BATI' DA VE DOĞU'DA BEDENİN TEMSİLİNDE HAYSİYET VE ZİLLET
II
İslâmî Beden Temsili: İffet ve Zillet
Zeynep Sayın
I
"Kim bir yazarın güzel yapıtına, bir şairin güzel
şiirine, bir ressamın güzel resmine ve bir mimarın güzel binasına bakarsa,
onları yapan bu insanların içsel güzelliğine bakmış olur."
Von Grunebaum, Eleştiri ve Şiir Sanatı
İslam Ansiklopedilerinde ilmü'l-cemâl diye bir
madde vardır. Bugünün Arapçasında güzelin bilimi anlamına gelen bu tanım, episteme
aisthetike kavramını karşılar. Geleneksel Arap kültürünün "cemâl
ilmi" diye sınırları tanınmış ve belirlenmiş bir bilim tanımadığı yazar
genelde adı geçen maddenin altında; on sekizinci yüzyıl Avrupası'nda özerk bir
alana dönüşen "estetik" ve bu alanı meşrulaştıran estetik kuram,
Arap-İslâm kültürünün her zaman yabancısı olmuştur. Yedinci yüzyıldan günümüze,
beyandan irfana, Endülüs'ten Özbekistan'a cemâl sıfatına epey sık rastlanan bir
tarihten ve coğrafyadan söz etsek bile, güzeli diğer alanlardan ayrıştıran bir
kurama gitmemiştir İslam kültürleri; güzele dair olan, ne duyusal ve duyu-ötesi
bir ayrıma tâbi kılınmış, ne sanat ve sanat olmayan diye farklılaşan iki ayrı
alana dahil edilmiş; gayb âlemi için olduğu gibi zuhur âlemi için de
kullanılmış; müzikten minyatüre, tarımdan çömlekçiliğe yaşamın bütün alanlarını
kuşatmıştır. Kuşkusuz bu türden bir kapsayıcılığın nedenlerinden biri, İslam
kültürlerinin ferinden ya da sana a dan söz ederken her iki
kavramın da tarihten anatomiye, hattan ciltçiliğe ucu bucağı olmayan bir alanı
içermesi ve güzelliğin kendini bütün amellerde ele vermesidir: Kunduracının
imal ettiği ayakkabı ile mimarın inşa ettiği bina arasında güzellik nezdinde
fark yoktur; her ikisi de güzel olan ve güzel seven tanrının arzusunu
yerine getirir. Bu yüzden özerk bir estetik kuram eksikliği, aslında ikinci bir
nedenle birlikte dayanak kazanır: Güzellik söz konusu olduğu anda, insanın
farklı yaşam alanları bir yana, doğa ile kültür arasında bile bir ayrım
getirmemiştir İslâmî düşünce geleneği; zayyana fiilinin eylemi, tanrısal
bir niteliği dile getirdiği ve tezyinin cemâli, tanrının zuhuruna bağlı
olduğu için güzel olan, zaten bizzat varoluşun kendidir. Sana'a,
yalnızca insan elinden çıkan güzelliği betimliyor olsa bile, "yaratanların
en güzeli Allah'tır" (Mu'minun, 23, 14) ve insan bu eylemiyle ona
öykünmektedir. Dolayısıyla insan yaratılarına özgü güzellik, aslında yaratıcı
kişinin şahsına ilişkin değil, tanrısal kuşatıcılığa ilişkin bir güzelliktir ve
ilmü'-cemâl diye diğerlerinden ayrışmış bir alan, işin başından mümkün
değildir.
Böyle bakınca güzellik yasası genel anlamıyla İslâmî bir
kavrayışa ve ahlaka ilişkin bir buyruktur; tecelli, kendi içinde kusursuz bir
güzelliğe sahip olduğu için onun sergilediği kusursuzluk, insana doğduğu andan
itibaren bütün edimlerinde eşlik etmelidir: "Güzelleşmek ve tezyin
etmek, müminlerin ahlâkındandır."1 Çünkü eğer zuhur ve
tecelli, tanrının cemâl sıfatının görünüşüyse, o zaman varoluşun çirkin olma
ihtimali yoktur ve güzelliği belirleyen uyuma ve düzenliliğe insanın da itaat
etmesi ve öykünmesi gerekir. Güzelliğin birincil ölçütü olan uyum dendiğinde
ise "bir nesnenin niceliği değil, onun vezni... yani görünüşündeki ve
parçalarının düzenlenişindeki doğru orantı"2 anlaşılır: Allah,
tecelligâh kusursuz ve güzel olsun diye her şeyi doğru bir oranla tezyin ve
tanzim etmiştir. Onun için İhvân-ı Safâ risâlelerinden Birûnî'ye tanrısal
güzelliğe öykünmek istendiğinde, ilk önce tecelligâhı oluşturan nesnelerin
kurduğu kusursuz bağıntıyı kavrayarak evrenin su sızdırmaz dengesine ve uyumuna
öykünmek gerekir. Bu, bir yanıyla kuşkusuz Antik Yunan'ın güzellik öğretisinden
devralınan bir anlayıştır. Sözlük anlamıyla denge, karşılıklı iki kuvvetin
denkliği hâli, çeşitli öğeler arasındaki uyum ve güçlerin eşit dağılımı
demektir. Parçalar arasındaki ilişkiyi belirleyen orantı, evrensel ritmi ve
dengeyi belirleyen, değeri bir sayı ile ifade edilemese bile geometrik yöntemle
saptanabilen bir bağıntılılıktır. Ancak İslamiyet'e göre eğer evren, tanrının
en güzel isimlerinin -esmâ-i hüsnâ nın— tezahürüyse, o zaman kişinin
öykünebileceği şey, tanrısal isimlerin neliği değil, sadece onların nasıl
işlediğidir. Bir diğer deyişle zât'ın mahiyeti asla bilinemeyecek olan bir
isimsizlik ve uzaklık dile getirirken, tanrısal nitelikleri ifade eden ism-i
sıfatiye, iman sahibi olan her kişinin öykünmesi gereken işleyiştir. Bu nedenle
Yunan resminde ya da heykelinde olduğu gibi bir altın oranla beden suretinde
tasvir edilebilen bir şey değildir tanrının yasallığı; o, her türlü suretten
arındırılmış bir soyutluk ardında yalnızca nasılı sergilenebilen bir
uyumluluktur. Bu yüzden onu beden misali bir hacimle görselleştirmek ve
sınırlandırmak mümkün değildir. Bir yandan temsil mekanizmaları içinde asla
ikame edilemeyecek olan şeydir tanrının varlığı; öte yandan Batı modernizminin
ayrıştırdığı oysa İslam kültürlerinin tanrısal sıfatların yasallığı adına
öykündüğü doğa bilimleri ile insan bilimleri iç içedir. Dolayısıyla
niteliklerin aralarında kurduğu ilişkiyi açıklayan geometri, astronomi için
olduğu kadar hat için de geçerlidir.
Tanrı, en büyük musavvirdir ve onun bahşettiği cemâlden
alınan duyusal ve düşünsel haz, insanın da yaptıklarında elinden geldiğince uyumlu,
güzel ve kusursuz olmasını ve yapıtlarını küçük çapta birer evren modeli olarak
kurgulamasını zorunlu kılar. Yalnızca tanrının aşkın ve düşünsel uzaklığını
değil, aynı anda tecelli eden sıfatların içkin ve duyusal yakınlığını içeren
bir hazdır güzellikten alınan; on sekizinci yüzyıl Avrupası'nda duyusal algının
kapsayıcılığından güzelliğin yalıtılmış bilimine evriltilen "estetik"
kavramının aksine duyu-ötesi ve duyusallık, İslâmî cemâl sıfatında iç içe
geçmektedir. Güzellikten alınan haz, her şeyi güzel ve mükemmel yapan
Allah'ın sanatı ndan alınan haz olduğu ve Allah, beşer ondan zevk alsın
diye varoluşu güzel yarattığı ve tezyin ettiği içindir ki, Platonik-Hıristiyan
düşünce geleneğinin aksine İslâmî güzellik anlayışı, cemâl kavramını duyusal
hazdan azade kılmamıştır. Tecelli eden tanrısal sıfatlar, arızi değildir.
Tersine, Batılı bir bakışla "İslâmî sanat" diye diğerlerinden
ayrıştırılan tezyinî düzenlemeler, sanki duyusallığı incelterek ve
keskinleştirerek insanı eğitmekte; ancak duyusal bir eğitimden geçen kişi,
tanrısal ziyneti olanca kusursuzluğuyla teslim edebilmektedir. İnsan-ı kâmil
olmak için yüksek bir duyusal zevke erişmek ve mutasavvıfların deyişiyle
yoğrularak pişmek gerekir. Bu gerek İslâmî kelâm anlayışına, gerekse İslâmî
irfan tasavvuruna göre böyledir (aralarındaki ayrıma daha sonra döneceğiz).
Çünkü bir yanıyla tatmin ve zevk arzulayan bir hazdır duyusal haz; bu özelliği
insanı hayvanla bir kılmakta, ancak duyusal bir eğitimden geçildiği zaman
tatmin yerine duyusal keskinliğin kendisi arzulanabilmektedir.
Bu yüzden bir şeyin gözden kaçırılmaması gerekir: Duyusal
haz, bir yandan tanrının ziyneti sayesinde gerçekleşirken öte yandan ziynet,
duyuötesi tanrının uzaklığı ve münezzehliği sayesinde gerçekleşmekte; duyusal
haz derken yaşantılanan, şahsi ve çıkara bağlı bir duyusallık içereceğine,
insanı aşan ve kusursuz uyumun bir parçasına dönüştüren tezyinî evrene dair bir
hazza dönüşmektedir. Bu yüzden diyelim bir kuş ya da yaprak motifi rûmîye, gül
tomurcuğu ya da lale palmete dönüşmüş; sanaa eylemi, "dünyadan
nasibini alırken" (Kasas, 28, 77), nesneyi, bire bir sinir sistemine
hitap eden "ham hâliyle" değil, işlenişiyle ve yasallığıyla dile
getirmeyi gerektirmiştir. Bunun nedeni, geleneksel İslam kelâmının Allah'ın
mutlak dışarıdalığını ve münezzehliğini varoluştan korumaya çalışmış olmasıdır.
Yani Heidegger'in bu yüzyılın ilk yarısında getirdiği (ve Batı metafizik
düşüncesini unutmuş olmakla itham ettiği) ayrım, İslam kelâmı için zaten hep
yürürlükte olmuştur: Varlığın özü varolanla eşitlenemeyeceği için, varlık her
türlü teşbihten münezzehtir. Varlığın neliği, varolandan azadedir. Batı
metafiziğini belirleyen türden bir benzeşim ilkesi sayesinde varlığın özüyle
varolanın nasılı arasında bir ilişki kurulamaz ve aşkın ilkenin uzaklığı,
herhangi bir benzetme sayesinde varolana içkinleştirilemez. Her ikisi arasında
mecaz yoluyla hiçbir münasebet yoktur ve varlığın aşkınlığı, her halükârda
tenzih edilir.
Baktığını gördüğünü kurgulayan göz yerine söze dayalı
İbrahimî gelenek ile Antik Yunan'ın güzellik ölçütlerini harmanlayan bir
anlayıştır İslam kelâmının cemâl anlayışı; bir yandan gözler tanrıya
erişemez ve aşkın yasanın mutlaklığı, salt bir görü —theorla—
sayesinde elde edilemezken, diğer yandan "görünmeyenin aynasıdır"
varoluş; tanrısal sıfatlardan pay almış bir ahenkliliktir ve insan bakışını "tanrısal
varlığın vahyettiği güzelliğe"3 yöneltmek, gözü bakamaz
hâle gelinceye, kişi kendini bakıştan eksiltinceye, kendinden geriye tanrısal
yasallık dışında bir şey kalmayıncaya değin güzelliğin içinde kaybolmak ister.
Ne var ki yalnızca görünmeyenin aynasında görünen güzelliğe bakabilir insan,
yalnızca ona öykünebilir ve yalnızca onun güzelliğini yeniden üretebilir. Çünkü
gayb, tecellinin üstünü örterek onu bir elbise gibi sarıp sarmalamıştır. Allah
zâtı ile gizli, âsârı ve sıfatları ile aşikârdır. Onun kudreti açıktan değil,
yalnızca esmâ perdesi altından tecelli eder. Bu simgesel düzen, Cebrail'in
peygambere kendini karanlık bir mağarada göstermesini ya da Kâbe'nin
güzelliğinin siyah bir li-
|
bas ile örtünmesini uygun görmüş, görünmemesi gereken
gayb'ı kem gözlerden sakınmıştır. Kur'an okunduğu zaman inanmayanların bakışına
engel olmak için kutsal kitap ile onlar arasına "gizleyici bir hicap"
çekmiştir. (İsrâ, 17, 45) Keza hicap, güneşin, ardında kaybolduğu
perdedir. (Sad, 38, 32) Tanrı kıskanç bir tanrıdır, kendini göstermekten
kaçınır. Kalple karnı birbirinden ayıran zara da hicap denir. Aynı
nedenle hicap hürmettir; ihticab, tanrısal arzuyu yerine getirmek
demektir. Görünen ile görünmeyen arasındaki sınırı belirleyen çizgidir hicap;
kadınların örtünmesi, tanrısal güzelliğin hicabına öykünmelerindendir.
Güzelliğin nasılını ele veren, ama güzelliğin kendini gizleyen bir tanrıdır
Kur'-an'ın tanrısı; onun yasallığının nasılı, saklanmayla gizlenme, örtünmeyle
açık etme arası eylemeyi gerektirir.
Bu türden bir hicapla Yunan güzellik ülküsünün ittifakı,
İslâmî sanatların beden anlayışında kesişir. Bir yanıyla Yunan güzellik
anlayışında olduğu gibi "bütün alanları, feleklerinin dereceleri ve onu
meydana getiren erkân ve onların ürünleri" ile "tek bir cisim"
olan bir şeydir evren; "insanın bütün organlarına yayılmış olan tek bir
nefse sahip olması gibi, güçleri cisminin bütün organlarına yayılmış olan tek
bir nefse sahiptir." Bu nedenle sanat, "bir insanın anatomi kitabında
incelenmesi gibi, dünyanın şeklini ve cisminin yapısını anlatmak"4
isteyen ve bunu yaparken Neo-Platonizmin izinde evreni bütüncül ve düzgün
orantılı bir beden olarak kurgulayan bir eylemdir: "Bir bütünü meydana
getiren parçaların gerek kendi aralarında gerekse bütün karşısında sahip olduğu
uygun orantı, ve bir de buna katılan, görme duyusu ile ilgili güzelliği teşkil
eden bir renk verme... Güzel olmak, duyulur şeyler için olduğu gibi, bütün
öteki şeyler için de simetrik olmaktır, kendi içinde ölçüye sahip olmaktır...
Bütün güzelse, o zaman parçalarının da güzel olması gerekir; zira güzel bir
şey, çirkin elemanlardan meydana gelemez, güzellik bütün parçalarda
bulunmalıdır."5
Ne var ki diğer yandan tanrısal güzelliğe öykünüldüğünde,
onun gizliliğinin saklı kalması, görünenden hareketle görünmeyenin görünür
kılınmaya çalışılmaması gerekir. Kutsal vücudun mevcut olma hâlidir evrensel
beden; insan bütün yapıp ettiklerinde onun işleyişini tekrar etmeli, ve bu
tekrarında aynada yansılanan görünmez surete saygıda kusur etmemelidir. Bu
nedenle İslâmî sanatlar, tanrıyı bir yandan gizlerken öte yandan varoluştaki
ritmini ve yasallığını açığa çıkarmayı amaçlarlar. Bir yandan ilksel bedenin
neliği ile varoluş arasındaki mesafe korunmalı, diğer yandan mesafe, onun
nasılı içinde eritilmelidir. Bu yüzden tecellinin dış görünüşüyle iç görünüşünü
kesiştiren bir amel olmalıdır sanat; dışın cemâli ile için cemâlini aynı anda
sergileyen, kendini gösterdiği an geri çeken, aynı anda gözleri hem açık hem
kapalı bakabilen bir edime soyunmalıdır. Aynı anda perde ve utanma anlamına da
gelen hicap, cemâle bakılması ve cemâlin korunması için gereklidir:
Nitekim tanrıya yakaran tılsımların ve muskaların tümüne hicabat denir;
tanrısal bedenin içini dışavurdukları için bir yandan utanç duyan, öte yandan
duydukları utançla tanrıya yakaran dualardır bunlar - hicabat İslâmî sanatların
temelini oluşturan dengedir.
Güzele öykünen ve sanat yapan kişi, tanrının cemâline
tersinden bir benzeşimle öykünmüş olur: Zahirileşerek, yani kendini görünür
kılarak yaratan tanrının tersine, görünen içindeki görünmezliği vurgulamak ve
görünmezliğin yasallığını gözler önüne sererek suretin içinden suretin aslına
uzanmayı dilemektedir. Yine de arzusu nedeniyle utanır ve çekinir: T
anrısallığın nasılıyla benzeşirken onun neliğini hicapla örter ve suretlerden
ve biçimlerden bağımsız, aslın mutlaklığını biçimlere bağlı bir soyutlukla dile
ve göze getirir. Kutsal bedene öykünen ve öyle nitelendirilmemesi gereken bir
sanat, bu yüzden bedenin dışsallığını değil, onun dışsallıkla içsellik arası
işleyişini ve bu işleyişinin uyumunu ve bağıntılılığını vurgular.
Hicap, Kasr İbrim, Mısır.
|
"Geleneksel İslam Sanatı" denen ve sırtını
kelâma dayayan sanatta bedensel surete rastlanmamasının nedeni, kanımca hatalı
bir biçimde ısrarla tekrar edildiği üzere suret yasağıyla değil, varlıksal bir
tavırla ilgilidir: Varolan, nasıllığın cismanileşmiş bedenidir ve onun üzerine
içeriyi koruyan bir örtü çekilmeli; tanrısal saflık ve temizlik, tanrıyı
bakışın hiyerarşik üstünlüğüne maruz bırakan bir görüyle değil, ancak içsel
bir göz suretiyle görülmelidir. Bedenin cemâli, görünenin taklidi sayesinde
gerçekleşeceğine, işte bu yüzden soyut ve geometriktir: Kutsal bedeni
görselleştiren tezyin, gizlemeyle saklama, duyusallıkla duyu-ötesi arasında,
ancak bedenin somut bedenselliğinden feragat ederek sergileyebilir kendini. Bu,
bedeni belirli ve görünen bir beden olarak ayırt eden özelliğinden azade kılmak
demektir. Keza bu türden bir tavır, yine yalnızca İbrahimî gelenekle değil, onu
Antik Yunan'la harmanlayan bir tutumla ilgilidir. Çünkü bedensel güzelliği
kavramış olan kişi, belirli bir bedende gördüğü güzelliğin "her bedenin
eşi ve kardeşi" olduğunu anlayan kişidir: "Görüş güzelliğini arayan
için bütün bedenlerdeki güzelliği tek bir şey saymamak delilik olur. Bunu iyice
anladı mı, bütün bedenleri sever, bir tekine olan düşkünlüğü gevşer, çünkü
artık böyle bir düşkünlüğü küçümser, hiçe sayar."6 Ne var ki
eğer önemli olan, kişinin kendini yaşantılayabileceği şahsi ve göreli bir
güzellik değil de, varoluşu çevreleyen ve kuşatan ilahi tezyin ise, o zaman
Yunan güzellik ülküsünden farklı olarak, hicap içinde yad edilen, tezyinî ve
bedensel güzellikten başka bir şey değildir. Bu, bir adım daha ileri gitmeyi ve
bedeni belirli bir beden olarak ayırt eden özelliklerden değil, bedeni görünür
kılan ve taklit edilebilir bir beden olarak ayırt eden özelliklerden de feragat
etmeyi gerektirir.
Çünkü tecellinin uyandırdığı hayranlık, aşkın
dışarıdalığın korunmasına bağlıdır. Varolandan hareketle aşkın ilkenin zâtına
—varlığın neliğine— ilişkin herhangi bir sıfata ulaşmak mümkün olmadığı anda
Batı estetiğinin aksine tezyinî evrenden alınan haz, benlikle ya da benliğin
sanat yapıtında kendini yaşantılamasıyla değil, tezyinî nesnesin varoluşundaki
cemâlin kendiyle ilgilidir. Tanrısal güzelliğin neliğini platonik gelenekte
yapıldığı gibi benzeştirici imgeler vesilesiyle varolana çevrimlemek ya da
başka bir deyişle, tanrısal uzaklığı tecelligâh âleminde temsil ederek
münezzehliği tevil etmek söz konusu olamaz. Eğer buna hâlâ "benzeşim"
demekte ısrar edeceksek, İslâmî bir benzeşim, tersine bir benzeşimdir. Tanrının
cemâli, ne olduğunu söylemeden nasıl olduğunu gösteren bir cemâldir. Sadece
onun nasılının yasallığının bilgisine vâkıf olunabilir ve temsiliyet, yasallık
açık edilirken korunan neliğe dairdir. Bu, temsiliyet ile öykünme
arasında saptamamız gereken ayrımı beraberinde getiriyor: Eğer temsiliyet,
mevcut olan bir şeyin yeniden üretimini -re-presentatio- ifade ediyorsa,
yeniden üretebilecekleri bir vücuttan yoksundur geleneksel İslâmî sanatlar; o
nedenle ürettikleri yapıtla, ürettikleri şeyin kendiyle tersinden benzeşmeyi,
temsilden feragat ederek zât'ıyla görünmeyen vücudu içinde yitip gitmeyi
arzularlar.
Diğer yandan açık ki temsil, kaçınılmaz olarak bakmakla ilgilidir: Temsil eden merci, ancak bakışın hiyerarşik
üstünlüğünden ötürü baktığı şeyi temsil edebilmekte; bir yandan ikame ettiği
şeyin kendi kendini temsil edemeyeceğini ima ederken öte yandan kendi bakışını
egemen ilan etmektedir. Diğer bir deyişle algılayan bir duyu organı olmaktan
çıkmaktadır göz; bakışın taşıyıcısına dönüşmekte ve baktığı nesneyi temsil
ederek üstündeki hicap perdesini kaldırmak istemektedir. Nitekim öykünebilmek
için kendini eksilterek bakışı çekebilmek ya da Kur'an'ın otuzuncu ayetinde
kullandığı sözcükle bakışı azaltabilmek —gad/yeguddu- gerekir: Bu, göz
kapaklarını tevazuyla indirmek demektir ve bakışın egemenliğine engel olmak
içindir. Örnekse bu yüzden peygamberin sevindiği zaman gözlerini yarı yarıya
kapadığı ifade edilir: "Göz kapağını kısar, başını aşağı doğru eğer ve
gözlerini açmazdı."7 Yine aynı nedenle "bakmak, şeytan
tarafından atılan zehirli bir ok gibidir. Bir çok bakışlar vardır ki, daha
sonraları birtakım hasretler ve uzun üzüntüleri beraberinde getirmiştir."8
Bu bağlamda duyusal haz, duyu-ötesi tanrının uzaklığına
ve görünmezliğine bağlı olduğu ve vurgu, güzelliği yaşantılayan öznede değil,
nesnenin nasılında verili bulunduğu için, insanın geçmesi gereken duyusal
eğitim de onun şahsına ilişkin değil, şahsi bir pathos dan yalıtılmış
olan tezyinî düzenin kusursuzluğuna ilişkin bir eğitimdir: Bu nedenle insana
bütün amellerde eşlik eden güzellik, şahsi bir tecessüs nesnesine dönüştürülen
tecelliye ve bu tecelliyle kurulan karşılıklı ilişkiye değil, uyumun kendine
dair olacaktır. Kişiye ve nefse bağlı sevinçlerin ve acıların amelle bir ilgisi
olmadığı gibi kişiye bağlı bir bakışın mesafesi ve temsiliyeti, İslami duyusal
hazlar evrenine dahil değildir. Beceriye ve ustalığa dayanan sanatsal tezyinin,
tezhipten tıbba insan yaşamının bütün mazharlarında tecelli etmesi bu
nedenledir. Böyle bir melekede ısrarla üstünde durulması gereken, sanatı
tecessüsten ve bakıştan tenzih etmek ve yapıtlarda tanrının beşere bahşettiği
kusursuz tecelliye ibadet etmektir. Onun için tezyin ederken kişi kendini
aradan çekmeyi dener ve sanatın ancak şahsiyetin dışına çıkıldığı zaman
gerçekleştiğini düşünür. Varoluş düzeninin nasılı, kişiye ister mutluluk ister
mutsuzluk versin, kişisel bir deneyim değildir. Kusursuz ve İslâmî bir tezyin
anlayışı, kendini oylumluluğuyla ortaya koyan bir benlik kavramıyla
çelişecektir: insan, gerçek manada "Ben" diyememelidir.9 Kişinin
kalbine giren benlik onu kibirlendirmekte, kibir ise şirke düşürmektedir.
Temsil mekanizmaları söz konusu olduğunda bu türden bir tavır, İslâmî
sanatların Batı geleneğinde olduğu gibi içselliğin dışavurumuna asla
dönüşmemesine ve on sekizinci yüzyıl sonrası Batı modernizmini belirleyen
"içsellik" diye bir kavramın modernizmle karşılaşıldığı zaman bile
gelişmemesine yol açar.
Bu açıdan yaklaşınca İslâmî güzellik anlayışı,
Platonik-Hıristiyan düşünce geleneğinin yapmaya kadir olamadığı şeyi ayrıksı
bir biçimde gerçekleştirir ve zuhur ile gayh güzellik kavramında kesiştirir: En başta
kişinin kendi bedeni olmak üzere insanın beş duyusuyla -havâss-
algıladığı her şey, bu kavramın sınırları içindedir. insana acı verdiği denli
haz veren, dokunulan, koklanan ve arzulanan insan bedeni ve bu bedenin işleyişi
güzeldir. O, mutlak bedenin mutlak yasallığını dile getirmekte ve nasıl
öykünülmek istediğine ilişkin bir form önermekte; ama bunu, ne olduğunu
söylemeden gerçekleştirmektedir. İnsan bedeni, kusursuz bir güzelliğe sahip
olduğu için öte dünyada da insan duyulardan azade kılınmış bir bedensizlikle
değil, duyuların sonsuz bir haz içinde esriyeceği bir bedensellik içinde
yeniden dirilecektir: Hurileri ve gılımanlarıyla, yemişleri ve ezgileriyle
duyusal bir şölen uzamıdır cennet; cehennemde ise insanları duyusal ve sinir
sistemini bire bir etkileyen acıların sonsuzluğu bekleyecektir. Bu bağlamda duyusal
hazlar ve acılar, öte dünyadaki bedensel yaşantıların birer habercisidir.10
Ne var ki kişi duyularıyla varoluşa tümüyle teslim olmuş olsa bile, tecessüsten
uzak bir bedendir yine de kast edilen; güzellik, şahsiyet ya da şahsi bir
arzunun nesnesine dönüşen belirli bir bedenle değil, tezyinî bağıntıların kendi
kusursuzluğuyla ilintilidir. Duyusal haz -ya da duyusal acı- bile duyan öznenin
malik olduğu bir zevk değildir. Ne var ki acı, kişinin kendi eğitimsizliğinin
ve gafletinin eseridir.
Ancak egemen söylem tarafından ayıplanmasa ve toplumsal
örgütlenmenin idamesi açısından belirli sınırlar çerçevesinde desteklense bile
dünya nimetleriyle sınırlı kalmış ve duyusal eğitimden geçmemiş olan bedensel
haz, gayba ilişkin metafizik bir hayretten yoksun olan hazdır ve sadece elle
tutulur beşeri nesneye yöneliktir. Aynı yoksunluk, kendi bedeniyle sınırlı
kalan acı için de geçerlidir: "Onlar (insanlar) duyusal algı sayesinde
dört amaçtan hiçbirine götürmeyen şeyleri duyumsar ve arzularlar... Haz, arzunun
mümtaz nesnesinin zevk doku algısından başka bir şey değildir."11
Farabî'ye soracak olursak sözü edilen dört amaç, insan bedeninin, duyuların ve
sağlığın yanı sıra, insana beden üzerinden sağlık ve duyu veren şeyi
kavrayabilme yetisidir.
Asal olan, bedeni beden kılan bu şeyi kavrayabilme yetisi
olduğu için, bedenin cemâlinde duyusallık ve duyu-ötesi kesişir: Bedenin
güzelliği, ona ibadet ederken onu aşan ve yaratmış olan şeye duyulan sevgiyi
beraberinde getirmelidir. insan bedeninde duyusallıkla duyu-ötesinin kesişmesi,
ancak insana verili bu yeti sayesinde kadirdir; onun için bedenin dışsal
güzelliği, içsel bir uyumluluk ve kusursuzlukla elele yürümekte ve Farabî'nin
sözünü ettiği yetiyi kavramaya yarayan ilim, bu nedenle amelin başlangıcına
dönüşebilmektedir. içindeki yetiyi kavramış olan ve ona göre yaşayan kişi, bir
yandan şehvet, lezzet, zevk, sevinç ve eğlence gibi şeylerden feragat etmeden
onları arzunun mümtaz nesnesinden cemâlin kendine yönlendirmeyi bilirken, öte
yandan kendi şahsi ve bedensel acılarını da denetim altında tutabilmeyi
öğrendiği içindir ki ilmi yüzünden mükâfatlandırılarak güzel bir varoluş hak
etmektedir. Cennetin elde edilmesi, Allah'ı ve ahireti unutmadan bu dünyada
gerçekleşen bedensel bir amel-i sâlih gerektirir. "Erkek olsun,
kadın olsun, bir mümin olarak kim sâlih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz
onu güzel yaşatırız." (Nahl, 16, 97)
Ne var ki bu türden bir kavrayış ve ilim için yalnızca
dışsal değil, içsel bir görü ve şüphesiz içsel bir terbiye gerekir. Esasen
terbiye, kuvvette ve yaratılışta olanı fiile çıkarmak içindir. Sözünü ettiğim
içsel görünün üstünde yalnızca irfan ilmi değil, İslâmî kelâmın yanı sıra
örnekse optik alanda on birinci yüzyılda yaptığı çalışmalarla camera
obscura’yı keşfeden İbn Heytam da durmuştur. Ona göre görmek, algılamanın
yanı sıra düşünselliği ve içsel bir görüyü de içeren bir eylemi dile getirir.
Gözün fiziksel ve duyusal olarak algıladığı şeyi beyni sayesinde yorumlamasına
ve varoluşta parça parça görünen farklılıkları bir bütünde toplamasına bağlı
olan bir eylemdir bu; ancak beyin sayesinde gerçekleşen bu yorumlama ve
bireştirme süreci bir nesnenin -ya da doğrusu: nesnelerin bağıntılığının- güzel
olduğunu söyleyebilir. Çünkü güzelliği güzellik olarak belirleyen ve ayırt eden
kategoriler gözün kendinde ve bakışında değil, içsel olan görüde verilidir ve
sözü edilen görü ile daha önceki algıları depolamış olan belleğin işbirliği,
ancak sınıflandırma ve çözümleme gibi işlevleri yerine getirdikten sonra
güzelliğin bütüncül takdirine vâkıf olabilir. Onun için güneşin, ayın ya da
yıldızların ışığı güzeldir. Yine aynı nedenle yakınlık ve uzaklık ölçütleri,
hareketlilik ya da renklerin düzeni güzel olarak algılanabilir. Harflerin uyum
içinde bir araya gelişini güzel kılan da aynı şeydir. Dışsal güzelliğin içsel
güzelliğe bağlı olduğu ve her ikisi arasındaki sınırı koruyan bir görüdür bir
bakıma sözü edilen; Kur'an'da yer alan müteşabih ayetler nedeniyle kelâm
ilminde içsel bir çatışmaya yol açmış olmasına karşın aslında kelâm ile irfan
arasındaki kopuşu belirleyen içsel görünün kökeni, şu ayette gizlidir:
"Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki,
onun gerçek olduğu onlara iyice açık olsun." (Fussilet, 41, 53)
Ayetler kutsal sözcükler ve harflerdir; işaret ya da
simge anlamına gelirler ve kendilerini ufukların cemâlinde ve insanın nefsinde
açığa vururlar. Ufuklarda ve nefislerde kendini okunur kılan ayetler meselesi,
İslam düşünce geleneği içinde bir kırılmaya yol açmış ve her türlü teşbihten
münezzeh olan tanrı anlayışı, insanın bedenine ve suretine yazılan harfler
nedeniyle müteşabihleşen bir tevil ilkesi sayesinde bilgisine vâkıf olunabilen
—bir diğer deyişle: okunabilen— bir tezyine dönüşebilmiştir. Egemen söylem
tarafından yadsınan bu görüş, gaybın ilmiyle batınî ilmi birbirinden ayırmış ve
yalnızca tecelliyi değil, gayb âlemini de hakkında bilgi sahibi olunabilen ve
dışsallığı içselliğe tevil edilebilen bir metne evriltmiştir. Yani irfan,
tanrının batınî ve zahirî olmak üzere birbirine zıt görünen veçhelerini
geçirgenleştiren ve duyu ile duyu-ötesini vahde—i vücud da buluşturan
bedensel bir metin bilgisidir. irfan, arefe fiilinin mastarıdır ve marifet
ile eşanlamlıdır. Varlığın her türlü teşbihten münezzeh olan neliği ve
tecelligâh sınırı ardında yatan isimsiz yüceliği, içselliği dışsallıkla
kesiştiren bir kalp bilgisi vasıtasıyla bilinebilmektedir. En geniş
anlamıyla kalp, şahsi bir duygulanım aracı değil, varoluşta parça parça
bulunan her şeyi içsel bir görü sayesinde toplayabilme yetisidir: " 'Allah
Âdem'i kendi sureti üzere yarattı' hadisinin manası da budur. Bu toplayıcı
vasıf, insanın kalbindedir. Bu gerçeğe işaret için bazı büyükler, arşı ve
içindekileri insan kalbine koysanız, kalbin bir köşesini bile tutmaz
demişlerdir. Çünkü kalp bütün unsurları, arşı, kürsüyü, aklı, mekânı, hatta
imkân dahilinde olan her şeyi kuşatmıştır... İnsanın kalbi bedeniyle birlikte
şahitlik etmedikçe Allah bir kulun amelini kabul etmez."12
Sözünü ettiğim kalp bilgisi ya da kalp gözü, insan
bedeninde tanrısal vücudun veçhelerini görebildiği için temsili imkânsız olan
bir şeyi —tanrısal varlığın aşkınlığını— temsil etme olanağı tanımış ve
yalnızca tanrının cemâline değil, tanrısal neliğin kendine de öykünme fırsatını
sunmuş olduğu için İslâmî temsil mekanizmalarında bilgisel bir sıçramaya yol
açmış; bir yandan beden üzerinden beden olmayan şeyi görünür kılarken diğer
yandan beden içinde görünmez olan yüceliğe ulaşabilmek uğruna bedensellik
içinde bedeni aşma buyruğunu beraberinde getirebilmiştir. Onun için bedenin
cemâli, kelâm ilmine göre yalnızca aşkın ilkenin nasılını gösterirken, irfana
göre tanrısal neliğin de kavranabileceği bir niteliğe evrilir. Eğer irfana göre
amaç, tanrısal varlığın aşkınlığı içinde esrimek ya da bir diğer deyişle
tanrının içinde yitmekse, o zaman tanrısal vücudun kendini gösterdiği insan
bedeni de aşk sayesinde tanrıya götüren bir basamağa dönüşebilmekte; kişi,
belirli bir insan bedenine duyduğu mecâzi aşkı, ilahi aşkın bir ön aşaması
olarak değerlendirebilmektedir. Ne var ki bu, çift uçlu bir açılım içerir ve
ilahi aşk uğruna mecazi aşkın aşılmasını, onun ardında yatan kutsallık uğruna
belirli bir insana ait olan ve arzulayan ya da arzulanan bir bedenden —herhangi
bir bedenden— feragat edilmesini gerektirir.
Dolayısıyla ilk aşamada hem içsel bir görüyle göze gelen
işaretler ile dışsal bir görüyle bakılan simgelerin güzelliği arasında ayrım
getirmeli, hem de onların bağıntılılığını vurgulanmalıdır. Göz, yalnızca ışık
ve aydınlık sayesinde değil, karanlık sayesinde de görebilir: Eğer ışık,
tanrısal tezyinin cemâlini göze getiriyorsa, insanın içindeki terbiyeye ancak
gözlerin kapandığı bir görüyle bakmak mümkündür - gözlerin ve dudakların kapalı
tutulduğu bir hâli betimleyen myein sözcüğünden türetilen mistik görüdür
bir bakıma bu; güzellik, tecellinin görünüşüne ya da bedenin dış yüzeyine
değil, bedenin içindeki nefse ve bu nefsin temizliğine de ilişkindir. "insan
kalbinde gözün eksikliklerinden tamamen uzak olgun bir gözün olduğu
bilinmektedir."13 Bir anlamda başka bir bağlamda Ovidius'un
söylediği ve Leonardo da Vinci'nin tekrar ettiği gibi, "Işık gölge nedir bilmez";
bu ışığa içsel bir yetiyle sahip olma ve onu
keskinleştirerek terbiye etme özelliğine tam da bu nedenle iffet denir ve o
yüzden "cemâlin zekâtı, iffettir."14
Fiziksel bir bakışla görünmeyen soyut ve aydınlık
değerdir iffet; aynı anda afiflik, temizlik ve namus anlamına gelir — yapıp
ettiği her eylemle tanrısal güzelliği yad eden ve tanrıya öykünen kişi, onu
ancak kendi iç güzelliğini koruduğu, diri tuttuğu ve incelttiği sürece yad
edebilir. Bu nedenle "cemâl... vücuda nispetle ne ise, ... ruha nispetle
iffet odur."15 Çünkü tanrı, çokluğu birliğe bağlayan ilkedir ve ilahi
sıfatların yansıması yalnızca bedenin dış yüzeyinde değil, aynı zamanda
içindedir. Nasıl evrenin cemâli, tanrısal ve kusursuz güzelliğinin izdüşümüyse,
insanın nefsindeki emanettir iffet; bir bakıma göklere, yerlere ve dağlara
sunulmuş olan cemâli yüklenebildiği gibi kişiden iffeti de yüklenebilmesi ve
ürkmemesi, onu taşıyacak güce sahip olması beklenir. iffet, duyuların
keskinleştirildiği, tanrısallığın bakışı uğruna duyusal saflığın ve temizliğin
korunduğu, insanın ilahi sıfatların içindeki yansımasına saygıda kusur etmediği
hâldir. İslam peygamberinin aynı anda iffetli ve şehvetli olmayı başardığı
söylenmiştir. O yüzden Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem, aynı anda
güzele bakmanın sevap ve günah olduğunu söylemiştir: "Peygamber güzel yüze bakmak ibadettir dedi ve
yine güzel yüze bakmak günah ve zillettir dedi. Kim güzel yüze bakarsa, kırk
yıl günah işlemiş gibi olur. Bakış aynı, yüz aynı. Hem ibadet, hem günah. Bu ne
demek? Hak ile yaratılana ve yaratana bakarsan, bu ibadet olur. Yaratılana
nefis ile bakarsan, bu günahtır; uzaklaşmak ve tanrıdan kopmaktır."
16
Bedenin içinin dışıyla, duyusallığın duyu-ötesiyle gerçek
anlamda kesiştiği andır iffet. Ne var ki bu türden bir kesişme, bedenin
yüzeyinde, içerisini dışarıdan ayıran yerde gerçekleşir. Keza iffet, aynı anda
hem nefsi zapt etme, hem de Allah'ın nimetlerinden yararlanarak zevk alma
anlamına gelir. Çünkü insanın ne bedeni kendinindir, ne bedenin cemâli ve
iffeti ona aittir: Her ikisi de kişiye emaneten verili olduğu için kişi bedene
özgü duyusallıklardan ve duygusallıklardan bir yandan haz almayı bilirken öte
yandan onları denetim altında tutmayı başarmalı, yaratanın hakkını yaratana
teslim etmelidir. Arzuları, hevası ve hevesi ile nefs aracılığıyla dünyaya
bağlanan şeydir beden; onları nefsin egemenliğine alet etmekten korumak
gerekir. Sözü edilen, emmâre sıfatının ağır bastığı nefstir; bu, bedeni
hazlara yönelten, "lezzetle ve şehvetle emreden, kalbi süflî yöne
çeken kuvvet"tir.17 İbranice "nepheş" karşılığı
kullanılan nefs-iemmâre, bedenin şiddetli arzularını ifade eder ve Yeni
Ahid'de "et" diye geçer. İslam peygamberi, insanın en büyük
düşmanının onu iki koltuğu altında tutan nefsi olduğunu söylemiştir. Çünkü nefis,
verdiğin sürece fazlasını ister, aza alıştırılırsa kanaat eder. Nefsi kendi
elinde kar gibi erimeyenin elinde kalbi kar gibi erir. Kalbe dair bir içsel
görüden ve ruhun durdurucu gücünden yoksun olan böyle bir nefsin denetlenmesi,
gerek insanı hayvana indirgememek, gerekse onu tanrı katına çıkardığını düşünen
kibirden esirgemek içindir. Çünkü yalnızca bedene bağlı kalmak değil, aynı
zamanda "bir damla kandan yaratılmış olan" bedeni nefsin kibriyle
büyüksemek de bedeni kendi şahsına ve tecessüsüne alet edecek; kişi kendi
benliğinin ötesindeki tezyinin cemâlini kirletecektir. Bu nedenle Yusuf
suresinde bahsi geçen nefs-i emmâreyi yenmek uğruna tanrının buyurduğu
bedensel nasibi unutmadan denetlemelidir bedeni. Bu nedenle "dünyaya
aldanan herkes zillete mahkûmdur," diye yazar Gazzâlî, "dünyalık ile
böbürlenen her insanın sonu hasrettir."18 Dünya sevgisi, ancak
kalbe girmediği ve kalbe yerleşmediği sürece iffetlidir. Gazzâlî ile Mevlâna
sanki bu konuda hemfikirdir: Deniz suyu içine girmediği sürece yol alan bir
tekne gibidir kalp; su, geminin içine bir kez girmeye başlamayagörsün, geminin
batmasına neden olur. Dünya sevgisi de insanın kalbine girmediği sürece ona
zarar vermeyen, ahireti anımsatan bir şeydir. Bu, bir yere değin kelâm ile
irfanı birleştiren bir tutum iken, bir aşamadan sonra irfan, Allah aşkı uğruna
Allah'a karşı gelerek Allah'ın tecellisini yadsımaya gidecek; bedeni bedenden
indirgemeyi önerecektir.
İffetin şahsa ait olmayan, ancak şahıs tarafından korunan
ve taşınan bir değer olması bu nedenledir; ne kelâma ne irfana göre şahsi bir
çıkarın ya da kibirin tartısına vurulabilecek bir erdem değildir o. Bu yüzden
ne toplumsal bir rant ne duyusal bir çıkar gözetir; tersine, saflığının nedeni,
amaçsızlığıdır. Nefsin düşkünlükleri ve istekleri, gerek egemen söylemin
gerekse tasavvufun iffet anlayışıyla çelişir. Heva
kulun, Allah ’ın en çok kızdığı ilahıdır, "ibadet
kibri" denen ve benliği büyükseyen iffet yoksunluğu bir yana, duyusal
hazzın nefsin şehevî tatminine indirgenmesi de "büyüklüğe yaraşmayan"
bir şeydir. "Halkın şehveti tatsızdır," diye yazar
Mevlâna, "kadının yalnız tenasül aletine karşı şehvetle
hayatını geçirmek ve sonra da son nefesini vermek, bir nevi köpekle ve domuzla
ortaklık, eşekle ve öküzle arkadaşlıktır."19 Kadınları kösnüllük
yönünden seven erkeklerin kösnüllük bilgisi noktasında zayıf olduğunu yazar İbn
Arabî de; eğer duyusal hazların doruğunu oluşturan kösnüllük kendi dışında bir
şeye gönderme yapmıyor, kendiyle sınırlı kalıyor ve kösnüllüğe ilahi sevgi
eşlik etmiyorsa, duyusallık, ruhsuz bir kalıp olarak kalmaya mahkûmdur
ve içine ruh üflenmemiş bir şekil, zaten güzellikten azadedir. iffet,
güzelliğin manevi değeridir ve insan bedeniyle ilgili olsun ya da olmasın,
bütün amellerde kendini göstermeli; kişi tevhid ilkesine göre eyler ve tanrıya
öykünürken, öykünme eylemi, dışsal ve içsel veznin beraberliği uğruna
gerçekleşmelidir. Eğer vezin yasası "binaların uyumundan ve çeşitli halı, kumaş ve giysi
türlerinden içinde su akan kanalların uyumuna değin"20 her şeyi
kapsıyor ve "varolan bütün el işçiliğinde ve sanatlarda kesinlik, ustalık
ve özen" gerektiriyorsa, o zaman "tek tek parçalarının biçimi ve
görünüşü değiştiği ölçüde kendi aralarında sağladıkları uyumun arttığı bütün bu
sanatların" ortak özelliği, "yapıtlardan yayılan tansık olduğu için
... yaratan ustalığı konusunda daha büyük bir iltifat hak etmektedir."21
Böyle anlaşılan bir vezin, kendi içinde kendi ötesine gönderme yapan
kusursuzluğu ve yasallığı göze getirebilmelidir; mizanı açık edebilmelidir. Bir
bakıma iffet, dışsal bir görüyle kavranabilen geometrik ve aritmetik idrakin
içsel karşılığıdır ve mevzun olma vasfıyla farklılıkları uyumda ve afiflikte
bireştirmektedir. O nedenle iffet, elle tutulmayan, gözle görünmeyen bir
ölçüdür ve içsel bir tartıyla uyumun miktarını belirlemektedir. Beslenmede ya
da dinlenmede, eğlenmede ya da cinsellikte olsun, ılımlılık ve uyumluluk
edimlerine eşlik etmelidir insanın. Nitekim Arapça'da "orta yol"
anlamında vasattiye sözcüğü kullanılır: Bununla kastedilen, birbirine
karşıt ya da birbiriyle çelişir görünen hiçbir kuvvetin ya da öğenin bir
diğerine ağır basmaması ve muvazene içinde kalması, hiçbir şekilde
değiştirilemez ve "insanın nefsine yerleştirilmiş olan mizanın"
(Şems, 91, 7) yasallığına uymasıdır. işlerin hayırlısı, vasat olanıdır.
"Taşkınlık yaparak dengeyi bozmayın." (Rahmân, 55, 8) Beden, kişinin
bu dünyada konakladığı bir evdir ve iffet, üstü bedenle örtülü olan bir
değerdir; onun içselliği ancak güzel bir terbiye ve hicap ile muhafaza
edilebilir.
iffet, kişinin içsel dengesini ve ritmini belirleyen, ama
dışsal görüyle görülemeyen özelliktir — evren yasalarının aynı anda hem
dışarıda hem içeride yakalandığı ve insan bedeninde kesiştiği hâldir. ister
evrenin ilahi ruhu anlayışıyla ister Pisagoryen uyum kuramı ile açıklansın,
güzellik her koşulda iffete tâbidir: İbn Haldun'a göre sevgililerin sevişirken
buluşan ruhları gibi dışsallığın ve içselliğin, erilliğin ve dişilliğin
kesişmesine, duyusallığın ve duyu-ötesinin kusursuz ve sonsuz bir esrime içinde
iç içe geçmesine bağlıdır — iffetin bir yüzüyse cemâl, cemâlin diğer yarısı
iffettir. Onun için tanrısal bir buyruk olan tezyin, yalnızca güzelliğe ilişkin
değil, aynı zamanda ahlaka ilişkin bir edimdir ve iffet, tanrının insanların
kalbine işlediği tezyindir: "Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde
tezyin edip çekici kıldı ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin
gösterdi." (Hucurat, 49, 7)
Ama yine de güzelliğin karşıtı olan çirkinlik, varlığa
özgü bir hâl ve nitelik değil, sadece güzellik eksikliğidir. Karanlığın ve kötülüğün
doğrudan varlığı yoktur. O, içsel görünün ışığı görünmez olduğu an boy
gösterir. Bir diğer deyişle, tezyinî bir kusur aslında kötülük değil, yalnızca
çirkinlik ve uyumsuzluk içerir: "Gözünüzü açın! Bedeninizde bir et parçası vardır
ki, o sağlam ve temiz olunca tüm benlik sağlam ve temiz olur; o bozulunca tüm
benlik fesada girer. O et parçası kalptir."22 Dolayısıyla
platonik-hıristiyan düşünce geleneğinin tersine, çirkinlik ile güzellik
arasında kurulan bir karşıtlık ilişkisinden söz etmek mümkün olmayacaktır:
Uyumun ve dengenin bozulmaya yüz tuttuğu andır çirkinlik ânı - ve iffetin
karanlık yüzü olan zillet de kötülüğün değil, içsel bir bozulmanın ifadesidir.
O nedenle zillet, içsel bir değerin irtifa kaybetmesi, dengesini yitirmesi ve
kirlenmesi anlamına gelir. Bu, bazen aşırıya gitme (ifrat), bazen de
geride kalma (tefrit) şeklinde belirir. Aşkın ilkenin varlığı, kirliliğe
asla maruz kalamayacağı için tenzih, onu eksikliklerden ve noksanlıklardan tam
da bu nedenle azade kılmaktadır. Oysa kendi başına vücut bulamayan varoluş, onu
zamana ve mekâna bağlı kılan ve "başka bir cevherle meydana gelen hâl ve
keyfiyet" anlamına gelen arazlar içerir ki, "arazlar, varlığın
devamlılığı olmayan şeylerdir. Onlar cevherlere ve cisimlere ilişirler. Varoluşlarından
hemen sonraki hâlde yok olurlar."23 Bu anlamda kirlilik,
varoluşun arazlarına bağlı bir değişkenliktir. Onun için kimi -dahası çoğu-
koşulda yeniden temizlenebilir. Tanrının gözyaşını sevmesi de bu yüzdendir:
Kirliliği yıkayan, içselliği temizleyen bir pişmanlıktır gözyaşı — tanrı
esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Tövbe, "esvabını yıkayıp
temizlemendir."24 Tanrı, iffet bağışını her an yeniden geri
verebilir kişiye.
Güzelliğin ve iffetin vebalinden uzaklaşıldığı, ama
iffete geri dönmenin olanaksız kılınmadığı an zelildir. O, bir tür günah
pisliğidir ve güzelliğin istemediği bir yakınlıktır. Mide bulandırması,
tahammül edilemez olmasına rağmen ondan kaçılamaz olmasındandır. Zillet,
duyunun ve duyu-ötesinin kesiştiği bedende şahsi çıkara yönelik duyusal
hazların ağır bastığı, gönülde, vurgunun tanrıdan arzunun mümtaz nesnesine ve
kendine kaydığı bir unutma hâlidir. Tiksindiricilik ve iğrençlik -kubh-
ve kötülük -sû— zillete dairdir. Kirlenme, mizanı unutturur. Nitekim İblisin bile cemâl nezdinde
hatası, unutmaktan kaynaklanır: ştn harflerinden türeyen şeytan sözcüğü,
"uzak olmak, yâdlaşmak, yabancılaşmak" anlamına gelir. Ne var ki güzelliğe ve uyuma asla
eşit bir güç sayılamayacak olan şeytan, hiç kimseyi kirlenmeye zorlayamayacağı
için mizanı unutmak kişinin kendi içsel cehaletinden ve zafiyetinden, kendi
gafletinden -nâm-ı diğer, unutkanlığından- soluk alır. İnsana "güzellikten
ne ilişirse Allah'tan, çirkinlikten ne ilişirse kendisindendir."
(Nisa, 4, 79) Unutkanlık mizanın değil, insanın düşmanıdır. Aynı nedenle
zillet, evrensel uyuma ilişkin olacağına şahsı bağlayan bir yaşantıdır:
Müptezellik, acı, dehşet, ürkü gibi şeyler şahsa özgü bir yaşantıyı dile
getirdiği için onların temsili, ame-i sâlihle çelişir. Sanat, bu türden
bir fesadın temsilini kapsamaz. Sâlihlik, açıkça tezyinin cemâlinden neşet eder
ve cemâle yakınlıkta son bulur. Sâlihler, zilleti temsil ederek müptezellik
bozgunculuğuna -fitsid/fesad- dahil olmama gayreti içinde olan, tanrısal
bedenin iffetini tahrip etmeyen kişilerdir. "Kim Allah'a iman eder ve sâlih
işler yaparsa, Allah onun çirkin işlerinin üstünü örter." (Teğâbün,
64, 9)
"Amel ile kastedilen, nefsanî şehvetlerin riyazeti,
gadabın tutulması ve bu sıfatların kırılmasıyla akla baş eğmelerini
sağlamaktır... Amel, temizlik içindir ... Organlara yapılan ameller, ancak
kalbe tesir etmeleri için yapılır."25 Beşeri hazlar ve arzular
sayesinde unutulan, kutsal varlığın kendisidir. Nitekim yalnızca sevgililerin
sevişirken buluşan ruhları değil, bedenleri de temiz kalsın, iffetin afifliğine
leke sürülmesin ve tanrıya rakip sevgili kılınmasın diye kösnüllük anını
yıkanma izlemelidir. Gözyaşı misali gusül, içsel bir arınma içindir:
"Vaktaki erkek Allah'ın sevdirmesi ile kadına muhabbet etti, ona kavuşmak
istedi... Onlar için sevişmekten daha büyük bir vuslat vâki olmadı.
Birbirlerini sevip cima talep ettikleri için şehvet... vücudlarının tümüne
egemen olup... erkek kadının ve kadın erkeğin suretinde ve şehvette fâni
oldular... Onun için kişinin yıkanması emredilmiştir... Zira Hak Teâlâ
hazretleri kulları üzerinde kıskançtır. Kendinden gayri bir şeyle lezzet
bulunmasını kıskanır ... Onun için erkeği fâni olduğu kadından ve kadını fâni
olduğu erkekten tekrar kendilerine dönmeleri için temizlemiştir."26
Oysa tanrıya geri dönmenin unutulduğu ve kişinin kirli kaldığı bir durumdur
zillet; alçaklık ve çirkinlik, nefsin zilletini gerektirir. Tecellinin kusursuz
tezyininde birdenbire yarıklar ve gedikler açılır, marifetler ve faziletler,
amellerden çekilir.
Bunun nedeni, sonsuz bir gönenme içinde buluşan
içerisinin ve dışarısının artık neyin içeride neyin dışarıda olduğunu
bilmemesi, ama bunu gönenmeye ters orantılı bir dışavurum ve içekaçış sayesinde
bilmemesidir. En büyük ziynet olan iffetin hatırlanmadığı ve saklı kalması
gereken kuvvetin üstünden örtünün kalktığı andır zillet; ancak içsel bir
görüyle görülebilen bir şeyin tersinden bir açılma hareketiyle dışsal bir
görüye görünür kılındığı ve saflığını yitirdiği; dışsal uyumun içeride
saklanmaya başladığı; aydınlığın ve karanlığın beraberliğinin dengesini
kaybettiği, hicap ın ortadan kalktığı ve gecenin bir elbise gibi insanı
örtmekten vazgeçtiği, Mevlâna'nın benzetmesiyle kalpteki
edep perdesinin yırtıldığı andır.
Denge, izzet-i nefs ten -haysiyetten, kuvvetten,
ve kudretten- zillet-i
nefse kayar ve cemâle hakaret ederek varoluşu şerefsiz kılar.
Zillet, içeriden dışarıya akan cerahat gibi bir şeydir. Bu yüzden gerek evren
düzeninde yara açan, gerekse evrene uygun olması gereken toplumsal örgütlenmeyi
de çirkinliğe maruz bırakan şeydir zillet; iffetin şahsa dönük değerinin
topluma yönelik hâli olan haysiyete de engeldir. iffetin toplumsal örgütlenme
biçimleri için gerekli olan yüzüdür haysiyet; biri, amellere eşlik eden içsel
değeri, diğeriyse amelleri toplumsal bir uzlaşıma evrilten kamusal saygınlığı
dile getirir. Aynı anda itibar ve saygı ve bu itibarın hak ettiği ilgi demektir
hays; zillete düşen kişi varoluşa hakaret etmiş olmakla kalmadığı gibi
gördüğü bütün toplumsal itibarı ve ilgiyi de yitirir. Eğer iffet ile haysiyet
arasındaki temel ayrımı saptamak gerekirse, iffet, kişinin kendi içsel
saflığıyla ilgilidir ve tanrısal bir bakışa ve bakışın duyduğu arzuya
yöneliktir. Oysa haysiyet, kişinin güzel ve iffetli duruşunun yol açtığı
toplumsal imgeyle ve bu imgenin sağladığı saygınlıkla ilgili bir kavramdır:
Zillete düşen kişi, yalnızca iffetini yitirmekle kalmaz, başkalarının gözünün
içine bakamaz olur ve toplumsal itibardan uzaklaşır. iffet yoksunluğunun
saptanabilmesi için ya ifşa, ya da kirliliğe bakan üçüncü gözler gerekir.
Ötekinin bakışı, gönendirdiği gibi utandırabilir de: Kişiyi kendi çıplaklığıyla
ve bu çıplaklığın ayıbıyla baş başa bırakır. Ancak içsel bir cemâle sahip olan
kişi toplumsal itibar hak eder: Ne var ki itibar hak eden hays da
aslında onun şahsi bir özelliği değil, içindeki tanrısal değerin toplumsala
katlanmış imgesidir. Örnek vermek gerekirse Şiî muhayyilesinde imam Hüseyin'in
değeri böyledir. İnancı uğruna Hüseyin ölmeyi ve bedensel parçalanmayı göze
almış, ucuna ölümü katarak koruduğu iffet, ona haysiyet bahşetmiştir. Böyle
bakınca iffetin ve haysiyetin arzuladığı iki ayrı bakıştan söz etmemiz gerekir:
İkincisi, ilkinin türevi olsa bile kamusal bir imgeye, ilkiyse kişinin kendi
çıplaklığının afifliğine ve bu çıplaklığa bakan tanrısal göze yöneliktir. Her
iki bakışın da ötekiliği, tanrıda kesişmektedir.
Kişinin tanrıya karşı duyduğu doymak bilmez İslâmî
arzusunun toplumsal itibara ağır bastığını düşündüğümden, bu metinde toplumsal
haysiyet kavramı yerine öncelikli olarak güzelliğin ve iffetin temsil
mekanizmaları içindeki konumu üzerinde duracağım. İslâmî bir bağlamda
"temsil" sözcüğünü kullanarak kendimle çeliştiğimin farkındayım: Ne
var ki İslâmî bir öykünmenin bile tersinden bir benzeşim vasıtasıyla kendini
kaçınılmaz olarak temsil alanına dahil ettiği, çünkü tersinden bile olsa
tanrısal münezzehliği kayıt altına aldığı görüşündeyim. Diğer bir deyişle kişi
kendi varoluşunu koruduğu ve kendini amelleriyle ortaya koyduğu sürece tanrısal
aşkınlığın içinde ne denli yitmek isterse istesin, kendini özdeşliğiyle değil,
farklılığıyla ortaya koymak zorunda olduğu içindir ki kişinin öykündüğü zaman
bile ister istemez öykündüğü şey ile arasında bir mesafe açtığı ve öykündüğü
şeye baktığı düşüncesinden hareket ediyorum. Oysa malûm: Arzu ile bakış
birbirine düşmandır - aynı anda bakmak ve arzulamak mümkün değildir; arzu
mesafesizlik, bakış ise mesafe gerektirir. Tanrısal bedenin içinde yitmeyi
arzulayan bir öykünme, kendini kaçınılmaz olarak bakmaya evrilttiği için
baktığını temsil etmekte, kendini baktığı şey ile arasında açtığı mekânsal ve
zamansal bir gecikmişlik ve farklılık içinde konumlandırmaktadır.
Nitekim İslâmî kültürlerde tanrının içinde yitmek
arzulandığı anda aslında toplumsal ve kamusal haysiyetin önemini yitirmesi
beklenir; bir diğer deyişle nâm ile çân arasındaki ilişkinin
haysiyet üzerinden değil, dolayımsız bir tanrısal bakış üzerinden gerçekleşmesi
arzulanır. Demek istediğim şu: Eğer şânımız, nâmımızın eksikliğindense, bu,
kişiye ait bütün özelliklerden sıyrıldığı için ötekilerin kamusal bakışının
önemini yitirmesi anlamına gelir. O hâlde nâm eksikliği kedere yol açmamalı ve
iffet, nâm eksikliği ile başa baş gitmelidir. Diğerlerinin imgesine ve
haysiyete yol açan şöhret, sufilerin deyimiyle âfettir: Başkalarının bakışı
üzerinden yaşamak, başkalarının bakışını merkez alır ve tanrının arzusunu arzulayan
bir içsel görüyle, nâm-ı diğer iffetle çelişir. Çünkü kişi, kendi nâmıyla
büyüklenmekte ve kalbine giren kibir, temizliği alıp götürmektedir. "Gariptir
ki, şu vefasız dünyanın güzelliğine bağlananlar ve yalan süslerine gönüllerini
kaptıranlar, 'dünya sevgisi bütün yanlışların başıdır' sözünün manasını
bilmezler ve 'şöhret belâdır' hadisine dikkat etmezler. Onlar dünyanın
yularına... o denli hırsla sarılmış, dünyanın süsleri onlara öyle bir hırs
vermiştir ki... istedikleri yâr, gaddar dünyanın süprüntüsü olmuştur."27
Bu bağlamda haysiyet ve temsil kavramları birbirine yaklaşır ve her ikisi de
tevil eden bir etkinlik üzerinden kurulur: Arzulanan görü, tanrısal bakışın
yanı sıra ötekilerin imgesi olduğu anda, İslâmî bir temsil kavramı sözcüğün
gerçek anlamıyla gerçeklik kazanacaktır: Temsil, tanrısal bir arzu için
değil, diğerlerinin tanrısal arzunun arzulandığını sanması içindir. İslâmî
bir öykünme, öykündüğünün bilinmesini istediği anda temsile evrilecektir:
Haysiyet kavramı da, yalnızca temsile dairdir.
Bu nedenle temsil mekanizmaları derken İslâmî bir
bağlamda bile dilin -ister doğrudan, isterse tersinden bir benzeştirme
sayesinde olsun- geniş anlamıyla genel bir çevrimleme ve yeniden üretme
hareketinden söz ediyor ve ilk aşamada temsiliyet içi farklılıkları değil,
ortaklıkları vurguladığım için, yazınsallıkla görselliği ayrıştırmıyorum.
Farklı adımlara ve hamlelere yol açan temsili ayrımlar, kanımca ancak ikinci
aşamada önemli. Kaldı ki İslâmî bir bağlamda "amel" deyince anlaşılan
edim, yaşamın bütün alanlarını kapsadığı için iffete ve zillete ilişkin bir
tartışmayı yalnızca sanat denen bir alanla sınırlı tutamıyor, onu en geniş
taşkınlığıyla ele almak zorunda kalıyorum.
Ancak diğer bütün kavramlar gibi allengirli bir kavram
iffet ve İslâmî temsil -ya da öykünme- biçimlerinden söz ederken zaten olmayan
bir ortaklığa gönderme yaparak İslamiyet sözcüğünü -Laclau ve Mouffe'un
terimiyle- bir gezici gösteren olarak kullanıyorum: Tek bir anlamdan
fazlasını anlamaya yol açan ve gösterilene dair bir anlam fazlasına sahip
olmasına rağmen yine de hayalî bir ortak gösterilen paydasına işaret ederek
beyan ile irfanı, Osmanlı'yla Endülüs'ü buluşturan bir gösteren İslam.
Kendi içindeki kopuşlara ve sıçramalara rağmen gönderme yaptığı dizgeyi bir
arada tutan ortak bir bilgiden hareket ettiği için "İslâmî" derken
bir yandan bu ortak hayali bilgiye, diğer yandan bu bilginin kendi içinden
kırıldığı ve tasavvufve vahdet-ivücuddüşüncesinin İslam kelâmını yardığı
ana aynı anda işaret ediyor ve ilk aşamada bu türden bir yarılmayı iffetin ve
güzelliğin yarıldığı başka bir anla, aşk anıyla ya da daha doğrusu, aşkın
bakışsızlığıyla ve aşk ile ötekinin bakışı arasında açılan yarıkla
ilişkilendirmeyi amaçlıyorum. Böyle bakınca yalnızca iffete ve zillete ilişkin
bir tartışmanın da sınırlarını zorlayan, onu aynı anda başka bir yere taşımayı
amaçlayan bir tartışma bu. Sözünü ettiğim, Levinas'ın tanımladığı türden ve
ötekini öteki olarak çıplaklığı içinde algılayan, kendini gözle bakış arası
konumlandırdığı için yarık diyebileceğim bir aralık aslında. Bu
bağlamda ilk aşamada Kur'an'ın kıssaların en güzeli diye tanımladığı Yusuf
ile Züleyha kıssasını tartışacağım.
Çünkü iffetin ya da güzelliğin üstündeki hicap perdesini
kaldırdığı ve kendini ötekinin bakışına sunduğu, ötekinin öteki olmaktan çıktığı
ve kişinin onun içinde yitmeyi arzuladığı bir an aşk anı; kastedilen, ister
tasavvufların anladığı türden ilahi bir aşk, isterse dünyevi bir aşk olsun,
âşık maşuka öykünerek onun içinde esrimeyi diliyor. Böyle bakınca temsile
gerçek anlamda karşı çıkan ve tercihini öykünmeden ve özdeşliğin yüzde yüz
örtüşmesinden yana kullanan bir şey aslında aşk. İffet nezdinde çelişkili bir
biçimde tahammül edilmesi güç ve istenmez bir yakınlık bir bakıma. Çünkü
kişinin egemen olacağına ona egemen olan bir şey olduğu anda terbiyeye karşı
gelerek edebi tersine çeviriyor: Gerek peygamberin sünnetini gerekse nefse
yazılan ayetlerin mizanını edepsizliğe evriltiyor. Vezin ve mizan uyumsuzluğa
dönüşüyor, içerisi ile dışarısı ayrımlarını yitiriyor. İslâmî dünya, aşkı yüzünden
iffetinden ve haysiyetinden olan figürlerle dolu: II. Mehmet devrinde vezarete
değin yükselen Ahmet Paşa'ın hikâyesi bunlardan biriyse, ölçüyü tümüyle kaçıran
Osmanlı şairi Ferahî bir diğeri. Bir debbağın -deri terbiye eden kimsenin-
oğluna tutulan Ferahî, mektebini medresesini bırakıp sevdiğinin yanında sepici
oluyor. Debbağlık ise, bu işte kullanılan köpek pisliğinden ötürü en zelil
mesleklerden biri sayılıyor. Kaldı ki Mantıku't-tayr da aşkı yüzünden
sevgilisinin domuzlarını güden Şeyh Sananın öyküsünü anlatır Feridüddin Attar.
Böyle bakınca İslam çerçevesi içinde varlık düzenine karşı geldiği için imam
Hüseyin'in başka bir bağlamda söylediği gibi, "minnet ile ele geçirilip
zillet ile bırakılan"28 bir yoğunluk içeriyor aşkın yasası;
kişi kendi çıplaklığını gözler önüne serdiği ve kendinin olmayan bir şeyi
başkasına verdiği için iffeti zillete çevriliyor; zillet sayesinde ötekinin
bakışına maruz kalıyor ve mesafesizlik olan arzusu, bakışın mesafesine kapı
aralıyor.
Bir diğer deyişle güzellik yasasına karşı gelen zillet,
güzelliği içsel bir görüyle ayırt etme yeteneğini bir yandan imha eder ve aşkı
gözleri kapalı yaşantılarken, diğer yandan diğerinin gözünü bakışa indirgiyor
ve göz He bakış arasındaki ayırt edici smm belirliyor. Çünkü bakış,
tahammül edilmez bir yakınlık ifade eden zillete mesafe kazanmayı arzularken
aşkın ve zilletin bire bir katılımcısı olan göz, yaşantıladığı şeyle olan
yakınlığından ötürü gördüğüne bakamıyor. Maşuka öykündüğü için temsilin
olanaksızlaştığı bir an aşk anı; ne var ki bu türden bir öykünme, tezyinî
düzene değil de onun içinde yer alan küçücük bir parçaya -maşuka- öykünüyor. Bu
türden bir gafletin -unutkanlığın- müptezellik yarığına uzanması kaçınılmaz.
"Zillet ağacının dalları, ancak arzu tohumu üzerine gelişip
yükselir." 29 Hicap, bu noktada iki anlamda devreye
giriyor. Aşka dair körlüğün mesafesizliği zillete yol açsa ve istenmeyen bir
yakınlığa mesafe kazanmaktan aciz olsa bile bakışın mesafesi yapılmaması
gereken bir şeyi yapıyor ve bakıyor. Oysa kalp gözüyle bakılabilen bir
şey değil zillet; bakan gözü onu ame-isâihten uzaklaştırıyor:
"Güzel işle çirkin iş bir değildir. Sen çirkini daha güzeliyle
defet!" (Fussilet, 41, 34) Kendi "defedilemez" çıplaklığından
kendi utanıyor aşk önce; sonra ona bakan gözün bakışındaki mesafeye ve temsile
meydan okuyor. Bakışın yasası, icazetini tanrıdan alan bir yasa olsa bile, yine
yasal bir buyruk olan gözün -kalp gözünün- dolayımsızlığına karşı geliyor
çünkü; aşk, şahsa dair bir acıyla ve dehşetle yalnızca mizanı zedelemekle
kalmayıp, bakışı da kışkırtmış oluyor. Bakış, haysiyet misali ötekine önceden
verili imgelerle ve ezberlerle yaklaşmanın tanrısal yasada bir gedik açmasının
kanıtına dönüşüyor ve kendini zilletin mesafesizliğiyle ortaya koyan aşk,
tanrısal yasa uğruna yasanın aşılmasını buyuruyor.
Sonunda Yusuf ve Züleyha kıssasında olduğu gibi yenilen
ve dizgeye yedirilen kendi olsa bile, ayrıksı bir şey talep ediyor aşk: Kendi
yasası uğruna tanrısal yasanın kendine dönüşmesini istediği için tanrı aşkı
uğruna tanrıya isyan eden ve cenneti bile bir zulüm uzamı olarak kurgulayan
tasavvuf! aşktan da -"isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni"/
Yunus Emre- bir adım daha ileri giderek tanrısal bakışın kendine iki anlamda
karşı geliyor. İlkin, tanrısallığın tekelinde olan bir şeyi, bakmayı
kışkırtıyor. İkinci olaraksa eğer temsil etmek, bakmakla ilgili bir eylemse,
hicapla bakılmaması gereken bir şeyi açık ettiği için evrensel uyumun kendini
yarıyor; onun içinde uyuma karşı çıkan zilleti göze getiriyor. Ne var ki
isimlendirilmemesi ve görselleştirilmemesi gereken ve uyum uğruna
"ıskalanan" bir şey zillet; bu özelliğiyle bütün temsil
mekanizmalarına meydan okuyor. Tersine benzeşim, tanrıya öykünürken bundan
böyle uyumu değil, uyumsuzluğu da içinde barındırmak, ama uyumsuzluk travmasını
bastırmak ve yok saymak zorunda kalıyor. Böyle bakınca aşk bir bakıma, içinde
yitmek istediği şeye öykündüğü an kendinden hareketle onu kendine benzetiyor.
Ama kendine elbette dönüşmüyor maşuk; ne yasa aşka, ne aşk yasaya dönüştüğü
için ikisi arası bir ara-lık açılıyor. Kendini göz ile bakış arası
konumlandıran ve aşkın mesafesizliğiyle bakışın mesafesi karşılaştığı an oluşan
bir yarıktan; yasaya kendi kör noktasını göstermeye kadir bir
"katlamadan" söz ediyorum. Kur'an bunu fücûrya da fecr,
bir bütünlüğü genişliğine yarıp parçalama olarak tanımlıyor. Oysa "çevir
gözünü de bak" diyor yasa; "birbiriyle uyum ve ahenk içinde yedi
gökleri yaratan odur. Onun yarattıklarında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir
kez daha bak! Hiçbir çatlak, hiçbir uyuşmazlık görebiliyor musun?" (Mülk,
77, 2-3) İslami yasa, kendi belirlediği sınırların ve hicabın korunmasına
bağlı; sınırların ihlâli, bakışı tersine çevirerek gözünü yasanın kendine
dikiyor. Yasanın bakışı, kaçınılmaz bir şiddet içeriyor ve kendi simgesel
düzeninin idamesi uğruna aşkın kurbanını gerektiriyor. "Sonra bakışını iki
kez daha döndür! Umudunu kesmiş olarak döner sana göz. Usanmış, bitkin
düşmüştür." (Mülk, 77, 3)
Aşkta içerisi ile dışarısı arasında getirilen ayrımı
sarsan, içi ve dışı İslami bir uyumda buluşturan anlayışı alt üst eden bir
özellik; iffeti kendinden ittiği ve zilleti çektiği an yeniden kendine çeken
bir ortaklık, bir vezin eksikliği bulunuyor kanımca; her ikisi de duyuyu ve
duyu-ötesini yüzeyde bireştiren bedeni sakatlıyor, onu içsel ritminden ediyor ve
yasanın bakışına bakan bir ara-alan açıyor. Zillete hiyerarşik bir üstünlük
konumundan bakıldığı zaman oluşan ve zillet ile iffet arasında ayrım getiren
yasadan soluklanan, ancak ona bakan bakışı gören bir alan bu. O nedenle önce
seyirlik bir nesneye indirgenmiş olması gerekiyor. Bu türden bir ara-alan,
ortak bir gösterilen paydasına gönderme yapan gösteren anlayışını kendi içinden
çökertmeye sahip bir yıkıcılığı içinde barındırıyor. Biri diğerine eklemlenen
bir değerler silsilesi içinden geçen, onu kökünden sarsan bir güçten, dizgenin
içinde onun kendini göremediği noktaya işaret eden ve denetim altında tutulmaya
çalışılan bir yapıbozumu olasılığından söz ediyorum. Çünkü bakışın egemenliği,
ancak kendi de zelil olduğu ve zilletini sakladığı sürece egemenliğini
koruyabiliyor.
"Sevgilinin yanında hüsn-ü kabul görse bile, aşk
âşığı zelil eder."
İbn Arabi, İlahî Aşk
Divan-1 Kebir de âşıklara
seslenen Mevlâna, aşkıyla ne aşağıda ne yukarıda durduğunu, ama kepaze bir âşık
olduğunu söyler: "Ey, âşıklar, ey âşıklar!
Ben kepaze bir âşığım."30 Bir yandan alttan ve üstten beri olan bir şeydir aşk,
iffetin ve zilletin ötesindedir; öte yandan yine onların içindedir. Çünkü
insanın aklını başından, arzusunu tanrıdan alır. "Gönlü bir tutkunun esiri, tutkusu çok aşırı olan
kimse sonunda öylesine sevinir, öylesine sevinir ki, şehevî duygusu üste çıkar,
aklına egemen olur; dinini alaşağı eder."31 Oysa
herkesçe bilinir: "Allah, sevinç şımarıklarını sevmemektedir."
(Kasas, 28, 76) Elindekiyle yetinmemek demektir sevinçten şımarmak; kişi bir
yandan nefsini denetleyememekte, öte yandan şımarıklıkla kendini üstün
görmektedir. Ne var ki İslam dünyasında âşıkların en kepazesi, sanırım Mevlâna
değil, Yusuf suresinin kıssaların en güzeli diye andığı Yusuf ile Züleyha
kıssasının kahramanı Züleyha'dır. Elbette kadınlar erkeklerden daha zelildir,
ama bütün âşıkların yüz karasıdır Züleyha; afifliği bozan şeyleri, bir kâfirin
ruhu gibi, kendine huy edinmiştir.
Yakub'un oğlu maşuk ve âşık Yusuf un hikâyesi ünlüdür:
Önce kıskanç kardeşleri tarafından kör bir kuyuya atılır, sonra Mısır'a giden
İsmailî kervancılar tarafından kuyudan çıkarılır ve Mısır veziri Potiphar'a —ya
da Azîz'e- satılır. Ne var ki Yusuf u seven, onu evinin nazırı yapan ve bütün
mal varlığını ona teslim eden Potiphar'ın karısı Züleyha'nın gönlü, Yusuf a
umarsız bir arzuyla tutuşur. Oysa Züleyha, cemâli ve iffetiyle Mısır'da eşi
bulunmayan, İbn Kayyim el-Caziyye'nin betimlediği türden bir kadındır: "Bir
kadının iffeti yüzünde, tenindeki afiflikte, burnundaki cemâlde, gözlerindeki
tatlılıkta, dudaklarındaki kıvrımda, belagatindeki nezakettedir."32 Uzun
boyludur, hoş hareketlidir, tatlı dillidir. O kadar güzeldir ki saraya gelen
Çin ressamları onun güzelliğini resmeder. Ne var ki Züleyha Yusuf un cemâlinden
kendini alamaz ve parayla satın aldığı bu köleyi gördüğü an ona bağlanır. Çünkü
zaten kendini görmeden önce Yusuf'u üç kez rüyasında görmüş, gördüğü hayale
vurulmuştur. Ama söylenenlere göre, Yusuf Züleyha'nın evinde yedi yıl kalır ve
yanındayken başını kaldırıp ona bakmaz bile. Kendi cemâlini bildiği için
yaptığı kötücüllük değil, iyicilliktir. Züleyha göremesin diye, gözlerinin
cemâlini göstermez. Halife Ömer'in güzelliğiyle baş döndüren insanları
Medine'den uzaklaştırmak istediği söylenir. Güzellik, korkunçluğun başlangıcıdır.
Bir kez bakan, bir daha bakmayı dileyecek; cehennem gibi, ne kadar versen, o
kadar isteyecektir. Göz, cemâli görmeye asla doymaz ve gönül onu izler. Ama
Züleyha'nın önüne koydurduğu kürsüye oturur Yusuf ve yüksek sesle Kur'an okur.
Züleyha'nın onu suretiyle görmesini değil, sesiyle işitmesini ister. "Her
şeyin bir tezyini vardır ve Kur'anın tezyini ise güzel sestir."33
Suret ile ses arasındaki ihtilaf, Züleyha ile Yusuf un aşkında da kendini
gösterir. Yusuf ister ki Züleyha bir suret görmesin, bir ses işitsin. Yusuf un
sesi öylesine güzeldir ve ahengi öylesine eşsizdir ki, onu dinleyenleri sonsuz
bir özlemle tutuşturur. Yusuf un cemâli öylesine karşı konulmazdır ki, Mısır
sokaklarından geçerken yüzünün nuru güneşin gökyüzünü aydınlatması gibi
duvarları aydınlatır. Yüzü yalnızca güneşi değil, aynadaki sureti karşısında
kendini bile şaşırtacak denli güzeldir, ona bakan kişi sanki aynaya bakıyormuş
gibi Yusuf un yüzünde kendini görür. Şahsına özgü hiçbir niteliği kalmamıştır
Yusuf un, duyduğu aşkla tanrıya öylesine öykünmüştür ki, kendine özgü
özellikler yerine yüzünü tanrının aydınlığı kaplamıştır. Cildi o kadar narin ve
saydamdır ki, boğazından geçerken yediği yemeğin rengi belli olur, içtiği sıvı
görünür. Ağız, boğaz ve mide, İslamiyet'e göre insanın dünyevi iştahının
simgeleriyken, içerisini dışarıdan saklaması gereken bir ayıbı ve şehveti bile
yoktur Yusuf un, teninin içiyle dışı öylesine birdir ki, ayak tabanına bakan,
onun yüzünü görebilir. Kişinin tanrının içinde kendini yitirmesi için onunla
tanrıyı ayıran evrensel perdeyi -el-hicâb- aşarak tecellileri şeffaf
hâle getiren tekvin sürecini tersine çevirmesi gerekir. Bu süreç, benliğin
kurban edilmesiyle başlar. Yusuf un tutulduğu ilahi aşk onun tenini
şeffaflaştırmış, sevenlerin tutkusuyla iffet afifliğini göstermiş; bedeni ete
değil, aşka sarmalanmıştır: "Gönül verdiğim benim, ben de gönül verdiğim/ biz iç içe
geçmiş iki ruhuz, ama tek beden/ O'nu görürsün bana baktığında sen/ Yine biz'i
görmüş olursun O'nu görsen."34
Çünkü yalnızca aşk bu türden bir bakışa katlanabilir:
Kişinin onu koruyan tenini bile aradan çektiği, savunmasız yüreğini sevdiğine
verdiği andır aşk - nasıl Züleyha Yusuf a âşıksa, Yusuf da tanrıya âşıktır.
Nasıl sevenler sevdiklerinin tenine değil, yüreğine dokunmak isterlerse maşuku
yüreğine dokunabilsin diye tenini bile saydam kılmıştır Yusuf; iffetin giysisi
tertemizdir. Böyle bir güzellik kadınların yüreğini deler. Söylenene göre
bir davette Yusuf u gören kadınların heyecanı öylesine güçlüdür ki, ellerindeki
meyveyle bıçağın sırtını bile ayırt edemez ve meyve niyetine parmaklarını
keser, acıyı hissetmezler. Aşk, bedenin içinden geçen ve yüreği yaralayan bir
deliliktir. Onu gören kadınların tümü bedensel dengesini ve ritmini yitirmiş;
bedenlerini parçalayan bıçak, arzuladıkları aşkın yerine geçmiştir. Bedensel
aşkın bedeli, bedenin yarılması sayesinde gerçekleşebilmesidir. Kadınlardan
kimi bayılır, kimi parmaklarından değil, cinsel organlarından kanamaya
başlayarak âdet görür. ilginçtir ki, Meryem Ana'nın bile tanrıdan hamile
kaldığı an arzu duyduğu söylenmiştir. Kadınların nezdinde Yusuf aslında
bir beşer değil, bir melektir. Ancak aşkın kesiciliğiyle yaralanan kadınlar,
Yusuf tan murad alamazlar. Melek Allah'tan başka bir şey düşünmez ve Allah'tan
başka bir şeyi arzu edemez; onun arzusu saf ve temizdir. O, kadınların
güzelliklerinden etkilenmez ve muradını diğer kadınlara vermediği gibi
Züleyha'ya da vermez. Bedeni teninden eden bir gönenme, yalnızca tanrıya
aittir. Çünkü insanın nefsini göze getirecektir. Onun için ten giysisini
giyinmek gerekir. Aksi takdirde bedenin içindeki kan dışarı akacak; ayıbını
gözler önüne serecektir. Bedeni açık bir yaraya dönüştüren utanmazlıktır aşk;
onları örten damarları teninden eden, Marsyas'ın acılı ve derisi yüzülmüş
aczine dönüştüren zillettir. İçerisi ile dışarısı arasındaki sınırı belirleyen
deri ortadan kalktığı an dünya ile kişi arasındaki ilişki belirsizleşecek,
varoluş düzeni zedelenecektir. Onu sevdiğini ve sevgisi yüzünden ne yapacağını
bilemez olduğunu söyleyen Züleyha'ya, sevginin ne işe yarayacağını sorar:
Babasının beşerî sevgisi kıskançlığa, köleliğe ve gurbete yol açmış, Yusuf un
itibarını zedelemiştir. Dünyevi sevgi, geçmek içindir, kalmak için değil.
Yusuf, Züleyha'ya onun sevgisi yüzünden başına daha hangi belaların geleceğini
bilmediğini söyler. Sevgi, maşukun iffetini ondan alamasa bile onu
haysiyetinden eden bir tehlikedir. Ama ilginçtir, sevildikçe cemâli artar yine
de Yusuf un: "Yusuf un o günden güne artan güzelliğinden anladım ki
aşk, Züleyha'yı iffet perdesinden çıkarırmış."35
Sonunda arzusuna karşı gelemez ve dadısıyla birlikte bir
hile tasarlar Züleyha; evin duvarlarına onunla Yusuf u yatakta gösteren
minyatürler asar; arzusu, bu resimlere baktığı an Yusuf un gönlünün yanması ve
Züleyha'ya bağlanmasıdır. ilginçtir, aslı karşısında heyecanlanmayan Yusuf u,
sureti karşısında kışkırtabileceğim düşünmüştür. Genç Mısır prensi İbrahim,
Cemile'nin bir kitapta gördüğü suretine sevdalanmış, diyar diyar onu aramıştır.
Oysa Züleyha farkında değildir: "Gerçek ve sevilen bir varlığın
hayalini ruhlarında seyreden ve kendi gözleriyle onun gerçek varlığına bakarak
onunla cismani, somut ve nesnel her buluşmadan kat kat yüce ve tatlı bir
birleşmede buluşan kişiler vardır. Kays el-Mecnun'un arzuladığı ve sevdiği
Leyla'dan yüz çevirmesine yol açan buluşma böyle bir buluşmadır. Git benden der
Mecnun Leyla'ya, tasavvurundaki Leyla gerçeğinden ve bedenselinden daha nazik
ve daha güzeldir."36 Onun için Züleyha bilmez: Çıplak,
kösnül ve derisi yüzülmüş suretini Yusuf a göstermesi, zilletin başlangıç
anıdır. Üstelik bu, çifte katlanmış bir zillettir: Acımasızca ve mesafesizce
hazmı zor bir içselliği dışa vurmakla kalmamış, aynı zamanda dışavurumun
çiğliğini almış duvarına asmıştır. Kur'an'ın dediğine göre aşktan yüreğinin
zarı delinmiş, tam bir çılgınlığa düşmüştür. Yusuf u odaya götürür ve kapıya
yedi zincir vurdurur, nereye baksa kendiyle Züleyha'yı yatakta gören ve ondan
uzak duran Yusuf la sevişmek için yalvarır. Yusuf un gözlerinin cemâline
baktığı için, onun bakışını görememektedir; kamaşmışlık, Sartre'ın betimlediğinin
tersine bir körelmedir: "...bana yöneltilmiş olan bakışı, bana bakan
gözlerin ... imhası bedeline algılarım: Bakışı yakaladığımda, gözleri
algılamaktan vazgeçerim... Bize bakan gözleri asla güzel ya da çirkin
bulamayız, onların rengini saptayamayız. Ötekinin bakışı gözlerini gizler;
sanki onların önüne geçer... Aynı anda dünyayı algılayamaz ve bize sabitlenmiş
bir bakışı kavrayamayız... Gözlerin... bakışı... benim kendime işaret
eder."37
Bakıldığını görememektedir Züleyha; mesafesizliğinin zilletini
kavrayamamakta; Yusuf un sevgisinin dışarıda değil, gönlünün içinde olduğunu
anlayamamaktadır. Dadısıyla birlikte tasarladığı hileye "yüz gösteren hile
evi" denir: Züleyha, cemâliyle etkilemek isterken içinin cemâli,
çirkinliğe evrilmiş, kendini mesafesizliği yüzünden açık etmiştir. Birinin
iffeti, diğerinin zilletidir. "Züleyha nefis isteklerine uyup suç işler ve
emirken esir olurken, nefis isteklerini terk eden Yusuf, emir olur."38
Efendisinin güvenini sarsamayacağını, ona kötülük yaparak günaha düşmeyeceğini
söyler Yusuf. Ondan ancak temiz ve saf bir murad alınabilir ve bu murad,
imandır.
Nitekim Yusuf un Züleyha'ya bakışı ve onunla ilgili
kuşkuları haklı çıkar: Yusuf un iffeti, onu bir kez daha itibarından eder ve
Yusuf, zindana düşer. Çünkü Yusuf a onunla yatması için yalvaran Züleyha'nın
ısrarından ancak sırtındaki gömleği Züleyha'ya teslim ederek kaçar. Yusuf un
yırtık gömleği, artık bir suç delilidir ve Züleyha'nın zilleti, bencil,
sahtekâr ve hilecidir. Yusuf u tecavüze yeltenmekle itham ederken Yusuf hâlâ
nezaketli ve iffetlidir: "Doğrusu, bu sizin düzenlerinizden biridir.
Gerçekte sizin düzeniniz büyüktür." (Yusuf, 12, 28) Yusuf tan ayrı düştüğü
için Züleyha canına kıymayı düşünmekte, dadısıyla zindana gidip gizlice Yusuf u
seyretmektedir.
Züleyha, zilletini ve bencilliğini koruduğu sürece
Yusuf’a asla erişemeyecektir. Çünkü aşk, kişinin kendini aradan çekerek kendini
tümüyle aşka vermesini gerektirir ve Züleyha'nın hasreti, kendini aşka perde
kılarak maşuktan murad almak, kendini Yusuf a bırakmak yerine Yusuf üzerinden
bedenini doyurmak istemektedir. Onun için Züleyha'nın gönlü tebah, teni pistir.
Oysa Yusuf, ömrü boyunca aşk içinde yaşamış, tanrı aşkından gönlünü zaten
yitirmiştir. O, yüreğinde tanrıdan başka maşuk tanımayan, Züleyha'nın aşkını
görmeyen bir peygamberdir. Nakledilene göre Züleyha'nın gönlünü ve arzusunu
çaldığı söylendiğinde, ona arzuyu nasıl geri verebileceğini bilmediğini, zaten
kendi arzusunu yitirmiş olduğunu söyler. Arzu, arzunun mümtaz nesnesine takılıp
kaldığı ve ondan medet umduğu sürece, zelildir. Nitekim Züleyha, kadın olduğu
için, nefsine yenilir. Aşkı için karşılık bekler, diyet talep eder. Kaldı ki
dilbilgisel açıdan dişil olan nefs sözcüğü, kişinin içsel benini dile
getirir: Sonraları özellikle tasavvufta bedenden ayrı bir cevher olarak
kullanılan bu sözcük, aslında bedene bağlı ve bedenle beraber var olan, kişinin
içindeki gizli ben demektir. Aşk, içsel benin denetimini elden kaçırdığı için
iffetsizdir. İslâmî
muhayyilede kadınların nefslerini denetlemeleri, erkeklere oranla çok daha zor
olduğu için nefs dişildir: Nefs nasıl doyumsuz ise, kadın da öyledir. Kendi
benini ve kendi bedenini doyurmak istemektedir. "Girer emrine, arzusunu
yerine getirdiğin kimse/ lakin nefs, daha da emreder murada erdikçe."
Yusuf un şeffaflaşan bedeninin aksine yalnızca dişil bir ağız, boğaz ve mide
değil, cinsel organın yarığı da Züleyha'nın doyumsuz ve dünyevi iştahının
simgesidir ve onu her türlü âfetin elinde dal gibi titretmektedir. Kaldı ki
bir şeyi yarıp parçalama anlamına gelen fücur ile aynı kökten gelmese
bile yine yarık ifade eden ferc sözcüğü sanki birbiriyle bağlantılıdır.
Biri bütünü parçalayan bir
günah, diğeri aynı anda hem kadının cinsel organı hem kurtuluş anlamına gelir.
işin ilginç yanı, kadının "edep yeri"nden akan kan bile nefs-i emmâre'dir:
Çünkü Arapça nefs kan anlamına da geldiği için yeni doğurmuş kadına nüfesa,
lohusalık zamanına ise nfâs denir: Anlaşılan nefs ile dişillik ve
zillet ile yarılma arasındaki ilinti, gerek Züleyha, gerekse Yusuf un cemâli
karşısında hayız olan kadınlar söz konusu olduğunda bire birdir. Ve
sanırım emmâre sıfatının Kur'an'ın Yusuf suresinde (12, 53) geçmesi
rastlantısal değildir. Nitekim bu doğrultuda kimi başka İslâmî yazar gibi İbn
Hazm da "kadınların erkeklerin organını, erkeklerin kadınları
arzuladığından çok daha fazla arzuladığı" fikrindedir. İbn Hazm ne
söylediğini çok iyi bilir görünmektedir: "inanın bana, bu meseleleri
biliyor ve yakından tanıyorum."39
Nitekim Uhud savaşında paygamberin azı dişlerinden biri
kırılınca Allah, Cebrail'i yardıma çağırmış, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve
sellemin kanı yere damlamasın diye kanı kanadına almasını istemiştir. iffetin,
zillete doğru akmaması gerekir. Çünkü "iffet şudur: Erkek iktidar sahibi
iken bedensel zevkleri tatmak uğruna şehvetten kaçınır. Nefs-i emmâreyi kendi
heva heveslerinden zorla alıkoyar. Nitekim sıddık Yusuf da Züleyha kıssasında
böyle yapmıştır. Bu kuvvet, sadece peygamberlerde bulunur. Onlar ismet ridası
örtünmüşler ve taharet ipine sımsıkı yapışmışlardır. Daha sonra veliler de
bundan nasiplenmişlerdir. Onlar melekut mektebinde akli bilimlerle uğraştıkları
ve kuds âleminde ruhani zâtın iştiyakı içinde bulunduklarından, bu özellikleri
onlara cismani lezzetler ve şehevani isteklerle kirlenme cesaretini
vermez."40
Çünkü işin aslına bakacak olursak yalnızca Züleyha Yusuf
u değil, Yusuf da Züleyha'nın bedenini istemiş, ama erkek kendi isteğine kendi
iradesiyle karşı gelmiştir. Yusuf, şalvarının yedi iliğini çözdükten sonra
kendine karşı koymayı başarabilmiştir. Rivayet, onun Züleyha'nın bacakları
arasına girdiğini söyler: "Kadın onu arzulamıştı. Eğer Rabbinin zinayı
yasaklayan kesin kanıtını görmeseydi, Yusuf da onu arzulamıştı." (Yusuf, 12,
24) Gönül meyletmedikçe, beden zillete düşmez. "Ve maşuklar da âşıktır
içlerinden. isterler gizliden gizliye âşıkları." Ama Yusuf, arzusuna
rağmen kendini Züleyha'ya vermez. Geriye tek bir çare kalır: Yusuf kaçar,
Züleyha kovalar. Her ikisi de sevdalıdır: Ama biri tanrıya, diğeri Yusuf a
sevdalıdır. içinde bulundukları odanın kapısı kapalıdır. "Kapıya doğru
her ikisi de koştular." Biri, kapıyı açıp dışarı çıkmaya, öteki onu
içeride tutmaya arzuludur. Ve Züleyha, bir kez daha zilletine yenilir: "Kadın
onun gömleğini arkadan çekip yırttı." Zillete yenilmenin bedeli,
içeriyle dışarının, önle arkanın yer değiştirmesidir. Erkek dışarıda, kadın
erkeğin peşindedir. "Tam kapının yanında kadının efendisiyle
karşılaştılar. Kadın dedi ki: Ailene kötülük isteyenin zindana atılmaktan veya
acı bir azaptan başka cezası ne olabilir? Yusuf dedi ki: Onun kendisi benden
murad almak istedi." (Yusuf, 12, 25)
Kuşkusuz Potiphar'ın sözünü dinlediği Yusuf değil,
Züleyha olur. Ama gönlü Züleyha'ya değil, sadece aşka açık olan Yusuf, ettiği
itiraftan bile utanır, çünkü onun amacı kendini haklı çıkarmak değil, sadece
belirli bir nesneye yönelik olan arzunun, bedeni zillete yenik düşürdüğünü
vurgulamaktır. "Bu itiraf, vezirin yokluğunda gerçekten kendisine
ihanet etmediğimi ve ihanet edenlerin hileli düzenlerini başarıya
ulaştıramadığını kendisinin de bilip öğrenmesi içindi. Yine de ben nefsimi
temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, Rabbimin kendisini esirgediği dışında,
var gücüyle kötülüğü emredendir." (Yusuf, 12, 52-53)
İlginçtir ki, Yusuf bir üvey oğul olduğu için aslında
Yusuf ile Züleyha kıssasında yakın akrabayla zina söz konusu olamaz. Aslında o
saniye ve o mekânda gerçekleşmesi yakışıksız olsa bile, Yusuf un muradını
alarak Züleyha'ya muradını vermesi, olanaksız değildir. Yusuf ile Züleyha
kıssasında, isimleri bir düzene, aşklarıysa başka bir varoluş düzenine ait olan
Romeo ve Juliet öyküsündeki gibi bir tragedya yoktur; İslâmîyette -Şiiliğin
taziye geleneği hariç- tragedya zaten yoktur; Yusuf, eğer Züleyha'nın davetini
kabul etmiş olsa sadece arzunun mümtaz nesnesine yenik düşmüş olacak, ama iffet
yerine sonsuz bir zillet yüklenmek zorunda kalmayacaktır. Çünkü Züleyha'nın
zilleti bile kırk yıl sonra yeniden iffete evrilecektir.
Oysa Yusuf ve Züleyha kıssası, birdenbire aşkın yasa ile
aşkın yasasını karşı karşıya getirir: Aşkın düzeni kendi ağlarını örmek istemekte, arzusuyla
zilletiyle yasal düzene karşı gelmektedir. Ama İslâmîyete göre tanrının
esirgediği dışında aşk olmaz ve aşkta ortaklık yoktur. Bir gönülde iki sevgi
bulunmaz ve Yusuf Züleyha'yı değil, ancak sadece tanrıyı sevdiği sürece
iffetini koruyacak; tanrının cemâli ya her tecellide tanrıyı görerek onu
arzulamayı, ya da tecellinin içinde onu aşan şeyi arzulayarak tecelliye gözleri
kapamayı getirecektir. Tanrısal
aşk, kıskanç bir aşktır ve Yusuf un babasına yazarken kullandığı mürekkep
katran gibi siyah bile olsa, mektuplar süt gibi beyaz kesilir. Yusuf un,
tanrıdan başka maşuku yoktur. Onun uğruna bedenin iffeti, bedenin kösnüllükten
fani olmasına, arzu ve aşk yetisini bedenin ötesinde yatan şeyin saflığına
yöneltmesine bağlıdır. Yusuf, Züleyha'nın değil, tanrının bedeni içinde
yitmeyi ve esrimeyi istemektedir. Onun için nefsine karşı gelmemiş olsa
bile bir insana, belirli bir insana duyulan aşk her zaman olmayan bir
yoksunluktan soluklanacak, Yusuf u her zaman hayal kırıklığına uğratacaktır.
Mutasavvıfların ebced aşkı ya da mecazi aşk dedikleri şey bile Yusuf için
geçerli değildir: O, iffetinin ve duyularının inceltilmesi ve arınması için
önce başka bir bedene gereksinmemekte, işin başından tanrısal bedenin kendini
özlemektedir. Yusuf ebcedi, elif cüzünü zaten öğrenmiş olan bir erkektir.
Züleyha, Yusuf u arzulayadursun, Yusuf nezdinde kadının
farkı yoktur; çünkü o, baktığı her kadında zaten maşuku görmekte, dolayısıyla
hiçbir kadın görmemektedir: "Gazellerimde bazen
seni Lebna diye anarım/ Bazen Leyla, bazen de Sadi derim sana/ Bunu da kimse
farketmesin diye yaparım/ Yoksa benim için ha Leyla ha Lebna."41 Yusuf un
âlemde herhangi birine aşkı haramdır. O nedenle kıssa, Züleyha'nın duyduğu
tutkunun yıkıcılığını düzenin uyumuna eklemlemek zorunda kalacak; aşkın düzenini
varoluşun yasasına çevrimleyecektir. Yusuf ile Züleyha kıssasının Kur'anî bir
deyişle "kıssaların en güzeli" olmasının nedeni, yasal bakışa karşı
gelen ve zilletini açık eden Züleyha'nın hikâyenin sonunda elbette
iffetlenmesidir: Malik ile memlûku, âşık ile maşuku, kıskanan ile kıskanılanı,
erkeğin iffetiyle kadının zilletini anlatan bu kıssanın Sâmânîler devrinden on
dokuzuncu yüzyıl sonlarına değin Osmanlıca ve Farsça defalarca nazmedilmiş ve
resmedilmiş olmasının nedeni, Züleyha'nın aşkının sonunda yasal düzene
yedirilmesidir. Bir yandan İslâmî kelâmın iffet anlayışına denk düşen bir
kıssadır Yusuf kıssası, diğer yandan ucu zühd buyruğuna değin uzanan irfanî aşk
anlayışının betimidir. Çünkü hangi açıdan bakılırsa bakılsın, arzunun mümtaz
nesnesi ile iffet birbiriyle uyumlu değildir. Zaten kıssa kelimesinin
kendisi kesinti anlamına gelir ve tanrıya ulaştırmayan bir aşkı kendi içinden
kesmekte, Züleyha'nın aşırılığın sonuna değin gitmesine izin vermemektedir.
Onun kusursuz bir güzellik anlayışında açtığı yarığın üstü, iffetle yeniden
örtülmelidir. Böyle bakınca her iki geleneğe göre de Yusuf, cemil ve
iffetlidir. Aşkın ve arzunun aydınlık nesnesinin tek bir bedenle doymayacağını
işin başından bilmekte, bedeni bedenden esirgemektedir. Ama Yusuf ile Züleyha kıssası,
yalnızca ayrılığa ilişkin değil, aynı zamanda vuslata ilişkin bir kıssadır.
Çünkü söylenenlere göre Potiphar, Yusuf un suçsuzluğunu
gördükten ve Züleyha'nın itirafını dinledikten sonra Züleyha'yı boşamış, bütün
evlenme tekliflerini geri çeviren Züleyha'nın aşkı ise azalacağına gün be gün
artmıştır. Yusuf un hüsnü, Züleyha'nın basiretinden fazladır. Kadın giderek
düşkünleşmiş, yoksullaşmış, yaşlanmış, kör olmuştur. içsel güzelliğin yitimi,
dışsal güzelliğin yitimiyle koşut gitmektedir. Nasıl cemâl, iffetin aynasıysa
çirkinlik de zilletin yansısıdır. Eğer bedensel güzellik, Gazzâlî'nin söylediği
gibi aynı anda bir nimet ve kuvvet ise, nimetini de kuvvetini de yitirmiş bir
çehredir Züleyha'nın çehresi; İbn Hazm'ın geçmişte sevmiş olduğu bir kadın için
söylediği gibi, "güzelliği hemen hemen tamamiyle gitmiş, yüzünün
parlaklığı kaybolmuştu. Çekiciliği yok olmuştu... Yüz çizgilerine o denli
büyüleyici bir güzellik katan o güzelim, serin kaynak kurumuştu; sapsarı bir
kılıcı ya da Hint aynasını andırıyordu."42 Rivayete göre karnını Yusuf un hayaliyle doyurmakta,
yine Yusuf un hayaliyle aç kalmaktadır. Yusuf un nurundan nasiplendiği için
ölümü düşler olmasına karşın Yusuf la soluk almakta, Yusuf la soluk vermekte,
arzunun onu zelil ettiğini görürken zilleti yenmek istememekte, ömrü aşk içinde
solup gitmektedir: Aşk acısının bitmesi, aşk acısından daha büyük bir
cezadır çünkü; "acıyı unutmak demek, ... bir daha herhangi bir şeyi
sevmeye kadir olamayacağını"43 itiraf etmek ve aşkın yıkıcılığından feragat etmek demektir.
Acıdan saçları ağarır, gözleri ağlamaktan görmez olur ve yoldan atlılarıyla
beraber geçen Yusuf un sesini dinleyerek avunur.
Yıllar sonra bir gün Yusuf la yolda karşılaşınca Yusuf
tanrı aşkıyla genç ve güzel kaldığı için yaşlanan ve çirkinleşen Züleyha'yı
tanıyamamıştır - Züleyha kendini tanıtır: "Ben bir gün vardım ama sen
hep varsın... Senin aşkını seçen, senin vuslatına koşan ve kendini aşkının
yolunda efsane eden ben. Sabır ve takva seni aziz yaptı, yüceltti. Hırs ve
şehvetim de beni zelil ve düşkün biri haline getirdi."44 Kadının
özlem dolu gözyaşlarını ve geçen yılların ağırlığını gören Yusuf un yüreği
yumuşar, tanrıdan onu hidayete erdirmesini diler. Çünkü Yusuf bilir, tanrı
ağlayanları sever, ve isterse onların yazgılarını değiştirir. Yusuf, Züleyha'ya
iffetinin ve güzelliğinin nereye gittiğini sorar. Züleyha, Yusuf un yolunda
gittiğini söyleyince, -âşığını gizliden gizliye seven ya da daha doğrusu
sevilmeyi seven her maşuk gibi- kanıt ister. Züleyha bu kez nefsine esir
düşmez, Yusuf la yatmayı talep etmez, eline Yusuf un kırbacını alır ve
yüreğinden gelen bir ateş kırbacı tutuşturur. Ateşin sıcaklığı Yusuf un eline
değince, Yusuf kırbacı yere atar. Gönlü olmayanın gönlü yanmaz. "Ey
dayanıksız," der Züleyha, "bir kadın kadar değilsin. Kırk yıldır bu
ateşi içimde taşıyor, onunla yanıyorum... Bu ateşten korkmuyorum... Bu ateş bir
an için göğsümden çıkıp kırbaca gelince attın elinden."45 Ama Yusuf,
sonunda Züleyha'nın onun iffetini sevdiğine ikna olmuş, tanrısından bağış
dilemiş, dileği kabul edilmiştir. Züleyha, artık Yusuf un bedenini değil, Yusuf
un gönlünde taşıdığı aşkın hakikiliğini sevdiği için zilleti yenmiştir. Hakiki
aşk, arzunun bütün cismaniliğini Züleyha'nın gönlünde eritmiş, aşkın saflığı,
yüreği ele geçirmiştir. Gitmek üzere atının dizginlerini ele aldığında Yusuf
bir ses işitir: "Geri dön ve biçarenin ayrılık ateşini söndür... Onun
aczini görüp sana yalvarışını işittiğimizde, bu aczin dalgalanmasıyla bağış
denizi çalkalanmaya başladı. Onun gönlünü umutsuzluk kılıcıyla yaralamadık.
"46
Gariptir ki, Yusuf un gördüğü kanıt, Züleyha'nın muradına
eremeyeceğine rıza göstermiş olmasına rağmen Yusuf u sevmeyi sürdürmüş
olmasıdır. Artık Züleyha'nın amacı vuslata ermek değil, aşkın kendidir ve kadın
bu ilahi sevginin sonlanmayacağını, sakinleşip teselli bulmayacağını
bilmektedir. Bunun içindir ki Züleyha ile Yusuf un aşkı, vuslatla son bulur:
Züleyha eski güzelliğine kavuşur, gözleri yeniden görmeye başlar ve Yusuf ile
Züleyha evlenir. Önce Züleyha'nın aşkı Yusuf a da geçer ve bir daha
birbirlerinden ayrılmak istemezler gibi görünürken duyuların ve nefsin denetim
altında tutulduğu ve mecazi sevginin yerini ilahi aşka bıraktığı bir sevgide
buluşur sevgililer. Yusuf ve Züleyha aşkta birbirlerini değil, tanrıyı
bulurlar. Hakiki aşk, yeşerince gönülde arzu kapısı kapanır. Züleyha, cemâline bakmaya doyamadığı
ve tanrı olsa değişmeyeceği Yusuf’u unutur:
İslâmî tasavvura göre unutkanlık, Adem'e nispet edilen
(Tâhâ, 20, 111) ilahi bir vasıftır ve arzunun mümtaz nesnesi, tanrı aşkı
sayesinde unutulur. Züleyha'nın yüreğinde artık tanrı aşkı dışında bir aşk
yoktur ve Yusuf, ilahi sıfatların yalnızca bir tecellisidir. Yusuf u severken
Yusuf u değil, ilahi tezyinin Yusuf suretinde cemâlini sevmektedir. Züleyha,
artık neredeyse Meryem katındadır ve beşer suretinde görünen bu meleğe ya da
melek suretinde görünen bu beşere sanki Meryem'in söylediği sözleri
söylemektedir: "Ben, senden Rahmân
olan Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan bana dokunma." (Meryem,
19, 18)
NOTLAR:
1. Hazreti Ali kerrema’llâhu vechehû ve
radıya'llâhu anhya rivayet edilen bir cümle; Gürer ve Dürer'den alıntı, cilt 1,
s. 313; Cevadi Amuli içinde, Celâl ve Cemâl Aynasında Kadın, İstanbul, 1996, s.
20. (Ejder Okumuş'un yapmış olduğu çevirideki "süslenme" fiilinin
"tezyin etme"yi karşılamadığını, çünkü "ziynet"in
kapsayıcılığından farklı olarak "süsleme" ve "bezeme"
sözcüklerinin süsleyici ve bezeyici olma özellikleriyle süslenen ve bezenen bir
asıl'a gönderme yaptıklarını, dolayısıyla bir ikincilliği dile getirdiklerini
düşündüğüm için, çeviriye müdahale ederek "süsleme" sözcüğünü
"tezyin" ile değiştirdim.)
2. el-Cahiz'den alıntı, Charles Pellat,
Arabisehe Geistesıvelt. Dargestellt von CharlesPellat auf Grund der Sehriften
von al-Cahiz777-869içinde, Zürih/ Stuttgart, 1967, s. 421.
3. Nizami'den alıntı; Johnan Christoph
Bürgel, Allmaeht und Maehtigkeit. Religion und Welt im İslam içinde, Münih,
1991, s. 223 vd.
4. İhvân-ı Safî, Resâil II, 20; Yalçın
Çetinkaya'dan alıntı; İhvân-ı SafâdaMüzik Düşüncesi içinde, İstanbul, 1995, s.
80.
5. Plotinus, Enneadlar, I, 4-5.
6. Platon, Şölen, 210b.
7. Murtaza Mutaharrî, Hieab. Örtünmenin
Felsefesi, İstanbul, 1999, s. 93; bu dipnotta bir ayraç açarak mimesis
kavramını mimosa -aslın, ilksel kökenin, sözcüğün kök hecesine- gönderme yapan
ve onun içinde yitmeyi arzulayan bir kavram olarak; imitatioyu ise taklit
olarak kullandığımı belirtmem gerek.
8. İmam Cafer-i Sadık'tan alıntı, a.g.e.,
s. 171.
9. "Hz. Peygamberin en fazla kızdığı sözlerden biri de
'ben' yani 'ene' sözcüğüydü. Ashabdan Câbir b. Abdullah şöyle diyor: 'Babamın
bir borcunu ödemek üzere Hz. Peygamber'in evine gitmiştim. Kapıyı çaldım. Kim
o? diye sordular. Ben diye cevap verdim. Kızdığını belirten bir ifadeyle 'ben,
ben' diye söylendiler." Yaşar Nuri Öztürk, İslam'da Büyük Günahlar,
İstanbul, 1998, s. 247; yada Öztürk Kurân’a göre Sünet ve Tasavvuf İstanbul,
1998, s. 111.
10. "Cinsel dürtü kuşkusuz yalnızca üremeye yaramaz ve başka bir açıdan
da bilgece bir hazdır. Eğer zamanı kısa süreli olmasaydı diğer hiçbir hazla
karşılaştırılamayacak olan bedensel doyum, cennette vaadedilen zevklere işaret
etmek için vardır. Çünkü kişinin hiç hissetmediği bir zevki vaadetmek yararlı
olmazdı... Bedensel zevkler, cennette sonsuza değin sürecek olan hazzı
uyandırdıkları ve bu nedenle T anrının hizmetine kışkırttıkları için
anlamlıdırlar." Gazzâlî; Abu Hamid Muhammad al-Ghazali, Von derEhe. Das
J2. Buch von al-Ghazalis Hauptıeerk, Halle, 1917, s. 90.
11. M. Mahdi, Alfırabis PhilosophyofPlatoand
Aristotle, New York, 1962, s. 73 ve s. 71 (İtalikler bana ait).
12. Ahmed Fâruk es-Sehrhedî Rabbânî,
Mektûbat, İstanbul, 1977, 1/ s. 95 ve peygambere rivayet edilen bir hadis,
Muhammed Gazzâlî, İslam'ın Manevi Boyutu. Bütün Eserleri: 2, İstanbul, 1999
içinde, s. 129.
13. Gazzâlî'den alıntı, Mahmut Çamdibi,
Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali içinde, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul, 1994, s. 196.
14. Gureru'l Hükm'den alıntı, Fasl: 37,
Rivayet: 5, Cevadi Amuli içinde, a.g.e., s. 195
15. Sûfiyullâh Yâr, Murâdu'l-'arifîn'den
alıntı; Musa Carullah, Hatun içinde, Ankara, 1999, s. 36.
16. el Sittînu'l-câmi'den alıntı, Celâl
Settârî, Züleyha'mn Aşk Derdi içinde, İstanbul, 1999, s. 72.
17. Bkz. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî,
Camiu'l-Usûl, İstanbul, 1980, Nefsbölümü.
18. el-Gazzâlî, İhyâ'u Ulûmiddin, İstanbul,
1975, III, s. 451 vd.
19. Mevlâna Celaleddin Rumi, Divan-t
Kebirden Seçme Şiirler, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1965, s. 153.
20. al-Cahiz'den alıntı, Charles Pellat
içinde, a.g.y.
21. al-Curcânî'den alıntı, Al-Jurjâni's
Theory of PoeticImagery içinde, Londra, 1979, s.
282.
22. Nureddin Ali b. Ebû Bekr el-Heysemî'den
rivayet edilen hadis, 1/ 62-63.
23. el-Bâkkılâni'den alıntı, Muhammed Âbid
el-Câbirî, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı. Arap-İslam Kültüründeki Bilgi
Sistemlerinin Eleştirel Bir Analizi içinde, İstanbul, 1999, s. 245.
24. Mevlâna, a.g.y.
25. Gazzâlî'den alıntı, Çamdibi, Şahsiyet
Terbiyesi ve Gazâliiçinde, a.g.e., s. 256
26. Ibn Arabi, Eüsüs'l-Hikem Tercüme ve
Şerhi, haz. Dr. Mustafa Tahranlı-Dr. Selçuk Eraydın, cilt IV, s. 342
27. Kastamonulu Abdullatif Latifî,
Tezkire-iŞu'ara, Halet Efendi, İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesi Halet Efendi
Yazmaları 342, yk. 166a.
28. İmam Hüseyin'den alıntı, Fuzulî, Erenler
Bahçesi, Kültür Bakanlığı Yayınları, yayın yılı eksik, s. 279.
29. Gazzâlî, İslam'ın Manevi Boşyutu,
a.g.e., s. 125.
30. Mevlâna, a.g.e., s. 92.
31. İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı. Sevgiye
ve Sevenlere dair, İstanbul, 1998.
32. İbn Kayyim el-Caziyye; İbn Qayyim
al-Dschauziyya, ÜberdieErauen. liebeshistori- en und liebesefahrungausdem
arabischenMittelalter, Münih, 1986, s. 326.
33. Mecmeu'l-Bahreyn'e rivayet edilen bir
hadis, Mecmeu'l-Bahreyn, VIII, s. 123, Hadis no: 3480; Nebi Bozkurt içinde,
Hadiste Folklor ve Eylenee, İstanbul, 1997, s. 77.
34. Hallac-ı Mansûr'dan alıntı, Nasr Abu
Zeyd, "Sufi Düşüncesinde Hakikat-Dil İlişkisi Üzerine. İbn Arabi'de Dil,
Varlık ve Kur'an", İslâmiyât dergisi içinde, Temmuz-Eylül 1999, cilt 2,
Sayı 3, s. 15-39, orada: s. 16
35. Camî'den alıntı, Celâl Settârî,
Züleyha'mn Aşk Derdiçinde, a.g.e., s. 90.
36. İbn Arabi'den alıntı, A. E. Khairallah,
love, Madnessand Poetry. An İnterpretation of theMağnunLgendiçinde, Beyrut,
1980, s. 78.
37. Jean-Paul Sartre, Das Sein und dasNichts
- Versuch einer phanomenologischen Ontolo- gie, Reinbek, 1991, s. 466 vd.
38. Settârî, a.g.e., s. 198.
39. İbn Hazm al-Andalusî, Das Halsband der
Taube. Über die Liebe und die liebenden,
Frankfurt/M.,
1961, s. 156.
40. Tefsir-i Gazor'dan alıntı, Settârî,
Züleyha'nm Aşk Derdi içinde, a.g.e., s. 140.
41. Ragıb İsfahanî'den alıntı, Ebu'l-Alâ
Afîfî, Tasavvuf İslam'da Manevi Devrim içinde, İstanbul, 1996, s. 233.
42. İbn Hazm, a.g.e., s. 201.
43. Clement Rosset, DasPrinzp Grausamkeit,
Berlin, 1994, s. 76.
44. Settârî, a.g.e., s. 113.
45. Camî'den alıntı, Celal Settari,
Züleyha'mnAşkDerdiçinde, a.g.e., s. 114.
46. A.g.y..
* Yazının ilk bölümüne bir önceki sayıda yer vermiştik.
Zeynep Sayın o bölümde Batı sanatında estetiğin ayrı, özerk bir alan olarak
belirişini ve bedenin temsil edilme biçimini ve nasıl haysiyetli bir nesne
olarak kurulduğunu, 18. yüzyıl itibariyle tartışmış, ayrıca 20. yüzyılda buna
karşı gelişen sanatsal girişimler olarak Francis Bacon'ın resimleri ile
Dijkstra'nın bir fotoğrafını incelemişti. Gerek o yazının, gerekse İslâmî beden
temsilini ele alan buradaki bölümün, yazarın halen sürdürdüğü bir araştırmanın
alt bölümleri olduğunu belirtmeliyiz. -Defter.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar