Print Friendly and PDF

BİR SÛFÎ GELENEĞİNDE RÜYA ÇALIŞMASI

Bunlarada Bakarsınız



LLEWELLYN VAUGHN - LEE
SÛFÎLER, her zaman rüyalarına büyük önem vermişler ve bu­nu manevî yolda bir yol gösterici olarak ele almışlardır. İlk Sûfî risalelerinde rüyalarla ilgili bölümler ve 9. yüzyıl Sûfî azizlerinden, Hakim-i Tirmizî’ye ait otobiyografik piyesler[1] yer alır; bu piyeslerde rüyaların kendisine nasıl yol göstericilik yaptığı­nı, en ince ayrıntısına kadar anlatır. İlginçtir ki, aynı zamanda karısının kendisi için gördüğü rüyalarını da betimler. Karısı bu oyun­larda mesajcı rolündedir.
Böyle rüyaların birinde karısı çorak, taş­lık bir araziden çıkmış kurumuş dallı bir ağaçtan söz etti. Bu ağa­cın üzerinde bir kuş daldan dala sıçrıyor, uçuyordu. Kuşun dokun­duğu kuru ağaç dalları yeşil yapraklar ve üzüm salkımlarıyla dolu­yordu. Bu ağacın korunması, bakımının yapılması, bunun kuşun en üst dallara çıkması için gerektiği mesajı kendisine gönderilmişti. Üzüm, çok önemli ve kudretli bir Sûfî sembolüdür. Bu üzümler­den yapılan Sevgili’nin şarabı Sûfîyi sarhoş eder. Bu yüzden, el-Tirmizî’ye hayatının ağacına ve öğretilerine iyi bakması; böylece ilâhî esin kuşunun manevî kuraklıkta yaşayan ruhunu besleyen üzümler üretebileceği bildiriliyordu.
12. yüzyıl Sûfîlerinden Necmeddin-i Kübra (1145-1220) rüya­larının ve bunların izahının önemini vurgulamış, ruhanî yolun ku­rallarını “hep sükût, hep ricat ve devamlı Tanrı’nın hatırlanması” ve “müridin rüyalarının ve vizyonlarının anlamını bir şeyhin mü­temadiyen açıklayan yönetimi” olarak açıklamıştır.[2]
Yüzyılımızda, ‘Ateşin Kızı’ kitabında Irina Tweedie, şeyhiyle manevî eğitimini anlatan çağdaş otobiyografik bir hikâye verir. Şeyhi her zaman onun rüyalarının önemli bir yol gösterici olduğu­nu düşünür, bu yüzden ona bir günlük tutmasını önermiştir:
“Senin bir günlük tutmam ve deneyimlerini her gün buraya yazmanı istiyorum. Bununla birlikte rüyalarının kayıtlarını da tutmalısın. Rüyalarını bana anlatmalı ve ben de onları sana açıklamalı, izah etmeliyim. Rüyalar önemlidir, çünkü onlar birer yol göstericidir.[3]
‘Ateşin Kızı’nda Irina Tweedie’in pek çok rüyası kaydolun­muş, onların bazıları yorumlanmıştır. Aşağıda onun Tanrı’yı tanı­madan önce bir hiç olduğunu anlatan bir rüya örnek verilmiştir.
“RÜYA: Aynaya bakıyordum, kendimi çok zayıf, soluk benizli, saçlarımı ise hastalıklı gördüm.
YORUMU: Çok güzel bir rüya! Hiçbir şey kalmayana kadar in­cel, incel.”[4]
Diğer rüyaların yorumu yapılmamıştı, çünkü bazı rüyaların anlamları zaman açısından uygun değildi, bazıları ise Tirmizî’deki gibi açıklamaya gerek kalmayacak bir netlikte idi. Örneğin hasta­nede yattığını, kalbinin bir doktor tarafından steteskopla dinlendi
ğini hocasına anlattığı zaman, hocası bu rüyanın çok fazla açıklan­maya gerek olmayacak kadar net olduğunu söylemiş ve Irina Tweedie’in kalbinin ilâhî kontrolden geçtiğini belirtmiştir.[5]
‘Ateşin Kızı’ndaki şeyh, Nakşibendî Müceddidî tarikatına bağ­lıdır. Bu tarikat Hindistan’da bulunan Nakşibendi Sûfîlerinin bir koludur. Nakşibendî tarikatı adını Bahaeddin Nakşibend (ölümü 1390)’den alır. Bunlara aynı zamanda Sessiz Sûfîler adı da verilir, bunun nedeni uygulamalarında sessiz meditasyon kullanmalarıdır. Diğer Sûfî okullarından farklı olarak kalp eğitimlerini, seremoni- siz, müziksiz ve dinî danslar kullanmadan yaparlar. Şimdi sizlere son onbeş yıldır devamlı katıldığım Nakşibendî grubunda rüyala­rın nasıl açıklandığını anlatmak istiyorum. Grup toplantılarında, kişiler rüyalarını anlatmaya teşvik edilir ve daha sonra bu rüyalar grup içinde tartışılarak ne anlama geldiği açıklanırdı. Rüyayı gören kişi rüyasını diğer kişilerle paylaşır ve anlamını öğrenir, diğerleri ise bir rüya açıklamasında bulunarak tecrübelerini artırmış ve rüya boyunca manevî yol ve Ruh’uri dinamiğini ve psikolojisini kavra­mış olurlar. Bütün bunlar rüya gören kişinin rüya üzerine çeşitli perspektifler kazanmasını, diğerlerinin ise rüyaları anlamada sezgi ve duyarlılık geliştirmesine fırsat veren yorumların meydana gelmesini cesaretlendirir. Bu rüya çalışması, çok eski Sûfî öğretici hi­kâyelerinin modem bir karşılığı olarak değerlendirilir.
Bu grubun rüya çalışmasında güçlü bir Jungiyen yönelim var­dır. Bu da bize Sûfî sistemindeki manevî eğitim ile Jungiyen birey­leşme süreci arasında büyük benzerlikler olduğunu gösterir.
Kalbin sessiz meditasyonu, kişinin ruhsal durumunu enerjilendirip haraketlendirmekte ve bu da kişinin düşüncelerinin bilinç seviyesine çıkmasını sağlamaktadır. Kısacası böylece kişi karanlık içindeki “Gölge” ile yüz yüze gelmektedir. Irina Tvveedie’in söyle­diği gibi:
“Yoga’da talimatlar almayı ummuş mucizevî öğretiler beklemiştim, ama öğretmenin yaptığı yalnızca beni içimdeki karanlıkla tek başıma bırakmaktı ki bu da beni neredeyse öldürüyordu.
“Başka bir deyişle, beni cehenneme, her ruhun Işığı görmek için can atacağı kozmik bir oyunun oynandığı sahneye atı­yordu.”[6]
Irina Tweedie için bu, onun hocasının yoga gücüydü ve bu güç onun iç dünyasındaki karanlıkları açığa çıkarıyor; dramatik ve dayanılmaz bir hal almasına neden oluyordu. Çünkü bu Yolun di­ğer yolcuları, bilinçdışındaki olayların meditasyonla daha yavaş bi­linç düzeyine çıktıklarını söylüyorlardı. Bununla birlikte, bu yolu benimseyen kişiler, ilk önce kendi kişisel gölgelerinin dünyasına dalıyor, daha sonra daha derinlerdeki arketipal alanlara giriyorlar­dı.
Modern psikoloji alanında Jung’un çalışmasının önemi, içteki bu nitel alanı tanımlamaya adanması, Kendilik (self) Gerçekliğini anlamayı amaç edinmesidir.
Özellikle, Mysterium Coniunctionis adlı eserinde Jung zengin sembolik ayrıntılara değinir. Bu semboller manevî yolda bütüne ilerleme bakımından önemli psikolojik dinamiklerdir. Bu yüzden Jung psikolojisi Batılı zihnin Yol üzerinde karşılaşılan, uzak olduğu psikolojik dinamikleri anlaması için çok kıymetli bir kaynaktır, örneğin, Sûfî metinlerinde zengin bir karşıt kelime dizilişi vardır (örn. kurb [yakınlık] ve bu’d [ayrılık]) ki, bunlar manevi gerçek­leşme yolundaki Sûfîlerin psikolojik durumunu veya durumlarını anlatırlar.[7] Bu yüzden Sûfîler bu karşıt kelimeleri sık sık kullanmış­lardır. Bu olaylara bizim grubumuzda “Yo-Yo Sendromu” adı ve­rilir. Bu manevî yoldaki hemen herkes, bu olayı tecrübe etmiştir, yani aşağı ve yukarı arasında sürekli bir dalgalanma söz konusu­dur. Meditasyonun iyi gittiği bir gün kişi kendini iyi hissederken, kendini kötü hisseden biri için o zaman meditasyon ümitsiz görünebilmektedir. Jung bu olayı Mysterium ve Coniunctionis eserin­de karşıtların uyumu, barışması olarak anlatır:
“Yükselmek ve alçalmak, yukarı ve aşağı, üst ve alt karşıtla­rın duygusal gerçeklenmesidir ve bu gerçeklenme tedricen karşıtları dengeye getirir veya getirmelidir. Bu motif, rüya­larda sık sık yukarı tırmanma veya aşağı inme, asansörle, balonla veya uçakla alçalıp yükselme şeklinde görülür. Dorn’un açıkladığı gibi, bu karşıtlıkların arasında tereddüt­lü gidiş gelişler, kişinin devamlı bu karşıtlıklarla iç içe oldu­ğunu gösterir. Bu dengesiz durum sıkıntılı bir karışıklığa neden olmakta, ancak daha sonra iki şeyin ortası bir denge durumu hasıl olmaktadır. Bu olay gerçek bir felsefî gelişme olmasa da, Hindu felsefesinde, nirdvandva da karşıtlıklar­dan kurtulma şeklinde yorumlanır.”[8]
Burada Jung’un, Sûfî yolun bütünleyici bir parçası olan psiko­lojik bir süreç üzerine çok değerli yorum getirdiğinin örneği görül­mektedir.
Bununla beraber, Jung psikolojisinin Sûfîzm ile sınırlarını iyi kavramamız gerekir. Psikolojinin amacı ruhun dinamiğini anla­mak, Sûfîzmin amacı ise bilinci daha mükemmel hale getirip yuka­rılara çıkararak sevgili veya Tanrı ile mistik bir birleşme gerçekleş­tirmektir. Jung’un ‘unio mystica’ betimlemesi, kendi içinde psikolojik perspektifin sınırları olarak görülür:
“Bu mutlak gerçekte insan hiçbir şeydir fakat ruhsal bir ger­çektir. Kişinin bir hiç olduğu bir ruhsal gerçekle karşı karşı­ya gelinmekle... Ego tamamıyla ortadan kaybolmakta. Ruh­sallık, artık bizim bir içeriğimiz olmamakta, fakat biz onun bin içeriği olmaktayız... bu durum... akıl almaz gibi görün­mektedir.”[9]
Bu yüzden, Sûfîzm, Jung psikolojisini hem benimser, hem de onun da ilerisine bakar. Bu herhangi bir süfî rüya çalışmasında gö­rülebilir. Örneğin Jungiyen sembolizm anlayışı aynı zamanda Yol’un mistik imgesi olan Sûfî sembollerini farketmekle bir arada olmalıdır.
Bu makalede sizlere rüya çalışmasını bir sûfî ve bir de Jung perspektifine odaklanarak değerlendirmek isterim. İlk önce, rüyayı yorumlamadan “rüzgarın nereden geldiğini, bilmemiz gerekir.”[10] Pek çok değişik tip rüyalar vardır, ve her birine farklı yaklaşım ge­rekir. Psikolojik rüyaların yanında “zihin rüyaları” dâ vardır ve bunların içeriği daha yüce yaşanmış olaylardır. Vahy rüyaları ve geçmiş hayatla ilgili rüyalar da vardır. Diğerleri tarafından başkası için görülen rüyalar vardır, örneğin el-Tirmizî’nin karısının onun için gördüğü rüyalar gibi. Ve bazı gerçekten rüya olmayan rüyalar vardır ki, bunlar bilincin farklı bir düzleminde algılanırlar. Çünkü vücut uykuya daldığında, ruh serbest kalır; bu, “sarayında Olma­yan Kral,” “hücrelerinde olmayan mahkum” gibidir, fiziksel dün­yanın yanısıra varoluşun başka bir boyutu vardır.
Öğretide çoğu kez böyle rüyalar bulunur: el-Tirmizî’nin ona çölün ortasında bir sandalye gösterildiği ve “Bu seni Tanrıya götü­recek” diye söylendiği bir rüyası vardı. Gruptan biri, şeyhimizin şeyhinin karşısında diz çöküp oturduğu şeklinde bir rüya gördü. Rüyada genç bir adam olarak göründüğünü, uçurtma uçurduğunu söyledi. Bu da öğretiye göre yalnızca yere sağlam basan kişilerin, manevî hayatta uçarak yükselecekleri şeklinde yorumlandı.
En fazla rehberlik gerektiren rüyalar psikolojik rüyalardır ve burada bu tip rüyalara değineceğim. Bu tip rüya açıklamaları kişi gruba geldiği anda verilir. Jung’un gözlemine göre bilinçsizce birtakım şeylerin olduğuna kanaat getirilince bunların bir rüya veya rüyalar ile ilişkileri göz önüne alınır. Çoğunlukla biri gruba katıldıktan he­men önce veya sonra bir rüya görmüştür. Bu rüya o kişinin manevî yolunun yönelimini belirtebilir, nasıl bir psikolojik çalışmaya ihti­yaç olduğunu gösterir. Aşağıdaki rüya gruba ilk gelen birisince an­latılmıştır ve onun yolundaki birtakım sembolik imgeleri içermek­tedir:
“İp üzerinde cambazlık yapıyorum. Elinde uzun bir çatal olan bir adam gelip beni bununla aşağı düşürmeye çalışıyor, fakat ben o çatalı alıyorum ve bunu dengemi sağlamak için kullanıyorum. Sonra arkamdan iki el omuzlarımdan tutu­yor ve ben bir trapezci gibi döne döne salınıyorum. Sonra havada uçuyor ve yeşil bir fıskiyeye geliyorum. Fıskiyenin içine giriyor ve suyun altına doğru iniyorum. Suyun dibin­de çok mutluyum ve nefes alma ihtiyacım dahi olmuyor, çünkü solungaçlarımla soluduğumu hissediyorum. Sonra bir balık oluyorum ve elinde üç dişli çatalıyla Neptün’ü gö­rüyorum. O beni mızrağıyla vuruyor. Üç yerde şiddetli ağrı hissederek yüzüp bir yere geliyorum ve ağrılı bölgeler üzeri­ne yaprak koyuyorum. Küçük bir adam geliyor ve altın bir halkayı sol bacağıma geçiriyor. Bu halka üzerinde Allah kendi kendilerine yardımcı olan kişilere yardım eder yazı­yor. Sonra bufalo sürüsü içinde bir bufalo oluyorum ve o anda dağlanan omuzumda çok şiddetli bir ağrı oluyor. Mac Donalds’dayım, hamburger yiyorum. Hamburgerin kokusu bufalo sürüsünün kokusu ile aynı; bu yüzden hamburgeri yiyemiyorum ve kusuyorum.”
Bu rüyanın tam bir değerlendirmesi için onun içerisindeki olayları soruşturmak gerekir; ancak biz rüya çalışmamızda en önemli manevî noktalar üzerinde dururuz. Manevî yol genellikle ince bir ip veya dar bir köprü olarak görülür. Makuin’in ünlü “Köprüyü Geçen Âmâlar”11 adlı Zen tablosunda yollarını ellerinin yardımı ile bulmaya çalışan ve korkunç bir uçurumun üzerindeki dar bir köprüde ilerleyen, görmeyen üç adam vardır ve yol bu dar köprü olarak gösterilmiştir. Arayan, jilet kadar keskin kenarlarda yürüyebilmeli, iç dünyasını dengeli tutmalıdır. İlk Hıristiyan mis­tiklerinden N’yssa’lı Saint George (MS 331-396) Tanrıya giden yo­lu altında ateş yanan bir uçurumun üzerindeki kıldan bir köprü olarak tanımlamıştır. Yukarıdaki rüyada, rüyayı gören kişi ince bir ip üzerinde yürümekte, arkasındaki gölge, yani şeytan onun den­gesini elinde bulunan çatal ile bozmaya çalışmaktadır. Şeytanın bi­zim dengemizi bozup aşağı düşürmesi sık sık olan şeylerdendir. Fakat rüyayı gören kişi genellikle şeytanın elindeki çatalı alıp den­gesini yeniden sağlamaktadır. Burada arkamızdaki gölge aslında bize yardımcı olmakta, çünkü onun yüzünden bozulan dengemizi kendi iç dünyamıza dönerek yeniden kurabilmekteyiz ve bu denge durumu bir öncekinden daha sağlam olmaktadır.
Yukarı doğru yükselen ve dönerek salman bu rüyadaki kişi as­lında kendini Allah’ın ellerinde hissetmektedir. Onun havada uçup, sonra suyun derinlerine doğru yüzmesi ve su altında nefes alma ihtiyacı dahi duymaması onun aslında mutlu olduğunu ve bilinçdışının hanesinde bulunduğunu gösterir.
Bilinçsizce girmiş olduğu balık şeklinden Sonra; şeytan tarafın­dan değil Denizlerin Kralı Neptün tarafından mızraklanır. Neptün burada animus’un ilâhî yanını sergiler[11] ve özellikle denizden çıktı­ğında bu böyledir. Animus, rüyayı gören kişinin bilinçsiz halde bu­lunduğu denizden bilinçlendiği karaya çıkmasına sebep olmak­tadır, yani bilinçsizlik durumunu bilinç durumuna getirmektedir; fakat bu geçiş çoğu zaman acı verici bir durumdur, burada da rü­yayı gören kişi bilinç durumuna geçerken üzerinde üçlü mızrağın verdiği acıları hissetmiştir. Yani rüyada her bilinçlenme acı hissiyle elele gitmektedir.
Bu acı gene doğal hayatın bir parçası olan yapraklar sayesinde geçmiştir. “Sol ayağımdaki altın halka” derin bir Sûfî sembolüdür. Esirlerin ayak bileklerine halka takılır, burada ayağına halka takıl­ması ise “Allah’ın kulu olmak” anlamına gelir. Bu altın halka, köle­liğin yapısındaki dönüşümü simgeler; aynı zamanda sevgilisi ile evlenen sûfînin evlilik yüzüğünü de simgeler. Halkanın sol ayak bi­leğine takılması ise sürecin tamamen bilinçdışında geliştiğini gös­terir ve Allah’a kadınsı teslimiyetin gizeminin bir parçasıdır.
“Allah kendi kendilerine yardımcı olanlara yardım eder” sözü yoruma gerek kalmayacak şekilde açıktır, fakat bufalonun dağlan­ması çok önemli bir semboldür. Burada bufalolar Zen’in “Öküz sürüsü” tablosundaki öküzlere benzerler. Spiegelman bunu ‘Ken­dilik’ (self), ‘kendisi İlâhî olan’ diye tefsir eder.[12] Rüyayı görenin bir bufalo olması ise onun tümüyle İlâhî içgüdüsel Kendiliği olan birisi olduğunu sembolize eder, bir bufalo olarak, İlâhî Doğa olarak Al­lah tarafından damgalanmıştır. Allah tarafından dağlananlar O’na tamamen bağlanırlar ve bu olay Hıristiyanlıkta şu şekilde dile geti­rilir; “Ben koyunumu tanıyorum ve koyunum da beni tanıyor.” Dağlanmış kişiler için bu dünya yalnızca,
“O’na ulaşmamıza vesile olma anlamı taşır. Dağlandıktan sonra normal hayattaki basit bir olay, örneğin Mac Donalds’ta bir hamburgeri yemek dahi zor gelebilir ve bu onu hasta edebilir. Bufalo etini ve kokusunu yansıtan hambur­ger olarak algılanan dünyada, Allah’ın içgüdüsel Kendili­ğinin bedenleşmesi de rüyada kendini gösterir. İlk önce, dünyayı belli bir yanılsama olarak gören ve öteyi farkeden biri için fiziksel varlık hiç de tad vermeyen birşeydir. Fakat sonra, hepsi bir bütün olur ve yaratıcı ile yaratılma arasın­daki ikilemenin mânâsı kalmaz. Bu son öküz sürüsü tablosu algılanabilir; ne zaman yaşlı adam alışverişe giderse: O ken­dini ayyaş ve kasapların arasında bulur ve hep birlikte Bu- dizmi benimserler.”
Yukarıdaki rüyada Sûfî, Allah’ın bir kulu olarak algılanırken, aşağıdaki rüyada rüyayı görenin bu dünyanın tüm zincirlerini kı­rarak, manevî yolda özgür şekilde ilerlemesi anlatılmaktadır. Bu rüya, bir adam bizim gruba katıldıktan bir süre sonra onun tara­fından görüldü:
“Bir adadayım ve ada gülen, eğlenen, içki içen insanlarla dolu, fakat ben çok şiddetli bir kasırganın geldiğini biliyo­rum. Bu yüzden adanın ortasındaki bir tepeye gidip bura­daki bir ağaca tırmanıyorum. Fırtına geliyor ve tüm insan­lar ölüyor, fakat ben ağaca sıkıca tutunuyorum ve böylece ölümden kurtuluyorum. Sonra bir korsan gemisi adaya ge­liyor ve beni esir alıyor. Ama ben onlara bağlanamayacağımı, zincirlenmek istemediğimi söylüyorum ve buna korsan­lar karşı çıkmadan razı oluyorlar. Onlar beni kölelerin pazarlanıp satıldığı bir limana götürüyorlar. Buradaki tüm esirler kağıttan yapılmış zincirlerle zincirlenmişler. Daha sonra kağıt zincirler yanmaya başlıyor, fakat bu tutsaklara hiç acı vermiyor.”
Rüya, rüyayı gören kişinin bir toplantıda diğer kişilerle birşeyler içmesi, gülüp eğlenmesi şeklinde başlar. Burada kişi diğerlerin­den izole olmuştur, büyük bir fırtına ve gelgit, ki bu manevî özel­likler taşır, adada bulunan diğer kişilere zarar vermiş ve rüyayı gö­rene dokunmamıştır. Bu manevî yolun araştırıcıları, araştırmaları ilerledikçe, yani bu yola bağlılıkları arttıkça etraflarındaki kişilerin ve arkadaşlarının ne kadar anlamsız, boş, dünyevî işlerle uğraştıkla­rını düşünürler ve kendilerini yalnız hissederler. Sizin için bu dün­yanın kapısı kapanmış, fakat yeni bir kapı henüz açılmamıştır. Korsan gemisi tarafından kurtarılıp sonra esir alınan kişi buna rağ­men zincirlenmemiştir. Bu esir imgesi aslında rüyayı gören kişinin Allah’a karşı esaretinin bir göstergesidir, fakat esaret ve zincirlen­me olayı burada değişik bir anlam taşır. Aslında dünyada, kendini özgür sayan, özgür olduğunu düşünen pek çok kişi, içinde bulun­dukları durumun ve isteklerinin esiridirler ve Arapça’da “abd” esir, kul, köle anlamına gelir.
İnsanlar zincirlerin farkına varmadan gerçekten özgür olamaz­lar; ilginç bir biçimde yalnızca kul haline gelenler gerçekten özgür­leşmiş, kendi nefislerinin yani egolarının zincirlerini kırmış olur­lar.
Rüyada, esir pazarına götürüldüğü zaman, diğer esirlerin zin­cirlendiğini görür; fakat zincirler kağıttan yapılmıştır. Bu dünyada, zincirler ancak Hakikat arzusunca tutuşturulup yok edilebilirler ve rüyada da aynen böyle olmuştur. Zincirler yanmış, fakat esirlere hiçbir şey olmamıştır. Bu yandığı halde yakmayan ateşin derin bir manevî anlamı vardır ve bu Hz. Musa’nın yanan çadırının ateşini yansılamaktadır. Bu, Allah’ın, dünyada, gereksiz, değersiz olan şey­leri eritip yok etmek için kullandığı arıtıcı bir ateştir, ki burada ge­reksiz olan şey bu dünyanın esaret zinciridir. Bu nedenle bu rüya­da kağıt kadar zayıf olan esaret zincirinden kişinin kurtulup mane­vî yolda ilerlediğini ve daha iyiye yaklaştığını anlayabiliriz.
Bu yola dahil olanlarda bir simyevî dönüşüm süreci olur, bu da kendini tefekkür (meditation) ve büyük bir hevesin (aspiration) kişiyi sarması şeklinde gösterir. Manevî seyahatta kişi her zaman yalnızdır ve bu seyahat “tekin Tek olana” seyahatidir. Ama yine de Sûfizmde kişi yoldaşları ile birlikte öğretmeninin ellerindedir. Bu­nu simgeleyen bir rüya aşağıda anlatılmıştır:
“Okulda bir grup bir metali gümüşe çevirmeye çalışıyor. Biz toprağı süpürüyor ve onun içinden küçük gümüş parçaları buluyoruz. Amacımız bunları kullanarak gümüş kâseler yapmak. Bunu yapmaya çalışırken yanımıza bir adam geli­yor ve bize gümüşü beş kez yuvarladıktan sonra kalıba dö­küp istediğimiz şekli vermemizi söylüyor.”
Simyevî birtakım olaylarla birtakım maddeler, örneğin kur­şun, altına dönüştürülebilir ve Sûfîler bu simyevî terminolojiyi iç dönüşümün evrelerini betimlerken çok sık kullanırlar, örneğin Gazali (ö. 1111) buna Kimyayı Saadet adlı eserinde değinmiştir. Rüyada metal gümüşe çevrilmektedir, gümüş ise çok önemli bir dişilik sembolüdür. Aslında Sûfî yolu kadınsıdır ve aşkın kadınsı kısmını oluşturmaktadır.
Burada dolmayı bekleyen kap, Sûfîlerin Allah’a erişmesine bir vesiledir. Bu kap bir “gümüş kasedir” ve kalb tezgahında yapılma­lıdır.
Rüyada “toprağın süpürülmesi” ana madde (prima materia) olayını aklımıza getirir. Bu, simyevî süreç başlamadan önce olması gereken bir şeydir. Prima materia, lüzumsuz olan, atılandır:
“Bu madde herkesin gözünün önündedir, herkes onu gö­rür, dokunur, sever; fakat onu bilmez. O, parlak, berbat ve hamdır; küçük miktarlarda her yerde bulunur”[13]
Psikolojik perspektiften bakıldığında, bu dönüşüm olayı, kişi­nin reddedilen ve değersiz yanını oluşturan bir gölge şeklinde baş­lar: “Süpürme”nin de özgür bir Sûfî sembolizmi vardır; Sûfîler “te­mizlikçiler” veya “insanlığın çöp tenekesi” diye bilinirler. Bir rüya­sında Irina Tweedie müridleriyle birlikte bir Sûfî büyüğüyle karşı­laşır ve onun piskopos olup olmadığnı bir müride sorar: “Hayır, hayır., o Bhai Sahib (Irina Tvveedie’nin hocası) yolunda olan ve şa­ka yapmayı, kendiyle ve onu sevenlerle konuşmayı seven biridir ve her zaman ‘Naus autres balayeurs’ yani ‘biz temizlikçileriz’ der.”
“Oh, anlıyorum” dedim. “Bunun içindir ki onlar insanların kalblerini temizleyendirler.”
“Kesinlikle” dedi, mürid.[14]
Sufizmde “çöp tenekesi” olayı bizim grubumuzdaki bir rüyada şöyle anlatılır: “Çöple dolu olan iki tane çöp tenekem vardı, öğre­tici geldi ve bu iki çöp tenekemi kendisinin çöp tenekesine boşalttı ve sonrada yürüyüp gitti.”
Bu rüyada normal bir metalin gümüşe çevrilmesini, sonra da öğreticinin söylediği yöntemle eritilip şekillendirilmesi olayını gör­dük. Gümüşün kalıba dökülmeden önce beş kez bükülüp yuvar­lanması söylenmişti. Burada beş rakamı bir semboldür ve insanın beş duyusunu simgeler. Bu beş duyudan gerçekleri kavramak ve iç dönüşümümüzü gerçekleştirmek için yararlanmalıyız. Bu Jung psikolojisinde simyevî bir sürecin son evresinin “kırmızılaşma” olayı ile son bulduğu şeklinde anlatılır.
“Birşeyin canlı olabilmesi için onun kanı olmalı. Simyacılar buna “hayatın kırmızılığı” (rubedo) demişlerdir.”[15]
Sufizmde bu ‘kırmızılık’ dünyada iken dünyada olmama halini anlatır. Nakşibendî tarikatının ana niteliği “kalabalıkta yalnızlık” olarak açıklanır:
“Nakşibendî öğreticileri, öğrencilerine dünyevî olayları, ya­şayışı bir kenara bırakıp tamamen soyutlanmış çileci bir ha­yat tarzı yerine onun değerlerine yapışıp kalmaksızın hayata nasıl katılınacağını öğretmeye çalışırlar. Buna göre, bu yola girmiş kişiler evlenebilir, aile kurabilir, tüccar veya sanatkâr olabilirler ve böylece toplumdan da kopmamış olurlar. Bu­nunla beraber, aynı zamanda kalblerindeki ateşi söndürmeden ve manevî rehber hocalarına karşı tam bir sadakatle yolculuklarına devam etmelidirler.”[16]
Bu şekilde gümüş beş kez yuvarlandıktan sonra, alttan ve üst­ten kalıplanmakdır. Üstten kalıplanma Allah’ın inayetini; alttan kalıplanma ise dünyevî yaşantıyı simgeler.
Bir diğer rüyada prima materia daha sıradan ve her günkü ha­liyle ele almıyor, gene öğretmen rüyayı görene yardımcı oluyor;
“Bir odadayım ve bu odada bir parti yapılmakta. Odadaki bir kutu, içinde partiden arta kalan, örneğin ekmek kabuğu vb, yiyecekler ile dolu. Öğretmenim bana bu arta kalan ku­rumuş ekmekleri yememi söylüyor, fakat ben yemek istedi­ğim halde nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Kutuya bakıyor ve bütün bu şeyleri nasıl yiyeceğimi düşünüyorum. Sonra öğretmenim eline bir kağıt parçası alıyor ve kutunun için­den bir mi\tar artık çıkarıyor ve bunları düzenli bir şekilde bu kağıdın üzerine yerleştiriyor ve sonra da bunları yemeye başlıyor. Ben de bu olayın ne kadar basit olduğunu görüyo­rum.”
Bu rüyada prima materia partiden arta kalanlardır. Bunlar de­ğer verilmeyen, atılan ve yenmez olan şeylerdir. Fakat öğretici veya öğretici olarak kişileşmiş daha yüksek Kendilik, bunu diğer kişiler gibi böyle düşünmemiş ve bunları yemiştir. Daha da önemlisi bun­ları yemenin ne kadar kolay olduğunu da göstermiştir. Çünkü ma­nevî hayat kendi içinde çok kolaydır, ama o, zihinde karmaşık hale getirilir.
Manevî yol, Alşemik Opus gibi, arayıcıyı ruhun derinlerine götürür. Dönüşüm süreci yalnızca kişisel bilinç dışında karanlık bir gölge olarak değil, arketip alanında da meydana gelir. Aşağı­daki rüyada, rüyayı gören kadın, bir Tanrıça ile karşılaşmakta ve yine de onun gücünden şüphelenmektedir:
“Arenada kurulmuş bir sirkteyim. Ortada çadırı havada destekleyen bir direk var. Pek çok insan bu direğin çevresinde, atlı karıncadaki gibi dönüyorlar. Sonra hayatımda gör­düğüm, görebileceğim en güzel kadını görüyorum. Parmak­ları ve kulakları yıldızlarla süslü. İsminin Maria olduğunu öğreniyorum. Sonra arenanın ortasında kaplanlar görüyo­rum. Maria ve yanındaki bir adam bu kaplanlarla oynuyor­lar ve oldukça da mutlu görünüyorlar. Sonra kaplanlar dı­şarı çıkıyorlar; fakat bir müddet sonra geri geliyorlar, onları içeriye sokmam gerekiyor. Ben onları önce cam bir pence­renin arkasından görüyorum ve birazcık endişeye kapılıyo­rum.”
Rüyayı gören kişi Tanrıça Maria ile bir sirkte, çadırın içinde karşılaşıyor. Çadır ve bunun merkezindeki direk eski bir Sûfî sem­bolüdür. Burada direk, müridlerin Allah’a yakınlaşmasını, yaklaş­masını sağlayan, cennet ve dünya arasındaki bağlantı, bir şeyh an­lamına geliyor. Arena da önemli bir Sûfî sembolüdür; Sûfîlerin kendi nefslerine karşı savaşmak için toplandıkları bir yer, alan an­lamına gelir.
Romalı gladyatörlerin Ave, Imperator, marituri te salutant (Ey İmparator, birazdan ölecek olanlar, seni selamlıyor) deyişi de Sûfîlere uygun düşmektedir. Bu arenalarda egonun mağlup edil­mesi gerekir. Bu ölmeden önce ölmek zorunda olan peygamberle­re ait bir durum veya geleneğin yansımasıdır. Bu “ölüm” egonun tam anlamıyla silinip onun etkisinden tamamıyla sıyrılma anlamı­na gelmez.
Yalnızca Samadhi ve unio mystica durumlarında egonun ta­mamıyla ortadan kaybolduğu belirtilmektedir. Burada arenada, ego tam anlamıyla çözülüp dönüşmekte ve tamamıyla daha büyük Kendilik’e, Allah’a teslim olmaktadır. Müridler için bu dönüşüm, bir ölüm, bu dünyanın ve onun arzularının ölümü olarak yaşanır; amaç ise Sevgili’nin huzurunda yeniden uyanmaktır.
Burada, yani arenada, rüyadaki kişi Büyük Tanrıça veya Batida bilinen diğer bir adıyla Maria ya da Bakire Meryem ile karşılaşır. “Hayatımda gördüğüm en güzel kadın”, yıldızlarla süslenmişti. Bu, onun arketipik doğasını göstermektedir. O kaplanlarla oynuyordu. Kaplanlar Tanrıça için birer araçtılar[17] ve bu onun karanlık kalmış Ürkütücü Tanrıça yanını göstermektedir. Kaplan Tanrıça’nın gü­cünü, onun bizim ataerkil kültürümüzde baskılanmış yanını, ay­rışmamış ilksel enerjisini temsil etmektedir. Bu kadınsı gücün rü­yada birden çok kaplar sayısı ile vurgulanması rüyayı gören kimse tarafından bütünleştirilmesi gereğini göstermektedir. Zaten “onları içeri sokmam gerekiyordu” demesi ve biraz endişe duyması ancak böyle anlaşılabilir.
Aşağıdaki arketipal rüyaj çok sayıda karakter içerir. Bu karak­terler kişisel ve kollektif bilinçdışı arasındaki ince ilişkileri göster­mektedir.
“İki tane adam var. Bunlardan biri benim fahişe olmamı is­tiyor. Ben gerçekten böyle biri olmak istemiyorum, fakat ta­nımadığım başka bir kadın, onun teklifini kabul ediyor. O bunu sık sık yapıyor, ama nedense başka birşey düşünü­yor.”
Bu rüya, cinsel fantaziler olarak ele alınırsa, rüyadaki kişinin çatışmasını gösterir ve bu, ataerkil kültürümüzün önemli bir par­çasıdır, kadın, kendisinin bir adam tarafından kullanılmasına izin vermiştir. Rüyada iki kadın, iki erkek vardır. Bu dörtlü, evliliği semboller ve ruhsal bütünlüğü telkin eder, fakat burada cinsel bir­leşme, bütünleşmeyi göstermez, yalnızca kadının kullanıldığı anla­mına gelir. Burada Esther Marding'in “bakire” ile neyi kastetiğini anlamamız uygun olur.
“Bakire terimi eski tanrıça anlamına kullanıldığında bugünkü anlamını ifade etme?.. Birden çok sayıda cinsel deneyimi olan kadın, hatta fahişe anlamına gelir... Bir kız eğer bakire ise kendi kendine aittir. O kendi kendisinindir.”[18]
Bir bakire cinsel deneyimi olsun olmasın bir adam bağlı ol­maktan ziyade, kendi tanrıçalığına, içindeki kendi dişiliğine bağlı­dır. Benzer şekilde, bu rüyadaki fahişe kadın kendi içindeki dişiliğe saygı göstermeyip ona bir erkeğin isteğinden veya erkeklikten daha az önem veriyor. “Bilinmeyen kadın” ise, aslında bir gölgesel figür oluşturuyor ve isteklere tamam diyor, bunu sık sık yaptığı halde ne yaptığının farkında olmuyor ve başka şeyler düşünüyor. Her za­man olduğu gibi, gölge bilinçsizce eylemde bulunur: burada rüya kahramanında da, bir bilinçsizlik gözlenmektedir. Gölge hemen her zaman bilinci sınırlamaya uğraşır.
Rüya tartışılırken rüya kahramanı sonuçta ve yapması gerekti­ğini sordu. Bunun üzerine başka bırşey düşünmek yerine yaptığı şeyi farketmesi, kendi dişilik özelliğinin farkında olması ve bunu erkeklere karşı koruması gerektiği öğütlendi. Birkaç gün sonra aynı kadın rüyasında bir kaplanın gelip yüzünü yaladığını gördü. Tanrı­ça ile karşılaştıktan sonra kendi içindeki Tanrıçaya ve kendi dişili­ğine saygı göstermek zorunda olduğunu, artık bir fahişe gibi dav­ranamayacağını anlamıştır. İçindeki bu eğilimi farketmiş olduğu endişe ortadan kalkmıştır. Bunu rüyada kaplanın onun yüzünü ya­lamasından anlıyoruz. İnsanın içindeki bu anagücü bütünleştirme­si ve yaratıcı biçimde kullanabilmesi için gölgenin farkına varması, gölgenin karanlıklardan su yüzüne, bilince çıkarılması gerekir.
Bu benzer tipteki rüyaları incelediğimde gölge ve arketipler arasında derin bir içgörü ilişkisi olduğunu farkettim. Bunun da ötesinde, bizim kültürümüz sonuca ulaşmak için birtakım faaliyet­ler yapmamız gerektiğine bizi koşullandırıyorsa da, son rüyada bu­nun böyle olmadığını, birşeylerin farkında olma ile de amaca ulaşı labildiğini görüyoruz. Birşeyler yapma isteği aslında erkeksi bir dürtünün ifadesi iken içsel gerçekleşme ise kadınsı yaklaşımın bir sonucudur, bu da Tao’nun Yolunda “Birşeyler Yapmaksızın Ça­lışmak” şeklinde ifade edilir.[19]
Bilinç dışının derinliklerinde yatan yılan soğuk, kanlı, korku veren bir hayvandır ve insan ruhundaki en derin seviyelerden biri­nin sembolüdür. Yılanla birlikte ejderha insan ruhundaki ana gücü semboller. Yol’da ilerlerken kişi bu büyük yılanla karşılaşmalıdır. Çünkü yalnızca bunun sonucunda da bilinç dışındaki enerji tama­mıyla şekil değiştirebilir. Aşağıdaki uzun bir rüyadan alman parça­da rüya kahramanına bir öğretici böyle bir yılana nasıl yaklaşacağı­nı göstermektedir.
“Ben bir swamiyi (hindu din öğretmeni) ziyaret ettim. Onun ik katlı yuvarlak şekilli dairesi vardı. Üst kata çıkmak için onu takip ettim. Üst katta, bir havuzun kenarında otur­muş çok sayıda müridi vardı. Sonra öğretmen, içinde sevdi­ği bir yılan bulunan bu havuza girdi. Ben de sanki onun bir parçasıydım ve suyun içindeydim. Bu yılan beni çok kor­kuttuğu halde, öğretmen hiç korkmamış görünüyordu. Ba­na yılanla çok çok iyi dost olduklarını ve yılana tam anla­mıyla teslim olduğunu, bu yüzden de yılanın kendisini öl­dürmediğini söyledi. Yılan onun arkadaşıydı, çünkü o yılanı kabullenmişti.”
Bu havuzdaki yılan aslında öğretmenin ruhundaki, içindeki yı­landı ve onlar çok iyi arkadaştılar, çünkü yılan öğretmen tarafın­dan kabul edilmiş, benimsenmişti. Opus’un en basit ve temel ilke­lerinden biri de kabullenmedir ve böylece bilinç dışının “olumsuz” nitelikleri dönüştürülür ve bütünleştirilir. Bununla birlikte bu rü­ya, olayın manevî perspektifini gösterir. Rüya kahramanı yılanla, öğretmenle “birleşme” yoluyla karşılaşmıştır. “Öğretmenle birleş­me , (fena fı’ş-şeyh; şeyh’te yok olma) Sûfî yolu’nun merkezidir.
İlk defa öğretmene bağlanan, “kendi benliğini yok edip tamamen onun benliğine giren”[20] mürid, sonunda Allah’la birleşir (fena-fillah). Fakat bu rüyada rüya kahramanının tam anlamıyla birleşmesi söz konusu değildir, çünkü, öğretmende gördüğümüz korkusuzca yılana teslimiyet yerine, bir çekingenlik ve korkaklık vardır. Ama yine de bu önemli süreç başlamıştır.
Yılan, öğreticiyi öldürmemiştir; çünkü öğretici ona tam anla­mıyla teslim olmuştur ve bu da bize manevî teslimiyetin nasıl ol­ması gerektiğini gösterir. Onun için tam anlamıyla teslim olan kişi, ölmüş olsa dahi, öldürülmüş sayılmaz:
“Teslim olup ölenler, sonsuza kadar yaşarlar, eğer teslimiyet ölümüne mahkum edilirseniz, siz zaten ölmüşsünüzdür.’ 33
Her manevî yolun özü, teslimiyeti öğrenme, öğretmen, hayat veya Allah tarafından verileni kabul etme, onunla yetinmedir. Bir televizyon programında Başrahibe Teresa, bunun ne anlama geldi­ğini açıklamıştır:
“Her gün tam bir teslimiyetle evet demeliyiz. Senin için ol­mak, onun istediği yerde olmandır. O, seni caddenin ortası­na koyar ve senden herşeyin alınırsa, sen kendini caddede bulur bulmaz, bu caddede olduğunu kabul et. Kıpırdama, oraya kendin gelmiş olduğunu düşünme, oraya konulduğu­nu kabul et. Bu iki durum, birbirinden oldukça farklıdır. Eğer Allah ister ve bir sarayda olabileceğini ve burada ol­maktan kendin vazgeçene kadar sarayda olacağım kabul edersen bu tam teslimiyet değildir. O’nun verdiği herşeyi at; aldığın herşeyi huzur içinde ver, işte böyle yaparsan Allah’a teslim olmuşsundur. Parçalara ayrılmayı ve her bir parçanın yalnızca Ona ait olduğunu kabul etmek teslimiyettir. Dün­yaya gelmiş tüm insanların gerçekten gelmesi gerekenler olduğunu kabullen ve ne isen öyle olmaya çalış. Kabul et. Ye alınan herşeyi ver; şanını, şöhretini, sağlığını ver... evet an­cak o zaman özgür sayılırsın.”
Teslimiyetine isen öyle olmaya çalışmayı, derinlerdeki yılanı kabul etmektir; işte Sûfî yolu budur.                                                          .
Allah’a sürekli teslim olmak, O’nun kölesi olmak; hiç olmayı arzulayıp O’nunla birleşmektir; bu da bir Sûfî’nin asıl amacıdır. Bu son rüyada, rüya kahramanı, kendini mihrapta tek başına, elleri ve ayaklan bağlı olarak görür:
“Mükemmel bir evliliğe hazırlanıyorum. Beyazlar giymişim ve herşey o kadar güzel ki, dünyadaki en muhteşem güzelli­ğin, bu olduğunu düşünüyorum. Yalnızca ortada ters olan birşey var, o da etrafta damadın görünmemesi. Kilisenin merdivenlerinden aşağıya tek başıma iniyorum ve bütün ai­lemi sanki herşey normalmiş gibi otururken görüyorum. Sora mihraba gidiyorum. Papaz, beni burada bekliyor. Kısa bir törenden sonra papaz iki yüzükten birini her iki el bile­ğime, diğerini her iki ayak bileğime takıyor ve beni ters yö­ne doğru eğiltiyor. Sonra karşıya, aileme ve salondakilere bakıyorum, bu arada onlar beni bu durumda görmeyi dü­şünemedikleri ve istemedikleri için, salonu terkediyorlar.”
Bu rüya üç kez görülmüştür ve bâtınî geleneğe göre, eğer bir rüya üç kez görülürse bu doğru bir rüya olmalıdır.[21]
Rüya kahramanı mistik bir evlilikten söz etmektedir. Görün­meyen damat aslına Sevgiliyi temsil eder ve gerçekten de bu evlilik düşünüldüğü gibi “mükemmel bir evliliktir”. Fakat, törende, evlili­ğin işareti olarak geline takılan yüzükler, aslında gelinin esaret altı­na sokulması, girmesi anlamına gelir ve bu yüzükler her iki el ve ayak bileklerine takılmışlardır. Daha önceki bir rüyada, ip camba­zının sol ayağında altından bir halka vardı ve o rüya rüyayı gören kişinin Allah’a kul olması şeklinde yorumlanmıştı. Eakat bu rüyada kişi, nikah kıyılan yerde, el ve ayağındaki yüzüklerle daha çarpıcı ve kesin bir esaret, kulluk tablosu çizmektedir; kişi kendi istekleri doğrultusunda hareket edememektedir. Her iki elin ve her iki aya­ğın bileklerden biribirine bağlanması ve ters yönde eğilmesi onu Allah’a götürecek haça gerilmeyi simgelemektedir. Haç’ta benlik ölecektir; o, yol’a girmiş olanların arenasıdır. Ve bu noktada ailesi ve çevresi, onu bu halde yani bütün dünyevî bağlantılardan, koşul­lanmalardan arınmış olarak gördükleri ve bunu kendisinden bek­lemedikleri, yani hayal kırıklığına uğradıkları içindir ki salonu terk ettiler. Sufizmde rüyadaki bu terk edilme, psikolojik değişimin ola­bilmesi için gereklidir. Nasıl basit bir meditasyon kalbi etkinleşti­rip alşemik dönüşüm sürecini katalize ediyorsa, çok daha fazlası, gerçek teslimiyet sürecinde hem fiziksel hem psikolojik olarak dünyevî bağlantıları olmakta; her şeyden vazgeçilip Sevgili’nin şara­bıyla dolmayı bekleyen bir boş kadeh olarak kalınmaktadır.
Llewellyrı Vaughn-Lee 1953 yılında doğdu, 19 yaşından beri Nakşibendî tarikatının üyesidir. İngiliz edebiyatı öğretmenidir. Jung Psikolojsi hakkındaki çalışmalarına 1982 yılında gördüğü bir rüya üzerine başlamıştır. Rüyada kendisine Jung’un çalışmalarını okuması söylenmiştir. Shakespeare ve Arketip Psikolojisi üzerine doktora tezi hazırlamıştır.
Kaynak: JUNG VE TASAVVUF, Editörler, J. Marvın Spiegelman Pir Vilayet İnayet Han Tasnım Fernandez, özgün Adı: Sufism, İslam and Jungian Psychology, Çevirmenler Kemal Yazıcı - Ramazan Kutlu, İnsan Yayınları, Nisan 1994, İstanbul



[1]Bad'u al-Sha’n (Öykümün Başlaması), Uthman Yahya (Beyrut, 1965).
[2] Annemarie Schimmel, İslâm Tasavvufunun Boyutları (Chapel Hill, 1975) s.
[3] Irina Tweedie, Ateşin Kızı (Nevada City, 1986), s. 12.
[4] agy, s. 157.
[5]agy, s. 113
[6]       agy, s. X.
[7]       Sara Sviri, “Korku ve Umut Arasında: İslâm Mistiğinde Zıtlıkların Uyumu”, İslâm ve Araplarla ilgili Jerusalem Çalışmaları, 9,1987, s. 321.
[8] C.G. Jung, Toplu Eserleri, 14. Yol, Mysterium Coniunctionis para. 296 (C.G.Jung’un Toplu Eserleri, Routledge ve Kegan Paul tarafından yayınlanmıştır, Londra).
[9] C.G. Jung, “Kundalini Yogası Üzerine Açıklamalar,” Spring, 1976, s. 17.
[10]Irina Tvveedie, op.cit. s. 560.
[11] Yasuichi Awakawo, Zen Tablosu (Tokyo, 1970) s. 125-126.
[12]M. Spiegelman.Budîzm ve Jung Psikolojisi (Phoenix, 1985) s. 60.
[13]Hermetik Müze, 1:13, alıntılayan E.Edinger, Ruhun Anatomisi, La Salle, Il­linois, 1985) s. 11.
[14]Irina Tweedie, op.cit. s. 345.
[15]C.G.Jung, C.G. Jung Konuşuyor, s. 229 E.Edinger eserinde belirtmiştir, s.
[16]Sara Sviri, Nakşibendi Yolu Üzerine Yayınlanmamış Nüshalar.
[17]  E. iNeumann, Büyükanne {Princeton, 1912) s. 183. Çin'de ejderha gücü, kuvveti, kaplan ise dişiliği simgeler.  C.G.Jung’un Toplu Eserleri Vol. 14 Mysterium Coniunctionis para. 403n.
[18] M.Esther Harding, Kadının Sırları (Londra 1982) s. 103.
[19] Lao Tzy, Tao Te Ching, çev. Gia-Fu Feng ve Jane English, (Aldershot 1973) Böl. 63.
[20] Irina Tweedie, op.cit. s. 95.
[21]Katha Upanishad’da olduğu gibi, eğer bir şey üst üste üç kez sorulursa buna cevap verilmelidir. Çocuk Nachiketas Ölümün Ruhu ile karşılaştığında, ölüm gerçe­ğini düşünüp düşünmediğini sorar.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar