Print Friendly and PDF

AY ÇÖREĞİ




İnsan, tüylerden, pençelerden, hızlı bacaklardan, kanatlardan ve keskin dişlerden yoksun, biçare bir hayvandır. Tek başına yaşamaya kalktığında kurda kuşa yem olacak kadar da güçsüz... Desmond Morris'in tanımıyla, olsa olsa bir “çıplak maymun”dur o...
Onbinlerce yıldır ayakları üzerinde yürümekteyse de, bu yaratık hâlâ dört ayaktan iki ayağa geçişin sancılarını gövde­sinde duymakta, örneğin belkemiği çok çabuk zedelenebilmektedir. Bu nedenle sandalye, koltuk... gibi koltuk değnekleri kullanır. Tüm hayvan yavruları, doğduktan kısa bir süre sonra başlarının çaresine bakabildikleri halde, insan yavruları -büyük bir olasılıkla, beyin hacimlerinin eriştiği büyüklük yüzünden aslında her biri erken doğumla dünyaya geldiği için çok uzun ve yoğun bir bakıma muhtaçtır.
Zayıflıklar listesi böylece uzayıp gider. Ama bütün bunların karşısında, yeryüzünde tutunabilmesini, giderek onu mahve­debilecek güce erişebilmesini sağlayan bir büyük üstünlüğü var homo sapiens’in: Biyolojik varlık olmanın ötesine geçebilmesi.
Kültürümüz, bizi doğanın -uymakta güçlük çektiğimiz ‘katı’ yasalarından, zorunluklarından bağışık tutuyor. Özgürleştiri­yor. Marx’ın dediği gibi kültür, “doğanın yarattıklarına karşılık, insanın yarattığı her şey.”
Ne var ki Marx’ın kültüre ilişkin bu betimlemesini bir kültür tanımı olarak görmemek gerekir, yoksa biyoloji-kültür çatış­masına açıkça davetiye çıkarmış olurduk...
Yüzyılımızın en geniş, bu yüzden de en bulanık kavramla­rından birisi olan kültür, bir sürü anlama geliyor, her kapıya uyacak kilit arayanlar yuvarlaklığına bayılıp sımsıkı sarılıyorlar ona, böyle olunca bazen hiçbir anlama gelemiyor.
Salt uzmanlar (yani antropologlar ve sosyologlar) tarafından 200’e yakın farklı tanımı yapılagelen (yani bir türlü adamakıllı tanımlanamayan) kültür, eğitim yerine kullanılıyor, eğitimin öğretimin nitelik ve düzeyini betimliyor,
iki yabancı dil bilmektir kültür, bir konuda uzman olmaktır
teknoloji ile bir tutulabiliyor -şu teknoloji de nelerle bir tutul­muyor ki toplum anlamına geldigi gibi toplumsal süreçleri de tanımlıyor, sanata eşitleniyor;
kültür Bach’tır Mozart’tır, Joyce okumak, Van Gogh’u ‘anlamak’ dahası, tehlikelisi, belirli kültürel değerlerle,
cola. cartésien. Beatles, renaissance diyelim
Batı kültürüyle sınırlandırılabiliyor. Oysa kültür bun­ların her birisi
olduğu kadar, Dede Efendi’dir de, çerkez tavuğu, uskumru dolması, kokoreç, barok müzik, ara­besktir, nazar boncukları, adam sen de’ler, naf­talin kokan çeyizlerdir, bebeği saran sımsıkı kundak, kara Sevda’ya tutulmak, yağmur duaları ve aleykümselam olduğu kadar hepsidir de. Karışık bir iş vesselam...
Radcliffe-Brown, çok anlamlılığından bezmiş olsa gerek, kültür sözcüğü hiç kullanılmasın, diyesiymiş. Ama, sözcüğü defterden silme önerisine yüz veren bir Allah’ın kulu çıkmamış. O kadar ki, bu yasakçılık eğiliminden ötürü Türk asıllı olma­sından kuşkulandığım Radcliffe-Brown’ın kendi yazılan bile, kullanılmamasını istediği kavramla silme doluymuş...
Sözcük bu, sözlükte durduğu gibi durmuyor demek ki.
Günümüzdeki kapsamıyla kültür teriminin buncasına ‘emperyal’ bir nitelik göstermesi, büyük oranda antropolojinin mari­fetidir.
Bu arada, antropolojiyle yarışan ülkemizdeki ‘kültür dergi­lerinin’ kavrama getirdiği zenginliği de zinhar unutmamalı:
Yeryüzü kültürü dergisi, spor kültürü dergisi, kadın ve moda kültürü dergisi, kent kültürü dergisi, bilgisayar kültürü dergisi, tasarım kültürü dergisi... Her şeyin kendine has bir kokusu, rengi, tadı var, birde kültürü! Her şeyin bir sınırı da var... İtiraf edeyim ki, bu kültürlü dergilerden ikisinin künyesinde benim de adım geçiyordu, dolayısıyla hafiften kültür öğretmenliği kokan X kültürü dergisi formülünde, istemeyerek de olsa parametrik bir payım var.
İnsanı kültürel varlık olarak tanımlayan antropolojinin perspektifi, kültür dergileri kadar geniş değil ama, kültür kav­ramının peşinde döneduran sosyal/kültürel antropolojinin bile, kavramı kesin ve sınırlayıcı bir tanıma bağlamakta güçlük çek­tiği gün gibi ortada.
Hekimlerin aksine, mesleğe yeni başlayan antropologlar törenle Tylor yemini etmiyorlarsa da, antropolojinin babası sayılagelen Edward Tylor’un
-   insanoğlunun, toplumun bir üyesi olarak ka­zandığı bilgi, inanç, sanat, ahlâk, gelenek vb. yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bütün. [A.L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, Culture: A Critical Review of Concepts and Definitions, (Vintage, 1952) s. 81 (Kaynağı belirtilmeyen sonraki alıntılar da aynı kitaptandır.)]
1871’deki ilk tanımından beri kültür, özellikle uygarlık sözcü­ğünün yerini almışa benzer.
Gel zaman, git zaman. Yıllar yılları kovalar, tanımlar da ta­nımları:
-  Çevrenin insan eliyle oluşturulan parçası (Herskovits, 1948)
-  Simgelerle iletilen tüm davranışlar (Bain, 1942)
-  Bir toplumun ne yaptığı ve ne düşündüğü (Sapir, 1921)
-  Tüm toplulukların, yaşam biçimi diye adlandırılan davranış örüntüleri (Bennet ve Tumin, 1949)
-  Canlı-üstü (superorganic) evrenin toplumsal görünümü (Sorokin, 1947)
Ne var ki, yukarıdakiler gibi pek çok tanımın ortalıkta cenk ediyor oluşu; dört başı mâmur, kesin mi keskin, arifane bir tarif özleminden, ya da kültür kavramının ne idügü belirsizliğinden kaynaklanmıyor. Tanım bolluğu, olsa olsa yaklaşım biçimleri­nin farklılığına, çeşitliliğine işaret. Onun için, gönül rahatlı­ğıyla, çağdaş antropolojinin -dolayısıyla toplumsal bilimlerin herkesçe kabul görmüş bir kültür kavramına, temel nitelikleri her tanımda yer alan bir kavrama sahip olduğu söylenebilir... Dilerseniz, (dilemezseniz bu sayfayı da atlayın) Kroeber ile Kluckhohn’un kırk küsur yaşım süren kitabını bir yana bıra­karak, kültürün temel nitelikleri diye andıklarımıza şöyle bir bakıverelim:
Kültür, bir soyutlama her şeyden önce. Gözlemlenebilen bir olgu değil. Gözlemlenebilense, yekdiğeri ötekine hiç mi hiç benzemeyen kültürler.
Kültür, toplumsaldır, Robinson Crusoe’ların değil,
Defoe’nin Crusoe’su tek bir kişi olarak görüle­mez aslına bakarsanız; bütün toplumun prati­ğini, bilgisini sindirmiş bir birey!
topluluğun ürünüdür ve eğitimle kazanılır. Öğrenilir. Eğitim diyorsak, kültürün safi kara önlükler, kravatlı gömlekler içinde (yaşam boyunca öğrendiğimiz bilgilerin çok çok onda birini öğrendiğimiz okullarda) kazanıldığını kastetmiyoruz; toplu­mun metazori sunduğu,
metazori bile değil; en sarsılmaz kurallar, farkına bile varmadan uyduklarımız, bir an bile uyma­mayı düşünmediklerimizdir. Ana rahminden kopar kopmaz içine daldığımız o karmakarışık evreni adım adım, her yandan üstümüze üşüşen bilgi parçacık­larıyla öğrenir, ona katılırız... Katıl(a)mayana yemekten sonra tatlı verilmez. Çokluk, yemek de verilmez, ödül-ceza yöntemine uygun olarak önce aba altından sopa gösterilir, sonra-
Bireysel davranışlar, hiçbir zaman, kültürü oluşturan ideal değerlerle tamı tamına çakışamaz çakışmasına; ama hangi dav­ranışların ne ölçüde sineye çekilebileceği, destek ya da kabul göreceği kestirilebilir... Bu böyle biline, ayaklar denk alma!
Kültür dizgesi, ideal değerlerini, olması gerekeni, topluluk üyelerine her an sezdirecek, benimsetecek mekanizmalarla do­nanmıştır. Simgeler ve anlamlarla tıka basa dolu Lütfen çimlere basmayınız bir kültür ortamının en sıradan öğeleri, en alışıldık uyarıları bile, yeri geldiğinde, ki yeri sık sık gelir,
Çimlere basmak yasaktır
en süzme ürünler, değerler hiyerarşisinin tepesindeki bilgiler kadar etkin, onlar kadar belirleyici olabilir. Hele bireylerin,
-   Yasak hemşerim
-   “hiçbir hiyerarşik düzen taşımayan çelişkili mesajlar akımında” yıkandığı, değerler hiyerarşisinin giderek yıkılmakta olduğu, “mozaik nitelikli modern kültür” söz konusuysa! [Abraham Moles, Kültürün Toplumsal Dinamiği, çev. Nuri Bilgin, s. 15]
Bu arada, değerler hiyerarşisinin yıkılmaya yüz tutuşunun coşkuyla selamlanacak bir devrim sayılmayabileceğini hatırda tutmak için, kültürel değerler ile kuralların, insan gereksinim­leri için sınanmış çözümleri içerdiklerini de unutmayalım. Ge­lenekler, alışkanlıklar, hatta kültür dizgesinin kendisi, temel biyolojik/psikolojik sorunlara uygun çözümler sunabildiği, bi­reylere gerçek ya da hayalî doyum sağlayabildiği sürece
kültür süreklidir, tarihseldir; kuşaktan kuşağa ayakta durabilir.
Kültürler, varlıklarını sürdürebilmek için çevreye uyarlanmak, değişmek zorundadırlar, babalar ve oğul­ların yıldızı barışmadığı, iyi ki barışmadığı
kuşaklar birbirleriyle boyuna çatıştıkları için,
zamanla değerler değişir, alışkanlıklar değişir, yeni koşul­lara göre yaşam biçimleri değişir. Her dönemde
halde aktarılır, iletilir. Ve en köktenci siyasal hareketler bile sil baştan ‘yepyeni’ bir dünya ya­ratamazlar; kültürel sürekliliği hiçbir devrimin makası, trak, kesemez...
“artık ahlak elden gidiyor” dur. Bir dönemin durmuş olurmuş insanlarını, muhafazakârlarını küplere bindiren atılımcı dü­şünceler, yenilikler, irili ufaklı devrimler, bir de bakarsınız, sonraki dönemlerin kültürel değerleri oluvermişler... Ne diye­ceğim, bu değişmeyi illa ki gelişmeye, ilerlemeye yormak da ge­rekmez. Tangır Lungur bir düşüşe, çözülmeye, yozlaşmaya da göz kırpıyor olabilir toplumsal değişim: İstanbul Türkçesi taşra ağzına karşı teslim bayrağını çekmiş olabilir, artık kıraathane­lerde kıraat etmek dışında her şey yapılıyordun.. Öte yandan, eski Direklerarası’nı yeniden yaşamanın olanağı, “aman milli değerlerimize sahip çıkalım” diye eskiyi özlemenin de âlemi, var mı?
Kültürel değerler, salamura balık gibt tuzlu suya yatırılıp, bozulmaması için üzerlerine titrenerek korunabilir mi? Anglo-Saksonların ‘konserveci’ adını taktığı salamuracıların, değiş­meme, ‘öz benliğimizi koruma’ çabası, yürüyen merdiven üze­rinde aynı noktada kalmaya çalışmak gibi bir şey. Aynı noktada kalmak -denediğim için biliyorumancak sabit bir hızda
‘Yürüyen’ merdivenimiz pek hoş doğrusu, kül­türel değişme tek bir yöne doğru, hep aynı hızda; değişmeye karşı çıkan gericiler ile onu savunan ilericiler de cabası! Teşbihte hata olmazmış. Ben yaptım, oldu.
geri geri gitmekle mümkün, bu da bir tür değişme, değil mi?
Ama bir kültürel değerler bütünü, bir yaşama tarzı, onu ya­şayanlar, onunla yaşayanlar tarafından bir şekilde korunur, ko­runmalıdır. Buysa, bir mirasın yaşamın dinamiklerine uydu­rulmasıdır, yoksa devletin ya da resmî kuramların dondur­macılığı değil.
Hep biliyoruz, Türkiye’de dondurmacılığın da, salamuracılığın da, kıymet bilmezliğin de bini bir paradır; Bir bölüğümüz tarihimizi, kökenimizi, geçmişimizi yok saymaya, aşağılamaya bayılıyor, ister devrimcilik, isterse batılılaşma adına olsun... Kendilerini kültür ve tarih mirasım korumakla yükümlü tutan bir kısmımızın ise, sanki yaşayan hiçbir şeye tahammülü yok, bu gibilerin yüzyıl uyuyan prenses masalındaki hayat öpücüğü veren prense bile garez duyduklarına bahse girebilirim! Her şeyin sorumluluğunu baştan belirlenmiş bir yetkeye yükleme alışkanlığıyla, aydınlarımız devletten, devletin kültür bakan­lıklarından medet umabiliyor, vapurlarda biteviye çaldırılan Bolero’dan acısız arabeske uzanan ‘başarısız müdahale’ örnekleri bir yanda dururken... O devlet ki, büyük kentlerimizi metropol yapan niteliklerinden birer ikişer, zarla zorla yoksun bırakmış, kırk çeşit insanın bir arada, iç içe yaşadığı şehirleri (Ah, eski İstanbul!) tekdüzeliğe ve teksesliğe mahkum etmeyi üzerine vazife bilmiştir...
Ah, o eski İstanbul! Eski İstanbul’u hiç yaşamamış, yaşama­sına imkân da olmayan kişilerin bile özlemini çektikleri o masal kenti... Toplumca hâlâ bir kültürel kimlik edinemediğimizden, geçmişe, geçmişin değerlerine bakışımız, pek günübirlik tu­tumlara dayanıyor gibi. 70’leıde hepimiz köylüydük,
hepimiz: Hani, biz aydınlar; her şeyi bilen, yol gösteren, aydınlatan
 şimdilerde taşraya, taşranın 'arabesk' öğelerine karşı korunaklı bir kent kültürü yaratmaya çabalıyor, ‘nostaljik takılıyoruz’...
Günübirlik tutum dediğim şey, galiba en çok okumuş yazmışlarımızın politik seçimleriyle biçimleniyor. 70’li yıllarda halkın yanında olmak, devrimci olmak, köklü bir kültür mira­sının reddini gerektiriyordu nedense. Son on yıl ise, her türden köylülüğe, taşralılığa açılmış amansız -ve daha baştan kaybe­dilmiş bir savaş sürüp gidiyor. Türkiye’de kültürün sınıfsal çizgileri netleşmemişken, burjuvalar kendilerine özgü incel­miş/seyreltilmiş bir kültür yaratma derdine henüz düşmemiş­ken, bir kesim aydınımız bu kez onlar adına, onlar hesabına bir “kent kültürü” yaratma misyonunu yüklendiler sanki. Üç beş kişi, ya da belli bir grup değil; Baylan’lı, Markizli tatlı hatıra düşkünlerinden, köylü kızlarımızın piyanoda Chopin çalacağı zamanları özleyen ‘fantezi’ yazarlara kadar, çok geniş bir yelpaze söz konusu...
O dönemleri yaşamış olanların özlemlerine, anılarına saygı duyulur elbette, ne var ki belli bir yaşın altmdakilerde bir kültür tutuculuğu haline gelen bu -moda deyimle-nostalji, iyiden iyiye alelacayip bir görünüm arzediyor: Bir keresinde, ‘çevreci’ birine Galata civarında sözünü ettiği kiralık ev iyi miymiş diye sor­muştum. Cevap şuydu:
-  Evet, eski...
Evet, eski. Ama ben tarihle koyun koyuna yaşamak için ev tutmayacaktım ki; ayrıca eski evin faresi, böceği, uçanı kaçanı her fırsatta tarihle arama girip huzurumu bozmayacak mıydı?
Öteden beri, “aydın despotizmi”nden söz edilir durulur, kimbilir, belki bundan da tehlikelisi, “yan-aydın demokratizmi”dir! Bu demokratizm adını taktığım şey, hiçbir şeyi yasak­lamaya yeltenmiyor; ama çizdiği sınırlarla, sunduğu seçenek­lerle, ‘öteki’ni anlamaya hiç mi hiç uğraşmayan tavrıyla yasak­lamış kadar oluyor. Buğulu bir geçmişin çoğulcu kendiliğini, ince duyarlıklarını ararken, ‘uçuk’ olan her şeyin bir arada va­rolmasını dilerken, sıradanlıga ve ‘küçük insanlara’, onları hiç anlamaksızın tepki duyarken...
“Kent kültürü”nü arabeskin ve taşralılığın tahribatına karşı korumak yolunda ‘ödün’ vermeksizin savaş verenlerimiz, en büyük iğrentileri lâyık gördükleri arabeskin kökeninde yatan ve giderek kendini daha çok hissettiren kendiliği göremiyorlar mı? [Arabesk, kentleşme ve modernleşme üzerine kapsamlı, düzeyli ve doyurucu bir tartışma için bkz. Meral Özbek,  Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski(İletişim Yayınları, 1991).]
Maganda’ların varlığını kabul edelim bir an için; özbeöz kent ürünü olan hayal! toplumsal tiplemeyi taşraya ait görmek insafa sigar mı? Yoksa, kent kültürü dendikte, kastedilen kentin sınırları pek o kadar da geniş değil mi?
Türkiye’de taşra kentleri ele geçirdi, istila ettiyse, bunun tek sorumlusu lahmacunlar ve kırolar mı?
Ankara, İzmir... pek kaale alınmıyor ya, biz de İstanbul’u örnek alalım yine: Yüzyılların başkenti İstanbul, Osmanlı im­paratorluğunun kültürel mozaiğine dayanan bir merkezdi; imparatorluğun yıkıntıları üzerinde aynı kozmopolit kültürün, kendini yenilemeksizin sürgit yaşaması mümkün olabilir miy­di? Yetmiş yıl boyunca kent kültürü, eskiden dağılanın yerine yenisini koyamayıp taşraya direnç gösteremediyse, suçu kimde arayabiliriz? Hem bu taşra dediğimiz nasıl bir umacıdır ki, gir­diği her yeri taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan yok etsin?
Taşra durağandır, kapalıdır, sıkıcıdır. Törpüleyici ve aşındı­rıcıdır. Öyledir ama, bütün bunların bağrında, o yavaş işleyen zamanın, sıkıntının ve boşluğun içinde saklı derinliği çıkarmak için ille de Çehov olmak gerekmez... Taşra üzerine, taşralılık üzerine ne düşünülürse düşünülsün, büyük kente gelen taşra­lının “değişmeye karşı direndiği”, yontu imadan kaldığı ve kenti de kendine uydurduğu söylenemez. Söylenirse, acele bir tepkiselligin ürünü, koca bir yanlış olur, başka bir şey değil...
Ömer Madra, “Taşralılık ancak genetik mühendisliğiyle gide­rilebilecek bir olgudur” gibisinden bir şey söylüyordu Çağdaş Şehir dergisinde çıkan bir yazısında. Belki de haklıdır. Büyük kentleri özgürlüğün kalesi olarak yüceltmeye yatkın değilsem de, taşrada yetişmiş biri olarak, taşralılığın ömür boyu silinmez izler bıraktığım kabul edebilirim.
Bu izlerin, genetik mühendisliğinin müdahalesini gerektire­cek kadar illetli olduğunu düşünmüyorum ama. Bağlamından koparılmış sözlerini buraya aktarırken, sevgili Ömer Madra’ya biraz haksızlık ettiğimin de farkındayım. Uzun süredir büyük kentte yaşayan bir taşralı olarak taşralılığı, özellikle de kentle­şen, kente katılan, katılmaya çalışan taşralıyı savunacağım: Büyük kendiliğin mağrur, kibirli ve seçkinci yanı şu sıralar o denli abartıldı, öylesine haksızca olumlandı ki; temsil ettiği, temsil etmeye çalıştığı değerler ne olursa olsun, hangi tarafı tutarsa tutsun, bu ölçüyü kaçırmış tepkiselliğe kentli kültür, yitirdiği mevzileri kazanmaya ça­lışıyorsa. belleğini tamir etmeye başlamışsa, en büyük tehlike, bu tamiratın, dozu kaçmış, kolay ve acele tepkilerin kurbanı olması değil midir? İtidalle karşı durmak gerekiyor, ilkin, taşra kültürüne, orta sınıf duyarlıklarına karşı durmanın, taşralıları ve orta sınıfın topunu defterden silmekle aynı şey olmadığı gibi basit bir gerçek var ortada. ‘Başka’ insanları daha baştan, teorik açıdan, sevmek ya da sevmemek zorunluğu, bu insanlarla gireceğimiz fazlasıyla pratik ilişkileri bir öğretmen ya da düşman diskuru içine sokuvermiyor mu?
Taşradan büyük kente gelenlerin bütün geçmişlerini unut­malarını beklemek beyhude; üstelik büyük kentteki taşralı, kendini metropolün ritmine uydurmaya çalışan kasabalı, büyük ve sancılı bir değişim içindedir zaten. Yeni ortama uymak, benliğini tümden yitirmemek, eski dünyasıyla yenisini bir ortak noktada çakıştırarak şoku atlatmak...
Bu şok çoğu zaman hiç atlatılamaz, diken üstünde durulur; doğuştan kentliliğin kendine güveni, rahatlığı asla edinilemez.
Fıkrayı bilirsiniz; yine de tekrarlıyacağım: Şehre yeni gelen köylü, çalınmasın diye parasını şalvarının içine, apış arasına saklar. Geceleyin, dört beş kişinin bir arada yattığı ucuz han­lardan birinde uyumaya çalışırken, parasının elden gideceği korkusuyla elini apış arasından ayırmıyordur. Karanlıkta orası burası ellenip kurcalandığında da var gücüyle para kesesini tutuyordur; tecavüze uğradığında bile yine aynı korkuyla ses çı­karmadan boyun eğer... Düzülmeye razı olur! Ertesi sabah, eli halâ şalvarında, kalabalık caddeye adımını attığında, bir taksinin altında ezilmesine ramak kalmıştır. Taksi şoförü hiddetle bağırır tabii ki:
-  Önüne baksana ibne!
Bizimki işkillenir:
-  Çok belli oluyor mu abi?
İşte, büyük kentte yaşayan bir taşralı, çok sıkça bu soruyu sorar gözleriyle, sormak durumundadır: Çok belli oluyor mu?
Kentli tutum, alaylı bir vurguyla “çok belli oluyor” demek değildir, “her zaman belli olacak” diye aşağılamak da değildir. Ne bileyim, bu soruyu duymazlıktan gelmektir belki.
İşkilli olmak iyidir. Kent kültürü’cülerinin uyumsuzluk, be­ceriksizlik, kültürsüzlük ve görgüsüzlük gördükleri yerde be­nim gördüğüm ve hoşlandığım; sürekli bir kendini sorgulama, davranışlarını tartma ve tetikte durma. Bu duyarlığı neden es geçmeli, ne adına?
Kültürel kimlik sorunu, kent-taşra ikilemiyle elbette çerçevelenemez; kültüre ilişkin herhangi bir sorun, toplumsal pratiğin hemen her alanına yayılacak, bulaşacak kadar dallanıp budak­lanır çünkü.
Kendi geçmişini, geleneğini, Mevlana’sını, Beşir Fuat’larını, Nedim’ini, hatta Tanpınar’ı unutmaya çalışmış, tepeden inme politik kararlar ve inkılaplarla sürekliliği zedelenmiş ‘bellek özürlü’ Türk kültürü için bu dallanıp budaklanma çok daha geniş kapsamlı.
Türkiye’de kültüre ilişkin her sorun, politikanın sınırları içine giriyor, resmî politika ya da sokaktaki siyaset, bağımsız bir kültür alanı bırakmamacasına her özgül soruna sızıyor. Bu, kültürün politize edilmesi değil, olsa olsa iğdiş edilmesidir: Üzerinde politik sorunları tartışacakları dili bizzat bir politika konusu haline getirmiş, 70 yıl boyunca, özleştirmecisiyle, ya­şayan Türkçe’cisiyle dili politik müdahaleye açık görmüş başka bir toplum daha var mı?
Uygulanacak/yaratılacak politikalar için bir zemin, bir... sü­reklilik gerekliyse, bu zemine, dile, en temel kültürel yapılara yayılan bir politik söylemin boşlukta asılı kalması, politik saf­ların birbirlerini asla anlayamamaları çok anlaşılır bir şeydir.
Her zaman, her şeye yeniden başlanabilir mi?
Kültür: Etkileşimler yumağı. Devingen bir ‘yapı’. Açık dizge.
Yuvarlak sözler!
Kavramdan kurama, kültür kuramına uzanan çileli
Çileli olduğu kadar ıssız bir yol: “...Henüz dört başı mâmur bir kültür kuramımız yok. Elimiz­de, oldukça iyi tanımlanmış bir kavram var, o kadar... Ama bir kavram, ne denli önemli olursa olsun, kuramın yerini tutamaz ki. Çağdaş ant­ropolojide tanımdan geçilmiyor, oysa kuramdan yana pek züğürdüz.” [ AL. Kroeber ve C. Kluckhohn, Culture: A Critical Review ot Concepts and Definiti- ons, (Vintage, 1952) s. 357]
yolda kültür hep organik bir bütün, bir dizge olarak ele almıyor ve bütünsel/dizgesel yaklaşım, bir kültür kuramının ön koşulu olarak gösteriliyorsa da; bütün, parça, dizge, öge... gibi terim­lerin -onları ortaya atan yaklaşımlar gibi son derece ‘genel’ ol­duğu, dolayısıyla ancak belli bir soyutlama düzeyinde anlam kazandıkları ortadadır.
Örneğin, Rüssel L. Ackoff dizgeyi, basitçe, “aralarında kar­şılıklı ilişkiler olan öğeler kümesi” diye tanımlıyor: 1950’lerden başlayarak yaygınlık kazanan genel dizgeler kuramı da, bütün­leştirici bir soyutlama çabası içinde; farklı alanlardaki, farklı boyutlardaki dizgelerin ortak özelliklerini bulmayı, fizikte ol­sun, kimyada, biyolojide, toplumsal ölçekte olsun, dizgelerin benzer ‘davranışlarından yola çıkmayı amaçlıyordu... O kadar ki, hani Adamo’nun bir şarkısı vardı;
her yerde kar var / kalbim senin bu gece
genel dizgeler kuramının öncülerinden Ludwig von Bertalanffy de kendi güftesiyle aynı melodiyi tutturmuş, Sh: 66-76
Kaynak: Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler, İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul

Böyle diller yoktur. Bir dilin, başka dillere göre yetersiz, güdük ya da ilkel olduğu, 500 bin sözcük içeren günümüz İngilizce­sinin, 40 bin sözcüğe sahip Türkçeden daha zengin, daha ileri sayılması gerektiği söylenemez.
Söyleyenler çıkarsa, bu kişiler Talat Sait Halman gibi çeviri ile yatıp, şiirle kalkıyor bile olsalar, çok fazla ciddiye almamak gerekir:
-  Üç topla oynandığı için bilardo, tek topla oynanan pin­pondan daha “zengin”, daha “ileri”, daha “olanaklı” bir oyun mu sayılmalı?! [ Füsun Akatlı, Yaz Başına Neler Gelir, (Ada Yayınları. 1980) s. 80]
Amerikan bilardosunun, dünyanın en karmaşık ‘top oyun­larından’ biri sayılıp sayılmayacağı bir yana; burada yegâne ciddi durum, anadilini küçümseyen, yabancı kültürlere, yabancı ik­limlere hayranlık ve gıpta karışımı duygularla bağlanarak kendi kültüründen hafif tertip irkilen okumuş yazmışlarımızın azımsanamayacak sayıda oluşudur.
Sorun, sadece aydınlarımızın aymazlığından ibaret değil. Biz ki Tanzimat’tan bugüne, geçmişimizle bütün bağlarımızı ko­parma pahasına, bir o kültürün bir bu kültürün, bir o Frenkçenin, bir şu Frenkçenin yörüngesine girerek değişmeye çaba­lamış bir toplumuz...
Tüm bu çabalar, olsa olsa yaşaya-geldigimiz kimlik bunalımına karşı acil ve kolay çözümler. Doğulu değiliz artık, Batılı da olamadık bir türlü! Peki neyiz o zaman?
İn miyiz, cin miyiz? Biz kimiz?
Kültürel kimlik sorununu iki paragrafta çözmek gibi bir id­diam yok Allah’a şükür. Bütün diyeceğim, köklü bir kültür mi­rasını ve dilimizi küçümsemenin veya reddetmenin, kim’ligimizi bulmamızda beş kuruşluk bir yarar sağlamayacağı.
Dilleri hizaya sokup boy sırasına dizmek olanaksız. Hiç biri öteki gibi değil, ama her biri öteki kadar; ne daha geri, ne daha ileri... Yüzyılların süzgecinden geçen her dil, onu kullanan in­sanların, koca bir kültürün gereksinimlerini karşılayacak güce ve gizilgüce sahiptir. Bu açıdan, her dilin eksiksiz birer iletişim dizgesi olduğu söylenebilir, ya da her birinin benzer eksikgedikler içerdiği...
Eskimoların çeşitli durumlarda ve biçimlerde yağan karı be­timlemek için sürüyle sözcük kullanması, Arapçada kılıç denen nesnenin türlerini ve biçimlerini tanımlamak için başka hiçbir dilde rastlanmayan sayıda sözcük bulunması, ilkellerin, bizim aralarında hiçbir ayrım gözetmediğimiz yüzlerce bitki türünü birbirinden ayırıp, ayrı isimlerle sınıflamaları... Bunların hiçbiri, sözü geçen dillerden birinin ötekilere üstünlüğü için bir kanıt olamaz; sözcükler dili konuşanların gereksinimlerine göre şekil alır, dilin yapısı onların yaşantılarıyla, yaşam tarzlarıyla bü­tünleşir.
Dil, yaşayan bir şeydir: Yeni bir yaşam tarzı, yeni değerler ya da yeni teknoloji... eski söyleyiş biçimleriyle, eski kavramlarla dillendirilemiyorsa, bunun çözümü yine dilin sonsuz üretken­liği içinden çıkacaktır.
İngilizce ya da Fransızca dile getirilebilen bir ‘durum’ Türkçeye çevrildiğinde daha dolaylı, daha güç betimleniyor olabilir. Bu, Türkçenin değil, çevirinin sorunudur. Türkçe yaşanan bir durumu, bir insanlık halini... İngilizceye çevirmeye kalkışsak, yine benzer sorunlarla karşılaşacaktık.
“Çeviri kadın gibidir” derler, “güzel olursa sadık, sadık olursa güzel olmaz.” Oysa güzellik çirkinlik bir yana, sadakat sadece bir namusluluk kuruntusundan ibaret olsa gerek: Çeviri için de, kadın için de. Biz, pek “erkek” erkekler sadık kadınlar tarafın­dan aldatılırız en çok. Aldanmamanın biricik yolu, bu tür bir sadakatin olanaksızlığını, boşunalığını kabullenmek. Yoksa çeviri, “deniz gibi” filan değildir.
Çeviriyle burada fazlaca haşır neşir oluyorsak, bir sebebi var. Çevirmenlerin o pek ünlü “hainlikleri”, yabancı bir dilde ye­şermiş bir şiirin, öykünün... herhangi bir metnin çevrilmesi sırasında hoş karşılanır ama, çevirmenlik edebiyatın ya da ‘çeviri’nin sınırları dışına taştığında, hastane koridorlarından gündelik hayata taşan doktorluk kadar can sıkıcı, onun kadar tatsız tuzsuz olabilir.
Kötü çeviri yapanlar, örneğin TRT Türkçesinin yaratıcıları bu gündelik çevirmenliği yaygınlaştırıp körüklüyorlar, yerleş­tiriyorlar. İngilizce henüz ikinci resmi dil olarak ilan edilmedi Türkiye’de, ne gam, şimdilik gavurca deyimleri, deyişleri Türkçe telaffuz etmekle, Türkçeye çevirmekle, daha doğrusu yamamakla yetiniyoruz. Tabii, kadın deniz gibiyse, bu çeviriler de beti bereketi kaçmış bir Marmara olmaktan öteye gidemiyor pek. Özellikle bir yabancı dili hatmetmiş olanlarımız, bu ya­bancı dilde kurdukları cümleleri bir de Türkçe telaffuz etmek­sizin duramıyorlar. Yiğidi öldürelim hakkını yemeyelim, ortaya çıkan sonuçlardan onlar da en az benim kadar, sizin kadar ra­hatsızlar: Türkçe kafi gelmiyor!
What’s the matter with Turkish? Belki, şu: Türkçe düşün­medikçe, sözcüklerle Türkçe fingirdemedikçe çeviri kokan deyişlerden, düşüncelerden hayır gelmeyecektir. Çünkü Türkçe düşünmek diye bir şey var!
Türkçenin kendine özgü bir mantığı, bu mantığı kuran ve sürekliliğini sağlayan sağlam bir yapısı var, her dil gibi. “Sarayda başka, kulübede başka" düşünüldüğü gibi, Türkçede başka türlü düşünülür, İngilizcede başka.
Bu dillerden birisi saraysa ötekine kulübe denemeyeceği için, Feuerbach’sal teşbihlerden değil, başka yollardan iz sürmeye çalışalım. Düşünmek dediğimizin bir tür iç konuşmadan ibaret olduğunu iç-konuşursak, bu iç konuşmanın hangi sözdizimsel yapı içinde kurulduğu, hangi sözcüklerin hangi kavramları çağrıştırdığı, kısacası düşüncenin içinde yol aldığı dilin yansıt­tığı kültürel iklim, çoğu zaman düşünme üzerinde belirleyici­dir. Elbette, tuzlu balığı mideye indirdikten sonra “Bana bir bardak su ver” cümlesini, hangi dilde olursa olsun, benzer şe­kilde kurarım. Ama her dilde bana
Zıkkım iç!
karşılığını vermezler. Meâlen aynı karşılığı alsam da, bu karşılık bana zakkum ile kanser tedavisini çağrıştırmayacaktır.
Ayrıca unutmayalım, insanlar birbirlerine, bir bardak su is­temekten çok daha yoğun ve karmaşık iletiler de yollayıp durmaktalar.
Bu karmaşık iletilerin, başka bir dilden ödünç alman ve gündelik yaşama pratiğinde karşılığı bulunmayan yapılar ara­cılığıyla gönderilmesi, iletişimi güçleştirmekten başka ne işe yarayabilir? Anadilinizi işletmiyor, iğreti ve çeviri kalıplarla yetiniyor., sonra da bu kalıpların Türkçede “iyi ses vermediğin­den” dem vuruyorsunuz. Peki, “to take decision”ın “karar al­mak” diye çevrileceğine kimler karar veriyor? Elden düşme araba almak yerine niye ikinci el otomobil marketi’ne gidiliyor? İngilizcedeki, Fransızcadaki... gibi dilbilgisi kuralları Türkçede yok da ondan mı ‘yaşanılası güzellikler' yaşanmaya çalışılıyor? Bir dildeki her sözcüğün başka bir dilde bire bir karşılığı olması gerektiği fikrine niçin‘sıcak bakıyoruz’?
Bu tutumun failleri ve kaynaklan hakkında ‘hassas duyumlar’ almış olmadığımdan, yukarıdaki sorulara ‘beğeninizi kazanacak’ karşılıklar yetiştiremeyeceğim. Böylesi kabullenmeler dile dökülmeksizin dilsel alışkanlıklarımıza, tutumumuza içkin oldu­ğundan, buncasına yaygın zaten... İster Osmanlıcadan, isterse öz Türkçeden kuvvet alalım, bizler, gelmiş geçmiş ‘gündelik çevirmenlerin’ en iyileri, “bütün zamanların" en büyük dil kargaşasını yaratmakta birbirimizle yarışıyoruz.
Türkçe düşünmenin İngilizce ya da Fransızca düşünmekten ne denli farklı olabildiğini, anadilinden başka bir dilde eğitim görmeye mecbur bırakılan herkes az çok yaşamıştır.
Örneğin ODTÜ’de, ben diyeyim İngilizce siz deyin Tarzanca yapılan dersleri şöyle bir görmek bile yeterli: Dersleri İngilizce dinliyor, anlatılanları kafanızda az çok Türkçeye çeviriyorsunuz, ince ayrımlar ancak Türkçe verilebildiği için, sık sık ‘Türkçeye ben­zer’ bir dile geçiliyor; böylelikle ne İngilizceye, ne Türkçeye hakim olabiliyorsunuz, ne de anlatılan konuya... Bir sınıfta toplanan yirmi-otuz kişinin, ana dilleri yerine, o kadar iyi bil­medikleri (bazılarının kırık-dökük sökebildikleri) bir dili kul­lanarak tartışmaya, konuşmaya çalışmaları, bana çok çok astarı yüzünden pahalı bir beyin jimnastiği gibi görünüyor.
Böyle bir eğitimin süzgecinden geçenler, daha önceden kendi kulaklarımla işittiğim
-  Ama Türkçe o kadar flexible değil... gerekçesine dayanarak itiraz edebilirler. Bu discussion daha başka düzeylerde sürmesin diye, onları -ikna edemeyeceğimize göre ignore edeceğiz biz. Türkçeyi yeterince işletmeden, ola­naklarını kullanmadan, zorlamadan, onun eksikliğinden, ye­tersizliğinden yakınmak ‘birazcık’ anlamsız olmuyor mu?
Bir düşünceyi anadilinde dile getirmek, onu kendi malı yap­maktır. Camus, “benim yurdum Fransızca” dermiş. Okuduğu­nu, gördüğünü Türkçenin tadına vararak söyleyememek, yersiz-yurtsuz, göçebe bir düşünce ikliminde yaşamak değil mi? ‘Düşünce üretimi’ yapanlar, kullandıkları dili neden yeniden üretemesinler? Sh: 93-97
Kaynak: Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler, İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul

Şu günlerde İngilizcenin bir yarı-resmi dil statüsü kazanmasına paralel olarak, yabancı dille eğitim yapan okulların sayısı hızla artıyor: Sınıfta Türkçe konuşulmaması eğitimin kalitesini art­tıran bir unsur olarak görülüyor sanki. Anadolu liselerinde de, üniversitelerde de.
Yine de, yabancı dilde eğitime karşı olanlar çok. Sık sık alev­leniyor tartışma: Beyin göçünü hızlandırması, eğitimini bitiren öğrencinin anadiline ve yurduna uzak kalışı, yabancı dilde eği­timin pahalılığı, ancak sömürgelerde görülen bir şey oluşu, kültürel bağımlılık yarattığı, anayasaya aykırılığı ve Türkiye’nin gerçeklerine uygun olmayışı...
Yabancı dilde eğitimin bu tür sakıncaları üzerine arada bir hararetlenen tartışmaları bir kenara bırakalım şimdi; kendimizi daha az söz konusu edilen şu soruyla sınırlayalım: Yabancı dilde eğitim yapılabiliyor mu Türkiye’de? Ya da, yapılabilir mi?
Sadece İngilizce ya da Fransızca eğitim veren üniversite ve liselerimizdeki eğitim ortamının doğuracağı sonuçlar üzerine odaklanmak; bu kurumlarda yeterince iyi bir eğitim verilip ve­rilemediği sorusunu geri plana itiyor.
Tabii, bu okullar “Türkiye’nin en iyileri” oldukları için, böyle bir soru kimsenin aklına gelmeyebilir. Oysa ODTÜ, Bilkent ve Boğaziçi gibi üniversitelerin, genellikle Türkçe eğitim yapan benzerlerine oranla ‘daha iyi olmaları’ değil sorun: Türkiye gibi, eğitimin her düzeyde perişan bir görünüm sergilediği bir ülke­de, ‘en iyi’ olmak çok fazla bir anlam ifade etmeyebilir... Öte yandan, Fransızca ya da İngilizce eğitim, iyi olmanın ön koşulu olarak da görülebiliyor: İngilizce bilmeden üniversite mezunu olmak bir eksikliktir, yabancı dil bilmeksizin yapılan eğitim, bilimsel yayınların ve tüm öteki kaynakların salt Türkiye ve Türkçe ile sınırlı kalmasına yol açar vs vs... Eğitim İngilizce olduğunda, hem öğrenciler bir yabancı dili öğrenmek zorunda kalacaklar, hem de kaynak açısından bütün dünyaya açılarak, bir kitabın ille de Türkçeye çevrilmesini beklemeyecekler...
Güzel. Ama bu mantık gerçek hayatta böyle işlemiyor: Ya­bancı dil öğretiminin bütün bir eğitim sürecine yayılması, bir dilin öğretilmesi uğruna pek çok şeyin feda edilmesini anlamına gelebiliyor. Bir yabancı dili ne kadar iyi konuşursanız konuşun, anadiliniz kadar işletemiyor, o dilde düşünemiyorsunuz ki! Hele o dili bir yıllık hazırlık sınıfında, hasbelkader öğrenmişseniz!
Öyleyse bunca zorlamanın, iki lafı bir araya getirmekte bunca sıkıntıya katlanmanın anlamı ne?
Sınıftaki iletişim yollarını bu kadar kocaman bir engelle tıkamanın ne alemi var?
Gerçi her engel eninde sonunda aşılır; sınıftakilerin hemen hepsinin anadili ortak olduğundan, konuşmalar eninde sonunda Türk­çeye çalar: Öyle diyaloglar ki, hem Türkçeden çalar, hem İngi­lizceden.
Structuralistler mass communication processini nasıl conceptualize ediyorlar?
Öyle değil. Şöyle okuyacaksınız:
Strakçıralistler mes komünikeyşın prosesini nasıl konsepçüelayz ediyorlar?
İşte. Diyelim, hararetli bir tartışma sırasında derdinizi İngi­lizce anlatamadınız ve Türkçeye başvurmak zorunda kaldınız. Daha doğrusu, Türkçeye değil de, garip bir dil alaşımına... Bu alaşım, kişinin az buçuk bildiği yabancı dili geliştirmesine nasıl yardımcı olabilir?
Onu bırakalım, öğrenilmesi hiç gerekmiyormuş gibi görülen Türkçesini ilerletmesine nasıl yarayabilir? Bugün ortalık, yedi kelimeden uzun cümle kurmasını becere­meyen üniversite mezunlarıyla doluysa, bunun tek sorumlusu ya da sebebi İngilizce eğitim filan değil tabii; yine de, en azından bir 'suça iştirak’ söz konusu...
Bir eğitim kurumunda topluca bir şey üretilecekse, bir şeyler öğrenilecekse; orada bulunanlar arasında ortak bir dil kurul­ması gerekliliği gayet açık değil mi?
Eğitim, her şeyden önce, karşılıklı etkileşim ve iletişim ortamının kurulması demektir.
Bu nedenle, televizyon başında ‘açık öğretim’ olanaksızdır, ve yine bu nedenle İngilizce eğitim gereksiz bir köstektir...
Bu satırlardaki sınırlar çerçevesinde, yukarıdakilere en makul cevap şu olabilir: Yabancı dilde eğitim, bir motivasyon aracıdır; öğrenciyi başka bir dili öğrenmeye, yabancı kaynaklara yönel­meye iter. Kabul: Ama, ikinci dil engelini kolay kolay aşamayan ve öğrenmek zorunda olduklarını gündelik diliyle kolay kolay bağdaştıramayanlar için de geçerli mi bu?
 İngilizceyi öğretme­nin, öğretim dilini İngilizce yapmaktan başka yolu yok mu? ‘Evrensel’ ya da uluslararası kaynaklara ve yayınlara yönelişi, ‘uluslararası’ bir dili zorunlu kılmaksızın sağlamak mümkün olmayabilir mi?
İstenen eğitimin ancak bu tür zorlamalarla gerçekleştirilebileceğini varsaymak, sağlıklı bir eğitim ortamı­nın olanaklarım daha baştan reddetmek değil midir?
Zaten, yabancı dilde eğitimden beklenen yararlar bunlar ise, astarı yüzünden bayağı pahalı bir işin içindeyiz demektir. Çünkü hemen hemen hiç konuşulmasa da, herkes az çok far­kında: İngilizce eğitim veren üniversitelerimiz ulaşabilecekleri potansiyel başarı düzeyinin altındalar; atıl kapasiteyle çalışı­yorlar.
Sakıncaları, yararları-zararları bir yana: Yabancı dilde eğitim yürümüyor. Sh: 97-100
Kaynak: Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler, İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul

Üreticilik, dilin en önemli yanı. Kavramlar nerdeyse kendi kendilerine (yani gündelik kullanım içinde) ürerler kimi za­man. Kimi zaman da binlerinin, “bu nasıl dile getirilebilir” diye kafa yorması, dilin yapısına göre yeni sözcükler, akla ve dile yakın (ikisi aynı şey olmayabilir!) yeni deyişler üretmesi gere­kir.
Kimileri buna uydurmak deyiveriyorlar. Uydurmacılığa karşı, naftalin kokan bir “yaşayan Türkçe”yi savunan bu kişiler, uy­durmanın vuku bulmadığı bir dilin yaşamasının da mümkün olmayacağından bihaber olmalılar. Dilin kendisi, -uyduruk değil ama uydurma: Dilin değişen dünyaya uydurulması ya da ken­dini uydurması; yeni yolların açılması ve yeni kalıpların uydu­rulmasıyla mümkün ancak.
Üretmek, ya da uydurmaktan söz ediyoruz; çevirmekten değil. İngilizcedeki 500 bine yakın sözcüğün her birinin Türkçe karşılığını ‘üretmeye’ kalkışmak akıllara ziyan bir iş olduğu gibi, gereksizdir de:
-  Her dilde, söylem ile sözdizimi, sözcük dağarcığının boşluklarım doldurmak konusunda vazgeçilmez ola­naklar sağlar. [Claude Lévi-Strauss, Yaban Düşünce (Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984),çev. Tahsin Yücel, s. 23.]
Bir dil, içindeki sözcüklerin toplamından ibaret değildir ki. Türkçe sözlük, Türkçeyi tek başına yansıtmaktan fersah fersah uzaktır!
Sözcükler, terimler, deyimler, deyişler devasa bir anlam ağı oluşturuyorsa dilde, uydurulan/üretilen her yeni yapı ya da ya­pıtaşı bu örüntüye yeni bağlar, yeni ilişkiler katacak, eski bağ­ların bazılarını da geri plana itecektir. Genel yapıya, anlam örüntüsüne çağrışımları, ya da sesiyle aykırı düşeni ‘üretimler’ ise kısa sürede ıskartaya ayrılıp, kullanılmaz olacaktır...
Öyleyse sürgit bir değişimle karşı karşıyayız. Bu değişim, koca bir toplumun, üzerinde uylaşıma vardığı dilsel alışkan­lıkları bozmayacak, iletişimin gürültüsünü artırmayacak bir ritmde ve dozda olmalı. Bir doz fazlasını dil artık sindiremeye­cek, safraları dışarı atmanın bir yolunu da bulacaktır.
Kimi zaman, sözcüğün ya da deyişin yanlışı, hatalısı dille bütünleşir de, doğrusu safra olarak kullanımdan kalkabilir. Nasıl ki doğal seçilim her zaman en iyinin, en güçlünün yararına işlemiyor... Doğrusu şudur, şu şöyle söylenmelidir diye fetva verecek olan dilciler, bilirkişiler ve bilir-kurumlar her zaman olacaksa da (olmasında sayısız yarar var), dilin ‘hal ve gidişini’ hiçbir kurumun tek başına belirleyemeyeceğini bilmek gerektir: Konuşanlar, daha da önemlisi okuyanlar, yazanlardır dili ya­panlar.
Bu nedenle Türkçeyi, son yıllarda gittikçe groteskleşen [gülünç, garip ] bir özensizlik ve yanlışlıklar komedisine sahne yapan etmenlerin arasında, basın-yayın organlarının akıllara durgunluk veren boşvermişliklerini, buram buram çeviri kokan üsluplarını da saymak gerekiyor. Gazetelerden haber dergilerine, oradan edebiyat dergilerine taşan ve genellikle Time, Newsweek gibi yabancı yayınlardan araklanıp “habercilik dili” olarak adlandı­rılan standart deyişler, belki yayıncıların işini kolaylaştırıyordur, belki hızlarını da artırıyordur. Ne var ki kolaylık, özenin, duyarlığın karşıtı bir tutum çoğu zaman.
Türkçeye gösterilen duyarlık, “dil devrimi” uğrunaysa, biricik amaç “an dile ulaşmak” ise, sarfedilen bütün çabanın politik olduğu, dil düzleminden dışarıya taştığı söylenebilir. Arı dil diye bir şey mümkün olabilir mi?
Mümkünse, arzulanır bir şey midir bu?
Anlaşılan, dil bilinci kolaylıkla şovenliğe dönüşebiliyor, dö­nüşünce de toplumu bir ortak tabanda birleştirmesi gereken dil, ikiye...üçe ayırmaya başlıyor.
Oysa sözcükler için tek tek güvenlik soruşturması yaparak bozuk sicillileri bir kenara atmaktan, her saniye çevirmenlik yapmaya kalkışmaktan mı ibaret olmalıdır dil duyarlığı?
Korkarım, çeviri sözcüğünü bu kötü anlamıyla kullanışım, çevirmenleri, hani şu Dostoyevski’yi, Joyce’u, Rostand’ı, Simenon’u... binbir emekle bize armağan edenleri gocunduracak. Gocundurmasa bile, çevirmenler ile “gündelik çevirmenler” ya da çeviriciler arasına daha kesin bir ayrım koymalı, karışıklığı önlemek için.
İşte hiç üşenmeden, ele güne karşı yeni bir terim uyduruyo­rum: Tuğlacılar.
Orhan Veli, 1.3.1950 tarihli Yaprak'ta şöyle diyor: “...dil işi, kelimeyi kelimeyle, eki ekle karşılama işi değildir... Halk dili­nin, konuşma dilinin türlü cilveleri dururken o manâsı kalma­mış beylik kalıplara karşılık aramak, dili zenginleştirmez; olsa olsa fakirleştirir.”
Kırk küsur yıl önce söylenen bu sözleri yinelemeye bugün de gerek varsa, Doğrucu Davut’lugun önemine bir kez daha dikkat çekmek düşüyor bize, imkân yerine olanak, muhtemel yerine olası sözcüğünü kullanarak, yeni sözcükleri eski deyiş biçim­lerine yamayan tuğlacılar, T.C. tarihi boyunca dili, içinde söz­cüklerin kıyasıya çarpıştığı bir savaş alanı olarak görmediler mi?
Bir bina, onu ayakta tutan tuğlalardan fazla, onlardan başka bir şeydir; bir dil de, onu oluşturan sözcüklerden.
Sözcükler olsa olsa, dil denen görkemli yapının yapıtaşları, tuğlalarıdır. Bu renk renk, biçim biçim tuğlalardan örülüdür duvarlar. Üstelik bu yaşayan binanın her tuğlasından ötekilere, irili ufaklı damarlar uzanıyor... Ama siz sadece tuğlaların türleri, renkleri ve biçimleriyle ilgilenerek tasarım yapan bir mimar gördünüz mü?
Görmediniz. Çünkü böylelerine mimar değil, tuğlacı denir. Bizim tuğlacılarımız gibi: Bu sözcük iyi, öteki atılsın. Bu Türkçe, bu bilmem-nece’den gelme. Ya da tersi: Bu sözcük uyduruk, kullanılmasın, beriki bize eskiden miras, yerinde dursun... Şunu değiştirelim, zülfü yâre dokunur, hazımsızlık yapmasın diye devrim tarihi yerine inkılap tarihi okunur...
Kendi hesabıma, ben perhizden yana değilim, canımın çektiği sözcüğü kullanıyorum. Kafama denk düşeni. Mesele şu ki, me­sele ile sorun aynı değildir, hiçbir sözcük, bana eşanlamlısının yarattığı etkiyi tam olarak veremez. Her birinin kendine özgü bir sesi, başka bir geçmişi, başka çağrışımları var çünkü. Eski­den, dil konusunda tutarlı olabilmek için, az düşünmezdim kullanacağım sözcükleri; kafamda hızlıca çeviriler yapardım. Ama dil tutarlığı denen o erişilmez şey için çoğu zaman verilen tavizlerin dondurmacılıktan ibaret olduğuna kanaat getirince, vazgeçtim. Genel-geçer bir yasaya göre kendimi hizaya sokmu­yorum yazarken, bu da savrukluğum için iyi bir mazeret yerine geçiyor... “İşletim dizgeleri” dersini hiç becerememiş eski bir bilgisayar mühendisliği öğrencisi olarak, (ilk aklıma düşen sözcüğün ‘Computer’ değil de ‘bilgisayar’ olması gibi) dizge sözcüğünü hiç zorlamasız, çevirisiz kullanıyorum. [Bilgisayar terminolojisi oluşturmak, bu alanın hızlı gelişiminden dolayı çok problemli oldığu halde, Türkiye'de öteki alanlara kıyasla çok uzun bir yol katedildiği söylenebilir. Türkçede ‘bilişim dili'ni oluşturmak için titiz ve yoğun çabalar harcayan Türkiye Bilişim Derneği'nin, özellikle de hocam Aydın Köksal’ın son derece önemli katkılarını anmak; bu konuda bir şeyler yazan herkes gibi, benim de boynumun borcu.] Gelgelelim, “güneş sistemi” güneş sistemidir, dünyada ‘güneş dizgesi’ di­yemeyeceğim. Dersem, kafamdaki sistem sözcüğünün çevirisi olacak... Allah aşkına, neresi tutarlıktır bunun?
Bu, benim seçimim. Ama herkesin, kullandığı, diline dola­dığı, kendine sakladığı kelimelerle deyişler yok mudur? Söz­lükler ve dilbilim kitapları bir yana; sonuçta neyi nasıl söyleye­ceği herkesin kendi seçimi değil midir?
Tabii, hepimiz bir yere kadar keyfi seçebiliriz sözcüklerimizi. Dilbilgisi kurallarının ve dilin yapısının sunduğu özgürlük, tek kişilik dil oluşturma, noktalama işaretlerini dilediği gibi değiş­tirme, yeni kurallar icat etme... hakkını vermez kimseye.
Galiba artık sözcüklerle savaşmaktan vazgeçmemiz, bir söz­cüğü bir başkasıyla tamamen karşılamaya çabalamayı bırak­mamız gerekiyor. Sözcüklere küserek, yasaklayarak, unutmaya çalışarak değil; yeni sözcükler, yeni söyleyiş biçimleri, yeni kavramlar üreterek, ve bu önerileri zamanın, dili konuşanların yargısına bırakarak dili dillendirebiliriz.
Şovenlikten uzak bir dil bilinci, ‘doğulu yurttaşlarımızı’ güzel Türkçemiz den gayrı bir dili konuşmamaya zorlamanın insanlık dişiliğim görmeye de yarayabilir. (Görmek, tek başına bir işe mi yarar, diyeceksiniz, isterseniz, ilkin görmek sözcüğü üze­rinde dil birliğine varalım: Bu tür bir şeyi görmek, şu ya da bu şekilde gördüğünü başkalarının da görmesini sağlamaktır. Yoksa, “görmezden gelmek”ten ne farkı kalırdı?)
Birçoğu hiç mi hiç farkında değilse de, tuglacılarınki politik bir eylemdir, ister ‘arı dil’in en şiddetli savunucularını gözünüzün önüne getirin, ister ‘uydurmacılığa karşı’ savaşanları. Ata­türk’ün dil devrimi -dilde devrim olamayacağına göre-bir im­paratorluğun yıkıntıları üzerinde kurulan Cumhuriyetin, Os­manlılıkla kendi arasına bir kesinti koyma çabasıdır -beğenir ya da beğenmezsiniz, ama şurası açık ki, örneğine az rastlanır ölçüde başarılı bir çaba!
Aynı tutumu bugün, aynı şekilde sürdürmenin bir anlamı var mı? Türkçenin yeni kavramlar, yeni sözcükler kazanması başka bir sorun, eski (gibi görünen) sözcüklere yasak koymak başka. Henüz yetmiş-yüz yıl önce dedelerimiz tarafından yazılmış metinleri okuyamamak, sizin de ağırınıza gitmiyor mu?
Bugün yazılıp çizenleri elli yıl sonra torunlarımızın okuyamaması, ya da ancak ‘sadeleştirilmiş’ baskısını anlayabilmeleri güzel Türkçemizin yararına mı olur, zararına mı?
Kesintisiz devam edip giden bir sözcük ayıklama, tuğla de­ğiştirme eylemi, dilin yapısına sinen anlam bağıntılarını ve çağrışım kanallarını zedeleyerek, anlatım kısırlığına yol açtı, açacaktır da.
Sözcükler konusunda liberal olmalıyız: Bıraksınlar yenilerini uyduralım, bırakalım eskilerini kullansınlar. Dil kendi yolunu bulur.
Dil, kendi yolunu bulur. Bize düşen, yazıp çizer, konuşur ve okurken, özenli olmak, ince eleyip sık dokumaktır. Tabii, ni­yetimiz anlaşmak, anlaşılmaksa! Sözcükler konusunda sonuna dek tutarlı olmak, beyhude olduğu kadar, çokluk; özenin, dil duyarlığının ve damak tadının da karşı kıyısına düşen bir ça­badır.
Sözcüklere yasak konmamalıdır. Sh: 101-105

Sözcükler yasaklanmalıdır, hepsi değil, bir kısmı, zararsız olanlar dursun, her an patlamaya hazır bir silah gibi, başıbozuk düşüncelere can verecek bir ilah gibi ortada dolananlar var ya, çağrışımları, göndermeleriyle küçük yangınları körükleyecek, büyük patlamaları fitilleyecek olanlar, bunların hepsini işte, teker teker yasaklamalı, unutturmalı, hiç olmazsa dillere pele­senk edip içlerini boşaltmalı, artık devir değişiyor, sanki eskiden hiç değişmemiş gibi, iktidarlar akıllarını başlarına alıyorlar, en ‘gelişmekte olan’ hükümetler bile gidişatı kavramaya başladı artık, bundan böyle dergileri toplatma, meydanlarda kitap yakma, düşünceleri tutuklama gibi ilkellikler geride kalacak, gene yedekte dursun ama kitap yakmak da iş değil hani, binbir emek, vakit kaybı, masraf, üstelik derdi-baş ağrısı caba, en iyisi fesadı kaynağında kurutmak, özgürlük sözcüğü yok edilebilirse çok değil iki kuşak içinde özgürlük ateşi sönmeye yüz tutar, sönmese de, özgürlüğü adlandıramayanlar nasıl sahip olabilirler ki ona, zaten özgürlük nedir, ismi var cismi yok bir kavram ni­hayetinde, ismini de yok etmek en iyisi, ismini yok etmeye de lüzum yok esasında, dolmalık biber gibidir sözcükler, her birine kendi istediğiniz anlamlan yapıştırabiliyorsanız ne âlâ, bundan iyisi Şam’da kayısı, düelloyu kendi silahlarınızla yapmak, kav­ramları suçlayıp lekelemek, dile egemen olmak, kendi yaptığınız zarlarla barbut atmaktır en iyisi, tabii zorluklar çıkar, yavaş yürür iş, ama dili ehlileştirmek, tarihten bugüne eşek yüküyle anlam ve çağrışım taşıyan sözcükleri kim vurduya getirmek bellekleri silmektir, bellekleri boşaltan eylemi yok eder, konuşuldukça büyür düşünceler, yazıldıkça, hele konuşulamaz, ya­zılamaz hale gelsinler, ya da hep konuşuldukları, hep yazıldık­ları halde eylemle bağları bir kopsun tamamen, sözcüklerden, kavramlardan sonra sıra soru işaretlerine, takılara, konuşma çizgilerine de gelir, eylemler unutturularak, sözcüklerinden soyularak, dile getirilebilmesi engellenerek, dile getirildiğinde yumuşatılarak alt edilir, sadece bir malzeme sorunu; güneş de balçıkla sıvanır-
Sözcükler yasaklanmalıdır, iktidar olmaya sıvanan, önce kendi dilini empoze edebilmelidir herkese, dile egemen olmalı top­luma hâkim olmak isteyen.
Zamyatin’in Bibinde, bireyleri sonuna kadar denetim altında tutmak isteyen Tek Devlet, kişinin düş gücünü tamamen ortadan kaldıracak bir ameliyatı gerçekleştirmenin peşindedir. Binden esinlenen Orwell ise, ameliyatı tıbbî niteliğinden soyundurur ve bütün bir toplum üzerine uygulanabilecek şekilde geliştirir: Yenikonuş. 1984'ün dünyasında konuşulan dil, en ağır-suç olan düşünceyi en aza indirecek bir yoksulluktadır. Toplumun tü­münü cendere içinde tutan baskı, kendini telaffuz edilemeyen cümlelerde gösterir ilkin.
Yenikonuş (newspeak), Onvell’in uyarısını keskinleştirir ve 1984’ün umutsuz dünyasına şaşılacak ölçüde net bir gerçeklik duyusu verir. Çünkü yenikonuş ilkeleri, düş gücü hastalığını tedavi edecek ameliyatlardan çok daha sistemli, daha akla yakın ve daha güncel... Birilerinin, düş gücünü yok edecek operas­yonu gerçekleştirebilmek için çalışıp çalışmadığını bilmiyorum, ama şu anda Dünya'nın pek çok yerinde en az beş-on ‘denetleme kurulu’ şarkı sözlerini, kitapları, dergileri, gazete yazılarını in­celiyor, sakıncalı olanları ayıklıyordun
Aynı şey değil, diye itiraz edebilirsiniz, sansür ile yenikonuş karşılaştırılamaz bile. Haklısınız. Ama müsaadenizle karşılaştırılamasınlar; biri ‘gerçek’ dediğimiz, içinde yaşadığımız dün­yada vuku buluyor, ötekiyse bir anti-ütopya içinde, bir bilim­kurgu yapıtında boy gösteriyor!
Üstelik, sözcüklere yasak koymak, düşünceleri sansürlemek, 1984’ün ve –halâ günümüz Türkiye’sinin derdi olabilirse de, kendi dilini empoze etmek konusunda çok daha ince ve çok daha derine işleyen yöntemler geliştiren çağdaş iktidar için, epeydir modası geçmiş bir yol; ve bu nedenle -sansür mansür bir yana günümüzün 1984’ü ne kadar andırdığı ayrıca tartışılabilir: Orvell’in kahramanları, karşı koyamasalar da, bir cen­dere içinde olduklarının farkındaydılar.
Bizlerse, ‘özgürüz’...
Bunları söylerken, beynin düş gücü merkezini çekip alacak “Büyük Ameliyat” ile Yenikonuş’tan hangisinin gerçeğe daha uygun olduğunu, hangi kehanetin doğru çıktığını tartmaya ça­lışmıyorum. Bu türden bir karşılaştırmaya kalkışmak, olsa olsa söz konusu romanlan birer tezden ibaret görmenin belirtisidir. 1984’ü Biz’in kötü bir taklidi olarak gören Bülent Somay’ın da, Biz'e yazdığı önsözde -Orvell’e değilse bile 1984'e haksızlık ettiğini düşünüyorum. [Yevgeni Zamyatin, Biz, çeviren Füsun Tülek, Ayrıntı Yayınları, 1988] 1984'te kurtuluşu gerçekleştirecek bir güç ille de tanımlanmak zorunda mıydı?
Orwell’in yenikonuş’u, 1984’ün en dikkate değer öğelerinden biri bence. Sanat yapıtlarının birer kehanetten ibaret görülme­sini, toplumsal kuramlar gibi değerlendirilerek eleştirilmesini midem kaldırmaz; ama kabul etmek gerekir ki, iş toplumsal dönüşümlerin nereye yürüdüğünü çakozlamaya geldiğinde, sanat her zaman insan bilimlerinin bir adım önünde yürüyor...
Nasıl, her dönem bilim dallarından birisi alıp başını önden gidiyor, öteki bilimlere kılavuzluk ediyorsa, sanatta da daima bazı ifade biçimleri yeni arayışlara daha açık bir konuma geli­veriyor. Bu konum değiştirmeler sırasında pek çok kişi, “ro­manın öldüğü”, “artık “deneme yazılamayacagı” gibi garip baş­sağlığı mesajları yaymıyor değil.
Sinema, televizyon, video, rengârenk resimlerle dolu dergiler ve belki şu sıralar geliştirilmekte olan kim bilir hangi yeni tek­nikler; çoğumuzu ardarda dizilmiş harflerin dünyasından çekip alabiliyor, görsel-işitsel bir bir ortama müptela ediyor... Bu du­rum da, aceleci başsağlığı mesajlarının baş destekçisi.
Ama Tek Devlet, düş gücü hastalığını tedavi edecek ameliyatı başaramadıkça, insanlar düş kurmaya -bayıla bayıla-devam ettikçe, edebiyatın soluğu tükenmeyecek; ara sıra atardamarla­rından biri tıkanmaya yüz tutacaksa da, onun yerini alan daha

diri bir damar keşfedildiği için olacak bu. Dilin üretkenliği sonsuzsa, okuma ve yazmanın kaynağı hiçbir zaman tükenme­yecek demektir: Tek Devlet, Büyük Birader ya da Ray Bradbury’nin Fahrenheitt 451’indeki itfaiyeciler nihaî zafere ulaşa­madıkça...
Gerçekliği yansıtmaktan öteye geçen günümüz edebiyatında başı çekmeye en yakın adaylar da, fantastik ürünler ile bilim-kurgu yapıtları.
Yani, gerçekliği dünyadan olduğu gibi ödünç almayıp, kendi kuran yapıntılar... sh: 106-109


Kaynak: Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler, İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul

Yaygın kanıya göre bilimkurgu yapıtları; bilinmeyenin kor­kunçluğuyla, fantezi ve serüvenle tıka basa dolu, zaman ile uzamın birbirine karıştığı bir teknolojik harikalar ülkesine ku­cak açan çağdaş masallardır. Bilimkurgu okuruysa, bu son moda harikalar diyarının, gördüklerinden şaşkına dönmüş meraklı Alice'i...
Biliyorsunuz, başka bir yaygın kanıya göre, ‘yaygın kanıya göre’ diye başlayan cümlelerin ardından, o yaygın kanının yan­lışlığını sayıp döken açıklamalar, karşıt görüşte ve daha az yay­gın kanılar gelmelidir.
Gelmelidir ya, gelin biz bu kuralı boşlayalım biraz. Çünkü: Bilimkurgu olarak nitelenen pek çok yapıt, yaygın kanıyı doğrularcasına bilimkurgunun ‘bilim’ine yakışmayan bir kılığa bürünüveriyor ve masallara/mitoslara öyle benziyor, öyle ben­ziyor ki...
“Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; küçük mü küçük bir gezegen, bu gezegende de ben diyeyim yüz, siz deyin ikiyüz arşınlık dev yaratıklar varmış...”
Genellikle bilimkurgu yapıtları böylesi sözlerle başlamaz. Anlatılanlar bilimsel ya da bilimselmiş gibi görünen açıklama­larla desteklenir en azından. Herkes bilir, bilimkurgu bilimsel bir edebiyat türüdür, bilime yaslanır, onu mitoslaştırır, bilimsel verilerden yola çıkarak yeni dünyalar düşlemeye koyulur... İşte bakın, bilimkurgu yazarlarından Theodore Sturgeon, bilim kurgu öyküsünü “bilimsel-teknolojik öğelerinden yoksun bı­rakıldığında niteliğini yitiren bir ürün” diye tanımlıyor.
Oldukça belirsiz bir tanım bu.
‘Bilimsel-teknolojik ögeler’den ne anladığınıza göre değişir işin rengi. Bilim öğesi, pek çok yazarın yaptığı gibi, yeni araçları, gelecekteki teknolojik dönüşümleri kestirmekten ibaretse, pek de matah bir şey değil. Neden değil? Şundan: Kurmaca bir me­tinde, ‘anlatılanların akla mantığa uygunluğundan, bilimsel geçerliğinden çok, metnin sınırlan içinde kurulan yapıntı dünyaların gerçekliğidir önemli olan. Onun için Kafka’nın fan­tezileri, Borges’in meselleri sürüyle bilimkurgu yapıtından, toplumcu gerçekçi pek çok üründen daha gerçek.
Onun için.
Bilimsel -hatta bisbilimsel (hard core) olduklarını iddia eden bilimkurgu yapıtları, masal ve mitoslardaki devlere, cücelere, garip ülkelere, uçan halılara... benzer öğeleri rasyonel açıkla­malarla destekleyip kullansalar da, bundan öteye gitmiyorlarsa -yazık ki gidemiyorlar masal dünyasını pek gerilerde bırakmış sayılmazlar. Belki, bir arpa boyu...
öyleyse yeni olan nedir bilimkurguda? Öyle ya, bilimkurgunun zaman makinelerine karşılık, masallarda da vardır zamanın tersine akışı,
...ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken şöyle ya da böyle, masallar da aşar doğanın koyduğu can sıkıcı engelleri,
...uçan halısına bindiği gibi... androitlerden, robotlardan, Marslılardan bihaber görünse de, mitoloji insan olmayan
Titan’lar, Kyklops’lar, Nymphe’ler... yaratıklarla doludur. Serüvense serüven; ister Odysseus olsun kahramanı, ister çılgın bilginler... Sahi, dünyayı ateşe atan şu çılgın bilginler neden hep yaşlı ve çirkindir?
Benzerlik burada da gösteriyor kendini: Öteden beri kötülük, fiziksel görünümde somutlana gelmiştir.
Masallarda yakışıklı ve güçlü prensler güzel prensesleri kur­tarır, çağımızda prensesleri ve Dünya’yı kurtarma görevi Superman' lerin.
Masal motiflerini durmaksızın yineleyen; bugünün ideolojisini mitoslaştırıp geçmişe ve geleceğe yayan, değişmezlik kılıfı içinde yutturan sözde bilimkurgu (sözde sözcüğüne lütfen dikkat) ile fantezi dünyası arasında kesin bir sınır yok.
Belki şu fark var, fanteziler sundukları dünyayı olası kılmak yolunda zorlamalara başvurmuyorlar.
Durun hele. Hangi edebiyat türleri arasında kesin sınırlar var ki zaten; roman, öykü, deneme, şiir... Her biri ötekine bir iki kıvılcım sıçramasıyla bulaşıverecek yaratı ateşleridir ve bana öyle geliyor ki bu büyülü ateşleri dehalarıyla tutuşturuverenlerin ardından, ellerinde katalogları, sınıflama cetvelleriyle ede­biyat tarihçileri soluk soluğa koşturup durmaktalar...
Yetişemedikleri şurdan belli, edebiyatın göklerinde UFO’lara [ Uyduruk kalıpları Fitilleyen Okunacak şey.] çok sık rastlanıyor.
Onlar koşturadursun. Polis romanları bir katalogta toplanıp küçümsenedursun, en iyi ‘polis romanları’ndan ikisi Suç ve Ceza ile Karamazof Kardeşler değil mi? Dostoyevski ile Simenon arasındaki ‘uzaklık’, Simenon ile Agatha Christie arasındaki farktan çok daha küçük değil mi?
Aynı şekilde, bir edebiyat türü olarak bilimkurgu da küçüm­senir hep. Oysa: Ütopyalarıyla Thomas More, Francis Bacon, Campanella; GuIIiver’iyla Jonathan Swift, Frankestein’iyla Mary Shelley, Denizler Altında Yirmibin Fersahlık serüvenleriyle Jules Verne; Mark Twain, H.G. Wells, Zamyatin, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın garip vakası”yla Robert Louis Stevenson, Dracula'sıyla Bram Stoker, 1984’üyle George Orwell, Demir ökçe’siyle Jack London, robot sözcüğünün isim babası Karel Çapek, Kozmokomik Öyküleriyle Calvino, Kafka, Borges... Bir bakıma hepsi bi­limkurgu yazan sayılmazlar mı?
Ayrıca; masala, mitosa, fanteziye yakın durdukları, bir de bunu bilimsellik kisvesi altında yutturdukları için demincek verip veriştirdiğimiz sözde bilimkurgu yapıtlarının yanısıra, bilimkurgu kitaplığında, küçücük bir rafa sığacak denli az ama nitelikli ürünlerle de karşılaşabiliyoruz.
Bilişsellik, ister gerçekçi olsun ister fantastik, her yapıt için bilişsellik ölçütü, yaşanan gerçekliğin anlaşılmasında, aşılma­sında, yeniden üretilmesindedir; yeni gerçeklikler kurulabilmesindedir. Bilişsel bir söylem, “insanın dış dünyasının ger­çekliğini idrake (cognition) yönelen bir semantik yapıya”[ Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları, 1982) s. 9.] da­yanmak zorundadır.
Bilişsel bilimkurgu yapıtları: Çağının bilişsel düzeyinden ileride, teknolojik değişmeleri kavradığı gibi/kadar, toplumsal dönüşümleri de yakalayabilen, insana ve dünyaya ilişkin alışıl­dık algı sınırlarını zorlayan ürünler.
İşte, Darko Suvin’in uzay operası diye nitelediği sözde bi­limkurgularda, mumla arasak bu özellikleri bulamıyoruz... Tanımından da belli; Suvin, bilişsel açıdan geri bir düzeyde kalan uzay operalarının, bilimsel romansların, ‘vahşi batı’dan sonsuz uzaya tebdil-i mekanda satış ferahlığı bulan westem’lerin bilimkurgu rütbelerini geri alıyor:
“Bilimkurgu (...) gerekli ve yeterli koşullan bilişsellik ile yabancılaştırmanın varlığı ve etkileşimi olan; yazarın deneysel dünyasına alternatif, düşsel bir yapıya dayanan bir edebiyat türüdür.”[ Darko Suvin. Metamorphoses of Science Fiction: On the Poetics and History of a Literary Genre, s.7-8.]
Hazır Metamorphoses of Science Fiction' ı önümüze açmışken, yirminci sayfayı bulalım da, yabancılaştırma/doğalcılık, bilişsel olmayan/bilişsel çiftlerini Suvin birbirleriyle nasıl eşleştirmiş ona bakalım. Suvin, yabancılaştırma kurguların tek boyutlularını, bilişsel olamayanlarını ‘metafizik’ olarak niteliyor ve masalı, mitosu, fantezileri, sözde bilimkurguyu bu tip kurgular arasında sayıyor. Doğalcı olup da gene tek boyutta yetinen kurgular ancak ‘gerçekçiliğin alt türleri’ arasına itilirken, bilişsel ve doğalcı ürünler kelimenin hakkıyla gerçekçi edebiyat teri­mine lâyıklar Suvin’e göre. Çok boyutlu (bilişsel) ve yabancılaştırmacı ürünlerse, yukarıdaki tanımdan da belli, bilimkurgu ünvanını alıyorlar...
Yabancılaştırma sözcüğü, epik tiyatrodaki yabancılaştırma (ya da, yadırgatma) yöntemini çağrıştırıyor. Salt çagrıştırmakla kalsın daha iyi, çünkü Brecht’in tiyatrosunda yabancılaştırma, gerçekçiliği pekiştiren bir öge.. Çok çok, Brecht’in sahnede olup biteni anlatmaya, açıklamaya, ama aynı zamanda onu alışılma­dık ve uzak bir görünüme büründürmeye yönelik yöntemiyle bilimkurgu arasında bir ortak noktanın varlığından söz edebi­liriz: Okur/seyirci ile, deneysel gerçeklik arasına, şu ya da bu şekilde/amaçla, gerçekliğin eleştirilmesini, ona kuşkuyla bakılabilmesini sağlayan bir uzaklık koymak.
Görülüyor ki, Suvin’in bilimkurgu kategorisinden safraları atmakta kullandığı ölçütler salt bilimkurguya özgü değil. Her yapıt, ‘beynimizin boz hücrelerini’ çalıştıran, gözümüzü ve gönlümüzü okşayan her yapıt, bilişsel açıdan ileri bir düzeyde olmalıdır ki bizi yörüngesinde tutabilsin. Yabancılaştırma için de aynı şey söz konusu; edebiyatın hazine odasının yarısını ‘gerçekçi’, ayakları yere basan kitaplar kaplıyorsa, öbür yansı da ayaklan Yer’e basmayan, Yeı’in ve Yer’dekilerin kurallarıyla çelişik dünyalar kuran yapıtlarla hınca hınç doludur.
Hatta, yabancılaştırman kurguların, deneysel gerçekçilikten şaşmayan kurgu ürünlerine göre birtakım avantajları var. Varsın yere pek değmesin, yapıtın ayaklan havaya sağlam bastıkça, düş gücünün olanaklarını kullanarak, alternatif dünyalar sunarak, bu dünya daha iyi çizilebilir. Üstüne üstlük, yazarın, her bir şeyi rasyonelleştirmek uğruna göbeği çatlamaz. (Dickens’ın David Copperfield'ini hatırlayın. Eleştirmek gibi olmasın ama, ger­çeklik duyusunu zedeleyen, göbeğinden çatlatan ‘şaşırtıcı’ rastlantılardan bol bir şey var mı romanda?)
Yüzyılımızın başında, Pierıe Menard diye biri, Cervantes’in Don Quijote’sini yeniden yazmaya kalkışır... Kalkışır ne demek, var­lığını bu işe adar! Don Quijote'nin ‘kendisini’, yeniden, tüm görkemiyle yaratmak için Menard’ın bulduğu ilk formül, Borges’e göre şöyledir:[ Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe, çev. Fatih Özgüven, (Ada Yayınları) s. 92.]
“Ispanyolcayı iyice öğren, Katolik dinini benimse, Türklerin ve Arapların hilaline karşı savaş, Avrupa’nın 1602 ile 1918 arasındaki tarihini unut, Miguel de Cervantes ol."
Güç bir yol! Tek kusuru da, olanaksızlığı...
Menard sonuçta, Don Quijote’yi virgülü virgülüne kopya etse de (nitekim öyle yapmıştır), yaratacağı metin başka iletiler ta­şıyacaktır, başka bir şey olacaktır. Çünkü Menard başka bir dönemin insanıdır, Cervantes’le aynı bilişsel düzlemi hiç mi hiç paylaşmıyordun Menard’ın kaleminde yinelenen Cervantes’in virgülleri, cümleleri, 1602 ile 1918 arasındaki tarihi kimse ak­imdan sikmeyeceği için, bambaşka anlamlara bürünüverecek, yeni sözler söyleyecektir.
Velhasıl-ı kelam, ne Don Quijote yeniden yazılabilir, ne Anna Karenina, ne de başka bir klasik. Köprülerin altından çok sular aktığı, altından gümüşten bir dolu yeni köprü kurulduğu için; bu yapıtların yansıttığı bilişsel düzey artık aşıldığı, Anna Karenina’lar yerlerini Mrs. Dalloway'leve bıraktığı için.
Gelgelelim, her yeni şarkıyı ille en eski makamlara uydurup söylemekte ayak direyenler var. Çok geri bir bilişsel düzeyde kalan ‘nayır’lı ‘nolamaz’lı yerli filmlerimizde kırk yıl öncesinin insanlarını, kırk yıl öncesinin kalıpları ve kaygıları içinde sey­rediyoruz... Yüzlerce yıl sonrasını anlatan mâlum bilimkurgu­larda Ortaçağ şövalyelerine, XIX. yüzyıl tefecilerine, XX. yüzyıl aşklarına ve kıskançlıklarına rastlamıyor muyuz? Olağanüstü teknolojiyle donanmış gezegenler tek bir imparatorluk için çarpışıyor, tarih nasıl büyük adamların savaşma indirgeniyorsa, geleceğimiz de kötülüğe karşı koyan kahramanlara teslim edilmiş oluyor... Alengirli uzay gemilerinden, çıka çıka, gidip rahatlıkla İstanbul Ticaret Odasına kaydolabilecek[Murat Belge, Tarihten Güncelliğe, (Alan Yayıncılık, 1983) s. 147] tüccarlar çıkıyor. Kan damarlarında yol alabilecek denli küçültülmüş bir ‘gemi’de, soğuk savaşın esintilerini taşıyan heyecanlı casusluk öyküsünü izliyoruz. Alpha Centauri’ye bir uzansak, evrenin her yerinde olduğu gibi, Rotaıy kulüp partilerinde sohbet eden re­kabetçi hür teşebbüs erbabıyla karşılaşacağız neredeyse; galaktik imparatorluklar, Büyük Britanya imparatorluğuna bile erişemiyor toplumsal örgütlenme açısından; milyarlarca kilo­metre uzaklıktaki gezegenlerde ulus devletleri, yeni sömürgeler kurmaya çabalıyor. Ön planda; galaksiler, uzay gemileri, yabanıl gezegenler, karmaşık aygıtlar, olağandışı yaratıklar, yeni tek­nikler, yeni yaşam biçimleri, astronomik ölçüler... Oysa bu cümbüşlü hayal perdesinin fonunda, apaçık sırıtıyor günümüz ideolojisi. Günümüzdeki insan ilişkileri, aynı düşünce biçimi, aynı tepkiler, aynı bilinç, aynı bilinçdışı, aynı yaşantılar...
Aynı susayış, aynı koşuş, aynı...
Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...[ Ahmet Muhip Dranas, "Bitmez Tükenmez Can Sıkıntısından, Şiirler (T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1973).]
Sonunda koltuğumuza gömülüp, insan her yerde, her zaman aynı diyoruz. Böyle gelmiş, böyle gider! Bugün, bütün gelecek çağlara yayılıyor, yutturmaca bir değişmezlik sunuluyor bize.
Ve işte, sözde bilimkurgular, metafizik ve donmuş bir dünya kavrayışını sergileyen, evrenin açıklaması olmaktan çok açık­lamanın yerini dolduran, yeni açıklamaları da çelmeleyen ka­lıplarla, yani mitoslarla, burada buluşuyor...
Öğeleri (insan, Tanrı, nesneler...) arasındaki ilişkilerin zaman dişiliği ve mutlaklığı, mitosun en belirgin niteliği. Ambalajı değişse de, tıpatıp aynı “...kurallarla düzenlenmiş kurgudaki insan ilişkileri ve bunların yansıması olan ethik [ahläki, törel, moral, etik], dinsel sistemlerdeki ethik ile bir ve aynıdır bilişsel yanı ile, daha doğrusu bilişsellige karşıt oluşuyla!”[ Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları, 1982) s. 38.]
Çağdaş bilgi birikimini arkasına alarak yola çıktığı halde, mitik söylemin sınırlan dışına çıkamayan ‘piyasa’ bilimkurgu­ların oluşturduğu bu elden düşme mitoloji; yarattığı dünyanın bilişsel yapısını kurmak şöyle dursun, günümüzün bilinç dü­zeyini oraya taşıyarak okurların/seyircilerin tarih bilincini, ge­lecek bilincini (bu ikisi aynı şey değil mi?) zedeliyor, “yanlış bilinç aşılıyor’. Heinlein’dan Asimov’a dek pek çok ‘iyi niyetli’ bilimkurgu yazarı aynı tuzağa düşüverdiğine göre, eh, kamuoyu bilincindeki tahribata taammüden yol açılmadığı düşünülebilir. Şunu demeye getiriyorum, suçu hemencecik, hesaplı kitaplı bir yanlış bilinç aşılama çabasında aramak yerine, daha basit bir etmeni göz önüne alabiliriz: Edebî yetersizlik!
Bilimkurgu, her şeyden önce bir edebiyat türüdür ve yeni mitoslar yaratabilmek, edebiyata soluk verebilmek için, ilkin yaratıcı olmak gerekir...
Gerçek bilimkurgu, bir değişim edebiyatıdır. Yeni dünyaların, yeni teknolojilerin, yeni insanın edebiyatı. [Bilimkurguda adım başı metamorphose’lara [başkalaşmak, başkalaştırmak, değiştirmek ] rastlamıyor muyuz?
Bu başkalaşım öy­küleri, büyük bir hızla değişen toplumsal/teknolojik atmosferden yayılan korkunun eğretilemen anlatımı olsa gerek.]
 Geleceğin, geçmişin, ya da olası şimdilerden birinin tasarlanması, değişmekte olan bütün bir dünyanın, insanların, insan ilişkilerinin capcanlı ya­şatılması. .. Böylesi bir değişim, ancak değişim sürecinin bilişsel sürecinden aktarılabilir; en dolaysız, en yalın, en sıradan özel­liklere değin, o dünyaları çağrıştıran, o bilinci yansıtan nitelik­lerle.
Elbette, ne yapsak ne etsek, gelecek çağların bilinç düzeyini, insan ilişkilerini... tasarlarken bugüne bağlı olacağız. “Düşünülebilen her şey gerçektir”, bugünün gerçeği. Bilimkurgu da, ne denli yabancılaştırmacı olursa olsun, yaratıldığı dönemin damgasını taşıyacak hep. Her düş(ünce) ürünü gibi, bilimkurgu da, yaratıldığı dönemin havasını, kokusunu barındıracak için­de. Nasıl ki, Jules Verne’in 'bilimsel romans’ları yüz yıl öncesi­nin teknolojiyle iyi geçinen insanını sergiliyor, Superman fan­tezisi ekonomik bunalım yıllarının umutsuzluğunu hatırlatıyor, A.C. Clarke’ın 2001’indeki, insanlara cihat açan kusursuz bil­gisayar HAL günümüzde teknolojinin yarattığı kötümserliği simgeliyor...
Olsun. Başı bulutlara ermişken ayaklan bugüne bağlı da olsa, yapıt o bilişsel düzeyi çağrıştırıyorsa, soluğu ‘öyleymiş gibiyse, yeter bu kadarı. Yazılıp çizilen her şey, ‘...miş gibi’ değil mi za­ten?
Gerçek bilimkurgu, bir değişim edebiyatıdır. Ve insanlar değiştikçe, değişimi kavramaya çabaladıkça, geçmişi didikleyip geleceği düşledikçe bereketli ürünler vereceğe benzer...
Bilimkurgunun türleşmeye başladığı yıllardan yakın zamanlara değin, pek az örneğinde insan öğesi yer alabilmişti. Kahra­manlar, haris bilgisayarlar, imparatorlar, dünyayı haritadan silen felaketler, savaşlar, savaşlar, savaşlar, canavarlar, ürkünç robotlar, çılgın bilginler, uzayın ölümcül tehlikeleri... Bunca patırtı gürültü arasında, bir tek sıradan insanlara yer yoktu; çalışan, üreten, hangi döneme ait olursa olsun, 'yuvarlanıp giden’ kalabalıklara. Halklara yer yoktu bilimkurguda; isimden ve ki­şilikten yoksun kalabalıklar, bir önderin peşinden sürüklenen kitleler görülürdü çok çok. Sıradan insan, tıpkı uzay-ötesinden gelmiş ‘yabancılar’ gibi, öteki kategorisindeydi: isimsiz, ruhsuz, hatta cisimsiz.
‘Öteki’ sadece biyolojik ya da ırksal olmayabilir; kültürel, cinsel ve sınıfsal ‘ötekiler’in varlığı, daha doğrusu, bir iki ‘kahraman’ın dışındakilerin yoklukları (doğru dürüst çizilmemişlerdir, ete kana kavuşamamış figüranlardan başka bir şey de­ğillerdir), popüler bilimkurgu ürünlerini fantastik edebiyatın sınırlan içine bile sokmaya yetmiyordu...
‘Ötekiler, kişilikten yoksun bir kütle görünümündedir hep; hangi düzeyde olursa olsun, ister sözde bilimkurguda olsun, ister ‘gerçek hayatta’: Örneğin, çözülüp dağılmadan önce kapi­talist dünyanın ‘öteki’si olan ve hem fiction’larda hem de non-fiction kurgularda saf bir totaliterliğe dayalı basit bir yapıda çizilen demirperde (daha doğrusu, eski demirperde) ardında kökleşen bilimkurgu geleneği, yakın zamanlara dek Batıda pek bilinmezdi. Macaristan, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği’nde bilimkurgunun Batıya oranla çok daha gelişkin bir edebi tür olarak yerleştiği, Rus roman geleneğinin Sovyet bilimkurgu­sunda canlandığı farkedilmez, Dünyanın en çok okunan bilim­kurgu yazarının Asimov, Bradbury, ya da Clarke değil de bir Polonyalı (Stanislav Lem) olduğu hatırlanmaz; bütün bunlar öğrenildiğinde de, sosyalist ülkelerde bilimkurgunun popüler­liği “totaliter rejimlerde fantastik ürünlerin ve kaçış edebiyatı­nın yaygın olması”na bağlanıverirdi. Son saptamanın doğru ol­ması, koskoca bir edebiyatın varlık gerekçesini oluşturabilir mi? Oluşturabilir, çünkü ‘öteki’nin bizim gibi, hele bizden daha in­celikli ve karmaşık olması söz konusu bile olamaz.
Tabii, Batıdaki bilimkurgu geleneğinin, eski demirperdede ‘kapitalist propaganda’ şeklinde görülüp görülmediğini bilemi­yoruz!
Günümüzde, bilimkurgu edebiyatı giderek olgunlaşıyor: Sözde bilimkurgunun, western’lerin, uzay operalarının çizgisini izle­yen, kana, dehşete bulanmış piyasa edebiyatı bir yanda kendi  pazarını kurmuş, şoklara dayalı geleneğini sürdürür ve kendini ‘başkaları’ olmaksızın tanımlayamayan bir alıcı kitle için yeni yabancılar, tekinsiz yaratıklar, künt ve korkunç ‘öteki’ler ya­ratmaya devam ederken; J.G. Ballard, Ursula K. LeGuin, A.E. Van Vogt, Harlan Ellison, Kurt Vonnegut, Robert Sheckley, Samuel R. Delany, Brian Aldiss... gibi son kuşağın yazarları, bilimkurguya yeni estetik tatlar getiriyorlar. Çağdaş edebiyatın hanidir işlediği sıradan kahramanlara, Süleyman Efendi’lere, ‘ötekilere ve onların sıradan yaşantılarına el atılabiliyor artık.
Bilimkurgu, giderek harikalar diyarının en dikkate değer var­lığını keşfediyor: Alice’i.
Sh: 110-119

Kaynak: Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler, İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar