CEHENNEMİN TARİHİNDE “FREUD ÇAĞI”
Dünyanın her yerinde insanlar ölümden sonra yaşama,
bedenin işlevini yitirmesinden sonra bilinçli kişiliğin varlığını sürdürdüğüne
inanırlar. Antropologlar, arkeologlar, sosyologlar, klasik dönem uzmanları
ve karşılaştırmalı din tarihi uzmanları, bu inancın şimdiye kadar bildiğimiz
tüm kültürlerde var olduğu konusunda hemfikirdirler. Bir parçamızın bir yerlerde var olmaya devam ettiğine
inanırız. Basitçe ifade edilen bu inancın ötesinde, yaşam sonrası varoluşun
özelliklerinin kültürden kültüre, inançtan inanca sanıldığı kadar olmasa da
farklı olduğu görülür.
Ölülerin yaşayanları etkilediğine, belki tanrılarla
aramızda aracılık ettiğine ya da bize uyarıda bulunmak, yardım etmek için veya
kendi muğlak hayaletsi amaçlan nedeniyle hayalet olarak göründüklerine
inanırız. Biz de öbür dünyada onlara
gerektiği gibi davranılmasını sağlamak için, ölü bedenlerini uygun şekilde
gömerek ya da yakarak onları etkileyebiliriz. Dualarımız, sunularımız ya da
ihmalkârlığımız onları etkileyebilir. Bazı kültürler, ölülerin ruhlarının insan
ya da hayvan olarak yeniden beden bulduklarına inanırlar. Bazıları İse bir
ölüler ülkesinde, kasvetli bir Ananka ya da Şeol’de, güneşli bir Tir na n-Og’da
destansı bir Valhalla’da ya da Eski Mısır'daki gibi bir coğrafi bölgeler
toplamında daimi bir ölüm ötesi varoluşa inanırlar. Ve bazıları da bedenin et
ve kan moleküllerinin, sonuçta fiziksel olarak yeniden dirileceğine inanırlar.
Çoğumuz mantığı bir yana bırakarak bu
görüşlerin birkaçına birden inanırız. Seküler
çağımızda bile iyi bir Hıristiyan, Arthur Amca’nın aynı anda mezarlıkta gömülü
olduğu yerde yattığına; ruhunun başka bir yerde, büyük olasılıkla da yukarıda,
merhametli bir Tanrı'nın yanında olduğuna; hayaleti ya da ruhuyla bir medyum
yada spiritüalist aracılığıyla veya anlamlı, belki de gaipten haber veren bir
rüyada ilişki kurulabileceğine; ve gelecekteki bir Yargı Günü’nde fiziksel
beninin olgunluğunun zirvesindeki haliyle yeniden oluşturulacağına inanabilir. Bir
ya da iki kuşak öncesine kadar birçok Batılı, bir hayaletin bir insana ya da
belli bir yere musallat olabileceğine inanıyordu ve kimileri tamamen ya da
kısmen buna hâlâ inanmakta. Eskiden bu dünyadan göçen biri yalnızca Amca değil,
aynı zamanda Kral Arthur da olduğunda; onun hem gömülü hem cennette olduğu, hem
hayalet olarak birine ya da bir yere musallat olabileceği, hem bir gün gelip
yeniden dirilebileceği, ayrıca Kıyamet borusu çaldığında ya da zamanı
geldiğinde çağrılmayı beklediği, bir tür daimi alacakaranlık uykusunda
tutulduğu düşünülebilirdi.
Öte yandan eğer o Aziz Arthur olsaydı, ölü bedeninin eti
ve kemiği huşu içinde korunabilir: vücudu, düşmanlarca değil, inançlı
Hıristiyanlarca parça parça edilip hastaların ve muhtaçların yararlanması için
türbelere dağıtılabilirdi. Ölü bir azizin parmak kemiği ya da hatta giysisinin
bir parçasının bile mucizevi bir şifa ya da dilekleri gerçekleştirme aracı
olabileceği düşüncesi çok yaygındı.
Ehli Kitap tarafından kabul edilen ve ölüm sonrası
varlığını sürdüren kişiliğin ya da ruhun gideceği iki ana mekândan biri olan
Cehennem üzerinedir. Diğer büyük dünya dinlerinin de kendi Cehennemleri vardır
ve bunlar şaşırtıcı derecede benzerdir; Hindularınki milyonları bulurken
Budistlerinki sekiz ile birkaç bin arasında değişir. Ancak bunların hiç birinde
ruh ebediyen alıkonmaz ve hiçbir din Cehenneme Hıristiyanlık kadar önem
atfetmemiş, onu efsane, mit, itikat ve belli bir uzaklıktan belirsiz psikoloji
diyebileceğimiz şeyden oluşan yoğun bir katmanla çevrili, fantastik bir yeraltı
zulüm krallığı haline getirmemiştir.
Aslında bilgilerimiz teolojik ya da psikolojik olmaktan
çok coğrafidir.
Cehennem nasıl tahayyül ediliyor?
Bu düşünceye nasıl gelindi?
Ve topografyası, yüzyıllar boyunca nasıl değişti?
Cehennem, yaratıcı zihinlere her zaman olağanüstü çekici
gelmiştir. Şairler ve sanatçılar Cehenneme daima aşırı ilgi göstermiş ve onu
kimi tuhaf yollardan keşfe çıkmışlardır. Teolojik açıdan Cehennem artık gözden
düştü, ama çoğu insana hâlâ Periler Ülkesi’nden, Atlantis’ten, Valhalla’dan ya
da diğer hayali mekânlardan daha “gerçek’ gelir. Bunun nedeni, oldukça hacimli,
ağır ve etkin olan eski gelenekler, yaratıcı fanteziler, analitik gerekçeler,
katı dogmalar ve yeraltı dünyasının haritasını çıkarmak için süregiden
girişimde çok uzun bir süredir binlerce yıldır kullanılan hem basit hem de
karmaşık inançlardır. Cehennem’in peyzajı, imgelem tarihindeki en büyük ortak
inşa projesidir ve başmimarları da Homeros, Vergilius, Platon, Augustinus,
Dante, Bosch, Micheiangelo, Milton, Goethe, Blake gibi yaratıcı devler
olmuştur.
Cennet farklıdır.
Teologlar, şairler, ressamlar ya da “ölüm eşiği deneyimi geçirenler” onu tarif
etmeye çalıştıklarında belirginlikten uzak durma eğilimi göstermişlerdir.
(XVIII. yüzyıl spiritüaîisti Emanuel Swedenborg bir istisnadır). Cennet
kavramı, cennet kapıları, arpları ve haleleriyle gerçek bir yer olmaktan çok,
içgüdüsel olarak Tanrının rahmetindeki ruhun esrikliği ya da erincini anlatmak
için yetersiz bir girişim, bir metafor olarak anlaşılır. Günahkârların cezalandırıldığı yer
olan Cehennem ise, belki de anlaması daha kolay olduğundan, daima daha gerçek
bir yer olarak düşünülmüştür. Cennet tinsel ise, Cehennem, can
yakan işkenceleri ve özellikle de tarihinin bazı dönemlerinde aşın derecede
ağır atmosferiyle garip bir şekilde tenseldir.
Ancak Cehennem ayrıca, Cennet’ten farklı, esrarlı bir merak uyandırıyor
gibidir. Tarihin kimi dönemlerinde, kimilerine romantik de gelmiştir.
Cehennemin olası bir radikal boyutu, Hollywood’un onun
“eğlence unsuru” olarak niteleyebileceği yanıdır. Ciddi eskatologyanın yanı
sıra, öbür dünyaya yıkıcı bir mizahi bakış da hep var olmuş gibidir. Bu
kahkaha, asabi olabilir, ama varlığı da inkâr edilemez. Mezarlık mizahı tarihte
uzanabileceğimiz kadar eskiye, eski Yakın Doğu'dan bize kalan ilk Ölüler Ülkesi
öykülerine kadar geriye gider ve günümüzde de Stephen King'in romanları ve
korku filmlerinde yaşamaktadır. Mizah, her zaman da mevcut değildir -kimse
Augustinus ya da Milton’a mizahçı deme gafletine düşmeyecektir ama tamamen
uzakta da değildir. Hıristiyanlık tarihinin en sofu ve kilise egemen sayılan
dönemlerinden ortaçağ ve Püriten Reformasyon’da bile Eğlenceli Cehennem
örnekleri vardır.
Cehennemde bulunduğu haller dışında İblis’le ilgili
değildir. İblis konusu karmaşık ve geniştir, kötülük ve acının varlığı gibi
ciddi sorunlara dokunur. Ancak kötü ruhlar ve prens ya da baş günahkâr olarak
İblis ve Demonlar, cehennemi bölgelerin vatandaşları ve hizmetkârlarıdır ve bu
nedenle de onlarla cehennemde karşılaşacağız, tabii kimileri prens değil,
kraliçe olan diğer yeraltı hükümranlarıyla da.
Yakın tarihlerde Gallup tarafından yapılan bir kamuoyu
yoklamasına göre, Amerikalıların % 60’ı Cehennem’e inanıyor ya da inandıklarını
söylüyor. Bu oran 1953’de % 52’ymiş. Ancak bunların yalnızca % 4’ü kendilerinin
oraya gitme ihtimalleri olduğunu düşünüyor.
Hitler ya da en son seri katil dışında oraya kim gidecek
ki?
Hıristiyanlar arasında, siyasi düşmanları, muhalifleri,
ateistleri ya da diğer dinlerin inananlarını Cehennem’e göndermek artık
siyaseten doğru bulunmuyor, üstelik Freud sonrası çağda “günah” da eskisinden
daha tartışmalı bir kavram. Cehennem, Tanrı ya da iblis
tarafından biçimlendirilmiş bir yer olarak değil, bir insan yapısı olarak ele
alınıyor.
İlk dönemlerinde Kilise’nin biraz nahoş nosyonlarından
biri de iğrenç fantezi yani kurtarılmışların sevincinin kısmen lanetlenmişlere
yapılan işkenceleri seyretmeye dayandığı fikridir. Birçok resimde kutsanmış
ruhlar, düzenli sıralar halinde dizilmiş, ağırbaşlı bir edayla altlarındaki
kızgın kaosa gözlerini çevirmiş, Cennet’in ebedi gece TV’sini seyrederler.
Cehennem’in tarihini izlemek, kimi zaman en azından bu anlamda kutsanmışlarla
özdeşleşmektir. Tüm bu meselede, sanki bir tür sahnelenmiş gerçekdışılık
vardır. Ancak çok uzun bir zaman, çok fazla sayıda insan için Cehennem
fikrinin, yaşamlarını gerçek anlamda biçimlendiren korkutucu bir gerçekliği
olduğunu da unutmamak gerekir.
sh:
9-13
MODERN DÜNYANIN PEYGAMBERLERİ olarak sıklıkla dört
isimden söz edilir. XIX. yüzyıl ortalarının entelektüel şoku, Charles Darvin’in
(1809-1882), en ileri felsefi fikirleri önemli ölçüde değiştiren bir biyolojik
belirlenimcilik kuramını ortaya koyduğu The Origin of Species'in [Türlerin Kökeni, çev.
Ömer Ünalan, Onur Yay., 1996] (1859) yayımlanmasıydı. Dışa doğru genişledikçe
zaten çatlamaya başlamış olan mekanik evren, organik mücadelenin, jeolojik
zamanın çok gerilerine uzandığının görülmesiyle hemen parçalandı. Tanrının
gücünü ve iyiliğini gösterdiği düşünülen uyumlu tasarım, artık bir dizi
bireysel cinsel başarının sonucu gibi görülüyordu. Bu, ateizmi ve ahlâksızlığı ima eden nahoş bir düşünceydi
ve birçokları hem bundan hem de Tanrı’nın suretinde bütün olarak yaratılmak
yerine kendimizin de maymunlardan ya da maymunsulardan türediğimiz ihtimalinden
büyük rahatsızlık duydu (ve hâlâ da duyuyor). Kimileri de bu yeni
İncili ilerlemenin kesin bir işareti, doğa ve insanlığın ileri ve yukarı doğru
gittiği ve gidebileceğinin bir kanıtı olarak selamladı.
Hatta daha öncesinde, 1848’de Karl Marx (1818-1883),
Manifest der Kommunistischen Partei'yi [Komünist Manifesto, çev. Levent Kavas, İthaki yay., 2003] yayımlamıştı,
ancak daha etkili olan ve Friedrich Engels tarafından yayıma hazırlanan Das
Kapital [Kapital, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1997] yüzyılın sonunu
bekleyecekti. Marx, dini tarihsel olarak sömürü ve tiranlığı destekleyip
koruyan bir oyalama, “halkın afyonu” olarak tümüyle bir kenara attı. İlerleme özel mülkiyet, sınıf farklılıkları, adaletsiz iş
bölümü ve ücretlerle birlikte dinin de ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu.
Demonlar
kasayı kendileri açamazlar. XIX. yüzyıldan bir reklam.
Bu fikirler, XX. yüzyılın büyük
ulusal kazanlarında sınanmadan önce, karşı konulamaz bir entelektüel ve
insancıl argüman sundular.
Friedrich Nietzche (1844-1900) ilerlemeye, özellikle de
zorlama eşitlikçiliğe inanmıyordu. Ona göre, insanoğlu zaten fazlasıyla ve
konformist ve vasattı ve Hıristiyanlık da insanları tuhaf doğaüstü tehditlerle
hizada tutmak için alçakça kullanılıyordu. Naziler tamından sürekli amacından
saptırılan Übermensch ya da “üst insan”, Nietzche için istenci olan ve
uyumluluğa (Örgütlenmiş din dahil, özellikle faşizmi andıran herhangi birşeye)
karşı direnme gücüne sahip, kendi yüksek kişisel etik standardını koyan
bireydi. Goethe, Nietzche’nin gerçek “üstün insan” örneğiydi. Zamanın
şairleri gibi, Nietzche de yüce ya da “Dionysos”a özgü neşeyi, “Apollonvari”
güzellik düzeninin ötesinde bir şey olarak göklere çıkardı.
Ancak Cehennem'e modern bakış açısından, Sigmund Freud
(1856-1939) merkezi önemdedir. XIX. yüzyılda metaforik ya da “şiirsel” düşünce
ilerlemişti, ama Freud’un zihinsel topografıye yönelik cesur savları, karanlık
bölgelere yeni ışık tuttu ve modem söz dağarcığını kalıcı ve önemli bir şekilde
değiştirdi. İlahi takdire karşı özgür istenç sorunları, ilkel İd’in Ego ve
Süperego ile mücadelesiyle boğuşan bir çağ için talidir. Artık
İlk Günah yerine anksiyeteden, sınırlamadan, bastırmadan ve Oidipus
kompleksinden söz ediyoruz. ancak, takipçilerinin birçoğunun aksine Freud da
Augustinus gibi, tüm bunları cinsel eyleme bağlamakta kararlıydı.
Freud, kurumsallaştırılmış nevroz olarak
gördüğü dine karşıydı. Az
çok mistik zihinsel eğilime sahip olan genç meslektaşı Carl Jung (1875-1961)
ise onunla bu konuda da ayrı düştü ve bireye olduğu kadar türe de ağırlık veren
arketip figürlere dayanarak kollektif bilinçdışı kavramını geliştirdi.
Bilinçaltının bastırılmasından kaynaklanan umutsuzluğa Gölge adını verdi.
Jung’un sanatçılar ve yazarlar üzerindeki etkisi, Freud’unkinden de büyük
olabilir; onlar Gölge’yi kesinlikle anlarlar.
Cehennem, yok olmadığı gibi, XX. yüzyılın en önemli ve
yaygın metaforlarından da biri oldu. John Bünyan bile, eski vaazdaki Cehennem
Batağı’nı, Çarmıh Yolcusu'nda Umutsuzluk Batağı’na çevirirken bir düzeyde
ne yaptığını biliyordu. Ancak bu, Freud ve Nietzche’den derinden etkilenen ve Doktor Foustus' u (1948)
takıntılı ve umutsuzluk içindeki müzisyen kahramanının çıldırdığı Hitler
Almanyası’nda işleyen Thomas Mann gibi entelektüel bir yazarınkinden tümüyle
farklı bir düzeydi. Fyodor Dostoyevski (1821-1881). iyiyi ve kötüyü,
aklıbaşındalık ve deliliği incelediği bir dizi güçlü romanla, demonik imgelemi
zaten gerçekçi yazına sokmuştu; Nietzche'nin Tanrı'nın Ölümü savını, hiç kimse,
Karamazov Kardeşlerdeki
[çev. Ergin Altay, İletişim Yay., 20011 İvan'dan daha güçlü ifade etmemiştir.
Modern yazarlar, Cehennem metaforunu büyük bir düş gücüyle,
birçok şekilde kullandılar. İronik fantazmagori [yok ama var , var ama yok kavramıdır. örnek:
sanal dünya vardır ama öyle bir dünya
yoktur. ] yaygındır. Goethe’nin Faust’unun 11. bölümü, James Joyce’un Ulysses'inin (1922) [çev. Nevzat Erkmen, YKY., 2004] “Gece kenti” ya da yeraltı genelev bölümüne ve oradan Mann’ın Doktor Faustus'una, William Gaddis’in The Recognitions'ına (1955) ve Cehennemden çok iblislerle ilgili olsa da Salman Rushdie’nin The Safanic Verses'a vardı.
yoktur. ] yaygındır. Goethe’nin Faust’unun 11. bölümü, James Joyce’un Ulysses'inin (1922) [çev. Nevzat Erkmen, YKY., 2004] “Gece kenti” ya da yeraltı genelev bölümüne ve oradan Mann’ın Doktor Faustus'una, William Gaddis’in The Recognitions'ına (1955) ve Cehennemden çok iblislerle ilgili olsa da Salman Rushdie’nin The Safanic Verses'a vardı.
Sıklıkla bir vahşi orman ya da savaş bölgesi olan
tehlikeli topraklara yapılan dürüst bir yolculuk, bir iç yolculukla da koşut
olabilir;
Joseph Conrad'ın romanı The Heart of Darkness (1902) [Karanlığın Yüreği, çev. Sinan
Fişek. İletişim Yay., 1997], bunun iyi bilinen bir örneğidir. Ancak Francis
Ford Coppola, bu romanı 1979’daki filmi Apocalypse Now’da [Kıyamet], döneme uyarlayıp
Vietnam Savaşı’nın ortamında işlediğinde, II. Dünya Savaşı sonrası dönemine çok
doğal görünen fantazmagorik bir tekniği seçti.
Joseph Heller, Catch-22yde, Günler Grass Die
Blechtrommet’de (Teneke
Trampet, çev. Kamuran Şipal, Gendaş Kültür, 2000], Jerzy Kosinski
Painted Bird'de [Boyalı Kuş,
çev. Aydın Emeç, E Yay.. 2001] ve J.M. Coetzee The Life and Times of Michael
K'de [Michael K. Nasıl Yaşadı?,
çev. Beril Eyüboğlu, Adam Yay., 1986] aynı tekniği kullandılar.
Benzer olarak, bir savaş resmi de olsa Picasso’nun
ıstırap içindeki Guernica’sı
da (1937) doğrudan bu gelenek içinde, açıkça bir Cehennem resmidir.
Auguste
Rodin (1840-1917). Cehennemin Kapılan eseri üzerinde yıllarca çalıştı. Hiçbir
geleneğe bağlı kalmadı ama bu. Dante'den, Ugollno'nun bir kabartmasıdır.
Bir tür entelektüel Cehennem de vardır. Don Juan in
Hell’ de George Bernard Shaw, Don Juan oyunlarındaki geleneksel erdem figürü
Komandatore’yi, Cennet’i fazla simetrik ve ciddi bulduğu için Cehennemce
gönderir. Jean Paul Sartre’ın Çıkış
Yok'unda ise insanlar birbirlerini ebediyen bunaltırlar.
Cehennem’in diğer bir modem görünümü de ilk olarak
Robert Browning’in “Çocuk Roland karanlık kuleye geldiğindeki “aç adi doğa“da
ortaya çıkan çorak topraklardır. Browning, şiirdeki umut kırıcı kabus
imgeleminin nereden kaynaklandığını ya da ne ifade ettiğini bilmediğini iddia
etti, oysa T. S. Eliot, aynı imgelemi Wasteland'da (1922) [Çorak Ülke, çev. Suphi
Aytimur, Adam Yay., 1990J kullandığında daha iyimserdi. Tüm gelenekten
yararlanan ve aynı zamanda ona bir şeyler de katan Eliot, büyük chthonic (öte
dünyacı) şairlerden biridir. Onunki, bitkinlik ve bunalım Cehennemi, kıraç bir
boşluktur burada kalbin ve anlamın boşluğunun vardığı nokta “dönekler geçidi,
ölü adamlar orada yitirmişti kemiklerini”dir. Buraya, diğer şiirlerinde de geri
döner. Bunların başında, epigrafinı Karanlığın Yüreği'nden alan “The Hollow
Men” (1925) [Sığ İnsanlar]
ile yeraltına yolculukta rehberi, esas olarak Dante ve yakın tarihlerde ölen
Yeatsinkiler olmak üzere ‘“tanıdık bir terkip hayalet” olan Four Quartets’in [Dört Dörtlük) sonuncusu
“Little Gidding” (1942) [Küçük
Sersem] gelir.
Bu varoluşsal çoraklık ya da yakınındaki küçük arazi de,
bana kalırsa, Samuel Beckett’in neredeyse tüm roman ve oyunlarındaki
kahramanların süründükleri ya da aylak aylak dolandıkları veya, Dante’nin bir
bolgia'sının sakinleri gibi, boğazlarına kadar gömüldükleri yerdir. Kafka’nın
arazisinden de çok uzakta değildir. Hatta, J.R.R, Tolkien’in fantezi üçlemesi
The Lord of (he Rings'de [Yüzüklerin
Efendisi, çev. Çiğdem Erkal İpek, Bülent Somay, Metis Yay., 200İJ
Karanlık Efendi’nin gücünün kanıtı, neredeyse nükleer bir katliam sonrasının
çölü gibi, grotesk figürlerle dolu, afet sonrası bir yerdir.
Başka kitaplarda, ya depresyon ya da şizofreni olmak
üzere, delilikle Cehennem arasında etkileyici bir bağlantı kurulur, ki bu
kitapların bazıları roman türünde değildir. Hannah Greenberg, ünlü şizofreni
romanı / Never Promised You a Rose Garden'da [Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, çev. Nesrin Kasap,
Metis Yay., 1996] parlak bir Miltonvari imgelem kullanmıştır. Mark Vonngut, The
Eden Express'te kendi uyuşturucu ve şizofreni devresini anlatmıştır. Yaklaşık
olarak yüzyılın ortalarında, İngiliz psikoanalist R. D. Laing, uyuşturucunun
yardımıyla ya da onsuz, bile isteye deliliğe inmenin ya da düşmenin ruha
yararlı olabileceğini önerdi; bu işlem, Doris Lessing’in birçok romanında.
Özellikle de Briefing for a Descent into Hell’de karşımıza çıkar. Sinema ya
da televizyonda Cehennem çoğunlukla gotik ve Önemsizdir, sahne tasarımcıları ve
özel efektçiler açısından gösteriş yapmak için bir fırsattır. Metafor,
sinemada iyi tasarlanıp uygulanabilir Jean Cocteau'nun Orphee'si (1949) ve
Marcel Camus'nun Noir Orpheus'u (1959) gibi iki harika Orpheus filmindeki gibi
ama ticari film stüdyoları genellikle bundan kaçınıyor. Eski temayı çarpıcı bir
biçimde ele alan ticari filmlerden biri, aktris Sigoumey Weaver’in, bir uzay
çağı inanna’sı olarak, canavarımsı bir Ereşkigal’in elinden bir çocuğu
kurtarmak üzere ürkünç bir Cehennenfe iniş macerası olan Aliens'dır (1986).
Eğlendirici yaramaz zebanileriyle komik cehenneme, çoğunlukla karikatür ya da
çizgi filmlerde rastlarız. Stanley Elkin’in kara mizah türündeki romanı The
Living End (1979), tümüyle, en geleneksel ortaçağ ürkütücülüğündeki bir
Cehennem’de geçer sade ama ustaca bir hile.
Cehennem, Özellikle de “Ölüm eşiği deneyimleri” ne
ilişkin araştırmalar sürdükçe, büyük olasılıkla, dinsel öğretiden yavaş yavaş
silinmeye devam edecek. Ancak, Mezopotamya'daki günlerinden bu yana sıkça ve
dikkate değer bir şekilde değiştiği gibi, değişimini sürdürecek olsa da esnek
bir metafor olarak kaybedilemeyecek kadar değerlidir.
Sh:
293-296
Kaynak: Alice K. TURNER, Cehennemin Tarihi, Kitabın özgün adı:
The Histary of Hell, İngilizceden çeviren: Ayhan Sargüney, Yayıma hazırlayan:
Nilgün Bayram, Ayrıntı, 2004, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar