BEN ve SEN...I AND THOU ... من و تو....Martin BUBER
Hzl: İnci Palsay
Kitabın orijinal metni Almanca’dır. Martin Buber’in bir düzyazı ustası olduğunu,
Almanca kelimelerle nasıl oynadığını, kitabın üslûp ve dil özelliklerini; eseri
Almancadan çeviren Walter Kaufmann, kırk sayfalık mukaddimesinde uzun uzun
anlatmaktadır. Ben de bu hususlara, bir eseri anadilinden başka bir dilden
çevirmenin güçlüğünden bahsedilir. Muamma gibi metin, kitabın çeviri
orijinalini almanızı tavsiye ederiz. Ancak onunda yeterli olmayacağını
anlayacaksınız. Birçok kitap yazıyorum diyenler bu metinleri okusunlar
Anahtarı WALTER KAUFMANN tarafından
hazırlanmıştır. O da yeterli değildir. Ne demek istediğimi kısa bölümden
anlarsınız. Buraya bir bölüm aktarıyorum.
(Buber, kendi tercüme ettiği gibi tercüme edilmelidir. İfâde onun,
düşünceler, tasvirler ve üslûp onun olmalıdır. Okuyucu, öfkeden çıldırarak, “Fakat bu, sanki İngilizce değil,” diye
bağırırsa, şöyle cevap verilmelidir: “Doğru,
fakat orijinali de, sanki Almanca değildir.” İmlâ ve gramer ihlâlleri,
uydurulmuş kelimeler ve daha başka tuhaflıklarla doludur; ve Buber, üslûbu ile,
hayatı boyunca bir efsâneydi.
O, çok zor okunur. Herhâlde, sadece bir
kere, bilgi için, çabucak okunmayı istemedi. Okuyucuyu yavaşlatmak, onu,
birçok cümle ve paragrafı tekrar ve hattâ kitabın bütününü bir defadan fazla okumaya
mecbur etmek çabasında idi.
Üslûp, bu kitabın en iyi tarafı değildir, bir tarafı ve hattâ önemli bir
tarafıdır. Kimse kitabı, paragraf paragraf; işini ciddîye alan ve müsveddesini
düzeltip duran bir mütercimden daha yavaş çiğnemek zorunda değildir. Kimse
kendi kendine, kelimeler üzerinde oynamanın metne, gerçekten bunu yapmaya
değecek bir şey ilâve edip etmediğini, müterciminden daha sık sorma durumunda
olamaz. O, metnini geliştirme çabasına girişir girişmez; sadece en göze çarpan
kelime oyunlarını korurken, diğer taraftan, tâlî derecede olanlarını atlar
veya özen göstermezken, muhtemelen, yakalayamadıklarını kendisine ait en uygun
kelimeyle ikame ederken, hileye veya yanlışa giden yolun neresinde durmalıdır?
Sıfatlar yığınla kullanıldığı ve bazıları ona kesinlikle lüzumsuz geldiği
zaman, iki satırlık bir söz kalabalığını, kuvvetli bir tek kelimeyle
değiştirmeli midir?
Uzun ve muğlâk cümleleri, kısa ve anlaşılır hâle getirebilir mi?
Bütün müphem ifâdeleri, en beğendiği anlam lehine çözmeye karar verebilir
mi?
Ona zayıf görünen şeyleri, kusurları örtebilir veya atlayabilir mi?
Yazarın, düşünmüş olsa, beğenebileceği ve belki kitabını İngilizce yazmış
olsa, onun da kullanacağı ve eğer mütercimin müktesebatını ve hassasiyetini
daha fazla paylaşmış olsa, kabul edebileceği birkaç uygun imaj, acaba ilâve
edilir mi?
Acaba, bir iki düşünce de eklemeli mi?
Kitabın birçok kusuru var. Bırakın, daha iyisini yazabilecek bir kimse bunu
alelacele yapsın! Fakat tercüme edilen bir metne müdahale etmek ve bir kimsenin
buluşunu başka bir insana atfetmek, ruha aykırı bir günahtır.
*
Yapılması gereken şey açıktır. Ancak,
yapılabilecek başka bir şey daha vardır. Bu da, kitabın tercüme edilemez
oluşudur.
Kelime oyunları ile doludur -eğer bu size saygısızlık gibi gelirse,
oyunlar demeyelim- ki bu, İngilizcede yapılamaz. Tercüme edilemez olan şey,
nasıl tercüme edilebilir?
Notlar ekleyerek. Arada sırada Almanca kelimeleri de vererek. Açıklamalar
yaparak.
Fakat şimdi, metin çok daha az durgun görünüyor. Bir not okumak üzere,
okuyucu yolundan alıkonuyor. Bir paragrafı tekrar okumak için geri
döndürülüyor. Bu kadar çok kesintiyle okumuş olduğundan, kesintiler olmadan
ikinci defa okumak zorunda kalıyor.
Rilke’nin İdiot’un Şarkısı 'nı buraya almak uygun olur! Sh:38-39
**
Martin Buber’in
Terk Ettiği Bir Plân
“On the History of the Dialogical Principle” (Diyalog Prensibinin Tarihi
Üzerine) isimli bir makalede, Buber, şöyle anlatır:
leh und Du (Ben ve Sen)’nun hâlâ kaba durumdaki ilk müsveddesi, 1919 sonbaharından
kalmadır. Başlangıçta bu, muhtevasını 1916 yılında kısaca özetlemiş olduğum
beş ciltlik bir eserin ilk bölümü demekti; fakat sistematik karakteri, epey
zaman önce, beni ondan uzaklaştırdı.
[ “Zur Geschichte
des dialogisehen Prinzips" (1954), in Werke,
1 (1962), s. 298. Bütün makale sadece on üç sayfadır.]
Kudüs’teki Buber Arşivi’nde, kitabın son müsvedde metni içinde, 1916’daki
taslağa ait olduğu açıkça anlaşılan küçük bir kâğıt buldum. Onun bir sureti ve
tercümesi; Ernst Simon ve Arşiv’in izniyle, buraya, tıpkı basımla alınmıştır.
Plânın son iki bölümü terk edilmiş olmakla beraber, önemli olan husus şudur ki;
Ben ve Sen' in üç bölüm
başlığı, kitabımızın üç bölümüne uymaktadır. “Kelime (Word)”nin, ikili
temel kelimelere delâlet ettiğini düşünüyorum. İkinci kısmın başlığı, “Tarih
(History)” yerine, “Yabancılaşma (Alienation)” da olabilirdi.
BEN VE SEN
I-Ben ve Sen
1.Kelime 2. Tarih 3.
Tanrı
II-Dinî Hayatın Başlıca
Formları
1.Büyü 2. Kurban 3.
Sır (Gizem) 4. Dua
III-Tanrı Bilgisi ve Tanrı
Kanunu
1.Efsane 2. Dogma 3.
Hukuk 4. Öğreti
IV-Kişi ve Toplum
1.Kurucular 2.
Papazlar 3. Peygamberler 4. Islahatçılar 5. Münzeviler
V-Kudret ve Krallık.
Sh:43-44)
İnsan davranışının iki boyutluluğuna uygun
olarak, insanın dünyası da iki boyutludur.
Konuşabildiği iki temel kelimeye uygun
olarak, insanın davranışı da iki boyutludur.
Temel kelimeler, tek kelimeler değil;
kelime çiftleridir.
Temel kelimenin biri, BEN-SEN kelime
çiftidir.
Diğer temel kelime, BEN-O kelime çiftidir;
He veya She, It’in yerini aldığında, temel kelime değişmez.
Dolayısıyla, insanın BEN’i de iki
boyutludur.
Çünkü, BEN-SEN’in BEN temel kelimesi,
BEN-O’daki temel kelime BEN’den farklıdır.
*
Temel kelimeler, kendileri dışında
varolabilen herhangi bir şeyi belirtmezler; konuşulmuş olmakla, bir varoluş
biçimi tesis ederler. Temel kelimeler, kişinin varlığıyla söylenirler. SEN
dendiğinde, BEN-SEN kelime çiftinin BEN’i de söylenmiş olur. O, dendiğinde,
BEN-O kelime çiftinin BEN’i de söylenmiş olur. BEN-SEN temel kelimesi, ancak,
kişinin bütün varlığıyla söylenebilir.
BEN-O temel kelimesi, hiçbir zaman,
kişinin bütün varlığıyla söylenemez.
*
BEN-SEN temel kelimesinin BEN’i ve BEN-O
temel kelimesinin BEN’inden başka BEN yoktur.
Bir insan, BEN dediği zaman, birini veya
diğerini kasteder. BEN dediği zaman, BEN’in mevcut olduğunu kasteder. Ve SEN
veya O dediği zaman, temel kelimenin birinin veya diğerinin BEN’i de mevcuttur.
BEN olmak veya BEN demek, aynıdır. BEN
demek ve iki temel kelimeden birini söylemek, aynı şeydir.
Temel kelimelerden birini her kim söylerse,
kelimenin içine girer ve orada durur.
*
Bir insanın hayatı, sadece gayeye-yönelik
fiiller alanında varolmaz. Bu, sadece objelerine yönelik faaliyetleri kapsamaz.
Ben, bir şeyi algılarım. Ben, bir şeyi
hissederim. Ben, bir şeyi hayal ederim. Ben, bir şeyi isterim. Ben, bir şeyi
sezerim. Ben, bir şeyi düşünürüm. Bir insanın hayatı, bütün bunlardan ve
benzer-lerinden ibaret değildir sadece.
Bunlar ve benzerleri, O âleminin temelidir.
Fakat SEN âleminin, başka temeli vardır.
*
SEN diyen kimse, objesi olarak, bir şeye
sahip değildir. Zira, her nerede bir şey varsa, orada başka bir şey de vardır;
her O, diğer O’larla sınır komşusudur; O, sadece diğerleriyle sınır komşusu
olması sebebiyle O’dur. Fakat SEN denen yerde, bir şey var değildir. SEN’in
sınırları yoktur.
SEN diyen kimse, herhangi bir şeye sahip
değildir; onun hiçbir şeyi yoktur. Fakat o, ilişki içinde durmaktadır.
*
Bize, insanın kendi dünyasını tecrübe
ettiği anlatılır. Bu ne demektir?
İnsan, şeylerin yüzeyi üzerinden geçer ve
onları tecrübe eder. Onların durumuyla ilgili bilgi edinir -bir tecrübe. İnsan,
şeylere ne olduğunu tecrübe eder.
Fakat dünyayı insanlara getiren, sadece
tecrübeler değildir. Zira, insana tecrübelerin getirdiği şey; sadece, O (It) ve
O ve O ile He ve He ve She ve She ve O’dan ibaret bir dünyadır. Ben bir şey
tecrübe ediyorum.
Bütün bunlar, insanoğlunun, ölümün
gizemini azaltma özleminden doğan fanı idrakine paralel olarak; ‘dahilî’
tecrübeleri ‘haricî’ olanlara eklemek suretiyle değiştirilemez. Dahilî şeyler,
haricî şeyler gibi, şeyler arasında şeylerdir.
Bön bir şey tecrübe ediyorum.
Şeylerde yeni başlayanlar için ayrılmış
gizli bölmeleri kabul eden ve anahtarı elinde bulunduran, bilgelikte kendine
güvenen; ‘gizemli’ tecrübeleri ‘açık (ve yüzeysel, m.n.)’ olanlara eklemek
suretiyle, bu değiştirilmez. Ey gizemsiz
gizemlilik, ey bilgi yığını!
O, o, o!
*
Tecrübe eden kimseler, dünyaya iştirak
etmezler. Zira tecrübe, ‘onların içinde’dir, onlarla dünya arasında değil.
Dünya, tecrübeye iştirak etmez. Kendisinin
tecrübe edilmesine razı olur, fakat ilgili değildir; çünkü, hiçbir katkıda
bulunmaz ve ona hiçbir şey olmaz.
*
Tecrübe dünyası, BEN-O temel kelimesine aittir.
BEN-SEN temel kelimesi ise, ilişki dünyasını kurar.
*
İlişki dünyasının doğduğu üç alan, şunlardır:
Birincisi: Tabiat ile hayat. Burada,
ilişki karanlıkta salınır ve dile gelmez. Mahlûkat bizden hareket bulur, fakat
bize gelmekten âcizdir ve onlara söylediğimiz SEN kelimesi, dil eşiğini
geçemez.
İkincisi: İnsanlar ile hayat. Burada,
ilişki açıktır ve dile gelir. Biz, SEN’den alabilir ve SEN’e verebiliriz.
Üçüncüsü: Manevî varlıklar ile hayat.
Burada, ilişki bir buluta sarılmıştır, fakat kendisini açığa vurur; dilden
mahrûmdur, fakat onu kendisi meydana getirir. SEN dendiğini hiç işitmeyiz,
fakat yine de bize hitap edildiğini hissederiz; cevap veririz -yaratarak,
düşünerek, hareket ederek: ağzımızla söylemekten âciz kaldığımız temel kelime
SEN’i, varlığımızla söyleriz.
Fakat dil dışında kalanı, temel kelime
dünyasına nasıl dahil edebiliriz?
Her alanda, bizim için varolan her şey
vasıtasıyla, gözümüzü, ezelî-ebedî SEN’in eteklerine dikeriz; her birinde onun
bir nefesini (ondan bir nefha, m.n.) sezeriz; her alanda, her SEN ile, biz, ona
uygun tarzda, ezelî-ebedî SEN’i kasteder, ona hitap ederiz.
*
Ben bir ağacı düşünüyorum.
Onu bir resim olarak kabul edebilirim: Bir
ışık seli içinde dimdik duran bir sütun veya gümüşî mavi zeminin nezaketle
katettiği yeşil serpintiler gibi.
Onu hareket olarak hissedebilirim:
Dayanıklı, uğraşan, çabalayan, bir öz etrafında akan damarları olan, kökleriyle
emen, yapraklarıyla teneffüs eden, toprak ve havayla alışverişi olan -ve kendi
karanlığında kendi kendine büyüyen.
Onun yapısına, hayat tarzına bakan bir
gözle, ona bir tür tâyin edebilir ve türünün bir örneği olarak onu
gözlemleyebilirim.
Onun eşsizliğini aşabilir ve onu, sadece
bir tabiat kanunu ifâdesi olarak tanıyacak kadar, insafsızca
şekillendirebilirim -değişmez zıt kuvvetlerin kendilerine göre düzenlendiği
kanunlar veya tabiat güçlerinin onlara göre birleştiği ve ayrıldığı kanunlar.
Onu bir sayı, sayılar arasındaki saf
ilişki içinde eritebilirim, ve onu ebedîleştirebilirim.
Bu durumların hepsinde, ağaç, benim objem
olarak kalır; onun yeri ve ömrü, türü ve durumu vardır.
Fakat şu da olabilir; benim, ağacı
düşünmemde olduğu gibi, eğer irâde ve lütuf bir araya gelirse, ben bir ilişki
içine çekilmiş olurum ve ağaç, bir O olmaktan çıkar. Dışlayıcılık gücü (the
power of exclusiveness) beni yakalamıştır.
Bu, düşünme yollarının hiçbirinden
vazgeçmemi gerektirmez. Görmek için, görmemem gereken bir şey ve unutmam
gereken bir bilgi yoktur. Bilâkis her şey, resim ve hareket, tür ve örnek,
kanun ve sayı dahildir ve ayrılmaz şekilde birbirine kaynamıştır.
Ağaca ait olan ne varsa, içine dâhildir:
Şekli ve mihaniki, renkleri ve kimyası, kendi unsurlarıyla ve yıldızlarla
ülfeti -bunların hepsi onun bütünlüğü içindedir.
Ağaç; bir izlenim, hayâlimin ürünü,
uydurduğum bir şey değildir; O, cismen benim karşımda durmaktadır ve benim
onunla ilgilenmem gerektiği gibi, o da benimle ilgilenmelidir -sadece farklı
şekilde.
İlişkinin anlamını hafife almaya
çalışmamalıdır: İlişki mütekabiliyettir.
O hâlde ağaç, bizimkine benzer bir şuura
sahip midir?
Buna dair bir tecrübem yok. Fakat siz,
kendinizin bu konuda başarılı olduğunuzu düşünerek, bölünemez olanı tekrar
bölmeli misiniz?
Benim karşılaştığım, ne bir ağacın ruhu,
ne de bir orman perisidir, ağacın ta kendisidir.
*
Ben bir insanla, benim SEN’im olarak karşı
karşıya geldiğim ve ona BEN-SEN temel kelimesini söylediğim zaman, o, ne şeyler
arasında bir şeydir, ne de şeylerden oluşmaktadır.
Artık o, ne zaman ve mekân ağıyla örülü
dünyada bir nokta, başka O’larla (Heler ve Sheler) sınırlı O (He veya She) ne
de tecrübe ve tarif edilebilecek bir durum, isimlendirilen gevşek bir
nitelikler destesidir. Komşusuz ve
bağlantısız o, SEN’dir ve semâyı doldurur. Ondan başka bir şey yokmuş gibi
değil, başka her şey onun ışığında yaşar.
Hattâ, bir melodi, âhenkli seslerden; bir
şiir, kelimelerden; bir heykel, hatlardan mürekkep değilse -birliği çokluğa
çevirmek için, asılıp koparılmalıdır-benim, SEN dediğim insanoğlu ile de
böyledir. Onun saçının rengini veya konuşma üslûbunu veya lütufkârlığını ondan
soyutlayabilirim; bunu tekrarlamalıyım; fakat artık o, kesinlikle SEN değildir.
Ve hattâ, dua zamanda değil, zaman duada;
kurban mekânda değil, mekân kurbandadır -bu ilişkiyi tersine çeviren kişi,
gerçeği tahrif etmiş olur-tıpkı bunun gibi, kendisine SEN diyeceğim insanı BİR
ZAMAN ve BİR MEKÂNDA bulamam. Onu oraya yerleştirebilirim ve bunu
tekrarlamalıyım, o, derhâl bir O (bir He veya She veya It) hâline gelir ve
artık benim SEN’im kalmaz.
SEN’in semâsı benim üzerimi kapladığı
müddetçe, sebep-sonuç fırtınaları ayaklarımın dibinde çırpınır ve kaderin hızlı
dönüşü donup kalır.
Kendisine SEN dediğim insanı tecrübe
etmem. Fakat onunla ilişki içinde, kutsal temel kelime içinde bulunurum. Ancak
bundan çıktığım zaman, onu tekrar tecrübe ederim. Tecrübe, SEN’den uzaklıktır.
Kendisine SEN dediğim insanoğlu, kendi
tecrübesinde onu işitmese bile, ilişki elde edilebilir. Çünkü SEN, O’nun
bilmesinden daha fazla olandır. SEN, O’nun bilmesinden daha fazla, yapma ve
olaylarla karşılaşma gücüne sahiptir. Buraya hiçbir hile ulaşmaz. Gerçek
hayatın beşiği buradadır.
*
Bu, bir insanoğlunun, onun vasıtasıyla bir
eser hâline gelmeyi isteyen bir form ile karşı karşıya geldiği, sanatın
ezelî-ebedî başlangıcıdır. İnsanın ruhunun uydurduğu hayâlî bir şey değil, ruha
görünen ve insanın yaratıcı gücüne ihtiyaç duyan bir şeydir. Gerekli olan şey,
bir insanın bütün varlığıyla yapacağı bir ‘iş’tir: Eğer işe koyulur ve
varlığıyla, görünen forma temel kelimeyi söylerse, o zaman, yaratıcı güç açığa
çıkar ve eser meydana gelir.
İş, bir feragati ve bir riski gerektirir.
Feragat: form sunağında, sonsuz ihtimal terk edilir; hemen öncesinde, kişinin
perspektifinden bakılınca, neşe içinde yüzen bütün bu ihtimaller yok
edilmelidir; onların hiçbiri esere hulûl edemez; böyle bir yüzleşmenin
dışlayıcılığı bunu gerektirir. Risk: temel kelime, kişinin ancak bütün
varlığıyla söylenebilir; kendini işe vakfeden kimse, kendisini kısmen geri
çekemez; ve ister ağaç ister insan olsun, eser, O-dünyasında gevşemeye izin
vermez; hükmedicidir; eğer ona lâyıkıyla hizmet etmezsem, bozulur veya benimle
bozuşur.
Karşımda duran formu, ne tecrübe
edebilirim ne de tarif; ancak onun varoluşunu gerçekleştirebilirim. Yüz yüze
gelmenin ihtişamıyla parıldayan hâliyle, tecrübe-dünyasının açıklığından, çok
daha berrak görürüm. ‘Dahilî’ şeyler arasında bir şey olarak değil, ‘muhayyile’
mahsulü bir uydurma hayâl olarak değil, bir ‘mevcut’ olarak görürüm.
Objektifliği denendiğinde, form, hiç
‘orada’ değildir, ama onun varlığına acaba ne denk olabilir ki? Ve o, gerçek
bir ilişkidir; benim üzerimde etkilidir, tıpkı, benim onun üzerinde etkili
olduğum gibi.
Bu iş, yaratmadır, icat etme, bulmadır.
Şekil verme, keşiftir. Ben, varoluşunu gerçekleştirirken, üzerindeki örtüyü
kaldırırım, böylece formu karşıya -O-dünyasınagetirmiş olurum. Yaratılan eser,
şeyler içinde bir şeydir ve tecrübe edilebilir, bir nitelikler bütünü olarak
tarif edilebilir. Ancak, kabul etmeye açık bir müşahit, zaman zaman, onunla
bedenen karşılaşabilir.
*
- Şu
hâlde, SEN’in nesi tecrübe edilebilir?
- Hiçbir
şeyi. Tecrübe edilmezliğinden dolayı.
- O
hâlde, SEN’in nesi bilinebilir?
- Sadece
her şeyi. Ayrıntılar bilinmez olduğundan dolayı.
*
SEN, lütuf olarak benimle karşılaşır
-aramayla bulunamaz. Fakat ona temel kelimeyi söyleyişim, benim bütün
varlığımla yaptığım bir iş, benim özsel işimdir.
SEN, benimle karşılaşır. Fakat ben onunla,
doğrudan ilişki içinde olurum. Dolayısıyla, bu ilişki, seçilme ve seçmedir,
aynı anda pasif ve aktif: Bütün kısmî hareketleri ve dolayısıyla, daima sınırlı
ölçüde, güçlüklerle uğraşmaya dayanan her türlü hareket hissini bertaraf
ettiğinden, küllî varlığın hareketi, hareketsizliğe yaklaşmalıdır.
BEN-SEN temel kelimesi, kişinin ancak
bütün varlığıyla söylenebilir. Bir küllî varlığa yoğunlaşma ve onda erime, aslâ
benim tarafımdan başarılabilecek bir şey değildir, aslâ bensiz başarılabilecek
bir şey de değildir. BEN olmak için,
bir SEN’e gerek vardır; ben, BEN olmak için, SEN der.
Gerçek hayat, bütünüyle karşılaşmadır.
*
SEN ile ilişki, aracısızdır. Hiçbir
kavram, evvelki hiçbir bilgi ve tasavvur, BEN ve SEN arasına giremez. Hâfıza,
kendi özelliğinden sıyrılıp bütünlüğe daldıkça, değişime uğrar. Hiçbir gaye,
hiçbir hırs ve ümit, BEN ve SEN arasına giremez; hasret, hülyadan sıyrılıp
görünüş âlemine daldıkça, değişime uğrar. Her aracı, bir engeldir. Ancak bütün
aracıların parçalanıp dağıldığı yerde, karşılaşmalar vuku bulur.
*
İlişkinin doğrudan oluşu önünde, aracı
olan her şey önemsizleşir. Benim SEN’imin, başka bir BEN’in O’su (‘genel
tecrübenin objesi’) olması veya ancak benim özsel ‘iş’imin sonucu olarak
meydana çıkmış olması da önemli değildir. Çünkü, her ne kadar dalgalanma ve
bocalamalar olsa da, gerçek sınır; ne tecrübe ve tecrübesizlik, ne bahşedilen
ve bahşedilmeyen, ne de varlık dünyası ile değer dünyası arasındadır, ancak SEN
ve O arasındaki bütün bölgelerde: varlık (presence) ve obje arasındadır.
*
Şimdiki zaman -bir nokta gibi ve sadece
‘geçen’ zaman sonunda, düşüncelerimizin yükleyebileceği faraziyenin, sabit
zamana ait kurgunun tasvir edilmesi değil, gerçek ve yaşanan şimdiki
zaman-sadece, şimdiye kadar, varlık olarak karşılaşma ve ilişki varsa
mevcuttur. Ancak SEN var olduğunda, varlık varolmaya başlar.
Temel kelime BEN-O’nun BEN’i, bir SEN ile
cismen karşılaşmayan, fakat ‘muhteva’ kalabalığı ile kuşatılmış olan BEN,
sadece bir geçmişe sahiptir, hâle (şimdiki zamana) değil. Diğer bir deyişle,
şimdiye kadar, bir insan olarak, tecrübe ettiği ve kullandığı şeylerle
yetindiği sürece, geçmişte yaşar ve onun şu ânı, varlığa sahip değildir.
Objelerden başka hiçbir şeyi yoktur; fakat objeler, bulunmakta olan şeylerden
oluşur.
Varlık, fânî ve gelip geçici olan değil,
bizimle karşılaşan, bekleyen ve varlığı devam eden şeydir.?
Obje, devam eden değil, hareketsiz kalan,
duran, koparılan, sertleşen, göze çarpan, ilişkiden mahrûm, varlıktan mahrûm
olandır.
Özsel olan şey, şimdide yaşanandır;
objeler ise, geçmişte.
*
Bu tezat sınırını aşabilecek bir üçüncü
unsur olarak ‘fikirler dünyası’na başvurmakla, bu özsel iki boyutluluğun
üstesinden gelinemez. Çünkü ben, sadece gerçek insanoğlundan, senden benden,
bizim hayatımızdan ve dünyamızdan bahsediyorum; kendinde-Ben ve
kendinde-Varlık’tan değil... Fakat gerçek bir insanoğlu için, gerçek sınır,
fikirler dünyasına da rastlar.
Şeyler dünyasında tecrübe etme ve kullanma
ile yetinen bazı insanlar, hiçliğin imâlarına karşı, sığınak ve içinde güven
buldukları ek bir fikir yapısı veya üst yapısı kurmaktadırlar. Girişte, çirkin
gündelik elbiselerini çıkarır, temiz parçalara sarınırlar ve ilk varlığı veya
olması gerekeni -içinde hayatlarının hiç payı olmayan bir şeyitefekkür
ettiklerinde, yeniden eski hâllerine döndüklerini hissederler. Bunu ilân etmek
de, kendilerini iyi hissettirebilir.
Fakat bazılarının hayâl ve ilân ettiği,
şart koyduğu O-İnsanlık’ın, bir insanın SEN diyebileceği cismanî insanlıkla
hiçbir müşterek tarafı yoktur. En asıl hayâl, bir fetiş; en yüce mevhum
hassasiyet, bir günahtır. Baş tacı ettiğimiz fikirler, başlarımızın içindekiler
kadar azdır; onlar, aramızda dolaşırlar ve bize yükselirler. Temel kelimeyi
söylenmemiş bırakanlar, acınacak durumda olanlardır; fakat fikirlere, bir
kavram veya sloganla, bu onların adıymış gibi, atıfta bulunanlar, kötü
kişilerdir!
**
Karşı karşıya olduğumuz şey üzerinde
aksiyonu gerektiren bazı doğrudan ilişkiler, şu üç örnekten biriyle açıklanır.
Sanatın özsel işi, şeklin bir eser hâline gelmesi sürecini belirlemektir. Benim
karşıma gelen şey; kesintisiz etkili, kesintisiz O -fakat aynı zamanda, son
derece cazip ve ümit verici bir SEN hâline tekrar gelebilmek-kalmak için,
şeyler dünyasına aracılığıyla girdiği karşılaşma yoluyla gerçekleştirilir. O,
‘mücessem’ hâle gelir; mekânsız ve zamansız varlık selinden, daimî varlık
sahiline erişir.
İnsan SEN’e ilişkin hareket unsuru, daha
az açıktır. Doğrudan ilişkiyi tesis eden bu özsel fiil (act), ekseriya, bir
duygu olarak anlaşılmakta, yani yanlış anlaşılmaktadır. Duygular, metafizik
olana ve metafizik sevgi olgusuna refakat ederler, fakat onu inşâ etmezler; ve
ona refakat eden duygular, çok farklı olabilirler. İsa’nın, meczûba karşı olan duygusu, aziz havarisine karşı olan duygusundan
farklıdır; fakat sevgi tektir. Kişi, duygulara ‘sahip olur’; sevgi, zuhur eder. Duygular, insanın içinde;
fakat insan, sevgisinin içindedir. Bu mecaz değil, gerçekliktir: Sevgi, bir BEN’e;
SEN onun, sadece ‘muhteva’sı veya objesi imiş gibi sımsıkı sarılıp bağlanmaz;
o, BEN ve SEN arasındadır. Bunu bilmeyen, onu kendi varlığıyla bilmeyen kimse,
her ne kadar tecrübelerle, zevklerle ve sözlerle yaşadığı duyguları ona atfetse
bile, sevgiyi bilmez. Sevgi, kozmik bir güçtür. Zira, onun içinde bulunan ve
onu içinde müşahede edenlere göre, insanlar meşgale karmaşaları içinden,
birdenbire ortaya çıkarlar; ve iyi ve kötü, zeki ve aptal, güzel ve çirkin, birbiri
peşine gerçek ve birbirleri için bir SEN hâline gelirler; yani, hürriyete erme,
eşsiz bir yüzleşmeye yöneliş.
Dışlayıcılık (exclusivencss), mucizevî bir
şekilde, tekrar tekrar ortaya çıkar -ve şimdi, fiiliyata geçilir, yardım
edilir, şifa verilir, eğitim verilir, yüceltilir ve vaatler yerine getirilir. Sevgi, bir BEN’in bir SEN’e karşı
sorumluluğudur: Bu, hiçbir duygunun ihtiva edemeyeceği şeyden oluşmuştur -en küçüğünden en
büyüğüne ve bir aziz insanın hayatıyla, hayatı sınırlandırılmış, güven içinde bahtiyar
olan kişiden, hayatı dünya haçına çivilenmiş, onu tehlikeye atacak kadar büyük
ve cesur olma kudretindeki kişiye kadar, bütün sevenlerin eşitliği: insanı
sevmek.
Üçüncü örnekteki hareketin, yaratılmışın
ve onun derin düşüncesinin anlamını kendi gizemi içinde bırakalım. Hayatın sade
büyüsüne, kâinattaki hizmete inanmanın ve yaratılmışın bu bekleyişinin, hayâl
meyâl görünüşlerinin, ‘boynunu uzatış’ının ne demek olduğunu nihayet
anlayacaksınız. Bütün sözler yanlış çıkabilir; fakat bakınız, etrafınızda yaşayan
varlıklara bakınız, hangisine yaklaşsanız daima Varlık’a ulaşırsınız.
*
İlişki, mütekabiliyettir. Benim SEN’im,
benim üzerimde etkilidir; BEN onun üzerinde etkili olduğu gibi. Öğrencilerimiz
bize öğretir, çalışmalarımız bizi şekillendirir. Kutsal temel kelime
değdirildiği zaman, ‘kötü’, bir vahiy hâline gelir. Çocuklar ve hayvanlar
tarafından nasıl eğitiliriz! Sırrına erişilmez şekilde, evrensel mütekabiliyet
akımları içinde yaşıyoruz.
*
- Sevgiden,
insanlar arasındaki tek ilişkiymiş gibi söz ettiniz; fakat nefretin de
varolduğunu göre göre, bir örnek olarak sevgiyi seçmekte haklı bile olur
musunuz?
- Sevginin
‘gözü görmediği’ müddetçe -yani bir bütün varlığı görmediği sürece-o, artık
gerçekten, ilişkinin temel kelimesinde bulunmaz. Nefret, tabiatı icabı,
‘görmez’ olarak kalır; bir varlıktan ancak kısmen nefret edilebilir. Bütünüyle
bir varlığı gören ve onu reddeden kimse, artık, nefretin hükmü altında değil,
onun SEN deme kabiliyeti, beşer zaafiyetinin hükmü altındadır. İnsanların
pekâlâ şu da başına gelir ki; bir insanoğlu onlarla karşı karşıya gelir ve
onlar, hitap edilen varlığın daima tasdikini gerektiren temel kelimeyle ona
hitap edemezler; ve o zaman, onlar ya diğer şahsı ya da kendilerini reddetmek
zorundadırlar: İlişki-içine-dahil olma bu engele takıldığında, ancak o engel
kaldırıldığı zaman, kaybolan kendi göreliliğinin (relativity) farkına varır.
Yine de, doğrudan doğruya nefret eden
kimse, bir ilişkiye, sevgi ve nefreti olmayanlardan daha yakındır.
*
Gerçi bu, her SEN’in, dünyamızda bir O hâline
gelmesi, bizim talihimizin yüce melânkolisidir. Her ne kadar, doğrudan ilişkide
çok özel olarak mevcut olabilse de -ilişki, tabiî akışı içinde ilerlediği veya
aracı ile nüfuz edildiği sürece, SEN,
objeler arasında bir obje, belki en asîl olanı, fakat yine de onlardan biri
olur-ölçüsünü ve sınırını tâyin etmiştir. İşin gerçekleştirilmesi, bir
gerçeklik kaybına sebep olur. Gerçek tefekkür, aslâ uzun sürmez; bana, hemen
şimdi, mütekabiliyetin gizemi içinde kendisini bildiren tabiî varlık; yine,
tarif ve tahlil edilebilir, sınıflandırılabilir hâle dönüşmekte -çeşitli hukuk
sistemlerinin kesiştiği nokta. Ve sevgi bile, doğrudan ilişkide sebat edemez;
sürer, ancak fiilen ve bilkuvve var olma ile birbirini takip ederek. Tek ve
niteliklerden mahrum, hemen hazırda olmayan, yalnızca mevcut, tecrübe edilemez,
ancak etki edilebilir olan insanoğlu, tekrar bir O (He veya She), bir
nitelikler bütünü, bir şekle sahip kemiyet hâline gelmektedir. Şimdi ben onu
tekrar saçının renginden, konuşmasından, lütufkârlığından soyutlayabilirim;
fakat bunu yapabildiğim sürece, bundan böyle ve tekrar, o, benim SEN’im
olmayacaktır.
Dünyadaki her SEN, tabiatı gereği bir şey
olmaya veya hiç değilse, tekrar tekrar ‘şeylik’e dahil olmaya mahkûmdur.
Objeler dilinde, dünyadaki her şey -bir şey olmadan evvel veya olduktan sonra-,
herhangi bir BEN’e, onun SEN’i olarak görünebilir. Fakat objelerin dili, gerçek
hayatın ancak bir köşesini yakalar.
‘O’, koza içindeki böcek; SEN ise,
kelebektir. Ancak bu durumlar, her zaman bu kadar basit ve tertipli sıra ile
cereyan etmez; ekseriya, dolambaçlı şekilde ikili (duaî) olan, muğlâk, girift,
engelli olaylar serisidir.
*
Başlangıçta ilişki var.
‘İlkel’ halkların lisanını düşününüz,
eşyalar bakımından fakir kalan ve hayatları, güçlü bir varlığa sahip küçük
eylem alanlarında gelişen insanları kastediyoruz. Bu dilin nüvesi, onların
cümle-kelimeleri -belli başlı gramer-öncesi formlar, sonuçta, muhtelif kelime
türlerine bölünürler-genel olarak bir ilişki bütünlüğü göstermektedir. Biz,
‘çok uzak’ deriz; Zulu, bunun yerine bir cümle-kelime söyler ki, şu demektir:
“Anne, ben kayboldum, çığlıkların atıldığı yerde.” Fuegian ise, yedi hecelik
bir cümle-kelimeyle, bizim analitik bilgeliğimizin üstüne çıkar ve kelimesi
kelimesine şunu demek ister: “Her ikisinin de yapmak arzusunu taşıdığı, fakat
ikisinin de yapmak istemediği bir işi, her biri, diğerinin yapmayı teklif
etmesini bekleyerek birbirlerine bakarlar.” İsim veya zamirler özerkliğini elde
etmediklerinden, kişiler, bu bütünlük içine rölyefler gibi yerleşirler. Önemli
olan şey, bu analiz ve düşüncelerin ürünleri değil, gerçek başlangıçtaki
birlik, yaşanan ilişkidir.
Biz, karşılaştığımız insanları, onlara
iyilik dileyerek veya derin bağlılığımızı sunarak veya onları Tanrı’ya emanet
ederek selâmlarız. Kaffir’in son derece genç, fizikî, ilgili selâmlaması “Ben
seni görüyorum!” veya Amerikanca farklılığıyla, gülünç olabilir ama, “Beni
kokla!” yüce ifâdeleriyle mukayese edildiğinde, bu eskimiş formüllerin (“Hail’
başlangıçtaki güç verme ifâdesini artık hiç hatıra getirmiyor) ne kadar dolaylı
oldukları anlaşılır.
Şahıs ve şey (persons and things)
nosyonlarının olduğu kadar, ilişkilerin ve kavramların da, ilişkiye ait süreç
ve durum nosyonlarından, yavaş yavaş belirlendiğini kabul edebiliriz. Tabiî
insan’ı canlandırıcı basit izlenimler ve uyarıcılar; ilişkiye ait süreçlerden
-canlı bir karşılaşma duyusu-ve ilişkiye ait hâllerden -karşı karşıya geldiği
kimse ile yaşama-doğar. Her gece gördüğü ay hakkında fazla bir şey düşünmez, ta
ki uykusunda ve hattâ uyanıkken, ona cismen yaklaşsın, jestleriyle onu
büyülesin veya ona dokunsun, ona hoş veya nahoş bir şey yapsın. Onun muhafaza
ettiği, ne oradan oraya göçen ışık diskinin görsel nosyonu, ne de bir şekilde
ona ait şeytanî varlık nosyonudur; fakat ilk başta, sadece harekete geçiren
etken olarak vücudundan geçen ve onu dalga gibi kabartan, ay hareketinin
imajıdır; kişisel aktif bir ay imajı, ancak çok tedricen belirginleşir. Ancak o
zaman, bilinçsizce her gece sahip olduğu hâtıra, bu hareketin arkasında bir
fâil olduğu nosyonunu uyandırdı. Ancak o zaman, başlangıçta bir tecrübe objesi
olmayan, âdetâ katlanılan SEN’in şeyleşmesi ve bir O (He veya She) hâline
gelmesi mümkün olabilir.
Bütün varlıkların görünmesindeki ilk
ilişkiye ait karakter devam eder ve uzun bir süre etkisini sürdürür. Bu, bizim,
yeteri kadar yorumlanmadan, son yılların edebiyatında çokça tartışılan, ilkel
hayatın manevî unsurunu anlamamıza yardımcı olabilir: Bu gizemli güç kavramı;
birçok ilkel halkın -mana veya orenda’dan, Brahman’ın başlangıçtaki önem ve
anlamına, hattâ sihirli papirüslerin ve havarilere ait mektupların dynamis ve
charis’ine götüren yolu takip edebiliriz-ilim ve imanında (bu noktada ikisi
artık birdir) bütün farklı çeşitleri (variations) ile bulunmaktadır. Bu,
akıl-üstü veya tabiat-üstü güç olarak tarif edilmektedir; fakat bizim
sınıflandırma ölçülerimizle, bu ilkel insanınkilerin hakkı verilemez. Onun
dünyasının sınırları, bedenî tecrübeleriyle çizilir, buna, ölülerin ziyaretleri
de, çok ‘tabiî olarak’, dahildir. Duyularla anlaşılamayanın varolduğunun
herhangi bir kabulü, ona anlamsız gelecektir. Önün ‘mistik kudret’ atfettiği
görünüşlerin hepsi, basit ilişki süreçleridir -yani, bütün bu süreçleri
düşünmesi; onların, onun vücudunu canlandırması ve onda böyle uyarıcı bir
izlenim bırakması sebebiyledir. Gece uğrayan ay ve ölü, onda acı veya şehvet
uyandıran bir kudrettir; fakat onu yakan güneş, ona uluyan canavar, bakışıyla
onu zorlayan şef; şarkısı, içine avlanma kuvveti dolduran şaman da böyledir.
Mana, aktif ve etkili olandır; ay insanını orada, gökyüzünde, tüyler ürpertici
bir SEN yapandır; mana, kendisi sadece bir aracıda görünmesine rağmen, bir
uyarıcının izlenimi, bir obje izlenimine dönüştüğü zaman, hatırda bir izi
kalandır. O öyle bir şeydir ki, eğer sahip olursak -meselâ mucizevî bir
taşta-bizim kendimizde de benzer etkilere sebep olabilir. İlkel ‘dünya’,
merkezinde hiçbir beşerî sihir gücü olmadığından değil, daha ziyâde, herhangi
bir beşerî güç, bütün etkili fiil kaynağı olan genel gücün sadece farklı bir
boyutu olduğu için büyüleyicidir. Onun sebep-sonuç dünyası, sürekli bir
bütünlük değildir; şimşek gibi, volkanik bir patlama gibi, sürekli olmayan,
arada bir tekrar eden, çakan, çarpan, etkili bir güçtür. Mana, ilkel bir
soyutlamadır; belki, meselâ, sayılardan daha ilkel, fakat artık tabiatüstü
olmayan bir soyutlama. Hâfıza, kendini eğiterek, bir seri belli başlı ilişki
olayları ve basit, âni ve büyük değişiklikler kurar. Koruma güdüsü için en
önemli ve bilgi güdüsü için en kayda değer olan, yani aktif ve etkili olan şey,
en açık şekilde göze çarpmakta ve bağımsızlık kazanmaktadır; daha az önemli
olan şey, tecrübelerin değişken ve paylaşılmayan SEN’i geri çekilip, ‘insan’ın
hâfızasında soyutlanmış hâlde kalırken, gittikçe bir obje hâline gelir ve hattâ
daha da ilerisi, gruplar ve türler hâlinde düzenlenir. Fakat üçüncü unsur,
ürkütücü olarak ayrı ve zaman zaman, ölüden ve aydan daha hortlakça, gitgide
daha amansız derecede açık hâle gelir; daima aynı kalan diğer ortak, sonunda
birdenbire ortaya çıkana kadar: ‘BEN’.
İlk ‘kendini’-koruma güdüsü, artık hiçbir
BEN-bilinciyle, diğer güdülerden daha fazla bir arada bulunmaz. Kendisini
göstermek isteyen şey, BEN değil, henüz BEN’i tanımayan cismidir. BEN değil,
cismi; bir şeyler, âletler, oyuncaklar yapmak ister, ‘icat kabiliyeti’ olsun
ister. Hattâ, ilkel bilme fonksiyonunun en saf türü cognosco crgo sum dahi
bulamaz, ve çocukça bile olsa, bir tecrübe eden özne kavramı da yoktur. Ancak,
başlıca karşılaşmalar olduğu zaman, en gerekli temel kelimeler, BEN-eylemde
bulunmak-SEN ve SEN-eylemde bulunmak-BEN diye bölündüğü ve eylem
somutlaştırıldığı ve cismanî bir varlık atfedildiğinde BEN, bir unsur zoruyla
birdenbire ortaya çıkıverir.
*
İlkel zihin tarihinde, iki temel kelime
arasındaki başlıca fark, şöyle görünür: İlk ilişki olayında bile, ilkel adam,
BEN-SEN temel kelimesini; tabiî olarak, hâlâ şekillenmemiş, henüz kendisini bir
BEN olarak tanımamışçasına söyler; fakat BEN-O temel kelimesi, ancak bu tanınma
ile, BEN’in ayırılması ile mümkün kılınabilir.
Önceki kelime, BEN ve SEN olmak üzere
ayrılır; fakat o, onların birleşik hâlinden türemedi; o, her BEN’den önce
gelmektedir. Sonraki kelime, bir BEN ve O kümesi olarak türetilmiş olup,
BEN’den daha sonra gelir.
Dışlayıcılığı yüzünden, ilkel ilişki
olayı, BEN’i kapsar. Zira bu olay, tabiatı gereği sadece iki tarafı içine alır;
insan ve yüz yüze bulunduğu şey, her ikisi de tam gerçekliğiyle ve dünya,
gittikçe ikili (dual) bir sistem hâline gelir; ve böylece insan, daha bu
gerçekleşmeden, BEN’e karşı kozmik hassasiyete (pathos) sahip olmaya başlar.
Diğer taraftan BEN, temel kelime BEN-O ve
BEN-ilişkili tecrübeye yol verecek olan tabiî olguya henüz dahil değildir. Bu,
duyularının taşıyıcısı olan insan bedeninin, çevresinden sakınması olgusudur.
Bu özellik içinde beden, kendini bilmeyi ve ayırt etmeyi öğrenir; fakat bu
ayırım, şeylerin birbiriyle yan yana olduğu düz bir satıh üzerinde kalır ve bu
yüzden, kesin BEN-gibilik, örtülü karakterini alamaz.
Fakat bir kere, ilişkinin BEN’i birden
ortaya çıktığı ve kendi ayırt edilmişliği içinde varolduğu takdirde; herhangi
bir suretle, ruh gibi hafif ve kendi kendine iş görür hâle gelir ve ondaki
BEN-gibiliği uyandırarak çevresinden, bedenin farklılığının tabiî olgusu içine
girer. Bir BEN tecrübesinin, BEN-O temel kelimesinin ilk formu, bilinçli
BEN-işi (act), ancak şimdi meydana çıkabilir. Birdenbire ortaya çıkan bu BEN,
kendisini duyuların taşıyıcısı ve çevreyi onların objesi olarak ilân eder.
Elbette, bu ilân ediş, ‘epistemolojik’ tarzda değil, ‘ilkel’ bir şekilde olur;
yine de, “BEN, ağacı görüyorum.” cümlesi, artık, bir insan BEN ve bir ağaç SEN
arasındaki bir ilişkiyi anlatmayıp, ağaç objesinin, insan bilinci ile
algılanması şeklinde ifâde edilirse, özne ve nesne arasına kesin engel
dikilmekte; temel kelime BEN-O, ayrılık kelimesi söylenmektedir.
*
- Şu
hâlde, melânkoli talihimiz/kaderimiz, tarihin başlangıcında mı şekil aldı?
- Gerçekten,
tarihin başından şimdiye kadar, insanın bilinçli hayatı geliştikçe, o da
gelişti. Fakat bilinçli hayatta, kozmik varlık, insan olarak tekrarlanır. Ruh,
zaman içinde tabiatın bir ürünü, hattâ bir yan ürünü olarak görünür ve lâkin,
tabiatı zaman dışı olarak kuşatan da, yine ruhtur.
Bu iki temel kelimenin karşıtlığının,
asırlar ve dünyalar içinde birçok ismi vardır; fakat o, isimsiz hakikati
içinde, yaratılışta tabiî olarak mevcuttur.
*
- Bütün
bunlardan sonra, insanlığın ilk asrında, cennete inanır mısınız?
- Cehennem
bile olsaydı -düşünce tarihinde gidebildiğimiz kadar gerideki asır, öfke,
korku, zulüm ve işkence doluydu-gerçek dışı olmazdı.
‘İlk insan’ın karşılaşma tecrübeleri,
hemen hiçbir zaman, uysal bir zevk konusu olmazdı; fakat bir varlığa karşı
gerçekte karşılaşılan şiddet bile, yüzü görünmeyen parmakların doğuracağı
hortlakvari endişeden daha iyidir. İlkinde, Tanrı’ya götüren bir yol vardır;
sonrakinde, sadece hiçliğe.
*
İlkellerin hayatını tam mânâsıyla
anlayabilsek bile bu gerçek, ilk insanın hayatı için, bir mecazdan öteye
geçemez. Bu sebeple ilkel insan, iki temel kelimemizin dünyevî sıralanışına,
sadece kısa bakışlar atar. Daha mükemmel bilgiyi çocuktan alabiliriz.
Temel kelimelerin ruhî gerçekliğinin,
nasıl bir tabiî gerçeklikten (.reality)
doğduğu, yanılma payı olmaksızın açıktır: BEN-SEN temel kelimesinin gerçekliği,
tabiî bir birliktelikten, BEN-O temel
kelimesinin gerçekliği ise, tabiî bir ayrılıktan.
Çocuğun doğum öncesi hayatı, birbirine
doğru bir akış, bir bedenî mütekabiliyet, saf bir tabiî birlikteliktir; ve
gelişmekte olan varlığın hayat çizgisi, ona mahsus olarak kaydedilmiş ve aynı
zamanda henüz kaydedilmemiş, onu taşıyan varlıkta gibi görünür; çünkü içinde
bulunduğu, yalnızca insan annenin karnı değildir. Bu birliktelik o kadar
kozmiktir ki, bize, Yahudi esâtiri
(myth) dilinde, insanın, annesinin karnında kâinatı bildiği ve doğumuyla
unuttuğu anlatıldığı zaman, ilk kaydın kusurlu deşifre edilmesi gibi görünür. Ve bir arzunun
gizli imajı olarak, bu birliktelik bize kalır. Fakat bu özlemi; ruhu, kendi
akıllarına göre, tabiatın bir paraziti olarak te-lâkki edenlerin inandığı gibi,
geri dönmek için şiddetli bir arzuyla karıştırmamak gerekir. Her ne kadar,
birçok hastalığa marûz bulunsa da, ruh, tabiat ağacının çiçeğidir. Bu özlemin
hedefi; ruhun, içinden çıktığı varlığın, hakikî SEN ile kozmik birlikteliğidir.
Gelişmekte olan bütün varlıklar gibi, her
gelişmekte olan insan yavrusu, yüce anne karnında -ayırt edilmemiş, henüz ilk
dünyası şekillenmemiş hâlde-durmaktadır. Kişisel bir hayata dahil olmak üzere
buradan ayrılarak tekrar sıyrılıp çıktığımız zaman, ancak karanlık saatlerde
(sağlıklı olanların bile geceden geceye başına geldiği gibi) ona yine
yakınızdır. Fakat bu ayrılma, bedenî anneden olduğu gibi, âni ve korkutucu
şekilde değildir. İnsan çocuğa; tabiî birlikteliği, bir ruhî birliktelik -bir
ilişki-için, gözden kayboluveren dünya ile değiştirmek üzere mühlet
bahşolunmuştur. Karmaşanın sıcak karanlığından, serin ve aydınlık dünyaya, ona
hemen sahip olmaksızın adım atmıştır: Onu olduğu gibi kabul etmek ve kendisi
için bir gerçek kılmak zorundadır; kendi dünyasına; görerek, dinleyerek,
hissederek, şekillendirerek erişir.
Yaratılış, karşılaşmada, kendisini şekil (form)
hâlinde açığa vurur; kendisini, bekleyen duygular kalıbına dökmez, fakat
kendisine erişenlerle karşılaşmaya tenezzül eder. Bir obje olarak tamamlanmış
hâldeki insanoğlu; bir yandan hâlâ gelişmekte iken, etrafını saran şeyleri elde etmeye ve
gayretle kendisine çekmeye çalışmalıdır. Karşılıklı olarak yüz yüze gelme gücü
yoluyla olması hariç, hiçbir şey, tecrübenin aslî parçası değildir veya
kendisini açığa vurmaz. İlkel insanlar gibi, çocuk da, uyku ve uyanıklık
arasında (uyanıklığın büyük bir bölümü yine uykudur) karşılaşmada çakan
şimşekte ve mukabil şimşekte, yaşar.
İlişki özleminin yaratılıştan geldiği,
başlangıçta ve en bulanık safhada bile apaçık ortadadır. Detaylar algılanmadan
önce, donuk bakışlar, net olmayan boşluğa, belirsize doğru yönelir; ve zaman zaman,
beslenme isteğinin olmadığı meydanda iken, eller, yumuşak çıkışlarla,
gayesizce, bütün görüntülere, havada belirsiz bir yere doğru uzanır. Birileri buna hayvansı diyebilir, fakat böyle
söylemek, anlamamıza yardımcı olmaz. Çünkü, bu tetkik eden bakışlar, birçok
denemeden sonra, nihayet arabesk desenli kırmızı duvar kâğıdı üzerinde karar
kılacak ve kırmızı genişleyip, hâkim renk oluncaya kadar, ondan
ayrılmayacaktır. Bu hareket, tüylü bir oyuncak ayıya dokunmakla duyu formu ve
kesinlik kazanacak ve sonunda, sevgiyle ve unutulmaz şekilde, tam bir cismi
kavrayacaktır: Her iki hâlde de, bu, bir objenin tecrübesi değil,
karşılaştığımız canlı, aktif bir varlıkla kapışmaktır, bu varlık, sadece bizim
‘tasavvurumuz’da da olsa (Fakat bu ‘tasavvur’, hiçbir suretle bir ‘panpsişizm’
formu değil; her şeyi SEN’e, tam-ilişkiye (pan-relation) çevirme teşebbüs ve
gayretidir -karşısında canlı, aktif bir varlık bulmadığı, fakat onun ancak bir
sembol veya imajını bulduğu yerde, canlı aktiviteyi kendi bütünlüğünden temin
eder). Sözsüz küçük sesleri, bir şey demek olmayan, anlamsız ve ısrarlı sesler
olarak algılarız; fakat bunlar, günün birinde, farkına varılmadan, bir
karşılıklı konuşmaya dönüşecektir -ne ile? Belki, kaynayan bir çaydanlıkla;
fakat bir karşılıklı konuşmaya. Refleks denilen birçok hareket, dünyasını inşâ
etmekte olan kişi için, güçlü bir maladır. Bu durum, bir çocuğun bir objeyi ilk
defa görmesi ve onunla ilişki kurması gibi bir şey değildir. Daha doğrusu,
bizimle karşı karşıya gelen varlığın, ellerini uzatarak sokulması, ilişki kurma
özlemi, ilk; bu ilişkiye sözsüz bir ümitle SEN demesi, ikinci olarak gelir.
Fakat şeyin başlangıcı (genesis) (varoluş, tekevvün, m.n.), sonraki bir üründür
ki, ilk karşılaşmaların bölünmesiyle,
iştirak eden tarafların ayırt edilmesiyle gelişir -BEN’in başlangıcında olduğu
gibi. Başlangıçta ilişki; -varlığın kategorisi, hazır, doldurulmayı bekleyen
bir form, ruhun bir modeli olarak mevcuttur; a priori ilişkidir; yani doğuştan
SEN...
Yaşadığımız ilişkilerde, doğuştan SEN,
karşılaştığımız SEN’de gerçekleştirilir (realized); karşımızdaki bir varlık olarak algılanan ve özgün olarak
kabul edilen, sonunda temel kelime ile hitap edilebilen bu varlığın zemini, a
priori ilişkidedir.
Temas itkisinde (başlangıçta, bir başka
varlıkla el teması, daha sonra göz teması itkisi), doğuştan SEN kısa zamanda
öne çıkar ve bu itkinin, mütekabiliyeti, ‘hassasiyet’i amaçladığı, her
zamankinden fazla açıklık kazanır. O, aynı zamanda, daha sonra ortaya çıkan
icat itkisini de belirler (birleştirerek
bir şeyler üretmek veya bunun mümkün olmadığı yerde, analitik olarak araştırmak
ve anlamak için bölerek veya parçalayarak) ve böylece ürün, ‘kişilik kazanır’
ve bir ‘karşılıklı konuşma’ başlar. Çocuk ruhunun gelişimi; önüne geçilmez bir
SEN arzusuna, bu arzunun hoşnutluklarına ve düş kırıklıklarına, denemelerinin
oyununa ve tamamen kaybettiğini düşündüğünde, içine düştüğü trajik ciddiyete,
çözülmez şekilde bağlıdır. Bu fenomenlerin her gerçek (real) idraki; onları
daha dar alanlara indirme teşebbüsleriyle uzlaşır ve onları düşünür ve
tartışırken, ancak kozmik ve metakozmik orijinlerini hatırladığımız zaman
gelişip ilerleyebilirler. Farklılaşmamış, henüz şekillenmemiş, aslî dünyadan
içine doğduğu dünyada birdenbire tamam olarak ortaya çıkan cismanî ferdin-henüz
bedenen değil-ötesindeki menzili hatırlamalıyız; bilfiil varlık, ilişkilere
girmek suretiyle, gittikçe gelişmek durumundadır.
*
İnsan, bir SEN’den dolayı bir BEN olur.
Karşımızda bulunan, gelir ve gözden kaybolur; ilişkiyle ilgili olaylar, şekil
alır ve yayılırlar ve bu değişmeler yüzünden, sabit tarafın (ortağın, m.n.)
bilin-ci, yani BEN-bilinci, her seferinde daha fazla belirginleşir. Elbette,
uzun bir süre, sadece bir SEN ilişkisinin bileşiminde gibi, ulaşılıp tutulacak
kadar fark edilebilir gibi görünür, fakat bir SEN değildir; kayıtlar kırılıp
BEN; bir gün, ayırt edilmiş kendisiyle bir ân için bir SEN gibi karşı karşıya
gelene kadar, birdenbire çıkıverme noktasına gitgide daha fazla yaklaşır -işte
o zaman, kendi kendine sahip olur ve bundan böyle, tam bilinçle ilişkilere
girişir.
Ancak şimdi, diğer temel kelime bir araya
getirilebilir. İlişkinin SEN’i, tekrar tekrar belli belirsiz görünmesine
rağmen, hiçbir zaman, bir BEN’in O’su olmadı -ayrı, bağımsız bir algılama ve
tecrübe objesi, ki bundan böyle, öyle olacak. Eğer kendi başına bir O olsa,
yeni ilişki olayı bekleyen, daha önce fark edilmemiş bir şey olur. Elbette;
duyularının taşıyıcısı ve itkilerinin uygulayıcısı olarak olgunlaşan beden,
ancak, kişinin yolunun bulunduğu, birbirine-bitişik ilişkide; henüz BEN ve obje
kesin olarak ayrılmadan, çevresinden öne çıktı. Şimdi, her ne kadar, ayırt
edilmiş BEN değişime uğratılsa -mevcut aslî tamlığından işlevsel
tek-boyutluluğa indirgenmesi-ve böylece, bütün ‘kendisi için O’lara yaklaşsa
da, onun üstesinden gelir ve başka temel kelime teşkil etmek üzere onunla
birleşir. Bir BEN edinen ve BEN-O diyen insan, şeylerin önünde bir yeri
olduğunu düşünür, fakat mütekabiliyet (reciprocity) akımı içinde onlarla yüz
yüze gelmez. Büyüterek gösteren yakın tetkik merceği altında, ayrıntıları
sorgulamak için eğilir veya onları, sadece tabiî manzara olarak düzenlemek
üzere, uzak görüşü sağlayan teleskobu kullanır. Kendi düşüncesinde, onları,
herhangi bir dışlama duygusu olmaksızın tecrit eder veya herhangi bir dünya
duygusu olmaksızın birleştirir. İlkine, ancak ilişki vasıtasıyla, sonrakine
ise, ancak ilişkiden başlamakla ulaşılabilir. Ancak şimdi o, nitelikler bütünü
olarak şeyleri tecrübe eder. Nitelikler, elbette her karşılaşmadan sonra onun
hafızasında, hatırlanan SEN’e ait olarak kalmıştı; ancak şimdi, şeyler, ona
nitelikleriyle oluşturulmuş olarak görünmektedir. -Ne tür insan olduğuna bağlı
olarak, hayalî, görsel veya fikrî-ilişkileri hâfızasına kaydederken, SEN’de
kendisini güçlü şekilde açıklayan çekirdeği, bütün nitelikleri kavrayan özü
ilâve eder. Ancak şimdi, şeyleri, bir mekân-zaman-sebeplilik çerçevesindeki
anlam içine yerleştirir; ancak şimdi, her biri kendi mekânı, süresi, ölçüsü,
bağlı olduğu şartlar içinde yerini alır. SEN, mekânda da görünür; ancak,
kendisinden doğduğu, sınırı ve ölçüsü değil, sadece arka plânı olabilen sair
her şeyi içine alan dışlayıcı bir karşı karşıya gelmede görünür. SEN, zamanda
görünür, fakat kendi içinde gerçekleşen bir sürecin -sabit ve organize bir
zaman silsilesinin bir bölümündeki bir parçada değil; tam derinlikli boyutu,
ancak SEN’den başlayarak tâyin edilebilen bir ‘süre’de yaşanan bir sürecin-zamanı içinde görünür. O,
aynı ânda etki eden ve edilen olarak
görünür; fakat bir sebep zinciri içine sığdırılırmış gibi değil, daha ziyâde,
olayın başlangıcında ve sonunda BEN’in mütekabiliyeti olarak. Bu, insan
dünyasının temel hakikatinin (truth) bölümüdür: sadece ‘O’, düzene koyulabilir.
Ancak, şeyler, bizim SEN’imiz olmaktan çıkıp ve bizim ‘O’numuz olduklarında,
düzenlemeye tâbi olurlar. SEN, düzene girmez.
Fakat bu konuya temas ettiğimize göre,
diğer bir hususu da açıklamamız gerekir, zira bu açıklama olmaksızın, temel
hakikat konusu, kopuk bir fragman olarak kalacaktır: Düzenli bir dünya, dünya
düzeni değildir. Dünya düzeninin mevcut olarak bilindiği sırlı ânlar vardır. O
zaman, birdenbire, anlatılamayan yönünün düzenli dünya olduğu bir âhenk
duyulur. Bu ânlar ölümsüzdür, artık hiçbir şey fânî değildir. Saklanabilir
hiçbir şey bırakmazlar, fakat güçleri, yaratılışa ve ‘insan’ın bilgisi içine dahil
olur ve gücünün ışınımı, düzenli dünyaya nüfuz eder ve onu tekrar tekrar çözer.
Ferdin tarihi böyle, insan cinsinin tarihi böyle.
*
Dünya, insanın iki boyutlu davranışına
uygun olarak, iki boyutludur.
İnsan, etrafını çevreleyen varlığı
algılar; basit şeyleri ve varlıkları şeyler olarak, etrafında cereyan eden
şeyleri algılar, basit süreçleri ve hareketleri süreçler olarak algılar;
şeyler, niteliklerden ibarettir ve süreçler, ânlardan ibârettir; şeyler, alan
koordinatlarıyla ve süreçler, zaman koordinatlarıyla kaydedilirler, başka
şeyler ve süreçlerle sınırlandırılan şeyler ve süreçler, diğerlerine karşı
ölçülebilir ve mukayese edilebilirler -düzenli bir dünya, ayırt edilmiş bir
dünya. Bu, bir dereceye kadar güvenilebilir bir dünyadır; yoğunluğu ve süresi vardır,
onu meydana getiren unsurlar (its articulation) tetkik edilebilir; tekrar
tekrar dünyadan çıkılabilir; gözler kapalı olarak tasvir edilir ve sonra açık
olarak kontrol edilir. Orada durmaktadır -eğer onu öyle kabul ederseniz, hemen
yanı başınızda veya öyle tercih ederseniz, ruhunuza sokulmuş olarak: o sizin
objenizdir ve sizin zevkinize göre öylece kalır ve sizin içinizde ve dışınızda,
ilk önce, yabancı olarak durur. Siz onu algılarsınız ve ‘hakikat’iniz olarak telâkki edersiniz; o, sizin böyle
yapmanıza rıza gösterir, fakat kendisini size teslim etmez. Sadece, hakkında
başkalarıyla bir anlamaya varabildiğiniz; herkes için biraz farklı şekil
almasına rağmen, sizin için, ortak bir obje olmaya hazırdır; fakat onun içinde,
diğerleriyle karşılaşamazsınız. Onsuz, hayatta kalamazsınız; onun güvenilirliği
sizi korur; eğer içinde kaybolursanız, hiçliğe gömülürsünüz.
Veya insan, varlıkla karşılaşır ve
gittikçe karşısındaki gibi olur -daima, sadece bir tek varlık ve her şey,
sadece bir varlık olarak. Kendisini olaylarla açığa vurur ve orada ne cereyan
ederse, kişiye, bir varlık olarak görünür. Bu bir’den başka hiçbir şey mevcut
değildir, ve bu bir’, kâinatı kaplar.
Ölçü ve mukayese yok olmuştur. Ölçülemeyenin ne kadarının sizin için
gerçeklik (reality) olduğu, size göredir. Karşılaşmalar, kendi kendilerini, bir
dünya oluşturmak üzere düzenlemezler, fakat onların her biri, sizin için, dünya
düzeninin bir delilidir. Onların birbirleriyle bağlantısı yoktur, fakat hepsi,
sizin dünya ile bağlantınızı temin eder. Size bu türlü görünen dünya
güvenilmezdir, zira size daima yeni gibi görünür ve sözüne güvenemezsiniz.
İçindeki her şey, başka her şeye nüfuz ettiği için, yoğunluktan mahrûmdur.
Çağrılmadan bile geldiği ve bağlandığınız zaman kaybolduğu için, süreklilikten
mahrûmdur. Tetkik edilemez: Eğer tetkik edilebilir hâle getirmeye kalkarsanız,
onu kaybedersiniz. Gelir -sizi cezbetmeye gelir-ve size ulaşmaz veya sizinle
karşılaşmazsa, gözden kaybolur; fakat şekil değiştirerek tekrar gelir.
Dışınızda kalmaz, sizi etkiler; ve eğer ‘ruhumun ruhu’ deseniz, fazla bir şey
söylemiş olmazsınız. Fakat ruhunuzun yerine geçirme teşebbüsünden sakının -bu
hâlde, ruhunuzu tahrip edersiniz. O, sizin ‘şimdi’nizdir; ancak, şimdiye kadar
sahip olduğunuz gibi bir ‘şimdi’ye sahipsiniz;
onu kendiniz için bir objeye dönüştürebilir, onu tecrübe edebilir ve
kullanabilirsiniz -bunu tekrar tekrar yapmalısınızve o zaman, ‘şimdi’niz
olmayacaktır. Sizinle onun arasında, mütekabil bir veriş vardır: ona SEN
dersiniz ve ona kendinizi verirsiniz; o size SEN der ve kendisini size verir.
Başkalarıyla, onun hakkında ortak bir anlamaya varamazsınız; onunla
yalnızsınızdır; fakat o size başkalarıyla karşılaşmayı ve bu karşılaşmalarda
yerinizi korumayı öğretir; gelişlerindeki lütuf ve ayrılışlarındaki hüzünle, o
sizi, paralel olmalarına rağmen kesişen ilişki saflarındaki SEN’e doğru
götürür. Hayatta kalmanıza yardımcı olmaz; sadece, sizin, ebediyet hakkında
ipuçlarına sahip olmanıza yardım eder.
O-dünyası, mekân ve zamana bağımlıdır.
SEN-dünyası, mekân ve zamana bağımlı değildir.
Tek başına SEN, ilişki olayı tabiî seyrini
takip ettiği zaman, gittikçe bir O olmalıdır.
Tek başına O, ilişki olayına girişmekle,
gittikçe bir SEN olabilir.
Bunlar, O-dünyasının iki temel
imtiyazıdır. Onlar, insanın, Odünyasını, bir kimsenin, içinde yaşaması gereken
ve aynı zamanda, rahat yaşanabilecek bir dünya olarak düşünmesine sebep olur
-ve hattâ bize, her türlü teşvik ve heyecanı, faaliyeti ve bilgiyi sunar. Bu
sıkı ve sağlam tarih sırası (chronicle) içinde SEN-ânları, acayip lirik-dramatik
olaylar olarak görünür. İfâdeleri çekici olabilir, fakat; denenmiş, sınanmış
yapıyı gevşeterek, geride, hoşnutluktan ziyâde, şüphe bırakarak, güvenimizi
sarsarak -hepsi gizemli, hepsi zarurî bizi, tehlikeli şekilde, aşırı uçlara
çekerler. Sonunda ‘dünya’ya geri dönmek gerektiğine göre, niçin ilk başta onun
içinde kalınmasın?
Karşı karşıya geldiğimiz şeyi, niçin
düzene dâvet etmeyelim ve onu niçin tarafsızlığa sevk etmeyelim?
Ve babaya, eşe, arkadaşa SEN (You)
demlemediği zaman -niçin, O (It) kastederek, SEN (You) denmesin?
Sonunda, ‘kişi’nin, ses telleriyle You
sesini çıkarması, gizemli temel kelimeyi söylemeyi hiçbir suretle gerektirmez.
Kişi, bütün ciddiyetiyle, tecrübe etme ve kullanmaktan başka bir şey
kastetmediği müddetçe, kişinin, ruhuyla söylediği âşıkane bir SEN fısıltısı
bile, pek tehlikeli değildir.
Salt şimdi’de yaşanamaz; eğer hemen ve
adamakıllı onun üstesinden gelmek üzere tedbir alınmazsa, bizi tüketecektir.
Fakat salt geçmişte yaşanabilir; hattâ, ancak orada bir hayat tanzim edilebilir.
Kişi, her ânını, tecrübe ve kullanma ile doldurmalıdır, ancak o zaman, ateş
diner.
Ve hakikatin bütün ciddiyeti içinde dinle:
‘O’ olmaksızın, bir insan yaşayamaz. Fakat kim sadece onunla yaşarsa, insan
değildir. [Krş. Hillel’in sözleri: “Ben kendim için değilsem, kim olacak? Ve eğer ben
sadece kendim içinsem, neyim ben? Ve eğer şimdi değilse, ne zaman?” (Avoth I:
).]
Bireyin ve insanoğlunun tarihi, her ne
kadar, başka bakımlardan birbirinden ayrılsa da, en azından, şu hususta
uyuşurlar: Her ikisi de, ‘O-dünyası’nın adım adım ilerleyen çoğalışına işaret
ederler.
İnsanoğlunun tarihi söz konusu olduğunda,
ekseriya tereddüt edilir. İnsanlar, birbirini takip eden kültürlerin, farklı
renk ve şekilde bir ilkel devirle başladığına, fakat daima, özde; küçük bir
objeler dünyasının dahil olduğu aynı yapıya sahip bulunduğuna dikkat
çekiyorlar; ve nitekim o; ferdin hayatına tekabül ettiği telâkki olunan,
insanoğlunun hayatı değil, tek tek her bir kültürün hayatıdır. Fakat biz, tecrit edilmiş gibi görünen bu
kültürlere itibar etmezsek, diğerlerinin tarihî tesiri altında kalanların, pek
erken çağ değil ama, büyük çağdan önce gelen muayyen bir dönemde, -bazen, hâlen
muasır olan bir kültürden, O-dünyasını hemen kabul ederek, Yunanlıların
Mısırlılardan aldıkları gibi; başka zamanlarda, geçmişteki bir kültürden
dolaylı olarak, Batı Hıristiyanlığının Yunan O-dünyasını kabul ettiği gibi-o
kültürlerin O- dünyasını devraldıklarını fark ederiz. O-dünyalarını, sadece
kendi tecrübeleriyle değil, aynı zamanda, yabancı tesirleri de kabul ederek
genişletirler; ancak ondan sonradır ki, bu yolla gelişen O-dünyası, keşfi işin
içine dahil eden çok önemli ölçüde genişlemeyi tecrübe eder (SEN-dünyasının
görüş ve işlerinin bu gelişmedeki baskın payını şimdilik dikkate almayalım).
Genel olarak, her kültürün O-dünyası, bu yüzden, seleflerininkinden daha
etraflıdır ve bazı kesintilere ve görünür gerilemelere rağmen, tarihte,
O-dünyasının gittikçe artan çoğalışı açıkça anlaşılabilir. Bu hususta, bir
kültürün ‘dünya’sını, daha ziyâde, sonlu olarak nitelendirmek mi veya ona,
sözde sonsuzluk atfetmek mi; yoksa, daha doğal ifâdeyle, sonlu olmayan demek mi
gerektiği, en önemli mesele değildir: Sonlu bir dünya, ‘sonsuz’ olandan daha
fazla, oluşturucu parçaları, şeyleri ve süreçleri pekâlâ ihtiva edebilir. Şu
husus da belirtilmelidir ki, onların sadece tabiata ait bilgi derecelerini
değil, aynı zamanda, onların sosyal farklılıklarını ve teknik başarılarını da
mukayese etmeliyiz; zira, her ikisi de, objeler dünyasını genişletirler.
İnsanın, O-dünyasıyla temel ilişkisi, bu
dünyayı daima yeniden kuran tecrübeyi ve onu çok çeşitli gayelerine -insan
hayatının korunması, hafifletilmesi ve donatılması gibidoğru götüren kullanmayı
içerir. O-dünyasının derecesiyle, tecrübe etme ve onu kullanma yeteneği de
artmalıdır. Şüphesiz ki birey, dolaysız tecrübeyi, gitgide daha fazla, dolaylı
tecrübe, ‘malûmat edinme’ yerine koyabilir ve özel ‘fayda’ hâline gelinceye
kadar kullanmayı daha da kısaltabilir: Bununla beraber, nesilden nesile devamlı
yetenek gelişimi kaçınılmazdır. İnsanlar, ruh hayatının ilerleyen gelişmesinden
bahsederken, ekseriya kastedilen şey budur. Bu, elbette, ruha karşı, gerçek bir
dil suçuyla ilgilidir; ‘ruhun hayatı’, ekseriya, insanı, ruh içinde yaşamaktan
alıkoyan engel olduğu için, ve en hafif tâbiriyle bu, onunla beraber olunamadan
evvel, sadece hâkim olunma ve şekillendirilme gerektiği meselesidir. Engelle
kastedilen, şudur: Tecrübe ve kullanma yeteneğinin gelişmesi, genellikle,
‘insan’ın ilişki kurma gücünde bir düşüşü gerektirir -tek başına bu güç,
insanı, ruh içinde yaşamaya muktedir kılabilir.
*
Beşerî tezahürüyle ruh, insanın kendi
SEN’ine cevabıdır. İnsan, birçok dille konuşur -lisan, sanat, hareket
dilleriyle-fakat ruh, tektir; gizemden görünen ve bu gizemden bize seslenen
SEN’e cevaptır. Ruh, kelimedir. Sözlü ifâde, önce, insanın beyninde söz ve
sonra boğazda ses -her ikisi de hakikî olayın kırılmaları olmasına
rağmen-hâline dönüşebilir; çünkü hakikatte dil, insanın içinde değil; insan,
dilin içinde bulunur ve oradan seslenir; öyleyse o, bütün kelimelerle bütün
ruhladır. Ruh, BEN’de değil, BEN ile SEN arasındadır. İçimizde dolaşan kan gibi
değil, teneffüs ettiğimiz hava gibidir. İnsan, SEN’ine cevap verebildiği zaman,
ruh içinde yaşar. Bütün varlığıyla bu ilişkiye girdiği zaman, bunu yapmaya
muktedir olur. Ancak ilişki kurma gücü sâyesindedir ki, insan, ruh içinde
yaşayabilir.
İşte burada, ilişki olayının kaderi, âdetâ
şaha kalkar. Cevap ne kadar güçlü ise, o kadar güçlü olarak SEN’i kayıt altına
alır ve sadece tek bir kelimenin telâffuzuyla, onu bir objeye rapteder. SEN’e
doğru, sadece sessizlik içinde, bütün/tüm dillerin sükûtu; şekilsiz, farksız,
kelimeye dökülmemiş söz içindeki sükûtî bekleyişle SEN’i açığa çıkarır; fakat
ruh, kendisini açığa vurmaksızın (var olarak, m.n.) bulunduğu yerde, ihtiyatî
olarak onunla beraberdir. Her cevap, SEN’i O-dünyasına bağlar. Bu, insanın
melânkolisidir; bu, onun büyüklüğüdür. Böylece bilgi, işler, eserler, imaj ve
misal, yaşanan hayatta vücut bulur.
Fakat bu suretle O’ya dönüştürülmüş ve
şeyler arasında bir şey olarak dondurulmuş olan her şey, sürekli, tekrar eski
hâline dönme anlamına ve alın yazısına sahiptir. Sürekli tekrarlanarak -insana
kendisini ihsan eden ve insandan, kendisine cevap gelen ruh saatinden kasıt bu
idi-obje, alevlenecek ve varolacak, görülmek ve insanlarla varolarak yaşamak
üzere, kendisinden çıktığı unsura geri dönecektir.
Bu anlam ve alın yazısının gerçekleşmesi,
tecrübe edilecek ve kullanılacak bir şeymiş gibi O-dünyası ile uzlaşan; onu
bağımsızlaştırmak yerine, bağlandığı yerde tutan; ona itibar etmek yerine, onu gözetleyen; onu kabul etmek
yerine, ondan faydalanan insan tarafından engellenir.
Bilgi: Karşı karşıya geldiği şeyi müşahede
ettiğinde bilen kişi için, onun varlığı aşikâr olur. Var olarak gördüğü şeyi,
bir obje olarak anlayacak, objelerle kıyaslayacak ve objeler düzeni içinde bir
yer ayıracak ve tarafsız olarak tasvir ve tahlil edecek; o, sadece bir O olarak
bilgi dağarcığına katılabilir. Fakat müşahede fiilinde o, şeyler arasında şey,
olaylar arasında olay değildi; o, münhasıran vardı. O, sonradan, görünüşten
çıkarılmış kuralda değil, varlığın kendisini bildirdiği görünüşün içindedir.
Tümel olarak düşündüğümüz şeyin, tikel olan şeyde, bir karşı karşıya gelmede
görülen, bir çıkrıktaki sargının çözülmesi gibi bir olaydır. Ve şimdi o, bilgi
kavramının O-formu içinde kilitlidir. Bu kilidi açan ve onu tekrar var olarak
müşahede eden kişi, insanlar arasında gerçek ve aktif olarak, bilgi işinin
anlamını yerine getirmiş olur. Bilgi: “işlerin nasıl gittiği, şeylerin ismi olduğu,
nasıl şekillendirildiği, nereye ait olduğu” hususlarını ifâde etmekle de
aranabilir. Gittikçe bir O hâline gelen şey, daha sonra, bir O olarak kabul
edilir, tecrübe edilir ve kullanılır; dünyada kişinin yolunu tâyin etme plânı
için ve en sonunda dünyayı ‘fethetme’ plânı için, diğer şeylerle birlikte
kullanılır.
Sanat da: form, karşı karşıya geldiği şeyi
müşahede ettiğinde, sanatkâra kendisini açar. Sanatkâr onu bir imaja
dönüştürür. İmaj, ilâhlar dünyasına mahsus değildir, insanların büyük dünyasına
malolmuştur. Hiçbir insan gözü onu görmediği zaman bile, o, ‘orada’, fakat
uykudadır. Çinli şair, yeşim flütüyle çaldığı şarkıyı insanların dinlemek
istemediğini, bunun üzerine, ilâhlara çaldığını ve onların kulak verdiğini; o
ândan itibaren insanların da şarkıyı dinlediklerini anlatır -ve şair böylece,
ilâhlardan, imajın onlarsız yapamadığı insanlara ulaştı. Âdetâ büyüsünü bozsun
ve zamansız bir ân formunu kabul edebilsin diye, rüyada gibi, insanla
karşılaşmayı bekler. İnsan oraya ulaşır ve tecrübe edilecek olanı tecrübe eder:
yani onun nasıl yapıldığını veya onun ifâde ettiği şeyin bu olduğunu veya
niteliklerinin şöyle şöyle olduğunu ve belki de hepsinin üstünde, nasıl bir
değeri olabileceğini.
Bu ilmî ve estetik anlayış gereksiz
değildir -fakat işini sadakatle yapmalı ve kendisini işine vermeli ve anlamayı
aşan ve anlaşılabilir olan şeyi benimseyen ilişki hakikatinde kaybolmalıdır.
Ve üçüncü olarak: Fânî ve cismanî insan,
süregelen maddeye kendisini kaptırmaya ihtiyacı olmadığı cihetle, bilgi ve
sanat ruhunun çok daha yükseğine çıkar ve onun ömrünü aşar ve yükselir,
etrafında canlı lisanının mûsikîsi çınlarken, ruhun yıldızlı semâsında kendisi
bir imajdır -saf hareket, keyfî olmayan fiildir. Burada SEN, insana daha derin
bir gizemden göründü ve ona karanlığın içinden hitap etti ve o, hayatıyla cevap
verdi. Burada, söz, hayat oldu ve bu hayat, yasayı ister uygulasın ister ihlâl
etsin, -yeryüzünde ruh ölmesin diye, gerektiğinde her ikisine de ihtiyaç
vardır-öğretidir. Böylece söz, gelecek nesillerin önünde; ne olduğunu ve ne
olmak gerektiğini değil, SEN karşısında , ruh içinde nasıl yaşanacağını
öğretmek üzere bulunur. Ve bu demektir ki, o, onlar için, her zaman bir SEN
olmaya, SEN-dünyasını açmaya hazır bulunmaktadır; hayır, hazır bulunmaz, daima
onlara doğru gelir ve çok yakınlaşır. Fakat onlar, bir dünya açan böyle bir
canlı ilişki için, isteksiz ve bigâne olduklarından, çok malûmatlı
olduklarından; kişiyi tarih içine ve konuşmasını kütüphane içine hapsetmekte;
îfa veya ihmal, hangisi olduğu önemli değil, bir sisteme göre
düzenlemektedirler; aynı zamanda onlar, sadece modern insana özgü, yeteri kadar
psikolojiyle karışık şekilde, saygı ve hattâ yüceltme konusunda da cimridirler.
Ah! Karanlıktaki yıldızların aydınlığı gibi yalnız olan! Ah! Hissiz bir alın
üzerindeki diri parmaklar! Ah! Adımlarının yankısı gittikçe kaybolan!
*
İnsanın tecrübe etme ve kullanma
kabiliyetindeki gelişme, genellikle, ‘insan’ın ilişki kurma gücünde bir düşüşü
beraberinde getirir.
Ruhu, alkollü içkiymiş gibi bir şey olarak
deneyen kimsenin, etrafında yaşayan varlıklarla ne ilgisi olacaktır?
Bu insan, BEN ve O’yu ayrı tutan, temel
ayırım kelimesiyle, arkadaşlarıyla olan hayatını, net olarak tanımlanmış iki
bölgeye ayırmaktadır: Kurumlar ve duygular. O-bölgesi ve BEN-bölgesi.
Kurumlar, bir kimsenin; çalıştığı,
görüşmeler yaptığı, etkilediği, üstlendiği, yarıştığı, organize ettiği,
yönettiği, görev yaptığı, ibadet ettiği, her türlü amaçla zamanını geçirdiği
yerde ‘orada olan’dır; insan aklının ve uzuvlarının çok boyutlu katılımıyla,
yarı düzenli ve genellikle kaynaşmış bir yapıda, iş çarkı, tabiî seyrini
sürdürür.
Duygular, yaşanan ve kurumlardan geri
alınan, ‘burada, içeride’ olan şeylerdir. Burada, hislerin tayfı, ilgilenen
gözün önünde salınır durur; burada, kişinin eğilimi, nefreti, memnuniyeti ve
eğer çok kötü değilse, hattâ elemi tadılır. Burada, insan evindedir ve sallanan
koltuğunda rahattır.
Kurumlar, karmaşık bir forum içerirler;
duygular ise, en azından, çok çeşitlilik arz eden bir kadın odası gibidir.
Muhakkak ki bu ayırım, oyunbaz duygularımızın
en objektif kurumlara müdahale etmesi hâlinde, sürekli olarak tehlike arz eder;
fakat biraz iyi niyetle, bu mahzur daima bertaraf edilebilir.
Şahsî hayatımız denilen alanlarda
güvenilir bir ayırım çok zordur. Meselâ, evlilikte, bunu elde etmek her zaman o
kadar kolay değildir; fakat zaman, mucizeler yaratır. Kamu hayatı denilen
alanlarda fevkalâde başarılıdır: meselâ, siyasî partiler ve onların üstünde
olduğunu iddia eden gruplar ve ‘hareketler’ çağında; fırtınaların koptuğu
kongrelerin, ister mekanize ve düzenli, ister organik ve yarım yamalak olsun,
yerlerde sürünen, günübirlik operasyonlarla birbirini kusursuz olarak nasıl
takip ettiğini düşününüz.
Fakat, kurumların ayrı O’su, bir robot
(golem) gibi; ve duyguların ayrı BEN’i,
şuraya buraya uçuşan bir ruh kuşu
gibidir.
İkisi de insanoğlunu tanımaz; biri, sadece
numûneyi; diğeri, sadece ‘obje’yi bilir. Kişiyi veya topluluğu da bilmez. İkisi
de ‘şimdi’yi bilmez; ne kadar modern olsalar da, sadece bitmiş olan sabit
geçmişi bilenler; beri taraftan, ne kadar ısrarcı olsalar da, henüz gelmemiş
geçmekte olan ânı bilenler, ‘şimdi’yi bilmezler. Hiçbiri, gerçek hayata
erişmez. Kurumlar, kamu hayatını; duygular, kişisel hayatı hâsıl etmez.
Kurumların, kamu hayatını hâsıl etmediği
keyfiyeti, gitgide daha çok insan tarafından teessürle hissedilmektedir:
Çağımızın bunalımının ve arayışının kaynağı budur. Duyguların, kişisel hayatı
hâsıl etmemesi keyfiyeti ise; en fazla kişisel olan şeyin mekânı gibi
göründükleri için, şimdiye kadar, pek az kişi tarafından kabul edilmiştir.
Modern insanın yaptığı gibi, kişi, zihnini kendi duygularıyla meşgul etmeyi bir
kere öğrendiğinde, onların hayâlı olmasından duyulan ümitsizlik bile, onun
gözünü açmaya yetmeyecektir; sonuçta, bu ümitsizlik de bir duygudur ve hayli
ilgi çekicidir.
Kurumların, kamu hayatını hâsıl
etmemesinden üzüntü duyanlar, bir çare düşündüler: Kurumların duygular
tarafından yenilenmesi mümkünmüş gibi, onları gevşetmek, yumuşatmak veya
çürütmek üzere ‘duygu hürriyeti’ni ortaya atmak. Otomatize olmuş devlet, hiçbir
arkadaşlık duygusu yaratmadan veya geliştirmeden, tamamen uyumsuz olan
vatandaşları bir arada boyunduruğa koştuğu (aynı çerçeveye oturttuğu, m.n.)
zaman, topluluğun, birbirini seven bir toplulukla yer değiştireceği sanılır. Bu
seven topluluğun, hür ve coşkulu duygularla harekete geçirilen insanların bir
araya gelmesi ve birlikte yaşamak istemesiyle oluşabileceği sanılır. Fakat
işler böyle yürümez. Hakikî topluluk, insanların birbirlerine karşı duyguları
olmasından (bu her ne kadar gerekliyse de) ziyâde, şu iki sebeple varolur:
Herkes, hem bir tek canlı merkezle canlı, karşılıklı ilişki içinde hem de
birbirleriyle, canlı, karşılıklı bir ilişki içinde bulunmalıdır. İkinci olayın
kaynağı birincidedir, fakat onunla hemen sağlanmaz. Karşılıklı canlı bir ilişki,
duyguları içerir; ama onlardan türemez. Bir topluluk, canlı, karşılıklı bir
ilişki üzerine kuruludur; fakat kurucusu, canlı, aktif bir merkezdir.
Hattâ sözde kişisel hayatın kurumlan bile
(gerekli olmasına rağmen) hür bir hissedişle şekillendirilemez. Evlilik, bütün
hakikî evliliklerin her zaman kaynağı olan şey (yani iki insanın, birbirlerine
SEN’i ifşâ etmesi) dışında aslâ yenilenemez. Bunun içindir ki, BEN olan SEN’den
hiçbiri, bir evlilik kuramaz. Bu, metafizik -ve ancak aşk duygularıyla beraber
bulunan metafizikaşk olgusudur. Bir evliliği, başka bir esas üzere yenilemek
isteyen kimsenin, onu bozmak isteyenlerden, esasta farkı yoktur: Her ikisi de,
bu olguyu artık tanımadıklarını açıklamış olurlar. Hakikaten, çağımızın en çok
tartışılan konusu erotisizmi alınız ve gerçekten ben-merkezci olan her şeyi
çıkarınız -diğer bir deyişle, birinin diğeri için hiç mevcut olmadığı, fakat her birinin, yekdiğerini sadece kendi
zevki için kullandığı her ilişkigeriye ne kalacaktır?
Hakikî kamu hayatı ve hakikî kişisel
hayat, iki birlik şeklidir. Onların başlaması ve devam etmesi için, değişen bir
içerik olarak, duygulara, sabit bir form olarak da, kurumlara ihtiyaç vardır;
fakat bu ikisinin birleşmesi bile, ancak bir üçüncü unsur tarafından yaratılan
insan hayatını vücuda getirmez: SEN merkez varlığı veya daha doğru bir
ifâdeyle, ‘şimdi’de düşünülen merkez SEN.
*
BEN-O temel kelimesi, kötülükten gelmez
-daha ziyâde, madde kötülükten gelir.
Madde, kötülükten gelir -madde, varlığı olan şeyi öyle olarak varsaydığı
gibi. Kendi hâline bırakıldığında, amansızca büyüyen O-dünyası, yabanî otlar
misâli, onu kaplayacak kadar büyür ve üzerindeki kâbus ve içindeki heyûla,
yerini, kefâret ihtiyacını fısıldayan itirafa bırakıncaya kadar, kendi BEN’i,
gerçekliğini kaybeder.
*
- Fakat
modern insanın topluluk hayatı, O-dünyasına dalmaya mahkûm değil midir? Bu
hayatın iki bölümünü, ekonomi ve devleti düşününüz: Yakînen bildiğimiz
(immediacy) bütün durumlardan feragat etme olağanüstü durumu hariç -ve hattâ bu
alanda kaynağı bulunmayan ‘yabancı’ her otoriteyi son derece kararlı bir
reddedişte bilebunlar (ekonomi ve devlet, m.n.), mevcut boyutlarında ve
bölümlerinde düşünülebilir mi?
Tecrübe eden ve kullanan BEN -ekonomide
mal ve hizmetleri kullanan BEN; politikada fikir ve istekleri kullanan BEN-eğer
burada idareyi elinde bulundurursa, bu iki alandaki büyük ‘objektif dokunun
geniş ve sıkı yapısını borçlu olduğumuz şey, bu kayıtsız şartsız hâkimiyet
değil midir? İleri gelen devlet adamlarının ve iş adamlarının biçimlendirici
büyüklüğü, ilgili oldukları insanları, tecrübe edilebilir olmayan bir SEN’in
taşıyıcısı olmalarından ziyâde, özel yeteneklerine göre değerlendirilmeleri ve
istihdam edilmeleri gereken hizmet ve istek merkezleri olarak görmelerine
dayanmaz mı?
Eğer bir O (It) elde etmek üzere, O’ları
(He+He+He) toplamayı kabul etmeyip, bunun yerine, sonucu aslâ SEN’den başka bir
şey olmayan SEN ve SEN ve SEN’in toplamını belirlemeye çalışsalar, dünya
başlarına çökmez mi?
Eğer biçimlendirici ustalık, dilettantism
(yüzeyde kalan heveskârlık) ile; açık, kolay anlaşılır, güçlü akıl, bulanık
coşkuyla yer değiştirmiş olmasa, bu iş nereye varır?
Gözümüzü, idare edenlerden, idare
edilenlere çevirdiğimiz ve modern iş ve mülkiyet biçimini göz önüne aldığımız
zaman, modern gelişmelerin; insanların birbirleriyle karşı karşıya geldikleri
ve anlamlı ilişkilere sahip oldukları hemen hemen her hayatiyet eserini
bozduğunu fark etmez miyiz? Bu gelişmeyi tersine çevir-meye çalışmak abes
olacaktır. Eğer bir kimse böyle bir saçmalığı başarırsa, başlı başına bu, çok
büyük ölçüde artan sayıda insan için hayatı mümkün kılacak olmasına rağmen,
medeniyetin bu son derece hassas aracı, aynı ânda harap olacaktır.
- Konuşmacı,
konuşmakta çok geç kaldınız. Biraz evvel kendi konuşmanıza kendiniz
inanabilirdiniz; artık bu mümkün değildir. Bir dakika önce, devletin artık
idare edilmediğini, en az benim kadar anladınız: ateşçiler kömürü yığmakta,
fakat liderler, sadece, yürümekte olan lokomotifi idare eder görünmektedir. Ve
sizin konuştuğunuz şu ânda, ekonomi makinesinin nasıl alışılmadık sesler
çıkarmaya başladığını, benim kadar, siz de işitiyorsunuz; idare edenler size,
şöyle yukarıdan tebessüm ederler, fakat içlerinde ölüm korkusu pusuda
beklemektedir. Size, cihazı modern şartlara ayarladıklarını anlatırlar; fakat o
cihaz elverdiği sürece, bundan böyle, sadece kendilerini ona
ayarlayabildiklerini fark edersiniz. Sözcüleri, devletin mirasını ekonominin
devraldığını size öğretirler; siz bilirsiniz ki, O’yu çoğaltma despotizminden
başka devralınacak hiçbir şey yoktur. Bu despotizmin hükmü altında gittikçe
âcizleşen BEN, hâlâ kendi sözünün geçtiği hayâli içindedir.
İnsanın topluluk hayatı, kendisinden daha
fazla, O-dünyasından vazgeçemez -SEN in varlığı, su yüzeyindeki ruh gibi,
O-dünyası üzerinde yüzer. İnsanın kazanç arzusu ve güç istemi, insan ilişkileri
irâdesine bağlı olduğu ve onunla yürütüldüğü müddetçe, tabiî ve meşrûdur. İtki,
kendisini bizim varlığımızdan koparmadığı sürece, kötülük itkisi (drive)
yoktur; kopmuş itki parçalanmayı belirtirken, kendisini varlığımıza bağlamış ve varlığımızla belirlenmiş olan
itki, topluluk hayatının plâzmasıdır. Ekonomi, kazanç arzusunun; devlet, güç
isteminin mekânı olarak, ruha
katıldıkları takdirde, hayata katılmış olurlar. Eğer ruhu inkâr ederlerse,
hayatı inkâr etmiş olurlar. Hayat, elbette gereğini yapmaktan geri durmaz ve
uzun bir zaman, salt bir mekanizmanın uğuldadığı yerde, bir süre için, bir form
hareketinin görüldüğü hâlâ düşünülebilir. Bu noktada, bir tür kesinlik ileri
sürmek, elbette beyhûde olacaktır. Ekonomi veya devletin dokusunu gevşetmek,
her ikisinin de, SEN-diyen ruh yüceliğini tanımama olgusunu artık telafi edemez
ve çevresini hareketlendirmekle merkezine kadar canlı ilişkinin yerine geçemez.
Topluluk içindeki insan hayatının yapısı, hayatiyetini; uzuvlarının içine nüfuz
eden ilişki kuvvetinin tamlığından ve cisimleşmiş şeklini, bu kuvvetin ruh ile
doyumundan alır. Ruha hizmet eden devlet adamı veya iş adamı, yüzeysel heveskâr
(dilettante) ruhlu insan değildir. Kendi işini bozmaksızın, temas kurmak
zorunda bulunduğu insanlarla karşı karşıya gelmesinin, pek çok SEN hâmili
kimseyle olduğu gibi olamayacağını, muhakkak ki iyi bilir. Bununla beraber,
ancak ruh tarafından ona bildirilen limite kadar bu cesareti gösterir; ve ruh
ona mutlaka bir limit belirtir ve sert bir yapıyı çürüten bu cesaret, SEN’in
varlığının yukarılarda tutulduğu yerde başarılı olur. O, anlamsız sözler
söyleyen, taşkın bir insan olmaz; akıl-üstü olmasına rağmen, hakikate hizmet
eder, aklı reddetmez, bilâkis, ona sahip çıkar. Bir insanın, topluluk hayatında
yaptığı, kişisel hayatta yaptığından farklı değildir. Bu insan, SEN’i saf
hâliyle gerçekleştiremeyeceğini, fakat bununla beraber, O’ya günlük olarak
şahitlik eden SEN’i, her gün, o günün doğrusuna ve ölçüsüne göre, limiti
yeniden tarif ederek -limiti yeniden keşfederekgerçekleştirebileceğini bilir.
Ne iş ne de mal, ruhtan başlamaktan başka şekilde, kendi başına kurtuluşa
erebilir. Ancak ruhun varlığıyla, bütün işe mânâ ve neşe ve bütün mala-mülke
feragat gücü ve saygı akabilir; tamamı değil, yeteri kadar (quantum satis)
-çalışılan ve kazanılan her şey, O-dünyasına bağlı kalmasına rağmen, yine de
bizimle karşı karşıya gelme ve SEN’i temsil etme noktasına kadar yüceltilemez.
Onun arka plânı yoktur, en derin ihtiyaç ânında bile -gerçekten, ancak o zaman -önceden
şüphe altında olmayan bir O-ötesi vardır.
Her ikisi de değişmediği sürece, devletin
mi ekonomiyi düzenlediği veya ekonominin mi devleti yönettiği keyfiyeti
önemsizdir. Devlet kurumlarının daha hür veya ekonomi kurumlarının daha âdil
hâle gelip gelmemesi, burada yöneltilmekte olan, gerçek hayatla ilgili sualden
dolayı değil; onlar kendi başlarına hür ve âdil olamayacakları için önemlidir,
Kesin olan şey, ruhun -SEN-diyen, cevap veren ruh-canlı ve gerçek olup
olmadığı; topluluktaki insan hayatında, ondan geriye kalan şeylerin devlet ve
ekonomiye tâbi olmasının devam edip etmediği veya onun, bağımsız olarak aktif
hâle gelip gelmediği; insanın ferdî hayatında hüküm süren ruhun, kendisini
tekrar topluluk hayatı ile bütünleştirip bütünleştirmeyeceğidir. Fakat bu
durum, kesinlikle, topluluk hayatını bağımsız âlemlere -‘ruhun hayatı’ da buna
dahildir-ayırarak başarılamaz. Bu, âdetâ, ruhun bütün hakikatini kaybetmesiyle
birlikte, O-dünyasına dalmış bölgelerin despotizme ebediyen terk edilmesi
demektir. Ruh, hayat üzerinde hiçbir zaman kendi başına bağımsız olarak etkili
olamayacağından, dünyada yapabileceği tek şey -gücü ile, O-dünyasına nüfuz
etmek ve onu dönüştürmektir. Ruh, gerçekten, “evinde, kendisiyle başbaşadır” ;
fakat dünya kendisine açılıp da, onunla karşı karşıya geldiği zaman, kendisini
dünyaya adar ve onu kurtarır ve dünya vasıtasıyla kendisini de. Fakat ruhu
temsil eden ruhâniyet, bugünlerde o kadar çok dağılmış, zayıflamış, yozlaşmış
ve tezatlarla dolu hâle gelmiştir ki, evvelâ ruhun özüne dönünceye: SEN
diyebilinceye kadar, bunu yapamaz (dünyayı ve kendisini kurtarma işi, m.n.).
*
O-dünyasında, nedensellik bir hâkimiyete
sahiptir. İster duyularla algılanabilir ve ‘fizikî’, ister içe bakışla
keşfedilen veya bulunan ve ‘psikolojik’ olsun, her olayın, sebep olunan bir
zorunluluk ve bir sebep yüzünden olduğu düşünülür. Maksatlı olduğu addedilen bu
olaylar, O-dünyasının kesintisiz bütünlüğüne de ait olduklarından, şu âna kadar
istisna teşkil etmezler: Bu kesintisiz bütünlük, ancak nedenselliğin bütün hâlindeki
devamlılığını azaltmadan, onun bir bölümünde başarılan bir yer değiştirme
hareketi olarak teleolojiye müsamaha gösterir.
Tabiatın İlmî düzeni için temel önem
taşıyan, O-dünyasındaki nedenselliğin sınırsız hâkimiyeti, O-dünyasıyla
sınırlanmış olmayan, tekrar tekrar onun dışına çıkmakta, yine ilişki dünyasına
katılmakta serbest olan insanoğlu tarafından baskıcı olarak düşünülmez. Burada,
BEN ve SEN; hiçbir nedenselliğe bulaşmadan veya onun tarafından bozulmadan,
birbirleriyle mütekabil olarak, serbestçe karşı karşıya gelirler; burada,
insan, varlığın ve kendi varlığının hürriyetinin teminat altında olduğunu
görür. Sadece, ilişkiden ve SEN’in varlığından haberdar olanlar, karar verme
gücüne sahiptir. Karar veren kimse hürdür, çünkü o, varlık huzuruna adım
atmıştır.
Bütün gücümün ateşli özüyle, kontrol
edilemez istek kabarması, en evvele dönerek
her şeyin benim için mümkün olduğu, birbirine kenetlenmiş ve zâhirde
ayrılamaz, her köşeden parlayıveren imkânların cezbedici bakışları, günaha
teşvik edici kâinat, ve BEN; bir ânda doğuveren, iki eli ateş içinde, bana
kastedenin gizlendiği ateşin dibinde, amelim yakalandı: şimdi! Derhâl cehennem
tehdidinin baskısı başlatılır. Özden mahrûm bir çeşitlilik, taleplerinin
değişken eşitliğinde sahnede değildir artık; sadece iki şey yan yana bırakılır,
diğeri ve biri; hayâl ve görev. Fakat şimdi benim içimde gerçekleştirme
(kuvveden fiile çıkarma, m.n.) başlıyor. Kararlaştırmak demek, biri, ruhumu
değersiz şeylerle kat kat doldururken, tükenmiş bir yığın hâlinde orada âtıl
kalırken; diğerinin başarılması demek
olamaz. Ancak, seçilmiş olan şeyin gerçekleşmesine, seçilmiş olmayanın
eksilmeyen tutkusunu massederek, birinin yaptıklarına, diğerinin bütün gücünü
aktaran kişi, ancak ‘kötülük tahriki ile Tanrı’ya hizmet eden’ karar verir -ve
olacak şeyi kararlaştırır. Bir kere bu husus anlaşıldığında, dürüst (righteous)
denmeyi hak eden kişinin: kendisini doğru olan şeye yönelten ve bunun için
karar veren olduğu da bilinir; eğer bir
şeytan var ise, o, Tanrı’ya karşı karar veren, ebediyen karar vermeyen kişiden
başka biri olmayacaktır...
Kendisine hürriyetin garanti edildiği
kimse, nedensellik baskısı hissetmez. Fânî hayatının; tabiatı icabı, SEN ile O
arasında bir gidip gelme olduğunu bilir ve bunun anlamının farkındadır. İçinde
hiç kalamadığı mâbedin eşiğine tekrar tekrar ayak basabilmek ona yeter. Aslında
ona göre, oradan tekrar tekrar ayrılmak, bu hayatın anlamının ve alın yazısının
derûnî bir kısmıdır. Orada, eşikte; cevap, ruh, kişinin içinde tekrar tekrar
alevlenir; burada, bu berbat ve sefil diyarda bu kıvılcım kendini kanıtlamak
zorundadır. Burada, zorunluluk denilen şey onu korkutamaz; zira o, orada,
hakikî zorunluluğu tanımıştır: kader.
Kader ve hürriyet, birbirlerine
bağlıdırlar. Kaderle, ancak hürriyeti gerçekleştiren kimse karşılaşır. Bana
yönelen bir ameli keşfetmem, benim bu hürriyet hareketim, bana gizemi ifşâ
eder. Fakat istediğim tarzda yapamamam da, bu mukavemet de bana gizemi ifşâ
eder. Bütün varlığın, kendisinin özde kararlaştırdığı üzere cereyan ettiğini
unutan, malını mülkünü, giyeceğini bir kenara bırakan ve varlık huzuruna her
şeyinden soyunmuş olarak adım atan insan -bu hür insanoğlu, kaderle,
hürriyetinin mukabil-imajı (counter-image) olarak karşılaşır. Bu, onun
sınırlandırılması değil, tamamlanmasıdır; hürriyet ve kader, mânâyı
şekillendirmek üzere bir araya gelirler ve verilmiş mânâ, kader -şimdiye kadar
onun gözünde katı olan, şimdi âniden aydınlanan-bizzat kendisi lütuf gibidir.
Hayır, bu kıvılcımı taşıyarak O-dünyasına
geri dönen insan, kendisini nedensel zorunlulukla baskılanmış hissetmez. Ve
sağlıklı dönemlerde, güven duygusu, maneviyât insanlarından bütün insanlara
doğru akar; tabiat, saik ve [belli belirsiz] alaca karanlık boyutta, bir
şekilde, hazır bulanmanın gerçekleştiği karşılaşma sonucu, onların hepsi, en
duygusuz olan bile, bir yerlerde SEN’i hissetmişlerdir ve işte burada, mânâ
onlara bu güveni yorumlar.
Fakat huzursuz devirlerde, artık,
SEN-diinyasının canlı akımlarıyla beslenmeyen ve sulanmayan O-dünyası,
parçalanır ve durgunlaşır, kocaman bir bataklık heyûlası hâline gelir ve insanı
mağlûp eder, yutar. Bir kere objeler dünyasına kendini kaptıran kimse için,
artık, varlığa ulaşma imkânı yoktur, objeler dünyasına yenik düşer. O zaman,
genel nedensellik, baskıcı ve zulmedici âkıbete doğru gelişir.
Birden fazla insanı kapsayan her büyük
kültür, bir ölçüde, kaynağında, ruhun özsel işi olan, bir SEN’e cevap verilme
olayının bulunduğu, başlangıçtaki karşılaşmaya dayanır. Daha sonraki
nesillerin, aynı istikameti gösteren enerjileriyle takviye edilmiş olması,
ruhta özel bir kozmos anlayışı yaratır; ancak böylece, bir insan kozmosu tekrar tekrar mümkün hâle gelebilir; ancak bu
suretle, insanlar, ibadethaneleri ve insan evlerini tekrar, farklı bir mekân
anlayışıyla, inanmış bir mhla, tekrar tekrar inşâ edebilir -ve coşkulu, canlı
zamanı yeni İlâhîler ve şarkılarla doldurur ve insan topluluğuna bir şekil
verirler. Fakat kişi, bu özsel işe, ancak kendi hayatında eylemek ve katlanmak
suretiyle sahip olduğu, kendisi bizzat ilişki kurduğu sürece hür ve böylece
yaratıcı olacaktır. Bir kültür, artık, canlı ve devamlı yenilenen ilişki
sürecini merkez edinmediği zaman, O-dünyasında donar kalır; ki bu ancak, sadece
münzevî ruhların âniden ortaya çıkıveren parlak işleriyle zaman zaman kırılır.
Şimdiye kadar, ruhî kozmos anlayışını tedirgin edemeyen genel nedensellik, bu
noktadan sonra, baskıcı ve zulmeden âkıbete sürüklenir. Hikmetli ve hükmünü
sürdüren kader, kozmosdaki mânâ bolluğuna uyum sağladığı sürece, nedenselliği
bütünüyle hükmü altına aldı, onu şeytanî anlamsızlığa dönüştürdü ve
nedenselliği hükümsüz hâle getirdi. Daha önceki nesillere hayırlı bir takdir
olarak görünen aynı ‘karma’ -bu hayattaki amellerimizin bizi öteki âlemde daha yüksek yerlere
çıkaracağından-bilinçsiz olduğumuz, daha önceki bir hayatın amelleri için, bu
hayatta, kaçamayacağımız bir zindana hapsedildiği-mizden dolayı, bu, şimdi,
zulüm olarak görülmektedir. Parlak kubbesinden zorunluluk iğinin asılı olduğu
semânın anlamlı kanununun kemer yaptığı yerde, şimdi, gezegenlerin anlamsız,
zalim gücü hüküm sürmektedir. Bu, sadece, Mecraya (Dike), bizim olduğu
kastedilen İlâhî ‘tarik’e (path) girme meselesiydi ve alın yazısı ölçüsü içinde
hür bir kalple yaşanabilirdi. Şimdi biz, yaptığımız her şeyde, dünyanın ölü
kütlesinin bütün ağırlığıyla her boynu eğen, ruha yabancı heimarmene’in [Eflatun tarafından, Phedo115 a ve
Gorgias 512 e ’de kader karşılığı olarak kullanılan, Yunanca bir kelime]
zorlamasını hissederiz. Kurtarılma arzusu çok hızlı büyür ve sonunda, her türlü
tecrübeye rağmen, yetersiz kalır, vaktâki, insanlara yeniden doğuş çarkından
nasıl kaçacağı öğretilsin veya güçler tarafından esir alınan ruhlar, nihayet
Tanrı’nın çocukları olma hürriyetine kavuşturulsun. Böyle başarılar, gittikçe
önemli olan yeni bir karşılaşmadan, insanoğlunun SEN’ine yeni bir cevabından,
kaderi tâyin edecek bir olaydan doğar. Böyle merkezî özsel bir işin sonuçları,
bir kültürün, ışına adanmış bir diğer kültür tarafından alaşağı edilmesini de
içerebilir, fakat bir kültürün bu suretle yenilenmesi de mümkündür.
Devrimizin hastalığı, diğerlerinden
farklıdır, fakat yine de hepsinin hastalıkları cümlesindendir. Kültürlerin
tarihi, koşucuların, neşeyle ve bilinçsizce aynı ölüm döngüsünü kapsaması
gereken, birbiri peşine geldiği bir ebediyet stadyumu değildir. İsimsiz bir tarik,
onları yükselişlere ve düşüşlere götürür. O bir ilerleme ve gelişme tariki
değildir. Ruhanî ölüler diyarının sarmalı vasıtasıyla bir düşüş, fakat aynı
zamanda, geleceği ve geçmiş zamanları bile bilmeyen, lâkin sadece işitilmemiş
geri dönüşü -hamle-bilenin, en içtekine
(derûna, m.n.), en gizliye, en muğlâk ve karmaşık olana bir yükselişi de
denebilendir. Bu tariki, bütün yolun sonuna kadar, son karanlık tecrübesine
kadar takip edecek miyiz?
Fakat tehlikenin olduğu yerde, kurtaran da
yetişir.
Bu devirdeki farklılıkları çok önemli
olan, biyolojik ve historiosofık yönelimler, şimdiye kadar, bu türden hiçbir
imanda olmadığı kadar sert ve endişe verici bir âkıbet imanı yaratmakta
birleşmişlerdir. Artık bundan böyle, ne karmanın ne de yıldızların gücü, insanın
talihini, kaçınılamaz şekilde yönetir; birçok değişik kuvvet bu hâkimiyete
sahip çıkmakta, fakat daha yakın zamandaki tetkiklerden öyle görünmektedir ki,
muasırlarımızın çoğu, geç Romalıların karmaşık tanrılara (medley of gods
tanrılar panteonu, m.n.) inanması gibi, karmaşık kuvvetlere inanmaktadırlar. Bu
iddiaların tabiatı, böyle bir imanı kolaylaştırır. İster ‘hayat kanunu’ olsun
-herkesin ya savaşa katılmak ya da hayatından vazgeçmek zorunda olduğu bir
evrensel mücadele-ister insanın bütün ruhunu teşkil eden doğuştan gelen
itkileri düzenleyen ‘psikolojik kanun’
olsun veya âdetâ, irâde ve bilinçlilikle birlikte giden kaçınılmaz sosyal
sürecin ‘sosyal kanunu’ yahut değişemez şekildeki bir başlangıcın (varlığa
gelişin, m.n.) ve tarihî formların çöküşünün ‘kültürel kanunu’ olsun veya başka
olabilecek her ne tür değişim olursa olsun, üzerinde durulacak husus; insanın
aldatılıp yanlış yola sevk edilmesi sebebiyle, çabalamasına rağmen mukavemet
edemediği kaçınılmaz bir süreç boyunduruğuna koşulmuş olmasıdır. Yıldızların
zorlamasıyla, antik gizemler kurtuluşu vaat etti; karmanın zorlamasıyla,
Brahmanca feragate içgörü (İnsight) eşlik etti. Bunların her ikisi de, selâmet
için hazırlıktı. Fakat karışık güçler idolü, hiçbir kurtarıcı imanı hoş görmez.
Herhangi bir hürriyeti tasavvur etmek, ahmaklık olarak telâkki edilir; kişinin,
azimli veya ümitsizce başkaldırdığı kölelik arasında tercihten başka yapacağı
bir şey olmadığı kabul edilir. Bütün bu kanunlar, teleolojik gelişme ve organik
evrim ile ilgili uzun müzakerelerle bağlantılı olmalarına rağmen, bunların
hepsi, sınırsız nedenselliği gerektiren düşüşle
ilgili sürekli endişeye dayanmaktadır. Tedricî düşüş dogması, çoğalan,
üreyen O-dünyası karşısında insanın her şeyden vazgeçmesini ifâde eder. Burada,
kader (fate) ismi yanlış kullanılmıştır: Kader, insanı sıkıştırıp kımıldamaz
hâle getiren bir cendere değildir; hayata hürriyetten başlayanların dışında
onunla karşılaşan kimse yoktur. Fakat düşüş dogması, özgürlüğe veya dingin gücü
dünyanın görünüşünü değiştiren özgürlüğün en gerçek açılımına, yani geri dönüşe
hiç yer vermez. Dogma; evrensel mücadeleyi geri dönüşle kazanan, itkiler ağını
geri dönüşle yırtan, belirlenen sınıfın üstüne geri dönüşle çıkan, geri dönüşle
canlandıran, tekrar gençleştiren ve sağlam tarihî formları değiştiren
insanoğlunu bilmez. Düşüş dogması oyunuyla karşılaştığınızda, size, sadece tek
bir tercih sunar: kuralları dikkatle takip etmek veya bunlardan ayrılmak. Fakat
geri dönen kimse, insanları altüst eder. Dogma, size, en fazla, hayatınızı şarta
bağlı olarak yürütmenize ve ruhunuzda ‘hür olmanıza’ izin verir. Fakat geri
dönen kişi, bu hürriyeti en alçakça esaret olarak telâkki eder.
Geri dönme hareketini engellediğinden
dolayı, kötü kader inancından başka hiçbir şey, insanı kötü kadere mahkûm edemez.
Kötü kader inancı, başından itibaren bir
aldatmacadır. Düşüş şeması, oluştan-başka-hiçbir şeyi, ayırt edilmiş
dünya-olayını, tarih gibi obje-olmaklığı düzenleme için uygundur.
Birliktelikten doğan SEN’in varlığı, ruhun gerçekliğini bilmeyen bu yaklaşım
için, kolay anlaşılır değildir ve bu şema, ruh için geçerli değildir.
Obje-olmaklığa dayanan kehanet (divination), sadece, ‘şimdi’yi bilmeyenler için
geçerlidir. Kim O-dünyasına yenilirse, kaçınılmaz düşüş dogmasını, sık ormanda
aydınlık yaratan bir hakikat olarak düşünmelidir. Hakikaten bu dogma onu, ancak
daha derin O-dünyası köleliğine götürür. Fakat SEN’in dünyası kilit altında
değildir. Kim bütün varlığını teksif ederek, yeniden dirilenle ilişki kurma
gücüyle ona doğru ilerlerse, hürriyetine kavuşur. Ve hürriyeti hürriyetsizlikteki inançtan kurtarmak, hürriyeti kazanmaktır.
*
Bir kâbusa, gerçek adıyla hitap ederek
hâkim olunabilir. Benzer şekilde, O-dünyası, onun hakikî tabiatını tanıyan
herkese: aynen, esrarengiz gücüne karşı teslim olmak zorunda kalınan cücenin
küçük kuvveti gibi göründü. O-dünyasının hakikî tabiatı: tikelleşme ve
yabancılaşmadır; ki, bunların çokluğundan, hemen yanı başımızda
görünüvermesinden, karşımıza çıkmak için her türlü dünyevî SEN doğar -ki zaman
zaman bize ana tanrıça kadar büyük ve dehşetli görünür, bununla beraber, daima
yumuşak davranır.
- Fakat
içimizde bir hayâlet -gerçekliği talan edilmiş BEN-pusuda beklediği müddetçe,
kâbusa, doğru adıyla hitap edebilme gücünü nasıl toplayabiliriz?
Bir varlıkta, gömülü olan bağ kurma gücü
nasıl yeniden canlandırılabilir?
Zira, bu varlığın içinde, altında bu gücün
bulunduğu enkaz üzerinde, her saatte bir (ezercesine, m.n.) tepinen etkin bir
hayâlet görünür. Bir varlık, ayrılmış BEN-olmaklık cinneti, onu boş bir daire
etrafında hiç durmadan kovaladığı müddetçe, kendisini nasıl toparlayacak? Eğer
kapris onun meskeni ise, kişi,
hürriyetine nasıl kavuşacaktır?
- Hürriyet
ve kader nasıl birbirine bağlı ise, kapris de kötü kadere bağlıdır. Fakat
hürriyet ve kader nasıl, mânâyı şekillendirmek üzere birbiriyle sözleşmiş ve
birbirini benimsemişse; kapris ve kötü kader, ruhun hayâleti ve dünyanın
kâbusu, mânâsızlık içinde, aynı evde ilgisiz ve ihtilâfsız komşu olarak
yaşayarak ve birbirlerinden sakınarak bir arada geçinir giderler -vaktâki bir ânda
göz göze gelsinler ve her ikisi birden, kurtuluştan nasipsiz oldukları itirafı
âniden ortaya çıkıversin. Bu olayı önlemek veya hiç değilse örtüp gizlemek
için, bugün ne kadar entelektüel belâgat ve sanatkârlık kullanılmaktadır!
Kaprisli olmadan isteyen insan, hürdür. Bu
insan, gerçeğe inanır, yani BEN ve SEN’in gerçek düalitesinin gerçek birlikteliğine inanır.
Alın yazısına ve aynı zamanda, onun da
kendisine ihtiyaç duyduğuna inanır. Alın yazısı kişiyi sürüklemez, kişiyi
bekler. Kişi; onun kendisini nerede beklediğini bilmeden, ona doğru
ilerlemelidir. Bütün varlığıyla ileri çıkması gerekir: o bunu bilir. Kararının
kastettiği şekilde olmayacak, fakat olmasını istediği şey, ancak, arzu
edebildiği şeyi yapmaya karar verirse tahakkuk edecektir. Hür olmayan, şeyler
ve itkilerle idare edilen kendi küçük irâdesini, alın yazısını bulmak için,
belirlenen büyük irâdeye teslim etmelidir.
O artık, ne müdahale eder ne de yalnızca şeylerin olmasına izin verir.
Kişi, dünya içindeki Varlık yoluna çıkan
şeye, onunla beraber sürüklenmek için değil, daha doğrusu, kişi tarafından
gerçekleştirilmesini istediği tarzda ona ihtiyaç duyarak, -insan ruhu ve
ameliyle, hayatı ve ölümüyle-gerçekleştirmek için kulak verir. Ben, kişi
‘inanır’ dedim; fakat bu, kişi ‘karşılaşır’ demektir.
Kaprisli insan, inanmaz ve karşılaşmaz.
Birlikteliği bilmez, o, sadece dışarıdaki heyecan veren dünyayı ve onu
kullanmak üzere kendi ateşli arzusunu bilir. Çok eski, klâsik bir tâbiri
kullanmanın yeridir: o, ilâhlardan bir ilâhtır. SEN dediği zaman, SEN, benim
kullanma yeteneğimdir, demek ister! Alın yazısı ise, âdetâ, onun kullanma
yeteneğinin bir süsü ve teyididir. Hakikatte onun, yalnızca şeyler ve itkiler
tarafından belirlenenden başka alın yazısı yoktur, despottur ve kaprislidir.
Büyük irâdesi yoktur ve kaprisi onun yerine koymaya uğraşır. Ondan çok söz
etmekle beraber, fedakârlık konusunda kabiliyetten tamamen mahrûmdur ve siz bu
durumu, onun hiçbir zaman somut olmamasını fark ederek anlarsınız. Bir şeyi
‘oldurmak’ için, daimî surette müdahalede bulunur. Size, alın yazısına neden
müdahil olunamadığını sorar. Böyle bir gaye için gerekli olan bütün
uygulanabilir araçlar, nasıl olur da kullanılamaz?
Bu, aynı zamanda, hür olan insanları nasıl
gördüğünü, onları farklı şekilde anlayamadığını gösterir. Fakat hür insanın
burada bir hedefi yoktur ve şu hâlde, araçları da oradan gelir; onun sadece bir
tek şeyi vardır: daima alın yazısına doğru ilerleme kararı. Kişi, bu kararı
vermiş olarak, her yol ayrımında onu yenileyecek ve büyük irâdenin kararının
yetersiz ve araç desteğinin gerekli olduğuna inanmasından daha kısa zamanda,
gerçekten yaşamakta olmadığını düşünecektir. O, inanır ve karşılaşır. Fakat kaprisli adamın inanmayan özü, inançsızlık
ve kapristen, amaçları tespit ve araçları tasarlamaktan başka bir şey
algılayamaz. Onun dünyası, birçok amaç ve araç hariç, fedakârlık ve lûtuftan, karşılaşma
ve şimdi anlayışından mahrûmdur; amaç ve araçlara düşkün bir kişi olarak,
farklı olamazdı ve işte bunun adı, kötü kaderdir. Bütün despotça yükü yüzünden
varoluşunu gerçekleştirememekle, içinden çıkılmaz şekilde, başını derde sokmuş
olur; ancak kendini toparlandığında, durumunun farkına varır. Bu sebeple, böyle
bir farkına varışı önlemek veya hiç değilse, çapraşık hâle getirmek için,
aklını sonuna kadar kullanmaya uğraşır.
Eğer kişinin, düşüşünün, varoluşunu gerçekleştirememiş BEN ve
gerçekleştirebilen BEN’inin farkına varmasına; insanın ümitsizlik diye
adlandırdığı köklerine inmesine izin verilse; bundan, öz-yıkımı ve yeniden
doğuşu gelişir, bu da, geri dönüşün başlangıcı olur.
*
Yüz yolun Brahmana’sı ; bir vakitler,
ilâhlar ile şeytanların bir yarışmada bir araya geldiklerini anlatır.
Şeytanlar: “Hediyelerimizi
(Kurbanlarımızı) kime sunacağız?” dediler. Onlar, bütün sunularını kendi
ağızlarına aldılar. Fakat ilâhlar, sunularını birbirlerinin ağzına verdiler.
Daha sonra Prajapati, aslî ruh, kendini tanrılara bağışladı.
*
- Etki
edilmemiş ve açılmamış, kendi başına bırakılmış O-dünyasının, herhangi bir
SEN’in ortaya çıkmasıyla, nasıl yabancılaşacağı ve bir kâbusa dönüşeceği
anlaşılabilir; fakat söylediğiniz gibi, insanın BEN’i varoluşunu
gerçekleştirememiş ise, bu nasıl olacaktır?
İster onunla ilişki içinde veya onun
dışında yaşasın, BEN, kendini-bilme-bilinci (self-consciousness)
(öz-bilinçlilik) içinde kendinden emin olarak kalır; ki bu, üzerine, değişen
durumların dizili olduğu kuvvetli bir altın ipliktir. BEN, ister “BEN seni
görüyorum”, isterse “BEN ağacı görüyorum” desin, her iki hâldeki görme işi,
eşit derecede gerçek olmayabilir, fakat BEN, her ikisinde de eşit derecede
gerçektir.
- Bunun
böyle olup olmadığını anlamak için, kendi kendimizi sorgulayalım. Dilbilgisine
ait şekil, hiçbir şey ifâde etmez. Bununla beraber, söylenen SEN’lerin çoğu;
sadece alışkanlıkla, düşünmeden söylendiğinde, gerçekte bir O demektir. Uzakta
olmasına rağmen, kişinin bütün varlığıyla, varlığı hatırlanarak söylenen O,
gerçekte bir SEN demektir. Benzer şekilde, BEN’in sadece gerekli bir zamir,
sadece ‘orada konuşan kimse’nin zorunlu bir kısaltması olduğu sayısız durum
vardır. Fakat, ya kendini-bilme bilinci. Eğer bir cümle, hakikaten bir
ilişkinin SEN’ini, bir diğer cümle, bir tecrübenin O’sunu kasteder ve her iki
cümledeki BEN, hakikatte böylece kastedilirse, ikisi de aynı öz-bilinçlilikten
mi doğmaktadır?
BEN-SEN temel kelimesindeki BEN, BEN-O
temel kelimesindeki BEN’den farklıdır.
BEN-O temel kelimesindeki BEN, bir ego
(benlik) olarak görünür ve kendi kendisinin, bir özne (tecrübe ve kullanmanın
öznesi) olarak bilincine varır.
Temel kelime BEN-SEN’deki BEN, bir şahıs
olarak görünür ve kendisinin, bir öznellik olarak (bağımlı genitif olmaksızın)
bilincine varır.
Egolar, kendilerini diğer egolardan
ayırarak meydana çıkarlar.
Kişiler, başka insanlarla ilişki kurarak
meydana çıkarlar.
Biri, doğal farklılığın; diğeri, doğal
birlikteliğin tinsel formlarıdır.
Bir kimsenin kendisini ayrı bir yere
koymasının maksadı, tecrübe etmek ve kullanmaktır; bundan maksat, ‘yaşama’dır
-ki bu, insanın, hayatı boyunca ölmesi demektir.
İlişkinin maksadı, bizatihi ilişkinin
kendisidir -SEN’i etkileme. Bir SEN’e yaklaştığımız, onu etkilediğimiz zaman,
biz de, ezelîebedî hayatın bir soluğuyla etkileniriz.
İlişkide bulunan kimse, bir gerçekliğe
-yani ne yalnızca kişinin bir parçası olan ne de kişinin yalnızca dışında olan
bir varlığa-iştirak eder. Gerçeklik, bütünüyle, BEN’in kendine mal-edemeden
katıldığı bir faaliyettir. Katılımın olmadığı yerde, gerçeklik yoktur.
Kendine-mal-etmenin olduğu yerde, gerçeklik yoktur. SEN ne kadar doğrudan
etkilenirse, katılım da o kadar mükemmeldir.
BEN, gerçekliğe iştirakinden dolayı
gerçektir. İştirak ne kadar mükemmelse, BEN de o kadar fazla gerçek hâle gelir.
Fakat BEN, ilişki olayının dışına çıkıp,
ayrılığa (farklılığa, m.n.) adım attığı ve kendini-bilme bilinçliliği buna
eşlik ettiği takdirde, gerçekliğini kaybetmez. İştirak kuvveti onun içinde
canlı bir ihtimal olarak durur. En yüksek ilişkiye işaret eden ilk ve özgün
kelimeler, diğer bütün ilişkilere de uygulanabilir: tohum onun içinde
durmaktadır. Bu, BEN’in, birlikteliğini ve ayrılığını eşzamanlı olarak bir
arada kavradığı öznellik âlemidir. Tıpkı, BEN’in kendi yalnızlık hakikati
içindeki tereddüdü gibi, gerçek öznellik, ancak, değişme ve hareket hâlinde
(dinamik olarak) anlaşılabilir. Bu, aynı zamanda, daima daha yüksek ve daha
bağımsız ilişki arzusunun ve varlıktaki mükemmel iştirakin doğduğu ve sürekli
yükseldiği yerdir. Öznellikte, kişinin ruhî özü olgunlaşır.
Kişi, varlığa katılmak suretiyle,
varlık-ile olmak ve nihayet varlık olmak suretiyle, kendisinin bilincine erer.
Ego, bu-yolla-varlık olarak, kendisinin bilincine erer, başka-bir-yolla değil.
Kişi, “BEN’im” (I am); ego, “İşte BEN
böyleyim” (That is how I am) der. Kişiye göre “Kendini bil, kendini tanı” demek: kendini
varlık olarak bil, tanı demektir. Egoya göre ise: başka-bir-yolla bil demektir.
Kendisini diğerlerinden ayrı tutarak, ego, varlığı terk eder.
Bu demek değildir ki, kişi,
başka-bir-yolla-varlık-olmakla, farklı varlık olmaktan ‘vazgeçer’; ancak bu,
kesin görüş açısı değil, yalnızca, varlığın zorunlu ve anlamlı formudur. Diğer
taraftan, ego, kendisi için kendi tasarladığı başka-bir-yolla-varlık kurgusunun
-veya daha doğrusu, çoğunlukla onun başka-bir-yolla-varlık kurgusu-zevki içinde
yuvarlanır. Çünkü, aslında ona göre, kendini-bilme, ekseriya, onu daima
adamakıllı aldatma gücüne sahip olan kendisinin etkili bir görünümünü imal
etmek demektir; ve bu görünümü düşünüp ona itibar ettiği için kişi, kendisinin
başka-bir-yolla-varlık olma bilgisinin benzerliğini arar, öte yandan, onun
gerçek bilgisi, kişiyi öz-yıkıma -veya yeniden doğuşa sevk edecektir.
Kişi, kendisini müşahede eder; ego, BENİM
ile kendisini meşgul eder: BENİM tarzım, BENİM ırkım, BENİM eserlerim, BENİM
üstün yeteneğim.
Ego, hiçbir gerçekliğe iştirak etmez,
herhangi bir gerçeklik de kazanmaz. Kendisini başka her şeyden ayrı tutar;
tecrübe ve kullanım araçları ile, mümkün olduğu kadar sahip olmaya çabalar.
Yani onun dinamikleri: kendisini ayrı tutma ve sahip olmadır -ve objenin daima
O olması durumu, gerçek değildir. Kendisini bir özne olarak tanır, fakat bu
özne, istediği kadarını kendine maledebilir, aslâ hiçbir cevher
kazanmayacaktır: bir nokta gibi kalır, sadece tecrübe eden, kullanan, görevsel
bir nokta, fazlası değil. Bütün yoğun ve çeşitli başka-bir-yolla-varlık olma
‘bireycilik’ (individuality) ihtirası, bir cevher kazanmasına yardımcı olamaz.
İki çeşit insanoğlu yoktur, fakat iki insanlık kutbu vardır.
Hiçbir insanoğlu, ne salt kişi ne de salt
egodur; hiçbiri, ne bütünüyle gerçek ne de bütünüyle gerçeklikten mahrûmdur.
Her biri, iki boyutlu bir BEN içinde yaşar. Fakat bazı insanlar, o kadar
kişi-merkezlidir ki, bunlar, kişi olarak; beri taraftan, diğerleri de o kadar
ego-merkezlidir ki, onlar da, ego olarak adlandırılabilir. Bunlar ve şunlar
arasında, doğru tarih bilgisi yer alır.
Bir insanoğlu, insaniyet, ne kadar egonun
tahakkümü altına alınırsa, BEN, o kadar fazla gerçek olmayışa (inactuality)
yakalanmış olur. Böyle dönemlerde, insanoğlunun ve insanlığın içindeki kişinin,
varoluşu geçersiz sayıldığına göre -çağrılıncaya kadar-yeraltına iner,
gizlenir.
*
Bir insanın ne ölçüde bir kişi olduğu,
temel kelime BEN-SEN’in BEN’inin, insan düalitesinin BEN’i içinde ne ölçüde
kuvvetli olduğuna bağlıdır.
Onun BEN deme tarzı -BEN dediği zaman,
demek istediği şeybir insanın nereye ait olduğunu ve nereye doğru gittiğini
gösterir. ‘BEN’ kelimesi, insanlığın hakikî parolasıdır.
Onu dinleyin!
Ego’nun
BEN’i ne kadar ahenksiz gelir! Bu söz, trajik şeyler anlatan dudaklardan
çıktığı zaman, kendilerini tutmaya çalışmaları yüzünden kendileriyle çelişme
gerginliği, bizde merhamet uyandırabilir. Kaotik ağızdan çıktığı ve vahşice,
pervasızca, bilinçsizce çelişmeyi temsil ettiği zaman, korkudan tüylerimiz
ürperebilir. Bu söz, sakin ve boş bir ağızdan çıkıyorsa, sıkıntı veya nefret
uyandırıcı gelir.
Aynı BEN’i, büyük harfi ağızları içinde
yuvarlayarak telâffuz edenler, sadece maneviyata indirgenmiş olan dünya ruhunun
utancını keşfederler.
Fakat Sokrat’ın canlı ve etkili BEN’i, ne
kadar güzel ve meşrû gelir. O, sınırsız sohbetin BEN’idir ve bu sohbet havası,
her yerde, hâkimlerin önünde, hapisteki son saatte bile vardır. Bu BEN,
diyalogda temsil edilen insanla ilişkide yaşadı. Bu BEN, insanların
gerçekliğine inandı ve onlara yöneldi. Böylece, gerçeklikte onlarla beraber
bulundu ve ondan hiç ayrılmadı. Yalnızlık bile, vazgeçmeyi telâffuz ettiremez
ve insan dünyası onun için suskun kaldığında, o, daimonionunun SEN dediğini
işitir.
Goethe’nin dolu dolu BEN’i, ne kadar güzel
ve meşrû gelir! O, tabiatla saf ilişkinin BEN’idir. Tabiat ona teslim olmuştur
ve onunla kesintisiz olarak konuşur; ona gizemlerini açıklar ve yine de
gizemini kaybetmez. BEN ona inanır ve güle: “İşte o, SEN’dir” der -ve hemen,
gül ile aynı gerçekliği paylaşır. Bu sebeple, o tekrar kendine döndüğünde,
gerçeklik ruhu onunla kalır, güneşle kendi benzerliğini hatırlatan güneşin
hayâli, kutsal göze takılır ve unsurların dostluğu, ölümün ve yeniden
doğuşun sükûnetinde, insana refakat
eder.
Bu yüzden, birliktelik temsilcilerinin,
Sokratesçi ve Goetheci kişilerin ‘uygun, hakikî ve saf BEN-demeleri, asırlar
ötesinden tekrar seslenmektedir.
Geleceği önceden sezmek ve şartsız ilişki
âleminden bir imaj seçmek istersek: İsa’nın BEN-deyişi ne kadar güçlü ve hattâ
etkileyici ve işin tabiî seyri noktasından bakınca, ne kadar meşrûdur! Zira o,
insanın SEN’ine, kendisini bir oğuldan başka bir şey yapmayan bir tarzda ‘Baba’
dediği şartsız ilişkinin BEN’idir. Ne zaman BEN dese, sadece, kendisi için
şartsız olan kutsal temel kelimenin BEN’ini kastedebilir. Eğer olur da ayrılık
gelirse, birliktelikle bu durum aşılır, ve o, diğerlerine işte buradan
(birliktelikten, m.n.) konuşur. Bu BEN’i, gücünü kendi kendisinden alan bir
şeye indirgeme anlayışınız beyhûdedir; ve bu SEN’i, içimizde bulunan başka
herhangi bir şeyle de sınırlayamazsınız. Her ikisi de, bir kere daha, mevcut
ilişkiyi, yani gerçek olanın varoluşunu gerçekleştirmez. Geriye, BEN ve SEN
kalır; herkes SEN diyebilir ve o zaman, gittikçe BEN olur; herkes Baba
diyebilir ve o zaman, gittikçe oğul olur; gerçeklik orada kalır.
*
- Fakat
bir insanın misyonu, sadece kendi sebebi ile birlikteliğini bilmeyi ve hiçbir
SEN ile gerçek ilişkisinin olmamasını ve karşılaşmamasını gerektirirse,
etrafındaki her şey, O hâline ve kişiyi kendi sebebinin kölesi hâline getirmez
mi?
Napolyon’un BEN demesine ne diyeceğiz?
Bu, meşrû değil miydi?
Bu, kişiyi tecrübe etme ve kullanma
fenomeni değil midir?
- Aslında,
devrin bu üstadı, anlaşılan, SEN
boyutunu bilmiyordu. Şu husus iyi vazedilmiştir: varlığın bütünü, onun için,
bir valore idi. Düşüşünden sonra onu
reddeden hayranlarını Peter’la mukayese etti; fakat bir varlık olarak tanıdığı
hiç kimse olmadığı için, onun reddedebildiği hiç kimse yoktu. Milyonlar için o,
şeytanî SEN’di ve cevap vermedi; SEN’e O diyerek karşılık verdi; kişisel
seviyede mevhum olarak cevapladı -sadece kendi âleminde, yani sadece kendi
sebebinden dolayı ve kendi işleriyle cevaplayarak. Birlikteliğin temel
kelimesinin gerçekliğini, mütekabiliyet karakterini kaybettiği ilk tarihî engel
budur: Kendisi için, hiç kimsenin bir SEN olamadığı şeytanî SEN. Kişi ve
‘ego’nun yanı sıra, yani, hür ve rasgele insana -onların arasında değil-ilâveten,
bu üçüncü tip, mukadder zamanlarda, mukadder önemi haiz olarak ortaya çıkar:
kendisi soğuk bir ateş içinde dururken, her şey ona doğru şevkle alevlenerek
yönelir. Binlerce ilişki ona ulaşır, fakat ondan kaynaklanan ilişki yoktur.
Hiçbir gerçekliğe iştirak etmez, fakat diğerleri, ölçüsüz derecede, ona, bir
gerçekliğe iştirak ettikleri gibi iştirak ederler.
Elbette etrafındaki varlıkları; sebep için
var sayılmak ve kullanılmak zorunda olan, muhtelif işleri başarabilen birçok
makine gibi görür. Fakat bu, aynı zamanda, kendisini nasıl gördüğüdür (ancak,
kendi yeteneklerini belirlemek denemesinden de hiç geri kalmaz ve bununla
beraber, sınırlarını hiç tecrübe etmez). Kendisine de bir O gibi davranır.
Nitekim, onun BEN demesi, hayatî önemi
olan bir ifâde değildir, hiç değil. O, bu nitelikleri, daha ziyâde, yapar gibi
görünmektedir (modern egonun BEN-demesi gibi).’ Hattâ kendinden bah-setmez
bile, sadece ‘onun namına’ diye konuşur. Onun söylediği veya yazdığı BEN,
beyanlarını ve emirlerini ifâde ettiği cümlelerin zorunlu öznesidir -ne fazlası
ne eksiği. Öznellikten mahrûmdur; ne başka-bir-yolla-varlık olmakla fikri
dağınık bir kendi-kendinin-bilincine sahiptir ne de kendi görünüşü hakkında
hayâlleri vardır. “Ben, var olan ve kendisini bilmeyen bir saatim” demekle,
sebebinden ayrıldıktan sonra,
mukadderatını (fatefulness), bu fenomenin gerçekliğini ve bu BEN’in gerçek
dişiliğim, bizzat kendisi, açık olarak belirtti; zira, ancak ondan sonradır ki,
kendisini düşünebildi ve kendinden bahsedebildi ve ancak ondan sonra, meydana
çıkan BEN’ini toparlayabildi ve böyle olmalıydı. Görünen, yalnızca özne
değildir; ve öznelliğe de erişmez: Sihirli ifâde bozulmuş, fakat kurtulmamış,
gayrı meşrû olduğu kadar meşru olan, şu dehşetli sözde ifâdesini bulur: “Kâinat
bizi temaşa ediyor!” Sonunda, tekrar gizeme gömülür.
Böyle bir adım ve böyle bir düşüşten sonra, bu insanın, bu kadar dehşetli, bu
kadar büyük misyonunu anladığını -veya
yanlış anladığınıkim iddia edebilir?
Kesin olan şey, şimdiki zamansız yaşayan
şeytanî adamın usta ve örnek hâline geldiği devrin, onu yanlış anlayacak
olmasıdır. Burada hüküm süren şeyin, alın yazısı ve başarı olduğunu, güçlü olma
hırsı ve zevki olmadığını göremez.
Emredici çehre üzerine vecd hâli yerleşir ve saat kadranındaki rakamlar gibi,
bu alına hiçbir işaretin izi kazınmamıştır. Kişi, kendi ihtiyacını ve
zorunluluğunu anlamadan, onun başkalarına baktığı tarzı dikkatle taklide gayret
eder ve kendi-kendinin farkında oluşunu mayalamak için gerekli bu BEN’in
tarafsız sertliği konusunda yanılır. ‘BEN’ kelimesi, insanlığın parolası olarak
kalır. Napolyon onu, güç ifâdesi olarak değil, bir başa-rının BEN’i olarak söylemiştir. Bunu taklide gayret
edenler, yalnızca, kendi kendileriyle-çelişmenin ümitsizliğini ele verirler.
*
- Nedir
bu kendiyle-çelişme?
- Bir
insan, dünyadaki a priori ilişkiyi, karşılaştığı şeydeki doğuştan SEN’e
yönelerek gerçekleştirmek suretiyle denemediği zaman, bu a priori ilişki içe
döner. Sonra, gayrı tabiî, imkânsız obje BEN vasıtasıyla açılır -söylemek
yerinde olur ki, açılmaya mahâl olmayan yerde açılır. Böylece, kendi içinde
yüzleşme olur; bu, ilişki, varlık ve mütekabil olma hâli olamaz; fakat sadece,
kendiyle-çelişme olabilir. Bazı insanlar,
kendilerini Doppelganger [Hayatta olan bir kimsenin eş ruhunu
taşıdığı tasavvur edilen ve yalnız o kimseye görünen hayalet, m.n ] dehşetinden kurtarmak maksadıyla, bunu,
bir ilişki, belki dinî bir ilişki olarak yorumlamaya çalışırlar: onlar, bu tür
bir yorum aldatmacasını yeniden keşfedip durmaya mahkûmdurlar. İşte burası,
hayatın sınırıdır. Yerine getirilmeyen şey, herhangi bir yerine getirmenin
delice kuruntusuna burada kapılır; şimdi, labirentin içinde el yordamıyla yürür
ve gittikçe daha fazla, yolunu şaşırıp kaybolur.
*
İnsan, zaman zaman, BEN ve dünya
arasındaki yabancılaşma korkusuyla etkilendiği zaman, bir şeyler
yapılabileceğini düşünür. Dehşet dolu bir gece yarısı, sabahlatan bir
rüyanın azâbı içinde olduğunuzu hayâl
edin: küpeşteler parçalanmış ve cehennemi uçurumlardan, feryatlar, çığlıklar yükseliyor
ve siz, bu mücadele ortasında, hayatın devam ettiğini fark ediyorsunuz ve BEN,
onunla bağ kurmak, ona ulaşmak zorunda -fakat nasıl?
Nasıl?
Nitekim, insan kendine geldiği zaman, geçen saatler zarfında şunları
hisseder: korkudan etkilenmiş, düşünüp taşınan, istikametten mahrûm. Ve yine de
doğru istikameti tanıyabilir, hoşlanılmayan özüne ait bilgideki derinlikle
feragate sevk eden geri dönüş istikameti. Fakat o, bu bilgiyi reddeder; ‘mistik
olan’ şey, sun’î gece yarısı güneşiyle
yetinemez. Çok güvendiği, her şeyi yerli yerine oturtan tefekküre
müracaat eder: tefekkürün her şeyi düzenlediği farzedilir. Bununla beraber,
dünyanın mûteber ve gerçekten güvenilir bir resmini çizebilen, yüksek tefekkür
sanatıdır. Bu yüzden insan, düşüncesine der ki: “Şurada insafsız gözlerle duran
korkunç şekle bak -bu, uzun zaman önce, kendisiyle birlikte hareket ettiğim
kimse değil mi? Bu gözlerle bana nasıl gülerdi ve o zaman ne kadar mutlu
olurdu, hatırlıyor musun? Ve şimdi şu benim perişan BEN’ime bak -onu sana
teslim edeceğim: o, boş; ve kullanmanın yanı sıra tecrübeyi, içime neyi
koyarsam koyayım, bu koca kovuğa girmez. Benimle onun arasına bir şeyler
yerleştirir misin, ki merhamete gelsin ve BEN, tekrar iyileşsin?” Daima yardıma
hazır ve becerikli olan tefekkür, alışılmış hızıyla, bir dizi -hayır, sağ ve
sol duvarda olmak üzere iki dizi -resim çizer. İşte bu, kâinattır (veya daha
doğrusu: tefekkürün dünya resimleri, güvenilir çizgi filmlerdir). Yıldızların
hızla dönüşünden, küçük yeryüzü ortaya çıkar; yeryüzünün deveranından, küçük
insan ortaya çıkar ve şimdi de tarih, adımları altında ufalanan kültür
kümelerini yeniden inşâya sebatla devam etsin diye, onu asırlar ötesine taşır.
Bu resim dizisinin altında, “Tek ve her şey” yazılıdır. Öteki duvarda, ruh
ortaya çıkar. Bir kadın figürü; bütün yıldızların yörüngelerini, bütün
yaratılmışların hayatını ve bütünüyle dünya tarihini büker, eğirir; hepsi, bir
tek iplik hâline gelmiştir ve artık buna; yıldızlar, yaratılmışlar ve dünya
denmez; duygular ve tasarımlar veya hattâ canlı tecrübeler ve ruh hâlleri
denebilir. Ve bu resim dizisinin altında, “Tek ve her şey” yazılıdır.
Bundan böyle, insan bir kere yabancılaşma
korkusuyla etkilendiği ve dünya onu endişeye sevk ettiği zaman, başını kaldırır
(sağa veya sola doğru, duruma göre) bakar ve bir resim görür. O zaman, BEN’in,
dünyanın içinde var olduğunu ve gerçekte, BEN olmadığını ve böylece dünyanın,
BEN’i incitemeyeceğini görür ve rahatlar. Veya dünyanın, BEN içinde olduğunu ve
gerçekte, dünyanın olmadığını ve bu suretle dünyanın, BEN’i incitemeyeceğini
anlar ve rahatlar. İnsan tekrar yabancılaşma korkusuyla etkilendiği ve BEN onu
endişeye boğduğunda, yukarı bakar ve bir resim görür ve hangisini gördüğü
önemli değil, ister dünya ile tıka basa dolu, boş BEN veya ister dünya seline
gark olmuş bulunan BEN olsun, sükûnet bulur.
Fakat o ân, gelecektir ve yakındır, insan
korkudan etkilendiği zaman, yukarıya bakar ve her iki resmi, birden yanıp sönen
bir ışıkta, her iki resmi bir arada görür. Ve onu daha derin bir korku kaplar.
İlişkilere ait çizgiler uzatıldığında,
ezelî-ebedî SEN’de kesişir.
Her tek SEN, bunun bir ânlık görünüşüdür.
Her tek SEN aracılığıyla temel kelime, ezelî-ebedî SEN’e (eternel You) hitap
eder. Bütün varlıkların SEN’inin aracılığı, bizim onlarla ilişkilerimizin
olgunluğundan ve bunu yerine getirmenin eksikliğinden sorumludur. Doğuştan olan
SEN, tamamlanmaksızın, her seferinde gerçekleştirilir. Kemâle, sadece, tabiatı
icabı O olamayacak SEN ile doğrudan ilişki içinde erişir.
İnsanlar, ezelî-ebedî SEN’lerine birçok
isimle hitap ettiler. Onlar, böylece isimlendirmiş olduklarını terennüm
ettiklerinde, yine, SEN demek istediler: ilk esâtir (mit), medih İlâhîleridir.
Ondan sonra isimler O-diline girdiler; insanlar, ezelî-ebedî SEN’lerini bir O
olarak düşünmek ve ondan öylece bahsetmekte gitgide daha fazla zorlandıklarını
hissettiler. Fakat Tanrı’nın bütün isimleri, sadece ondan bahsetmek için değil,
aynı zamanda, onunla konuşmak için de kullanıldıklarından, takdis edilmiş
isimler olarak kaldı.
Bazıları, çoğunlukla yanlış kullanıldığı
için, Tanrı kelimesinin meşrû kullanımını reddeder. Elbette o, insanlığın bütün
kelimelerinden (.human words) en anlam yüklü olanıdır. Tamamen bu sebepten
dolayı, bu kelime, ebedî olan ve kaçınılmaz olan kelimedir. Tanrı’nın tabiatı ve işleri hakkındaki bütün
hatalı konuşmalar (hatalı olmayan hiçbir konuşma olmamasına ve olamamasına
rağmen), Tanrı’ya hitap eden bütün insanların gerçekten kastettikleri tek
hakikat ile kıyaslandığında, ne kadar büyük bir sorumluluk taşımakta? Çünkü,
kim Tanrı kelimesini telâffuz eder ve bununla gerçekten SEN’i kastederse,
hayâli ne olursa olsun, başka hiçbir şeyle kayıtlanamayan, hayatının hakikî
SEN’ine hitap eder ve kiminle bir ilişki içinde bulunursa, bu, diğerlerinin
hepsini kapsar.
Ancak, isimden nefret eden ve tanrısız
olmayı tercih eden bir kimse -candan
bağlı olarak, bütün varlığıyla, başka hiçbir şeyle sınırlanamayan hayatının
SEN’ine hitap ettiğinde, Tanrı’ya hitap eder.
*
Biz, kendi yolumuzda yürürken ve kendi
yolunda yürüyerek bize doğru gelen bir insana rastlarsak, sadece kendi yolumuzu
tanırız, onunkini değil; çünkü, bizim için, onun hayata gelişleri, ancak
karşılaşmadadır.
Yaşamakla bildiğimiz mükemmel ilişki
süreci, bizim, yola çıkışımızdan dolayıdır. Diğer taraf, sadece başımıza gelir,
biz onu bilmeyiz. Karşılaşmada vuku bulur. Eğer ondan, karşılaşma ötesi bir şey
olarak bahsedersek, gücümüzden fazlasını kaldırmaya çabalamış oluruz.
Bizim ilgimiz, itinamız diğer taraf için
değil, kendimiz için olmalıdır; lütuf için değil, irâde için. Lütuf, ancak biz
ona doğru ilerlediğimiz ve onun varlığını beklediğimizde, bizimle ilgilenir, o,
bizim objemiz değildir.
SEN, benim karşımda durmaktadır. Fakat
ben, onunla doğrudan ilişki kurarım. Böylece ilişki, aynı zamanda seçilir ve
seçer, hem pasif hem de aktiftir. Çünkü, bütün olan varlığın (whole being) bir
hareketi, bütün kısmî hareketleri ve bütün hareket duyumlarını da (ki bunlar
tamamen hareketlerin sınırlı tabiatına dayanır) yok eder -ve işte bundan
dolayı, hareketsizliği andırır.
Bu, bütün hâline gelen insanoğlunun
aktivitesidir: buna, bir şey-yapmamak denilmektedir; zira insanda, özel hiçbir
şey, kısmî hiçbir şey faal değildir ve dolayısıyla, onun hiçbir şeyi dünyanın
içine zorla sokulamaz. O, bütün olan insanoğludur, bütünlüğü içinde kapalı,
bütünlüğü içinde huzurlu; insanoğlu aktif bir bütün hâline gelmekle, burada
aktiftir. Bir kimse, bu hâl üzere sabit-kadem olduğunda, yüce karşılaşmaya
doğru ileri atılma cesaret ve cür’eti gösterebilir.
Bu hedefe giderken, görünen dünya olarak
duyular dünyasından sıyrılmak gerekmez. Görünen dünya yoktur, sadece tek bir
dünya vardır -ki, elbette bizim iki boyutlu davranışımız gereğin-ce, bize iki
boyutlu görünür. Ancak, bu ayırım söyleminin kırılması gerekir. ‘Duyu
tecrübesinin ötesine geçme’ye de hiç gerek yoktur; her tecrübe, ne kadar ruhî
de olsa, bize, sadece bir O hâsıl edebilir. Üstelik, bizim için mevcut olamayan
fikirler ve değerler dünyasına da dönmemiz gerekmez. Bütün bunlara ihtiyaç
yoktur. Neyin gerekli olduğu söylenebilir mi? Bir reçete şeklinde değil. İnsan
ruhunun devirleri boyunca, düşünülerek tespit ve icad edilen bütün reçetelerin,
ileri sürülen bütün tertiplerin, tecrübelerin ve meditasyonların, başlangıçtaki saf karşılaşma olgusuyla hiçbir
ilgisi yoktur. Bütün bilgi veya güç için avantajlar ve bunlardan birinin veya
diğerinin kullanımına borçlu olabilme keyfiyeti, bizim burada bahsettiğimiz
şeyin yaklaşımı olamaz. Bunların hepsi, O dünyası içinde yer alır ve oradan
dışarı, bize doğru adım atma teşebbüsünde -kesin bir teşebbüste-bulunmazlar.
Çıkış, reçeteler anlamında, öğretilebilir değildir. Ancak, başka her şeyi
dışarıda bırakan bir çember çizerek gösterilebilir. O zaman, gerekli olan tek
bir şey, görülebilir hâle gelir: ‘mevcut olan’ın toptan kabulü.
Bu kabul, elbette daha ağır bir riski ve
daha köklü bir dönüşü gerekli kılar, daha ilerisinde insan, ayırım (separation)
ile, kendini kaybetmektedir. Mistiklerin çoğunun ileri sürdüğü üzere,
vazgeçilmesi gereken şey, BEN değildir: bir BEN ve SEN’i daima peşinen kabul
eden her ilişki için -en yücesi de dahilBEN, kaçınılmaz olandır. Vazgeçilmesi
gereken, BEN değildir, bu kendi-kendini-doğrulama yanlış itkisi, insanı, güvenilmez, sağlam
olmayan, dayanıksız, önceden bilinemeyen, tehlikeli ilişki dünyasından, şeylere
sahip olmaya doğru kaymaya sevk eder.
*
Dünyada, diğer bir varlıkla fiilî her ilişki, dışlayıcıdır. Onun SEN’i,
hürriyetine kavuşur ve bizi, eşsizliği ile karşı karşıya getirmek üzere öne
çıkar. Sanki ondan başka bir şey yokmuş ve her şey onun ışığında
yaşarmışçasına, semâyı doldurur. İlişkinin varlığı devam ettiği müddetçe, bu dünyayı-kapsayıcılığı
bozulamaz. Fakat bir SEN, bir O hâline gelir gelmez, ilişkinin
dünyayı-kapsayıcılığı, dünyaya karşı bir haksızlık ve onun dışlayıcılığı da,
kâinatın dışlanması olarak görünür.
Tanrı’yla ilişkide, şartsız dışlayıcılık
ve şartsız kapsayıcılık tektir. Mutlak ilişkiye girenler için, özel hiçbir
şeyin önemi kalmaz -ne şeyler, ne varlıklar, ne yer, ne gök-fakat her şey, bu
ilişkinin içindedir. Saf ilişki içinde olmak, her şeyi ihmal etmeyi
gerektirmez; fakat her şeyi SEN’de görmektir, dünyadan el-etek çekmek değil,
onu lâyık olduğu yere oturtmaktır. Başını dünyadan çevirmenin, Tanrı’ya
yönelmeye faydası yoktur, gözünü dünyaya dikmenin de; fakat kim dünyayı
Tanrı’nın içinde müşahede ederse, onun (Tanrı’nın) varlığı içinde bulunur.
“Dünya burada, Tanrı orada” -bu, O-söylemidir; “Tanrı dünyada” -bu da,
O-söylemidir; fakat hiçbir şeyi dışarıda, arkada bırakmadan, her şeyi -bütün
dünyayı-kavramanın, SEN’i kavramada olması, dünyaya hakkını ve hakikatini
vererek, Tanrı’dan başka bir şey olmadığı, fakat her şeyin onda olduğunu
kavramak, işte mükemmel ilişki budur.
Dünya içinde kalınırsa, Tanrı bulunmaz; dünya terk edilerek Tanrı bulunmaz.
Kim SEN’ine doğru bütün varlığıyla atılır ve dünyanın bütün varlığını ona
taşırsa, onu aramadan bulur.
Elbette Tanrı, ‘tamamen başka’ olandır;
aynı zamanda, tamamen aynıdır: tamamen varolandır. Elbette o, mysterium
tremendum’dur, ki görünür ve her şeye hükmeder; aynı zamanda, aşikâr olanın
gizemidir, ki bana, benim kendi BEN’imden daha yakındır. [Rudolf Otto, Duş Heilige(1917; tercümesi The idea of the Holy 1923) adlı eserinde,
Tanrı’nın the wholly other (tamamıyla
başka) olduğu ve bir mysterium tremendum
olarak tecrübe edildiği fikrini ileri sürmüştü.]
Şeylerin ve şartlılık hayatının içyüzünü
kavradığınızda, sonu olmayana erişirsiniz; şeylere ve şartlılık hayatına itiraz
ettiğinizde, hiçlik önünde bitersiniz; hayatı kutsallaştırdığınızda, diri Tanrı
ile karşılaşırsınız.
*
İnsanın, bütün kişisel SEN ilişkilerindeki
SEN-duyusu, O’ya dönüşme düş kırıklığını tecrübe eder, hepsinin ötesini arzu
eder; yine de, tam ezelî-ebedî SEN yolunu değil. Herhangi bir şeyin arandığı
yol değil: onun bulunamadığı hiçbir şey olmayacağı için, hakikatte
Tanrı’yı-arayış değildir. Tanrı’yı arama yolunu terk eden insan, ne kadar da
akılsız ve ümitsiz olmalı: uzletteki bütün hikmet ve konsantrasyonun bütün gücü
kazanılsa bile, kişi ona ulaşamayabilir. Bir insanın yola koyulması ve sadece,
bunun o yol olabilmesini istemesi, sanki daha doğrudur; onun talebi, isteğinin
gücünde ifâdesini bulur. Her karşılaşma, ona, gereğin yerine geldiği nazarın
bahşedildiği bir duraktır; her defasında paylaşamaz ve ancak hazır olduğu bir
sefer paylaşır. Hazır, arayan değil, yoluna gidendir; bu, ona, bütün şeylere
karşı bir huzur ve sükûnet verir ve bu, onlara yarar. Fakat bir kere bulunca,
şimdi her şeyle ‘bir’de karşılaşmasına rağmen, gönlü onlardan başka tarafa
meyletmez. O, bütün hücreleri kutsar; hem kendisini barındıranları, hem de
orada kuracak olduğu hücreleri! Zira bu buluş, yolun sonu değil, sadece onun ezelî-ebedî
merkezidir.
Aslî olanın ve aslın keşfi, bu aramadan
bulmadır. Bu SEN-duyusu; başlangıçtan beri varlığı hissedilen sonsuz SEN’i
bulana kadar doyurulamaz; bu varlık, ancak takdis edilen dünya hayatının
gerçekliğinden, onun için bütünüyle gerçek olmalıydı.
Bu demek değildir ki; Tanrı, âdetâ
herhangi bir şeyden -meselâ, sebebi olduğu tabiattan veya dümencisi gibi
tarihten yahut belki kendisini onun vasıtasıyla düşündüğü kendi gibi
özneden-çıkarsanabilir. Bu, sanki Verilen’ başka bazı şeyler var, bu da ondan
sonuç olarak çıkarıldı, demek değildir. Bu, bizim karşımıza, doğrudan doğruya,
ilk, daima ve meşrû olarak gelen, yalnızca hitap edilebilecek şeydir, iddia ve
ısrar edilebilecek şey değil.
*
Tanrı ile ilişkimizdeki aslî unsur; bir
bağlılık (dependece) (dayanma, güvenme, m.n.) duygusu veya -yakın geçmişteki daha titiz bir
çalışmaya göre-yaratılmış olma-duygusu
denilen bir duyguda aranmaktadır. Bu unsur ve tanımı üzerinde ısrar,
isabetli olmakla beraber, bu faktör üzerindeki tek taraflı vurgu, mükemmel ilişki
karakterinin yanlış anlaşılması sonucuna götürür.
Bu noktada, aşkın erken safhası için
söylenenler, daha da açık olarak doğrudur: duygular, ruh içinde değil, sadece,
bir BEN ve bir SEN arasında kurulan ilişki olgusuna refakat ederler. Bir duygunun ne kadar özsel
olduğu düşünülürse düşünülsün, o hâlâ, bir duygunun bir diğerini geçtiği, ondan
üstün olduğu ve onunla yer değiştirdiği yerde, ruhun dinamikleriyle kayıtlı
kalır; duygular, ilişkilerin aksine, bir ölçü ile mukayese edilebilir. Hepsinin
üstünde, her duygunun tek kutuplu çekimde bir yeri vardır; rengini ve anlamını
yalnız kendi kendisinden değil, aynı zamanda, zıt kutbundan da alır; her duygu,
kendi zıddıyla kaimdir. Gerçekten, mutlak ilişki, bütün göreli ilişkileri de
içine alır ve onların aksine, artık bir cüz değil, içinde hepsinin tamamlandığı
ve tek bir hâle geldiği ‘kül’dür. Lâkin psikolojide, mutlak ilişki, vurgulanan
özel ve sınırlı bir duygudan çıkarılmış olmakla, göreli hâle gelmiştir.
Eğer ruhtan yola çıkılırsa, mükemmel
ilişki, ancak iki kutuplu olarak coincidentia oppositorum, yani zıt kutupların
birleşmesi olarak görülebilir. Elbette, geriye bakılınca, kişinin temel dinî
yönelimiyle baskılanan kutup, çok defa gözden kaybolur; ancak en saf, en
tarafsız ve derin içe bakışla geri gelebilir.
Evet, başka bir şeyde aslâ duyamayacağınız
-ve aynı zamanda hiçbir zaman ve başka hiçbir yerde olamayacağınız kadar hür
olarak-büsbütün bağımlılıkta (dependend saf ilişkide hissettiniz: yaratılmış ve
yaratan arasında. Bundan böyle siz, birini diğeriyle sınırlanmış olarak
hissetmediniz, her ikisini birden eş-zamanlı olarak, sınırlı olmaksızın
hissettiniz.
Tanrı’ya her şeyden fazla ihtiyacınız olduğunu, her zaman kalben
bilirsiniz. Fakat bilmez misiniz ki, ezelî-ebedî bütünlüğü içinde Tanrı’nın da
size ihtiyacı vardır?
Eğer Tanrı ihtiyaç duymasaydı insan nasıl var olurdu ve siz nasıl var
olurdunuz?
Sizin, var olmak için Tanrı’ya
ihtiyacınız, hayatınızın mânâsı olduğu için Tanrı’nın da size ihtiyacı vardır.
Öğretiler ve şiirler, daha fazlasını, çok fazlasını söylemeye çabalarlar:
“tecellî eden Tanrı” lâfı ne kadar bulanık ve haddini aşmıştır -fakat diri
Tanrı’nın tecellisini biz, kalplerimizde
devamlı ve kesin olarak biliriz. Dünya, İlâhî oyun değildir, İlâhî takdirdir.
Dünya, insan, kişi, sen ve ben; hepsinin İlâhî anlamı vardır.
Yaratılış -bize vâki olur, içimize işler,
bizi değiştirir; titrer ve kendimizden geçeriz, teslim oluruz. Yaratılış -ona
iştirak ederiz, yaratanla karşılaşırız,
kendimizi ona, yardımcılara ve dostlara takdim ederiz.
İki büyük ibadet, asırlardan bu yana sürüp
gelmektedir: dua ve kurban. Duada insan, çekinip sakınmadan ona güvenerek, her
ne kadar Tanrı’dan çok şey istemese de, anlaşılmaz şekilde, Tanrı’ya tesir
ettiğini bilerek, içini döker; artık, kendisi için hiçbir şeyde gözü olmadığından,
kendi etkili faaliyetinin, yüce aşk ateşiyle yanmak olduğunu müşahede eder. Ya
kurban sunanlar?
Tanrı’nın, kurbanlarının yanık kokusunu
istediğini düşünen uzak geçmişteki hâlis kulları hafife alamam; onlar bunu,
akılsızca ve kuvvetli şekilde, Tanrı’ya verilebilen ve verilmesi gereken şey
olarak bildiler; küçük irâdesini Tanrı’ya sunan ve büyük irâdesi içinde onunla
karşılaşma olduğu da, onca bilinir. Söylediği tek şey, “İsteğin olsun”dur;
fakat hakikat ona şöyle söylemeye devam eder: “ihtiyacın olan, benim
aracılığım”. Kurban ve duayı her türlü büyüden ayıran nedir?
Büyü, hiçbir ilişkiye girişmeksizin etkili
olmak ister ve sanatını boş yere icra eder. Kurban ve dua ise, ‘ilâhî huzur’a,
karşılıklı ilişkiyi ifâde eden kutsal temel kelimenin mükemmelliğine adım atar.
Onlar, SEN der ve dinler.
Saf ilişkiyi, bağımlılık olarak anlamayı
istemek, ilişkinin taraflarından birini ve dolayısıyla ilişkinin kendisini
gerçekleştirmemeyi istemek demektir.
*
Kişi, aksi istikametten yola çıkar ve dinî
fiilin özsel unsurunu, dalmada (immersion)
veya kendi içine yönelişte bulursa -bu kendi, ister bütün öznelliğinden
ve BEN-liğinden sıyrılmış olmaktır şeklinde, isterse düşünen ve var-olan BİR
olarak anlaşılsın-aynı şey olur. Birinci görüş; Tanrı’nın, BEN-liğinden kurtulmuş
olan varlığa gireceğini veya bu noktada, kişinin, Tanrı içinde kaybolacağını
ileri sürer; diğeri ise, kişinin, İlâhî BİR olarak, kendi kendisinin içinde
bulunduğu görüşünü ileri sürer. Böylece, birincide, yüce bir ânda SEN-deyiş
tamamen sona erer, çünkü artık ikilik yoktur; İkincide, SEN-deyişte hiç hakikat
yoktur; çünkü, hakikatte ikilik yoktur. Birincisi, birlemeye (unification) inanır; İkincisi, İnsanî ve İlâhî olanın
ayniyetine inanır. Birincide, belki, vecd içinde bu hâl vâki olduğu için; İkincide
ise, bu, her zaman böyledir ve kendisini açıklar, belki, düşünen özne olarak
kendisini müşahede eder. Bu görüşlerin her ikisi de, BEN ve SEN ötesi üzerinde
ısrarla dururlar. Her ikisi de, ilişkiyi iptal ederler -birincide, dinamik
olarak, BEN, SEN tarafından massedilince, bir SEN olmaktan çıkar ve yegâne
varlık hâline gelir; İkincide, statik olarak, BEN kurtarılınca, bir kendi
hâline gelir ve kendi kendisini yegâne varlık olarak tanır. Bağımlılık
doktrini, saf ilişki dünyasının BEN-taraftarını o kadar zayıf ve önemsiz sayar
ki, onun kubbeyi destekleme kabiliyeti güvenilirliğini yitirmiştir, beri
taraftan, bir dalma (kendi içine yöneliş) doktrini, mükemmeliyeti içinde bu
kubbeyi bütünüyle lağvederken, bir diğeri, ona, yenilmesi (mağlûp edilmesi)
gereken bir ejderha gibi davranır.
Dalma (kendi içine yöneliş) doktrinleri,
büyük ayniyet epigramlarından yardım istemiştir -onların hepsinin üstünde olan
biri, Yuhanna, “Ben ve Baba birdir” der;
diğeri, Sandilya doktrinidir: “Her
şeyi-kaplayan, benim kendi derûnumda, kalbimin içindedir.” der.
Bu iki epigramın tuttuğu yol, taban tabana
zıttır. İlki (uzun bir gizlilik süresinden sonra), kişinin efsâne-boyutlu
hayatında kaynağını bulur ve sonra bir doktrinde açılır. İkincisi, bir
doktrinde ortaya çıkar ve bir kişinin efsâne-boyutlu hayatında zirveye erer
(geçici olarak). Bu yollarda, her iki epigramın karakteri değiştirilir. Yuhanna
geleneğinin İsa’sı, sadece bir kere bedenleşmiş Söz, bizi, Eckhart’ın İsa’sına,
yani ilelebet insan ruhunun içinde mevcut olan Tanrı fikrine götürür.
Upanişat’larda, ‘kişi’nin taç giyme formülü -“Gerçek olan budur, kişidir ve bu, sîzsiniz.” Bu ifâde bizi süratle çok daha uzağa,
Budist formülü olan azletmeye götürür: “Kişi ve ‘kişi’ye ait olan şey, hakikatte ve gerçeklikte bulunmaz.”
Her iki yolun başlangıcı ve sonu ayrı ayrı
düşünülmelidir. Atlamadan ve tarafsız olarak Yuhanna İncili’ni okuyan herkes
için, “bir’ler” e başvurmanın hiçbir haklı sebebi olmadığı açıkça görülür. O,
aslında, İncirdeki saf ilişkiden başka bir şey değildir. Burada, bilinen -‘BEN
SEN’im, SEN BEN’sin” şeklindeki mistik deyişten daha doğru şeyler vardır: Baba
ve oğul aynı özden olduklarından, diyebiliriz ki: Tanrı ve insan, aynı özden
olmakla, gerçekte ve ilelebet İKİ’dirler, ilk ilişkinin iki ortağı olarak
Tanrı’dan insana gelene, misyon ve emir; insandan Tanrı’ya gidene, görme ve
işitme; ikisi arasındakine ise, bilgi ve sevgi denir. Ve bu ilişkide; oğul,
babanın içinde olması ve onda iş görmesine rağmen, ‘ulu’ olanın önünde eğilir
ve ona yakarır. Bu diyalogun aslî gerçeğini yeniden yorumlama, sanki insanın
kendi kendine-yeten içyüzüyle sınırlı bir süreçmiş gibi, BEN’in kendisiyle olan
ilişkisi veya bu tür bir ilişki olarak göstermeye dair bütün modern gayretler
beyhûdedir ve sonsuz olan gerçekleşmeme (deactualization) tarihine aittir.
- Ya
mistisizm? O, düalite içinde ‘birliğin ne hissettiğini anlatır. Biz, bu şahidin
doğruluğundan şüphe etme hakkına sahip miyiz?
- Ben,
bir değil, iki türlü olay biliyorum, ki onlarda, artık daha fazla ‘düalite’den
söz edilemez. Mistisizm, bir zamanlar benim de yaptığım gibi, bazen onları
birbirine karıştırır.
Birincisi, ruh, tek (bir) olabilir. Bu
olay, insan ve Tanrı arasında değil, insanın içinde cereyan eder. Bütün
kuvvetler öze yoğunlaşırlar, dikkati dağıtan şeyler içeri çekilir ve varlık,
kendi içinde yalnız kalır ve Paracelsus’un ifâde ettiği gibi, kendi coşkunluğu
içinde bayram eder. Bu, bir insanın karar verme ânıdır. Bu olmadan, o, ruhun
işleyişi için uygun değildir. Çok derinlerde olmasının, hazırlık mı, yoksa
yeterli derecede doyuma ulaşma mı olduğuna, bununla karar verilir. Birliğe
yoğunlaşmış bir insan, gizemle ve mükemmelle karşılaşmaya -hemen şimdi,
bütünüyle başarılıdoğru ilerleyebilir. Fakat şu da mümkündür ki, birlik
bahtiyarlığını tadar ve ulvî vazifesine uğramadan, bu tarafa geri dönebilir.
Yolumuz boyunca, her şey karardır -kasten, hayâl meyâl hissedilen veya hepsi
bütünüyle gizlifakat bu, çok derinlerde, en güçlü alın yazısına gebe olanı,
başlangıçtaki sırlı karardır.
Diğer olay, başlı başına, sırrına
erişilmez türde bir ilişki işidir ki, bunda kişi, İki’nin Bir olduğu duygusuna
sahiptir: “bir bir daha, bir etmiştir; yalın olan, yalin olanda
aydınlanmıştır” BEN ve SEN deryaya
dalmış; insanlık, şimdiye kadar karşılaşmadığı ulûhiyet içine çekilmiş;
yüceltme, tanrılaştırma, kâinatı kaplayan birlik tecellî etmiştir. Fakat, şekil
ve suret değişmiş, güç tükenmiş ve her ikisine de yansıyan akl-ı selimle,
günlük meşgale hengâmesine dönüldüğünde, bir tarafın ümitsizliğe terk
edilmesiyle, kişi, Varlık’ın bölündüğünü hissetmeye zorlanmış olmaz mı? Ruhumun
bu dünyadan tekrar birlik âlemine
dönmesi için nasıl yardım edilebilir? Bu dünyanın kendisinin, bu birlik’te,
zorunlu olarak, hiç hissesi olmadığında -bütün bu Tanrı hazzı’nın, ikiye bölünmüş
bir hayata ne faydası var? Eğer endâzeye, ölçüye gelmez bu semâvî Ân’ın, benim
zavallı dünyevî ân’ımla hiç münasebeti yoksa -ben yine de bu dünyada yaşamak
zorunda olduğum müddetçe, benim için ne ifâde ederbütün vahametiyle hâlâ bu
dünyada yaşamalı mı? İşte bu, ‘birleme’deki vecd hâlinin istiğrakini kabul etmeyen ustaları anlamaya
giden yoldur.
Birleme, bu değildir. Erotik tatmin
ihtirası içinde insanlar; ne var olan ne de var olabilen bir birlik duygusu
içine dalmış olan BEN ve SEN ilişkisinin kucaklaşma mucizesiyle, böyle
coşturulmuş mecazlar olarak işe yarayabilirler. Şehvânî çağrıların birleşmesi,
ilişkinin heyecan verici dinamiğidir; bu, gündelik saatle, o ânda meydana
geliveren bir beraberlik, BEN ve SEN’in birbirlerinde erimesi olayı değildir;
her ne kadar, kımıldanamaz hâlde karşılaşsalar ve zevk hissiyle gözlerini
kapasalar da, bu ilişkinin taraflarından
önce, ilişkinin kendi dinamikleri vardır. Burada, ilişki işinin marjinal derecede aşırılığını görüyoruz: ilişkinin
kendisi, hayatî birlik içinde o kadar şiddetli hissedilir ki, taraflar, o süreç
içinde siliktir: bu yaşanmış olan şey, o kadar hâkimdir ki, olayın, aralarında
cereyan ettiği BEN ve SEN unutulur. Bu, gerçekliğin bulanıklaştığı yerde,
marjlarda bulduğumuz fenomenlerden biridir. Fakat bizim için, varlığın
marjlarındaki bütün gizemli örümcek ağlarından daha önemli olan şey, bir
çınarın incecik bir dalında güneş ışığının bir hüzmesi ve ezelî-ebedî SEN’in
işareti ile gelen, olağan yeryüzü vaktinin merkezî gerçekliğidir.
Bunun karşısındaki diğer içe yöneliş
doktrininin iddiası, özünde, kâinatın ve ‘kişi’nin tamamıyla aynı olduğu ve
dolayısıyla, SENsöyleminin, hiçbir zaman, asıl gerçeklik ayrıcalığı
olamayacağıdır.
Bu iddia, doktrinin kendisi tarafından
cevaplandırılır. Upani adlardan biri, tanrıların prensi Indra’nın, yaratıcı ruh
Prajapati’ye, insanın ‘kendi’sini nasıl bulabileceğini ve nasıl
tanıyabilece-ğini öğrenmek üzere gelişini anlatır. Bir asır öğrenci olarak
kalır ve sonunda, doğru bilgiye ulaşmadan evvel, iki kere geri çevrilir: Doğru
olan bilgi: “Kişi, rüyasız,
derin bir uykuya daldığında, işte bu ‘kendi’, ölümsüz, güvende, Bütün-varlık
olandır.” Indra, bu cevapla gider, fakat hemen sonra, vicdanî bir üzüntüyle sarsılır,
geri döner ve sorar: “Bu durumda, ey yüce olan, biz kendimizi bilmiyoruz, ne
‘Bu, ben’im’ ne de ‘Bunlar, varlıklardır.’ Biz mahvoluşa sürükleniyoruz. Ben
burada fayda göremiyorum.” Prajapati cevap verir: “Ey Tanrı’m, ...evet, işte doğrusu budur.”
Hakikî varlık hakkında bu doktrin bir
iddia ortaya atana kadar, bu hayatta, doktrinin hakikî olup olmadığını
keşfedemiyoruz; her ne kadar, olabilirse de, bu doktrinin hiçbir ortak yanının
olmadığı bir şey vardır: yaşanan gerçeklik; ve bu sebeple o, bunu, sadece
aldatıcı bir dünya seviyesine indirmek durumundadır. Bu doktrin, hakikî varlık
içinde, kendi içine yönelme (immersion) yollarını kapsadığı cihetle, yaşanan
gerçekliğe değil, ‘yok olmaya, mahva’ götürür. Burada, bilinç -ondan doğan
hâfıza yoktur-ve ondan zuhur eden insan, olsa olsa, düalite-karşıtı
sınırlı-ifâdesini kullanarak, yaşadığı tecrübeyi anlatabilir; fakat bunu
‘bir’lik (unity) olarak iddia etme hakkına sahip değildir.
Belki başka hiçbir hayatın hakikate daha
yakın olamayacağı bu hayat, bize verilen kutsal gerçeklik hâzinemizi, kutsal
bir itina ile görüp gözetmemiz için tasarlanmıştır.
Yaşanmış gerçeklikte, varlığın ‘bir’liği
yoktur. Gerçeklik, sadece fiilî faaliyette bulunacaktır; yani ilkinin güç ve
derinliği, sonrakinin güç ve derinliğinde. ‘Derûnî’ gerçeklik de ancak,
mütekabil faaliyetin olduğu yerdedir. En güçlü ve en derin gerçeklik; her şeyin,
-geriye bir şey ayırmaksızın, bütünüyle insanoğlunun ve her şeyi-ihata eden
Tanrı’nın; birleşen BEN ve kayıtsız SEN’in faaliyette olduğu yerde
bulunacaktır.
Birleşen BEN: (daha önce anlattığım gibi)
ruhun birleşmesi -bütün güçlerin öze yoğunlaşması, insanın kararlılık
ânıyaşanan gerçeklikte cereyan eder. Fakat kendi içine yönelişin aksine, bu,
gerçek kişiyi ihmal etmeyi gerektirmez. İçe yöneliş, gayrı olan her şeyden
soyutlanırken, sadece, ‘saf, özsel ve sürekli olanı korumak ister; sözünü
ettiğim yoğunlaşma, içgüdülerimizi çok iffetsiz, hislere ait şeyleri çok sathî,
heyecanlarımızı çok gelip geçici -her
şey dahil edilmeli ve bütünleşmiş olmalıdır-olarak kabul etmez. İstenen şey,
soyutlanmış kişi değil, bütündür; insanın eksik edilmediği bütün. Bu yoğunlaşma,
gerçekliktir ve gerçekliğe yönelmiştir.
İçe yöneliş doktrini, ‘kendisiyle bu
dünyanın tefekkür edildiği’ saf süje olan, düşünülen BİR’e nüfuzu talep ve vaat
eder. Fakat yaşanan gerçeklikte, hiç kimse, düşünülen bir şey olmadan düşünmez;
daha doğrusu, düşünen, düşünülen şeye bağlıdır; tıpkı bunun tersi durumda
olduğu gibi. Hiçe saymak için objeyi iptal eden bir süje, kendi gerçekliğini
iptal etmiş olur. Kendi başına düşünen bir süje, düşüncenin mahsulü ve objesi
olarak, bütün tasavvur edilebilir muhtevadan mahrûm bir sınırlı-kavram olarak,
düşüncede vardır; aynı zamanda, nüfuz edilemez oluşuyla, derin uyku mecazıyla
ikame edilebilen, mukadder olan -yani ölüm-hükmünde vardır; ve nihayet, derin
uykuya benzeyen ve esasta, bilinç ve hâfızanın olmadığı bir içe yöneliş
doktrininin iddialarında vardır. Bunlar, O-dilinin en yüksek aşırılıklarıdır.
Onu aynı zamanda, eğer yaşanabilse, canlı tecrübenin, olsa olsa bir objesi
olarak tanımakla beraber, bunlara önem vermeme yüce gücüne de saygı
gösterilmelidir.
Budha, ‘mükemmelleşmiş’ (perfected) ve
mükemmelleyen (perfecter) iddiasına girişmez. O, ‘birlik’in var olup olmadığı
tartışmasını, bütün içe yöneliş denemelerinden geçen kişinin, ölüm-den sonra
‘birlik’i sürdüreceği veya sürdürmeyeceği tartışmasını reddeder. Bu reddediş,
bu ‘asıl sükûnet’, iki türlü izah edilmektedir. Teorik olarak: zira,
mükemmelliğin, düşünme ve iddia kategorilerini bertaraf etmiş olduğu söylenir.
Pratik olarak: çünkü, böyle hakikatlerin örtüsünü kaldırmanın, kurtuluşa faydası olmayacaktır. Hakikatte, her iki izah
birbirine aittir: kim ‘varlık’a bir iddianın objesi olarak davranırsa, onu
ayrılığa, içinde kurtuluşun bulunmadığı
O-dünyasının tezatlarına düşürür. “Ey rahip, ruh ve
bedenin aynı olduğu görüşü geçerli olduğunda, kurtuluş yoktur; ey rahip, ruh
başka, beden başkadır görüşü geçerli olduğunda da, kurtuluş yoktur.” Zihinde
canlandırılan gizemli âlemde, hattâ yaşanan gerçeklikteki gibi, ne ‘böyledir’
ne de ‘böyle değildir’, ne varlık ne de yokluk görüşü hüküm sürer; fakat daha
ziyâde hüküm süren böyle-ve-şöyle, varlık ve yokluk, sonu olmayan,
‘kaybolmayan’dır. Bölünmemiş gizem âlemini bölünmemiş karşılamak, işte
kurtuluşun ) başlıca şartı budur. Budha’nın, bu görüşü tanıyanlardan olduğu
kesindir. Tüm hakikî mürşitler gibi, bir görüşü değil, yolu öğretmek ister.
Sadece bir iddiayla; hareket, amel ve güç’ün olmadığını söyleyen ve ‘biz yolu
bulabiliriz’ diyen ‘ahmaklarla’ ihtilâf ve mücadele hâlindedir. Bir tek, kesin
olan tek konuda ısrarı göze alır: “Ey rahipler,
Doğmamış, Oluşmamış, Yaratılmamış, Şekil verilmemiş olandır varolan”; eğer o olmasa,
erişilecek hiçbir gaye olmaz, gayesi olan yol budur.
Buraya kadar, bizim karşılaşma
hakikatimize sâdık olan Budha’yı takip edebiliriz; daha ileride, kendi
hayatımızın gerçekliğine bir ihanet söz konusu olacaktır. Zira, hakikat ve
gerçeklikte, biz bunu kendi derûnumuzdan çıkarmıyoruz, bunun bize ilham
edilmekte ve paylaştırılmakta olduğunu biliriz: eğer bu, yalnızca gayelerden
biri ise, o zaman bu, bizimki olamaz; ve eğer o, ‘gaye’ ise, yanlış isimlendirilmiştir.
Ve: eğer o, gayelerden biri ise, takip edilen bu tarik, bütün yolu ona
kılavuzlayabilir. Eğer o, ‘gaye’ ise, bu tarik (patlı), ona ancak daha çok
yaklaştırır.
Budha için gaye, ‘acı çekmeye son verme’
idi, yani oluşma (becoming) ve ölüm azâbına -tekrar doğuş çarkından kurtuluş.
Kendilerini, varolma arzusundan ve dolayısıyla, durmadan tekrar oluşma
zorlamasından kurtarmış kimseler için, “bundan böyle tekrar doğuş yoktur”
formülü uygun olacaktı. Tekrar doğuş olup olmadığını bilmiyoruz; içinde yaşadığımız
zaman boyutu çizgisini bu hayatın ötesine uzatıp yaymayız; kendi zamanı ve
kanunu içinde bize kendisini açıklayacağı şeyi açmaya çabalamayız. Tekrar doğuş
olduğunu bilsek, ondan kaçmaya uğraşmayız: Kabataslak bir varoluşu arzu
etmeyiz; ama her varoluşta, ona uygun dilde ve tarzda -fânî olan ezelî-ebedî
BEN ve bâkî olan ezelî-ebedî SEN-konuşma fırsatını arzu ederiz.
Budha’nın, insanları, tekrar doğuştan
kurtarma (redemption) gayesine mi kılavuzladığını bilmiyoruz. Şüphesiz ki o,
bizi de ilgilendiren aracı bir gayeye de götürür: ruhun birlemesi. Fakat oraya,
sadece gerekli olduğu için değil, aynı zamanda, ‘fikirler karmaşasından,
‘şekiller aldatmacasından da uzaklaştırmak için götürür -ki bu, bize göre,
aldatmaca değil, (bütün paradokslarına rağmen, öznelliğe doğru giden sezgi,
bize göre, yalnız ona ait) güvenilir dünyadır. Onun takip ettiği yol, bir
şeylerin de ihmal edildiği bir yoldur ve bizi, vücudumuzdaki süreçlerin farkına
varmaya dâvet ettiğinde kastettiği şey, vücudumuzun duyu esasına bağlı olan (.senseassured)
içgörünün nerdeyse tam tersidir. Üstelik, birleyen varlığı, ona açık olan yüce
SEN-deme noktasına da ilerletmez. Onun derûnî kararı, SEN deme istidadını yok
etmeye yönelmiş gibidir.
Budha, insana SEN demeyi bilir -bu, onun,
tilmizleriyle, çok üstün, fakat aynı zamanda, çok doğrudan ilişkide olmasından
açıkça bellidir-fakat bunu öğretmez; “varolan herkesin kalbindeki sınırsız
kapsam” demek olan bu sevgiye, varlığın varlıkla basitçe karşılaşmasına yabancı
kalır. Sessizliğinin özünde, tilmizleri gibi davrandığı bütün ‘ilâhları’
aşarak, aslî sebebe SEN-demeyi de elbette bilmektedir; onun amelinin
kaynaklandığı özü oluşturan ilişki süreci, SEN’e açıkça bir cevap idi; fakat o,
bu hususta sessiz kalmaktadır.
Onun milletler arasındaki taraftarları, ‘büyük
taşıt, büyük gemi’dekiler, onu şerefli şekilde tekzip ettiler. İnsanın
ezelî-ebedî SEN’ine -Budha’nın adını kullanarak-hitap ettiler. Onlar,
gelecekteki Budha’nın, çok uzun devirlerinin sonuncusunun, sevgiyi tamama
erdireceğini ümit ederler.
Bütün kendi içine yöneliş doktrinleri, bir
insan ruhunun devâsâ hayâlinin kendi içine çevrilmesi -ruhun insanda zuhur
etmesi hayâli-esasına dayanır. Hakikatte o, insandan zuhur eder -insan ve insan
olmayan şey arasında.
**
Ruh kendi içine çevrildiğinde bu duyuyu, bu
ilişki duyusunu terk eder, o, insan olmayan insanın içine çekilmeli, dünyayı ve
Tanrı’yı psikolojize etmelidir. Bu, ruhun psişik (psychical) hayâlidir.
“Dostum, ben ilân ediyorum; bu, kulaç-büyüklüğünde, zevklerden el çekmiş
duyu-azâbına dûçar vücut, dünyayı içine sığdırır ve dünyanın başlangıcıdır ve
dünyayı sona erdiren, dünyanın sonuna kılavuzlayan tariktir,” der Budha.
Bu doğrudur, fakat nihâî anlamda, artık
doğru değildir.
Elbette dünya, bir nosyonsa olarak, bende,
benim içimde bulunur; tıpkı, bir şey olarak, benim de onda bulunduğum gibi.
Fakat bu demek değildir ki o, benim içimdedir; tıpkı, benim onun içinde
olmadığım gibi. Dünya ve ben, mütekabil olarak birbirimizi kapsarız.
O-ilişkisinde tabiî ve zorunlu olarak var olan bu düşüncedeki çelişki, beni
kendine bağlamak için dünyadan koparan SEN-ilişkisi tarafından sonlandırılır.
Dünya içine dahil edilemeyen kişi-duyusunu
ben, kendi içimde taşırını. Hiçbir nosyona dahil edilemeyen varlık-duyusunu
dünya, kendi içinde taşır. Fakat bu, düşünülebilir bir ‘irâde’ de-ğil, bütünüyle dünyanın dünyeviliğidir;
tıpkı, ilkinin ‘bilen bir süje’ olmadığı, fakat BEN’in, bütünüyle
BEN-gibilik olduğu gibi. Daha ileri
derecede ‘indirgeme’, burada geçerli değildir: kim nihâî birliklere saygı
göstermezse, ancak kavranabilir olan fakat kavramsal olmayan duyunun önü
kesilir.
Dünyanın başı (origin) ve dünyanın sonu,
benim içimde değildir; benim dışımda da değildir; yalnızca değildirler -onlar
daima olurlar (cereyan ederler, m.n.) ve onların oluşu, benimle; benim hayatım,
kararım, işim, hizmetim ile bağlantılıdır ve aynı zamanda, bana; hayatıma,
kararıma, işime ve hizmetime dayanır. Fakat onun dayandığı şey, benim, ruhumda
dünyayı ‘tasvip’ mi, yoksa ‘inkâr’ mı ettiğim meselesi değildir; dünyaya karşı
ruhumun davranışının, hayata, dünyayı etkileyen hayata, gerçek hayata geçmesini
sağlamam önemlidir -ve gerçek hayatta, ruhun farklı davranışlarından doğan
yollar kesişebilir. Fakat davranışının
canlı bir ‘tecrübe’sine sahip olan ve onu ruhu içinde saklayan kişi,
olabildiğince düşüncelidir, dünyaperest değildir -ve onun içinde cereyan eden
bütün oyunlar, güzel sanatlar, sarhoşluklar, zevkler ve gizemli şeyler,
dünyanın dış yüzüne dokunmaz. Kişi, sadece kendi içinde kurtuluşa erdiği
(redemption) müddetçe, dünyaya iyilik veya kötülük yapamaz; dünyayı
ilgilendirmez. Ancak dünyaya inanan kişi onunla temas kurar; eğer kendini
teslim ederse, tanrısız da kalamaz. Aslâ sonlanmayı is-temeyen gerçek dünyayı
sevelim, fakat onu bütün dehşeti içinde sevelim, onu ruhumuzun kollarıyla
kucaklamaya kalkışalım -işte o zaman, bizim ellerimiz, onu tutan ellerle
karşılaşır.
Ben, ‘dünya’dan ve ‘dünyevî hayat’tan
hiçbir şey tanımıyorum, ki bizi Tanrı’dan ayırsın. Burada gösterilen yol,
O-dünyasının yabancılaştığı bir hayat, tecrübe ve kullanma hayatıdır. Kim
gerçekte dünyaya doğru yönelirse, Tanrı’ya doğru yönelmiş demektir. Yoğunlaşma
ve yönelmedir, ihtiyaç duyulan; her ikisi de hakikatte, biri-ve-diğeri,
BİR’dir.
Tanrı, kâinatı kuşatır, ama kâinat
değildir; tıpkı, Tanrı’nın, beni kuşattığı, fakat bizzat ‘ben’ olmadığı gibi.
Bundan dolayı, herkesin kendi dilinde dediği gibi, ben de kendi dilimde: SEN
diyebilirim. Çünkü buna hürmeten, BEN ve SEN vardır, diyalog vardır, dil
vardır; ve aslî fiil dili olan ruhtur ve sonsuzluk içinde, ‘söz’ vardır.
*
İnsanın ‘dinî’ durumu (religious’
situation), varlıktaki varoluşu, özsel ve çözümsüz antinomilerle gösterilir. Bu
antinomilerin çözümsüz oluşu, onların tam özünü teşkil eder. Kim tezi tasdik
eder ve antitezi reddederse, bu durumun duyusunu ihlâl eder. Kim bir sentez düşünmeye
çalışırsa, bu durumun duyusunu (sense of the situation) tahrip eder. Kim
antinomileri görelileştirmekle uğraşırsa, bu durumun duyusunu yok eder. Kim
antinomiler arasındaki çatışmayı, kendi hayatının bazı eksik vasıtalarıyla
halletmeye yeltenirse, bu duaımun duyusuna karşı günah işler. Bu durumun
duyusu, bütün antinomileri içinde yaşanacaktır -ancak hiçbir beklenti veya
önbelirleme imkânı olmaksızın, hiç umulmadık biçimlerde sürekli yenilenerek ve
tekrarlanarak yaşanacaktır.
Dinî ve felsefî antinomi mukayesesi bunu
daha fazla açıklığa kavuşturacaktır. Kant, özgürlük ve zorunluluk arasındaki
felsefî çatışmayı; İkincisini görünüş âlemine ve ilkini de varlık âlemine
havale ederek görelileştirir. Böylece, bu iki duruş (position) artık
birbirleriyle çatışmaz, daha ziyâde, birbirleriyle, her birinin geçerli olduğu
bu iki âlem kadar iyi geçinirler. Fakat ben, özgürlük ve zorunluluk derken,
düşünülen dünyaları değil, Tanrı’nın önünde bulunduğum gerçeklikteki âlemi
kastediyorum; “Ben teslim oldum’ ve aynı zamanda “o bana bağlıdır”ı bildikten
sonra, uzlaşamayan işlerini iki ayrı âleme havale ederek, yaşamak zorunda
olduğum paradokstan kurtulmaya çabalayamam; ve de bir ölçüde kavramsal
uzlaşmaya erişmek için, bazı teolojik hilelerden yardım isteyemem: her ikisini
bir’de yaşamayı öğrenmeliyim ve yaşanmış olan her ikisi de ‘bir’dir.
*
Bir hayvanın gözleri, büyük bir dil
yeteneğine sahiptir. Bağımsız, hiçbir ses ve jest yardımına gerek duymadan,
hareket etmeden tamamen bakışlarıyla, tabiî tutkunluğu, yani oluş kaygısı içindeki sırları en etkili şekilde ifâde
eder. Sadece hayvan tarafından bilinen bu gizem durumunu, bize, yalnızca o
açabilir -çünkü bu, ancak açılabilir olandır, ifşa edilebilir olan değil. Bunun
kendisinde başarıldığını söylediği dil: kaygı dilidir -yaratığın, bitkisel
güvenlik ve ruhî risk âlemleri arasında hareket etmesi. Bu dil, insan
dediğimiz, ruhun kozmik riskine teslim olmadan önce, ruhun ilk kavrayışı
gereğince, tabiatın kekelemesidir. Fakat hiçbir konuşma, bu kekelemenin
sağlayabildiği iletişimi tekrar edemeyecektir.
Ben bazen, bir ev kedisinin gözlerinin
içine bakarım. Bu evcil hayvan, Tanrı vergisi, gerçek ‘etkili’ bakışını hiçbir
suretle bizden almamıştır, bazen, bir insan gibi, kendini beğenme hâli
sergiler; bizden aldığı tek şey, -ilk tabiîliğinin kaybolması pahasına sahip
olduğubu bakışı bize canavarca çevirme
yeteneğidir. Bu süreçte, bir çeşit şaşkınlık ve sual karışımı, doğuşu ve hattâ
yükselişi işin içine girer -şüphesiz ki bu, onun kaygılı olan ilk bakışında
yoktu. İnkâr olunamaz ki, bu kedi, benim bakışımın havasıyla etkilenmiş bir
bakışla bana sorarak başladı: “Bana demek istediğin bu olabilir mi?
Gerçekten sana oyunlar yapmamamı mı
istiyorsun?
Ben seni ilgilendiriyor muyum?
Ben senin için mi buradayım?
Senden gelen şey nedir?
Etrafımdakiler nedir?
(What is that around me) Bu nedir?! (What
is that?)” (Burada, ‘Ben’siz kendine-atıf kelimesi bulunmadığından, ‘Ben’
kelimesiyle anlatımdır. That’ler, gücünü aktarmasının bütün gerçekliği içinde
insanın bakış coşkunluğunu temsil eder.) Hayvanın bakışı, kaygı dili, çok
kocaman doğmuş ve neredeyse hemen batmıştı. Benim bakışım, elbette daha uzun
sürdü; fakat o, ‘insan’ın bakışındaki coşkunluğu daha uzun süre saklamadı.
İlişki sürecini başlatan dünyanın bu
dönüşü, onu sonlandıran hemen bir sonraki tarafından takip edilmişti. Tam o
sırada, O dünyası, hayvanın ve benim etrafımızı kuşatmıştı, o zaman, SEN
dünyası, bir bakış süresince, bu zeminden ışık saçmış ve ışığı tekrar O-dünyası
içinde kaybolmuştur.
Benim bir defadan fazla başımdan geçmiş
olan bu anlık olayı anlatışım; ruh güneşinin, bu belli belirsiz doğuş ve batış
dili sebebiyledir. Diğer varlıklarla olan bütün ilişkilerdeki kayboluveren
gerçekliği, talihimizin yüksek melânkolisini, her bir SEN’in, O’suna kaçınılmaz
düşüşünü, başka hiçbir olay bana bu kadar derinden fark ettirmemiştir. Bir
‘gün’ ne kadar kısa da olsa, ekseriya olayın sabah ve akşamı diye ayrılır;
fakat burada, sabah ve akşam insafsızca birbirine karıştı, SEN berrak olarak
göründü ve yok oldu: O-dünyasının yükü, bir bakış süresinde, hayvandan ve
benden gerçekten alınmış mıydı? Hayvan, kekeleyen bakışından hemen hemen
hatırlamaktan mahrûm hâlde sözsüz kaygısına gömülmüşken, ben, hiç değilse, onu
hâlâ hatırlayabiliyordum.
O-dünyasının değişmez ve kesintisiz
bütünlüğü ne kadar güçlü ve SEN’in tezahürleri ne kadar hassas ve nahif!
Şeyliğin (eşyanın) kalın kabuğunu, hiçbir
zaman yarıp çıkamayan çok şey vardır! Ooo mika parçası, seni seyrederken ilk defa anladım ki, BEN,
‘içimde’ bir şey değil -lâkin ben, sen ile, sadece kendi içimde birlikte oldum;
o zaman olan şey, sen ve ben arasında değil, sadece benim içimdeydi. Şeyler
arasından bir şey, yaşayan bir şey ortaya çıktığı ve benim için bir varlık
olduğu, bana yakın ve etkili ifâdeyle göründüğünde, benim için maalesef ne
kadar kısa süreli, SEN’den başka hiçbir şey değildir! Zorunlu olarak zeval
bulan şey, ilişki değil, onun doğrudan oluşunun gerçekliğidir. Sevgi, kendisi,
doğrudan bir ilişkide sabit kalamaz; sürer fakat, gerçeklik ve bilkuvve varolma
ile birbirini takip ederek. Dünyadaki her SEN, tabiatı gereği, bizim için bir
şey olmaya veya hiç değilse, tekrar tekrar şeyliğe geçmeye zorlanır.
Sadece bir tek ilişkide, her şeyi kuşatan
ilişkide, hattâ bilkuvve varolma gerçekliği vardır. Sadece bir tek SEN, bizim
için SEN olması tabiatı gereğince, hiçbir zaman bitmez. Şüphesiz ki Tanrı’yı bilen herkes, haşyet duyan bir
kalpteki Tanrı’nın, uzaklığının ve susuzluğunun ıstırabını da bilir, fakat bu,
onun varlığının kaybolması değildir. Sadece, biz, daima orada değilizdir.
Vita Nuova’nın (Vital living) âşığı,
ekseriya Ella (she) ve ancak ara sıra Voi (You) demekte haklıdır. Şiirî
zorlamayla, Colui (he) dediğinde, hayâlı Paradiso (paradise) otantik olmayan
şekilde konuşur, ve o, bunu bilir. Tanrı’dan, He veya It (O) diye bahsedilmesi,
aslâ alegoriden öte bir şey değildir. Fakat ona, SEN dediğimizde, dünyanın
kesintisiz devam edegelen hakikati, ölümlü duyusu (mortal sense) tarafından
dile getirilmektedir.
*
Dünyadaki her gerçek ilişki, dışlayıcıdır;
öteki, onun alanına, onun dışlamasından intikam almak için zorla girer.
Kâinatın, sâyesinde idrak edildiği yegâne ilişki, şartsız dışlayıcılık ve
şartsız kapsayıcılığı içine alan Tanrı ile olan ilişkidir.
Dünyadaki her gerçek ilişki, bireyleşmeye
dayanır: Bu, onun hazzıdır zira, seçilmişlerin karşılıklı tanınması, ancak
böylece olur -ve bu, onun sınırıdır zira, mükemmel tanıma ve tanınmış olma, bu
suretle yalanlanır. Fakat mükemmel bir ilişkide, benim SEN’im, benim ‘kişi’mi
(my self) o olmadan da kabul eder; benim sınırlı tanıyışım, sonsuz bir tanınmış-olma
içinde kaybolmuştur.
Dünyadaki her gerçek ilişki, gerçeklik ve
bilkuvve varolma arasında birbirini takip eder; her bireysel SEN, kanatlarının
tekrar gelişmesi için, O’nun kozası içinde gözden kaybolmalıdır. Mamafih, saf
ilişkide, bilkuvve varoluş, âdetâ derin bir nefes çeken gerçekliktir, ki bu
esnada, SEN mevcut kalmaktadır. Ezelî-ebedî SEN, tabiatı gereği tam SEN’dir;
ancak, bizim tabiatımız bizi, onu, O-dünyası ve O-dili içine çekmeye zorlar.
*
O-dünyası, mekân ve zamanda tutarlıdır.
SEN-dünyası, her ikisinde de tutarlı
değildir.
O, uzatılan ilişki çizgilerinin kesiştiği
merkezde: ezelî-ebedî SEN’de, tutarlı olur.
Saf ilişkinin büyük ayrıcalığı içinde,
O-dünyasının ayrıcalıkları iptal edilir. Bu sebeple, SEN-dünyası süreklidir:
ilişkilerin yalın ânları, birlikteliğin dünya hayatı için birleşirler. Bu sebeple, SEN dünyası, şekil verme gücüne
sahiptir: ruh, O-dünyasına nüfuz edebilir ve onu değiştirir. Bu sebeple biz,
dünyanın yabancılaştırmasına ve BEN’in varoluşunun gerçekleşmemesine terk
edilmeyiz ve hayâllere de yenilmeyiz. Geri dönüş, merkezin tanınmasını işaret
eder, ona tekrar dönüşü. Bu özsel amelde, ‘insan’ın saklanmış olan ilişki kurma
gücü yeniden canlandırılır, bütün ilişki alanlarının dalgası, canlı bir sel
misâli taşıp kabarır ve dünyamızı yeniler.
Belki sadece bizimkini değil. Biz, bu çift
yönlü hareketi, -aslî zemininden gayrıya yöneliştir, ki bu sâyede kâinat,
oluşumu içinde kendisini idame ettirir, ve aslî zeminine yöneliştir, ki bu
sâyede kâinat, varlık içinde kendi kendine kurtuluşa ererdünya olmayanla
ilişkisi içinde, dünyada bir bütün hâlinde tabiî olarak mevcut bulunan
düalitenin metakozmik başlangıçtaki şekli olarak, hayâl meyâl anlarız ve bunun
beşerî formu; davranışların, temel kelimelerin ve dünyanın iki cephesinin
düalitesidir. Her iki hareket, zaman
içinde, kaçınılmaz şekilde açılıp yayılır ve lütuf olarak, zamanla ölçülmeyen
yaratışla kuşatılır ki, anlaşılmaz şekilde, aynı ânda kurtulma ve korunma, aynı
ânda kayıtlılık ve serbestliktir. Bizim, düalite hakkındaki bilgimiz, başlangıç
gizemi paradoksuyla sessizliğe indirgenir.
*
İlişki dünyasının kurulduğu üç alan
vardır.
Birincisi: tabiatla ilişkili hayat, ilişki
burada dil eşiğine takılır.
İkincisi: insanla ilişkili hayat, burada
dil işin içindedir.
Üçüncüsü: manevî varlıklarla ilişkili
hayat, burada dil yoktur, onu kendisi yaratır.
Her alandaki her ilişki fiilinde, bizim
için var olan her şey yoluyla, ezelî-ebedî SEN düşünce silsilesine gözümüzü
dikeriz; her birinde onun nefesini sezeriz; her alanda onun usûlüne göre, her SEN’de
ezelî-ebedî SEN’e hitap ederiz. Bütün alanlar ona dahildir, fakat o, hiçbirine
dahil değildir.
Onların hepsinden, yegâne, tek olan varlık
parıldar.
Fakat biz, her birini o varlıktan elde
edebiliriz.
Tabiatla ilişkili hayattan ‘fizikî’
dünyayı, tutarlılık dünyasını; insanla ilişkili hayattan ‘psişik’ dünyayı,
duygu dünyasını; manevî varlıklarla ilişkili hayattan, ‘noetik’ (entelektüel)
dünyayı, geçerlilik dünyasını elde edebiliriz. Şimdi onlar, şeffaflıktan ve
dolayısıyla, duyudan mahrûm edilmekte; her biri, kullanılabilir ve bulanık hâle
gelmekte ve biz ona, kozmos, eros, logos gibi parlak, süslü isimler versek
bile, bulanık hâlde kalmaya devam etmektedir. Çünkü hakikatte, insanın
fedakârlık yaptığı yerdeki bir kutsal ocakla, kâinat, onun için bir ev hâline
geldiğinde, insan için kozmos vardır; varlıklar onun için, ezelî-ebedî olanın
imajları olduğu ve topluluk onlarla kendini açığa vurduğunda, insan için eros
vardır; ancak o gizeme, ruhun işleri ve hizmeti ile hitap ettiğinde, onun için
logos vardır.
Formların talepkâr sessizliği,
insanoğlunun müşfik konuşması, mahlûkatın belâgatli dilsizliği -bunların hepsi,
sözün huzuruna giriş/geçiş kapılarıdır.
Fakat mükemmel karşılaşmanın olması
hâlinde, bu kapılar, gerçek hayatın tek kapısında birleşir ve siz, hangisinden
girdiğinizi artık bilmezsiniz.
*
Bu üç âlemden, bir tanesi farklıdır:
İnsanlarla ilişkili hayat. Burada dil, bir gelişim süreci takip ederek
tamamlanıp, söz ve cevap hâline gelir. Sadece burada, dil içinde şekillenmiş
söz, cevabıyla karşılaşır. Sadece burada, temel kelime, aynı şekil içinde,
ileri geri gider; hitabın ve cevabın şekli, aynı dil içinde canlıdır; BEN ve
SEN, sadece bir ilişki içinde bulunmakla kalmaz, aynı zamanda, birbirlerine
(sıkı sıkıya) bağlıdırlar. İlişki
ânları, sadece burada, içine daldıkları dil unsuruyla bağlıdır. Burada yüz yüze
geldiğimiz şey, tam mânâsıyla SEN gerçekliğini ortaya çıkarmaktadır. Yalnızca
burada, görme ve görülme, tanıma ve tanınma, sevme ve sevilme, silinemez bir
gerçeklik olarak varolur.
Kapsayıcı açıklığın ana girişine iki yan
kapı kılavuzlar.
“Bir erkek, karısıyla mahrem olduğunda, sonsuzluk tepelerinin özlem meltemi
onların etrafında hafif hafif eser.”
Beşerî bir ilişki, Tanrı’yla olan ilişkiye
uygun bir mecazdır -samimî, içten gelen hitap, burada, samimî bir cevapla uyum
içindedir. Fakat Tanrı’nın cevabında, her şey, bütün kâinat, kendisini dil olarak ifşa eder.
*
- İnziva
da bir giriş kapısı değil midir?
Bu, bazen en umulmadık olarak gördüğümüz
şey, en sessiz yalnızlıkta başa gelmez mi?
Kişinin kendi kendisiyle olan ilişkisi,
gizemli şekilde, gizem ile ilişkiye dönüşmez mi?
Aslında, yüz yüze gelinmeye değer
varlıktan gayrı varlıklarla bundan böyle bağı olmayan, sadece o değil midir?
Yeni Teolog Simeon, Tanrı’sına ‘Yalnız olan, yalnız olana gel” diye seslenir.
- Uzletin,
yüz çevirdiği şeye bağlı olarak, iki çeşidi vardır. Eğer uzlet, kişinin
kendisini, eşyayı tecrübe etme ve kullanmaktan koparması demekse, bu, sadece
yüce olanı değil, hiçbir ilişki fiilini başarıya ulaştırmaz. Eğer uzlet, ilişki
yokluğu demekse: diğer varlıklar, kendilerine hakikî SEN’i anlattıktan sonra
bizi terk ederse, Tanrı tarafından kabul edileceğiz; biz kendimiz diğer
varlıkları terk edersek değil. Sadece, varlıkları kullanmak için hırsla dolu
olan kişi, onların bazılarına bağımlıdır; varlığın gücü içinde yaşayan kişi
ise, onlarla ancak bağlantılı olabilir. Nitekim, bu İkincisi -ancak o, Tanrı
için hazırdır. Ancak o, Tanrı’nın gerçekliğini, bir insan gerçekliği ile
karşılar.
Ve uzlet, bu defa da, yöneldiği şeye bağlı
olarak ikiye ayrılır: Eğer uzlet, kişinin, hattâ Kudsu’l-akdes’e (Tevrat’ta
mâbedin en iç kısmı, harîmi, m.n.) girmeden önce ihtiyaç duyduğu; fakat aynı
zamanda, gaileler ortasında, kaçınılmaz başarısızlıkları (zaafları, m.n.) ve
kendisini ispat etmek için yükselişleri
arasında ihtiyaç duyduğu bir arınma yeri ise -bizim oluşma tarzımız budur. Eğer
bu, insanın, kendisini denemek ve onu bekleyen şeyler için kendisine hâkim
olmak üzere değil de, ruhunun genel durumunun hazzı için, insanın, kendisiyle
bir diyalog kurduğu bir soyutlanma kalesi ise -bu, ruhun ruhâniyete
kapılmasından başka bir şey değildir. Ve kendini-aldatma hâli, kişi, Tanrı’nın
içinde olduğu ve onunla konuştuğunu düşünme noktasına vardığında, gerçekten çok
derinleşir. Fakat hiç şüphe yok ki, Tanrı bizi kuşatır ve içimizdedir; biz,
hiçbir zaman, içte ona sahip değilizdir. Ve biz, ancak, içimizdeki sözler
kesildiğinde onunla konuşuruz.
*
Modern bir filozof, her insanın, Tanrı’ya
veya -kişinin milleti, sanatı, gücü, bilgisi, para kazanması, “kadınlarla daima
tekrarlanan başarı”sı gibi, sonlu olan bazı iyi-Tanrı’yla kişi arasında yerini
alarak, onun için bir mutlak değer hâline gelen bazı iyilerin ‘idoller’ine
zorunlu olarak inanması gerektiğini kabul eder; ve eğer kişiye, bu iyinin şarta
bağlılığı kanıtlansa, yani idolünü ‘yıkarak’, yolu değiştirilmiş olan dinî
fiil, kendiliğinden, uygun objesine döner.
Bu görüş, insanın, ‘idolleştirdiği’ sonlu
iyilerle olan ilişkisinin, Tanrı’yla olan ilişkisiyle, esas itibariyle, sanki
objeleri farklı aynı ilişkiymiş gibi olduğu ön
kabulüne dayanır: ancak bu hâlde, sadece uygun objenin yanlış olanıyla
yer değiştirmesi, yanılan insanı kurtarabilirdi. Fakat bir ‘insan’ın, ebedîliği
bir kenara iterek, hayatına ait yüce değerlerinin yerini alan ‘tikel bir şeyle’
ilişkisi; daima bir O yu, bir şeyi, bir zevk objesini tecrübe etmeye ve
kullanmaya yönelir. Ancak bu tür bir ilişki, Tanrı’ya bakışı, nüfuz edilemeyen
O-dünyasına müdahale ederek engellediğinden, SEN diyen ilişki, onu daima tekrar
açar. Elde etmek, sahip olmak ve elde tutmak istediği idolün hükmü altına
giren, sahip olma arzusuyla teslim alınan mecnun, Tanrı’ya doğru giden yolu,
ancak yalnızca gayenin değil, hareket türünün de değişmesini gerektiren geri
dönüşle bulabilir. Bu mecnun kişi, ancak, birlikteliğe uyandırılmak ve
eğitilmek suretiyle iyileştirilebilir, yoksa, mecnunluğunu Tanrı’ya yönelterek
değil. Eğer bir insan, delilik hâlinde kalıyorsa, bundan böyle, şeytan veya ona
göre, şeytanîce tahrif edilmiş varlık adıyla değil de, Tanrı’nın adıyla
yakarmasının anlamı nedir?
Bu, küfür demektir. İdolü, ‘sunak’ın
arkasına düşmüş olan bir insan, kutsal gayesinden uzaklaştırılmış sunak üzerine
yığılan kötü kurbanı (unholy sacrifice) Tanrı’ya sunmak istediğinde, bu,
küfürdür.
Bir erkek, bir kadına, onun hayatını kendisinin hayatı içinde var kılacak
kadar âşık olduğunda, kadının gözlerinin SEN’i, erkeğin ezelî-ebedî SEN’e ait
bir şuaya gözünü dikerek bakmasına izin verir. Eğer bir erkek,
‘daima tekrarlanan zafer’i şehvetle arzu ederse -bir ezelî-ebedî olanın
hayâletini, onun şehveti önünde sallandırmak istersiniz!? Eğer biri ölçülemez
kaderin tutuştur-duğu ateşle bir halka yardım ediyorsa -eğer kendini ona adamak
istiyorsa, bu Tanrı demektir. Eğer millet onun için, milleti suretinde kendini
övdüğü için her şeyi ona boyun eğdirmek istediği bir ise -siz, onun uğruna
milleti azdırmak zorunda olduğunuzu ve onun böylece hakikati göreceğini mi
hayal edersiniz? Bir insanın,
cisimleşmiş bir ucube olan paraya,
“Tanrı’ymış gibi” davranmasının ne demek olduğu sanılır? Açgözlülük ve istifçiliğin
şehvânî zevki ile, varolanın varlığı ile ilgili neşvenin ortak yanı var mıdır?
Servetin kölesi, paraya SEN diyebilir mi?
SEN nasıl denir bilmiyorsa, onun için,
Tanrı ne olabilirdi?
O kişi, iki efendiye hizmet edemez -hattâ birbiri peşi sıra bile
hizmet edemez; ilk önce, farklı olarak hizmet etmeyi öğrenmelidir.
İkame ile değiştirilen kimse, şimdi, Tanrı
adını verdiği bir hayâlete ‘sahip’tir. Gerçi, Tann’ya, ezelî-ebedî varlığa,
sahip olunamaz. Yazıklar olsun, Tanrı’ya sahip olduklarını sanan mecnunlara!
*
İnsanlar, ‘dindar adam’dan rcligious man’)
bahsederken, onu dünyaya ve varlıklara ait bütün ilişkilerden müstağnî bir kişi
olarak görürler. Çünkü ısrarla, dışarıdan idare edilen sosyal sahnenin, burada,
tamamen içte çalışan bir kuvvet tarafından aşılmakta olduğu sanılır. Fakat
insanlar, sosyal kavramını kullanırken, temelde iki farklı husus
karıştırılmaktadır: İlişkiden kurulu olan topluluk ve birbiriyle ilişkisi
olmayan -modern insandaki ilişki yokluğunun aşikâr görünüşü-insan birimleri
yığını. Bununla beraber, kişinin hattâ ‘sosyabilite’ zindanından dahi kurtarılabildiği parlak
topluluk yapısı, insanla Tanrı arasındaki ilişkide canlı olan aynı gücün
eseridir. Fakat bu, diğerleri arasındaki tek ilişki değildir; o, bütün
nehirlerin, bu sebeple, kurumaksızın içine aktıkları tümel ilişkidir. Deniz ve nehirler -kim burada
ayırt etmeye ve sınırları tarife cür’et edecektir?
Daima daha da sonsuz olan, gerçek hayatın
tek sınırsız seli, yegâne sel, BEN’den SEN’e olan sel vardır. Kişinin hayatı,
Tanrı’yla olan gerçek bir ilişki ve dünyayla BEN-O gerçek olmayan bir ilişki
-hakikatte, Tanrı’ya ibadet etme ve dünyayı kullanma-olarak, ikiye bölünemez. Kim dünyayı kullanılacak bir şey olarak
bilirse, Tanrı’yı da aynı şekilde bilir. İbadetleri, kendisini bir yükten
kurtarma yoludur -ve boşunadır. Gece, tavan-arası penceresinden, isimsiz olana seslenen ‘ateist’ değil -işte
bu kişi tanrısızdır.
Daha da ileri giderek, ‘dindar’ adamın;
bekâr, yalnız, münzevî ve hâlâ dünyaya karşı görev ve yükümlülük içinde bulunan
‘ahlâk’ adamı merhalesini aşmış bağımsız bir kişi olarak, Tanrı’nın huzuruna
adım attığı da söylenir. Diğer insanın durumu ise, tamamen, olan ve olması
gereken arasındaki gerginlikle belirlendiği ve arası kapanamaz bu açıklığın iki
tarafı arasında, garip derecede ümitsiz, fedakârca bir cesaretle dolu olarak
kalbi parça parça çabaladığı için, hâlâ faillerin fiillerinin sorumluluğunu
yüklenmiş olduğu söylenir. ‘Dindar’ adamın, dünya ve Tanrı arasındaki bu
gerginliği aştığı düşünülür; ona göre, Tanrı’nın emri, sorumluluk ve kendisiyle
ilgili taleplerde bulunma huzursuzluğunu arkada bırakmasıdır; artık onun için,
kendisine ait bir isteğe hiç yer yoktur, Plândaki yerini kabul eder; her ‘olması gereken’,
şartsız varlıkta erir, biter ve dünya, hâlâ devam ederken itibarını
yitirmiştir; kişinin payına düşen yine yapılmalı, fakat daha önce olduğu gibi,
zorunluluk olmaksızın, bütün faaliyetlerin hiçlik perspektifi için-de. Nitekim
insanlar, Tanrı’nın, dünyayı bir aldanış (ve oyalanma, m.n.) yeri olmak ve
insanını da geçici bir süre için geri dönmek üzere yarattığını düşünürler. Elbette, kim Tanrı huzuruna adım atarsa,
görev ve yükümlülük ötesine yükselir -fakat dünyadan el etek çektiği için
değil, daha doğrusu, ona hakikaten yaklaştığı için. Görev ve yükümlülükler,
sadece yabancı olanlar içindir: kişinin yakınlarına karşı duyduğu ise, nezaket
ve sevgidir. Bir insan, huzura çıktığında, dünya ilk defa, varlığın bütünlüğü
içinde, ebediyet nûru ile aydınlanmış olarak, tamamıyla var hâle gelir; ve
bütün varlıkların varlığına tek
kelimeyle SEN diyebilir. Bundan böyle, dünya ve Tanrı arasında hiçbir gerginlik
yoktur, sadece tek gerçeklik vardır. O, sorumluluktan kurtulmuş değildir: Zira
kişi, etkileri keşfeden sonlu yorumun sıkıntısını; sonsuzu yorumlama ölçüsüyle,
dünyanın henüz keşfedilemeyen bütün seyrini sevme gücü sorumluluğuyla, Tanrı
huzurunda dünyadaki derin kapsayıcılıkla takas etmektedir. Ahlâkî hükümleri,
kuşkusuz, artık ebediyen geride bırakmaktadır: Ona göre, ‘kötü’ insanlar, daha
fazla sevgi ihtiyacı içinde olanlar, ona âdetâ daha derin bir sorumluluk
yükleyenlerdir; fakat kararları, ölümün kendiliğindenliğinin derinliklerinde
almaya devam etmelidir -sükûnetle, daima doğru hareket lehinde karar verme. Bu
durumda, hareket hükümsüz değildir: Tasarlanır, idare edilir, gereklidir,
yaratılışa aittir; fakat bu hareket, bundan böyle, kendisini dünyaya empoze
etmez, dünya üzerinde hareket-değilmiş gibi gelişir.
*
Ezelî-ebedî olan şey nedir: aslî fenomen,
burada ve şimdi varolan, bizim vahiy dediğimiz şey nedir? O, insanın, yüce
karşılaşma ânından, birdenbire ortaya çıkmasıdır ve bundan böyle, onunla ilişki
içinde olduğu zamankiyle aynı kalmayarak. Karşılaşma ânı, alıcı ruhu
canlandıran ve mesut olarak kendisini ortaya atan ‘canlı bir tecrübe’ değildir: insanla, bir şeyler cereyan
etmekte. Zaman zaman bir soluk hissi gibi ve zaman zaman bir güreş müsabakası
gibi; bu önemli değil: cereyan eden bir şeyler. Saf ilişkinin aslî fiilinden
dışarı adım atan insan, varlığında, FAZLA olan bir şeye sahiptir, daha önce
bilmediği yeni bir şey orada gelişmekte ve bunun kaynağı (origin) için, uygun
sözleri bulmakta âciz kalmaktadır. Her durumda, hiç boşluğu olmayan meşru bir
nedensellik zinciri arzusuyla bilimsel dünya tasavvuru, artık yeni olanın
orijinine yerleşebilir: bize göre, gerçeğin gerçek kavranışı ile ilgilenmek
suretiyle, şuuraltının ve sair psişik aracın yapamayacağını yapacaktır.
Gerçekten, daha önce sahip olmadığımız şeyi, bilir tavrıyla alırız: o bize
verilmektedir. Kitab-ı Mukaddes diliyle: “Tanrı’yı
bekleyenler, karşılığında kuvvet alacaklardır.” Gerçekliğe hâlâ sâdık olan Nietzsche’nin
eserindeki diliyle: “Kabul eder, vereni sormaz.” İnsan alır ve aldığı bir ‘muhteva’ değil, bir
tezahürdür (presence), kuvvet olarak tezahür. Bu tezahür ve kuvvet,
birbirlerinden ayrı olmayan, yine de, tasarlanan üç unsuru içerir. Birincisi,
gerçek mütekabil ilişki bolluğu, kabul edilmiş olmanın, birlikte olmanın
bolluğu; gerçi kişi, ne ile birlikte olduğunu göstermekten tamamen âcizdir; ve
birlikte oluş, hayatı bizim için daha da kolaylaştırmaz -hayatı daha
ağırlaştırır, fakat mânâ ile. İkincisi:
mânânın ifâde edilemeyen teyididir. O, teminat altındadır. Bundan böyle hiçbir
şey, ama hiçbir şey, mânâsız olamaz, hayatın mânâsı hakkındaki sual ortadan
kalkmaktadır. O sual, hâlâ olsa bile, bir cevap gerekmez. Mânâyı işaret veya
tarif etmeyi bilmezsiniz, onun için herhangi bir formül veya imajdan
mahrumsunuzdur, ve yine de sizin için, duyularınızın duyumlarından daha
kesindir. Bizimle ilgili niyeti ne olabilirdi, bizden ne ister, ifşâ edilmeyi
ve gizli olmayı mı? Tarafımızdan yorumlanmayı istemez -bu kabiliyetten mahrûm
olduğumuz için-sadece tatbik etmemizi ister. Üçünciisü şudur: ‘öteki hayat’ın
değil, bizim bu hayatımızın mânâsı, ‘ötedeki’nin değil, bu dünyamızdaki hayatın
mânâsının; bu dünyada ve bu hayatta tarafımızdan gösterilmesini ister. Mânâ
kabul edilebilir, fakat tecrübe edilemez; tecrübe edilemez, fakat tatbik
edilebilir; ve bizimle ilgili niyeti budur. Teminat, benim içimde kapanıp
kalmayı istemez, benimle dünyaya doğmuş olmayı ister. Fakat mânâ, kendisi bile,
tümel olarak geçerli ve genel olarak kabul edilebilir bir kısım bilgi hâlinde
aktarılamadığı veya onunla ifâde edilemediği gibi, onu fiilen deneyerek geçerli
bir ‘olması gereken’ şeklinde de elden ele devredilemez; emredilmez, herkesin
baş ucuna koyulmak üzere, bir levhaya yazılmaz. Kabul ettiğimiz her mânâ, ancak
her insanın varlık ve hayatının eşsizliği içinde, o insan tarafından fiilen
denenebilir. Hiçbir tarif bizi ne karşılaşmaya götürebilir ne de ondan
uzaklaştırabilir. Varlığın kabulü, ona gelmeyi veya yeni anlamıyla, ondan
gitmeyi gerektirir. Karşılaşmaya giriştiğimizde, dudaklarımızda bir SEN’den
başka şey olmadığı gibi; ondan, dünyaya salı verildiğimizde de, dudaklarımızda
yine o vardır.
Öncesinde yaşadığımız, içinde yaşadığımız,
ondan dışarıda ve onun içerisinde yaşadığımız gizem, olduğu gibi kalmaktadır.
O, bizim için var hâle gelmiş ve varoluşu vasıtasıyla kendisini bize kurtuluş
olarak bildirmiştir; biz onu bildik, fakat bu bilişin, onun gizemini
eksiltebileceği veya hafifletebileceği konusunda bir bilgimiz yok. Biz,
Tanrı’ya yakınlaştık, fakat varlığın sırrını çözme ve peçesini kaldırma
derecesinde değil. Kurtuluşu hissetmekteyiz, fakat ‘çare’yi değil. Aldığımız
şeyle, başkalarına şöyle söylemek üzere gidemeyiz: Bu, bilinmesi gereken, bu,
yapılması gerekendir. Biz, sadece gider ve fiilen deneriz. Ve bu bile, yapmamız
‘gereken’ değil, daha ziyâde yapabildiğimizdir -aksini zaten yapamayız.
Burada ve şimdi varolan, ezelî-ebedî vahiy
budur. Ben, aslî fenomendekiyle aynı olmayan hiçbir vahyi ne tanırım ne de ona
inanırım. Ben, insanın önünde, Tanrı’nın kendisini isimlendirmesine veya
kendisini tarifine inanmam. Vahiy sözü şöyledir: Orada olan BEN, BEN
oradayım. Vahyedendir vahyeden. Varlık sahibi
olan oradadır, ötesi yok. Ezelî-ebedî
kudret kaynağı akıyor, ezelî-ebedî dokunuş bekliyor, ezelî-ebedî olanın sesi
geliyor, ötesi yok.
*
Kendine has tabiatı gereği, ezelî-ebedî
SEN, bir O olamaz; çünkü tabiatı gereği, o, hiçbir ölçüye ve sınıra
yerleştirilemez, hattâ ölçülmezlik ölçüsüne ve sınırsızlık sınırına bile; çünkü
yine tabiatı gereği, o, bir nitelikler toplamı olarak kavranamaz, hattâ
aşkınlığa yükseltilen bir sonsuz nitelikler toplamı olarak da kavranamaz; çünkü
o, dünyanın ne içinde ne dışında bulunur; çünkü o, tecrübe edilemez; çünkü o,
öğretilemez; eğer “Ben inanırım ki, o vardır” (he is) dersek, ona karşı, varlık
sahibi olana karşı günah işlemiş oluruz -hattâ ‘o’ (he) bile bir mecazdır,
hâlbuki ‘sen’ (you) değildir.
Biz yine de, ezelî-ebedî SEN’i,
tabiatımıza uygun şekilde, hep bir O’ya, herhangi bir şeye; Tanrı’yı, bir şeye
indirgeriz. Keyfî olarak değil. Bir şey olarak Tanrı’nın tarihi, din ve onun
marjinal formları vasıtasıyla, onun
aydınlatma ve gölgelemeleri vasıtasıyla, hayatı yükselttiği ve yıktığı
zamanlarda şey-Tanrı’nın yolu, diri olan Tanrı’dan gelen ve tekrar ona dönen
yol, ‘şimdi’nin, formlara gömülmüşlüğün,
nesneleştirmenin, kavramcılığın, ölümün ve yeni-leşmenin değişimleri
(metamorphoses) tek yoldur, yol olan budur.
Dinlerin ileri sürdükleri bilgi ve ortaya
koydukları fiil -bunlar nereden gelir? Vahyin varlığı ve gücü (ister sözlü,
tabiî veya psişik olsun, hepsi zorunlu olarak, bir şekilde, vahye başvururlar
-doğrusunu söylemek gerekirse, sadece
vahye dayalı dinler vardır), insanın vahiyden aldığı varlık ve güç -nasıl
‘muhteva’ kazanır?
Bu izahın iki boyutu vardır: İnsan,
tarihten bağımsız, kendi başına düşünüldüğünde, ekzoterik (exofenc), psişik
boyut. İnsanı sonradan tekrar tarih içine yerleştirdiğimizde, esoterik, olgusal
olan, dinin aslî fenomeni olan boyut. Bunların ikisi birbirine bağlıdır.
İnsan, Tanrı’ya sahip olmayı arzu eder; o,
Tanrı’ya, devamlı olarak, zaman ve mekân içinde sahip olmak ister. Mânânın
sözle ifâde edilemeyen teyidi ile yetinmeye gönlü yoktur; onu, çıkarılabilecek
ve tekrar tekrar ele alınabilecek, her yere yayılan herhangi bir şey gibi
görmek ister -her noktada ve her ânda, hayatını emniyet altına alan, zaman ve
mekânda kesintisiz bir devamlılık olarak görmek ister.
Saf ilişki hayatının âhengi, gerçekliğin
ve içinde sadece bizim ilişki gücümüzün ve dolayısıyla, varoluşun da -fakat ilk
varoluşun değil-zayıfladığı bil-kuvve varolmanın birbirini takibi, insanın
sürekliliğe olan susuzluğunu dindirmeye yetmez. O, zamana yayılan, devam eden
şeye susamıştır. Böylece, Tanrı, bir iman objesi hâline gelir. Başlangıçta
iman, ilişki fiilleri arasındaki zamana ait boşlukları doldurur; tedricen bu
fiillerin bir ikamesi hâline gelir. Varlığın yoğunlaşmasından ve ileri
çıkışından dolayı daima yeni olan hareketinin yerini, kişinin iman ettiği bir
O’daki durgunluk alır. Tanrı’nın yakınlık ve uzaklığını bilen bir mücahidin
her-hâl-vekârdaki-güveni, her zaman olduğundan daha mükemmel şekilde,
fırsatçının başına hiçbir şey gelmeyeceğinin teminatı hâline dönüştürülür;
çünkü, buna razı gelmeyecek iman ettiği BİR vardır.
Saf ilişkinin yapısı, BEN’in SEN
nezdindeki ‘yalnızlığı’, her ne kadar, kişi, karşılaşmasına dünyayı dahil
edebilse de, yine de, Tanrı’yla karşılaşmaya sadece bir şahıs olarak çıkabilme
yasası, -bütün bunlar da, ‘insan’ın sürekliliğe olan susuzluğunu dindirmez. O,
âleme yayılmış bir şeye, Tanrı’sıyla bütünleşmiş mümin topluluğunun temsiline
hasrettir. Böylece Tanrı, bir kült objesi hâline gelir. Bu kült de,
başlangıçta, ilişki fiillerini; canlı ibadeti, doğrudan SENdeyişi, istenen
şekilde tasavvur edilebilen büyük bir gücün mekân bağlamına sığdırmak ve onu
duyularla olan hayata bağlamak suretiyle tamamlar. Bireysel ibadete artık
taraftar olunmadığı, daha doğrusu, toplu ibadet tarafından bir kenara itildiği
için, bu kült de, tedricen, bir ikame objesi hâline gelir; ve öze ait amel,
kurallara izin vermediği için, kurallara bağlı ibadetler onun yerini alır.
Hakikatte, saf ilişki; ancak zaman-mekân
sürekliliği içinde, hayatın bütününde cisimleşmiş hâle gelmekle kurulabilir. O,
korunamaz; ancak fiilen denenebilir, sadece işlenebilir, hayata geçirilebilir.
İnsan, kendisine bahşedilmiş olan, Tanrı’yla ilişkinin hakkını, ancak onu,
kabiliyetine ve günün ölçüsüne göre, dünyada gerçekleştirmekle verebilir.
Sürekliliğin tek gerçek teminatı budur. Sürekliliğin gerçek teminatı, saf
ilişkinin, kutsal temel kelime, var-lıkların her birinden ses verecek kadar SEN
hâline gelmesiyle, SEN’e yükseltilmesiyle, yerine getirilebilmesidir. Böylece
insanın ömrü, bir gerçeklik bolluğuyla şekillenir; ve insan hayatı, O-ilişkisinin
üstesinden gelmesi gerekmediği ve bunu yapamayacak olmasına rağmen, ilişki,
insanın hayatına o kadar nüfuz eder ki, bu, o hayatta parıldayan ve onun içine
işleyen bir devamlılık kazanır. Yüce karşılaşma ânları, yalnızca karanlıkta
şimşek çakması gibi değil, açık, yıldızlı bir gecede yükselen ay gibidir. Ve
dolayısıyla, mekândaki devamlılığın gerçek teminatı, bütün BEN-noktalarından
merkeze götüren ve bir daire meydana getiren yarıçaplar, insanların hakikî
SEN’leriyle ilişkilerinden oluşur. Dairenin çevresi, topluluk değil;
yarıçaplar, merkezle olan müşterek ilişki, önce gelir. Tek başına bu,
topluluğun gerçek varoluşunun teminatıdır.
Kurtuluşun ilişki-yönelimli hayat içindeki
zaman bağı ve müşterek bir merkez etrafında birleşmiş bir topluluk içindeki mekân
bağı: ancak bunların her ikisi de, var oldukları ve var olmaya devam ettikleri
müddetçe, binlerce yüzyılın dünya maddesinden ruh kavranıp çekilmekle, bir
insan kozmosu var olmaya başlar ve görünmeyen sunak çevresinde var olmaya devam
eder.
Tanrı’yla karşılaşma; insana, onunla
meşgul olduğundan dolayı vâki olmaz, fakat dünyada onun mânâsını fiilen ispat
edebilmesi için bahşolunur. Vahiy, bütünüyle bir çağrı ve bir misyondur. Lâkin
insan, tekrar tekrar oluşunu gerçekleştirmekten kaçınır ve vahyedene yönelir:
Tanrı’yla meşgul olmayı, dünyayla meşgul olmaya tercih eder. İşte şimdi geriye
dönmüştür, her ne kadar, artık, bir SEN ile karşı karşıya gelmesek de, şeyler
âleminde bir O tanımak, bir O olarak bildiği Tanrı’ya inanmak ve ondan
bahsetmekten başka bir şey yapamaz. Bir egomanyak,
ister bir duyu ister bir duygu olsun, nasıl hiçbir şeyi doğrudan doğruya
yaşamaz, fakat onu duyan veya duygulanan BEN’e yansıtır ve sürecin hakikatini
kaçırırsa, teomanyak da (ki tesadüfen, egomanyakla ruhen çok uyuşabilir) bu lûtfun
tam etki etmesini beklemek yerine, onu, verene yansıtır ve her ikisini de
kaçırır.
Siz gönderildiğiniz zaman, Tanrı sizde
varlığını sürdürür; kim misyonu üzere yürürse, Tanrı daima onun önündedir:
misyon ne kadar imanla yerine getirilirse, yakınlık o kadar kuvvetli ve o kadar
sürekli olur. Elbette o, Tanrı’yla meşgul olamaz, ama onunla konuşabilir. Diğer
taraftan, geriye yönelme, Tanrı’yı bir objeye dönüştürür. Bu, aslî zemine doğru
dönüş gibi görünür, fakat hakikatte, dünyanın başka yöne dönüş hareketine
aittir, hattâ, tıpkı, misyonunu yerine getirenlerin başka tarafa
yönelmelerinin, hakikatte, dünyanın o tarafa yöneliş hareketine ait olması
gibi.
Dünyanın iki ana metakozmik hareketinden
dolayı -onun kendi varlığı içine yayılıp genişlemesi ve (Tanrı’yla) birlikteliğe dönmesi insanın Tanrı ile ilişki
tarihi içinde, onların çatışma ve uzlaşmalarıyla, karışma ve ayrılmalarıyla,
hakikî ruh formuna, yüce insan formuna erişilir. Bunun karşılığında, söz
dünyaya gelir; ortaya dökülmekle, dinin kozası içine girer; yeni bir geri
dönüşte yeni kanatlarla tekrar doğar.
O’ya doğru hareket, zaman zaman, tekrar
SEN’e çıkış hareketini kayıt altında tutacak ve yolunu tıkama tehlikesi
yaratacak kadar ileri giderse de, keyfîlik burada geçersizdir.
Dinlerin başvurduğu güçlü vahiyler,
esasen, her yerde, her zaman bulunan sessiz olanla aynıdır. Büyük toplulukların
başlangıçlarında, insanlık ömrünün dönüm-noktalarında bulunan güçlü vahiyler,
ezelî-ebedî vahiyden başka bir şey değildir. Fakat vahiy, alıcısı sanki bir
bacaymış gibi, onun vasıtasıyla dünyaya dökülmez: O, kendisini ona yöneltir,
onun bütün varlığını, olduğu gibiliğiyle kaplar ve onunla bütünleşir. Hattâ
‘ağız’ olan kişi, kesinlikle öyledir, bir ahize -bir âlet değil, bir organ,
otonom, ses veren bir organdır; ve ses vermek demek, sesi şekillendirmek
demektir.
Fakat tarihî devirler arasında nitelik
farkı vardır. İnsan ruhuna ait hakikî unsurun aşağıda tutulduğu ve gömüldüğü
olgunlaşma zamanları vardır, yer altında; öyle bir baskı ve gerginlikle gelişir
ki, sadece, etkili bir dokunuş bekler -ve işte o zaman, çatlayıp çıkar. O zaman
ortaya çıkan vahiy, tam olduğu gibiliğiyle, bütünüyle hazır olan unsura el
koyar, ona yeniden şekil verir ve bir form, dünyada yeni bir Tanrı formu hâsıl
eder.
Tarihin seyri boyunca, insan unsurunun
dönüşümleri (trans formations) içinde, dünya ve ruhun daima yeni bölgeleri,
İlâhî form denilen forma yükseltilirler. Daima yeni alanlar, bir teofani mekânı
hâline gelir. Burada işleyen, insanın kendi gücü değildir, bu, sadece Tanrı’nın
gelip geçişi de değildir; o, ilâhı olan ile İnsanî olanın bir terkibidir. Bir
vahiyle gönderilen kimse, gözlerinde bir Tanrı imajını beraberinde getirir; bu,
her ne kadar akıl-üstü olabilirse de, onu, aıhunun gözlerinde, mecazî olarak
değil, ruhunun tamamen sahici görme gücünde
taşıyıp getirir. Ruh da, müşahede etmekle cevap verir, şekil-veren bir
müşahede ile. Yeryüzünde Tanrı’yı aslâ dünyasız değil,
dünyayı Tanrı’da müşahede etmekle biz, Tanrı’nın formunu ezelî-ebedî olarak
biçimlendiririz.
Form, SEN ve O’nun bir terkibidir aynı
zamanda. O, iman ve ‘kült’te, bir objede donabilir; fakat içinde yaşayan
ilişkinin esasından, tekrar varlığa döner. Tanrı, insan onları ondan silmediği
sürece, formlarına yakındır. Hakikî ibadette, kült ve iman, canlı ilişki içinde
birleşir ve arınırlar. Hakikî ibadetin dinlerde yaşaması, onların hakikî
hayatiyetine şahitlik eder; o, onlarda yaşadığı müddetçe hayatiyetini sürdürür.
Dinlerin dejenerasyonu demek, onlardaki ibadetin dejenerasyonu demektir:
Onlardaki ilişki gücü, gitgide, obje olmaklığa gömülmektedir; bölünmemiş bütün
varlıklarıyla SEN demek, her zamankinden daha zor gelir; ve en sonunda insan,
bu meziyeti tekrar elde etmek uğruna, üzerinde sadece mâbedin kemerli
kubbesinin görüldüğü ve bundan böyle, içinde asıl uzletin bulunduğu semânın görülmediği topluluktan
ayrılarak, sonsuzluğun riskine karşı onların sahte kefâletini terk etmelidir.
Bu itici güç, ‘Objektivizme atfedildiğinde, tamamen yanlış anlaşılır: Tanrı
önündeki hayat, tek gerçeklikteki hayattır, yegâne hakikî objektivum dur; ve
dışarıya çıkan insan, hakikî varlık sahibi olanda bir melce bulmayı arzu eder,
âdetâ, aşikâr olanın önünde kaçıp giden yanıltıcı objektivum, onun hakikatini
tedirgin eder. Sübjektivizm,
Tanrı’nın psikolojileştirilmesi
(psyehologization), öte yandan objektivizm, Tanrı’nın
şeyleştirilmesidir; biri, yanlış sabitleştirme, diğeri, yanlış bir
özgürleştirmedir; her ikisi de, gerçeklik yolundan sapma, bir ikame bulma
gayretidir.
Tanrı, insan onları ondan silmedikçe,
formlarına yakındır. Fakat dinin yayılma hareketi, geri dönüş hareketini kayıt
altına aldığı ve formu Tanrı’dan kaldırdığında, formun görünüşü ortadan
kalkmış, dudakları suskun, elleri sarkmış hâldedir, Tanrı onu artık tanımaz ve
onun sunağı etrafına kurulan dünya evi, insan
kozmosu çöker.
Sözün çöküşü vuku bulur.
Söz, vahyin içinde mevcuttur, formun
hayatında işler hâldedir ve ölü formun hâkimiyetinde geçerli hâle gelir.
Yani, tarihte ezelî-ebedî olan ve
ezelî-ebedî olarak varolan sözün takip edilen tariki ve karşı-tariki.
Canlı sözün göründüğü devirler, BEN ve
dünya birlikteliğinin yenilendiği devirlerdir. Aktif ve etkili sözün hüküm
sürdüğü devirler, BEN ve dünya arasındaki anlayışın korunduğu devirlerdir;
sözün geçerli olduğu devirler ise, BEN ve dünyanın gerçekleştirilmediği,
yabancılaştıkları, mukadder âkıbetin birden ortaya çıktığı devirlerdir -büyük
sarsıntı ve hazırlık sessizliğinin göründüğü, hattâ karanlıkta nefesin
tutulduğu zamana kadar.
Takip edilen tarik (path), bir çember
değildir. Bir yoldur (way). Mukadder âkıbet, her yeni binlerce yılda, gittikçe
daha baskıcı olur ve geri dönüş daha ânı meydana gelir (explosive). Ve teofani
daha da yaklaşır, varlıklar arasındaki alana kadar yaklaşır -aralarda,
derûnumuzda gizlenen âleme kadar sokulur. Tarih, yakınlığa gizemli bir
yaklaşımdır. Ona kılavuzlayan tarikin her helezonu, bizi daha derin bozulmaya
ve aynı zamanda daha fazla asla ait bir dönüşe götürür. Fakat dünyevî-yönü geri
dönüş diye isimlendirilen olayın Tanrı’ya-dönük-yönüne, kefâret denir.
İlk baskıda (1923), metnin sonundaki kapak
sayfasında şöyle yazılıydı:
Bu kitapla temsil edilen çalışma
fikrinin başlangıcı, baharında doğdu. Bu
kitabın ilk tam müsveddesi,
sonbaharında, nihâî versiyon,
baharında olmuştu.
Buber,
1957 Ekiminde, aşağıdaki Son Sözü, ikinci baskı için yazdı ve yukarıda
çevrilmiş bulunan üç satırı kaldırdı.
Buber’in dipnotları sayfa 183’te
görülecektir.
************
Bu kitabın ilk taslağının müsveddesini
yazdığım zaman (kırk yılı aşkın süre önce), derûnî bir zorunlulukla
sürüklendiğimi hissettim. Bir hayal/görüş (vision), gençliğimden beri bana
defalarca ıstırap vermiş, fakat yine bulanıklaşmıştı, şimdi ise, insan-üstü
olduğu çok açıkça belli olan sürekli bir berraklığa ulaşmıştı; ki, kısa zamanda
onu ispatlamak zorunda olduğumu anladım. Bir süre sonra, nihâî formda bir kitap yazmamı mümkün kılacak uygun ifâde
tarzını kazanmıştım. İlâve edilecek çok şey kaldığı anlaşıldı -fakat kendi
yerinde, bağımsız olarak. Nitekim, daha kısa muhtelif çalışmalar ortaya çıktı: Çok önemli görüşü, örneklerle açıklığa
kavuşturma, nakzeden itirazlarla onu geliştirme ve genişletme fırsatlarını
buldum. Kendilerine önemli ölçüde borçlu olduğum, fakat Tanrı’yla olan ilişki
ile kişinin hemcinsiyle olan ilişkisinin yakın birlikteliğinin merkezî önemini
-ki bu benim aslî ilgi alanımdır-kaçırmış olan görüşleri tenkit fırsatını da
buldum. Daha sonra, başka tartışmalar eklendi: antropolojik esaslar ve sosyolojik îmâlar. Bununla beraber, şu husus açıktır ki, hiçbir
suretle, her şey yeteri kadar berraklaşmış değildir. Okurlar bana, şurada
burada ne demek istemiş olabileceğimi sormaktaydı. Uzun bir zaman, hepsine tek
tek cevap verdim, fakat gittikçe bu talepleri hakkıyla karşılayamadığımı
anladım; ve üstelik yüksek sesle konuşmaya karar veren diyalog ilişkisini
elbette kısıtlamamalıydım; belki-, sessiz kalanlardan bazıları da özel dikkate
lâyıktırlar. Bu sebepten, birbirleriyle ilişkili olan birkaç önemli soruyu,
herkese açık olarak, cevaplandırmaya karar verdim.
Birinci soru, mâkul bir kesinlikle şöyle
formüle edilebilirdi: Kitap, sadece diğer insanlarla değil, tabiatta karşı
karşıya geldiğimiz varlıklar ve şeylerle de olan BEN-SEN ilişkisinden
bahsediyor; o hâlde, ilki ile İkincisi arasındaki öze ait farkı tâyin eden
nedir? Veya daha da etraflıca: Eğer BEN-SEN ilişkisi, BEN ve SEN’in her
ikisini kuşatan bir mütekabil (karşılıklı)
oluşu gerekli kılıyorsa, tabiattaki herhangi bir şeyle bu tarz bir ilişki nasıl
anlaşılabilir? Yine daha kesin olarak: Tabiattaki varlıklar ve şeylerle
karşılaşmamızın, bizim SEN’imizle karşılaştığımız gibi olduğunu farzedersek ve
bu karşılaşma bize aynı zamanda bir tür mütekabiliyet bağışlarsa, bunun
karakteri nedir ve ona bu temel kavramı uygulama hakkını bize veren nedir?
Şurası açıktır ki, bu suale kapsamlı bir
cevap verilemez. Tabiatı, genellikle yaptığımız gibi, tek bir bütün olarak
kabul etmek yerine, onun farklı âlemlerini ayrı ayrı düşünmeliyiz. Vaktiyle
insanlar, hayvanları ‘ehlileştirdi’ ve hâlen, bu enteresan mahareti gösterme
yeteneği vardır. Hayvanları kendi etki alanına çeker ve basit bir tarzda
onları, kendisini -bir yabancıyı-kabul etmeye ve kendi yoluna razı olmaya
yönlendirir. Yaklaşımına, hitabına, onlardan, ekseriya, şaşırtıcı derecede
aktif cevap alır -ve bu cevap genellikle daha güçlü, daha direkt, daha samimî
Sen-deme ilişkisine varır. Hayvanların, çocuklar gibi, gösterilen sahte
yakınlığı sezmeleri, az rastlanır bir durum değildir. Fakat biz, ara sıra,
ehlîleştirme çerçevesi dışında da, insanlar ve hayvanlar arasındaki ilişkinin
bir benzerine rastlarız: Bazı insanlar, hayvanlarla potansiyel ortaklık
kurmakta derin bir etkiye sahiptirler -ekseriya, hiçbir suretle doğuştan
‘hayvansever olduklarından değil, daha ziyâde ruhî özellik taşıdıklarından.
Hayvanlar, insanlar gibi iki boyutlu
değildir: Başka varlığa doğru yönelmelerine ve objelere bakmalarına rağmen,
temel kelimeler BEN-SEN ve BEN-O’nun iki boyutluluğu, onlara yabancı-dır.
Onlarda iki boyutluluğun gizli olarak bulunduğunu söyleyebiliriz. Hayvanlara
Sen-dememiz, bakış açısıyla, bu alanı, mütekabil oluş eşiği diye
adlandırabiliriz.
Hayvanlarla paylaştığımız
kendiliğindenliğin olmadığı tabiat âlemlerinde, bu durum büsbütün farklıdır.
Bu, kendisiyle ilgili hareketlerimize karşılık veremeyen, ‘cevap’ veremeyen
bitki kavramımızın bir kısmıdır. Yine de, bu alanda hiçbir karşılığa rastlamayacağımız
anlamına gelmez. Biz burada, bireysel bir varlığın tavrındaki cevabı değil,
varlığın bizzat kendi mütekabil oluşunu -varlık olmanın dışında hiçbir şey
olmayan mütekabiliyet-anlarız. Bir
ağacın canlı bütünlüğü ve birliği, sadece inceleme gözüyle bakan kimseden, göz
ne kadar keskin olursa olsun, kendisini esirger, öte yandan, ona Sen diyene
kendisini gösterir, ‘onlar’ olduğu zaman o vardır: Onlar, ağaca görünme
fırsatını bahşederler ve şimdi varlık sahibi olan ağaç, onu gösterir. Düşünme
alışkanlıklarımız; böyle durumlarda, herhangi bir şeyin, bizim tutumumuzla
uyandırıldığını ve sahip olduğu varlıktan bize doğru ışıldadığını anlamamızı
güçleştirir. Bu alanda önemli olan şey, kendisini bize açan gerçekliğe
tarafsızlıkla hakkını vermemiz gerektiğidir. Taşlardan yıldızlara uzanan bu
muazzam âlemi, eşikten hemen önce gelen adım anlamında, eşik-önü olarak
isimlendirmek isterim.
Şimdi de, aynı tür imaja bağlı, kapı
üzerindeki lento demek olan eşik-üzeri (üst eşik) (üst-çizgi) denilebilen alanda sorulan sorulara
geliyoruz: ruh alanı.
Burada da iki âlemi ayırmalıyız, fakat bu,
tabiatla olandan daha derinden kesen bir ayırımdır. Bir yanda, dünyaya zaten
girmiş olan ve şimdi bizim duyularımız aracılığıyla dünya içinde algıla-nabilen
ruh; diğer tarafta, henüz dünyaya girmemiş, fakat girmeye hazır olan ve şimdi
bizim için var olan ruh. Bu fark, benim size, okurlarıma, dünyaya zaten girmiş
olan ruhî formları, diğerlerini değil, az çok gösterebileceğim olgusu üzerine
kuruludur. Müşterek dünyamızda ‘elde olan’
ruhî formları, bir şey veya tabiî varlıktan farksız, sizin için
gerçekten veya potansiyel olarak erişilebilir herhangi bir şey gibi
gösterebilirim. Fakat henüz dünyaya girmemiş olan şeyi, size gösteremem. Eğer
bana burada mütekabiliyetin bulunacağı farzedilen sınırdaki durum sorulursa,
beşer hayatında nadiren tanımlanabilen olayları, dolaylı olarak gösterebilirim
sadece; ve eğer bu dolaylı ifâde tarzı yetersiz kalırsa, sonunda, sizin,
okurumun enkaz altında gömülü olabilen, fakat sizin için belki hâlâ erişilebilir
durumdaki gizemlerinizin şahitliğine başvurmaktan başka çarem kalmaz.
Şimdi, ilk âleme, ‘elde olan’a dönelim.
Burada deliller göstermek mümkündür.
Bu âlem hakkında soru soranlara, binlerce
yıl önce ölen bir üstadın geleneksel sözlerinden birini hatırlatalım. Bu
sözleri, konuşmacı onların huzurunda, onlara hitap ederek söylemiş gibi
işitmeye –olabildiğince-çalışsınlar. Bu gayeye varmak için, kendisi değil, sözü
elde olan konuşmacıya doğru, bütün varlıklarıyla yönelmelidirler. Diğer bir
deyişle, şimdi hayatta olmayan ve benim Sen-deyiş dediğim tavrıyla, hâlâ
yaşayan ustayı benimsemelidirler. Eğer bunu başarırlarsa (isteme ve çaba
yeterli değilse de, ara sıra mümkün olabilir), belki başlangıçta pek net
olmayan bir ses işiteceklerdir; aynı ustanın onlarla konuştuğu, içten gelen
diğer sözlerindeki sese benzer bir ses. Şimdi onlar, bu sözü bir obje gibi ele
aldıkları müddetçe, daha önce yaptıkları şeyi bundan böyle yapamayacaklardır:
muhteva ile âhengi ayıramayacaklardır; konuşulan şeyin bölünemez bütünlüğünden
başka hiçbir şeyi kabul etmezler.
Fakat biz burada hâlâ, bir kişi ve kişinin
sözlerinin izharı ile uğraşmaktayız. Zihnimi meşgul eden şey, kişisel
varoluşun, sözlerde süren varlığıyla sınırlı değildir. Dolayısıyla, bu ifâdeyi
artık içinde kişisel hiçbir şey bulunmayan bir örnek göstererek tamamlamalıyım.
Her zaman olduğu gibi, bazı insanların kuvvetli hâfızalarıyla bağlantılı bir
örnek seçtim. Ona doğru yönelmeye ehil ve hazır olan bir insana göründüğü
yerdeki Dorik sütunu alınız. Bu, ilk defa, birleştirilmiş olduğu Siraküze’de
bir kilise duvarının dışında benim karşıma çıktı; ilk gizli ölçü, içinde
kişisel hiçbir şeyin görülmediği veya içine ondan hiçbir şeyin katılmadığı bu
kadar sade bir formda kendisini gösteriyor. Varılmak zorunda olunan şey, benim
varabildiğim noktaydı: insanın zihninden ve elinden geçmiş ve cisim hâlinde
ortaya çıkmış olan bu ruhî formla orada yüz yüze gelmek ve onu sürdürmek.
Burada, mütekabil olma kavramı kaybolur mu? Yalnızca, arkasındaki karanlıkta
kaybolur -veya anlaşılmayı donuk olarak
reddeden, fakat parlak ve güvenilir, somut bir iş hâline dönüşür.
‘Elde bulunmayan’ın ait olduğu yerdeki
‘ruhî varlıklarla, sözün ve formun meydana gelişi ((genesis]) ile ilgili öteki
âleme de buradan bakabiliriz.
Ruh, söz oldu; ruh, form oldu -ruh ile
kime dokunulursa ve kim kendisini kapatmazsa, temel olguyu , bir dereceye kadar
fark eder: insan dünyasında hiçbir şey ekilmeden filizlenmez ve yetişmez; her
ikisi de, ötekiyle karşılaşmalardan doğar. Platon’un İdeleri ile olan
karşılaşmalar değil (herhangi bir varlık sahibi olarak, neyi ve hangisini
anlayamayacağım hakkında hiçbir direkt bilgimin bulunmadığı), etrafımızda esen
ve bize ilham veren ruhla olan karşılaşmalar. Bu bana, vereni sorulmadan kabul
edilen demek suretiyle ilham sürecini sınırlayan Nietzsche’nin tuhaf itirafını
hatırlattı. Böyle olabilir -belki sorulmaz, fakat şükür ki verilir.
Ruh üzerinde hâkimiyet kurmak ve onun
tabiatını belirlemek isteyenler, ‘ruh’un soluğunun bir günah yükleyeceğini
bilirler. Fakat onlar, bu lûtfu kendilerine mahsus görürlerse, aynı zamanda,
vefâsızdırlar.
Tabiî olan ve ruhî olan karşılaşmalar
hakkında burada neler söylendiğini bir kere daha gözden geçirelim.
Bu noktada; bizim, varlığın nizamı
düşüncemize göre, kendisine bilinç ve kendiliğindenlik isnat ettiğimiz alanın
dışından gelen, sanki bizim yaşadığımız insan dünyasındaki cevap veya hitap
imiş gibi bir ‘cevap’ veya ‘hitap’tan bahsetmek hakkına sahip olup olmadığımız
suali sorulabilir. Burada söylenen şey, ‘kişileştirme’ mecazı olması haricinde,
geçerli midir? Çizilmiş olan ve bütün aklî bilgilerle çizilmesi zorunlu olan
sınır çizgilerini bulandıran şüpheli bir ‘mistisizm’ tehlikesiyle tehdit
edilmekte değil miyiz?
BEN-SEN ilişkisinin; samimi bir kalbe ve
onu destekleme cesaretine sahip olan herkesçe bilinen açık ve sağlam yapısı,
mistik değildir. Onu anlamak için, neyin gerçek olduğu hakkında ‘insan’ın
düşüncesini belirleyen aslî normların dışına değil, bazen düşünce
alışkanlıklarımızın dışına çıkmalıyız. Tabiat âlemi ve ruh âleminin her
ikisinde de -sözler ve fiillerde yaşamaya devam eden ve sözler ve fiiller
hâline gelmeye uğraşan-bizim üzerimizde etkili olan şey, varlık sahibi olanın
fiili olarak anlaşılabilir.
Daha sonraki sual, bundan böyle,
mütekabiliyet eşiğini, eşik-önünü ve eşik-üzerini ilgilendirmez, varoluşumuza
giriş kapısı olarak mütekabiliyetin bizzat kendisini ilgilendirir.
İnsanlar şunları soruyor: İnsanlar
arasındaki BEN-SEN ilişkisi nedir? Bu, daima, tamamen mütekabil midir? Öyle
olabilir mi, olmasına izin verilir mi? Beşerî olan her şey gibi, o da, bizim
yetersizliğimizin sınırlamalarına tâbi ve üstelik, birbirimizle olan hayatımızı
idare eden dahilî kanunlarla sınırlı değil midir?
Bu iki engelin ilki, elbette yeteri kadar
tanıdık. Size ihtiyacı olan ‘komşunuzun’ gözlerine bir yabancının soğuk
şaşkınlığıyla karşılık vermekten başka bir şey yapmadan günbegün bakmaya dair
kendi tecrübenizden, büyük mükâfatları boşu boşuna sürgit vaad eden azizlerin
melânkolisine kadar her şey -size bu mükemmel mütekabiliyetin, ‘insan’
hayatında biri diğeriyle ilişkili olacak şekilde içkin olmadığını anlatır. Bu,
daima hazır olunması gereken, fakat aslâ bel bağlanılamayacak bir lütuf
formudur.
Yine, kendilerine has tabiatları gereği,
eğer bu tabiata sâdık kalırlarsa, mükemmel mütekabiliyete hiçbir zaman
açılmayan BEN-SEN ilişkileri de vardır.
Başka yerlerde, gerçek bir eğitmenin,
öğrencisiyle olan ilişkisini bu tip bir ilişki olarak nitelendirmekteyim.
Öğrencisinin en yüksek istidatlarının farkına varmasına yardımcı olmak isteyen
öğretmen, onu, hem istidadı hem de gerçekliği içinde, bu tikel kişi olarak
düşünmelidir. Daha kesin ifâdeyle, onu sadece bir nitelikler, istekler ve
yasaklar toplamı olarak tanımamalı; onu bütün olarak anlamalı ve onaylamalıdır.
Fakat bunu, ancak iki kutuplu bir durumda, bir ortak olarak karşılaşırsa
yapabilir. Ve etkisine birlik ve anlam vermek için, bu durumu, bütün
yönleriyle, sadece kendisinin değil, ortağının da bakış açısından yaşamalıdır.
Benim, çevreleme* (ihata etme, m.n.) dediğim gerçekleştirme türünü fiilen
uygulamalıdır. Öğrencide de BEN-SEN ilişkisini uyandırması ve öğrencinin de
eğitmenini bu tikel kişi olarak görmek ve onaylamak zorunda oluşu önemlidir;
eğer öğrenci de, ‘eğitmeni’nin bakış açısından paylaşılan durum aracılığıyla
yaşayarak çevreleme hünerini fiilen uygularsa, eğitim ilişkisi devam edemez.
BEN-SEN ilişkisinin son bulması veya tamamen farklı, bir arkadaşlık ilişkisi
hâline dönüşmesi durumunda, bilhassa eğitim ilişkisinin, mükemmel mütekabiliyet
ile telif edilemeyeceği, açıklık kazanır.
Mütekabiliyetin normatif sınırlarının,
daha az eğitici olmayan bir diğer örneği, gerçek bir psikoterapist ile hastası
arasındaki ilişkide bulunabilir. Eğer o, hastasını ‘analiz’ ettiğine kâni ise
-yani onun küçük dünyasından (microcosm) bilinçsiz faktörleri meydana çıkarmak
ve bu ortaya çıkışla dönüştürülmekte olan enerjileri bir bilinç projesine
uygulamak-bazı tedavileri başarıyla uygulayabilir. En hafif deyimle,
yoğunlaşmak ve düzen elde etmek konusunda, zayıf yapılı, dağılmış bir ruha, hiç
değilse, yardım edebilir. Fakat gelişmemiş bir kişisel merkezin yeniden
canlandırılması olan hakikî görevini ihmal edemez. Bu iş, ancak acı çeken ruhun
saklanmış, gizli birliğini, bir doktorun keskin nazarıyla kavrayan bir kimse
tarafından, aslâ bir objeyi gözetleme ve inceleme yoluyla değil, bir ortak
olarak, kişi-kişiye ilişkiye girilmesi hâlinde başarılabilir. Diğer kişinin
dünya ile uyum sağladığı yeni durumdaki birliğin insicamlı şekilde kurtuluşunu
ve gerçekleşmesini geliştirmek için, terapist de, eğitmen gibi, iki kutuplu
ilişkinin sadece kendine ait kutbunda değil, aynı zamanda, kendi hareketlerinin
etkilerini tecrübe etmek üzere, diğer kişinin kutbunda da bulunmalıdır. Burada
da yine, hasta, benimseme hünerini fiilen uygulamaya karar verir vermez ve
olayları doktorun da bakış açısından tecrübe etmeyi, gerçekten başarır
başarmaz, tikel ‘tedavi’ ilişkisi son bulur. Tedavi de, eğitme gibi, yüz yüze
yaşamayı gerektirir ve yine son bulur.
Mütekabiliyetin normatif sınırlarıyla
ilgili en çarpıcı örnek, muhtemelen, cemaatlerinin ruhî huzuru görev edinmiş
olanların işinde bulunabilir: Burada, diğer taraftaki her benimseme teşebbüsü,
misyonun kutsal sahiciliğini (authenticity) bozacaktır.
Herhangi bir gayeye erişmek üzere diğerini
etkilemek için, bir ortağın girişimi tarafından tarif edilen bir durumdaki her
BENSEN ilişkisi, aslâ mükemmel olmamaya mahkûm edilen bir mütekabiliyete
dayanır.
Bu bağlamda, sadece bir sual daha
tartışılabilir, fakat karşılaştırılamayacak derecede hepsinden daha önemli
olduğundan, bununla başlanmalıdır.
Ezelî-ebedî SEN, nasıl, aynı zamanda
dışlayıcı ve kapsayıcı olabilir? -diye soruyor insanlar. Hiçbir şeyle
oyalanmaksızın, şartsız olarak Tanrı’ya yönelmemizi gerektiren, bununla
beraber, insanın diğer bütün BEN-SEN ilişkilerini kucaklayan ve onları, olduğu
gibi Tanrı’ya getiren insanın, Tanrı’yla SEN-ilişkisi nasıl mümkün olabilir?
Şunu belirtmeliyim ki, sual, Tanrı
hakkında değil, sadece bizim onunla ilişkimiz hakkındadır. Yine de, bu suale
cevap verebilmek için, ondan bahsetmek zorundayım. O, ne kadar çelişki-üstü
ise, bizim onunla ilişkimiz de o kadar çelişki-üstüdür.
Elbette biz, sadece, bir insanoğluyla
ilişkisi içinde Tanrı’nın mahiyetinden bahsedeceğiz. Bunun bile, ancak bir
paradoks içinde; veya daha kesinlikle, bir kavramı paradoks kabilinden
kullanarak; veya daha da kesin olarak, bu kavramın alışılmış muhtevasıyla
çelişen bir sıfatla, nominal kavramın paradoks kabilinden bir terkibi
aracılığıyla olduğu söylenebilir. Bu çelişki üzerindeki vurgu, içgörüyü
(insight) kavrama kabiliyetinin yolunu açmalıdır ve böylece, ancak böylece, bu
objenin, kaçınılmaz olarak bu kavramla tarifi haklı görülebilir. Kavramın
içeriği, devrimci bir değişime ve genişlemeye uğrar, fakat bu, iman
gerçekliğiyle zorlanan her kavram için doğrudur, biz içkinlik âleminden alır ve
aşkınlığa uygularız.
Tanrı’nın bir kişi (zât, m.n.) olarak
tasviri, bizzat benim gibi, onu bir prensip ve bir ide olarak düşünmeyenler
için kaçınılmazdır; her ne kadar, Eckhart gibi mistikler, ara sıra, onunla
‘Varlık’ı bir tutsalar ve Eflatun gibi filozoflar onu, zaman zaman bir ide
olarak kabul etseler de -bizzat benim gibi kimseler, ‘Tanrı’ kelimesi ile,
ilâveten başka her ne olabilirse de, yaratan, vahyeden ve günahtan kurtarıcı
fiiller vasıtasıyla biz insanlarla doğrudan ilişkiye giren ve böylece bizim
onunla doğrudan ilişki içine girmemizi ‘mümkün kılan’ı kastederiz.
Varoluşumuzun bu zemini ve anlamı, her seferinde, sadece kişiler arasında elde
edilebilen türde bir mütekabiliyet kurar. Kişilik (zât olma, m.n.) kavramı,
elbette Tanrı’nın mahiyetini anlatmaktan tamamen âcizdir; fakat Tanrı’nın da
bir zât olduğunu söylemeye müsaade edilir ve söylemek zorunludur. Bir defaya
mahsus olmak üzere, demek istediğim şeyi bir filozofun, Spinoza’nın diline
çevirecek olursam, Tanrı’nın sonsuz öznitelikleri, bizim bildiğimiz gibi,
Spinoza’nın düşündüğü üzere, iki değil, üç olduğunu söylemeliyim: ruh-gibilik
-bizim, ruh dediğimiz şeyin kaynağı-ve bizim, tabiat olarak bildiğimiz şeyin
temsil ettiği tabiat gibilik’e ilâveten, üçüncü öznitelik ise, kişi gibiliktir. İlk iki öznitelikten bile, benim ve bütün
insanların ruh varlığı ve tabiat varlığı olduğumuz sonucunu çıkardığım gibi, bu
son öznitelikten de, benim ve bütün insanların, kişiler olduğumuz sonucunu
çıkarmam gerekir. Ve sadece bu üçüncü öznitelik, kişi-gibilik’in, kendi içinde
bir öznitelik olarak doğrudan bilineceği söylenebilir.
Fakat şimdi de, kişi kavramının alışılmış
içeriğine sığınan bir çelişki ortaya çıkar. Bir ‘kişi’, açıkça, bağımsız bir
ferttir, der ve aynı zamanda, diğer bağımsız fertlerin çokluğu ile görelileştirilir
(relativize); ve elbette, Tanrı’yla ilgili olarak, bu söylenemez. Bu çelişki,
Tanrı’nın mutlak kişi (zât) olduğu paradoksal tasviri ile karşılanır; bu,
‘görelileştirilemeyecek olan’dır. Bizimle doğrudan ilişkiye giren Tanrı, o
mutlak kişi olandır. Çelişki, daha yüce olan içgörüye teslim olmalıdır.
Hemen diyebiliriz ki, Tanrı,
mükemmelliğini insanla ilişkisine intikal ettirir. Bu sebepten, ona yönelen
insanın başka hiçbir BEN-SEN ilişkisine sırt çevirmesi gerekmez: meşrû olarak
o, onların hepsini Tanrı’ya taşır ve ‘Tanrı huzurunda’ şekil değişimine
uğramaya bırakır.
Tanrı’yla karşılıklı konuşmayı
(conversation) -bu kitapta ve daha sonraki hemen hemen bütün kitaplarımda
bahsetmek zorunda kaldığım karşılıklı konuşma-yalnızca gündelik olandan ayrı
veya onun ötesinde cereyan eden bir şey gibi anlamaktan, tamamen kaçınmalıdır.
Tanrı’nın insana hitabı, bütün hayatlarımız içindeki olaylara ve etrafımızı
saran dünya içindeki bütün olaylara, biyografik olan, tarihî olan her şeye
nüfuz eder ve onları ders hâline, sana
ve bana olan talebe dönüştürür. Üst üste olaylara, üst üste durumlara
dayanmasını ve karar vermesini insandan istemek için, bu özel dil ile imkân ve
yetki verilir. Sanki uzun zaman önce kendi kulaklarımızı tıkamamışız gibi,
ekseriya, işitilecek bir şey olmadığını düşünürüz.
Tanrı ile insan arasındaki mütekabiliyetin
varoluşu, Tanrı’nın varoluşundan başka hiçbir şeyle daha iyi ispatlanamaz. Buna
rağmen, ondan bahsetmeye cür’et eden kimseye şahitlik eder ve hitap ettiği
kimselerin şahitliğine müracaat eder -‘şimdi’de ve gelecekteki şahitlik.
Kudüs, Ekim Martin Buber
Kaynak: Martin Buber, Ben ve Sen, “ I and
Thou”, trc: İnci Palsay, Kitabiyat, 1.
Baskı: Nisan , İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar