AY ÇÖREĞİ
İnsan, tüylerden,
pençelerden, hızlı bacaklardan, kanatlardan ve keskin dişlerden yoksun, biçare
bir hayvandır. Tek başına yaşamaya kalktığında kurda kuşa yem olacak kadar da
güçsüz... Desmond Morris'in tanımıyla, olsa olsa bir “çıplak maymun”dur o...
Onbinlerce yıldır
ayakları üzerinde yürümekteyse de, bu yaratık hâlâ dört ayaktan iki ayağa
geçişin sancılarını gövdesinde duymakta, örneğin belkemiği çok çabuk
zedelenebilmektedir. Bu nedenle sandalye, koltuk... gibi koltuk değnekleri kullanır.
Tüm hayvan yavruları, doğduktan kısa bir süre sonra başlarının çaresine
bakabildikleri halde, insan yavruları -büyük bir olasılıkla, beyin hacimlerinin
eriştiği büyüklük yüzünden aslında her biri erken
doğumla dünyaya geldiği için çok uzun ve yoğun bir bakıma muhtaçtır.
Zayıflıklar listesi
böylece uzayıp gider. Ama bütün bunların karşısında, yeryüzünde
tutunabilmesini, giderek onu mahvedebilecek güce erişebilmesini sağlayan bir
büyük üstünlüğü var homo
sapiens’in: Biyolojik varlık olmanın ötesine geçebilmesi.
Kültürümüz, bizi
doğanın -uymakta güçlük çektiğimiz ‘katı’ yasalarından, zorunluklarından
bağışık tutuyor. Özgürleştiriyor. Marx’ın dediği gibi kültür, “doğanın
yarattıklarına karşılık, insanın yarattığı her şey.”
Ne var ki Marx’ın
kültüre ilişkin bu betimlemesini bir kültür tanımı olarak görmemek gerekir,
yoksa biyoloji-kültür çatışmasına açıkça davetiye çıkarmış olurduk...
Yüzyılımızın en geniş,
bu yüzden de en bulanık kavramlarından birisi olan kültür, bir sürü anlama
geliyor, her kapıya uyacak kilit arayanlar yuvarlaklığına bayılıp sımsıkı
sarılıyorlar ona, böyle olunca bazen hiçbir anlama gelemiyor.
Salt uzmanlar (yani
antropologlar ve sosyologlar) tarafından 200’e yakın farklı tanımı yapılagelen
(yani bir türlü adamakıllı tanımlanamayan) kültür, eğitim yerine kullanılıyor, eğitimin öğretimin nitelik ve
düzeyini betimliyor,
iki yabancı dil bilmektir
kültür, bir konuda uzman olmaktır
teknoloji ile bir tutulabiliyor
-şu teknoloji de nelerle bir tutulmuyor ki toplum
anlamına geldigi gibi toplumsal süreçleri
de tanımlıyor, sanata eşitleniyor;
kültür Bach’tır Mozart’tır,
Joyce okumak, Van Gogh’u ‘anlamak’ dahası, tehlikelisi, belirli kültürel
değerlerle,
cola. cartésien.
Beatles, renaissance
diyelim
Batı kültürüyle
sınırlandırılabiliyor. Oysa kültür bunların her birisi
olduğu kadar, Dede Efendi’dir
de, çerkez tavuğu, uskumru dolması, kokoreç, barok müzik, arabesktir, nazar
boncukları, adam sen de’ler, naftalin kokan çeyizlerdir, bebeği saran sımsıkı
kundak, kara Sevda’ya tutulmak, yağmur duaları ve aleykümselam olduğu kadar
hepsidir de. Karışık bir iş vesselam...
Radcliffe-Brown, çok
anlamlılığından bezmiş olsa gerek, kültür sözcüğü hiç kullanılmasın,
diyesiymiş. Ama, sözcüğü defterden silme önerisine yüz veren bir Allah’ın kulu
çıkmamış. O kadar ki, bu yasakçılık eğiliminden ötürü Türk asıllı olmasından
kuşkulandığım Radcliffe-Brown’ın kendi yazılan bile, kullanılmamasını istediği
kavramla silme doluymuş...
Sözcük bu, sözlükte
durduğu gibi durmuyor demek ki.
Günümüzdeki kapsamıyla
kültür teriminin buncasına ‘emperyal’ bir nitelik göstermesi, büyük oranda
antropolojinin marifetidir.
Bu arada,
antropolojiyle yarışan ülkemizdeki ‘kültür dergilerinin’ kavrama getirdiği
zenginliği de zinhar unutmamalı:
Yeryüzü kültürü
dergisi, spor kültürü dergisi, kadın ve moda kültürü dergisi, kent kültürü
dergisi, bilgisayar kültürü dergisi, tasarım kültürü dergisi... Her şeyin
kendine has bir kokusu, rengi, tadı var, birde kültürü! Her şeyin bir sınırı da
var... İtiraf edeyim ki, bu kültürlü dergilerden ikisinin künyesinde benim de
adım geçiyordu, dolayısıyla hafiften kültür öğretmenliği kokan X kültürü dergisi formülünde, istemeyerek de
olsa parametrik bir payım var.
İnsanı kültürel varlık
olarak tanımlayan antropolojinin perspektifi, kültür dergileri kadar geniş
değil ama, kültür kavramının peşinde döneduran sosyal/kültürel antropolojinin
bile, kavramı kesin ve sınırlayıcı bir tanıma bağlamakta güçlük çektiği gün
gibi ortada.
Hekimlerin aksine,
mesleğe yeni başlayan antropologlar törenle Tylor yemini etmiyorlarsa da,
antropolojinin babası sayılagelen Edward Tylor’un
-
insanoğlunun, toplumun bir üyesi olarak kazandığı
bilgi, inanç, sanat, ahlâk, gelenek vb. yetenek ve alışkanlıkları kapsayan
karmaşık bütün. [A.L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, Culture: A Critical Review of
Concepts and Definitions, (Vintage, 1952) s. 81 (Kaynağı belirtilmeyen sonraki
alıntılar da aynı kitaptandır.)]
1871’deki ilk
tanımından beri kültür, özellikle uygarlık sözcüğünün yerini almışa benzer.
Gel zaman, git zaman.
Yıllar yılları kovalar, tanımlar da tanımları:
- Çevrenin insan eliyle
oluşturulan parçası (Herskovits, 1948)
- Simgelerle iletilen
tüm davranışlar (Bain,
1942)
- Bir toplumun ne
yaptığı ve ne düşündüğü (Sapir,
1921)
- Tüm toplulukların, yaşam biçimi diye adlandırılan davranış
örüntüleri (Bennet ve Tumin, 1949)
- Canlı-üstü (superorganic) evrenin toplumsal görünümü (Sorokin,
1947)
Ne var ki,
yukarıdakiler gibi pek çok tanımın ortalıkta cenk ediyor oluşu; dört başı
mâmur, kesin mi keskin, arifane bir tarif özleminden, ya da kültür kavramının
ne idügü belirsizliğinden kaynaklanmıyor. Tanım bolluğu, olsa olsa yaklaşım
biçimlerinin farklılığına, çeşitliliğine işaret. Onun için, gönül rahatlığıyla,
çağdaş antropolojinin -dolayısıyla toplumsal bilimlerin herkesçe kabul görmüş
bir kültür kavramına, temel nitelikleri her
tanımda yer alan bir kavrama sahip olduğu söylenebilir... Dilerseniz,
(dilemezseniz bu sayfayı da atlayın) Kroeber ile Kluckhohn’un kırk küsur yaşım
süren kitabını bir yana bırakarak, kültürün temel nitelikleri diye andıklarımıza
şöyle bir bakıverelim:
Kültür, bir soyutlama
her şeyden önce. Gözlemlenebilen bir olgu değil. Gözlemlenebilense, yekdiğeri
ötekine hiç mi hiç benzemeyen kültürler.
Kültür, toplumsaldır,
Robinson Crusoe’ların değil,
Defoe’nin
Crusoe’su tek bir kişi olarak görülemez aslına bakarsanız; bütün toplumun
pratiğini, bilgisini sindirmiş bir birey!
topluluğun ürünüdür ve
eğitimle kazanılır. Öğrenilir. Eğitim diyorsak, kültürün safi kara önlükler,
kravatlı gömlekler içinde (yaşam boyunca öğrendiğimiz bilgilerin çok çok onda
birini öğrendiğimiz okullarda) kazanıldığını kastetmiyoruz; toplumun metazori
sunduğu,
metazori
bile değil; en sarsılmaz kurallar, farkına bile varmadan uyduklarımız,
bir an bile uymamayı düşünmediklerimizdir. Ana rahminden kopar kopmaz içine daldığımız o karmakarışık evreni
adım adım, her yandan üstümüze üşüşen bilgi parçacıklarıyla öğrenir, ona
katılırız... Katıl(a)mayana yemekten sonra tatlı verilmez. Çokluk, yemek de
verilmez, ödül-ceza yöntemine
uygun olarak önce aba altından sopa gösterilir, sonra-
Bireysel davranışlar,
hiçbir zaman, kültürü oluşturan ideal
değerlerle tamı tamına çakışamaz çakışmasına; ama hangi davranışların
ne ölçüde sineye çekilebileceği, destek ya da kabul göreceği kestirilebilir...
Bu böyle biline, ayaklar denk alma!
Kültür dizgesi, ideal
değerlerini, olması gerekeni,
topluluk üyelerine her an sezdirecek, benimsetecek mekanizmalarla donanmıştır.
Simgeler ve anlamlarla tıka basa dolu Lütfen çimlere basmayınız bir kültür ortamının
en sıradan öğeleri, en alışıldık uyarıları bile, yeri geldiğinde, ki yeri sık
sık gelir,
Çimlere
basmak yasaktır
en süzme ürünler, değerler hiyerarşisinin tepesindeki
bilgiler kadar etkin, onlar kadar belirleyici olabilir. Hele bireylerin,
-
Yasak
hemşerim
-
“hiçbir hiyerarşik
düzen taşımayan çelişkili mesajlar akımında” yıkandığı, değerler hiyerarşisinin
giderek yıkılmakta olduğu, “mozaik nitelikli modern kültür” söz konusuysa! [Abraham Moles,
Kültürün Toplumsal Dinamiği, çev. Nuri Bilgin, s. 15]
Bu arada, değerler
hiyerarşisinin yıkılmaya yüz tutuşunun coşkuyla selamlanacak bir devrim
sayılmayabileceğini hatırda tutmak için, kültürel değerler ile kuralların,
insan gereksinimleri için sınanmış çözümleri içerdiklerini de unutmayalım. Gelenekler,
alışkanlıklar, hatta kültür dizgesinin kendisi, temel biyolojik/psikolojik
sorunlara uygun çözümler sunabildiği, bireylere gerçek ya da hayalî doyum sağlayabildiği sürece
kültür
süreklidir, tarihseldir; kuşaktan kuşağa ayakta durabilir.
Kültürler,
varlıklarını sürdürebilmek için çevreye
uyarlanmak, değişmek zorundadırlar, babalar ve oğulların yıldızı
barışmadığı, iyi ki barışmadığı
kuşaklar
birbirleriyle boyuna çatıştıkları için,
zamanla değerler
değişir, alışkanlıklar değişir, yeni koşullara göre yaşam biçimleri değişir.
Her dönemde
halde aktarılır, iletilir. Ve
en köktenci siyasal hareketler bile sil baştan ‘yepyeni’ bir dünya yaratamazlar;
kültürel sürekliliği hiçbir devrimin makası, trak, kesemez...
“artık ahlak elden
gidiyor” dur. Bir dönemin durmuş olurmuş
insanlarını, muhafazakârlarını küplere bindiren atılımcı düşünceler,
yenilikler, irili ufaklı devrimler, bir de bakarsınız, sonraki dönemlerin
kültürel değerleri oluvermişler... Ne diyeceğim, bu değişmeyi
illa ki gelişmeye, ilerlemeye yormak da gerekmez. Tangır Lungur bir düşüşe,
çözülmeye, yozlaşmaya da göz kırpıyor olabilir toplumsal değişim: İstanbul
Türkçesi taşra ağzına karşı teslim bayrağını çekmiş olabilir, artık kıraathanelerde kıraat etmek dışında her
şey yapılıyordun.. Öte yandan, eski Direklerarası’nı yeniden yaşamanın olanağı,
“aman milli değerlerimize sahip çıkalım” diye eskiyi özlemenin de âlemi, var
mı?
Kültürel değerler,
salamura balık gibt tuzlu suya yatırılıp, bozulmaması için üzerlerine
titrenerek korunabilir mi? Anglo-Saksonların ‘konserveci’ adını taktığı
salamuracıların, değişmeme, ‘öz benliğimizi koruma’ çabası, yürüyen merdiven
üzerinde aynı noktada kalmaya çalışmak gibi bir şey. Aynı noktada kalmak
-denediğim için biliyorumancak sabit bir hızda
‘Yürüyen’ merdivenimiz pek
hoş doğrusu, kültürel değişme tek bir yöne doğru, hep aynı hızda; değişmeye
karşı çıkan gericiler ile onu savunan ilericiler de cabası! Teşbihte hata
olmazmış. Ben yaptım, oldu.
geri geri gitmekle
mümkün, bu da bir tür değişme, değil mi?
Ama bir kültürel
değerler bütünü, bir yaşama tarzı, onu yaşayanlar, onunla yaşayanlar
tarafından bir şekilde korunur, korunmalıdır.
Buysa, bir mirasın yaşamın dinamiklerine uydurulmasıdır, yoksa devletin ya da
resmî kuramların dondurmacılığı değil.
Hep biliyoruz,
Türkiye’de dondurmacılığın da, salamuracılığın da, kıymet bilmezliğin de bini
bir paradır; Bir bölüğümüz
tarihimizi, kökenimizi, geçmişimizi yok saymaya, aşağılamaya bayılıyor, ister
devrimcilik, isterse batılılaşma adına olsun... Kendilerini kültür ve tarih
mirasım korumakla yükümlü tutan bir kısmımızın ise, sanki yaşayan hiçbir şeye tahammülü yok, bu
gibilerin yüzyıl uyuyan prenses masalındaki hayat öpücüğü veren prense bile
garez duyduklarına bahse girebilirim! Her şeyin sorumluluğunu baştan
belirlenmiş bir yetkeye yükleme alışkanlığıyla, aydınlarımız devletten,
devletin kültür bakanlıklarından medet umabiliyor, vapurlarda biteviye
çaldırılan Bolero’dan acısız arabeske uzanan ‘başarısız müdahale’ örnekleri bir
yanda dururken... O devlet ki, büyük kentlerimizi metropol yapan
niteliklerinden birer ikişer, zarla zorla yoksun bırakmış, kırk çeşit insanın
bir arada, iç içe yaşadığı şehirleri (Ah, eski İstanbul!) tekdüzeliğe ve
teksesliğe mahkum etmeyi üzerine vazife bilmiştir...
Ah, o eski İstanbul!
Eski İstanbul’u hiç yaşamamış, yaşamasına imkân da olmayan kişilerin bile
özlemini çektikleri o masal kenti... Toplumca hâlâ bir kültürel kimlik
edinemediğimizden, geçmişe, geçmişin değerlerine bakışımız, pek günübirlik tutumlara
dayanıyor gibi. 70’leıde hepimiz köylüydük,
hepimiz:
Hani, biz aydınlar; her şeyi bilen, yol gösteren, aydınlatan
şimdilerde taşraya, taşranın 'arabesk' öğelerine karşı korunaklı
bir kent kültürü yaratmaya çabalıyor, ‘nostaljik takılıyoruz’...
Günübirlik tutum
dediğim şey, galiba en çok okumuş yazmışlarımızın politik seçimleriyle biçimleniyor.
70’li yıllarda halkın yanında olmak, devrimci olmak, köklü bir kültür mirasının
reddini gerektiriyordu nedense. Son on yıl ise, her türden köylülüğe,
taşralılığa açılmış amansız -ve daha baştan kaybedilmiş bir savaş sürüp
gidiyor. Türkiye’de kültürün sınıfsal çizgileri netleşmemişken, burjuvalar
kendilerine özgü incelmiş/seyreltilmiş bir kültür yaratma derdine henüz
düşmemişken, bir kesim aydınımız bu kez onlar adına, onlar hesabına bir “kent
kültürü” yaratma misyonunu yüklendiler sanki. Üç beş kişi, ya da belli bir grup
değil; Baylan’lı, Markizli tatlı hatıra düşkünlerinden, köylü kızlarımızın
piyanoda Chopin çalacağı zamanları özleyen ‘fantezi’ yazarlara kadar, çok geniş
bir yelpaze söz konusu...
O dönemleri yaşamış
olanların özlemlerine, anılarına saygı duyulur elbette, ne var ki belli bir
yaşın altmdakilerde bir kültür tutuculuğu haline gelen bu -moda
deyimle-nostalji, iyiden iyiye alelacayip bir görünüm arzediyor: Bir keresinde,
‘çevreci’ birine Galata civarında sözünü ettiği kiralık ev iyi miymiş diye sormuştum.
Cevap şuydu:
- Evet, eski...
Evet, eski. Ama ben
tarihle koyun koyuna yaşamak için ev tutmayacaktım ki; ayrıca eski evin faresi,
böceği, uçanı kaçanı her fırsatta tarihle arama girip huzurumu bozmayacak
mıydı?
Öteden beri, “aydın
despotizmi”nden söz edilir durulur, kimbilir, belki bundan da tehlikelisi,
“yan-aydın demokratizmi”dir! Bu demokratizm adını taktığım şey, hiçbir şeyi
yasaklamaya yeltenmiyor; ama çizdiği sınırlarla, sunduğu seçeneklerle,
‘öteki’ni anlamaya hiç mi hiç uğraşmayan tavrıyla yasaklamış kadar oluyor.
Buğulu bir geçmişin çoğulcu kendiliğini, ince duyarlıklarını ararken, ‘uçuk’
olan her şeyin bir arada varolmasını dilerken, sıradanlıga ve ‘küçük
insanlara’, onları hiç anlamaksızın tepki duyarken...
“Kent kültürü”nü arabeskin ve taşralılığın tahribatına karşı
korumak yolunda ‘ödün’ vermeksizin savaş verenlerimiz, en büyük iğrentileri
lâyık gördükleri arabeskin kökeninde yatan ve giderek kendini daha çok
hissettiren kendiliği göremiyorlar mı? [Arabesk, kentleşme ve modernleşme üzerine kapsamlı, düzeyli ve
doyurucu bir tartışma için bkz. Meral Özbek,
Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski(İletişim Yayınları, 1991).]
Maganda’ların
varlığını kabul edelim bir an için; özbeöz kent ürünü olan hayal! toplumsal
tiplemeyi taşraya ait görmek insafa sigar mı? Yoksa, kent kültürü dendikte,
kastedilen kentin sınırları pek o kadar da geniş değil mi?
Türkiye’de taşra
kentleri ele geçirdi, istila ettiyse, bunun tek sorumlusu lahmacunlar ve
kırolar mı?
Ankara, İzmir... pek
kaale alınmıyor ya, biz de İstanbul’u örnek alalım yine: Yüzyılların başkenti
İstanbul, Osmanlı imparatorluğunun kültürel mozaiğine dayanan bir merkezdi;
imparatorluğun yıkıntıları üzerinde aynı kozmopolit kültürün, kendini
yenilemeksizin sürgit yaşaması mümkün olabilir miydi? Yetmiş yıl boyunca kent
kültürü, eskiden dağılanın yerine yenisini koyamayıp taşraya direnç
gösteremediyse, suçu kimde arayabiliriz? Hem bu taşra dediğimiz nasıl bir
umacıdır ki, girdiği her yeri taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan yok
etsin?
Taşra durağandır,
kapalıdır, sıkıcıdır. Törpüleyici ve aşındırıcıdır. Öyledir ama, bütün
bunların bağrında, o yavaş işleyen zamanın, sıkıntının ve boşluğun içinde saklı
derinliği çıkarmak için ille de Çehov olmak gerekmez... Taşra üzerine, taşralılık
üzerine ne düşünülürse düşünülsün, büyük kente gelen taşralının “değişmeye
karşı direndiği”, yontu imadan
kaldığı ve kenti de kendine uydurduğu söylenemez. Söylenirse, acele bir
tepkiselligin ürünü, koca bir yanlış olur, başka bir şey değil...
Ömer Madra,
“Taşralılık ancak genetik mühendisliğiyle giderilebilecek bir olgudur”
gibisinden bir şey söylüyordu Çağdaş Şehir
dergisinde çıkan bir yazısında. Belki de haklıdır. Büyük kentleri özgürlüğün
kalesi olarak yüceltmeye yatkın değilsem de, taşrada yetişmiş biri olarak,
taşralılığın ömür boyu silinmez izler bıraktığım kabul edebilirim.
Bu izlerin, genetik
mühendisliğinin müdahalesini gerektirecek kadar illetli olduğunu düşünmüyorum
ama. Bağlamından koparılmış sözlerini buraya aktarırken, sevgili Ömer Madra’ya
biraz haksızlık ettiğimin de farkındayım. Uzun süredir büyük kentte yaşayan bir
taşralı olarak taşralılığı, özellikle de kentleşen, kente katılan, katılmaya
çalışan taşralıyı savunacağım: Büyük kendiliğin mağrur, kibirli ve seçkinci
yanı şu sıralar o denli abartıldı, öylesine haksızca olumlandı ki; temsil
ettiği, temsil etmeye çalıştığı değerler ne olursa olsun, hangi tarafı tutarsa
tutsun, bu ölçüyü kaçırmış tepkiselliğe kentli kültür, yitirdiği mevzileri kazanmaya çalışıyorsa.
belleğini tamir etmeye başlamışsa, en büyük tehlike, bu tamiratın, dozu kaçmış,
kolay ve acele tepkilerin kurbanı olması değil midir? İtidalle karşı durmak
gerekiyor, ilkin, taşra kültürüne, orta sınıf duyarlıklarına karşı durmanın,
taşralıları ve orta sınıfın topunu defterden silmekle aynı şey olmadığı gibi
basit bir gerçek var ortada. ‘Başka’ insanları daha baştan, teorik açıdan,
sevmek ya da sevmemek zorunluğu, bu insanlarla gireceğimiz fazlasıyla pratik
ilişkileri bir öğretmen ya da düşman diskuru içine sokuvermiyor mu?
Taşradan büyük kente
gelenlerin bütün geçmişlerini unutmalarını beklemek beyhude; üstelik büyük
kentteki taşralı, kendini metropolün ritmine uydurmaya çalışan kasabalı, büyük
ve sancılı bir değişim içindedir zaten.
Yeni ortama uymak, benliğini tümden yitirmemek, eski dünyasıyla yenisini bir
ortak noktada çakıştırarak şoku atlatmak...
Bu şok çoğu zaman hiç
atlatılamaz, diken üstünde durulur; doğuştan kentliliğin kendine güveni,
rahatlığı asla edinilemez.
Fıkrayı bilirsiniz;
yine de tekrarlıyacağım: Şehre yeni gelen köylü, çalınmasın diye parasını
şalvarının içine, apış arasına saklar. Geceleyin, dört beş kişinin bir arada
yattığı ucuz hanlardan birinde uyumaya çalışırken, parasının elden gideceği
korkusuyla elini apış arasından ayırmıyordur. Karanlıkta orası burası ellenip
kurcalandığında da var gücüyle para kesesini tutuyordur; tecavüze uğradığında
bile yine aynı korkuyla ses çıkarmadan boyun eğer... Düzülmeye razı olur!
Ertesi sabah, eli halâ şalvarında, kalabalık caddeye adımını attığında, bir
taksinin altında ezilmesine ramak kalmıştır. Taksi şoförü hiddetle bağırır
tabii ki:
- Önüne baksana ibne!
Bizimki işkillenir:
- Çok belli oluyor mu
abi?
İşte, büyük kentte
yaşayan bir taşralı, çok sıkça bu soruyu sorar gözleriyle, sormak durumundadır:
Çok belli oluyor mu?
Kentli tutum, alaylı
bir vurguyla “çok belli oluyor” demek değildir, “her zaman belli olacak” diye aşağılamak da değildir. Ne bileyim,
bu soruyu duymazlıktan gelmektir belki.
İşkilli olmak iyidir.
Kent kültürü’cülerinin uyumsuzluk, beceriksizlik, kültürsüzlük ve görgüsüzlük
gördükleri yerde benim gördüğüm ve hoşlandığım; sürekli bir kendini sorgulama,
davranışlarını tartma ve tetikte durma. Bu duyarlığı neden es geçmeli, ne
adına?
Kültürel kimlik
sorunu, kent-taşra ikilemiyle elbette çerçevelenemez; kültüre ilişkin herhangi
bir sorun, toplumsal pratiğin hemen her alanına yayılacak, bulaşacak kadar
dallanıp budaklanır çünkü.
Kendi geçmişini,
geleneğini, Mevlana’sını, Beşir Fuat’larını, Nedim’ini, hatta Tanpınar’ı
unutmaya çalışmış, tepeden inme politik kararlar ve inkılaplarla sürekliliği
zedelenmiş ‘bellek özürlü’ Türk kültürü için bu dallanıp budaklanma çok daha
geniş kapsamlı.
Türkiye’de kültüre
ilişkin her sorun, politikanın sınırları içine giriyor, resmî politika ya da
sokaktaki siyaset, bağımsız bir kültür alanı bırakmamacasına her özgül soruna
sızıyor. Bu, kültürün politize edilmesi değil, olsa olsa iğdiş edilmesidir:
Üzerinde politik sorunları tartışacakları dili bizzat bir politika konusu
haline getirmiş, 70 yıl boyunca, özleştirmecisiyle, yaşayan Türkçe’cisiyle
dili politik müdahaleye açık görmüş başka bir toplum daha var mı?
Uygulanacak/yaratılacak
politikalar için bir zemin, bir... süreklilik gerekliyse, bu zemine, dile, en
temel kültürel yapılara yayılan bir politik söylemin boşlukta asılı kalması,
politik safların birbirlerini asla anlayamamaları çok anlaşılır bir şeydir.
Her zaman, her şeye yeniden başlanabilir mi?
Kültür: Etkileşimler
yumağı. Devingen bir ‘yapı’. Açık dizge.
Yuvarlak sözler!
Kavramdan kurama,
kültür kuramına uzanan çileli
Çileli olduğu kadar
ıssız bir yol: “...Henüz dört başı mâmur bir kültür kuramımız yok. Elimizde,
oldukça iyi tanımlanmış bir kavram var, o kadar... Ama bir kavram, ne denli
önemli olursa olsun, kuramın yerini tutamaz ki. Çağdaş antropolojide tanımdan
geçilmiyor, oysa kuramdan yana pek züğürdüz.” [
AL. Kroeber ve C. Kluckhohn, Culture: A Critical Review ot Concepts and Definiti- ons,
(Vintage, 1952) s. 357]
yolda kültür hep
organik bir bütün, bir dizge olarak ele almıyor ve bütünsel/dizgesel yaklaşım, bir kültür kuramının ön koşulu
olarak gösteriliyorsa da; bütün, parça, dizge, öge... gibi terimlerin -onları
ortaya atan yaklaşımlar gibi son derece ‘genel’ olduğu, dolayısıyla ancak
belli bir soyutlama düzeyinde anlam kazandıkları ortadadır.
Örneğin, Rüssel
L. Ackoff dizgeyi,
basitçe, “aralarında karşılıklı ilişkiler olan öğeler kümesi” diye tanımlıyor:
1950’lerden başlayarak yaygınlık kazanan genel
dizgeler kuramı da, bütünleştirici bir soyutlama çabası içinde;
farklı alanlardaki, farklı boyutlardaki dizgelerin ortak özelliklerini bulmayı,
fizikte olsun, kimyada, biyolojide, toplumsal ölçekte olsun, dizgelerin benzer
‘davranışlarından yola çıkmayı amaçlıyordu... O kadar ki, hani Adamo’nun bir
şarkısı vardı;
her yerde kar var /
kalbim senin bu gece
genel dizgeler
kuramının öncülerinden Ludwig von Bertalanffy de kendi güftesiyle
aynı melodiyi tutturmuş, Sh: 66-76
Kaynak:
Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler,
İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul
Böyle diller yoktur.
Bir dilin, başka dillere göre yetersiz, güdük ya da ilkel olduğu, 500 bin
sözcük içeren günümüz İngilizcesinin, 40 bin sözcüğe sahip Türkçeden daha
zengin, daha ileri sayılması gerektiği söylenemez.
Söyleyenler çıkarsa,
bu kişiler Talat Sait Halman gibi çeviri ile yatıp,
şiirle kalkıyor bile olsalar, çok fazla ciddiye almamak gerekir:
- Üç topla oynandığı
için bilardo, tek topla oynanan pinpondan daha “zengin”, daha “ileri”, daha
“olanaklı” bir oyun mu sayılmalı?! [ Füsun Akatlı, Yaz Başına Neler
Gelir, (Ada Yayınları. 1980)
s. 80]
Amerikan bilardosunun,
dünyanın en karmaşık ‘top oyunlarından’
biri sayılıp sayılmayacağı bir yana; burada yegâne ciddi durum, anadilini
küçümseyen, yabancı kültürlere, yabancı iklimlere hayranlık ve gıpta karışımı
duygularla bağlanarak kendi kültüründen hafif tertip irkilen okumuş
yazmışlarımızın azımsanamayacak sayıda oluşudur.
Sorun, sadece
aydınlarımızın aymazlığından ibaret değil. Biz ki Tanzimat’tan bugüne,
geçmişimizle bütün bağlarımızı koparma pahasına, bir o kültürün bir bu
kültürün, bir o Frenkçenin, bir şu Frenkçenin yörüngesine girerek değişmeye
çabalamış bir toplumuz...
Tüm bu çabalar, olsa
olsa yaşaya-geldigimiz kimlik bunalımına karşı acil ve kolay çözümler. Doğulu
değiliz artık, Batılı da olamadık bir türlü! Peki neyiz o zaman?
İn miyiz, cin miyiz?
Biz kimiz?
Kültürel kimlik
sorununu iki paragrafta çözmek gibi bir iddiam yok Allah’a şükür. Bütün
diyeceğim, köklü bir kültür mirasını ve dilimizi küçümsemenin veya reddetmenin,
kim’ligimizi bulmamızda beş kuruşluk bir yarar sağlamayacağı.
Dilleri hizaya sokup
boy sırasına dizmek olanaksız. Hiç biri öteki gibi değil, ama her biri öteki
kadar; ne daha geri, ne daha ileri... Yüzyılların süzgecinden geçen her dil,
onu kullanan insanların, koca bir kültürün gereksinimlerini karşılayacak güce
ve gizilgüce sahiptir. Bu açıdan, her dilin eksiksiz birer iletişim dizgesi
olduğu söylenebilir, ya da her birinin benzer eksikgedikler içerdiği...
Eskimoların çeşitli
durumlarda ve biçimlerde yağan karı betimlemek için sürüyle sözcük kullanması,
Arapçada kılıç denen nesnenin türlerini ve biçimlerini tanımlamak için başka
hiçbir dilde rastlanmayan sayıda sözcük bulunması, ilkellerin, bizim aralarında
hiçbir ayrım gözetmediğimiz yüzlerce bitki türünü birbirinden ayırıp, ayrı
isimlerle sınıflamaları... Bunların hiçbiri, sözü geçen dillerden birinin
ötekilere üstünlüğü için bir kanıt olamaz; sözcükler dili konuşanların
gereksinimlerine göre şekil alır, dilin yapısı onların yaşantılarıyla, yaşam
tarzlarıyla bütünleşir.
Dil, yaşayan bir
şeydir: Yeni bir yaşam tarzı, yeni değerler ya da yeni teknoloji... eski
söyleyiş biçimleriyle, eski kavramlarla dillendirilemiyorsa, bunun çözümü yine
dilin sonsuz üretkenliği içinden çıkacaktır.
İngilizce ya da
Fransızca dile getirilebilen bir ‘durum’ Türkçeye çevrildiğinde daha dolaylı,
daha güç betimleniyor olabilir. Bu, Türkçenin değil, çevirinin sorunudur.
Türkçe yaşanan bir durumu, bir insanlık halini... İngilizceye çevirmeye
kalkışsak, yine benzer sorunlarla karşılaşacaktık.
“Çeviri kadın gibidir”
derler, “güzel olursa sadık, sadık olursa güzel olmaz.” Oysa güzellik çirkinlik
bir yana, sadakat sadece bir namusluluk kuruntusundan ibaret olsa gerek: Çeviri
için de, kadın için de. Biz, pek “erkek” erkekler sadık kadınlar tarafından
aldatılırız en çok. Aldanmamanın biricik yolu, bu tür bir sadakatin
olanaksızlığını, boşunalığını kabullenmek. Yoksa çeviri, “deniz gibi” filan
değildir.
Çeviriyle burada
fazlaca haşır neşir oluyorsak, bir sebebi var. Çevirmenlerin o pek ünlü
“hainlikleri”, yabancı bir dilde yeşermiş bir şiirin, öykünün... herhangi bir
metnin çevrilmesi sırasında hoş karşılanır ama, çevirmenlik edebiyatın ya da
‘çeviri’nin sınırları dışına taştığında, hastane koridorlarından gündelik
hayata taşan doktorluk kadar can sıkıcı, onun kadar tatsız tuzsuz olabilir.
Kötü çeviri yapanlar,
örneğin TRT Türkçesinin yaratıcıları bu gündelik çevirmenliği yaygınlaştırıp
körüklüyorlar, yerleştiriyorlar.
İngilizce henüz ikinci resmi dil olarak ilan edilmedi Türkiye’de, ne gam,
şimdilik gavurca deyimleri, deyişleri Türkçe telaffuz etmekle, Türkçeye
çevirmekle, daha doğrusu yamamakla yetiniyoruz. Tabii, kadın deniz gibiyse, bu
çeviriler de beti bereketi kaçmış bir Marmara olmaktan öteye gidemiyor pek.
Özellikle bir yabancı dili hatmetmiş olanlarımız, bu yabancı dilde kurdukları
cümleleri bir de Türkçe telaffuz etmeksizin duramıyorlar. Yiğidi öldürelim
hakkını yemeyelim, ortaya çıkan sonuçlardan onlar da en az benim kadar, sizin
kadar rahatsızlar: Türkçe kafi gelmiyor!
What’s
the matter with Turkish? Belki, şu: Türkçe düşünmedikçe, sözcüklerle Türkçe
fingirdemedikçe çeviri kokan deyişlerden, düşüncelerden hayır gelmeyecektir.
Çünkü Türkçe düşünmek diye bir şey
var!
Türkçenin kendine özgü
bir mantığı, bu mantığı kuran ve sürekliliğini sağlayan sağlam bir yapısı var,
her dil gibi. “Sarayda başka, kulübede başka" düşünüldüğü gibi, Türkçede
başka türlü düşünülür, İngilizcede başka.
Bu dillerden birisi
saraysa ötekine kulübe denemeyeceği için, Feuerbach’sal teşbihlerden değil,
başka yollardan iz sürmeye çalışalım. Düşünmek dediğimizin bir tür iç
konuşmadan ibaret olduğunu iç-konuşursak, bu iç konuşmanın hangi sözdizimsel
yapı içinde kurulduğu, hangi sözcüklerin hangi kavramları çağrıştırdığı,
kısacası düşüncenin içinde yol aldığı dilin yansıttığı kültürel iklim, çoğu
zaman düşünme üzerinde belirleyicidir. Elbette, tuzlu balığı mideye
indirdikten sonra “Bana bir bardak su ver” cümlesini, hangi dilde olursa olsun,
benzer şekilde kurarım. Ama her dilde bana
Zıkkım
iç!
karşılığını vermezler.
Meâlen aynı karşılığı alsam da, bu karşılık bana zakkum ile kanser tedavisini
çağrıştırmayacaktır.
Ayrıca unutmayalım,
insanlar birbirlerine, bir bardak su istemekten çok daha yoğun ve karmaşık iletiler de yollayıp
durmaktalar.
Bu karmaşık
iletilerin, başka bir dilden ödünç alman ve gündelik yaşama pratiğinde
karşılığı bulunmayan yapılar aracılığıyla gönderilmesi, iletişimi
güçleştirmekten başka ne işe yarayabilir? Anadilinizi işletmiyor, iğreti ve
çeviri kalıplarla yetiniyor., sonra da bu kalıpların Türkçede “iyi ses
vermediğinden” dem vuruyorsunuz. Peki, “to take decision”ın “karar almak” diye çevrileceğine kimler
karar veriyor? Elden düşme araba almak yerine niye ikinci el otomobil marketi’ne gidiliyor? İngilizcedeki,
Fransızcadaki... gibi dilbilgisi kuralları Türkçede yok da ondan mı ‘yaşanılası güzellikler' yaşanmaya çalışılıyor? Bir
dildeki her sözcüğün başka bir dilde bire bir karşılığı olması gerektiği
fikrine niçin‘sıcak bakıyoruz’?
Bu tutumun failleri ve
kaynaklan hakkında ‘hassas duyumlar’ almış olmadığımdan, yukarıdaki
sorulara ‘beğeninizi kazanacak’ karşılıklar
yetiştiremeyeceğim. Böylesi kabullenmeler dile dökülmeksizin dilsel
alışkanlıklarımıza, tutumumuza içkin olduğundan, buncasına yaygın zaten...
İster Osmanlıcadan, isterse öz
Türkçeden kuvvet alalım, bizler, gelmiş geçmiş ‘gündelik çevirmenlerin’ en
iyileri, “bütün zamanların"
en büyük dil kargaşasını yaratmakta birbirimizle yarışıyoruz.
Türkçe düşünmenin İngilizce ya da Fransızca düşünmekten ne denli
farklı olabildiğini, anadilinden başka bir dilde eğitim görmeye mecbur
bırakılan herkes az çok yaşamıştır.
Örneğin
ODTÜ’de, ben diyeyim İngilizce siz deyin Tarzanca yapılan dersleri şöyle bir
görmek bile yeterli: Dersleri İngilizce dinliyor, anlatılanları kafanızda az çok
Türkçeye çeviriyorsunuz, ince ayrımlar ancak Türkçe verilebildiği için, sık sık
‘Türkçeye benzer’ bir dile geçiliyor; böylelikle ne İngilizceye, ne Türkçeye
hakim olabiliyorsunuz, ne de anlatılan konuya... Bir sınıfta toplanan
yirmi-otuz kişinin, ana dilleri yerine, o kadar iyi bilmedikleri (bazılarının
kırık-dökük sökebildikleri) bir dili kullanarak tartışmaya, konuşmaya
çalışmaları, bana çok çok astarı yüzünden pahalı bir beyin jimnastiği gibi
görünüyor.
Böyle bir eğitimin
süzgecinden geçenler, daha önceden kendi kulaklarımla işittiğim
- Ama Türkçe o kadar flexible değil... gerekçesine dayanarak
itiraz edebilirler. Bu discussion
daha başka düzeylerde sürmesin diye, onları -ikna edemeyeceğimize göre ignore edeceğiz biz. Türkçeyi yeterince işletmeden, olanaklarını
kullanmadan, zorlamadan, onun eksikliğinden, yetersizliğinden yakınmak
‘birazcık’ anlamsız olmuyor mu?
Bir düşünceyi
anadilinde dile getirmek, onu kendi malı yapmaktır. Camus, “benim yurdum Fransızca” dermiş.
Okuduğunu, gördüğünü Türkçenin tadına vararak söyleyememek, yersiz-yurtsuz,
göçebe bir düşünce ikliminde yaşamak değil mi? ‘Düşünce üretimi’ yapanlar,
kullandıkları dili neden yeniden üretemesinler? Sh: 93-97
Kaynak:
Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler,
İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul
Şu günlerde
İngilizcenin bir yarı-resmi dil statüsü kazanmasına paralel olarak, yabancı
dille eğitim yapan okulların sayısı hızla artıyor: Sınıfta Türkçe konuşulmaması
eğitimin kalitesini arttıran bir unsur olarak görülüyor sanki. Anadolu
liselerinde de, üniversitelerde de.
Yine de, yabancı dilde
eğitime karşı olanlar çok. Sık sık alevleniyor tartışma: Beyin göçünü
hızlandırması, eğitimini bitiren öğrencinin anadiline ve yurduna uzak kalışı,
yabancı dilde eğitimin pahalılığı, ancak sömürgelerde görülen bir şey oluşu,
kültürel bağımlılık yarattığı, anayasaya aykırılığı ve Türkiye’nin gerçeklerine
uygun olmayışı...
Yabancı dilde eğitimin
bu tür sakıncaları üzerine arada bir hararetlenen tartışmaları bir kenara
bırakalım şimdi; kendimizi daha az söz konusu edilen şu soruyla sınırlayalım:
Yabancı dilde eğitim yapılabiliyor mu Türkiye’de? Ya da, yapılabilir mi?
Sadece İngilizce ya da
Fransızca eğitim veren üniversite ve liselerimizdeki eğitim ortamının
doğuracağı sonuçlar üzerine odaklanmak; bu kurumlarda yeterince iyi bir eğitim
verilip verilemediği sorusunu geri plana itiyor.
Tabii, bu okullar
“Türkiye’nin en iyileri” oldukları için, böyle bir soru kimsenin aklına
gelmeyebilir. Oysa ODTÜ, Bilkent ve Boğaziçi gibi üniversitelerin, genellikle
Türkçe eğitim yapan benzerlerine oranla ‘daha iyi olmaları’ değil sorun:
Türkiye gibi, eğitimin her düzeyde perişan bir görünüm sergilediği bir ülkede,
‘en iyi’ olmak çok fazla bir anlam ifade etmeyebilir... Öte yandan, Fransızca
ya da İngilizce eğitim, iyi olmanın ön koşulu olarak da görülebiliyor:
İngilizce bilmeden üniversite mezunu olmak bir eksikliktir, yabancı dil
bilmeksizin yapılan eğitim, bilimsel yayınların ve tüm öteki kaynakların salt
Türkiye ve Türkçe ile sınırlı kalmasına yol açar vs vs... Eğitim İngilizce
olduğunda, hem öğrenciler bir yabancı dili öğrenmek zorunda kalacaklar, hem de
kaynak açısından bütün dünyaya açılarak, bir kitabın ille de Türkçeye çevrilmesini
beklemeyecekler...
Güzel. Ama bu mantık
gerçek hayatta böyle işlemiyor: Yabancı dil öğretiminin bütün bir eğitim
sürecine yayılması, bir dilin öğretilmesi uğruna pek çok şeyin feda edilmesini
anlamına gelebiliyor. Bir
yabancı dili ne kadar iyi konuşursanız konuşun, anadiliniz kadar işletemiyor, o
dilde düşünemiyorsunuz ki! Hele o dili bir yıllık hazırlık sınıfında,
hasbelkader öğrenmişseniz!
Öyleyse bunca
zorlamanın, iki lafı bir araya getirmekte bunca sıkıntıya katlanmanın anlamı
ne?
Sınıftaki iletişim
yollarını bu kadar kocaman bir engelle tıkamanın ne alemi var?
Gerçi her engel eninde
sonunda aşılır; sınıftakilerin hemen hepsinin anadili ortak olduğundan,
konuşmalar eninde sonunda Türkçeye çalar: Öyle diyaloglar ki, hem Türkçeden
çalar, hem İngilizceden.
Structuralistler
mass communication processini
nasıl conceptualize ediyorlar?
Öyle değil. Şöyle
okuyacaksınız:
Strakçıralistler
mes komünikeyşın
prosesini nasıl konsepçüelayz ediyorlar?
İşte. Diyelim,
hararetli bir tartışma sırasında derdinizi İngilizce anlatamadınız ve Türkçeye
başvurmak zorunda kaldınız. Daha doğrusu, Türkçeye değil de, garip bir dil
alaşımına... Bu alaşım, kişinin az buçuk bildiği yabancı dili geliştirmesine
nasıl yardımcı olabilir?
Onu bırakalım,
öğrenilmesi hiç gerekmiyormuş gibi görülen Türkçesini ilerletmesine nasıl
yarayabilir? Bugün ortalık, yedi kelimeden uzun cümle kurmasını beceremeyen
üniversite mezunlarıyla doluysa, bunun tek sorumlusu ya da sebebi İngilizce
eğitim filan değil tabii; yine de, en azından bir 'suça iştirak’ söz konusu...
Bir eğitim kurumunda
topluca bir şey üretilecekse, bir şeyler öğrenilecekse; orada bulunanlar
arasında ortak bir dil kurulması gerekliliği gayet açık değil mi?
Eğitim, her şeyden
önce, karşılıklı etkileşim ve iletişim ortamının kurulması demektir.
Bu nedenle, televizyon
başında ‘açık öğretim’ olanaksızdır, ve yine bu nedenle İngilizce eğitim
gereksiz bir köstektir...
Bu satırlardaki
sınırlar çerçevesinde, yukarıdakilere en makul cevap şu olabilir: Yabancı dilde
eğitim, bir motivasyon aracıdır; öğrenciyi başka bir dili öğrenmeye, yabancı
kaynaklara yönelmeye iter. Kabul: Ama, ikinci dil engelini kolay kolay
aşamayan ve öğrenmek zorunda olduklarını gündelik diliyle kolay kolay
bağdaştıramayanlar için de geçerli mi bu?
İngilizceyi öğretmenin, öğretim dilini
İngilizce yapmaktan başka yolu yok mu? ‘Evrensel’ ya da uluslararası kaynaklara
ve yayınlara yönelişi, ‘uluslararası’ bir dili zorunlu kılmaksızın sağlamak
mümkün olmayabilir mi?
İstenen eğitimin ancak
bu tür zorlamalarla gerçekleştirilebileceğini varsaymak, sağlıklı bir eğitim
ortamının olanaklarım daha baştan reddetmek değil midir?
Zaten, yabancı dilde
eğitimden beklenen yararlar bunlar ise, astarı yüzünden bayağı pahalı bir işin
içindeyiz demektir. Çünkü hemen hemen hiç konuşulmasa da, herkes az çok farkında:
İngilizce eğitim veren üniversitelerimiz ulaşabilecekleri potansiyel başarı
düzeyinin altındalar; atıl kapasiteyle çalışıyorlar.
Sakıncaları,
yararları-zararları bir yana: Yabancı
dilde eğitim yürümüyor. Sh:
97-100
Kaynak:
Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler,
İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul
Üreticilik, dilin en
önemli yanı. Kavramlar nerdeyse kendi kendilerine (yani gündelik kullanım
içinde) ürerler kimi zaman. Kimi zaman da binlerinin, “bu nasıl dile
getirilebilir” diye kafa yorması, dilin yapısına göre yeni sözcükler, akla ve
dile yakın (ikisi aynı şey olmayabilir!) yeni deyişler üretmesi gerekir.
Kimileri buna uydurmak deyiveriyorlar. Uydurmacılığa
karşı, naftalin kokan bir “yaşayan Türkçe”yi savunan bu kişiler, uydurmanın
vuku bulmadığı bir dilin yaşamasının da mümkün olmayacağından bihaber
olmalılar. Dilin kendisi, -uyduruk
değil ama uydurma: Dilin değişen dünyaya uydurulması ya da kendini uydurması;
yeni yolların açılması ve yeni kalıpların uydurulmasıyla mümkün ancak.
Üretmek, ya da
uydurmaktan söz ediyoruz; çevirmekten değil. İngilizcedeki 500 bine yakın
sözcüğün her birinin Türkçe karşılığını ‘üretmeye’ kalkışmak akıllara ziyan bir
iş olduğu gibi, gereksizdir de:
- Her dilde, söylem ile sözdizimi, sözcük
dağarcığının boşluklarım doldurmak konusunda vazgeçilmez olanaklar sağlar.
[Claude
Lévi-Strauss, Yaban Düşünce (Hürriyet Vakfı
Yayınları, 1984),çev. Tahsin Yücel, s. 23.]
Bir dil, içindeki
sözcüklerin toplamından ibaret değildir ki. Türkçe sözlük, Türkçeyi tek başına
yansıtmaktan fersah fersah uzaktır!
Sözcükler, terimler,
deyimler, deyişler devasa bir anlam ağı oluşturuyorsa dilde, uydurulan/üretilen
her yeni yapı ya da yapıtaşı bu örüntüye yeni bağlar, yeni ilişkiler katacak,
eski bağların bazılarını da geri plana itecektir. Genel yapıya, anlam
örüntüsüne çağrışımları, ya da sesiyle aykırı düşeni ‘üretimler’ ise kısa
sürede ıskartaya ayrılıp, kullanılmaz olacaktır...
Öyleyse sürgit bir
değişimle karşı karşıyayız. Bu değişim, koca bir toplumun, üzerinde uylaşıma
vardığı dilsel alışkanlıkları bozmayacak, iletişimin gürültüsünü artırmayacak
bir ritmde ve dozda olmalı. Bir doz fazlasını dil artık sindiremeyecek,
safraları dışarı atmanın bir yolunu da bulacaktır.
Kimi zaman, sözcüğün
ya da deyişin yanlışı, hatalısı dille bütünleşir de, doğrusu safra olarak
kullanımdan kalkabilir. Nasıl ki doğal seçilim her zaman en iyinin, en güçlünün
yararına işlemiyor... Doğrusu şudur, şu şöyle söylenmelidir diye fetva verecek
olan dilciler, bilirkişiler ve bilir-kurumlar her zaman olacaksa da (olmasında
sayısız yarar var), dilin ‘hal ve gidişini’ hiçbir kurumun tek başına
belirleyemeyeceğini bilmek gerektir: Konuşanlar, daha da önemlisi okuyanlar,
yazanlardır dili yapanlar.
Bu nedenle Türkçeyi,
son yıllarda gittikçe groteskleşen [gülünç,
garip ] bir özensizlik ve yanlışlıklar komedisine
sahne yapan etmenlerin arasında, basın-yayın organlarının akıllara durgunluk
veren boşvermişliklerini, buram buram çeviri kokan üsluplarını da saymak
gerekiyor. Gazetelerden haber dergilerine, oradan edebiyat dergilerine taşan ve
genellikle Time, Newsweek gibi
yabancı yayınlardan araklanıp “habercilik dili” olarak adlandırılan standart
deyişler, belki yayıncıların işini kolaylaştırıyordur, belki hızlarını da
artırıyordur. Ne var ki kolaylık,
özenin, duyarlığın karşıtı bir tutum çoğu zaman.
Türkçeye gösterilen
duyarlık, “dil devrimi” uğrunaysa, biricik amaç “an dile ulaşmak” ise,
sarfedilen bütün çabanın politik olduğu,
dil düzleminden dışarıya taştığı söylenebilir. Arı dil diye bir şey mümkün
olabilir mi?
Mümkünse, arzulanır
bir şey midir bu?
Anlaşılan, dil bilinci
kolaylıkla şovenliğe dönüşebiliyor, dönüşünce de toplumu bir ortak tabanda
birleştirmesi gereken dil, ikiye...üçe ayırmaya başlıyor.
Oysa sözcükler için
tek tek güvenlik soruşturması yaparak bozuk sicillileri bir kenara atmaktan,
her saniye çevirmenlik yapmaya kalkışmaktan mı ibaret olmalıdır dil duyarlığı?
Korkarım, çeviri
sözcüğünü bu kötü anlamıyla kullanışım, çevirmenleri, hani şu Dostoyevski’yi,
Joyce’u, Rostand’ı, Simenon’u... binbir emekle bize armağan edenleri
gocunduracak. Gocundurmasa bile, çevirmenler ile “gündelik çevirmenler” ya da
çeviriciler arasına daha kesin bir ayrım koymalı, karışıklığı önlemek için.
İşte hiç üşenmeden, ele
güne karşı yeni bir terim uyduruyorum: Tuğlacılar.
Orhan Veli, 1.3.1950
tarihli Yaprak'ta şöyle diyor: “...dil işi, kelimeyi kelimeyle, eki ekle
karşılama işi değildir... Halk dilinin, konuşma dilinin türlü cilveleri dururken
o manâsı kalmamış beylik kalıplara karşılık aramak, dili zenginleştirmez; olsa
olsa fakirleştirir.”
Kırk küsur yıl önce
söylenen bu sözleri yinelemeye bugün de gerek varsa, Doğrucu Davut’lugun
önemine bir kez daha dikkat çekmek düşüyor bize, imkân yerine olanak, muhtemel
yerine olası sözcüğünü kullanarak, yeni sözcükleri eski deyiş biçimlerine
yamayan tuğlacılar, T.C. tarihi boyunca dili, içinde sözcüklerin kıyasıya
çarpıştığı bir savaş alanı olarak görmediler mi?
Bir bina, onu ayakta
tutan tuğlalardan fazla, onlardan başka bir şeydir; bir dil de, onu oluşturan
sözcüklerden.
Sözcükler olsa olsa,
dil denen görkemli yapının yapıtaşları, tuğlalarıdır. Bu renk renk, biçim biçim
tuğlalardan örülüdür duvarlar. Üstelik bu yaşayan binanın her tuğlasından ötekilere,
irili ufaklı damarlar uzanıyor... Ama siz sadece tuğlaların türleri, renkleri
ve biçimleriyle ilgilenerek tasarım yapan bir mimar gördünüz mü?
Görmediniz. Çünkü
böylelerine mimar değil, tuğlacı denir. Bizim tuğlacılarımız gibi: Bu sözcük
iyi, öteki atılsın. Bu Türkçe, bu bilmem-nece’den gelme. Ya da tersi: Bu sözcük
uyduruk, kullanılmasın, beriki bize eskiden miras, yerinde dursun... Şunu
değiştirelim, zülfü yâre dokunur, hazımsızlık yapmasın diye devrim tarihi
yerine inkılap tarihi okunur...
Kendi hesabıma, ben
perhizden yana değilim, canımın çektiği sözcüğü kullanıyorum. Kafama denk
düşeni. Mesele şu ki, mesele ile sorun aynı
değildir, hiçbir sözcük, bana eşanlamlısının yarattığı etkiyi tam olarak
veremez. Her birinin kendine özgü bir sesi, başka bir geçmişi, başka
çağrışımları var çünkü. Eskiden, dil konusunda tutarlı olabilmek için, az düşünmezdim kullanacağım
sözcükleri; kafamda hızlıca çeviriler yapardım. Ama dil tutarlığı denen o
erişilmez şey için çoğu zaman verilen tavizlerin dondurmacılıktan ibaret
olduğuna kanaat getirince, vazgeçtim. Genel-geçer bir yasaya göre kendimi
hizaya sokmuyorum yazarken, bu da savrukluğum için iyi bir mazeret yerine
geçiyor... “İşletim dizgeleri” dersini hiç becerememiş eski bir bilgisayar
mühendisliği öğrencisi olarak, (ilk aklıma düşen sözcüğün ‘Computer’ değil de
‘bilgisayar’ olması gibi) dizge sözcüğünü hiç zorlamasız, çevirisiz
kullanıyorum. [Bilgisayar
terminolojisi oluşturmak, bu alanın hızlı gelişiminden dolayı çok problemli
oldığu halde, Türkiye'de öteki alanlara kıyasla çok uzun bir yol katedildiği
söylenebilir. Türkçede ‘bilişim dili'ni oluşturmak için titiz ve yoğun çabalar
harcayan Türkiye Bilişim Derneği'nin, özellikle de hocam Aydın Köksal’ın son
derece önemli katkılarını anmak; bu konuda bir şeyler yazan herkes gibi, benim
de boynumun borcu.] Gelgelelim, “güneş
sistemi” güneş sistemidir, dünyada ‘güneş dizgesi’ diyemeyeceğim. Dersem,
kafamdaki sistem sözcüğünün çevirisi olacak... Allah aşkına, neresi tutarlıktır
bunun?
Bu, benim seçimim. Ama
herkesin, kullandığı, diline doladığı, kendine sakladığı kelimelerle deyişler
yok mudur? Sözlükler ve dilbilim kitapları bir yana; sonuçta neyi nasıl
söyleyeceği herkesin kendi seçimi değil midir?
Tabii, hepimiz bir yere kadar keyfi seçebiliriz
sözcüklerimizi. Dilbilgisi kurallarının ve dilin yapısının sunduğu özgürlük, tek kişilik dil oluşturma,
noktalama işaretlerini dilediği gibi değiştirme, yeni kurallar icat etme...
hakkını vermez kimseye.
Galiba artık
sözcüklerle savaşmaktan vazgeçmemiz, bir sözcüğü bir başkasıyla tamamen
karşılamaya çabalamayı bırakmamız gerekiyor. Sözcüklere küserek, yasaklayarak,
unutmaya çalışarak değil; yeni sözcükler, yeni söyleyiş biçimleri, yeni
kavramlar üreterek, ve bu önerileri zamanın, dili konuşanların yargısına
bırakarak dili dillendirebiliriz.
Şovenlikten uzak bir
dil bilinci, ‘doğulu yurttaşlarımızı’ güzel
Türkçemiz den gayrı bir dili konuşmamaya zorlamanın insanlık
dişiliğim görmeye de yarayabilir. (Görmek, tek başına bir işe mi yarar,
diyeceksiniz, isterseniz, ilkin görmek sözcüğü üzerinde dil birliğine varalım:
Bu tür bir şeyi görmek, şu ya da
bu şekilde gördüğünü başkalarının da görmesini sağlamaktır. Yoksa, “görmezden
gelmek”ten ne farkı kalırdı?)
Birçoğu hiç mi hiç
farkında değilse de, tuglacılarınki politik bir eylemdir, ister ‘arı dil’in en
şiddetli savunucularını gözünüzün önüne getirin, ister ‘uydurmacılığa karşı’
savaşanları. Atatürk’ün dil devrimi
-dilde devrim olamayacağına göre-bir imparatorluğun yıkıntıları üzerinde
kurulan Cumhuriyetin, Osmanlılıkla kendi arasına bir kesinti koyma çabasıdır
-beğenir ya da beğenmezsiniz, ama şurası açık ki, örneğine az rastlanır ölçüde
başarılı bir çaba!
Aynı tutumu bugün,
aynı şekilde sürdürmenin bir anlamı var mı? Türkçenin yeni kavramlar, yeni
sözcükler kazanması başka bir sorun, eski (gibi görünen) sözcüklere yasak
koymak başka. Henüz yetmiş-yüz yıl önce dedelerimiz tarafından yazılmış
metinleri okuyamamak, sizin de ağırınıza gitmiyor mu?
Bugün yazılıp
çizenleri elli yıl sonra torunlarımızın okuyamaması, ya da ancak ‘sadeleştirilmiş’
baskısını anlayabilmeleri güzel Türkçemizin yararına mı olur, zararına mı?
Kesintisiz devam edip
giden bir sözcük ayıklama, tuğla değiştirme eylemi, dilin yapısına sinen anlam
bağıntılarını ve çağrışım kanallarını zedeleyerek, anlatım kısırlığına yol
açtı, açacaktır da.
Sözcükler konusunda
liberal olmalıyız: Bıraksınlar yenilerini uyduralım, bırakalım eskilerini
kullansınlar. Dil kendi
yolunu bulur.
Dil, kendi yolunu
bulur. Bize düşen, yazıp çizer, konuşur ve okurken, özenli olmak, ince eleyip
sık dokumaktır. Tabii, niyetimiz anlaşmak, anlaşılmaksa! Sözcükler konusunda
sonuna dek tutarlı olmak, beyhude olduğu kadar, çokluk; özenin, dil
duyarlığının ve damak tadının da karşı kıyısına düşen bir çabadır.
Sözcüklere yasak konmamalıdır. Sh: 101-105
Sözcükler
yasaklanmalıdır, hepsi değil, bir kısmı, zararsız olanlar dursun, her an
patlamaya hazır bir silah gibi, başıbozuk düşüncelere can verecek bir ilah gibi
ortada dolananlar var ya, çağrışımları, göndermeleriyle küçük yangınları
körükleyecek, büyük patlamaları fitilleyecek olanlar, bunların hepsini işte,
teker teker yasaklamalı, unutturmalı, hiç olmazsa dillere pelesenk edip
içlerini boşaltmalı, artık devir değişiyor, sanki eskiden hiç değişmemiş gibi,
iktidarlar akıllarını başlarına alıyorlar, en ‘gelişmekte olan’ hükümetler bile
gidişatı kavramaya başladı artık, bundan böyle dergileri toplatma, meydanlarda
kitap yakma, düşünceleri tutuklama gibi ilkellikler geride kalacak, gene
yedekte dursun ama kitap yakmak da iş değil hani, binbir emek, vakit kaybı,
masraf, üstelik derdi-baş ağrısı caba, en iyisi fesadı kaynağında kurutmak,
özgürlük sözcüğü yok edilebilirse çok değil iki kuşak içinde özgürlük ateşi
sönmeye yüz tutar, sönmese de, özgürlüğü adlandıramayanlar nasıl sahip
olabilirler ki ona, zaten özgürlük nedir, ismi var cismi yok bir kavram nihayetinde,
ismini de yok etmek en iyisi, ismini yok etmeye de lüzum yok esasında, dolmalık
biber gibidir sözcükler, her birine kendi istediğiniz anlamlan
yapıştırabiliyorsanız ne âlâ, bundan iyisi Şam’da kayısı, düelloyu kendi
silahlarınızla yapmak, kavramları suçlayıp lekelemek, dile egemen olmak, kendi
yaptığınız zarlarla barbut atmaktır en iyisi, tabii zorluklar çıkar, yavaş
yürür iş, ama dili ehlileştirmek, tarihten bugüne eşek yüküyle anlam ve
çağrışım taşıyan sözcükleri kim vurduya getirmek bellekleri silmektir,
bellekleri boşaltan eylemi yok eder, konuşuldukça büyür düşünceler, yazıldıkça,
hele konuşulamaz, yazılamaz hale gelsinler, ya da hep konuşuldukları, hep
yazıldıkları halde eylemle bağları bir kopsun tamamen, sözcüklerden,
kavramlardan sonra sıra soru işaretlerine, takılara, konuşma çizgilerine de
gelir, eylemler unutturularak, sözcüklerinden soyularak, dile getirilebilmesi
engellenerek, dile getirildiğinde yumuşatılarak alt edilir, sadece bir malzeme
sorunu; güneş de balçıkla sıvanır-
Sözcükler yasaklanmalıdır, iktidar olmaya sıvanan, önce kendi
dilini empoze edebilmelidir herkese, dile egemen olmalı topluma hâkim olmak
isteyen.
Zamyatin’in Bibinde,
bireyleri sonuna kadar denetim altında tutmak isteyen Tek Devlet, kişinin düş gücünü tamamen
ortadan kaldıracak bir ameliyatı gerçekleştirmenin peşindedir. Binden esinlenen
Orwell ise, ameliyatı tıbbî niteliğinden soyundurur ve bütün bir toplum üzerine
uygulanabilecek şekilde geliştirir: Yenikonuş.
1984'ün dünyasında konuşulan dil, en ağır-suç olan düşünceyi en aza
indirecek bir yoksulluktadır. Toplumun tümünü cendere içinde tutan baskı,
kendini telaffuz edilemeyen cümlelerde gösterir ilkin.
Yenikonuş (newspeak), Onvell’in uyarısını
keskinleştirir ve 1984’ün umutsuz dünyasına şaşılacak ölçüde net bir gerçeklik
duyusu verir. Çünkü yenikonuş ilkeleri, düş gücü hastalığını tedavi edecek
ameliyatlardan çok daha sistemli, daha akla yakın ve daha güncel...
Birilerinin, düş gücünü yok edecek operasyonu gerçekleştirebilmek için çalışıp
çalışmadığını bilmiyorum, ama şu anda Dünya'nın pek çok yerinde en az beş-on
‘denetleme kurulu’ şarkı sözlerini, kitapları, dergileri, gazete yazılarını inceliyor,
sakıncalı olanları ayıklıyordun
Aynı şey değil, diye
itiraz edebilirsiniz, sansür ile yenikonuş karşılaştırılamaz bile. Haklısınız.
Ama müsaadenizle karşılaştırılamasınlar; biri ‘gerçek’ dediğimiz, içinde
yaşadığımız dünyada vuku buluyor, ötekiyse bir anti-ütopya içinde, bir bilimkurgu
yapıtında boy gösteriyor!
Üstelik, sözcüklere
yasak koymak, düşünceleri sansürlemek, 1984’ün ve –halâ günümüz Türkiye’sinin
derdi olabilirse de, kendi dilini empoze etmek konusunda çok daha ince ve çok
daha derine işleyen yöntemler geliştiren çağdaş iktidar için, epeydir modası
geçmiş bir yol; ve bu nedenle -sansür mansür bir yana günümüzün 1984’ü ne kadar
andırdığı ayrıca tartışılabilir: Orvell’in kahramanları, karşı koyamasalar da,
bir cendere içinde olduklarının farkındaydılar.
Bizlerse, ‘özgürüz’...
Bunları söylerken,
beynin düş gücü merkezini çekip alacak “Büyük Ameliyat” ile Yenikonuş’tan
hangisinin gerçeğe daha uygun olduğunu, hangi kehanetin doğru çıktığını
tartmaya çalışmıyorum. Bu türden bir karşılaştırmaya kalkışmak, olsa olsa söz
konusu romanlan birer tezden ibaret görmenin belirtisidir. 1984’ü Biz’in kötü
bir taklidi olarak gören Bülent Somay’ın da, Biz'e
yazdığı önsözde -Orvell’e değilse bile 1984'e
haksızlık ettiğini düşünüyorum. [Yevgeni Zamyatin, Biz, çeviren Füsun Tülek,
Ayrıntı Yayınları, 1988] 1984'te
kurtuluşu gerçekleştirecek bir güç ille de tanımlanmak zorunda mıydı?
Orwell’in yenikonuş’u,
1984’ün en dikkate değer öğelerinden biri bence. Sanat yapıtlarının birer
kehanetten ibaret görülmesini, toplumsal kuramlar gibi değerlendirilerek
eleştirilmesini midem kaldırmaz; ama kabul etmek gerekir ki, iş toplumsal
dönüşümlerin nereye yürüdüğünü çakozlamaya geldiğinde, sanat her zaman insan
bilimlerinin bir adım önünde yürüyor...
Nasıl, her dönem bilim
dallarından birisi alıp başını önden gidiyor, öteki bilimlere kılavuzluk
ediyorsa, sanatta da daima bazı ifade biçimleri yeni arayışlara daha açık bir
konuma geliveriyor. Bu konum değiştirmeler sırasında pek çok kişi, “romanın
öldüğü”, “artık “deneme yazılamayacagı” gibi garip başsağlığı mesajları
yaymıyor değil.
Sinema, televizyon,
video, rengârenk resimlerle dolu dergiler ve belki şu sıralar geliştirilmekte
olan kim bilir hangi yeni teknikler; çoğumuzu ardarda dizilmiş harflerin
dünyasından çekip alabiliyor, görsel-işitsel bir bir ortama müptela ediyor...
Bu durum da, aceleci başsağlığı mesajlarının baş destekçisi.
Ama Tek Devlet, düş gücü hastalığını tedavi
edecek ameliyatı başaramadıkça, insanlar düş kurmaya -bayıla bayıla-devam
ettikçe, edebiyatın soluğu tükenmeyecek; ara sıra atardamarlarından biri
tıkanmaya yüz tutacaksa da, onun yerini alan daha
diri bir damar
keşfedildiği için olacak bu. Dilin üretkenliği sonsuzsa, okuma ve yazmanın
kaynağı hiçbir zaman tükenmeyecek demektir: Tek Devlet, Büyük Birader ya da Ray Bradbury’nin
Fahrenheitt 451’indeki
itfaiyeciler nihaî zafere ulaşamadıkça...
Gerçekliği
yansıtmaktan öteye geçen günümüz edebiyatında başı çekmeye en yakın adaylar da,
fantastik ürünler ile bilim-kurgu yapıtları.
Yani, gerçekliği
dünyadan olduğu gibi ödünç almayıp, kendi kuran yapıntılar... sh: 106-109
Kaynak:
Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler,
İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul
Yaygın kanıya göre
bilimkurgu yapıtları; bilinmeyenin korkunçluğuyla, fantezi ve serüvenle tıka
basa dolu, zaman ile uzamın birbirine karıştığı bir teknolojik harikalar
ülkesine kucak açan çağdaş masallardır. Bilimkurgu okuruysa, bu son moda
harikalar diyarının, gördüklerinden şaşkına dönmüş meraklı Alice'i...
Biliyorsunuz, başka
bir yaygın kanıya göre, ‘yaygın kanıya göre’ diye başlayan cümlelerin ardından,
o yaygın kanının yanlışlığını sayıp döken açıklamalar, karşıt görüşte ve daha
az yaygın kanılar gelmelidir.
Gelmelidir ya, gelin
biz bu kuralı boşlayalım biraz. Çünkü: Bilimkurgu olarak nitelenen pek çok
yapıt, yaygın kanıyı doğrularcasına bilimkurgunun ‘bilim’ine yakışmayan bir
kılığa bürünüveriyor ve masallara/mitoslara öyle benziyor, öyle benziyor ki...
“Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; küçük mü küçük bir
gezegen, bu gezegende de ben diyeyim yüz, siz deyin ikiyüz arşınlık dev
yaratıklar varmış...”
Genellikle bilimkurgu
yapıtları böylesi sözlerle başlamaz. Anlatılanlar bilimsel ya da bilimselmiş
gibi görünen açıklamalarla desteklenir en azından. Herkes bilir, bilimkurgu bilimsel bir edebiyat türüdür, bilime
yaslanır, onu mitoslaştırır, bilimsel verilerden yola çıkarak yeni dünyalar
düşlemeye koyulur... İşte bakın, bilimkurgu yazarlarından Theodore Sturgeon, bilim kurgu öyküsünü
“bilimsel-teknolojik öğelerinden yoksun bırakıldığında niteliğini yitiren bir
ürün” diye tanımlıyor.
Oldukça belirsiz bir
tanım bu.
‘Bilimsel-teknolojik
ögeler’den ne anladığınıza göre değişir işin rengi. Bilim öğesi, pek çok
yazarın yaptığı gibi, yeni araçları, gelecekteki teknolojik dönüşümleri
kestirmekten ibaretse, pek de matah bir şey değil. Neden değil? Şundan: Kurmaca
bir metinde, ‘anlatılanların akla mantığa uygunluğundan, bilimsel geçerliğinden
çok, metnin sınırlan içinde kurulan yapıntı dünyaların gerçekliğidir önemli
olan. Onun için Kafka’nın fantezileri, Borges’in meselleri sürüyle bilimkurgu
yapıtından, toplumcu gerçekçi pek çok üründen daha gerçek.
Onun için.
Bilimsel -hatta bisbilimsel (hard core) olduklarını iddia
eden bilimkurgu yapıtları, masal ve mitoslardaki devlere, cücelere, garip
ülkelere, uçan halılara... benzer öğeleri rasyonel açıklamalarla destekleyip
kullansalar da, bundan öteye gitmiyorlarsa -yazık ki gidemiyorlar masal dünyasını
pek gerilerde bırakmış sayılmazlar. Belki, bir arpa boyu...
öyleyse yeni olan
nedir bilimkurguda? Öyle ya, bilimkurgunun zaman makinelerine karşılık,
masallarda da vardır zamanın tersine akışı,
...ben anamın
beşiğini tıngır mıngır sallar iken şöyle ya da böyle, masallar da aşar doğanın
koyduğu can sıkıcı engelleri,
...uçan halısına
bindiği gibi... androitlerden, robotlardan, Marslılardan bihaber görünse de,
mitoloji insan olmayan
Titan’lar,
Kyklops’lar, Nymphe’ler... yaratıklarla doludur. Serüvense serüven; ister
Odysseus olsun kahramanı, ister çılgın bilginler... Sahi, dünyayı ateşe atan şu
çılgın bilginler neden hep yaşlı ve çirkindir?
Benzerlik burada da
gösteriyor kendini: Öteden beri kötülük, fiziksel görünümde somutlana
gelmiştir.
Masallarda yakışıklı
ve güçlü prensler güzel prensesleri kurtarır, çağımızda prensesleri ve
Dünya’yı kurtarma görevi Superman' lerin.
Masal motiflerini
durmaksızın yineleyen; bugünün ideolojisini mitoslaştırıp geçmişe ve geleceğe
yayan, değişmezlik kılıfı içinde yutturan sözde bilimkurgu (sözde sözcüğüne
lütfen dikkat) ile fantezi dünyası arasında kesin bir sınır yok.
Belki şu fark var,
fanteziler sundukları dünyayı olası kılmak yolunda zorlamalara başvurmuyorlar.
Durun hele. Hangi
edebiyat türleri arasında kesin sınırlar var ki zaten; roman, öykü, deneme,
şiir... Her biri ötekine bir iki kıvılcım sıçramasıyla bulaşıverecek yaratı
ateşleridir ve bana öyle geliyor ki bu büyülü ateşleri dehalarıyla
tutuşturuverenlerin ardından, ellerinde katalogları, sınıflama cetvelleriyle
edebiyat tarihçileri soluk soluğa koşturup durmaktalar...
Yetişemedikleri şurdan
belli, edebiyatın göklerinde UFO’lara [ Uyduruk kalıpları Fitilleyen Okunacak
şey.] çok sık rastlanıyor.
Onlar koşturadursun.
Polis romanları bir katalogta toplanıp küçümsenedursun, en iyi ‘polis
romanları’ndan ikisi Suç ve Ceza ile
Karamazof Kardeşler değil mi?
Dostoyevski ile Simenon arasındaki ‘uzaklık’, Simenon ile Agatha Christie
arasındaki farktan çok daha küçük değil mi?
Aynı şekilde, bir edebiyat türü olarak bilimkurgu da küçümsenir
hep. Oysa: Ütopyalarıyla Thomas More, Francis Bacon, Campanella; GuIIiver’iyla
Jonathan Swift, Frankestein’iyla Mary Shelley, Denizler
Altında Yirmibin Fersahlık serüvenleriyle
Jules Verne; Mark Twain, H.G. Wells, Zamyatin, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın garip
vakası”yla Robert Louis Stevenson, Dracula'sıyla Bram Stoker,
1984’üyle George Orwell, Demir
ökçe’siyle Jack London, robot
sözcüğünün isim babası Karel Çapek, Kozmokomik
Öyküleriyle Calvino, Kafka, Borges... Bir bakıma hepsi bilimkurgu yazan
sayılmazlar mı?
Ayrıca; masala,
mitosa, fanteziye yakın durdukları, bir de bunu bilimsellik kisvesi altında
yutturdukları için demincek verip veriştirdiğimiz sözde bilimkurgu yapıtlarının
yanısıra, bilimkurgu kitaplığında, küçücük bir rafa sığacak denli az ama
nitelikli ürünlerle de karşılaşabiliyoruz.
Bilişsellik, ister
gerçekçi olsun ister fantastik, her yapıt için bilişsellik ölçütü, yaşanan
gerçekliğin anlaşılmasında, aşılmasında, yeniden üretilmesindedir; yeni
gerçeklikler kurulabilmesindedir. Bilişsel bir söylem, “insanın dış dünyasının
gerçekliğini idrake (cognition) yönelen bir semantik yapıya”[ Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları,
1982) s. 9.] dayanmak zorundadır.
Bilişsel bilimkurgu
yapıtları: Çağının bilişsel düzeyinden ileride, teknolojik değişmeleri
kavradığı gibi/kadar, toplumsal dönüşümleri de yakalayabilen, insana ve dünyaya
ilişkin alışıldık algı sınırlarını zorlayan ürünler.
İşte, Darko Suvin’in uzay operası diye nitelediği sözde bilimkurgularda,
mumla arasak bu özellikleri bulamıyoruz... Tanımından da belli; Suvin, bilişsel
açıdan geri bir düzeyde kalan uzay operalarının, bilimsel romansların, ‘vahşi batı’dan sonsuz uzaya tebdil-i
mekanda satış ferahlığı bulan westem’lerin bilimkurgu rütbelerini geri alıyor:
“Bilimkurgu (...)
gerekli ve yeterli koşullan bilişsellik ile yabancılaştırmanın varlığı ve
etkileşimi olan; yazarın deneysel dünyasına alternatif, düşsel bir yapıya
dayanan bir edebiyat türüdür.”[ Darko Suvin. Metamorphoses of Science Fiction:
On the Poetics and History of a Literary Genre, s.7-8.]
Hazır Metamorphoses of Science Fiction' ı önümüze
açmışken, yirminci sayfayı bulalım da, yabancılaştırma/doğalcılık, bilişsel
olmayan/bilişsel çiftlerini Suvin birbirleriyle nasıl eşleştirmiş ona bakalım.
Suvin, yabancılaştırma kurguların tek boyutlularını, bilişsel olamayanlarını
‘metafizik’ olarak niteliyor ve masalı, mitosu, fantezileri, sözde bilimkurguyu
bu tip kurgular arasında sayıyor. Doğalcı olup da gene tek boyutta yetinen
kurgular ancak ‘gerçekçiliğin alt türleri’ arasına itilirken, bilişsel ve
doğalcı ürünler kelimenin hakkıyla gerçekçi
edebiyat terimine lâyıklar Suvin’e göre. Çok boyutlu (bilişsel) ve
yabancılaştırmacı ürünlerse, yukarıdaki tanımdan da belli, bilimkurgu ünvanını
alıyorlar...
Yabancılaştırma sözcüğü, epik
tiyatrodaki yabancılaştırma (ya da, yadırgatma) yöntemini çağrıştırıyor. Salt
çagrıştırmakla kalsın daha iyi, çünkü Brecht’in tiyatrosunda yabancılaştırma,
gerçekçiliği pekiştiren bir öge..
Çok çok, Brecht’in sahnede olup biteni anlatmaya, açıklamaya, ama aynı zamanda
onu alışılmadık ve uzak bir görünüme büründürmeye yönelik yöntemiyle bilimkurgu
arasında bir ortak noktanın
varlığından söz edebiliriz: Okur/seyirci ile, deneysel gerçeklik arasına, şu
ya da bu şekilde/amaçla, gerçekliğin eleştirilmesini, ona kuşkuyla
bakılabilmesini sağlayan bir uzaklık
koymak.
Görülüyor ki, Suvin’in
bilimkurgu kategorisinden safraları atmakta kullandığı ölçütler salt
bilimkurguya özgü değil. Her yapıt, ‘beynimizin boz hücrelerini’ çalıştıran,
gözümüzü ve gönlümüzü okşayan her yapıt, bilişsel açıdan ileri bir düzeyde
olmalıdır ki bizi yörüngesinde tutabilsin. Yabancılaştırma için de aynı şey söz
konusu; edebiyatın hazine odasının yarısını ‘gerçekçi’, ayakları yere basan
kitaplar kaplıyorsa, öbür yansı da ayaklan Yer’e basmayan, Yeı’in ve
Yer’dekilerin kurallarıyla çelişik dünyalar kuran yapıtlarla hınca hınç doludur.
Hatta,
yabancılaştırman kurguların, deneysel gerçekçilikten şaşmayan kurgu ürünlerine
göre birtakım avantajları var. Varsın yere pek değmesin, yapıtın ayaklan havaya
sağlam bastıkça, düş gücünün olanaklarını kullanarak, alternatif dünyalar
sunarak, bu dünya daha iyi
çizilebilir. Üstüne üstlük, yazarın, her bir şeyi rasyonelleştirmek uğruna
göbeği çatlamaz. (Dickens’ın David Copperfield'ini hatırlayın. Eleştirmek gibi olmasın
ama, gerçeklik duyusunu zedeleyen, göbeğinden çatlatan ‘şaşırtıcı’
rastlantılardan bol bir şey var mı romanda?)
Yüzyılımızın başında,
Pierıe Menard diye biri, Cervantes’in Don Quijote’sini
yeniden yazmaya kalkışır... Kalkışır ne demek, varlığını bu işe adar! Don Quijote'nin ‘kendisini’, yeniden, tüm
görkemiyle yaratmak için Menard’ın bulduğu ilk formül, Borges’e göre şöyledir:[ Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan
Bahçe, çev. Fatih Özgüven, (Ada
Yayınları) s. 92.]
“Ispanyolcayı iyice
öğren, Katolik dinini benimse, Türklerin ve Arapların hilaline karşı savaş,
Avrupa’nın 1602 ile 1918 arasındaki tarihini unut, Miguel de Cervantes
ol."
Güç bir yol! Tek
kusuru da, olanaksızlığı...
Menard sonuçta, Don
Quijote’yi virgülü virgülüne
kopya etse de (nitekim öyle yapmıştır), yaratacağı metin başka iletiler taşıyacaktır,
başka bir şey olacaktır. Çünkü
Menard başka bir dönemin insanıdır, Cervantes’le aynı bilişsel düzlemi hiç mi
hiç paylaşmıyordun Menard’ın kaleminde yinelenen Cervantes’in virgülleri,
cümleleri, 1602 ile 1918 arasındaki tarihi kimse akimdan sikmeyeceği için,
bambaşka anlamlara bürünüverecek, yeni sözler söyleyecektir.
Velhasıl-ı kelam, ne Don
Quijote yeniden yazılabilir,
ne Anna Karenina, ne de başka bir
klasik. Köprülerin altından çok sular aktığı, altından gümüşten bir dolu yeni
köprü kurulduğu için; bu yapıtların yansıttığı bilişsel düzey artık aşıldığı,
Anna Karenina’lar
yerlerini Mrs.
Dalloway'leve
bıraktığı için.
Gelgelelim, her yeni
şarkıyı ille en eski makamlara uydurup söylemekte ayak direyenler var. Çok geri
bir bilişsel düzeyde kalan ‘nayır’lı ‘nolamaz’lı yerli filmlerimizde kırk yıl
öncesinin insanlarını, kırk yıl öncesinin kalıpları ve kaygıları içinde seyrediyoruz...
Yüzlerce yıl sonrasını anlatan mâlum bilimkurgularda Ortaçağ şövalyelerine,
XIX. yüzyıl tefecilerine, XX. yüzyıl aşklarına ve kıskançlıklarına rastlamıyor
muyuz? Olağanüstü teknolojiyle donanmış gezegenler tek bir imparatorluk için
çarpışıyor, tarih nasıl büyük adamların savaşma indirgeniyorsa, geleceğimiz de
kötülüğe karşı koyan kahramanlara teslim edilmiş oluyor... Alengirli uzay
gemilerinden, çıka çıka, gidip rahatlıkla İstanbul Ticaret Odasına
kaydolabilecek[Murat Belge, Tarihten
Güncelliğe, (Alan Yayıncılık,
1983) s. 147] tüccarlar çıkıyor.
Kan damarlarında yol alabilecek denli küçültülmüş bir ‘gemi’de, soğuk savaşın
esintilerini taşıyan heyecanlı casusluk öyküsünü izliyoruz. Alpha Centauri’ye
bir uzansak, evrenin her yerinde olduğu gibi, Rotaıy kulüp partilerinde sohbet
eden rekabetçi hür teşebbüs erbabıyla karşılaşacağız neredeyse; galaktik
imparatorluklar, Büyük Britanya imparatorluğuna bile erişemiyor toplumsal
örgütlenme açısından; milyarlarca kilometre uzaklıktaki gezegenlerde ulus
devletleri, yeni sömürgeler kurmaya çabalıyor. Ön planda; galaksiler, uzay
gemileri, yabanıl gezegenler, karmaşık aygıtlar, olağandışı yaratıklar, yeni
teknikler, yeni yaşam biçimleri, astronomik ölçüler... Oysa bu cümbüşlü hayal
perdesinin fonunda, apaçık sırıtıyor günümüz ideolojisi. Günümüzdeki insan
ilişkileri, aynı düşünce biçimi, aynı tepkiler, aynı bilinç, aynı bilinçdışı,
aynı yaşantılar...
Aynı susayış, aynı koşuş,
aynı...
Of... hep aynı şey,
aynı şey, aynı şey,
Aynı, aynı, aynı,
aynı, aynı...[ Ahmet Muhip Dranas,
"Bitmez Tükenmez Can Sıkıntısından, Şiirler (T. İş Bankası Kültür
Yayınları, 1973).]
Sonunda koltuğumuza
gömülüp, insan her yerde, her zaman aynı diyoruz. Böyle gelmiş, böyle gider!
Bugün, bütün gelecek çağlara yayılıyor, yutturmaca bir değişmezlik sunuluyor
bize.
Ve işte, sözde
bilimkurgular, metafizik ve donmuş bir dünya kavrayışını sergileyen, evrenin
açıklaması olmaktan çok açıklamanın yerini dolduran, yeni açıklamaları da
çelmeleyen kalıplarla, yani mitoslarla, burada buluşuyor...
Öğeleri (insan, Tanrı,
nesneler...) arasındaki ilişkilerin zaman dişiliği ve mutlaklığı, mitosun en
belirgin niteliği. Ambalajı değişse de, tıpatıp aynı “...kurallarla düzenlenmiş
kurgudaki insan ilişkileri ve bunların yansıması olan ethik [ahläki, törel, moral, etik], dinsel sistemlerdeki ethik ile bir ve aynıdır bilişsel
yanı ile, daha doğrusu bilişsellige karşıt oluşuyla!”[ Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları,
1982) s. 38.]
Çağdaş bilgi
birikimini arkasına alarak yola çıktığı halde, mitik söylemin sınırlan dışına
çıkamayan ‘piyasa’ bilimkurguların oluşturduğu bu elden düşme mitoloji; yarattığı dünyanın bilişsel yapısını
kurmak şöyle dursun, günümüzün bilinç düzeyini oraya taşıyarak
okurların/seyircilerin tarih bilincini, gelecek bilincini (bu ikisi aynı şey
değil mi?) zedeliyor, “yanlış bilinç aşılıyor’. Heinlein’dan Asimov’a dek pek
çok ‘iyi niyetli’ bilimkurgu yazarı aynı tuzağa düşüverdiğine göre, eh, kamuoyu
bilincindeki tahribata taammüden yol açılmadığı düşünülebilir. Şunu demeye
getiriyorum, suçu hemencecik, hesaplı kitaplı bir yanlış bilinç aşılama çabasında aramak yerine,
daha basit bir etmeni göz önüne alabiliriz: Edebî yetersizlik!
Bilimkurgu, her şeyden
önce bir edebiyat türüdür ve yeni mitoslar yaratabilmek, edebiyata soluk
verebilmek için, ilkin yaratıcı olmak gerekir...
Gerçek bilimkurgu, bir
değişim edebiyatıdır. Yeni dünyaların, yeni teknolojilerin, yeni insanın edebiyatı. [Bilimkurguda adım
başı metamorphose’lara [başkalaşmak, başkalaştırmak,
değiştirmek ] rastlamıyor muyuz?
Bu başkalaşım öyküleri,
büyük bir hızla değişen toplumsal/teknolojik atmosferden yayılan korkunun eğretilemen anlatımı
olsa gerek.]
Geleceğin, geçmişin, ya da olası şimdilerden birinin tasarlanması,
değişmekte olan bütün bir dünyanın, insanların, insan ilişkilerinin capcanlı yaşatılması.
.. Böylesi bir değişim, ancak değişim sürecinin bilişsel sürecinden
aktarılabilir; en dolaysız, en yalın, en sıradan özelliklere değin, o
dünyaları çağrıştıran, o bilinci yansıtan niteliklerle.
Elbette, ne yapsak ne
etsek, gelecek çağların bilinç düzeyini, insan ilişkilerini... tasarlarken
bugüne bağlı olacağız. “Düşünülebilen her şey gerçektir”, bugünün gerçeği.
Bilimkurgu da, ne denli yabancılaştırmacı olursa olsun, yaratıldığı dönemin
damgasını taşıyacak hep. Her düş(ünce) ürünü gibi, bilimkurgu da, yaratıldığı
dönemin havasını, kokusunu barındıracak içinde. Nasıl ki, Jules Verne’in
'bilimsel romans’ları yüz yıl öncesinin teknolojiyle iyi geçinen insanını
sergiliyor, Superman fantezisi
ekonomik bunalım yıllarının umutsuzluğunu hatırlatıyor, A.C. Clarke’ın
2001’indeki, insanlara cihat açan kusursuz bilgisayar HAL günümüzde
teknolojinin yarattığı kötümserliği simgeliyor...
Olsun. Başı bulutlara
ermişken ayaklan bugüne bağlı da olsa, yapıt o bilişsel düzeyi çağrıştırıyorsa,
soluğu ‘öyleymiş gibiyse, yeter bu kadarı. Yazılıp çizilen her şey, ‘...miş gibi’ değil mi zaten?
Gerçek bilimkurgu, bir
değişim edebiyatıdır. Ve insanlar değiştikçe, değişimi kavramaya çabaladıkça,
geçmişi didikleyip geleceği düşledikçe bereketli ürünler vereceğe benzer...
Bilimkurgunun türleşmeye başladığı yıllardan yakın
zamanlara değin, pek az örneğinde insan öğesi yer alabilmişti. Kahramanlar,
haris bilgisayarlar, imparatorlar, dünyayı haritadan silen felaketler, savaşlar,
savaşlar, savaşlar, canavarlar, ürkünç robotlar, çılgın bilginler, uzayın
ölümcül tehlikeleri... Bunca patırtı gürültü arasında, bir tek sıradan
insanlara yer yoktu; çalışan, üreten, hangi döneme ait olursa olsun,
'yuvarlanıp giden’ kalabalıklara. Halklara yer yoktu bilimkurguda; isimden ve
kişilikten yoksun kalabalıklar, bir önderin peşinden sürüklenen kitleler
görülürdü çok çok. Sıradan insan, tıpkı uzay-ötesinden gelmiş ‘yabancılar’
gibi, öteki kategorisindeydi:
isimsiz, ruhsuz, hatta cisimsiz.
‘Öteki’ sadece
biyolojik ya da ırksal olmayabilir; kültürel, cinsel ve sınıfsal ‘ötekiler’in
varlığı, daha doğrusu, bir iki ‘kahraman’ın dışındakilerin yoklukları (doğru dürüst çizilmemişlerdir,
ete kana kavuşamamış figüranlardan başka bir şey değillerdir), popüler
bilimkurgu ürünlerini fantastik edebiyatın sınırlan içine bile sokmaya
yetmiyordu...
‘Ötekiler, kişilikten
yoksun bir kütle görünümündedir hep; hangi düzeyde olursa olsun, ister sözde
bilimkurguda olsun, ister ‘gerçek hayatta’: Örneğin, çözülüp dağılmadan önce
kapitalist dünyanın ‘öteki’si olan ve hem fiction’larda hem de non-fiction kurgularda saf bir
totaliterliğe dayalı basit bir yapıda çizilen demirperde
(daha doğrusu, eski demirperde) ardında kökleşen bilimkurgu geleneği, yakın
zamanlara dek Batıda pek bilinmezdi. Macaristan, Çekoslovakya ve Sovyetler
Birliği’nde bilimkurgunun Batıya oranla çok daha gelişkin bir edebi tür olarak
yerleştiği, Rus roman geleneğinin Sovyet bilimkurgusunda canlandığı
farkedilmez, Dünyanın en çok okunan bilimkurgu yazarının Asimov, Bradbury, ya da Clarke
değil de bir Polonyalı (Stanislav Lem)
olduğu hatırlanmaz; bütün bunlar öğrenildiğinde de, sosyalist ülkelerde
bilimkurgunun popülerliği “totaliter rejimlerde fantastik ürünlerin ve kaçış
edebiyatının yaygın olması”na bağlanıverirdi. Son saptamanın doğru olması, koskoca bir edebiyatın
varlık gerekçesini oluşturabilir mi? Oluşturabilir, çünkü ‘öteki’nin bizim
gibi, hele bizden daha incelikli ve karmaşık olması söz konusu bile olamaz.
Tabii, Batıdaki
bilimkurgu geleneğinin, eski demirperdede ‘kapitalist propaganda’ şeklinde
görülüp görülmediğini bilemiyoruz!
Günümüzde, bilimkurgu
edebiyatı giderek olgunlaşıyor: Sözde bilimkurgunun, western’lerin, uzay
operalarının çizgisini izleyen, kana, dehşete bulanmış piyasa edebiyatı bir
yanda kendi pazarını kurmuş, şoklara dayalı geleneğini sürdürür ve kendini
‘başkaları’ olmaksızın tanımlayamayan bir alıcı kitle için yeni yabancılar,
tekinsiz yaratıklar, künt ve korkunç ‘öteki’ler yaratmaya devam ederken; J.G.
Ballard, Ursula K. LeGuin, A.E. Van Vogt, Harlan Ellison, Kurt Vonnegut, Robert
Sheckley, Samuel R. Delany, Brian Aldiss... gibi son kuşağın yazarları,
bilimkurguya yeni estetik tatlar getiriyorlar. Çağdaş edebiyatın hanidir
işlediği sıradan kahramanlara, Süleyman Efendi’lere, ‘ötekilere ve onların
sıradan yaşantılarına el atılabiliyor artık.
Bilimkurgu, giderek
harikalar diyarının en dikkate değer varlığını keşfediyor: Alice’i.
Sh: 110-119
Kaynak:
Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler,
İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar