bu bir
olan asıl, cevher, her bir mertebede o mertebeye mahsus bir zuhur, bir meydana
çıkış göstermiştir.
Lâhût, Ceberut, Melekût ve Şuhûd
diye adlandırdığımız âlemlerin zuhurunda zaman dahilinde bir sıra, bir
birbirini peşleme diye bir şey yoktur. Bütün bu âlemler, birbirinin fâil’i olmaları açısından, hep birden zuhur
etmişlerdir. Alemlerin hep birden zuhuru da İlâhî bir
Arzu. İlâhî bir Sevgi sonucudur.
Tekrar edelim ki Yaratılışta varlıkların birbirlerini sıra ile peşlemeleri
diye bir şey yoktur. Yaratılış, bir, (An)dır ve bu An, bir göz açıp kapamadan
da daha kısadır. Ard arda geliş, ancak, şekillerin
birbirine nisbeti bakımından meydana gelmektedir. Yaratılış, Bütünlük, Küllük
bakımından (Zuhur)dur: şekillerin birbirine nisbeti bakımından da (Taakub)tur
ve (Hulûl)dur.
Meselâ, bu bir olan Asl’a hayvanlık
mertebesinde (Hayvani Ruh), insanlık mertebesinde de (İnsânî Ruh) adı
verilmiştir. Yoksa, hayvânî ruh başka bir şey ve insânî ruh ta başka bir şey
değildir. Hayvanlık mertebesinde (Hayvan) olan şey ne ise insanlık
mertebesinde (İnsan) olan şey de odur: bu ikisi arasındaki başkalık, ancak,
isti’dat hasebiyledir.
İsti’dad, adetten gelir ki bir şeyin birçok yüzlerle varlığını meydana
çıkarıp gösterebilmesini deyimler. Ve yine bu anlam ile ilişkili olarak,
isti’dâd, bir şeyin veya her şeyin kendi cinsinden olan şeyleri aramaları ve
bulmaları keyfiyetidir.
Bir insanın iyi veya fena, güzel veya
çirkin, zekî veya budala olması da, her şeyden önce, bu hayat üniteleriyle
sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanı vücuda getiren bu hayat üniteleri, çoğunlukla,
âhenkli ve canlı olursa o insan da güzel, iyi huylu ve zekî olur ve aksi halde
de çirkin, kötü huylu ve budala olur. Çünkü, sinirlerin his ve hareketleri de
bu âhenge bağlıdır. Dolayısıyla, vücudumuzdaki organlarımızın da hissî ve aklî
hayatımız üzerinde büyük ve çeşitli etkileri vardır.
İnsanda her organ hissi ve aklî hayat
üzerinde başka başka etkiler yapar. İnsandaki
Tenasül Organı’nın insanın hissî ve aklî hayatı üzerindeki etkisi ise pek
büyüktür. Bu sebeble insanın tenasül
organından yoksun bırakılması insanlığa sığmayan bir harekettir;
hayata karşı bir saldırıdır; ahlâkî bir fâciadır. Tarihte rastladığımız bu
çeşit olaylar pek yüz kızartıcı bir cahillik örneğidir. Zira, dediğimiz gibi, tenâsül organlarının zekâ
üzerinde açık ve büyük bir etkisi vardır. Tenâsül organları,
dimağda, şiddetli emeller, çeşitli fikirler uyandırır. Bu organlar, yüksek
derecedeki hissî olayların da beşiğidir.
Maddî aşkın hedefî tamamıyla cinsel
münasebetlerdir. Fakat, biz bunu bir hayvanlık örneği sayarak diyeceğiz ki ma’nevî aşk,
varlıkların hayat kaynağı; cinsel münasebetler ise bu varlıkların mezarıdır,
ölümüdür. Ömründe
bir defacık olsun kalbinin saf ve temiz heyecanlarını duymamış bir kimsede
hissî kemaller ve ma’nevî zevk aramak, hiç kuşkusuz, pek boştur. Hissî kemallerden ve ma’nevî zevkten yoksunluk ve
boşluk ise insanlığın ebedî bir faciası, ihmâle gelmez büyük bir tehlikesidir.
Bununla beraber, bu zevkin de başlangıcı ve esası maddedir ve maddedeki aşk
cevherinin mevcudiyetidir. Her türlü ma’nevi sevgi ve zevk mutlak surette
maddeden başlar. Çünkü madde, her şey için ruhun biricik vasıtasıdır.
Aşk Cevheri
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi. Fizyolojik Dilde (Meni) dir ki bu da bütün
bir vücudu nakl eden bir vasıtadır. Ve yine Hayat Prensibi de dediğimiz bu aşk
cevheri her şeyde kendi mevcudiyetine göredir. Fakat, insan vücudu bütün
âlemlerin bir toplamı olduğundan aşk cevheri de tamamlılığını ve kemâlini
insanda bulmuştur.
“Madde, her şey için ruhun biricik vasıtasıdır” demek;
Ma’nevi sevgi de mutlak surette maddeden başlar. Çünkü, madde, zâten,
ma’nâdır; ma’nânın yazısıdır; ma’namn vasıtasıdır. Vasıtasız asla ulaşmak ise
mümkün değildir. O halde, maddeyi sevmeyen ma’naya ulaşamaz.
Madde, ma’na diye; maddî ve ma’nevî varlık diye ikili bir ayırım yapmak ta
doğru değildir. Zira, hakikatta varlık birdir, sevgi de
birdir. Madde olmayınca ma’na ve ma’na olmayınca madde olmayacağı gibi sevgi
olmayınca sevgisizlik ve sevgisizlik olmayınca da sevgi bilinmez. Fakat, madem
ki esas ma’nadır, madde onun gölgesidir, şu hâlde varlık sevgidir,
sevgisizlik te onun gölgesidir. Ancak, sevgi için maddeye ihtiyaç
vardır. Madde vücudumuza dahil olup hararet meydana getirir ki o hararet te
aşkı meydana getirir, muhabbeti meydana getirir. Eğer, madde olmasa, hararet
meydana getirilemeyeceğinden, dolayısıyla, aşk ta mevcut olamaz; maddî aşk
mevcut olmayınca ma’nevî aşk ta hiç bir suretle mevcut olamaz. Zira, hararetten geçmeyen, yani
nâr’dan geçmeyen nur’a varamayacağı gibi maddeden geçmeyen de ma’naya varamaz. Hararetin aşk üzerine olan büyük etkisini sıcak iklim
ahâlisi ile soğuk iklim ahalisi arasında yapılacak bir mukayese de bize açıkça
göstermeğe yeterlidir. İlkbahar ve Yaz aylarındaki sevişme gücü ve kalitesi
ile Kış ve Sonbahar aylarındaki sevişine gücü ve kalitesi arasındaki muazzam
fark ta bize bu konuda yeterli bir fikir verebilir. İlkbahar ve Yaz
aylarında cinâyetlerin artması da bunun ayrı bir delilidir.
Bir cümle ile: insanın mizacının,
faziletinin, ahlâkının, aşkının, daha toplu bir deyişle, maddî ve rûhî
hallerinin ilk malzemesi, ana dayanağı Mutfağında
Kaynayan Tencerededir.
Özellikle bulüğ hâli, çocuklarla şehvet
heyecanlarının en yüksek derecede kaynaştığı bir devirdir. İş, bu şehvet
heyecanlanın, yavaş yavaş, yüksek ma’nevî heyecanlara inkilâb ettirebilmektir.
Fakat, gerçek şudur ki: eğer insanlar cinsel içgüdülerinden yoksun
olsalardı başta Ahlâk Kitapları olmak üzere Edebiyat Kitaplarından da Felsefe
Kitaplarından da San'at Kitaplarından da ve hatta İlim Kitaplarından da
insanlık yoksun kalırdı. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, iş, bu
içgüdüyü yüksek plânda bir aklın ve yüksek manevi zevklerin ve heyecanların
emrinde kullanabilmektir. Yoksa,
cinsel içgüdüye esir olup kalmak, her şeyden önce, vücudu yıpratır ve en nihayet
hücrelerin hayatlarına hizmet etmeyen bir vücut ta varlığını sürdüremez, yok
olup gider. Öyle ise bu bakımdan da cinsel his ve heyecanlarımızı yüksek
ma’nevî his ve heyecanlara inkilâb ettirmek zorundayız.
İnsan, cinsel içgüdüsünü, ciddî bir terbiye ile yüksek ruhsal işlere
yöneltebilir ve ruhsal gücünü arttırabilir. Bunun içindir ki birçok akıllı
kimseler cinsi münasebetlere pek rağbet etmeyip daima perhiz üzere olurlar ve
cinsel kudretlerini ve aşklarını san’atlarına veya ilimlerine harcayıp ölmez
eserler verirler. Bazı Dinlerde ve Tarikatlarda görülen (Mücerretlik,
Perhizkârlık) müesseselerinin mevcudiyetinin gerçek sebebi de menideki maddi
gücü muhafaza yolu ile ruhun kudret ve kuvvetini arttırmak, dolayısıyla, maddî
aşkı (İlâhî Aşk)a döndürmek ve bu İlâhî aşk derecelerinde gittikçe yükselerek
ebedî visâl içinde bulunmaktır. Çünkü. (Hayvânî Ruh), (İnsanî Ruh)u da
kaplamıştır ve onun dayanağıdır. Nitekim, hadım edilen kimselerde hiç bir fikir ve san’at eserine
rastlamak mümkün değildir.
Bununla beraber, yine işaret edelim ki ebedî olan. İlâhî olan zevkin
başlangıcı ve esası maddî zevktir, maddedir. Çünkü, madde olmazsa mana da zuhur etmez: insânî aşk olmakla ilâhı aşka da
varılamaz. Ve en nihayet, güzel olmazsa aşk ta bilinmez ve yaşanmaz, öyle ise: (Her güzel, Elest Bezminin’
bahş ettiği Peymâneden başka değildir).
Cinsel his ve heyecanlarımızı yüksek
ma’nevî his ve heyecanlara inkilâb ettirebilme işi de, her şeyden önce, bir
terbiye işidir.
Terbiye, her şeyi yerli yerinde yapmak ve her şeyi isti’dât ve
kabiliyetinin en üstün seviyyesine ulaştırmak demektir. Canlı, cansız her
varlığı kendi kemâline ve cemâline kavuşturmak demektir.
Terbiyede insana gelince, herhangi bir insanın ahlâkî, terbiyesi, asaleti
hareketlerinde; bilgi ve irfan terbiyesi de yaptığı işlerde görülür.
Terbiye işi de pek büyük, pek kutsal,
fakat, başarılması pek güç bir iştir. Çünkü, insanlar, her şeyden önce, dış
hayatları bakımından çevrelerinin, iç ha' yatları bakımından da midelerinin
tabîî esiridirler ve bu esirlik te onlara yaradılışlarının, sanki, ebedî bir
hediyyesidir. Bundan ötürü (Hürriyet, Hür irade) kavramı da çok su götürür bir
kavramdır. Gerçek beyle olunca, bu sefer, terbiye işine, (Telkîn) i de müdahele
ettirmek zorundayız.
Telkin edilmiş bir ruh, dolayısıyla, maddeyi de tasarrufu altında
bulundurabilir ve maddeyi istediği gibi kullanabilir.
Telkin kelimesinin yanında bir de (Telâkki) kelimesi vardır ki bunun da
anlamı, insanın bizzat kendisinin herhangi bir şeyi şöyle veya böyle olarak
kabullenmesidir.
Telâkki, ihtiyarîdir, telkin ise mutlak hâkimdir. Telkin de başlıca ikiye
ayrılır:
1-Dışa ait telkin.
2-İçe ait telkin.
Telkin, insanın kendisini veya bir
başkasını herhangi bir şeyin şöyle veya böyle olduğuna ve bunun, gerekliliğine
inandırmak için ruha yapılan bir tasarruftur. Çocukları terbiyede de, telkin,
başta gelir ve pek büyük bir rol oynar.
Çocuklara evvelâ yemeği içmeği, oturup
kalkmağı, söyleyip dinlemeği ve bu gibi şeylere ait kurallar öğretilmeli. Daha
sonra da onlara cemiyyet düzenine ve kurallarına ait bilgiler verilmeli. Daha
sonra da ve yavaş yavaş onlara iyi'nin ve kötü’nün ne olduğunu belletmeli ve
onları iyi şeyler yapmağa yöneltmeli, kötü şeyler yapmaktan da önlemeli;
dolayısıyla da onlara içinde yaşayacakları cemiyetin ve hayatın düzenini ve
seyrini korumalarını sağlatmalıdır. Kısaca, onlara; her şeyden önce, bir
Fazilet ve Ahlâk Terbiyesi vermelidir.
Ahlâk, (Hulk)un çoğuludur. Hulk ta huy ve tabiat anlamınadır. Fakat, huy
kelimesi ile asıl kast olunan şey insanın ruhsal hallerine ait bir sıfattır.
Ahlâk’ı üçe ayırabiliriz: Tabiî Ahlak; İ’tibârî Ahlâk: Ahlâk-ı Hamide.
Tabiî ahlâk demek, tabiî gidişin, devranın ahlâkı
demektir ki bu, her tikel varlığın kendi varlığı kendi düşünüşü ve bilişi ve
kendi gidişidir.
İnsan tabiî ahlâk karanlıklarından kurtulup yükselirse o zaman da
cüzler ve zıtlar arasında bir âhengin kurulup yerleşmesinden ibâret olan (Î’tibârî
Ahlâk) a ulaşmış olur. Ancak, insanın, kâmil bir insan olabilmesi için bu
i’tibârî ahlâktan da geçip yükselerek Bütünün, Küllün ahlâkı ile ahlâklanmak
gerekir ki buna da övülen Ahlâk (Ahlâk-ı Hamîde) denir ve bu mertebeye
varan insan tam ve kâmil bir insan sayılır. .
Kâmil insan da Allah Teâlâ’dan başka olan şeylerle iştigâlden kurtulmuş,
yani esfelden a’lâya geçip nur olmuş, yani vücudunu aslına iletmiş insandır.
Böyle bir insan da,'artık, Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile ablaklanmış olur.
Ahlâklılığın birinci alâmeti Alçak gönüllülük (Tevâzû)tür ki bu özellikle,
ilim adamian için söz konusudur. Alçak gönüllülük, ilimde (Temkin) üzere, ahlâkta
da (Tahkik) üzere olan kişilere mahsus bir vasıftır ve bu vasıf, Tasavvuf Dili
ile, Nebî’ler ve Sıddîk’ler vasfıdır.
Câhil halkta da Alçak gönüllülüğe benzer bir hâl bulunursa da onlarınki
Alçak gönüllülük değil, yaltaklanmadır.
Kendisinde, gerek maddî ve gerek ma’nevî alanda, özellikle Baş Olma
sevdası bulunan kimse Alçak gönüllülükten tamamıyla uzaklaşmış, dolayısıyla,
birlikte yaşadığı diğer insanlarca kendisinden nefret edilen bir insandır. Çünkü, gerçek ibâdet, gerçek kulluk, Allah
Teâlâ’ya karşı Mutlak Alçak gönüllülükte bulunmak, O’na karşı Mutlak Boyun Eğmek’ten başka bir şey değildir.
Kısaca, ibâdet, alçak gönüllülükten ibârettir.
Ahlakî terbiyeyi de çocukların her şeyde
ve her zaman (Doğru olma)larına ve yalnız doğruluğun (Mutluluk) sağlayabileceği
görüşüne dayandırmalıdır. Eğer, ruhlarda iyiliklere, faziletlere karşı bir
temayül uyandırabilir ve kötülüklerin de muhakkak surette cezasız
bırakılmayacaklarına ve hiç değilse can sıkıntılarına sebep olacağına dair bir
inanç hazırlayabilir ve bu yolda bir Vicdan da oluşturabilirsek Terbiye işini
esasından ele almış dolayısıyla de İnsanlığın Mutluluğunu temellendirmiş
oluruz. Hiç kuşku yoktur ki Âhiret Mutluluğu da bundan başka değildir.
İşte, bütün bunlar, her şeyden önce, bir
Telkin işidir. Bu sebebten ötürüdür ki Kutsal
Kitapların, özellikle, terbiye işinde önemleri pek büyüktür. Ve yine bundan
ötürüdür ki İslâm Dini’ne göre Allah Teâlâ, En Büyük Terbiyeci’dir; ve O,
sâdece insanların değil, fakat, yarattığı her şeyin Terbiyecisidir. Bu yüzden O’nun
Güzel İsimler’inden biri de Terbiyeci (Rab)dir.
Allah Teâlâ (Bir)dir. Allah Teâlâ’nın bir olmasının gerektirdiği başlıca
şey de, küçük, büyük, her şeyi kendi varlığından meydana getirmesi ve meydana
getirdiği şeyleri Terbiye Edici olmasıdır. Bundan ötürü de Dinimizde Allah
Teâlâ’nıu bir adı da (Rab), yani (Terbiye Edici)dir ve O, yukarıda da dediğimiz
gibi, meydana getirdiği bütün âlemlerin Rabb’idir. .
Allah Teâlâ'nin Rab’lığı, Terbiyeciliği de meydana getirdiği varlıkları
birbirine inkilâb ettirip geliştirmek sûretiyledir ki bunu da azdâd ile
yapmaktadır. Çünkü, her şey, ancak, zıtlarla meydana çıkıp görünür.
Şuna da önemle işaret edelim ki içimize
ait olan fazilet ve iman terbiyesini gerektiği şekilde sağlayabilmek ve etkili
kılabilmek için de daha önce dışımıza, yani zekâmızı ve ruhumuzu ihyâ eden beş
duygu organımıza gereken terbiyeyi vermek zorunludur. Bu da, dış âlemle ruhumuz
arasında aracı olan bu duygu vasıtalarını daha kudretli, daha verimli kılmak
demektir. Bunun için de gözlerimize daima iyiyi, güzeli ve doğruyu göstermeli;
kulaklarımıza daima iyiyi, güzeli ve doğruyu duyurmalıyız ve bu suretle de her
şeyden önce ve özellikle1 göz ve kulak organlarımızı terbiye edip
geliştirmeliyiz. Çünkü, hayvanlar, boğazdan; fakat, insanlar, her şeyden önce,
gözden ve kulaktan gelişirler.
Bu noktada Din Terbiyesi’ne ve Dinlerdeki
ana temellere de kısaca dokunalım:
Bütün Dinler, genellikle, iki temele
dayanır:
1-Hâlık’a, yani Yaratan’a saygı.
2-Mahlûk’a, yani Yaratılan’a sevgi.
İşte, genellikle bütün dinlerin dayandığı
bu iki temel insanın kötülüklerden kurtulmasını ve mutluluğa kavuşmasını
sağlar.
Bir Allah Teâlâ varlığını kabul edip ona
saygı göstermek, dolayısıyla, ona tam bir emniyyetle güvenip dayanmak insanın
vicdânî ve ma’nevî huzura kavuşmasının ilk şartıdır. Vicdânî ve ma’nevî huzûr
kaynağı olan bu şartın gereği gibi yerine gelebilmesi için de kabûl edilip
sayılan Allah Teâlâ’nın, gerçekten, ne olduğunun gereği gibi bilinmesi şarttır.
Gereği gibi bilinecek bir Allah Teâlâ’nın da gereği gibi sevilmemesine de imkân
yoktur. Varlıkların yaratılışlarının sebebi de sevgi ve muhabbet, olduğundan
ve Yaratan, bütün yaratıklarını bu sevgiye ve muhabbete mazhar kıldığından
ötürü de bizim, bizi, ve bizden başka yaratıkları sevmememize de imkân yoktur.
Yaratan’ı bilip saymak vicdânî ve ma’nevî
huzûrun başı bulunmak ve yaratılan her şeyi de Yaratan’dan ötürü sevmek ve
acımak ta bütün bir ahlâklılığın temeli olmakla bu iki ana temelden yoksun bir
Din düşünmek imkânsızdır. İşte, Allah Teâlâ bu bakımdan da en Büyük
Terbiyecidir,
Dinin bu iki temelinden Yaratan’ı bilme ve sayma temeline bizim Şeriatımız
dilinde (İhsân); yaratılanı sevme ve acıma temeline de (Adl) denir ki
Müslümanlık ta bu (Adl ve İhsân) faziletlerine gereği gibi sahib olmaktan
ibârettir.
Bu hususun Peygambere gelen ilk Vahy ile de pek sıkı bir ilişkisi vardır.
Nitekim, Allah Teâlâ, Peygambere: “îkra’ = Oku!” diye emir vermiş, Peygamber de
bu emri, hayâtî olayları incelemek ve o olayların zorunlu kıldığı sosyal
kanunları gerektiği zamanda gerektiği şekilde vaz’ etmek ve onları insanlara
gerektiği gibi bildirmek sûretiyle mensûb olduğu cemiyyete (Adl ü ihsân)a
dayalı bolluk ve refah, rahat ve huzûr içinde mutlu bir hayat yaşatma olarak
telâkki etmiş ve ölünceye kadar, yalnız ve yalnız bu emri ve böylece yerine
getirmeğe çalışmıştır.
İşte, gerçekten Din dediğimiz şey de
yukarıda açıkladığımız iki asl’ın ortak bir verisinden yani, sevip saymaktan
başka değildir.
Milletler
arasında Terbiyeye en çok önem veren de, hiç kuşkusuz, Türklerdir.
Eski
Türkler, ruh ve bedeni asılda eşit tutmuşlar ve bu ruh-beden bütünü ile bunun
bilgisi ve terbiyesinin deyimi olarak ta ba’zan (ten, tan) ba’zân (den,
dan) ba’zan da (tin) , ve en nihayet Oğuz dili ile (Din)
kelimesini kullanmışlar; kısaca, Din’i bir insan terbiyesi aracı olarak
kabullenmişlerdir. Nitekim, hâlâ, akıl ve edep kurallarına uymayan hareketlerde
ve davranışlarda bulunan çocuklara (Densiz) deriz ki bu kelime (Dinsiz)
kelimesinin başkalaştırılmışıdır ve (Densiz) kelimesi, dolâyısiyle,
(Terbiyesiz) anlatmadır.
Din, birdir. Fakat, dinin bir dış, bir de iç yüzü
vardır ki bu dış yüze (Şerîat) ve iç yüze de (Tasavvuf) diyoruz. Dinin bu iki yüzü birbirinden hiç bir zaman ayrılmayan
ve birbirini tamamlayan yüzlerdir. Bununla beraber Şerîat, dışa yönelme, özden
ayrılmadır. O, bildirilerinin aslı Allah Teâlâ’ya aşk ve muhabbet olduğu halde
aşk ve muhabbetten yüz çevirerek sâdece bir takım kuru inançlar ve duyular
dünyasına ait bir takım emir ve yasaklarla bunların sözden ibaret doktrinleri
ve yalnız gösterişe ait teşkilâtları olma yolunu tutar ve bu yüzden
Tasavvuf’tan, dolayısıyla, Tasavvuf ile ortak olduğu kendi esasından da
ayrılır. Buna karşılık Tasavvuf ise içe ait özde, asılda, reelde, tek bir
kelime ile aşk ve muhabbette yerleşir ve bu aşk ve muhabbet hallerini ve bu
hallerin sezgiye dayanan verilerini ma’nalandırmak ve kıymetlendirmek için bu
verileri zorunlu olarak bir takım sembollerle deyimlemeğe çalışır.
Bu
noktada Tasavvuf’ta sembollerin rolüne ve önemine de kısaca dokunalım:
Tasavvufî şuur veya yaşantı hâli dışa ait
olmayıp içe ait, yani varlığın iç yüzüne, ma’na âlemine, mutlak vücudun sırrına
ait olduğu için entellektüel şuurla kıyaslanamaz ve entellektüel şuura ait
terimlerle de deyimlenemez. Tasavvufî şuur veya yaşantı hâli, bize doğrudan
doğruya bir şey anlatmaz; o, ancak, îmâ eder. Bu çeşit şuurun kendine has
deyim araçları da zorunlu olarak bir takım semboller, bir takım artistik
tasvirler ve bir takım teşbihlerdir. Bu sembollerde, tasvirlerde, teşbihlerde
îmâ ediş ne derece fazla olursa deyimleyecekleri gerçek te o derece fazla olur.
Dolayısıyla Tasavvufta kullanılan semboller, sâdece, bir şemadan,
.diyagramdan, yani hendesî bir şekilden veya remz ve kinâyeden ibaret değil,
onlardan çok daha üstündürler.
Semboller ve artistik tasvirler ve teşbihler
pek çok ise de Tasavvufta gaye gerçek varlığın, mutlak varlığın sırrına ulaşma
ve onunla buluşup kavuşma ve kaynaşma olduğundan bu sembollerin ve artistik
tasvirlerin, teşbihlerin en önemlileri Aşk ve Güzellik sembolleridir.
Çünkü, Allah Teâlâ’yı bilmek ve ona kavuşmak, Allah Teâlâ’nın da emr ettiği
gibi, ancak, iyilik, güzellik ve sevgi yollarından gitmekle mümkündür.
Ahlâk, hılkattandır,
mükevvenattandır. Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmak demek hılkatımıza
avdet edip aslî safiyetimiz üzere saf ve temiz kalmak, yani Tanrılaşmak demektir.
Çünkü, insan, imkân âlemine geldiği için esfele düşmüştür. Allah Teâlâ’nın
ahlâkı ile ahlâklanabilmek için de bu esfelden a’lâya çıkması, yani tekrar
geldiği yere yükselip geri dönmesi gerekir. İnsan, geldiği yere geri dönünce de o zaman Allah Teâlâ gibi her şeye
Merhamet Edici ve her şeyi Sevici olur.
Ye yine, Ahlâk, Aşk Maddesi’nde dahildir. Ahlâk sahibi olmak demek,
(Sevmek) ve (iyi Muamele Etmek) demektir. Sevgi de herkese ve her şeye karşı
olmalıdır. Zira, varlıkta, a’lâ olsun, esfel olsun, her şey Mutlak
Vücuttandır, Mutlak Vücud’tur, Mutlak Mevcuttur. İşte, insan, hiç bir ayrım
yapmadan her şeyi ve bütün mertebeleri ve zıtları ile birlikte severse ve bütün
bunları insanda bilip ve bulup severse, ancak, o zaman gerçek aşık olmuş olur.
Çünkü, böyle bir insan, sıfatların ve mertebelerin ayni bir aslın çeşitli
sûretlerle görünüşünden ibaret olduğunu ve onların o asıldan başka bir şey
olmadıklarım gerçekten ve gerçek üzere bilip kavramıştır. İşte; (Varlıkta her şey Allah
Teâlâ’a sâdıktır) sözünün gerçek anlamı da budur. Yalnız ve yalnız böyle bir sevgi üzerine
dayanan Bektâşiliğin bu yoldaki şu kıt’ası da ne kadar güzel vc ne kadar
yerindedir: .
Birbirini sevmeyenin
Kendi özün bilmeyenin
Âdem’e baş eğmeyenin
İsmini Şeytan okuruz.
Âşık bir insandan hiç bir zerre’ye zerre kadar kötülük gelmez.
Çünkü, Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile
ahlâklanmak için yol yalnız budur. Bundan ötürü de bu sembolik ve artistik
tasavvuf dili, hiç kuşkusuz, akıldan ziyade hisse, kalbe hitâb eder. Çünkü,
Allah Teâlâ’ya en yakın yol (Kalb)tir, (Gönül) dür; Allah Teâlâ’ya, ancak,
orada kavuşulur.
AKIL
Akıl, mevcuttan zuhur etmiştir. Bundan ötürü de aklın Zât'ı bilip
kavramasına imkân yoktur. Bu sebeble de
(Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında boş yere düşünüp durmayınız, çünkü, O’nun
zâtını kavramanıza imkân yoktur) buyurulmuştur. Allah Teâlâ’nın küllî aklı her
şeyi bilici ve ezelî ve ebedî ise de insanın cüz’î aklı her şeyi bilici olamaz
ve ezelî ve ebedî olamaz. İnsan aklı yok olucudur. Hattâ, daha insan
vücudunda iken bile yok olucudur. Delilik, buna bir misaldir.
GÖNÜL
Kalb’ten, gönül’den murad ruhtur. Dolayısıyla bizden Allah Teâlâ’ya en
yakın yol bizim ruhumuzdur. Çünkü, bizim ruhumuz da külli ruhtandır, Allah
Teâlâ ruhundandır.
Şöyle diyelim: ben, meydana çıkıp görünmekle ben oldum ve kül’ün cüz’ü
olmam bakımından ben benim. Ben, dediğim zaman da ben, ancak meydana çıkıp
görünen organlarımı gösterebilirim, fakat, bu görünen organlarımın kendisine
bağlı bulunan ruhumu gösteremem ki o ruhum, bana, maddî organlarımdan daha
yakındır. Bu yüzden de ruh, maddeden iki mertebe, veya ikibin yıl önce
yaratılmıştır denmiştir.
Kısaca benim ruhum da Allah Teâlâ ruhundandır, Allah Teâlâ ruhudur; bundan
ötürü de Allah Teâlâ bize Şah damarımızdan daha yakındır, yani bize bizden daha
yakındır.
Gönül’e, kalb’e ve kalbe ait sezgiye ve
heyecanlara hitâb eden Aşk ve Güzellik’in dildeki hitâb şekli de, yine kalbe
olan ilgisinden ötürü, . (Nesir)den ziyade (Nazım), yani düz yazıdan ziyade
şiirdir. Bundan ötürüdür ki Tasavvuf Edebiyatının büyük bir bölümünü Şiirler
teşkil etmektedir ve özellikle Bektâşi Nefes’leri bunların en güzel
örnekleridir.
Şöyle de diyelim: Tasavvufî düşünce veya yaşantı hallerini deyimleyebilmek
için bir takım semboller kullanmak zorunludur. Tasavvufî sembollerin en önemli
rolleri de gerçeği bir taraftan açıklamakta diğer taraftan da gizlemekte
olmasındadır. Çünkü, gerçek, zâten açıkça anlatılır bir şey değildir. Ve
çünkü, ma’nanın nümûnesi, örneği, misli yoktur; onu, ancak, madde ile misâl
ile anlatabiliriz.
Hakikati, aslı, dil ve kalem ile ve bütünlüğü ile ta’rif mümkün değildir. Çünkü, onu ta’rif edecek olan insan bir bütün
değildir, bir parçadır ve bütünde dahildir. Bir parçanın bütünü ifade
edebilmesi için o parçanın bütün olması gerekir ki o takdirde de ne söylemeğe
ne de yazmağa lüzum kalır; çünkü her şey kendisi olmuştur.
İnsanı hakikata, bütüne vâkıf kılabilmek için, insanın bir parça olması
hasebiyle, o hakikatin, o hakikati içeren ma’nanın algılanması yolunda ona
ancak kendi nisbetinde görüp bildiği şeyleri misâl göstermek sûretiyle yardımcı
olabiliriz; fakat, anlattığımız şeyin mislini gösteremeyiz. Çünkü,
gösterebileceğimiz her şey, her perçe, o bütünde dahildir, o bütünün
parçasıdır. Onun için parça, bütünün misli olamaz. Yine bu yüzdendir ki
“Kül, bütün, her şeyden Münezzehtir ve Müstağni’dir” diyoruz.
İşte, insanlara misâl getire getire onların cüz’î, yani parça bilgilerini
bir dereceye kadar Küllî bilgiye ulaştırmış ve onların cüz’î ruhlarını bir
dereceye kadar Küllü ruha kavuşturmuş oluruz. Fakat onların ne bilgilerini ne
de ruhlarım Küllî bilgi ve Küllî ruh yapamayız. Çünkü, cüz’î ruhun maddesi de
cüzdür ve bilgi edinmek için beş duyu organından başka bir vasıtası yoktur. Ve
yine, cüz’î ruhun algıladığı hakikatları başkalarına anlatabilmesi için de yine
beş duyudan başka vasıtası yoktur ve maddî nisbetler dahilinde olmayan bir
ifadesi de yoktur. Kısacası, akıl, gerçeği, Bütün’ü kavramağa yeterli
değildir.
Şu var ki: ruhumuzun Küllî ruh derecesine çıkması akl ile mümkün değildir
ama (Sezgi) veya (Kalb
Göz’ü) dediğimiz yüksek bir algı derecesi ile Küllî ruh derecesine,
mümkün olduğu kadar, yükselebilmesi ve yüksek derecede bir algıya ve bilgiye
kavuşması mümkündür. Çünkü, Sezgi veya Kalb Gözü dediğimiz algı
derecesi. Varlığı, Bütün’ü, bütün makam ve mertebeleri ile toptan ve bir anda
bir kavrayıştır. Fakat, Bütün’ü bütünlüğü ile toptan ve bir anda olan bu
kavrayışı bütünlüğü ile ifade etmek mümkün değildir. Zira, ne çeşit bir ifade
şekli tasavvur edilirse edilsin, o şekil, Bütün’de dahildir. -İnsanın madde
bakımından Kül olması, Bütün olması için de cesetten çıkması gerekir ki o
takdirde de zâten ifadeye hâcet kalmaz. Zira, insan, bu takdirde, artık Bütün
ile Bütün, Kül ile Kül olmuştur; Huuu! deryasında Huuu’... deryası
olmuştur.
Din’in iç yüzüne giremeyip dış yüzünde kalan Mü’minlere de hak ve hakikat
zâhır olursa da bu zuhur, ancak, Kur’anın herkes için kullandığı dilden ileri
geçemez. Meselâ, bu kişiler, Kur’anın Cennet ve
Cehennem için yaptığı tasvirleri ve söylediği şeyleri hep olduğu gibi kabul
ederler ve bunların gerçekten neler olabileceğini akılları ile düşünüp
taşınmazlar. Kaldı ki gerçeği gerçek olarak kavrayabilmek için onu her şeyden
önce istidlâl ile taakkul etmek ve sonra da taakkulde bulunulan bu madde
âleminden maddesiz âleme, yani ma’na âlemine yükselerek akla ait parça
düşüncelerden Sezgiye ait, Ruha ait bütün bir kavrayışa geçmek zorunludur ki
elde edilmesi gereken şey de esasen budur. Sezgi ile, bütün bir ruh ile
varılacak bu yüksek idrâk te, artık, akıl mahsulü bir bilgi değil, fakat, sezgi
mahsulü, kalb mahsulü yaşanan bir (Zevk)tir ve yaşanan bu zevk, parça bir vücud
ile Bütün’ün bütün vücudunun birleşmesi zevkidir. Ve böyle bir an, Mutlak
Vücudun, Mutlak Varlığın İstiğna’sı ile Fark’ı arasında bulunduğu bir andır. Çünkü,
zevk, her şeyden geçip şuursuz kalmak demek olmakla bir (İstiğna) hâlidir;
Fark’ın duyulması, hissedilmesi keyfiyeti de (Fark) hâlidir.
İşte, (Ehl-i Hâl)
denen Meczubların ve bir kısım Mecnunların hâli bu haldır. Bunlar, kendileri
vücutta, maddede oldukları halde, bütünlük üzere, bütün ile düşünürler ve
öylece zevk ederler. (Ehl-i
Kaal) denen halk ta onlara deli derler. Hâlbuki hakikatta deli
kendileridir. Çünkü, Meczublar, hakikatta; kendileri
ise gaflettedirler. Gaflette olmaları da onların akla ait düşüncelerinin fânî
olan maddeye dayanması, dolayısıyla, düşüncelerinin de ayni bir hayâl
olmasından ötürüdür.
Gerçekte, Keşf ve Vücud Ehli için Hakk, her yerde mevcuttur ve
görünmektedir. Gerçi, Halk için de bir Hak vardır ama onlann Hakk’ı, ancak,
kendi akıllarının yarattığı Hakk’tır ve kendi nisbetlerine göre bir evhamdan
ibâret olan bir zuhur ve görünüştür.
Şimdi, sözümüzü tekrar mü’minlere
getirerek diyelim ki: Mü’min olmak demek bütün yanlış düşüncelerden, yanlış
inanç ve i’tikadlardan sıyrılıp onların tehlikelerinden ve zararlarından emîn
olmak demektir. Bu emniyyet için de gerçeği gerçek üzere bilmek zorunludur.
Böyle bir gerçek bilgi de, ancak Kur’an dili ile hem Şeriat’a hem de Hakikat’a
ulaşmakla mümkündür. İşte, gerçekten Mü’min olan kişiler de, sâdece, Şeriat ile
yetinmeyip Hakikat’a da ulaşan kişilerdir. Ancak, Mü’minler, Keşf ve Vücud
Ehli olan kimselerden ilim açısından yine de aşağıdırlar. Ve Halk ise
Mü’minlerden de daha aşağıdırlar. Çünkü, yukarıda da dokunduğumuz gibi, Halk’ın Tanrı’sı kendi kafalarında
ve kendi kafalarına göre yarattıkları özel bir Tanrı’dır ki böyle bir Tanrı
hayâlden başka bir şey değildir.
Gerçekten, maddemiz, ma’namızı
açıklayabilmekten âcizdir. Ma’nayı, ancak, ma’na anlatabilir ki bu da, ancak,
yüksek bir ruha sahib olma işidir. “Kalbten
kalbe yol vardır” sözünün gerçek anlamı da budur.
Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, biz ma’nayı, ancak, madde ile, misâl ile
anlatabiliriz. Ma’nâmızı maddemiz ile, maddi bir dil ile anlatmak zorunda
kaldığımız takdirde de o ma’nâyı ancak bir takım semboller, tasvirler,
teşbihler, misallerle anlatmak zorundayız. Çünkü, dediğimiz gibi, ma’nanın
misli, örneği yoktur ve olamaz. Hattâ, ma’nânın maddî bir dil ile anlatılması
zorunluluğu karşısında semboller, tasvirler, teşbihler yanında, (1-9) arası
sayılar, bazı Alfabe harfleri ve Ebced gibi özel Alfabeler bile
kullanılmıştır, kullanılmaktadır.
Kısaca, Tasavvuf dili, İç (Bâtın)i, Dış
(Zâhir) ile sembolize eden ve anlatan ve hattâ İç (Bâtın)in Dış (Zâhir)ını yine
Dış ile sembolize eden ve deyimleyen bir dildir diyebiliriz.
Ve en nihayet, Din’in iç yüzü olan
Tasavvuf, en azından (Te’vil) i gerektirir.
Semboller hakkındaki bu açıklamamızdan
sonra yine konumuza dönerek diyelim ki Din’in dış yüzü, yani Şeriat (Dinsel
Ortodoksi), Din’in kendi özünden ayrılıp dışa yönelmiş sınırlı, kayıtlı ve
kaplamsız olan yönüdür. Din’in iç yüzü, yani Tasavvuf ise Din’in kendi özünde
yerleşen ve bundan ötürü de Doğm’a ve İman bağları ile bağlanmayan, hiç bir
şekilde ve sûrette kayıt altına girmeyen kaplamlı olan yönüdür.
SAYI SEMBOLLERİ
Bu sayı sembolleri dolayısıyla, zorunlu olarak« burada Pisagor’un ba’zı
sayılar hakkındaki fikirlerine de kısaca dokunalım:
A— (1) sayısı, Bütün
varlıkların ezelî ve ebedî değişmez aslî prensibidir; Tanrıların Tanrısıdır.
B— (3) sayısı, Âlemdeki ebedî Teslis (Üçlülük)i temsil eder;
Ayni zamanda Erkekliği ve bütün Tabiatta Tanrısal birliğin Mutlak ve Zorunlu
varlığını ifade eder. Bu sayı, bu bakımdan kutsal bir sayıdır.
Pisagor’a göre insan da birbiri içinde üç kattan ibarettir: Beden;
Hayvânî Ruh; Însânî Kutsal Ruh.
Ve yine, Pisagor’a göre Kâinatta iç içe üç kattan ibârettir: Tabiat;
insan Âlemi; İlâhî Âlem.
C— (5) sayısı da Erkekliği, Dişiliği ve Evlenmeği temsil
eder.
D— (8) sayısı da Aşkı, Muhabbeti, Dostluğu, Aklı, Ahlâkı ve Fazîleti
temsil eder.
E— (9) sayısı da Yüce Kudreti ve Adâlet’i temsil eder. Ve bu
sayı, ilk tek olan (3) sayısının karesi olduğu için de her' şeyin tekâmüle
uğrayacağını ifade eder.
(3) ile bunun karesi olan (9) sayısına Pisagor’dan aynca Şark’ın Arya’ları
da önem vermişlerdir.
Pisagor’a göre yukarıda sıraladığımız sayılardan daha Önemli sayılar da
vardır ki onlar da (7) sayısı ile (10) sayısıdır.
Zira, (7) sayısı, varlığın
bütün mebde’lerini ihtiva eden (4) sayısı ile Tabiattaki Tanrısal
Birliği ifade eden (3) sayısının toplamıdır. Bundan ötürü de insanların
Tanrı ile birleştiğine delâlet eder. Dolayısıyla de bu (7) sayısı Allah
Teâlâ’ya ulaşan kâmillere mahsustur.
Bu (7) sayısı, ayni zamanda tekâmül kanununu da ifade eder. Varlıkta
da yedi vücud tavrı vardır ki bunlar tamamlılığı ve mükelliği sağlarlar.
Varlıkta görülen bu yedi tavın da gerek ruhanî gerek cismânî hayatın bütün
derecelerinde açıkça görmek mümkündür. Varlıktaki bu yedi vücud tavrı da yedi
telli bir sazın âhenk açısından, yedi teli üzerine kurulmuş olan yedi tavır ve
makam ile de sıkı ilişkisi vardır. İşte bu yedi tavır ve makam, eğer kalbe
gerektiği gibi işlenirse ruh ta âhenklenmiş olur, dolayısıyla de, gerçeği
kabule hazırlanmış olur.
Ve yine bu (7) sayısı Tabiatın ebedî değişikliğini ve her şeyin, en sonda,
aslı -olan (Bir) e ve birliğe döneceğini de ifade eder.
(10) sayısının önemine gelince: bu da (1)
sayısından (4) sayısına kadar olan dört sayının toplamından hasıl olduğu
için en mükemmel sayıdır ve bundan ötürü de Kutsaldır. .
Pisagor’a göre Tanrı (Bir)dir ve çünkü sayıların başı (1) sayısıdır. Ve (1)
sayısından sonra gelen sayılar nasıl (1) sayısının bir tekrarından ibâret
iseler. Kâinat ta, çokluk âlemi de Bir Olan Tanrı’nın zuhura gelip yine kendi
vahdeti, birliği içinde çokluk ile görünmesinden başka değildir.
Pisagor’un ders verdiği salonda da dokuz heykel ve bunların ortasında da
Tanrı’yı temsil eden (Hestiya) heykeli bulunuyordu ki bu heykellerden (4), (7)
ve (8) sayılı heykeller temsil ettikleri görevler bakımından çok önemli idiler.
Tasavvuf’ta geniş bir kaplam, bir
üniversellik söz konusudur. Çünkü, insanın içini, özünü, benliğini aydınlatan
Nur, üniversel bir nurdur; bütün Dinleri ve Milletleri içine alan ve aydınlatan
bir nurdur.
Şimdi, dinin iç yüzünün, yani
Tasavvuf’un bütün Dinleri ve Milletleri içine alan bu büyük kapsamından ötürü
gerçek Din ve hatta Siyâset adamları, kişilerin, dolayısıyla,
milletlerin ma’nevî ve ahlâkî terbiyelerinin ve gelişmelerinin temeli olacak
gerçek Terbiyede dinin içi ve aslı olan Tasavvuf yönünü, aşk ve muhabbet yönünü
birinci plâna almalı ve bu yöne, insanın maddî ve ruhî hayatını çok defa
zorlayıcı ve zedeleyici olan, dinin seramonileri yönünden çok daha önem
vermelidirler. Esâsen, dinin bu iç yönüne, Tasavvuf yönüne önem verildiği
takdirde ve ancak bu takdirdedir ki dinin dış yönü, seramoniler yönü de bir
anlam kazanabilir.
Tekrar edelim ki Din’in genel olan,
kapsamlı olan, bütün dinleri ve insanları içine alabilecek olan yönü, yalnız ve
yalnız, iç yönü, Tasavvuf yönüdür; gerçek aşka ve muhabbete dayanan gerçek
insanlık yönüdür. İşte, bu sebeptendir ki Mevlâna Celâleddin kaddesellâhü
sırrahu’l azîzin Mevlevî Felsefesi bugün de geçerli olmakta ve Mevlevî
âyinleri de dünyaca rağbet görmektedir. Celâleddin-i Rûmî, kendisinin
yetmiş iki milletle beraber olduğunu bütün dünyaya i’lân etmiş ve her çeşit
dinliyi de dinsizi de ümit kapısı yaptığı Dergâhına çağırmış ve bu kadıyı tlâhî
Aşk’a yönelen her çeşit yolcuya açık tutmuştur. Bu İlâhî Aşk, yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi, Bektâşî Felsefesinde ise büsbütün aslî ve gerçek
bir mâhiyettedir.
Din’in İlâhî Aşk’a ve Muhabbet’e dayanan
ve gerçek insanlık yolunda bütün insanları ve dinleri içine alan bu sınırsız
Tasavvuf yönü, en sonda, dinin sâdece bir takım kuru inanç ve itikadlara dayanan Şeriat
yönünün bütün varlıklardan sıyırıp ayırdığı ve bütün varlıkların üstünde ve
ötesinde olarak kabul ettiği Allah Teâlâ’yı da insanın kendi içine alır ve
hattâ onu insanın kendi şah damarından da insana daha yakın kılar; insan ile
Allah Teâlâ’yı birbirine kavuşturur; daha doğru bir deyişle varlığı yalnız
Allah Teâlâ’ya vererek ondan başka bir Var kabul etmez.
Kısaca, İslâm Mutasavvıflarına göre Din’in
bütün esâsı kendi iç keyfiyetindedir. Bütün iman ve inançların aslı İlâhî
Aşk’tır ki bu da gerçeğin özüdür. Doktrinler, müşahedeler teşkilâtlar
ikinci plânda gelirler ve hattâ çoğu kere de Din’in iç hayatının en büyük
engellerini teşkil ederler. Bu yüzdendir ki Sûfiler, dinsel geleneklerle,
daha ilk zamanlardan beri çarpışmak zorunda kalmışlar ve bu uğurda canlarını
vermekten bile kaçınmamışlardır.
Şimdi, konumuzu özetleyecek olursak şöyle
diyeceğiz:
İçgüdülerimiz, bizi, varlığımızın
bakasına sürükler ve bunların başı ve en önemlisi de beslenme ve çoğalma iş
güdüsüdür ki her ikisi de ayni şeydir. Beslenme ve çoğalma ise, her şeyden
önce, bir harekettir. Şu halde, hayat, harekettir. Ve bu hareket te, ancak ve
ancak, sevgi hareketidir. Nasıl ki, yukarıda, âlemleri ile insanı ile bütün
varlığın tek bir hareketin eseri olduğuna ve o hareketin de sevgi hareketi
bulunduğuna ve sevgi hareketinin de Mutlak Vücud’un, kendi isimlerine ve
sıfatlarına bürünerek, çeşitli varlıklar şeklinde tecellî ve zuhuru ile ortaya
çıktığına, ve en nihayet, Mutlak Vücud’un da bütün varlıkların özü ve özeti
olan insan’dan başka bir şey olmadığına işaret etmiştik. Şu halde çeşitli
varlıklarda parça parça sevgilere sahip olan, mutlak vücud, insan denen özünde
ve özetinde, bütün sevgilerin topuna birden sahib olmaktadır ve kendini en tam
ve en mükemmel şekilde sevmektedir.
İnsanın aslî temelinin beslenme ve bunun
sonucu olan cinsel sevgi olduğunu söyledik. Hâlbuki, beslenme, ancak, bir
vasıtadır; maksûd olan sevgidir. Çünkü, sevgi, hayatın hem sebebi hem de
kendisidir. Öyle ise insan terbiyesinde, her şeyden önce, gerek insanın tabiî temeline
ve mahiyetine gerekse sosyâl varlığına uygun olarak, cinsel terbiyeyi ön plâna
almak, cinsel ilişkilerin normâl ve sıhhî şekilde düzenlenmesine ve gelişerek
daha yüksek hissi seviyyeler kazanmasına önem vermek zorunludur. Başka bir
deyişle, insanları akıllarından önce midelerinden, dolayısıyla de bellerinden
idare etmelidir. Çünkü, insan, insanlığından önce bir hayvandır, yani, bir hayat sahibidir. Hayat ise şuuru, düşünceyi değil, içgüdüyü, cinsel arzuyu, sevişmeği
âmirdir. Terbiyecilerle birlikte Devlet
İdarecilerinin de Gençliğin Terbiyesi ve dolayısıyla Milli Varlık açısından bu
noktayı daima göz önünde tutmaları zorunludur. Her şeyden-önce, insanların
karınları yeterli ve temiz gıdalarla doyurulmalı ve sonra da cinsel sorunların
en normâl ve sıhhî şekilde ve gittikçe gelişen yüksek bir his seviyyesi ile
halline çalışılmalıdır.
Mide terbiyesi ve cinsel terbiye (Nefs
Terbiyesinin başı olmalıdır. Bundan sonra da hemen beş duyu organının terbiyesi
yer almalıdır. Ve fikir terbiyesi de bu sırayı takip ederek ilk iki terbiye
üzerine kurulmalıdır. Başka bir deyişle, insan terbiyesi
insanın hayvanlık mertebesinden başlamalı ve iç içe ve ard arda olmak üzere
insanlık mertebesine doğru aşağıdan yukarıya yükselmelidir. Yukarıdan aşağıya, yani akıldan içgüdüye inen bir
terbiye, her şeyden önce, insanın maddî tabiatına ve ma’nevî mâhiyetine
aykırıdır ve tepeden inme bir terbiyedir; bundan ötürü de faydasızdır, faydasız
olagelmektedir ve hattâ zararlı olmaktadır. Çünkü böyle bir terbiye,
kişilerin maddî ve ruhî sağlıkları bakımından bir takım bozukluklara ve
hastalıklara sebep olduğu gibi sosyâl hayat tarzını da düzensizlikler içine
atar, dolayısıyla, cemiyyeti de çöküntülere sürükler.
İnsan ruhunun güçlerini, bir bakıma,
yaşama ve sevişme içgüdüsü ile akıl olmak üzere iki şekil altında toplayabilir
ve bu iki gücün birbiri üze rinde etkili olmalarını kabul edebilirsek te yine
de kesinlikle söyleyelim ki asi olan, esas olan, hayatın kendisi olan içgüdü
yönümüzdür, sevgi yönümüzdür; şuur yönümüz, düşünce yönümüz de bu sevginin
gölgesidir ve esasta sevginin emrindedir. Çünkü, zâten, içgüdü gücümüzle akıl gücümüz birbirinden tamamen ayrı iki
güç olmayıp ayni bir ruhun iki gücünden, iki yönünden, iki görünüşünden
ibarettirler; hattâ birbirlerini tamamlamaktadırlar. İşte, bütün bu
sebeblerden ötürü insan terbiyesi beslenme ve çiftleşme içgüdüsünden
başlayacak ve insânî hislere ve fikirlere doğru yükselecektir; yani, maddeden
başlayıp ma’nâya yükselecektir. Çünkü, hayatta asi olan maddedir, dolayısıyla,
cinsel sevişmedir. Fakat, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, madde ve ma’nâ
birbirinden ayrı değildirler, bundan ötürü de daima birbirlerini takip eder ve
birbirlerinin sebebi ve sonucu olurlar. .
Çocuk terbiyesi, dolayısıyla Cinsel
terbiye, dolayısıyla, kadın ve dolayısıyla sevişme san’atı Eski Hind’te ve
Mısır’da ve daha birçok memleketlerde pek önemli bir yer tutmuş, yalnız
Mitolojik çağlarda değil, fakat, bu çağlardan sonra da bir takım sırrı
bilgilerin ve merâsimlerin kaynağını teşkil etmiştir. Çocuk terbiyesi ve dolayısıyla de cinsel terbiye,
daha, Eski Çağlarda, bazı Felsefî Tarikatlarda da pek önemli bir rol oynamıştır
ki bu hususta, özellikle, Pisagor’un Dinsel Felsefe Okuluna işaret edebiliriz.
PİSAGOR’UN GÖRÜŞLERİ
Pisagor’a
göre bütün Güneşler ve Yıldızlar Tanrı’nın bir gün yok olacak
tecellîleridirler. Her varlık,
Tanrı’dan bir zerredir, sırası gelince, ebedî kanun gereğince, meydana çıkıp
görünür. Her Gezegen, Tanrı sınıflarından birinin tecellîsi ve sembolü olmakla,
eskiler, bunları ma’bud adlan ile anmışlardır. Yaratılışta, Tanrı’dan çıkan
ruhlar gezegenden gezegene geçip aşağı indikçe maddileşmişler, maddileştikçe de
kesafetleri artmış ve ma’neviyyetlerini de kaybetmişlerdir. Bununla beraber,
madde ile daha ziyade savaşmaları sonucu olarak akıl ve irâde kuvvetleri de
artmıştır.
Ruhun maddeye inmesinin son yeri üzerinde
yaşanılan bu dünya yuvarlağıdır. Fakat, insan, bu dünyada akıl ve irâdesini
yükselte yükselte tekrar eski geldiği yüksek âleme yükselebilir, yani (Tanrı)ya
ulaşabilir.
İnsan, bu kâinat içinde, bir tarafı
(Nur)a, diğer tarafı (Zulmet)e bakan iki yanlı muazzam bir varlıktır. Çünkü,
insanın ruhu, Kutsal Tanrı’dan ölümsüz bir zerredir. Fakat, insan, Allah
Teâlâ’ya ulaşabilmek için cansız ve canlı bütün varlıklardan derece derece
geçmek zorundadır.
Bu yüksek ruhlar âlemine daha dünyada
yükselebilenler, dolayısıyla Allah Teâlâ’ya daha dünyada ulaşabilenler de,
ancak, (Ârif)lerdir. Ariflerin bu dünyada görevleri de, yalnız
ve yalnız, bu dünyada gerçekten var olan (Güzellik)in, (Sevgi)nin ve (Hakikat)ın
peşinden gitmektir!
Pisagor’a göre, insanlık âlemi, İlâhî âhenk ve düzene
ayak uydurabildiği derecede yükselir ve uyduramadığı derecede de alçalır.
Pisagor’a göre, hayvanlar, insana; insan da Tanrı’ya akrabâdır. Nebatlar
âlemi hayvanlar âlemine, hayvanlar âlemi de insanlar âlemine doğru
şahlanmaktadır. İnsanlık âlemi de, daha mükemmel nesiller meydana getirmek
için, kendi âleminde şahlanıp duracaktır. Ruh, ne kadar yükselirse İlâhî
hayatının hâtırasına da o derece kuvvetle sahib olacaktır.
Erkek ve Dişiden ibaret olan insanlık
âleminde Kadın’ın annelik görevi İlâhî bir iştir. Çünkü, çocuğu, ancak, annenin
sevgisi ve şefkati koruyup yetiştirebilir. Çünkü, çocuk, bir çiçektir ki o,
ancak, annenin bûseleri ile gelişebilir. Bundan ötürü de çocuk yedi yaşına
kadar annenin himâyesine verilmeli ve anne Aile Ocağının Râhibesi, Kutsal
Koruyucusu ve Bekçisi sayılmalıdır.
Çocuk
terbiyesi açısından ana ve babanın maddî ve ma’nevî yönlerden uygun bir
evlenmede bulunmaları ve bu evliliği gerekli kurallar ve sevişme san’atları ile
sürdürmeleri, Pisagor’dan önce olduğu gibi, Pisagor tarikatında da pek önemli
bir yer tutmakta idi ve bu husustaki felsefî görüş te şu idi: Erkek, erkeklik
kuvveti ile, (Yaratıcılık llkesi)ni temsil eder. Kadın da (Yeryüzü)nü; ve İlâhî
şeyleri hayret verici bir surette tahakkuk ettirmesi ile de (Tabîat)ı temsil
eder. Erkek
ve kadın, bedence ve ruhça birbirleriyle tamamıyla kaynaştıkları takdirde de,
ve yalnız o takdirde, kâinatın bir özünü teşkil etmiş olurlar. Fakat, Tanrı’nın
varlığına inanmak için, kadının, erkekte Tanrı’nın yaşadığını görmüş olması
şarttır. Bunun için de erkek (Aktif) olmalıdır. Ancak hayatı böyle derin bir
zekâ ile kavramış yaratıcı bir irâde sahibi erkektir ki kadının ruhunu
aşılayarak onu İlâhî ülkeye doğru yükseltebilir. Erkeğe’de bu kuvvet, sevdiği
kadının ince duygularından, derin İlâhî varlığından gelir. .
Erkek, irâde kuvveti ile, kadın da sevgi kuvveti ile
(Yaratıcı)dır. Sevmek demek te kendini unutmak, kaybetmek demektir. Sevgi
hâlinde kendini unutan, kaybeden kadın da daima en ulvî kadındır. Kadının, böylece, kendini tamamıyla erkeğe vermesi
iledir ki onun semâlara doğuşu ve ölümsüz nurlarının her tarafa-yayılışı
tahakkuk etmiş olur.
Erkek ve kadının tam bir bilgi ve
tam bir aşk içinde tamamıyla birbirleriyle kaynaşmaları emsâlsiz bir Nura
kavuşmanın ve Tanrısal Yaratıcı bir güce sahib olmanın biricik ve en büyük
şartıdır. Kadını veya Erkek’i Tanrı telâkkî etmenin sebebi ve sırrı da işte bu
noktada gizlidir..
İlâhî ana ve babadan İlâhî çocuklar
doğacağından veya onlar aracılığı ile, daha önce mevcut olan yüksek ruhlar
cesetlere girmek sûretiyle dünyaya gelmiş olacağından, özellikle,(Âlim ve Ârif
bir erkek ve kadının evlenip dünyaya bir evlât getirmeleri de pek ulvî bir
harekettir.
Pisagor’un İlâh görüşü (Monade, Diade,
Triade) yönleri ile üçlü bir İlâh görüşü olduğu gibi Pisagor’un, özellikle,
ruhu açısından Tanrı ile akraba kıldığı İnsan görüşü'de yine üçlü bir insan
görüşüdür: Arif Ana; Ârif Baba ve Ârif Çocuk. Baba, canlı kâinatın
Kutsal Ruh’udur; Ana, Tabîat’tır; Çocuk ta varlığın Kalbi’dir. Pisagor’a göre
insan çemiyyeti, ancak, böyle bir temele dayanmalıdır. Pisagor, ilim gücünü ve
değerini diğer bütün güçlerin ve değerlerin üstüne çıkarmış ve hatta siyasî
gücü bile bu ilim gücünün emrinde görmek istemiştir.
Şunu da hemen söyleyelim ki Pisagor’da
görülen birliklere, ikiliklere, üçlüklere.. .rağmen ona göre de hakikat
(Bir)dir; (Çokluk), bu (Bir)in çokluğudur ve sâdece bir görünüşten ibarettir ve
bu çoklukta tam bir (Ahenk) vardır.
Şimdi, tekrar kendi düşüncelerimize
dönerek diyelim ki: hayatta esas olan hayatın içgüdü yönüdür, sevgi yönüdür ve
sevgi de ferman dinlemez bir şeydir. Fakat, insanlar, cemiyyet hâlinde
yaşadıklarından ve sevgi de, ayni zamanda, insanlar arasında en büyük bir bağ
olduğundan, bu sevginin cemiyyetin fermânını dinlemesi ve hiç değilse bir dereceye
kadar zorla dinlemesi de zorunludur. Çünkü, aski halde, cemiyyetin düzeni ve
birçok ahlâkî kuralları bu sevgiyi ve sevişmeği daima önler ki bu önleme de asi
olan hayatımızı yanlış yollara saptırır ve en nihayet çökertir.
İnsanlar arasındaki aşk hayatı, sâdece,
sıhhî kaidelere ve sosyâl nizamlara uygun olmakla kalmamalı; o, birçok ilimler
ve. özellikle Felsefe ve Estetik açısından da ele alınıp inceden inceye
incelenmeli ve en yüksek Estetik bir San’at hâline getirilmelidir. Çünkü, var
olmanın biricik sebebi sevgidir, sevişmektir. Bütün varlıklar, ancak, sevgiye
birer vasıtadırlar-ve kendi başlarına birer hiçtirler.
Aşk, bir taraftan organik bir olay olarak
bizim organik hayatımızı sürdürüp giderken diğer taraftan da kendisinin tabîî
birer yavrusu olan (Sevgi) ile ve (Muhabbet) ile de cemiyetlerin, aile
yuvalarının, dostlukların kurulmasında da biricik rolü oynamaktadır.
Sevgi, aşkın daha hafif, fakat, daha yaygın bir şeklidir. Aşk, ancak, iki
kişi arasında olabilir, fakat, sevgi birçok insanlar arasında söz konusudur;
dostluklar gibi; Muhabbet ise sevgiden de daha yaygındır; dostluğun da dışına
çıkar ve herkesi ve her şeyi içine alır.
Fakat, aşkın asıl rolü, onun, insanlığın
Ulûhiyete kadar uzanan ma’neviyyâtının, hassâsiyetinin, heyecanının en yüksek
derecesini teşkil ve temsil etmesinde, bu sûretle de insan ruhuna mutlak
hâkimiyyetindedir. İnsanlığın bütün sevinç ve mutluluklarında yalnız ve yalnız
onun damgası bulunduğu gibi bütün keder ve ıztırablarında da yalnız ve yalnız
onun parmağı vardır. Vahşetten medeniyete doğru durmadan ilerleyen insanlık
tarihi maddî ve ma’nevî bütün eserleriyle Aşk Tarihi’nden ibârettir.
Aşkın tezahürü kişiden kişiye, cemiyyetten
cemiyyete, milletten millete, histen hisse, fikirden fikire ve hattâ mevsimden
mevsime, manzaradan manzaraya, güzelden güzele değişirse de, onun, hayatın
aslı ve esası olması hassası ve özelliği hiç bir sûretle değişmez; her
zamanda, her mekânda ve herkes için, o, yine aşktır.
İşte,
aşkın yavrusu olan Sevgi ve Muhabbet, hayâtî ve insânî vasfından ötürü,
yukarıda da dokunduğumuz gibi, insanların birbirleriyle dostluk hisleri içinde
yaşamalarını sağlamada da en büyük bir temel olarak atılmalı ve dolayısıyla
Devletler de tek bir aile hüviyyeti içinde, birleşmelerinde ve yaşamalarında,
çıkarcı siyasî kararlan ve korkunç silâhları değil, fakat, yine bu İnsan
Sevgisini ve Muhabbeti hâkim kılmalıdırlar. Çünkü, bütün insanlar arasında, aşkın daha
hafif, fakat, daha yaygın bir hâli olan sevgi ve muhabbetin birleştirici
kuvvetinin yerini alabilecek yahut ta onun bu birleştirici gücünü yok
edebilecek hiç bir maddî kuvvet yoktur ve olamaz. Çünkü, madde, aslında, ruhun
maddesidir ve dâima ruhun emrindedir.
Her şeyden
önce bir içgüdü olması bakımından insanın hayvanlık yönünü teşkil eden (Aşk
Hâleti), varlığın en yüksek bilgisinin biricik kaynağı hâline getirilmesi ve
haddeden geçmiş estetik bir san’at mertebesine yükseltilmesi ile de insanın
İlâhî yönünü teşkil edecektir. İnsanı
Allah Teâlâ’ya ulaştıracak olan şey yalnız ve yalnız Aşk’tır. Fakat, bu
İlâhî aşk yolu, her şeyden önce, insanların birbirlerine olan muhabbetleri
yoluna bağlıdır, oradan geçer. Allah Teâlâ’yı sevebilmek ve O’na ulaşabilmek için, daha önce, insanların
birbirlerini sevmeleri şarttır. Nitekim, Allah Teâlâ, bütün Kutsal Kitablarında
insanları birbirlerini sevmeğe çağırmaktadır. Bir şeyi sevmemek veya bir
şeyden tiksinmek, câhillikten başka bir şey değildir. Çünkü, her şey,
yerinde ve mertebesinde doğrudur, iyidir ve güzeldir ve bundan ötürü de her şey
sevilmelidir. Zâten her, şey, sevgiden ötürü ve sevmek ve sevilmek için
yaratılmıştır.
Yine tekrar edelim ki her şey tek ve
ayni bir vücuttur ve bu vücudun' mevcut oluşu sebebi de sevgidir. Bu tek vücut,
kendini sevmek için çeşitli sûretlerde ve şekillerde başkalık göstermekte ve
bütün bu başkalıklar içinde yine kendi kendini sevmekte ve zevk etmektedir.
Onun için varlıkta hiç bir şeyi hor görmemeli, her şeyin yerinde ve
mertebesinde doğru, iyi ve güzel olduğunu bilmeli ve her şeyi sevmelidir. Aşk
ve muhabbet nazarında sultanlık, dilencilik, zenginlik, fakirlik, iyilik, kötülük,
güzellik, çirkinlik, diye bir ayırım
olamaz. Çünkü, her şey, ayni Hakk’ın vücududur ve her sevgi de ayni Hakk’ın
sevgisidir. İşte, bu gerçeği böylece algılayabilenlerdir ki kendilerinin de bu
aşk oyununda Erkek ve Kadın suretlerinde geçici birer vasıtadan ibaret
olduklarını bilirler ve kendilerini bu aşk deryasında yok ederek Allah Teâlâ’ya
kavuşabilirler, O’nunla ebedileşebilirler.
İnsan, kâinatta mevcut bütün varlıkların en güzelidir. İnsandaki bu güzelliğin sebebi de, insanın,
kâinattaki bütün maddiyyatı ve dolayısiyle bütün hissiyyatı kendinde toplamış
olmasıdır. Hiç bir şey yoktur ki insan kadar sevilsin, insan kadar tapılsın,
hattâ uğrunda canlar feda edilsin. Gerçi, her varlığın kendi mevcudiyeti
dairesinde aşk cevheri cazibesi, güzelliği vardır ama, bu güzellik sınırlıdır.
İnsan ise bütün varhklann kendi parça güzellikleriyle birlikte, onların
birbirlerine olan âhenginden doğan toptan ve toplu bir güzelliğe de sahibtir ki
işte, bu toptan ve toplu güzellik, insandan başka hiç bir varlıkta bulunamaz.
Çünkü, insandan başka bütün varlıklar, birer parça varlıktır, fakat, insan,
bütün bu parçalan kendinde toplayıp bütünlüğü ile bütün olan bir varlıktır.
Bundan ötürü de, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, insan, bütün maddiyyata ve
dolayısıyla bütün hissiyyata sahiptir; ve yine bundan ötürü de, insan, her
varlığın varlığı ile his eder ve her varlığın varlığı ile her varlıkta zevk
eder.
İnsan, Yaratılış’ta Allah Teâlâ’nın (Halife)si ve Hakk’ın aynası olmakla
beraber, insanın aynası da yine insandır. İnsanlar, suretleri, dış görünüşleri bakımından çeşitli iseler de o
çeşitli sûretlerin maddesi bakımından ve o çeşitli sûretlerde mündemiç ruh
bakımından aynidirler. Şu halde, insan, bütün varlığı ile bütün varlığını,
ancak, yine insan olan bir aynada algılayabilir ve sevebilir. Varlıktaki bütün
mertebelerin bir toplamı olan insanın yine kendi gibi olan diğer bir insandan
alacağı zevk te, hiç kuşku yok ki, bütün bir zevk olacaktır, sonsuz bir zevk
olacaktır. Bundan ötürüdür ki insan çiftinin vuslat anlarındaki heyecanlan
başka hiç bir hayvan çiftinin vuslat anlarındaki heyecanları ile
kıyaslanamayacak derecede şiddetli ve kuvvetlidir ve yüksek hislerle karışıktır.
Şehvet, Hayat’ın esasıdır; hayat, şehvetle kaimdir. Her hayat sahibi olan
varlıkta bu şehvet, o varlığın kendi nisbetine göre mevcuttur. Fakat, şehvetin
kemâli, hayvanda ve özellikle de insandadır.
Şimdi, yaratılış’ta Tanrı suretinde zuhur eden Adem, nasıl, Tanrı’nın
aynası olmuş ise Âdem’in oyluk kemiğinden yaratılan Havva da Adem’in aynası
olmuştur. Dolayısıyla, Âdem, Tanrı’ya; Havva da Âdem’e özlem duyucudur. Çünkü,
kâinatta her şey kendi cinsini cezb edicidir. Cinsî câzibeyi doğuran Aşk
Maddesinden ötürü de bir erkeğin bir kadını ve bir kadının da bir erkeği
araması ve ona ermesi zorunludur. Çünkü bu birleşmeden gerek -erkeğin ve gerek
kadının duyacakları zevk, ancak, ayni bir varlığın bu iki çeşitli parçasının
bir araya gelmeleri ile, yani erkek ve kadının cinsî münasebette bulunmaları
ile doğar. Bu birleşmeden maksat ta bir Eser’in meydana gelmesidir ki o da
Çocuk dediğimiz şeydir.
Kısaca, varlıkta her bir mertebe sevgi için olmakla erkek ve kadının
birbirlerine olan sevgileri de bir sevgi mertebesidir ve sevgi mertebelerinin
en yüksek ve mükemmel derecesidir.
İşte, Kâmil İnsan da erkek ve kadın maddî vuslatından ve bu vuslatın
pek büyük maddî zevkinden ibret alıp her çeşit Beşerî sevgiyi İlâhî sevgiye
dayandırıp İlâhî Vuslat’a, gerçek vuslata kavuşmasını ve onun dile ve kaleme
gelmez ma’nevî zevkine ulaşmasını bilen insandır. Şehvette kalanlar
ise Mutlak Hayvandırlar. Kâmil insan için tutulacak yol, maddî, ma’nevî her
iki yolda birlikte yürümek, meşhur deyimi ile (Zülcenaheyn) olmaktır. Şehvet
zevki ile fikir zevkini birlikte yürütmek te, ancak, kâmil insanın şiârıdır. Esasen,
ne madde ma’nadan ve ne de ma’na maddeden ayrıdır ve ayrılabilir. Maddenin
sonu, ma'nayı, ma’nanın sonu da maddeyi verir. Başlangıç ve son ayni bir
şeydir; tek bir noktadan ibarettir.
Kısaca, İnsan, insanlığı ve hayvanlığı ile baştan başa hayattır; baştan
başa varlıktır; bütün mertebeleri kendinde toplamış olan Mutlak Varlık’tır;
Hak’tır. Çünkü, her şey insandadır. Hangi mertebede bulunursa, hangi suretle
mütehakkik olursa orada kendi seyranını müşahede eder. Çünkü, ondan başka
varlık yoktur. Dış âlem, insanın fark âlemidir, onun mertebelerinden ibarettir.
Bundan ötürüdür ki (Kâmil
insan baştanbaşa gözdür) denilir. Gözden maksat ta et gözü değil,
düşüncedir. Kâmil insan varlığa hangi gözle, yani hangi düşünce ile nazar
ederse kendisi de o mertebede bulunmuş olur; varlık, onun için ve o an için o
nazardan ibârettir.
Varlık ve yokluk, zât ve fark, bütünlük ve parçalık, hulâsa bütün âlemler
insandadır. İnsan, âlemlerden ve âlemler insandan ayrı değildir. İnsan,
âlemlerin bir toplamı ve özeti; âlemler de insanın parçalan ve tafsilidir.
Ancak, bu gerçeği böylece bilip yaşamak, yani gerçek insan olabilmek için tek
bir şart vardır: Ârif
ve Âşık olmak.
Bir cümle ile: Hayatın
kanunu akıl, ifadesi de muhabbettir. ..
Kısaca, insanın kendisini bilip kendine
kavuşması, dolayısıyla de Aslî ve İlâhî
Varlığına, yani Allah Teâlâ’ya kavuşabilmesi için tek bir yol vardır: Sevmek
ve Sevilmek; tek bir parola vardır: “Gerçek ve İlâhî Aşk’a Doğru!”
Mutlak İlâhî Aşk’a doğru yönelmek te
Mutlak Varlık’a, Mutlak Kemâl’e, Mutlak Cemâl’e ve dolayısıyla, Ebedî Hayat’a
kavuşmak demektir. Çünkü, İlâhî sevgi, Nefs’in
(Emmâre)sini; Akl’ın (Kuruntu)sunu; Gönül’ün (Put)unu kırp geçtiği gibi en
nihayet, korkuların en korkuncu olan ve insan benliğini ve hayatını temelinden
saran (Ölüm Korkusu)nu ve ölümden sonra Mutlak bir (Yokluk Korkusu)nu da yok
eder. Eğer,
insanlar, bir Allah Teâlâ’nın ve dünyadan sonra sürecek Ebedî bir Hayatın
varlığını kabul etmeyecek olurlarsa hem kâinatı hem de kendi doğum günlerini
la’netle anmak zorunda kalacaklardır. Ve eğer, bir Tanrı’nın ve Ebedî bir
Hayatın varlığını kabul edecek olurlarsa o zaman Hayat, onlar için, Hayır,
İyilik ve Mutluluktan; dünya da iyi ve mükemmel bir Ahlâkın, Faziletin,
Mutluluğun ve Kutsallığın sonsuzca yükseldiği bir insan topluluğundan ibâret
bulunmuş olacaktır. Ve insan, böyle bir dünyada kendini bekleyen âkıbetin ne olacağını hiç
düşünmeyerek kendi ruhunda tezâhür edecek ve başta insan olmak üzere bütün
varlığı içine alacak olan yalnız sevgiden ibâret bir hayat yaşamağa başlarsa,
işte, ancak, o zaman gerçek hayata
girmiş olur.
Çünkü, böyle bir insanın bütün düşünceleri, bütün amelleri ve fiilleri hep
sevgi, hep iyilik, hep güzellik olacaktır.
Amellerimiz kelimesinden maksadımız da,
gerek maddi ve gerek ma’nevî işlerimizdir. Fiillerimiz kelimesinden maksadımız
da, sâdece, maddi işlerimizdir, Bundan ötürü, eski kitaplarda da bu iki kelime
bir arada kullanılır, fakat, hak oldukları ma’na açısından, amel kelimesi önce,
fiil kelimesi de sonra yazılır.
Kısaca, Âdem’in Cennetten kovulmasının ma’nevî Sâiki (AŞK)tır ve Âdem
Oğlunun tekrar Cennete girmesinin nıa’ncvi sâiki de yine (AŞK)tır.
Kabil'in Hâbil’i öldürmesi ile yeryüzünde insanlar arasında başlayan her
türlü uyuşmazlıkların ve cinayetlerin ma’nevî sâiki (AŞK) olduğu gibi insanlar
arasındaki her türlü uyuşmaların ve barış ve huzur içinde yaşamanın ma’nevî
sâiki de yine (AŞK)tır.
AŞK’ın bütün insanlar arasında en yaygın şekli olan (Muhabbet) te bütün insanları
(İnsanlığa Doğru !) parolasına yöneltecek ve harekete geçirecek biricik
sâiktir.
İşte, İlâhî sevgi, yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, en nihayet, (Yok Olma Korkusu)nu ve bu korkuya dâhil olacak
bütün kötü düşünceleri insanın kafasından silip süpürür ve bu büyük korku
yerine gerek bu dünyada gerek bu dünyadan sonraki âlemlerde geçerli olacak
olan güzellikler ve mutluluklardan ibâret Ebedî bir Varlık koyar.
Her zaman ve her
mekânda, her şekil ve her sûrette, yalnız ve yalnız, Varlık vardır, Yokluk
yoktur. Çünkü, Varlık, Ezelî ve Ebedîdir. Varlık ta var olma sevgisinden ibârettir.
Bu sevginin, bütün varlığını temsîlen; Ezelden
Ebede diktiği muazzam ve muhteşem İlâhî Âbidesi de (İnsan)dır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar