DÜN VE BUGÜN (Din Savaşları)
Viyana Kongresi’nden
sonra Avrupa devletleri, Fransız Devrimi’nin, onu izleyen terör rejiminin ve
Napoleon’un alt üst ettiği hukuki ve siyasi düzenin etkilerinden kurtulma
çabalarına ağırlık verdiler. Genel iklim ulusçu ve tutucu idi. Buna karşın,
sanayi devrimi, sol hareketler ve Darwin kuramı gibi olgular, hem devleti
hem de kiliseyi yeni taktikler bulmaya zorlayacaktı. Bu zorlamalar XIX.
yüzyıl boyunca ve günümüze kadar çeşitli şekillerde devam etti. Ancak bu kez,
mücadele silahlı çatışma olarak değil, açık bir biçimde cereyan eden hukuki
pazarlıklar, yarı açık biçimde sürdürülen sızma hareketleri ve hızlı olarak
girişilen eylemlerle halen devam ediyor.
İki
yüzyılı kapsayan bu süreci kısa bir bölüme sığdırmak olanaksız olduğu kadar,
denemenin başlıca amacını da aşmaktadır. Kısa notlar halinde olup bitenlerin
bazılarını sunmakla yetineceğiz. Bunu yapmaktaki amacımız, siyasi ve dini gücün
ayrılmazlığını ve hoşgörünün işlevinin hangi şartlar altında gelişebildiğin
tekrar göstermektir.
İlk olarak
yeni Avrupa haritasına bir göz atmak gerek. Yeniden çizilen ulusal sınırlar
içinde, Almanya, İtalya ve birçok küçük prenslikle güçlenen Prusya vardı.
Kutsal Roma İmparatorluğu artık Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adını
almıştır. Bu imparatorluk Bohemya ve Macaristan’ı içeriyor ve İtalya’nın
kuzeyinde Lombardiya ve Venezia’yı da hâkimiyeti altında tutuyordu. Fransa
İtalya’da Piemont’eye hakimdi. Napoli ve Sicilya eski statülerini korumuş,
Habsburgların Krallığı olmayı sürdürmekteydi. Papa’ya gelince, Papalık
devletleri Roma’dan Adriyatik denizine kadar İtalya'nın yaklaşık beşte birini
kapsıyordu.
XIX.
yüzyılda, din savaşları olmayıp, bilinen siyasi savaşlar türünde olan 1870
savaşı ve İtalya’da ulusal kurtuluş savaşları gerçekleşmiş ve sonuçta Kilise
devletleri birleşmiş İtalya’ya dahil edilerek Vatikan devleti Roma’nın içinde
yaklaşık dört yüz dönümlük bir sahaya sahip olmuştur.
Viyana
Kongresi’nden sonra Fransa’da monarşi tekrar kurulmuş ve X. Charles eski bir
geleneği canlandırarak Rheims Katedralinde dini bir törenle taç giymişti.
Devlet ve Kilise ilişkileri konusundaki düşüncelerini de şöyle bir ifadeyle
açıklamıştı: “Devletin tek dini Katolik dinidir. Tüm diğer dinler kanunla
düzenlenir” (Hall-Davis, 126).
III.
Cumhuriyet’e gelindiğinde, vaktiyle Papa tarafından ‘Kilisenin en büyük
kızı’ ilân edilmiş olan Fransa, Kilise ile sürekli bir mücadele içine
girmiştir. Devrim, Kilisenin tüm mallara el koymuş ve kralı savunan Katoliklere
karşı baskı ve zulüm uygulamıştı. Bu mücadele sırasında Papa XIII. Leo,
Cumhuriyet’e karşı olmadığını açıkladı, çünkü Cumhuriyet’in dogma ile ilintisi
yoktu. Fakat Devlet artık monolitik bir yapı değildi, siyasi partiler devlet
gücü için rekabet ediyor ve bu konuda dini kullanmaktan da geri kalmıyorlardı.
I.
Napoleon Kilise ile bir konkordato imzalamıştı. Bu çerçevede, Papa
İmparatorluğu tanımıştı, buna karşılık olarak da Napoleon rahiplerin maaşlarını
vermeyi kabullenmiş, piskoposları atamak erkine sahip olmuş, ancak Kilise’nin
mektuplarının devlet postasıyla gönderilmesini şart koşmuştu. Papa müsadere
edilen malları konusunda hak iddia etmekten vazgeçmişti. Kilise’nin bu şartları
kabul edişinin bir nedeni vardı:
Eğitim
Kilise’nin tekelinde kalıyordu. 1880’lerde devlet okulları açılmaya başladı.
Kilisenin gözünde bunlar Tanrıtanımaz okullardı. Kilise’nin
bu tutumu ise Cizvitlerin ve tüm dini örgütlerin sınır dışı edilmelerine yol
açtı. 1905’ten konkordato sona erdi. Devlet ile kilise ayrıldı. Rahiplere
maaşları artık devlet tarafından ödenmiyordu. Katoliklere, milli eser sayılan
kiliselerinde tekrar ibadet etme izni verildi.
1829’da
İngiltere’de Tes Act kaldırılır, Katoliklere oy hakkı verildi. Fakat
İrlanda’nın özel önemi dolayısıyla oy verebilmek için istenen gelir miktarı
yukarı çekilidi. Anglikan Kilisesi, Katolik Kilisesi’ne göre daha iyi bir durumdaydı.
Katolik inancı devletin dini olmasına karşın kendi içinde sorunlar ortaya
çıkınca gücünü yitirdi. Dogma konusunda, örneğin, ona karşı gelen piskoposlar
veya diğer din adamları adalet bakanına başvurabiliyordu. Ülkenin kanunları
üstün durumdaydı (Hall, Davis, 313).
Prusya’da
Birmarck yeni devletini sağlamlaştırmak için eğitim sistemini düzenlemek birçok
din adamını ya görevden almış ya da hapse attırmıştı. Ancak 1875 yılında,
sosyalizmin yayılması karşısında Vatikan ile anlaşmaya mecbur kaldı.
Aslında
XIX. yüzyıl boyunca Protestanlar Katoliklere göre daha iyi bir durumdaydılar.
Mezheplerinin icraatını beğenmeyen üyeler, duruma göre, daha sert ya da daha
ılımlı bir mezhebe girebiliyorlar, hatta ve yeterli miktarda taraftar
bulduklarında yeni bir mezhep kurabiliyorlardı. Bu, ana mezhebi daha ılımlı
davranmaya mecbur kılıyordu. Devletin ya da bir mezhebin koyduğu kuralları
içlerine sindiremeyenler ülkeyi terk ediyordu. Genellikle Amerika’ya göç ediyor
ve orada fundamentalist sayılabilecek cemaatler kuruyorlardı. Bunlar genelde,
kutsal kitapların en temel ilkelerine göre yaşamayı yeğliyorlardı. Daha çok
Amerika’nın merkezine yerleşen bu kişiler o bölgeye Bible Belt (Tevrat Kuşağı)
ismini vermişlerdir.
Bu deneme
açısından en ilginç süreç İtalya’da yaşanmıştır. XIX. yüzyıl, Papa’nın güçlü bir devletin dünyavî başkanlığından,
coğrafi bakımdan bir mahallenin yöneticisine dönüşmesini görmüştür. Bu
gelişmede alışılagelmiş uluslararası ilişkiler ve yüzyılın başlıca itici gücü
olan ulusçuluk öğesi başrol oynamıştır. Devrin en önemli Papa’sı IX. Pius
olmuştur. Liberal olarak tanındığı, için Avusturyalılar seçilmesini engellemek
istemişler, fakat bunu başaramamışlardı. Pius tahta çıktığında Vatikan
hapishanelerindeki tutukluları serbest bırakmış, sansürü hafifletmiş, Kilisenin
dünyasal idaresi için’ biri kendi seçtiği din adamlarından, diğeri ise
laiklerden oluşan iki meclis kurdurmuştu. Bu arada bütün İtalya’da yabancı
işgalcilere karşı isyanlar patlak veriyordu. Piemonte’de ayaklanmayı
bastıramayan Kral Charles Albert Papa’da yardım istemiş fakat Papa bu isteği
reddetmişti.
Ulusal
ordular, Lombardia ve Venezia’da, AvusturyalIlara karşı mücadaleye girdikleri
zaman, ayaklanmalar acımasızca bastırılmıştı. Sicilya Kralı Ferdinand da aynı
şeyi kendi topraklarında yapmıştı, fakat oradan hareket eden Garibaldi
liderliğindeki ordu Roma’yı almayı başardı. Papa Napoli’ye kaçtı. Fransızlar bu
orduyu yenerek Papa’yı geri getirdiler.
Sonunda
İtalya üniter bir devlet olduğunda, Vatikan’ın elindeki tüm topraklar alınarak
yeni devletin coğrafyasına dâhil edildi. Papa da, Vatikan’a tahsis edilen
küçücük bir devlet içinde, hem güçlü bir dünyasal hükümdar hem de evrensel bir
ruhani hükümdar olmanın ikileminden kurtulmuş oldu.
Yeni
İtalya’nın kralı Vittorio Emmanuele, Vatikan’la barışmak için bir kanun
çıkarttı: Teminatlar Kanunu. Bu kanunla Papa’ya Vatikan Sarayı, San Pietro
Kilisesi ve etrafındaki bahçeler tahsis ediliyordu. Vatikan memurları
diplotamik bir statüye sahip oluyorlar, özel postane hakkı sayesinde daimi bir
gelire kavuşuyorlar ve İtalya kanunlarından muafiyet kazanıyorlardı.
Bu durum
Vatikan şahinlerini o kadar kızdırmıştı ki, Papa’nın dünyavî erkinin geri
verilmesi için bütün Katolik prenslere bir çağrı yapmak istediler. Siyasi durum
buna müsaitti, hem Fransız Katolik Kilisesi, hem de monarşi her an İtalya’yı
istila edebileceğim ima etmekteydi. Fakat bu çekişme zamanla kansız bir
mücadeleye dönüştü.
Sanayi
Devrimi
1825’te
St. Simon, Yeni Hıristiyanlık adlı kitabında şöyle yazıyordu:
“Kilise’nin
görevi ... çok yoksulların durumunu vakit kaybetmeden düzeltmektir.” (Hall,
Davis, 88). Çünkü, Sanayi Devrimi, getirdiği maddi yararlar yanında, akıl almaz
toplumsal zararlara da yol açmıştı. Tüm Avrupa’da, bilhassa 1848 Fransız
İhtilalinden sonra, sol ve sendikacı sol, anarşizm vs. gibi hareketler
yayılmış, işçiler örgütlenmişti. Sendikalar devlete ve tutucu sınıflara karşı
alınacak tavırları tartışıyorlardı. 1864’te Papa IX. Pius liberalizmi,
masonluğu, sosyalizmi, komünizmi ve rasyonalizmi yeren bir ‘Yanılgılar Listesi’
yayınladı. Bu listenin 80. sırasında şu sözler yer alıyordu: “Papa için
ilerleme, liberalizm ve modern uygarlıkla barışmakla mümkün ve zorunludur”
{Hall, Davis, 310). Papa’nın bu sözlerinin önemi büyüktü. Almanya’da,
Belçika’da ve Fransa’da proletarya çoğunlukla Katolikti. İngiltere’de Protestan
çevreler, Liberal Parti ile işbirliği yapıp, o günler için ilerici
sayılabilecek bazı toplumsal kanunları Parlamento’dan geçirmişlerdi. Aralarında
Kardinal Manning’in de bulunduğu bazı Katolik din adamları, St. Thomas Aquino’ya
ithafen, mülkiyet haklarının mutlak olmadığını söylüyorlardı. 1891’de Papa
XIII. Leo, De Renum Novarum (Yeni konular Üzerine) adlı açıklamasında Marx’a
karşı çıkıyor, ancak işçilerin maddi haklarını savunarak, onlara sadece
yaşamlarını sürdürebilmek için değil, aynı zamanda mülk sahibi olmalarını
sağlayabilecek bir ücret verilmesini, kadın ve çocukların çalışma koşullarının
düzeltilmesini, çalışma saatlerinin kısaltılmasını ve dernek kurma özgürlüğüne
kavuşmalarım istiyordu (Hall, Davis, 316). iyi niyetler bir yana, işçilerin
isyanının siyasi güce dönüşmesinin yerine, Kilise’nin gösterdiği yollara
yönelmesinin yararlı olacağı ortadaydı ve Kilise bu konuda devlete yol
göstermekten geri kalamazdı, kalmadı da.
Darwin
Kuramı
Sanayi
Devrimi ve sol haraketlerin yanında, Kilise’nin karşısında yeni bir meydan
okuma daha çıktı: Darwin’in Evrim Kuramı. Bu kuram, Kilise’nin
temellerini çok ciddi bir şelkilde sarsmaktaydı, çünkü Tekvin mitosunu ve
dolayısıyla Vahiy’i kökten inkâr ediyordu. İnsanoğlunun dünyada görünmesi,
deyim yerindeyse, kutsal kitaplarda anlatılanlardan başka bir “senaryo”nun
neticesiydi. İnsan, Adem gibi, tam onarılmış, ruh ve irade sahibi bir olgu
değildi. İlkel antropoid yaratıklardan çıkmış, uzun bir evrimden sonra, şimdiki
şeklini almış bir canlı idi insan. Eğer bu gerçekten böyle olmuşsa, o zaman ruh
ve irade özgürlüğü, iyilik ve kötülük, cehennem ve cennet, hatta ölümsüzlük
gibi dini kavramlar ne olacaktı?
Üstelik
İncil’de zenginler ve yoksullar diye bir ayrım da vardı. Buna karşılık, Evrim
Kuramı doğal bir eşitlik kavramım da beraberinde getiriyordu. Bir
müddet sora Papa IX. Pius kararını açıkladı. Kuram henüz kanıtlanamamıştı.
Kanıtlandığı zaman eğitimdeki yerini alacaktı. O zamana kadar herkes istediği
gibi düşünebilirdi. Fakat Kilise için durum farklı idi. Kilise, değişik
evrelerden geçen yaratıklarla ilgilenemezdi. Onu ilgilendiren, son üründü,
yani bildiğimiz insan’dı. Teolojik bakımdan Kilise’nin oldukça başarılı bir
çözüme varmış olduğunu söyleyebiliriz.
Çağdaş
düşüncelere ayak uydurmak için Kilise başka kararlar da almış, bunların en
önemlilerinden biri de Papa’nın yanılmazlığı ilkesi hakkında olmuştur.
Yüzyıllardan beri toplanmayan Vatikan Konseyi, 1870’te toplanarak şu kararı
almıştı:
Bundan
sonra yanılmazlık ilkesi yalnız Papa’nın kürsüden (ex cathedra) yaptığı
beyanlar için geçerli olacaktı. Üstelik bu ayrıcalık son derece
seyrek hallerde kullanıldı (Hall-Davis, 311). Ayrıca, mucizelere ilişkin de
bazı yeni yorumlar getirilmiş, bunların imgesel öğeler oldukları üzerinde
durulmaya başlanmıştır.
Protestanlar
genellikle yeni fikirlere daha açıktılar. Spinoza’nın başlattığı kutsal
kitapları gözden geçirme yolu ve yöntemi, giderek Avrupa teologları tarafından
benimsenmişti. Bundan doğacak anlaşmazlıklar ve sapmalar, örneğin İngiltere’de
Adalet Bakanlığı gibi sivil makamlara müracaatla çözülüyordu. Kararı kabul
etmeyen üyeler eğilimlerine göre, daha az veya daha çok serbest bir mezhebe
girebiliyorlardı. Bu yol Katoliklere kapalıydı.
Bütün
bunlar zamanla, iman ve akıl ikiliği için önemli sonuçlar yaratacak, fakat
Kilise’nin gücü zayıflayacaktı. Filozofların ilgisizlik (kayıtsızlık) olarak
adlandırdıkları fikri davranış tarzı hem devlet-kilise mücadelesinde, hem de
insanlar arası ilişkilerde hoşgörüyü kolaylaştıracaktı. Ancak, bu Kilise’nin
gücünü kullanmaktan vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Kilise yine de gücünü,
evrenselliğinden doğan nüfuzunu ve çeşitli toplumsal katmanlarda var olan
yetkisini kullanmayı sürdürdü. Bu yeni durumu açıklamak için, totaliter
devletlerle Kilise’nin ilişkilerini ele alabiliriz.
Totaliter
Rejimler ve Kilise
Totaliter
rejimlerin[1]
en basit tanımı, ideolojileri ne olursa olsun, insanların maddi ve tinsel
(ruhî) varlıkları üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmak iradesini göstermeleri
olabilir. Bundan dolayı bu rejimler eğitime çok önem vermişlerdir. Buna göre ve
mantıksal olarak, birbiriyle çatışmaya götürebilecek çift sadakat tehlikesini
göze alamazlar. Devlet, tam bir bağlılık ister, herhangi başka bir güce
bağlılığı reddeder.
Totaliter
rejim bunu yapabilmek için doğal olarak kaba güce başvurabileceği gibi, rakip
saydığı ideolojilere karşı mücadelesini üç biçimde yürütebilir:
Birincisi
din öğesini reddetmek ve ateizmi yaymak.
İkincisi,
din ideolojisini içerden kemirerek yeni yorumu siyasal ideolojisiye katmak.
Üçüncüsü
ise, din hiyerarşisini kendine ortak yapmak. Sırasıyla, Sovyet Rusya, Nazi
Almanya ve Faşist İtalya bunu yapmışlardır.
Sovyet
Rusya ideolojisi bakımından yeni bir tarih kuramı önerdiğinde, Hıristiyanlığın
tarih kuramını reddetmiş ve bunu Vahiy’i inkar ederek yapmıştır. Ortodoks
ve Katolik din adamlarım görevlerinden almış, kiliseleri laik faaliyetlere
açmadan önce, onları istimlak etmiş, ateizmi okullarda okutmuştur.
Nazi
Almanya’sı hiçbir zaman Hıristiyanlığı reddetmemiş, fakat kutsal kitapları
yasaklayarak, yeni bir din geliştirme kararı almıştır. Onlara
göre Hıristiyanlık bir köle toplumu meydana getirmişti. İsa Yahudi değildi.
Tanrı tarafından dünyayı Yahudilerden kurtarmak için gönderilmişti, tıpkı
ikinci Mesih olan Führer gibi. Swastika kiliselere kutsal bir simge olarak
konmuş, sadakat yeminini reddeden Protestan ve Katolikler temerküz kamplarına
yollanmıştı. Katolik literatürü ve ayinleri yasaklanmış ancak kiliseler
kapatılmamıştı. Rejimin huzura ihtiyacı vardı bu nedenle Hıristiyan
ideolojisini deplase etmiş, dogma ve ritüelleri değiştirmişti. (Hail, Davis,
724).
İtalya’da
ise, devlet kilise mücadelesinde daha klasik olarak nitelendirebileceğimiz bir
mücadele olmuştur: Bu sürecin nedenlerinden biri de kuşkusuz Vatikan’ın Roma’da
olmasıydı. Mussolini ve partisi 1921’e kadar Kilise, ye açık bir tavır
almışlardı. Parti, başlangıçta sosyalist bir parti idi. Fakat rejimi oturtmak
için Katolik milliyetçilerle yaptıkları işbirliği, onları Vatikan’ı kendi
saflarına çekmeye zorladı. 1929’de Lateran Antlaşması adı ile tanınan
Vatikan-italya Antlaşması imzalandı (Coker, 472). Bu antlaşmaya göre.
Papa İtalyan Krallığını ve faşist rejimi tanıyor, hükümet ise Vatikan’ın
dünyasal erkini, Vatikan Devletinin sınırları içinde kabulleniyordu. Papa’ya
daha önce tanınmış olan arazi tahsisini teyit ediyor, diplomatik dokunulmazlık,
hukuki özerklik, özel postane, ve büyük miktarda para ve hisse senetleri
veriyor, Katolik dini devlet dini olarak kabul ediliyor, din kanunları medeni
kanuna ilave ediliyor örneğin boşanma yasaklanıyor ve tüm gençliğe Katolik
eğitim verilmesine karar veriliyordu. Bunun üzerine Mussolini’nin beklediği
destek geldi, Vatikan bütün Katoliklere rejime yardımcı olmaları için çağrıda
bulundu.
Sonuçta
Bismarck -Almanya'sında ve İtalya’da olduğu gibi, her ne kadar siyasal iktidar
tarafından kilise bir düşman olarak görünmüşse de, siyasi kaygılar bir
işbirliğine ve onun getireceği işlev ayrımı konusundaki bir uzlaşmayı olanaklı
kıldı.
Protestanlara
gelince, onların durumu farklı idi. Onlara fazla bir baskı uygulanmadı. Mutlak
egemenlik ilkesi, ancak monolitik ve evrensel bir din olan Katolikliğe aykırı
geliyordu. Protestanlar için egemenlik ulusal devletindi ve dinleri monolitik
değildi. Oysa Katolikler için çifte sadakat meselesinin getireceği soranlar
önemli boyutlara ulaşabilirdi.
Çok
kısaltılmış olarak sunduğumuz bu süreçlerde çok daha karmaşık, iniş çıkışlarla
dolu ve hukuki tartışmalarla geçen bir kanın sürdürülmesinde ısrar etmiştir.
Ancak, Vatikan’ın kurtuluş teolojisine bağlı olan din adamlarına yaptığı kötü
muamele ve egemen devletlerin iç işlerine karışması Katolik Kilisesi’nde
yaralar açmış ve Vatikan’ın itibarı zedelenmiştir. Kilise artık zenginin
yanında, fakirin karşısında görünmeye başlamıştı.
Yukarıdaki
bilgiler ışığında, şimdiki Papa II. Giovanni Paolo son yıllarda ilginç bir
davranış sergilemeye başlamıştır ‘Kürsü’ den yaptığı beyanlar ve
yayınladığı ansikliklerde Tanrı’nın gözünde insanın değerine sık sık atıf
yaparak, “piyasanın orman yasası”nı tenkit ediyor, toplumsal dayanışmaya
davet ediyor. Geçen yıl ise büyük bir törenle, marangoz olan Aziz Yusuf’u
işçilerin azizi olarak ilan etti. Bu fikirlerini öyle bir sıklıkla
yinelemektedir ki, bir defasında FIAT’ın sahibi Senatör Agnelli, onu siyasetle
uğraşmakla suçlamıştı.
Papa
bunlarla yetinmeyip sık sık Latin Amerika ve Afrika’ya umut mesajları vermek
için seyahatler yapıyor. Fakat şu unutulmamalı ki, son yıllarda Latin
Amerika’da özellikle kurtuluş teolojsine karşı çıkan başka bir güç daha
faaliyet göstermektedir. Bunlar ABD’nin Tevrat Kuşağı’nı oluşturan
Fundamentalist Protestan mezheplerdir. Bu mezheplerin çok geniş maddi imkânları
vardır. Doğaldır ki Papa’nın sergilediği tavır, bir devlete karşı değil, bir
sisteme karşı gibi görünüyor: İnsan değerini hiçe indiren vahşi kapitalizm
sistemine karşı. Fakat aynı zamanda bu kadar açık beyanlara karşın, arka
bahçemdeki Katolik faaliyetler sisteme pek o kadar da karşı olmadıkları kuşkusu
uyandırmaktadır. Devrede birçok örgütle beraber, iki çok güçlü örgüt vardır: Opus
Dei ve Malta Şövalyeleri Örgütü.
Opus Dei
(Tanrı’nın Uğraşısı) örgütü Cizvit örgütü gibi 1928’de İspanya’da kurulmuştur.
Amacı, yeryüzünde Tanrı’ya yardım etmektir, çünkü “Tanrı, tarihi
insanoğlunun yardımıyla gerçekleştirmektedir” (Le Tourneau). Tanrı’nın Âdem
aracılığıyla verdiği çalışmak görevinden yola çıkarak, çalışmanın kutsallığını
vurguluyorlar. Burada başka bir yorum getirebiliriz: Aslında çalışmayı Âdem’e
Tanrı tarafından verilmiş bir ceza olarak görmek kutsal kitaba daha uygundur,
fakat geçelim. Bu örgütün demokratik bir örgüt olduğu söylenebilir. İsteyen her
inançlı Katolik üye olabilir, kadınlar dâhil, Aziz Yusuf gibi bir marangoz,
planlama teşkilatının başkanı veya bankalar derneğinin başkanına kadar. Çalışma
en önemli ilke çokluğu için, çalışmayı en verimli hale getirmek amacıyla örgüt
Meksika’da bir idareci yetiştirme merkezi, Navarre’da bir üniversite ve pek çok
yerde meslek okulları açmıştır. Söylediklerine göre fonlar tümüyle özeldir. 80
ülkede resmi temsilcilikleri vardır. Üye sayısı 200.000 kadardır. Rozet
takmazlar ve etkinliklerini iyi birer Hıristiyan olarak dikkat çekmeden, tevazu
içinde yürütürler (Le Tourneau, 89).
Üyelerinin
bazıları laik rahipler gibi yaşamayı seçmektedir, fakat çoğunluk normal bir
işve aile hayatı sürdürmektedir. Opus Dei, 1931’de Cumhuriyet rejimi kurulunca,
rejim ile mücadele edememiş ve ülkeyi terk etmiştir. Fakat Franko
iktidarı ele alınca dönmüşler ve gelişmeyi sürdürmüşlerdir. Üyeler, Hıristiyan
ilkelere aykırı olmayan tüm siyasi partilere girebilirler. Başlangıçta
Vatikan örgüte kuşkucu bir şekilde bakmışsa da sonradan bu örgütün yararlı
olabileceği kanaatine varmış ve 1950 de Roma’da genel merkezlerinin kurulmasına
izin vermiştir. Vatikan’ın tahminleri doğru çıkmış, örgüt kurtuluş teolojisine
karşı yürütülen mücadelede önemli bir rol oynamıştır. Bu örgüt bugün de
etkinliklerini sürdürmektedir.
Opus Dei
demokratik bir örgüttür. Buna karşılık Malta
Şövalyeleri aristokratik bir örgüttür. XII. yüzyılda kutsal topraklara
gelen hacılar için hastane ve barınma yerlerinin idaresiyle görevli bu örgüt,
yüzyıllar boyunca Akdeniz’deki siyasi güçlerle kâh savaşmış, kâh işbirliği
yapmıştır. Uzun zaman Rodos ta yaşamışlar ve zamanın tüm güçleri gibi korsanlık
yapmışlardır. Osmanlılar onları Rodos’tan sürünce Malta’ya yerleştiler. Üyeleri
Avrupa’nın en ünlü ailelerine mensup olan bu şövalyeler zengin maddi
kaynaklarını koruyabildiler. Bu örgüte üye olmak için her iki taraftan da on
altı asilzadelik ünvanına sahip olmak şartı vardır. Fakat XIX. ve XX. yüzyılda
dünyadaki yeni oluşumlar ve ABD’nin yükselişi bu koşulları değiştirmiş
Protestan asilzadeler ve Amerikalı zenginler örgüte bağlı kişiler olarak kabul
edilmiştir. Rozet ve özel giysiler ancak büyük devlet törenlerinde görülebilir.
Malta’dan sürüldükten sonra merkezlerini Roma’ya taşımışlardır. Rusya ve
Küba dahil 64 ülkede temsilcilikleri vardır.
Malta
Şövalyeleri, şövalye olarak ortalıkta görünmezler, medyaya çıkmazlar. Siyasi
bakımdan sistemin yanındadırlar. Franco rejiminde Ispanya Kralı Juan
Carlos’un seçilmesinde önemli katkıları olmuştur. PORTEKİZ’DE MASON SALAZAR
rejimi yıkıldıktan sonra o ülkede Katolikliğin tekrar yerleşmesinde de önemli
rol oynamışlardır. Devletlerin en üst kademelerinde görev alabilirler. Örneğin
Avrupa’da Prens Schwarzenber hem Uluslararası İnsan Hakları Federasyonunun
başkanı hem de Vaclav Havel’in başkanlık danışmanlarının başkanıdır. Ayrıca, ABD’deki
Büyük Üstad Reagan’ın ve özellikle Bush’un en yakın danışmanlarındandı (Siles,
270).
Birçok
örgüt arasında bu iki güçlü, zengin ve köklü örgüt, tüm dünyadaki ve kendi
ülkelerindeki yoksullara ve hastalara, doğal felaketler sırasında Kızıl Haç
gibi örgütlere ve Birleşmiş Milletlerin mülteci ve yardım kuruluşlarına yardım
sağlıyorlar. Fakat kuşkusuz İd bu yardımlarının yanında, devlet-kilise
ilişkilerinde, kâh devletle beraber, kâh ona karşı olarak Vatikan’ın genel
politikasının en sadık yardımcıları olarak çalışmaktadırlar. Sistemin
devamlılığını sağlayan ve dolayısıyla sokaktaki adamın bilgisi dışında etkinlik
gösteren bu iki örgüt, ara sıra eleştirilere de uğramaktadır. Opus Dei, BEYAZ MASONLUK
la şövalyeleri de Ünlü P2 Locası ve Banco Ambrosiana skandalı gibi mali
skandallara neden olmakla itham edilmişlerdi. Bir örgüt açık hayır işlerinde ne
kadar başarılı olursa olsun, Vatikan’a ve dünya büyüklerine bu kadar yalan
olursa, doğal olarak kuşkuları üzerine çekecektir.
Bu kısa
anlatıda ayrıntılara girmedik. Örgütlerin dogma, ritüel, idare ve disiplin konularında Vatikan
ile anlaşmazlıkları, teoloji anlayışları ve bu anlayışın liberal kapitalizmin
ilkelerine uydurulması, Berlin duvarının yıkılışından sonra etkinliklerine
açılan yeni sahalar vs. gibi birçok mesele burada doğal olarak ele alınmadı.
Amacımız bu iki örgütün ve bağlı oldukları Vatikan’ın siyasi etkinlikleri
hakkında kısa fakat düşündürücü olduğunu sandığımız bir örnek vermekti.
Hulâsa
Batı’da
siyasi güçler ve kilise örgütleri artık mücadelelerini açık ulusal savaş
biçiminde yürütmüyorlar. SAVAŞ ARTIK İDEOLOJİK BOYUTTA
CEREYAN ETMEKTEDİR. Bir sistemin devamlılığı ya da yıkılışı için, siyasi
ve iktisadi haklar pahasına da olsa, vicdan özgürlüğü sahası üzerinde hâlâ
satranç oynanıyor. Ne devletler, ne de kilise bugün monolitik ve homojen
yapılardır, içlerinden çıkan antitezler birbiriyle olan çekişmede taktikleri
değiştirmiştir. Her gücün içinde bir kesit, karşı güçte ona yardım
edecek bir kesit bulabilmektedir. Protestanlık ve partili siyaset yerleşmeden
çok önce böyle olmuştur; fakat bu süreç günümüzde çok daha açıktır ve çok daha
fazla kişi tarafından bilinmektedir.
ORTAMLAR
DEĞİŞİNCE, DENGELER DE DEĞİŞİYOR VE EZELİ İLERİCİ-GERİCİ GELGİTLER MODELE YALAN
YA DA UZAK GÖRÜNÜYOR, İLERİCİ VE TUTUCU TERİMLERİ DE MUTLAK TERİMLER DEĞİLDİR,
İNSANLAR YA DA TOPLUMLAR BAZI SAHALARDA YA DA KONULARDA İLERİCİ OLABİLDİKLERİ
GİBİ, DİĞER SAHALARDA TUTUCU OLABİLİRLER VE BU, OYUNUN DEĞİŞMEZ KURALLARINDAN BİRİDİR.
BÜTÜN
BUNLAR ŞUNU GÖSTERİYOR Kİ, DİN İLE SİYASET AYRI ŞEYLER DEĞİLDİR. Ayrı
olan araçlardır. FAKAT EGEMENLİK İRADESİ AYNIDIR.
Böyle bir
çerçevede hoşgörünün bir işlevi var mıdır?
Kaba güç
yerini yılgınlığa ve ilgisizliğe bırakmışsa, daha olumlu, ahlaki ve verimli bir
sonuca varılmış mıdır?
Batı
Avrupa’ya baktığımızda, cevabın evet olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu evet’ı
temkinli ve şartlı bir şekilde ifade etmeliyiz.
En basit
bir şekilde şunu söyleyebiliriz:
Batı’da
artık bir Protestan ve bir Katolik birbirlerini boğazlamaktan vazgeçmişler,
siyasi alanda ve kamu hizmetlerinde birbirlerini kabullenmişlerdir. GÜNLÜK
HAYATTA VE İŞ HAYATINDA BAŞKA FAKTÖRLER DİNDEN DAHA ÇOK ÖNEM KAZANMIŞTIR. Fakat bu iki büyük dinin üyelerinin başka dinlere monoteist
bile olsalar tutumlarının bazı hallerde hoşgörüyle bağdaştığını söylemek o
kadar kolay değildir. Önemli olan, hoşgörüsüzlüğün fiziksel bir biçimde cereyan
etmemesidir.
Denemede
gördüğümüz gibi vicdan özgürlüğü uzun yılların deneyimidir ve bunu ahlaki ve
entelektüel sürecinin Batı’ya bıraktığı insan hakları mirasının göreli de olsa
bir sonucudur.
Batı,
hoşgörünün işlevsel bir hale gelmesini üç araç ile başarabilmiştir.
İLGİSİZLİK,
ÇOĞULCULUK VE HUKUK.
İLGİSİZLİK
KAVRAMINI
çok basit bir şekilde tanımlayabiliriz: Ne devlet ne de komşum inançlarımla
ilgilenmemeli. Devlet benden toplumsal huzuru bozmamamı isteyebilir, o kadar;
komşum ise beni zorla kendi inançlarını kabule zorlayamaz. Formül basit
görünebilir fakat hayata geçirilmesi bu kadar kolay olmayabilir. Ancak işlevsel
olan model budur ve Batı’da bu gerçekleşmiştir. Hakim olan davranış Wolfun
dediği gibi “Hoşgörü ... ‘piyasanın yaşa ve bırak yaşasın’ ılımlılığının
ifadesidir” (A Critique, 20). Öte yandan, hoşgörünün somut bir
gerçeklik kazanabilmesi için bu görüşe uygun bir zemin oluşması gereklidir. Söz
konusu toplumsal ortamı ise, çoğulculuk (plüralizm) hazırlamıştır. Çoğulculuk
hoşgörünün teminatlarından biridir. Ne var ki çoğulculuk bir özgür rekabet
sistemi olarak kabul edilirse siyasi ve iktisadı alanda olduğu gibi en güçlü
olan kazanır. Bu tehlikeye rağmen, plüralist bir yapının yerine monolitik ve
dolayısıyla kaçınılmaz bir şekilde baskıcı olacak bir yapı nasıl tercih
edilebilir? Çoğulculuk tüm kusurlarıyla daha elverişli görünmektedir.
ÇOĞULCU KURAMDA devletin
yeri tartışma konusu olmuştur. Devlet toplumsal grupların arasında Primus
inter pares, yani eşit olanlar arasında birinci mi, yoksa gruplar arasında
bir hakem mi olmalıdır?
Bu konuyu
burada tartışmak amacımızın dışında olmakla beraber kaçınılmaz bir gözlemi dile
getirmeliyiz. Devlet, genelde ideolojisi ne olursa olsun, güçlünün yanında
olmuş, otomatik denilebilecek bir şekilde daha az güçlü olanlara baskı
uygulayabilecektir. Marcuse’ün dediği gibi “Evrensel hoşgörü yerleşmedikçe
... hoşgörünün sınırları, kurumlaştırılmış eşitsizliğin tespit ettiği sınırlar
içinde kalacaktır” (A Critique, 84). Doğal olarak yukarıda söylediklerimiz
bir grup olan kilise ve mezhepler için de aynı şekilde geçerli olacaktır.
Burada Vicdan
Özgürlüğü, diğer haklar gibi nasıl barındırılabilecektir? Cevabı üçüncü
öğede bulabiliriz sanıyorum, yani HUKUKTA. Hukukun tanımı çok olmakla
beraber, işlevi tektir:
Hukukun
işlevi toplumda sözleşmeye uygun olan şeyleri sağlamaktır.
Davranışlar toplumsal sözleşmeye açıktır, fakat inanç değildir. İnanç içsel bir
davranış tarzıdır ve dolayısıyla ölçülemez, yani sınırları tespit edilemez.
Böylece, toplumsal gelgitlerde davranışlar, dini davranışlar dâhil, sözleşmeye
açık olacaktır ve de açıktır. Hobbes’un sözleriyle: “DİN, BİR FELSEFE
MESELESİ DEĞİL, BİR HUKUK MESELESİDİR”.
İnsan
mükemmel bir yaratık olmadığından, yarattığı hukuk da mükemmel olamaz; zaman ve
mekana göre ilkeleri değişir. Fakat hukukun devamlı varlığı bir teminat teşkil
eder. Koyduğu kurallar az ya da çok izin verici olabilir, fakat varolmaları
toplumsal antlaşmanın vazgeçilmez öğesidir.
DOLAYISIYLA,
DİN VE SİYASET BİRBİRİNDEN AYRILMADIĞI GİBİ, AYRILDIKLARI NOKTA, HUKUKUN
KOYDUĞU NOKTADIR.
Ve hoşgörü
ne soyut biçimde iyi’dir ne de doğal’dır. Şiddetin yarattığı yılgınlık ve
ilgisizlik bir yana, ki bunların payı çok büyük olmuştur, hoşgörü bir hukuk
sorunudur.
Kültürün ve tarihin bıraktığı ağır miraslar, bir toplumun durağan olmasını
ya da gelişmesini tayın ediyor, fakat yaratabileceği olağan kaosu önleyebilmek
için TEK ÇARE HUKUK VE ONUN SOMUT İFADESİ OLAN ADALETTİR. Bu, din
konusunda da böyledir. ADALETİN OLMADIĞI YERDE HOŞGÖRÜ DE OLMAYACAKTIR.
CİCERO,
BİRAZCIK HÜZÜNLE, BİR CUMHURİYETİN İDARESİNİN ZOR OLDUĞUNU SÖYLEMİŞTİ. ZOR
OLDUĞU DOĞRUDUR ANCAK İMKÂNSIZ OLMAYABİLİR.( s.127-144)
……
Bu kısa
denemenin amacı hoşgörüsüzlüğün kaynağını, gelişim ve sonuçlarını
araştırmaktır. Yazar ne din-bilimci ne de tarihçidir. Bu nedenle sorunları ele
alışında siyaset bilimi doğal olarak ağır basacaktır.
İnsanoğlu
da bütün canlılar gibi, hayatını korumak ister. Bu amacı gerçekleştirmek için
kullanılan en elverişli araç korkudur. KORKU, ONU FARKLI BİR BAŞKASINDAN YA DA
ÖTEKİNDEN KORUDUĞU GİBİ AYNI ZAMANDA ÖTEKİ’NE KARŞI SAVAŞMAYA İTER. Bu korku o
kadar derinden gelen bir içgüdüdür ki, hayatını korumak için, kendini tehlikeye
de atabilir. Din öğesi bu bakımdan güçlü bir silahtır;
birleştirici, meşrulaştırıcı ve yönlendiricidir. Dışlayıcıdır ve dolayısıyla, “ÖTEKİ”ni
saptayabildiği gibi, gerektiğinde “öteki”ni yaratabilir de. Bu bakımdan ırk öğesine
çok yakındır.
Batı’nın
göreli uzun tarihinde, tektanrıcılığın meşruluğunu Vahiy’den alması ve bu
meşruluğu dayatmak için geliştirdiği dogma ya da doktrin, Pirenne ve Russel’ın
dedikleri gibi, anında karşı dogmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu
karşı dogmalara, sapkınlık, zındıklık (heresy) adı verilmiştir. Böylece sapkın
(heretic) olarak adlandırılan ve gösterilen kişi “öteki”dir, katli mubah
ve vaciptir. Çünkü bu öteki, kurulu düzeni tehdit ettiği gibi, son kertede
öldürücü de olabilir.
İNSANOĞLUNU
HAYVANLARDAN AYIRAN ÖZELLİK DOĞASINDAKİ İKİLİKTİR. Bedeni maddîdir, fakat ruhu
değildir. Ezelden beri inanılan bu ikilikten yola çıkılarak başka ikiliklere
varılmıştır. İyilik-kötülük, ölümlülük-ölümsüzlük, Tanrı-Şeytan vs.
gibi. Bu iki öge çekişme içindedir. Bu çekişmeyi siyasi terimlerle ifade
edecek olursak, buna “dünyevi erk” “ilahi erk”in çekişmesi diyebiliriz.
Başka bir deyişle, dünyevi erki simgeleyen devlet ile ilahi erki simgeleyen
kilisenin çekişmesini ifade etmiş oluruz.
Bu konuda
iki modus ponens (olmazsa olmaz) ortaya koymak gerekiyor.
Birincisi, dini ve
siyaseti ayırmak olanaksızdır.
İkincisi
ise:
hoşgörü, doğal, akla dayanan ve evrensel bir davranış değildir; bir başka
deyişle varlığı veri alınamaz, bilinçli olarak amaçlanması ve temel toplumsal
değerler arasına katılması gerekir.
Din ve
Siyaset
Din ve
siyaset ayrı fakültelerde, ayrı bilim dalları olarak okutulabilir ama
toplumdaki görünümleri ve sonuçları birbirinden kopuk değildir. Hatta tam
tersine sıkı bir ilişki içindedir. Bu ilişki rastlantısal ve geçici değildir. HER
KİLİSE DEVLETİ, HER DEVLET DE KİLİSEYİ BİR ARAÇ OLARAK GÖRMÜŞTÜR. Bu
karşılıklı kullanımın modaliteleri, kullanılış biçimleri farklı olabilir, ancak
sonuç aynıdır.
Devlet ile
kiliseyi iki ayrı güç odağı niteliğiyle ele alacak olursak, doğal olarak her
biri kendi yetki alanını genişletmek isteyecek ve herhangi bir güç
mücadelesinde olduğu gibi birinci, ikinci ve hatta -moda deyimiyle ifade edecek
olursak bir üçüncü arka bahçe savunma hattı kurmaya çalışacaktır.
Durgun olmayan
toplumsal ve entelektüel ortam içinde bu iki güç, zaman zaman strateji ve
taktiklerini değiştirecek, alan ve alan ihlâlleri zamana ve mekâna göre
değişecek, ihlâller açık, yarı açık ya da gizli olabilecektir. İkisi arasında
bir dengenin kurulduğu zamanlar olsa da, herhangi bir tarih kesitinde kâh biri,
kâh öteki ağır basacaktır. Tam bir denge ise hiçbir zaman kurulamayacaktır.[2]
Güç
alanlarından söz ettiğimizde, ortaya bir soru daha çıkıyor: Yetki alanları
arasındaki sınırlar nasıl ve hangi ölçüye göre çizilmiştir ya da çizilmelidir?
Bu sorunun
ihlâl konusuyla doğrudan ilişkili olduğu açıktır. Daha da önemlisi, bu
denemenin amacı bakımından alanların belirlenmesi hangi ölçütlere göre
saptanmış ya da saptanmaktadır?
Görüleceği
üzere, tarih boyunca bu ölçütler önemli nitelik farklılıkları göstermişlerdir.
Meşruluk
Konusu
Kaba gücün
mantıksal olarak meşrulukla ilgisi yoktur, meşruluğun ötesindedir, yasaldır. Meşruluk
söyleminden kavramsal olarak faydalanamaz, hareket noktası olarak gösterilemez.
Her iki güç de, kaba gücü bir şey uğruna kullandıklarını beyan etmiştir, Bu şey
nedir?
Bu,
yukarıda söz ettiğimiz beden-ruh ikiliğinden kaynaklanan mücadele sonucunda
iyiliğin mutlak surette kötülüğü yeneceği, yenmesinin şart olduğu inancıdır,
iyiliğin zaferi her ne pahasına olursa olsun kazanılmalıdır, kaba güç kullanmak
zorunda kalınsa bile. Baba çocuğunun iyiliğini ister ve onu cezalandırabilir.
“Hepimiz
Tanrı’nın çocukları değil miyiz?” Ve devlete “baba” dediğimiz zaman, ona
kendi iyiliğimizi gözetmesi için açık bir yetki vermiyor muyuz?
Böylece
devlet (body politic) siyasi beden’i korumakla nasıl mükellefse, kilise
de aynı şekilde ruhun sağlığını korumakla mükelleftir. Her iki güç bu
görevlerini yerine getirmek için çeşitli yöntemlere başvurur: Örnek davranış,
ikna, cezalar ve son çare olarak, idam.
Devlet,
meşruluğunu hukukta bulur, kilise ise Kutsal Kitaplarda. Her iki yazılı metinde
de, zamana ve mekâna göre farklı içtihatlar getirilebileceği gibi, iki kurumda
da ŞAHİNLER ve GÜVERCİNLER mevcuttur. Böylece ince denge arayışları
sırasında içtihatlar meydana gelir. Her iki güç de monolitik kurumlar değildir.
DENGE ARAYIŞLARINDA HER BİRİ “ÖTEKİ”NİN ZAYIF TARAFLARINDAN FAYDALANMAYA
ÇALIŞACAKTIR. ÇÜNKÜ HER GÜÇ KENDİ İÇİNDE, KENDİ İDEOLOJİSİNE KARŞI OLAN
İDEOLOJİLERİ BARINDIRIR. BU DA KABA GÜCÜN KULLANILIP KULLANILMAMASINI
BELİRLEYECEKTİR.
Sınırlarda
Zaman ve Mekân
İki gücün
alanları meselesine dönelim. İster sıradan bir devlet olsun, ister bir
imparatorlukta, devletin sınırları bellidir. Bu nedenle devletin egemenliğini
hangi insanlar üzerinde kullanacağı konusunda kuşku yoktur. Fakat kilise için
bu geçerli değildir.
Kilisenin etkisi insanların vicdanları üzerindedir, egemenliği sınır tanımaz.
Roma’da, Vatikan’da verilen bir kararın, Latin Amerika’nın ya da Afrika’nın
uzak bir köyünde yaşayan bir Katolik tarafından kabullenilmesi gerekir. Bu,
kilisenin evrensellik iddiasının sonucudur. Oysa devletler evrensel değildir.
Ancak kendini evrensel saydığını söyleyen bir Kilise’ye karşı aynı iddiada
bulunan başka bir Kilise çıkarsa, o zaman durum değişir.
Zaman
kavramı ele alındığında, görülüyor ki devletin zamanı belirgin bir zamandır.
Kilise ise zamanı sonsuzluk olarak görür ve ona göre hareket eder. Kilise için “DÜN
DÜNDÜR, BUGÜN BUGÜNDÜR” sözü geçerli değildir. Ona göre,
dün ile bugün arasında yüzyıllar geçebilir, ancak durum değişmez. Örnek olarak,
doğum kontrol meselesini ele alabiliriz. Birleşmiş Milletler çağımızda nüfus
patlamasının, beraberinde evrensel bir felaket getirebileceği görüşüne varmış
ve doğum kontrolü konusunda, başta üçüncü dünya ülkelerinde olmak üzere çeşidi
kampanyalar yürütmeye başlamıştır. Buna karşılık, şimdiki Papa II. Giovanni
Paolo, Latin Amerika ve Afrika’da yaptığı seyahatlerde, oradaki sefalet ve
açlığı gördüğü halde, her fırsatta doğum kontrolüne karşı çıkıyor; ‘zamanla’
halkların bu meseleyi halledeceklerine, kişilerin kendilerini kontrol etmeyi
öğreneceklerine inandığını söylüyor. Görüldüğü gibi Papa’nın zaman anlayışı
Birleşmiş Milletler’in zaman anlayışıyla örtüşmemektedir, hele Afrika’nınkiyle
hiç. Bu arada, Perulu ya da Ganalı yoksul Katolikler için bu sorun acı bir iç
savaş, bir vicdan azabı olarak yaşanabiliyor.
Tarih
Evrensellik
kavramı bizi kaçınılmaz olarak tarih kavramına götürüyor. Devletlerin tarihi
aşağı yukarı bellidir. Rejimlere göre, tarihe bir misyon yüklenebilir. HEGEL,
DEVLETİ TARİHİN ARACI OLARAK GÖRMÜŞTÜR ve bu bakımdan devlete yüklediği görev
neredeyse İlâhidir. Fakat bu görüş bir istisnadır. Kilise için ise istisna
değildir; tarih Vahiy’le başlar ve onunla özdeşleşir.
Tarih,
Kilise için tektanrıcılıkla başlar ve ondan sonrası, ev-rende ve dünyada Tanrı
ile kişi arasında gelişen bir tiyatro oyununa benzetilebilir. HATTÂ TARİH,
TANRI İLE BİR ULUS YA DA TANRI İLE BİR ULUSLAR TOPLULUĞU ARASINDA OYNANAN BİR
DRAMDIR. BAŞKA BİR DEYİŞLE, TANRI İLE İNSANLIK ARASINDA OYNANAN BİR DRAM.
Kilise
tarihi nasıl açıklıyor?
Kutsal
kitaplarda, Tevrat, İncil ve Kuran’da, çok basite indirgenmiş bir şekilde
söylersek; Tanrı, kendini Hazreti İbrahim’e tanıtmakla, aracısı olarak, tüm
dünyadaki kavimler arasından İbrani kavimini seçmiştir. Elbette bunu, evreni ve
dünyayı, Âdem ile Havva’yı yarattıktan sonra yapmıştır.
Tanrı
seçilmiş halkı’na (chosen people) bir misyon da vermiştir: gerçek dini
bildirmek ve yaymak. Tevrat’ın tümü, o andan itibaren Tanrı ile halkı
arasındaki çekişmeyi anlatır. Bu çerçevede, ilk perdede, Tanrı, Saul ile
krallık kurumunu, Hazreti Musa ile hukuku yaratır. Cezalandırır, ödüllendirir.
Bütün mesele Tanrı’ya itaat ya da itaatsizlik ilkesi üzerine oturtulur. Tarihi
olaylar, savaşlar ve afetler Tanrı tarafından yaratılır, dolayısıyla
rastlantısal bir olay yoktur. Nihayet Tanrı İbrani kavmini tam olarak
cezalandırmak için ülkelerine Romalıları gönderiyor ve Yahudi milletinin
özerkliğine son verir. İkinci perdede Tanrı bu kez bütün insanlığı kanatlarının
altına alır ve misyonunu yeni bir peygambere, Saul soyundan gelen Hazreti
İsa’ya verir. İsa, insanlığın bütün günahlarını ya da itaatsizliklerini
üstlenecek ve çarmıha gerilerek insanlığın kefaretini ödeyecektir. Sonra da
Tanrı’nın katına dönecektir. Fakat ölmeden önce İsa, Aziz Petro’yu Roma’da
evrensel kiliseyi kurmakla görevlendirir. Bundan sonra Tanrı’nın elçilik
misyonunu Katolik kilisesi üstlenecektir. İkinci perdede, itaatsizliğe İsa ile
yeni bir anlam kazandırılır, insanlar birbirini sevmelidir, çünkü bu Tann’nın
emridir. Ve yine, yüzyıllar boyunca yaşanmış olan tarihi olayların. Tanrı
tarafından meydana getirilmiş olduğu ilkesi savunulur. Böylece, evrenselliğe
dünyasal, maddi bir görünürlük kazandırılmış olunur. Devletler, Tanrı’nın
verdiği kutsal misyonu üstlenecek, Tanrı’nın iradesi tarihsel süreç içinde
ortaya çıkacaktır. Şurası muhakkaktır ki, böyle bir görüş, meşruluk konusunda
kaba gücün daha şık bir görüntü vermekle birlikte, yüzyıllar boyunca kaba güce
de itibar katacaktır.
Doğal
Hukuk
Vahiyce
başvuru, egemenliğin ve kaba gücün meşrulaştırılmasında temel bir ilke teşkil
ediyor, işlevselliği günlük hayatta gizli biçimlerde olağanüstü durumlarda ise
açık olarak görülebilir. Fakat kişi gündelik hayatında, programını nasıl
düzenleyeceği konusuna ilişkin olarak seçimler yapmak durumunda kaldığı zaman,
iman ile akıl arasında çelişkiler doğabiliyor. Kişi “aklının ermediği
olaylar” karşısında, örneğin mucizeler konusunda ne yapabilir?
Fransız
teolojisinin ortaya koyduğu iman türlerinin en basiti, “foi de charbonnier” ya
da “ODUNCU’NUN İMANINDIR.” Bu, sorgusuz sualsiz bir imandır. Fakat dünya
yalnızca odunculardan meydana gelmiyor, iman ile akıl karşı karşıya geldiği
zaman mesele değişiyor. Her ne kadar, Tevrat'taki itaat emri ile incirdeki
sevgi emri, aklı devre dışı bırakıyorsa da, zamanla iman ve akıl ikiliğini,
karşıtlığını çözmek gerekli hale gelmiştir.
Antik
felsefeden gelen akıl kavramı, ortaçağlarda Aziz Tomas Aquinos tarafından bir
senteze kavuşturuldu. Birçok dilemmada, (açmazda) yapıldığı gibi, Aquinos
karşıt olan iki terimi özdeşleştirdi: Tanrı, aklın ta kendisidir ve evreni,
dünyayı ve insanı yaratırken kurallar koymuştur. Başka bir deyişle, Tanrı,
büyük bir projenin ve bu projenin belkemiği akıldır. DOLAYISIYLA, İNSAN BU
PROJENİN BİR PARÇASI OLDUĞUNA GÖRE, AKIL SAHİBİDİR. YANILABİLİR, AMA BU ONU
AKILSIZ YAPMAZ. Tanrı’nın koyduğu bu “İlâhi Kanun” dünyada Doğa Kanunu
olarak tezahür eder. Böylece, düşünmek, seçmek, yanılmak, doğruyu araştırmak
işlevleri Tanrı’nın insanoğluna verdiği bir görevdir. Doğa Kanunu kavramı
böylece hem imanı pekiştirir hem de insana bir açık yapıt sunar. Yapıt açık
olduğu için, tarih boyunca, yorumlama hakkının tekeline sahip çıkan kurumlar
(krallar, din adamları, cemaatler) ya da bu tekele doğal olarak kendilerini
sahip gören kurumlar, “Vahiy”den ve “Doğal Hukuk”tan yola çıkarak mücadele
edeceklerdir. “Vahiy” in içerdiği çelişkiler, “Doğa Kanunu”ndan doğan insan
hakları, hoşgörüsüzlük ve hoşgörü arasında gelgitler, neden olacak ve devlet
ile Kilise arasında kurulup, bozulacak dengeler bu mücadelenin sonucu olarak
meydana gelecektir.
Hoşgörü
Meselesi
Birinci
modus ponens, din ve siyasetin ayrılmazlığı, ikinci mudus ponens, yaygın olan
şu düşünceye karşı çıkacaktır: “Hoşgörü doğaldır ve doğal olduğu için de
iyidir”. Bir başka deyişle, bazı toplumlarda hoşgörü yerleşmişse ve
oralarda dini hoşgörüden söz ediliyorsa, bu ne doğal olduğu için, ne de iyi
olduğu içindir. Ancak bu savın tartışılmasına geçmeden önce, insan hakları
konusuna bir göz atmak gerekiyor.
“İnsan
hakları kavramı, insanlık kadar eski bir kavramdır”, ifadesini
yazılı metinlerde bulmak mümkündür. Hititler,“Hammurabi Kanunu” ndan ilham
alarak kendi hukuklarını yazarken, örneğin, kısas kuralını kaldırmışlardı.
(Ceram, 208). Hazreti Musa, M.Ö. XII. yüzyılda ve ölümünden evvel, ikinci bir
kanunname ilân ederek, birincisinde emrettiği On Emir’den daha ayrıntılı
emirler vermiştir: Yoksulların bakımı, dul ve yetimlerin kollanması, çocukarın,
babalarının işlediği suçlardan dolayı cezalandırılmaması, hakimlerin erdemli
olmaları ve hattâ hayvanlara iyi davranılması bunların arasındaydı (Margolis ve
Max, 20). Russell’a göre de bunlar Aziz Augustinius tarafından Hıristiyanlığın
ilkeleri arasına geçirilmiştir (Russell, 363). Bu ilkeler hem siyasi güç, hem
Kilise hem de kişiler tarafından uyulması gereken ilkelerdir. Yaşam hakkı,
mal edinme ya da koruma hakkı, başkasına gösterilen sevgiyi karşısındakinden
beklemek hakla, kutsal bir niteliğe sahiptir. Fakat vicdan özgürlüğü hakkı
bunların arasında yoktur. Kilise için dogma, devlet için güvenlik kaygılan
vicdan özgürlüğü hakkının askıya alınmasını meşru kılar. Tek çıkış noktası,
bu iki gücün yetki alanlarının dışına çıkmaktır: ya ölümle, ya da terk etme
yoluyla. Fakat bunu yapan kişi ya kanun dışı, ya da sapkın sayılacaktır. Her
iki durumda da kişi vicdanı ile aklı arasında bir seçim yapmaya zorlanmaktadır.
Hem devlet, hem kilise onu ihanetle suçlayacak ve kişiyi bu “korkunç
durumdan kurtarmak için” insanda doğal olarak barınan kötülüğü ortadan
kaldırmak, iyiliğin zaferini sağlamak için, harekete geçeceklerdir.
Bu
aşırılıklara karşı zaman içinde VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ ortaya atılarak, klasik
anlamdaki insan haklarına ilave edilecektir. Vicdan
özgürlüğü ile hoşgörü arasında bir fark vardır. Vicdan
özgürlüğü kişiyi, tümüyle kişi olarak ilgilendiren bir ilkedir. Genelde dinle
ilintili olarak düşünülür, fakat öyle olması şart değildir. Kişi herhangi bir
meselede vicdanım rahat dediği zaman, vicdan özgürlüğünü dile getirir, bu içsel
bir konudur, başkalarına bağımlı değildir. Toplumsal anlamda bir eşitlik
sağlar. Literatürde tolerans olarak geçen hoşgörü ise, dilsel kökünde, kabul
etmek, katlanmak, yabancı bir cismi reddetmemek anlamlarını içerir.
Örneğin,
vücut bir protezi tolere eder, ya da etmez. Toplum bir yabancı grubu kabul eder
ya da etmez. Dolayısıyla ikili bir hiyerarşi söz konusudur. Hâkim olan fikir,
yabancı olana bir lütufta bulunulmasıdır. Tolerans ilkesinde bu üst-ast
ilişkisi vardır. Türkçe’de hoşgörü terimi bunun daha ılımlı bir ifadesidir. Hoş
görmek, kabullenmek demek değildir, kendinden saymak da değildir. Karşılıklı
hoşgörü, karşılıklı tahammülün bir ifadesidir. Hiç bir toplumda hoşgörü mutlak
değildir. Toplumlar bazı konularda tam bir hoşgörüsüzlük gösterebilirler.
Yukarıda söz ettiğimiz öteki kavramı, değişik toplumsal katmanlarda, değişik
alan ve zamanlarda hoşgörünün doğal olmadığını göstermektedir.
Hoşgörü
iyidir dendiğinde yine yaygın bir yanılma söz konusudur. Herkese ve herşeye
karşı hoşgörülü olmak, savunma mekanizmasını etkisiz hale getirir. SİYASİ
ALANDA DA, DİN ALANINDA OLDUĞU GİBİ, HOŞGÖRÜNÜN SINIRLARININ SAPTANMASI
GİRİŞİMLERİ EBEDİ VE EZELİ BİR SORUN OLARAK KENDİNİ GÖSTERMİŞTİR. İster
devlet-yurttaş arasında, ister kilise-inananlar arasında, ister devlet-kilise
arasın-da, hoşgörüde sınır öğesi her zaman hayati bir önem taşımıştır.
İşte bu
bağlamda, çözüm vicdan özgürlüğü hakkının insan haklarına eklenmesi sonucunda
bulunmuştur. Bir başka deyişle, insanları, belli aralarla birbirlerini
boğazlamaktan kurtarmak için, bazı temel kurallar konmuştur. Fakat bu, hoşgörü
iyi bir şey olduğu için değil, işlevsel olduğu için yapılmıştır. Russell’ın
dediği gibi, hoşgörü yılgınlıktan doğmuştur.
Bir
noktaya daha işaret etmek gerekiyor. Güçler arasında bir” modus vivendi”
(geçici uzlaşma) ye varılmış, devletler
arası ilişkilerde din savaşları son bulmuşsa da, insan hakları adına savunulan
vicdan özgürlüğü ne mutlak ya da sınırsız olarak yerleşmiştir, ne de yerleşmesi
beklenebilir.
Örneğin
Japon hükümeti Güneş Mezhebinin ayinlerini yasaklamamış, fakat mezhebin üyeleri
metroya zehirli gaz saçtıklarında onları tutuklamış ve cezalandırmıştır. Çağdaş
dünyada böyle örneklere sık sık rastlanmaktadır. Devletler, insan haklarını
kısıtlama pahasına özgürlükleri sınırlandırmayı zorunlu bulabilir, kurallara
aykırı davranıldığı durumlarda ise yaptırım uygularlar. Dolayısıyla sınır
meselesi güncelliğini korumaktadır.
Siyasi
itaat,
başkaldırma hakkı, reelpolitik, toplumsal barış, ruhun selameti ve dünyevi
çıkarlar gibi öğelerin tümü, hâlâ devlet ile kilise arasındaki savaşların
ve mücadelelerin temelinde yer almaya devam etmektedir. Ve sonuçta
tarihsel süreç içinde varılan modus vivendi’nin ne kadar kırılgan olduğu
görülecektir. (s. 11-19)
Kaynakça
COŞAR Fatma
Mansur, Din Savaşları [Kitap]. İstanbul, 2000,
[1] Totaliter:
isim Fransızca totalitaire:
Demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün
yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun elinde toplandığı
demokratik olmayan (devlet düzeni), bütüncül.
[2] Orta Çağ'da
Batı'da devlet güçsüz, kilise güçlüydü. Dogu'da ise tam tersi olmuştur
(Russell, 363). Roma İmparatorluğu güçlüyken, dinlere karşı hoşgörülüydü,
kilise güçsüzdü (Eco, 75), Modern ulus-devletler yerleşince, Papalık
güçsüzleşti (Braudel, 384).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar