AYANE DERGİSİnden
Varoluş (existence), İnsanî bir mesele
olarak insanı, tanımı gereği insanlığın bütün çağlarında meşgul etmiştir.
İnsan ölümlü bir varlıktır. Bunu bilen, bilebilecek olan dünyadaki tek varlık
odur. Bu, insanı belirleyen en önemli özelliklerden birisidir. İnsanın
düşünebilen niteliğe sahip oluşu, onu kendi üzerine düşünmeye zorlamış, bunun
sonucunda onu, kendi varlığı karşısında sorumlu bir varlık konumuna
getirmiştir, insanoğlunun bu varolma çabası, tarih süreci içinde farklı
şekillerde tezahür etmiş, sonuçta aynı kapıya çıkmamış, aksine farklı
neticelere ulaşmıştır. Kimisi varlığını kendine bağışlayarak varolmaya çalışırken,
kimisi de varlığını bir yüce yaratıcı karşısında hissetmiştir.
Tarihte, varlığını kendine bağışlayarak varolmak çabasında
olanlardan birisi, 20. Yüzyılın varoluşçu (existantialist) filozofu Jean Paul
Sartre’dır. Varoluşçuluk, felsefî ekoller
içerisinde geniş halk kitlelerine yayılabilirlik şansına sahip olmuş, dünyaya
en çok yayılan felsefî ekoldür, demek sanırım yanlış olmaz. Bunun
gerçekleşmesinde Sartre ve bu ekolün görüşlerini paylaşan Fransız yazar Albert Camus'ün rolü başta gelir. Öyle ki, değişik görüşte birçok filozofu
içinde barındıran bu düşünce ekolü, ateist varoluşçuluğu temsil eden
Sartre'ın şahsında sembolleşir bir konuma erişmiştir. Bunda Sartre’ın dünya
çapına yayılan roman, oyun vs. edebiyat türündeki eserleri önemli bir paya
sahiptir.
Sartre, felsefesini kurarken
temelde, fenomenoloji (görüngübilim)’nin kurucusu olarak bilinen Edmund Husserl ile varoluş felsefesinin önde gelen ateist filozofu Martin Heidegger'e dayanır. (Heidegger, her ne kadar
kendisini bir varoluşçu filozof olarak kabul etmemiş, bir varlık filozofu olarak
görmüşse de sonuçta yine varoluşçuluğa dâhil edilmiştir.)
Sartre, felsefesinin merkezine
insanı koyarak işe başlar. İnsanı somut (konkre), bireysel gerçekliği içinde
ele alırken bütün egzintansiyalist filozoflar gibi «varoluş özden önce gelir» teziyle hareket eder, insan doğuştan
ne olacağına dair hiç bir gerçeklik getirmez. Aksine o, doğduktan sonra kendini
ne yaparsa odur. Bir başka ifadeyle insan, kendini vareden, kendini yaratandır. Bu bağlamda Sartre felsefesinde yaşam süreci insan için başlı
başına bir tanrılaşma sürecidir. Sartre «insan tanrı olmak ister», derken
dolaylı yoldan bunu ifade etmeye çalışır. Böylece Sartre varoluştaki
inanç boşluğunu diğer bir ifadeyle tanrıya olan ihtiyacı karşılamak
çabasındadır. Onun felsefesinde tanrıtanımazlık (ateizm) en vazgeçilmez esaslardan biridir.
Ona göre insanın varoluşunun gerçekleşmesinde en önemli öge olan özgürlük ancak
tanrının inkârı ile mümkün olabilir.
Sartre'ın düşüncesinde bütün varlıklar aleminde «kendisi için
varlık (being for himself)» sadece insandır. Varoluşunu ancak o hissedebilir. Bu yüzden varoluşunu tamimiyle
tatmalıdır. İnsan varoluşuna yaşam süresince zaman zaman hissettiği sıkıntı ve
bununla gelişen “bulantılarla” kavuşur. Bu durumda varlık bir
hiç konumuna düşer, insan korku, endişe ve tasa içinde dünyaya fırlatılmış,
ölüme mahkûm zavallı bir varlık olur. Varoluşu bir başıboşluk, bir hiçlik, bir
inançsızlık dairesi içerisine sığdırmaya çalışan Sartre için yaşam, hiç bir
anlam ve amacı olmayan bir saçma (absurd)'dır. İnsan hiçbir şey için
yaratılmamıştır. Sadece yaşam boyunca sonsuz varolma isteği karşısında
sahip olduğu sınırsız özgürlük bilinciyle var olmaya çalışır. Onun için var
olmak, insanın doğasında yer alan sınırsız istek ve ihtirası gerçekleştirmektir.
Tanrı’yı dünyadan çekmekle veya Dostoyevski'nin «tanrı olmasaydı, herşey mübah olurdu» sözünü felsefesinin çıkış noktası yapmakla Sartre, varoluşu
suç ve günahtan zevk alacak bir insancıllık (humanism) düzeyine getirirken,
bütün toplumsal ve ahlaksal kuralların inkârına gitmiş, bunu da insan
özgürlüğünün sınırsızlığına bağışlamıştır.
İnsanın ölümlü bir varlık olduğu
gerçeği karşısında yok olma korkusuyla sürekli bir bunalım, bir hiçlik, bir
anlamsızlık içinde zavallı kalan Sartre'ın insanı, bireysel gerçeklik ve mutlak
özgürlük peşinde koşarken, hayatını sıkıntılar ve bulantılar dünyası olmaktan
kurtaramamıştır. Camus, «Birtek önemli felsefî soru varsa o da intihardır.» derken herhalde bir hiç uğruna
yok olmanın getirdiği bu bunalımı dolaylı yoldan ifade etmek istemiştir.
Sağlam bir varoluşsal temele sahip olmamanın getirdiği sıkıntılar, yaşamı bir
işkenceye dönüştürmüştür. Hayat yaşamaya değer mi, değmez mi?..
İnsan
kendisiyle sınırlı olarak kendisini tanıyamadığı gibi, yaşamı gerçek manada
anlamlandıramaz. Bu durumda tanrılaşmaya çalışan insan, ölüm gerçeğini yok
edemeyince “ölümlü bir tanrı” pozisyonuna
düşer. Sonunda ölümün,
bu anlamda yok oluşun yer aldığı bir hayatta insan gerçek mutluluğu elde edemez.
Sartre, diğer varoluşçu filozoflardan
farklı olarak Marksizm'e meyleder ve Marksizm'i çağının en vazgeçilmez felsefesi
olarak görürken, kendi felsefesini de bu sisteme dâhil ederek felsefî anlamda
en büyük çelişkilerden birini yapar. Felsefesini soyut bir olgu «bilinç» üzerine dayandıran Sartre,
öteden herşeyi materyalist bakış açısına göre ele alan, düşünceyi bile
maddenin eseri olarak tanımlayan, İnsanî sayılabilecek her şeyin çıkış
noktasını maddeye irca eden Marksizm'le ilişkisini «devrim» müştereğiyle ifade etmeye
çalışırken, ondan da önemlisi «ateizm» müştereğini gözden kaçırır. Bu
durumda Sezai Karakoç'un dediği gibi, felsefesi gerçekte Heidegger’i Fransız
düşünüşüne adaptasyonundan ibaret olan Sartre, kendi çıkışını kendisi
yadsıyınca felsefesi asıl sahibine dönmüş oldu.
Sartre insanı, kapitalist dünya
içindeki yalnızlığından, terk edilmişliğinden kurtarmak çabasıyla
felsefesinin odağı yaparak varoluşçuluğunun temelde bir insancıllık olduğunu
savundu. (L’Existantialisme est un humanisme). Ancak insanı köleliğin bir
düzleminden ayırırken bir diğer olanına, yani kendi varoluşçuluğuna boğdu,
insanı hayat boyunca tatmin olamayacağı insansal eksende varolmaya
yöneltirken onu, mutlu etmek yerine boğuntuya soktu, insanı
tanrılaşmaya yöneltti, fakat bununla doğasında varolan inanma ve yaratıcıya
olan ihtiyacını karşılayamadı. İnsanı kendisiyle sınırlamanın
getireceği çıkmazı kavrayamadı. Bütün çabasına rağmen varoluşçuluğunu bir «bunalım» felsefesi olmaktan kurtaramadı.
Sartre'ın varoluşçuluğunu
kendilerine hayat felsefesi edinenler, onun temeldeki bir takım çıkmazlarını
görmek yerine, meşrulaştırılmış bir başıboşluk dairesi içinde bütün eylemleri
«formel» çerçevede toplanabilecek bir modacılıkla onun, eylemci varoluşçuluk
bilinciyle varolmaya çalışmışlardır.
(Yazan:MUHAMMED
SAİT)
Kaynak: AYANE DERGİSİ
EKİM 1988
Kaynak: AYANE DERGİSİ
EKİM 1988
YAŞAM VE SORUMLULUK MUHAMMET SAİT
İnsan
düşüncesiyle insandır. İnsanın varlık kategorisindeki en önemli özelliği budur.
Bunun doğal sonucu olarak insanın yaşam boyunca elde ettiği her şeyde düşünce
etkin olup, elde edilen sonuçlar düşünce boyutundan ayrı olmayan ürünlerdir:
Yine düşüncenin sonucunda insan, kendi varlığını ve dış dünyayı
anlamlandırmayı, en uygun tavrı almayı vazgeçilmez esaslardan birisi olarak
vazife bilir. Yaşamı devam ettirmek ve yaşam süreci içinde bir çok zorluğa
tahammül, temelde sağlam bir düzlemde anlamlandırılmış tutarlı bir yaşam
felsefesi sayesinde gerçekleşebilir. Tersi durumda yaşam, bir anlamsızlığa
bürünerek, yaşama karşı etkin bir konumda olan insan edilsin bir pozisyona
düşebilir, insanı bu durumdan kurtaracak tek şey, yaşamı, varoluşu ve varlığı
anlamlandırmaya muktedir olan düşünce yeteneğidir.
insan, doğum ve ölüm çiz
gileri arasında bir yaşam sürecine sahiptir. Kişinin oluşumunda bu yaşam
sürecinin önemli bir yeri vardır. Martin Heidegger bu gerçeği «İnsanın
olmadığı yerde dünyasının realitesi yoktur.» şeklinde ifade eder. İnsanı
bir anlamda sorumlu kılan da bu süreç değil midir? Bu sürecin başlangıcı olan
doğuma hep müsbet bakılırken, tarih boyunca ölüm, bir yokoluş, bir acının
sembolü olmaktan kurtulamamıştır. Oysa doğum da, ölüm de gözlemlenen değişmez
iki temel gerçekliktir. F. Bacon, «Doğum ne kadar doğal ise ölüm de o kadar
doğaldır.» der. Doğum ve ölümü ve bunların arasındaki yaşamı anlamlandırma
yeteneğine sahip tek varlık insandır. Ona bu şansı tanıyan şey de, akıl ve
onun fonksiyonu düşüncedir.
Yaşam
neyi ifade eder? İnsanın konumu nedir? İnsanın önünde duran ve en önce cevap
bulmak zorunda olduğu sorular
Bu
konuda İslâm'ın yaşam felsefesi üzerinde durmak gerekir. İslâm düşüncesinde
insan merkezi bir konuma sahiptir.
Yeryüzündeki
varlık kategorisinde bütün üstün nitelikler ona verilmiştir. Buna karşılık o
sorumlu tutulmuştur. İslâm'da insanın yaşam süreci bir kendini tanıma, bir
öze dönüş sürecidir. Gerçek anlamda mahluk olmayı aşamayan insan için
yaratılmış olmanın hikmeti, kendini tanımak kul olduğunu bilmek ve yaratıcıyı
tanımaktır, insan, her ne
'n
olsun sahip olduğu yetiler çerçevesinde insan olma gerçeğinin bir sonucu
olarak yaratıcıyı tanımak zorundadır. Bu zorunluluk, insana verilmiş akı! ve
onun fonksiyonu düşünce sebebiyledir. Akıl, tarafsız bir şekilde işlevini
tamamladığı zaman zorunlu olarak tanrıya (Allah) ihtiyaç hisseder. Bu, insanda
temel bir ihtiyaç, insan olma hakikatinin en evrensel birimidir. S. Hüseyin
Nasr’ın dediği gibi «İnsan teomorfik bir varlıktır, doğasında varolan
derin isteklerden kaçamaz.» Allah tarafından yaratılmış insan, Allah’ın
kendine verdiği yetiler çerçevesinde oluşmuş fıtratla tekrar ona dönücü onu
tanıma ihtiyacı hisseden bir doğaya sahip kılınmıştır. Yaratılmış insan,
yaratıcı tarafından kendisine verilmiş aklın ürünü düşüncesiyle oluşmuş,
karmaşık bir süreç olan (kompleksi hayatın sonunda ona döner. İnsanın temel
ayrımına neden teşkil eden akıl çevresinde insanlık tarihi boyunca yapılan bir
çok çabanın neticesi bir birliktelik oluşturmamıştır. Bu, bir çok düzlemde
toplanan sayısız nedenlerle içiçedir : İnsanın etkilenebilir bir varlık oluşu,
sosyo-çevre vb.
İslâm’da sorumluluğun sebebini
var eden akıl, insanı kendisiyle ve dış dünyayla sınırlayan bir araç olma
yerine onu, bu çerçeveden kurtararak aşkın gerçekliğe (Allah) muhatap eden
temel bir işleve sahiptir. Akıl, gerçek işlevini ifa ettikten sonra bu aşkın
boyuta kavuşmayı —kabullenmeyi— bir ihtiyaç olarak algılar. Bunun tersine gerçekliği
sadece gözlemlenebilir, sınanabilir bir «pozitivist» çerçeveye sıkıştırarak
insanın kendine kavuşmasını, dahası gerçek anlamda kendini tanımasını
engelleyen akıl, gerçek fonksiyonunu yerine getirmemiş, kendisini kısır bir
görüngüyle sınırlamış bir akıldır. Böyle bir dü si, yaratılmış varlık âleminin
en seçkin öğesidir. (Eşrefi mahlukât) İkinci düzlemde ise insan kendisine
verilmiş aklın sonucunda tutarlı bir düşünce oluşturamamış, gerçekliği
yadsımış; sorumluluğu yerine getirmemiştir. Açıkçası kendinden beklenileni
vermemiş, bir bakıma nankörlük etmiştir. Bu düzlemde insan, varlıklar
âleminin en aşağı konumuna kendi eliyle düşer. (Esfeli sâfilîn) Ancak bu sorumluluk
her zaman sözkonusu fertte bütünüyle toplanmaz. Tersine kompleks bir yapıya
bürünür. Yaşamın geçiciliğini, insanın ölümle sınırlı oluşunu kabul eden insan,
zamanla sınırlı olmayan, ölümsüz ve her şeye gücü yeten Allah’ın önünde
kendini tanır, gerçek kimliğine kavuşur. Bundan sonra Kur’an’ın «De ki,
duam, ibadetim, yaşamım ve ölümüın âlemlerin Rabbi Allah içindir.» âyeti,
inanmış insanın yaşam felsefesini, varoluş amacını çevreler.
işte
insanı öteki varlıklardan ayrımlayan akıl, onun fonksiyonu düşünce, düşüncenin
gerektirdiği sorumluluk ve sorumluluğun biçimlendirdiği yaşam zamanla sınırlı,
bir kendini tanıma sürecidir. Bu anlamda yaşam bir sorumluluktur.
-
(Yazan:MUHAMMED SAİT)
Kaynak: AYANE DERGİSİ
ARALIK 1988
Kaynak: AYANE DERGİSİ
ARALIK 1988
Günümüz Batı düşüncesinin
oluşum süreci Rönesans'a kadar gerilere uzanır. Bu süreç boyunca Batıyı en iyi
simgeleyecek kelime kuşkusuz “Bilim”dir. Rönesans aslında bir hümanizm hareketidir. Bunun doğal bir
sonucu olarak Tanrı-İnsan İkilisinde Tanrının gün geçtikçe devre dışı
bırakılması, insana ise daha çok yer verilmesi beklenendi. Rönesans öncesi
Ortaçağ Batı düşüncesinin en etkin unsuru bilindiği gibi kilisedir. Kilise
her ne kadar dinsel bir kurumsa da, İsa geleneğine bağlı kalmış olduğu, bu
bağlamda insanların ihtiyaçlarını karşıladığı söylenemeyeceği gibi, aksine «sorun
kilisenin ayakta kalmasıysa herşey mübah» mantığına bağlı kalarak Ortaçağın
profanlaşmış bir kurum görünümünü aşmamıştır. (Profan: Allaha karşı son derece
saygısız olan. 2. dünyevi. 3. adi, bayağı. f. son derece saygısızca davranarak
(bir yerin) kutsiyetini bozmak) Ancak bunun ötesinde, kilisenin birtakım
hurafelerin koruyuculuğunu yapması, bilimsel gelişmelere engel oluşturması, profan
bir bilime yönelik potansiyelin oluşumunda önemli rol oynamıştır. Bu durumun
en belirgin örneği bir kültür, sanat ve bilim hareketi olan Rönesansın
insancıllık kimliğinin dönem düşünürlerinde en belirleyici bir nitelik oluşturmasıdır.
Batıda bilim çizgisinin başlangıcı
F. Bacon (1561- 1626)’la beşlatılırsa da gerçekte
Bacon’ın çıkışını hazırlayan sebepler, Rönesansın bu insancıllık kimliği
altındaki bilim ve sanat hareketleridir. Ancak Bacon'la bu çizginin
daha da netleştiği söylenebilir. Gerçekten Bacon sonrası Batı
düşüncesinin bir takım istisnaları varsa da, bu düşüncenin hep onun düşüncesi
ve ortaya koyduğu sorunlara bakış mantığının paralelinde gelişmiştir. Bacon
ve sonrası dönemin bilim mantığının en önemli özelliği; gözlem ve tümevarıma
dayalı oluşudur. Gözlem ve tümevarım metodlarının günümüzde de
geçerliliğini koruyuşu haklı olarak Bacon’ı modern bilim ve Pozitivizmin
babası yapmıştır.
Bilimin yükselişi Batıda, Rönesans,
Reformasyon ve Kapitalizmin yükselişiyle eşit adımlarla gelişmiştir. Bunun
doğal bir sonucu olarak bilim, bu anlamda Beti toplumu üzerinde çok yönlü
etkide bulunmuştur. Bilim her şeyden önce kendisine inanılan bütün her şeyin ölçüsü
olduğu, her olgunun bilimsel bir nitelikle değer kazandığı gibi kendini çok
yönlü olarak hissettiren bir otorite olmuştur. Bilim adeta tanrılaştırılmıştır.
İstenen buydu. Rönesanstan
sonra gittikçe dinin toplumsal işlevini ortadan kaldırmaya yönelik çabalar
bilimi tanrılaştırmakta gecikmedi. Bacon'la beraber Batı düşüncesinde Descartes
(1596-1650) gibi Tanrıya inanan düşünürler çıkmışsa da, Descartes’ın
etkisiz tanrısı gibi mekanik bir âlemde sadece bir zorunluluk, bir kavram,
(bir) a priori kabul edilmesi söz konusu gelişimi etkilemediği
söylenebilir. Veya Descartes'ın Tanrıya yüklediği işlevle, Bacon’ın bir
anlamda Tanrıyı gereksiz görmesi aynı işlevi yerine getirmiştir denilebilir.
Tanrının ortadan kaldırılmasını bilimin bir gereği sayan Batı insanı,
ilişkilerini yeniden düzenlemeli, insan, tabiat ve topluma vb. yeniden değer
biçmeli, yeni anlamlar vermeli, bütün ilişkilerini bilimsel bir çerçeveye
oturtmalıydı. İşte bu çerçevede gelişen Batı toplumu ve düşüncesi insanal
ilişkileri, insan merkezli olarak;
a — İnsan - Tabiat
b — İnsan- İnsan
c — İnsan- Kendisi
şeklinde özetlenebilecek üç
temel ilişki biçiminde topladı. Bunları yaparken hepsinin en önemli boyutunu
oluşturan Tanrıyı ortadan kaldırmakla yeni bir sürece giriyordu.
İnsan-Tabiat ilişkileri, insanlığın
varoluşundan buyana sürekli gelişen bir olgudur. Batının modern yapısının
oluşumunda da bu ilişkinin farklı algılanış biçiminin çok önemli bir yeri
vardır. Bunun en açık ifadesini yine Bacon’ın «Tabiata
hakim olabilmek için tabiat kanunlarını bilmemiz gerekir.» sözünde görmek mümkündür. Tabiat
yeniden keşfedilecek; insanoğlu ona hükmedecek ondan elinden geldiğince
faydalanacak, buna çabalayacaktı. Tabiat ancak bu bağlamda anlamlıydı. Bunun
dışında tabiata herhangi bir değer biçmek sözkonusu olamazdı. Oysa tabiatla
insan arasında bir denge vardır. Ve bu dengenin hassas bir şekilde korunması
gerekliydi. Tabiata bu amaçla yaklaşan Batı insanı, onu sömürmeye, diğer
kıtalardaki zenginliği, yöre insanlarına sömürü eşliğinde Avrupa'ya taşımaya
başladı. Ancak burada belirtilmesi gereken bir nokta da, Batının insancıllık
kimliğinin sadece Batılılar için sözkonusu oluşudur. Batının bugünkü olağanüstü
yüksek ekonomik seviyesiyle yine dünyada bir çok ülkenin sonderece zor
ekonomik partlar altında açlık tehlikesiyle karşı karşıya oluşu arasında ters
orantılı bir ilişki gözden kaçırılmamalıdır. Batının tabiata karşı aldığı
tavrı S. Hüseyin Nasr'ın, «Çağdaş insan, tabiatı kendisinden
yararlandığı ama kendine karşı ayrıca sorumlu olduğu bir eş gibi değil, bir
fahişe gibi görmektedir. Kendisine karşı hiçbir yükümlülük ve sorumluluk
duygusu beslenmeyen bir fahişe...» ifadesiyle özetlemek
mümkündür. Tabiata karşı alınan bir tavır toplumu çok yönlü olarak etkiledi.
Tabiattaki mevcut potansiyeller, asıl amacına uygun olmayan bir kullanımın
neticesinde «güç»e dönüştürüldü, ancak bu güç, toplumu savunmak yerine yine
insanların yaşamını tehdit eder bir konuma erişti. Sorumluluk ahlâkı içinde
gelişmeyen, tamamen insanın açgözlülüğüyle ifade edilebilecek insan-tabiat
ilişkileri birçok dengesizliği, uyumsuzluğu, beraberinde getirdi. Bununla insanal
sorunların (toplumsal, bireysel) ortadan kaldırılması amaçlanırken bu sorunlar
daha da arttı.
Evet, Batıda bilim çok büyük
adımlar atmış, buluşlarıyla tabiat üzerinde insanın egemen olmasını
sağlamıştır. Ancak karşılığında tabiatın dengesini bozmanın yanında, tabiatı,
insan bilinci üzerinde egemen olan bilimin bir parçası yaptı. Evet, bilim
Ortaçağa ait bir takım hurafeleri ortadan kaldırdı, ancak bilimin kendisi bir
din, inanılması gereken bir tanrı, bir put halini aldı. Bu durum öyle bir seviye aldı
ki toplumu bilimden koruma yolları aranmaya başlandı. Batı insanı, kiliseyi
yıktığını ancak yerine bilimi yerleştirdiğini, son sözün kesinlikle bilimin
olmasıyla kilisenin olması arasında takınılan tavır itibarıyla pek fark
olmadığını anladı. P. Feyerabend’in «Nasıl şimdi devletle din
birbirinden resmen ayrılmışsa devletle bilim de resmen ayrılmış olmalıdır.» sözü bunun en güzel bir kanıtıdır. Bilim İnsan için
ortaya konmalıyken insanlar kendilerinin yarattığı bilimin köleleri haline
gelmiştir. Bunun henüz farkına varan Batılılar, zihinlerde taht kuran bu
bilimden şimdi de korunmanın çabası içindedirler. Bilimin bu gelişimi,
insanlar arasında «en doğrusunu bilim söyler», «bilim konuşsun» gibi sözlerle kafalarında yer etmiş, fakat
sorgulanmamış bir doğruluğu, çok yönlü ele alınmamış birçok yanılsamalara
kadar götürmüştür.
Bilimsel gelişimin neticesinde,
geleneksel felsefe etkinliğini yitirirken yerini «Bilim
Felsefesi» aldı. Bilimin ortaya koyduğu sonuçlar gerçekten doğru
muydu? İnsanlar bilime kavuşmakla her şeyi çözümlemişler miydi? Bilimin
verileri en son, doğruluğundan kuşku duyulmayacak şeyler miydi? Bilim tarihçisi
Thomas S. Khun bunun böyle olmadığını,
bilimin ortaya koyduğu sonuçların kesin olarak doğru sayılamayacağını, doğruların
ve değer yargılarının mutlak olmayıp, geçici olduğunu, dün için doğru olanın
bugün doğru olamayacağı veya olmayabileceğini, buna bağımlı olarak bugün
doğru bulunanın da yarın yanlış olabileceğini, yine buna göre Batlamyus'un
yer merkezli sistemiyle Copernicus'un güneş merkezli sistemi
arasındaki doğruluk ve yanlışlığın eşit olduğunu ortaya koydu. Her bir sistem,
kendi döneminin toplumsal ve tarihsel koşulları içinde doğruydu. Bu durumda
bir şeyin mutlak doğruluğundan söz edilemeyeceğinden, mutlak bir ilerleme de
söz konusu olamazdı.
Bütün
bu koşullar altında bilimin konumu neydi?
Teori olarak bilim, uygulama
biçimi teknolojiyle kendini çok yönlü hissettiren bu şeyin tanımı iyice
zorlaşmıştı. Bilim, bu durumda Feyerabend'in deyimiyle; «toplumu
ileri doğru iten bir sürü ideolojiden biriydi ve böyle ele alınmalıydı.»
Bilimin etkin olduğu bir toplumda
insanlar, değişen bir dünyanın getireceği yeni umutlarla yaşamlarını devam
etmektedirler. Bilimi denetleyen hiç bir otorite yoktur. Ve bilim sınırsız bir
güçle birleşmiş yedi başlı canavar halini almıştır. Tabiatla insan arasındaki
denge bozulmuş, karşı karşıya gelen iki düşman kesilmişlerdir. Aralarındaki
sorunları gerektiğinde kılıç ve kalkanla savaşarak çözümleyen bir topluma «primitif» bir bir kimlik yakıştırılırken
karşılığında modern bilimin toplumu, geliştirdiği teknolojinin sonucunda,
dünyadaki bütün canlıların yaşamını tehdit edecek bir konuma erişince, kendisi
ne kadar ilerici (anti-primitif) olmuş, acaba onlar kadar mutlu olabilmiş
miydi?
Bütün bu gelişimlerin
sonucunda insanların kavuştuğu zenginlik ve rahatlık gerçek mutluluğu elde
etmekle sonuçlanmış mıydı?
Yoksa insanlar kaybolmuş bir paradigmayı mı
tekrar arayacaklardı?
Ancak ortada bir gerçek vardı;
bilim ve teknoloji insanlığa çok şey vermişti, ama toplumda intiharlar,
tatminsizlikler, bulantılar, boşluklar, tehlikeler artmış, İnsanî olan bir çok
değer kaybedilmişti. Bilim ve teknolojisi en
gelişmiş ülkelerde bu tür davranışlar, bu gelişime paralel olarak daha çok
artmıştı.
Rönesansla birlikte gelişen
düşünce mantığı 20. yy.ın sonlarına doğru doruğuna tırmanırken, insanlar
yaptıklarından kuşku duymaya başlamışlardı. Gelişimin bu noktaya ulaşmasındaki
sorun, Rönesanstan beri bütün her şeyde kendini hissettiren «profanlaşma» boyutunda aranmalıydı. Bilimin
gelişim süreci aynı zamanda bir profanlaşma süreciydi. Bütün her şey
dünyevileşmiş, kutsallığını yitirmişti. Güç haline getirilen tabiat
potansiyellerinin anlamlı bir kimliği silinirken, bu potansiyellerle elde
edilen «güç»ün insan hayatını tehdit etmesi, insan yaşamının ve değerinin «hiç»liği veya değersizliğiyle sonuçlanmıştı. Bunun da
sebebi, bilimi denetleyecek, ona gerçek yerini gösterecek bir otoritenin boşluğuydu.
İnsanın yararına dönük olarak konulmuş hassas denge, yine insanlar tarafından
bozulmuş bu da, kendileri için pek sevindirici olmayan sonuçlar doğurmuştu.
Tüm bunlar insanın ilişkilerini
düzenlerken hesap vereceği bir otoriteyi ortadan kaldırmanın sonuçlarıydı.
İnsanlar yukarda saydığımız üç şıkta ilişkilerini düzenlerken Tanrı - İnsan boyutunu,
evet bu önemli boyutu ihmal etmişlerdi. İnsan-Tabiat ilişkileri sonucunda
insanlar bilimle birlikte gelişen teknolojinin tehditi altına girerken, insan-İnsan
ilişkileri (toplumsal) «toplum bilimsel» bir «pragmatist» çerçeveye
sıkıştırılmıştı. Bunun dışında kalan, insanın yok edemediği ruhsal gereksinimler
kendilerini hissettirince, insanlar bu gereksinimlerini yine «ruhbilim»in bilimsel metodlarıyla çözümlemeye çalışıyor, yukarda
sayılanları gerçekleştirmek için kendilerindeki güven duygularını artırmak
istiyorlardı.
Bilim, ona paralel olarak
teknolojinin gelişmesi savaşların daha büyük kayıplarla sonuçlanmasına neden
oldu. Bu durum insanları ciddi buhranlara, bunalımlara sürükledi. İnsanlar
bir arayış içine girdi.
Sonuçta Batıda «bunalım
felsefeleri» denilebilecek bir çok düşünce ekolü ortaya çıktı. İnsanı
merkeze alan egzistansiyalizm, tabiatı korumaya çalışan yeşiller, Batının okulunu ve
hastanesini ortadan kaldırmak isteyen İvan İllich'ler ve daha birçok düşünce ekolü bunun en somut göstergeleriydi.
Batılı insan. Batıda aradığını bulamayınca Doğuya hücum etmeye başladı. Batının
profanlaşmış insan doğasına aykırı yapısı, bu insanların Doğunun
mistisizmine, metafiziklerine ve bilim anlayışlarına sarılmalarına neden
oldu. Guenon, Needham gibi insanlar ilk göze çarpan bu tip şahsiyetlerdir.
Son olarak Nasr'ın dediğini tekrarlayabiliriz :
«Tabiatla insan
arasındaki barış gerçekleşmedikçe, insanlar arasındaki barışın sağlanması
imkânsızdır. Tabiatla barış ve uyum içinde olmak da Gökler'le ve nihayet her
şeyin kaynağıyla uyum içinde olmaya bağlıdır. Rabb’la barışık olan O'nun
yarattıklarıyla da barışıktır... Tabiatla da barışıktır... İnsanla da...»
(Yazan: MUHAMMED SAİT)
Kaynak: AYANE DERGİSİ
OCAK 1989
Kaynak: AYANE DERGİSİ
OCAK 1989
yaşam:
an ve ben
tanımsız
ve karanlık
gerçek
varoluş
serüveninde ruhumun
yakalama
cehtiyle
betimlenmemiş
ben’i
ararken
anlamlı
yaşarken
anlamsız
öteden
kararmış
çığlıklar
karıncalanmış
zihnimi
kaim
çizgilerle tanımlanmış
bir
dünyaya uyandırıyor
arayışlar
ülkemde
birikmez
tanışmışlık
ve deneyimlerle
süzerek
ben’i
uyandırmadan
nikahlamak
için bedenimi
derken
geçiyor
yaşam denen şey neyse
çıplak
ayaklarıyla
tutsak
ufkumda
yitik
ve dalgın
yalnız
yabancı
yaşam:
an ve ben
(Yazan: MUHAMMED SAİT)
Kaynak: AYANE DERGİSİ
AĞUSTOS 1989
Kaynak: AYANE DERGİSİ
AĞUSTOS 1989
«Ben» insanı özgünleştirmez.
Çocuk aynaya bakarken büyük bir insanın
algıladığı şeyi algılamada yanılgıya uğrar. Kendini tanıma aşamasına gelen
insan, aynanın karşısında kendini gördüğünün bilincindedir. Küçük çocuksa
aynada gördüğü kendi şekli karşısında yanılgı içinde kalarak gerçek olan şeyi
algılama bilincinden yoksundur. Buna rağmen en özgür insan kim sorusuna, hiç
şüphesiz aynaya bakarken karşısına çıkan slüetini aynanın içinde duran başka
biri sanan çocuktur, diye cevap veririm.
Çocuk ayna karşısında doğuştan beraberinde
getirdiği saf zihni bütünlüğüyle durmaktadır. Saf zihni bütünlük aşamasında
nesneler bütünsel boyutlarıyla algılanırlar. Aynada ise kurulu bir hile
vardır. Kurumlarından ahlâkı normlarına değin bir bütün olarak, toplumda
varolan formların hepsinin yansıtıcısıdır ayna. Kendine gelen indeksleri
kırarak geri yansıtır ve böylece işlevini sürdürür. Ayna,
varolan nesneyi bütün boyutlarıyla geri yansıtmaz, bunun yerine bir seçiciliğe
giderek parçaları yansıtır. Karşı karşıya gelen çocukla ayna aslında
farklı şeyleri temsil etmektedirler. Çocuk salt bir çocuk olarak toplumun
kendine yüklediklerinden habersiz, zihninde oluşturduğu anlam dünyasının
biilincinde olmayan bir bilinç üzere yaşamakta. Ayna
ise toplum içindeki farklılaşmanın tüm detaylarını kendinde taşıyarak bir
bakıma anlamın hepsini kendi çehrelerine uygun biçimde temsil etmektedir.
Çocuk safiyetiyle bu hilenin farkında olmadığı için kendi slüetini aynada gizli
birine ait sanması doğallığından gelen zihni bütünlük içinde doğru bir algılama
biçimidir. Bu yaşlarda bir çocuk henüz toplumun geldiği yere gelemediği
için toplumda süregiden şeylere anlam yükleyip onları yorumlama yetisine sahip
değildir. Dış
dünya onun için aynı davranış türlerinin yaşandığı, mevcut tüm formların
kendinin bir parçası olduğu, farklı öğelerin aynı anlamı teşkil ettiği, hiçbir
endişe duymadan açılabileceği bir okyanus gibidir.
Kendini tanıyan insanın aksine, çocuk
kendini tanımaya muktedir değildir. Çünkü çocuğun taşıdığı zihin doğal
yapılanması üzere devam eden saf ve bütünsel bir yapıdadır. Zihin bütündür ve
kendinde anlam parçacıkları, anlam dünyaları gelişmiş değildir. Zihin saftır ve
kendinde ancak doğruluk üzere olan kodlar taşınmakta, bu açıdan da yanılgı gibi
bir kategoriye henüz muhatap olmamıştır. Zihni bütünlük aşamasında çocuklar
yoktur, bu aşamada olsa olsa çocuk vardır. Tek tek bireyler düzleminde bir
gelişmeye tabi tutulmamıştır henüz zihinleri. Hepsi aynı zihni taşıdıkları için
siyah, beyaz, fakir, zengin bütün çocuklar aynıdır. Aynı isteklere, aynı
güdülere, olaylar karşısında aynı tepkilere ve nihayet aynı davranış biçimine
sahiptirler. Anlamını oluşturan insanın aksine bu yaşlarda doğal güdüler insan
beyninin gelişmesi için uygun bir evreye gelmezler. Bu açıdan da çocuk anlama,
yorumlama ve toplumsal farklılaşmayı algılama yeteneğini geliştiremez.
Bir
olguya o olgunun içinde yapılandığı çerçevede iki form arasında mukayese
yapılarak kimlik biçilir. Özgür olma fenomeni de böyledir. Zihni bütünlüğün
parçalanarak segmentasyonlara ayrışmasıyla toplum içinde anlamlar ve
farklılaşmalar ortaya çıkar. Bu ayrışma ile birlikte çok özgür, az özgür ya da
özgür olmayan gibi kategorilerin ortaya çıktığını görüyoruz. Zihnin bütün
olarak yaşandığı aşamada çocuk serbest hareket ettiği için doğal, değişkenlere
farklı anlamlar yükleyemediği için özgürdür. Değişkenler hakkında sahip
olduğu anlama öğretileri doğal güdü ve öğretiler tarafından belirlendiği için,
bir yönde bilinçlenme ve bu bilinç çemberinde ben geliştirme eğilimini
göremiyoruz.
İnsan, rasyonel ağlar üzere kurulu
toplumsal ilişkiler içinde çevresini anlamaya başladığı andan itibaren,
başlayan bir süreç içince, doğal yapılanmasından adım adım uzaklaşır.
Toplumdaki oluşumlar rasyonel temellere dayınırlar. Çocuk, önce içinde yaşadığı
grubun hareketlerini anlamaya çalışır. Davranışları anlamaya çalışarak onları
yorumlar ve onlar için birtakım anlamlar oluşturmaya çalışır. Daha sonra dil
öğrenmeye kadar varan farklı etkinlikler bireyi yeni bir oluşum için
kucaklarlar. Toplum insana anlam dünyaları kazandırır. Bu anlam dünyalarından
biriyle muhatap olarak birey saf ve nötür olan zihni yapısını parçalama ve
ayırmaya başlar. Bu bir anlamda bireyin kendi özgürlüğüne kendi elleriyle son
vermeye başlamasıdır denilebilir. Anlamayı öğrenen insan, etrafına bir koza
örmeyi öğreniyordur. İnsanın etrafını ören ve onu dar bir dünyaya sıkıştıran
sebep kendisinde harflerin, kelimelerin ve bir takım ilişkiler için bir takım
kural formlarının anlamlar kazanmasıdır. İnsan anladıkça ya da öğrendikçe
kozasını daha da sağlamlaştırır. Ve içinden çıkılması imkânsız duvarlar örer
etrafına. Bu açıdan aşiret halinde yaşayan topluluklardaki toplumsal
öğretileri daha az olan insanlar, etraflarına daha az duvar örme şansına
sahiptirler. Aynı
şekilde az bilen insan çok bilen insandan daha fazla tutsak değildir. Doğal
insan toplumlarındaki öğretiler doğal ihtiyaçlarla iç içe olduğu için onların
zihinlerinde doğal yapılarıyla aynı paraleldedir. Doğal insanlar gerçekten
antropolojide kabul edildiği gibi barbar, vahşi ve ilkel varlıklar değillerdir.
Onlar kabile toplumları içinde özgürlük alanını en geniş tutan insan
gruplarıdır. Gelişmesi antropologlar tarafından kullanılan kriterleri bir
kenara bırakacak olursak, ne biz onlar kadar doğal ne de onlar bizim kadar
ilkel olamamışlardır. Bizimle onlar arasındaki farklardan biri de, bizim
öğrenme ağlarımız içinde zihnimizde sayısız duvarlar geliştin, temize karşı,
onların, zihinlerini hiçbir zaman ayraçlara bölmemesi arasında yatmaktadır.
Biz insanlar zihinlerimizin çok küçük bir
kısmını kullanabiliyoruz ancak. Zihnin kapasitesi kendisini algılayabilecek
büyüklükte ve o oranda karmaşadır. Zihin doğuş anında boş ve saftır. Kendinde
hiçbir bilgi kodu yoktur. Ancak toplumla iç içe yaşamaya başlayınca zihinde
öğrenilen şeye göre değişiklikler ortaya çıkar. İnsan neyi hangi şekilde
öğreniyorsa zihni o yönde gelişerek hassasiyet kazanır. Bu hassasiyet öyle bir
noktaya varır ki artık zihin gelişme gösterdiği eğilimin dışında kalan şeylere
karşı kayıtsız kalmaya başlar. Elektronik mekanizmayı birçok insan anlama
yeteneğine sahip değildir. Çünkü zihinleri o yönde gelişmemiştir. Hâlbuki bu
konu üzerinde uzman kişilerin kabiliyetleri o yönde geliştiği için elektronik
beyinlerin en karmaşık kısımlarını anlayıp yönlendirmeye muktedir
olabiliyorlar. İnsanın uzuvlarıda zihnin ihtisasına paralel olarak aynı
eğilimlere karşı hassasiyet kazanırlar. Dil, göz ve kulak gibi duyu organlarımız
zihnimizin geliştiği ve eğitildiği yönlerde görevlerini daha başarılı icra
ederler. Bu organlar bazı insanlarda son derece fazla hassasiyet kazanarak
normal insanların duyarlılıklarının üzerine çıkabiliyor. Bir takım uzay
cihazlarının ortaya çıkmasından evvel denizciler çıplak gözle bazı göksel
olayları takip edebiliyorlardı. Yıldız hareketlerinden yön tayini, rüzgâr,
yağmur, fırtına gibi meteorolojik olayları önceden tahmin ve tayin
edebiliyorlardı. Hatta bazı psikolojik vakalarda hastalar normal insanın görüp
hissedemeyeceği şeyleri ortaya çıkarabiliyorlar. Zihin faaliyet gösterdiği
yönde bazı imtiyazlara sahip olabiliyor.
İnsan yaşadığı çevreye göre bilgi kodları
alarak zihnini o yönde geliştirir. Öğrenme değişkeni sayısı arttıkça zihinde o
oranda yeni gelişme bölgeleri ortaya çıkar. İnsan, bu bölge içine sıkışarak
zihninin işleyebileceği başka alanlara duyarsızlığı artar. Zihninin geliştiği
alanda kişiliği bir ben üzerinde temellenir. Oysa öğrenme süreci olmadan
insanda ben denen bir şey yoktur. Yani insandaki ben, zihinde gelişmiş olan
anlam dünyası üzerinde temellenir. Anlam dünyaları insanlarda farklı benler
ortaya çıkarır. Bir sanatçının anlama dünyası üzerinde temellenen ben ile bir
kasabınki arasında fark vardır. Veya bir köle ile sahibinin benleri arasındaki
çizgiler tamamen farklılaşabilir. Ben, insan zihninde oluşan anlam dünyalarının duvarları arasında
yuvalanır. Duvarlar,
mevzilenen benin dünyasını ayırarak zihindeki saf ve doğal bütünlüğü
parçalarlar. Böylece duvarlar herkesin aynı ölçüde sahip olduğu geniş bir
dünyayı insan için ipek kozası kadar dar, sığ ve kapalı bir dünyaya indirger.
İnsan, yaşam felsefesini de zihninde gelişen anlam dünyalarına göre belirler.
Birbirine zıt farklı şeyler; din, sanat, evren, soyut, somut gibi farklı olgular
kapalı zihin parçasının duvarları arasında aynı biçimde algılanır. Yoğun
öğrenme değişkeniyle muhatap olan çağdaş insan için, dışındaki sayısız dünyadan
habersiz, kendi özel duvarları arasına sıkışan, dar ve sığ bir dünya kimliği
biçmekte haklılık görülebilir. Zira çağdaş
insanın anlam dünyalarında kaybolması serüveni insanın başını yemliklerine
sokmuş ve bu yemliklerin dışında kalan koca evrenlere karşı insanı kör bir hale
sokmuştur. Çağımız insanının keçi yemliklerinde ısrar ederek
özgürlük arayışı içinde çırpınması çok şaşırtıcıdır. Yaşam için bazı şeyleri
kuşanmaya değer bulurken gene aynı zihnin sergilediği bir yaşamı reddetme
eğilimi için dedir çağımız insanı.
Özgürlük için kuşanan
insan da bir koza içindedir.
Anlam dünyasından hareket ederek özgürlük tanımı geliştirir ve böylelikle anlam
dünyası içinde kalarak özgürlük arayışına başlar. Bu arayışın kalkış noktası
başka dünyaları gözardı etmekten başlar. Beyazlar
siyahların, batılılar doğuluların ve çağdaşlar doğal insanların yaşam
dünyalarını gözardı ederek özgürlükten söz ederler. Oysa hepsinin ayna karşısındaki durumu aynıdır. Aynanın
karşısına geçerken kafalarında oluşturdukları anlam dünyasına göre kendilerini
tanırlar. Ayna, kafalarında belirlenmiş etiketler doğrultusunda bir insan
çıkarır karşılarına. Bu insan işte bu anda, yani aynada slüetini tanıdığı anda
artık özgürlüğüne son vermiştir.
Özgürlük tek tek duyumsayan ve başkaldıran
insanın arama çabasının meyveleri değildir. Çağımızın özgürlük arayışı
varoluş felsefesinin sunduğu felsefik temeller üzerinde şekillenen bu
anlayıştan hareket ederek kitle iletişim araçları karşısında anlamını oluşturan
insan özgürdür. Veya kalabalık kentlerde insanın istediği herşeyi yapabileceği
kadar kendini kaybetmesidir özgürlük. Bu bireyci yaklaşımlar insan kafasının
toplum içinde kazanmış olduğu anlam dünyalarına bakmazlar. Oysa insan yaşamını
organize eden zihindir. İnsan bedeniyle değil zihniyle özdeştir. İnsana ait
olan beden için istenen tavizler değildir. Zihin ve zihni bütünlük
için istenen şeylerdir insana ait olan. Bir kere çağımızın özgürlükçü, bireyci
yaklaşımları insan zihnine bakmazlar. Bütün istedikleri şey sadece beden için
olandır.
Bedeni yaşanabilir hale getirdiğin oranda özgürsün bu anlayışa göre. Hâlbuki
insan yaşama verilerini artırdıkça anlam dünyasını geliştirir. Anlam dünyasının
gelişmesi ise başkalarının yaşama hakkına tahammül etmemeyi getirir
beraberinde. Yalnızca kendine tanır yaşamdan koparabileceği tüm tavizleri.
Anlam dünyası, insanı varolan dünyanın sadece kendi egosu için işlemesi hırsına
sevkeder. İnsanda ben’i merkez alan bir yaşam anlayışı geliştirirler. «Ben»
insanı özgünleştirmez. Aksine
dar bir anlam dünyasının esareti altına sokar. Bireyde «ben», aynadaki
farklılaşmanın farkedilmesiyle ortaya çıkar.
İnsan
aynada kendini tanıdığı zaman «ben»ini tanımış demektir. Bu ise insanın zihni
bütünlük aşamasında söz konusu olan çocuk dünyasından koparak kendi özgürlüğünü
kaybetmesi anlamına gelir.
(Yazan: ÖMER ÇAHA)
Kaynak:
AYANE
DERGİSİ
TEMMUZ 1990
TEMMUZ 1990
Çok eski bir yazıdan günümüze bakış
Demokratik toplumların en önemli ayırıcı vasfı, temel
insan hak ve özgürlüklerin korunduğu birer toplum olmalarıdır. Ancak temelde bu
kuramsal çerçeveden hareketle uygulanımına geçen toplumlarda demokrasinin,
düşlendiği biçimde ortaya çıkmadığı, dahası en demokratik geçinen ülkelerde
bile demokrasinin temel hak ve özgürlüklere müdahale ettiği
gözlemlenebilmektedir. Veya değişik bir ifadeyle demokrasi, en geniş anlamda
ulusun, toplumun ve tek tek bireylerin iradelerinin toplamı olması gerekirken,
tersine bunlara engel olabilmektedir. Bu bağlamda henüz tam bir tanımına
kavuşmamış demokrasi kavramı etrafındaki tartışmaları bir kenara iterek,
demokrasinin gelişme sürecinde olduğu söylenen Türkiye’deki seyrine bir
bakalım.
Uzun zamandan beri kamuoyunu işgal eden üniversitelerdeki
başörtüsü sorunu güncelliğini hâlâ tüm canlılığıyla korumaktadır. (2013
yılı çözülmüş görünüyor) Sorunun bu kadar uzun bir sürede çözümlenmemesi temelde
haklı/haksız birtakım gerekçelere dayanmaktadır. Başörtüsü sorunu gündeme
geldiği günden buyana, her nedense bu toplumsal olguya bir dinsel ve
inançsal gerçeklik olarak bakılmak istenmemektedir. Başörtüsü yasağının en
önemli temel gerekçelerinden ilki, sorunun, Cumhuriyet'in vazgeçilmez
ilkelerinden biri olan laiklikle çeliştiği iddiasıdır. Bilindiği üzere
birçok kavram gibi laiklik de Batı’dan alınmış ve hâlâ rayına oturtulamamış
kavramların başında gelmektedir. En geniş anlamda temel insanal inanç ve
özgürlüklerin korunmasıyken laiklik, bunun tersini de içerebilmektedir.
Sözkonusu başörtüsü sorununun bu noktadaki çıkmazı, aslında soruna bir din ve
inanç özgürlüğü olarak bakılmamasından kaynaklanmaktadır. Daha doğrusu
böyle bakılmak istenmemektedir. Bunun için de olası bütün numaralar işleve
konulmaktadır.
Sözgelimi bunlardan en dikkat çekici olanı,
başörtüsünün bir dinsel inanç yasası olmadığı şeklindeki iddia ve
çabalardır. Ancak herkesçe bilindiği gibi buna karar verebilecek kimseler,
sözkonusu kaynakları anlamak ve yorumlamak noktasında uzmanlaşmış kimseler
olacaktır. Soruna böyle yaklaşılması gerekirken aksine uzaktan - yakından
ilgisi olmayan kimseler, dahası aksini savunmayı kendilerine inanç edinmiş
kimseler işleve konulmaktadır. Durum böyle olunca sonucu tahmin etmek güç olmamaktadır.
Bu konuda laik bir devlet sistemindeki yeri henüz iyice anlaşılmamış olan resmî
din kurumlan da bir vazife mes'uliyeti çerçevesinde susmayı
yeğlemektedirler. Toplumun kendilerinden çok şey beklediği bu resmî din
kurumlarının sözkonusu tavrı, karşıt görüşlü kimselerin haklı onayına mazhar
olurken, yine sözkonusu tavır, bu kurumların tarihsel gelişim süreçlerine
ters düşmemesi noktasında kendi çapında bir anlamlılığı da beraberinde
getirmektedir.
Gerekçelerden bir başkası da, başörtüsünün ideolojik
bir sembol olduğu, dolayısıyle inanç özgürlüğü ile bir ilgisi olmadığı
iddiasıdır. Soruna, gündeme geldiği günden bu yana her nedense yapıcı ve
iyimser yaklaşılmamış, daha çok bunun toplumsal ideolojik bir farklılaşma; bu
farklılaşmanın arkasında da örgütlerin bulunduğu, asıl amacın laiklik
düşmanlığı olduğu üzerinde ısrarla durulmaktadır. (Basın bir taraftan bu
konuda görevini tam olarak yerine getirmekte; laiklik sınavından başarıyla
çıkmakta, öteden yaklaşan Ramazan ayı dolayısıyle dinsel sınava hazırlanarak
onu da başarmak (!) çabasındadır. İkiyüzlülük bir ahlâk sorunu olmaktan çıkmış,
insanların doğal karakteri haline gelmiştir toplumumuzda.) Bütün bu çabaların tek amacı, sorunu bir illegalliğe
büründürerek elle tutulur gerçekleri saptırmaktır. Oysa herkesin bildiği
gibi TCK'na göre suç oluşturacak unsurlar açıktır. Bu çerçevede işlenen
suçlara müdahale edilir. O halde ortada suç unsuru oluşturacak hiç bir durum
yokken neden hâlâ başörtüsünde potansiyel (olası) bir suç unsuru aranmaktadır?
Aslında böylesi bir tavır, demokrat geçinen bir toplumda
en anti-demokratik, en kötümser tavırlardan biri değil midir?
Açıkçası bu durumda suçlular yer değiştirmiyor mu?
Peki bütün bunların anlamı ne?
Toplumsal görüngüde başörtüsüne neden yer verilmek
istenmiyor?
Hiç kuşkusuz çağdaşlık adına çağdaşlık için. O da
ne demek? Öncelikle çağdaşlık, anlaşılmak istendiği anlamda Batı yaşam
paradigması (veya elbise modeli) ise, buna çağdaş değil Batılı
denilmelidir. Bunun da ötesinde Batı, çağdaşlığından kuşku duyduğu, çağdaşlık kavramını
görece bir değer yargısı olarak gördüğü günümüzde bizimkilerin çabası
boşuna değildir elbette. Kısacası bu fark çağdaşlığımızın en somut
göstergesidir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bütün bu sorunlar Batı tipi
demokrasiyi uygulamanın sorunları
değil, Batı'nın bizden istediği demokrasi biçiminin sorunlarıdır.
Evet, demokrasinin korunmasında
her zaman hassasiyetlerini vurgulayan kimseler, böyle bir tavırla
söylediklerinden neyi kastettikleri doğrusu anlaşılmamakta, hatta
anlamsızlaşmaktadır. Eğer başörtüsünün demokrasiden bir takıntısı yoksa,
laiklik de en geniş anlamda dinsel inanç ve kanaatlerin korunmasıysa, böyle bir
yasağa gitmek ne anlama geliyor?
Demokrasi, laikliğin algılanan
biçimiyle çelişiyorsa o halde bu iki kavram yeniden tanımlanmalı, aralarındaki
ilişkiler yeniden gözden geçirilmelidir. Aksi durumda kaypak kavramların gölgesinde
dolaşmak konumsal kaygı taşıyanların işine gelecek ve başörtüsü sorunu bu
bağlamda bir provokasyon olarak kalacak, öteden üniversitelerdeki binlerce
genç kızı, dinsel inanç ve kanaatlerinden ötürü yüksek öğrenimden mahrum
bırakmak ve bu inançları paylaşan yine binlerce öğrencinin düşlediği en doğal
hakları olan öğrenim haklarını
ellerinden almak bir demokrasi suçu olarak demokrasi tarihine geçecektir.
Aydınlara
gelince J. P. Sartre'ın dediği gibi aydınlar, toplumda bir vücudun beyni,
halk ise bedenidir. Bu
anlamda aydınlara görev ve sorumluluklarını hatırlatarak diyebiliriz ki,
aydınlarımızın başörtüsü sorununda göstermiş oldukları duyarsız tavır, temelde
aydın olmaktan çok, aydın geçinen olduklarını bir kez daha
tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.
(Yazan: MEHMET ERDOĞAN)
Kaynak:
AYANE
DERGİSİ MART 1989
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar