AYNA SİMGECİLİĞİ
Çeşitli dünya dinlerinin
mistisizmlerine anlam kazandırmak için kullanılan zengin simge dağarcığından
burada ayna simgesini seçiyoruz. Çünkü, bunların arasında mistisizmin özünü
ifade etmeye en uygunu ve aynı zamanda temelinde irfanı (gnostik) veya aklî
özelliğe sahip olanı ayna simgesidir. Ayna manevî tefekkürün en dolaysız
simgesidir; aslında bilginin (gnosis) de öyle, çünkü öznenin ve nesnenin
birliğini temsil eder. Bu örnek, bir simgenin gerçekliğin bu kadar değişik
düzeyine işaret eden ve bazen de çelişkili görünebilen çeşitli anlamlarının
nasıl kendi içinde tutarlı olduklarını ve kendisi tamamen manevî olan imgenin
toplam anlamı içinde nasıl uyumlu bir biçimde varolduklarını da göstermeye
yarar.
Anlam çokluğu bir simgenin özündedir;
ve akılcı (rasyonel) tanımlamalardan üstün olduğu yön budur. Çünkü, akılcı
tanımlama bir kavramı akılcı bağlantılarına göre düzenlerken ve aynı zamanda
onu belirli bir düzeyle sınırlarken, simge netlik ve açıklığından zerre kadar
kaybetmeden ‘yukarıya (üst düzeylere) açık’ kalır. Hepsinden öte, simge akıl
ötesi gerçekliklerin ‘anahtarı’dır.
Akıl ötesi gerçeklikler için hiç
çekinmeden ‘akıl ötesi hakikatler’ de diyebilirdik; bu noktayı
vurguluyoruz, çünkü, simgeciliği sırf psikolojik açıdan açıklamak uzun süredir
alışkanlık olmuş. Bu psikolojik yorum her zaman mutlaka yanlıştır anlamına
çekilmesin, ama bu mümkündür. Kesinlikle yanlış olan şey, simgenin kökeninin ‘kolektif
bilinçdışı’ diye adlandırılan şeyde, diğer bir deyişle insan ruhunun kaotik
bir alt tabakasında bulunabileceği görüşüdür. Bir simgenin içeriği akıldışı
değildir, akıl ötesidir, yani tamamen manevîdir. Bu yeni bir tez değildir;
gerçek manevî geleneklerin hepsinde varolan simgecilik bilimine özgüdür.
Buradaki yaklaşımımız tamamen
ilkeseldir: ayna simgeciliğinin bu kadar açıklayıcı olmasının, nedeni, aynanın
bir anlamda simgenin simgesi olmasıdır. Aslında simgecilik en iyi, salt
kavramsal terimlerle tamamiyle ifade edilemeyen fikirlerin veya prototiplerin
görünen yansıması olarak tanımlanabilir. Bu konuda St. Paul şöyle der: ‘Çünkü
şimdi ayna ile muammalı surette görüyoruz, fakat o zaman yüz yüze göreceğiz;
şimdi cüz’î biliyorum, fakat o zaman bilindiğim gibi bilineceğim.’(I
Korintoslulara, 13:12)
Simgenin ebedî bir prototipin imgesi
olarak göründüğü ayna nedir?
Simgenin soyut kavramların aksine
görsel veya ‘plastik’ doğası düşünülürse, öncelikle muhayyile (imgelem). Ancak
daha geniş bir çerçevede düşünülürse, ayırdetme melekesi ve bilgi gibi saf
Akıl’ı yansıtan zihindir. Plotinus Aklın (nous) İlâhî Varlık’ı tefekkür
ettiğini ve nesnesi aslı tamamiyle tüketilemeyecek olan bu tefekkür sayesinde
dünyanın, sürekli kırılan bir yansımaya benzetilebilecek, hep eksik bir imge olarak
ortaya çıktığını söyler.
Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve
sellemin bir hadisine göre, ‘Herşeyi
pastan kurtarıp parlatacak bir şey vardır. Kalbi tek bir şey parlatır: Allah’ı
anmak (zikretmek; zikrullah). İnsanın merkezi olan kalp bu yüzden ayna gibidir;
saf olmalıdır ki İlâhî Ruh’un ışığını alabilsin.
Kuzey ya da Ch’an Budizmi’nin şu
öğretisinde de benzer şeyler söylenir:
Aynen bir aynanın doğasında parıldamak
olması gibi, bütün varlıklar da kökenlerinde manevî bir ışığa sahiptirler.
Ancak tutkular aynayı kararttığı zaman, üzeri sanki tozla örtülmüş gibi
örtülür. Ustanın öğütleriyle yanlış düşüncelerin üstesinden gelindiğinde ve bu
düşünceler yok edildiğinde, tutkular da geri plana çekilirler. O zaman Zeka
doğası gereği aydınlanır ve bilinmedik bir şey kalmaz. Bu bir aynayı parlatmaya
(sırlamaya) benzer... (Tsungmi)
Bu pasaj pekâlâ Sufî eserlerinden de
alınmış olabilirdi.
Kalp saf bir ayna olduğunda, dünya bu
aynada gerçekte ne ise öyle, gibi, yani tutkulu düşüncelerden -kaynaklanan
bozulmalar' olmadan, yansır; ayrıca, kalp İlâhî Hakikat’i âz çok dolaysız
olarak, önce simgeler (işarat) biçiminde, sonra simgelerin ardındaki manevî
nitelikler (sıfat) veya özler Cayan) biçiminde, son olarak da İlâhî
Gerçeklikler (haka'ik) olarak yansıtır.
Bu, Taoizm ve Şintoizm’de önemli bir
rol oynayan kutsal aynayı hatırlatır. Şintoizm’in İse’deki türbede bulunan
kutsal aynası hem hakikati hem de doğru sözlülüğü simgeler. Efsaneye göre,
tanrılar bu aynayı, güneş tanrıçası Amaterasu’yu kızgınlıkla çekildiği
mağaradan çıkması için ayartıp dünyaya ışığını yeniden kazandırmak için
yapmışlar. Tanrıça mağaradan dışarıyı gözlediğinde aynada kendi ışığını görerek
bunun ikinci bir güneş olduğunu sanmış ve merakla mağaradan dışarı çıkmış,
özellikle bu örnek kalbin, yansıtma özelliği —doğru sözlülüğü— sayesinde ilâhî
ışığı çektiğini gösterir.
Yansıma kanununun temelinde yatan
herşey, ona karşılık gelen manevî sürece de uygulanabilir. Burada, yansıyan
imgenin nesnesine göre ters olduğu unutulmamalıdır. Bu yüzden, örneğin her şeyi
içeren ilâhî Gerçek yansıdığında, kavranamayacak kadar küçük bir merkez olarak
görünür; saf Varlık’ın saadeti yansıdığında yok edici bir şiddet olarak,
ebediyet kısa bir an gibi görünür, vd.
Yansıma kanunu, şu olguyla da
ilgilidir: bir yansıma nitelik olarak nesnesine benzerse de, maddesel olarak
ondan farklıdır. Simge, sadece maddesinden soyutlandığında simgeleşen şeydir,
aksi takdirde sadece özünü sınırlar ve algılar.
Yansımanın diğer bir özelliği de,
nesnenin, aynanın biçimine ve konumuna bağlı olarak tam ya da eksik olarak, az
ya da çok berrak bir biçimde görünmesidir. Bu da manevî yansımaya
uygulanabilir, ve Sufi büyükleri bu konuda Allah’ın kuluna, kalbinin açık ve
temiz olmasına göre söylemişlerdir; deyim yerindeyse, suyun içinde bulunduğu
kabın rengini alması gibi, Allah da kulunun kalbinin biçimini alır.
Bu bağlamda kalp aynası, uzaydaki
konumuna göre güneşin ışığını az çok mükemmel bir biçimde yansıtan aya
benzetilir. Ay, saf Ruh ile aydınlanan nefsdir, ancak hâlâ zamana bağlı olduğu
için ışığı alma özelliği değişime (telvin) uğramaya mahkûmdur.
Yansıma süreci, akıla düzeyde
tükenmeyen bilme ‘süreci’nin belki de en mükemmel imgesidir. Ayna, yansıttığı
ölçüden, neyi yansıtırsa odur. Kalp —yani bilişsel Akıl— dünyanın kesretini
(çokluğunu) yansıttığı sürece, dünyanın durumuna, yani nesneyle öznenin, dışla
için bölünmesine göre dünyadır. Ancak, kalp aynası ilâhî Varlık’ı yansıttığı
sürece, ilâhî Varlık’ın bölünmemiş niteliğine göre tam olarak budur. Bu konuda
Havari Paul şöyle demiştir: ‘Fakat biz hepimiz, peçesiz yüzle Rabbin
izzetini aynada imiş gibi görerek... aynı surette değiştiriliyoruz...’(II.
Korinoslulara, 3: 18)
Şimdi de ayna simgesine başka bir
açıdan bakalım. İslâm dininin ilk tasavvufçularından biri olan Hasan el-Basrî, Allah ile ilişkisi açısından
dünyayı, güneşin düz bir su yüzeyi üzerinde yansıyan imgesine benzetir.
Yansıyan imgeden bilebildiğimiz herşey, orijinal nesneden kaynaklanır; ancak
bu, nesnenin yansımasından tamamen bağımsızdır ve sonsuz derecede üzerinde ve
ötesindedir.
Bu benzetmeyi ‘varlığın birliği’
(vahdetü’l-vücud) kavramı —İslâm tasavvufunun temel kavramı-— açısından
anlamaya çalışırsak, ışığın Varlık, karanlığın da hiçlik olduğunu bilmemiz
gerekir; görünürlük varlık, ğörünmezlik yokluktur. Öyleyse, görünür olan
sadece aynada yansıyandır. Aynanın varlığı, sadece yansımanın doğası ve saf
olabilirliği sayesinde anlaşılır. Ayna kendi başına, ışık olmadan görünmezdir,
ve benzetmenin anlamına göre bu, ayna kendi başına yok demektir.
Bundan bir sonraki nokta, Hindu Maya
öğretisidir; Maya, Sonsuz olanın, kendisini yanılsama perdesi arkasına
saklayarak sonlu olanda göstermesini sağlayan İlâhî kudrettir. Yanılsama,
görüntünün (yani yansımanın) Sonsuz Birlik’in dışında varolan birşey gibi
görünmesindedir. Buna yol açan Maya'dır; ve Maya, üzerindeki yansımalardan ayrı
bakıldığında, sonsuz olanın saf bir olasılığından veya işlevinden başka bir şey
değildir.
Eğer evren bir bütün olarak Allah’ın
aynası ise, orijinal doğası açsından insan da öyledir, çünkü bu doğa niteliksel
olarak bütün evreni, Tek olanın aynasını içerir. Muhyiddin İbn Arabî (12nci yy)
bu konuda şöyle yazar:
Sayısız kemalâtı nedeniyle, Allah
kendi Zât’ını bütün gerçekliği içeren bir nesnede müşahade etmek istedi, tâ ki,
sırrını kendi kendisine göstersin... Çünkü bir varlığın kendi başına kendisi
hakkındaki bilgisi, bir ayna görevi yapan bir şey aracılığıyla kendisi hakkında
öğrendikleriyle aynı şey değildir. Böyle bir ay-na ona kendisini ‘yansıma
düzlemi’ne karşılık gelen biçim ve bu düzlemden kaynaklanan yansıma olarak
gösterir...
İbn ‘Arabi’nin akimda, bir taraftan
materia prima’mn (el-kâbil) “saf haznesi”, diğer taraftan Âdem vardır; materia
prima bir anlamda hâlâ karanlık olan ve henüz hiçbir ışığın parıldamadığı
aynadır: Âdem ise ‘bu aynanın parlaklığı ve bu biçimin ruhudur’ (Fususu’l-Hikem,
Âdem ile ilgili bölüm).
Bu
yüzden, insan Allah’ın aynasıdır. Daha batını olan başka bir bakış açısına
göre, Allah insanın aynasıdır. İbn Arabi aynı
eserde bu konuyla ilgili olarak şunları yazar:
Allah’ın
Zât’inin kendisini tanıttığı insan Allah’ı görmez, sadece kendi biçimini
Allah’ın aynasında görür.
Sadece
O’nda kendi biçimini görebilse bile, bizzat Allah’ı görebilmesi mümkün
değildir.
Bu
bir aynaya bakmaya benzer, çünkü aynada kendinize baktığınızda, sadece ayna
sayesinde kendi biçiminizi gördüğünüzü bilseniz bile, aynanın kendisini
göremezsiniz.
Bizzat
Allah bu fenomeni kendi vahyinin en iyi simgesi olarak yaratmıştır, böylece bu
simgeyi gören Allah’ı göremeyeceğini bilebilir... Aynadaki bir yansımaya bakıp
aynayı görüp göremeyeceğinizi deneyin: göremeyeceksiniz. Bu öyle kesindir ki,
kimileri yansıma yasasını (maddî ve manevî) aynada izleyip, yansıyan biçimin
ayna ile izleyici arasına girdiğini ileri sürmüşlerdir. Kuşkusuz bu doğru
değildir; gerçekte daha önce söylediğimiz gibidir (yani, yansıyan biçim bizimle
ayna arasına girmediği için onu bizden gizlemez; yine de sadece ayna sayesinde
onda yansıyan biçimi görebiliriz)... Eğer bunu (yani aynaya bakan varlığın
Zât’ın kendisini hiç görmediğini, sadece Zât’ın aynasında kendi biçimini gördüğünü)
kavrarsınız, bir varlığın varabileceği en üst sınırı kavrarsınız; bu yüzden
bunun ötesine ulaşmaya çalışmayın ve (‘nesnel’ durumdaki) bu seviyeyi aşmak
için ruhunuzu yormayın. Çünkü prensipte ve gerçekte bu seviyenin ötesinde saf
hiçlikten başka bir şey yoktur (burada bizzat Zât tezahür etmez)
(Füsusu’l-Hikem) Seth ile ilgili bölüm).
Üstad Eckhart aynı konuda şöyle yazar:
Ruh
kendisini Tanrı’nın aynasında izler. Bizzat Tanrı aynadır. Bu ayna Tanrı’nın
istediğine görünür, istediğine görünmez... Ruh bütün dünyaları ne kadar aşarsa
aynaya o kadar yaklaşır. Bu aynada birlik, saf, bölünmemiş bir benzeşme olarak
ortaya çıkar.
Halepli Sufı Suhreverdi (12nci yy),
insanın Benlik’e giden yolda önce bütün âlemin kendi içinde, bilişsel öznenin
içinde yer aldığını keşfettiğini yazar; kendisini, içinde bütün prototiplerin
fani biçimler olarak göründüğü bir ayna olarak görür. Sonra hiçbir varoluşa
sahip olmadığını anlar; kendi ‘Ben’i özne olarak yok olur ve sadece Tanrı bütün
bilgilerin öznesi olarak kalır. Muhyiddin İbn Arabî bu konuda şunları
eklemiştir: ‘Allah’ içinde
kendinizi gördüğünüz aynadır, ve sizde O’nun içinde Kendi isimlerini izlediği
aynasınız. Ancak O olmazsa bütün bunlar bir anlam taşımadığı için, bu sadece
ilişkilerin tersine çevrilmiş bir anolojisidir’ (Füsusu’l-Hikem, Seth ile
ilgili bölüm).
İster Allah insanın aynası olsun, ister insan Allah’ın aynası olsun,
ayna hep özneyi simgeler; bu yüzden aynı anda bilginin nesnesi
olamaz. Bu sadece ve kesinlikle ilâhî özne, bütün varlıkların ezelî ‘Şahidi’ için
geçerlidir; bu, “esası” (tözü) hiç bir şekilde kazanamayacak olan, ancak yine
de, sadece onun içinde bütün varlıkların bilinebileceği bilindiği için, bir
anlamda bilinebilen sonsuz aynadır.
Dante’nin Âdem’in ağzından söylediği
anlamı- belirsiz sözler ancak bu şekilde aydınlanır. Âdem Dante’nin duyduğu
özlemi şöyle dile getirir:
Perch’io la veggio nel verace speglio
Che fa di se pareglio all’altre cose,
E ııulla face lui di se pareglio.
Hakikati söyleyen aynada gördüm
Bütün diğer şeyleri yansıtan aynada
Onun karşısında hiçbir şey yansıtıcı
olamaz
(Cennet, XXVI, 106)
Feriüddin Attar şöyle der:
Dönüp duran atomlar gelin, merkezinize
dönün,
ve gördüğünüz şeyin ebedî aynası olun.
Sh:127-133
Kaynak:
TITUS BURCKHARDT, Geleneksel Bilim ve Kutsal Sanat Üzerine Denemeler, Özgün
Adı: Mirror of the Intellect Essays on Traditional Science & Sacred Art
Quintia Essentia 1987 İstanbul Nisan 1994
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar