DEPREM DİN
Doğal
felaketleri algılama, felaketlere ilişkin nedenleri ve sorumlulukları açıklama
yani atfetme/yükleme ve anlamlandırma biçimleri çeşitlilik arz ederler. İnsanlar,
hastalık, kaza ve ölüm gibi daha ziyade birey ve yakın çevresi ile sınırlı
deneyimlerle, sel, yangın, göçük ve deprem gibi daha büyük ölçekli olayları
içeren doğal felaketlerin nedenlerini farklı olarak değerlendirmekte ve
bunları farklı güçlere atfetmektedirler. Ama bundan da önemlisi başlarına gelen
felaketleri ve tecrübe ettikleri negatif olayları değerlendirirken, kendilerini
bu olaylar içinde konumlandırırken bir açıklama getirme ihtiyacı
duymaktadırlar. İşte biz bunu atfetme/yükleme davranışı yani anlam arayışı
olarak adlandırmaktayız. Kişilerin atfetme (açıklama) biçimleri kişisel
özellikler ve toplumsal yapıyla ilintili olarak farklılaşırlar. Alan araştırması
sırasında elde ettiğimiz bulgular da deprem felaketinin algılanmasında,
depremin bir nedene, kaynağa veya davranışa yüklenerek açıklanmasında (causal
attribution) farklılıklar olduğunu ortaya koymuştur. Burada, yaşanan felaketi
bir ‘şey’ veya ‘neden’ ile açıklayıp ifade etme şeklinde anladığımız ‘yükleme’
kavramını kullanırken, bu kavramı felaketzedelerin genel anlayışları bağlamında
kullandığımızı belirtmekte yarar vardır. Bu araştırmanın açıklık getirmeye
çalıştığı konulardan biri halkın negatif olayları açıklama tarzına ilişkin
bilgiler toplamaktır. Şüphesiz bir konuyu açıklama biçimi bilimsel, felsefi,
dini veya başka türden olabilir. Bu sebeple araştırmamızda felaketzedelerin
olayları anlatma, değerlendirme ve yorumlamaları sırasında hangi argümanları,
ne tür referans ve kavramları kullandıklarını tespit etmeye çalıştık.
Bilimsel ve
tarihsel açıklamaların genel kabul görebilmesi için bazı kriterleri vardır.[1]
Ama felaketzedelerin açıklama biçimlerinin yeterli veya bilimsel olup olmadığı,
kullanılan kavramların ve gösterilen referansların yerinde kullanılıp
kullanılmadığı, daha açık bir ifade ile anlayış ve açıklama biçimlerinin
‘doğru’ olup olmadığı bu araştırmanın sınırları dışında kalmaktadır (Bu noktaya
metodoloji bölümünde tekrar değinilecektir). Çünkü araştırmanın temel amacı
doğal felaketlere maruz kalan insanların duygu, düşünce, inanç ve tepki
şekillerini tahlil etmektir. İnsanların anlama ve açıklama biçimleri hakkında
bilimsellik, doğruluk-yanlışlık, yeterlilik-noksanlık açısından yargılara
varmak araştırmada kullandığımız sosyoloji ve psikoloji disiplinlerinin konusu
değildir. Onun için bu araştırmada bu tür yargılar yerine, bireylerin açıklama
biçimlerini etkileyen toplumsal koşullar, inanış biçimleri ve onların
algılarını etkileyen diğer faktörler üzerinde durulmaktadır. Bu bağlamda ilk
aşamada toplumdaki genel düşünce biçimleri, baskın dini inanış şekilleri,
sosyal ilişkilerin aldığı şekil ve yaygın kanaatlerin doğal felaketleri ‘anlama'
ve ‘açıklama’ biçimlerine etki ve katkıları açıklanmaya çalışılmıştır.
Araştırmanın daha sonraki aşamalarında ise dinin ‘açıklama’ ve ‘başaçıkma’
davranışları üzerindeki etkileri incelenmiştir.
Hayatın
felaket ve acılarla dolu olduğu ortadadır. İnsan bu felaketlerle başaçıktığı,
onlarla mücadele ettiği ve nihayet onları yendiği ölçüde hayata tekrar sarılır,
toplumla uyumlu ve kendisiyle barışık bir yaşam sürmeye başlar. İnsan bir
felaket yaşayınca çoğunlukla ‘bunun benim için anlamı nedir?’ sorusunu gündeme
getirir. Yani insan başına gelen felaketin ne olduğunu, nasıl meydana
geldiğini, hayatını nasıl değiştirdiğini ve kendisinden neler götürdüğünü
anlamaya çalışır. Eğer insan düşünmeye, kendisine soru sormaya vakit
bulabilirse ilk tepki doğal olarak budur. Çünkü başa gelen felaketi anlamadan,
kendisini ona karşı konumlandırmadan felaketin açtığı yaraları sarmak ve neden
olduğu gerilimi azaltmak için adımlar atmak bir hayli zor olacaktır. Ancak
burada bir noktayı belirlemekte yarar vardır. Ülke genelinde depremi anlama,
kavrama ve anlamlandırma konusunda doyurucu tartışmalar yapılmadığı için
depremzedeler bu büyük felaketi kendi zaviyelerinden anlamlandırmaya
çalışmaktadırlar. Gözlediğimiz kadarıyla da dini inançlar ve referanslar
felaketzedeler için bu süreçte çoğu zaman bir kaynak olarak işlev görmektedir.
Doğal
felaketlerin insan hayatını, insanın günlük yaşantısını altüst ettiğini ve
organize etme yeteneğini olumsuz yönde etkilediğini belirtmiştik. Bu durumun
yol açtığı çok ciddi ruhsal gerilimler ve depresyonlar söz konusudur.
Gerilimlerin beslendiği ana kaynak ise felaketin insanları bir anda güçsüz ve
etkisiz hale getirmesidir. Felaket öncesinde kendisine güvenen, kendi hayatını
kontrol eden, nerede ne zaman ne iş yapacağına karar veren, seçenekleri olan,
olaylar karşısında iradesini kullanabilen insan, felaketle birlikte bu
yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmektedir. İnsanın, hayatı kontrol etme gücünü
ve hayata yön verme yeteneğini kaybetmesine felaket anında yaşadığı can ve mal
kayıpları da eklenince karşımıza çok derin bir ‘güvensizlik duygusuna kapılma’
ihtimali ortaya çıkmaktadır.
Günlük
yaşamını ve kendi hayatının detaylarını kontrol etme yeteneğini bir anda
kaybetmekle insanın bir boşluğa doğru sürüklendiği söylenebilir. Daha düne
kadar başkalarına yardıma koşan bir depremzede, bugün kendisi yardıma muhtaç
konuma düşmüştür. Hayat bir anlamda kendi kontrolünden çıkmıştır. Yani ne giyip
ne içeceğine, ne zaman ve nerede uyuyacağına, ne zaman çalışıp ne zaman
dinleneceğine karar veren artık afetzede değil, doğal, ekonomik ve toplumsal
koşullardır.
Doğal
felaketlerde dış faktörler daha hakim ve yönlendirici bir üstünlük kazanırlar.
Bu durumda karşılaştığı güçlüklerin boyutunun farkına varan insan kendi dışındaki
gücü anlar, kavrar ve anlamlandırır. Farkındalık ve bilgi sahibi olma yani başa
gelen bir olayı anlamlandırma insanı boşluktan çekip kurtaracak bir güç kaynağıdır.
İşte bu güç sayesinde insan çevredeki olumsuz şartları yenme mücadelesi
başlatacak ve belli bir ölçüde kendi hayatını yönlendirme yeteneğine yeniden
kavuşacaktır. Başa gelen felaketlere dini bir anlam yükleme ya da en azından
bu felaketleri bazı dini motif ve referanslarla açıklama, hayatın problemleri
ile başaçıkmada olumlu etkiler yapma potansiyeli taşır.
Bu noktada
vurgulanması gereken konu şudur: İnsanlar anlamlandıramadıkları kayıp ve
trajedilerle mücadele etmekten kaçınırlar. Dini referanslı anlatım bu türlü
deneyimlerin kavranmasında bir bilgi kaynağı olabilir. Bu sayede insanlar
başlarına gelen felaketin nedenlerini (fiziksel, bilimsel) daha iyi
kavrayabilir. Dini inançlar en azından sorunların üzerine gitmenin en büyük
engeli olan belirsizlikleri ve kuşkulan ortadan kaldırır. Kısaca, dini
inançlar insanlara, hayatın sorunlarının çözümlenebileceğini anlatır. Çünkü
anlama, bilgi sahibi olma ve farkındalık insanda bir şeyler yapılabileceği
duygusunu uyandırır.
Din
psikologlarına göre felaketleri algılama, açıklama, kabullenme ve başaçıkma
davranışlarında özellikle dini inanç, tutum ve davranışların önemli bir etkisi
vardır. Bu araştırmanın başlıca amaçlarından birisi Marmara depreminden
hareketle felaketlerin anlamlandırılması ve sonuçlarıyla başaçıkmada dini
inançların etkilerini açıklamaktır. Bu amaca yönelik olarak şu tür sorulara
cevap aranacaktır. İnsanlar başlarına gelen felaketleri nelere yüklemektedir,
kimlere veya hangi olaylara atfetmektedir?
Dini inançlar, kutsal ve metafizik güçler, doğa ve bilim bu
felaketleri anlamlandırma noktasında ne tür bir açıklayıcı fonksiyon icra
etmektedir?
İnsanlar kutsalı mı, yoksa dünyevi olanı mı öne çıkarmaktadır?
Teslimiyetçi ve kaderci bir tutum mu, yoksa bilimin ve inancın
ışığında bir anlamlandırma mı söz konusudur?
Birey ve toplum olarak karşılaşılan felaketler, kayıplar ve acılar
karşısında ne derece sorumluluk duygusu hissedilmektedir?
Bu sorulara
şüphesiz benzerlerini de eklemek mümkündür. Bu soruları tartıştıktan sonra ele
alacağımız konu, din ve Tanrı inancı, kutsal inanışlar ve metafizik
referansların felaketlere maruz kalan insanlar için taşıdığı anlam ekseninde
olacaktır.
Bu bağlamda
da şu soruların cevabını bulmaya çalışırız:
Acaba dini inançlar ve kutsal referanslar felaketle başbaşa kalan,
birçok kayıplar veren ve hüzün dünyasına sürüklenen insanlar için rahatlatıcı
bir fonksiyon icra edebilir mi?
Din ve Tanrı inancı acılar ve kayıplarla başaçıkmada olumlu etkiler
yapabilir, felaketin acısını sınırlı bir ölçüde de olsa hafifletebilir mi?
Kadere, Tanrı’nın güç ve iradesine boyun eğme felaketlerin açtığı
yaralann acısına katlanmada rahatlatıcı sonuçlar doğurabilir mi?
Kısaca ifade etmek gerekirse dini inançlar, bir başaçıkma mekanizması
ve manevi bir güç kaynağı olarak insanın psikolojik hayatına, iç barışına ve öz
güven duygusuna olumlu katkılarda bulunabilir mi?
Bu sorulara
cevap aranırken asıl amaç fenomenolojik yaklaşımla var olanı, yaşanılanı,
deneyimleri, düşünce, inanış ve değerlendirme biçimlerini ortaya koymaktır.
Din psikolojisi açısından bakıldığında varılmak istenen nokta bütün bu
gözlemlediğimiz olayları ve elde ettiğimiz bulguları anlamak, çözümlemek ve
yorumlamaktır. Yoksa toplumun inanış biçimlerinin, algı ve düşünce
şekillerinin, değerlendiriş ve yaklaşım tarzlarının ‘doğru’ olup olmadığına
ilişkin yargılar yürütmek değildir. Sh: 15-18
**
Deprem felaketinin
tarihte zaman zaman dini perspektifle değerlendirildiği görülmektedir. Bunun
nedenleri arasında dini inanç ve kurumların belirli dönemlerde etkin olması ve
felaketlerin yaşandığı anlarda toplumun çoğunluk itibariyle dini bir yönelime
sahip olması gibi faktörler sayılabilir. Örneğin İslâm geleneğine baktığımız
zaman tarih kitaplarından fıkıh kitaplarına kadar çeşitli kaynaklarda deprem
üzerine yorum ve tartışmalara rastlamak mümkündür. Şüphesiz deprem gibi doğal
felaketlerin zaman zaman dini bir perspektifle tartışılması İslâm dünyasıyla
sınırlı bir olgu değildir. Geçmişte Hıristiyan Batı’da da, İslâm dünyasıyla
karşılaştırıldığında, bu konuda daha dini sayılabilecek bir tavır sergilendiği
gözlemlenmektedir. Özellikle Ortaçağ Katolik dünyasında “temelde her şey din
temelinde odaklanmıştı.”[2]
Aşağıda detaylı olarak ele alacağımız 1755 Lizbon depremi sonrasındaki
tartışmalar bu tavrın gözlenebildiği örneklerden birisidir.
1 Kasım 1755’te
Lizbon’da şiddetli bir deprem olur ve şehir med-cezir dalgasının altında kalır-[3]
15.000’den fazla insan hayatını kaybeder ve bir o kadar kişi de ağır yaralanır.
Depremin meydana geldiği günün ilginç bir özelliği vardır. O gün Katolik dünyasının Azizler Günü olarak kutladığı Toussaint
ismi verilen bayram günüdür. Daha da ilginci deprem, insanların ayin için
kilisede bulundukları bir vakte rastlamış ve kentteki 32 kilise harabeye
dönmüştür. Lizbon ayrıca o yıllarda ‘engizisyonun kutsal kenti’ olarak
tanınmaktadır.
Katolikler için önemli
sembollere ev sahipliği yapan Lizbon gibi bir şehrin deprem felaketiyle karşı
karşıya kalması, Hıristiyan dünyanın o yıllarda dini perspektifli yorumlara
fazlasıyla aşina olması da dikkate alındığında, tabiatıyla insanların bilgi ve
inanç dağarcıklarını yansıtan özellikler taşıyan çeşitli yorumlan beraberinde
getirdi. Örneğin toplumun bozulmaya başladığını düşünen Cizvit tarikatına mensup dindar bir Portekizli, “depremin
Lizbon’daki ahlâk bozulmasına Tanrı’nın gönderdiği bir ceza olduğunu” düşünüyordu. Metodist mezhebinin kurucusu İngiliz
John Wesley de (ö. 1791) görüşlerini yaymak için tüm ülkeyi at
sırtında gezerek gerçekleştirdiği vaazlarında “fiziksel sebep ne olursa olsun depremin manevi nedeninin günah
olduğunu” savunuyordu. Tabi Wesley gibi bir mezhep kurucusunun bu iddiasını
Hıristiyanlığın temel doktrinlerinden biriyle desteklemesi gerekiyordu. Ona
göre depremin ‘asli günah’la yani Adem
ile Havva’nın ilk günahlarıyla bir ilişkisi vardı.
Deprem onların
işledikleri suçun yeryüzüne indirdiği lanetin bir sonucuydu. İngiltere’deki
kimi din adamlarına göre ise bu felaket, “Katoliklerin insanlığa
karşı işledikleri cinayetlerin karşılığı idi.”[4] Bu tür söylemler mantıksal çıkarsamalarla hareket eden karşı görüşleri de
gündeme getirdi. Mesela Fransız şair ve yazar Voltaire (ö. 1778) Lizbon Felaketi isimli şiirinde deprem nedeninin ahlâki bozulma olduğu söylemini şu
dizelerle sorguladı:
Bu kurban yığınını gördüğünüzde, şöyle
diyecek misiniz?
‘Tanrı cezalandırdı, ölmeleri suçlarının bedelidir.
’ Hangi suçu, hangi hatayı işledi bu çocuklar?
Annelerinin göğüslerinde ezilmiş ue kanlar içinde yatan bu çocuklar.
Lizbon’un zevk içinde yüzen
Londra ue Paris’ten kusuru daha mı fazla?
Lizbon yıkıntılar içinde ve Paris’te dans ediliyor.
‘Tanrı cezalandırdı, ölmeleri suçlarının bedelidir.
’ Hangi suçu, hangi hatayı işledi bu çocuklar?
Annelerinin göğüslerinde ezilmiş ue kanlar içinde yatan bu çocuklar.
Lizbon’un zevk içinde yüzen
Londra ue Paris’ten kusuru daha mı fazla?
Lizbon yıkıntılar içinde ve Paris’te dans ediliyor.
Bu arada Voltaire’in
çağdaşları arasında deprem hadisesini Lizbon depreminden önce metafizik
boyutta değerlendirip onu evrensel ahenkle ilintilendirenler de vardı. İngiliz
şair Alexender Pope (ö. 1744) bunlardan biriydi:
Bütün doğa bir sanattır, ama sen
bilemezsin,
Bütün rastlantılar, senin göremeyeceğin yöneltmelerdir,
Bütün uyumsuzluklar, senin anlayamadığın uyum,
Bütün ayrıntıdaki kötüler, evrensel iyilik,[5]
Bütün rastlantılar, senin göremeyeceğin yöneltmelerdir,
Bütün uyumsuzluklar, senin anlayamadığın uyum,
Bütün ayrıntıdaki kötüler, evrensel iyilik,[5]
Tartışmalara Fransız
filozofu Jean Jacques Rousseau da (ö. 1778) kaderci
yaklaşımı tasvip etmeyen bir üslupla katılıyor ve 18 Ağustos 1756’da
Voltaire’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “İnsanın çektiği acılar, yanlışlarının sonucudur.
Lizbon depremi, doğa içindeki yaşamı terk edip kentlere taşınan insana verilmiş
yerinde bir cezadır. İnsanlar o dağınık köylerdeki orta halli yuvalarında
sürdürdükleri yalın yaşamı bırakmasalardı daha az kurban vereceklerdi.”[6] Rousseau’nun bu mektubu Voltaire’in Tanrı ile ilgili kötümser yaklaşım
sergilediği şiirine bir cevap teşkil ediyordu. Çünkü Rousseau mektubuna “Tânn’nın iyiliğine inanmak
gerekir...
Bu dünyayı O
yarattığına göre, uzun vadede, geniş bir açıdan bakıldığında iyi olması
gerekir” sözleriyle devam ediyordu.
Lizbon’u yerle bir
eden 1755 depremi deniz tarafından geldiği için Kuzey Afrika’yı da etkilemiş
ve Fas’ın başkenti Rabat’ta bulunan el-Mansur Camii de yıkılmıştı. O yıllarda
Katolik Hıristiyanlığını engizisyon dolayısıyla fazlaca tenkit eden
müslümanlar da, engizisyonun merkezi olan Lizbon’daki depremi “Allah’ın bu şehre bir cezası” olarak değerlendirebilirlerdi. Fakat el-Mansur Camii’nin yıkılması böyle
bir değerlendirmeyi engelledi.
Hıristiyan Batı
dünyasının tarihte yaşadığı depremler elbette Lizbon ile sınırlı değildir. Ama
Lizbon kentinin bahsettiğimiz özelliği dolayısıyla depremin din perspektifinden
çokça tartışılması, Voltaire ve Rousseau gibi isimlerin de tartışmalara katılmaları
bu depreme önemli bir özellik kazandırmıştır. Batı Hıristiyan dünyasının
coğrafyalarından birisi olan Akdeniz havzası depremlerin sıkça yaşandığı bir
bölgedir. Öyle ki, M.Ö. 500 ile M.S. 1890 arasında bu bölgede 548 deprem olduğu
kaydedilir.6 Depreme en fazla maruz kalan şehirlerden biri ise
Bizans İstanbul’udur. Bu kentte meydana gelen depremlerden söz eden kaynaklar
yine deprem ile din ¡ırasında bir ilgi kurulduğunu göstermektedir.[7]
Bizans’ta önceleri
depreme yeraltında bulunan büyük mağaralardaki rüzgar hareketlerinin yol
açtığına İnanılırken[8]
zaman içinde Hıristiyanlığın etkisiyle depremin Tanrı’nın iradesiyle
günahkarları tövbeye davet İçin gerçekleştiğine inanılmaya başlanmıştır.[9]
437 yılında meydana gelen İstanbul depreminde ilk sarsıntılardan sonra “insanların şehir surlarının dışında boş
arazide toplandıkları ve bütün gün piskopos ile dua ettikleri” anlatılır.[10]
Depremin sebepleri arasında dine aykırı hareket etmekle suçlanan
Yahudiler de gösterilir. O tarihlerde Bizans sınırları dahilinde
olan Antakya 526’da deprem felaketiyle sarsılır. İmparator, şehrin yeniden
İmarı için nakdi yardım gönderir. Fakat yardım götürenler şehre varmak üzere
iken çevre köylerden haydutlarca soyulur. Ama haydutlar çok geçmeden ölü olarak
bulunur. Ölüm sebepleri belli değildir. Halk haydutların ölümünü Tanrı’nın
lütfunun bir delili olarak görür. Depremden üç gün sonra insanlar gökyüzünde
bir haç görürler ve Tanrı’nın öfkesinin şiddetli olacağını düşünerek haça
hürmet için yere eğilirler. Halk, depremi “insanların
günahlarından pişmanlık duymaları için Tanrı’nın gönderdiği bir musibet olarak
yorumlamıştır."[11]
437 yılındaki
depremden 120 yıl sonra 557’de İstanbul bir deprem daha yaşar. Sokaklardan
Tanrı’ya yakarış sesleri duyulur, birçok kimse kiliselere sığınır. Kilise,
Tanrı’nın gazabının bu tezahürünü inananların unutmamaları için depremin olduğu
14 Aralık tarihini anma günü ilan etmiştir.[12] Bu
depremde sosyal eşitlik anlamında da değerlendirmeler olur. Çünkü zenginler de
felaketten zarar görmüşlerdir. Kıyametin yaklaştığına inanılır ve kâhinlere
olağanüstü teveccüh gösterilir. İnsanlar dine daha çok sarılırlar ve iyi
davranışlar sergilemeye daha çok özen gösterirler. Depremi anlamlandırma
çabasında sivil yorumlar ile kilise yorumlarının zaman zaman ayrıştığı da
görülür. Kilise, depremin “günahkarların günahlarını cezalandırmak için" meydana geldiğini ileri sürerken halkın yorumları ceza boyutunu
kabullenmekle birlikte sosyal sınıf farklılaşmalarını öne çıkaran bir söylem
içerir. Şehrin valisi de depremde odasını süsleyen mermer levhaların üzerine
düşmesi sonucu feci şekilde hayatını kaybetmiştir. Halk (muhtemelen
yönetiminden memnun olmadıkları) valinin bu şekilde ölümünden de hareketle
depremin aşırı lükse verilmiş bir ceza olduğunu düşünür. Böylece deprem, ceza
olgusu ortak nokta olmak üzere, kilise tarafından kendi doğrultusunda olmayan
günahkarlar üzerinden, halk tarafından da sevilmeyen zengin bir yönetici
üzerinden değerlendirilir.
O dönemle ilgili bu
anlamda ilginç olabilecek bir diğer nokta da imparatorların felaketlerin
sebepleri hakkında duyurular yayınlamalarıdır. İmparator I. Iustinianos (527-565) İstanbul’un veba ve deprem
felaketlerine maruz kalmasını eşcinselliğe bağlamış, İmparator III. Leon da
(717-741) 724’de meydana gelen kül yağmurlarının sebebi olarak yine aynı
günaha işaret etmiştir.[13]
Yine İstanbul’da
yaşanan 1063 depremi felaketin İlahi ceza olgusuyla değerlendirilmeye devam
edildiğini göstermektedir. Yalnız bu defa doğanın işleyişi konusu ila gündeme
gelmiş, ama değerlendirme merkezi değişmemiştir. Bu deprem üzerine bir konuşma
yapan filozof Psellos değerlendirmesinde şu sözlere yer vermiştir: “Doğa olağan düzenini kaybetti, çünkü Tanrı
öfkesini dolaylı yolla, doğadaki kaosla göstermek istedi...
Doğa Tanrı tarafından insan O’nun yasalarına uyduğu sürece ahenkli bir
şekilde düzenlenmiştir. Fakat günahlar işlendiği zaman doğaya karışıklık hakim
olur. İnsan, inananı doğru yolda tutmak için Tanrı’nın bir uyarısı olan
depremin nedenidir. ” Psellos, depremleri yeraltındaki rüzgar hareketleri ile açıklayan
Aristo’nun görüşlerine de konuşmasında yer verir, ama ilave eder: “Rüzgarlara yeri sarsma emrini veren
Tanrı’dır. Felaket salt fiziki nedenlerle açıklanamaz. Doğa ilahi iradenin
aracıdır.”[14]
İstanbul’un 1343’te
yaşadığı depremde bu kez Ayasofya kilisesi hasar görmüş, kubbe çökmüştü. Halk
bu depremde dünyanın sonunun geldiğine iyice inanmıştı. Çünkü Ayasofya, Tanrı
ile insanlar arasındaki bağın sembolü olan kiliselerin en yücesi idi. Yıkılması
halinde bu bağ zarar görecekti. Bu da bir uğursuzluk işareti olmalıydı.
Günlerce yas tutuldu. Ayrıca halk, adaletsizlik, iç kargaşalar ve ahlâksızlığın
arttığını düşünerek de kıyametin yaklaştığına inanmıştı. Bu inanışa göre
“dinsiz-imansızın hüküm sürmesi sebebiyle artık Tanrı koruyucu elini dünyadan
çekmişti.”[15]
Bizans’ın fazlaca
deprem yaşaması İstanbul’da yapılan resmi dini törenlere depremle ilgili
ilahi, dua ve vaazların da dahil edilmesine yol açmıştır.[16] Dualar “günah işledik, yoldan saptık, önünde
eğiliyoruz, bize acı!” gibi: depremin insanların günahlarına karşı
Tanrı’nın bir cezası olduğunu ima eden yakarışlar içeriyordu. Vaazlarda
Incil’den “Tanrı evlatlarını, onları
pişmanlığa zorlamak için cezalandırır’’[17] anlamını
ima eden pasajlar okumuyordu. Dua kitaplan ise insanı felaketten kurtarmadı
için Tanrı’ya yakarış sözlerinin yer aldığı duaların yanı sıra depremin sebebi
ve amacı konusunda yorumlara yer veriyordu. Bu yorumlara göre depremin sebebi
günahların Tanrı’nın öfkesini harekete geçirmesidir. Depremin amacı ise “günahlarından vazgeçip tövbe etmedi için
insanı uyarmaktır.” Ama Tanrı yeryüzünü insani yok etmek için değil,
öfkesini günahkara bildirerek onu depremi durduracak tutum ve pişmanlığa
getirmek için sarsar.[18]
Bizans’ta depremler
siyasi çekişmelerde yine dini bir anlam yüklenerek zaman zaman kullanılmıştır.
Mesela 86 i depreminden sonra Ignace ile muhalifi Photius gruplarının
karşılıklı suçlamalarında bunu görmek mümkündürPatrik Ignace’ın taraftarları
Photius’u İstanbul’a deprem çekmekle suçlarlar. Buna karşılık Photius taraftarları
da bu defa 869 depremini Photius’u mahkum eden Din İşleri Yüksek Kurulu’na
verilen bir ceza olarak yorumlarlar.[19]
Lizbon depreminden
birkaç yıl önce 1750’de bir başka Batı başkenti Londra, bir ay ara ile (8 Şubat
ve 8 Mart) çok fazla tahribata yol açmayan iki depremle sarsılır. O yıllarda
Metodist mezhebinin kurucusu Wesley ülke genelinde fazlaca etkindir. Hatta Wesley “bu sarsıntıların kendi
faaliyetlerine katkıda bulunduğunu, İnsanların ders alarak ciddi konularla
ilgilenmeye başladıklarını” söyler. Depremi kendisi de yaşayan Wesley depremin
hasarsız atlatılmasını “Tanrı bu milleti ne kadar şefkatli uyarıyor!
Tövbelerimiz bizi Tanrı’nın daha büyük gazaplarından korusun!”[20]
şeklindeki dua sözleriyle yorumlarken, Kilise ve papazlar deprem üzerine yayınlar
yapmaya vaazlar vermeye başlarlar. An Alarm to the Careless World (İhmalkar Dünyaya İkaz) ismiyle bir
kitapçık basılır. Londra Piskoposu Sherlock papazlara ve halka hitaben Letter to the Clergy and People of London on the Occasion of the
Late Earthquakes başlıklı 12 sayfalık bir tamim yayınlayarak,
azarlayıcı bir eda ile “günahkar insanlar üzerine inen takdiri ilahi”den,
kıyametten söz eder. Metodist papaz Whitefield deprem sırasında geçici olarak
bulunduğu Londra’dan Leydi Selina’ya yazdığı mektupta şu satırlara yer verir: "Tanrı bu büyük şehri feci şekilde
sallıyor.” Doddridge İsimli bir papazın yorumları ise şöyledir: “Evet Beyler! İşte şimdi Yüce Kudret’in
tecellisini sürpriz bir şekilde tekrar tekrar görüyorsunuz. Son beş haftadır O’nun
eli sizin milyon nüfuslu bu güçlü şehrinizi kaldırıp kaldırıp çarptı. Büyük, en
büyük saraylar bile bundan müstesna kalamadı.”
Yine her depremde
olduğu gibi, bu iki sarsıntının ardından
halk paniklemeye ve herhangi bir kehanete inanmaya hazırdır. Mecnun bir
askerin 4 Nisan 1750 günu Londra’nın, özellikle de sarayın bulunduğu
Westminster bölgesinin helak olacağı kehanetinde bulunmasıyla insanlar o günü
şehir dışında veya parklarda geçirirler.
Öncesinde ise
kiliseler dua eden insanlarla dolup taşar. Özellikle Metodist papazlar bu
ortamdan yararlanırlar. Mesela 4 Nisan gecesi Hyde Park’ı dolduran kalabalık,
günahlardan tövbeye çağıran papaz Whitefield için bulunmaz bir fırsattır.
Gecenin kahramanı ise The Cause and Cure of Earthquakes (Depremlerin
Sebebi ve Yaralarının Sanlması) başlıklı bir konuşma yapan ünlü hatip
Wesley’dir. Wesley ayrıca halka deprem vesilesiyle hazırladığı ilahilerin
yazılı olduğu broşürler dağıtır. Deprem dolayısıyla oluşan bu dini hava birçok
insanı etkiler. Ama ertesi gün evlerine dönen ve her şeyin yerli yerinde
olduğunu gören birçok insan da dinden yine yüz çevirir.[21]
Hıristiyan dünyada
daha yakın zamanlarda depreme yönelik algılama şekillerini de 1906 Kaliforniya
depremini bizzat yaşayan, Din Psikolojisi’nin öncülerinden sayılan James’in
aktarımlarından öğreniyoruz: Sabah’ın beş buçuğuna doğru yarı uyanmış yatarken,
yatağımın sallanmaya başladığını sezer gibi oldum. İlk duyduğum şey hareketin
manasını sevinçle tanımak olmuştu...
Öyle kuvvetli bir
duygu ve heyecan içinde idim ki, pek az düşünmüştüm; olayın kapladığı pek az
zaman içinde ne bir şey düşündüm, ne de bir şey istedim. Duyduğum heyecan tam
sevinç ve hayranlıktı...
En ufak korkum yoktu,
sadece ona hoş geldin derken sonsuz bir zevk duyuyordum. ‘Haydi salla, daha kuvvetli salla’ diyordum...
Bütün kudreti ve
zaferiyle kendini göstermişti...
Hiçbir zaman bu kadar
kuvvetli ve niyetli insan hareketi olmamıştır...
Bu nokta üzerinde
fikirlerini sorduğum bütün kimseler tecrübelerinin bu yanı üzerinde benimle
aynı fikirde idiler...
Bana intihalarını
anlatanlardan biri kendini kıyamet gününde, mahşerde sanmıştı...
Bu türlü afetlerin
eski mitolojik açıklamalarının ne kadar zaruri olduğunu, ilmin açıklamalarının
ne kadar suni ve spontane anlayışımıza ne kadar aykırı olduğunu şimdi daha iyi
görüyordum...”[22]
İslâm dünyası,
bulunduğu coğrafya gereği tarihte depremi belki de en fazla yaşayan,
dolayısıyla da onu en çok tartışan kültürlerden birisi olmuştur. Bu tartışmalar
olayın tabiatı gereği yoğun bir şekilde dini perspektifler içermiştir. Ama
bununla birlikte depremi fiziksel anlamda değerlendirme ihtiyacı da ihmal
edilmemiştir. İslâm dünyasının bu tarihsel zenginliği onun daha ilk yıllarından
itibaren oluşmaya başlamıştır. Tarih kitaplarından öğrenebildiğimiz kadarıyla
yaşanan ilk depremlerden birisi sahabeden Ebü’d-Derdâ’nın (ö. 32/652) Şam
kadılığı sırasında meydana gelmiştir. Bu depremi kayıtlarda bulmamıza sağlayan
sebeplerden birisi Ebü’d-Derdâ’nın deprem üzerine hutbe okuyarak "Allah
sizi itab ediyor (kendi hoşnutluğunu kazanmanız için onun hoşlanmadığı şeyleri
terk etmenizi istiyor) ’’ sözlerini sarf etmesidir.[23]
Hicri IV. yüzyılın ilk
yıllarında Ahmed b. Sehl el-Belhî (ö. 322/934) tarafından yazılan bir tarih
kitabı depremi hem fiziksel hem de metafiziksel anlamda tartışan ve deprem
konusunda bugün sahip olduğumuz teknik bilgilere yakın malumat içeren şu
satırlara yer vermektedir:
Zelzeleler türlü
türlüdür. Şöyle ki: Yeryüzünün tabiatı kurudur. Yağmur yağınca ıslanır ve
güneş oraya vurur.
Böylece yaş ve kuru
buhar çıkar. Yaş buhar yağmurların, kuru buhar rüzgarların maddesidir. Yukarı
doğru hareket buharın tabiatındandır. Buhar hareket edip sert yere rastlarsa
bundan dolayı yeryüzü sallanır. Eğer yumuşak bir yere rastlarsa zelzelesiz
çıkar. Yer sert ve taşlı ise, içinde rüzgar hareket halindeyse (sıkışmış ise)
ve çıkacak uygun bir menfez (yer) bulamazsa bazen yeri yarar, onu ayırır.
Bazen zelzelenin peşinden korkunç bir gürültü çıkar. Bunun sebebi şudur: Çünkü
buhar yer kabuğu içinde birikmiştir ve yer yarıldığında bir çıkış yerine
isabet eder. Bazen yeryüzü tersine çevrilir. Altı üste gelebilir. Bazen
pınarlar ve sular ortaya çıkar. Bu sular birçok yeri kaplar. Pek çok yeri su
basar. Antik filozofların da zelzelenin sebepleri konusunda pek çok görüşleri
vardır. Ancak müslümanlara gelince, onlar derler ki, zelzele Allah’ın
fiilidir; rüzgarla yeri hareket ettirmesiyle olur...
‘Her bir yerin Kaf Dağı'na bitişen bir damarı ve bununla görevli bir meleği
vardır. Allah bir kavmi batırmak istediğinde meleğe bu damarı hareket
ettirmesini emreder' şeklindeki anlayış -ki ben bunun doğru olduğunu sanmıyorum bize Ehl-i
kitaptan geçmiştir. Ehl-i kitap da ellerinde bulunan şeyler (dini kitaplar)
konusunda emin insanlar değillerdir. Bu, halkın meseleyi daha iyi anlaması
için yapılan bir teşbihtir ve her şeyin Allah’ın fiili olduğunu, kendi başına
mevcut olmadığım öğretmek içindir.[24]
Hicri 300’lü (miladi
900) yıllarda bir tarih kitabının depremle ilgili günümüz bilgilerini
çağrıştıran bazı teknik bilgiler arz etmesi ilginç gözükmektedir.[25]
İlginç olan bir başka nokta da yazarın “Allah’ın bir kavmi batırmak için
meleğe, Kaf Dağı’na bitişen damarı hareket ettir, emrini vermesi” şeklinde
rivayet edilen ‘söylenti’ye gayet net bir şekilde karşı çıkarak bunların Hıristiyan
kaynaklı olduğunu söylemesidir. Daha da önemlisi yazarın o tarih için önemli
sayılabilecek bir seviyede psikososyolojik bir yöntem seçerek kendisinin de
katılmadığını belirttiği dini bir söylentiyi “her şeyin Allah’ın bilgisi dahilinde olduğu fikrini halka daha iyi
anlatmaya yönelik bir teşbih” olarak yorumlamasıdır.
Hicri 300’lü yıllarda
yazılan bir tarih kitabı bu bilgileri satırlarına taşırken ondan yaklaşık üç
asır sonra (h. Vl/m. XII) yazılan bir fıkıh kitabında deprem üzerine fetvalar
yer alır. Deprem olduğu zaman binalardan kaçmanın kaza ve kader inancıyla
bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışmaları zihinleri karıştırmış olmalıdır ki,
Fahreddin Mahmud Kâdîhân (ö. 592/1196) isimli Hanefi alim şu fetvayı
vermektedir: “Kişi evde bulunduğu vakitte
zelzele olsa, bu insanın dışarı çıkarak kaçması -bazılarının dediği gibi
mekruh değildir. Aksine şu hadisten dolayı müstehaptır. Rivayete göre Hz.
Peygamber yıkılmak üzere olan bir hedefin (ok atılan yer) yanından geçerken
yürüyüşünü hızlandırdı. Sahabeler dediler ki, ‘Allah’ın kazasından mı
kaçıyorsun? O da: Allah’ın kazasından kaçmam yine O’nun kazasıyladır’ buyurdular.”
[26]
Bu fetvanın yer aldığı
fıkıh kitabının yazımından yine yaklaşık üç asır sonra hicri IX. asrın (m. XV)
başlarında bir tarih kitabı Halep’te meydana gelen deprem üzerine çeşitli
yorumlarda bulunur. Deprem dini ve toplumsal konuların konuşulmasına sebep
olacak bir etki yapmış olmalı ki, yazar Ebü’l-Velid İbnü’ş-Şıhne (ö. 815/1412)
bir tarih kitabı standardını gözetmeyerek kitabının sonuna eklediği ‘Kıyamet
Alametleri’ başlıklı bölümde konuyu tartışmıştır: “Bu senede (h. 806/1403) Halep’te ve birçok şehirde büyük bir deprem
oldu. Bunu müteaddit birkaç deprem izledi. Zelzeleler ve fitneler birleşti.
Zelzeleler ve fitneler ancak kıyamet öncesi çoğalır. Görünen o ki, kıyamet
yaklaştı. Dünya boşalmak (bitmek) üzere. Allah zelzelelerle günahkarları
korkutur ve kıyamet zelzelesini haber verir. Deprem Allah’ın izniyle tıpkı
hummalı hastanın titremesi gibi yeryüzünün bazı yerlerinde ortaya çıkar.
Filozoflar zelzelelerin gazların yükselmesi sebebiyle olduğunu savunurlar...”[27]
Osmanlı
dönemine baktığımız zaman İstanbul, Bizans sonrası ilk büyük depremi ‘küçük
kıyamet’ ismi verilen 1509 depremi ile yaşar. Depremden sonra padişah II.
Bâyezid, dîvanı toplayarak devlet adamlarını azarlar. Çünkü padişaha göre
depremin sebebi, devlet erkanının kendi aralarındaki çıkar çatışmaları ve
halka yaptıkları zulümdür. Devlet adamlarından şikayetçi olan halkın
bedduaları ilahi gazaba dönüşmüştür. Bu depremle ilgili anlatılan olaylardan
birisi padişaha aittir. Depremde padişahın yatak odasının tavanı çökmüştür ve
padişah o anda yatak odasında değildir. Çünkü depremden bir saat kadar önce
padişahın şeyhi olan Şeyh Muhyiddin Yavsî “Hünkar
yattığı odayı değiştirsin!” diye haber göndermiştir. [28]
Son büyük depremin
olduğu 1894 yılına kadar İstanbul birkaç önemli deprem daha yaşar. Depremi din
perspektifinden değerlendirme eğilimi devam etmektedir. Ama zamanla
tartışmaların ağırlık merkezi değişir. Değerlendirmeler kısmen bilimsel,
kısmen siyasal içerik kazanır. 1894 depremi bu açıdan iyi bir örnektir. Depremden
sonra padişah 11. Abdülhamid Atina Rasathanesi müdürü Eginitis, İstanbul
Rasathanesi müdürü Coumbary ve yardımcısı Lacoine’a bilimsel bir rapor hazırlattırır.
Rapor, depremi yeryüzünün oluşumu ile ilgili (tektonik) sebeplere bağlamıştır.[29]
Yalnız, padişahın rapor hazırlanması emrinin ardında siyasal bir nokta da söz
konusudur. Çünkü depremin sebebi üzerine üretilen bir fısıltı ile “depremin padişahı devirmek isteyen muhalifleri
tarafından tertiplenen bir komplo” olduğu halk arasında yayılmıştır:
Depremden kısa bir süre önce Sarayburnu sahiline gelen bir mavna büyük bir
aleti denize indirip gitmiş, sonra da deprem olmuştur.[30]
İki ayrı din ve
kültürden aktardığımız farklı tarih ve mekanlara ait bu tartışma ve yorumlama
şekillerinden anlaşıldığı üzere tarih, dinin deprem gündemindeki yerini hep
koruduğunun örnekleriyle doludur. İnsanlar çoğu zaman depremi, yeryüzünde
işlenen günahlara karşı Tanrı’nın kendilerini cezalandırmak üzere gönderdiği
ilahi bir alamet olarak görmüşlerdir. Tabi bunun temelinde tıpkı bugün olduğu
gibi insanoğlunun başına gelen felaketi anlamlandırma çabası yatmaktadır.
Ortak noktalardan birisi de depremin her zaman kıyametin yaklaştığı şeklinde
yorum veya beklentilere yol açmasıdır. Sh.47-61
Yaşanan olayları
(felaketleri) anlamlandırmak amacıyla yükleme/atfetme davranışında bulunan
kişinin zihninde hem çevresel etki ve doğal faktörleri ön plana çıkaran
seküler bir bakış hem de kutsal/meta fizik kavram ve sembollere dayalı dini
açıklama olabilir. Yani insanın hem dini hem de natüralistik (doğasal) bakış
açısı ve anlam sistemlerine sahip olması mümkündür.[31] Bu konu
ile ilgili, özellikle de yaşanan felaketlerden sonra insanların felaketi nasıl
kabullendikleri ve acılarıyla nasıl başettikleri üzerine son yıllarda çok
sayıda araştırma yapılmıştır. Ancak bu araştırmaların çoğunda dini inanç ve
tutumların atfetme süreçleri, biçimleri ve fonksiyonları üzerindeki etkilerine
yüzeysel biçimde değinilmiştir.[32]
Halbuki Tanrı’nın gerçekliğine ve varlığına inanan bireyler için bazı
olayların meydana gelişini açıklamada dini kavramların yani kutsal referansların
merkezî bir yeri vardır.[33]
Yapılan araştırmalara bakıldığında atfetme ve başaçıkma konusunu eksen edinen
araştırmalarda seküler yani dini referans ve kavramalara dayalı olmayan
yaklaşım ve kavramlarla yapılan yükleme biçimleri üzerinde durulmuştur. Dini
kavramların yükleme süreçlerinde ne kadar kullanıldığı, dini inançların olayların
algılanmasında ve anlamlandırılmasında ne derece etkili olduğu sorusu genelde
araştırma kapsamına alınmamıştır.[34] Bu
nedenle atfetme davranış ve biçimleri ile ilgili araştırmalarda eksik kalan
yönlerden birisi şüphesiz Miner ve Mcknight’in de işaret ettiği gibi, olayın
dini inançlarla ilgili yönüdür.[35]
Dini inançların, atfetme süreçlerine ilişkin araştırmalarda merkezi bir
konumda bulunmadığı ve başaçıkma davranışlarına ilişkin yayınlarda dini
inanç, tutum ve ibadet boyutlarına pek yer verilmediği bu konuda çok az sayıda
sistematik araştırma bulunduğu görüşü yaygın olarak kabul edilmektedir.[36]
Yükleme teori ve kavramlarını din psikolojisi araştırmalarına ilk defa 1975’te
Proudfoot ve Shaver taşımış, ancak bu tarihten sonra din psikologları
dindarlık ve atfetme davranışı arasındaki ilişkiyi çözümlemeye yönelik
araştırmalar başlatmışlardır.[37]
Böylece insanların olağanüstü olaylara gösterdikleri tepkiler ve bu olaylar sonrasındaki
vaziyet alışlarının dini boyut göz ardı edilerek anlaşılamayacağı, dini
unsurları dışlayan bir atfetme olgusunun çok yönlü süreçleri aydınlığa
kavuşturamayacağı görülmüştür.[38]
Dini inançlar, inanan
insanlara bir bakış açısı ve yaklaşım biçimi kazandırır. İnsan olayları
açıklarken bu bakış açısını ve yaklaşım biçimini yansıtan dini kavramlar
kullanır. Böyle bir insan için olayların meydana gelişi, kaynağı veya
gerisindeki güce ilişkin açıklamayı anlamlı kılan şey dini içerikli
kavramlardır. Bu anlamda dini sembol ve inanç sistemleri önemli birer ‘anlam
kaynağı’dır.[39]
Bir başka ifade ile din insanı kutsalla ilintilendiren bir anlam arayış
alanıdır.[40]
Hayatın çeşitli dönemlerinde karşılaşılan problemler ve sıradışı olaylar,
davranışın bilişsel sistemlerinde ve çatışmaları çözümlemeye yarayan
kurallarda kırılmalara neden olur. İşte böyle durumlarda din, karşılaşılan
olayları ve yaşanan deneyimleri yorumlama olanağı sağlayan bir sistemler bütünü
olarak devreye girebilir.[41]
Anlam arayışında olan
birçok insanın dine yöneldiği gözlenmektedir. Örneğin ABD’de 2000’den fazla insana
niçin dindar oldukları sorulduğunda en yaygın olarak “din hayatımıza anlam veriyor” yanıtı alınmıştır.[42]
Bir ‘anlam sistemi’ olarak din, bireylere dünyayı anlamada yardımcı olduğu
gibi onların bazı olaylara ilişkin tahminlerde bulunmalarına, olayları denetim
altında bulundurma duygusu edinmelerine ve nihayet öz saygılarını
korumalarına katkıda bulunur.[43]
Nitekim Pargament ve çalışma grubunun 586 kişi üzerinde yaptıkları bir araştırmada
dini inançların bazı olayları anlamaya yardımcı olduğu saptanmıştır. Bu
araştırmaya katılanların % 78 gibi büyük bir oranı, kendi hayatlarında karşılaştıkları
ciddi boyutlu olumsuz olayları anlama ve bunlara göğüs germede dini
inançlarının bu süreçlere etki ettiğini ifade etmişlerdir.[44] Bu
bulgular dinin kederli olaylar karşısında tahammül ve başaçıkma sürecini etkilemesinin
aslında sıradışı değil genel bir olgu olduğu görüşünü teyit etmektedir.
Yükleme/atfetme
mekanizmasını belirleyen iki genel faktörden söz edilebilir. Bunlar ortamsal ve
biçimsel faktörlerdir.[45]
İnsanların içinde bulundukları çevre ve koşullar algıyı ve anlamlandırmayı
etkiler. Toplumsal özellikler, toplumda yaygın olan yargılar ve anlayış
tarzları dini referanslar ve söylemlerden etkilenmiş ise bu ortamsal faktörler
(contextual factors) atfetme davranışını etkiler. Buna ilaveten yaşanan olayın
yapısı, doğası, hacmi ve etkinlik derecesi de biçimsel faktörler olarak devreye
girer. Atfetme ve başaçıkma insanların içinde bulundukları toplumsal ve
kültürel ortamdan soyutlanmış olarak başlayıp devam eden bir süreç değildir.
Hayatın akışına yön veren yaygın toplumsal birikimler yani kültürel güçler (kurumlar,
yasalar, bilgiler, gelenekler, moral değerler ve hayat biçimleri) karşılaşılan
olayları algılayışı ve onlara gösterilen tepkiyi etkilemekte, dolayısıyla
insanın yönelimini şekillendirmektedir.[46] Bu
nedenle yaygın toplumsal açıklama biçimlerinin ve bu süreçte kullanılan
kavramlara kaynaklık eden sosyo-kültürel inançların araştırılması
gerekmektedir. Bu anlamda ideolojiler, inançlar ve tutumlar toplumca
paylaşılan açıklama biçimlerine temel olan bilgi ve algı kaynakları olarak
ele alınabilir.[47]
Yani açıklama biçimlerine kaynaklık eden birikimlerin yapısı belirleyicidir.
Mesela dini referansların şekillendirdiği, dine çok sık göndermeler yapılan
bir toplumsal ortamda birey, başına gelen olayları dini kavramlar kullanarak
açıklama eğilimindedir. Yükleme/atfetme davranışını belirleyen biçimsel
faktörler (stylistic factors) ise başa gelen olayların yapısı, içeriği,
derinliği, büyüklüğü, etki alanı gibi değişkenleri içerirler. Yani
karşılaşılan olayların yapısı yükleme biçiminin belirlenmesinde etkili
olmaktadır. Örneğin Spilka ve Schmidt
135 kişiyi kapsayan bir araştırmalarında olayların büyüklük derecesi (veya
şiddet) arttıkça Tanrı’ya atfetme eğiliminin yükseldiğini gözlemişlerdir.[48]
Eğer karşılaşılan olay kişisel kontrolün dışındaysa, bir başka ifade ile
bireyin olayı yönlendirme gücü yoksa ve her şey onun gücü ve isteği dışında
cereyan ediyorsa, olayın şiddeti ve boyutu büyükse böyle durumlarda dini
açıklama/atfetme yöntemine daha sıklıkla başvurulduğu gözlenmiştir. Miner ve
Mcknight da 363 kişi üzerinde yaptıkları bir araştırmada bu gözlemi teyit eden
bulgular elde etmişlerdir.[49]
Trajik sonuçlar
doğuran geniş çaplı ve çok boyutlu beklenmedik olumsuz olayların Allah’a
atfedilme olasılığı dar çaplı ve bireysel olaylara oranla daha fazladır. İnsanın,
sadece kendisi veya küçük bir grupla sınırlı kalan ve sonuçları geniş
kitleleri derinden etkilemeyen olayları açıklarken dini kavramları kullanma
olasılığı daha azdır. Böyle durumlarda olayların sorumluluğunu Tanrı’ya yükleme
eğilimi pek görülmez. Ancak doğal felaketler gibi geniş kitleleri etkileyen
trajik olaylarda kendini Tanrı’ya yakın hissedenlerin İlâhi bir neden, kutsal
bir sorumlu (veya irade) arama eğilimi daha fazladır. Yani kendisini dindar ve
Tanrı’ya daha yakın bulanlar diğerlerine oranla Tanrı’ya daha fazla sorumluluk
yüklemektedirler.
Bilimsel araştırma
sonuçlan bu yargıları doğrular niteliktedir. Örneğin Gorsuch ve Smith 164
üniversite öğrencisi üzerinde yaptıkları bir araştırmada dindarlık ve olayları
Tanrı’ya atfetme arasında istatistiksel açıdan da anlamlı olan bir ilişki
bulmuşlardır.[50]
Lupfer, Brock ve DePaola da 183 Hıristiyan üzerinde yaptıkları araştırmada
benzer sonuçlara ulaşmışlardır.[51]
Bu araştırmanın sonuçları muhafazakar
kişilerin muhafazakar olmayanlara oranla günlük olayları açıklarken Tanrı’ya
daha fazla atıfta bulunduklarını göstermiştir. Bununla birlikte Hıristiyan
kişiler üzerinde gerçekleştirilen bu araştırma muhafazakarların olumlu olayları
Tanrı’ya, olumsuzları ise şeytana atfetme eğilimi taşıdıklarını, menfi
olaylardan Tanrı’yı sorumlu tutmama çabasında olduklarını belirlemiştir.
Kısacası, dindarlık derecesi ile olayların sorumluluğunu Tanrı’ya yükleme,
olayları kutsal referans ve kavramlarla açıklama eğilimi arasında doğru bir
orantı söz konusudur.
Smith ve Gorsuch
farklı derecede dini yönelimlere sahip 305 öğrenci üzerinde yaptıkları
araştırmada muhafazakar dindarlık ile Tanrı’ya atfetme eğilimi arasında olumlu
bir ilişki gözlemlemiştir.[52]
Smith ve Gorsuch, deneklerini tutucu Hıristiyanlar, ılımlı Hıristiyanlar ve
teolojik yaklaşımı olmayanlar şeklinde üç gruba ayırarak bunların olayları
Tanrı’ya atfetme eğilimlerini karşılaştırma imkânı bulmuştur. Bir başka ifade
ile denekler dindarlık derecelerine göre gruplara ayrılmış ve olayları hangi
düzeyde Tanrı’ya atfettikleri araştırılmıştır. Bu çalışmanın vardığı sonuç
şöyle özetlenebilir: Bu gruplar arasında muhafazakar ve tutucu olarak
tanımlanan dindarlar, ılımlı Hıristiyan ve teolojik yaklaşımı olmayanlara
kıyasla olayları daha sıklıkla Tanrı’ya atfetme eğilimi göstermişlerdir. Bu
grubu ılımlı dindar olarak nitelenen grup izlemiştir. Teolojik yaklaşımı
olmayanların ise bu üç grup içerisinde Tanrı’ya en az oranda sorumluluk yükleme
eğiliminde bulundukları gözlenmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta iyi ve kötü olayların/sonuçların tüm
sorumluluklarının Tanrı’ya mal edilmesi değil, Tanrı’nın bir ‘aracı’ (agent) ve
‘harekete geçirici’ (actor) olarak fonksiyon icra etmesidir. Yani aslında Tanrı olayların akışına müdahale edip değiştirmekten ziyade
sadece vesile olmuştur. Aslında sorumluluk insana aittir. Ancak bu, dindarların
olayları açıklarken seküler/dünyevi kavramları dışlaması anlamına gelmemektedir.
Yani buradaki dini ve seküler şeklinde formüle edilen açıklama biçimleri bir
paradoks ve çatışmadan daha çok her iki açıklama ve anlamlandırma türünün de
aslında insan zihninde bir arada bulunduğunu göstermektedir. Ancak olayların
şekil, hacim ve sonuçlarına, ortamsal şartlara, olayın yaşandığı andaki ruhsal
duruma ve kişinin yaşadığı dini duygulara göre birinin diğerine üstün gelmesi
söz konusudur.
Dini yönelimin yapısı
yani insanların dini algılayış biçimleri, dindarlık motivleri, dindarlık
biçimleri ve beklentileri negatif olaylarla karşılaşıldığında gösterdikleri
davranışları etkilemektedir. Örneğin Pargament ve meslektaşları 538 kişi
üzerinde yaptıkları bir araştırmada farklı dindarlık ve dini yönelim/yaklaşım
(orientation) biçimlerinin davranışlara yansıyan farklı etkilerini gözlemişlerdir.[53]
Buna göre, olumlu dindarlık biçimi (intrinsic) olarak nitelenen dış etkenler ve
pragmatik beklentilerden kaynaklanmayan dini dürtülere sahip olanların, negatif
olaylar karşısında manevi açıdan daha güçlü bir başaçıkma mekanizması
geliştirdikleri gözlenmiştir. Bu tip dindarlar negatif olayları manevi açıdan
merhale katetmek için bir fırsat olarak değerlendirme eğilimindedirler. Buna
karşın pragmatik (problem çözme) beklentilere dayalı dindarlık (extrinsic)
dürtüsüne sahip olanlar ise negatif olayları manevi açıdan gelişmek için bir
fırsat olmaktan ziyade kendilerine yönelen bir tehdit olarak algılama
eğilimindedir.[54]
Daha önce işaret
ettiğimiz gibi insanlar başlarına gelen felaketleri farklı şekillerde
yorumlayıp anlamlandırabilirler. Biçimsel ve ortamsal faktörler gibi dış
etkenler ile kişisel özellikler gibi iç etkenler hem algı ve atfetme hem de
başaçıkma sürecini etkiler. Negatif olaylarla karşılaşanlar için maruz kalınan
bu olumsuzlukların değerlendirilmesinde dini yaklaşımın bir bakış açısı ve
anlamlandırma çerçevesi sunduğunu belirtmiştik. Bununla birlikte, atfetme
süreçlerinde olduğu gibi başaçıkma ve direnme süreçlerinde de hem dini hem de
dini olmayan kaynakların kullanılması mümkündür. Dini veya dini olmayan
başaçıkma, kişisel özellikler ve yaygın kültürel yapıyla ilgilidir. Bu süreç
çok boyutlu ve değişken olduğu için dini/dini olmayan şeklinde kesin ve
kategorik ayırımlar yerine her ikisinin koşullara bağlı olarak kesişme veya
zaman zaman örtüşmesinden bahsetmek daha uygun olacaktır. Burada unutulmaması
gereken nokta şudur: İnsan hangi araç ve vasıtaya sahipse veya hangi
mekanizma(ların) etkisindeyse başaçıkma davranışında onları kullanır. Eğer
insanın dini bir yönelimi yoksa trajik ve olumsuz olaylar karşısında din bu
kişi için bir başaçıkma mekanizması olarak işlev görmez. Bu şu demektir: Dini
öğelerin dahil olduğu bir başaçıkma davranışının sergilenebilmesi için insanın
temelde bazı dini inançları olması gerekir, yoksa dini başaçıkmanın birden
ortaya çıkması düşünülemez. Ancak dini başaçıkma yeknesak ve donuk bir
mekanizma da değildir. Yer, zaman, ortam, kişisel özellikler ve olayların
tabiatı gibi çok yönlü etkiler dini başaçıkmaya farklı şekiller, biçimler,
renkler ve yoğunluklar katar ve zaman zaman diğer başaçıkma mekanizmaları ile
örtüşmesini zaman zamanda da ön plana çıkmasını sağlar.
Pargament ve
meslektaşları hayatın kritik ve trajik olaylarıyla yüz yüze gelen insanların
karşılaştıkları sorunları çözmede, dindarlığın uzun vadede de olumlu etkileri
olacağını savunmaktadır.[55]
Onlara göre dini inançlar, olumsuzluklarla karşılaşan insanlara manevi ve duygusal
destek sağlar. Özellikle başa gelen sıkıntıların Tanrı’nın yardımıyla
çözülebileceği inancı ve Tanrı’nın desteğine duyulan güven kişinin öz güveni
için olumlu etkiler yapan bir dayanaktır. Newman ve Pargament’in 327 kişi
üzerinde yaptıkları bir araştırma % 28 ile % 47 arasında değişen anlamlı
sayılabilecek bir oranın “herhangi bir
sorunla karşılaştıklarında dini inançların kendileri için bir huzur ve
rahatlama kaynağı” olduğuna inandıklarını ortaya koymuştur.[56]
Felaketlerle
karşılaşıldığında inanç aynı zamanda bir iyimserlik kaynağıdır. Örneğin Gorsuch
ve Smith üniversite öğrencilerinin beklenmedik olumsuz olaylar karşısındaki
tutumlarını araştırırken dindar olanların, bütün olumsuz şartlara rağmen
iyimser bir tutum içinde olduklarını gözlemiştir.[57] Bu
araştırmaya göre Tanrı’yı olaylara müdahil olarak görmekle dindar kişiler
Tanrı vasıtasıyla olaylan kendi kontrolleri altında gibi algılamakta, bu da
onların ruh sağlığına olumlu etkide bulunmaktadır.
İnanç, başaçıkma
mekanizması için önemli bir kaynaktır. McCrae, çeşitli sıkıntılara maruz kalan
bir grup üzerinde yaptığı araştırmada tespit ettiği 28 başaçıkma mekanizması
arasında inancın, tehlike ve tehditlerle başaçıkmada % 72, kayıplarla
başaçıkmada ise % 75 oranında başvurulan bir mekanizma olduğunu belirlemiştir.[58]
Conway’in yaptığı bir araştırma ise sağlık sıkıntılan olan hastalara stresle
nasıl mücadele ettikleri sorulduğunda, deneklerin % 91’inin sıkıntı ve
üzüntüden kurtulmak için dua ettiklerini ortaya çıkarmıştır.[59]
Yapılan araştırmalar
dini inanç, tutum, davranış ve sembollerin başaçıkma sürecini etkilediğini
göstermekle beraber dini kaynaklı başaçıkmanın biçim ve etkileri, sürece dahil
değişkenlerden dolayı çok boyutlu ve karmaşık bir görünüm arz etmektedir.
Dini Kaynaklı Referanslı Başaçıkmanın Biçim Ve
Etkileri
Bireyler arası yardım ve dayanışma:
Cemaatten, dini gruplardan yardım alma, cemaat üyelerine veya toplumun
diğer kesimlerine yardımda bulunma.
Manevi destek:
Allah’ın yardım, koruma ve sevgisini tecrübe etmek.
Günlük hayatında Allah'ın da var olduğunu hissetmek.
Bilişsel (cognitive) boyut:
Allah’ın lütuf ve yardımının farkına varmak.
Başa gelen olaylardan Allah’ın ders verdiği anlamını çıkarmak.
Duygusal unsur:
Allah’a kızmak, öfke duymak ve ondan uzaklaşmak.
Hata ve günahlardan dolayı suçluluk duygusu hissetmek.
Davranışsal boyut:
Daha sevecen ve hoşgörülü bir davranış biçimi sergilemek. Hata ve
günahlarını itiraf etmek.
Toplumsal etkileşim:
Daha adil bir toplum için mücadele etmek.
Dinin toplumsal öğretilerini yaymak.
Kaçınma davranışı:
Bu dünyanın problemlerini bir tarafa bırakıp ahiret hayatı üzerinde
yoğunlaşmak.
Sorunları zihinden uzak tutmak için kutsal kitabı okumak veya duaya dalmak.
Pasif tutum:
Bütün sorunların çözümünü tümüyle Allah’a havale etmek. Mucize beklentisi
içine girmek, Allah’tan mucize dilemek.
Allah ile dayanışma ve işbirliği:
Gücünün yetebileceğini yapmak, gerisini Allah'a bırakmak. Allah’ın
sorunlarla nasıl başaçıkılacağını gösterdiğine inanmak.
Sh: 69-79
Geniş ölçüde can ve
mal kaybına yol açan, geride binlerce yaralı ile bir enkaz yığını bırakarak
hayatın normal akışını alt üst eden doğal felaketleri afetzedeler neye veya
hangi güce atfetmekte, nasıl algılamakta ve açıklamaktadırlar?
Can ve mal kaybının
neden olduğu stres ve gerilimlerle başaçıkmada hangi mekanizmalar devreye
girmektedir?
Dini inançlar gerek
algılama ve açıklama, gerekse acılarla başaçıkmada ne tür katkıda bulunmaktadır?
Yaşanan felaketlerden
sonra toplumsal ölçekte önemli sayılabilecek derecede bir dini yöneliş söz
konusu mudur?
Doğal felaketler
hayatın normal akışını alt üst eden ve insanın alışageldiği yaşam düzenini
bozan olaylardır. Bu tür olaylar sadece can ve mal kaybına neden olmakla
kalmaz, insanın kendi hayatı ve çevresini kontrol etme, planlama ve yönlendirme
yeteneklerini de etkileyerek bir belirsizlik duygusu yaratır. Bu belirsizlik
duygusu insanın özgüvenini olumsuz yönde etkiler. Felaketler sonucu normal
hayat akışı bozulan, kontrol yeteneğini kaybederek belirsizlik duygusuna
sürüklenen insan, can ve mal kaybının da etkisiyle stres, gerilim ve ruhsal
çöküntüyle karşı karşıya gelir. Üçüncü bölümde detaylı bir şekilde ele alındığı
gibi doğal felaketlerle yüz yüze kalanların ilk tepkilerinden biri başlarına
gelen şeyi anlamaya ve çözümlemeye çalışmaktır.
İnsanın karşılaştığı
olayları anlamlandırma çabası doğal bir davranıştır. Bu çaba, kontrolü insanın
kendi dışında gelişen olayların nedenlerini anlama söz konusu olunca daha
yoğun olarak hissedilir. İnsan olayları bazı nedenlere atfederek, bazı
sebeplere dayandırarak açıklamaya ve anlamaya çalışır. Atfetme veya yükleme
adını verdiğimiz bu davranışı gerçekleştirirken insan dini veya natüralistik
(doğasal) anlam sistemlerinden birini veya her ikisini birlikte kullanabilir,
dolayısıyla farklı algı ve yorumlama biçimleri sergileyebilir. Depremzedelerin
algı ve açıklamalarında bu üç kategoriyi kullandıklarını ortaya koymuştur.
Ancak belirtmek gerekir ki, hem dini hem de doğasal anlam sistemini içeren
açıklama biçimleri var olmakla birlikte, dini inanç ve kavramlar bu açıklama
veya atfetme şekillerinde merkezî bir yere sahiptirler. Felaketzedeler depremin
meydana gelişi, kaynağı veya gerisindeki güç konusunda dini sembol ve kavramları
kullanarak felaketi anlamlandırmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında
araştırmanın belki de en belirgin bulgularından birisi felaketzedelerin büyük
çoğunluğunun “depremin gerisinde metafizik bir güç olduğu” şeklindeki
inançlarıdır.
Bununla birlikte “kader” ve “imtihan” gibi dini referanslı açıklamaların
yanında felaketzedelerin % 38’i depremi “ceza” veya “uyan" kavramlarıyla
açıklamaktadır. Yalnız bu açıklama davranışında bazı kültürel özelliklerin, toplumda
yaygın olan çeşitli yargı ve anlayış tarzlarını içeren ortamsal faktörlerin
devreye girdiği gözlenmiştir. Yaşanan tüm diğer tecrübeleri yorumlamada olduğu
gibi deprem felaketini açıklamada da bu toplumsal birikimler, algılama ve
tepki gösterme biçimlerini yönlendirmiştir. Bu nedenle araştırmamız yaygın toplumsal
açıklama şekillerini ve bu süreçte kullanılan kavramlara kaynaklık eden
sosyo-kültürel inançların etkilerini de belirlemeye çalışmıştır.
Deprem anındaki
zihinsel ve duygusal tepkileri dile getirirlerken de depremzedelerin felaketi
algılama, anlamlandırma ve açıklama biçimlerinde olduğu gibi yine çoğunlukla
dini referanslı kavramlar kullandıkları tespit edilmiştir. “Kıyametin Koptuğu” zannı, “mahşer yeri” tanımlaması ve “dua etme” ihtiyacı
bunlardan bazılarıdır. Bu düşünce ve tepkilerde de yine toplumdaki yaygın dini
anlayışların, daha önce edinilen öğretilerin rol oynadığı görülmektedir. Ama
burada asıl dikkat çeken nokta insanı ansızın yakalama özelliğine sahip bir
doğal felaket olan deprem anında dini referanslı düşünme eğilimi ve ilahi bir
güce sığınma temayülü gösterilmesidir.
Deprem gibi geniş
kitleleri etkileyen trajik bir felaketi açıklamada dini bir perspektif
kullanma, depremi İlâhi bir nedenle açıklayarak onu insana yönelik bir ceza
veya kıyametin habercisi olarak algılama eğilimi insanlığın ortak tarihsel bir
deneyimidir. Çoğu zaman din ayırımı gözetmeksizin çeşitli kültürlerde var olan
bu olgunun tarihsel varlığını belirlemek için dünya tarihinin iki önemli ve
farklı kültürünü oluşturan Hıristiyan ve İslâm dünyası ele alınmıştır. Bu iki
dünyanın depremi algılayış biçimleri farklı tarih ve coğrafyadan derlenen
örneklerle araştırmamızın ikinci bölümünde sunulmuştur. Gerek tarihsel
tecrübeler gerekse bu çalışmada da görüldüğü gibi günümüzdeki deneyimler doğal
felaketler ve din arasında çok boyutlu ilintiler kurulabileceğini
göstermektedir. Elde ettiğimiz bulgulardan hareketle doğal felaketler konusunun
özellikle modern din eğitiminde dikkate alınması gerektiğini ve yaşananları
anlamlandırma sürecine dini öğretilerin de katkıda bulunabileceği olgusunu vurgulamak
istiyoruz. Bu anlamda dini öğretilerin yanlış kullanılmasına ve çarpıtılmasına
engel olmanın en etkin yolu, din eğitimi programlarına doğal felaketlerle
ilgili konuların da dahil edilmesidir. Din yanlış anlaşıldığı sürece
felaketlerin birer ‘ceza’ şeklinde yorumlanma temayülü ile bireysel ve
toplumsal sorumluluklardan kaçma eğilimi daha fazla olacaktır.
Depremde meydana gelen can ve mal kaybını takip eden belirsizlik ve
güvensizlik duygularının yol açtığı ruhsal gerilimle başaçıkmada
depremzedelerin üç genel alanı kullandıkları tespit edilmiştir.
Bunlar (a) toplumsal
dayanışma, (b) bireyselliği aşma ve (c) dini inançlardır. Zor zamanda
kendilerine uzatılan yardım elinin dayanma güçlerini artırdığını belirten
depremzedeler, felaketin toplu olarak yaşanmasının getirdiği paylaşım
duygusuyla da bireyselliği aşmışlardır. Dini inanç, ibadet ve ritüeller de
felaketzedeler için bir güç ve teselli kaynağı olmuştur. Dinin hem felaketin
anlamlandırılmasına hem de kayıp ve acılara göğüs germe sürecine olumlu
katkılarda bulunduğu belirlenmiştir. Özellikle ahiret inancının kayıpların
kabullenilmesini kolaylaştırdığı ve felaketzedelere iyimserlik, umut gibi ruh
sağlığı açısından olumlu duygular kazandırdığı izlenmiştir. Kısacası, felakete
metafizik bir anlam yüklemekle insanlar sıkıntılara sabretmeye ve dayanıklılık
göstermeye hazır hale gelmektedirler. Çalışmada elde edilen bulgulardan
hareketle dini inanç, ibadet ve törenlerin felaketzedelerin hayatına olumlu
katkıda bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle stres ve gerilimlerle
başaçıkmada yardımcı olmak amacıyla kurulan psikolojik danışma merkezlerinin,
tedavi ve terapi sırasında din faktörünü de gözönünde bulundurmalarının
çalışmalarına olumlu katkıda bulunabileceğini söylemek mümkündür. Diğer taraftan
din hizmeti veren kişi ve kurumların da felaketzedelerin ruhsal gerilim ve
çöküntülerini anlayıp onlara yardımcı olabilecek düzeyde psikoloji eğitimi
almaları, yani hem din hem de psikoloji alanında donanımlı olmaları gerekir.
Felaketzedelerin “deprem sonrasında bir dini yöneliş
eğiliminde olup olmadıkları” sorusuna gelince, bu konuda göreceli bir
değişim gözlenmesine rağmen bunun toplumsal ölçekte önemli sayılabilecek
dereceye ulaşmadığı görülmektedir. Ahlaki ve manevi konularda bireysel ve
toplumsal bir sorgulama sürecine ilişkin bazı işaretler olmakla birlikte bunun
köklü ve yaygın bir eğilim niteliği taşıdığını söylemek zor görünmektedir.
Bununla birlikte yaşadığı depremi bir “milat” olarak değerlendirenler, depremi
bir ibret alma ve kaybolmaya yüz tutan bazı toplumsal değerleri tekrar keşfetme
ve kendini sorgulama sürecinin başlangıcı olarak görenler de vardır.
Deprem sonrasındaki bu
sorgulama süreci bazıları için çeşitli davranışsal değişikleri de beraberinde
getirmiştir. Depremzedelerin % 38’i bu anlamda bir artış olduğunu
düşünmektedirler. Dini anlamda yaşanan bu sorgulama süreci bazı afetzedeler
için dini pratiklere yönelme ile sonuçlansa da genelde değerlendirildiğinde değişim
daha çok zihinsel planda kalmaktadır. Bununla birlikte tam tersi yönelişler de
olmuştur. Mesela ‘teselli arayışı’ veya ‘korkuyu yenme’ gerekçesiyle alkol
kullanmaya başlayanların olduğu veya daha önce kullananların daha fazla alkol
aldıkları gözlenmiştir. Bu değişimlerin ne derece kalıcı olduğuna ve böylesine
etkili bir doğal felaketin bireysel ve toplumsal anlamda ne gibi etkilerinin
olacağına daha uzun bir süreci değerlendirerek karar vermek gerekecektir.
Değişimlerin takip edilebilmesi için uzun soluklu araştırmalara ihtiyaç vardır.
Bu tür araştırmalarda elde edilecek veriler doğal felaketlerin uzun vadede
neden olabileceği sosyal ve kültürel değişimi anlamaya katkıda bulunacaktır.
Gerek doğal felaketler ve sonuçlarına ilişkin geleceğe yönelik politikalar
oluşturma ihtiyacı gerekse toplumun bilinçlenmesine önemli katkılar sağlayacak
araştırma merkezlerinin kurulması gereği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Son
olarak şunu hatırlatmakta yarar görüyoruz: Kamu ve sivil kuruluşların bir
taraftan bu tür araştırma merkezleri kurarken diğer taraftan da burada
yürütülen çalışmalardan elde edilecek bilgilerle donanmış psikolojik ve manevi
destek merkezlerinin oluşturulması birçok sıkıntının aşılmasında son derece
yararlı olacaktır. Sh: 153-158
************************
İsyanımı bağışla
Tanrım, tevekkül gelmiyor içimden...
Habersiz, ikazsız,
insafsız vurdun.
Uykusunu böldün el
kadar bebelerin...
Kundağıyla betona
gömdün. Bir gece yarısı korkunç homurtunla kustun öfkeni, bin yıllık müminler
toprağını yardın. Esvapsız, öksüz, çaresiz sokağa döktün kullarını...
Asrın en gaddar
tokadını onlara reva gördün. Taş üstünde taş bırakmayan gazabın enkaza çevirdi
yurdumu...
Hiddetine amenna,
lâkin nerde merhametin?..
Hadi biz tövbekar
olmadık, diklendik adaletine, sual ettik hükmünden, küfre ve günaha bulandık;
ya ömrünü sana tapınmaya vakfetmiş kullarından ne istedin?
Külleri çimentodan bir
cehennemin içinden çekip aldığı eşi ile iki oğlunu elleriyle kireçleyip gömerken
“Ne yapalım, Allah’ın adaleti” diye
boyun eğen ak saçlı ademoğluna nasıl kıydın?
“Yavrularımı bana bağışla Tanrım...
Hiç olmazsa birini...” diye yakaran kadının kucağına iki evlat
cesedi tutuşturmak mıydı ilahi adaletin?
Enkazdan kurtardığı
yavrusu bu kez kolera ateşinde yanarken “Neden Allahım” diye inleyen anaya ne
cevap verdin?
Onlar ki bir gün dahi
asi olmadılar sana karşı, kader bildiler kederlerini...
Dualarla uyuttular
bebelerini...
Ve sen uykuda yıktın
evlerini başlarına...
Sonra kimsesizler
mezarlığına koydun. Kefeni, kitabeyi çok gördün. Bir tek dozerler gitti
cenazelerine; oğul kucağı yerine kepçelerle gömdün. İşte o yüzden biz, o
talihsiz kullarınla beraber toprağa verdik itikadımızı...
Buysa adaletin, bir
daha adalet dilenmeyeceğiz senden...
Merhametin bu kadarsa,
al senin olsun!..
Bir sabır sınavıysa
zulmün...
Son olsun bugünkü...
Bir sonraki sınavı
geçemeyebiliriz çünkü...
Ve sen halkım!.. Sen,
her eceli akıbet, her afeti kader sayan, sen, en beterinde facianın, “beterin beteri”nden
korkan ve daima şükreden, affeden, sabreden cemaatim benim...
Sen, denizini doldurup kumundan ev yapan, süreceği toprağa çürük temel
atan, bir kat fazla ruhsat için oy kiralayan, talana dost, doğaya düşman,
naçar, hilekar, cefakar, sahtekar, fedakar halkım benim...
Ne kadar acısam az sana, ne kadar övünsem
az...
Sen, ölmüş eşinin yanı
başında ameliyat yapan hekim...
Sen, “Emir böyle"
deyip göçükler caddesine uğramadan geçen iş makinesinin önüne yatan genç
kız...
Sen, yorgunluktan
çatallaşmış sesiyle “kask ve kefen bezi gönderin” diye feryat ederken
gözyaşlarını tutamayan yüzbaşı...
Siz, onların yardımına
koşan yürek yürek insan, siz kazma kürek maden işçileri, siz komşusu açken aşı
boğazına dizilenler...
Tanıyıp bilmediği
insanların elemiyle üzülenler...
Kör karanlıkta mihraba
bakar gibi bakıp el köpeklerinin soluğuna, bir can belirtisi, bir ışık arayan
biçare halkım benim...
Doldurduğun toprak
mezarın, oturduğun ev tabutun olmuşken, Gölcükte, Sakarya’da, Değirmendere’de,
on binler halinde yatarken betondan bir enkazın dibinde, bu kopmuş kollar,
kesilmiş bacaklar, yitirilmiş canlar kuyusunda bir hiç uğruna ziyan olmuşken,
sen nasıl hala “alın yazım” diye inlersin; nasıl onca yalanı dinlersin
yattığın yerden?..
Ey benim bağışlaması
bol kavmim!..
Sen ki oğullar, kızlar
etkin toprağa, biçildi oğulların kızların...
Öylesine lanetliydin
ki, hiçbir toprağa tutunamadın, yine göç yollan göründü sana...
Ey “katlandığına
dağlar katlanmaz” halkım benim...
Bu ne bitmez sabırdır
ki, yedi ceddini gömsen de toprağa, susarsın...
Bu ne doymaz hırstır
ki yedi ceddinin gömüldüğü toprağı hala kazarsın...
Bilmez misin ki,
talana ortak olunca, yalana göz yumdukça lanet seni de vurur günün birinde...
Görmez misin ki,
sineye çektikçe, “alınyazısı" dedikçe, daha beter zulüm yağar üstüne...
Şairin dediği gibi,
“-kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim...”
Ve ülkem!..
Ey koca mezarlık...
Buram buram ceset
kokan toprak...
İnleyen enkaz...
Viran körfez...
Ey ekmeğin değil,
acıların üleşildiği, göçükler altında saat sayılan, ağıt yakılan, mal
yağmalanan, ceset soyulan cennetim benim...
Teessürümün
anavatanı...
Bilirim, ana sütü
çağında toz yutmuş bebelerin, ölü gözlerle fışkırırken enkaz altından, hiçbir
taziye sarmaz yaranı...
Nedametin faydası
yok. Yine de durmaz dilim, yalvarır sitemim: Ne olur bir kez de gül artık
yüzümüze...
Bir kez de gül...
Ne olur! sh: 159-161
Kaynak:
Doğal Âfetler ve Din-Marmara Depremi Üzerine Psiko-Sosyolojik Bir İnceleme, Dr.
Talip Küçükcan Doç. Dr. Ali Köse, TÜRKİYE DİYANET VAKFIİSLÂM ARAŞTIRMALARI
MERKEZİ, İstanbul 2000
[1]
M. Hewstone, Casual Attribution: From Cognitive Processes to Collective
Beliefs, Oxford: Basil Blackwell, 1989, s. lvd.
[2] M. O. Schroerder, “Muharrem Ayında
Bir Salı Günü: Açıkoturum", Cogito, Deprem Özel Sayısı, sy. 20, Güz 1999,
s. 56.
[3] Lizbon Depremi
ile ilgili aşağıda verilecek bilgiler için bk. M. Bayka, “Roussea, Voltaire ve
1755 Lizbon Depremi”, Tarih ne Toptum, 1999,32 (191), s. 27-31 (Depremle ilgili bu ve benzeri birçok makaleden
bizleri haberdar eden TDV İslâm Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi görevlileri
Selahattin Öztürk, Cemal Toksoy ve Birol Ülker'e teşekkür ederiz).
[4] C. E. Vulliamy, John Wesley.
London: Geoffrey Bless, 1931, s. 196- 197; S. TSnilli, Voltaire ue Aydınlanma,
Istanbul: Cem Yayınevi, 1994, s. 130-131.
[7] B. Croke, "Two Early Byzantine Earthquakes and Their
Liturgical Commemoration”, Byzantion, 1981, 1, s. 122-147; Brian Croke, “Earthquakes”, The Oxford Dictionary of Byzantium, Oxford: Oxford University Press, 1991, I, s. 669-670.
[8] Depremin fiziksel oluş şekli ile
ilgili bu teori Aristo’dan alınmış ol¬malıdır (Aristo, Metrologica, ii. 8).
[9] B. Croke, "Two Early
Byzantine...”, s. 123. (Bizans depremleri üze¬rine bilgilerinden
yararlandığımız Dr. Casim Avcı’ya müteşekkiriz).
[16] Mesela bu ilahilerden bir tanesi
Romanos Melodos’un ‘Depremler ve Yangınlar' isimli ilahisidir (bk. B. Croke,
“Tvvo Early Byzanti- ne...'\ s. 124).
[22] Nakleden H.
Bergson, Ahlak ile Dinin İki Kaynağı (çev. M. Ka- rasan), Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1949, s.
211-214.
[23] Ebû Zeyd
el-Belhî, el-Bed’ ue’t-târih, Beyrut: parü’l-Kütübi’l tlmiy- ye, 1997, I, 129 (Bu kitaba
dikkatimizi çeken Dr. Şükrü Özen'e teşekkür ederiz).
[25] Depremlerin
oluşumu konusunda bugün ileri sürülen kuramlar arasında en güvenilir kabul
edileni 1906 yılındaki San Francisco depreminden sonra H. F. Reid tarafından
ortaya atılan “Elastik Geri Sekme Kuramı”dır. Buna göre deprem “belirli bir
yerde biriken elastik deformasyon enerjisinin kritik değere ulaşması halinde
ani bir kırılma ya da yırtılma hareketi ile olmaktadır." (bk. D. Şenol,
"Deprem, Dünya ve Türkiye", Türk
Yurdu, 1999, 19 (147), s. 54.
[28] K. Kuzucu, “Osmanlı Döneminde
İstanbul Depremleri”, Osmanlı, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, V, 685'de
7 ve 13 numaralı dipnotlar; II. Bâyezid'in bu hikayesi için ayrıca bk.
Şemdânîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Müri’t-Tevârih, İstanbul 1338/ 1919, s.
485.
[29] H. Sezer, “1894 İstanbul Depremi
Hakkında Bir Rapor Üzerine İnceleme", Tarih Araştırmaları Dergisi, 1996,
18 (29), s.174.
[30] M. ö. Alkan, “Toplumsal ve Siyasal
Açıdan 1894 İstanbul Depre¬mi Üzerine”, Toplumsal Tarih, Ekim 1999, s. 16.
[32] K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping: Theory, Research, Practice,
New York: The Guilford Press, 1997, s. 284.
[33] R. L. Gorsuch -
C. S. Smith, “Attributions of Responsibility to God: An Interaction of
Religious Beliefs and Outcomes", Journal
for the Scientific Study of Religion,
1983, 22 (4), s. 340.
[34] M. A. Lupfer
v.dgr., “The Use of Secular and Reigious Attributions to Explain Everyday
Behavior", Journal for theScientific Study of
Religion, 1992, 31 (4), s. 486.
[36] K. Pargament - ]. Hahn, “God and the Just
World: Causal and Coping Attributions to God in Health Situations", Journal for the Scientific Study of Religion, 1986, 25 (2), s. 193; K. Pargament v.dgr., "God Help Me (I):
Religious Coping Efforts as Predictors of the Outcomes to Significant Negative
Life Events", American Journal of Community
Psychology, 1990, 18 (6), s. 794.
[37] B. Spilka - G.
Schmidt, “General Attribution Theory for the Psychology of Religion: The
Influence of Event Character on Attributions to God", Journal for the Scientific Study of Religion, 1983,22 (4), s. 326.
[39] B. Spilka
v.dgr., a.g.e., s. 7; C. Geertz, The
Interpretation of Cultures, New
York: Basic Books, 1973, s. 104.
[41] W. Proudfoot
- P. R. Shaver, “ Attribution Theory and the Psychology of Religion", B.
Spilka - D. McIntosh (eds), The
Psychology of Religion, Theoretical Approaches, Boulder: Westview Press, 1997, s. 147.
[43] J. S. Newman - K.
Pargament, “The Role of Religion in the Problem Solving Process”, Review of Religious Research,
1990, 31 (4), s. 390.
[50] R. L. Gorsuch -
C. S. Smith, “Attributions of Responsibility to God: An Interaction of
Religious Beliefs and Outcomes", Journal
for the Scientific Study of Religion,
1983, 22 (4), s. 345.
[52] C. S. Smith - R.
L. Gorsuch, “Sanctioning and Casual Attributions to God: A Function of
Theological Position and Actors' Characteristics”, Research in Social Scientific Study of Religion, 1989, I, 142- 149.
[53] K. Pargament
v.dgr., “God Help Me (II): The Relationship of Religious Orientations to
Religious Coping with Negative Life Events”, Journal
for the Scientific Study of Religion,
1992, 31 (4), s. 504.
[55] K. Pargament v.dgr.,
“Methods of Religious Coping with the Gulf War: Cross-Sectional and
Longitudinal Analyses” Journal
for the Scientific Study of Religion,
1994, 33 (3), s. 359.
[58] R. R. McCrae,
"Situational Determinants of Coping Response: Loss, Threat, and
Challenge", Journal of
Personality and Social Psychology,
1984, 46, s. 919-928; nakleden K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping, s. 137.
[59] K. Conway,
"Coping with the Stress of Medical Problems among Black and White
Elderly", International
Journal of Aging and Human Development,
1985-1986, 21, s. 39-48; nakleden K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping, s. 138.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar