BAUDELAİRE VE KÖTÜLÜK ÇİÇEKLERİ
Hzl: Galip BALDIRAN
Doç. Dr., S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi, Fransız Dili ve
Edebiyatı Bölümü
“Zihnimdeki karışıklığı netice itibariyle
kutsal buluyorum”
Rimbaud
Rimbaud
Baudelaire 25
Haziran 1857’de çağdaş şiire öncülük edecek olan ünlü yapıtı Kötülük
Çiçekleri'ni yayınlar. Sonra da kızılca kıyamet kopar. Bu yıllar III. Napolyon dönemidir
ve II. Cumhuriyet’in mahkemeleri bu kitabı toplum ahlakını hiçe saymakla
suçlar. Bugüne kadar açıkça yazılmamış duyguları dile getirmekle Baudelaire
şiiri “sapkın duygular” olarak değerlendirilmiş ve özellikle altı şiiri
yüzünden mahkum edilmiştir. Bu şiirler şunlardır: Les Bijoux, Le Fethe, A celle
qui est trop gaie, Lesbos, Femmes Damnees ve Les Methamorphoses du Vampire.
Mahkeme dine saygısızlık konusunda delil bulamaz ama, müstehcenlik asıl suçun
odağındadır. Şaire üç yüz frank, yayımcısına da yüz frank ceza verilir ve söz
konusu altı şiir kitaptan çıkartılarak yayımlanmasına izin çıkar. Bu olaydan
tam altı ay önce, Flaubert de Madame Bovary davasında benzer gerekçelerle
yargılanmış ama o cezasız kurtulmuştur. Balzac da aynı yoldan geçmiş, mahkeme
salonlarında boy göstermiştir.
Baudelaire için “etik
değerlere edebiyat bağlamında bağlı kalmak, yapıtı yok eden aşırı pahalı bir
lüks olmaktan ibaretti. Edebiyatın amacı, ahlakı öğretmek değil ama yaşamı
göstermekti ve nihayet etik belki de buradan ortaya çıkabilirdi” (Louis
Mattei, 1994: 79). Eğer II. Cumhuriyet’in yargıçları tüm yapıtı suçlasalardı,
bugün dünya yazını Kötülük Çiçeklerinden yoksun kalacaktı. Oysa kimi
eleştirmenler Baudelaire’i yere göğe sığdıramayıp, övgüler yağdırmışlardı.
Hatta onu Dante’ye bile benzetenler olmuştu. Aslında ozan Kötülük Çiçeklerinde
toplumsal düzeni, bozulmuşluğu, adaletsizliği eleştirmekten geri kalmıyordu.
Notları arasında “genel özgürlük” (commune liberte) gibi sözcüklere
rastlıyoruz. Özellikle monarşinin kıskacındaki ve mevsimin kötü gitmesiyle
ortaya çıkan açlık ve kıtlık altında ezilen halkın çektiklerini La Rançon
(Kin), Le Cygne (Kuğu) ve La Mort des Pauvres (Fakirlerin Ölümü) adlı
şiirlerinde açıkça dile getiriyordu. 1851’in Aralık ayında meydana gelen darbe
girişimleri özgürlük ateşini daha da kamçılar. Din adamlarınca da desteklenen
bu özgürlük hareketi sosyalist gazetelerin boy göstermesine kadar varır.
Özellikle Lamennais (1782-1854) isimli bir papazın Kiliseyle Devletin ayrılması
gerektiğini ısrarla savunması Baudelaire’i de etkilemiştir. Hıristiyanlık ve
sosyalizmin (socialisme chretien) barışık ve birlikte yaşaması bu dönemde
başlamıştır. Yine Le Gallois, Halkın İncili (L’Evangile dupeuple) adlı eseriyle
altı ay hapis yatar ve altı yüz frank para cezasına çarptırılır (Pichois, 1967:
107). Bu atmosfer içinde yazan Baudelaire, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, günah
ve sevap, şeytan ve tanrı gibi birbirine zıt olan konuları şiirinde işler.
Kötülük Çiçekleri,
“yapmacık sahte
bir duyarlılığın rasgele ifadesi değildir (...) İnsan ruhunun ulaşılmaz sanılan
derinliklerini aydınlatan birer iskandildir. (...) Aptallığın, kusurun, günahın
ruhumuzu nasıl işgal ettiğini, bedenimizi nasıl esir aldığını;
zayıflıklarımızın, günahlarımızın ne kadar inatçı olduğunu; nasıl da büyük bir
zevkle daldığımızı bataklıklara; bizi hareket ettiren ipleri şeytanın elinden
bir türlü koparamadığımızı daha ilk sayfalarında sermiştir gözlerimizin önüne” (Sunel, 1998: 83). Baudelaire’e göre “insan denen varlık,
madde evreninde zamanın ve mekanın sınırlılığı içinde hapsolmuştur” (Sunel,
1998: 81) Bu cümle bizi yanıltmasın, onu sütten çıkmış ak kaşık sanmak
safdillik olur. Hele onu, bir ahlakçı gibi algılamak hatadır. Sefih
sayılabilecek bir yaşamın akla gelmez her türünü yaşamış, her zaman bohem
olmaktan büyük bir keyif almıştır. Böyle bir hayata, sırf ailesine tepki olsun
diye daldığını düşünmek olasıdır. Freudcu bir yaklaşımla onun şiirine bakacak
olursak, çocukluk ve gençlik döneminin silinmez izlerini açıkça görebiliriz.
Yirmi altı yaşındaki bir anne ve altmışındaki bir babanın çocukları olarak
dünyaya gelen Charles Baudelaire, altı yaşına basar basmaz babasını yitirir.
Artık onun için
sıcak bir yuva hep hayal olmaktan öte gitmez. Zira çok kısa bir süre sonra
annesi iyi bir gelecek vaat eden, generalliğe kadar yükselecek bir binbaşıyla
evlenir. Bu zat 1848 yılında İstanbul’da Fransa’nın Büyükelçisi görevini yerine
getirecek olan General Aupick’tir. Bugünkü Elçilik Binası da onun zamanında
inşa edilmiştir. Bir aşk evliliği olan bu ikinci evlilik yüzünden Baudelaire
sıcak anne kucağını yatılı okullar için terk etmek zorunda kalır. Bu nedenle
olsa gerek annesi Caroline Archenbaut-Defayis’e karşı marazi bir sevgiyle
bağlanıp, üvey babasına karşı da olabildiğince düşmanca bir tavır sergiler.
(Psikanalize Oidipus Kompleksi olarak giren; anneyi sevgili olarak algılayıp
babayı rakip, hatta düşman gibi görme zaafını burada hatırlamakta yarar var.)
Hatta Baudelaire “bir devrim olsa da General Aupick’i kurşuna dizsek”
diyecek kadar ileri gider. Üvey babasının parlak geleceğini tehlikeye sokmak
için sokak kadınlarıyla düşer kalkar, onlardan frengi bile kapar. Krallığa
karşı tepkili olup Cumhuriyetçilerin saflarına katılır. Tarihin cilvesine
bakın, ömrü boyunca nefret ettiği üvey babasıyla bugün Paris’te Montparnasse
Mezarlığında yan yana yatmaktadır.
Baudelaire on
sekizine basınca öz babasından kalan serveti kullanma hakkını elde eder ve onu
har vurup harman savurmaya başlar. Ailesi onun bu durumunu frenlemek için
mahkeme yoluyla mallarına el koydurur. Artık servetini eskisi gibi çarçur
edemez. Belirlenen bir noter gözetiminde harcamaya mahkum edilir. Tabi ki bu
tür kısıtlamalar onu azdırmaktan öte gitmez. Hayatını ve servetini mahvedecek
olan Jeanne Duval isimli siyahi bir melez kadına çılgınca tutulur. Bu kadın
Paris’te bir gece kulübünde çalışmaktadır. Tek amacı ondan para sızdırmak olan
Jeanne Duval’e Baudelaire nice aşk şiirleri yazar. “Siyah gür saçlarıyla,
kalın dudakları ve salınan yürüyüşüyle” bu zenci kadın onun üzerinde “despotik
bir etki” yapar. Üstelik cahil bir kadın olup, onu aldatmaktan da geri
durmaz. Baudelaire’in bu kadir bilmez sevgilisi daha sonra alkolün tuzağına
düşer ve hastalanır. Şair onu bu halde terk etmeye kıyamaz, genç yaşta ölecek
olan Jeanne Duval’e ölünceye kadar bakar. Jeanne Duval’in ölümünden sonra,
platonik bir aşkla sevdiği aristokrat bir aileden gelen Madame Sabatier’ye
gizli gizli şiirler yazıp gönderir. Madame bu şiirlerin gerçek esin perisinin
kendisi olduğunu anlar ve kendini onun kollarına atmaktan çekinmez ve
Baudelaire “bütün tılsımın birden bozulduğunu” itiraf ederek onu terk etmekten
çekinmez.
Baudelaire
Kötülük Çiçeklerinde kendi iç dünyasındaki karmaşayı, toplumsal ve inanç
düzeyindeki çelişkileri, bir türlü yatıştıramadığı arzularını, hıncını,
yaşamdan çekip koparılması gereken en çılgın zevklerini, düşle gerçek arası bir
izlekte şiirleştirir. Bunu yaparken kesintisiz bir tatminsizlik, olumsuzluk ve
bedbinlik içindedir. Anlamsız ve anlaşılmaz bir evrende, insanın
acımasızlığını, aczini ancak düş kurmanın sonsuz keyfiyle avutmaya, unutmaya
çalışır. Ona göre “şiirin kendisinden başka bir amacı yoktur. Delacroix’nın
resmi Wagner’in müziği gibi o da sanatsal bir yaratıdır” (Sabatier, 1977: 101).
“Yeteneğin Kraliçesi” diye adlandırdığı düş kurma gücü onun yaratıcı dehasının
asıl kaynağıdır. 1920’lerden sonra ortaya çıkacak olan Gerçeküstücülük Akımı
yine aynı kaynaktan beslenmeye devam etmiştir. Boileau’nun “Doğayı kopya
ediniz!” tümcesine Baudelaire “Doğa bir tapınaktır” demesine karşın
fazla katılmaz. Hatta düş kurmayı seven birinin şunları söylemeye hakkı vardır
der: “Zaten doğada var olanı sunmak can sıkıcı ve gereksizdir. Bu da insanı
tatmin etmez. Doğa çirkindir ve ben fantezimin canavarlarını, pozitif
bayağılığa tercih ederim” (Baudelaire, 1944: 111).
“1850’lere doğru
Baudelaire, 1870’lere doğru Arthur Rimbaud, Stephane Mallarme ve Paul Verlaine,
gidişine ayak uyduramadıkları, kendilerini anlamayan bir topluma karşı
çıkarlar, ondan kaçmak arzusunu duyarlar. Bu şairlere göre, Fransız toplumunda
pozitivizm maddeciliğe dönüşmeye başlamıştır. Sıradan kişiler pozitivizmin
nimetlerinden en fazla yararlananlar olmaktadır. (...) Halbu ki sözünü
ettiğimiz şairlere göre, evrende madde ile ilgili görünen gerçeklerin ötesinde,
görünmeyen, gizli gerçekler vardır. Evrende bir gizlilik, sır (mystere) vardır” (Göker, 1982: 68). İşte Baudelaire bu gizliliğin, bu sırrın
peşinde sürekli ikilemlere girerek koşar durur. “Tanrısal evrenle doğal
evren arasında bir bütünlük vardır; her şey biçim, devinim, sayı, renk, kokular
birbiriyle konuşur, birbiriyle denkleşir” (İnal, 1981: 172). Bu görüş
simgecilerin (symboliste) üzerinde uzlaştıkları bir görüştür. Baudelaire’in
ünlü şiiri Correspondances (Uyuşum) “çoklukta birlik” kuramını anlatır. Onun
şiiri, “Evrensel Birlik (Ünite Üniverselle) ve Evrensel Benzeşim Kuramından
(Theorie de l’Analogie Üniverselle) kaynaklanır. Şiirleri doğadaki çokluğu
yalınlaştırır, tek bir kavram olarak verir. Güzele ulaşır. Bu kuramların
doğruladığı estetik yaratısında Baudelaire, Delacroix, Swedenbourg, Joseph du
Maistre, Fourier, Hoffmann gibi sanatçıların düşünürlerin etkisi altında
kalmıştır. Bu etki çeşitliliğine dikkat edilirse, Baudelaire’in ozanlık
yetisinin düşünür-ressam-müzisyen yetisi ile tamamlandığı anlaşılır” (İnal,
1981: 174). Özellikle Wagner’in müziği, Delacroix’nın resmi ozanın beslendiği
engin kaynaklardan en önemlileridir.
Baudelaire’in,
“şiirden anladığı; başkaldırı ve sanat yoluyla toplumsal ve fizikötesi
lanetlerden şiiri koparıp çıkarmaktır. Her bir şiir, ahengin, imgenin ve
müziğin mümkün kıldığı bir yaşamda, dünyayı insani ve oturulabilir kılan yeni
bir evrenle inşa etmelidir. Böylece okuyucu en karanlık, en kötü görüntülerden
bile keyif alacaktır” (Sabatier, 1977: 105).
Baudelaire
birçok şiirine, hatta kitabındaki bir bölüme başlık yaptığı “Spleen” (‘iç
kararması’, ya da eski dilde ‘hafakan’) çoğu zaman, “L’ennui” (can sıkıntısı)
ile karıştırılabilir. Spleen, kapalı ve tutarsız bir ruh halidir. “L’ennui ise
acı ve kederin yakın komşusudur” (Sabatier, 1977: 107). Baudelaire bu iki ruh
halini sıkça şiirlerinde işler.
“Kendisini sürgün
olarak duyumsayan, karanlığın etkin baskısı altında bunalan, düş ateşlerinde
yanan, göklerdeki güneşin gücü ve mağrurluğu karşısında ezilen, benzerlerinin
varlık nedenlerini unutmak için daldıkları, adına toplum denilen tekdüze
kalabalıktan tiksinen, onu kendi kendinin celladı olmaya zorlayan sağır ve kör
bir tanrının yönlendirdiği kurulu düzenden sıkılan Baudelaire” (Kula, 1999: 30) sık sık inkarcılık sergiler. “Toplumsal
ve kentsoylu tüm uzlaşmaları reddeder. (...) Romantikler gibi kendisini
mutsuzluğa yakın hissetmesine rağmen, duyarlılığın (sensibilite) geçici
hallerini reddeder. O, acının ozanı insanlıktan esinlenmiş bir rehber
yapmayacağını bilir” (Sabatier, 1977: 101).
Baudelaire’in
içinde yaşadığı “19. yüzyıl ise, bütün toplumsal ve siyasal olayların
çalkantıları, umutları ve düş kırıklıkları ile (...) coğrafyanın sıradan
insanlarca zorlanması, genişletilmek istenmesi uğruna girişilmiş savaşımların
ve yitirilmiş savaşların yüzyılıdır. Yitirilmeyen savaşlar, yalnızca şiirde,
romanda ve teknik boyutu ağır basan sanatlarda gerçekleştirilmiştir. (...)
Kitleler, sıradan insanlar, birer özne olarak yer almaktan alıkonuldukları
1850’lerin coğrafyasında, dilin kültürel evreninde de özne olma durumlarını ve
şanslarını yitirmişlerdir” (Oskay, 2000: 417).
Baudelaire, tek
şiir kitabı olarak yayınladığı Kötülük Çiçeklerinde uzlaşama- dığı Paris
toplumuyla ve kendi iç dünyası ile sürekli zıtlaşma halindedir. Ozan, “kendisi
için de bir labirentti: imkanlarını bütün yönlere açık tutmakla birlikte, hep
taşın değişmezliğine, kasvetli şiirle gelen, kendini tatmine (onanisme) özendi.
Onun geçmişe olan bu bağlılığına, ölümün, erken yaşlanmanın, güçsüzlüğün
habercisi sayılan bu bezginliğe hemen her yerde rastlanır. Kötülük
Çiçeklerindeki şiirleri Sartre’in yorumunu doğrular niteliktedir: Baudelaire’in
tek düşüncesi, ‘değişmez ve hiç bitmeyecek’ bir geçmişten ibaret kalmaktır ve
o, ‘sanki erken bir son onu dondurup bırakmış gibi, bütün hayatını ölüme
göre tasarlamayı’ tercih eder. Baudelaire’in şiirinde bütünlüğü yaratan,
belki de kendisi için verdiği kapana sıkışmış hayvan imgesidir; bu imge
Baudelaire’de bir takıntı halindedir ve bu çağrışımı bıkıp usanmadan yineler”
(Bataille, 1997: 39).
Proust ve
Baudelaire’i Almancaya çevirmiş olan Walter Benjamin (18921940), Baudelaire’i sadece
düş gezgini (flâneur) olmakla, elini taşın altına koymamakla, eleştirdiği
şeylere karşı yeni alternatifler geliştirmemekle eleştirir: “Baudelaire’in
şiiri a-social (sınıf bilinci olmayan) olanların safında yer alanların
şiiriydi. Ne var ki, bu yeni dönemde olumlamadığı, karşı çıkıp eleştirdiği bir
modern yaşamı değiştirmek ve onu aşmak için gerekli analizi yapacak düşünsel
düzeye erişememiş bir flâneur’ün şiiriydi. Bu şiirde modern olan ile tarih
öncesi (prehistorya) kucak kucağadır. Bu en yeni ile en eskinin kucak kucağa
oluşu, zamanın toplumsal ilişkilerindeki ve olaylarındaki bulanıklıktan
(ambiguıte) ileri gelmekteydi. Bu bulanıklık, diyalektiğin uzak görünümüdür.
Yaşanansa uzaktan bakış ütopyasıdır. Bu nedenle de bu diyalektik imaj, bir rüya
imajıdır” (Oskay, 2000: 202).
Walter Benjamin,
Baudelaire’den politik bir tavır sergilemesini beklerken, aslında onun siyasi
arenada boy göstermekten hoşlanmadığını unutmuş olmalı. Öte yandan kırk altı
gibi genç denilebilecek bir yaşta ölen ozanın uzun dönem frengi ve sürekli
alkolün etkisiyle oluşan mide rahatsızlığı ile çok acılar çektiğini ve bu
nedenle aktif yaşamdan uzak kaldığını anımsamakta yarar var. Hatta bu
ağrılarını dindirmek için sık sık afyon içerek zihinsel bir bulanıklığa
saplandığını da biliyoruz. Zaten ozanın kendi deyişiyle “şiirin kendisinden
başka bir amacı yoktur”. Onun en büyük hizmeti, Kötülük Çiçekleri gibi bir
yapıtı daha otuz altı yaşındayken dünya şiirine kazandırmış olmasıdır.
KAYNAKÇA
Bataille,
Georges. (1997) La Litterature et Le Mal, (Edebiyat ve Kötülük, Çeviren:
Ayşegül Sönmezay), İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Baudelaire,
Charles. (1944) (Textes Choisis par Jean Pierre Jouve), Fribourg, Librairie de
L’Universite Egloff.
Göker, Cemil.
(1982) Fransa’da Edebiyat Akımları, Ankara, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Yayınları.
İnal, Tanju.
(1981) “Simgecilik”, Türk Dili, Yazın Akımları Özel Sayısı, Ankara, Ankara
Üniversitesi Basımevi, Sayı: 349.
Kula, Nedim.
(1999) “Baudelaire ve Kadın”, Frankofoni, Ortak Kitap, no: 11, Ankara, Şafak
Matbaacılık, ss: 27-35.
Mattei,
Jean-Louis. (1994) “Deux livres scandaleux au XIXe siecle: ‘Les Fleurs du Mal’
de Baudelaire et ‘Premier amour’ de Tourgueniev”, Frankofoni, Ortak Kitap,
Sayı: 6, Ankara, Şafak Matbaacılık, ss:73- 80.
Oskay, Ünsal.
(2000) “Dilin Coğrafyasını Değiştiren Bir Şair”, Tek Kişilik Haçlı Seferleri,
İstanbul, İnkılâp Kitabevi.
Pichois, Claude.
(1967) Baudelaire, (Etudes et Temoignages), Neuchatel, Editions de la
Boconniere.
Sabatier, Robert.
(1977) “Les Fleurs du Mal”, La Poesie du Dix-Neuvieme Siecle, Paris, Albin
Michel.
Sunel, A. Hamit.
(1998) “Baudelaire, Sanatçı ve Toplum”, Frankofoni, Ortak Kitap 10,Ankara,
Şafak Matbaacılık, ss: 81-87.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar