BERTRAND RUSSELL- 2-
İKTİDAR- Power: A New Social Analysis-Bertrand Russell
Dilimize Çeviren : METE ERGİN
İKTİDAR GÜDÜSÜ
İnsanla
öteki hayvanlar arasında kimi ansal, kimi duygusal çeşitli ayrılıklar vardır.
Duygusal ayrılıkların belli başlılarından biri, insanların güçlü isteklerinden
bazılarının, hayvanlarınkinin aksine, esas itibariyle sınırsız ve doyurulmak
olanağından yoksun bulunuşudur. Boa yılanı yiyeceğini yedikten sonra, tekrar
acıkıncaya kadar uyur; eğer öteki hayvanlar aynı şeyi yapmıyorlarsa bu, ya
yiyeceklerinin yetmediğinden, ya da düşmandan korkmalarındandır. Bir kaçı
dışında, hayvanların faaliyeti sağ kalma ve çoğalma ihtiyacına, bu iki temel
ihtiyaca dayanır; hayvanların faaliyetleri, bu iki ihtiyacın zorunlu kıldığı
faaliyetler dışına çıkmaz. İnsanlar
için durum başkadır. Gerçi insan soyunun büyük bir bölümü vazgeçilmez
ihtiyaçlarını karşılamak için, daha başka amaçlara harcayacak enerjileri
kalmayacak kadar çok çalışmak zorundadır; ne var ki, geçimlerini sağlama
bağlamış olanlar, faaliyetten geri kalmazlar. Xerxes, Atina seferine çıktığı
zaman, besin yönünden de, üst baş yönünden de, kadın yönünden de hiç bir eksiği
yoktu. Trinity Kollejine öğretim Üyesi seçildiği andan itibaren, Newton’ın
maddi rahatı sağlama bağlanmış bulunuyordu, ama Newton da Principia’sını, maddi
rahatı sağlama bağlandıktan sonra yazdı. St. Francis ile İgnatius Loyola,
Tarikatlerini kurarlarken, ihtiyaçlarını gidermek zorunluluğuyla hareket
etmemişlerdi. Bunların hepsi de sivrilmiş kişilerdi, ama aynı belirgin
nitelikler, son derece tembel pek az insan dışında, herkeste görülebilir.
Kocasının iş alanındaki başarısından emin olan ve çalışmak zorunda kalma
korkusu bulunmayan Bayan A. zatürreye yakalanma tehlikesini çok daha ucuz bir
yoldan önleyeceği halde, Bayan B’den daha iyi giyinmek ister. Eğer Bayan A’nın
kocası bir asalet ünvanına kavuşur ya da parlamentoya seçilirse, karı koca
ikisi de sevinirler buna. Kuruntularda, hayal edilen zaferlere sınır yoktur, bu
hayallere olabilir gözüyle bakıldı mı da, gerçekleşmeleri için çaba harcanır.
Hayal
gücü, temel ihtiyaçları doyurulmuş insanoğullarını, dur durak bilmeyen çabalara
zorla yönelten bir üvendiredir. [dürtü] Pek çoğumuz hayatımızda nadiren şöyle
diyebilmişizdir:
Şİmdi ölecek olsaydım eğer,
Bu benim en mutlu anım olurdu, zira
korkarım ki,
Ruhun alabildiğine doymuştur ve
korkarım ki,
Bilinmeyen bir âkibette böylesine
bir doymuşluğun
Yerini alacak huzur
bulunmayacaktır.
Pek
ender olan tam mutluluk anlarımızda da, doymuşluğun sürekli olmadığını
bildiğimiz için, Otello gibi ölümü istememiz doğaldır. Sürekli mutluluğu
sağlayacak şey, insanoğlu için olanaksızdır: yalnız Tanrıdır tam mutluluğa
erişen, zira ‘saltanat ve iktidar ve şan ve şeref’ Onundur. Yeryüzündeki
saltanatlar, başka saltanatlarla sınırlıdır; yeryüzündeki iktidarı ölüm kısa
keser; piramitler de diksek, ‘ölümsüz şiire bağlı’ da olsak, yeryüzündeki şan
ve şeref, yüzyılların geçişiyle söner. İktidarı az olanlara, şan ve şerefi az
olanlara, biraz daha fazlası yetecekmiş gibi gelir, ama böyle sananlar yanılmış
olurlar: istekler doymak bilmezdir, sınırsızdır ve onlar ancak Tanrının
sonsuzluğunda yatıştırılabilir.
Var
olmak ve çoğalmak hayvanlara yettiği halde, insanoğlu yayılmak ister ve
insanoğlunun bu konudaki istekleri sadece hayal gücünün olanaklarıyla
sınırlıdır. Her insan, eğer elinden gelse, Tanrı gibi olmak ister; pek az
rastlanan bazı insanlar vardır ki, bunun olanaksızlığını kolay kolay kabul
edemezler. Bunlar, Milton’un Şeytan’ıyla
aynı hamurdan yoğurulmuş, tıpkı Milton’un Şeytan’ı gibi, soylulukla
inançsızlığı kendilerinde birleştirmiş kişilerdir. ‘İnançsızlık’la, dinsel
inançlara dayanan şeyi söylemek istemiyorum: birey olarak insan iktidarının
sınırlılığının kabul edilmeyişini anlatmak istiyorum. Soylulukla inansızlığın
meydana getirdiği bu, devlere yakışan karışım, özellikle büyük fatihlerde
belirgin olarak görülür, ama yine de bunun bir kırıntısı her insanda vardır.
Toplumsal işbirliğini zorlaştıran da budur, zira her birimiz bu işbirliğini,
içinde kendimize Tanrı yerini verdiğimiz, Tanrı ve Tanrıya tapanlar arasındaki
işbirliği biçiminde anlamak isteriz. İşte, zaman zaman dalgalanmalara, kan
dökülmesine yol açan rekabet hırsı, canı ve şerefi tehlikeye atarak başkalarını
yönetmek ihtiyacı, başkaldırma dürtüsü bundan ileri gelir. Bireyin anarşi
yolundan kendini zorla kabul ettirmesini önleyecek törel kurallar ihtiyacı da
yine bundan doğar.
İnsanoğlunun
sınır tanımayan isteklerinin en bellibaşlıları, iktidar ve şan kazanma
istekleridir. Bunlar, her ne kadar çok yakın akraba iseler de, aynı şey
değillerdir: Başbakanın şanından çok iktidarı, Kralın ise iktidarından çok şanı
vardır. Bununla birlikte, bir kural olarak, şan kazanmanın en kolay yolu
iktidar kazanmaktır; bu, özellikle, kamuyu ilgilendiren olaylarda faal rol
oynayan kişiler için böyledir. Bundan ötürü, şan kazanma isteği de çoğunlukla,
iktidar sahibi olma isteğinin doğurduğu davranışların aynını doğurur ve bu iki
güdüye uygulama alanında hemen hemen hep özdeş gözüyle bakılır.
Özel
İktisadî çıkarın toplum bilimde temel güdü olarak kabul edilebileceğini ileri
süren, yerleşmiş fikirlere bağlı iktisatçılarla, bu konuda onların görüşünü
paylaşan Marx yanılmışlardır. Mal hırsı, iktidar ve şan hırsından ayrıldığı
zaman, sınırlıdır; geçimi sağlayacak insaflıca bir parayla doyurulabilir.
Gerçekten de pahalıya doyurulabilecek güçlü istekleri bize veren şey ise, maddî
rahat aşkı değildir. Bozulma dolayısıyla köle haline getirilmiş bir yasama
organı, ya da uzmanlar tarafından seçilen Eski Şaheserlerden meydana getirilmiş
özel bir resim galerisi gibi şeyler, içinde rahat rahat oturulacak bir yer
sağlamak için değil, iktidar ve şan elde etmek için istenir. Akla yakın ölçüde
bir rahat, sağlama bağlandı mı, bireyler de toplumlar da, servetten çok iktidar
peşinde koşarlar: iktidar sağlamak için servet sahibi olmak ya da iktidarlarını
arttırmak amacıyla servetlerini arttırmak isteyebilirler, ama her iki halde de
bunların temel güdüleri İktisadî değildir.
Yerleşmiş
fikirlere bağlı iktisatla, Marxsist iktisadın düştüğü bu yanılma sadece
kuramsal olmayıp, uygulama alanında çok daha büyük önem taşımaktadır ve son
zamanlardaki bazı bellibaşlı olayların yanlış anlaşılmasına yol açmıştır.
Ancak, toplumsal meselelerde önemli rol oynayan faaliyetlerin sebebinin iktidar
aşkı olduğunu anlamak suretiyle eski ya da yakın çağ tarihi üzerine, doğru bir
yorumda bulunulabilir.
Bu yazıda ben, fizikte nasıl Enerji
temel kavramsa, aynı şekilde sosyolojide de iktidarın temel kavram olduğunu
ispatlamağa çalışacağım. Enerji nasıl
çeşitli biçimler alıyorsa, iktidarın da aynı şekilde, servet, silâh gücü, sivil
makamlar, düşünceye söz geçirme gibi biçimleri vardır. Bunların hiç biri ötekine üstün sayılamayacağı
gibi, bu biçimlerin hiç biri ötekileri kendinden türetmiş de değildir.
İktidarın bir biçimini, diyelim serveti, ötekilerden ayrı olarak incelemeğe
kalkışmak ancak yarım bir başarı sağlar, tıpkı enerjinin bir biçimini, öteki
biçimleri de dikkate almadan incelemeğe çalışmanın belirli noktalarda yetersiz
kalacağı gibi. Servet nasıl askerî iktidarın ya da düşünce üzerinde etki
kurmanın sonucu olabilirse, aynı şekilde askerî iktidar ve düşünce üzerinde
etki kurabilme de servetin sonucu olabilir. Toplumsal dinamiğin yasaları,
iktidarın şu ya da bu biçimi içinde değil, sadece iktidar içinde ifade
olunabilecek yasalardır. Eski zamanlarda askerî iktidar, iktidarın öteki
biçimlerinden ayrı durumdaydı, bunun bir sonucu olarak da zaferler ya da
yenilgiler kumandanların rasgele niteliklerine bağlı görünüyordu. Zamanımızda
ise, İktisadî iktidar, bütün öteki iktidar biçimlerinin kaynağı olarak ele
alınmaktadır; bu da bence, tarihi tamamıyla askerî yönden ele alan ve bundan
ötürü modaları geçen tarihçilerinki kadar büyük bir yanlıştır. Propagandaya
iktidarın temel biçimi gözüyle bakanlar da vardır. Bu hiç de yeni bir görüş
değildir; magna estveritas et prevalebit (Gerçek yücedir ve sonunda egemen olacaktır. Lât.
Özdeyiş.) veya ‘şehitlerin kanı Kilisenin ektiği tohumdur,’ (Tertullian’ın bir
özdeyişi.) diyen eski özdeyişlerde de bunu görüyoruz. Bu görüşte de, askerî ya
da İktisadî görüşteki kadar gerçek ve yanılma payı vardır. Propaganda, eğer
hemen hemen tamamıyla ortak bir görüş yaratabilse, karşı konulmaz bir iktidar
doğurabilir; ne var ki, askerî ya da İktisadî kontrolü elinde bulunduranlar,
eğer isterlerse, bunu propaganda amacıyla kullanabilirler. Konumuzla fizik
arasında analoji kurmağa devam edelim: iktidar da, enerji gibi sürekli olarak
bir biçimden başka bir biçime geçmektedir ve bu biçim değiştirmelerin
yasalarını aramak da sosyolojiye düşer. İktidarın her hangi bir biçimini, hele
günümüzde çok yapılageldiği gibi, özellikle İktisadî biçimi ötekilerden
ayırmağa çalışmak, uygulama alanında büyük önem taşıyan yanlışlar doğurmuştur,
hâlâ da doğurmaktadır.
İktidar
bakımından çeşitli toplumlar birbirlerinden birçok yollardan ayrılırlar. Önce,
bireylerin ya da örgütlerin sahip oldukları iktidar derecesi bakımından
ayrılırlar; meselâ, örgütlenmedeki artış dolayısıyla Devlet’in bugün eskisine
oranla çok daha fazla iktidara sahip olduğu apaçıktır. Toplumlar,
birbirlerinden en etkili örgütlerinin cinsine göre de ayrılırlar: bir askerî
despotizm, teokrasi, plütokrasi, benzerlikleri çok az olan tiplerdir. Toplumlar bir de, iktidarın değişik
yollardan elde edilişi bakımından ayrılırlar birbirlerinden: babadan oğula
kalan krallıklar bir cins yüksek kişi ortaya çıkarır; büyük bir din adamında
aranılan nitelikler ikinci bir cinsi; demokrasi, üçüncü bir cinsi; savaş da
dördüncü bir cinsi ortaya çıkarır.
İktidara
geçme olanağına sahip kişilerin sayısını sınırlayacak, aristokrasi ya da
babadan oğula kalma krallıklar gibi toplumsal kuramların bulunmadığı yerlerde,
genellikle, iktidara geçme şansına en çok sahip olanlar, iktidara geçmeyi en
çok isteyenlerdir. Bundan da, iktidarın herkese açık olduğu sistemlerde,
iktidar sağlayan makamlara, bir kural olarak, sıradan insanlardan olağanüstü
iktidar aşkıyla ayrılan kimselerin oturacağı sonucu çıkar, iktidar aşkı,
insanoğlunun en güçlü güdülerinden biri olmasına rağmen, hiç de eşit
dağıtılmamıştır ve rahatlık aşkı, zevk aşkı, hattâ bazen onaylanmak aşkı ile
sınırlanmıştır. İktidar aşkı, fazla çekingen yaratılışlılarda öndere uyma
kılığına bürünmüştür ki, bu da atılgan insanlardaki iktidar dürtüsünün yayılma
alanını büyütür. İktidar aşkı güçsüz kişilerin, olayların akışını
etkiliyebilmeleri olanağı da çok azdır. Toplumsal değişmelere yol açan
kişiler, bir kural olarak, toplumu değiştirmek isteğini kendilerinde güçlü bir
şekilde duyanlardır. Bundan ötürü de, iktidar aşkı, önemlilikleri bir
rastlantıdan ibaret olan kişilerin belirgin niteliğidir, iktidar aşkını
insanoğlunun biricik güdüsü diye kabul edersek, hiç şüphesiz yanılmış oluruz,
ama iktidar aşkı sosyolojinin inceleyeceği değişiklikleri meydana getiren
bellibaşlı güdü olduğuna göre de, bu yanlış, sosyolojideki eğreti yasaları
araştırmamızda bizi sanıldığı kadar yolumuzdan saptırmaz.
Toplumsal
dinamiğin yasaları —bence— çeşitli biçimleri içinde düşünülen iktidarla ifade
olunabilir. Bu yasaları bulabilmek için, önce iktidarın biçimlerini
sınıflandırmak, sonra da bireylerin ve örgütlerin, insanların hayatlarına
kumanda etme olanağını ellerine geçiriş yolları bakımından önem taşıyan,
değişik tarihsel örnekleri gözden geçirmemiz gerekir.
Bu
nedenle iki amacı birden gözönünde tutacağım: toplumsal değişimlerin genel
analizinde, iktisatçıların öğrettiklerinden daha elverişli olduğunu sandığım
analiz yolunu teklif etmek ve içinde yaşadığımız zamanla, yakın geleceği,
imgelemleri on sekizinci yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyılın egemenliği altında
bulunanlar için daha anlaşılır hâle getirmek. On sekizinci ve on dokuzuncu
yüzyıllar, çeşitli bakımlardan öteki yüzyıllardan ayrı tutulması gereken
yüzyıllardır, bizlerse şimdi, yine birçok bakımlardan, bizden önceki o çağların
hayat ve düşünüş biçimlerine döner gibiyiz. Kendi çağımızı, çağımızın
gerektirdiklerini, eski ve orta çağları anlamamız şarttır, zira kendini boş
yere on dokuzuncu yüzyıl için geçerli olan açık gerçeklerin egemenliğine
kaptırmamış bir ilerlemeye ancak bu şekilde varabiliriz.
Sh: 7- 14
ÖNDERLER VE ÖNDERLERİN ARDINCA GİDENLER
İktidarı
alma dürtüsü iki biçimde ortaya çıkar: açık olarak (önderlerde); kapalı olarak
(önderleri izleyenlerde), insanlar kendi istekleriyle bir önderin ardına
takıldıkları zaman, bunu, önderin kumanda ettiği grup yoluyla iktidarı elde
etmek amacıyla yaparlar ve önderin zaferleri onlara kendi zaferleriymiş gibi
gelir. Birçok
insan, bağlı bulundukları grupu zafere ulaştıracak yeteneği kendinde göremez ve
bundan ötürü, üstünlüğün elde edilmesi için gerekli cesarete, basirete sahip
görünen bir önder ararlar. Dinde bile bu
dürtüyü görürüz. Nietszche Hristiyanlığı, insanlara köle töresi telkin etmekle
suçlamıştır, halbuki Hristiyanlık, öteden beri şu amacı sonuçsal zafer
bellemiştir: ‘Ne mutlu zayıflara, zira yeryüzü onlara kalacaktır.’ Ya da, bunu
daha açık bir şekilde ortaya koyan, şu bilinen İlâhiyi ele alalım :
Savaşa gidiyor Tanrının Oğlu.
Bir krallık tacı kazanmak için.
Kan kırmızı sancağı süzülüyor
uzakta.
Kimdir onun ardında giden?
Kendi elemini en iyi içebilen,
Acılarını rahatça yenebilen,
Haçını sırtında sabırla
taşıyabilendir,
Onun ardında giden.
Eğer
bu bir köle töresi ise, o zaman, seferin bütün cefalarına sırf çıkar ve serüven
aşkına göğüs geren her askerin, seçim kampanyası sırasında canını dişine
takarak çalışan her politikacının köle sayılması gerekir. Ne var ki, aslında, gerçekten de yardımlaşmaya dayanan her
girişimde, önderin ardı sıra gidenler, psikolojik bakımdan, hiç de önderin
kendisinden daha fazla köle değillerdir.
Örgütlenmenin
kaçınılmaz hale getirdiği ve toplumdaki organik dayanışma geliştikçe,
azalacağına artan iktidar eşitsizliğini katlanılabilir yapan da işte budur.
Bilgimiz
içine giren en eski çağlardan beri, insan topluluklarında iktidar dağılımı
eşitsizliği hep var olagelmiştir. Bu kısmen dış zorunluluğa (objective
necessity), kısmen de insan tabiatında bulunan nedenlere (cause=illet)
dayanmaktadır. Bütün toplu girişimler ancak yönetici bir kuruluş altında
gerçekleşebilir. Bir ev yapılacaksa, evin plânları üzerinde birinin karar
vermesi gerekir; demiryolları üzerinde tren işletilecekse, varış kalkış
saatlerini gösteren tarife makinistlerin keyfine bırakılamaz; yeni bir yol yapılacaksa,
yolun nereden geçeceğine birinin karar vermesi şarttır. Demokratik yollardan
seçilmiş bir hükümet de yine bir hükümettir, bundan ötürü de, psikolojiyle hiç
bir ilişkisi bulunmayan gerekçelerle, —eğer girişimlerin başarıya ulaşması
isteniyorsa— emir veren bir takım insanlar ve onların emirlerine itaat eden
başka insanlar bulunmalıdır. Bununla birlikte, bu gerçekle, fiilî iktidar
eşitsizliğinin, teknik nedenlerin zorunlu kıldığı iktidar eşitsizliğini aştığı
gerçeği sadece birey psikolojisi ve fizyolojisiyle açıklanabilir. Bazı
insanların karakterleri, onları hep kumanda etmeğe, ötekilerinin karakterleri
de itaate yöneltir; bu iki uç arasında da, bazı durumlarda kumanda etmek
isteyen, bazı durumlarda da öndere uymağı tercih eden, ortalama insanlar yığın;
bulunur.
Adler, İnsan Tabiatını Anlama konulu
kitabında, boyun eğen ve boyun eğdiren olmak üzere iki tip ayırır. ‘Uşak
ruhlu birey,’ der Adler, ‘başkalarının koyduğu kurallar ve yasalara göre yaşar
ve tip, âdeta içinden gelen bir zorlamaya uyarak, kendine uşakça bir mevki
arar.’ Adler, devamla, ‘Nasıl herkesten üstün olabilirim?’ diye soran, boyun
eğdiren tipin ise, bir yöneticiye ihtiyaç duyulduğu zaman ortaya çıktığını ve
ihtilâllerde başa geçtiğini söyler. Adler, her iki tipi de, hiç değilse her iki
tipin en aşırılarını, istenilmeyen tipler olarak niteler ve bunları eğitimin
ürünleri sayar. ‘Otoriter eğitimin en büyük kusuru,’ der Adler, ‘çocuğa bir
iktidar ülküsü aşılaması ve ona iktidarın ele geçirilmesine bağlı zevkleri
göstermesidir.’ Biz de Adler’in bu sözüne, otoriter eğitimin —işbirliği yapan
iki insan arasındaki biricik ilişkinin, birinin emir vermesi, ötekinin de ona
itaat etmesi şeklindeki ilişki olduğu yolunda bir duygu telkin etmesi
dolayısıyla müstebit tip kadar, köle tip de yetiştirdiğini ekleyeceğiz.
İktidar
aşkı, çeşitli sınırlı biçimler içinde her zaman evrensel, ama salt biçim içinde
enderdir. Evinin yönetiminde iktidar sahibi olmaktan zevk duyan kadın,
Başbakanın zevk aldığı siyasal iktidar biçiminden pekâlâ çekinebilir; buna
karşılık, iç savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri’ni yönetmekten
korkmayan Abraham Lincoln, büyük bir ihtimalle kendi evi içindeki bir savaştan
kaçınırdı. Eğer Bellerophon kazaya uğrasaydı, İngiliz subaylarının vereceği,
filikalarla kaçma emrine, Napolyon belki de kuzu gibi itaat ederdi. İnsanlar
iktidarı, sözü geçen şeyi ancak kendi yetenekleriyle idare edebileceklerine
inandıkları sürece isterler, ama kendilerini yeteneksiz gördükleri anda, bir
önderin ardına takılmayı tercih ederler.
Kumanda
etme dürtüsü kadar gerçek ve onun kadar yaygın olan boyun eğme dürtüsünün kökü
korkuya dayanır. Düşünülebilecek en yaramaz, en ele avuca sığmaz çocuk çetesi,
yangın gibi korku verici bir durumda, yetkili bir yetişkinin emirlerine kuzu
gibi boyun eğecektir; Birinci Dünya Savası patladığı zaman, Pankhurstlar, Llyod
George’la barış yapmışlardı. Tehlike büyük olduğu zaman, çoğu insanlar hemen
bir Yetkili makam arar ve ona boyun eğerler; bu gibi anlarda ihtilâl çıkarmağı
aklına getirebilen kişi pek azdır. Savaş patladığı zaman bütün halk Hükümete
karşı aynı duyguyu besler.
Örgütler,
tehlikeleri önlemek amacıyla tasarlanmış olabilir de, olmayabilir de. Kömür
madenleri işletmeleri gibi İktisadî örgütler, bazı durumlarda tehlikeyle
içiçedir, ne var ki, bu gibi durumlar gelip geçicidir ve bunlar atlatıldıktan
sonra iktisadı örgütler eskisine oramla daha da serpilir. Genel olarak,
tehlikeleri karşılama, İktisadî örgütlerin ya da içişleriyle ilgili hükümet
örgütlerinin esas amacının bir bölümü değildir. Buna karşılık, ordular ve donanmalar
gibi, tahlisiye ve itfaiye kuruluşları da tehlikeleri karşılamak amacıyla
meydana getirilmişlerdir. Biraz daha uzak bir anlamda, aynı şey, varlığının
amacı kısmen, insan yaratılışının derinlerinde yatan metafizik korkuları
yatıştırmak olan dinsel kuruluşlar için de geçerlidir. Bunun doğru olup
olmadığı konusunda kuşkuya düşen çıkarsa, aşağıya aldığım iki örneğe benzer
İlâhileri aklıma getirsin :
Yüzyılların Kayası, benim için yani
da,
Senin bağrında saklanayım;
Seller götürürken dört yanı,
Ve fırtınalar hâlâ kükrerken,
Ey ruhumun sevgilisi, ey İsa,
Bırak senin sinesine kanat açayım.
Tanrı
iradesine boyun eğmede, yeryüzündeki hiç bir varlığa asla boyun eğmeyecek bir
çok hükümdara din yolunda alçalmayı kabul ettiren, kesin bir güvenlik duygusu
vardır. Boyun eğdiğimiz önder insan da olsa, Tanrı da, Bütün boyun eğişlerin
kökü korkuya dayanır.
Saldırganlığın
kökünün de korkuya dayandığı öteden beri kabul edilegelmiştir. Yalnız ben, bu
kuramın biraz fazla zorlanmış olduğunu kabul etme eğilimindeyim. Gerçi bazı
saldırganlıkların, meselâ, D. H. Lawrence’inki gibi saldırganlıkların temelinde
korkunun bulunduğu doğrudur. Ama korsanların başına geçen adamların,
yüreklerinde eskiden beri yer etmiş baba korkusunu taşıyan kişiler olduğundan,
ya da Napolyon’un Austerlitz’de, Madame Mere’le hesaplaştığını varsaydığından
da çok kuşkudayım. Attila’nın anası hakkında fazla bir şey bilmiyorum, ne var
ki, anasının Attila’yı bebekken fazla şımarttığım, Attila’nın da sonradan bu
şımarıklığı yüzünden, kendisine zaman zaman karşı koyduğu için dünyayı
sinirlendirici bulduğunu şüpheyle karşılarım. Öyle sanıyorum ki, büyük
önderlere ilham kaynağı olan saldırganlık tipi, utangaçlıktan doğan
saldırganlık değildir; büyük önderler, diyebilirim ki, sadece yüzeyle kalmayıp,
bilinçaltının derinliklerine kadar işleyen olağanüstü bir kendine güven
duygusuna sahiptirler.
Bir
önder için gerekli olan kendine güven duygusu çeşitli nedenlerden doğabilir.
Kendine güven duygusu yaratan nedenler içinde, tarihte en çok rastlananı,
kalıtım (veraset) yoluyla kumanda mevkiinde bulunulmasıdır. Meselâ, Kraliçe
Elizabeth’in buhran dönemlerinde yaptığı konuşmaların metnini okuyunuz: bu
konuşmalarda, kadının üstüne çıkan ve kadını da, kadın yoluyla ulusu da, ne
yapılması gerektiğini bildiğine inandıran hükümdarı göreceksiniz; insanlara
böylesine bir inanç telkin etmeği ise hiç bir sıradan kişi hayalinden
geçiremez. Kraliçe Elizabeth örneğinde ulusun çıkarlarıyla, hükümdarın
çıkarları birbirine uygundu; ona “Good
Queen Bess’ demeleri de bundandı. O, kimsede öfke uyandırmadan, babasını
bile övebilirdi. Kumanda etme alışkanlığının, sorumlulukları yüklenmeyi ve
çabuk karar almayı kolaylaştırdığına şüphe yoktur. Kalıtsal (mevras) şefi
ardınca giden bir klan, oylama yoluyla şefini kendi seçse belki daha iyi yönetilir.
Öbür yandan, şefini, çok göze çarpan değimlerinden (liyakatlerinden) ötürü ve
önemli yönetim yerlerinde büyük tecrübe kazanmış kişiler arasından seçen orta
çağ kilisesi, gibi bir kuruluş, aynı çağdaki kalıtsal monarşilerin elde ettiği
sonuçlara oranla çok daha iyi sonuçlar elde ediyordu.
Tarihte
bilinen en yetenekli önderlerin bazıları ihtilâl ortamları içinden çıkmıştır.
Biz şimdilik, Cromwell’i, Napolyon’u ve Lenin’i başarıya ulaştıran nitelikler
üzerinde duralım. Bunların üçü de, güç dönemlerde kendi ülkelerine hâkim
olmuşlar ve doğuştan boyun eğer yaratılıştı olmayan yetenekli kişilerin kendi
istekleriyle hizmet etmelerim sağlamışlardır. Yine bunların üçü de,
meslekdaşlarının, ‘zor durumlarda sağlam yargıda bulunabilmek’ dediği niteliğin
yanısıra, sınırsız bir cesarete, sınırsız bir kendine güven duygusuna
sahiptiler. Bununla birlikte, üçünden ikisi, Lenin’le Cromvvell bir tipe,
Napolyon ise başka bir tipe girer. Cromwell de, Lenin de, bir çeşit derin
dinsel inanç sahibiydiler ve yüce bir amacın yerine getirilmesi için atanmış
birer elçi olduklarına inanıyorlardı. Bu bakımdan onlar, kendi iktidar
dürtülerini tartışma götürmez bir kesinlikle haklı görmüşler ve her ikisi de
iktidarın —lüks ve rahatlık gibi— kozmik amacın kimliğiyle uzlaşması olanaksız
nimetlerine önem vermemişlerdi. Bu özellikle Lenin için doğrudur, zira
Cromwell, hayatının son yıllarında, bazı günahlar işlediğini kendi de kabul
etmişti. Bununla birlikte, gerek Lenin’in, gerek Cromwell’in, ardları sıra
gidenlere önderliklerini kabul ettirecek bir güven duygusu aşılayabilmeleri
olanağım sağlayan, onlara cesaret veren şey, büyük bir yeteneğin yanısıra, inan
sahibi de oluşlarıydı.
Cromvvell
ve Lenin’in aksine, Napolyon, iin peşinde, çıkar peşinde koşan bir askerdi.
İhtilâlin Napolyon’a uygun gelişinin sebebi, onun ihtilâl sayesinde fırsat ele
geçirmiş olmasındandı, yoksa, bu sebep dışında ihtilâl umurunda bile değildi
Napolyon’un. Her ne kadar Napolyon Fransız yurtseverliğini hoşnut bırakılsa da,
Fransa da onun için bir fırsattan ibaretti; hattâ Napolyon gençliğinde
kafasından Fransa’ya karşı Korsika saflarında çarpışmak düşüncesini bile
geçirmişti. Onun başarısı, bir takım olağanüstü karakter niteliklerinden çok,
savaş tekniğindeki ustalığından ileri gelmiştir: Napolyon, başkalarının yenilgiye
uğrayacağı durumlardan zaferle çıkmasını bilmişti. Brumaire ve Marengo gibi son
derece ciddî durumlarda, Napolyon başarısını tamamıyla başkalarına borçludur;
ne var ki, o, yardımcılarının başarılarım da kendi başarısına ekleyebilecek
yeteneklere sahipti. Fransız ordusu, muhteris gençlerle doluydu; öteki muhteris
gençlerin başarıya ulaşamadıkları yerde Napolyon’un başarıya ulaşmasını
sağlayan şey, onun psikolojisi değil, zekâsıydı. Napolyon’un, en sonunda
kendisini yere çalan yıldızına olan inancı, zaferler kazanmasına yol açan
nedenlerden ileri gelmiyordu; bu inanç, onun zaferlerinin sonucunda doğmuştu.
Zamanımıza
gelelim: psikolojik olarak Hitler’in Cromvvell ve Lenin’le, Mussolini’nin de
Napolyon’la aynı sınıfa sokulması gerekir.
Ün
ve çıkar peşinde koşan asker, veya korsan reisi, ‘bilimsel’ tarihçilerin
sandığından çok daha önemli bir tiptir tarihte. Bunlar, bazen Napolyon gibi,
amaçları kısmen kişisel olmayan asker topluluklarının başına geçebilirler:
Fransız ihtilâl orduları kendilerine Avrupa’nın kurtarıcısı gözüyle
bakıyorlardı ve İtalya da, Batı Almanya da onları kurtarıcı saymıştı, ne var
ki, Napolyon, kendi işine uygun düşenden fazla serbestlik getirmedi. Kişisel
olmayan amaçlar bir bahane olarak nadiren ileri sürülmüştür. İskender, Doğu’yu
Helenleştirmek amacıyla işe başlamış olabilir, ama onun ardı sıra giden
Makedonyalıların, seferlerin bu yönüyle fazla ilgilendikleri şüphelidir. Romalı
generaller, Cumhuriyetin son yüz yılında, çoğunlukla para için sefer açıyor ve
askerlerinin bağlılığını, onlara toprak, servet dağıtmak suretiyle
sağlıyorlardı. Cecil Rhodes, Britanya İmparatorluğunda, mistik bir inanç
iddiasıyla ortaya atıldı, ama sonunda bu, kâr sağlayan bir inanç halini aldı ve
aynı Cecil Rhodes, Matabeleland’ın fethi için kiraladığı askerî birlikleri,
servet vaadiyle savaşa yürüttü.
Dünyadaki
savaşlarda, örgütlenmiş para hırsı çok büyük roller oynamış ve bu durum ya pek
az kimse tarafından aşağılık sayılmış, ya da hiç sayılmamıştır.
Kendi
halinde, sıradan bir vatandaşın, her hangi bir öndere boyun eğişinin korkudan
ileri geldiğini söylemiştik. Ne var ki, kendileri için daha barışçı bir iş
olanağı açılmadıkça, durum bir korsan çetesi için aynı değildir. İsyankâr bir
toplulukta bir önder bir kere yetki sağlayabilirse, artık o topluluğun isyankâr
bireylerine korku aşılayabilir, ne var ki, önder, önder oluncaya ve çoğunluk
tarafından önder olarak tanınıncava kadar, korku salacak durumda değildir.
önder olmak isteyen kimsenin böyle bir toplulukta, yetkiyi sağlayacak üstün
yetenekler ortaya koyması gerekir; bu yetenekler de kendine güven, çabuk karar
verebilme ve en doğru tedbirleri almakta gösterilecek ustalıktır. Önderlik
bağıntılıdır: Sezar, Antonyüs’ü kendine itaat ettirebilirdi, ama yalnız o
ettirebilirdi, başkası değil. Birçok kimseye siyaset zor gelir ve bu yüzden bu
kimseler, bir önderin ardı sıra gitmenin kendileri için daha hayırlı olacağım
düşünürler —bunu, tıpkı köpeklerin sahiplerine bağlanışı gibi, içgüdüsel bir
yoldan, bilinçsiz olarak yaparlar. Zaten eğer böyle olmasaydı, toplu siyasal hareket
diye bir şey de düşünülemezdi.
işte
bu şekilde, iktidar aşkı, bir güdü olarak çekingenlik duygusuyla sınırlıdır;
aynı şekilde, bu çekingenlik duygusu, kendi kendini yönetme duygusunu da
sınırlar, iktidar, başka türlü gerçekleştirilmesi olanağı bulunmayan
isteklerimizi gerçekleştirebilme olanağını verdiğine ve bize başkalarının
saygısını sağladığına göre, çekingenlik sınırının işe karıştığı noktaya kadar,
iktidar arzusunu doğal saymak gerektir. Sorumluluk alışkanlığı bu çeşit
çekingenliği azaltır, bundan dolayı da sorumluluklar, iktidar arzusunu
arttırabilir. Zulüm ve baskı uygulamaları iki türlü sonuç doğurabilir:
kolaylıkla korkutulabilenlerde gözaltında bulunmaktan kaçınma isteği uyanır,
buna karşılık daha cesur olanlar, zulme boyun eğmektense, ona karşı koyabilecek
bir duruma gelme çarelerini ararlar.
Anarşiden
sonra gelen ilk doğal merhale istibdattır, zira hâkimiyet ve boyun eğmenin
içgüdüsel mekanizmaları istibdadı kolaylaştırır; aile Devlet ve iş hayatı bunun
örnekleriyle doludur. Eşit işbirliği istibdattan daha zor olduğu gibi içgüdüye
de o kadar uygun değildir. İnsanlar eşit işbirliğine kalkıştıkları zaman, boyun
eğme dürtüleri bir rol oynamayacağından, herkesin ötekiler üzerinde tam bir
hâkimiyet kurmak için çaba harcaması doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar. Böyle
bir durumda, ilgili olan bütün tarafların, kendilerinin tümü dışındaki başka
bir şeye ortaklaşa bir bağlılık göstermeleri âdeta zorunlu hale gelir. Çin’de,
iş hayatında, aile şirketleri, Konfüçyüs doktrinine uygun bir ‘aileye bağlılık’
duygusundan ötürü çoğunlukla başarıyla yürütülür; buna karşılık, hissedarları
birbirine dürüst davranmağa zorlayan bir güdü bulunmadığından, anonim şirketler
genellikle yürümez. Düşünce ve karara dayanan bir yönetimin var olduğu yerde,
başarı için, yasalara, ulusa, ya da bütün partilerin saygı duyacakları bazı
ilkelere herkesin saygı göstermesi gerekir. Dostlar Cemiyeti, tartışmalı bir
konu üzerinde karar alınacağı zaman, sadece oya başvurup, çoğunluğun vereceği
oyla yetinmezler: eskiden, Kutsal Ruh tarafından hazırlatıldığı kabul olunan
‘toplantının esas anlamına’ varana kadar tartışırlar. Sözü edilen cemiyet
olağanüstü derecede homojen bir topluluk olarak karşımıza çıkmaktadır, ne var
ki, belirli bir homojenlik de bulunmadan, sadece tartışma yoluyla yönetim
düşünülemez.
Tartışma
yoluyla yönetimi mümkün kılmağa yetecek kadar dayanışma duygusu, Fugger’ler,
Rotschild’ler gibi ailelerde, Quakerler gibi ufak bir dinsel toplulukta, barbar
bir kavimde ya da savaş halinde, tehlike içinde bulunan bir ulusta fazla güçlük
çekmeden yaratılabilir. Ne var ki, dışarıdan bir basınç şarttır : her hangi bir
gurupun üyeleri, yalnız kalmak korkusuyla birbirlerine sarılırlar. Homojenliği
en kolay sağlayan şey, ortaklaşa bir büyük tehlikedir. Ancak bu, bir bütün
olarak dünyadaki iktidar sorununa bir çözüm sağlamaz. Şu anda, öğelerin
birbirleriyle tutuşmasını sağlayan —meselâ savaş gibi— büyük tehlikeleri
önlemek isteriz, ama toplumsal işbirliğini yok etmek istemeyiz. Bu, siyasal
yönden olduğu kadar, psikolojik yönden de çözümü zor bir sorundur ve
analojilere dayanarak yargıda bulunabilirsek, çözüldüğü takdirde, başlangıçta
bir ulusun despotizmi altında çözülecek gibi görünmektedir. Liberum veto’ya
alışmış uluslararasında serbest işbirliği, ‘Ayrılma’dan önceki Polonya
aristokrasisi arasındaki kadar güçtür. Burada da, Polonya aristokrasisinde
olduğu gibi, ortadan kalkış, sağduyuya yeğ tutulabilir. İnsanlık yönetime
muhtaçtır, ne var ki, anarşinin hüküm sürdüğü bölgelerde, insanlık, önce yalnız
despotizme boyun eğecektir. Şu halde, despot da olsa, önce bir hükümet kurma
yollarım araştırmamız gerekir; hükümet kavramına iyice alışmadan, hükümet
olağan sayılmadan, onu demokratik hâle getirmeği umamayız. ‘Mutlak iktidar,
örgütlerin kuruluşunda yararlıdır. İktidarın, o iktidar altındaki herkesin
yararına kullanılmasını isteyen toplum basıncının gelişmesi daha ağır, ama o
derecede de emin olur. Din ve siyaset tarihi içinde hiç eksilmeden süregelen bu
basınç, ekonomik alanda da kendini göstermeğe başlamıştır.’ (Berle ve Beans,
«The Modern Corporation and Private Property» (Modern Şirketler ve özel
Mülkiyet), S. 353. Yazarlar, endüstriel şirketlerden söz ediyor burada.)
Buraya
kadar hep kumanda edenlerle, itaat edenler üzerine söz söyledim, halbuki üçüncü
bir tip de vardır — yani, çekilenler. Bazı kimseler zorba olmadıkları halde,
boyun eğmeyi reddedecek kadar da cesurdurlar. Bunlar toplum yapısına kolay
kolay uymazlar ve şu ya da bu şekilde, bir başlarına özgür yaşayabilecekleri
bir sığmak ararlar. Bu yaratılıştaki insanlar zaman zaman büyük tarihsel önem
kazanırlar. Sözünü ettiğimiz kaçışlar, sığmışlar bazen zihinsel, bazen de
fiziksel olur; bazen bir târiki dünya gibi mutlak yalnızlığı, bazen de bir
manastır hayatının toplumsal yalnızlığını gerektirir. Zihinsel kaçaklar arasına
belirsiz mezheplere bağlı olanlar, bütün ilgilerini masum heveslere, zararsız
meraklara verenler ve yalnızca derin, ama önemsiz bilgilerle uğraşanlar girer.
Fiziksel kaçaklar arasında ise, medeniyetin sınırlarını arayanlar ve on beş yıl
sadece Kızılderililer arasında büyük bir mutluluk içinde yaşayabilen, ‘Amazon
bölgesi uzmanı, tabiat bilgini,’ Bates gibi kâşifler sayılabilir. Târiki dünya
yaratılışı, insana ünlülüğün ayartıcılığına karşı koma, kamuoyunun
ilgisizliğine ya da çoğunluğun düşmanlığına rağmen önemli işleri yürütebilme ve
yürürlükteki yanlışlara karşıt fikirlere varabilme gücünü kazandırdığı için,
bazen, mükemmelliğin çeşitli biçimlerinde temel öğe olarak görülür.
Çekilenlerinin
bazıları aslında iktidar aşkından yoksun değil, iktidara bilmen yollardan
ulaşma yeteneğinden yoksundur. Bu gibi kimseler dinsel inanışlara aykırı akımlara önayak
olurlar, aziz mertebesine ulaşırlar, tarikat ya da edebiyatta yeni okul
kurarlar. Bunlar, hem boyun eğme isteğini hem de başkaldırma dürtüsünü bir
arada taşıyan insanları kendilerine çömez olarak bağlarlar; başkaldırma dürtüsü
ortodoksluğu önler, boyun eğme isteği ise yeni doktrinlerin eleştirmesiz
benimsenmesini sağlar. Tolstoy ve çömezleri bu örneği
temsil ederler. Gerçek münzevî tamamıyla başkadır. Bu tipin mükemmel bir örneği,
sırf sürgüne gitmiş olmak için iyi Dük’le birlikte sürgüne giden, sonradan da
saraya dönmektense kötü Dük’le ormanda kalmağı tercih eden kara sevdalı
Jacques’tır. Bir çok Amerikalı öncü, uzun zaman güçlüklere, yoksunluklara göğüs
gerdikten sonra, tam medeniyet kendi bulundukları yere ulaşınca, çiftini
çubuğunu satıp daha Batıya göçmüştür. Bu yaratılıştaki insanlar için dünyanın
ortaya koyduğu fırsatlar gittikçe azalmaktadır. Bunların bazıları suç işlemeğe,
yönelir, bir kısmı huysuz kesilir, topluma karşı bir felsefe güder. Bunlar
hemcinsleriyle fazla temasta oluşları sonucunda insan sevmez hale gelirler ve
yalnız başlarına kalamadıkları anda da bu insan sevmezlikleri şiddete dönüşür.
Çekingenler
arasında örgütlenmeyi sadece onların bir öndere boyun eğme dürtüleri değil,
aynı zamanda, tümü aynı duyguyu besleyen kalabalığı meydana getirenlerden biri
olmalarını hissetmelerinin yarattığı güven duygusu sağlar. Heyecanlı bir
mitingde, birisinin amacına sempati duyuldu mu, yakınlaşma ve güvenle karışık
bir yücelmişlik gelir insana : paylaşılan duygu yoğunlaşa yoğunlaşa, ego’nun
çoğaltılmasının yarattığı yüçelmiş bir iktidar duygusu dışında başka hiç bir
duyguya yer bırakmaz olur. Toplu heyecan, insana sağduyuyu, insanlığı hatta
kendini koruma duygusunu bile unutturan, iğrenç kırımlara girişilmesini mümkün
kılan, kahramanca şehit olmağı göze aldıran tatlı bir sarhoşluktur. Bir kere
tadı alındımı, öteki sarhoşluklar gibi bu sarhoşluğa da karşı koymak zordur,
ama sarhoşluk, eninde sonunda uyuşukluğa, yorgunluğa sürükler ve ilk ateşin
tazelenmesi istendiği zaman, her seferinde bir öncekinden daha güçlü bir
kamçılayıcı gerektirir.
Müzikle
de, heyecan verici bir olayın seyriyle de sağlanabilen bu duygunun
yaratılabilmesi için bir önderin bulunması şart değilse bile, yine de bu
duyguyu en kolay ve en genel yoldan bir hatibin sözleri uyandırır. Şu halde,
toplu heyecanın verdiği zevk, önderlerin iktidarı içinde önemli bir öğedir.
Önder, uyandırdığı duyguları paylaşmak zorunda değildir; o, Shakespeare’in
Antonius’u gibi kendi kendine şöyle diyebilir :
Ok yaydan çıktı artık :
belâ, bir kere ayaklandın ya sen,
İstediğin yolu seç, git hangi yöne
istersen!
Ne
var ki, önder, ardından gelenler üzerindeki iktidarından zevk almadıkça kolay
kolay başarıya ulaşamaz. Bu yüzden de önder, başarısını kolaylaştıracak cinsten
durumları, başarısını kolaylaştırmağa elverişli güruhları seçme eğiliminde
olacaktır. En elverişli durum, tam kararında bir tehlikenin, yani insanlara,
ona karşı çarpışacak cesareti verecek kadar ciddî olan, ama korkuyu her şeyin
üstüne çıkaracak kadar da yıldırıcı olmayan bir tehlikenin var olduğu durum
—meselâ, korkunç kabul edilen, ama yenilmez sayılmayan bir düşmana savaş
açılması gibi bir durumdur. Usta bir hatip savaş isteği uyandırmak istediği
zaman, dinleyicilerinde üst üste iki tabaka halinde iki inanç yaratır:
bunlardan biri yüzeysel tabakadır ve bu tabakada, büyük bir cesaretin zorunlu
olduğunu göstermek için düşmanın gücü büyütülür; alt tabakada ise, zafere kesin
bir inan yer alır. Bu iki inanç, şöyle bir sloganda birleştirilebilir: ‘haklı,
zorluyu yenecektir.’
Hatiplerin
istediği kalabalık, düşünmekten çok heyecanlanmağa yatkın, korkular ve bu
korkuların sonucu nefretlerle dolu, derece derece uygulanan, ağır işleyen
metotlar karşısında sabırsızlık gösteren, hem iyice çileden çıkmış hem de hâlâ
bir umut besleyen kalabalıklardır. Hatip, eğer insan erdemlerine inanmayan biri
değilse, kendi çalışmalarını haklı gösteren bir takım inançlara sahip
olacaktır; duygunun akıldan daha iyi bir kılavuz olduğunu, fikirlerimize
beyinden çok kanla biçim verilmesi gerektiğini, insan hayatındaki en iyi
öğelerin tek tek değil, toplu öğeler olduğunu düşünecektir. Eğer hatip,
eğitimin dizginlerini de elinde tutuyorsa, bu eğitimi, sırayla yer değiştiren
bir talim ve toplu sarhoşluktan ibaret hale getirecek, bilgiyle yargılama ise
insanlık dışı bilimin soğuk kölelerine bırakılacaktır.
Bununla
birlikte iktidar âşığı bireylerin hepsi hatip dediğimiz tiplere bağlı değildir.
İktidar aşkları mekanizmaya olan hâkimiyet tarafından beslenen tamamıyla
değişik tipte insanlar da vardır. Meselâ, Bruno Mussolini’nin, Habeşistan
savaşında yaptığı hava akınları üzerine anlattıklarını alalım :
‘Ormanlık tepeleri, tarlaları ve küçük köyleri ateşe
vermek zorundaydık... O kadar eğlenceli bir işti ki... Daha bombalar yere değer
değmez beyaz bir duman çıkararak patlıyor, muazzam alevler yükseliyor, kuru
otlar hemen tutuşuyordu. Hayvanları düşünüyordum : Yarabbi, nasıl da
kaçışıyorlardı... Otomatik bomba hazneleri boşaldıktan sonra, bombalan elimle
atmağa başladım... Son derece zevkli bir şeydi bu : Yüksek ağaçlarla çevrili
büyücek bir Zariba’ya (Ağaçlar, fundalar, ya da dikenli tellerle çevrili, bir
veya birkaç evin bulunduğu yer.) bombayı isabet ettirmek kolay iş değildi.
Samandan yapılmış dama dikkatle nişan aldığım halde ancak üçüncü atışta isabet
ettirebiliyordum. İçerdeki hırpaniler damlarının alev aldığını görünce
kendilerini dışarı atıp deliler gibi kaçıyorlardı.
‘Ateşten bir çember içinde kalan beş bin kadar Habeş
hapı yuttu. Cehenneme dönmüştü orası.’
Hatip,
başarı kazanmak için büyük çapta sezgi psikolojisine ihtiyaç duyduğu halde,
Bruno Mussolini tipindeki havacı, insanların, yanarak ölmenin tatsız bir şey
olduğunu bilmeleri olgusunun içine aldığı psikolojiden fazlasına ihtiyaç
duymamaktadır zevk almak için. Hatip, eski çağlardan kalma bir tiptir; iktidarı
mekanizmaya dayanan insan ise modemdir. Yüzde yüz değil: meselâ. Birinci Pön
Savaşı sonunda, başkaldıran ücretli askerleri ezmek için Kartaca fillerinin
nasıl kullanıldığını (Diodorus Sicilus, Kitap XXV (parça). Bak. Flaubert’in,
«Salambo adlı eseri.) okuyun; burada da, bilim değilse bile, psikoloji, Bruno
Mussolini’nkinin aynıdır. Ama işi orana vurursak, mekanik iktidar, eski
zamanlardan çok çağımızın belirgin özelliğidir.
Mekanik
iktidara dayanan zümre hakimiyeti psikolojisi, henüz hiç bir yerde tam
anlamıyla gelişmiş değildir. Bununla birlikte, yakında gerçekleşmesinden
korkulan bir ihtimaldir ve nitelik itibariyle değilse bile, nicelik itibariyle
oldukça yenidir. Teknik yönden eğitilmiş bir oligarşinin, uçaklara,
donanmalara, güç merkezlerine, motorlu ulaştırmaya v. b. Hâkim olarak,
uyruklarının hemen hemen tamamıyla isteği dışında bir diktatorya kurması böyle
psikolojide pekâlâ gerçekleşe bilirdi şimdi. Laputa imparatorluğu, güneşle âsi
bir eyâlet arasına girebilme gücü sayesinde ayakta tutulmuştu; aynı derecede
korkunç bir şey, bilimsel teknologların meydana getirecekleri bir birlik için
de pekâlâ mümkün olabilirdi. Bunlar, serkeş bir bölgeyi, önce doyurup, ışık,
ısı, elektrik gücü gibi rahatlıklara alıştırdıktan sonra, bunların hepsinden
yoksun bırakıp, açlıktan ölüme mahkûm edebilir; o bölgeyi zehirli gazlar,
bakteriler altında bırakabilirlerdi. Böyle bir durumda karşı koymak boşuna
olurdu. Dizginleri ellerinde tutanlar, mekanik yoldan eğitilmiş olacaklarından,
sanki insanlar, makinistin kendi çıkarma işleteceği yasalarla yönetilen ruhsuz
nesnelermiş gibi, insan hayatına da kendi makinelerine hangi gözle bakmayı
öğrendilerse, o gözle bakabilirlerdi. Böyle bir rejimin en belirgin özelliği,
daha önceki zorba rejimlerin hiç birinde görülmemiş, soğuk bir insaniyetsizlik
olurdu.
Bu
kitapta benim işlediğim tema, madde üzerindeki iktidar değil, insanlar
üzerindeki iktidardır; ne var ki, madde üzerindeki iktidara dayanarak, insanlar
üzerinde teknolojik bir iktidar kurmak da mümkündür. Güçlü mekanizmaları
kontrolleri altında tutmağa alışmış ve bu kontrol yoluyla insanlar üzerinde
iktidar sahibi olmuş kimselerin, uyruklarına, dürüstlükten ne derece uzak
yoldan olursa olsun yine de insanları ikna etme gücüne dayanan kimselerinkinden
çok daha başka, imgesel bir görüş açısından bakmaları beklenebilir. Çoğumuz,
hayatımızda bir gün, hiç umursamadan bir karınca yuvasını bozup, meydana gelen
kargaşalığı az çok zevkle seyretmişizdir. New York’taki bir gökdelenin tepesinden
bakıldığı zaman, aşağıda gidip gelen insanlar artık insan olmaktan çıkar, belli
belirsiz bir saçmalık kazanırlar. Jüpiter gibi insan da yıldırımla silâhlanmış
olsa, yıldırımı eline geçiren insan, aynen ona karınca yuvasını bozduran isteğe
benzer bir dürtüyle, yıldırımı insan kalabalığı içine savurmağa kalkardı.
Uçağından Hebeşlere bakan Bruno Mussolini’nin duygusunun da böyle bir duygu
olduğu anlaşılıyor. Suikaste uğramak korkusundan hep uçaklarda yaşayan, ara
sıra, o da ancak yüksek dağ doruklarına ya da deniz üzerindeki sal biçimi
alanlara inen bir hükümet tasavvur ediniz. Böyle bir hükümetin, uyruklarının
mutluluğu için derin bir kaygı besleyeceği düşünülebilir mi? Tam tersine, böyle
bir hükümetin uygulamada, uyruklarına tıpkı eh altındaki makinelere baktığı
gözle, sanki onlar kişiliği olmayan şeylermiş gibi bakması, ama o uyrukların makine olmadıklarını gösteren her
hangi bir belirti ortaya çıktığı zaman da, kendi ortaya attıkları aksiyomlar
astları tarafından tartışüan kişilerin soğuk gazabına kapılıp, karşı koyanları,
en az zahmetli bir yoldan, ama bu yol ne olursa olsun, ortadan kaldırmağa
kalkışması ihtimali daha akla yakın değil mi?
Okur,
bütün bunları gereksiz bir kâbustan ibaret sayabilir. Keşke ben de böyle
düşünen okurun görüşünü paylaşabilseydim. Ben kuvvetle inanıyorum ki, mekanik
güç yepyeni bir düşünüş tarzı yaratma yolundadır; işte bu yüzden de, bence,
hükümetleri kontrol altına alma yolları araştırmanın önemi, çağımızda, eski
zamanlara oranla çok daha büyüktür. Teknik ilerlemeler yüzünden Demokrasi çok
güçleşmiş olabilir, ama çok daha önemli bir hale gelmiş olduğu da gerçektir.
Eli altında sınırsız mekanik güç bulunduran insan, eğer kontrol edilmezse
kendini bir tanrı gibi — Hristiyanların Sevgi Tanrısı değil, putperestlerin
Tor’u, Vulkan’ı — hissedebilir.
Leopardı, volkanik hareketin
Vezüv yamaçlarında neler yaptığını
şöyle tasvir ediyor:
Hayat izi bırakmayan kömür
tozlarıyla örtülü,
Bir başına dolaşan hacının ayak
sesleriyle yankılanan
Eğri büğrü, kambur kambur donmuş
lavdan
Kabartmalarla örtülü;
Yılanın güneş altında halka olup
pusuya yattığı,
Bir yarın içinden,
Göz göz olmuş kayaların üzerinden
aşan
Bir tavşanın kendini yuvasına
attığı bu yerler —
Vaktiyle burada mutlu çiftçiler
orak sallardı,
Toprak işlenirdi burada, sararan
başaklar vardı,
Sığırlar böğürür, sürüler otlardı;
ve buralarda
Bağlar, bahçeler, saraylar :
Güçlü beylerin boş vakitlerinde baş
dinlediği,
En çok sevdiği yerlerdi bunlar; ve
buralarda
Ünlü kasabalar vardı,
Ne yazık ki, o amansız dağ,
gürleyerek ağzını açta,
Ateş kusarak, ergimiş madenden
sellerivle
Hepsini bir anda mahvetti bütün
insanlarıyla.
Burada, koskoca bir harabe Yerin
altında yatıyor yekpare.
Bugün
aynı sonuçlan insanlar kendi elleriyle alabilirler. Vaktiyle Guernica’da
almışlardı buna benzer sonuçlar; belki çok yakında, Londra’nın henüz ayakta
durduğu yerde de alırlar. Böylesine bir yıkım yoluyla hâkimiyete ulaşan bir
oligarşiden insanlık ne hayır bekleyebilir? Yeni tanrıların yıldırımlarıyla
yıkılacak yer Londra değil, Berlin de olsa, Roma da olsa, Paris de olsa, böyle
bir işten sonra, bu işi yapanların kişiliğinde bir parçacık bile insanlık yaşar
mı artık?
Vaktiyle
biraz insanca duygulan bulunanlar merhametlerini baskı altında tutmak için
kendilerini zorlamaktan çıldırmazlar ve merhametlerini baskı altında tutmak
ihtiyacında bulunmayanlardan bile korkunç hale gelmezler mi?
Eskiden
insanlar sihirli güçler elde etmek için ruhlarım Şeytana satarlarmış. Bugün
insanlar bu güçleri bilim yoluyla elde ediyor ve birer şeytan haline gelmek
zorunda görüyorlar kendilerini. Kudret zararsız hale getirilmedikçe ve şu ya da
bu fanatik zorbalar grupunun değil beyazı, sarısı karasıyla, faşisti,
komünisti, demokratiyle bütün insanlığın hizmetine verilmedikçe dünya için bir
umut yoktur; zira fen şunu kaçınılmaz hale getirmiştir: ya bütün insanlar
yaşayacak, ya bütün insanlar ölecek.
Sh:15-34
İKTİDARIN BİÇİMLERİ
İktidar,
alınması düşünülen sonuçların ürünü olarak tanımlanabilir. Böyle olunca da
iktidar, nicel (quantitative=kemmî) bir kavramdır : aynı isteklere sahip iki
kişiden biri, ötekinin gerçekleştirdiği bütün istekleri ve bunların yanısıra
daha başka istekleri de gerçekleştirirse, ondan daha iktidarlıdır. Ne var ki,
biri bir grup isteği, öteki de başka bir grup isteği gerçekleştiren iki kişinin
iktidarları arasında bir ölçüştürme yapmağa imkân yoktur; meselâ, her ikisi de
iyi resimler yapıp zengin olmak isteyen ve biri iyi resimler yapmağı, öteki de
zengin olmağı başaran iki ressamdan hangisinin daha fazla iktidara sahip
bulunduğunu kestiremeyiz. Bununla birlikte rahatlıkla şöyle söyleyebiliriz :
kabaca, eğer A gerçekleştirmeyi düşündüklerinin çoğunu, B de gerçekleştirmeği
düşündüklerinin azını gerçekleştirmişse, A'nın iktidarı B'ninkinden fazladır.
İktidarın,
her biri kendine göre insan ihtiyaçlarını doyurma kudretine sahip biçimleri,
çeşitli yollardan sınıflandırılabilir. Evvelâ, insanlar üzerinde iktidar ve ölü
madde ya da hayatın insan dışındaki biçimleri üzerinde iktidar vardır. Ben
başlıca, insanlar üzerindeki iktidara ele alacağım, ama modem dünyadaki
değişmenin belli başlı nedeninin de fenne borçlu bulunduğumuz, madde üzerindeki
gittikçe artan iktidar olduğunu hatırlamak gerekecektir.
İnsanlar
üzerindeki iktidar, bireylerin etki altına almış tarzına ya da bireylerin etki
altına alınması için kurulmuş örgütlerin tipine göre sınıflandırılabilir.
Birey
şu yollardan etki altına alınabilir:
A.
Bedeni üzerine doğrudan doğruya bir güç uygulayarak (meselâ, hapsederek,
öldürerek);
B.
Kandırma ve belli bir yöne sevketme aracı olarak mükâfat ya da ceza vererek
(meselâ, iş vermek veya işsiz bırakmak);
C.
Fikirlerini etkileyerek (meselâ, en geniş anlamıyla propaganda).
En
son sınıflandırma başlığı altına, başkalarında bulunması istenilen
alışkanlıkların, meselâ askerî talim yoluyla yaratılması fırsatını da almak
zorundayım; yalnız burada bir tek fark vardır, o da, bu durumda eylemin, fikir
denilebilecek ansal bir aracı (intermediary = mutavassıt) bulunmaksızın sonuç
olarak ortaya çıkmasıdır.
Bu
iktidar biçimleri en yalın, en basit halleriyle, sahteciliğin ve
yapmacıklılığın zorunlu sayılmadığı, hayvanlarla olan ilişkilerimizde görülür.
Belinden bağlanan iple, ciyak ciyak bağırtılarak geminin ambarına indirilen
domuzun bedenine doğrudan doğruya bir fiziksel güç uygulanıyor demektir. Öte
yandan, atalar sözündeki gibi, burnunun ucuna sallandırılan havucun ardı sıra
giden eşeği, böyle yapmakta kendi çıkarı bulunduğuna aklını yatırmak suretiyle,
bizim istediğimiz gibi hareket etmeğe yöneltmiş oluyoruz. Bu iki örnek arasında
ise, mükâfatlar ve cezalar yoluyla birtakım alışkanlıklar kazandırılmış olup,
bu yoldan istenileni yerine getiren hayvanlar bulunmaktadır; ayrıca, daha başka
bir yönden, koçları zorla sürüklenerek iskeleden geçirilince bütün sürünün onun
ardı sıra isteye dileye gitmesi örneğindeki gibi, gemiye binmeğe kandırılan koyunlar
da buna eklenebilir.
Bütün
bu iktidar biçimlerinin insanlar arasında da örnekleri vardır.
Domuz örneği, askerî
güçle polis gücünü temsil eder.
Havucun ardı sıra
giden eşek, propaganda gücünün tipik bir örneğidir.
İstenileni yerine
getiren hayvanlar, ‘eğitimin’ gücünü gösterir.
Zorla
sürüklenen önderlerinin ardı sıra isteyerek giden koyunlar, çok görüldüğü
üzere, çok sayılan ve sevilen bir önderin her hangi bir klik’e ya da parti
şeflerine bağlanmış bulunmasının söz konusu olduğu zamanlardaki parti siyasetini
temsil eder.
Aezop
tarzı bu analojileri Hitler’in yükselişine uygulayalım. Havuç, Nazi programı
(meselâ, faizin kaldırılmasıyla ilgili bölümü) idi; eşek de, orta sınıfın aşağı
tabakaları. Koyunlar ile önder, Sosyal Demokratlar ile Hindenburg’du. Domuzlar
(sadece başlarına gelen felâketler bakımından), toplama kamplarındaki
kurbanlardı; istenileni yerine getiren hayvanlara gelince, onlar, Nazi selâmı
veren milyonlardır.
En
önemli örgütler, uyguladıkları gücün cinsine göre aşağı yukarı ayırdedilebilir.
Ordu ile Polis, beden üzerine zorlayıcı güç uygular; ekonomik örgütler, esas
itibariyle, teşvik edici ve vazgeçirici olarak mükâfatlarla cezalara başvurur;
okullar, kiliseler ve siyasal partiler fikirleri etkilemeyi hedef tutar. Ne var
ki, her örgüt en karakteristik gücünün yanısıra başka güç biçimleri de
uyguladığından, aralarındaki ayrımlar kesin çizgilerle çizilmiş değildir.
Yasa
gücü bu karmaşıklıkları ortaya koyacaktır. Yasa gücünün en son sınırı, Devletin
zorlayıcı gücüdür. Doğrudan doğruya fiziksel zorlamamanın (bazı sınırlamalarla)
Devlete ait bir ayrıcalık oluşu medenî toplulukların belirgin niteliği, Yasa
da, Devletin kendi vatandaşlarıyla olan İlişkilerinde bu ayrıcalığı kullanmak
için başvurduğu belirli bir takım kuralların tümüdür. Ne var ki, Yasa, cezayı
sadece istenmi1 yen edimleri (amel, fiil) fiziksel bir şekilde olanaksız kılmak
amacıyla değil, aynı zamanda bir ikna aracı olarak da kullanır; meselâ, para
cezası bir edimi olanaksız kılmaz, sadece çekici olmayan hale getirir. Bundan
başka — ve bu çok daha önemli bir husustur — Yasa, kamuoyunun desteğini
sağlamadığı zaman hemen hemen tamamıyla güçsüzdür; bunun en güzel örneğini de,
Amerika Birleşik Devletlerin’de ya da İrlanda’da 1880’lerdeki İçki Yasağı
sırasında kaçakçıların, halkın çoğunluğunun sempatisini kazanmış olması ortaya
koyar. Bundan ötürü Yasa, etkili bir iktidar olarak, polisin yetkilerinden çok
fikir ve oya dayanır. Yasa’dan yana olmanın derecesi, bir topluluğun belirgin
niteliklerinin en önemlilerinden biridir.
Bu
bizi geleneksel iktidar ile yeni kazanılmış iktidar arasında zorunlu bir ayırım
yapma durumunda bırakıyor. Geleneksel iktidar sırtını alışkanlık gücüne
dayamıştır; o yüzden ne ikide birde kendini haklı göstermek, ne de her hangi
bir muhalefetin kendisini devirebilecek güçte olmadığını durmadan ispat etmek
zorundadır. Ayrıca, geleneksel iktidar, hemen hemen her zaman, hükümdara karşı
koymanın kötü olduğu anlamını taşıyan dinsel ve dinsel olmayan inançlardan
yararlanır. Bu yüzden de geleneksel iktidar, ihtilâl iktidarının ya da zorla
ele geçirilmiş iktidarın güvenebileceğinden çok da
ha
büyük ölçüde kamu oyuna güvenebilir. Bunun az çok zıt iki türlü sonucu vardır:
bir yandan, geleneksel iktidar kendini güven altında hissettiği için, ihanete
uğramak korkusuyla tetikte durmaz ve fazla hareketli siyasal zorbalıktan
kaçınabilir; öbür yandan, çok eskiden kalma kuramların inatla tutunduğu
yerlerde, iktidar sahiplerinin her zaman düşmek eğiliminde oldukları
adaletsizükler ezeıi göreneğin onayıyla karşılanır ve bundan ötürü, halkın desteğini
sağlamağı uman yeni biçim bir hükümet yönetimi için düşünülemiyecek kadar göze
batıcı olabilir. Fransa’daki terör dönemi, ihtilâl, corvee (Angarya.) ise
geleneksel istibdad tipine örnektir.
Geleneğe
ya da onaya dayanmayan iktidara ben ‘yalın’ iktidar diyorum. Yalın iktidarın
belirgin nitelikleri, geleneksel iktidarın belirgin niteliklerinden büyük çapta
ayrılır. Geleneksel iktidarın tutunduğu yerde, rejimin karakteri, hemen hemen
sınırsız ölçüde, onun kendini güven altında hissedip, hissetmeyişine bağlıdır.
Yalın
iktidar genellikle askerî olup, ya bir iç istibdad biçimini ya da ülke dışında
yapılan bir fetih biçimini alabilir. Yalın iktidarın önemi, özellikle ikinci
biçimi içinde gerçekten de çok büyüktür — bence, bir çok ‘bilimsel’ tarihçinin
kabul etmek istediğinden de büyüktür. Büyük İskender’le Jül Sezar,
muharebeleriyle tarihin bütün gidişini değiştirmişlerdir. Ne var ki, birincisi
olmasaydı, Yunanca yazılmış Dört Incil bulunmaz ve Roma imparatorluğu sınırları
içinde Hristiyanlık vaazedilemezdi. İkincisi olmasa, Fransızlar, Lâtince kökten
gelen bir dil konuşamazlar ve Katolik Kilisesi de ortaya çıkamazdı. Beyazların
Amerika Kızılderililerine askeri üstünlükleri, kılıç iktidarının daha da inkâr
edilmez bir başka örneğidir. Silâh gücüyle fet1 hin medeniyetin yayılmasındaki
rolü, her hangi başka tek bir aracın rolünden çok daha büyük olmuştur. Ama yine
de askerî iktidar, bir çok hallerde, servet, teknik bilgi ve kör inançlar gibi
başka başka biçimlerdeki güçlere dayanır. Durumun her zaman için böyle olduğunu
söylemek istemiyorum; meselâ, İspanya Tahtı Veraset Savaşında,
Marlborough’ların dehası sonucu belirleyen esas olmuştur. Ne var ki, bunu genel
kuralı bozmayan bir istisna saymak gerekir.
Geleneksel
biçimde bir iktidar sona erdiği zaman onun yerini yalın iktidar değil, nüfusun
çoğunluğunun ya da büyük azınlığının onayı ve isteği üzerine kumanda eden bir
ihtilâlci otorite alır. Meselâ, Bağımsızlık Savaşında, Amerika’da bu böyle
olmuştur. Washington’un otoritesinde, yalın iktidarın belirgin niteliklerinden
hiç biri yoktu. Aynı şekilde, Reformasyon sırasında, Katolik Kilisesinin yerini
almak üzere yeni Kiliseler kuruldu; bunların başarıları da, zordan çok onaya
dayanıyordu. İhtilâlci bir otorite, eğer fazla zora başvurmadan yerleşmeği
başarmak niyetindeyse, geleneksel otoritenin ihtiyaç duyduğundan çok daha büyük
ve çok daha canlı bir halk desteğine muhtaçtır. 1911’de Çin Cumhuriyeti ilân
edildiği zaman, yabancı eğitim görmüş kimseler parlâmanter bir Anayasa kararı
verdiler, ne var ki, halk uyuşuk olduğundan, rejim, Anayasaya muhalif Tuçunlar
(askerî valiler) idaresinde hemen yalın bir iktidar halini alıverdi. Daha sonra
Kuo Min Tang tarafından sağlanan birlik ise parlâmentarizme değil,
milliyetçiliğe dayanıyordu. Aynen buna benzer şeyler Lâtin Amerika’da sık sık
olagelmiştir. Bu durumların hepsinde de, Parlâmento’nun otoritesi, eğer başarı
kazanacak kadar halk desteği sağlayabilseydi, ihtilâlci olurdu; ne var ki,
aslında muzaffer olan askerî iktidar, yalın iktidardı.
Geleneksel,
ihtilâlci ve yalın iktidar arasındaki ayırım psikolojiktir. Geleneksel
iktidara, geleneksel sıfatını verişim, bunun eskiden kalma biçimlere sahip
oluşundan değildir: böyle bir iktidar aynı zamanda, kısmen göreneğe dayanan
saygıya da hâkim olmak zorundadır. Bu saygı kaybolduğu oranda, geleneksel
iktidar derece derece yalın iktidara geçer. Bu süreci Rusya’da, ihtilâl
hareketinin derece derece gelişerek 1917’deki zaferine ulaşmasında görmek
mümkündür.
İktidara
ihtilâlci sıfatını, bu iktidar, Protestantizm, Komünizm ya da ulusal bağımsızlık
gibi yeni bir akide, program ya da güçlü istek çevresinde birleşmiş büyük bir
grup a dayandığı zaman veriyorum. Yalın iktidara yalın sıfatını, bu iktidar
bireylerin ve grupların sadece iktidar seven dürtülerine dayandığı ve
uyruklarının işbirliğini sağlayacağı yerde, korkutmak yoluyla boyun eğmelerini
sağladığı zaman veriyorum. Görüleceği üzere iktidarın yalınlığı bir derece
meselesidir. Demokratik bir ülkede, hükümet iktidarı, muhalif siyasal partilere
göre yalın değil, ama inanmış bir anarşiste göre yalındır. Aynı şekilde, din
yüzünden insanlara eza cefa edildiği yerlerde Kilise iktidarı, yerleşmiş dinsel
inançlara karşı gelenlere göre yalındır, ama o inançlara körü körüne bağlı
günahkârlara göre yalın değildir.
Konumuz
bir başka noktada daha ikiye ayrılıyor, bu da, örgütlerin iktidarıyla,
bireylerin iktidarı arasında oluyor. Örgütlerin iktidar sahibi olması başka
şey, bireyin bir örgüt içinde iktidar sahibi oluşu ise bambaşka bir şeydir. Her
ikisi de, pek tabiî, kendi aralarında ilişki halindedir: eğer Başbakan olmak
isterseniz, sizin kendi Partiniz içinde iktidar sahibi olmanız, Partinizin de
ulus içinde iktidar kazanması gerekir. Ama eğer geleneksel ilkenin çöküşünden
önce yaşamış olsaydınız, ulusun siyasal kontrolünü ele geçirebilmeniz için,
krallığın varisi olmanız gerekecekti; ama buna rağmen, bu durum size başka
uluslara boyun eğüirebilme iktidarım vermeyebilirdi, zira bunun için,
çoğunlukla veliahtların yoksun bulundukları başka niteliklere ihtiyacınız
olacaktı. İçinde yaşadığımız çağda da, plütokrasinin geniş ölçüde kalıtıma
dayandığı yerlerde, ekonomik alanda buna benzer bir durum hâlâ görülmektedir.
Fransa’daki iki yüz plütokratik aileyi ve bunlara karşı kamuoyunu harekete
geçiren Fransız Sosyalistlerini düşününüz. Ne var ki, plütokrasi arasında,
sülâleler, İlâhî Adalet ilkesinin geniş yığınlar tarafından benimsenmesini
sağlayamadıklarından tahta oturdukları zamanlardaki eski sürekliliklerini
kaybetmişlerdir. Yükselmekte olan büyük bir bankerin kendi öz kardeşini
yoksulluğa düşürmesini, bu iş kurallara göre yapıldığı ve yıkıcı yenilikler
getirilmediği sürece, kimse Tanrıya karşı bir saygısızlık saymaz.
Çeşitli
tipteki örgütler başa çeşitli tipte bireyleri getirir; toplumun çeşitli halleri
için de durum aynıdır. Bir çağ, tarihte, göze çarpan bireyleri yoluyla görülür
ve açık karekterini bu insanların karakterlerinden alır, önemin değişmesi için
gerekli nitelikler değiştikçe, önemli adamlar da değişir. On ikinci yüzyılda
Lenin gibi, şimdiki yüzyılda da Arslan Yürekli Rişar gibi adamların bulunduğu varsayılabilir;
ne var ki, tarih bunları bilmez. Bir an için çeşitli iktidar tiplerinin ne cins
bireyler yarattığını düşünelim.
Geleneksel
iktidar bizde, ‘centilmen’ fikrinin doğmasına yol açmıştır. Bu, aşiret reis1
erinin sihirli niteliklerinden, kralların ulûhiyyetine, oradan şövalyeliğe,
şövalyelikten de mavi kanlı aristokrata kadar gelen, uzun tarihli bir
kavramın
az çok dejenere olmuş bir biçimidir. İktidarın geleneksel oiduğu yerde,
hayranlık duyulan nitelikler, bol bol boş vakte ve tartışmasız üstünlüğe sahip
bulunmanın yarattığı niteliklerdir. iktidarın monarşik olmaktan çok
aristokratik olduğu yerde, terbiye içine, kendinden aşağı sınıftan kişilerle
ilişkide kendini sertliğe başvurmadan kabul ettirmeye ek olarak, eşit olanlara
da incelikle davranmak girer. Ama geçerli terbiye kavramı ne olursa olsun,
sadece ve sadece, iktidarın, geleneksel iktidar biçimi içinde bulunduğu (ya da
son zamanlara kadar olduğu) yerlerdedir ki, insanlar davranışlarının inceliğine
göre ölçülür. Bourgeois gentilhome’u, hayatları boyunca toplumsal davranış
incelikleri üzerinde durmaktan başka hiç bir şey yapmamış bir kadın ve erkek
topluluğuna burnunu soktuğu zaman gülünç düşer. Centilmen’e duyulan
hayranlıktan zamanımıza kalabilen taraf, kaltım yoluyla elde tutulan servete dayanır
ve ekonomik iktidarla birlikte siyasal iktidar da babadan oğula geçmez olduğu
takdirde hızla yokolmağa mahkûmdur.
İktidarın
gerçek ya da sözde bilgi ve hikmet yoluyla kazanıldığı yerde, çok değişik bir
karakter tipi ön plâna çıkar. Bu tip iktidarın en önemli iki örneği Çin ile
Katolik Kilisesidir. Bu örnekten zamanımızda, eskisine oranla çok az şey
kalmıştır; Kilise dışında, İngiltere’de bu iktidar tipinden çok şey
bulunmaktadır. Ne tuhaftık ki, bilgi diye yutturulan iktidarın en güçlü olduğu
yer vahşi topluluklardır ve bu topluluklarda medeniyet ilerledikçe, bu iktidar
da gücünü yitirir. ‘Bilgi’ dediğim zaman, bunun içine, pek tabiî, büyücülerin
ve sihirbazlarınki gibi varsayılı (farazi) bilgiyi de sokuyorum. Lhasa
Üniversitesinde Doktor Payesi alabilmek için yirmi yıllık bir çalışmada
bulunmak gerekir, bu paye ise, Dalay Lama’nınki dışında bütün yüksek mevkilere
çıkabilmek için şarttır.
1000
yıllarındaki Avrupa’nın durumuyla bu durum arasında hemen hemen hiç bir ayrılık
yok gibidir, nitekim Papa II. Silvester kitap okuduğu için sihirbaz olarak ün
yapmış, bunun sonucunda da, metafizik dehşet saçma yoluyla Kilisenin iktidarını
arttırabilmişti.
Allâme,
onu tanıdığımız haliyle rahiple aynı soydandır; ne var kı eğitimin
yaygınlaşması onun iktidarını elinden almıştır. Allamenin iktidarı kör
inançlara, yani, geleneksel bir sihire ya da kutsal kitaba duyulan saygıya
dayanır. Taç Giyme Törenine Ingilizlerin verdikleri önemde ya da Amerikalıların
Anayasaya duydukları saygıda görüleceği üzere, bu kör inançlardan İngiliz dili
konuşulan ülkelerde hâlâ bir şeyler yaşamaktadır; bu yüzden, Canterbury
Başpiskoposu ile Yüce Mahkeme Yargıçları, eski bilginlerin geleneksel
iktidarına hâlâ bir miktar sahiptir. Ne var ki, bu, Mısır rahiplerinin ya da
Çinli Konfüçyen bilginlerinin iktidarlarının soluk bir hayaletinden başka bir
şey değildir.
Centilmenin
tipik erdemi onur ise, bilgi yoluyla iktidar sahibi olan adamın tipik erdemi de
hikmettir. Bir insanın hikmet sahibi olarak ün kazanması için, derin vo
belirsiz yığınla bilgisi varmış, tutkularına hâkimmiş ve insan yaratılışının
çeşitli görünüşleri konusunda çok tecrübeliymiş gibi görünmesi gereklidir. Bu
niteliklerin bir kısmını sadece yaşın verdiği sanılır; ‘presbyter, seigneur’
gibi deyimlerin saygı ifade eden deyimler oluşu işte burdan ileri gelir. Çinli
dilenci gelip geçenlere, ‘büyük yaşlı efendi’ diye hitap eder. Ama hikmet
sahibi adamların iktidarının örgütlendiği yerde, papazlar ya da okumuşlardan
meydana gelen bir şirket vardır ve bütün bilgilerin bu adamların meydana getirdiği
grupta toplandığı varsayılır. Bilge, savaşçı şövalyeden çok değişik bir tiptir
ve hüküm sürdüğü yerde çok değişik bir toplum meydana çıkar. Çin ve Japonya bu
iki tip arasındaki zıtlığın güzel bir örneğini meydana getirir.
Bugün
medeniyet dünyasında bilgi, eskisine oranla çok daha büyük bir rol oynadığı
halde, yeni bilgiye sahip olanlar arasında iktidarın, bilgilerine eş oranda
gelişmemiş bulunuşuna, bu garip olguya daha önce de işaret ettik. Elektrikçi ya
da telefoncu her ne kadar rahatımıza (veya rahatsızlığımıza) hizmet eden acaip
şeyler yapıyorlarsa da, biz onlara ne birer büyücü gözüyle bakıyoruz, ne de,
kendilerini kızdırdığımız takdirde gökten yıldırım yağdırabileceklerini
düşünüyoruz. Bunun sebebi, fen bilgisinin, güç olmakla birlikte, esrarengiz
olmayıp, öğrenmek için gerekli zahmete girmeği göze alan herkese açık
bulunuşudur. Bundan ötürü, modern allâme insanda saygıyla karışık bir korku
uyandırmaz, sadece bir müstahdem olarak kalır; allâme, Canterbury Başpiskoposu
gibi bir kaç örnek dışında, kendinden öncelere iktidar sağlayan sahte
parlaklığı kalıt alamamıştır.
Gerçek
şudur ki, bilginlere uygun görülen hiç bir zaman gerçek bilginlere
gösterilmemiş, sözümona sihirli güçlere sahip olanlara gösterilmiştir. Bilim
insanlara doğanın gerçek yüzünü az çok tanıtmakla büyüye inanışı, bundan dolayı
da allâmeye duyulan saygıyı ortadan kaldırmıştır. Böylece durum şu sonuca
varmıştır bugün : fen adamları, zamanımızı daha önceki çağlardan ayıran
niteliklerin temel nedenleri oldukları ve keşifleri, icatları yoluyla olayların
gidişini son derece etkiledikleri halde, birey olarak, hikmetlerinden ötürü,
Hindistan’daki çıplak bir fakirin ya da Malenezya’daki bir büyücünün sahip
olabileceği kadar büyük ün sahibi değillerdir. Kendilerine gösterilen saygının
yine kendi çalışmalarından ötürü azaldığım gören allâmeler, modern dünyaya
karşı bir hoşnutsuzluk duyar olmuşlardır. Bu hoşnutsuzluğu en çok duyanlar
Komünizm’e kayarlar, hoşnutsuzlukları derin olanlar ise fildişi kulelerine
kapanırlar.
Büyük
ekonomik örgütlerin gelişmesi yeni bir tip iktidarh birey doğurmuştur; bu,
kendisine Amerika’da verilen adla, ‘executive’ (Plânlan ve amaçlan yerine
getirmeğe uygun nitelikte olan) tiptir. Tipik ‘executive’ başkaları üzerinde
çabuk karar verebilen, karşısındakinin hemencecik ruhunu okuyuveren, demirden
iradeye sahip bir kişi izlenimi bırakır ve onları etkisi altına alır; bu tipin
güçlü çene kemikleri bulunması, dudaklarının sımsıkı kapalı olması ve her zaman
kısa, öz konuşabilmesi gerekmektedir. Yine bu tip, akranlarına saygı, asla
birer hiç olmayan astlarına ise güven telkin edebilmelidir. O, büyük bir
generalle, büyük bir diplomatın niteliklerini kendinde birleştirmiş olmalıdır:
savaşmada amansızlık, görüşmelerde ise ustaca bir esneklik yeteneği. İşte
insanlar Önemli ekonomik örgütlerin kontrolünü bu gibi nitelikler sayesinde
ellerinde tutarlar.
Siyasal
iktidar, demokrasilerde, buraya kadar gözden geçirdiğimiz üç tipten çok değişik
bir başka tipin elinde bulunmak eğilimdedir. Başarı kazanmak isteyen bir
politikacı önce kendi örgüt mekanizmasının güvenini kazanabilmeli, ondan sonra
da, seçmenlerin çoğunluğunda bir dereceye kadar heyecan uyandırabilmelidir.
İktidara geçme yolundaki bu iki aşama için gerekli nitelikler asla özdeş
olmadığı gibi, pek çok politikacı bu her iki aşama için gerekli iki ayrı grup
niteliklerden sadece bir grupuna sahiptir. Amerika Birleşik Devletlerinde
Cumhurbaşkanı adaylarının, kendilerini parti idare Plânlan ve amaçlan yerine
getirmeğe uygun nitelikte olan idarecilerine sevdirebilme sanatına sahip bulundukları
halde, halk çoğunluğunun imgelemini harekete geçiremeyen kişiler olduğu sık sık
görülen bir şeydir. Bir kural olarak bu tip adaylar her zaman yenilgiye
uğrarlar, ama parti idarecileri bunların yenilgiye uğrayacağını önceden
göremez. Bununla birlikte, bazen, parti örgütü bir adayın zafer kazanmasını
sağlayabilir de; bu gibi durumlarda, seçimlerden sonra, kazanan adaya parti
örgütü hâkim olur ve o kişi hiç bir zaman gerçek iktidara sahip olamaz. Bazen
de tam tersine bir adam kendi mekanizmasını yaratabilme gücüne sahiptir; III.
Napolyon, Mussolini ve Hitler bu tipin örnekleridir. Daha genel olarak,
gerçekten de başarılı bir politikacı, zaten var olan bir mekanizmayı kullandığı
halde, o mekanizmaya eninde sonunda hâkim olabilen ve onu kendi iradesine köle
edebilen kişidir.
Bir
demokraside, politikacıyı başarılı yapan nitelikler, ahvalin karakterine göre
değişir; ahvalin sükûnet içinde bulunduğu zamanlarda gerekli olan niteliklerle,
savaş ya da ihtilâl ahavali içinde gerekli olan nitelikler aynı değildir. Sakin
ahvalde, bir politikacı, metanet ve sağduyu sahibi olduğu izlenimini bırakarak
başarı kazanabilir, ama heyecanlı ahvalde bunlardan daha fazlası gerekmektedir.
Bu gibi ahvalde etkileyici bir hatip olmak zorunluğu vardır — bununla birlikte
yerleşmiş anlayışa uygun bir şekilde güzel ve sanatlı konuşma yeteneğine sahip
bulunmak da şart değildir, zira Robespierre de, Lenin de güzel konuşma
sanatından yoksun, ama kararlı, tutkulu ve cesurdular. Tutku, soğuk ve kontrol
altına alınmış da olsa, mutlaka bulunmalı ve duyurulmalıdır. Heyecanlı ahvalde
politikacının ne yargılama gücüne, ne nesnel olguları kavrama yeteneğine, ne de
bir parçacık hikmete ihtiyacı vardır. Onun için gerekli olan biricik şey, insan
yığınlarının tutkuyla istedikleri şeyin elde edilebileceğine, kendisinin de
amansız azmi sayesinde bunu elde edebilecek insan olduğuna, o insan yığınlarım
inandırabilme yeteneğine sahip bulunmaktır.
En
başarılı demokrat politikacılar, demokrasiyi kaldırıp diktatör olabilen
politikacılardır. Bu, pek tabii, ancak belirli koşullar altında mümkün
olabilir; böyle bir şeyi on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde hiç kimse
gerçekleştiremezdi. Ama böyle bir şeyin gerçekleştirilmesi olanağı bulunduğu
zaman da, bu, demokrat politikacılarda, hiç değilse heyecanlı ahvalde bulunması
zorunlu olan niteliklerin aynını, aynı derecede gerektirir. Lenin, Hitler ve
Mussollini yükselişlerini demokrasiye borçluydular.
Ortada
kurulmuş bir diktatörlük varken bir kimsenin ölen bir diktatörün yerini alması
için gerekli niteliklerle, başlangıçta diktatörlüğün kurulması için gerekli
nitelikler birbirinden tamamıyla ayrıdır. Kalıtım yoluyla babadan oğula geçen
iktidarların devrilişinde, perde arkasından bir örgütü yönetme, entrika ve
Sarayın gözüne girme, çok önemli metotlardır. İşte bu yüzden diktatörler,
kurucularının ölümünden sonra karakterlerini mutlaka ve büyük ölçüde
değiştirir. Her hangi bir diktatörün yerine geçmek için gerekli nitelikler,
rejimin kurulması için gerekli niteliklerden genellikle çok daha az etkileyici
olduğundan, kurucunun ölümünden sonra saray ayaklanmaları çıkması,
çalkalanmalar görülmesi ve sonunda başka biz sisteme geçilmesi ihtimali çoktur.
Bununla birlikte, modern propaganda metotlarının, DevIet’in Başına, onun kendi
kendine sevgi kazandıracak niteliklerini ortaya dökmesine ihtiyaç bırakmadan
halkın sevgilisini kazandırmak suretiyle, bu eğilime başarıyla tepki
uygulayacağı umulur. Bu metotların ne dereceye kadar başarılı olacağını
şimdiden kestirmek mümkün değildir.
Bireylerin,
şu ana kadar üzerinde durmadığımız bir iktidar biçimi daha vardır ki, bu da
perde arkası iktidarıdır. Saray nedimlerinin, entrikacıların, casusların
iktidarı bu tip iktidardır. Bütün büyük örgütlerde dizginleri ellerinde
bulunduran kişilerin iktidarı hatırı sayılır derecede oldu mu, bu kişilerden daha
önemsiz adamlar (ya da kadınlar) ortaya çıkar ve kişisel metotlarla önderlerine
söz geçirebilme olanağını elde ederler. Perde arkasından adam ya da örgüt
yönetenlerle parti şefleri, tekniklerinin değişik olmasına rağmen aynı tipe
dahildirler. Bunlar kendi arkadaşlarını kimseye sezdirmeden kilit noktalarına
getirir ve böylelikle, zamanı gelince örgütü ellerine geçirirler. Kalıtım
yoluyla geçmeyen bir iktidar biçimi olan diktatörlüklerde, diktatör ölünce bu
tip adamlar onun yerini almağı umabilirler; bununla birlikte, bu tip adamlar ön
plana geçmeyi tercih etmezler genellikle. Bunlar, şan ve şereften çok iktidar
seven kimselerdir; çoğunlukla da toplumsal bir çekingenlikleri vardır. Bazen de
bunlar, Doğu hükümdarlıklarındaki hadım ağalan ya da başka yerlerdeki kral
metresleri gibi. şu veya bu sebeple önderlik unvanını taşıyabilme olanağından
yoksundurlar. Nominal iktidarın kalıtsal olduğu yerlerde bunların etkileri en
yüksek noktaya ulaşır, iktidarın kişisel bir hüner ya da çaba mükâfatı olduğu
yerlerde ise en aşağı noktaya düşer. Bununla birlikte bu gibi kimseler, en
modem hükümet biçimlerinde bile, sıradan insanlara esrarlı görünen
bakanlıklarda mutlaka büyük etki sahibi olurlar. Zamanımızda bu bakanlıkların
en önemlileri maliye ve dışişleri bakanlıklarıdır. II. Kayser Wilhelm’in
zamanında, Baron Hoistein (Alman Hariciye Nezareti’nin daimî başı) hemen hemen
hiç halk içine çıkmadığı halde sınırsız bir iktidar sahibiydi. Bugün de İngiliz
Dış Bakanlığı daimî memurlarının iktidarlarının ne derece büyük olduğunu
bilemiyoruz; bunu öğrenmek için gerekli belgeler belki bir gün çocuklarımızın
eline geçer.
Perde
arkası iktidarına sahip olabilmek için gerekli nitelikler bütün öbür iktidar
biçimlerine sahip olabilmek için gerekli niteliklerden bambaşkadır ve her zaman
için değilse bile, bir kural olarak, istenilmeyen niteliklerdir. Saray
nedimlerine ya da perde arkasındakilere fazla iktidar sağlayan bir sistem de,
işte bu yüzden, genellikle kamu yararına işleyen bir sistem değildir.
Sh:35-50
RUHBAN SINIFI İKTİDARI
Bu
ve bundan sonraki bölümde, eski zamanlarda en çok önem kazanmış iki geleneksel
iktidar biçimini, yani, ruhban sınıfı iktidarıyla, kral iktidarını ele
alacağım. Bunların her ikisi de şimdi batış halindedir ve, bunlardan hiç
birinin yeniden canlanamayacağım varsaymak her ne kadar acelecilik olursa da,
çöküşleri, ister geçici olsun, ister daimî, hâlâ canlılığını koruyan
iktidarların söz konusu olduğu yerde mümkün olamayanı, yani, bu iki kurumun
dört başı mamur incelenmesini mümkün kılmaktadır.
Rahipler
ve krallar, gelişmemiş biçimde de olsa, antropologlarca bilinen en ilkel
topluluklarda bulunmaktadır. Bazen her ikisinin işlevi bir kişide birleşebilir.
Buna sadece ilkel topluluklarda değil, yüksek medeniyet düzeyine ulaşmış
Devletlerde de rastlanır. Ogüst, Roma’da Pontifex Maximus, (En büyük Başkahin.
(Roma imparatorluğunda). Katolik Kilisesinde Papanın karşılığıdır.) taşra
vilâyetlerinde ise tanrı idi. Halife, Müslüman dininin başı olduğu gibi,
Devlet’in de başıydı. Mikado, Şinto dini içinde bugün aşağı yukarı aynı
duruma sahiptir. Öteden beri krallar, kutsallıklarından ötürü, lâik işlevlerini
genellikle kaybedip, birer rahip durumuna gelme eğilimindedirler. Bununla
birlikte çoğu zaman ve çoğu yerde rahiple kral arasındaki ayırım açık ve kesin
olmuştur.
Rahibin
en ilkel biçimi, büyücüdür ve büyücünün iktidarı, antropologların dinsel
iktidarla sihir iktidarı diye ayırdettiği üzere iki türlüdür. Dinsel iktidarlar
doğaüstü varlıkların yardımına dayanır, buna karşılık sihir iktidarları
sözümona doğal sayılır. Ne var ki, bizim varmak istediğimiz maksat yönünden bu
ayırımın bir önemi yoktur.
Önemli
olan, büyücünün, ister büyü, ister din yoluyla başkalarına iyilik ya da kötülük
yapabilecek iktidara sahip sayılagelmesi ve bu iktidarların türlü tünü
olduğuna, her önüne gelen tarafından elde edilemeyeceğine inanılmasıdır. Büyücü
dışında her hangi bir insanın da belirli bir miktar sihir gücü elde edebileceği
kabul olunmakla beraber, büyücünün sihrinin üstünlüğüne inanılır. Bir insan
hastalandığı ya da başına bir kaza geldiği zaman genellikle bu, her hangi bir
düşmanın kötüye kullanılan büyüsüne yorulur, ama büyücü, bu kötü büyüyü bozma
çarelerini bilir. Nitekim, York Dükü Adası’nda, büyücü, gaipten haber olma
yoluyla her hangi bir hastanın hastalık sebebini keşfettikten sonra eline bir
parça kireç alıp sihirli bir dua okur :
Cinleri kovan kireç. Ahtapotu defediyorum; teo yılanım
defediyorum; İngiet’in (gizli bir cemiyet) ruhunu defediyorum; yengeci
defediyorum; su yılanını defediyorum; balivo yılanını defediyorum; pitonu
defediyorum, kaia köpeğini defediyorum.
Cinleri kovan kireç. Çamurlu sıvıyı defediyorum; kete sarmaşığım
defediyorum; To Pilana’yı defediyorum; To Wuwu Tawur’u defediyorum; Tumbal’i
defediyorum. Birisi bunları denizin dibine daldırmış. Onları uzakta tutmak için
buhar yükselecek; onları uzakta tutmak için gece bastıracak; onlar
kendiliklerinden denizin derinliklerine dönecek. (Rivers,
«Medicine, Magic and Religion,»S. 16.)
Bu
sihirli duanın tamamıyla etkisiz olduğu sanılmasın. İlkeller telkine
medenilerden çok daha elverişli olduklarından, bu yolla, yani telkin yoluyla
onları çok kere iyileştirmek de hasta etmek de mümkündür.
Rivers’a
göre Malenesya’nm çoğu yerlerinde, hastalıkları iyi eden adam afsuncu ya da
rahiptir. Anlaşıldığına göre bu bölgelerde büyücülerle başkaları arasında kesin
bir ayrılık yoktur ve büyücülüğün nispeten basit usullerine herkes
başvurabilir. Ama Hekimliği büyü âyinleri ya da dinsel törenlerle
birleştirenler sanatlarını genellikle özel bir süreç yoluyla, ya gösterme ya da
talim etme yoluyla kazanırlar ve Malenezya’da böylesine bilgilerin elde
edilebilmesi için öteden beri bunların satın alınma zorunluğu vardır. Mediko
büyüsel ya da mediko dinsel sanatın her hangi bir dalında tam bir bilgi sahibi
olabilmek için, paranın öğrenciden öğretmene geçmesi şarttır; aksi takdirde tam
bilgi elde edilemez. (Rivers, «Medicine, Magic and Religion,»S. 44.Ç. Notu.)
Çok
daha önemli büyüsel ya da dinsel iktidarları tekelinde bulunduran ve bunun
sonucunda topluluk üzerinde geniş bir iktidar sahibi olan belirli bir ruhban
sınıfının, yukarıda gösterdiğimiz başlangıçlardan çıkarak nasıl geliştiğini
hayalde canlandırmak zor değildir. Mısır ve Babil’de, rahiple kral karşı
karşıya geldiği zaman, rahiplerin iktidarı kralların iktidarından baskın
çıkardı. Rahipler, ‘tanrısız’ Firavun îhnaton’u (Ahnaton da olabilir.)
yendikleri gibi, Babil kralı antiklerikal bir eğilim gösterdiği için,
anlaşıldığına göre, Cyrus’un Babil’i fethine yardım da etmişlerdir.
Ruhban
sınıfı iktidarından tamamıyla özgür bulunuşları bakımından, antikitede
Yunanistan ve Romanın eşi benzeri yoktu. Yunanistan’daki dinsel iktidar,
başlıca, gaipten haber verme âyinleri içinde ve özellikle, Pitonez’in (Gaipten
haber veren falcı kadın: özellikle, Yunanistan’da, Delf tapmağındaki kâhine.)
(Pyhthoness) trans haline geçerek Apollo tarafından ilham edildiği varsayılan
cevaplar verdiği Delf tapınağında toplanırdı. Bununla birlikte daha Heredot
zamanında, kâhinlerin rüşvetle satın alındıkları herkesçe bilinen bir şeydi.
Pisistratus (öl. M. Ö. 527) tarafından sürgün edilen önemli bir Atina’lı aile
olan Alcmaeonidlerin, Pisistratus’un oğullarına karşı rüşvet yoluyla Delf
tapınağının desteğini sağladığını gerek Heredot, gerek Aristo nakletmektedir.
Heredot’un anlattıkları çok ilgi çekicidir : ‘Alcmaeonidler, eğer Atinalılar’a
inanmak caizse, rüşvet vererek Pitonez’i kandırmışlar ve Ispartalılardan her
kim gerek kişisel bir işi, gerek Devlet işi için gaipten haber almak üzere
Pitonez’e danışmağa gelirse, Pitonez’in bunlara, Atinalılar’ı
(Pisistratidler’in zulmünden) kurtarmaları gerektiğini söylemesini
sağlamışlardı. Böylece, gaipten kendilerine hep aynı cevabın, Atinalılar’ı
kurtarmaları gerektiği cevabının verildiğini gören Lacedaemonianlar, en sonunda
dayanamayıp, yurttaşları arasında çok sivrilmiş bir kişi olan Aster’iıı oğlu
Anchimolius’u Pisistratidler’i sürmekle görevlendirerek —hem de Pisistratus
ailesine çok sıkı dostluk bağlarıyla bağlı oldukları halde— bir ordunun başında
Atinalılar’ın üzerine göndermişlerdi. Zira Lacedaemonianlar, tanrılarla olan
ilişkilerini, insanlarla olan ilişkilerinden üstün tutuyorlardı.’ (RmvJinson’un
çevirisi, V. Kitap, Bölüm: 63)
Anchimolius
yenildiği halde, tekrar açılan bir seferde yollanan daha büyük bir ordu başarı
kazandı ve Alcmaeonidlerle öbür sürgünler iktidarı ellerine geçirdiler,
böylelikle de AtinalIlar ‘özgürlük’ dedikleri şeyi yen 'den tattılar.
Bu
hikâyede dikkate değer bir çok noktalar bulunmaktadır. Heredot, siniklikten
tamamıyla uzak, sofu bir adamdır, bu yüzden de, gaipten gelen habere kulak
verdikleri için İspartalılar’dan yanadır. Ne var ki, Atina’yı İsparta’ya tercih
eder, Atina’yı ilgilendiren meselelerde de Pisistratidler’e karşıdır. Bununla
birlikte rüşvet veren taraf olarak Atinalıları göstermekte, ama gerek başarı
kazanan taraf, gerek Pitonez, inançlara karşı geldikleri halde tanrılar
tarafından her hangi bir cezaya çarptırılmamaktadır. (Heredot, Pitonez’in
görevini kötüye kullanışına başka bir örnek daha veriyor. VI.Kitap, Bölüm : 66.
Ç. Notu.) Alcmaeonidler, Heredot zamanında hâlâ nüfuz sahibiydiler; hatta onların
en ünlüleri de, Heredot’un çağdaşı Perikles’di.
Aristo,
Atina Anayasası üzerine olan kitabında, yukarıdaki hususu, daha da alçaltıcı
bir ışık altında gösterir. Delf tapmağı M. Ö. 548 yılındaki yangında mahvolmuş,
tapmağın yeniden kurulması için Alcmaeonidler tarafından bütün Yunanistan’da
para toplanmıştı. Alcmaeondler — Aristo’nun iddiasına göre — bu paranın bir
kısmını Pitonez’e rüşvet olarak vermişler, geri kalanını tapınağın kurulmasına
harcamak için de, Pisistratus’un oğlu Hippias’in iktidardan uzaklaştırılması
şartını koşmuşlardı; Apollo’nun onların safına katılışı işte bu yollardan
olmuştur.
Bu
gibi rezaletlere rağmen, Delf tapınağındaki gaipten haber alma âyinlerinin şu
ya da bu grup tarafından kontrol altında bulunduruluşu siyasal yönden öylesine
önemli bir mesele olarak sürüp gitmiştir ki, bu mesele, dinle bağlantısı
bakımından “Kutsal” adını alan bir savaşın, Kutsal Savaş’ın çıkmasına yol
açmıştır. Ama yavaş yavaş, herhalde gaipten haber verme kurumunun siyasal
kontrole açık bulunduğu olgusunun herkes tarafından iyice anlaşılması, özgür
düşüncenin yayılmasında bir etken rolü oynamış ve en sonunda Romalılar’m,
kutsal şeylere saygısızlıkta bulunmanın utancını zerre kadar duymaksızın, Yunan
tapmaklarını soyup soğana çevirmelerini ve bu tapınakların bütün yetkisini
ortadan kaldırmalarını mümkün kılmıştır. Cüretkâr kişiler tarafından er geç
lâik amaçlarla kullanılmak ve böylelikle de iktidarlarının dayandığı saygıyı
kaybetmek, çoğu dinsel kurumların alınyazısıdır. Greko-Romen dünyasında bu, din
orada hiç bir zaman Asya, Afrika ya da orta çağ Avrupasındaki kadar güçlü
olamadığından, başka her yerdekinden daha patırtısız daha çalkantısız
gerçekleşmiştir. Bu hususta Yunanistan’la Roma’ya benzeyen biricik ülke Çindir.
Buraya
kadar sadece, bilinen hiç bir tarihsel başlangıcı olmaksızın, antikitenin
karanlıklarından gelen dinler üzerinde durduk. Ne var ki, kurucuları bulunan
dinler hemen her yerde bunların yerine geçmiştir; bu kuralın dışında kalan iki
önemli din, Sinto dini ile Brahmanizmdir. Antropologların bugünkü ilkel
kavimlerde buldukları cinsten, çok daha eski dinlerin nerden geldikleri hiç
belli değildir. En ilkel kavimlerde, daha önce de gördüğümüz gibi, kesinlikle
ayrılmış bir ruhban sınıfı yoktur; rahiplik işlevlerinin bu gibi kavimlerde
başlangıçta sadece yaşlılara ve tahminen, özellikle etki uyandırabilecek
yaşlılara ya da bazen , büyücülükte ün yapmış kimselere tanınan bir hak olduğu
anlaşılıyor.
Medeniyetin
ilerlemesiyle çoğu ülkelerde rahipler halkın geri kalanlarından git gide
ayrılmağa ve gitgide iktidar kazanmağa başlarlar. Ama bunlar çok eskiden kalma
bir geleneğin muhafızları olarak muhafazakârdırlar; servet ve iktidar sahibi
olarak da, kişisel dine karşı düşmanca ya da kayıtsız bir tutum alma
eğilimindedirler. Bunların bütün sistemi er geç ihtilâlci bir peygamberin ardı
sıra gidenler tarafından yerle bir edilir. Budha, Isa ve Muhammed tarihsel
yönden bunun en önemli örnekleridir. Bunların iktidarı başlangıçta
ihtilâlciydi, ancak sonra sonra ve yavaş yavaş gelenekselleşti. Bu
peygamberler, yerleşme süreçleri içinde, nominal olarak yıktıkları eski
geleneklerin çoğunu genellikle özümsemişlerdir (absorbe temsil et.).
Gerek
din yönünden, gerek lâik yönden yenilik getirenler — hiç değilse başarıları en
uzun sürenler — ellerinden geldiği kadar eski geleneğe başvurmuşlar ve kendi
sistemlerindeki yenilik öğelerini bütün güçleriyle minimum’a indirmeğe
çalışmışlardır. Bunu başarmak için uygulanan plân, az çok hayal ürünü bir
geçmiş icat etmek ve bu geçmişin kuramlarını canlandırmağa çalışıyor görünmektir.
II. Krallar, XXITde (Eski Ahit, II. Krallar, 813.) bize rahibin Kanun Kitabını
nasıl bulduğunu ve Kralın kavmini nasıl yeniden bu kitabın emirlerine uymağa
yönelttiği anlatılıyor. Yeni Ahit, Peygamberlerin yetkilerine başvurmuştu;
Anabaptistler, (Çocuk vaftizini
reddeden bir Hristiyan mezhebinden olanlar.) Yeni Ahit’e başvurdular; Ingiliz
Püritanları, lâik meselelerde, Fetihten önce İngiltere’de varolduğu kabul
edilen kuramlara başvurdular. Japonlar, M.S. 645’de Mikado’nun iktidarını
‘yenilediler’; 1868’de ise M.S. 655 Anayasasını ‘yenilediler’. Orta Çağlardan
ta Bruma’re 18’e (Fransız İhtilâlinde 9 Ekim 1799 tarihi; bu tarihte yapılan
darbe.) kadar sürü sürü ayaklanmalar, Roma’nın cumhuriyetçi
kuramlarını ‘yeniledi’. Napoleon. Charlemagne imparatorluğunu ‘yeniledi’, ama
bu yenileyiş biraz fazla yapmacıklı olduğundan, tumturaklı şeylere önem veren
bir çağı bile etkileyemedi. Bunlar tarih sahnesinde, yenilik getirmiş en büyük
kişilerin bile geleneğin gücüne duydukları saygıyı gösteren, rasgele seçilmiş
bir kaç örnektir sadece.
Papazlara
ait örgütler içinde tarihte bilinen en kudretli örgüt Katolik Kilisesi
olmuştur. Ben bu bölümde papazların iktidarını sadece geleneksel yönü
bakımından ele alıyorum; bundan dolayı, Kilise iktidarının ihtilâlci olduğu ilk
dönem üzerinde şimdilik durmayacağım. Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra
Kilise, kendi adına bir şans eseri olarak, iki geleneğin temsilciliğini yapmak
zorunda kaldı; Hristiyanlık geleneğine ek olarak, Roma geleneğinin
temsilciliğini de üzerine aldı. Barbarların kılıç güçleri vardı, buna karşılık
Kilise daha yüksek bir medeniyet ve eğitim düzeyine, kişilerin dışında tutarlı
bir amaca, dinsel umutlarla kör inançlardan doğan korkulara dayanma araçlarına
ve hepsinden önemlisi, bütün Batı Avrupa’yı içine alan biricik örgüte sahipti.
Az çok oturmuş Bizans ve Moskova imparatorluklarıyla uğraşmak zorunda kalan
Yunan Kilisesi tamamıyla Devlet’in boyunduruğu altına girdi; buna karşılık
Batıda mücadele, çeşitli durumlar göstererek ta Reformasyon’a kadar sürdü ve
bugün Almanya, Meksika ve İspanya’da hâlâ sürmektedir.
Barbar
istilâsından sonraki ilk altı yüz yıl boyunca Batı Kilisesi, İngiltere, Fransa,
Kuzey İtalya ve Hristiyan İspanya’da egemen olan, durulmamış, saldırgan Cermen
kral ve baronlarıyla eşit koşullar altında ilişkiler kuramadı. Bunun çeşitli
sebepleri vardı. Jüstinyen’in İtalya’daki fetihleri bir süre için Papalığı bir
Bizans Kurumu haline getirmiş ve Batıdaki etkisini çok azaltmıştı. Kilisenin
yüksek makamlarına gelenler, bir kaç kişi dışında, derebeylik aristokrasisi
arasından seçiliyor ve bunlar, kendiişlerine karışmasından hoşlanmadıkları uzak
ve yabancı bir Papa’dan çok, derebeylik aristokrasisiyle birleşme eğilimi
duyuyorlardı. Kilisenin daha aşağı makamlarına gelenler ise çoğunlukla cahil ve
evli kimseler olduklarından, Kilise uğruna mücadele etmektense, arpalıklarının
oğullarının eline geçmesi için yollar aramakla uğraşmağı tercih ediyorlardı. O
çağlarda yolculuk çok zor olduğundan, Roma, yetkilerini uzak krallıklar
üzerinde kullanamıyordu. Büyük bir bölgeyi kapsayan ilk etkili yönetim Papa’nın
yönetimi değil, bütün çağdaşları tarafından Papa’ya üstün sayılan Charlemagne
yönetimi olmuştur.
1000
yılından sonra beklenildiği gibi dünyanın sonunun gelmediği görülünce,
medeniyet hızla ilerlemeğe başladı. İspanya ve Sicilya’da Magriplilerle temas,
skolastik felsefenin yükselişini hızlandırdı. Yüzlerce yıldan beri korsanlık
yoluyla sağı solu haraca kesen Normanlar, Fransa ve Sicilya’da çağdaş dünyanın
kendilerine öğretebildiği bütün bilgileri edinip, düzensizlik yaratan bir güç
olmaktan çıkarak, düzenin ve dinin gücü haline geldiler; ayrıca, fetihlerini
meşru kılmak bakımından Papa’nın yetkilerini de kendi çıkarlarına uygun
buldular. Kiliseye bağlı İngiltere ilk defa olarak Normanlar yoluyla tamamıyla
Roma’nın egemenliği altına girdi. Bu arada gerek Fransa Kralı, gerek
İmparatoru, vassallerini kontrol altına almakta güçlük çekiyorlardı. VII.
Greguvar’ın (Hildebrand) devlet adamlığı ve amansız enerjisi işte bu koşullar
altında papalık iktidarının artması ve ondan sonraki iki yüz yıl boyunca
eksilmeden sürmesi olanağını yarattı. Bu dönem ruhban sınıfı iktidarı yönünden
üstün bir örnek meydana getirdiği için, üzerinde azıcık ayrıntılara girerek
duracağım.
Papalığın,
VII. Greguvar’ın tahta çıkışıyla (1073) başlıyan büyük günleri, V. Clement’in
Papalığı Avignon’da kuruşuna (1306) kadar uzanır. Papalık bu dönemdeki
zaferlerini öldürücü silâh gücüyle değil, meselâ kör inançlar gibi, ‘ruhanî’
silâhlar yoluyla kazandı. Bütün bu dönem boyunca Papalar, Roma şehrinin,
kargaşa çıkarmağa eğilimli soylular tarafından, dışardan güdülen düzensiz halk
yığınları karşısında eli kolu bağlı kalmış’ardır — zira, Hristiyanlık
dünyasının geri kalan bölümü ne düşünürse düşünsün, Roma, Papalık makamına hiç
bir zaman saygı duymamıştır. Büyük Hildebrand sürgünde ölmekle beraber, iktidar
sahibi oldu ve bu iktidarı hükümdarların en büyüklerini bile dize getirmekte
kullandı. Canossa, (Kuzey İtalya’da, Reggio Emila şehri dolaylarında, şimdi
yıkıntı halinde bulunan bir şato. 1077 tarihinde burada konuk bulunan Papa VII.
Greguvar, aforoz ettiği Alman Kral ve İmparatoru IV. Heinrich tarafından
ziyaret edilmiş ve İmparator burada nedamet getirmiştir. ) o anki siyasal
sonuçlan bakımından İmparator IV. Heinrich’in işine gelmekle beraber, daha
sonraki çağlar için bir sembol oldu. Bismarck, Kulturkampf (Alman kültür
seferberliği) sırasında, ‘biz Canossa’ya gitmeyeceğiz,’ dedi; ne var ki, bunu
söylemekle zamansız böbürlenmiş oluyordu. Afaroz edilmiş bulunan IV. Heinrich,
tasarılarını gerçekleştirebilmek için Papa tarafından affedilmek
ihtiyacındaydı, Greguvar ise, nedamet getirmiş birini affetmeği reddedememekle
birlikte, nedamet getirenin Kiliseyle uzlaşma isteğinin bedeli olarak, onu
utanılacak bir duruma soktu. Politikacılara bakılırsa insanlar Papaya dil uzatabilirlerdi,
ne var ki, anahtarların (Cennetin kapısını açıp kapamağa
yetkisi bulunduğuna işaret anlamında Papa’nın armasına konulmuş olan çift
anahtar; an ah farlar sözüyle, Papalık makamı anlatılmaktadır.) kudretini
sadece küfr işlemeği göze alanlar tartışabiliyor, küfre ise, Papalıkla
mücadelesinin en kızgın döneminde İmparator II. Frederik bile yüz vermiyordu.
VII.
Greguvar’ın papalık makamında bulunduğu süre, kilise reformunun önemli bir
döneminin doruğunu meydana getirir. Greguvar’a kadar, İmparator kesin olarak
Papa’nın üstündeydi ve Papa seçiminde sık sık, sonucu etkileyecek şekilde
sesini duyururdu. IV. Heinrich’in babası III. Heinrich, papalık makamını
parayla satın aldığı iddiasıyla Papa VI. Greguvar’ı azletmiş ve onun yerine bir
Alman’ı, II. Clement’i Papa yapmıştı. Ne var ki, ÜT. Heinrich’in Kilisey’le bir
alıp veremediği yoktu; tam tersine, Heinrich, zamanının en gayretli bütün
papazlarıyla birlik halinde bulunan, koyu dindar bir hükümdardı. Onun
desteklediği, VII. Greguvar’ın da zafere ulaştırdığı reform hareketi esas
itibariyle, Kilisenin feodalizm etkisinde kalma eğilimine karşı yönetilmişti.
Bir kural olarak feodal aristokrasiden gelme olan ve kendi mevkileri konusunda
son derece lâik görüşlere sahip bulunan Başpiskoposlarla Piskoposları Krallar
ve soylular o makamlara atıyordu. İmparatorlukta, imparator’dan sonraki en
yüksek kişiler eskiden, topraklarım mevkileri sayesinde ellerinde tutabilen
memurlardı; ne var ki, on birinci yüz yılın sonlarına doğru bunların yerini,
varlıkları kalıtım yoluyla babadan oğula geçen soylular almıştı. Kilisede de,
özellikle manastır sistemine bağlı olmayan papazlar sınıfının alt tabakaları
arasında da buna benzer bir tehlike vardı. Kilisedeki reformcu grup aynı
niteliği taşıyan, kutsal şeylerden kâr çıkarma ve ‘odalık tutma’ (rahiplerin
evlenmesine ‘odalık tutma’ diyorlardı) günahlarına karşı saldırıya geçti. Bu
gruptan olanlar, saldırı kampanyasında oldukça büyük bir çaba, cesaret,
bağlılık ve dünya işlerine uygun basiret gösterdiler; kutsallıklarıyla sıradan halkın
desteğini, konuşma yetenekleriyle de daha önce kendilerine düşman olan
cemaatlerin desteğini sağladılar. Meselâ, 1058 yılında, Milano’da St. Peter
Damian, ruhanî zümreyi, Roma’nın reformcu kararlarına uymağa çağırdı; bu çağırı
başlangıçta öylesine bir kızgınlık uyandırdı ki, St. Peter Damian’m hayatı
tehlikeye girdi, ama en sonunda isteğine ulaştı ve yapılan bir araştırmada,
Milano’da, Başpiskopostan en küçüğüne kadar, kutsal şeylerden kâr çıkarmayan
bir tek papaz bulunmadığı anlaşıldı. Bu papazların hepsi de suçlarını itiraf
edip günah çıkarttılar, ilerisi için de bağlılık sözü verdiler; bu koşullar
altında bu papazların mal ve mülkleri ellerinden alınmadı, ama ilerde bu çeşit
suçların merhamet göstermeden cezalandırılacağı da iyice anlaşılmış oldu.
Hildebrand’ın
en çok düşündüren meselelerden biri ruhanî zümrenin bekârlığıydı; Hildebrand
bunu zorla uygulatmak için papazlar sınıfı dışındaki halk arasından parayla
auamlar tuttu, bu adamlar da papazlarla papazların karılarına karşı sık sık
çirkin bir zulme varan, suç niteliğinde hareketlere giriştiler. Kampanya, pek
taDiî, tamamıyla başarı kazanmadı —meseiâ Ispanya’da bugüne kadar bir başarı
sağlanamamış ar— ama amaçlarından hiç değilse biri, yerel papazlığın kalıtsal
hale gelmesini önleyen, papaz oğullarının babalarının makamına geçemeyeceği
kararıyla gerçekleşmiş oldu.
Reform
hareketinin en büyük zaferlerinden biri Papa seçimi usulünün lüoy kararıyla
değişmez hale getirilişidir. Bu karardan önce, imparator ve koma halkının kötü
belirlenmiş hakları, sık sık bölünmelere ve seçimlerin tartışmalı olmasına yol
açıyordu. Yem karar —ner ne kadar kısa bir süre içinde ve mücadelesiz yoldan
değilse de— Papaları seçme hakkım yalnızca Kardinallere verdi.
On
birinci yüz yılın ikinci yansını dolduran bu reform hareketi, Manastır
reislerini, Piskoposları, Başpiskoposları soylu derebeylerden ayırmayı ve
lapaların atanmalarında Kendilerine de söz hakkı tanınmasını —zira seçimde söz
hakkı tanınmadığı zamanlar, Papalar da makamlarım para yoluyla elde etme
eğilimi taşıyorlardı— geniş çapta sağlayabildi. Bu durum, yani ruhban sınırının
derebeylerden ayrılışı, halkı hoşnut etti ve Kiliseye olan sağılarının
artmasına sebep oldu. Reform hareketi zorlayıcı yoldan, papazların bekâr
kalmalarını sağlamakla, onları kendi çevreleri dışındaki dünyadan da daha kesin
bir şeküde ayırmış ve hiç şüphesiz, iktidar dürtülerini artırmış oldu. — zira
bir çok örneklerde görüleceği üzere, aşırı sofuluk, dünyadan el etek çekme,
insanlarda iktidar dürtüsünü arttırır. Yine bu reform hareketi, önde gelen
kilise adamlarında, geleneksel bozukluktan kâr çıkaranlar dışında herkesin
inandığı bir davaya bağlanma aşkı uyandırdı, bu davayı yürütme aracı olarak da
Papalık iktidarını büyük çapta arttırdı.
Propagandaya
dayanan iktidar genellikle, bu örnekte olduğu gibi, başlangıçta büyük bir
cesaret ve fedakârlık ister, ama bu nitelikler sayesinde saygı bir kere
kazanıldıktan sonra, bu nitelikler bir kenara atılabilir ve dünya işlerinde
ileri gitmek için doğrudan doğruya bu saygı bir araç olarak kullanılabilir. Sonra,
zamanla bu saygı azalır ve saygının kazandırdığı üstünlükler de elden gider.
Bunun süreci bazen bir kaç yıl, bazen de binlerce yıl alır, ama süreç ve sonuç
esasta hep aynıdır.
VII. Greguvar hiç de barışsever değildi. Onun
vaiz konusu olarak Kitabı Mükaddes’te en sevdiği parça şuydu : ‘Kılıcını kandan
esirgeyene lanet olsun.’ Ne var ki, o bunu, cismanî şeylere fazla değer veren
insanlardan vaiz kelâmını esirgemenin günah olduğu şeklinde açıklıyordu ki, bu
da onun, propagandanın gücü konusundaki görüşlerinde ne derece haklı olduğunu
ortaya koyar.
Papalık
koltuğuna oturmuş (1154-1159) biricik İngiliz olan Nicholas Breakspear, Papanın
teolojik iktidarını az çok değişik biçimde ortaya koyar. Abelard’ın
Çömezlerinden Breschia’lı Arnold, ‘toprak sahibi vaizlerin, tımar sahibi
piskoposların, mülk sahibi keşişlerin dinsel kurtuluşa ulaşamayacakları’
doktrinini vaazediyordu. Bu doktrin hiç şüphesiz ortodoks bir doktrin değildi.
St. Bernard onun hakkında şöyle diyordu :
‘O ne yer, ne içer; Şeytan gibi, o da sadece ruhların kanma susamıştır.’ Bununla
birlikte St. Bemard onun örnek alınacak bir dindar olduğunu kabul etmiştir —
Arnold’un bu dindarlığı ise onu, Papa ve Kardinallerle çatışma halinde bulunan
ve 1143 yılında Papayı da Kardinalleri de sürgün etmeği başaran Romalılar için
yararlı bir müttefik haline getirmiştir. Arnold, kendi doktroninde törel bir
müeyyide ariyan Roma Cumhuriyetinin canlandırılmasını destekledi. Ne var ki,
IV. Adrian (Nicholas Breakspear) Kardinallerden birinin öldürülmesini vesile
sayarak, Kutsal Haftada (Paskalyadan önceki hafta.) Roma’lıların tapınma ve
törenlerini yasakladı. Paskalya yortusundan önceki Cuma günü yaklaşırken
Senato’yu dinsel bir korku aldı, bu da bütün Senato’nun Papa’ya miskince boyun
eğmesi sonucunu doğurdu. imparator Frederik Barbarosa’nın da yardımıyla Arnold
yakalandı ve asıldı; cesedi yakıldı, külleri Tiber ırmağına serpildi.
Böylelikle, papazların zengin olmak hakkına sahip bulundukları ispatlanmış
oldu. Papa, İmparator’u, St. Peter kilisesinde taç giydirerek mükâfatlandırdı.
Imparator’un askerleri yararlı olmuştu, ama Kilisenin gerek iktidarını, gerek
servetini lâik destekten çok kendisine borçlu bulunduğu Katolik itikadı kadar
değil.
(Peter Abelard (1079’da Paleet’de doğdu; 1142’de Chalons
sur Sâone’da öldü,) Fransız filozofu ve teologudur. Heloise’a olan sevgisini ve
bu sevginin felâketli sonuçlarını «Historia calamitatum» adlı eserinde tasvir
etmiştir. Kendisine sınırsız bir hayranlıkla bağlı olan çömezleri her yerde
onun ardı sıra gitmişlerdir. Kendi gücüne sonsuz güveni bulunan Abelard,
kendilerinden ders aldığı ünlü hocaların hepsini eleştirmiştir. Trinity’de
verdiği vaazlar,
issons konsili (1121) tarafından
reddedilmiş ve Abelard, St. Güdas manastırı reisi olarak mutsuz bir dönem
geçirdikten sonra Paris’e dönmüştür. Soissons konsilinin kararını Papa da
onayladıktan sonra, Abelard, bütün umutlan kırılmış olarak, hayatının son
günlerini Cluny’de geçirmiştir. Dialectica, Sic et Non, De unitate et trinitate
divina ve Theologia christiana adlı eserleri orta çağ mantığı üzerinedir.
Historia Calamitatum adlı eseriyle Heloise’a mektuplarında üstün bir Lâtince
üslûp örneği ortaya koymuştur.)
(St. Bernard (CIairvaux,lu Bernard) (1090'da Fontaines
les Dijon’da doğdu; 20. VIII. 1153’de Clalrvaux’da öldü), 1112 yılında,
Citeaaux’da Cistercian tarikatına giren St. Berbard bu tarikata onur
kazandırmıştır. 115 yılında Harding tarafından, Clairvaux mar mastının kurmağa
gönderilmiş ve ölümüne kadar bu manastırın reisliğini yapmıştır. Bir aziz
olarak erdemleri bütün batı Hristiyanlık dünyasınca tanınmış ve onun kuşağından
hiç kimse, kilise ve devlet siyaseti üzerinde St Bernard kadar etkili
olamamıştır. St. Bernard, papa aleyhtarı Anacletus’un yenilmesinde rol oynadığı
gibi, vaızlarıyla II. haçlı seferini başlatmış, Abelard’a, Gilbert de la
Porree’ye ve Brescialı Amold’e saldırmıştır, öğrencilerinden biri III. Eugenhıs
Unvanıyla papa olunca, ona, «De Consideratione» adlı önlü risalesinde öğütler
vermiştir. Edebî çalışmaları çok olan Bernard’ın en ünlü eserleri, «De
diligendro Deo, De fradibus humilitatis ve Apologia ad Guillelmum» dur.)
Brescia’lı
Arnold’ün doktrinleri Papa’yla İmparatoru uzlaştıracak nitelikteydi; zira gerek
Papa, gerek imparator, düzenin kurulması için ikisinin birden gerekli olduğuna
inanıyorlardı. Ne var ki, Arnold tasfiye edilir edilmez, kaçınılmaz çatışma
yeniden alevlendi. Bunu izleyen uzun savaş içinde Papa yeni bir müttefik
kazandı; bu müttefik, Lombard ittifakı idi. Lombardiya şehirleri, özellikle de
Milano, zengin ticaret şehirleriydi ve bu şehirler o sıralarda ekonomik
gelişmenin ön safında bulunuyorlardı; bu olgu, tngilizler için, ‘Lombard
Caddesi’ adında ebedileşmişti. imparator, burjuva kapitalizminin daha o
zamandan düşmanlık beslemeğe başladığı feodalizmden yanaydı. Kilisenin
‘faizciliği’ yasaklamış olmasına rağmen, Papa nın kendisi borç para aldığı ve
Kuzey İtalya şehirlerindeki bankerlerden çok yararlandığı için, faizcilik
konusunda dinsel müeyyideler hafifletilmek zorunda kalındı. Barbarossa ile
Papalık arasındaki yirmi yıl süren çatışma, başlıca, imparatorun bir türlü tam
yenilgiye uğratamadığı Lombard şehirleri sayesinde, berabere sonuçlandı.
Papalık’la
İmparator II. Frederik arasındaki uzunsüreli çekişmenin en sonunda Papa’mn
zaferiyle bitmesinin belli başlı iki nedeni vardı : bu nedenlerden birincisi, Kuzey
İtalya ticaret şehirlerinin ve bu arada Tuskana kadar Lombardiya’nın da feodal
sisteme karşı oluşları; İkincisi de, Fransiskanların uyandırdığı koyu dindarca
duygulardı. St. Francis, havarilere yaraşır bir yoksulluk ve evrensel sevgi
vaazediyordu; ne var ki, St. Francis’in ölümünün üzerinden bir kaç yıl geçer
geçmez,..vaktiyle onun ardı sıra gidenler, Kilisenin mülk ve servetini savunmak
için, çetin bir savaş sırasında halkın mal ve mülküne el koyan askerî
görevliler eri gibi davranmağa başladılar, imparatorun yenilgisinin başlıca
sebebi, onun, davasını dinsel ve töresel bir kılığa sokamamış oluşuydu.
Aynı
zamanda, bu mücadele sırasında Papaların başvurduğu tedbirler, pek çok kimsenin
törel gerekçelerle Papalığa eleştirici gözle bakmasına yol açtı. Ferederik’in
ölüm döşeğindeyken kendisiyle atıştığı Papa IV. Innosan hakkında Cambridge Orta
Çağ Tarihi (Cilt: VI, S. 176) şöyle yazıyor :
‘IV.
Innosan, kendinden öncekilerden çok daha lâik bir Papalık anlayışına sahipti.
Zayıf taraflarının politik yetersizliğinden ileri geldiğini düşünür ve bunlara
politik çareler arardı. Ruhanî yetkilerini devamlı surette para toplamak
amacıyla kullanır, parayla dost satınalır, düşmanlarına zarar verir ve
vicdansızlığıyla Papalığa karşı her yerde saygısızlık, düşmanlık uyandırırdı.
Kilise parasını dağıtış şekli rezaletti. Ruhanî görevlerini ve yerel haklarını
hor görerek, Kilise bağışlarını Papalık varidatı ve siyasal Ödül aracı olarak
kullanırdı: Papadan tımar alabilmek için dört adayın arka arkaya beklediği
olurdu. Yersiz atamalar böyle bir sistemin doğal sonuçlarındandı; savaş halinde
ve diplomasi yönünden seçilen papalık elçileri de çoğunlukla gerektiği kadar
lâik bir karakter taşımazdı... Papa Innosan’ın, kendi yol açtığı ruhanî etki ve
itibar kaybından kendisinin har beri yoktu. Niyetleri iyi olmakla beraber,
ilkeleri iyi değildi. Cesaret, yenilmez bir azim, zekâ sahibi olan Papa,
şansının yüzüne güldüğü anlarda da, felâket anlarında da soğukkanlılığını
kaybetmez, dindarlıktan uzak bir kurnazlıkla, sabırla amacına ulaşmağa
çalışırdı; bu da Kilisenin değerini düşürürdü. Papanın olaylar üzerindeki
etkisi muazzamdı, imparatorluğu göçertti; Papalığın zayıflamasına yol açtı;
İtalya’nın alın yazışma biçim verdi.’
IV.
İnnosan’ın ölümü papalık siyasetine bir değişiklik getirmedi. Onun ardılı
»halefi) IV. Urban, Frederik’in oğlu Manfred’e karşı açtığı mücadeleyi tam bir
başarıyla yürüttü ve törel konulardaki yetkisini ilgi çekici bir şekilde
kullanarak, İtalya’da hâlâ yükseliş yolunda olan kapitalizm Kiliseyi nerede az
destekliyorsa orada, bu desteği tam olarak sağlamasını bildi; bu propaganda
iktidarının ekonomik iktidara dönüşmesinin klâsik bir örneğini meydana getirir.
Bankerlerin çoğu, papalık iradım toplamak kendilerine büyük kârlar
sağladığından Papa’dan yanaydılar, ama bazı şehirlerde, meselâ Siena’da
Ghibelline’lerin (Ghibelline, İtalya’da orta çağda, Papalar — İmparatorlar
arası mücadele tarihi içinde önemli yer tutan, bir grupun adıdır. Özellikle
Frederik Barbarossa’nın İmparatorluk tacını giymesiyle alevlenen Papa — İmparator
mücadelesinde Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan yana olanlara ‘Guelph’ler
deniyordu; bunlar nlusal istiklâl istiyorlardı ve Papa’ya karşıydılar.
Ghibelline’ler ise İmparatora karşı, Papa’dan yana olan grupun adıydı. İtalya
orta cağ tarihinin 1155’den 1348’e kadarki dönemi, Kuzey İtalya şehirlerinde ve
özellikle Floransa ite Siena’da bu iki grup arasındaki mücadelelerle doludur.)
güçlü oluşu yüzünden bankerler başlangıçta Manfred tarafını tuttular. Bunun
üzerine, bankerlerin Manfred’i tuttuğu yerlerde Papa, Bankalara borçlu
olanlara, borçlarını ödememelerini, bu bankalara borç ödememenin bir
Hristiyanlık borcu olduğunu bildirdi ve tabii, borçlular bunu hemencecik
yetkili bir karar olarak kabul ediverdiler. Bunun bir sonucu olarak Siena’nın
İngilizlerle olan alış verişi durdu. Bütün İtalya'da, mahvolmaktan kurtulabilen
bankerlerin tümü, Papanın bu manevrasıyla Guelph olmağa zorlandı.
Ne
var ki, bu gibi yollara başvurulması Papa’ya bankerlerin desteğini
kazandırmakla beraber, Papa’nın İlâhî yetki iddiasına duyulan saygıyı azaltmış
oluyordu.
Batı
imparatorluğunun çöküşünden on altıncı yüzyılın sonuna kadarki dönemin tümüne;
iki gelenek arasındaki mücadeleler tarihi gözüyle bakılabilir: bu geleneklerden
biri, Kilisenin temsil ettiği imparatorluk Roma’sı geleneği. öteki de Devlet’in
temsil ettiği Töton aristokrasisi geleneğidir. Kutsal Roma İmparatorları,
imparatorluk Koması geleneğini Kutsal Roma imparatorluğuna katmağa çalışmışlar,
ama bunu başaramamışlardır. II. Frederik dışında bütün imparatorlar, Roma
geleneğini anlayamayacak kadar cahil oluşları bir yana, bunların yakın ilişki
kurdukları feodalizmin bütün siyasal kurumlan da Cermen asıllıydı. Eğitilmiş
kişilerin — imparatorlara hizmet edenler de dahil olmak üzere — dilleri uzun
bir süre içinde, yavaş yavaş, antik dillerden türetilmişti; hukuk, Roma
hukukuydu; felsefe, Yunan felsefesiydi, buna karşılık asıl itibariyle Tötonik
olan görenekler, terbiyeli konuşmalarda ağıza alınamayacak nitelikteydi.
Bugünkü her hangi klâsik bir âlimin modem endüstriyi Lâtince tarif etmekte
karşılaşacağı güçlüğe benzer bir güçlük ortaya çıkmıştı o dönemde. Batı Avrupa
medeniyetinde Tötonik öğeler edebî ve entellektüel alanda yeterli bir ifadeye
ancak Reformasyonla birlikte, Lâtince yerine modern dillerin kabul edilişi
üzerine kavuşabildi.
Hohenstaufenler’in
çöküşünden sonra Kilise, yirmi otuz yıl kadar bir süre için, İtalya’nın Batı
dünyası üzerindeki egemenliğini yeniden kurmuş gibi gözüktü. Para ölçüleri
üzerinden bir yargıda bulunulacak olursa, bu egemenlik en aşağı Antonines
zamanındaki kadar sağlamdı — Ingiltere ve Almanya’dan Roma’yâ Kilise varidatı
olarak akan para, eski Roma tümenlerinin zorla topladıkları paraların tutarını
çok aşıyordu. Ne var ki, bu sefer akan para silâh zoruyla değil, Papalığa
duyulan saygı sömürülmek suretiyle sızdırılıyordu.
Bununla
birlikte, Papalar Avignon’a taşınınca, bundan önceki üç yüz yıl boyunca
sağlamış oldukları saygıyı kaybetmeğe başladılar. Bunun nedeni sadece onların
tamamıyla Fransa Kralının egemenliği altma girişlerinde değildir; saygıyı kaybedişlerinin
daha da önemli bir başka nedeni, Papaların, bir çok gaddarca işlerde, bu
gaddarlığı yapan krallardan yana çıkmış olmalarıdır. Papaların Kralla birlik
oldukları bu gaddarca hareketlerden biri de Templar (118 yılında Kudsü şerif’de
kurulan, Hazreti İsa’nın kabri ile ziyaretçilerini korumaya memur tarikat, ya
da bu tarikatin üyesi.) tarikatının sindirilişidir. Kral IV. Flip malî
güçlükler içersinde kıvrandığından gözünü bu tarikatın mülküne dikmişti. Hiç
bir gerekçeye dayanmaksızın, tarikat üyelerinin dinsel inançlara karşı gelmekle
suçlandırılmasına karar alındı. Papa’nm da yardımıyla, bu tarikat üyelerinden
Fransa’da bulunanlar yakalandılar, işkenceye konularak ağızlarından, Şeytana
taptıklarına dair itiraflar alındı, yine işkenceyle haça tükürmek zorunda
bırakıldılar v. b. Ondan sonra da yığın yığın ateşte yakıldılar. Bu arada Kral,
Papa’ya da köşesinden bucağından bir şeyler ayırmağı unutmayarak, bu tarikatin
bütün mülküne el koydu. Bu gibi işler Papalıkta törel bozuluşun başlangıcını
meydana getirdi.
Büyük
Bölünüş, (Büyük Bölünüş (Batı Bölünüşü) : Batı Hıristiyanlığında, Papalık
makamına seçiliş usulleri yüzünden doğan ve 1378’den 1417’ye kadar süren
bölünüş.) iddia sahiplerinin hangisinin meşru olduğunun bilinemeyişi ve her
iddia sahibinin ötekini afaroz edişi, lânetleyişi yüzünden, Papa’ya saygı
duyulmasını daha da güçleştirdi. Büyük Bölünüşün kapsadığı sürenin başından
sonuna kadar, her iki rakip de, din ve töre yönünden hiç de iyi örnek
sayılmayacak biçimde iktidar tasarrufunda bulundular ve işi, en koyu
yeminlerini bozmağa bile vardırdılar. Çeşitli ülkelerde Devlet ve yerel Kilise
birlik halinde, her iki Papaya da itaatten kaçındılar. En sonunda bu meseleye
ancak bir genel konsilin çözüm yolu bulabileceği iyice anlaşıldı. Yanlış bir
yol tutan Pisa Konsili, mevcut iki Papanın tutumlarını küfr ilân etmekle
birlikte bunları gerektiği biçimde saf dışı bırakamadan, bir üçüncü Papa
yaratmış oldu. Nihayet, Constance Konsili, her üç Papayı da saf dışı bırakarak,
birliği sağlayabildi. Ne var ki, bu mücadele Papalık makamına duyulan
geleneksel saygıyı ortadan kaldırmıştı. Bu mücadele ve karışıklık dönemi
yüzünden Wycliff, (John Wycliff (1320’de York’da, Richmond yakınlarında doğdu;
1384’de öldü), İngiliz siyasal filozofu ve kilise refonnatörü. Kiliseye yapılan
bağışları şiddetle yermiş, papazların insanla Tanrı arasındaki aracılığına ve
‘Hazreti İsanın kan ve etine dönüşme’ (transsnbstantiation) doktrinine
saldırmış, İncilin kelime kelime İngilizce’ye çevrilmesi gerektiği tezini
savunmuş ve kendi doktrinlerini halk arasında ‘yoksul vaizler’ yoluyla
yaymıştır Wycliff, İngiliz nonkonformizminin başlangıcında önemli bir dönüm
noktasını meydana getirir.) Papalık için şunları söyleyebilmek hakkını
bulmuştur kendisinde : ‘Böyle bir iblisten kurtulmak Kilise’ye zarar vermez, tam
tersine faydalı olur; bu iblisin ortadan kaldırılması işinde, Tanrı yolundaki
bu davada Kilise istekle çalışır.’
On
beşinci yüzyıl Papalığı, İtalya’ya uymakla beraber, çok açık ahlâksızlığı
yanısıra, dünya işleriyle fazla ilgilenişi ve aşırı lâikliği dolayısıyla Kuzey
ülkelerin koyu dindarlığına cevap verebilmekten uzaktı. En sonunda, Tötonik
ülkelerdeki törel ayaklanma, ekonomik etkenlerin kolaylıkla at oynatabilmesi
olanağını sağlayacak bir güce ulaştı : Roma’ya haraç veıilmesi genellikle reddedildi,
prenslerle soylular Kilise emlâkine el koydular. Ne var ki, eğer
Protestantizmin doktrin yönünden isyanı olmasa bu durum doğmaz, Büyük Bölünüş
ve Rönesans Papalığının rezaletleri olmasa Protestantizm gerçekleşemezdi.
Kilisenin tinsel (manevî) gücü içerden zayıflamamış olsa, Kiliseye saldıranlar
tinsel gücü kendi saflarına çekemez ve II. Frederik gibi yenilgiye uğrarlardı.
Bu
vesileyle, Machavellinin, Hükümdar adlı eserinin XI. bölümünde ruhanî
hükümdarlıklar konusunda söylediklerine bir göz atmak ilgi çekici olacaktır :
‘Bana şimdi sadece,
ruhanî hükümdarlıklardan söz etmek düşüyor. Bütün güçlükler bu hükümdarlıkların
elde edilişine kadardır, zira bunlar ya kişisel yetenekler ya da talih
sayesinde elde edilir ve kişisel yetenek de talih de olmaksızın elde
tutulabilir; çünkü ruhanî hükümdarlıkları ayakta tutan, çok eskiden kalma din
düzenidir ve din düzeni öylesine kudretlidir, öyle bir karaktere sahiptir ki,
ruhanî hükümdarlar nasıl davranırlarsa davransınlar, nasıl yasarlarsa
yaşasınlar, hükümdarlıklarını ellerinde tutabilirler. Devletleri olup da bu
devleti savunmayan, uyrukları olup da onları yönetmeyen, yalnız bu
hükümdarlardır; devletleri savunmasız olduğu halde, hükümdarlıkları, bu
hükümdarların elinden alınmaz, uyrukları ise yönetilmedikleri halde,
yönetilmeyişlerini umursamazlar ve hükümdarlarından vazgeçmeyi ne isterler, ne
de vazgeçebilme yeteneğine sahiptirler. Sadece bu gibi hükümdarlıklar, güvenlik
ve mutluluk içindedir. Ne var ki, insan aklının ermeyeceği güçler tarafından
ayakta tutulan bu hükümdarlıklar üzerine daha fazla bir şey söylemeyeceğim,
zira Tanrı tarafından yüceltilip, idame ettirilen bu hükümdarlıkları tartışmak
küstahlık, cüretkârlık olur.’
Bunlar,
X. Leo’nun papalığı sırasında yazılmıştı; Reformasyon da X. Leo’nun papalığı
sırasında başlamıştı. Dindar Almanlar, VI. Aleksandr’ın amansızca akraba
kayırmasının ve Papa X. Leo’nun para yönünden açgözlülüğünün ‘Tanrı tarafından
yüceltilip idame ettirildiği’ne yavaş yavaş inanmaz oldular. Papalık iktidarını
tartışmaktan Machiavelli kaçındığı halde, ‘küstah ve cüretkâr’ Lüther, bu
tartışmaya girişmekte çok hevesliydi. Kilise karşısındaki muhalefet törel ve
dinsel destek kazanır kazanmaz da, kişisel çıkarlar, muhalefetin büyük bir
hızla yayılmasına sebep oldu. Kilise’nin iktidarı anahtarların kudretine
dayandığından, muhalefet de normal olarak yeni bir Aklama
(Tebriye=Justification) doktriniyle ilişki kurdu. Lüther’in teolojisi, Kilise
dışındaki hükümdarların afaroz edilmek ya da kendi uyrukları tarafından —törel
yönden— lanetlenmekten korkmaksızın Kiliseyi yerin dibine batırmalarına imkân
verdi.
Ekonomik
etkenler her ne kadar Reformasyonun yayılışında çok yardımcı oldularsa da, bu
etkenlerin —yüzyıllardan beri işler halde bulundukları gözönüne alınınca—
Reformasyonun gerçekleşmesine bir başlarına yetmediği açıktır. Pek çok
imparator ve bu arada başka hükümdarlar, meselâ İngiltere’de Kral II. Henry ile
Kral John da Papa’ya karşı koymağa çalıştılar. Ne var ki, onların bu
davranışları günah sayıldı ve bu yüzden direnişleri boşa gitti. Ancak Papalık,
uzun bir süre içinde, geleneksel güçlerini törel bir ayaklanma doğuracak kadar
kötüye kullandıktan sonradır ki, başarılı bir karşı koyma olanağı doğdu.
Propaganda
yoluyla iktidar sahibi nasıl olunacağım anlamak isteyenler için, papalık
iktidarının yükseliş ve düşüşü İncelenmeğe değer bir konudur. İnsanların kör
inanç sahibi olduklarını ve anahtarların kudretine inandıklarını söylemekle iş
bitmiyor. Bütün Orta Çağ boyunca geçerli dinsel inançlara karşı fikirler ortaya
atılmıştır; eğer Papalar genellikle saygıya lâyık kişiler olmasaydı, tıpkı
Protestantizm gibi, bu fikirler de yayılırdı. Yine Orta Çağda, lâik
hükümdarlar, geçerli dinsel inançlara karşı gelmeksizin, Kilise’yi Devlet’in
emri altına sokmağa çalıştılar; bu girişimler Doğu’da başarı kazanmakla
beraber, Batı’da başarısızlığa uğradı. Bunun çeşitli nedenleri vardı.
Birincisi
: Papalık kalıtsal olmadığından, lâik krallıklar gibi uzun bir emekleme dönemi
geçirmiyor, bu dönemin dertlerinden uzak bulunuyordu. Bir adam dindar, bilgili
ve yöneticilik yeteneğine sahip olmadıkça Kilise’de kolay kolay sivrilmezdi;
bundan dolayı Papaların çoğu, bir yada bir kaç bakımdan ortanın çok üstüne
yükselmiş kişilerdi. Lâik hükümdarların da yetenekli kişiler olarak kendilerini
göstermeleri mümkündü, ne var ki, çoğunlukla bunun tersi oluyordu; ayrıca, lâik
hükümdarlar, ruhanî hükümdarların aksine, kendi ihtiraslarım kontrol altına
alabilmelerini sağlayacak biçimde de eğitilmemişlerdi. Boşanma istekleri
yüzünden kralların sık sık başlan derde giriyor, boşanma da, ancak Kilise’nin
çözüm bulabileceği bir mesele olduğundan, Papalar karşısında kralları güçsüz
duruma düşürüyordu. Krallar bazen boşanma meselesini çözmek için Kral VIII. Henry’nin usulüne (Katalosizmde boşanma yasak olduğundan, Kral VIII. Henry
kanlarından kurtulmak için, bir bahaneyle onları cellâda teslim ediyordu.) başvuruyorlardı,
ama bu da uyruklarını dehşete düşürüyor, bu yüzden vassalleri bağlılık
antlarından kurtulmuş oluyor ve en sonunda krallar, ya boyun eğmek zorunda
kalıyor ya da tahtlarını kaybediyorlardı.
Papalığın
bir başka büyük gücü de, sürekliliğinin kişilere bağlı olmasıydı. II.
Frederik’in papalıkla mücadelesinde, bir Papa’nın ölümünün hemen hemen hiç bir
değişiklik yaratmayışı, hayret edilecek bir olgudur. Papalığın belli bir
doktrini ve devlet yönetimi geleneği vardı, krallar ise bunların karşısına
koyabilecekleri her hangi sağlam bir doktrin ya da yöneticilik geleneğinden
yoksundular. Lâik hükümetler ancak milliyetçiliğin kuvvetlenişiyle birlikte
papalığınkine denk bir amaç sürekliliği ya da dayanıklılığı kazanabildiler.
On
birinci, on ikinci ve on üçüncü yüz yıllarda krallar, bir kural olarak cahil,
buna karşılık Papalar hem okumuş, hem de bilgili kimselerdi Ayrıca, devamlı
surette anarşi tehlikesi içinde bulunan ve yeni ekonomik güçlere karşı düşmanca
tutum alan yönetimi zor feodal sistem, krallara ayak bağı oluyordu. Bütünüyle
ele alındığı zaman, o yüz yıllarda Kilise, Devlet’in temsil ettiğinden çok daha
yüksek bir medeniyeti temsil ediyordu.
Ne
var ki, on üçüncü yüz yıla kadar Kilise’nin en büyük gücü, telkin ettiği törel
saygıdan ileri geliyordu. Kilise, törel hükümdarlık tahtını, eski zamanlarda
uygulanan dinsel cezaların sağladığı ve ta o zamanlardan kalan ibret dersi
üzerine kurmuştu. Kilise’nin zaferleri, da! ha önce de gördüğümüz gibi,
papazların bekâr kalmalarının zor kullanılarak sağlanmasıyla : ilişkiliydi ve
orta cağ kafası için bekârlığın etkileyici niteliği çok büyüktü. Aralarında
sayıları az olmayan Papaların da bulunduğu pek çok kilise adamı, prensip
meselelerinde teslim olmaktansa, büyük sıkıntılara göğüs germişlerdi. Para
hırsının, ahlâk bozukluğunun, kişisel çıkar kollamanın gemi azıya aldığı bir
dünyada pek çok Kilise ileri geleninin, kişisel çıkarlarını ilgilendirmeyen
davalar için yaşadıklarını ve kişisel servetlerini bu uğurda seve seve
harcadıklarını sıradan insanlar açıkça görüyorlardı. Daha sonraki yüzyıllarda,
kutsallıkları etkileyici olan kişiler — Hildebrand, St. Bernard, St. Francis —
kamuoyunun gözlerini kamaştırarak, başkalarının kötü davranışları yüzünden törel
itibarını kaybedebilecek olan Kilise’yi bu tehlikeden kurtardılar.
Ne
var ki, ülkücü amaçlara sahip olan, bu yüzden de iktidar aşkını mazur gösteren
örgütler için, üstün erdemler dolayısıyla kazanılan ün tehlikelidir ve sonunda,
mutlaka, sadece vicdansızca insafsızlık konusunda üstünlüğe yol açar. Kilise,
bu dünyayla ilgili şeyleri aşağılık sayarak bunu telkin etti ve böylelikle
hükümdarlar üzerinde üstünlük kurdu. Keşişler hep yoksul kalacaklarına and
içtiler; bu and dünyayı öylesine etkiledi ki, bu sayede Kilise’nin zaten
muazzam olan serveti bir kat daha arttı. St. Francis, kardeşin kardeşi sevmesi
gerektiğini vaazederek, uzun zamandan beri sürmekte olan rezilce bir savaşın
zaferle tamamlanması için gerekli olan heyecanı yarattı. Sonunda, Rönesans Kilisesi,
servet ve iktidarım borçlu bulunduğu bütün törel amaçlarını kaybetti ve bu
amaçların yeniden yaratılması için Reformasyon’un Kiliseyi sarsması gerekti.
Üstün
erdem, bir örgüte müstebit iktidar kazandırmak için araç olarak kullanıldığı
zaman, bütün bu kaçınılması imkânsız sonuçlarla karşılaşılır.
Geleneksel
iktidarın çöküşü, istilâlar dışında, her zaman için, bu iktidarın, Machiavelli
gibi düşünen —yani, bu iktidarın insan kafasındaki itibarının en ağır, en kaba
suçlar tarafından bile sarsılamayacak kadar sağlam olduğuna inanan— kişiler
tarafından kötüye kullanılışının bir sonucudur.
Yunanlıların
Delf _ tapınağı kâhinlerine Orta Cağın da Papalara gösterdiği saygı bugün
Amerika Birleşik Devletlerinde aynen Yüce Mahkeme’ye gösterilmektedir. Amerikan
Anayasasının işleyişini incelemiş olanlar, Yüce Mahkemenin, plütokrasiyi
korumakla görevli güçlerin bir bölümünden ibaret olduğunu bilirler. Ne var ki,
bunun böyle olduğunu bilenlerin bir kısmı plütokrasiden yana, oldukları için
Yüce Mahkeme’ye duyulan geleneksel saygıyı zayıflatmağı hedef tutan hiç bir
harekette bulunmazlar; öte yandan, bu saygıyı zayıflatmağa çalışan'ara da
yıkıcı ya da Bolşevik damgası vurularak, sıradan vatandaşların gözünde bunların
itibarı yok edilir. Bir Luther ortaya çıkıp da Amerikan Anayayası’nın resmî
yorumcularının yetkilerine başarıyla saldırıncaya kadar, bu apaçık partizanlık
daha uzun bir süre dilediği gibi at oynatacaktır.
Savaşta
yenilmenin teolojik iktidar üzerindeki yıkıcı etkisi, lâik iktidar üzerindeki
yıkıcı etkisinden çok daha azdır. Gerçi Rusya ve Türkiye Birinci Dünya
Savaşından sonra hem teolojik hem de siyasal bir ihtilâl geçirmişlerdir, ne var
ki, her iki ülkede de geleneksel dinin Devlet’le çok sıkı bir ilişkisi vardı.
Savaşta yenilgiye rağmen dinin ayakta kalışının en önemli bir örneği, Kilisenin
beşinci yüzyılda barbarlara üstün gelişidir. St. Augustine,
(Augustine, Aurelius, Saint (354’de, Nümidya’da,
Tagaste’de doğdu; 430’da öldü.) Putperest bir baba ile Hristiyan bir annenin
oğlu olan Augustinus öğrenimini kuzey Afrika’da gördü ve Kartaca’yı terk ederek
383’de Româ’ya geldi. Milano Üniversitesi Retorik kürsüsünde hocalık (384-87)
ettiği sırada Hristiyan oldu. Afrika’ya döndükten sonra, 391’de papazlığa
atandı ve arkasından piskopos oldu. Ciltler dolusu dogmatik, teolojik ve
eğitsel risaleleri, vaazları, mektupları ve otobiyografik eserleri vardır.
Eserleri arasında en önemlileri 13 kitaplık itiraflarıyla, bilgince ve çok
üstün bir retorik üslûbuyla yazılmış oluşu balatamdan değer taşıyan Tanrı’nın
Ülkesi Hak kında, (Do Civitate Del) adlı 22 ciltlik kitabıdır.)
Roma’nın
barbarlar tarafından yağmalamasından ilham alarak yazdığı Tanrının Ülkesi
Hakkında adlı eserinde, geçici iktidarın, gerçek inan sahibine vaadedilen
iktidar olmadığını, bundan ötürü de sofuca bir inanç sonucu olarak elde
edilebileceği umudunun beslenmemesi gerektiğini açıklamıştı, imparatorluk
içinde barbarların kılıcından kurtulabilen putperestler, Roma’nın, eski
tanrılar terkedildiği için bir ceza olarak yakılıp yıkıldığını ileri sürdüler,
ama bu iddia, bütün kuvvetine rağmen, kamuoyunun desteğini sağlayamadı;
istilâcılar arasında, yenilenlerin üstün medeniyeti ağır bastı ve yenenler
Hristiyan dinini benimsediler. Böylece, Roma, Kilise aracılığıyla barbarlar
arasında sözünü geçirmeğe devam etti ve bu barbarların hiç biri, Hitler’e
gelene kadar, eski kültür geleneğini silkip atamadı.
o
kişi haklı çıkar, isyan olmasa, insanlık durgunluktan kokuşur ve adaletsizliği
giderecek çareden yoksun kalırdı. Bundan dolayı, otoriteye boyun eğmeyi
reddeden adamın, belirli koşullar altında meşru bir işlevi vardır — yeter ki,
onun itaatsizlik nedenleri kişisel değil, toplumsal olsun. Ne var ki, bu,
niteliği dolayısıyla, bir takım kurallara bağlanması olanağı bulunmayan bir
husustur.
Sh:51-79
İKTİDAR FELSEFELERİ
Bu
bölümde, ilhamlarını başlıca, iktidar aşkından alan bazı felsefeler üzerinde
durmak niyetindeyim. Bu felsefelerin konularının iktidar olduğunu söylemek
istemiyorum, sadece bu filozofların, metafizik yaparlarken ve törebilimsel
yargılarda bulunurlarken ilham aldıkları kaynağın, bilinçli ya da bilinçsiz
iktidar aşkı içtepisi olduğunu anlatmak istiyorum.
İnançlarımız,
istek ve gözlemlerin değişik derecelerde birleştirilmesinin bir sonucudur. Bazı
inançlarımızda, etkenlerden birinin, bazı inançlarımızda da ötekinin oranı
azdır. Deneye dayanan delillerle kesin bir şekilde ortaya koyabileceğimiz fazla
bir şey yoktur ve inançlarımız, deneylere dayanan delillerin ötesine geçtiği
zaman, bunların oluşmasında istek rol oynar. Öbür yandan, inançlar,
kendilerinden yana veya kendilerine karşı deliller bulunmadığı zaman
yüzyıllarca yaşayabildikleri halde, boşluklarını ortaya koyan kesin ve sonuçsal
deliller karşısında uzun zaman ayakta kalabilen pek az inanç vardır.
Felsefeler
hayattan daha bağdaşıktır. Hayatta, bir çok isteklerimiz bulunabilir, halbuki
felsefeler genellikle, bütün öteki isteklerin üstüne çıkan bir tek istekten
ilham alırlar; onların bağdaşıklığı (coherence=teeanüs) da işte burdan gelir.
Zu frangmentarisch Lst. Welt mıd
Leben.
Ich vvill mich zum deutsehen Professor
begeben,
Der vveiss das Leben
zusammenzusetzen.
Und er macht ein verstanding System
daraus.
(Dünya
ve hayat dağınık parçalar halindedir. Başımı alıp Alman Profesöre gideceğim; o,
hayatın bireşiminin (sentezinin) nasıl yapılacağım biliyor ve bundan bir yöntem
kuruyor.)
Çeşitli
filozofların çalışmalarına çeşitli istekler hakim olmuştur. Bilmek isteği ve
bununla hiç de aynı şey olmayan, dünyanın bilinebilir olduğunu ispat etme
isteği; mutluluk isteği, erdem isteği ve bu ikisinin bireşimi — mağfiret isteği;
insanlarda, insanların Tanrı ile ya da başka insanlarla birliği anlayışını
yaratma isteği; güzelliğe ulaşma isteği; haz duyma isteği; ve iktidar isteği,
bunlar arasında sayılabilir.
Büyük
dinler erdemi amaç tutarlar, ama genellikle, sadece erdemi amaç tutmakla da
kalmazlar. Hristiyanlık ve Budizm, mağfireti— daha
mistik biçimleri içinde de — Tanrıyla ya da evrenle birleşmeyi ararlar. Ampirik
filozoflar gerçeği, idealist filozoflar da — Descartes’tan Kant’a kadar —
kesinliği ararlar; gerçekten, Kant’a kadar (Kant’ı da içine almak üzere) bütün
büyük filozofların ilgilendiği başlıca istekler, insan tabiatının, bilmeğe ya
da kavramağa ait (cognitive) bölümünün istekleridir. Bentham ve Manchester
Okulu felsefeleri zevki amaç, serveti de bellibaşlı araç sayar. Modern
zamanların iktidar felsefeleri geniş çapta, ‘Manchesterismus’a (Manchesterismus
: İngiltere’de, Cobden ve Bright’in önderliğinde Manchester Okulıı’nun, yalnız
kendi çıkarını düşünen bir politika izlemesini destekleyenler için kullanılan
alaycı bir terim; en büyük Manchester’Iiler demektir.) karşı bir tepki ve
hayatın amacının birbirini izleyen zevklerden ibaret bulunduğu — gerek fazla
dağınıklığı, gerek yeteri kadar etkin olmayışı dolayısıyla mahkûm edilen bir
amaç — görüşüne karşı bir itiraz olarak doğmuştur.
Hayat,
istem (volition=irtiyat) ile irade dışı olgular arasındaki karşılıklı bir etki
tepki ilişkisi olduğundan, iktidar güdüleri tarafından yönetilen filozof, kendi
irademizin ürünü olmayan olguların oynadığı rolü asgariye indirmeğe ya da batırmağa
çalır. Burada ben sadece Machiavelli ya da Cumhuriyet’de adı geçen Trasymakhos
gibi, yalın iktidarı yücelten kişileri düşünmüyorum; kendi iktidar aşklarını
metafizik ya da törebilim kisvesi altında saklamalarını sağlayacak kuramlar
icad eden kişileri düşünüyorum. Modern zamanlardaki bu cins filozofların
birincisi ve en dört başı mamuru, Fichte’dir.
Fichte’nin
felsefesi, dünyada biricik varolan diye kabul ettiği, egodan hareket eder. Ego,
kendini gerçek olarak kabul ettirdiği için vardır. Her ne kadar ego’dan başka
bir şey yoksa da, günün birinde ego küçük bir darbe (ein kleiner Anstoss) yer
ve bu darbenin sonucu olarak non ego’yu gerçek diye kabul ettirir.
Ondan
sonra ego, Gnostik (Gnosticism : Tanrı bilimde, ruhanisırların ve yaratılış
muammasının bilinebileceğini iddia eden okul; Gnostik: bu okula ait)
Teoloji’ninkine benzer, türümler’e (emanation=sudur) koyulur; ne var ki,
Gnostikler türümleri Tanrıya bağladıkları — ve alçakgönüllülükle biraz da
kendilerinden saydıkları — halde, Fichte, Tanrı ile ego arasında bir ayırımı
zorunsuz sayar. Ega, metafizik alanında işini bitirdikten sonra, Almanların
iyi, Fransızların kötü, bundan dolayı da Fransızlarla dövüşmenin Almanlar için
bir görev olduğunu kabul ettirmeğe koyulur. Almanlar da, Fransızlar da, hiç şüphesiz,
Fichte’nin türümlerinden ibarettirler, ancak Almanlar daha yüksek bir
türümdürler, yani, Fichte'nin ego’sundan başka bir şey olmayan mutlak gerçek’e
daha yakındırlar. Büyük İskender ve Ogüst, kendilerinin ilâh olduklarım iddia
etmişler, başkalarını da bunu kabul eder görünmek zorunda bırakmışlardı; Fichte
ise, yönetim onun kumandası altında olmadığı için kendi ilâhlığını esaslı bir
şekilde ilân edemediğinden, tanrısızlıkla suçlandırıldı ve işini kaybetti.
Dış
dünyayı tamamıyla ego’nun hayalinin bir ürünü saydığından, Fichte’ninki gibi
bir metafiziğin toplumsal göreve yer vermeyeceği besbellidir. Bu felsefeyle
uzlaşabilecek, akla gelen biricik töre, kendi kendini geliştirme töresidir. Her
ne kadar mantığa aykırı olsa da, bir insan kendi ailesini ve ulusunu,
ego’sunun, başka insanlara oranla kendine daha yakın bir parçası ve dolayısıyla
başkalarına oranla daha değerli sayabilir, işte bu yüzden ırka ve
milliyetçiliğe inanış, solipsistik (Solipsism : Gerçek varlığı olan şeyin yalnız nefs olduğu, zira
insanın nefs dışında hiç bir şey bilemiyeceği kuramı; Kant
felsefesinde egoizmin bir biçimi)
felsefenin doğal bir ürünüdür —hele ırk ve milliyetçilik kuramının ilhamım
açıkça iktidar isteğinden alışı ve iktidarın sadece başkalarının yardımıyla
elde edilebilişi, bu inanışın solipsistik felsefe ürünü olma niteliğini daha da
güçlendirir.
Bütün
bunlar, ‘idealizm’ adıyla bilinir ve dış dünyanın varlığını kabul eden her
hangi bir felsefeden, törel anlamda daha soylu tutulur.
Benim
kendi irademden bağımsız olanın realitesi (reality=şe’niyet), felsefe için,
‘gerçeklik’ kavramında toplanır, inançlarımın gerçekliği, sağduyu açısından,
bir çok durumlarda, benim yapabileceğim her hangi bir şeye dayanmaz. Ben yarın
kahvaltı edeceğime inanıyorsam ve bu inancım gerçekse, bunun gerçek oluşu
kısmen, benim gelecekle ilgili kendi istemimdendir; ama eğer Sezar’ın, Mart
ayının on beşinde öldürüldüğüne inanıyorsam, bu inanışımı gerçek kılan şey,
tamamıyla benim irademin gücü dışındadır, iktidar aşkının ilham ettiği
felsefeler bu durumu tatsız bulurlar, bundan ötürü de, sağduyunun, olguları
gerçeğin kaynağı ya da inançlarda gerçeğe uygunsuzluğun kaynağı sayan
anlayışını çeşitli yollardan zayıflatmağa çalışırlar. Hegelciler, gerçeğin,
inancımızın olgu ile uyuşması hali olmayıp, bütün inançlar sistemizin
karşılıklı uyuşması hali olduğunu iddia ederler. Eğer iyi bir romandaki olaylar
gibi hepsi de birbirine uyuyorsa, bütün inançlarınız gerçek demektir; aslında,
bir romancıya göre gerçekle, bir tarihçiye göre gerçek arasında hiç bir ayrılık
yoktur, işte bu anlayış, sözümona ‘gerçek’ dünyanın zincirlerinden kurtardığı
yaratıcı hayale özgürlük kazandırır.
Pragmatizm,
bazı biçimleriyle, bir iktidar felsefesidir. Pragmatizme göre bir inanç, eğer
sonuçları tatlıysa, ‘gerçektir.’ insanlar ise bir inancın sonucunu tatlı ya da
tatsız kılabilirler. Eğer bir diktatörün yönetiminde yaşıyorsanız, diktatörün
yüksek erdem sahibi olduğuna inanmak, inanmamaktan daha tatlı sonuç sağlar.
Resmen geçerli kabul olunan inançlara saygısızlık edenlerin şiddetli cezalara
çarptırıldığı yerde, resmen kabul olunan akide, pragmatist anlamda ‘gerçektir.’
Bundan dolayı pragmatist felsefe, iktidarda bulunanlara, daha yavaş kalan bir
felsefenin vermekten kaçınacağı, metafizikal bir kadiri mutlaklık (omnipotence)
verir. Bununla, bütün pragmatistler felsefelerinin bu sonuçlarını kabul ederler demek istemiyorum; sadece
bunların birer sonuç olduğunu, pragmatistlerin, genel gerçek anlayışına
saldırmalarının da, iktidar — belki insanlar üzerinde iktidar sağlamaktan çok,
cansız eşya üzerin de iktidar sağlamak — aşkı ürünü olduğunu belirtmek
istiyorum.
Bergson’un
Yaratıcı Evrim’i, Bernard Shaw’un Back to Methuselah adlı oyununun son
Sahnesinde fantastik biçimde gelişen bir iktidar felsefesidir. Bergson, akim,
aşırı derecede edilgin ve sadece düşünmeğe yatkın oluşu dolayısıyla mahkûm
edilmesi gerektiğini ve bizim sadece, süvari saldırısı gibi güçlü bir eylem
sırasında gerçek anlamda görebildiğimizi iddia eder. Bergson, hayvanların göz
sahibi oluşunun, onların, görebilmenin tatlı bir şey olduğunu sezmelerinden
ileri geldiği inancındadır; hayvanlar başlangıçta kör olduklarından, akıllan
görme konusunda düşünemezdi, ne var ki, sezgi (intiution) imdada yetişip bu
mucizeyi gerçekleştirdi. Bergon’a göre bütün evrimler şiddetli isteğe bağlıdır ve
istek yeteri kadar tutkulu olduktan sonra, gerçekleştirilebilecek şeylere smır
yoktur. Ona göre, biyokimyacılara hayatın mekanizmasını anlamak için el
yordamıyla yaptıkları çalışmalar boşunadır, zira hayat mihaniki değildir ve
hayat her zaman için öyle bir gelişme izler ki, akıl, tabiatından gelen
niteliği dolayısıyla, bu gelişmeyi kestirmek yeteneğinden yoksundur; hayat
ancak hareket halindeyken anlaşılabilir. Bundan da, insanların tutkulu ve
akılsız olması gerektiği sonucu çıkar; Bergson hesabına ne iyi ki, insanlar
genellikle böyledirler.
Bazı
filozoflar iktidar içtepilerinin, metafiziklerine hâkim olmasına izin
vermezlerse de, bu içtepilerini törebilim alanımda alabildiğine başıboş
bırakırlar. Bu filozoflar içinde en önemlisi, Hristiyan töresini köleler töresi
diye reddedip, onun yerine, kahraman hükümdarlara uygun bir töre koyan,
Netzsche’dir. Pek tabi, bu, esas itibariyle yeni bir şey değildir. Buna benzer
bir şeyler Heraklitos’da, bir parça Eflâtun’da, epeyce de Rönesans’ta vardır.
Ne var ki bu, Nietzsche’de işlenmiş ve bilinçli bir muhalefet olarak Yeni Ahit
öğretisinin karşısına oturtulmuştur. Nietzsche’nin görüşüyle sürünün, sürüyü
meydana getirenlerin özdeğerlerinden doğan bir değeri yoktur; sürünün bütün
değeri, kendi gelişmesini ilerletmek için gerekli gördüğünde sürüye gadretmek
hakkına sahip bulunan kahramanın büyüklük kazanma aracı oluşundan ibarettir.
Gerçekte, aristokrasiler öteden beri hep, ancak böylesine bir törenin haklı
bulacağı biçimde davrana gelmişlerdir; buna karşılık Hristiyanlık, kurumsal
alanda, bütün insanların Tanrı gözünde eşit olduğu görüşünü savunmuştur.
Demokrasi, Hristiyan öğretisinden medet umabilir; ama aristokrasiye en uygun
töre, Nietzsche’ninkidir. ‘Eğer ilâhlar var olsaydı, ilâh olmamağa nasıl
katlanabilirdim ben ? Bundan ötürü ilâhlar yoktur. ’Nietzsche’nin Zerdüşt’ü
böyle der. Yeryüzündeki tiranlara yer açmak için, Tanrının tahtından
indirilmesi gerekmektedir.
İktidar
aşkı normal insan tabiatının bir parçasıdır, halbuki iktidar felsefeleri, ince
nitelikleri herkes tarafından kolay kolay görülemeyen birer deliliktir. Gerek
madde, gerek başka insanlar olarak dış dünyanın varlığı, bazı gururların
kabulünden utanç duydukları, ama ancak delilerin reddedebileceği bir veridir.
İktidar aşklarının kendilerine dünyayı olduğundan başka biçimde göstermesine
göz yuman insanlara her tımarhanede rastlanır: biri çıkar, kendisinin İngiltere
Bankası Guvernörli olduğunu iddia eder, başkası çıkar, İngiltere Kralı olduğunu
söyler, bir başkası da Tanrı olduğunu ileri sürer. Burada saydıklarımıza çok
benzeyen kuruntular, öğrenim görmüş kişiler tarafından, kolaylıkla
anlaşılamayacak bir dille ifade edildikleri zaman, onları ifade eden kişilere
felsefe profesörlüğü ünvanı sağlar; heyecanlı kişiler tarafından, çok iyi
anlaşılır bir dille ifade edildikleri zaman ise, o kişilere diktatörlük sağlar.
Vesikalı deliler, davranışları eleştirildiği zaman şiddete başvurma eğiliminde
olduklarından, tımarhaneye kapatılırlar; vesikasızlarına ise güçlü orduların
kumandası teslim edilir, bunlar da böylece, ellerinin erişebileceği bütün
akıllıları öldürebilme, onları türlü felâketlere düşürebilme olanağına sahip
olurlar. Deliliğin edebiyatta, felsefede ve siyasette başarı kazanması,
çağımıza özgü acayipliklerden biridir; deliliğin başarı kazanan biçimi de hemen
hemen tamamıyla, iktidara yönelmiş güdülerden hareket eder.
Bu
durumu anlayabilmek için, iktidar felsefelerinin toplum yaşayışıyla olan
ilişkisi üzerinde durmamız gerektir; bu ilişki ise ilk bakışta tahmin
edilebileceğinden daha karmaşıktır.
İşe
solipsizm’den başlayalım. Fichte’nin, her şeyin ego’dan çıktığı iddiasını
okuyan kimse şöyle söylemez: ‘Her şey Johann Gottlieb Fichte’den çıkarmış! Amma
da saçma! Yahu, daha bir kaç gün öncesine kadar adını bile duymamıştım ben
onun. Ya o doğmadan önceki zamanlar necilik? Yani hepsini kendisinin mi icad
ettiğini sanıyor bu adam sahiden de? Amma da saçma, amma da kendim beğenmişlik,
ha!’ Tekrar ediyorum, bu, okuyucunun söylemediği şeydir; okuyucu kendini
Fichte’nin yerine kor ve o zaman bu iddiayı hiç de o kadar saçma bulmaz.
‘Geçmiş zamanlara dair ben ne biliyorum ki?’ diye düşünür. ‘Sadece benim
doğumumdan önceki bir dönemle ilgili olarak yorumladığım bir takım tecrübelerim
bulunduğunu. Ya hiç görmediğim yerler hakkında bildiklerim neler? Buraları
sadece haritalarda gördüğümü, ya da bunlardan söz edildiğini duyduğumu
biliyorum, o kadar.
Sadece
kendi tecrübelerimi biliyorum; geri kalanlar, şüpheli çıkarsamalardan
(istidlal) ibaret. Kendimi Tanrının yerine koyacak ve dünyanın benim eserim
olduğunu söyleyecek olsam, hiç bir şey yanıldığımı ispat edemez.’ Fichte,
yalnız Fichte:nin var olduğunu iddia eder, bu iddiayı okuyan John Smith de —
Fichte’nin bu sonuca varmak istemediğine dikkat etmeksizin — yalnız John
Smith’in var olduğu sonucuna varır.
Solipsizmin
bu yoldan belirli bir toplum yaşayışı biçiminin temeli olması olanağı vardır.
Her biri kendini Tanrı sanan bir sürü zırdeli, birbirlerine terbiyeli
davranmayı öğrenebilirler. Ne var ki, bu tanrıların terbiyeleri ancak, her bir
tanrının, kendi kadiri mutlaklığının öteki tanrılardan biri tarafından
bozulmadığını gördüğü sürece devam eder. Eğer Bay A. kendini Tanrı sanıyorsa,
ötekilerinin de kendilerini Tanrı saymalarını, onların davranışları kendi
amacına uygun düştüğü sürece hoşgörebilir. Ama eğer Bay B. onun Tanrılığını
bozmağa ve onun hiç de kadiri mutlak olmadığına dair delil getirmeğe kalkışacak
olursa, Bay A. kinlenir ve Bay B.’nin ya Şeytanın ta kendisi, ya da Şeytan’ın
vekillerinden biri olduğuna karar verir. Pek tabii, Bay B. de tıpkı Bay A. gibi
düşünecektir. Böylece her ikisi de birer parti kuracak
ve
sonunda savaş çıkacaktır — acı, gaddarca ve delice bir din savaşı. ‘Bay A.’
yerine Hitler’i koyunuz, ‘Bay B.’ yerine de Stalin’i; o zaman modern dünyanın
portresi serilir gözlerinizin önüne. Hitler, ‘Ben Wotan’ım,’ der. Stalin de der
ki: ‘Ben Diyalektik Materyalizm’im.’ Her birinin iddiasını ordular, uçaklar,
zehirli gazlar ve hevesli masum insan yığınları yoluyla engin kaynaklar
desteklediğinden, her ikisinin de deliliği kimsenin dikkatini çekmez.
İkinci
olarak da, Nietzsche’nin, bütün ‘işe yaramazlar’ı kahraman için kurban diye
düşündüğü, kahramanlık dinini ele alalım. Bu dine hayran okuyucu, pek tabiî
kendinin kahraman, buna karşılık namussuzca entrikalarla kendisini geride
bırakmış olan falancanın da ‘işe yaramazlar’dan biri olduğu inancındadır.
Bundan da, Nietsche’nin felsefesinin mükemmel olduğu sonucuna varacaktır. Ne
var ki, aynı şeyi o falanca da okur ve aynı şekilde o da bu felsefeye hayran
kalırsa, o zaman kahramanın hangisi olduğuna hangi yoldan karar verilecektir?
Pek tabii, sadece savaş yoluyla. Bu iki kişiden biri zaferi sağladı mı da,
kahramanlık ünvanına yalnız kendisinin hakkı bulunduğunu, iktidarı bırakmamak
suretiyle devamlı olarak ispat etmek zorunluğunu duyacaktır. Bunu yapabilmek
için, yaman bir gizli polis örgütü kurması gereklidir; artık o, her an bir
suikaste kurban gitme, onun dışındaki herkes de ihbar edilme korkusu içinde
yaşayacak ve kahramanlık dini böylece, tiril tiril titreyen tabansızlardan
meydana gelmiş bir ulus yaratacaktır.
Aynı
cinsten dertler, sonuçları tatlı olan bir inancın gerçek olduğunu iddia eden
pragmatist kuram için de düşünülebilir. İnancın sonuçları kimin için tatlı
olacaktır? Stalin’e inanmak onun için tatlı, ama Troçki için tatsızdır.
Hitler’e inanmak Naziler için tatlı, fakat Naziler tarafından toplama
kamplarına atılan kimseler için tatsızdır. Şu hususta yalın güçten başka hiç
bir şey karar veremez: Bir inancın gerçek olduğunu ispat eden tatlı sonuçlar
kime yarayacak ?
İktidar
felsefeleri, toplumsal sonuçları göz önüne alındıkta, kendi kendilerini
çürütürler. Benim Tanrı olduğum inancını eğer benden başka paylaşan çıkmazsa,
beni tımarhaneye kapatırlar; eğer inancımı başkaları da paylaşırsa, bu bir
savaşa yol açar ve ben büyük bir ihtimalle bu savaş içinde yok olurum. Kahramanlık
dini korkak bir ulus yaratır. Pragmatisme inanç, eğer yaygınsa, yalın gücün
egemenliğine yol açar ki, bu da hoş değildir; bundan dolayı, progmantizme
inanç, yine kendi denek ölçüsü üzerinden, temelsizdir. Eğer toplum hayatı,
toplumsal istekleri doyuracaksa, bu toplum hayatının, iktidar aşkından
türemeyen bir felsefeye dayandırılması gerektir.
Sh:277-287
İKTİDARIN YOLA GETİRİLMESİ
‘Thai Dağının
yanından geçerken, Konfuçyüs, bir mezarın başında acı acı ağlayan bir kadına
rasladı. Üstat adımlarını hızlandırıp hemen kadına yaklaştı; sonra da Tze-lu’ya
kadının ağlamasının sebebini sordurdu. «Senin ağlaman,» dedi Tze -lu kadına,
«acı üstüne acı çekenlerin ağlamasına benziyor.» Kadın, «Öyle,» dedi, «bir
seferinde kocamın babasını bir kaplan öldürmüştü, sonra bir başka kaplan kocamı
öldürdü, şimdi aynı şekilde oğlumu da bir kaplan öldürdü.» Üstat, «Öyleyse
neden bu diyardan gitmiyorsun?» diye sordu. Kadın şu cevabı verdi : «Burada
hükümet baskısı yok da ondan.» Bunun üzerine Üstat şöyle dedi : «Unutmayın çocuklarım:
baskı yapan hükümetler kaplanlardan daha dehşet vericidir.»’
Bu
bölümdeki konumuz, hükümetin kaplanlardan daha az dehşet verici olmasını
sağlamak sorunudur.
Yukarıya
aldığımız parçanın da gösterdiği gibi, iktidarın yola getirilmesi, geçmişi çok
eski zamanlara dayanan bir sorundur. Taoistler bu sorunu çözülemez sayarak,
anarşizmi savunmuşlardır ; Konfuçyenler, törebilim ve yönetim alanında bir
takım eğitim usulleri uygulamak suretiyle, iktidar sahiplerinin iyiliksever,
ölçülü bilgeler haline getirilebileceğine inanmışlardır. Aynı çağda,
Yunanistan’da demokrasi, oligarşi ve tiranlık, iktidarı ele geçirmek için
çekişme halindeydi; iktidarın kötüye kullanılmasını önlemek amacını güden
demokrasi, ikide birde kendini her hangi bir demagogun geçici başarısına kurban
ettiğinden, sürekli olarak yenik düşmekteydi. Eflâtun da Konfuçyüs gibi çözümü,
eğitilerek bilge haline getirilmiş kişilerden kurulu bir hükümette aradı.
İktidarın sadece ‘önderlik sanatı’na sahip kimselerin elinde bulunduğu tipte
bir oligarşiye hayran olan Bay ve Bayan Sidney Webb, Eflâtun’un bu görüşünü
yeniden canlandırdı. Eflâtun ile Webbler arasında kalan zaman bölümü içinde
dünya askerî otokrasiyi, teokrasiyi, kalıtsal monarşi ve oligarşiyi,
demokrasiyi ve Azizler Hükümdarlığını denedi — bunlardan sonuncusu, Cromwell
denemesinden sonra Lenin ve Hitler tarafından yeniden canlandırıldı. Bu
denemelerin tümü, sorunumuzun hâlâ çözülememiş olduğunu gösterir.
Tarihi
ya da insan tabiatını inceleyen her hangi bir insan, demokrasinin, tam bir
çözüm olmamakla birlikte, çözümün esaslı bir bölümü olduğunu herhalde açıkça
görür. Sadece siyasal koşullar üzerinde durmakla tam bir çözüme varamayız;
iktisadı da, propagandayı da, koşulların ve eğitimin etkilediği psikolojiyi de
hesaba katmamız gerektir.
Bu
bakımdan konumuz kendiliğinden dört bölüme ayrılmış oluyor: (I) siyasal
koşullar, (II) İktisadî koşullar, (III) propaganda koşullan ve (IV) psikolojik
koşullarla eğitim koşulları. Bunların her birini sırasıyla gözden geçirelim.
Demokrasinin
yararlıkları olumsuzdur: demokrasi mutlaka iyi bir hükümet sağlamaz, sadece
bazı kötülükleri önler. Kadınlar toplum işlerinde rol almağa başlayıncaya
kadar, evli kadınların mallan, mülkleri, hatta kendi kazançları bile kendi
kullanımlarında değildi. Kazancını çocuklarına harcamasına sarhoş kocası
tarafından engel olunan bir gündelikçi kadın için, bu durumu düzeltebilme
olanağı yoktu. On sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında,
oligarşik Parlamento, yasama yetkisini, gerek şehirli gerek köylü emekçilerin koşullarını
ağırlaştırmak pahasına zenginlerin servetlerini arttırma yolunda kullanmıştır.
Kanun zoruyla sendikalaşmanın olanaksız hale getirilmesini ancak Demokrasi
önleyebilmiştir, Eğer demokrasi olmasaydı, Batı Amerika, Avustralya ve Yeni
Zelanda, beyaz aristokratlar azınlığı tarafından yönetilen yarı uşak, sarı
ırktan insanlarla dolardı. Köleliğin ve serfliğin kötülükleri hep bilinen
şeylerdir ve her nerede bir azınlık siyasal iktidar tekelini sağlarsa, orada
çoğunluk er geç köleliğin ya da serfliğin karanlıklarına gömülür. Çoğunlukların
çıkarlarının gözönünde bulundurulması yönünden azınlıklara güvenilemeyeceğini
bize tarih göstermektedir.
Oligarşinin,
‘iyi’ insanlardan meydana geldiği takdirde, mükemmel bir rejim olduğunu kabul
eden, eskisi kadar güçlü bir eğilim bugün de vardır. Roma İmparatorluğu
hükümeti Konstantin zamanına kadar ‘kötü’ idi, Konstantin’den sonra ‘iyi’ oldu.
Eski Ahit’in Krallar Kitabı’nda, Tanrı gözünde iyi işler yapan krallar da
vardır, kötü işler yapanlar da. Ingiliz tarihinde, çocuklara öğretildiği üzere,
‘iyi’ krallar da vardır, ‘kötü’ krallar da. Yahudilerden kurulu bir oligarşi
‘kötü’ dür, ama bir Nazi oligarşisi ‘iyi’dir. Çarlık Rusyası aristokratlarının
oligarşisi ‘kötü’ idi, ama Komünist Partisi oligarşisi ‘iyi’ dir.
Bu
tutum, yetişkin insanlar için hiç bir değer taşımaz. Bir çocuk, emirlere itaat
ettiği zaman ‘iyi’, etmediği zaman ‘yaramaz’dır. Bu çocuk büyüyüp de bir
siyasal önder olduğu zaman, ta bebekliğinde kulağına doldurulan fikirleri
atamadığından, kendisine itaat edenleri ‘iyi,’ etmeyenleri de ‘kötü’ diye
tanımlar. Bunun bir sonucu olarak, kendi partimizi ‘iyi’ insanlardan, muhalif
partiyi de ‘kötü’ insanlardan kurulu bir parti diye belleriz, ‘iyi’ hükümet,
kendi partimizin kurduğu hükümettir, ‘kötü’ hükümet de muhalif partinin
kurduğu. Montagular ‘iyi’, Capuletler de ‘kötü’ dür; ya da bunun tersi.
Böyle
bir görüş, eğer ciddiye alınacak olsa, toplum yaşayışını olanaksız kılar. Kimin
‘iyi’, kimin ‘kötü’ olduğuna o zaman ancak zor yoluyla Karar verilebilir ve
verilen kararı, bir ayaklanma her an tepetaklak edebilir. Böyle bir durumda
iktidarı ele alan grup hangisi olursa olsun, ayaklanmaya yol açma korkusu
dışında hiç bir nedenle öteki grupun çıkarlarını göz önüne almaz. Toplum
yaşayışının eğer tiranlıktan daha iyi bir şey olması isteniyorsa, belirli bir
tarafsızlık şarttır. Ancak, birçok hususlarda toplu eylem zorunlu olduğundan,
bu gibi hususlarda tarafsızlığı uygulama alanında sağlamanın biricik yolu,
çoğunluğun yönetimini kabul etmektir.
Şu
da var ki, demokrasi, ne kadar zorunlu olursa olsun, iktidarın yola getirilmesi
için asla biricik siyasal koşul değildir. Demokrasilerde de, çoğunluğun azınlık
üzerinde tamamıyla gereksiz, gaddarca bir tiranlık kurması olanağı vardır.
1885’den 1922’ye kadarki dönemde Britanya Krallığı (kadınların siyasal haklara
sahip bulunmayışları dışında) demokrasiydi, ama ba, İrlanda’nın baskı altında
tutulmasına engel olmuyordu. Demokrasilerde de, sadece ulusal bir azınlığa
değil, aynı zamanda dinsel ya da siyasal bir azınlığa da eza cefa edilebilir.
Azınlıkların korunması — düzenli bir hükümet bu korumayı uygun bulduğu sürece —
iktidarın yola getirilmesinin en önemli bölümlerinden biridir.
Bu
ise, toplumun hangi hususlarda bir bütün olarak hareket etmesi gerektiğinin ve
hangi hususlarda bir örnekliğin zorunlu olmadığının göz önünde
bulundurulmasıyla olur. Toplu bir kararla karşılanması en zorunlu olan
sorunlar, esas itibariyle coğrafî olan sorunlardır. Yollar, demiryolları, gaz
boruları v. b. hep belirli bir doğrultuda döşenir ister istemez. Meselâ, veba
ya da kuduza karşı alınacak sağlık tedbirleri coğrafîdir: Kilise inançlarına
bağlı kimseler, hastalığın başkalarına da bulaştı olabileceği gerekçesiyle
tedbir alınmaması gerektiğini ne kadar ileri sürseler, yine de boşunadır. Savaş
— bir iç savaş olmadıkça — coğrafî bir
fenomendir, hatta bir iç savaşta bile, çok geçmeden bir bölge bir tarafın,
öteki bölge de öbür tarafın egemenliği altına girer.
Belirli
bir coğrafî bölge içinde toplanmış bir azınlığın — 1922’den önce İrlanda’da
olduğu gibi — bulunduğu yerde, sorunların çoğu, nüfusun başka yere taşınması
yoluyla çözümlenebilir. Ama azınlık, o coğrafî bölge içinde yayılmış bir
durumda bulunduğu zaman, bu yöntemin uygulanabilme olanağı hemen hemen yoktur.
Hristiyan ve Müslüman cemaatlerinin yan yana yaşadığı yerlerde, gerçi her iki
cemaatin de ayrı ayrı evlenme yasaları vardır, ama bunlar, dinsel hususlar
dışında, aynı hükümete boyun eğmek zorundadırlar. Zamanla, dinsel bir
örnekliğin Devlet için zorunlu olmadığı ve Protestanlarla Katoliklerini aynı
hükûmetin yönetimi altında barış içinde yaşayabilecekleri öğrenilmiş bulunuyor.
Halbuki, Reformasyonu izleyen ilk 130 yıl içinde durum hiç de böyle değildi.
Düzene
aykırı düşmeyecek özgürlüğün derecesinin belirlenmesi sorunu, soyut alanda
çözümlenemeyecek bir sorundur. Bu konuda, soyut alanda söylenebilecek biricik
şey, toplu karar verilmesi için teknik bir neden bulunmadığı zaman, özgürlükle
çatışacak bir karar alınacaksa, kamu düzenini ilgilendiren güçlü bir nedenin
bulunması gerektiğidir. Kraliçe Elizabeth’in hükümdarlığı döneminde, Roma
Kilisesine bağlı Katolikler onu tahtından etmek istedikleri zaman hükümetin
bunları hiç de hoş karşılamamış olmasında şaşılacak bir taraf yoktur. Aynı
şekilde, Protestanların İspanya’ya karşı ayaklandıkları Belçika ve Hollanda’da
da, İspanyolların bunları cezalandırması beklenirdi. Zamanımızda dinsel
sorunlar, siyasal sorunlar kadar önem taşımıyor. Hatta siyasal ayrılıklar bile,
çok derin olmadıkça, bir cezalandırma nedeni meydana getirmiyor. İçlerinden hiç
biri Anayasayı zorla değiştirmek amacı gütmediklerinden, Muhafazakârlar,
Liberaller ve İşçi Partisi mensupları yan yana, barış içinde yaşayabilmektedir;
buna karşılık Faşistlerle Komünistlerin bu yaşayışa uydurulması daha güçtür.
Demokrasinin bulunduğu yerde, azınlığın zor kullanarak iktidarı ele geçirmesi
ve bu yoldaki girişimlerin teşvik edilmesi, yasalara bağlı çoğunluğun barış
içinde yaşamağa hakkı bulunduğu gerekçesiyle, mantığa uygun bir şekilde
yasaklanabilir. Ne var ki, yasayı bozacak her hangi bir girişimi amaç tutmayan
her türlü propaganda serbest bırakılmalı, yasa da, teknik yeterlik ve düzenin
idamesiyle barışık olduğu oranda, bu gibi propagandayı hoşgörmelidir. Psikoloji
başlığı altında, bu konuya tekrar döneceğim.
İktidarın
yola getirilmesi görüş açısından, yönetim biriminin ideal büyüklüğü konusunda
çözümü çok zor sorunlar ortaya çıkar. Büyük bir modern Devlette, bu Devlet
demokratik olsa bile, sıradan vatandaşın siyasal iktidarda çok az bir oyu
vardır; bir seçimde söz konusu edilecek sorunların neler olacağına o karar
vermez; bu sorunlar, onun günlük yaşantısını uzaktan bile ilgilendirmeyen
sorunlar, hatta onun hiç bilmediği sorunlar bile olabilir ve onun oyu bütüne o
derece az bir katkıda bulunur ki, bu katkıyı sıradan vatandaş hiç önemsemez.
Eski Site Devletinde bu gibi kötü taraflar daha azdı; günümüzün yerel
hükümetlerinde de azdır. Kamunun yerel sorunlara, ulusal sorunlardan daha çok
ilgi göstermesi beklenirken, durum bunun tersinedir; seçim bölgesi ne kadar
büyük olursa, oy verme zahmetine katlanan seçmenlerin oranı da o derece yüksek
olmaktadır. Bu belki de kısmen, önemli seçimlerde propaganda için çok büyük
paralar harcanmasından, kısmen de, bu gibi seçimlerde ortaya atılan sorunların
daha ilgi çekici olmasından ileri gelmektedir. Seçimlerde en çok heyecan uyandıran
sorunlar, savaşı ve muhtemel bir düşmanla olan ilişkileri içine alan
sorunlardır. 1910 yılı Ocak ayında, yaşlı bir rençper bana, Muhafazakârlara (ki
Muhafazakâr Partiye oy vermek onun kendi çıkarlarına karşıydı) oy vereceğini,
çünkü kendisini, Liberallere oy verdiği takdirde Almanların bir hafta içinde
İngiltere’de olacağına inandırdıklarını söylemişti. Bu yaşlı ıençberin, kendi
köyündeki Kilise meclisi seçimlerinde — bu seçimlerde onun daha iyi
anlayabileceği sorunların ortaya atılması olgusuna rağmen — oy kullanmış
olacağını hiç sanmıyorum; kendi köyündeki Kilise meclisi seçimlerinde ortaya
atılan sorunlar, yığınları cezbeye sokma niteliğinden yoksun oldukları ya da bu
cezbeyi besleyen masalları yaratamadıkları için o rençberin ilgisini uyandıramamıştır.
Ortada
şöyle bir ikilem (dilemma=kıyası mukassem) vardır: ilgili grup küçük olduğu
zaman, demokrasi insana, siyasal iktidarda önemli bir pay sahibi olduğu
duygusunu verir, ama grup büyük olunca aynı duyguya vermez; öte yandan, grup
büyük olunca, ortaya atılan sorunların bireyi ilgilendirmesi ihtimali, küçük
gruplarda ortaya atılan sorunların ilgi çekme ihtimalinden daha fazladır.
Seçim
dairesi coğrafî olmayıp da meslekî olduğu zaman, bu güçlük bir dereceye kadar
ortadan kalkar; meselâ, bir sendikada gerçekten de etkili bir demokrasi
mümkündür. İzlenecek siyasetle ilgili tartışmalı bir konuyu ele almak üzere her
meslek dalındaki üyeler toplanabilirler; üyelerin çıkarları ve tecrübeleri
arasında yakınlık vardır ve bu tartışmaların yapıcı, semereli olmasını sağlar.
Bundan dolayı da bütün sendikanın son ve kesin kararı, üyelerin büyük
çoğunluğunun, içinde paylan bulunduğuna inandıkları bir karar olabilir.
Ancak,
bu yöntemin de sınırlı olduğu apaçıktır. Birçok sorunlar esas itibariyle
coğrafî olduğundan, coğrafi bir seçim dairesinin kabulü zorunluğu vardır. Kamu
kuruluşları yaşantımızı o kadar çok noktada etkiler ki, siyasetçi olmayan
meşgul bir insan, kendini ilgilendiren yerel ya da ulusal sorunların çoğunda
harekete geçemez. Belki de bu konuda en iyi çözüm yolu, belirli bir çıkarı
temsil etmek üzere seçilen sendika başkanlığı kurumunu daha yaygın hale
getirmektir. Günümüzde, birçok çıkarların böyle bir temsilcisi yoktur.
Demokrasinin siyasal bakımdan olduğu kadar psikolojik bakımdan da varlığını
koruyabilmesi için, çeşitli çıkarların örgütlenmesi ve bu çıkarların, siyaset
piyasasında, seçmenlerinin sayı çokluğuyla çabalarının kendisine haklı olarak
sağladığı nüfuzu kullanabilecek kişiler tarafından temsil edilmesi gerektir. Bu
temsilciler Meclisin yerini almalıdır demek istemiyorum; yalnız, Meclis bu
temsilciler kanalıyla çeşitli vatandaş gruplarının isteklerinden haberdar
edilmelidir.
Ayrı
seçim bölgelerindeki seçmenlerin yerel seçim bölgeleriyle ilgili çıkar ve
düşünceleri, federasyonu ilgilendiren çıkar ve düşüncelere ağır bastığı zaman,
federal sistem gereklidir. Eğer bugüne kadar uluslarası bir hükümet
kurulabilseydi, bu hükümet hiç şüphesiz, her birinin iktidarı kesinlikle
sınırlandırılmış ulusal hükümetlerden meydana gelen bir federasyon olurdu.
Bugün de meselâ postacılık alanında olduğu gibi, belirli amaçlarla kurulmuş
uluslararası niteliğe sahip yetkili makamlar vardır, ama bu gibi amaçlar
kamuyu, ulusal hükümetler tarafından ele alman amaçlar kadar ilgilendirmez. Bu
koşulun bulunmadığı yerde, federal hükümetler yavaş yavaş, federasyona bağlı
çeşitli birliklerin hükümetlerinin iç işlerine karışma eğilimine girerler.
Amerika Birleşik Devletlerinde, ta Anayasanın ilk kabul olunduğu günden bu yana
federal hükümetin bütün kazançları, Eyalet hükümetlerinin kayıpları pahasına
olmuştur. Aynı eğilim, 1871’den 1918’e kadar Almanya’da da vardı. Federal bir
dünya hükümeti bile, yerine hangi hükümetin geçeceği konusu üzerine çıkan bir
iç savaşla karşı karşıya kalsa — ki böyle bir şey pekâlâ olabilir — ve bu iç
savaştan zaferle çıksa, çeşitli ulusal hükümetlere karşı sınırsız derecede
güçlenmiş olurdu. Bu bakımdan, bir yöntem olarak federasyonun çok kesin
sınırları vardır; ne var ki, bu sınırlar içinde de federasyon gerekli ve
önemlidir.
Öyle
görülüyor ki, modern dünyada çok geniş bir yönetim alanına sahip hükümetin
varlığı bir zorunluktur; gerçekten de, en önemli amaçlardan bazılarıyla ilgili
olarak özellikle savaş ve barışı ilgilendiren konularda en elverişli biricik
yönetim alanı, dünyanın tümüdür. Büyük yönetim alanlarının psikolojik yönden
ortaya çıkardığı sakıncaların — özellikle sıradan seçmenlerde doğacak
iktidarsızlık duygusu ve bunların bir çok önemli sorunlar konusundaki
bilgisizlikleri yönünden — kabul edilmesi ve kısmen yukarda salık verildiği
biçimde çeşitli çıkar gruplarının örgütlendirilmesi, kısmen de federasyon ya da
cemaatlerin başka yerlere aktarılması yoluyla elden geldiğince asgariye
indirilmesi gerektir. Bireyin bir dereceye kadar boyun eğişi, toplumsal
örgütlenmenin artmasının kaçınılmaz bir sonucudur. Ne var ki, savaş tehlikesi
ortadan kaldırılabilseydi, yerel sorunlar tekrar ön plâna geçer ve insanlar,
gerek bilgi, gerek etkili bir oy sahibi olabilecekleri sorunlar üzerine daha
büyük bir ilgiyle eğilirlerdi. Zira insanları, dikkatlerini uzak ülkeler
üzerinde ve kendi hükümetlerinin dışişleriyle ilgili faaliyeti üzerinde
toplamak zorunda bırakan en büyük etken savaş korkusudur.
Demokrasinin
bulunduğu yerde yine de bireyleri ve azınlıkları tiranlığa karşı güvenlik
altına almak ihtiyacı vardır, zira hem tiranlık zaten istenilen bir şey
değildir, hem de düzenin bozulmasına yol açma ihtimali vardır. Montesquieu’nün
savunduğu şey — yasama, yürütme ve yargılama organlarının ayrılması —,
İngilizlerin kontrol ve dengeye verdikleri geleneksel önem, Bentham’ın siyasal
doktrinleri ve bütün on dokuzuncu yüzyıl liberalizmi hep, iktidarın keyfi
kullanılışının önlemek, için düşünülmüş yöntemlerdi. Ne var ki, bu gibi
yöntemlerin, hükümetin çalışma yeteneğini azalttığı düşüncesi yerleşmiştir.
İngiltere’de Savaş Dairesi (Savunma Bakanlığı) ile Hassa Süvarileri’nin
birbirinden ayrılması hiç şüphesiz askerî bir diktatörlüğe karşı güvenlik
sağlamış, ama Kırım Savaşında felâketli sonuçlar doğurmuştur. Eskiden yasama ve
yürütme organları arasında bir anlaşmazlık çıktımı, bunun sonucunda, çözülmesi
çok zor bir kördüğüm meydana gelirdi; bugün İngiltere’de hükümetin çalışma
yeterliği, bu iki gücü, her türlü niyet ve amaçlar bakımından, Kabine’de
birleştirmekle sağlanmıştır. Keyfî iktidarı önlemekte on sekizinci ve on
dokuzuncu yüzyıllarda kullanılan yöntemler artık bizim koşullarımıza uymadığı
gibi, bu gibi yöntemlerin hâlâ var olanları da önemli bir etki
sağlayamamaktadır. Özgürlüğün şu ya da bu biçimini güvenlik altına alacak ve
yetkilerinin sınırım aşan memurları, polisleri, savcıları ve yargıçları çabucak
hizaya getirecek eleştirmelerde bulunacak kuruluşlara ihtiyaç vardır. Ayrıca,
kamu hizmetlerinin her önemli kolunda belirli bir siyasal dengenin varlığı da
zorunludur. Meselâ, polisin ve hava kuvvetlerinin, ülkenin genel görünüşüne
oranla daha gerici bir düşünüşe sahip olması, tehlikeli bir durumdur.
Her
demokraside, ancak belirli ve kesinlikle sınırlandırılmış yürütme işlevlerine
sahip bulunmaları istenilen bireyler ve örgütler, kontrol edilmedikleri
takdirde, asla arzulanmayacak bağımsız bir iktidar elde edebilirler. Bu durum
özellikle polis için düşünülebilir. Yeteri kadar kontrol edilmeyen bir polis
gücünün doğurabileceği kötü sonuçlar, Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili
olarak, Ernest Jerome Hopkins’in, Our Lawless Poliçe (Kanun Tanımayan
Polisimiz) adlı eserinde güçlü bir tarzda ortaya konulmuştur. Meselenin özü
şudur : Amerika Birleşik Devletlerinde bir polis memuru, her hangi bir suçlunun
hüküm giymesine yol açan eyleminden ötürü terfi ettirilir, Mahkemeler de itirafı
bir suç delili olarak kabul ederler; bunun bir sonucu olarak da, her polis
memuru, tutuklanan kişiyi itiraf ettirinceye kadar ona işkence etmekte kişisel
çıkar görür. Bu kötülük, az ya da çok olarak, hemen hemen bütün ülkelerde
vardır. Hindistan’da bu kötü eylem doruğa ulaşmıştır. Enkizisyon işkenceleri de
temelde, işkence edilenlerin itirafını sağlamak isteğine dayanıyordu. Eski
Çin’de, zanlılara işkence etmek bir gelenek halini almıştı, zira insansever
İmparator, suçunu itiraf etmedikçe hiç kimsenin mahkûm edilmemesini buyurmuştu.
Polis gücünün yola getirilmesi bakımından, itirafın hiç bir koşul altında asla
bir delil olarak kabul edilmemesi gerektir.
Bununla
birlikte bu reform, her ne kadar zorunlu ise de, asla yeterli değildir. Bütün
ülkelerde polis sistemi, bir zanlıya karşı delil toplamanın kamuyu ilgilendiren
bir husus, zanlıdan yana delil toplamanın ise doğrudan doğruya zanlıya ait bir
husus olduğu varsayımına dayanmaktadır. Suçsuzun beraetinin, suçlunun
mahkûmiyetinden daha önemli olduğunu ileri süren pek çok kimse çıkmıştır, ama
her yerde polisin görevi suçsuzluğu ispata yarayacak delil toplamak değil,
suçluluğu ispata yarayacak delil toplamaktır. Haksız yere cinayetle
suçlandırıldığınızı ve size karşı mükemmel bir prima facia (Prima facia : aksi sabit
olmadıkça yeter ve muteber sayılan delil. ) bulunduğunu varsayınız. Size karşı
tanık bulmak için Devlet’in bütün olanakları harekete geçirilir ve jürinin
gözünde size karşı bir ön yargı yaratabilmek için en yetenekli avukatlar
tutulur. Siz ise bu arada, size yardım eden hiç bir kamu kuruluşu
bulunmadığından, suçsuzluğunuzu ispata yarayacak delil toplayabilmek için
kişisel servetinizi harcamak zorunda kalırsınız. Yoksulluk beyan ederseniz,
size bir Danışman verirler, ama bu danışman büyük bir ihtimalle, savcı kadar
yetenekli biri olmaz. Beraet kararı koparabilseniz bile, sizi iflâstan ancak
sinemalar ve adliye hikâyelerine sayfalarında fazla yer veren tipte gazeteler
kurtarabilir. Bununla birlikte haksız yere mahkûm olmanız ihtimali çok daha
fazladır.
Yasaya
saygılı vatandaşların, polisin haksız işkencelerine karşı korunabilmesi için
iki tane polis gücü, iki tane de Scotland Yard bulunması gerektir; bunlardan
biri, şimdi olduğu gibi, suçluluğu ispatla, öteki de suçsuzluğu ispatla görevli
olmalıdır; buna ek olarak, zanlıyı suçlandırmakla görevli savcının yanısıra,
bir de, zanlıyı savunmakla görevli savcı bulunmalı ve ta savcı öa türel
bakımdan, sanlıyı suçlandıran savcı kadar önem taşımalıdır. Suçsuzun beraetinin
de en aşağı suçlunun mahkûmiyeti kadar kamuyu ilgilendiren bir husus olduğu
apaçıktır, yeter ki, bu görüş kabul edilsin. Ayrıca, bazı suçlar, yani,
suçlayıcı polis gücü tarafından ‘görevlerinin’ yerine getirilişi sırasında
işlenen suçlar söz konusu olduğu zaman, savunucu polis gücü, suçlayıcı polis
gücünün işlevini üzerine alabilmelidir. Benim görebildiğim kadarıyla, polisin
şimdiki ezici iktidarı ancak bu şekilde (başka hiç bir şekilde değil) yola
getirilebilir.
II
Şimdi,
keyfî iktidarın asgariye indirilmesi için gerekli İktisadî koşulları ele alacağım.
Bu konu son derece önemlidir ve önemi hem doğrudan doğruya konunun kendisinden,
hem de bu konuyla ilgili düşüncelerde büyük bir karışıklık bulunmasından ileri
gelmektedir.
Siyasal
demokrasi, sorunumuzun bir bölümünü çözmekle birlikte, asla bütününü çözememektedir.
Marks, İktisadî iktidar monarşik ve oligarşik kaldığı sürece, iktidarın
gerçekten dengede tutulması olanağı bulunmadığına işaret etmiştir. Bundan da,
İktisadî iktidarın Devlet elinde bulunması, Devletin ise demokratik olması
gerektiği sonucu çıkarılmıştır. Bugün Marks’ın çömezleri olduklarını iddia
edenler, Marks’ın doktrininin sadece yarısını almışlar, Devlet’in demokratik
olması gerektiğini söyleyen öteki yarısını atmışlardır. Böylelikle de, bunlar,
hem İktisadî hem de siyasal iktidarı aynı oligarşinin elinde toplamışlardır.
Bunun sonucunda ise, bu oligarşi, eski oligarşilerin her hangi birinden hem çok
daha iktidarlı, hem de tiranlığı uygulamağa çok daha yetenekli hale gelmiştir.
Gerek
eski usul demokrasi, gerek yeni usul Marksizm, iktidarın yola getirilmesini
amaç tutmuştur. Eski usul demokrasi, sadece siyasal olduğu için başarısızlığa
uğramıştır, yeni usul Marksizm de, sadece İktisadî olduğu için.
Toprak
mülkiyeti ile büyük İktisadî örgütleri elde bulundurmak hakkını Devlete tanıyan
görüşten yana delillerin bir bölümü teknik, bir bölümü de siyasaldır. Teknik
deliller üzerinde, Fabian Cemiyeti ve — Tennesse Valley Anthority ile ilgili
olarak bir dereceye kadar — Amerika dışında, fazla durulmamıştır. Buna rağmen
bu deliler, özellikle elektrik ve su gücü ile ilgili olarak, Muhafazakâr
hükümetleri bile teknik görüş açısından sosyalistik sayılabilecek tedbirler
almak zorunda bırakacak kadar güçlüdür. Örgütlerin, modern tekniğin bir sonucu
olarak, nasıl büyümek, birleşmek ve alanlarını genişletmek eğilimini
aldıklarını görmüş bulunuyoruz; bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da siyasal
Devlet ya İktisadî işlevleri gittikçe daha çok üzerine almak ya da karşı
konulamayacak veya kontrol edilemeyecek kadar iktidar kazanmış olan özel
teşebbüsler lehine, kendi iktidarından kısmen vazgeçmek zorunda kalır. Eğer
Devlet bu gibi teşebbüslere karşı bir üstünlük sağlayamazsa, onların kuklası
haline, onlar da gerçek Devlet haline gelir. Modem tekniğin bulunduğu yerde, şu
ya da bu şekilde, İktisadî ve siyasal iktidarın birleşmesi zorunludur. Birleşme
yolundaki bu hareketin, Marks’ın bir kehanet gibi önceden gördüğü gelişmeye
bağladığı, karşı konulmaz bir kişilik dışı karakteri vardır. Ancak bunun sınıf
savaşı ya da proleteryanın tuttuğu yanlış yolla hiç bir ilişkisi yoktur.
Bir
siyasal akım olarak Sosyalizm, endüstri işçilerinin çıkarlarını arttırmağı amaç
edinmiştir; bunun teknik üstünlükleri daha çok geri plânda tutulmuştur, inanç
odur ki, özel sermaye sahibinin İktisadî gücü ona işçiyi ezmek olanağını
sağlamakta ve işçi, eski zamanlardaki el sanatı erbabı gibi, bireysel olarak
kendi üretim araçlarına sahip olamıyacağmdan, onu sermaye sahibinin baskısından
kurtarmak için, kollektif mülkiyet hakkını tüm işçilerin meydana getireceği
örgüte vermekten başka çıkar yol kalmamaktadır. Bu inancı desteklemek üzere de
şu iddia öne sürülmektedir: eğer sömürülenler özel sermaye sahipleri olsaydı,
Devlet’i tüm işçiler meydana getirir ve bunun bir sonucu olarak, İktisadî
iktidar sorunu, toprak ve sermaye mülkiyeti hakkını Devlet’e vermekle kökünden
çözülürdü ve çözüm için bundan başka bir yol asla tutulmazdı. Bu, İktisadî
iktidarın yola getirilmesini hedef tutan bir teklif olduğu için, şimdi üzerinde
durduğumuz tartışma konumuz içine girer.
Bu
iddiayı incelemeğe geçmeden önce, konu dışı olarak, gerektiği biçimde
genişletilmesi ve güvenlik tedbiri alınması şartıyla bu iddiayı geçerli
saydığımı söylemek isterim. Buna karşılık böyle bir güvenlik tedbiri ve
genişletilme olmadığı takdirde bu iddiayı son derece tehlikeli ve İktisadî tiranlıktan
tam anlamıyla kurtulmayı şiddetle isteyenleri yanlış yola yöneltebilecek
nitelikte buluyorum, zira İktisadî tiranlıktan kurtulmayı şiddetle isteyenler,
bu iddiaya kapıldıkları takdirde, eğer bir güvenlik tedbiri alınmamışsa,
eskilerine oranla çok daha korkunç, hem İktisadî hem siyasal olan bir
tiranlığı, geri dönülemeyerek biçimde kendi elleriyle kurmuş olduklarını
görebilirler.
Her
şeyden önce, ‘mülkiyet’ ile ‘kontrol’ aynı şey değildir. Eğer (meselâ) bir
demiryolu Devletin’in mülkiyetindeyse ve Devletin bütün vatandaşları temsil
ettiği kabul ediliyorsa, bu, her sıradan vatandaşın bu demiryolu üzerinde
mutlaka kontrol olanağına sahip bulunduğu anlamım taşımaz. Burada bir an için
Mr. Berle ve Mr. Means’in, büyük Amerikan şirketlerindeki mülkiyet ve kontrol
üzerine söylediklerine dönelim tekrar. Mr. Berle ve Mr. Means, böyle büyük
Amerikan şirketlerinin çoğunda, bütün direktörlerin sermaye hisseleri
toplamının, bütün sermayenin sadece yüzde biri ya da ikisi kadar olduğuna, buna
karşılık gerçekte bütün kontrolü direktörlerin ellerinde bulundurduklarına
işaret etmektedirler:
‘Yönetim
kurulu seçiminde, hisse senedi sahibi genellikle üç şık ile karşı karşıyadır.
Oy vermekten kaçınabilir, yıllık toplantıya katılarak kendi oyunu kendi
kullanabilir, ya da bir vekâletname imzalayarak, oy verme yetkisini, şirketin
yönetim kurulu tarafından seçilen bir takım kişilere, yani, vekiller kuruluna
devredebilir. Hissedarın — hissesi büyük olmadıkça — kişisel oyu toplantıda
büyük bir rol oynamayacağından, hissedarın aslında ya hiç oy vermemekten, ya da
oy hakkım, üzerlerinde hiç bir kontrol olanağına sahip bulunmadığı ve
seçilişlerinde rol almadığı bireylere devretmekten başka çaresi yoktur. Her iki
şıkta da hissedar hiç bir kontrol olanağı elde edemeyecektir. Kontrol, daha çok,
vekiller kurulunu seçenlerin eline geçecektir... Vekiller kurulunu da yönetim
kurulu atadığına göre, gerçekte, yönetim kurulu, kendi yerini alacak olan
yönetim kurulunu dilediği gibi seçtirecektir.’
Şu
nokta gözden kaçırılmamak gerektir ki, yukarıdaki satırlarda durumları
anlatılan zavallı bireyler proleterler değil, kapitalistlerdir. Onlar, eğer
şansları varsa kendilerine bir parça gelir sağlayacak olan meşru hakları
ellerinde bulundurmalarının ifade ettiği anlam içinde, hissedarıdırlar o
şirketlerin; ama kontrol olanağını ellerinde bulunduramayışları yüzünden
gelirleri çok kıttır.
1896’da
Amerika Birleşik Devletleri’ni ilk ziyaretimde, iflâs eden demiryolu
şirketlerinin çokluğu beni afallatmıştı; soruşturunca, bunun, direktörlerin
dirayetsizliğinden değil, çok dirayetli oluşlarından ileri geldiğini anladım:
iflâs eden şirketlerin sıradan hissedarlarının yatırımları, şu ya da bu
düzenle, o şirketlerin direktörlerinin büyük kârlar sağladıkları başka
şirketlere aktarılmıştı. Bu son derece göze batan bir metottu; bugün bu gibi
dolaplar çevrilirken her ne kadar göz boyamağa daha çok önem veriliyorsa da,
kurallar yine aynıdır. Her büyük şirkette iktidar, ister istemez mülkiyetten
daha az dağılmış durumda olup — başlangıçta her ne kadar siyasal nitelikte ise de
— sınırsız bir servet kaynağı haline getirilebilme üstünlüğü taşımaktadır.
Sıradan hissedarlar terbiye ve kanun dairesi içinde soyulup soğana
çevrilebilmektedir; bu soygunu yönetenlerin, soygunlarını sürdürmek için dikkat
ettikleri biricik nokta, soydukları kişilerin canını gerektiğinden çok yakıp
da, onları, biriktirecekleri paraları gelecekte yastıklarının altında saklamak
zorunda bırakmamaktır.
Bir
özel şirketin yerini Devlet aldığı zaman da durum esas itibariyle bundan pek
farklı değildir; gerçekten de, sıradan hissedarın elini kolunu bağlayan neden
şirketin büyüklüğü olduğuna göre, sıradan hissedar Devlet karşısında daha da
eli kolu bağlı duruma düşecektir. Bir savaş gemisi kamunun malıdır, ama eğer
siz bu gerekçeye dayanarak mülkiyet haklarınızı kullanmağa kalkışacak
olursanız, size hemen haddinizi bildiriverirler. Gerçi buna karşı sizin de
elinizde bir silâh vardır: gelecek seçimlerde, Donanma Giderlerinde indirim
yapılması gerektiği tezini savunan bir adaya verirsiniz oyunuzu — tabiî, böyle
bir aday bulabilirseniz; ya da gazetelerin şikâyet sütunlarına, denizcilerin
ziyaretçilere daha terbiyeli davranmaları gerektiğini yazarsınız. Ama bundan
fazlasını yapamazsınız.
Öte
yandan deniliyor ki; ‘O savaş gemisi kapitalist bir Devlete aittir; hele işçi
Devleti’nin malı olsun, o zaman işler değişir.’ Bu düşünüş tarzı bence,
İktisadî iktidar meselesinin bugün bir mülkiyet meselesi olmaktan çok, bir
yönetim meselesi olduğu gerçeğinin iyice kavranamadığım göstermektedir. Tutalım
ki, Birleşik Devletler Çelik Şirketini, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti
devralmış olsun; bu durumda da yine şirketi yönetecek adamlara ihtiyaç
duyulacaktır ve bu adamlar ya şirketin eski yöneticileri ya da gerek dirayet,
gerek genel görünüş itibariyle onlara benzeyen adamlar olacaktır. Eski şirket
yöneticileri vatandaşlara karşı hangi tutumu takınıyor idiyse, onlar da aynı
tutumu takınacaklardır. Gerçi bu yöneticiler hükümet kontrolü altında
olacaklardır, ama gene Lyons, aşağıdaki satırlarda özetlemiştir: ‘Başarılı bir
mutlakiyet, çalışma ve eğlenmeyi, ödül ve cezayı, her türlü yaşama ve ifade
araçlarını tekelinde bulunduran bir devlette, yüzbinlerce, hatta milyonlarca,
irili ufaklı müstebitin varlığı demektir. Merkeziyetçi bir müstebit yönetim,
ister istemez, kendilerine yetki emanet edilmiş insanlardan kurulu bir makine — her kademesi bir üsttekine boyun eğen,
ama kendi altındakileri ezen, mertebeler dizisine göre kurulmuş bir memurlar
piramidi — yoluyla işlemek zorundadır. Gerçekten demokratik bir kontrol ve
herkesin, hatta Rabbin yönetici olarak atadıklarının bile boyun eğeceği kesin,
çabuk işleyen, yola getirici adalet olanağı bulunmadığı sürece, iktidar
mekanizması bir baskı makinası halini alır. Biricik işveren olarak Devlet’in
bulunduğu yerde, iktisaden hayatta kalabilmenin tek şartı uysallıktır. Aynı
memurlar grupunun, gizli adam tutuklamak, gizlice cezalara çarptırmak,
haklardan yoksun etmek, keyfe göre işe almak ya da işten atmak, insanları keyfî
ölçülere göre kumanya ve konut kategorilerine ayırmak gibi korkunç iktidar uygulamalarına
başvurdukları yerde, ancak bir budala ya da durup dururken şehit olmağı
arzulamak gibi sapık zevklere sahip bir insan bunların önünde yerlere kapanarak
saygı gösterisinde bulunmaktan kaçınabilir.’ (‘Assignment in Utopia’ adlı
eserde. S. 195.)
İktidarın
bir tek örgütte Devlet’te — toplanması halinin, en aşırı bir despotizmin
sonuçlarını doğurmaması için, o örgütte iktidarın geniş çapta dağılmış
bulunması ve alt kademe gruplarının geniş çapta bir özerkliğe sahip olması
zorunludur. Demokrasi, hak tanıma ve kanun dışı cezalara karşı bağışıklık
olmadıkça, iktisadi ve siyasal iktidarın birleşmesi, yeni ve korkunç bir
tiranlık aracından başka bir şey değildir. Rusya’da, her hangi bir kolhozda,
kendi yetiştirdiği tahıldan bir parça çalan köylü, ölüm cezasına çarptırılır.
Bu kanun, hükümetin mahsus önlemekten kaçındığı açlık ve açlığın doğurduğu
hastalıklar yüzünden milyonlarca köylünün kırıldığı bir zamanda konulmuştur.
(Eugene İlyons’un, Assignment in Utojjia adlı eserimiz, S. 45.)
III
Şimdi
iktidarın yola getirilmesi için gerekli propaganda koşullarını ele alacağım.
Hoşnutsuzlukların açıkça ortaya konulabilmesi olanağı bulunmalıdır; yasayı
bozmağı amaç güden bir fiil yaratmadığı sürece, kışkırtma serbest olmalıdır;
yetkilerini aşan ya da kötüye kullanan memurları mahkeme önünde suçlayabilme
olanağı bulunmalıdır. Günün hükümeti, göz dağı verme, seçmenlerin kayıt
fişlerinde kalem oynatma ya da buna benzer yöntemlerle kendi sürekliliğini
sağlama bağlama durumunda olmamalıdır. Önemli kişileri eleştirenlere, bundan
dolayı resmi ya da resmî olmayan cezalar verilmemelidir. Demokratik ülkelerde
bugün bunların pek çoğu parti hükümeti tarafından sağlanmıştır ve bu sayede
iktidardaki politikacılar ulusun hemen hemen yansının düşmanca eleştirilerine
hedef olabilmektedir. Bu eleştirilere hedef olabilmeleri ise, politikacıların,
aksi takdirde işleyebilecekleri suçları işlemeleri olanağım ortadan
kaldırmaktadır.
İktisadî
iktidar Devlet’in tekelinde bulunduğu zaman. Devlet iktidarı büyük çapta
genişlemiş olacağından, yukarıda saydıklarımız, böyle bir Devlet içinde,
kapitalist Devlet içinde olduğundan daha büyük önem taşır. Somut bir örnek
verelim: kadınların kamu hizmetlerinde çalışması durumu. Bugün için kadınlar, erkeklerden daha az ücret aldıkları için
hoşnutsuzdurlar; hoşnutsuzluklarını kamuoyuna duyurabilmeleri için meşru yollar
vardır ve onları bu yollara başvurmalarından ötürü cezalandırmak akıl kârı
değildir. Şimdi eşitsizliğin, Sosyalizmin benimsenmesiyle mutlaka ortadan
kalkacağım varsaymak için hiç bir sebep yoktur, sadece, yukarıdaki örnekte
belirttiğimiz durumlara benzer durumların çarçabuk düzeltilebilmesi şartıyla,
Sosyalizmin benimsenmesi yolunda girişilen kışkırtmalar ortadan kalkar, o
kadar. Sosyalizm benimsendiği takdirde gazeteler ve bütün basın hükümete ait olacağından,
bunlar sadece hükümetin emrettiği şeyleri basardı. Hükümetin, kendi güttüğü
siyasete yapılan saldırıları basında yayımlattıracağı düşünülebilir mi? Eğer
düşünülemezse, basın yoluyla siyasal kışkırtma olanağı da yok demektir.
Salonların hepsi hükümete ait olacağından, halk toplantıları da çok zor
yapılabilirdi. Bunun sonucunda, siyasal özgürlüğü güvenlik alma amacım taşıyan
ciddî tedbirler var olmadığı sürece, hoşnutsuzlukların belirtilebileceği hiç
bir araç bulunmaz ve bir kere seçilen hükûmet Hitler kadar müstebit kesilerek,
bütün seçimlerde hep kendisinin seçilmesini kolaylıkla sağlayabilirdi.
Demokrasi biçimsel olarak devam eder, ama Roma İmparatorluğu zamanında
sürüklenip giden halk hükümetinden daha çok bir gerçeklik taşımazdı.
Sorumsuz
iktidarın, sırf adı Sosyalizm ya da Komünizmdir diye, geçmişteki keyfî
iktidarın bütün kötü niteliklerinden mucizevî bir şekilde sıyrılabileceğini
varsaymak, ancak bebekleri avutacak bir psikolojidir: iyi hükümdar, kötü
hükümdarı altetti ve onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine. Eğer
hükümdara güvenilecekse, hükümdar ‘iyidir’ diye değil, ‘kötü’ olmak onun
çıkarlarına karşıdır diye güvenmek gerektir. Bunu sağlamak demek, iktidarı
zararsız hale getirmek demektir; ancak, ‘iyi’ olduklarına inandığımız kişileri
sorumsuz despotlar haline getirmekle, iktidar zararsız kılınamaz.
BBC,
propanganda özgürlüğüyle hükümet tekelini uzlaştırma yolunda nelerin mümkün
olabileceğini gösteren bir Devlet kurumudur. Genel Grev durumu gibi önemli
durumlarda, BBC’nin tarafsızlığı bir kenara bıraktığı kabul edilmelidir; ne var
ki, normal zamanlarda bu radyo, çeşitli görüşleri, sayı çokluğuna göre temsil
edilişleri oranına en yakın bir oranda verir. Sosyalist Devlet’te de, halk
toplantılarının yapılacağı salonların kiralanabilmesi, tartışma edebiyatının
basılabileceği matbaaların tutulabilmesi yolunda, aynı şekilde tarafsızlık
sağlama olanakları bulunmalıdır. Çeşitli görüş açılarını yansıtan çeşitli
gazeteler olacağına, her sayfası başka bir partiye ayrılmış bir tek gazete
olması belki daha bile iyidir. Böylelikle bütün okurların, bütün görüşler
hakkında bir sahibi olmaları olanağı sağlanır ki, bu da bu okurları, bir
gazetede kendi görüşlerine aykırı hiç bir şey görmeyen okurlardan çok daha
tarafsız kılar.
Sanat
gibi, bilim gibi ve (kamu düzenini elverdiği oranda) parti siyaseti gibi, bir
örnekliğin hiç de zorunlu, hatta istenir bir şey olmadığı alanlar vardır.
Bunların her biri meşru rekabet alanlarıdır ve kamu vicdanının bu gibi
konularda değişiklik göstermesine kızmamak çok önemlidir. Demokrasi, başarıya
ulaşabilmek ve ayakta durabilmek için hoşgörü ruhuna muhtaçtır — aşın bir
nefrete, aşırı bir şiddet sevgisine değil.
IV
İktidarın
yola getirilmesi için gerekli psikolojik koşullar, bazı bakımlardan en büyük
güçlükleri ortaya koyan koşullardır. İktidar psikolojisiyle ilgili olarak
görmüş bulunuyoruz ki, korku, kin ve bütün öbür toplu heyecan çeşitleri,
insanları körü körüne bir önderin ardına takılmağa yöneltir ve bir çok
durumlarda önder, ardına takılanların güvenlerinden yararlanıp kendini bir
tiran olarak kabul ettirir. Bundan dolayı, demokrasinin korunabilmesi
bakımından, hem genel heyecan yaratacak koşullardan kaçınmak, hem de toplumu,
bu çeşit ruh hallerine yatkın olmamalarını sağlayacak şekilde eğitmek çok
önemlidir. Yırtıcı bir bağnazlık ruhunun egemen olduğu yerde, insanların kabul
etmedikleri her hangi bir görüş, barışın bozulmasına yol açabilir. Okul
öğrencileri, fikirleri kendilerine acaip görünen bir çocuğa kötü davranma
eğilimindedirler, birçok yetişkin insan da okul çocuklarının zekâ yaşlarının
ötesine geçememişlerdir. Bilimsel şüphecilikle renklenmiş yaygın bir liberal
ruh, toplumsal işbirliğini kolaylaştırabileceği gibi, özgürlüğü de daha mümkün
kılar.
Nazilerinki
gibi bir yeniden canlanış heyecanı, yarattığı enerji ve apaçık özgecilik
(diğerkâmlık) yoluyla bir çoklarında hayranlık uyandırır. Toplu heyecanın
acılara hatta ölüme karşı bile insanlarda bir umursamazlık yarattığını tarih
bize örneklerle göstermektedir. Böyle bir duygunun bulunduğu yerde, özgürlük
olamaz. Heyecanlı kişiler ancak zor kullanılarak dizginlenebilir,
dizginlenmedikleri zaman ise bunlar birbirlerine karşı zora başvururlar.
1920’de, Pekin’de tanıştığım bir Bolşeviği hatırlıyorum; bu zat, odada bir
aşağı, bir yukarı dolaşarak, tamamıyla gerçeği ifade eden şu sözleri
tekrarlıyordu: ‘If vee de not keel zem, zey vill keel us!’ (Bu bozuk telâffuzlu
İngilizce cümle şu anlamı taşıyor: ‘Biz
onları öldürmesek, onlar bizi öldürecek!’) Bu ruh durumunun bir yanda
bulunması, pek tabii, karşı yanda da aynı ruh durumunun doğmasına yol açar;
bunun sonucunda da, bir ölüm kalım kavgası çıkar ve bu kavgada her şey zafere
feda edilir. Kavga sırasında hükümet, askerî nedenlerle despotik bir iktidar
kimliğine bürünür; sonunda, eğer zaferi hükümet elde ederse, iktidarını önce
düşmandan arta kalanları ezmekte, sonra da kendi ardınca gidenler üzerinde
diktatörlüğünü devam ettirmekte kullanır. Elde edilen sonuçla, başlangıçta
heveslilerin uğrunda dövüştükleri amaç arasında dağlar kadar fark bulunur.
Heyecan, bazı sonuçlar sağlayabildiği halde, asla amaç tuttuğu sonuçları
sağlayamaz. Toplu heyecana hayranlık duymak basiretsizlik ve sorumsuzluktur,
zira böylesine bir heyecanın sonucu şiddet, savaş ve esarettir.
Savaş,
despotizmin belli başlı destekleyicisi ve sorumsuz iktidardan elden geldiği
kadar kaçınabilmeyi sağlayan bir sistemin kurulmasına da en büyük engeldir.
Bundan dolayı, savaşın önlenmesi, sorunumuzun önemli — hatta diyebilirim ki, en
önemli bir bölümüdür. Ben öyle inanıyorum ki, dünya savaş korkusundan bir
kurtarılabilse, hangi biçim hükümet ya da hangi İktisadî sistem altında olursa
olsun, insanlar zamanla yöneticilerinin azgınlığına gem vurma yollarını
bulabilirler, öbür yandan bütün savaşlar, özellikle de modern savaş,
çekingenlerin bir önder aramalarına sebep olarak ve daha atılgan ruhluları bir
toplum olmaktan çıkarıp bir sürü haline getirerek, diktatörlüğe yol açar.
Savaş
ihtimali bir çeşit yığın psikolojisinin doğmasına sebep olur, bu yığın
psikolojisi de, hem despotluk ihtimalini, hem savaş ihtimalini arttırır. Bu bakımdan,
toplumları kollektif histeriye kapılmağa en elverişsiz ve demokrasiyi başarıyla
uygulamağa en elverişli kılacak cinsten eğitim üzerinde durmamız gerektir.
Demokrasinin
başarı kazanması için, ilk bakışta taban tabana zıt gibi görünen iki niteliğin çok
yaygın olması zorunluğu vardır. Bir yandan, insanların bir dereceye kadar
kendilerine güvenleri olmalı, bu insanlar kendi yargılarını desteklemeğe
istekli bulunmalıdır; pek çok insanın içinde rol alabileceği, birbirine karşıt
propagandalar olmalıdır. Ama öbür yandan, insanlar, kendi çıkarlarına karşı
bile olsa, çoğunluğun kararlarına boyun eğmeğe razı olmalıdır. Bu iki koşuldan
her hangi biri bulunmayabilir: halk aşırı derecede boynu eğik olabilir ve güçlü
bir liderin ardına takılarak onu diktatör yapabilir; veya her iki taraf da
aşırı derecede kendini kabul ettirmek arzusu besleyebilir, o zaman da ulus
anarşi içine düşer.
Eğitimin
bu konuda neler yapabileceğini iki ayrı başlık altında gözden geçirebiliriz:
birincisi, karakter ve duygularla ilgili olarak; İkincisi de, öğretimle ilgili
olarak. Birincisinden başlayalım.
Demokrasinin
işleyebilmesi için, halkın mümkün olduğu kadar nefretten, yıkıcılıktan, aynı
zamanda korku ve uşakça itaatkârlıktan uzak bulunması gerektir. Bu duygular
siyasal ya da İktisadî koşullarla yaratılabilir, ama benim üzerinde durmak
istediğim nokta, halkın bu gibi duygulara en az elverişli kılınmasında eğitimin
oynadığı roldür.
Bazı
ana babalar, bazı okullar, çocuklara mutlak itaati öğretmekle işe başlarlar; bu
girişim, hemen hemen her zaman, ya bir köle, ya da bir asi doğurur ki,
demokrasi için bunların ikisi de gerekli değildir. Şiddetli disiplin uygulayan
eğitimin sonuçlan konusunda, Avrupa’nın bütün diktatörleri benimle aynı
görüştedirler. Birinci Dünya Savaşından sonra hemen hemen bütün Avrupa
ülkelerinde, disipline fazla yer verilmeyen, öğretmenlere fazla saygı
gösterilmeyen bir takım özgür okullar vardı; ama askerî istibdat rejimleri,
S.S.C.B. de dahil olmak üzere, birer birer, okullardaki bütün özgürlükleri
kaldırdılar, eski tarz eğitime döndüler ve öğretmenlere bir çeşit minyatür
Führer ya da Duçe gözüyle bakılması usulünü getirdiler. Bundan şu sonucu
çıkarabiliriz: diktatörlerin hepsi de okulda özgürlüğü, demokrasiye uygun bir
eğitim; okulda mutlakiyeti ise Devlet mutlakiyetinin doğal bir prelüdü
saymaktadır.
Bir
demokraside her erkek ve kadın, ne bir köle ne de bir asi olmalıdır; her erkek
ve kadın, bir vatandaş, yani, hükümetin düşünüşünü gerektiği kadar (ama daha
fazla değil) benimseyen ve başkalarının da benimsemesine izin veren bir kişi
olmalıdır. Demokrasi bulunmayan yerde hükümetin düşünüş tarzı, efendilerin
kölelere karşı sahip oldukları düşünüş tarzıdır; halbuki demokrasi olan yerde
hükümetin düşünüş tarzı, bireyin kendi fikrini bir noktaya kadar kuvvetle
ortaya koyabilmesini gerektiren, eşit işbirliğini kabul eden düşünüş tarzıdır.
Bu
bizi, birçok demokratlar için bir dert kaynağı olan şeye, yani, ‘ilke’ denilen
şeye getirir. Demokratların çoğu, fedakârlıktan bir davaya kahramanca
bağlılıktan v. b. az çok şüpheyle bakılması gereken şeyler olarak söz ederler.
Bir parçacık psikoanaliz, bu güzel adların altında yatan asıl şeylerin bambaşka
— gurur, nefret ya da intikam
arzusu gibi, idealleştirilmiş, kolektifleştirilmiş ve soylu bir idealizm biçimi
içinde cisimlendirilmiş şeyler — olduğunu gösterir. Yurdu için dövüşmeğe hazır,
hatta hevesli olan savaşçı yurtseverin, öldürmekten zevk aldığı şüphesini bir
dereceye kadar beslememiz akla uygundur. Çocukluğunda şefkat görmüş, mutlu
kılınmış, gençliğinde dünyayı barış içinde bulmuş insanlardan meydana gelen
yumuşak yaratılıştı bir toplulukta, yurtseverlik gibi, sınıf savaşı gibi, daha
neler neler gibi, yığın halinde insan öldürmek amacıyla bir araya gelmekten
ibaret idealizm biçimleri gelişmezdi. Bence, idealizmin zalimce biçimlere yönelişin
ardında biraz da, insanların çocukluk dönemlerindeki mutsuzluklar yatmaktadır
ve eğer, çocuklukta verilen eğitim, kazandırılan duygular bakımından gerektiği
gibi olsa, bu zalimce eğilimler büyük çapta azaltılabilir. Bağnazlık, kısmen
duygusal, kısmen de zihinsel bir kusurdur; bağnazlıkla savaşmak duygusal,
kısmen de zihinsel bir kusurdur; bağnazlıkla savaşmak için, insanları müşfik
kılan mutluluğu sağlamağa ve insanlarda bilimsel bir düşünüş tarzı yaratan
cinsten zekâyı geliştirmeğe çalışmak gerektir.
Demokrasinin
başarılı olması için gerekli olan mizaç, düşünce hayatmda bilimsel mizaç neyse
odur; bu, şüphecilikle dogmacılık arasında yarı yolu belirleyen bir merhaledir.
Kabul olunmak gerekir ki, gerçek ne tamamıyla elde edilebilir bir şeydir, ne de
tamamıyla elde edilemez bir şey; gerçek, belirli bir dereceye kadar, o da büyük
güçlüklerle elde edilebilir.
Mutlakiyet,
modern biçimleri içinde, her zaman bir akide ile birlikte görünür: Hitler’in
akidesi, Mussolini’nin akidesi, ya da Stalin’in akidesi. Mutlakiyet olan yerde,
gençlerin kafasına, daha onlar düşünebilecek hale gelmeden, bir takım inançlar
yerleştirilir ve bu inançlar öylesine sürekli, öylesine ısrarlı bir şekilde
tekrarlanarak öğretilir ki, öğrencilerin ilerde, çocukluklarında edindikleri bu
derslerin büyüleyici etkisinden kurtulabilmeleri beklenemez. Bu inançlar, o
inançları hiç değilse gerçek gibi gösterecek nedenler bile ileri sürülmeksizin,
sadece papağan gibi tekrarlama yoluyla, yığın histerisi, yığın telkini yoluyla
yerleştirilir kafalara. Bu yoldan, birbirine karşıt iki akide öğretildi mi
insanlara, bu akideler, karşılıklı geçip tartışabilecek iki parti değil,
dövüşecek iki ordu yaratır. Hipnotize edilmiş olan her bir otomat, en kutsal
olan her şeyin, kendi tarafının zaferine bağlı olduğu ve en korkunç olan her
şeyi de karşı tarafın temsil ettiği inancını besler. Böylesine bağnaz taraflar
Millet Meclisinde karşı karşıya gelip de, ‘bakalım hangi taraf çoğunlukta,’
diyemezler; her iki taraf da kutsal bir davayı tuttuğundan, böylesi, onlar için
çok uzun zaman alacak, sıkıcı bir yoldur. Diktatörlüklerden kaçınılması
isteniyorsa, bu biçim bağnazlığın önüne geçilmeli ve eğitimin temelini, bu
bağnazlığı önleme çareleri meydana getirmelidir.
Eğer
eğitimin kumanda ipleri benim elimde olsaydı, her konu' alanında, o konuyu
ilgilendiren hususları en ateşli ve en mükemmel biçimde savunan kişilerin
hepsini BBC’de konuşturur ve çocuklara bunları dinletirdim. Öğretmenleri sonra
çocuklardan, bu konuşmalarda ileri sürülen delilleri özetlemelerini ister ve onlara
usul usul, güzel konuşma sanatı ile somut delillerin birbiriyle ters orantılı
olduğunu anlatırdı. Bir demokrasi için, vatandaşların güzel konuşma sanatının
etkilerine karşı bağışıklık kazanması son derece önemlidir.
Modern
propagandacıların öğretmenleri, akla uygun olmayan inançlar yaratılması
tekniğinde öncülük eden reklamcılardır. Eğitim,
eğitilmemişlerin doğal safdillikleriyle, doğal şüpheciliklerinin etkilerini yok
etmek amacına uygun bir biçimde düzenlenirdi: ortada hiç sebep yokken, kuvvetle
ifade edilmiş bir söze inanmak alışkanlığıyla, en esaslı delillere sahip, ama
kuvvetle ifade edilememiş bir söze inanmamak alışkanlığını ortadan kaldırmağı
hedef tutardı bu eğilim. İşe anaokulundan başlar, çocukların önüne,
istediklerini seçebilecekleri iki cins şekerleme koyardım: şekerlemelerin iyi
olanları, çok soğuk bir ifadeyle ve sadece nelerden yapıldığı anlatılarak; son
derece tatsız, berbat olan öteki şekerlemeler ise en mükemmel reklamcılar
tarafından büyük bir ustalıkla salık verilirdi. Bu dersten bir süre sonra
çocukları, tatillerini geçirebilecekleri iki yerden birini seçme durumuyla
karşı karşıya bırakırdım: bu yerlerden güzel olanını fizikî coğrafya haritasına
dayanarak, kötü olanını ise muhteşem afişlere dayanarak salık verdirirdim.
Tarih
dersleri de hemen hemen buna benzer bir anlayışla verilirdi. Geçmişte,
büyücülüğün gerçekliği gibi, köleliğin iyiliği gibi, kimsenin tutmadığı
görüşleri büyük bir dirayet göstererek savunan önemli hatipler ve yazarlar
çıkmıştır. Gençlere bu hitabet ustalarının tanıtılmasını, gençlerin de bu
ustaların hem hitabet güçlerini, hem de inatçılıklarını değerlendirmelerini
sağlardım. Derece derece, yavaş yavaş günün sorunlarına geçerdim. Kendi
tarihlerini iyice hazmetmeleri için, İspanya hakkında (ya da o sırada en çok tartışma
konusu olan sorun üzerine) önce Daily Mail’de yazılanları, sonra da Daily
Worker’da yazılanları okuturdum; sonra onlardan, gerçeğin ne olduğunu
çıkarmalarını isterdim. Zira demokratik bir rejimde yaşayan vatandaşlar için,
gazeteleri okumak suretiyle gerçeği çıkarmakta ustalık kazanmaktan daha önemli
pek az şey vardır. Bu amaçla, Birinci Dünya Savaşı’nın en buhranlı günlerinde
çıkan gazetelerle, sonradan resmen tarihe geçen kayıtlar arasında gençlere
karşılaştırma yaptırmak, çok öğretici olurdu. Savaş histerisinin doğurduğu,
zamanın gazetelerinde ortaya konulan çılgınlık karşısında öğrencileriniz
afallayınca da, onları, dengeli ve ihtiyatlı bir yargılama yeteneğine sahip
olmadıkları takdirde, hükümetin terör ve kan hırsı yaratma yolunda girişeceği ilk
kışkırtmada hepsinin bir anda aynı şekilde bir çılgınlığa kapılabilecekleri
konusunda uyarırdınız.
Bununla
birlikte, vatandaşlara tamamıyla olumsuz bir duygusal tutum kazandırılması
gerektiği tezini savunuyor değilim; bütün kuvvetli duyguların yıkıcı bir çözümleme
süzgecinden geçirilmesi gerektiğini telkin etmiyorum. Ben bu tutumu sadece,
toplu histerinin temeli olan duygulara karşı savunuyorum, zira savaşları ve
diktatörlükleri kolaylaştıran şey, toplu histeridir. Ne var ki, bilgelik sadece
zihinsel değildir: zihin yön verebilir, yönetebilir, ama eyleme yol açan gücü
doğurmaz. Gücün duygulardan üretilmesi gerektir. Toplumsal sonuçları bakımından
hayırlı duygular, nefret, kin ve korku kadar kolay yaratılamaz. Bunların
yaratılabilmesi, büyük çapta, çocukluk çağında verilecek etkilere dayanır;
büyük çapta da, İktisadî koşullara. Buna rağmen, üzerinde iyi duyguların
yeşereceği toprağı beslemek ve insan hayatına değer kazandıran şeylerin ne
olduğunu iyice anlatmak bakımından, sıradan eğitim içinde de bir şeyler yapılabilir.
Geçmişte,
dinin belli başlı amaçlarından biri de buydu. Bununla birlikte Kiliselerin daha
başka amaçları da vardı ve dayandıkları dogmatik temeller, güçlükler
yaratıyordu. Geleneksel dine artık olanak tanımayanlar için, daha başka yollar
da vardır. Bazıları muhtaç oldukları şeyi müzikte, bazıları da şiirde bulurlar.
Bazılarına göre de astronomi aynı amaca hizmet eder. Yıldızlar âleminin ne
kadar büyük, ne kadar yaşlı olduğu konusu üzerinde durup düşündüğümüz zaman, bu
minicik gezegenin üzerindeki anlaşmazlıklar bir parça önemini kaybetmekte ve
tartışmalarımızın acılığı az çok saçma gözükmektedir. Bu olumsuz duygu bizi
özgürlüğe kavuşturduğu zaman ise, müzik veya şiir, tarih veya bilim, güzellik
veya acı yoluyla, insan hayatında gerçekten de değerli şeylerin bir savaş
alanında geçen olaylarda ya da siyasetlerin çatışmasında, yahut da insan
yığınlarının, dıştan zorla kabul ettirilmiş bir hedefe doğru uygun adımla
yürüyüşünde olmayıp, bireysel olduklarını daha iyi anlayabiliyoruz. Toplum
yaşayışında örgütlenme zorunludur, ama sadece bir mekanizma olarak zorunludur,
yoksa kendinden ileri gelen değere sahip bir şey değildir örgütlenme. İnsan
hayatında en değerli olan şeyle, bütün büyük din öğretmenlerinin sözünü
ettikleri şey arasında büyük benzerlik vardır. Korporatif Devlete inananlar, en
yüksek faaliyetimizin, kolektif faaliyet olduğu tezini savunurlar, hâlbuki ben,
hepimizin en yüksek faaliyetimize ayrı ayrı yollardan ulaştığımızı ve
kalabalığın duygusal birliğinin ancak aşağı bir düzeyde sağlanabileceğini iddia
ediyorum.
Liberal
Devlet görüşüyle, totaliter Devlet görüşü arasındaki en esaslı ayrılık,
birincisinin, Devlet’in çıkarının en sonunda bireyin çıkarı anlamını
taşıyacağını düşünmesi ve Devlet’e bu amaç için gerekli birer parça —
çıkarları, yöneticilerin çıkarlarını gizleyen bir maskeden başka şey olmayan
mistik bir mutlakiyet uğrunda feda edilmesi gereken birer parça — olarak
görmesidir. Eski Roma’da Devlette — tapıcılık akidesinden bir şeyler vardı, ama
Hristiyanlık İmparatorlarla savaşıp onları yendi. Liberalizm, bireyi
değerlendirmekte, Hristiyan geleneğini izlemektedir; Liberalizme saldıranlar
ise, Hristiyanlıktan önce geçerli olan bazı akideleri yeniden canlandırıyorlar.
Ta başından beri, Devlete tapanlar, eğitimi başarının kilit noktası olarak
görmüşlerdir. Bu görüş, meselâ, Fichte’nin, enine boyuna eğitim üzerinde duran,
Alman Ulusuna Söylev adlı eserinde görülür. Fichte, istediklerini aşağıya
aldığım parçada ortaya koymaktadır:
'Eğer
birisi çıkıp da şöyle söyleseydi: «eğitimin öğrenciye doğruyu gösterip bunu ona
kuvvetle tavsiye etmesinden; öğrencinin bu tavsiyeleri tutmasının kendi
yararına, tutmamasının ise yine kendi zararına olacağını göstermesinden; ona,
hiç bir eğitimin elinden alamayacağı bir özgür irade sahibi olduğunu anlatmasından
daha fazla ne istenebilir eğitimden?» Kendi kafamda tasarladığım eğitimi daha
keskin çizgilerle belirtebilmek için, bu soruya, bugüne kadarki eğitimin ilk
yanlarının, öğrencinin özgür iradesinin bu şekilde tanınmış ve bu iradeye
güvenilmiş olmasında bulunduğu, bu suretle de bu eğitimin yetersizlik ve
boşluğunun kendiliğinden kabul edilmiş olduğu cevabını verirdim. Zira bütün
güçlü etkilerinden sonra, eğitim, hâlâ daha iradenin özgür, yani iyi ile kötü
arasında kararsız bulunduğunu kabul etmekle, iradeye — ve insanın esas kökü
irade olduğuna göre, insana — biçim veremediğini, vermek de istemediğini ve
bunu tamamıyla olanaksız saydığını kabul etmiş olur. Yeni eğitim, tam tersine,
el attığı alanda irade özgürlüğünü tamamıyla ortadan kaldırmağı hedef tutmalıdır.'
Fichte’nin
'iyi’
insan yaratma arzusunun nedeni, iyi insanların ‘kötü’ insandan daha makbul
oluşları değildir; ona iyi insan yaratma isteğini veren neden, şudur: ‘Alman
ulusu sadece böyle (iyi) insanlar sayesinde daim olabilir, ama kötü insanlar
yüzünden ister istemez başka uluslarla birleşmek zorunda kalır.’
Bütün
bunlar, liberal bir eğitimcinin elde etmek isteyebileceği şeyin tam tersi bir
tezin ifadesi olarak kabul edilebilir. Liberal eğitimci, ‘irade özgürlüğünü
ortadan kaldırmak,’ isteğinden tamamıyla uzak, bireyin yargılama yeteneğini
güçlendirmeği amaç edinecektir; liberal eğitimci, bilgi elde etme yolunda
bilimse} tutumu kafalara yerleştirmeğe çalışacaktır elden geldiği kadar;
inançları, delillere karşı duyarlı ve delillere cevap verebilecek niteliğe
sahip kılmağa çalışacaktır; o, öğrencilerinin önüne her şeyi bilen bir insan
pozunda çıkmayacak ya da, mutlak iyiye ulaşmağa çalıştığı bahanesiyle kendini
iktidar aşkına kaptırmayacaktır. Politikacı için olduğu gibi, eğitimci için de
iktidar aşkı en büyük tehlikedir; çocukların eğitimini korkmadan ellerine
verebileceğimiz eğitimci, çocukları, her hangi bir davanın propaganda ordusuna
katılacak birer asker olarak görmemeli, onları birer insan olarak sevmeli,
üzerlerine Fichte ve Fichte’nin ideallerini miras alan iktidar sahipleri, bir
çocuk gördükleri zaman şöyle düşünürler:
‘İşte avucumun içinde yoğurabileceğim, amaçlanma hizmet
edecek bir makine gibi davranmayı öğretebileceğim bir ham madde; yaşama
sevinci, kendiliğinden (taviyet=spontaneite), oynama güdüsü ve dışardan zorla
kabul ettirilen bir amaç için değil de, insanın kendi içinden doğan bir amaç
için yaşama arzusu şimdilik hep birer engel olarak karşıma çıkabilir; ama okul
yılları içinde bej nim ona zorla kabul ettireceğim eğitimden sonra, bunların
hepsi ölüp gidecektir; hayal gücü, sanat, düşünce kudreti hep itaat tarafından
yok edilecektir; neşenin öldürülüşü, bağnazlığın kolaylıkla, benimsenmesini
kolaylaştıracaktır ve sonunda ben, bu insandan ham maddeyi, taş ocağından çıkma
bir taş ya da kömür madeninden çıkma bir kömür parçası kadar pasif olarak
bulacağım. Onları sürükleyeceğim savaşlarda kimi ölecek, kimi kalacak; ölenler,
birer kahraman gibi, yücelmişlik duyarak ölecekler, kalanlar da, benim
okullarımın kendilerini alıştırmış olacağı korkuyu bir zihinsel, kölelik içini
de, benim kölelerim olarak yaşamağa devam edecekler.’
Çocuklara doğuştan
sevgi besleyen her insan için, bütün bunlar dehşet vericidir; çocuklara nasıl
otomobil altında kalmamayı, ezilmemeyi öğretiyorsak, aynı şekilde onlara, zalim
fanatikler tarafından ezilmemeyi de öğretmeli ve bu amaçla, az çok şüpheci,
tamamıyla bilimsel bir düşünce bağımsızlığı yaratmağa, aynı zamanda da her
sağlıklı çocukta bulunması doğal olan yaşama sevincini korumağa çalışmalıyız.
Liberal bir eğitimin görevi şudur: çocuklara, egemenlikten daha başka şeylere
değer verebilme yeteneğini kazandırmak, özgür bir topluluk içinde yaşayacak
akıllı vatandaşlar yetiştirilmesine yardım etmek ve bireysel yaratıcılık içinde
vatandaşlık hak ve görevleriyle özgürlüğü birleştirmek suretiyle, insanlara,
insan hayatına bir parlaklık verebilme yeteneğini kazandırmak — bir kaç
eğitimci bunun gerçekleştirilebileceğini göstermiştir.
Sh:300-335
Kaynak:
İKTİDAR-Bertrand Russell, [1938. Power: A New Social Analysis. London: George
Allen & Unwin.] Dilimize Çeviren : Mete Ergin, 1967, İstanbul
1872’de doğan Arthur William Bertrand Russell, Vikont Amberly’nin en büyük
oğlu, liberal devlet adamı olan John Russell’in torunudur, ailenin ikinci oğlu
ve üçüncü çocuğudur. Dört yaşından önce, anne ve babasını kaybedince, büyük
annesi tarafından büyütülmüştür. Bugün (kitabın yazıldığı tarihte) 97
yaşındadır.
Russell, kendi anlatımıyla «tek başına
yaşamaktan hoşlanan, utangaç ve kendini beğenmiş bir çocuktu.» Çocukluğun toplumsal
zevklerini tatmamış ve özlememişti de. Yalnız matematiği beğenirdi.
Matematikse, ahlâksal içeriği olmadığından, çevresince hoş görülmezdi.
(Portraits from Memory, An Autobiographical Epitome, 9—10).
Büyüdükçe, ailesinin teolojik düşüncelerinden uzaklaşmaya ve matematiğe
yaklaşmaya başlayan Russell’ın zihnini, felsefî sorular, önceleri uzun süre
oyalamaz: Kendi kendine sorduğu «zihin nedir?»,
«madde nedir?» sorularına «boş ver, aldırma» diye cevap verir. Fakat, bu sorular,
yavaş yavaş eğlendirici olmaktan çıkıp, uzun zaman almağa başlar (Portraits,
10).
On sekiz yaşında Cambridge üniversitesine gittiğinde, kendisine çok doğal
gelen bir dille konuşan kişiler arasında bulur kendini. Bir düşünce ileri
sürdüğü zaman kimse, onu deli veya suçlu gibi görmez. Daha önce, zekâyı felce
uğratan, zararlı bir ahlâk atmosferinde yaşamış olduğunu anlar. Mizacına çok
uyan ve zekâsını bileyen bu özgürlüğün verdiği hızla ilk üç yıl matematik, son
yıl felsefe okur ve 1894’te ahlâksal bilimler dalından pekiyi dereceyle mezun
olur.
Russell’ı, daha öğrenciliğinde, kesin bilgiye, erişmeye çalışan,
hocalarının vermiş olduğu ispatları yanlış sayıp, onların yerine daha iyisinin
bulunabileceğine inanan biri olarak görüyoruz. Bu inancın yerinde olduğunun
ispat edilmesi, sonraları yirmi yılını alacaktır. (Portraits, 10).
Cambridge’i bitirdiğinde, aile geleneğini sürdürerek politikaya atılmakla,
gençlik umutlarını gerçekleştirecek sağlam bilginin temelini bulmak üzere
felsefeye kapanmak arasında tereddütlü zigzaklar çizmiştir. Viktorya dönemi
geleneği bir kundak gibi sarmalamıştı onu, Disreali’yle, Gladstone’un çatışmaları
dedikodularıyla kulağındaydı. Ailesinin de baskısıyla karar verdi,
İngiltere’nin Paris Büyükelçiliğinde görev aldı. Fakat, yaşantısında sonraları bir çok kez görülecek «felsefe mi, değil
mi?» soruları ardını bırakmıyordu. Sonunda felsefe galip geldi.
Onu, 1895’ten, 1901’e değin, mezun olduğu üniversitenin yöneticileri,
1910’dan 1916’ya değin de öğreticileri arasında bulmaktayız. 21 yıl süren
üniversite dönemi, matematiksel mantık, analitik felsefe çalışmalarnm yanı
sıra, vaftiz babası olan John Stuart Mili örneğine uygun etken uğraşılarla geçmiş,
aynı dönemde aktüel konuları ele alan Russell, Alman toplumsal demokrasisi üzerine
bir yapıt yayınlamış (1896), kadın haklarım savunan dernekler adına seçimlere
girmiş, eni konu ilgi uyandırmasına ve yandaş toplamasına rağmen adaylıktan
öteye gidememiştir.
Birinci dünya savaşının çıkması, bu savaşı hazırlayan koşulları yakından izlemiş
olan Russell’ı hareketsiz bırakamazdı. Nitekim, savaşı büyük bir ahmaklık
sayan düşünür, hiç değilse İngiltere’nin tarafsız kalmasını ister. Çevresinde
kimseyi bulamaz. En yakın dostları bile onu hu konuda yalnız bırakmışlardır.
O, birinci dünya savaşının sonunda, İtalyan faşizmi, Alman Nazizmi ve Rus
komünizminin doğacağını, dünyanın büyük bir ekonomik buhrana sürükleneceğini
sezmiş gibidir. «Russell için her savaş ahmakça değildir. Nitekim o, ikinci dünya savaşını
gerekli saymıştır. Savaş yıllarında kaleme alınmış Felsefe Tarihinde de yer
yer Nazizm aleyhine (Platon’un Ütopia’sında olduğu gibi) parçalara
rastlanmaktadır. Kuşkusuz, insanların birbirlerini öldürmesi hoş değildir.
Fakat, ilk dünya savaşından sonra, sömürgeci ülkelerin sarsıldığını, küçük
ülkelerin Milletler Cemiyeti'yle hiç değilse) seslerini duyurmaya
başladıklarını ve bugün dünya dengesinde önemli bir faktör olan A.B.D. nin
uluslararası politikada ilk kez o sırada önemli bir rol aldığını görmekteyiz.
Bu durum, ikinci savaştan sonra kökleşmiş ve Asya'da Afrika’da yeni devletler
doğmuş, sosyal hayatin her alanında (teknik ve kültür dahil) engin değişmeler
ortaya çıkmıştır. Russell’in bugün de kötülediği ilk dünya savaşını hiç
değilse bu açıdan, küçük ve zayıf ulusların lehine yorumlayabiliriz. Bunun en
açık ispatı, Türk istiklâl Savaşı ve Türkiye Cumhuriyetidir. Her halde Russell,
birinci dünya savaşını «ahmakça» ve İkincisini «gerekli» bulurken,
«topraklarında güneş batmayan» İngiliz İmparatorluğunu düşünmekteydi. Fakat bu
barışçı çalışmalar kendisine uğur getirmemiştir. 1916 da bu yüzden para cezasına mahkûm
olmuş, cezayı ödeyemediği için satışa çıkarılan kitaplarım bir dostu satın
alarak kendisne hediye etmiş, böylece borçtan kurtulmuş, kitaplarına kavuşmuş.
Fakat bu mahkûmiyeti bahane eden üniversite, kendisini hocalıktan atmıştır.
Manchester Guardian’da yayınlanacak bir bildiri için, çok sayıda profesör
ve Fellow’dan imza toplamakla başlayan barışçı davranışlar, gerek, imza
verenler dahil, aydınların; gerekse, Russell’ın' 4 Ağustos 1914 gecesi tesbit
ettiği gibi, halkın heyecanla savaştan yana olmaları sonucu, dar bir çevreye
özgü kalır. Gerçekten, halk, savaş ilân edildiği için çılgınca sevinmektedir.
Russell, barışçı düşünceleri yaymak için toplantılar yapmaya devam eder.
Toplantılardan birinin anısını şöyle anlatır: «Pek çok barışçı toplantıda
konuşmuştum. Hiç bir.) olay olmamıştı. Fakat, Kerensky devrimini desteklemek
için yapılan bir tanesi çok şiddetli geçti. Toplantı, Londra’nın Güney kapısı
Yolu’ndaki Kardeşlik Kilisesindeydi. Milliyetçi gazeteler, bu yoksul bölgenin
kahvelerinde, bizim Almanlarla işbirliği yaptığımıza ve Alman uçaklarına işaret
verdiğimize dair broşürler dağıtmışlardı. Bu yüzden hava gerginleşmiş ve
Kilise, bir kalabalık tarafından kuşatılmıştı. Çoğumuz, direnmenin, zararlı
veya akılsızca olacağını düşünüyordu. Çünkü bazımız bütünüyle, direnmeye karşı
düşünce geleneğinin savunucusuydu, geri kalanımız da direnmekle, kalabalık
gecekondu halkına birşey yapamayacağımıza inanmaktaydı. Aramızdan çıkış
yapmaya çalışanlar, kapıdan yüz göz kan içinde döndüler. Kalabalık, bir iki
kişinin önderliğinde içeri doldu. Hareketi yönetenler dışında herkes azçok
sarhoştu... İki kabadayı, çivili sopalarla üzerime saldırdı. Ben kendimi,
böyle bir saldırıya karşı nasıl koruyacağımı düşünürken, aramızdaki
bayanlardan biri, durumu seyretmekte olan polise gidip beni korumasını istedi.
Polis omuzlarını salladı. Bayan, ‘fakat o, ünlü Wr filozoftur’ dedi. Polis
yine omuz silkti. Bilim alanında ün salmıştır’ diye devam etti. Polis kılını
kıpırdatmıyordu. «Bir Earl’ün kardeşidir» tümcesini söyler söylemez polis
yerinden fırladı. Fakat geç kalmıştı. Bir bayan, kendini benimle kabadayının
arasına attı. Hayatımı, tanımadığım bu bayana borçluyum.»
Bütün bunlar Russell’ın 1918 yılında İngiliz hükümetini ve Amerikan
ordusunu küçük düşürdüğü gerekçesiyle altı ay hapse mahkûm edilmesiyle
sonuçlandı. Bir dostunun yardımıyla, hapishanede birinci bölüme kondu. Burada,
istediği gibi okuyup yazabilecek, fakat barışçı propaganda yapmayacaktı. Matematik
Felsefesine Giriş bu ayların ürünüdür. Zihnin Analizi’ne de orada
başlanmıştır. Russell’ın hapishanedeki en yararlı gözlemi, mahkûmların ahlâk
bakımından dışardaki insanlardan hiç de farklı olmadıkları, ancak zekâca aşağı
seviyede bulundukları yolundadır. Cezaevine girdiği ilk gün, başgardiyan
tarafından künyesi çıkarılırken «dinin nedir?» sorusuna Russell «agnostik»
cevabını verince, başgardiyan «agnostik» sözcüğünün nasıl yazılacağını sormuş
ve sözcüğü yazınca iç çekerek «ah, çok
din var, ama, sanırım, ibâdet edilen Tanrı bir» demiş. Russell’ın,
hapishaneden kalma, tek tatlı anısı sanırım budur.
Savaşın bitmesinden az önce tahliye edilmiş olan Russell, savaş bittiği
gün, halkın, savaşın başladığı günkü gibi sokaklara dökülüp çılgınca bayram
ettiğini görmüştür.
Aristoteles’tenberi
mantıkta en büyük devrimi yaratan ve matematiği mantığa indirgiyen (irca eden) Principia
Mathematica adlı ve matematikçi filozof Whitehead’le birlikte yazdıkları
dev eser de bittiğinden (on yılı almıştır yazılması) dünyada bu yapıtı okuyan
kişiler sayılıdır Dahası, Rus&ell'ın yazdığı bölümleri Whitehead’ın,
Whitehead'ın yazdığı bölümleriyse Russell’ın okumadığı söylenir şaka yollu.
Düşünsel özgürlüğe kavuşan Russell siyasal sistemler üzerindeki görüşlerine
yön vermek fırsatını bulmuştur. Onun bu amaçla Rusya ya gittiğini ve Lenin’le
de görüştüğünü öğreniyoruz. Savaş konusundaki
düşünceleri, kendisini nasıl tutucu cepheden ayırmışsa, Rusya’nın dehşeti de
sol cepheden ayırmıştır. Russell Marxism'i veya hiç değilse, Marxism’in
Rusya'daki uygulanışını kuramsal ve insansal açıdan eleştirir, özet olarak
dendikte, bütün tarihsel olayların sınıf çatışmasından doğduğunu ve tarihe
dialektik materyalizmin egemen olduğunu kabul etmez. Lenin ve Stalin
elinde, parti diktatörlüğüne ve milyonların ölümüne yol açan gelişmeleri
Marxsizme aykırı bulur.
Onun komünizmi
eleştirmesi, 1896’da yayınladığı bir eserle Marxismi eleştirmesinden farklıdır.
Rusya’dan sonra Russell Çin'e gider ve orada bir yıl kalır, Çin uygarlığına
hayran olur. Batılılar ve Japonlar yönünden bu uygarlığın ortadan
kaldırılmasına acır. Daha o zamanlar, Çin’in modem bir endüstri devleti olarak,
birinci sınıf kuvvetler arasına gireceğini tahmin eder; kötülüklerin kökünün,
dogmatik inançta olduğunu görür ve gerek Quakerlerle, gerekse direnmeye karşı
olanlarla, sosyalistlerle çalışırken insanların mutluluğunu göz önünde tutar.
Komünizmi önlemenin yolunu da savaşta değil, kütlelerin yoksulluğunu ortadan
kaldırmakta bulur.
Öte yandan Russell’ın 1919'da üniversitedeki haklarının iâde edildiğini,
fakat bunu bir onur sorunu yaparak oraya dönmediğini 1922 ve. 1923 yıllarında
İşçi Partisinden genel seçimlere katıldığını ve seçilemediğini; 1924 yılında
A.B.D.’nde konferans turuna çıktığını, 1927'deyse ikinci eşiyle birlikte bir
okul kurup, eğitim konusundaki kuramlarını uygulamaya giriştiğini söylenenlere
eklemeliyiz. Russell, daha sonra geçen 10 yılı daha çok Amerika'da geçirmiş ve
kendini, siyasal ve sosyal gazeteciliğe vermiştir.
Amer؛ka’nın Chicago ve California üniversitelerinde Profesörlük yapan düşünür
1940 yılında sosyal ve dinsel önyargıyla New York Kenti üniversitesindeki bir
profesörlüğe lâyık görülmedi. Barnes vakfında çalıştı 1943 yılında oradan da
atıldı. Haksız yere anıldığını ileri sürerek dâva açtı ve kazandı. 1944 te
İngiltere’ye döndü. Yeniden Cambridge’e «fellow» oldu, ikinci dünya savaşı
sırasında, yazmaya, konferans vermeye ve değişik konularda radyo yayım yapmaya,
yapıt vermeye aralıksız devam etti. Yapıtlar arasında iki ciltlik öykü kitabı da
bulunmaktadır.
97 yıllık yaşamında Russell karşısına çıkan engellere rağmen bir mücadele
adamı olmak niteliğini sürdürmüş ve bu yüzden çeşitli kayıplara uğramıştır.
Nitekim barışçı işlevliklerinden dolayı Cambridge üniversitesinden atılınca
Harvard üniversitesinden teklif almış, fakat İngiliz hükümeti kendisine
pasaport vermemiştir. Onun bu ikinci gadre uğrayışıdır. Yukarda da
belirttiğimiz gibi, daha önce de Cambridge'ten çıkarılmıştır. Oradan
çıkarılmasında metafizikçi Mc Taggart’ın rolü vardır. Mc Taggart Hegel’in
öğrencisi ve hayranıydı. Russell, daha 1903 yılında yayınladığı Matematiğin
ilkeleri (Bu yapıt Principia Mathematica değildir.) adlı yapıtında
Hegel mantığım eleştirmişti. Hegel'in bütün parça, süreklilik,
kesiksizlik görüşleri bu eleştirilerin sınırına girmekteydi. Mc Taggart ruhun
ölümsüzlüğüne inanırdı, Russell içinse ancak nesnel bir varlıkların
özellikleri tartışılabilirdi. Ölümsüzlük, geçecek her zaman noktasında
bulunmayı içerirdi. Böyle bir içerimi uzay noktalarıyla birlikte ele almalıydı.
Uzaysal varlıkların duyu verileriyle algılanması gerekirdi.
Russel’ın başına gelenlerde, inandığı düşünceyi tek başına savunmakla
kalmayıp, topluma mal etmek istemesinin rolü büyüktür. Siyasal öğretiler
konusundaki bağımsız düşüncesi, ahlâk ilkelerinin mantıksal geçerliği olmadığı
yolundaki çıkışları tepkiyle karşılanmıştır. Fakat bütün bunlar, Russell’ın hiç
değişmeksizin, belli bir konudaki başlangıç kanılarına saplandığı anlamına
gelmez. Nitekim Rus devrimi, ve atom bombası hakkmdaki kanıları böyledir. Her
ikisine de önceden taraftarken sonradan onların gösterdiği gelişmeler
karşısında tutum değiştirmiştir. Aşağıda göreceğimiz gibi, felsefe alanında da
durum aynıdır. Bu, Russell’ın kendini yenileyen bir insan olduğu anlamına
gelir.
Russell, kendi içine kapalı hırçın bir filozof tipi değildir. Özel
yaşantısında, şakacı, günün sorunlarını eğilmekten zevk duyan bir insandır.
Yazılarında yer yer İngiliz mizahının örneklerine rastlanabilir. Bu mizah en
ağır konularda bile yer yer ortaya çıkmaktadır, örneğin, mantıksal
çelişmelerden sözettikten sonra Hegel’e şöyle yükleniyor: «Sonunda, yukarıki çelişmede, özel hiç
bir felsefenin içerilmediği anlaşılır. O çelişme sağduyudan doğar ve bazı
sağduyu kanısından vazgeçmekle çözülebilir. Yalnız, çelişmelerle beslenen
Hegelci felsefe, her yerde benzer sorunlar bulduğu için bu konuda tarafsız kalacaktır.»
Çok kişide görüldüğü gibi, onun kişiliğinde de yetiştiği çevrenin rolü
olmuştur. Bu çevre her şeyden önce, düşünen ve düşünceye değer veren insanların
bulunduğu çabaların isim verdiği bir çevredir. James Ward, Sir James Frazer, Sir George Darwin, A. N. Whitehead, Broad,
Mc.Taggart, G.E. Moore, Bob Trevelyan kardeşler, Keynes, Wells, Sidney ve
Beatrice Webb, G. B. Shaw, Wittengstein, Joseph Conrad, George Santayana gibi tarihten,
edebiyata, edebiyattan felsefeye uzanan bir alanın ünlü kişileri ya hocası
olmuşlardır, ya öğrencisi, ya da yakın dostu. Hepsiyle tatlı anıları vardır,
örneğin Shaw’la birlikte çıktıkları bir bisiklet gezisinde, bisiklete binmeyi
henüz öğrenen Shaw, bütün hızıyla Russelî’ın bisikletine çarpar, Shaw havaya
fırlar ve birkaç metre öteye sırt üstü düşer. Russelî’ın bisikleti hurda
durumuna gelmiş ve Shaw’a bir şey olmamıştır. Dönüş için Russell trene biner.
Shaw yavaş giden banliyö trenine her istasyonda yetişerek Russell’ı alaya alır.
Russell’ın öğretisinde mantık, gerçeklik hakkmdaki bütün bilimlerin en
geneli, Leibniz’in doctrina formarum’u her doğal dilin kapsaması gereken temel
örnekleri ele aldığı için gramerle ilişkiliydi. Fakat Willgenstein daha
1914’ten önce Russell’ın öğrencisiyken, mantıksal doğrulukların, belirli bir
sözlükte yeterlikle dile getirilecek gibi olmadığım, başka doğruluklardan
«totolojik» olmak özelliğiyle ayırt edilmeleri gerektiğini ileri sürmüştü.
Russell cezaevinde Matematik Felsefesine Giriş’ i yazarken, matematiğin tanımı
için bu «totoloji» kavramından yararlanmıştır, o tarihte kaleme aldığına göre
«sağ mı, ölü mü» olduğunu bilmediği bu eski öğrencisiyle sonradan buluşmuştur.
Sözünü ettiğim gerçek, büyük bir düşünürün, öğrencisi kanalından da gelse,
yeniye nasıl açık olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Russell böyle bir
gelenekte yetişmiştir. Cambridge’te matematik okurken, hidrostatik dersinde hoca,
bir banyo küveti içinde gidip gelen kapaklı kapla ilgili bir problemi çözerken,
öğrencilerden bl{i «kapak üzerindeki santrfüj kuvvetini unutmadınız mı?» deyince hoca «ben
yirmi yıldır problemi böyle düşünmüştüm. Ama haklısın» diye cevap vermiş.
Bu özellikleri
dışında Russell’in kendisine gönderilen her mektuba cevap verdiği
bilinmektedir. Uğraşıları göz önüne alınırsa, kişiliğinin bu yanı
küçümsenmemelidir.
Onun, eski statik hocası Whitehead’la küçük bir anısı düşünceye verdiği
değeri ve bilimsel titizliğini göstermesi yönünden ilginçtir. Poincare'ye
karşı yazdığı bir makale için Whitehead’ten matematik bir noktanın açıklamasını
mektupla istemektedir. Cevap yıkmaz. Yine yazar, yine cevap çıkmaz. Telgraf
çeker cevap gelmez, ödemeli telgraf çeker ses çıkmaz. Sonunda, Whitehead’i
görmek üzere yola çıkar. Whitehead, mektuplara cevap verirse orijinal esere
vakit kalmayacağı kanısındadır. Fakat Russell da araştırıcıdır, gölgede kalmış
köşelerin varlığını, hele onların başkaları yönünden ortaya çıkarılmasını
istememektedir. Whitehead’ın soruna değişik bir açıdan bakması, işin yönünü
değiştirebilir.
Russell felsefeye
Hegelci olarak başlamıştır. 1900 yılında Paris’teki felsefe
kongresinde okumuş olduğu tebliğde, noktalarla anların varlığını ileri
sürmüştü. Bazı şeylerin var olmadığı konusundaki düşüncelerin geçersiz olduğu
konusundaki Hegel’ci kanıya yaklaşmaktaydı bu tutum. O aynı zamanda, Hegel’in
Mutlak’ına yaklaşan, sayısız mutlak doğruluklar bulunduğunu savunuyor ve
bunları matematikte görüyor, mantığı gramere bağlayarak, zorunlu olanı doğal
sayan Hegel’e yaklaşıyordu. Mantık önermeleri a priori olarak bilinir. Bu
onların kendi içlerindeki özellikleri değil, onları biliş yolumuzun
özellikleridir. Fenomenoloji’sinde felsefeyi bilimin seviyesine çıkarmak
isteyen Hegel'le Russell’ın ayrı amaçlar güttüğünü iddia etmek güçtür. Russell
bu dönemde «eğer» veya, «veya», «değil» türünden mantıksal değişmezleri Platon
gibi âdeta gökte arar ve onları insan aklına kondurulmuş varsayarken Hegel’in
Weltgeist kavramını içkin olarak kabul ediyordu. Çünkü, metafizik yönetici
varlıklar kabul etmeden bu tip temel kavramların açıklanımı yapılamazdı.
Kuşkusuz, taslağı öğrencilik yıllarında çizilen bu programda McTaggart’ın
büyük etkisi olmuştur. Ancak Russell daha sonra, Hegel felsefesinin uzaktan
görülen bulanık bir lekeye, benzediği sonucuna varır,
O, eski Grek filozofları gibi açık
olanı sever, insan usu İçin kesinlik, doğayı ele almakta zorunlu bir öğe olan
matematikte bulunabilir. Mantığın İlkeleri’ni yazan Bradley, onun
Hegelciliğinde asıl rolü oynamıştır. Bradley bu eserinin her noktasında, insan
aklının hiyerarşisinde yer alan bütün mantık biçimlerinin, dolaysız bir
duygunun yaşantısından doğduğunu anlatmaya çalışmıştır Bu duygunun bütünlüğünü
mantıksal biçimler açıklayamadığı için o, kaçınılmaz bir öznellik içerir.
İnsan düşüncesinin bütün kategorilerini aşan mutlak gerçeklik arama
çabası, Russell’da bu döneme rastlar. Fakat, henüz onun, mantıksal atomculukta
olduğu gibi dışsal bağlantılardan kurulu olduğu sonucuna varmış değildir. Gerçeklik,
kendisini kavramak için ancak duygunun ip ucu verdiği ve insanla özdeş
tutulmayacak sonlu merkezlere ayrıştırılabilen bir birliktir. Bu, akla nüfuz
edebilirse de akıl üstü yapısı olan bir gerçekliğin dile getirilmesidir.
Russell'ın yetiştiği yıllarda, özellikle Oxford’ta yeni idealist bir
gelenek egemendir. Bunlar, mantık alanında, bagta Hegel olmak üzere Lotze ve
Sigwart gibi Alman düşünürlerden etkilenmişlerdir. Mutlak idealist’ler
diyebileceğimiz Hegelci gurubun merkezi Oxford üniversitesidir. Russell’ın
önceleri yakın dostu olan Mc Taggart’sa, bazı noktalarda Hegel’den ayrılmasına
rağmen, düşüncelerini onun felsefesini inceliyerek türetmiş ve Hegel
Kozmolojisi Üzerine Çalışmalar, Hegel Mantığı üzerine Bir Açıklama adlı
yapıtlar vermiştir. Russell daha sonra, varlık’a ayırdığı dikkatin kaynağını Mc
Taggart’tan alacaktır. Şurası önemlidir: Russell hiç bir zaman McTaggart’ın,
biçimsel belirlemeleri empirik materyalin dışında, a priori bir saflığa bağlama
çabasına, hatta onunla en çok dost olduğu yıllarda bile yanaşmamıştır. Aynı
şekilde, hiç bir zaman Hegel’in psikolojizmine girmemiştir. En çok Hegelci
olduğu zaman bile. O, gerçekliğin zihinsel olması konusundaki Hegelci kanıta
karşı durarak, gerçekliğin ne olması gerektiği konusunda kanıt
getirilemiyeceğini ileri sürer. Whitehead„ matematikçinin uzay ve zamanının
insan yönünden yapılmış duyarlı aygıtlar olduğu konusunda kendisini ikna
ettiğinde Russell, doğada bu aygıtların yapıldığı maddeler bulunduğunu düşünmemişti.
Bu, gerçekliğin zihinsel olduğu görüşüne dönüş sayılamaz. Matematik
gerçeklikle, doğadaki gerçeklik değildir. Fakat bir Russeli, bir kısım
gerçekliği zihinsel, bir kısmını çevresel sayıp çokçu bir tutuma girdiğinde
(kanuna göre burada da McTaggart’ın etkisinden söz edilebilir) çelişmeye
düşmese bile doyurucu olamıyor. Çünkü, dış dünya izlenimlerinden doğar sayma
yolunda bir kanıma giremediği matematik kavramların kaynağı belirsiz kalıyor.
Eğer onlar zillinde kendiliklerinden oluşmuşlarsa, Russell’ın çevrel saydığı kavramların
da önceden zihinde oluşmadıklarını düşünmemek için bir neden yoktur. O zaman
örneğin, «baba»nın varlığından babalık kavramına değil de «babalık»
kavramından «baba»nın varlığına geçmek durumunda kalırız. Böyle bir tutum da
Russell’ın empirisizmiyle çelişme yaratır. Empirisizmde, yaşantı, en temel
öğelere ayrılabilmektedir. Bu, onun dolaysız ve şaşmaz duyusal gözlemlere
indirgenmesi demektir. Zaten dilin, ilkel önermelerin varlığına elveren böyle
bir temele dayandırılmasıyla, ilkel ve karmaşık önermeler arasındaki
bağlantının «doğruluk fonksiyonu»na bağlanması olanaklı olmaktadır. Doğruluk
fonksiyonu, modern mantığın temel direklerinden biridir.
Bu noktada Russell’ın mantıkçılığıyla, empirisizmini ayrı ayrı gözden
geçirmek gereği ortaya çıkıyor. Gerçekten onun mantıkçılığı daha G. E. Moore’la
tanıştığı 1898 yılında kendini gösterir. Esasen Matematiğin ilkeleri’nin
önsözünde Russell «felsefenin temel
sorunlarında durumum ana çizgileriyle Bay G. E. Moore’a bağlıdır» şeklinde konuşuyor.
Onun Hegelcilikten ayrılıp, Moore’un çözümleyici yolunu seçmesinde sağduyuya
karşı güvensizliği ve Hegel felsefesininse sağduyuya uygun gözüken bir yığından
ibaret oluşudur. Çünkü asıl felsefe sorunları, sağduyuyla cevaplandırılamıyan
sorulardır. Söz gelimi, bir sözcüğün anlamını tartıştığımızda, kendileri o sözcük
olmayan pek çok örnekle karşılaşmaktayız. Sözcüğün kendisi, duyulur dünyanın
bir parçası değildir. Onun, benzer biçimlerin dolayısıyla mantıksal bir uydum
olduğunu söyleyebiliriz. Fakat benzerlik, bir biçimin yani sözcüğü sınıf üyesi
durumuna getirmek konusunda zorunlu ve yeterli değildir. Orada gerekli olan
«erek» tir. Sağduyu bunun dışında bazı gündelik sorular için bile yeterli
değildir.
Dikkati çeken husus, Moore sağduyuyu savunduğu ve bu konuda bir de eser
yazdığı halde, Russell’ın sağduyuya dayanan Hegel’den Moore etkisiyle
vazgeçtiğidir. Yukarda da belirttiğimiz gibi bunu, Moore’un çözümleyici
görüşlerindeki çekiciliğe bağlayabiliriz. Moore’un sağduyuya karşı tutumu,
onunla ilgili pek çok inancın, mantık yasaları gibi, ne ispat edilebilir ne de
çürütülebilir olduğu temeline dayanmaktaydı, «iyi», «bilmek», «görmek» gibi
deyimler böyledir. Moore bunları çözümliyerek, sağduyuya dayanan kullanımlara
bağlar. Çözümleme sırasında, deyimlerin anlamlarının birer varlık olduklarını
kabul eder. Bu bakımdan, bir deyimin anlamını bilmekle anlamın çözümlenmesini
bilmek arasındaki karşıtlık, verilen bir deyimin kavramına sahip olmakla bu
kavram karşısında tavır almak karşıtlığı biçiminde dile getirilmiştir.
Russell, bir üst paragrafta dile getirilen düşünceleri benimser. O da
matematiğin temel kavramlarını birer varlık saymakta ve sözcüklerin
çözümlenmesinde bir deyimi sağduyu aracılığıyla kullanmayı bilmekle onun
yapısını dile getirmeyi ayırmaktadır. Russell bir kavramı tanımlarken, onu
kuran kavramlara ve o kavramlar arasındaki bağlara geri gitmeyi öğütler.
Böylece, söz konusu kavramın, verilen ve ilgili deyimlerle benzerlikleri,
ayrılıkları kolayca açığa çıkacaktır.
Algı konusundaki düşüncede de Russell, Moore’un etkilerinden
uzaklaşmamıştır diyebiliriz. Bu dönemde (1900) yayınladığı Leibniz’in
Felsefesi adlı eleştirisel betikte, Leibniz’in algı konusundaki
düşüncelerini eleştirirken, dış dünyada olup bitenlerle duyular arasında
nedensel bir bağlantı bulunması gerektiğini, algılıyana çevrel nesnelerin hiç
bir etki yapmaması düşüncesinin paradoksallığını ileri sürmektedir, (s. 133
v.ö.). Anlam ve Doğruluk
üzerine Bir Araştırma’da da aradan 40 yıl geçmesine rağmen aynı tez
savunulur (s. 123). Algılar ve yaşantılarla, olgular hakkındaki bilgimizin
yakın nedensel bağlantısı vardır. Algısal bilgiden çıkarımsal bilgiyi
ayırmakla Hegelcilerle, entrumantalistler yanılmışlardır. (Anlam ve
Doğruluk’a göre) Algısal yargılar Moore gibi çözümlenirken onların, işaret
zamirleri veya soyut adlarla dile getirildiklerine dikkat edilir (Anlam ve
Doğruluk, s 127) Burada Moore’cu çözümlemenin etkisi büyüktür (bkz.
İdealizmin Çürütülmesi, Principia Ethica).
Russell, vaftiz babası, aile dostları John Stuart Mill’ın. Mantık
Sistemi adlı betiğini henüz 18 yaşındayken, Cambridge’e gitmeden okumuş
bulunuyordu. Onun, zorunlu önermeleri gramere bağlayarak sözel saymasında
Mill’in etkisi görülmektedir. 193839 ders yılında Chicago üniversitesindeki
derslerden sonra, ünlü mantıkçı Prof. Carnap ve Morris’in de bulunduğu
dinleyiciler gurubuyla, doğruluk, dil ve olgu sorunlarını tartışması sonucu
Russell, zorunluk konusunda dilin payını azaltmaya girişmiştir.
Russell’ın yapıtlarına (özellikle Matematiğin İlkelerine) bakarak,
adlar konusunda da çok eskiden düşünmeye başladığını kabul edebiliriz.
Gerçekten onun, değişik bir ad anlayışı vardır. Mili, özel adları bir
gösterime, genel adlarıysa bazı özelliklerin içerimine bağlamıştı. Russell,
özel adlar görüşünü bağlantılar görüşüyle birleştirerek genişletmiştir. Ad,
uzayzaman’ın belirli sürekli bir parçasını kaplayan bir nesnedir. Bir nesne,
birlikte var olan niteliklerin demetidir (Anlam ve Doğruluk, 97). Uzay-zaman
için gerekli özellikleri taşıyan nitelikler dizisi araştırılırken empirik
yasalara dönülür. Böylece uzayzaman konusundaki «sentetik a priori» genel
doğruluklar ortadan kaldırılmış olur. Berson’un hafızası bu bakımdan, gözlemleri
depo ettiği için işe yarıyacaktır.
Russell 1912 yılında Felsefenin Sorunları’nı yazdığı sırada,
fiziksel nesnelerin sadece tanımları aracılığıyla bilindiğine inanmaktaydı.
İmdi, Russell’ın Whitehead’le birlikte çalıştığı döneme geçebiliriz. Bu
dönem onun özellikle, matematiksel mantık sorunlarına eğildiği ve Whitehead’la
birlikte 26X17 cm boyundaki 2000 sahifeyi aşan, Aristotelestenberi insan
aklının ortaya koyduğu en büyük mantık ürünü sayııan Principia Mathematica’yı
yazdığı dönemdir, üç ciltlik bu dev eserin dördüncü cildinin de yayınlanması
tasarlanmış, fakat bu tasarı gerçekleşmemiştir. 1910-13 yılları arasında
yayınlanan Principia Mathematica, matematiği mantığa indirgemiştir.
Russell 1900 yılında Whitehead’le birlikte katıldığı Paris'teki matematik
kongresine katılması sonucu, mantığın matematik temelinde ve matematiğin teknik araçlarıyla
açıklamasını yapmaya çalışan Italyan matematikçisi Peano’yla tanışmış; böylece
Whitehead’ten de aldığı destekle salt matematik konusunda verimli ve kesin araştırmalara
girişmiş oldu. Çalışmaları, Weierstrass, G. Cantor, F. Klein, Dedekind ve Frege
gibi büyük matematikçilerin buluşlarıyla beslendi. Russell bu yoldaki zihinsel
yeteneklerini önce, 1903 yılında yayınladığı Matematiğin ilkeleri (Principia
Mathematicadan ayrıdır bu yapıt) adlı betiğiyle, zihinsel yeteneklerinin salt
matematik yolundaki ilk ürününü vermiş oldu. Russell salt matematiği «p, q'yu
içerir» biçiminde bütün önermelerin sınıfı olarak tanımladığı bu yapıtında
sembolizme başvurmaksızın sembolik mantığı da ele almakta ve önermeler, sınıflar
hesabıyla bağlantılar hesabım açıklamaktadır.
Bütün matematik değişmezlerin mantıksal değişmezler olması, matematiğin
bütünü öncüllerinin değişmezlerle ilgili bulunması, füozofların matematiği a
priori saymalarına yol açmıştır. önemli olan, bir kez mantık aygıtının kabul
edilmesiyle matematiğin zorunlu olarak ortaya çıkmasıdır. Salt matematik,
mantıksal değişmezler dışında hiç bir tanımlanamaz olanı içermez. Uygulamsal
(tatbiki) matematikte sonuçlar, söz konusu varsayımı doyuran bir değişmez için
ileri sürülür. Salt matematikteyse onlar değişkenle ilgili bir varsayımdan
doğarlar. Söz gelimi Eukleides geometrisi, salt matematik olarak «U, Eukleides
uzayıdır» varsayımına sahip önermelerden kuruludur. Öte yandan, «var olan
uzay, Eukleides uzayıdır» dersek, Eukleides geometrisini kuran bir değişmezin
varlığını kabul ederek, bu geometrinin bütün sonuçlarını ileri sürmüş oluruz.
Matematik, içinde değişkenler bulunduran biçimler biçimsel içerimleri
öncül alır ve onların vargılarından kurulur, örneğin «a, b’yi ve b, c’yi; o
halde a, c’yi içerir» biçimindeki kıyas, matematiğe; «içerim bir bağlantıdır»
türünden önermeyse mantığa aittir.
Matematiğin ilkeleri, salt matematik alanındaki değişik kişilerin
(bunların adları yukarda verilmiştir) düşüncelerini biraraya toplaması ve eleştirmesi
açısından ilginçtir. Orada nicelik, büyüklük, sonsuzluk kavramları ve temel
kavram olarak sayılar uzun uzadıya tartışılmıştır. Russell için bir dönüm noktası
biçimleyen bu yapıtın ayrıntılarına, kısa ve teknik olmaması gereken bir yazı
çerçevesi içinde girmek çok güçtür. Ancak, salt onun yaratıcılığına ait
olanları gözden geçirebiliriz.
Ayırt edebildiğim kadarıyla Russell’ın buradaki en büyük hizmeti mantıksal
paradoksların çözümlenmesi yolunda olmuştur. Mantıksal paradokslar sorunu,
daha D.Ö. 490 480 yılları arasında yaşamış Elealı Zerion zamanmdanberi
zihinleri işgal etmiştir. Aristotelesin bize bildirdiği en eski ad budur.
Belki, paradokslar alanında kafa yormuş onun da bilmediği veya bildiği halde
etkisinin azlığı yüzünden Physica’sma almadığı kişiler vardır. Kant'a değin,
felsefe literatüründe bu tür mantık güçlerine rastlamıyoruz. Kant, Salt Aklın
Eleştirisi’nde:
1-Dünyanın bir başlangıcı, zaman içinde bir başlangıcı olduğu ve uzay
bakımından sınırlı bulunduğu,
2-Dünyadaki her karmaşık tözün basit parçalardan kurulduğu, kendisi basit
olmayan ya da basit parçalardan kurulu olmayan hiç bir nesnenin bulunmadığı
(dünyada), yolundaki tezler ve bunların karşı tezlerinin çatışkısına işaret
etmiş, fakat çıkar bir yol göstermemişti. Sonsuzluğun duyu dünyasının
itibarını nasıl kırdığını anlamak için ilk iki teze bakmak ve onların karşı
tezle'rini düşünmek yeter.. Birinci çatışkıda içerilen sonsuzluk düşüncesi,
birbirini izleyen bireşimlerle bütünlenemezlik kanısını içermektedir. Sonsuzluk
kavramı, sınıflarla ilgilidir, dizilere ancak türetme yoluyla uygulanabilir.
Sonsuz sınıflar kendilerini üyelerinin tanıtıcı özellikleriyle verilirler.
Böylece, «tamamlanma» ve «ardışık bireşim» kavramları ortadan kalkar.
«Bireşim» zihne başvurmayı gerektirir, Kant felsefesinin özelliğidir. Kant
aynı zamanda, sonsuz dizilerin, ardışık bireşimle sonlu zamanda
tamamlanmadığını düşünmüştür. Bu, olsa olsa, dünyanın zaman içinde bir
başlangıcı olmadığını kanıtlar.
İkinci çatışkıysa, sürekliliğin, sonsuzluğuna dayandığını göstermesi
bakımından ilginçtir. Uzay basit parçalardan değil, uzaylardan kuruludur.
Geometri, uzayı basit noktalardan yapılmış olarak görür. Bu görüş zorunlu
değildir. Eğer, çatışkıdaki tezin ispatı doğru olsaydı ve karşı-tezden,
noktaların kabulüyle kaçmabilseydik, çatışkının kendisi, noktaların lehine
tüketici bir kanıt sağlayacaktı.
Kant, uzayda esas olanın uzaysal sıra olduğunu kabul ettiğinden ve
noktalarda bu özellik bulunmadığı için uzayı noktalardan kurulu saymamış
olabilir. Bu, mutlak uzay görüşünü içerir. Öbür yandan, sonsuz bölünebilirlik
kabul etmediği için noktalardan vaz geçmiş olabilir. Birinci durumda, uzaysal
bağlantılar hayırlanırken, ikinci durumda, sonsuz bölünmenin olanaklı
olmadığını ispat edecek bir görüş gösterilmemektedir.
Pythagoras’tanberi 2000 yıldan fazla birzaman insan zihni bazı mantıksal
paradokslar dolayısıyla bocalamaktaydı. Bunlardan en önemlisi sonsuzlukla
ilgili olandı. Pythagorasçılar ve onların
çağdaşları olan atomcular uzayın bölünemez noktalardan zamanında, bölünemez
anlardan kurulu olduğuna; ve sonlu bir alandaki nokta sayısıyla, sonlu bir
zamandaki an sayısının sonluğuna inanmışlardı. Aristoteles, Physika’da,
Phythagorasçılarm boşluğu kabul ettiğini söyler. (IV. 623). Yine
Pythagorasçılar ve Platon, sonsuzluğu, kendi başına yaşıyabilen bir tözün
ilkesi sayar ve Pythagorasçılar onu, duyu nesneleri arasına yerleştirir
(Physika, 41, 4, 203
a).
Parmenides, Grek felsefesini?, gerçekliğin bölünmez ve değişmez
olduğu kanısını getirmiş, onun öğrencisi Zenon, ünlü kanıtlarını ortaya
atmıştır. Buna göre:
1-Bir yarış alanının sonuna, sonlu bir zamanda, sonsuz sayıda noktalar
geçilemiyeceği için varılamazdı. Önce, verilen bir uzaklığın yarısını, sonra o
yarının yarısını v.ö. geçmek zorunluydu ve böylece sonsuza değin gidilirdi.
2-Hızlı koşan çabuk koşana yetişmezdi. Çünkü, çabuk koşan önce, ağır
koşanın ilk bulunduğu noktaya varmalıdır. Bu sırada yavaş koşan daha ileri bir
noktaya varmış olacaktır v.ö.
3-Eğer herşey, kendisine eşit bir uzayı kapladığında hareketsizse ve
harekette olmak, verilen bir zamanda belli bir uzayı kaplamaksa hiç bir cisim
harekette olamaz.
Zenon'dan Bergson’a değin pek çok filosof, metafiziğini, sonsuz dizilişin
olanaksızlığı ilkesine dayandırmışlardır. 1846 48 yıllarında yazdığı küçük bir
eserle (Sonsuzluğun Paradoksları) Bolzano, konuya bir çözüm yolu bulmak
istemiş ve asıl çözüm 1882 yılında George Cantor yönünden sağlanmıştır. Bildiğim
kadarıyla Cantor’un, teknik bilgileri gerektirdiği için burada açıklamasına
girmiyeceğimiz düşüncelerini anlaşılır duruma getiren ilk düşünür Russell’dir.
Russell’in, felsefe evreninde asıl yerini bulmasına yol açan onun ilk kez
Matematiğin İlkeleri’ne yaptığı bir ekle ana çizgilerini öne sürdüğü ve
mantıksal paradoxların çözümünü sağlayan tipler öğretisidir. En eski Paradoks
Giritli Epimenides’in sözüyle ilgilidir. Epimenides «bütün Giritliler
yalancıdır» demiş. Kendisi de Giritli olduğuna göre; doğru söylediği kabul
edildiğinde yalan, yalan söylediği kabul edildiğinde doğru söylüyor demek olur.
Zamanla ortaya başka paradokslar da çıkmıştır. Örneğin 1895'te G. Cantor kendi
sınıflar kuramının şöyle bir paradoks içerdiğini görmüştü: Her iyi düzenlenmiş
dizinin bir sıra sayısı olduğu ve yukan doğru, yerilen, herhangi bir sıra
sayısını içeren sıra sayıları dizisinin, verilen sıra sayısının bir aştığı ve
bütün sıra sayılarının dizisinin iyi düzenlenmiş olduğu gösterilebilir.
Bundan, bütün sıra sayılarının dizisilerinin bir sıra sayısına sahip olduğu
sonucu çıkar. Fakat bu durumda bu sayıyı içeren bütün sıra sayılarının dizisi
bu sayının bir üstünde bir sıra sayısına sahiptir. Dolayısıyla, bütün sıra
sayılarının dizilerine ait sıra sayısı, bütün sıra sayılarının sıra sayısı
olmayacaktır. 1899’da Cantor bir paradoks daha keşfetti. Durum 1903 yılma
değin, esaslı bir çözüm bulunamadan sürdü. O yıl matematikçi Frege, Aritmetiğin
Temelyasaları adlı eserinin ikinci cildini 1902 tarihli bir notla yayınlıyordu.
O not şuydu:
«Bilimsel bir
yazar için, kurduğu yapının temellerinden birinin, yapı bittikten sonra çökmesi
kadar talihsizlik olamaz.»
«Bu betiğin bitimine yakın Bay Bertrand Russell’in mektubunu alınca böyle
bir duruma düştüm. Sorun, benim V. aksioma’ınamla ilgilidir. Onun apaçık öbür
aksiomalar gibi apaçık olmadığım ve bir mantık yasası sayılamayacağını asla
görmezlikten gelmiş değildim. Bu zayıf noktayı, birinci cildin önsözünde de
belirtmiştim (s. 7). Yerine bir başkasını bulsaydım, ondan memnunlukla
vazgeçerdim. Şimdi bile, bir kavramdan, o kavramın uzanımına geçmeden,
aritmetiğin bilimsel olarak nasıl kurulacağını ve sayıların mantıksal nesneler
olarak nasıl kavranıp gözden geçirileceğini Dilmiyorum. Daima bir kavramın
uzanımından (bir sınıftan) söz edebilir miyim Söz edemezsem, istisnai durumları
nasıl ayırt edeceğim? Daima bir kavramın uzamm bakımından öbürüyle
çakışmasından, birinin sınırına giren kavramın öbürünün de sınırına girdiğini
çıkarımlayabilir miyim? Bay RusseH’in bildirisinde ileri sürülen sorular
bunlar.»
«.......
imdi Bay Russell’in keşfetmiş olduğu çelişme belirtilebilir: ,
Kimse, insanlar sınıfının insan olduğunu ileri sürecek değildir. Burada,
kendine ait olmayan bir sınıfa sahibiz. Bir nesne, o nesne, uzanımı belli bir
sınıf olan kavramın sınırına girdiğinde bir sınıfa aittir diyorum, imdi,
gözlerimizi, kendine ait olmayan sınıf kavramına çevirelim. Bu kavramın uzanımı
(eğer onun uzanımından söz edebilirsek), kendilerine ait olmayan sınıfların
sınıfıdır. Ona kısaca S sınıfı diyeceğiz. İmdi bu S sınıfının kendine ait olup
olmadığına bakalım, önce, onur kendine ait olduğunu kabul edelim. Eğer bir
nesne bir sınıfa aitse, o nesne uzanımı o sınıf olan bir kavramın sınırına girer.
Dolayısıyla, eğer, sınıfımız kendine aitse, kendine ait olmayan bir sınıftır,
öte yandan, sınıfımızın kendine ait olmadığını düşünelim. Bu durumda o, uzanımı
kendisi olan biı kavramın sınırına girer, dolayısıyla kendine ait olmaz. Burada
bir çelişmeyle karşılaşınız.» (Aritmetiğin Yasaları, Jena, 1903) Russell'in
mektubundan sonra Frege önce, sınıflara kar şılık olmayan kavramlar düşündü.
Eğer, kendisinin üyesi ol mayan sınıf kavramı böyleyse, Russell’ın paradoksu
ortadaı kalkacaktı. Çünkü artık, kendilerinin üyesi olmayan sınıflara sınıfı
bulunmayacaktı, iki kavram, sadece ve sadece birincisi sınırına giren, fakat
kendisi birincinin uzanımı olmayan nesne İkincinin sınırına da girmekteyse ve
bunun tersi de doğruysa iki kavramın aynı uzanıma sahip olduğu söylenecektir.
Russell 1906 yılında, Londra Matematik Derneğinin yayınladığı dergiye
yazdığı bir makalede (Sonsuz Ötesi Sayılar Kuramının Bazı Güçlükleri Üzerine ve
Tipler Sırası) sınıf notasyonları üzerine bazı sınırlamalar konulmasını ve
matematikten sonsuz küçüklerin çıkarılıp atılması gibi, mantıktan sınıflar
hesabının atılmasını öngörmekteydi. Russell aynı zamanda, sınıflardan söz
etmenin, paradokslara yol açan tek neden olmadığını ortaya koyan bir paradoks
da bulmuştu. Hem Poincare’yle Russell’in çatışmaları da bu tarihlere rastlar.
Rusell’ın, bazı önerme fonksiyonlarının yüklemsel olmadığı konusundaki
düşüncesini kabul eden Poincare, matematiğin, sembolik mantık aracılığıyla dile
getirilemiyeceği tezini savunma] taydı. (Bilim ve Yöntem, H. Poincare).
Artık Russell’in, paradoksları nasıl çözdüğünü, teknik ayrıntılara
girmeksizin açıklayabiliriz sanıyorum. Bunun için doğrudan doğruya Principia
Mathematica’ya baş vuracağız:
Tipler kuramına girmeden önce, kısır döngü ilkesini öğrenmeliyiz. «Bir
derlemenin bütününü içeren, o derlemeden biri olmamalıdır», ya da tersini
dile getirmek gerekirse «eğer, bir bütüne sahip olması koşuluyla
o, bütünün terimleriyle tanımlanabilir üyelere sahipse, derlemenin bütünü yok
demektir.» Söz gelimi, üçüncü durumun olanaksızlığı yasasını alalım. Bu yasa bir
önerme olduğu için, onun kendisinin de doğru ya da yanlış olduğunu ileri
sürersek kısır döngü yanlışlığına düşmüş oluruz.
Tipler kuramı için bir de doğruluk ve yanlışlığın sistemli çift anlamlılığı
üzerinde durmak gerekir. Genel bir anlatımın içerdiği fonksiyon, o anlatımın
kanıtı olamaz, örneğin, «bütün insanlar için her insan söz konusu olduğunda,
‘her insan’ ölümlü olmak yüklemine ölümlülük yüklemi verilebilir» genel önermesinde
yüklem ölümlülük yüklemi genel önermenin kendisine ait olamaz. Başkaca
dendikte, genel önerme, ölülülük yüklemine kanıt verilemez. Çünkü o yüklem tek
tek insanlara aittir. Sorunu doğruluk veya yanlışlık yüklemlerine götürürsek,
önermelerin tikel ve genel oluşuna göre ayrı dereceden doğruluk veya yanlışlık
bulunması gereği anlaşılacaktır. Sonuçta, verilen bir fonksiyon, belirli tipte
bir kanıt gerektirecektir. (Burada, «fonksiyon»dan kasdedilen önerme
fonksiyonudur. Doğru veya yanlış olma özelliğine sahip her yargı önermedir:
Ahmet gitti gibi. Bu önermenin öznesi değişkenle gösterilirse önerme fonksiyonu
elde edilir: X gitti gibi, özne önermenin kanıtıdır, fiilse yüklemi.)
İmdi bu görüşe göre, Epimenides paradoksunun nasıl çözüldüğünü görelim:
Bir insan «yalan söylüyorum»dediğinde bu, «doğruladığım ve yanlış olan bir
önerme var» demektir. Fakat, çift anlamlı olan «yanlış» sözcüğünü bu durumdan
kurtarmak için, yanlışlığın yüklendiği önermenin sırasını belirlemeliyiz. Eğer
söz konusu önerme, n. sıradaysa, o
önermenin ortaya çıktığı bir başka önerme bir üst sıradandır.
«Yalan söylüyorum» önermesi «birinci sıradan bir yanlış önerme ileri
sürüyorum», «ikinci sıradan bir yanlış önerme ileri sürüyorum» v.ö.
biçimindeki önermelerin kısaca dile getirilmesidir. Birinci sıradan hiç bir
önerme ileri sürülmediğinden «birinci sıradan yanlış bir önerme ileri
sürüyorum» önermesi yanlıştır, «ikinci sıradan yanlış bir önerme ileri
sürüyorum» önermesi doğrudur. (Paradokslar için bkz. Principia Mathematica,
Cambridge University Press, c. i. 37 65).
Russell bu biçimde yedi paradoksu çözmüştür. Principia Mathematica’nın
yayımı üzerinden 58 yıl geçtiği halde, çözüm, değerini korumaktadır.
Russell’ın kendi adına damgaladığı bir başka ünlü kuram da tanıtlar
(tasvirler) kuramıdır. Frege, kavramların ve bağlantıların yapısını
anlayabilmek için, fonksiyonlar üzerinde durmamızı öğütlüyordu. Çünkü, bir
cümlenin ilgili olduğu bir varlık, yani onun doğruluk değeri bulunmaktaydı.
Böylece, kavramlar ve bağlantılar, değerleri daima doğruluk ve yanlışlık olan
fonksiyonlardı. Söz gelimi Frege için kırmızı renk halis ve «kırmızı» adının
ilgili olduğu nesneydi. O, «kırmızı» sıfatının ilgili olduğu nesne olamazdı.
Bu öğreti, Frege’yi yüklem tipleri arasında kesin bir ayırım yapmaya
götürmüştür. Dilin ana çizgilerini belirtmek için, onu taklid etmeyen bir
sistem kurulabilirdi.
Aritmetiğin Temelleri’nde (Breslau, 1884) bu programı uygulamaya çalışan
Frege, anlamla, anlamın başvurduğu nesneyi ayırmaktaydı. Aynı nesneyi
gösterdiği halde iki tanıt ayrı anlama sahip olabilirdi. Gündelik dilde özne
olan, belirli bir tanıt, açıkça ileri sürülmeyen bir anlatımı önceden
varsaydırmaktaydı. Tanıt bir nesneyi göstermediğinde, önermenin doğruluk ya da
yanlışlığından söz edilemezdi. Frege, böylece, her tanıt için bir nesne
düşünmeye yöneldi. Bazen ilgili nesnenin, tanıtın ereğinden başka olduğunu da
kabul ediyordu. Bu konudaki güçlükler, daha sonra Russell ve Whitehead yönünden
ele alınmıştır. Ben, tanıtlar kuramının daha çok Russell’a ait olduğunu
sanıyorum. Çünkü o, daha Felsefenin Sorunları’nı yayınlarken, fiziksel
nesnelerin sadece tanıtlar yoluyla bilinebileceğini düşünmekteydi.
Russell’ı, kendi anlatımıyla «felsefeye en büyük yardımlardan biri» olan
tanıtlar kuramını ileri sürmeye götüren neden, var olmayan nenlerden anlamlı
olarak nasıl söz edilebileceği sorunudur. Bu var olmayan nesneler, şimdiki
Fransız Kralı, yuvarlak kare türündendir. Tanıtlar kuramının, Frege'deki, anlam
ve anlamın baş vurduğu nesne arasındaki bağlantıyla ilgili olduğu görülüyor.
Russell’ın çözümü «şöyle şöyle» biçimindeki anlatımların hiç değilse
kullanımlarında ad olarak görev yapmadıklarını göstermek yolundadır. Onlar,
karşılık oldukları bir nesnenin varlığı dolayısıyla anlamlı değillerdir.
Russell, belirli bir tamtsal anlatımın ortaya çıktığı tümceyi, onun bir ad gibi
görünmiyeceği biçime çevirmiştir. Kendisinin ünlü örneğini alarak açıklıyalım
durumu: «Waverley’nin yazan Scott’ tu» tümcesi üç biçimde dile getirilebilir:
1-Waverley’i en az bir kişi yazdı.
2-Waverley’i en çok bir kişi yazdı.
3-Bir kişinin hem Waverley’i yazması hem de Scott'la özdeş olmaması
olanaksızdır.
Görüldüğü gibi her üç anlatımda da, «Waverley’nin yazarı» tanıtı, artık ad
değildir. Fakat bu kuram son zamanlarda, karşılık nesnesi bulunmayan tanıtsal
anlatımları yanlış saydırdığından eleştirilmiştir, örneğin Strawson Karşılık
Olan Nesne üzerine adlı yazısında (Mind, sayı 235, 1950), tümce, tümcenin
kullanılışı, ve tümcenin kullanıldığı anlatım arasında ayırımlar gözetir.
Bunun nedeni, söz konusu nesnenin var olmaması durumunda, kullanılan tümcenin
doğru ya da yanlış bir nesneyi dile getirmediğini anlatmaktır. Şurasını hemen
ekliyelim: Strawson böyle bir anlatımın doğru ya da yanlış olmayacağı konusunda
yeterli kanıt vermemektedir. Kanıma göre, en çıkar yol tanıtın doğruluğunu ya
da yanlışlığının, yüklemin doğruluğu ya da yanlışlığına bağlı olduğunu kabul
etmek ve böylece çok önemli ve gerekip bir mantık ilkesi olan üçüncü durumun
olanaksızlığım feda etmemektir. Çünkü, tersi durumda, tanıt bir nesneyi
göstermiyorsa, onun yer aldığı alatım ne doğru ne de yanlış olacaktır. Fakat,
biz imdi, kendi düşüncelerimizi değil, Russell’inkileri açıklamağa
çalıştığımızdan, bu nokta üzerinde daha fazla durmayacağız.
Russell, ‘Ahmet’, ‘İstanbul’ gibi gündelik özel adların tanıtlara
çevrilebileceğini kabul etmektedir. Bu tür adların gösterereği nesneler
bulunmıyabilir. Dolayısıyla, onların anlamları, bu nesnelere bağlı
bulunmayabilir. Fakat, bu adın anlamı, onu taşıyanla özdeş de değildir. Bu
bakımdan sözü geçen adlar, gerçek adlar değillerdir. Anlam kuramıyla,
«Waverley’nin yazarı» tanımının görünürde bir nesneye bağlanabileceğini ve
yukarda verilen üç tanıta çevrilebilen özel adların gerçek bir nesneyi göstermediği
çıkarımlanabilir.
Tanıtsal anlatımlardan elde ettiğimiz uygun yüklemleri doyuran bireyler
Russell’a göre «mantıksal özel adlar»dır.
Russell’ın mantığı, bilgi kuramıyla bağlantılıdır. Çünkü göstersel
anlatımlarda, mantıksal özel ad sayılabilecek olanlar salt göstersel
sözcüklerdir. Böylece, onların karşılık oldukları nesneler gözlenebilir olmalı,
adın başvurduğu nesnenin sanrıya (illusion) karşı garantisi sağlanmalıdır.
Tümel olanlar da, gözlenebilir olduklarından özel adlar arasında bulunabilirler.
Buraya, duyu verilerine dayanan bir bilgi kuramından varıldığı açıktır.
Russell’in göstersel mantıksal adları «ben», «burada», «imdi» türünden
adlardır. Bu sözcüklerin her zaman bir nesneyi gösterdikleri kolay kolay ileri
sürülemez. Russell böyle bir gösterimi kabul eder. Onun, anlamla gösterimi bir
tuttuktan sonra, mantıksal özel adları neden gereksindiğini anlamak güçtür. Bu
düşünceye göre, mantıksal özel adların yerine, tanıtlar konulabilecek ve
göstersel temelli sözcükler ortadan kalkacak. Sonuçta, genel anlatımlardan
kurulu bir dil elde edilmiş olacak. Böyle genel bir dil olup olmayacağı,
nesnelerin özellikleriyle bir tutulup tutulamayacağı, (tanıtlar, göstersel
sözcüklerin yerine geçince, özellikleri nesnelerin kendileriyle bir tutmuş
oluyoruz] uzun tartışmalara yol açar.
Bazı konularda düşüncelerini değiştirerek kendi kendin yeniliyen Russell,
«doğrudan doğruya tanımak ve tanıtla tam mak» konusundaki düşüncelerini 1902
yılmdanberi hiç değiştirmemiştir. Fakat, eski arkadaşı Moore’un bu konudaki
bazı eleştirilerini kabul eder (B. Russell’s Philosophy, Tudor Company New
York, Yaşıyan Filozoflar Kitaplığı, s. 690).
Buraya kadar, Russell’in felsefesinin belirgin yönlerini vermeye çalıştım,
üzerinde durmuş olduğum konular, onun felsefeye
yaptığı en büyük yardımları kapsamaktadır. Gerçeke Russell, bilim
felsefesinden, özgür isteme, özgür istemden Bersson felsefesine ve Einstein
fiziğine kadar felsefeye girebilecek her konuda kalem oynatmış çok yönlü bir
düşünürdür. Bu ti bir kişiyi, sistemli bir incelemeye tâbi tutmak doğallıkla
çok güçtür. Bu arada hemen bir gerçeği belirteyim: Hangi konuda yazarsa yazsın,
Russell’ın dehası, konuları iyice hazmetmiş olduğu için, betikleri rahat okunur
biçimdedir. En ağır sorunları bile okuyucunun karşısına çekici bir biçimde
çıkarmasını bilir. Bakarsınız, mantığın karmaşık bir sorununu açıklarken, gündelik
yaşantıdan ilginç, yerine göre mizah dolu bir örnek verivermiş. Dolayısıyla,
felsefeyi umacı sayanlar, onun yazılarını okuduktan sonra, büyük bir ihtimalle
bu korkularından kurtulacaktır. Nitekim Russell, «Nasıl Yazarım» başlıklı bir
makalesinde (Portraits From Memory, George Ailen and Unwin, 1956), açık
seçik yazmayı öğütledikten sonra şunları söyler:
«Kısa sözün elverdiği yerde uzun söze kaçmayın.»
«Nicelemelerle dolu bir anlatım ileri sürmek istiyorsanız, o nicelemelerin
bir kısmını ayrı tümcelerde dile getiriniz.»
«Tümcenizin başı, okuyucuyu sonuyla çelişkili bir bekleyişe götürmesin.
«Söz gelimi sosyolojiyle ilgili bir betikte ortaya çıkabilecek şöyle bir tümceyi
alalım ele: ‘Kişioğlu, sadece aktüel durumların belirli bir yüzdesiyle
doyurulmamış belirli gerekimler, ister doğuştan gelsin, ister çevreden, pek çok
etmenin, toplumsal açıdan yararlı normdan saptığı bir birey ortaya koymak
yolunda birleştiği uygun bazı çevre! koşulların rastlantısal akımına sahib
olduğunda, istenmeyen davranış örneklerinin dışında kalır.» Bunu konuştuğumuz
dile çevirirsek görelim ne olur: «Bütün insanlar, veya bir ölçüde bütün
insanlar normal dışıdır. Normal dışı olmayan ya doğuştan ya yetişirken olağanüstü
bir şansa sahip olandır.»
«.......
Kendimde açık bir dil kullanma yetkisini görmekteyim. Çünkü, herkes bilir ki,
istesem matematiksel mantığı da kullanabilirim, örneğin ‘bazı kişiler ölen
eşlerinin kızkardeşleriyle evlenirler’ tümcesini, yıllarca sürecek bir öğrenim
sonucunda anlaşılabilecek biçimde yazabilirim» (Portraits from Memory, 197).
Kanıma göre, Russell’ın felsefe dilini bu denli rahat ve güzel
kullanışında, özellikle üniversiteden çıkarıldığı yıllarda yaşamını kazanmak amacıyla
gündelik konularla ilgili kitaplar, gazete yazıları yazması, siyaset alanında
veya düşüncelerini yaymak amacıyla konuşmalar yapması, oturumlara katılmasının
payı büyüktür. O, üsluba ve edebi sanata değer veren bir yazardır. İki cilt
tutan öyküler de yazmıştır. Kendisine Nobel edebiyat armağanı kazandıran da
çalışmalarının bu yönüdür.
Russell'ın daha pratik, dünyaya daha yakın görüşlerini ele almak ve önce,
Türkçede gözetilmeyen bir ayrıma işaret etmek istiyorum. Etik, ahlâktan daha
genel ve ahlâkı da içine alan bir terimdir. «Şunu yapmalı mıyım?», «Ahmet iyi
insan mıdır?», «şu iş doğru mu?» türünden sorulara ahlâk karşılık arar.
Halbuki, etik kavramında, kişilerin ahlakî düşünceleri, ahlâk sözcüklerinin
anlamı v.ö. tartışılır. Bu nedenle, etik daha nesneldir, bir sistemi olan
düşünceleri kapsar, kısası bir bilimdir. Ahlâkın etike olan bağlantısı, bilim
felsefesinin bilime olan bağlantısı gibidir.
Bu açıdan, Russell’ın etik konusundaki düşüncelerini ele alırsak onun her
şeyden önce geleneksel ahlâka karşı çıktığım görürüz. Eleştirilmez, usdışı ve
kuram dışı olan, dinle karışık geleneksel ahlâk onu doyurmaz, Russell, önceleri
iyilik ve kötülüğün nesnelerin içkin özellikleri olduğuna inanmışken sonraları
ahlaksal değer ve istek kavramlarını biribirine bağlı saymıştır. Bir değer
yargısı, bir isteğin dile getirilmesi değil, bir isteğin anlatılmasıdır, bir
iddia değil bir nidadır. Ahlâk, kendi başına bir olguya sahip değildir.
Herhangi bir olguya değer yüklerken, kendi heyecanlarımızı dile getiririz.
Fakat, ahlâksal önermeler belli bir ölçüde kişi dışıdır da. Başkalarının, ayna
konuda bir istek duymalarına bağlıdır. İnsan işlevliği itki ve istekten doğar.
Doğa felsefesiyle, değer felsefesi ayrıdır. İnsanın düşünceleri ve vücut hareketleri,
yıldızları ve atomları tanıtlıyan yasalara uyar (İnancım, Kegan Paul 1925, 14)
Doğaysa, bizim tasavvur edebileceğimizin sadece bir parçasıdır. Gerçek olsun,
tasavvur edilmiş olsun, bizce her şey değerlendirilebilir. Değerlendirmenin
yanlış olduğunu gösteren, bizim dışımızda bir ayraç yoktur (İnancım, 16).
Burada Russell’ın gözünden kaçmış olan bazı noktalar yok değildir. Söz
gelimi, ahlâk kurallarını dikkate aldığımızda, «iyi» kendisini arzu ettiğimiz
için iyi olabilir. Fakat, bu açıklama yeterli değildir. Madem ki, Russell’ın da
kabul ettiği gibi, «iyi» ve «kötü» kavramlarında kişi dışı bir öğe
bulunmaktadır, öyleyse bu istek bize kabul ettirilmiş bir istektir. Kısası,
karşımıza, bazısı ‘iyi’, bazısı ‘kötü’ damgasıyla damgalanmış kurallar çıkarılmıştır.
Olsa olsa biz davranışlarımızda, onlar arasından istediğimizi seçmek
özgürlüğüne sahibizdir. Bu da tam bir istek özgürlüğü olamaz. Çünkü, zorunlu
bir seçime sıkı sıkıya bağlıdır.
Bir başka nokta da, etik yargıların kendi başlarına «iyi», «kötü» damgası
yemedikleri, insan ilişkilerine ve bu ilişkilerin sonuçlarına sakı sıkıya bağlı
olduklarıdır. Kısası, onlar sosyal yaşantıya dönüktürler. Russell,
sophistikos’ların göreliliğini (rölativizmini) benimsemiş olmakla, ahlâk
alanında anarşiye yol açmaktadır. Ahlâk yargılarının çözümlenmesinde dil biçimlerini
dikkate almak bizi bu açıdan ters sonuçlara vardırabilir.
Yalnız burada, Russell’ı bütünüyle haksız bulmak olanaklı değildir.
Ahlâksal bir yargı verdiğimizde, söz gelimi «şu kötüdür» dediğimizde, onun
başkalarınca yapılmasını istememekteyiz. Dolayısıyla bu alandaki yargılarımız,
istek içeriğinden bağımsız sayılamaz. Fakat Russell bunu, insanların isteklerini
biribirlerine dikte ettirdikleri anlamına aldığı zaman, pratik sonuçları bir
yana itmiş olur.
Görüldüğü gibi Russell ahlâk alanında mantık ilkelerinin geçerli olmasını
aramaktadır. Kanıma göre, teoloji, ahlâk ve dilin yapısı gibi görüntüler
uzlaşımsaldır. Yani, onların kuralları, kişilerarası bir uzlaşmayla
belirlenir. Fizik alanında, tekbiçimlilikler, statistik oranlar ve tahmine
elveren nedensellikler araştırdığımızda nasıl onların mantıksal yapısını
araştırmıyor, sadece olayların kendileri üzerinde duruyorsak, ahlâk alanında
da hiç değilse kısmen böyle davranmamız gerekiyor.
Ahlâksal bir görüşün dile getirildiği anlatımda doğruluk,, pratikteki
ahlâksal kanılara bağlıysa, o, tanıtsal bir anlatımdır. Grek hedonistleri
böyle düşünmüşlerdir. Russell’ın ahlâk alanında, böyle bir ölçütü (kriteri)
kabul etmediğini görüyoruz. Ona göre, doğruluk bilgiden daha geniş bir
kavramdır, önce, hakkında hiçbir kanıya sahip olmadığımız doğru tümceler
bulunmaktadır. Sonra, inandığımız, fakat yanlış usavurmaya başvurduğumuz için
bilemediğimiz tümceler de bulunmaktadır (Anlam ve Doğruluk Üzerine Bir Araştırma
G. Ailen and Unwin 1940, 226). «Doğru» ve «yanlış» inançların ve
dolayısıyla tümcelerin yüklemidir. «Doğru», «gerçeklenebilir» den de daha geniş
bir kavramdır. (Anlam ve Doğruluk Üzerine Bir Araştırma, 226-227).
Russell'ın, bu geniş doğruluk anlayışına, ahlâksal alandan da katkılar yapması
beklenebilirdi.
Tanıtsal ahlâk anlatımları, içerdikleri terimlerin anlamları hakkında bazı
sonuçlara yol açarlar ve bu sonuçlar da ahlâksal sonuçların ispatında
kullanılabilir. Doğallıkla, mantıkçı olarak Russell böyle bir yöntemi
benimsiyemezdi. Gerçi bu, doğruluğu belirlemeye yarayan dilsel yönteme
karşılıktı. Fakat gözlenen nitelikler, duyu verilerinin dışında her zaman ve
her yerde aynı olan duyu verilerine benzememekteydi. Bu gün doğru olabilen
yarın yanlış olabilirdi. Belirli davranış biçimlerinin sonuçları, yoruma ve
ereğe göre değişebilirdi.
Russell, ahlâk konusunda sezgici bir görüşe yaklaşmakta, hiç değilse genel
ahlâk ilkelerinin bizce sezildiğini kabul etmiş, olmaktadır. Gerçekten de,
olandan, olması gereken başka türlü çıkarılamaz. Russell’ın bu bağlamdaki
(konteksteki) düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için, onun İnancım (What I
Believe) adlı eserini okumak gerekir.
Russell’ın din konusundaki eleştirsel felsefesi daha çok hıristiyan diniyle
ilgilidir. Genellikle dendikte o, Hristiyan inançlarını reddeder. Konuyla
ilgili görüşlerini 1927 yılında yayınladığı Neden Hristiyan Değilim (Watts and
Co.) adlı kitabında topladığını görüyoruz. Genellikle dendikte o, Hristiyanlığı.
1-Psikolojik.
2-Mantıksal ve epistemolojik nedenlerle tanımlar.
1-Psikolojik neden, inanç için tutarlı ve kandırıcı bir temel olmayışından
doğmaktadır. Geleneğe bağlılık ve güven duygusu, dine bağlıyacak ölçüde güçlü
heyecanlar değildir. Hıristiyanlık, uygulanan biçimiyle ahlâksal gelişmenin en
büyük düşmanı kesilmiştir. Katolikliğin boşanma kurumu, rahipler için
toplanan paralar buna örnektir. Öte yandan, «cehennem», İsa’nın kendine
inanmıyanlara kinini temsil eder.
2-Mantıksal ve epistemolojik nedenler, dinin kaynağı ve din doğmalarının
geçerliğiyle ilgili tartışmalardan doğar. Genellikle dendikte din, insanın
özgür istemini ve kişiliğini tutsak durumuna getirdiği için eleştiriye hak
kazanmaktadır.
Evrensel dinlerin eleştirisinden ayrı olarak, Tanrı’nın varlığı
konusundaki düşüncelerindeyse Russell, insan aklına başvurmaktan geri kalmaz.
Gençlik yıJlarında yayınladığı Leibniz Felsefesinin Eleştirsel Açıklanımı
adlı (ilk baskı Cambridge University Press, 19C0; bizim elimizdeki
G. Ailen and Unwin’in yayınladığı 1937 tarihli ikinci baskıdır.) yapıtında,
Leibniz’in Tanrı varlığım ispat için dört tür kanıt ileri sürdüğünü belirtir.
Onlar, ontolojik kanıt, kosmolojik kanıt, ilksiz-sonsuz doğruluklara bağlı
kanıt ve önceden kurulmuş uyumdan (harmoni) gelme kanıttır, imdi Russell'in bu konuda neler
söylediğini kısaca görelim:
1-Basit veya mutlak, pozitif ve tanımlanamaz olan ve kendini sınırlara
bağlı olmaksızın dile getiren her nitelik, bir mükemmelliktir. Böyle bütün
nitelikler, tek ve aynı öznenin yüklemi olabilirler. Onların uyuşmaz olan
ikisi, Leibniz’e göre, belirlenmedikçe, bu uyuşmazlık ispat edilemez. Yoksa,
uyuşmaz olan yüklemler yoktur. Uyuşmaz iki yüklem olmayınca da, tanımlanan
türdeki bütün nitelikler, varlığın, eksiksiz olmasından, Tanrı’ya
varılmaktadır. Bütün yüklemlerin uyuşması eksiksizliktir (mükemmelliktir).
Eksiksiz olan da Tanrı’dır. Dolayısıyla, o tek özne Tanrıdır.
Russell’a göre bu, varlığın yüklem sayılmasına yol açar. Yüklemin varlık
olmadığı bir önerme, analitik değil de sentetik olunca; yani varlık yüklemi
öznenin kendisinde bulunmaz, ona sonradan eklenirse, Tanrı’nın varlığıyla
ilgili önerme de böyle olmalıdır. Halbuki, düşünülen bir varlıkla empirik bir
varlık ayrı olmalıdır. Bu bakımdan, varlıkla ilgili önerme analitik olmalı ve
öznenin kendisinde varlık yüklemi bulunmalıdır. Fakat bu kanı da yeterli
sayılmaz, çünkü iki nesne verildiğinde, birinin varlık yüklemine sahip olması,
öbürünün sahip olmaması diye bir durum düşünülemez. Verilen bir nesnenin
varlığı, içkin olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan varlık gerçek bir yüklem
değildir. Olmayınca da, Tanrı’nın varlığı onun için zorunlu bir yüklem olamaz.
2-Zorunlu ve zorunsuz doğruluk arasındaki boşluk kozmolojik kanıtla
doldurulmaya çalışılmıştır (Leibniz’te). Kosmolojik kanıt, dünya mutlak olarak
değil, varsayımsal açıdan zorunlu olduğundan, mutlak olarak zorunlu bir varlık
gereksinmemiz konusundadır. Değişik dünya durumlarını birbirine bağlayan
nedensellik, bir dünyanın neden var olduğunu göstermez. Var olan vardır. Var
olacak olan var olacaktır. O kadar. Dünyanın ilksiz-sonsuz olduğunu varsaysak
bile, bir dizinin nedeni konusunda zorunluk düşüncesine varamayız. Bu bakımdan,
olup bitenlerin dünya üstü bir nedeni olması gerekir.
Russell bu kanıta «bir varlığın nedeni,
başka bir varlıksa, ontolojik kanıt geçerli olamaz» diyerek karşı durur.
Bu karşı duruşa temel olarak da Leibniz’in «ilksizsonsuz nesnelerde, onlar başka bir olayın sonucu değillerse bile,
kendilerini var eden zorunlu bir nedene sahiptirler» anlamındaki
düşüncesini alır. Böylece var olan, zorunlu olmayan bir varlığın nedeni olmalıdır.
Fakat bu, zorunlu olmayanın nedeninin zorunlu olmayışa yönelmesiyle olur.
Böylece Tanrı’nın zorunlu varlığı bir kez kabul edildi mi, zorunsuz olanların
dünyası, ondan zorunlu olarak çıkmamalı. Buradan, Tanrı istemlerinin
zorunlu olmadığı sonucuna varılır. Tanrı istemleri zorunsuzca, onun sonuçları,
ortaya koyduğu işler de öyle olmalıdır. Dolayısıyla Tanrı’nın istekleri zorunlu
olarak gerçekleşmemeli veya gerçekleşen istekler, değişmeye, ortadan kalkmaya
açık olmalıdır. Halbuki dünya olayları zorunlu değildir.
Söz gelimi, Tanrı’nın iyiliğini alalım ele: Onun iyiliği zorunluysa,
dünyada da zorunlu iyiler bulunmalı. Halbuki bu kavramın dönemden döneme
değiştiğini çok iyi bilmekteyiz. Bu bakımdan, dünyadaki iyi ve kötüye bakarak
Tanrı’nın iyiliğine varamayız.
3-Leibniz, ilksiz-sonsuz doğrulukları varsayımsal ve öznelerinin varlığını
ileri sürmez türden saymıştı. Olanaklı, aktüel olandan daha genişti ve bütün
olanaklı dünyalar, ilksiz-sonsuz doğruluklarla dile getirilebilirdi. Tanrı’nın
varlığı, özü, ilksiz-sonsuz doğruluklar arasındadır. Leibniz, «Tanrı’nın anlığı
dahil, hiç bir anlık olmasaydı böyle doğruluklar kavranamayacaktı» der. Bu
görüş, Kant’ın a priorf doğruluk görüşüyle desteklenmiş ve Hegelce ilk ilke
durumuna getirilmiştir. Bu görüşte, bilinmeksizin hiç bir şey doğru
olmadığından ya kişisel bir Tanrı ya da, panteist bir evrensel Zihin ortaya
atılmıştır.
Russell, doğruluğu bilgiye dayandıranlara karşı çıkar. Ona göre, bilgi,
doğruluk ve inançtan kurulu bir kavramdır. Psikolojik bir görüntü olarak
inanç, inanılan önermenin yanlışlığı durumunda, onun doğruluğunun aynıdır, ilk
güçlük, doğru ve yanlış inancı, bilgiyi ve yanlışı ayırt etmektir, ikinci
güçlük, Tanrı’nın varlığıyla ilgili bir önermenin doğruluğunun, Tanrının bu
doğruluğu bilmesine bağlı olduğu konusundadır, üçüncü güçlükse, bilginin basit
bir düşünce olmadığı ve onu tanımlayan önermelerin bilginin var olduğunu ileri
süren önermeden önce geldiği olgusuyla ilgilidir.
İlksiz-sonsuz, yani zorunlu gerçeklerin Tanrı’da bulunduğu konusu,
varlıksal yargı kuramına ilişkindir. Bu kuram, bütün doğruluğu var olanın
tanıtlanmasında bulur. Dolayısıyla, doğruluk bilgiye bağlanmıştır. Kosmolojik
kanıtla, ilksiz-sonsuz doğruluklar konusundaki kanıt bu noktada
birleşmektedir. Kosmolojik kanıtta da, zorunsuz dünya olayları, bütün bu tür
olaylar için yeter nedeni, Tanrı’nın zorunlu varlığına indirgemekteydi.
Leibniz böyle bir sonuca varmakla yanılmıştır (Russell’a göre). Bu sonuç
olanaklıyı, aktüelden daha geniş tutan için kabul edilemez.
Russell'ın yukarda belirtmeye çalıştığımız bilgi anlayışının ışığı altında,
zorunlu bilginin Tanri’nın zihninde olduğu görüşünü eleştirebiliriz: örneğin,
manlık ilkelerinin, geometri aksiomalarının, Tanrısal psikolojiyle bağlantılı
olduğunu kabul etmek keyfi bir tutumdur. Doğrulukların, Tanrısal anlığı biçimlediği
onanırsa, geometri aksiomalarının, mantık ilkelerinin bu nedenle doğruluğu
varsayılacak demektir, Fakat biz, bir önermeyle onun bilgisini ayırt etmek
zorunda olduğumuzdan, Tanrı’nın hiç bir bilgiye sahip olmadığı sonucuna
varılır. Doğruluklar, Tanrı’nın zihin durumlarıdır. Biz bu doğrulukları
bilmekteyiz. Fakat, Tanrı onları bilemez. Çünkü bilgi, bilinenden farklıdır. Eğer
doğruluk, bir zihinde bulunan herhangi bir şeyse bu zihin ve doğruluğu bilen
bir başka zihin aynı doğruluktan haberli olamazlar. Doğruluk, Tanrı’nın
bilgisinden bağımsız olmadıkça, Tanrı için bilecek bir şey yoktur. Tanrı anlığı,
ilksiz-sonsuz doğrulukların bilgisiyle kurulmuşsa ve eğer bu doğruluklar onun
bilgisiyse Tanrı bilgisini ele almanın olanağı yoktur. Ayrıca Tanrı’nın niye
başka önermeleri değil de bu önermeleri bildiği açıklanamaz. Böylece,
ilksiz-sonsuz doğruluklar, Tanrı’nın bilgisinden ayrı olarak doğru
olmalıdırlar. Sonuçta, onlara dayanarak Tanrısal varlığın ispatına gidilemez.
Eğer Tanrı anlığı, bir doğruluklar derlemesiyse, Tanrı istemine yer
kalmamış demektir. Eğer bu anlık, derlemenin bilgisinden ibaretse, bilginin ya
da bilen/in varlığını çıkarımlamak olanaksızdır. Çünkü, Tanrı’nın bildiğinin
varlığı, onun bilgisinden bağımsızdır.
4-Önceden kurulmuş uyuşum (harmoni) konusundaki kanıt fiziko teolojik
kanıtın özel bir biçimidir. Tasarlama kanıtı olarak da tanınır. Popüler teolojinin
çoğunlukla dayanmış olduğu kanıt "budur. Öbür kanıtlara bakıldığında,
yetersizliği daha gözle görünür biçimdedir. Kanıt, dünyanın usta bir Yapıcının
varlığını gereksindirecek ölçüde bir uyuşuma sahip olduğunu ileri sürer.
Hristiyan Tanrısının yerine getirmek zorunda olduğu iki görev vardır. O hem
bir öngörüye (providence) sahip olmalıdır hem de yaratıcı olmalıdır. Öngörü,
Tanrı’nın olanaklı en iyi dünyayı yaratmasıyla ilgilidir. Bu bakımdan,
yaratıcılık niteliğine öncelik tanımalıdır.
Teologlar, Tanrı’nın işlevliğini yaratıcılığa bağlarken, onun iyiliğinin,
iyiyi yaratma isteğine yol açtığını kabul etmişlerdir. Kabaca dendikte,
Tanrı’nın bilgeliği ve iyiliği, bizdeki bilgi ve isteme karşılıktır. Fakat,
tanrısal güç, yaratıklarda karşılığı bulunmayan bir yüklemi dile getirir.
Tanrı’nın bilgeliği, zorunlu olsun, zorunsuz olsun, onun bütün doğruluklar
hakkındaki bilgisinden doğar. Doğruluklar zorunlu olduğunda, Tanrı’nın onlar
hakkındaki bilgisi, istemlerinden önce gelir. Çünkü, istemleri, iyi hakkındaki
bilgisiyle belirlenir ve iyiye dair bütün doğru önermeler zorunludur. İyi,
Tanrı’nın istemlerinden bağımsız olmadıkça, Tanrı’nın istemlerine, anlamlı
olarak «iyi» denemez. Aynı biçimde, Tanrısal düşünceler, doğruluk onlardan bağımsız olmadıkça,
anlamlı olarak, bilgece olamazlar. Böylece, bilgelik ve iyilik, iyi bir dünya
yaratmada yarışırlar. Çünkü, dünyanın iyi olduğunu bilmek için bilgelik
gereklidir. Teologlara göre, Tanrı’yla ilgili olmayan varlıksal önerme
zorunsuzdur. Böylece Tanrı, pozitif bir çelişme olmaksızın herhangi bir tözün
yapısını etkiler sayılamazsa da, çelişmeye düşülmeksizin bu tözün varlığının
nedeni sayılabilir, önceden kurulmuş olan uyuşumun Tanrı’ya bağlanması bu
anlamdadır.
Kosmolojik kanıtın sağlam olması durumunda, Russell’ın düşüncesine göre,
önceden kurulmuş düzen konusundaki kanıt gereksizdir. Eğer Tanrı’nın
varlığına, sonlu bir varlıktan geçilebiliyorsa, varolanın özel yapısı, konuyla
ilgisizdir, veya olsa olsa, Tanrı’nın iyiliğini 'ispat edecek daha sonraki bir
kanıt için yararlıdır, öte yandan, varlık Tanrı'nın özüyse, aynı zamanda onun
bir yüklemidir. Fakat eğer, varlık Tanrı’nın yüklemiyse o bir yüklemdir.
Böylece, herhangi bir şeyin var olduğunu söylemek, varlığın varolana yüklem
olduğunu söylemektir. Fakat eğer varlık bir yüklemse o, tözün yapısının parçasıdır
ve bir töz, yaradılmış olduğu an, yeni bir yükleme sahip olur. Dolayısıyla,
zorunsuz ve sentetik bir yüklem olarak varlığın özel durumu ortadan kalkmış
olur. Bütün tözler, daima, bütün yüklemlerini içeriyorlarsa, varlık yüklemini
de daima içerir veya içermezler. Dolayısıyla Tanrı bu yüklem konusunda, başka
her hangi bir varlık ölçüsünde güçsüzdür. Sonuçta ya yaradılış kendisiyle
çelişmelidir ya da, vârlık yüklem değilse, ontolojik kanıt sağlam değildir.
Tanrı konusundaki Russell’cı düşünceler özet olarak bundan ibarettir.
Zaten Tanrı varlığıyle ilgili kanıtlar da, sözü edilenler dışında ya çok
önemsizdir ya da sözü edilenlere bağlıdır. (Fazla bilgi için bkz. The
Philosophy of Leibniz, George Ailen and Urnvin, Londra, 1937).
Fakat, yapıtları
dikkatle gözden geçirilirse Rus&ell’ın, dine tüm karşı olmadığı görülür. Düşüncesi bir
yandan, değerleri geçerli olarak bilemiyeceğimizi ileri sürerken öbür yandan,
dialektik bir tutumla değerlere başvurduğu olur. Bunlar, yetiştiği yıllarda
almış olduğu dinsel terbiyenin izleridir. O bazen (Tenbelliğe Övgü ve Öbür
Denemeler, W. W. Norton and Company, 1935) dinin bir boşluğu doldurduğu
inancını ileri sürer. Bütün bunlar kanımca, kuşkucu bir tutumun belirtileridir.
Bazen de, toplumda dine gerçekten yer vermiş Naziliğe karşı savaşta, onu
önemli bir öğe saymış ve dindeki iyilikseverliği, alçakgönüllülüğü, başkasının
hakkına saygı gösterme anlayışını övmüştür. «Bireye olan saygıyı bir dereceye değin Hristiyanlığa borçluyuz»
(Tembelliğe Övgü, 192) der. Sonsuzluk duygusu, insanı, küçük, b.encil
düşüncelerden kurtarır (Dinin özü, Hibbert Journal 1912). Sonsuzluğun yaşantısı
«sisli denizde bir ışık»ın, «karanlık gecede, ağaçlar arasında hışırdayarak
esen rüzgâr»ın getirdiği duyguya benzer bir duygu getirir (Dinin özü). Dinin
mistik yanı da övgüye değer, Tanrı’ya karşı teslimlilik insanı mutsuzluklardan
kurtarır (Mutluluğun Elde Edilmesi, George Ailen and Unwin, 1930).
Değişik düşünceleri dile getirmesi bakımından Russell’ m toplumsal
felsefesini de bir sistem içine almak güçleşmektedir. O, Mistiklik ve Mantık’ta (Longmans,
Green Co. 1918) olduğu gibi, bazen kötümser bir görüşle, düşünsel alandaki
özgürlüğü yeterli bularak dış güçlerin tiranlığına boyun eğmeği uygun görür: «Prometeus inadıyla,
kötülüğünü gözönünde bulundurarak düşman bir evrene meydan okumak kaçınılmaz
gerçeklerin önünde eğilmiyecek olanların görevi görünüyor. Fakat, nefret de,
düşüncelerimizi kötü bir dünyaya bağlı kıldığı için bir tür tutsaklıktır»
(Mistiklik ve Mantık, 50). Onun bu öğüdü, gerçekte, herkesin kötülüğü kendine
göre yorumlayıp toplumda anarşi yaratacak bir çatışmaya girilmesini önlemeye
yönelmişti. Birinci Dünya Savaşma girilmemesi, naziliğe karşı durulması
yolundaki çabaları buna dayanır. Erek, insan yeteneklerini iyice kullanmaktır.
Kör güdü, savaşa da götürebilir, sanata
da (Toplumsal Yeniden Kuruluşun İlkeleri, G. Ailen and Unv/in, 1916 17).
Russell’ın vargısı, insan toplumlarından savaşın eksik olmayacağı
merkezindedir (özgürlüğe Açılan Yollar, G. Ailen and Unwvin, 1918).
Toplumsal bilimde temel kavram erktir. Fizikteki enerji gibi (Erk, New
York, W. Norton and Company, 1938, 10). Bu yapıtta erk, erekli etkilerin ürünü
olarak tanımlanır. Onlar herkesçe paylaşılmadıkça kötüdür. Güç sahibi, olmanın
veya hiç değilse çevreye başeğdirmenin değişik yolları vardır. Nietzsche’nin
Hristiyan ahlâkında çok iyi ortaya çıkardığı gibi, tevazu ve yumuşaklık da bir
güç kazanma yoludur. Russell «ikna» yoluyla güç edimini kabul ettiğine göre
Nietzsche’yle uyuşur. 1920’ierde ortaya çıkan ve Freud, Hans Blüher,
Thorndike; William James, Mc.Dougall gibi ileri gelen kişilerin temsil ettiği
içgüdücü görüş, avlanmaktan, giyinmeye değin her türlü davranışı içgüdülere
bağlamaktaydı. Russell, toplumsal yaşantıyı kuran değişik içgüdüleri tek bir
«güç sevgisi» içgüdüsüne indirgemiştir. Bu davranış, Schopenhauer, Nietzsche ve
öbür romantik filozofların programına uygundur.
Genellikle dendikte Russell, kişioğlunun ve toplumların geleceğinden kuşkusuzdur,
insanların kolayca, savaşların görülmiyeceği mutlu topluluklar kurabileceğini
kabul eder. Bu, onun ütopik yanıdır. Özgürlüğe Açılan Yollar adlı yapıtında,
teknologların ve tutkulu politikacıların yöneteceği bir toplumun korkunçluğunu
belirtir: Böyle bir toplumda bireylerin eğilimlerini, reklâm, propaganda,
basın, sinema ve radyo, psikanaliz ve davranışçılık okullarının yöntemlerinden
yararlanarak belirleyecektir. Bir kez, yöneticiler kütle davranışını
denetleyecek araçlara sahip oldular mı, böyle bir toplumda yaşamaktan kıvanç
duyacak bireyler yetiştireceklerdir. Her
kuşaktan, kadınların yüzde yirmibeşi ve erkeklerin yüzde beşi damızlık olarak
kullanılacak, geri kalan kısırlaştırılacaktır. Damızlık olanlar, anne ve)
baba yönünden değil, devlet eliyle besleneceğinden, annelik ve babalık
itkileri kaybolacak, yöneticiler, plânlı olan her şeyden hoşlanacaklar, geri
kalan zamanı eğlenceyle ve seksle geçireceklerdir. Böyle bir topluma karşı
çıkan hoş görülmiyecektir. Devirme eylemini önlemek üzere, resmî makamlar her
yere mikrofonlar yerleştireceklerdir.
Russell bunları nefretle öyküler ve «dünya için bu tür bir tiranlık büyük
tehlikedir. Bu nedenledir ki, denetsiz bilimsel kullanışın yaratabileceği
karanlık dünyanın çizgilerini çizmekten kaçınmıyorum» der (Bilimsel Görünüş,
New York, W. Norton and Company, 1931, s. 260). Bilimi bu tür korkunçluklara
yol açmaktan kurtaracak tek kaynak eğitimdir. Eğitim sonucu bireyler tarih
bilgisiyle ve kendi yaşantılarıyla, insana ve insanların günlük varlığına renk
katan heyecanlara saygı duymayı öğrenirler.
Toplumda, kişiyi onurlama ve moral içeriği olan değerleri sürdürme mutluluk
için gereklidir. Teknolojik gelişmelerin gereksiz alanlara kaydırılması
insanların birdenbire atıl duruma gelmesiyle sonuçlanacak ve böylece, modem
toplumlann ufku kararacaktır. Eğer boş zamanlar, güç demek olan ve sevinç
verecek bilginin elde edilmesine ayrılırsa, dünyanın katı yüreği yumuşar.
Ekonomik yaşantıya da «çıkar kültü» değil, «zevk» kültü egemen olmalıdır. Bütün
bunlar uygulanırsa, bilimsel gelişme yoluyla arttırılan zaman, kültür gelişimi
yolunda kullanılmış olacaktır.
Russell bu konudaki düşüncelerini Eğitim Üzerine (G. Ailen and Unwin,
Londra, 1926) adlı uzun bir denemede toplamıştır. Kendisi eğitim alanında,
sadece kuramsal düşüncelere sahip bir düşünür olarak kalmamış, bizzat okul
açmış ve işletmiştir. Eğitimin amacı, zihni pratik yarara sahip bilgiyle
doldurmaktır değil, öğrencilere kendileri için yararlı olacak zihinsel
yetenekler kazandırmaktır. Çocuk bir gurup kültürü içine doğar. Büyüklerinin
inançlarını eleştirmeyen, söyleneni uygulayan çocuk iyidir. Eğitim genellikle,
çocukluğun savunmasız oluşundan yararlanarak çocuğu önceden var olan kalıplara
sokmaktır.
Devlet, yurttaşlık eğitimi, yani statükonun sürmesini sağlamak ister.
Dinse aziz, evliya yetiştirme yolundadır. Öbür yandan, kurulu bir düzen
olarak din yine statükonun bekçiliğini yapmaktadır.
Din, yoksulluk, sayrılık gibi kötülüklerin, dünya yaşantısına ilişkin
olduğunu ileri sürerek küçümsemek eğilimindedir. Bu öğreti zenginlerin işine
gelir. İleri gelen zenginlerin dinli olmasının nedeni belki de budur.
Eğer, öbür dünya koşullarının geliştirilmesini önlemek hakkına sahibiz
demektir. Bu bakımdan, başkalarına, bu denli kazançlı ve aynı zamanda kısa olan acıyı
çekme izni veren endüstri patronlarının özgeciliğini (diğergamlığmı) takdir
etmemek elde değildir (bkz. Eğitim ve Modern Toplumsal Düzen, G. Ailen and
Umvin, 1932,18). Eğitim, bütün yanlış inançların değiştirilmesi ne yönelmelidir.
Russell, zihinsel değerlerin düşmanı olduğu için gelenekse eğitime
başkaldırmıştır. Din aptallığı
cesaretlendirir ve gerçeklik konusunda yetersiz bir duyguya yol açar. Zekânın zararına bir
erdem görüşüne yol açar. Bilgi için, bilinenlerin tekrarını yeterli görür. İyi
kötü, ceza ödül, cennet, cehennem gibi temel dinsel kavramlar, kişilerin
başkalarından çok kendilerini peygamberlerin getirdiğini ve onların
açıklanımını bilmeyi düşünmesine varır. Çünkü bu kavramlarda, Tanrı'ya karşı
görevler, öncelik kazanmıştır. Cinsel eğitime
gelince o, sinir bozuklukları yaratır veya yetişkin mutluluğu olanaksız kılan
çatışkılarla doldurur bilinç altını.
Ulusçuluk, okullarda öğretilen biçimiyle, insan öldürmeyi gençlere en
önemli görev saydırır. Sınıf duygusu, ekonomik adaletsizliğe baş eğdirir.
Yarışma, toplumsal didinmede insafsızlığa götürür (Eğitim ve Toplumsal Düzen,
239 v.ö). Çocuk zihni ve yüreği elde edilmeğe çalışılan unutulmuş insandır,
klâsik öğretimin sözü edilen kötü sonuçlarından korunmalıdır.
İyi bir bireyin doğması için, zekâ, heyecan ve istemin geliştirilmesi
zorunludur. İyi bir bireyin topluma asıl dönük olan yanı, istemidir. Onun tek
başına kalmaya, kendi içine kapanmaya hakkı yoktur. İyi bir yurttaş olmak
«tanrısal istem» örneğinde görüldüğü gibi, olup bitenlere uzaktan bakmak değildir.
Böylece, bireyle toplum, uyuşma ortamı bulabilir.
Burada, birey ve toplum ikiliğiyle
karşılaşmaktayız. Birey, istemiyle1 toplumu etkileyebilmektir.
Dolayısıyla toplumsal olaylar bireysel bir kökene dayanır. Toplumsal
değerlerin değişmesini sağlamak için, bireyler değişmelidir. Bu da eğitimle
olur. Sonuçta, bazı dönemler için birey toplum çatışmasını bir geçiş
saymalıdır. ,
Sadece maddî nesneler için değil, manevi zevklere de değer veren bir
eğitimde öğrenciler araç değil erek sayılacaktır. Onlar için var olan
okullardır. Onlaı okullar için var olmamışlardır. Yaşantıya bağlılık, cesaret,
duyarlık ve zekâyı kapsiyan iyi bir kişilik böyle bir temele oturmalıdır.
Çocukta karakter 6 yaşına değin kurulmalıdır. Ondan sonra, zihinsel gelişim başlar.
Zihinsel gelişimin anahtarı, tarafsız meraktır. Orada son erek, yeni bilgi
elde etmek olmamalı, bilgi, bilgi adına sağlanmalıdır. Kuru bilginin dışında
kalan zihin her şeye açıktır. Dikkati yoğunlaştırmak, sabır, titizlik, gerçek
eğitimin ürünleridir.
15 yaşından sonra
uzmanlaşmaya izin verilebilir. Bu noktada da önemli olan, müfredat
değil, çocuğun kendisidir. O isterse belirli bir konuya yönelir, isterse
değişik alanlara uzanabilir.
Uzmanlık alanı
üçtür: 1. Klasik öğrenim (eski Yunan, Roma uygarlığı, dili, edebiyatı, tarihi,
felsefesi). 2. Matematik ve bilim. 3. Modern insan bilimleri (sosyoloji,
psikoloji, pedagoji, felsefe, iktisat, hukuk). Bu alanlardan herhangi birine
girmek için aranan tek koşul, ilgidir. Sıkıcı bulunan bir öğretimin yararı
yoktur. 22 ve daha ileri yaşlara değin sürebilecek yüksek öğretimi ancak bir
azınlık başarabilir. Modern yaşantıda bu başarı, ailenin maddi durumuyla
yakından bağlantılıdır. Gençler, 15 yaşında, yararlı işler yapabilme yeteneğine
sahiptirler.
Yukarda söylenenlerde içkin olanlardan ayrı olarak Russell, devletin ana
fonksiyonunun, yurttaşları, yurt içinden ve yurt dışından gelecek tehlikelere
karşı korumak olduğunu belirtir. Devletin çok yönlü güçleri vardır. Siyaset ve
iktisatın, büyük kuruluşlarca tekelleştirilmesi birey özgürlüğünü tehlikeye
atacak niteliktedir. Bu sakıncayı önlemek için devletin olumlu erekleri, düzen
sağlamanın dışında ve üstünde, bağımsız kuruluşlarca yönetilmelidir, (bkz.
Toplumsal Yeniden Kuruluşun İlkeleri, Ceorge Ailen and Unwin, Londra 1916).
Russell, bir kişi veya kurumun güç kazandıkça başka kişi veya kurumların
özgürlüğünü yitirdiğini ileri sürerken yukarki betiğinin yayınlandığı 1916
yılının eğilimlerini çözümlemiş görünüyor. Fakat durum 'gerçekte pek öyle
olmamış, birinci dünya savaşında, devletin rolüyle birlikte, sendikaların
görevi de genişlemiş ve işçiler, yönetimde olsun toplumsal alanlarda olsun
çeşitli haklar sağlamışlardır (Encyclopedia of Social Sciences: McMilIan,
Sosyalizm, Emek, işçi Partisi maddeleri).
Devlet egemenliğinin bireysel özgürlüğe darbe indirdiği görüşüyle Russell,
Kropotkinci bir anarşizme yönelir. Fakat, anarşizmi ütopik bulur: «Görüş
çekici, fakat onun sabırsızlıktan ve herkesin arzuladığı ülküye kısa yoldan
varma çabasından doğduğunu düşünmeden edemiyorum» (Özgürlüğe Açılan Yollar,
Ailen and Unwin, 1918, s. 118). Bu bakımdan, devletin yetkilerinin artacağı
sonucuna varır. Toplum için iyiyi, yfi’.nız kendilerinin bildiğini sanan, tiranlık
içgüdüsüyle dolu insan veya guruplar daima çıkacaktır.
Başka bir açıdan baktığımızda, Russell’ın toplumsal siyaset konusunda
zamanının liberallerinden esinlendiğini görürüz. Yeni toplumsal düzende,
ekonomik refah yanında, özgürlük ve kültürel fırsat da gerekliydi. Görülüyor
ki Russell devlet konusunda kesin yargı vermeyen tam bir filosof tutumu
içindedir. Sadece, olanaklı durumları ayrıştırmakta, önemli noktalara işaret
etmektedir. Belki de bu umutsuzluğun ya da yargısızlığın sonucu olarak, yaşantısının
bütününü siyasal, toplumsal sorunlara ayırmamış, zaman zaman özel konulara
dönmüştür.
Rusya’ya bir
komünist olarak giden Russell «insanları mutsuzluğa ve sefalete atacak bir
inanca sarılmanın bilgeliği konusunda» kuşkuya düştüğü için olacak, Rusya’dan
bir komünist karşıtı olarak dönmüştür (bkz. Bolşevikliğin Uygulanması ve Kuramı,
G. Ailen and Unwin, 1920). Bolşevikliği, komünizminden dolayı değil,
felsefesini batılı büyük kapitalistlerle bölüşmesinden dolayı beğenmez. Böyle
bir ülkede, yaşantı yıkıcıdır. Yaşantının, korkusuzluk, yargılarda özgürlük,
sürü durumundan kurtulmuş olmak, çeşitli değerlere sahip bulunmak türünden
yanları da olmalıdır. Bunlar belki aristokratik kalıntılarıdır. Fakat, anarşik
eğilimlerde bile içkin olan kalıntılar. Kötülüklerin kaynağı, tiranların
tutkularıdır. Bu, Marksizmin veya onun uygulanmasının insansal yönden eleştirilmesidir.
Eleştirilerin toplandığı ikinci bir merkez
de Marksist ekonomi politiktir. Russell, bu konudaki eleştirilerini
geliştirebilmek için, Ricardo (1772 1823), Malthus (1766 1834), Bentham (1748
1832), Mili (1806 1873) ve başka ekonomistlerin kuramlarını gözden geçirir. Her
şeyden önce Russell, işçi sınıflarının içinde bulunduğu adaletsizlikten
haberlidir ve geleneksel kapitalist ekonominin, iddia edildiği gibi, salt
tarafsız bir bilim olmadığını düşünür. ,
Russell, Marx’ın, ekonomik olguları proletarya açısından ilk ele alan
ekonomist olduğuna kabul eder. Sağcı ekonomistler, matematik gibi, kişisel
eğilimlerin dışında bir bilim yarattıklarını ileri sürmüşlerdi. Marx, onların
kapitalist eğilimlerinin kendilerini yanlışlıklara sürüklediğini ispat etti
(bkz. Kuruluşa Doğru Özgürlük, G. Ailen and Unwin, 1934). Özelge (özel
mülkiyet) inancı, temel gelişmeye engeldir. Daha iyi bir dünya için onun
ortadan kaldırılması gereklidir (Endüstri Uygarlığının Görünüşleri, The
Century Co., 1923, 145).
Marxizmin kaynakları konusunda Russell, Marx’ın değer kuramını,
eleştirmeden ve tarihsel maddeciliğiyse kanıtsız kabul ettiği inancındadır
(Bolşevizm, Ailen and Unwin, 1920,önsöz). Halbuki tarihte bir büyük adam
faktörü de vardır. Bismark, Disraeli, Gladstone, dönemlerinde pek çok olaya
etki etmiş oldukları gibi, büyük olayların öncesinde ve sonrasında bu tip
kişilerin varlığı olayların akışını değiştirebilir. Bilim alanında da aynı şey
söz konusudur. Büyük buluşların, onları bulan kişiler olmasaydı, yine ortaya
çıkmış olacaklarını düşünmek biraz güçtü. Kuruluşa Doğru Özgürlük betiği bu
tür örneklerle doludur.
Ricardo'nun değer kuramı, değeri, emekle ölçer. Fakat örneğin bir sanat
yapıtının değeri bu yolla ölçülemez. Russell’in bu eleştirisine karşılık,
Marx’ın, toplumsal olarak gerekli emek zamanını, pazarlama fiatına karşılık
tutmadığını anım satmak gerekir, örneğin Marx, tenbel bir işçinin, çalışkan biı
işçiye bakıldığında, aynı mal için daha çok zaman harcıyacağını açıkça belirtir
(Kapital, I, 45 — 46). Değerin özünü biçimliyen, homojen insan emeği, tek biçim
bir emek sarfıdır Toplumun, toplam emek gücü insan emek gücünün homojeı
kütlesidir.
Emek kuramının, tekelcilikte değil özgür yarışma koşul larmda aşağı yukarı
doğru olduğu konusundaki Russell'ci itiraz yine Marx’ın düşünceleriyle
karşılanabilir. Fiatları üretin fiatlarının üstüne çıkaran tekelcilik söz
konusu olduğun da mal değerlerinin koymuş olduğu sınırlar ortadan
kalkmayacaktır. Belirli malların tekel fiatı, öbür, mallardan gelen kazancın
bir bölümünü, tekel fiyatına sahip mallara aktaracak tır; artık değerin,
değişik üretim alanları arasında dağılımlı da yerel bir bozukluk dolaylı olarak
ortaya çıkacak, fakat atık değerin kendisi değişmiyecektir (Kapital, III,
1003). Böyiece, tekelci görüşü Marx da uygun görmemiş ve malın gerçek değerinin
değişmezliğini savunmuştur. Anlaşılan Russell, esas değerini, o malın verdiği
zevk ve yarattığı, yetinme duyguyla ölçmektedir. Fakat Marx’ın kuramı böyle bir
olanağı dışarda bırakmış değildir. ,
Russell’a göre, emeğin bütün malların öğesi olması durumunda, emek
kuramının kurulabileceğini düşünmek mantıksal bir yanlış içerir. Emeğin, tek
ortak öğe olduğunu düşünmekse olgusal olarak yanlıştır. Çünkü, yarar da bu
özelliğe sahiptir. Her iki durumda da, emek kuramının, değer için tek ölçü
olamayacağı itirazı içkindir. Russell, Jevons’un (1835 — 1882) bilimsel değer
(nihâi değer) kuramım kabul etmektedir. Burada malın en küçük niceliğinin
yaratmış olduğu yarar söz konusu olmaktadır. Gerçekteyse Russell’ın düşüncesi,
duyyguları da kapsıyan bir genellikte olması bakımından nicelikler dışındadır.
Ya öznel bir ölçüyü dile getirir, ya da zaman zaman ölçü kabul etmez. Böyle bir
kuram dolayısıyla, maddî bir ayraça sahip olamaz. Esasen yarar kavramı da
böyledir. (Alman Toplumsal Demokrasisi Longmans, Green, 1896).
Russell’ın gözünde, Marx’ın bir başka yanlışı da, artık değer konusundaki
kanıtına «ödentiler çalışma zamanına orantılıdır» öncülüğünü katmamış
olmasıdır. Halbuki bu, Marx’ m, «değiştirme değeri, iş zamanıyla ölçülür»
vargısı. için gereklidir. (Kurmuşa Doğru özgürlük, 202). Halbuki Marx kullanma
değeriyle değiştirme değerim ayırır. Girigici (müteşebbis), üretim sırasında iş
gücünü, normalden fazla alıkoyabilir. Artık değer, bu fazla çalışmadan doğar.
Yalnız, işçilerin, üretim araçlarına sahip olduğu ve kendi ürettiklerini
sattığı bir toplumda, iş gücünün değiştirme değeriyle, üretilenin değeri birbirine
eş olacaktır.
Russell, Marx’ın haklı olması durumunda, her kapitalistin servet
biriktireceğini ve sonuçta yarışmanın ortadan kalkacağını, dolayısıyla,
artıkdeğer görüşünün, kapital birikimi görüşüyle çelişmeli olduğunu ile'rı
sürer. (Alman Toplumsal Demokrasisi, 15). Doğallıkla RusseJ, bu tür
betiklerini, biraz da kazanç ereğiyle yazdığı için, örneğin Marx’ın tüm yapıtlarını
okumadan, Manifesto’daki düşünceleri gözden geçirmeyi yeterli saymıştır
sanıyorum. Gerçekteyse, Mânifesto Marx’ı tam anlamıyla temsil etmez. Dahası
onun yanlış anlaşılmasına da yol açar. Nitekim, Mârx, istismarın yüzde yüz
olacağını iddia etmez. Bu bakımdan Russel’ın sözünü ettiği kapital birikimi
söz konusu değildir. Kapital’den yukarıya aldığımız parçadan da anlaşılacağı
gibi sadece, istismar söz konuşudur.
Alman Toplumsal Demokrasisinde Russell, kapital birikiminin, iş alanını
genişleteceği, yarışma dolayısıyla fiatları en küçük sınıra indireceği
kanısındadır. Böylece gerek daha fazla işçi kullanılması gerekse sürümü
arttırmak endişesi dolayısıyla, artıkdeğer azalacak, sendikalar ve bilinçlenme
yoluyla ödentiler yükselecektir: «Emeği ortaya koyan kapitalistler değildir. O
kendi kendini ortaya koyar. Böylece, ödentilerin, karın doyuracak aşamanın
üstünde olduğu yerde, mal oluş fiatı, emeğin, kendini ortaya koymasınnı
karşılığı saydığı ölçüdedir» (Alman Toplumsal Demokrasisi, 22). Fakat,
Russell’ın bu düşüncesi, ancak bir iyi niyeti dile getirebilir. Çünkü işçi haklarını
korumak üzere sendika kuranların, önce kendi çıkarları için çalıştığını
gösterecek örnekler bulmak güç değildir. Sendika yöneticilerinin işverenlerle
anlaştığı veya herhangi bir nedenle sendikaya girememiş işçilerin hiç bir
haklarım korumadıkları bilinmektedir. Sendikalara giriş bile, sendika
yöneticilerinin isteklerini karşılıyacak koşullara bağlanmıştır. Belki bunlar,
bilimsel olmıyan soyut iddialar görülebilir. Fakat onların ispati kolay da
olsa konuyu dağıtacaktır, öte yandan, Russell’ın dediği gibi Marx, en düşük
ödenti yasasını savunmuş da değildir. Marx’ın savunduğu kanı, emeği
karşılığında işçinin zorunlu gerekimlerini karşılamasıyla ilgilidir.
Gerekimler de, tarihsel açıdan yani, uygarlığa, kent yaşantısına, geleneklere
göre belirlenecektir. (Kapital, I, 73). Böylece, Russell’ın, «karın doyuracak
ödentinin üstünde ödenti alan işçi nerede varsa, Marx’ın kanıtı çöker» (Alman
Toplumsal Demokrasisi, 74) demesi doğru sayılamaz. Russell yönünden ileri,
sürülen, kapitalizmin, işsizliği azaltacağı görüşü de, teknolojik gelişme karşısında
pek tutunacağa benzemez. Hem, nüfusun artışıyle kapital gelişmesi her zaman
aynı oranda olmadığı ve günümüzdeki gibi, çok ülkede nüfus çok daha büyük
hızla arttığı için, yeni iş gücünün kullanılması daima bir sorun yaracaktır.
Halbuki, kapital geliştikten sonra iş gücü, gerek teknik buluşlarla, gerek
nüfus artışını destekliyen politikayla, gerekse bugün Almanya’nın yaptığı gibi
işçi idhaliyle geliştirilebilir. Malthus’un (1766 — 1834) nüfus yasası artık
doğrulanmıştır. O yasaya göre, toplumlar, doğacak çocukların beslenme sorununu
çözümlemekten çok çoğalma eğilimindedir. Bu bakımdan Marx, daima korunması
gereken atıl bir işçi kütlesi bulunduğunu belirtirken (Kapital, I, 701 v.ö.)
Malthus’un doğru çıkan düşüncesinden esinlenmekteydi. Homo economicus kuralı
uyarınca, kendi çıkarı için çalışan özel sermayenin atıl kütleyi düşünmesi
beklenemezdi. Hele günümüzde, patronların veya yönetim kurullarının, işçi
arttıran gelişmeleri uygulıyarak, otomasyona giderek iş gücünden arttırım
sağlamaları genel bir görünüş kazanmışken, kütlelerin sorunlarına tarafsız bir
kurum olan devletin el atmasını beklemek daha da doğaldır.
Ayrıca Marx’ı, işçilerin teşkilâtlanmasını ve sendikaları öngörmediği için
kınayamayız. Çünkü, onun önerdiği toplumda sendikalara zaten yer yoktur. Olsa
bile onlar sınırları gittikçe daralan zümrelere dönük olacağından yozlaşmaya
mahkûmdur. Halbuki devlet, bütün toplumu içermesi dolayısıyla, herkesin eş
çıkarını gözeten bir işlevliğe sahip olacaktır. ,
Russell’ın demokrat görüşüne ilkece karşı çıkmak olanaklı değildir. Fakat,
demokrasinin, kapital egemenliği demek olmadığını da bilmek gerekir. Herhalde,
özellikle Stalin döneminde görülen insanlık dışı davranışları, kütlelere karşı
işlenen cinayetleri, insanların mutluluğunu erek edinmiş, kendisinin de çok
yakından tanıdığı yoksulluğun acılarına çözge bulmaya çalışan Marx'a yüklemek
doğru değildir. Çünkü Marx sınıf kavramını ortaya attığı ve insanlık tarihinin bir sınıf
mücadelesi olduğunu söylediği zaman, hiç değilse kendi açısından bir gerçeğe
değinmek istemiş ve kinin sürüp gitmesinden yana olmamıştır, öyle olsaydı,
sınıfların ortadan kalkmasını ister miydi. Sınıfların
kalkması, kinin, mücadelenin kalkması demekti. Gerçi «proletarya egemenliği»
bir gerçektir. Fakat her proleter bir emekçidir. Toplumda da sakatlar ve
yaşlılar dışında, emeğiyle geçinmeyene yer olmadığına göre Marx, ütopik bir
demokrasiyi öğütlemiştir. Yani, her bireyin katıldığı bir devlet
yönetimini. Sonuçta, Rusya’daki mezalimi Rusya’daki uygulamayı bahane ederek
Marx’ı suçlamak yersizdir. Marx, Russell gibi, dünyanın ender yetiştirdiği bir
deha yönünden bile yanlış anlaşılmak bahtsızlığına uğramış, dünyanın ender
yetiştirdiği bir bilim adamıdır. Gerçi Russell Alman Toplumsal Demokrasisi’nde
Rus komünizmi dolayısıyla Marx’a yükleniyor değildir. Çünkü bu betik, Rus
devriminden önce yazılmıştır. Fakat onun daha sonraki özgürlüğe Yollar,
Bolşevizmin Kuramı ve Uygulaması, gibi yapıtlarında böyle bir havanın
bulunduğu açıktır. Görüşümüz yukardanberi sıraladığımız nedenlerle,
Russell’ın, belki de, Marx’ı yakından inceliyerek yazmadığı için haklı olmadığı
merkezindedir.
Fakat buradan,
Russell’ı küçümsediğimiz anlamı çıkarılmasın. O, belirliyebildiğimize göre
tümü, kendine özgü düşünceleri ve ele aldığı konunun inceliklerini dile
getiren 50 tane önemli betik yazmıştır. Bunlar broşür hacminde değil, herbiri
en aşağı 200’den fazla sahifeli büyük yapıtlardır. Russell, yapıtlarında,
kimsenin göremediği noktaları bulur çıkartır. Getirdiği görüşler ve yaptığı
eleştiriler yıllarca tartışılmıştır. Hem de ileri gelen, felsefeciler,
matematikçiler, sosyologlar yönünden. Onun, örneğin, Bergson Felsefesi
(McMillan, 1914) veya Einstein’ın yerçekimi kuramı (English Review, 1920 c. 30)
hakkında yazdıklarını okumak, değişik alanlarda nasıl yetkiyle kalem
oynattığım görmek bakımından gereklidir.
Russell, dehasını, fizik, kimya, tıp çalışmalarının buyruğuna verseydi,
kuşkusuz bilim tarihini, büyük buluşlarla süsler, insanlığa, yeri doldurulmaz
yardımlar yapmış olurdu. Fakat, soyut çalışmaların da, insan zihninin
gelişmesi yönünden bir yardımı olduğu kabul edilebilir. Russell’in düşünce
disiplinine sahip bir bilgin ve yazar olduğu hayırlanamaz. Bu disiplin çok
küçük yaştan başlıyarak, büyük annesinin uyguladığı programdan doğmaktadır.
Program bir Isparta sadeliği içinde uygulanır. Örneğin iki tür tatlı varsa
yalnız birini yemesine izin verilir. Yaz, kış, soğuk su banyoları yaptırılır.
Her sabah, sobalar yakılmadan 7,5 — 8 arası piyano çalmağa zorlanır. Evde bir
püriten sofuluğu egemendir. Alkol ve sigara nefretle karşılanır. Saat 8 de
bütün aile duaya oturur.
İlk yazısı 1895’te çıktığına göre dev düşünür, çağımızın en eski yazarıdır
denebilir. Bu yargı kuşkulu olabilir. Fakat, kendisinin gelmiş geçmiş
düşünürlerin en bilginlerinden ve en yaratıcılarından biri olduğu kuşkusuzdur.
Ona gereğince saygı duymak için «Russell» imzasını taşıyan her satır yazıyı
okumalıdır. ,
Kaynak: Batı felsefesi tarihi: Antik Çağ / Bertrand Russell; trc: Muammer
Sencer, 1969, İstanbul, s:7-47
FELSEFE MESELELERİ -The Problems of
Philosophy- Bertrand Russell
İngilizceden Türkçeye çeviren Abdülhak Adnan Adıvar
Bu küçük kitabı dört sene evvel tercüme ettiğim zaman
neşrini düşünmekten ziyade İngilizcede felsefe diline alışmak gibi bir faideyi
gözönünde tutmuş ve bundan dolayı aynen ve harfiyen tercümesine
çalışmıştım. Bugün neşri tahakkuk edince
hem Türkçesini mümkün olduğu kadar sadeleştirmeğe, hem de ıstılahatın İngilizce, Fransızca ve Almancalarını ilâve etmeğe
başladım ve bu sırada gördüm ki, bu
kitap felsefe tahsiline başlayacak memleket gençleri için faydalı bir medhal
olacaktır.
Bu sene (1933) Paris’te toplanan İlmî Felsefe
kongresinde tesadüfen temas ettiğim İstanbul Üniversitesi felsefe profesörü M.
H. Reichenbach da bu kitabın faidesinden
ve Türkçeye çevrilmesi elzem olan kitaplar listesine dahil olduğundan
bahsedince bu husustaki düşüncem daha ziyade kuvvetlendi.
Evvelâ şunu söyleyeyim ki bu kitapta, müellifin mukaddemesinde de dediği gibi, daha ziyade bilgi nazariyesinin mühim
meselelerinden müellifin yani mantıkçı ve bilhassa riyazî mantıkçı bir
filozofun anlayışı tarzında, İlmî, fizikî bir tarzda, bahsedilmiş ise de, Russell’in asıl kendi felsefesi
mevzubahsolmuş değildir.
Kitap esasen bir avamileştirme (Vulgarisation) eseri
tarzında yazılmış olmakla beraber bir kere mevzuun çetinliği, sonra da Russell’ın diğer kitaplarındaki
meşhur emsalsiz güzel İngilizcesine rağmen bu kitapta bazı yerlerde birdenbire
uzun cümlelere(Periodes)lere düşmesi, eseri avamileştirmeden çok başka bir hale
getirmiştir. Hattâ Fransızcaya çeviren Madmazel
Renauld da mukaddemesinde eserin avamileştirmeden daha fazla birşey
olduğunu söyler. Türkçe tercümesinde
bazan on satırı geçen cümleleri keserek hafifleştirmekten başka bir değişiklik
yapılmış değildir. Fakat yine bir
okunuşta okuyucunun kafasında yer edemeyecek kadar çetin yerlere tesadüf
olunur. Bunlar bir defa aynen tercüme inadından ve sonra mevzuun bazı
yerlerinin güçlüğünden ve nihayet Türk nahvinin felsefî mücerret ifadelere
henüz tamamen yatkın olmamasından ileri gelmiştir. Her halde okunurken biraz dikkat sarfına
ihtiyaç vardır. Zaten bu kadar dikkat sarf edemeyecek dimağların felsefe
hakkında bir fikir edinmeye kalkışmalarında da bir mana yoktur; gazete
makalesi gibi kolayca süzülüp geçilecek felsefe kitabı yazmak da henüz kimseye
müyesser olmamıştır.
Kitaptaki felsefî ve İlmî ıstılahların Fransızca ve
İngilizce ve Almancasının bir defaya mahsus olmak üzere Türkçe tabirlerin
yanına yazılmasında bir mecburiyet gördük. Çünkü bildiğimize göre henüz
takarrür etmiş İlmî ve felsefî ıstılahlarımız yoktur. Bizim koyduğumuz kelimeler ya İsmail Efendi namındaki zatın
himmet ve gayreti eseri olan Lügatçe-i Felsefeden ve yahut şimdiye kadar çıkmış
Türkçe te’lif ve tercüme eserlerinden alınmış kelimelerdir.
* *
Fransızca ve Almancaya (belki başka lisanlara da)
tercüme edilmiş ve İngilterede 1928 senesine kadar on üç defa tabedilmiş olan
bu eserin müellifi Bertrand Arthur Russell’in hayat ve felsefesi hakkında şu
ilk sayfalarda biraz malûmat vermeyi faydalı sanıyoruz. Çünkü Russell’ın memleketimizde nisbeten az
tanınmış ve büyük eserlerinden bahsedilmiş ise nadiren bahsedilmiş bir filozof
olduğuna bazı felsefecilerimizle temaslarımızda kanaat getirdik. Hattâ 1929 senesinde İstanbul felsefe
profesörlerinden merhum İzzet bu filozofun riyazi mantıkçı ve çetin anlaşılır
bir filozof gibi telâkki edildiğini söylemiş ve fakat Russell’ın kendi
akidesine dair yazdığı bir makalenin tercümesini okuyunca bunu o zaman çıkan
galiba “hayat, , revüsünde bastırmak
istemişti . [B. Russell. How İ came by my Creed The Realist No. 6 p.
14 1929].
Russell İngilterenin Liberal fırkasına mensup büyük
bir kibar ailenin oğullarından Lord John Russell’ın oğlu olarak 1872 senesinde
doğmuştur. Üç yaşında babasız ve
anasız kalan bu çocuk büyük anasının yanında Londra civarındaki Richmond’da
büyümüş ve hususî muallimlerden Fransızca ve Almancayı pek iyi
öğrenmiştir. Babası oğlunun o
zamanlar Ingilterede pek moda olan Spencer ve Thomas Huxleyia akidelerine muvafık
olarak, yani kâinatta mahiyetleri
itibarile bilinmesi kabil olmayan (UnknowableInconnaissable Unerkennbar) bir
takım hakikatler olduğuna kail Agnosticisme fikrile büyütülmesini istemişti. Hattâ Russell
babasının ve anasının bu akideyi tuttuklarını büyüyünceye kadar öğrenemediğini
söyler. [Yukarda ismi geçen
makalede] çünkü küçüklüğünde evvelâ Presbiterien olan ve sonra tevhitci
(Unitaire) Hıristiyanlığa geçen büyük anası onu her pazar bir kiliseye gönderir
ve fakat Hıristiyanlığın bütün dar akidelerine meselâ ahiret azabına ve yahut
mucizelere inanmak için çocuğu kimse zorlamazdı.
İşte böylece Russell tevhitçi Hıristiyanlığına
samimiyetle inanmış olarak on dört yaşına basıyor; bu yaşta daha kuvvetle dindar
olduğu için dinin doğruluğunu isbat edecek deliller aramakla zihnini yoruyor ve
bir taraftan da on sekiz yaşına kadar bu derdini kimseye açamamaktan ve yalnız
başına düküne düşüne yavaş yavaş dininin zafa uğramasından pek ziyade azap
duyuyor. İtikadını
sarsan ilk dinî nas (Dogme-Dogma), serbest
irade (Libre arbitre Frei Wille-Free Will) meselesi olmuştu. Maddenin
bütün hareketleri dinamik kanunlarile muayyen ve bağlı olduğu halde yine ayni
maddeden yapılmış olan insan vücudunun insan iradesine tâbi olacağını bir türlü
anlayamıyordu. Kendi ifadesine göre o
vakte kadar Descartes’i okumamış olmasına rağmen kartezyen ( Dekartçı) bir tarzda düşünmeğe başlıyor. Zihnini karıştıran ikinci nas da ruhun
bakası, (Immortalite, Unstreblichkeit, İmmortality) meselesi olmuştu. Velhasıl bütün bu şüphelere rağmen on sekiz
yaşma kadar Russell bir ilâhın vücuduna tamamen inanmıştı. O bir türlü ilk illet, (First cause,
Prima Causa) burhanını yıkacak bir delil bulamıyor. Nihayet bu yaşta Stuart Millin kendi yazdığı
tercüme-ı halini okuyunca bu bürhanında yıkıldığını görüyor ve artık Russell
bütün Hıristiyanlık naslarından ayrılmış oluyor. Kendi ifadesine göre kendini evvelki
dindar halinden daha bahtiyar ve daha rahat hissediyor.
Russell biraz sonra Cambridge Üniversitesine
girmiştir. Orada hocası Mc. Teggart’ın tesirile Hegel felsefesine
kapılıyor ve üniversitede felsefeden en büyük mükâfatı kazanıyor. Fakat bu felsefe de kendisini tatmin
edemiyor. Üç sene sonra İngiliz
mütefekkirlerinden G. E. Moore ile uzun bir münakaşadan sonra bu
felsefî mesleği de terkediyor. Kısa bir
müddet Pariste safaret ataşeliğinde bulunduktan sonra Almanya’da iki kış
Sömestri sosyal demokrasi ve ekonomi tetkik ediyor. Fakat Russell’ın ta çocukluğundan beri
zihnini yoran mes’ele felsefeden ziyade riyaziyat idi. Çünkü yakınî bilgiyi (Certain Gewiss,
Knowledge Connaissance Erkenntniss)o ancak riyaziyatta görüyordu. Ve meşhur Yunan
riyaziyecisi Euclidisin herşeyi ispat ettiğini işitmişti. Bunun için büyük kardeşi kendisine
Euclid hendesesi okutacağını söyleyince pek sevinmişti. Fakat daha ilk derste Euclidin isbatsız bir
takım mütearifeler, Axiomelar, kabul ettiğini görünce ümidi yıkılıyor ve bu
vak’a onun üzerinde o kadar şiddetli bir tesir yapıyor ki bu tesiri hâlâ unutmadım
ve unutamayacağım diyor. Kardeşine ilk
Euclid mütearifesini sebebini bilmedikçe kabul edemeyeceğini söyleyince, kardeşi,
öyle ise hendese okumağa devam edemeyeceği cevabını veriyor. Bu cevapla kendini asla tatmin edemeyen
Russell o günden ta otuz sekiz yaşına kadar (1900) hep bu riyaziyat prensipleri
üzerinde çalışıyor. Ve yine kendi
ifadesine göre, o zamana kadar bu sahada
elinden ne gelirse yaptığı halde riyaziyatta bile mutlak bir yakine
(Certitude, Certaintygewissheit) vasıl
olamadığını anlıyor. Bu arada
Amerika’nın John Hopkins üniversitesinde gayri Euclidî hendese (Geometrie non
Euclidienne) dersleri veriyor. Nihayet
1900 senesinde Pariste toplanan riyaziyat kongresinde meşhur İtalyan
riyaziyecisi ve mantıkçısı Peano Russell’in üzerinde mühim bir tesir
yapıyor, ondan sonra ilk mühim eseri
olan “The Principles of Mathematics Riyaziyat prensipleri „ ni 1903 de
neşrediyor. 1910 da Cambridge
üniversitesinin Trinity Kolljinde hocalığa geçiyor. Bu sıralarda onun zihni hep riyaziyat
prensipleri, riyazi mantık ve bugünkü
tabiriyle Logistique ile meşguldür.
Harward Üniversitesi felsefe profesörü Witne head ile
beraber yazdığı 1910 da daha büyük ve mühim eseri olan Principia Mathematica
ile riyazi mantığı genişletiyor ve hattâ yeni bazı prensipler koyuyor.
1910 senesine kadar kibar ailenin bu dâhi çocuğu
Oxfort civarında küçük bir evde gayet basit yaşıyor ve hâlâ riyazi mantık
üzerinde çalışıyor ve düşünüyor; fakat kendi ifadesine göre zihninin artık
mücerret meselelerden bıktığını ve arada amelî işleri düşünmek istediğini
anlıyor ve bu sırada sabık Başvekil Chamberlainin tarife ıslahatı politikasına
ve kadınlara rey hakkı verilmesi meselesine de karışıyor. Hattâ o sene
Liberal fırkasından mebusluk için namzetliğini bile koymak istiyor; lâkin
namzetliği geri almağa mecbur ediliyor,
çünkü o kendisinin Agnostique olduğunu ve hiç bir zaman kiliseye
gidemeyeceğini açıkça söylüyor. Nihayet
yine kendi tabiriyle Faustun kendisine Mefistonun bir köpek şeklinde gözüktüğü
andaki ruhî haletine varıyor. Yani öğrendiği, bildiği,
keşfettiği hakikatlerden amelî bir fayda çıkmadığından muztarip olup dururken
onun karşısına da 1914 senesinde büyük harp bir mefisto gibi çıkıyor ve harp
zamanında amelî bir fayda umduğu sulhcilik Pacifisme mesleğini tutarak (Non
Conscription) cemiyetine faal aza sluyor; ilk devirlerinde Hıristiyanlığın
harbe karşı olan itirazlarını bir makale ile tasvir edince Russeli (100) lira
para cezasına mahkûm ediyorlar ve bu cezayı verecek parası olmayan Russell’ın
kütüphanesini mahkeme haciz ve satılığa çıkarıyor. Fakat bir dostu kütüphaneyi satın alarak
Russell’e iade ediyor; ceza bu kadarla kalmıyor, üniversite onu hocalıktan da çıkarıyor. Amerikalılar kendisini hemen Harward üniversitesine
tayin ettikleri halde İngiltere hükümeti harp vaziyetinden istifade ederek ona
pasaport vermiyor ve askerî idare filozofun konferanslarını menediyor.
Nihayet 1918 senesinde Tribunal gazetesine yazdığı bir
makaleden dolayı altı ay hapse mahkûm oluyor.
Russell bu hapislik müddetinde “İntroduction to Methemetical Philosophy
Riyazî felsefeye methal, isimli kitabındı yazmıştır'
1920 senesinde
Çin’e giderek Pekin üniversitesinde ders verdiği sırada gayet şiddetli bir
zatürreeye tutuluyor ve artık herkes filozofun hayatından ümidi keserek ölümüne
intizar ediyor, hatta çıinliler onu pek
muteber bir yere (Wertemelake) e defnetmeğe bile hazırlanıyorlar, fakat filozof Alman doktorların tedavisi ile iyileşiyor. Avdetinde Londra’nın sanatkârlar ve
münevverler mahallesi olan Chelsea’de küçük bir evde avamileştirme
eserleri, gazete makaleleri yazmakla ve
arada konferanslar vermekle geçiniyor.
Ve bu arada iki defa Amerika’ya giderek bir sıra konferanslar
veriyor. Bir taraftan da pedagoji
üzerinde çalışıyor ve bu hususta Amerikalıların Behaviourism dedikleri yeni psikoloji
yolundan giderek çocukların en küçük yaşta meselâ dört beş yaşında en iyi
terbiye edileceği esasını tutuyor ve nazariyatta kalmayarak ikinci karısı ile
beraber Londra civarında “Nursery School,
çocuk bahçesi gibi bir mektep de açıyor.
Fakat bu mektebde yetiştirdiği çocuklar üzerinde ne gibi tesirler
yaptığını bilmiyorsak ta, her halde
malî cihetten muvaffak olamıyarak 1931 de mektebi kapattığını biliyoruz.
O sene büyük kardeşinin varissiz vefatı üzerine ailesine
mahsus olan Lortluk payesi kendisine geçiyor.
Yazılarında asla Lord unvanını kullanmağa başlamamakla beraber lordlar
kamarasındaki mevkiini işgal etmeğe ve içtimaiyata bilhassa talak kanununa
dair münakaşalara iştirak etmeğe karar veriyor.
Russell orta boylu,
zayıf, kır saçlı sinirli çehreli
bir zattır. Kendisiyle yakından temas
edenlerin ifadesine göre gayet tatlı konuşur ve küçük fıkraları pek nefis
surette nakleder, acı ve bazan
Voltairien istihzayı elden bırakmaz. Ve
her vakit düşündüğünü açıkça söyler.
**
Russell’in felsefesini bir iki sayfada hulâsa et inek
hakikaten güçtür. Ancak biz burada gayet
umumî bir fikir vermeğe çalışacağız :
Russell kendi felsefesini Amerika’nın Harward
Üniversitesinde 1914 senesi mart ve nisan aylarında verdiği derslerde ilk defa
olarak toplu bir surette ortaya koymuş ve bu dersler sonradan Haricî Aleme
dair Bilgimiz: Our Knovvledge of the external vvorld ; (Ailen and unw'ın
london); adı altında bir kitap şeklinde çıkmıştır. Bu kitabın mukaddemesinde söylediği gibi
Russell felsefesine yeni mantık yolile giren filozoflardandır. Hatta yukarda dediğimiz gibi şu küçük kitabı
(Felsefe meseleleri) yazdığı zaman ile (1912) Harward’da felsefe derslerini
verdiği zaman arasında bilgi nazariyesinin bilhassa hissi mutalarile
zaman, mekân ve riyazî fizikteki madde
beynindeki nispetler meselesinde pek farklı düşüncelere geçmiştir. Binaenaleyh gene tekrar edelim ki Felsefe
Meseleleri Russell’in kendi felsefesi değil,
ancak bütün felsefelere medhal hizmetini görecek muhtasar fakat faideli
bir umumî bilgi nazariyesi eseridir.
Russell zamanımızdaki felsefeyi başlıca
üç büyük tipe ayırıyor :
(1) Klâsik
felsefe, (2) Tekâmülcü felsefe, (3) Yeni realizm namı altında doğan
felsefenin ruhile uyuşmuş olan mantıkî atomism — Logical Atomism — Atomisme
logique — Logisehe Atomismus.
Russell klâsik felsefe namı altında Descartesden
başlayan akliyeci (Rationaliste) ve iftikarıyeci (İdealiste) felsefeleri yani
tecrübeci (Empirist) felsefenin zıddı olan felsefeleri toplar. Ve bu felsefenin Almanya, Fransa ve İngiltere ve Amerika
üniversitelerinde hâlâ mevkilerini muhafaza etmekle beraber çökmeğe yüz tutan
bir kuvveti temsil ettiklerini söyler.
Ona göre bu tip felsefenin mensupları felsefe haricindeki malûmatlarını
ilimden ziyade edebiyattan almışlar ve felsefelerini ve mantıklarını kurarken
ilme daima uzak kalmışlardır. Deskartes
ile başlayan bu yeni felsefede orta zamanlarda olduğu gibi körkörüne değilse
bile yine itikatsız bir surette Aristo mantıkini kabul etmiştir.
Bu felsefenin mantığında âlemin asıl ve mahiyeti
hakkındaki birçok düşünceler arasından biri,
diğerlerini nakız ve selbetmek tarikile,
seçilerek yapıcı (Constructive) bir mantık yolu tutulurdu.
Halbuki Russell mantığın daha ziyade tahlilî olduğunu
ve tahlil neticesinde âlemin mahiyeti böyle veyahut şöyle ve »fakat ancak bir
türlü olduğunu söyleyecek yerde bu mahiyetin birçok türlü olabileceğini
göstermek suretiyle muhayyelemizi hürriyete kavuşturduğunu iddia eder ki pek
tabiî olarak böyle bir mantık bir metafizik binası kurmağa da müsait değildir.
Müellif ikinci tip felsefede Darvin’in tekâmül
nazariyesinin bazan Spencer’in yaptığı gibi pek dar ve bazan da William James
ve Bergson’un yaptığı gibi daha cesurane ve daha geniş bir tashihini görür ve
bu felsefeden oldukça hafif ifadelerle adeta ehemmiyet vermez bir tarzda
bahseder. Rassel’in hele Bergson
felsefesi hak 'kında pek orijinal fikirleri vardır. Bunları tetkik etmenin burası maattessüf yeri
olmadığından geçiyoruz.
Üçüncü tip diye
ayırdığı felsefe grubuna asıl kendi felsefesi de dahildir.
Russell bir kere bütün felsefenin esası mantık olduğu
ve nasıl ki riyaziyat fizikin usulü ise mantığın da felsefenin usulü olduğunu
kaydettik ten sonra, Aristo mantğının
çürük yerlerini tenkit eder.
Russell’e göre asıl İlmî mantık İtalyan Peano ve alman Freye’nin riyazi
mantık tetkikleri ile başlar. Bu iki
müellif mantıktan aldıkları neticelere hep riyaziyenin tahlili ile vasıl olmuşlardır. Vakıa bu yeni mantıkin felsefeden ziyade
riyaziyata ait olduğunu ve fakat esas prensipleri ile felsefe üzerine pek çok
tesirler yapması lâzım geldiğini iddia eder.
Çünkü ancak bu mantık sayesinde mücerret mefhumlar
adeta riyazi işaretlerle hallolunan muadeleleri tahlil edebilir. Meselâ kaziyelerde veyahut istidlâllerde
(Inference) ifade ettikleri mevzudan başka olarak bir de bir şekil bir suret
(forme) vardır ki, bu suret vasıtasıyla
kaziyeyi teşkil eden kısımlar birbirine bağlanır. Faraza Sokrat fanidir, , filân zat kızgındır, güneş sıcaktır diye yaptığımız kaziyelerin her
üçünde de müşterek ve (dır) ile ifade olunan bir şey vardır ki işte bu mücerret
şey kaziyelerin yalnızca suretinden (forme)i ibarettir. Yoksa o kaziyeyi bilfiil teşkil eden akşamdan
biri değildir. Yine meselâ yalnız
Sokratı alıp şu kaziyeleri yapsak: Sokrat Atinalıdır, Ksantip ile evlendi, baldıranı içti, desek bu kaziyelerde müşterek olan şey
Sokrattır, halbuki suretler
muhteliftir. İşte felsefî mantıkta (yeni
mantık) mühim olan bu suret meselesidir.
Pek bellidir ki mantıki suretlerin
bilgisi mevcut olan şeylerin bilgisinden büsbütün başkadır. Meselâ Sokrat baldıranı içti dediğimiz
zaman husule gelen mantıkî suret ne Sokrat ve ne de baldıran gibi mevcut olan
bir şey değildir; belki gayet mücerret (abstrait) bir şeydir. Buna dilden de bir misal getirebiliriz:
faraza uzun ve muğlak yazılmış bir cümle okuyalım Bu cümledeki bütün
kelimeleri anlarız ve fakat birdenbire cümlenin manasını anlayamayız. İşte bu halde biz kaziyeyi teşkil eden
kısımları anladığımız halde, kaziyenin
veya cümleyi teşkil eden kazı yelerin suretlerini ^anlamamış oluyoruz.
Bütün istidlâllerde (Inference) esas yalnız ve yalnız
surettir ve bundan dolayı felsefede man tıkî suret en mühim yeri
tutmuştur. Meselâ eski mantığın meşhur
kıyas misalini alalım: Sokrat insan idi,
insanlar fanidir, binaenaleyh
Sokrat fanidir, işte burada ne netice ve
ne de mukaddemelerin birbirine münasebeti ne Sokrat oluşa, ne fani oluşa ve ne de insan oluşa bağlı
değildir. Ayni kıyas şu suretle pek âlâ
ifade olunabilir: Eğer bir şey muayyen bir vasfı haiz olursa ve bu vasfı haiz
olan herhangi bir şey diğer muayyen bir vasfı da haiz olursa o halde (mevzu
bahs olan) o şey muayyen diğer vasfı da haiz olur. Görülüyor ki bu şekildeki istidlalde hiç bir
(hususî), cüzî (particulier) bir şey ve
bir vasıf yoktur. Bilâkis bütün
kaziyeler umumî bir şekildedir. İşte
Russele göre kaziyelerin hepsi bu umumî şekle irca olunabilir. Binaenaleyh teker teker cüz’î istidlallerle
uğraşmak vakit kaybetmeden başka bir şey değildir
[Bu fikri Profesör Reichenbach şu suretle daha
ri¬yazi bir şekilde ifade ediyor : “Şunu da işaret edelim ki yeni mantık kaziye
ile kaziyevî tabiler (fonclions proposiotionelle) arasındaki mühim farkı
meydana çıkarmıştır. Daha umumî bir
mefhum olan bu fonction bir takım mutahvilleri (Variables) ihtiva eder. Her ne vakit ki mütehavvilleria yerine
muayyen kıymetler konu¬lursa fonction bir kaziye olur. La philosophle
scientifique p 31].
Bundan başka Russell basit kaziyelerin mevzuu (sujet)
mahmule (predicat) atfeden yalnız bir şekil olduğunu kabul etmek suretiyle eski
mantı ğın hataya düştüğünü iddia eder.
Çünkü yeni mantıka göre bu tek şekil bir mevzua ancak bir takım vasıflar
atfeden bir şekildir. Halbuki bu şekil
gramer noktainazarından umumî olsa bile felsefe noktainazarından umumî olmaktan
çok uzaktır. Meselâ “bu şey o şeyden
daha büyüktür, , dediğimiz zaman bu
şeye sadece bir vasıf atfetmiyoruz,
belki bu şeyin o şeye olan nisbe tini kastediyoruz.
Nitekim “o şey bu şeyden daha küçüktür, , dersek yine manayı ve mantık noktainazarından
ayni şekli muhafaza ettiği halde gramer nokta-i nazarından mübteda ile haber
yerlerini değiştirmiş ve cümle değişmiş oluyor. İşte Russell’e
bu suretle gramerin mantık üzerinde hiç bir tesiri olamayacağını söyleyerek
nahvi şeklin mantıki şekli asla göstermediğini ifade ediyor. Russell’e göre bu noktanın eski mantıkta
tesbıt edilmemiş olması traditionel metafizikte birçok hatalara se bep
olmuştur.
Russell mantıkta nisbet Relation (izafiyet) me
selesine pek çok ehemmiyet veriyor ve onu muhtelif nevilere taksim
ediyor. Velhasıl onun için âlemdeki
eşyanın tam tavsifi onların bir kataloğunu yapmaktan yani yalnız vasıflarıyla
zikretmekten ibaret olamaz, belki o
eşyanın vasıflarıyla beraber birbirlerine olan nisbetlerin! de zikretmek
elzemdir. Eğer böyle vasıfları ve
nisbetleri beraberce zikredersek ancak o vakit bir mantıki vakıaya (Loyical
fact, iogische Tatsache, Fait lo gique) vasıl oluruz. Meselâ Napolyon yalnızca bir mantıkî vakıa
değildir, belki Napolyon’un haris olması
veyahut Jozefin ile evlenmesi mantıkî vakıadır. Böyle bir mantıkî vakıayı ifade eden yani
herhangi bir şeyin herhangi bir vasfı diğer bir şey ile olan herhangi bir
nisbetini gösteren bir kaziyeye Russell “atomik kaziye, , ismini veriyor; bu kaziyeye atomik sıfatını veriyor
çünkü bu kaziyeler birleşerek daha büyük moleküler kaziyeleri teşkil
ediyor. İşte bundan dolayıdır ki Russell
felsefesine daha iyi bir isim bulamadığı için iptidada mantıkî atomizm —
logical Atomism — ismini vermişti.
Bu atomik kaziyelerin gösterdiği atomik vakıalar
ancak his ve idrak ile bilinen vakıalardır.
Binaenaleyh
eğer biz bütün atomik vakaları bilse idik ve ancak bu bildiğimiz vakıaların
atomik vakıalar olduğuna da kani olsa idik o vakit nazariye noktainazarından
herhangi şekilde olursa olsun bütün hakikatleri istidlâl edebilirdik, bu demektir ki yalnız mantık bütün
hakikatleri bilmek için lâzım olan bütün cihazları vermiş olacaktı. Fakat ilk atomik vakıaların bilgisi hususunda
mantıkın hiç faidesi yoktur.
Saf mantıkta (Logique pure) atomik vakıalardan bahis
bile edilmez. O mantıkta yukarda gördüğümüz
gibi ancak suretler (formes) vardır.
Adeta bir kadro gibi olan bu suretleri hangi eşyanın ve hangi vasıfların
veyahut hangi nisbetlerin dolduracağı bizi alâkadar etmez.
O halde saf mantık (Logioque pure) atomik vakıalara
tabi olmadığı gibi atomik vakıalar da o mantığa tabi değildir. Böylece asıl mantık kablî (A priori) bir
kutup ve atomik vakıalar ise tecrübî (tedribî ) Empirique bir kutuptur. Fakat bu iki kutbun arasındaki saha felsefî
mantıkta doldurulması lâzımgelen en mühim sahadır.
İşte bu sahada eski mantığın şartî, umumî (küllî) diye tasnif ettiği ve
Russell’in ise mo leküler (Moleculaire) dediği bütün kaziyeler vardır, bu noktada Russell eski tecrübeci
filozofların (Empirist Empiricuste) mantığından şu suretle ayrılıyor : Ona
göre meselâ bütün insanlar fanidir gibi umumî hakikatler yalnız cüzî
hakikatlerden istidlâl olunamaz.
Eğer umumî hakikatler bilinecek ise mutlaka ya bizzat
bedihi olmalı veyahut hiç olmazsa biri yine bir diğer umumî hakikat olan
mukaddemelerden istidlâl olunmalıdır.
Halbuki tecrübecilerin kullandıkları delillerin hepsi cüzî hakikatlerden
çıkarılır. Bundan dolayı eğer bir umumî
hakikat bilgisi var ise evvel emirde tecrübî delillere dayanmayan yani yalnız
his mutalarına (Sens data, Les donnees
de sensations, Sims data) tabi olmayan
bazı umumî hakikatlerin bilgisi olmak lâzımdır.
Halbuki eski tecrübeciler (Lock ve muakipleri gibi)
bütün bilgilerimizin İrslerimizle husule geldiğini ve o hislere tabi olduğunu
idddia ederlerdi.
Russell’e göre eğer bu fikri kabul edersek o vakit
umumî ve küllî hakikatleri bildiğimizi söyleyemeyiz. Halbuki mantıkta böyle umumî hakikatlerin
bilgisi vardır. Nitekim yukarda zikredilen
“Sokrat bir insandır, bütün insanlar
fanidir, binaenaleyh Sokrat
fanidir, kaziyelerinin tamiminden
husule gelen şekle yani “Eğer bir şey muayyen bir vasfı haiz olursa ve bu
vasfı haiz olan bir şey diğer muayyen bir vasfı da haiz olursa o halde o şey
muayyen diğer vasfı da haiz olur. „ şekli pek umumî bir hakikati
gösteriyor. Yani her şeye ve her vasfa
tatbik olunabilir ve bizzat bedihidir.
Yani hislerimizin vasıtasıyla istidlâl olunmuş bir kaziye değildir.
Velhasıl Russell’e göre mantık iki kısımdır, birinci kısım kaziyelerin ne olduğunu ve ne
gibi suretler alabileceğini tetkik eder ve atomik ve moleküler ve umumî
kaziyelerin muhtelif nevilerini sayar.
İkinci kısım ise muayyen şekillerdeki kaziyelerin hakikatini gösteren
yüksek derecedeki umumî kaziyelerden bahseder.
Bu ikinci kısım daha ziyade riyaziyat çerçevesine
giriyor. Çünkü riyaziyatın kaziyeleri en
ince tahliller neticesinde hep bu umumî surî hakikatlere müncer olur. Fakat yalnızca suretleri sayan birinci kısım
felsefede en mühim ve en güç olan kısımdır.
Vakıa eski mantıkta olduğu gibi hüküm ve tasdik ifade eden kaziyelerde
ancak mevzuun mahmule atfı sureti düşünülürse nisbetler dışarda kalarak bu
köhne felsefede ve ilimde pek mühim olan zaman ve mekân meseleleri anlaşılmaz
bir hale giriyor. Demek ki yeni mantık diğer
suretleri de tarif ve tespit etmekle felsefenin birçok mühim meselelerini halle
doğru ilerlemiş oluyor. Russell bu
noktada çok ısrar eder. Ona göre
kaziyelerde yalnız bir mevzu-mahmul şekline bağlanıp kalma bilgi nazariyesini
zayıflatır. Hâlbuki yeni mantık mücerret
tahayyül kuvvetimizi çoğalttığı gibi bize mürekkep ve girift vakıaların
tahlilinde kullanabileceğimiz namütenahi muhtelif kaziyeler vermiştir. Bu noktadan yeni mantık eski mantığın
tamamen zıddıdır. Çünkü eski mantıkta
ilk bakışta mümkün gibi görünen faraziyelerden bir tanesi müstesna olmak üzere
diğerlerinin gayri mümkün olduğu ispat edildiği gibi hakikatin muayyen bir
karakteri olduğu da evvelden tesbit edilmiştir.
Halbuki yeni mantıkta bilâkis ilk bakışta mümkün gibi
görünen faraziyeler şayanı kabul kaldıktan başka diğer faraziyeler daha konulur
ve hepsi birden herhangi bir vakıanın tahlilinde serbestçe kullanılır. Yani Russell’in kendi tabirince “eski mantık
fikri zincirlere vurduğu halde yeni mantık fikre kanat verir. „ Ona göre yeni mantık felsefeye Gaiilenin fiziğe
getirdiği inkişafı getirmiştir. Yeni
mantık ile felsefede insan kudretiyle hangi meselelerin halli kabil olduğunu ve
hangilerinin hallinin bu insan kudretini aştığını anlamak kabil olmuştur.
Velhasıl Russell’in tuttuğu mantık eski organik mantık
yerine konulan atomik bir mantıktır.
Yani Aristo’nun organik mantığına göre her şey başka şeylere olan
nisbeti sebebiyle müteessir olur ve bir değişikliğe uğrar ve binaenaleyh bir şeyi
gereği gibi bilirsek o şey ile nisbete giren diğer bütün şeyleri ve binaenaleyh
bütün kâinatı da bilebiliriz. Halbuki
yeni mantığa göre bir şeyin batını karakterini iyice bilmekle diğer şeylerle
olan nisbetini bilmek mümkün değildir.
Russell’in burada Leibniz’den aldığı bir misali vardır: Meselâ Avrupa’da
bulunan bir adamın karısı Hindistan’da vefat etse karı ile koca arasındaki
nisbet dolayısıyla bu vefat anında o adamın batınî mahiyeti de müteessir olarak
bir değişiklik husule gelir. Halbuki
aklı selim, bunu asla kabul etmez. Bu değişiklik husule gelse bile ancak kara
haberi aldıktan sonra husule gelir,
der, işte yeni mantığın düşünüşü
de böyledir.
Russell,
Alomisme Logique ismi altında tuttuğu usul ile bütün tecrübelerimizi en
son cüzülerine kadar tahlil eden yola girmiştir. Vakıa bu usul Lock ve onun muakkipleri olan
eski İngiliz tecrübecilerinin usulü ise de Russell onlardan gayet esaslı bir
noktada ayrılıyor. Lock ve muakkipleri
bir mürekkep küllü- ı cüz’ülerin bir araya gelip teşkil ettikleri yekûndan
ibaret olduğunu iddia ettiği halde,
Russell bir mürekkep küllün anasırına ayrılınca haiz olduğu evsafı
kaybettiğini tamamen tasavvur etmiş ve bir mürekkep küllün o küllü teşkil eden
eczanın herhangi bir surette yekdiğerile nisbette bulunmalarından ileri
geldiğini kabul etmekle nisbetlerin mürekkep küllün evsafta oynadığı mühim
rolü hakkile tanımıştır.
Russell eski mantığa karşı çok amansız hücumlar
eder. Hatta yeni eserlerinin birinde
[B. Russell. The Scientlfic outlook p. 43.] “Aristo
insan ırkının başına bir felâket olmuştur denilebilir, bugüne kadar birçok üniversitelerde onun halâ
okutulan mantıki birçok saçmalar ile doludur, demeğe kadar varır. Hatta eski mantığın kıyaslar ile olan
istidlâllerine büyük bir ehemmiyet vermez. Russell için kıyas (Syllogisme) ile
yeniden bir bilgi elde etmek te mümkün değildir. Meselâ Sokrat
bir insandır. . . ilâh, kıyasını alırsak bütün insanların fani
olduğunu ve Sokratın da insan olduğunu bildikten sonra kıyasın neticesinde
Sokrat’ın da fani olduğunu yeniden öğrenmiş yani bu hususta yeni bir bilgi
kazanmış bulunduğumuza Russell kail olmaz. O der ki “Kıyas üniversiteler mensuplarının
(akademik âlimlerin) korkaklığını,
tereddüdünü gösteren bir abideden başka bir şey değildir, , o ancak ilimde olduğu gibi istikra
(Induction) usulile yeni bir bilgi elde edileceğine kanidir. Fakat istikra, tecrid (abstractı'on) ve tecrübeden istidlâl
gibi İlmî usullerin de bir hududu olduğunu kabul eder. Meselâ istikranın mahiyet ve nazariye
bakışından muteber olup olmadığına dair Hume’in gösterdiği şüphelerden biri
hâlâ bu noktanın nazarî bir surette halledilmemiş olduğuna inanmaktadır. Bu mühim meseleyi halle başlayarak büyük felsefesini kuran Kant
bile Russell için meseleyi daha karışık bir hale koymaktan başka bir şey yapmamıştır
[Russell
Sclentific Outlook p. p. 83.].
İşte mantık hakkında bu fikirleri yürüten Russell’in
felsefesindeki bilgi nazariyesi idealist felsefedeki bilgi nazariyesinden
başlıca şu suretle ayrılır: Kant’dan beri bilinen şeylerin bilgimiz dolayısıyla
bir değişikliğe uğradıkları ve binaenaleyh bilgi ile bilinen şey arasında bir
mütekabil tesir (Interaction) olduğu ve bilinen şeyin bilgimizden ileri gelen
bazı karakteristik evsafı bulunduğu iddia olunmakta idi.
Hatta bir şeyin tarafımızdan bilinmeden mevcut olması
mantıkça mümkün olmadığı bile iddia edilmişti.
(Kant bu son iddiada bulunmuş değildir. ) Bu iddia kabul olunursa
bilmek vasıtasıyla eşyanın kazandığı havas ve evsaf her şeyin malik olması
lâzımgelen havas ve evsaf olmak lâzım geliyordu (ki buradan meşhur Categorie
nazariyesine giriliyordu. )
O halde biz bilgi şartlarını iyice tetkik edersek
yalnız bu şartlar vasıtasıyla şeeni âlem hakkında bir çok bilgiler elde
edebilirdik. Halbuki Russell’in mensup
olduğu felsefe bunu kabul etmiyor ! Ona göre bilgi bilinen şey üzerine yeni
bir şey ilâve etmez ve bilinmeyen şeylerin mevcut olmaması için en küçük bir
sebep bile yoktur. ‘‘Binaenaleyh bu felsefede bilgi nazariyesi önümüzdeki
kâinat sırlarının kilitlerini açacak bir anahtar değildir. , , Bu anahtar olsa olsa yavaş yavaş ve daimi bir
say ile çalışan ilmin elindedir.
[Profesör Reichenbach’da ayni
fikri şu suretle ifade ediyor:
“Başlangıç noktasını kâinatın
hali hazırdaki ilminden (Science de l’univers) almayı bilen bir bilgi
nazariyesini tercih etmek isteriz ki bu nazariyenin verdiği felsefî neticeler
muasırlarımızın İlmî zaferleri kadar yüksek bir dereceye, çıkar. .
La Philosophie Scientlfique
p. 10]
Russell'in felsefesinin ilim diye
kabul ve istinat ettiği en mühim ilimler riyaziyat ve fiziktir. Bilhassa riyaziyat prensipleri, müellif için felsefe ile en sıkı münasebette
olması lâzım gelen ve felsefeye en çok yardım eden bahistir. Riyaziyat en yüksek derecede yakinî haiz olan
kablî bilgileri ihtiva eder. Felsefe de
en ziyade bu kablî bilgilere gözünü dikmiştir.
Halbuki ta eski zamandan beri (meselâ E'ea’lı
Zenon’dan beri) idealist filozoflar riyaziyatın felsefede muteber olamayacağını
ileri sürmüşlerdir.
Yeni zamanlarda Kant ve Hegel’de
ayni fikri ifade etmişlerdi. Halbuki on
dokuzuncu asırdan itibaren Lobatchevski tarafından gayri Euklidi (Non
Euclidien) hendesek eşfedilince Kant’ın Euclid hendesesinin tecrübenin üstünde
tamamen doğru ve yakinî bilgileri gösterdiği hakkındaki fikri sarsıldı ve
Lobatchevski ve muakkiplerinin mesaisile Euclid mütearifelerinin de tecrübenin
üstünde ve kablî olmadığı ve mantık ile isbatı ve yahut reddi mümkün şeyler
olduğu meydana çıktı. Diğer taraftan
meşhur Alman riyaziyeci ve mantıkçısı Freye hesabın da mantıktan çıktığını
isbat etti.
Russell’e göre riyaziyat prensiplerindeki bütün bu
yenilikler kerrat cedveli kadar şüphesiz şeyler olduğu halde filozoflar bu
hakikatlere karşı göz yumdular. Halbuki
Russell’in mensup olduğu felsefe bütün bu neticeleri göz önünde tutuyordu. Bundan sonra riyaziyat prensiplerinin ortaya
koyduğu riyazî mantık ile felsefe de yapıcı (Constructif) bir yola girdi. Fakat bu felsefenin yapıcı oluşu, eski felsefenin yapıcı oluşu gibi birdenbire
tam bir sistem halinde ortaya çıkmak değil belki ilimde olduğu gibi yavaş yavaş
tecrübeler, sınamalar ile ortaya çıkan
bir yapıcılıktır.
Russell’in felsefesi iptidada riyaziyat prensiplerinden
ilham alarak, riyazi mantık usullerini
kullanarak başlamış olmakla beraber sonraları bilhassa Einstein’in izafiyet
nazariyesi Quantum nazariyesinin keşfi üzerine daha ziyade riyazi fizik ile
sıkı sıkıya münasebete girmiştir. Artık
filozof felsefesinde zaman ve mekândan bahsederken Einstein’in (zaman mekân)
mefhumundan başka bir şey kullanmaz,
maddeden bahsederken onun için madde muhtelif kudret (Energie)
Quantumlarından (Quanta) başka bir şey değildir. Binaenaleyh Russell eski materyalistlerden
yani maddeyi katı ve cevheri mahiyette görenlerden tamamen ayrılmıştır. Onun için madde en son keşiflerden ve en son
riyazi düsturlardan çıkan neticelere göre bir dalgalar sisteminden
ibarettir, işte yeni fiziğin bu
neticelerinin tesiri altında Russell “Tabiatte
atlamalar, sıçramalar yoktur» manasındaki lâtince darbı meseli inkâr ediyor ve
tabiatte ittisal (Continuite) değil bir ittisalsizlik (Discontinuite) olduğunu
kabul ediyor [Natura non focit saltam yahut Natura non facit saltus. Bu darbı meselin »on kelimesini iki türlü de
zikrederler. Hangisinin gramerce doğru
olduğunu lâlinistler tayin etsin Russell bu darbı meselden bahsederken lâtince
darbı mesellerin hiç birisinin doğru olmadığını hiddetle söyleyecek kadar ileri
gider.]. Meselâ; Planck’ın keşfettiği
Quantum nazariyesine göre ziya neşreden bir cismin ancak vakit vakit yani
fasılalarla sıçramalar halinde ziya Quantumları neşrettiği gibi.
Bundan başka yine yeni fiziğin tesiri altında ilimde
determinizmin (Determinisme’in) sarsılmış olduğunu kabul ediyor; meselâ
elimizdeki İlmî kanunlar vasıtasıyla bir atomun içindeki elektron ve protonlar
arasındaki vaziyetin ne şekil alacağını evvelden tayin edemeyeceğimiz fikrini
tasvip ediyor ve 250 seneden beri ilimde bir mutlak hükümdar gibi hükmünü süren
sıkı bir muayenniyet (Determinismes rigoureux) den vazgeçmek lâzım geldiğini
de düşünüyor. Fakat Russell bu noktada
pek sevdiği ve felsefe ile oğraşanlar için lâzım saydığı reybî (ceptique)
[şüphe] zihniyete dönerek atomun istikhalde hal ve vaziyetini tayin
edemememizin sebebini bilgilerimizin noksanında bulmak istiyor. Kendisi daha eski eserlerinde meselâ “Haricî
âlem hakkındaki bilgilerimiz, , (1914)
bu noktada şüpheli, reybî değil
katî olarak gayri muayyeniyetin (lndetermination) bizim cehaletimizden ileri
geldiğini söyler. Hatta tıpkı Laplace’in
tahayyül ettiği gibi kâinatın bütün kütlelerini, onların hareketlerini ve vaziyet ve süratlerini
ve bunları gösteren tefazulî muadeleleri
bilen bir “üst insan, , (un surhomme) yahut bir ruhu âlem
(Weltğeistin) bilgileri ile istikbalin her hususta evvelden kestirileceğim
kabul eder ve daha ileri giderek maziyi bilmemiz yalnız istidlâl ile değil belki
hafızamız sayesinde olduğunu düşünürken istikbal için de bir hafızamızın olmamasını
sırf tesadüfe atfetmeğe kadar varır. Şimdi
ise kat’î bir determinizmin artık yeri olmadığını kabul ederken eşyanın
istikhaldeki hal ve vaziyetini istatistik! (yani ihtimali) kanunlarla tayini
kabil olduğunu ilâveden çekinmiyor.
Hatta bu ihtimalîlik noktasından yine mantığa dönerek
istikra (Induction) ve müşabehet (Analogie)nin de ihtimali netice verdiğini
söylüyor. Diğer taraftan genç fizik
âlimi Heisenberg’in koyduğu gayri muayyeniyet prensibini (Principe de
l’indetermination, Principle of
uncetainty, Principle of indeterminacy,
Unbestimheitsrelation. ) [Bu tabirlerdeki Principe kelimesi yerine şimdilerde
çok kere Almanların kullandığı relation kelimesini kullanıyorlar, ve gayri muayyeniyet yerine de İncertitud
diyorlar. ] Yani bir elektronun vaziyet ve süratini ayni zamanda tayin edememek
prensibini de inkâr etmemekle beraber bunun doğrudan doğruya determinizmi
yıkarak serbest irade (Libre arbitre) akidesini dirilttiğini de kabul edemiyor
ve bu prencpten istifa de ile ditıdarane bir sertliğe koşan âlimleri ve
bilhassa İngiltere’nin büyük astronomi âlimleri Eddington ve James Jeans’ı
şiddetle tenkit ediyor.
Görülüyor ki Russell bu muayyeniyet ve gayri muayyeniyet
davasının içinden çıkmak için tabiat kanunlarının kat’î değil ihtimali
(istatistikî) kanunlar olduğunu açıkça kabul ederek ve bu noktada Reichenbach
ve onun Erkemtniss mecmuasındaki arkadaşlarile bir fikre gelmiştir denilemez. [Relchenbach’ın ilimde istatistikî kanunlar
ve ihtimaliyet prensipleri hakkındaki fikirler'ini kısaca öğrenmek için La
philosophie scientifique ismindeki küçük risalesine ve yahut Atom und Kosmos
adlı küabına ve fakat esaslı malûmat almak isteyen mütehassıslar ise Stetiğe Warcheinlichkeitofolgen
ve Axiomatik der Wahrscheinlichkeitsrechnung ismindeki eserlerine müracaat
etmelidirler. ]
İşte yeni fiziğin maddeyi böyle bir dalgalar paketi
(Paquets d’ondes) haline getiren yeni keşifleri ve bilhassa değil insan
ruhunun hatta fizik ölçü aletlerinin,
bir fotoğraf makinesinin, bir
kronometrenin bile izafiyet nazariyesinde bir enfüsiyet (Subjectivite)
almasını Russell kendi felsefesinde mühim bir yer tutan ve esasen Avrupa’da
Ernest Mach ve Amerika’da W. James ile
başlayan Monisme fikrini takviyede çok isabetli ve maharetli bir surette
kullanır.
Ve der ki: Alemde herşey bir takım vakalardan Event’lerden mürekkeptir. Russell’e göre bir vaka zaman içinde küçük bir
imtidadı, sürmeyi (Duration) ve mekân
içinde küçük bir tehayyüz (Extension)u haiz olan bir şeydir.
Yahut izafiyet nazariyesine uydurarak söylersek, zaman — mekânın küçük ve mütenahi bir
parçasını işgal eden bir şeydir. Vak’a
eğer kısımlardan mürekkep ise o kısımlar ayrı ayrı bir nokta ve bir an
değildir ; belki bir nokta—an Point instant dır. Bir şimşeğin görülmesi bir otomobil
lâstiğinin patlamasının işitilmesi ve bir kurbağanın elde soğuk bir his
bırakması gibi his mutaları hep birer vaka olduğu gibi his mutalarımızı teşkil
etmeyen ve meselâ şimşeğin havada hasıl ettiği elektrik! değişmeler de birer
vakadır. Binaenaleyh eski felsefelerde
ruhu esas tutan ideelistlerin ruh ve maddeyi esas tutan materyalistlerin madde
diye kabul ettikleri en son ve yüksek hakikatler, bunların üstünde daha iptidaî bir şeyin
(stuff) değişme vakaları sebebiyle muhtelif bünye (structure)de tezahurundan
hasıl olan vatkalardan ibarettir. Bu
halde esasta mevcut olan tek bir şey vardır.
Bu da ne ruhtur ve ne de maddedir,
uğradığı değişmeler bazan ruh ve bazan madde halinde bir vaka gösteren
neutre bir şeydir—(Stuff) V. ve bundan
dolayı felsefenin bir ismine de (Monisme neutre, Neutral monism) diyorlar.
Fakat burada izah olunacak bir nokta vardır Yukarda
söylediğimiz gibi Russell’in felsefesi esas olarak ilme dayanan bir felsefe
olduğundan bir taraftan realist bir felsefe olduğu kadar ilmin vakalarda kabul
ettiği çokluğu (Multiplicite)de kabul ettiği için diğer taraftan da Pluraliste
bir felsefe olmak lâzım gelir. Fakat
nihayette iş bütün âlemin mürekkep olduğu muhtelif ve çok ve şeeni vakaların
en son mahiyetini sormağa dayanınca idealistlerin anasırın aslında ruhu ve materyalistlerin
maddeyi görüşlerini ret ettikten sonra hepsini bir neutre şeye irca ederek
monism’e birlikçiliğe erişiyor.
Bundan başka Russell fizik riyaziyatta ilimlerden ve
meselâ biyolojiden bahsederken o kadar heyecanlı değildir. Hattâ bir eserinde âlem hakkında bir fizikçi
gözü ile felsefe yaparken biyolojiye geçerek felsefe yapmayı dünyaya ait büyük
meseleler konuşup dururken bir mahalle meselesine geçmeğe teşbih eder. Biyolojide onun ehemmiyet verdiği bahis yine
tehavvül ve tekâmül nazariyesidir (Evolution et transformisme). Bunda da Darwin’in hatalarına işaret etmekle
beraber yeni biyolojide erişilen yüksek neticelere yine hep o esas üzerinde
varıldığını ve fakat bu nazariyenin Spencer’in ve hattâ Bergson’un yaptığı bir
felsefeye esas olacak kadar tashihi mümkün olduğunu iddia eder.
Russell’in
psikolojide zihni son zamanlarda meşhur rus fiziyolojisti Pawlow’un açtığı
meşrut refleksler (Reflexes conditioneles) ile hayli meşguldür. Ona göre psikoloji ancak bu refleksler
bahsinin terakkisile bir ilim haline girecektir.
Bu noktadan bakılınca Russell’i Amerikalı doktor
Watson’un (Behaviourism Peychologie de Comportement) denilen psikolojisine
taraftar gibi görmek kabil ise de o Watson’un fikirlerini tamanıen kabul etmiş
değildir. Meselâ onun gibi batını
müşahede (Introspection) muzır bir batıl itikat (superstitution) u
reddetmediği gibi fikri de söze (kelâm) a irca etmez. Her halde psikolojinin bir ilim olarak
felsefeden ayrılması lâzım geldiğine kani olmakla beraber Bâhaviourist’lerin
çok aşırı İlmî fikirlerine de Safdilâne Realizm lâkabını vermekten çekinmez.
Russell’ın felsefeye dair en mühim eserlerinden olan
Ruhun Tahlili (Anoiysis of Mind) isimli kitabı okunursa insan aklında ihsasat
sensation ve hayallerden (Images) mürekkep bulunduğu ve bunların dimağdaki
fizikî vakıaların ayni olduğunu kabul ettiği anlaşılır.
O psikoloji ile fizik arasındaki farkın tetkik
ettikleri vakıaların ayrı ayrı şeyler olmasında değil belki vakıaları izah
için koymağa çalıştıkları kanunlarda olduğunu kabul eder ve fiziğin bünye
(structue) işleri ile, psikolojinin ise
keyfiyet quaiite işleri ile uğraştığını söyler.
Russell eski feylesoflar gibi mantığı, bilgi nazariyesi, metafiziği,
psikolojisi ve ahlâkı ile tam bir felsefe sistemi kurmuş bir filozof
değilse de yine bu bahislere temas etmiştir.
Ancak ahlâkı o, felsefeden
addetmez. Fakat bu ahlâka dair de çok
orijinal fikirleri vardır. Hele İçtimaî
ahlâk hususunda çok aykırı fikirler ortaya atmıştır.
Fakat bütün bu fikirlerin asıl felsefesile sıkı bir
münasebeti olmadığından burada o bahse girmiyoruz. Mamafih felsefede ilme bukadar kuvvetle
bağlı olan Russell içtimaiyatta yalnız îlmin bir heyeti içtimaiyeyi tamamen
mesut edeceğine kani değildir.
The Scientific Outlook adlı son eserinde
buna dair bir bahis vardır. Bu bahiste
sırf ilim üzerine müesses bir cemiyet ütopisi yaptıktan sonra böyle bir
cemiyette sanat ve edebiyatın nasıl vücude geleceğini bir türlü
anlayamıyor. Çünkü böyle bir cemiyette,
insan fikir ve hissinin bu iki mühim eserini yani sanat ve edebiyatı vücude
getirecek heyecanlar olamıyacaktır.
Diğer taraftan böyle sırf ilim üzerine kurulmuş ütopik bir cemiyette
eğlenceler ve sporlar belki insanların zevk ve hazlarını temin edecek ve fakat
onlara hiçbir vakitde derunî bir haz ve sevinç veremeyecektir. Bu cemiyeti teşkil eden fertler zamanla
âdeta müteassıp zahidler tipini alacaklar ve ideallerinin yolunda “umumun
menfaati namına» diyerek bazılarının cezalandırılmasına kadar
varacaklardır. Vakıa böyle bir cemiyette
Devlete sadakatsizlik ve itaatsizlikten başka cezayı mucip olacak bir cürüm ve
günah pek de düşünülemeyeceğinden bu yeni tip zahitlerin günahkârları
cezalandırmak ilcaları (inpulsion) dönüp dolaşıp ilmî tecrübelerde hızını
alacaktır. Yani bilginin terakkisi
için tecrübî psikologların, hayatî
kimyacıların ve hekimlerin İlmî tecrübelerile fertlere daha ziyade eziyet
etmeleri caiz görülecek ve nihayet bu suretle bu “ilmî din» de kurbanlarını
isteyecektir. İşte böyle
aşksız, muhabbetsiz, sanatsız,
edebiyatsız yalnızca bilgi ve ilim ile ve derunî haz ve sevinci temin
etmeyen bir kudret ile idare olunan âlem de “yavaş yavaş kararacak ve her
tarafı dehşet kaplayacaktır. Ya nihayet
pek büyük bir kan fırtınası içinde bu âlem bitecek veyahut insanlar yeni baştan
aşka, muhabbete ve derunî haz ve sürura
erişeceklerdir, , .
“Karanlıktan
sonra nur, gözyaşından sonra sevinç
olacak. „
İşte görülüyor ki Russell’in böyle ilim üzerine kurulmuş
bir cemiyeti tasvirinden onun felsefesinde ilme tamamen dayanmış olmasına
rağmen içtimaiyatta ilme o kadar sarılmıyor.
Ve böyle bir cemiyette ilmin de din gibi nassî bir şekil alacağından
korkuyor.
Velhasıl zamanımızın büyük bir riyaziyat prensipleri
mütehassısı ve pek orijinal bir filozofu olan Bertrand Russell her şeyden evvel
rasyonalist ve sonra realist ve bir cihetten monist ve bir cihetten de mantıkî
atomist bir mütefekkirdir. Düşünce
tarzı itibarile her şeyden şüphe etmeyi sever ve hakikati araştırmakta
reybiliğin (scepticisme) faidesine kaildir. Fakat onun reybiliği scepticisme
mesleğinin piri olan Elis’li Pyrrhon’un reybiliği gibi kahramanca bir
reybilik değildir.
O
reybiliği (şüpheciliği) şu üç noktada toplar :
— Eğer mütehassıslar
bir rey üzerinde birleşirlerse bu reyin aksine olan rey katiyen doğru
addedilemez.
— Eğer
mütehassıslar bir meselede bir reyde tamamen toplanamamışlarsa mütehassıs
olmayan bir kimse tarafından o meselede kati bir fikir edinmek kabil değildir.
— Eğer
mütehassısların hepsi bir meselede müsbet ve katî bir rey vermek için kâfi
deliller olmadığını söylerlerse alelade bir adam bu hususta bir hüküm
vermekten çekinmelidir.
Bu tarzda
bir septik olan Russell’in şüphesiz olarak ifade ettiği bir fikir varsa o da
eski metafiziğe inanmamasıdır. En son günlerde(eylûl 1935) Parisde Sorbonda
kurulan İlmî felsefe kongresinden çıkarken Lnrd Russell’in bir gazeteciye
söylediği son söz şu olmuştur :
“Metafizik ölmüştür. Bu dinlediğiniz konferanslar hep onun
cenazesi başında söylenen nutuklardır.”
[Russell’in felsefesi esas olarak riyaziyat ve fizikî
ilimleri almış olması ve ilmin dışında kalan eski metafiziği kabul etmemesi ve
mantığının da riyazî mantık esası üzerinde yürümesi itibarile son senelerde bir
taraftan Reichenbach ve Carnap tarafından tesis olunan Erkemtniss revüsünee ve
diğer taraftan Vıyanada Verein Erust Mach-Wiener Kreis cemiyetine mensup
filozoflar arasında inkişaf eden İlmî felsefe cereyanına yakından temas
eder. Hattâ bu yeni filozoflar kendi mesleklerine
bir dereceye kadar uyan İngiliz,
filozofların başında Russell’i zikrederler. ].
Sh:
3-36
Kaynak: Bertrand Russell, FELSEFE MESELELERİ, • (1912. The Problems of Philosophy. London: Williams and Norgate).
İngilizceden Türkçeye çeviren Abdülhak Adnan ADIVAR, YENİKİTAPÇI Ankara Caddesi No. 1936
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar