Print Friendly and PDF

BESTEKÂRLIK MEŞKİ- Stefanos Yerasimos



Hzl: FİKRET KARAKAYA

BİR BESTEKÂR YETİŞİYOR HİKÂYESİNİN MAKALEYE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞ HALİ

İsmail Dede’nin bazı eserleriyle Zekâî Dede’nin bazı eserleri arasında dikkate değer benzerlikler tespit ettim. Görünüşe göre bunlar, bir eserin melodik çizgisinin, başka bir güfteyle ve başka bir makamın nağmeleriyle birleştirilmesinden ortaya çıkmış eserlerdir. İlkin, İsmail Dede’nin Sultanîyegâh İkinci Beste’si (“Cân ü dilimiz lûtf-i kerem-kâr ile mâmur”) ile Zekâî Dede’nin Ferahnâk Beste’si (“Söyletme beni câmm efendim kederim var”) arasında böyle bir ilişki olduğunu fark ettim. Sonra Zekâî Dede’nin Hicazkâr Ağır-semâî’sini (“Gülşende hezâr nağme-i dem-sâz ile mahzûz,”) İsmail Dede’nin Acem-aşiran Ağır-semâî’si (“Ey lebleri gonca, yüzü gül, serv-bülendim”) üzerine bestelediğini anladım. Bunun üzerine Zekâî Dede’nin eserlerine daha çok dikkat etmeye başladım ve “Dil verdiğin ol çeşm-i siyah-meste işittim” mısraıyla başlayan Hüzzam Yürük-semâî’si ile Âmâ Kadri Çelebi’ye atfedilen Nikriz Yürük-semâî (“Men âşık-ı mahzûn u perîşânı unutma”) arasındaki çarpıcı benzerliği keşfettim. “Demek ki Zekâî Dede yalnız İsmail Dede’nin eserleri üzerine beste yapmamış” diye düşünmeye başlamıştım ki Zekâî Dede’nin Hüzzam Yürük-semâî’si ile İsmail Dede’nin “Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım” mısraıyla başlayan Saba-buselik Yürük-semâî’si arasındaki benzerliği fark ettim. Belki de Zekâî Dede, kendi eserini Kadri Çelebi’ninki üzerine değil, -her zamanki gibi- İsmail Dede’ninki üzerine bestelemişti. Ne olursa olsun bu üç eserin kurgusu birbirinin eşiydi: Üç eser de terennümle başlıyordu ve güftelerinin ilk hecesi usulün son tek’ine rastlıyordu. Dahası, terennüm kelimeleri de hemen hemen aynıydı. Daha sonra bu gruba İsmail Dede'nin “Sevdi bu gönül seni yamân eylemedi” mısraıyla başlayan Şehnaz Yürük-semâî’sinin de dahil olduğunu gördüm. Araştırmalarım devam etti ve İsmail Dede’nin “Rencîde sakın olma nigâh eylediğimden” mısraıyla başlayan Nihavend-i kebîr Yürük-semâî’sinde de aynı kurguyu değilse bile, benzer yapıları kullandığını tespit ettim. Bunun üzerine bu olgunun basit bir taklit veya yararlanma olmadığını, muhtemelen bir “bestekârlık meşki”nin günümüze kadar gelebilmiş dışavurumları olduğunu düşünmeye başladım. Muhtemelen İsmail Dede, hocasının tavsiyesi veya yönlendirmesi ile anılan Nikriz Yürük-semâî’nin “ayrıksı” (veya kârlarınkini andıran) biçiminden çok etkilenmiş ve aynı tarzda birkaç eser birden yapmış. Zekâî Dede ise, Hüzzam Yürük-semâî’sini, doğrudan Nikriz Yürük-semâî üzerine değil, İsmail Dede’nin Saba-buselik veya Şehnaz Yürük-semâî’lerinden biri üzerine bestelemiş olabilir. Bütün Osmanlı musikisi tarihine teşmil edilebilecek bir iddiayı, sadece bu birkaç eser arasındaki benzerliğe dayandıramayacağımı biliyorum. Bunun için, aynı benzerliği, başka bestekârların eserleri arasında da bulmak gerekir. Eserleri birbirininkine benzeyen bestekârların hoca-öğrenci olması gerekmez. Nasıl ki İsmail Dede, hocasına ait olmayan Nikriz Yürük-semâî’yi kalıp olarak kullanmıştır.
Andığım eserler arasındaki benzerlikler, üstadların tilmizlerine bestekârlık meşk (veya tâlim) ettiğinin su götürmez kanıtları değildir belki. Yine de buradan çıkarılabilecek bazı önemli sonuçlar var:
1.         İsmail Dede’nin bütün eserleri değilse bile, en azından yukarıda andığım eserleri, notaya alındıkları 19. yüzyıl sonuna kadar, Zekâî Dede’ye meşk edildikleri şekillerini muhafaza etmişlerdir. Aksi takdirde söz konusu benzerliği tespit edemezdik. (Zekâî Dede’nin orta yaş ve geç dönem eserlerinin çoğu bestelenir bestelenmez; gençliğinde besteledikleri de üzerinden çok zaman geçmeden oğlu Ahmed Irsoy veya öğrencileri tarafından notaya alınmıştır. Buna dayanarak İsmail Dede’nin -hiç olmazsa Zekâî Dede’nin meşkiyle- günümüze gelen eserlerinin fazla değişmediğini ve üslup özelliklerini koruduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen Dârü’l- Elhân’ın yayınladığı klasikler, Zekâî Dede’nin hafızasındaki gibidir. İsmail Dede’nin bunlar arasındaki eserleri incelenerek üslubu hakkında düşünceler serdedilebilir.
2.         Zekâî Dede, İsmail Dede’den veya Eyyubî Mehmed Bey’den öğrendiği eserleri, büyük bir sadakatle kendinden sonrakilere aktarmıştır.
3.         Bir beste, bir başka bestenin melodik grafiğini taklit etse bile, çok güzel bir eser olabilir. Hatta ikinci eser, orijinalden daha etkileyici ve daha kusursuz olabilir.


Eski üstadların, yetenekli öğrencilerine sadece eser öğretmekle yetinmeyip bestekârlık da meşk ettiğini anlatır.
-Zekâî, yeni bir eser yaptmsa oku! İsmail Dede, bir süredir her meşkin sonunda söylüyordu bunu. Zekâî Efendi de, buna kâh bir ilahi, kâh bir şarkıyla cevap veriyor; hocasının paha biçilmez aferini, onu yeni bir esere başlatan güç oluyordu. O gün, güftesini Yunus’tan aldığı, “Durmaz yanar vücûdüm” mısraıyla başlayan acem-aşiran bir ilahiyle gelmişti. İsmail Dede bu eseri de okkalı bir aferinle taltif etti:
-İlhamın daim olsun evladım. Bugüne kadar ilahi ve şarkı vadilerinde, hiçbir yeri tashihe muhtaç olmayan mükemmel eserler yaptın. Şimdi sıra büyük bir eserde. Sana meşk ettiğim yürük-semâîlerden birini seç, aynı vezinde bir güfte bul, heceleri aynı şekilde taksim ederek uzak bir makamda bir yürük-semâî bestele. Bakalım ne çıkacak ortaya? Zekâî Efendi o gün Dede’nin evinden, omuzlarına konmuş ağır bir yükle çıktı.
Ertesi meşkten sonra Dede sordu:
-Ee Zekâî, yürük-semâî ne âlemde?
-Bir semâî yaptım hocam, ruhsat verirseniz okuyayım.
-Hangi makamda?
-Hüzzam.
-Peki hangi semâînin üstüne besteledin?
-Âmâ Kadri Çelebi’nin Nikriz Yürük-semâîsi1 üzerine hocam.
-Haa!.. Epey oldu ben sana meşk edeli onu. Mümtaz bir eserdir; terennümle başlar. Çok iyi bir eser seçmişsin, aferin. Bak şu işe, sana daha meşk etmedim ama, ben de Saba-buselik2 ve Şehnaz3 Yürük- semâîlerimi aynı eser üzerine yapmıştım. Peki, hadi oku bakalım.
Zekâî Efendi, rast perdesi, sesinin pest bölgesinde kalacak şekilde küçük bir hüzzam seyir gösterdi ve eserine girdi. Saz paylarını da “tey yi tey yi tey yi tey yi rom” diye okuyarak semâîsini bitirdi.
Doğrusu ya İsmail Dede bu kadarını beklemiyordu. Söze:
-Evladım sen ne yaptın? diye girince Zekâî Efendi ürktü. “Eyvah, hoca aynen taklit ettim diye mi kızdı acaba? Halbuki ben bazı değişiklikler yapmıştım” dedi kendi kendine. Dede devam etti:
-Yahu sen bir şaheser çıkardın ortaya! Kadri Çelebi’nin semaîsi, bunca zaman, sen bu eseri besteleyesin diye yaşamış demek ki! Adeta sen onun semaîsinden ilham almamışsın da, o senin eserini beceriksizce taklit etmiş! Aşk olsun Zekâî! Gelecek sefer bir ağır-semâî bekliyorum. Hadi kolay gelsin!
Zekâî Efendi, Dede’nin iltifatından sarhoş olmuştu. Ama yapacağı ağır-semâînin de aynı derecede takdire mazhar olmamasından korkuyordu.
Bir sonraki meşke geldiğinde, Dede hep sona bıraktığı soruyu bu defa başta sordu:
-Ağır-semâîyi yaptın mı Zekâî?
-Yaptım hocam.
Dede, delikanlının, suçunu itiraf eder gibi başını eğerek, alçacık sesle cevap verişine baktı ve kendi kendine “ne terbiyeli çocuk yetiştirmiş, aşk olsun şu Süleyman Efendi’ye” dedi. Sonra sorusuna devam etti:
-Peki bu sefer hangi eserin üzerine yaptın kendi semâîni?
Zekâî Efendi:
-Sizin Acem-aşiran Ağır-semâîniz4 üzerine hocam, diye cevap verirken gözlerinin içine kadar kızarmıştı. Dede bunu hemen fark etmiş, ama delikanlının az önceki mahcup tavrı ile bir münasebet kuramamıştı.
-Bak hele, dedi önce. Sonra Zekâî Efendi’nin cesaretini iyice kırmaktan korkarak müşfik bir sesle ekledi:
-İyi etmişsin evladım. Madem semâîyi ben sipariş ettim, tabii ki benim eserim üzerine besteleyeceksin. Hangi makamda peki?
-Hicazkâr.
-Ey, oku bakalım.
Zekâî Efendi, gene küçük bir seyir gösterdi ve “Gülşende hezâr nağme-i dem-sâz ile mahzûz” mısraıyla başlayan Hicazkâr Ağır-semâî’sini okudu. İsmail Dede, eseri öyle büyük zevkle dinlemişti ki iltifat sözleri hazırlamayı ihmal etmişti. Sonsuza kadar bitmese zevki eksilmeyecek olan eser aniden sona erince, ilkin beylik bir aferin çekti. Sonra, eserin, bundan fazlasını hak ettiğini düşünerek ekledi:
-Terennümü biraz kısaltmışsın ama, vallahi hiç benimkinden aşağı bir eser değil bu! Elini nereye atsan bir şaheser çıkarıyorsun. Seninle iftihar ediyorum evladım. Eminim, haftaya bir beste istesem onun da üstesinden gelirsin.
Zekâî Efendi de bunu bekliyordu. Ne zamandır bir beste yapmak istiyor, ama cesaret edemiyordu. Mevcut bir eserin seyrine dayanarak yeni bir eser yapma esasına dayalı bu bestekârlık meşki, ne kadar rahatlatmıştı onu. Bir an önce bir beste yapmaya başlamak istiyordu. Hangi besteyi taklit edecekti? AUı hep bundaydı. Bu yüzden İsmail Dede’nin o gün geçtiği eseri kavramakta çok zorlandı.
Daha evine varmadan kararını verdi: Gene İsmail Dede’nin bir eserinin, “Cân ü dilimiz lûtf-i keremkâr ile mâmûr” mısraıyla başlayan Sultanî-yegâh İkinci Bestesi’nin seyrini taklit edecekti.
Zekâî Efendi’nin nerdeyse her hafta yeni bir eserle gelmesi İsmail Dede’yi de keyiflendiriyordu. Allah için Dellalzâde de çok iyi bir bestekâr olarak yetişmişti. Ama bu Zekâî Efendi hem çok velûddu, kolay beste yapıyordu, hem de nağme kurmakta, seyir oluşturmakta eşine zor rastlanır bir istidadı vardı. Şimdi, yapacağı besteyi merakla bekliyordu. Ertesi hafta meşke gelince en başta sordu gene:
-Zekâî, beste tamam mı evladım?
-Tamam hocam.
-Peki, bu defe hangi eseri taklit ettiğini sormayacağım. Çünkü, hem senin yaptıkların basit birer taklit değil, dünya durdukça yaşayacak eserler; hem de, ben kendimi sınamak istiyorum, bakalım anlayabilecek miyim?
Bunun üzerine Zekâî Efendi, yegâh perdesini rahatça çıkarıp çıkaramayacağını kontrol ederek bir ferahnak seyir mırıldandı ve okumaya başladı:
“Söyletme beni canım efendim kederim var.”
Zekâî Efendi, dizginleyemediği bir heyecanla zemin ve terennümünü okuduktan sonra hocasına kaçamak bir bakış attı. Hoca, gözlerini kapamış, derin bir zevkle dinliyordu. Bu, genç adamı rahatlattı. Eserin kalan kısmını daha sakin, ama daha halavetli okudu. Bitirince De- de’nin yüzüne bakarak beklemeye başladı.
Dede, bir süre daha gözlerini açmadı. Sonra genç öğrencisine sevgiyle baktı.
-Gel evladım seni bir öpeyim, diyerek yanma çağırdı.
Zekâî Efendi kalktı, hocasının elini saygıyla öptü; hocası da onu gözlerinden.
Öğrencisi yerine otururken Dede söze girdi:
-Bu eser o kadar mükemmel ki, zor fark ettim seyrinin benim Sultanî-yegâh besteminkine benzediğini. Samimi söylüyorum, benim bestemin fevkine çıkmışsın. Şimdiye kadar, eser taklitlerinden böyle müstakil ve bu kadar muvaffak eserler çıktığına şahit olmamıştım. Sen müstesna bir bestekâr olacaksın, bundan eminim.
1-Âmâ Kadri Çelebi’ye atfedilen Nikriz Yürük-semâî, “Men âşık-ı mahzûn u perişanı unutma”
mısraıyla başlar. Terennümdeki heceler ve kelimeler de Zekâî Dede’nin “Dil verdiğin ol çeşm- i siyah-meste işittim” mısraıyla başlayan Hüzzam Yürük-semâî’sinin terennümündekilerle hemen hemen aynıdır.                                                                  .
2-Gene Nikriz Yürük-semâî’yle büyük benzerlik gösteren Saba-buselik Yürük-semâî için İsmail Dede, güfte olarak Nâhifı’nin ünlü beyitlerini seçmiştir: "Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım/Kurbânın olanı var mı benim bunda günâhım."
3-İlginçtir, İsmail Dede’nin Şehnaz Yürük-semâî’si için seçtiği güfte, Âmâ Kadri Çelebi’ye atfedilen ünlü Neva Ağır-semâî’nin güftesidir: “Sevdi bu gönül seni yaman eylemedi.”
4-İsmail Dede’nin Acem-aşiran Ağır-semâî’si “Ey lebleri gonca, yüzü gül serv-bülendim” mısra ıyla başlar.
Amâ Kadri Çelebi
Ben âşık-ı mahzûn u perişânı unutma
Ben hasta-i mihnetkeş-i hicrânı unutma
Her dem der idin ben şeninim gayra ne hâcet
Ol demleri yâdeyle o devrânı unutma


İsmail Dede
Göz gördü, gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
Kurbânın olanı var mı benim bunda günâhım
Ey seng-i dil, etmez mi senin kalbine tesir
Hâreleri hâkister eden âteş-i âhım


            Zekâî Dede

Dil verdiğin ol çeşm-i siyah-meste işittim
Âşıklığın ey gonce-i nevreste işittim
Gördün mü bu günlerde beyim Vâsıf-ı zârı
Bilmem nicedir hâli, biraz haste işittim.

İsmail Dede Efendi
Ey gamzesi âşûb-i cihan şâh-ı levendim
Bend eyledi sevdâ-yı muhabbet beni cânâ
Rahm eyle benim hâlime ey zülf-i kemendim
https://youtu.be/OHEEJmmB2Fc
Zekâî Dede

Mutrib tarab-ı sâz-ı hoş-âvâz ile mahzûz
Bîhûde komaz kimseyi tesliyyet-i hâtır
Muhtâcı kerem vâde-i incâz ile mahzûz

İsmail Dede Efendi
Güftâr-ı şeker-handi eder âlemi mecbûr
Emsalini göz görmedi, gûş etmedi âlem
Daim ede hak zat-ı sühendanını mesrûr 

Zekâî Dede
Bir günâ değil dildeki efkâr, nelerim var
Bir buseye can vermek ile müşteri oldum
Güldü leb-i gülfem, dedi "yok, yok, değerim var"

Bir Allame-i Cihan Stefanos Yerasimos 1942-2005, 1. Cilt, 1. Basım, Haziran 2012, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar