BEN AŞK DİNİNE TÂBÎYİM
İbnu’l-Arabi,
ilâhı aşk hakkında bu ve buna benzer ifadelerde bulunurken, şehâdet âleminde
bulunan unsurları birer motif olarak kullanır. Bunu yaparken de hep âlemlerin
Rabbi ile meşguldür. O, dışa âit güzellikleri dile getirirken onun kalbi
Cemâl-i Mutlak ile irtibat hâlindedir. Ona göre aşk, varlığın temeli ve özü,
kulluğun sırrıdir. Tüm varlık âlemi aşktan sudûr etmiş ve aşk üzere
yaratılmıştır. Varlık dâiresine aşkla dâhil olan varlıklar, bu dâireden aşkla
ayrılırlar. Gerek âşık gerekse mâşukun mahall-i sudûru insandır. Aşk
insanda zuhur eder ve insanın Zât-ı Mutlak’ın sırrını anlamasına yardım eder.
Çünkü O’nu aşk olmadan anlamak mümkün değildir.
Şehâdet
âleminde hakikatin değil hakikate dâir ipuçlarının olduğunu söyleyen bütün
sûfîler gibi İbnul-Arabî kuddise sırruhu'l-âlîde hayatını hep bu temel ilkeye
göre yaşamış ve sistemini bu temel üzerine inşâ etmiştir. O, varlık âleminin
bütün mertebelerinde seyrini sürdürürken içe, öze ait en derin hakikatleri dile
getirmiş, bunun için de dilin sunduğu her türlü imkanı kullanmıştır. Beşerî
düzeyde alıp da kullandığı her bir sembolik ifade, İlâhî plandan yansıyan
mânâları temsil etmektedir.
Fütûhât’ta
geçen bir şiirinde şöyle der:
Zeyneb’i,
Nizâm’ı ya da İnân’ı
Seviyorum
dersem, o zaman iyi anlayınız ki
Bu
bir simgedir, eşsiz ve sonsuz güzel
Ki
ardında çok değerli ve yaldızlı bir giysi var
İşte
ben onu giyenin üzerindeki giysiyim
O
giysiyi giyen kimdir bilinmez
O
giysinin içinde vaktiyle Hallâc’ın dediği var
Öyleyse
geliniz, neşeleniniz, sevininiz
Aşk
hayatına yemin olsun ki ne zaman onu müşahede etsem
O
gelir önümde belirir sizi müşâhede edeyim diye
Göz
göremez Allâh’ı olduğu gibi
Her
an ve her durumdadır, fakat yok gibidir sanki
İbnu’l-Arabi’nin
anlam dünyasına dâhil olduktan sonra bir nihâyet bulma hali pek mümkün
gözükmemektedir. Çünkü sürekli kendini açan, nakış nakış işlenmiş, iç içe
geçmiş bir mânâ zenginliği inşam daima hayretten hayrete sürükler. Bazen
ifadeleri rahatlıkla anlaşılırken, bazen de “Bu sembolik ifadenin temsil
ettiği hakikatler nelerdir?” sorusunun cevabım (şerhe rağmen) bulmak hiç
kolay olmamaktadır; okunan eser bir şerh bile olsa adeta şerhin de şerhedilmesi
gibi bir durum söz konusu olmaktadır. Bunun için de sırf metin değil metnin
satır aralarının da okunması gerekmektedir.
İbnu’l-Arabi’nin
bütünüyle Kur’an ve Sünnet’e bağlı olup onların dışındaki her şeyden de tamamen
bağımsız olduğunu, onu anlamak için, onu ayrı bir boyut olarak ele almak
gerektiğini söyleyen Martin Lings, onun tek kaynağının “vahy” olduğunu,
eserlerinde yer alan görüşlerinin, kullandığı ıstılahların ve metodunun
bütünüyle kendine has olduğunu vurgulamaktadır. Nasıl ki herhangi bir düşünür
veya filozof, kavramlar ve o kavramlara yüklediği özel anlamlarla kendi
bütünlüğü içinde anlaşılmaya çalışılıyorsa aynı yöntemin İbnu’l-Arabi için de
kılı kırk yarar bir titizlikle uygulanması zarurîdir. Ancak bu yöntem onu doğru
ve tam olarak anlamak için gerekli olup yetersizdir. Zira İbnu’l-Arabi’nin
öğretileri sırf zihnî değildir. O, hakikat tâliplerine her zaman zihni aşma
çağasında bulunur. Onun bilgileri “keşfi” ve “ilmî”dir; o, ehl-i fikrin Hakk’ı
idraklerinin, anlayışlarının kıt olmasından dolayı noksan olduğunu, kendi
yolunda olan dostlarının ve ashâbının ilimlerinin bir takım klişeleşmiş
sözlerden veya bu konuda söz söylemiş mütefekkirlerden ya da defterlerin,
kitapların satır aralarında kopyalanmış şeyler olmadığını, ilminin tamamen
kalbe gelen tecellîyâttan ibaret olduğunu söyler.
Bilmenin
varlıktan, aklın da kutsal olandan ayrılmasını dayatan modern akademik bilim
anlayışının anlayamadığı, anlayamayınca da inkar ettiği bu tarz bilgilenme
metodu, İbnu’l-Arabi’nin sisteminde, varlığın izafîliğinden hakikatine,
kabuktan öze, tâli olandan aslî olana ulaştıran yegane yoldur. “Şunu iyi bil
ki, Allâh’ın onları yarattığından, onları ademden vücûda getirdiğinden beri
insanlar hep yolcu (müsâfîrîn) olmuşlardır. Onların bu yolculukları ancak ya
cennette ya da ateşte son bulacaktır. Her akıl sahibinin bilmesi de gerekir ki
bu yolculuk meşakkat, zorluk, belalar ve imtihanlar üzerine kuruludur... Bu
yolculuğun ilk zamanlarında mücâhede ve tazarruun ile Allah hakkındaki ilmin
doğrudan O’ndan hâsıl olmaz. Sonra bir ikinci zamanı yaşarsın; o zamanda O’nun
hakkında ilk zamanı yaşarken oluşturduğun ilminin suretini müşahede etmeye
başlarsın ancak. Böylece “bilmek”ten (“bulmaya) ‘ “‘ayn”a, öze, hakikate
intikal edersin.”
Sh:104-106
1. Ey vâdîdeki
Bân ağaçları
Ey Bağdat’ın ağaçlan nehrin kıyısındaki
2. Sallanan
dallarda hüzünlü hüzünlü öten bir güvercin
Seni hatırlattı bana acılara boğdu beni
3. Böyle
kederleri ötüşleri
Hatırlatıyor bana meclisteki o hanımefendinin
terennümlerini
4. Ne zaman akort
etse o güzel üç telli müzik âletini
Bir daha anmazsın el-Hâdî’nin kardeşini
5. Yükselse
müziğin perdeleri duyulsa nağmeleri ezgileri
Deve çobanı Enceşe’nin ne hükmü kalır ki
6. Zü’l-Hasamât’a
yemin ediyorum
Sonra Sindâd’a yemin ediyorum
7. BİRDEN ÂŞIK
OLDUM BEN SELMÂ’YA
ECYÂD’DA OTURAN O
GÜZELLER GÜZELİNE
8. Hayır hayır
yanlış söyledim o Ecyâd’da değil
Canınım içinde gönlümün en gizli yerinde
9. Güzellik bile
şaşkına dönmüş görünce onun güzelliğini
Misk ve safran kokusu ondan yayılmış sarmış evrenin
çiçeklerini
Kaynak: Hümeyra
HAMZAOĞLU, Muhyiddîn İbnu'l Arabi’nin Ez-Zehâiru'l-Alâk Fî Şerhi
Tercümâni'l-Eşvâk Adlı Eserinde İlâhî Aşk Sembolizması, Yüksek Lisans Tezi,
2003, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar