CAHİT KÜLEBİ
Cahit
Külebi, ailenin üçüncü çocuğu olarak, 28 Aralık 1332 (Nüfus kimlik kartında
1333), Milâdî tarihle 9 Ocak 1917 tarihinde, Salı günü, Zile’nin Çeltek
köyünde doğmuştur. Doğumunun gece olduğunu, bazı konuşmalara dayanarak, tahmin
etmektedir. Kendisine Mahmut Cahit adı verilmiştir. Aile, sonradan Erencan
soyadını almış; Cahit ise Külebi takma soyadını bir süre sonra tescil
ettirmiştir.
Babasının Kur’an-ı Kerim’in son
sayfasına «28 Kânun-ı evvel 332 ve Rebiülevvel 335 Çarşamba. Mahdumum Mahmud
Cahid velâdeti. Cenâb-ı Allah hayırlı halef eyleyerek ehali-i İslâm nusretler
ihsan buyursun, âmin» notunu koyup altına mührünü bastığını biliyoruz.
Annesi,
Pasinler’in Aşağı Tayhoca (Tahirhoca) köyünden Karabeyoğulları’ndan Feride,
babası Erzurum’un Kasımpaşa mahallesinden Gullebiler’den Necati’dir. Anne
tarafı, aile adından da anlaşılacağı üzere, geniş toprakları olan zengin bir
ailedir. Bu toprakların bugün de ailenin elinde bulunduğunu biliyoruz. Babasının
ailesinde hep memurlar ve subaylar var. Babası da, önceleri, bucak müdürlüğü
yapmış ve bu arada Erzurum dolaylarının işgali üzerine batıya göçmüştür. Bu göç
sırasında Cahit’in iki ablası da bulunmaktadır. Cahit, Çeltek’de
yerleşildikten sonra doğmuştur.
Anne
tarafından zenginlik Çeltek’de de devam eder. Sayısız inekler, atlar, at
arabaları bulunduğunu anımsıyor Cahit. Babası hovarda meşreptir. Bir süre sonra
nüfus memurluğuna atanır, Artova ve Niksar ilçelerinde Nüfus Memuru olarak
çalışır.
Mahmut
Cahit, köyde pek az kalmıştır. Üç yaşında iken Zile’de anaokuluna verilmiştir.
Bir süre de Dutlupınar İlkokuluna devam etmiş, normal olarak okula Artova ilçe
merkezinde başlamıştır. Şimdi Çamlıbel bucağının merkezi olan Artova ilçe
merkezi Çamlıbel’in üzerinde bulunmaktadır o zaman. Kasaba, Mahmut Cahit’in
çocukluk anılarında önemli yer alır. Birçok şiirinin dokusunda o günlerin
izlenimleri vardır.
İlkokulun
birinci ve ikinci sınıflarından sonra Niksar’a gidilir. İlkokulun öteki
sınıfları da bu kasabada bitirilir. Niksar’daki evlerinde bir serçe kadar hür
yaşamıştır. Ortaokul için Sivas’a gelir, altı yıl yatılı okur bu şehirde.
Babasının ölümünden sonra, lise son sınıfa geçtiği yıl, aile Bursa’ya göçer ve
Mahmut Cahit de iki ay kadar Bursa Erkek Lisesi’nde okur; ama, gene Sivas Erkek Lisesi’ne yatılı
olarak devama başlar. 1935-36 öğrenim yılı sonunda, Haziran döneminde liseyi
bitirir.
Külebi, lise
sıralarındaki yaşamı hakkında şunları söylüyor bir konuşmasında: «Günlerimin
yarısı top oynamakla, yarısı derslerde geçerdi. Geriye kalan zaman ise
dergiler, romanlar, şiirler, tatlı hayaller için az geliyordu. Üstelik ortayı,
liseyi yatılı okudum. Belli saatlerde yatıp kalkmak, işleri büsbütün
çatallaştırıyordu. Allah razı olsun, geceleri yatakhaneden el ayak çekilince
yaktığım idare lambasından. Onun ışığı daima imdadıma yetişti. Yalnız sevgili
dergilerimi, kitaplarımı değil, vefasızlık ettiğim ders kitaplarımı da onun
alaca karanlığında hoşnut, etmeğe çalıştım. Daha doğrusu o aziz kitaplar
sayesinde hayatın güzel, dünyanın sevilir şey olduğunu o ıssız gecelerde
duydum. İnsan beceremediği şeyleri biraz öğrenince galiba daha çok memnun
oluyor. Ben de zaman zaman kimyadan, uzay geometriden, tabiat bilgisinden, hele
insana cennetten manzaralar gibi görünen acı yeşil renkli tabiat bilgisi
levhalarından hoşlandığımı sanmıştım. Fakat, ortaokuldan sonra üniversiteye
girene kadar hiç çalışmadığım edebiyat ve tarihten hoşlandığımı biliyordum.»
Top oynamakla o kadar yakından ilgilenmiştir ki, tam beş yıl lise futbol
takımının kaptanlığını yapmıştır.
Liseyi
bitirdikten sonra Mülkiye’ye ve Tıbbıye’ye girmesi öğütlenmiş ise de, o, Yüksek
Öğretmen Okulu sınavına girmiş ve birincilikle kazanmıştır. Buradaki yaşayışa
çabucak alışmış, ilk yıl, altı ay içinde Knut Hamsun’un kitaplarının
Fransızcalarını okuyarak Fransızca öğrenmiş; dil derslerine girmeme belgesi
almıştır.
1938 yılı
Haziran-Eylül aylarında, Reşit Rahmeti Arat’ın yardımı ve teşvikiyle, Almanca
öğrenmek için Berlin’e gitmiş ve Almanca öğrenmiştir.
Okul
yıllarında oldukça özgür bir yaşam geçirmiştir. Reşit Rahmeti Arat, Fuat
Köprülü, Ahmet Hamdİ Tanpınar, Ali Nihat Tarlan’ın derslerinden yararlanmıştır.
Yüksek Öğretmen Okulu’nu, 1939-1940 ders yılı Eylül döneminde (Haziran
döneminde Almanya’ya gittiğinden sınavlara girmemiştir) bitirmiş ve 1 Ekim 1940
günü Yedek Subay Okulu’na girerek askerliğe başlamıştır. 31 Mart 1941 tarihinde
asteğmen olarak o zaman Söke’de bulunan 46. Süvari Alayı Ağır Makineli
Bölüğü’ne kur’a çekmiş; bir iki gün sonra da Alayı ile birlikte Kırklareli’nin
Koyunbaba köyüne gitmiştir. Bu köyde ve Süloğlu’da askerliğini sürdürmüş; 31
Ekim
1941
Tarihinde
teğmen olmuş ve aynı zamanda Alay Emir Subaylığı ve Karargâh Komutanlığına
atanmıştır. 17 Aralık 1942 tarihinde terhis edilerek 28 Ocak 1943 tarihinde
Antalya Lisesi Stajyer Edebiyat öğretmenliği görevine başlamıştır.
26 Ocak 1946
tarihinde Ankara Devlet Konservatuvarı Diksiyon Öğretmenliği ve Tatbikat
Sahnesi Temsil İşleri Muavinliği (Dramaturgluğu) görevine atanmış ise de bu
görevleri kabul etmemiş ve 7 Şubat 1946 tarihinde Devlet Konservatuvarı
Edebiyat
Öğretmenliği’ne
atanması yapılmıştır. 25 Aralık 1946 tarihinde Müdür Yardımcılığı'na, 19
Aralık 1951 tarihinde ise Müdür Başyardımcılığı’na getirilmiştir. 12 Aralık
1954 tarihinde ise Ankara Gazi Lisesi Edebiyat Öğretmeni olmuş, 23 Aralık 1954
günü aynı lisenin Müdür Yardımcılığı görevini de üstlenmiştir. 6 Mart 1956
tarihinde, Millî Eğitim Bakanlığı müfettişliğine atanarak bu görevinde iken
yurt dışı görevi verilmiştir.
Külebi, 31
Ağustos 1960 tarihinde İsviçre Bölgesi Öğrenci Müfettişliği ve Kültür
Ataşeliği’ne atanarak yurt dışına gitmiştir. 20 Eylül 1960 tarihinde başladığı
bu görevinden 23 Nisan 1964 tarihinde ayrılmış ve yurda dönerek müfettişlik
görevini sürdürmüştür. Bu görevi sırasında, birkaç kez Devlet Konservatuvarı
Müdürlüğü’ne vekâlet etmiştir. Çünkü, müdürlük görevi ısrarla önerildiği
halde kabul etmemiştir. 28 Şubat 1966 tarihinde Bakanlık Başmüfettişliği’ne
atanan Külebi, Teftiş Kurulu ile ilgili birçok çalışmalar da yapmış ve
genellikle Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmiştir.
4 Aralık
1969 tarihinde Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’na atanan Külebi, 4
Ağustos 1971 tarihinde bu görevinden ayrılarak eski görevi başmüfettişliğe
dönmüştür. 3 Ocak 1973 tarihinde ise isteğiyle emekliye ayrılmıştır.
1972 yılında
yapılan Kurultay’da Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu'na seçilmiş olan Külebi,
emekli olunca bu kurumun Yayın Kolu Başkanı olarak görev yapmış, 1976 yılında
Genel Yazmanlığa getirilmiştir. Kurumun devletleştirilmesinden hemen sonra
SODEP kurucuları arasında yer almış ve 27 Mayıs 1983 tarihinde Kurum Genel
Yazmanlığı’ndan istifa ederek ayrılmıştır. 23 Haziran 1983 tarihinde, bu
Partinin kurucu üyeliği 20 arkadaşı ile birlikte Güvenlik Konseyi’nce veto
edilmiş; milletvekili seçiminden sonra yeniden kurucu üye olmuştur. Sonraki
dönemde, SODEP ile Halkçı Parti’nin birleşmesinden sonra iki dönem de Parti
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliğinde görev almış; Sivas, Tokad, Yozgat,
Gaziantep, Adıyaman, Kahramanmaraş bölgeleri parti müfettişliği yapmıştır.
Emekliliğini Ankara’da geçirmiştir.
Külebi, 1955
yılında, Türk Dil Kurumu Edebiyat Ödülü’nü Yeşeren Otlar adlı kitabı
ile kazanmıştır. Sonraki yıllarda, bilindiği gibi, TDK ödüllerinin niteliği
değişmiş ve şiir, öykü, roman, vb için ayrı ayrı ödüller verilmeye
başlanmıştır. 1981 yılında da Yangın adlı yapıtı ile Yeditepe Şiir
Armağanı’nı kazanmıştır. 1959 yılında Teksas Valisi, «Hemşehrilik diploması»
vermiştir. Şiirleri yabancı dillere çevrilmiş ve birçok dergilerde,
antolojilerde yer almıştır. 1986 yılında İtalya’da şiirleri bir kitabı olarak
yayımlanmıştır. Almanca ve Azerice de birer kitap yayımlanmıştır.
Edebiyata
karşı ilgisinin uyanışını şöyle anlatıyor: «Zile’de bir akşam babam bana üç
kitap getirdi, ihtimal, o yaşımdan hatırladığım tek gün olan o aydınlık gecede
edebiyatı sevmişimdir. Belki de, her akşam yatsı kalesinden tellallar çağıran,
sokaklarında yaz boyunca yük yük üzüm, alaca mısırlar, tenteneli uzun kavunlar
taşıyan, sabahlara kadar büyük leğenlerde pekmez kaynatılan, bu yüzden kışa
kadar sokakları sıcak sıcak üzüm kokan ve geceleri uzaktan, ‘Şu Zile'den
gece geçtim görmedim aman’ diye türküler duyulan Zile bana sanatı
sevdirdi. Barhanalar kışın tâ Malatya’dan boyalı resimli kâğıtlara sarılı
portakallar getirirdi. Çarşı içinde, renkli meşinden ‘kayış top’ satılan
dükkânlar vardı. Öyle toplar ki, zamanımızın en usta kunduracısı, en narin
kadın ayağına öyle şirin papuçlar yapamaz. Artık Zile’de sanatkâr yetişmiyorsa,
muhakkak çocuklar için o güzei 'kayış top’lar yapılmadığından, Kazova
üzümlerini, daha Zile’ye gelmeden, tren alıp götürdüğündendir.
«Babam
kitapları getirmişti ama okuma bilmiyordum. Altın Işığı, Çocuklar Cennetini,
Altın Çiftliği okuya okuya öğrendim.
«Yedi sekiz
yaşında kadar vardım. Niksar’daydık. Babamla ablalarım oturur geceleri roman
okurlardı. Beni erken yatırırlardı. Uyumazdım. O zifiri gecelerde Mehçure’ye,
Zavallı Necdet’e, Son Arzum’un güzel ve talihsiz kahramanına ağladığım
çok oldu.
«Bir de
Şıhlar köyünden Faik vardı. Arasıra şiir yazıp okula getirir, öğretmene sınıfta
okurdu. Öğretmen beğendikçe ben biterdim.
«Daha sonra
Jules Verne’in, Dumas'nın romanlarını, İki Çocuğun Devr-i Âlemi’ni döne döne
okudum. Sabahları okula koşar koşmaz, o yüce kahramanlarımın gittikleri
yerleri, ad verdikleri dağları, denizleri haritada arar, bulamayınca çok
üzülürdüm. İnsanı sanata doğru iten hayıflanma duygusu belki de öylece içimi
sardı. İyi ki sarmış. İnsanlara, dünyanın garip işlerine kırıldığım zamanlarda,
içimde bir sevgili yüzü gibi o duygu belirmeseydi, 'Dünyanın gidişi düzensiz,
insanlar kötü, ama ben, ama ben de nihayet karınca kararınca şairim ya’
diyemeseydim, sevgili kitaplarla başbaşa âlemin mihnetini unutamasaydım, daha
mı iyiydi? Varsın sanatın nihayet bir ustalık olduğuna inanayım, öyle zamanlarımda
çalışmayayım, zaman zaman yazdıklarımı görüp acınayım. Olsun, yine de
memnunum.»*[1]’
Külebi,
ilkokulda iken Hammer Tarihi’ni, Reşat Nuri, Halide Edib gibi yazarları
okuduğunu da söylemişti bize. Gene ilkokulda iken şiirler yazmaya başlamıştı.
Ortaokulda ise, ozan olmaya kararlıydı. Ortaokulu bitirdiği yıl babası
ölmüştü, bu ölüm üzerine yazdığı şiiri, ilk yazdıklarından anımsayabildiği tek
şiirdir:
Seni aldığı gün köyden oduncu
Çizdi bir yelpaze gibi derini
Ve bir gün benzetti çalıya tuncu
Çıkardı dışarı kemiklerini.
Çıkardı dışarı kemiklerini.
Gittiğin o yerde seni kim bekler
Belki biraz rahat, belki köpekler
Belki biraz rahat, belki köpekler
Fakat hiçbir zaman bilmeyecekler
İhtiyar katırın çektiklerini.
O yıllarda,
1933 yılından sonra, Sivas Erkek Lisesi’nin dergisi olan Toplantı'da
şiirlerinin yayımlandığını biliyoruz.*’ Ahmet Kutsi Tecer’in teşvikiyle çıkan
bu dergiden sonra Yücel dergisinde de şiirleri yayımlanmıştır. Toplantı
dergisine verdiği şiiri çok beğenen öğretmeni Fazıl Yinal onu teşvik etmiş,
heveslendirmiştir. Ahmet Kutsi’nin düzenlediği Âşıklar Bayramı vesilesiyle
Sıvas’da toplanan âşıkların Sivas sokaklarında ve lisenin bahçesinde
dolaşmalarının da şiir yazmasını hızlandıran etkenler olarak kabul edebiliriz.
Fakat, en büyük etken, aydın bir kişi olan babasıdır ona göre.
Toplantı adlı okul
dergisinden sonra Yücel dergisinde yayımlanan ve yayımladığı ilk şiir
olarak kabul ettiği şiiri «Gidene» başlığını taşımaktadır. Yücel'in
Mayıs 1935 tarihinde yayımlanan 4’üncü sayısında çıkan bu şiirde «Sivas Erkek Lisesi Ahmet» imzasını
kullanmıştır. «İhtiyar Katır» şiiri gibi koşma kalıbı ile yazılan bu şiirde
umutsuz bir aşkın yankısı görülür. Halbuki, “İhtiyar Katır”da bir hiciv vardı.
İçimdeki sessiz ihtilâçları
Sana bilmem nasıl anlatacağım?
Sana bilmem nasıl anlatacağım?
Dumandan kopkoyu ürkek saçları;
Gönlümden sökerek fırlatacağım.
Er olan gidene ağlamaz derken,
Bir şey söylemeden veda ederken,
Sen koyu gecede uçup giderken,
Yorgun umudumu ağlatacağım.
Yüzünü sarartan günleri düşün,
Ve dudaklarını üzen gülüşün;
Silik hayalimi süzeceğin gün
Elimle kalbimi uzatacağım.
İstanbul’a
geldikten sonra ise değişik şiirler yazmaya başlamıştı. Bu arada, Fransızca
öğrenirken Baudelaire, Rimbaud ve Verlaine’i ezberlemiştir. 1937 yılında
Langston Hughs'un bir «bleu»sunu Fransızcadan okuyarak sevmiştir. Apollinaire
ile Villon’u ise, şiirlerinin benzerliği söylendikten sonra okumuştur.
Yaptığımız
bir konuşmada, türküleri, Karacaoğlan’ı, Bakîyi, Şeyh Galib’i; şimdilerde de
bunlardan başka, Nedim’i sevdiğini söylemişti. Edebiyatçılarımız Konuşuyor
adlı kitapta yer alan konuşmacında ise şunları söylüyor: «Devir devir hoşuma
giden yazarlar oldu, okudum. Bazılarını ise ömrüm boyunca severim. Türkülerimiz,
divan ve halk şiirimiz; üç beş batılı şair daima dostum oldular. Hececilerle,
Serveti Fünuncular beni sarmamıştı. Modern edebiyatımızdan, çocukluğumda,
Haşim’i, Hamdi Tanpınar’ı, Necip Fazıl’ı sevmiştim. Sonra Muhip ile Cahit
Sıtkı, aramızdaki pek az yaş farkına rağmen, taşrada içimi sarmışlardı.»
Cahit Külebi’nin çocukluğunu kendi ağzından
anlatan bu bölüm Türkiye Yazıları dergisinde (Mayıs 1977) yayımlanmıştır
1916 ya da 1917 güzü sonuna doğru doğmuşum. Babamın Kur’an
üzerine yazdığı not 1332 Aralık ayı. Milâdi’ye çevrilince 1917 yılının 9 Ocak
günü oluyor, doğruysa. Ha bir yıl önce ha bir yıl sonra, ne önemi var,
denilebilir. Bence çok önemli. O kış kıyamet günlerinde annem de tifo ya da
tifüsten ağır hasta. Göç ederken bir kağnı üstünde de doğabilirdim. Annem çok
sağlam yapılı bir köylü ağa kızıydı. İnatçı, acımasız, pratik zekâlı. Yaşı
belli değildi. Hiç perhiz etmedi, 90’ına doğru öldü.
Annemin ateşli hastalığı onu, hem de bakımsız kış göçünde,
öldürebilir. Ölseydi ben de karnında ölecektim. Bu hastalık bende bir eksiklik
bırakmadı. Çocukken ben de sağlıklıydım. Seferberlik günlerinde beni köyde çok
iyi beslemişler. İri kemikliyim. Fazla tatlı canlı da değilim. Ülser gibi,
anfizem gibi hastalıklar sonradan oldu.
Ben doğmadan birkaç ay önce bir göçmen kafilesiyle Zile’ye
gelmişler. On km. kadar uzaktaki Çeltek köyüne yerleşmişler. Hem hayvanların
bakımı böylelikle sağlanmış, hem de babam annemi köye yerleştirip Zile’de
başına buyruk yaşamış.
Doğduğum gece babam Çeltek’te evliya Şeyh Mahmut’un
türbesinde rakı içiyormuş. Müjde götürmüşler, ilk oğlu olduğum için çok
sevinmiş. Adımı da türbesinde rakı içtiği şeyh ile o yılların ünlü yazarı
Hüseyin Cahit’ten alıp Mahmut Cahit koymuş.
O günleri küçük yaşta anımsamama olanak yok. Ama, annem, büyükannem
ve iki ablam o denli çok konuşmuştur ki, Zile’den ayrıldığımız yıllara dek
-hangi yılda kaç yaşımda ayrıldığımı bilmiyorum hemen birçok şeyi yarı
imgesel, yarı gerçek olarak yaşamış gibiyim. Daha doğrusu belleğimde küçük
pembetoz bulutlar, hoş kokular var. Bugün 60 yaşımda bile ara sıra anımsasam bu
bulutlar, bu dumanlar savrulur durur.
Çeltek köyü benim için haşhaş çiçeği, mısır tarlası, eşkıya
baskını, tüten damlarla dolu bir yer. Dayımı bir mısır tarlasında hem
vurmuşlar, hem boynuna ip takıp sürümüşler. Bir bunu biliyorum, bir de annemin
beni kucağına alıp Zile’ye babama baskına gittiği bir günü anımsıyorum. Oğlan
çocuğu önemlidir, köy yerde. Annem babama karşı beni hep bir tüfek gibi
kucağında taşıdı. Yayık yayarlarken yayığa bindirdiler. Ayrıca annem, doğu
köylerinde öğrendiği, daha sonra hiçbir yerde duymadığım, Kürtçe tümcelerle
süslü masallar söylerdi.
Babamın Zile’de Hatun adında bir dostu (metresi) ve birkaç
da yerliden, memurdan arkadaşı vardı. Sonraları bunları oldukça tanıdım. Annemin
kavgaları, beni kucağına alıp yaptığı baskınlar bitip tükenmedi ama, babam
sanıyorum ki, Zile’den ayrılıncaya değin Hatun’u bırakmadı. Bu kadın,
anımsadığım kadarıyla kaşlarına rastık çeken boylu boslu bir kadındı.
Bir de tövbekâr olmuş Bamyacıkızı adlı bir eski yosma vardı.
Çok iri, belki 150 kiloluk bir kadındı. Dediklerine göre, her yıl karnından
altı sekiz okka yağ aldırırmış. Ara sıra evine bağına bizi yemeğe çağırırdı.
Annem onun çağrılarına kızmaz, giderdi (...)
Zile’de benim de günahlarım var. Üç dört yaşlarındayken
benden birkaç yaş daha büyük kızlarla su perileri gibi acayip, anlamını
bilemediğim bir şeyler yapardık. Sırt üstü, suda yüzer gibi... Güneşin suya
vuruşundaki aydınlığı Zile’nin sıcak toprakları üzerinde, şehvet kokusu saçan o
acı renkli otlar arasında ilk kez gördüm. İşleyip işleyeceğim günah da bundan
ibaret kalmıştır.
Sanıyorum ki, üç yaşıma geldiğimde Zile’ye taşındık. Beni
hemen anaokuluna verdiler. Annem, benim için gösterdiği ihtirasla hemen hiç
rahat bırakmadı. Sabahları döğerek okula göndermek isterdi. Ben de gider
gitmez kaçardım. Okulda sonsuz bir yalnızlık ve gurbet duygusuna kapılır ve
korkardım. Ya eve, ya da ablalarımın okuduğu İnas Mektebine kaçardım. Kendim
de, ablalarım da çok sıkıntı çektik bu yüzden. Sonra bir «Nümune-i Terakki»
adlı Allahın belası güya modern okula verdiler. Orada hiç ders yapılmazdı. Bizi
davar gibi sınıfa kapatırlardı. Ben de pencereden kaçardım. Ablalarımın araya
girmesi de para etmez, annem beni süpürgeyle, değnekle döğerdi. Kimi kez ben de
anneme saldırırdım. O zaman ablalarım da beni tutarak anneme yardım ederlerdi.
Köylü annem çok zeki, şahin gibi bir kadındı. Başka zamanlar ayaklarımı
eteklerinin altına sokarak masallarını dinlediğim o sıcak anne, okul konusunda
zebani gibi olurdu. Sonunda beni evimize çok uzak Dutlupınar ilkokuluna
verdiler. Öğretmenim uzun ak sakallı, nur yüzlü, mahalle mektebinden gelme
biriydi. Hiçbir derste bizi kapatıp gitmez, çok sevgi gösterir ve elişi
kâğıtlarından levhalar yaptırırdı. Çok küçüktüm ama hâlâ unutamadım. Örneğin:
«Maarif Ruh-i Millettir». «Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir» vb. gibi
levhalar. Hele öyle elişi kâğıtlarından hasırlar ördürürdü ki, bugün
ilkokullarımızda niçin yaptırılmaz, şaşarım. Pamuk Hoca beni öyle bir bağladı
ki, bir daha hiçbir okulda dersten kaçmadım. Ertesi yıl da Artova’ya taşındık.
Zile’de çok küçüktüm, lise II. sınıfta arkadaşlarımla
çekilen resimden anlıyorum ki, beni doğar doğmaz okula vermişler. Bu yüzden,
yürekli ve atak yaradılışlı olduğum halde, bütün yaşamımda utangaç ve çekingen
kaldım. Özellikle yabancıların yanında bu tutumum benim için büyük bir
eksiklik oldu. O küçük yaşıma karşın Zile’den yüzlerce sayfalık anım var.
İleride, bunları bir tür yaşam-öykü olarak yazabilirim belki. Burada yalnızca,
Zile isyanında annemin yaralanmasını, babamın temsilci olarak isyancılara
gitmesini, Kedici Mehmet adıyla tanınan Jandarma onbaşılığı yapmış bir
isyancının, kadınların şalvarına kedi koyarak, sopayla kedilere vurup
kadınların apışaralarını tırmalatarak işkence yaptığını, öylece konuşturduğunu
(şimdikiler duymasın!), Zile’nin şiirli Ramazan gecelerini, bağ bozumu şiirsel
günlerini, Zile’nin o akıl almaz çocuk oyuncağı kayış toplarının güzelliğini
birer satırla geçmem zorunlu.
Zile’de bir de çocukların çula (karga) besleme alışkanlığı
vardı. Ben de bir süre besledim. Donuk kara rengi, boncuk mavisi rengindeki
gözleri ve avuç içinde sığanmış gibi duran gövdesiyle ondan günün hiçbir
saatinde ayrılmazdım. Ne yedirdiğimi anımsamıyorum. Bu culaların ağzına
tükürülürdü. Neye yaradığını da öğrenmedim. Öğrendimse de unuttum. Çula
beslemekten amaç onu konuşmaya alıştırmaktı. Ben de çok uğraştım.
Konuşturamadım. Konuşan çula da görmedim.
Erzurum’dan göç ederken iki azabımız varmış. Taho kültmüş.
Annem gibi o da tifo ya da tifüse yakalanmış. Bu hastalık sonucu öldüğünden
kendisini tanıyamadım. Çok sözü edilirdi. Alo ile karısı Bahizer bizimle
yaşadılar. Sonra nasıl ayrıldılar, şimdi anımsamıyorum. Alo Ermeniydi.
Müslüman olmuştu. Bahizer adını değiştirmediğine göre buna gereksinme duymamış
olabilir. Evimizin işlerini yaparlardı. Oturduğumuz kira evinin bahçe içindeki
bölümünde kalırlardı. Cuma sabahları ikisi de evde olurdu. Belki de Cuma değil
Pazardır. Bahizer bulgur pilavını sofraya getirir, soğan kırardı. Alo, yağ getirtirdi
karısına, şakalaşarak tahta külekten, tahta kaşıkla dolu dolu alır, dumanı
tüten bulgur pilavına karıştırırdı. O yaşımda, bunun doğal olduğunu sanırdım.
Aradan çok yıllar geçtikten sonra anımsadıkça, bu yağların benim onuruma
konulduğunu anlayabildim.
Babamın iki at arabası vardı. Birini yaşlı Osman Efendi, öbürünü
ise onun oğlu Muhammet sürerdi. Onların da Erzurumlu olduklarını sanırım.
Muhammet genç irisi, iyi yüzlüydü. Malatya'ya sefer yapan barhanalarda
çalışırlardı. Renkli resimli ince kâğıtlara sarılı portakallar getirirlerdi.
Öyle güzel kokardı ki bu portakallar, bugün bile unutamadım.
Nüfus Kâtibinin eşi, kundaktaki çocuğu ve annem, ben, iki
ablam, kundaktaki kardeşim Nahit vardık. Nahit’le aramızda beş yaş olduğuna
göre demek ki beş altı yaşlarındaydım.
Atlarımız dev gibi bakla kırı iki aygırdı. Nasıl oldu,
ürktüler, sandık büyüklüğünde, daha iri kayalar ve onların arasında kısa
çayırlı bir inişli düzeyde yıldırım gibi gittiğimizi anımsıyorum. Annem,
“Osman Efendi, sen bunların hesabını beye vereceksin” diye bağırınca atların
arasına atladığını gördüm. Zayıf, uzun aksakallı, sırtında beyaz gömlek bulunan
bu ihtiyarı hiç unutamadım. Gözümü açtığımda yarı belimden aşağısı arabanın
teknesi içindeydi. Hiçbir acı duymuyordum. Küçük ablam da arabanın teknesi
içinde kalmış. Bir anı anımsıyorum. Osman Efendi yerinden doğruldu, pervane
gibi döndü ve bir yiyecek çuvalının yanına yıkıldı, ölmüşmüş. Atlar da ters
düşmüş, sırt üstü debelenen böcekler gibi çabalayıp duruyordu. Annem,
hayvanlar ölecek diye sağa sola koşuyordu. Uzaktan renkli urbaları, önlerinde
yüklü eşekleriyle sıraçlar geçti. Bir ara yanımıza yaklaşır gibi oldular. Annem
onlara doğru koştu. Tek söz söylemeden geçip gittiler. Bunlar sıraç olduğundan
Sünnileri sevmezmiş. Sonradan evde böyle diyorlardı. Ancak, ben onların bizim
sıraç olmadığımızı nasıl anladıklarına akıl erdiremiyordum. Sonunda, bir atlı
tahsildar çıkageldi. İlk iş olarak atların koşum kayışlarını kesti. Atlar ayağa
fırladılar. Ondan sonrasını hiç görmedim. Ablamı, beni arabanın altından
çıkarmışlar. Nüfus Kâtibinin çocuğu anasının kucağında kundaktan fırladığı için
ölmüş. Annem Nahit’i sıkı tuttuğundan bizim çocuğa bir şey olmamış. Annem
sonraları bu davranışıyla öğünür, sağlam davranışlarından bir örnek sayardı.
Sanıyorsam bir köye eğlenceye, bugünkü deyimle kır gezisine
gidiyormuşuz. Sonuç böyle olmuş. Küçük ablamla ben uzun süre sakat kaldık.
Ablam koltuk değnekleriyle gezdi. Benimse çenem incinmiş ve yaralanmıştı. Bir
süre yemek yiyemedim.
Bu Osman Efendinin oğlu Muhammet de bizim arabalarda
çalışırken ciğerlerinden hastalandı, öldü. Kışta kıyamette Malatya’ya sefer
kolay değildi. Muhammet, genç irisi, çocuk yüzlü ve boğazı tokluğuna çalışan
bir köylüydü. Bizim dev gibi atların bacaklarına kara su indiğini söyledikleri
bir sırada onları bir su başında görmüştüm. Yok pahasına sattılar.
Aradan bir süre geçince, bize şişman adamlar geldi. Annem
birkaç beşibiryerde çıkardı. Sonra evin önüne küçük oylumlu, bir uçurtma kadar
hafif bir yaylı geldi. Amasya’da yaptırmışlardı. Arkasında yaldızla, «Necati
Bey ve Şeriki Ömer» yazılıydı. Atlar ve koşumları çok güzeldi. Pırıl pırıl bir
masal arabası gibiydi. Yaylıyı babam almıştı. Ömer arabacılık edecek, ortak
işleteceklerdi.
O sırada biz, bu yaylıcı Ömer’in evinde oturuyorduk. Onlar
da bahçenin arkasındaki bir başka evde kalıyorlardı. Araba şıktı ama, hiç binip
gezdiğimizi anımsamıyorum. Bir süre, bu araba yüzünden, Ömer Zile’ye her
geldikçe büyük kavgalar oldu. Sarhoş bir adamdı. Babam geceleri evlerine
gider, para ister, o da vermezdi. Birkaç kere, sanırım ki dövmek için üzerine
giden babamın gecelik entarisini, uzun donunu baştan başa yırttı. Bunlar
eğlendirici şeyler değildi. Ama, gülünçtü. Biz de gülerdik.
O sıralarda babamın parasal durumu bozulmuştu. Yaylıyı yok
pahasına sattılar, kurtulduk.
Altmış yaşımda bulunduğum şu sırada düşünüyorum da, hiçbir
zaman kendimle baş başa kalmadığımı, köy olsun kent olsun, bağ bahçe olsun
hiçbir yeri yakından tanıyamadığımı anlıyorum. Oysa, bana, köyü iyi tanıdığı
için Anadolu şiirleri yazdı demişlerdir. Belki de halk ekinimizden,
halkbilimimizden yararlanabilmemi hep köyü yakından tanıyışıma bağlamışlardır.
Ne var ki, ben bugüne değin, ne doğru dürüst köyde yaşadım, ne de şöyle tadını
çıkara çıkara bir dağ başında ya da bir deniz kıyısında dolaşabildim, kendimi
dinledim. Hiçbirini yapamadım. Bütün yaşamım telâşla geçti. Sabırsızlıklar,
kendi kendimi yiyip bitirmeler, başkaları için, işim ya da evim için kendimi
vermelerle yaşamımı tükettim.
Artova’yı düşündüğüm zaman işte bu yargı, yerini o küçük
köye duyduğum minnete bırakıyor. Bütün yaşamım boyunca benim tek cennetim
varsa o cennet Artova’da kaldı. Ne tarlamız oldu, ne evimiz, ne bahçemiz.
Eniştemin beslediği at olmasaydı, o kadar çok sevdiğim atları bile yakından
tanıyamayacaktım. Zile’de atlarımız, arabalarımız, bunlara ilişkin
serüvenlerimiz olmuştu ama, o sırada çok küçüktüm.
Artova, Çiftlik, şimdiki adı Çamlıbel küçük bir köydü. Biz
gittiğimizde yeni ilçe olmuştu. Sivas’la Tokad arasında, yol üstünde küçük bir
ilçe-köy. Sonra ilçe olmayı ona çok görmüşler, biz ayrıldıktan sonra ilçe
merkezini Kunduz köyüne nakletmişler. Artova adını da oraya vermişler. Şimdi
adını Çamlıbel koymuşlar. Benim şiirlerimden çok sonra, elbette farkına
varmadan...
Sivas Tokad yolu işlek bir şoseydi. Yol boyunca taştan barınaklar
ve kilometre taşları vardı. Tek tük çam ve meşelerle, bodur pelitlerle süslü
bir yol. Arabacılar için her biri bir efsane olan menziller. Kızıliniş,
Güngörmez vb. gibi. Yoldan sürekli geçiş olurdu. Atatürk’ü, Lâtife Hanımı
orada gördüm. Şeyh Sait isyanında ordumuz oradan geçti. Arkasında salonu olan
masalara kısa pantolonlu, kızıl saçlı yabancı adamların oturduğu büyük kamyonları,
evimizin önünden geçerlerken orada gördüm.
Eski bir hanı ev olarak kullanıyorduk. Bu ahşap büyük bir yapıydı.
Üst katın bizden belki de bir duvarla ayrılmış bölümünde kız kardeşiyle Nüfus
Kâtibi otururdu. Daha büyük bölümünde, o sırada Nüfus Memuru olan babamın
ailesi, yani biz otururduk. Altta ahırlar vardı. Çok sayıda kaz beslerdik. Yine
alt katta Hükümet Doktorunun hastalarını muayene ettiği dispanser bulunuyordu.
Hanın ortasında, çepeçevre duvarların kuşattığı büyük bir toprak avlu, avlunun
ortasında bir kuyu vardı. Önümüzden gür sularla bir hark akardı. Karşımızda her
zaman çalışılan bir demirci dükkânı, bizim sırada, yüz metre kadar ötede kesme
taştan yapılmış ilkokul, ilkokulun ötesindeyse, binlerce metre kare bir çayırlık
uzanırdı, ilkokulun yanında terk edilmiş, iki katlı bir ev kadar büyük bir
harman makinesi vardı. Dünyam işte bütün buralardı.
Harka değirmen kurar, taşını bile çalıştırırdım. Kimi kez
evimizin orta avlusunda köprüler, fırınlar yapardım. Kimi kez de harman
makinesinde oynardım. Söylenildiğine göre bu tarım araçlarını Bekir Sami Bey
Rusya’dan getirtmiş, kullanılamadığı için çürümeye bırakılmıştı. Kimbilir
Türkiye’de o yıllarda çürümeye bırakılmış kaç tarım aracı vardı? Bu araç benim
büyük bir oyuncağım gibiydi. Makine yağı kokusunu, aradan geçen elli yıldan
çok süreden beri hâlâ unutamadım. Çoğu kez de ya evin önünde oturur, demir
döğen ya da koşuşan adamlarla araba tekerine demir geçiren İsmail Usta ile
oğlunu seyrederdim.
Bu İsmail Usta, ramazan topu yapmaya bulaşmıştı. Gelip geçici
işlerinden artan zamanlarda hep o işe çalışırdı. Kasabalılar, topu yapamayacağını
söyleyerek alay ederlerdi. O da top işlemez ya da dağılırsa, bütün kasabayı
üstünden geçireceğini söyleyerek eliyle arkasını gösterirdi. Bir gün top
bitti. Namlusu, parmaklıklı tekerlekleri ve kara boyasıyla gerçekten güzeldi:
Oğlu bir iple çekerek çayırlığa doğru getirdi. Kuru sıkı doldurup ateşlediler.
Usta başarıya ulaşmıştı. Üstünden geçen olmadı ama, o sıkı çalışmalarda üşümüş.
Öldü. Ne var ki, tam yıkadıkları sırada ayılmış. Çenesi bağlı teneşirde.
İyileşti, kalktı.
Dispanserde pek bir şey yoktu. Duvara asılı büyük bir çift
lâstik çizme bulunurdu. Doktor bunu hiç giymezdi. Hastaları muayene ederken
seyrederdim.
Çoğunlukla yalnız oynardım. İlkokulun birinci ve ikinci
sınıflarını Artova’da okudum. Hemen hiç arkadaşım olmadı. Arkadaşlar vardı ama
ben daha çok yalnızlığı sevdim orada. Kimi kez çocuklarla çayırlıkta dolaşır,
bulgur kaynatan kadınların yanına gider, «Kolay gelsin teyze» der, aldığımız
bir tas bulguru yerdik. Kimi kez de, çocuklarla çayırlıkta yemlik (bir tür ot)
toplar yerdik. Artova’da hemen hiç meyve olmamıştır. Ara sıra bir sandık elma,
armut gelmişse, onu da çocuklar alıp yiyemezdi. Meyveyi memur karıları gece
toplantılarında yüzük oyununda ütüldükçe alır ve yerlerdi.
İsmail Ustanın dükkânının biraz ötesinde Halil Hocaların geniş
evleri, onun da sağında cılız ağaçları ve her zaman yemyeşil çayırlar
üzerindeki sarı mayıs çiçekleriyle millet bahçesi bulunurdu. Bu bahçeye pek
giden olmazdı. Halil Hocanın her biri tosun gibi semiz yapılı oğulları millet
bahçesinde güreşirdi. Onlar benden yirmi yaş büyüktüler. Bütün Artova halkı
gibi Doğu Anadolu göçmeniydiler. Ankara’da tanıdığım Muzaffer Erdost ile TRT’ci
Ayla Erdemli işte bu Halil Hocanın ya da kardeşi İbrahim Hocanın torunlarıdır.
Candarmalar iddiaya tutuşur, yarış ederlerdi. Bunların
birinin bir abraş atı vardı ki, yürümez, koşmaz sanırdım. Yerinde eşelenir
dururdu, onun da yarış ettiğini sonra görüp şaşmıştım. Artova’da kaldığımız
iki yıl boyunca, babam beni yaz aylarında kunduracı yanına çırak verdi. Daha
sonra Niksar’da da yine yaz dinlencelerinde kunduracı çıraklığını sürdürdüm.
Ahlâkım bozulmasın düşüncesiyle, bizim çıraklıktan bir türlü vazgeçmediler.
Artova’nın kendisi küçüktü ama masal gibi büyük deveci
köyleri vardı. O köylerde üç gün konukluğum oldu. Artova’dan geçenler 2 km.
kadar yakınında Yatmış adlı bir köy görürler. O köyde de bizim Erzurum
göçmenleri otururdu. Öyle mandaları vardı ki, devler gibi zincirle bağlarlardı.
Çakır gözlü, çakal, huysuz koşum mandaları. Her birinin kendine özgü
davranışlarından, birer kahraman gibi söz edilirdi.
Sonra babamı Niksar’a atadılar. 1937’yi, kesinlikle anımsayabiliyorum.
İlkokulun 3. sınıfındaydım. Arkadaşlarımın çoğunu da unutmadım. Çalışkan
geçinirdim ama, sınıfta her şeyi benden iyi yapanlar vardı. Örneğin: Gödeleklerin
Mehmet kıl testereyle çok güzel tahta keser, elişi yapardı. Şıhlarlı Faik ise
güzel şiirler yazardı. Bütün ilkokul boyunca ikisine özenmiş ve
becerememişimdir. Yaşça sınıfın en küçüklerindendim. Belleğim güçlüydü. Bir okuyuşta
ezberlerdim. Çok roman okurdum. Okuduklarımı kitaplarda, haritalarda arar,
bulamayınca kırgınlığa benzer bir duyguya kapılırdım. Niksar o sıralarda dört
yüz evli, bin üç yüz kadar nüfuslu oldukça büyük bir kasabaydı. Orada,
Artova’daki kendimce güzel yılları kaybettim. Bugün Niksar’dan en belirgin
anılarım ev içi olaylardır. Bir de, gezginci tiyatrolar.
Bu tiyatrolar gerçekten yamandı. Çoğunlukla İbnürrefik Ahmet
Nuri’den piyesler ve yazarını öğrenemediğim vodviller oynarlardı. Ama en ilgi
çekici olan kantocu kadrosuydu. Bugünkü kantoculara bakıyorum da şaşıyorum,
gerçekten bizim gezgin kantocular çok daha iyiydi. Bu tiyatrolarda bir de
pehlivan takımı bulunurdu. Genellikle önce kantocular, ardından karnında taş
kırdıran, ayı ile güreşen pehlivanlar çıkardı. En son da piyes oynanırdı.
Niksar’da bu işlere yarayan bir han vardı. Belki de tek han.
Duvarla çevrili, avlusu arnavut kaldırımı gibi taş döşeliydi. Avluda bir çeşme
vardı. Üst katta herhalde odalar bulunurdu ama, ben yalnız, tiyatroların
oynadığı salon durumundaki kahveyi bilirim. Kulisli bir sahne her zaman
kuruluydu.
Tiyatrolar gelince kasabaya kibarlık, alafırangalık
saçılırdı. Genellikle bir erkek iki bayan kasabada dolaşır, bir tür gala için
bilet satarlardı. Babam her seferinde bilet alır, akşamcı olduğundan gitmez,
küçük kardeşim Nahit’le ben giderdik. Yerimiz önlerde olurdu. Kasabanın genç
memurları, yerli delikanlılar, özellikle herkesin adını unuttuğu ve «baba» diye
çağırdığı iki metreye yakın boyda, ak saçları makineyle traşlı posta
dağıtıcısı gelirdi. Bu baba, o denli heyecanlanırdı ki, kantoların en coşkulu
yerinde kalkar gider, karanlıkta çeşmede bir yerlerini yıkardı. Herkes, gülerek
kahvenin pencerelerine dökülürdü.
Haşan Beyin tiyatrosunun birkaç kez geldiğini sanıyorum.
Haşan Bey pehlivandı. Abla adlı kara kuru ve ne iş yaptığını bilmediğim bir
kadın dikkatimi çekmişti. Kantocular ufak tefek zarif kızlardı. Özellikle
bunlar içinde bir kez gelen Adalet bütün Niksar’ı yakıp kavurdu. Eniştem de
dahil, bütün delikanlılar ondan dans dersi aldılar. Genellikle ertesi sabah
Niksar’dan trupları ayrılacaksa, en son biri «Çayıra serdim postu»yu söyler ve
«Yarın Ünye’de buluşuruz inşallah» diye bitirirdi. Bu sırada benim bile içime
büyük bir boşluk, bir hüzün çökerdi. Adalet, tiyatrosuyla Ünye’ye gidince
yıkım büyük oldu. Niksarlı delikanlılardan birkaçı da onun ardından gitti.
Çarşamba'da göbeğinden vurdular diye haberler geldi.
1938’de Berlin’deydim. Kime rastladımsa tanıdık tanımadık
herkes Skala’ya gidip gitmediğimi soruyor ve «gidip görmemi» öğütlüyorlardı.
Alfred VVenske adlı ne idüğünü bilmediğim bir çocukla arkadaş olmuştuk. Beni
Skala'ya zorla götürdü. Bu büyük müzikholün kapısında Adalet adlı Türk
dansözünün metrelerce büyüklükte bir fotoğrafını asmışlardı. Amerikalı büyük
bir trupla gelmişti. Baş artistleriydi. O günlerde birçok resimli dergide Adalet’in
resimlerini de görmüştüm. Gece en son o sahneye çıktı. Doğu oyunları oynamadı.
Bir Amerikalı gibiydi. Step yapıyordu. Yanık teni, dolgun ve ince belli
gövdesiyle Almanları bizim Niksar delikanlıları gibi kırıp geçiriyordu.
Niksar’da bir gece ilginç bir olay oldu. Daha oyun başlamamıştı.
Sahneden irfan adlı aşçı yamağı atladı. İrfan ufak tefek, kavruk ve külhanbeyi
geçinir biriydi. Elinde hemen boyunun yarısı kadar bir saldırma vardı. Kedi
önünden kaçan fare gibiydi. Ardından Ali Çavuş atladı. Elinde bir brownig
tabanca vardı. Katran gibi burma bıyıkları, düzgün taranmış saçları, önü ilikli
kurvaze lâcivert ceketi, hâki pantolonu ve parlak çizmeleriyle, İrfan, canını
hanın avlusuna dar attı ama, birkaç dakika sonra yine sahneden atladı. Ali
Çavuş da... Böylece belki on on beş tur yaptılar. Sonra nasıl oldu bilmiyorum,
Baba, İrfan’ı çocuk gibi kucağına almış içeri girdi. Yerine oturdu. İrfan
sarhoştu. Biraz sonra Baba’nın kucağında uyudu. Oyun da başlamıştı.
Bu Ali Çavuş, Birinci Dünya Savaşı sırasında eşkıyalık etmişti.
Çok ilginç serüvenleri anlatılırdı. Hep sözünü ettiğim kılıkta ve şık gezerdi.
Fadlı’lı Ali Çavuş derlerdi. Bir gece eniştemle Fadlı’ya gidiyorlarmış. Eniştem
bir tarla çitinden atlamış. Ali Çavuş da ardından çok zorlamış ama atı
atlamamış. Eniştem bakmış ki, Ali Çavuş attan indi, bir şey yapıyor, «Ne
yapıyorsun Ali Çavuş,» demiş. «Vuracağım namussuzu,» diye Ali Çavuş yanıtlamış.
«Aman Çavuş yapma, atları değişelim,» diye yalvararak vazgeçirmiş. «Haydi sana
bağışladım,» demiş Ali Çavuş. Bu durum gerçekten de onun için onur kırıcıydı.
Ali Çavuş'un, bir kere candamarlar sıkıştırdığında Kelkit Çayının üzerinden
sarp bir boğazı atla atladığı rivayet edilirdi.
Bir de Kuyumcu Rahmi vardı. 1960 yılı 26 Mayıs sabahı
Ulus’ta uçak bileti almak için yürüyordum. Kars’a, Öğretmen Okulundaki siyasal
karmaşa dolayısıyla gidiyordum. Ardımdan biri «Cahit» diye seslendi. Döndüm
baktım, yakasında, kravatında ve kollarındaki gömlek düğmelerinde Demokrat
Parti’nin baş harfleri altın harflerle, altın düğmelerle süslü biri. «Beni
tanımadın mı? Kuyumcu Rahmi?» dedi. Nasıl tanıyacaktım. Niksar’dan ayrılışım
üstünden yirmi beş yıl geçmişti. «Sen nasıl beni tanıdın?» diye sordum. «Niçin
tanımayayım. Niksar’dan değil misin?» yanıtını verdi. Demokrat Parti il yönetim
kurulu üyesiydi galiba. Ali Çavuş’u, Dayı’yı, Sait Hoca’yı, Gödelekleri sordum.
Kimileri ölmüştü. Ali Çavuş DP İlçe Başkanıymış. Gittik bir mahallebicide oturduk.
Benden bilgi almak istedi. Sorduklarından çoğunu bilmiyordum. Bir büyük
heyetle Menderes’i görmeye gelmişlerdi. Menderes’in kendilerini kabul
etmediğini, o gün Eskişehir'e gideceğini, kendilerinin de öğleden sonra
Eskişehir’e hareket edeceklerini söyledi. Orada konuşabileceklerini umut
ediyordu. Derdi, Tokad Milli Eğitim Müdürü’ydü. CHP yanlısı olduğu için
attırmak istiyorlarmış. Daha birçok sorunları arasında bu beni
ilgilendirmişti. «O Demokrat Parti yanlısı bilinir,» dedim. Vazgeçirmeye
çalıştım. «Sen mi bileceksin, ben mi?» karşılığını verdi. Ertesi sabah kalktığımda
27 Mayıs DeVrimi olmuştu. Rahmi Eskişehir’de ne yaptı, çok merak ettim. Daha
sonra onun da, Ali Çavuş’un da Adalet Partisini kurduklarını duydum. Ali Çavuş
şimdi ölmüş. Ben altmışıma geldiğime göre, Çavuş elbette dünyaya kazık
kakamazdı.
Bizim Erzurumlulardan bir Feryadi İsmail Hakkı bey vardı ki,
her yıl nedendir, bilmem Niksar’a gelirdi. İri yarı, Mesut Cemil’e benzeyen
bir adamdı. Oldukça şık ve efendi kılıklıydı. Babamın ahbabıydı. Küçük davul
gibi bir çalgıya sap takmış, perdeler uydurmuştu. Keman yayıyla çaldığı
çalgısına Feryat dediğinden kendisi de Feryadi olarak anılırdı. Gür sesiyle
çalar ve babamla içerlerdi. Onun da Niksar’da ilginç serüvenleri vardı.
Bu hava içinde ilkokulu bitirdim. Nüfusta on yaşımda görünüyordum.
Mahkeme kararıyla yaşım on ikiye çıkarıldı. Tokat'ta ortaokul vardı ama lise
yoktu. Hem de okul yatılı değildi. Ailem üzerime titrediğinden, babamın parasal
durumu iyi olmadığı halde annemin kalan birkaç beşibiryerdesini bozdurdular.
Lisenin yıllık ücreti memur çocuklarına 120 liraydı. Babam bunu uzun yıllar
çok güçlükle karşılayacaktı. Ama, bir yaylı tuttu ve Tokad'a, oradan da
kamyonla Sivas’a gittik. Birkaç gün birbirimizden ayrılamadık. Her gün, sabah
akşam ikimiz de ağlaştık durduk. Annem ne denli çetin ve dayanıklı ise, babam
da o denli duyarlıklı bir kişiydi.
En sonunda zorla birbirimizden ayrıldık. O Niksar’a döndü.
Bense, uzun yıllar bir gurbet, bir hasret yaşamı sürdürdüğüm, Sivas Lisesinin
karanlık, soğuk duvarları arasında kaldım. Hademe kadınlar beni gördükçe, «Vah
yavrum», derlerdi. «Senin ananda babanda hiç mi vicdan yoktu da seni bu kadar
küçük yaşta gurbete attılar.» Bu sözler beni gizli gizli, özellikle geceleri
yorganı başıma çekince ağlatırdı. Oysa, nerdeyse on yıldır okuyordum. Annem
adam olmam için beni o denli küçük yaşta okula vermişti ki nasıl ezilmedim
bilemiyorum.
Sivas o yıllarda korkunç bir şehirdi. Benim yaşımda bir çocuk
sokakta gezse saldırırlardı. Cumartesi Pazar günleri soba yanmayan okulda tek başıma
dolaşır dururdum. Çok acı çekerdim. Sonra sonra alıştım.
Bu anlattıklarım yaşamımın on iki yılı. Bir küçük insan yaşamının
üstünkörü bir özeti. Aslında ayrıntılarıyla yazabilirsem bu kadarı yüzlerce
sayfa tutar, iyi olur mu neler yazabilirim, bilemiyorum. Belki de bir süre
daha yaşarsam yazarım.
Ya 1953 ya da 1954’teydi, Türk
Dili dergisi Yazı Kurulu, çalışmasını bitirmiş, Nurullah Ataç ve Suut
Kemal Yetkinle bir şiir üzerinde konuşuyorduk. Sanıyorum Behçet Necatigil’in
şiiriydi. Genellikle Ataç benimle zıtlaşır, Yetkin ise silik bir içtensizlik
gösterirdi. Bana karşı çıktılar. Ataç, «Türkiye’de
iki şair var. Biri Yahya Kemal, öbürü Nâzım, gerisi bizim isteğimize bağlı. İyi
dersek iyi, başarısız dersek kötü şair sayılır,» dedi. Şaşkınlıkla Suut Kemal’e baktım. O da Ataç’ın
sözlerini yineler şeyler söyledi.
Dünya başıma yıkılmış gibi oldum.
Akşamın alacakaranlığı daha da karardı. Ciğerlerime çektiğim hava bile tatsız
ve bunaltıcıydı. Öyle yıkılmıştım ki yıllardır bunu unutamıyorum.
Gerçekten de bizde eleştirmen
sayılanlar hep böyle olmuştur. Örgütler de, ödüllendirmeler de hep bu
temelsiz, başına buyruk, duygusallıklarla, yandaşlıklarla yapılmıştır.
Sanıyorum ki, Ataç da, Yetkin de, yeni değerleri onaylamayı, tanınmamış şair ve
yazarları tanıtmayı, yalnızca bunu eleştirmenliğin gereği saydıkları için
yapmışlardır. Oysa, bir zamanlar çok başarısız şiirler yayımlamış olan Ataç,
belli bir sanat ölçüsüne sahip olsaydı, önce kendininkileri yayımlamazdı.
Yetkin ise birkaç «şık» şiir yazmakla birlikte, düz sanat yazılarında Ataç’la
ölçülemeyecek oranda yetersizdi.
Şimdi de, Tanrı’ya şükür, bir düzine
eleştirmenimiz var. Var ya, bunlarda Ataç kadar, Yetkin kadar bir sanat geçmişi
bile yok. Ne var ki, dedikleri dedik, öttürdükleri düdük.
Büyük anamalcı yörelerin çıkarttığı
dergiler de, yine bu kafayla yönetiliyor. Yetmişinden sonra şiire başlamış
öykücülerin, tohuma kaçmış şairlerin deste deste şiirlerini yayımlıyorlar da,
genç şairlerimizin şiirlerine ilgi göstermiyorlar. Bu tutumda tecimsel
amaçların da etken olduğu bir gerçek.
Hilmi Yavuz, ilk gençlik çağında
yazdığı şiirlerini 1965’te yayımlamıştı. Bir seçici kuruldaydım. Bu kitap
elime geçince bırakamadım. Altmış kadar kitabı incelerken, sık sık, döne döne
«Bakış Kuşu»ndaki şiir çeşmesine koştum. Gerçek şiirin varlığı beni sonsuz bir
mutluluğa boğmuştu.
«Hilmi diyor ki yeminler/Bana
çeşmeleri hatırlatır/Tabut ciltli bir kitaptır/Serıin de çocukluğun bir ceviz
tabut muydu/Usulca bırakılan denize?»
«Hilmi diyor ki annem/Çiçek eşmeli
bir lambaydı/Karartma gecelerinde/Sen de denizleri anlıyor muydun/Yatağa girmeden?»
Hilmi Yavuz'u beğenişimin
başkalarını yermek kapılgımdan doğduğunu, ciddiye alınmaması gerektiğini
söyleyenler, hatta kendi paylarına alınanlar çok oldu. Oysa, benden yaşlı ya da
yaşıtım ozanları neden kıskanacaktım? Kıskançlık duysam, Hilmi’ye duyardım.
Daha sonra «Bedrettin Üzerine Şiirler», «Doğu Şiirleri» art arda çıktı. Şiir
denilen gizli varlığı bulan, biçimle içeriğin kutsal birleşmesini
gerçekleştiren bu büyük şair, artık gençlik yıllarından uzaklaşıyor ama
ölümsüzlüğü de sırtlamış gidiyor.
Şimdi değineceğim iki genç şair ise,
yıllardır göklerimizde parıltılar saçtıkları halde, yeterince ilgi görmediler.
Yaşar Miraç, «Ben bir şiir
işçisiyim/türkünün gümüşçüsüyüm» diyor.
Bizim eleştirmenler ise, örneğin,
Yahya Kemal Beyatlı’da, şiirin bir gümüşçülük olduğunu düşünememiştirler bile,
«Gümüşçülük», «Kuyumculuk»un yerine geçmiştir şimdilik.
«Yeşil oğlan pembe kız/abanmış
pencereye/yıldız yağıyor yıldız/neden yağıyor bilmem.»
«Kar baba kar baba/gel everelim
seni/bizim teneke soba/ neden ağlıyor bilmem.»
«Bir bildiği olmalı/bizim buz
bıyıklının/damları akıtmalı/neden diliyor bilmem.»
Bu Karadenizli delikanlıyı, ister
şiir çılgınlığıyla, ister çocuksu özentilerinin yansımasını dile dolayıp Ahmet
Haşim’in bülbülüne benzetme acımasızlığını göstersinler. Onun elinde şiir
cennetinin altın anahtarının bulunduğunu sanıyorum.
Ahmet Erhan, bir akşam lisesinde
okurken(!) bu denli eksiksiz bir dili, özgün yapıyı nasıl buldu, inanamıyorum:
«Balıkçılar gördük diyorlar/Bir
denizkızıydı o/İşçiler gördük diyorlar/Çekici demire vurduğumuzda/Aniden
parladı./Memurlar görmemiş./Kadınlar gördük diyorlar/İlk çocuğumuzu doğururken.»
«Yorganı başıma çekip, büzülüyorum
yatağımda/Karnıma dayayarak titreyen dizlerimi/Bir anda silâh seslerine
dönüşüyor/Ötede bozuk bir musluktan damlayan suyun sesi/Ve kurşunlar mekik
dokumaya başlıyor evin İçinde/Perdeler yere iniyor; duvarlarda derin
İzler/Çiçekler havaya savruluyor, yalnızca upuzun/Bir gövde kılıyor yerde.»
«Yüreğimi bir kalkan bilip sokağa
çıktım/Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum/Sıkıldım, dertlendim,
sevgilimle buluştum/Bugün de ölmedim anne.»
Ahmet Erhan’ın çoğunlukla korku ve
şiir dolu birçok güzel şiiri var.
Bakın bir de Hüseyin Haydar’ın
şiirine:
«Akşam rüzgârları sokakta kaldı/İnme
bahçeye, balkona çıkma/Açma pencereleri/Kurşunlar dolar içeri.»
«Dışarda, yolun üzerinde/Ölüler
yatıyor yalnız/Yarım kaldı çaylarımız/Camları dağılan kahvelerde.»
«Kalk, haydi/Sokaklara çıkacağız/Kurşunlasınlar
bizi/Ayışıkları altında/Bırakıp gitsinler bizi.»
Bu üç şair de daha otuzuna varmamış;
bizim kuşaktakilerin kimileri gibi yabancı dil de bilmiyorlar. Hatta doğru
dürüst okumamışlar bile. Hepsi yurda dönük. Bir Türk ‘mal du siecle’i yaşıyorlar.
Çağımız Türkiye’sinin aynaları bunlar. Çağdaş coşkucular. Kimbilir belki de bir
gün yaygın bir çevrede sevilecekler, el üstünde tutulacaklar, saygıyla
anılacaklar.
(1981)
DOĞU
Yüzlerce,
binlerce bit vardı
Çarşaflar,
giysiler üzerinde.
Kimi
yayılırdı, koyun sürüsü,
Kimiyse
yanaşık düzende...
İşte Doğu
bu. Bit, deprem ve acı.
Mutluluk
dediğin, bir lavaş ekmek.
Bir avuç
ateştir, umut dediğin.
Gerisi kar,
çamur ve tezek.
Kara kan
akar gecelerden.
Ölüm akar,
çaresizlik akar.
Yalazlanan
ışık, köpek sesleri,
Horoz
sesleridir, toz gibi kalkar.
İşte Doğu
bu. Kalmışlık, suskunluk ve acı.
Gül dediğin
orda kır çiçeğidir.
Işkındır,
çaşırdır yemiş dediğin,
Ecel
şerbetidir yarin elinden
İçtiğin
içeceğin.
İşte Doğu
bu. Kesilmiş koyun başı
Gibi bakar
orda insan gözleri.
Sevdalar,
sıcaklık, yumuşaklık
Türkülerde
kalmış, bin yıldan beri.
Kaynak:
Hazırlayan: Muzaffer Uyguner, CAHİT KÜLEBİ-Hayatı, Şiiri, Yapıtları, Seçmeler, Altın Kitaplar, 1991, İstanbul
Hazırlayan: Muzaffer Uyguner, CAHİT KÜLEBİ-Hayatı, Şiiri, Yapıtları, Seçmeler, Altın Kitaplar, 1991, İstanbul
[1] Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık Yayını, s. 140 vd. Sivas Lisesi’ndeki yaşantısı
ile ilgili bazı bilgiler için, içi Sevda Dolu Yolculuk’un 24-40 sayfalarına bakılabilir. Askerliğiyle ilgili bazı
ayrıntı da bu kitabın 40-47 sayfalarında bulunmaktadır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar