BİR SÛFÎ GELENEĞİNDE RÜYA ÇALIŞMASI
LLEWELLYN VAUGHN - LEE
SÛFÎLER, her zaman rüyalarına büyük önem vermişler ve bunu manevî yolda
bir yol gösterici olarak ele almışlardır. İlk Sûfî risalelerinde rüyalarla
ilgili bölümler ve 9. yüzyıl Sûfî azizlerinden, Hakim-i Tirmizî’ye ait
otobiyografik piyesler[1]
yer alır; bu piyeslerde rüyaların kendisine nasıl yol göstericilik yaptığını,
en ince ayrıntısına kadar anlatır. İlginçtir ki, aynı zamanda karısının kendisi
için gördüğü rüyalarını da betimler. Karısı bu oyunlarda mesajcı rolündedir.
Böyle rüyaların birinde karısı çorak, taşlık bir araziden çıkmış kurumuş
dallı bir ağaçtan söz etti. Bu ağacın üzerinde bir kuş daldan dala sıçrıyor,
uçuyordu. Kuşun dokunduğu kuru ağaç dalları yeşil yapraklar ve üzüm
salkımlarıyla doluyordu. Bu ağacın korunması, bakımının yapılması, bunun kuşun
en üst dallara çıkması için gerektiği mesajı kendisine gönderilmişti. Üzüm, çok
önemli ve kudretli bir Sûfî sembolüdür. Bu üzümlerden yapılan Sevgili’nin
şarabı Sûfîyi sarhoş eder. Bu yüzden, el-Tirmizî’ye hayatının ağacına ve
öğretilerine iyi bakması; böylece ilâhî esin kuşunun manevî kuraklıkta yaşayan
ruhunu besleyen üzümler üretebileceği bildiriliyordu.
12. yüzyıl Sûfîlerinden Necmeddin-i Kübra
(1145-1220) rüyalarının ve bunların izahının önemini vurgulamış, ruhanî yolun
kurallarını “hep sükût, hep ricat ve devamlı Tanrı’nın hatırlanması” ve
“müridin rüyalarının ve vizyonlarının anlamını bir şeyhin mütemadiyen
açıklayan yönetimi” olarak açıklamıştır.[2]
Yüzyılımızda, ‘Ateşin Kızı’ kitabında
Irina Tweedie, şeyhiyle manevî eğitimini anlatan çağdaş otobiyografik bir
hikâye verir. Şeyhi her zaman onun rüyalarının önemli bir yol gösterici olduğunu
düşünür, bu yüzden ona bir günlük tutmasını önermiştir:
“Senin bir günlük tutmam ve deneyimlerini her gün buraya yazmanı istiyorum.
Bununla birlikte rüyalarının kayıtlarını da tutmalısın. Rüyalarını bana
anlatmalı ve ben de onları sana açıklamalı, izah etmeliyim. Rüyalar önemlidir,
çünkü onlar birer yol göstericidir.[3]
‘Ateşin Kızı’nda Irina Tweedie’in pek çok
rüyası kaydolunmuş, onların bazıları yorumlanmıştır. Aşağıda onun Tanrı’yı
tanımadan önce bir hiç olduğunu anlatan bir rüya örnek verilmiştir.
“RÜYA: Aynaya bakıyordum, kendimi çok
zayıf, soluk benizli, saçlarımı ise hastalıklı gördüm.
YORUMU: Çok güzel bir rüya! Hiçbir şey
kalmayana kadar incel, incel.”[4]
Diğer rüyaların yorumu yapılmamıştı, çünkü
bazı rüyaların anlamları zaman açısından uygun değildi, bazıları ise
Tirmizî’deki gibi açıklamaya gerek kalmayacak bir netlikte idi. Örneğin hastanede
yattığını, kalbinin bir doktor tarafından steteskopla dinlendi
ğini hocasına anlattığı zaman, hocası bu rüyanın çok fazla açıklanmaya
gerek olmayacak kadar net olduğunu söylemiş ve Irina Tweedie’in kalbinin ilâhî
kontrolden geçtiğini belirtmiştir.[5]
‘Ateşin Kızı’ndaki şeyh, Nakşibendî
Müceddidî tarikatına bağlıdır. Bu tarikat Hindistan’da bulunan Nakşibendi
Sûfîlerinin bir koludur. Nakşibendî tarikatı adını Bahaeddin Nakşibend (ölümü
1390)’den alır. Bunlara aynı zamanda Sessiz Sûfîler adı da verilir, bunun
nedeni uygulamalarında sessiz meditasyon kullanmalarıdır. Diğer Sûfî
okullarından farklı olarak kalp eğitimlerini, seremoni- siz, müziksiz ve dinî
danslar kullanmadan yaparlar. Şimdi sizlere son onbeş yıldır devamlı katıldığım
Nakşibendî grubunda rüyaların nasıl açıklandığını anlatmak istiyorum. Grup
toplantılarında, kişiler rüyalarını anlatmaya teşvik edilir ve daha sonra bu
rüyalar grup içinde tartışılarak ne anlama geldiği açıklanırdı. Rüyayı gören
kişi rüyasını diğer kişilerle paylaşır ve anlamını öğrenir, diğerleri ise bir
rüya açıklamasında bulunarak tecrübelerini artırmış ve rüya boyunca manevî yol
ve Ruh’uri dinamiğini ve psikolojisini kavramış olurlar. Bütün bunlar rüya
gören kişinin rüya üzerine çeşitli perspektifler kazanmasını, diğerlerinin ise
rüyaları anlamada sezgi ve duyarlılık geliştirmesine fırsat veren yorumların
meydana gelmesini cesaretlendirir. Bu rüya çalışması, çok eski Sûfî öğretici hikâyelerinin
modem bir karşılığı olarak değerlendirilir.
Bu grubun rüya çalışmasında güçlü bir
Jungiyen yönelim vardır. Bu da bize Sûfî sistemindeki manevî eğitim ile
Jungiyen bireyleşme süreci arasında büyük benzerlikler olduğunu gösterir.
Kalbin sessiz meditasyonu, kişinin ruhsal
durumunu enerjilendirip haraketlendirmekte ve bu da kişinin düşüncelerinin
bilinç seviyesine çıkmasını sağlamaktadır. Kısacası böylece kişi karanlık
içindeki “Gölge” ile yüz yüze gelmektedir. Irina Tvveedie’in söylediği gibi:
“Yoga’da talimatlar almayı ummuş mucizevî öğretiler beklemiştim, ama
öğretmenin yaptığı yalnızca beni içimdeki karanlıkla tek başıma bırakmaktı ki
bu da beni neredeyse öldürüyordu.
“Başka bir deyişle, beni cehenneme, her ruhun Işığı görmek için can atacağı
kozmik bir oyunun oynandığı sahneye atıyordu.”[6]
Irina Tweedie için bu, onun hocasının yoga
gücüydü ve bu güç onun iç dünyasındaki karanlıkları açığa çıkarıyor; dramatik
ve dayanılmaz bir hal almasına neden oluyordu. Çünkü bu Yolun diğer yolcuları,
bilinçdışındaki olayların meditasyonla daha yavaş bilinç düzeyine çıktıklarını
söylüyorlardı. Bununla birlikte, bu yolu benimseyen kişiler, ilk önce kendi
kişisel gölgelerinin dünyasına dalıyor, daha sonra daha derinlerdeki arketipal
alanlara giriyorlardı.
Modern psikoloji alanında Jung’un
çalışmasının önemi, içteki bu nitel alanı tanımlamaya adanması, Kendilik (self)
Gerçekliğini anlamayı amaç edinmesidir.
Özellikle, Mysterium Coniunctionis
adlı eserinde Jung zengin sembolik ayrıntılara değinir. Bu semboller manevî
yolda bütüne ilerleme bakımından önemli psikolojik dinamiklerdir. Bu yüzden
Jung psikolojisi Batılı zihnin Yol üzerinde karşılaşılan, uzak olduğu
psikolojik dinamikleri anlaması için çok kıymetli bir kaynaktır, örneğin, Sûfî
metinlerinde zengin bir karşıt kelime dizilişi vardır (örn. kurb [yakınlık] ve
bu’d [ayrılık]) ki, bunlar manevi gerçekleşme yolundaki Sûfîlerin psikolojik
durumunu veya durumlarını anlatırlar.[7] Bu
yüzden Sûfîler bu karşıt kelimeleri sık sık kullanmışlardır. Bu olaylara bizim
grubumuzda “Yo-Yo Sendromu” adı verilir. Bu manevî yoldaki hemen
herkes, bu olayı tecrübe etmiştir, yani aşağı ve yukarı arasında sürekli bir
dalgalanma söz konusudur. Meditasyonun iyi gittiği bir gün kişi kendini iyi
hissederken, kendini kötü hisseden biri için o zaman meditasyon ümitsiz
görünebilmektedir. Jung bu olayı Mysterium ve Coniunctionis eserinde
karşıtların uyumu, barışması olarak anlatır:
“Yükselmek ve alçalmak, yukarı ve aşağı, üst ve alt karşıtların duygusal
gerçeklenmesidir ve bu gerçeklenme tedricen karşıtları dengeye getirir veya
getirmelidir. Bu motif, rüyalarda sık sık yukarı tırmanma veya aşağı inme, asansörle,
balonla veya uçakla alçalıp yükselme şeklinde görülür. Dorn’un açıkladığı gibi,
bu karşıtlıkların arasında tereddütlü gidiş gelişler, kişinin devamlı bu
karşıtlıklarla iç içe olduğunu gösterir. Bu dengesiz durum sıkıntılı bir
karışıklığa neden olmakta, ancak daha sonra iki şeyin ortası bir denge durumu
hasıl olmaktadır. Bu olay gerçek bir felsefî gelişme olmasa da, Hindu
felsefesinde, nirdvandva da karşıtlıklardan kurtulma şeklinde
yorumlanır.”[8]
Burada Jung’un, Sûfî yolun bütünleyici bir
parçası olan psikolojik bir süreç üzerine çok değerli yorum getirdiğinin
örneği görülmektedir.
Bununla beraber, Jung psikolojisinin
Sûfîzm ile sınırlarını iyi kavramamız gerekir. Psikolojinin amacı ruhun
dinamiğini anlamak, Sûfîzmin amacı ise bilinci daha mükemmel hale getirip yukarılara
çıkararak sevgili veya Tanrı ile mistik bir birleşme gerçekleştirmektir.
Jung’un ‘unio mystica’ betimlemesi, kendi içinde psikolojik perspektifin
sınırları olarak görülür:
“Bu mutlak gerçekte insan hiçbir şeydir fakat ruhsal bir gerçektir.
Kişinin bir hiç olduğu bir ruhsal gerçekle karşı karşıya gelinmekle... Ego
tamamıyla ortadan kaybolmakta. Ruhsallık, artık bizim bir içeriğimiz
olmamakta, fakat biz onun bin içeriği olmaktayız... bu durum... akıl almaz gibi
görünmektedir.”[9]
Bu yüzden, Sûfîzm, Jung psikolojisini hem
benimser, hem de onun da ilerisine bakar. Bu herhangi bir süfî rüya
çalışmasında görülebilir. Örneğin Jungiyen sembolizm anlayışı aynı zamanda
Yol’un mistik imgesi olan Sûfî sembollerini farketmekle bir arada olmalıdır.
Bu makalede sizlere rüya çalışmasını bir
sûfî ve bir de Jung perspektifine odaklanarak değerlendirmek isterim. İlk önce,
rüyayı yorumlamadan “rüzgarın nereden geldiğini, bilmemiz gerekir.”[10]
Pek çok değişik tip rüyalar vardır, ve her birine farklı yaklaşım gerekir.
Psikolojik rüyaların yanında “zihin rüyaları” dâ vardır ve bunların
içeriği daha yüce yaşanmış olaylardır. Vahy rüyaları ve geçmiş hayatla ilgili
rüyalar da vardır. Diğerleri tarafından başkası için görülen rüyalar vardır,
örneğin el-Tirmizî’nin karısının onun için gördüğü rüyalar gibi. Ve bazı
gerçekten rüya olmayan rüyalar vardır ki, bunlar bilincin farklı bir düzleminde
algılanırlar. Çünkü vücut uykuya daldığında, ruh serbest kalır; bu, “sarayında Olmayan
Kral,” “hücrelerinde olmayan mahkum” gibidir, fiziksel dünyanın yanısıra
varoluşun başka bir boyutu vardır.
Öğretide çoğu kez böyle rüyalar bulunur:
el-Tirmizî’nin ona çölün ortasında bir sandalye gösterildiği ve “Bu seni
Tanrıya götürecek” diye söylendiği bir rüyası vardı. Gruptan biri,
şeyhimizin şeyhinin karşısında diz çöküp oturduğu şeklinde bir rüya gördü.
Rüyada genç bir adam olarak göründüğünü, uçurtma uçurduğunu söyledi. Bu da
öğretiye göre yalnızca yere sağlam basan kişilerin, manevî hayatta uçarak
yükselecekleri şeklinde yorumlandı.
En fazla rehberlik gerektiren rüyalar psikolojik rüyalardır ve burada bu
tip rüyalara değineceğim. Bu tip rüya açıklamaları kişi gruba geldiği anda
verilir. Jung’un gözlemine göre bilinçsizce birtakım şeylerin olduğuna kanaat
getirilince bunların bir rüya veya rüyalar ile ilişkileri göz önüne alınır.
Çoğunlukla biri gruba katıldıktan hemen önce veya sonra bir rüya görmüştür. Bu
rüya o kişinin manevî yolunun yönelimini belirtebilir, nasıl bir psikolojik
çalışmaya ihtiyaç olduğunu gösterir. Aşağıdaki rüya gruba ilk gelen birisince
anlatılmıştır ve onun yolundaki birtakım sembolik imgeleri içermektedir:
“İp üzerinde cambazlık yapıyorum. Elinde uzun bir çatal olan bir adam gelip
beni bununla aşağı düşürmeye çalışıyor, fakat ben o çatalı alıyorum ve bunu
dengemi sağlamak için kullanıyorum. Sonra arkamdan iki el omuzlarımdan tutuyor
ve ben bir trapezci gibi döne döne salınıyorum. Sonra havada uçuyor ve yeşil
bir fıskiyeye geliyorum. Fıskiyenin içine giriyor ve suyun altına doğru
iniyorum. Suyun dibinde çok mutluyum ve nefes alma ihtiyacım dahi olmuyor,
çünkü solungaçlarımla soluduğumu hissediyorum. Sonra bir balık oluyorum ve
elinde üç dişli çatalıyla Neptün’ü görüyorum. O beni mızrağıyla vuruyor. Üç
yerde şiddetli ağrı hissederek yüzüp bir yere geliyorum ve ağrılı bölgeler
üzerine yaprak koyuyorum. Küçük bir adam geliyor ve altın bir halkayı sol
bacağıma geçiriyor. Bu halka üzerinde Allah kendi kendilerine yardımcı olan
kişilere yardım eder yazıyor. Sonra bufalo sürüsü içinde bir bufalo oluyorum
ve o anda dağlanan omuzumda çok şiddetli bir ağrı oluyor. Mac Donalds’dayım,
hamburger yiyorum. Hamburgerin kokusu bufalo sürüsünün kokusu ile aynı; bu
yüzden hamburgeri yiyemiyorum ve kusuyorum.”
Bu rüyanın tam bir değerlendirmesi için
onun içerisindeki olayları soruşturmak gerekir; ancak biz rüya çalışmamızda en
önemli manevî noktalar üzerinde dururuz. Manevî yol genellikle ince bir ip veya
dar bir köprü olarak görülür. Makuin’in ünlü “Köprüyü Geçen Âmâlar”11
adlı Zen tablosunda yollarını ellerinin yardımı ile bulmaya çalışan ve korkunç
bir uçurumun üzerindeki dar bir köprüde ilerleyen, görmeyen üç adam vardır ve
yol bu dar köprü olarak gösterilmiştir. Arayan, jilet kadar keskin kenarlarda
yürüyebilmeli, iç dünyasını dengeli tutmalıdır. İlk Hıristiyan mistiklerinden
N’yssa’lı Saint George (MS 331-396) Tanrıya giden yolu altında ateş yanan bir
uçurumun üzerindeki kıldan bir köprü olarak tanımlamıştır. Yukarıdaki rüyada,
rüyayı gören kişi ince bir ip üzerinde yürümekte, arkasındaki gölge, yani
şeytan onun dengesini elinde bulunan çatal ile bozmaya çalışmaktadır. Şeytanın
bizim dengemizi bozup aşağı düşürmesi sık sık olan şeylerdendir. Fakat rüyayı
gören kişi genellikle şeytanın elindeki çatalı alıp dengesini yeniden sağlamaktadır.
Burada arkamızdaki gölge aslında bize yardımcı olmakta, çünkü onun yüzünden
bozulan dengemizi kendi iç dünyamıza dönerek yeniden kurabilmekteyiz ve bu
denge durumu bir öncekinden daha sağlam olmaktadır.
Yukarı doğru yükselen ve dönerek salman bu
rüyadaki kişi aslında kendini Allah’ın ellerinde hissetmektedir. Onun havada
uçup, sonra suyun derinlerine doğru yüzmesi ve su altında nefes alma ihtiyacı
dahi duymaması onun aslında mutlu olduğunu ve bilinçdışının hanesinde
bulunduğunu gösterir.
Bilinçsizce girmiş olduğu balık şeklinden
Sonra; şeytan tarafından değil Denizlerin Kralı Neptün tarafından mızraklanır.
Neptün burada animus’un ilâhî yanını sergiler[11] ve
özellikle denizden çıktığında bu böyledir. Animus, rüyayı gören kişinin
bilinçsiz halde bulunduğu denizden bilinçlendiği karaya çıkmasına sebep olmaktadır,
yani bilinçsizlik durumunu bilinç durumuna getirmektedir; fakat bu geçiş çoğu
zaman acı verici bir durumdur, burada da rüyayı gören kişi bilinç durumuna
geçerken üzerinde üçlü mızrağın verdiği acıları hissetmiştir. Yani rüyada her
bilinçlenme acı hissiyle elele gitmektedir.
Bu acı gene doğal hayatın bir parçası olan
yapraklar sayesinde geçmiştir. “Sol ayağımdaki altın halka” derin bir
Sûfî sembolüdür. Esirlerin ayak bileklerine halka takılır, burada ayağına halka
takılması ise “Allah’ın kulu olmak” anlamına gelir. Bu altın halka,
köleliğin yapısındaki dönüşümü simgeler; aynı zamanda sevgilisi ile evlenen
sûfînin evlilik yüzüğünü de simgeler. Halkanın sol ayak bileğine takılması ise
sürecin tamamen bilinçdışında geliştiğini gösterir ve Allah’a kadınsı
teslimiyetin gizeminin bir parçasıdır.
“Allah kendi kendilerine yardımcı olanlara
yardım eder” sözü yoruma gerek kalmayacak şekilde açıktır, fakat bufalonun
dağlanması çok önemli bir semboldür. Burada bufalolar Zen’in “Öküz sürüsü”
tablosundaki öküzlere benzerler. Spiegelman bunu ‘Kendilik’ (self), ‘kendisi
İlâhî olan’ diye tefsir eder.[12]
Rüyayı görenin bir bufalo olması ise onun tümüyle İlâhî içgüdüsel Kendiliği
olan birisi olduğunu sembolize eder, bir bufalo olarak, İlâhî Doğa olarak Allah
tarafından damgalanmıştır. Allah tarafından dağlananlar O’na tamamen
bağlanırlar ve bu olay Hıristiyanlıkta şu şekilde dile getirilir; “Ben
koyunumu tanıyorum ve koyunum da beni tanıyor.” Dağlanmış kişiler için bu dünya
yalnızca,
“O’na ulaşmamıza vesile olma anlamı taşır. Dağlandıktan sonra normal
hayattaki basit bir olay, örneğin Mac Donalds’ta bir hamburgeri yemek dahi zor
gelebilir ve bu onu hasta edebilir. Bufalo etini ve kokusunu yansıtan hamburger
olarak algılanan dünyada, Allah’ın içgüdüsel Kendiliğinin bedenleşmesi de
rüyada kendini gösterir. İlk önce, dünyayı belli bir yanılsama olarak gören ve
öteyi farkeden biri için fiziksel varlık hiç de tad vermeyen birşeydir. Fakat
sonra, hepsi bir bütün olur ve yaratıcı ile yaratılma arasındaki ikilemenin
mânâsı kalmaz. Bu son öküz sürüsü tablosu algılanabilir; ne zaman yaşlı adam
alışverişe giderse: O kendini ayyaş ve kasapların arasında bulur ve hep
birlikte Bu- dizmi benimserler.”
Yukarıdaki rüyada Sûfî, Allah’ın bir kulu
olarak algılanırken, aşağıdaki rüyada rüyayı görenin bu dünyanın tüm
zincirlerini kırarak, manevî yolda özgür şekilde ilerlemesi anlatılmaktadır.
Bu rüya, bir adam bizim gruba katıldıktan bir süre sonra onun tarafından
görüldü:
“Bir adadayım ve ada gülen, eğlenen, içki içen insanlarla dolu, fakat ben
çok şiddetli bir kasırganın geldiğini biliyorum. Bu yüzden adanın ortasındaki
bir tepeye gidip buradaki bir ağaca tırmanıyorum. Fırtına geliyor ve tüm insanlar
ölüyor, fakat ben ağaca sıkıca tutunuyorum ve böylece ölümden kurtuluyorum.
Sonra bir korsan gemisi adaya geliyor ve beni esir alıyor. Ama ben onlara
bağlanamayacağımı, zincirlenmek istemediğimi söylüyorum ve buna korsanlar
karşı çıkmadan razı oluyorlar. Onlar beni kölelerin pazarlanıp satıldığı bir
limana götürüyorlar. Buradaki tüm esirler kağıttan yapılmış zincirlerle
zincirlenmişler. Daha sonra kağıt zincirler yanmaya başlıyor, fakat bu
tutsaklara hiç acı vermiyor.”
Rüya, rüyayı gören kişinin bir toplantıda
diğer kişilerle birşeyler içmesi, gülüp eğlenmesi şeklinde başlar. Burada kişi
diğerlerinden izole olmuştur, büyük bir fırtına ve gelgit, ki bu manevî özellikler
taşır, adada bulunan diğer kişilere zarar vermiş ve rüyayı görene
dokunmamıştır. Bu manevî yolun araştırıcıları, araştırmaları ilerledikçe, yani
bu yola bağlılıkları arttıkça etraflarındaki kişilerin ve arkadaşlarının ne
kadar anlamsız, boş, dünyevî işlerle uğraştıklarını düşünürler ve kendilerini
yalnız hissederler. Sizin için bu dünyanın kapısı kapanmış, fakat yeni bir
kapı henüz açılmamıştır. Korsan gemisi tarafından kurtarılıp sonra esir alınan
kişi buna rağmen zincirlenmemiştir. Bu esir imgesi aslında rüyayı gören
kişinin Allah’a karşı esaretinin bir göstergesidir, fakat esaret ve zincirlenme
olayı burada değişik bir anlam taşır. Aslında dünyada, kendini özgür sayan,
özgür olduğunu düşünen pek çok kişi, içinde bulundukları durumun ve
isteklerinin esiridirler ve Arapça’da “abd” esir, kul, köle anlamına gelir.
İnsanlar zincirlerin farkına varmadan
gerçekten özgür olamazlar; ilginç bir biçimde yalnızca kul haline gelenler
gerçekten özgürleşmiş, kendi nefislerinin yani egolarının zincirlerini kırmış
olurlar.
Rüyada, esir pazarına götürüldüğü zaman,
diğer esirlerin zincirlendiğini görür; fakat zincirler kağıttan yapılmıştır.
Bu dünyada, zincirler ancak Hakikat arzusunca tutuşturulup yok edilebilirler ve
rüyada da aynen böyle olmuştur. Zincirler yanmış, fakat esirlere hiçbir şey
olmamıştır. Bu yandığı halde yakmayan ateşin derin bir manevî anlamı vardır ve
bu Hz. Musa’nın yanan çadırının ateşini yansılamaktadır. Bu, Allah’ın, dünyada,
gereksiz, değersiz olan şeyleri eritip yok etmek için kullandığı arıtıcı bir
ateştir, ki burada gereksiz olan şey bu dünyanın esaret zinciridir. Bu nedenle
bu rüyada kağıt kadar zayıf olan esaret zincirinden kişinin kurtulup manevî
yolda ilerlediğini ve daha iyiye yaklaştığını anlayabiliriz.
Bu yola dahil olanlarda bir simyevî dönüşüm süreci olur, bu da kendini
tefekkür (meditation) ve büyük bir hevesin (aspiration) kişiyi sarması şeklinde
gösterir. Manevî seyahatta kişi her zaman yalnızdır ve bu seyahat “tekin Tek
olana” seyahatidir. Ama yine de Sûfizmde kişi yoldaşları ile birlikte
öğretmeninin ellerindedir. Bunu simgeleyen bir rüya aşağıda anlatılmıştır:
“Okulda bir grup bir metali gümüşe çevirmeye çalışıyor. Biz toprağı
süpürüyor ve onun içinden küçük gümüş parçaları buluyoruz. Amacımız bunları
kullanarak gümüş kâseler yapmak. Bunu yapmaya çalışırken yanımıza bir adam geliyor
ve bize gümüşü beş kez yuvarladıktan sonra kalıba döküp istediğimiz şekli
vermemizi söylüyor.”
Simyevî birtakım olaylarla birtakım
maddeler, örneğin kurşun, altına dönüştürülebilir ve Sûfîler bu simyevî
terminolojiyi iç dönüşümün evrelerini betimlerken çok sık kullanırlar, örneğin Gazali
(ö. 1111) buna Kimyayı Saadet adlı eserinde değinmiştir. Rüyada metal
gümüşe çevrilmektedir, gümüş ise çok önemli bir dişilik sembolüdür. Aslında
Sûfî yolu kadınsıdır ve aşkın kadınsı kısmını oluşturmaktadır.
Burada dolmayı bekleyen kap, Sûfîlerin Allah’a
erişmesine bir vesiledir. Bu kap bir “gümüş kasedir” ve kalb tezgahında yapılmalıdır.
Rüyada “toprağın süpürülmesi” ana madde (prima
materia) olayını aklımıza getirir. Bu, simyevî süreç başlamadan önce olması
gereken bir şeydir. Prima materia, lüzumsuz olan, atılandır:
“Bu madde herkesin gözünün önündedir, herkes onu görür, dokunur, sever;
fakat onu bilmez. O, parlak, berbat ve hamdır; küçük miktarlarda her yerde
bulunur”[13]
Psikolojik perspektiften bakıldığında, bu
dönüşüm olayı, kişinin reddedilen ve değersiz yanını oluşturan bir gölge
şeklinde başlar: “Süpürme”nin de özgür bir Sûfî sembolizmi vardır; Sûfîler “temizlikçiler”
veya “insanlığın çöp tenekesi” diye bilinirler. Bir rüyasında Irina Tweedie
müridleriyle birlikte bir Sûfî büyüğüyle karşılaşır ve onun piskopos olup
olmadığnı bir müride sorar: “Hayır, hayır., o Bhai Sahib (Irina Tvveedie’nin
hocası) yolunda olan ve şaka yapmayı, kendiyle ve onu sevenlerle konuşmayı
seven biridir ve her zaman ‘Naus autres balayeurs’ yani ‘biz temizlikçileriz’
der.”
“Oh, anlıyorum” dedim. “Bunun içindir ki onlar insanların kalblerini
temizleyendirler.”
“Kesinlikle” dedi, mürid.[14]
Sufizmde “çöp tenekesi” olayı bizim
grubumuzdaki bir rüyada şöyle anlatılır: “Çöple dolu olan iki tane çöp tenekem
vardı, öğretici geldi ve bu iki çöp tenekemi kendisinin çöp tenekesine
boşalttı ve sonrada yürüyüp gitti.”
Bu rüyada normal bir metalin gümüşe
çevrilmesini, sonra da öğreticinin söylediği yöntemle eritilip
şekillendirilmesi olayını gördük. Gümüşün kalıba dökülmeden önce beş kez
bükülüp yuvarlanması söylenmişti. Burada beş rakamı bir semboldür ve insanın
beş duyusunu simgeler. Bu beş duyudan gerçekleri kavramak ve iç dönüşümümüzü
gerçekleştirmek için yararlanmalıyız. Bu Jung psikolojisinde simyevî bir
sürecin son evresinin “kırmızılaşma” olayı ile son bulduğu şeklinde anlatılır.
“Birşeyin canlı olabilmesi için onun kanı olmalı. Simyacılar buna “hayatın
kırmızılığı” (rubedo) demişlerdir.”[15]
Sufizmde bu ‘kırmızılık’ dünyada iken
dünyada olmama halini anlatır. Nakşibendî tarikatının ana niteliği “kalabalıkta
yalnızlık” olarak açıklanır:
“Nakşibendî öğreticileri, öğrencilerine dünyevî olayları, yaşayışı bir
kenara bırakıp tamamen soyutlanmış çileci bir hayat tarzı yerine onun
değerlerine yapışıp kalmaksızın hayata nasıl katılınacağını öğretmeye
çalışırlar. Buna göre, bu yola girmiş kişiler evlenebilir, aile kurabilir,
tüccar veya sanatkâr olabilirler ve böylece toplumdan da kopmamış olurlar. Bununla
beraber, aynı zamanda kalblerindeki ateşi söndürmeden ve manevî rehber hocalarına
karşı tam bir sadakatle yolculuklarına devam etmelidirler.”[16]
Bu şekilde gümüş beş kez yuvarlandıktan
sonra, alttan ve üstten kalıplanmakdır. Üstten kalıplanma Allah’ın inayetini;
alttan kalıplanma ise dünyevî yaşantıyı simgeler.
Bir diğer rüyada prima materia daha
sıradan ve her günkü haliyle ele almıyor, gene öğretmen rüyayı görene yardımcı
oluyor;
“Bir odadayım ve bu odada bir parti yapılmakta. Odadaki bir kutu, içinde
partiden arta kalan, örneğin ekmek kabuğu vb, yiyecekler ile dolu. Öğretmenim
bana bu arta kalan kurumuş ekmekleri yememi söylüyor, fakat ben yemek istediğim
halde nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Kutuya bakıyor ve bütün bu şeyleri nasıl
yiyeceğimi düşünüyorum. Sonra öğretmenim eline bir kağıt parçası alıyor ve
kutunun içinden bir mi\tar artık çıkarıyor ve bunları düzenli bir şekilde bu
kağıdın üzerine yerleştiriyor ve sonra da bunları yemeye başlıyor. Ben de bu
olayın ne kadar basit olduğunu görüyorum.”
Bu rüyada prima materia partiden arta
kalanlardır. Bunlar değer verilmeyen, atılan ve yenmez olan şeylerdir. Fakat
öğretici veya öğretici olarak kişileşmiş daha yüksek Kendilik, bunu diğer
kişiler gibi böyle düşünmemiş ve bunları yemiştir. Daha da önemlisi bunları
yemenin ne kadar kolay olduğunu da göstermiştir. Çünkü manevî hayat kendi
içinde çok kolaydır, ama o, zihinde karmaşık hale getirilir.
Manevî yol, Alşemik Opus gibi, arayıcıyı
ruhun derinlerine götürür. Dönüşüm süreci yalnızca kişisel bilinç dışında
karanlık bir gölge olarak değil, arketip alanında da meydana gelir. Aşağıdaki
rüyada, rüyayı gören kadın, bir Tanrıça ile karşılaşmakta ve yine de onun
gücünden şüphelenmektedir:
“Arenada kurulmuş bir sirkteyim. Ortada çadırı havada destekleyen bir direk
var. Pek çok insan bu direğin çevresinde, atlı karıncadaki gibi dönüyorlar.
Sonra hayatımda gördüğüm, görebileceğim en güzel kadını görüyorum. Parmakları
ve kulakları yıldızlarla süslü. İsminin Maria olduğunu öğreniyorum. Sonra
arenanın ortasında kaplanlar görüyorum. Maria ve yanındaki bir adam bu
kaplanlarla oynuyorlar ve oldukça da mutlu görünüyorlar. Sonra kaplanlar dışarı
çıkıyorlar; fakat bir müddet sonra geri geliyorlar, onları içeriye sokmam
gerekiyor. Ben onları önce cam bir pencerenin arkasından görüyorum ve birazcık
endişeye kapılıyorum.”
Rüyayı gören kişi Tanrıça Maria ile bir
sirkte, çadırın içinde karşılaşıyor. Çadır ve bunun merkezindeki direk eski bir
Sûfî sembolüdür. Burada direk, müridlerin Allah’a yakınlaşmasını, yaklaşmasını
sağlayan, cennet ve dünya arasındaki bağlantı, bir şeyh anlamına geliyor. Arena
da önemli bir Sûfî sembolüdür; Sûfîlerin kendi nefslerine karşı savaşmak için
toplandıkları bir yer, alan anlamına gelir.
Romalı gladyatörlerin Ave, Imperator,
marituri te salutant (Ey İmparator, birazdan ölecek olanlar, seni
selamlıyor) deyişi de Sûfîlere uygun düşmektedir. Bu arenalarda egonun mağlup
edilmesi gerekir. Bu ölmeden önce ölmek zorunda olan peygamberlere ait bir
durum veya geleneğin yansımasıdır. Bu “ölüm” egonun tam anlamıyla silinip onun
etkisinden tamamıyla sıyrılma anlamına gelmez.
Yalnızca Samadhi ve unio mystica
durumlarında egonun tamamıyla ortadan kaybolduğu belirtilmektedir. Burada
arenada, ego tam anlamıyla çözülüp dönüşmekte ve tamamıyla daha büyük
Kendilik’e, Allah’a teslim olmaktadır. Müridler için bu dönüşüm, bir ölüm, bu
dünyanın ve onun arzularının ölümü olarak yaşanır; amaç ise Sevgili’nin
huzurunda yeniden uyanmaktır.
Burada, yani arenada, rüyadaki kişi Büyük
Tanrıça veya Batida bilinen diğer bir adıyla Maria ya da Bakire Meryem ile
karşılaşır. “Hayatımda gördüğüm en güzel kadın”, yıldızlarla
süslenmişti. Bu, onun arketipik doğasını göstermektedir. O kaplanlarla
oynuyordu. Kaplanlar Tanrıça için birer araçtılar[17] ve bu
onun karanlık kalmış Ürkütücü Tanrıça yanını göstermektedir. Kaplan Tanrıça’nın
gücünü, onun bizim ataerkil kültürümüzde baskılanmış yanını, ayrışmamış
ilksel enerjisini temsil etmektedir. Bu kadınsı gücün rüyada birden çok kaplar
sayısı ile vurgulanması rüyayı gören kimse tarafından bütünleştirilmesi
gereğini göstermektedir. Zaten “onları içeri sokmam gerekiyordu” demesi
ve biraz endişe duyması ancak böyle anlaşılabilir.
Aşağıdaki arketipal rüyaj çok sayıda
karakter içerir. Bu karakterler kişisel ve kollektif bilinçdışı arasındaki
ince ilişkileri göstermektedir.
“İki tane adam var. Bunlardan biri benim fahişe olmamı istiyor. Ben
gerçekten böyle biri olmak istemiyorum, fakat tanımadığım başka bir kadın,
onun teklifini kabul ediyor. O bunu sık sık yapıyor, ama nedense başka birşey
düşünüyor.”
Bu rüya, cinsel fantaziler olarak ele
alınırsa, rüyadaki kişinin çatışmasını gösterir ve bu, ataerkil kültürümüzün
önemli bir parçasıdır, kadın, kendisinin bir adam tarafından kullanılmasına
izin vermiştir. Rüyada iki kadın, iki erkek vardır. Bu dörtlü, evliliği
semboller ve ruhsal bütünlüğü telkin eder, fakat burada cinsel birleşme,
bütünleşmeyi göstermez, yalnızca kadının kullanıldığı anlamına gelir. Burada
Esther Marding'in “bakire” ile neyi kastetiğini anlamamız uygun olur.
“Bakire terimi eski tanrıça anlamına kullanıldığında bugünkü anlamını ifade
etme?.. Birden çok sayıda cinsel deneyimi olan kadın, hatta fahişe anlamına
gelir... Bir kız eğer bakire ise kendi kendine aittir. O kendi kendisinindir.”[18]
Bir bakire cinsel deneyimi olsun olmasın
bir adam bağlı olmaktan ziyade, kendi tanrıçalığına, içindeki kendi dişiliğine
bağlıdır. Benzer şekilde, bu rüyadaki fahişe kadın kendi içindeki dişiliğe
saygı göstermeyip ona bir erkeğin isteğinden veya erkeklikten daha az önem
veriyor. “Bilinmeyen kadın” ise, aslında bir gölgesel figür oluşturuyor
ve isteklere tamam diyor, bunu sık sık yaptığı halde ne yaptığının farkında
olmuyor ve başka şeyler düşünüyor. Her zaman olduğu gibi, gölge bilinçsizce
eylemde bulunur: burada rüya kahramanında da, bir bilinçsizlik gözlenmektedir.
Gölge hemen her zaman bilinci sınırlamaya uğraşır.
Rüya tartışılırken rüya kahramanı sonuçta
ve yapması gerektiğini sordu. Bunun üzerine başka bırşey düşünmek yerine
yaptığı şeyi farketmesi, kendi dişilik özelliğinin farkında olması ve bunu
erkeklere karşı koruması gerektiği öğütlendi. Birkaç gün sonra aynı kadın
rüyasında bir kaplanın gelip yüzünü yaladığını gördü. Tanrıça ile
karşılaştıktan sonra kendi içindeki Tanrıçaya ve kendi dişiliğine saygı
göstermek zorunda olduğunu, artık bir fahişe gibi davranamayacağını
anlamıştır. İçindeki bu eğilimi farketmiş olduğu endişe ortadan kalkmıştır.
Bunu rüyada kaplanın onun yüzünü yalamasından anlıyoruz. İnsanın içindeki bu
anagücü bütünleştirmesi ve yaratıcı biçimde kullanabilmesi için gölgenin
farkına varması, gölgenin karanlıklardan su yüzüne, bilince çıkarılması
gerekir.
Bu benzer tipteki rüyaları incelediğimde
gölge ve arketipler arasında derin bir içgörü ilişkisi olduğunu farkettim.
Bunun da ötesinde, bizim kültürümüz sonuca ulaşmak için birtakım faaliyetler
yapmamız gerektiğine bizi koşullandırıyorsa da, son rüyada bunun böyle
olmadığını, birşeylerin farkında olma ile de amaca ulaşı labildiğini görüyoruz.
Birşeyler yapma isteği aslında erkeksi bir dürtünün ifadesi iken içsel
gerçekleşme ise kadınsı yaklaşımın bir sonucudur, bu da Tao’nun Yolunda “Birşeyler
Yapmaksızın Çalışmak” şeklinde ifade edilir.[19]
Bilinç dışının derinliklerinde yatan yılan
soğuk, kanlı, korku veren bir hayvandır ve insan ruhundaki en derin
seviyelerden birinin sembolüdür. Yılanla birlikte ejderha insan ruhundaki ana
gücü semboller. Yol’da ilerlerken kişi bu büyük yılanla karşılaşmalıdır. Çünkü
yalnızca bunun sonucunda da bilinç dışındaki enerji tamamıyla şekil
değiştirebilir. Aşağıdaki uzun bir rüyadan alman parçada rüya kahramanına bir
öğretici böyle bir yılana nasıl yaklaşacağını göstermektedir.
“Ben bir swamiyi (hindu din öğretmeni) ziyaret ettim. Onun ik katlı
yuvarlak şekilli dairesi vardı. Üst kata çıkmak için onu takip ettim. Üst
katta, bir havuzun kenarında oturmuş çok sayıda müridi vardı. Sonra öğretmen,
içinde sevdiği bir yılan bulunan bu havuza girdi. Ben de sanki onun bir
parçasıydım ve suyun içindeydim. Bu yılan beni çok korkuttuğu halde, öğretmen
hiç korkmamış görünüyordu. Bana yılanla çok çok iyi dost olduklarını ve yılana
tam anlamıyla teslim olduğunu, bu yüzden de yılanın kendisini öldürmediğini
söyledi. Yılan onun arkadaşıydı, çünkü o yılanı kabullenmişti.”
Bu havuzdaki yılan aslında öğretmenin
ruhundaki, içindeki yılandı ve onlar çok iyi arkadaştılar, çünkü yılan
öğretmen tarafından kabul edilmiş, benimsenmişti. Opus’un en basit ve temel
ilkelerinden biri de kabullenmedir ve böylece bilinç dışının “olumsuz”
nitelikleri dönüştürülür ve bütünleştirilir. Bununla birlikte bu rüya, olayın
manevî perspektifini gösterir. Rüya kahramanı yılanla, öğretmenle “birleşme”
yoluyla karşılaşmıştır. “Öğretmenle birleşme , (fena fı’ş-şeyh; şeyh’te yok
olma) Sûfî yolu’nun merkezidir.
İlk defa öğretmene bağlanan, “kendi benliğini yok edip tamamen onun
benliğine giren”[20]
mürid, sonunda Allah’la birleşir (fena-fillah). Fakat bu rüyada rüya
kahramanının tam anlamıyla birleşmesi söz konusu değildir, çünkü, öğretmende
gördüğümüz korkusuzca yılana teslimiyet yerine, bir çekingenlik ve korkaklık
vardır. Ama yine de bu önemli süreç başlamıştır.
Yılan, öğreticiyi öldürmemiştir; çünkü
öğretici ona tam anlamıyla teslim olmuştur ve bu da bize manevî teslimiyetin
nasıl olması gerektiğini gösterir. Onun için tam anlamıyla teslim olan kişi,
ölmüş olsa dahi, öldürülmüş sayılmaz:
“Teslim olup ölenler, sonsuza kadar yaşarlar, eğer teslimiyet ölümüne
mahkum edilirseniz, siz zaten ölmüşsünüzdür.’ 33
Her manevî yolun özü, teslimiyeti öğrenme,
öğretmen, hayat veya Allah tarafından verileni kabul etme, onunla yetinmedir.
Bir televizyon programında Başrahibe Teresa, bunun ne anlama geldiğini açıklamıştır:
“Her gün tam bir teslimiyetle evet demeliyiz. Senin için olmak, onun
istediği yerde olmandır. O, seni caddenin ortasına koyar ve senden herşeyin
alınırsa, sen kendini caddede bulur bulmaz, bu caddede olduğunu kabul et.
Kıpırdama, oraya kendin gelmiş olduğunu düşünme, oraya konulduğunu kabul et.
Bu iki durum, birbirinden oldukça farklıdır. Eğer Allah ister ve bir sarayda
olabileceğini ve burada olmaktan kendin vazgeçene kadar sarayda olacağım kabul
edersen bu tam teslimiyet değildir. O’nun verdiği herşeyi at; aldığın herşeyi
huzur içinde ver, işte böyle yaparsan Allah’a teslim olmuşsundur. Parçalara
ayrılmayı ve her bir parçanın yalnızca Ona ait olduğunu kabul etmek
teslimiyettir. Dünyaya gelmiş tüm insanların gerçekten gelmesi gerekenler olduğunu
kabullen ve ne isen öyle olmaya çalış. Kabul et. Ye alınan herşeyi ver; şanını,
şöhretini, sağlığını ver... evet ancak o zaman özgür sayılırsın.”
Teslimiyetine isen öyle olmaya çalışmayı,
derinlerdeki yılanı kabul
etmektir; işte Sûfî yolu budur. .
Allah’a sürekli teslim olmak, O’nun kölesi
olmak; hiç olmayı arzulayıp O’nunla birleşmektir; bu da bir Sûfî’nin asıl
amacıdır. Bu son rüyada, rüya kahramanı, kendini mihrapta tek başına, elleri ve
ayaklan bağlı olarak görür:
“Mükemmel bir evliliğe hazırlanıyorum. Beyazlar giymişim ve herşey o kadar
güzel ki, dünyadaki en muhteşem güzelliğin, bu olduğunu düşünüyorum. Yalnızca
ortada ters olan birşey var, o da etrafta damadın görünmemesi. Kilisenin
merdivenlerinden aşağıya tek başıma iniyorum ve bütün ailemi sanki herşey
normalmiş gibi otururken görüyorum. Sora mihraba gidiyorum. Papaz, beni burada
bekliyor. Kısa bir törenden sonra papaz iki yüzükten birini her iki el bileğime,
diğerini her iki ayak bileğime takıyor ve beni ters yöne doğru eğiltiyor.
Sonra karşıya, aileme ve salondakilere bakıyorum, bu arada onlar beni bu
durumda görmeyi düşünemedikleri ve istemedikleri için, salonu terkediyorlar.”
Bu rüya üç kez görülmüştür ve bâtınî
geleneğe göre, eğer bir rüya üç kez görülürse bu doğru bir rüya olmalıdır.[21]
Rüya kahramanı mistik bir evlilikten söz
etmektedir. Görünmeyen damat aslına Sevgiliyi temsil eder ve gerçekten de bu
evlilik düşünüldüğü gibi “mükemmel bir evliliktir”. Fakat, törende, evliliğin
işareti olarak geline takılan yüzükler, aslında gelinin esaret altına
sokulması, girmesi anlamına gelir ve bu yüzükler her iki el ve ayak bileklerine
takılmışlardır. Daha önceki bir rüyada, ip cambazının sol ayağında altından
bir halka vardı ve o rüya rüyayı gören kişinin Allah’a kul olması şeklinde
yorumlanmıştı. Eakat bu rüyada kişi, nikah kıyılan yerde, el ve ayağındaki
yüzüklerle daha çarpıcı ve kesin bir esaret, kulluk tablosu çizmektedir; kişi
kendi istekleri doğrultusunda hareket edememektedir. Her iki elin ve her iki
ayağın bileklerden biribirine bağlanması ve ters yönde eğilmesi onu Allah’a
götürecek haça gerilmeyi simgelemektedir. Haç’ta benlik ölecektir; o, yol’a
girmiş olanların arenasıdır. Ve bu noktada ailesi ve çevresi, onu bu halde yani
bütün dünyevî bağlantılardan, koşullanmalardan arınmış olarak gördükleri ve
bunu kendisinden beklemedikleri, yani hayal kırıklığına uğradıkları içindir ki
salonu terk ettiler. Sufizmde rüyadaki bu terk edilme, psikolojik değişimin olabilmesi
için gereklidir. Nasıl basit bir meditasyon kalbi etkinleştirip alşemik
dönüşüm sürecini katalize ediyorsa, çok daha fazlası, gerçek teslimiyet
sürecinde hem fiziksel hem psikolojik olarak dünyevî bağlantıları olmakta; her
şeyden vazgeçilip Sevgili’nin şarabıyla dolmayı bekleyen bir boş kadeh olarak
kalınmaktadır.
Llewellyrı
Vaughn-Lee 1953 yılında doğdu, 19 yaşından beri Nakşibendî tarikatının
üyesidir. İngiliz edebiyatı öğretmenidir. Jung Psikolojsi hakkındaki
çalışmalarına 1982 yılında gördüğü bir rüya üzerine başlamıştır. Rüyada
kendisine Jung’un çalışmalarını okuması söylenmiştir. Shakespeare ve Arketip
Psikolojisi üzerine doktora tezi hazırlamıştır.
Kaynak: JUNG VE TASAVVUF, Editörler, J. Marvın Spiegelman
Pir Vilayet İnayet Han Tasnım Fernandez, özgün Adı: Sufism, İslam and Jungian
Psychology, Çevirmenler Kemal Yazıcı - Ramazan Kutlu, İnsan Yayınları, Nisan
1994, İstanbul
[2]
Annemarie Schimmel, İslâm Tasavvufunun Boyutları (Chapel Hill, 1975) s.
[3] Irina
Tweedie, Ateşin Kızı (Nevada City, 1986), s. 12.
[4] agy, s.
157.
[7] Sara
Sviri, “Korku ve Umut Arasında: İslâm Mistiğinde Zıtlıkların Uyumu”, İslâm ve Araplarla ilgili Jerusalem
Çalışmaları, 9,1987, s. 321.
[8] C.G.
Jung, Toplu Eserleri, 14. Yol, Mysterium Coniunctionis para. 296 (C.G.Jung’un
Toplu Eserleri, Routledge ve Kegan Paul tarafından yayınlanmıştır, Londra).
[9] C.G.
Jung, “Kundalini Yogası Üzerine Açıklamalar,” Spring, 1976, s. 17.
[10]Irina
Tvveedie, op.cit. s. 560.
[11]
Yasuichi Awakawo, Zen Tablosu (Tokyo, 1970) s. 125-126.
[17] E. iNeumann, Büyükanne {Princeton, 1912) s.
183. Çin'de ejderha gücü, kuvveti, kaplan ise dişiliği simgeler. C.G.Jung’un Toplu Eserleri Vol. 14 Mysterium
Coniunctionis para. 403n.
[21]Katha Upanishad’da olduğu gibi, eğer
bir şey üst üste üç kez sorulursa buna cevap
verilmelidir. Çocuk Nachiketas Ölümün Ruhu ile karşılaştığında, ölüm gerçeğini
düşünüp düşünmediğini sorar.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar