Print Friendly and PDF

BİR YAZARIN İNANCI- JOYCE CAROL OATES



JOYCE CAROL OATES, 1938 doğumlu Amerikalı yazar. New York'un kırsal, çalışan sınıfından gelmektedir. İlk kitabı 1963 yılında yayımlanan Oates, günümüze dek elliden fazla roman, bir o kadar da kısa öykü, şiir ve deneme yayımlamıştır. Them adlı romanıyla Ulusal Kitap Ödülü'ne değer görülen Oates, üç romanıyla da Pulitzer Ödülü'ne aday gösterilmiştir. "Rosamond Smith" ve "Lauren Kelly" takma adlarıyla da yazmış olan Oates, 1978 yılından bu yana Princeton Üniversitesi'nde yaratıcı yazarlık dersleri vermektedir.
Bir yazarın yazarlık deneyimini öğrenmek, oluşan yazarlık durumunun hangi süreçlerden geçtiğine ta­nık olmak istiyorsanız; Joyce Carol Oates’ın, elinizde tuttuğunuz, Bir Yazarın İnancı kitabı, sizi, bu anlam­da benzersiz yolculuklara çıkaracaktır.
İster yazan biri olun, ister bunun sancılarını çe­kin, isterseniz içinizde bir heves olarak yazma duy­gusunu taşıyın; Oates, sizi bir noktada buluşturacak­tır: Yazmak nasıl öğrenilir, yazar nasıl olunur; yaz­mak için neler gerekir.
Oates, yazma süreci ve yazar olma durumundan söz eder. Bizi o noktaya getirenin okuma uğraşımız olduğunun da altını çizer sıklıkla.
Onun dile getirdiklerinde yazma eyleminin hem zanaat yanını hem de yaratıcılık isteyen boyutlarını görürüz.
Burada bir araya getirilen denemeleri “içtenlikli itiraf" olarak değil; bir yazarın –gerçekten-yazıya / yazma ve okuma eylemine duyduğu inancın yansı­maları olarak almak gerekir.
Yazmanın da, inanmadan gerçekleştirilemeyece­ğini anlatmaktadır, Oates.
Buna inanmak, biriktirerek oluşan bir duygu / düşünce iklimi gerektirir.
Başlangıç noktasında ise okumak vardır kuşku­suz.
Okumayı bir tutkuya, giderek de bir uğraşa dönüştürebilirsek eğer; hayatla aramızdaki örtüyü de kaldırmış oluruz.
Bakan değil, gören bir gözle yol almanın taşıdık­ları bilincimizde, belleğimizde yerler açar, gözenek­ler oluşturur... Öyle ki; zamanla bunların her biri yazmak / anlatmak için bir neden olabilir yazıya so­yunan birine.
Oates, işte bu yolculuğunun duraklarından geçi­rir bizleri.
Bir dile bağlanarak oluşturduğu ses'in nasıl geliş­tiğini, hangi aşamalarda içerlek bir anlam kazandığı­nı gösterir bizlere.
Bir yazarın dönüp kendi okuma yolculuğunun ilk izlerine dönmesi, oradan taşıdıklarıyla yazma belle­ğinin nasıl / ne yönde oluştuğunu göstermesi önem­lidir.
Bunu; yazma sanatının, usta-çırak ilişkisiyle biçimlene geleceği yeri görmek / göstermek açısından önemsiyorum.
Oates, bir yandan yaşam serüveninin bu durakla­rından geçerken / geçirirken bizleri; aslında, hep yineleye-geldiğimiz; "bu işin yüzde onunun yetenek, yüzde doksanının çalışmak gerektirdiği" düşüncesi­nin ne denli doğru olduğunu imler. Bir de şunu de­meye getirir: Önce yazmayı öğreneceksiniz, ama sü­rekli okuyarak. Sonra bunun zanaat yanının öğreni­lip benimsenmesi gerekir. Yaratıcılığınız işte o süreç­te ortaya çıkıp anlam kazanacaktır.
Yazmanın bir yarış olmadığından söz ederken de; okumayı hep öne almak gerektiğinin altını çizer.
Okumak istediğinizi okuyun, ama sevdiğiniz bir yazar sizi kendine çekiyorsa; tutup bütün yapıtlarını okuyun, der.
Çünkü, oradan bir ses yakalanabileceğinin bilin­cindedir; bunu hatırlatır bize.
"Yüreğinizi yazıya dökün" demesinin anlamını; "Kendi zamanınız için yazın, kendi zamanınıza ba­kın" düşüncesiyle tümler.
Yazmak, hatırlamaktır düşüncesine bağlananlar­dandır, Oates da.
"Yalnız geçmişe bakılarak yaratılabilir," derken de; yazarın yönünü / ibresini de hatırlatır biraz.
Kuşkusuz yazmak bir süreçtir. Yazarın oradaki yeri / konumu bunu bir iş / uğraş, sürekliliği olan bir eylem gibi görmesini kaçınılmaz kılar.
İnanç düşüncesini vareden de bu duygu biçimi­dir.
Siz buna adanmak da diyebilirsiniz.
Unutmayalım ki; her iyi yazarın / yapıtın arkasın­da adanmış bir hayat vardır.
Joyce Carol Oates; bize okur ve yazar olarak, özcesi şunları söylemektedir:
          Yazmak, evet, bir süreçtir.
          Özel bir dünya gerektirir.
          Hayal gücü, çocukluk okumaları yazı belleğini oluşturur.
          Karşı dünyalara bakarak yazmanın anlamını bulabiliriz.
          Yazmak, bilinç durumları gerektirir.
          Yazarlık içgüdülerini okuyarak / yaşayarak edi­nebiliriz.
          Dil görseldir, unutmayalım; yazar ise sözcük virtüözüdür.
          Kendini adama kaçınılmazdır.
          Metafor güdüsünü geliştirmek için algıları açık tatmak gerekir.
          "Kurmaca düzyazı bir zanaattır ve zanaat öğre­nilmelidir; rastlantı sonucu ya da bilerek, isteyerek."
          Bir başka yazarı önünüzde duran bir MODEL olarak düşünün.
          Klasik yazarları / büyük yazarları keşfedin.
          Bir yazardan başka bir yazara gitmeyi öğrenin.
          Çapraz okumalar öğretir.
          Yazarları ve yapıtları serinkanlılıkla / dikkatle inceleyin.
          Unutmayın; çözümlemek öğreticidir.
Evet; daha çoğuna yüzünüzü dönmek, bir yaza­rın inancıyla yolculuğa çıkmak için; kendinize özel bir zaman, özel bir mekân yaratıp Oates'ın sözleriyle baş başa kalabilirsiniz sevgili okur.
İyi okumalar.
Feridun Andaç
Haziran 2009
Sh: 11-14
Yazmak, sanatlar içinde yalnızlığı en çok sevendir. "Hayali" "metaforik" bir karşı dünya yaratmak için dünyadan elini eteğini çekme eylemi o kadar tu­haf ki, anlamayı zorlaştırıyor: Neden yazıyoruz? Ne­den okuyoruz? Metafor için olası güdü ne olabilir? Neden bazılarımız, yazarlar ve okurlar, bu "karşı dünya"yı içinde yaşayabileceğimiz ve bazen de ger­çek dünyayı dışta bırakarak varlığını sürdüren bir kültür olarak anlamlandırıyoruz? Bunlar, yaşamımın büyük bir bölümünde üzerine enine boyuna kafa yorduğum sorular ama kesin, bütünüyle ikna edici bir yanıta hiçbir zaman ulaşamadım. Herhalde, Sigmund Freud'un son zamanlarda yazdığı melankolik denemesi, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları'ndaki sözleri­nin doğruluğunu teslim etmek yeterli olacaktır: "Gü­zellik ne apaçık bir yarar sağlar ne de belirgin bir kültürel gereksinmedir. Yine de uygarlık, güzellik olmadan yapamaz."
Yıllar içinde yazılmış olan denemelerimin her bi­ri, yazmanın farklı bir yönünü benim açımdan orta­ya koyuyor. Belli ki yaratıcı güdü olarak adlandırılan şey, hepimizin coşku dolu sanatçılar olduğu çocukluk dönemlerinde başlıyor. Bu nedenle, kitabıma çocuk­luk deneyimlerime ve tutkularıma ilişkin birkaç de­nemeyi ekledim. Yazmak, tutkulu ve çoğu kez tam gelişmemiş olan kişisel görüş ile resmî olarak tasar­lanmış olan, sınıflandırılması ve değerlendirilmesi çabucak yapılan toplumsal yaşam arasında ideal bir denge kurmaktır. Öyleyse, yazma sanatının bir zana­at olduğunu düşünmek kaçınılmazdır. Sanat, zanaat olmazsa kişisel kalır. Zanaat, sanat olmazsa yalnızca alelade bir yazıdır. Denemelerimin pek çoğu, en be­lirgin olarak da birkaç kurmaca yapıt üzerinde çö­zümleyici ayrıntılara girerek odaklaşan Bir Yazar Olarak Okumak: Bir Zanaatkar Olarak Yazar adlı dene­me, bu konuyu ele alıyor. Genç ya da deneyimsiz yazarlar, hem klasikleri hem de çağdaşları dur durak bilmeden okumaya yönlendirilmelidir çünkü zanaa­tın geçmişine batıp çıkmayan kişi bir amatör, üreti­me dönük çabasının yüzde doksan dokuzu heves olan bir birey olarak kalmaya mahkûmdur.
Yazmak, yalnızlığı sever ama yine de sanattır; bu nedenle, hakkında bazı şeyler "öğrenebiliriz"; bilinçaltımız tarafından tahrik edilsek de bir dereceye kadar bilinci yerinde, hatta açıkgözlü olabiliriz. Kuş­kusuz, yalnızca kendi yanılgılarımızdan değil, baş­kalarının yanılgılarından da bir şeyler öğrenebiliriz. Başkalarının esinlenmelerinden esinlenebiliriz. "Ba­şarısızlık Üzerine Notlar", "Esinlenme!" ve "Esraren­giz Özeleştiri Sanatı" adlı denemelerde, çaba harca­dıkları işlerde pek çoğumuz gibi kendilerini tek ba­şına gören ayrı ayrı yazarların (birçokları arasından Henry James'in, James Joyce'un, Virginia Woolf'un) belki de gözlerine çarpmayan bir psikolojik/estetik sorunlar benzerliği önerdim. Ve bütün yazarların, özellikle de zaman geçtikçe hissetmeye başladıkları ürkütücü bir kimlik karmaşası vardır: Hem yazan benliğimiziz hem de değiliz ("'JCO' ve Ben").
Bir yazar olacağınızı ne zaman anladınız? Yazarlara sıkça sorulan bir sorudur. Bana kalırsa sorunun ken­disi bir muamma, yanıtlanamaz. İçgüdülerim, beni sözcüğün resmen tanımlanmış, iddialı anlamıyla bir "yazar" olduğumu varsaymaktan alıkoyuyor. Keha­netle ilgili düşüncelerden, Kâhin'in abartılı kendini beğenmişliğinden nefret ederim. İnsanın bu tür düşüncelere toplum içinde rastlaması ne kadar kötü olursa olsun, kendi içinde rastlaması çok daha kötü!
Bir Yazarın İnancı kitabının özü, dogmaya dayan­mayan geçici bir anlama sahip. Yazma sürecinden çok, yazar olma durumunun tedirginliği, değişkenli­ği hakkında. Tıpkı bir yazar olarak yaşarken oldu­ğum gibi, bir yurttaş olarak yaşarken de hiçbir za­man başkalarının ahlak kurallarına göre davranmak istemedim. Bu kitaptaki denemelerin temelinde, tek başınalığın, bazen yazarın ölümünden sonra olsa da, toplumsallaşmaya nasıl teslim olduğuna dair baskın gelen şaşkınlığım yatıyor. Tek başına yürüyen insan­lar olarak yazmaya başlarız, içimizden bazıları ger­çekten de doğuştan kimsesizdir; sanatımıza meta­netle devam edersek, zanaatımızda cesaretimiz kırıl­mazsa, avuntuyu, edebiyatın zamanın, mekânın, di­lin ve ulusal kimliğin yapay sınırlarını aşan karşı dünyasında bulabiliriz. Bu kültür, bireyin yalnızlı­ğından, bir şekilde rengârenk, her an çekici, her an evrilen bir halde çıkıyor.
Mart 2003
Sh: 15-17

Sanatın insan ruhunun en yüce ifadesi olduğuna inanıyorum.
Yalnızca kısa ömürlü ve gelip geçici olanı aşmayı arzuladığımıza inanıyorum; "kültür" denilen, toplu­lukça paylaşılan ve akıl sır ermeyen şeye katılmayı arzuluyoruz ve bu arzu, türümüzde, türü üretmeye duyulan arzu kadar güçlü.
Yerel ya da bölgesel olan aracılığıyla, bireysel ses­lerimiz aracılığıyla, hakkımızda hiçbir şey bilmeyen­lere konuşacak sanatı yaratmak için çalışırız. Tam da birbirimize karşı bu kapalılığımızın içinde, beklen­medik bir samimiyet doğar.
Bireysel ses toplumsal sestir.
Bölgesel ses evrensel sestir.

Yüreğinizi yazıya dökün.
Asla konunuzdan ve konunuza karşı olan tutku­nuzdan utanç duymayın.
"Yasaklanmış" tutkularınız, büyük olasılıkla yaz­manız için sizi tetikleyecek. Tıpkı uzun zaman önce ölmüş babasına karşı yaşamı boyunca öfke duymuş olan Amerikalı büyük oyun yazarımız Eugene O'Neill, yaşamı boyunca annesine karşı öfke içinde olan Amerikalı büyük nesir ustamız Ernest Hemingway, yaşamları boyunca kendini öldürmenin coş­kunluğuyla akıllarını çelen baştan çıkarıcı Ölüm Meleği'yle mücadele veren Sylvia Plath ve Anne Sexton gibi. Dostoyevski'de şiddetli bir kendini yarala­ma ve Flannery O'Connor'da "inanmayanlar"ın sadistçe cezalandırılmaları içgüdüsü. Edgar Allan Poe'daki delirme ve geriye döndürülmez, ağza alınmaz bir suç işleme korkusu bir ihtiyarı ya da bir eşi öl­dürme, birisinin "çok sevilen" kedisinin gözlerini çıkarma. Saklı kalmış benliğinizle ya da benlikleri­nizle mücadeleniz sanatınıza yol verir; bu hisler, yazmanızı yönlendiren ve başkalarına belirli bir uzaklıktan "çalışmak" olarak görünecek saatleri, günleri, haftaları, ayları ve yılları olanaklı kılan ateş­tir. Zar zor anlaşılan bu dürtüler olmasa, görünüşte daha mutlu bir insan ve toplumunuzun daha ilgili bir yurttaşı olabilirsiniz fakat muhtemelen esaslı bir şeyler yaratmazsınız.
Daha yaşlı bir yazar, yeni bir yazara ne tür bir öneri vermeye cesaret eder? Ancak yıllar önce kendi­sine söylenmiş olmasını isteyebileceği şeyi: Cesareti­niz kırılmasın! Etrafınıza yan yan bakışlar atmayın ve kendinizi akranlarınız arasındaki başkalarıyla kı­yaslamayın! (Yazmak bir yarış değildir. Aslında "ka­zanan" kimse olmaz. Tatmin, çabada ve nadiren ne­ticede gelen ödüllerdedir.) Ve yine; yüreğinizi yazıya dökün.
Farklı şeyleri ve gerekçelendirme yapmadan oku­yun. Okumak istediğinizi okuyun, başkalarının size okumanız gerektiğini söylediği şeyi değil (Hamlet'in dediği gibi, "'-meli, -malı'nın ne demek olduğunu bilmiyorum"). Sevdiğiniz bir yazara dalın ve onun ilk yapıtları da dahil olmak üzere yazdığı her şeyi okuyun. Özellikle de ilk yapıtlarını. Büyük bir yazar, büyük, hatta iyi olmadan önce, belki de tıpkı senin gibi bir yol arıyor, el yordamıyla bir ses edinmeye çalışıyordu.
Özellikle kendi kuşağınız için değilse de, kendi zamanınız için yazın. "Gelecek nesil" için yazamaz­sınız öyle bir şey yok. Mazi olmuş bir dünya için yazamazsınız. Bilinçsizce var olmayan bir okuyucu­ya sesleniyor olabilirsiniz; memnun olmayacak birini ve memnun etmeye değmeyen birini memnun etme­ye uğraşıyor olabilirsiniz.
(Fakat kendinizi "yüreğinizi yazıya dökmek" ko­nusunda yetersiz hissederseniz -ürkek, utangaç, başkalarının hislerini incitmekten ya da yaralamak­tan korkmuş gibi-, makul bir çözüm bulmayı ve takma isimle yazmayı isteyebilirsiniz. "Kalem adı"nda mükemmel bir biçimde özgürleştiren, hatta ço­cuksu bir şey var: yazı yazdığınız ve size ekli olma­yan bir araca verilen hayali bir isim. Koşullarınız değişirse, yazan kimliğinize her zaman sahip çıkabi­lirsiniz. Her zaman yazan kimliğinizi terk edebilir ve bir yenisini yaratabilirsiniz. Erken yayımlanmak, şüpheli bir lütuf olabilir: hepimiz ilk kitaplarını ya­yımlatmamış olmak için her şeyi verebilecek ve var olan tüm kopyaları satın almak için dolanan yazarlar tanırız. Çok geç!)
(Pek tabii ki, öğretmeyi, dersleri, okumaları içe­ren profesyonel bir yaşam istiyorsanız toplum içinde bilinecek bir isim kullanmak durumunda ka­lacaksınız. Fakat yalnızca bir isim.)
Dünyanın size adil davranmasını beklemeyin. Hatta merhametlice davranmasını bile beklemeyin.
Hayat, tepe üstü yaşanır; tıpkı lunapark treninde yol almak gibi: "sanat" soğukkanlı bir biçimde seçi­cidir ve yalnızca geçmişe bakılarak yaratılabilir. Fa­kat hayatı, onun hakkında yazmak için yaşamayın çünkü böyle yaşanan bir "hayat" yapay ve anlamsız olacaktır. Büsbütün alternatif bir yaşam keşfetmek daha iyi. Çok daha iyi!
Çoğumuz, hayatımızın akışı içinde pek çok kez sanat yapıtlarına âşık oluruz. Kendinizi bir başka­sının yapıtına hayranlık duymaktan, hatta tapmak­tan alıkoymayın. (Degas Manet'ye nasıl tapardı! Melville Hawthorne'a nasıl âşıktı! Ve Whitman genç, tutkulu ve coşkuyla dolup taşmış kaç şaire baba olmuştu!) Heyecan verici, dikkat çekici, rahatsızlık verici bir ses ya da düşünce bulursanız, kendinizi ona verin. Ondan öğrenecekleriniz olacaktır. Ha­yatım boyunca Lewis Carroll, Emily Bronte, Kafka, Poe, Melville, Emily Dickinson, YVilliam Faulkner, Charlotte Bronte, Dostoyevski gibi çok farklı yazar­lara âşık oldum (ve hiçbir zaman da âşık olmaktan tam olarak vazgeçmedim). Bir süre önce, Mark Twain'in Huckleberry Finn'ini okurken, romanın tüm bölümlerini ezberlemiş olduğumu fark ettim. James T. Farrell'in şimdi adeta okunmamış gibi olan Studs Lonigan adlı üçlü yapıtını yeniden okurken, tüm bölümleri ezberlemiş olduğumu fark ettim. Emily Dickinson'ın, büyük olasılıkla kendisinden bile daha ayrıntılı bildiğim şiirleri var; bu şiirler belleğime öyle bir biçimde kazınmışlar ki, onunkinde böylesine yer edemezlerdi. William Butler Yeats'in, YValt Whitman’ın, Robert Frost'un, D.H. Lawrence'ın, ilk keşfedişimin üzerinden yıllar geçtikten sonra bile içimi hâlâ heyecanla titreten şiirleri var.
Bir idealist olmaktan, romantik ve "arzulu" ol­maktan utanç duymayın. İlginize karşılık vermeye­cek insanları arzularsanız, arzunuzun muhtemelen onlara dair en değerli şey olduğunu bilmelisiniz. Karşılıksız olduğu sürece.
Klasikler hakkında çabucak peşin hüküm verme­yin. Çağdaş eserler hakkında da. Okumak için za­man zaman beğeninize ya da beğeniniz olduğuna inandığınız şeye aykırı kitaplar seçin. Bu, erkek dün­yasıdır; duyarlılığı feminizmle ateşlenen bir kadın, burada can sıkıcı ve rahatsız edici pek çok şey bulur, fakat gözlerini dikip içeriye bakan bir yabancı olma­nın ne anlama geldiğini bilmekte öğrenecek ve esin­lenecek çok şey vardır. Yirmi birinci yüzyılın bakış açısıyla okunan ve biri kendi dehası içinde ilkel, di­ğeriyse cesaret kırıcı bir biçimde "modern" olan Homeros'un Odysseia'sı ve Ovidius'un Metamorfoz’u gi­bi büyük yapıtlar, kadın ve erkek okuyucuları çok farklı şekillerde etkiler. Bir kadın acısının, öfkesinin ve "adalet" umudunun gerçekliğini kabul eder; hatta intikam umudu bile, yaşamında olmasa da yapıtla­rında iyi bir şey olabilir.
Dil, sayfa üzerinde buz gibi soğuk bir araçtır. Bizler, oyuncular ve sporculardan farklı olarak, dilersek yeniden hayal edebilir, gözden geçirip düzeltebilir ve tamamen yeniden yazabiliriz. Çalışmamız tıpkı bir taşa basılır gibi bir kitaba basılmadan önce üze­rindeki hükmümüzü koruruz. İlk karalama tökezletebilir ya da bitkin düşülebilir, fakat bir sonraki kara­lama ya da karalamalar daha yüksek bir seviyeye geçirecek ve ferahlatacaktır. Yeter ki inancınız olsun: ilk cümle, son cümle yazılana dek yazılamaz. Ancak o zaman nereye gittiğinizi ve nerede olduğunuzu bilirsiniz.
Roman, tek çaresi roman olan bir derttir.
Ve son bir kez daha: Yüreğinizi yazıya dökün.
Sh: 38-42

Kimine göre Sabahlar
Gecelerin yerine geçer
Ne anlama gelir ki, gece yarıları!
EMILY DICKINSON
Yazmak, âşık olmak ya da tutarsızca sevmek gibi, kişinin yaşamı algılama biçimini çabuklaştırıyorsa, bunun nedeni kişinin başarıya ulaşmaya duyduğu inanç değil, ölümlülüğün ona en acı biçimde ve sü­rekli olarak hatırlatılmasıdır. Israrcı soru şudur: Ta­mamlamayı başaramayacağım yapıt bu mu; "ölü­mümden sonra basılacak" ve yalnızca acıma uyandı­rabilecek olan yapıt?
Yazmakta olan yazar, iş başındaki yazar, kendini tasarısına kaptıran yazar, bırakın bir insan olmayı, bir varlık bile değildir; kararsızlık, düş kırıklığı, elem, kaygı, umutsuzluk, pişmanlık, kesin başarısız­lık gibi, spektrumun karanlık sonu olarak tanımlana­bilecek şeye doğru dizilmiş, çılgınca değişen zihin durumlarının tuhaf bir karışımıdır. Kişinin, çalışma­sının orta yerindeyken onurlandırılması, ideal bir durum olmakla birlikte imkânsızdır; her şey olup bittikten sonra, onurlandırılmak içinse artık çok geç­tir çünkü çoktan yeni bir tasarıya başlanmıştır, bir başka tanımlanamaz olaylar dizisi daha. Belki de kişi, bir tür sırasal düzen içinde, belli belirsiz çatış­makta olan kişiliklerle mücadele vermek durumundadır! -Belki de başarısızlık önsezileri, ruhun, kibir­lenmeyi tehlikeye düşürmemek adına takındığı bil­gece tutumudur!- Bir yazar, ne kadar hırpalanmışsa hırpalansın (bırakın kuramsal "yeteneği"), dayanma gücü içinde kendisini yaratmanın çilesinden, yaratı­lanın tıkandığı noktaya geçirecek herhangi bir inan­ca, herhangi mutlak bir inanca sahip olamaz. Zama­nın akışıyla bu sürecin kolaylaşıp kolaylaşmadığı kişiye sıkça sorulur; yanıt apaçıktır: Zamanın akışı hiçbir şeyi kolaylaştırmaz, hatta zamanın akıp gitmesini bile.
Sanatçı, belki de çoğu insandan daha fazla başa­rısızlık yaşar; başarısızlığın, anlaşmazlıkları çözme­nin, uzlaşmanın çeşitli aşamalarını yaşar fakat başarısızlığının şartları genellikle bir sırdır. Başarı, geçici baş döndürücü bir yanılsama, yakında havası söne­cek bir balon, taçyaprakları hızla dökülecek bir çi­çekken, başarısızlığın bir gerçeklik ya da en azından tartışmaya açık bir gerçek olduğuna inanmak makul görünüyor. Umut yoksunluğu -benim inandığım anlamda-aşırı mutluluk kadar absürd bir ruh haliy­se, umutsuzluğun daha sahici, daha gerçek, daha güvenilir, insan ortamıyla daha uyumlu olduğuna kim karşı çıkabilir ki? T.S. Eliot, eleştirmenlerin ço­ğunun başarısızlığa uğramış yazarlar olduğu söylen­diğinde şöyle yanıt vermiştir: "Fakat çoğu yazar da öyledir."
Çoğumuz başarısızlık safhalarını veya başarısız­lığı beklemeyi deneyimlesek de, pek azımız muğlak fakat şüphesiz doğru bir algıdan, böyle yapmanın hiç de Amerikanvari bir tavır olmadığı gerçeğini çıkarmaya isteklidir. Standartlarınız aşırı derecede yük­sek, abartıyor olmalısınız, doğuştan melankolik ve so­murtkan olmalısınız... Bu pragmatik, üstün bakış açı­sıyla, "başarı"nın kendisi "başarısızlığın" bir türü, arzu edilen ile elde edilen arasındaki bir uzlaşmadır. İnsan stoik bir niteliğe sahip olmalı; bir mizah duy­gusu geliştirmeli. Ve başarısız bir şair olduğunu dü­şünen William Faulkner örneği unutulmamalı; oyun yazarlığı kariyerindeki apaçık başarısızlıktan sonra romanda karar kılan Henry James; sevilen duygusal şarkılar yazmaktan umudunu kesip hatasız Ameri­kan İngilizcesiyle düzyazılar üretmeye başlayan Ring Lardner; hayatta ve başka yazın türlerinde -şiirde ve oyun yazarlığında-başarısızlığa uğradığı için yaz­dığı masalları kusursuz hale getiren Hans Christian Andersen. İnsanın, James Joyce'un neden düzyazıda uzmanlaştığını görmek için Chamber Music'e (Oda Müziği) şöyle bir göz atması yetecektir.
Canavarlarla savaşan kimse, bunun kendisini bir canavara dönüştürmeyeceğini daha iyi bilir. Ve bir uçuruma uzun süre bakarsanız uçurum da gözlerini dikip size bakar. Nietzsche de bizi üstü kapalı bir şekilde uyarıyor: Söz konusu olan kendi savaşları, kendi canavarları ve kendi uçurumu olduğunda Nietzsche'nin çok daha fazlasıyla karşılaşacağını bildiğini tahmin etmek mantıksız olmaz; yine de Nietzsche, kaderin cilvelerini ya da uçurumun yüz kızartıcı sığlığını kestirememiş olabilir. Üstelik bir alternatif de sunmaz.
Başarısızlığın hayaleti, bize başaramama hayale­tinden -süreç, eylem, ilgi çekici yanılsamalı tuzak­lar-daha az musallat olur. Geçmişe bakıldığında kaybedilmiş bir mücadele, nihayetinde, zamana kar­şı kaybedilmiş bir mücadeledir ve kazanılsa da kay­bedilse de, başka bir insana aittir. Fakat kaybedilmek üzere olan bir mücadele sırasındaki her jest, her na­bız atışı... Gerçek dehşet uçurumu budur; söze dökülemeyen bir çıkmazdır.
Kime göre Sabahlar
Gecelerin yerine geçer,
Ne anlama gelir ki Gece yarıları!
Emily Dickinson'ın yukarıdaki dizeleri yazdıktan yaklaşık dört yıl önce 1862'de kaleme aldığı şu zehir gibi dizeler nasıl da zarif, nasıl da olağanüstü:
İlk gün kavuştuğunda geceye
Şükredersin, bu şeye
Ah nasıl da berbat-katlanılmıştır
Ruhum başlar şarkı söylemeye-
Ruhum der ki: çözüldü Bağlarım
-Atomlara bölündü-başım
iyileştirmek için onu-çalışmalıyım
Ta ki ağarıncaya dek sabahım
Ve sonra-bir Gün olağanüstü
Geçip giden dünler gibi ikişer ikişer,
Dehşetini yüzüme serer-
Ta ki kapanıncaya dek gözlerim-
Beynim-başladı kahkaha atmaya
Ben mırıldandım-bir budala gibi
Ve yıllar öncesinden-0 Günden beri
Beynim devam ediyor-hâlâ-kıkırdamaya.
Ve alışılmadık bir şey-beynimin içinde
Dün olduğum kişi
Ve Şimdiki-hissetmiyor aynı şeyi
Delilik mi bu-olabilir mi?
Burada şair, çok özlü ve ilgi çekici imgeler kul­lanarak bitmek tükenmek bilmeyen yaratma süreci olgusunu anlatır; "ikişer ikişer dünler" kâbusuna -dili kullanmanın, dili işlemenin kahramanca çabası­na- ve "dün olduğum kişi / Ve şimdiki-hissetmiyor aynı şeyi" (yetersiz bir şair nasıl aynı kalabilir ki?) dizelerinde varılan yargılamanın eziciliğine karşın gene de insan, egoyu "şarkı söyleyen" bir Ruh olarak tanımlayabilir. Ve gene aynı yıl içinde:
Beynim tam formunda
İşliyor düzenlice-ve doğruca-
Ama bırak bir kıymık saptırsın onu yolundan-
Böylesi daha gerilimsiz senin için-
Akıntıyı tersine çevirmek
Tufan yararak geçtiğinde Tepeleri-
Ve Kendisine bir geçiş yolu bulduğunda-
Ve değirmenlerden akıp gittiğinde-
Yaratıcılığın ve kendinden geçmenin kaynağı Tufan, şarkı söyleyecek olan Ruhun kendisini de içine alıp yok eder. Joseph Conrad'ı, zamanımızın kuşkusuz en muazzam eserlerinden biri olan Nostromo'yu yazarken, umutsuzluk batağının or­tasında yazarlığın "gergin gücün dile dönüştürül­mesi" olduğunu söylediği için bağışlamak mümkün müdür? Bu öylesine derine işleyen bir umutsuzluk ifadesidir ki, doğru olmalıdır. Çünkü faal bir biçim­de üreten Charles Gould'un da karısına söylediği gibi, insan en nihayetinde kendisini herhangi bir işe vermelidir.
Kendini açıkça belli eden o "sporcu eğitmenleri", o "üzgün... / uçarı, küskün, durgun, kızgın, yap­macık, umudu kırılmış, tanrıtanımaz kuşkucuları" öfkeyle reddedenler, Amerika'nın o acımasız iyim­serlik yaygaralarıyla ve coşkun enerjileriyle canımızı çıkaran ozanları, hatta büyük Whitman'ın kendisi bile, "yaşam okyanusunun kıyısından çekildikçe" derken her şeyin çoğunlukla tamamen farklı oldu­ğunu, gerçekten de tamamen farklı olduğunu itiraf eder. İnsan okyanusun kıyısında yapayalnızken "şiir yazarkenki gururunu bir yana atıp heyecan dolu özüne kulak verir".
Bocalayarak, duraksayarak toprağa eğiliyorum
Ağzımı açmaya yeltensem zulmediyorum kendime,
Tüm o boş sözler yankılanıyor benimle
Ben kimim ya da neyim, en ufak bir fikrim yok,
Ama tüm o kibirli şiirlerin gerisinde gerçek Ben duruyor
dokunulmamış, söylenmemiş, tümüyle ulaşılmamış
İçine kapanmış, kendiyle eğleniyor kendini kutlayan işaretler ve baş hareketleri yaparak
Yazdığım her sözcükte uzaktan gelen ironik bir kahkaha sesi
Bu sessizlikte şarkıları keskinleştiriyor ve de ayaklarımın altındaki kum tanelerini.
Bu dizelerin, 1860'da "Senin İçin Demokrasi", "Ben ve Benim" ("Ben ve benim hep talim yapmam / Soğuğa ya da sıcağa dayanmak için, silahla iyi ni­şan almak için / yelkenliyle açılmak için, ata binmek için, şahane çocuklara babalık etmek için") ve "Amerika'nın Şarkı Söylediğini Duyuyorum" gibi yorulmak bilmez bir coşkunlukla ve biraz daha "Whitman üslubu"yla yazılmış şiirlerle aynı yılda yayımlanması ilginç. 1881'de yazdığı daha kısık ses­li ama daha etkileyici olan kısa şiiri "Parlak Bir Geceyarısı", şairin yalnızken söylediklerine kulak mi­safiri olmamıza olanak verir; şair şimdi ayın pırıl pırıl ışığı altında, halka açık bir kürsüde konuşma­maktadır:
İşte Ruhunun vakti geldi, bu senin özgürce uçuşun suskunluğa
Kitaplardan uzağa, sanattan uzağa, geçip giden günden, bitmiş dersten uzağa
Ve kendini su yüzüne çıkarırsın sessizce, gözlerini dikip bakarak, düşünerek en sevdiğin temaları
Geceyi, uykuyu, ölümü ve yıldızları.
İnsan böyle anlara şahit olmanın ayrıcalığını ya­şadığı için kendisini açıkça onurlandırılmış hisseder: örtünün arkasına bakmayı göze aldığı için, düzensiz düğümlerin uçlarındaki tel tel olup sarkmış iplikleri gördüğü için.
Bazı bireylerin yaşamlarını neden deneyimi yapı ve dile dayanarak yorumlama olgusuna adamış ol­dukları bir sır olarak kalmalı. Bu, yaşam için bir al­ternatif değildir; yine de, yaşamdan bir kaçış da de­ğildir, yaşamın kendisidir: Fakat yaşam tuhaf bir parlaklıkla kaplanmıştır; kişi, sanki tam anlamıyla şimdiki zamanda yaşıyordur ve yaşamıyordun Freud'un -büyük bir olasılıkla kendi gizli takıntısı ve kendi derinliklerinin sesi olan-sanatçıların şöh­ret, güç, zenginlik ve kadınların sevgisini kazanmak için sanatla uğraştıkları varsayımı, kazanılan bu gibi ganimetlerin sanatçının çabalarını yoğunlaştırdığı gerçeğine ve bu çabadan ayrı olarak, yaşamda karşı­lığında ödül verilmeyen daha fazla şey bulduğuna neredeyse hiç işaret etmez. Öyleyse bu yorumlama içgüdüsü, insanın içinde titreşip duran gelip geçici düşünceleri kolay akla gelmez "transandantal" bir idealin hizmetinde dilin göreli kalıcılığına dökmesi ve kendini yıllar boyunca saplantı yaratan bir işe adaması, neden her durumda kesinlikle yanlış anla­şılacak ya da neredeyse hiç saygı görmeyecektir? Tüm sanat yapıtlarının metafor ya da metaforik ol­duğunu varsayarsak, metafor güdüsü gerçekte ne­dir? Bir güdü var mıdır? Ya da, aslında, metafor var mıdır? Kişi sonunda, koşulsuz bir güvenle, herhangi bir sanat yapıtı üzerine -neden bazı insanları derin­den, karşı konulamaz bir biçimde ve çoğu zaman da yaşamlarını değiştirecek ölçüde etkilerken, bazıları için pek de değerli olmadığı üzerine- konuşabilir mi? Bu noktada okuma sanatı yazma sanatından çok da farklı değil; çünkü onun en yoğun hazları ve acı­ları da gizli kalmalı, başkalarıyla paylaşılamaz. Gizli ilgilerimiz, kendimiz için bile gizli kalmalı... Bazı sanat yapıtlarına âşık oluruz, tıpkı açık seçik bir ne­den olmadan bazı insanlara âşık olduğumuz gibi.
*  * *
Tarihteki herhangi bir yazar kadar bolca onurlan­dırılmış olan Thomas Mann, yaşamının son yılında, 1955'te yazdığı bir mektupta iğneleyici bir üslupla, Hans Christian Andersen'in masalı “Yiğit Kurşun Asker'e yaşamı boyunca hayranlık duyduğunu söyler. [Hans Christian Andersen, Andersen Masalları, çev.: Selma Koçak, Doruk Yayıncılık, İstanbul, 2003.]  "Temelde," der Mann, "o benim yaşamımın simgesiydi." (Mann'ın yaşamının simgesi nedir? An­dersen'in oyuncak askeri güzel bir dansçıya, kâğıttan kesilerek yapılmış bir bebek figürüne beyhude bir aşkla bağlanır; kaderi, bir çocuk tarafından zalimce, belki de gelişigüzel bir biçimde ateşe atılmak ve eri­yerek "kurşundan küçük bir kalbe" dönüşmektir.) Çoğu Andersen masalı gibi yiğit kurşun asker de, çocukluğa özgü basitliğin taklit edildiği bir dille an­latılsa da, bir çocuk öyküsünü andırmaz; Thomas Mann'ın masala duyduğu yakınlığın nedeni, masa­lın şu sözlerle başlamasından anlaşılabilir: "Bir za­manlar, eski bir kurşun kepçeden hepsi kardeş olan yirmi beş kurşun asker doğdu; silahları omuzların­da, başları dimdikti. Mavi-kırmızı üniformalarıyla hiç de fena görünmüyorlardı... Askerler birbirine tı­patıp benziyordu. İçlerinden yalnızca biri diğerlerin­den farklıydı. Onun ikinci bacağı için yeterince kur­şun kalmadığından tek bacağı vardı. Tek bacağı üzerinde de olsa, diğerleri gibi dimdik duruyordu. İşte, okuyacağınız bu şaşırtıcı masal onun başından geçenleri anlatır."
*  * *
"Sanatçı başarısızlığa gizliden gizliye âşık mı­dır?" diye sorulabilir.
"Başarı"da tehlikeli olan bir şey mi var? Sonlu ve sınırlı, bir anlamda tarihsel bir şey: Çabalamadan sürtüşmeye ve elde etmeye geçmek. İnsan, başarının verdiği zehirleyici mutluluk duygusunu, her ne ka­dar uzun süreli ve tatmin edici olmasa da, tatmış olan Nietzsche'yi, psikologların en etkileyicisini bir kez daha anımsıyor: Mutluluktaki tehlikeden sakı­nın! Şimdi dokunduğum her şey güzelleşiyor. Şimdi karşıma çıkan her tür yazgıyı severim. Kim benim yazgım olmak ister?
Yine de yazar, başarısızlığı tamamlanmamışlığın ve risk almanın bağımlılık yaratan doğası kadar sevmez. Bir sanat yapıtı kendi benzersiz "ses"ini ka­zanır ve sonra da onu talep eder; sanat yapıtı kendi bütünlüğünü dayatır; Gide'in Defter'de belirttiği gibi sanatçı, "anahtarı yalnızca kendisinde olan özel bir dünya"ya gereksinim duyar. Sular seller gibi akıp giden bir çalışmanın ortasında ciddi bir hastalığa yakalanma ya da ölme korkusu fazlasıyla gerçektir, bundan kuşku duyulamaz; burada apaçık bir çeliş­ki varsa da (tamamlamaktan korkulur; "ölümden sonra basılacak bir yapıt" olasılığından, dolayısıyla da bitirilmemiş bir çalışmadan korkulur), bu çelişki büyük bir olasılıkla sanatsal inisiyatifin kalbinde yatar. Yazar, kendisini yumurtalardan oluşan hassas bir piramidi taşıyormuş gibi taşır çünkü kendisi de aslında böyledir; her an düşme ve zeminin üstünde parçalanıp rezil bir dağınıklık yaratma tehlikesi altındadır. Ve hiç kimsenin, hatta "duygularını en çok paylaşan" yazar ahbaplarının bile onun zekice amaçlarını bilmeyeceğini ve yaşasaydı mutlaka ta­mamlamış olacağı büyük yapıtı görmeyeceklerini peşinen anlar.
Riske, tehlikeye, gizeme, ruhun dengesizliğine duyulan ilgi; hüzün için duyulan şiddetli istek, sıkı­şan sinirler, henüz söylenmemiş olan; uykusuzluk eğilimi, kendisine hayranlık duyanlardan gizlenmesi gereken geçmiş benlikler ve geçmiş yaratılara katlanamamak -sanatçı neden böylesi uç noktaların çeki­mine kapılır, neden biz de onunla birlikte kapılıp gideriz? İşte birçoklarına göre sahibinden umulma­yacak kadar açık yürekli ve tutkulu bir ses:
Pek azımız bazı günler şafak sökmeden önce uyan­mamış olur; riiyasız geçen ve bizi neredeyse ölüme tutkun eden gecelerin birinden sonra ya da korku ve eciş bücüş bir neşe kaynağı olan o gecelerden biri, gerçekliğin kendisinden de korkunç olan haya­letleri beynin odacıklarından çekip alarak önüne katıp süpürürcesine götürdükten sonra. Gece, tüm grotesk yapıtlarda gizliden gizliye varlığını sürdü­ren o capcanlı yaşamla dolup taşar ve gotik sanata kendi tükenmez canlılığını verir... İnce loş tülbent peçe peçe kaldırıldıkça nesnelerin biçimleri ve renk­leri aşama aşama yenilenir ve şafağın yıllanmış bir resim içinde dünyayı belirginleştirmesini izleriz. Donuk figürler sahte hayatlarını geri alır... Hiçbir şey değişmemiş gibi görünür. Gecenin düşsel karanlığının ardından, bildiğimiz gerçek yaşam geri gelir. Bıraktığımız yerden yeniden başlamak zorun­dayız, kalıplaşmış alışkanlıkların aynı usanç verici döngüsü içinde dönüp dolaşabilmek için ihtiyaç duyulan sürekli enerjinin neden olduğu berbat duygu üzerimize siner ya da, olur ya, bir sabah göz kapaklarımızı karanlıkta farklı bir biçimde yeniden yapılanmış bir dünyaya açarız... geçmişe ya da ne olursa olsun herhangi bilinçli bir zorunluluk ya da pişmanlığa çok az yer veren veya hiç yer vermeyen bir dünyaya... İşte bu gibi dünyaların yaratılması, Dorian Gray'e yaşamın asıl gayesi gibi geliyordu.
Kuşku götürmez bir biçimde yürekten gelen bu gözlemin Wilde'ın büyük romanında neredeyse his­sizleştiren bir zekânın ürünü olan bölümlerle ve Bunyanvari bir doğanın ahlaki olarak uygun hale getirilmesiyle desteklenmesinin gerekmesi, onun tu­haf dokunaklılığından bir şey götürmez: Çünkü bu­rada Wilde'ın kurnazlık ya da yapmacıklık sergile­meden konuştuğu, Wilde'ın tasarladığı alegori için­deki az çok mekanik rolünden bir anlığına özgürleş­tirilen Dorian Gray'in, aslında kendisini kendisine açıklamak için bize ait maskenin şeffaflığına görünmezliğine-kavuştuğu hissedilir.
Başaramayacak mı, Başarabilir mi? ile kıyaslanınca pek de yerinde bir soru değil kabul edelim ki ruh­sal açmazlar ve dünyevi bir kuşkuculuğa bağımlılık, sanatçının "çalışma yaşamı"nı oluşturan gelenekler, alışkanlıklar ve batıl inançlara dayanan alışılagelmiş çalışma yöntemleri sistemiyle (belki de gülünç ola­cak kadar) çelişir. (Sanatçıların özel sistemleri üzeri­ne, gündelik yaşamı gönüllü ya da gönülsüzce idare edilebilir kılan o strateji dizileri üzerine bir çalışma yapılmalı. Burada, sanıyorum, tamamlanmamış Bü­yük Dinlerin yaratıcı ve bambaşka bir karışımını to­hum halinde bulabiliriz denge ve frenler, ödüller ve tabulardan oluşan, bir sanat yapıtı kadar müşkül­pesent bir sistem. Bir yazar, asla başka bir yazara Kitabınızdaki önemli temalar nelerdir? diye sormaz; Ça­lışma gündeminiz nedir? diye sorar çünkü elbette şifreli olan bu soru, aslında Siz acaba benden daha mı çılgınsınız? ve ayrıntılara girecek misiniz? demeye getirir.)
Varış noktasına nasıl ulaşılacağı (hem hüneri hem de emeği içerdiği için), en sonunda varış noktasının ne olduğundan her zaman daha çok merak uyandı­rır. Sanatçıların, sanatlarına "ahlak" denilen şeyden daha çok değer veriyor gibi görünmeleri, her zaman ahlakçıların sıkıcı argümanı olagelmiştir; fakat sa­natçı, tanımı gereği (sırf -bundan kuşku duyulabilir mi?- uyumadığı tüm saatleri ve uyuduğu saatlerin çoğunu o sanatsal panorama içinde geçirdiği için), sanatının topluma dönük yönlerinden çok içedönük boyutları üzerine kafa yoran kişi değil midir?
Çoğu romancıyı tanımlayan, düşsel ile pragmatik olanın tuhaf karışımı, Joyce'un Ulysses'in çeşitli biçemlerine karşı olan tutumu ve kendi kendilerinin parodisi olan kayda değer o coşkun seslerde örnek­lenir: "Bana kalırsa tekniğin 'doğru' olup olmaması neredeyse hiç önemli değil; teknik, benim için üze­rinde on sekiz bölümü askerler gibi sert adımlarla yürüteceğim bir köprüdür ve bölüğümü bir kere dizdiğimde, hiç umurumda değil ama karşıt güçler köprüyü göklere uçurabilir." Eleştirmenler, dikkatle­rini Ulysses ve Odysseia arasmdaki ustaca kurulmuş ilişki üzerinde yoğunlaştırsa da, Joyce'un seçtiği kla­sik yapı belirli bir derecede keyfidir; Joyce -sözgeli­mi Peer Gynt ya da Faust'ta kullandığı- başka bir ya­pıyı da seçebilirdi. Bir yazarın belki de en şaşırtıcı çıkmazı, yapıtının sırrını keşfetmek için çabalamasıdır; yazar, yapıtı hakkında kolayca konuşamaz çün­kü kurguyu yazmak zorunda olan kişi haline gelme­den önce o kurguyu yazamaz: ve kendini sürecin, çalışmanın, kurgu yaratmanın buyruğu altına ver­mezse o kişi olamaz. Bu da kişinin uykusuzluğun, başaramamakla ilgili kalıcı bir duygunun, tepetaklak düşmek üzere olan yumurta piramidinin, bir nefesle dağılacak oyun kâğıtlarından yapılmış evin bağımlı­sı olmasının nedenidir. Stanislaus Joyce, duygularım açığa vurmadan, 1907'de günlüğüne şöyle yazar: "Jim, yazarken zihninin olabildiğince normale yakın olduğunu söylüyor."
*  * *
Fakat benim durumum, ayrıntılarına bakıldığın­da, en nihayetinde örtünün yalnızca arka yüzü.
Konuyu yeniden gözden geçirelim: Acaba başa­rısızlıkta -en melankolik deneyimlerin bile değer, gelişim, derin anlam deneyimlerine benzeyene dek ters yüz edilmesinin bir yoluzaman zaman oldukça gerçek bir avantaj yok mudur? Henry James'in bir oyun yazarı olarak olağanüstü biçimde başarısızlığa uğramasının en az iki sonucu vardır: Bu durum, si­nirsel bir çöküşe katkıda bulunmuş ve onun kendisi­ne uygun olmayan bir kariyerden sapıp (tiyatro an­layışı çok görkemli bir "edebilik" ve hırsa sahip ol­duğundan değil, dramatik arzuları çok gelenekçi ve sıradan olduğu için), göreli başarısızlığın ferahlığına erişmesini sağladı. Herkesçe bilinen Guy Domville felaketinden sonra defterine şöyle yazar: "Eski dolmakalemimi -tüm o eski unutulmaz çabalarımın ve kutsal uğraşlarımın kalemini-yeniden elime alaca­ğım. Kendime –bugün-daha fazlasını söylememe gerek yok. Büyük, dolu ve ulu bir gelecek önümde hâlâ açık. Gerçekten de şimdi hayatımın yapıtını ya­zabilirim. Ve yazacağım da." What Maisie Knew, The Azvkward Age, The Ambassadors, The Wings of the Dove, The Golden Bozul James'in yaşamının yapıtları. Bun­lar, Londra tiyatrosundaki başarının yerini alabilir ya da o başarıyı gereksiz hale getirebilirdi.
*  * *
William ve Henry'nin küçük kız kardeşleri Alice James, Henry'nin itirafına göre "kızların hemen he­men hiç şansı olmadığı" bir ailede dünyaya gelmişti. Alice, hayranlık uyandırıcı Günce'sinde kabul ettiği gibi, çeşitli başarısızlıklarla dolu bir kariyer yapmış­tı: yetişkin olmayı başaramama, geleneksel anlamda "kadın" olmayı başaramama, hayatta kalmayı başa­ramama -ki bu üzerimizde olağanüstü bir inatçılık olarak etki bırakır-. (Alice kırk üç yaşında göğüs kanseri olduğunu öğrendiğinde, iyi talihini büyük bir coşkunlukla güncesine yazar: çünkü uzun ve kuşkulu hastalık kariyeri, artık somut, inkâr edile­mez ve öldürücü bir şekilde doğrulanmıştır.)
Alice sonsuza kadar sedirinde yatar. Bayılma nö­betlerinin, kasılmaların, histeri krizlerinin, hareket ettirmeyen gizemli acıların ve omurilik nevrozu, kalp komplikasyonları, romatizmal gut gibi, 19. yüz­yıl kadın hastalıklarının "masum" kurbanı olan Ali­ce. Fazlaca bir ailevi dikkatin odak noktası, yine de kimsenin ilgi odağı olmayan Alice. Sedirinde uzan­mışken, toplumsal yaşamda, erkeklerin, tarihin dün­yasında bir değeri yoktur. O sayılmaz; o hiçbir şey­dir. Yine de ağabeylerine ancak ölümünden sonra gösterilen Günce'si, merhametsiz bir göz, yanılma­yan, keskin bir kulak, cinlikte "Harry'le" (Henry'le) aşık atan, hatta hicivli ve zaman zaman da zalim mizahıyla Henry'i oldukça aşan yeteneğini gözler önüne serer. Alice James'in yatalaklık kariyeri, onu her şeyden mahrum bıraksa da, paradoksal bir şekil­de de hiçbir şeyden mahrum bırakmaz. Günce'nin zaferi, farklı bir edebi sesin zaferidir; bu ses Virginia Woolf'un ünlü güncelerinin sesi kadar değerlidir.
Sanırım ne olduğuyla ilgili yazma ya da ne olmadığıyla ilgili yazma alışkanlığına dalarsam, katlan­dığım bu yalnızlık ve soyutlanma duygusundan biraz olsun kurtulabilirim... Notlarımı çiziktirmek ve yoğunluğu (açıklığa kavuşturmak adına) oku­mak ve içerideki biçimsiz kitleyi şekillendirmek. Yaşam akıl almaz şekilde zengin görünüyor.
Yaşam akıl almaz şekilde zengin görünüyor yazarın, sanatçının dış koşullara karşın, ani haykırışı.
Hastalıklı kimse hastalıklı olarak kalır. Zafer ka­zanmış bir biçimde genç ölür. Alice, bir hemşire ken­disiyle bu açmaz hakkında konuşup derdini paylaş­mak istediğinde günlüğüne, yazgının herhangi bir yazgının -yazgı olduğu için-, büyüleyici olduğunu, bu nedenle de acımanın gereksizliğini not etmiştir. İnsan acı çekmek için doğmaz fakat acıyla baş etme­lidir, acıyla uzlaşmayı sağlayacak seçimler yapmalı ya da yollar bulmalıdır.
Her yorumcu, tutucu bir biçimde, kendisini Alice üzerine yargılar öne sürmek zorunda hisseder. Sanki Günce edebi değeri olan bir belge değilmiş gibi, sanki edebi ve tarihsel ilgi uyandırma konusunda, çoğu kadın ve erkek çağdaşlarının yayımladıklarına üstün gelmemiş gibi. Birinin yeteneğini anlamayı "başaramamak", içeriden bakıldığında çok farklı görünebi­lir. Hatırlanmalıdır ki -birçok gözlemcinin de inan­dığı gibi- James ailesinde "ilginç bir başarısızlık apaçık bir başarıdan daha değerlidir."
Alice James, her durumda "Alice"i, belki de kur­maca olan bu kişiyi, harikulade unutulmaz bu sesi yaratır. İtiraz etmeden ölüme saplanıp kalan Alice'tir; şu sözleri dile getiren Alice'tir: "Açıkça söyleyebili­rim ki, yaşamını beş yastığa ve üç şala muhtaç halde geçiren bir insanın bir anda intiharların en özensizini gerçekleştirmek için geçerli bir nedeni vardır."
*  * *
Cyrill Connolly'nin ağıt tarzında yazdığı The Utıquiet Grave: A Word Cycle by Palinurus adlı "savaş kitabı"nda acı bir sona mahkûm edilmiş olan karan­lık Palinurus karakteri, kendi intiharını "tasarlaması­na" (bu sözcük hiç bu kadar gerekçeli olmamıştı) ve nihayetinde de kabul etmemesine bir vesile olarak, yaşlanmanın melankolik fakat güçlendirici bilgeliği üzerine derin bir biçimde düşünür. Palinurus, Aeneas’ın efsanevi kaptanı, otuz dokuz yaşındaki Connolly için kendi ikircikliğinin bir imgesi haline gelir. Kişisel durumlarla ilgili "sözcük dizisi"nin yazıldığı Londra'nın 1942 sonbaharı ve 1943 sonbaharı arasın­daki belirli tarihsel bağlam anımsanmazsa Con­nolly'nin ikircikli durumu, "nevrozlu" ve kendi kendine zarar veren bir niteliğe sahip olarak tanım­lanabilir. The Unquiet Grave, ebedi bir başkalaşmanın güncesidir; lirik bir epigram, fikir, paradoks ve betimleyici paragraflar topluluğudur; Horatius ve Vergilius'dan Goethe'ye, Schopenhauer'a, Flaubert'e ve diğerlerine, Avrupa yazınının ustalarının, Palinurus' un derin düşüncelerinin sesleri olarak kullanıldığı basmakalıp bir kitaptır. Palinurus, kısaca, merhamet için olduğu kadar intikam için de haykıran bir yazgı­dan ıstırap çeker:
Palinurus, Aeneas gemisinin yetenekli kaptanı, uykusundayken denize düştü; üç gün boyunca şiddetli fırtınalara ve dalgalara maruz kaldı, en sonunda da Velia yakınlarındaki deniz kıyısına vardı. Orada vahşi yerliler, giysilerini almak için onu öldürdüler. Cesedi deniz kenarında öylece gö­mülmeden bırakıldı.
Connolly'nin ölümün baştan çıkarıcılığı üzerine derin düşüncelere dalması resmi bir kabul töreni­ne, cehenneme doğru bir düşüşe, bir arınmaya, bir çareye dönüşür çünkü "Palinurus'un hayaleti sakinleştirilmelidir". Kırkına yaklaşırken Connolly, "Palinurus'un kendini beğenmişliğinin, can sıkıntısı­nın, suçluluk duygusunun ve vicdan azabının leşini başka bir on yıla" atmaya hazırlanır. Palinurus'un evliliği başarısız olmuştur, sevdiği Fransız kadın savaşın sonunda ondan ayrılmıştır, belki de dünya onun bildiği gibi sürmeyecektir. Afyon içiciliğinin bedelini göz önünde tutar, dört arkadaşının son gün­lerdeki intiharları üzerine kara kara düşünür, kayıp Cennet'ten ümidini keser ve kendini değişmiş olma­sına rağmen açıkça sürüp gitmekte olan bu dünyaya uyum sağlamaya zorlar. Sözcük dizisi, Palinurus'un bu yazgıdaki suç ortaklığının dikkatli bir çözümle­mesi aracılığıyla, mutluluğun erdemlerinin oldu­ğundan daha önemsiz gösterildiği bir savunmayla son bulur.
Bir mit... değerli bir psikolojik yoruma sahip bir mit olarak Palinurus, hiç kuşkusuz başarısızlığa karşı bir istek ya da başarıya karşı bir tiksinti duyar, içinde son dakikada her şeyi bırakma arzusu ve yalnızlığa, kimsesizliğe, tanınmazlığa karşı bir öz­lem vardır. Büyük yeteneğine ve göze çarpan top­lumsal konumuna karşın zafer anında görev yerini terk eder ve bilinmeyen kıyılara gitmeyi yeğler.
Connolly, başarısızlığa ve inatla ölüme duyduğu eğilimi yalnızca Palinurus'un bu bilinmeyen kıyılara gitme düşüncesine sistemli olarak dalıp gittiğinde reddeder: The Unquiet Grave başarısızlık duygusunu paylaşma biçimiyle eşsiz bir yapıt olarak başarı ka­zanır.
*  * *
Erken gelen başarısızlık, başarısızlık şeklinde ni­telenebilecek çok az yayımlanmış olma "başarı"sı ve boyuna yinelenen düş kırıklıkları, James Joyce'un kendisi gibi olmasını sağlamış olabilir: Bu faktörler, onu hiçbir şekilde aciz kılmamıştır.
İlk roman denemesi Stephen Hero'yu ele alalım; tutkuyla yazılmış, gençlere yaraşır, gençlere özgü enerji ve naif içgüdülerden kaynaklı kusurları bu­lunan, ana hatlar ve biçem bakımından geleneksel fakat yine de -D.H. Lawrence'ın ilk romanı The White Peacock (Beyaz Tavus Kuşu) kadar göze çarpacak ölçüde umut verici olmasa da"umut verici" olarak tanımlanabilecek olan bu yapıt, parça parça fakat bütünüyle bir "ilk roman" şeklinde okunabilecek bir çalışmadır. Joyce, kendini Stephen Hero'yu yayımla­yabilecek bir konumda bulmasa ve diğer yayımcılık deneyimleri de daha az cesaret kırıcı olmasaydı A Portrait of the Artist as a Young Man'i (Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi) oluşturan malzemeyi çoktan kullanmış olurdu ve o büyük roman yazıla­mazdı. Olaylar geliştikçe Joyce, geri çekildi ve bir başyapıt yazmak için kendine on yıl süre verdi: Böy­lelikle Stephen Hero'yu, ilk karalamasını hammadde olarak kullanıp üzerine dil aracılığıyla cila çekerek tümüyle yeniden yazdı. Stephen Hero karakterleri ve görüşleri tanıtır, bir öykü anlatır: Sanatçının Portresi dil üzerinedir, dilin kendisidir, yaratıcısının kendi dehasının boyutlarını ve derinliğini keşfettikçe yaz­makta olduğu bir portredir. Stephen Dedalus'un "gebe ruhu", bireyselliğini ve meydan okuyan gü­cünü roman ilerledikçe kazanır; hatta en sonunda kendi güncesinin anlatımı aracılığıyla romanın izle­diği yolu değiştirip yazarın elinden birinci tekil kişi anlatımını çekip alarak bir çeşit özerklik elde eder. Joyce, sıradan ve belki de bayağı olan bir malzemey­le dilimizin en özgün yapıtlarından birini yaratmış­tır. Dubliners’ın (Dublinliler) yayımlanması o kadar feci bir etki yaratmasaydı da bu "umut veren" genç İrlandalının ilk romanının ardından bir yaygara kopsaydı, hemen sonraki yıl bir Stephen Hero uyar­lamasının yayınlanacağı düşünülebilirdi, çünkü Oda Müziği şiiri (Joyce'un ilk kitabı), rasgele bir ölçüyle yazılmıştı ve hiç şüphe yok ki James, o zamanlar he­nüz kendi yapıtlarının yeterli bir eleştirmeni değildi çünkü her zaman olduğu gibi şu veya bu şekilde para kazanmaya ihtiyacı vardı. Eğer Stephen Hero yayımlansaydı Portre yazılamazdı; Portre, özellikle de Portre'nin sonuç bölümü olmadan Ulysses'in baş­langıcını akla getirmek güç... Demek ki en azından öyle görünüyor, insan geçmişe bakarak düşünür. Yapıtlarının benimsenmemesi James Joyce'a güven veriyordu. O, erkek kardeşi Stanislaus'un dediği gibi "başarısızlığa sıkıca kök salmış olan bükülmezlik"ten hoşlanıyordu.
Olasılıklar sayısızdır. D.H. Lawrence'ın büyük romanı The Rainbow (Gökkuşağı) en olağandışı haka­retlere maruz kalmasaydı da (bir dergide bir eleştir­men, "Kötücüllüğün ve müstehcenliğin her türlüsü bu sayfalarda dile getirilmiştir," der. Başka bir eleş­tirmen ise, bu romanın, "Var olma hakkı yoktur," der) bunun yerine alışılagelmiş popüler bir yazgının tadını çıkarsaydı, Lawrence’ın öfkesi ve nefretiyle körüklenen Women in Love (Âşık Kadınlar) nasıl ya­zılabilirdi ki? Peki, İncil öğretileriyle ilgili olan Lady Chatterly's Lover’ın (Lady Chatterly'nin Sevgilisi) fark­lı farklı uyarlamalarına ne demeli? Başka bir evrende (çeşitli biçimlerde Swinbume'ü, Eliot'ı ve başkalarını yersizce kendine örnek alan) "başarılı" bir William Faulkner şiiri vardı; Faulkner'ın özgün olmayan ilk romanları bir Hemingway taklidi olan Soldiers Pay (Aşk ve Ölüm) ve bir Huxley taklidi olan Mosquitoes (Sivrisinekler) göze çarpan ölçüde toplumsal ve ti­cari başarı getirmişti. Belki de bunun sonucu olarak Faulkner'ın kendi sesi hiç ortaya çıkmamıştır (çünkü Faulkner paraya ihtiyaç duyduğunda -ki her zaman paraya ihtiyaç duyardımümkün olduğunca çabuk ve pratik bir biçimde yazardı). Önemli, kendine özgü ve zor romanlarının (The Sound and the Fury -Ses ve Öfke-, As I Lay Dying -Döşeğimde Ölürken-, Light in August -Ağustos Işığı-, Absalom, Absalom! -Abşalom, Abşalom!-) verdiği birazcık ticari umut, ona dille istediği gibi radikal deneylere girişmesi için gerekli olan özgürlüğü, geniş alanı, hatta denilebilir ki, giz­liliği sağlamıştır: Çünkü dehanın en çok talep ettiği şey, Stanislaus Joyce'un söz ettiği "kararlılık"tır.
Fakat deha, bir deha olduğunu –adamakıllı-bile­mez: umutları vardır, önsezileri vardır, öfkeye yol açan paranoyak kuşkuların acısını çeker, fakat enin­de sonunda kıyaslama yapabileceği bir tek kendisi vardır. Başarı soğuktur ve aldatıcıdır, başarısızlık insanın vefalı yoldaşıdır, bir sonraki kitabın daha iyi olacağı hissini veren uyarıcıdır, aksi takdirde neden yazalım ki? Bu güdü, kuramsalmış, hatta felsefiymiş izlenimi verebilir fakat kuşkusuz, etimiz, kemiğimiz kadar bedenseldir. Virginia Woolf, güncesinde hepi­miz adına şöyle der:
Ölmeden önce bir şeyler yazmak için duyduğum bu doyumsuz arzu, yaşamın kısalığının ve telaşının verdiği bu mahvedici his, beni tek dayanağıma bağlıyor.

Sh: 63-83

Burası (Princeton'dan aşağı yukarı üç mil uzaklıkta bir banliyö / taşra semti olan New Jersey, Hopewell Township'deki yer yer camdan duvarlı evimizin avlusundan her zaman geyiklerin teker teker, yavrularıyla birlikte ya da küçük sürüler halinde amaçsızca dolaştığı çam ağaçlarıyla, dikenli defnelerle ve Kore kızılcıklarıyla dolu alana dek uzanan ve uzun olduğu kadar geniş olmayan bir oda. Tıpkı evin geri kalanı gibi çalışma odamın duvarları da belli bir miktar camla kaplı: Şimdiki çalışma alanımda masamın bulunduğu yer, yedi pencere ve bir de tepecamı sayesinde gün boyunca parlak bir ışıkla aydınlanıyor.
1980'li yılların sonlarındaki aşırı gergin geçen iki yıllık bir dönem dışında hayatım boyunca tüm çalışma masalarım pencere karşısında olmuştur. Bir yazı işlem bilgisayarıyla çalışırken zamanımın çoğunu daima pencereden dışarı uzun uzun bakarak geçiririm; dışarıda neler olup bittiğini gözleyerek, kurarak ve düşüncelere dalarak. Sözüm ona düş ürünü yaşantının büyük bir kısmı, dikişle tutturul­madan birbirinin içine geçmiş gibi olan bu üç eylem tarafından çepeçevre sarılır. Bu, benim sık sık yapacağım sözlüğe bakma eyleminden pek de farklı değil; " bütün sabahlar böyle bir zihin meşguliyetinin mutlu sersemliği içinde akıp gidebilir. İnsanların benim "üretken" olduğumu ve zamanımın her boş anını kullanıyor olmam gerektiğini düşünmeleri bana öyle tuhaf geliyor ki. Aslında yakınlarımın da eskiden beri bildiği gibi zamanımın çoğunu pencereden dışa­rı bakarak geçiriyorum (ve bunu öneriyorum).
* * *
"Bu sadece bir dönemeç ve özgürlük, Matty!"
Emily Dickinson'ın yeğeni, Dickinsonlar'ın Massachusetts, Amherst'teki evinde şairin nasıl onu bir gün üst kattaki yatak odasına götürdüğünü ve orada başparmağı ve işaretparmağının arasında tuttuğu hayali bir anahtarla kendisini içeri kilitliyormuş gibi bir el hareketi yaptığını anlatıp durur. Sadece bir döne­meç. Ve özgürlük.
Düşünüyorum da hepimiz için böyle. İnsanın-sevgili-kendi-odası. Kişisel bir alan, bir sığınak. Robert Frost'un bilinen bir yorumunu başka türlü ifade edecek olursak kişisel alanlarımız, bir kez giri­şine yöneldik mi asla geri dönüp gitmeyeceğimiz yerlerdir.
*  * *
Oscar Wilde, uşağına göre hiçbir adamın kahra­man olmadığını söyler. Hiçbir adamın / kadının bir başınayken kahramansı / kehanetle ilgili olmadığını söyleyebiliriz.
Tanrıya şükür! Doğal güdülerimiz kehaneti kut­samak yerine reddediyor. Hepsinden önemlisi keha­nete inanmıyor.
Yazınsal ikon üzerine kehanette bulunan toplum­sal ilanlar, neredeyse her zaman utanç verici, içten­liksiz ve kestirmedir. Şairin rolü şairin sesi şairin vicdanı gibi kibirli tümcecikler, özellikle yalnızken şairin kulağında ikna edici olmayan bir tonda çınlar. "Gerçekten bu gibi şeyler söyledim mi? Neden? Top­lum önündeyken söylemiş olmalıyım."
Nutuk çekmek şiirsel değildir. Tantanalı düşün­celer ortaya atmak yazınsal değildir. Kuramlaştırmak çoğunlukla kendini yüceltmektir. Tanıtım, senin için saptanmış sınırlamalarla yapabileceğin bir şeydir.
Gene de zaman zaman kendimizi bu tür bildiriler verirken buluruz. Bu, yazarın/şairin yaşlandıkça gi­derek daha kırılganlaştığı mesleki bir kumar. Yazar/ şair, kendinden öncekilerin gittikçe artan sağırlığına oranla giderek daha fazla konuşmaya ve kehanetler­de bulunmaya başlar.
Toplum önünde toplumsal figürler haline geliriz. Ama tek başınayken olduğumuz birey "oluruz".
*  * *
Masamın üstünde can alıcı bilgi parçacıklarının ve uyarıların bulunduğu karalama kâğıtları sağana­ğının arasında her zaman görebileceğim bir yerde soluk kırmızı mürekkeple yazılı bir hatırlatma notu bulunur:
Bir yazar olarak başıma gelen her şey, benim eylemlerimle hız kazanmıştır.
Bu, su götürmez bir gerçek ve benim için işler kö­tü gittiğinde kendim dışında suçlayabileceğim hiç kimse olmadığı anlamına geliyor. Saldırgan dergi yazarları ve eleştirmenler de dahil hiç kimse!
Gerçek sanatın sınırları zorlayıcı, huzur bozucu olduğunu ve avutmadığını, gerçek sanatçının da saldırılma, alay edilme ve uzaklaştırılma beklentisi içinde olmaması gerektiğini düşünmeyi dilerdim: Sanatçı, zamanı geldiğinde kendi cezasını verir. Bel­ki de bu yalnızca bir hüsnükuruntu, kendimi temize çıkarmayı umuyorum.
Tıpkı kişisel alanımdayken olduğu gibi çalışma­larım sırasında da yenilgiyi kabullenmek zorunda­yım: Ne kadar incinirsek o kadar peşinde oluruz hayallerde avuntunun. Ne tuhaf ki, buna karşılık kendi başınalığımız içinde ne kadar çok hayali ürün verirsek, eleştirmenler ve toplumsal tepkiler yüzün­den o kadar çok inciniriz; bu nedenle de yeniden hayal gücüne sığınırız daha fazla incinmeyeceği­mize kendimizi inandırarak. Tuhaf bir döngü. Gene de anlaşılır. Nasıl bu kadar çok yazıyorsunuz? bana sıkça sorulan bir sorudur. Daha az sıklıkla sorulansa: Neden ?
*  * *
Bana göre yazmak, öncelikle anımsamaktır. Bu da yazmanın benim için, çoğu şair için olması gerektiği gibi açıkça "sözlerle ilgili" olmadığı anlamına geli­yor: gerçek dile, sayfa üzerindeki sözcüklere dönüş­meden önce sinemasal özellikler taşıyan, sahne oyu­nuna özgü, duygusal, işitsel, yanardöner ve olgun­laşmamış bir şeymiş gibi daha çok. Bazen yayımlan­mak üzere kabul edilmiş yapıtları bütünüyle yeniden yazmam yayımcıları şaşırtıyor. Çoğu kez kendimi de şaşırtıyorum, bir romanın evvelki gün bana oldukça kabul edilebilir gibi görünen bir bölümünü bütü­nüyle yeniden yazarak kendimi de çileden çıkarıyor ve düş kırıklığına uğratıyorum; daha sonraları başka bahanelerle bunları da yeniden yazıyorum. Çünkü her zaman yeni fikirlerim varmış, her zaman söyle­mek istediklerimi dile getirmenin daha makul yollan varmış gibi geliyor bana. Bu çalışmada pencereler­den, tepecamından, uyarı notlarından ve pencere kenarlıklarındaki, duvarlardaki, yerlerdeki sanat ça­lışmalarından söz ediyorum, çünkü bunlar bir bakı­ma benim yazma sürecim sırasında rastlantısal ola­rak ortaya çıktı.
Daktilo (yaklaşık olarak on sayfalık bir hafızaya, baskı kapasitesine ve disket sürücüye sahip Japon yapımı bir Swintec 1000) başındayken çok nadiren yaratırım ve gerçekte asla düzyazının içine bu şe­kilde herhangi bir şey sıkıştırmaya kalkışmam. İlk önce dili kullanmaksızın yalnızca hayal gücümde canlandırmalıyım; sonra da anımsamalıyım. Aslında zamanımın çoğunu çalışmamdan uzak geçiriyorum. Zamanımın çoğunu hareket halinde geçiriyorum. Koşarak (en sevdiğim eylem, koşarken metaboliz­mam şu ya da bu şekilde "normal" işliyormuş gibi geliyor bana), yürüyerek, bisiklete binerek. Araba sürerek (hız kontrolü önerilir) ya da arabaya binerek. Havaalanlarında, uçaklarda. Çok sıkça havaalanla­rında ve uçaklarda! Ve sabahın çok erken saatlerinde uykuyla uyanıklık arasındaki o alacakaranlıkta; sert ve dik yamaçlara, dağlara tırmanmadan önce. Bu anlar, daha sonra ne yazacağımı düşünüp bir sonuca varmaya çalışırken verdiğim perde araları; sahneleri tasarlamaya, konuşmaları "duymaya" çalışıyorum. Masa başındayken anımsıyorum, elbette tek yaptığım bu değil. Ben de korkusuz ve dinç bir şekilde başla­yabilmek için yapıtının sonunu bilmesi gereken ya­zarlardan biriyim. Kuşkusuz yapıt evrime uğrayarak gelişecektir, bir kez kök salan tüm düş ürünü yapıtlar evrime uğrar. Ama güçlü bir başlangıçtan önce son orada olmalı, en azından bilinçaltında bir yerlerde.
Hâlâ, çalışma odamı seviyorum. Orası sayılama­yacak kadar çok düşle, yarım yamalak anılarla, kara­lama kâğıtlarıyla döndüğüm yer (Emily Dickinson da karalama kâğıtlarına yazar ve onları katlayarak önlüğünün cebine koyarmış. Akşamları da odasının özgürlüğünde bu karalamalar üzerine derin derin düşünürmüş). Günün belli saatlerinde odam güneş ışığıyla dolup taşar ve çoğu zaman evin diğer kısım­larına göre daha ılımandır, tam da soğukkanlı birine göre. Evvelki gün neredeyse büyümüş bir geyik yav­rusu pencereye yaklaştı ve meraklı gözlerle bana baktı. Yavru geyiğin yüz ifadesinin alaycı ve şaşkın olduğunu düşündüm.
Bu insanoğlu ne halt ediyor ki böyle?
Neyi bu kadar ciddiye alıyor olabilir?
Kendisini değil, elbette.
Peki, ama neyi?
Sh: 141-146


Joyce Carol Oates geniş kapsamlı, tartışmalı ve Amerikalıları ilgilendiren benzersiz konuları ele al­masıyla tanınan bir romancı.
1970 Ulusal Kitap Ödülü sahibi romanı Them, Detroit'teki 1967 ırkçı ayaklanmaları betimlemele­riyle doruğa çıkar; Because It Is Bitter, and Because It Is My Heart (1990) ırklar arası bir gençlik aşkını olağan­dışı bir biçimde anlatır; Pulitzer Ödülü adayı Black Water (1992) Chappaquiddick olayının kurgusal bir temsilini boğulmakta olan genç kadının bakış açısıy­la ortaya koyar. Oates'ın Jeffrey Dahmer davasını çağrıştıran 1995 yılı kısa, tüyler ürpertici romanı Zombie, çok inandırıcı ayrıntılarla bir seri katilin ruh­sal durumunu keşfe çıkar.
Şimdi Oates, bugüne değin yazdığı en uzun ro­manı ortaya çıkarmış durumda; bu, Norma Jeane Baker'ın, bilinen adıyla Marilyn Monroe'nun kısa, göz kamaştırıcı hayatına dayanan 738 sayfalık bir destan. Oates, N.J. Princeton'daki evinde belki de kariyerinin en tartışmalı romanı olmaya yazgılı bu romanı, Blonde'u (Echo / HarperCollins, 2000) yazma amacını ve arzusunu anlattı.
Blonde'un çıkış noktası neydi? Sizi bir romanın odak noktası olarak Marilyn Monroe'yu seçmeye iten ne oldu?
OATES: Birkaç yıl önce rastlantı sonucu 17 yaşın­daki Norma Jeane Baker'ın bir fotoğrafını gördüm. Uzun, koyu, kıvırcık saçları, başındaki yapma çiçek­ler ve boynundaki madalyonla "Marilyn Monroe" ikonuna hiç mi hiç benzemiyordu. Anında tanıma hissine benzer bir duyguya kapıldım; umutla gü­lümseyen ve tam bir Amerikalı olan bu genç kız, güçlü bir biçimde bana çocukluğumun bazıları par­çalanmış ailelerden gelen kız arkadaşlarını anımsat­tı. Günlerce adeta heyecanlı bir telaş içindeydim, yakında tüketim maddesi "Marilyn Monroe" ikonu tarafından boğulacak ve yok edilecek olan bu kay­bolmuş, kimsesiz kıza hayat vermeliydim. Onun öyküsünün bir efsane, bir ilk örnek olduğunu dü­şündüm; bu öykü vaftiz ismi Norma Jeane'i yitirip stüdyo ismi "Marilyn Monroe"yu aldığı gün bitecek­ti. Aynı zamanda da kahverengi saçlarının rengini açarak platin sarısına dönüştürmek, bazı yüz ameli­yatlarına katlanmak ve tahrik edici giyinmek zorun­da kalacaktı. 175 sayfalık bir uzun öykü tasarlamış­tım, son satırı da "Marilyn Monroe" olacaktı. Öykü anlatım tarzı da peri masallarındaki gibi, yazabildiğimce şiirsel olacaktı.
Besbelli ki uzun bir roman yazdınız, bir uzun öykü değil. Peki, bu nasıl oldu ?
OATES: Yazarken "uzun öykü" tipik bir biçimde daha derin, daha zorunlu ve destansı bir hayatı ele geçirdi ve standart uzunlukta bir roman olacak ka­dar genişledi. Genelde bu durumlarda "nasıl olursa" öyle oldu. Blonde'un birkaç biçemi var ama bunlar­dan hâkim olan peri masalı / gerçeküstü biçemden daha çok ruhbilimsel gerçekçilik. Roman, konusu ge­reği ölümden sonra yayımlanan bir anlatı.
Uzun öykü biçimini terk ettikten sonra, hayatın karmaşıklıklarına uyum sağlayabilecek bir "destan" biçimi yarattım. Niyetim, en az Emma Bovary kadar kendi zaman ve mekânının simgesi olmuş bir kadın portresi yaratmaktı (Elbette Norma Jeane, aslında Emma Bovary'den daha karmaşıktı ve hiç kuşkusuz daha hayranlık vericiydi).
Sizi böylesi alışılmamış bir bakış açısıyla, Norma Jeane'in bakış açısıyla "ölüm ardından yayımlanan bir anlatı" yazmaya iten şey neydi?
OATES: Bu yanıtlaması zor bir soru. O ses, bakış açısı, paradoksal görünüm, mitsel uzaklık: Tüm bu araya mesafe koyan tuhaf izlenimler, hayatının kıyı­sındaki, yok olmanın eşiğindeki bir bireyin kendi geçmiş hayatını düşünürken hissedebileceklerine yakınlık duymama neden oldu. Sanki bir peri masa­lındaymış gibi o kişiye özgü hayat, "gelecek kuşak­ların soyut ve ortak bir malı haline gelir. Norma Jeane ölür, oysa "Marilyn Monroe", o rol, o karışım, o hileli oyun sürüp gidecekmiş gibi görünür.
700'den fazla basılı sayfa, bu sizin en uzun romanınız ama orijinal metniniz bundan daha da uzun 1400 sayfa. Neden romanı bu kadar esaslı bir şekilde kısalttınız?
OATES: 1400. sayfaya gelindiğinde roman kısal­tılmak zorundaydı ama cerrahi bir müdahaleyle ori­jinal metinden çıkarılan bazı bölümler ayrıca yayım­lanacak. Hepsi de Norma Jeane'in canlı, organik ha­yatından kesitler. Bana göre Norma Jeane'in dili her nasılsa "gerçek".
Gene de bu kadar uzunluktaki bir roman bir so­rundur. Yardımcıma göre kitabın hakları, Japonca hariç "hemen hemen bütün diller"e satıldı; eğer roman Japoncaya çevrilseydi kitabın üçte biriyle yarısı arasında bir oranda tekrar uzayacaktı. Sözgelimi Almancası yeterince kaim olacak zaten!
Bir yıldan kısa bir süre içinde bu koca romanı yazdınız ve kapsamlı bir şekilde tekrar gözden geçirip düzelttiniz. Zorlu bir yazma deneyimi olmalı.
OATES: Geriye dönüp baktığımda düşünüyorum da bu deneyim, sıkıntısını hafifletmek isteyeceğim bir şey değildi. Ruh çözümsel terimlerle ifade eder­sem -elbette kendimizi "çözümleyemesek" de- ina­nıyorum ki ben çok saplantılı bir biçimde Norma Jeane Baker'a hayat vermeye ve bu hayatı sürdürmeye çalıştım, çünkü o benim kendi deneyimimde ve öyle umuyorum ki Amerikan hayat tarzında belli başlı “hayat-öğeleri"ni temsil eder hale geldi. Yoksulluk içinde doğmuş ve önce babası tarafından, er geç de annesi tarafından reddedilmiş olan genç bir kızın sanki bir peri masalındaymış gibi "Sarışın Prenses" haline gelmesi ve ölümünden sonra "20. yüzyılın seks sembolü" olarak göklere çıkarılması ve böyle­likle de başkalarına milyonlarca dolar kazandırması- gerçekten de çok hazin, çok paradoksal.
Roman evrime uğrayıp gelişirken yazma sürecini tanımlar mısınız?
OATES: Böylesi uzun bir romanda anlatı sesinin tutarlılığını ve akıcılığını korumak gerekliydi. Hiç durmaksızın geriye dönüyor ve yeniden yazıyor­dum, 200 sayfalık son aşamaya geldiğimde sesin tu­tarlılığını sağlama bağlamak için eşzamanlı olarak romanın birinci sayfasından 300. sayfasına kadar olan bölümü yeniden yazmaya başladım (Oysa Nor­ma Jeane yaşlandıkça ses de değişiyordu). Doğrusu bu tekniği tüm romancılara öneririm, kısa yapıtlar üzerinde çalışırken bile. Bu, bir bahçıvanın toprağı havalandırmasına benziyor.
1960'lı yıllardan itibaren bazı tanınmış yazarlar -Capote, Vidal, Mailer, DeLillo ve başkaları- tutkuyla yazdık­ları romanları ünlü, bazen de ünlü olmayan tarihsel figür­ler üzerinde odaklaştırdılar. Siz, Blonde'un da bu "kur­maca olmayan roman" geleneğine dahil olduğunu düşü­nüyor musunuz?
OATES: Bu sınır çizgisi, sözün gelişi kurmaca karakterlerle bir araya getirilmiş canlı, özgün "ger­çek insan" betimlemeleriyle dolu olan John Dos Passos'un U.S.A.'si tarafından çizilebilir. Örneğin Dos Passos'un Henry Ford'unun, E.L. Doctorow'un Caz Müziği eserindeki cesaretle yapılmış betimleme­lerin öncülü olduğu gün gibi ortadır. Bunlardan ba­zıları "gerçek insanlar"ın ciddi tanımlamalarından çok daha oyunbaz / karikatürleştirilmiş betimleme­lerdir.
Blonde'un büyük bir bölümü açıkça kurmacadır, onun "kurmaca olmadığını" söylemek yanıltıcı ola­bilir (önsözde de açıklıyorum: Eğer tarihsel gerçek­likse aradığınız, biyografilere bakmalısınız. Onlar bile yüzde yüz yanlışsız olmayabilir ama en azından tamamen gerçeklere dayanır, oysa roman ruhsal / şiirsel gerçeklik peşindedir).
Marilyn Monroe'nun şöhretinin ve efsanesinin pırıltı­sının dikkatinizi sanatsal hedeflerinizden başka bir yöne çekmesinden endişelendiniz mi? Tamamen kurmaca bir aktris-karakter yaratarak peşinde olduğunuz "ruhsal / şi­irsel gerçekliği" oyunlaştırmak yerine onun hayatının gerçekliğinin iskeletini kullanmak bir yazar olarak size ne gibi bir üstünlük sağladı?
OATES: Hayatın içinden bazı olaylar, görüntüler ve örnek kişiler seçerek şiirsel, ruhsal, "içsel" bir gerçeklik duygusu uyandırmak istedim yoksa yal­nızca biyografik ya da tarihsel bir kitap hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Kitap yayımlanmadan önceki tepki­ler ve şimdiye kadarki röportajlar romanın duygula­rına katılan, zeki okumaların habercisi niteliğinde. Elbette başka türlü tepkiler de var ama yazdıkları­mız ne olursa olsun, ister katıksız bir kurmaca olsun, isterse tarihe dayalı bir kurmaca, öfkeli ya da hafife alan dergi yazılarıyla her an karşılaşabiliriz. Yazar sağgörüsünü korumalı, başkalarının vereceği sağı solu belli olmayan sayısız tepki yazarın aklını karıştırmamalı.
Monroe'nun hayatı ve oyunculuk sanatı üzerine kay­da değer hir araştırma yaptınız. Rol yapmak ve yazmak arasında benzerlikler kurmaya başladınız mı? Romanı yazarken Monroe'yla aranızda bir tür yakınlık olduğu duygusuna kapıldınız mı?
OATES: Yaşamöyküleri yazan / edebiyat araştır­maları yapan arkadaşlarımınkilerle karşılaştırıldığın­da pek de "kayda değer bir araştırma" değil. Daha doğrusu bir "hayat" iskeleti, taslağı oluşturdum ve onu o "dönemin hayatı"yla harmanladım. (Blonde aynı zamanda kısmen bir siyasi roman. Kızıl Korku paranoyasının yükselişi, Hollywood'daki ihanetler ve kalleşlikler; Soğuk Savaş teolojisi olarak adlandı­rabileceğimiz varsayımlar: Biz Tanrı'nın ulusuyuz, Sovyetler Birliğiyse Şeytan'ın.) Uzun romanlarımın tümü siyasi ama öyle sanıyorum ki çok da göze ba­tacak bir biçimde değil.
Tiyatronun / oyunculuğun bir insan deneyimi olarak bilince yansıması büyüleyici. Neden gösteri yapan aktöre "inanmak" isteriz, neden yapay oldu­ğunu bildiğimiz bir bağlam gerçek duygularımızı harekete geçirir? 1990'dan beri tiyatroyla oldukça il­giliyim ve hem yönetmenlere hem de oyunculara karşı derin bir hayranlık besliyorum. Norma Jeane doğuştan yetenekli bir aktris izlenimi veriyor, bunun nedeni belki de kimliğinin ruhsal bir özden yoksun oluşu. "Yaşamayı hiç hak etmediğimi düşünmüşüm­dür. Diğer insanlar gibi. Hayatımın hakkını vermek zorundaydım." Bunlar, Norma Jeane'in çalışma ma­samın bitişik olduğu duvara yapıştırdığım (uydur­ma) sözleri. Merak ediyorum, içimizden kaçı tam da böyle düşünmez ki!
Kurmaca bir bağlam içerisinde sağ insanlardan söz­gelimi, Monroe'nun üçüncü kocası, oyun yazarı Arthur Miller'dan bahsederken ne gibi kaygılar taşıdınız? Miller'la ya da Monroe'yu tanıyan başka insanlarla ilişki kurdunuz mu ya da görüştünüz mü?
OATES: Hayır, "Marilyn Monroe"yla ilgili olarak hiç kimseyle görüşmedim. Hakkında yazdığım kişi "Marilyn Monroe" değildi ki. Norma Jeane efsanevi kişiliklerle evleniyor, "tarihsel" kişilerle değil. Koca­ları arasında eski bir atlet ve oyun yazarı da var. (Eğer Joe Dimaggio ya da Arthur Miller hakkında yazmak isteseydim bu karmaşık adamlardan bahsetmek için farklı bir üslup kullanırdım. Gene de aslında oyun yazarı, sık sık içsel olarak tanıtılıyor. Kendimi açıkça oyun yazarıyla özdeşleştiriyorum ve nihayetinde de oyun yazarı, romanın son bölümünde vicdanın sesi haline geliyor. Ama Arthur Miller’ın anılarını ya da onunla "Monroe" hakkında yapılmış herhangi bir röportajı hiç okumadım.)
Monroe'nun bir aktris olarak şöhreti anlaşmazlığa meydan veriyor. Onun bir aktris olarak başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
OATES: O doğuştan yetenekli, çoğu kez de tekin­siz bir aktristi. Aktör meslektaşları, başlangıçta onu hafife aldılar ama sonraları onun filmlerdeki varlığı­na karşı korkuyla karışık saygı beslemeye başladılar; birçoğundan "daha iyi" rol yapıyordu. Tüm sanat­larda olduğu gibi filmlerde de önemli olan girdiler değil, çıktılardır. Sözgelimi rol yapma ya da yazma süreci önem taşımaz; önemli olan bu sürecin sizi nereye götürdüğü. Ve bu süreç, nihai ürünle karşı­laştırıldığında anlaşılmaz bir biçimde değersiz.
Blonde'u yazmak Norma Jeane Baker hakkındaki görüşünüzü değiştirdi mi?
OATES: Eninde sonunda Norma Jeane'in kendisi dışında bir şey ifade etmeyen, örnekleri olmayan bir model, yalnız kılınmış, özel bir duruma ait bir kişi olduğunu düşünmüyorum; onun evrensel bir figür olduğunu düşünmeye başladım. Hiç şüphesiz umut ediyorum ki benim çizdiğim portre, cinselliğin ve cinsiyetin ötesine geçiyor ve erkek okurlar da, kendi­lerini onunla en az kadın okurlar kadar gönüllüce özdeşleştirebilir. Ama intihar ettiği söylenen "tarihe geçmiş" bir kişi üzerine psikolojik bakımdan gerçek­çi bir roman yazmayı hiç kimseye önermem. Bu, tam anlamıyla çok... acı verici.
Sh.147-154
Ötekinin başına hiçbir şey gelmediği bir gerçek. Ben, ölümlü bir kadın, hayatım boyunca bilinmeyen sular­da kulaç atan bir yüzücünün telaşlı ilgisiyle hareket ettim -taraf tutmalarım azdır ama keskindir- oysa öteki yalnızca bir gölge, bir bulanıklık, göz ucuna ili­şen bir şekil. "JCO" ile ilgili söylentiler, onun tarihsel varlığı üzerine gülünç tartışmalardır; bunlar bana üçüncü elden ulaşır ve çoğu kez de tanınmaz bir hal alır. Ama yazı varken, yazar yoktur tüm yazarla­rın bildiği gibi. Onun fotoğrafına baktığımda -bana "benzerliği"ni- gördüğüm doğru ama fotoğraftan fotoğrafa bu benzerlik çok nadiren aynı kalıyor, yü­zündeyse genellikle belli belirsiz bir şaşkınlık ifade­si. "JCO" ile ortaklaşa bir isim ve yüz kullandığımı kabul ediyorum, diye öneriyor bu ifade, Fakat bu yalnızca bir kolaylık oluşturuyor. Lütfen aldanmayın!
"JCO" bir kişi değil, hatta bir kişilik bile değil ama ardı ardına gelen metinlerle sonuçlanan bir süreç. Bu metinlerden bazıları, belleğim(iz)e kaydediliyor ama bazıları da çok uzun bir süre güneşte kalmış kitap sayfaları gibi sararıp soluyor. Birçok metin, yabancı dillere çevriliyor, bu da asıl metinden uzaklaşılması anlamına geliyor zaman zaman da kitap kapağın­daki yazarın adı bile yazar tarafından tanınamaz bir hale geliyor. Buna karşın benim, "zaman içinde varlığımı sürdürmek" için "gerçek" "doğal" "maddi" olmam kaçınılmaz. Saat be saat olmasa da, yıl be yıl yaşlanmaya devam ediyorum oysa "JCO", öteki sabit bir yaşta kalmıyor ruhsal bir temelde belki de o, idealizmin ateşi ve olumsuzculuğun soğukluğu ara­sında bir yerde sonsuza kadar asılı kalmış, on sekiz­lik bir büyümüş de küçülmüş. Gene de bir sürecin -bir itkinin, bir yöntemin, zihni meşgul eden bir taş süsünün gezegenlere, "gerçek" gezegenlere uyum sağlamak zorunda olan gezegen yörüngeleri gibi— bir yaşı olduğundan söz edilebilir mi?
Hiç kimse gün gibi ortada olan bu gerçeğe inan­mak istemez: "Sanatçı" herhangi bir bireyde yaşar, çünkü "sanat"ta birey yersizdir (Hem sanat nedir ki?- gözle görülebilir bir kaynaktan doğmayan, mantık ve nedensellik ilkelerine uymayan ve zaman içinde hızla geçip giden bir ateş topu). "JCO" ara sıra ki­şisel tarihimi kazıp çıkarır ve çarpıtır; ama bunun nedeni yalnızca tarihimin yanı başında olması ve bazen de bana özgü tutumların onun tasarısına ya da simgesel olarak kullandığı bazı alışılmamış öğe­lere uygun düşmesi. Eğer sen, benim bir arkadaşım, onun bir yapıtında görünürsen kaygılanmaya gerek yok kendinizi benim sizi tanıdığımdan daha fazla tanıyamazsınız.
Aramızdaki ilişkiyi duygusal anlamda düşman­lık olarak tanımlamak yanıltıcı olur çünkü onun bedeni ve varlığı olmadığı gibi duyguları da yok: Dia-manyetik daha işe yarar bir tanımlama olacaktır; manyetik kutuplar birbirini nasıl iterse biri diğerini öyle itiyor bu nedenle irademin direncine bağlı ola­rak "JCO" beni gölgede bırakıyor ya da daha az sık­lıkla ben "JCO"yu gölgede bırakıyorum.
İkimizden biri kurban edilecek olsa bu her zaman ben oluyorum.
Ve hayatım yıllardır böylece sürüp gidiyor... rast­lantı sonucu bir adı ve sureti paylaştığım dikkat çeki­ci ötekiyle hiçbir biçimde ilintili olmadan.
Şu gerçek apaçık ki ben Onun içinden geçtiği -"o"nun içinden geçtiği- kapıyım ama başka herhangi bir kapı da aynı işlevi görürdü.
Duvarla çevrili bir bahçenin içine gi­rerken hangi girişi kullandığının ne önemi var ki?
Bir kez içeri girdikten ve kapıyı kapattıktan sonra?
*  * *
Bir defalık bu sayfaları o değil de ben yazıyorum. Ya da ben öyle olduğuna inanıyorum.
* * *
Sh: 155-157
Kaynak: Joyce Carol Oates, Bir Yazarın İnancı- Yaşam, Zanaat, Sanat-Deneme, The Faith of A Writer, Çeviri: Elif Erten, 1. Basım Ocak 2011, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar