Daniel Defoe’nin çifte yaşamı Zengin ülkeler nasıl zengin oldular?
Robinson Crusoe'nun yazarı Daniel
Defoe’nin renkli bir yaşamı vardı. Roman yazmaya başlamadan önce yünlü mallar,
iççamaşırı, çorap, şarap ve tütün ithal eden bir işadamıydı. Kraliyet
piyangolarında ve bir evin pencere sayısına göre tahsil edilen bir tür emlak
vergisi olan kötü şöhretli ‘pencere vergisini’ toplayan Cam Vergisi Bürosu’nda
hükümet için çalıştı. Ayrıca, etkili bir siyasî broşür yazarıydı ve ikili
yaşamını bir hükümet casusu olarak sürdürdü. İlkin Avam Kamarası’nın
muhafazakâr başkam Robert Harley için casusluk yaptı. Sonra yaşamını, Harley’in
baş siyasî düşmanı Robert Walpole’un Whig hükümeti için casusluk yaptığı
günlerde daha da karmaşıklaştırdı.
Bir işadamı, roman yazan, vergi
tahsildân, siyasî yorumcu ve casus olmak yeterince teşvik edici değilir iş gibi
Defoe iktisatçıydı da. Yaşamının bu yanı casusluğundan bile az bilinir.
Robinson Crusoe ve Moll Flanders'ın da aralarınds bulunduğu romanlarından
farklı olarak; Defoe’nin temel İktisadî eseri olan ve 1728’de yayınlanan
İngiliz Ticaretinin Bir Planı [A Plan of the English Commerce] adlı kitabı
şimdilerde neredeyse unutulmuştur. Paula Backscheider’ın ödül kazanan Defoe
biyografisi bu kitabı genellikle, Defoe’nin Amerikan yerlilerine ilişkin
görüşleri gibi önemsiz konulara atıflarla anarken; bu kitap Richard West’in
yazdığı popüler Defoe biyografisinde anılmaz bile. Bununla bir
likte bu kitap, Tudor döneminin
sanayi politikasına dair eksiksiz ve kavrayışlı bir görünüm sunar; ki bu
dönemin bugün bize öğretecek çok şeyi vardır.
Kitapta (bundan sonra kısaca Bir
Plan denilecektir) Defoe, Tudor hükümdarları, özellikle VII. Henry ve I.
Elizabeth tarafından korumacılığın, sübvansiyonların, tekel haklarının
dağıtımının, devlet destekli sınaî casusluğun ve devlet müdahalesinin diğer
araçlarının; dönemin Avrupa’sında bilinen en yüksek teknolojinin sahibi olan
İngiliz yünlü kumaş endüstrisini geliştirmek için nasıl kullanıldığını anlatır.
Tudor devrine kadar İngiltere, ithalatını finanse edebilmek için ham yün
ihracatına dayalı olan nisbeten geri kalmış bir ekonomiydi. Yünlü kumaş imalât
sanayii Aşağı Ülkeler’de (bugünkü Belçika ve Hollanda), özellikle de Flaman
kentleri Bruges, Ghent ve Ypres’de yoğunlaşmıştı. İngiltere, ham yünü ihraç
ediyor ve makûl bir kâr elde ediyordu. Fakat yünü elbiselere nasıl dönüştüreceklerini
bilen diğer ülkeler, çok daha büyük kârlar elde ediyorlardı. Bu başkalarının
yapamadığı zor işleri yapabilenlerin daha çok kâr edebileceği bir rekabet
yasasıydı ve VII. Henry’nin 15. yüzyılın sonunda değiştirmek istediği bir
durumdu.
Defoe’ye göre, VII Henry yünlü
kumaş imalâtına uygun yerlerin belirlenmesi için kraliyet memurlarını
gönderdi. Kendisinden önceki kral III.
Edward gibi Aşağı Ülkeler’den beceri sahibi işçileri kaçırttı. VII. Henry ham maddenin yurt içinde ilâve
işleme tâbi tutulmasını özendirmek için ham yün ihracatı üzerindeki vergiyi de
yükseltti ve hattâ geçici olarak ihracını yasakladı. 1489’da ilâve işlemeyi
yurt içinde özendirmek için üretimi tamamlanmamış giyim eşyası ihracını da
yasakladı. Oğlu VIII. Henry, aynı
politikayı sürdürdü ve tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını 1512’de, 1513’te
ve 1536’da yasakladı.
Defoe’nin vurguladığı gibi VII.
Henry’nin İngiliz imalâtçılarının Aşağı Ülkeler’deki ileri rakiplerini nasıl
hızla yakalayabilecekleri gibi kuruntuları yoktu. Kral, İngiltere sanayisinin işlenmesi gereken
yün miktarıyla başedilebilecek ölçüde gelişmesiyle birlikte, sadece ham yün
üzerindeki vergileri artırdı. Henry koyduğu yasağı, İngiltere’nin ürettiği tüm
yünü işleme kapasitesine sahip olmadığı anlaşılınca hızla geri çekti. Hakikâten İngiltere, Bir Plan'^ göre I.
Elizabeth’in hükümdarlığının ortasına yani 1578’e kadar; VII. Henry’nin 1489’da
‘ithal ikâmeci endüstrileşme’ politikasını başlatmasından yaklaşık 100 yıl
sonra ham yün ihracını tamamıyla yasaklamaya yetecek büyüklükteki üretim
kapasitesine sahip oldu. Bununla
birlikte, ihracat yasağının birkez konmasıyla Aşağı Ülkeler’de hammaddeden
yoksun kalan rakip imalâtçılar felâkete sürüklendiler.
VII. Henry tarafından uygulamaya
konulan ve kendisini izleyenler tarafından sürdürülen politikalar olmaksızın
bütünüyle imkânsız olmasa bile İngiltere’nin bir hammadde ihracatçısından,
Avrupa’nın o zamanki ölçülerinde, yüksek teknolojiye dayanan bir sınaî merkeze
dönüşmesi çok zor olacaktı. Bu, sanayi devrimini besleyen çok büyük hammadde ve
gıda ithalatını finanse eden ihracat kazançlarının büyük bölümünü sağladı. Bir Plan, kapitalizmin temel söylencesi olan,
‘İngiltere başarılı olmuştur, çünkü refaha giden doğru yolu yani serbest piyasayı
ve serbest ticareti diğer ülkelerden önce bulmuştur’ söylencesini paramparça
etmiştir.
İktisat hocaları tarafından
genellikle ‘rasyonel İktisadî insanın’ katıksız örneği olarak kullanılan Daniel
Defoe’nin kurmaca kahramanı Robinson Crusoe, neoliberal serbest piyasacı
iktisadın kahramanıdır. Bu iktisatçılar, Crusoe’nun yalnız yaşamasına rağmen
her zaman ‘İktisadî’ kararlar vermek zorunda olduğunu ileri sürerler. Crusoe
maddî tüketim ve boş zaman isteğini tatmin etmek için ne kadar çalışacağına
karar vermek zorundadır. Rasyonel bir insan olarak amacına erişmek için
kesinlikle asgari ölçüde çalışır. Varsayalım, Crusoe daha sonra yakın bir adada
tek başına yaşayan başka bir insanla karşılaşsın. Bu iki adam birbirleriyle
nasıl ticaret yapacaklardır? Serbest ticaret teorisi diyor ki bir piyasanın işe
dâhil edilmesi, Crusoe’nun durumunun doğasını temelden değiştirmeyecektir.
Hayat büyük ölçüde Crusoe’nun kendi ürünü ve komşusununki arasında bir değişim
oranı belirlemeye ihtiyaç duymasına dair ilâve husus dışında eskisi gibi sürer.
Rasyonel bir insan olarak Crusoe doğru kararlar vermeyi sürdürecektir. Serbest
piyasacı iktisatçılara göre, bunun böyle olması tam olarak bizim serbest
piyasaların işlemesinde Crusoe’ya benzememiz sebebiyledir.
Defoe’nin Plan’mın delillerle
desteklediği iktisat bilimi türü Robinson Crusoe iktisadının tam tersidir. Bir
Plan'da Defoe İngiliz yünlü kumaş imalâtını geliştiren şeyin serbest piyasa
değil, devlet korumacılığı ve sübvansiyonlar olduğunu açıkça ortaya koyar.
Ülkesinin etkin bir ham yün üreticisi olduğu ve böyle kalması gerektiğine dair
piyasadan gelen sinyallere karşı çıkarak, VII. Henry bu tür hoşa gitmeyen
gerçekleri kasten çarpıtmıştır. Böylelikle, İngiltere’yi nihayetinde önde gelen
bir endüstriyel ülkeye dönüştüren süreci başlatmıştır. İktisadî kalkınma günlük
yaşayan Robinson Crusoe gibi kişilerden daha ziyâde VII. Henry gibi geleceği
inşa eden kişileri gerektirir.
Dolayısıyla bir casus olarak
çifte hayatına ilâveten Defoe, farkına varmaksızın bir iktisatçı olarak da
çifte hayat sürmüş; kendi İktisadî analizi serbest piyasanın ve serbest
ticaretin sınırlarını açıkça gösterirken, kurmaca eserinde serbest piyasacı
iktisadın başkahramanını yaratmıştır.
İngiltere dünyanın sorumluluğunu üstleniyor
Defoe çifte hayatına Tory
(Muhafazakâr Parti) hükümeti için bir casus olarak başladı, fakat sonra,
belirttiğim gibi Robert Walpole’un Whig hükümeti için casusluk yaptı. Kendi
çağdaşlan tarafından böyle anılmasa da Walpole genellikle ilk İngiliz Başbakanı
diye bilinir.
Walpole rüşvetçiliğiyle
ünlenmiştir. ‘Rüşvetçiliği düzenli bir sisteme dönüştürdüğü’ söylenir.
Kendisini şaşırtıcı biçimde 21 yıl (1721 1742) başbakanlıkta tutan ve
aristokratik ünvanların, devlet ofislerinin ve ikramiyelerin dağıtımına dayanan
güç temelini muhafaza etmek için maharetle yönetmiştir. Walpole’un siyasî
becerileri Jonathan Svvift’in romanı Gulliver’in Seyahâtler/’nin Flimnap
karakteri ile ölümsüzleştirilmiştir. Flimnap, Lilliput imparatorluğunun
başbakanı ve Lilliput’ta yüksek mevkilerde bulunanların çocukça seçim yöntemi
olan Halat Dansı’nın en iyi oyuncusudur.11
Bununla birlikte Walpole hayli
yetenekli bir iktisat yöneticisiydi. Maliye bakanlığı döneminde borçların
ödenmesine tahsis edilmiş bir ‘iflas fonu’ kurarak hükümetinin saygınlığım
güçlendirmiştir. Kötü şöhretli Güney Denizi Balonu’nun (South Sea Buble) arkasında bıraktığı finansal karmaşayı
yönetme becerisine sahip tek kişi olduğu için 1721’de başbakan olmuştur.
Başbakan olunca Walpole İngiliz
sanayi ve ticaret politikalarının odağını ciddi biçimde farklılaştıran bir
politika reformunu uygulamaya soktu. Walpole’dan önce İngiliz hükümetinin
politikaları genel olarak sömürgecilik ve Denizlerde Seyir Kanunu (Navigation
Act) (Bu kanun İngiltere’yle ticarette tüm malların İngiliz gemileriyle
taşınmasını zorunlu kılıyordu.) vasıtasıyla ticareti geliştirmeyi ve devlet
gelirlerini artırmayı amaçlıyordu. Yünlü kumaş imalatının özendirilmesi en
önemli istisnaydı. Fakat bu bile kısmen, daha çok devlet geliri elde etmek
isteğiyle planlanmıştı. Walpole’un 1721’den sonra uygulamaya soktuğu
politikalar; tersine, kasıtlı biçimde imalat sanayilerini özendirmeyi
amaçlıyorlardı. Yeni kanunu uygulamaya sokarken kralın parlamentoda yaptığı
konuşma aracılığıyla Walpole: “Sınaî malların ihracatı ve yabancı hammaddelerin
ithalatı kadar hiçbir şeyin kamunun yararına katkı sağlamadığı ortadadır”
diyordu.
Walpole’un 1721 kanunu esasen
İngiliz imalât sanayilerini yabancı rekabetten korumayı, bunlan sübvanse etmeyi
ve ihracata teşvik etmeyi amaçlıyordu.
İmalâtta kullanılan hammaddeler üzerindeki gümrük vergileri indirilirken,
hatta tümüyle kaldırılırken, ithal edilen yabancı sınaî mallar üzerindeki
gümrük vergileri ciddi ölçüde yükseltildi. Sanayiye dayanan ihracat,
sübvansiyonları da içeren bir dizi tedbirle teşvik edildi. Nihayet, dürüst olmayan imalâtçılar İngiliz
mallarının yabancı pazarlardaki itibarına zarar vermesin diye sınaî malların,
özellikle tekstil ürünlerinin kalite kontrollerinin yapılması için düzenlemeler
getirildi.
Bu politikalar Japonya, Kore ve
Tayvan gibi Doğu Asya’mn II. Dünya Savaşı sonrasındaki ‘mucize ekonomileri’
tarafından aynı ölçüde başarıyla uygulananlarla çarpıcı biçimde benzerdir.
İhraç edilen sınaî malların üretiminde kullanılan girdiler üzerinden ödenen
gümrük vergilerinin iadesi* ve hükümetlerce ihraç ürünleri kalite standartlan
konulması** gibi, 1950’lerde Japon politika yapıcıları tarafından icat
edildiğine inanılan politikalar (ben de öyle olduklarını sanıyordum), gerçekte
daha erken dönemlerdeki İngiliz buluşlandır.
Walpole’un korumacı politikalan,
İngiliz imalât sanayicilerinin Kıta Avrupasmdaki rakiplerini yakalamalarına ve
nihayetinde hızlanıp önlerine geçmelerine yardım ederek, sonraki yüzyılda
yürürlükte kaldı. İngiltere 19. yüzyılın ortasına kadar hayli korumacı bir
ülkeydi. 1820’de İngiltere’nin sınaî mallar ithalatında ortalama gümrük tarife
oranı, Alçak Ülkeler’deki % 68, Almanya ve İsviçre’deki % 812 ve Fransa’daki %
20’ye kıyasla % 4555’ti.
Bununla birlikte gümrük
tarifeleri İngiliz ticaret politikasının cephaneliğindeki tek silâh değildi. İş
sömürgelerine geldiğinde İngiltere, gelişmesini istemediği ileri sınaî
faaliyetlere doğrudan yasak koymaktan memnundu. Walpole, Amerikalıları yüksek
katma değerli çelik ürünleri yerine düşük katma değerli pik ve çubuk demir
üretiminde uzmanlaşmaya zorlayarak, yeni çelik kesme ve haddeleme
fabrikalarının inşasını yasaklamıştır.
İngiltere iç ve dış pazarlarda
kendi ürünleriyle rekabet eden sömürgelerinden İngiltere’ye ve başka ülkelere
ihracatı da yasaklamıştır. O zamanlar kendi ürettiğinden daha üstün olan Hintli
pamuklu tekstil ürünlerinin (‘calicoes’) İngiltere’ye ithalatını yasaklamıştır.
1699’da İrlanda’nın yünlü kumaş endüstrisini yok ederek ve Amerika’daki yünlü
imalâtının ortaya çıkışını baskı altına alarak, sömürgelerinden üçüncü ülkelere
yünlü giyim eşyası ihracatım yasaklamıştır.
Nihayet, sömürgelerinde birincil
emtia üretimini teşvik eden politikalar .benimsemiştir. Walpole, Amerikan
sömürgelerinde üretilen kendir, tahta ve kereste gibi hammaddeler üzerine
ihracat sübvansiyonları koymuş ve gümrük vergilerini kaldırmıştır. Walpole,
sömürgelerde yaşayanların birincil emtiaların üretimine saplanıp kalmalarını ve
hiçbir zaman İngiliz sömürgecilere rakip olamamalarını tümüyle teminat altına
almak istiyordu. Dolayısıyla, sömürgelerde yaşayanlar en kârlı ‘ileri
teknoloji’ sanayilerini İngiltere’nin ellerine terk etmeye zorlandılar. Bu
durum İngiltere’ye dünyanın gelişme sürecinin en ileri safhasında bulunmaktan
kaynaklanan yararların tadını çıkarma garantisi veriyordu.
İngiliz ekonomisinin çifte hayatı
Dünyanın ilk ünlü serbest piyasa
iktisatçısı olan Adam Smith, Walpole’un başmiman olduğu ve kendisinin
‘merkantilizm’ diye adlandırdığı sisteme öfkeyle saldırdı. Adam Smith’in
başyapıtı Ulusların Zenginliği, İngiliz merkantil sisteminin zirvesine eriştiği
1776 yılında yayınlandı. Smith sistemin yaratıyor olduğu rekabetin korumacılık,
sübvansiyonlar ve tekel imtiyazlarının ihdası yoluyla sınırlandmlmasının
İngiliz ekonomisi için kötü olduğunu ileri sürüyordu.
Adam Smith, Walpole’un
politikalarının devrinin geçtiğinin farkındaydı. Bu politikalar olmaksızın pek
çok İngiliz sanayi dalı, kendilerinden üstün yabancı rakiplerini yakalama şansı
elde edemeden önce silinmiş olacaklardı. Fakat İngiliz sanayileri uluslararası
düzeyde birkez rekabet gücü kazanınca; korumacılık, eskiye kıyasla daha az gerekli
hatta rakipleri de korumacılığa sevk eden bir noktaya geldi. Smith’in
gözlemlediği gibi, artık korunmaya ihtiyaç duymayan endüstrilerin korunması,
bunların eski dinamizmlerini ve etkinlik düzeylerini yitirmelerine yol
açıyordu. Dolayısıyla serbest ticareti benimsemek şimdi, gittikçe artan ölçüde
İngiltere’nin menfaatineydi. Bununla birlikte Smith kendi zamanının
ötesindeydi. Görüşleri hakikaten etkili olmadan önce başka bir kuşağın daha
geçmesi gerekiyordu ve Ulusların Zenginliği’nin yayımından 84 yıl sonrasına
kadar İngiltere gerçek anlamda bir serbest ticaret ülkesi olmadı.
Ulusların Zenginliği'nin
yayınından kırk yıl sonrasında 1815’teki Napolyon Savaşları’nın sonuna kadar,
Belçika ve İsviçre gibi ülkelerin liderliği elde tuttukları birkaç alan dışındaki
tüm alanlarda teknolojik liderliğe sahip olan İngiliz sanayicileri, dünyada
güçlü biçimde yer edinmişlerdi. İngiliz imalâtçılar serbest ticaretin artık
kendi menfaatlerine uygun olduğunu kavradılar ve bunu savunmaya giriştiler
(daha önce söylediğim gibi kendilerine uygun olduğunda ticareti sınırlamaktan
doğal olarak memnunlardı; örneğin pamuklu kumaş imalâtçılarının, yabancı
rakiplere katkı sağlayabilecek tekstil makinalan ihracatı söz konusu olduğunda
yaptığı gibi). Özellikle, imalâtçılar ülkenin ucuz tahıl ithalat kabiliyetini
sınırlayan Mısır Kanunları’nın yürürlükten kaldırılması için ısrarla
uğraşmışlardır. Bunlar için ucuz gıda daha önemliydi. Çünkü ucuz gıda ücretleri
düşürüp kârları artırabilirdi.
Mısır Kanunu karşıtı kampanya;
iktisatçı, politikacı ve borsa oyuncusu David Ricardo’ya çok yardım etmiştir.
Ricardo böylelikle, bugün bile serbest ticaret teorisinin özünü oluşturan
karşılıklı üstünlükler teorisini ortaya koydu. Ricardo’dan önce dış ticaretin
sadece bir ülke bir şeyi ticaret ortağından daha ucuza yapabildiğinde anlam
taşıdığı düşünülürdü. Sağduyuya dayanan bu gözlemi zekice tersine çevriren
Ricardo; bir ülke her şeyi diğerinden daha ucuza üretebilse bile, iki ülkenin
kendi aralarında ticaret yapmalarının anlamsız olmayacağını ileri sürdü. Bu
ülke her malm üretiminde diğerinden daha etkin olmasına karşın, ticaret
ortağına kıyasla maliyet avantajının en yüksek olduğu alanlarda uzmanlaşarak
ticaretten yine de kazançlı çıkabilirdi. Tersine, ticaret ortağına kıyasla
diğer ülke hiçbir ürünün üretiminde maliyet avantajına sahip olmasa da, eğer en
az maliyet dezavantajına sahip olduğu ürünlerde uzmanlaşırsa o da ticaretten
kazançlı çıkabilirdi. Bu teori ile Ricardo 19. yüzyılın serbest
ticaretçilerine, serbest ticaretin her ülkeye yarar sağladığını ileri sürmeleri
için basit fakat güçlü bir araç sağlamıştır.
Ricardo’nun teorisi kendi dar
sınırlan içinde bütünüyle doğrudur. Karşılaştırmalı üstüklükler teorisi haklı
olarak mevcut teknoloji düzeyini veri kabul etmekte ve ülkelerin nisbeten daha
rekabetçi olduklan alanlarda uzmanlaşmalarının kendileri için daha iyi
olacağını söylemektedir. Kimse bu görüşe karşı çıkamaz.
Fakat bir ülke başka birkaç
ülkenin yapabildiği daha zor şeyleri yapabilmek ve ekonomisini geliştirmek
amacıyla daha ileri teknolojileri elde etmek istediğinde Ricardo’nun teorisi
işe yaramaz. Yeni teknolojilerin absorbe edilmesi zaman ve tecrübe gerektirir.
Dolayısıyla teknolojisi geri olan üreticiler bu öğrenme döneminde dış rekabete
karşı korunmaya ihtiyaç duyarlar. Bu tür bir koruma, ülke daha iyi ve daha ucuz
ürünleri ithal etme şansını kullanmadığı için maliyetlidir. Bununla birlikte
eğer bu ülke ileri sanayi dallarını geliştirmek istiyorsa, bu bedelin ödenmesi
zorunludur. Görüldüğü gibi Ricardo’nun teorisi statükoya kabul edenler için
uygundur ama değiştirmek isteyenlere uymaz.
İngiliz ticaret politikasındaki
büyük değişim 1846’da Mısır Kanunları yürürlükten kaldırıldığında ve pek çok
sınaî mal üzerindeki gümrük tarifesi iptal edildiğinde ortaya çıkmıştır.
Serbest ticaret yanlısı iktisatçılar bugün Mısır Kanunlan’nın yürlüklükten
kaldırılmasını Adam Smith ve David Ricardo’nun bilgeliklerinin, yanlış olduğu
hâlde dirençle savunulan merkantilizm üzerindeki nihaî zaferi olarak resmetmeyi
seviyorlar. Columbia Üniversitesi’nden
zamanımızın önde gelen serbest ticaret yanlısı Jagdish Bhagwati bunu bir
‘tarihî geçiş’ olarak adlandırmaktadır.
Bununla birlikte, bu dönemi bilen
pek çok tarihçi, Mısır Kanunu karşıtı kampanyanın biricik amacının gıda
fiyatlarını ucuzlatmak olduğunu işaret ederler. Bu aynı zamanda, tarımsal
ürünler ve birincil malzemeler için kendi iç pazarını genişleterek Kıta
Avrupasındaki sanayileşmeye yönelişi durdurmayı hedefleyen bir ‘serbest ticaret
emperyalizmiydi’ de. İngiltere tarımsal
ürünlerde kendi iç pazarım geniş şekilde dışa açarak, tarıma geri dönmeleri
için rakiplerinin akıllarını çelmek istedi. Mısır Kanunu karşıtı hareketin
lideri Richard Cobden şunları ileri sürmüştür: ‘Mısır Kanunları olmaksızın,
Amerika ve Almanya’da fabrika sisteminin yer bulması her durumda imkânsızdı.
Fabrika sistemi; Fransa, Belçika ve İsviçre’yle birlikte Amerika ve Almanya’da,
bu ülkelerin daha ucuza beslenen sanayicilerine İngiliz zanaatkârırımyüksek
fiyatlı yiyeceği sunularak teşvik edilmeksizin katiyen hâlihazırda eriştiği
düzeye gelemeyecekti.’ Aynı ruhla
1840’ta, hem Ticaret Kurulu üyesi hem de Mısır Kanunu Karşıtı Birlik’in en
önemli üyelerinden biri olan John Bowring, Alman Gümrük Birliği’ne (Zollverein)
üye devletlere, buğday üretiminde uzmanlaşmalarını ve İngiliz fabrikalarım satın
almak için buğday satmalarını açıkça tavsiye etmiştir. Daha ötesi, gümrük tarifeleri 1860’a kadar
tamamen kaldırılmamıştır. Başka bir ifadeyle, tanınmış iktisat tarihçisi Paul
Bairoch’un bir seferinde belirttiği gibi İngiltere serbest ticareti ancak ‘yüksek
ve uzun süreli gümrük engellerinin ardında’ rakipleri karşısında teknolojik
liderliği ele geçirdiğinde benimsemiştir.
Friedrich List’in ‘merdiveni itmekten’ söz ettiğini söylemeye bile gerek
yoktur.
Amerika da kavgaya katılıyor
İngiltere’nin ikiyüzlülüğünün en
iyi eleştirisi bir Alman tarafından yapılabilirdi; fakat politikaları
bakımından İngiltere’nin merdiveni itişine en iyi direnen ülke Almanya değildi.
Yaygın olarak, serbest ticaret yanlısı İngiltere’nin karşısındaki, korumacılık
yanlısı ülke diye bilinen Fransa da değildi. Gerçekte karşıtdenge İngiltere’nin
eski sömürgesi ve bugünün serbest ticaret şampiyonu ABD tarafından
sağlanıyordu.
Amerika’ya İngiliz yönetimi
altındayken tam bir sömürgesi muamelesiyle yaklaşıldı. Doğal olarak Amerika
kendi yeni endüstrilerini koruması için ihtiyaç duyduğu gümrük tarifelerini
kullanmaktan mahrum bırakıldı. İngiliz ürünleriyle rekabet eden mallan ihraç
etmesi yasaklandı. Hammadde üretmesi için sübvansiyon verildi. Bundan başka
Amerikalıların ne imâl edebileceği üzerine kısıtlamalar konuldu. Bu politikanın
gerisindeki ruh en iyi William Pitt the Elder tarafından 1770’de söylenen bir
sözle özetlenir. Amerika’daki sömürgelerde yeni endüstrilerin ortaya çıktığı
işitilince William Pitt the Elder ünlenen ş sözleri söylemiştir: ‘[Yeni
İngiltere] sömürgelerinin bir at nalı kadar sınaî imalât yapmalarına izin
verilmemelidir’ . Gerçekte, İngiliz
politikalan bu ifadenin imâ ettiğinden biraz daha hoşgörülüydü: Bazı sınaî
faaliyetlere izin verilyordu. Fakat ileri teknoloji ürünlerinin imalâtı
yasaklanmıştı.
Tüm İngilizler, Pitt kadar katı
yürekli değillerdi. Bazılan Amerikalılara serbest ticareti tavsiye ederek
onlara yardım ettiklerine ikna olmuşlardı. Serbest piyasacı iktisadın İskoç
babası Adam Smith ciddi şekilde Amerikalılara imalât sanayiini
geliştirmemelerini tavsiye etmiştir. Smith ‘Avrupa’da üretilen sınaî malların
ithalatının durdurulması yönündeki herhangi bir teşebbüsün Amerika'nın gerçek
refaha ve büyüklüğe doğru ilerlemesini sağlamak yerine engelleyeceğini’ ileri
sürmüştür.
Pekçok Amerikalı ilk dışişleri
bakanı ve üçüncü başkan Thomas Jefferson dâhil aynı fikirdeydiler. Fakat
diğerleri bu görüşe şiddetle karşı çıktılar. Bunlar ülkedeki imalat
sanayilerinin gelişmesine ihtiyaç duyulduğunu ve bu amaçla hükümetin,
kendilerinden önce İngiltere’nin yaptığı gibi, korumacılığı ve sübvansiyonları
kullanması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu hareketin entelektüel lideri,
sonradan görme bir zengin olan Alexander Hamilton adlı yanİskoçtu.
Hamilton, Karaib adalarından Nevis’te
bir İskoç seyyar satıcının ve Fransız kökenli bir kadının gayrimeşru çocuğu
olarak doğdu (Hamilton’un babası doğruluğu şüpheli bir aristokratik soy
iddiasında bulunurdu). Hamilton katıksız zekâsı ve sınırsız enerjisi sayesinde
iktidara tırmandı. Bağımsızlık Savaşı’nda 22 yaşındaydı ve George Washington’ın
yaveriydi. 1789’da şoke edici ölçüde genç bir yaşta, 33’ünde, ülkenin ilk
maliye bakanı (hazine sekreteri) oldu.
1791 ’de Hamilton ABD Kongresi’ne
Sınaî İmalâtçılar Konusundaki Rapor'unu (bundan sonra Rapor olarak anılacaktır)
sundu. Rapor’da Hamilton, ülkede sanayiyi geliştirmek için büyük bir programa
ihtiyaç duyulduğuna dair görüşünü açıklıyordu. Düşüncesinin özü şuydu: ABD gibi
geri kalmış bir ülke ‘başlangıç dönemlerinde bulunan endüstrilerini’ yabancı
rekabetten korumalı ve bunları kendi ayaklan üzerinde durabilecekleri noktaya
kadar desteklemelidir. Kendi genç ülkesine bu tür bir hareket rotası önerirken,
o zamanın ikinci sınıf bir üniversitesinden (King College of New York, şimdiki
Columbia Üniversitesi) sadece genel toplum bilimleri derecesi alan 35 yaşındaki
küstah maliye bakanı dünyanın en ünlü iktisatçısı Adam Smith’in tavsiyesine
açıkça karşı çıkıyordu.
Gösterdiğim gibi ‘bebek
endüstrileri’ koruma uygulaması daha önce de vardı. Fakat bunu ilk kez bir
teoriye dönüştüren ve adlandıran kişi Hamilton’dur (‘bebek endüstri’ terimi
onun tarafından icat edilmiştir). Teori daha sonra, genellikle yanlış biçimde
bu teorinin babası olarak bilinen Frederich List tarafından geliştirilmiştir.
List başlangıçta hakikâten bir serbest ticaret ticaret yanlısıydı; dünyanın ilk
serbest ticaret anlaşmalarından biri olan Alman Zollverein'm veya Gümrük
Birliği’nin önde gelen savunucularından biriydi. List bebek endüstri tezini
1820’lerde ABD’deki siyasî sürgün dönemi esnasında Amerikalılardan öğrendi.
Hamilton’un bebek endüstri tezi pek çok ülkenin ekonomik gelişme programına
kuşaklar boyunca esin kaynağı ve serbest ticaret yanlısı iktisatçılar için
umacı (bete noire) olmuştur.
Hamilton Rapor'da ülkesinin sınaî
kalkınması bakımından bir dizi tedbir önermiştir. Bunlar arasında korumacı
gümrük tarifeleri ve ithalat yasaklan, sübvansiyonlar, çok kritik hammaddeler
için ihracat yasaklan, sınaî girdiler için ithalatta liberalizasyon ve gümrük
verigisi iadeleri, icâtlar için ödüller ve patentler, ürün standartlanmn
düzenlenmesi ile finansal ve ulaştırma altyapısının geliştirilmesi vardır. Hamilton’un haklı olarak bu politikaların
uygulanmasında çok ileri gidilmesinin yaratabileceği sakıncalara dair uyansı
bir yana, bunlar her durumda hayli etkili ve ‘aykın’ politikalardı. Eğer
Hamilton bugün gelişmekte olan bir ülkenin maliye bakanı olsaydı, İMF ve Dünya
Bankası onun ülkesine borç vermeyi kesinlikle reddeder ve bakanlıktan alınması
için girişimde bulunurlardı.
Hamilton’un Rapor'unun sonrasında
Kongre’nin çalışmaları onun tavsiyelerinin çok gerisinde kaldı. Bu durumun
sebebi büyük ölçüde, o dönemdeki ABD siyasetine ülkenin sanayisinin
gelişmesinde hiçbir menfaati olmayan Güneyli çiftlik sahiplerinin hâkim
olmasıydı. Bu kişilerin tarımsal ürün ihracatından elde ettikleri kazançla,
mümkün olan en düşük fiyattan Avrupa’dan sınaî mallar ithal edebilmek
istemeleri şaşırtıcı değildi. Hamilton’un Rapor'undan sonra yabancı sınaî
mallar üzerindeki ortalama gümrük tarife oranı %5’ten yaklaşık %12,5’e
yükseltildi. Fakat bu oran, bu ürünleri satın alanları, Amerikan endüstrilerini
desteklemeye sevk etmek için çok düşüktü.
Hamilton 1795’te, evli bir
kadınla olan evlilik dışı ilişkisinin çevrelediği skandalin ardından,
programını daha ileriye götürme şansım yitirerek hazine sekreterliği görevinden
istifa etti. Deli dolu olsa da bu zeki adamın hayatı, kendisine meydan okuyan
Aaron Burr tarafından New York’taki bir tabanca düellosunda 50’inci yılında
bitirildi. Aaron Burr, Hamilton’un sonradan siyasî rakibine dönüşen eski bir
arkadaşı ve Başkan Thomas Jefferson’ın yardımcısıydı. Bununla birlikte, Hamilton’un programımn
bütünüyle benimsendiğini görebilmesi için on yıl ya da biraz daha fazla
yaşaması gerekirdi.
İngilizAmerikan savaşı 1812’de
başladığında, ABD Kongresi gümrük tarifelerini hemen iki katına (%12,5’tan
%25’e) çıkardı. Savaş aynca İngiltere’den ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden
sınaî malların ithalatını kesintiye uğratarak, yeni endüstrilerin ortaya
çıkması imkânını yarattı. O dönemde ortaya çıkan yeni sanayiciler grubu doğal
olarak savaştan sonra da korumacılığın sürmesini hatta arttırılmasını
istediler. Ortalama tarife oranı 1816’da
%35’e ve 1820 yılma dek Hamilton’m programını güçlü biçimde yerleştirerek %40’a
kadar yükseltildi.
Hamilton, bir bakıma ABD’nin II.
Dünya Savaşı’nın sonuna kadar izlediği iktisat politikasının ayrıntılı bir
planının hazırlanmasını sağlamıştır. Onun bebek endüstri programı hızlı sınaî
gelişmenin şartlarını oluşturmuştur. Hamilton, devlet tahvil piyasasını da kurmuş
ve bankacılık sisteminin gelişimini desteklemiştir (bir kez daha Thomas
Jefferson’m ve takipçilerinin muhalefetine rağmen). Yakın tarihteki bir sergide, New York Tarih
Demeği’nin Hamilton’ı ‘Modem Amerikayı Yapan Adam’ olarak adlandırması abartı
değildir. Eğer ABD, Hamilton’un
vizyonunu reddedip, ideal toplumun Yeoman çiftçilerinden oluşan bir tarım
ekonomisi olduğunu düşünen başrakibi Thomas Jefferson’ın vizyonunu kabul
etseydi (bir köle sahibi olan Thomas Jefferson’ın bu hayat tarzını destekleyen
köleleri halının altına süpürmeye mecbur olmasına rağmen); kendisini asla güçlü
sömürgeci efendisine başkaldıran küçük bir tarım gücü olmaktan dünyanın en
büyük süper gücü olmaya sevk edemeyecekti.
Abraham Lincoln ve Amerika’nın üstünlük girişimi
Hamilton’un ticaret politikasının
1820’lere kadar iyice kurumsallaşmasına karşın, gümrük tarifeleri izleyen otuz
yıl boyunca ABD siyasetinde her zaman gerilim kaynağı olmuştur. Kuzeyli
sanayileşmiş eyaletler sınaî tarifelerin yüksek tutulmasının ve hatta daha da
arttırılmasının gerektiğini ileri sürerlerken, ekonomileri tarıma dayanan
Güneyli eyaletler sürekli olarak sınaî mallar üzerindeki tarifeleri düşürmeye
teşebbüs etmişlerdir. 1832’de serbest ticaret yanlısı Güney Carolina bir siyasî
krize yol açan yeni federal gümrük kanununu kabul etmeyi reddetti. Veto Krizi
diye bilinen bu kriz, biraz tarife indirimi öneren (Amerikan serbest piyasa
kapitalizminin halk kahramanı olduğu yönündeki imajına kıyasla çok olmasa da)
ve Güney Carolina’yı askerî harekât ile tehdit eden Başkan Andrew Jackson
tarafından çözüldü. Bu sonuç, vaziyeti geçici olarak idare etti fakat başlayan
ihtilaf nihayetinde Abraham Lincoln’un başkanlığı altında çarpışılan iç savaşta
kanlı bir çözüme ulaştı.
Pekçok Amerikalı 16. başkan
(18611865) Abraham Lincoln’u Amerikalı kölelerin büyük kurtarıcısı olarak
anarlar. Fakat o, aynı ölçüde Amerikan sanayiinin ‘Büyük Koruyucusu’ olarak
nitelendirilebilir. Lincoln bebek endüstri korumacılığının güçlü bir
savunucusuydu. İlk siyasî tecrübesini, ‘Amerikan Sistemi’nin inşaasını savunan
Whig Partisi’nden Henry Clay’in yanında kazanmıştır. Amerikan Sistemi bebek
endüstri korumacılığından (Clay’m kelimeleriyle ‘Yerli Endüstrilerin
Korunması’) ve kanallar gibi altyapı yatırımlarından (‘İçsel İyileştirmeler’)
oluşuyordu. Clay gibi Kentucky
eyaletinde doğan Lincoln 1834’te 25 yaşındayken Illinois eyalet meclisi üyesi
olarak politikaya girdi ve siyasî kariyerinin başlangıcında Clay’in yeddiemini
olarak çalıştı.
Karizmatik bir adam olan Clay,
kariyerinin başından itibaren göze çarptı. Neredeyse 1860’ta Kongre’ye seçilir
seçilmez Meclis Başkanı oldu (1811’den 1820’ye kadar ve sonra tekrar 1823’ten
1825’e kadar). Batı’dan gelen bir politikacı olarak Clay, Batılı eyaletleri
güçlerini, ülkesinin geleceğini gördüğü Kuzeyli eyaletlerin imalât sanyilerinin
geliştirilmesi yönünde Kuzeyli eyaletlerle birleştirmeleri için ikna etmeye
çalıştı. Sanayinin gelişmemiş olduğu Batılı eyaletler geleneksel olarak serbest
ticaret yanlışıydılar ve dolayısıyla, kendilerini serbest ticareti savunan Güneyli
eyaletlerle müttefik görüyorlardı. Clay, bölgeyi kalkındırmak için altyapı
yatırımları karşılığında korumacı bir sınaî kalkınma programına geri dönmek
için taraf değiştirmeleri gerektiğini ileri sürdü. Clay başkanlık için üç kez
(1824,1832 ve 1844) yarıştı ve 1844 seçimlerinde popüler oyu kazanmaya çok
yaklaşmış olsa da bu girişimlerin tümü başarısızlıkla sonuçlandı. Anılan
yıllarda başkan olmayı başaran Whig adayları William Harrison (18411844) ve
Zachary Taylor (18491851) belirgin siyasî ve İktisadî görüşleri olmayan
generallerdi.
Korumacılık yanlıları için, aday
lan olan Lincoln ile en sonunda başkanlığı kazanmayı mümkün kılan şey
Cumhuriyetçi Parti’nin kuruluşuydu. Cumhuriyetçi Parti bugün kendisini GOP
(Grand Old Party Büyük Eski Parti) olarak adlandırmaktadır; fakat gerçekte
Demokrat Parti’den daha gençtir. Demokrat Parti şu ya da bu biçimde Thomas
Jefferson’m zamanından beri mevcuttur (Demokrat Parti günümüzün modem
izleyicisinin kafasını hayli kanştıracak biçimde Jefferson’ın döneminde Demokratik
Cumhuriyetçiler olarak anılıyordu). Cumhuriyetçi Parti, köleliğe dayanan ve
giderek sürdürülemez hâle gelen bir tarımsal ekonomiye dönüşten söz etmek
yerine hızla dışa (Batı’ya) ve ileriye (sanayileşme vasıtasıyla) doğru
ilerleyen bir ülkeye yaraşır yeni bir vizyona dayanan bir 19. yüzyılortası
icâdıydı.
Cumhuriyetçi Parti’ye başanyı
getiren formül; Whig’lerin Amerikan Sistemi’nin ve Batılı eyaletler tarafından
çok istenen kamu arazilerinin (genellikle kanunlara aykın şekilde hâlihazırda
işgâl edilmiş kamu arazilerinin) serbestçe dağıtımı işinin bir araya
getirilmesiydi. Kamu arazilerinin serbest dağıtımı çağnsı, doğal olarak bunu
geniş kapsamlı bir toprak reformuna uzanan tehlikeli bir yolun başlangıcı
olarak gören Güneyli toprak sahiplerine tiksindirici görünüyordu. Bu tür bir
dağıtım için gereken yasama süreci Güneyli Kongre üyeleri tarafından sürekli
olarak engellendi. Cumhuriyetçi Parti, toprağı beş yıl boyunca işleyen her
yerleşimciye 160 İngiliz dönümü (acre: 4047 metrekare) toprak vermeye söz veren
Homestead Kanunu’nu çıkarmayı taahhüt etti. Bu kanun 1862’de İçsavaş esanasmda
parlamentodan geçti. Güneyli Kongre üyeleri bu tarihten önce Kongre’den
çekilmişlerdi.
Kölelik, İçsavaş öncesinin ABD
siyasetinde, bugün çoğumuzun sandığı kadar aynştıncı bir konu değildi.
Köleliğin kaldırılmasını isteyenler, bazı Kuzeyli eyaletler üzerinde, özellikle
Massachusetts’te, güçlü bir nüfuza sahiplerdi. Fakat Kuzey’deki yaygın görüş
köleliğin kaldırılması yönünde değildi. Köleliğe karşı olan pek çok kişi
siyahların ırksal olarak aşağı olduklarını düşünüyor olmaları sebebiyle, onlara
oy hakkı dâhil tam vatandaşlık verilmesine karşıydılar. Bu kişiler,
radikallerin köleliğin derhal kaldırılması önerisinin gerçekçi olmadığına
inanıyorlardı. Büyük Kurtancı’nın (Lincoln) kendisi de bu görüşleri
paylaşıyordu. Kölelerin acilen azat edilmelerinde ısrarcı olan bir gazete
yazısına cevaben Lincoln şöyle yazıyordu: ‘Eğer Birlik’i (the Union) hiçbir
köleyi özgür bırakmaksızın kurtarabilseydim, öyle yapardım; ve eğer bunu tüm
köleleri özgürleştirerek yapabilseydim, öyle yapardım; ve eğer bunu bazı
köleleri özgürleştirip diğerlerini öylece bırakarak yapabilseydim, yine öyle
yapardım’. Dönemin tarihçileri 1862’de
Lincoln’ün köleliği kaldırmasının bir ahlakî kanaat olmaktan daha çok, savaşı
kazanmak için stratejik bir hareket olduğu konusunda görüş birliği
içindeydiler. Ticaret politikası hakkındaki görüş ayrılığı, İçsavaş’m ortaya
çıkışında en azından kölelik kadar ve muhtemelen ondan daha fazla önemliydi.
1860’taki seçim kampanyası esnasında
korumacılık yanlısı bazı eyaletlerdeki Cumhuriyetçiler, Clay’in serbest
ticaretin Amerikalıların değil de Ingilizlerin menfaatine olduğunu imâ eden
Amerikan Sistemi fikriyle oynayarak Demokratlar’a ‘Güneyli İngiliz Tarife
karşıtı Birlik karşıtı bir parti’ (‘SouthemBritishAntitariffDisunion party’)
[italikler benim] olarak saldırmışlardır.
Bununla birlikte Lincoln seçim kampanyası sırasında sade
ce Demokratlar’ın hücumlarından
kaçınmak için değil; parti içindeki bazı serbest ticaret yanlılarının (çoğunlukla
kölelik karşıtı eski Demokratlar) mevcudiyeti sebebiyle kırılganlaşan yeni
partiyi birlik içinde tutmak için de tarife konusu üzerinde suskun kalmaya
çalıştı.
Fakat birkez seçilince Lincoln
sınaî mallar üzerindeki tarifeleri ABD tarihinde o zamana kadarki en yüksek
seviyesine çıkardı. Tarife artışına
İçsavaş’ın harcamaları mazaret olarak gösterildi. Amerikan tarifelerindeki ilk
belirgin yükselişe de îngilizAmerikan Savaşı (18121816) mazeret gösterilmişti.
Bununla birlikte savaştan sonra tarifeler, savaş zamanındaki seviyelerinde veya
daha yüksek seviyelerde tutuldular. İthal edilen sınaî mallar üzerindeki
tarifeler, I. Dünya Savaşı’na kadar %4050 düzeyinde kaldılar. Bunlar dünyadaki
en yüksek oranlardı.
1913’te Demokratların seçim
zaferinden sonra, sınaî mallar üzerindeki tarife oranını %44’ten %25’e düşüren
Undenvood
Gümrük Tarife Kanunu
parlamentodan geçirildi. Fakat çok kısa
bir süre sonra Amerika’nın I. Dünya Savaşı’na girmesi sayesinde gümrük
tarifeleri yeniden yükseltildi. 1921 yılında Cumhuriyetçilerin iktidara dönüşü
sonrasında gümrük tarifeleri, 18611913 dönemindeki zirvelerine geri dönmeseler
de yeniden yükseldiler. 1925’e kadar sınaî mallar üzerindeki ortalama tarife
oranı %37’ye kadar tırmandı. Büyük Buhran’m hücumunu izleyen dönemde, tarifeleri
daha da yükselten 1930’un SmoothHawley Tarifesi geldi.
Mısır Kanunu Karşıtı hareketin
çok anlatılan hikmetiyle birlikte, SmoothHavvley Tarifesi’ndeki budalalık,
serbest ticaret mitolojisinin temel hikâyesi olmuştur. Serbest ticaretçi
iktisatçı Jagdish Bhagwati, SmoothHavvley Tarifesi’ni ‘ticaretkarşıtı
budalalığın en açık ve dramatik hareketi’ olarak adlandırmıştır. Fakat bu görüş yanıltıcıdır. SmoothHawley
Tarifesi; kötü zamanlaması, özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin yeni
elde ettiği dünyanın en büyük kreditör ülkesi statüsü sayesinde, uluslararası
bir gümrük tarifesi savaşını kışkırtabilirdi. Fakat bu en yalın şekliyle,
serbest ticaret yanlısı iktisatçıların iddia ettikleri gibi ülkenin geleneksel
ticaret politikası duruşundan radikal bir ayrılma değildi. Yasasının
çıkarılmasından sonra, sınaî mallar üzerindeki ortalama tarife oranı %48’e
yükseldi, %37’den (1925) %48’e (1930) yükseliş tam manasıyla küçük olmasa da
bir sismik kayma değildir. Üstelik, yasa sonrasında elde edilen %48’lik oran,
ülkede İçsavaş’tan o zamana kadarki dönemde geçerli olan oran aralığının, bu
aralığın üst kısmında olsa da, rahatlıkla içine düşer.
ABD 19. yüzyıl boyunca ve tam
1920’ye kadar dünyadaki en1 korumacı ülke olmasına rağmen, aynı zamanda en
hızlı büyüyen ekonomiydi de. Saygın İsviçreli iktisat tarihçisi Paul Bairoch,
ABD ekonomisinde korumacılığın sadece bir kez kayda değer ölçüde azaltılışının
(1846 ve 1861 arasında), ülkenin ekonomik büyüme oram üzerinde belirgin
herhangi bir pozitif etkisi bulunduğuna dair kanıt olmadığına işaret
etmektedir. Bazı serbest ticaret yanlısı
iktisatçılar, korumacılığa rağmen bu dönemde ABD ekonomisinin hızla
büyümesinin, özellikle, bol doğal kaynaklar, büyük iç pazar ve yüksek okumayazma
oranı gibi büyüme için elverişli pek çok başka şartın mevcudiyetine dayandığını
ileri sürmektedirler. Bu karşı görüşün
gücü, daha sonra göreceğimiz gibi, bu tür koşulların pek azma sahip çok sayıda
başka ülkenin korumacı engellerin gerisinde hızla büyüdükleri gerçeği dikkate
alındığında azalır. Almanya, İsveç, Fransa, Finlandiya, Avusturya, Japonya,
Tayvan ve Kore akla gelen diğer ülkelerdir.
ABD ancak II. Dünya Savaşı’ndan
sonra şimdi endüstriyel üstünlüğüne meydan okunamazken ticaretini
serbestleştirdi ve serbest ticaret destekçiliğine girişti. Fakat ABD, serbest
ticareti İngiltere’nin serbest ticaret döneminde (1860 1932 arasında)
uyguladığı ölçüde hiçbir zaman uygulamadı. Hiçbir zaman sıfırtarife rejimine
sahip olmadı. Gerektiğinde tarifedışı korumacı tedbirleri kullanırken de çok
daha fazla saldırgan davrandı Üstelik,
daha serbest (tamamen serbest olmasa da) ticarete kaydığında bile, ABD hükümeti
arge’nin kamu fonlarıyla finansmanı gibi başka araçları kullanarak temel
endüstrilerini destekledi. 1950’lerle 1990’ların ortası arasındaki dönemde, ABD
federal hükümetinin arge finansmanı, ülkenin toplam arge finansmanının %5070’i
mertebesindeydi. Bu düzey, Japonya ve Kore gibi ‘hükümet öncülüğündeki’
ülkelerin %20 civarındaki desteğinin hayli üstündeydi. Federal hükümetin arge
finansmanı olmaksızın ABD; bilgisayarlar, yan iletkenler, yaşam bilimleri,
internet ile uzay ve havacılık gibi temel endüstrilerde dünyanın geri kalanı
üzerindeki teknolojik liderliğini muhafaza edemeyecekti.
Diğer ülkeler, suçlu sırlar
Korumacılığın ekonomik büyüme
için kötü olduğu kabul edilirse, tarihteki en başanlı iki ekonomi nasıl bu
kadar korumacı olabildi? Muhtemel bir cevap şudur: İngiltere ve ABD korumacılık
yaparlarken diğer ülkelerden iktisaden daha başanlılardı çünkü diğerlerinden
daha az korumacılardı. O hâlde, korumacı eğilimleriyle bilinen Fransa, Almanya
ve Japonya gibi diğer zengin ülkeler muhtemelen İngiltere ve ABD’ninkinden bile
daha yüksek tarife duvarlarına sahiplermiş gibi görünmektedir.
Bu doğru değildir. Bugünün
müreffeh uluslan arasında yer alan diğer ülkelerden hiçbiri; 1930’larda
Ispanya’da yaşanan kısa bir dönem müstesna tutulmak üzere, hiçbir zaman
İngiltere ve ABD ölçüsünde korumacı olmamışlardır. Fransa, Almanya ve Japonya; genellikle
korumacılığın vatanı olduklan düşünülen bu üç ülke, daima İngiltere veya
ABD’den daha düşük tarife oranlarına sahip olmuşlardır (Almanya ve Japonya,
ekonomik üstünlükleri sonrasında serbest ticarete devşirilene kadar).
Fransa genellikle serbest ticaret
yanlısı İngiltere’sinin korumacılık yanlısı karşıtı olarak sunulmuştur. Fakat,
1821 ve 1875 arasında, özellikle 1860’ların başlarına kadar, Fransa’nın tarife
oranlan İngiltere’ninkilerin altındadır.
Fransa korumacı politikalar izlediğinde bile (1920’lerle 1950’ler
arasında) sınaî mallar üzerindeki ortalama tarife oranı hiçbir zaman % 30’un
üzerine çıkmamıştır. İngiltere ve ABD’deki ortalama tarife oranlan en yüksek
oldukları dönemlerde % 5055 düzeyine erişmişlerdir.
Tarifeler Almanya’da nisbeten
düşüktür. 19. yüzyıl boyunca ve 20’inci yüzyılın başında (I. Dünya Savaşı’na
kadar) Almanya’daki ortalama tarife oranı % 515 düzeyindedir. Bu oranlar % 3550
aralığındaki Amerikan ve İngiliz (1860’lardan önceki) oranlarından hayli
aşağıdadır. Kendi sanayilerinin lehine daha korumacı olduğu 1920’lerde bile
Almanya’nın ortalama tarife oranı %20 civarında kalmıştır. Bu anlamda serbest
ticaret mitolojisinde sıklıkla anılan faşizm eşittir korumacılık iddiası bir
hayli yanıltıcıdır.
Japonya söz konusu olduğundaysa
durum şöyledir: Bu ülke sınaî gelişme sürecinin başlangıç döneminde hakikaten
serbest ticaretin gereklerini yerine getirmiştir. Ancak bu bir tercih olmaktan
öte, 1853’ten başlayarak Japonya’nın Batılı ülkelerce bir dizi eşitsiz anlaşma
imzalamaya zorlanmasının sonucudur. Bu anlaşmalar 1911’e kadar Japonya’nın
tarife oranlarını % 5’in altında tutmuştur. Fakat ülke, tarifeleri üzerindeki
otonomisini yeniden elde edişinden ve sınaî mallar üzerindeki tarifeleri
yükseltişinden sonra bile ortalama tarife oranı sadece % 30 civarında
kalmıştır.
ABD ancak II. Dünya Savaşı’ndan
sonra hâkim konuma geldiğinde, ticaretini serbestleştirmiştir. Bu aşamadan
sonra Fransa gibi bazı ülkeler korumacı görünmeye başlamışlardır. Fakat o zaman
bile, fark o ölçüde büyük değildir. 1962’de ABD’deki ortalama sınaî tarife hâlâ
% 13’tür. Ortalama sınaî tarife oranlarının sadece % 1 olduğu Hollanda ve
Almanya, ABD’den belirgin biçimde daha az korumacıdır. Belçika, Japonya,
İtalya, Avusturya ve Finlandiya’daki tarife oranlan % 1420 aralığından biraz
daha yüksektir. Fransa, 1959’daki % 30 tarife oranıyla bir istisnadır. ABD 1970’lerin başına kadar serbest ticaretin
önde gelen uygulacısı olduğunu iddia edememiştir. O zamana kadar diğer zengin
ülkeler, ABD’yi iktisâden yakaladılar ve kendi sınaî tarifelerini düşürebilecek
konuma eriştiler. 1973’te, Finlandiya’nın % 13, Avusturya’nın % 11 ve
Japonya’nın %10 düzeyindeki tarife oranlarına kıyasla ABD’ninki % 12 idi. AET
(Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyelerinin ortalama tarife oranı % 8 ile
ABD’ninkinden hatın sayılır ölçüde düşüktü
Dolayısıyla serbest ticaret
yanlısı görüşlerin baş destekçisi olan İngiltere ve ABD sadece serbest ticaret
ekonomileri değillerdi, fakat her biri dünyanın baskın sınaî gücü oluncaya
kadar zengin ülkeler arasındaki en korumacı iki ekonomiydiler.*
Elbette, tarifeler bir ülkenin
yeni oluşan bebek endüstrilerini desteklemek için kullanabileceği pek çok
araçtan sadece biridir. Sonuçta, Hamilton’ın orijinal tavsiyesi bebek
endüstrileri desteklemek için patentleri, ürün kalitesi standartlarını ve
kamusal altyapı yatınmlarını da içeren on bir türde tedbiri listelemektedir.
İngiltere ve ABD, tarifeleri en saldırgan biçimde kullanmış olan ülkeler
olsalar da diğer ülkeler de sıklıkla diğer politika müdahale araçlarım
(örneğin, kamu iktisadi teşebbüslerini, sübvansiyonları veya ihracat için
pazarlama desteklerini) yoğun şekilde kullanmışlardır.
Günümüzün zengin ülkelerinin
büyük çoğunluğunun devletleri (ABD ve İngiltere hariç), sanayileşme sürecinin
başlangıç dönemlerinde, riskli ve büyük ölçekli girişimleri üstlenebilecek
yeterli sayıda özel sektör girişimcilerinin bulunmadığı zamanlarda, kamu
iktisadi teşebbüslerini kurmuşlardır. Bazı durumlarda, bunlar fiilen kamuözel
sektör ortaklığı olan bazı özel sektör girişimlerine pek çok sübvansiyonlar ve
başka türde destekler (örneğin, beceri sahibi işçilerin başka ülkelerden
kaçırılması) sağlamışlardır. 18. yüzyılda Alman sanayileşmesinin lideri olan
Prusya, keten kumaş dokuma, demir ve çelik gibi endüstrilerini bu tür
yöntemlerle desteklemiştir. Japonya çelik gemi yapımı ve demiryolu
endüstrilerini devlet mülkiyeti ve seçici sübvansiyonlar vasıtasıyla kurmuştur
(bu konu üzerinde 5. bölümde durulacaktır). 19. yüzyılın sonlarında İsveç
devleti, demiryollarının geliştirilmesine öncülük etmiştir. 1913 itibarıyla
demiryolarının; katedilen yol dikkate alınarak üçte birine, taşınan malların
miktan dikkate alınarak %60’ma İsveç devleti sahiptir. Aynı dönemde demiryolu
inşaasmda lider konumda bulunan İngiltere ve ABD bu alanda nerdeyse tümüyle
özel sektöre dayanıyordu. Kamuözel sektör ortaklığı İsveç’te telgraf, telefon ve
hidroelektrik sektörlerinin gelişiminde sürmüştür. İsveç devleti başlangıçtan
itibaren arge çalışmalarını da sübvanse etmiştir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra,
zengin ülkelerin pek çoğunda devletin sanayiyi teşvik çabalan yoğunlaştı. En
büyük hareket Fransa’daydı. Yaygın görüntüsünün tersine, Fransız devleti her
zaman müdahaleci olmadı. Uzun süre (186583) IV. Louis’nin maliye bakanlığım
yapan JeanBaptiste Colbert tarafından temsil edilen devlet faaliyeti geleneği
Fransa’da kesinlikle mevcuttu; fakat bu yaklaşım Fransız Devrimi’nden sonra
reddedildi. Dolayısıyla, Napoleon’un hükümdarlığının sonu ve II. Dünya Savaşı
arasında, III. Napoleon’un hükümdarlık dönemi hariç, Fransız devleti iktisat
politikasında laissezfaire yaklaşımım aşın ölçüde benimsedi. Fransız iktisat
politikasının temel tarihsel bir anlatımı;
bu dönemde Fransız devletinin
sınaî teşvik stratejisinin ‘esasen sergilerin organizasyonu, Ticaret Odalarına
ihtimam gösterilmesi, İktisadî istatistiklerin derlenmesi ve işadamlarına
madalyalar dağıtılmasından oluştuğuna’ işaret eder. 1945’ten sonra muhafazakâr, ve müdahaleci
olmayan politikaların ülkenin nisbî İktisadî gerileyişinin ve dolayısıyla iki
dünya savaşındaki yenilgisinin sorumlusu olduğunu kabul ederek Fransız devleti,
ekonomide çok daha aktif rol üstlenmiştir. Fransız devleti ‘yönlendirici’
plancılığını (komünizmin ‘zorunlu’ plancılığına karşı) uygulamaya soktu.
Millileştirme yoluyla temel endüstrileri kontrolüne aldı ve devlet bankaları
vasıtasıyla yatırımları stratejik endüstrilere kanalize etti. Yeni endüstrilere
nefes alma alanı yaratmak için, sınaî tarifeler 1960’lara kadar nisbeten yüksek
düzeylerde muhafaza edildi. Bu strateji çok işe yaradı. 1980’lere kadar Fransa
pek çok alanda kendisini bir teknolojik lidere dönüştürmüştü.
Japonya’da ünlü MİTİ
(Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanlığı Ministry of International Trade and
Industry) şimdilerde bir efsaneye dönüşen sınaî kalkınma programını başlatıp
yönetmiştir. Japonya’nın sınaî mallar üzerindeki tarifeleri II. Dünya
Savaşı’dan sonraki dönemde yüksek değildi. Fakat hükümetin döviz üzerindeki
kontrolü vasıtasıyla ithalat sıkı biçimde kontrol ediliyordu. İhracat ise daha
iyi teknolojilerin satın alınması (makineteçhizat alımı veya teknoloji lisansı
alımına yapılan ödemeler) için ihtiyaç duyulan dövizin temin i bakımından
destekleniyordu. Bunlar hem doğrudan ve dolaylı ihracat desteklerini hem de
devletin ticaret ajansı olan JETRO (Japonya Dış Ticaret Kurumu Japan Extemal
Trade Organisation) tarafından sağlanan bilgi ve pazarlama yardımlarını
içeriyordu. Bebek endüstriler üzerinden üretken yeni kapasitelerin
yaratılmasında kullanılan başka tedbirler de mevcuttu. Japon hükümeti
‘yönlendirilmiş kredi programlan’ vasıtasıyla sübvanse edilen kredileri temel
sektörlere kanalize ediyordu. Hükümet aynca çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ)
doğrudan yatınmlarını ağır düzenlemelere bağladı. Pek çok sanayi kolunda
yabancı sermayeli yatmmlar yasaklandı. Bu tür yatırımlara izin verildiğinde
bile, yabancıların edinebilecekleri azâmi mülkiyet düzeyine tavan koyan (genellikle
% 49) katı sınırlamalar mevcuttu. Yabancı firmalar teknoloji transferiyle ve
kullandıkları girdilerin belirli oranda asgari bir kısmım yerli kaynaklardan
tedarik etmekle (yerel muhteva yükümlülüğü diye anılır) yükümlü tutuluyorlardı.
Japon hükümeti, eski ve fahiş fiyatlandırılmış teknolojilerin ithalatını
engellemek için ülkeye teknoloji girişini de düzenledi. Bununla birlikte Japon
hükümeti, 19. yüzyıldakinden farklı olarak temel imalat sanayilerinde KÎT’leri
kullanmadı.
II. Dünya Savaşı’mn sonunda
nispeten geri kalmış ve hızlı sınaî kalkınma ihtiyacı duyan Finlandiya, Norveç,
İtalya ve Avusturya gibi ülkeler de Fransa ve Japonya’nın kendi sanayilerini
desteklerken kullandıklarına benzer stratejiler izlemişlerdir. Bu ülkelerin
tümü 1960’lara kadar görece yüksek tarifeler uygulamışlardır. Tümü sanayilerini
geliştirmek için KÎT’leri fiilen kullanmışlardır. Finlandiya, Norveç ve
Avustuya’da hükümetler stratejik endüstrilere banka kredilerinin
yönlendirilmesine doğrudan müdahil olmuşlardır. Finlandiya yabancı sermayeli
yatırımları sıkı biçimde denetlemiştir. İtalya’nın pek çok bölgesinde, yerel
hükümetler kendi bölgelerindeki küçük ve orta ölçekli firmalara pazarlama ve
arge desteği sağlamışlardır.
Dolayısıyla, hem kullanılan
politikaların bileşimi hem de zamanlamaları ve kullanıldıkları süreler ülkeden
ülkeye değişmekle birlikte; bugünün zengin ülkelerinin tamamı kendi bebek
endüstrilerini teşvik etmek için, ulusalcı politikaları (örneğin, tarifleri,
sübvansiyonları ve dış ticaret kısıtlamalarım) kullanmışlardır. Bazı istisnalar
da mevcuttur: Özellikle Hollanda (19. yüzyıldan bu yana serbest ticarete
bağlılıkta kendisini en iyi kanıtlayan ülkedir) ve İsviçre (I. Dünya Savaşı’na
kadar) kesintisiz serbest ticaret yapmışlardır. Fakat bunlar bile 20. yüzyılın
başlarına kadar patentleri korumamaları sebebiyle, bugünün neoliberal ülküsüyle
uyumlu değillerdir. Hollanda 1817’de bir patent kanunu çıkarmış, ancak bu
kanunu 1869’da yürürlükten kaldırıp 1912’ye kadar uygulamamıştır. İsviçre ilk
patent kanununu 1888’de yürürlüğe sokmuş, fakat sadece mekanik icâtlan
korumuştur. Tam bir patent kanunu ancak 1907’de çıkarmıştır (Altıncı bölümde bu
tür örneklere daha geniş yer verilecektir).
Bu bölümde sunduğum türden
tarihsel kanıtlara karşı, serbest ticaret yanlısı iktisatçılar korumacılık ve
İktisadî kalkınmanın birlikte mevcut olmasının, tek başına; ilkinin İkincisine
yol açtığının ispatlamayacağını ileri sürmektedirler. Bu doğrudur. Fakat ben en azından birşeyi
(İktisadî kalkınma) onunla bir arada bulunan başka birşeyle (korumacılık)
açıklamaya çalışıyorum. Serbest ticaret yanlısı iktisatçılar, bugünün zengin
ülkelerinin zengin olmadan önce serbest ticarete pek fazla rağbet etmediklerini
dikkate alarak, bu ülkelerin İktisadî başarılarına dair serbest ticaretin nasıl
bir açıklama getirdiğini açıklamak zorundadırlar.
Tarihten doğru dersleri almak
Romalı politikacı ve filozof
Çiçero bir defasında şöyle demiştir: ‘Eski zamanlarda ne yapıldığını
bilmemek her zaman çocuk kalmaktır. Eğer evvelki dönemlerin emekleri
kullanılmazsa, dünya daima bilginin başlangıç aşamasında kalmak zorundadır.’
Bu düşünce, başka hiçbir yerde
konuyla kalkınma politikasının tasarımında olduğundan daha fazla ilgili
olmadığı halde daha fazla göz ardı edilmemiştir. Kullanabileceğimiz pekçok
tarihsel tecrübeye sahip olmamıza rağmen, bunları öğrenmek zahmetine
katlanmıyoruz ve sorgulamaksızın, yaygın kabul gören bugünün zengin ülkelerinin
serbest ticaret, serbest piyasa politikasıyla kalkındıkları söylencesini kabul
ediyoruz.
Fakat tarih bize, neredeyse tüm başanlı
ülkelerin kalkınmalarının başlangıç aşamalarında, ekonomilerini geliştirmek
için korumacılığın, sübvansiyonlara! ve düzenlemelerin bir kanşımmı kullandıklarını
söylüyor. Birinci bölümde ele aldığım başan kazanmış gelişmekte olan ülkelerin
tarihleri bunu gösteriyor. Daha önemlisi, bu bölümde söz ettiğim gibi bugünün
zengin ülkelerinin tarihleri de bunu doğruluyor.
Maalesef, tarihin başka bir dersi
de şudur: Zengin ülkelerin fakir ülkeleri serbest piyasa ve serbest ticaret
politikalarına zor
layarak, kendilerinin yukarı
tırmanmalarını sağlayan ‘merdiveni itmişlerdir’. Sanayileşmiş ülkeler geçmişte
başarıyla kullandıkları ulusalcı politikaları kullanarak yükselen daha çok
rakip istemiyorlar. Zengin ülkeler kulübünün en yeni üyesi olan kendi ülkem Kore
dahi bu yaklaşımın bir istisnası değildir. Bir zamanlar dünyanın en korumacı
ülkelerinden biri olmasına rağmen Kore, şimdi DTÖ içinde, bütünüyle serbest
ticareti olmasa bile sınaî tarifelerin yüksek oranda düşürülmesi gerektiğini
savunuyor. Bir zamanlar fikrî mülkiyet haklan konusunda dünyanın korsanlık
başkenti olmasına karşın Kore, kendi pop müziğinin korsan CD’lerini ve
filmlerinin korsan DVD’lerini üreten Çinlilerden ve VietnamlIlardan rahatsız
oluyor. Daha kötüsü, Koreli serbest ticaret yanlılan; çok da uzun olmayan bir
süre önce, evvelki işlerinde müdahaleci, korumacı politikalan fiilen tasarlayıp
uygulayanlarla genellikle aynı insanlar. Pek çoğu muhtemelen serbest zamanlarında
korsan yöntemlerle kopyalanmış rockandroll müzik dinlerlerken ve Hollywood filmlerinin
korsan videolarını izlerlerken, serbest piyasa iktisadını Amerikan iktisat ders
kitaplanmn korsan kopyalarından öğrendiler.
Bununla birlikte, ‘merdiven
itmek’ten daha yaygın ve önemli olanı tarihsel bellek yitimidir. Bir ülkenin
kendine dair şimdiki görüntüsüne uygun hâle getirmek için tarihin yeniden
yazıldığı tedrici ve kurnaz süreci Prolog’da izah ettim. Sonuçta, zengin
ülkelerden pekçok kişi serbest ticaret, serbest piyasa politikalarını
önerirken; bunların kendi ülkelerini zenginleştirmek için atalarınca kullanılan
politikalar olduklarına gerçekten inanırlar. Fakir ülkeler bu tür politikaların
zararlarını protesto ettiklerinde, protestolar entelektüel düzeyde yanlış
olmakla veya bu ülkelerin yolsuzluk
batağındaki liderlerinin çıkarlarına hizmet etmekle suçlanarak
reddedilirler. Kötü Samiriyeliler’in
önerdikleri politikaların tarihin bize en iyi kalkınma politikalarının neler
olduğuna dair öğrettikleriyle temelden çeliştikleri asla akıllarına gelmez.
Politika önerilerinin gerisindeki niyet saygıdeğer olabilir. Fakat bu
tavsiyelerin sonuçlan, merdiveni kasıtlı olarak itmeyi isteyenlerin
önerdiklerinden daha az zararlı değillerdir.
Ne mutlu ki tarih, başanlı
ülkelerin Kötü Samiriyeliler gibi davranmalarının kaçınılmaz olmadığını ve daha
önemlisi, böyle davranmanın gerçek anlamda kendi menfaatlerine uygun olmadığım
da gösterir. Bu doğrultudaki en yakın ve önemli dönem 1947’de Marshall
Planı’nın uygulamaya girmesiyle 1980’lerde neoliberalizmin yükselişi arasında
yaşanmıştır.
Haziran 1947’de ABD önceki
dönemde yürüttüğü, Alman ekonomisini kasten zayıflatma politikasını terk etmiş
ve savaş sonrasında Avrupa’nın yeniden inşasına büyük tutarda para aktaran
Marshall Planı’m uygulamaya sokmuştur.
Söz konusu tutar muazzam olmasa da Mashall Planı savaşın dağıttığı
Avrupa ekonomilerininin temel ithalat harcamalarını ve altyapılarının yeniden
inşasını finanse ederek, yeniden harekete geçmelerinde önemli bir rol
oynamıştır. Daha önemlisi bu durum, ABD’nin başka ulusların, hatta eski
düşmanlarının bile zenginleşmesinde kendi menfaatini gördüğünü gösteren siyasî
bir sinyaldir. ABD ayrıca, diğer zengin ülkelere fakir ülkelerin ekonomilerini
ulusal politikalar vasıtasıyla geliştirmelerine yardımcı olma, en azından
engellememe konusunda öncülük etmiştir. Yine 1947’de oluşturulan GATT {Genel
Tarifeler ve Ticaret Anlaşması General Agreement on Tariffs and Trade)
aracılığıyla ABD ve diğer zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin
üreticilerini kendilerinden daha aktif biçimde korumalarına ve sübvanse
etmelerine izin vermişlerdir. Bu, gelişmekte olan ülkelerin serbest ticarete
zorlandığı sömürgecilik ve eşitsiz anlaşmalar dönemlerine kıyasla çok büyük bir
farklılıktır. Bu durumun sebebi kısmen İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde sömürgecilik
dönemine dair suçluluk duygusu olsa da; esasen, küresel ekonominin yeni
hegemonu ABD’nin o dönemde fakir ülkelerin ekonomik kalkınma sorunlarına daha
bilinçli yaklaşmasına dayanmaktadır.
Bu bilinçli stratejinin sonuçlan
muhteşemdi. Bu sayede zengin ülkeler ‘Kapitalizmin Altın Çağı’ (195073) diye
anılan dönemi yaşadılar. Kişi başına
gelirin büyüme oram Avrupa’da liberal altın çağdaki (18701913) % 1,3’ten hızla
% 4,1’e yükseldi. Bu oran Japonya’da % 1,5’ten % 8,1 ’e fırlarken, ABD’de %
1,8’den % 2,5’e yükseldi. Bu muhteşem büyüme performanslan, daha az gelir
eşitsizliği ve ekonomik istikrarla bir aradaydı. Daha önemlisi, bu dönemde
gelişmekte olan ülkeler de çok iyi performans sergilediler. Birinci bölümde
işaret ettiğim gibi, gelişinekte olan ülkeler 1960’larda ve 1970’lerdeki
‘hoşgörülü’ uluslararası sistem altında ulusalcı politikalar izlediklerinde
kişi başına gelir bakımından % 3 oranında büyüdüler. Bu ‘ilk küreselleşme’
(18701913) esnasındaki eski liberal politikalar altında erişilebilenin çok üzerindedir
ve neoliberal politikalar altında yaşanan 1980’lerden bu yana ulaşılanın iki
katıdır.
Bazıları ABD’nin 19471979
dönemindeki cömertliğini, sadece Soğuk Savaş döneminde SSCB ile arasındaki
rekabet sebebiyle fakir ülkelere iyi davranılması olarak değerlendirip
azımsadılar. Soğuk Savaş’ın ABD’nin dış politikası üzerinde önemli etkisi
olduğunu inkâr etmek aptalca olacaktır. Fakat bu durum bizi, gerektiğinde
kimsenin hakkını teslim etmekten alıkoymamalıdır. 19’uncu yüzyılın sonlarında
ve 20. yüzyılın başlarındaki ‘emperyalizm çağı’nda güçlü ülkeler zayıf
ülkelere, kendi aralarındaki yoğun rekabete karşın iğrenç davranmışlardır.
Son iki bölümde ele aldığım yakın
ve daha uzak tarihsel süreç izleyen bölümlerde tartışacağım konuların daha iyi
anlaşılmasını sağlayacak. Sonraki bölümlerde bugünün Kötü Samiriyeliler’inin
temel İktisadî politika alanlarında (uluslararası ticaret, yabancı sermayeli
yatırımlarına ilişkin düzenlemeler, özelleştirme, patentler gibi fikrî mülkiyet
haklarının korunması ve makroekonomik politika) tam olarak ne şekilde hatalı
olduklarını açıklayacağım ve eğer fakir ülkelerde İktisadî kalkınmayı
desteklemek istiyorlarsa davranışlarını nasıl değiştirmeleri gerektiği
konusunda öneriler getireceğim.
Kaynak: Ha-Joon Chang, SANAYİLEŞMENİN GİZLİ
TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar