ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATINDA SOSYAL KONULAR
Çağdaş
Türk Edebiyatında Konular adlı yazımız Harvard Üniversitesinin Haziran 1959 da
tertiplediği bir seminere konferans olarak sunulmuştu. Birkaç ay sonra bu yazı,
bazı değişikliklerle Middle East Journal’ ın iki sayısında makale olarak yayınlandı.
Modern Türk edebiyatım ve buraya hâkim bazı fikir akımlarını ele alan bu yazı
oldukça geniş ilgi gördü. Amerika’da yayımlanmış bu makaleleri bazı küçük
değişikliklerle Türkçeye aktarmayı faydalı bulduk. Bu hususta yardımını
esirgemeyen bay Ülkü Tamer’e teşekkür etmek isteriz.
Yazımız,
1959 yılında hazırlandığına göre, o zamanın düşünce akımlarını ve şartlarını
esas tutacağı âşikârdır. O tarihte hakim olan hava, Türkiye’nin hızla sosyal ye
politik bir senteze doğru gittiğini göstermekte idi. Günlük gazeteler ve
tartışmalar, olayların temellerine inemedikleri için, yurda hakim olan havanın
gerçek yüzünü belirtemiyorlardı. Halbuki sosyal konulu edebiyata bir göz
atanlar, buradan, yakın geleceğin esaslı değişiklikler getireceğini kolayca
çıkarabiliyorlardı. Çünkü burada, 27 Mayısı hazırlayan bir hava esiyor,
insanların bekleyişleri seziliyordu. 27 Mayıs kendini doğuran sosyal ve
ekonomik olayların derinine inemeden, belki tükenmiş olabilir, amma bu
hareketin duygu ve düşünce cephelerini hazırlayan, aydınlan ondan yana çeken
edebiyat hâlâ ayakta durmaktadır.
Her
ne olursa olsun, sosyal konulu edebiyatla 27 Mayıs arasında sıkı bir ilgi
vardır, çünkü her ikisinin doğumu, aşağı yukarı ayni nedenlere dayanmaktadır.
Bu nedenler ise, hızla değişen toplumlunuzun yapısı ve. buna uygun olarak
değişme zorunda kalan değer hükümlerin ve çıkarların çatışmasıdır. Bir toplumun
iç yapısı şu veya bu sebeplerle değişikliğe uğrarsa, orada derin kaynaşmalar
olacağı gayet tabiîdir. Türkiyenin iç yapısı aşağı yukarı yüz yıldan beri
gittikçe hızlaşan bir tempo ile durmadan değişmektedir. Cumhuriyetin ilk
devirlerinde meydana gelen değişiklikler, ancak bir kaç şehiri etkileyerek
kalıplaşmış, hızını kaybetmişlerdi. 1945/6 dan sonraki olaylar ise duraklaşmış
olan toplum değişikliğine yeni bir hız vererek zaten sarsılmış olan eski yapıya
temelinden bir darbe indirmiştir. Türkiye’de olup biten ve hiç bir tarihin
kaydetmediği bu içten değişiklikleri edebiyat değerlendirmiş, toplumun
tepkisini göstermiştir. Her ne olursa olsun Türk edebiyatının, toplumun
gelişmesinde can alıcı bir yeri vardır ve böyle olmakta devam edecektir.
Yazımızın
hazırlandığı 1959 yılından bugüne kadar, edebi bir kisve altında tartışılan
sosyal konuların bir çoğu, 27 Mayıstan sonra, kaçınılmaz tabiî bir sonuç
olarak, gazetelere, çeşitli sosyal kurullara ve siyasi partilere konu olmuş ve
böylece günlük meseleler haline girmişlerdir. Meselâ sosyal adalet meselesi
bundan dört beş yıl evvel, ancak edebiyatta tartışılmakta iken bugün herkes
tarafından kabul edilen bir konu haline gelmiştir. Bu gelişme ise sosyal
olayların, nasıl hissî bir tepki olarak ilk edebiyatta ifade edildiğini, sonra
düşünce akımı şekline girdiğini, sonra da toplum vicdanım harekete getirdiğini
göstermektedir. Nihayet düşünceleri gerçekleştirme yolundaki çabalar gelir ki
bu da olayın siyasi cephesini gösterir.
Yazımızın
asıl amacı, toplum olaylarının nasıl meyil dana geldiğini anlatmak değil de,
edebiyatın toplumun içindeki fonksiyonunu belirtmektir. Biz, edebiyat ve
toplum dâvasını klâsik şekille, yani
edebiyat toplum için midir, değil midir şeklinde ele almıyoruz. Edebiyatın
muayyen bir toplum içinde geliştiğini göz önünde tutarak onu, o toplumun
bugününü anlatan ve yarınını hazırlayan bir kuvvet olarak görüyoruz.
Edebiyatın
sosyal fonksiyonunu anlamak için o edebiyatta ifade edilen ilerici, gerici,
romantik velhasıl her çeşit eğilimli yazılan tüm olarak göz önünde tutmak
gerekir. Sonra yazarların biyografileri hakkında tam ve sağlam bir bilgiye ihtiyaç vardır, çünkü
yazar çok defa geldiği sosyal zümrenin görüşlerini ifade eder, onların bir nevi
sözcüsü olur.
Her
olayın iki ve hattâ çok daha fazla yönü bulunduğu muhakkaktır. Muayyen bir
olayı, toplumun çeşitli zümreleri, çeşitli şekilde göreceklerine ve buna göre
tepki göstereceklerine göre, bunların edebiyat anlayışları da bu şekilde
çeşitli olacaktır.
Bunların
ikisi de toplumda mevcut bir fikir ayrılığını ifade ettikleri aşikârdır. Her
görüşün taraftarları vardır ve bunlar toplum içersinde muayyen derecede etki
gösterebilmektedirler. Yani bunlar, birer kuvvettir ve kuvvet oldukları
müddetçe incelenmeye muhtaçtırlar.
Halbuki
bizim gibi değişmekte olan bir toplum içinde yetişeli edebiyatçının, her düşünce
akımının köklerini ve nedenlerini incelemesi ve ona göre hüküm vermesi
gerekmektedir. Tabiî ki her düşünürün tuttuğu bir görüş olacaktır ve onu
savunacaktır. Amma savunurken karşı tarafın da görüşlerini göz önünde tutarak
düşüncelerini; ona göre şekillendirmesi gerekir.
Söylediklerimizi
bir misal ile daha iyi canlandıralım. Yazımızın bir yerinde kasabalarımızın ve
buraya hakim olan eşrafın, edebiyatta nasıl de alındığım ve modernleşme çabamız
içindeki yerlerini belirtmeğe çalıştık. Bunu yaparken kasabalarımıza belirli
bir tarihi sosyal açıdan baktık. Bizim düşüncemize göre, İslam
memleketlerinde kasaba dediğimiz topluluk medrese kültürünü sinesine almış,
tabiatla, insanla ilgisini kesmiş ve aklın kuru mantık kaidelerine göre bir
düzen yaratmış bir insan topluluğudur.Kasaba
köyün üzerine kurulmuş ve onu sömürmekle gelişmiş bir sosyal
düzendir.Alabildiğine ferdiyetçi, hatta asidir. Köy üzerinde sağladığı ekonomik
ve sosyal üstünlüğünü korumak için de müfrit muhafazakârdır.
Köy
ise insanların ilkel yaşama ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş, müstahsil
insanların meydana getirdikleri bir 'topluluktur. Yaşama ihtiyaçlarını
karşılamak için kurulmuş tabiî bir düzen içimde hayatını sürer gider. Eğer köy
dışardan veya kendi içinden sosyal, ekonomik ve kültürel bir etki görmezse
durgun bir şekilde yaşamakta devam eder. Yakın
Şark, bir yandan siyasi otorite kuvvetile, diğer yandan kültür ayarlamasile,
köyü kasabanın daimi bir sömürgesi haline sokmuştur. Bu
esasa dayanarak kasaba kendini belirli şekilde geliştirmiş ve ona göre de
yarattığı sosyal üstünlük düşüncesini köye kabul ettirmiştir. Batıda ve
hattâ Balkanlardaki köylerle şehirler arasındaki ilgiler incelenirse, bunların
bizden ne kadar farklı olduğu açıkça
görülebilir.
Bizim
bu görüşümüz bazı bilginlerin sosyal araştırmalarından, tarihimizi ve
edebiyatımızı inceliyerek elde edilmiştir. Şimdi değişik bir görüş savunan bir
yazıyı ele alalım. Bundan bir müddet evvel, 2/4
/1962 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde, Sezai Karakoç’un “Kasaba Edebiyatı”
başlıklı bir makalesini okudum.Sosyolojik yönden ele alınırsa
cidden değerli bir yazıdır bu. Yazar edebiyatımızın geleceğini
klâsik Islâm felsefesinin açısından ele alarak bazı fikirler ileri sürmektedir.
Ona göre edebiyat ancak kasabayı
esas tutarsa verimli olabilirmiş.Kasaba
insanı eve, aile ve topluma bağlanarak medeni bir seviyeye yükselmiş, onun için
de daha gelişmiş bir konu mevkiindedir. Halbuki köy insanı gelişmemiş,
gerilikten kurtulamamıştır. Proleter ise teknik bir yaşayışla sınırlandırıldığı
için kişiliğini bulamamıştır. Yani, bunların her ikisi aşağı bir insan tipini
temsil etmekte imişler. Şimdi Karakoç’un düşüncelerini kabul ederek bir
edebiyat yaratmaya kalkışırsak kasabayı ve orada yaşayan insanı
idealleştirerek, köy insanı üzerindeki hakimiyetini ve dolayısile
sömürgeciliğini devam ettirmiş oluruz. Böyle bir görüş, insanı insan
olarak ele alan ve gelişmesini içinde yaşadığı şartlan değiştirerek elde etmek
isteyen çağımızın insancı, gerçekçi düşüncesile taban tabana zıttır. Kasabayı
idealleştiren bir edebiyatın bugün Türkiye’de tutunamayacağı aşikârdır. Amma
her şeye rağmen bu yazıyı, klâsik İslâmın sosyal görüşünü ifade ettiği için ve
bu görüşü toplumumuzda paylaşanların sayısı bir hayli kabarık olduğu için, her
edebiyatçının mutlaka okuması gerekir.
Edebiyatımızın
her bakımdan olgun bir seviyeye erişeceğine inananlardanım, çünkü bir
edebiyatın kuvveti, içinde geliştiği toplumun dâvalarının çeşidi ve derinliğile
ölçülür. Bugünün Türkiyesi ise hiç bir memlekette eşi olmayan bir değişme
çabası içindedir. Eskiyle yeni durmadan çarpışmakta, toplum değişmekte,
insanların düşünceleri yeni yeni kalıplara bürünmektedir.
Bir toplumun değişmesi insanların alıştıkları
yaşama düzeninin ve değer hükümlerinin de değişmesini gerektirmektedir. Bu ise
insanlara sonsuz ıstıraplar vermektedir. Onun . için toplumun değişmesini konu
edinen edebiyat, bu değişmenin acısına katlanan insanı arayıp bulması, ona
gerici ve ilerici damgasını vurmadan evvel, neden gerici ve neden ilerici
olduğunu araştırıp öğrenmesi gerekir. O zaman edebiyatın toplum dâvalarını,
insan açısından görerek çok daha parlak bir seviyeye ulaşması mümkündür. Bunu
yaparken de sanat ölçüleri içinde kalması şarttır. Edebiyatın “perspektiv”
kazanması insana çeşitli açılardan ve yönlerden bakarak, yani onu bugünkü
duruma sokan bütün kuvvetlere yer vermekle mümkündür.
bir
edebiyat hem insanın, hem de kendi açısını genişletmiş olur.
Bir
parçasını aldığımız bu şiiri fazla incelemeye ihtiyaç yoktur sanırım. Burada
ilk bakışta geleneksel baba oğul münasebetlerinin devam ettiğini görüyoruz. Dindar
bir babanın ahrete inanarak kuran okuduğunu ve bunlara inanmayan fakat babasını
insan olarak sevmekte devam eden bir oğlun ıstırabını buluyoruz. Bu sevgi
ve ıstırap sebebile hem Aziz Nesin’e hem de babasına karşı yakınlık duyuyoruz.
Sosyal
konulu edebiyatın, ele aldığı dâvalar içinde daima insanı arayıp bulması
gerektiğini söyledik. Amma insanı soyut bir şekilde ele alarak, onu, içinde
yaşadığı sosyal, ekonomik ve tabiat ortamı içinden ayırırsa o zaman sonuç yine
eksik kalır. Edebiyatımız insanı, kişiliğini devamlı gözönünde bulundurarak,
bağlı bulunduğu sosyal grup içinde görmeli ve öyle incelemelidir. Sosyal gurup ve
tarih içinde insanın hayatını çizmeğe çabalayan bir edebiyat hem insanın hem de
kendi açışım genişletmiş olur.
Aslına
bakılırsa modern Türk edebiyatı (tabiî en fazla düz yazıdan söz ediyoruz),
sosyal yapıdaki değişikliklere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Ahmet Mithat
Efendi, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ömer Seyfeddin, daha sonraları Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, Sabahattin Ali, eski Osmanlı tipi ailelerin yeni düzene karşı
olan tepkilerini anlatmışlardır. Ayrıca iş bölümü ve çalışma usullerindeki
değişiklikler sebebile meydana gelen sosyal gurupların toplum içindeki yeni
sınıflandırmalarını belirtmişlerdir. Büyük roman, çeşitleşen ve yeni değer
hükümleri yaratmak için uğraşan topluluklarda yaratılır. Son yüz elli yıl
içinde ün salmış büyük romancılar, Balzac ve Turgeniev’den Faulkner’e kadar,
toplumlarının hem yapı, hem değer hükümleri bakımından değişikliklerini sanat
yolu ile anlatmışlar ve1 bunların içinde insanın değerini belirtmişlerdir.
Türkiye’nin sosyal tarihini yazacak olanların ilk sağlam kaynağı şüphesiz ki
edebiyat olacaktır.
Bizim
edebiyatımız da, en parlak devresini henüz yaratamamakla beraber, yine de
toplumumuzun ve insanımızın değişme ve çağına uyma çabasını bütün çetin ve acı
taraflarile meydana koyabilmiştir. Ancak bu edebiyatı gereğile değerlendirmek
için her şeyden evvel edebiyatı okuyup anlamamız gerektir.
Daha
önce belirttiğimiz gibi edebiyatı her yönü ve her düşünce akımı ile
incelemediğimiz müddetçe ona gereken değeri veremeyeceğiz. Bazan birbirine
taban tabana karşıt gözüken iki yazar veya şair aslında belli bir sosyal olayın
iki ayrı yüzünü belirtmektedirler. Biri geçmişin değerlerini savunurken, diğeri
geleceği görmek ister.
Bizde
bunun en güzel misali, şüphesiz ki Mehmet Akif’le Tevfik Fikret’tir.
Bunların ikisi de sosyal fikirlidirler. Akif, İslâmın sosyal düşüncelerini
kabullenerek, yirminci yüzyılda bu esaslar üzerine kurulmuş bir Türk İslâm
devletini savunur ve kişiye bu amacı gerçekleştirmek için bir vasıta olarak
bakar. Akif’te Osmanlı imparatorluğunun harbçi, gaza ruhu ve kuvvetin haktan
evvel geldiği düşüncesi bütün çıplaklığı ile meydana çıkar. Ona göre insan
şehit olmak için yaratılmıştır ve değeri harp alanındaki başarısile ölçülür.
Tarih ise bir kahramanlık destanıdır ve insan bu destanı yazmakla dünya
üzerindeki sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Bu görüşler hiç şüphe yok
Osmanlı imparatorluğunda altı yüz sene süre ile uygulanmıştır. Hattâ
imparatorluğun son altmış, yetmiş yılında yenileşme çabaları yanında bu
kahramanlık felsefesinin bir tarih görüşü olarak okul kitaplarına kadar
sokulduğunu görüyoruz.
Tevfik
Fikret bu görüşün tam tersine lâiklik esasına dayanan insan eşitliğini hür
düşünceyi savunur, insanları, evvelden verilmiş hükümlerden kurtarmak ister.
Fikret tarih içinde kahramanlık değil, yaşayan, acı gören ve arzularından,
insan oluşundan ayrı düşen gayeler uğrunda harcanan bir insanı görür, onu
düşünür.
Her
ne olursa olsun bu iki değerli şair, ittihat ve Terakki devrinde çarpışan
düşünce akımlarını toplu olarak ifade etmişlerdir. Bunu yaparken de, bir yandan
geçmişin ve geleceğin dâvalarını topluma mal etmekte, diğer yandan da düşünce
tarihimiz için malzeme hazırlamaktadırlar. Bizce,
edebiyatı gereğile anlamak için Akif’i ve Fikret’i bulundukları şartlar işinde
görmek gerekir. İkisi de toplumumuzun geçirdiği buhranlardan doğmuşlardır,ikisi
de bizimdir, ikisi de değerlerimizdendir.Edebiyatımızı,
düşüncemizi zenginleştiren bu iki şairi, görüşlerini kabul edelim etmeyelim,
gereğile incelemek ve tanımak zorundayız,
Bunun
için Tevfik Fikret’in ruhî yapısının “bizden’* farklı olduğunu göstermek için
atalarının dinini incelemeye kalkan ve buradan sonuçlar çıkaran Profesör Mehmet
Kaplan’ın edebiyat anlayışını kabul etmek imkânsızdır.Ayni
şekilde Mehmet Akif’i uluorta “gerici” diye silip atanlar da yanlış etmektedirler.
Ana
mesele Fikret’i ve Akif’i kendi çağlarının düşünce akımları içinde görmektir.
Onları şahıslarile bir fikre destek olup olmadıklarile değerlendirmek
yanlıştır. Muayyen bir fikri ortaya koyabildikleri müddetçe ve bu fikrin bir
ortamı bulundukça onları değerlendirmek zorundayız. Yahya Kemal ve Nazım
Hikmet, siyasî görüşleri ne olursa olsun bir arada, aynı metodla ele alınarak
incelenebilir. O zaman ise, hem edebiyatımız hem de içinde yaşadığımız
toplumumuz hakkında sağlam bir hüküm vermiş oluruz.
O
halde edebiyatta da, her alanda olduğu gibi objektif bir görüşle hareket etmek
zorundayız. Sonra hoş görürlük gelir. Karşıdakinin düşüncelerini kabul etmeden
dinlemek ve onların içinde bir gerçek payı olup olmadığım araştırmak insanın
bizzat kendi fikirlerine olan itimadını arttırır, savunmasını kolaylaştırır.
★
Yazımızda
ele aldığımız birkaç yazarın, Türkiyede meydana gelen tüm sosyal olayları ve
değişiklikleri kapsamadıkları aşikârdır. Edebiyatımızın henüz el atmadığı o
kadar çok alan vardır ki, bunları saymak imkânsızdır. Gönül isterdi ki, artık
edebiyat, bir yaşayış şeklinden kurtularak diğerine geçen insanların hayatile
de biraz uğraşsın. Meselâ, köyden kasabaya gelerek bakkal veya kasap olmuş,
para kazanmış, kızını ve oğlunu Üniversiteye gönderebilmiş orta sınıftan bir
kimsenin hayatını edebiyatta okumak isterdim. Tabiî bu bakkal ve kasap
tiplerinin, bütün Türk bakkallarını ve kasaplarını temsil edebilecekleri gibi,
ayrıca kendine mahsus, Ahmet, Veli olarak bir benlikleri olmalıdır ki, toplum,
dâva, sosyal zümre ve kişi arasındaki denge gereğile kurulabilsin. Ayni zamanda
mahalle halkının ve bilhassa o mahallede eskiden beri mevki sahibi olmuş
belirli bir memur ailesinin, bu yeni türeyen zengine karşı tutumunu da
edebiyatta okumak isterdim. Birinin şöhreti mevkiinden, diğerinin ise paradan
gelmektedir. Acaba sonunda hangisi üstün gelecek ve o mahallenin hayat idealini
temsil edecektir. Mesele görüldüğü kadar basit değildir. Bugün toplumumuz
içinde meydana gelen değişikliklerin sonucu olarak kitlenin erişmek istediği
sosyal mevkiler ekonomik kuvvete göre tâyin edilmektedir. Büyük bir düşünce
değişikliğine ve yeni bir sosyal teşkilâtlanmaya şahit olmaktayız. Bunun
karşısında direnme vardır. Sosyal mevkiinin sarsıldığını ve yaşayışının
bozulduğunu gören memur ailesi, daha kültürlü olduğu için, düşünce alanında
tepkiler gösterecektir ve bakkalın cehaletinden, hodbinliğinden şikâyet ederek
memleketi felâkete sürüklediğini, ahlâkın elden gittiğini, iddia edecektir.
Bakkal ise, ekonomik alanda ileri fikirle hürriyeti, serbest teşebbüsü
savunacaktır. Kültür alanında ise gelenekçi ve muhafazakâr olarak ortaya
sıkacaktır. Sonra bu çatığına siyasi alana dökülecek ve buraya başkaları da
karışacaktır. Sonunda belki de bakkalın oğlu, kültürlü memur ailesinin kızını
alacak ve böyle para ile mevki izdivacından yeni tip bir aile ortaya
çıkacaktır. Bugün şehirlerimizin dış mahallelerinde çok sayıda değişik olaylar
insanların yeni bir yaşayış şekline girerken nasıl; ıstırap çektiklerini ve
mücadelelerini başarı ile anla tabilir.
Edebiyatımızda
kadın hâlen ikinci sınıf bir yaratık durumundadır. Onun erkek ayarında ve
erkeğe eşit olarak hayata katıldığını görmüyoruz. Bunun için de edebiyatımızda,
ancak eşit insanlar arasından doğabilecek olgun bir sevgi hikâyesini
okuyamıyoruz. Aşk romanlarında kadına verilen baş
kahraman rolü, onun romantik fonksiyonunu belirtmek içindir. O, halen hislere
hitap etmek ve erkeği harekete getirmek için, yaratılmış gözükür.Erkeğin
hayatını tamamlayan küçük bir vasıtadır. Yoksa kendi başına bir varlık
göstererek hayatın gidişini değiştirecek, bu arada erkeğe de etki yapacak bir
kabiliyette değildir. Gerçek hayatta ise bazı çevrelerde, kadının, hayatın zoru
ile erkek kadar kabiliyetli olduğunu ispat ederek, onun kadar sorumluluk
yüklendiğini görüyoruz. Kendi hayatını ve kurduğu aileyi serbest iradesiyle
tayin edebilmektedir. Toplumumuz durmadan değişmektedir ve değiştikçe cinsiyet
farkı gözetmeksizin, her kişiyi çalışarak müstahsil bir duruma girmeye
zorlamaktadır.
Kanunların
hükmü ne olursa olsun toplum kendi kaidelerine göre insanları hür veya esir
yapmaktadır. Bu, günün Türkiye’sinde hürriyet ve benliğini bulmuş iki tip kadın
vardır. Biri, kültürü, mali kudreti ve kanunların yardımile bir dereceye kadar
benliğini bulabilmiştir. Diğeri ise, yaşamak için çalışmak zorunda olduğu için
hürriyetini kazanabilmiştir. Birincisini daha fazla kibar muhitlerde bulduğumuz
halde, diğerini Fatih’in, Eyüb’ün, Zeytinburnunun, Paşabahçenin el emeğile
geçinen muhitlerinde görürüz. Birincisi modernleşme amacile girişilen devrimler
sonunda devlet himayesi ve onun kudreti sayesinde meydana gelebilmiştir ve
adeta modernleşmemizin gösterişi rolündedir. İkincisi ise önüne geçilinmez bir
değişme ve çağımıza uyma zorile, kısmi bir endüstrileşme sonunda kendiliğinden
meydana çıkmıştır. Bakımsızdır, kültürsüzdür, gösterişsizdir amma, hürdür, tam
bir insandır, İş alanında erkek kadar kabiliyetli olduğunu göstererek eşit bir
hayat hakkı istemektedir. Yalnız istemekle kalmamakta bunu bizzat almaktadır.
Tabiî
bu iki tip kadın arasında, eski statü içinde yaşayıp giden büyük bir kitle daha
vardır amma bu da kurtarıcısını beklemektedir. İşte edebiyatın bu kadın
tiplerini inceleyerek onlara hakları olan önemi vermek zorundadır. Bu bakımdan
edebiyatımız Arab edebiyatından geridir , çünkü bu sonuncusu roman ve hikâye
şeklinde kadınlığın haklarını şiddetle savunmaktadır. Bununla beraber bizim
durumumuz arap edebiyatından bir hayli farklıdır. Biz, ilke olarak kadınların
eşitliğini ve hürriyetini kabul ettiğimiz gibi toplumumuzun geçirdiği değişiklikler
neticesinde, kadına gerçekten müstakil hareket edebilme imkânlarını da sağlamış
bulunuyoruz. Mesele kısmen tatbikatta meydana gelen bu olayı, genişletmek ve
fikir olarak kabul etmektir. Edebiyat bu ödevi en iyi başarabilecek vasıtadır.
Tabiî ki bunu yaparken, edebiyatın böyle bir ödevi evvelden tayin edilmiş bir
sorumluluk olarak yüklenmeşini tavsiye etmiyoruz. Bu olursa edebiyat basit bir
propaganda vasıtası durumuna düşmüş olur. Yazar kendi duygularının etkisile,
kendi kararile konuyu arayıp bulacak ve içine sindirecektir. Yani yazarın konu
ile bir duygu ortaklığı kurması gerekmektedir. Bunun için de yazarın sağlam bir
edebî görüşe, bir sosyal anlayışa ve sanat kabiliyetine sahip olması gerekir.
Yukarıda
söylediklerimizden bir ana sonuç çıkarmak mümkündür. Edebiyat bilgimiz ve
anlayışımız eksiktir. Hâlen uygulanan edebiyat eğitimini kökünden değiştirerek
sağlam bir edebiyat eğitiminden beklenen ihtiyaçlara göre ayarlamak
gerekmektedir. Bugün ilk okullardan üniversitelere kadar okutulan edebiyat dersleri,
terimler hakkında özsüz bir bilgi vermekten ileriye gidememektedir. Derebeyi
devri romantik ve maceraperest bir ruh alışkanlığı ile hareket ederek öğrenciyi
düşünmeye sevk edememektedir. İnsan, tabiat sevgisini ve toplum sorumluluğunu
aşılamak kabiliyetinden mahrum bu edebiyat eğitimi çağımızın tamamile dışında
kalmıştır. Hattâ daha ileriye giderek bu eğitimin muayyen bir metoddan, felsefi
görüşten ve belirli bir amaçtan yoksun olduğunu iddia edebilirim. Edebiyat
eğitimi plânı, edebiyatla toplumun gelişmesi arasında bir bağ kurmadan, düşünce
akımlarını göz önünde tutmadan, rastgele, şekile önem vererek hazırlanmıştır.
Tarihî gelişim bakımından da ayni sun’ilik göze çarpmaktadır. Divan edebiyatı,
Tanzimat edebiyatı, Cumhuriyet devri edebiyatı gibi bölümler, aralarında
gereken bağlar kurulmadan, tarih sırasına göre mihaniki [istek dışı] bir
şekilde ele alınmış. Bazı yazarlara, lüzumundan fazla önem verildiği halde,
gerçekten önemli olan diğerlerinin ismi bile anılmamış. Sonra Tanzimat
edebiyatına ayrılan yer, o kadar geniş o kadar basmakalıp bilgilerle dolu ki
|bu eğitim sistemde sağlam bir edebi anlayışın meydana gelemiyeceği aşikârdır. Halbuki Tanzimat
edebiyatının pratik alanda çok az önemi vardır. Çoktan aşılmış bir devredir.
Öğrencinin ihtiyaçlarım karşılamaktan çok uzak olduğu halde Tanzimat devri
üzerinde ısrarı etmek dar görüşün ifadesidir. Tanzimatın edebi düşüncelerini ve
zevklerini o devir edebiyatının hiç te gelişmemiş olmasına rağmen bugünkü
öğrencilere aşılamaya kalkmak büyük bir hatadır.
Metinlerin
seçilişinde de ayni sun’ilik göze çarpmaktadır. Bu metinler hangi esaslara göre
seçilmiş, gözetilen amaç nedir?
Yazarı
tanıtmak mı, muayyen bir düşünceyi ve bir akımı belirtmek mi, toplumun muayyen
bir dâvasını anlatmak mı, yoksa sadece metinleri seçenin zevkini ortaya koymak
mı ?
Bunları
anlamak cidden imkânsızdır, Bizim edebiyat dersleri kitapları
başlangıçtan beri Fransız modellerine uygun olarak meydana getirilmiştir.Halbuki
Fransada olgunluk çağına erişmiş bir edebiyat var, okul dışı eğitim imkânları
var, tam gelişmiş bir dil var.Halbuki bizim edebiyatımız, her
yönden gelişme halindedir. Durum bu iken, edebiyat eğitimimizi son şeklini
bulmuş, yani durulmuş bir edebiyatı örnek alarak hazırlamaya kalkışmak
zevklerimizi, edebi bilgimizi ve düşüncemizi yerinde dondurmak gibi bir sonuca
götürür.
Edebiyat
eğitimimiz eski devreleri idealleştirerek bir geçmiş özlemi yaratır öğrencide.
Hareketi, düşünceyi, yaratıcılığı desteklemez. Tersine durgunluğu, temaşa
duygusunu, kaba hisleri körükler. Her
sayfasında BEN var.
Son
yirmi beş sene içinde yaratılan modern edebiyattan ancak bir kaç parça ders
kitaplarına sokulmuş. O da hatır kabilinden bir şey. Bunun böyle olması da
tabiî. Üniversitelerimizde, bir iki kişi bir tarafa bırakılırsa, modern
edebiyatla uğraşan kimse yok. Geçmişin bilinen isimleri üzerinde durmadan
yazılar yazılır, malûm yazarlara dip notları ilâve edilir. Bilmem hangi şairin
doğum gününün Çarşamba mı, Perşembe mi olduğu üzerinde tartışmalar yapılır.
Halbuki
bugün eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak kadar gelişmiş bir modern edebiyatımız
vardır. Genç kuşaklar arasından en tanınmamış bir yazar bile sanatı, anlayışı
ve kabiliyeti bakımından geçmiş devrin simalarımdan üstün gelir. Küçük hikâye,
roman, şiir, piyes, bütün bu türlerde genç öğrencileri sağlam düşünecek, sağlam
duyacak şekilde yetiştirecek eserler vardır. Günümüzün düşünceleri, dâvaları,
yeni zevk anlayışı bu eserler içine girmiş, ama bunların hiçbirini okullarda
kullanılan edebiyat kitaplarında görmüyoruz, okumuyoruz. Öğrenciler bunlardan
bihaber ondokuzuncu yüzyılın durgun felsefesine göre yetiştirilmektedirler.
Bugün genç kuşağın eserleri hariçte çevrilerek takdir görmektedir. Yabancılar
bunları Türk edebiyatı diye okumakta ve sevmektedir. Kendi memleketimizde ise
bunların değerini inkâr ederek eski kalıplara tapmakta devam ediyoruz.
Biz
eski devir edebiyatının okutulmasına taraftarız. Ama muayyen ölçüler içinde
kalmak ve sağlam bir şekilde günümüz edebi gelişmelerine uygun değerlendirmek
şartile. Edebiyatın da insan gibi, toplum gibi durmadan değişmekte olduğunu,
zevklerin ve düşüncelerin durmadan geliştiğini öğrenciye aşılamalıyız ki o da
ona göre düşünsün ,ona göre icabında daha olgun bir edebiyat yaratmaya
çabalasın. Yalnız Varlık ve Yeditepe yayınlarını ele alsak bile bu
ihtiyaçları karşılayacak kadar eserimiz vardır. O halde yapılacak iş
fiiliyatta eriştiğimiz edebi gelişmeyi ders kitaplarına, öğrencilerin
kafalarına ve ruhlarına aktarmalıyız ki gençlik iskolastisizmden kurtularak
çağımızın seviyesine erişebilsin. Toplumunu, yurdunu bütün dâvalarile, iyi ve
kötü taraflarile tanıyarak yetişen bir öğrenci, geleceğin yapıcı adamı olarak
ortaya çıkar. Eski eğitim sistemine devamda ısrar etmek ise hem insanımızın hem
de yurdumuzun zararınadır. Olgun bir seviyeye ulaşmak çabasına edebiyattan
başlamak zorundayız. Çünkü hiçbir eğitim alanı insanın kafasını ve ruhunu
geliştirmekte edebiyat kadar etkili değildir. Bu girişin ve bu yazının ana
amaçları bunlardır.
Prof.
Dr. Kemal K ARP AT
Sh:3-19
Kaynak:
Kemal H. KARPAT, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık Yayınevi,
Aralık, 1962
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar