CARL GUSTAV JUNG’UN KEHF SÛRESİ TEFSİRİ
Hzl: Prof. Dr. Abdurrahman KASAPOĞLU
Jung dinle ilgilenen bazı psikologdan birisidir. Din
psikolojisi alanında yaptığı çalışmalarla diğer psikologlardan farklılık
gösterir. Bu yüzden sık sık metafizikçi veya mistik olarak nitelendirilmiştir.
Bununla birlikte Jung, İslâm dini ve kaynaklarıyla fazla ilgilenmemiştir.
İslâm’la ilişkisi biraz gizemli olan Jung’un, belli ölçüde Kur’an hakkında
bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Jung, Müslümanların yaşadığı Mısır,
Cezayir, Tunus, Büyük Sahra’ya geziler yapmıştır. Bu gezilerinden birinde
Somalili bir sufî, Jung’un Kur’an’ı kendisinden daha iyi bildiğini söylemiştir.
Onun İslâm dini ile ilgili yapmış olduğu tek kapsamlı yorum, “yeniden doğuş”
bağlamında Kehf sûresine getirmiş olduğu psiko-mitolojik yaklaşımdır. Jung,
Kur’an’ın 18. sûresini, dönüşüm yöntemim açıklayan tipik sembol gruplan için
kullanmıştır. Jung, Kehf/Mağara adını taşıyan sûreyi büyük bir ustalık ve
sempati ile -itiraz edilebilecek noktalar bulunmakla birlikte yorumlamıştır. Bu
yorumlarım, 1938 yılında Eranos Konferansı’nda sunmuştur. Jung, o sıralarda
henüz İslâmî konularda bilgin ilâhiyatçılardan yeterince bilgi edinebilmiş değildi.
Jung’un “Kehf sûresi tefsiri”nin, içgüdülere karşı
bilincin ve bilinçüstünün bir savunması olduğunu düşünenler vardır.
Jung, dinsel ideaların insan üzerinde etkileri olduğunu
fark edenlerden birisidir. O, bilinç-dışının insan üzerindeki etkilerinin “temel
dinsel olgular” olarak belirdiğini savunur. Dinsel olgular yani dinsel dogmalar
ve rüyalar, insanın kendi dışındaki bir gücün onu yönetişinin bir yansımasıdır.
Jung, Kehf sûresinde yer alan üç kıssayı -Ashâb-ı Kehf,
Hızır, Zülkarneyn kıssaları- birbirini tamamlayan, destekleyen veriler olarak
değerlendirip yorumlamıştır.
Ashâb-ı Kehf, kıssasısın üslubu ve içerdiği mesajlar,
“yeniden doğuş” konusunda Jung’u
derinden etkilemiştir. Bu yüzden özellikle Kehf sûresinin 17. âyetini merkez
alarak kıssayı yorumlamıştır.
Araştırmamızda, Jung’un Kehf sûresi 17. âyete getirdiği
yorumu, Ashâb-ı Kehf kıssasının anlatıldığı diğer âyetleri ve bu konuda
müfessirlerin tefsirlerini de dikkate alarak mukayese edeceğiz. Müfessirlerin Ashâb-ı
Kehf kıssasından çıkardıkları mesajların, Jung’un çıkarımlarıyla örtüştüğü
noktalan göstermeye çalışacağız.
Jung’a göre gerek bilinç gerekse bilinç-dışı insanın
yaşantılarının bir ürünüdür. Ortak bilinçdışmm içeriği, ondaki kalıtsal
eğilimler arketipler sözcüğüyle adlandırılır. Arketipler, psişenin organlan
olarak psişik hayatı olağanüstü biçimde belirleyen dinamik, içgüdüsel
komplekslerdir. İlk örnek kelimesiyle eş anlamlı olan
arketip, herkeste görülen, kalıtımla gelen, önceden var
olan bir düşünme/kavrayış biçimidir. Bu düşünme biçimleri, rüyalarda ve
efsanelerde ortaya çıkan bazı evrensel sembolleri doğururlar. Arketipler,
bilinçte adeta yoktan var olan bazı çarpıcı imgeler oluştururlar. Arketipler
bilinç-dışı oldukları için yalnızca varsayım olarak kabul edilebilirler. Fakat
insanlar onları ruhun içinde tekrar tekrar ortaya çıkan belirli tipik imgeler
yoluyla fark ederler. Bunlar topyekün insanlığın en eski mirasını oluştururlar.
Kişiliğin oluşumunda önemli rol oynayan arketipler, persona, anima ve animus,
gölge ve ben’dir. Anima, erkeğin bilinçaltındaki kadın/dişi tasarımıdır. Bir
erkeğin duygulan adeta bir kadının duygularına benzer, düşlerde de kendini dişi
yaratık biçiminde açığa vurur. Jung, bu düşsel figüre, erkeğin kolektif
bilinçaltıyla bağlantısını sağlayan yetersiz işlevin kişileşmesi olduğunu göz
önünde tutarak anima demiştir. Mağara, anima simgelerinden birisidir.
Mağaranın, tarih öncesi devirlerden beri insanları
etkilediği, ibadetler için kullanıldığı bilinir. Pek çok dinde mağaraya
kutsallık atfedilmiş, İslâm dininde de özel bir yere sahip olmuştur. Bütün
kutsal mimarilerde hücre, “Kutsallar Kutsalı”nın bir biçimidir. Tanrı5nm
tecellisi ister hücredeki bir imge ile ister soyut bir simge ile canlandırılmış
olsun ya da katışıksız bir mimari tarzında başka bir işaret ile gösterilsin,
hücre, bu tecellinin yeridir. Hıristiyan geleneğine göre Mesih bir mağarada
doğmuştur. Bu mağara hem karanlık dünyanın bir mecazı olarak hem de kalp imgesi
olarak anlaşılır. Her kutlu mağaraya benzer bir anlam verilir. Kutsal mağara
içe doğru dönmüş evrendir, kalbin gizli dünyasıdır. Ruh’un Tanrısal Güneş’i ile
aydınlanır. Hücre, indirgenmiş bir mağara imgesidir. O da mağara gibi Kendilik
yurdu olarak kalbin gizli dünyası olan duraklardan birini temsil eder.
Jung’a göre mağara, yeniden doğuşun gerçekleştiği yer,
insanın kuluçkaya yatıp yenilenmek üzere kapatıldığı gizli bir oyuktur. Mağara
ya da yeraltı, bilinç-dışının henüz hiçbir ayrıma yer vermeyen bir katmanıdır.
Mitolojide mağaraya giren kahraman sembolü, yeniden doğuş, yeni bir hayata
başlamayla ilgilidir. Kayleula adasında yaşayan klanlar adanın kuzeybatı
kıyısında, Laba’i köyü yakınındaki Obakula denilen yerdeki tarihî kovuktan
çıktıklarına inanırlar. Trobriadlılar’da kovuk diye adlandırılan özel yerler
vardır. Onlara göre ilk çiftler böyle kovuklardan gelmişlerdir.
Kur’an’da mağara,
ğâr ve kehf kelimeleriyle mağara
özelliği taşıyan mekanlar dile getirilir.
Ashab-ı Kehf kıssasında birçok kez tekrarlanan “kehf’
kelimesi, normalinden daha geniş olan
mağaraya verilen isimdir. Mağaranın küçük olanına Arapça’da “ğâr” adı verilir.
Kehf, aynı zamanda dağda oyulmuş ev anlamındadır. “Fulânun kehfim”,
falan kimse sığınılacak kişidir demektir. İnsanlar birisine sığındığında ve
kendisine sığınılan da onların sorumluluğunu, korumasını üzerine aldığında, “fulânun
kehfu ehli’r- rayb” denir. “Kehfe” kelimesi kadın ismi olarak
kullanılmıştır.
Kur’an’da mağara sembolizmini anlatmak için “kehf’
kelimesi seçilmiştir. Kehfin, normalinden büyük bir mağara olması, bu sembolle
anlatılmak istenen olgunun sınırlarının genişliğini gösterir. Kehf kelimesiyle
hem korunaklı bir yere hem de güçlü bir kimseye sığınma anlamı dile getirilir.
İnsanlar bu sığınma işini maddi ve manevi varlıklarım sürdürebilme amacıyla
yaparlar. Sembolizm olarak kehf de, süreklilik ve sonsuza dek var olmak için
başvurulan bir merci olabilir. Bu anlamda bir mü’minin, fizik ötesi bir âlemde
varlığını devam ettirme ve metafizik bir güce dayanma eğiliminden söz
edebiliriz. Anne rahmi inşam yeni bir hayata hazırlayan mağara gibidir. Bu
yüzden, “kehfe” kelimesinin kadın ismi olarak kullanılması dikkat çekicidir.
Jung, Ashab-ı Kehfin kaldığı mağaranın Kur’an’da
tasvirinin yapıldığı âyeti aktardıktan sonra, şu şekilde yorumlar: Ortadaki
geniş yer, mücevherin bulunduğu, kuluçka ya da kurban riti ya da dönüşümün
gerçekleştiği merkezdir. Bu simgeciliğin en güzel örnekleri, Mithra
kültünün sunaklarında ve dönüşümün
cevherini daima güneş ve ay arasında gösteren simya resimlerinde görülür.
Çarmıha gerilme tasvirleri de genellikle bu tarzdadır. Yedi kişinin (Ashab-ı
Kehfin), yaşamlarının ölümsüzlüğe varan boyutta uzayacağından habersiz yattığı
mağara işte böyle bir ortam ya da dönüşüm yeridir. Onlar burada 309 yıl uyuduktan sonra uyandırılmışlardır.
Jung, Ashâb-ı Kehf kıssasında Kehf sûresinin 17.
âyetini merkez olarak almıştır: “Güneşi
görürsün, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğriliyor, battığı zaman sola
doğru onları makaslayıp geçiyor ve onlar, mağaranın geniş bir açıklığı
içindedirler. Bu durum, Allah’ın âyetler indendir. ”
Ashâb-ı Kehfin mağarada bulundukları ortam şu şekilde
tasvir edilmiştir: Güneş doğduğu zaman, mağaradan sağ tarafına meyleder;
battığı zaman da uyuyanları makaslar. Üzerlerine güneş ışığı değmez, değse
bile, sol taraflarına yakın bir yerden geçer. Bir başka deyişle, güneş doğarken
de batarken de üzerlerine düşmez, onlara bir zarar ve rahatsızlık vermeden eğik
bir şekilde, değmeden geçip gider. Güneşin sıcaklığı onları rahatsız etmez.
Mağaranın her tarafı kapalı olup, giriş kısmı biraz batıya meyilli olmakla
birlikte kuzey yönünü dönüktür. Mağaranın ağzı kuzeye baktığı için güneş ışığı
içeri girememektedir.
Güneşin Ashab-ı Kehf i rahatsız etmemesi, ebedî gölge
sembolüyle ilişkilendirilmiştir. Dürüst ve erdemli olanların cennette
ulaşacakları mutluluk ve esenlik halini belirtmek için Kur’an’da sıkça yapılan
atfın bir uzantısı olarak yorumlanmıştır.
Ashab-ı Kehf, mağaranın meydanında, ortasında, geniş
bir yerinde, Kur’an’ın ifadesiyle “fî fecvetin” diye ifade edilen yerde
uyumuşlardır. Âyette, mağaranın orta yeri diye nitelenen bölgeyi Jung,
dönüşümün gerçekleştiği merkez olarak adlandırır. Genişçe bir yer olarak tasvir
edilen mağaranın merkezinde, bir anlamda kalbinde dönüşüm gerçekleşir.
Jung, Ashab-ı Kehf kıssasından, kendini bilinçsizliğin
karanlığında bulan kişilerin bir dönüşüm sürecine girecekleri ve bu dönüşümün
bazen yaşamın uzaması veya ölümsüzlük olarak ifade edilen negatif veya pozitif
anlamda anlık bir değişim olacağı anlamını çıkarmıştır.
Yung’a göre Ashab-ı Kehf kıssasının anlamı şudur: Birey
kendi içinde taşıdığı mağaraya ya da bilincin dışındaki karanlığa girerse,
kendini önce bilinç-dışı bir dönüşüm sürecinin içinde bulur. Bilinçdışma
girmesi, bilinci ile bilinç-dışının içerikleri arasında bir bağ kurmasını
sağlar. Bunun sonucunda, kişiliğinde olumlu ya da olumsuz anlamda kökten bir
değişim olabilir. Dönüşüm genellikle, yaşam süresinin uzaması ya da ölümsüzlüğe
adaylık olarak yorumlanır.
Jung’a göre mağara, insanın içinde barındırdığı bir
olgudur. Birey, bilincin dışındaki karanlığa girmek suretiyle kendi
benliğindeki mağaraya girmiş olur. Jung, “kişinin kendi içindeki mağaraya
girmesiyle”, kalbinin derinliklerine yol almasını kastetmiş olabilir. Mağara
sembolünü, kendilik yurdu, kalbin gizli dünyası olarak düşünmüş olabilir.
Mağaraya giren yani bir anlamda kalbin derinliklerine inen kimse bilinç-dışına
girmiş demektir. Jung’un bu değerlendirmesinden şu sonucu çıkarabiliriz:
İnsan öldükten sonra yeniden dirilerek farklı bir hayat
yaşamaya başlayarak sonsuzluğa erişecektir. Bununla birlikte insan, henüz ölüp
yeni bir hayata başlamadan önce, dünya hayatında da, kalbinin derinliklerinde
bu yeniden doğuşun ve sonsuzluğun izlerini bulabilir. Bilinç ötesi, insanın
haricinde bir vakıa olduğu gibi, insanm kalbinin derinliklerine de kazınmıştır.
Bu düşünceden hareketle, bir mü’min için, bilinç-ötesi yani gayb âlemi sadece
öldükten sonra var olmaz. Mü’min kimse, müşâhede âlemini tecrübe ettiği anlarda
da bilinç-ötesinin farkındadır, gaybın etkisi altındadır.
Allah’a kulluk eden ve mağaraya sığman gençlerin
putlara tapan ve batıl inançlara bağlanan insanlarla dolu bir çevrede
yaşadıkları ve zor durumda kaldıkları yine Kehf sûresinin 20. âyetinde geçen konuşmalardan anlaşılmaktadır: “(.İçlerinden biri şöyle dedi): “Madem ki
siz onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde
mağaraya sığının ki, Rabb’iniz size rahmetinden bir parça yaysın ve şu
işinizden size yararlı bir şey hazırlasın. ”
Ashâb-ı Kehf ten biri ya da bazıları diğerlerine şöyle
demiştir: Putlara tapan toplumdan, onların Allah’tan başka taptıkları
şeylerden, sahte ilâhlardan salandınız, yalnızca Allah’ı ilâh edindiniz, samimi
bir şekilde O’na kulluk ettiniz. İçinde yaşadığınız toplumdan hem inanç hem de
bedensel olarak ayrılıp uzaklaştığınıza göre artık dağdaki büyük mağaraya
sığınınız. Size karşı cömert ve iyilik sahibi olan yaratıcınız her iki dünyada
da ihtiyacınız olan şeyleri, yararlanacağınız somut ve soyut değerleri,
özellikle de manevî olanlarını size verir. Dininizi koruma konusunda sizi
düşmanlarınıza karşı destekler, onların baskılan karşısında size bir çıkış yolu
gösterir. Bu yeni sığınağınızda hem maddi hem de manevi açıdan size güven
sağlar, rahmetini üzerinize yayar. İşinizde size kolaylık bahşeder, sizi uğruna
eylemde bulunduğunuz amacınıza ulaştırır.
Ashâb-ı Kehf, görünüşte bir mağaranın içerisine
girmiştir. Fakat gerçekte İlâhî korumanın güven ortamına dahil olmuşlardır.
Mağara, onlara gayb âleminden verilen güven ve huzur koşullanın temsil eder.
Gayb âleminin koruması altına girmek bilinç-ötesi bir gerçekliğe inanmayı ve
kayıtsız şartsız teslim olmayı ifade eder. Ashâb-ı Kehf gaybın koruması altına
girmeyi öncelikle kendi içinde taşıdığı mağaraya girerek gerçekleşmiştir.
Ashâb-ı Kehf diye bilinen gurup, Yüce Allah’tan rahmet
istemişlerdir. Yeryüzünde kendilerine düşman olan güçler karşısında Allah’ın
kendilerini korumasını istemişlerdir. Bu koruma somut bir şekilde müşâhede
edilebilen bir durum değildir. Bilinç ötesi bir kaynaktan yine bilinç ötesi bir
güvence aramışlardır. Kalplerinin derinliklerinde ilâhî gücün kendilerini
koruyacağına, gayb koşullarında varlıklarım devam ettirmelerini sağlayacağına
dair inançları vardı. Bu yüzden, önce kendi içlerindeki mağaraya, sonra da
gaybın koruyucu ortamına kendilerini teslim etmişlerdir:
‘‘O gençler mağaraya sığındılar: “Rabb ’imiz bize
katından bir rahmet ver ve bize şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla! ”
dediler. ’’
İnançlarım koruyabilmek için inkarcılardan kaçarak
mağaraya sığınan kimseler, Allah’a söyle dua etmişlerdir: Ey Rabb’imiz bize
kendi katından bizi düşmanlarımızdan koruyacak, bağışlanma sebebi olacak bir
rahmet ver. Dinimizi muhafaza amacıyla inkârcılardan kaçıp mağaraya
sığındığımız bu işte bize başarı ihsan et. Sana ortak koşmaktan ve sana ortak
koşanlardan uzak durmak için gerçekleştirdiğimiz bu hicretimizde bize
rahmetinle sahip çık. Böylece doğru yolu bulmuş, sevabı kazanmış, batıldan
kurtulmuş olalım.
Ashâb-ı Kehfin mağarada kaldığı süre, onların
bilinçlerinin alındığı, müşahede âlemiyle ilişkilerinin kesildiği bir evredir.
Dolayısıyla, onların bilinç-ötesi bir süreyi yaşamaya başladıkları açıktır.
Fakat onlar başlangıçta böyle bir süreci yaşadıklarım anlayamamışlardır. Sradan
bir uyku uyuduklarım sanmışlardır. Yüce Allah onların içinde bulundukları
durumu şu şekilde tasvir etmiştir:
“Bunun üzerine mağarada nice yıllar onların kulaklarına
ağırlık vurduk (onları hiç uyandırmadan uyuttuk.)” Yapmış oldukları dua ve bulundukları istek üzerine Ashâb-ı
Kehf i dışarıdan hiçbir şey işitmeyecek şekilde mağarada ağır bir uykuya
daldırdık. Bu sayede mağarada uzun bir süre rahat bir şekilde kaldılar,
herhangi bir sesten ya da çevrelerinde olup biten eylemlerden etkilenip
uyanmadılar. Uzun süre uyuyabilmeleri ve dünya ile aralarındaki ilişkinin
kesilebilmesi için kulaklarını her türlü dış etkiden uzak tuttuk.
Âshâb-ı Kehf, bilinçlerinin uzun bir süre devre dışı
bırakılmasını yani uyutulmalarını kavramakta ve yorumlamakta zorlanmışlardır.
Fakat kısa bir süre sonra bilinç-ötesi bir süreç yaşadıklarım fark etmişlerdir.
Gayb âleminden ve bu âlemin hakimi Yüce Allah’tan bekledikleri bilinç-ötesi
destek ve korumaya alındıklarını, İlâhî rahmet ile kuşatıldıklarını
anlamışlardır:
“Sonra onları uyandırdık ki, (onların uyuma müddetleri
hakkında ihtilâf eden) iki zümreden hangisinin, onların kaldıkları süreyi daha
iyi hesap edeceğini bilelim. ”
Burada, Ashâb-ı Kehf in mağarada kalış süresiyle ilgili
iki gurup arasındaki tartışma konu edilmektedir. Bu iki gurubun kim olduğu
konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kimilerine göre, Ashâb-ı Kehf
kendi aralarında iki guruba ayrılmış ve mağarada ne kadar kaldıkları konusunda
iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Kimilerine göre de bu tartışma Ashâb-ı
Kehf ile onların uyandıkları dönemde o bölgede yaşayan insanlar arasında,
mü’minlerle inkarcılar arasında gerçekleşmiştir.
Kimi yorumculara göre, iki guruptan birisi Ashâb-ı
Kehf, diğeri ise rakipleri olan inkârcılardır. Ashâb-ı Kehf, uyandıklarında
işlerinde başarılı olduklarım, gayelerine
ulaştıklarım, İlâhî rahmete kavuştuklarım görmüşlerdir.
Ashâb-ı Kehf in mağarada geçirdiği sürenin tam olarak hesaplanmasının, kıssanın
vermeyi amaçladığı temel mesaj açısında fazla bir önemi yoktur. Ayetteki ehsâ
fiili, saymak, hesaplamak anlamında kullanıldığı gibi, anlamak, kavramak
manasım da içermektedir. Ayette Ashâb-ı Kehf in uykuda geçirdiği süre sayı
gündeme getirilmiş olabileceği gibi, uykuda geçirilen sürenin gayesi de konu
edilmiş olabilir. Burada söz konusu fiil anlamak, kavramak manasına
alınmalıdır. Bu durumda âyet, uykuda geçen sürenin tam olarak hesaplanmasına
değil, bu uzun süreli uykunun ne manaya geldiğine işaret etmektedir.
Bilinç-dışı süreçler, insanın benliğinde arketipler
olarak yer almakla birlikte, gerçek dünyada karşılığı bulunan olgulardır. Dünya
hayatında iken henüz bilinç-ötesi bir gereklilik olan “öldükten sonra dirilme
ve yeni bir hayata doğuş”, insan benliğinin haricinde karşılığı olan bir
varoluş alanıdır. Kur’an, Ashâb-ı Kehf in yaşadığı tecrübeyi, bilinç ötesi
olanın varlığının bir realite olduğuna kanıt göstermiştir. Ashâb-ı Kehf in
yaşadığı tecrübenin, bilinç-dışı süreçler konusunda sadece onları değil,
onların kıssasını duyan herkesi etkisi altına alabileceğine işaret etmiştir:
“(Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa yine) böylece onları (bazı insanlara
buldurduk ki, Allah’ın öldükten sonra diriltme vadinin gerçek olduğunu ve
kıyâmetin mutlaka geleceğini; ondan asla şüphe olmadığım bilsinler. ”
Yüce Allah, Ashâb-ı Kehfi mağarada koruyup asırlarca
uyku halinde bıraktıktan sonra yerini insanlara buldurmuş ve onlar da Allah’ın
harikasını görmüşlerdir. Böylece Allah’ın kıyâmette ölüleri dirilteceği, yeni
bir hayata başlatacağı sözünün gerçek olduğunu iyice anlamışlardır. Çünkü
uyumuş olan insanlar, hiçbir eksiklik yaşanmadan, tam olarak sağlıklı bir
vaziyette yıllar sonra uyandırılmışlardır. Ashâb-ı Kehfin uyuyup tekrar
uyanmaları, ölüp sonra da dirilecek insanların durumu gibidir. Ashâb-ı Kehfin
uyandıktan sonra insanlar tarafından bulunmaları, ardından tekrar ölmeleri
kıyametin geleceğine dair kuşkudan uzak, kesin bir inanç oluşturmuştur. Bu
kıssa, öldükten sonra dirilmenin imkanı konusunda insanlar için apaçık ve kesin
bir delil kabul edilmiştir.
Bu olay sadece diğer insanlar için değil, Ashâb-ı
Kehfin kendisi için de kıyametin kesinliğine dair bir delil ve örnek olmuştur.
Çünkü onlar, yıllarca uyuduktan sonra kabirlerinden kalkan insanlar gibi
kalkmışlar, mücadele ettikleri inkârcılara karşı başarı sağlandığım görmüşler,
umut edip bekledikleri İlâhî rahmetin gerçekleştiğine tanıklık etmişler, Allah’ın
verdiği sözde durduğunu tecrübe etmişlerdir.
Ashâb-ı Kehf in mağarada uyuyarak ve daha sonra
uyanarak yaşadıkları tecrübeyi değerlendiren müfessirler; bu tecrübenin hem
Ashâb-ı Kehf hem de diğer insanlar için bu dünyadan başka bir hayatın varlığına
delil olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ashâb-ı Kehf in tecrübesini bir tür
yeniden doğuş/dirilme olarak yorumlamışlardır. Aynı şekilde Jung da, Ashâb-ı
Kehf in mağarada yaşadığı dönüşüm sürecini onların yaşamlarının uzaması ve
ölümsüzlüğe adaylık olarak değerlendirmiştir. Bu durumu, mağaradaki dönüşüm
sürecinin bir sonucu olarak görmüştür.
Jung’a göre, kıssada anlatılan esrarlı kişilerin kaderi
dinleyiciyi derinden etkiler. Çünkü efsane onun bilinçaltındaki benzer
süreçleri ifade ederek bunların yeniden bilinçle bütünleşmesini sağlar. İlk
baştaki duruma dönülmesi, gençliğin tazeliğine yemden kavuşulduğu anlamına
gelir.
Jung’a göre, Ashab-ı Kehfin yedi kişi olması, onların
kutsallığına, uykuda dönüşüm geçiren ve ebedî gençliğe kavuşan tanrılar
olduklarına işaret eder. Bu sayede efsanenin bir gizlem efsanesi olduğu
anlaşılır.
Tarihin çok önceki dönemlerinde yaşanan Ashâb-ı Kehf
kıssasının ayrıntıları diğer insanlar için kısmen sırdır. Bu konudaki
bilgilerin bütün ayrıntıları Allah’ın katında saklıdır. Dolayısıyla bu durum
insanlar için gayb konusudur. Onların bilinçlerinin dışında kalan bir bilgidir.
Kur’an, kıssada “racmen bi’l gayb” diyerek aslında bilinç-ötesi süreçlere de
gönderme yapmıştır. Tarihe mal olmuş Ashâb-ı Kehfin gerçek sayısının
bilinmesinin Allah tarafından bilinebileceğini ve onun bildirmesi sayesinde
insanın bu konuda bilgi sahibi olabileceğini açıklamıştır: “Görünmeyene taş
atar gibi: “Onlar üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler; “Beştir,
altıncıları köpekleridir” diyecekler; “Hayır, yedidir, sekizincileri
köpekleridir” diyecekler. De ki: “Onların sayısını Rabb 'im daha iyi
bilir. Onları bilen azdır. Onun için onlar hakkında, yüzeysel tartışma dışında,
derin münakaşaya girme ve onlar hakkında bunlardan hiçbirine bir şey sorma.
"
Âyette, Ashâb-ı Kehfin sayısı hakkında üç farklı görüş
ileri sürülmektedir. Söz konusu görüşlerin sahipleri Müslümanlar ya da Ehl-i
Kitab olabilir. Âyetteki sıralamaya göre, bu görüşlerden ilk ikisi gayba taş
atma yani kesin olmayan tahminler ortaya koyma kabilinden sözlerdir. Fakat
sonuncu görüş gaybı taşlama değildir. Ayrıca üçüncü görüş gabya taş atma
kapsamının dışında tutulmuştur. Âyette, Ashâb-ı Kehf in sayıları hakkındaki
söylentilere “yedi”de son verilmiştir yani bir anlamda bu sayıda karar
kılınmıştır. Gerçeğin kendisi olduğu söylenemese de, gerçeğe yakındır. Ya da
ilk iki görüş Ehl-i Kitab’a, üçüncü görüş ise mü’minlere aittir ve dolayısıyla
gerçeğe uygundur. Yüce Allah, Ashâb-ı Kehf in gerçek sayısını bilenlerin az olduğunu
belirtmiştir.
İbn Abbas, bu az sayıdaki kimselerin, Ashâb-ı Kehf in
sayısını yedi kişi -köpekleriyle birlikte sekiz- olarak açıklayanlar olduğunu
ifade etmiştir. Ashâb-ı Kehf in sayısının yedi kişi olduğuna dair Hz. Ali’den
gelen bir rivayet de vardır. Bu konuda Kur’an’ın verdiği bilgilerle
yetinilmeli, Ehl-i Kitab’ın ileri sürdüğü görüşler, amaçsızca
tartışılmamalıdır. Kıssada verilmek istenen mesajların dışında, Ashâb-ı Kehf
hakkında gereksiz ayrıntılara girilmemelidir; kesin bilinemeyecek konularda tahminlerde
bulunulmamalıdır. Bu konularda Kur’an'ın yerdiği bilgilerin dışındaki
söylentilere ilgi gösterilmemelidir. Onların sayılarım gerçekte tam olarak
Allah bilir.
Kur’an’ın indirildiği dönemde Hırıstiyanlar arasında
Ashâb-ı Kehfle ilgili çeşitli hikâyeler anlatılmıştır. Bu hikayeler
çerçevesinde Ashâb-ı Kehfin sayısı tartışılmıştır. Kur’an bu tür tartışmaları
amaçtan uzaklaşma olarak görmüştür. Yine böylesi tartışmaların önüne geçebilmek
için de Ashab-ı Kehf in sayısı hakkında kesin bir rakam vermemiştir.
Kur’an, Ashâb-ı Kehf in sayısının tartışma konusu
yapılmasını istemez. Bununla birlikte müfessirler, âyetten yaptıkları
çıkarsamalara ve bazı rivayetlere dayanarak “yedi” sayısını doğruya yakm kabul
etmişlerdir. Böylece Ashâb-ı Kehfin yedi kişi olabileceği kanaati
yaygınlaşmıştır. Bu kanaati dikkate alan Jung, Abhâb-ı Kehfin sayısından
hareketle bir değerlendirme yapmıştır. Bu değerlendirmede, Ashâb-ı Kehfin yedi
kişi olmalarının, onların kazandığı kutsallığı, kavuştukları ebedî gençliği
ifade ettiğim söylemişlerdir.
Jung’a göre, Ashâb-ı Kehf kıssasında anlatılan
bilinçaltı süreçlerinin benzerleri her insanın bilinçaltmda karşılığını
bulabilir. Bu yüzden kıssayı dinleyen herkes, ondan kendisi için bir pay
çıkarabilir. Kıssada anlatılan kişilerin kaderiyle kendi kaderi arasında bağ
kurmadan edemez. Kıssa, insanın bilinçaltmda süreçleri aktif hale getirerek
bilinç düzeyine çıkarır.
Jung, Ashab-ı Kehf kıssasının hemen ardından gelen
âyetleri, görünüşte öncesindeki kıssayla ilgisizmiş gibi değerlendirir. Fakat
bu ilgisizliğin yanıltıcı olduğunu, gerçekte bu aydınlatıcı bilgilerin, yeniden
doğamadıkları için ahlâk kurallarına bağlılıkla yetinmek zorunda olanların
gereksindiği veriler olduğunu söyler. Bu durumda kurallara uygun davranış
ruhsal dönüşümün yerine geçer.
Jung, Ashâb-ı Kehf kıssasını takip eden âyetlerin, ilk
bakışta kıssadan bağımsızmış izlenimi uyandırdığım söyler. Bu izlenimin bir
yanılma olduğunu belirttikten sonra, kıssa ile onu takip eden âyetler
arasındaki ilişkiyi gösterir. Yeniden doğan mağara ashabının yeni yasalarında,
dünyadaki ahlâk kurallarıyla sorumlu olmadıklarını belirtir. Yeniden doğmamış
diğer insanların ise ahlâk kurallarına bağlı kalma ihtiyacı içerisinde
olduklarım söyler. Kıssayı takip eden ahlâk
kurallarıyla ilgili âyetlerin, Ashâb-ı Kehfin yeniden doğuşunun ardından,
geride kalan diğer insanları ilgilendirdiğini söyler. Jung, bu
değerlendirmesiyle, aynı zamanda “âyetler arasındaki tenasüp ve insicam”
konusunda da yeni bir örnek ve bakış açısı getirmiş olur.
Yüce Allah, Sâlih bir kul aracılığıyla Hz. Musa’ya
metafizik bilginin, İlâhî iradenin özelliğini tanıtmak ister. Bu amaçla onun
bir yolculuğa çıkmasını diler, ilginç olayların yaşadığı bir yolculuğun
ardından Hz. Musa, Salih kul ile buluşur. Hz. Musa, Salih kula kendisini
öğrenci olarak kabul etmesini ve İlâhî bilginin içyüzü hakkında kendisini
bilgilendirmesini ister. Salih kul Hz. Musa'nın isteğini kabul eder. Birlikte
İlâhî irade ve bilginin yansıması olan bazı olaylar yaşarlar. Maddi dünyanın
koşullan içerisinde varlık ve olayları değerlendirmeye koşullanmış olan Hz.
Musa, Salih kulun kendisine gösterdiği metafizik bilgi ve iradenin boyutlarım
anlamada zorlanır.
İlâhî bilgi ve takdir hakkında Hz. Musa’ya rehberlik
eden Salih kul, kaynaklarda Hızır olarak isimlendirilmiştir. Biz de
araştırmamızda bu Salih kuldan “Hızır” diye söz etmeyi kararlaştırdık.
Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası, Jung’un görüşlerini
açıkladığı ve ona ilham kaynağı olan tablolardan birisidir. Hz. Musa ve Hızır kıssası Jung tarafından
yeniden doğuş ve Kendilik’in bilinç ötesi yönünü kusursuz bir şekilde tasvir
eden tarihî bir metin olarak değerlendirilmiştir. Jung, Kehf sûresindeki Hızır
kıssasıyla ilgili âyetleri esas alarak, zaman zaman da tefsirlere ve tasavvufî
verilere başvurarak düşüncelerini temellendirmiştir.
Araştırmamızda Jung’un Hızır kıssasından çıkardığı
mesajları, konuyla ilgili Kur’an âyetlerini ve müfessirlerin getirmiş oldukları
yorumlan da dikkate alarak değerlendireceğiz. Jung’un kıssayı anlamada izlediği
yöntemi ve ulaşmak istediği amaçları belirlemeye çalışacağız.
Hz. Musa, Yüce Allah'ın dilemesiyle, İlâhî bilgiyi ve
hatta iradeyi temsil eden bir kul (Hızır) ile buluşmak üzere yolculuğu çıkar.
Bu yolculukta kendisine bağlılanndan ve öğrencilerinden sayılan birisi eşlik
eder. Hz. Musa ve öğrencisi İlâhî bilgiyi temsil eden kul ile buluşacaklan
noktaya doğru yolculuğa çıkarlar. Müfessirler, buluşma yerinin tasvirinin
yapıldığı âyetleri genelde zahirî bir şekilde yorumlarlar. Bunun yanında bu
tasvirlere işârî/sûfî yorumlar getirenler de olmuştur:
“Mûsâ uşağına demişti ki “Durmayıp ya iki denizin
birleştiği yere varacağım veya uzun bir zaman yürüyeceğim. ”
Kur’an, Hz. Mûsâ’nın yanındaki gencin kimliği hakkında
açıklama yapmaz. Bazı rivayetlere göre bu genç, Yûşâ İbn Nun (Nûn’un oğlu
Yeşua)dır. Yûşâ Hz. Mûsâ'nın önde gelen arkadaşlarından, bağlılarından
birisiydi. Hayatta olduğu sürece Hz. Mûsâ'nın yolundan gitmiş, onun ilkelerini
yaşatmış, ona hizmette bulunmuş, öğrencilik yapmış, ondan ilim almıştır. Hz.
Mûsâ’dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerinden birisi olmuştur.
İki denizin birleştiği yerin zahirî anlamıyla ilgili
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan bazıları şunlardır: İki denizin
birleştiği yer Fars deniziyle Rum denizinin birleştiği yer; Karadeniz’le Hazar
Denizi arası; Ermenistan’da Kur ve Res nehirleri arası, Akdeniz’le Kızıldeniz
arası, Ürdün ve Kuzlum nehirleri arası; Antakya; Karadeniz ile Akdeniz; Eyle;
Atlas Okyanusu kıyısında Endülüs’te bir şehir; Afrika’da Tanca şehridir. Söz
konusu olayın Hz. Mûsâ'nın Sudan’a yaptığı yolculuk olduğu düşünülürse, iki
denizin birleştiği yer Mavi Nil ile Beyaz Nil’in birleştiği yerdeki bölgedir.
Hz. Mûsâ’nın yaşadığı ve seyahat ettiği yerler dikkate alındığında iki denizin
birleştiği yerin Kızıldeniz’le Akdeniz arasında bir yer olma ihtimali
yüksektir.
“İki denizin birleştiği yer” ifadesinin taşıdığı
temsilî anlama gelince, burada iki tür bilgi kaynağından, bilgi akışından söz
edilmektedir, iki deniz, haricî olay ve olgulara ilişkin gözlem ve
değerlendirmeler yoluyla elde edilen zahirî bilgi ile mistik sezgi ve iç gözlem
yoluyla elde edilen bâtınî bilgiyi temsil eder. Nitekim Hz. Mûsâ, bu iki
bilginin buluştuğu sınıra varmayı amaçlamaktadır.
Bazı düşünürlere göre, işârî yorumla iki deniz, Hızır
ile Hz. Mûsâ’dır. İlimlerinin çokluğu yüzünden her ikisine deniz nitelemesi
yapılmıştır. Hz. Mûsâ zâhîr ve bâtın ilminin denizi olup daha çok zâhir ve
dünyevî durumların bilgisine sahiptir. Hızır ise, yine her iki ilim türüne
sahip olup, bâtın ilmine, peygamberlerde bulunmayan bazı gerçeklerin bilgisine
vâkıftırlar.
Söylendiğine göre Hz. Mûsâ, Hızır’la buluşup ondan bazı
şeyleri öğrenmekle Allah tarafından sorumlu tutulmuştu. Bu amacı gerçekleştirmek
için iki denizin birleştiği yere kadar yoluna devam edecek, görüşmekle
görevlendirildiği kişiyle karşılaşıncaya kadar uzun bir süreyi yolculukla
geçirecekti.
Hz. Musa öğrencisi ile buluşma noktasına gelir. Bu
noktada yiyecek olarak yanlarında getirdikleri balık canlanarak denize düşer ve
denizin derinliklerine dalar. Öğrencisi durumu gözlemler, fakat İlâhî irade
onun bu gelişmeyi Hz. Musa’ya hatırlatmasını erteler: “İkisi yürüdüler, iki
denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular, balık sıyrılıp denizde
yolunu tuttu. ”
Hz. Mûsâ ve arkadaşı iki denizin birleştiği yere
ulaştıklarında kendileri için yiyecek olarak yanlarına aldıkları balıklarım
unuttular, bir an için onu hatırlayamadılar. Oysa balık elden çıkmış, canlanıp
denize düşmüş, denizde uzunca bir yarığa doğru yol tutmuş, bir deliğe girmişti.
Balığın canlanıp denizde yol aldığını Yûşâ görmüş, fakat bunu Hz. Mûsâ’ya
söylemeyi unutmuştur. Hz. Mûsâ da balığı sormayı aklına getirememişti.
Yiyecekleri durumunda olan ve o an canlı olmadığı anlaşılan balık, ölülerin
dirilmesine örnek teşkil edecek bir mucize ile dirilmişti.
Buluşma noktasını geçerek yola devam eden Hz. Musa,
artık bitkin ve açlıktan dolayı yürüyemez hale gelir. Yeniden kendilerini
toparlayabilmek amacıyla yemek yemeleri gerektiğini düşünür ve öğrencisinden,
yanlarında getirdiği balığı ister: “Orayı geçip gittiklerinde Mûsâ uşağına: ‘‘Kuşluk
yemeğimizi bize getir de yiyelim, ant olsun, bu yolculuğumuzdan epey yorgunluk
çektik” dedi. ”
Hz. Mûsâ ve Yûşâ, iki denizin birleştiği yeri geçip
giderler. Yolculuklarının ikinci gününün kuşluk vaktine ulaştıklarında iyice
açlık duymaya başlayan Hz. Mûsâ hizmetçisine şöyle der: Kuşluk yemeğimizi yani
balığı getir, bu yolculuğumuzda bitkin düştük, yorulduk. Hâlâ daha, görüşmek
durumunda olduğumuz kişiyle karşılaşamadık.
Bitkinliğin ve yeniden kendini toplama ihtiyacının Hz.
Musa’ya balığı hatırlatması üzerine, hizmetçisi de daha önce kendisine
unutturulan olayı hatırlar. Balığın başından geçenleri ve gördüğü olağan dışı
olayı Hz. Musa’ya anlatır: “Uşağı: “Gördün mü, dedi, kayaya sığındığımız vakit
balığı unuttum. Onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu. Balık, şaşılacak
şekilde denizin yolunu tutup gitti!”
Hz. Mûsâ’nın, yemek için balığı istemesi üzerine Yûşâ
şu karşılığı vermiştir: İki denizin karşılaştığı yerdeki kayaya çıkığımız
zaman, balıkla ilgili ilginç bir olay oldu. Ben balığa dair bu olayı sana
hatırlatmayı unuttum, şeytan bana vesvese vererek bu unutkanlığa yol açtı.
Şimdi hatırladığım kadarıyla o balık canlanarak denize atlamış, ilginç bir
şekilde bir yol takip ederek gitmişti.
Balık imajı, mutlak bilgiyi ya da ebedî hayatı
simgeleyen eski dinî sembollerden biri olabilir.
Öğrencisi, balığın başından geçen ilginç olayı ve bu
olayın nerede gerçekleştiğini anlatması üzerine Hz Musa, burasının,
yolculuklarının hedefi durumundaki yer olduğunu derhal anlar: “Mûsâ: işte
aradığımız o idi” dedi.
Tekrar izlerini takip ederek geriye döndüler, kayaya
vardılar. ”
Hz. Mûsâ hizmetçisinin anlattıklarını dinleyince, “işte
bizin arayıp durduğumuz şey budur, bu olay varacağımız yerin bir işaretidir”
dedi. Balığın denize atlayıp gitmesinin kendileri için bir işaret olduğunu
anladı. Derhal geldikleri yoldan geri döndüler ve balığın canlanıp denize
düştüğü, iki denizin birleştiği yerdeki kayaya geldiler. Bu olay gösteriyor ki,
Hz. Mûsâ Allah’ın emri ile Hızır’la buluşmak üzere yolculuk yapmaktadır ve
Allah buluşma yeri olarak balığın kaybolduğu yeri ona haber vermiştir.
Jung’a göre, Hızır kıssası Ashâb-ı Kehf kıssasının ve
yeniden doğuş sorununun daha net ve ayrıntılı bir versiyonudur. Bu kıssada Hz.
Mûsâ dönüşüm için arayış içerisinde olan bir insanı temsil eder.
Gerçekleştirilen yolculukta ona “gölge”si, hizmetçisi, bir başka deyişle “alt
insan” eşlik eder. Yeşua (Yuşa), Nun’un oğludur. Nun, bir balık adıdır ve
Yeşua’nın kökeninin derin sularda, karanlıkta, gölgeler âleminde olduğuna
işaret eder.
Jung, müfessirlerin görüşleri doğrultusunda Hz.
Mûsâ’nın arkadaşının ismini Nun’un oğlu Yeşua olarak belirlemiştir. Müfessirler
Yûşa’yı, Hz. Mûsâ’yı inanç ve yaşam biçimi yolunda izleyen, ona tabi olan
birisi şeklinde tanıtmışlardır. Jung ise, Yûşâ’yı “gölge” olarak nitelemiştir.
Bu nitelemeden hareketle onun köklerinin gölgeler âleminde olduğunu ileri
sürmüştür. Bu düşüncesini, Yûşa’nın Nun’un oğlu olmasıyla desteklemiştir.
Nun’un bir balık adı olması, ‘Yuşa’nın köklerinin derin sularda olduğunu
gösterir” demiştir.
Jung, Kehf sûresinin 60-64. âyetlerini şu şekilde
yorumlar: “İki denizin birleştiği yerde” hayatî noktaya ulaşılır. Bu yer,
batıdaki ve doğudaki denizin birbirine çok yaklaştığı Şüveyş körfezi olarak
tefsir edilmiştir. Burası “orta yer” diye ifade edilen semboldür. Ashâb-ı Kehf kıssasında sözü edilen mağaranın
“orta yer”ini burada hatırlayalım.
Müfessirler, iki denizin birleştiği yer konusunda,
dünyanın çeşitli coğrafyalarından uygun bölgeler tahmin etmeye çalışmışlardır.
Hz. Mûsâ’nın yaşadığı yerler dikkate alınarak, iki denizin birleştiği yer
hakkında, “Kızıl Deniz ile Akdeniz arasında bir yer” şeklindeki tahmin doğruya
daha yakın bulunmuştur. Jung da, “Süveyş Körfezi” şeklindeki bir
değerlendirmeyi seçerek gerçekçi bir yaklaşım sergilemiştir.
“İnsan” ve onun “gölge”si başlangıçta orta yer’in
önemini kavrayamamışlardır. Hz. Mûsâ ve hizmetçisi, mütevazi besin kaynağım
temsil eden balıklarım “orta yer”de
unutmuşlardır. Balık, Yaratan'ın karanlık dünyasından gelen gölgenin,
bedensel insanın babası Nun’a işaret eder. Balık yeniden canlanmış ve yurduna,
denize geri dönmek için sepetten dışan sıçramıştır.
Derin denizlerin balıkları, karanlıklar ülkesinin
hayvanlarıdır. Derinlikler, bilinç-dışının en uç katmanları olup, düşte,
bireysel bütünlüğün, başka bir deyişle iyileşmenin anahtarını içerir. Derinlere
iniş şifaya götürür. Yerin altındaki, mağara içindeki su simgesi bilinç-dışını
anlatır. Su yeraltı ülkesine inişi simgeler. Deniz altında kalmış görünmeyen
dağlar bilinçaltına benzetilir. Evrensel efsanelerde su yeniden doğuşun simgesi
olarak kabul edilir. Örneğin yaşlı adam suya dalar, sonra da yeni bir bedene
sahip olarak sudan çıkar. Suya batırılma hiçliğe bir dönüş olarak
anlamlandırılırken, su yüzüne çıkma da, insanın yeniden doğduğunu dile getirir.
Bu olay ve sembollerin (Hz. Musa’nın arayış
yolculuğunda yaşadıklarının) anlamı şudur: İnsan içgüdüsel ruhunu kaybetmiştir.
Bu olgu, nevroz psikopatolojisinde çok iyi bilinen ve sürekli bilincin tek
yönlülüğüyle ilgili olan çözülme semptomudur. Nevrotik süreçler, normal
olayların abartılmasından başka bir şey olmadığı için, benzer durumların
normallik bünyesinde ortaya çıkması da mümkündür. Burada günlük konuşma dilinde
“ruh kaybı”, bilim dilinde “abaissement du niveau mental” denen olgu söz
konusudur. Hz. Mûsâ ve hizmetçisi çok geçmeden olan bitenlerin gerçek yüzünü
anlamışlardır.
Hz. Mûsâ’nm yorgunluk, bitkinlik ve açlık hissetmesi,
öncelikle fizyolojiyle açıklanan bir eksikliktir. Yorgunluk enerji/libido
kaybının en önemli belirtisidir. Bu süreç, “hayatî önem taşıyan bir anın
farkına varılmasını” anlatır. Hz. Mûsâ hiç beklemediği bir anda yaşam kaynağını
bulduğunu ve yeniden kaybettiğini fark eder. Bu durum üzerinde dikkatle
durulması gereken bir sezgidir. Hz. Mûsâ ve hizmetçisinin yemeyi düşündükleri
balık bilinçdışının bir içeriği olup ilkkökenle bağ kurulmasını sağlar. Balık
yeniden doğmuş, yeni bir yaşama kavuşmuştur. Yorumlara göre, balık ab-ı hayatla
temas ettiği için bütün bunlar olmuştur. Balık denize atladığında yeniden
bilinçdışının içeriği olmuştur. Onun döllerinin özelliği tek gözlü ve yarım
kafalı olmasıdır.
Balık denizdeyse, deniz bilinçaltını, balık bilinçaltı
itkilerini simgeleyebilir. Balık psikolojik olarak gerçek benliğin simgesi
olarak işlev görebilir. Jung’a göre, libidoyu ya da açgözlülüğü temsil
edebilir. Balık soğukkanlı ve ilkel bir yaratık olduğu için, bilinçaltının
derin bir yüzeyini simgeleyebilir. Balıklar su sembolleridir, okyanusun
derinliklerinde barınan bu canlılar derinliğin kutsal gücüyle
sarmalanmışlardır.
Simyacılar denizdeki kılçıksız ve derişiz garip bir
balıktan söz ederler. Bu balık “canlı taş”ın (fılius philosophorum)un yani
felsefe taşı’nın özünü temsil eden “yuvarlak unsur”dur. Ab-ı hayat'ın simyadaki
karşılığı olan aqua permanes yani hiç bitmeyen su’dur. “Can veren” diye şöhret
bulan bu suyun bir özelliği de, katı olan her şeyi eritmesi, sıvı olan her şeyi
de pıhtılaştırmasıdır. Kur’an tefsirlerinde, balığın kaybolduğu yerdeki denizin
sert toprağa dönüştüğü ve toprakta balığın izlerinin hâlâ görülebildiğinden söz
edilir.
Özetlenecek olursa; balık, içgüdüsel bilinç-dışının bir
içeriğinin sembolü ve “ruhun yitimi” durumunda -aç kalmak, yıpranmak gibi durumlarda-
bulunan yenilenmenin kaynağıdır. Burada işlenen tipik motif, simyada iyi
bilinen, Kur’an yorumlarında ayrıntılı olarak ele alınan yaşamın kaynağını
bulmak ve onu yerine getirmenin işareti yani “yaşamsal önemi olan bir anın
farkına varamama”dır.
Yiyecek olarak balık, aç kalan, bitkin düşen insanın
yeniden kendine gelmesini bir anlamda yenilenmesini sağlar. İnsanı yeniden
canlandırır, dinçleştirir. Sembolik anlamda ise balık, insanın yeniden
dirilmesini ve yaşamın kaynağına ulaşma çabasını temsil eder.
Jung, Hz. Mûsâ'nın Hızır’la karşılaşmasını ve bunu
takip eden süreci anlatan âyetleri şu şekilde yorumlar:
Balığın kaybolduğu yerde oluşan adada, orta yerde Hızır
oturur. Mistik bir yoruma göre Hızır, “aşağı ve yukarı denizin ortasında,
nurdan bir tahtta” yani yine orta yerde oturur. Hızır’ın görünmesi ile balığın
kaybolması arasında gizli bir ilişki vardır, adeta balık Hızır'ın bizzat
kendisidir. Yorumlarda yaşam kaynağının karanlıkta olduğunun ifade edilmesi, bu
tahmini destekler mahiyettedir. Çünkü denizin derinlikleri karanlıktır.
Karanlığın simyadaki karşılığı, dişinin erili içine almasıyla gerçekleşen
coniunctio’dan sonra oluşan nigredo’dur. Nigredo’dan, ölümsüz Kendilik’in
simgesi olan “Taş” doğar. Tat’ın ilk görünümü “balık gözleri”ne benzetilir. Hızır
da Kendilik’i (Özben’i) temsil ediyor
olabilir.
Çünkü nitelikleri böyle bir düşünceyi çağrıştırıyor.
Şöyle ki, Hızır’ın bir mağarada yani karanlık bir yerde doğduğu söyleniyor; o
da tıpkı İlyas gibi sürekli kendini yenileyen bir “Uzun ömürlü”dür. Tıpkı
Osiris gibi zamanın sonunda Deccal tarafından parçalanıyor. Fakat kendini
yeniden diriltebiliyor.
Müfessirler, Hz. Mûsâ’nın Yuşa ile birlikte yaptığı
yolculukta yaşanan olayları tasvir eden âyetleri, biraz daha ayrıntılı tasvir
etme yoluna gitmişlerdir. Yolculuğu tasvir eden âyetlerde anlatılan olay ve
varlıkların sembolik anlamlan üzerinde yeterince durmamışlardır. Bununla
birlikte, Mûsâ ile Yuşa’nın yiyecek olarak yanlarına aldıkları balığın
canlanmasının, ölülerin dirilmesine örnek teşkil ettiğinin söylenmesi önemli
bir ipucudur. Yine M. Esed’in “balık” imajını, ebedi hayat simgesi olarak
görmesi, kıssayı anlamaya yönelik ciddi bir çabadır.
Kur’an’da anlatılan Hızır kıssasının olay ve
varlıklarına sembolik anlam yükleme konusunda Jung’un geniş ve zengin bir bakış
açısı ortaya koyduğunu görmekteyiz. Müfessirler, kıssadaki tasvirlere, daha
ayrıntılı tasvirlerle yorum getirme çabası içerisindeyken, Jung, söz konusu
tasvirlerin ifade etmiş olabileceği anlamlan bulmaya çalışmıştır.
Kur’an’da anlatıldığı şekliyle, canlanan balık denizin
herhangi bir yerine düşüp orada kalmamış, denizde bir yol tutup, bir yarığa,
deliğe girmiştir. Bu ayrıntıya dair müfessirler tarafından getirilen yaklaşıma
rastlamadık. Jung ise, balık ile temsil edilen varlığın kökeninin derin
sularda, karanlıkta, gölgeler âleminde olduğunu belirtmiştir. Yeniden canlanan
balığın denizde yol tutarak asıl yurduna döndüğünü açıklamıştır. Denizde yüzen
balığın Doğu mistisizminde ruh olarak sembolize edilmesinden hareketle, Jung’un
“balık”la ruhu, “denizin derinlikleri” ile de ruhlar âlemini kastetmiş
olabileceğini düşünüyoruz.
Jung, balığın, Yaratıcı'nın karanlık dünyasından
geldiğini söyler. Burada o, ruhun gayb âleminden geldiğini ifade ediyor
olmaktadır. Ona göre, balığın denizde canlanması yeni bir doğuşu ifade eder.
Balık yani bir anlamda ruh, başka bir âlemde yaşamaya başlar. Dünya
hayatındayken insan için bilinç-dışı kabul edilen âlem, balık denizde
canlandıktan sonra yani ruh gayb âlemine gittikten sonra yeniden bilinç-dışının
içeriği olur.
Müfessirler, yolculuktan yorulan ve acıkan Hz. Mûsâ’nın
azıkları olan balığı yeme ihtiyacı duyduğunu açıklarlar. Daha doğrusu âyetteki
ifadeyi yalın bir şekilde tekrar ederler. Jung ise, yiyecek halindeki balık
ile denizde canlanıp giden balık arasında belli farklar olduğuna işaret eder.
Jung’a göre, yorgunluk ve açlık gibi durumlarda yiyecek olarak düşünülen balık
insanın içgüdüsel yanım, daha geniş anlamıyla maddi dünyadaki varlığım ve
gereksinmelerini ifade eder. Denizde canlanan, gayb âlemine giden balık ile
yenilmek üzere hazırlanan balık aynıdır. Balık denize düşerek ilk kökenle bağ
kurmayı sağlamaktadır. Bir anlamda gayb âlemine dönen ruh, yaşamın kaynağına
inmektedir. Yiyecek halindeki balıkla, canlanan balığın aynı olması, insanın
dünya hayatındayken de, yaşamın kaynağıyla bir şekilde ilişkili olduğunu
göstermektedir. Dünya hayatındayken; gayb âlemi, yaşamın kaynağı insan
bilincinin ötesinde kalmaktadır. Fakat böyle olmasına rağmen her zaman
varlığını sürdürmektedir.
Jung, Hızır'ın görülmesiyle balığın kaybolması arasında
bir ilişki olduğunu ileri sürmüştür. Denizde kaybolan balıkla Hızır’ın aynı
âlemin (gayb âleminin) varlıkları olduklarına işaret etmiştir. Hızır’ın
“ölümsüz Kendilik”i temsil ediyor olabileceğini düşünmüştür. Hz. Mûsâ ile Hızır
arasındaki hoca öğrenci ilişkisinin anlatıldığı âyetleri (18/71-77)
değerlendirdiğimizde, Hızır’ın gayb âlemini temsil eden, oranın bilgi ve
iradesini yansıtan bir varlık gibi davrandığını görürüz. Jung, Hızır’ı insandan
bağımsız herhangi bir metafizik varlık olarak değerlendirmemiştir. Onu
Kendilik’in bir simgesi olarak kabul etmiştir. Buna göre, her Kendilik’in bir
“Hızır” tarafının bulunduğunu söyleyebiliriz.
Yeniden canlanan balık olarak tasvir edilen Hızır -
tıpkı ilk insan Adem gibi-, bir danışman, kutsal ruh ve kardeştir. Hz. Mûsâ onu
her koşulda yüksek bilinç olarak kabul etmiş ve onun tarafından eğitilmeyi
istemiştir.
Hz. Mûsâ ile Hızır’ın buluşma simgeciliği, iki denizin
buluşma simgeciliğinin karşılığıdır. Fizik dünyanın denizi, Hz. Mûsâ gibi
dışardan bilmeyi temsil ederken, Hayat sulan Hızır tarafından
kişileştirilmiştir. Nitekim iki denizin
birleşmesi durumunu sembolik/işârî manada yorumlayanlar, Hızır ile Hz. Mûsâ'nın
temsil ettiği bilgi türlerinin karşı karşıya gelmesi olarak
değerlendirmişlerdir. Hızır’ı gayb bilgisini temsil eden bilgi denizi, Hz.
Mûsâ’yı da görülen âlemin bilgisini temsil eden deniz olarak düşünmüşlerdir.
İki deniz birleştiğinde yani Hz. Musa ile Hızır bir araya geldiğinde, Musa,
Hızır'ın sahip olduğu gayb bilgisinin içyüzüne vâkıf olmak istemiştir. Fakat
Hz. Musa, gayb bilgisini müşahede âleminin ölçü ve anlayışına göre
değerlendirmeye kalkıştığı için Hızır’ın tutum ve davranışlarını algılamada
zorlanmış, sabırsızlık göstermiştir.
Yüce Allah, buluşma noktasında Hz. Musa’nm bilgin kul
ile karşılaşmasını ve aralarında geçen konuşmalarının içeriğini anlatmıştır:
“Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet
vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik. Mûsâ ona: “Sana öğretilenden,
bana bir bilgi öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” dedi. O da: “Sen
benimle beraber bulunmaya sabredemezsin, sana bildirilmeyen bir şeye nasıl
dayanabilirsin!" dedi. Mûsâ: “İnşallah, dedi, beni sabredici bulursun,
senin emrine karşı gelmem. ” dedi. O kul: “O halde dedi, eğer bana tâbi olursan
ben sana anlatıncaya kadar yaptığım hiçbir şey hakkında bana soru sorma. ”
Hz. Mûsâ ve arkadaşı, iki denizin birleştiği yere geri
döndüklerinde orada birisiyle karşılaştılar. İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu
kişinin Hızır olduğunu söylemişlerdir. Hızır’ın iki temel özelliği vardır.
Birincisi ona Allah katından bir rahmet verilmesi, İkincisi ise yine Allah
tarafından ilim öğretilmesidir. Hızır’a “rahmet verilerek”, vahye, ilhama
erişmesi, keramete sahip olması sağlanmıştır. Yine ona “özel bir ilim
öğretilerek”, gabya ait bazı bilgileri ve gerçekleri, İlâhî kaynaklı lediinnî
ilimleri edinmesine imkân tanınmıştır.
Peygamberlerin Allah tarafından vahiy yoluyla verilen
bilgisi ledünnîdir. Kıssada, Hz. Mûsâ’ya verilen ilim ile Hızır’a verilen ilmin
birbirinden farklı olduğu anlaşılmaktadır. Her ikisi de ledünnî olmakla
birlikte Hızır’ınki daha özeldir. Kıssada verilen ipuçlarına göre, Hızır’ın
ilminin gayba, işlerin bâtınına ait ve insanlara kapalı bir ilim olduğu
anlaşılmaktadır.
Hz. Mûsâ Hızır’a rica ederek, ondan gabya ait bilgiler
öğrenmek istemiştir. Kendisine, bir kısmı ilâhî hakikatleri öğretip
öğretemeyeceğini sormuştur.
Hızır Hz. Mûsâ’nın isteğine şu şekilde tepki
göstermiştir: Benimle birlikte göreceğin olayların sırlarını, ilâhî
gerekçelerini, yararlarım hemen kavrayamayacağın için itiraz edebilirsin.
Doğrusu, zahirde kötü/yanlış gibi görünen bir davranışın, ilâhî hikmet ve
maslahatını bilemeyeceğin için, böyle bir davranışa sessiz kalman mümkün değildir.
Maddî dünyanın koşul ve kuralları gereği, olayların zahirine bakıp, bunlara
karşı çıkma ihtiyacı duyabilirsin. Sağlam karakterli ve dünyadaki ilâhî
kurallara bağlı bir kişi böyle bir durumla karşılaştığında derhal ona karşı
çıkmaya kalkar.
Hz. Mûsâ, Hızır'ın İlâhî bilgiye sahip olduğunu, ona
aykırı ve bir davranış ve irade sergilemeyeceğini düşünmüştür. Bu yüzden onun
tercih ve davranışlarına karşı çıkmayacağına dair söz vermiştir. Bunun üzerine
Hızır, söyledikleri ve yaptıkları konusunda kendisine soru sormamasını,
açıklama istememesini, olayların zahirine bakmamasını tembih etmiştir.
Hz. Musa'nın bilge kul ile birlikteyken yaşadıkları ve
bu esnada bilge kulun davranışlarına Hz Musa’nın göstermiş olduğu tepki
Kur’an’da ayrıntılı denilecek tarzda aktarılır: “Bunun üzerine yürüdüler.
Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. Mûsâ, “Halkını boğmak için mi
gemiyi deldin? Hakikaten sen müthiş bir iş yaptın!” dedi. O kul: “Sen benimle
beraber bulunmaya dayanamazsın demedim mi? dedi. Mûsâ: “Unuttuğum şeyden ötürü
beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma. ” dedi. Yine
yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar. O kul, hemen onu öldürdü.
Mûsâ: “Bir can karşılığı olmadan temiz bir cam öldürdün ha? Doğrusu sen, çirkin
bir iş yaptın!" dedi. O kul: “Ben sana, sen benimle beraber bulunmaya
dayanamazsın dememiş miydim?” dedi. Mûsâ dedi ki: “Eğer bundan sonra bir daha
sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma. O zaman benim tarafımdan sana
bir özür ulaşmıştır, (artık benden ayrılmakta mâzur sayılırsın). ” Yine
yürüdüler. Nihayet bir kent halkına varıp onlardan yemek istediler, kent halkı
onları misafir etmekten kaçındı.
Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular;
hemen onu doğrulttu. Mûsâ: “İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın. ” dedi.
”
“İşte, dedi, bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır.
Şimdi sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim. O gemi, denizde çalışan
yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam
gemiyi zorla alan bir kral vardı. Çocuğa gelince: Onun anası babası mü’min
insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk. İstedik ki,
Rableri onun yerine onlara daha temiz, daha merhametli birini versin. Duvar ise
şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait hazine vardı. Babaları da iyi
kimse idi. Rabb ’in istedi ki onlar güçlü çağlarına ersinler ve Rabb ’inden bir
rahmet olarak hâzineyi çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte
senin sabredemediğin şeylerin içyüzü. ”
Kıssada anlatılmak istenen temel düşünce, Allah’ın
bilgisiyle beşerin bilgisi arasında karşılaştırılması mümkün olmayan mahiyet
farkının ortaya konmasıdır. Kıssada Hz. Mûsâ'nın arkadaşlık etme istediği kişi
Allah’ın sınırsız bilgisinin temsilcisi durumundadır. Mûsâ'nın arkadaşı, İlâhî
senaryonun oynanmasında rol almış bir aktördür. Senaryoda kendisine biçilen
rolü oynamış ve bunun ötesinde bir sorumluluk yüklenmemiştir. Burada Hz. Mûsâ
gaybı bilmeye tahammül edemeyen inşam, özel ve bireysel formu, Hızır ise
evrensel gerçeği, Allah’ın bilgisini, gaybın içyüzünü temsil eder. Kıssada,
İlâhî bilgiye sahip olan kişi -Hızır-, Allah’ın bilgilendirmesiyle üç tikel
olaym geleceğini önceden bilmektedir. Yaptıklanm kendi iradesiyle yapmadığını
(18/82) söylemektedir.
Allah’ın evrendeki bazı fiillerini, insanın, sınırlı
varlık koşullan çerçevesinde makul bulması imkansızdır. Bu fiillerin, insanın
bilemeyeceği gerçekçi sebepleri vardır. İşte bu yüzden Allah'ın yaptıklan,
İnsanî ölçülere göre doğru ve yeterli bir şekilde değerlendirilemez. Sınırlı
bilgiye dayalı insan yargılan, bilgisine sınır çizilemeyen Allah’ın
davranışlannın içyüzünü tam olarak anlayamaz. Aklî alanın kapsadığı bilgi,
gaybî alanın bilgilerine oranla oldukça sınırladır. Akıl ve duyular yoluyla
elde edilen bilgiler eksik, sınırlı ve insana göre izafi olarak doğrudur.
Hz. Mûsâ, yolculuk sırasında yaşadığı tecrübelerle şu
gerçeği öğrenmiştir: Alışılmış bir şekilde insanın çevresini kuşatan varlık ve
olayların görünen yanının ötesinde, gerçeklerin apaçık yansımalarının mevcut
olduğu bir bâtın vardır. Yüce Allah burada, insan için kapalı olan, evrendeki
varlık ve oluşlarla ilgili gerçekleri içeren sembolik mağaraların bulunduğunu
haber verir. Dışsalcı yolun yanıltıcılığına ve “Hayat sulan”nın aşın
yakınlığına dair küçük bir görümlük sunar.
Hızır-Mûsâ kıssasından anlaşıldığına göre, varlık
âlemindeki gerçekler yalnızca duyularla algılananlardan ibaret değildir. Beşerî
bilgi sadece varlık âleminin bir boyutunu kavramaya imkan sağlar. İnsan, zâhirî
kavrayışıyla gaybî alanda mahfuz tutulan ilâhî bilginin içyüzüne vakıf olamaz.
Varlığın insanlar tarafından bilinmeyen hakikatleri ancak Allah tarafından
bilinebilir.
Hz. Mûsâ ve hizmetçisi, Hızır’ı öğretmen olarak kabul
ederler ve onunla şaşırtıcı, hatta genel geçer ahlâk ölçülerine aykırı
deneyimler yaşarlar. Jung Hızır’ın Hz Mûsâ ve hizmetçisine yapmış olduğu
rehberlik sürecini şu şekilde yorumlar: Kıssada, yazgının iniş çıkışlarında
Kendilik’in üstün rehberliğim Ben-bilincinin nasıl algıladığını anlatan
kavranması güç olaylar anlatılır. Bu anlatılanlar, dönüşüm yeteneği olan bir
sâlik/öğrenci için rahatlatıcı bir hikâye; itaatkâr, mü’min kul için ise
Allah’ın kâdir-i mutlaklığına karşı dil uzatılamayacağını gösteren bir
uyarıcıdır. Kıssada anlatılan olaylardan anlaşıldığına göre Hızır, yalnızca
yüksek bilgeliği değil, bu bilgelikle uyum içinde olan ve insan aklının
ermeyeceği davranışları da temsil eder.
Jung’un imgelemini ele veren bu kıssa, mü’minlere şu
gerçeği işaret eder: İnsan aklına ters gibi görünüşlerim önemsemeksizin
Allah'ın iradesinin bilgece olduğunu onaylamak gerekir. Bir mü’min Allah'ın
iradesini sorgulamamalıdır.
Jung, Hızır’ın Hz. Musa’ya rehberliği sırasmda
yaşananları, Kur’ânî gerçekliğe uygun olarak izah etmiştir. Jung’un
görüşleriyle Kur’an yorumcularının bakış açılan yan yana getirildiğinde bu
durum açıkça görülmektedir. Hatta Jung, bir adım daha ileri giderek, Hz.
Masa'nın Hızır’la birlikteyken yaşadığı tecrübenin dönüşüm yeteneği olan bir
öğrenci ve itaatkâr bir mü’min için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışmıştır.
Buna göre, itaatkâr bir kul, Allah’ın irade ve fiillerine kayıtsız şartsız razı
olmayı öğrenir. Dönüşüm yeteneğine sahip olan yani bu dünya hayatından sonra
yeni bir dünyaya doğarak yaşayacağına inanan bir öğrenci için Hızır ile Musa
arkadaşlığı teselli edici bir özelliğe sahiptir.
Jung, Sûfî literatüründe ve halk dilinde anlatılan
Hızır kıssalarını, düşünce ve kanaatlerim desteklemek için kullanır. Ona göre,
Kendilik’in kişilik özelliği Kur’an kökenli olmayan Hızır kıssalarında dikkat
çekici belirginliğe sahiptir. Hızır halk inancına göre, insanın dostu,
danışmam, teselli eden ve müjde getiren öğretmeni olarak günümüzde de yaşamayı
sürdürmektedir.
Jung, sûfî inancına göre yetişmiş bir Somalili’nin
tecrübelerini aktararak Hızır’a halk inancında verilen anlam ve değeri
açıklamaya çalışır: Söz konusu Somalili için Hızır, “canlı” bir kişidir.
Hızır’a sokakta bir insan görünümünde rastlamak mümkündür. Hızır geceleri saf
beyaz ışık olarak görülebilir. Somalili, Jung’a, Hızır’ın kendisine teselli
verdiğini ve yardım ettiğini söylemiştir. Yine Somalili, Hızır’ın dinî konumunu
melek, -Tanrı'nın ilk meleği, bir tür müjde meleği, gerçek bir melek-, bir
mesajcı olarak tarif etmiştir.
Hızır, Hz. Mûsâ zamanında yaşamış veli mi yoksa
peygamber mi olduğu tartışılan mübarek bir kişidir. Âb-ı hayat denilen ebedîlik
suyunu bulup içtiği için, kıyamet gününe kadar bir tür dirilikle yaşadığına
inanılır. Hızır, Yüce Allah’ın hayat
sıfatıyla tecelli etmesidir. Bu tecellide bâkî hayat meydana gelir. Hızır halk
arasında; her zaman ve mekanda, beklenmedik anlarda ortaya çıktığına, insanlara
yardım ettiğine, bolluk ve bereket getirdiğine inanılan mitolojik kişidir.
İbrahim b. Edhem Hızır’ın müridi olmuştur. Menkıbeye
göre, Hakîm Tirmizî, Hızır'ın sohbetlerinde bulunmuştur. İbrahim b. Ahmed
Havas, Hızır’ın bir keresinde kendisine arkadaşlık teklif ettiğini, fakat bunu
kabul etmediğini açıklamıştır. Havas, bir yolculuk sırasında kendi kaybedecek
derecede susuz kaldığım ve o anda üzerine birisi tarafından su serpildiğini,
iyi görünümlü bir insan tarafından kendisine su verildiğini fark etmiştir. Olay
sırasında Hicaz’da bulunan Havvas kendisine su veren kişiye Medine’yi görmek
istediğini söylemiştir. O kişi Havvas’tan, bulundukları yerde şöyle demesini
istemiştir: “Ey Allah’ın Resûlü kardeşin Hızır’ın sana selâmı var!”
Menkıbeye göre, Hızır bir gün Ahmed Yesevî ile sohbet
etmeye gelmiş ve hocanın o gün biriz sıkıntılı olduğunu görmüş. Hızır
sıkıntının sebebini sorduğunda Yesevî, mürit ve dostlarının gönüllerini kesâfet
kapladığım, bu durumu gidermenin imkansızlığım düşünerek üzüldüğünü
söylemiştir. Bunun üzerine Hızır Allah’ı anmaya başlamış ve Yesevî’nin
sıkıntısını gidermiştir.
İbnü’l-Arabî, Hızır’la arkadaşlık yaptığını, onunla
birlikteyken olağanüstü şeyler tecrübe ettiğini anlatmıştır.
Tasavvuf geleneğinde ve halk inançlarında belirtildiği
gibi, Hızır’ın sürekli bir dirilikle tıpkı bir insan gibi yaşıyor olmasını
destekleyen bir Kur’an verisi yoktur. Kur’an’da bunun aksini ispatlayan veriler
vardır. Tasavvuf geleneğinde Hızır’a nispet edilen menkıbeleri, gayb âleminden
gelen rehberlik, yardım ve desteğin sembolik anlatım ve izah biçimi olarak
değerlendirmemiz doğru olur. Jung, Hızır sembolü olarak açıklanan gayb
rehberliğinin ve yardımının gerçekliğini kanıtlamak için sufî geleneğindeki
anlayış ve tecrübeleri/menkıbeleri delil olarak göstermiştir. Bununla birlikte
Jung, Hızır’ı somut
bir insan olarak değil, tanrının bir meleği, mesajcı ve
müjdeci görevini üstlenen metafizik bir varlık şeklinde değerlendirmiştir.
Jung, Hızır kıssasını okuyan ya da dinleyen kimse
üzerinde kıssanın bıraktığı etkiyi şu şekilde yorumlar: Kıssayı okuyan ya da
dinleyen kimse, arayış içindeki Hz. Mûsâ’da ve unutkan Yeşua’da kendini bulur.
Kıssa ona, yeniden doğuşun sağladığı ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştiğini
anlatır.
Balık, rüya gören kimsenin ruhunu temsil eder. Ayrıca
yenilenme kabiliyetini ve beslenmeyi simgeler.
Kıssada, dönüşüme uğrayan Hz. Mûsâ ya da Yeşua değil, unutulmuş olan
balıktır. Balığın kaybolduğu yer Hızır’ın doğduğu yerdir. Bunun anlamı şudur:
Ölümsüz varlık, göze çarpmayan, unutulan, hatta tümüyle olasılık dışı bir
şeyden doğar. Dönüşüm maddesinin ya da tanrısının besleyici özelliği vardır.
Bunu birçok kült efsanesinde görmek mümkündür. Örneğin, İsa ekmektir, Mondamin
mısırdır, Dionysos şaraptır. Bu simgelerin ardında, bilinç açısından
bakıldığında yalnızca birer benzetme anlamı taşıyan, fakat gerçek doğası göz
ardı edilen psişik bir gerçek yatmaktır. Öteki dinlerdeki gibi, dönüşüme
uğrayan, insanın içindeki yüksek kişilik, Kendilik yani nefs’tir.
Balık simgesi, kendi enerjisini kendisi üretemeyen
bilincin yaşam aktivitesini sürekli bir enerji akışıyla sağlayan bilinç dışı
içeriklerin “besleyici” etkisini temsil eder. Dönüşüm kabiliyetine sahip olan
şey, bilincin göze çarpmayan, neredeyse görünmez olan köküdür. Bilinç
bütün gücünü buradan alır. Bilinç-dışı yabancı, Ben-
olmayan gibi hissedildiği için, bilinç-dışının yabancı bir figürle tasvir
edilmesi oldukça yerindedir. Bir yandan hiçbir önemi yoktur, bir yandan da,
bilinçte eksik olan o “yuvarlak” bütünlüğü potansiyel olarak içermesi
dolayısıyla en önemli unsurdur. Bu “yuvarlak” bilinç-dışının mağarasında
gizlenen o büyük hazinedir ve bilinç ile bilinç-dışının yüce birliğini temsil
eden o kişisel varlıkta vücut bulmuştur. Bunu anlatmak için seçilen “Kendilik”
kavramının manası, Ben’le örtüşmeyen ama Ben’i büyük bir dairenin küçük daireyi
kapsadığı gibi içine alan ruhsal bir bütünlük ve merkezdir.
Dönüşün sırasındaki ölümsüzlük sezgisi bilinç-dışının
kendine özgü yapısıyla ilgilidir. Bilinç-dışının, zaman ve mekân ötesi bir yanı
vardır. “Telepatik” fenomenler bunu kanıtlamaktadır. Bu gerçekler, aşın
kuşkucular tarafından inkâr edilse bile, sanıldığından daha çok kimse
tarafından kabul edilmektedir. İnsandaki ölümsüzlük sezgisinin kaynağı,
insandaki, garip bir zaman ve mekâna yayılma duygusudur. Gizlemlerdeki
tanrılaştırma, bu ruhsal fenomenin bir yansımasıdır. Hızır, yaşayan ve dönüşüme
uğrayan Kendilik’in bir görünüşüdür."
Zülkarneyn kıssasını tefsir eden müfessirlerin önemli
bir kısmı tasvir edilen olayları somut karakteriyle, tarihsel ve coğrafî
nitelikleriyle yansıtmaya çalışmışlardır. Oysa bu kıssanın her birey ve toplumu
ilgilendiren önemli mesajlarla yüklü olması göz ardı edilmemelidir.
Kehf sûresinde üç kıssa -Ashâb-ı Kehf, Hızır ve
Zülkarneyn kıssaları- arka arkaya sıralanırlar. Jung, bu üç kıssayı yeniden
doğuş, benlikte bilinç-ötesi gerçekliğin var oluşu konularında önemli bir
tarihî veri olarak görmüştür. Hızır kıssasıyla Zülkarneyn kıssasını, karşılıklı
birbirini tamamlayan iki sahne gibi değerlendirmiştir. Kıssanın yorumunda
Kur’an âyetlerini merkez almıştır. Kıssadaki olay ve varlık tasvirlerini
bireysel psikoloji açısından değerlendirmiştir. Bu yaklaşımıyla, âyetlerdeki
tasvirleri zahiri manada değil, sembolik anlamda izah etmiştir. Bu yaklaşımıyla
işarî yorum tarzına benzer bir yol izlemiştir.
Araştırmamızda kıssayla ilgili Kur’an tasvirlerini
müfessirlerin zahirî ve işârî yorumlan doğrultusunda izah edeceğiz. Jung’un
değerlendirmelerini müfessirlerin yorumlarıyla mukayese edeceğiz. Sırasıyla,
Zülkarneyn’in kimliği, güneşin battığı yere yolculuğu, güneşin doğduğu yere
yolculuğu, bu yolculuklara ilişkin Jung’un değerlendirmeleri, şeddin inşa
edilmesi konularını ele alacağız. Zülkarneyn kıssasının Kehf sûresindeki diğer
kıssalarla birlikte ele alınış üslubuna Jung’un bakış açısmı ortaya koyacağız.
Zülkarneyn, Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı çevrede
özellikle Ehl-i Kitab tarafından bilinen tarihî bir şahsiyettir. Yüce Allah,
Zülkarneyn’in hayatından önemli kesitleri Hz. Peygamber’e vahyetmiş ve bunu hem
Ehl-i Kitab’a hem de mü’minlere okumasını istemiştir:
"Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: “Size
ondan bir hatıra okuyacağım. ” Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona her
şeyden bir sebep verdik. ”
Bu bölümdeki âyetler, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi
ve selleme Zülkarneyn yani iki boynuzlu kral hakkında sorulmuş sorunun cevabım
içermektedir. Kıssanın bu soru üzerine nâzil olduğu ilk âyetten ve konuyla
ilgili rivâyetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Yahudiler ya da onların
kışkırtmasıyla Mekke müşrikleri denemek amacıyla Zülkarneyn’i sormuşlar, onun
hayatı hakkında bilgi talep etmişler, vahiy yoluyla kıssayı anlatıp
anlatamayacağını sınamak istemişlerdir. Böylece Kur’an'ın Hz. Muhammed
tarafından uydurulup uydurulmadığım, onun gerçekten Allah’ın peygamberi olup
olmadığım test etmeyi hedeflemişlerdir. Ya da soruyu yöneltenler, kıssayı Hz.
Peygamberden dinleyip işim aslını öğrenmeyi amaçlamışlardır.
Ayette geçen, “Size ondan bir hatıra okuyacağım”
ifadesi, Hz. Mûsâ ile Hızır hakkında anlatılan mesel gibi, onu takip eden
Zülkarneyn kıssasının da temel bazı manevî gerçeklerin ortaya konulmasına yönelik
olduğunu göstermektedir. Nizamüddin
Hasen Nisaburî’nin sûfî yorumunda “Zülkarneyn” hem ruhlar âlemine hem de maddî
âleme sahip kişi olarak nitelenmiştir.
Kıssanın kahramanı olan şahsın, Zülkarneyn diye
isimlendirilmesi, onun iki yönüyle öne çıkan, iki güç kaynağına sahip birisi
olduğunu gösterir. Söz konusu iki yön onun hem maddî/zâhir hem de manevî/bâtın
ilimleri bildiği anlamına gelebilir. Onun hem hükümdarlık kudreti ve itibanna
hem de manevî/ruhânî bilgi ve güce sahip bulunduğuna işaret edebilir.
Yüce Allah, Zülkarneyn’in batı yönünde, belli bir
gayeye yönelik olarak yola çıktığım açıklar. Müfessirler, Zülkarneyn’in
yolculuğunun zahirî anlamdaki yorumunun yanında, sembolik ve işârî yorumunu da
yapmışlardır:
“O da bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere
ulaşınca onu, kara balçıklı bir gözede batar buldu. Onun yanında bir kavim
buldu. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn, onlara ya azap edersin veya kendilerine güzel
davranırsın. ” Dedi: “Kim haksızlık ederse, ona azap edeceğiz, sonra o,
Rabb’ine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azap edecektir. Fakat inanıp
iyi iş yapan kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı
söyleyeceğiz. ”
Zülkarneyn bir gün batı tarafına doğru yolculuğa çıkmıştır.
Batı yönünde karaların bittiği son noktaya, okyanus (Atlas Okyanusu) adı
verilen denizin kıyısına ulaşmıştır. Orada, güneşi görülüş itibarıyla siyah
balçıklı bir su gözesinde ya da bir sıcak su gözesinde batar halde bulmuştur.
Gözenin suyunu, hem çamurlu hem de sıcak olarak nitelemek mümkündür. Güneşin
buradaki batış şekli gözün bu olayı algılamasıyla ilgili bir durumdur. Deniz
ufkunda batmakta olan güneş, Zülkarneyn’e kara balçıklı bir su kaynağına
gömülür gibi görünmüştür. Özellikle bulutlu havalarda okyanus güneş batarken
çamurlu suyu andırır. Yüce Allah burada, söz konuşu koşullarda Zülkarneyn’in
okyanusu algılama biçimini tasvir etmektedir.
Bu tasvir, Zülkarneyn’in vicdanında, dünyadaki varlık
ve imkanların sınırlılığını görme, bunların geçiciliğini anlama fırsatı
sağlamış olabilir. Güneşin batışıyla, dünya hayatının faniliği ve sınırlılığı
anlatılmış olabilir.
Sûfî yorumda Zülkarneyn’in batı tarafına yolculuğu,
aşağı âleme doğru gidişini temsil eder. İnsanî güneş’in batı yönünde çamurdan
bir gözede batması, onun tabiat ve ecsad âlemine işaret eder. Yine
Zülkarneyn’in burada karşılaşmış olduğu topluluk, bedensel güdüleri, maddî
benliği ifade eder.
Hızır kıssasında balığın denizin derinliklerine
gitmesinin, ruhlar âlemine, gayb alanına işaret ettiği düşüncesini aktarmıştık.
Zülkarneyn’in yolculuğunda ise, güneşin kara balçıklı bir gözede batması
şeklinde bir tasvir yapılmıştır. Kur’an’da yapılan bu tasviri zahirî anlamıyla
sınırlamak, Kur’an mesajının derinliğini yansıtamamaktadır. Bu durumda söz
konusu tasvirin sembolik anlamlan üzerinde durmak zorundayız. Güneşin kara
balçıklı bir gözede batması, insanın balçıktan ve çamurdan yarattığını belirten
âyetlerle ilişkili olmalıdır (Hicr, 15/28-29; Sâd, 38/71-72) Bu âyetlerde
insanın maddi bağları çamur ve balçıkla, metafizik yönü de üflenen İlâhî ruhla
izah edilmiştir. Nitekim “güneşin bir gözede batması” şeklindeki tasvir sûfî
yorumlarda bu doğrultuda izah edilmiştir. Bu tasvirle insamn maddi, bedensel ve
içgüdüsel yönünün anlatılmak istenildiğine dikkat çekilmiştir.
Kur’an’da Zülkarneyn’in doğu yönünde yaptığı yolculuğu
tasvir eden âyetler, hem zahirî hem de işârî yorumlara konu olmuştur:
“Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere
ulaşınca onu, güneşe karşı kendilerine siper yapmadığımız bir kavim üzerine
doğar buldu. İşte Zülkarneyn böyle bir hükümranlığa sahipti. Onun yanında daha
nice hükümranlık bilgisi bulunduğunu biliyorduk ”
Zülkarneyn, doğu yönünde yapmış olduğu yolculukta
güneşin doğduğu yere, ışıklarım ilk yaydığı yerleşim birimine ulaşmıştır.
Güneşi bir toplumun üzerine doğarken bulmuştur. Orada, bu toplumu güneşin
ışınlarından koruyan herhangi bir vasıtanın
bulunmadığım görmüştür, onlann
durumlarının diğer insanların durumlarına zıt olduğunu fark etmiştir.
Sûfî yoruma göre, Güneşin doğduğu yer, insanın nefs-i
natıkasıdır. Zülkarneyn’in doğuya yolculuğu ruhlar âlemine ulaşmayı sembolize
eder. Nitekim orada güneşi maddî bağlardan soyutlanmış bir toplum üzerine
doğarken bulmuştur.
Zülkarneyn’in doğuya yaptığı yolculuğu anlatan âyetleri
zahirî anlamda değerlendirdiğimizde, dinin amaçlan açısından ortaya önemli bir
sonuç çıkmamaktadır. Zülkarneyn’in gerçekten çıplak ve barınaksız bir
toplulukla karşılaşıp, sonra da oradan çekip gitmesinin görünürde ifade ettiği
önemli bir mesaj bulunmamaktadır. Bu durumda işârî yorumun, Kur’an’ın
amaçlarına uygun olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Ayetlerde anlatılan varlık ve olayların sembolik anlam
taşıdığım söyleyebiliriz. Müfessirlerm tanımlamaya çalıştığı, çıplak,
elbisesiz, çadırsız, bannaksız, binasız, gölgesiz, ilkel görünümlü insanlar;
aslında dünyevî bağlardan soyutlanmış kimseleri temsil eder. Tasviri yapılan
insanların durumları, normal dünya hayatı yaşayan insanlardan farklıdır. Bu
durumda Zülkarneyn’in gittiği yerin ruhlar âlemi ve karşılaştığı insanların da
oranın varlıkları olduğuna işaret eden sufî/işârî yorumu ciddiye alma ihtiyacı
duymaktayız. Ayrıca bu yorum, Kur’an’ın amaçlarına uygun düşmekte ve önemli
mesajlar içermektedir. Nitekim Zülkarneyn’in yolculuğa çıkışı, Kur’an’da “etbaa
sebeben” ifadesiyle gerekçelendirilmiştir. Onun, bir sebebe bağlı olarak bu
yolculuğa çıktığı ifade edilmiştir.
Jung, Hızır’ın dostluğunun niteliğinin, arkadaş
karakterinin Zülkarneyn kıssasında anlatıldığım ileri sürmüştür. Bu yüzden
kıssanın tamamını içeren âyetleri meal olarak aktarmıştır.
Jung, Kur’an’da sık sık rastlanan tutarsızlıkların
Zülkarneyn kıssasının anlatıldığı âyetlerde de kendini gösterdiğini, sûre
içerisinde kıssanın anlatımına geçişin ani olduğunu ileri sürer. Hz.
Muhammed’in kronolojisinin genelde iyi olmadığını belirttikten sonra, kıssadaki
ani
geçişi dehşet verici bir anakronizm olarak niteler.
Zülkarneyn’i Büyük İskender olarak düşünen Jung, “bütün bunların İskender’le
ilgisini anlamak mümkün değil” der.
Kur’an kıssaları belli amaçlar doğrultusunda
anlatıldığı için, olaylar tarih disiplini çerçevesinde ele alınmamıştır. Tarihî
olayların seyrinde kronoloji, zaman, mekan gibi unsurlar önemledir. Fakat
Kur’an kıssaları tarihî olayların bu vazgeçilmez unsurlarına yer vermez.
Kur’an'ın hiçbir kıssasında tarih verme anlamında bir zaman belirlemesi
yapılmamıştır. Dolayısıyla Jung’un
yukarıda yapmış olduğu eleştiri, Kur’an’ı bir tarih kitabı gibi görme eğilimden
ileri gelmektedir. Kaldı ki Jung, kıssaların anlatılışından, “Muhammed’in
kronolojisi” diye söz etmekte ve Kur’an’ı onun tarafından telif edilen bir
tarih kitabı gibi algılamaktadır.
Jung, kıssaların anlatılış biçimin eleştirmekle
birlikte, Hızır ve Zülkarneyn kıssasının psikolojik bir bağlantısının olmasının
gerektiğini düşünür. Hızır ile Zülkarneyn’in ayrılmaz bir ikili, büyük bir dost
olduğunu söyler.119 Kanaatimizce Jung bu açıklamasıyla, Musa- Hızır kıssasında
ikili arasında geçen ilişkinin benzerinin, Hızır ile Zülkarneyn arasında da
yaşandığına işaret etmek istemiştir. Oysa Kur’an, Zülkarneyn’le Hızır arasında
geçmiş herhangi bir ilişkiden söz etmez.
Jung’a göre, Hz. Mûsâ, Kendilik ile ilgili sarsıcı bir
tecrübe yaşamış ve bilinç-dışı süreçlerini büyük ve kusursuz bir açıklıkla
görmüştür. Bilinç-dışı süreçleri gündeme getiren Kendilik (nefis) deneyimlerine
büyük ölçüde dalmıştır. Daha sonra Hz. Mûsâ, mü’minlerden olmayan kavminin yani
Yahudilerin yanma döndüğünde yaşadığı tecrübeyi bir gizlem öyküsü biçiminde
onlara anlatmayı tercih etmiştir. Büyük bir olasılıkla, Hz. Mûsâ
kendini anlatacak yani kendi hakkında konuşacak yerde
“İki boynuzlu” diye nitelediği birisinden bahsetmiştir. Hz. Mûsa’nın da “iki
boynuzlu” olması, halkına anlattığı hikayede, kendisi yerine Zülkarneyn’i
koyduğunu göstermektedir.
Burada aklımıza iki olasılık gelmektedir: Hz. Mûsâ,
bilinç-dışı süreçleri yaşayan birisi olarak Zülkarneyn’i tanıyordu. Kendisi de
böyle bir süreci yaşadı. Kendi . yaşadığı süreci anlatmak yerine, bir
başkasının tecrübesini anlattı. Ya da Hz. Musa, kendinden Zülkarneyn diye
bahsederek yaşamış olduğu tecrübeleri aktardı. Aslında Zülkarneyn diye biri
yoktu. Zülkarneyn bizzat kendisiydi. Jung’un bu iki durumdan hangisini
kastetmiş olabileceğini tam olarak anlayamadık. Kur’an’da ve tefsirlerde, Hz.
Musa ve Zülkarneyn’in aynı kişi olmadığının açıkça belirtildiği açıklamalar
olduğunu biliyoruz. Kaldı ki Kur’an, Zülkarneyn ile Hz. Musa arasında fiili bir
ilişki olduğundan bahsetmez.
Jung, Zülkarneyn kıssasının Hz. Mûsâ tarafından kendi
kavmine anlatıldığını düşünmekte ve yorumlarını bu düşünce üzerine
temellendirmektedir. Tefsir geleneğinde ise, bu kıssanın Hz. Muhammed
tarafından Ehl-i Kitab’a ve Müslümanlara okunduğu/anlatıldığı anlayışı
hakimdir. Kıssanın başında belirtildiği gibi, Zülkarneyn ve kıssa hakkında bir
kesit sunacağı söylenen kişinin Hz. Muhammed olduğu kabul edilmiştir. Hem
Kur’an'ın genel üslubu hem de kıssayla ilgili nüzul sebebi müfessirleri bu
şekilde düşünmeye sevketmiştir. Geleneksel tefsir anlayışı, Jung’un Zülkarneyn
kıssasını anlatan kişi hakkındaki yaklaşımını desteklememektedir.
Hz. Mûsâ, daha sonra Hızır ile Zülkarneyn yani kendisi
arasındaki dostluğun' hikâyesini anlatmıştır. Zülkarneyn’in önce güneşin
battığı yere, sonra da doğduğu yere gittiğini söylemiştir. Hz. Mûsâ, bir anlamda, güneşin ölümden ve
karanlıktan geçerek yeniden doğuşunu dile getirmiştir. Bu açıklamasıyla şunu
işaret etmiştir: Hızır sadece insanın maddî sıkıntıları olduğu zaman değil,
yeniden doğuş sırasında da yardımcı olur.
Jung, Zülkarneyn kıssasında Kur’an'ın, birinci çoğul
şahıs kipiyle konuşan Allah ile Hızır arasında bir aynm yapmadığını; daha önce
anlatılan yardım faaliyetlerine bu kıssada da devam edildiğini açıklar. Bütün
bunlardan, Hızır’ın Allah’ın bir simgesi ya da enkarnasyonu olduğu sonucu
çıkarır. Hızır’ın İskender’le olan dostluğunun tefsir kaynaklarında önemli bir
yer işgal ettiğini söyler.
Jung, Kur’an’da Hızır ile Allah arasında ayırım yapılmadığı
görüşünü savunur. Bu durumu, Hızır'ın İlâhî bilgi ve iradeyi temsil ettiği
şeklinde yorumlayabiliriz. Musa-Hızır kıssasında, Hızır’ın insanlara yardımı
açık bir şekilde dile getirilmişti. Zülkarneyn kıssasında Kur’an Hızır’dan hiç
söz etmediği halde, Jung, burada da Hızır’ın yardımlarından bahseder. Yeniden
doğuş konusunun işlendiği Zülkarneyn kıssasında, Hızır’ın yeniden doğuş
konusunda da yardımcı olduğunu söyler. Hızır’ın Zülkarneyn’le birlikte
bulunduğu düşüncesinden hareketle böyle bir sonuca varır. Yine Jung’a göre bu
kıssayı Hz. Musa, Hızır’la yaşadığı tecrübeleri anlatmak için aktarır. Bir
anlamda Hızır da olayın içerisindedir. Çünkü Hz. Musa, yaşadığı tecrübeyi
Hızır’la birlikte geçmiştir.
Tefsir kaynaklarında, Hızır’ın Zülkarneyn ordusunda
müsteşar mevkiinde bulunduğu söylenir. Bazı kaynaklar, Hızır’ın Zülkarneyn’in
veziri olduğunu yazar. Jung bu tür
rivayetlere dayanarak, Hızır ile Zülkarneyn arasındaki yakın ilişki ve
işbirliğini temellendirme ye çalışır. Böylece Zülkarneyn kıssası içerisinde
Hızır’a da yer veriyor olmasının gerekçelerinden birisine işaret eder.
Hz. Mûsâ kendi halkına, iki dostun birlikte
yaşadıklarını kişisel olmayan bir gizlem öyküsüyle anlatmıştır. Hızır’la
birlikteyken yaşadığı deneyimlerde bizzat kendisi bulunmasına rağmen, kendinden
değil de Zülkarneyn’den bahsetmiştir. Bu durumun psikolojik izahı şöyledir:
Dönüşümün “ötekinde” olmuş biçimde anlatılması ya da hissedilmesi gerekir.
Kişisel olmayan gizemli efsanenin “öteki”ne bir dönüşüm olarak aktarılması
lazımdır. Hızır’la bir deneyin yaşayan bizzat Hz. Mûsâ olmasına rağmen,
hikâyeyi anlatırken kendi yerine Zülkarneyn’in adını vermek zorundadır. Çünkü
bireyleşmenin Kendilik’in en büyük tehlikesi, Ben- bilincinin Kendilik’le
özdeşleşmesidir. Bu durum, bilinci çözülmekle tehdit eden bir şişkinliğe yol
açar. Hz. Mûsâ, şişmeden (böbürlenmeden) kaçınmanın yolu olarak söz konusu
anlatım tarzını seçmiştir. Jung, bu durum için farklı kültürlerden örnekler
verir:
İlkel ya da tüm eski tüm kültürler ruhu tehdit eden
tehlikeler ve tanrıların tehlikeliliği, güvenilmezliği konusunda hassas bir
bakış açısı geliştirmişlerdir. Bir başka ifadeyle, pek algılanabilir olmasa da
hayatî öneme sahip arka plandaki süreçlerle ilgili ruhsal içgüdülerini henüz
kaybetmemişlerdir. Oysa aynı şey modem kültürler için söylenemez. Karşımızda,
şişkinlik yüzünden çarpıklaşmış iki dosta dair dikkat çekici bir örnek vardır:
Nietzsche ve Zerdüşt. Faust ile Mephisto da bu örnekler arasında
gösterilebilir. Faustvârî bir kibir delirmenin ilk adımıdır. Faust’taki
dünüşümün başlangıcı “yenebilen bir balık’ değil, bir köpektir. Aynı
şekilde dönüşüme uğrayan figür, “inayet ve bilgelikle donatılmış” bilge bir
dost değil, şeytan’dır. Bu durum, sırlarla dolu Germen ruhunu anlamaya kapı
aralayabilir.
Şişme yoluyla kazanılan tanrısallık hissi ya da
Süpermen olma eğilimi tam bir aldatmacadır. Bunlara karşı alçakgönüllü bir
tavır koymak kesinlikle gereklidir. Kim bilir, şişme yüzünden zayıf bir zihne
sahip kaç Cleopatra ve Napolyon’un akıl hastanesine düşmesine sebep olmuştur.
Şişmenin bilgi türleriyle bir ilgisi yoktur, fakat her yeni bilginin, artık
başka bir şey görmeyen ve duymayan zayıf bir kafayı işgal edebileceği gerçeği
ile ilişkilidir. Kişi onunla hipnotize olur ve derhal evrenin sırlarını
çözdüğüne inanmaya başlar. Aslında bu durum bütünüyle kendini aldatmadan
ibarettir. Her analist şişmenin tehlikelerini bilebilir. Jung da dikkatleri
“patlama”nın tehlikesine çekmiştir. Şişmeye karşı kendi kişisel mücadelesini
vermiştir. Kibir ve kendini önemli gören egonun kendine olan aşın güvenini
mutlaka terk etmesi gerektiğini anlamıştır.
Jung, kendi düşüncesinin bütünlüğü çerçevesinde,
Zülkarneyn kıssasının Hz. Musa tarafından anlatılmasını zorunlu görmektedir.
Çünkü kendi tecrübesini insanlara anlatacak olması onda şişkinliğe (kibir ve
böbürlenmeye) yol açabilecektir. Hz. Musa, bu böbürlenmeden kurtulabilmek için,
kendi yaşadığı tecrübeleri bir başkasının yaşadığı tecrübelermiş gibi anlatmak
durumundadır.
Kur’an, Zülkarneyn kıssasının Hz. Musa tarafından
anlatıldığım doğrulamaz. Ayrıca Kur’an, Hz. Musa’nın kendi yaşadığı tecrübeyi,
Zülkarneyn’in yaşadığı bir tecrübe olarak aktarmasına da işaret etmez. Bununla
birlikte Jung çok önemli bir tespitte bulunur. Hz. Musa ile Zülkarneyn’in
yaşadığı tecrübelerin aym tecrübeler olduğunu söyler. Jung’un bu yaklaşımının,
Kur’an'ın vermek istediği temel mesaj olduğunu görüyoruz. Jung, Kur’an’da
açıklanmayan bazı ayrıntılara ve kendine özgü değerlendirmelere başvurmakla
birlikte; her iki kıssanın ana fikrini Kur’an'ın ruhuna uygun düşecek şekilde
belirleyebilmiştir.
Zülkarneyn’in daha önce anlatılan ilk iki yolculuğunda
herhangi bir eylemi söz konusu değildir. Sadece yolculuk yaptığı yerlerde bazı
gözlemleri olmuştur. Üçüncü yolculuğunda ise, kendisinden yardım isteyen bir
toplulukla karşı karşıya gelir. Bu topluluğun isteği üzerine, onlan
düşmanlarından koruyacak bir set inşa eder. Zülkarneyn’in inşa ettiği set ve
inşa yöntemleri müfessirler tarafından hem gerçek anlamına alınarak hem de
sembolik kabul edilerek yorumlanmıştır:
“Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki set arasına
ulaşınca onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: “Ey
Zülkarneyn, Ye’cuc ve Me ’cuc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların
arasına bir set yapman için sana bir vergi verelim mi? ” Dedi ki: “Rabb
'imin, beni içinde bulundurduğu imkanlar, sizin vereceğinizden daha hayırlıdır.
Siz bana insan gücüyle yardım edin de sizinle onlar arasına sağlam bir engel
yapayım. Bana demir kütleleri getirin ” Zülkarneyn iki dağın arasını demir
kütleleriyle doldurup dağlarla aynı seviyeye getirince: “Üfleyin!” dedi.
Nihayet o demir kütlelerini bir ateş haline sokunca “Getirin bana üzerine
erimiş katran dökeyim, ” dedi. Artık (Ye’cuc Me'cuc) onu ne aşabildiler ne de
delebildiler. ”
Zülkarneyn kıssada anlatılan üçüncü yolculuğunda iki
dağ, iki set arasında kalan bir bölgeye gelmiştir. Bu bölgenin yakınında oturan
bir toplulukla karşılaşmıştır. Bu topluluk kendilerine zarar veren, saldıran
bir başka topluluğa karşı Zülkarneyn’den yardım istemiştir. Demişlerdir ki,
Ye’cuc Me’cuc denilen topluluk bizim ülkemizde bozgunculuk çıkarıyorlar,
insanları öldürüyorlar, hatta etlerini yiyorlar, onlara şiddetli eziyet
ediyorlar, önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkıyorlar, sahip olduğumuz her şeyi
-ekinleri, hayvanları- alıp götürüyorlar. Bu zarardan korunmamız için bizimle
onların araşma bir set yapabilir misin?
Kendisinden yardım isteyen toplumun isteğini kabul eden
Zülkarneyn, iki dağ arasında çok sağlam bir set inşa etmiştir. Ne Ye’cuc Me’cuc
ne başkaları yapılan şeddi aşıp geçememiştir. Yükseklik ve düzgünlük gibi
özelliklerinden dolayı şeddin üzerinden aşamamışlardır. Sağlamlığı, yoğunluğu,
dayanıklılığı dolayısıyla onda delik açmaya muvaffak olamamışlardır.
Müfessirler, bu şeddin hangi malzemelerden, hangi yöntem ve ölçülerde
yapıldığım âyetlerdeki veriler doğrultusunda açıklamaya çalışmışlardır.
Zülkarneyn’in inşa ettiği set ve inşa amaçlan sûfî
yorumda şu şekilde izah edilmiştir: İki dağ arası, insanın maddî varlıklar
dünyasından metafizik âleme doğru gerçekleştirmiş olduğu çabaların cereyan
ettiği alandır. İki dağ arasında yaşayan ve söz anlamayan kimseler olarak
nitelenen toplum, gaye ve amaçtan yoksun insanlardır. Ye’cuc Me’cuc, her türlü
dünyevî imkanı yaratılış amaçlarının dışında kullanarak bozgunculuk çıkaran
güçlerdir.
İki dağ arasındaki halk Zülkarneyn’den kendileriyle
Ye’cuc Me’cuc arasına bir set yapmasını istemişlerdir. Zülkarneyn de onlardan
samimi bir gayret ve demir gibi sağlam kalplerle kendisine yardım etmeleri
halinde şeddi inşa edebileceğin söylemiştir. Zülkarneyn, demir kütlelerinden
şeddi oluşturabilmek için, onları kor haline getirilebilmek için üflenmesini
istemiştir. Yani Allah’a itaat ederek ve onu sürekli anarak kalbi aktif hale
getirmeyi söylemiştir. Bakır kaynağı dökülmek suretiyle set iyice
perçinleştirilmiştir. Mecâzî anlamda, kalp bütünüyle güçlendirilmiştir. Artık,
şeytan gibi düşman kuvvetlerin etkisi kalbe nüfuz edemeyecektir. Kalbe akıtılan
İlâhî sevgi cevheri sayesinde, Allah’tan başka hiçbir güç kalbe girip hakim
olamayacaktır.
Zülkarneyn, şeddi inşa ettikten sonra, bunun insanlar
için İlâhî bir rahmet olduğunu, ancak şeddin sonsuza kadar işlevini
yürütemeyeceğini belirtmiştir: “Zülkarneyn dedi: “Bu Rabb’imden kullarına bir
rahmettir. Rabb’imin vadi geldiği zaman onu yerle bir eder; şüphesiz Rabb 'imin
va ’di gerçektir. ” Biz o gün Ye’cuc Me’cuc’u bırakmışızdır. Birbiri içinde
dalgalanırlar. Sûr ’a da üflenmiştir ve onları hep bir araya toplamışızdır. ”
Bu âyetler, Ye’cuc Me’cuc’un ortaya çıkışlarının dünyanın
sonunun alâmetlerinden biri olduğunu anlatmaktadır. Çünkü âyetlerde, Hesap
Günü’yle bağlantılı olarak Ye’cuc Me’cuc’den bahsedilmektedir. Ye’cuc Me’cuc’un
ortaya çıkacağı, “Rabb’in belirlediği
gün”, aslında insanın bütün faaliyetlerinin sona erdiği
“Son saat”le ilgilidir. Zülkarneyn, şeddin geleceği ve sonu ile ilgili şu
açıklamayı yapmıştır: Ben elimden geldiğince sağlam bir duvar yaptım, fakat bu
sonsuza kadar devam etmeyecektir, bunun da bir eceli vardır; ancak Allah'ın
dilediği süreye kadar sağlam kalacaktır. Kıyamet günü gelip çattığında ya da
arkasındaki toplulukların yeryüzüne dağılmaları için Allah tarafından takdir
edilen zaman geldiğinde, çok sağlam olan bu set yıkılıp dümdüz olacak, ondan
hiçbir eser kalmayacaktır. Ye’cuc Me’cuc, arkasında bulundukları şeddi aşıp
çıkacaklar, şehirleri dolduracaklardır. Dünyadaki düzen bozulacak, kargaşa
çıkacak ve böylece kıyâmet kopmuş olacaktır.
Ye’cuc Me’cuc’un ortaya çıkışım, belli kavimler ya da
varlıkların ortaya çıkışı olarak değil, “Son saat”in gelip çatmasından önce
insan uygarlığının bütünüyle yok olmasına yol açacak olaylar zinciri şeklinde
yorumlamak mümkündür.
Jung, Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn kıssasının
ayntlılarına fazla girmez, bununla birlikte, Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı inşa
edilen sura dikkat çekme gereği duyar. Jung’a göre, Zülkarneyn’in inşa ettiği
duvar, daha önce Hızır’ın bir şehirde inşa etmiş olduğu duvarın bir tekrarıdır.
Hızır’ın rolünü bu kez Zülkarneyn üstlenmiştir. Aradaki fark, Zülkarneyn’in
inşa etmiş olduğu duvarın, Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı sağlam bir koruma
olmasıdır.
Jung, burada Kitab-ı Mukaddes’ten Ye’cüc ve Me’cüc’le
ilgili bir bölüm aktarma ihtiyacı hissetmiştir. Luther çevirisinden aktarılan
bu bölüm şu şekildedir: “Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir.
Yerin dört bir yanında olan milletleri, Ye’cüc ve Me’cüc’ü saptırmak ve onları
cenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kumu
gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar ve mukaddeslerin ordusunu ve
sevgili şehri kuşattılar.”
Zülkarneyn, iki dağ arasında yaşayan bir halk için
yıkılması imkansız bir duvar inşa etmiştir. Jung’a göre, burası kim oldukları
belli olmayan düşman sürüsü Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı korunması gereken “orta
yer”dir. Psikolojik açıdan bakıldığında, burası orta yerde kurulan ve Vahiyde
“sevgili şehir” yani dünyanın merkezi Kudüs diye anılan Kendilik’tir. Kendilik,
doğumdan itibaren hasetçi güçler tarafından tehdit edilen bir kahramandır;
herkesin sahip olmak istediği, kıskançlık çatışmalarına
sebep olan bin mücevherdir; kötü ve karanlık ilk güç tarafından parçalanan
tanrıdır. Psikolojik anlamda bireyleşme, ortak katmanda boşluk korkusu yaratan
ve ruhun ortak güçlerinin darbesi karşısında hemen mağlup olan doğaya ters bir
olgudur. Yardımsever iki dostun gizlem efsanesi, arayışında mücevheri bulan
kişiye korunma muştular.
Jung’un buradaki yorumu, kıssanın işârî yorumuna
benzemektedir. İşârî yorumda Zülkarneyn kalbin korunmasına yardım ederken,
Jung’un yorumlarında Kendilik’in korunmasına çalışmaktadır. Jung, sufî
yorumcular gibi set inşasını maddi anlamda değil, kalbin/Kendilik’in
korunmasına yönelik önlemler olarak değerlendirmektedir. Sufî yorumculara göre
Zülkarneyn şeytan gibi düşman kuvvetlerin kalbe sızmasını önleyecek setler
oluşturma çabasma girmiştir. Jung’a göre de, Ye’cüc Mecüc’e karşı korunması
gereken yer Kendilik’tir. Zülkarneyn, hasetçi, kötü ve karanlık güçler
tarafından tehdit edilen, parçalanmak istenen Kendilik’in korunmasına yardımcı
olmuştur.
Allah’ın dilemesiyle bir gün gelecek ve demirden sur
yıkılacaktır, işte o zaman kıyamet günüdür. Bu an, psikoloji dilinde bireysel
bilincin karanlığın sularına gömüldüğü, öznel kıyametin koptuğu gündür. Burada
asıl kastedilen, bilincin ilk başta içinden çıktığı karalığa » 110 yeniden
gömüldüğü an yanı ölüm anıdır. Kur’an, Zülkarneyn’in inşa ettiği şeddin
kıyamete kadar sağlam kalacağını ve o gün geldiğinde yıkılacağını haber
vermiştir. Bu bilgi söz konusu bu şeddin, tarihin bir döneminde, dünyanın
herhangi bir coğrafyasında inşa edilen bir set olma ihtimalini azaltmaktadır.
Bu olasılık Zülkarneyn’in şeddinin sembolik bir anlam taşıdığı olasılığına kapı
aralamaktadır. Jung, şeddin yıkılmasını genel ve öznel kıyâmetin kopması
anlamına yorumlamıştır. Yani ölmekte olan her birey için set yıkılıyor demektir.
Bu bireysel bilincin karanlık sulara gömülmesi anlamına gelir.
Kur’an’da Zülkarneyn kıssasından hemen önce anlatılan
Hızır kıssasında Hz. Musa'nın yolculuğundan bahsedilir. Bu kıssayı takip eden
kıssada da Zülkarneyn’in yapmış olduğu yolculuklar dile getirilir. Zülkarneyn
kıssası ile Hızır kıssasının aym amaca yönelik yolculukların anlatıldığı Kur’an
metinleri olması ihtimali yüksektir. Hızır kıssasında tasviri yapılan olaylar
gibi, Zülkarneyn kıssasında tasviri yapılan olayların da sembolik anlatım özelliğine
sahip olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden Zülkarneyn kıssasına getirilen işârî
yorumlan ve Jung’un yorumlarının Kur’an’la çelişmeyen yönlerini önemsiyoruz.
Zülkarneyn’in yaptığı yolculuklann anlatıldığı
âyetleri, âhiret hayatımn gerçeklerini açıklayan âyetler takip eder. Bu durum
Jung’un dikkatini çekmiştir. Jung, insanların ahrette, inanç ve davranışlarına
göre alacakları karşılığı, orada yaşanacak hayatın süreğenliğini âyetlerden
anladığı şekliyle dile getirir. Jung’un, Zülkarneyn’in şeddinin yıkılmasını
genel ve öznel kıyamet olarak yorumlaması ve konuyla ilgili âyetleri, kıyâmetle
ilgili âyetlerin izlemesi dikkat çekicidir.
Zülkarneyn’in yolculuğunun anlatıldığı âyetleri takip
eden kıyametle ilgili âyetler şunlardır:
“O gün cehennemi kâfirlere açıkça göstermişizdir. Onlar
ki beni anmaya karşı gözleri perde içinde idi. Ve Kur’an’ı dinlemeye tahammül
edemezlerdi. O nankörler benden ayrı olarak kullarımı kendilerine veliler
yapacaklarını mı sandılar? Biz kâfirlere cehennemi konak olarak hazırladık. De ki:
“Size, yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim
mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş
yaptıklarım sanan kimseleri? İşte onlar,
Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden, bu
yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kıyâmet günü onlar için bir terazi
kurmayız. İşte inkâr ettikleri, âyetleri eğlence yerine koydukları için onların
cezası cehennemdir, inanıp iyi işler yapanlara gelince onların konağı da
Firdevs cennetleridir. Orada sürekli kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak
istemezler. ”
Jung, Zülkarneyn kıssanın anlatıldığı âyetleri, öbür
dünyaya ait bilgiler veren âyetlerin takip ettiğini söyler ve yorumlarım şu
şekilde sündürür: Kıyâmet günü ışık ebedî ışığa, karanlık ebedî karanlığa geri
dönecektir. Karşıtlar birbirinden ayrılacak ve zamanın ortadan kalktığı bir
süreğenlik durumu başlayacaktır. Fakat karşıtların mutlak bir biçimde
ayrılmasından dolayı bu durum nihâî noktada bir gerilim ve ihtimal dışı bir
olasılık halidir. Bu hal, sonu karşıtların birliği olarak gören bakışa ters
düşer.
Jung, Kehf sûresinde ele alınan simgeler dizisinin
ebediyet, cennet ve cehennem gibi vaat ve uyanlarla sona erdiğim belirtir.
Kur’an'ın mevcut sıralamasındaki âyet ve sûreleri
arasındaki ilişkinin yönlerini araştırmak amacıyla, “tenâsub ve münâsebe”
adıyla bir araştırma alanı ortaya çıkmıştır. Âyet ve sûreler arasındaki uyumu
ele alan, ilişki biçimleriyle ilgilenen bu alan üslûp eksenlidir; Kur’an
metninin parçalannm birbiriyle bağlantılı yapısal bir birlik oluşturduğu
temeline dayanır.
Bazı müfessirler, âyetler ve sûreler arasındaki uyum ve
ahenk konusuna dikkatle eğilmişler, bu alanda büyük çaba göstermişlerdir.
Kur’an âyetlerinin birbiriyle olan irtibatım anlam bütünlüğü taşıyan tek bir
ifade gibi görmüşlerdir. Kur’an’ın inceliklerinin önemli bir kısmının âyetler
arasındaki düzenleme ve bağlantılarla ilişkili olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Çünkü, Kur’an metninin boyutlarını, anlamlarım, konjonktürel ve objektif
koşullarını, özel ya da genel nitelikli oluşlarını, telkin ve önerilerini ve
içerdiği ilkeleri doğru biçimde anlamak ancak akışın sürekliliği ve uyumu göz
önünde bulundurularak mümkün olabilir.
Kur’an âyetleri, çeşitli zaman dilimlerinde ve farklı
sebeplere bağlı olarak indirilmiştir. Bununla birlikte, âyetler arasında öyle
bir ilişki vardır ki, onların yerini değiştirmek imkansızdır. Kur’an
metinlerindeki bölüm ve âyet guruplarının çoğu sıralanış, konu, ifade tarzı ve
iniş sırası açısından birbiriyle bağlantılıdır. Bu yüzden âyetler arasındaki
uyum ve ahenk Kur’an’ın beşer üstülüğünün kanıtlarından biri olarak
gösterilmiştir. Ancak, âyetler ve sûreler arasındaki uyum ve ahengi inceleyip
ortaya çıkarmak büyük incelik ve özen isteyen bir iştir. Müfessirlerin görevi,
hem âyetleri hem de sûreleri birbirine bağlayan ilişki ve bağlantıları ortaya
koymaktır. Bazı müfessirler ilgilerini bu alanda yoğunlaştırmışlardır. Ayetler
ve sûreler arasındaki uyum ve ahengi ortaya çıkarmadaki başarı, müfessirlerin
gücüne, metnin derinliklerine nüfuz etmedeki zekasına bağlıdır.
Kehf sûresini inceleyen Jung, Kur’an’da sık
rastlandığını ileri sürdüğü kopukluğun bu sûrede de mevcut olduğunu söyler.
Örneğin, sûre içerisinde Zülkarneyn kıssasına geçişin çok ani olduğunu belirtir
ve bu durumdan “dehşet verici bir anakronizm” diye söz eder. Bununla birlikte
Jung, işaret etiği kopukluğun “görünüşte” olduğunu belirtmeden edemez. Kehf
sûresindeki kıssaların psikolojik tahlilini yapan Jung, dolaylı olarak kıssalar
arasındaki ilişkiyi ve konu bütünlüğünü ortaya koymuş olur. Böylece, âyetler
arasında ahenk ve uyum olduğu yönündeki genel kanıyı destekler mahiyette bakış
açısı zenginliği getirir.
Jung, Kehf sûresi hakkındaki değerlendirmesini şu
şekilde sonlandırır: Kehf sûresi görünüşte kopuk kopuk, birbirinden
bağımsız, simgeci bir yapıya sahiptir. Fakat günümüzde psikoloji bilgisinin
artmasıyla, bu sûrede bireyleşme süreci olarak nitelenen ruhsal dönüşümün veya
yeniden canlanmanın mükemmel bir tasviri yapılmıştır.
Efsanenin çok eski, İslâmiyet’in peygamberinin ilkel
bir zihin yapısına sahip olması nedeniyle, kıssada meydana gelen olaylarla
ilgili süreç bilinç alanının dışında işlemiştir; bir dost ya da iki dostun
yaptıkları işlerle ilgili bir gizlem öyküsü halinde sunulmuştur. Bu yüzden
birçok şey sadece ima edilmiş, mantıklı bir kurguya yer verilmemiştir. Fakat
dönüşümün karanlık, anlaşılması güç arketipi öyle mükemmel bir şekilde ifade
edilmiştir ki, Arabın tutkulu dinsel Eros’u bütünüyle tatmin edilebilmiştir.
Hızır'ın İslâm mistisizminde önemli bir rol oynamasının sebebi işte budur.
Jung’a göre, yeni bir hayata doğuş, sadece ölüp bir
başka âlemde var olmakla gerçekleşmez. İnsan ölümsüzlüğe aday olmak suretiyle
de dönüşüm sürecine girebilir. Kendi içindeki bilinç-dışına girebilen insan,
bilinçdışının içerikleriyle bilinci arasında bağ kurabilir. Böylece her birey
kendi içerisinde taşıdığı mağaraya girmiş olur. Jung’a göre, âyette (18/17)
tasvir edilen mağara, Ashâb-ı Kehf in bir kereliğine girmiş olduğu bir mağara olmayıp
herkesin girebileceği bir yerdir. Her insanın içinde bilinç ötesi süreçlere
ilişkin bir alan vardır. İnsan yeter ki, oraya girmek istesin ve girmeyi
bilsin. Jung, bu suretle, Kur’an'ın gayb diye nitelediği metafizik alana
ilişkin oluş ve süreçlerin insanın benliğinin derinliklerinde yer bulduğunu
ileri sürmüştür.
Jung, Ashâb-ı Kehf kıssasındaki “mağara” olgusuna büyük
önem atfetmiştir. Onu, kişiliğin oluşumunu etkileyen anima arketipinin
simgelerinden biri olarak görmüştür. Nitekim hem mitolojide hem de çeşitli
dinlerde mağara sembolüne önemli bir yer verilmiştir. Jung, mağarayı yeniden
doğuşun gerçekleştiği yer olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde Kur’an da Ashâb-ı
Kehf in kıssasını kıyâmet günü insanların yeniden diriltilmesiyle
ilişkilendirmiştir.
Jung, Ashâb-ı Kehfin yedi kişi oldukları yönündeki
görüşleri dikkate alarak bir yargıya vanr. Yedi sayısının, onların manevi bir
kimlik kazandıklarına, ebedî bir yaşama kavuştuklarına işaret ettiğini söyler.
Jung, Ashâb-ı Kehf kıssasında yaşanan süreçlerin, her
insanın bilinçaltında bir karşılığının olduğunu ileri sürer. Bu yüzden de
kıssayı bilinçli ve ciddiye alarak dinleyenlerin, kıssayla kendileri arasında
bir ilişki kurma ihtiyacı duyacaklarına işaret eder.
Jung, Hz. Musa’nın arayış yolculuğu sırasında karşılaştığı
varlık ve olayları sembolik manada yorumlamıştır. Aynı olaylara sembolik ve
işârî anlam yükleyen müfessirlerin yaklaşımlarına benzer bir bakış açısı ortaya
koymuştur. Bununla birlikte Jung’un kıssadaki tasvirlere getirdiği sembolizm
daha özgün ve belirgindir. Jung, özellikle kıssada geçen balık, iki denizin
birleştiği yer, denizin derinlikleri, balığın dirilmesi, Sâlih kul gibi
olguların sembolik anlamları üzerinde durmuştur.
Jung, Hz. Musa’nın arayış yolculuğu sırasında tasviri
yapılan “balık”ı önemli bir sembol olarak değerlendirilmiştir. Balığın
dirilmesini, yeniden doğuşun sembolü olarak kabul etmiştir. Müfessirler de bu
olayı aynı şekilde, âhiret hayatında yeniden dirilişin bir sembolü olarak
yorumlamıştır. Jung, kıssada tasviri yapılan gelişmeleri izleyerek sembolik
anlam yüklemelerine devam etmiştir. O balığın denizin derinliklerinde bir
yarığa gitmesini, bilinç-ötesine geçiş olarak yorumlamıştır. Burada sözü edilen
bilinç-ötesi, Kur’an’ın “gayb” diye tarif ettiği metafizik alan olabilir.
Jung’a göre, balığın canlanıp denizde yol alması, Salih
kul (Hızır)’ın ortaya çıkışıyla ilişkilidir. Bilinç dünyasının yiyecek
durumundaki balığı, canlanarak bilinç ötesine geçmiştir. Buna karşılık
bilinç-ötesini temsil eden Hızır ortaya çıkmıştır. Jung, canlanan balık ve iki
denizin birleştiği yerde ortaya çıkan Hızır’ı; insan için bilinç ötesinde bir
alanın bulunduğuna ve insanın yeni bir doğuşa aday olduğuna delil olarak
görmüştür.
İki denizin birleştiği yeri, işârî yorumcular, maddi
dünyanın bilgisi ile metafizik alanın bilgisi olarak yorumlanmıştır. Jung’a
göre, bilinç-ötesini temsil eden Hızır, iki denizin birleştiği “orta yer”de
meydana çıkmıştır. Hızır bir yönüyle Kendilik’in temsilcisidir. Buna göre
Kendilik, bilinç-ötesinin de bir mekanıdır. Kendilik, hem bilinç hem de
bilinç-ötesi süreçlerin etkisi altındadır.
Hz. Musa, Hızır'ın kendisine gaybın bilgisini öğretme
konusunda rehberlik etmesini istemiştir. Hızır da onun bu isteğini yerine
getirmeye çalışmıştır. Yine Hz. Musa’nın Hızır’la yaptığı yolculuk sırasında
yaşananlardan anlaşıldığı gibi, Hızır, insanlara yardım eden, onların dostu bir
kimliğe sahiptir. Jung da bu özelliklere dayanarak Hızır’ı kutsal ruh, danışman
ve kardeş olarak niteler. Jung’a göre, Hızır metafizik olanın fizik âlemdeki
sembolüdür. Jung, Hızır’ın insanlara olan dostluğunu ve rehberliğini sufî
menkıbelerine dayanarak kanıtlamak istemiştir.
Kimilerine göre Hızır, sürekli hayat sahibi bir insan
olarak tasavvur edilmiştir. Kur’an'ın genel öğretilerini dikkate alarak,
Hızır’ı manevi bir varlık ya da İlâhî bilgi, irade ve inayetin bir yansıması
olarak değerlendirmek daha gerçekçi olur. Nitekim Jung’un Hızır tasavvuru de
buna benzerdir.
Zülkarneyn’in güneşin battığı ve doğduğu yere yaptığı
yolculuğun sembolik manada -bireysel psikoloji açısından- değerlendirilmesi,
onun Kur’an’da tanıtılan kimliği hakkında önemli ipuçları verir. Buna göre
Zülkarneyn’in güneşin battığı yere olan yolculuğunu varlık ve oluşların maddî
boyutlarına vukufiyeti ve hükmetmesi şeklinde yorumlayabiliriz. Güneşin doğduğu
yere olan yolculuğunu da bilinç-ötesine vukufiyeti olarak görebiliriz. Böylece
Zülkarneyn’in hem maddi dünyanın hem de gayb âleminin bilgi ve imkanlarıyla
donatıldığım söyleyebiliriz.
Jung’a göre, Hz. Musa Hızır’la birlikte yaşadığı
tecrübelerde, bilinç-dışı süreçleri bütün açıklığıyla görme imkanı bulmuştur.
Hz. Musa, yaşadığı bilinç-dışı süreçleri kendi halkına anlatırken, onları kendi
yaşadığı tecrübeler olarak değil, Zülkarneyn’in tecrübeleri olarak aktarmıştır.
Kur’an’da Musa-Hızır kıssasının hemen ardından anlatılan Zülkarneyn kıssası,
Hz. Musa’nın aslında kendi bilinç-dışı süreçlerine ilişkin tecrübelerini
anlattığı olaylardır. Jung’un bu yaklaşımım destekleyen açık ya da dolaylı bir
Kur’an verisi bulunmamasına rağmen, o, kıssanın Hz. Musa tarafından anlatılmış
olmasını bir gereklilik olarak görür. Çünkü Hz. Musa’nın, kendisini
çevresindekilere bilinç-dışı süreçleri yaşayan, önemli, üstün özellikli biri
olarak tanıtması şişmeye, böbürlenmeye yol açabilirdi. Hz. Musa, bu şişmeden
korunabilmek için kendi tecrübelerini değil, Zülkarneyn’in tecrübelerini
anlatmak durumunda kalmıştır.
Zülkarneyn’in inşa ettiği set, sufî yorumlarda sembolik
bir izaha tabi tutulur. Jung da şeddin inşasım ve yıkılmasıyla ilgili
açıklamaları bireysel psikoloji açısından değerlendirmiştir. Şeddin inşasını,
zararlı güçler karşısında Kendilik’in korunmasına yönelik bir çaba olarak
görmüştür.
Kur’an, Zülkarneyn’in inşa ettiği şeddin yıkılışını
kıyâmetin kopmasıyla ilişkilendirmiştir. Bu olaya bireysel açıdan yaklaşan
Jung, şeddin yıkılışını öznel kıyametin kopması yani insanın ölmesi olarak
yorumlamıştır.
Jung, Zülkarneyn kıssasının da içerisinde yer aldığı
Kehf sûresinin konulan arasında ilk bakışta kopukluk, ilgisizlik ve ani
geçişler olduğu izleniminin uyandığını söyler. Konular arasındaki ilişkinin
dikkatlice değerlendirilmesi halinde, kopukluk ve ilgisizlik gibi algılamaların
doğru olmadığım, bölümler arasında güçlü bir anlam örgüsü olduğunu belirtir.
Yeri geldikçe de konular arasındaki ilişkiye dikkat çeker.
Jung’un Kur’an’daki bir metni nasıl anladığıyla ilgili
bu sunuşu, kararsız olmakla birlikte değerli, çok parlak, yararlı ve kadirşinaş
bir nitelik taşır.
Jung, Hızır ve Zülkarneyn kıssalarında görmüş olduğu
gibi, Kendilik’in bu dünya ve öteki dünya ile ilgili yanlarım anlamış, fakat bu
alanda yeterince yazmamıştır.
Kaynak: Prof. Dr.
Abdurrahman KASAPOĞLU, Carl Gustav Jung’un Kehf Sûresi Tefsiri, 2006, Malatya
Ackroyd, Ene, Rüya Sözlüğü: Rüya Psikolojisine Giriş,
Çev. Şen Süer Kaya, Say Yayınları, İstanbul, 1995.
Akay, Haşan, İslâmî Terimler Sözlüğü, İşaret Yayınlan,
İstanbul, 1995.
Albayrak, Hâlis, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, Şûle
Yayınları, İstanbul, 1996.
Alternatif Düşünceler Sözlüğü, Çev. Komisyon, İnsan
Yayınlan, İstanbul, 2001.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni
Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991.
Ayten, Ali, Psikoloji ve Din: Psikologların Din ve
Tanrı Görüşleri, İz Yayıncılık, İstanbul, 2006.
Babaoğlu, Ali, Psikiyatri Tarihi, Okuyan Us Yayın,
İstanbul, 2000.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’anı Kerim 'in Türkçe Meali
Âlisi ve Tefsiri, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1985.
Bruno, Frank, J., Psikoloji Tarihine Giriş, Çev. Nesrin
Hisli, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, İzmir, 1982.
Castellan, Yvonne, Parapsikoloji, Çev. Nazım Güvenç,
İletişim Yayınlan, 1998.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Rehber
Yayınlan, Ankara, 1997.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfi
Yayınlan, Ankara, 1983.
Crapps, Robert W., “Psikanaliz ve Din”, Çev. Ali Ayten,
Marife, sayı: 1,2004.
Daco, Pierre, Çağdaş Psikolojinin Olağanüstü
Başarıları, Çev. O. A. Gürün, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1989.
Derveze, İzzet, et-Tefsîru ’l-Hadîs, Çev. Mustafa
Altınkaya ve Diğerleri, Ekin Yayınlan, İstanbul, 1998.
Derveze, İzzet, Kur’anü’l-Mecid, Çev. Vahdettin İnce,
Ekin Yayınlan, İstanbul, 1997.
Ebû Zeyd, Nasr Hâmid, İlahi Hitabın Tabiatı, Çev.
Mehmet Emin Maşalı, Kitâbiyât, Ankara, 2001.
Ebussuûd, Muhammed İbn Muhammed el-İmâdî,
İrşâdu’l-akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l- Kerîm, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
Beyrut, 1994.
ed-Dımeşkî, Îzzuddîn Abdülazîz İbn Abdisselâm,
Tefsîru’l-Kur’ân, Dâru İbn Hazm, Beyrut, 1996. el-Beğavî, Ebû Muhammed
el-Hüseyn İbn Mes’ûd, Meâlimu’t-Tenzîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut, 1995.
el-Beyzâvî, el-Kâdi Nâsiruddîn, Envâru’t-Tenzîl ve
Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
el-Bursevî, İsmâil Hakkı, Tefsîru Rûhu’l-Beyân,
Mektebetü Eser, İstanbul, 1389 h. el-Cezâirî, Ebû Bekr Câbir, Eyseru’t-Tefâsîr,
Dâru’l- Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995. el-Endelûsî, Ebû Muhammed Abdulhak İbn
Gâlib İbn Atıyye, el-Muharreru’l-Vecîz fi Tefsiri’l-Kitâbi’l- Azîz,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993. el-Fîrûzâbâdî, Mecdüddîn Muhammed İbn
Yakûb, Besâiru Zevi’t-Temyîz, el-Mektebetü’l-ilmî, Beyrut, tsz. .
el-Hâzin, Alâuddîn Ali ibn Muhammed İbn İbrahim,
Lübâbu’t-Te’vîl fi MaânVt-Tenzîl, Dâru’l-Kütübi’l- İlmî, Beyrut, 1995.
Eliade, Mircae, Dinler Tarihine Giriş, Çev. Lale
Arslan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2003.
Eliade,Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, Çev.
Mehmet Aydın, Din Bilimler Yayınlan, Konya,1995.
el-Kâsimî, Muhammed Cemâluddîn, Tefsîru’l-Kâsimî, Dâru
thyâi ’ t-Turâsi ’ 1-Arabî, Beyrut, 1994.
el-Kurtûbî, Ebû Abdullah Muhammed İbn Ahmed, el- Câmiu
li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1993.
el-MahalIî, Celalüddin Muhammed İbn Ahmed, es- Suyûtî,
Celalüddin Abdurrahman İbn Ebî Bekr Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Kalem,
Kahire, 1966.
el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali İbn Muhammed İbn Habîb,
en-Nüket ve’l-Uyûn, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, tsz.
el-Merâğî, Ahmed Mustafâ, Tefsîru’l-Merâğî, Dâru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998.
el-Mevdûdî, Ebu’l-A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’ân, Çev. Muhammed
Han Kayani ve Diğerleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 1989. en-Neccâr,
Abdu’l-Vehhâb, Kasasu ’l-Enbiyâ, Dâru İbn Kesîr, Beyrut, 1988. en-Nesefî,
Abdullah İbn Ahmed, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku‘t-Te’vîl, Dâru’n-Nefâis,
Beyrut, 1996. Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatler, Marifet Yayınları,
İstanbul, 1984. er-Râzî, Fahreddîn, et-Tefsîru’l-Kebîr, Dâru İhyâi’t-
Turâsi’l-Arabl, Beyrut, 1997.
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, Çev. Cahit Koytak, Ahmet
Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 1997. es-Sâbûnî, Muhammed Ali,
Sajvetü’t-Tefâsîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tsz.
eş-Şankîtî, Muhammed İbn Muhammed İbn el-Muhtâr,
Azvâu’l-Beyân fî Îzâhi’l-Kur’ân bi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1995.
eş-Şevkânî, Muhammed İbn Ali İbn Muhammed, Fethu’l- Kadîr,
el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 1995.
et-Tabresî, Ebû Ali el-Fadl İbnu’l-Hasen İbnu’l-Fadl,
Mecmeu’l-Beyân fi Tefsiri’ l-Kur’ân, Dâru’l- Kütübi’l-İlmî, Beyrut, 1997.
Evola, Julius, Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Çev.
belli değil, İnsan Yayınları, İstanbul, 1996.
ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah Muhammed İbn Ömer, el-Keşşâf an Hakâikı
Ğavâmizı’t-Tenzîl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995. ez-Zuhaylî, Vehbe,
et-Tefsîru’l-Münîr, Dânı’l-Fikr, Beyrut, 1991.
Fordham, Frieda, Jung Psikolojisi, Çev. Aslan Yalçmer,
Say Yayınları, İstanbul, 1997.
Fromm, Erich, Psikanaliz ve Din, Çev. Aydın Arıtan,
Arıtan Yaymevi, İstanbul, 1996.
Gençtan, Engin, Psikanaliz ve Sonrası, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1990.
Güler, İlhami, Allah ’ın Ahlâkiliği Sorunu, Ankara
Okulu Yayınlan, Ankara, 1998.
Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınlan,
Ankara, 1998.
Gürol, Ender, Analitik Psikoloji ve C. G. Jung, Cem
Yayınevi, İstanbul, 1991.
Hançerlioğlu, Orhan, İslâm İnançları Sözlüğü, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1994.
Hançerlioğlu, Orhan, Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1993.
Hicâzî, Muhammed Mahmûd, et-Tefsîru’l-Vâzıh, Dâru’l-
Ceyl, Beyrut, 1991.
Holm, Nils G., Din Psikolojisine Giriş, Çev. Abdulkerim
Bahadır, İnsan Yayınları, İstanbul, 2004.
Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu'l-Mahcûb, Çev.
Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996.
İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-
Tenvîr, Dâru Suhûn li’n-Neşr ve’t-Tenvîr, Tunus, 1990.
İbn Kesîr, İmâduddîn Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-
Kur’âni’l-Azîm, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn Muhammed İbn Mükrem,
Lîsânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut,1997.
Jakobi, Jolande, C. G. Jung Psikolojisi, Çev. Mehmet
Arap, İlhan Yayınevi, İstanbul, 2002.
Jung, Carl Gustav, Doğu Metinleri ’ne Psikolojik
Yaklaşım, Çev. Ahmet Demirhan, İnsan Yayınları, İstanbul, 2001.
Jung, Carl Gustav, Analitik Psikoloji, Çev. Ender
Gürol, Payel Yayınlan, İstanbul, 1997.
Jung, Carl Gustav, Analitik Psikolojinin Temel tikeleri
(Konferanslar), Çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 1996.
Jung, Carl Gustav, Dört Arketip, Çev. Zehra Aksu
Yılmazer, Metis Yayınlan, İstanbul, 2003.
Karakaya, Mehmet Murat, Kur ’an ’ın Anlaşılmasında Dil
Problemi, Marifet Yayınlan, İstanbul, 2003.
Kâşânî, Abdürrezzak, Tasavvuf Sözlüğü, Çev. Ekrem
Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004.
Kuşeyrî, Abdulkerim, Kuşeyrî Risâlesi, Çev. Süleyman
Uludağ, Dergâh Yayınlan, İstanbul, 1999.
Kutub, Seyyid, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Dâru’ş-Şurûk,
Kahire,1997.
Kuzgun, Şaban, Dinler Tarihi Dersleri, Erciyes
Üniversitesi Yayınlan, Kayseri, 1993.
Le Bon, Gustave, Tarih Felsefesi, Çev. Hüsrev Akdeniz,
Murat Temelli, Ataç Yayınlan, İstanbul, 2004.
Lmgs, Martın, Simge ve Kökenörnek, Çev. Süleyman Sahra,
Hece Yayınları, Ankara, 2003.
Malinovski, Bronislav, Büyü Bilim ve Din, Çev. Saadet
Özkal, Payel Yayınevi, İstanbul, 1990.
Özgü, Halis, Psikanalizin Üç Büyükleri, Mart
Yayıncılık, İstanbul, 1994.
Öztürk, Mustafa, Kıssaların Dili, Kitâbiyât, Ankara,
2006.
Sankçıoğlu, Ekrem, Din Fenomenolojisi, Süleyman Demirel
Üniversitesi Yayım, İsparta, 2002.
Schultz, Duane P., Schultz, Sydney Ellen, Modern
Psikoloji Tarihi, Çev. Yasemin Aslay, Kaknüs Yayınlan, İstanbul, 2001.
Shaalan, Muhammed, “Sufı Uygulamaları ve Bireyleşme
Yolu Arasındaki Bazı Paraleller”, (Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi), İnsan
Yayınlan, İstanbul, 2000.
Spiegelman ve diğerleri, J. Marvin, Jung Psikolojisi ve
Tasavvuf, Çev. Kemal Yazıcı, Ramazan Kutlu, İnsan Yayınlan, İstanbul, 1997.
Stevens, Anthony, Jung, Çev. Ayda Çayır, Kaknüs
Yayınları, İstanbul, 1999.
Şaravî, Muhammed Mütevelli, Kur’an Mucizesi, Çev. M.
Sait Şimşek, Esra Yayınlan, İstanbul, 1993.
Şeltût, Mahmûd, Kur’an’a Doğru, Çev. M. Beşir Eryarsoy,
Bir Yayıncılık, İstanbul, 1987.
Tacou, Constantin, Din ve Fenomenoloji, Çev. Havva
Köser, İz Yayıncılık, İstanbul, İstanbul, 2000.
Wilcox, Lynn, Sufizm ve Psikoloji, Çev. Orhan Düz,
İnsan Yayınlan, İstanbul, 2001.
Yakıt, İsmail, Kur’an’ı Anlamak, Ötüken Neşriyat, İstanbul,
2003.
Yanbastı, Gülgün, Kişilik Kuramları, Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınlan, İzmir, 1990.
Yar, Erkan, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın
Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yayınlan, Ankara, 2000.
Yavuz, Yusuf Şevki, Kur’an-ı Kerîm'de Tefekkür ve
Tartışma Metodu, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa, 1983.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili,
Eser Neşriyat, İstanbul, tsz.
Yıldırım, Celâl, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları, İzmir, 2000.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar