Print Friendly and PDF

DEPREM DİN


Doğal felaketleri algılama, felaketlere ilişkin neden­leri ve sorumlulukları açıklama yani atfetme/yükleme ve anlamlandırma biçimleri çeşitlilik arz ederler. İnsan­lar, hastalık, kaza ve ölüm gibi daha ziyade birey ve ya­kın çevresi ile sınırlı deneyimlerle, sel, yangın, göçük ve deprem gibi daha büyük ölçekli olayları içeren doğal fe­laketlerin nedenlerini farklı olarak değerlendirmekte ve bunları farklı güçlere atfetmektedirler. Ama bundan da önemlisi başlarına gelen felaketleri ve tecrübe ettikleri negatif olayları değerlendirirken, kendilerini bu olaylar içinde konumlandırırken bir açıklama getirme ihtiyacı duymaktadırlar. İşte biz bunu atfetme/yükleme davra­nışı yani anlam arayışı olarak adlandırmaktayız. Kişi­lerin atfetme (açıklama) biçimleri kişisel özellikler ve toplumsal yapıyla ilintili olarak farklılaşırlar. Alan araş­tırması sırasında elde ettiğimiz bulgular da deprem fela­ketinin algılanmasında, depremin bir nedene, kaynağa veya davranışa yüklenerek açıklanmasında (causal attribution) farklılıklar olduğunu ortaya koymuştur. Burada, yaşanan felaketi bir ‘şey’ veya ‘neden’ ile açıklayıp ifade etme şeklinde anladığımız ‘yükleme’ kavramını kullanır­ken, bu kavramı felaketzedelerin genel anlayışları bağla­mında kullandığımızı belirtmekte yarar vardır. Bu araş­tırmanın açıklık getirmeye çalıştığı konulardan biri halkın negatif olayları açıklama tarzına ilişkin bilgiler toplamak­tır. Şüphesiz bir konuyu açıklama biçimi bilimsel, felsefi, dini veya başka türden olabilir. Bu sebeple araştırmamız­da felaketzedelerin olayları anlatma, değerlendirme ve yorumlamaları sırasında hangi argümanları, ne tür re­ferans ve kavramları kullandıklarını tespit etmeye çalış­tık.
Bilimsel ve tarihsel açıklamaların genel kabul göre­bilmesi için bazı kriterleri vardır.[1] Ama felaketzedelerin açıklama biçimlerinin yeterli veya bilimsel olup olmadı­ğı, kullanılan kavramların ve gösterilen referansların yerinde kullanılıp kullanılmadığı, daha açık bir ifade ile anlayış ve açıklama biçimlerinin ‘doğru’ olup olmadığı bu araştırmanın sınırları dışında kalmaktadır (Bu nok­taya metodoloji bölümünde tekrar değinilecektir). Çün­kü araştırmanın temel amacı doğal felaketlere maruz kalan insanların duygu, düşünce, inanç ve tepki şekillerini tahlil etmektir. İnsanların anlama ve açıklama biçimleri hakkında bilimsellik, doğruluk-yanlışlık, yeterlilik-noksanlık açısından yargılara varmak araştırmada kullandığımız sosyoloji ve psikoloji disiplinlerinin konu­su değildir. Onun için bu araştırmada bu tür yargılar ye­rine, bireylerin açıklama biçimlerini etkileyen toplumsal koşullar, inanış biçimleri ve onların algılarını etkileyen diğer faktörler üzerinde durulmaktadır. Bu bağlamda ilk aşamada toplumdaki genel düşünce biçimleri, baskın dini inanış şekilleri, sosyal ilişkilerin aldığı şekil ve yay­gın kanaatlerin doğal felaketleri ‘anlama' ve ‘açıklama’ biçimlerine etki ve katkıları açıklanmaya çalışılmıştır. Araştırmanın daha sonraki aşamalarında ise dinin ‘açık­lama’ ve ‘başaçıkma’ davranışları üzerindeki etkileri in­celenmiştir.
Hayatın felaket ve acılarla dolu olduğu ortadadır. İn­san bu felaketlerle başaçıktığı, onlarla mücadele ettiği ve nihayet onları yendiği ölçüde hayata tekrar sarılır, top­lumla uyumlu ve kendisiyle barışık bir yaşam sürmeye başlar. İnsan bir felaket yaşayınca çoğunlukla ‘bunun benim için anlamı nedir?’ sorusunu gündeme getirir. Yani insan başına gelen felaketin ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini, hayatını nasıl değiştirdiğini ve ken­disinden neler götürdüğünü anlamaya çalışır. Eğer in­san düşünmeye, kendisine soru sormaya vakit bulabilirse ilk tepki doğal olarak budur. Çünkü başa gelen fela­keti anlamadan, kendisini ona karşı konumlandırmadan felaketin açtığı yaraları sarmak ve neden olduğu gerili­mi azaltmak için adımlar atmak bir hayli zor olacaktır. Ancak burada bir noktayı belirlemekte yarar vardır. Ülke genelinde depremi anlama, kavrama ve anlamlandırma konusunda doyurucu tartışmalar yapılmadığı için depremzedeler bu büyük felaketi kendi zaviyelerinden an­lamlandırmaya çalışmaktadırlar. Gözlediğimiz kadarıy­la da dini inançlar ve referanslar felaketzedeler için bu süreçte çoğu zaman bir kaynak olarak işlev görmekte­dir.
Doğal felaketlerin insan hayatını, insanın günlük yaşantısını altüst ettiğini ve organize etme yeteneğini olumsuz yönde etkilediğini belirtmiştik. Bu durumun yol açtığı çok ciddi ruhsal gerilimler ve depresyonlar söz ko­nusudur. Gerilimlerin beslendiği ana kaynak ise felake­tin insanları bir anda güçsüz ve etkisiz hale getirmesi­dir. Felaket öncesinde kendisine güvenen, kendi hayatı­nı kontrol eden, nerede ne zaman ne iş yapacağına ka­rar veren, seçenekleri olan, olaylar karşısında iradesini kullanabilen insan, felaketle birlikte bu yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmektedir. İnsanın, hayatı kontrol etme gücünü ve hayata yön verme yeteneğini kaybet­mesine felaket anında yaşadığı can ve mal kayıpları da eklenince karşımıza çok derin bir ‘güvensizlik duygusu­na kapılma’ ihtimali ortaya çıkmaktadır.
Günlük yaşamını ve kendi hayatının detaylarını kontrol etme yeteneğini bir anda kaybetmekle insanın bir boşluğa doğru sürüklendiği söylenebilir. Daha düne kadar başkalarına yardıma koşan bir depremzede, bu­gün kendisi yardıma muhtaç konuma düşmüştür. Hayat bir anlamda kendi kontrolünden çıkmıştır. Yani ne giyip ne içeceğine, ne zaman ve nerede uyuyacağına, ne za­man çalışıp ne zaman dinleneceğine karar veren artık afetzede değil, doğal, ekonomik ve toplumsal koşullar­dır.
Doğal felaketlerde dış faktörler daha hakim ve yön­lendirici bir üstünlük kazanırlar. Bu durumda karşılaştığı güçlüklerin boyutunun farkına varan insan kendi dı­şındaki gücü anlar, kavrar ve anlamlandırır. Farkındalık ve bilgi sahibi olma yani başa gelen bir olayı anlam­landırma insanı boşluktan çekip kurtaracak bir güç kay­nağıdır. İşte bu güç sayesinde insan çevredeki olumsuz şartları yenme mücadelesi başlatacak ve belli bir ölçüde kendi hayatını yönlendirme yeteneğine yeniden kavu­şacaktır. Başa gelen felaketlere dini bir anlam yükleme ya da en azından bu felaketleri bazı dini motif ve refer­anslarla açıklama, hayatın problemleri ile başaçıkmada olumlu etkiler yapma potansiyeli taşır.
Bu noktada vurgulanması gereken konu şudur: İn­sanlar anlamlandıramadıkları kayıp ve trajedilerle mü­cadele etmekten kaçınırlar. Dini referanslı anlatım bu türlü deneyimlerin kavranmasında bir bilgi kaynağı ola­bilir. Bu sayede insanlar başlarına gelen felaketin ne­denlerini (fiziksel, bilimsel) daha iyi kavrayabilir. Dini inançlar en azından sorunların üzerine gitmenin en bü­yük engeli olan belirsizlikleri ve kuşkulan ortadan kal­dırır. Kısaca, dini inançlar insanlara, hayatın sorunlarının çözümlenebileceğini anlatır. Çünkü anlama, bilgi sahibi olma ve farkındalık insanda bir şeyler yapılabileceği duygusunu uyandırır.
Din psikologlarına göre felaketleri algılama, açıkla­ma, kabullenme ve başaçıkma davranışlarında özellikle dini inanç, tutum ve davranışların önemli bir etkisi var­dır. Bu araştırmanın başlıca amaçlarından birisi Marma­ra depreminden hareketle felaketlerin anlamlandırılması ve sonuçlarıyla başaçıkmada dini inançların etkilerini açıklamaktır. Bu amaca yönelik olarak şu tür sorulara cevap aranacaktır. İnsanlar başlarına gelen felaketleri nelere yüklemektedir, kimlere veya hangi olaylara atfet­mektedir?
Dini inançlar, kutsal ve metafizik güçler, doğa ve bilim bu felaketleri anlamlandırma noktasında ne tür bir açıklayıcı fonksiyon icra etmektedir?
İnsanlar kut­salı mı, yoksa dünyevi olanı mı öne çıkarmaktadır?
Tes­limiyetçi ve kaderci bir tutum mu, yoksa bilimin ve inancın ışığında bir anlamlandırma mı söz konusudur?
Birey ve toplum olarak karşılaşılan felaketler, kayıplar ve acılar karşısında ne derece sorumluluk duygusu his­sedilmektedir?
Bu sorulara şüphesiz benzerlerini de eklemek mümkündür. Bu soruları tartıştıktan sonra ele alacağımız konu, din ve Tanrı inancı, kutsal inanışlar ve metafizik referansların felaketlere maruz kalan insanlar için taşıdığı anlam ekseninde olacaktır.
Bu bağlamda da şu soruların cevabını bulmaya çalışırız:
Acaba dini inançlar ve kutsal referanslar felaketle başbaşa kalan, birçok kayıplar veren ve hüzün dünyasına sürüklenen insanlar için rahatlatıcı bir fonksiyon icra edebilir mi?
Din ve Tanrı inancı acılar ve kayıplarla başaçıkmada olumlu etkiler yapabilir, felaketin acısını sınırlı bir ölçü­de de olsa hafifletebilir mi?
Kadere, Tanrı’nın güç ve ira­desine boyun eğme felaketlerin açtığı yaralann acısına katlanmada rahatlatıcı sonuçlar doğurabilir mi?
Kısaca ifade etmek gerekirse dini inançlar, bir başaçıkma me­kanizması ve manevi bir güç kaynağı olarak insanın psikolojik hayatına, iç barışına ve öz güven duygusuna olumlu katkılarda bulunabilir mi?
Bu sorulara cevap aranırken asıl amaç fenomenolojik yaklaşımla var olanı, yaşanılanı, deneyimleri, dü­şünce, inanış ve değerlendirme biçimlerini ortaya koy­maktır. Din psikolojisi açısından bakıldığında varılmak istenen nokta bütün bu gözlemlediğimiz olayları ve elde ettiğimiz bulguları anlamak, çözümlemek ve yorumlamak­tır. Yoksa toplumun inanış biçimlerinin, algı ve düşünce şekillerinin, değerlendiriş ve yaklaşım tarzlarının ‘doğ­ru’ olup olmadığına ilişkin yargılar yürütmek değildir. Sh: 15-18
**
Deprem felaketinin tarihte zaman zaman dini perspektifle değerlendirildiği görülmektedir. Bunun nedenleri arasında dini inanç ve kurumların belirli dönemlerde etkin olması ve felaketlerin yaşandığı anlarda toplumun çoğunluk itibariyle dini bir yönelime sahip olması gibi faktörler sayılabilir. Örneğin İslâm geleneğine baktığımız zaman tarih kitaplarından fıkıh kitaplarına kadar çeşitli kaynaklarda deprem üzerine yorum ve tartışmalara rast­lamak mümkündür. Şüphesiz deprem gibi doğal felaket­lerin zaman zaman dini bir perspektifle tartışılması İs­lâm dünyasıyla sınırlı bir olgu değildir. Geçmişte Hıristi­yan Batı’da da, İslâm dünyasıyla karşılaştırıldığında, bu konuda daha dini sayılabilecek bir tavır sergilendiği göz­lemlenmektedir. Özellikle Ortaçağ Katolik dünyasında “temelde her şey din temelinde odaklanmıştı.”[2] Aşağıda detaylı olarak ele alacağımız 1755 Lizbon depremi son­rasındaki tartışmalar bu tavrın gözlenebildiği örnekler­den birisidir.
1 Kasım 1755’te Lizbon’da şiddetli bir deprem olur ve şehir med-cezir dalgasının altında kalır-[3] 15.000’den fazla insan hayatını kaybeder ve bir o kadar kişi de ağır yaralanır. Depremin meydana geldiği günün ilginç bir özelliği vardır. O gün Katolik dünyasının Azizler Günü olarak kutladığı Toussaint ismi verilen bayram günüdür. Daha da ilginci deprem, insanların ayin için kilisede bu­lundukları bir vakte rastlamış ve kentteki 32 kilise ha­rabeye dönmüştür. Lizbon ayrıca o yıllarda ‘engizisyo­nun kutsal kenti’ olarak tanınmaktadır.
Katolikler için önemli sembollere ev sahipliği yapan Lizbon gibi bir şehrin deprem felaketiyle karşı karşıya kalması, Hıristiyan dünyanın o yıllarda dini perspektifli yorumlara fazlasıyla aşina olması da dikkate alındığın­da, tabiatıyla insanların bilgi ve inanç dağarcıklarını yansıtan özellikler taşıyan çeşitli yorumlan beraberinde getirdi. Örneğin toplumun bozulmaya başladığını düşü­nen Cizvit tarikatına mensup dindar bir Portekizli, “dep­remin Lizbon’daki ahlâk bozulmasına Tanrı’nın gönder­diği bir ceza olduğunu” düşünüyordu. Metodist mezhe­binin kurucusu İngiliz John Wesley de (ö. 1791) görüş­lerini yaymak için tüm ülkeyi at sırtında gezerek gerçek­leştirdiği vaazlarında “fiziksel sebep ne olursa olsun dep­remin manevi nedeninin günah olduğunu” savunuyor­du. Tabi Wesley gibi bir mezhep kurucusunun bu iddi­asını Hıristiyanlığın temel doktrinlerinden biriyle destek­lemesi gerekiyordu. Ona göre depremin ‘asli günah’la yani Adem ile Havva’nın ilk günahlarıyla bir ilişkisi vardı.
Deprem onların işledikleri suçun yeryüzüne indirdiği lanetin bir sonucuydu. İngiltere’deki kimi din adamları­na göre ise bu felaket, “Katoliklerin insanlığa karşı işle­dikleri cinayetlerin karşılığı idi.”[4] Bu tür söylemler man­tıksal çıkarsamalarla hareket eden karşı görüşleri de gündeme getirdi. Mesela Fransız şair ve yazar Voltaire (ö. 1778) Lizbon Felaketi isimli şiirinde deprem nede­ninin ahlâki bozulma olduğu söylemini şu dizelerle sorguladı:
Bu kurban yığınını gördüğünüzde, şöyle diyecek misiniz?
‘Tanrı cezalandırdı, ölmeleri suçlarının bedelidir.
’ Hangi suçu, hangi hatayı işledi bu çocuklar?
Annelerinin göğüslerinde ezilmiş ue kanlar içinde yatan bu çocuklar.
Lizbon’un zevk içinde yüzen
Londra ue Paris’ten kusuru daha mı fazla?
Lizbon yıkıntılar içinde ve Paris’te dans ediliyor.
Bu arada Voltaire’in çağdaşları arasında deprem ha­disesini Lizbon depreminden önce metafizik boyutta değerlendirip onu evrensel ahenkle ilintilendirenler de vardı. İngiliz şair Alexender Pope (ö. 1744) bunlardan biriydi:
Bütün doğa bir sanattır, ama sen bilemezsin,
Bütün rastlantılar, senin göremeyeceğin yönelt­melerdir,
Bütün uyumsuzluklar, senin anlayamadığın uyum,
Bütün ayrıntıdaki kötüler, evrensel iyilik,[5]
Tartışmalara Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau da (ö. 1778) kaderci yaklaşımı tasvip etmeyen bir üs­lupla katılıyor ve 18 Ağustos 1756’da Voltaire’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “İnsanın çektiği acılar, yan­lışlarının sonucudur. Lizbon depremi, doğa içindeki yaşamı terk edip kentlere taşınan insana verilmiş yerinde bir cezadır. İnsanlar o dağınık köylerdeki orta halli yuvalarında sürdürdükleri yalın yaşamı bırakmasalardı daha az kurban vereceklerdi.”[6] Rousseau’nun bu mektubu Voltaire’in Tanrı ile ilgili kötümser yaklaşım sergilediği şiirine bir cevap teşkil ediyordu. Çünkü Rousseau mek­tubuna “Tânn’nın iyiliğine inanmak gerekir...
Bu dünyayı O yarattığına göre, uzun vadede, geniş bir açıdan bakıl­dığında iyi olması gerekir” sözleriyle devam ediyordu.
Lizbon’u yerle bir eden 1755 depremi deniz tarafın­dan geldiği için Kuzey Afrika’yı da etkilemiş ve Fas’ın başkenti Rabat’ta bulunan el-Mansur Camii de yıkılmış­tı. O yıllarda Katolik Hıristiyanlığını engizisyon dolayı­sıyla fazlaca tenkit eden müslümanlar da, engizisyonun merkezi olan Lizbon’daki depremi “Allah’ın bu şehre bir cezası” olarak değerlendirebilirlerdi. Fakat el-Mansur Camii’nin yıkılması böyle bir değerlendirmeyi engelledi.
Hıristiyan Batı dünyasının tarihte yaşadığı deprem­ler elbette Lizbon ile sınırlı değildir. Ama Lizbon kenti­nin bahsettiğimiz özelliği dolayısıyla depremin din pers­pektifinden çokça tartışılması, Voltaire ve Rousseau gibi isimlerin de tartışmalara katılmaları bu depreme önemli bir özellik kazandırmıştır. Batı Hıristiyan dünyasının coğrafyalarından birisi olan Akdeniz havzası deprem­lerin sıkça yaşandığı bir bölgedir. Öyle ki, M.Ö. 500 ile M.S. 1890 arasında bu bölgede 548 deprem olduğu kaydedilir.6 Depreme en fazla maruz kalan şehirlerden biri ise Bizans İstanbul’udur. Bu kentte meydana gelen depremlerden söz eden kaynaklar yine deprem ile din ¡ırasında bir ilgi kurulduğunu göstermektedir.[7]
Bizans’ta önceleri depreme yeraltında bulunan bü­yük mağaralardaki rüzgar hareketlerinin yol açtığına İnanılırken[8] zaman içinde Hıristiyanlığın etkisiyle depremin Tanrı’nın iradesiyle günahkarları tövbeye davet İçin gerçekleştiğine inanılmaya başlanmıştır.[9] 437 yılın­da meydana gelen İstanbul depreminde ilk sarsıntılardan sonra “insanların şehir surlarının dışında boş arazide toplandıkları ve bütün gün piskopos ile dua ettikleri” anlatılır.[10] Depremin sebepleri arasında dine aykırı hareket etmekle suçlanan Yahudiler de gösterilir. O tarih­lerde Bizans sınırları dahilinde olan Antakya 526’da deprem felaketiyle sarsılır. İmparator, şehrin yeniden İmarı için nakdi yardım gönderir. Fakat yardım götüren­ler şehre varmak üzere iken çevre köylerden haydutlarca soyulur. Ama haydutlar çok geçmeden ölü olarak bu­lunur. Ölüm sebepleri belli değildir. Halk haydutların ölümünü Tanrı’nın lütfunun bir delili olarak görür. Depremden üç gün sonra insanlar gökyüzünde bir haç görürler ve Tanrı’nın öfkesinin şiddetli olacağını düşüne­rek haça hürmet için yere eğilirler. Halk, depremi “in­sanların günahlarından pişmanlık duymaları için Tanrı’nın gönderdiği bir musibet olarak yorumlamıştır."[11]
437 yılındaki depremden 120 yıl sonra 557’de İs­tanbul bir deprem daha yaşar. Sokaklardan Tanrı’ya yakarış sesleri duyulur, birçok kimse kiliselere sığınır. Kilise, Tanrı’nın gazabının bu tezahürünü inananların unutmamaları için depremin olduğu 14 Aralık tarihini anma günü ilan etmiştir.[12] Bu depremde sosyal eşitlik anlamında da değerlendirmeler olur. Çünkü zenginler de felaketten zarar görmüşlerdir. Kıyametin yaklaştığına inanılır ve kâhinlere olağanüstü teveccüh gösterilir. İn­sanlar dine daha çok sarılırlar ve iyi davranışlar sergile­meye daha çok özen gösterirler. Depremi anlamlandır­ma çabasında sivil yorumlar ile kilise yorumlarının zaman zaman ayrıştığı da görülür. Kilise, depremin “gü­nahkarların günahlarını cezalandırmak için" meydana geldiğini ileri sürerken halkın yorumları ceza boyutunu kabullenmekle birlikte sosyal sınıf farklılaşmalarını öne çıkaran bir söylem içerir. Şehrin valisi de depremde oda­sını süsleyen mermer levhaların üzerine düşmesi sonu­cu feci şekilde hayatını kaybetmiştir. Halk (muhtemelen yönetiminden memnun olmadıkları) valinin bu şekilde ölümünden de hareketle depremin aşırı lükse verilmiş bir ceza olduğunu düşünür. Böylece deprem, ceza olgusu ortak nokta olmak üzere, kilise tarafından kendi doğrultu­sunda olmayan günahkarlar üzerinden, halk tarafından da sevilmeyen zengin bir yönetici üzerinden değerlendirilir.
O dönemle ilgili bu anlamda ilginç olabilecek bir di­ğer nokta da imparatorların felaketlerin sebepleri hak­kında duyurular yayınlamalarıdır. İmparator I. Iustinianos (527-565) İstanbul’un veba ve deprem felaketleri­ne maruz kalmasını eşcinselliğe bağlamış, İmparator III. Leon da (717-741) 724’de meydana gelen kül yağmur­larının sebebi olarak yine aynı günaha işaret etmiştir.[13]
Yine İstanbul’da yaşanan 1063 depremi felaketin İlahi ceza olgusuyla değerlendirilmeye devam edildiğini göstermektedir. Yalnız bu defa doğanın işleyişi konusu ila gündeme gelmiş, ama değerlendirme merkezi değiş­memiştir. Bu deprem üzerine bir konuşma yapan filozof Psellos değerlendirmesinde şu sözlere yer vermiştir: “Doğa olağan düzenini kaybetti, çünkü Tanrı öfkesini dolaylı yolla, doğadaki kaosla göstermek istedi...
Doğa Tanrı ta­rafından insan O’nun yasalarına uyduğu sürece ahenkli bir şekilde düzenlenmiştir. Fakat günahlar işlendiği za­man doğaya karışıklık hakim olur. İnsan, inananı doğru yolda tutmak için Tanrı’nın bir uyarısı olan depremin nedenidir. ” Psellos, depremleri yeraltındaki rüzgar hare­ketleri ile açıklayan Aristo’nun görüşlerine de konuşma­sında yer verir, ama ilave eder: “Rüzgarlara yeri sarsma emrini veren Tanrı’dır. Felaket salt fiziki nedenlerle açık­lanamaz. Doğa ilahi iradenin aracıdır.”[14]
İstanbul’un 1343’te yaşadığı depremde bu kez Ayasofya kilisesi hasar görmüş, kubbe çökmüştü. Halk bu depremde dünyanın sonunun geldiğine iyice inanmıştı. Çünkü Ayasofya, Tanrı ile insanlar arasındaki bağın sembolü olan kiliselerin en yücesi idi. Yıkılması halinde bu bağ zarar görecekti. Bu da bir uğursuzluk işareti ol­malıydı. Günlerce yas tutuldu. Ayrıca halk, adaletsizlik, iç kargaşalar ve ahlâksızlığın arttığını düşünerek de kı­yametin yaklaştığına inanmıştı. Bu inanışa göre “dinsiz-imansızın hüküm sürmesi sebebiyle artık Tanrı ko­ruyucu elini dünyadan çekmişti.”[15]
Bizans’ın fazlaca deprem yaşaması İstanbul’da ya­pılan resmi dini törenlere depremle ilgili ilahi, dua ve vaazların da dahil edilmesine yol açmıştır.[16] Dualar “gü­nah işledik, yoldan saptık, önünde eğiliyoruz, bize acı!” gibi: depremin insanların günahlarına karşı Tanrı’nın bir cezası olduğunu ima eden yakarışlar içeriyordu. Vaazlar­da Incil’den “Tanrı evlatlarını, onları pişmanlığa zorla­mak için cezalandırır’’[17] anlamını ima eden pasajlar okumuyordu. Dua kitaplan ise insanı felaketten kurtar­madı için Tanrı’ya yakarış sözlerinin yer aldığı duaların yanı sıra depremin sebebi ve amacı konusunda yorum­lara yer veriyordu. Bu yorumlara göre depremin sebebi günahların Tanrı’nın öfkesini harekete geçirmesidir. Depremin amacı ise “günahlarından vazgeçip tövbe et­medi için insanı uyarmaktır.” Ama Tanrı yeryüzünü in­sani yok etmek için değil, öfkesini günahkara bildirerek onu depremi durduracak tutum ve pişmanlığa getirmek için sarsar.[18]
Bizans’ta depremler siyasi çekişmelerde yine dini bir anlam yüklenerek zaman zaman kullanılmıştır. Mesela 86 i depreminden sonra Ignace ile muhalifi Photius grup­larının karşılıklı suçlamalarında bunu görmek mümkün­dürPatrik Ignace’ın taraftarları Photius’u İstanbul’a dep­rem çekmekle suçlarlar. Buna karşılık Photius taraftar­ları da bu defa 869 depremini Photius’u mahkum eden Din İşleri Yüksek Kurulu’na verilen bir ceza olarak yorumlarlar.[19]
Lizbon depreminden birkaç yıl önce 1750’de bir başka Batı başkenti Londra, bir ay ara ile (8 Şubat ve 8 Mart) çok fazla tahribata yol açmayan iki depremle sarsılır. O yıllarda Metodist mezhebinin kurucusu Wes­ley ülke genelinde fazlaca etkindir. Hatta Wesley “bu sarsıntıların kendi faaliyetlerine katkıda bulunduğunu, İnsanların ders alarak ciddi konularla ilgilenmeye baş­ladıklarını” söyler. Depremi kendisi de yaşayan Wesley depremin hasarsız atlatılmasını “Tanrı bu milleti ne ka­dar şefkatli uyarıyor! Tövbelerimiz bizi Tanrı’nın daha büyük gazaplarından korusun!”[20] şeklindeki dua sözle­riyle yorumlarken, Kilise ve papazlar deprem üzerine ya­yınlar yapmaya vaazlar vermeye başlarlar. An Alarm to the Careless World (İhmalkar Dünyaya İkaz) ismiyle bir kitapçık basılır. Londra Piskoposu Sherlock papazlara ve halka hitaben Letter to the Clergy and People of London on the Occasion of the Late Earthquakes baş­lıklı 12 sayfalık bir tamim yayınlayarak, azarlayıcı bir eda ile “günahkar insanlar üzerine inen takdiri ilahi”den, kıyametten söz eder. Metodist papaz Whitefield deprem sırasında geçici olarak bulunduğu Londra’dan Leydi Selina’ya yazdığı mektupta şu satırlara yer verir: "Tanrı bu büyük şehri feci şekilde sallıyor.” Doddridge İsimli bir papazın yorumları ise şöyledir: “Evet Beyler! İşte şimdi Yüce Kudret’in tecellisini sürpriz bir şekilde tekrar tekrar görüyorsunuz. Son beş haftadır O’nun eli sizin milyon nüfuslu bu güçlü şehrinizi kaldırıp kaldırıp çarptı. Büyük, en büyük saraylar bile bundan müstesna kalamadı.”
Yine her depremde olduğu gibi, bu iki sarsıntının ardından halk paniklemeye ve herhangi bir kehanete inan­maya hazırdır. Mecnun bir askerin 4 Nisan 1750 günu Londra’nın, özellikle de sarayın bulunduğu Westminster bölgesinin helak olacağı kehanetinde bulunmasıyla in­sanlar o günü şehir dışında veya parklarda geçirirler.
Öncesinde ise kiliseler dua eden insanlarla dolup taşar. Özellikle Metodist papazlar bu ortamdan yararlanırlar. Mesela 4 Nisan gecesi Hyde Park’ı dolduran kalabalık, günahlardan tövbeye çağıran papaz Whitefield için bu­lunmaz bir fırsattır. Gecenin kahramanı ise The Cause and Cure of Earthquakes (Depremlerin Sebebi ve Yaralarının Sanlması) başlıklı bir konuşma yapan ünlü hatip Wesley’dir. Wesley ayrıca halka deprem vesilesiyle ha­zırladığı ilahilerin yazılı olduğu broşürler dağıtır. Deprem dolayısıyla oluşan bu dini hava birçok insanı etkiler. Ama ertesi gün evlerine dönen ve her şeyin yerli yerin­de olduğunu gören birçok insan da dinden yine yüz çe­virir.[21]
Hıristiyan dünyada daha yakın zamanlarda depreme yönelik algılama şekillerini de 1906 Kaliforniya depre­mini bizzat yaşayan, Din Psikolojisi’nin öncülerinden sayılan James’in aktarımlarından öğreniyoruz: Sabah’ın beş buçuğuna doğru yarı uyanmış yatarken, yatağı­mın sallanmaya başladığını sezer gibi oldum. İlk duy­duğum şey hareketin manasını sevinçle tanımak olmuş­tu...
Öyle kuvvetli bir duygu ve heyecan içinde idim ki, pek az düşünmüştüm; olayın kapladığı pek az zaman içinde ne bir şey düşündüm, ne de bir şey istedim. Duy­duğum heyecan tam sevinç ve hayranlıktı...
En ufak korkum yoktu, sadece ona hoş geldin derken sonsuz bir zevk duyuyordum. ‘Haydi salla, daha kuvvetli salla’ diyordum...
Bütün kudreti ve zaferiyle kendini göster­mişti...
Hiçbir zaman bu kadar kuvvetli ve niyetli insan hareketi olmamıştır...
Bu nokta üzerinde fikirlerini sor­duğum bütün kimseler tecrübelerinin bu yanı üzerinde benimle aynı fikirde idiler...
Bana intihalarını anlatanlar­dan biri kendini kıyamet gününde, mahşerde sanmıştı...
Bu türlü afetlerin eski mitolojik açıklamalarının ne ka­dar zaruri olduğunu, ilmin açıklamalarının ne kadar suni ve spontane anlayışımıza ne kadar aykırı olduğunu şim­di daha iyi görüyordum...”[22]
İslâm dünyası, bulunduğu coğrafya gereği tarihte depremi belki de en fazla yaşayan, dolayısıyla da onu en çok tartışan kültürlerden birisi olmuştur. Bu tartışma­lar olayın tabiatı gereği yoğun bir şekilde dini perspek­tifler içermiştir. Ama bununla birlikte depremi fiziksel anlamda değerlendirme ihtiyacı da ihmal edilmemiştir. İslâm dünyasının bu tarihsel zenginliği onun daha ilk yıllarından itibaren oluşmaya başlamıştır. Tarih kitapla­rından öğrenebildiğimiz kadarıyla yaşanan ilk deprem­lerden birisi sahabeden Ebü’d-Derdâ’nın (ö. 32/652) Şam kadılığı sırasında meydana gelmiştir. Bu depremi kayıtlarda bulmamıza sağlayan sebeplerden birisi Ebü’d-Derdâ’nın deprem üzerine hutbe okuyarak "Allah sizi itab ediyor (kendi hoşnutluğunu kazanmanız için onun hoşlanmadığı şeyleri terk etmenizi istiyor) ’’ sözlerini sarf etmesidir.[23]
Hicri IV. yüzyılın ilk yıllarında Ahmed b. Sehl el-Belhî (ö. 322/934) tarafından yazılan bir tarih kitabı depremi hem fiziksel hem de metafiziksel anlamda tartışan ve dep­rem konusunda bugün sahip olduğumuz teknik bilgilere yakın malumat içeren şu satırlara yer vermektedir:
Zelzeleler türlü türlüdür. Şöyle ki: Yeryüzünün tabiatı ku­rudur. Yağmur yağınca ıslanır ve güneş oraya vurur.
Böylece yaş ve kuru buhar çıkar. Yaş buhar yağmurların, kuru buhar rüzgarların maddesidir. Yukarı doğru hare­ket buharın tabiatındandır. Buhar hareket edip sert yere rastlarsa bundan dolayı yeryüzü sallanır. Eğer yumuşak bir yere rastlarsa zelzelesiz çıkar. Yer sert ve taşlı ise, içinde rüzgar hareket halindeyse (sıkışmış ise) ve çıka­cak uygun bir menfez (yer) bulamazsa bazen yeri ya­rar, onu ayırır. Bazen zelzelenin peşinden korkunç bir gürültü çıkar. Bunun sebebi şudur: Çünkü buhar yer ka­buğu içinde birikmiştir ve yer yarıldığında bir çıkış yeri­ne isabet eder. Bazen yeryüzü tersine çevrilir. Altı üste gelebilir. Bazen pınarlar ve sular ortaya çıkar. Bu sular birçok yeri kaplar. Pek çok yeri su basar. Antik filozofla­rın da zelzelenin sebepleri konusunda pek çok görüşleri vardır. Ancak müslümanlara gelince, onlar derler ki, zel­zele Allah’ın fiilidir; rüzgarla yeri hareket ettirmesiyle olur...
‘Her bir yerin Kaf Dağı'na bitişen bir damarı ve bununla görevli bir meleği vardır. Allah bir kavmi batır­mak istediğinde meleğe bu damarı hareket ettirmesini emreder' şeklindeki anlayış -ki ben bunun doğru oldu­ğunu sanmıyorum bize Ehl-i kitaptan geçmiştir. Ehl-i kitap da ellerinde bulunan şeyler (dini kitaplar) konu­sunda emin insanlar değillerdir. Bu, halkın meseleyi daha iyi anlaması için yapılan bir teşbihtir ve her şeyin Allah’ın fiili olduğunu, kendi başına mevcut olmadığım öğretmek içindir.[24]
Hicri 300’lü (miladi 900) yıllarda bir tarih kitabının depremle ilgili günümüz bilgilerini çağrıştıran bazı tek­nik bilgiler arz etmesi ilginç gözükmektedir.[25] İlginç olan bir başka nokta da yazarın “Allah’ın bir kavmi batırmak için meleğe, Kaf Dağı’na bitişen damarı hareket ettir, emrini vermesi” şeklinde rivayet edilen ‘söylenti’ye gayet net bir şekilde karşı çıkarak bunların Hıristiyan kaynaklı olduğunu söylemesidir. Daha da önemlisi yaza­rın o tarih için önemli sayılabilecek bir seviyede psikososyolojik bir yöntem seçerek kendisinin de katılma­dığını belirttiği dini bir söylentiyi “her şeyin Allah’ın bil­gisi dahilinde olduğu fikrini halka daha iyi anlatmaya yönelik bir teşbih” olarak yorumlamasıdır.
Hicri 300’lü yıllarda yazılan bir tarih kitabı bu bilgi­leri satırlarına taşırken ondan yaklaşık üç asır sonra (h. Vl/m. XII) yazılan bir fıkıh kitabında deprem üzerine fet­valar yer alır. Deprem olduğu zaman binalardan kaç­manın kaza ve kader inancıyla bağdaşıp bağdaşmaya­cağı tartışmaları zihinleri karıştırmış olmalıdır ki, Fahreddin Mahmud Kâdîhân (ö. 592/1196) isimli Hanefi alim şu fetvayı vermektedir: “Kişi evde bulunduğu va­kitte zelzele olsa, bu insanın dışarı çıkarak kaçması -ba­zılarının dediği gibi mekruh değildir. Aksine şu hadis­ten dolayı müstehaptır. Rivayete göre Hz. Peygamber yıkılmak üzere olan bir hedefin (ok atılan yer) yanın­dan geçerken yürüyüşünü hızlandırdı. Sahabeler dediler ki, ‘Allah’ın kazasından mı kaçıyorsun? O da: Allah’ın kazasından kaçmam yine O’nun kazasıyladır’ buyurdu­lar.” [26]
Bu fetvanın yer aldığı fıkıh kitabının yazımından yi­ne yaklaşık üç asır sonra hicri IX. asrın (m. XV) başla­rında bir tarih kitabı Halep’te meydana gelen deprem üzerine çeşitli yorumlarda bulunur. Deprem dini ve toplumsal konuların konuşulmasına sebep olacak bir et­ki yapmış olmalı ki, yazar Ebü’l-Velid İbnü’ş-Şıhne (ö. 815/1412) bir tarih kitabı standardını gözetmeyerek kitabının sonuna eklediği ‘Kıyamet Alametleri’ başlıklı bölümde konuyu tartışmıştır: “Bu senede (h. 806/1403) Halep’te ve birçok şehirde büyük bir deprem oldu. Bunu müteaddit birkaç deprem izledi. Zelzeleler ve fitneler bir­leşti. Zelzeleler ve fitneler ancak kıyamet öncesi çoğalır. Görünen o ki, kıyamet yaklaştı. Dünya boşalmak (bit­mek) üzere. Allah zelzelelerle günahkarları korkutur ve kıyamet zelzelesini haber verir. Deprem Allah’ın izniyle tıpkı hummalı hastanın titremesi gibi yeryüzünün bazı yerlerinde ortaya çıkar. Filozoflar zelzelelerin gazların yükselmesi sebebiyle olduğunu savunurlar...”[27]
Osmanlı dönemine baktığımız zaman İstanbul, Bi­zans sonrası ilk büyük depremi ‘küçük kıyamet’ ismi verilen 1509 depremi ile yaşar. Depremden sonra padi­şah II. Bâyezid, dîvanı toplayarak devlet adamlarını azar­lar. Çünkü padişaha göre depremin sebebi, devlet erkanı­nın kendi aralarındaki çıkar çatışmaları ve halka yap­tıkları zulümdür. Devlet adamlarından şikayetçi olan halkın bedduaları ilahi gazaba dönüşmüştür. Bu deprem­le ilgili anlatılan olaylardan birisi padişaha aittir. Dep­remde padişahın yatak odasının tavanı çökmüştür ve padişah o anda yatak odasında değildir. Çünkü deprem­den bir saat kadar önce padişahın şeyhi olan Şeyh Muhyiddin Yavsî “Hünkar yattığı odayı değiştirsin!” diye haber göndermiştir. [28]
Son büyük depremin olduğu 1894 yılına kadar İs­tanbul birkaç önemli deprem daha yaşar. Depremi din perspektifinden değerlendirme eğilimi devam etmektedir. Ama zamanla tartışmaların ağırlık merkezi değişir. De­ğerlendirmeler kısmen bilimsel, kısmen siyasal içerik ka­zanır. 1894 depremi bu açıdan iyi bir örnektir. Deprem­den sonra padişah 11. Abdülhamid Atina Rasathanesi müdürü Eginitis, İstanbul Rasathanesi müdürü Coumbary ve yardımcısı Lacoine’a bilimsel bir rapor hazırlattırır. Rapor, depremi yeryüzünün oluşumu ile ilgili (tektonik) sebeplere bağlamıştır.[29] Yalnız, padişahın rapor hazırlanması emrinin ardında siyasal bir nokta da söz konusudur. Çünkü depremin sebebi üzerine üretilen bir fısıltı ile “depremin padişahı devirmek isteyen muhalif­leri tarafından tertiplenen bir komplo” olduğu halk ara­sında yayılmıştır: Depremden kısa bir süre önce Sarayburnu sahiline gelen bir mavna büyük bir aleti denize indirip gitmiş, sonra da deprem olmuştur.[30]
İki ayrı din ve kültürden aktardığımız farklı tarih ve mekanlara ait bu tartışma ve yorumlama şekillerinden anlaşıldığı üzere tarih, dinin deprem gündemindeki ye­rini hep koruduğunun örnekleriyle doludur. İnsanlar ço­ğu zaman depremi, yeryüzünde işlenen günahlara karşı Tanrı’nın kendilerini cezalandırmak üzere gönderdiği ila­hi bir alamet olarak görmüşlerdir. Tabi bunun temelinde tıpkı bugün olduğu gibi insanoğlunun başına gelen fela­keti anlamlandırma çabası yatmaktadır. Ortak noktalar­dan birisi de depremin her zaman kıyametin yaklaştığı şeklinde yorum veya beklentilere yol açmasıdır. Sh.47-61
Yaşanan olayları (felaketleri) anlamlandırmak ama­cıyla yükleme/atfetme davranışında bulunan kişinin zih­ninde hem çevresel etki ve doğal faktörleri ön plana çı­karan seküler bir bakış hem de kutsal/meta fizik kavram ve sembollere dayalı dini açıklama olabilir. Yani insanın hem dini hem de natüralistik (doğasal) bakış açısı ve anlam sistemlerine sahip olması mümkündür.[31] Bu konu ile ilgili, özellikle de yaşanan felaketlerden sonra insan­ların felaketi nasıl kabullendikleri ve acılarıyla nasıl başettikleri üzerine son yıllarda çok sayıda araştırma ya­pılmıştır. Ancak bu araştırmaların çoğunda dini inanç ve tutumların atfetme süreçleri, biçimleri ve fonksiyonları üzerindeki etkilerine yüzeysel biçimde değinilmiştir.[32] Halbuki Tanrı’nın gerçekliğine ve varlığına inanan bi­reyler için bazı olayların meydana gelişini açıklamada dini kavramların yani kutsal referansların merkezî bir yeri vardır.[33] Yapılan araştırmalara bakıldığında atfetme ve başaçıkma konusunu eksen edinen araştırmalarda seküler yani dini referans ve kavramalara dayalı olma­yan yaklaşım ve kavramlarla yapılan yükleme biçimleri üzerinde durulmuştur. Dini kavramların yükleme sü­reçlerinde ne kadar kullanıldığı, dini inançların olayla­rın algılanmasında ve anlamlandırılmasında ne derece etkili olduğu sorusu genelde araştırma kapsamına alın­mamıştır.[34] Bu nedenle atfetme davranış ve biçimleri ile ilgili araştırmalarda eksik kalan yönlerden birisi şüphe­siz Miner ve Mcknight’in de işaret ettiği gibi, olayın dini inançlarla ilgili yönüdür.[35] Dini inançların, atfetme sü­reçlerine ilişkin araştırmalarda merkezi bir konumda bu­lunmadığı ve başaçıkma davranışlarına ilişkin yayınlar­da dini inanç, tutum ve ibadet boyutlarına pek yer veril­mediği bu konuda çok az sayıda sistematik araştırma bulunduğu görüşü yaygın olarak kabul edilmektedir.[36] Yükleme teori ve kavramlarını din psikolojisi araştırma­larına ilk defa 1975’te Proudfoot ve Shaver taşımış, an­cak bu tarihten sonra din psikologları dindarlık ve atfet­me davranışı arasındaki ilişkiyi çözümlemeye yönelik araştırmalar başlatmışlardır.[37] Böylece insanların olağa­nüstü olaylara gösterdikleri tepkiler ve bu olaylar son­rasındaki vaziyet alışlarının dini boyut göz ardı edilerek anlaşılamayacağı, dini unsurları dışlayan bir atfetme ol­gusunun çok yönlü süreçleri aydınlığa kavuşturamayacağı görülmüştür.[38]
Dini inançlar, inanan insanlara bir bakış açısı ve yaklaşım biçimi kazandırır. İnsan olayları açıklarken bu bakış açısını ve yaklaşım biçimini yansıtan dini kavram­lar kullanır. Böyle bir insan için olayların meydana geli­şi, kaynağı veya gerisindeki güce ilişkin açıklamayı an­lamlı kılan şey dini içerikli kavramlardır. Bu anlamda dini sembol ve inanç sistemleri önemli birer ‘anlam kaynağı’dır.[39] Bir başka ifade ile din insanı kutsalla ilintilendiren bir anlam arayış alanıdır.[40] Hayatın çeşitli dö­nemlerinde karşılaşılan problemler ve sıradışı olaylar, davranışın bilişsel sistemlerinde ve çatışmaları çözüm­lemeye yarayan kurallarda kırılmalara neden olur. İşte böyle durumlarda din, karşılaşılan olayları ve yaşanan deneyimleri yorumlama olanağı sağlayan bir sistemler bütünü olarak devreye girebilir.[41]
Anlam arayışında olan birçok insanın dine yöneldi­ği gözlenmektedir. Örneğin ABD’de 2000’den fazla in­sana niçin dindar oldukları sorulduğunda en yaygın ola­rak “din hayatımıza anlam veriyor” yanıtı alınmıştır.[42] Bir ‘anlam sistemi’ olarak din, bireylere dünyayı anla­mada yardımcı olduğu gibi onların bazı olaylara ilişkin tahminlerde bulunmalarına, olayları denetim altında bu­lundurma duygusu edinmelerine ve nihayet öz saygı­larını korumalarına katkıda bulunur.[43] Nitekim Pargament ve çalışma grubunun 586 kişi üzerinde yaptıkları bir araştırmada dini inançların bazı olayları anlamaya yardımcı olduğu saptanmıştır. Bu araştırmaya katılanların % 78 gibi büyük bir oranı, kendi hayatlarında karşı­laştıkları ciddi boyutlu olumsuz olayları anlama ve bun­lara göğüs germede dini inançlarının bu süreçlere etki ettiğini ifade etmişlerdir.[44] Bu bulgular dinin kederli olaylar karşısında tahammül ve başaçıkma sürecini et­kilemesinin aslında sıradışı değil genel bir olgu olduğu görüşünü teyit etmektedir.
Yükleme/atfetme mekanizmasını belirleyen iki genel faktörden söz edilebilir. Bunlar ortamsal ve biçimsel fak­törlerdir.[45] İnsanların içinde bulundukları çevre ve ko­şullar algıyı ve anlamlandırmayı etkiler. Toplumsal özel­likler, toplumda yaygın olan yargılar ve anlayış tarzları dini referanslar ve söylemlerden etkilenmiş ise bu ortam­sal faktörler (contextual factors) atfetme davranışını et­kiler. Buna ilaveten yaşanan olayın yapısı, doğası, hac­mi ve etkinlik derecesi de biçimsel faktörler olarak dev­reye girer. Atfetme ve başaçıkma insanların içinde bu­lundukları toplumsal ve kültürel ortamdan soyutlanmış olarak başlayıp devam eden bir süreç değildir. Hayatın akışına yön veren yaygın toplumsal birikimler yani kül­türel güçler (kurumlar, yasalar, bilgiler, gelenekler, mo­ral değerler ve hayat biçimleri) karşılaşılan olayları algı­layışı ve onlara gösterilen tepkiyi etkilemekte, dolayısıy­la insanın yönelimini şekillendirmektedir.[46] Bu nedenle yaygın toplumsal açıklama biçimlerinin ve bu süreçte kullanılan kavramlara kaynaklık eden sosyo-kültürel inançların araştırılması gerekmektedir. Bu anlamda ide­olojiler, inançlar ve tutumlar toplumca paylaşılan açık­lama biçimlerine temel olan bilgi ve algı kaynakları ola­rak ele alınabilir.[47] Yani açıklama biçimlerine kaynaklık eden birikimlerin yapısı belirleyicidir. Mesela dini refe­ransların şekillendirdiği, dine çok sık göndermeler yapı­lan bir toplumsal ortamda birey, başına gelen olayları dini kavramlar kullanarak açıklama eğilimindedir. Yük­leme/atfetme davranışını belirleyen biçimsel faktörler (stylistic factors) ise başa gelen olayların yapısı, içeriği, derinliği, büyüklüğü, etki alanı gibi değişkenleri içerir­ler. Yani karşılaşılan olayların yapısı yükleme biçiminin belirlenmesinde etkili olmaktadır. Örneğin Spilka ve Schmidt 135 kişiyi kapsayan bir araştırmalarında olayların büyüklük derecesi (veya şiddet) arttıkça Tanrı’ya atfetme eğiliminin yükseldiğini gözlemişlerdir.[48] Eğer karşılaşılan olay kişisel kontrolün dışındaysa, bir başka ifade ile bireyin olayı yönlendirme gücü yoksa ve her şey onun gücü ve isteği dışında cereyan ediyorsa, ola­yın şiddeti ve boyutu büyükse böyle durumlarda dini açıklama/atfetme yöntemine daha sıklıkla başvuruldu­ğu gözlenmiştir. Miner ve Mcknight da 363 kişi üzerin­de yaptıkları bir araştırmada bu gözlemi teyit eden bul­gular elde etmişlerdir.[49]
Trajik sonuçlar doğuran geniş çaplı ve çok boyutlu beklenmedik olumsuz olayların Allah’a atfedilme olası­lığı dar çaplı ve bireysel olaylara oranla daha fazladır. İnsanın, sadece kendisi veya küçük bir grupla sınırlı ka­lan ve sonuçları geniş kitleleri derinden etkilemeyen olayları açıklarken dini kavramları kullanma olasılığı daha azdır. Böyle durumlarda olayların sorumluluğunu Tanrı’ya yükleme eğilimi pek görülmez. Ancak doğal fe­laketler gibi geniş kitleleri etkileyen trajik olaylarda ken­dini Tanrı’ya yakın hissedenlerin İlâhi bir neden, kutsal bir sorumlu (veya irade) arama eğilimi daha fazladır. Yani kendisini dindar ve Tanrı’ya daha yakın bulanlar diğerlerine oranla Tanrı’ya daha fazla sorumluluk yükle­mektedirler.
Bilimsel araştırma sonuçlan bu yargıları doğrular ni­teliktedir. Örneğin Gorsuch ve Smith 164 üniversite öğ­rencisi üzerinde yaptıkları bir araştırmada dindarlık ve olayları Tanrı’ya atfetme arasında istatistiksel açıdan da anlamlı olan bir ilişki bulmuşlardır.[50] Lupfer, Brock ve DePaola da 183 Hıristiyan üzerinde yaptıkları araştır­mada benzer sonuçlara ulaşmışlardır.[51] Bu araştırma­nın sonuçları muhafazakar kişilerin muhafazakar olma­yanlara oranla günlük olayları açıklarken Tanrı’ya daha fazla atıfta bulunduklarını göstermiştir. Bununla birlikte Hıristiyan kişiler üzerinde gerçekleştirilen bu araştırma muhafazakarların olumlu olayları Tanrı’ya, olumsuzları ise şeytana atfetme eğilimi taşıdıklarını, menfi olaylardan Tanrı’yı sorumlu tutmama çabasında olduklarını belirlemiştir. Kısacası, dindarlık derecesi ile olayların sorumluluğunu Tanrı’ya yükleme, olayları kutsal referans ve kavramlarla açıklama eğilimi arasında doğru bir orantı söz konusudur.
Smith ve Gorsuch farklı derecede dini yönelimlere sahip 305 öğrenci üzerinde yaptıkları araştırmada mu­hafazakar dindarlık ile Tanrı’ya atfetme eğilimi arasında olumlu bir ilişki gözlemlemiştir.[52] Smith ve Gorsuch, de­neklerini tutucu Hıristiyanlar, ılımlı Hıristiyanlar ve teo­lojik yaklaşımı olmayanlar şeklinde üç gruba ayırarak bunların olayları Tanrı’ya atfetme eğilimlerini karşılaş­tırma imkânı bulmuştur. Bir başka ifade ile denekler din­darlık derecelerine göre gruplara ayrılmış ve olayları hangi düzeyde Tanrı’ya atfettikleri araştırılmıştır. Bu çalışmanın vardığı sonuç şöyle özetlenebilir: Bu gruplar arasında muhafazakar ve tutucu olarak tanımlanan din­darlar, ılımlı Hıristiyan ve teolojik yaklaşımı olmayanla­ra kıyasla olayları daha sıklıkla Tanrı’ya atfetme eğilimi göstermişlerdir. Bu grubu ılımlı dindar olarak nitelenen grup izlemiştir. Teolojik yaklaşımı olmayanların ise bu üç grup içerisinde Tanrı’ya en az oranda sorumluluk yükleme eğiliminde bulundukları gözlenmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta iyi ve kötü olayların/sonuçların tüm sorumluluklarının Tanrı’ya mal edilmesi değil, Tanrı’nın bir ‘aracı’ (agent) ve ‘harekete geçirici’ (actor) olarak fonksiyon icra etmesidir. Yani as­lında Tanrı olayların akışına müdahale edip değiştirmek­ten ziyade sadece vesile olmuştur. Aslında sorumluluk insana aittir. Ancak bu, dindarların olayları açıklarken seküler/dünyevi kavramları dışlaması anlamına gelme­mektedir. Yani buradaki dini ve seküler şeklinde formüle edilen açıklama biçimleri bir paradoks ve çatışmadan daha çok her iki açıklama ve anlamlandırma türünün de aslında insan zihninde bir arada bulunduğunu göster­mektedir. Ancak olayların şekil, hacim ve sonuçlarına, ortamsal şartlara, olayın yaşandığı andaki ruhsal duru­ma ve kişinin yaşadığı dini duygulara göre birinin diğe­rine üstün gelmesi söz konusudur.
Dini yönelimin yapısı yani insanların dini algılayış biçimleri, dindarlık motivleri, dindarlık biçimleri ve bek­lentileri negatif olaylarla karşılaşıldığında gösterdikleri davranışları etkilemektedir. Örneğin Pargament ve mes­lektaşları 538 kişi üzerinde yaptıkları bir araştırmada farklı dindarlık ve dini yönelim/yaklaşım (orientation) biçimlerinin davranışlara yansıyan farklı etkilerini gözle­mişlerdir.[53] Buna göre, olumlu dindarlık biçimi (intrinsic) olarak nitelenen dış etkenler ve pragmatik beklentilerden kaynaklanmayan dini dürtülere sahip olanların, nega­tif olaylar karşısında manevi açıdan daha güçlü bir başaçıkma mekanizması geliştirdikleri gözlenmiştir. Bu tip dindarlar negatif olayları manevi açıdan merhale katetmek için bir fırsat olarak değerlendirme eğilimindedir­ler. Buna karşın pragmatik (problem çözme) beklentilere dayalı dindarlık (extrinsic) dürtüsüne sahip olanlar ise negatif olayları manevi açıdan gelişmek için bir fırsat olmaktan ziyade kendilerine yönelen bir tehdit olarak algılama eğilimindedir.[54]
Daha önce işaret ettiğimiz gibi insanlar başlarına ge­len felaketleri farklı şekillerde yorumlayıp anlamlandırabilirler. Biçimsel ve ortamsal faktörler gibi dış etkenler ile kişisel özellikler gibi iç etkenler hem algı ve atfetme hem de başaçıkma sürecini etkiler. Negatif olaylarla kar­şılaşanlar için maruz kalınan bu olumsuzlukların değer­lendirilmesinde dini yaklaşımın bir bakış açısı ve anlam­landırma çerçevesi sunduğunu belirtmiştik. Bununla bir­likte, atfetme süreçlerinde olduğu gibi başaçıkma ve di­renme süreçlerinde de hem dini hem de dini olmayan kaynakların kullanılması mümkündür. Dini veya dini ol­mayan başaçıkma, kişisel özellikler ve yaygın kültürel yapıyla ilgilidir. Bu süreç çok boyutlu ve değişken oldu­ğu için dini/dini olmayan şeklinde kesin ve kategorik ayırımlar yerine her ikisinin koşullara bağlı olarak ke­sişme veya zaman zaman örtüşmesinden bahsetmek da­ha uygun olacaktır. Burada unutulmaması gereken nok­ta şudur: İnsan hangi araç ve vasıtaya sahipse veya hangi mekanizma(ların) etkisindeyse başaçıkma dav­ranışında onları kullanır. Eğer insanın dini bir yönelimi yoksa trajik ve olumsuz olaylar karşısında din bu kişi için bir başaçıkma mekanizması olarak işlev görmez. Bu şu demektir: Dini öğelerin dahil olduğu bir başaçıkma davranışının sergilenebilmesi için insanın temelde bazı dini inançları olması gerekir, yoksa dini başaçıkmanın birden ortaya çıkması düşünülemez. Ancak dini başaçıkma yeknesak ve donuk bir mekanizma da değildir. Yer, zaman, ortam, kişisel özellikler ve olayların tabiatı gibi çok yönlü etkiler dini başaçıkmaya farklı şekiller, biçimler, renkler ve yoğunluklar katar ve zaman zaman diğer başaçıkma mekanizmaları ile örtüşmesini zaman zamanda da ön plana çıkmasını sağlar.
Pargament ve meslektaşları hayatın kritik ve trajik olaylarıyla yüz yüze gelen insanların karşılaştıkları so­runları çözmede, dindarlığın uzun vadede de olumlu et­kileri olacağını savunmaktadır.[55] Onlara göre dini inanç­lar, olumsuzluklarla karşılaşan insanlara manevi ve duy­gusal destek sağlar. Özellikle başa gelen sıkıntıların Tanrı’nın yardımıyla çözülebileceği inancı ve Tanrı’nın des­teğine duyulan güven kişinin öz güveni için olumlu et­kiler yapan bir dayanaktır. Newman ve Pargament’in 327 kişi üzerinde yaptıkları bir araştırma % 28 ile % 47 arasında değişen anlamlı sayılabilecek bir oranın “her­hangi bir sorunla karşılaştıklarında dini inançların ken­dileri için bir huzur ve rahatlama kaynağı” olduğuna inandıklarını ortaya koymuştur.[56]
Felaketlerle karşılaşıldığında inanç aynı zamanda bir iyimserlik kaynağıdır. Örneğin Gorsuch ve Smith üniver­site öğrencilerinin beklenmedik olumsuz olaylar karşı­sındaki tutumlarını araştırırken dindar olanların, bütün olumsuz şartlara rağmen iyimser bir tutum içinde olduklarını gözlemiştir.[57] Bu araştırmaya göre Tanrı’yı olay­lara müdahil olarak görmekle dindar kişiler Tanrı vası­tasıyla olaylan kendi kontrolleri altında gibi algılamakta, bu da onların ruh sağlığına olumlu etkide bulunmaktadır.
İnanç, başaçıkma mekanizması için önemli bir kay­naktır. McCrae, çeşitli sıkıntılara maruz kalan bir grup üzerinde yaptığı araştırmada tespit ettiği 28 başaçıkma mekanizması arasında inancın, tehlike ve tehditlerle başaçıkmada % 72, kayıplarla başaçıkmada ise % 75 ora­nında başvurulan bir mekanizma olduğunu belirlemiş­tir.[58] Conway’in yaptığı bir araştırma ise sağlık sıkıntılan olan hastalara stresle nasıl mücadele ettikleri sorul­duğunda, deneklerin % 91’inin sıkıntı ve üzüntüden kur­tulmak için dua ettiklerini ortaya çıkarmıştır.[59]
Yapılan araştırmalar dini inanç, tutum, davranış ve sembollerin başaçıkma sürecini etkilediğini göstermekle beraber dini kaynaklı başaçıkmanın biçim ve etkileri, sü­rece dahil değişkenlerden dolayı çok boyutlu ve karma­şık bir görünüm arz etmektedir.
Dini Kaynaklı Referanslı Başaçıkmanın Biçim Ve Etkileri
Bireyler arası yardım ve dayanışma:
Cemaatten, dini gruplardan yardım alma, cemaat üyelerine veya toplumun diğer kesimlerine yardımda bulunma.
Manevi destek:
Allah’ın yardım, koruma ve sevgisini tecrübe etmek.
Günlük hayatında Allah'ın da var olduğunu hissetmek.
Bilişsel (cognitive) boyut:
Allah’ın lütuf ve yardımının farkına varmak.
Başa gelen olaylardan Allah’ın ders verdiği anlamını çıkarmak.
Duygusal unsur:
Allah’a kızmak, öfke duymak ve ondan uzaklaşmak.
Hata ve günahlardan dolayı suçluluk duygusu hissetmek.
Davranışsal boyut:
Daha sevecen ve hoşgörülü bir davranış biçimi sergilemek. Hata ve günahlarını itiraf etmek.
Toplumsal etkileşim:
Daha adil bir toplum için mücadele etmek.
Dinin toplumsal öğretilerini yaymak.
Kaçınma davranışı:
Bu dünyanın problemlerini bir tarafa bırakıp ahiret hayatı üzerinde yoğunlaşmak.
Sorunları zihinden uzak tutmak için kutsal kitabı okumak veya duaya dalmak.
Pasif tutum:
Bütün sorunların çözümünü tümüyle Allah’a havale etmek. Mucize beklentisi içine girmek, Allah’tan mucize dilemek.
Allah ile dayanışma ve işbirliği:
Gücünün yetebileceğini yapmak, gerisini Allah'a bırakmak. Allah’ın sorunlarla nasıl başaçıkılacağını gösterdiğine inanmak.
Sh: 69-79
Geniş ölçüde can ve mal kaybına yol açan, geride binlerce yaralı ile bir enkaz yığını bırakarak hayatın nor­mal akışını alt üst eden doğal felaketleri afetzedeler neye veya hangi güce atfetmekte, nasıl algılamakta ve açıkla­maktadırlar?
Can ve mal kaybının neden olduğu stres ve gerilimlerle başaçıkmada hangi mekanizmalar devreye girmektedir?
Dini inançlar gerek algılama ve açıklama, gerekse acılarla başaçıkmada ne tür katkıda bulunmak­tadır?
Yaşanan felaketlerden sonra toplumsal ölçekte önemli sayılabilecek derecede bir dini yöneliş söz konusu mudur?
Doğal felaketler hayatın normal akışını alt üst eden ve insanın alışageldiği yaşam düzenini bozan olaylardır. Bu tür olaylar sadece can ve mal kaybına neden olmak­la kalmaz, insanın kendi hayatı ve çevresini kontrol etme, planlama ve yönlendirme yeteneklerini de etkile­yerek bir belirsizlik duygusu yaratır. Bu belirsizlik duy­gusu insanın özgüvenini olumsuz yönde etkiler. Fela­ketler sonucu normal hayat akışı bozulan, kontrol yete­neğini kaybederek belirsizlik duygusuna sürüklenen in­san, can ve mal kaybının da etkisiyle stres, gerilim ve ruhsal çöküntüyle karşı karşıya gelir. Üçüncü bölümde detaylı bir şekilde ele alındığı gibi doğal felaketlerle yüz yüze kalanların ilk tepkilerinden biri başlarına gelen şeyi anlamaya ve çözümlemeye çalışmaktır.
İnsanın karşılaştığı olayları anlamlandırma çabası doğal bir davranıştır. Bu çaba, kontrolü insanın kendi dışında gelişen olayların nedenlerini anlama söz konu­su olunca daha yoğun olarak hissedilir. İnsan olayları bazı nedenlere atfederek, bazı sebeplere dayandırarak açıklamaya ve anlamaya çalışır. Atfetme veya yükleme adını verdiğimiz bu davranışı gerçekleştirirken insan dini veya natüralistik (doğasal) anlam sistemlerinden birini veya her ikisini birlikte kullanabilir, dolayısıyla farklı algı ve yorumlama biçimleri sergileyebilir. Depremzedelerin algı ve açıklamalarında bu üç kategoriyi kullandıklarını ortaya koymuştur. Ancak belirtmek gerekir ki, hem dini hem de doğasal anlam sistemini içeren açıklama biçimleri var olmakla birlikte, dini inanç ve kavramlar bu açıklama veya atfetme şekillerinde merkezî bir yere sahiptirler. Felaketzedeler depremin meydana gelişi, kaynağı veya gerisindeki güç konusun­da dini sembol ve kavramları kullanarak felaketi anlam­landırmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında araştırmanın belki de en belirgin bulgularından birisi felaketzedelerin büyük çoğunluğunun “depremin gerisinde metafizik bir güç olduğu” şeklindeki inançlarıdır.
Bununla birlikte “kader” ve “imtihan” gibi dini referanslı açıklamaların yanında felaketzedelerin % 38’i depremi “ceza” veya “uyan" kavramlarıyla açıklamak­tadır. Yalnız bu açıklama davranışında bazı kültürel özel­liklerin, toplumda yaygın olan çeşitli yargı ve anlayış tarzlarını içeren ortamsal faktörlerin devreye girdiği göz­lenmiştir. Yaşanan tüm diğer tecrübeleri yorumlamada olduğu gibi deprem felaketini açıklamada da bu toplum­sal birikimler, algılama ve tepki gösterme biçimlerini yönlendirmiştir. Bu nedenle araştırmamız yaygın top­lumsal açıklama şekillerini ve bu süreçte kullanılan kav­ramlara kaynaklık eden sosyo-kültürel inançların etki­lerini de belirlemeye çalışmıştır.
Deprem anındaki zihinsel ve duygusal tepkileri dile getirirlerken de depremzedelerin felaketi algılama, an­lamlandırma ve açıklama biçimlerinde olduğu gibi yine çoğunlukla dini referanslı kavramlar kullandıkları tespit edilmiştir. “Kıyametin Koptu­ğu” zannı, “mahşer yeri” tanımlaması ve “dua etme” ih­tiyacı bunlardan bazılarıdır. Bu düşünce ve tepkilerde de yine toplumdaki yaygın dini anlayışların, daha önce edinilen öğretilerin rol oynadığı görülmektedir. Ama burada asıl dikkat çeken nokta insanı ansızın yakalama özelliğine sahip bir doğal felaket olan deprem anında dini referanslı düşünme eğilimi ve ilahi bir güce sığınma temayülü gösterilmesidir.
Deprem gibi geniş kitleleri etkileyen trajik bir felaketi açıklamada dini bir perspektif kullanma, depremi İlâhi bir nedenle açıklayarak onu insana yönelik bir ceza veya kıyametin habercisi olarak algılama eğilimi insan­lığın ortak tarihsel bir deneyimidir. Çoğu zaman din ayı­rımı gözetmeksizin çeşitli kültürlerde var olan bu olgu­nun tarihsel varlığını belirlemek için dünya tarihinin iki önemli ve farklı kültürünü oluşturan Hıristiyan ve İslâm dünyası ele alınmıştır. Bu iki dünyanın depremi algılayış biçimleri farklı tarih ve coğrafyadan derlenen örneklerle araştırmamızın ikinci bölümünde sunulmuştur. Gerek tarihsel tecrübeler gerekse bu çalışmada da görüldüğü gibi günümüzdeki deneyimler doğal felaketler ve din arasında çok boyutlu ilintiler kurulabileceğini göstermektedir. Elde ettiğimiz bulgulardan hareketle doğal felaketler konusunun özellikle modern din eğitiminde dikkate alın­ması gerektiğini ve yaşananları anlamlandırma sürecine dini öğretilerin de katkıda bulunabileceği olgusunu vur­gulamak istiyoruz. Bu anlamda dini öğretilerin yanlış kullanılmasına ve çarpıtılmasına engel olmanın en etkin yolu, din eğitimi programlarına doğal felaketlerle ilgili konuların da dahil edilmesidir. Din yanlış anlaşıldığı sü­rece felaketlerin birer ‘ceza’ şeklinde yorumlanma tema­yülü ile bireysel ve toplumsal sorumluluklardan kaçma eğilimi daha fazla olacaktır.
Depremde meydana gelen can ve mal kaybını takip eden belirsizlik ve güvensizlik duygularının yol açtığı ruhsal gerilimle başaçıkmada depremzedelerin üç genel alanı kullandıkları tespit edilmiştir.
Bunlar (a) toplumsal dayanışma, (b) bireyselliği aşma ve (c) dini inançlardır. Zor zamanda kendilerine uzatılan yardım elinin dayanma güçlerini artırdığını belirten depremzedeler, felaketin toplu olarak yaşanmasının getirdiği pay­laşım duygusuyla da bireyselliği aşmışlardır. Dini inanç, ibadet ve ritüeller de felaketzedeler için bir güç ve teselli kaynağı olmuştur. Dinin hem felaketin anlamlandırılmasına hem de kayıp ve acılara göğüs germe sürecine olumlu katkılarda bulunduğu belirlenmiştir. Özellikle ahiret inancının kayıpların kabullenilmesini kolaylaştır­dığı ve felaketzedelere iyimserlik, umut gibi ruh sağlığı açısından olumlu duygular kazandırdığı izlenmiştir. Kı­sacası, felakete metafizik bir anlam yüklemekle insanlar sıkıntılara sabretmeye ve dayanıklılık göstermeye hazır hale gelmektedirler. Çalışmada elde edilen bulgulardan hareketle dini inanç, ibadet ve törenlerin felaketzedelerin hayatına olumlu katkıda bulunduğunu söylemek müm­kündür. Bu nedenle stres ve gerilimlerle başaçıkmada yardımcı olmak amacıyla kurulan psikolojik danışma merkezlerinin, tedavi ve terapi sırasında din faktörünü de gözönünde bulundurmalarının çalışmalarına olumlu kat­kıda bulunabileceğini söylemek mümkündür. Diğer ta­raftan din hizmeti veren kişi ve kurumların da felaket­zedelerin ruhsal gerilim ve çöküntülerini anlayıp onlara yardımcı olabilecek düzeyde psikoloji eğitimi almaları, yani hem din hem de psikoloji alanında donanımlı olmaları gerekir.
Felaketzedelerin “deprem sonrasında bir dini yöne­liş eğiliminde olup olmadıkları” sorusuna gelince, bu ko­nuda göreceli bir değişim gözlenmesine rağmen bunun toplumsal ölçekte önemli sayılabilecek dereceye ulaşma­dığı görülmektedir. Ahlaki ve manevi konularda birey­sel ve toplumsal bir sorgulama sürecine ilişkin bazı işa­retler olmakla birlikte bunun köklü ve yaygın bir eğilim niteliği taşıdığını söylemek zor görünmektedir. Bununla birlikte yaşadığı depremi bir “milat” olarak değerlendirenler, depremi bir ibret alma ve kaybolmaya yüz tutan bazı toplumsal değerleri tekrar keşfetme ve kendini sorgula­ma sürecinin başlangıcı olarak görenler de vardır.
Deprem sonrasındaki bu sorgulama süreci bazıları için çeşitli davranışsal değişikleri de beraberinde getir­miştir. Depremzedelerin % 38’i bu anlamda bir artış ol­duğunu düşünmektedirler. Dini anlamda yaşanan bu sorgulama süreci bazı afetzedeler için dini pratiklere yö­nelme ile sonuçlansa da genelde değerlendirildiğinde de­ğişim daha çok zihinsel planda kalmaktadır. Bununla birlikte tam tersi yönelişler de olmuştur. Mesela ‘teselli arayışı’ veya ‘korkuyu yenme’ gerekçesiyle alkol kullan­maya başlayanların olduğu veya daha önce kullanan­ların daha fazla alkol aldıkları gözlenmiştir. Bu deği­şimlerin ne derece kalıcı olduğuna ve böylesine etkili bir doğal felaketin bireysel ve toplumsal anlamda ne gibi etkilerinin olacağına daha uzun bir süreci değerlendire­rek karar vermek gerekecektir. Değişimlerin takip edilebilmesi için uzun soluklu araştırmalara ihtiyaç vardır. Bu tür araştırmalarda elde edilecek veriler doğal felaket­lerin uzun vadede neden olabileceği sosyal ve kültürel değişimi anlamaya katkıda bulunacaktır. Gerek doğal felaketler ve sonuçlarına ilişkin geleceğe yönelik politi­kalar oluşturma ihtiyacı gerekse toplumun bilinçlenme­sine önemli katkılar sağlayacak araştırma merkezlerinin kurulması gereği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Son olarak şunu hatırlatmakta yarar görüyoruz: Kamu ve si­vil kuruluşların bir taraftan bu tür araştırma merkezleri kurarken diğer taraftan da burada yürütülen çalışmalar­dan elde edilecek bilgilerle donanmış psikolojik ve ma­nevi destek merkezlerinin oluşturulması birçok sıkıntının aşılmasında son derece yararlı olacaktır. Sh: 153-158
************************
İsyanımı bağışla Tanrım, tevekkül gelmiyor içim­den...
Habersiz, ikazsız, insafsız vurdun.
Uykusunu böldün el kadar bebelerin...
Kundağıyla betona gömdün. Bir gece yarısı korkunç homurtunla kustun öfkeni, bin yıllık müminler toprağını yardın. Esvapsız, öksüz, çare­siz sokağa döktün kullarını...
Asrın en gaddar tokadını onlara reva gördün. Taş üstünde taş bırakmayan gaza­bın enkaza çevirdi yurdumu...
Hiddetine amenna, lâkin nerde merhametin?..
Hadi biz tövbekar olmadık, diklen­dik adaletine, sual ettik hükmünden, küfre ve günaha bulandık; ya ömrünü sana tapınmaya vakfetmiş kul­larından ne istedin?
Külleri çimentodan bir cehennemin içinden çekip aldığı eşi ile iki oğlunu elleriyle kireçleyip gömerken “Ne yapalım, Allah’ın adaleti” diye bo­yun eğen ak saçlı ademoğluna nasıl kıydın?
 “Yavru­larımı bana bağışla Tanrım... Hiç olmazsa birini...” diye yakaran kadının kucağına iki evlat cesedi tutuşturmak mıydı ilahi adaletin?
Enkazdan kurtardığı yavrusu bu kez kolera ateşinde yanarken “Neden Allahım” diye in­leyen anaya ne cevap verdin?
Onlar ki bir gün dahi asi olmadılar sana karşı, ka­der bildiler kederlerini...
Dualarla uyuttular bebelerini...
Ve sen uykuda yıktın evlerini başlarına...
Sonra kimse­sizler mezarlığına koydun. Kefeni, kitabeyi çok gördün. Bir tek dozerler gitti cenazelerine; oğul kucağı yerine kepçelerle gömdün. İşte o yüzden biz, o talihsiz kulların­la beraber toprağa verdik itikadımızı...
Buysa adaletin, bir daha adalet dilenmeyeceğiz senden...
Merhametin bu kadarsa, al senin olsun!..
Bir sabır sınavıysa zulmün...
Son olsun bugünkü...
Bir sonraki sınavı geçemeyebiliriz çünkü...
Ve sen halkım!.. Sen, her eceli akıbet, her afeti ka­der sayan, sen, en beterinde facianın, “beterin beteri”nden korkan ve daima şükreden, affeden, sabreden ce­maatim benim...
Sen, denizini doldurup kumundan ev yapan, süreceği toprağa çürük temel atan, bir kat fazla ruhsat için oy kiralayan, talana dost, doğaya düşman, naçar, hilekar, cefakar, sahtekar, fedakar halkım benim...
 Ne kadar acısam az sana, ne kadar övünsem az...
Sen, ölmüş eşinin yanı başında ameliyat yapan hekim...
Sen, “Emir böyle" deyip göçükler caddesine uğramadan ge­çen iş makinesinin önüne yatan genç kız...
Sen, yorgun­luktan çatallaşmış sesiyle “kask ve kefen bezi gönderin” diye feryat ederken gözyaşlarını tutamayan yüzbaşı...
Siz, onların yardımına koşan yürek yürek insan, siz kazma kürek maden işçileri, siz komşusu açken aşı bo­ğazına dizilenler...
Tanıyıp bilmediği insanların elemiyle üzülenler...
Kör karanlıkta mihraba bakar gibi bakıp el köpeklerinin soluğuna, bir can belirtisi, bir ışık arayan biçare halkım benim...
Doldurduğun toprak mezarın, oturduğun ev tabutun olmuşken, Gölcükte, Sakarya’da, Değirmendere’de, on binler halinde yatarken betondan bir enkazın dibinde, bu kopmuş kollar, kesilmiş bacak­lar, yitirilmiş canlar kuyusunda bir hiç uğruna ziyan olmuşken, sen nasıl hala “alın yazım” diye inlersin; na­sıl onca yalanı dinlersin yattığın yerden?..
Ey benim bağışlaması bol kavmim!..
Sen ki oğullar, kızlar etkin toprağa, biçildi oğulların kızların...
Öylesine lanetliydin ki, hiçbir toprağa tutunamadın, yine göç yol­lan göründü sana...
Ey “katlandığına dağlar katlanmaz” halkım benim...
Bu ne bitmez sabırdır ki, yedi ceddini gömsen de toprağa, susarsın...
Bu ne doymaz hırstır ki yedi ceddinin gömüldüğü toprağı hala kazarsın...
Bilmez misin ki, talana ortak olunca, yalana göz yumdukça lanet seni de vurur günün birinde...
Görmez misin ki, sineye çektikçe, “alınyazısı" dedikçe, daha beter zulüm yağar üstüne...
Şairin dediği gibi, “-kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kar­deşim...”
Ve ülkem!..
Ey koca mezarlık...
Buram buram ceset kokan toprak...
İnleyen enkaz...
Viran körfez...
Ey ek­meğin değil, acıların üleşildiği, göçükler altında saat sa­yılan, ağıt yakılan, mal yağmalanan, ceset soyulan cen­netim benim...
Teessürümün anavatanı...
Bilirim, ana sütü çağında toz yutmuş bebelerin, ölü gözlerle fışkırır­ken enkaz altından, hiçbir taziye sarmaz yaranı...
Ne­dametin faydası yok. Yine de durmaz dilim, yalvarır sitemim: Ne olur bir kez de gül artık yüzümüze...
Bir kez de gül...
Ne olur! sh: 159-161
Kaynak: Doğal Âfetler ve Din-Marmara Depremi Üzerine Psiko-Sosyolojik Bir İnceleme, Dr. Talip Küçükcan Doç. Dr. Ali Köse, TÜRKİYE DİYANET VAKFIİSLÂM ARAŞTIRMALARI MERKEZİ, İstanbul 2000




[1] M. Hewstone, Casual Attribution: From Cognitive Processes to Collective Beliefs, Oxford: Basil Blackwell, 1989, s. lvd.
[2]             M. O. Schroerder, “Muharrem Ayında Bir Salı Günü: Açıkoturum", Cogito, Deprem Özel Sayısı, sy. 20, Güz 1999, s. 56.
[3]             Lizbon Depremi ile ilgili aşağıda verilecek bilgiler için bk. M. Bayka, “Roussea, Voltaire ve 1755 Lizbon Depremi”, Tarih ne Toptum, 1999,32 (191), s. 27-31 (Depremle ilgili bu ve benzeri birçok ma­kaleden bizleri haberdar eden TDV İslâm Araştırmaları Merkezi Kü­tüphanesi görevlileri Selahattin Öztürk, Cemal Toksoy ve Birol Ülker'e teşekkür ederiz).
[4]             C. E. Vulliamy, John Wesley. London: Geoffrey Bless, 1931, s. 196- 197; S. TSnilli, Voltaire ue Aydınlanma, Istanbul: Cem Yayınevi, 1994, s. 130-131.
[5]             A. Pope, Pastoral Poetry and an Essay on Criticism, London: Methuen - Co., 1961, s. 149-150.
[6]             S. Tanilli, a.g.e., S. 132-133.
[7]             B. Croke, "Two Early Byzantine Earthquakes and Their Liturgical Commemoration”, Byzantion, 1981, 1, s. 122-147; Brian Croke, “Earthquakes”, The Oxford Dictionary of Byzantium, Oxford: Ox­ford University Press, 1991, I, s. 669-670.
[8]             Depremin fiziksel oluş şekli ile ilgili bu teori Aristo’dan alınmış ol¬malıdır (Aristo, Metrologica, ii. 8).
[9]             B. Croke, "Two Early Byzantine...”, s. 123. (Bizans depremleri üze¬rine bilgilerinden yararlandığımız Dr. Casim Avcı’ya müteşekkiriz).
[10]            F. Vercleyen, a.g.m., s. 300-301.
[11]            F. Vercleyen, a.g.m., s. 302.
[12]            B. Croke, “Two Early Byzantine...-', s. 125.
[13]            F. Vercleyen, a.g.m., s. 304, 309-310.
F. Verdeyen, a.g.m., s. 310.
[15]            F. Verdeyen, a.g.m., s. 311.
[16]          Mesela bu ilahilerden bir tanesi Romanos Melodos’un ‘Depremler ve Yangınlar' isimli ilahisidir (bk. B. Croke, “Tvvo Early Byzanti- ne...'\ s. 124).
[17]          Pavlus'un İbranilere Mektubu 12/6-10.
[18]          F. Vercleyen, a.g.m., s. 306-307.
[19]          F. Vercleyen, a.g.m., s. 313.
[20]            C. E. Vulliamy, John Wesley, s. 196.
[21]            C. E. Vulliamy, John Wesley, s. 197-199.
[22]            Nakleden H. Bergson, Ahlak ile Dinin İki Kaynağı (çev. M. Ka- rasan), Ankara: Milli Eğitim Basımevi, 1949, s. 211-214.
[23]            Ebû Zeyd el-Belhî, el-Bed’ ue’t-târih, Beyrut: parü’l-Kütübi’l tlmiy- ye, 1997, I, 129 (Bu kitaba dikkatimizi çeken Dr. Şükrü Özen'e teşekkür ederiz).
[24]            Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 128-129.
[25]            Depremlerin oluşumu konusunda bugün ileri sürülen kuramlar ara­sında en güvenilir kabul edileni 1906 yılındaki San Francisco dep­reminden sonra H. F. Reid tarafından ortaya atılan “Elastik Geri Sekme Kuramı”dır. Buna göre deprem “belirli bir yerde biriken elas­tik deformasyon enerjisinin kritik değere ulaşması halinde ani bir kırılma ya da yırtılma hareketi ile olmaktadır." (bk. D. Şenol, "Dep­rem, Dünya ve Türkiye", Türk Yurdu, 1999, 19 (147), s. 54.
[26]            Fetavâ-yı Kâdîhân, Kahire 1310, l, 414.
[27]            Ravzatü’l-Menâzır fi ilmi’l-evâil ue’l-euâhir, Beyrut 1997, s. 304305.
[28]            K. Kuzucu, “Osmanlı Döneminde İstanbul Depremleri”, Osmanlı, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, V, 685'de 7 ve 13 numaralı dipnotlar; II. Bâyezid'in bu hikayesi için ayrıca bk. Şemdânîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Müri’t-Tevârih, İstanbul 1338/ 1919, s. 485.
[29]            H. Sezer, “1894 İstanbul Depremi Hakkında Bir Rapor Üzerine İnceleme", Tarih Araştırmaları Dergisi, 1996, 18 (29), s.174.
[30]            M. ö. Alkan, “Toplumsal ve Siyasal Açıdan 1894 İstanbul Depre¬mi Üzerine”, Toplumsal Tarih, Ekim 1999, s. 16.
[31]            B. Spilka v.dgr., a.g.e., s. 1.
[32]            K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping: Theory, Research, Practice, New York: The Guilford Press, 1997, s. 284.
[33]            R. L. Gorsuch - C. S. Smith, “Attributions of Responsibility to God: An Interaction of Religious Beliefs and Outcomes", Journal for the Scientific Study of Religion, 1983, 22 (4), s. 340.
[34]            M. A. Lupfer v.dgr., “The Use of Secular and Reigious Attributions to Explain Everyday Behavior", Journal for theScientific Study of Religion, 1992, 31 (4), s. 486.
[35]            M. H. Miner-J. Mcknight, a.g.m., s. 274.
[36]            K. Pargament - ]. Hahn, “God and the Just World: Causal and Cop­ing Attributions to God in Health Situations", Journal for the Scien­tific Study of Religion, 1986, 25 (2), s. 193; K. Pargament v.dgr., "God Help Me (I): Religious Coping Efforts as Predictors of the Out­comes to Significant Negative Life Events", American Journal of Community Psychology, 1990, 18 (6), s. 794.
[37]            B. Spilka - G. Schmidt, “General Attribution Theory for the Psychol­ogy of Religion: The Influence of Event Character on Attributions to God", Journal for the Scientific Study of Religion, 1983,22 (4), s. 326.
[38]            K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping, s. 4.
[39]            B. Spilka v.dgr., a.g.e., s. 7; C. Geertz, The Interpretation of Cul­tures, New York: Basic Books, 1973, s. 104.
[40]            K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping, s. 32.
[41]            W. Proudfoot - P. R. Shaver, “ Attribution Theory and the Psychology of Religion", B. Spilka - D. McIntosh (eds), The Psychology of Reli­gion, Theoretical Approaches, Boulder: Westview Press, 1997, s. 147.
[42]            K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping, s. 48.
[43]            J. S. Newman - K. Pargament, “The Role of Religion in the Problem Solving Process”, Review of Religious Research, 1990, 31 (4), s. 390.
[44]            K. Pargament v.dgr., “God Help Me (I)", s. 813.
[45]            B. Spilka- G. Schmidt, a.g.m., s. 327.
[46]            K. Pargament, The Psychology of Religion and Coping, s. 177.
[47]            M. Hewstone, a.g.e., s. 205.
J'1 B. Spilka - G. Schmidt, a.g.m., s. 331.
[49]            M. H. Miner-J. Mcknight, a.g.m., s. 284.
[50]            R. L. Gorsuch - C. S. Smith, “Attributions of Responsibility to God: An Interaction of Religious Beliefs and Outcomes", Journal for the Scientific Study of Religion, 1983, 22 (4), s. 345.
[51]            M. A. Lupfer v.dgr., a.g.m., s. 499.
[52]            C. S. Smith - R. L. Gorsuch, “Sanctioning and Casual Attributions to God: A Function of Theological Position and Actors' Characteristics”, Research in Social Scientific Study of Religion, 1989, I, 142- 149.
[53]            K. Pargament v.dgr., “God Help Me (II): The Relationship of Reli­gious Orientations to Religious Coping with Negative Life Events”, Journal for the Scientific Study of Religion, 1992, 31 (4), s. 504.
[54]         K. Pargament v.dğr., “God Help Me (II)", s. 511. 76
[55]         K. Pargament v.dgr., “Methods of Religious Coping with the Gulf War: Cross-Sectional and Longitudinal Analyses” Journal for the Scientific Study of Religion, 1994, 33 (3), s. 359.
[56]         J. S. Newman - K. Pargament, “The Role of Religion in the Problem Solving Process", s. 399.
[57]         R. L. Gorsuch - C. S. Smith, a.g.m., s. 350-351.
[58]         R. R. McCrae, "Situational Determinants of Coping Response: Loss, Threat, and Challenge", Journal of Personality and Social Psy­chology, 1984, 46, s. 919-928; nakleden K. Pargament, The Psy­chology of Religion and Coping, s. 137.
[59]         K. Conway, "Coping with the Stress of Medical Problems among Black and White Elderly", International Journal of Aging and Human Development, 1985-1986, 21, s. 39-48; nakleden K. Par­gament, The Psychology of Religion and Coping, s. 138.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar