CAMUS VE FELSEFESİ
İnsan daima aşkın olana ulaşma çabası, ızdırabı ve
aşkına sahip olmuş ve her zaman zihninde, her yönden ideal iyiliklere sahip
aşkın bir insan olmuştur.
İnsan, tefekkür ve riyazetle olması gereken insan
olmak ve kendini olması gereken âleme eriştirmek istiyor.
Eflatun’un sözüyle o misaller/ideler âlemidir ve
insanın kendi tarafına doğru gitmesi için ona sürekli vesvese veren o aşkın,
misaldir.
Lukres (Titus
Lucretius Carus-Çev.) şöyle diyor:
Eflatun insanın aşkınlığım ve tekâmülünü sarsan ve
insanın düşük tabiat âleminden yüksek misal âlemine, adi varlıktan misalî
varlığa meylini, Tanrı’nın iradesine bakmaksızın ve tabiat ötesi güçlerin
yardımına dikkat etmeksizin açıklayan ilk kişidir.
Bu bakımdan Lukres, Eflatun’u, insanın fizik ötesi
kaydından en büyük kurtarıcısı, insanı tabiat tanrılarının tasallutundan
kurtaran en büyük kişi olarak görmektedir. Lukres, en büyük hamleleri
tanrıların yeryüzünde kurdukları düzene yapıyor. Albert Camus, Lukres’i
en büyük üstadı olarak biliyor ve Camus’nun en büyük kitabı “İSYANKÂR İNSAN”
veya “BAŞKALDIRAN LNSAN”dır.
Camus ve Lukres’in isyanının farkı:
Lukres tanrıların var olduğuna ve insanın kaderine
müdahale ettiklerine inanmaktadır. Fakat tanrılara karşı kendi isyanını,
başkaldırısını inkâr etmiyor. Buna dayalı olarak Lukers’in başkaldırısı
mantıklıdır; zira tanrıları insan hakkında zulüm yapmakla itham ediyor ve
şöyle diyor: Ben tanrıların mabetlerinde taundan ölen binlerce insan ve çocuk
gördüm. Sonra:
“Bu çocukların ölmelerini gerektiren ne günahları
vardı?” diye
feryat ediyor. Bu zulümdür. Bir kimseyi kusur işlemeden veya günahsızca
incitirsek zulmetmiş olmaz mıyız?
Acaba herkes bu çocukların günah işlemediklerine
inanmıyor mu?
Dolayısıyla insan adaletin yerleşmesi için
tanrılarla savaşmalıdır; zira tanrılar bu düzeni insana onun müdahalesi olmaksızın
yüklemişlerdir. Fakat Camus’nun isyanı başka türlüdür.
Camus’nun Lukres’in sahip olmadığı bir sorunu
vardır. Lukres’in
isyanı mantıklıdır; çünkü Lukres tanrılara inanmaktadır ve onlara karşı
başkaldırıyor. Oysa Camus, inanmadığı halde Tanrı’yı suçluyor!
Camus, Lukres’in bu isyanını alıyor ve Başkaldıran
İnsan kitabında Lukers’ten daha şiddetli bir biçimde tanrılara saldırıyor ve
Mesih’e sövüyor; fakat sonunda bunun karşısında şöyle bir soru ortaya çıkıyor:
Yoksa sen tanrılara inanıyor musun?
Hayır, diyor. Bu soru karşısında şu ortaya çıkıyor:
Niçin var olmayan bir şeyi itham ediyorsun?
LUKRES, İTHAM ETTİĞİ KİŞİYE SAHİP; FAKAT SEN ZULMÜ
AÇIKLIYOR VE YOK DEDİĞİN BİR KİMSEYE İSNAT EDİYORSUN!
Dolayısıyla Camus’nun isyanı, başkaldırısı, hiçe
karşı bir başkaldırıdır. Lukres’in başkaldırısı ise var olan bir kimseye
karşıdır. Lukers şöyle diyor:
Din, aksak adımlarıınız altında ufalmıştır. Biz
tanrılara rağmen göklere kadar yükselebiliriz (Bu Eflatun’un ideler dünyasına
işarettir). Camus, “sen Tanrı’ya inanmadığın halde kime karşı başkaldırıyor,
isyan ediyorsun?” sorusuna çelişkili cevaplar veriyor ve diyor ki tabiatta
şer vardır ve ben tabiatta var olan şerre karşı isyan ediyor, başkaldırıyorum.
Sonra ona şu soruluyor:
Peki Tanrı yoksa tabiatın bilinçsiz bir ürünü olan
kötülüğe karşı isyan edilebilir mi?
İsyan hep bilinçli bir irade karşısında olmalı
değil midir?
O halde eğer Tanrı olmazsa onun yerine tabiat
geçmelidir; tabiat ise bilinçsiz olduğu için ona karşı isyanın bir anlamı
yoktur.[1] Camus, bu sorular karşısında “Her halükârda
kötülük vardır.” diyor, “Ben o kötülükle savaşıyorum, onu kabul
etmiyorum; kaderimi tabiata karşı kendim yaratıyorum. Bu bizzat isyandır.” Fakat
bu isyan değil, bir işe teşebbüstür. Bu bakımdan Camus’nun isyanı izah edilememekte
ve havada kalmaktadır. Caligula (Hakikatte Camus’nun kendisi olan
başkaldıran insan kahraman), bir şehri vebanın kuşattığını ve insanların öldüğünü
gördüğü zaman isyan ediyor, başkaldırıyor; bundan dolayı insanı isyana teşvik
etmek gerekir.
Caligula önce insanların acıklı ve mazlumca
öldüğünü görünce insana karşı merhamet hissediyor. Merhamet hissi, kötülük
karşısında teslimiyetten ibarettir. Örneğin yetim bir çocuğa vurdukları zaman
sadece merhamet hissine kapılırsak, çocuğun derdini paylaşmış olmakla birlikte
zulümle de işbirliği yapmış oluruz. Bu işbirliği de gözümüzün önünde meydana gelen
bu eylem karşısında sessizlik ve teslimiyet vesilesiyle gerçekleştirilmiştir.
Bu nedenle insanların isyan etmeleri için insanın doğa karşısında mazlum
olduğunu hissetmesi yeterli değildir; ayrıca bu adaletsiz düzen ve barışa karşı
başkaldırmak gerekir. Camus şöyle diyor:
“Ben bu işin kendisini başkaldırı olarak
adlandırıyorum.” Fakat onun
zaaf noktası başkaldırının suçlanmasındadır; itham ise suçlu ister. Mazluma
karşı şefkat her zaman zalime karşı ithamı gerektirmez; o halde ne tür bir şey
zalime karşı ithamı gerektirir?
İsyan!
Schopenhauer ve Nasır Hüsrev, insanın mazlumluğu
hakkında feryat eden kimselerdir. Fakat asla Tanrı’yı ithama kalkışmamış,
bilakis Tanrı’nın iradesine teslim olmuşlardır. Bundan dolayı Camus şöyle diyor: Hatta Lukres
feryatlannda Tanrı’yı suçlamıyor; çünkü insan geçmişte ya kendinde cesaret
bulamamış ya da dikkat etmemiştir. Bundan dolayı da Lukres bütün kitabında
daima insanla dertleşiyor; insanın acıklı yazgısından, insanın ölümlerinden ve
insanın kendini kurtaramamasından bahsediyor. Fakat Tanrı’yı suçlamıyor; Tanrı
karşısında isyan ve ithama başvurmuyor; Camus şöyle diyor: “İlk kez Caligula
(Camus’nun kendisi) isyan ediyor.”
Lukres ne şekilde âlemdeki zulmü ve insanın
hayattaki günahsızlığını ortaya koyuyor, itiraf ediyor?
Metterling şöyle diyor: “Tanrı bir kez
yaratılışa, yaratmaya girişti ve insanı yarattı ve insanı yarattığı için
dünyayı insana emanet etti.”
Lukres yirmi asır önce şunu söylüyor:
“Tanrılar bize ne yardım ederler ne de hıyanet
ederler.” Yani
vardırlar, ama kendi dünyalarında kendileriyle meşguldürler ve bizimle bir
işleri yoktur; bizim kaderimize bir müdahaleleri de yoktur. Lukres dini
suçluyor ve dinin Tanrı’yla bağı olmayan insanı da Tanrı’ya yaklaştırdığını
söylüyor. O halde din insanın boynuna dizgin vurmak isteyen ve dizginin ucunu
tanrıların eline veren bir etkendir. Dolayısıyla Lukres Tanrı’ya karşı
değil, dine karşı isyana kalkışıyor. Lukres, vebadan ölen çocukların ölümünden
insanın zillet feryadını yükselttiği zaman kime hitap ettiğini biliyor. Fakat
Camus kime hitap ettiğini bilmiyor; bu işi kimin boynuna yüklediğini bilmiyor;
ondan
“Bu zillet karşısında ne yapıyorsun ve kimi itham
ediyorsun, tabiatı mı, insanı mı yoksa Tanrı’yı mı?” gibi sualler soran kimseler karşısında hiç kimseyi
suçlayamıyor; zira tanrılara inanmıyor ve bilinçsiz olan tabiat da insan da
mazlumdur; peki kimi suçlayabilirsin? Ancak diyor ki ben ölünceye kadar bu
kötülük ve cinayetle savaşacağım; yaşadığım sürece isyan edeceğim. Bu noktada
şöyle diyor: “İSYAN EDİYORUM, O HALDE VARIM.” işkence, cinayet ve
zulümden bıktım; bıkkınlığımı sadece isyan ve feryatla ilan ediyorum ki
cinayeti mahkûm edeyim. Fakat bunların hepsinin edebî sloganlar olduğunu
söylemek gerekir; çünkü hiçbiri mantıkta yoktur. Lukres’in isyanını mantıklı
buldum; ama Camus’nun isyanı, boşlukta atılan çığlık ve hiç kimseye karşı
yapılan bir isyandır. Camus’un bütün eserlerinde böyle bir perişanlık,
dağınıklık ve havanda su dövmek hissedilmektedir; her kitabı, sonraki kitabıyla
külliyen çelişkilidir. Bu, tefekkürünü sağlam bir temel üzerine kurmayan
perişan bir ruhun nişanesidir.
Veba kitabında (vebalı, insan ve oran şehri
varlıktır), “Rio”nun ve gerçekte Camus’nun kendisinin yaptığı feryadı “Panlu”
da yapıyor. Fakat Panlu bir keşiştir, çünkü dine inanmaktadır, dindardır;
insanın bu uğursuz yazgısı karşısında da kendine özgü bir izahı var, şöyle diyor:
Bela ve zulüm Tanrı’nın öfkesinin sembolüdür; ibadet, yakarış, riyazet ve itaatle
Tanrı’nın iradesine teslim olmak gerekir (çünkü din hem Tanrı’nın varlığına hem
de insanın yazgısına müdahaleye inançtır). Panlu bu cevabı vermeye mecburdur,
her ne kadar Rio için bu cevap ikna edici değilse de; fakat her ikisi de
vebayla mücadele için işbirliği yapıyor ve hatta Panlu Rio’dan daha çok
işbirliği yapıyor. Burada Camus keşişin yakasını tutuyor ve diyor ki eğer veba
Tanrı’nın iradesi ise niçin sen Tanrı’nın iradesinin sembolüyle benden daha çok
mücadele ediyorsun?
Yoksa Tanrı tarafından indirilen bir belayı önlemek
isyan değil midir?
Fakat her halükârda dindar olan Panlu ile dindar
olmayan Lukres’in bir cevabı vardır; ama Rio’nun (Camus’nun kendisi) ne cevabı
vardır?
TANRI’YI İNKÂR EDENLERİN İNSANLARIN HER ZAMAN
HAYATTA MARUZ KALDIKLARI VEBAYA KARŞI NE GİBİ BİR CEVABI VAR?
HİÇ... Zira Tanrı
inkârcılarının muhatabı doğa oluyor, doğa ise onların cevabını vermiyor; ne
terennüm cevabı, ne yakarış ve niyaz, ne öfke ve ne de isyan cevabı; çünkü şuursuz
ve kördür. Dolayısıyla bilinçsiz ve kör doğaya karşı isyan ve ithamın bir
manası yoktur. Bu sebeple Tanrı’yı inkâr edenler Panlu’dan daha zavallıdırlar;
onların isyanı dinsiz Lukres’in isyanından daha kötüdür.
Rasyonalizm Tanrı inkârcılarının cevabı mıdır?
Tanrı’yı inkâr edenlerin Oran şehrinin (beşeriyet
ve varlık) vebası karşısında düşündükleri tek yol şudur:
Ne kadar çok çalışırsak, Oran vebasının nedenlerini
ve ona neden olan yasalan bulma konusunda o kadar çok ilerleriz. Dolayısıyla
aklımızı (ration) çalıştıralım ki veba illetini, vebanın sebebini anlayalım.
Fakat vebanın çaresi yok. Bu vebalardan biri ölümdür. Ölümün sebebini hiç
bilmeyen kimseyle tam olarak bilen kimse, ölümün eşit olarak kurbanıdırlar. Her
bilmenin gereği güç yetirmek değildir. Örneğin kalp sektesinden veya tesadüfle ölen
kimseler, bu tesadüfün beynin kılcal damarlarının parçalanmasından
kaynaklandığını ne bilsinler ya da böyle bir yazgıya tahammül etmede eşit
olduklarını nereden bilsinler! Rasyonalizm (beşerî ızdırap ve sıkıntıların
sembolü) veba karşısında bize sadece daha çok bilgi verir, güç değil. Bu bilgi
bizim azıcık teskin olmamıza neden olur; fakat hiçbir zaman kurtuluş sebebi
olmaz. Bu konuda Radha Krishnan şöyle diyor:
“insanın işlediği o ilk günahtan (yaratılış
felsefesi) dolayı bütün insanlar günahkârdırlar.” Yani insan daima ızdırap çekmeye mahkûmdur,
insanlıktan çıkması, yabancılaşması hariç. Mutluluk, içine düştüğümüz olduğumuz
mevcut ızdırapların kalkmasından sonraki ızdırapsızlık dünyası hakkında bir
aldatmacadan ibarettir. Yoksa mutluluk, ızdırap, sıkıntı ve hastalığın olmadığı
bir yer değil midir?
Fakat ızdırap ve kötülüğün olmadığı yer
neresidir?
Bu ne demek?
Şu demek: Şimdi gördüğümüz ızdıraplar, her zaman
bunları ortadan kaldırdığımızda ızdırapsız oluruz diye düşünmemize neden
olmuştur! Ancak şunu bilmemiz gerekir: insanların ortadan kalkmalarıyla daha
çok insanın doğması gibi ızdıraplar ortadan kalkınca da başka ızdıraplar
doğacaktır.
Ayakkabının ve ekmeğin olmadığı geçmişte Batı’nın
ızdırapları yok muydu?
Fakat bu durum şimdi olmadığı halde niçin şu anki
medeni insanlar daha çok ızdırap çekiyor?
İnsan hiçbir zaman sanatın her lahza kendisini
yokluk semtine götürdüğü vebaya dönüştüğünü düşünmüyordu. Yahut bugün biz
sınıfsız toplum yaratırsak insan ızdırap çekmez diye düşünüyor, böyle
zannediyoruz; fakat biz bu toplumu yaratsak bile bu toplum tasavvur etmediğimiz
ızdıraplara duçar olacak, sıkıntılar çekecektir.
Sınıfsız toplum şudur: Herkes burjuva olacak; işçi de burjuvalaşacak.
O zaman herkes, sözgelimi ekonomik ızdırabı olmayan, ızdırabı, refah ızdırabı
olan Sadık Hidayet olacak. Hatta eğer insan ölümü ortadan kaldırırsa, bu defa
da ölümsüzlük ızdırabı onu öyle rahatsız edecek ki ölümü arzu eder hale
gelecek. Bu, insanın duçar olduğu ve daima kefaretini görmesi gereken ilk
günahtır.
Auguste Comte şöyle diyor: “Rabbani veya dinî devre son bulmuş olup bu
dönemde biz dertlerimize dışsal gerçekliklerin bilgisi temelinde çare
bulmalıyız ve hayatımızı onlarla ilgili ilim ve bilgiye dayanarak inşa
etmeliyiz”.
Albert Camus’nun bundan başka bir cevabı yok: Kendi
akli rüştümüzle ve ilmin rüştüyle tabiat yasalarını tanımalı ve tabiat
yasalarına dayanarak hayat acılarımızı teskin etmeli ve de hayattan duyduğumuz
mutlulukları ve yaşam imkânlarını artırmalıyız; fakat bununla birlikte insan
bütün yüksek meselelerin varlığına rağmen ızdıraptan beri olmuyor. Veba özel
bir ızdıraptan değil, mutlak ızdıraptan ibarettir, insanın yazgısındaki
ızdırabından ibarettir; buna göre ızdırapla mücadele etse de başka bir ızdırap
ortaya çıkıyor. Fakat Camus yolunun sadece ilim yolu olduğunu kabul etmek
zorunda değildir. O, ilmin bu sahte müjdelerine gönül bağlayacak yarı aydın
değildir. O şöyle diyor:
“Benim bundan başka bir cevabım yoktur. Camus’nun
isyanı hangi kişinin isyanıdır. İlme gönül bağlayan kişinin isyan etmeye hakkı
yoktur. Fakat feryat eden kişinin, ilmin müjde ve umutlarına tam olarak bel
bağlamış olmadığı anlaşılıyor. Bir taraftan da kime karşı ayaklandığını
bilmiyor ve bunun için “Ben rasyonalizmden başka bir yol gösteremiyorum ve hep
isyan edip başkaldırıyorum.” diyor;
nerenin karşısında olduğunu söyleyemiyor. Camus, hiç kimse için dahi isyan
etmek gerektiğini söylüyor. Camus’nun sözü şiirin güzel olması ölçüsünde
mantıktan uzaktır. Bir insanın gerçekten ümitsizce feryat etmesi mümkündür; ama
insanlara isyan edin, feryat edin denemez, hiç ve hiç kimseye karşı hariç. Bu,
itikadi bir mezhep veya ideoloji olarak kimseye arz edilemez. Jean Isoule’nin
çok dikkat çekici bir sözü var, şöyle diyor:
“Evrenin adaletsizliğe dayandığını, fakat insan
iradesinin gücüyle toplumlarda adaletin yerleştirilebileceğini söyleyen
kimselerin sözüne inanmak, zehirli dalgaları olan okyanustan bir kâse tatlı su
almak isteyen kimselerin çabası gibidir.” Camus bu söze karşı çıkıp şöyle diyor:
“Varlığın anlamdan yoksun olduğunu görmek, hayatı
da anlamsız görmeyi gerektirmez.” Bundan
dolayı Camus, anlamsız bir varlıkta anlamlı bir hayat kurulabileceğine
inanmaktadır; elbette anlamlı yapılabilir, ama onun için mana keşfedilemez.
Yani dünyayı anlamsız sayarsak hayat da anlamsızdır. Eğer tabiat hedeften
yoksun ise insan hayatı da hedeften yoksundur. Camus’nun sözleri sebebiyle
Avrupa’da bazıları Camus’nun egzistansiyalist olduğunu zannetmiştir. Hâlbuki o Sartre’a
muhaliftir, fakat “insan anlamdan yoksundur” ve onun mahiyeti ve
hakikati daha önce olmamıştır sözü yanlıştır. Camus’nun ümitsizliği Sartre’ın
sözündeki “delaissement”[2] gibidir. Ben mitolojiyi
insanın yazıya geçirilmiş bütün tarihinden daha değerli addediyorum ve kesin
olarak bir beynin ve bir düşüncenin ürünü olduğuna inanıyorum; çünkü mitoloji
ve efsane, modem ekollerden bile daha derindir. Hem mananın letafeti, hem
derinlik, hem muhabbet vs. mitolojiyi meydana getirmiştir.
Mitolojinin kahramanlarından biri mahkûm bir
kahraman “Sisyphe”tir, kendisinden daha büyük bir kaya parçasını dağın
dibinden tepesine taşımaya mahkûm olan bir kahraman. Fakat taşı dağın dibinden
zirvesine yaklaştırdığı zaman taş düşüyor ve tekrar Sisyphe’in dönüp yeniden
taşı yukarı götürmesi gerekiyor. Bu iş, yaratılışın başından beri devam etmekte
ve Sisyphe bu işkencenin tekrar tekrar mahkûmu olmaktadır.
Sisyphe kimdir?
Daima tepenin üstüne varmaya çalışan, ama her zaman
baştan başlaması gereken ve sonuçsuz bir tekrara mahkûm olan bir insandır. Her şey dönemsel bir hayattır, hatta zaman ve
medeniyet de dönemsel oluyor. Camus, Sisyphe’in öyküsünde biraz çalışmış, şöyle
diyor: Sisyphe dağın tepesine vardığı vakit ikinci kez taşı taşırken taş,
birinci defakinden daha yukarı düşüyor, sonuçta başlangıç noktası da daha
yukarısı oluyor ve yine aynı şekilde tekrar ediliyor. Bu tekrar bu şekilde
yukarı doğru gidecek. Sadece bir filozofun Tanrı’yı varlıktan alıp
çıkarmasıyla en büyük misyonu hayat için bir mana ortaya koymak, yani insanın
inandığı yeni değerler tayin etmek ve ahlaki bir düzen kurmaktır; ama maalesef
Tanrı’yı ortadan kaldırmak isteyen filozofların Tanrı’dan yoksun bir ahlaki
değer yerleştirme konusundaki bütün çabaları mağlup olmuştur. Bizzat kendileri
de yenildiklerini söylüyorlar.
Albert Camus, Tanrı dışında ve Tanrısız manevi
düzeni korumak isteyen insanlardandır. Gerçekten de Tanrı’yı yaratılıştan
çıkaran kimselerin tamamı ahlak noktasında perişan olmuştur. Mukaddes ve manevi
ahlaki düzeni korumak ve Tanrı inancını onun alt yapısından çıkarmak isteyen
fikrî hareketlerden biri, ahlaki radikalizmdir. Ahlaki radikalizm, 1880 yılında
Fransa’da bir genelgeyle meydana geldi. Bu genelgeye göre ahlaki ve manevi
talimatların tamamını koruyun, fakat ders kitabından Tanrı inancını kaldırın
diye emir verildiğinde ahlaki radikalizm ortaya çıktı. Ahlaki radikalizm, öğretmenlere
şöyle diyor: Çocuklara insan olabileceklerini, başkalarını
sevebileceklerini, fedakârlık yapabileceklerini, iyi olabileceklerini; bütün
bunların gereğinin Tanrı’ya inanmak olmadığını, yani Tanrı’ya inanmadan bunları
yapabileceklerini öğretebilirsiniz.
Sartre mukaddesatı Tanrısız korumak isteyen
radikalistlere saldırıyor ve şöyle diyor:
“EĞER AHLAKİ DEĞERLERİN KAYNAĞI VE MEŞRULAŞTIRICISI
OLARAK TANRI’YI ORTADAN KALDIRIRSAK, BEŞERİ DEĞERLER MEKANİZMASINI YAPAN AHLAKİ
MANEVİYAT VE MUKADDESATI NE ADINA BEŞERÎ DÜŞÜNME İÇİNDE KORUYABİLECEĞİZ, BAŞKA
BİR İFADEYLE NE ADINA BEŞERÎ AKLI BU MUKADDESATA TESLİM OLMAYA TEŞVİK
EDEBİLECEĞİZ?”
Radikalizmin bu sorulara verecek cevabı yoktur.
Çünkü o, Tanrısız olarak nasıl iyilik isteyebileceklerini söylemiyor. Aslında
kişinin hangi suretle incitilmeyeceğini kanıtlamak gerektiğini söylemiyorum. Her halükârda Tanrı’yı kaldırırsak ahlaki düzeni
korumak için iki mesele ortaya çıkıyor:
1. Bu ilkenin gerçekten mukaddes olduğunu ve niçin
mukaddes olduğunu aydınlatacağımızın ahlaki ispat ve izahı.
2. Onun icrası için tazmin gereklidir; zira sadece
izah kâfi değildir ve tazmin kesin olarak gereklidir; çünkü sadece benim izah
etmemle icra olmaz.
Tanrı ne demek?
İdrak eden bir duygu; benim de onun karşısında
sorumluluğum var. Eğer Tanrı’yı kaldırırsak ve bir insan ferdi hiç kimsenin
onun eyleminin şahidi olmadığına inanırsa, acaba o iyi eyleme yönelip kötü
eylemden uzaklaşır mı?
Veya sadece ve sadece onun temayülü onun mutlak
dizginini eline alır mı?
Beni başkaları uğruna feda etmeye götüren faktör
nasıl bir faktördür?
Karşısında sorumluluk hissettiğim faktör, Tanrı
demek mi?
Sartre Dostoyevsky’nin sözünü mantıklı görüyor; ama
kendisi Tanrı’ya inanmıyor. Öyleyse
ahlaki düzene ve maneviyata da inanmıyor. Ondan sonra insanın, istediği her işi
yapabilen, kötü bildiği her iş kötü olan, iyi bildiği her iş de iyi olan özgür
bir varlık olduğunu söylüyor. Bu yüzden egzistansiyalizmde neyin iyi neyin kötü
olduğu belli değildir. Bir dindar birey, Tanrı beğenmiyor diye şu iş kötüdür
diyebiliyor. Bir radikalist bu işi ahlaki değerler mekanizmasıyla ölçüp
değerlendiriyor ve kötü ya da iyi olduğunu söyleyebiliyor; fakat ne yargıya, ne
Tanrı’ya, ne ahlaka ve ne de maneviyata inanan egzistansiyalizm, hiçbir işin
iyi ya da kötü olduğunu söyleyemiyor; zira hiçbir şey, insanın eyleminden önce
yok ki insanın eylemini onunla ölçüp değerlendirelim. Lâkin üçüncü bir ilke
de vardır ve o da ahlaki veya insani vicdandır.
Egzistansiyalist (Varoluşcu) ne ahlaki değerlere ne
de Tanrı’ya inanır; fakat insanının vicdanının olduğunu, iyi bir iş yaparsa onu
güzelleştirdiğini, teskin edip huzurlu kıldığını, ancak kötü işin vicdanı
sızlattığını söylüyor. Burada bir
soru gündeme geliyor:
Vicdan “varlık”ın mı yoksa “mahiyet”in mi
parçasıdır?
Açıktır ki mahiyetin! İnsan mahiyet ve sıfatlarda
değil, varlıklarda müşterektir. Bundan dolayı egzistansiyalistlerin herkeste
olduğunu iddia ettiği vicdan, en azından bir şekilde ve bir etki ve edilgenlik
derecesiyle olamaz; o halde vicdan da delil değildir. Bir taraftan egzistansiyalistlerin
bakışına göre hiçbir varlık eylem sonrası hariç tahakkuk etmiyor. Örneğin
Sartre dehayı tecelli ve eylemden önce inkâr ediyor. Yani İbn Sina
kitaplarından önce herhangi bir taş ve tahta parçasıyla eşittir ve en son
kitabından sonra da sözgelimi eğer on yıl yaşamışsa dehadan yoksundur; çünkü
eyleme geçmemiştir. Bundan dolayı eylemleri, uygulamaları, işleri iyi ve kötü
delillerle ölçmek mümkün değildir. Çünkü eylemden önce hiçbir şeyin varlığı
yoktur. Yani iyi ve kötü deliller de eylem veya uygulamadan sonra vücuda gelir.
Bu nedenle delilleri de eylemin kendisi yaratmıştır.
Sartre, acaba hayır ve şerrin, hıyanet ve hizmetin
eşit olup olmadığı türünden sorular karşısında, aslında inanmadığı halde yine
de eşittir diyemiyor. Sartre’a
peki delil nedir diye sorduklarında burada çok zayıf bir cevap veriyor ve
şahısları ezmek istediğinde ne kadar güçlü ve cevap mevkiinde de ne kadar zayıf
olduğunu gösteriyor. Diyor ki eğer bir kimse kötü bir iş yapar, fakat iyi bir
niyeti varsa iyidir (Bu tam da bizim “eylemler niyetlere göredir” cümlesinde
ifade ettiğimiz şeydir). Yine Sarte’dan hangi sebeple iyi niyetin kötü niyetten
daha iyi olduğu sorulduğu zaman bir açıklaması yoktur.
Egzistansiyalist insana özgürlük verdiği ve sonra
sorumluluğu arttırdığı ve sorumluluğum var dediği zaman, bu sorumluluk kime
karşı olmalıdır? “Kimin karşısında” olduğunu söylemeksizin sorumluluğun
bir manası yoktur. Sorumluluk, bir kişinin bir kimseden sorması ve neticede
insanın sorumluluk hissetmesi demektir. Fakat egzistansiyalizm Tanrı’nın da
vicdanın da olmadığını söylediği zaman kime karşı sorumluluk hissediyor ve kime
karşı sorumlu tutuluyor?
Egzistansiyalist sorumlu tutuluyor, ama soran
olmadan, sorumlu tutan olmaksızın sorumlu tutuluyor. Bu tıpkı Albert
Camus gibi avaredir. Sartre da Camus da her şeyin boş ve anlamsız
olduğu noktasına varıyor. Sartre bu işi devam ettirip buradan sonra acayip
zaaflara ve çok boş cevaplara duçar olacağı Tanrısız bir öğreti icat etmek
istiyor; fakat hem kendi başına hem de başka insanların başına şıra çalmak
isteyen Camus, “dem ve lezzet” diyor; yani hiçbir şey olmadığı zaman
ister istemez daha çok zevk almak gerekir. Bundan dolayı egoizm, yani kendine
tapma zevk düşkünlüğü temelinde “Rio” veya Camus’nun sembolüdür. O, öyle
bir insanın sembolü oluyor ki bu restorandan o restorana, bu leşhaneden o
leşhaneye gidiyor, çökmüş bir Epikür’dür. Rio (yani Camus) şöyle diyor:
“Tarih hepimizi kendi acımasız arabaları altında
ezip yok ediyor; o halde ben, tarihin henüz bana erişmeyip beni çarkları
altında ezmediği bir fırsata sahipken kendimi korumalı ve zevke dalmalıyım.” Böylece iş zevk düşkünlüğüne vardırılır. Fakat
ikinci kitabında şu hususa varıyor:
“Tarihimiz insanlara birlikte müştereken saldırıyor
ve bizim hepimiz tarihin (yani zamanın) kurbanlarıyız, benzer yazgılarımız var,
dolayısıyla yaşamlarımızı tek tek ayrı ayrı tayin edemeyiz; bireysel zevk
düşkünlüğü yerine insanların ortak kaderinin peşinde olalım.”
Camus’nun iki kitabının mukayesesinden çıkan bu
çelişki çok önemlidir ve onun zaaf noktası tamamen açıktır. Yani o birinci
kitapta leş yiyici iken ikinci kitapta başkalarının derdini paylaşan ve kendi
yazgısını başkalarına feda eden fedakâr bir insan haline geliyor. Camus’nun en
meşhur sözlerinden biri şudur:
“EĞER SAVAŞIRSAK CELLÂT OLURUZ, EL ÇEKERSEK ŞEYTAN
OLURUZ.”
Bu, “Taru” dilinden vebayı açıklıyor. Taru bir
asilzadedir; babası yargıçtır; adaleti yürüten ve bir taraftan da insan katili
olan babasının işinden ızdırap duyup acı çekiyor. Başlangıçta o, aristokratlara
ve egemen gruba muhalif olan özgürlükçü ve solculara bağlanıyor; ama solcuların
da güç ve mevkileri için cinayete başvurduklarını görüyor. Sonuçta biri
mevcut durumu korumak, diğeri ise değiştirmek istiyor; her iki cephenin de eli
insan kanına bulaşmıştır. Her ne kadar bu öldürmenin bir izahı olsa da
hakikat şudur:
İnsan, insan öldürmekten korunmuş değildir. Bu bir
trajedidir. Yani özgürlükçülerin iş başına gelmesiyle bu adam öldürme ortadan
kalkmayacak. Bundan
dolayı “Taru”, solculardan da yüz çeviriyor; zira o, insanın adam
öldürmek için hiçbir mantık bulamadığı bir safa bağlanmak istiyor. Bunun için
Oran şehrine veba geliyor ve pislikten kaçmak için vebalı halka hizmeti
uhdesine alıyor. “Taru”, eğer bir kenara çekilirse, yani ne özgürlükçü ve
adaletçiler tarafını, ne de zalimler tarafını tutmazsa, şeytan olduğunu
biliyor; çünkü zulüm gören insanlara karşı sorumluluk hissetmeyip insanları
işkence ve zulüm altında bırakıyor. Eğer halkla hemdert olur, halkın yanında
yer alır ve savaşa devam ederse, eli cinayete bulaşır ve cellât olur. Burada
insanın şeytanlığı mı yoksa cellâtlığı mı kabul etmesi meselesi gündeme
geliyor.
İlk kitapta, yani Başkaldıran însan’da kitabın
kahramanı (Camus) Tanrı’ya isyan ediyor, ganimetin peşine düşüyor, egoizme,
zevk düşkünlüğüne erişiyor; Çünkü her şeyin boş olduğu, hiçbir şeyin anlamının
olmadığı sonucuna ulaştığımız zaman, sadece egoizm meydana geliyor. Başkaları
için olmaması gerektiği zaman kendisi için olması gerekir. Fakat bu akıl yürütme
onu veba içinde egoizmden insancıllığa götürüyor (Sebebini de söyledim: Tarih
herkese acımasızca saldırdığı için kenetlenmek gerekir.) ve bundan dolayı
da insanın yazgısı onu insani kenetlenmeye sevk ediyor, kendini unutmakla da
kendisini daha iyi temin etmek mümkün oluyor. Taunda, yani vebada insani kenetlenmeye
erişen Camus, bunu ne insanlık ve dinî ahlak için, ne başkaları mukaddes
olduğu için değil, bilakis şahsi menfaatler için ve kendi zevklerini tatmin
etmek için yapıyor. Çünkü bu kenetlenmede kendisi sağlam kalıyor; bu istidlal
ve bencillikten dolayıdır insan başkalarına karşı sorumluluk hissediyor. Bu
sorumluluk, Hıristiyanlığın sorumluluk türünden değildir; zira Hıristiyanlıkta
başkaları için feda olma, ilahi bir ilkedir. Fakat Camus şöyle diyor:
“BİZ BAŞKALARININ YARDIMIMIZA DAHA FAZLA GELEBİLMELERİ
İÇİN FEDAKÂRLIK YAPARIZ.” Ama her
iki tabirde, ister dine inanan isterse dine inanmayanda, insan karşısında
nihayetsiz sorumluluk gündeme geliyor. İnsana karşı sorumluluk, gerek nitel
gerekse nicel açıdan bütünsel ve sınırsız bir sorumluluktur; çünkü insan ve
insana ait olan şey, sınırlı değildir.
Neşkaluga şöyle
diyor:
Tarihin hakikatler ve büyük insanlar hakkında
yapmış olduğu zulümlerden bizler tek tek sorumluyuz. Tarih kutsal çehreleri unutup zalimce şiddetler
sergilemiştir. Her birey, hem geçmiş hem şimdiki hem de gelecek nesle karşı
tarihsel yargılamalar karşısında sorumluluk sahibidir. Çünkü önceki neslin
ahlakının bizim üzerimizde etkisi olduğu gibi bizim özelliklerimiz de gelecek
nesle yansıyor. Dolayısıyla sonsuz sorumluluk meydana geliyor. Bu sorumluluğu
hangi yolla yerine getirebiliriz? Başkalarının dertlerine ortak olmakla ve ruh
hastalıklarının şifasıyla.
DOSTOYEVSKY’NİN SUÇ VE CEZA’SINDA ŞUNU OKUYORUZ:
“SUÇ KARŞISINDA KİMLER SORUMLUDUR?
MAZLUMA YARDIMA KALKMAYAN BÜTÜN ELLER BU SUÇA BULAŞMIŞTIR;
SADECE CİNAYETİ İŞLEYEN SUÇLU DEĞİL, EK OLARAK SUÇ
KARŞISINDA SUSAN HERKES SUÇA BULAŞMIŞTIR.”
Hatta sözle itiraz edip de bir iş yapmayanlar dahi
sorumludur, suça iştirak etmiştir.
DOSTOYEVSKY’DEN ÖNCE EBUZER GIFARİ BÖYLE DİYOR:
“EVİNDE EKMEK BULAMAYIP DA ÇIPLAK KILIÇLA İNSANLARA
BAŞKALDIRMAYAN KİMSEYE ŞAŞARIM.” Zira
sadece zalimleri ortadan kaldırmak yetmez, ayrıca zulüm görüp de hiç
konuşmayanların tamamı da ortadan kalkmalıdır.
La Chute kitabında
(Chute düşme anlamındadır; fakat burada insanın cennetten yeryüzüne düşüşü
anlamındadır.) Camus düşüşe ve ilk günaha inanmaktadır.
Biz niçin günahkârız?
Neden yaptığımız her işte elimiz cinayete bulaşıyor
ve neden yürüdüğümüz her yolda hedefe erişirken kendi hedefimize erişemiyoruz?
Ortadan kaldırdığımız her hastalık neden başka bir
hastalık doğuruyor?
Tevrat’ta da şu var: “İnin ve yeryüzünde
bed-bahtça yaşayın.”
Her halükârda söz, insanın günahına inançla
ilgilidir, yani insanın düşüşünü din söylüyor; sonuçta dindar o dünyaya
inanıyor; ama Camus inanmıyor: O da dine inananlar da bu yeryüzündeki hayatın,
insan hayatının, aşkın anlamda olmadığına inanıyorlar.
Dine inananla inanmayanın farkı gerçekliktedir;
yani her ikisi de aşkın bir dünyanın mevcut olduğuna inanıyor. Şu farkla ki
dine inanan:
“O dünya vardır ve biz oradan sürüldük.” derken, dine inanmayan: “Olmalıdır, ama olmamıştır,
yoktur.” diyor.
Dine inanan, dinli inanmaktadır ki insan cennette
idi; orada insanın bütün hakiki istekleriyle mütenasip her şey saf imiş; fakat
burada bir gurbette zorlamalı ve sürgün bir hayatı geçiriyor; hissettiği için
ister istemez vatana yöneliyor. Bu hayat bana layıktır diyen kimse, suç işleyip
layık olmadığı bir hayata mahkûm olduğuna inanıyor; o zaman ilk günah meselesi
gündeme geliyor. GUENON şöyle diyor:
“İnsan masumdur ve hayat kirlidir. Masumiyet
pislikle uyumlu değildir; dolayısıyla ben hayata daha az bulaşmış kimselerin
eteğini tarihte daha az bulaşmış, kirlenmiş görüyorum.”
Bu sözü Sartre Kirli Eller’de söylüyor. Aynı
sözü Camus da söylemiştir. Sartre şöyle diyor:
“Bu gerçeklik karşısında imanım ve mantığımın
tersine şunu itiraf etmek zorunda kalmamdan dolayı çok üzgünüm: Omuzlarını
hayat ve toplumdaki her türlü sorumluluğun yükü altından çıkaran ve
manastırlara sığınan kimseler, en insani savaşlarda şehadete eren kimselerden
daha temiz ellere sahipler.” Şehidin
mukaddes olduğu doğrudur; fakat eğer şehit olmasaydı, katil olurdu ve başka bir
kimseyi öldürürdü (çünkü şehit, onun inancında galip gelmeyen kişidir). Camus
şu sözü söylüyor:
“Her insan katildir; kişinin öldürülüp
öldürülmemesi tesadüfe bağlıdır.”
Bu sözlerin açıklaması içinde benim ilgimi çeken
iki husustur:
1. Bu meseleler, çağımızda gündeme gelen en esaslı
konulardır. Avrupa kültür ve medeniyetini tanımak, bu meseleleri tanımak demektir;
yoksa Avrupa medeniyetinin televizyon ve radyo tekmil tarihini anlamak mümkün
olmaz.
2. Bu inceleme ve sözlerin tamamı, günümüz
insanının ne tür düşünce ve endişelere düştüğünü gösteriyor (Bu sözlerin
tamamından günümüz insanının, dine inanmasa da dine muhtaç olduğu sonucu
çıkarılabilir).
İnsan ister ki dünyanın mantıklı ve anlamlı bir
kavramı olsun; fakat olduğuna inanmıyor; [bu] dine inananların sözüdür.
Açık olan, dünya ızdırap, sıkıntı ve bela ile
doludur; fakat açık olmayan, o dünyaya da imanı yoktur.
Peki, eğer bu dünyanın insan için yeterli
olmadığına inanıyorsak, insanın her halükârda yaşamaya mecbur olmasını ne
yapalım, nasıl yorumlayalım?
Camus teslim oluyor; fakat hayatı kötü bilen Sartre
acıklı bir tarzda hayata bir anlam vermek için çabalıyor, âlemde olmayan
mefhumu oluşturmak istiyor, ama olmuyor. Camus vebalıların yakasını tutuyor ve
diyor ki onlar vebaya müstahaktır; sorumluluk hissetmedikleri ve hepsi topluca
tabiata karşı savaştıkları için bu hayata mahkûmdurlar. Dolayısıyla vebayı icat
eden de yakalanan da günahkârdır. Bu, Ali’nin (kerremallâhü veche) sözü gibidir:
“TOPLUMDA ZULMÜN MEYDANA GELMESİ İÇİN İKİ KİŞİ
BİRBİRİYLE İŞBİRLİĞİ YAPAR:
ZALİM VE MAZLUM.”
Bundan dolayı görüyoruz ki Camus, önce Tanrı’ya
karşı başlatılmış bulunan başkaldırıyı insanlığa karşı başlatıyor. Burada insan
için yaşam sorumluluğu ortaya çıkıyor; o da kötülüğe karşı savaşmaktır. Eğer
insan kötülüğe yakalanmışsa, demek ki kötülüğe müstahaktır ve ne Tanrı ne de
doğa suçludur. Camus, hem kendi isyanıyla masum insanı himaye ediyor hem de
kendi düşünceleriyle insanın kaderine karşı inziva, sorumluluktan kaçma, şüphe
ve tereddüt ilanında bulunuyor; hem insanı hayatın birazcık kirli olduğu
konusunda ikna etmeye çalışıyor hem de var olan şeyin alçaklığını ve pisliğini
itiraf ediyor -çünkü bundan daha iyi bir şeyin varlığına inanmıyor-, çaresiz
insana, önünde serilen küçük sofradan gücü yettiği ölçüde tüketmeyi tavsiye
ediyor. Bundan dolayı ne mutlu ki insanın arzu ettiği, şeye erişmesinde değil,
bilakis insanın arzu ettiği şeyden vaz-geçmesinde saklıdır. Albert Camus’nun
son kitabı L’exil et le Royaume [3]
(Vatan ve Gurbet) adını taşıyor. Kitabın adının ne kadar anlamlı olduğunu
ve Camus’nun kendisinin sonunda dünyaya düşüşe ve ilk günah meselesine
vardığını görüyoruz. Bu, dinin söylediği husustur. Kitabın adı (Vatan ve
Gurbet) Camus’nun acısıyla uyumludur; yani Camus, Sisyphe’i, daima her şeyin
sonunun, başlangıcı olduğu sonuçsuz çabası olan bir insan örneği olarak
biliyor.
Soru: Sisyphe niçin taşı kalenin zirvesine taşıyor?
Cevap: Bu taş, insanın “imek”idir; insanın
genel çabası gerçeklikten uzaklaşma ve yukarı ve zirve tarafına yönelmektir.
Yukarı çıkmaktan başka bir çaresi yok, insanlığının ezilmesi dışında. Ancak
insan var olduğu müddetçe, onda yükseliş cazibesi de olacaktır.
Hülasa, Camus,
1954-61 yıllan arasında yazdığı L’Exil kitabında böyle keşmekeşlere düşmüştür.
Camus şöyle diyordu: insan, vadinin dibi ile doruk arasında, Camus’nun tabiriyle
vatan ile gurbet arasında gidip gelen bir hayvandır. Camus’nun en son
çabası insanı doruğun dibinde kalmaya ikna etmek olmuştur; Hâlbuki razı
değildir.
Şimdi L’Exil’de Sisyphe’in kalenin sonunda kalmaya
ikna edilememesine razı oluyor; Sisyphe mağlubiyete maruz kalsa da umutsuzca
zirveye doğru gidiyor ve bu gidip gelmede Sisyphe ne kalede ne de vadidedir.
İnsan için bir tarif ortaya çıkıyor: insan ne kalenin zirvesinde ne vadinin
dibinde ne vatanda ne de gurbette olan Sisyphe’tir.
Sartre ve Camus hakikatte insanbilimi ve dünya
görüşü felsefesinde hemfikirdirler; peki nerede birbirinden ayrılıyorlar? Ahlak
konusunda birbirine karşıt pozisyonda bulunuyorlar.
Söylediğim gibi, Camus, eserlerinde bağımsız ve
belli bir ahlaka varmıyor ve her bir eserinde insan için önceki teklifle
farklılığı bulunan özel teklif ve sorumluluklar tayin ediyor. İnsan cinsini
değiştirmiyor; zira cins birdir; ancak teklif ve sorumluluğu değiştiriyor.
Ancak Sartre, ne Tanrı’ya da yanan dinî bir ahlak temelinde ne beşerî vicdana
dayalı insani ahlak temelinde (çünkü ne Tanrı ve hakikate ne de insana imanı
vardır) ne de Kantçı ahlak temelinde değil, aksine insanın seçim asaletine
dayalı maslahatçı bir ahlak yaratmak istiyor.
Kaynak:
ALİ
ŞERİATİ, Kendisi Olmayan İnsan, Fecr Yay.,2010, İstanbul, s.64-81
[1] İsyan, bir
şeyi irademize zorla yüklemek isteyen kimseye karşı başkaldırmamız demektir.
[2]
Delaissement, terk etmek, bırakmak, başka bir ifadeyle ümitsizlik, insanın
alemin iradesi tarafından terk edilmesi, tanrının inayetinden ümitsizlik
demektir.
[3] L’exil
sürgün yeri; royaume ise “insanın hakiki doğrum yeri”, hayatın olduğu ve
herkesin asıl meskeni olan yer demektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar