BİLGİ KURAMININ TEMEL KAVRAMLARI
Bilgi kuramının temel sorusu “insan elindeki olanaklarla doğru bilgiye
ulaşabilir mi?” olduğuna göre,bilgi kuramına eğildiğimiz ilk adımda yeni bir
soruyla karşılaşırız. “Peki, ama doğru bilgi nedir?” Daha önemlisi, neye
“doğru”, neye “yanlış” diyoruz.Kuşkusuz, ister nesnel, isterse düşünsel anlamda
olsun, var-olanı bilen her zaman bir özne/süjedir ve bilgi de süjenin
başarısıdır.Yani, bizim var-olana ilişkin olarak dile getirdiğimiz her yargı,
nesneye, ya da var-olana değil,kendimize ilişkindir. Çünkü var olan, ister
nesne, ya da isterse düşünsel bir var olan olsun neyse odur ve onun doğru, ya
da yanlış diye nitelendirilmesi söz konusu değildir. Doğru, ya da yanlış gibi
yargılar, bilgiye, kurama, sava, düşünce ya da kanıya, kısaca bir dil anlatımı
biçiminde dışa vurulan bir yargıya/önermeye ilişkindir. Yargılarımız da “her
cismin kendine özgü bir ağırlığı vardır” gibi dış dünyayla, “2+2=4” gibi
düşüncede var olan sayılarla, ya da “evrenin ana ilkesi sudur” gibi gözlem ve
deneyle kanıtlanamayan metafizik alanla ilgili yargılar olabilir.Bu yargıların
doğru olup olamayacağı, yani insanın doğru bigiye ulaşıp ulaşamayacağı
konusunda bir karar verme çabası bizi önce birbirinden yapı ve işleyişi
açısından çok farklı dünyaların/alanların irdelemesine götürecektir.
Pluralist/çokçu felsefe anlayışı varlık kategorisi açısından birbirinden
farklı üç dünyadan söz ediyor.
Bunlardan biri, fiziksel/nesnel dünya, yani fiziksel durumlar dünyasıdır.
Diğeri ruhsal yaşantılarımızın, arzu ve isteklerin, umutların, düşüncelerin
yer aldığı tinsel/ruhsal dünya, üçüncüsü ise nesnel anlamda idelerin, yani
düşüncede var olan kavramların dünyasıdır.
Bilimin, fiziksel/nesnel dünyanın kesin bilgisine gözlem ve deneyle
ulaştığı, bu alanda felsefeye bir söz kalmadığı ileri sürülebilir. Oysa,
felsefenin işlevi ister fiziksel/nesnel, isterse düşünsel alanda olsun,
var-olanın tümel bilgisine ulaşmaktır. Aslında, dış dünya ile düşünzel dünya
ayırımına girdiğimizde, öncelikle dış dünyada var olanın/varlığın maddi, nesnel
ve aynı zamanda da tikel olduğunu görürüz.Örneğin, nene olarak dünyada tek tek
insanlar vardır.Oysa, düşünsel alanda “insan” kavramı, tekil ve nesnel
insanları değil, tüm insanları kapsar. Ayrıca, dış dünya ile düşünce dünyası
arasındaki en önemli ayırım, ikisinin gelişme süreçlerindeki karşıtlıkta
kendini gösterir. Dış dünyada, örneğin bir buğday tanesi toprağa düşer, uygun
koşulları bulduğunda şişer, çatlar. Önce bitki, sonra başak olur.Bu sürecin her
aşamasında doğa dünyasının çeşitli etkileri işe karışır. Yani, doğadaki gelişme
taneden başağa ve çok sayıda doğal etkenin işe karışmasıyla gerçekleşirken;
düşünce genelden özele, yani başaktan taneye doğru gelişecektir. Öyleyse, doğal
süreçte bir nedensellik egemenken, düşünsel dünyada ereksellik söz konusudur.
(1)
Birbirinden ne kadar farklı yapı ve işleyişe sahip olursa olsun, insan
bilinci, fiziksel dünya ile düşünce dünyası arasında bir bağlantı oluşturur ve
bu bağlantı bir dil anlatımı biçiminde dışa vurulur. Her filozof böyle bir
bağlantıyı kendi bakış açısıyla, farklı yönlerden ele alır ve farklı
söylemlerle anlatır. Böylece çeşitli felsefeler doğar. Örneğin, dış dünya ile
düşünce dünyası birbirinden farklı yapılar olarak ele alındığında, bu kez de,
felsefe bunlardan hangisinin ötekinden doğduğu sorusunu gündeme getirecek, bu
soruya yanıt arama çabaları da birbirine taban tabana zıt iki anlayışı,
materyalist ve idealist felsefeleri yaratacaktır.
Bir felsefi görüşün doğru anlaşılması ve yorumlanması için, öncelikle bu
felsefe dallarının kullandığı kavramların anlamını bilmek ve bu kavramlar
üzerinde bir anlam birliği oluşturmak gerekir. Çünkü, kavramlar üzerinde bir
anlam birliği oluşturmak, doğru düşünmenin ve tartışmanın temeli olduğu gibi,
mantık biliminin temel ilkelerine uygunluğun da vazgeçilmez koşuludur.
Gerçekten, bazı kavramların günlük konuşma dilindeki anlamıyla, felsefenin
bu kavramlara yüklediği anlam çoğu kez birbirinden farklı olabilmektedir.
Örneğin, “ideal” sözcüğü günlük dilde “varılmak istenen en yüce amaç, ülkü”
anlamında kullanıldığı halde, felsefede bu sözcüğün anlamı “ide/fikir, düşünce
ile ilgili olan” demektir. Bu durumda, felsefede “doğru bilgi”nin ne demek
olduğunu bilmeden, “doğru bilgiye ulaşabilir miyiz, ulaşamaz mıyız?” gibi soruları
tartışmanın bir anlamı yoktur. O zaman, “gerçek”, “doğru” gibi temel
kavramların anlamı üzerinde bir uzlaşı sağlamak zorundayız.
DOĞRULUK (Hakikat-Verité) : Doğa ve toplum olaylarındaki nedenselliği
kavrayarak bunu bilimsel bir yasa biçiminde dile getirmeyi amaçlayan bilimler
açısından “doğruluk”, “dile getirdiğimiz bir yargının, yani önermenin
konusuyla, olgular ve nesneler arasındaki uygunluğun bulunması” olarak
tanımlanır. Yani, bizim dışımızdaki nesnelerin, dünyada olup bitenlerin doğru,
ya da yanlış olması değil, dile getirilen yargıların, yani önermelerin doğru ya
da yanlış olması söz konusudur.
Bir önermenin bilimsel açıdan doğru olup olmadığı gözlem ve deneyle test
edilir Örneğin, “şu kalem kırmızıdır” dendiğinde, dile getirdiğimiz yargıyla, işaret
ettiğimiz nesne arasında bir uygunluk varsa önermemiz doğrudur. Fakat böyle bir
doğru tanımı felsefeyi ilgilendirmez. Çünkü, felsefe için bilgi ile, bilinmek
istenen nesne arasında tam bir uygunluğun var olup olmadığı konusu
tartışmalıdır. Bilgilerimizle, bilgilerimize konu olan nesneler arasında tam
bir uygunluğun bulunması mümkün müdür? Yani, nesneler bize oldukları gibi mi
görünürler, yoksa biz nesneleri bize göründükleri gibi mi biliriz? İşte felsefe
bu türden soruları çoğaltır ve bu nedenle de doğruluğun tam ve kesin bir
tanımını veremez. Zaten böylesine tam ve kesin bir tanım vermek felsefenin
özüne de uygun değildir. Bu nedenle, felsefe “doğru bilgi nedir?” sorusunu,
bilgi felsefesini oluşturan çeşitli görüşler açısından farklı biçimlerde yanıtlayacaktır.
Bilim alanında doğrunun gözlem ve deneyle test edilerek, kolaylıkla ortaya
konabileceğini biliyoruz. Oysa, felsefe gözlem ve deneyi aşan metafizik
konularla ilgili olduğuna göre, bir felsefi yargının doğruluğunun, ya da
yanlışlığının gözlem ve deneyle test edilemeyeceği de açıktır. Kaldı ki,
felsefi açıklamalarda bilimsel anlamda bir kesinlik de aranmaz. Öyleyse,
felsefi yargılarda, yani felsefenin dile getirdiği önermelerde doğru ya da
yanlış değerlendirmelerine yer verilmeyecek midir? Kuşkusuz, felsefe de kendi
yargılarını doğru-yanlış olarak değerlendirir.Fakat bu değerlendirme, bilimsel
anlamda bir değerlendirme değildir. Öyleyse, yapısı gereği gözlem ve deneye
uygun olmayan metafizik yargılarda doğrunun, ya da yanlışın ölçüsü nedir?
Felsefe alanında dile getirilen bir yargının doğru, ya da yanlış olarak
değerlendirilmesi, o yargının tutarlı olup olmadığına, yani yapısında bir
çelişkinin bulunup bulunmamasına, sağlam gerekçelerle ve kanıtlarla
desteklenmesine ve mantık ilkelerine uygunluğa bağlıdır.
Bir felsefi açıklamanın tutarlı olması, o açıklama içinde yer alan
önermelerde mantıksal bir çelişkinin bulunmaması demektir. Bir önermenin aynı
anda ve aynı koşullarda hem doğru, hem de yanlış olarak ele alınması, ya da
önermenin zaman ve koşullar değişmediği halde hem evetleyici, hem de
değilleyici biçimde dile getirilmesi “çelişki” yaratır. Örneğin, insan aynı
zamanda hem ölümlü, hem de ölümsüz olamaz. Aynı anda ve aynı koşullar altında
odanın he aydınlık, hem de karanlık olduğunu dile getirmek bir çelişkidir.
“Bugün havanın açık ve güneşli olmasından yararlanarak balığa çıktım, fakat
yağmur ve fırtına yüzünden hiç balık tutamadım…” biçiminde yaptığımız bir
açıklamada, havanın hem açık ve güneşli, hem de fırtınalı ve yağmurlu olduğu
dile getirilmekle bir çelişkiye düşülmüştür. Bu nedenle, böyle bir açıklama
tutarsızdır. Oysa, balığa çıktığım zamanla, balık tutma eylemine başladığım
zaman arasında hava koşulları değişmişse, açıklamada bir çelişkiden ve
dolayısıyla tutarsızlıktan söz edilemez.
GERÇEKLİK (Realité) :Fiziksel/nesnel dünyada bilinçten bağımsız ve nesnel
olarak var olana “Gerçek” denir. Örneğin, oturduğumuz koltuk, karşımızdaki
bilgisayar nesnel açıdan gerçektir.
Felsefe böylesine yalınç ve tekil bir gerçeği değil, genel olarak “gerçek”i
arar. Böyle bir gerçek de hem düşüncede, hem de dış dünyada var-olandır.Bu
nedenle, felsefede gerçek kavramının, bilimde olduğu gibi tek ve kesin bir
tanımı yoktur. Örneğin, bazı filozoflar “gerçek-olan”ın yalnızca zihinde
tasarlanabildiğini, dış dünyadaki nesnelerin gerçek olmadığını savunurlar. Asıl
gerçeğin yalnızca zihinsel kavramlar olduğunu, somut nesnelerin varlığının
yalnızca zihindeki kavramlarına bağlı bulunduğunu savunan bu anlayışa
“idealizm” denir. Örneğin, Platon’a göre, duyular dünyasındaki nesnelerin bir
gerçekliği yoktur. İdea, nesnel olanın üstünde asıl gerçektir ve insandan
bağımsız, tanrısal ve başlangıcı-bitimi olmayan salt kavramların dünyasıdır.
Nesnel dünya/duyular dünyası ise ideaların gölgesinden, silik bir kopyasından
başka bir şey değildir. Sözgelimi, masa yok olup gider, ama zihindeki masa
kavramı her zaman var olacaktır. Öyleyse, asıl gerçek yok olup giden nesne
değil, onun her zaman zihinde var olan kavramıdır.
Bazı filozoflar olan somut nesneler olduğunu savunurlar. Örneğin Hobbes
Tanrının bile maddi nitelikte doğal bir nedeni olduğunu ileri sürer. Marx’a
göre de evren tümüyle maddesel bir yapıdır ve doğa dışı, tinsel bir etkiyle
değil, kendi maddi yasalarıyla gelişir. İşte somut ve nesnel varlığı gerçek
sayan ve maddeye öncelik veren böyle bir anlayışa da “materyalizm-maddecilik”
denir. Materyalistlere göre, örneğin somut bir masa nesnesi olmadan, zihinde
bir masa kavramının oluşmasına olanak yoktur.
Unutmamalıyız ki, “doğru” bilgi ile, “gerçeklik” ise varlıkla ilgili
kavramlardır ve felsefe yalnızca somut varlıkla değil, soyut ve zihinsel
var-olanla da ilgilidir. Örneğin, özgürlük, insanlık, değer gibi soyut
kavramlar da felsefe açısından gerçektir. Öte yandan, dış dünyaya ilişkin
bilginin doğruluğu, dile getirilen yargı ile o yargıya konu olan nesne
arasındaki uygunluk olarak ele alındığında, doğru bilgi gerçeği yansıtan bilgi
olarak da nitelenebilir. Yani, bu durumda, böyle bir bilginin “gerçeği dile
getirdiğini”, gerçeğin nesnel niteliği kabul edilmezse, “gerçek” bilimsel olma niteliğini
de yitirir ve öznel bakış açılarına bağlı olur. Bu durumda, gerçeğin nesnel
olma zorunluluğu onun zorunlu ve belirleyici bir özelliğidir. Gerçeğin
nesnelliği kavranınca da yeni bir soruyla karşılaşırız: “Dış dünyanın kesin
bilgisi kazanılabilir mi?” Yani, bilgilerimizle, bilgilerimize konu olan nesne
ve olay arasında tam ve eksiksiz bir uyumun bulunması mümkün müdür? Nesneler
bize olduğu gibi mi görünürler, yoksa biz onları yalnızca bize göründükleri
gibi mi biliriz? Dış dünya ile düşüncemiz arasında tam bir örtüşme sağlanabilir
mi? Bilgiyi edinen süjenin sahip olduğu akıl, duyum, sezgi gibi yeteneklerin
bilgi edinmedeki işlevi nedir?
İşte bu türden soruların tartışılması, temelde “Bilgilerimizin sınırı
nedir?”, “Doğru bilgi var mıdır?”, “Doğru bilgi varsa, hangi kaynaktan gelen
bilgi daha doğrudur?” sorularında birleşerek, bilgi kuramının temelini
oluşturur.
Bazı filozoflar insan aklının ve düşüncesinin mutlak varlığı, kesin
gerçeği, Tanrının, evrenin ve ruhun özü gibi metafizik konuları kavrayabileceğini
ve insanın bu konularda da sağlam bilgi edinebileceğini savunurlar. Aklın bizi
kesin bilgiye ulaştırabileceğini ve akılda temellendirilen bilginin
kesinliğinin tartışılamayacağını savunan felsefelere, felsefe tarihinde
“Dogmatizm, böyle bir tavrı benimseyenlere de “Dogmatik” denir. Zaten “dogma”
sözcüğü, bir dinin, bir görüş, ya da ideolojinin mutlak gerçek olarak ileri
sürdüğü ve tartışılmadan benimsenmesini istediği buyruklar ve açıklamalar için
kullanılan bir sözcüktür. Buna göre, genel anlamda “dogmatik” , bir görüşü, ya
da düşünceyi tartışmadan, ya da eleştirmeden benimseyen kişidir.
Bazı filozoflara göre, insan aklı ve düşüncesi varlıkların özünü ve gerçek
nedenini kavrayamaz. Yani, insan mutlak gerçekliğin bilgisini edinemez. Biz,
nesneleri yalnızca bize göründüğü biçimiyle, yani duyularımızın ve
algılarımızın bize tanıttığı gibi bilebiliriz. Bilgilerimizin yalnızca duyum ve
algıların bildirdiği görünümlerle sınırlı olduğunu, nesnelerin bize yalnızca
göründüğü gibi bilineceğini, insan aklının varlığın özüne ve mutlak gerçeğe
ulaşamayacağını savunan felsefelere de “Agnostisizm-Bilinemezcilik” denir.
Örneğin, Bertrand Russell’a göre, fiziksel nesnenin kendisini/gerçek doğasını
bilemeyiz. Nesne hakkındaki bilgimiz duyu verileriyle dolaysız olarak bildiğimiz
şeyden, yani görünüşten hareket ederek yaptığımız bir çıkarımdır.
Kesin bilgiye ulaşılamayacağı görüşünden yola çıkan bazı filozoflar da, “nesneler
hakkında kesin bilgi edinemeyeceğimize göre, benimsenecek en doğru tavır kesin
yargılardan kaçınmak olmalıdır.” Görüşünü dile getirirler.
Kuşkuyu felsefenin temeli yapan ve gerçek bir filozofun, kendisine sunulan
bilgileri ne doğru olarak kabul, ne de yanlış olarak reddetmemesi gerektiğini,
kesin yargılardan kaçınılması gerektiğini savunan düşünceler de kuşkucu
felsefeler olan sofizmi ve septisizmi yaratacaktır.
…………………………………………………………….
NOTLAR:
(1) “Dış Dünya Üzerine Bilgimiz” – Bertrand Russell- Çev. Vehbi
Hacıkadiroğlu- Alaz Yay. İst.1980
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar