Print Friendly and PDF

Daniel Defoe’nin çifte yaşamı Zengin ülkeler nasıl zengin oldular?

Bunlarada Bakarsınız


Robinson Crusoe'nun yazarı Daniel Defoe’nin renkli bir yaşamı vardı. Roman yazmaya başlamadan önce yünlü mallar, iççamaşırı, çorap, şarap ve tütün ithal eden bir işadamıydı. Kraliyet piyangolarında ve bir evin pencere sayısına göre tahsil edilen bir tür emlak vergisi olan kötü şöhretli ‘pencere vergisini’ toplayan Cam Vergisi Bürosu’nda hükümet için çalıştı. Ayrıca, etkili bir siyasî broşür yazarıydı ve ikili yaşamını bir hükümet casusu olarak sürdürdü. İlkin Avam Kamarası’nın muhafazakâr başkam Robert Harley için casusluk yaptı. Sonra yaşamını, Harley’in baş siyasî düşmanı Robert Walpole’un Whig hükümeti için casusluk yaptığı günlerde daha da karmaşıklaştırdı.

Bir işadamı, roman yazan, vergi tahsildân, siyasî yorumcu ve casus olmak yeterince teşvik edici değilir iş gibi Defoe iktisatçıydı da. Yaşamının bu yanı casusluğundan bile az bilinir. Robinson Crusoe ve Moll Flanders'ın da aralarınds bulunduğu romanlarından farklı olarak; Defoe’nin temel İktisadî eseri olan ve 1728’de yayınlanan İngiliz Ticaretinin Bir Planı [A Plan of the English Commerce] adlı kitabı şimdilerde neredeyse unutulmuştur. Paula Backscheider’ın ödül kazanan Defoe biyografisi bu kitabı genellikle, Defoe’nin Amerikan yerlilerine ilişkin görüşleri gibi önemsiz konulara atıflarla anarken; bu kitap Richard West’in yazdığı popüler Defoe biyografisinde anılmaz bile.  Bununla bir

likte bu kitap, Tudor döneminin sanayi politikasına dair eksiksiz ve kavrayışlı bir görünüm sunar; ki bu dönemin bugün bize öğretecek çok şeyi vardır.

Kitapta (bundan sonra kısaca Bir Plan denilecektir) Defoe, Tudor hükümdarları, özellikle VII. Henry ve I. Elizabeth tarafından korumacılığın, sübvansiyonların, tekel haklarının dağıtımının, devlet destekli sınaî casusluğun ve devlet müdahalesinin diğer araçlarının; dönemin Avrupa’sında bilinen en yüksek teknolojinin sahibi olan İngiliz yünlü kumaş endüstrisini geliştirmek için nasıl kullanıldığını anlatır. Tudor devrine kadar İngiltere, ithalatını finanse edebilmek için ham yün ihracatına dayalı olan nisbeten geri kalmış bir ekonomiydi. Yünlü kumaş imalât sanayii Aşağı Ülkeler’de (bugünkü Belçika ve Hollanda), özellikle de Flaman kentleri Bruges, Ghent ve Ypres’de yoğunlaşmıştı. İngiltere, ham yünü ihraç ediyor ve makûl bir kâr elde ediyordu. Fakat yünü elbiselere nasıl dönüştüreceklerini bilen diğer ülkeler, çok daha büyük kârlar elde ediyorlardı. Bu başkalarının yapamadığı zor işleri yapabilenlerin daha çok kâr edebileceği bir rekabet yasasıydı ve VII. Henry’nin 15. yüzyılın sonunda değiştirmek istediği bir durumdu.

Defoe’ye göre, VII Henry yünlü kumaş imalâtına uygun yerlerin belirlenmesi için kraliyet memurlarını gönderdi.  Kendisinden önceki kral III. Edward gibi Aşağı Ülkeler’den beceri sahibi işçileri kaçırttı.  VII. Henry ham maddenin yurt içinde ilâve işleme tâbi tutulmasını özendirmek için ham yün ihracatı üzerindeki vergiyi de yükseltti ve hattâ geçici olarak ihracını yasakladı. 1489’da ilâve işlemeyi yurt içinde özendirmek için üretimi tamamlanmamış giyim eşyası ihracını da yasakladı.  Oğlu VIII. Henry, aynı politikayı sürdürdü ve tamamlanmamış giyim eşyasının ihracını 1512’de, 1513’te ve 1536’da yasakladı.

Defoe’nin vurguladığı gibi VII. Henry’nin İngiliz imalâtçılarının Aşağı Ülkeler’deki ileri rakiplerini nasıl hızla yakalayabilecekleri gibi kuruntuları yoktu.  Kral, İngiltere sanayisinin işlenmesi gereken yün miktarıyla başedilebilecek ölçüde gelişmesiyle birlikte, sadece ham yün üzerindeki vergileri artırdı. Henry koyduğu yasağı, İngiltere’nin ürettiği tüm yünü işleme kapasitesine sahip olmadığı anlaşılınca hızla geri çekti.  Hakikâten İngiltere, Bir Plan'^ göre I. Elizabeth’in hükümdarlığının ortasına yani 1578’e kadar; VII. Henry’nin 1489’da ‘ithal ikâmeci endüstrileşme’ politikasını başlatmasından yaklaşık 100 yıl sonra ham yün ihracını tamamıyla yasaklamaya yetecek büyüklükteki üretim kapasitesine sahip oldu.  Bununla birlikte, ihracat yasağının birkez konmasıyla Aşağı Ülkeler’de hammaddeden yoksun kalan rakip imalâtçılar felâkete sürüklendiler.

VII. Henry tarafından uygulamaya konulan ve kendisini izleyenler tarafından sürdürülen politikalar olmaksızın bütünüyle imkânsız olmasa bile İngiltere’nin bir hammadde ihracatçısından, Avrupa’nın o zamanki ölçülerinde, yüksek teknolojiye dayanan bir sınaî merkeze dönüşmesi çok zor olacaktı. Bu, sanayi devrimini besleyen çok büyük hammadde ve gıda ithalatını finanse eden ihracat kazançlarının büyük bölümünü sağladı.  Bir Plan, kapitalizmin temel söylencesi olan, ‘İngiltere başarılı olmuştur, çünkü refaha giden doğru yolu yani serbest piyasayı ve serbest ticareti diğer ülkelerden önce bulmuştur’ söylencesini paramparça etmiştir.

İktisat hocaları tarafından genellikle ‘rasyonel İktisadî insanın’ katıksız örneği olarak kullanılan Daniel Defoe’nin kurmaca kahramanı Robinson Crusoe, neoliberal serbest piyasacı iktisadın kahramanıdır. Bu iktisatçılar, Crusoe’nun yalnız yaşamasına rağmen her zaman ‘İktisadî’ kararlar vermek zorunda olduğunu ileri sürerler. Crusoe maddî tüketim ve boş zaman isteğini tatmin etmek için ne kadar çalışacağına karar vermek zorundadır. Rasyonel bir insan olarak amacına erişmek için kesinlikle asgari ölçüde çalışır. Varsayalım, Crusoe daha sonra yakın bir adada tek başına yaşayan başka bir insanla karşılaşsın. Bu iki adam birbirleriyle nasıl ticaret yapacaklardır? Serbest ticaret teorisi diyor ki bir piyasanın işe dâhil edilmesi, Crusoe’nun durumunun doğasını temelden değiştirmeyecektir. Hayat büyük ölçüde Crusoe’nun kendi ürünü ve komşusununki arasında bir değişim oranı belirlemeye ihtiyaç duymasına dair ilâve husus dışında eskisi gibi sürer. Rasyonel bir insan olarak Crusoe doğru kararlar vermeyi sürdürecektir. Serbest piyasacı iktisatçılara göre, bunun böyle olması tam olarak bizim serbest piyasaların işlemesinde Crusoe’ya benzememiz sebebiyledir.

Defoe’nin Plan’mın delillerle desteklediği iktisat bilimi türü Robinson Crusoe iktisadının tam tersidir. Bir Plan'da Defoe İngiliz yünlü kumaş imalâtını geliştiren şeyin serbest piyasa değil, devlet korumacılığı ve sübvansiyonlar olduğunu açıkça ortaya koyar. Ülkesinin etkin bir ham yün üreticisi olduğu ve böyle kalması gerektiğine dair piyasadan gelen sinyallere karşı çıkarak, VII. Henry bu tür hoşa gitmeyen gerçekleri kasten çarpıtmıştır. Böylelikle, İngiltere’yi nihayetinde önde gelen bir endüstriyel ülkeye dönüştüren süreci başlatmıştır. İktisadî kalkınma günlük yaşayan Robinson Crusoe gibi kişilerden daha ziyâde VII. Henry gibi geleceği inşa eden kişileri gerektirir.

Dolayısıyla bir casus olarak çifte hayatına ilâveten Defoe, farkına varmaksızın bir iktisatçı olarak da çifte hayat sürmüş; kendi İktisadî analizi serbest piyasanın ve serbest ticaretin sınırlarını açıkça gösterirken, kurmaca eserinde serbest piyasacı iktisadın başkahramanını yaratmıştır.

İngiltere dünyanın sorumluluğunu üstleniyor

Defoe çifte hayatına Tory (Muhafazakâr Parti) hükümeti için bir casus olarak başladı, fakat sonra, belirttiğim gibi Robert Walpole’un Whig hükümeti için casusluk yaptı. Kendi çağdaşlan tarafından böyle anılmasa da Walpole genellikle ilk İngiliz Başbakanı diye bilinir.

Walpole rüşvetçiliğiyle ünlenmiştir. ‘Rüşvetçiliği düzenli bir sisteme dönüştürdüğü’ söylenir. Kendisini şaşırtıcı biçimde 21 yıl (1721 1742) başbakanlıkta tutan ve aristokratik ünvanların, devlet ofislerinin ve ikramiyelerin dağıtımına dayanan güç temelini muhafaza etmek için maharetle yönetmiştir. Walpole’un siyasî becerileri Jonathan Svvift’in romanı Gulliver’in Seyahâtler/’nin Flimnap karakteri ile ölümsüzleştirilmiştir. Flimnap, Lilliput imparatorluğunun başbakanı ve Lilliput’ta yüksek mevkilerde bulunanların çocukça seçim yöntemi olan Halat Dansı’nın en iyi oyuncusudur.11

Bununla birlikte Walpole hayli yetenekli bir iktisat yöneticisiydi. Maliye bakanlığı döneminde borçların ödenmesine tahsis edilmiş bir ‘iflas fonu’ kurarak hükümetinin saygınlığım güçlendirmiştir. Kötü şöhretli Güney Denizi Balonu’nun (South Sea Buble)  arkasında bıraktığı finansal karmaşayı yönetme becerisine sahip tek kişi olduğu için 1721’de başbakan olmuştur.

Başbakan olunca Walpole İngiliz sanayi ve ticaret politikalarının odağını ciddi biçimde farklılaştıran bir politika reformunu uygulamaya soktu. Walpole’dan önce İngiliz hükümetinin politikaları genel olarak sömürgecilik ve Denizlerde Seyir Kanunu (Navigation Act) (Bu kanun İngiltere’yle ticarette tüm malların İngiliz gemileriyle taşınmasını zorunlu kılıyordu.) vasıtasıyla ticareti geliştirmeyi ve devlet gelirlerini artırmayı amaçlıyordu. Yünlü kumaş imalatının özendirilmesi en önemli istisnaydı. Fakat bu bile kısmen, daha çok devlet geliri elde etmek isteğiyle planlanmıştı. Walpole’un 1721’den sonra uygulamaya soktuğu politikalar; tersine, kasıtlı biçimde imalat sanayilerini özendirmeyi amaçlıyorlardı. Yeni kanunu uygulamaya sokarken kralın parlamentoda yaptığı konuşma aracılığıyla Walpole: “Sınaî malların ihracatı ve yabancı hammaddelerin ithalatı kadar hiçbir şeyin kamunun yararına katkı sağlamadığı ortadadır” diyordu.

Walpole’un 1721 kanunu esasen İngiliz imalât sanayilerini yabancı rekabetten korumayı, bunlan sübvanse etmeyi ve ihracata teşvik etmeyi amaçlıyordu.  İmalâtta kullanılan hammaddeler üzerindeki gümrük vergileri indirilirken, hatta tümüyle kaldırılırken, ithal edilen yabancı sınaî mallar üzerindeki gümrük vergileri ciddi ölçüde yükseltildi. Sanayiye dayanan ihracat, sübvansiyonları da içeren bir dizi tedbirle teşvik edildi.  Nihayet, dürüst olmayan imalâtçılar İngiliz mallarının yabancı pazarlardaki itibarına zarar vermesin diye sınaî malların, özellikle tekstil ürünlerinin kalite kontrollerinin yapılması için düzenlemeler getirildi.

Bu politikalar Japonya, Kore ve Tayvan gibi Doğu Asya’mn II. Dünya Savaşı sonrasındaki ‘mucize ekonomileri’ tarafından aynı ölçüde başarıyla uygulananlarla çarpıcı biçimde benzerdir. İhraç edilen sınaî malların üretiminde kullanılan girdiler üzerinden ödenen gümrük vergilerinin iadesi* ve hükümetlerce ihraç ürünleri kalite standartlan konulması** gibi, 1950’lerde Japon politika yapıcıları tarafından icat edildiğine inanılan politikalar (ben de öyle olduklarını sanıyordum), gerçekte daha erken dönemlerdeki İngiliz buluşlandır.

Walpole’un korumacı politikalan, İngiliz imalât sanayicilerinin Kıta Avrupasmdaki rakiplerini yakalamalarına ve nihayetinde hızlanıp önlerine geçmelerine yardım ederek, sonraki yüzyılda yürürlükte kaldı. İngiltere 19. yüzyılın ortasına kadar hayli korumacı bir ülkeydi. 1820’de İngiltere’nin sınaî mallar ithalatında ortalama gümrük tarife oranı, Alçak Ülkeler’deki % 68, Almanya ve İsviçre’deki % 812 ve Fransa’daki % 20’ye kıyasla % 4555’ti.

Bununla birlikte gümrük tarifeleri İngiliz ticaret politikasının cephaneliğindeki tek silâh değildi. İş sömürgelerine geldiğinde İngiltere, gelişmesini istemediği ileri sınaî faaliyetlere doğrudan yasak koymaktan memnundu. Walpole, Amerikalıları yüksek katma değerli çelik ürünleri yerine düşük katma değerli pik ve çubuk demir üretiminde uzmanlaşmaya zorlayarak, yeni çelik kesme ve haddeleme fabrikalarının inşasını yasaklamıştır.

İngiltere iç ve dış pazarlarda kendi ürünleriyle rekabet eden sömürgelerinden İngiltere’ye ve başka ülkelere ihracatı da yasaklamıştır. O zamanlar kendi ürettiğinden daha üstün olan Hintli pamuklu tekstil ürünlerinin (‘calicoes’) İngiltere’ye ithalatını yasaklamıştır. 1699’da İrlanda’nın yünlü kumaş endüstrisini yok ederek ve Amerika’daki yünlü imalâtının ortaya çıkışını baskı altına alarak, sömürgelerinden üçüncü ülkelere yünlü giyim eşyası ihracatım yasaklamıştır.

Nihayet, sömürgelerinde birincil emtia üretimini teşvik eden politikalar .benimsemiştir. Walpole, Amerikan sömürgelerinde üretilen kendir, tahta ve kereste gibi hammaddeler üzerine ihracat sübvansiyonları koymuş ve gümrük vergilerini kaldırmıştır. Walpole, sömürgelerde yaşayanların birincil emtiaların üretimine saplanıp kalmalarını ve hiçbir zaman İngiliz sömürgecilere rakip olamamalarını tümüyle teminat altına almak istiyordu. Dolayısıyla, sömürgelerde yaşayanlar en kârlı ‘ileri teknoloji’ sanayilerini İngiltere’nin ellerine terk etmeye zorlandılar. Bu durum İngiltere’ye dünyanın gelişme sürecinin en ileri safhasında bulunmaktan kaynaklanan yararların tadını çıkarma garantisi veriyordu.

İngiliz ekonomisinin çifte hayatı

Dünyanın ilk ünlü serbest piyasa iktisatçısı olan Adam Smith, Walpole’un başmiman olduğu ve kendisinin ‘merkantilizm’ diye adlandırdığı sisteme öfkeyle saldırdı. Adam Smith’in başyapıtı Ulusların Zenginliği, İngiliz merkantil sisteminin zirvesine eriştiği 1776 yılında yayınlandı. Smith sistemin yaratıyor olduğu rekabetin korumacılık, sübvansiyonlar ve tekel imtiyazlarının ihdası yoluyla sınırlandmlmasının İngiliz ekonomisi için kötü olduğunu ileri sürüyordu.

Adam Smith, Walpole’un politikalarının devrinin geçtiğinin farkındaydı. Bu politikalar olmaksızın pek çok İngiliz sanayi dalı, kendilerinden üstün yabancı rakiplerini yakalama şansı elde edemeden önce silinmiş olacaklardı. Fakat İngiliz sanayileri uluslararası düzeyde birkez rekabet gücü kazanınca; korumacılık, eskiye kıyasla daha az gerekli hatta rakipleri de korumacılığa sevk eden bir noktaya geldi. Smith’in gözlemlediği gibi, artık korunmaya ihtiyaç duymayan endüstrilerin korunması, bunların eski dinamizmlerini ve etkinlik düzeylerini yitirmelerine yol açıyordu. Dolayısıyla serbest ticareti benimsemek şimdi, gittikçe artan ölçüde İngiltere’nin menfaatineydi. Bununla birlikte Smith kendi zamanının ötesindeydi. Görüşleri hakikaten etkili olmadan önce başka bir kuşağın daha geçmesi gerekiyordu ve Ulusların Zenginliği’nin yayımından 84 yıl sonrasına kadar İngiltere gerçek anlamda bir serbest ticaret ülkesi olmadı.

Ulusların Zenginliği'nin yayınından kırk yıl sonrasında 1815’teki Napolyon Savaşları’nın sonuna kadar, Belçika ve İsviçre gibi ülkelerin liderliği elde tuttukları birkaç alan dışındaki tüm alanlarda teknolojik liderliğe sahip olan İngiliz sanayicileri, dünyada güçlü biçimde yer edinmişlerdi. İngiliz imalâtçılar serbest ticaretin artık kendi menfaatlerine uygun olduğunu kavradılar ve bunu savunmaya giriştiler (daha önce söylediğim gibi kendilerine uygun olduğunda ticareti sınırlamaktan doğal olarak memnunlardı; örneğin pamuklu kumaş imalâtçılarının, yabancı rakiplere katkı sağlayabilecek tekstil makinalan ihracatı söz konusu olduğunda yaptığı gibi). Özellikle, imalâtçılar ülkenin ucuz tahıl ithalat kabiliyetini sınırlayan Mısır Kanunları’nın yürürlükten kaldırılması için ısrarla uğraşmışlardır. Bunlar için ucuz gıda daha önemliydi. Çünkü ucuz gıda ücretleri düşürüp kârları artırabilirdi.

Mısır Kanunu karşıtı kampanya; iktisatçı, politikacı ve borsa oyuncusu David Ricardo’ya çok yardım etmiştir. Ricardo böylelikle, bugün bile serbest ticaret teorisinin özünü oluşturan karşılıklı üstünlükler teorisini ortaya koydu. Ricardo’dan önce dış ticaretin sadece bir ülke bir şeyi ticaret ortağından daha ucuza yapabildiğinde anlam taşıdığı düşünülürdü. Sağduyuya dayanan bu gözlemi zekice tersine çevriren Ricardo; bir ülke her şeyi diğerinden daha ucuza üretebilse bile, iki ülkenin kendi aralarında ticaret yapmalarının anlamsız olmayacağını ileri sürdü. Bu ülke her malm üretiminde diğerinden daha etkin olmasına karşın, ticaret ortağına kıyasla maliyet avantajının en yüksek olduğu alanlarda uzmanlaşarak ticaretten yine de kazançlı çıkabilirdi. Tersine, ticaret ortağına kıyasla diğer ülke hiçbir ürünün üretiminde maliyet avantajına sahip olmasa da, eğer en az maliyet dezavantajına sahip olduğu ürünlerde uzmanlaşırsa o da ticaretten kazançlı çıkabilirdi. Bu teori ile Ricardo 19. yüzyılın serbest ticaretçilerine, serbest ticaretin her ülkeye yarar sağladığını ileri sürmeleri için basit fakat güçlü bir araç sağlamıştır.

Ricardo’nun teorisi kendi dar sınırlan içinde bütünüyle doğrudur. Karşılaştırmalı üstüklükler teorisi haklı olarak mevcut teknoloji düzeyini veri kabul etmekte ve ülkelerin nisbeten daha rekabetçi olduklan alanlarda uzmanlaşmalarının kendileri için daha iyi olacağını söylemektedir. Kimse bu görüşe karşı çıkamaz.

Fakat bir ülke başka birkaç ülkenin yapabildiği daha zor şeyleri yapabilmek ve ekonomisini geliştirmek amacıyla daha ileri teknolojileri elde etmek istediğinde Ricardo’nun teorisi işe yaramaz. Yeni teknolojilerin absorbe edilmesi zaman ve tecrübe gerektirir. Dolayısıyla teknolojisi geri olan üreticiler bu öğrenme döneminde dış rekabete karşı korunmaya ihtiyaç duyarlar. Bu tür bir koruma, ülke daha iyi ve daha ucuz ürünleri ithal etme şansını kullanmadığı için maliyetlidir. Bununla birlikte eğer bu ülke ileri sanayi dallarını geliştirmek istiyorsa, bu bedelin ödenmesi zorunludur. Görüldüğü gibi Ricardo’nun teorisi statükoya kabul edenler için uygundur ama değiştirmek isteyenlere uymaz.

İngiliz ticaret politikasındaki büyük değişim 1846’da Mısır Kanunları yürürlükten kaldırıldığında ve pek çok sınaî mal üzerindeki gümrük tarifesi iptal edildiğinde ortaya çıkmıştır. Serbest ticaret yanlısı iktisatçılar bugün Mısır Kanunlan’nın yürlüklükten kaldırılmasını Adam Smith ve David Ricardo’nun bilgeliklerinin, yanlış olduğu hâlde dirençle savunulan merkantilizm üzerindeki nihaî zaferi olarak resmetmeyi seviyorlar.  Columbia Üniversitesi’nden zamanımızın önde gelen serbest ticaret yanlısı Jagdish Bhagwati bunu bir ‘tarihî geçiş’ olarak adlandırmaktadır.

Bununla birlikte, bu dönemi bilen pek çok tarihçi, Mısır Kanunu karşıtı kampanyanın biricik amacının gıda fiyatlarını ucuzlatmak olduğunu işaret ederler. Bu aynı zamanda, tarımsal ürünler ve birincil malzemeler için kendi iç pazarını genişleterek Kıta Avrupasındaki sanayileşmeye yönelişi durdurmayı hedefleyen bir ‘serbest ticaret emperyalizmiydi’ de.  İngiltere tarımsal ürünlerde kendi iç pazarım geniş şekilde dışa açarak, tarıma geri dönmeleri için rakiplerinin akıllarını çelmek istedi. Mısır Kanunu karşıtı hareketin lideri Richard Cobden şunları ileri sürmüştür: ‘Mısır Kanunları olmaksızın, Amerika ve Almanya’da fabrika sisteminin yer bulması her durumda imkânsızdı. Fabrika sistemi; Fransa, Belçika ve İsviçre’yle birlikte Amerika ve Almanya’da, bu ülkelerin daha ucuza beslenen sanayicilerine İngiliz zanaatkârırımyüksek fiyatlı yiyeceği sunularak teşvik edilmeksizin katiyen hâlihazırda eriştiği düzeye gelemeyecekti.’  Aynı ruhla 1840’ta, hem Ticaret Kurulu üyesi hem de Mısır Kanunu Karşıtı Birlik’in en önemli üyelerinden biri olan John Bowring, Alman Gümrük Birliği’ne (Zollverein) üye devletlere, buğday üretiminde uzmanlaşmalarını ve İngiliz fabrikalarım satın almak için buğday satmalarını açıkça tavsiye etmiştir.  Daha ötesi, gümrük tarifeleri 1860’a kadar tamamen kaldırılmamıştır. Başka bir ifadeyle, tanınmış iktisat tarihçisi Paul Bairoch’un bir seferinde belirttiği gibi İngiltere serbest ticareti ancak ‘yüksek ve uzun süreli gümrük engellerinin ardında’ rakipleri karşısında teknolojik liderliği ele geçirdiğinde benimsemiştir.  Friedrich List’in ‘merdiveni itmekten’ söz ettiğini söylemeye bile gerek yoktur.

Amerika da kavgaya katılıyor

İngiltere’nin ikiyüzlülüğünün en iyi eleştirisi bir Alman tarafından yapılabilirdi; fakat politikaları bakımından İngiltere’nin merdiveni itişine en iyi direnen ülke Almanya değildi. Yaygın olarak, serbest ticaret yanlısı İngiltere’nin karşısındaki, korumacılık yanlısı ülke diye bilinen Fransa da değildi. Gerçekte karşıtdenge İngiltere’nin eski sömürgesi ve bugünün serbest ticaret şampiyonu ABD tarafından sağlanıyordu.

Amerika’ya İngiliz yönetimi altındayken tam bir sömürgesi muamelesiyle yaklaşıldı. Doğal olarak Amerika kendi yeni endüstrilerini koruması için ihtiyaç duyduğu gümrük tarifelerini kullanmaktan mahrum bırakıldı. İngiliz ürünleriyle rekabet eden mallan ihraç etmesi yasaklandı. Hammadde üretmesi için sübvansiyon verildi. Bundan başka Amerikalıların ne imâl edebileceği üzerine kısıtlamalar konuldu. Bu politikanın gerisindeki ruh en iyi William Pitt the Elder tarafından 1770’de söylenen bir sözle özetlenir. Amerika’daki sömürgelerde yeni endüstrilerin ortaya çıktığı işitilince William Pitt the Elder ünlenen ş sözleri söylemiştir: ‘[Yeni İngiltere] sömürgelerinin bir at nalı kadar sınaî imalât yapmalarına izin verilmemelidir’ .  Gerçekte, İngiliz politikalan bu ifadenin imâ ettiğinden biraz daha hoşgörülüydü: Bazı sınaî faaliyetlere izin verilyordu. Fakat ileri teknoloji ürünlerinin imalâtı yasaklanmıştı.

Tüm İngilizler, Pitt kadar katı yürekli değillerdi. Bazılan Amerikalılara serbest ticareti tavsiye ederek onlara yardım ettiklerine ikna olmuşlardı. Serbest piyasacı iktisadın İskoç babası Adam Smith ciddi şekilde Amerikalılara imalât sanayiini geliştirmemelerini tavsiye etmiştir. Smith ‘Avrupa’da üretilen sınaî malların ithalatının durdurulması yönündeki herhangi bir teşebbüsün Amerika'nın gerçek refaha ve büyüklüğe doğru ilerlemesini sağlamak yerine engelleyeceğini’ ileri sürmüştür.

Pekçok Amerikalı ilk dışişleri bakanı ve üçüncü başkan Thomas Jefferson dâhil aynı fikirdeydiler. Fakat diğerleri bu görüşe şiddetle karşı çıktılar. Bunlar ülkedeki imalat sanayilerinin gelişmesine ihtiyaç duyulduğunu ve bu amaçla hükümetin, kendilerinden önce İngiltere’nin yaptığı gibi, korumacılığı ve sübvansiyonları kullanması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu hareketin entelektüel lideri, sonradan görme bir zengin olan Alexander Hamilton adlı yanİskoçtu.

Hamilton, Karaib adalarından Nevis’te bir İskoç seyyar satıcının ve Fransız kökenli bir kadının gayrimeşru çocuğu olarak doğdu (Hamilton’un babası doğruluğu şüpheli bir aristokratik soy iddiasında bulunurdu). Hamilton katıksız zekâsı ve sınırsız enerjisi sayesinde iktidara tırmandı. Bağımsızlık Savaşı’nda 22 yaşındaydı ve George Washington’ın yaveriydi. 1789’da şoke edici ölçüde genç bir yaşta, 33’ünde, ülkenin ilk maliye bakanı (hazine sekreteri) oldu.

1791 ’de Hamilton ABD Kongresi’ne Sınaî İmalâtçılar Konusundaki Rapor'unu (bundan sonra Rapor olarak anılacaktır) sundu. Rapor’da Hamilton, ülkede sanayiyi geliştirmek için büyük bir programa ihtiyaç duyulduğuna dair görüşünü açıklıyordu. Düşüncesinin özü şuydu: ABD gibi geri kalmış bir ülke ‘başlangıç dönemlerinde bulunan endüstrilerini’ yabancı rekabetten korumalı ve bunları kendi ayaklan üzerinde durabilecekleri noktaya kadar desteklemelidir. Kendi genç ülkesine bu tür bir hareket rotası önerirken, o zamanın ikinci sınıf bir üniversitesinden (King College of New York, şimdiki Columbia Üniversitesi) sadece genel toplum bilimleri derecesi alan 35 yaşındaki küstah maliye bakanı dünyanın en ünlü iktisatçısı Adam Smith’in tavsiyesine açıkça karşı çıkıyordu.

Gösterdiğim gibi ‘bebek endüstrileri’ koruma uygulaması daha önce de vardı. Fakat bunu ilk kez bir teoriye dönüştüren ve adlandıran kişi Hamilton’dur (‘bebek endüstri’ terimi onun tarafından icat edilmiştir). Teori daha sonra, genellikle yanlış biçimde bu teorinin babası olarak bilinen Frederich List tarafından geliştirilmiştir. List başlangıçta hakikâten bir serbest ticaret ticaret yanlısıydı; dünyanın ilk serbest ticaret anlaşmalarından biri olan Alman Zollverein'm veya Gümrük Birliği’nin önde gelen savunucularından biriydi. List bebek endüstri tezini 1820’lerde ABD’deki siyasî sürgün dönemi esnasında Amerikalılardan öğrendi. Hamilton’un bebek endüstri tezi pek çok ülkenin ekonomik gelişme programına kuşaklar boyunca esin kaynağı ve serbest ticaret yanlısı iktisatçılar için umacı (bete noire) olmuştur.

Hamilton Rapor'da ülkesinin sınaî kalkınması bakımından bir dizi tedbir önermiştir. Bunlar arasında korumacı gümrük tarifeleri ve ithalat yasaklan, sübvansiyonlar, çok kritik hammaddeler için ihracat yasaklan, sınaî girdiler için ithalatta liberalizasyon ve gümrük verigisi iadeleri, icâtlar için ödüller ve patentler, ürün standartlanmn düzenlenmesi ile finansal ve ulaştırma altyapısının geliştirilmesi vardır.  Hamilton’un haklı olarak bu politikaların uygulanmasında çok ileri gidilmesinin yaratabileceği sakıncalara dair uyansı bir yana, bunlar her durumda hayli etkili ve ‘aykın’ politikalardı. Eğer Hamilton bugün gelişmekte olan bir ülkenin maliye bakanı olsaydı, İMF ve Dünya Bankası onun ülkesine borç vermeyi kesinlikle reddeder ve bakanlıktan alınması için girişimde bulunurlardı.

Hamilton’un Rapor'unun sonrasında Kongre’nin çalışmaları onun tavsiyelerinin çok gerisinde kaldı. Bu durumun sebebi büyük ölçüde, o dönemdeki ABD siyasetine ülkenin sanayisinin gelişmesinde hiçbir menfaati olmayan Güneyli çiftlik sahiplerinin hâkim olmasıydı. Bu kişilerin tarımsal ürün ihracatından elde ettikleri kazançla, mümkün olan en düşük fiyattan Avrupa’dan sınaî mallar ithal edebilmek istemeleri şaşırtıcı değildi. Hamilton’un Rapor'undan sonra yabancı sınaî mallar üzerindeki ortalama gümrük tarife oranı %5’ten yaklaşık %12,5’e yükseltildi. Fakat bu oran, bu ürünleri satın alanları, Amerikan endüstrilerini desteklemeye sevk etmek için çok düşüktü.

Hamilton 1795’te, evli bir kadınla olan evlilik dışı ilişkisinin çevrelediği skandalin ardından, programını daha ileriye götürme şansım yitirerek hazine sekreterliği görevinden istifa etti. Deli dolu olsa da bu zeki adamın hayatı, kendisine meydan okuyan Aaron Burr tarafından New York’taki bir tabanca düellosunda 50’inci yılında bitirildi. Aaron Burr, Hamilton’un sonradan siyasî rakibine dönüşen eski bir arkadaşı ve Başkan Thomas Jefferson’ın yardımcısıydı.  Bununla birlikte, Hamilton’un programımn bütünüyle benimsendiğini görebilmesi için on yıl ya da biraz daha fazla yaşaması gerekirdi.

İngilizAmerikan savaşı 1812’de başladığında, ABD Kongresi gümrük tarifelerini hemen iki katına (%12,5’tan %25’e) çıkardı. Savaş aynca İngiltere’den ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden sınaî malların ithalatını kesintiye uğratarak, yeni endüstrilerin ortaya çıkması imkânını yarattı. O dönemde ortaya çıkan yeni sanayiciler grubu doğal olarak savaştan sonra da korumacılığın sürmesini hatta arttırılmasını istediler.  Ortalama tarife oranı 1816’da %35’e ve 1820 yılma dek Hamilton’m programını güçlü biçimde yerleştirerek %40’a kadar yükseltildi.

Hamilton, bir bakıma ABD’nin II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar izlediği iktisat politikasının ayrıntılı bir planının hazırlanmasını sağlamıştır. Onun bebek endüstri programı hızlı sınaî gelişmenin şartlarını oluşturmuştur. Hamilton, devlet tahvil piyasasını da kurmuş ve bankacılık sisteminin gelişimini desteklemiştir (bir kez daha Thomas Jefferson’m ve takipçilerinin muhalefetine rağmen).  Yakın tarihteki bir sergide, New York Tarih Demeği’nin Hamilton’ı ‘Modem Amerikayı Yapan Adam’ olarak adlandırması abartı değildir.  Eğer ABD, Hamilton’un vizyonunu reddedip, ideal toplumun Yeoman çiftçilerinden oluşan bir tarım ekonomisi olduğunu düşünen başrakibi Thomas Jefferson’ın vizyonunu kabul etseydi (bir köle sahibi olan Thomas Jefferson’ın bu hayat tarzını destekleyen köleleri halının altına süpürmeye mecbur olmasına rağmen); kendisini asla güçlü sömürgeci efendisine başkaldıran küçük bir tarım gücü olmaktan dünyanın en büyük süper gücü olmaya sevk edemeyecekti.

Abraham Lincoln ve Amerika’nın üstünlük girişimi

Hamilton’un ticaret politikasının 1820’lere kadar iyice kurumsallaşmasına karşın, gümrük tarifeleri izleyen otuz yıl boyunca ABD siyasetinde her zaman gerilim kaynağı olmuştur. Kuzeyli sanayileşmiş eyaletler sınaî tarifelerin yüksek tutulmasının ve hatta daha da arttırılmasının gerektiğini ileri sürerlerken, ekonomileri tarıma dayanan Güneyli eyaletler sürekli olarak sınaî mallar üzerindeki tarifeleri düşürmeye teşebbüs etmişlerdir. 1832’de serbest ticaret yanlısı Güney Carolina bir siyasî krize yol açan yeni federal gümrük kanununu kabul etmeyi reddetti. Veto Krizi diye bilinen bu kriz, biraz tarife indirimi öneren (Amerikan serbest piyasa kapitalizminin halk kahramanı olduğu yönündeki imajına kıyasla çok olmasa da) ve Güney Carolina’yı askerî harekât ile tehdit eden Başkan Andrew Jackson tarafından çözüldü. Bu sonuç, vaziyeti geçici olarak idare etti fakat başlayan ihtilaf nihayetinde Abraham Lincoln’un başkanlığı altında çarpışılan iç savaşta kanlı bir çözüme ulaştı.

Pekçok Amerikalı 16. başkan (18611865) Abraham Lincoln’u Amerikalı kölelerin büyük kurtarıcısı olarak anarlar. Fakat o, aynı ölçüde Amerikan sanayiinin ‘Büyük Koruyucusu’ olarak nitelendirilebilir. Lincoln bebek endüstri korumacılığının güçlü bir savunucusuydu. İlk siyasî tecrübesini, ‘Amerikan Sistemi’nin inşaasını savunan Whig Partisi’nden Henry Clay’in yanında kazanmıştır. Amerikan Sistemi bebek endüstri korumacılığından (Clay’m kelimeleriyle ‘Yerli Endüstrilerin Korunması’) ve kanallar gibi altyapı yatırımlarından (‘İçsel İyileştirmeler’) oluşuyordu.  Clay gibi Kentucky eyaletinde doğan Lincoln 1834’te 25 yaşındayken Illinois eyalet meclisi üyesi olarak politikaya girdi ve siyasî kariyerinin başlangıcında Clay’in yeddiemini olarak çalıştı.

Karizmatik bir adam olan Clay, kariyerinin başından itibaren göze çarptı. Neredeyse 1860’ta Kongre’ye seçilir seçilmez Meclis Başkanı oldu (1811’den 1820’ye kadar ve sonra tekrar 1823’ten 1825’e kadar). Batı’dan gelen bir politikacı olarak Clay, Batılı eyaletleri güçlerini, ülkesinin geleceğini gördüğü Kuzeyli eyaletlerin imalât sanyilerinin geliştirilmesi yönünde Kuzeyli eyaletlerle birleştirmeleri için ikna etmeye çalıştı. Sanayinin gelişmemiş olduğu Batılı eyaletler geleneksel olarak serbest ticaret yanlışıydılar ve dolayısıyla, kendilerini serbest ticareti savunan Güneyli eyaletlerle müttefik görüyorlardı. Clay, bölgeyi kalkındırmak için altyapı yatırımları karşılığında korumacı bir sınaî kalkınma programına geri dönmek için taraf değiştirmeleri gerektiğini ileri sürdü. Clay başkanlık için üç kez (1824,1832 ve 1844) yarıştı ve 1844 seçimlerinde popüler oyu kazanmaya çok yaklaşmış olsa da bu girişimlerin tümü başarısızlıkla sonuçlandı. Anılan yıllarda başkan olmayı başaran Whig adayları William Harrison (18411844) ve Zachary Taylor (18491851) belirgin siyasî ve İktisadî görüşleri olmayan generallerdi.

Korumacılık yanlıları için, aday lan olan Lincoln ile en sonunda başkanlığı kazanmayı mümkün kılan şey Cumhuriyetçi Parti’nin kuruluşuydu. Cumhuriyetçi Parti bugün kendisini GOP (Grand Old Party Büyük Eski Parti) olarak adlandırmaktadır; fakat gerçekte Demokrat Parti’den daha gençtir. Demokrat Parti şu ya da bu biçimde Thomas Jefferson’m zamanından beri mevcuttur (Demokrat Parti günümüzün modem izleyicisinin kafasını hayli kanştıracak biçimde Jefferson’ın döneminde Demokratik Cumhuriyetçiler olarak anılıyordu). Cumhuriyetçi Parti, köleliğe dayanan ve giderek sürdürülemez hâle gelen bir tarımsal ekonomiye dönüşten söz etmek yerine hızla dışa (Batı’ya) ve ileriye (sanayileşme vasıtasıyla) doğru ilerleyen bir ülkeye yaraşır yeni bir vizyona dayanan bir 19. yüzyılortası icâdıydı.

Cumhuriyetçi Parti’ye başanyı getiren formül; Whig’lerin Amerikan Sistemi’nin ve Batılı eyaletler tarafından çok istenen kamu arazilerinin (genellikle kanunlara aykın şekilde hâlihazırda işgâl edilmiş kamu arazilerinin) serbestçe dağıtımı işinin bir araya getirilmesiydi. Kamu arazilerinin serbest dağıtımı çağnsı, doğal olarak bunu geniş kapsamlı bir toprak reformuna uzanan tehlikeli bir yolun başlangıcı olarak gören Güneyli toprak sahiplerine tiksindirici görünüyordu. Bu tür bir dağıtım için gereken yasama süreci Güneyli Kongre üyeleri tarafından sürekli olarak engellendi. Cumhuriyetçi Parti, toprağı beş yıl boyunca işleyen her yerleşimciye 160 İngiliz dönümü (acre: 4047 metrekare) toprak vermeye söz veren Homestead Kanunu’nu çıkarmayı taahhüt etti. Bu kanun 1862’de İçsavaş esanasmda parlamentodan geçti. Güneyli Kongre üyeleri bu tarihten önce Kongre’den çekilmişlerdi.

Kölelik, İçsavaş öncesinin ABD siyasetinde, bugün çoğumuzun sandığı kadar aynştıncı bir konu değildi. Köleliğin kaldırılmasını isteyenler, bazı Kuzeyli eyaletler üzerinde, özellikle Massachusetts’te, güçlü bir nüfuza sahiplerdi. Fakat Kuzey’deki yaygın görüş köleliğin kaldırılması yönünde değildi. Köleliğe karşı olan pek çok kişi siyahların ırksal olarak aşağı olduklarını düşünüyor olmaları sebebiyle, onlara oy hakkı dâhil tam vatandaşlık verilmesine karşıydılar. Bu kişiler, radikallerin köleliğin derhal kaldırılması önerisinin gerçekçi olmadığına inanıyorlardı. Büyük Kurtancı’nın (Lincoln) kendisi de bu görüşleri paylaşıyordu. Kölelerin acilen azat edilmelerinde ısrarcı olan bir gazete yazısına cevaben Lincoln şöyle yazıyordu: ‘Eğer Birlik’i (the Union) hiçbir köleyi özgür bırakmaksızın kurtarabilseydim, öyle yapardım; ve eğer bunu tüm köleleri özgürleştirerek yapabilseydim, öyle yapardım; ve eğer bunu bazı köleleri özgürleştirip diğerlerini öylece bırakarak yapabilseydim, yine öyle yapardım’.  Dönemin tarihçileri 1862’de Lincoln’ün köleliği kaldırmasının bir ahlakî kanaat olmaktan daha çok, savaşı kazanmak için stratejik bir hareket olduğu konusunda görüş birliği içindeydiler. Ticaret politikası hakkındaki görüş ayrılığı, İçsavaş’m ortaya çıkışında en azından kölelik kadar ve muhtemelen ondan daha fazla önemliydi.

1860’taki seçim kampanyası esnasında korumacılık yanlısı bazı eyaletlerdeki Cumhuriyetçiler, Clay’in serbest ticaretin Amerikalıların değil de Ingilizlerin menfaatine olduğunu imâ eden Amerikan Sistemi fikriyle oynayarak Demokratlar’a ‘Güneyli İngiliz Tarife karşıtı Birlik karşıtı bir parti’ (‘SouthemBritishAntitariffDisunion party’) [italikler benim] olarak saldırmışlardır.  Bununla birlikte Lincoln seçim kampanyası sırasında sade

ce Demokratlar’ın hücumlarından kaçınmak için değil; parti içindeki bazı serbest ticaret yanlılarının (çoğunlukla kölelik karşıtı eski Demokratlar) mevcudiyeti sebebiyle kırılganlaşan yeni partiyi birlik içinde tutmak için de tarife konusu üzerinde suskun kalmaya çalıştı.

Fakat birkez seçilince Lincoln sınaî mallar üzerindeki tarifeleri ABD tarihinde o zamana kadarki en yüksek seviyesine çıkardı.  Tarife artışına İçsavaş’ın harcamaları mazaret olarak gösterildi. Amerikan tarifelerindeki ilk belirgin yükselişe de îngilizAmerikan Savaşı (18121816) mazeret gösterilmişti. Bununla birlikte savaştan sonra tarifeler, savaş zamanındaki seviyelerinde veya daha yüksek seviyelerde tutuldular. İthal edilen sınaî mallar üzerindeki tarifeler, I. Dünya Savaşı’na kadar %4050 düzeyinde kaldılar. Bunlar dünyadaki en yüksek oranlardı.

1913’te Demokratların seçim zaferinden sonra, sınaî mallar üzerindeki tarife oranını %44’ten %25’e düşüren Undenvood

Gümrük Tarife Kanunu parlamentodan geçirildi.  Fakat çok kısa bir süre sonra Amerika’nın I. Dünya Savaşı’na girmesi sayesinde gümrük tarifeleri yeniden yükseltildi. 1921 yılında Cumhuriyetçilerin iktidara dönüşü sonrasında gümrük tarifeleri, 18611913 dönemindeki zirvelerine geri dönmeseler de yeniden yükseldiler. 1925’e kadar sınaî mallar üzerindeki ortalama tarife oranı %37’ye kadar tırmandı. Büyük Buhran’m hücumunu izleyen dönemde, tarifeleri daha da yükselten 1930’un SmoothHawley Tarifesi geldi.

Mısır Kanunu Karşıtı hareketin çok anlatılan hikmetiyle birlikte, SmoothHavvley Tarifesi’ndeki budalalık, serbest ticaret mitolojisinin temel hikâyesi olmuştur. Serbest ticaretçi iktisatçı Jagdish Bhagwati, SmoothHavvley Tarifesi’ni ‘ticaretkarşıtı budalalığın en açık ve dramatik hareketi’ olarak adlandırmıştır.  Fakat bu görüş yanıltıcıdır. SmoothHawley Tarifesi; kötü zamanlaması, özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin yeni elde ettiği dünyanın en büyük kreditör ülkesi statüsü sayesinde, uluslararası bir gümrük tarifesi savaşını kışkırtabilirdi. Fakat bu en yalın şekliyle, serbest ticaret yanlısı iktisatçıların iddia ettikleri gibi ülkenin geleneksel ticaret politikası duruşundan radikal bir ayrılma değildi. Yasasının çıkarılmasından sonra, sınaî mallar üzerindeki ortalama tarife oranı %48’e yükseldi, %37’den (1925) %48’e (1930) yükseliş tam manasıyla küçük olmasa da bir sismik kayma değildir. Üstelik, yasa sonrasında elde edilen %48’lik oran, ülkede İçsavaş’tan o zamana kadarki dönemde geçerli olan oran aralığının, bu aralığın üst kısmında olsa da, rahatlıkla içine düşer.

ABD 19. yüzyıl boyunca ve tam 1920’ye kadar dünyadaki en1 korumacı ülke olmasına rağmen, aynı zamanda en hızlı büyüyen ekonomiydi de. Saygın İsviçreli iktisat tarihçisi Paul Bairoch, ABD ekonomisinde korumacılığın sadece bir kez kayda değer ölçüde azaltılışının (1846 ve 1861 arasında), ülkenin ekonomik büyüme oram üzerinde belirgin herhangi bir pozitif etkisi bulunduğuna dair kanıt olmadığına işaret etmektedir.  Bazı serbest ticaret yanlısı iktisatçılar, korumacılığa rağmen bu dönemde ABD ekonomisinin hızla büyümesinin, özellikle, bol doğal kaynaklar, büyük iç pazar ve yüksek okumayazma oranı gibi büyüme için elverişli pek çok başka şartın mevcudiyetine dayandığını ileri sürmektedirler.  Bu karşı görüşün gücü, daha sonra göreceğimiz gibi, bu tür koşulların pek azma sahip çok sayıda başka ülkenin korumacı engellerin gerisinde hızla büyüdükleri gerçeği dikkate alındığında azalır. Almanya, İsveç, Fransa, Finlandiya, Avusturya, Japonya, Tayvan ve Kore akla gelen diğer ülkelerdir.

ABD ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra şimdi endüstriyel üstünlüğüne meydan okunamazken ticaretini serbestleştirdi ve serbest ticaret destekçiliğine girişti. Fakat ABD, serbest ticareti İngiltere’nin serbest ticaret döneminde (1860 1932 arasında) uyguladığı ölçüde hiçbir zaman uygulamadı. Hiçbir zaman sıfırtarife rejimine sahip olmadı. Gerektiğinde tarifedışı korumacı tedbirleri kullanırken de çok daha fazla saldırgan davrandı  Üstelik, daha serbest (tamamen serbest olmasa da) ticarete kaydığında bile, ABD hükümeti arge’nin kamu fonlarıyla finansmanı gibi başka araçları kullanarak temel endüstrilerini destekledi. 1950’lerle 1990’ların ortası arasındaki dönemde, ABD federal hükümetinin arge finansmanı, ülkenin toplam arge finansmanının %5070’i mertebesindeydi. Bu düzey, Japonya ve Kore gibi ‘hükümet öncülüğündeki’ ülkelerin %20 civarındaki desteğinin hayli üstündeydi. Federal hükümetin arge finansmanı olmaksızın ABD; bilgisayarlar, yan iletkenler, yaşam bilimleri, internet ile uzay ve havacılık gibi temel endüstrilerde dünyanın geri kalanı üzerindeki teknolojik liderliğini muhafaza edemeyecekti.

Diğer ülkeler, suçlu sırlar

Korumacılığın ekonomik büyüme için kötü olduğu kabul edilirse, tarihteki en başanlı iki ekonomi nasıl bu kadar korumacı olabildi? Muhtemel bir cevap şudur: İngiltere ve ABD korumacılık yaparlarken diğer ülkelerden iktisaden daha başanlılardı çünkü diğerlerinden daha az korumacılardı. O hâlde, korumacı eğilimleriyle bilinen Fransa, Almanya ve Japonya gibi diğer zengin ülkeler muhtemelen İngiltere ve ABD’ninkinden bile daha yüksek tarife duvarlarına sahiplermiş gibi görünmektedir.

Bu doğru değildir. Bugünün müreffeh uluslan arasında yer alan diğer ülkelerden hiçbiri; 1930’larda Ispanya’da yaşanan kısa bir dönem müstesna tutulmak üzere, hiçbir zaman İngiltere ve ABD ölçüsünde korumacı olmamışlardır.  Fransa, Almanya ve Japonya; genellikle korumacılığın vatanı olduklan düşünülen bu üç ülke, daima İngiltere veya ABD’den daha düşük tarife oranlarına sahip olmuşlardır (Almanya ve Japonya, ekonomik üstünlükleri sonrasında serbest ticarete devşirilene kadar).

Fransa genellikle serbest ticaret yanlısı İngiltere’sinin korumacılık yanlısı karşıtı olarak sunulmuştur. Fakat, 1821 ve 1875 arasında, özellikle 1860’ların başlarına kadar, Fransa’nın tarife oranlan İngiltere’ninkilerin altındadır.  Fransa korumacı politikalar izlediğinde bile (1920’lerle 1950’ler arasında) sınaî mallar üzerindeki ortalama tarife oranı hiçbir zaman % 30’un üzerine çıkmamıştır. İngiltere ve ABD’deki ortalama tarife oranlan en yüksek oldukları dönemlerde % 5055 düzeyine erişmişlerdir.

Tarifeler Almanya’da nisbeten düşüktür. 19. yüzyıl boyunca ve 20’inci yüzyılın başında (I. Dünya Savaşı’na kadar) Almanya’daki ortalama tarife oranı % 515 düzeyindedir. Bu oranlar % 3550 aralığındaki Amerikan ve İngiliz (1860’lardan önceki) oranlarından hayli aşağıdadır. Kendi sanayilerinin lehine daha korumacı olduğu 1920’lerde bile Almanya’nın ortalama tarife oranı %20 civarında kalmıştır. Bu anlamda serbest ticaret mitolojisinde sıklıkla anılan faşizm eşittir korumacılık iddiası bir hayli yanıltıcıdır.

Japonya söz konusu olduğundaysa durum şöyledir: Bu ülke sınaî gelişme sürecinin başlangıç döneminde hakikaten serbest ticaretin gereklerini yerine getirmiştir. Ancak bu bir tercih olmaktan öte, 1853’ten başlayarak Japonya’nın Batılı ülkelerce bir dizi eşitsiz anlaşma imzalamaya zorlanmasının sonucudur. Bu anlaşmalar 1911’e kadar Japonya’nın tarife oranlarını % 5’in altında tutmuştur. Fakat ülke, tarifeleri üzerindeki otonomisini yeniden elde edişinden ve sınaî mallar üzerindeki tarifeleri yükseltişinden sonra bile ortalama tarife oranı sadece % 30 civarında kalmıştır.

ABD ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra hâkim konuma geldiğinde, ticaretini serbestleştirmiştir. Bu aşamadan sonra Fransa gibi bazı ülkeler korumacı görünmeye başlamışlardır. Fakat o zaman bile, fark o ölçüde büyük değildir. 1962’de ABD’deki ortalama sınaî tarife hâlâ % 13’tür. Ortalama sınaî tarife oranlarının sadece % 1 olduğu Hollanda ve Almanya, ABD’den belirgin biçimde daha az korumacıdır. Belçika, Japonya, İtalya, Avusturya ve Finlandiya’daki tarife oranlan % 1420 aralığından biraz daha yüksektir. Fransa, 1959’daki % 30 tarife oranıyla bir istisnadır.  ABD 1970’lerin başına kadar serbest ticaretin önde gelen uygulacısı olduğunu iddia edememiştir. O zamana kadar diğer zengin ülkeler, ABD’yi iktisâden yakaladılar ve kendi sınaî tarifelerini düşürebilecek konuma eriştiler. 1973’te, Finlandiya’nın % 13, Avusturya’nın % 11 ve Japonya’nın %10 düzeyindeki tarife oranlarına kıyasla ABD’ninki % 12 idi. AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyelerinin ortalama tarife oranı % 8 ile ABD’ninkinden hatın sayılır ölçüde düşüktü 

Dolayısıyla serbest ticaret yanlısı görüşlerin baş destekçisi olan İngiltere ve ABD sadece serbest ticaret ekonomileri değillerdi, fakat her biri dünyanın baskın sınaî gücü oluncaya kadar zengin ülkeler arasındaki en korumacı iki ekonomiydiler.*

Elbette, tarifeler bir ülkenin yeni oluşan bebek endüstrilerini desteklemek için kullanabileceği pek çok araçtan sadece biridir. Sonuçta, Hamilton’ın orijinal tavsiyesi bebek endüstrileri desteklemek için patentleri, ürün kalitesi standartlarını ve kamusal altyapı yatınmlarını da içeren on bir türde tedbiri listelemektedir. İngiltere ve ABD, tarifeleri en saldırgan biçimde kullanmış olan ülkeler olsalar da diğer ülkeler de sıklıkla diğer politika müdahale araçlarım (örneğin, kamu iktisadi teşebbüslerini, sübvansiyonları veya ihracat için pazarlama desteklerini) yoğun şekilde kullanmışlardır.

Günümüzün zengin ülkelerinin büyük çoğunluğunun devletleri (ABD ve İngiltere hariç), sanayileşme sürecinin başlangıç dönemlerinde, riskli ve büyük ölçekli girişimleri üstlenebilecek yeterli sayıda özel sektör girişimcilerinin bulunmadığı zamanlarda, kamu iktisadi teşebbüslerini kurmuşlardır. Bazı durumlarda, bunlar fiilen kamuözel sektör ortaklığı olan bazı özel sektör girişimlerine pek çok sübvansiyonlar ve başka türde destekler (örneğin, beceri sahibi işçilerin başka ülkelerden kaçırılması) sağlamışlardır. 18. yüzyılda Alman sanayileşmesinin lideri olan Prusya, keten kumaş dokuma, demir ve çelik gibi endüstrilerini bu tür yöntemlerle desteklemiştir. Japonya çelik gemi yapımı ve demiryolu endüstrilerini devlet mülkiyeti ve seçici sübvansiyonlar vasıtasıyla kurmuştur (bu konu üzerinde 5. bölümde durulacaktır). 19. yüzyılın sonlarında İsveç devleti, demiryollarının geliştirilmesine öncülük etmiştir. 1913 itibarıyla demiryolarının; katedilen yol dikkate alınarak üçte birine, taşınan malların miktan dikkate alınarak %60’ma İsveç devleti sahiptir. Aynı dönemde demiryolu inşaasmda lider konumda bulunan İngiltere ve ABD bu alanda nerdeyse tümüyle özel sektöre dayanıyordu. Kamuözel sektör ortaklığı İsveç’te telgraf, telefon ve hidroelektrik sektörlerinin gelişiminde sürmüştür. İsveç devleti başlangıçtan itibaren arge çalışmalarını da sübvanse etmiştir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, zengin ülkelerin pek çoğunda devletin sanayiyi teşvik çabalan yoğunlaştı. En büyük hareket Fransa’daydı. Yaygın görüntüsünün tersine, Fransız devleti her zaman müdahaleci olmadı. Uzun süre (186583) IV. Louis’nin maliye bakanlığım yapan JeanBaptiste Colbert tarafından temsil edilen devlet faaliyeti geleneği Fransa’da kesinlikle mevcuttu; fakat bu yaklaşım Fransız Devrimi’nden sonra reddedildi. Dolayısıyla, Napoleon’un hükümdarlığının sonu ve II. Dünya Savaşı arasında, III. Napoleon’un hükümdarlık dönemi hariç, Fransız devleti iktisat politikasında laissezfaire yaklaşımım aşın ölçüde benimsedi. Fransız iktisat politikasının temel tarihsel bir anlatımı;

bu dönemde Fransız devletinin sınaî teşvik stratejisinin ‘esasen sergilerin organizasyonu, Ticaret Odalarına ihtimam gösterilmesi, İktisadî istatistiklerin derlenmesi ve işadamlarına madalyalar dağıtılmasından oluştuğuna’ işaret eder.  1945’ten sonra muhafazakâr, ve müdahaleci olmayan politikaların ülkenin nisbî İktisadî gerileyişinin ve dolayısıyla iki dünya savaşındaki yenilgisinin sorumlusu olduğunu kabul ederek Fransız devleti, ekonomide çok daha aktif rol üstlenmiştir. Fransız devleti ‘yönlendirici’ plancılığını (komünizmin ‘zorunlu’ plancılığına karşı) uygulamaya soktu. Millileştirme yoluyla temel endüstrileri kontrolüne aldı ve devlet bankaları vasıtasıyla yatırımları stratejik endüstrilere kanalize etti. Yeni endüstrilere nefes alma alanı yaratmak için, sınaî tarifeler 1960’lara kadar nisbeten yüksek düzeylerde muhafaza edildi. Bu strateji çok işe yaradı. 1980’lere kadar Fransa pek çok alanda kendisini bir teknolojik lidere dönüştürmüştü.

Japonya’da ünlü MİTİ (Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanlığı Ministry of International Trade and Industry) şimdilerde bir efsaneye dönüşen sınaî kalkınma programını başlatıp yönetmiştir. Japonya’nın sınaî mallar üzerindeki tarifeleri II. Dünya Savaşı’dan sonraki dönemde yüksek değildi. Fakat hükümetin döviz üzerindeki kontrolü vasıtasıyla ithalat sıkı biçimde kontrol ediliyordu. İhracat ise daha iyi teknolojilerin satın alınması (makineteçhizat alımı veya teknoloji lisansı alımına yapılan ödemeler) için ihtiyaç duyulan dövizin temin i bakımından destekleniyordu. Bunlar hem doğrudan ve dolaylı ihracat desteklerini hem de devletin ticaret ajansı olan JETRO (Japonya Dış Ticaret Kurumu Japan Extemal Trade Organisation) tarafından sağlanan bilgi ve pazarlama yardımlarını içeriyordu. Bebek endüstriler üzerinden üretken yeni kapasitelerin yaratılmasında kullanılan başka tedbirler de mevcuttu. Japon hükümeti ‘yönlendirilmiş kredi programlan’ vasıtasıyla sübvanse edilen kredileri temel sektörlere kanalize ediyordu. Hükümet aynca çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) doğrudan yatınmlarını ağır düzenlemelere bağladı. Pek çok sanayi kolunda yabancı sermayeli yatmmlar yasaklandı. Bu tür yatırımlara izin verildiğinde bile, yabancıların edinebilecekleri azâmi mülkiyet düzeyine tavan koyan (genellikle % 49) katı sınırlamalar mevcuttu. Yabancı firmalar teknoloji transferiyle ve kullandıkları girdilerin belirli oranda asgari bir kısmım yerli kaynaklardan tedarik etmekle (yerel muhteva yükümlülüğü diye anılır) yükümlü tutuluyorlardı. Japon hükümeti, eski ve fahiş fiyatlandırılmış teknolojilerin ithalatını engellemek için ülkeye teknoloji girişini de düzenledi. Bununla birlikte Japon hükümeti, 19. yüzyıldakinden farklı olarak temel imalat sanayilerinde KÎT’leri kullanmadı.

II. Dünya Savaşı’mn sonunda nispeten geri kalmış ve hızlı sınaî kalkınma ihtiyacı duyan Finlandiya, Norveç, İtalya ve Avusturya gibi ülkeler de Fransa ve Japonya’nın kendi sanayilerini desteklerken kullandıklarına benzer stratejiler izlemişlerdir. Bu ülkelerin tümü 1960’lara kadar görece yüksek tarifeler uygulamışlardır. Tümü sanayilerini geliştirmek için KÎT’leri fiilen kullanmışlardır. Finlandiya, Norveç ve Avustuya’da hükümetler stratejik endüstrilere banka kredilerinin yönlendirilmesine doğrudan müdahil olmuşlardır. Finlandiya yabancı sermayeli yatırımları sıkı biçimde denetlemiştir. İtalya’nın pek çok bölgesinde, yerel hükümetler kendi bölgelerindeki küçük ve orta ölçekli firmalara pazarlama ve arge desteği sağlamışlardır.

Dolayısıyla, hem kullanılan politikaların bileşimi hem de zamanlamaları ve kullanıldıkları süreler ülkeden ülkeye değişmekle birlikte; bugünün zengin ülkelerinin tamamı kendi bebek endüstrilerini teşvik etmek için, ulusalcı politikaları (örneğin, tarifleri, sübvansiyonları ve dış ticaret kısıtlamalarım) kullanmışlardır. Bazı istisnalar da mevcuttur: Özellikle Hollanda (19. yüzyıldan bu yana serbest ticarete bağlılıkta kendisini en iyi kanıtlayan ülkedir) ve İsviçre (I. Dünya Savaşı’na kadar) kesintisiz serbest ticaret yapmışlardır. Fakat bunlar bile 20. yüzyılın başlarına kadar patentleri korumamaları sebebiyle, bugünün neoliberal ülküsüyle uyumlu değillerdir. Hollanda 1817’de bir patent kanunu çıkarmış, ancak bu kanunu 1869’da yürürlükten kaldırıp 1912’ye kadar uygulamamıştır. İsviçre ilk patent kanununu 1888’de yürürlüğe sokmuş, fakat sadece mekanik icâtlan korumuştur. Tam bir patent kanunu ancak 1907’de çıkarmıştır (Altıncı bölümde bu tür örneklere daha geniş yer verilecektir).

Bu bölümde sunduğum türden tarihsel kanıtlara karşı, serbest ticaret yanlısı iktisatçılar korumacılık ve İktisadî kalkınmanın birlikte mevcut olmasının, tek başına; ilkinin İkincisine yol açtığının ispatlamayacağını ileri sürmektedirler.  Bu doğrudur. Fakat ben en azından birşeyi (İktisadî kalkınma) onunla bir arada bulunan başka birşeyle (korumacılık) açıklamaya çalışıyorum. Serbest ticaret yanlısı iktisatçılar, bugünün zengin ülkelerinin zengin olmadan önce serbest ticarete pek fazla rağbet etmediklerini dikkate alarak, bu ülkelerin İktisadî başarılarına dair serbest ticaretin nasıl bir açıklama getirdiğini açıklamak zorundadırlar.

Tarihten doğru dersleri almak

Romalı politikacı ve filozof Çiçero bir defasında şöyle demiştir: ‘Eski zamanlarda ne yapıldığını bilmemek her zaman çocuk kalmaktır. Eğer evvelki dönemlerin emekleri kullanılmazsa, dünya daima bilginin başlangıç aşamasında kalmak zorundadır.’

Bu düşünce, başka hiçbir yerde konuyla kalkınma politikasının tasarımında olduğundan daha fazla ilgili olmadığı halde daha fazla göz ardı edilmemiştir. Kullanabileceğimiz pekçok tarihsel tecrübeye sahip olmamıza rağmen, bunları öğrenmek zahmetine katlanmıyoruz ve sorgulamaksızın, yaygın kabul gören bugünün zengin ülkelerinin serbest ticaret, serbest piyasa politikasıyla kalkındıkları söylencesini kabul ediyoruz.

Fakat tarih bize, neredeyse tüm başanlı ülkelerin kalkınmalarının başlangıç aşamalarında, ekonomilerini geliştirmek için korumacılığın, sübvansiyonlara! ve düzenlemelerin bir kanşımmı kullandıklarını söylüyor. Birinci bölümde ele aldığım başan kazanmış gelişmekte olan ülkelerin tarihleri bunu gösteriyor. Daha önemlisi, bu bölümde söz ettiğim gibi bugünün zengin ülkelerinin tarihleri de bunu doğruluyor.

Maalesef, tarihin başka bir dersi de şudur: Zengin ülkelerin fakir ülkeleri serbest piyasa ve serbest ticaret politikalarına zor

layarak, kendilerinin yukarı tırmanmalarını sağlayan ‘merdiveni itmişlerdir’. Sanayileşmiş ülkeler geçmişte başarıyla kullandıkları ulusalcı politikaları kullanarak yükselen daha çok rakip istemiyorlar. Zengin ülkeler kulübünün en yeni üyesi olan kendi ülkem Kore dahi bu yaklaşımın bir istisnası değildir. Bir zamanlar dünyanın en korumacı ülkelerinden biri olmasına rağmen Kore, şimdi DTÖ içinde, bütünüyle serbest ticareti olmasa bile sınaî tarifelerin yüksek oranda düşürülmesi gerektiğini savunuyor. Bir zamanlar fikrî mülkiyet haklan konusunda dünyanın korsanlık başkenti olmasına karşın Kore, kendi pop müziğinin korsan CD’lerini ve filmlerinin korsan DVD’lerini üreten Çinlilerden ve VietnamlIlardan rahatsız oluyor. Daha kötüsü, Koreli serbest ticaret yanlılan; çok da uzun olmayan bir süre önce, evvelki işlerinde müdahaleci, korumacı politikalan fiilen tasarlayıp uygulayanlarla genellikle aynı insanlar. Pek çoğu muhtemelen serbest zamanlarında korsan yöntemlerle kopyalanmış rockandroll müzik dinlerlerken ve Hollywood filmlerinin korsan videolarını izlerlerken, serbest piyasa iktisadını Amerikan iktisat ders kitaplanmn korsan kopyalarından öğrendiler.

Bununla birlikte, ‘merdiven itmek’ten daha yaygın ve önemli olanı tarihsel bellek yitimidir. Bir ülkenin kendine dair şimdiki görüntüsüne uygun hâle getirmek için tarihin yeniden yazıldığı tedrici ve kurnaz süreci Prolog’da izah ettim. Sonuçta, zengin ülkelerden pekçok kişi serbest ticaret, serbest piyasa politikalarını önerirken; bunların kendi ülkelerini zenginleştirmek için atalarınca kullanılan politikalar olduklarına gerçekten inanırlar. Fakir ülkeler bu tür politikaların zararlarını protesto ettiklerinde, protestolar entelektüel düzeyde yanlış olmakla  veya bu ülkelerin yolsuzluk batağındaki liderlerinin çıkarlarına hizmet etmekle suçlanarak reddedilirler.  Kötü Samiriyeliler’in önerdikleri politikaların tarihin bize en iyi kalkınma politikalarının neler olduğuna dair öğrettikleriyle temelden çeliştikleri asla akıllarına gelmez. Politika önerilerinin gerisindeki niyet saygıdeğer olabilir. Fakat bu tavsiyelerin sonuçlan, merdiveni kasıtlı olarak itmeyi isteyenlerin önerdiklerinden daha az zararlı değillerdir.

Ne mutlu ki tarih, başanlı ülkelerin Kötü Samiriyeliler gibi davranmalarının kaçınılmaz olmadığını ve daha önemlisi, böyle davranmanın gerçek anlamda kendi menfaatlerine uygun olmadığım da gösterir. Bu doğrultudaki en yakın ve önemli dönem 1947’de Marshall Planı’nın uygulamaya girmesiyle 1980’lerde neoliberalizmin yükselişi arasında yaşanmıştır.

Haziran 1947’de ABD önceki dönemde yürüttüğü, Alman ekonomisini kasten zayıflatma politikasını terk etmiş ve savaş sonrasında Avrupa’nın yeniden inşasına büyük tutarda para aktaran Marshall Planı’m uygulamaya sokmuştur.  Söz konusu tutar muazzam olmasa da Mashall Planı savaşın dağıttığı Avrupa ekonomilerininin temel ithalat harcamalarını ve altyapılarının yeniden inşasını finanse ederek, yeniden harekete geçmelerinde önemli bir rol oynamıştır. Daha önemlisi bu durum, ABD’nin başka ulusların, hatta eski düşmanlarının bile zenginleşmesinde kendi menfaatini gördüğünü gösteren siyasî bir sinyaldir. ABD ayrıca, diğer zengin ülkelere fakir ülkelerin ekonomilerini ulusal politikalar vasıtasıyla geliştirmelerine yardımcı olma, en azından engellememe konusunda öncülük etmiştir. Yine 1947’de oluşturulan GATT {Genel Tarifeler ve Ticaret Anlaşması General Agreement on Tariffs and Trade) aracılığıyla ABD ve diğer zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin üreticilerini kendilerinden daha aktif biçimde korumalarına ve sübvanse etmelerine izin vermişlerdir. Bu, gelişmekte olan ülkelerin serbest ticarete zorlandığı sömürgecilik ve eşitsiz anlaşmalar dönemlerine kıyasla çok büyük bir farklılıktır. Bu durumun sebebi kısmen İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde sömürgecilik dönemine dair suçluluk duygusu olsa da; esasen, küresel ekonominin yeni hegemonu ABD’nin o dönemde fakir ülkelerin ekonomik kalkınma sorunlarına daha bilinçli yaklaşmasına dayanmaktadır.

Bu bilinçli stratejinin sonuçlan muhteşemdi. Bu sayede zengin ülkeler ‘Kapitalizmin Altın Çağı’ (195073) diye anılan dönemi yaşadılar.  Kişi başına gelirin büyüme oram Avrupa’da liberal altın çağdaki (18701913) % 1,3’ten hızla % 4,1’e yükseldi. Bu oran Japonya’da % 1,5’ten % 8,1 ’e fırlarken, ABD’de % 1,8’den % 2,5’e yükseldi. Bu muhteşem büyüme performanslan, daha az gelir eşitsizliği ve ekonomik istikrarla bir aradaydı. Daha önemlisi, bu dönemde gelişmekte olan ülkeler de çok iyi performans sergilediler. Birinci bölümde işaret ettiğim gibi, gelişinekte olan ülkeler 1960’larda ve 1970’lerdeki ‘hoşgörülü’ uluslararası sistem altında ulusalcı politikalar izlediklerinde kişi başına gelir bakımından % 3 oranında büyüdüler. Bu ‘ilk küreselleşme’ (18701913) esnasındaki eski liberal politikalar altında erişilebilenin çok üzerindedir ve neoliberal politikalar altında yaşanan 1980’lerden bu yana ulaşılanın iki katıdır.

Bazıları ABD’nin 19471979 dönemindeki cömertliğini, sadece Soğuk Savaş döneminde SSCB ile arasındaki rekabet sebebiyle fakir ülkelere iyi davranılması olarak değerlendirip azımsadılar. Soğuk Savaş’ın ABD’nin dış politikası üzerinde önemli etkisi olduğunu inkâr etmek aptalca olacaktır. Fakat bu durum bizi, gerektiğinde kimsenin hakkını teslim etmekten alıkoymamalıdır. 19’uncu yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarındaki ‘emperyalizm çağı’nda güçlü ülkeler zayıf ülkelere, kendi aralarındaki yoğun rekabete karşın iğrenç davranmışlardır.

Son iki bölümde ele aldığım yakın ve daha uzak tarihsel süreç izleyen bölümlerde tartışacağım konuların daha iyi anlaşılmasını sağlayacak. Sonraki bölümlerde bugünün Kötü Samiriyeliler’inin temel İktisadî politika alanlarında (uluslararası ticaret, yabancı sermayeli yatırımlarına ilişkin düzenlemeler, özelleştirme, patentler gibi fikrî mülkiyet haklarının korunması ve makroekonomik politika) tam olarak ne şekilde hatalı olduklarını açıklayacağım ve eğer fakir ülkelerde İktisadî kalkınmayı desteklemek istiyorlarsa davranışlarını nasıl değiştirmeleri gerektiği konusunda öneriler getireceğim.

 

Kaynak: Ha-Joon Chang, SANAYİLEŞMENİN GİZLİ TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar