Print Friendly and PDF

“BİR İDEA OLARAK KOMÜNİZM” İsimli Eserden-Slavoj Zizek




Seçme  Alıntı
AB’nin daima abartılı bir şekilde vurguladığı bütün o toplumsal dayanışma ve adalet yalanları bir kenara bırakıldı. 2008’de bankalara yapılan, bir trilyon doları aşan “mali yardım” neoliberal kumarhane kapitalizminin kayıplarını topluma mal etti ve çoğunluğun, yüksek riskli yatırım fonları spekülasyonlarının, vadeli piyasanın ve tüketim ve borca dayanan bir ekonomik sistemin bedelini ödemesini istedi. “Bankalar için sosyalizm, yoksullar için kapitalizm” 2000’li yılların yaşam tarzı oldu. Dünyanın dört bir yanındaki insanlar, Brecht’in ifa­de ettiği gibi, sosyal yardım ödemeleri konusunda üçkâğıtçılık yapan­ların hapsi boyladığını, bir bankayı iflas ettirenlerin ise devasa ikrami­yeler kazandığını öğrendiler.
Yeni yüzyılın ikinci on yılının başında, Soğuk Savaş sonrası kayıt­sızlık sona erdi. Ekonomik kriz derinleşip, siyasi sistemlerin meşrulu­ğunu ortadan kaldıran ve insanları kapitalist ideolojiden uzaklaştıran dört başı mamur bir siyasi krize dönüştü. Batı’da refah devletinin sa­vunulması, büyük insan gruplarının ekonomik faaliyetten ve siyasi katılımdan programlı bir şekilde dışlanışı ve ekolojik korkulara dair yeni uzlaşmazlık ve mücadeleler gelişiyor. Yeni on yılın başlangıcın­da, diğer yerlerin yanı sıra Yunanistan, Fransa, Hindistan ve Tayland’da görülen yeni bir militan ruh, nüfusun geniş kesimlerini ve daha da önemlisi gençleri direniş, isyan ve ayaklanma fikriyle tanıştırıyor. Eğer 1989 yenidünya düzeninin başlangıç yılıysa, 2001 yılı yenidünya düzeninin gerileme devrini ilan etti ve 2008’de bankacılık sisteminin çökmesi dört dörtlük bir tarihe geri dönüşün başlangıcı oldu. Eğer “yenidünya düzenimiz” buysa, dünyanın gördüğü en kısa ömürlü düzendi.
Tarihin geri dönüşü radikal fikir ve politikalara yönelik yeni­lenmiş bir ilgiye yol açtı. Yirminci yüzyıl solu, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takip eden o içe kapanma, pişmanlık ve günah çıkarma eğilimini nihayet geride bırakabilecek duruma geldi. “Gerçekten va­rolan sosyalizm” ile işbirliği yapan sol ortadan kalktı ya da tarihsel bir garabete dönüştü . Yeni radikal militanlık ve harekete geçme biçimleri, politikaya geri dönüşün alameti farikası oldu. Latin Amerika’da, Bo­livya, Venezüella ve Brezilya’daki yeni sol hareketler, sosyalizme giden, daha önce eşi benzeri görülmemiş ve yaratıcı ulusal yollar geliştiri­yorlar. ABD’de Barack Obama’nın seçilmesi, bütün dünyada bir tarihsel ilerleme işareti olarak selamlanan sembolik bir andı. Hindistan, Çin ve Afrika’da ise muhalefet, direniş ve isyan uyuşuk ve korkutucu 1990’ların yerini aldı. (sh:8)
Tarihsel materyalizm değişim değerinin sınıf mücadelesi açısından nasıl ve neden bu kadar merkezi bir öneme sahip olduğunu açıklar:
“Burjuva toplumunda, işçi orada tamamen nesnellikten yoksun bir halde durur; ama onun karşısında duran şey artık gerçek cemaattir [das wahre Gemeinwesen]. Proletarya “cemaatten karnını doyurmaya çalışır, cemaat de ondan”.[1]
Evet; fakat bu alternatif sahiplenmede -işçilerin sahiplenmesine karşı kapitalistlerin sahiplenmesinde- sermaye kesinlikle bir ilişki ola­rak belirir. Proletarya, cemaati, Gemeinwesen i yeniden sahiplenmeyi, ona yeni bir toplum düzeni getirmeyi amaç olarak benimsediğinde komünizm şekillenir.
Bu yüzden değişim değeri çok önemlidir; basit emek, para, hatta sermaye dolaşımına kadar izleri artık sürülemesin diye inşa edilip ko­runan ortak bir toplumsal gerçekliktir. Kâra, birikmiş kâra dönüşmüş artı değerdir; arazi ve menkul değer, sabit sermaye, finans iratlarıdır; asli kaynakların, dünya üzerinde üretken olup uzaya gönderilen ma­kineler ve aygıtların, iletişim ağlarının, son olarak özellikle paranın, büyük ortak paradigmanın birikimidir:
“Paranın kendisi cemaattir [Gemeinwesen] ve başka hiçbir şeyin üstüne çıkmasına izin veremez.”[2]
Tarihsel belirlenim burada yatar. Değişim değeri çoktan yaygın bir biçim almıştır. Gemeinwesen olarak. Buradadır, dünyadır, başka hiçbir şey yoktur, dışarısı yoktur.
Finans örneğine bakalım:
Finans biçiminde para olmaksızın ya­şamayı kim düşünebilir?
Para, bir zamanlar vatanın (.Heimat) yattığı, varlıkların ortak mallar (commons) olarak örgütlendiği Gotik dönemin sonunda nüfusların bağlandığı ortak toprak haline gelmiştir. O ortak mallar ve o toprak artık kapitalistlerin elinde değişim değeridir. O toprağı geri istiyorsak kendimizi içinde bulduğumuz koşullarda onun üzerinde hak iddia ederiz: Kapitalist mal edinmenin, sahiplenmenin, değişim değeriyle beslenen zirve noktasında; saflık ve masumiyet ya­nılsamasına kapılmaksızın.
Plebler (Latince: plebeius) antik Roma'da ayrıcalıklı patrici sınıfından ayrı olarak Roma vatandaşlarının genel bütününü oluştururlardı. Bu kavram günümüzde bazı toplumlarda genellikle orta ve alt sınıflar için kullanılsa da Roma döneminde plebler oldukça zengin ve nüfuz sahibi olabiliyorlardı.
Spinoza bize İbrani devletinde jübile yılında* bütün borçların si­lindiğini, yurttaşların eşitliğinin sağlandığını anlattığında ya da Machiavelli tarım yasalarının Roma Cumhuriyeti’ne yeni bir hayat verdiğini çünkü pleblerin toprağı yeniden mal edinmesinin demokratik süreci yenilediğini ısrarla vurguladığında, doğaya ve demokrasiye geri dönmenin mümkün olduğu yanılsamasına tutunuyordu.[3] (sh:182-183)
Fukuyama’nın Tarihin Sonu kavrayışıyla dalga geçmek kolay; ama bugün birçok kişi Fukuyamacıdır.
Liberal-demokratik kapitalizm, mümkün olan en iyi toplumu veren, en nihayetinde bulunmuş bir formül olarak kabul edilir; yapılabilecek tek şey onu daha adil, hoş­görülü vs kılmaktır. Kısa süre önce İtalyan gazeteci Marco Cicala’nın başına gelenleri bir düşünün: Bir makalede “kapitalizm” kelimesini kullanınca editörü bunun gerçekten gerekli olup olmadığını sordu; onun yerine “ekonomi” gibi eşanlamlı bir kelime kullanamaz mıydı? Kapitalizmin topyekûn zaferi için kelimenin son yirmi, otuz yıl için­de neredeyse kaybolup gitmesinden daha iyi bir kanıt bulunabilir mi?
Burada basit ama ısrarcı bir soru baş gösteriyor: Liberal-demokratik kapitalizm bilinen bütün alternatiflerden belirgin biçimde daha iyi işliyorsa, liberal-demokratik kapitalizm en iyi değilse de ehvenişer bir toplum biçimiyse, neden olgunlukla geri çekilmiyor, hatta onu bütün kalbimizle kabul etmiyoruz?
 Neden hiç umut olmasa da komünist İdea’da ısrar ediyoruz?
Böyle bir ısrar kaybedilmiş Dava’nın narsisiz­mine örnek teşkil eden bir vaka olmuyor mu?  (sh: 240)
Etik-siyasi zorluk ise kendimizi bu figürün içinde tanımak; bir şekilde hepimiz, sembolik özümüzden olduğu kadar doğadan da dışlanmışız. Bugün hepimiz potansiyel olarak homo saceriz; gerçekten bu hale gelmeye karşı savunmaya geçmenin tek yolu önleyici biçimde hareket etmek.
Fakat komünist olarak görülmek istiyorsak bu proleterleştirme yeterli değildir. Ortak alanların kapatılmasının devam etmesi, insanla­rın hayat süreçlerinin nesnel koşullarıyla ilişkilerinin yanı sıra insanlar arasındaki ilişkileri de ilgilendirir: Ortak alanlar, çoğunluğun proleterleştirilmesi pahasına özelleştirilmiştir. Yine de bu iki yön arasında bir uçurum vardır. Ortak alanlar komünizm olmadan da, otoriter-cemaatçi bir yönetim altında kolektif insanlığa verilebilir; özsüzleştirilmiş, özsel içeriğinden yoksun bırakılmış “köksüz” özne, yeni bir özsel cemaat içinde kendine uygun bir yer bularak cemaatçilik yönünde karşı bir eyleme götürülebilir.
Negri, tam olarak bu anlamda anti-sosyalist başlığı Güle Güle Bay Sosyalizm'le taşı gediğine koyuyor:
Komü­nizm, eşitlikçi kolektif yerine dayanışmacı organik bir cemaat öneren sosyalizme karşıt olmak durumundadır; Nazism nasyonal sosyalizmdi, nasyonal komünizm değil. Sosyalist bir anti-semitizm olabilir ama ko­münist bir anti-semitizm olamaz. (Stalin’in son yıllarında olduğu gibi başka türlü görünüyorsa bu sadece devrimci olaya sadakat eksikliğinin bir göstergesidir.) Eric Hobsbawm kısa süre önce, “Sosyalizm başa­rısız oldu, kapitalizm iflas etti. Sırada ne var?” başlıklı bir köşe yazısı yayımladı. Cevap:
Komünizm. Sosyalizm ilk üç karşıtlığı, dördüncü karşıtlık olmaksızın, proletaryanın tekil genelliği olmaksızın çözmek ister. Küresel kapitalist sistemin uzun süreli karşıtlıktan sağ çıkabilme­sinin ve aynı zamanda komünist çözümden kaçınabilmesinin tek yolu bir tür sosyalizm icat etmek olacaktır; cemaatçilik, popülizm, Asya değerleriyle kapitalizm vs kılığında. Gelecek komünist olacaktır... ya da sosyalist.
İşte bu yüzden son karşıtlıktaki, Dışlanmışlar’ı Kapsanmışlar’dan ayıran uçurum ile diğer üç karşıtlık arasındaki niceliksel farklılıkta ısrar etmemiz gerekiyor. Komünizm terimini haklı çıkaran tek şey Dışlanmışlar’a yapılan atıftır. Dışlanmışları bir tehdit olarak gören ve onları uygun bir mesafede nasıl tutacağı konusunda kaygılanan bir Devlet cemaatinden daha “özel” bir şey yoktur. Başka bir deyişle dört karşıtlık arasında, Kapsanmışlar ile Dışlanmışlar arasındaki kar­şıtlık kritik önemdeki karşıtlıktır: Bu karşıtlık olmaksızın diğer hepsi isyancı yönlerini yitirir.  (sh:242-243)
Komünizm siyasî olana ait değildir. Herhangi bir siyasetten önce gelebilir. Siyasete, ortak (common) alanı -özel olana ya da kolektif olana, ayrılmaya ya da bütünselliğe değil- ortak varlığın (the common) siyaseten kazanılmasına ya da onu bir öze çevirme yönünde bir girişime izin vermeksizin ortak varlığın (the common) kendisine açmak için mutlak bir öncelik veren şeydir. Komünizm, siyasetin etkinleştirilmesi ve sınırlandırılması yönünde bir ilkedir.
Bu noktada, -İzm i sorgulama gereği baş gösteriyor. Herhangi bir -izm, bir sunum sistemini, ideolojinin hem Marksçı hem Arendtçi anla­mında bir tür ideolojileştirmeyi ifade eder. Kartezyanizm, Descartes’ın orijinal güdüsünün ideolojileştirilmesidir.
Tarihsel ya da tuhaf bir biçimde anıldığı üzere reel komünizm meselesine girmek istemiyorum. Komünizm hâlâ bir ideoloji olma tehlikesiyle karşı karşıyadır ve -İzm ini kaybetmesi gereklidir.
Kelime, -izm sız, komündür. Hatta komün, common, kommune, bir biçim, bir yapı, bir temsil olarak anlaşılabilecek bir şey bile değil, conı dur. Evrensel bir önerme, herhangi bir varlıktan önce gelen öncül anlamında Latince cum ekidir.
Bu siyaset değildir; metafiziktir ya da isterseniz ontoloji deyin. Var olmak cum olmak demektir. (Bu satırları yazdığım sırada, Madrid’de bir meydanda şarkılar söyleyen futbol aficionado' larıyla çevrelenmiş bir haldeyim. Ortak varlıkla ilgili bir semboller, problemler, duygular ço­ğulluğu var.) Fakat bu, siyasete şu soruyu sorar: Cum'a, ortak varlığa (common) ulaşmak amacıyla değil, sadece onun gelmesi, kendi şansı­nı, kendi anlam ifade etme imkânını denemesi anlamında toplumu, hükümeti, hukuku nasıl düşünebiliriz?
 İleri sürmek istediğim gibi herhangi bir anlam, his mutlaka ortak hissiyat (common sense) ya da te­rimin yaygın kullanımıyla “sağduyu” değilse, herhangi bir hissin, anla­mın iletişimden, paylaşımdan ya da değiş tokuştan oluşması anlamında kendi anlamını. Ama mal değiş tokuşu olmayan bir değiş tokuştan; benim mülkümün kendi bağlılığıyla uygun hale geldiği bir mülkiyet­ler değiş tokuşundan oluşması anlamında. Bu bağlılığa bazen “sevgi”, “dostluk”, bazen “sadakat” denir. Bazen “onur”, bazen “sanat”, bazen “düşünce”, hatta bazen “hayat” ve “hayat hissi” denir; bütün bu isim­lerin altında ortak varlığa sadakatten başka bir şey yatmaz.
Komünizm sorunu mülkiyet sorunuysa; daha açık bir deyişle ne kolektif ne özel mülkiyet ama bireysel ve ayrıca ortak mülkiyet soru­nuysa, o zaman iki yönlü bir soru ortaya çıkar:
1. Hem “bireysel” hem “ortak” olmak ne anlama gelir? “Ortak varlığın bireyselliği”ni ve “bireyselliğin ortaklığını” nasıl anlayabiliriz?
2. Ortakbireysel (commonindividuat) mülkiyet bağlamında zengin­lik ve yoksulluğu nasıl düşünebiliriz?
İlk soruyu, bu sorunun “bireysel-ortak” dışında başka anlamları bulunan tekil-çoğul anlamında alınması gerektiğini savunarak cevapla­mak istiyorum. Tekil-çoğul’un “bireysel-ortak”a içkin olabilecek ikili özcülüğün (.substantiality) tehlikesinden kaçınabileceğim ileri sürme­nin dışında bu meseleyi burada ele almak istemiyorum.
Zenginlik ve yoksulluğa ilişkin cevap açıktır:
Zenginlik ortak ha­yatın ihtiyacı olandan fazlasına, yoksulluk ise azına sahip olmak anla­mına gelir.
İlk komünist buyruk, çok açık bir şekilde, adaletle ilgilidir: Ortak hayatın ihtiyaç duyduğunu ortak varlığa vermek. Bu ihtiyaç aynı zamanda basittir, açıktır (bir bakıma, başka bakış açılarıyla da tartışılabilecek olan insan haklarına içkindir); ama yine de belirsizdir: İhtiyaç ile arzu ya da istek arasında basit ve açık bir fark yoktur.
Bu durumda farklı bir biçimde düşünmek gerekiyor. “İhtiyaçlar” ve bunların “tatmin edilmesi” doğrultusunda bir ilk adım atmakla yetinmememiz gerekir; bunların temel ya da asgari düzeyde tatmin edilmesinde elbette ki ısrar etmemiz gerekse de. Her ihtiyaca özü iti­bariyle sonsuzluğun da içkin olduğunu düşünmemiz gerekir. İhtiya­cın bir şey (ekmek, su ya da yer gibi) edinme dürtüsü olarak; ama aynı zamanda bir şey olmayan, belki de sonsuzluktan başka bir şey olmayan bir şeye yönelen bir dürtü olarak anlaşılması gerekir. (sh:176-177)

Mülkiyet Hırsızlığı
“Yapay” ortak varlığı özelleştirme yönündeki neoliberal stratejiler daha karmaşık ve çelişkilidir. Burada, mülkiyet ile ortak varlık ara­sındaki çelişki tam anlamıyla iş başındadır. Dediğim gibi, ortak varlık mülkiyet ilişkilerine ne kadar tabi kılınırsa üretkenliği o kadar azalır; gelgelelim sermayenin değer biçme süreçleri özel birikimi gerektirir.
Birçok alanda, ortak varlığı patentler ve telif haklarıyla özelleştirmeye yönelik kapitalist stratejiler çelişkilere rağmen (genelde zorluklarla) devam ediyor.
Müzik ve bilgisayar sanayisi örneklerle dolu. Yaygın deyişle biyo-korsanlık, yani ulus-üstü şirketlerin ortak varlığı, yerli bilgiler ya da bitkilerden, insanlardan, hayvanlardan genetik bilgiler biçiminde, patent kullanımıyla ele geçirdiği süreçlerde de aynı durum geçerli.
Örneğin bir tohumun doğal bir böcek ilacı olarak kullanı­mıyla ilgili geleneksel bilgiler ya da belli bir bitkinin iyileştirici özel­likleriyle ilgili bilgiler bu bilginin patentini alan şirket tarafından özel mülkiyet haline getiriliyor.
Parantez açıp, korsanlığın bu tür faaliyetler için hatalı bir adlandırma olacağını belirteyim. Korsanların daha soylu bir mesleği vardır:
Mülkiyet çalarlar.
Bu şirketlerse ortak varlığı çalıp mülkiyete çeviriyor.
Gerçi genelde sermaye ortak varlığın istimlakini özelleştirmeyle değil, kira biçiminde gerçekleştirir. Bilişsel kapitalizm üzerine çalışan bugünün İtalyan ve Fransız ekonomistlerinden birkaçı -başta Carlo Vercellone olmak üzere— ortaya koymuştur ki geçmişte kapitalist el koyma biçiminin yönü genel olarak nasıl kiradan kâra doğruysa, bu­gün kârdan kiraya doğru tersine bir hareket söz konusu.[4]
Örneğin patentler ve telif hakları, maddi ve gayri maddi mülkiyet sahipliğine dayanan bir gelir garanti etmeleri anlamında kira üretiyor. Bu argü­man geçmişe dönüş olduğu anlamına gelmiyor:
Sözgelimi, bir patent­ten elde edilen gelir, arazi sahipliğinin ürettiği gelirden çok farklıdır. Kiranın kâra baskın çıkmaya başlamasıyla, benim çok önemli buldu­ğum süreçle ilgili bu analizin özündeki kavrayış, sermayenin genel olarak, ortak varlığın üretim süreçlerinin dışında kalmasıdır. Oysa sa­nayi sermayesi ve onun kâr üretim süreçlerinde, kapitalist, özellikle işbirliği araçlarının belirlenmesi, disiplin biçimlerinin dayatılmasıyla üretim süreçlerine içkin bir rol oynarken, ortak varlığın üretiminde kapitalistin nispeten dışarıda kalması gerekir.[5]
Ortak varlığın mül­kiyete çevrildiği her seferde olduğu gibi, kapitalistin ortak varlığın üretim süreçlerine her müdahalesi, üretkenliği azaltır. O halde kira, sermaye ile ortak varlık arasındaki çelişkilere ayak uydurmaya yönelik bir mekanizmadır. Kaynakların paylaşılması ve işbirliği biçimlerinin belirlenmesiyle ilgili olarak, ortak varlığın üretim süreçlerine sınırlı bir özerklik verilir; sermaye de kira yoluyla denetim uygulayabilir ve değer gasp edebilir. Bu bağlamda sömürü, ortak varlığın gasp edilmesi biçimini alır.
Kirayla ilgili bu tartışma, bir yandan, ilkel birikime bir mutlak kira biçimi denilebildiği ölçüde neoliberal mülksüzleştirme yoluyla birikim süreçlerine işaret eder. Öte yandan, karmaşık ve çok soyut nispi kira çeşitlerinin damgasını vurduğu finansın bugünkü önceli­ğine yeni bir ışıkta bakmamızı sağlar. Christian Marazzi, bize, fınansı “gerçek ekonomi’ye karşıt bir kurgusallık olarak anlamamamız uyarısında bulunur; bunun, finansın da üretimin de gayri maddi mülkiyet biçimlerinin hâkimiyetine ne derece girdiğini yanlış anlayan bir kav­rayış olacağını söyler. Ayrıca fınansı, kabaca sanayi üretimine bağla­nan üretkenlik imgesinin tersine salt gayri üretken addedip bir kenara bırakmamamız uyarısında da bulunur. Finansı, kârdan kiraya doğru genel eğilim, buna mukabil sermayenin ortak varlığın üretimiyle ilgili dışarıda kalan konumu bağlamına yerleştirmek daha yararlıdır. Finans, ortak varlığı gasp eder ve uzaktan denetim uygular.[6] (sh:162-163)
--
Genel toplumsal bilginin gelişimiyle birlikte, “emeğin üretici gücü” böylece “en büyük üretici güç olur. Doğrudan üretim süre­cinin bakış açısından, emeğin üretici gücü sabit sermayenin üretimi olarak görülebilir; bu sabit sermaye insanın kendisidir”.[7]
 Sermaye, canlı emeğin karşısında “sabit sermaye” olarak görünerek kendi sömürüsünü örgütlediğinden, sabit sermayenin kilit bileşeni “insanın kendisi”, onun “genel toplumsal bilgisi” olduğunda, kapitalist sömü­rünün toplumsal temeli dinamitlenmiş olur ve sermayenin rolü ta­mamen asalaklık haline gelir:
Bugünün küresel interaktif medyasıyla yaratıcı mucitlik artık bireysel değil; hemen kolektifleştiriliyor, “or­tak alanlar”ın bir parçası haline geliyor, öyle ki telif haklarıyla onu özelleştirmeye yönelik herhangi bir girişim sorunlu bir hal alıyor; burada giderek, kelimenin tam anlamıyla “mülkiyet hırsızlık” olu­yor.
Peki, tam da bunu yapan, yaratıcı bilişsel tekilliklerin kolektif sinerjisini örgütleyen ve sömüren Microsoft gibi bir şirket hakkında ne söyleyeceğiz?
Öyle görünüyor ki geriye kalan görev, bilişsel işçi­lerin “patronları nasıl bertaraf edeceğini” düşünmek; “çünkü bilişsel iş üzerinde bir endüstriyel kontrol tam anlamıyla depasse (modası geçmiş, zaman aşımına uğramış). dir”. 
Yeni toplumsal hareketlerin haber verdiği şey “ücret devrinin kapandığı, ücretlerle ilgili olarak emek ve sermaye arasındaki çatışmadan, yurt­taşların gelirlerinin doygunluğuyla ilgili olarak çokluk ile Devlet arasındaki çatışmaya geçtiğimizdir”.[8]
“Bugünkü toplumsal devrimci dönüşüm”ün temel niteliği burada yatıyor: “Ortak malın ağırlığı­nı ve önemini tanımak için sermaye getirilmesi gerekiyor; sermaye bunu yapmaya hazır değilse, böyle yapmaya zorlanması gerekiyor.”[9] Negri’nin eksiksiz formülasyonuna dikkatinizi çekerim: Sermayeyi lağvetmek değil, onu ortak malı tanımaya zorlamak, yani kapitalizm içinde kalınıyor; ütopyacı bir fikir varsa o da budur. Negri bugünkü biyo-politik kapitalizmin çokluğun üretkenliğinin doğrudan dayatılmasına yakınlığını şöyle betimliyor:
Tablo, malların devridaimini, enformasyon ağlarını, kesintisiz hareketlili­ği, emeğin kökten göçebeliğini, bu dinamiklerin kuvvetle sömürüldüğü­nü yansıtıyor... ama aynı zamanda sürekli ve tükenmek bilmez aşırılığı, çokluğun biyo-politik gücünü ve baskın kurumların yapısal kontrol etme becerisiyle ilgili olarak bu gücün aşırılığını yansıtıyor. Mümkün olan bütün enerjiler işe sürülüyor, toplum işe sürülüyor... Bu sömürülen topyekûnlük ve işe koşmada geçici bir özgürlük yatıyor; onu bastırmaya çalışan kontrole indirgenemeyecek bir özgürlük. Özgürlük kendisine karşı hareket edebilirse de... bu ikili dengesizlik içinde kaçış hatları açıl­maya devam ediyor: Acı genellikle üretkendir ama asla devrimci değildir; devrimci olan şey aşırılık, taşkınlık ve güçtür.[10]
Burada, üretim akışına ilişkin olarak standart post-Hegelci matri­si görüyoruz; üretim akışı onu bastırmaya ve kontrol etmeye çalışan yapısal topyekûnlükle ilgili olarak her zaman aşırıdır. Peki ya bir paralaks (ıraklık açısı) kaymasıyla kapitalist ağın kendisini üretken çokluğun akışı üze­rindeki gerçek aşırılık olarak algılıyorsak?
Ya bugün çokluğun üretimi doğrudan hayatı üretirken bir aşırılık (işlevsel olarak da akışkan bir aşırılık), Sermaye aşırılığı üretmeye devam ediyorsa?
Neden anın­da üretilmiş ilişkilerin, kapitalist ilişkilerin aracı rolüne hâlâ ihtiyacı olsun? Ya asıl muamma şuysa: Sürekli göçebe “moleküler” hareket, (aldatıcı bir biçimde) serbest bırakılmamış üretkenliğine bir engel­miş gibi görünen asalak bir “molar” yapıya neden ihtiyaç duysun?
Bu engeli/aşırılığı ortadan kaldırdığımız anda, asalak aşırılığın sınır­ladığı üretken akışı neden kaybedelim?
Bu fetişizm, “şeyler arasındaki ilişkiler gibi görünen insanlar arasındaki ilişkiler” konusu etrafında dönmemiz gerektiği anlamına da geliyor. Ya Hardt ile Negri’nin alkış tuttuğu “hayatın doğrudan üretimi” aldatıcı bir şeffaflık gösteriyorsa; ya bu aldatıcı şeffaflık içindeki “(Sermaye’nin) (gayri maddi, gerçek) şeylerin arasındaki görünmez ilişkiler, insanlar arasındaki doğrudan ilişkiler” olarak görünüyorsa?
Buraya nasıl geldik?
Hayatın Doğrudan Üretimi
1968’deki protestolar mücadelelerini kapi­talizmin üç temel direği olarak algılanan alanlara yönelttiler: fabri­ka, okul, aile.
Bunun sonucunda her alan post-endüstriyel dönüşüme tabi oldu: Fabrika işi giderek taşeronlaştı ya da en azından gelişmiş dünyada post-Fordist hiyerarşik olmayan interaktif ekip çalışması te­melinde örgütlendi; daimi esnek özelleştirilmiş eğitim giderek genel kamusal eğitimin yerini alıyor; çok çeşitli esnek cinsel düzenleme de geleneksel ailenin yerini alıyor.[11]
Sol, zafer kazandığı anda kaybetti: Görünür düşman yenilgiye uğratıldı ama yerine çok daha doğrudan yeni bir kapitalist hâkimiyet biçimi geçirildi. “Post-modern” kapita­lizmde piyasa, eğitimden, hapishaneler ve güvenliğe kadar şimdiye dek Devlet’in ayrıcalıklı özel alanı olarak düşünülen yeni alanlara gi­riyor.
“Gayri maddi emek” (eğitim, terapi, vs) doğrudan sosyal iliş­kiler üreten bir emek biçimi olarak kutlandığında, bunun bir mal ekonomisinde ne anlama geldiği unutulmamalı:
Şimdiye kadar pi­yasadan dışlanmış olan yeni alanlar artık mallaştırılmıştır; sorunumuz olduğunda artık bir dostumuzla konuşmayız, sorunla ilgilenmesi için bir psikiyatra ya da danışmana para öderiz.
Ebeveynler değil, ücretli çocuk bakıcıları ya da eğitmenler çocuklara bakar vs.
Bu yüzden de toplumsal alanın özelleştirildiği, yeni kapatılmaların yaratıldığı yeni bir sürecin ortasındayız.
Bu yeni özelleştirme biçimlerini kavrayabilmek için Marx’ın kav­ramsal aygıtını eleştirel bir biçimde dönüştürmemiz gerekiyor. Çünkü Marx “genel zekâ”nın sosyal boyutunu ihmal etmiştir; “genel zekâ”nın kendisinin özelleştirilmesi olasılığını hayal etmemiştir. “Entelektüel mül­kiyet” mücadelesinin özünde yatan şey bu özelleştirmedir. Negri bu noktada haklı: Bu çerçeve içinde, klasik Maksist anlamda sömürü ar­tık mümkün görünmüyor; işte bu yüzden giderek doğrudan hukuki önlemlerle, yani ekonomik olmayan bir güçle uygulanması gerekiyor. Bugün sömürünün giderek kira biçimini almasının sebebi bu: Carlo Vercellone’nin dediği gibi, sanayi sonrası kapitalizm “kârın kiraya dö­nüşmesi” niteliğini taşıyor.[12]
İşte bu yüzden de doğrudan bir otoriteye ihtiyaç var: Kirayı almak için gerekli (keyfi) hukuki koşulları, artık “kendiliğinden” piyasa tarafından üretilmeyen koşulları dayatmak için bir otoriteye ihtiyaç var. Bugünkü “post-modern” kapitalizmin temel “çelişkisi” herhalde burada yatıyor: Mantığı düzen bozucu, “devletçilik-karşıtı”, göçebe/ülkesizleştirici vs olsa da, “kârın kirası olma” yönündeki kilit eğilimi düzenleyici gücü (sadece o da değil) hiç ol­madığı kadar her yerde hazır ve nazır olan Devlet’in rolünün güç­leneceğini haber veriyor. Dinamik ülkesizleştirme Devlet’in giderek otoriterleşen müdahaleleri, hukuki ve başka aygıtlarıyla birlikte var oluyor ve onlara dayanıyor. Bu yüzden de tarihsel dönüşümümüzün ufkunda görülebilen şey, kişisel özgürlükçülük ve hazcılığın karmaşık bir düzenleyici devlet mekanizmaları ağıyla bir arada yaşadığı ve on­lar tarafından ayakta tutulduğu bir toplum. Bugün Devlet kaybolmak şöyle dursun güç kazanıyor. Başka bir deyişle, “genel zekâ”nın (bilgi ve sosyal işbirliği) zenginliğin yaratılmasında oynadığı kilit öneme sahip rol yüzünden, zenginlik biçimleri giderek “üretimlerine doğru­dan emek harcanan zamanla son derece orantısız”dır; sonuç, Marx’ın beklermiş gibi göründüğü üzere kapitalizmin kendi kendisini çözme­si değil, işgücünün sömürülmesiyle üretilen kârın yavaş yavaş “genel zekâ”nın özelleştirilmesinden elde edilen kiraya göreli dönüşümüdür.
Bili Gates örneğine bakın:
Nasıl oldu da dünyanın en zengin adamı oldu?

Zenginliğinin Microsoft’un sattığı ürünlerin üretim maliyetiyle hiçbir ilgisi yok. (Hatta Microsoft’un, entelektüel işçilerine nispeten yüksek maaşlar ödediği bile savunulabilir.)
Bu zenginlik Gates’in ra­kiplerinden daha düşük fiyata iyi yazılım üretmedeki başarısının ya da çalıştırdığı entelektüel işçileri daha fazla “sömürmesi”nin de bir sonucu değil.
Öyle olsaydı Microsoft uzun zaman önce iflas ederdi: insanlar kitleler halinde hem bedava hem de uzmanlara göre Mic­rosoft’unkilerden daha iyi olan Linux gibi programları tercih eder­di.
Peki o halde neden hâlâ milyonlar Microsoft satın alıyor?
Çün­kü Microsoft kendisini evrensel bir standart olarak dayatmayı, alanda (neredeyse) tekelleşmeyi, “genel zekâ”nın doğrudan bir somutlaşması olmayı başardı. Gates, milyonlarca entelektüel işçinin kendisinin özel­leştirdiği ve kontrol ettiği bu özel “genel zekâ” biçimine katılmasına izin vermesinden ötürü aldığı kirayı sahiplenerek yirmi-otuz yıl için­de dünyanın en zengin adamı haline geldi.
Peki o zaman, Marx’ın kapitalist “yabancılaşma” betimlemesinde olduğu gibi, bugünkü entelektüel işçilerin artık emeklerinin nesnel koşullarından ayrı olma­dıkları (kendi kişisel bilgisayarları var vs) doğru mu? Yüzeysel olarak evet; ama temelde hayır: İşlerinin sosyal alanından, “genel zekâ”dan hâlâ kopuk durumdalar; çünkü “genel zekâ”nın aracısı özel sermaye.
Aynı şey doğal kaynaklar için de geçerli; doğal kaynakların sömü­rüsü bugün en büyük kira kaynaklarından biri. Bu sömürüye kirayı kimin alacağı konusunda daimi bir mücadele de eşlik ediyor; Üçün­cü Dünya halkları mı yoksa Batılı şirketler mi?
Büyük ironi şudur ki emeğin gücüyle (işe koşulduğunda kendi değerinin üstünde bir artıdeğer üretir) başka mallar (değerleri kullanımlarıyla tüketilir; bu yüzden de sömürüye tabi değillerdir) arasındaki farkı açıklamak için Marx “sıradan” bir mal olarak petrolü örnek gösterir; bugün olağa­nüstü “kârın” kaynağı olan malı. Burada da petrol fiyatlarındaki dü­şüşü ya da yükselişi üretim maliyetleri ya da sömürülen emeğin ücre­tiyle ilişkilendirmek anlamsızdır. Üretim maliyetleri ihmal edilebilir düzeydedir; petrol için ödediğimiz fiyat, azlığı ve arzının sınırlı olması yüzünden bu kaynağın sahiplerine ödediğimiz kiradır.
“Üç Ana İşçi Sınıfı”nı Birleştirmek Mümkün Olmadan
Üretim sürecinin üç bileşeni; entelektüel planlama ve pazarlama, maddi üretim, maddi kaynakların sağlanması giderek daha özerkleş­miş, üç ayrı alan haline gelmiş gibi görünüyor. Toplumsal sonuçları bakımından bu ayrım bugünün gelişmiş toplumlarında “üç ana sı­nıf” kılığında beliriyor; bunlar kesinlikle sınıf değil, işçi sınıfının üç ayrı kısmıdır: entelektüel işçiler, el emeğiyle çalışan eski işçi sınıfı ve dışlanmış (işsizler ya da gecekondularda, kamusal alanın başka dış böl­gelerinde yaşayanlar).
İşçi sınıfı böylece üçe bölünmüştür; her kısmın kendi “hayat tarzı” ve ideolojisi vardır:
Entelektüel sınıfın aydınlan­mış hazcılığı ve liberal çokkültürcülüğü, işçi sınıfının popülist funda- mentalizmi, dışlanmış kesimin de daha aşırı, tekil biçimleri.
Hegelci yaklaşımla bu üçlü açıkça, evrensel (entelektüel işçiler), özel (el işçi­leri) ve tekil (dışlanmışlar) üçlüsüne tekabül eder. Bu sürecin sonucu sosyal hayatın, bu üç kesimin de buluşabileceği bir kamusal alanın ya­vaş yavaş çözülmesidir; “kimlik” politikaları da bütün biçimleriyle bu kaybın telafisidir.
Kimlik politikaları bu üç kesimin her birinde özel bir biçim alır:
Entelektüel sınıfta post-modern çokkültürlü kimlik politikası, işçi sınıfında gerici popülist fundamentalizm, dışlanmışlar arasında da yarı yasadışı erginlenmeci gruplar (çeteler, dini tarikatlar vs). Hepsinin de ortak yönü, evrensel kamusal alanın kaybını telafi etmek için belli bir kimliğe yönelmektir.
Proletarya böylece üçe bölünür, her kısım diğerlerine karşı oyna­nır: Entelektüel işçiler “kızıl enseli” işçilere karşı kültürel önyargılarla doludur; işçiler entelektüeller ve dışlanmışlara karşı popülist bir nef­ret gösterir; dışlanmışlar bu haliyle topluma husumet besler. Eskinin, “Proleterler, birleşin!” çağrısı bu yüzden hiç olmadığı kadar yerinde: Yem “post-endüstriyel” kapitalizm koşullarında, işçi sınıfının üç kesi­minin birleşmesi zaten zaferleri olur.[13] (sh: 251-256)

Kaynak:
Bir İdea Olarak Komünizm,  Alain Badiou & Slavoj Zizek vd, Kitabın Özgün Adı: The Idea of Communism, İngilizce’den Çeviren Ahmet Ergenç & Ebru Kılıç,2011, İstanbul


[1]   Karl Marx, Grundrisse, Çev. M. Nicolaus, Pelican, Londra, 1973, Defter V, s. 496.
[2]   A.g.e., Defter II, s. 223.
* Eski Musevi yasalarına göre elli yılda bir yapılması gereken genel serbest bırakma yılı, (ç.n.)
[3] Niccolo Machiavelli, Discourse on Livy, Book I, Chapter 27, Penguin, Londra, 2007, s. 99; Benedict de Spinoza, A Theological-Political Treatise, Cambridge University Press, Cambridge, 2007, s. 216.
[4]   Örneğin Carlo Vercellone, “Crisi della legge del valore e divenire rendita del profitto”, Andrea Fumagalli ve Sandro Mezzadra (Haz.), Crisi deli’economia globale içinde (Ombre corte,Verona, yakında yayımlanacak).
[5]  Marx’ın işbirliğiyle ilgili tartışmasına bakınız: Capital, c. 1,13. Bölüm, İngilizce’ye Çev. Ben Fowkes, Penguin, Londra, 1976, s. 439-54.
[6]  Christian Marazzi, Capital and Language, İngilizce’ye Çev. Gregory Conti, Semiotext(e), NewYork, 2008.
[7]   Karl Marx, Gmndrisse, İngilizce’ye çeviren Martin Nicolaus, Penguin, Harmondsworth, 1973, s. 706.
[8]   Toni   Negri, Goodbye Mr Socialism, Feltrinelli, Roma, 2006, s. s. 204.
[9]   Toni  Negri, Goodbye Mr Socialism, Feltrinelli, Roma, 2006, s., s. 235.
[10]   Toni Negri,“On Rem Koolhaas”, Radical Philosophy, 154, Mart-Nisan 2009, s. 49.
[11] Bakınız Daniel Cohen, Trois leçons sur la societe post-industrielle, Seuil, Paris, 2006..
[12]  Bakınız Carlo Vercellone (Haz.), Capitalismo cognitivo, manifestolibri, Roma, 2006.
[13] Maximilien Robespierre, Virtue and Tenor,Verso, Londra ve NewYork, 2007, s. 129.,

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar