“ATEİZMİN ÇIKMAZI” İSİMLİ KİTAPTAN
Sık sık Tanrının varlığına dair deliller getirmem istendi beriden. Bazen
bu iş için zorlandım ve hatta zaman zaman buna tahrik edildim. Bu konuya karşı
asla büyük bir ilgi duyamadım. Bizzat bendeki ve dünyadaki aşkınlaştırıcı bir
gerçekliğin Tanrı kelimesine karşılık olduğuna o kadar eminim ki, böylesine
emin olduğum bir konuyla ilgili bazı deliller arayıp bulma fikri, bana hiç de
ilginç gelmiyor. Bu deliller bana sadece bildiğimden daha fazla bir şey öğretmeyeceği
gibi, kendi ispatlarının bir neticesi olmaktan daha çok, onların sebebi
durumunda olan ve önceden kazanılmış bu gerçekliklerin biri lehine kafa yormak
gibi bir duyguya da sahip olacaktım üstelik. Oyunda hile yaparak kazanmaktan
zevk alan kişiler hoş görülebilir zira neticede bir şey kazanıyorlar. Ancak
yalan yanlış bir delil (ispat) hiçbir şeyi ispatlayamayacağına göre, onu ileri
sürenin de kazanacağı hiçbir şey olamaz.
Buna karşılık, doğrusu mademki Tanrının varoluşu benim için
kendiliğinden kesin gözüküyor, öyleyse başkalarının Tanrı'nın var olmadığını
söyleyebilmelerine sebep olan delilleri de merak ediyorum.
Benim için tartışma konusu olan şey, Tanrı’nın var olmayışı (nonexistence)'dır.
O halde ateizm lehine başvurulan bu delillerin bazılarını tanımak ve sınamak da
arzuladığım bir şeydir. Bununla şu dogmatik ve pozitif ateizmi, yani mükemmel
bir tefekkürden sonra, gerçekte, hiçbir şeyin 'tanrı” kelimesine karşılık
olmadığım aklî bir kesinlik ( gerçeklik ) olarak ileri süren doktrini
kastediyorum. “Hiçbir şey “ ile de “ hiçbir varlık “ demek istiyorum. ,
Bundan dolayı bu mefhumu açıklamakla işe başlayacağım. Bu kavramın
olumlamasını “Tanrı’nın bir olumlaması”, onun yadsımasını ise “
Tanrı’nın bir inkârı” olarak görüyorum.. Bu kavramı oluşturan unsurlar, Wollf
un ifadesiyle, onun Essentialia sı (temeli, esası) üç tanedir:
1) Tanrı aşkın bir varlık olmalıdır, yani benden ve âlemden bağımsız
olarak varolan bir varlık;
2) O, aynı zamanda zorunlu bir varlık olmalıdır, öyle ki, onu bulduktan
sonra, delilini ( cause = sebep )i aramaya ihtiyaç olmasın;
3) O, geri kalan herşeyin sebebi ( cause ) olmalıdır .
Bu şartları belirlememin sebebi şudur: Tanrı’nın varlığını olumlamak,
Tanrı diye isimlendirilen herhangi bir objenin varlığım olumlamak demek
değildir. Böylece Esprit dergisince (Ekim 1967) “Yeni Dünya ve Tanrı'nın
Sözü” başlığı altında yürütülen önemli bir ankette, verilmiş olan bir
konferans metni. İçinde itiraz edeceğim hiçbir şey bulunmayan bu önemli konferansı
bana gönderdiği için, Dr. Adler'e teşekkür ederim. Felsefî mutabakat, insan
onunla karşılaştığımda, severek kabul edeceği ender bir gıda gibidir
Tanrıyı İsa (Jesus) ile özdeşleştirerek J. J. Natanson şöyle diyor: “
Bu Tanrı'nın ilk sıfatı (attribut) varlık değildir, kâdiri mutlaklık (la
toutepuissance) da değil, aşk'dır.”
Hristiyanların Tanrısı elbette Aşk'dır: Deus charitas est.
Fakat Tanrı'nın aşk olabilmesi için ilk önce onun var olması gerekir:
“Gerçekte bunu size söylüyorum, İbrahim yaratılmadan önce ben var olanım
.” İlk önce Tanrı'nın iletişim kurulacak bir varlığa
sahip olduğu; kısaca onun var olduğu kabul edilmeksizin, Tanrıyı “kendisinin
bir haberleşmesi” ve “kendisinin bir lütfu “ olarak tanımlamak mümkün olmadığı
gibi, onun mutlak kudretini “varlığın haberleşmesi “ şeklinde tarif etmek de
mümkün değildir.
HAKLI OLARAK ATEİZMİN PEK ÇOK ÇEŞİDİ OLDUĞU GÖZLENMEKTEDİR. ÖZEL OLARAK
İFADE EDİLMEK GEREKİRSE BİLİMSEL ATEİZM YOKTUR. Çünkü
ilim Tanrı kavramını değerlendirme yetkisini haiz değildir. Ancak salt bazı
ilmî metotlarla ele alınan bir takım problemlerle dopdolu bazı zihinlere has
bir ateizm vardır. Burada şahsi bir tutum söz konusudur. Zaten tecrübe de bu
tutumun hayat boyunca değişebileceğini ve bunun ne bir obje, ne bir ispat, ne
de bir inkâr olduğunu göstermektedir. Burada söz konusu olan pozitivist ya da
bilimci ateizm değildir.
Bir de pratik ateizm var. Belki en yaygın ateizm şekli olan
dinsizliktir. Bu ateizm. Bizzat inananların şuurunda en sinsi bir tehdit ve
sanki yokmuş gibi yaşamaktan ibaret olan ateizm şeklidir. Temelde pratikIe
ilgili olan bu ateizm biçimi de bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren, "din
hakkında ne düşünüyorsunuz? " sorusuna cansız bir şekilde "karşı
değilim " diye cevap veren nötr kişilerin ateizmidir. Bu insanlar,
tanrıtanımaz olup-olmadıklarını bilmiyorlar ve hatta bunu anlamak için, belki
de böyle olduklarını keşfetme korkusuyla, kaygı bile duymuyorlar.
S.S.C.B.'nin devlet ateizmi gibi bir de resmî ve politik ateizm vardır
ki, burada Marksist ateizm bir nevi sosyal ve siyâsî bünyeye dahil edilmiştir.
Onu da bir kenara bırakmak isterdik. Zira o, öz itibarıyla ne felsefî, ne de
teolojiktir. Gerçekte o, spekülatif bir öz bile değildir. Ama onu bilmemezlik
de edemeyiz: Zira o sürekli ele almak zorunda bulunduğumuz problemlerle ilgili
tartışmaya katılmaktadır.
Özellikle dikkatimizi üzerine çekecek plan ateizm şekli ise felsefî
ateizmdir. Tanrı'nın metafizik kavramı bahis mevzuu olduğu,
bu da "tabii ilahiyat" adı verilen şeyin zirvesi olduğu için,
bu anlamda o tür ateizme teolojik de denilebilir. Ama Tanrı'nın vahyi kendiliğinden
hangi şekli almış olursa olsun, vahy edilmiş dinlerin Tanrısı'ndan söz
edilmeyecektir. Ayrıca ilk modemizm devirlerinden bu yana, aydın zihniyet
sahibi küçük gruplar tarafından üretilmiş dinî ateizm de, Tanrı'nın rolünün
aynısını oynayan İsa anlayışının en yakın şeklini oluşturduğu Hristiyan ateizmi
de bahis konusu edilmeyecektir.
1. HANGİ TANRI ÖLDÜ?
Nietzsche'nin “Tanrı öldü” sözü o kadar dillere destan bir
klişe oldu ki, insan bundan bahsetmekten bile utanıyor. Bununla beraber, o, bu
sözleri yazdığı zaman bunlar onun mesajının sadece bir kısmım ifade ediyordu.
Zira bu sözler onun düşüncesinde bir başka ifade ile birlikte yer alıyordu: “
Size üstün insanı ilân ediyorum.”
Nietzsche için bu sözün ikinci kısmı olmadan birinci kısmı hiç bir anlam
taşımıyordu. Çünkü üstün insan' m doğuşu, bu Tanrı'nın ölmesinin nedeni idi.
Yeni insan ile Tanrı'nın bu yer değiştirmesi ve bu yeni insanın Tanrı'nın
yerine geçmesi, ormandan çıkarak keşişlerinin yanına giden Zerdüşt' ün kendi
kendine mırıldandığı şu sözün de özü idi:
“Şu ihtiyar veli, Tanrı'nın öldüğünü hâlâ öğrenmemiş.”
İnsanın aleyhine işgal ettiği yerden Tanrı'yı uzaklaştırmak Nietzsche
için, girişimin son safhasıydı. Gazeteler, dergi ve kitaplar ya da binbir çeşit
broşür Üstüninsan'ın gelişinden daha çok, Tanrı'nın ölümüyle ilgili yayınlarla
dolup taşıyordu. Belki de bu, gerçekte, Tanrı'nın ölümüne inanmayı cesaretlendiren
hiç bir şeyin bulunmayışındandır.
Her halükârda, ifadenin anlamı açık değildir. Olduğu gibi alındığında bu
ifade şu anlama gelecekti: Tanrı denilen belli bir varlık nihayet var olmayı
bırakmıştır.
Böyle anlaşılınca da önerme, anlamım yitirmiş olacaktı. Zira Grekler
bile tanrısallık ve ölümsüzlük kavramlarını özdeşleştiriyordu. Onlara göre “ölümsüzler”
ya da “Tanrılar” demek, aynı kapıya çıkıyordu. Bizim için de hâlâ “bir
ölümlü” ya da “insan” demek, pratik olarak aynı şeyi ifade
etmektedir.
İki kavramın denkliği o kadar kesin idi ki, ilk hristiyan
ilâhiyatçılarının pek çoğu, insan ruhu “ tabiî olarak” ölümsüz olmuştur
diyen ve kendileri için yeni olan bu öğretiye karşı çıktılar. Bu, ondan bir
Tanrı yaratmaktı. Tanrı'nın ölebileceğini belirten bir kavram da yine saçma
gibi geliyor. Zira olgu doğru ise bu ölen şey bir Tanrı değildi. Eğer bir
zamanlar bir Tanrı var idiyse, tarif itibarıyla olumsuz olduğuna göre, o hâlâ
mevcuttur.[1]
Önermenin bu saçmalığı bile, onu büyük bir reklâm süksesi haline
getirmiştir; Zira reklâm (basın-yayın) sadece olağandışı olan ile, tercihen de,
arızî olanla ilgilenir. Bir ölümsüzün var olmayı (etre) sürdürmesi, ondan
bahsetmeye değmeyecek kadar tabiîdir.
Fakat ölmüş olması çok daha büyük ilgi çekerdi. O halde, felsefî bir
tartışmanın mümkün olması için şu husus kabul edilecektir: Bu etkili formül,
gerçekte, bir ölümsüzün ölmüş olmasından başka bir anlama gelmez. Ama sonunda
daha çok onun binlerce yıldan beri insanın yerini zorla elinden alan mitolojik
bir varlık biçiminin dışında hiçbir zaman var olmamış olduğu yeni fark
edilmiştir. Şuurlarda kaybolmakta olan ve bizzat Niezstche'nin şuurunda çoktan
kaybolmuş olan da işte bu mit'tir.
Daha yakın zamanlara kadar onun varlığına olan inanç, pek çok insanın
düşüncesinde canlı iken, bunlar arasından en aydınlanmış olan birinin
düşüncesinde henüz yeni sönmüştür. Bu inanç, büyük kitle teşkil eden bir grup
insanın düşüncesinde de sönmeye başlıyor; bunların çoğunluğunun düşüncesinde
giderek daha da siliniyor ve pratik olarak da onların düşüncesinde varlığını
yitiriyor.
Nietzsche'nin kendisi de konuyu bu kadar basitleştirici hiçbir şey
söylememiştir. Ona göre, problem esas itibarıyla ahlâkî idi. Yeniden insanlara
doğru inmek üzere ormandan çıkarak keşişlerine görünen Zerdüşt, arkasında
Tanrı'nın azametine ilâhiler besteleyip okuyan bir keşişler topluluğu bırakmıştır.
Sadece ve sadece kendileriyle meşgul olup dünyadan el etek çekmiş olan bu
kişiler, ahlâkın belirlediği “iyi” ve “kötü” kavramları gibi insana
dışardan empoze edilen aşkın değerler kültünü ( culte ) ve dünyadan el etek
çekmeyi cismânileştirirler. “İyi ve kötü” nün ötesine gitmek demek; var
olmayan bir Tanrı'nın, kendi menfaatine uygun bir biçimde, insana yukarıdan
empoze ettiği bu sözde değerler sistemini “aşmak” demektir. Bir defa bu
mit ten kurtulunca insan, kendi öz değerini bizzat ilân etmek üzere hür
olacaktır ve o, bizzat kendisi olacaktır: Ecce homo.
Nietzsche'de Feuerbach'tan izler vardır. Özü itibarıyla onun
gerçekleşmesini önerdiği reform, Hristiyan alçakgönüllülük ve uysallık idealini
ortadan kaldırmak ve onun yerine insana verilen bütün güç ve kuvvetleri,
hürriyet içinde ve en etkili bir biçimde değiştirmektir. O HALDE, GERÇEKTEN
ÖLMÜŞ OLAN ŞEY, GELENEKSEL VE HRİSTİYAN AHLÂKININ TANRISIDIR. Nietzsche'nin
ifadesi, inkârı (küfrü) işitecek kimse olmadığına göre, Tanrıyı inkâr etmenin
dahi imkânsız olduğunu ifâde eder.
“Eskiden en büyük küfür, Tanrı'yı inkâr idi Fakat Tanrı öldüğünden,
Tanrı'yı inkâr eden kâfir de onunla birlikte öldü.” Bundan böyle büyük günah, dünyâya lanet etmek
ve insana Tanrı'dan, dinî ve semavî şeylerden daha az değer vermek olacaktır.
Nietzsche'nin düşüncesi gibi gergin ve tehlikeli bir düşünceyi özetlemek
kolay değildir. Kesin olarak onun düşündüğünden, söylediği şeyden söylemediği
şeyi düşünmediği sonucu çıkarılamaz. Burada Nietzsche'nin Tanrı'yı inkârı ne
alenen, belki ne de zımnen, dünya ve insanın Yaratıcısını hedef alıyor. Onun bu
konuda ne düşündüğünü söyleyemezdim. İlâhiyatçıların, tanrı'nın tabiî ve tabiat
ötesi kavramı ile ilgili olarak gösterdikleri delillere karşı söz gelimi
St.Thomas'ın “Esvâtı hamse” sindeki gibi ( Les Cinq voies = Beş
tümeller) Nietzsche'nin yönelttiği kritiğin ne olabileceğini tasavvur etmek
benim için hâlâ çok zordur. Her halükârda Yahudilerin ve Hristiyanların
Tanrısını reddederdi ama Grek tanrıları hakkında ne söylene bilirdi? O
tanrılara tapanlar, bunları Timee'nin (Timaios) Demiurge'sine ( Demiurgos ) benzer bir şekilde, tabiatın bu
ilâhî uzlaştırıcısı (müellifi) ve dünyanın şu yarı yaratıcısını, o derece insan
üstü veya işçilerin üstünde telakki etmiyorlar mıydı? Zira aslında, der Platon,
hiçbir şey gerçekten var değildir; her şey sonradan olur ve sonradan var olan
her şey kaçınılmaz olarak bir sebep tarafından meydana getirilebilir. Çünkü “sebepsiz
hiçbir şey meydana gelmez.”
Nietzsche'nin kendisi, problemin bu kısmına cevap vermemiş olduğunun
farkındaydı zira o, metafizikçi olmaktan çok ahlâkçıydı ve o, bunu biliyordu.
Okuyucusu, onun bakış açısındaki bu önemli noktayı unutabilir. Nietzsche
kendisi, bu sınırlandırmanın şuurundaydı. O ne Tanrıya, ne de ahlâka çatıyordu;
o, sadece teolojiye ve ahlâk anlayışına ( moralite ) çatıyordu. Zira,
insanların zihninden Tanrı'yı yok eden “ teoloji” ahlâkı öldüren de “ ahlâk
anlayışı” dır. Öyle kolayca Tanrı’nın boyutlarına ulaşılamaz. O bir kadavra
gibi çürüyüp dağılmaz fakat daha çok bir yılanın deri değiştirmesi gibi, kendisini
yeniler: “O, ahlâkî derisini sıyırır, değiştirir ve siz onu kısa bir süre
sonra iyinin ve kötünün ötesinde bulacaksınız.” Nihayet ve mümkün olduğu
kadar açık bir ifadeyle “ Tanrı'yı inkâr” : gerçekte yalnız ahlâkî tanrı'nın
reddinden başka bir şey değildir.”
O halde, geriye geniş bir teolojik saha açık kalmaktadır ki, Nietzsche
bu sahaya dokunmadığını bilmektedir. Onun reklâm hâline gelen ifadesini delil
olarak gösterenler, pek çok yönden ondan ayrılmaktadırlar. Fizik (tabiata ait)
ve kozmik (evrensel) tanrı başta gelir
ve genellikle onların ilkin düşündükleri de yalnızca odur. Eskiden Tanrı
denilen, evrenin ve insanın yaratıcısı ve koruyucusu olan Biri vardı ve var
olmayı terk eden işte budur, diye düşünüyorlar. Pek te önemsiz sayılmayacak bir
anlamda, Zerdüşt'ün ölümünü ilân ettiği tanrı gibi, bu tanrının da ortadan
kalkışı tam bir ahlâkî özgürlüğe yol açacaktı ama bu da âdetlerin sağladığı
kolaylıklar anlamında olacaktı. Onunla beraber ödüllendirici ve cezalandırıcı
Yüce Hâkim de ortadan kaybolacaktı. Şayet Tanrı yoksa, diyor yaşlı Karamazov,
herşey serbesttir ! Her zaman meselenin iki veçhesi biribirine bağlı
olmuştur. Bu veçheler, “dinsiz”
(libertin) kelimesinin eski manasında mevcûd idi. Nitekim 17. yüzyılda
bu kelime, aynı zamanda “sefih” (ahlâksız) olan tanrıtanımazları belirtmek için
kullanılıyordu. Tanrı'dan. kurtulmuş olanlar, aynı zamanda dinden ve ahlaktanda
kurtulmuş oluyorlardı. Nietzsche tamamen buna karşıdır: “ Eğer biz,
Tanrı'nın ölümünü kendimiz için yüce bir dünyadan vazgeçme ve kendi üzerimizde
devamlı bir zafer haline getirmiyorsak, o zaman bu kaybı çekmek zorunda
olacaklar yine bizleriz.”
Nietzsche, Üstüninsan'ın oluşturacağı bu yeni tanrı ile, temel olarak
hiyerarşi doktrini ve bu hususa dikkat edilsin, bir kozmik güçler basamağı olan
dini, doğal olarak, muhafaza edecektir. İbâdetsiz gerçek hiçbir din yoktur: “Bu
avam asrında, seçkin ve soylu bir kafa, her gününe hiyerarşiyi düşünerek
başlamalıdır. Onun görevlerinin ve en etkili yanılmalarının bulunduğu nokta
işte buradadır.”
Nietzsche'nin bu ahlâkî ateizmi kesindir. Eğer istenirse, burada
Şeytan'ın non serviam (secde etmiyorum, hizmet etmiyorum ) şeklindeki cevabına
benzer bir karşılık görülebilir ama o, aslında Şeytandan daha ileridedir zira ŞEYTAN
KESİNLİKLE TANRITANIMAZ DEĞİLDİR. Ve Nietzsche gayet iyi bilmektedir ki,
yar olmayan bir şeye karşı isyan edilemez. Şurası da bir gerçektir ki, üstün
insan da , en azından henüz, mevcut değildir. Fakat var olacaktır. O, bir
efsane ( mit) değil; bir bekleyiş, bir ümittir. Nietzsche, bu üstün insan 'ın
mesajını düşünmeksizin, onunla övünen ( ya da üstün insan olma sevdasında olan
) avam asrını tam manasıyla küçümsemektedir: “ Onlar imajları tersine
çeviriyor ve şöyle diyorlar: Bir tanrı olarak tapılmaya lâyık hiçbir şey
yoktur. “
Nietzsche ile böbürlenen sahte ateizm ile bizzat Nietzsche'nin kibirli,
kendini beğenen ateizmi arasında hiçbir ilişki görülmez. Bu durumu da dikkate
almayarak, onun asıl niyet ve kastını anlamaya çalışacağız. Bizzat kendi şöyle
diyor: “Düşünme seviyesi çok düşük olan yerde, gerçeği anlatmak bana imkansız
gibi göründü.”
Nietzsche, her zaman kendini çok yalnız hissetmişti fakat o, günümüzde,
ucuz tanrıtanımazların oluşturduğu ve “Nietzsche'çi” denen şu kalabalık
arasında hissedeceği yalnızlıktan daha yalnız olamazdı. Bunlar anlamıyorlar ki;
eğer artık bundan böyle tanrı yoksa kendilerini tanrılaştırma görevi yine
kendilerine düşmektedir.
Aslına uygun Nietzsche'çi ateizmin zeki bir tanığı J.P. Sartre'dır.
Ona göre ateizm öyle pek kolay, basit ve eğlenceli bir şey değildir. Aksine
büyük bir mücadeleyle elde edilebilir ve elde edildikten sonra da çile çekmeyi
kabullenmek gerekir.
“Les Mouches “ ( Sinekler) adlı dramının ikinci sahnesinin üçüncü
bölümünde Jüpiter ile Oreste, yani tanrı ile insan karşı karşıya getirilir.
Tanrı orada olduğuna göre, Tanrı'yı inkâr söz konusu değildir. Oreste, koca
katili olan annesi Clytemnestre'yi öldürdüğünden beri, bir suçludur.
Jüpiter, Oreste'yi affetmeye hazırdır. Hatta şayet tanrı'nın
buyruklarını ihlâl ettiği için suçlu olduğunu kabul ederse, onu mutlu kılmaya
da amadedir. Oreste'nin reddettiği kesinlikle bu boyun eğiştir. Oreste'nin
vicdanında Nietzsche'ninkinden daha fazla / tanrı yoktur ve her pişmanlık,
insanın ahlâkî köleliğinin kabulü olacağı için, Oreste her çeşit pişmanlığı
(üzüntüyü ) reddeder. Boşunadır, Jüpiter'in Oreste'yi gözlerini yıldızlı
semaya, canlı türlerine kısacası yaratıcısı olduğu evrensel nizama çevirmeye
çağırması. Oreste bunlardan hiçbirini inkâr etmiyor,. Onun için artık tabiatın
Tanrısı da söz konusu değil; fakat o, Zeus'a: “ Senin tüm evrenin beni
haksız bulmaya yetmez. Sen Tanrıların kralısın. Taşların ve yıldızların kralı,
deniz dalgalarının kralı Jüpiter'sin. Ama insanların kralı değilsin sen!” diye
karşılık veriyor. Tanrı ile insan arasında bu diyalog şöyle devam ediyor:
(Jüpiter) “ Ben senin Tanrın değil miyim? Utanmaz küstah kurtçuk ! O
halde seni kim yarattı?”
(Oreste) “ Sen! Fakat beni hür yaratmaman gerekmez miydi?”
Bu, yaşanmış realiteden tiyatro edebiyatına geçen, gerçek Nietzsche
ateizminin tam dramatik ifâdesi ve nihâî sözüdür. Diğer taraftan o, Aristo'nun
yaptığı eski bir ayırıma dayanır ki, bu ayırım ne Tanrı'nın varlığının lehinde
veya aleyhinde, ne de ahlâk kanununun otoritesine karşı hiçbir metafizik
temelden kaynaklanmaz. Her meselede doğrudan esasa inmeye imkân veren, bu
olağanüstü aklıselim ile Filozof, basit olarak bir tabiat (nature) veya irâdeye bağlı halde âlemde iki sebep ve
sonuç nizamı olduğunu müşahede ediyordu. Tabiatın eylemleri ( operations )
belirlenmiştir. Oysa irâdenin hareketleri ( operation ) hürdür. Gerçekte, fiillerinin
( operation ) iradî ve hür olduğu bilinen yegâne varlık insandır,
O halde, Tanrı iradeler ve hürriyetler yaratmak suretiyle, kendisine
karşı çıkabilecek bazı isyan imkânları da yaratmıştır, Ayrıca hür insanlar
yaratmak suretiyle Tanrı'nın, kendisine hizmet etmekten daha çok kendisini
sevmeye muktedir bazı varlıklar yaratmış olduğu da düşünülebilirdi. Fakat Oreste kendine güçlük çıkarmıyor.
İsyana gitmiyor, ondan hareket ediyor. Jüpiter ona “ Bana kulluk etmen için
sana hürriyeti bahşettim” dediği zaman; bu, ciddî bir kısıtlama altında
bırakan bir bağış, bir lütuftur. Oreste “ Olabilir ama bu hürriyet senin
aleyhine döndü ve her ikimiz de, ne sen, ne de ben, ona birşey yapamayız.”
diye cevap veriyor. Ayrıca kendisine karşı gelebilmek için bir Tanrı da
gerekir. Bu tanrı tanımazlar, artık var olmayan bir şey için bir bardak suda
fırtına koparıyorlar. Ne ondan vazgeçebiliyor, ne de ondan bahsetmeyi
bırakabiliyorlar.
Tanrı'nın gerçekten öldüğü nasıl ve hangi alâmet ile bilinecektir?
Artık Tanrı'dan bahsedilmeyince o, ölmüş olacaktır. Ölüler çabuk
unuıtulur. Gerçekten artık Tanrı yok idiyse; Nietzsche gibi bir büyük yazar,
bunu ispatlamak üzere akil için tehlikeli olan böyle bir çaba harcamazdı.
Gel gör ki, durum hiç te öyle değil. Meselâ onun: “ Herkes Tanrı'nın
olmadığını biliyor.” dediği de işitilmiyor. Onun var olmayışı bundan böyle
onu düşünmeye gerek kalmayacak kadar benimsenmiş değildir. Bununla birlikte
gerçekten Tanrı ölünce, vuku bulacak olan budur. Tanrı mefhumu bile, sadece
arkeologlar için bir merak konusu olacaktır.
Üstelik daha önce bir başka mefhumun kaderi de böyle olmuştu. Auguste
Comte, bütün metafizik kavramların, yani ilmen ispatlanamayan tüm kavramların,
aynı kadere mahkûm olduğunu düşünüyordu.
“Discours sur Vesprit positij “ ( Pozitif düşünce üzerine konuşmalar )
adlı eserinde Comte, çözümlenemez olan problemlerle ilgili bütün kanaatlerin ne
tasdik, ne de inkâr edilmemesi gerektiğini fakat sadece bir kenara bırakılıp
uzaklaştırılması icâbettiğini ve sağlıklı (sağlam) bir felsefenin bu
problemleri sadece “gerçekliklerini yitirmek” üzere terk etmek zorunda
olacağım telkin etmiştir. Böylece o, Apollon, Minerve ile diğer Tanrı ve
tanrıçaların var olmadıklarını kimsenin mantıklı bir şekilde asla ortaya
koyamayacağım gözler önüne seriyordu. Doğu'nun perilerinin var olmayışı da
ispatlanmış değildir. Fakat bu durum, o eski inançlar, elde edilen bilgilerin
genel durumuyla uyuşmaz hâle gelir gelmez; insan aklının bunları “kesin bir
biçimde” terk etmesine engel olamadı.
Comte haklıydı. Fakat Tanrı'nın var olmadığım ispatlamaya kalkışmakta
hiçbir saçmalık görülmüyor; oysa gökteki ayın görevlerinin Kabil'in
mevcudiyetine (presence de Cain) bağlı olmadığını ispatlamaya kalkışmak açıkça
gülünç karşılanırdı. I. Napolyon'un öldüğü biliniyor .(Tanrı'nın öldüğü ise pek
kesin değil. Yığınlarca insan ateizmle övünmenin yararlı olduğuna inanıyor ve
bu inançsızlıklarını da ( Tanrı inancının ispatlandığı türden) delillerle söz
gelimi kötülüğün varlığı gibi haldi çıkarmaya çalışıyorsa, bu biricik gerçeklik
“bile problemin hâlâ oldukça canlı olduğunu gösterir”.
Şayet Tanrı'nın ölümü, insanların zihinlerinde onun kesin ve nihâî
ölümünü işaret ediyorsa; ateizmin sürüp giden canlılığı, ateizmin kendisi için
bile, en ciddi güçlüğü oluşturur. Tanrı'nın varlığını inkâr etmeyi düşünen bir
tek kişi bulunduğu sürece Tanrı asla zihinlerde ölmüş olmayacaktır. Tanrı ile
birlikte ateizm de bitsin diye beklerken; Tanrı'nın ölümü (iddiası), hâlâ
tasdik bekleyen bir kum gürültü olarak kalacaktır.
2. İLGİSİZLERİN ATEİZMİ
Nietzsche'nin değerine yaraşır, üstün, vasıflı tanrıtanımaz (athee)'lar
bulmak inanılamayacak kadar zordur. Zaten gerçek tanrıtanımazlar kendilerini
bir çeşit aristokrasi mensubu kişiler olarak görüyorlar: Her isteyen bu
aristokrasinin mensubu olamaz. Konu her halükârda açık kalmaktadır. Çünkü bazı
geometri hakikatlerinin var olduğu gibi, tartışma götürmez bir şekilde
Tanrı'nın varlığını gösteren deliller bulunsaydı, tanrıtanımazlar olmazdı. Ve
Şayet aynı şekilde Tanrının var olmadığını gösteren deliller bulunsaydı.
Bununla beraber ispat işi Tanrı'nın varlığını kabul edenlere düşer. Onlar bu
hususta ellerinden gelen çabayı sarf ediyorlar. Fakat inanmayan kişi çoğu zaman
dinlemeyi bile kabul etmiyor.
Birçok dinsizi (libertin) tanıma fırsatını bulacak kadar saraya yakın
yaşayan La Bruyere, pozitif, aklî ve felsefî olarak derinleşmiş bir
ateizmle karşılaşmanın çok güç olduğunu dile getirerek, çağımızın
tanrıtanımazlarım nitelemeye gayet uygun düşen terimlerle bu hususa şöyle
işaret etmiştir:
“Tanrı'nın asla var olmadığına inanan biriyle karşılaşmayı çok isterdim.
Böyle birisi bana, en azından, kendisini ikna edebilen, çürütülemez gerekçeyi
açıklardı.” Ve o, hemen sonuca gelerek şu anlamlı ifâdeyi
ekliyordu: “Tanrı'yı ispatlama hususunda içine düştüğüm acizlik, bana onun var
olduğunu keşfettiriyor.”
Şu halde La Bruyere, ispat
yükünü tanrı tanımaz'a yükleyerek, durumu tersine çeviriyor. O, “bu bana
onun var olduğunu ispatlıyor” demiyor da sadece “onun varlığını
keşfettiriyor” diyor. Bu ölçüler içinde, La Bruyere'in ifâdesi dikkate
değer. Biz, Tanrı'nın var olmadığına dair delillerin bulunmayışı onun varlığını
ispatlar, demiyoruz. Sadece bu delil yokluğunun, belirlenecek mahiyette, bir
temelin aksi yönde geçerli delillerin olmayışını da açıklamak zorunda
bulunduğunu düşünmeye sevk ettiğini söylüyoruz. Şu halde “ Tanrı yoktur”
diyenler, suçladıkları hasımları ile tamamen aynı pozisyondadırlar. Onların
kendi lehlerine değerlendirilecek delilleri bulunmadığını iddia etmiyoruz.
Fakat daha çok bu kişilerin rastgele deliller ileri sürmekten hiç
kaçınmadıklarını ve bilhassa meselenin ciddî bir biçimde dikkatlerini
çekmediğini iddia ediyoruz.
La Bruyere, biraz keskin bir ifâde olmakla beraber, çok etkili bir üslûp
ile, bu parçada sanki şöyle demek istemiş gibidir: “Ateizm diye bir şey asla
yoktur.” Aklî olarak doğrulanmış felsefî bir tutum olarak ateizmin neden
mevcut olmadığı, müteakip parçada görülecektir.
“Ondan en fazla şüphe eden büyükler, zihinlerinde Tanrı'nın var
olmadığına karar veremeyecek kadar tembeldirler. Onların bu gevşekliği, kendi
ruhlarının mahiyeti ve gerçek bir dinin hükümleri üzerinde olduğu gibi,
böylesine önemli olan bir konuda da aynı derecede soğuk ve ilgisiz kalmaya
kadar varıyor. Onlar bu konuları ne inkâr ediyor, ne de kabulleniyorlar. Bu
konularda hiçbir şey düşünmüyorlar. Gerçekten de durum böyledir: Onlar bu
konuda hiçbir şey düşünmüyorlar. Fakat bu ilgisizlik tarzındaki ateizm,
kibarlar âlemine (mondains) ve insanların çoğunluğuna hasredilmiş değildir”
Şimdi “Ecce Homo” nun,
daha önce üzerine dikkatimizi çevirdiğimiz bir pasajına başvuralım :
“Tanrı, ruhun ölümsüzlüğü, ( İsa tarafından insanlığın kurtarılışı (
redemtipon ), kurtarma (delivrance ) gibi, bir yığın düşünce hiçbir zaman ne
dikkatimi sarfettiğim, ne de zaman harcadığım konulardır. Hatta ilk gençlik
çağımda bile. Belki de bunu yapacak kadar asla çocuk olmadım? Bende tabii bir
içgüdü olduğu için, ateizmde bir netice, bir olay görecek te değildim .”
Nietzsche'ye göre ilâhiyatçılar için çok önemli bir mesele olan insanın
kurtuluşu probleminden çok daha mühim bir konu, beslenme rejimidir. Güçlü ve
sağlıklı olmak için ne yapmak lâzımdır? Daha çok rahatsız edici bir takım
mutfak deneyimlerini anlattıktan sonra “en iyi mutfağın Piemont mutfağı olduğu”
sonucuna varıyor. Nietzsche'yi reddetmek istemeyiz. Ama bu, Tanrı'nın varlığı
meselesini entellektüel kaygılar plânında oldukça aşağı bir yere koymak olur.
Nietzsche'nin önünde Tanrı kelimesi söylendiğinde, onun varlığı hakkında kendi
kendisine sorular soracağı düşünülür mü? Hiçbir şekilde. “Ben, diyor Nietzsche,
düşünüre karşı verilmiş kaba bir cevabı, bir hödüklüğü kabul edemeyecek kadar
gururlu, şüpheci ve de meraklı biriyim.” Aslında bu bizim sahamızda konulan
bayağı bir yasaklamadan başka bir şey değildir: Düşünceyi savunmak.
Tanrı kelimesinin ortaya koyduğu meseleye Nietzsche gibi büyük bir
kafanın içinden gelen (spontane) cevabı böyle olursa, pek çok tanrıtanımazın
ateizminin ne kadar yüzeysel olacağı kolayca tasavvur edilebilir. Bunların
çoğunluğunun ne düşündüğünü bildiğimi iddia etmiyorum, bu konuda istatistikler
hatalıdır. Ama La Bruyere 'in, gördüğü ve tasvir ettiği kraliyet ileri
gelenlerinin ateizmi, XIV. Louis'nin sarayından oldukça farklı zaman ve
yerlerde olmakla beraber, Nietzsche'nin kendisine özgü ateizmine verdiği şekil
ile öylesine uyuşmaktadır ki, bu tipin oldukça yaygın olması gerekir. Kimileri
bu konuyu hiç düşünmüyor, kimileri de, kendilerine ondan söz açılınca, öfkeyle
isyan ediyorlar. Bütün bu durumlarda La Bruyere 'in sözünü yalanlayan hiçbir
şey görülmüyor. Tanrı'nın var olmadığını ispatlamak mümkün olsun veya olmasın,
bu tanrıtanımazların hiçbirisinden ispat etmeleri beklenemez. Bu ise, bize onun
varlığını keşfetmemiz için çürütülemez felsefî delil (sebep -raison)lerin
mevcut olmadığı fikrini telkin etmek için fazlasıyla yeterlidir.
3. TANRITANIMAZLARIN “TANRI” ADINI VERDİKLERİ ŞEY
Teolojinin muhtelif dallarından en kaRIşık olanı ateizmdir.
Nietzsche'den beri çok şey değişti. Çünkü onun büyük bir sükse ile ortaya
attığı formül, bütün ülkelerin tanrıtanımazları tarafından sadece bir birleşme
noktası olarak kullanılacak yerde, yeni bir ilâhiyatçılar kesiminin sermayesi
hâline geldi.
İşi bu noktaya kadar götürmemekle beraber haftalık Amerikan Time
dergisi, imkânı dâhilinde, en parlak kanıtı vermiş ve en azından konu bir hafta
için aktüel olmuştur. “Tanrı öldü mü?” sorusu, derginin 8 Nisan 1966
tarihli sayısının bütün dış kapağının konusunu teşkil etmiştir. Time'ın
kapağını süslemek için dünya çapındaki konular seçmeye verdiği önem bilinince,
kamuoyu için konunun gündemde olduğu şüphesizdir.
Bununla birlikte, bu kapağın ayrıca hususi bir yanı da vardı. Kırküç
yıllık yayın hayatında ilk kez, kapakta kelimelerden başka ne fotoğraf, ne de
resim vardı. Aylarca araştırmadan sonra editörler, “çağdaş Tanrı fikrini
telkin eden bir sanat eseri bulma fikrinden hareket ederek, bundan daha uygun
başka hiçbir tasarım bulunamayacağı sonucuna vardılar” ve bu fikri telkin
eden başka bir, sanat eseri aramaktan vazgeçtiler. Bu editörler, her halükârda,
Yahudi okuyucularını ve Teolojik formasyonlarını negatif Teolojiyi incelemeye
kadar ilerletmiş olan Hristiyan okuyucularını tatmin ediyorlardı.
Böylece ilk kez, genellikle çeşitli devlet adamları, atletler ve
parlayan tiyatro veya sinema yıldızları gibi ünlülerce işgal edilen bir alanı,
Tanrı'nın ölümü meselesinin tek başına işgal ettiği görüldü, İsa Mesih de
meşhur olması nedeniyle pekâla bu işe uygun olurdu. Fakat o çarmıha gerileli
hayli zaman oldu.
“Gizli Tanrıya doğru” başlığını taşıyan baş sayfayı hazırlamak için
gösterilen büyük gayretten söz ederlerken Time'in editörlerine gönülden
inanıyoruz. Bazı okuyucular, bu geniş anket sonuçlarının kendilerine
aktarılmamasına üzüleceklerdir. Fakat bunu yapmak için yerlerinin müsait
olmadığı anlaşılıyor. Ne olursa olsun, editörlerin elde ettikleri dokümanlar,
daha şimdiden tefekkür için zengin bir malzeme oluşturmaktadır.
Burada öncelikle daha evvel La Bruyere tarafından ilgisizlik veya
laubalilik ateizmi diye tanıtılmış olan düşünce yapısının kalıntısı
gözlemlenecektir. Bu düşünce yapısı çok saygın üyeleri kabule devam etmektedir.
College de France 'da sosyal antropoloji profesörü olan Levi Strauss bunun en
seçkin bir örneğidir. O, basitçe şöyle demektedir: “Şahsen ben tanrı
kavramıyla kendimi yüzyüze getirmiş olarak bulamadım hiç.” O, bunu
söylediğine göre doğrudur, fakat bu, çok ilginçtir de. Bir sosyal antropoloji
profesörü olmak, Amazon topraklarına bazı vahşi kabilelerin kalıntılarım
incelemek için bir takım yorgunlukları ve tehlikeleri göze almış olmak ve aynı
zamanda bizzat Levi kabilesinin adını taşıyıp da Hz. İbrahim’in, Hz. İshak ve
Hz. Yakub'un Tanrısı'yla asla yüzyüze gelmemiş olmak, işte bu talihsizliğin
doruk noktasıdır. Ne olursa olsun, bu şahsi tecrübe “evreni asla
açıklayamayacağımız inancı içinde hayatımı geçirmenin tamamen mümkün olduğunu
sanıyorum” gibi, bir iddianın lehine delil olarak kullamlamaz.
Bununla beraber teizmin belki prensip itibarıyla ve her halükârda
evrenin yegâne sebebi olarak Tanrıyı öne sürmekten ibaret olmadığım gözden uzak
tutmaksızın, yine de bu karşı çıkışı göz önünde bulunduralım. Şayet yaratma
mefhumu bunu açıklıyorsa, bu kavramın kendisinin de iyice açıklanmaya ihtiyacı
vardır. İlgisizlik; bu bön ateizmlerin kendilerini ifâde etmek için yaptıkları
girişimlerde bile hissediliyor.
Onların bönlüğü, dayandıkları felsefî delillerde kendini gösteriyor.
Herkes gibi onlar da, bazı şeyleri açıklamaya imkân sağlayan belirli bir Tanrı
fikrini elde ediyorlar. Ama bir gün bu açıklama, çözüm getirmekten ziyade
birçok zorluklar ortaya çıkardığı görülünce, hemen terkedilecektir.
Tıpkı günün birinde “Dünyanın bütün çelişkilerini üstlenen bir
yaratıcının yerine yaratıcısız bir dünya düşünmenin kendisi için daha kolay
olduğunu” fark eden Mme Simone de
Beauvoir gibi.
Eğer Tanrı'nın varlığı problemi teodise'ye indirgemeydi; Mme Simone de
Beauvoir’in onu çözmekteki başarısızlığı, bu meseleyi çözümlenemezler arasında
tasnif etmeye yeterli olsaydı, delil daha da kıymet kazanırdı. Hiç de geri
zekâlı biri olmayan Leibniz, bu problemi çözdüğünü düşünüyordu. Aquinolu Thomas
bu konuda problemin niçin hem kaçınılmaz, hem de çözümlenemez olduğunu açıklayacaktı.
Fakat asıl mesele burada değildir. Problemle ilgili bizim özel tartışmamızda
sadece şu veya bu felsefe profesörünün şahsi spekülatif kararının hangi
ağırlıkta olması gerektiği soruluyor? Hatta Tanrısız bir dünya lehinde olan
delillerin bu dünyanın bir yaratıcısı olduğuna dair delillerden daha ağır
bastığına karar vermek için, bir profesörün hangi ölçü birimine sahip olduğu
soruluyor. Leibniz'in “Teodise” labirentine niçin daldığı biliniyor.
İşte bunun için o, çözümsüz kalmaktansa, orada kaybolup gitme ve hiç bir şey
yerine, bazı şeyleri elde etme riskini tercih ediyordu. Renouvier, bu birinci
soruyu cevapsız bırakmaktansa, sonlu bir Tanrı'yı kabul etmeyi yeğliyordu.
Başkaları da bu soruyu olduğu gibi bırakmayı tercih etmişlerdir ve bu onların
hakkıdır. Fakat felsefe profesörlerinin konuyla ilgili tercihi ve cevabı ne
olacağı hususunda yanlış tahmin yapılıyor. Felsefede oylar sayılmaz, oyların
ifade ettiği mânâ dikkate alınır.
Burada iki sorunun karıştırıldığı aşikârdır. Zira bir Tanrı'nın var olup
olmadığını bilmek bir sorundur ve onun varlığının dünyanın mâhiyeti ile nasıl
bağdaştırılacağını bilmek diğer bir sorundur. Bu seviyede, şahsî kanaatler,
meselenin verileri içerisine girmez.
Felsefe profesörlerinden sonra âyin yöneticilerinin çoğunluğu da, dinî
pratiklerdeki noksanlıklar, ya da başka bir deyişle, din eksikliği ile ateizmi
özdeşleştirir bir tutum sergiliyorlar. 1965'te ABD nüfusunun %97'si Allah'ın
varlığına inandığını belirtmiştir denildiğinde; hiç kuşkusuz, bir kamuoyu
yoklamasında ankete katılanların % 97'sinin, “ Tanrı'nın varlığına inanıyor
musunuz?” sorusuna “evet” sütununa bir çarpı işareti koyarak cevap
verdikleri; %3'ünün “hayır” hanesine çarpı işareti koydukları anlatılmak
istenmiştir. Burada hiçbir karışıklık, hiçbir anlaşılmazlık yoktur, zira
sebepleri ne olursa olsun, “evet” diye cevap verenler, Tanrı'nın varlığını
açıkça inkâr eden kişilerden ayrılmak istemişlerdir. Tanrı ile ilgili bu
inancın keyfiyeti hakkında soru sorulduğunda, iş tamamen değişiyor. Aynı
anketçi, Tanrı'ya inandığını belirten ve %97'lik orandaki bu kişilerin “sadece
%27'sinin kendilerini koyu bir dindar olarak belirttiklerini” kaydediyor.
Elbette plan değişti.
Din, bir erdemdir; yoğunluğu ise ilkönce oluşturulan Tanrı mefhumuna
bağlıdır: Tanrılar, kendilerinin varlığını aklıyla kabul eden kişilerin şuurunu
ne aynı derinlikte, ne de aynı tarzda etkiler. Kendisini çok dindar zannedenler
arasında kendi duyguları hakkında boş hayaller kuran kim bilir ne kadar insan
var? Bu sütuna kaydolurken Ferîsî (Tevrat'ın metnine sâdık kalmak isteyen ve
Hz. İsa döneminde kısmen bir mezheb mensubu, ikiyüzlü) evet diye, Aşarçı’da (
publicain ) hayır diye cevap veriyor ama Hz. İsa bu konuda hiç yanılmıyor. Her
halükârda insanın tanrıtanımaz olup olmadığını bilmek ayrı bir konu ve yine
insanın samimî bir dindar olup olmadığını bilmek bir ayrı konudur. İNANCI NE
KADAR ZAYIF OLURSA OLSUN, DİNDAR HİÇBİR KİŞİ TANRITANIMAZ DEĞİLDİR.
Nietzsche'ye göre, “Tanrı'nın öldüğünü bilmeyenlerden biri” kalıyor
geriye. Dînî duygunun derinliği, kiliseye gidip gitmemeye ve ibâdetlere
(âyinlere, culte) katılıp katılmamaya göre değerlendirildiğinde de; bir defa
daha, farklı sahalara geçiliyor. Kendini dinî gevşeklik ile suçlayanların çoğu,
bunu yapıyorlar. Çünkü bunlar “dînî pratiği” ( ameli) hiç olmayan ya da çok az
olan kişilerdir. “Bugün 120 milyondan
fazla Amerikalı, dindar olduklarını ifade etmektedirler. Ve daha yakında Gallup
firması tarafından yapılan bir anket ise, bu kişilerin %44'ünün her hafta bir takım
hayır işlerine katıldıklarını beyan ettiklerini gösteriyor.” Fakat, bir Tanrı'nın
varlığına inanmak, zorunlu olarak bir dini benimsemek değilse; bir başka dini
benimsemek de mutlaka o dini gerektirdiği tizlikle yaşamak demek değildir.
Kaldı ki, zorunlu olduğu için bir dinin emirlerini yerine getirmek, arzu
edildiği ve sevildiği için o dinin emirlerini yerine getirmekten çok farklı bir
şeydir. Zaten tahmin edilir ki, kaçınılmaz bir şekilde olağan ve beşerî olan,
Tanrı'ya şükretme tarzı bazılarına çok fazla veya çok az, bazılarına da
dayanılmaz gibi gelir. Amerikalı yaşlı bir papaz bir gün bana şöyle diyordu:
Her zaman bir vaazdan öğrenilecek bazı şeyler vardır: Sabır. Eğer sabrı taşıyorsa;
genç amerikalı kadın için bu, kalbinden şöyle bir şikâyetin çıkıverdiği andır: “Tanrı'yı
seviyorum ama kiliseden nefret ediyorum.” Tanrı'nın öldüğünü düşünmeksizin
de insan, kiliseyi çekilmez bulabilir.
Daha köklü ve bununla birlikte, daha yaygın olan bir karışıklık da
insanın Tanrı hakkında hiçbir fikir edinememe gibi bir hisse kapıldığı andaki
güçsüzlüğünü itiraf edişini, bir ateizm itirafı olarak göstermektir. Time
dergisinin anketçisi kendilerini, yolunu yitirmiş bir sapık olarak hissedip de
psikanalize, uyuşturucuya başvuran ya da gizlice kiliseyi tamamen terk eden inananlardan
bahsettikten sonra; Romen kökenli genç kuşak katoliklerden söz ediyor. Bu
gençler mensup oldukları kilisenin doğmalarının gücünden çok şey kaybettiğini
belirtmekteymişler.
Stanford Üniversitesi'nden filozof Michael Novak bu genç kuşak adına şöyle
demektedir: “Tanrı'yı ve onun yapıp etmelerini anlamıyorum. Şayet
herhangi bir vesile ile kalbimden bir
dua yükselirse; bu görebildiğim, işitebildiğim ya da hissedildiğim bir Tanrı’ya
doğru değildir. Bu, hiçbir inançsızın asla bilemeyeceği kadar soğuk ve karanlık
bir kutup gecesine yerleşmiş bir Tanrı'ya doğrudur.” Bazı kilise adamları
bile benzer bir kararsızlık sergiliyorlar. Washington Milli Katedrali'nin
başpapazı Francis B. Sayre “ Tanrı’nın ne olduğu konusunda bazı belirsizlikler
bulunduğumdan söz ediyor; daha sonra da “ Ama Amerika'nın geri kalan kısmı da
böyle” diye ekliyor.
Şu halde, öyle görünüyor ki; Tanrı’nın mahiyeti (nature) hakkında kendi
kendine sorular sorarak bir sonuca varmadan, Tanrı'nın ölümü problemi ortaya
konulamayacaktır. Skolastik ilâhiyatçılar hakkında yerli yersiz pek çok lâf
edilmiştir. Hem de onları hiç okumadan. Fakat en azından onların birbirlerini
okumuş olma şerefini kendilerine teslim etmek gerekir. Henüz basılı kitabın
bulunmadığı bir devir için bu husus dikkat çekicidir.
Onlar meselenin temel noktasını tespit etmekle işe başlıyorlardı: Tam
olarak mesele nedir? Daha önce bu konuda hangi kanaatler, görüşler dile
getirilmişti? Bu kanaatler veya görüşler hangi gerçeklere dayanıyordu? Ve biz,
bunlar hakkında ne düşünmeliydik? Tahmin edebileceğimiz bazı sonuçlarıyla
birlikte bu gelenek, XVI. yüzyıldan itibaren kaybolmuştur. Kendilerinden önce
biriktirilmiş olan bilgiyi, buna sahip oldukları için rahatça küçümseyebilen
nesillerden sonra, macera peşinde koşan ya da bu bilgiyi icad ettiklerini
sanarak, onu yeniden keşfetmek için zamanlarını kaybeden bir müteakip, kuşak
geliyor. Bugün hakkında hiçbir kavram oluşturulamadığı için Tanrı'dan uzak
durulması gerektiği sanılıyor. Oysa ki, gerçekte bu, onun yeniden
keşfedildiğinin bir işaretidir. 'Tanrı'nın mâhiyeti hakkında aklım
karışıyor" (I am confused as to what God is ) dediği zaman kişi
bilmeden St. Thornas'ın "Hikmetli sözler kitabı" ile ilgili
şerhinde kullandığı kelimeleri tekrar etmektedir. St. Thomas, bu kelimeleri,
Tanrı'nın ne olmadığı konusunda bilgisini geliştirerek Tanrı'nın var olduğunu
söylemek durumuna düşen kişiyi tarif ederken kullanmıştır. Bu konuda kişinin
aklına gelen ve “dır” yüklemiyle ifade edilen kelime ne olursa olsun, Tanrıyı
tam ifade etmez. Çünkü biz, sadece hissedilebilir, sonlu objelerin varlığını
tasarlayabiliriz. O halde St. Thomas, Washington Katedrali'nin başpapazı D. C.
ile aynı durumda bulunuyor. O, tam bir karışıklık içinde bulunmaktadır. Bu
topluluk içinde kaldıkları sürece başpapaz ve Amerika'nın geri kalan kısmı,
hafifçe de olsa, “Tanrı'nın öldüğü” gibi salgın bir hastalığa bulaşıp gitmeyeceklerdir.
İlahiyat konusundaki bilgisizliğin Tanrı fikrinin tedrici olarak
silinmesinden sorumlu olduğunu söylemek, insanı kasıntılı bir entellektüel
havaya girme tehlikesine sokar. Tanrı'dan bahseden bir Batılı’nın arkasında,
hesaba katmak zorunda olduğu yirmidört asırlık bir tefekkür ve tartışma süreci
vardır. Böylece, kendileri için artık geniş bir sahadan başka bir şey olmayan
bir konuda biraz kaybolmuş ilâhiyatçıların hissettikleri şaşkınlık duygusundan
kurtulunacaktı. Washington başpapazının durumu basittir. Ondan, hiç düşünmemiş
gibi göründüğü, Gregoire de Nysse'yi okumasını istemek gerekirdi.
4. BİLİMCİ ATEİZM DENEMELERİ
Anlayışların lâikleşmesindeki en modern etkinin bilim olduğu ifade
edilmiştir. Evet bu doğrudur, ama hangi manada?
İlkönce bilim ile mitoloji arasında çok iyi bilinen çatışmaları bir
kenara bırakalım. Bunlar din ile bilim arasındaki çatışmalar değildirler.
Mitolojiler kaçınılmaz bir fenomendir, bilimin de kendine has mitolojileri
vardır. Bunlar, belli dereceye kadar gerçeğe yakın olması gerektiği kabul
edilen ve de akim daha iyisini beklerken geçici olarak benimsediği, gerçeğin
tasavvurî açılamalarıdır.
İnsan imajsız ( hayal) düşünmez; hatta mâhiyeti (natüre) tahayyülün
(imagination) dışında kalan bir objeyi düşünse bile, o obje hakkında bir imaj
(hayal) kuracaktır. İlk hristiyanlar, grekoromen tanrılarıyla (pantheon)
savaşmak zorunda kaldılar çünkü onların ibadeti (tapınması culte) “yalancı
tanrılara” tapma idi ve “gerçek Tanrı'nın” tanınmasına bir engel
teşkil ediyordu. Fakat bu Hristiyanlar bile, sahte tanrıların mevcut olmadığını
iddia etmiyorlardı. Aksine bu tanrıları, yarı tanrı şeklinde düşündükleri ve
cin diye isimlendirdikleri şeylerle özdeşleştiriyorlardı. Bu kavgadan uzakta
bulunduğumuz bu zamanda bizzat mitolojinin tanrıları gerçekten ölmüşlerse, bu
konuda bir hüküm vermek zorunda değiliz. Bu tanrılar, Offenbach ve J.P. Sartre
için şahsiyetler haline dönüşmüşlerdir. Bununla beraber putperestlerin putlara
tapınmasının içine, gerçekten samimi bir dindarlık unsurunun girmiş olması
gerektiğini de söylemek gerekir. Maamafih, Yunan filozofları, eskilerin kendi
tanrıları konusunda anlattıkları masalların ahlâk dışı olduğunu bildirmek için
Hristiyanlığı beklememişlerdir. Karısını döven şu Jüpiter bir komedi
kahramanıydı. Hristiyanlığın tanrısı bunlardan çok farklıdır. Ama o, mahiyeti,
tabiattan aşkın (müteâl) olan ve böyle olduğu için de muhayyilemizi zorlayan
bir varlığı tasavur tarzımızda her zaman için bir mitolojik unsur olarak
bulunmaktadır ve bulunacaktır. “ İlâhî isim ve sıfatlar” problemini
düzene koymak ilâhiyatçıların işidir fakat konunun ortaya çıkardığı gerçek, az
da olsa, bir mitolojik tasavvurun kaçınılmaz olduğunu göstermeye yeter. Zîrâ Tanrı
tahayyül edilmeksizin adlandırılamaz, mitolojik mâhiyete büründürmeden (efsaneleştirmeden)
de tahayyül edilemez.
Bu konuda bilimin bütün yapabileceği, mitolojilerimizi yenileştirmektir.
Gerçek dînî akîde ise, bu işlemlerle ilgilenmez. Dindar zihinler, ilmî
inkılapların hiç bir şekilde dînî hakikati ilgilendirmediğini düşünmeye
alışmışlardır. Yaratılış âlemi, ister Ptolémée'nin, Galilee'nin, Descartes'in,
Newton'un, Danvin'in ve Einstetn'ın âlemi olsun, ya da bir başkasının âlemi
olmak için bekleyedursun, dînî şuurun bu hususta kaygılanacak bir şeyi yoktur.
Bir yığın bunalımla yoğrulmuş olan mü'min, ne kadar az yetişmiş olursa olsun,
Tanrı’nın yaratmış olduğu evren, en azından, onun gerçek evreni olduğu ölçüde;
bilimin de evreni olduğu fikrine alışmıştır. Bugün de Hristiyan fizikçilerin,
biyologların ve her türden bilginlerin bulunması, dinin lehine hiçbir şeyi
ispatlamaz. Fakat en azından ilmî zihniyetin (esprit scientifique) Tanrı
fikrinin tasdikini dışlamadığını
doğrulamaya imkân sağlar.
Matematik ve fizik metodlarla, yani tecrübe ve akıl yoluyla, ilmî olarak
ispatlanmamış veya ispatlanabilir olmayan, hiç bir şeyi ( prensip olarak) kabul
etmemekten ibaret olan bilimcilik (scientisme) için durum aynı değildir. Tüm
bilginler bilimci (sciantist) değildir. Tüm bilimciler de bilgin değildir. Ama
şu da inkâr edilemez bir gerçektir ki; herkesin gözünde canlanan bilimin sade
varlığı, şaşırtıcı pratik basanlarla doludur. Bu durum, en azından bazılarının
düşüncesinde ilmen ispatlanmış olduğu düşünülemeyen her önerme (proposition)
için horgörücü bir ilgisizlik duygusunu da pek çok zihinlerde yaymaya yetiyor.
Şu anda dikkatimizi çeken Tanrı'nın ölümü ifadesi, Anglikan ilâhiyatçı
David Jenkins'in önerisinde gayet güzel özetlenmiş gibi geliyor bana:” İlmin
itibarı o kadar yüksek ki, onun ölçüleri hayatın diğer alanlarına girmiştir.
Gerçekten bilgi, bizim için bilimsel incelemeyle bilinebilen şey olmuştur ve bu
şekilde bilinemeyen, anlaşılamayan şey, bize sanki ilgisiz (faydasız), akıldışı
gibi görünüyor.
Bizden önceki çağlarda fikir adamı papaz ya da filozof bilgeliğin
kaynağı olarak görülüyordu. Bugün ise bilge kişi, daha ziyade fenomenleri
gözlem metotlarıyla içli dışlı olan bir otorite, sözlerini gözlem ve deneye
dayandıran, devamlı biçimde yeni işlemler ve yeni gözlemler ile doğrulanan
bilgiler manzumesi kuran insan olacaktı”
Kısaca, tecrübi ilmin prestiji (itibarı), ilâhiyatçıların yetinmek
zorunda olduğu, tecrübeyle doğrulanamayan soyut fikirleri giderek devre dışı
bıraktı.
Bundan daha doğru fakat ateizm meselesine bu kadar yabancı başka hiç bir
şey de söylenemez. İlmin görüş açılan, tarihin bakış açılarını
unutturmamalıdır. Tanrı, modern bilimlerden asla hiçbir şey öğrenememiş olan
kalabalıklar için, asırlardan beri kitlelerin vicdanında yaşıyor. O, aynı
zamanda, modem bilimin ve zihniyetin metotlarına âşinâ birçok insanın zihninde
de yaşamaktadır. Bunların sayılarının az olduğu doğrudur. Ama yine de bu durum,
dikkate değer bir keyfiyettir. Bu iki alan sadece hukukî olarak değil, vakıa
olarak da birbirinden çok farklıdır. İlimlerin bu baş döndürücü ilerlemesinin,
Tanrı kavramı ve onun varlığına olan inancı ruhlardan silmede nasıl bir etki
yapabileceğini tahmin etmekte güçlük çekiyor insan. En azından, samîmi ve aktif
bir ilmî araştırma aşkıyla dolu bir ilâhiyatçı, Albert le Grand (Büyük Albert)
vardı. Ama o dahî, kendisini esas itibarıyla bir bilgin değil, bir ilâhiyatçı
olarak görüyordu. Diğer ünlü ilâhiyatçılar da başka bir şey olduklarını asla
iddia etmemişlerdir. Bunların bazıları ise, kendi devirlerinin ilmini tetkik
etmişlerdir. Bunu yapmaları hem hakları, hem de görevleri idi. Ama bunların
hiçbirisi, her halükârda, dinini ne kendi felsefesi, ne de kendi teolojisi
üzerine kurma iddiasında bulunmamıştır. Üzerine felsefe, teoloji ve din bina
edilen, Tanrı'dır. Onun değerinin ilim tarafından düşürülmesi, önce bir tehdit
daha sonra bir ürün olması için, Tanrı kavramı ile onun varlığı etrafında kum
gibi kaynaşan spekülasyonlar arasında bir karışıklığın bulunması gerekti.
5. PROLETERYEN ATEİZM
Marksizmin felsefe tarihine haksız ve usulsüz olarak girişi, özel bir
dikkati gerektirir. Zira Marksizm, her ne kadar kendisini bir felsefe olarak
göstermek istese de, bir felsefe değildir. Marx, Tanrı'nın varlığını inkâr
etmekle yetinmemiş, insanların ruhlarında mevcut olan, Tanrı'nın varlığına
inancı fiilen silip atmak istemiştir, ilkönce kendisi Yahudi olmakla beraber,
artık onun için söz konusu olan şey, Yahudi halkının kalmadığı izlenimini
yaymaktı. Operasyonun gerçekleşebilmesi için gerekli olan
ilk şart, Yahudilerin şüpheli Tanrı'sını ortadan kaldırmaktır. Bu Tanrı, her ne
kadar bu kavme öfkelense de, sadece O'nunla ve O'nun için var olan bir kavmin
yaratıcısıdır. Marx'ın ateizmi, Tanrı’nın ölümüyle bir olan, Yahova'nın öldürülmesidir
her şeyden önce... Artık Tanrı olmayınca, ne dinler, ne Yahudiler ve ne de başkaları
olacaktır. İsrail kavmi, üzerine beklenmedik bir belâ gibi çöken ilâhi çağrıdan
kurtulunca, diğer bütün kavimler gibi bir kavim, hür bir kavim olacaktır.
Kimi olursa olsun öldürmek bir felsefî eylem (acte philosophique)
değildir. Zira, felsefe, tanımak (bilmek) çizgisinde kurulur. Fakat Marx, her
şeyden önce varolmaya son vermek şeklindeki, en derin özlemini tatmin etmede
İsrail'e yardım arzusuna saplanmış bir devrimcidir. Onda spekülasyon adına ne varsa,
hepsi tamamen “praxis” (fiilen icra, uygulama, tatbikat) e yöneliktir ve
her şey bu “praxis” in hâkimiyeti altındadır. Düşünce, onun gözünde
sadece bir eylem aracı olarak meşrudur. Pek fazla ün kazanmış olan sözü de
buradan kaynaklanır: “ Filozoflar bu güne kadar felsefeyi çeşitli biçimlerde
yorumlamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Şimdi bunu değiştirmek söz
konusudur.”
Böylece Tanrı fikri yeni bir statü, hem de spekülatif değil, pratik bir
statü kazanıyor. Bu Tanrı fikrinin doğru olup olmadığını bilmek de artık söz
konusu değildir. Marx'ın gerçekleştirmeyi arzu ettiği devrimi engelleyip
engellemediği, ya da kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını bilmek söz konusudur.
İhtilâl şart... ZİRA BİR İŞÇİ DEVRİMİ OLMADIKÇA, BİR TANRI OLACAKTIR. Ve
de bir TANRI KALDIĞI SÜRECE İŞÇİ DEVRİMİ OLMAYACAKTIR. O halde,
gerçekleştirilecek operasyon doğrudan doğruya sosyal hayatı ilgilendirmektedir.
Ve “ madem ki esas olarak sosyal hayat pratiktir”. Tanrı yoktur
seklindeki devrimci hüküm spekülasyona değil, aksiyona bağlıdır?
Denilebilir ki, Marxzim felsefeyle ilgilenmiyor, zira onun bu karan
filozofun dışında, onu aşan ya da kendisinin aştığı ve hiçbir dahlinin
bulunmadığı bir bağlamda yer alıyor. Kiliseler kapatılabilir, inananlar sürgün
edilebilir ve papazlar öldürülebilir. Fakat bu eylemlere (acte) nasıl bir
“felsefi” mânâ verileceği anlaşılmıyor. Felsefeyi bir “ praxis “ yapma karan
bile, felsefî bir teemmülden
doğmamaktadır. Şayet işçi devrimi şartsa, vicdanlardan Tanrı'nın silinmesi, yok
edilmesi lâzımdır ve hiç bir felsefe buna bir şey yapamayacaktır.
Marksist felsefe diye isimlendirilen şeyler, sadece Marksizmin
uygulayıcılarının eylem etkinliğini sağlamak için, teori konusunda yararlı
gördükleri şeylerdir. Böyle bir teoriyi çürütmek gayesiyle inceleme fikri saçma
olurdu. Bütün gerçeği pratik etkinlikten ibaret olan bir doktrin, bu delile
duyarsızdır. Filozof, bir Tanrı'nın var olduğunun “ gerçek” olup
olmadığını kendi kendisine sorar. Bu alanda onu izleyecek bir muhatab
(intertocuteur) Marksistte bulunmuyor. Marksist felsefe her şeyden önce eylem
için bir klavuz, işçi sınıfının (proletariat) bir âletidir. Devrimci teoriyle donanmış işçi
sınıfı, Marksist ideallerin gerçekleşmesi için gözüpek bir savaşçı olmaktadır.
Yani, bütün Marksistler insanlığın yılmaz birer savaşçısı oluyor... Bu sebeple
daha Marksizm zuhur eder etmez, önemli tarihi bir görev de ortaya çıkmıştır: Bu
görev, Marksist sosyalist teoriyle işçi hareketini birleştirmek, ruhî teorik
silahı ise, bu silahı kullanabilecek maddî güç olan halk ile, yani, işçi
sınıfıyla birleştirmektir.
Şu halde, Marksizm'e dair her felsefî eleştiri, Lenin'ci biçiminde bile,
boşunadır. Bizzat proletariat (işçi sinıfı) kavramı, işçilerden ayrı bir bütün
(entite) olarak düşünülmüş olup, devrimci bir eylem isteği üzerine kurulmuştur.
Materyalizm ile idealizm arasında amansız bir mücadeleye indirgenmiş bir
felsefe tarihi kavramı da ayrı bir mit(efsane)'dir. Pek az materyalist felsefe
varolduğu sürece ve kendisi de bir materyalizm olan Marksizm, kendisini
Hegel'ci idealizmin tersine çevrilmiş bir vaziyeti (trangpotision) olarak
gördüğü ölçüde, bu mit (efsane) dikkat çekici olmaya devam edecektir.
Bununla birlikte, bu faydalı bir mit'tir. Çünkü bu efsane, tarihi
faydalı bütün gayelere yöneltme imkânı sağlıyor. Çağımızın marksistlerinden
biri, Engels'in sözü olarak, felsefenin
temel probleminin şu şekilde ortaya konabileceğini söylüyor: “Dünya Tanrı
tarafından mı yaratılmıştır? Yoksa ezelden beri var mıdır? Materyalistler ve
idealistler birbirini dışlayan bir takım' cevaplar veriyorlar.”. Fakat St.
Thomas, ezelî olan Tanrı tarafından yaratılmış bir âlem kavramında hiçbir
çelişki görmüyordu. İdealizm / Materyalizm alternatifi, problemin verileri
içine girmiyor. Bu, marksizm için pek önemli değildir. Lenin, idealizmin dini
savunmak için meydana getirildiğini söylüyordu. Marxizmin işigücü, dini yıkmak
amacıyla materyalizmi işleyip günde me getirerek misillemede bulunmaktır.
Bazı Marksist demlendirmeleri (argumentations) takip etmek, manalarını
anlamak bakımından faydadan uzak değildir. Âlemin ezeliliğini kabul eden
Marksizm-leninizm, materyalizme göre, “maddenin ve tabiatın daima var
olduğunu” belirtmektedir. Şayet, maddeyi kimse yaratmadıysa; “ dünyanın
evrimi, ilâhî yüce hiç bir güce yer bırakmıyor,, Tanrı fazlalıktır, lüzumsuzluktur:,
Dünya onun dahli olmaksızın ebediyyen tekâmül eder”
İşte bu şekilde materyalizm, Tanrı'yı inkâra yol
açmakta ve kaçınılmaz olarak da ateizm ile birleşmektedir. Materyalist bir
kimse, aynı zamanda bir tanrıtanımazdır.
“Tertullien, bu konuda ne derdi
acaba?” diye, insan kendi kendisine soruyor. O'na göre: “Eğer cisimler
değilse, hiç bir şey Tanrı ve ruh olamaz. (Nihil enim, si non corpus )” Ancak tarihî burjuva tereddütleri işte burada
yatmaktadır. Zira “ bunlar kapitalistler ve sömürücüler değil ise” idealizmin
temalarından yararlanan kimdir o halde? Bunu yaparak idealizm, sömürücülerden
dine kadar, gerici ve çağdışı olan her şeyi destekler. Gerçeklerin (olguların)
tam bir küçümsenmesi olduğu belirtilmesi gereken böylesine keyfi bir tarihçe
karşısında silahsız kalıyor insan. Platon kapitalist bir burjuva mıydı? “Her
felsefenin gayet belirli bazı sınıf menfaatlerini dile getirdiği” inancı
veriliyor bize.
O halde, tüm mensupları aynı sınıftan olan ortaçağ öğretim kadroları
içindeki bitmez tükenmez felsefî 'çatışmaları nasıl açıklamak gerekirdi? Grek
vatandaşı Aristo'nun felsefesinin, öz itibarıyla, Yahudi İbni Meymûn'un
felsefesiyle aynı olması nasıl açıklanabilir? Lafı uzatmadan, onaltı asır sonra
yaşamış Endülüslü müslüman İbn Rüşd'ün ve yine zamanımızın Hristiyan yazarı
Jacques Maritain'in felsefelerinin Aristo felsefesiyle aynı olması, nasıl
açıklanabilir? İnkâr edilemez bir gerçek varsa, bu da, bazı felsefî
doktrinlerin, filozofların içtimaî durumuna bağımlı değilmişçesine, yüzyıllar
boyu etkilerini sürdürmüş olmasıdır. Roma İmparatoru Marc Aurele, Yunanlı köle
Epictete'in felsefesini icra ediyor. Bütün filozofların, iki taraf arasında
sürüp giden bir mücadele içinde bulunduğu bir tarihin hikâyesini okurken, insan
rüya gördüğünü sanıyor. Zira “materyalizm ile idealizm arasındaki mücadele,
sınıflar mücadelesinin ifadesi olduğu sürece, {...}iki kamptan birine girmeyen
tarafsız filozoflar var olmayacaktı.” İki kamptan hiç birisine dâhil
olmadığını iddia edenler, marksizmin en kötü düşmanlarıdır. Çünkü bunlar, marksizmi
teşkil eden mücadelenin varlığım inkâr etmektedirler. Onların sapkınlığı olan
revizyonizm, marksizmin bir şekil değiştirmesi, bir bozulmuş şeklidir. Ve
revizyonizm, “MARKSİZMin temel görüşlerini burjuvazinin menfaatlerine
uydurmak için, yeniden ele alıp değiştirmektedir.” Bu dogmatizm, spekülatif
itirazlardan zarar görmez. Çünkü O, ESAS İTİBARIYLA BİR EYLEM PLÂNIDIR.
Marksizm bizi basit bir ateizm ile karşı karşıya bırakıyor. Bir
Tanrı'nın var olduğunu söylemek burjuvazi için çalışmak, Tanrı'nın yok olduğunu
söylemek ise proleterya için çalışmak demektir. Oysa biz, proleterya içîn
çalişmâk istiyoruz: O hâlde Tanrı yoktur. Bu tavırlar tutarlıdır; eskiden
denildiği gibi, bu tavır sadece “extranea philosophiae” dır. Bu, onun sahte olduğunu
ispatlamaz ama evvela gerçek olup olmadığım anlayabilmek için hiçbir felsefî
vasıtaya sahip değiliz. Ve nihayet pratik düzen içinde hakikat, eylemin
başarısına bağlı olduğundan, işçi enternasyonali hâlâ beşeri bir tavra, bir
gerçekliğe dönüşmediği sürece, problemin verilerini değerlendirmek imkânsız
olacaktır. O günün gelmesini beklerken, resmen ve fiilen tanrıtanımaz güçlü bir
tek devletin bulunması da göstermektedir ki, TANRI, MARKSİZM KARŞISINDA HÂLÂ
ÇOK DİRENÇLİ BİR GERÇEK OLARAK DURMAKTADIR. Kapitalist burjuva François
d'Assise'nin Tanrısı hâlâ ölmemiştir. Bu böyle olunca: MOSKOVA ATEİZM MÜZESİ
VAR OLMAYAN BİR ŞEYE HASREDİLMİŞ, DÜNYANIN TEK MÜZESİ OLARAK KALMAKTADIR.
6. PROBLEMİN CAN ALICI NOKTASI
Ruhlardan Tanrı kavramını çıkarıp atmak için marksist tutumun çabaları
ve uğradığı başarısızlık iki kat daha manidardır. Bunlar, Tanrı fikrinin
dikkate değer sürekliliğini ve onu yıkmaya çalışan güçlere karşı gösterdiği
büyük direnci doğrulamaktadırlar. Bu fikir dirençliliği, problemin özüdür ve
açıklanması gereken de bu merkezî noktadır.
Tanrıtanımaz, Tanrı’nın varlık delillerinin yetersizliğini sevinç ve
coşkuyla ifşa etmektedir. Yetersiz deliller yok değildir. Fakat hepsi de bir
gerçeği ortaya koymaktadır. Bu gerçek, eğer teizmin kendine has bazı güçlükleri
varsa, ateizmin de kendi güçlüklerinin bulunuyor olmasıdır ki, mesele bizzat
ateizmin mevcudiyetidir. Zira, ondan çok bahsediliyor, ona kitaplar hasrediliyor.
Hatta Tanrı’nın yokluğu konusunda bir ansiklopedi bile yayınlanmıştır. Eğer bu
durum gözönüne alınırsa, olağandışı bir fenomen söz konusudur. Nitekim pek çok
yazar, filozof, sosyolog ya da ekonomistin yokluğunu ispatlamaya çalıştığı tek
varlık Tanrı'dır. İlke olarak, eğer Tanrı'nın olmadığından emin olunsaydı, bunu
ispatlamak için bunca zaman para harcanmazdı. Zaten dikkat çekicidir ki;
ateizmin inanç esâslârı kendi saf samimiyetleri içinde ifade edildikleri zaman
bile, çoğu kez bu ölünün hayatını sürdürdüğüne dair bir inancın mevcudiyetini
yansıtmaktadır. Yazar Jean Schlumberger'e ayrılmış bir tanıtma yazısında Le
Monde gazetesi (27/28 Ekim 1968) dikkat çekici bir husus olarak, yazarın sadece
inançsız olduğunu değil, sanki bu tabiî değilmiş, gibi, bundan hiç endişe
duymadığını açıkça belirtmek zorunda olduğunu düşünüyor: Jean Schlumberger
hayatı terketme ve özellikle bir Anti-Pascal'a dair edebî projelerinden
vazgeçmenin üzüntüsü içinde ve de kendisine sakin inançsızlığım veren tam bir
sükûnetle, uzun zamandan beri ölümü bekliyordu. Şayet, inançsızlığı o kadar
sakin idiyse, Schlumberger niçin bir AntiPascal'ı kaleme almayı, düşünüyordu?
Şayet, şahsî bir tecrübeyi bir başka tecrübenin karşısına çıkarmaya izin varsa,
kendi tecrübemden bahsedeceğim.
Bu tecrübe o kadar sağlamdır ki, “Pensees” (düşünceler) hakkında büyük
alaycının eleştirilerini dengelemek için ne bir Anti-Voltaire, ne de Monsieur
Teste'nin acılarına karşı Pascal'ı savunmak için bir Anti-Valery yazmak fikri
aklımın köşesinden bile geçmezdi. Böylesi girişimlerin boş övüncü o kadar
açıktır ki; kendileri için Tanrı’nın yokluğu kesin olan insanların, sadece bunu
düşünmekle kalmadıkları gibi başka insanların ruhundan söküp atma ihtiyacı duyduklarını
insan kendi kendisine sormadan edemiyor.
Hakiki tanrıtanımaz eğer varsa Tanrı'nın varlığını inkâr ermez. fakat
artık onu düşünmüyordur. Tanrı’nın varlığına ait delillerin yetersizliği onu
Tanrı’nın yolduğundan daha da emin olacak kadar ilgisizlige sevkeder. Tanrıya inananların Tanrı hakkında
geliştirdikleri tasavvurların çocukçalığı (naiveté) artık onu pek o kadar
rahatsız etmez. Var bir şeyi veya olmayan birini tasavvur etmenin ne önemi var. İlgi çekici olan şey, Tanrı’nın
varlığıyla ilgili delillerin eksikliğinden daha çok, hâlâ büyük bir insan
kitlesinin gönlünde Tanrı’nın varlığına dair samimi inancın canlılığını
korumasıdır.
Zaten Tanrı’nın bir zamanlar yaşadığı bir kalpte ölüp gitmesinden asla
emin olunamaz. Kesin olarak ondan kurtulunduğunu sanan bazı ruhlarda bile, bu
inanç hâlâ yaşamaktadır. Bu tür bir yeniden dirilişi müşahede eden bir kişi
olarak, Benjamin Constant'ın bir mektubunda da görüleceği gibi, bu işe ilk
hayret eden yine kendileri olmaktadır:
“Bildiğiniz gibi, ben artık o gözü pek, bu dünyadan sonra hiçbir şey
olmadığına inanan ve bir başkası olmadığı için tadan çıkardığı bu dünyadan son
derece memnun olan bir filozof değilim. Benim eserim ( Çoktanrıcılığın tarihi
L'Histoire du Politeisme ), Bacon'ın söylediği şeylerin çarpıcı bir ispatıdır: AZ
İLİM İNSANI ATEİZME, ÇOK İLİM İSE DİNE GÖTÜRÜR. Her taraftan topladığım
olguları pozitif bir şekilde derinleştirerek ve bunların inançsızlığa karşı
çıkardıkları sayısız güçlüklerle defalarca karşılaşmak suretiyledir ki, kendimi
dinî fikirlerin tarihinde daha gerilere gitmek mecburiyetinde hissettim.
Elbette ki bunu iyi niyetle ve inançla yaptım zira geriye doğru atılan her
adım, bana pahalıya mal oldu. Şu anda da hâlâ tüm alışkanlıklarım ve tüm
hatıralarım felsefidir ve de dinin benim üzerimde fethettiği her şeyi menzil
menzil savunuyorum. Hatta bir izzeti nefs feragati bile söz konusudur. Zira, bu
türden bütün kanaatleri hücum etmek için kullandığım mantıktan daha sağlam bir
mantık bulmanın güç olduğunu sanıyorum. Kitabımın tek kusuru, şu anda bana,
doğru ve iyi görünenden aksi bir yöne sahip olmasıdır. Böyle olmasaydı kesin
olarak partiyi kazanmış olurdum. Hatta dünya çapında ünlü olurdum. Zira çok
hafif bazı eğilimlerle kitabımdan, bugün çok istenen şeyi, yani vasat insanlar
için bir ateizm sistemi, papalara karşı bir manifesto ve lüzumlu bir itiraf ile
düzenli bir bütün oluştururdum ve masallarda olduğu gibi bu, insanların hem
gururunu, hem de iktidarını okşardı”.
Burada Constant'ın tanıklığına müracaatımız, birtakım savunmacı
gayelerle yapılmamıştır. Hidayetlerinde (convertion) şuurlu hiçbir şeyin rol
oynamadığı ve hidayete^ ermiş bu kişilerin tecrübesi nakledilemez olduğu için,
burada zikrettiğimiz din değiştiren ünlülerin yaşadığı tecrübeler gibi, Constant'ın
tecrübesi de tamamen şahsîdir. Fakat aynı zamanda bu tecrübesinin örnek teşkil
eden bir değeri de vardır. Zira o. Tanrı fikrinin en aklı başında ve tutarlı
inkârlara karşı bile gösterdiği direnci açıklamaktadır. Bu tanrı fikri, hiçbir
ispatın yardımı olmaksızın, kendi gücüyle canlılığım sürderecek gibi görünüyor.
Constant, büyük felsefi değeri olan bir tanık değildir. Fakat filozoflar
dünyasından Kant, evrensel olarak saygı duyulan bir isimdir. O, kendisinin bir
filozofta öncelikle bulunmasını istediği erdemin üstün bir örneği olarak
hafızalarda yaşamaktadır. Bu erdem ciddiyettir. Bundan anladığı da, fikirler
ile asla oynamamak fakat onların gereklerine daima riayet etmek ve onların
önünde dolambaçlı yollara baş vurmadan eğilmek alışkanlığıdır. Problemimiz karşısında
onun tavrı çok daha dikkate değerdir. “Saf Aklın Tenkidi” (La Critique de la
raison pure) adlı eserinde, spekülatif (nazari) akim hissedilebilir tecrübeye
iki sebepten girmeyen bir varlığın mevcudiyetini ispatlayıp ispatlayamayacağını
kendi kendisine sorarak, Kant, negatif bir sonuca varmıştır. Bunu istemeyerek
fakat mümkün olduğu kadar açıklıkla yapmıştır. Hiç bir metafizik hükmün ispatı
mümkün olmadığına göre. Tanrı'nın varlığının ispatı da mümkün değildir. Kant'ın
durumunda dikkate değer olan şey, bu hükme vardıktan sonra, Tanrı'nın
varlığından daima emin olmayı sürdürmüş olmasıdır. Tanrı’nın varlığının
ispatlanamaz olması onu tanrıtanımaz yapmamıştır. Tam tersine Kant, sanki sol
cebini doldurmak için sağ cebini boşaltmış gibi, bu ispatlanamaz hükmün daha az
gerçek olmadığını göstermek için, “ pratik aklın tenkidi” ( Critique de
la raison pratique) adlı eserini kaleme aldı: Hatırlanacağı gibi, bu hüküm bir
postulat (önerme) olarak doğrudur. Çünkü Kant'a göre, bir vakıa olan ahlâkî
vazifenin zorunlu karakteri yüzünden başka türlüsü mümkün olamazdı.
Kant'ın kendi kendisiyle çeliştiğini sanmıyorum. Tersine, Kant'ın ikinci
tenkidin sonuçlarının, birinci tenkidin sonuçlarına hiç dokunmadığım ne kadar
ısrarla hatırlattığım vurgulamak isterim. Teorik aklın, Tanrı'nın varlığını
ispatlamada yetersiz olduğunu gösterdikten sonra, Tanrı'nın var olduğundan
niçin hâlâ emindir? Zira şüphe yok ki, birinci tenkid ve onun vardığı sonuçlar
lekesiz, tertemiz durmaktadır. Bu hususla ilgili olarak pratik aklın tenkidi
İsimli eserinin ana bölümü olan 1., 2. ve 7. kısımlar tekrar okunabilir.
“ Aynı zamanda spekülatif açıdan saf akim bilgisini genişletmeksizin,
saf aklın yayılışını tasavvur etmek pratik açıdan nasıl mümkün olabilir?”
Gerçekte, böyle bir işlem nasıl başarılabilir?
İkinci tenkidden önce bir Tanrı’nın var olduğunu hâlâ bilmiyorum. Hatta
onun varlığını ispatlayamayacağımı da biliyorum.
İkinci tenkidden sonra bir Tanrı’nın var olduğunu mutlak kesinlikle biliyorum.
Ve de niçini söyleyebilirim. Bunu hangi şekilde elde etmiş olursam olayım,
pratik akim kesin bir bilgisi ( bir pratik akıl bilgisi inancı) tanım olarak,
aklî bir gerçekliktir. Aklî inanç, bilgimizi bir gerçeklik ile zenginleştirdiği
konular hariç, Kant'ın isimlendirdiği gibi, bilgimizi spekülatif nizâma
yayamaz. Tanrı’nın varlığı ile ilgili
kesinlik, onun varlığını ispatlama imkânsızlığı delilinden önce geldiği ve saf
olarak bu imkânsızlık delilinde varlığını sürdürdüğü, bundan daha iyi
gösterilemezdi. Bir kavramın yıkılmazlığına bundan daha açık bir saygı
gösterilmemiştir. Bu kavramın kendi özündeki kesinliği (certitude
intrinseques), kendi ispatlanamazlığının ispatıyla hiç bir yönden
etkilenmemiştir... Tanrı kavramının ruhtaki bu yıkılmazlığı, aklı başında bir
ateizmin yolu üzerinde aşılması çok zorlu bir engeldir. Bu engel mantığın,
diyalektiğin ve tenkidin son sözü söyleyemeyeceğini, çünkü ilk sözü de
söylemediğini anlamamıza yardım eder. İnsanın bir Tanrı'nın var olduğu
şeklindeki spontane ( kendiliğinden ) inancına akli bir ispat (justification)
araması meşrudur. Fakat bu inanç önceden orada bulunduğuna göre, o, bu
doğrulamalardan bağımsızdır. Bu inanç, bu ispatların sonucu olmaktan daha çok
onların sebebi gibi görünüyor.
7. TANRI FİKRİ
Saint Augustin Tanrı kavramının kaynağım üçe ayırıyordu: Şairler,
Site (şehir devleti) ve filozoflar. Bu gün batılı insan; aile, okul,
edebiyat, hatta dil gibi, her taraftan kendisine Tanrı kavramının ulaştığı bir
toplum içinde yaşıyor ve marksist devletin militan ateizm lehine, Rusya'da ve
dolaylı olarak ise bütün dünyada, yapılan etkili propogandayı da unutmayalım.
Tam bir yalnızlık içinde doğmuş ve yetişmiş insan varlığının, tek başına bu
fikri tasarlayıp tasarlayamayacağım bilmek manasız bir sorudur. Zira böyle bir
insan yoktur. Ve şayet olsaydı, onunla nasıl iletişim kurabilirdik? Şurası bir
gerçektir ki; sosyal bir canlı olan insan, daha o topluma ait olduğunun şuuruna
vardığı andan itibaren, içinde yaşadığı bu toplumda daha önceden beri mevcut
olan bir îlâhî varlık ve bir güç kavramını hazır bulur. Bu bilgi tohumu, ilk
başta sadece, son derece karışık bir duygudan ibaret olsa bile, bazı sade
müminlerin olduğu kadar filozofların ruhunda da, ileride Tanrı kavramına
dönüşecek şeyin temeli ve özüdür. İster tefekkür ürünü olsun, ister bir tür
dinî kamuoyundan, isterse de tabiatüstü sanılan bir ilhamdan doğsun, ulûhiyyet
ile ilgili daha somaki bir bilgilenme (information), bu ilk ve elemanter dinî
duyguyla birleşecektir.
Bu gözlemler konuyla ilgili hiç bir hususi cevabı ihtiva etmez: Gerçekte
ve hususi durumda, insanlar bu elemanter kavramla nasıl karşılaşıyorlar?
Bazıları Tanrıyı gördüklerini ya da öyle değilse bile, en azından, onunla
karşılaştıklarını iddia ediyorlar. Musa'nın Yahve'yi gördüğü gibi, bu sadece
bir bulut içinde de olabilirdi. Bazıları ise, bir daha söylemeleri imkânsız
bazı şeyler söyleyerek, Tanrı'nın kendileriyle konuştuğunu belirtiyorlar. Fakat
insanların ekseriyeti, bu basit şekliyle Tanrıyı evrenin temaşasında ve onun
yaratıcı gücünün açık alâmetlerini ise, kendi öz ruhlarının aydınlığında
keşfediyorlar. Kilise babalarında bu ortak bir durum idi. Saint Paul'e göre
Tanrı'nın varlık delilleri, kendi eseri (kâinatı) üzerindedir. Ve onun varlığını
bilmediğini ileri sürmesi, insan için affedilmez bir şeydir. Bu âyetlerin
(işaretlerin) en açığı ise, aklı ve irâdesi ile insanın kendisidir.
Bu cevapların her biri kendi sistemi içinde geçerlidir. Fakat hepsi de
bazı güçlükler taşımaktadır. Tanrı'yı gördüğünü ya da onunla konuştuğunu veya
sadece herhangi bir şekilde onun huzuruna vardığını iddia eden seçkin kişilerin
durumuyla ilgili olarak yapacağımız tek şey onlara inanmaktır. Fakat bu inanç,
bizim inanmayı kabul edeceğimiz tecrübenin kendisinden çok farklıdır: Havariden
esinlenilmiş olan ve insanların Tanrı'yı yaratıklarına bakarak anladıklarım
belirten cevaba gelince, bu cevap doğrudur. Fakat bu cevap şekli de filozofun
karşısına çıkan soruyu yine karşılıksız bırakır. Daha önceden herhangi bir
ulûhiyyet kavramı, ya da duygusu olmadan, sonuçlarından böylesine farklı
mâhiyetteki bir sebep kavramına insan nasıl ulaşabiliyor?
Evhémérisme ilk Tanrıların diğer insanlar tarafından Tanrılaştırılmış
bir takım insanlar olduğunu söylüyor. Ama, güçlük hâlâ devam etmektedir. Zira mesele
bazı insanların diğer bazılarını, insanlardan çok farklı ve Tanrı diye
isimlendirilen varlıklar şeklinde nasıl tasavvur edebildiklerini anlamaktır.
Eğer ben bir Tanrı fikrine sahipsem, Evhéméré'in önermesini anlayabilirim.
Tanrıları üstün insanlar olarak tasavvur edebilirim. Fakat asıl mesele, sadece
bazı ihsanları tanıyarak, bunlar arasından sadece bazılarının nasıl ve niçin
bir takım Tanrılar olarak tahayyül edildiğini bilmektir?
Bu ameliyede esrarengiz bir şeyler var. Bu ameliye hiç bir tecrübî
karşılığı bulunmayan bir kavramın, ruhta mevcut bulunmasını gerektiriyor. Tüm
insanların güneşi, ayı, ovalan, dağlan ve akarsularıyla belli bir tabiat
fikrine sahip olması esrarengiz ve anlaşılmaz bir şey değildir. Her yerde bir
güneş kavramına rastlanmaktadır. Çünkü güneş vardır ve herkes onu görebilmektedir.
Ruhta Tanrı fikrinin hazır oluşundan doğan ilk problem, bu fikrin nereden
geldiğini bilme meselesidir. Çünkü hiç kimse asla ne Allah'ı ve hatta ne de
her hangi bir Tanrı'yı görmüştür. Hata biz bir varlığın Tanrı kimliğine
bürünmek için neye benzemek zorunda olacağını da bilmiyoruz.
Bu açıdan bakıldığında, La Bruyere'in gözlemi büyük anlam kazanıyor. Bu,
problemden kurtulmak için başvurulan ne bir paradoks, ne de bir hile idi. Basit
bir gerçektir bu. Tanrı kelimesiyle işaret edilen ve kavramına sahip olduğumuz
bir varlığın gerçekten var olup olmadığı soruluyordu? Bu kavramı icad etme
bilincine sahip değiliz.. Biz onu ruhta buluyoruz ve her ne kadar onun
mevcudiyeti, kesin objenin varlığını ispatlamıyorsa da, onun lehine bir nesin hüküm
yaratıyor. Onun varlığından daha çok, objesinin yokluğu ispatlamamız gerekiyor. Soruya dönüyoruz:
“Tecrübede görünmeyen bir varlığın kavramı ruhta bulunabilir mi?”
O DELİLLERİN ÖTESİNDEDİR, ŞEKLİNDE BİR CEVAP VERMEK BOŞUNADIR. O, DELİLLERDEN
ÖNCE GELİR. Tanrı fikrinin doğuştan (fıtrî) olduğunu savunanlar
için bu aşikârdır. Zira o zaman ispat, onun düşüncedeki mevcudiyetinin mümkün
tek açıklaması, onun objesinin varlığıdır deliline indirgenir. Fakat ilk sebep
olan Tanrı'nın eserlerinden hareket eden a posteriori (tecrübeden sonra)
deliller için de durum aynıdır. Aquinolu St. Thomas'ın meşhur “beş delili”
(cinq voies) 'nin her biri Tanrı'nın nominal (ismî=adçı) bir tanımından yola
çıkar. Yani, aranan şeyin ne olduğunu bilmek için yeterli ve zorunlu olan bir
kavramdan hareket eder. Beş delilin her biri, belli bir gerçeklik nizâmı içinde
bir ilk varlığın mevcudiyetine götürüyor: Hareketi etkileyen illiyet, imkân
ve zorunluluk, varlık dereceleri, gâiyet
Bu nizâmların her biri hakkında mükemmel bir tanıma ulaşan St. Thomas,
kendi zâtıyla var olan varlık konusunda şunu eklemekle yetiniyor: “ Ve
herkes anlar ki: bu, Tanrı'dır.” Başka bir ifadeyle, her kişi, kendisi
hareket etmeyen “İlk Hareket ettirici” nin (İlk Muharrikin) daha varlığını
ispatlamadan Önce, kendisinin Tanrı diye isimlendirdiği varlık olduğunu hemen
kavrar.
O halde, delillerden önce gelen, Tanrı hakkında bir önbilgi vardır. Aynı
şey ikinci delil için de doğrudur: O halde, herkesin Tanrı diye isimlendirdiği
müessir bir ilk sebebin varlığı ortaya konmalıdır...:quam omnes Deus
hominant. Bu ön kavramın kökeni ne olabilir'? Çocuğun aldığı ilk eğitim mi?
Yaygın kabul mü? Kuşkusuz ama, kavramın mümkün olan bu kaynaklarının her birisi
için problem yeniden ortaya çıkıyor. Bu kavramın onlara nereden geldiği tekrar
sorulabilir. Tanrı kavramı delillerden önce gelir ve Substances Separees
(Ayrılmış Cevherler'e dair) kitabının I. bölümünde Aquinolu Thomas, en azından
insanlar bir kere ilk prensip kavramına ulaştıkları zaman, onlarda bunu Tanrı
diye isimlendirmenin fıtrî olduğunu yazıyor: Omnibus inditum fuit in animo
ut illud deum aestimarent qued esset primum principium... Bu kendiliğinden
ön fikir (anticipation spontane) bir delil değildir. Fakat delilin
yorumlanmasında bir rol oynuyor. Bu ön fikir olmadan, biz İlk Muharrik, İlk
Zorunlu ve Son Gâye'nin Tanrı diye isimlendirdiğimiz varlık olduğunu
bilemeyecektik.
Zaten Somme de Theologie başlıklı bir kitap yazan kimsenin daha
başlangıçta kitabının konusuyla ilgili belli bir kavrama sahip olması doğaldır.
Bu zât, Tanrı kavramını Yahudi-Hristiyan vahyinden alıyor. Ama bu vahyi iman
yoluyla benimsemeyi, felsefî bir delil olarak kullanmıyor. Tertulllen’in
yaptığı gibi, o “doğal olarak hristiyan” bir ruhtan da bahsetmiyor.
Fakat o, belki “doğal olarak dindar” bir ruhtan bahsetmeyi kabul
edebilirdi. Burada ilk sebep le ilgili her kavramı, Tanrı kavramıyla doğal
olarak özdeşleştirecek bir ruh kastedilmek şartıyla...?
Burada hususi hiçbir Tanrı kavramı Söz konusu değildir. Metafizik adlı
eserinde Müslüman filozof İbn Sînâ asla Allah demiyor. Fakat devamlı “İlk”
diyor. Tanrı, felsefedeki ilk sebep kavramının teolojideki karşılığıdır.
Fakat filozofun İlk'i, İbn Sînâ tarafından doğrudan doğruya inanan müslümanın
Tanrısı olarak düşünülmüştür. Şayet, Tanrı’nın varlığına dair bir takım felsefî
itirazlar varsa, bunlar, onun varlığının tasdikinden sonra gelirler. Bir
Tanrı’nın varlığı aleyhinde ileri sürülecek en korkunç itiraz için bile bu
geçerlidir/İster maddî, ister manevî olsun, kötülüğün varlığı gibi bir itiraz
için de bu geçerlidir. Tanrı tarafından yaratılan bir evrende kötülüğün var
olması, şayet saçma olsaydı; ıstırap, kötülük ve Ölümün önüne geçilemez,
devamlı ve evrensel tecrübesi Tanrı kavramının doğal oluşumunu imkânsız
kılardı. Dünya, ilâhi bir yaratıcının eseri olamayacak kadar kötüymüş gibi
geliyor insana. Oysa insanlar kötülüğün varlığına rağmen Tanrı'yı
düşünmezler; aynı zamanda, kötülüğün varlığı sebebiyle de düşünürler, İnsanlar
acı çektikleri, korktukları ve özellikle de ölüm korkusu onları tedirgin ettiği
zaman Tanrı'yı düşünürler.
Traité théologico-politique adlı eserinin başında Spinoza bunu belirtmiştir. Eğer
insanlar işlerini nasıl yürüteceklerini kesinlikle bilseler, ya da talih
onlardan yana olsaydı, hurafenin kalplerinde yeri olamazdı. Ona göre, hurafenin
gerçek sebebi işte burada yatar. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi, hurafenin
sebebi, bütün ruhlarda mevcut olan karışık ve herhangi bir ulûhiyyet kavramı
değildir. Spinoza, başka hiçbir yardımcısının bulunmadığı bir anda son çare
olarak kendisine müracaat edilecek Yüce bir Yardımcı olarak var olan ve asla
hiçbir tecrübî karşılığı bulunmayan bu kavramın, insana sık sık hissettiği
güçlükler, korkular ve yalnızlık duygusu tarafından nasıl telkin edildiğini
söylememektedir. Sıkıntıdan kurtulmak için kendisine güvendiğimiz. Kişi ve bizi
bu sıkıntı içinde koyan da ondan başkası olmadığı sürece; eğer onu
düşünüyorsak, bu, fevkalade bir kanıdır. Bu durum, korkunun Tanrılara inancın
ilk sebebi olduğu şeklindeki, Lucretus'tan beri süregelen düşünceyle aynıdır.
Kötülük korkusunun Tanrı’ya inancın temel kaynağını teşkil ettiğini ve onun
varlığına karşı en kuvvetli delil olduğunu iddia etmek, akla aykırı
(paradoksal) gibi görünmektedir.
8.TANRI FİKRİNİN ESASI
Her ne kadar menşeine inilemiyorsa da, çok yaygın olan bu kavramı iyi
bir tenkit süzgecinden geçirmek uygun olur. Felsefe tarihi boyunca, objesinin
mevcut olmadığını düşünmenin bile imkânsız oluşu onun değişmez karakteri
kaldıkça, bu kavram dikkatleri üzerine çekecektir. Bu durum, söz konusu
kavramın objesinin var olduğunu ispatlamaz. Biz sadece, bu kavramın bir
objesinin var olduğunu kabullenmeden anlaşılamayacağını söylüyoruz. Bu durum,
kavranabilir her objenin kavramı için geçerlidir. Hatta bu. Var olduklarını
kesin olarak bildiğimiz objelerin kavramları için de geçerlidir. Eğer bilfiil
var olan bir objeye delâlet eden bir ad olarak kullanılıyorsa, hakkında aynı
şeyin söylenebileceği başka bir tek kavram vardır, bu da varlık kavramıdır.
Zatan bu analogie (kıyas) açıklamaktadır ki, Tanrı'nın varlığına dair bütün
deliller, netice olarak belli bir ilk varlığı realitenin çeşitli mertebeleri
içine oturtma zorunluluğuna götürmektedir. Onun hakkında kendi kendimize
kafamızda kurduğumuz spontane (kendiliğinden oluşan) kavram, metafizik
düşünceye aktarıldığı zaman, Varlık, Tanrı'nın da adı olacaktır. Her
halükârda var olmayan bir Tanrı'dan bahsetmek kadar saçma gibi geliyor. Geri
kalan ne varsa, hatta evren ve bizzat biz de dahil pekala var olmayabilirdik. Fakat Tanrı için
aynı şeyi söyleyebilmenin tek yolu, onun kavramım ruhtan silip atmaktır. “Eğer
Tanrı Tanrıysa” der St. Bonaventure, “ Tanrı vardır.” “Si Dues
est Deus, Deust esi”, ifadesinin görülen saflığı, önemli bir gerçeği
gizlemektedir. Tanrı kavramını gerçek var oluş kavramıyla birleştiren ilişkinin
zorunluluğu, ihmal edilemeyecek bir olgudur. Ontolojik delil denilen şeyin
bütün tarihi, ontolojizminkisi de dahil, bu gözlemin gerçekliğini
doğrulamaktadır. Bununla beraber, biri ilâhiyatçı filozof, diğeri filozof
ilâhiyatçı olan ve bu öğretinin tipik iki tanığına dikkat çekmek bize kâfi
gelecektir.
Bu konuda St. Anselme'i zikretmeye bile lüzum yoktur. “Proslogion” adlı
eserindeki delili herkesçe bilinmektedir. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki bu
delilin geçerliliğini reddeden St. Thomas d'Aquin bile, aynı delilin Tanrı
kavramı ile ilgili geçerliliğini kabul etmektedir: “ Daha kesin olarak
konuşursak, Tanrı'nın var olduğu kendisiyle (zâtıyla) anlaşılır. Onun zâtı
varlığı ile aynı şey, olduğuna göre, bu onun zâtıyla (vücuduyla) var olduğunu
gösterir. Kendisine has bir esse (öz) olarak tasarlanan, tamamen Thomas'a
ait Tanrı kavramı, burada yine onun varlığı ile kavramı arasındaki zorunlu
ilişkinin kesinliğini mümkün olduğunca teyid etmektedir. Anseîme'den daha çok
Thomas d'Aquin için, Tanrı'nın “var olmayan” olarak düşünülemeyeceği daha
doğrudur. Çünkü onun zâtı (essence), tabir caizse, VAR OLAN varlıktır.
Descartes'in “Metafizik Düşünceler” adlı eserinin beşinci bölümünde bu
husus, Tanrı ve varlık (existance) kavramlarının ayrılmazlığı şeklinde
açıklanmaktadır. Filozof burada, Tanrı var olmasa bile, var oluşu Tanrı'ya
izafe etmemize hiç bir şevin engel olmadığı şeklinde bir itiraz ile karşı
karşıya bulunmaktadır. O, ilâhi varlıktaki zât (essence) vücûd (existance)
ilişkisinin biricikliği üzerinde durarak cevap vermektedir. Vadisiz dağlar
olmayacağı fikrinden hareketle, ya dağlar vardır ya da ovalar şeklinde bir
sonuç çıkarılamaz. Ancak “Tanrıyı varoluşsuz (vücûdsuz) düşünemeyeceğim
için” var oluşun ondan ayrılmaz olduğu sonucu çıkar ve buradan hareketle de
O, gerçekten vardır. Bu düşünceyi yaratan ben değilim ve düşüncem eşyalara hiç
bir zorunluluk empoze etmez. Aksine, eşyanın gereği budur, yani Tanrı'nın var
oluşu (existence de Dieu), onu böyle düşünmemi tayin eder.” . Başka bir
deyişle, Tanrı fikrini tasavvur edip kavrayamam, ancak, eğer bunu yaparsam,
Tanrı'yı realitede var olandan başka türlü tasavvur edemem. Demek ki,
Descartes, Locke'nin ilerideki itirazına karşı tedbir almıştır. Locke'a göre,
bizdeki Tanrı fikri keyfimize bağlı unsurlardan müteşekkil sun'i bir kavramdır.
Objesinin var olması için, var oluş fikrini bu kavrama katmamız kâfi değildir.
Tersine, filozof bu fikrin modelini ne de onda bulmadığına göre, onu hiç bir
şekilde ihmal edememektedir. Realitede, bir varlığı zorunlu ve sonsuz olarak
kavramaya bizi zorlayan hiç bir şey yoktur. O halde, bizdeki Tanrı fikrinin
doğuştan olması gerekir. Ve bu fikrin bir sebebi olması gerektiğine göre de,
bizatihi sonsuz olan bir öz (substance) ile ben'de (ya da benliğimde) yerleşmiş
olması gerekir “Metafizik Düşünceler”in üçüncü bölümündeki sonuç buradan
doğmaktadır:
Eğer gerçekten Tanrı var olmasaydı, benliğimde Tanrı fikrine sahip olmam
imkânsız olurdu...” Tanrı fikrini kendi kendimize oluşturduğumuzu
iddia edebilmemize yarayacak hiç bir şey yok. Zira onun elemanlarına tecrübede
rastlansa dahi, kendisine göre düşüncenin bu elemanları birleştirdiği model
açıklanmamış olarak kalırdı.
Bu yaklaşımla ele alınınca, ontolojik delil, sadece bir sofizm
(mugalata) olmaktan çıkar. Ontolojik delil nasıl yorumlanırsa yorumlansın, en
azından Tanrı fikrinin var oluşunu açıklamaya uygundur. Her halükârda, bu fikir
(Tanrı fikri) oradadır. Malebranche'in “Le Second Entretien Metaphysiaue”
adlı eserinde; Ariste, Theodore'ye “ kısaca siz Tanrı'yı O'nun Hz. Musa'ya:
“Tanrı var olandır,” (Göç, III, 14) dediği zaman, kendisini tarif etmiş
olduğu gibi tarif ediyorsunuz.” der. Şu ya da bu varlık var olmayan olarak
düşünülebilir, varlığı görmeksizin özü görülebilir. Ancak, Tanrı fikri apayrı
bir durumdur (un cas unique): “EĞER TANRI DÜŞÜNÜLÜYORSA ONUN VAR OLMASI
GEREKİR.” Spinoza ve Hegel gibi “tanrıtanımazların” doktrinlerinde bile,
hâlâ Tanrı diye isimlendirdikleri şeyin kavramı, onun var oluşunun kavramı
O’nun var oluşunun içermektedir. Vakia gerçek ne ile ilgilenmeyebilir fakat
onun inkâr edilmesi pek mümkün değildir. Tanrı'nın var olmayışını zar zor
kavranabilir kılan da bu olgudur. Bu gerçek sebebiyledir ki, iyice düşünülmüş
bir felsefî ateizm haklı olarak yeniden tartışma konusu yapılabilir.
Tanrı'nın tasdiki kaçınılmaz olarak doğuştancılığa (innéisme-fıtriyye)
bağlı değildir. Bu olumlama, hususi hiç bir düşünce özelliğine de bağlı
değildir. Onun hâzır ve nazır oluşu meseleyi ortaya koymaya ve cevabını dikte
etmeye yeter; çünkü her halükârda, bir açıklama ister. Hatta bu olumlamaların
biri onun mevcudiyetini (presence), diğeri ise objesinin realitesinin ispatı
ile ilgili olan önemli irtibatı göstermek için, iki açıklamayı zorunlu
kılmaktadır. Fakat Tanrı ve varlık kavranılan arasındaki ilişkinin, her zaman,
koruduğu esrar sebebiyle ve ilk prensiplerin mâhiyetine ait bir gereklilik olan
doğuştancılık asgarisinden kaçınmak imkânsız gibidir.
Biz, prensipler nizâmı içindeyiz. Bu prensiplerin doğuştan olduğunu
kabul etmesek bile, en azından onları şekillendirmede akim ( intellect ) sahip
bulunduğu gücün doğuştan olduğunu inkâr edemeyiz. Her iki pozisyon ( durum ) da
hemen hemen aynı kapıya çıkar, sadece şu husus hariç tutulmalıdır: Akim
prensipleri kavrayabilmesi için, ikinci durum hissedilir realitenin
kavranmasını gerektirir. Onların şekillendirilmesi problemi, külliler problemi,
yani şu filozofların haç'ı ile ilişkisiz değildir.
Modern filozoflar, artık bundan hiç kuşku duymuyorlar. Bu onların
hakkıdır ama bu konuda gösterdikleri dikkat yüzünden, ortaçağdaki selefleriyle
alay etmeye hakları yoktur. Unutulmuş bir problem, yine de çözüme kavuşmuş
değildir. Duyunun ferdîyi, aklın ise küllî'yi idrak ettiği söylenir. Ancak bu,
kısmen doğrudur. Aklî bilgi ile duyulara dayalı idrak, şuurda karmaşık bir
biçimde üstüste binişmiş vaziyettedir. Duyuda verilmemiş olan bir şeyin akılda
(intellect) olmadığı doğru ise, aynı şekilde, o zaman akılda bulunmayan hiç bir
şey duyuda da yoktur. Mesela, bir köpeği gördüğümü söylerim ama hiç kimse böyle
bir köpeği görmez. Görme duyusu renkli şekilleri algılar fakat asla daha
fazlasını algılamaz. Hem de köpek kelimesi bir türü gösteren ve işaret eden
soyut bir kavram olduğu halde... Hiç bir türü ne görüyorum, ne de dokunuyorum.
Bu ister köpek, ister hayvan, isterse bir başka tür olsun, ben bir takım renk
lekeleri, olsa olsa bir takım renkli motifler görüyorum ve bazılarının belli
bir hayvan türünü ya da bir insanı temsil ettiğini biliyorum. Fakat kavramın
ferdi objesini görmüyorum çünkü o, kendisinde ve olduğu şekliyle var
olmamaktadır.
Cüz'i alanda akim, akledliebilir olan'ı hissedilebilir olan'dan
ayırdığını açıklamak için ileri sürülen geleneksel soyutlama teorisi, bir
olgunun basit açıklamasıyla yetinmektedir. Ne Aristo, ne de bir Aristo'cu bu
metafizik değişimin nasıl gerçekleştiğini söylememiştir. Gayet tabiî aklın
akledilebiliri kavrayabilmesi için onun hissedilebilir olanda bulunması
gerekir. Fakat bu, akılda kavram şeklinde değil ise, mâhiyeti nedir? Bununla
birlikte Aristo, akledilebilir'in idrâk edildiğini cesaretle beyan etmektedir.
Duyu idrâkini bir tür tümevarım (induction) olarak tarif ettiği zaman,
Aristo'nun bu algılamaya dair derin görüşü, şüphesiz bu hususa işaret etmektedir.
Küllî kavramı, hızlı bir tümavarımdan doğar. Bu tümevarımla ben gördüğüm
hissedilir cüz'î varlığın, aklımın köpek türü olarak kavradığı türün bir ferdi
olduğunu biliyorum. Ne nominalizm(adçılık), ne realizm, ne de “ılımlı
gerçekçilik” denen şu acayip hilkat garibesi, daha konuşmaya başlar
başlamaz çocuğun güç sarfetmeden gerçekleştirdiği bu esrarlı tümevarımı hesaba
katmayı beceremedi. Bu esrarlı tümevarım terimi duyumun (sensation) akla
sunduğu şeydir, yani hissedilebilir basit bir nitelik değil; bir şey diye
isimlendirdiğimiz, hissedilebilir niteliklerin yapısıdır.
Bunun prensipleri nelerdir? Daha önce belirttiğimiz gibi, bu prensipler
fıtrî (doğuştan) değildir. Hissedilebilir malûmat ile münâsebet halindeki akim
tabiî aydınlığında bilinirler. Burada da yine, kavramın durumunda olduğu gibi,
prensiplerin ifade ettiği şey, hakikatin özü (substance de la realite) olan
maddî objeler içindedir. Bununla birlikte, prensiplerin kendileri gayrî
maddîdirler ve onları tanıyan, bilen akıllarda oldukları gibi var değildirler.
Ben bir takım varlıkları görüyor ve onlara dokunuyorum. Varlığı görüyor ve
dokunuyor, değilim. Bir takım fail ve mefûller (etkileyen ve etkilenen)
gözlemliyorum. Birincileri sebep, diğerlerini ise sonuç diye isimlendiriyorum.
Fakat bizatihi sebepliliği (causalite) müşahede etmiyorum. “SEBEPSİZ SONUÇ
OLMAZ” dediğim zaman; yaptığım iş, sadece sebep veya sonuç tarifini
açıklığa kavuşturmaktır. Bu, diyordu Hume, kocasız kadın yoktur demek gibidir.
Şayet bir metafizikçiyi biraz sıkıştırırsanız, bizim her prensiple ilgili
malûmatımızın içinde esrarengiz bir şeyin bulunduğunu kabul edecektir. Tanım
itibarıyla ilk olduğuna göre, bu şaşırtıcı değildir. Kendisi vasıtasıyla sebebi
açıklanabilen prensipten daha önce gelen hiç bir şey yoktur.
Akıl, bu sınır ile kolayca uyuşmamaktadır. Bununla birlikte, Aristo bu
hususu, “Organon” adlı eserinin en önemli parçası olarak göstermeye çalıştığım
şeyi, bütün sadelik ve açıklığıyla belirtmiştir;
“ Sezgi hariç, ilimden daha doğru hiç bir bilgi türü olmadığına göre,
zorunlu olarak prensipleri kavrayan bir sezgi olacaktır. Bu durum, ise, sadece
öteki telâkkilerden değil, ispat prensibinin kendisinin de bir ispat
olmamasından ileri gelmektedir. Öyleyse, ilim ilmi olmaz. Şu halde, eğer biz
ilimden daha doğru bir başka bilgi türüne sahip olursak, bu prensibin de
prensibi olan, biricik sezgidir ve tıpkı sezginin prensibe ait olması gibi ilim
de realitenin bütününe aittir.”
Böylesine yoğun ve tam mânâlarını anlamakta güçlük çektiğimiz bu
satırları açıklamak zor olurdu. Bilginler bu konuda pek kaygı duymazlar. İlmin
ruha bahşettiği yoğun tatminler, prensipler bir kere tartışmasız kabul
edilince, onların ışığında akim emin bir şekilde ileri sürebildiği şeye açıkça
bağlı kalınır. Prensiplerin mevcudiyetinden tedirgin olan filozoftur. Tıpkı,
ateş etrafında dönüp duran pervaneler (böcekler) gibi onun düşüncesi de aynı
konu etrafında döner durur. Düşündüğü her şeyde, hiç bir şeye dahil edilmeyen
ve Cevheri bile yok olmaya mahkûm bulunan, her şeyde varlığı görür. Fakat
varlık bir soyutlamadır. Somut bir gerçek olarak düşünüldüğü zaman, bu varlık
Tanrı diye isimlendirilir. Şüphesiz, muhtemelen bu yüzdendir ki, Tanrı'nın
varlığı hakkında bir ilim yoktur. Ancak Tanrı'nın varlığı hakkında ilmî gerçeklikten
daha kesin bir aklî gerçeklik vardır. Yine bu yüzdendir ki, bu konu eğer Tanrı
varsa, onun kavramının da daha önceden ruhta var olduğunu zorunlu kılar.
9. CEVAPSIZ SORU
Tanrıtanımazlar, Tanrı’nın var oluşu ile ilgili geleneksel delillerin
yetersizliğini ileri sürmekten hoşlanırlar. Aslında matematik
tipte olan veya tecrübi ilme ait bulunan delillerden başka deliller kabul
edilirse, bunların da yeterli olanı yoktur. Ancak, metafizik düşünce işi daha
ileriye, diyalektik delilin daha ötesine götürdüğü, yani aynı delilin
prensibine kadar gittiği zaman, bazı metafizik delillerin metafizik düşünce
için zorunlu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Burada tanrıtanımazların olmadığını iddia etmiyoruz. Hatta çok çeşitli
tipte tanrıtanımazların olduğunu daha önce söylemiştik. Ancak bu kişiler
arasında Tanrı’nın var olmayışına dair bir takım metafizik deliller ileri süren
tek bir kişiye rastlamadık. Felsefeyle uğraşan tanrıtammazların ekseriyeti,
Tanrı’nın varlığı hakkında ileri sürülen delillerin yetersiz olduğunu söylemekle
yetiniyor. Bu ise apayrı bir husustur. Tanrı’nın var olmayışı ile ilgili bir
takım delillerin istenmesi olgusu bile, Tanrı'nın varlığına dair inancın hâlâ
yer aldığını telkin etmektedir. İnsanların “imanını kaybetmek” diye
isimlendirdikleri şey, onlara asla mutlu bir hadise olarak görünmemektedir.
Niçinini bilmeksizin, bu durum onlar için büyük bir kayıptır. Bunun böyle
olması için hiç bir sebep yoktur. Bunun bir hata veya en azından bir peşin hüküm
olduğunu sanacak noktaya varma durumundan kurtulunca, bu durum daha çok bir
sevinç sebebi olmalıydı. İnsanların bu mutluluğu hep birlikte kutlamak için
eşini dostunu topladığı görülmüyor. Aksine edebiyat, yazarların imanlarını
yitirdiği şartlan romantik bir biçimde anlatan hikâyelerle dolup taşmaktadır. Tanrı'nın
var olmadığını ispatlamak için, onun yerine dengi bir şey koymak gerekirdi.
Bu öyle bir şey olmalı ki, hem onun açıkladığı bütün her şeyi
açıklayabilsin, hem de varlığı ispatlanmış olsun. Lavoisier, onun yerine
başka bir şey koyarak bunu ispatlamıştır. Bir tanrıtanımaz “imanını
kaybettiği” zaman, böyle bir şey vuku bulmuyor. Bu acınacak bir kayıptır.
Bu konularda pek sır vermese de Mallarme, bir gün dostu Henri Cazalis'e kahredici,
insanı tüketen bir bunalımdan henüz çıktığını, bu bunalım esnasında “Tanrı
denilen şu ihtiyar kuş tüyünü” sonunda yendiğini ve bu işin pek kolay
olmadığını yazıyordu. Var olmayan bir şey karşısında bu direnç neden? Çünkü
Tanrı'nın gidişi, hiç bir şeyin gelişiyle telâfi edilememektedir. Onun tuttuğu
yeri sonsuz boşluk doldurmaktadır.
O halde, Tanrı fikrini metafizik bir kavram olarak reddetmek büyük bir
safdilliktir. Bu kavram kesinlikle metafiziktir. Fakat ateizm de böyledir.
Charles Peguy, bu hususu kendisine tanınan büyük bir kesinlik ve ısrarla
belirtmiştir: “Metafizik inkârlar, metafizik ispat” lar ile aynı derecede bir
takım metafizik işlemlerdir. Bunlar, çoğa zaman daha eğreti, daha kararsızdırlar...
Metafizik ispatlar mümkün olduğunca saf ve katışıksızdır, tam anlamıyla
metafizik ispatlar olumlayıcı, doğrulayıcı ve müsbettirler. Ve sonra şöyle
devam ediyor:
“ Ekolün dilini kullanmak için, ateizmin bir felsefe, bir metafizik
olduğunu, bir din ve hatta bir batıl itikat olabileceğini ve dünyada var olan
en sefil bir sistem olabileceğini hatırlatmak gerekir mi? Daha doğru olarak
söylemek gerekirse, ateizm bunca teizm ve deizm ile, bir yığın monoteizm ve
politeizmle, mitoloji ve panteizm ile aynı nitelikte ve ne eksiği, ne
fazlasıyla bunların bir çoğunu hatta pek çoğu olduğunu veya olabileceğini,
hatta ateizmin de diğerleri gibi bir mitoloji ve bir dil olduğunu, yapılacak
bunca şey olduğuna ve bunu yapmak gerekli olduğuna göre, ondan daha akıllı,
daha mantıklı olanların bulunduğunu hatırlatmaya gerek var mı?”
Bu son satırlar kırıcı ama çok etkileyicidir. Gayet tabiî, yeter ki
ateizm, Platon'dan “Kant'a kadar, Tanrı'nın varlığını ifade eden filozoflardan
daha akıllı taraftarlardan yararlanabilsin. Eğer böyle taraftarları varsa,
bunların isimlerini bilmek isterdik. Eğer yeterli sebepleri varsa; onları da
öğrenmek isterdik. Diyalektik çözüm ihtiva etmese bile, tarihin tanıdığı en
büyük metafizik kafalardan olumlayıcı bir cevap almış olmakla övünebilecek olan
bu problemin üzerinde Peguy, başka bir şey söylememektedir. Olgunun kendisi de
üzerinde düşünülmeye değer bir durumdur.
Bu olgu, Kant'ın şahsi tecrübesinin gözler önüne serdiği gerçek ile
aynıdır. Tanrı'nın yarlığı ile ilgili delillerin spekülatif bir illizyondan
doğduğunu ispatladıktan sonra, Kant'ın pratik aklın zorlayıcılığı hakkında da
aynı inancı sürdürdüğünü gördük. Fakat eğer, teorik akıl, haklı veya haksız,
ilkönce pratik akla bu kavramı vermemişse, pratik aklın Tanrı'nın varlığım
nasıl postulat olarak ileri sürebileceğini Kant kendi kendisine sormamaktadır.
Hatta Kant, teorik akim tüm objelerinin, gerek matematiğin, gerek Newton
fiziğinin ele aldığı objeler ile aynı mahiyette olup olmadığını bile kendi
kendisine sormamıştır. Bunların aynı mahiyette olduğunu kabul eden düşüncenin
kendisi metafizik özde değilmiş gibi, bundan böyle artık herhangi bir metafizik
soru sormayı kendisine yasaklıyordu. Düşünmek, metafizik bir obje olan
varlığı düşünmektir. Varlık denen şey kabul edilmiş ve ilimle
birleştirilmiş sayılabilir. Ancak o zaman, ilmin kendisi anlaşılabilirliğini
kaybeder. Bu durum, tabii teoloji için de evleviyetle geçerlidir. Varlık
kavramı gözden ırak tutulur tutulmaz, Tanrı kavramı da bütün
anlaşılabilirliğini kaybeder. Bu kavram ruhlarda aynen varlığını sürdürüp gider
fakat artık metafizikçinin aklı için bir tutunma noktası sağlamaz.
Garip bir rastlantı sonucu, problemin bu irtibatı bizzat Kant'ın
düşüncesindeki gelişme ile daha parlak biçimde ifade edilmiştir. Tanrı
kavramının aşkın bir illüzyon olduğunu Kant'ın ispatladığını söylediğimiz
zaman, şunu da sormak zorundayız: Hangi Kant ve hayatının hangi döneminde?
1764'te, Berlin akademisi tarafından sorulan bir soruya cevap olarak
Kant “Tabii Teoloji ve Ahlak Prensiplerinin Gerçekliği Üzerine Araştırma”
adlı eserini kaleme aldı. O halde, Kant o devirde şu problem ile karşılaşmıştı:
Tanrı hakkında ne bilinebilir? Tanrı hakkında hiç bir şey bilinemeyeceğine
karar verdiği anda Kant kendisine işte bu soruyu soruyordu. O vakit Kant, tabiî
teolojinin doğrudan ve pozitif bir eleştirisini yapabilirdi. Ancak filozofların
çoğu, tarihten pek hoşlanmaz. Çünkü felsefede icad etmek, yeni bir şeyler
ortaya atmak yeterli olduğu hâlde, tarihten söz etmek için önce onu öğrenmek
lâzımdır. Konu hakkında büyük filozofların bütün söylediklerini inceleme işini
gerçekleştiren Kant, burada metafizikçinin ruhunda mevcut olan temel kavramın, “
her hangi bir varlığın var olmasını gerektiren mutlak zorunluluk” kavramı
olduğunu müşahede ettirmekle yetinmiştir. Buna şunu da ilâve ediyordu: “ Bu
kavramı anlamak içirt hiçbir şeyin kesinlikle var olmamasının mümkün olup
olmadığını ilkönce insanın kendi kendisine sorması gerekir. Zira bu soruyu
soran kişi, ortada var oluş adına hiçbir veri olmadığı zaman geriye ne
düşünülecek bir şeyin, daha genel bir ifadeyle, ne de herhangi bir imkânın
kalmadığını anlayacaktır. Böylece her imkânın menşeinde bulunan şeyi dikkate almaya
mecbur olacaktır. Bu teemmül genişleyecek ve böylece mutlak surette zorunlu varlık
ile ilgili bu belirli kavramı yerine oturtacaktır.”
Bu noktaya ulaşan Kant'ın cesaretini kaybetmiş görünmesi ve bu metafizik
yolda ilerlememiş olması esef vericidir! Şurası da bir gerçektir ki, bu,
sonunda çıkmaz bir yol olduğu anlaşılan Wolffçu ihtimaliyet yolu idi. Realist
bir epistemolojide, “Hiç bir şey var olmayabilir miydi? “ sorusu
sorulmaz. Çünkü hiçbir şeyin olmaması mümkün olsaydı, hiçbir şey olmayacaktı.
Kant'ın da haklı olarak söylediği gibi, düşünce de olmayacaktı ve hatta soruyu
sormak için Kant bile olmayacaktı. Madem ki bir şey var olduğuna göre, zorunlu
varlık da vardır. Çünkü hali hazır olarak verilmiş gerçek âlem (le reel
actuellement donne) var olduğu müddetçe, bu varlık, tartışma götürmez bir
şekilde zorunludur. Parmanides hiç de haksız değildir. O halde, onun hakkında
sorutabilecek bir tek şu soru kalıyor geriye: Bütün bu zorunlu varlıkta Tanrı
diye isimlendirilmeye lâyık olan nedir? Varlık içinde hareket eden bir düşünce,
soruşturmasının ilk anından itibaren aktüel var oluş içinde harekete geçer. Bu
düşünce zorunlu olan'da da harekete geçer ve mutlak bir zorunluluğa şartlanmış
zorunluluktan doğar. Konu Tanrı'nın var olup olmadığım bilmek değildir. Zira eğer
bir Tanrı varsa, o zorunlu olarak var olan'dır. Asıl mesele, zorunlu
olan'da, bizim Tanrı diye isimlendirmek zorunda olduğumuz, bir Tanrı’nın olup
olmadığını bilmektir.
Tanrı’nın varlığı problemine dair modern bir tavrın bulunduğu görüşünü
savunan fikir bir illizyondur. Mâteryalizmde yeni hiç bir şey yoktur. Eskiler
bir Tanrılar topluluğunun varlığına inanıyorlardı ve bunlar onların gözünde
gerçek (reel) olduğu kadar da maddî idiler. St.Augustin'in kendisi de
başlangıçta materyalist idi. Şayet bugün yaşasaydı, genç bir Augustin işe
marksist olmakla başlardı şüphesiz. Fakat yine de kutsal yolculuğuna
(pélérinage) yeniden başlardı. Ekonomik ve sosyal faydalan da dahil, ihtiva
ettiği bütün faydalan ile beraber maddeye şöyle soracaktı: Benim Tanrım siz
misiniz? Belki daha sonra Kant'a da şöyle soracaktı:
Vazifenin sesi benim Tanrım mı?
Ancak ahlâkî şuur, yüksek sesle şöyle cevap verecekti:
Ben senin Tanrın değilim. Zira düşüncem doğru ve gerçek olanı hangi
aydınlıkta görüyor ve aklına danışan her insan diğer insanların doğru veya
yanlış, iyi veya kötü saydıkları şeylerle kendiliğinden nasıl uyuşup anlaşıyor?
Ne olursa olsun, insanın üstünde bir şey varsa, onun Tanrı olduğunda
anlaşmayacak mıyız?
diye yine sorardı Augustin. Buna, evet diye cevap veriyor Auguste Comte
ve bu, insanlıktır diyor.
Nietzsche de “Evet ve bu üstüninsan'dır” diye cevap veriyor.
Ancak insana göre tanımlanan İnsanlık ve Üstüninsan kavramları, bizi insanın
seviyesinin üstüne çıkarmıyor. Böylece sonunda yine ilk başlamış olduğumuz
noktaya varıyoruz.
Eğer, Tanrı tam anlamıyla müteal bir varlık ise, bize sunulan sahte
Tanrılar bile gerçek Tanrıya tanıklık ederler.
O halde, gerçek tanrıtanımazların nadir olduklarını söylemeye gerek yoktur.
Onlar yoktur. Çünkü gerçek bir ateizm, yani bir ruhta Tanrı kavramının tam ve
nihâi bir yok oluş değil, aynı zamanda da imkânsızdır. Çoğu kez istendiğinde bu
kavram yıkılabilir. Ama o, keyfi bir ihtiyaç şeklinde varlığını sürdürür ve inkâr
edilmesi beyhudedir. Tersine, kesinlikle var olan şey, çöküntü, yıkıntı halleri
hariç, Tanrı'yı düşünmeyen büyük bir insan kalabalığı ya da sahte Tanrılara
tapan insan kitlesidir. Fakat burada, kendi varlıklarının ve kendi hususi
gayelerinin yeterli sebebi kendileriyle alâkalı olduğu için, insanı ve dünyayı
hiç bir açıklaması olmaksızın, şuurlu olarak kabul etmekten başka bir şey söz
konusudur. Tanrı'yı bulmaya çalışan bir ruhun çabasında birçok şüphe, tereddüt
ve kararsızlık vardır. Fakat böyle bir araştırmanın taşıdığı tek ihtimal şunu
gerektirmektedir: Tanrı'nın varlığı ile ilgili problem, filozofun ruhu için
kaçınılmaz bir mâhiyet arz etmektedir. (sh:7-81)
12 Ekim 1970
Kaynak: Etienne GİLSON, trc: Dr. Veysel UYSAL, ATEİZM 'İN
ÇIKMAZI, Eseri Neşreden: Mehmet KILIÇ, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları,
İstanbul,1991
[1] Zikrettiğimiz “Dieu, religion et
l'fıomme moderne “ (Tanrı, din ve modern insan) adlı eserde Mortimer J. Adler
“ateisme existentiel” (varoluşçu Tanrı tanımazlık) dediği şevi şöyle
tanımlamaktadır: “Tanrı yoktur.” Haklı olarak o, buradan şu neticeyi çıkanyor:
'' Bütün yeni ilâhiyatçılarımız Tanrı'nın ölümünü belirten ilâhiyatçılarımız
Tanrı tanımazdırlar... Bu kişiler Tanrı'nın ölümüyle yeni bir teolojinin
doğduğuna ya da daha saçma olanı, insanın dinî hayatı için yeni bir devrin
başladığına okuyucularını inandırma gayreti içinde olmalandır. (...)
“Tanrı' nın ölümünü” bildiren akım Tanrı'nın
değil; teolojinin ve dinin ölümünü bildiren akım olarak tanımlanmalıydı.” Bu açık ve kesin önerme
reddedilemez olup problemin mahiyetini tam olarak belirtmektedir. Ancak bu
önermenin kendi deyişleriyle ilâhiyatçılar sınıfının yabancısı olduğu entellektüel
bir belirginliği daha baştan içerip içermediği sorulabilir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder