AKLIN SOSYOLOJİK SOYKÜTÜĞÜ -Câbirî'nin Aklından Arap Aklına- Soy Akıldan Tarihsel ve Toplumsal Akla Doğru
Hzl: YASİN AKTAY
Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Bu yazının
birinci bölümünde, aklın sosyolojik soykütüğü anlamına gelecek bir yol
deneyeceğiz. Bununla aklın mahiyetinin ne olduğu veya aklın hakikate ulaşmada
bize ne kadar ve ne şekilde katkıda bulunduğu sorusuna bir cevap üretmeye
çalışmayacağız. Aslında, aklın gerçekten de ne olduğuna, bu süreçteki rolünün
ne olduğuna cevap arayan çabaların dönüp
dolaşıp metafizik çabalar olarak kalmakta olduklarına işaret edilecektir, ama
bunu kendi çabamızı bunların yerine ikame etmek için değil, aksine bu türden
bir çabanın her zaman için metafiziğe sonuna kadar batık bir çaba olduğu
iddiasını güçlendirmek için yapacağız. Akıl hakkında yapılan konuşmalar
genellikle akla bazı yüklemeler yapmak için yaparlar bunu. Aklın soy bir kavram
olarak, içeriği evrensel olarak görülebilir, kabul edilebilir ve algılanabilir
bir şey olarak görülmesi, akıl etrafındaki en evrensel olguyu oluşturuyor.
Ancak akla isnad edilen muhtevaların aynı evrensellikte ve aynı
tartışılmazlıkta olmaması, bizzat bu bile aklın kendi öz-tanımına veya
kendinden menkul bir tanıma sahip olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla aklın
gerçekten de ne söylediğini ortaya koymaya çalışan bir çaba, şimdiye kadar akıl
adına ortaya konulmuş çabaların bütün yanlışlarını gösterebilme başarısını
kaydetse bile, kendisi de akıl üzerine bir metafizik olmaktan kurtulamaz.
O yüzden biz, bu
yazıda böylesi bir çabadan ziyade, akıl hakkında insanların bir metafizik
üretme tarihiyle, tabiî ki bu yazının dar sınırlarının izin verdiği ölçüde,
ilgileneceğiz. Yani akla bir tanım ve içerik isnad etmekle insanlar nasıl bir
söylem inşâ etmeye çalışmışlardır? Bazı söylemlerini, aklı merkeze alan bir
terminolojiyle nasıl meşrulaştırmaya ve güçlendirmeye çalışmışlardır? ilh.
İkinci bölümde
ise son zamanlarda Türkçe'de kitabı yayımlanan Fas'lı yapısalcı düşünür M. Abid
Câbirî'nin Arap Aklının yapısıyla ilgili argümanlarını, yer yer Cezayirli
postyapısalcı Muhammed Arkoun'un İslâm aklıyla ilgili analizleriyle
karşılaştırarak tartışacağız.
Akıl her zaman
düşüncenin ve tartışmanın konusu olmuştur. Yaşadığımız çağı nitelemek üzere
kullanılması, daha önceleri Akıl üzerine hiç bir söylem geliştirilmemiş
olduğunu göstermez. Kuşkusuz böyle bir niteleme daha önceki çağlarda insanların
kendisinden yoksun oldukları gibi bir çıkarıma, naif bir düzeyde, zımnen imkan
verse de, aklın insanın ayrılmaz bir vasfı, diğer varlıklar arasında kendisini
temyiz etme aracı olarak sayılması bugün de dahil hiç bir çağa özgü bir tutum
olmamıştır. Çağımızın bir akıl çağı sayılması bile diğer çağlarda aklın hiç
olmadığını değil, olsa olsa aklın, insana yön verme potansiyeli olan diğer
melekeler karşısındaki önceliğine bir vurgu yapmış oluyor. Kuşkusuz burada
aklın veya akılcılığın çok naif tasavvurlarını konu dışı edebiliriz. Yine de
aklın günümüzde sosyal bilimlerin veya felsefenin odağında yoğun bir yer
tutması bir çok açıdan önemlidir. Bu herşeyden önce çağımızın aklı diğer
çağlardan görece daha çok kullandığının bir kanıtı olmaktan ziyade akla neler
yüklediği açısından çok önemli bir şeydir. Gerçek şu ki, modern çağda aklın
kendisinden çok (ki aklın 'kendi'sinin ne olduğu konusunun apayrı bir sorun
olduğu artık herkesin malumudur) aklı konu eden söylemler, gerek meşrulaştırım
gerek kimliklenme teknolojileri açısından
önemli işlevleri görmektedir.
Bu yazıda
göstermeye çalışacağımız gibi, akıl bu işlevi görmeye yaklaştıkça diğer
çağlarda veya modern sayılmayan görüşlerde aklın gördüğü işlevle olan farkını
gittikçe kapatmaktadır. En basit ifadeyle akıl, bir dünya görüşünün, bir
paradigmanın veya en kaba biçimiyle bir ideolojinin, dolayısıyla ona eşlik eden
bir yaşam pratiğinin veya siyasetinin haklılık ve meşruiyetini tesis işlevinden
hiç bir zaman sapmamıştır. Tüm meşruiyet dayanakları gibi akıl da bu işlevini
deruhte etmeye kalkıştığında kendisine eşlik eden en temel mekanizma, öncelikle
kendi konumunun pekiştirilmesi yönünde istihdam edilen bir yüceltme
edebiyatıdır. Bu yüceltme, akıl sözkonusu olduğunda genellikle kendisine
biçilen rol mutlak hakikatin, nesnel doğruluğun, veya genel olarak olması
gereken neyse onun bulunup yansıtılması beklentisine karşılık verir. Burada
sorun olan şey aklın bu hakikati bulup bulmayacağından ziyade sözkonusu mutlak hakikatin, nesnel doğruluğun
veya "olması gereken"in bu tür işlere koşulan aklın öncesinde
tanımlanmış olmasıdır. Her seferinde, ama kabul etmeliyiz ki, aklın biraz daha
etkin her kullanımının sonucunda, biraz da hayalkırıklığıyla keşfedilen şey,
aklın kendisini aşan bir referansa dayanmadan pek çalışmıyor olduğudur. Aslında,
insanlık tarihi akla bu tür rollerin tevdi edilip sonra tekrar geri alındığı
bir helezon olarak da pekâlâ okunabilir.
Akıl, düşünce
tarihi boyunca hep bir ilgi kaynağı olmayı sürdürmüş; Akıl üzerine çeşitli
söylemler geliştirilmiştir dedik. Yine de akla olan vurgusu itibariyle modern
çağı diğerlerinden hemencecik ayırmak mümkün. Çünkü yaşadığımız modernliğin
proje edildiği Aydınlanma dönemi akıl üzerine muhtemelen tarihin en zengin
literatürünün geliştiği bir hareket olarak nitelenebilir. Aydınlanma, büyük
ölçüde, ışığını akıldan alma üzerine kurulu bir sembolizme işlerlik
kazandırmıştır. En azından günümüzdeki Aydınlanma imajı, Aydınlanma dönemini
veya hareketini, insanın, hayatına yön veren temel ilkeleri, kendisini aşan
dinsel, büyüsel veya metafizik referanslardan ziyade bizzat aklına müracaat
ederek bulmayı öngören bir hareket olarak resmeder. Aklın Aydınlanma döneminde
kazandığı genel geçer anlam gerçekten de budur. Kant, "Aydınlanma
nedir?" sorusuna verdiği meşhur cevabında insanın "aklını kullanmayla
başlayan" bir "ergin olmayıştan çıkma" yoluna işaret etmişti.
"Ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını başkasının kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamayışı" diye tanımlanıyordu.[1] Bu ergin olmayış
durumuna insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde
değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak
kararlılığını ve yürekliliğini göstermeyen insanda aramalıydı. Bunlar,
Aydınlanmanın meşhur parolasına götüren ifadelerdi: Sapere aude (bilmeye cüret
et!) Aklını kendin kullanma cesaretini göster! (Kant, 1984: 213).
Kuşkusuz bu
ifadelerde, aklın kendisinin bir yol gösterici olmasından önce insanın
"kendi aklını kullanabileceği"ne dair iddia daha dikkat çekici
olmalı. Kant için deney ve bilgi öncesi kategorik bir takım ilkelerin
oluşturuculuğuna, inşâ ediciliğine yabancı değiliz. Kant, aklın naif bir
ampirizmle salt dış dünyadan algıladıklarını olduğu gibi yansıtan bir aynadan
ibaret görülmesine karşı geliştirdiği argümanlarla akla bir özerklik iddia
etmişti. Özerk akıl düşüncesi, şeylerin hiç bir zaman oldukları gibi
(kendinde/numen olarak) görünemeyeceğini, aklın önceden getirdiği
kategorilerle, algıladığı şeyleri inşa ettiğini varsayıyor. İnsan bilgisinin
imkanı da, zihnin süzgecinin şekillendirici olduğu bu sınırlarda "insana
görünen şey" anlamında "fenomen" olarak belirleniyor. Fenomene
açılan her kapıdan göreceliğin geçmesinin zorunlu olmadığı dersini ilk
verenlerden biridir Kant. Çünkü, düşüncesinde, insan bilgisinin en kesin biçimi
olarak fenomenin, yine de bütün insanlar tarafından, nesnel olarak
algılanabileceği varsayılıyor. İnsan zihninde önceden varsayılan kategori ve
ilkelerin evrensel olarak geçerli olduğu ve insan zihnini her yerde aynı
şekilde belirlediğinden, akıl için "tek yol" nosyonunun hiç bir
engeli kalmıyor. Kant'ın ahlâk felsefesi belki de bu yüzden, "kim olsa
aynı şeyi" görüp düşüneceği bir "nesnel doğruluk" düşüncesiyle
karakterize olmuştur.
Burada
görebileceğimiz bir sorun, Kant'ın akılda varsaydığı a priori kategorilerin
sınırlarının zorunlu muğlaklığıyla ilgilidir. Kant'ın mutlak, pratik ve
yargısal akıl arasında yaptığı ayırımlarla birlikte tüm bu akıllara yönelttiği
eleştirel yaklaşımının saf, katışıksız bir akıl arayışınca belirlenmesine karşın,
daha genel bir değerlendirmeyle, sonuçta ahlâk felsefesinin işine yarayacak,
bir ahlâk metafiziğinin temellendirilmesine imkân verecek bir dizayn içerdiği
açıktır. Aslında, bizzat "kendi aklını kullanmaya cesaret etme"ye
teşvik ettiği insandan beklentisi de sözkonusu ahlâk metafiziğinden türeyen,
aklınsa "zorunlu olarak telkin etmediği" bir şeydi. Kant, besbelli,
zaman zaman, özellikle meşhur eleştirilerini yürüttüğü esnada aklın
"saf/soy" halini gördüğü vehmine kapılmıştır. Ama bu vehmin, akıl ve
doğruluk iddiasına bir şekilde bulaşmış her teşebbüsün zorunlu sonucu olduğunu
da biliyoruz. Tıpkı Heidegger'in metafizik hakkında söyledikleri gibi:
Metafizik sorusu sonuna kadar metafiziğe garkolmadan sorulamaz. Nitekim, işte
biz, metafizik sorusu sorduğumuz anda metafiziğe yakalanmış oluyoruz. O yüzden
metafiziği nesneleştirme düşüncesi veya girişimi tam bir yanılsamadır
(Heidegger, 1990).
Aslında bu yazıda
Kant'ın ne kadar da yanılmış olduğunu göstermeye çalışmak gibi bir niyetimiz
yok. Başta Heidegger'inkiler ve Heideggerci çizgiye mensup olanlar tarafından
olmak üzere, yeni-Kantçılardan Habermas'a kadar bir çok felsefeci tarafından
Kant'ın bu yönüyle ilgili çokça eleştiri yapılmıştır. Onun resmetmeye çalıştığı
"soy" aklın, tarihsel ve toplumsal belirlenmişlik ihtimallerini
yeterince takdir edemediği, bu tür eleştirilerin asgari müştereği olmuştur.
Kant'ın bu ihmali kesinlikle sadece kendi kişisel düşüncesine bağlanamaz. O, bu
vesileyle çağının, "kendine yeten, iradeci, egemen özne" tiplemesiyle
nitelenen öznelci paradigmasını temsil etmiş oluyordu. Kant ve Aydınlanma aklın
genel tarihi içerisinde sıkça başvurulan istihdam tarzının en iyi örneği olarak
kayda değerdirler. Bu tarz, akıl hakkında düşünüldüğünde, Ahmet Çiğdem'in
dediği gibi, genellikle "başka bir tanımlamanın gerekmediği"
zannından kaynaklanmaktadır. O nedenle "akıl kavramı genellikle kendini
açıklayan bir kavram olarak gözükür" (Çiğdem, 1997: 54). Akıl hakkındaki
en temel veya naif düşünce biçimi, aklı, akıl dışında başka bir referansa
başvurarak açıklamaya gerek duymaz. Akıl, adı üstünde, akıldır çünkü. Aklın bu
kendinden menkul kredisi ona her zaman ideolojik kurguların vokabularisinde
merkezî bir konum sağlar. Bu merkezî/hegemonik konumu da aklın bu özelliğini
dönüp yine daha fazla beslemeye devam eder.
Kuşkusuz, akılla
ilgili felsefî tartışma kesinlikle aklı kendinden menkul bir açıklığa sahip
kabul edemez. Onu kendisini aşan referanslara başvurmadan açıklayamayacağının
farkına varmadan bir girişimde bulunamaz.
"Akıl ideası
kendisini işlevsel tanımıyla sınırlamayacağı gibi aklın metafizik tarihiyle de
yetinemez. Ne değişmez, ebedî bir öz ne indirgenebilen bir sosyo-tarihsel
karakter akıl üzerinde bir tekel iddiasında bulunabilir. Aklın tarihi, aklın
muhtevasız olarak kendi öz kavramına indirgendiği tarihteki kısmî ya da seyrek
görünümlerine götürülerek tüketilemez .... Batı düşüncesinde ... akılla insanın
aklı kullanışı arasında güçlü bir damar vardır" (Çiğdem, 1997: 55).
Buna göre,
modernliğin proje edildiği boyutuyla Aydınlanma düşüncesinde, aklın muhtevasız
olarak kendi öz kavramına indirgenmiş olduğu ve tarihteki kısmî veya seyrek
görünümlerine götürülerek tüketilmeye çalışıldığı söylenebilir. Kant'ta açıkça
görüldüğü gibi, akıl sanki tarihdışı veya toplumdışı bir öze sahipmiş gibi
düşünülmüştür. Oysa Aydınlanmanın belirli bir sınıfa, örneğin burjuvaziye
götürülebilen belirli maddî temelleri olduğu bir gerçektir. Aydınlanmacı
akılda, burjuvazinin, pazar koşullarında her çeşit dinsel veya geleneksel
etkiden bağını koparmış, kendi alışveriş tercihini kendi dışında hiç bir etki
altında kalmadan yapabilen "özerk birey" tasarımının önemli bir rolü
olduğu iyi bilinir. Nesnel akıl ideali, kaynağı ister doğadaki düzenlilik,
isterse de aklın içerdiği bazı kategoriler olarak düşünülsün, pazardaki bireyin
davranışı için evrensel bir ölçüt olarak temellendiriliyordu ki bu ölçüt
sonuçta belli bir davranış tarzını temin eden bir araca dönüşüyordu. Bir aracın
kullanılışı ise her zaman o araçtan önce onun kulanılmasına karar veren bir
başka iradeyi gerektirir.
Başlıbaşına bu
gerçek bile aklın çoğu kez ancak kendi tarihselliğini ve toplumsallığını
unutturacak veya gizleyecek bir çerçeve içinde referans oluşturabildiğinin çok
iyi bir örneğini ouşturuyor. Çünkü, her çeşit dışsal yüklemelerden arınmış,
muhtevasız olarak kendi öz kavramına indirgenebilen, soy veya nesnel bir akıl
düşüncesi konusunda Aydınlanma gerçekten de çok güçlü ve özenli bir söylem
geliştirmiş, bu konuda da bir hayli mesafe katetmiştir. Buna rağmen Horkheimer
ve Adorno'nun da yerinde tespitiyle aklın "araçsal" olarak nitelenen
bu çeşit istihdamıyla Aydınlanma negatif bir dilayektiğin işleyişine engel
olamamıştır. Horkheimer'a göre aklın bir araç olarak düşünülmesi, aklı bir araç
olmaktan bile yoksun bırakır. Mit ve geleneğe karşı çıkan aklın kendisi, bir
mit olacak ve gelenekselleşecekti. Bunun en önemli sebeplerinden biri toplumsal
pratik üzerindeki zaferini kutlayan aklın, eleştirel işlevini kaybetmesidir.
"Toplum eğer, tabiat üzerindeki tahakkümü, bilim ve teknoloji tarafından
bahşedilen rayonaliteyle emniyet altına alırsa, kendisini aklın ilkeleri
etrafında yeniden örgütlemeye muktedir görecek, ancak akla herhangi bir yer
bırakmadığının farkına varmayacaktır. Akıl adına sınırlayacak, akıl olmayan
akıl adına hüküm sürecektir. Bu süreçte rasyonalitenin, irrasyonalitenin sadece
diğer yüzü olduğu korku içerisinde keşfedilecek, akla çağıran bir rasyonalite
eleştirisi böyle bir toplumda anlamsız gözükecektir" (Çiğdem, 1997:
61-62). Max Weber'in Aydınlanmacı aklın nihâî gerçekleştirimi olarak işaret
ettiği, rasyonalleşmenin somut tezâhürü olarak bürokratik kurumların gelişimini
"demir kafes" olarak nitelediği iyi bilinir. Buna göre, akla, tarihte
yapılmış belki de en güçlü vurgu, en iyi ihtimalle "demir kafes" ler
üretmek zorunda kalmıştır. Aslında aklın kendini nesnel doğruluk ideasında
meşrulaştıran bu araçsal kullanımı Aydınlanmaya özgü bir durum olmadığı gibi,
aklın bu tarz herhangi bir kullanımının kendini bütün kafeslerden
kurtarabildiği hâlen gösterilebilmiş değildir.
Horkheimer,
Aydınlanmanın, aklı kuşatan her türlü anlatısal formu yıkma adına meşrulaşmış
olmasına karşılık giderek kendisinin de anlatısal bir içeriğe kavuşmuş olduğunu
ortaya koydu. One göre aklı her türlü metafizik yüklemeden kurtararak bir
özgürleşim ideali olarak inşâ eden aydınlanma, sonuçta akıl üzerinden çok daha
yoğun ve sofistike bir metafizik üretmiştir. Buna karşılık, Habermas ve
Giddens’ın başını çektiği neo-modernistlerin daha fazla Aydınlanma önerdiğini
biliyoruz. Çünkü bugün şikayet konusu olan konular gerek Habermas’a göre gerek
Giddens’a göre akıl ve Aydınlanmadan değil, bilakis bunların yeterince
işletilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Aydınlanmacı akıldan türeyen
modernliğin yolaçtığı tüm olumsuzluklar, akıl ve Aydınlanma’dan vazgeçilerek
değil, daha fazla Akıl ve Aydınlanma ile giderilebilecek şeylerdir. Burada
Habermas’ın akla yüklediği rol, kuşkusuz, aklı her türlü tarih-dışı ve toplum
dışı içeriğinden soyutlayarak almayı dışlayan bir roldür. Bizzat Habermas’a
göre akıl hiç bir zaman soy bir halde bulunmaz. O hep belli bir tarih ve belli
bir toplum içinde yaşayan değişik bireylerin davranışlarında tecessüm eder.
Dolayısıyla akıl hakkında telaffuz edilen ve onu tarihdışı ve toplumdışı bir
kategori olarak resmeden söylemler ister istemez metafizik bir referansa
yakalanırlar. O halde aklın böylesi bir kategori olarak her resmedilme girişimi
aynı zamanda veya her şeyden önce akla bir çerçeve dayatma girişimi olarak
görülebilir. Burada aklın belli bir ideoloji, kültür, paradigma ve dil yapıları
içerisindeki tecessümü de gözönünde bulundurulabilir. Bu yapılar gerçekliğin
algılanışında aklın önünde, kurucu ve şekillendirici unsurlar olarak dururlar.
Buna rağmen Habermas, aklın özgürleştirici bir potansiyel olarak kurgulanabileceği
iddiasından hiç bir zaman vazgeçmemektedir. O, uylaşımsal olarak kurulan
hakikatin, hatta gerçekliğin, aklın işlevsel bir kullanımı sayesinde her türlü
uylaşımsal sınırı aşarak nesnel bir biçimde algılanabileceğini düşünmektedir
(Habermas, 1984). Bu düşünce, Batı toplumlarında hâlihazırda gerçekliğin
kurulma biçiminin artık uylaşım sonrası (post-conventionel) bir niteliğe
kavuşmuş olduğu iddiasıyla birleşince ortaya çok da karmaşık olmayan bir
oryantalizm veya Avrupamerkezcilik çıkıyor aslında. Nitekim Weber’in daha
rasyonalize olmuş toplumsal hayat biçimini daha az rasyonalize olmuş bir
toplumsal hayat biçimine salık vermek için hiç bir rasyonel neden olmadığı
yönündeki iddiasına şiddetle karşı çıkarken, Habermas'ta bu Avrupamerkezciliğin
vurgusu bir hayli artıyor. Habermas’a göre rasyonalleşme argümantasyon için
prosedürler ve fırsatlar geliştirmek anlamına geliyor ve rasyonelliğin
gelişmesiyle birbirine yaklaşır onun gelişmesi. Bu gelişme baz alındığında,
diğer uygarlıklar arasında yalnızca Batı "uylaşım-sonrası"
(post-conventionel) bilişsel alanların üstünlüğüyle belirlenmiştir. Kurumsal
düzenin "uylaşım sonrası" biçimleri, yalnızca geleneksel davranış
kodlarının egemenliğinden kendilerini özgürleştirmekle kalmayan, fakat aynı
zamanda garantili ilkelere göre organize edilen kurumsal düzen biçimleridir. Bu
sürecin ilk olarak göze çarptığı en dikkate değer kurumsal sektörlerse,
Habermas’a göre bilim ve hukuktur (Giddens, 1991: 140-141).
Kuşkusuz, burada
Habermas’ın Batı toplumu özelinde yaşamakta olduğu ve son derece rasyonalleşmiş
toplumda işleyen hukuk ve bilimin rasyonel sınırlarınca fazlasıyla belirlenmiş
olduğunu farketmek gerekiyor. Onun kendi özel tecrübeleri içerisinde, kendi
özel istemleri çerçevesinde bu rasyonalitenin sınırlarına varmamış olması çok
doğaldır. Çünkü sistemin irrasyonel boyutları kendisine karşı olarak, kendi
istemleriyle çatışma içerisinde olarak işlemiyordur. O da bu yönüyle
karşılaşmıyordur. Çünkü, uylaşım-ötesi bir gerçeklik hissi verebilecek kadar
alabildiğine rasyonalize olmuş sistemin çelişkileri kaba hatlarıyla
Avrupa-dışında yaşayan insanlar tarafından çok kolay görünmektedir, çünkü
buralarda yaşayan insanlar ne demokrasi, ne hukukun özerkliği ve üstünlüğü, ne
insan haklarının her türlü milliyet, ırk ve din farkını aşan eşitlikçiliğiyle
karşılaşmıyorlar. Aksine, onlar Avrupa'da yaşanan rasyonel ve cennetimsi
düzeninin bütün faturasının kendilerine totaliter, keyfî ve ayrılıkçı bir düzen
olarak kesildiğine tanık oluyorlar. Rasyonel bir toplum üzerine geliştirdiği bütün
teorilerini dünyanın sair yerlerindeki çelişkileri görmezden gelerek, ve ancak
buralardaki çelişkiler sayesinde mümkün kılınan Avrapa'daki cennetimsi dünyaya
bakarak işleyen Habermas, postmodernist veya postyapısalcı filozofları
yeni-muhafazakârlıkla suçlamaktadır. Oysa kendisi, aslında kendi
rasyonalizmiyle yaşadığı toplumsal gerçekliğin uyuşmasının ürettiği daha reel
bir muhafazakârlıktan daha fazla mâlul görünüyor.
Klasik felsefe
geleneğinde akıl, genellikle hakikat sorunuyla beraber tartışılmıştır. Gerek
doğanın doğru bilgisine ulaşabilme, o bilgiyi üretebilme yeteneği anlamında
epistemolojik bir problem olarak, gerekse de hayatta insana nasıl
davranacağının, iyilik ve kötülük ölçütü olarak akıl, insanın hakikatle olan
bağı nasıl kuracağıyla ilgili tartışmada sözkonusu olmuştur. Doğruluk veya
hakikati bulma, doğru bilgiye ulaşma noktasında kendisine belli bir işlev
yüklenmekle, yine de, aklın ne olduğu sorunu çözülmüş olmuyor. Doğru bilgiye ulaşma
konusunda akla merkezî bir işlev atfeden Batı geleneğinde bile aklın doğasıyla
ilgili bir mutâbakattan bahsedemiyoruz. Aksine, bu geleneğin içinde de gerek
aklın doğasıyla ilgili olarak gerekse aklın akıl-dışı alanla ve ahlâkî
davranışa yönelme arasındaki ilişkisiyle ilgili yoğun tartışmalar olmuştur.
Aydınlanma
döneminde I. Kant’ın rasyonalizmi ile Locke’un ampirizmi arasında cereyan eden
tartışma, aynı zamanda doğru bilginin imkanları ve aklın bilgiye katılma biçimi
üzerine de bir tartışma anlamına geliyordu. Ampirizm doğrunun, ifadelerin
gerçekliğe uygun olmasıyla mümkün olabileceğini öngörürken, aklın, gerçekliği
olduğu gibi yansıtan, boş bir levha gibi olduğunu varsayıyor. Aklımızla
bilebildiğimiz ve ilke olarak doğru kabul ettiğimiz bilgilerin kökeni,
algılarımızın nesnesi olan gerçekliğin kendisidir. Eğer aklımızda bir
düzenlilik varsa bu, bizzat gerçekliğin kendi içindeki düzenlilikten
kaynaklanmaktadır. Gerçekliğin tamamına hakim olan bir düzenin ve aklın,
kendisi boş bir levha (tabula rasa) olan zihnimizdeki tekrarından başka bir şey
değildir Akıl.
Buna karşılık,
akılcı düşünce, aklın gerçekliği algılamayı sağlayan belli formları haiz
olduğundan hareket ettiği için, realitenin kendi içinde bir düzene sahip
olmadığını; onu belli bir düzen içerisinde görmeyi sağlayanın, aklın içerdiği
düzenleyici (a priori) formlar olduğunu düşünür. Haddi zatında biz, dış
gerçekliği hiç bir zaman olduğu gibi, yani Kant’ın deyimiyle kendinde şey
(numen) olarak göremeyiz. Onu ancak a priori kategorilerimizin devreye girerek
düzenlemiş olduğu biçimiyle, yani fenomen olarak görürüz.[2] Akılcılık,
realitenin kendi içinde kaotik bir yapıya sahip olduğunu, zımnen içeren bir
ididaya sahiptir. Ona belli bir düzenlilik veren aklın kendisidir.
Burada akılcılık
ve ampirizmin her ikisi, ister aklın a priori içerdiği bir şey isterse de
doğadaki düzenlilikten kaynaklanan bir şey olsun, aklın önceden varolan bir
düzenliliğin doğru bilgisiyle ilgili bir epistemolojinin temellendirilmesini
sağlamaya çalışmışlardır. Sadece doğru bilginin kaydedilip biriktirilmesi
noktasında değil, aynı zamanda bir ahlâk metafiziğinin temellendirilebilmesi
noktasında da işlevsel görmüşlerdir aklı. Bu noktada her ikisinin akıl esasında
temellendirdikleri birer ahlâk ve siyaset felsefesi de olmuştur. Örneğin John
Locke, liberalist siyaset kuramını doğal hukuk felsefesi üzerinde inşâ ederken,
bunu "doğadaki kuralların akla zorunlu olarak telkin ettiği ilkeler"
nosyonu üzerinde temellendirmiştir. İnsanların özgürlüğü, bireyselliği ve
rekabetçi özellikleri tamamen doğal durumlarından kaynaklanmaktadır ve akıl
bunu bulabilecek durumdadır. Kant ise muhtemelen benzer bir ahlâkî çıkarımı
aklın doğuştan getirdiği a priori ilkelerden türetebilecektir. Her iki örnek,
yukarıda aklın muhtevasız olarak kendi öz kavramına indirgenemediğini çok iyi
gösterdiği halde, yine her ikisi sonuçta akla bir öz tanım isnad ederek ve bu
öz tanımı bulabilecekleri beklentisiyle yola çıkmaktadırlar.
Kaldıki,
Aydınlanma’nın akla, gerek epistemolojik olarak doğru bilgiye ulaşma, gerekse
etik olarak metafizik bir hakikate ulaşma konusunda atfettiği merkezî rol, yine
bizzat Aydınlanma filozofları arasında da güçlü bir biçimde sorgulanmıştır.
Örneğin David Hume, akıl ile arzular arasında zannedildiğinin aksine, arzuların
daha belirleyici olduğu bir ilişki bulunduğu ve arzulardan bağımsız bir aklın
mümkün olmadığını, aksine aklın akıl-dışının güdümünde olduğu üzerinde
durmakla, bir yandan Aydınlanmanın geniş çaplı uylaşımını bozuyordu, bir yandan
da adeta ondokuzuncu yüzyılda Aydınlanma’nın tüm anlatılarına güçlü bir
eleştiri başlatacak olan Nietzsche’nin, aklı "iktidar istenci"nden
bağımsız düşünemeyeceğimizi telkin eden yaklaşımını haber vermiş oluyordu.
Ahmet Çiğdem’in karşı-Aydınlanmacı veya Aydınlanma’nın kırıcısı olarak
nitelediği Hume (Çiğdem, 1993: 66), aynı zamanda Aydınlanma’nın çok önemli bir
uylaşımını daha (nedensellikle ilgili görüşünü) tartışma konusu yapmak
suretiyle, akla dayandığı söylenen bilgilerde toplumsal-bilişsel uylaşımın ne
kadar belirleyici olabildiğini göstermiş oluyordu. Tamamen deneyselci
epistemolojisine dayandırdığı bu itirazı, nedenselciliğin deney sonucu
ispatlanarak oluşturulmuş bir bilgi olmadığına dikkat çekiyordu. Nedensellik
algısı, bizde deney-dışı yollarla oluşturulmuş bir düşünce olduğu için
reddedilmeliydi. Olaylar arasında hep aynı sıradüzeninin vuku bulması bu
olaylar arasında bir nedensellik ilintisinin bulunduğu izlenimi yaratmaktadır.
Bu izlenim nedensellik algısını bir alışkanlığa dönüştürmektedir. Ama gerçekten
de bir şeyin bir şeye neden veya bir şeyin bir şeyin sonucu olduğu kesinlikle
kanıtlanamayacak bir şeydir. Oysa Kant’ın akılcı epistemolojisinde nedensellik
pekâlâ a priori olarak bilinebilecek bir şeydi. Bunu söylemekle Kant da
nedensellik düşüncesinin ampirik yollarla bilinemeyeceğini onaylamış olmaktadır.
Fakat bundan onun varolmadığı değil, onun bilgisinin ancak akılla
bilinebileceği sonucunu çıkarmış oluyordu.
Doğruya ulaşmada
akılcılık etrafındaki farklılaşma, doğrunun ve hakikatin bizzat kendisi
etrafında da bir farklılaşmanın
oluşmasına yol açmaktadır. Deneyci bakışaçısına göre akıl boş bir levha
olduğundan, doğuştan veya kendinden menkul hiç bir katkıya sahip değildir. O
yüzden bilginin doğru olup olmadığı tümüyle resmettiği, yansıttığı gerçekliğe
uygun olup olmadığıyla ölçülebilecek bir şeydir. Pozitivizmin ve nesnelciliğin
çoğu versiyonları, doğruluğu, "uyuşma" adı verilen bu modele uygun
olarak düşünürler. David Hume, aklımızın kaydettiği ve kökeni dış dünyada bulunmayan hiç bir
bilgi yoktur derken, aynı zamanda bilgilerimizin sınanabileceği epistemolojik
bir temele işaret etmiş oluyordu. Bu temelin, aklı sürekli olarak ayartmakta
olan, akla sürekli olarak karışmakta olan akıl-dışı unsurların, doğmaların,
sınanmamış varsayımların, mitlerin ve arzuların karışımından arındırması
bekleniyordu (Gellner, 1985: 17-19). Uyuşma kuramına göre bu tür fazlalıklardan
kurtarılması şartıyla, ki bu şartın yerine getirilmesi o kadar da zor değildir,
aklın dış dünyadaki düzenliliği ve mantığı farketmemesi, dolayısıyla da kaydedip
bilmemesi için hiç bir sebep kalmıyor. Çünkü bu tür çarpıtıcı faktörleri
elediğiniz zaman geriye sadece olan-biteni bir ayna gibi yansıtmak kalıyor.
Tahmin edilebileceği gibi bu görüş aynı zamanda materyalist bir bilgi teorisi
için de temel teşkil eder, ancak materyalistliği zorunlu olarak gerektirmez.
Nitekim Aydınlanma döneminde bu görüşü temsil eden John Locke'un son derece
dindar birisi olduğu biliniyor (Çetin, 1996).
İnsan zihninin
doğuştan bir çok şey getirmiş olduğu ve bunun bilgi edinme sürecine kaçınılmaz
bir biçimde dahil olduğu etrafında felsefe tarihi boyunca oluşan eğilim de,
doğru bilginin gerçekliğe uygun olma şartını önemsememeyi gerektirmiştir. Çünkü
zihin zaten realiteyi yansıtmamakta, aksine, içerdiği kategorik formların içine
sokarak aslında inşâ etmektedir. Buna rağmen bu görüşe göre doğru bilginin
imkanından sözedilebilir ve bu bir çelişki gibi gelebilir. Çünkü zihnin
içerdiği mantık, yalnızca Kant'ın, oldukça evrensel işlediği kabul
edilebilecek, a priori kategorilerinin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan bir
mantık değildir. Aklın a priori kategorilerle bağlı olduğu kabul edildiğinde
—her ne kadar Kant saf/soy akılla asgari kategorilere sonradan eklenmiş
kültürel, duygusal ve sair fazlalıklardan aklın kurtulabileceği konusunda çok
iyimser olsa da— aklın bunlardan fazlasına da her zaman gömülü olabileceği
kabul edilmek zorunda kalınır. Nitekim fenomenolojinin bize verdiği en önemli
ders, realitenin algılanmasında bilincin sanıldığından çok daha fazla katkıya
sahip olduğu yönündedir. Buna göre bizim doğrudan gerçeklikle muhatap olmamız
mümkün değildir. Realiteyle biz her zaman bilincimizde oluşmuş kültürel ve
ideolojik kategorilerin dolayımıyla muhatap oluruz. Fenomenoloji bu dolayımın
mümkün kestirme yollarını yine bilince yüklediği —ve Heidegger ve Gadamer
tarafından fazla iradeci ve öznelci bulunan— rolde arar. Dolayısıyla herhangi
bir bilginin doğruluğu realiteye uygun olup olmaması açısından değil, kendi
içinde bir tutarlılığa sahip olup olmaması açısından test edilebilecektir. Bilgi,
her zaman belli bir kültür içerisinde şekillenmiş bir akıl ve mantığın
dolayımıyla oluşur. Bu dolayımı aşarak bilgi üretmenin yolu yoktur, o yüzden
doğruluğun ölçütü olsa olsa bu bilginin kendi içinde tutarlı olmasıdır. Kant'ın
a priori kategorilerinde kökeni bulunabilecek bu yaklaşım genel olarak
tutarlılık kuramı diye adlandırılmaktadır (Arslan, 1998: 32; Tepe, 1995: 100).
Çağdaş temsilcileri arasında mantıkçı pozitivistlerin de bulunduğu bu
yaklaşımda doğrular mantıksal olarak temellendiği için, bir mantık içerisindeki
bir doğrunun sınırı başka bir mantığa başvurulduğunda geçersizlenmiş olur.
Nitekim paradigma, ideoloji veya kültürel formlar arasında ortakölçülemeyen bir
konuma sahip olduğundan, hakikat veya doğruluk konusunda relativizme gidecek yolların
tıkanması mümkün olmamaktadır. Doğru, her zaman kendi içinde kapalı bir devre
gibi işleyen bir ideolojinin, paradigmanın veya mantığın içinde bir doğrudur.
Buna bir de postyapısalcıların dil üzerine yaptığı vurguları ekleyebiliriz.
Aklın kendini sergileyebilme, performansını gösterebilme vasatı olarak çalışan
dil realiteyi yansıtmadığı gibi, onu kendinde içkin kavramsal hiyerarşik
yapıların düzenine sokarak yansıtmaktadır. Üstelik bu hiyşerarşiler tamamen
kültürel olarak belirlenen, dile bile sonradan eklenen, buna rağmen herkesin
dil pratiğinde hazır bulduğu yapılardır (Derrida, 1978; 1981).
Doğruluk
konusundaki diğer bir yaklaşım, onu fayda kavramı etrafında ölçmeyi önerenidir.
Bu yaklaşım, bir yandan doğruluk tarihi hakkındaki gözlemlerine dayanarak
insanların doğruluk nosyonlarının bir tercihin ürünü olduğunu, bu tercihin de
hep belli bir faydayı gözettiğini iddia eder. Diğer yandan, doğruluk hakkındaki
gayr–i ihtiyarî durumun bu olduğundan yola çıkarak yeni bir epistemolojinin
bunu gözeterek, bunu bilinç alanına taşıyarak daha iyi formüle edilebileceğini
varsayar. W. James'ın pragmatizmiyle en iyi formüllerini bulmuş bu kavram,
çağdaş filozoflardan Richard Rorty'nin pragmatizmiyle postmodern halefleriyle
buluşmuş oluyor. Rorty'ye göre dilin veya zihnin dünyayı, kendimizi,
birbirimizi betimlemekte kullandığımız bir çok söz dağarı vardır. Bunlar
tabiatı itibariyle olumsal nitelikte olup, bu söz dağarlarından birinin
diğerinden daha doğru olduğu söylenemez, ancak onlar görece birbirinden daha
"kullanışlı" metaforlar üretirler. Buna göre, düşünce tarihi doğruya
veya hakikat'e, giderek daha çok yaklaşmanın değil, şeyleri sürekli yeniden
betimleyen ve birçok rastlantı sonucu daha kullanışlı olduğu anlaşılan
metaforların yaratılmasının tarihidir (Rorty, 1980; 1995; Göka, Topçuoğlu,
Aktay, 1996).
Yukarıda
parametrelerini vermeye çalıştığım manzarayla, akla doğru bilgiye ulaşma
konusunda isnad edilen rolün ne kadar değişken olduğunu yansıtmaya çalıştım.
Doğruluk aklın herhangi bir tanımı içerisinde garanti edilebilen bir şey
değildir. Doğruluğun her zaman kendine dışsal temelleri vardır, genellikle
telaffuz edildiği toplumsallığın ideolojisine veya kültürüne tâbîdir. Doğruluğa
veya hakikate[3] hükmeden akıl da toplumsallıktan ve tarihsellikten uzak bir
akıl değildir. Aslında en saf biçimiyle akıl tanımlaması yapıldığında bile
ciddi bir sorun çıkmaktadır: Hiç bir topluma veya tarihe garkolmamış haliyle,
yani saf/soy haliyle akılla biz hiç karşılaşmıyoruz. Akla her zaman bir
toplumsallığın, bir gelenekselliğin ve bir tarihin rasyonalitesi bulaşıktır.
İnsanları akla çağıran bütün davetler o aklın garkolduğu geleneğe tâbî olmaya
çağırmaktadır. Aklın buna rağmen kendinden menkul bir meşruiyete ve haklılığa
sahip olması, doğruluğun ölçütü olarak kabul edilmesi, ancak ideolojik bir
söylemin operasyonundaki işlevselliğinden dolayı vâkî olmaktadır.
Aklın kendi öz
tanımına indirgenemeyeceğini, dolayısıyla aklın her zaman belli bir tarih ve
belli bir toplum içerisinde ete kemiğe bürünen bir şey olduğunu kabul
ettiğimizde, bir Avrupa aklından, bir batılı akıldan, hatta bir Aydınlanmacı
akıldan bahsetmemiz mümkün olur mu? Kuşkusuz toplumsallığı içerisinde
varsayılan akla bir de tarihsel bir boyut katmak istediğimizde, yukarıdaki
muhtemel akılların her birine aynı zamanda bir de, sözgelimi, "onsekizinci
yüzyıl Arap aklı", "yirminci yüzyılın ilk yıllarının Avrupa
aklı", "ikinci yüzyılın üçüncü çeyreğinin Türk aklı" gibi
nitelemeleri ekleyebileceğimizi kabul edebiliriz. İlk bakışta böyle bir nitelemenin,
evrenselci ve tarihdışı-toplumdışı bir akıl nosyonuna karşıt yönüne rağmen,
"özcülük" le yüklü olduğu görülebilir. Çünkü belli toplumlara ve
belli dönemlere kendi içinde bütünlüklü, belli bir akıl isnadında bulunuyor.
Nitekim,
yakınlarda kitapları Türkçe'ye çevrilerek basılan Muhammed Abid Câbirî'nin
çalışmalarına (1997; 1997a) yön veren temel varsayım Arab'a özgü bir aklın
mevcudiyetidir. Câbirî, Arap dünyasında meşhur olmuş ve hepsi birden "Arap
Aklının Eleştirisi" ana projesi etrafında tasarlanan üç ciltlik
çalışmasının birincisinde, Arap Aklının Oluşumu'nu incelerken, ikincisinde Arap
Aklının Yapısını ve üçüncüsünde Arap Siyâsî Aklı'nı yapısalcı bir yaklaşımla
analiz etmektedir. Yapısalcı bir yaklaşımın gereği olarak Arap aklının
bileşenlerini, temel unsurlarını ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Bunlar Arap
aklının yapısal unsurları olacak ve aynı zamanda Arap Aklı dediğimiz bir şeye,
başka tür akılları dışlayacak veya o akıllarla sınır oluşturacak şekilde,
münhasır olacaktır. Yine yapısalcı bir yaklaşımın gereği olarak sözkonusu akıl,
onu taşıyan tek tek öznelerin üzerinde, bu öznelerin insiyatifinin dışında
işleyen bir mekanizmayı varsaymak gerekiyor. Bu konuda yapısalcılık
içerisindeki meşhur özne—yapı geriliminin tüm boyutları, Arap Aklının yapısı içerisinde
düşünülebilir. Bu durumda Arap aklı dediğimiz bütünlüklü yapı tek tek her
Arab'ı aşan ve her Arab'ı da belli bir şekilde düşünmeye mecbur eden bir
mekanizma olarak işler. Öznelerin bu yapının dışına çıkmaları sözkonusu olamaz.
Câbirî bu ikiliği zaman zaman "oluşturucu akıl" ile "oluşmuş
akıl" arasında yaptığı ayrımlarda yansıtır. Bu ayırımda oluşturucu akıl
yapının yerini tutmakta, değişik tarih ve toplumlarda oluşacak olan tarihsel ve
toplumsal akılların üstünde işleyen, onları belirleyen bir mekanizmaya tekâbül
etmektedir.
Bununla birlikte
"Arap Aklı" çok metafizik, aşkın veya Câbirî'nin deyimiyle
"olağanüstü, mucizevî" (Câbirî, 1997: 19) bir kategori değil, daha
ziyade, "belli bir kültür için, yani Arap-İslâm kültürü için yine onun
vasıtasıyla üretimde bulunarak teşekkül eden bir "akıl"dır. Akıl ile
bir düşünme aracı olarak "düşünce"yi kasteden Cabîrî, bundan aklın
her türlü içerikten yoksun olduğunun anlaşılabileceğinin farkındadır. Ama o, bu
aklı içerikten yoksun bir düşünce olarak düşünmüyor. Bunun için başvurduğu
"oluşturucu akıl" ile "oluşturulmuş akıl" ayrımının
kendisine yeterli bir açıklama modeli sunduğunu düşünür. Birincisiyle,
"her insanın eşyanın ilişkilerini kavramak suretiyle bütün insanlar
tarafından değişmez olarak kabul edilen temel ve determinist ilkeleri
çıkarsayabilme melekesini" kasteder Câbirî. İkincisi ise
"çıkarsamalarımızda dayandığımız kural ve ilkelerin toplamıdır." Bu,
herhangi bir dönemde onaylanan ve genel kabul gören kurallar manzumesi olup o
dönemde kendisine mutlak değer izafe edilen bir olgudur. Dolayısıyla Arap
Aklı'yla ne kastedildiği aydınlatılmış oluyor: Câbirî'nin araştırması boyunca
sınırları belirlenmeye çalışılan bu akıl oluşturulmuş bir akıldır; Arap
kültürünün kendisine mensup olanlara, bilgiye ulaşmak için dayanılması gereken
bir esas olarak sunduğu ilke ve kurallar toplamıdır. Başka bir deyişle bunun
anlamı Arap kültürünün kendi mensuplarına dayattığı bilgi sistemidir. Daha
ileride oluşturucu aklın bütün insanlarda ortak olan ve aslında tarih-dışı ve toplum-dışı
temelleri olan evrensel akıl olduğunu görüyoruz. Her ne kadar özü itibariyle
evrensel olan Oluşturucu Akıl zihinsel faaliyette bulunurken belli ilke ve
kurallardan, yani Oluşturulmuş Akıl'dan hareket etmekteyse, dolayısıyla Arap
Aklı'nın oluşturucu pozisyonunda bile Arap kültür birikiminden hareket
etmekteyse de (s. 22), bu onun evrenselliğini zedeleyen bir şey değildir.
Görünen kadarıyla Câbirî, aklın Araplığından bahsetmekle Aklın evrenselliği,
tarih-dışı ve toplum-dışı tasarımlanışına yöneltilen eleştirileri gidereceğini
düşünmektedir. Oysa onun bahsettiği Arap aklı en iyi ihtimalle evrensel bir
aklın Arap aklı olarak tecessümünü, daha kötü bir ihtimalle de değişik
düzeylerde ortaya çıkan bir formalizmi ve özcülüğü göstermektedir.
Câbirî'nin Arap
Aklı'na isnad ettiği özelliklerle içine düştüğü evrenselcilik iddiası veya
özselci konumun onun yapısalcılığından kaynaklandığı açıktır. Yapısalcılık,
tarih, toplum ve insan düşüncesinde belli düzenliliklerin olduğunu varsayar. Bu
düzenlilikleri arayıp bulmaya yönelir. Sonuçta bir takım düzenlilikleri ortaya
koyar. Özne ve öznelliğin işin içine karışma yollarına karşı çok duyarlı olduğu
için kendinden menkul bir nesnellik pâyesi üstlenir. Ancak bulup ortaya koyduğu
düzenliliklerin gerçekten de kendinde düzenliliklerin keşfi mi yoksa birer icad
mı olduğu sorusuyla son zamanlara kadar yüzleşmemiştir. Postyapısalcı eleştiri
yoluyla bu soruyla karşılaştığında, ayan beyan ortaya çıkmıştır ki, kesinlikle
icadın, ortaya koyduğu yapısal modellerdeki payı çok daha fazla olmuştur.
Aslında eser boyunca bahsedilen Arap Aklı'nın bir İslâm Aklı olduğu Câbirînin
tarih yazımında ortaya çıkan yapıda icad'ın rolünün ne olduğunu görmek için
bazı notlara başvurmak gerekiyor.
Câbirî'nin Arap
aklının yapısına atfettiği üç temel unsurdan birincisi, Câbirî'ye göre aynı
zamanda Arap aklının esas bileşenini oluşturmaktadır. Câbirî'nin dinî veya
beyânî akıl dediği bu akıl dil bilimleri (tedvin döneminde Arapça sözlük, sarf
ve nahiv), belâğat ilmi, fıkıh ve belâğatla temsil ediliyor. İkincisi Yunan
aklının Arap aklına eklenmesi veya eklemlenmesiyle oluşan rasyonel veya burhânî
akıldır. Felsefe tarafından temsil edilen bu aklın refransları Aristoteles'te
yoğunlaşmıştır. Üçüncüsü ise, kadim bir unsur olarak Arap aklını etkilemiş
olan, özellikle irfânî çıkarımlarla temsil edilen ve Câbirî'nin deyimiyle
irrasyonel akıl veya bağımsız akıl olarak çalışan bir yapıdır. Araplar'ın Yunan
gnostisizmi, İran işrâkîliği veya Hind tasavvufu gibi kadim din ve felsefe geleneklerinden
almış oldukları bu unsur kadim Arap kültürünü şekillendirmiştir.
Bununla birlikte
Câbirî bu üç unsurdan birincisini, yani rasyonel veya beyanî aklı, Arap aklına
her nasılsa daha fazla yakıştırmaktadır. Arap aklının esas mihverini oluşturan
bu unsur Câbirî'ye göre İslâm sonrasında tedvin çağı denilen İslâmî bilimlerin
derlenip kodifiye edilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu konuda verdiği
örnekler gerçekten de son derece dikkate değer. Arapça'nın, sözlüğüyle grameriyle,
derlenmesi esnasında yaşanılanlar bu aklın bütün boyutlarını sergileyebilecek
niteliktedir. Tamamen Kuran'ın indirildiği dil olması itibariyle kendisine bir
kutsallık atfedilmiş olan Arapça'nın "asl"ına sadık olarak
korunabilmesi için Kur'an'ın nüzûlünün bitmesinden hemen sonra başlayan dil
derleme faaliyeti çerçevesinde oluşan Lisânu'l Arab'ın tarihine dikkat çekiyor
Câbirî. Bu sözlüğün derlemesinde çok önemli üç nokta var: Biri sözlüğe giren
sözcüklerin belirlenme prosedürüyle ilgilidir. Normalde derleme dediğimiz şey
halk arasında konuşulan sözcükler, lehçeler, ağızlar vs. neyse bunlar saha
çalışması çerçevesinde tesbit edilerek sözlüğe alınmasıyla gerçekleştirilir.
Oysa Lisanü'l Arab'a giren sözcükler sahadan derlenmiş değil; gramatik olarak
28 harfin üç, dört ve çok az olan beş ve altı kökharfle oluşturması
matematiksel olarak mümkün bütün kombinasyonları önceden tesbit edilerek
varsayılmış, daha sonra bunların kullanılıp kullanılmadığı değişik kabileler
nezdinde araştırılmak sûretiyle kaydedilmiştir. Dolayısıyla sözlüğe dahil olan
sözcükler doğrudan hayat içerisinden kaynaklanan, hayatın dinamizmini yansıtan
bir dil değil, ne kadar geniş çerçeveli düşünülmüş olursa olsun, matematiksel
bir evrenin sınırlarına sahip bir dilin işlemesini sağlamıştır. Dikkat
çekilmesi gereken bir unsur, buradaki matematiksel aklın Batı'dakine göre çok
erken işleyişi olmakla birlikte, aynı zamanda bu aklın hayatın olumsal
doğasının sınırlarına çarpma ihtimalinin yüksekliğidir.
Sözlüğün
derlemesiyle ilgili ikinci nokta, dilin aslına gitmek uğruna girişilen derleme
çabasının bedevîlerin dilini daha aslî saymasından kaynaklanan problemlerle
ilgilidir. Sonuçta ulaşılan dil, hayatın dinamizminden kopuk, bedevîlerin
dünyasına münhasır bir dil olmuştur. Bedevînin dünyası ise dardır ve kendi
somut dünyasını isimlendiren sözcüklerle sınırlıdır. Soyut ve felsefî
mefhumları isimlendirme yeteneğinden yoksundur. Ayrıca dünyasının darlığı
karşılaştığı somut olgu, âlet edevât ve ilişkilerin de sınırlı olması anlamına
geliyor. Bu dünya ne kadar sınırlıysa, ihtiyaç duyduğu sözdağarcığı da o kadar
sınırlı, o yüzden de gelişme istidadından da o ölçüde yoksun olur. Burada
ilginç olan şu ki, sözlük derlemesine sevkeden düşünce Kur'an'ın indirildiği
dilin en katışıksız, saf biçimine ulaşmak olduğu halde, Kur'an'ın kendisinin
böyle bir hassasiyet taşımamış olmasıdır. Kur'an Arapça indirilmiştir, ama saf
Arapça kullanmak gibi bir hassasiyet ihsas etmemiştir. Aksine, Kur'an'da Arapça
olmayan bir çok sözcük vardır ve bunlar da şehirli bir topluluğa hitap etmekten
kaynaklanmıştır. Kur'an'ın bu tercihinin üzerinde durulmamış olduğunu söyleyen
Câbirî, böylece Arap dilinin, özünde matematiksel ve somut dünyanın ötesini
isimlendirme konusunda yeterince istidadı olmayan bir mahiyet kazandığını
söylüyor.[4]
Arap dilinin
tedvininde izlenen bu prosedür, yukarıda belirttiğimiz gibi Arap aklının
oluşumunda çok önemli bir moment oluşturmuştur. Bu örnekle yeterince açığa
vurulan özündeki matematiksellik dolayısıyla, düşünce dünyasında hiç bir şeyi
dışarıda bırakmayan, her şeyin önceden çözülmüş olduğu iddiasına sahip,
tüketici ve kapatıcı bir akılla karşı karşıya kalıyoruz. Bu aklın gözettiği
aynı istem fıkıhta da kendini göstermiş ve fiafiinin Er-Risale'si, fıkıh
alanında çözülmemiş veya çözülemeyecek hiç bir mesele bırakmayacak bir
kodifikasyon sisteminin kurallarını derlemiştir. Bir bakıma gerçekliğin
tamamını kuşatıp tüketme iddiası taşıyan bu girişim, aslında bireysel ve
toplumsal varoluşun tüm düzeylerini dinî bir akıl çerçevesinde kodlayacak bir
formatı barındırıyordu. Bu da, Câbirî'ye göre Descartes'ın Batı düşüncesinde
yapmış olduğu ve Yöntemin Kuralları olarak nâm bulmuş şeyin, çok daha erken
döneminde İslâm dünyasındaki bir muâdilinden başka bir şey değildir.
Descartes'ta modern düşüncenin ilk işaretlerinin belirdiği Rönesans'ta iyice
yaygınlaşan ve doğadaki düzenliliğin kaynağını matematiksel bir akılda bulan,
bunun da insan aklında özlü bir karşılığının mevcut olduğunu öngören Kartezyen
düşüncenin zirve noktalarına ulaşılmıştır. Descartes, dünyada olup biten herşeyin,
o gün ulaşılmış bulunulan matematiksel çerçeve içine sokulabileceği bu
çerçevece öngörüldüğü ve bunun kesin kuralının saptanabileceği varsayımıyla
hareket etmiştir. Akıl sözkonusu matematiksel aklın vasatıydı ve bunun doğru
işleyişinin kuralları da yine matematiksel olarak ortaya konulabilirdi. Koca
bir dünyayı, hatta evreni ve varoluşu matematiksel bir kurgunun içine kapatan,
gerçekten de ondan sonra modernliğin bütün bu alanlara, Heidegger'in deyişiyle,
istediği gibi "düzeceği kapatma" gözüyle bakmasını mümkün kılmış olan
Kartezyen anlayış, Batı'da bildiğimiz gelişme ve kalkınma tarihinin de önünü
açmıştır.
Aslında Câbirî,
Arap Aklı'nın üç bileşeninden birincisini, yani Beyânî Aklı daha aslî bir unsur
sayarken, aynı zamanda onu pozitif anlamda yücelten bir şey de yapmış oluyor.
Hatta Arap aklındaki bu rasyonel unsurun sürdürülmüş olması halinde, yani diğer
iki unsur tarafından baltalanmamış olduğu takdirde çok daha verimli sonuçlara
yol açmış olacağını, muhtemelen Arap Aklı'nın gelişiminin Batı'dakine benzer
bir çizgi seyredebileceğini söylüyor. Nitekim fiafiî'nin fıkıh metodolojisi
olarak işleyen Er-Risale'si, tıpkı Arap sözlük ve gramer derlemesi, gibi kendi
döneminde bu alanda yapılmış olan belki de ilk derleme faaliyetidir ve bütün
boyutlarıyla irrasyonel tavır ve davranışların sızmasına karşı son derece
rasyonel bir direnişi temsil etmektedir. Ancak Câbirî'ye göre, aslında yanısıra
bir çok fiafiî eleştirisine göre, fiafiî'nin eserini sorunlu kılan yanı, onun
bütün bir hayat alanını kapatma iradesi taşıyan, çözülmemiş veya çözülemeyecek
hiç bir meseleyi bırakmama yönündeki matematiksel olarak tasarlanmış fıkhıdır.
Böylesi bir irade, ne kadar ayrıntılandırılmış olursa olsun, esasen hayatın tüm
olumsallıklarını karşılama imkanına sahip olamaz. Dahası, gelecekte
karşılaşılabilecek sorunları önceden tahmin ederek üretilen fıkıh, hayatın
özünde özgür olması gereken olumsallıkları üzerinde bir ipotek gibi
çalışmıştır. Bu nedenle fiafiî'nin çalışması cidden sözmerkezciliğin içerdiği
tüm sorunlara sahip olarak bir eleştiriye tâbî tutulabilir. Tahmin
edilebileceği gibi böylesi bir eleştiriyi, Arap-İslâm dünyasının kendisinden
beklenen kalkınmayı gerçekleştir(e)memiş olmasına getirilen açıklamalar
izleyecek ve bu nokta üzerinde hasseten duracaktır.
Nitekim Câbirî'nin
kitabının sonuç kısmında açığa vurulan esas kaygı, aslında eserin tamamına yön
veren esas sorulardan birisi, "Arap Kültürü'nün uyanışı yaşadığı Orta Çağ
dönemindeki bilgi araçları, kavramları, yönemler, bakış açıları neden sürekli
bir gelişme kaydederek XV. yüzyıldan itibaren Avrupa'da yaşanan benzerî bir
düşünsel ve bilimsel uyanışı gerçekleştirmemiştir?" (s. 477-478). Aslında
bu soru, sosyal bilimlerle uzaktan yakından ilgili olanlar için çok tanıdık bir
sorudur. Bu soru, normalde kapitalizme çok da olumlu bir değer yüklemediği
halde, Batı'daki doğuşuna sosyolojik bir açıklama getirmeye çalışan Max
Weber'in sorduğu; sormak yoluyla kendi tarihsel özcülüğünü, oryantalist
güdülenimini açığa vurduğu sorudur. Weberin, kapitalizmin niçin Avrupa'nın
dışında kalan yerlerde daha önce gelişmemiş olduğu yönünde negatif sorulmuş
sorusu sosyal bilimlerde müzmin hale gelmiş Avrupa-merkezciliğin temel
referanslarından birini oluşturmuştur. Bu yolla o, Avrupa tarihini bütün dünya
için model olarak ilan eden oryantalist değer yargılarının galebesine ciddi
katkılarda, üstelik Marx ve Durkheim gibi akran ve seleflerinin yapamayacağı
türden katkılarda bulunmakla eleştirilmiştir.[5] Çünkü anlamacı sosyolojinin bu büyük ustası,
virtüözü, bu yolla, kendisinden beklenen anlayışlılığı yerine kendi etnosentrik
bağlarına sadık kalmayı seçmiş oluyordu. Anlamacı bir kaygıyı kenidlerine işin
başında zaten iş edinmemiş olan Marx ve Durkheim ise zaten Weber tarafından,
kendi teorik açıklamalarından yola çıkarak, kendi varsayımlarını toplumsal
olguya isnad etmek gibi bir eleştiriye maruz kalmışlardı. O yözden onlardan
sosyal bilimlerdeki bu oryantalist varsayımı, bu Avrupa-merkezciliği aşacak bir
yaklaşım beklenmiyordu.
İmdi, bütün
çalışmasına sözkonusu sorunun yön verdiği Câbirî çalışmaları boyunca bu sorunun
bize önceden hazır ettiği bir kurgunun tasdikini sağlamaktan başka ne
yapabilecektir? Tabiî ki, sözkonusu sorunun altında yatan Avrupa-merkezci tarih
kurgusunun kendini meşrulaştırdığı tüm gerekçelere, tüm anlatılara sahip
çıkarak ve bu anlatıları yeniden üreterek ilginç bir oryantalizm yapacaktır. Bu
durumda terkip cidden ilginç oluyor: Arap milliyetçisi bir oryantalizm.
Câbirî'nin eserine hakim olan
rasyonalizmin, bilimselciliğin, hümanizmin ve aslında sözmerkezciliğin
tasdiki niteliğindeki yoğun vurgular, Batı'nın gelişmişlik anlatısının veya
kurgusunun bir yeniden üretiminin gereklerinden başka bir şey değildir aslında.
Arap Aklının yapısını ortaya çıkarmaya çalışan Câbirî, bu yolla Batılı bir akıl
yapısının tecessümünü sağladığının ne kadar farkındadır bilinmez, ama, onun
Arap aklının yapısına isnad ettiği üç unsurdan beyânî aklı tercih etmesinin
temelinde, salt yukarıdaki soruyu sormuş olmasından dolayı bile iddia
edilebilir ki, böylesi bir insiyak gizlidir.
Kaldı ki, Arap
Aklı'na isnad ettiği yapıdaki üç unsura denkleştirdiği örnekler de ciddî
ampirik sorunlara sahiptir. Örneğin, bu üç ayaklı yapı Ali Harb'in de dikkat
çektiği gibi, Rasyonel Arap, Rasyonel Yunan ve İrrasyonel Arap-dışına tekâbül
etmektedir (Harb, 1993: 18). Bu tasnif irrasyonel unsurun Arap aklının özüne
yabancı olduğunu varsayıyor. Bu da Arap aklının saf rasyonel bir akıl olduğunu
ve irrasyonel olan bütün unsurların aslında bu akla sonradan katılmış
fazlalıklar olduğunu söylemeye gelir. Harb'e göre, aslında biraz irdelendiğinde
bu tasnif, merkezinde "Araplığın" bulunduğu basit bir
"kimlik/fark" veya "ya o ya öteki" ilkesine göre işleyen
bir mantığa sahiptir. O yüzden birine beyânî akıl derken, kelimenin etimolojik
içeriği dolayısıyla bir nesnellik yüklerken diğerine sadece akıldışılık değil,
yanısıra âtıllık nitelemesinde
bulunarak, yine kelimenin etimolojik içeriği dolayısıyla, karşılısızlık,
boşluk, absürdlük yüklemesi da yapmış oluyor. İrfanî akıl aynı zamanda bir âtıl
akıldır. Rasyonelliğe prim veren bu ayrım rasyonel olan her şeyi, Araplığa,
irrasyonel olanı da, eksiği, hatayı, yanlışı da Arap-olmayana hasrediyor.
Gerçekten de Câbirî'nin tasnifinde Arap aklının irrasyonel unsur, yani irfanî
akıl veya gnostisizm, gerek Arap cahiliyesi döneminde (ki, o dönemde Arap
aklının da henüz teşekkül etmemiş olduğunun kabul edilmesi mevhum yapının ne
kadar keyfî olarak icad veya inşâ edildiğini çok iyi örnekliyor) kaynağı
belirsiz bir paganizm olarak gerek İslâm sonrası dönemlerde Yunan'dan İran ve
oradan Hind'e kadar geniş bir coğrafyayı etkisi altına alan Hermetisizm olarak
hep Arab'a yabancı, Arab düşüncesine eklenmiş arızî bir mahiyet arzediyor. Arap
aklının rasyonel temelli sâfiyeti bozuldukça Arap aklı da bozulmuş gibi bir
manzara çiziyor Câbirî. Öyle ki, Arab'ın başına ne gelmişse, bu hep dışarıdan
gelmiştir, yoksa Arap aklının kendisi bu tür musibetleri özünde barındırmazdı
ilh.
Diğer yandan
Câbîrî Arap aklının rasyonel boyutunu irrasyonel olanından ayırırken, tedvin
döneminde ortaya konulan ve katı metodolojik kurallara bağlanan beyânî aklın,
aslında içerdiği vahy unsuruna rağmen, niçin rasyonel sayıldığı, buna mukâbil
diğerinin niçin irrasyonel sayıldığı konusunda açık bir çelişkiye düşmektedir.
Çünkü normalde, İrfânî olduğu için irrasyonel sayılan aklın veya düşüncelerin
epistemolojik konumu vahy temelli olanlarınkinden pek farklı değildir. İkisi de
görünmeyenle veya metafizikle kurdukları ilişkiler bakımından, ancak
kendilerine inananlar, kendilerini ciddiye alanlar açısından bir farka
sahiptirler. Dolayısıyla vahyle temellenmiş bir bilgi ile, ilham veya rüya ile
temellenmiş bir bilgi arasında epistemolojik açıdan nasıl bir kategorik ayırım
çizgisinin konulabileceği pek açık değildir; ve sonuçta başvurduğu ayırım,
Câbirî'nin Arap Aklı'nın yapısını ortaya koyabilmek, aslında inşâ edebilmek
için, başvurduğu bir "insiyatif"ten başka bir şeyi yansıtmıyor.
Kuşkusuz burada vahyden kıyasla veya reyle hüküm çıkarsamanın yolunu rasyonel
bir prosedüre bağlamış olan beyânî akla esas muhtevasını veren şey, bunun kendi
içindeki tutarlılığı, kendi rasyonalitesidir. Rasyonaliteninse ancak bir
paradigma veya bir kapalı mantıksal örgünün içinde ölçülüp biçilebilen bir şey
olduğu da biliniyor. Bu durumda ise gerek tasavvufun, gerekse Câbirî'nin genel
olarak irfânî aklın kapsamına aldığı bilgi türlerinin de üretildiği bir
paradigma veya ideolojinin mantıksal iç tutarlılığınca "doğru",
"tutarlı" veya "rasyonel" kabul edilme ihtimali nasıl
gözardı edilebilir? Aslında her üç akıl yapısı arasında hüküm verebilecek bir
üstaklın mevcut olmadığının, en azından Kuhn'un paradigmalar arasındaki
ortakölçülemezlik ilkesine işaret ettiğinden beri bilincinde olan bir
entellektüel vasatta Câbirî'nin bu kurgusu sanırım biraz fazla naif bile
kaçabiliyor.
Kaldı ki, Câbirî,
Arap aklının içermesi muhtemel tüm irrasyonel izlerin kökü dışarıda, hatta bir
yönüyle de Batı'da olduğunu söylemekle Batı rasyonalizmine karşı Arap Aklı'na
bir üstünlük kanıtlamış olmuyor, aksine Batı rasyonalizminin hegemonyasını
pekiştirmiş oluyor. Zira saf bir rasyonalizm istencinin anayatağının Batı
olduğu dünyamızda, rasyonalizme yapılacak her çağrı, herhangi bir tarih ve
toplum içerisindeki akla çekilecek her dikkat, bu saatten sonra ancak Batılı
rasyonalist söylemin daha fazla muhkemleşmesini sağlayacaktır.
Arap
hermenötikçilerden Ali Harb de, Câbirî'nin sözkonusu kurgusuna benzer
eleştiriler yöneltirken, onun bu "akıl" kurgusunu bir dıştalama aracı
olarak kullanışını iki örnek üzerinden gösteriyor. Bunlardan biri İbn Arabî
diğeri İbn Sina'dır. Câbirî, birincisini Arap aklına sızmış irrasyonelliğin
temsilcisi olarak almakta, diğerini ise Arab olmadığı için Arap aklının
sınırları içerisinde mütalaâ etmeyerek dışlamaktadır. Aslında Câbirî'nin Arap
aklı kurgusu çoğu yönüyle de İslâm aklının bir analizidir. Çünkü eserine hakim
olan genel varsayıma göre Arap aklı ancak İslâm sonrasında kendi gerçek
muhtevasına kavuşmuştur. Dolayısıyla Arap aklının tarihi aynı zamnda İslâm
düşüncesinin tarihiyle aynı anlama gelmektedir. Bu durumda herhangi bir insanın
Arap aklının tarihi içerisinde kendine yer bulmaması aynı zamanda İslâm düşünce
tarihinin de dışında kalması anlamına gelmektedir. Diğer yandan, Muhyiddin İbn
Arabî'ye atfedilen irrasyonalite üzerine, Harb, bunun ancak Aristocu veya
bilimselci rasyonalist bir bakışaçısından mümkün olabileceğini düşünür. Oysa
daha geniş bir bakışaçısından bakıldığında, sözgelimi Hegel ve Heidegger'in
rasyonalitesinden bakıldığında, o, kapalı diyalektik daireyi ilk kıran ve akıl
konusundaki ayrılık, fark veya differánce'ın önünü ilk açan kişidir. Aynı
zamanda hayale ontolojik bir düzey ve bilişsel bir meleke olarak ilk kez
itibarını iade eden kişi olduğu kadar, anlamın oluşması ve çıkarsanmasında
işaretlerin veya îmâların rolünü ilk kez teslim etmiş kişidir:
"O, aynı
zamanda, diğer sûfîler gibi, mantıksallık koşuluna mahkum felsefî söyleme,
beden, rağbet ve aşka açılan yazılarıyla önemli bir aşılama yapmıştır. Bunu da
metinlere kendine özgü yeni bakışı, anlamı çoğaltıp çeşitlendirmeyi mümkün
kılan yöntemi sayesinde yapabilmiştir. Gerçekten de ... Varlığın özünde ihtilaf
ve değişim vardır ve bu değişim hakim oldukça benlik ona bağımlıdr; akıl
vehimlerle içiçedir ve hakikatin bilgisi hiç bir zaman tahayyül ve metafordan
ayrılamaz" (Harb, 1993: 121).
Kuşkusuz, Arabî'nin bu yönüne vurgu yapan
Harb, ona da kendine özgü bir rasyonalite isnad etmekteyse de, Hegel ve
Heidegger'e referansla işaret ettiği alternatif rasyonalitenin, Batı felsefe
tarihi içerisindeki yerini çok iyi takdir edememektedir. Böylesi bir tahlilde
bile Hegel ve Heidegger'in biraraya gelemeyecekleri bir yana, Heidegger'in Batı
felsefe tarihi içerisinde rasyonalizmin her çeşidine karşı önemli bir kırılma
noktasını temsil ettiğini biliyoruz. Buna rağmen Harb'in bu vurgusundan Câbirî
hakkında yakalanabilecek bir eleştiri noktası vardır. O da, Câbirî'nin
rasyonellik veya beyânî akıl kavramsallaştırmasının tümüyle Batılı bir
rasyonaliteye gönderme yapılarak kurulabildiğidir. Hatta, bu gönderi noktasına
atfedilen güç o kadar fazladır ki, Arap aklı içindeki beyanî unsurun diğer unsurlara
üstünlük kurmasını, veya diğer unsurların bastırılmasını, sağlayacak bir güce
de transfer edilebilmektedir. Başka bir deyişle Arap aklı kurgusunun içerdiği
üç unsurdan beyânî olanı, diğerlerine olan hiyerarşik üstünlüğünü tümüyle
modern rasyonaliteye olan bağımlılığına borçludur. Beyânî aklın bu bağımlılığı,
kapsama alanının belirlenmesinde, kendini özdeşleştirdiği alanı daraltan, buna
mukâbil ayırdığı alanı ise iyice genişleten bir işlevi yüklenir. Bu durumda
İslâm alemi Arap aleminden ibaret olacak, ama Arap aleminin tamamından değil,
Sünnî Arap aleminden ibaret. Sonra sadece Sünnî Arap aleminden değil, bunun
Mağrib kesiminden ibaret bir şey olacak. Bu dar alana rasyonel aklın egemenliği
yakıştırılırken geriye kalan Mağribli, Sünnî ve Arap olmayanlara, bidat,
hurafe, müneccimlik, büyücülük, mitoloji ve rasyonel bir kültür hegemonyası
içerisinde dışlanan, âtıl olan ne varsa onlar düşecektir (Harb, 1993: 121 vd.).
Aslında burada
idealize edilebilecek, daha otantik kabul edilebilecek bir İslâm düşüncesinin
kapsamına yakıştırılabilecek unsurlar olarak Câbirî'nin bu yöndeki tercihlerine
bir diyecek yok. Daha otantik olanın ne olduğunun tesbiti kişinin kendi kimlik
tanımıyla ilgili bir şeydir. Bu konuda Sünnî bir düşünürün Sûfî ve fiiî
unsurlara negatif yüklemeler yapan bir ontantisite görüşüne sahip olmasından,
bu unsarların Vahyin öngördüğü düşünce ve yaşam tarzıyla uyuşmadığını ortaya
koymaya çalışmasından daha doğal bir şey olamaz. Câbirî'nin bu yöndeki
tercihleri meşru olmaktan öte bize göre sahihlik şartını hâiz olmaya daha
yakındır. Ancak bir araştırma, konusunu belli bir aklın, üstelik Arap aklının
yapısını ortaya koymaya hasretmişse, burada doğal olarak bu akılda gördüğü
özniteliklerin kaynağı konunusunda belli bir sorumluluğu yüklenmek zorundadır.
Zaten yapısalcı yaklaşımın genel sorunu şudur ki, belirlenmiş araştırma
konusunu bir yapı olarak teşhis etme iddiası, önceden nesnelci Kartezyen
pozisyonların en güçlüsünü iddia etmeyi gerektiriyor. Oysa belli bir toplumsal
veya düşünsel alana yapısalcı yaklaşım, her şeyden önce o alana nesnelliği
kendinden menkul bir yapıyı yakıştırmayı, aslında bu yapıyı îcâd ve inşâ etmeyi
gerektiriyor. Dolayısıyla ondokuzuncu yüzyılın naif pozitivizmine karşı güçlü
bir eleştiri olarak ortaya çıkan yapısalcılık, aslında bu öznelciliğin çok
güçlü bir restorasyonunu temsil etmiştir.
Temel tezi,
olayların, kelimelerin veya herhangi bir tür fenomenin bir çeşit düzenini,
yapısını veya sistematik örüntüsünü keşfedebileceğimiz sürece dünyanın
anlaşılabileceği yönünde olan yapısalcılık, bu örüntülere, özneyi aşan, içinde
hiç bir öznenin tek tek hiç bir belirleyiciliğinin olmadığı bir determinist
nitelik atfeder. "Fenomenler, yapı olarak algılanabilir, fakat önceden
belirlenmiş bir yapısal örüntü paketi veya olguları bir yapı içinde
değerlendiren bir yapı kanunu olmadığı gibi yapı da gözleyenin önünde açık
değildir. Yapı haline getirme (yapılaştırma-structuring) olguları anlaşılır
kıldığı için kültürler ve bilgiler bilinçli veya bilinçsiz olarak yapılaştırıcı
fikirler ve yapısal olgular üzerine bina edilir" (Binder, 1996: 170).
Yapısalcılığa
yöneltilen postyapısalcı eleştiri de yukarıda belirttiğimiz gibi, bu yapıların
zihinsel inşâlar olduğunun bile çoğu kez farkedilmeden, bu inşâların naif bir
nesnellik iddiasıyla gerçekliğe giydirildiğine dikkat çekmesi olmuştur. Bu
konudaki çığır açıcı eleştiri çizgisiyle Derrida, her çeşit yapı
kavramsallaştırmasına bir metin olarak bakmakta ve bu metinlerin kurulmaları
esnasında kullanılan kavramların içerdiği hiyerarşilere dikkatleri çekmektedir.
Derrida'nın yapısalcı düşünceye yönelttiği eleştirilerden biri, yapının saf bir
empirik-tümevarım ve dışsal gözlem yoluyla keşfedilmesi bir yana, yapısal
analizin yapısalcı gözlemci için a priori bir örgütleyici ilke işlevi gören ve
bazı mecazların üzerine bina edilen yapıçözümcü teftişe dayanacak olmasıdır.
"Derrida,
gözlemcinin kültür, ideoloji veya bastırılmış arzular yoluyla yapısal
metaforları kendisiyle birlikte getirdiğini iddia eder. Metaforun kaynağı
gözlenen objenin dışında olduğu için objenin anlamı ve amacı gözlemci
tarafından inkar edilir veya görmezden gelinir. Yapısalcı yazının tipik
aporiası, bastırılmış örgütleyici metaforda aranmalıdır. iyice incelendiğinde
bu metaforun varolan yapısal biçimin keyfî ve anlamsız (yani bize hiçbirşey
söylemeyen) sessiz, sadece orada bulunan bir şey olduğu şeklindeki yapısalcı
iddiayla ters düştüğü görülür" (Binder, 1996: 172).
Esasen biz de
yukarıda, Câbirî'nin Arap Aklı kurgusunun kendisinin böylesi bir metaforla
yüklü olduğunu ve bunun bir yapılandırma veya inşâ olduğu varsayımıyla hareket
ettik. Nitekim onun Arap Aklı'na isnad ettiği yapının orada öylece duran bir
şey olmadığını göstermeye çalıştık. Bunu yaparken, Câbirî'nin kurgusunda
seçtiği kavramsal stratejilerin, aslında yine postyapısalcı eleştiri yoluyla
basit bir "dil oyunları" çerçevesinde mütalaâ edilebileceğini
sergilemeye çalıştık. Nitekim, Arap aklının sınırlarını çizdiğinde, Câbirî'ye,
kesinlikle olgudan önce yön veren metaforik bir kurgunun varolduğu artık açıkça
görülebilir.
Bu çalışmanın
bundan sonraki aşamasında iki önemli sorun ayrıntılarıyla ele alınmayı hak
etmektedir. Ancak biz bu iki konu için ayrı bir çalışma tasarladığımız için
burada ayrıntılarıyla girmenin yeri değlidir. Yine de kısaca belirtmek
gerekirse, birincisi, yukarıda Câbirî'nin, Max Weber'in kapitalizmin neden
başka yerde değil de Avrupa da gelişmiş olduğu sorusunu andıran bir şekilde
İslâm veya Arap kültür tarihinde cevabını aradığı sorularla alakalıdır. Bu
sorular sosyolojik bir açıdan bakıldığında genellikle oldukça indirgemeci
sayılabilecek bir nedensellikle açıklanmaktadır. Faktörler genellikle bir iki
madde halinde özetlenir ve İslâm dünyasının şu veya bu unsurların
"eksikliğinden" dolayı Avrupa'da meydana gelen gelişmeleri, en
azından zamanında yaşamamış olduğu açıklanmaya çalışılır. Tahmin edilebileceği
gibi, "eksik"ler "Avrupa'dan bizi farklı kılan şeylerdir"
ve takdir edilebileceği gibi, bu farklılık anormal kılıcı bir farklılık olarak
işler. Bir kez bu soru sorulduğu andan itibaren, buna verilen cevap ne olursa
olsun, Batı dışında kalan bütün bir dünyayı "anormal" olarak
kurmaktan kaçınılamaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, oryantalizmin basit
işleyiş mantığı ve bu mantığın içerdiği özcülüğün temeli budur.
Burada
kaydedilmesi gereken, bu soruya getirilen cevaplarda, genellikle bir faktör
olarak Eş'arîliğe veya fiafiî'nin fıkıh yöntemine yapılan vurgudur ki,
Câbirî'nin eserinde de hem fiafiî'ye hem de Eş'arî'ye benzer bir yaklaşımın
izleri vardır. Bu yaklaşım bilerek veya bilmeyerek sözkonusu Weberci argümanın
izinden giderek, İslâm toplumunun Avrupa'nın kapitalistleşmede veya
modernleşmede kaydetmiş olduğu yolu niçin katetmemiş olduğu yönündeki negatif
sorunun gerektirdiği oryantalist varsayımları beslemektedir. Aslında
denilebilir ki, ondokuzuncu yüzyıldan itibaren, dolayısıyla Weber'den önce
bile, İslâm modernizminin en merkezî sorusu bu olmuştur. Ancak Weber'den sonra
bu soru çok daha akademik ve disipliner bir muhteva kazanmıştır. Bu soru
soruldukça, bir yandan Protestan Ahlâkının kapitalizmin doğuşundaki veya
modernleşme sürecindeki pozitif etkisi konusundaki sosyolojik uylaşım
desteklenmiş, diğer yandan kapitalizmi veya moderniteyi kendi topraklarında
geliştirme konusunda İslâm dünyasının eksiğinin tam da onun inanç düzeyindeki
muadilinde aranması bir alışkanlık haline gelmiştir.
Her ne kadar
Descartes'inkiyle karşılaştırarak, fiafiî'nin Er-Risale'sinin İslâm düşünce
tarihinde kapsamlı bir yöntembiliminin temellerini sunduğunu belirtse de, bu
çalışmanın, ileride İslâm düşüncesini kapatacak potansiyelin sabitleştirici ve
dondurucu işlevine kaynaklık edeceğini îmâ ederek sözkonusu nedenselciliğe
katkıda bulunmuş oluyor. Akademik çevrelerde bu konuda genel bir uylaşım
oluşmuşsa da, burada bu uylaşımın tümüyle, özünde oryantalistik olan, sözkonusu
soru eşliğinde hatta bu soru dolayısıyla oluşmuş olduğunu savunacağım.
Hatırlanacağı üzere bu soru, Batı'da hâlihazırda kaydedilmiş bütün bir toplumsal
gelişmeyi idealize eden ve bütün boyutlarıyla onaylayan bir bakışaçısını
beslemekte, öyle bir bakışaçısından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, Eşarî'ye
veya fiafiî'ye yöneltilen eleştirinin özünde, onların modernleş(e)memenin
önündeki ciddi engeller olmalarından kaynaklanıyor.
Burada,
kapitalizmin ilk kez İslâm dünyasında ortaya çıkmamış olmasıyla Eş'arîlik
arasında kurulan ilişki hakkında yukarıdaki postyapıalcı eleştirinin kolaylıkla
yapılabileceğini söylemek istiyorum. Bu ilişki, tıpkı Protestan ahlâkı ile
kapitalizm arasında kurulan nedensel ilişki kadar sorunsaldır. Bilindiği gibi
Protestan Ahlâkı ile kapitalizm arasında Max Weber'in, birincisinin ikincisine
yol açmış olduğunu idida ettiği yönünde genel bir kanı vardır. Oysa Max Weber
bundan çok daha farklı bir şey söylemiştir. O hiç bir zaman Marksist iddiaya
karşıt olarak bir üstyapı kurumu olan Protestanlığın bir altyapı kurumu olan
kapitalizme yol açmış olduğunu söylememiş. Daha ziyade o, bunların ikisi
arasında hangisinin diğerini belirlemiş olduğu sorusunun mütalaa edilmeyeceği
bir seçmeli yakınlık (elective affinity) bulunduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu
da bunların tarih içerisindeki biraradalığına dikkat çekmekten fazla bir şey
gerektirmiyor (Turner, 1997: 28 vd.). Buna rağmen sosyolojik çevrelerde Max
Weber'in böyle bir iddiayı dillendirmiş olduğu sıkça kabul görmekte, dahası, bu
yönüyle Weber, marksizmin en güçlü eleştirmeni sayılmaktadır. Daha da ötede
Protestanlık kapitalizme yol açan bir etken olarak Weber'in ilgisini çekmeden
önce çok da dikkat çekiyor sayılmazdı. Hatta kapitalizm ile ille de bir dinhi
inanç arasında bir ilgi kurulması gerekiyorduysa bunun Yahudilik olması çok
daha akla yatkındı. Dolayısıyla Protestanlığın kapitalizmin hatta modern ve
sanayi toplumunun gelişmesinde olumlu bir işleve sahip olması itibariyle bir
sosyolojik icad olduğuna dikkat çekilmelidir (Aktay, 1993).
Eşit bir biçimde
Eşarîlikle İslâm toplumunun şu veya bu istikamette gelişmesi arasında kurulan
ilişkiler de Protestan Ahlâkı'nın Avrupa'da oynamış olduğu rolün ayna-imajı bir
rol olduğu gösterilebilir. Ernest Gellner'in Muslim Society isimli eserinde
kurguladığı gibi şayet, Müslümanlar Avrupa'yı fethetme süreçlerinde Viyana'nın
ötesine geçebilselerdi, büyük bir ihtimalle kapitalizm ilk kez İslâm dünyasında
ortaya çıkmış olacak ve bugün biz belki de İbn Weber'den Harici veya Eş'arî
Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu isimli bir eser okuyor olacaktık. Bu eser bize
modern rasyonel ruhun ve onun iş dünyası ve bürokratik örgütlenmedeki
ifadesinin nasıl ancak Kuzey Afvrupa'da onaltıncı yüzyıl neo-Haricilik veya
neo-Eş'arîliğinin sonucu olarak ortaya çıkabileceğini anlatırdı. Eser özellikle
modern ekonomik ve örgütsel rasyonalitenin, şayet Avrupa Hristiyan kalmış
olsaydı, hiç bir zaman ortaya çıkamayacağını anlatmaya çalışırdı. Bunun için bu
inancın müzmin barok, manipülatif, himayeci, yarı-animistik ve dünya hakkında
düzensiz vizyona olan eğilimine bakmak yeterli olacaktı. Çünkü böyle bir din
hiç bir zaman mensuplarına, dünyayı kozmik bir düzen olarak görmeyi ve yalnızca
inanca dayanarak düzenli ve sistematik bir tarzda üretip biriktirmeyi
öğretemezdi. Diğer yandan Müslüman bir Avrupa'da, Hegel'in, kronolojik olarak
önce gelmiş bir dinin (Hristiyanlığın), sonra gelmiş bir dinden (İslâm'dan)
nasıl daha nihâî ve daha mutlak olduğu gibi çilekeş bir tartışmanın zahmetine
katlanmak zorunda kalmazdı (Gellner, 1981: 7).
Aslında, belli
düşüncelerle veya Câbirî'nin deyimiyle belli "akıl"larla belli
toplumsal gelişmeler arasındaki ilişkiler zorunlu olmadığı gibi, kendi
başlarına belirleyici etkenler oluşturamamaları daha doğrudur. Belli akıllar
muhtemelen başka bir çok faktörle daha birarada, mâhiyeti her zaman bu kadar
basit bir yolla keşfedilemeyen komplikasyonlara yol açabilirler. Örneğin
kapitalizmle olumlu ilişkisinden bahsedilen Protestanlığın belli yerlerde
insanı daha fazla uyuşturan bir komplikasyona yol açmasını engelleyen bir şey
yok. Ayrıca, iyi irdelendiğinde Protestanlığın veya Aydınlanma'nın çoğu
referanslarında Eş'arîliği aratmayacak kadar kaderci, ve panteist ögelere rastlamak
mümkündür. Kaldıki, aynı Eşârîlikten çok daha püriten ve dinamik bir hayat
felsefesi türetmenin hiç bir engeli yoktur. İstenirse veya şartlar başka türlü
gelişirse, Eşârîliğe uygun bir yorum getirilerek ister bir kalkınma hamlesi
için, isterse bir devrim projesi için çok elverişli bir "akıl"
kılınabilir. Haddizâtında Avrupa kapitalizmi sadece Protestanlığın üstün gücüne
referansla açıklanamayacağı gibi, İslâm dünyasındaki bazı gelişme(me)lerin
faturasının da Eş'arîliğe kesilmesi, en hafif ifadesiyle bir entellektüel
ucuzluğu ifşâ etmektedir.
İkinci konu,
Muhammed Arkoun'un Akıl kavramıyle ilgili konumuyla ilgilidir. Cezayir kökenli
olduğu halde yeni Fransız düşüncesine oldukça âşinâ ve oranın problematikleriyle
kendi düşünce dünyasını şekillendirmiş olması dikkat çeken, postyapısalcı
düşünür Muhammed Arkoun da bir çok çalışmasında kendine konu olarak aklın özel
bir türünü, İslâm aklı'nı seçmiştir. Ayrıntılarına —başka bir yazıya bırakmak
üzere— girmemekle birlikte, Câbirî'nin çabasıyla karşılaştırmak açısından onun
çalışmasının bir kaç yönüne değinmek gerekiyor.
İlkin, onun
çabası yukarıda bahsettiğim sosyolojik uylaşıma fazlasıyla iştirak etmektedir.
Onun da bütün sorunu bir toplumal geriliğin nedenlerini düşünsel gerilikte
aramaktır. Bunun için İslâm düşünce tarihinde işleyen bir aklı teşhis edebilmek
için yapısalcı bir yol izlerken, bu aklın geçersizliğini ispatlama, onun yerine
sınırlarını kendisinin belirlediği bir ictihad yolunu ikame etme işlemi için de
postyapısalcı bir yol izlemektedir. Onun İslâm aklı'ndan kastettiği şey açıkça
İslâm ortodoksisi dediği şeydir ve temeli sözmerkezcilik olan, metinlerin belli
bir tarz okunmasının kurumsallaşmasına dayanan bir okumayı gerektirdiğini
söyler. Bu ortodoksi, aynı zamanda İslâm düşüncesindeki müzmin durağanlığın da
yegane sebebidir. Buna mukabil Müslümanların özgür muhayyilesi dediği şey, bir
çeşit heterodoksiyi temsil eden, Derrida'nın bahsettiği anlamda différance'ı
temsil eden bir şeydir. Bu noktada Arkoun, Câbirî'den ayrılmaktadır. Zira kaba
bir tasnifle biri ortodoksi yanlısıdır, diğeri heterodoksi yanlısı. Ancak her
ikisinin tarih okuma biçimleri, orada bir yapıyı arama çabası açısından
benzerdir. Bir farkla ki, Câbirî tarihe veya belli bir toplumsal olguya bir
yapı isnad etmenin teorik maliyeti konusunda haberdâr değildir veya öyle bir
kaygısı yoktur. Ancak Arkoun, böyle bir şeyden haberdâr olduğu halde, dahası,
İslâm düşünce tarihiyle ilgili pek çok eleştirisine yön veren bilinç bu olduğu
halde kendisi kendi tarihsel yapı kurgusunu rahatlıkla giydirebilmiştir.
Arkoun'un akıl
kavramını Câbirî'ninkinden ayıran başka noktalar da vardır. Ali Harb'in tasnif
ettiği bu farkları da vurgulayarak yazımıza son verelim: İlkin, Dil açısından
bir fark vardır. Arkoun Paris Üniversitesi'nde ders verdiğinden dolayı,
Fransızca yazmaktadır; buna mukâbil Câbirî, Fas'ın Rabat Üniversitesi'nde ders
verdiğ için Arapça yazmaktadır. İkincisi, çalışma yönelimleri açısından: Arkoun
İslâm'ın tamamını kendisine konu edinmiştir, önceliği dinsel, yani İslâmî bir
önceliktir. O yüzden kendi çalışmasını "İslâmî Aklın Eleştirisi" diye
isimlendirmiştir. Buna mukâbil Câbirî alan olarak kendine Arab'ı seçmiştir,
önceliği ırksaldır, çalışmasının adı "Arap Aklının Eleştirisi" olarak
ilan edilir. Üçüncüsü, araştırma alanları açısından: Arkoun'un çalışmaları
değişik verileriyle birlikte İslâm kültürünün tamamını kapsamaktadır: Bilimsel
branşlar, bilişsel alanlar, yorum sorunları, edebiyat, halk edebiyatı hatta
hikaye ve efsaneler. Câbirî ise kendi alanını bilim adamlarının kültürüyle veya
bilimsel ve düşünsel sahalara, örneğin, gramer, retorik, fıkıh, kelâm, tasavuf
ve felsefeyle sınırlar. Dördüncüsü, eleştirel stratejileri bakımından: Arkoun
Kur'ânî vahy ve nebevî temsille ifadesini bulan ilâhî, kutsal boyutun
eleştirisini de hedefliyor. Çünkü ona göre bu boyut araştırma ve düşünce
dairesi üzerinde imtiyazlı etkin bir dışsal alan oluşturmakta ve bazı
örtülerini kaldırabilmek için onu sorgulamak ve sınamak gerekiyor. Câbirî ise,
vahy ve peygamberin söylemini eleştirmekten kaçınır. Çünkü o, Arab dünyasında
ilâhî alanın eleştirisinin zamanının henüz gelmemiş olduğunu düşünür. Bunun
için de eleştirilerinde vahy metinleri ve Kur'anî görüngüler etrafında ortaya
çıkan ve düzenlenen söylemlere yönelmekten
kaçınmıştır. Son olarak bu iki düşünür arasında araştırma yöntemi
açısından bir fark vardır: Arkoun, eleştirel yaklaşımlarında oldukça seçmeci
bir yol izler, değişik uzmanlıklalanlarında bir çok yöntembilimine başvurmakta,
sadece rasyonel olmak şartı gözetmekyen bir çok bilgi alanında gezinmektedir.
Câbirî ise çoğunlukla epistemolojik çözümleme ve eleştiriye yoğunlaşmıştır
(Harb, 1993: 115-116).
Yine de her
ikisinin İslâm düşünce ve kültür tarihine isnad ettikleri yapının,
postyapısalcı bir eleştiri açısından ciddi eleştirilere çok açık olduğunu
tekrar kaydetmek gerekiyor. Bu eleştirilerin, bir yandan sömürgeciliğin
epistemolojik tarihi, diğer yandan modernleşmenin Batı-dışı toplumlara düşen
payın kültürel sonuçlarıyla birarada yürütülmesi gerekmektedir.
Aktay, Y., 1993,
İslâm Ahlâkı ve Modernliğin Ruhu, Bilgi ve Hikmet, Sayı: 2.
Arslan, A., 1998,
Felsefeye Giriş, (3. Baskı) Ankara: Vadi.
Binder, L. ,
1996, Oryantalizmin Yapıçözümü, Postmodernizm ve İslâm, Küreselleşme ve
Oryantalizm, Topçuoğlu, A., Aktay Y., (der.), Ankara: Vadi (Orijinali,
Deconstructing Orientalism, Islamic Liberalism, Cambridge University Press,
1988).
Câbirî, M. A.,
1997, Arap Aklının Oluşumu, Çev. İbrahim Akbabaİstanbul: İz.
Câbirî, M. A.,
1997b, İslâm'da Siyasal Akıl, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul: Kitabevi.
Câbirî, M. A.,
1987, Bünyetü'l Aqli'l-Arabî: Dirâsah Tahlîliyyah Naqdiyyah li-Nüzûmi'l-Marifah
fî Seqâfeti'l-Arabiyyeh, Beyrut: Merkezu
Dirâsâti'l-Vahdeti'l-Arabiyye
Çetin, İ., 1996,
John Locke'da Tanrı Anlayışı, Ankara: Vadi.
Çiğdem, A., 1993, Aydınlanma Felsefesi, İstanbul: Ağaç.
Çiğdem, A., 1997,
Akıl ve Toplumun Özgürleşimi, (2. Baskı), Ankara: Vadi
Çiğdem, A., 1997,
Bir İmkân Olarak Modernite, İstanbul: İletişim.
Derrida, J.,
1978, Writing and Differance, çev. Alan
Bass, University of Chicago Press.
Derrida, J.1981,
Positions, Alan Bass İng. Çev. Athlone
Foucault, M.,
1984, What is Enlightenment, The Foucault Reader, P. Rabinow (ed.), New York: Pantheon Books.
Gellner, E.,
1981, Muslim Society, Cambridge: University Press.
Gellner, E.,
1985, Relativizm and the Social Sciences, Cambridge: University Press.
Giddens, A.,
Jürgen Habermas, Çağdaş Temel Kuramlar, Quentin Skinner (der.), çev. A.
Demirhan, Ankara: Vadi.
Göka, E.,
Topçuoğlu, A., Aktay, Y., 1996, Önce Söz Vardı: Yorumsamacılık Üzerine Bir
Deneme, Ankara: Vadi.
Habermas, J.,
1984, The Theory of Communicative Action, cilt I Almanca'dan İngilizceye çev.
Thomas McCarthy, Boston: Beacon Press.
Harb, A., 1993,
En-Nass ve'l-Haqîqah I: Naqdu'n-Nass, Beyrut: El-Merkezu's-Saqafî el-Arabî.
Heidegger, M.,
1990, Metafizik Nedir?, Ankara: Felsefe Kurumu.
Kant, I., 1984,
Aydınlanma Nedir? Seçme Yazılar, çev. Nejat Bozkurt, İstanbul: Remzi.
Rorty, R., 1980
Philosophy and the Mirror of Nature, Oxford: Basil Blackwell.
Rorty, R., 1995,
Olumsallık, İroni ve Dayanışma, çev. M. Küçük, A. Türker, İstanbul: Ayrıntı.
Tepe,, H., 1995,
Platon'dan Habermas'a Felsefede Doğruluk ya da Hakikat, Ankara: Ark.
Turner, B. S.,
1997, Max Weber ve İslâm: Eleştirel bir Yaklaşım, çev. Yasin Aktay, Ankara:
Vadi.
* Dr. Yasin
Aktay, Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
[1]Michel
Foucault'ya göre, burada vurgunun
negatif olması, yani "ergin olmayış" diye bir durumun
tanımlanması tesadüf değildir. Cümle pekâlâ "insanın erginleşmesi"
diye de kurulabilirdi. Burada Aydınlanma düşüncesini veya tavrını en iyi
resmeden bir "çıkış", "kopuş", "bir halden, bir
çağdan, bir dönemden çıkıp başka bir hâle, döneme, çağa geçiş" iddiasının
veya düşüncesinin dile bu tür ifadelerle yansımasından daha doğal bir şey
olamaz. Foucault, Kant'ın ünlü makalesini yorumladığı ve aynı başlığı taşıyan
makalesinde, bu "kopukluk" durumunun modernliği belirleyen en temel
kavramlardan biri olduğunu savunur. Foucault, Kant'a sorulmuş olan
"Aydınlanma" sorusunun Kant'tan bu yana Felsefenin temel meselesini
teşkil etmiş olduğunu belirtir. Ona göre, birileri Felsefenin "ne"
olduğunu soracak olursa buna rahatlıkla "Aydınlanmanın ne olduğu sorusuna
cevap vermeye çalışan bir uğraş" diye cevap verilebilirdi (Foucault, 1984)
[2]Burada Kant’ın
şeyleri kendinde oldukları biçimiyle göremeyeşimizden dolayı insana bilgi
konusunda bir zaaf yüklediği düşünülmemelidir. Genellikle şeyleri kendinde
ooldukları gibi göremeyişimizin Kant’taki anlamı, Platon’unkiyle karıştırılır.
Platon, meşhur mağara metaforu yoluyla açıkladığı bilgi teorisinde, insanların
gerçekliğin ancak gölge biçimlerine tanık olabildiğini; oysa bütün bu gölge
oyunlarına yol açan asıl gerçekliğin ‘idelerin) insanın bilgi melekeleri
tarafından algılanamadığını söyler. Bu anlamda Platon’un algısal düzeye
indirgenmiş bilgiyi hep aşağıladığını biliyoruz. Oysa Kant, tam tersine, herkes
tarafından kullanılabilen aklın içerdiği ve realiteyi kendinde şey olarak
görmeyi engelleyen kategorilerin, bizzat aklı akıl yapan şeyler olduklarını söylemeye
getirir. Çünkü ancak bu melekeler yoluyladır ki, insan bilebilir. Bu anlamda a
priori kategoriler insan aklı ve doğru bilgi için bir zaaf değil bir imkandır.
[3]Kuşkusuz
doğruluk ve hakikatin kulanılma biçiminde bile ortaya çıkan farkları vardır.
Gerçi birinicisinin kökeni Türkçe, ikincisininse Arapça olmasına dikkat
çekilerek bu fark giderilebilir. Ancak doğru(luk) kelimesinin gerçekliğe
uygunluk anlamına karşılık hakikatte daha metafizik, daha etik bir çağrışım
vardır. Bu yazıda genellikle bu tür farkları gözardı ederek gittiğimizin
bilinmesi gerekiyor.
[4]Öz Türkçe
konusunda Cumhuriyet sonrasında oluşan hassasiyet ve bunun belirlediği politikalarla oluşan
sözdağarcığının da böylesi bir sorunu yok mudur? Varsayılan sâfiyet şartlarını
ancak köylerde konuşulan dil içeriyor. fiehirdeki insanı da, hatta bilim
adamını, düşünürü, felsefeciyi bile böylesi bir dili konuşmaya icbar etmek gibi
bir tarafı olmuştur bu politikaların. Buna zorlanmış olmanın rencide edici
tarafı bir yana, Türk düşüncesinin gelişmesine ciddi anlamda ket vuran bir
boyuta sahip olduğu yönünde bir eleştirel çizgiye bu vesileyle değinilebilir.
[5]Max Weber'in
bu sorusunun oryantalist kökenlerinin bir teşhisi ve eleştirisi için bkz.
Turner, 1997.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar